Bu
kitabım, bekâ âlemine göç eden bilebildiğim-bilemediğim atalarımın
rûhânîyetinin Yesevî himmetinden nasibdâr olmaları niyazına adanmıştır.
Allah’ın rahmeti onlar üzerine...
Dr. Hayati Bice
İÇİNDEKİLER
Takriz 7
Sözbaşı 9
Giriş 13
Türkistan’ın İslâm ile Tanış Olduğu Asırlara Bir
Bakış 16
Tasavvufî Akımların Mâverâünnehir’deki Serüveni Tl
Giriş / Notlar ve Açıklamalar 37
1.
BÖLÜM
Ahmed Yesevî’nin Tarihi ve Menkıbevî Hayatı 49
1.
Yesevî’nin Doğduğu Ortam ve
Aile Kökleri: “Hz. Ali evlâdıdır O...” 51
2.
‘Mürşîd’ Olacak Bir Çocuk :
Türkistanlı Ahmed 61
3.
İlk Öğretmen: Arslan
Baba 63
4.
Buhara Kimleri Yetiştirdi
Kimleri: Yûsuf Hemedânî Dergâhı 72
5.
Yesevî Söylenceleri 85
6.
Ölmeden Önce Ölmek: “Yeraltında
Yeşertilen Ebedi Bahar” 113
7.
Türkistan’da Yalazlanan
Yesevî Ocağı: “Ocağımız Sönmesin... ” 120
Birinci Bölüm / Notlar ve Açıklamalar 123
2.
BÖLÜM
Yesevî Yolunu Bugüne Ulaştıranlar ve Yesevîlik 139
1.
Yedi İklimde Salınan
Azîzler 144
2.
Yesevî’nin Vârisleri: “Bel
Evlâdı” “Yol Evlâdı” 146
3.
Atalar Silsilesi: Hakîm
Ata, ZengîAta ve Diğer Atalar 150
4.
Sultanlara Baş Eğdiren
Manevî Güç 251
5.
Yesevî Külliyesi 259
6.
Yesevîyye Tarîkatı 275
7.
Günümüze Ulaşan Yesevîlik
Bilinci 336
8.
Hikmetler Pınarı 340
İkinci Bölüm / Notlar ve Açıklamalar 348
3.
BÖLÜM
Yesevî’nin Zamanötesi Çekimi 363
1.
Dünya Yesevî -Meşreb
Sûfîleri Beklerken 365
2.
Yesevî Tarzını Yeniden
Üretmek: “21. Asrın GaziDervişleri” 370
3.
“Âhir Zaman Şeyhleri” 372
4.
Hazret Sultan Yesevî Bugün
Yaşasaydı 374
5.
Bugünün Yesevîsi 375
Ücüncü Bölüm / Notlar ve
Açıklamalar 378
Kaynakça 380
Dizin 389
Sözbası J
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla...
“Türk Yurt lan’nın manevî hayatını tarih boyu etkilemiş en önemli üç
isim hangisidir?” diye sorulsa hiç kimse Ahmed Yesevî adını anmadan doğru
cevabı vermiş olmaz. Onun “Pîr-i Türkistan” olarak bilinen ünvânı bile bu
etkinin somut bir kanıtı olarak görülmelidir. Medine-i Münevvere’de 199O’da
karşılaştığımızda 1901 (H.1318) baskılı tarihi bir Dîvân-ı Hikmet nüshasını
“Alın, Hazret Sultan’m eserini Türkiye’de basın...” sözleri ile bana armağan
eden Doğu Türkistan Uygur Türkleri’nden Abdulmecîd Kaşgarî eliyle Ahmed
Yesevî’ye ilk kez ve doğrudan muhatab olmuştum. Bu manevî işaretin bereketi ile
olsa gerek Ahmed Yesevî’nin ‘Dîvân-ı Hikmet’ eserini 144 hikmetten oluşan
içeriği ile Türkiye’de yayınlamak ilk kez 1993’de nasib oldu.
Son çeyrek asır içerisinde ülkemizde daha çok gündeme gelen ‘Ahmed
Yesevî’ ismi ve bu çerçevede dile getirilen görüşler konu ile ilgisiz
insanlarda bile “Hazret Sultan Yesevî” hakkında bir kanaatin oluşmasıyla
sonuçlanmıştır. Ülkemizin hemen her köşesinde “Ahmed Yesevî” ismi verilen cadde
ve sokaklar; eğitim kurumlan bu ilginin gündelik hayatın bir parçası haline
gelmiş yansımalarıdır. Bunun zirve noktası bu eserimin sizlere ulaşmasına
aracılık eden Hoca Ahmed Yesevî Uluslarası Türk-Kazak Üniversitesi olmuştur.
