Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Pîr-i Türkistan HOCA AHMED YESEVÎ 1

 

Pir-i Türkistan

HOCA AHMED YESEVÎ

Dr. Hayati Bice

İTHAF

Bu kitabım, bekâ âlemine göç eden bilebildiğim-bilemediğim atalarımın rûhânîyetinin Yesevî himmetinden nasibdâr olmaları niyazına adanmıştır. Allah’ın rahmeti onlar üzerine...

Dr. Hayati Bice

İÇİNDEKİLER

Takriz 7

Sözbaşı 9

Giriş 13

Türkistan’ın İslâm ile Tanış Olduğu Asırlara Bir Bakış 16

Tasavvufî Akımların Mâverâünnehir’deki Serüveni Tl

Giriş / Notlar ve Açıklamalar  37

1. BÖLÜM

Ahmed Yesevî’nin Tarihi ve Menkıbevî Hayatı 49

1.    Yesevî’nin Doğduğu Ortam ve Aile Kökleri: “Hz. Ali evlâdıdır O...” 51

2.    ‘Mürşîd’ Olacak Bir Çocuk : Türkistanlı Ahmed  61

3.    İlk Öğretmen: Arslan Baba 63

4.    Buhara Kimleri Yetiştirdi Kimleri: Yûsuf Hemedânî Dergâhı 72

5.    Yesevî Söylenceleri 85

6.    Ölmeden Önce Ölmek: “Yeraltında Yeşertilen Ebedi Bahar”  113

7.    Türkistan’da Yalazlanan Yesevî Ocağı: “Ocağımız Sönmesin... ”  120

Birinci Bölüm / Notlar ve Açıklamalar  123

2.     BÖLÜM

Yesevî Yolunu Bugüne Ulaştıranlar ve Yesevîlik 139

1.    Yedi İklimde Salınan Azîzler  144

2.    Yesevî’nin Vârisleri: “Bel Evlâdı” “Yol Evlâdı”   146

3.    Atalar Silsilesi: Hakîm Ata, ZengîAta ve Diğer Atalar 150

4.    Sultanlara Baş Eğdiren Manevî Güç 251

5.    Yesevî Külliyesi 259

6.    Yesevîyye Tarîkatı 275

7.    Günümüze Ulaşan Yesevîlik Bilinci 336

8.    Hikmetler Pınarı 340

İkinci Bölüm / Notlar ve Açıklamalar 348

3.     BÖLÜM

Yesevî’nin Zamanötesi Çekimi 363

1.    Dünya Yesevî -Meşreb Sûfîleri Beklerken 365

2.    Yesevî Tarzını Yeniden Üretmek: “21. Asrın GaziDervişleri” 370

3.    “Âhir Zaman Şeyhleri” 372

4.    Hazret Sultan Yesevî Bugün Yaşasaydı 374

5.    Bugünün Yesevîsi 375

Ücüncü Bölüm / Notlar ve Açıklamalar 378

Kaynakça 380

Dizin 389

 

Sözbası J

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla...

“Türk Yurt lan’nın manevî hayatını tarih boyu etkilemiş en önemli üç isim hangisidir?” diye sorulsa hiç kimse Ahmed Yesevî adını anmadan doğru cevabı vermiş olmaz. Onun “Pîr-i Türkistan” olarak bilinen ünvânı bile bu etkinin somut bir kanıtı olarak gö­rülmelidir. Medine-i Münevvere’de 199O’da karşılaştığımızda 1901 (H.1318) baskılı tarihi bir Dîvân-ı Hikmet nüshasını “Alın, Haz­ret Sultan’m eserini Türkiye’de basın...” sözleri ile bana arma­ğan eden Doğu Türkistan Uygur Türkleri’nden Abdulmecîd Kaşgarî eliyle Ahmed Yesevî’ye ilk kez ve doğrudan muhatab olmuştum. Bu manevî işaretin bereketi ile olsa gerek Ahmed Yesevî’nin ‘Dîvân-ı Hikmet’ eserini 144 hikmetten oluşan içeriği ile Türkiye’de yayın­lamak ilk kez 1993’de nasib oldu.

Son çeyrek asır içerisinde ülkemizde daha çok gündeme ge­len ‘Ahmed Yesevî’ ismi ve bu çerçevede dile getirilen görüşler konu ile ilgisiz insanlarda bile “Hazret Sultan Yesevî” hakkında bir kanaatin oluşmasıyla sonuçlanmıştır. Ülkemizin hemen her köşesinde “Ahmed Yesevî” ismi verilen cadde ve sokaklar; eğitim kurumlan bu ilginin gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş yansımalarıdır. Bunun zirve noktası bu eserimin sizlere ulaşmasına aracılık eden Hoca Ahmed Yesevî Uluslarası Türk-Kazak Üniver­sitesi olmuştur.

2016 yılının UNESCO tarafından 850. vuslat yıldönümü ve­silesi ile “Ahmed Yesevî Yılı” olarak ilan edilmesinin getirdiği popülerleşme, Yesevî ve Yesevîlik yolu ile ilgili sempozyum, se­miner tarzı birçok İlmî çalışmayı motive etmiş ve buna paralel olarak basm-yaym dünyasında da Hz. Pîr-i Türkistan odaklı hatırı sayılır bir yayıncılık faaliyeti ortaya çıkmıştır. Elinizdeki bu eser de, Hoca Ahmed Yesevî Uluslarası Türk-Kazak Üniversitesi Müteveli Heyet Başkanlığı’nın bu kapsamdaki bir hizmeti olarak de­ğerlendirilmelidir.

Eserin Giriş bölümünde arz edildiği üzere, Türklerin İslâm ile tanışmaları tarihi Ahmed Yesevî’den çok öncelere, üç yüz yıl kadar gerilere giden bir arkaplâna sahiptir. Türklerin Müslüman olma süreci, hicretten sonraki ilk yüzyıldan (miladî 8. yüzyıl) başlayıp süregelmiştir. Ahmed Yesevî’nin yaşadığı tahmin edilen 11.-12. yüzyıllara gelene kadar pek çok Türk kökenli insan İslâm ile tanışmış ve Hazret Sultan Yesevî’nin vefat tarihi olarak kabul edilen 1166 yılma kadar pek çok İslâm sûfîsi de Türk yurtlarında tasavvufî neşvenin yeşerip boy atmasına emek vermişlerdi.

Kitabın ilk bölümünde “Ahmed Yesevî’nin Tarihi ve Menkıbevî Hayatı” başlığı altında Hazret Sultan Yesevî’nin hayatı, ikinci bölümünde ise Türkistan ve Anadolu’daki etkileri ve halef­leri yanında Yesevîyye tarikatının özellikleri konuları işlenmiştir.

Okuru, akademik bir çalışma formatınm soğukluğu ile karşı karşıya bırakmamak üzere Hazret Sultan Yesevî ile ilgili menkıbe­leri -tarihen sabit oluş veya tutarlılık gibi ölçütlerle kısıtlama­dan‘ala rivayetin’ (= rivayet edildiği üzere) nakletmeyi uygun gördüğümü sözün başında belirteyim. Metnin okunmasını özellikle gençler için zevkli hale getireceğine inandığım bu rivayetler ilgili yerlerde “MENKIBE” arabaşlığı altında sunulmuştur.

Kitabımın ikinci bölümünde “Yesevî Yolunu Bugüne Ulaştı­ranlar ve Yesevîlik” ele alınmıştır. Bu çalışma ile her şeyden önce bir ‘tarîkat kurucusu’ olan Ahmed Yesevî’nin tarîkatı olan Yesevî­lik (= Yesevîyye) yolu, -tarihî kaynaklarda bölük-pörçük verilen bilgilerin ötesinde bir bütün halinde sunularakçağdaş dünyanın insanları için ilk kez erişilebilir, pratikleri ile yaşanılabilir bir hale getirilmiştir.

Hazret Sultan Yesevî’nin kendisinden önce -ve sonrayaşa­mış diğer Türk evliyası arasından öne çıkmasında kuşkusuz Dîvân-ı Hikmet adı verilen eserlerde bir araya getirilen ve özel olarak “hikmet” olarak bilinen şiirleri etkili olmuştur. Kitap üretimin çok zor olduğu yüzyıllarda yazılı olmaktan ziyade sözlü nakil ile kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikmetlerin “Hazret Sultan Yesevî” isminin asırlara direnmesinde oynadığı rolü, İlahî rahmetin Türk yurtları üzerinde bir tecellisi olarak değerlendirmek yerindedir.

Asırlarca dilden dile aktarılan hikmetler, önceleri sadece sınırlı sayıdaki el yazmaları içerisinde nakledilirken 19. yüzyıl sonlarından itibaren matbaa basımlarının gündeme gelmesi ile daha geniş kitlelerin eline -ve oradan da gönüllereulaşabilme mazhariyetine kavuşmuştur. Osmanlı coğrafyasına kadar yayılan bu mazhariyetin tanığı olan Kazan, Taşkend ve İstanbul basımı Dîvân-ı Hikmet nüshalarını Osmanlı aydınlarının kütüphanelerinde görebilmek de bu sayede mümkün olmuştur. Kitabın ikinci bölü­mü, Divân-ı Hikmet ile ilgili verileri bir özet halinde sunmaktadır.

Bugünün okuru için önemli olduğunu düşündüğüm sorulara yanıt vermeye çalıştığım “Yesevî’nin Zamanötesi Çekimi” baş­lıklı son bölüm ise benim için bu çalışmanın en önemli kısmıdır. > » »

Kitabın sonundaki Kaynakça ise konu ile akademik düzeyde ilgilenen okur için düzenlendi.

Sözlerimin sonunda bu kitabın çerçevesinin belirlenmesi konusunda istişare ederek değerli fikirlerinden ve eserlerinden yararlandığım günümüz tasavvuf araştırmalarının seçkin ismi Prof. Dr. Necdet Tosun’u teşekkür ederek anmalıyım. Yesevî so­yundan insanların tüm asalet ve zerâfetini taşıyan ve Hazret Sultan Yesevî hakkında bilgilenmem konusundaki hakkını teslim etmem gereken Şehabeddin Yesevî ile 1995 yılında düzenlenen Ahmed Yesevî sempozyumunda ismimi duaları ile anan Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ı da rahmet ve minnet ile yâd etmek boy­numun borcudur.

Son olarak bu baskının Pîr-i Türkistan’ın şanına lâyık bir şe­kilde sizlere ulaşmasına vesile olan Hoca Ahmed Yesevî Uluslarası Türk-Kazak Üniversitesi Müteveli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Musa Yıldız ve Mütevelli Heyeti Üyelerine teşekkür ederim.

Pîr-i Türkistan Yesevî’nin aydınlık yolunda yürümek isteyen­lere ışık, Hakk’ın yakînine talihlere azık olması dileklerimle...

24 Nisan 2016, Ankara

Dr. Hayati Bice

Giriş J

Ahmed Yesevî tarihte asırlardır Türkistan1 ve bugün bütün Türk dünyasının manevî hayatında etkisi ve rûhânî tasarrufu devam eden ve kendisine “Pîr-i Türkistan”7, “Hazret-i Türkistan” “Haz­ret Sultan” gibi yüceltici ünvânlar verilip ismi ve hatırası saygı ile anılan büyük bir mürşîd-i kâmil3 ; Türkler arasındaki ilk tasavvuf yolunun kurucusu bir mutasavvıfdır. Sûfî4 bir şair ve tarîkat5 sahibi bir mürşîd olarak kendi adıyla anılan Yesevîyye tarîkatının esasla­rını belirlemiş ve bugün bütün dünyada büyük bir yaygınlığa sahip Nakşbendîyye tarîkatı ile Kübrevîyye, Çiştiyye gibi dünya ölçeğinde daha yerel kalmış tarîkatları da derinden derine etkilemiştir.

Ahmed Yesevî’ye atfedilen menkıbe6 ve söylencelerden yan­sıyan karizmatik portresi, tarih boyu gönülleri fethetmiş; keramet­leri7 Doğu Türkistan’daki Kaşgar’dan, Balkanlardaki Tiran’a kadar aynı kültürel birliktelik içerisinde yaşayan; aynı tevhid iklimini so­luklayan bütün Türk yurtlarında yayılıp benimsenmiştir. Tasavvuf tarihine bakıldığında, değişik coğrafyalarda yaşayan Türk topluluk­ları arasında Ahmed Yesevî kadar yaygın şöhreti olan bir başka velî yoktur denilebilir. Kazakistan’ın tarihi ismi Yesi8 olan ancak daha sonra Türkistan adı ile anılan şehrinde yer alan türbe9 ve muhteşem dergâhının da çatısı altında bulunduğu külliye, Türk dünyasının en önemli manevî merkezlerinden biri -ve aslında birincisiolup geç­miş asırlarda olduğu gibi bugün de ‘tüm Türkistan’ın ziyaretgâhı’ olarak değerlendirilmektedir.

Genel olarak ele alındığında, karşılıklı ilişki içerisinde bulu­nan kültürlerin birbirini tanıması ve birbirlerinden iktibaslar yap­ması uzun yılları bazen asırları gerektirir. Sosyolojik bakımdan kök­ten bir kültür değişmesini gerektiren ve bir toplumun manevî kim­liğinin yeniden inşası anlamına gelen ‘din değiştirme’ olgusu, bir anlık karar ya da şahsî bir süreç değildir. Türkler, İslâm ile muhatab oldukları asırlarda İslâm’ı benimsemeleri için elverişli bir rûhânî iklimde yaşamaktaydılar. Zühd denebilecek bir sâdelik içerisin­de, bozkır hayatının zorunlu kıldığı basit bir hayat tarzını yaşayan Türklerin İslâm’a ve tasavvufa fıtraten yatkın oluşları tarihi ve sos­yal etkenlerle birleştiğinde kalabalık Türk kitlelerinin İslâmlaşma­sı kolaylaşmıştır. İslâm öncesi dinî hayatlarının İslâm’a uygunluğu (tek Tanrı inancına sahip olmaları, Türk dilinin cennet, cehennem, âhiret, melek gibi soyut kavramları karşılayan söz dağarcığına sa­hip oluşu, en önemlisi de sosyal hayatlarında İslâm’ın öngördüğü ahlâkî kısıtlamalara çok benzer kuralların yerleşmiş olması; me­selâ, bütün Türk boylarında zinanın en ağır şekilde -ölüm cezası ilecezalandırılması gereken bir suç olarak kabulü, gibi hususlar Türklerin İslâm’a kitleler halinde girişini olumlu yönde etkileyen faktörler olmuştur.

Türkler sadece dinlerini değiştirerek İslâmlaşmakla kalma­yıp iki asır içerisinde Haçlılara karşı tüm İslâm âleminin yılmaz savunucuları konumuna yükselerek yüzyıllarca bu misyonu yerine getireceklerdir. Türklerin tarih sahnesine müslüman kimlikleriyle çıkmasıyla birlikte İslâm medeniyeti, Türk medeniyeti ve hattâ -teorik planda ve akaid yönünden yanlış sayılması gereken bir ifade ileİslâm, “Türk dini” olarak anılmaya başlanmıştır. Öyle ki, asırlar boyu Balkanlar’da müslümanlığa geçenlerin durumu “Türk olmak” kavramı ile tarif edilmiştir; iletişimin çok etkinleştiği günümüz or­tamında bile bu değerlendirmenin -lokal planda ve yer yerde­vam ettiği görülebilmektedir. Türkler İslâm’ı savunurlarken, tevhid sancağını Haçlı sınırlarında dalgalandırırlarken İslâm ile Türk adı -neredeyseözdeşleşmiştir. Bu muhteşem gelişmede tasavvufun oynadığı rol, kilit sayılabilecek bir konumdadır.

Türkler arasında tasavvufun söz konusu edildiği her ortamda; tasavvufu, Türk tarzı müslümanlığın ayrılmaz bir parçası konumuna yükselttiği kabul edilen Ahmed Yesevî ismi -istenilse de istenilme­se demutlaka anılmak durumundadır. Son yıllarda Ahmed Yesevî ismi -yüzlerce okul, cadde ve sokaklara verilecek kadarpopülarite kazanmış olmakla beraber, tasavvufî kimliğinin ve tarihteki önemi­nin anlaşılması konusunda hâlâ yeterli bir bilgilenmenin sözkonusu olduğu söylenemez. Ahmed Yesevî ile ilgili söylemlerde “dinimizi bize kazandıran yüce şahsiyet” , “dilimizi borçlu olduğumuz insan” gibi abartılı söylemlerin -iyiniyetinden kuşku duyulamazsa bile-, Hazret Sultan Yesevî’nin gerçek portresinin ortaya çıkışını engelle­yici bir faktör haline gelmeleri üzüntü vericidir. Bu aşırı söylemle­rin nasıl gerçeklerden uzak olduğunu anlamak için Türklerin İslâm ile karşılaşmaları tarihinin, Ahmed Yesevî’nin dünyaya gelişinden en az üç yüzyıl kadar öncesine uzanan, uzun bir mazisi olduğunu, Türk dilinin en önemli kaynağı olan Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lügati’t-Türk adlı muhteşem çalışmasının zamanın halîfesine su­nulması ve Türk töresini İslâm esasları ile başarıyla uyumlaştıran Kutadgu Bilig’in yazılması üzerinden de bir asır geçtiğini hatırla­mak yeterlidir.

‘Ahmed Yesevî’nin tarih içerisinde oluşan manevî portresi­nin Türklük için yerine getirdiği en büyük hizmet nedir?’ sorusunu sorarak cevabını ayrıntılı olarak irdelediğimizde, Türkler arasında ilk tasavvufî örgütlenmeyi sağlayarak nesiller boyu İslâm’ın özünü kavramış sûfîlerin ve bu sûfîlerin dizi dibinde aldıkları eğitim ile cihadın manevî yönlerini de kavrayan dervîş-Gâzilerin, özel tanımı ile “alp-eren”lerin yetiştirilmeleri çığırının başlatıcısı olması öne çıkar. Gerçekten de İslâm ile birkaç kuşaktır tanışmış olan Türk yurtlarında tasavvufî boyut kazanarak derinleşmiş bir İslâm algısı­nın, sûfîce yaşanan bir müslümanlık olgusunun mimarı Ahmed Ye­sevî olmuştur. İşte bu yüzden Ahmed Yesevî’yi zamânenin şeyh10 ve cemaat önderleri ile benzeştirmek büyük bir gaflet olur. Tek cümle ile özetlenecek olunursa, ilk birkaç asır boyunca Türk yurtlarında yatay olarak, yüzeyde yayılan İslâm’ın, irfanî bir boyut kazanarak derinleşmesi Yesevî ve takipçisi dervişlerinin Türk halkları içerisin­deki yoğun eğitim faaliyeti ile mümkün olmuştur. Yesevî’nin Türk tarihinde icra ettiği kilit rol, işte burada sahneye çıkar.

Ahmed Yesevî dilinden dökülen “hikmetler”!günümüzdeki herhangi bir “dinî manzume” ile mukayese ederek değerlendir­mek de son derecede yanlıştır. Ahmed Yesevî’nin dilinde seslendi­rildikten sonra günümüze kadar ulaştırılan hikmetlerinden oluşan Dîvân-ı Hikmet’de neredeyse bin yıldır Türk’ün gönül gözünü ışıtan bir ışık saklıdır. Bu ışığın huzmeleri her bir hikmetin satırları ara­sından süzülerek ruh11 dünyamızı aydınlatmağa -uzun bir zulmet devrinden sonrabütün Türk yurtlarında yeniden başlamıştır.

Ahmed Yesevî’den neredeyse dokuz asır sonra bize kadar ulaşan “Hikmetler” Türkler arasında İslâm etrafında örgütlenen bir iman birliğinin teşekkül etmesine hizmet etmesi yönüyle Türk dünyasının manevî hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Hazret-i Türkistan’ın dilinden dökülen hikmetleri okurken yüzyıllar önce bu mesajları ilk defa işiten atalarınızdan biri yerine koyun kendinizi...

İşte o zaman Yesevî’nin büyüklüğünü daha iyi idrak edecek­siniz.

Bir de bugünkü teknolojik imkân ve malî kudrete sahip ‘zamâne şeyhleri’nin günümüz Türkiye’sinde -ve hattâ dünyasın­daifa ettiği fonksiyon ile misyonu Hazret-i Türkistan’ın misyonu ve fonksiyonu ile kıyaslarsanız Yesevî azâmeti daha da belirginleşecektir.

Ahmed Yesevî dün olduğu gibi bugün de dünya Türklüğünü dizleri dibinde bir araya getiren manevî yol göstericimiz olmağa devam etmektedir. Ahmed Yesevî’yi, gerçek kimliğiyle tanımamız Türkiye ve Türkistan Türkleri’nin kardeşliğini güçlendirecek ve dünyanın Türkçe konuşan insanları olarak ortak manevî atamız du­rumundaki Ahmed Yesevî’nin dergâhında kucaklaşmamızı da sağla­yacaktır.

0 dergâh, Orhun’dan Tuna’ya kadar uzanan bütün Türk yurt­larını içine alacak genişliktedir.

1.              Türkistan’ın İslâm ile Tanış Olduğu Asırlara Bir Bakış

Hz. Rasûlullah12 Muhammed Mustafa (Salla’Uahu aleyhi vesellem13 -bundan sonra s.a.v. olarak kullanılmıştır-) döneminde Hi­caz yarımadasında yayılan İslâm ilk dört halîfe14 ( Hz. Ebû Bekir15, Hz. Ömer16, Hz. Osman17, Hz. Alî18 ) döneminde çevre ülkelere ya­pılan gazâlarla19 daha geniş bir coğrafyaya yayılmağa başladı. Türklerin İslâmlaşma süreci, birey olarak din değiştiren ilk müslüman Türklerin görüldüğü Hz. Ömer (Razı’allahu anh20-bundan sonra r.a. olarak kullanılmıştır-)’in halîfelik yıllarında başlayıp -Türklerin çoğunluğu için-, ancak 10. asırda tamamlanabilmiştir. Bu sürecin yaşandığı dönemin iletişim şartları ve Türklerin boylar halinde çok geniş bir alanda yaşadığı da göz önüne alınırsa Türklerin İslâm’ı ka­bulü sürecinin asırlar içerisinde gerçekleşmesi normal görülmelidir. Bugün tamamı müslüman olan Oğuz21 boylarının tamamen İslâm’ı kabulünün iki asır sürmesi de bu şekilde anlaşılmalıdır. Kafkasya ve Sibirya gibi izole bölgelerde yaşayan Türkler arasında İslâmlaşma sürecinin 17. yüzyılda bile devam ettiği, Evliya Çelebi22 gibi sey­yahların bu bölgelere yaptıkları gezilerde kaydettikleri notlardan izlenebilmektedir.

Yaklaşık üç yüz yıl süren İslâm’ın Türkler arasında yayılış süreci, üç büyük devreye ayrılabilir. Bu devreleri Türklerin ferdî olarak İslâm’a geçiş dönemi (650 750), Türklerin oymaklar halin­de din değiştirdiği dönem, İslâm yönetiminde ve özellikle orduda görevler üstlenmeleri (750 870), Toplu halde din değiştirme dö­nemi ve ilk müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışı (870 950) şeklinde tasnif etmek mümkündür:

a.               Türklerin ferdî olarak İslâm’a geçiş dönemi (650 750):

8.               yüzyılda İslâm’ı yeni coğrafyalara taşıma düşüncesi kap­samında Türkistan’a doğru sefere çıkan Arab orduları, Kuteybe ibn Müslim’in23 kumandası altında Horasan’ı geçip Mâverâünnehir24 bölgesine de ulaşmışlardır. Tamamen yerleştikleri Horasan’da yap­tıkları hazırlıklardan sonra kuzeydoğudaki Türk yurtlarına sefere hazırlanan İslâm orduları, Soğd25 ve Fergana’yı istilâ için, Ceyhun (=Amu Derya) güneyinden, Merv ve Belh üzerinden geçen askerî güzergâhı izlediler. Bu sırada Mâverâünnehir ve ötesindeki Türk yurtlarında egemen olan Göktürkler, Kuteybe birliklerine karşı uzun bir süre direnç gösterdilerse de İslâm savaşçıları -bazen kılıç zoruyla kan döküp savaşla fethederek; bazen de ikna yolu ile ve en az bu iki faktör kadar etkinlik kazanmış olan bölgeden evlilikler ya­pıp sosyal ilişkiler geliştirerekTürkistan coğrafyasında derinliğine ilerledi ve böylece İslâm egemenliği Asya’nın doğusuna ve giderek kuzey bozkırlarına doğru genişledi. Türkistan’daki Arab fatihlerinin bölge kadınları ile yaptığı evliliklerin ne denli kalıcı etkisi olduğu­nu anlamak için Kazakistan ve Kırgızistan’daki ‘Hocalar Uruğu’ ve Türkmenistan’daki ‘Atalar’ sülâlesini incelemek yeterlidir. Hoca­lar Uruğu’nun bir zamanlar Doğu Türkistan’da kurulan bir devlete ismini verecek kadar siyasî güç edindiğini de hatırlamalıyız. Türk boyları İslâm ordularının bu ilerleyiş sürecinde, arasıra müslüman ‘fatih’lere karşı zaman zaman başarılı direnişler de sergilediler. Bu kapsamda, 712’de Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra bir Türk ordusu Soğd bölgesine girerek Arab yöneticilere isyan eden bölge halkına yardımlarda bulunmuş ve Arabların elinde Semerkand’dan başka hiçbir şehir bırakmamıştı. Bu geri çekilişin ardında bölgeye tekrar yönelen Arablar, Türkistan’da ileri harekâtlar yaparak kay­bettikleri kentlerde egemen olmayı başardılar. Türgiş başbuğların­dan Suvluhan, Talaş ile Tokmak arasındaki Batı Göktürklerinin eski merkezlerini ele geçirerek güçlü bir yönetim oluşturmuştu. Mâverâünnehir’i Arap egemenliğinde bırakmak istemeyen Suvluhan, hayatta oldukça düzenlediği seferlerle Arabları Mâverâünnehir ve Soğd havzasında hiç rahat bırakmadı. Kuteybe’nin fetihleri Cey­hun boylarında ve kuzey Türkistan bozkırlarına ulaşmakla beraber, İslâm fütühâtından çok daha önceleri İran içlerine kadar girerek bölgede yerleşen Türkler, hâlâ tutunabiliyorlar ve Ceyhun nehri­nin batısı ile Hazar denizi doğusundaki aralıktan Gürgân sahrası­na nüfuz ediyorlardı. Emevîler zamanında Mâverâünnehir’in siyasi olarak karışık hali uzun süre devam etti. Adaleti ile tarihe nâm sal­mış olan Emevî halîfesi Ömer b. Abdulazîz’in, “fethedilen toprak­larda adîl bir idare kurulması”, “İslâm’a girenlerden cizye, haraç ve vergi alınmaması”, “bölge kadınlarının câriyeleştirilmemeleri”, “ulaşım güvenliğini sağlamak üzere güzergâhlarda kervansaraylar kurulması”, “şehirlerde hastaneler yapılması” gibi, takdire şayan ve medenî emirleri hayat geçirilebilse, Mâverâünnehir ve onun ar­dından Türkistan’ın tamamının İslâmlaşma süreci çok daha kolay ve sancısız gerçekleşebilirdi. Emevîler’in ırkçı politikaları ve Arab olmayan müslümanları ve bu kapsamda Türkleri “mevâlî (= köle)” bölgenin tüm kadınlarını “câriye” olarak nitelemeleri de Türkler arasında İslâm’ın kabulünü geciktiren sebeplerin başında gelir. An­cak bölgeye ulaşan Emevî yöneticilerinin zulüm ve menfaat odaklı siyaseti Türkistan’daki İslâm fütûhâtını uzun yıllar engelledi. Bu yüzden Mâverâünnehir’de Arab birlikleri ile Türkler arasında orta­ya çıkan çatışmaların ardı arkası kesilmedi.

Mâverâünnehir’de Türkler ve Arablar arasında bu çatışmalar sürerken doğu sınırlarından girerek Türkistan bozkırlarında ilerle­yen Çinliler, Şaş(=Taşkend)’a kadar ulaşabilmişlerdi. Taşkend hü­kümdarını teslim olmasına rağmen öldüren Çinlilere karşı yardım taleb eden oğlu müslümanlara sığındı ve Çinlilere karşı bir ordu teşkil etti. Çinliler, Taşkend kalesi hâkiminin oğlunun üzerine bü­yük bir ordu gönderdilerse de, Ziyad ibn Salih kumandasındaki Müs­lüman ordusunun desteği ile Çinliler ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu galibiyet ile Mâverâünnehir’in İslâmlaşarak, İslâm medeniyet havzasına girmesi 750-751 yıllarında kesinleşmiş oldu. Bu tarihten bugüne Türkistan’ın merkezinde artık tamamen İslâm egemen ola­cak ve bölge İslâm medeniyetinin ana havzalarından birisi halini alarak ilim ve kültür alanında zirve isimleri çıkaracaktır.

Hz. Ömer (r.a.) devrinde 642 yılındaki Nihavend Savaşı ile İran’ın fethi sırasındaki askerî mücadelelerde İslâm ve müslümanlar ile -savaş meydanlarında da olsailk ilişkileri başlayan Türkle­rin Arablarla ve İslâm ile daha yakından tanışmaları Abbâsî hilafe­ti dönemindedir. Abbâsî halîfesi Mu’tasımTn tahta oturmasından itibaren Arab ordularında ‘profesyonel asker’ olarak görev alan Türkler, İslâm dini yüzyüze geliyor ve bu yeni dinin uygulamala­rını merak ile inceliyorlardı. Bu kutsal merak ile Müslüman olan askerlerin sayısı bilinmemekle birlikte önemli bir oran teşkil ettiği tahmin edilir. İlk büyük sûfîlerden ve Hâllac-ı Mansûr’un dostu olan Ebûbekir eş-Şiblî’nin bu tür askerlerden olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bazı tarihçiler Türklerin İslâmlaşmasında, ipek yolu boylarında gidip gelen ticaret kervanları çevresinde Türkler ve Arablar arasında gelişen ticarî ilişkilerin de etkili olduğunu ileri sürmektedir. Satuk Buğra Han’ın26 müslüman olmasında Müslüman tüccarların kıldığı namaza tanık olmasının etkili olduğunu kayde­den rivayetler bu iddiayı destekler.

İslâm imanının aksiyoner niteliği ve cihad ruhunun savaşçı bir toplum olan Türklerin karakteri ile denk düşmesi de burada kayde­dilmesi gerekli bir husustur. Câhiz gibi bazı Arab şairlerinin, karşı­laştıkları Türklerin faziletlerini zikreden FezâilüTEtrâk gibi eser­leri ve kahramanlık, asalet gibi hasletlerini öven şiirler yazmaları Türklerin müslüman oluşunun Arablar tarafından da olumlu karşı­landığının bir göstergesidir. Bu olumlu yaklaşımlar, Türklerin, İslâm ile karşılaştıkları ilk zamanlarda Kuteybe ve çevresindeki muhteris yöneticiler döneminde uğradıkları zülüm ve baskının ruhlarında aç­tığı yaraları sarmış olmalıdır. Daha sonraları Türklerin Müslüman oluşu ile Kur’an-ı Kerim’deki Maide sûresinin 54. âyeti27 arasında ilişki kuran Vanîzâde Mehmed Efendi28 gibi bazı müfessirlere göre Türklerin Müslüman oluşu İlahî bir mucizenin tezahürüdür. Vanîzâ­de Mehmed Efendi (ölümü: 1685), “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah -müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli, kendisinin onları seveceği onların da ken­disini seveceğibir kavim getirir ki, onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kanamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu Allah’ın lütuf ve inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.” şeklindeki âyetin “müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli” ibaresinin Türklerin fıtrî niteliğine işaret ettiğini ve bu âyetin Türklerin Müs­lüman oluşunun müjdecisi olduğunu kabul eder.

b.               Türklerin oymaklar halinde din değiştirdiği dönem: Türk kökenlilerin İslâm yönetiminde ve özellikle orduda görev­ler üstlenmeleri (750 870):

Abbâsî devletinin kuruluşundan sonra yönetim kademelerin­de ve bilhassa orduda yoğun olarak yer alan Türkler, İslâm’ı yakın­dan tanıdılar. Abbâsîlerin egemenlik döneminde Türkler Mâverâünnehir’deki Arab yöneticilere karşı bazı lokal isyanlarda bulunsa da Emevîler devrinde olduğu gibi, büyük Türk kitlelerine yayılan bir harekât hiçbir zaman görülmemiştir.

Abbâsî halîfesi El-Mu’tasım zamanında Mâverâünnehir halkı çoğunlukla denebilecek kadarıyla müslüman olmuşlardı; hattâ öyle ki, çöldeki ‘kendi soylarından kâfirler’e karşı gazâlarda bulunuyor­lardı. Şaş (= Taşkend) halkı daha öncesinden İslâm’ı kabul ettikleri gibi, Seyhun’un kuzeyindeki Sayram29 halkı da ilk Sâmânoğulları hükümdarı İsmail ibn Ahmed’in amcası Nuh ibn Esed tarafından şehir ele geçirildikten (838) sonra, kısa sürede ihtida etmişlerdi. Abbâsîlerin ilk yıllarından itibaren, daha Halîfe Me’mun zamanın­da, gönderilen elçiler aracılığı ile yerli halkın önde gelen ailelerine mensup kişiler hilafet merkezine davet edilerek, büyük armağan ve ödüller ile İslâm’ı kabule ısındırılıyorlardı. Şiddetten uzak ve akla yatkın bu nazik İslâmlaştırma siyasetine Mu’tasım zamanında da özenle devam edildi. Bu sıcak ilişkilerin sonucu olarak Soğd, Fergana, Usruşana, Şaş (= Taşkend) bölgesinden Türkler, Abbâsî halîfesinin hassa birlikleri olan muhafız ordusuna alınıyordu. Türk askerleri için Samarra şehrini teşkil eden Mu’tasım döneminden iti­baren Irak’taki Türklerin sayısı ve etkinliği, giderek arttığı gibi, bu hal, Türkistan’ın hızla İslâmlaşmasını da kolaylaştırdı. Mâverâünnehir’in tam olarak müslüman olması Sâmânoğulları zamanında gerçekleşecektir.

Bilhassa 751 yılında Arablar ile Çinliler arasındaki Talaş sava­şının hemen sonrasında Türkler arasında o zamana kadar birey-aile düzeyinde seyreden ihtida hareketleri oymak, kabile gibi büyük gruplara dönüşerek belirgin bir hız kazandı. Mağlub olan Çinlilerin Türkistan’ı Türkler ve Arablara terk etmesini takiben Türgişlerin başbuğu SuvluhanTn ölümünden sonra Türgiş devleti yıkılınca ön plana çıkan Karluklar 766’da Seyhun (= Sir Deryâ) nehrinin doğusu ve Yedi-su bölgesinde egemenlik oluşturdular. Seyhun (=Sir Der­yâ) nehrinin batı yakasında Horasan’a kadar uzanan bölgelerde ise Oğuzlar etkili hale geçmişlerdi. Mâverâünnehir’de Arablar ile yüzyüze gelen OğuzTürkleri, ara-sıra isyanlara karışarak çapul akınları yapsalar da büyük bir kalkışma görülmedi. Yerli-yersiz isyanlardan bunalan Mâverâünnehir’in Arab yöneticileri ile işbirliği içerisindeki yerli egemenler, bu yağma ve çapul tasallutundan emin olmak için Buhara, Semerkand ve Şaş(=Taşkend) gibi şehirler etrafında yüksek ve kalın surlar yapılmasını teşvik ettiler. Bu surların kalıntılarını bugün bile görmek mümkündür.

Ahmed Yesevî’nin’nin yaşadığı çağ olan 11-12. yüzyıllarda Karluk uruklarının Altay ile Batı Moğolistan’dan Batı’ya göç etme­leri ve Türkistan’daki Hun oymakları ile birleşip Karahanlı devletini güçlendirmesi Orta Asya’daki Türk varlığını sarsılmaz bir şekilde güçlendirmiştir. İslâm ile karşılaşıp, yer yer ihtida ederek bu yeni inanç sistemini benimsedikleri bu asırlarda Türklerin büyük bir kıs­mı göçebe (= bedevî) olarak yaşıyorlar ve daha az bir kısmı ise şehirlerde yerleşik olarak ikili bir hayat tarzı sürdürüyorlardı. Tür­kistan halklarının aralarında yaşayan Fars dilli kitleler ile kayna­şarak onları Türkleştirmeleri ile birlikte, ortak Türk dili ve edebi­yatının şekillenmesi, Kartukların batıya göç edip Mâverâünnehir’e kadar gelişlerinin neticesi olarak kabul edilir. Ahmed Yesevî’nin hayat sürdüğü dönemde Türkistan halkının yaşama kültürüne ba­kıldığında öncelikle hayvancılık ve sonra da tarım faaliyetleri baş­lıca ekonomik uğraşlar olarak görülür. Türkistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarının hayvancılık için gerekli bütün tabiî şartları sağlaması, bölgedeki Türk halklarının ezici çoğunluğunun hayvancılık alanında çalışarak geçimlerini sağlamalarını kolaylaştırmıştır. Hayvancılık alanında ise Türklerin o dönemde askerî olarak diğer halklara göre stratejik güç ve cevval bir hareketliliğe sahip olmalarını sağlayan at bakıcılığı (= yıIkıcılık) önem taşımaktadır.

Türk yurtlarında Uygur Türklerinin öncülüğünde başlayan şe­hirleşmenin sağladığı ve günden güne gelişen sosyal ilişkiler ağı ve kısmen istikrara kavuşan siyasî düzenin getirdiği güvenlik, Türklerin ihtida hareketlerinde olumlu gelişmelere yol açtı. İslâm’ın Tür­kistan’da yayılma üssünü ticarî, siyasî ve kültürel ilişkilerin oda­ğında bulunan Mâverâünnehir şehirlerinin teşkil etmesi de bunun tabii bir sonucudur.

c.              Toplu halde din değiştirme dönemi ve ilk müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışı (870 950):

Abbâsîlerden sonraki dönemde, 840-1212 yılları arasındaki Türkistan ve kısmen Mâverâünnehir’de hâkimiyet kuran Karahanlı Hanedânı bölgede 372 yıl süren bir egemenliğin sahibi oldular. Mâverâünnehir’in egemenliği büyük ölçüde Sâmânoğulları’ndaydı. Bu dönemden itibaren Mâverâünnehir egemenliği için Karahanlıların, Sâmânoğulları ile sürekli bir mücâdele içerisinde oldukları görüle­cektir.

Rivayetlere göre 970 yılında Şaş (= Taşkend) ve Farab arasın­da tahkim edilmiş sınırın batı tarafında müslümanların egemenli­ğini tanımaksızın yaşayan Karluklar, Oğuzlar ve diğer boylardanTürklerin 200.000 çadır halkı İslâm’a girdiler. Ünlü İslâm tarihçisi İbnü’l-Esir ise 960 yılında kalabalık bir Türk topluluğunun İslâm’ı kabul ettiğini yazmıştır ki aynı vakıayı kaydetmiş olmalıdır. Karahanlı egemenliğindeki Kaşgar ve Balasagun yörelerinde İslâm onun­cu asırdan itibaren belirgin şekilde yerleşmiştir.

840 yılında Uygur Devleti’nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla Orta Asya bozkırlarında ortaya çıkan siyasî boşluk sayesinde kuru­lan Karahanlı Devleti’nin kurucu hükümdârı Bilge Kül Kadîr Han’dır. Bilge Kül Kadîr Han’ın ölümünden sonra devleti mirası olarak oğul­ları arasında paylaşıldı. Bilge Kül Kadîr Han’ın iki oğlundan Bazır Arslan Han, Balasagun’da “Büyük Kaan” olarak, kardeşi Oğulçak Kadir Han ise, Taraz’da “Orta Kaan” olarak hükümran oldu. Daha Batı’da egemen olan Oğulçak Kadir Han, Türkistan egemenliği için Sâmânoğulları hükümdârı Ebû Nasr İsmail bin Ahmed ile sürekli mü­câdele etti. Sâmânoğulları, 883 yılında TarazT ele geçirince, Oğul­çak Kadir Han doğuya çekilerek sığındığı KaşgarT merkez yapıp, Sâmânoğulları egemenliğine giren eski yurtlarına akına başladı. Bundan bir süre sonra, Satuk Buğra Han’ın babası Bazır Arslan Han eceli ile öldü ve Türk töresine göre kardeşi Oğulçak Kadir Han yeni Buğrahan oldu.Oğulçak Kadir Han’ın Sâmânoğulları’na düzenlenen akınlar ile uğraştığı sırada yirmi beş yaşlarındaki yeğeni Abdulkerîm Satuk Buğra Han, müslümanlaşan Türklerden oluşan üç bin kişilik kuvvetiyle amcası Oğulçak Kadir Han’a karşı taht kavgasına girişti. Kaşgar üzerine yürüyüp taht merkezini fethederek tahta geçti.

Karahanlılar hânedânından olup İslâm’ı ilk kabul eden ilk hükümdâr olarak Kaşgar’da ilk büyük İslâm devletini kuran Abdul­kerîm Satuk Buğra Han’ın gerek şahsı ve gerek İslâm’ı kabul edişi hakkında, yazıya geçmiş en eski örneği 1282 tarihli olan menkıbe­ler dışında fazlaca bir şey bilinmemektedir. Bu yazılı kaynağa göre, Satuk Buğra Han, İslâm’ı, Karahanlılara iltica etmek mecburiyetin­de kalan Sâmânoğulları hânedânına mensup şehzade Nasr’ın telkini ile, 12 yaşında iken, kabul etmiş ve 25 yaşında Karahanlı tahtına oturmuştur. Satuk Buğra Han 955 ‘te öldüğünde Kaşgar ‘in kuzeyin­de bulunan Artuş kasabasında toprağa verildi.

Karahanlılar devletinin asıl merkezi Kaşgar (Ordu-Kend) ol­makla beraber, devletin daha ilk devirlerinde kuzeyde, Ahmed Ye­sevî’nin doğduğu Sayram yakınlarındaki Balasagun (= Kuz-Orda)’a kadar genişledi. 9. asırda ahâlisi Türkler ile Soğdlulardan teşekkül eden Balasagun (yerli ahâlice Kuz-Uluş ve daha sonraları Kuz-Balık adlarını da almıştır) Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lügati’t-Türk’ünde tanınmış bir merkez olarak geçer ve bugünkü Kazakistan’daki Evliyâ-Ata (Taraz = Talaş, sonra Cambul)Tn, kuzeydoğusunda bugünkü Kırgızistan’daki Tokmak şehri yakınlarındadır. Daha sonra, devletin batıya doğru genişleme devrinde Batı Karahanlılarının merkezi Semerkand’a nakledildi. Karahanlıların, batıya yönelişlerinin sebebi, yeni benimsenen İslâm’a sıkı bağlılık ile Sâmânoğullarının zayıfla­masıyla, Türkistan işlerine müdâhalenin daha kolaylaşması olabilir. Bir diğer etken, bu devirde Türk uluslarının kitleler halinde müslümanlaşarak batı yönünde İran’a doğru kaymaları olarak değerlen­dirilebilir. Batıya doğru ilerleyen Türk boyları arasında Karahanlılara rakip çıkabilecek ikinci bir Türk devletinin daha kurulmamış olması, bölgedeki Türk oymaklarının bir Türk devleti merkezine bağlanması sürecini kolaylaştırmıştır. Türk millî geleneğini temsil eden Karahanlıların, bu dağınık Türk zümrelerini Sâmânoğulları’na göre, kendilerine daha çabuk ısındırmış olmaları da bir faktör ola­rak değerlendirilmelidir. Karahanlıların batıdaki Türkistan işlerine ilk ciddi müdâhaleleri Harun (ölümü. 993) Han’ın Balasagun’dan yaptığı seferle başlamıştır. Harun Han, Mâverâünnehir’de hiç bir önemli direniş görmeden, Buhara’ya kadar ilerlemiş ve zâten zayıf düşmüş olan Sâmânoğulları’nı Buhara’da mağlûp ederek, 992 ‘de Buhara’yı son Sâmânoğulları sultanı Nuh (ölümü: 997)’un elinden almıştır.

Sâmânoğulları hanedânını ortadan kaldıran Karahanlıların müdâhalesi, daha sonra Sâmânoğulları’nın yerine geçecek olan Gaznelilerin bölgede yükselmesini kolaylaştırmıştır. 977’de Gazne emîri ilân edilmiş olan Sevük-Tigin, 996’da Özkend’den hareket eden Karahanlı Nasr (ölümü: 1012)’ın kuvvetleri Mâverâünnehir’e girdiğinde, Sâmânoğlu Nuh tarafından yardıma çağrılmıştı. Gazneli Sevük-Tigin ile Karahanlı Nasr arasında yapılan anlaşmaya göre, Sir-Derya havzası Karahanlıların idaresine geçecek Sevük-Tigin ise, Amu-Derya’nın güneyindeki bütün eyâletlerin hâkimi olacaktı. Sâmânoğlu Nuh’un ölümünden sonra, Nasr, 999 yılında Buhara’yı savaşmadan kolayca ele geçirdi. Fakat Nasr Karahanlı kuvvetlerini birkaç defa mağlûbiyete uğratan Sâmânoğulları’ndan Ebû İbrâhim İsmail (ölümü: 1005) ile bir süre daha uğraşacaktır. Ebû İbrâhim İs­mail sonrasında artık Sâmânoğulları hânedânı tamamen sona er­dirilmiş ve Batı Türkistan’da Karahanlı ve Gazneli olmak üzere iki Türk hânedânı başbaşa kalmışlardır.

Gazneli Mahmud30 (999-1030)’un 1001’de Karahanlı Nasr ‘ın kızı ile evlenmesi, bu iki Türk hânedânı arasındaki ilişkiyi akraba­lık bağları ile güçlendirdi. Nasr’dan sonra Karahanlı tahtına geçen Toğan Han (ölümü: 1017/1018) da Gazneli Mahmud’un müttefiki olarak kaldığı gibi, kardeşi ve halefi Arslan Han (ölümü: 1025) za­manında da bu iki Türk hânedânı arasındaki iyi ilişkiler devam eder. Bundan sonra Karahanlı devletinin başına geçen Yûsuf Kadir Han (ölümü: 1032) diğer hânedân mensuplarına, egemenliğini güçlü şahsiyeti ile zorla da olsa tanıtır. 1019’da Gazneli Mahmud ile görü­şen Yûsuf Kadir Han, iki devlet arasındaki ittifakı daha da güçlen­dirir. Yûsuf Kadir Han’ın ölümünden sonra, Kaşgar’da büyük oğlu Süleyman Arslan Han (Buğra Tigin); Taraş (Talaş), Sayram(= İsficab) ve Taşkend (= Şaş)’ta küçük oğlu Mahmud (Muhammed) Buğra Han (Yagan-Tigin) ve Özkend’de diğer iki oğlu Tuğrul İ1 e Harun hâkim olmuşlardır.