2016 yılının UNESCO tarafından 850. vuslat yıldönümü vesilesi ile “Ahmed
Yesevî Yılı” olarak ilan edilmesinin getirdiği popülerleşme, Yesevî ve Yesevîlik
yolu ile ilgili sempozyum, seminer tarzı birçok İlmî çalışmayı motive etmiş ve
buna paralel olarak basm-yaym dünyasında da Hz. Pîr-i Türkistan odaklı hatırı
sayılır bir yayıncılık faaliyeti ortaya çıkmıştır. Elinizdeki bu eser de,
Hoca Ahmed Yesevî Uluslarası Türk-Kazak Üniversitesi Müteveli Heyet Başkanlığı’nın
bu kapsamdaki bir hizmeti olarak değerlendirilmelidir.
Eserin Giriş bölümünde arz edildiği üzere, Türklerin İslâm ile
tanışmaları tarihi Ahmed Yesevî’den çok öncelere, üç yüz yıl kadar gerilere
giden bir arkaplâna sahiptir. Türklerin Müslüman olma süreci, hicretten sonraki
ilk yüzyıldan (miladî 8. yüzyıl) başlayıp süregelmiştir. Ahmed Yesevî’nin
yaşadığı tahmin edilen 11.-12. yüzyıllara gelene kadar pek çok Türk kökenli
insan İslâm ile tanışmış ve Hazret Sultan Yesevî’nin vefat tarihi olarak kabul
edilen 1166 yılma kadar pek çok İslâm sûfîsi de Türk yurtlarında tasavvufî
neşvenin yeşerip boy atmasına emek vermişlerdi.
Kitabın ilk bölümünde “Ahmed Yesevî’nin Tarihi ve Menkıbevî Hayatı”
başlığı altında Hazret Sultan Yesevî’nin hayatı, ikinci bölümünde ise
Türkistan ve Anadolu’daki etkileri ve halefleri yanında Yesevîyye tarikatının
özellikleri konuları işlenmiştir.
Okuru, akademik bir çalışma formatınm soğukluğu ile karşı karşıya
bırakmamak üzere Hazret Sultan Yesevî ile ilgili menkıbeleri -tarihen sabit
oluş veya tutarlılık gibi ölçütlerle kısıtlamadan‘ala rivayetin’ (= rivayet
edildiği üzere) nakletmeyi uygun gördüğümü sözün başında belirteyim. Metnin
okunmasını özellikle gençler için zevkli hale getireceğine inandığım bu
rivayetler ilgili yerlerde “MENKIBE” arabaşlığı altında sunulmuştur.
Kitabımın ikinci bölümünde “Yesevî Yolunu Bugüne Ulaştıranlar ve
Yesevîlik” ele alınmıştır. Bu çalışma ile her şeyden önce bir ‘tarîkat
kurucusu’ olan Ahmed Yesevî’nin tarîkatı olan Yesevîlik (= Yesevîyye) yolu,
-tarihî kaynaklarda bölük-pörçük verilen bilgilerin ötesinde bir bütün halinde
sunularakçağdaş dünyanın insanları için ilk kez erişilebilir, pratikleri ile
yaşanılabilir bir hale getirilmiştir.
Hazret Sultan Yesevî’nin kendisinden önce -ve sonrayaşamış diğer Türk
evliyası arasından öne çıkmasında kuşkusuz Dîvân-ı Hikmet adı verilen eserlerde
bir araya getirilen ve özel olarak “hikmet” olarak bilinen şiirleri etkili
olmuştur. Kitap üretimin çok zor olduğu yüzyıllarda yazılı olmaktan ziyade
sözlü nakil ile kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikmetlerin “Hazret Sultan Yesevî”
isminin asırlara direnmesinde oynadığı rolü, İlahî rahmetin Türk yurtları
üzerinde bir tecellisi olarak değerlendirmek yerindedir.
Asırlarca dilden dile aktarılan hikmetler, önceleri sadece sınırlı
sayıdaki el yazmaları içerisinde nakledilirken 19. yüzyıl sonlarından itibaren
matbaa basımlarının gündeme gelmesi ile daha geniş kitlelerin eline -ve oradan
da gönüllereulaşabilme mazhariyetine kavuşmuştur. Osmanlı coğrafyasına kadar
yayılan bu mazhariyetin tanığı olan Kazan, Taşkend ve İstanbul basımı Dîvân-ı
Hikmet nüshalarını Osmanlı aydınlarının kütüphanelerinde görebilmek de bu
sayede mümkün olmuştur. Kitabın ikinci bölümü, Divân-ı Hikmet ile ilgili
verileri bir özet halinde sunmaktadır.
Bugünün okuru için önemli olduğunu düşündüğüm sorulara yanıt vermeye
çalıştığım “Yesevî’nin Zamanötesi Çekimi” başlıklı son bölüm ise benim
için bu çalışmanın en önemli kısmıdır. > » »
Kitabın sonundaki Kaynakça ise konu ile akademik düzeyde ilgilenen
okur için düzenlendi.
Sözlerimin sonunda bu kitabın çerçevesinin belirlenmesi konusunda
istişare ederek değerli fikirlerinden ve eserlerinden yararlandığım günümüz
tasavvuf araştırmalarının seçkin ismi Prof. Dr. Necdet Tosun’u teşekkür ederek
anmalıyım. Yesevî soyundan insanların tüm asalet ve zerâfetini taşıyan ve
Hazret Sultan Yesevî hakkında bilgilenmem konusundaki hakkını teslim etmem
gereken Şehabeddin Yesevî ile 1995 yılında düzenlenen Ahmed Yesevî sempozyumunda
ismimi duaları ile anan Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ı da rahmet ve minnet ile
yâd etmek boynumun borcudur.
Son olarak bu baskının Pîr-i Türkistan’ın şanına lâyık bir şekilde
sizlere ulaşmasına vesile olan Hoca Ahmed Yesevî Uluslarası Türk-Kazak
Üniversitesi Müteveli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Musa Yıldız ve Mütevelli Heyeti
Üyelerine teşekkür ederim.
Pîr-i Türkistan Yesevî’nin aydınlık yolunda yürümek isteyenlere ışık,
Hakk’ın yakînine talihlere azık olması dileklerimle...
24 Nisan 2016, Ankara
Dr. Hayati Bice
Giriş J
Ahmed Yesevî tarihte asırlardır Türkistan1 ve bugün bütün Türk
dünyasının manevî hayatında etkisi ve rûhânî tasarrufu devam eden ve kendisine “Pîr-i
Türkistan”7, “Hazret-i Türkistan” “Hazret Sultan” gibi
yüceltici ünvânlar verilip ismi ve hatırası saygı ile anılan büyük bir mürşîd-i
kâmil3 ; Türkler arasındaki ilk tasavvuf yolunun kurucusu bir
mutasavvıfdır. Sûfî4 bir şair ve tarîkat5 sahibi bir
mürşîd olarak kendi adıyla anılan Yesevîyye tarîkatının esaslarını belirlemiş
ve bugün bütün dünyada büyük bir yaygınlığa sahip Nakşbendîyye tarîkatı ile
Kübrevîyye, Çiştiyye gibi dünya ölçeğinde daha yerel kalmış tarîkatları da
derinden derine etkilemiştir.
Ahmed Yesevî’ye atfedilen menkıbe6 ve söylencelerden yansıyan
karizmatik portresi, tarih boyu gönülleri fethetmiş; kerametleri7
Doğu Türkistan’daki Kaşgar’dan, Balkanlardaki Tiran’a kadar aynı kültürel
birliktelik içerisinde yaşayan; aynı tevhid iklimini soluklayan bütün Türk
yurtlarında yayılıp benimsenmiştir. Tasavvuf tarihine bakıldığında, değişik
coğrafyalarda yaşayan Türk toplulukları arasında Ahmed Yesevî kadar yaygın
şöhreti olan bir başka velî yoktur denilebilir. Kazakistan’ın tarihi ismi Yesi8
olan ancak daha sonra Türkistan adı ile anılan şehrinde yer alan türbe9
ve muhteşem dergâhının da çatısı altında bulunduğu külliye, Türk dünyasının en
önemli manevî merkezlerinden biri -ve aslında birincisiolup geçmiş asırlarda
olduğu gibi bugün de ‘tüm Türkistan’ın ziyaretgâhı’ olarak
değerlendirilmektedir.