Gazneli Mahmud’un 1O3O’da ölmesi üzerine, yerine, kısa bir süre için, küçük oğlu Muhammed ve onun yerine de Mes’ud (ölümü: 1041) geçtikten sonra da, Karahanlılar ve Gazneliler ara­sındaki ilişkiler eskisi gibi dostluk düzeyinde devam etmiştir. Mes’ud 1031’de, tahta geçişini bildirmek ve Karahanlı sultanı Kadir Han’dan eski dostluğun devamını rica etmek üzere, Kaşgar’a bir iyiniyet heyeti göndermiştir.

1039’da Mâverâünnehir’in egemenliği Karahanlı Nasr’ın Böri-Tigin ünvânlı oğlu İbrâhim(ölümü:1068)’in eline geçmiştir. Gaz­neli Mes’ud’un müttefiki olan Alp-Tigin’e karşı hareketi Selçuklular tarafından desteklenen ve Karahanlılar tarafından da hoş görülen İbrâhim, başlangıçta Karahanlıların bir uçbeyi gibi hareket etmiş, fakat çok geçmeden, ayrı bir hanlık hâline getirmiştir. Bu geliş­mede Selçukluların 1040’ta Gazneli Mes’ud’u mağlûp ederek, Ho­rasan’da hâkimiyeti ellerine almış olmalarının da etkisi vardır. Bu şekilde Batı Türkistan’da Gaznelilerin yerine geçen Selçuklular da Mâverâünnehir’de hâkimiyeti ele geçirmek için mücâdeleye başla­dılar. Karahanlı İbrahim'in ölümünden sonra, yerine geçen Şemsü’1-Mülk (ölümü: 1080)’ün zamanında Selçukluların Mâverâünnehir’e saldırıları yoğunlaşmış ve nihayet Melikşâh (ölümü: 1092)Tn Semerkand üzerine yaptığı seferden sonra, Şemsü’1 -Mülk Selçuklu­ların kendilerine bağlılığını kabul etmiştir.

Karahanlılardan Yûsuf Kadir Han’ın oğulları Tuğrul ile Ha­run’un, bu durumdan yararlanmak isteyerek, Şemsü’1-Mülk üze­rine yürüdükleri ve neticede iki Kara-Hanlı devleti arasındaki hu­dudun Hocend olmak üzere belirlendiği görülür. Karahanlı ŞemsüTMülk’ün yerine kardeşi Hızır (ölümü: 1081) ve ölümü sonrasında yerine oğlu Ahmed (ölümü: 1095) geçmiştir. Karahanlı Ahmed za­manında Selçuklu sultanı Melikşâh 1089’da Buhara’yı zaptederek Semerkand üzerine yürümüş ve Özkend’e kadar ilerlemiştir. Sel­çuklu tehdidini uzaklaştırmak için Kaşgar hanı da Özkend’e gelmiş ve iki Türk hükümdarı arasında, MelikşâhTn lehinde bir anlaşma yapılarak barış sağlanmıştır.

Batı’daki Karahanlıların tarihi bundan sonra Selçuklular ile sıkı bir bağlantı içerir ve Batı Karahanlıları, Selçukluların egemen­liğini kabul etmiş, itaatkâr bir topluluk olarak hareket etmişlerdir. Buna rağmen Batı Türkistan’daki hayat bu tarihlerde de her za­man huzur içerisinde geçmemiş ve gerek Melikşâh ve gerek Sultan Sencer31 dönemlerinde, Selçuklular, bir kaç kez Semerkand üzerine sefer yapmak zorunda kalmışlardır. Bu devirde ülke yönetiminde bulunan en önemli şahsiyet Karahanlı Süleyman oğlu Muhammed Arslan (ölümü: 1131) idi. 1109 ‘da bölgede istikrarı sağlayan Mu­hammed Arslan’ın devrinde, 20 yıllık bir süre ile Mâverâünnehir huzura kavuşmuştur.

Sayram (= İsficab) ve çevresinin hâkimi Mahmud (Muham­med) Buğra Han ve haleflerinin, daha çok batı Karahanlılarının egemenlik alanı ile ilgilendiği anlaşılmaktadır. Bu hânedâna mensûb olanlardan Karahanlı Mahmud’un torunu Kadir Cebrail Han 1102’de kuzey sınırlarından girerek Mâverâünnehir’i işgal etmiş ve Selçukluların egemenlik alanlarında güneye doğru ilerleyerek aldı­ğı Tirmiz civarında cereyan eden muharebede, Sultan Sencer ta­rafından, mağlûp edilmiştir. Sultan Sencer’in 1157’de ölümünden sonra, Mâverâünnehir’i egemenlikleri altına alan Hârezmşâhlar zamanında da, batı Karahanlılarının son temsilcisi Osman (ölümü: 1213)’in vefatına kadar siyasi egemenlik alanında büyük bir deği­şiklik olmamıştır.

Mâverâünnehir’deki Türkler’in çoğunluğunun yerleşik (= hadarî) bir hayatı benimsemesi, İslâm’ın Mâverâünnehir’de şehirli bir görünüm arzetmesine yol açar. Mâverâünnehir şehirlerinde hız­la yayılan İslâm, medreselerde egemen olan sünnî tedrisatın yön­lendirmesi ile ehl-i sünnet çizgisinde gelişti ve buna paralel olarak bölgede kurulan bütün devletler Sünnîliği, resmî devlet politikası haline getirdiler. Karahanlılardan Gaznelilere; Selçuklulardan Os­manlIlara, hattâ Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar Sünnîlik eğilimi, bir Türk devlet geleneği formunda günümüze kadar kesintisiz olarak sürdürülmüştür.

Selçuklularda kurumlaştırılan Sünnî yaklaşım, siyasî egemen­liği güçlendirici bir enstrüman olarak kullanılarak, başta Selçuk­lular’ın da mensubu oldukları Oğuz boyları olmak üzere göçebe Türk kitlelerinin iskânı ile şehirlerde yerleşmelerini teşvik eder. İslâm inancına ve Mâturîdî-Hanefî anlayışına sımsıkı sarılan Sel­çuklular, henüz müslümanlığa geçmeyen Türk boylarını İslâmlaştırma’yı devlet politikası olarak uygulamışlardır. Selçukluların ehl-i sünnet savunuculuğunda ifrat düzeyinde ısrarcı oldukları, İmam-ı Âzam Ebû Hanife sevgisi ve Hanefîlik bağlılığı ile ünlenen Sultan Alparslan’ın, yine bir ehl-i sünnet mezhebi32 olmasına rağmen Şafi­i’lere karşı -amansız denecek derecedesert davranışlar gösterdiği kaydedilmiştir. Öyle ki, bir zamanlar Selçuklu sultanları adına oku­nan hutbelerde Rafızîler yanında Eş’arîler için de lânet okundu­ğu dönemler olmuştur. Döneminin saygın veziri NizâmüTmülk’ün Siyasetnâmesi, Haricî ve Bâtınî akımlarına karşı alınması gereken tedbirler açısından önemli uyarılarla doludur. NizâmüTmülk’ün öncülüğünde kurulan Nizâmiye medreseleri, İslâm dünyasında sünnî geleneği koruma güdüsü ile kurulmuştur.

2.               Tasavvufî Akımların Mâverâünnehir’deki Serüveni

11. yüzyıla gelindiğinde Türk yurtlarının büyük bir alanın­da yaşayan insanların neredeyse tamamı İslâmlaşmış ve Türkistan coğrafyası, İslâm medeniyeti dairesine girmişti. Mâverâünnehir İslâmlaştıktan sonra, -İslâm’ı yaşama tarzlarının en önde gelen damarlarından birisi olaraktasavvufî hayatın, İslâm’ın önceden takib ettiği yollardan bütün Türkistan’da yayılacağı kolayca tahmin edilebilecek bir olgudur.

İslâm’da tasavvufî geleneklerin Abbâsî Devleti’nin Hindis­tan’dan Mısır’a uzanan geniş toprakları üzerinde, özellikle İran’ın Zerdüştî, Hind’in Budist mistik kültürlerinin bütün unsurlarının yaşandığı Mezopotamya’da ve köklü bir Yahudi-Hıristiyan mistik geleneğinin kalıntılarını taşıyan Suriye ve Mısır’da kadim Gnostik, Neoplatonik, Maniheist, Budist vb. eğilimlerden oluşan senkterik bir sentezin ürünü olduğu iddia edilmiştir.

Tasavvuf karşıtı olan bu iddia sahiplerine göre, başlangıçta eklektik bir yapısı olan zühd ağırlıklı tasavvufî akımlar, zamanla melâmet33 anlayışını öne çıkararak mistik bir yapı kazanmıştır. İslâm tarihine bakıldığında 10. yüzyılda münferit sûfîlerin hayat tarzına paralel olarak Vahdet-i vücûd34, Seyr-i ilallah, Lâmekânî35 olmak gibi bazı sofistike sûfî nazariyelerinin yavaş yavaş dillendirilmeğe başlandığı görülür. Bu gelişime paralel olarak İslâm coğ­rafyasında görülmeğe başlayan sûfî hankâhları iki yüz yıl içerisin­de -bugün hâlâ isimleri yaşayanKadirîyye, Rıfaîyye gibi ekoller şeklinde ortaya çıkarak kurumlaşma sürecine de girilmiştir. Bütün İslâm dünyasında tasavvufun belirip kurumlaştığı bu süreçte Türkler arasında tasavvufî akımlar yavaş yavaş güçleniyor, Buhara, Se­merkand, Fergana gibi büyük merkezlerden dalga dalga uzaklara; bozkırlar boyunca yayılıyordu.

İlk müslüman Türkler’in İslâm’ı kabul ederlerken yaşadıkları saha, birçok dinin bir arada yaşandığı Horasan, Mâverâünnehir, Bu­hara, Semerkand gibi yerlerdi. Fars etkisinin kuzeydoğu Türkistan bozkırlarına göre daha güçlü hissedildiği bu bölgelerde hem sünnî İslâmî gelenek hem de tasavvufî İslâm Fars kültüründen etkilen­miştir. İran’ın kadim geleneklerini derûnunda barındıran Horasan, İslâmî ilimlerin merkezi olduğu gibi tasavvufî akımların da başlıca merkezlerinden birisidir. Mâverâünnehir, Horasan üzerinden ulaşan ilk İslâm fâtihleri tarafından İslâmlaştırıldıktan sonra, İslâm tasav­vufu da Mâverâünnehir ve oradan da bütün Türkistan bozkırlarına ulaştı.

İslâm dünyasında tasavvufun ana merkezlerinden birisi ola­rak kabul edilen Mâverâünnehir’in, Budist vihara (manastır)Tarını taklid ettiği ileri sürülen ilk medreselerin kurulduğu merkez olma­sı da dikkat çekicidir. Mâverâünnehir’in ilim merkezi olarak öne çıkan Buhara şehrinin adının Budist Viharalarından geldiği iddiası bölgedeki budizm etkisini göstermesi açısından önemlidir. Tasav­vufî akımlar üzerinde mutlak etkisi olduğunu iddia ettikleri budizmi ileri sürerek tasavvuf ehlini suçlayan bazı çevrelerin tefsir ve bilhassa hadis tedrisinde tartışılmaz bir yeri olan Buhara medrese­lerinin teşekkülünde budist etkisini görmezden gelmeleri ilginçtir.

Tasavvufun Budizm ve Hinduizm inançları ile bazı benzerlik­leri, Ahmed Yesevî’nin irşad faaliyetinin ilk yankılandığı havza olan Seyhun sahasında bazı Budist manastır kalıntıları bulunması, Yesevîlik üzerinde Çin Taoizmi veya Hinduizm etkisi olduğu anlamına gelmez. Ahmed Yesevî ve halîfeleri tarafından Türkistan coğrafya­sında yayılan Türk tasavvuf geleneği olan Yesevî ekolü incelendi­ğinde tarîkatın temel noktalarında değil, halk arasında yayılmış olan bazı menkıbelerde Türk şamanizminin bazı izleri görülebilir ki, bunu izah etmek antropoloji ilminin verilerine göre gayet ko­laydır. Türkler, Hazret Sultan Yesevî’nin İslâmî tebliği ile muhatab oldukları güne kadar İran, Hind, Çin dinî gelenekleri ve hattâ az da olsa Hıristiyanlık ile temas etmiş olmakla beraber, münferit ör­nekler dışında bu inançları kitleler halinde özümsediklerine ilişkin hiçbir kanıt veya kayıt yoktur. Yesevîlikten epeyce zaman sonra Mâverâünnehir’de kurulup hızla yayılan ve Yesevîlik ile büyük ben­zerlikleri ve sıkı bağlantıları olan Nakşbendîlik de, aynı vasıflara sahiptir.

Başlangıç döneminde hür tefekkürün kalesi olan medreseler giderek dogmatik bir zihniyetin elinde donuklaşırken hiyerarşik ya­pısı oluşmağa başlayan ve vakfedilen zengin kaynaklar ile kurum­laşma yolunda büyük gelişme gösteren ile sûfî dergâhlarında, fikir serbestîsi boy atıyordu. Mâverâünnehir medreseleri bölgedeki adı ile Hâcegân dergâhları arasında ortaya çıkan bu mahiyet farklılaş­ması daha sonra yüzyıllarca sürecek medrese-dergâh çekişmesinin de başlangıcını teşkil etmiştir.

Türkler’in, İslâm’ı henüz yeni kabul ettikleri -ve Ahmed Ye­sevî’nin de yaşadığıdönemde İslâm dünyasında şiddetli kelâm tartışmaları, itikadî ve amelî fırkalar (=mezhepler) etrafında ayrı­lıklar baş göstermişti. Kelâm ve fıkıh âlimlerinin bitmez tükenmez felsefî münazaralarına ve çekişmelerine lâkayd kalan Türk boyları, kendi geleneklerine uygun gördükleri ve “Baba” denilen önderler tarafından telkin edilen sûfî yaklaşımlarını kabul ettiler. Türk tasavvufî geleneğinin başlangıç dönemi olan bu yıllarda, muhtelif inanışların etki alanında kaldığı iddia edilen Türkler arasında, eski inancın kam veya baksılarının yerini “ata”36 , “baba”37 gibi dinî figürler alacaktır.

Prof. Dr. Süleyman Uludağ ise Türkiye Diyanet Vakfı İslâm An­siklopedisi’ne yazdığı “Baba” maddesinde, bu mefhumun sadece Türkler tarafından değil, aynı zamanda şiî ve sünnî tasavvuf çevre­lerinde ortaklaşa kullanıldığını ve 10. yüzyıldan itibaren çeşitli etki ve sebeplerle bazı meczuplarla münzevî sûfîlere ‘bâb’ veya ‘baba’ ünvânının verilmeye başlandığını kaydetmiştir. Ancak böyle olsa bile, ‘baba’nın Türkler’de kam-ozan’ın etkisiyle yeni bir boyut ka­zandığı iddia edilebilir. Bu inanç serdengeçtilerinin Türkistan’daki öncülerinden Çoban Ata, Arslan Baba, Ferganalı Bâb, Korkut Ata gibi isimler günümüze kadar ulaşabilmiştir. Hattâ bugün bile dinî duyarlılığı ile tanınan Fergana vadisinde, Türkler şeyhlere ‘Bâb’ (= Baba) ünvânını vermektedirler. Böylelikle Ahmed Yesevî ekolünden yetişip Anadolu’ya gelen Geyikli Baba, Barak Baba, Otman Baba gibi insanları açıklamak da kolaylık kazanmaktadır.

Türkistan coğrafyasının kadim merkezleri olan Herat, Nişabur, Merv, 9. asırda mutasavvıflarla dolmağa başlamıştı. 10. asırda ise Buhara, Semerkand ve Fergana’da şeyhlere rastlanmağa baş­landı. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’ye göre, “halk velîleri olan Türk­men ‘baba’larında eski Türk ‘kam-ozan’larının İslâmlaşmış şeklini görmek din tarihçisi için bir zorunluluktur.38 11. yüzyıldan itibaren ise başta İran ve Azerbaycan olmak üzere İslâm ülkelerinde der­vişlik ve özel bir görünümü olan kalenderlik yaygınlık kazanır. Din gayreti, Allah aşkı ve Rasûlullah ve ehl-i beyt muhabbeti ile donan­mış ve çoğunun adı tarih içerisinde gaybe karışmış birçok adsız der­viş tarafından göçebe Türkler arasına enerjik bir aksiyon ve vecd dolu bir heyecanla yeni bir inanç sistemi akideler götürülüyordu. Bu dervişler, ilginç bir şekilde, fetihlerin öncü birlikleri gibi sınır boylarını mesken tutuyorlardı.39

Türkistan’a giren İslâm orduları ile birlikte ve hattâ daha sahâbe döneminden itibaren ‘derviş’40 ve ‘kalender’41 ‘zâhid’42 denebilecek sûfîlerin bölgede görüldükleri bilinmektedir. Ayrıca Dağıstan, Azerbaycan ve Türkistan topraklarında ashâbdan kişilere atfedilen ziyaretgâhların varlığı da “yol gösterici kutsal kişi motifi”nin Türk yurtlarında ne derecede yaygın olduğunu göstermekte­dir. Doğu Türkistan’daki Câfer-i Sâdık ve Yesi yakınlarındaki Ukkâşe makâmları bunun somut kanıtları olarak halen de ziyaret edilen makâmlardır.

Din yasakladığı için içkiyi yasak edecek kadar dinî hükümlere bağlı olan Karahanlılar, İslâm’ı -hem de ağırlıklı olarak Mâturîdî-Ha­nefî mezhebi eksenindeaşk ve hararetle savunan ilk Selçuklular, âlimlere ve şeyhlere karşı büyük bir saygı ve riayet gösteriyorlardı. Selçukluların ilk hükümdârlarından Tuğrul Bey Hanefî mezhebine bağlı dindar bir insandı. Malazgirt fatihi Sultan Alparslan’ın, İmam A’zamTn Bağdad’daki türbe ve camiinin tamiri ile bir Hanefî med­resesi kurulmasıyla Ebû Sa’id Muhammed el-Hârezmî’yi görevlen­dirdiği bilinmektedir. Tarihî bir kader olarak Türkistan’daki bütün Türk devletleri de bir devlet politikası haline getirerek daima Ha­nefîliği savunmuşlardır. Bunun Türk coğrafyasındaki tek ehl-i sün­net çerçevesinde tek istisnası Hz. Ömer (r.a.) döneminde İslâm ile tanışan ve genelinde Şafîi mezhebine göre amel işlenen Dağıstan bölgesidir.

Tasavvufî yaklaşım, henüz kurumlaşmadığı ilk dönemlerinde bile bütün İslâm topraklarında kısa zamanda yaygınlaşmıştı. Suri­ye’de ilk tasavvuf merkezi olan zaviyesini kuran ve tarihin “sûfî” ünvânı ile anılan ilk ismi olan Küfeli Ebû Hâşim (ölümü: 767) , Süfyan-ı Sevrî (ölümü: 785), Zü’n-Nun Mısrî (ölümü: 860), Horasan­lı Bayezîd-i Bistâmî (ölümü: 875), Cüneyd Bağdadî (ölümü: 909), Hallâc-ı Mansûr (ölümü: 922) gibi büyük mutasavvıflar dervîşâne yaklaşımlarını bütün kınamalara, uğradıkları bütün suçlamalara rağmen bütün İslâm beldelerinde yaymaktan geri durmuyorlardı. Bu isimlerden Hallâc-ı Mansûr’un Hindistan üzerinden Doğu Türkis­tan’a kadar uzanan birirşâd seferine çıktığı bilinmektedir. İslâm’ın Anadolu coğrafyasında yayılma sürecinde olduğu gibi kaleleri fet­heden ordulardan önce gönülleri fetheden dervişlerin faaliyetlerini İslâm’ın yayılışının izlemesi tarihî bir süreçtir.

EbûTKasım Abdulkerîm Kuşeyrî (ölümü: 1073), kendi adı ile anılan ünlü risalesinde tasavvuf meslekinin Ehl-i sünnet anlayışına uygunluğunu isbata çalışmıştır. Türkistan tasavvufunun önde gelen bir mürşîdi olan Ebû Alî Farmedî’ye intisâb ettiği bilinen İmam Ebû Muhammed Gazalî de (1058-1112), birçok eserlerinde tasavvufu telkin etmeye çalışmış; ilim çizgisinde ve sünnete uygun bir tasav­vufun tohumlarını kalblere ekmeyi başarmıştır. Daha sonra ‘Avarifü’l-Ma’ârif yazarı Şehabeddin Suhreverdî, adı ile yaşayan büyük bir tasavvuf ekolünün kurucusu olan Abdulkadir Geylanî (10771166) ve isimleri Tabakât-ı Sûfîyye kitaplarını dolduran birçok mu­tasavvıf kendi İslâmî yaklaşımlarını ve zâhidâne yaşama tarzlarını İslâm ülkelerinde yayarak binlerce mürîd43 edinmişler ve bu sayede bütün halk arasında da büyük bir manevî güce erişmişlerdir.

İslâm bilginlerinden birçoklarının tasavvuf şeyhlerine inti­sabı, hükümdârların ve devlet ileri gelenlerinin bizzat tekke ve zaviyeler yaptırarak tasavvufî eğilimleri desteklemeleri, hattâ kendileri de irşad dairesine dâhil olarak halkı dervişliğe teşvik et­meleri İslâm dünyasının her tarafında şeyhlerin etkinleşmesini ve kurumlaşan tasavvufî ekollerin nesilden nesile aktarılmasını sağla­yacak nitelikli dervişlerin yetiştirilmesini sağladı. Silsile adı verilen manevî bağlılık zincirinin halkalarını Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) veya Hazret-i Alî (r.a.) üzerinden Hazret-i Rasûlullah (s.a.v.)’e kadar eriştiren sûfîliğin yayılması, tekkelerin siyasî otorite tarafından adeta resmen tanınması, birçok devlet adamları ve hattâ sultanla­rın şeyhlere muhabbet ve saygılarını açıkça göstermeleri, dervişle­re büyük bir manevî nüfuz kazandırmıştı.

Böylece adeta çoğunluğu dervîşâne hayat tarzını benimse­miş yeni bir müslüman toplum ortaya çıktı. Bölgenin İslâmlaşma­sı sonucunda diğer İslâm beldeleri ile girilen ilişkilerle bağlantılı olarak Horasan’a, Irak’a herhangi bir şekilde gidip gelen Türkler arasından da bölgedeki dergâhlara kapılanarak eğitildikten sonra yurduna dönen ‘ilk mutasavvıflar’ yetişiyordu: Ünlü sûfî Ebû Sa’id EbûTHayr’m büyük saygısını kazanmış olan Muhammed Ma’şûk Tûsî ile EmîrAlî ‘Abu bu ilk Türk erenlerinden -isimleri kitablarda kaydedildiği için bilineniki tanesidir.

Ahmed Yesevî 11. yüzyılda dünyaya geldiğinde, Türk dünyası epeyce uzun bir zamandan beri -herhalde 10. asırdan beritasav­vuf fikirlerine alışmış, mutasavvıfların menkıbe ve kerametleri yal­nız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile yayılmıştı. Ritmik melodili İlahîler, heyecan verici mistik şiirler okuyan, Allah rızası için halka dua eden, cennet bahçelerinin ve Allah aşkının yolları­nı gösteren “Bâb” veya “Ata” ünvânı ile anılan dervişler, Türkler tarafından dinî bir kudsiyet verdikleri kadim zamanların kam ve mistik ozanlarına, esrarengiz güçlere sahib olduklarına inanılan baksılara benzeterek kabul ediliyorlardı.

Horasan merkezli bir tasavvuf mektebinden olan mürşîdi Yûsuf Hemedânî tarafından yetiştirilen Ahmed Yesevî’nin gençlik yıllarında, atayurdu olan Seyhun (=Sir-Derya) boylarında ve öte­sindeki uçsuz bucaksız bozkırlarda, yarı göçebe Türkler arasında, anladıkları Türkçe dili ile Türk halklarına seslenerek İslâm’ın inanç temellerini ve din kurallarını arasında yaymağa çalışan bazı derviş­lerin bulunduğu bilinmektedir.

Ahmed Yesevî’yi irşad için Hz. Rasûlullah (s.a.v.) tarafın­dan Türkistan’a gönderildiği ve ashâbın önde gelenlerinden birisi olduğu rivayet edilen Arslan Baba ile, menkıbeye göre İslâm’ı tanı­mak için Türkistan’dan Arabistan’a geldiği ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile görüşerek İslâm’ı kabul etmiş olan ozanlar pîri olarak ünlenmiş olan Korkut Ata, Semerkand yakınlarındaki türbesinde medfûn olan Çoban Ata, bu Türk mürşîdlerinin adı bilinen ilk öncülerindendir.

İslâm’ın Türk yurtlarında bu şekilde daha çok sözlü iletişim ile yayıldığı dönemde ilim ehlinin kaleme aldığı yazılı eserlerin vücuda getirilmesi de gecikmeyecektir. İslâm’ı kabul ettikleri dö­nemde Türkler, yazıya yabancı, kitabtan uzak, irfanî kültüre ilgisiz barbar bir kavim değildi. 11. asırdan itibaren Türkistan’da Türkçe dili ile ve Arab alfabesi kullanılarak İslâmî eserler yazılmağa baş­landığı görülür.

Bu eserlerde İslâm’ın kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerîm’in dili olan Arabça’dan alınmış kavramlar yanı sıra Türk yurtlarında İs­lâm’ın yayılış sürecinde karşılaşılan İran kültürünün etkilerine rast­lanması da normaldir. Namaz, oruç gibi temel İslâmî kavramların terim olarak Arabça asılları ile değil Fars dilindeki şekliyle benim­senmiş olması bunun bir işareti olarak değerlendirilmelidir. İslâmî kültürün ana havzalarından Horasan ve Irak merkezlerine daha ya­kın olan Türk yurtlarının batı bölgelerinde ortaya konan eserlerde Arab-İran etkisi daha yaygın bir ölçüde gözlenmektedir.

Türklerin daha İslâm’ı kabul öncesinde yazıları olduğu ve o yazılar ile yazılmış kitaplar bulunduğu bir arada düşünüldüğünde, kadim bir Türk medeniyet merkezi olan Kaşgar’da İslâm’ın kabu­lünden sonra İslâmî eserler yazılması için asırlarca beklenemeye­ceği -ve yazıldığı daaraştırmaların ortaya çıkardığı bir gerçektir.

İslâm’ın kabulü sonrasında ilim dünyasında tanınmış en eski Türkçe eser 1069-1070’de Kaşgar’da Karahanlılar zamanında ya­zılmış Kutadgu Bilig’dir. Kutadgu Bilig’in ithaf edildiği Tavgaç Uluğ Buğra Kara Han ünvânını taşıyan Karahanlı hakanı Ebû ‘Ali Haşan b. Süleyman’dır. Bu ithaf İslâm’ın devlet katında da saygınlığa kavuş­muş oluşunun en somut kanıtı olarak değerlendirilmelidir.

İslâm’ın kabulü sonrasında Kaşgar gibi eski Uygur Türklüğü medeniyetinin merkezlerinden olan -ve daima Çin etkisi altında bulunanbir doğu yöresinde ortaya konan ilk İslâmî eser olan ve Yûsuf Has Hâcib tarafından yazılan Kutadgu Bilig’den yola çıkılırsa Türk kültür çevrelerinde İslâmî etkinin, ne kadar çabuk ve güç­lü bir surette kendini gösterdiği anlaşılır. Hiçbir zaman münferit bir ürün olarak değerlendirilmemesi gereken Kutadgu Bilig’in ön­sözünde Türklerin İslâm algısının kültürel arkaplanını açık olarak ortaya çıkaran ipuçları görülmektedir. Türk yurtlarında İslâmî dö­nemin ilk kültür ürünü olarak döneminin şu ana kadar keşfedilmiş biricik örneği olan Kutadgu Bilig ayrıntılı olarak incelenmeyi hak etmektedir.

Kutadgu Bilig, bütün İslâmî eserler gibi “hamd” ve “salâvât” içeren bir önsözle başlar. Yûsuf Has Hâcib, kitabının önsözünde İn­sanî melekeleri “Adalet”, “İktidar”, “İdrak” ve “Kanaat” olarak sıralar. Kutadgu Bilig’in en orijinal yönlerinden birisi bu soyut kav­ramların daha iyi anlaşılması için birer kişi şeklinde somutlaştırıla­rak canlandırılıp konuşturulmalarıdır. Gerek eserin ana ekseni olan çeşitli soyut İnsanî melekelerin birer şahıs halinde canlandırılarak ortaya çıkarılması, gerekse mecaz özellikleri ve metafor şeklindeki istiarelerdeki sadelik köklerini Türk sözlü edebiyatından alan ori­jinal bir tarzdır.

Hükümdâr ailesinin dinî otoriteye nasıl saygı göstereceği, Devlet yöneticilerinin ve memurlarının halka nasıl davranması ge­rektiği, çiftçilere, tüccarlara, hekimlere, büyücülere nasıl davranılacağı, kadınlara karşı nasıl hareket edileceği, iyi bir hanımda bulunması lazım gelen nitelikler vb. birçok sosyokültürel konuda norm koyan, kural belirleyen satırlar Kutadgu Bilig’i araştırmacılar için zengin bir sosyolojik hazine haline getirmektedir. Dört mele­keden Kut’un oğlu Ögtilmiş, hükümdara -o devir Kaşgar’mdaki Türk toplumunu teşkil edenbütün sınıflardan; çiftçi, memur, esnaf ve sanatkârlardan bahsederek ne gibi vasıfları haiz olması lazım gel­diğini, kendilerine nasıl muamele edilmesi gerektiğini ayrıntılı şe­kilde anlatır.

İslâm ile müşerref oldukları dönemde çoğunlukla kadim din­leri olan ‘Gök Tanrı inancı’na sahib olan Türkler, animist-naturalist inançlar ve atalar kültünden şamanizme, şamanizmden budizm, maniheizm ve zerdüştîliğe ve hattâ Yahudîlik, Hıristiyanlığa varın­caya kadar hemen bütün din ve mistik kültürler ile tanışmışlardı. Bütün bu farklı inançlar Türkler arasında yayılma fırsatı bulmuştu. Bu farklı inançlar bazı dinî pratikleri ile toplum içerisinde yayılır­ken eski inancın unsurları da tamamen terk edilemediğinden bir dinden ötekine geçerken, sürekli eski unsurlar yeni kalıplar içinde birike birike İslâm’ı kabul dönemine kadar gelinmişti. Bugün hâlâ Sibirya bölgesinde animist-naturalist Şor-Tuva, Kırım’da Musevî Ka­raim, Romanya Dobruca’sında Hrıstiyan Gagavuz (Gökoğuz) , çok nadir de olsa Doğu Türkistan’da Maniheist Uygur, Afganistan’ın Hindikuş dağlarının ücra köşelerinde Budist Türklere rastlanması Türk­lerin İslâm ile özdeşleşme sürecinin istisnaları olarak dikkat çeker. (Bütün bu İslâm dışı inançlara sahib Türklerin Türk topluluklarının geneli içerisindeki nüfus oranının %1 kadar olduğunu hatırlatmalı­yım.)

İslâm, 10. yüzyılda Türkler arasında en yaygın inanç sistemi olarak belirirken, çoğunluğu konar-göçer bir toplum, avcılık esaslı bir üretim tarzına dayalı bir ekonomik düzen ve bütün bu sayılan dinlerin bakiyelerini bağrında saklayan şifahî bir kültür geleneğiyle yüzyüze geldi. Bazı akademisyenlerin “heterodoksTürk İslâmî” de­dikleri Türk müslümanlığı şekillenirken, bu bağdaştırmacı (= senkretik) yapı içerisinde eski kam-ozan, yeni dervîş-şeyh konumuna yükseldi.

Gerçekten de Türklerin yeni dini kabul ettikleri ilk günden itibaren İslâm’ı yaşama tarzı incelendiğinde tasavvufî bir duyar­lılıkla, dergâh odaklı bir sosyal yapılanmanın teşekkül ettiği gö­rülmektedir. ‘Cemaat’ olarak adlandırılabilecek bu yapılanmanın merkezinde ise kendilerine “Pîr”, “Şeyh”, “Mürşîd” gibi ünvânlar verilen maneviyat uluları, rûhânî hendesenin ustaları yer alır. Asır­lar boyu Mezopotamya medeniyetlerinin med ve cezir dalgalarının etkisinde kalmış olan Fars kültür çevrelerinin eski Zerdüşt dini ve felsefesi ile tanışık olduğu düşünülürse tasavvufî felsefenin önce­likle İran-lrak havzasında, Horasan ve Basra odaklı olarak gelişme­sinin nedeni anlaşılabilir.

Vahdet-i vücûd, südûr nazariyeleri, fenâfillah44 ve bekâbillah45 gibi tasavvufî teorinin anlaşılması pek de kolay olmayan fel­sefi konularının Ahmed Yesevî’nin yaşadığı asırdaki Türk ülkelerinin saf gönüllü insanları için hemen hemen hiçbir anlamı olmayacağı açıktır. Türkistan tasavvufunun Yesevîyye ve Nakşbendiyye gele­neklerinin ilk yazılı kaynaklarına bakıldığında bu eserlerin genel olarak tarikat pîrlerinin menkıbeleri ile ilgili olduğu görülür. 12. yüzyılda henüz teşekkül etmekte olan Yesevîyye tarikatının pratik uygulamalarını gösteren âdâb ve erkânının yazılı hale getirilmesi de Ahmed Yesevî’den çok sonra 14.-15. yüzyılda gerçekleşecektir.

Yesevîlik tarikatının ilk âdâb kitablarından olan Menbau’l-Ebhâr Fi Riyazi’l-Ebrâr ve Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr risa­leleri, Sultan Ahmed Hazînî tarafından Osmanlı ülkesinin başkenti İstanbul’da Osmanlı Sultanı ve yakın çevresine Yesevîyye tarikatını tanıtmak için 16. yüzyıl sonlarında kaleme alınmıştır. Bu iki eser sayesinde bugün Yesevîlik yolundaki uygulamalar konusunda bir bilgi edinebilmemiz mümkün haldedir.

Giriş / Notlar ve Açıklamalar

1                             Türkistan : Türk Ülkesi, Türkili, Türk Yurtları anlamına ge­lir. Seyhun nehrinin kuzey ve doğu taraflarının tarihteki adı Türkis­tan’dır. Hunlar ve Göktürkler, Seyhun yöresini Türkistan yapmış­lardır. Tarih boyunca gerçekleşen Kıpçaklar, Oğuzlar ve diğer Türk boylarının katıldığı Seyhun’u aşan büyük göç hareketlerine rağmen Türkistan, Türk olma özelliğini korumuştur. 9-10. yüzyıllarda, Seyhun’un yukarı, sağ bozkırlarında, Yesi ve Sayram gibi şehirler yavaş yavaş belirmeye başladı. (Kaşgarlı Mahmud, Dîvân-ı Lügâti’t-Türk)

2                             Pîr : Pîr, farsça ihtiyar anlamına gelen bir kelimedir; Arabçada karşılığı “Şeyh” tir. Tarikat ehli arasında ise, o tarikatın ku­rucusu, yahut mürşîdlerin en ulusu olarak, “Pîr” diye anılır. Muğ, ateşi kutsayan Zerdüştîlerin ateş yaktıkları mabedlerinde hizmet eden kişiye, “Pîr-i Muğan” ise, bunların en ulusuna verilen isimdir. Fütüvvet ehlinde, her sanat ehlinin bir pîri vardır.

3                             Mürşîd /Mürşîd-i Kâmil: Arabça, irşad eden, doğru yol gös­teren anlamına gelir. Tasavvuf ehlince gerçek mürşîd, her zaman, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’dir. Mürşîd sayılan şeyhlerin irşâdları, nâibi oldukları Hz. Rasûlullah (s.a.v. )’e niyabet yoluyladır. Mürşîd-i kâmil ise ‘olgun (= kemâle ermiş) mürşîd’ olarak kullanılır.

4                             Sûfî : Sûfî, tasavvuf ehli olan kişi anlamına gelir. Halk ara­sında bu söz, “Sofu” tarzına dönmüştür; ancak sofu sözü, yobaz anlamına, tarikat ehli olmayanlar hakkında daha fazla kullanılagelmiştir. “Sûfî vaktin oğludur” sözü, Arabçadan çeviridir ve gerçek sûfînin, vakit neyi gerektiriyorsa ona göre hareket edeceğini, çün­kü zamanın, “ân” dan ibaret bulunduğunu bildirir.

5                             Tarikat: Yol anlamına gelen Arabça “Tarîka” sözünün Türk­çe ve Farsça söyleniş tarzıdır. Tasavvuf ehli arasında oniki tarikat olduğu söylenirse de tarikatların sayısı, hele şubeleri de sayılırsa, bu sayıyı çok aşar.

6                             Menkıbe : Din ve özellikle tasavvuf ulularının veya tarihe geçmiş ünlü kişiliklerin hayatları, örnek davranışları ve olağanüstü halleri ilgili hikâyeler veya olağanüstü olaylarla ilgili masalsı an­latılardır. Arabçadaki menkabe kelimesinden Türkçe’ye geçmiştir. Çoğulu ‘menâkıb’tır. Önceleri dilden dile anlatılan menkıbeler, zamanla anonim kaynaklardan yazıya geçirilerek “menâkıbnâme” adı verilen edebî türü oluşturacak kadar zengin bir arşiv oluştur­muştur.

7                             Kerâmet : Yücelik, şeref anlamına gelen bu arabça söz, erenlerden zuhur eden olağanüstü olaylara denir. Olağanüstü olay­lardan Peygamberlerden zuhur edenler ise “Mu’cize”dir. Dinden haberi olmayan birisinden, olağanüstü bir hal görülürse buna “İstidrâç” denir. İstidrâc, yavaş-yavaş, adım-adım ilerlemek demektir ki bundan maksat da, bir kötü kişi, kendisinden böyle olağanüstü şeyler zuhur ettikçe bunlar, onu kendini beğenmişliğe adım-adım yaklaştırdığına, dolayısıyla cehennem azabına götürdüğüne işaret etmektir. Kerâmet ve istidrâc, insanın dileğiyle olduğu gibi insan dilemeden de olabilir. İnsandan, olağanüstü bir hâlin zuhuru, gör­düğü rüyanın aynen çıkması, dileğinin kabul olması, ne de olsa in­sana bir benlik vereceğinden, bu da varlığa düşmesine sebep oldu­ğundan erenler, kerâmeti hoş görmemişler, “Kerâmet hayz-ı rical (=erkeklerin âdet görmesi) dir”, demişlerdir.

8                             Yesi : Ahmed Yesevî, lâkabını Sir Deryanın kuzey sınırla­rı boyunca uzanan bozkırdaki bu şehirden almış ve böylece Yesi adı Türklük tarihinin unutulmaz bir merkezi olmuştur. Kuzeyin­de yarı göçebe Kıpçak Hanları’nın merkezi Sığnak kalesi bulunur. Doğusunda da Türk hanlarının ikâmetgâhı Balasagun kenti vardır. 11. yüzyıl’da, İbrahim Ata, Karasaç (Ayşe) Ana, Lâtif Ata ve Ak Ata türbeleri, Yesi’ye manevi bir değer kazandırmaktaydı. Emîr Timur, seferleri sırasında Yesi’den geçmiş ve bazı makâmları ziyaret et­miştir. Altınorda Hanı Toktamış tarafından tahrip edilen Yesevî tür­besine sancak hediye ettiği gibi, Hâce Tac es-Selmâni de üzerine şiir yazmakla görevlendirilmişti. Yesevî türbesine gereken imareti yaptıran Emîr Timur, böylece, hem otoritesini güçlendirmiş, hem de yenilmezliğini kanıtlamış, bunların yanı sıra bozkırdaki nüfuz alanının güvenliğini de sağlamış oluyordu. Tanzim edilen vakıfnâme ile Yesevî türbesinin işlerliği, görevlilerin masrafları ve zaruri tamirat gibi hususlar karşılanmıştı. Vakıfnâme’den sorumlu şahsi­yet de Ahmed Yesevî’nin kardeşi Hâce Sadreddin torunlarından Mir Ali Hoca Şeyh idi. 14. yüzyıl’da Yesi, aynı ismi taşıyan vilâyetin merkezi olup, sonraları da ahâlinin ziyaret yeri olarak şöhret ka­zanmıştı. Türkmen, Özbek, Kazak ve Kırgız gibi Türk oymakları, Ahmed Yesevî’nin huzurunda, bütün düşmanlık veya rekabet hisle­rini unutmaktaydı. Ramazan sonlarında bir hafta süren ibâdet ile Yesi, manevi dünyasının en güzel günlerini yaşamıştır. Sovyet kay­naklarına göre Yesi, 16. yüzyılda Türkistan olarak adlandırılmıştır.

9                             Türbe : Arapça toprak anlamına gelen bu söz, Türkçe’de, bir yatırın yattığı yere, üstünde yapı yapılmışsa o yapıya denir.

10                             Şeyh : Arabça’da ‘ihtiyar’ anlamına gelir. Bir zümrenin, bir toplumun ulusuna, kabilenin reisine, tarîkatlerde kendisine uyu­lan, dervîş yetiştirmeye icâzeti olan kişiye de ‘şeyh’ derler. Ço­ğulu ‘meşâyih’tir. Tarihte esnafın örgütlendiği Fütüvvet yolunda, her sanat -ve zenaaterbabının bir şeyhi vardı. Her şehirde, bütün şeyhlerin bir ulusu da olurdu ki Arabça “Reîs-ül-Ahiyyet’ül Fityan”, yâni yiğitlerin (Fütüvvet ehlinin) (şeyhlerinin) başı, başbuğu, yahut “Şeyh’üş-Şuyûh, Şeyh’ul-Meşâyih”, yâni ‘şeyhlerin şeyhi’ derlerdi.

11                            Ruh : Ruh, Arabça, insanı yaşatan nesne, can anlamına ge­lir. İnsanın manevî varlığını teşkil eden ve İlâhî kaynaklı olduğuna inanılan öz.

12                             Rasûlullah : Allah’ın elçisi anlamına gelen özel sözcük tek başına kullanıldığında Peygamberimize işaret eder.

13                             Sall’allahu aleyhi vesellem: Allah’ın salât ve selâmı O’na olsun.

14                             Halîfe: Birinin yerine geçen, vekil olan kişi anlamında Ara­bça bir sözdür. Kur’ân-ı Kerîm’in 2. Bakara sûresinin 30. âyetinde Allah’ın, Âdem peygamber’i (s.a.v.) yaratmayı irâde buyurduğu za­man meleklere, “Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” buyur­duğu, 38. Sâd sûresinin 26. âyetinde de Davud (a.s.)’a, “Biz seni yeryüzünde halîfe ettik, artık halk içinde gerçek üzere hükmet” emrini verdiği bildirilir ki bu âyetlere nazaran Allah’ın buyruklarını yerine getiren, halk arasında gerçek üzere hükmeden peygamber­ler, Tanrı halîfeleridir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.) sonrasında yapılan is­tişare sonucunda müslümanların başına geçen ilk dört emir ( Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Alî) ise Râşid Halîfeler (Hulefâ-i Râşidîn) olarak bilinir. Tarîkatlarda ise halîfe, tarîkat önderi­ne bağlı olarak görev yapma yetkisi verilen kıdemli derviştir. Hali­felik tarîkatta mürşîdlik öncesindeki son makâmdır. Halîfe yapılan kişiye verilen ve “icâzet” olarak da bilinen yazılı yetkilendirme kağıdına “Hilâfet-Nâme” adı verilir.

15                                               Ebû Bekir es-Sıddîk: İlk İslâm halîfesi.

16                                               Ömer ibn Hattab: İkinci İslâm halîfesi.

17                                               Osman ibn Affan: Üçüncü İslâm halîfesi.

18                             Alî ibn Ebu Talib: Peygamberimizin amcaoğlu, damadı ve dördüncü İslâm halîfesi.

19                                               Gazâ: İslâm’ın yayılması için yapılan silahlı mücadele.

20                                               Razı’allahu anh: Allah O’ndan razı olsun.

21                            Oğuz : Soykütüğü Oğuz Han’a çıkan Türkmenlerden oluşan Türk boyu.

22                             Evliyâ Çelebi: Eserinin birçok yerinde Ahmed Yesevî evlâdı olduğunu övünç ile kaydeden ünlü Osmanlı gezgini. Seyahatnâmesinde gezip gördüğü yerlerdeki Yesevî dervişlerine ait izleri kaydet­mesiyle Yesevîlik çalışmalarına büyük katkıda bulunmuştur.

23                             Kuteybe ibn Müslim (670 715 ) : Arap (Emevî) komu­tanıdır. Afganistan ve Orta Asya’da yaptığı fetihlerle Emevî top­raklarının sınırlarını genişletmiştir. 704’te Abdul-Melîk bin Mervan tarafından Horasan valiliğine getirilen Kuteybe, yaklaşık 50 bin ki­şilik bir ordunun da komutanı oldu. Kuzeye ve doğuya düzenlediği seferlerin ilkinde (705) Toharistan’a girerek başkent Belh’i ele ge­çirdi; teslim olmasına karşın kenti yıktırdı. Ardından o tarihte Oxus olarak bilinen Ceyhun’u aşarak Buhara (bugün Özbekistan’da) ve çevresindeki Soğdiana topraklarını fethetti (706-709); 706’da Beykend’i aldı, bu kenti de yıktırarak bütün erkeklerini öldürttü. İler­leyişini durdurmak için Buhara hükümetince görevlendirilen Verdan Huda’yı da bozguna uğrattı. Verdan’ın ölümünden (708) sonra Buhara’yı ele geçirdi. Daha sonra SemerkandT (710-712), Hârezm ve başkenti Hive’yi ele geçirdi. Semerkand Soğd hükümdarı Tarhan da ona boyun eğdi. Haccac’ın buyruğu üzerine, Sistan’ın Türk hükümdarı Rutbil’in üstüne yürüdü, ancak Arap egemenliğini ka­bul ettiremedi. Hârezm hükümdarı Çiğan, kardeşi Hurrezat’a karşı ondan yardım istedi, o da Belh valisi olan kardeşi Abdurrahman’a gönderdi ve Abdurrahman, HurrezatT öldürdü, Hârezm’in üç bü­yük kentini Arap egemenliği altına aldı. Kuteybe bin Müslim, Irak valisi Haccac’ın izniyle kuşattığı SemerkandT komutan Gürek’in direnmesine karşın ele geçirdi. Genel karargahını buraya taşıdık­tan (714) sonra İsficab’a geldi. 715’te Orta Asya’nın iç kesimlerine doğru ilerleyerek Fergana’yı (bugün Özbekistan ve Kırgızistan’da) Arap egemenliği altına aldı. Çin sınırına kadar ulaştığı söylenmekle birlikte bunu kanıtlayan herhangi bir belge yoktur. Velîd tarafın­dan Horasan eyaletinin yönetimine getirildi. I. Velîd’in ölümünden sonra halîfe olan kardeşi Süleyman bin Abdul-Melîk’e bağlılık yemi­ni etmeyi reddeden Kuteybe, askerleri arasında bu nedenle çıkan ayaklanma sırasında öldürüldü. Kuteybe’nin fethettiği toprakların çoğu idari bakımdan Mâverâünnehir’e (Ceyhun’un ötesindeki top­raklar) bağlandı. Kuteybe’nin, ele geçirdiği bölgelerde daha çok askeri yönetimle ilgilenmesine karşın, ardılları o güne değin çoğu Budist olan bölge halklarının Müslümanlaştırmayı başardılar. Ku­teybe’nin fethettiği Semerkand ve Buhara zamanla İslâm kültü­rünün en önemli kentleri ve Orta Asya halklarının eğitim merkezi durumuna geldi. Bununla birlikte, Kuteybe’nin ölümünden sonra Arablar, Mâverâünnehir’de tutunamadılar. Göktürklerin yeniden güçlendikleri dönemde Kültigin, Mâverâünnehir’deki bazı yerleri Arablardan geri aldı.

24                             Mâverâünnehir : “Nehrin Ötesi” anlamına gelir. Orta Asya’da, Ceyhun (= Amu Derya) ve Seyhun (= Sir-i Derya) nehir­leri arasında kalan ve ilk çağdan günümüze kadar bir çok tarihi hadiseye sahne olmuş tarihi bir bölgedir. Arablar tarafından Mâ­verâünnehir adı verilen bölge Divân-ı Lügati’t-Türk’te “Çay Ardı” bölgesi diye geçer. İlk defa bir hadiste bahsedildiği kaydedilmiştir. Arab coğrafyacıların “Bilâdü’t-Türk” veya “Türkistan”, “göçebe Türklerin yurtları” olarak tanımladıkları bölge bugün, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan arasında bölünmüştür. İslâm medeni­yetinin geliştiği bölgelerden biri olan Mâverâünnehir’deki Semer­kand ve Buhara kentleri İslâm tarihinin önemli kültür merkezlerindendir. Bozkır ile Med, Pers, Şart ve Sasâni kültürünün beşiği İran arasındaki geçiş noktası olan Mâverâünnehir’in kuzey sınırını teşkil etmekte olan düzlükler Seyhun nehri ve kolları tarafından sulan­maktadır. Sir Suyu, Sir-Derya, Seyhun gibi isimler altında göze çar­pan, bozkıra hayat veren bu nehir, batı kaynaklarında laxartes ola­rak geçirilir. Batı ve güney yönünde bölgeyi sınırlayan Ceyhun (= Amu Derya) ise batı kaynaklarında Oxus olarak bilinir.

25                             Soğd : Türkistan’ın ortasında Balasagun ile Semerkand arasındaki bölgedir. Divân-ı Lügati’t-Türk’te Soğdlar, “Balasa­gun ile Buhara ve Semerkand arasında yaşayan Türkleşmiş bulunan bir ulus” diye geçer. İslâm’ın İran ve Türkistan’da yayılması sonu­cunda İslâm ile tanıştılar. Önceleri Fars kültür dairesine mensub olan Soğdlar 10. yüzyıldan itibaren egemenliğine girdikleri Türk hanedanlarının etkisi ile Türk kültürünü benimsediler.

26                             Satuk Buğra Han (? 955): Karahanlı Devleti’nin resmî di­nini İslâm olarak ilân etmesiyle tarihe geçen Türk hanı. Satuk Buğra Han’ın Ahmed Yesevî tarafından bir ermiş olarak anılması ilginçtir. Bkz. Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, Haz. Dr. Hayati Bice, TDVYay., Ankara, 2009.

27                             Kur’an-ı Kerîm, Maide sûresi, 5:54, Hak Dini Kur’an Dili Me­ali, Haz. Elmalılı HamdiYazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 116.

28                             Vanîzâde Mehmed Efendi (?-1685) : Hünkâr Şeyhi olarak bilinen Mehmed Efendi aslen Van ilinin Hoş-ab (Güzelsu) kasabasındandır. Seyyîd olduğu bilinen babası Vâni Bistâm Efendi’den dolayı Vanîzâde nisbesi ile bilinir. 1685 yılında Bursa yakınlarında bulunan Kestel ilçesinde vefat edip, orada kendi yaptırdığı camiin girişine defnedilmiştir. Vanîzâde Mehmed Efendi, ilk tahsiline Van’da baş­ladı. Gence, Karabağ ve Tebriz gibi beldelerde ilim tahsil etti. Nureddin Şirvanî’den Halvetiyye yolunun tasavvuf bilgilerini öğrendi ve sülûkünu tamamladı. Van’dan Erzurum’a gelip, orada evlendi. Bu evlilikten doğan iki kızından birisini, mürîdlerinden olan Şeyhül-İslâm Feyzullah Efendi’ye, diğerini de Bursa Sultaniyesi mü­dürlerinden Mustafa Efendi’ye verdi. Bu damadı, daha sonraları “Vânî Damadı” olarak anıldı. Hitabeti güzel olan Vâni Mehmed Efendi Hazretleri’nin şöhreti İstanbul’a kadar uzandı. Devrin Os­manlI sultanı IV. Mehmed kendisini İstanbul’a davet etti. Bu daveti kabule ederek İstanbul’da Yenicami kürsü vaizi oldu. Daha sonra sultanın has imamı oldu. Vânî Mehmed Efendi Hazretleri 1683 yı­lında Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki İkinci Viyana Seferi’ne ordu şeyhi olarak katıldı. Sefer dönüşü Bursa ya­kınındaki Kestel köyüne gönderildi. İstanbul’da kendi adıyla anı­lan Vanîköy’de bir cami ve bir medrese yaptırdığı gibi, hayatının geri kalan kısmını geçirdiği Kestel’de de büyük bir cami ve mekteb yaptırdı. Eserlerinden ArâisüTKur’ân, Hülâsâtü’t-Tefâsîr, Risâle-i Mebde ve’l-Mead en iyi bilinenleridir.

™ Sayram : Kaşgarlı Mahmûd’un kitabı, Divânü Lûgâti’t-Türk’de göre, Türkçe bir kelime olan Sayram, topuktan yu­karı çıkmayan sığ bir su demektir. Sayramlanmak; sığ bir hâl al­mak, suyun çekilmesi, suyun azalması anlamına gelir. Sayram, Seyhun Nehri’nin sağ düzlüklerinde, Türk tarihinde sık sık ismi geçen Tarım havzasındaki Şâhyâr nehrine dökülen Karasu üzerinde küçük, şirin bir kasaba idi. İslâm coğrafyacılarına göre Sayram aynı za­manda İspicâb/İsficâb adını taşıyordu. Zeki Velîdi Togan, kelimenin aslının Sefid-Âb olduğunu, bunun da Aksu, manâsına geldiğini yaz­maktadır. Hunlar ve halefleri zamanında SayramTn tarihi karanlık­tır. Batı Göktürkleri devrinde ise önemli şehirler arasında Sayram da göze çarpmaktaydı. Tung Yabgu (610-620) zamanında, Türklerin hükümet merkezi Talaş (Evliya Ata) ile Sayram arasındaki Min Bu­lak idi. İslâm’ın Mâverâünnehir’de yayılması ile Sayram ön plâna geçti. Nizam el-Mülk’ün yazdığına göre, Harun er-Reşîd zamanında Sayram’da, bir ribât inşâ ettirilmiş ve şehrin ticari hayatına canlılık kazandırılmıştı. Müslüman Türklerin en büyük ilk camilerinden biri de Sayram’da idi. Hz.Ali evlâdından Şeyh İbrahim ve ailesi Say­ram’da en çok hürmet gören evliyalar arasındaydı. Makdisî, kendi asrındaki şehri şöyle tanıtmaktadır: İsfîcâb, büyük bir merkezdir. Mamurdur. Elbiseciler çarşısı vardır. Dört kapılı camisi bulunmakta­dır. Her kapının önünde birer ribât mevcuddur. Kapıları; Nücâket, Farruhan, Şâkirâne ve Buhara isimlerini taşımaktadır. Ribâtlar ise; Nahşâblılar, Buharalılar, Semerkandlılar ve Karatekinliler isimlerini taşımaktadır. Fakirlere hergün katık ve ekmek verilir. 7000 dirhemlik çarşı geliri buraya tahsis edilmiştir. Bir rivayete göre de, 1700 ribât sayılmıştır. Surları şu anda harab vaziyettedir. Verimli ve zen­gin bir şehirdir. Kıtlıkla pek karşılaşılmaz. Meyve ağaçları boldur. Sayram demircileri ile ünlü olup, on bin etüdçü, on bin sabunhane­si vardı. Halkı karışıktır. Kalpleri katı ve mezheplerini beğenmişler­dir. Kötülükte edilse, iyilik de edilse aynıdır. İbn Havkal da, benzer ifâdeleri kullanmaktadır: Düz bir alanda kurulmuştur. Kûhendiz ve ribâtı vardır. Şehrin olduğu gibi ribâtin de çevresi sur ile kaplıdır. İmâreti, hapishanesi ve camisi iç kalededir. Horasan ve Mâverâünnehir’e haraç konulduğu halde, İsfîcâb bundan hariç tutulmuştur. Civarında Bezâhkes, Sûbânikes, Taraz, Otlûh, Şilcî, Küdür, Sütkend, Şavgan, Savran ve Vesiç bulunmaktadır. 11. yüzyılda Argu ile Oğuz ili arasındaki sınır, Türk ordu şehri Sayram’dan geçiyor­du. Hârezm’den Sayram’a kadarki yerlerde Oğuzlar yaşardı. Taraz yolu üzerindeki Kûlân’da Türkmenler (Oğuzlar) sakin olup, Sayram emirine haraç gönderirlerdi. Türkistan’daki Oğuzların hayatlarını, Oğuz Han ve haleflerinin faaliyetlerini anlatan Oğuznâme’de de, Sayram hakkında bilgiler mevcuttur: Olcay Han’ın yaylak ve kışlak­ları Türkistan idi. Kışlarını Karakumdaki Borsuk’de geçiriyordu. Bu­rada iki şehir vardı. Birisi Talaş, Birisi Karı (eski) Sayramdır ki bu son şehrin çok büyük kırk kapısı vardır. Bugün, orada müslüman Türkler yaşıyorlar. Talaş ve Sayram, O tarafın askerleri, Oğuz’un ülkesinde dikbaşlılık gösterdiler. Oğuz onların üzerine yürüyüp yendi. Talaş ve Sayram’dan başlayıp, Mâverâünnehir’e, Buhara ve Hârezm’e ka­dar ele geçirip, idaresine aldı... Oğuz’un cihangirlik devrinde, biz cihanı fethetmek gayesi ile dünyanın her tarafına gideceğiz. Hucâvur(a) yâni asıl vatan ve yurdumuz olan Talaş ve Sayram geride kaldı. Eğer düşmanlar bizim yokluğumuzda buraları alırlarsa bizim için talihsizlik, düşmanlar için de bir şöhret vesilesi olacaktır, diye düşündü. Ve Oğuz kavmini Talaş ile yöresinde görevlendirdi. Sağ kolda olan Bozoklar Sayram sınırlarında yaylasınlar... Sayram’dan Fergana’nın sonlarına uzanan alanda ise Karluklar vardı. Taşkent/ Şaş’a kadar uzanan bozkırda da Kılas denilen otlaklar bulunurdu. Üç fersah mesafedeki Tell-i Hâki yanında Keleş Suyu da Türkmenlerin hayatlarını sürdürdükleri alandı. Sayram ile Balasagun arasında Argu boyu oturmaktaydı. Kazıgurt, Sayram yanında yüksek bir dağ olup, bu adı taşıyan ahâli vâdilerinde, çay başlarında yaşıyordu. Türgiş Karlıkları bir ara Sayram ile Taşkent arasındaki sahalarda sakindi. Bahaeddin Ögel’e göre, değişik kültürleri barındıran Say­ram, Göktürkler zamanında gelişmiş ve Sâmânilerin eline geçmiş­ti. X. yüzyıl’da, Sayram’da müslüman fakat Türk menşeli hanedan hüküm sürdü. Mansur B. Karatekin, ailenin son temsilcisi olup, Sa­manlı Nuh zamanında Horasan valiliğine gönderilmişti. Bu devirde Sayram tarımda ileri seviyede olup, Nuh’un emri ile etrafı surla çevrilmeye başlamıştı. İsficâbî lâkabı ile tanınan Ebû Mansur Muhammed b.Hüseyin b. Mut, Sâmâni hükümranlığının son zamanında yaşamıştır. XI. yüzyıl’ın ilk yarısında, bölgede Karahanlı nüfuzu iyi­ce yayılmış, Yığan Tekin Süleyman/Buğra Han Talaş ile Sayram’da ikâmet etmişti. Hârezmşahlardan sonra Cengizliler Sayram’da gö­ründüler. Bu sıralarda (1221) Sayram’a gelen Taoist Ç’ang-Çun’un tasvirine göre şehirdeki binalar arasında küçük bir kule dikkat çek­mekteydi. 18 Kasım 1221, dinî bayramlardan birine rastladığı için Çinli gezgin halkın davranışlarını ve geleneklerini yakından görmek fırsatını bulabilmiştir. Nizâmeddin Şâmi de, Timurleng’in Emir Hü­seyin’le ilgili hâdiseler sırasında Kütel’i geçerek Sayram’a geldiğini bildirmektedir. Bu aileden Ömer Şeyh Mirza da bir müddet Sayram taraflarında egemen oldu. Zahired-Dîn Babür de, 1502 yılına ait kaydında, Taşkent ile Sayram arasında Yağa/Yağman köyünün bu­lunduğunu, İbrahim Ata ile İshak Ata’nın kabirlerinin göze çarptı­ğını yazmaktadır. Ayrıca, Baba Sayramî isimli biri de maiyette idi.

30                             Gazneli Mahmud (2 Kasım 971-1030) : Gazneliler Devle­tinin en büyük hükümdarı, Hindistan Fatihi ve büyük İslâm kah­ramanı. Gazneli Devleti’nin en büyük hükümdarı ve de Hindistan Fatihi Gazneli Mahmud, 2 Kasım 971’de doğdu. Gazneli Devletinin kurucusu Sebük Tegin’in oğlu olan Mahmud, genç yaştan itibaren devlet idaresinde görev aldı. 997’de Gazne tahtına geçen Mahmud, Buhara, Horasan, Herat, Belh, Büst ve Kabil’i Samanilerden aldı. Daha sonra, bugünkü Afganistan ve Belucistan ile Hârezm’e kadar tüm Mâverâünnehir’i ele geçirdi. Ardından Rey, İsfehan, Save, Kazvin, Zencan ve Ebher’i alarak, İran topraklarının büyük bölümüne hakîm oldu. Eylül 1000’de ilk Hindistan seferine çıkan Sultan Mah­mud, 1027’ye kadar Hindistan’a 17 büyük sefer yaptı. Bu seferler sırasında Hindistan’da birçok cami yaptıran ve İslâmiyet!’ öğretmek üzere alimler yerleştiren Mahmud, İslâm Dininin Hindistan’da ya­yılıp, kabul görmesini sağladı.Cihangirliği yanında, alim bir kişiliği de olan Mahmud sarayında alim ve şairlere sohbet ve tartışma­lar da yaptırırdı. Firdevsi’nin meşhur Şehnâme’si de dahil devrinin pekçok kitabı Gazneli Mahmud’a takdim edildi. 33 yıl hükümdarlık yapan Sultan Mahmud, 1030’da Gazne’de vefat etti ve burada def­nedildi.Türk dünyasının yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan biri olan Sultan Mahmud İslâm dünyasında yayılma istidadı gösteren sapık Bâtınîlik akımlarına karşı da mücadele etti. İmar faaliyetle­rine büyük önem veren Sultan Mahmud, Gazne’nin yanısıra Belh ve Nişabur gibi önemli şehirleri mamur hale getirdi.

31                            Sultan Sencer (1086-29 Nisan 1157) : Selçuklu Sultanı Melikşah’ın oğlu olan Sencer 1086’da Sincar’da doğdu. Küçük yaşından itibaren devlet tecrübesi kazanan Sencer, ağabeyleri Berkyaruk ve Muhammed Tapar zamanında devlet hizmetinde bulunarak, doğuda çıkan isyanları bastırdı. Buradaki başarıları üzerine Horasan me­liklisine tayin edilen Sencer, Haziran 1102’de Selçuklu Devleti’ne saldıran Karahanlı Hükümdarı Kadir Han’ın saldırılarını bertaraf etti. Ayrıca Gaznelileri, Selçukluya bağladı. Babası Melikşah’ın si­yasetini takip eden Sencer, Horasan’dan itibaren, devletin doğu­sunda Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Berkyaruk’tan sonra tahta geçen Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine, 18 Nisan 1118’de küçük yaştaki oğlu Mahmut Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarılırken; Sultan Sencer de 14 Haziran 1118’de Horasan’da bağımsızlığını ilan etti. 14 Ağustos 1119’da Save’deki savaşta yeğenine galip gelen Sencer, Büyük Selçuklu Sultanı oldu. Devletin merkezini de Irak-ı Acem’den Horasan’a nakletti. Bundan sonra çevresinde büyük sa­vaşlar ve fetihler yapan Sultan Sencer, Sultan-ül A’zam unvanını kazandı. 1132’de Karahanlıların, 1136’da Gaznelilerin, 1141’de Karahitayların ve 1147’de de Hârezmlilerin isyanını bastıran Sen­cer, 1152 yılında da Gurluları mağlup etti. Fakat Sultan Sencer 1153’te Oğuz Yabgu ile Belh’te yaptığı savaşı kaybedince esir düş­tü. Sencer, esaret altında sultan olmak istemediğinden, sultanlığı terk ederek Merv Hankâhı’na kapandı. Buradaki 3 yıllık esaretten sonra Nisan 1156’da kurtarıldı. Ancak 29 Nisan 1157’de 91 yaşın­dayken Merv’de vefat ederek, kendi yaptırdığı türbeye defnedildi. Bilim adamlarına sahip çıkan ve bilimi teşvik eden Sultan Sencer’in döneminde, Horasan bütün İslâm dünyasına ve Anadolu’ya din ve bilim adamı sevkeden bir merkez olmuştu.

32                             Mezheb : ‘Gidilecek yol’ anlamınadır; dînî hükümlerde ve dünya işlerinde, Allah’ın emrine, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in sünneti­ne uygun hareket edebilmek için din bilginlerinden birinin yolunu tutmak, mezhebini taklid etmek olarak algılanır.

33                             Melâmet: Arabça’da, kınamak, azarlamak anlamına gelen bir sözcüktür. “Melâmetî, Melâmî” kınanmayı kasteden kimsedir. Çeşitli etkilerle hicretin ikinci yüzyılında meydana gelen tasavvuf, kurumlaşıp tarîkatlar ortaya çıktıktan sonra sûfîler, kendilerine özgü başlıkları, giysileri ile halktan ayrılmışlar, zikir meclislerinin yapıldığı tekkeler kurulmuş, bir güç odağı haline gelen tasavvufa dayanan iktidar ve zengin zümreler, tekkelere vakıflar sağlamak suretiyle tasavvuf ehlini kendilerine destekçi haline getirmişlerdi. Buna karşı, gene tasavvufun içinden ve tasavvuf ehlinden bir grup, zikir törenleriyle, özel giyim-kuşam ve toplantı yeri olan tekkeler­le, hele vakıfla geçime dayanmayla halktan ayrılmayı boş görme­miş, bütün bunları, hem İslâm’a aykırı, hem de tasavvufun gayesi­ne zıt bulmuştu. Bu yüzden tasavvuf ehlinin kınamasına uğramışlar, daha da ileri giden bu zümre mensupları, yaptıkları hayrı gizlemek, kötülüklerini gizlememek, hattâ kendilerini halka kınatacak hare­ketlerde bulunmak esasını kabul etmişler ve “Melâmetiyye-Kınananlar” adını almışlardır. Melâmet ehli, ilk olarak Horasan’da yo­ğunlaştığından “Horasânîler, Horasan Erenleri” diye anılmışlardır. Sonraki asırlarda ortaya çıkan Mevlevîlik, Haydarîlik, Bektâşîlik, Kalenderîlik gibi tarikatların değişik derecelerde olmakla beraber melâmetten etkilendikleri kabul edilir.

34                             Vahdet-i Vücûd : Arabça’da ‘Varlığın Birliği” anlamındadır ve bir tasavvufî terim olarak Allah dışında evrendeki bütün varlık­ların var oluşunun izâfi olduğunu iddiasını içerir. Vücûd, Arabçada varlık, varoluş anlamına gelir. Tasavvufta vahdet, bütün varlıkların varlıklarını Tanrı varlığından var olmuş bilmek, hepsinde Tanrı’nın kudretini, yaratışını, tasarrufunu, lûtfunu, kahrını görmektir. Bu takdirde her varlıkta, Tanrı varlığı tecellî etmektedir. Tasavvuf eh­line göre ise, Hakk’la Hakk olmak ve varlığından geçip Hakk varlığı­na bürünmek, Hakk’tan başka hiçbir varlığı bilmemek, görmemek­tir. Vahdetin zıd anlamlısı olan ‘kesret’ ise tasavvufta; varlıkların varlıklarını kendilerinden bilmek, onları müstakil varlıklarla var görmektir. Nakşbendî kurallarından birisi olarak, bu iki zıd kavram bir potada eritilerek, “Vahdet der Kesret”, yânî çoklukta birliği görmek, bilmek kuralını geliştirilmiştir.

35                             Lâ-Mekân : “Lâ-mekân, Arabça yok anlamına gelen “lâ” ekinin, arabça “mekân” sözüne eklenmesinden meydana gelen ve “Yersiz-yurtsuz” demek olan bir sözdür. “Lâ-mekân Âlemi” de yer­sizlik âlemi anlamına gelir. Tasavvufta mekân, kevne, yâni var olan şeye tâbidir; birşey olmazsa, boşlukta mekânı, yâni yeri de olmaz. Zaman ise olayların zihinde kıyaslanmasından doğar ki, mukayese olmazsa zaman da olmaz. Buna göre “mekân ve “zaman”, gerçek­te olmayan iki kavramdan ibarettir. Aynı zamanda, gerçek varlık olan Allâh’m Zâtı, mekân ve zamandan münezzehtir; her yerde her şeyde sıfatlarıyla, hüküm, tedbir, tasarruf ve kudretiyle görünen Yaratıcı (c.c.)’un Zâtı, her yerden, her şeyden yücedir. Bu bakım­dan insanın gerçek yurdu da, “Lâ-mekân (= Mekânsızlık) Âlemi” olduğundan sûfîler, lâ-mekânî olarak da tarif edilmişlerdir.

36                                                   Ata : Yesevî mürşîdlerinin genel ünvânıdır.

37                             Baba : Türkistan lehçesinde büyük baba yerine kullanılır, Yesevîlik yolunun Arslan Baba gibi önde gelenleri de “Baba” ünvânı ile anılırlar. Bkz. Uludağ Süleyman, “Baba” (madde) , TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, c. IV, s.365-366 .

38                             Köprülü M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 19.

39                             Barkan, Ömer Lütfi; “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, sayı:2, Ankara, 1942. s. 279-304.

40                             Derviş : Farsça, yoksul kişi anlamınadır; terim olarak bir tarîkate intisab eden kişiye denir.

41                            Kalender/Kalenderî: Halk arasında “kalender”, yoksul, kimsesiz kişiye dendiği gibi herşeyi hoşgörüyle karşılayan, geniş meşrebli, herkesle uyuşup, iyi geçinen kişiye de “kalender adam” denir. Tasavvufta “Kalenderiyye” tarîkatına mensub olan kişiye “Kalenderi” denir. Kalenderîler, saç, sakal, bıyık ve kaşlarını us­tura ile tıraş ettirirler, böylece kendilerini zahirî süsten arınmış sayarlardı.

42                             Zâhid : Zühd sahibi, şüpheli şeylerden çekinen anlamında Arabça bir sözdür.

43                             Mürîd : Dileyen, isteyen anlamına gelen Arabça bir sözcük­tür. Bir mürşîde intisâb edip tarîkate girmiş kişiye “mürîd” denir.

44                             Fenâfillah : Mürîdin tasavvufî seyrinde ilerlemesi ile ortaya çıkan ve esmaüThüsnânın işaret ettiği bazı sıfatların sûfîde “hâl” olarak ortaya çıkması ile tarif edilebilecek durum.

45                             Bekâbillah : Fenâfillah makâmına eren sûfînin halkı irşad ile görevlendirilmek üzere dönüş seyrinde kazandığı hâl. Gerek fenâfillah ve gerekse bekâbillah ile ilgili en kapsamlı açıklamaları, -en mütekâmil şekliyleİmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât eserinde bulmak mümkündür.

‘Hazret-i Pîr-i Türkistan’ın Menkıbevî Hayatı
ve Tarihî Yesevî Portresi

1.             Yesevî’nin Doğduğu Ortam ve Aile Kökleri: "Hz. Ali evlâdıdır 0...”

2.             ‘Mürşîd’ Olacak Bir Çocuk: Türkistanlı Ahmed

3.             ilk Öğretmen: Arslan Baba

4.             Buhara Kimleri Yetiştirdi Kimleri: Yûsuf Hemedânî Dergâhı

5.             YesevîSöylenceleri

6.             Ölmeden Önce Ölmek: "Yeraltında Yeşertil en Ebedi Bahar"

7.             Türkistan’daYalazlananYesevîOcağı: "Ocağımız Sönmesin...’’

Notlar ve Açıklamalar

Dr. Hayati Bice

Ahmed Yesevî’nin hayat hikâyesini konu edinen tüm me­tinler temelde halk arasında söylenegelmiş menkıbelere dayanır. Bu menkıbelerin asırlar içerisinde bazı hayâlî unsurlarla genişletilerek -ve hattâ gerçek hikâyeden saptırılarakyazılı metinlere dönüştürülmüş olması konuya eleşti­ri gözlüğü ile bakanlar tarafından öne çıkartılmaktadır. Oysa halk söylenceleri konusunda uzman olan bütün bilim insanlarının ortak kanaati, halk muhayyilesinde anonim olarak oluşturulan men­kıbelerin tamamında daima hakikat unsurunun gizlenmiş halde -şu veya bu oranda ancak mutlakavarlığını sürdürdüğüdür. Bu açıdan bakıldığında menkıbeler, Ahmed Yesevî gibi asırlarca önce yeryü­zünden ayak çekmiş herhangi bir tarihî şahsiyetin veya Abdulkerîm Satuk Buğra Han’ın müslüman oluşu gibi bir vakıanın millî vicdana akseden görüntüsünü yansıtır. Araştırmacılara düşen görev bu gö­rünümdeki gerçek unsurlar ile hayâli katkıların ayrımına vararak dökümünü yapmaları ve tarihî gerçekliği mümkün olduğunca net olarak ortaya koymalarıdır.

Menkıbe terimi, din ve özellikle tasavvuf ulularının veya ta­rihe geçmiş ünlü kişiliklerin hayatları, örnek davranışları ve olağa­nüstü halleri ilgili hikâyeler veya olağanüstü olaylarla ilgili masalsı anlatılara verilen isimdir. Menkıbelerde rastlanılan öykülerin gerçekötesi (= sürrealist) anlatım tarzı, sunulan olgular tabiat olay­larının işleyişine açıkça aykırı olsalar bile halk hafızasında gayet tabiî olaylar olarak anlatılmaları dikkat çekicidir.

En sık rastlanılan anlatılar olan, ermiş kişinin bir anda do­ğudan batıya ulaşması (tayy-ı mekân); asırlar önce vefat etmiş bir velînin canlı olarak görünüp konuşması (tayy-ı zaman), çeşitli hay­vanların dile gelerek hikmetli sözler söylemesi, kötülük işleyen ki­şilerin aniden hayvan görünümüne geçmeleri vb. olguların gerçekçi bir yorum ile izahı güç ve belki de imkânsızdır. Ancak menkıbelerin bazı unsurları vardır ki, bunu normal hayat seyrinde tüm insanlar da yaşayabilir ve yaşamaktadırlar da... Akıldan geçen bir şeyin kısa süre içerisinde gerçekleştiğini görmek, bazı olayların önceden kal­be doğuş şeklinde bildirilmesi (= önsezi); rüyada verilen bir haberin gerçek hayatta birebir olarak ortaya çıkması gibi menkıbelerde de karşılaşılan olgular, bugün parapsikoloji olarak adlandırılan bilimin araştırma konuları arasındadır. Önceleri dilden dile anlatılan men­kıbeler, zamanla anonim kaynaklardan yazıya geçirilerek “menâkıbnâme” adı verilen edebî türü oluşturacak kadar zengin bir arşiv oluşturmuştur.

Ahmed Yesevî ile ilgili menkıbeler de bu çerçevede değer­lendirilmelidir. Ahmed Yesevî’nin hayatından sahneler içeren menkıbevî anlatımdaki gerçekötesi unsurlarla -meselâ, Yesevî’nin asasının kayığa dönüşüp dervişlerinin bu kayığa binerek ırmağın karşı kıyısına geçmeleri vb.karşılaşan okurun menkıbelerin genel özelliklerini göz önünde bulundurması gereklidir. Ahmed Yesevî’nin tarihî simasını kuşatan ‘menkıbe sisi’nin yoğunluğu, bu değerlen­dirme zaviyesinden bakıldığında Hazret Sultan Yesevî’ye Türk halk­larının ortak muhayyilesinin nasıl derin bir kudsiyet biçtiğinin asır­lardan yansıyan işareti olarak görülmelidir. Son yıllarda gün ışığına çıkan tarihî belge niteliğindeki kitab ve risaleler, Hazret Sultan Yesevî’nin tarihî kişiliğinin yüzyıl öncesine nazaran daha net çizgi­lerle görülebilmesini sağlamıştır. Sûfî bir şair olarak dile getirdiği hikmetlerle asırlara seslenmiş, tarîkat kurucusu bir mürşîd olarak kendi adıyla anılan Yesevîyye tarîkatının esaslarını belirlemiş olan Ahmed Yesevî’nin ortaya çıkan gerçek portresi en az menkıbevî çehresi kadar muhteşemdir.

Ahmed Yesevî’nin hayat hikâyesi hakkındaki gerçeklik unsur­larını taşıyan ve tarîkatının temel unsurlarını yansıtan en önemli yazılı kaynak, hayatının çeşitli kesitlerini dile getiren şiirleri de içeren Dîvân-ı Hikmet’tir. Diğer önemli kaynaklar ise Yesevîyye yolunda Ahmed Yesevî’nin mirasçısı olan Süleyman Hakîm Ata, Sûfî Muhammed Dânîşmend, Hüsâmeddin Sığnakî, Safîyyüddîn Orun-koylakî, Sultan Ahmed Hâzinî gibi sûfîlere atfedilen eserler­dir. Üçüncü sırada ise Türkistan’da hâlâ devam eden sözlü gelene­ğin bugüne taşıdığı rivayetler yer alır. Bu çalışmada her üç kaynak­tan da yararlanılarak bütüncül bir yaklaşım ile mümkün olduğunca eksiksiz bir Ahmed Yesevî portresi çizilmeğe çalışılmıştır. Günümü­ze kadar edebiyat çevrelerinde genel olarak, dinî nasihatler içeren ve sayılarının 300’ü bulduğu tahmin edilen hikmetleri eksen alına­rak bir “mistik şair” olarak sunulan Ahmed Yesevî, siyasilere göre Anadolu ve Rumeli’ye yönlendirdiği dervişleri ile “coğrafyayı vata­na dönüştüren bir stratejist”tir. Tasavvuf karşıtı radikal bir İslâmcı için ise Ahmed Yesevî, Türklerin müslüman olması sürecinde birçok Şamanist adetlerini dine katan bir “bid’at ehli”dir. Hazret Sultan Yesevî’nin bir tasavvuf yolunun kurucusu olmayı başarmış bir “sûfî” olarak nasıl bir tarîkatın önderi olduğu, adını yaşayan Yesevîyye tarîkatının hangi esaslara dayandığı nedense hep genel ifadelerle geçiştirilmiş; hattâ namaz, oruç gibi temel dinî uygulamalar ile düşünceleri âdeta gözlerden kaçırılmak istenmiştir.

Bırakın farz namazlarını, nafile adı verilen sünnet namazla­rında hangi sûrelerin okunacağına kadar ayrıntılı olarak tarif ettiği yazılı kaynaklarda gösterilen Ahmed Yesevî’nin ibâdet hayatını yok sayarak gerçeğe uygun bir Yesevî resmi çizebilmek mümkün olabilir mi? Dervişlerine farz Ramazan oruçlarına ek olarak her haftanın iki gününü -Pazartesi, Perşembeoruçlu geçirmelerini tavsiye eden Pîr-i Türkistan nasıl olur da dinî emirleri ve yasakları küçümseyen bir Heterodoks sûfî olarak takdim edilir? Seherlerde “La ilâhe illal­lah” zikrini tekrar ederken kendisinden geçen bir sûfî olan Hazret Sultan Yesevî’nin her şeyden önce tarîkat kurmuş, hadis-i nebevîde işaret edildiği üzere yerine getirdiği nafile ibadetlerle yakîn mer­tebelerine ulaşmış bir şeyh olduğu unutulmamalıdır. Bu çalışmada değinildiği üzere elbette şiirler söylemiştir; muhakkak ki yetiştir­diği dervişlerini İslâm’ı tebliğ ile görevlendirip uzak diyarlara gön­dermiştir; fakat öncelikle bir kuldur O; Rabb’inin rızâsından başka bir matlûbu, Allah’ın didârından başka bir maksûdu olmayan seçkin bir kul...

1.               Yesevî’nin Doğduğu Ortam ve Aile Kökleri: “Hz. Ali ev­lâdıdır O...”

Türk kültür coğrafyasının en önemli işaret taşlarından birisi olan ünlü sûfî ve mürşîd, Ahmed Yesevî, günümüz Türkiye’sinde -ismen de olsageniş ölçüde tanınmakla beraber gerçek hayatı, -meselâ nerede, ne zaman doğduğu, anne-babası, kardeşleri, öğ­renim hayatı, evliliği, çocukları...hakkında belgelenmiş olarak bilinen ayrıntılar pek azdır. Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında ya­zılacaklar, işte bu yüzden menkıbelerden yansıyan portresi dikkate alınmak zorundadır.

Ahmed Yesevî, Batı Türkistan’da, -bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti’nin güneyindekiÇimkent şehri yakınlarında (yaklaşık 10 km. mesafede) bulunan Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Ahmed Yesevî’nin doğduğu yıllarda Sayram, Batı Karahanlılarının egemenliği altında idi. Sayram kasabası, Ahmed Yesevî’nin küçük bir çocukken geldikten sonra hayatının önemli bir kısmını geçirdi­ği Yesi (= Türkistan) kentine yaklaşık 150 km.lik bir mesafededir. Ahmed Yesevî’den intikal eden şiirleri bir araya getiren “Dîvân-ı Hikmef’te yer alan iki ayrı hikmetinde kendisi de doğum yeri ve yurdunu Türkistan olarak bildirmektedir.

Yesi -bugünkü adı ile Türkistanşehri ünlü Türk destanının kahramanı Oğuz Han’ın idari merkezi olması dolayısıyla, Türk ta­rihinde bilinen bir yerleşim olması yanında Ahmed Yesevî’nin bu şehre izafetle Yesevî ünvânını alması, Türk dünyasındaki tarihî önemini bir kat daha artırmıştır. Tarihî ününü hâlâ koruyan Yesi, -bugünkü ismiyle Türkistan-, Akmescid (= Sovyet döneminde Kızılorda) Taşkend demiryolu üstünde küçük bir Türk şehridir. Şehrin harap olmuş bir kalesi olup kalenin ortasında şehrin medâr-ı iftihârı olan ve UNESCO tarafından dünya mimari mirasının bir parçası olarak tescil edilen Yesevî Külliyesi yer alır.

Yesi, asırlar içerisinde Türkistan’ın çeşitli Türk hânedânlarına mesken olduktan sonra, uzunca bir süre Kazak Hanlarının idare merkezi olmuş ve Ruslar’ın Türkistan’ı istilâ siyasetinin bir adımı olarak 1864’de Rus orduları tarafından işgal edilmiştir.

Çarlık zamanında, sekiz kısma ayrılmış olan Sir-Derya eyale­tinin altıncı kısmını teşkil eden Türkistan dairesinin merkezi olan Yesi’de, bir asır kadar önce 965 hanede Özbek ve Kazak Türklerin­den oluşan beşbin kadar bir nüfus vardı. İşgal sırasındaki Rus bom­bardımanının yıkıcı hatıralarını duvarlarında hâlâ taşıyan ve tarih içerisinde “Cami-i Hazret-i Türkistan” olarak adlandırılan Yesevî külliyesinin görkemli kubbesi altında ebedî istirahatini yaşayan Ahmed Yesevî sayesinde, bu küçük şehir bütün Türkler nezdindeki kutsal yerini hâlâ korumaktadır. Asırlar boyu birçok han, hükümdâr tarafından ziyaret edildiği gibi bugün de Kazakistan’a gelen devlet başkanları, başbakanlar, bakanlar tarafından ziyaret programına alınarak saygı ile ziyaret edilir. Birçok şair ve yazar, bu küçük bel­deyi bağrında yatan büyük evlâdı Hazret Sultan Yesevî vesilesi ile anar, anısını yaşatan eserler yazar ve Türk tarihindeki kutlu misyo­nunu dile getirirler.

Ahmed Yesevî’nin doğum yılı kesin olarak bilinmemekle bir­likte kendisine izafe edilen “Fakr-nâme” adlı risalede yer alan 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında öldüğü şeklindeki bilgiler gözüne alın­dığında 1093 yılında doğduğu kabul edilmelidir. Yûsuf Hemedânî’ye (1049-1140) intisabı ve halîfelerinden üçüncüsü olduğu şeklindeki tarihi veriler de dikkate alınırsa miladın 11. yüzyılının ikinci yarı­sında doğduğuna işaret eden 1093 tarihinde doğmasının 120-125 yıl yaşadığı (dolayısıyla 1041-1046 yıllarında doğduğu) şeklindeki rivayetlere göre daha fazla gerçeklik payı olduğu görülür.

SayramTn en ünlü şeyhlerinden ve yurdunun ünlü bir âlimi olan babası Şeyh İbrâhim sayısız kerametleri ile tanınmıştı. Halîfe­lerinden Musa Şeyh’in kızı olan eşi ve Ahmed Yesevî’nin annesi olan Ayşe Hatun ise bölgede ‘Kara Saç Ana’ olarak bilinmektedir. Yazılı kaynaklar İbrâhim Şeyh’in Hazret-i Ali’nin oğullarından Muhammed Hanefî’nin neslinden geldiğini göstermektedir. Ahmed Yesevî’nin annesi ve babasına ait türbelerin her ikisi de Sayram kasabasında -ancak birbirinden uzakça yerlerdeolup bu türbelerin Ahmed Ye­sevî tarafından yaptırıldığı rivayet edilir.

Yesevî’nin Soyağacı

Son yıllarda kayda değer bir artış gösteren Yesevî üzerine yapılan araştırma ve incelemeler ile Ahmed Yesevî ve Yesevîyye tarîkatı hakkındaki önemli bilgi ve belgelere ulaşılmıştır.

Kazakistan’da Emirbek Kurbanoğlu Müminov ile Zikiriya Zamanhanoğlu Candarbekov’un kaleme aldığı bir Neseb-nâme Risalesi’nde; Hazret Sultan Yesevî’nin soykütüğü net olarak ortaya konul­muştur. Bu şecere de Ahmed Yesevî’nin ağabeyi Sadreddin Şeyh’in öz torunu olan ve Ahmed Yesevî’nin vefatından sonra bir süre de Yesevîyye tarîkatının merkez dergâhının post1 makâmında mürşîd olarak oturan Safiyyüddin Orun-Koylakî tarafından onüçüncü asrın ilk yarısında hazırlanmış ve nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar ulaştırılmıştır.2

Muhammed Carmuhammed-ulı tarafından sunulan bildiri ile ilim âlemine tanıtılan bir diğer şecere, 19. yüzyılın ortalarında ka­leme alınmış ve şecerenin başına doğruluğunu onaylamak üzere üç adet tarihi mühür vurulmuştur. Bu mühürler şecereyi inceleyen zamanının âlimi kişilerin şeceredeki bilgileri tasdiki anlamına geli­yordu. Şecere yirmibeş cm. eninde, yedi metre uzunluğuna varan kalın bir kâğıda yazılmıştı ve rulo halinde saklanarak konulduğu deri mahfaza içerisinde bugüne kadar gelebilmiştir.3

Birbirini destekleyen bu belgelere göre Hazret Sultan Ye­sevî’nin şeceresi şu şekilde Hz. Ali (r.a.)’in oğlu İmam Muhammedü’l-Hanefî b. AliyyüTMurtaza’ya kadar ulaşmaktadır:

Hz. Ali > Muhammed Hanefî > Abdul-Fettah > Abdul-Cebbar > Abdul-Kahhar > Abdur-Rahman > Kutb-ı Türkistan Hoca İshâk Bâb > Harun Şeyh > Mü’min Şeyh > Musa Şeyh > İsmail Şeyh > Haşan Şeyh > Hüseyin Şeyh > Osman Şeyh > Ömer Şeyh > Muhammed Şeyh > İftihar Şeyh > Mahmud Şeyh > İlyâs Şeyh > İbrâhim Şeyh > Hazret-i Sultanü’l Ârifîn Hoca Ahmed Yesevî...

Arapça aslından Safiyyü’ddîn Orun-Koylakî tarafından der­lenen ve 1733 yılında Türkistan Türkçesi’yle kaydedilen bir diğer Neseb-nâme nüshası da benzer bir şecereyi içermektedir. Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından Türkiye Türkçesine aktarılarak yayınla­nan ve aşağıda önemli kısımları verilen bu Neseb-nâme tercümesi, menkıbe tarzında bir anlatım ile Ahmed Yesevî’nin soy ağacı ve ataları hakkında çok ayrıntılı bilgileri vermektedir.4 Bu şecere Yesi kentinde yaşayan, Hilvet mescidi imamı Hoca Abdulkadir nezdindeki el yazmasından yararlanılarak hazırlanmıştır.

MENKIBE

“ ...Bizden sonra gelecek evlatlara dayanak olması için, bazı aklı kısa kimselerin bizim nesebimizde tereddüt etmemeleri ve “Filân şahıs sa­hih nesepli değil. ” dememeleri ve bizi İmâm (Muhammed Cevad ibn Ali Rıza) et-Takî 'nin neslinden saymakla hata etmemeleri için bu Neseb-nâme ‘yi yazdık. On sekiz bin âlemi yaratan bir ve var Tanrı, azîz ve çelil olsun, bağışı umumî olsun, bize İslâm padişahlığını, kuvvet, yardım ve zafer verdi.

İlk atamız Hazret-i Adem 'den, Allah 'm selâmı üzerine olsun, sonra Ademoğııllarının efendisi, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönder­dik ”5 (âyetince) âlemin övüncüMuhammedRasfılullah, onların aynası Alî-i Murtazâ 'mn, Allah ondan razı olsun, oğlu İmâm Muhammed-i Hanefiyye. Onun iki oğlu var idi: Birinin adı Abdul-Mennân, birinin adı Abdul-Fettâh idi. Abdul-Mennân 'ın oğlu (Seyyîd) Battal Gâzi6, Rûm (Anadolu) hırıstiyanlarıyla savaştı ve Hıristiyanları helak etti. Abdul-Fettâh 'ın oğlu Abdul-Cebbâr idi. Abdul-Cebbâr 'ın oğlu Abdul-Kahhâr (idi). Onun iki oğlu var idi: Birinin adı Abdur-Rahmân, birinin adı Abdur-Rahîm idi. Abdur-Rahmân 'ın iki oğlu var idi: Birinin adı İshâkBâb, birinin adıAbdul-Celîl Bâb (idi).

Ataları Abdur-Rahmân Şâm padişahı idi, Abdur-Rahîm Şâmâtpa­dişahı idi Abdur-Rahmân vefat edince, İshâk Bâb atasının yerine padişah oldu. Küçük kardeşi Abdul-Celîl Bâb Yemen padişahı idi. İshâk Bâb dedi­ler ki, “Ey amcam Abdur-Rahîm, benim gönlümde bir sözüm var, söyliyeyim. ” Kardeşleri, “Söyleyiniz. ” dediler. İshâk Bâb dediler ki, “Ebû Bekr-i Sıddîk 'ın halifeliğinde Hâlid ibn Velîd 'in oğlu Abdur-Rahmân on iki bin sahâbinin başına geçip Uz-kend, Fergâna illerine varıp mûğ kâfirleri ile savaştılar Namaz içinde bütün sahâbiler şehit oldu. Ve yine Aliyyü ’l-Murtazâ halifeliğinde Kuşem ibn Abbâs7, Allah ondan razı olsun, ve Muhammed ibn Çelil otuz bin tâbiînlerin başına geçip Uz-kend, Fergâna ve İsfîcâb illerine vardılar ve savaştılar, şehit oldular. Kuşem ibn Abbâs başa geçip dostları ile Semerkand 'a (varıp, orada) şehit oldular. ” Bundan sonra İshâk Bâb dediler ki, “Ey atamın kardeşleri Abdur-Rahîm, bu gün Tanrı rızâsı için bizler de varıp Fergana hıristiyanları ile Resul hoşnutluğu için savaş­sak, olmaz mı? Kâfirler bizleri güçlü ve kuvvetli diye duyarlarmış. İslâm için kılıç vursak. bizler onları imana davet kılsak. ” diyerek anlaştılar.

O vakit Hicret 'den yüz elli yıl geçmiş idi. Ve yine güzel iş kıldılar, İshâkBâb, Abdur-Rahîm Bâb 'dan sordular: “Sizin kaç bin askeriniz var? ” Abdur-Rahîm Bâb dediler: “Altmış bin askerim var, hepsi silahlı. ” Ab­dur-Rahîm Bâb (bu defa) İshâk Bâb 'dan sordular: “Sizin kaç bin askeriniz var? ” İshâk Bâb dediler ki, “Elli bin askerim var, hepsi silahlı. ” Ondan sonra Abdul-Celîl Bâb 'dan sordular: “Sizin kaç bin askeriniz var? ” Abdul-Celîl Bâb dedi ki, “Benim kırk bin askerim var, hepsi silahlı. ” Ondan sonra her üçü sözleşip askerin başına geçip harekete koyuldular. Şâmât 'a geldiler, Şâmât tan Tebriz 'e geldiler Tebriz 'den Mâzenderân 'a geldiler Oradan Serahs 'a geldiler, oradan Horâsân 'a geldiler, oradan Belh 'e gel­diler, oradan Tirmiz 'e geldiler, oradan Buhara 'ya geldiler, oradan Semer­kand'a geldiler, Semerkand halkını müslüman kıldılar Oradan Uz-kend Fergânasına geldiler, oradan Kâsân 'a geldiler, Kâsân halkını müslüman kıldılar, Müslümanlık âşikâr oldu.

Uz-kend, Fergana illerinde iki mûğ padişahı var idi: Birinin adı Kârvân Şîş idi, diğerinin adı Uhşub idi. Onlarla savaştılar, onları öldürdüler. Kırk bin mûğ öldü, yirmi bin müslüman şehit oldu. Pek çok ganimetler aldı­lar, İslâm’ı yaydılar. Ondan sonra Şâş ve İspicâb illerine geldiler. İshâk Bâb ile beş tebe’-i tabiîn var idi. Birinin adı Hâce Kaffâl, birinin adı Hüseyn-i Vâsılî, birinin adı ÇenârlıkAta, birinin ad. Abdul-Azîz, birinin adı Yavaş Bâb idi. Hâce Kaffâl’ı Şâş’ta halîfe koydular. Elli yıl halîfelik kılıp müslümanlara Hikmet ilmi öğretti. Ondan sonra Şâş’ta toplandılar. Abdur-Rahîm Bâb Uygur ve Kumı-kend illerine vardılar, oradan Kâşgar’a vardılar.

Orada bir hrıstiyan var idi, adı Müngüzlük Buğra Han, Hrıstiyanca adı ile Bohtân idi. Onu imana davet kıldı ise, kabul etmedi, şiddetli çarpışma oldu, Bohtân’ı öldürdü. Altmış bin hırıstiyan öldü; on bin müs­lüman şehit oldu. Abdur-Rahîm Bâb Kâşgar’da otuz yıl padişahlık kıldı. Arığlık’a Tafgaç Buğra Kara Han atandı. Ondan sonra Almalık ve Kayalık illerini imana dâvet kıldılar, İslâm’ı yaydılar. Onun oğlu geniş Boz-balığ’da Kılıç Kara Han atandı. Onun oğlu Sır-balığa gelip Boz Kara Han (adıyla) atandı. Onun oğlu Tırâz’a gelip Evliya Kara Han (adıyla) atan­dı. Onun oğlu Sayram’da Mansûr Hamîz Han (olarak) atandı, kırk üç yıl padişahlık kıldı. Onun oğlu Çağrı Sayram’da otuz üç yıl padişahlık kıldı. Onun oğlu Kılıç Arslan Han Otrar’a gelip kırk yıl padişahlık kıldı. Onun oğlu İsmâil Han, onun oğlu İlyâs Han, onun oğlu Ahmed Han, onun oğlu Sançar Han, onun oğlu Arslan Han, onun oğlu Muhammed Han, lakabı Bilgen Han idi, onun oğlu Dâd Big Han, onun oğlu Abdul-Hâlık Han idi. Hepsi Otrar’da durdular (yerleştiler). Ürgenç sultanı Muhammed Sultan geldi, Bilgen Han’ı öldürdü. Ondan sonra Otrar’a Kayır Han’ı hân kıldılar, Bilgen Han’ın nesli kesildi. Kayır Han’ın aslı Kanglı idi. Ondan sonra Otrar mülküne oturanlar yardakçılar, zâlimler ve hırsızlar oldu.

Bundan sonra İshâk Bâb, Sayram’a geldiler. Sayram’da bir padişah var idi, adı Körgüz lakabı Nehîb-dâr idi. Sayram halkı altmış bin evlik hırıstiyan üç yüz evlik köylü idi, hepsi hırıstiyan idiler. İshâk Bâb, Nehîb-dârı imana davet kıldılarsa, Nehîb-dâr dedi ki, “Ben yetmiş atamdan ben hrıstiyanım. Benim dinim doğrudur. Seninle savaşırım. ” Üç gece gündüz savaştı­lar. On bin hırıstiyan öldü, beş bin müslüman şehit oldu. O şehit olanların ulusu tebe’-i tabiîn idi, İshâk Bâb’m bayraktarı idi. Adı Abdul-Azîz idi. Yet­miş yerinden ok değdi, Sayram ilinde şehit oldu. Nehîb-dâr kaçıp Sölhân’a vardı. Bir tebe’-i tabiîni Sayram’da halka Hikmet ilmi öğretti. Ondan son­ra İshâk Bâb, Nehîb-dâr’ı Sölhân’a koymadı. Üç gece gündüz savaştılar, on bin hırıstiyan öldü, yedi bin müslüman şehîd oldu. İshâk Bâb Sölhân’da Nehîb-Dâr’ı öldürdü. Islâm’ı yaydı, Müslümanlık âşikâr oldu.

Ondan sonra İshâk Bâb, Karğalık’a geldi. Üç kat hisarı var idi, onu yıktı. Elli dört yıl padişahlık kıldı. Bütün mûğ hırıstiyanları imana davet etti, Müslümanlık âşikâroldu.

Ondan sonra Abdul-Celîl Bâb Barçı-kend, Sar-kend ve Çâl-tersâ’ya geldi. Orada Kılıç Han adlı (bir) padişah var idi, hrıstiyanca adı Yeşmût idi. Kılıç Han’ın iki oğlu var idi: Birinin adı Sarı elbiseli Ötemiş idi. Bin kişiye karşı dururdu, Cend padişahıydı. Yeşmût’u imana davet edince, iman getirmedi. Üç gece gündüz savaştılar, sayısız hınstiyan öldü, pek çok müslüman şehit oldu, otuz bin asker kaldı. Ondan sonra Abdul-Celîl Bâb, Ötemiş elinde şehit oldu. Cend’in üst tarafında (kuzeyinde) Ögüz ırmağı kıyısında ziyaretgâh meydana geldi. Ondan sonra İshâk Bâb, bu ha­beri işitince, otuz bin asker ile atlandı, Cend’e vardı. Kılıç Han ile savaş­tılar, on iki bin mûğ hınstiyan öldü, dört bin müslüman şehit oldu, yirmi altı bin asker kaldı. Kılıç Han’ın oğlu Ötemiş’i tutup Karğalığ’a getirdiler, zindana saldı. Nice yıl zindanda koydu, iman getirmedi, kaleye koyup öl­dürdü. Ondan sonra İshâk Bâb Çâç’a vardı. Çâç’dan gelip Kâ’be’ye vardı. Kâ’be’den gelip Sayram’da cuma mescidini yaptırdı. İlk kısmını kendisi yaptırdı, üç bin beş yüz altın harcadı. İshâk Bâb’ın yüz yirmi yıl ömrü oldu. Doksan yıl Hrzr aleyhi’s-selâm ile sohbet etti. Otuz yıl dinsizler ile gazâ kıldılar. Ve yine Hazret-i İshâk Bâb, üç bin ere karşı durur idiler. Ve İshâk Bâb’ın mızrağının demiri on batman idi.

İshâk Bâb, Şâm vilâyetinden Türkistan vilâyetine Islâm’ı yayarak geldiler. Karğalığ’da üç kat hisar (kale) var idi, onu yıktı, Cuma mesci­dini bina kıldı. Karğahğ ilinde on bin evlik (halk) toplandı. Nerede mûğ hınstiyan varsa, onları imana davet kıldı; iman getiren kurtuldu, iman getirmeyeni öldürdü. İshâk Bâb gazâya atlansa yüz bir er ile atlanır idi. Seksen beş yıl padişahlık kıldı. Hrzr, llyâs aleyhi’sselâm ile sohbet kılmak için seksen beş yıl sofra tuttu. Bir günde on kesimlik hayvan, yüz koyun kesilir idi. Bir gün İshâk Bâb oturmuş idiler; Hrzr, llyâs gelip dediler ki, “Her kim seni ziyaret etse, bizleri ziyaret etmiş olur.” Ve yine bütün peygamberleri ziyaret etmiş olur”. Amma Karğalığ’da İshâk Bâb’dan Alî-i Murtazâ’ya kadar yedi ata geçmiştir. İshâk Bâb’ın oğlu Hârûn Şeyh, onun oğlu Mü’min Şeyh, onun oğlu Mûsâ Şeyh, onun oğlu Ismâil Şeyh, onun oğlu Haşan Şeyh, onun oğlu Ömer Şeyh, onun oğlu Osman Şeyh, onun oğlu Muhammed Şeyh, onun oğlu İftihar Şeyh, onun oğlu Mahmûd Şeyh, onun oğlu llyâs Hâce, onun oğlu İbrâhim Şeyh. Onun iki oğlu var idi: Birinin adı Hâce Ahmed, diğerinin adı Sadr-eddinHâce Şeyh. ”

Ahmed Yesevî’nin atalarından İshâk Bâb’ın, ‘İshâk Türk’ ola­rak kaydedilen sûfî ile aynı kişi olduğu ve İshâk Bâb âilesinin İslâm mezheblerinden Mübeyyidiyye mensubu bulunduğu iddiası ise he­nüz kanıtlanabilmiş değildir.

Türkistan’da kaleme alınarak nesilden nesle aktarılmak su­retiyle günümüze ulaşan Neseb-nâme’lerde Battal Gâzi isminin yer almış olduğu ve kendisinin Ahmed Yesevî ile aynı silsileye mensub olarak gösterildiği görülmektedir. Doğu ve Batı Türklüğü’nün birbi­rinden habersiz olarak Hz. Alî evlâdından iki isim olan Seyyîd Bat­tal Gâzi ve Ahmed Yesevî isimlerini günümüze kadar saygıdeğer iki maneviyat ulusu olarak yaşatmaları manevî yönden son derecede dikkat çekicidir.

Hz. Ali (k.v.) ile Hazret Sultan Yesevî ilişkisini teyid eden, himmet8 bağıyla birleştiren bir hikmet de sözkonusu şecerenin bir yakıştırma olmadığı konusunda önemli bir işaret olarak Dîvân-ı Hik­met’te yer almaktadır:

Rahmet eyleye Bir ve Var her ne kılsa gücü var

Hoca Ahmed 'e mededkâr Hakk arslanı Ali 'dir

(Tamamı için bakınız: 45. Hikmet, Dîvân-ı Hikmet, Haz. Dr. Hayati Bice, TDVYay., 5. Baskı, Ankara, 2009)

Dîvân-ı Hikmet’te “Hulefâ-i Raşidîn” olarak bilinen ilk dört halîfeyi anlatan hikmetlerin dördüncüsü olan bu hikmette Hazret Sultan Yesevî’nin kendisi ile Hz. Ali (r.a.) arasında doğrudan bir iliş­kiyi seslendirdiği son mısra dikkat çekicidir. Diğer üç büyük halîfe anlatılırken böylesi bir ilişkiye işaret eden hiçbir ima yoktur.

Neseb-nâmelerde Hazret Sultan Yesevî’nin ataları arasında ismi geçen ve Hz. Ali’ye doğru gidildiğinde yedinci atası olan İshâk Bâb, Türkistan’da İslâm dininin yayılıp yerleşmesinde büyük pay sahibi olan bir isimdir. Şecerede “Kutb-ı Türkistan” ünvânı verile­rek bu ayrıcalıklı yeri vurgulanan İshâk Bâb, Kazakistan’daki bizim Bâb-Ata şehrinin kuruluş ve gelişiminde etkili olmuştu. Vefatından sonra, Orta Kazakistan’ın Sozak kentinde defnedilmiş olan İshâk Bâb’ın -Yesevî türbesi kadar görkemli olmasa dagösterişli bir tür­besi vardır.

Yesevîlik tarihinin tarihi kaynağı olan eserleri yazan 16. yüz­yılın Yesevî mürşîdlerinden şair Sultan Ahmed Hazînî, Yesevîliğin kurucu pîri olan Ahmed Yesevî’yi ‘mürşîdler sultânı’, ‘kutublar kut­bu’9 nitelikleri yanında ‘Alevî10 Seyyîd’ (= Seyyîd-i Alevî) olarak da anar. Hazînî, şiirlerinde ‘Alevî’ kavramını soy bağı belirten bir keli­me (= nisbe) olarak kullanmış, metnin bağlamına ‘Seyyîd’ kelimesi­ni de katarak şeyhin soy bağını bir başka yolla da kuvvetlendirerek açıklamıştır. Hazînî’nin eserlerinde Ahmed Yesevî “şeyhu’l-meşâyıhı’l-Alevî (= Alevî şeyhler şeyhi)” olarak da tanıtılır. Burada ‘Alevî’ sıfatı ‘Yesevî’ kelimesiyle arasında şiir olarak yazılmağa elverişli ses denkliği (= kafiye) bulunan bir kelime olması yüzünden kulla­nılmaktan öte, Ahmed Yesevî’nin soyca Hz. Ali’ye dayandırılması ile ilgilidir. Hazînî, tarîkat yolunda mürşîdi olan Yesevî’yi her adı geçtiğinde bu “Alevî” nisbesi ile anmakta, Pîr’inin şeceresi (= soy zinciri)ni verdiğinde de bu kavramını soy bağlılığını işaret için kul­landığını açıklamaktadır.

Ahmed Yesevî’nin tasavvufî silsilesini Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’tan başlatan Hazînî’nin kaydettiği Yesevîyye silsilesi ise şu şe­kildedir:

Hz. Muhammed > Ebû Bekiri’s-Sıddîk > SelmânüTFârisî > Şeyh Ebû’1-Kâsım-ı Nebîre > İmâm Câfer-i Sâdık > Bâyezîd-i Bistâmî > Şeyh Ebû’l-Hasan Harakânî > Şeyh EbûTKâsım Gürgânî > Şeyh Ebû’l-Ali Farmedî > Yûsuf Hemedânî > Pîr-i Tarîkat Hazret-i Türkis­tan Hoca Ahmed Yesevî...

Bu silsile Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) başladığı için tasavvufî literatürde Bekrî bir silsile olarak kabul edilir. Yesevîlik yolunda Hz. Ebû Bekir (r.a.) verilen değeri İshâk Ata’nın HadîkâtüTârifîn eserinde de izlemek mümkündür; Şeyh EbûTKâsım Nasrâbâdî’den nakledilen bir rivayetin sonunda “Kıyamet günü Hz. Ebû Bekir’in amelleri bir teraziye konsa, diğer bütün insanların amelleri tera­zinin diğer kefesine konsa, Hz. Ebû Bekir’in amelleri ağır gelir” sözleri nakledilir. Ardından Hz. Ebû Bekir’in hicret esnâsında -özel­likle Sevr Mağarası’ndaHz. Rasûlullah’a olan hizmetinden övgüyle bahsedilir.

Seyyîdü’t-taife Cüneyd Bağdadî üzerinden Hz. Ali (k.v.Zr.a.)’e uzanan bir silsilesi daha olan Ebû’l Kasım Gürgânî vasıtası ile Ye­sevîlik yolu -tasavvufî literatüründe kullanılan anlamında‘Alevî’ bir tarîkat olma özelliğini de taşır.

2.                          ‘Mürşîd’ Olacak Bir Çocuk: Türkistanlı Ahmed

Kaynakların üzerinde ittifak edip birleştiği bir rivayete göre Ahmed Yesevî daha çocuk denilecek kadar küçük bir yaşta iken anne ve babasını kaybederek hem öksüz hem de yetim kalmıştır. Şeyh İbrahim'in vefatıyla yedi yaşında yetim kalan Ahmed’in ablası Gevher ŞahnâzTn koruması altında kalması annelerinin daha önce dünyadan göç ettiğinin bir kanıtıdır.

Torunlarından Safiyyüddin Orun-Koylakî tarafından kaleme alınan şecerelerle kanıtlanmış bir gerçek olan erkek kardeşi olan Sadr(eddîn) ile Ahmed arasındaki ilişki hakkında gerek hikmetlerde gerekse menkıbelerde hemen hiçbir işaret olmaması dikkat çekici­dir. Menkıbelerde Şeyh İbrahim'in büyük oğlu olan Sadr(eddîn) Hâce’nin ismi, sadece Arslan Baba’nın küçük kardeşi Ahmed’i bulmak için Türkistan’a geldiğinde yaptığı araştırma nakledilirken geçirli­se de gerek oğlu Sûfî Muhammed Dânîşmend gerekse Orun-Koylakî gibi torunları vasıtası ile Yesevîlik kültürünün korunup geliştirilme­sinde etkili olmuştur. Bugünkü Türkistan’da ‘Ak-Kurganlı Hocalar’ olarak tanınan uruğun da kendilerini Sadr Hâce soyundan saydıkları bilinmektedir.

Ahmed Yesevî ilk eğitimini kendisi altı yaşlarında iken vefa­tına kadar babası İbrahim Şeyh’den ve Sayram’ın önde gelen âli­mi Şehabeddin İsficab?der\ almıştır. Babası İbrahim Ata’nın da bir şeyh olduğu ve Yesi’deki halîfesi Mûsâ Hoca’nın Âişe Hoştâc isimli kızını Ahmed Yesevî ile evlendirdiği şeklindeki rivayetler dikkate alınırsa, Yesevî’nin bu akraba çevresinden de nitelikli bir tasavvufî eğitim almış olabileceği anlaşılır.

Menkıbelerde babası tarafından ablası Gevher Şahnâz’a ema­net edildiği bildirilen küçük Ahmed, ablası ile beraber o sırada Ars­lan Baba’nın yaşadığı Yesi’ye göç etmiştir. Bu göçün neden ve nasıl gerçekleştiği bilinmiyor ise de bazı araştırmacılar bu göçün Yesi’de yaşayan Arslan Baba’nın Ahmed’in eğitimini üstlenmesi için verilen işaretin gereği olduğu kanaatindedirler. Bu konudaki rivayetler ışı­ğında değerlendirilirse Ahmed’in ilk gençlik yıllarını Yesi’de Arslan Baba eğitiminde geçirmesi sözkonusudur. Ahmed Yesevî’nin gerek kendi hikmetlerinde, gerekse çeşitli kaynaklarda manevî feyz al­dığı kaynaklar arasında Hazret-i Hızır11 (aleyhi’s-selam -buradan sonra a.s. olarak kısaltılacaktır-) da zikredilir. Ahmed Yesevî’nin küçüklüğünden itibaren bütün hayatı boyunca devam ettiği çeşit­li kaynaklarda kaydedilen Hazret-i Hızır (a.s.) ile sohbetleri hakkındaki rivayet tasavvufî açıdan önem taşır ve Ahmed Yesevî’nin eğitimi bahsinde altı çizilerek belirtilmesi uygundur. Ablası Gevher Şahnâz ile Yesi’ye gelip yerleşen ve daha küçük yaşlarından itiba­ren manevî tecellîlere mazhar olarak yaşı ile bağdaşmayan halleri gözlemlenen küçük Ahmed, Arslan Baba’nın teveccüh ve iltifatına, nazarına ve hayr duasına mazhar oldu.

Yedi yaşına kadar babasının dizi dibinde manevî feyz ve fütuhâta mahzar olduktan sonra, Arslan Baba’nın ruhanî eğitimiyle ileri bir olgunluk mertebesine erişen ve zâhiren koruması altında olduğu ablasının sözlerine uyan küçük Ahmed, yavaş yavaş yakın çevresinde ünlenmeğe başlamıştır. Bu şöhretin bazı ipuçlarını Ah­med Yesevî ile ilgili menkıbelerde bulmak mümkündür. Hüsâmeddîn Sığnâkî (ölümü: 1311)’nin eseri olan ‘YesevîMenâkıbnâmesi’nde kaydedildiğine göre Ahmed Yesevî’nin tasavvufî eğitimi oniki yaşın­da iken sona -“hâliri kemâle”ermiştir.

Arslan Baba nezdindeki bu ilk manevî eğitimi sonrasında henüz genç sayılabilecek bir çağında olan Yesevî, zâhirî ve bâtınî eğitimini tamamlamak için devrin en önemli bir İslâm kültür mer­kezi olan Buhara’ya gidecektir. Menkıbe, Buhara’ya gidişin Arslan Baba işareti ile olduğunu nakleder ki tasavvufî şahsiyetlerin hayat seyrinde bu türden işaret ve yönlendirmelerin ne kadar etkili ol­duğu iyi bilinen bir durumdur. Ahmed Yesevî dilinden kayda giren, Dîvân-ı Hikmet eserinde çocukluk döneminde mazhar olduğu ma­nevî feyzler, tanık olduğu ledünn?3 vakıalar ve yaşadığı olağanüstü halleri sûfîyâne bir dil ile getirilir.

3.               Hazret Sultan Yesevî’nin İlk Öğretmeni: “Arslan Baba ve Mübarek Hurma”

Ahmed Yesevî’nin yaşadığı asırda, Türkistan bozkırları ta­savvufî akımların etkilerine açık hale gelmişti. Bu kapsamda Ah­med Yesevî’nin doğduğu Sayram’dan Otrar-Yesi civarlarına kadar uzanan topraklarda da Arslan Baba adlı bir mürşîdin temsil edip yaydığı bir tasavvufî meşreb14 etkin hale gelmiş ve sûfîlik öğretisi yaygınlık kazanmıştı.

Ahmed Yesevî’nin manevî eğitimini aldığı kaynaklar arasında “Arslan Baba” ismi, hem çeşitli menkıbe ve rivayetlerde hem de Ahmed Yesevî’ye ait hikmetlerde ortaklaşa olarak belirtilen; zâhirî ve tasavvufî eğitimini üstlenen bir isim olarak dikkat çeker. Ars­lan Baba, babası İbrâhim Şeyh öldükten sonra Sayram’dan Yesi’ye geldiğinde, yedi yaşında babasından yetim kalan Ahmed Yesevî’nin hem mürşîdi hem de manevî babası olmuştur. Arslan Baba’nın, bu görevi Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in manevî işaretiyle üstlendiği de nakledilir.

Türkistan’da yaygın olan menkıbelerde Hz. RasûlullahTn ashâbından bir kişi olarak gösterilen Arslan Baba, İslâm’ı öğrenmek maksadıyla Arabistan’a giderek, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile görü­şüp İslâm’ı kabul eden ‘ozanlar pîri’ Korkut Ata ve Türkistan sûfîlerinin önde gelenlerinden Çoban Ata ile birlikte Türkistan’da İslâm’ı yayma faaliyetinin bilinen ilk öncülerindendir.

“Bâb”, “Baba” veya “Ata” ünvânının Türkistan’da, özellikle tarihte ve halen İslâm’ın en canlı şekilde yaşandığı Fergana vadi­sinde tasavvuf büyükleri için kullanıldığı bilinmektedir. Doğu Türkleri arasında Arslan adının da -Buğra gibiyiğitlik ve şecaat sahibi kişilere verilen bir sıfat olarak kullanılma ihtimali kuvvetlidir. Bu durumda Arslan Baba, gerçek isim olmayıp sonradan atfedilmiş bir ünvân, gerçek ismin önen eklenmiş bir sıfat olabilir. Bunun bir ör­neğini gerçek ismi Abdul-Celîl b. Abdur-Rahman olduğu halde “Ho­rasan Bâb” olarak tanınan ve türbesi Seyhun (Sir-derya)’nın Aral gölüne kavuştuğu nokta yakınlarında olan şehîd mücahid örneğinde görmek mümkündür.

Tasavvufî tabakât kitablarında hemen daima Ahmed Yesevî ile birlikte anılan Arslan Baba hakkında bazı notlar da görülmekte­dir. Günümüzün önde gelen tasavvuf araştırmacılarından Dr. Nâdirhan Hasan’ın tesbitlerine göre15, Fahreddin Ali Safî’nin Reşehât-ı Aynü’l-hayât (15. yüzyıl), Hazînî’nin Câmiü’l-Mürşîdîn, Cevâhirü’l Ebrâr1b, Menbâü’l-Ebhâr17 (16. yüzyıl), Âlim Şeyh AzîzânTn Lemehât min nefehâti’l-kuds (17. yüzyıl), Muhammed Şerif Buharî’nin Hüccetü’z-zâkirîn (17. yüzyıl), Şeyh Zinde Ali’nin Semerâtu’l-meşâyıh (17. yüzyıl), Gulam Server Lahurî’nin Hazînetü’l-asfiyâ (18. yüzyıl), müellifi belirsiz Risaletü’l-meymûne, Kemâleddin Harîrîzâde’nin Tibyânü vesâili’l-hakâyık, Hüseyin VassâfTn Sefîne-i Evliya (19. yüzyıl) eserlerinde Arslan Baba adı anılmakta ve mezkûr eserlerin hepsi Arslan Baba’yı, döneminin ünlü sûfîlerinden biri olarak kay­detmektedir. Sefînetü’l-evliyâ müellifi Dârâ Şukuh (ölümü: 1659) ise Arslan Baba’yı “azîm-i meşâyıh-ı Türk” (Türk şeyhlerinin ulusu) olarak anar. Kendisini Arslan Baba soyundan gösteren 16. yüzyı­lın Yesevî sûfîlerinden Hoca Haşan Nisârî ise Müzekkir-i Ahbâb adlı tezkiresinde Ahmed Yesevî’nin hayatı ve silsilesi dair bilgi verirken, Arslan Baba’nın Ahmed Yesevî’ye hurma getirmesi vakıasını nakle­der ve “Hurma kıssası çoktandır tarihlerde yazıldı ve güvenilir ki-

silerin dilinde zikredilegelmektedir. ” diyerek söz konusu rivayetin tarihî önemini vurgular.

Arslan Baba’yı eserlerde manzum olarak tarif etme gelene­ği, sadece Ahmed Yesevî ve Hakîm Ata hikmetlerinde değil, Yesevî hikmet mektebinin diğer şairlerinin eserlerinde de görülebilir. Bu Yesevî şairlerinden hikmet tarzının bilinen isimlerinden olan Şems Âsî (Şemseddin Özgendî), Arslan Baba’nın tarif ve tavsifine özel bir destan yazmıştır:

HakRasulnın elçisi bâblar bâbı Arslan Baba

Taliblernin yolçısı bâblar bâbı Arslan Baba

(Hak Rasûl 'ün elçisi bâblar bâbı Arslan Baba

Talihlerin yolgöstericisi bâblar bâbı Arslan Baba)

diye başlayan bu şiirde Arslan Baba, Hz. Rasûlullah’ın sevgi­li dostu, kutsal emanet olan hurmayı “hûb saklab” (iyi saklayıp), “igesige yetkezgen” (sahibine ulaştıran), “Gâzilerni reisi” (Gâziler başbuğu), “sahabeler inişi” (sahâbi evlâdı), “has bendeler mûnisi” fhas kulların dostu), “şeriatta doğru yol tutgen” (şeriatta doğ­ru yol sahibi), “tarîkatnı hem doğru nakl etgen” (hem de tarîkatı doğru nakleden), “hakikat bâbıde ise sâliklerge kılavuz” (hakikat kapısında ise dervişlere kılavuz), “ilme’l-yakînde dânâ” (yakîn ilminde bilgili), “ayne’l-yakînde bînâ” (yakîn görüşünde temel), “hakka’l-yakînde gûya” (yakîn gerçeğinden sözedeci) olan bir zat olarak zikredilir. Arslan Baba aynı zamanda “muhabbetin pazarı”, “marifetin gülzârı” ve “âşıkların sırlarının sırrı ”dır. Şemseddin Özgendî, daha sonra Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in Arslan Baba’ya, ‘mü­barek hurma’yı Ahmed’e ulaştırması için vermesini nakleder.

Sovyet döneminde, 1980 yılında -Türkistan’ın Kazakistan ola­rak adlandırılan bölgesinde oluşturulan devletin başkenti olanAlmatı’da Kazakistan Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan ve Naim Bek Nurmuhammedov’un hazırladığı ve tarafımdan Türkiye Türkçesi’ne aktarılan “Hoca Ahmed Yesevî Türbesi” adlı eserde Ars­lan Baba’nın Ashâb-ı Kirâm’ın önde gelenlerinden, ünlü bir sahâbe olan Selmân-ı Farisî18 olduğu belirtilir.

Bu önemli bilginin kaynağı Naim Bek Nurmuhammedov ta­rafından belirtilmediği gibi tarihi gerçeklik yönünden de doğru olamaz. Bu yakıştırmayı geçerli kılmak için Selmân-ı Farisî’nin üçyüz-dörtyüz, hattâ beşyüz elliüç yıl yaşadığı hakkında bazı rivayet­ler uydurulmuş, bazen de Arslan Baba’nın dörtyüz yıl yaşadığı iddia edilmiştir.

Ancak Arslan Baba’nın torunlarından olduğu yazılı soy kütüğü verileri ile sabit olan Zengî Ata’nın bölge insanlarından ‘belirgin şekilde fark edilecek kadar koyu’ bir deri rengine sahib olduğu ve Hz. Rasûlullah’ın emanetinin Selmân-ı Farisî (r.a.) tarafından Tür­kistan’da Ahmed’e iletildiği hakkındaki kaynaklar dikkate alınarak Arslan Baba’nın Selmân-ı Farisî (r.a.)’e uzanan bir soykütüğüne sa­hib olması düşünülmelidir. Bu ihtimale göre Ahmed Yesevî’ye ulaş­tırılacak “nebevî emanet” Selmân-ı Farisî (r.a.) evlâdı tarafından nesilden nesile aktarılarak nihayet Arslan Baba tarafından sahibine ulaştırılmış olmalıdır.

Ahmed Yesevî ile Arslan Baba’nın karşılaşmasını dile getiren rivayetler, tarihi gerçekliğin ötesinde içerdiği bazı hususlar itiba­rıyla dikkate alınmalıdır. Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek daha kü­çük bir çocuk olan Ahmed’i bulması ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in emanet ettiği hurmayı Ahmed’e vermesi, eğitimiyle meşgul olup irşad etmesi Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in manevî bir işaretine dayanı­yordu. Bu konudaki menkıbelerin en yaygını şöyledir:

MENKIBE

“Arslan Baba, Ashabın ileri gelenlerinden bir sahâbi idi. Bir riva­yete göre, dörtyüz sene yaşamıştı. Onun Türkistan 'a gelerek Ahmed Ye­sevî 'yi irşadla görevli olması, bir manevî işarete dayanıyordu.

Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'in gazalarından birinde, yanından bulunan ashâb-ı kirâmdan mücâhidler, aç kalarak huzuruna geldiler; biraz yiyecek istediler Çaresiz kalan Hz. Muhammed (s.a.v.) elini açıp duâ etti. Bunun üzerine Cibrîl-i Emin (a. s.). Cennetten bir tabak hurma getirip ashaba ikrâm etti. Ashâb böylece açlığını giderirken, o cennet hurmalarından bir tanesi yere düştü. Hz. Cibril (a. s.) : “Yere düşen hurmayı yemeyin; o hurma sonraki Muhammed ümmetinden Ahmed adlı birisinin nasibidir ” dedi.

Cibrîl-i Emin 'in bu uyarısı üzerine Hz. Rasûlullah (s.a.v), ashabı­na, içlerinden birisinin bu hurmayı sahibine ulaştırma görevini üzerine almasını teklif etti. Ashâbtan hiçbiri bu göreve talib olmadı; en sonunda Arslan Baba, Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in emri yerine gelmeli düşüncesi ile bu zor görevi üzerine alabileceğini söyledi. Arslan Baba ’nın bu fedakârlığı üzerine Hz. Rasûlullah (s.a.v.) ziyâdesiyle memnun olup o mübârek hurma tanesini mübarek eliyle Arslan Baba 'mn ağzına, damağı ile yanağı arasına koydu ve Arslan Baba ve neslinden gelecek müslümanlara dııâ etti. O dua bereketi ile hurma etrafında zar şeklinde bir perde hâsıl oldu. Hz. Rasû­lullah (s.a.v), Arslan Babaya, emaneti ileteceği Ahmed Yesevî'yi nerede ve nasıl bulacağını tarif ederek, onun eğitimi ile meşgul olmasını emretti.

Bu görevlendirmenin gereğini yerine getiren Arslan Baba, asırlar sonra Yesi 'ye -yahut Sayram 'ageldi ve Hz. Rasûlullah (s. a. v.) 'in emaneti olan hurmayı sahibine iletme görevini yerine getirdikten sonra, ertesi yıl vefat eyledi. ”

Yesevîyye yolu büyüklerinden Safîyyüddîn Orun-Koylakî de, Arslan Baba’yla genç Ahmed’in ilk karşılaşmalarına ilişkin bir riva­yeti Neseb-nâme risâlesinde ayrıntılı olarak nakleder. Yesevî’nin soykütüğüne dahil olan Orun-Koylakî’ye göre, Hz. Rasûlullah Ah­med Yesevî’ye ulaştırılmak üzere Arslan Baba’ya bir hırkayla bir hurma verir ve “Bunlar, dördüncü halîfem ve amcamın oğlu Ali’nin torunlarından, Muhammed Hanefîzürriyetinden Ahmed’indir. Ba­bası Şeyh İbrâhim ve annesi Tağay Bibice, lakâbı Karasaç Ana’dır. Sayram şehrinde dünyaya gelecektir. ” diyerek Ahmed’in kim oldu­ğunu haber verir.

Hz. Rasûlullah’ın emaneti olan hurmayı alan Arslan Baba, Çehartirek vilâyetinde kırk yıl zâhid olarak münzevî bir şekilde yaşadıktan sonra manevî bir emir ile Sayram’a gelir ve Ahmed’in babası Şeyh İbrâhim’i bulur.

Hz. Rasûlullah’ın haber verdiği kişinin ailesini yakından ta­nımağa çalıştığı Ahmed isimli bu genç olduğuna kanaat getirince, yanlarına çağırır. İbrâhim Şeyh, Arslan Baba’yı sınamak için Ahmed yerine kardeşi Sadr(eddîn) Şeyh’i getirir. Arslan Baba: “Bu genç de din ve melekût yolunun başçılarından olacaktır, ama ben başka bir genci arıyorum ki, o genç din ve millet sahibi olup, bu iki çocuk arasında ferş ile arş (yer ile gök) arasındaki mesafe kadar fark vardır.” der. Bunun üzerine Şeyh İbrâhim: “Bir deli-dîvâne oğlum var, fakat o sizin övgünüze asla layık değildir... O kâh mahzun, kâh sevinçlidir, sureti insan; ama hâli ve kâli acîb ve garîbdir.” der. Arslan Baba, Şeyh İbrahim'in bu sözlerini duyunca, derhal Ah­med’in yanına gider ve Hz. Rasûlullah’ın emaneti olan ‘hırka’yV9 giydirir. Ahmed: “Cismimin mânâsını bildiren zâhirîzenginliği ver­diniz. Fakat kalbimin gıdasını temin edecek saf hâzineyi vermedi-

niz. Onun için ben kâh çamurdayım, kâh suda, kâh gam içindeyim, kâh neşeti...” der. Bunu işiten Arslan Baba Hz. Rasûlullah’ın ema> i

neti hurmayı da teslim eder ve Ahmed için dua eder.

Orun-Koylakî’nin rivayeti, Arslan Baba ile Ahmed Yesevî’nin buluşmasını babası İbrâhim Şeyh’in hayatta olduğu günlere götür­mesi ile dikkat çeker. Diğer rivayetlerde Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in emanet etmesi üzerinden dörtyüz yıl geçtikten sonra Arslan Baba Yesi’ye gelir ve okul yolunda rastladığı Ahmed’e emaneti olan “hurma”yı verir ve emaneti teslim ettikten kısa bir süre sonra bekâ âlemine göç eder.

Mezkûr rivayette yer alan Hz. Rasûlullah’ın genç Ahmed’e hurma ile beraber hırka da vermesine dair bilgi, sadece Hakîm Ata’nın yukarıda zikredilen şiirinde ve söz konusu Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin Neseb-nâme’sinde nakledilmiştir. Ahmed Yesevî’ye Hz. Rasûlullah’ın emanetleri olarak hurma ile beraber hır­ka verilmesini bazı rivayetlere dayanarak Prof. Dr. Hamid Algar da zikretmektedir.20 Bu menkıbelerdeki ‘mübârek hurma’nın sembolik bir anlamı olduğu ve ‘Muhammedî emanet’i simgelediği bellidir. Genel kabule göre “ağızda saklanan hurma” Arslan Baba tarafın­dan genç Ahmed’e verilerek tasavvufî hakikatler, Hz. Rasûlullah’ın mirası olan ledünnî ilim ve marifet nakledilmiş olmaktadır.

Rivayetlere göre Arslan Baba, ‘Muhammedî emaneti’ ilet­mek üzere Türkistan bozkırlarında yıllarca Ahmed’i arar ve nihayet verilen bir manevî verilen işarete uyarak Yesi’ye gelir. O sırada çocukluk döneminde olan -yedi yaşlarındakiAhmed’i diğer çocuk­larla oynarken bulur. Arslan Baba henüz hurmadan bahsetmeden henüz küçük bir çocuk olan Yesevî, emanetini kendisine teslim et­mesini “Eyâ aksakal, emanetimni beringiz” (=Ey ihtiyar, emanetimi verin) sözleriyle taleb eder. Arslan Baba yıllarca damakta korunan ve böylece saklanan ‘mübârek hurma’yı çıkararak ‘Muhammedî emanet’i sahibi olan Ahmed’e teslim eder. ‘Emanet hurma’yı sa­hibine teslimden sonra Arslan Baba, çocukluk çağındaki Yesevî’nin eğitimiyle meşgul olmağa başlar. Arslan Baba’nın terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî, kısa zamanda ‘manevîkemâl makâmları’m21 aşar ve gençliğinden itibaren şöhreti Yesi dışında tüm Türkistan bozkır­larında yayılmaya başlar.

Menkıbelerdeki ilgili rivayetler dikkate alınırsa, zâhirî şart­ların uyumsuzluğu hesaba katılarak Arslan Baba’nın tasavvuf ta­rihinde benzerlerine sıkça rastlanan ‘efsânevi bir kişilik’ olduğu düşünülebilir. Pek çok tarihi ve dini şahsiyetlerin menkıbelerinde olduğu gibi Arslan Baba’nın ölümünden sonra günümüze kadar ge­len bu rivayetlerde de zaman içinde, asliyetten uzaklaştırıcı bazı değişimler görülmüş olabilir. “Ashâbdan bir zat” olarak dama­ğındaki hurmayı “asırlarca” saklayıp çocukluk çağındaki Ahmed’e ulaştıran kişi; bu açıdan bakılırsa gerçek hayatı unutulmuş bir ‘ef­sane kahramanı’ olarak da algılanabilir.

Yesevîyye yolu silsilesinin dördüncü kuşak mürşîdlerinden Zengî Ata (ölümü: 1258)’nın Arslan Baba’nın soyca öz torunu oldu­ğunu kanıtlayan tarihi kaynaklar da Arslan Baba’nın insan niteliği­nin daha da net olarak anlaşılmasını sağlar. Ahmed Yesevî’nin ilk halefi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Ata’dır. Mansûr Ata’dan sonra yerine oğlu Abdul-Melik Ata(ölümü: 1218), sonra da O’nun oğlu Tac Hoca geçmiştir ki, bu ünlü Yesevî şeyhi Zengî Ata’nın babasıdır. Buna göre Arslan Baba’nın soyu; Ahmed Yesevî’nin ilk halîfesi olan oğlu Mansûr Ata (ölümü: 1197) ve onun sıralı olarak Abdul-Melik Ata, Tac Hoca, Zengî Ata gibi torunları vasıtasıyla devam etmiştir.

Yesevî pîrleri hakkındaki Müzekkir-i Ahbâb risalesi yazarı Hoca Haşan Nisârî de kendi soyunun ataları Abdul-Vehhab Hoca Süleyman Hoca, Yahya Hoca, Harun Hoca, Sadr Hoca, Zengî Ata, Tac Hoca, Abdul-Melik Hoca ve Mansûr Ata vasıtasıyla Arslan Ba­ha’ya ulaştığını söyler. Benzer şekilde Hâzinî de, Ahmed Yesevî’nin halîfelerinden Mansûr Ata’dan söz ederken kullandığı “Bu fakirin atalarından olan Mansûr Ata, Allah’tan korkanların önderi, cesur şeyh...” kelimeleriyle kendisinin de Arslan Baba’nın neslinden olduğunu kaydetmiştir.22

Arslan Baba’nın oğlu ve Ahmed Yesevî’nin ilk haleflerinden olduğu iddia edilen Mansûr Ata (ölümü: 1198) hakkında bulunacak belgeler Arslan Baba ailesinin Türkistan’ın manevî hayatındaki ye­rini daha da açık olarak ortaya çıkaracaktır. Hâlen Otrar yakınların­daki türbesinde bütün Türkistanlılar tarafından ziyaret edilmekte olan Arslan Baba ve 1259 yılında Şaş (=Taşkend) yakınlarında Zengî Ata köyünde vefat edip defnedilen torunu Zengî Ata, bu silsilenin maddi geçerliliği hakkında yeteri derecede fikir vermektedir.

Bu tarihi tanıklıkların açıkça gösterdiği gibi Arslan Baba, Ah­med Yesevî’nin ilk mürşîdi olması yanı sıra -evlenip çoluk-çocuğa karışmış ve torunları vasıtasıyla Türkistan’ın manevî coğrafyasını şekillendirmişgerçek bir Allah dostudur. Arslan Baba, rivayet­lerde dörtyüz yıl yaşamış bir zat olarak efsanevi bir kimlikle kar­şımıza çıkarken Yesi yakınlarındaki Otrar şehrinde adına yapılmış türbesinin mevcudiyeti, Arslan Baba’nın tarihteki fizikî varlığının kesin kanıtıdır. Moğollar tarafından yerle bir edilen bugünkü Kaza­kistan’ın Otrar şehri kalıntılarının yanındaki Arslan Baba türbesi, O’nu efsanevi bir şahıs olarak algılamanın geçersizliğinin somut bir göstergesi olarak bugün de ayaktadır.

Bu feyz kaynağı türbeyi ziyaret edenler açıkça fark edecek­lerdir ki, Arslan Baba, yeryüzünde yaşamış ve her insan gibi ölü­münden sonra toprağa verilmiş, daha sonra üzerine bir türbe inşa edilmiş ‘ete-kemiğe bürünmüş’ bir ‘ademoğlu’ idi. Özellikle türbe girişinde yer alan diğer üç kabirde yer alan kişilerin Arslan Baba’nın halîfeleri olduğuna ilişkin rivayet Arslan Baba’yı bir efsane olmak­tan çıkartır. Hele de mürşîdleri Arslan Baba’nın ayakucunda asır­lardır bekçilik yapan -ve uydurma birer isim olmadıklarıhemen anlaşılan dervişlerin ilginç isimleri bu konuda en ufak bir şüphe bırakmaz: ŞirMambet Bâb, Karılgaç Bâb, Laçın Bâb... yani sırasıyla Arslan Muhammed Baba, Kırlangıç Baba, Şahin Baba...

Arslan Baba Türbesi

Arslan Baba’nın tarihî Otrar şehri yakınlarındaki türbesi de Emîr Timur tarafından inşa ettirilmiştir. Yesi’nin güneyinde yer alan ve Moğollar tarafından yağmalanıp toprak altına gömülen son­ra Otrar şehri, günümüzde Emîr Timur’un ölümüne tanıklık etmiş bir harabeler yığınından ibarettir. Emîr Timur tarafından inşa etti­rildikten sonra tabiî etkilerle yıpranan Arslan Baba Türbesi, Kazak hanları tarafından tamir ettirilmiştir.

Bugün Türkistan’da halk arasında yaşayan menkıbeler dikka­te alınarak hâlâ Ahmed Yesevî türbesi ziyarete edilmeden önce 70 km. mesafede olan Otrar yakınındaki Arslan Baba türbesinin ziyaret edilmesi yaygın bir uygulamadır. Bu türbe ziyaret edilmeden Yesevî türbesinin ziyaret edilmesi yöre halkı tarafından hoş görülmez. Bu hassasiyet, menkıbelerle nakledilen sözlü rivayetlerin halk bilin­cinde nasıl yer edip kök saldığının somut bir örneğidir. Bu hassas davranışın gerekçesini yansıtan rivayet, Arslan Baba’nın türbesinin yapımını da Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerametine dayandırır:

MENKIBE

“Emîr Timur manevî yönden saygı duyduğu Ahmed Yesevî’nin makâmı üzerinde şanına lâyık bir türbe yaptırmaya niyet eder Yesi 'deki Ahmed Yesevî kabri odak alınarak yapılmağa başlanan türbenin temelleri üzerinde duvarları yükseltilmeğe başlandığında garîb bir durum ortaya çıkar Duvar ustaları temeller üzerine ördüğü tuğla duvarlar her gece yerle bir olmaktadır Bu yüzden ertesi gün duvar yapımına yeniden sıfırdan baş­lanması gerekmektedir Bu durumun türbe inşaatını olumsuz etkileyeceğini ve tamamlanmasının gecikmesi nedeni ile Emîr Timur 'un gazabına uğra­yacaklarından korkan ustalar çaresiz kalınca geceleri duvarların nasıl yı­kıldığını anlamak için bir gece pusuya yatarlar Gece karanlığı çökünce iri bir beyaz bir öküzün aniden belirerek boynuz darbeleri ile yükseltilen duvarları yere indirdiğini görerek şaşırırlar Bunun sebebinin ne olacağını danıştıkları bir velî, Arslan Baba kabri imar edilmeden kendi kabri üzerin­de türbe inşa edilmesine Hazret Sultan Yesevî hin razı olmadığını söyler

Bu sırada Emîr Timur da bir gece rüyasında Ahmed Yesevî 'ye türbe yaptırmasından önce mürşidi Arslan Baba ’mn türbesini inşa ettirmesi ve daha sonra Yesevî külliyesi inşaatının sürdürülmesi gerektiği bildirilir Bu durum üzerine Emîr Timur önce Arslan Baba türbe yapılmasını ve sonra­sında Ahmed Yesevî külliyesi inşaatına devam edilmesi emrini verir ”

Arslan Baba hakkındaki yazılı kaynaklardan olan olarak de­ğerlendirilebilecek Dîvân-ı Hikmet’te yer alan bir hikmette de bu olağanüstü öykü anlatılır ve bu hikmette nakledildiğine göre Ah­med, Arslan Baba’ya hurmayı kendisine vermekle görevinin bitme­diğini ve asıl ‘kalbinde olan öz’e talip olduğunu ifade eder. Dîvân-ı Hikmet’te Yesevî’nin Arslan Baba ile ilişkisine dair “yedi yaşında Arslan Baba ile karşılaşma”, “Hz. Rasûlullah’ın emaneti olan hur­mayı Arslan Baba’dan alış” , “binbir zikiri öğrenme” gibi konularda hayatına ışık tutan işaretler yer alır. Dîvân-ı Hikmet’te de “Kabızü’l-ervah’ın Arslan Baba’nın canını aldığı, hurilerin ipek kefen biçtikleri, yetmişbin meleğin gelip onu Cennet’e götürdükleri” de yazılıdır. Bu ibarelerin somut gerçeklikleri yanı sıra; ledün ilmini alış, zikr dersi tarifi, irşad makâmına yükselme gibi işarî ve sem­bolik anlamları olduğu tasavvufî rumuzlara âşinâ olanların kolayca fark edebileceği mecâzî yönleri vardır. Bu mısralarda, Arslan Baba, bir “velî” ve Yesevî’nin ilk mürşîdi olarak anlatılmakta, çocuk yaş­taki Ahmed ile yakından ilgilendiği dile getirildikten sonra vefatın­dan önceki vasiyeti ve vefatında yaşanılanları dile getirilmektedir.

Arslan Baba’nın Hazret Sultan Yesevî’nin akrabası -hattâ öz amcasıolduğunu iddia eden rivayetlere halk arasında rastlanmakta ise de önemli kaynakların hiçbirisinde bu yönde bir kayıt olma­ması gerçek olabilme ihtimalini oldukça zayıflatmaktadır. Bu du­rumda Ahmed Yesevî’nin önde gelen halîfelerinden Mansûr Ata’nın Yesevî’nin öz yeğeni olması gerekirdi ki böyle bir durumun, Yesevî­lik ile ilintili en küçük bir ayrıntıyı dahi kaydeden Yesevîlik tarihine not düşenlerce kaydedilmemesi mümkün değildir.

Ayrıca Ahmed’i arayan Arslan Baba’ya, babası İbrâhim Şeyh’in diğer oğlu Hâce Sadr(eddîn)’i gösterip sınaması rivayeti de dikkate alınmalıdır. 17. yüzyılın tanınmış Yesevî sûfîlerinden Âlim Şeyh de, Yesevîlik ile ilgili Lemehât min nefehâti’l-kuds isimli ese­rinde, Ahmed Yesevî’nin henüz çocukken, Arslan Baba’nın nazarına mazhar olduğunu, ondan tâlim ve terbiye gördüğünü ve o zâtın tav­siyesiyle Hoca Yûsuf Hemedânî’nin hizmetine girdiğini kaydetmiş­tir. Bazı farklı kaynaklarda Yûsuf Hemedânî yanı sıra Sühreverdîyye tarîkatının kurucusu Ebû Hafs Ömer Sühreverdî (ya da Ebû’n-Necîb Sühreverdî)’ye intisab edip icâzet23 aldığı da kaydedilmiş ise de, tasavvuf tarihçilerinin ortak kanaati Yesevîyye silsilesinin Yûsuf Hemedânî’den devam ettiği şeklindedir.

4.               Buhara’da Kimler Yetişti Kimler...: Yûsuf Hemedânî Ocağı

Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın daha önceden verdiği bir işarete uyarak, Arslan Baba’yı toprağa verdikten bir süre sonra, Türkistan’ın en önemli ilim merkezlerini barındırmakta olan Mâverâünnehir’e gider. Hicretin 3. yüzyılından itibaren Türkistan ve diğer ülkelerden gelen öğrenciler, Semerkand ve Buhara medre­selerinde çeşitli İslâmî ilimleri tahsil ediyorlardı. O tarihlerden itibaren “İslâm Kültür Merkezi” halini alan medreseleri barındı­ran Buhara ve Semerkand gibi Türkistan şehirleri, din âlimlerine saygıda kusur etmeyen Karahanlılar ve Türkistan’dan yola çıkarak Anadolu’yu İslâm’a açacak olan Selçuklular -ve hattâ Osmanlılarnezdinde özel bir yere sahip oldu.

12. yüzyılda Karahanlıların siyasî egemenliği altında bulunan Buhara şehrinde, Burhanoğulları unvanı olarak bilinen ve ‘Sadr-ı cihan’ olarak tanınan zengin bir aile etkindi. İlim hâmisi olarak tanınan bu ailenin kurucusu olan Burhaneddîn Abdul-Azîz ibn Ömer, Hanefî mezhebine mensub bir âlim olduğundan İmam-ı Azâm Ebû Hanife’den esinlenerek “İkinci Numân” (= Numân-ı Sânî) olarak ta­nınmıştı. Karahanlılara bağlı olmakla beraber, adeta müstakil bir hükümdar gibi yaşayan Burhaneddîn Abdul-Azîz’den sonra yerine, oğlu Hüsameddîn Ömer geçti ve 1143’de Kara Hıtaylar (Moğollar) elinde katledilinceye kadar Buhara egemenliğini elinde tuttu. Sul­tan Melikşah’dan sonra Mâverâünnehir ve Horasan’ı Selçuklu dev­letinin siyasî egemenliği altında birleştirmiş olan Sultan Sencer (ölümü: 1157) vefat edince bölgede Hârezmşâhlar, bir İslâm devle­ti olmak potansiyeli ile güçlenmeğe başlamıştı.

Ahmed Yesevî’nin tasavvufî kimliğinin olgunlaştığı 12. yüzyıl­da Sâmânoğulları devrindeki siyasî önemini yitirmiş olan Buhara, buna karşın İslâm ilminin Mâverâünnehir’de en önemli merkezi ol­mak niteliğini hâlâ koruyordu. Buhara medreseleri, İslâm dünyası­nın ve özellikle Kazan’dan Kaşgar’a Türk yurtlarının her tarafından gelen öğrenciler ile dolu idi. Bu öğrenciler Buhara medreselerinde tefsir, hadis ve fıkıh başta olmak üzere bütün İslâmî ilimleri en ileri düzeyde tahsil ediyorlardı. Abartılmış bir rivayete göre bu dö­nemde Buhara medreselerinden eğitim alan fakîh sayısı altıyüzbini bulmuştur. Ahmed Yesevî böyle bir dönemde Mâverâünnehir’e gelir ve devrin en önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Yûsuf Hemedânî’ye ulaşarak irşad halkasına katılır ve tasavvufî şahsiyeti nihai kemâlini kazanır.

Menâkıb kitapları Ahmed Yesevî’nin Arslan Baba’nın vefa­tına yakın verdiği işaretle Buhara’ya giderek oranın en tanınmış mürşîdi Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye intisab ettiğini ve onun ölümü­nü müteakip bir süre Buhara’da halkın tasavvufî yönden irşadı ile meşgul olduktan sonra, bütün dervişlerini halefi olan Abdul-Hâlık Gucduvânî’ye ısmarlayarak atayurdu olan Türkistan’a döndüğünü ve Yesi’ye geldiğini ittifak halinde kaydetmiştir.

Yûsuf Hemedânî’nin ‘Gezici Üniversite’si

Yûsuf Hemedânî’nin tam künyesi Ebû Ya’kub Yûsuf b. Eyyub ibn Yûsuf b. Haşan b. Vehre olup Hemedân’ın Buzencird kasabasın­da, 1049 yılında üç kuşaktan beri İslâm’ı kabul etmiş bir Mecusî ai­lesinin çocuğu olarak doğmuştur. Genç yaşlarında Bağdat’a gelerek Ebû İshâk Şirazî medresesine öğrenci olan Yûsuf, kısa sürede mü­derrislerin takdirini kazanır. Bağdat’taki tahsilinden sonra gittiği Isfahan ve Semerkand’da zamanının önde gelen muhaddislerinden hadis tahsil eder.

İslâm’ın zâhirî ilimlerinde kazandığı büyük mertebeden son­ra, sûfîyâne mizacının eğilimi ve dervîş gönlünün şevki ile zâhir yolunu bırakıp, zamanın en önemli mürşîdlerinden Şeyh Ebû Alî Farmedî’ye bîat (=bey’at)24ederek tasavvuf yoluna girer. Ayrıca o devrin önde gelen sûfîlerinden Abdullah Cuveynî ve Haşan Semnanî ile de sohbet ettiği rivayet edilir.

Yûsuf Hemedânî’nin mürşîdinin mürşîdi olan Ebû’l-Hasan Harakânî’yi de gördüğü rivayet edilmişse de Harakânî’nin 1034 yılın­da vefat ettiği dikkate alınırsa bu rivayet tarihî gerçeklere uygun düşmemektedir.

Yûsuf Hemedânî tasavvuf yoluna girip ibâdet ve riyâzet25 ile nefs26 mücâhedesini tamamladıktan sonra; Irak, Horasan, Mâverâün­nehir bölgelerinde Bağdat, Nişâbur, Semerkand gibi şehirlerde halkı irşad ile meşgul olmuş, uzunca bir süre de Buhara’da kalmıştır.

Yesevîyye tarîkatı silsilesinde olduğu gibi Nakşbendîyye tarîkatının ‘altın zincir’ (= sitsite-i zeheb) olarak ünlenen silsilesinde de yer alan Yûsuf Hemedânî, Allah yolunda hizmet için -genellikle ‘Emîr’lerinin daveti ileMerv, Buhara, Herat, Semerkand gibi bü­yük Türkistan kentlerini dolaşarak halkı irşada ve böylece insanları kemal yolunda ilerletmeğe çalışmaktaydı. Muhtemeldir ki Ahmed Yesevî de diğer önde gelen mürîdler gibi şeyhi Yûsuf Hemedânî ile birlikte Türkistan’ın çeşitli yerlerini dolaşmıştır.

İrşad faaliyetleri ile bütün Horasan ve Mâverâünnehir böl­gesinde şöhret bulan Yûsuf Hemedânî’nin en çok bulunduğu şehir, tekkesini de kurduğu yer olan Merv’dir. Merv şehrindeki Hemedânî dergâhının -aşırı bir övgü ile‘Horasan’ın Kâ’besi’ sayılacak kadar tanınmış olduğu bildirilmektedir.

İlim ve fazlı ile, gösterdiği kerâmetlerle o zamanki İslâm âleminde büyük bir şöhret kazanan Yûsuf Hemedânî, 1122 yılında Bağdat’a geldi; Selçuklu veziri NizâmüTMülk’ün eseri olan ünlü Nizâmiye Medresesi’nde, her taraftan koşup gelen seçilmiş bir top­luluk karşısında vaaz ve sohbet etti.

MENKIBE

“İbni Hacer Mekkî rivayetine göre, Ebû Said Abdullah ve İbnüs-Sakka ilim öğrenmek için Bağdat 'a gelmişler ve şeyh Yûsuf Heme­dânî 'nin Nizâmiye Medresesi 'nde vaaz ettiğini duymuşlardı. İbnu 's-Sekka: “Ona cemaatinin önünde öyle bir soru soracağım ki cevabını veremeye­cek... ” dedi.

Bağdat'taki bir vaazı esnasında İbnu's-Sakka, ayağa kalkıp Yû­suf Hemedânî 'yi zor bir duruma düşürmek için çetrefil bir fıkhî meseleyi sordu. Yûsuf Hemedânî sorulan meseleyi yanıtladıktan sonra öfkelenerek “Otur, senin kelâmından küfr kokusu duyuyorum; muhtemel ki senin ölü­mün İslâm üzere olmaya!.. ” diye İbnu's-Sakka'yı azarladı. Rivayete göre İbnu's-Sakka Bağdad'a gelen bir Bizans elçisi ile buluşup görüştükten sonra Bizans heyeti ile beraber İstanbul 'a gelerek Bizans imparatorunun huzuruna çıkarıldı ve büyük bir tören düzenlenerek hrıstiyan oldu.

Tasavvuf tarihinde İbnu 's-Sakka Kıssâsı olarak ünlenen bu rivayet ibret verici bir sonla biter Hayatını Rûm diyarında Hristiyanlar arasında geçiren İbnu's-Sakka'yı Bağdad'dan gelen müslüman tüccarlar ölüm dö­şeğinde ziyaret ettiler Vaktiyle ‘hâfız' olduğunu bildikleri İbnu 's-Sakka 'ya “Hafızanda Kur 'an 'dan hiçbir şey kaldı mı? ” diye sorduklarında, şu ibret verici cevabı aldılar: “Sadece şu âyet (Kur ’an-ı Kerim: Hicr Sûresi, 15:2. ayet) kaldı: “Kâfirler vaktiyle niçin müslüman olmadıklarına çok hayıfla­nacaklar ”27

Yûsuf Hemedânî, ömrünün son yıllarında Merv’e ve oradan da Herat’a gitti. Yûsuf Hemedânî diğer mürşîdlerden farklı olarak, insanlar arasında ‘halvet der encümen’28 kaidesini uygulayarak irşad faaliyetini sürdürmüştür. Uzunca bir süre Herat’ta kaldıktan sonra, şehrin önde gelenlerinin ısrarlı talebi ile tekrar Merv’e dön­dü. Bu şekilde birkaç kez Herat ve Merv arasında gidip gelerek etrafında oluşan ilim halkası ile adeta bir ‘gezici üniversite’ oluş­turdu. Birçok yerleşim yerlerine seferler yaparak ayaklarına kadar gittiği mürîdlerin eğitimini üstlenmiştir. Rivayetlere göre bu irşad faaliyetleri sayesinde dokuz bin şaman veya diğer din mensubu sa­mimi yaklaşımı ve etkili sohbetleri sonunda İslâm ile şereflenmiştir.

Hayatının son senesi olan 1140 yılı Ekim-Kasım’ında yine bir Herat-Merv yolculuğu sırasında Merv’e dönerken, Bamyân kasa­basında son nefesini alarak ruhunu teslim etti. Bir rivayete göre, kısa süre sonra mürîdlerinden İbnu’n-Neccâr, Yûsuf Hemedânî’nin cesedini Merv’e naklederek yeniden defnetmiştir. Bugün kabri üze­rindeki türbenin Merv şehri yakınlarındaki Bayram Ali kasabasında bulunması ve bölgede egemen olan Sultan Sencer’in Yûsuf Hemedânî’ye bağlılığının belgelenmiş olarak biliniyor olması bu rivayeti güçlendirmektedir.

Tarihi kaynaklarda kaydedildiğine göre devrin Selçuklu Hanı Sultan Sencer, Yûsuf Hemedânî’ye bağlılığını her vesileyle gös­termiştir. Bu bağlılık ölümle bile sona ermemiştir; Muhtemel ki üzerindeki Sultan Sencer’in idare merkezi Merv’e çok yakın olan türbesinin yapılması talimâtı Sultan Sencer tarafından verilmiştir. Bugün hem Sultan Sencer’in kabri hem de Yûsuf Hemedânî’nin tür­besi halen Türkmenistan sınırları içinde kalan Merv şehrindedir.

Şeyh Yûsuf Hemedânî, eski Hind ve İran akidelerini İslâm esas­larıyla te’lif ve te’vile çalışan İran mutasavvıflarından değildi. Ehl-i sünnet anlayışının Hanefî mezhebinin takipçisi olan ve Hz. Rasûlul­lah ve ashâbının yolundan gitmekteki hassasiyeti ile ünlenen Yûsuf Hemedânî bütün ömrünü ilim ve tasavvuf yoluna hasretmişti. Her seviyeden halka İslâm esaslarını ve şeriatı hayata uygulama incelik­lerini öğretir, mürîdlerine zühd ve takva, riyâzet, nefse hâkimiyet ile nefs-i emmâreyi aşma yollarını gösterirdi. Hz. Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâbının yolundan zerrece ayrılmaz, İslâmî kuralları tevil ederek sulandırmazdı. Kelimenin bütün anlamıyla, İslâmî ilimlerde çok de­rinleşmiş bir muhaddis olduğu için, Kur’an-ı Kerim ve Nebevî Sünneti herşeyin üstünde tutuyor ve âyetlerde te’vili, ancak şerî’atın kabul edebileceği daireden öteye götürmezdi.

Şeriat hükümlerine ve Nebevî sünnete aşırı denebilecek ölçü­de bağlılığı, İslâmî ilimlerdeki kudreti ile devrinde etrafında büyük saygı halesi oluşan Yûsuf Hemedânî dünyaya gözlerini kapadığı za­man, arkasında bıraktığı ledünnî miras halîfelerine intikal etmiş ve bu büyük sûfîler de, kısa sürede manevî bir yetkinliğe ulaşmışlardır.

Alîşir Nevâî ’nin “Nesâyimu’l-muhabbe” eserinde ise zâhir ve bâtın29 ilimlerine sahib ‘zül-cenaheyn’ bir âlim, ârif-i billah, İh­san makâmına yükselmiş bir ermiş, kerametleri zâhir ve manevî makâm sahibi bir mürşîddir.

Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî adlı risa­lesinde Yûsuf Hemedânî’nin hayat öyküsünü ve özelliklerini samimi ifadelerle kaydederek birçok bilgi vermiştir. “Makâmât-ı Yûsuf He­medânî” risalesinde portresi, helal lokma konusunda hassas, güzel ahlâka sahib, tevazu ve takva sahibi, sünnet-i nebeviye aşırı bir hassasiyet ile dikkat eden, ilim ve irfanda kemal mertebesine ulaş­mış, ilahi feyzle dolu, Hak aşkıyla coşkulu olan, her sınıftan insan­lara ve tüm mahlûkata karşı şefkatli ve hayatının her anını İslâm’ın tebliğine hasretmiş bir mürşîd-i kâmil olarak çizilir. Semanî’nin gözlerimiz önünde biraz sisli bir surette canlandırdığı âlim-mutasavvıf Hemedânî tablosu, bu bilgiler sayesinde çok açık, canlı bir şekil alır ve Yûsuf Hemedânî, yalnız fizikî siması ve şahsi özellikleri ile değil, menkıbelere yansıyan ruhanî derinliğiyle de görülür.30

MENKIBE

“Yûsuf Hemedânî uzun boylu, çiçek bozuğu, uzun kumral sakallı, zayıf bir adamdı. Daima yünden ve yamalı elbise giyerdi. Selmân-ı Fa­risî (r.a.) 'in asası ile sarığı kendisinde idi. Hanesinde hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka birşey yoktu. Fakr sahibi olmak eğilimin­de idi. Dünya işlerine ve dünyalığa önem vermez, sultanların sarayına ve zenginlerin evlerine gitmezdi; eline geçenleri muhtaçlara verir, kimsenin sadakasını kabul etmezdi. Altın ve gümüş eşya kullanmaz, fakirlere zengin­lerden daha fazla itibar ederdi. Yetmişbeş sene mücerred (=bekâr) yaşa­dıktan sonra evlenmiş ve saliha bir hanım olan eşi de kendisinden kırk gün önce vefat etmiştir

Muhatabı olan herkese çok iltifat eder, halîm ve merhametli dav­ranır, konuklarına kendi bölgelerindeki diğer dervişlerin halini sorardı. Hazret-i Hızır (a.s.), daimî sohbet arkadaşı idi. Her aybaşında Semerkand mollalarını dergâhına davet ederek şeri 'at sohbeti yapardı. Sohbetlerin­de daima Çehar-yâr-ı güzîn 'in menkıbe ve faziletlerinden bahsederdi. İs­lâm 'ın bütün esaslarını te 'vilsiz kabul etmişti ve daima riyâzet ve mücâhede hâlinde bulunurdu. Hazret-i Rasûlullah (s.a..v) ve Ashâb(ra.) 'ın yolun­dan gitmeyi* riyâzet ve mücâhede ile namaz, oruç, zikr konusunda hassas olmalarını mürîdlerine tavsiye ederdi. Ağzından hiçbir kötü söz çıkmazdı. Arada yüzünü Hemedân 'a çevirir ve çok ağlardı. Ehl-i kıble 'den kimseyi tekfir ettiği de görülmemiştir

Kalben zikr ederken nefsini hapsettiğinden zikir sırasında çok ter­lerdi. Hergün bir miktar Kur 'an-ı Kerîm okumaya büyük önem verirdi. Yûsuf Hemedânî, Semerkand'ın Gâtfer semtinin Hoşrûd mahallesindeki evden Mescid 'ine gidinceye kadar Kur 'ân-ı Kerîm 'i hatmeder, mescidden Hâce Haşan Endakî ve Hâce Ahmed Yesevî 'nin evine kadar Bakara31 sûre­sini, mescide dönüşte de Al-i Imrân32 sûresini veya bir cüz33 Kur 'an okur­du. Şeyhimiz Yûsuf Hemedânî 'nin mescidinden bu dervişlerin evine kadar olan mesâfe yediyüz adımdan ibaret idi.

Kalbi, bütün mahlukât için derin bir muhabbetle dolu idi. Herkese karşı saygı ve mahabbet gösterir; Hıristiyan, ateş-perest demeden bütün komşu evlerine giderek İslâm 'ın yüceliğini anlatır, Hakk 'a davet ederdi. Dünyevî her sıkıntıya sabır gösterip tahammül ederdi. Ağrılara ve yarala­ra ilaç yapar, herkesin derdine derman olmağa çalışırdı. Türk veya Tacik, bütün insanlara İslâm 'ın farzlarını öğretmekten üşenmez, daima irşad ile meşgul olurdu.

504 Ramazanı 'mn onbirinci Çarşamba (25Mart 1111) günü Selçuk­lu Sultanı Sencer b. Melikşâh, Semerkand emiri Kasım Cûgî 'ye bir mektup göndererek Şeyh Yûsuf Hemedânî hakkında saygı ve bağlılık duygularını bildirerek şunları yazar: “Şeyhu 1-İslâm ve '1-müslimîn Hâce Ali b. Mu­hammed, Kadı Alâeddîn Ömer... gibi Semerkand büyüklerinin bildirdiğine göre, muhterem şeyh Yûsuf Hemedânî 'nin yaşı kemâle ermiştir Bizim o tarafa gitmeye fırsatımız yok. Zîrâ Süleymanşâh büyük bir ordu ile bu tara­fa yönelmiş. Bu yüzden Semerkand vilâyetine gidip gelemeyiz. Dervişlerin tekke masrafları için helâl yoldan ihtiyatla kazanılmış edibin dinar gön­derildi. Siz de bizim işimiz için Fâtiha okuyunuz. Tüm arzumuz, hazret-i şeyhin ahlâk ve ahvâlinin yazılıp bize gönderilmesidir Çünkü duyduğu­muza göre, hazret-i şeyhin yolu ve tavırları tıpkı sahâbenin yolu gibiymiş. Mutlaka buna önem veriniz ve duâcınızı da bu nasîb ile şereflendiriniz. ”

Hemedânî tekkesinin dervişleri için edibin altın gibi önemli bir meblağın gönderilmesi ve “Ashâb-ı Kirâm 'ın yollarından ayrılmayan bu büyük Şeyh 'in hayat tarzını yazarak bildirmelerini ve Şeyh 'den karşılığın­da kendisi için sadece Fâtiha34 niyâz35 edilmesi dikkat çekicidir.

Bu talep kendisine iletildiğinde Şeyh Yûsuf Hemedânî, mürîdleriyle görüşmek üzere Abdullah Berakî 'nin hanesinde idi. Haşan Endakî, Ah­med Yesevî, Hâce Şâh Gâtferî ve Abdul-Hâlık Gucduvânî ve daha başka mürîdler de orada hazırdılar Şeyhleri olan Yûsuf Hemedânî'nin huzûruna girerek Selçuklu Sultanı Sencer ibn Melikşâh 'ın talebini anlattılar: Fâtiha arzusunu şeyhe arzettiler.

Bunun üzerine Yûsuf Hemedânî, rica edilen iş için bir Fatiha oku­du. Sonra tevazû ile şöyle buyurdu: “Ey dervişler! Bizde sehv ve hatâdan başka ne zuhûr etmiştir ki, onu Sultan Sencer 'e gönderebilelim? ” Bunun üzerine Hâce Alyâne: “Efendim! Dervişlerin sizden istediği, onlara müsaâde etmenizdir”, deyince, dervişlerinin ısrarı üzerine “Bizden, Allah Rasûlü 'nün şeriatına, Şerail-i Nebevî 'ye uygun bizde ne gördüyseniz Sul­tan Sencer 'e yazınız! ” buyurdular Bu izne dayanarak, dervişler mürşîdlerinin halini anlatan bir mektub yazıp elçi ile gönderdiler ”

Yûsuf Hemedânî Silsilesi

Tarikatların kurum kimliği kazanmasında önemli bir yeri olan silsile konusu da Yûsuf Hemedânî’nin önem verdiği bir husustur. Hazini, Menbâü’ul Ebhâr kitabında Yesevîlik’i Hz. Ebûbekir’den ge­len bir tarîkat olarak gösterir ve silsilesini şu şekilde verir.36

Hz. Muhammed > Ebû Bekiri’s-Sıddîk > SelmânüTFârisî > Şeyh Ebû’1-Kâsım-ı Nebîre > İmâm Ca’fer-i Sâdık > Sultânü’l-ârifin Bâyezîd-i Bistâmî > EbûTHasan Harakânî > EbûTKâsım Gürgânî > Ebû’l-Ali Farmedî> Yûsuf Hemedânî...

Yûsuf Hemedânî’nin kendi ağzından sıraladığı silsile ise -sa­dece EbûTKâsım Gürgânî atlanarakhemen hemen aynı isimleri içerecek şekilde aşağıdaki menkıbe ile nakledilmiştir:37

MENKIBE

“Yûsuf Hemedânî her fırsatta ziyaret ettiği Semerkand'da Şah-ı Zinde kabristanında bulunan Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in amcasının oğlu Ku­şem ibnAbbâs (ra.) 'ın makamında şöyle buyurdular:

“Kim ki bu yol üzere amel eder ve ona sarılırsa, şüphesiz tüm ka­ranlıklardan emin olur ve bid'at denizinin dalgasından kurtulur”. Sonra şöyle buyurdular: Ey Abdulhâlık! Bilesin ki, Hak yolunun yolculuğu yani sülük iki kısımdır: Sülûk-i zâhir ve sülûk-i bâtın. Sülûk-i zâhir, dâimâ İlâhî emir ve yasaklara riayet etmek, imkân ölçüsünde dînî ölçüleri muhâfaza et­mek ve nefsin arzularından kaçınmaktır İkinci kısım olan sülûk-i bâtın ise, kalbi temizlemeye çalışmak ve nefsânî kötü sıfatları yok etmek için gayret sarfetmektir Bâtın temizliği dedikleri işte budun Kalp zikrinde sınırsız bir çaba ve azim gerekir ki, kalp Hak Teâlâ 'yı zikreder hâle gelsin.

Bu zikir telkini önce Hz. Ebû Bekir (ra) 'ın kalbine, ondan Selmân-ı Fârisî'ye, ondan Cafer-i Sâdık'a, ondan Sultanü'1 Arifin Bâyezîd'e, on­dan Şeyh Ebû '1-Hascın Harakânî'ye, ondan büyük şeyh Ebû Ah Farmedî Tûsî'ye ve ondan da bize ulaşmıştır.

Bunu söylediler ve mübârek başlarını öne eğip öğle ezanına kadar böyle durdular Öğle namazını kılınca şöyle buyurdular: Ey dervişler! Bu silsilede her ne kadar bu efendilerden başka azîz insanlar var idiyse de, özellikle bunların seçilmesinin sebebi, onların mükâşefe ve müşahedede (kalp gözüyle görmede) bu silsilenin önde gelen şahsiyetleri olmaların­dandır

Sonra mübârek yüzlerini bu fakire çevirdiler ve inci saçan mübârek sözleriyle dediler ki: Ey Abdul-Hâlık! Büyük şeyh Ebû Ali Farmedî dün­yadan âhirete göçtükten sonra (ölümü: 1084), bana şeriat ve tarikatta bir problem zuhûr edince, onun rûhânîyetinden (Tibyân nüshasında: HamîdüddînMultânî'nin rûhânîyetinden)yardım istiyordum ve o anda şeyh haz­retlerinin rûhânîyeti o meseleyi çözüyordu. Bu yolda büyük hâce Ebû Ali Farmedî 'den bize ulaşan irfânı ve maneviyâtı, tarikat sâliklerine ve Hak dergâhının muhtaçlarına ulaştırıyorum. ”

Yukarıda verilen Hazîni’nin, Menbâü’ul Ebhâr kitabında kay­dedilen silsiledeki isimlerden EbûTKâsım Gürgânî isminin özel bir önemi vardır. Bu isim vasıtasıyla Ebû Osman Mağribî üzerinden Cüneyd-i Bağdadî’ye manevî olarak vâris olduğu gösterilen Yûsuf He­medânî, Hz. Alî (k.v./r.a.) ile de irtibatlandırılmış olmaktadır.

SeyyîdüTKâinat Muhammed Mustafa > Ebû’l Haseneyn İmam AlîyyüTMurteza > Hasan-ı Basrî > Habib-i Acemî > Davûd et-Taî > Maruf el-Kerhî > Sırri’s Sakatî > Seyyîdü’t Tâife-i Sûfıyye Cüneyd-i Bağdadî > Ebû Osman Mağribî > Yûsuf Hemedânî...

Yûsuf Hemedânî Mirası

Ahmed ibn Celaleddîn Kaşanî, Yûsuf Hemedânî’nin halîfeleri hakkında şu bilgiyi veriyor:

“Ey azîzler, biliniz ki Hoca Ebû Yûsuf Hemedânî Hazretleri’nin dört halîfesi vardı: Birincisi can-nişîni bulunan Abdullah Berakî Hazretleri’dir ki, kabr-i şerifleri Buhara’da Gül-âbâd kapısı dışında, Şuristan tepesinin üzerinde, Hoca İshâk Gül-âbâdîkabrine yakındır.

İkinci halîfe Buhara’ya altı fersah, mesafede bir karye olan Endak’tan olan Hoca Haşan Endakî’dir ki, istiğrak âleminde garîk idi ve kabri de yine Hoca İshâk Gül-âbâdî kabrine yakındır.

Üçüncüsü Ahmed Yesevî’dir ki, kerâmât ve hârik (=kerâmet ve harikulade haller) âdetlerinden idi ki, her kim hulûs-i niyyetle (= halis bir niyetle) kendileri ile müşerref olursa ehlullah’tan olur­du. Nasıl ki: “Niyyatm (niyetler) koldaşın” buyururlardı; 1166’da bu dünyadan gittiler. Kabr-i mübarekleri (= kutlu kabri) Türkis­tan’dadır, asitân-ı alîleri (= yüce dergâhları) kesîrü’l-feyz (= çok feyizledir”.

Yûsuf Hemedânî vârislerinin görevlendirilmeleri sırasına va­rıncaya kadar ayrıntılı olarak belirlenmesi, Gucduvânî’nin Makâmât Risalesi’nde şöyle nakledilir. Abdul-Hâlık Gucduvânî, Yûsuf Hemedânî’ye kendisinden sonraki halîfeleri sormuş ve şu cevabı almıştı:38

MENKIBE

Yûsuf Hemedânî her fırsatta ziyaret ettiği Semerkand'da Şah-ı Zin­de kabristanında bulunan Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in amcasının oğlu Kuşem ibn Abbâs (ra.)'ın makamında. (...) şöyle buyurdu: Ey Abdulhâlık! Tıpkı benim, Hâce Ebû Ali Farmedî'nin dördüncü halîfesi oluşum gibi, sen de benim dördüncü halîfem olacaksın. (Farmedî 'nin dört halîfesi: 1. Abdullah Şîrâzî, 2. Hâce İshâk Fahr-i Nasrâbâdî, 3. Hâce Hamîdüddîn Multânî, 4. Hâce Yûsuf Hemedânî. bkz. Makâmât (Tibyan içinde), I, 380a). Baktım ki gözleri dolmuştu. Sonra ben sordum: Sizden sonra halîfe kim olacak?

Hz. Şeyh Yûsuf Hemedânî şöyle buyurdular: Bizden sonra yerimize, halîfem Hâce Abdullah Berakî (ya da Berakî) geçecek, ondan sonra Hâce Haşan Endakî, ondan sonra da Hâce Ahmed Yesevî. halîfem olacaktır Hi­lafet nöbeti Ahmed Yesevî 'ye eriştikten bir süre sonra, O Türkistan iline sefer edecek ve Hâce Ahmed Yesevî Türkistan diyârına gidince halîfe sen olacaksın! ”. Gerçekten de vefatından sonra sırasıyla bu dört seçkin müridi postnişin oldular

Yûsuf Hemedânî’nin Vefatı:

Yûsuf Hemedânî’nin vefatı sırasında yaşananlar yakın mürîdleri tarafından kaydedildiği için günümüze intikal edebilmiştir.39

MENKIBE

“Hazret-i Şeyh Yûsuf Hemedânî’nin vefâtı hicretin 535. yılında Muharrem ayının 28. Perşembe günü (12 Eylül 1140) idi. Vefat edeceği gün öğle namazını kıldılar Sırtlarını mescidin mihrâbına dayayıp yakın mürîdlerine gasli için su ısıtmalarını emretti: “Su ısıtın! ” dediler Mürîdler ağladılar

Sonra şeyh hazretleri yüzünü dört halîfesine -Abdullah Berakî, Ha­şan Endakî, Ahmed Yesevî ve bu fakîr Abdul-Hâlık 'ave orada hazır bu­lunan diğer dost ve mürîdlerine çevirip dönerek şöyle buyurdular: “Biz, makâmımıza, yerimize vekîl olarakHâce Abdullah Berakî'yi seçtik, bırak­tık. Ona muvâfakat etmeniz gerekir. Ona uyunuz. Karşı gelmeyiniz. Muha­lefet etmeyiniz. İrşâd postunda hilâfet sırası size gelince güzel ve mutlu yaşayın, mürîdlere kalp zikri yapmalarını, yüksek sesle zikretmemelerini söyleyin. Sultan Sencer b. Melikşâh için yazılan âdâb ile ilgili hususları kendi mürîdlerinize ve talihlere de söyleyiniz!

Sonra şeyh hazretleri: “Hak Teâlâ 'mn öyle kulları vardır ki, onların can verişini Allah tan başka kimse bilmez” buyurup şu beyti okudular:

Senin diyârında âşıklar öyle can verirler ki

Oraya ölüm meleği aslâ sığmaz.

Sonra büyük şeyhin yüzünde bir değişiklik zuhûr etti. Hâce Abdul­lah Berakî mürîdlere baktı ve: “Siz çıkın ” dedi. Sonra şeyh: “Beni bu eve defnedin, namazımı Mescid-i Câmi 'de kılın, kızımı Seyyîd Şerefüddîn 'in oğlu ile evlendirin ” buyurdular Şeyh efendinin hanımı, kendisinden kırk gün önce vefât etmişti. Onu Çâkerdîze 'de defnetmişlerdi. Sonra şöyle bu­yurdular: “Beni Hâce Abdullah Berakî gasletsin, kabre de Hâce Haşan Endakî indirsin ”. Sonra mübârek yüzlerini Hâce Ahmed Yesevî 'ye çevirip dönerek: “Fâtır40, Yâsîn41 ve Nâziât42 sürelerini okuyun ” diye Kur 'an okumasını emretti.

O bunları söylerken Hızır, llyâs, Abdâl, Gavs ve Kutub içeri girdiler Bu erenlerin herbiri hazret-i şeyhe vedâ ettiler Sonra Hâce Hızır (a. s.) elini uzatıp şeyhe beyaz bir elma verdiler Şeyhimiz elmayı koklayıp Gavs 'a verdiler Gavs da koklayınca şeyhimiz: “Ey dostlar! Namaza hazırlanın, Allah 'ın kullarına şefkatli olun ve Gavs ’ı benim yanıma defnedin ” buyur­dular Vasiyeti bitince şeyhimizin ruh kuşu yüce âleme kanat çırptı, dostlar­dan bir feryâdyükseldi. Ahmed Yesevî’nin okuduğu hatim sona erince Hz. Pîr 'in ruhunu teslim ettiği anlaşıldı ve Hemedânî mescidinde bir feryaddır koptu. ”

Yûsuf Hemedânî’nin ölüm döşeğinde Ahmed Yesevî’ye döne­rek “Fâtır”, “Yâsîn” ve “Ven-nâziât” sûrelerini okumasını istediği rivayeti Ahmed Yesevî’nin şeyhi nezdindeki itibarını gösteren bir anekdot olarak anlaşılmalıdır.

Yûsuf Hemedânî ve Ahmed Yesevî

Ahmed Yesevî, Yûsuf Hemedânî’nin ruhanî eğitimi altına gir­diği esnada -hikmetlerinden çıkardığımız bir hüküm ileyirmiyedi yaşındadır. Ahmed Yesevî Dîvân-ı Hikmet’te, ana rahmine düşme­sinden ileri yaşlarına kadar ne gibi manevî tecellîlere mazhar ol­duğunu sûfîce bir eda ile birer birer anlatırken, “yirmialtı yaşında sevdaya düşüp, Mansûr gibi “dîdâr” için kavga ettiğini, bir Pîr’e erişememekten türlü türlü dertlere tutulduğunu ve nihayet yir­miyedi yaşında Pîr’e ulaşarak dertlerinden kurtulup o dergâha la­yık olabildiğini” söyler.43 Bir “hikmet”inin nakaratı da “Zatı Ulu Hâce’m, sığınıp geldim sana” mealindedir ki, burada söz edilen Hâce’nin Yûsuf Hemedânî olduğu tahmin edilmektedir.

Ahmed Yesevî, tarîkattaki sülük adâbını, İslâm’ın zâhirî ve bâtınî kurallarını sistematik olarak mürşîdi Yûsuf Hemedânî’den öğrenmiştir. Yûsuf Hemedânî’nin bir diğer önde gelen öğrencisi olan Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin Nakşbendîyye tarîkatının kelimât-ı kudsiyye olarak bilinen sekiz temel esasını belirlediği düşünülürse bu teorik ve sistematik eğitimin ne denli önem taşıdığı anlaşılır.

Hüsâmeddîn Sığnâkî (ölümü: 1311)’nin eseri olan ‘Yesevî Menâkıbnâmesi’nde Ahmed Yesevî’nin Yûsuf Hemedânî’ye nisbeti kendi ağzından şu şekilde dile getirilir:

Bir defasında Hâce Ahmed Yesevî buyurdular ki: “Benim, Hâce Abdul-Hâlık’m, Haşan Endakî’nin ve Abdullah Berakî’nin mânevî hâli, Hâce Yûsuf Hemedânî’nin huzûrunda tamam oldu. O’nun (Yûsuf Hemedânî’nin) mânevîhâli, Zü’l-Hayr’ın (kasdedilen kişi Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr) halîfesi olan Şeyh Zü’l-Fadl (kasdedilen kişi Ebû Ali Fadl b. Muhammed el-Farmedî (ölümü: 1084)’dendir. Bu zât, (Ebû Ali el-Farmedî), Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’dan ve diğer bazı şeyhlerden istifâde etmiştir. ”

Bu belgede adı geçen Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr cezbeli44 bir sûfî olup Mevlânâ Celâledddin Rûmi’ye atfedilen ve “Gel ne olursan ol gel...” sözleriyle hatırlanan rubaînin Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’a ait olduğu kaydedilmiştir.

Ahmed Yesevî’nin, Yûsuf Hemedânî’ye intisab ettiği şehir olarak Buhara’yı -veya daha zayıf bir rivayete göre Semerkand’ıgösteren rivayetler belgelendirilmeğe muhtaçtır. Mürîdlerinden Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin ‘Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî’ risalesin­de yazdıkları dikkate alındığında Ahmed Yesevî’nin Yûsuf Hemedânî ile zâhirî ilim tahsili için geldiği Buhara’da tanıştığı ancak silsilesi­ne intisab anlamına gelen zikir telkininin kendisine Semerkand’da yapıldığı anlaşılır.

Ahmed Yesevî’nin intisabı, Gucduvânî’nin ‘Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî’ Risalesi’nde şöyle nakledilir:45

“Ben (Abdul-Hâlık Gucduvânî) yirmiiki yaşma geldiğimde Hâce Hızır (a.s.) beni Buhara’da Hz. Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye gö­türdü. Yûsuf Hemedânî, Hızır (a.s.)’m yanında bana kalp zikrini telkîn etti. Sonra Hızır (a.s.) Hz. Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye: “Si­zin Semerkand şehrine gitmeniz gerek” dedi. Bunun üzerine Şeyh Yûsuf Hemedânî, bazı dervîşleri ile birlikte Semerkand’a geldi. Semerkand’a gelince Gâtfer semtinin Hoşrûd mahallesinde ikâmet ettiler. Üç ay sonra Hâce Haşan Endakî ve Hâce Ahmed Yesevî şey­hin sohbetine katıldılar, şeyh de onlara kalp zikrini telkîn etti. Dokuz ay sonra Abdullah Berakî geldi, mürîd oldu. ”

Ahmed Yesevî, mürşîdi ve hocası Yûsuf Hemedânî’yi ilim ve fazlıyle zühd ve takvâsıyle kendisine örnek aldı. İslâm kurallarına bağlı, ehl-i sünnet dışı eğilimlere düşman Türk hükümdârlarının hüküm sürdüğü bir devirde Yesevî de, mürşîdi gibi İslâmî ilimlerde büyük bir değer kazandı ve ilmi, zühd ve takvâsıyla o kadar tanındı ki Yûsuf Hemedânî yaşlılığında diğer üç arkadaşı ile beraber halîfeliğe seçildi. Zahir ve batın ilimlerini tekmil eden Ahmed Yesevî “irşad postunun üçüncü sahibi” olacak şekilde mürşîdi Yûsuf He­medânî’nin hilafet makâmına yükselir. İlk iki halîfe Abdullah Berakî (ölümü: 1161) ve Haşan Endakî (1073-1157)’nin vefatından sonra bir süre Hazret Sultan Yesevî Buhara’da dergâhın sorumlusu olarak irşâd makâmında bulundu.

Yesevî sûfîlerinden Şeyh Zinde Ali 1682 tarihinde kaleme alınan “SemerâtuTmeşâyih” kitabında Hoca Abdullah Berakî’nin aslen Hârezmli olup kabrinin Buhara’da olduğunu; Seyyîd Celâl Bu­har? nin kütübhanesinde Berakî’nin şeriatla ilgili “MutafuTfetâva” adlı kitabını gördüğünü kaydeder ve “HayretüTfukaha” kitabından naklen Hz. Rasûlullah’ın sakal-ı şerifine sahib olduğunu söyler.46

Ahmed Yesevî, Yûsuf Hemedânî’nin ölümünden sonra Buhara’daki dergâhın sorumluluğunu üstlenen üçüncü halef olarak bir süre Buhara’da hizmete devam eder. Yesevî’nin Buhara’lı sûfîlere rehberlik ve Mâverâünnehir’deki irşad döneminin ne kadar sürdü­ğünü bilinmemekle beraber,herhalde pek uzun olmadığını tahmin edilebilen bu devirden sonraaldığı bir işarete binaen ve şeyhi Yû­suf Hemedânî’nin vaktiyle verdiği bir işarete uyarak bütün mürîdleri Nakşbendîyye tarîkatının yıldız isimlerinden olan dördüncü halîfe Hoca Abdul-Hâlık Gucduvânî’ye bırakarak doğru Türkistan’a, ata yurdu Yesi’ye döndü. Ahmed Yesevî bundan sonraki hayatında vefat tarihi olan 1166 yılına kadar Türkistan bozkırlarına ruh vere­cek olan irşad faaliyetini Yesi merkezli olarak sürdürecektir.

Sülûkunu zamanının en tanınmış mürşîdinden tamamlayıp halîfelik postuna hak kazandıktan sonra, Ahmed Yesevî’nin niçin Buhara’da durmayarak Yesi’ye döndüğü -bazı spekülatif tahminler ötesindekesin olarak bilinmemektedir. Bu spekülasyonlar arasın­da manevî bir görevlendirme; mürşîdinin mânâ âleminden verdiği talimât gibi tahminler yer alır. Hazret Sultan Yesevî’nin ata yurdu­na dönüşün hangi tarihe rastladığına dair bile kesin bilgimiz yoksa da, Yûsuf Hemedânî’nin ilk halefi Abdullah Berakî’nin vefatından, yani 1160’tan sonra olduğu tahmin edilebilir.

Yesevîyye tarîkatının temelinde yer alan kuralların Hazret Sultan Yesevî’yle ilişkisi ve seyr47 ü sülük48 eğitimi konusundaki özel ilgisi belgelenmiş olan Yûsuf Hemedânî tarafından belirlenmiş ol­duğu kabul edilebilir. Yûsuf Hemedânî’nin Hâcegân silsilesi de de­nilen Nakşbendiyye silsilesinde de yer aldığı düşünülürse Yesevîy­ye ve Nakşbendiyye’nin ‘ortak kurucu’ Pîr’i olarak adlandırılması mümkündür.

5.                           Yesevî Söylenceleri

Bütün tasavvuf büyükleri gibi Ahmed Yesevî’nin de gerek ha­yatında gerekse ölümünden sonra gösterdiği kerâmetler hakkındaki birçok rivayet; hem halk arasında dilden dile aktarılarak, hem de menkıbe kitablarına kaydedilerek bugünlere taşınmıştır. Hazret Sultan Yesevî, yeraltı çilehanesinde49 uzun bir hayat geçirerek öl­dükten sonra da birçok kerâmetler göstermiştir. Tarih ve menkıbe kitaplarına, bu sayısız kerametlerin ancak birkaç tanesi geçebil­miştir. Bu kerametlerin, olağandışı, gerçekötesi içeriklerinin sor­gulanması yanlış olur. Burada özen gösterilmesi gereken nokta, bu rivayetlerin içeriklerden çok Hazret Sultan Yesevî’ye halk muhay­yilesinde biçilen rol olmalıdır.

Hazret Sultan Yesevî’nin sadece Türkistan’da veya Kuzey Türkleri arasında değil, bütün Türk yurtlarında çok derin ve güçlü bir manevî nüfuza sahib olduğu düşünülürse, dünyadan göç ettik­ten sonra da birçok kerametlerinin görüldüğüne ilişkin bu rivayet­lerin mahiyeti daha kolay anlaşılabilir. Sadece Kazakistan’da değil, Kırgızistan’dan Tataristan’a bütün Kıpçak bozkırlarında ve Özbekis­tan’dan Türkiye’ye bütün Oğuz yaylalarında Yesevî’ye ait menkıbe­lerin izlerine rastlamak mümkündür.

Bugün de Türkistan’a giden herkes, Yesevî kerametlerinin halk arasında nasıl canlı bir şekilde yaşadığını, yaşatıldığını ve bu rivayetlerin her geçen gün yenileri üretilerek, zenginleşerek de­vam ettiğini kısa araştırma ile hemen gözlemleyebilir. Yaygın bir örnek olarak Türkistan bozkırlarında pek çok çocuğa Sultan Ahmed, Ahmed isimleri verilmesinin çocuğun anne-babası veya bir yakını­nın rüyasına giren Hazret Sultan’ın tavsiyesi sonucu olduğunu he­men hatırlatmak isterim.

Bu bölümde Hüsâmeddîn Hüseyin ibn Alî es-Sığnâkî (ölü­mü: 1311) eseri olan “Yesevî Menâkıbnâmesi”, Osmanlı tarihçi­si Âli Gelibolulu Mustafa’nın “Künhü’l-Ahbâr”50 kitabından Doç. Dr. Ali Aktan’ın sadeleştirdiği rivayet, Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin “Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî”, Hüsâmeddîn Orun-Koylakî’nin Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından neşredilen Neseb-nâme eserlerinde kayda girmiş Yesevî kerametlerinden bazıları bu bölümde sunula­caktır. (Kazakistan’da, Özbekistan’da bulunduğum günlerde bizzat tanık olduğum güncel kerametleri ve derlediğim şifahî rivayetleri, yazılı kaynaklara öncelik vermek tercihi ile -şimdilikyayınlama­dığımı da belirtirim. H.Bice)

Öncelikle Hazret Sultan Yesevî’nin ‘Pîr-i Türkistan’ ünvânının bir yakıştırma olmayıp tarihî kayıtlardan çıkarıldığını gösteren rivayeti arz etmek isterim: Ferîdüddîn Attâr’ın Mantıku’t-Tayr ki­tabında “Pîr-i Türkistan” diye kasdettiği Türkler’in efsânevî pîri de Ahmed Yesevî’dir:

“Pîr-i Türkistan kendinden haber verdi

Dedi ki: En çok iki şeyi severim...

Hazret Sultan Hakkında Kayda Girmiş Bazı Kerametler

Hüsâmeddîn Hüseyin ibn Alî es-Sığnâkî (ölümü: 1311) eseri Yesevî Menâkıbnâmesi’nden birkaç kerâmet:51

Hazret Sultan Yesevî’, birgün, Türk meşâyıhı ile Bâğ-ı Evliya denen bağda oturmuşlardı. Dillerinden şu cümle döküldü: “Yiğit o kişidir ki teveccüh eder de bağ raksa başlar”. Sadece bu sözü söylemekle bağ raks etmeye başladı. Hâce Ahmed Yesevî dediler ki: “Ben, (sadece) bir söz söyledim, o raksa başladı. ” Bağın raksı hemen durdu. (Bu rivayetin çok benzer bir diğer örneği Şah-ı Nakşbend Bahâeddin Buharî ile ilgili olarak rivayet edilmiştir.)

Ahmed Yesevî, birgün Ferket’te iken yakınlarda vefat et­miş sûfîlerden Hâce Zekeriyyâ-yı Fâhir’in mezarını ziyâret etmek istediler. (Onlar ziyarete giderken) Ferket şehri de arkalarından geliyordu. Hazret Sultan Yesevî : “Hemen geri dön” buyurdular. Hemen şehir döndü.

Hazret Sultan Yesevî, kendisinden bîat almak isteyen Baba Muhammed Hotenî’yi onunla sohbetten önce dövdüler. Daha sonra Baba Mâçîn olarak ün kazanarak halîfesi olacak olan bu sûfînin elini boynuna bağlayıp beşyüzbir kamçı vurdular. Baba Mâçîn’in koltuk altından bir güvercin uçup gitti ve dünyayı terk etti. Baba Mâçîn dervîş olup Hâce Ahmed’in halîfelerinden biri oldular. Bu dervîşin hâli o dereceye ulaşmıştı ki, onun bir merkebi vardı. Tür­kistan kapısından Hoten kapısına kadar tezek yerine misk atardı. Hâce Ahmed onu satın aldı ve “Kıyâmet gününe kadar senin nesli­ne (vakf) olsun... ” diyerek arpa anbannı O’na emanet etti.

Hazret Sultan Yesevî şöyle buyurdu: “Rüyada oğlum İbrâhim’in öldürülmüş olduğunu gördüm. Ben, halkın cefâsını çok çektiğim için bu derecelere ulaştım. Bana yüz sene taş vurdular, sabrettim. Sabreden zafere ulaşır. ” (Yesevî’nin oğlu hakkındaki bu rüyâsının nasıl gerçekleştiğine ilişkin bir rivayet aşağıda yer almak­tadır.)

Birgün Hâce Ahmed Yesevî bir yemek pişirip mürîdlerden Hâce Dûgî’ye buyurdular ki: “Gucduvân’a gidin, Hâce Abdul-Hâlık Gucduvânî’den katık (= yoğurt) getirin.” Hâce Dûgî Gucduvân’a ulaşmadan önce Hâce Abdul-Hâlık’ın halîfesi (Gucduvânî’den sonra Nakşbendîyye silsilesini sürdürecek olan) Arif Rîvgerî, Yesi’ye katık getirip döndü. Hâce Dûgî dönüş yolunda Ârif Rîvgerî ile karşılaşıp Gucduvân’a yöneldi. (Hâce Dûgî) dediler ki: “Ârif’in işi (hâli) ben­den üstün oldu. ”

Hüsâmeddîn Sığnâkî’ye ait ‘Yesevî Menâkıbnâmesi’nde kay­dedildiğine göre Yesevî tekkelerinde kadın-erkek (birlikte) zikr ve zikir eşliğinde semâ ederlerdi. Ansızın Arab (ülkeleri) yönünden bir cemâat kırk dervişle birlikte geldiler. Ahmed Yesevî’ye: “Kadın er­kek zikir ve semâ ediyorlar, bu nasıl olur?” diye sordular. Hazret Sultan Hâce Ahmed bir ateşi pamuğa sardı, kutuya koyup ağzını ka­pattı ve onların eline verdi. Onlar kendi memleketlerine döndüler. Mısır’ın (bir) şehrinde, büyük câmide, kalabalık bir insan topluluğu içinde (kutuyu) açtılar. Gördüler ki ateş pamuğa zarar vermemiş hattâ hiç etki etmemiştir. Dediler ki: Hâce Ahmed bize bir işâret verdi yani “Bizim sohbetimizde kadın-erkek işte böyledir” (bera­ber olmaları gönüllerine zarar vermez) demek istedi. Arab şeyhle­ri: “Hâce Ahmed bizim pîrimizdir” dediler.

Hazret Sultan Hâce Ahmed Yesevî, Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin arkadaşı idiler ve Baba Muhammed Hotenî (ki ona Baba Mâçîn der­ler), Süleyman Hakîm Ata, Sûfî Muhammed Dânîşmend ve Hâce Dûgî gibi dört pîr-i kâmil ile Kâ’be’yi, Gucduvân’da tavaf ettiler. Bu olağanüstü vakıa Hüsâmeddîn Sığnâkî’nin Yesevî Menâkıbnâmesi’nde şöyle anlatılır:

Ahmed Yesevî Kâ’be-i Muazzama’ya gitmeye niyet ettiler ve buyurdular ki: “Yiğit o kişidir ki Kâ’be’yi bize getirir”. 400 velî, 400 kerâmet ehli sûfî, 400 av köpeği, 400 at ile birlikte Gucduvân’a ulaştılar. Hâce Abdul-Hâlık Gucduvânî, halîfesi Arif Rîvgerî’ye de­diler ki: “Hâce Ahmed, Mekke’ye doğru yola çıktı, şu anda Gucduvân’a ulaşıyor, O’nu karşılamaya çıkın!” Hâce Ârif hemen bir duvara binip gitti. Hâce Ahmed’e, Hâce Abdul-Hâlık’ın 400 deve ve 400 ineği kesip ziyâfet verdiğini, Kâ’be’yi de Gucduvân’a getirip hazırladığını anlattılar. Sabahleyin Hâce Ahmed, tüm Türk şeyhleri ile Gucduvân’a getirilen Kâ’be’yi tavaf etti. Türk şeyhleri, kıyâmet gününde bizden bir nişan olur diye o mahalle bir taş attılar. Bun­dan sonra Ahmed Yesevî buyurdular ki: “Ey Hâce Abdul-Hâlık! Sizin öldürücü bir müridiniz varmış. Söyleyin de O’nun hâlini görelim”. Hâce Abdul-Hâlık, halîfesi Ârif Rîvgerî’ye işâret ettiler. Hâce Ârif Rîvgerî: “Onların canını mı sökeyim yoksa atlarının canını mı”? dedi. Hâce Abdul-Hâlık: “Atlarının...” buyurdu. Ârif Rîvgerî atlara doğru bir el çırptı. Dört (dörtyüz ?) atın hepsinin boynundan kan aktı. Herkes: “Öldürücü imiş” dediler.

Ahmed Yesevî’nin Hacc’a gidip gitmediği veya kaç kez hacc görevini ifa ettiği konusunda rivayetlerin ötesinde bir bilgi Fakr-nâme risalesinde yer almaktadır. Dîvân-ı Hikmet’in basılı nüshalarının baş kısmında yer verilen bu risalede Hazret Sultan Yesevî’nin haya­tı hakkında önemli bilgiler yer alır:52 “Sultân Ahmed-i Kübrâ (= Ah­med Yesevî) söylediler: Yetmiş üç yıl ömür gördüm, kırk yıl misâfirlik ile oldum, yedi yıl hac kıldım, bin mertebe hatm-i Kur’ân kıldım, yetmiş mertebe Hazret-i Rasûl-i Ekrem, salla’llâhu ‘aleyhi ve sel temi düşümde gördüm. ”

Fakr-nâme risalesindeki bu satırlardan anlaşıldığına göre Ah­med Yesevî yedi kez Hacc görevini ifa etmiştir. Zamanın ulaşım ve lojistik imkânlarının ortaya koyduğu güçlük düşünülürse bu çok önemli bir gayreti ifade eder. Ahmed Yesevî’nin Hacc görevini ifa ettiğinin bir kanıtı da Dîvân-ı Hikmet’teki bir şiirin Hacc giderken vedalaşma temasını işlemesiyle bu hususu destekler. Fakr-nâme’nin aynı sayfasında Hazret Sultan Yesevî’nin Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’i yetmiş kez rüyasında görmüş olduğu bilgisinin de kaydedilmiş ol­ması dikkat çekicidir.

Ahmed Yesevî ve dervişlerinin Kâbe yolculuğu menkıbesiyle ilgili bir Türkmenistan’dan derlenmiş bir rivayet daha vardır:

MENKIBE

“Hazret Sultan Yesevî, dervişleriyle birlikte Gucduvân 'dan, Abdul-Hâlık Gucduvânî 'nin yanından ayrılıp Hacc ziyareti için Mekke 'ye hareket eder Leb-Ab kenarlarına geldiklerinde ırmağın suları coşmuş, bü­yük bir gürültüyle kıyıları beyaz köpükler doldurmuştur İki kıyı arasında yolcu taşımak üzere kenarda duran kayıkçılara: “Bizi karşıya geçirin... ” dediklerinde, kayıkçılar, haddinden fazla bir ücret isterler Bunun üzerine, Ahmed Yesevî, bir keramet göstererek, asasını ırmağa doğru uzatınca asası bir kayık haline gelir Dervişler teker teker “Bismillah ” diyerek bu asa­dan yapılma kayığa binip karşı kıyıya geçerler Bu vakıa karşısında hay­retler içinde kalan ve yaptıklarına pişman olan kayıkçılar. Hazret Sultan Yesevî 'den özür dileyip ayaklarına kapanırlar ve affedilmelerini isterler ”

Büyük Türkmen şairi Mahtumkulu ’nun

“Rüstem dey süyrerdi bir apı bile

Dövler titreşerdi gürz havfı bile

Hoca Ahmed Yessevî yüz sufı bile

Keşti siz deryanı şeyle geçdiler... ”

şeklindeki dizeleri, Türkmenler arasında bugün de nakledi­len bir rivayeti dile getirmektedir.53

Dua ile Kâ’be’nin huzura getirilmesi rivayetinin çok benzerini yansıtan bir uygulama olarak, bugün Aral gölüne yakın bir yerdeki ‘Horasan Ata’ olarak bilinen Abdul-Celîl Bâb türbesi yakınındaki bir alanın, Horasan Ata’yı ziyarete gelen Kâ’be’nin gölgesi düşen yer olarak ziyaret edilerek tavafa benzer şekilde yedi kez çevresinde dönülerek ziyaret edildiği gözlenmektedir. Selçuklulara yurt olduğu dönemlerde Seyhun geçitlerini savunmaya yarayan kaleler ile dolu olan Seyhun havzası bugün kuraklık nedeni ile terk edilmiş durum­dadır, yıkılmağa terk edilmiş kurganlar da olmasa bir zamanlar bu­ralarda insanların hayat sürmüş olduğuna inanmak çok güç olurdu.

■Mele

Hüsâmeddîn Orun-Koylakî’nin Prof. Dr. Kemal Eraslan tara­fından neşredilen Neseb-nâme’sinde kaydedilmiş Yesevî rivayetle­rinden bazıları da şunlardır:

“YesevîAhmed Hâce Ata’nin yüzyirmi yıl ömrü oldu. On iki bin Seyyîd mürîdi oldu. Kırk sûfî ile halvete girer, kırkbirinci günü çıkar idi. YesevîAhmed Hâce Ata her gün kendi yakasını tutup Hak Teâlâ’ya sığınır, yalvarmayla derdi ki, “İlâhi, âlem halkı doğru yola girdi, ben girmedim. Yesevî Ahmed Hâce Ata Kâ’be’ye varır olsa, buluta binip varır idi. Ve yine “O şeyh ki kırk yıl halvet ile mürîdi terbiye etmese, o kimseye şeyhlik yaramaz.” diye söyledi. “Ve yine şeyh o kimsedir ki kendi günahına baksa, başkasına bakmasa, onun yoldaşı Hızr aleyhi’sselâm ve llyâs olsa. ” diye söyler idi. “O şeyh ki (namazın) sünnetini burada kılsa, farizasını Kâ’be’de kılsa, ona şeyhlik helâldir, yoksa haramdır. ” diye söylerdi.

Tekkesine bağışlanan sayısı hesaba sığmaz armağan ve adak­lardan, kendisi bir lokmayı dahi kabul etmezdi.

Ahmed Yesevîbabasının sohbet arkadaşı olan Hızır (a.s.) ile her zaman sohbet ederdi. Hattâ Hızır Aleyhisselam, birgün Hazret Sultan Yesevî’ye der ki: “Hergün yedi kere sohbet ehli aramak için yedi iklimde seyahat ederim, senden daha uygun ve daha salih bir sohbet arkadaşı bulunmaz”.

Aşağıdaki menkıbe, Türkmen kaynaklarından derlenmiş olup Yesevî halîfelerinin önde gelenlerinden Süleyman Hakîm Ata; Gözlü Haşan Ata ve Koçkar Ata’nin intisab ve manevi dereceleri hakkın­dadır.

MENKIBE

Uzaklardan gelerek kendisine intisâb eden Süleyman Hakîm Ata; Gözlü Haşan Ata ve Koçkar Ata 'ya daha fazla değer vermesine dervişle­rinin gönül koyduğunun farkına varan Hazret Sultan Yesevî, bütün derviş­lerini sınavdan geçirmeğe karar verdi. Elindeki asasını mescidinin pence­resinden dışarıya fırlatıp, dervişlerine dönerek “Hadi koşun, asamı alıp getirin; bakalım kim alıp gelecek ? ” dedi. Bütün dervîşler hızla kapıdan fırlayıp Yesevî 'nin asasını aramaya çıktılar Ancak uzaklardan gelen der­vîşler -yani Haşan, Süleyman ve Koçkaryerlerinden hiç kıpırdamadılar Asayı aramağa giden dervîşler elleri boş olarak mescide dönünce Hazret Sultan Yesevî, onlara “Siz neden çıkmadınız?” sorusuna karşılık Gözlü Ata, Yesevî'ye asasının Türkistan civarına düşmüş olmadığını, ta Balkan dağlarına düştüğünü söyler Gözlü Ata 'mn bu kerametini duyan kıskanç dervîşler pişman olup tövbe ederler Bunun üzerine onlara dönen Hakîm Ata da, içinde “Sûfî-nakş oldun veli, hergizMüsülman bolmadın. ” dizeleri bulunan Yesevî hikmetini okur

Asa sınamasını başarı ile geçip devrinin tanınmış pirleri arasına katılan bu üç dervişini Türk halkları arasında İslâm 'ı yaymak için, icâzetlerini verip birer beldeye gönderir Ahmed Yesevî, Süleyman Hakim Ata 'yı Hârezm 'deki Kongrat ve Ürgenç dolaylarındaki halkların arasına gönde­rirken “Bindiğin deve nerede çökerse o yer senin tekke mekânındır ” diye­rek izin verir. Süleyman Hakim Ata ’nın devesi, Ceyhun 'dan geçtikten sonra Kongrat 'a yakın bir yerde durup çöker Deveyi kaldırmak için ne kadar uğraşılsa da, deve böğürerek yerinden kalkmıyor Böylece Süleyman Hakim Ata mekân tutacağı yere geldiğini anlar. Hakim Ata ’nın “Bakırganî” olan mahlâsının, devesinin acı acı bağırmasından dolayı durduğu yere “Bakırgan ” adının verilmesi ile ilgili olduğu şeklindeki anlatımlara Türkmenler arasında bugün de rastlanır.

Hoca Ebü '1-Hasan Aşıkî, Uzun Haşan Ata adları ile de anılan Göz­lü Ata 'ya da asa ile ilgili kerâmeti görüldüğünde, Ahmed Yesevî, “asa­nın düştüğü yer senin mekânındır” demiştir. Böylece Gözlü Ata da asanın düştüğü yer olan Güneybatı Türkistan 'daki Balkan 'a doğru yollanır. Kısa sürede kendisini Türkmen halkına kabul ettirir. Mangışlak (bir başka anla­tıma göre Altın-Orda) hanı Cambek 'in kızı Aksuluv (Ak Sultan) ile evlenir.

Koçkar Ata (Süzük Ata) ise önüne bırakılan bir koç ürkütülerek kaçırılıp Kesearkaç dolaylarına yollanır “Koçu yakalayacağın yer senin mekânındır ” denilir. Koçkar Ata, sözü edilen Kesearkaç 'a varıp koçu tutar. Rivayetlere göre burası, Türkmenistan 'da bulunan Kızdarval 'a yakın Koç obası veya Arçman maden ocağının bulunduğu yerdir. Bazı anlatımlara göre de, Koçkar Ata ’nın kabri Arçman sanatoryumunun yakınlarındadır Ancak bugünkü Türkmenistan 'da nesli kalmamıştır veya var ise de bilin­memektedir. ”

(Bu üç derviş ile ilgili olarak bkz: Yesevî Vârisleri)

İmam Mervezî hakkındaki anlatı, Hazînî’nin Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr adlı değerli eserinde yer almaktadır.54 Hazret Sultan Yesevî’nin manevî derecesini sınamak için dergâhına doğru yola çıkan âlim bir kişi olan Mervezî’nin başına gelen olağanüstü iş­ler hakkındadır. Yola çıkarken Yesevî’nin büyüklüğünü kabul etmek istemediği, hattâ O’nu küçük düşürmek istediği halde, tanık oldu­ğu kerâmet sonucu cazibesinden kurtulamayıp bîat eden ve önde gelen Yesevî mürşîdlerinden biri olan İmam Mervezî (= Merv’li) ile ilgili rivayet çok ilginçtir:

MENKIBE

Hazret Sultan Yesevî 'nin şöhreti her tarafa yayıldığı sırada Yesi şeh­rinden dört öğrenci öğrenim maksadı ile Hârezm diyarındaki Ürgenç şeh­rine gittiler Ünlü bir âlim olan İmam Mervezî ise, Ürgenç 'in en tanınmış müderrisi olduğundan Yeşili öğrenciler de ders verdiği medresesine kayıt yaptırdılar İmam Mervezî, ilk derslerinde yeni öğrencilerin Yesi 'li olduk­larını öğrenince, “Türkistan 'daki meşhur şeyh Ahmed Yesevî 'nin şeriata aykırı söz ve hareketleri olduğunu duyduk. Acaba bu işittiklerimin aslı var mıdır ? ” diye sordu. Yeşili genç öğrenciler bu zor soruya yanıt olarak sa­dece Hazret Sultan 'ın onikibin dindar dervişi olduğunu, şeriata aykırı bir hareketi olup olmadığı hususunda birşey bilmediklerini söylediler. Öğren­cilerin bu yanıtı da şübhelerini gideremediği için İmam Mervezî. Türkis­tan 'a bizzat gidip meseleyi anlamağa niyet etti ve dostlarına “Bu zamana kadar şeriatın onikibin meselesini ezberlemişim; elbette bu işi gider, bizzat tahkik ederim ” diyerek yola çıktı. Bu onikibin meseleden en zor olan üçbinini Ahmed Yesevî 'den sormak üzere ayırdı. Yanına dörtyüz fazılDânîşmend ve kırk müftü alarak Türkistan 'a yöneldi.

İmam Mervezî 'nin kafilesi Türkistan yolunda iken, Allah 'ın yardımı ile, olup bitenden haberdâr edilen Ahmed Yesevî, yeğeni ve önde gelen halî­fesi SûfîMuhammed Dânîşmend'e “Bak bakalım, bize âfâktan ne gelir? ” diye emretti. SûfîMuhammedDânîşmend, İmam Mervezî'nin hafızasında hazırladığı üçbin şeriat meselesini sormak üzere bir kafile ile geldiğini ha­ber verdi. Bunun üzerine. Hazret Sultan Yesevî 'nin emri ile, Sûfî Muham­med Dânîşmend, o meselelerden binini İmam Mervezî'nin hafızasından sildi. Yesevî bundan sonra sonra, Süleyman Hakîm Ata'ya da aynı emri verdi: Süleyman Hakîm Ata da Hârezmliİmam Mervezî'nin üçbin mes 'ele ile yola çıkmışken, bunlardan bininin silindiğini ve geri kalan ikibin mesele ile geldiğini söyledi. Ahmed Yesevî, Hakîm Ata 'ya da bin meseleyi daha sil­mesini emretti. Hakîm Ata da İmam Mervezî'nin hafızasından bin meseleyi daha sildi. Bu suretle İmam Mervezî, Yesi 'ye geldiği zaman, hafızasında ancak bin mes 'ele kalmıştı. İmam Mervezî, Yesevî dergâhına vardığında. Hazret Sultan ’ı sırtında ters giyilmiş eski bir kürk, başında koyun derisin­den siyah külah ile görünce: “Ey derviş. Allah 'ın kullarını yoldan çıkaran Ahmed Yesevî sen misin? ” diye sordu.

Hazret Sultan Yesevî, bu küstahça soruya hiç kızmadan, “Şimdilik üç gün konuğumuz ol, daha sonra görüşürüz... ” yanıtını verdi. İmam Mer­vezî, üç gün dinlendikten sonra İslâmî meselelerde sınav’ talebini söyledi. Dervîşler ortaya bir kürsü getirdiler İmam Mervezî. kürsüye çıktı.

Bu sırada Hazret Sultan, Hakim Ata 'ya İmam Mervezî'nin hafıza­sında arta kalmış olan bin mes 'eleyi de silmesini emretti. İmam Mervezî kürsü üzerinde Hazret Sultan ve dervişlerini sınava çekmek istediği mes 'elelerden hiçbirini hatırlayamadı. Bunun üzerine sorularını sormak üzere yanındaki not defterlerini, yaprak yaprak açtı. Hayretle, not defterlerinin her bir yaprağını bembeyaz buldu.

Bunun üzerine kusurunu anlayıp kürsüden indi. Hazret Sultan 'ın eline sarılıp niyâz ve istiğfar edip, yanındaki bütün fazıl-Dânîşmendleri ve müftüleri ile beraber biat ettiler.

Beş yıl süre ile Yesi 'de kalıp halvetler, erbainler ve ağır riyâzetlerle bütün tasavvuf! mertebeleri tamam etti. Nihayet Ahmed Yesevî, İmam Mervezî 'yi diğer beş halîfesi ile beraber Hârezm ve Horasan halkını ta­savvuf yoluna davet ve manevi terbiyeleri görevi ile kendi memleketlerine gönderdi.

MENKIBE

“Rivayet edildiğine göre Horasan erenleri '55 Ahmed Yesevî 'ye bü­yük bir değer vermekle beraber, makâmının gerçek derecesini bilmiyorlar­dı. Büyük bir meclis düzenleyerek Ahmed Yesevî 'yi de davet edip imtihan etmeğe karar verdiler. İçlerinden yedi tanesi turna şekline girerek bu daveti Hazret Sultan 'a haber vermek üzere yola çıktı. Bâtın gücü ile bunu haber alan Ahmed Yesevî, mürîdlerine yedi velînin gelmekte olduğunu söyleyerek yanına bazı dervişlerini de aldı ve yine turna şekline girerek onları karşı­lamağa çıktılar Semerkand sınırındaki bir büyük nehirde iki taraf karşı­laştılar

Horasan erleri, Ahmed Yesevî’nin bu kudretine karşı aciz ve hay­ran kaldılar Sohbet sırasında Yesevî, nehire bir nazar kıldı: Bir bezirgân (tüccâr), bütün malı, davarları ile sudan geçerken hepsini su almış ve be­zirgân, kurtulduğu takdirde malının yarısını bağışlayacağını vaad etmişti. Ahmed Yesevî bunun üzerine hemen elini uzatıp bezirgânı kurtardı ve he­men şeklini değiştirerek insan kıyafetine girdi. Bezirgân derhal felâketten kurtarılmalarına vesile olan Yesevî 'nin eline sarıldı ve bütün malının yarı­sını ona verdi. Ahmed Yesevî, bu kadar mal ve serveti alıp Horasan 'a geldi, hepsini Horasan erenlerine bağışladı. ”

■Mele

Ahmed Yesevî’nin taat ile dolu dolu geçen gündelik hayatının kalan boş vakitlerinde tahtadan kaşık, kepçe ve keşkül56 yontup satarak geçimini sağladığı rivayet olunmuştur. Ahmed Yesevî’nin dünyevî geçimini sağladığı bu işle ilgili olarak ünlü Osmanlı tarih­çilerinden Gelibolulu Âli tarafından KünhüTAhbâr’da kaydedilmiş ilginç bir rivayet de vardır:

MENKIBE

Hoca Ahmed Yesevî -kuddise sırruhûhazretleri (...) dâima arak-ı cebin ve kedd-i yemin ile geçinüp ibâdetten hâli oldukça kaşık ve kepçe ve keçgül yanarlar idi. Maaşına anların kıymetin sarfederler idi. Sadakâtı ve nüzûru âyende ve revendeye bezleylerdi. Rivayet olunur ki Hâce-i nâmdârın bir öküzü var idi, daima üstünde bir heybe ile kaşık ve kepçe ve keçgül bedîdar ve ol şehrin çarşısında devvâr idi. Haridâr olanlar ne mikdâr ki alırlardı, kıymet-i muayyenesini heybeye bırağırladı. Ol öküz akşama dek her gün gezerdi. Badehû huzûr-i Hoca 'ya gelürdi. İçindekini kendi müba­rek eliyle ahırdı. Faraza bir kimesne ol metâdan alsa ve kıymetini heybeye bırakmasa hergiz öküz ardından ayrılmazdı, tâ ol aldığı metâı veyâ akçeyi bırakmayınca ahar semte gitmez idi. Azîz-i müşarünileyhin bir kerâmeti dahî ol gâvın bilâ-dîdebân bu veçhile çarşıları devran etmesiydi.

(Sadeleştirilmiş Metin: Hoca Ahmed Yesevî -kuddise sırruhûhazretleri (...) dâima alnının teri ve elinin emeği ile geçinirdi ve ibadetten arta kalan, boş zamanlarında ağaçtan kaşık, kepçe ve keşkül yontar, geçinmek için bu işten kazandığını harcardı. Dergâ­hına getirilen sadaka ve adakları, ziyaretçi ve dervişlere sarf eder­di. Rivayet olunur ki, nâmı yüce Hazret’in bir öküzü vardı ki Hâce imal ettiği kaşık, kepçe ve keşkülleri bir heybeye doldurduktan sonra bu öküz, sırtına yüklenenlerle şehrin çarşısında dolanır idi. Alıcılar, her ne alsalar aldıklarının bedelini heybeye bırakırlardı. 0 öküz, hergün akşama kadar bu şekilde pazarı gezer, sonra Hazret Sultan Yesevî’nin yanına dönerdi. Eğer bir kimse heybeden bir şey alsa ve bedelini heybeye bırakmasa bu öküz asla o kişinin ardından ayrılmazdı. Tâ ki, aldığı eşyayı geri koyana veya parasını heybe­ye bırakmadıkça başka yere gitmezdi. Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerâmeti de o öküzün hiç aksatmadan bu şekilde çarşıları dolan­ması idi.)

Ahmed Yesevî’nin Oğuzların Çavuldur boyunun Seyhun boy­larından Batı’ya doğru göç etmesi gibi önemli tarihî bazı olaylara yol açtığı kaydedilmiş olan bir rivayet, Yesi’de irşad faaliyetine başlayan Hazret Sultan Yesevî’nin irşad çalışmalarında zaman za­man güçlüklerle karşılaştığını, hattâ biricik oğlu İbrahim'i öldüre­cek kadar düşmanlık gösteren bölge egemenlerinin engelleme gay­retlerini inanılmaz bir sabır ve tahammül ile nasıl aştığını gözler önüne sermektedir. Bu konu ile ilgili birkaç uzun menkıbe, ard arda sunulmuştur:

MENKIBE

“Yesi civarındaki Savran5 kasabası halkı, öteden beri çekişme içerisinde oldukları Yeşillere karşı düşmanlıklarını özellikle ünü daha sağlığında Yesi 'nin çok ötelerine ulaşan Ahmed Yesevî 'nin şahsına odaklamışlardı. Ahmed Yesevî’nin şöhreti Türkistan bozkırlarında yayıldıkça, Savranhların kıskançlık ve hasedi de artıyordu. Bu şöhreti nasıl baltalaya­bilecekleri konusunda da plan üzerine plan yapan Savranhların yaptıkları ve başlarına gelenler şöyle anlatılır:

Sonunda Hazret Sultan ’ı hırsızlıkla suçlayabilmek için bir plan dü­zenlediler: Bir sığırı kesip parçalayarak gizlice getirip Yesevî dergâhının içerisine bıraktılar Mevsim yaz olduğu için Yesevî mürîdleri bina bahçe­sinde vakit geçiriyorlardı. Bu yüzden hiç kimse parçalanmış sığırın dergâ­ha bırakıldığını göremedi. Ertesi sabah kaybolan bir sığırı aramak baha­nesi ile Savran halkı sabah erkenden Yesevî dergâhı önünde toplandılar ve Hazret Sultan 'a dergâhının içerisini aramak istediklerini söylediler

Ahmed Yesevî bu münafıklara hitaben, “Girin itler, girin köpekler! ” dedi. Savranhlar dergâhın içerisine girdiler: fakat derhal birer köpek şek­line dönüşüp, daha önceden parçalayıp getirdikleri sığırın etlerini yeme­ye başladılar Dergâhın dışında kalarak bu hali seyreden Savranhlar feci halde korktular Hemen tevbe ve istiğfar ile yaptıkları planı itiraf ederek Hazret Sultan 'ın ellerine kapanıp af dilediler Savranlıların bu itirafını dinleyip af talebini kabul eden Hazret Sultan Yesevî 'nin duası ile gerisin geri insan şekline döndüler ”

Hacı Bektaş Velî, Velâyet-nâmesi’nde bu menkıbenin biraz değiştirilmiş bir versiyonuna rastlanır:

“Yesevî 'nin halk arasında itibar kazanmasını ve ünlenmesini kıska­nan ve nasıl olursa olsun Ahmed Yesevî 'ye bir kötülük yapmak isteyen kim­seler toplandılar İçlerinden birinin öküzünü keserek mezbahada hayvanın yalnız ayaklarını bıraktılar ve derisi yüzülmüş öküzü doğruca Hazret Sul­tan 'ın dergâhının mutfağına götürüp astılar Bu nifak ehli, ertesi gün şeh­rin yöneticisine gidip öküzlerinin çalındığını iddia edip şikâyetçi oldular Kaybolan öküzü bulmak için bütün evler arandı. Planları gereği öküzün kanlı izlerinin oraya kadar gittiğini delil göstererek Hazret Sultan 'ın mut-

fağını görmek istediler. Bu umulmaz itham, herkesi hayretlere düşürdü. Ba­tın kuvvetiyle kendisine atılacak iftirayı önceden keşfeden Ahmed Yesevî, dergâhın mutfağının aranmasına izin verdi. İftiracılar, dergâhın mutfağına girip oraya bıraktıkları öküzü buldular. İftiracılar, artık maksatlarına nâil olduklarını düşünürlerken Hazret Sultan Yesevî 'nin kerâmeti birdenbire te­cellî etti ve birdenbire birer köpek şekline girerek kendi elleriyle dergâha getirdikleri öküz etini yiyip bitirdiler. ”58

Rivayetlere göre Savran halkı, “hırsızlık” iftiralarının boşa çıkartılmasından sonra da, yedikleri bütün manevî darbelere rağ­men Hazret Sultan Yesevî ile uğraşmaktan bir türlü geri durmadılar. Bu konudaki bir rivayet şöyledir:

MENKIBE

“Ahmed Yesevî’nin İbrâhim adlı bir oğlu, bir de güzel atı vardı. Buyurmuşlardı ki: “Her kim çocuğumun ölüm haberini getirirse, atımı o haberi getirene şükrâne olarak vereyim. ” Savran halkı bu haberi duyunca çok sevindiler. Birgün Yesevî hin biricik oğlu İbrâhim ’i bir ağacın dibinde uykuda bulup başını kestiler ve çocuğun kestikleri başını bir havluya sa­rarak Ahmed Yesevî’nin önüne getirip bırakıverdiler Hazret Sultan Yesevî, getirenlere, “Bu getirdiğiniz nedir? ” diye sordu. Savran! dar getirdikleri­nin “yeni yetişmiş, turfanda kavun ” olduğunu söylediler Ahmed Yesevî 'nin Savranlıların yaptığı işi anlamakla beraber, yine de vaad ettiği atı verdi. Hattâ oğlunun katiline kızını da verdi ki kan davası olup aralarında düş­manlık ve diyet bakî kalmaya. Şimdi her sene o ağaç altındaki maktelden kan aktığı görülür Hazret Sultan 'ın mürîdleri ve kendisine saygı duyanlar hâlâ o kandan alırlar, Allah 'ın izniyle sürüldüğünde birçok yaralara deva olur ”

Önde gelen Yesevî halifelerinden Süleyman Hakîm Ata’ya at­fedilen şiirlerden İbrâhim Kıssası adlı uzun şiir bütünüyle Ahmed Yesevî’nin biricik oğlu İbrahim'in öldürülmesi ile ilgilidir. Bu şiirde Ahmed Yesevî’nin oğlu İbrahim'in önce boğulması için suya (muhte­melen Seyhun nehri) bastırılıp sonra başının kesildiği; oğlunun ke­silen başının bir tepsi üzerinde Hazret Sultan Yesevî’ye ulaştırıldığı anlatılır. Bu şiire göre diğer rivayetlerden biraz farklı olarak Ahmed Yesevî büyük bir üzüntü ile feryad etmiş; “ümid ile babasının adını koydu”ğu oğlunun cenaze namazını kılıp elleriyle kabre koymuştur. Süleyman Hakîm Ata’nın yazdığına göre Allah’ın büyük bir velîsine yapılan bu zulüm, katiller yanı sıra Savran halkının da gazab-ı ilahiye uğramasına yol açmış ve bütün kasaba ahalisi yere batırılmıştır.

Hakîm Ata’nın Mustafa Sever tarafından Türkiye Türkçesine aktarılan bu ibretli şiiri şöyledir:59

İbrâhim Kıssası

Eyâ dostlar İbrâhim’ning kıssasını Beyân iyley hayrân kalıng dostlarım a Hoca Ahmed’ing derd elem gussasını ‘Ayân iyley kulak salıng dostlarım a

Her kim iştib kulak salsa meded kılgay Rûz-ı mahşer şefkat kılıb kulın algay Yol adaşsa hâdî bolub yolga salgay İrenlerdin du’â alıng dostlarım a

Savran halkı du’â almay rüsvâ boldı

İki ‘âlem ortasıda gümrâh boldı

Başı kaytıb ‘aklı kitib bî-râh boldı

Nâdânlardın ‘ibret alıng dostlarım a

Savran halkı İbrâhim’ning yolın tostı

Acıglanıb cehil birle suga bastı Su içide İbrâhim’ning başın kisti Koli kurub kattı biling dostlarım a

Kisken zemân ol mel’ûnnıng rengi uçtı

La’net yagıb bî-hoş bolub kanı kaçtı Zemân ötmey lahte lahte beyni tüşti

Evliyâdin hazer kılıng dostlarım a

Evliyâlar gayret kılsa ‘âlem köygey

Gayretidin yiri âsmân dâd iylegey

Yiti kökdin mela’ikler yıglab kilgey

Velî kilse hazır bolung dostlarım a

Sin velîni körey diseng seher turgıl Tünler kaytıb zikrin itib çehâr zarb urgıl Didârını körey diseng seyyâh bolgıl Seyyâh bolub didâr körüng dostlarım a

Hak zikrini iter irdi haber yitti Sultân Ahmed işitib mum özdin kitti Bir âh urdı ‘arşdin ötüb kökge yitti Siz hem iştib efgân kılıng dostlarım a...

Cigergûşım ferzendim dib na’ra tarttı Hazret pîrim köp yıgladı şevki arttı Candin kiçken çın sûfîler kanlar yuttı Kanlar yutub nâlân bolung dostlarım a

İbrâhim’ni sufra üzre salıb kildi

Hazret sultân körüb anı bî-hod boldı Ferzend üçün yürek bağrı kanga toldı Cannı birib cânân bolung dostlarım a

Vaveylatâ nedâmet dib çın sûfîler

Takat kılmay özlerini köb urdılar Yaşın töküb hazret pîrim dip turdılar Yaşlar töküb giryân bolung dostlarım a

Ferzendim dip hazret sultân dag örtendi Rahman Tangrım buyrugına boyun sundu Savran halkı cefâ kılıb gümrâh boldı Muhlis bolub ihlâs kılıng dostlarım a

Sultân Ahmed kice kündüz kâyim turdı İbrahim dib yürek bağrı kanga toldı Bir âh urdı yiri kökler cünbiş kıldı Evliyâdin korkub turung dostlarım a

Âsmândaki ferişteler matem tutdı Urgan âhı kökdin ötüb ‘arşga yitti Candin kiçken çın sûfîler kanlar yuttı Kanlar yutub gamga tolung dostlarım a

Evliyalar bir âh ursa yeksân kılur Evliyalar esrârını Tangrım bilür Zahir bâtın barca işler ‘ayan turur Bir âh tartsa hazer kılın dostlarım a

Hak tâlibi giribânnı pare kıldı Köksin yarıb özlerinni yara kıldı Derdi elem gussâlarnı çevre kıldı Yaka yırtıb ‘üryan bolung dostlarım a

Zâhir bâtın sultân irdi hiç kim bilmes Kâl (ü) hâldin habersizler sır ala almaş Hâl bolmasa kâl ‘ilmidin yol tapılmas Kâl hâlini derber kılıng dostlarım a

Ümid birlen ulug babam atın koydım Her bir körüb cân (u) dilde ihlâs koydum Babam bûyın sizdin alıb feyzge toydum Armân kıldı hâlin sorung dostlarım a

İbrâhim’ge şek kiltürgen kelipsini İşitib okung min aytayın bul kıssanı Hânkâhda berkittiler câm kâseni

İşitib munga kulak salıng dostlarım a

Evliyâga ‘ayan irdi alganları

Kasdın alıp bul koynıga salganları Hankâhdın çıkıb dem dem külgenleri Berdâş kılıb itmiş biling dostlarım a

Velî bolsa alganlarnı bilmes mudi Yoklab kilib bizdin câmın almaş mudi Gavga kılıb bizni rüsvâ kılmas mudi Aytıb küldi hâzır bolung dostlarım a

İr evliyâ gayret kıldı yir titredi

Yirde kökde melek yıglab kök botradı Kaşı tüşüb baraş bolub ol kökredi Beter bolsun du’â kılıng dostlarım a

Hemme nâdân yıgılıb kilib ‘özr ayttılar İr evliyâ gazab kılıb köb söktiler Şakir bolub kıble sarı tiz büktiler

Evliyâga ‘özr kılıng dostlarım a

Bakıb aydı atkan oknı tapıp bolmas Hak aldıda hâzır ‘aybını yapıp bolmas Günâhlarnıng tagdın ağır ötüb bolmas Hakk’a aytıb Hakk’a yıglang dostlarım a

Kamug nâdân hânkâhdin ulub çıktı Nedâmetde saç (u) sakal yolub çıktı

Hasret kılıb derdi gamga tolub çıktı Evliyâga ihlâs kılıng dostlarım a

İ’tikâdlık çın bendeler velî boldı Her hacetin Hak’dın tileb celî boldı

İhlâs kılıb firdevs cennet güli boldı Gül gül bolub kah kah külüng dostlarım a

Sırat kiçmey kah kah külmek ‘ayn-(ı) hatâ Hak’dın iştib yıglar irdi hak Mustafâ

Sözni iştib ‘amel kılmas her bî-vefâ İştib sözni ‘amel kılıng dostlarım a

Sultân Ahmed İbrâhim’ni kolga aldı

Başı teni cünbiş kıldı Hak uladı

Cenâzesin okub barca gurga koydı San’atıga boyun sunıng dostlarım a

Üç kün ötmey Savran halknı demi çıktı

Bir pâresin kolab kilib yirge soktı Ba’zılarnı yürek bağrı irib aktı Kahrı katıg korkub turung dostlarım a

Demin körüb öz özidin hayran kaldı

Yilib yügürüb birbiridin haber aldı

Nâmûs kılıb ölmesdin burun yüz ming öldi Cezâ birip yeksân kılıng dostlarım a

Evliyâlar kuş dik uçar kayda hâzır Bâtınları ‘arşnı kizeryörüb âhir

Közin açıb didâr körgey rûhı tâhir Tâhir bolub didâr körüng dostlarım a

Her evliyâ bir tâ’ife kerametler

Nâçiz kılur evliyânı melâmetler Tangla barsa çendân kılgay nedâmetler Nâ-cünbişlerge la’net kılıng dostlarım a

Hakîm Ata Kul Süleyman aydı hikmet

Hazret pîrim ‘arşdin bülend birdi himmet Yâ Hakîm dip hâlim sorsa tâc-(ı) devlet Men garibni du’â kılıng dostlarım a

Türkiye Türkçesine Aktarım:

Ey dostlar İbrahim’in hikayesini Anlatacağım, hayran kalın dostlarım ha!

Hoca Ahmed’in derdini, elemini, kederini Açıklayacağım kulak verin dostlarım ha!

Her kim işitip kulak verse yardım edecek Mahşer günü acıyarak kulunu alacak Yolunu şaşırsa rehber olup yolu gösterecek Erenlerden dua alın dostlarım ha!

Savran halkı dua almayacak, rezil oldu İki dünya arasında yolunu şaşırmış oldu Başı dönüp aklı gidip kötü yola saptı Bilmezlerden ibret alın dostlarım ha!

Savran halkı İbrahim’in yolunu kesti Öfkelenip cahillik ile suya bastı

Su içinde İbrahim’in başını kesti Eli kuruyup katı(laştı), bilin dostlarım ha!

Kestiği zaman o lanetlinin rengi uçtu Lanet yağıp kendinden geçip kanı kaçtı Zaman geçme(den) parça parça beyni düştü Erenlerden sakının dostlarım ha!

Erenler gayret etse dünya yanacak

Gayretinden yer (ve)gök doğru yola girecek

Yedi gökten melekler toplanıp gelecek Eren gelse hazır olun dostlarım ha!

Sen ereni göreceğim dersen seherde kalk Uykudan geçip zikr edip “çehâr zarb” vur Cemâlini göreceğim dersen gezgin ol Gezgin olup cemâlini görün dostlarım ha!

Allah’ı zikr ederdi, haber ulaştı

Sultan Ahmed işitib bunu kendinden geçti Bir ah çekti, arştan aşıp göğe ulaştı

Siz de işitip feryat edin dostlarım ha!

“Ciğerimin köşesi oğlum” deyip bağırdı Saygıdeğer mürşîdim çok ağladı, arzusu arttı Canından geçen gerçek sûfîler kanlar yuttu Kanlar yutup ağlayan olun dostlarım ha!

İbrahim’i sofra üzerinde bırakıp geldi Hazret sultân görüp onu kendinden geçti Oğlu için yüreği, bağın kan(l)a doldu Canını(zı) verip sevgili olun dostlarım ha!

“Eyvah, pişmanlık” deyip gerçek sûfîler Dayanamayıp kendilerini pek üzdüler “Saygıdeğer mürşîdim” deyip durdular

Yaşlar döküp ağlayın dostlarım ha!

“Evladım” deyip Hazret Sultan dağlandı, yandı Bağışlayıcı Allah ‘imin buyruğuna boyun eğdi Savran halkı eziyet edip sapmış oldu Hâlis sevgiyle Allah’a bağlanın dostlarım ha!

Sultan Ahmed gece gündüz ayakta durdu “İbrahim” deyip yüreği, bağrı kanla doldu

Bir ah çekti yer(ler), gökler sarsıldı Erenlerden korkup durun dostlarım ha!

Gökyüzündeki melekler matem tuttu Edilen ahlar gökten geçip arşa ulaştı Canından vazgeçen gerçek sûfîler kanlar yuttu Kanlar yutup gamla dolun dostlarım ha!

Erenler bir ah çekse (her yer) dümdüz olur Erenlerin gizlerini Tanrı’m bilir

Açık-gizli bütün işler ortaya çıkar

(Erenler) bir ah çekse sakının dostlarım ha!

Allâh’ı arzulayan yakasını yırttı

Göğsünü yarıp yüreğini yaraladı

Derdini, elemini, kederlerini dost edindi Yaka yırtıp çıplak olun dostlarım ha!

Açık-gizli sultan idi hiç kimse bilmez Sözden ve hâlden habersizler sırra erişemez Hâl olmasa söz ilminden yol bulunmaz Söz hâlini giriş kapısı yapın dostlarım ha!

“Ümit ile ulu babamın adını koydum

Her bir görüp can ve gönülde hâlis sevgi koydum Babamın kokusunu sizden alıp sırlara doydum” Hasret çekti, hâlini sorun dostlarım ha!

İbrahim’den şüphe edenler gelecek

İşitip okuyun ben anlatayım bu hikâyeyi

Tekkede sağlamlaştırdılar cam kâseyi İşitip buna kulak verin dostlarım ha!

Erenlere açık idi alanları

Kasdettiğini alıp bu(nu) koynuna bırakanları Tekkeden çıkıp zaman zaman gülenleri Uzaklaştırmış bilin dostlarım ha!

Ermiş olsa alanları bilmez miydi?

Sorup gelip bizden camını almaz mıydı?

Kavga edip bizi rezil etmez miydi?

Söyleyip güldü, hazır olun dostlarım ha!

Eren, evliya gayret etti yer titredi

Yerde, gökte melek(ler) ağlayıp pek üzüldü Kaşı düşüp hasta olup o gürledi

Beter olsun, dua edin dostlarım ha!

Bütün bilgisizler toplanıp gelip özür dilediler Eren, evliya öfkelenerek pek çok sövdüler Şükrederek kıbleye doğru diz çöktüler Erenlerden özür dileyin dostlarım ha!

Bakıp dedi: “At(ıl)an oku bulan olmaz

Hak huzurunda, göz önünde ayıbını yapan olmaz Günahları dağdan (daha) büyük olmaz” Allah’a söyleyip Allah’a ağlayın dostlarım ha!

Bütün bilgisizler tekkeden ağlayarak çıktı Pişman olarak saç (ve) sakallarını yolarak çıktı Hasret çekip dert ve kederle dolup çıktı Erenlere hâlis sevgi gösterin dostlarım ha!

İnançlı gerçek kullar ermiş oldu

Her ihtiyacını Hak’tan dile(diği için) gerçek oldu Riyasız sevgi gösterip cennetin gülü oldu Sevinerek kahkahalarla gülün dostlarım ha!

Sırat’ı geç(e)meyecek kah kah gülmek hâtânın eşi Hak’tan işitip ağlar idi doğru Mustafa Sözünü işitip ibâdet etmez her vefasız İşitip sözünü ibâdet edin dostlarım ha!

Sultan Ahmed, İbrahim’i kol(lar)ına aldı

Başı, bedeni kımıldadı, Hak ulaştı

Cenâzesi(ne) okuyup hepsi mezara koydu Hünerine itaat edin dostlarım ha!

Üç gün geçmeden Savran halkının zamanı geldi Bir bölüğünü önüne katıp getirerek yere soktu Bazılarının yüreği, bağrı eriyip aktı Allah’ın katı gazabından korkun dostlarım ha!

Olanları görüp kendi kendisine hayran oldu

Yelip koşup birbirinden haber aldı

Utanıp ölmezden önce yüz bin (kez) öldü (Özünüze)ceza verip ölmeden ölün dostlarım ha!

Erenler kuş gibi uçar her yerde hazır

Ruhları arşa gider yürüyüp nihayet

Gözünü açıp Allâh’ın cemâlini görecek ruhu temiz Temizlenip Allah’ın cemâlini görün dostlarım ha!

Her ermiş (gösterir) birtakım kerâmetler

Hiç eder ermişi ayıplanmalar

Seher vakti kalksa o denli edecek pişmanlıklar İbâdetsizlere lanet edin dostlarım ha!

Hakîm Ata Kul Süleyman söyledi hikmet Ulu şeyhim arştan da yüce yaptı yardım “Ey Hâkim” deyip hâlimi sorsa o taç sahibi Ben garibe dua edin dostlarım ha!

Ünlü sûfî yazar Şeyh Ferîdüddîn Attâr, ünlü tasavvuf klasikle­rinden olan “Mantıku’t-Tayr” kitabındaki bir kıssada Pîr-i Türkistan olarak andığı Ahmed Yesevî’nin oğlunun katli ile ilgili bu menkıbeye şu satırlarla işaret etmiştir:60

“Pîr-i Türkistan’ın Sevdiği İki Şey”

“Türkistan Pîr 'i, kendi halinden haber verdi de dedi ki: En fazla iki şeyi severim.

Birisiyörükkıratım, öbürü de oğlum!

Oğlumun ölümünü haber alırsam bu haberi getirene hediye olarak atı bağışlayacağım. Çünkü görüyorum ki bu iki şey canıma âdeta iki put gibi görünüyor!

Mum gibi yanıp yakılmadıkça hiç kimseye temizlikten dem vurma!

Temiz kişi, iştahla bir yemek bile yese derhal cezasını çeker üstüne ensesine bir de sille yer... ”

Dede Korkut Destanları’nin Türkmen Çavuldur varyantla­rı arasında yer alan “Oğuzların Kederi” adlı bölümde yer verilen “Hoca Ahmed” ile Oğuz Çavuldur beyleri “Akbay ve Karabay” kar­deşler ve Oğuz Bayatların beyi Talav arasında geçen mücadeleyi dile getiren destanda Hazret Sultan Yesevî’ye tuzak kuran iki kar­deşin akıbetiyle ilişkili gibi görünen bir rivayet nakledilir.

Bayat beyi Talav’ın hilesi sonucunda öldürülerek Hoca Ah­med’in mescidine bırakılan boğazlanmış boğa için Hoca Ahmed ile tartışan Akbay ve Karabay kardeşler, olayın büyümesinden çeki­nerek lideri oldukları Çavuldurlarla birlikte Türkistan’da Sir-Derya boyundaki öz yurtlarından ayrılıp bugün Türkmenistan’da yer alan Mangışlak’a göç etmişlerdir. Rivayette anlatıldığına göre, Dede Korkut (Ata) ile Salur Kazan Mangışlak’a göç eden bu Çavuldur aşi­retini Türkistan’a geri döndürmeye ikna etmeğe çalışmışlarsa da başarılı olamamışlardır.

Bir Türkmen boyu olan Çavuldur’un mal ve mülklerini bıraka­rak Türkistan’dan göç etmelerini konu edinen bir başka rivayette de, bu göçe sebep olarak, Türkmen aksakallarının Hoca Ahmed’e inanmayışları ve bununla birlikte meydana gelen olaylar gösteri­lir.61

MENKIBE

“Türkmen aksakallarından Akbay ile Karabay Beyler Hoca Ah­med 'in keramet gösterdiği şeklindeki haberlere inanmadılar Bu ikisi Tür­kistan aksakallarını toplayarak Ahmed Yesevî 'yi küçük düşürmek ve güya yalancılığını ortaya koymak için bir plan tezgâhladılar Bir öküzü kesip ölüsünü insan gibi kefene sarıp tabuta koydular. Hoca Ahmed 'in yanına gi­derek: “Bir cenazemiz var namazını kıldırıver ” dediler Maksadları, Hoca Ahmed’in kerametli sahibi bir ermiş olmadığını göstermekti. Hoca Ahmed, bu hain planı basiret gözü ile hemen anlasa da onlarla birlikte Çavuldur boyunun bey obasına gidip bir ovulun önündeki tabutun başında cenaze namazını kıldırdı. Bu olayın anlatıldığı bir başka rivayette ise ölü öküzü koydukları tabut. Hoca Ahmed 'in evine getirilir ve cenaze namazı orada kılınır Her iki varyantta da öküze kılınan cenaze namazdan sonra, Akbay ve Karabay beyler. Hoca Ahmed 'i kınayarak: “Hay senin Pîrliğine! Bi­zim getirdiğimiz tabuttaki insan değil öküzdü. Sen bunu bile anlayamadın. Hani nerede kaldı kerâmetin? ” derler Rivayetin devamında bu küçük düşürülme sahnesi sonrasında Hoca Ahmed 'in iki kardeşe beddua edip, Allah 'tan, onları köpek haline getirmesini (İslâm literatüründe bu olaylar mesh olarak adlandırılır) diledi. Dileği kabul edilince birisi beyaz, diğeri ise siyah bir köpek haline gelen iki Çavuldur beyi, uluya havlaya Çavuldur obalarına doğru koşup gittiler. Bu köpekler kısa sürede azmanlaşarak in­sanlara saldırmaya başladı ve Çavuldur obalarını korkuya düşürdüler. Bu azgın köpekleri öldürmek için gösterilen çabalar hiç bir sonuç vermeyince, Çavuldur boyunun obalarındaki aksakallar, yurtlarından göç etmeye ka­rar verdiler. Sir-derya boylarındaki diğer Oğuzlara da haber gönderilip, kendi akrabaları olanları Batı 'ya doğru, Semerkand-Buhara taraflarına göçe davet ettiler. Bu sıralarda bir Oğuz yiğidinin köpekleri öldürmesine rağmen, başlayan göç kervanı durmadı. Sir-derya Oğuzlarının göç kerva­nı. bir taraftan Batı yönünde Türkmenistan 'daki Mangışlak yaylalarına, Semerkand ovasına, Buhara'nın kuzeyindeki Karakum düzlüklerine, di­ğer taraftan da güneydeki Afganistan dolaylarına kadar uzandı. Bu büyük Oğuz göçü karşısında paniğe kapılan ve Oğuz halkının dağılacağından korkan Türkistan hanı, sözü dinlenir kerametli bir adam bulmak ve böylece göçü önlemek ümidiyle bir ziyafet düzenleyip, ülkesinin dört bir köşesinde­ki akil kişilerle kurultay toplamak üzere her tarafa ulaklar gönderdi. Sıra, Türkistan 'da kerâmet ehli gerçek bir velînin olup olmadığını tespit etmek için yapılacak sınamaya gelmişti. Bunun için ortaya 12 metre uzunluğunda iki direk yere çakılıp, üzerinden kimin geçeceğini anlamak üzere uçların­dan kalın bir iple birbirine bağlanmıştı. Ziyafete katılanların hiç birisi bu yükseklikten atlayamayınca Türkistan hanı çok üzüldü. Bunun üzerine bir Türkmen ulusu, Yesi denilen yerde Kendisine “Hoca Ahmed” denilen ermiş bir kişinin ortaya çıktığını, fakat etrafındaki halk, kerâmetine inanmayınca beddua edip iki Çavuldur beyi kardeşi köpek haline getirdiğini söylediler. Halkın şimdi bu yüzden panik halinde batıya göç etmekte olduğunu anla­tarak, Türkistan 'daki bu paniği Hoca Ahmed 'in giderebileceğini müjdele­diler. Bunun üzerine Hoca Ahmed, Türkistan hanının huzuruna getirildi, oniki metre yükseklikteki ipin üzerinden devesiyle atlayarak halkın önünde kerâmet gösterdi. Hanın kendisini sarayına davet etmesine rağmen, kabul etmeyerek, kendisine armağan olarak verilen Han 'ın kızı ve diğer değerli armağanlarla birlikte Yesi 'ye geri döndü. Armağanları Yesi 'deki dergâ­hında bulunan mürîdlerine dağıttı. Hazret Sultan Yesevî, Han 'ın kızını ise ergenlik yaşına geldiğinde yetim bir mürîdi ile evlendirdi. ”62

16. asrın sonları ile 17. asrın başlarında yaşayan Türkmen şairi Dânâ Ata olarak tanınan İhsan Baba Ebûlhanî’ye ait 24 kıtadan ibaret “Oğuznâme”de de sözkonusu konuya temas edildiği görül­mektedir.

Dânâ Ata mahlâsı kullanan şairi Yesevî geleneğinin özel ismi olan ‘Ata’ ünvânını almasına bakılarak bir mutasavvıf şair olduğu kabul edilen DânâAta’nın bugünkü Türkmenistan’daki Balkan dağınin önceki adı Ebûlhan olduğu için Balkan bölgesinde yaşadığı tah­min edilmektedir. Türkmenbaşı (Krasnovodsk) şehri yakınlarında birisi Küren dağı eteklerinde, diğeri ise Ulu Balkan dağı çevresinde olmak üzere iki ayrı yerinde de “Dânâ Ata” adı ile anılan kabristan bulunmaktadır.

Dânâ Ata hakkındaki bilgiler halk arasında anlatılan iki riva­yet dayanır. Birinci rivayete göre: “Dânâ Ata önceleri Balkan da­ğının çevrelerinde yaşamıştır. Bir gün, Gürgân çevresinde hayat şartlarının daha iyi olduğunu öğrenerek buraya göçüyor. Fakat yol­da hastalanarak ölüyor. ” İkinci rivayette ise daha başka bilgiler yer alır: “Dânâ Ata’nın obasına Kalmuklar baskın yapar. Şair, baskıncı­lardan kurtulmak için Küren dağına doğru kaçar. Fakat baskmcılarca kovalanıp dağın eteğinde yakalanıp öldürülür. O’nun öldürüldü­ğü yer, halk arasında “Kan dökülen yer” olarak adlandırılır. Cesedi Balkan dağının eteğine getirilip defnedilir. ”

Edebi manzum Oğuznâme geleneğinin ilk mütevazı’ örneğini kaleme alan Dânâ Ata’nın 17. asırda yaşamış olan bir Yesevî ta­kipçisi olduğu hakkındaki rivayetlerden anlaşılır. Dânâ Ata’nın Ye­sevî’nin sûfî ideallerine sahip olduğundan şüphe edilemeyeceğini yazan Türkmenistan âlimlerinden Ahmet Bekmuratoğlu, Türkmen halkının kahramanlığına adanmış Oğuznâme’de, aradan beş yüzyıl geçtikten sonra Yesevî’yi anmasını bu manevî bağ ile ilgili görmek­tedir.

Dânâ Ata, Oğuznâme’sinde Oğuzlar hakkında daha önceden bilinen bazı bilgilerle birlikte yolunu takip ettiği sûfî mesleğinin önderi olan Ahmed Yesevî’yi de eserine dâhil etmiştir. Böylece bir taraftan Yesevî’ye atfedilen ve bir Türkmen boyunun kaderi ilgili tasarruf63, halk nezdinde canlı olarak yaşatılırken, bir taraftan da Hazret Sultan Yesevî’nin yüce kişiliğine, kerâmet sahibi bir mürşîd oluşuna ustalıkla işaret edilmiştir. “Oğuz İli’ne duacı” bu ulu mürşîdin, Ahmed Yesevî’nin “Akman-Karaman” veya “Akbay-Karabay” adlı Oğuz’un Çavuldur boyunun beyleri ile olan bu ilginç ilişki ko­nusunda, Türkmenistan’da halk arasında çok benzeri birçok rivayet hâlâ anlatılmaktadır.

Batı Türkmenistan’ın Mangışlak bölgesinde yaşayan Dânâ Ata’nın söz konusu Oğuznâmesi’nde Seyhun boylarındaki Oğuz boyları ile Ahmed Yesevî arasında meydana gelen bir çatışma ve bu dayalı olarak şairin görüşleridir. Dânâ Ata’ya ait manzum Oğuznâme’nin bu mesele ile ilgili bölümü şu dörtlüklerden ibarettir:64

“Akman, Karaman urusdı

Kör, nenen ne kurtlar kecdi

Oğuz ili zordan köçdi Ol sür-ha sür bolganımız.

Özün kaldın yaman atğa

Ömrünni berdin berbatğa

Töhmet kıldın Hoca Ahmedge

Sen-sen yaman körgenimiz.

Su filan asıl zatlıg

Pîrleri bar kerâmetlig

Hocası izzet-hörmetlig lige dua kılganımız.

Pîrdür dirler babamuznı

Nama icre rastdir sözni

İhsan Baba dirler bizni

Ebûl-handır ösgenimiz. ”

(Türkiye Türkçesine Aktarım:

“Akman, Karaman vuruştu

Gör, neler ne kurtlar geçdi

Oğuz ili zordan göçdü

Odur sür-ha sür olduğumuz.

Özün kaldın kötü adla

Ömrünü verdin berbata

Töhmet kıldın Hoca Ahmed’e

Şensin kötü gördüğümüz.

Sûfîleri asil zatlı

Pîrleri var kerametli

Hocası izzet-hürmetli

Yurda dua kıldığımız.

Pirdir derler babamızı

Nâme içre doğru söyler sözü

İhsan Baba derler bizi

Ebûlhandır büyüdüğümüz.” )

Yukarıdaki mısralarda Akman-Karaman Türkmenleri ile Hoca Ahmed arasında yaşanan tarihi bir hadiseyi ele alarak, bu çekişme birlikte meydana gelen göç olayına değinen Dânâ Ata, bu Türkmen boyunun Ahmed Yesevî’ye haksızlık ettiğini, O’nu töhmet altında bıraktığını; aslında bu şahsiyetin (Ahmed Yesevî’nin) sûfîleri ada­letli, pirleri kerâmetli, piri (= Yûsuf Hemedânî)nin izzetli-hürmetli ve yurda dua kılıcı bir mürşîd olduğunu vurgulamaktadır.

Türkistan’ın birbirinden çok uzak iki bölgesinde kayda giren -bugünün mantığı ileinanılması güç olan bu rivayetler, Hazret Sul­tan Yesevî’nin Türkistan’ın doğusundan batısına bütün bölgelerin­de nasıl bir şöhretin sahibi olduğunun kanıtı olarak değerlendiril­melidir.

Bugün Yesevî hürmetine günden güne gelişip büyüyen Yesi ile Savran kasabasının harabe halindeki kalıntıları anlayan için çok şey anlatır.

Fakr-nâme olarak tanınan ve Dîvân-ı Hikmet’in Kazan ve Taş­kend baskılarında şiirlerden önce yer alan Fakr-nâme risâlesinin Ahmed Yesevî’ye ait olma ihtimalini güçlü gören Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan, risale girişindeki satırları aktarır:

“Amma bilgil kim, bu risaleni kutbul-aktâb, server-i meşâyih, sultânül-evliyâ ve burhânül-etkıyâ, ferzend-i Han-ı Hazret-i SuItânü’l-Enbiyâ (s.a.v.) Hazretleri, Hazret-i Sultan Hâce Ahmed-i Yesevî andağ aytıbdurlar kim... ”

“Bu satırları Ahmed Yesevî söyledi.” diye nakleden Coşan, bazı akademisyenlerin bu tür rivayetlerin tamamının uydurma ol­duğu şeklindeki toptancı hükümlerine karşı çıkar ve “Fakr-nâme Dîvân-ı Hikmet’in Kazan baskılarında var ama, oraya bir yerden gelmiş tabii... Durup dururken “Ahmed YesevîHazretleri şöyle bu­yururlar. ” diye söze girmezler. “Eski Dîvân-ı Hikmet’in elyazmalarında Fakr-nâme yok, o halde Yesevî’nin değildir, birisi uydurmuş­tur.” diyorlar. Ama, niye uydursun?.. Bir eseri uydururlar, birisine atfederler ama, bir sebep olması lâzım! Yâni ne diye uydursunlar Ahmed Yesevî’nin söylemediği bir şeyi?...” sorusunu sorar.

Bu bölümde Hazret Sultan Yesevî hakkında nakledilen riva­yetlerin tamamının gerçekte sözkonusu olmayan uydurmalar ol­duğunu iddia edeceklere ben de Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ı izleyerek -bir de yeni bir soru ekleyereksoruyorum: “Bu Türk mil­letinin başka işi yok da, oturup bu akla ziyan rivayetleri uydurup yüzyıllardır da niçin nesilden nesile nakledip durmaktadır? Ne diye uydursunlar Ahmed Yesevî’nin söylemediği bir şeyi? Diyelim ki, uy­durdular; neden Hazret Sultan Yesevî hakkında uydurdular da o zamanın hükümdarı için uydurmadılar meselâ, veya bir başkası için ?!...

Yesevîlik ile ilgili toplantı ve yayınlarda Ahmed Yesevî eser­leri konusunda ‘arkeolojik bir buluntu’ üzerinde tartışan antik çağ arkeologları gibi konuşarak “tarihî kitab sayfalarında adetâ arkeo­lojik kazı” yapan akademisyenlerin tavrı da hep garibime gitmiştir. Hattâ, bazı akademisyenler, Yesevî ile ilgili konuları konuşurken -bilmem nedendirkonuyu öylesine karmaşık -ve anlaşılmazhale getirirler ki bu akademisyenleri dinlerken “Acaba Ahmed Yesevî diye bir insan yeryüzünde gerçekten yaşamış mıydı? Yoksa o bir hayâl kahramanı mıydı? ” sorusu bile gelir aklınıza... Allah razı ol­sun, Emîr Timur, kabri üzerine diktirmiş tüm Asya’nın en görkemli anıtlarından birisini de; bu sorunun da en görkemli yanıtı olmuştur.

Yesevîlik İle İlgili Halk İnanışları

Türkistan ülkesinin -ve özellikle Seyhun havzasındakiTürk sûfîlerinin başbuğu olan Ahmed Yesevî ile ilgili halk inanışları sade­ce bu menkıbelerle sınırlı kalmamış; asırlardır halkın davranışları­na yansıyan bazı adetlerin teşekkülünü sağlamıştır.

Kuzey’de İdil ve doğuda Seyhun havzası etrafında yerleşik Türkler arasında ve uçsuz bucaksız Türkistan bozkırlarında men­kıbeleri anlatılan, kerametleri dile getirilen, hakkında birçok des­tanlar, medhiyeler, İlahîler söylenen Ahmed Yesevî’nin kabrini ziya­ret etmek kutsal bir görev olarak kabul edilirdi.

Sovyet dönemindeki ateist baskılar sonucu Hacc ziyaretle­ri kesin olarak yasaklandığı için Hacc’a gitmesi mümkün olmayan bölge halkı bir teselli olarak kabul edilmiş olsa gerek Yesevî külliyesini iki kez ziyaretin bir hacc kadar sevap olacağı söylentisine tutunmuştur. Bu maksatla -Hacc ibadeti üzerindeki kısıtlama kalk­mış olmasına rağmenYesevî türbesini uzaktan-yakından ziyarete gelerek -Hacc tavafına benzer bir şekildetürbenin etrafında yedi kez dönen insanlara rastlamak mümkündür.

Bütün o sahada bu nüfuzu gösterecek birçok menkıbelere, Yesevî’nin mürîdlerine ait mezarlara rastlanır. Bir Rus seyyahının ifadesine göre Büyük Orda ve Orta-Orda’ya mensup Kazak Türkleri ve Kırgız Türkleri kışın öldükleri vakit, onları hemen gömmez­ler; cesedi bir keçe veya bir bez parçasına iyice sararak bir ağaca asarlar ve ilkbahar gelir-gelmez Yesi’ye götürerek Hazret Sultan Yesevî’nin kabri civarına gömerlerdi. Hattâ zenginler, daha hayat­larında türbe yakınında kabir yeri olarak, bir küçük toprak parçası satın alarak üzerine işaret koyarlar ve öldükleri zaman orada gö­mülmeyi vasiyet ederlerdi. Bugün türbe civarında yeni kabir yapıl­ması yasaklanmış olduğu için bu adet artık uygulanamamaktadır.

Çocukları olmayan Kırgız-Kazak Türkleri de, çocukları olması dileğiyle türbeyi ziyarete gelerek büyük döküm kazanın yanında Hazret Sultan Yesevî ruhuna adaklar nezreder; adakları yerine gel­diğinde de sözlerini tutarak getirdikleri hayvanları kurban ederek fakirlere yedirirlerdi.

Bugün de yeni evlenen genç çiftler düğünleri öncesinde mut­laka Hazret SultanT ziyaret ile mutluluk ve sağlık dileklerinde bu­lunurlar.

Bugün hâlâ çeşitli Türkistan Cumhuriyetleri’nden akın akın gelen ziyaretçiler Hazret Sultan Yesevî kabrini yüzyıllardır eksilme­yen bir saygı ile ve huşu içerisinde ziyaret etmektedirler.

6.               ‘Ölmeden Önce Öl’mek : “Yeraltında Yeşertilen Ebedi Hayat”

Ahmed Yesevî’nin sünnet-i nebeviye olan bağlılığının de­recesini gözler önüne seren bir rivayete göre Ahmed Yesevî, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetine bağlılığı sebebiyle altmışüç -milâdi takvime göre altmışbiryaşına geldiğinde bir yeraltı mescidi kaz­dırmış ve vefatına kadar bu mescidde ibadet ve riyâzet ile meşgul olarak adetâ ölmeden önce ölümb5 deneyimi yaşamıştır. Yesi’deki dergâhının avlusuna açılan bir merdiven ve buna bağlı bir dehlizle ulaşılan bu halvethane yeryüzünden üç arşın derinlikte inşa edil­mişti. Ahmed Yesevî’nin yer altında uzun süren bir halveti yaşadığı bu kutlu hücresinin kalıntıları bugün de muhafaza edilmektedir. Türkistan’da yaygın olan bir rivayete göre Hazret-i İlyâs (a.s.) ile Hazret-i Hızır (a.s.)Tn himmetleri sayesindedir ki yüzlerce yıldır bu halvethane hiçbir değişime uğramamıştır. Ahmed Yesevî vefat edinceye kadar bu yeraltı halvethanesinde dervişlerine nasihat et­meğe; sûfîyâne, hikmetli şiirler yazdırmağa tek kelime ile manevî eğitime devam ettiği bilinmektedir.

Ahmed Yesevî, hikmetlerinin birçoğunda bu yer altı uzletine çekilmesine neden olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in altmışüç ya­şında vefat ederek yer altına girişini ve bu yüzden kendisinin de yer üstünde Hz. Rasûlullah (s.a.v. )’den daha fazla gezmekten hayâ etmesini göstermektedir. “Dîvân-ı Hikmet”te Ahmed Yesevî’nin yer altında uzlete çekilişini ve uzlet hayatı esnasında yaşadığı manevî halleri anlatan hikmetler önemli bir yer tutar. Esasen Dîvân-ı Hikmet’ten anlaşıldığına göre hikmetlerinin büyük bir kısmı da İlahî ilham ile bu mekânda Ahmed Yesevî’nin dilinden dökülmüş ve ya­nındaki dervişler tarafından kağıt üzerine tesbit edilmiştir.

Ahmed Yesevî’nin altmışüç yaşında yeraltı çilehanesine giri­şinden sonraki hayatıyla ilgili somut bilgilere sadece Yesevî silsile­sine mensub Safîyyüddîn Orun-Koylakî ve Sultan Ahmed Hazînî’nin eserlerinde rastlanır. Dîvân-ı Hikmet’teki birçok hikmet, bu yer altı çille-hanesine girişi, Hazret Sultan Yesevî’nin inziva gerekçelerini dervîşâne bir tarzda anlatımını içerir.

Ahmed Yesevî’nin yeraltında uzlete çekilişinin hangi tarihte olduğu hakkında net bir bilgi yoktur. Ahmed Yesevî’nin yeraltındaki bu uzlet ve halvet hayatının ne kadar süre ile devam ettiği de belli değildir. Fakat vefat tarihi olarak kabul edilen 1116 yılına kadar yaklaşık 10 yıl süreyle ‘âhiret ehli’, “kabir ehli’ birisi gibi yeraltındaki çilehanesinde uzletini sürdürdüğü ve yetmişüç yaşında vefat ettiği araştırmacıların çoğunluğunun -şahsen de katıldığımortak kanaatidir. Ahmed Yesevî bazı zayıf rivayetlere göre ise yüzyirmi ya da yüzotuzüç yıl gibi uzun bir hayat yaşamış ve bu uzun hayatının 60-65 yılını yer altı çilehanesinden tamamlamıştır.

Hâzinî’nin, Cevâhirü’l-Ebrâr’da kaydettiğine göre Ahmed Ye­sevî bu yeraltı hücresinde, zikrettikçe dizleri göğüslerine sürtün­düğünden her iki göğsünde de izler belirmişti ve bu nedenle Ahmed Yesevî’nin bir adı da “serhalka-ı sînerişân” (= sine yaralayanların başı) olarak kaydedilmiştir.66

Herhalde bu yeraltında uzlet hayatı öyle zannedildiği gibi uzun yıllarca sürmemiş, yer altı mescidinde rivayetlerde iddia edil­diği gibi doksandokuz bin mürîd de toplanmamıştır. Bütün bu ifade­ler, Ahmed Yesevî’nin, yaşadığı dönemdeki yaygın şöhretini göste­ren kanıtlar olarak değerlendirilmelidir. Rivayetlerin verdiği ipuç­larının da işaret ettiği gibi, şeriat emirlerine riayeti hikmetlerinde açık seçik görülen Hazret Sultan Yesevî’nin hiç değilse Cum’a na­mazlarını kılmak için camii cemaatine katılmak üzere halvet hüc­resinden dışarıya çıktığı kolayca tahmin edilebilir. Rivayetlere göre Cum’a günleri, Hazret Sultan Yesevî’nin yer altı halvethanesinden çıkarak Cum’a namazına katılması sonrasında mescid avlusunda toplu halde icra edilen cehrî ve hararetli zikir meclisleri ikindi na­mazına kadar sürmekteydi. Bu şekilde bir bayram yerine dönen Yesi’de coşkulu zikir meclisi ardından Hazret Sultan Yesevî’yi ziya­rete gelen binlerce ziyaretçiye Türkistan pilavı ikram edilirdi. 15. yüzyıl başlarından itibaren, bu pilav ikramına türbeye Emîr Timur tarafından armağan edilen ve dört ton su aldığı ifade edilen büyük dökme kazandan ziyaretçilere şerbet sunulması da eklenmiştir.

MENKIBE

“Ahmed Yesevî daha çocukluğundan beri Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in hiçbir sahih sünnetini yerine getirmekten geri kalmamıştı. Bu yüzden, altmışüç ( milâdi: altmışbir) yaşına gelir gelmez, Hz. Rasûlullah (s.a.v.) o yaşta bu fâni dünyadan göçtükleri için, Hazret Sultan Yesevî de o sünneti de yerine getirmek niyeti ile kendi bedenini yer altına gizlemek istedi. Emri ile dervişler, dergâhının bir tarafında merdivenle inilen bir kuyu kazdılar Kuyunun dibinden bir yol açıp sonunda ham kerpiçten bir hücre yaptılar Hazret-i llyâs ve Hazret-i Hızır himmetleri de yardımcı olduğu için, yüzler­ce yıldır bu çilehaneye hiçbir şey olmamıştır Ahmed Yesevî, yer altı hücre­sinin ilerisinde kabir şeklinde bir yer ayırıp, kendisine mekân yaptı. Lahidi andıran o daracık yerde, zikrettikçe dizleri göğüslerine sürte sürte her iki göğsü de delinip yaralanmıştı. Bundan dolayı kendilerine “serhalka-i sî­nerişân ” da derler Ahmed Yesevî, bugün Yesi 'de dolaşan rivayetlere göre yüzyirmi-yüzyirmibeş: diğer bir rivayete göre ise yüzotuzüç, yaşına kadar.

ömrünü o dar çilehanede, tıpkı ashâb-ı kubur (= kabir ehli) gibi, riyazet, ibadet ve mücâhede ile geçirmiştir ”

“Ahmed Yesevî 'nin yeraltı çilehanesinde yaşarken gösterdiği kerâmetlere nihayet yoktur Birgün “o sarâ-yı 1 ah d gibi mâbed-i vahdet, fukara ve urefa bâtınlarında öyle bir tür ateş ve susuzluk bıraktı ki, meclistekiler bundan bî-karar oldular. Hakîm Ata 'ya su tedariki tenbih olundu. Hakîm Ata kalkıp su tedarik edeceği esnada kulağına su sesi erişti. Hayretle dö­nüp baktı: Meclis ortası fırına -veyahut hamam külhanınabenzemiş, ayrı ayrı alevler her tarafı kaplamış, bütün arif ve fakirler o ateş içinde kebap oluyor Hakîm Ata, mest ve müstağrak kalıp durdu. O esnada ansızın Ah­med Yesevî, elinde bir kadeh olduğu halde göründü. Kadehi ateşe daldırıp oradaki dervişlere içirdi. O kadehten içmiş olan Hakîm Ata buyurdular ki: Baldan tatlı ve kardan soğuk idi. Meclistekilerin susuzluğu bu suretle zail olduktan sonra, Şeyhu '1-meşayih Ahmed Yesevî, mübarek avucunu o ateş üzerine indirdi. Derhal ateş ortadan kayboldu: lâkin Allah 'ın hikmetiyle, orada bir küp zuhura gelmiştir ki, Yesevîler arasında “hûm-i aşk ” (= aşk küpü) derler ve onunla tefe 'ül ederler Eğer maksat hâsıl olacaksa, talibin eli ne kadar kısa olsa, onun dibine yetişir ve eline bir taş, bir çöp, hulasa böyle bir şey geçer: yok eğer maksat hâsıl olmayacaksa, talibin eli ne ka­dar uzun olsa dibine yetişemez. ”67

Halk arasında bugüne kadar yaşamakta olan menkıbelere göre, Ahmed Yesevî, Allah’a sığınıp, Hakk’a yakîn olmak niyetiy­le terk-i dünya ettiği yeraltındaki bu halvethanede birçok manevî haller yaşanmıştır. Dîvân-ı Hikmet’te yer alan bir şiirde Hazret Sultan Yesevî, çilehanesinde yaşadıklarını dile getirirken bir sabah namazında Hz. Rasûlullah’ın ruhunun gelip imam olması ile bir­likte sabah namazı kıldıklarını ifade eder. Tasavvuf literatüründe ‘temessül’ adı verilen bu olağandışı zuhurâtın68 başka mekân ve zamanlarda kaydedilmiş örneklerini tabakât kitablarında bulmak mümkündür.

CevâhirüTEbrâr müellifi Sultan Ahmed Hâzinî, kendisinin mürşîdi olan Yesevîyye şeyhi Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş’tan naklen Hazret Sultan Yesevî’nin dünyadan göç etmesinden asırlar sonra tecelli eden diğer bir kerametini kaydetmiştir. Bu rivayet bugünkü Yesi’de de, ne Hazînî’den ne de mürşîdi Seyyîd Mansûr’dan haberi olan halk arasında aynı şekilde anlatılmaktadır:69

MENKIBE

“Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş, ömrünün son yıllarında Türkistan 'da Hazret Sultan Yesevî 'nin yer altı halvethanesini gördüğü bir rüya üzerine ziyaret ettiğinde yeraltındaki uzlet hücresine de girmiş. Ahmed Yesevî 'nin çilehanesini ilk kez gördüğü zaman, Pîr 'inin bu çok sıkıntılı, daracık yer­de yıllarca nasıl tahammül edip yaşadığına pek çok hayret etmiş, lâkin birdenbire teveccüh kılıp murakıb olmuş, bakmış ki pek küçük zannettiği o çilehanenin bir ucu Doğu 'da, diğer ucu Batı 'da olarak uçsuz -bucak­sız genişlikte olduğunu müşahede etmiştir. O zaman önceki düşüncesinin yanlışlığını anlamış ve bir defa daha iyice öğrenmiş ki Hakk Teâtlâ, sevgili kullarına hiçbir zaman sıkıntı çektirmez; birkaç arşınlık daracık yeri bütün bu cihandan daha geniş kılabilir... ”

Halvet odası, Emîr Timur tarafından bugünkü Türkistan (=Yesi) şehrinde Yesevî’nin şerefine yapılması emredilen ancak Ti­mur’un vefatından sonra inşaatı tamamlanan Yesevî Külliyesi’nin güneybatı tarafında bulunuyordu. Kazakistan İlimler Akademisi 1972-1973 yıllarında Yesevî halvethanesinin bulunduğu yerin keşfi için arkeolojik kazılar yürütmüştür. Bu kazılarda elde edilen verile­re göre Yesevî’nin zamanındaki küçük hücreye ilave olarak 14. asır sonlarında aynı yerde büyük bir halvethane kurulmuştur. Bu halvet binası içinde bir mescid, dört yatakhane, dört taharethane, bir anbar ve bir odunluk bulunmakta ve halvethanenin altında zikir için kullanılan bir yer altı odası yer almaktaydı. Bu tesbit, Yesevîyye tarîkatının 15. yüzyıl başına gelindiğinde halk içerisinde büyük bir yaygınlık kazandığının somur bir göstergesi olarak değerlendirile­bilir.

“63 Yaş Toyu”

Dîvân-ı Hikmet’te yer alan “altmışüçde girdim yere” ke­limelerini içeren hikmetlerin işaret ettiği üzere, Hazret Sultan Yesevî’nin altmışüç yaşına geldiğinde Hz. Rasûlullah’ın altmışüç yaşında vefat edip toprağa verilmesinden ilham ile yer altı hüc­resinde inzivaya çekilmesi Türkistan’da ‘altmışüç yaş’ ile ilgili bir geleneğin teşekkülüne yol açmıştır. Bu rivayet o kadar çok tekrar­lanır ki, Dîvân-ı Hikmet okuyan herkes, kendisini bu gönül rızâsıyla yeraltına giriş olayı üzerinde düşünmek zorunda hisseder. Hattâ, Hazret Sultan Yesevî’nin bu inzivasının şeriata göre doğru olup ol­madığı dahi tartışılmış, çeşitli yorumlar yapılmıştır.

Hazret Sultan Yesevî’nin yeraltına çekilişini, dünya üzerin­deki hayat ile ilgiyi kopartmak olarak değerlendirmek yanlıştır. Yesevî’nin yer altı hücresindeki hayatının oldukça uzun süreli oldu­ğu hakkındaki rivayetler ve hikmetlerin büyük bir bölümünün yeraltındaki hücrede inziva esnasında söylenmiş ve kayda geçirilmiş olduğu hakkındaki bilgiler bu yeraltı hayatının tasavvufî eğitim ile ilgili aktivitelerin ve Yesevî’nin irşad misyonunun bir parçası ha­line getirildiğinin göstergesidir. Bütün elyazması ve basılı Dîvân-ı Hikmet’in baş kısmında yer alan uzun hikmetlerinin ana temasının Ahmed Yesevî’nin yeraltına girişi temasını işliyor olması da bunun bir kanıtıdır.

Yesevîlik geleneğinde dervişlerin seyr ü sülük sürecinin önemli bir parçası olan erbâin uygulamasında bile halvethânenin bir eğitim ocağı halinde işlev gördüğünü hatırladığımızda Yesevî tarzı sûfî eğitiminin sosyal niteliği ortaya çıkar. Budist gelenekle­rin, ya da hrıstiyan mistiklerinin dağ başlarında, ıssız mağara ve manastırlarda yaşadıkları ile geçici olarak -kırk günlüğünegirilen bir uzlet sürecinin bile toplum ile iç içe yaşanması Türk Tasavvuf geleneğinin insana yönelik, aksiyoner ve toplumu kapsayıcı oluşu­nun farkını ortaya koyar. Bu yaklaşım genel anlamı ile İslâm’daki tasavvufî hayat ile diğer mistik geleneklerin temel yaklaşım farkını ve İslâm tasavvufunun eski rûhânî geleneklerden aşırıldığı iddiala­rının yersizliğini ortaya koyar.

Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta bu altmışüç yaşın hicri takvime göre oluşudur. Bugün kullandığımız miladi tak­vim ile Hz. Rasûlullah (s.a.v.), altmışbir yıl yaşamıştır. Türkistan’da hicrî takvime göre altmışüç yaşına giren aksakallar, bu tarihî rea­liteye bakarak, bir ziyafet düzenleyip komşu ve akrabalarına bir davet verirler ve düzenlenen tören ile altmışüç yaşa girişlerini kut­larlar.

Burada kullanılan “kutlama” deyimini yanlış anlamamak ge­rekir; kutlama ile burada kastedilen, Allah’a kendisini bu ileri yaşa ulaştırdığı için şükr etmek ve bundan sonraki hayatında tamamen Allah’ın rızasını gözeterek yaşayacağını ilan etmektir. Hayatının son döneminde Hz. Rasûlullah sünnetine uygun yaşamakla şefaa­tine nail olunacağına inanç, bu geleneğin temelini teşkil eder. 63 yaşı toyunu veren aksakal bir yerde toplum önünde artık hayatı­nı Hz. Rasûlullah sünnetinden hiç ayrılmamak üzere sürdürmeğe söz verdiğini taahhüt eder. Yapılan tören bu söz verişin tescilidir.

Komünizm dönemine kadar Türkistan’da bütün aksakalların yerine getirmeye çalıştığı bu tören, dinî her türlü uygulamanın yasaklan­dığı, “hurafe” ilan edilip suç olarak gösterildiği ağır baskı yılların­da, sadece gözden ırak köy ve obalarda yaşatılabilmiştir. Bugün ulaşılan özgürlük ortamında “altmışüç yaş toyu” törenlerinin de gün ışığına çıktığı ve bu kadim Yesevî geleneğinin yeniden dirildiği görülmektedir.

Geleneklerini yaşatan Türkistanlı bir ailenin çocuğu olarak Türkiye’de dünyaya gelen Prof. Dr. Orhan Kavuncu, atalarından tevârüs ettiği bu geleneği hayata geçirerek 2010 yılında düzenle­diği “Altmışüç Yaş Toyu” ile bu güzel ve anlamlı töreni ülkemize taşımıştır. Büyük bir ilgi ile karşılanan bu törenin miladi takvim ile 61 yaşını dolduran bütün aksakallar tarafından bütün Türk yurtla­rında gerçekleştirilmesi ne güzel olur...

Ahmed Yesevî’nin Şeb-i Ârus’unda Yaşananlar

Dîvân-ı Hikmet’in İstanbul’da bulunan bir yazma nüshasın­da Ahmed Yesevî’nin ölüm anından yaşananlar yazmanın baş kıs­mındaki mensûr mukaddimede kaydedilmiştir.70 Nâdirhan Haşan tarafından ilim dünyasına tanıtıldığı üzere “Hikmet-i Hoca Ahmed Yesevî” diye başlayan 1887 yılında istinsah edilmiş 168 varaklık bu yazma eserin mensûr mukaddimesinde Ahmed Yesevî’nin yeraltı çilehanesine çekildikten sonra da mürîdlerin tasavvufî eğitimleri ve seyr ü sülûkları ile ilgilendiği belirtilmektedir.

Mukaddimede yer verilen en önemli konu ise, Yesevî yolu­nun müntesiblerinden Hoca Nimetullah tarafından beyan edilen, şimdiye kadar başka hiçbir kaynakta bulunmayan Hazret Sultan Yesevî’nin vefatı hakkındaki menkıbedir. Manzum şekli ise yazma nüshada hikmetlerin sonunda yer alan bu menkıbe şöyledir:

MENKIBE

“Ahmed Yesevî, bir gün sabah namazından sonra dostlarına: “İmdi menga hayat eyyâmidin âhiri fursatdur Sizler musibetim üçün nevhâ ve zâri kılmanglar! ” (= Şimdi bana hayat günlerinden sonraki fırsattır Sizler ölümüm için feryâd ve figân eylemeyin...) dedi. Bundan sonra Abdul-Hâlık'a: “Siz yuvan!” (= Siz yıkayın), yeğeni ve müridi Süfi Muhammed Dânîşmend'e ise: “Siz suv kuyun!” (= Siz su dökün) diye talimat verdi. Sonra Ahmed Yesevî, zikirle meşgul olurken, geri kalan dervişlere: bir küp getirmelerini ve su ile doldurduktan sonra da küpü kırmalarını emretti. Dervîşler, Hazret Sultan Yesevî 'nin dediklerini aynen yaptılar: küpe su dol­durduktan sonra onu kırdılar Birden gördüler ki küp içindeki su, donarak cam gibi bir buz kütlesi olmuş. Onlar bu duruma hayret ile bakarken Ah­med Yesevî’nin temiz ruhu gökyüzü cennetine yükseldi... ”

Ahmed Yesevî’nin vefat tarihi olarak kabul edilen 1166 yılı hakkındaki net olarak ortaya konulması, Yesi’ye dönüş tarihi ile yakından ilgilidir. Ahmed Yesevî’nin Yesi’ye dönüşünün hangi tarihe rastladığına dair bile kesin bilgimiz yoksa da, Abdullah Berakî’nin vefatı (1161) sonrasında olduğu tahmin edilebilir. Hazret Sultan Ye­sevî, 1161 yılından sonra Yesi’ye döndü ise atayurduna dönüşü son­rasında uzun süre yaşamayıp, yaklaşık on sene içerisinde öldüğüne hükmetmek gerekir. Çünkü ölümü, Hazret Sultan Yesevî’nin ölüm tarihi, muhtelif menâkıb ve tabakât kitaplarının ortak verilerine göre, H. 562 (M. 1166)’dir.

Elde bulunan tarihî belgeler ile menkıbevî rivayetler karşılaş­tırıldığında, ya Ahmed Yesevî’nin yüzyirmi sene veya daha uzun bir ömür sürdürdüğü hakkındaki menkıbelerin doğru olmadığına veya 1166 olarak kaydedilen ölüm tarihinin yanlışlığına hükmetmek zo­runlu hale gelir. Ahmed Yesevî’nin 120 yıl yaşayıp 1166 tarihinde vefat ettiği kabul edilse doğum tarihini 1046 yılına kadar indirmek gerekir ki, bu tarihen imkânsızdır. Eğer şifahî rivayetlere dayanı­larak 1166 yılında yeraltına hücresine çekilip burada altmış yıldan fazla yaşadığı doğru kabul edilirse, Hazret Sultan’ın ölüm tarihini 13. yüzyıl başlarına, 1226 yılına kadar götürmek gerekir ki, bunun da mümkün olmadığı açıktır. Bütün bu tarihî verilere dayanılarak, Ahmed Yesevî’nin H. 562 (M. 1166)’da öldüğü kabul edilmelidir. Ahmed Yesevî, vefatından sonra dinî aktivitesinin merkezi olan ve hayatının büyük bir kısmını geçirdiği Yesi şehrinde bulunan dergâ­hının bahçesinde defnedilmiş ve üzerine mütevazı’ bir kabir inşa edilmiştir. Hazret Sultan Yesevî’nin vefatından asırlar sonra bu kü­çük makâmın yerinde Emîr Timur tarafından bugün bütün Asya’nın en görkemli anıt-mezarı olan Yesevî Külliyesi inşa edilecektir.

7.               Türkistan’da Tutuşturulan Yesevî Ocağı: “Ocağımız Sön­mesin... ”

Yesevî yolunun esasları hakkındaki temel bilgileri içeren eş­siz eserlerin yazarı olan Sultan Ahmed Hazînî’ye göre “Türk şeyh­leri eşiğinin kulu, zamanın şeyhlerinin önderi ve öncüsü, özellikle de Mâverâünnehir, Türkistan bölgesinin piri” olan Hazret Sultan Yesevî’nin kurduğu Yesevîyye yolu kıyamete kadar bâki kalacaktır. Hazînî, bu bekâ mazhâriyetini “Miraç hırkası giyerek geldiğinden ötürü tarikatı kıyamete dek geçerli olacaktır.” sözleriyle izah et­meğe çalışır. Hazîni’nin tarifine göre71 “Ahmed Yesevî, temiz Ha­nefî mezhebinde, meşrebi ise arı ve durudur. Tarîkat yolu da ku­sursuz ve talihler için her yönden yeterlidir. Tekkesinden her biri yeryüzünde bilgisi ile tanınmış birçok ulu şahsiyet, silsilesinden ise erler eri binlerce maneviyat ulusu yetişmiştir. Doksandokuz bin mürîd, Hazret Sultan Yesevî’nin kutub olduğunu kabul etmiştir. ”

Hazînî’nin bu övgü dolu sözlerini herhangi bir tarîkata mensub olan dervişin mürşîdi hakkındaki övgüleri olarak değerlendir­mek mümkün ise de Yesevîlik yolunu yaşatan ve Hazret Sultan Ye­sevî’nin mesajlarının günümüze ulaşmasını sağlayan haleflerinin asırları aşan gayretini gözönüne aldığımızda hakkını teslim etmek gerekir. Hazret Sultan Yesevî’nin Türkistan’ın en etkin mürşîdi ko­numunu kazanmasında Hz. Hızır (a.s.)Tn aşağıda verilen duâsı ve müjdesinin etkili olduğuna inanılır:

MENKIBE

“Hâce Ahmed Yesevî 'nin atası İbrahim Şeyh 'in Ebû Mûsâ adlı bir ashâbı var idi. Ebû Mûsâ Hâce on beş yıl İbrâhim Şeyhin hizmetinde halvet kıldı, İbrâhim Şeyh, EbûMûsâ Hâce 'ye Hızır (a.s.) işareti ile “Yesi ilinde sofra tut! ” diye izin verdiler. Kırk üç yıl Yesi ilinde sofra tuttular, kırk yıl Hızır (a.s.) ile sohbet etti.

O vakitte Yesevî Ahmed Hâce yirmi yaşında idi. Hızır (a.s.) dedi ki, “Ey Hâce Ahmed Yesevî, elini bize ver! ” Ahmed Yesevî ellerini Hızır (a.s.) 'a verdiler.

HızrAta (a.s.) ellerini alıp dediler ki: “Yüz yirmi yıl ömrünüz olsun. Ve yine pek çok mürîdli ulu şeyh olacaksınız. ”

Ahmed Yesevî, Sayram vilâyetinden gelip Yesi ilinde yerleşip yüz yıl şeyhlik kıldı.

Ahmed Yesevî, sabah namazının sünnetini Yesi 'de, farzını Kâ 'be 'de kılar idi. Ve yine cuma namazını hem Yesi 'de, hem de Hızır (a.s.) ile Kâ 'be 'de kılar idiler, ayrıca Sayram 'da da kılar idiler, bayram namazını da aynı şekilde... ”

Yesevîlik ile ilgili diğer kaynaklarda da Ahmed Yesevî’nin ma­nevî yetkinliğini kanıtlamak üzere “doksandokuzbin halîfe yetiş­tirdi”^], “sohbetlerine onbinlerce âlim ve velînin katıldı’’^] gibi abartılı ifadelere rastlanmaktadır. Bu rivayetlerin ilk tarihî kayna­ğı olarak değerlendirilmesi mümkün olan Hüsâmeddîn Sığnâkî’nin ‘Yesevî Menâkıbnâmesi’nde bu abartılı unsurlar şu şekilde nakle­dilmektedir:

MENKIBE

“Biliniz ki, Şeyh Ahmed Yesevî, yüzyetmiş kâmil ve mükemmilpire hizmet edip icâzet, tarikat ruhsatı ve talîmât almıştı. Onların herbirinden hırka giymiş; ayrıca cehrî zikir, semâ ve raks izni almışlardı. Uzun ömr-i şerifleri yüzotuz ya da yüzyirmialtı sene idi. Avcılıkta kullanılan hayvan­lardan doğan kuşları ve köpekleri vardı. Yetmişüç ilimde ders verirlerdi. Kâ 'be-i muazzama 'da otuz sene medresede şer-i şerife muvâfık, istikâmet üzere bulundular Kırk sene Kalenderîler ile seyâhat edip, ricâlu 1-gaybdan abdâllaı; evtâd, Hızır (a.s.) ve llyâs (a.s.) ile arkadaşlık ettiler Kendi­lerini Hızır (a.s.) terbiye etti.

Hâce Ahmed’in sohbetinde 22.000 müftü, 60.000 Seyyîdzâde, 10.000 Hârezmli Imamzâde, 10.000 âlim, 90.000 velî, 8.000 abdâl72 ve 12.000 avcı (cânver-endâz) vardı. Nakledilir ki, bir ge­cede Hâce Ahmed’e 90 devlet yöneticisi, emîr geldi. Herbirinin yanında 13.000 kişi vardı ve Hâce Ahmed’e bîat edip aynı gecede hepsi velî ve kâmil oldular.

Ahmed Yesevî’nin dünyanın dört tarafından gelmiş doksandokuz bin mürîdi vardı. Diğer bir rivayete göre, 12.000 “Velâyet-meâb, kerâmât-iktisâb, kâmil, mükemmel ashâb-ı suffası var­dı ki, huzurundan ayrılmazlardı. ”

Bu binlerce insanı işaret eden rakamların birer sayım sonucu olmayıp sayıca çokluğu ifade için kullanıldıkları bellidir. Türkistan’ı ziyaret eden gezginlerin, çeşitli yüzyıllarda Yesevî dergâhı ile ilgili anlatımlarında özellikle bayram, kandil, Cum’a gibi özel günler­de binlerce insanın katıldığı törenlerden bahsedilmiş olması Yesevî tarîkatının Türkistan’daki derin nüfuzu yönünden bu rivayetlerden daha güçlü kanıtlardır.

Türkistan’da Arslan Baba himmeti ve Yûsuf Hemedânî irşadı ile tutuşturulan Yesevî ocağının közlerini bugüne kadar söndürme­den taşıyarak Türklüğün manevî hâzinesini zenginleştiren Yesevî dervişleri, kitabımızın ikinci bölümünü teşkil edecektir.

Birinci Bölüm/ Notlar ve Açıklamalar

1                             Post / Post-nişîn : Farsça post, birşeyin derisi anlamına ge­lir; Türkçede kuzu, koyun, dana vb.nin yüzülen ve tabaklanıp yere serilen, üstüne oturulan tüylü derisine post, posteki denir. Tasav­vuf ehli arasında “Post”, makâm anlamına gelir. Şeyhin oturduğu post, tarîkat pîrinin makâmı olup şeyh posta oturmakla pîri temsil etmiş olur. “Post-nişîn”, yani postta oturan, o tekkenin şeyhi ol­mak anlamını taşır.

2                             Orun-Koylakî Safiyyüddin, Neseb-nâme (Haz. A.K. Müminov, Z.Z. Candarbekov), Türkistan 1992. s.40-42.

3                             Carmuhammed-Ulı Muhammed Rahim, “Hoca Ahmed Ye­sevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sem­pozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s.13-14.

4                            Eraslan Kemal, Neseb-nâme, Yesevî yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 57-64.

5                             Kur’an-ı Kerîm, Enbiya sûresi, 21:107, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.328.

6                             Seyyîd Battal Gâzi (674-740): Adı dilden dile, Orta Asya’dan Endülüs’e kadar uzanan topraklara yayılmış olan ünü kuşaktan ku­şağa yayılan halk kahramanı Seyyîd Battal Gâzi’nin kimliği, ailesi ve soykütüğü hakkında net bir bilgi yoktur. 674-740 yılları arasında yaşadığı kabul edilen Seyyîd Battal Gâzi’nin Asıl adının Câfer ya da Abdullah olduğu sanılıyor. Battal adını gazâlarda yiğitlik ve ce­saret sergilemesi, Gâzi unvanını ise gösterdiği kahramanlıklardan aldığı tahmin edilir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in soyundan geldiğine ve silsilesinin Hz. Ali’ye ulaştığına ve bu nedenle ‘Seyyîd’ ismini almış olduğuna inanılır. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç’ın 1940’11 yıllarda Almanya’da bulduğu bir Neseb-nâme’de Battal Gâzi’nin soy kütüğünün Hz. Hüseyin (r.a.)’e ulaştığı görülmektedir. Babası­nın Malatya emiri Hüseyin Gâzi olduğu ve 680 yılında annesi Saide Hatun, eşi Zeynep Hanım ve iki oğlunun kabirlerinin bulunduğu Ma­latya’da doğduğu kabul edilir. Battal Gâzi’nin Abdullah Ebül Hü­seyin el Entaki isminde bir tarihi kişilik olup el-Battal (kahraman) ismi olmayıp bir övünç unvanı olarak kendisine verilmiş bir ünvândır. Taberi gibi bazı tarihçilere göre ise asıl adı Amr ya da Umer olup Antakyalı -veya Şamlı-dır. Bazıları ise Emevîlerin azatlı kölesi olduğunu çalışkanlığı ve kahramanlığı sayesinde komutanlığa, hat­tâ Misis şehri valiliğine kadar yükseldiğini kabul eder.

Tarihî kaynaklarda hakkında pek çok menkıbe rivayet edilen Seyyîd Battal Gâzi’nin müslüman Arap ordularının Bizans, Anadolu seferlerine ve İstanbul kuşatmasına katılıp birçok kahramanlıklar gösterdiğine inanılır. Bir rivayette Kız Kulesi’ne baskın yaparak ku­lede saklanan hâzinelerle ve gönlünü kaptırdığı tekfurun kızını ka­çırdığı anlatılır. Eskişehir’in Seyit Gâzi ilçesindeki türbesinde kabri yanıbaşında bulunan kral kızı Elenora’ya ait kabir bu rivayetle ilgili olmalıdır.

740 yılında Arap ordularıyla BizanslIlar arasında yapılan Akrenion (Afyon) savaşına katıldığı, bu savaş esnasında yaralanarak Afyon veya bugünkü SeyitGâzi yakınlarında Mesih Kalesi önünde ya­pılan çarpışmada bugün ismini taşıyan tekkenin birkaç mil güneyin­de şehîd olduğu kabul edilir. İslâm tarihçileri yanında Bizans tarih­çisi Confessor Theophones de Chronographia adlı eserinde Battal Gâzi ve Melik Gâzi’nin 20 bin kişilik bir kuvvetle Akrenion(Afyon) yakınlarında III. Leon ve Konstantin komutasındaki Bizans ordusu ile çarpışmakta olan İslâm ordusunun yardımına geldiklerini; çok şiddetli geçen çarpışmada her iki tarafın da büyük kayıplar verdi­ğini yazar. İslâm ordusu Symnada (Şuhut)’ya çekilirken Battal Gâzi de yaralı olarak III. Leon’a esir düşer. Theophones’e göre Battal Gâzi, esir olarak götürülürken yolda ölünce vasiyeti doğrultusunda Akrenion’a yaklaşık 100 km. uzaklıkta Seyit Gâzi’deki Üçler Tepesi’ne gömülmüştür. Seyyîd Battal Gâzi’nin bugünkü Seyit Gâzi’deki makâmından başka Malatya ve Kayseri’de de makâmları bulunmak­tadır.

Türkler arasında ‘Battal Gâzi’, ‘Seyyîd Battal’ ve ‘Seyyîd Battal Gâzi’ adlarıyla bilinen hayatı söylencelerle zenginleştirilmiş bu halk kahramanının Arap kökenli olduğu kesindir. Emevî dönemi­nin bir Arap komutanı olmasına rağmen Araplığı unutularak zaman içinde bir Türk kahramanı olarak anılmaya başlanmıştır. Bazı kay­naklara göre Bizans’a yapılan bir akında şehit düşen babası Hüseyin Gâzi’nin Ankara’daki kendi adıyla anılan Hüseyin Gâzi tepesindeki türbesi de bölgesinin en ünlü ziyaret yerlerinden birisidir.

Seyyîd Battal Gâzi Külliyesi’nin yapımına Selçuklu dönemin­de başlanmış. Söylenceye göre Battal Gâzi’nin kabri ölümünden yıllar sonra bir kalb gözü açık bir çoban tarafından bulunmuştur. Şimdi türbesi külliyenin içinde bulunan (Kutluca) Çoban Baba koyunlarını otlatırken bir kerâmet sonucu makâmını keşfetmiştir. Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubat’ın annesi Ümmühan Hatun (Valide Sultan) 1207-1208 yıllarında Battal Gâzi’nin kabri üzerine türbe ve yanına da bir cami inşa ettirmiştir. Ümmühan Hatun da vasiyeti uyarınca buraya gömülmüştür. Battal Gâzi’nin tam 8,5 metre uzunluğundaki görkemli kabrinin hemen yanında kral kızı Elenora medfûndur. Çoban Baba, Ümmühan Hatun ve Ayni Ana külliyedeki diğer ismi bilinen kabirlerdir.

Seyyîd Battal Gâzi’yi pîri olarak kabul eden Hacı Bektaş’ın Kurban Bayramı törenlerini dervişleriyle burada geçirdiği, ayinle­re katıldığı Velâyet-nâme’sinde anlatılır. 16. yüzyılda Kalenderî merkezi olmaktan çıkan külliye bir Bektaşi Tekkesi’ne dönüşmüş­tür. Osmanlı döneminde 1511-1517 yıllarında, külliye günümüzdeki durumunu alarak, dergâh, medrese, aşevi, fırın gibi binaların ek­lenmesi ile imar edilmiştir. Seyyîd Battal Gâzi Külliyesi bir iç avlu etrafına dizilmiş yapılardan oluşur. Külliyenin merkezinde Battal Gâzi türbesi ve camii bulunur.

Seyit Gâzi yakınındaki Arslanbeyli köyünde 15. yüzyılda yaşa­dığı ve bir Kalenderî dervîşi olduğu kabul edilen Sultan Şücaeddin Velî’nin türbesi vardır. Sultan Şücaeddin Velî’nin, oniki imamlar neslinden İmam Rıza’nın torunu olduğu kabul edilir. Rivayetlerde Şücaeddin Velî’nin dergâhında 200-300 Abdâlı olduğu, ünlü Gâzileri kendisine mürîd edindiği anlatılır. Şücaeddin Velî mürîdleri 15. yüzyılda Anadolu ve Balkanlarda ‘Üryan Şücailer’ adıyla ünlenmiş olup Evliya Çelebi’nin Yesevî dergâhıyla ilişkili olduğunu nakletti­ği Bulgaristan’daki Demir Baba, Otman Baba, Musa Baba, Akyazılı Sultan ve mürîdlerinin de bu taifeden olduğu rivayet edilir. (Bkz. Yesevî Vârisleri)

7Kuşem ibn Abbâs (? 676) : Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in amcası Hazreti Abbâs (r.a.) ile Hazreti Hatice’den (r.a.) sonra müs­lüman olan ilk kadın sahabe ÜmmüTFazl Lübabe bint Haris el-Hilaliyye (r.a.)’in oğludur. Ayrıca, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in ha­nımlarından olan Meymune (r.a.) ile kardeştir. Künyesi Kuşem bin Abbâs bin Abdul-Muttalib el-Haşimi şeklindedir. Babası ve kardeş­leri ile birlikte Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in duasına nail olmuştur. Dört halîfe dönemi ve Emevîlerin ilk yıllarında yaşamıştır. Hazreti Ali (r.a.) zamanında Mekke valiliğinde bulunmuştur. Orta Asya’ya gidip İslâmiyet’i tebliğ edenlerin ilklerindendir. Semerkand yakınlarında bulunan türbesi günümüze kadar bir ziyaretgâh olma özelliğini de­vam ettirmektedir. Kuşem, aynı zamanda Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in isimlerinden biri olup, “her hayrı kendinde toplayan” anlamına gelmektedir. Hz. Hüseyin (r.a.) ile süt kardeşi olan Kusem’in ço­cukluğu ve ilk hayatı ile ilgili fazla bir bilgi yoktur. Bu sebepten do­layı doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kaynakların çoğun­da kendisi ile ilgili iki ayrı bilgi yer almaktadır. Birincisi; çocuklar arasında oynayan Kuşem (r.a.) ve Câfer-i Tayyar’ın oğlu Abdullah (r.a.)’ı gören Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in bu iki çocuğu bindiği hayvanının terkisine bindirmesidir. İkincisi; Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in, amcası Hazreti Abbâs ile çocukları için yaptığı duanın aktarılmasıdır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in vefatında hazır bu­lunan Kuşem, cenazenin yıkanmasında, daha sonra kabrine konul­masında yardımcı oldu, kabirden de en son kendisi çıktı. Dolayısıyla Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e dokunan en son kişi oldu. Kusem’in babası Hazreti Abbâs (r.a.)’tan rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah Efen­dimiz (s.a.v.)’in amcası ve dört oğlu için yaptığı dua yer almakta­dır. Hazreti Abbâs (r.a.) ve oğulları Abdullah, Ubeydullah, Fazl ve Kusem’i mülâet (bir örtü adı) denilen bir perde altına alarak üzer­lerini örttü ve “Ya Rab, bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Onları bu perdeyle örttüğüm gibi, sen de onları Cehennemden öylece koru!” mealinde duada bulundu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in bu duasına evin damı, kapısı ve du­varları “amin, amin” diyerek iştirak ettiler. Kuşem, yaşının küçük olması itibariyle Dört Halîfe dönemini ve Emevîlerin ilk yıllarını gö­rüp yaşadı. Ancak, ilk üç halîfe döneminde herhangi bir resmi vazi­fede bulunmadığı tahmin edilmektedir. Sadece Hazreti Ali (r.a.)’in halîfeliğinin son yıllarında görev aldığı ve Hazreti Ali’nin vefatına kadar Mekke valiliği yaptığı görülmektedir. Medine valiliğinde de bulunduğu ifade edilmekle birlikte, kesin bilgi mevcut değildir. An­cak, Mekke valiliği dışında hac emirliğinde de bulundu ve kendisine havale edilen konularda fetva verdi. Yezid bin Şecre’nin Emevîler tarafından hac emiri olarak atanmasına karşı çıkan Kuşem, bu şahis yerine başkasının atanmasını istedi. Emevîler, bunun üzerine Mekke’ye üç bin kişilik bir kuvvet yolladılar. Herhangi bir muka­vemetle karşılaşmadan Mekke’ye girdiler. Emevî birliklerine karşı isteğinde ısrar etti ve söz konusu şahıs yerine başka birinin tayinini tekrarladı. Daha sonra hac emirliği görevine Şeybe bin Osman ge­tirildi.Kuşem (r.a.), Muaviye döneminde Horasan üzerine yapılan seferlere katıldı. Said bin Osman’ın komutanlığını yaptığı kuvvet­lerle birlikte Horasan etrafındaki bazı fetihlerde bulundu. Burada yapılan savaşlarda büyük bir kahramanlık gösterdi. Bu başarısı ve cesareti karşısında kendisine fazla ganimet malı tahsis edilmesi teklifini kabul etmedi. Elde edilen ganimetlerin beşe bölünüp di­ğerlerine dağıtıldıktan sonra kendisine verilmesini söyledi. Daha sonra Semerkand üzerine yapılan sefere de katıldı ve burada şehit düştü.Orta Asya’ya gidip İslâm’ı tebliğ edenlerin ilklerinden olan Kusem’in bu bölge için apayrı bir yeri vardır. Vefatına yakın yıllarda bu bölgeye yapılan seferlerde bulunduğu gibi tebliğ vazifesini de ifa etti. Halk arasında anlatılanlara göre savaşta şehit düşmedi. Kendisini öldürmek isteyenlerin elinden kurtularak önünde açılan bir kayanın içine girdi. Daha sonra kendisine açılan kapı kapandı. Vefatının üzerinden dört asır geçtikten sonra kendisi için bir mezar yapıldı. Efrasiyab tepelerinin güney yamacında bulunan türbe Ab-ı Meşhed çayının yanında yer almaktadır. Daha sonra buraya devlet büyüklerinin ve ileri gelenlerinin de defnedilmesi ile birlikte bir mezarlık halini aldı. Akabinde burası önemli bir ziyaretgâha dönüş­tü. Yerli halk buranın ziyaret edilmesine büyük önem verdi. Ayrıca, halk arasında Kusem’in adı, yaşayan sultan anlamına gelen “Şah-ı Zinde” olarak anılmaya başlandı. Bu şekilde anılmasının da sebebi, ibadetini yaptığı sırada saldırıya uğramasına karşılık, mucizevi bir tarza ortadan kaybolması ve halk tarafından ölmediğine inanılma­sıdır. Hz. Kuşem ibn Abbâs (r.a.) için yapılan türbe, bir cazibe mer­kezi haline geldi. Burada kurulan Türk devletlerinin yöneticileri büyük önem vererek imar etti. Türkistan’ın ilk medresesi burada kuruldu. Önlerine çıkan her şeyi yerle bir edip ilerleyen Moğolların istilâsından Semerkand da nasibini aldı ve o zamana kadar yapılan ne varsa tahrip edildi. Ancak, aynı Moğollar, Kusem’in türbesinin bulunduğu Şah-ı Zinde bölgesine, başlarına bir bela gelir korkusuy­la dokunmadılar. Günümüzde Özbekistan’ın Semerkand şehrindeki Şah-ı Zinde kabristanı hâlâ önemini korumakta ve saygı ile ziyaret edilmektedir. Kusem’in en önemli özelliklerinin başında Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’e benzerliği gelir. Bu özelliğinden dolayı büyük bir sevgi ve alakaya mazhar oldu. Babası kendisine büyük bir sevgi ve alaka gösterdi. Kendisini severken de “Üstünlük ve seçkinliğin yüce sahibi Rasûlullah’a benzeyen Kuşem” şeklinde iltifatta bulun­du. Ayrıca takva ve fazilet sahibi mübarek bir insan olarak dikkat­leri üzerine çekti. Bizzat Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’den hadis rivayet ettiği gibi, diğer Sahabelerden de rivayetlerde bulundu.

8                             Himmet : Bir işin üstüne iyice düşmek, bir işe sarılmak ve lütuf, kerem ve ihsanda bulunmak anlamlarında arabça bir sözdür.

9                             Kutb (kutub): Mil, uç anlamlarına gelen arabça bir sözcük­tür; Türkçe’de “Kutup” tarzında söylenir. Tasavvufta, âlemde Tanrı irâdesini temsil eden ve erenlerin en ulusu olan; Tanrı adına kâi­natta tasarruf sahibi bulunan zattır, Kutb ve kutublar kutbu anla­mına “Kutbü’l-Aktâb” derler. Kutub vefat edince, en yakın olan iki imâmdan biri, Tanrı tarafından kutubluğa tâyin edilir ve erenlerin sayıları, birer derece aşağıdakilerden biri, bir derece yükseltilerek tamamlanır.

10                             Alevî : Alî’ye mensup anlamına gelen bu söz, hem Hazret-i Alî soyundan gelen, hem de Hazret-i Alî taraftarı olan, Hazret-i Alî’nin yolunda giden anlamına gelir.

11                            Hızır: Yeşil anlamına gelen ve aslı Hızr olan bu kelime, Türkçede Hızır tarzında söylenir; Mûsâ Peygamber (a.s.) ile çağ­daş bir peygamber veya erenin adıdır. Üstüne oturduğu kuru otlar, yeşerdiğinden bu adla anılmıştır. Ayağını bastığı yerlerdeki otlar da yeşerirmiş. “Âb-ı Hayat (= bengisu)” denen ve içeni ebedî hayata kavuşturan suyu, İlyâs (a.s) adlı başka bir Peygamber’le beraber bulup içmiş olduğundan kıyâmete dek ikisi de sağ kalacaktır. Hızır, karada bunalan kullara, İlyâs, denizde yardıma muhtaç olanlara yardım eder. Tasavvufta, erenlerin en ulusu olan “Kutub”a ‘vak­tin Hızır’ı’ da denir.

12                             Hâl : İnsanın bulunduğu, fakat zamandan zamana da de­ğişen, durum. Tasavvufta varılan manevî duruma da “Hâl” denir; bu duruma ulaşan manevî yolcu, hâlini kendisine mal edinirse o zaman “Makâm (= Durak)” adı verilir.

13                                                Ledün : “Ledün”, yan, kat anlamında Arabça bir sözcüktür.

Kurân-ı Kerîm’in 18. Kehf sûresinin 65. âyetinde, Mûsâ peygamber (a.s.)’ın, kendisine Tanrı katından bilgi verilen birisi (= Hızr a.s.) ile buluştuğu anlatılır. Bu yüzden okunmadan, bellenmeden elde edilen İlâhî bilgiye de “ledünnî bilgi” , “İlm-i Ledün” (= Ledün bilgisi) denmiştir. Bir işin gizli nedenleri, “Ledünnîyyât” diye anıl­mıştır.

14                             Meşreb : Huy, zevk ve âdet anlamını verir. Meselâ bir kimse hakkında, “meşrebi geniş” denirse, herşeyi sindirir, hoş gö­rür, darılmaz anlamı anlaşılır. Meselâ, “zâhidâne meşrepli”, din hükümlerinde zühd sahibi, takvâya uygun hareket eder anlamında­dır. Meşreb, insanın yaratılışındaki huyu ile ilgilidir ve yaratılıştaki eğilim, kişi ne kadar değişirse değişsin, gizli kalır ve birgün, gene baş gösterir.

15                            Haşan Nâdirhan, Arslan Baba ve Ahmed Yesevî, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 24 [2009/2], s.1-10.

16                             Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr: Yesevîyye şeyhi ve şair Sultan Ahmed Hazînî tarafından Yesevîyye kültürünü Osmanlı ülkesinde ve bilhassa Osmanlı Sultanı III. Murad’a tanıtmak için 1593’te büyük kısmı Türkçe, son kısmı ise Farsça olarak yazılan eserin tesbit edilen tek yazma nüshası İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesinde bulunmaktadır. İlim çevrelerine ilk kez 1918 yı­lında yayımladığı Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kapsam­lı eserinde Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından tanıtılan “Yesevî Menâkıbnâmesi” olarak adlandırılabilecek bu nadide eserin trans­kripsiyonu ve tercemesi Prof. Dr. Cihan Okuyucu tarafından yayına hazırlanarak 1995 yılında Kayseri’de yayınlanmıştır.

17                             Menbâ'uTEbhâr fî Riyâzi’l-Ebrâr : Hazînî tarafından CevâhirüTEbrâr’dan yedi yıl önce, 1586’da Türkçe yazılmış ve özellikle Yesevîlik ve tarîkatlar tarihi bakımından son derece önem­li bir kitabdır. Menbâ'uTEbhâr Hazînî’nin, Osmanlı sultanı III. Mu­rad’a sunulmak üzere İstanbul’da yazılan eser, ilim dünyasına ilk defa Necdet Tosun’un İLAM Araştırma Dergisinin 1997/2. sayısının 41-85. sayfaları arasında yayımladığı “Yesevîliğin İlk Dönemine Ait Bir Risale: Mir’âtü’1-kulûb ‘başlıklı makalenin içinde tanıtılan ese­rin bilinen tek yazma nüshası Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa kolleksiyonu no. 1425’te kayıtlıdır. Eserin filolojik tanıtımı ve metninin ayrıntılı bir özeti ile orijinal ve transkripsiyonlu metni Dr. Mehmet Mahûr Tulum tarafından 2009 yılında İstanbul’da neşredil­miştir.

18                             Selmân-ı Farîsî (ölümü: 654) : Ashâbın önde gelenlerindendir. Nakşbendî silsilesinde yer alır. Tasavvuf ehline göre Selmân, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in saçlarını kesmiştir; bu yüzden fütüvvet erbabınca, berberlerin pîri, “Selmân-ı Farisî”dir. Hz. Rasûlul­lah (s.a.v.), “Selmân’ül Hayr” lakabını vermiş ve “Selmân bizden, Ehl-i beytimdendir” hadisi ile kendisini övmüştür. Irak’ta, Medâyin şehri valisi iken orada vefat etmiştir. Yesevîlik geleneğinde Arslan Baba’nın Selmân-ı Farisî evlâdından olduğuna inanılır.

19                             Hırka : Arabça ‘bez parçası’ anlamına gelir; dervişlerin giydikleri üst giysisidir. Dervîş hırkası, önü açık, yakasız, kollu, ge­nişçe ve -bazen topuklara kadaruzundur. Çok eskiden dervişler, malının helâl olduğuna inandıkları kişilerden bez parçalan alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı ki buna, yamalı anlamına “Murakka” derlerdi. Zengin, ünlü kişiler, böyle bir hırkaya tenezzül etmeyeceklerinden gerçek dervişler, “Hırka altında sultan”, ben­liğine kul olanlarsa, süslü elbiseler içinde köle durumundadırlar. Bu yüzden “Hırka altında sultan”, görünüşte yoksul, gerçekteyse nefsine buyruk yürüten emîr anlamındadır. “Hırka giymek, Hırka giydirmek”, dervişliğe ikrar vermek, dervîş yapmak anlamına gel­diği gibi birine şeyhlik ve halîfelik vermek anlamına da gelir. Bir tarîkate mensub olduğu hâlde sevgisi dolayısıyla başka birtarîkate de intisab edip hilâfet alana giydirilen hırkaya “Teberrük hırkası” denir.

20                             Algar, Hamid, “Arslan Baba” (madde), TDV İslâm Ansiklo­pedisi, İstanbul, 1991, c.lll, s. 400.

21                            Makâm : Arapça, kalkılan, ayakta durulan yer demektir ki Türkçe’de “durak” karşılık gelebilir. Aynı zamanda, dince kutsal olan, bir büyüğün hâtırasını taşıyan; “Makâm-ı İbrahim” gibi yer­lere de denir. Birisi, başka bir yerde ölürse, memleketinde, yahut hâtırasını taşıyan bir yerde, ona Fâtiha gönderilmek, anılmasına vesile olmak üzere yapılan anıt-mezara da “Makâm” denir.

22                            Haşan Nâdirhan, Arslan Baba ve Ahmed Yesevî, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 24 [2009/2], s.1-10.

23                             İcâzet: İzin, ruhsat anlamına gelen Arabça bir sözdür, Tari­katta ulu sayılan birini ziyarete giden kişi, izin almaksızın huzurun­dan ayrılamaz. Ya o zat “Buyurun” deyip niyaz ederek gitmelerine izin verir; yahut gidenler, “icâzetinizle” deyip ruhsat alırlar, niyaz edip görüşerek huzurundan ayrılırlar. İcâzetin bir başka anlamı da şudur: Bir şeyh, dervişlerden, yahut muhîblerden birini şeyh yapar, muhîb ve derviş yetiştirmesine izin verir; aynı zamanda bu izni, yazılı ve mühürlü bir kâğıtla da belgelendirir. Bu yazılı kâğıda “İcâzet-Nâme” denir.

24                             Biat (Bey’at) : Arabçada, buyruk sahibinin buyruğuna uy­mayı kabul etmek, elini, elinin üstüne koyup bu hareketiyle ona itaat ettiğini bildirmek anlamına gelir. Kur’an-ı Kerîm’in 48. Feth sûresinin 10. âyetinde, “Seninle bey’atleşenler, gerçekte Allah’la bey’atleşmişlerdir; Allah’ın (kudret) eli, onların ellerinin üstün­dedir. Kim dönerse zararı kendisinedir; Allah’la ahidleştiği şeyde duranaysa Allah, pek yakında büyük bir ecir verecektir” duyu­rulmaktadır. Bu âyet, hicretin altıncı yılında, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ashâbıyla Haccetmek üzere Mekke’ye doğru yola çıktıkları vakit, Hudeybiyye’ye gelince, henüz Mekke Müşriklerin ellerinde olduğundan, şehre girmelerine izin vermemeleri üzerine inmiş, Hz. Rasûlullah (s.a.v.), orada bir ağaç altına oturmuş, ashâbı da, ölün­ceye dek kendisine uyup düşmanla savaşacaklarına, Hz. Peygamber’in ellerinin üstüne ellerini koyup bîat (=bey’at) ederek ahidleşmişlerdi. Bunu duyan müşrikler, barışa razı oldular. Sûfîler, mürşîde intisabın esasını bu bey’ate dayandırırlar ve mürşîde bey’at edip tarîkate girmek, bu bey’ate katılmaktır ve mürşîdin eli, elden ele, Hz. Rasûlullah’a ulaşır, diye kabul edilir.

25                             Riyâzet : Az yemek, az uyumak, daimî ibâdete koyulmak suretiyle nefsi terbiye etmek anlamında Arabça bir sözdür.

26                             Nefs : Nefs, Arabça bir söz olarak, “kendi, öz, can, ruh, kötü istek, kötülüğe meyil” anlamlarına gelir. Nefsle mücâdele dünya ile olandan daha zordur, güçtür Nefsini bilen Rabbini bi­lir. “Nefsini bilen”, yâni, kendisini acizle, noksanla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, “Rabbini bilir”, yâni, Rabbini, kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir atasözüyse hadîs olarak ri­vayet edilen, Hazret-i Ali (k.v.)’e de atfedilen sözün Türkçesidir. Tasavvufî terminolojide nefsin yedi makamından bahsedilir ki sûfî sırasıyla bu makamları geçerek nefsini noksanlardan arındırmalıdır.

27                             Kur’an-ı Kerim; Hicr Sûresi, 15:2, Hak Dini Kur’an Dili Me­ali, Haz. Elmalılı HamdiYazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 261.

28                             Halvet der-Encümen : Tasavvuf tarihimizin temel taşların­dan birisini teşkil eden ‘Halvet der-encümen’ kavramı insanlar ara­sında iken her an Allah ile beraber olma, zâhirde halk ile, bâtında Hak ile bulunma anlamını taşır. Bu kavram o denli bir zenginliğe ve derinliğe sahibtir ki, bu bilince ulaşmış bir insan dünyanın en güçlü varlığıdır denilse yeridir. ‘Herkesle beraber fakat yalnız’ sözü bu bilinci anlatır. Tasavvuf yolunda ilerleyen dervîş ‘Halvet der Encü­men’ bilincini geliştirmek ile o kıvama gelir ki, nerede, kiminle, hangi şart altında olursa olsun, insanlar arasında gündelik meşgu­liyetlerine devam ederken yaratıcısı olan Hakk ile birliktelik bi­linci bir an olsun kesintiye uğramaz; uğratılamaz ve ‘Halvet Der Encümen’ murakabe halini alır.

İhvan, insanlarla beraber olmasına rağmen insanların onun kalbine muttali’ olmaması lâzımdır. O, Allah Teâlâ ile beraber ol­malı fakat bunu etrafına sezdirmemelidir. Yine ihvan kalbî zikre müsteğrak olmalı, o kadar ki, çarşıya girdiği zaman insanların gü­rültüsünü duymayacak hale gelmelidir. Allah Teâlâ’nın zikri kalbin hakikâtini istilâ etmiş olmalıdır.

Yesevî’nin toplum hayatının meşru olan her türlü faaliyetine katkıda bulunmayı, insanlara hizmet etmeyi, sosyal faaliyetlere pozitif katılımı son derecede önem vermesi fakat bütün bu fiilleri yaparken de kalben daima Allah ile beraber olmayı, yani halvet şuurunu muhafaza etmeyi hedeflemesi büyük ölçüde mürşîdi Yû­suf Hemedânî’den aldığı terbiye ile ilgilidir. Yûsuf Hemedânî’nin mürîdleri vasıtası ile silsilesini sürdüren bir diğer tasavvuf ekolü olan ve en önemli prensiplerinden biri de ‘halvet der encümen’ olarak belirlenen Nakşbendî tarîkatının da, irşad faaliyetinde hal­kın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön plan da tutan bir anla­yışa sahip oluşu aynı şekilde değerlendirilebilir. Aradaki küçük bir fark ile Nakşbendîlerde halvet der encümen; halvete karşı bir tavır da ifade eder gibidir. Onlara göre, halvette gizli bir şöhret hissi söz konusudur. Halk içinde bulunmak ise, hem böyle gizli bir şöhrete kapalı bulunma, hem de insanlara yararlı olma açısından her za­man tercih edilegelen bir tavırdır.

Bir batılı düşünür “şehir, halkın hep birlikte yalnız kaldığı yerdir.” sözüyle şehrin ifsad edici-yokedici tarafını vurgularken, bizim köklerimizde ‘halvet der encümen’, ‘toplum içerisinde yal­nızlık” olarak gerçek ifadesini bulan hikmette ise şehrin topluluk­ları ‘ben idraki’ne sürükleyen bir temel işlevi olduğu da anlaşılır. Şehir hayatı bir bakıma ‘halvet der encümen’ ortamı, yani toplum içerisindeki yalnızlıktır.

29                             Bâtın : İç, öz anlamına gelir ve dış anlamına gelen “zahir” sözünün zıddıdır; aynı zamanda her iki söz de yâni “Bâtın” ve “Za­hir” sözleri de 57. Hadîd sûresinin 3. âyetinde, Esmâ-i Hüsnâdan, yâni Allah Teâlâ’nın güzel adlarından olarak geçer; Allah, eserleri, kudreti ve san’atıyla, yaratışı ve tasarrufuyla “Zahir” dır; fakat zâtıyla “Bâtın” dır. Ayrıca Kur’ân’ın zahiri, yâni herkesin anladığı bir anlamı olduğu gibi bilenlere, duyanlara göre bu anlamın içyü­zü, herkesin anlayamayacağı bir özü, daha derin anlamları da var­dır. Şerîat hükümlerinin konulmasında hikmetler bulunduğu gibi, meselâ namazın edâsındaki zevk ve huşû adamına göre farklıdır. Şeriatın bir içyüzü olduğunu kabul eden tasavvuf ehli, kendilerini “Bâtın ehli” sayarlar; okuyup bellemekle değil de öz doğruluğu ve Tanrı’ya teslim oluş sonucu olarak gönle doğan bilgiye de “Bâtın bilgisi” derler. Bâtın bilgisi, metodu, müderrisi, medresesi olan bir bilgi değildir. Bu bakımdan bu bilgi, gizli bir bilgi olduğu gibi ehli de gizlidir.

30                             Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Ha­yat Nedir?-,Haz. Necdet Tosun, İnsan Yay. İstanbul, 2007, s. 39-41

31                            Bakara Sûresi: Kur’an-ı Kerîm’in 286 âyetten oluşan en uzun sûresi. Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.2-48.

32                             Âl-i îmrân Sûresi: Kur’an-ı Kerîm’in üçüncü sûresi. Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İs­tanbul, 1984, s.49-75.

33                             Cüz: Kur’an-ı Kerîm’in otuzda bir kısmını teşkil eden yirmi sayfalık bölümü.

34                             Fâtiha Sûresi: Kur’an-ı Kerîm’in ilk sûresi. Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.1.

35                             Niyâz : Farsça’dan alınan bu kelime, yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında bulunmak, duâ etmek, selâm ve hürmet anlam­larına gelir.

36                             Hâzini, MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Haz. Mehmet Mâhur Tulum, İstanbul, 2009, s.77-78.

37                             Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Ha­yat Nedir?-, Haz. Necdet Tosun, İnsan Yay. İstanbul,2007 s.39.

38                             Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Ha­yat Nedir?-, Haz. Necdet Tosun, İnsan Yay. İstanbul,2007, s.39-40.

39                             Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Ha­yat Nedir?-, Haz. Necdet Tosun, İnsan Yay. İstanbul,2007, s.48-49.

40                             Fâtır Sûresi: Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.433-439.

41                            Yâsîn Sûresi: Kur’an-ı Kerîm’in kalbi olarak bilinen sûre. Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.439-444.

42                             Nâziât Sûresi: Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.582-583.

43                            Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (4. Hikmet), Haz. Dr. Hayati Bice, TDVYay., Ankara, 2009, s.73.

44                             Cezbe: Arabça çekiş anlamına gelir. Terim olarak, Tanrı’nın, kulu çekişi, kula lûtfudur. Sûfîlerin bir kısmı, sülük denen manevî yolculuğun, ancak cezbeyle alınabileceğine inanır. Tasav­vuf yolcularının bir kısmı, önce cezbeye kapılır, sonra mürşîde kavuşur; cezbeyle aldığı yolu, yolun hükümlerini, şartlarını öğre­nir. Bunlara “Meczûb-i Sâlîk”, yani cezbeye düştükten sonra sü­lük gören denir. Bir kısmı mürşîde ulaşır, sonra cezbeye mazhar olur. Bunlara da “Sâlik-i Meczûb”, yani cezbeye ulaştıktan sonra mürşîde kavuşan derler. Bu iki bölükten olanlar, başkalarını irşâd edebilirler. Cezbeye tutulup mürşîde ulaşmayan (Meczûb-ı gayr-i sâlik), kendisi ulaşmıştır, fakat kimseyi irşâd edemez. Mürşîde intîsab ettiği halde cebzeye mazhar olmayan (Sâlik-i gayr-i meczûb), ne kendisi bir feyze nail olur, ne kimseyi irşâd edebilir, Cezbe, aklı baştan alan bir hâl olduğundan cezbe sahibi, hareketlerinde mazurdur. Bir de zikir, yahut sohbet esnasında yerinden sıçrayan, bağırıp çağıran, inleyen, delice hareketlerde bulunan kişilerin bu haline “cezbelenmek, cezbeye gelmek, cezbeye düşmek” denir ki bu halleri gösterenlerin çoğu, bir alışkanlık olarak sıçrarlar, bağı­rırlar; olgun erler, gerçekten cezbeye tutulan kişinin bu hâllerini izhâr etmesini hoş görmezler; bunlara “Murâî Gösterişçi” derler. Gerçekten cezbeye tutulup o halde kalanlaraysa “Meczûb” denir. Tasavvuf uluları, meczûb kişilerle düşüp kalkmanın doğru olmadı­ğını, onların gönüllerine dokunmamak, ihtiyaçlarını, kabul ederler­se, gidermek gerektiğini, fakat onlarla düşüp kalkanlara, hallerini giydireceklerini, bu yüzden onlardan uzak olmanın en doğru bir hareket olduğunu söylerler.

45                             Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Ha­yat Nedir?, Haz. Necdet Tosun, İnsan Yay. İstanbul, 2007, s.48.

46                             Seyfullah Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuTmeşayih’ eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ah­med Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

47                             Seyr : Gezmek, görmek, seyretmek anlamına Arabça bir sözcüktür. Tasavvuf ehli, mürîdin Hakk’a yolculuğunu seyr olarak adlandırmıştır.

48                             Sülük : Yola girmek, yol tutmak, yol almak anlamında Ara­bça bir sözdür. Tasavvuf ehlince, bir mürşîde intisâb eden mürîdin, tarîkat usulüne riayet ederek manevî yolculuğuna, yol almasına sülük denir.

49                             Çile/Çile-Hâne : Dervişlerin, kapalı bir yere, bir odaya çe­kilip yemelerini, içmelerini, uykularını gittikçe azaltarak kırk gün kendilerini ibâdete vermelerine ‘çile’ denir Sûfî dervişlerin, çile çıkardıkları oda, çile evi anlamına “Çile-Hâne” diye anılır. Çile ke­limesi farsçadaki “Çille (=Kırk günlük süre) sözünün hafifletilmesinden meydana gelmiştir. Tasavvuf terminolojisinde daha çok sözün Arabçası olan “Erbain” olarak bilinir. Erbaîn: Arabça kırk demektir. Halvetîlik gibi esmâ yoluyla sülûkü kabul eden tasavvuf yollarında şeyh, dervîşi, kırk gün, az yemek, az içmek, az uyumak, kendini ibadete vermek üzere riyâzata sokar ki buna erbaîn denir. Erbain, tekkenin tenha bir bucağında, bu iş için ayrılmış odaya girmekle başlar. Şeyh, dervişi bu odaya sokar, Fâtiha çeker ve kapıyı kapayıp gider. Odada bir post, yahut seccade, bir müttekâ ve bir Kur’ân-ı Kerîm vardır. Derviş, bu odadan ancak zorunlu olarak gerekirse ve abdest tazelemek için çıkar. Yiyeceğini, içeceğini, belirli vakitler­de bir derviş getirip odaya bırakır ve selâmdan başka bir söz söyle­mez. Gelenekte, erbaine girene ilk günü kırk zeytin verilmesi, her gün zeytinin biri eksiltilerek kırkıncı günü bir zeytin sunulmasıdır; fakat buna pek o kadar riayet edilmez; yalnız yiyeceği her gün biraz azaltılır. Kırkıncı gün ya şeyh gelip dervişi odadan çıkarır, yahut başka birisi çıkarıp şeyhe götürür. Erbain’den çıkan, kırk gün içindeki düşüncelerini, bilhassa rüyalarını şeyhe anlatır. Şeyh gerek görürse dervişi, o gün, ikinci bir erbaine sokabilir. Birbiri üstüne üç Erbain çıkaranlar bile olur. Dervişin erbainden çıkarıldığı gün, bir koyun kesilir; kendisine kurbanın et suyuyla yapılmış tirit sunulur; dervişler, kendisini kutlarlar.

50                             Künhü’l-Ahbâr : Âlî kısa adıyla meşhur olan Gelibolulu Mustafa b. Ahmed tarafından kaleme alınan ve genel dünya tarihi ile ilgili bir eser olup 16. yüzyılın son yıllarında (1593-1599) yazıl­mıştır.

51                            Tosun Necdet, “Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, İLAM Araştır­ma Dergisi, 111/1 (1998), s. 73-81.

52                             Eraslan, Kemal, “Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, İ.Ü. Edb. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII (1977), s. 79.

53                             Ahun, Hoca Ahmet, “Hoca Ahmed Yasevi”, Nesil, Aşgabat, Türkmenistan, 6 Ocak 1998; Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64

54                             Hâzinî, Cevâhirü’l-Ebrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.47-48.

55                             Horasan Erenleri : Horasan, İran’ın doğu bölgesinin adı­dır. Tasavvuf yayılıp sûfîler, Suriye ve Irak’ta çoğunluğu sağlamış­lar, buna karşılık sûfîlerin, kendilerine mahsus elbise, zikir töreni, bilhassa vakfa dayanan tekkeler gibi şeylerle halktan ayrılmalarını hoş görmeyen melâmet ehli, İran ve Horasan’da yoğunlaşarak “Ho­rasan Erenleri” denildi. Bu tâbirle anılan erenin Horasan’lı olduğu­nu değil, melâmet erenlerinden olduğunu anlamak gerekir. “Şâh-ı Horâsan” ve “Sultân-ı Horasan” ise Oniki İmâm’ın sekizincisi olup 818’de şehîd edilen İmâm Aliyyü’r-Rızâ ibn Mûsâ Kâzım’dır. Hora­san’ın şimdi Meşhed diye anılan Tûs şehrindeki türbesinde yattığı için bu lakabla anılır.

56                             Keşkül : Farsça, ‘fukara çanağı’ anlamına gelir. Büyük Hin­distan cevizinin üstü kesilir ve içi oyulur; meydana gelen çanağın, iki ucuna iki halka geçirilerek bu halkalara bir zincir takılır. Derviş, bunu boynuna, yahut kemerine asar, yahut da elinde tutar. İlâhî, naat, mer­siye okuyup keşkülü halka uzatır; herkes, keşküle birşey koyar.

57                             Savran: Kaynaklarda Sabran olarak da kaydedilmiş olup Yesi yakınlarındaki Karaçuk dağlarının eteğinde ve Yesi’ye bir günlük uzaklıkta bir kasabadır. İslâm’ı kabule direnen bu kasaba, müslümanların sınır şehri niteliğinde idi. yer alır. Ahalisinin Ahmed Yesevî ve ailesine karşı düşmanca tutumu nedeni ile Yesevîlik geleneğinde kötü bir şöhreti vardır. Hattâ rivayetlere göre Yesevî’nin biricik oğlu İbrahim'i katleden bu kasaba halkı ilahi gazaba uğrayarak yerle bir olmuş ve halkı da bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır.

58                             Vilâyet-nâme: Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, -tarihsiz-, s.14.

59                             Sever, Mustafa, Hakîm Süleymân Ata, Hikmetler ve Kıssâlar, Oba Yay., Ankara, 2006. s. 115-118.

60                             Ferîdüddîn Attâr, Mantıku’t-Tayr, Çev. Yaşar Keçeli, Kır­kambar Yay., İstanbul, 1998, s.227-228.

61                            Ata Rahmanov, “Oğuzların Melallaşmagı”, Yaşlık, I, Aşgabat, Türkmenistan 1989, Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Ye­sevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64

62                             Ahun, Hoca Ahmet, “Hoca Ahmed Yasavi”, Nesil, Aşgabat, Türkmenistan, 6 Ocak 1998; Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.

63                             Tasarruf : Bir şeyi, bir malı dilediği gibi sarfetmek, kul­lanmak anlamında Arabça bir sözdür. Tasavvuf ehline göre, bir er­mişin hayattayken, yahut vefatından sonra, Tanrı’ya nâzı geçmesi dolayısıyle dünya işlerinden bâzılarını etkilemesine, kendisinden himmet taleb edenlerin dileklerine kavuşturmasına vesîle oluşuna tasarruf denilir.

64                             Ahmet Bekmuradov, Edebî Miras, Aşgabat, Türkmenistan, 1992 Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, An­kara, 1999, s.47-64..

65                             Ölmeden önce ölüm: Sûfîler, sâlikin, yâni Hakk yolcusu­nun maddî-manevî tüm arzu ve dileklerinden geçmesine “ölmeden önce ölmek” derler ve bu iradî ölümle, yâni kendi isteğiyle ölmek­le, mânâ âleminde, ruh bakımından hayat bulacağına inanırlar.

66                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.54.

67                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Prof. Dr. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993,s.55.

68                             Zuhurât: Arabça’da zuhur, meydana çıkmak, belirmek de­mektir. Çoğulu, zuhur eden şeyler anlamına “zuhurât” tır. Tasavvuf ehli, meydana gelen şeylere “zuhurât” derler. “Zuhurâta tâbi ol­mak”, beliren, meydana çıkan olaylara uymak, ona göre hareket etmek anlamına gelir. Rüyalara da “Zuhurât” denildiği bilinir.

69                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Prof. Dr. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993,s.58.

70                             Haşan Nâdirhan “Divan-ı Hikmet’Tn İstanbul’daki Bir Nüs­hası Hakkında, Adıyaman Ü., Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, II/2, (2009); s. 79-82.

71                            Hâzinî, Menbâül Ebhâr Fî Riyâzi'l Ebrâr, Haz. Mehmet Mâhur Tulum, İstanbul, 2009, s.58

72                             Abdâl : Birinin yerine geçmek, birini, birşeyi, başka biri­nin, başka birşeyin yerine koymak, değiştirmek anlamlarına gelen arapça “bedel” ve “bedîl” sözlerinin çoğulu olduğu, “Budela” sö­zünün de aynı anlama geldiği söylenmiş, erenlerden biri ölünce, ondan aşağı derecede bulunan erenlerden birinin, Tanrı tarafından onun yerine geçirilmesi dolayısıyla bir bölük erene “Abdâl” dendi­ği, bunların yedi, yahut kırk kişi bulunduğu, tasavvuf inançlarındandır. “Abdâl”dan olan erenlerin, bir anda, bir çok yerde görüne­bilecekleri, kendilerine benzerler gösterebilecekleri, bu yüzden bu adla anıldıkları söylenmiştir.

Pîr-i Türkistan

HOCA AHMED YESEVÎ


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to