Genel olarak ele alındığında, karşılıklı ilişki içerisinde bulunan
kültürlerin birbirini tanıması ve birbirlerinden iktibaslar yapması uzun
yılları bazen asırları gerektirir. Sosyolojik bakımdan kökten bir kültür
değişmesini gerektiren ve bir toplumun manevî kimliğinin yeniden inşası
anlamına gelen ‘din değiştirme’ olgusu, bir anlık karar ya da şahsî bir süreç
değildir. Türkler, İslâm ile muhatab oldukları asırlarda İslâm’ı benimsemeleri
için elverişli bir rûhânî iklimde yaşamaktaydılar. Zühd denebilecek bir sâdelik
içerisinde, bozkır hayatının zorunlu kıldığı basit bir hayat tarzını yaşayan
Türklerin İslâm’a ve tasavvufa fıtraten yatkın oluşları tarihi ve sosyal
etkenlerle birleştiğinde kalabalık Türk kitlelerinin İslâmlaşması
kolaylaşmıştır. İslâm öncesi dinî hayatlarının İslâm’a uygunluğu (tek Tanrı
inancına sahip olmaları, Türk dilinin cennet, cehennem, âhiret, melek gibi
soyut kavramları karşılayan söz dağarcığına sahip oluşu, en önemlisi de sosyal
hayatlarında İslâm’ın öngördüğü ahlâkî kısıtlamalara çok benzer kuralların yerleşmiş
olması; meselâ, bütün Türk boylarında zinanın en ağır şekilde -ölüm cezası
ilecezalandırılması gereken bir suç olarak kabulü, gibi hususlar Türklerin
İslâm’a kitleler halinde girişini olumlu yönde etkileyen faktörler olmuştur.
Türkler sadece dinlerini değiştirerek İslâmlaşmakla kalmayıp iki asır
içerisinde Haçlılara karşı tüm İslâm âleminin yılmaz savunucuları konumuna
yükselerek yüzyıllarca bu misyonu yerine getireceklerdir. Türklerin tarih
sahnesine müslüman kimlikleriyle çıkmasıyla birlikte İslâm medeniyeti, Türk
medeniyeti ve hattâ -teorik planda ve akaid yönünden yanlış sayılması gereken
bir ifade ileİslâm, “Türk dini” olarak anılmaya başlanmıştır. Öyle ki, asırlar
boyu Balkanlar’da müslümanlığa geçenlerin durumu “Türk olmak” kavramı ile tarif
edilmiştir; iletişimin çok etkinleştiği günümüz ortamında bile bu
değerlendirmenin -lokal planda ve yer yerdevam ettiği görülebilmektedir.
Türkler İslâm’ı savunurlarken, tevhid sancağını Haçlı sınırlarında
dalgalandırırlarken İslâm ile Türk adı -neredeyseözdeşleşmiştir. Bu muhteşem
gelişmede tasavvufun oynadığı rol, kilit sayılabilecek bir konumdadır.
Türkler arasında tasavvufun söz konusu edildiği her ortamda; tasavvufu,
Türk tarzı müslümanlığın ayrılmaz bir parçası konumuna yükselttiği kabul edilen
Ahmed Yesevî ismi -istenilse de istenilmese demutlaka anılmak durumundadır.
Son yıllarda Ahmed Yesevî ismi -yüzlerce okul, cadde ve sokaklara verilecek
kadarpopülarite kazanmış olmakla beraber, tasavvufî kimliğinin ve tarihteki
öneminin anlaşılması konusunda hâlâ yeterli bir bilgilenmenin sözkonusu olduğu
söylenemez. Ahmed Yesevî ile ilgili söylemlerde “dinimizi bize kazandıran yüce
şahsiyet” , “dilimizi borçlu olduğumuz insan” gibi abartılı söylemlerin
-iyiniyetinden kuşku duyulamazsa bile-, Hazret Sultan Yesevî’nin gerçek
portresinin ortaya çıkışını engelleyici bir faktör haline gelmeleri üzüntü
vericidir. Bu aşırı söylemlerin nasıl gerçeklerden uzak olduğunu anlamak için
Türklerin İslâm ile karşılaşmaları tarihinin, Ahmed Yesevî’nin dünyaya
gelişinden en az üç yüzyıl kadar öncesine uzanan, uzun bir mazisi olduğunu,
Türk dilinin en önemli kaynağı olan Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lügati’t-Türk
adlı muhteşem çalışmasının zamanın halîfesine sunulması ve Türk töresini İslâm
esasları ile başarıyla uyumlaştıran Kutadgu Bilig’in yazılması üzerinden de bir
asır geçtiğini hatırlamak yeterlidir.
‘Ahmed Yesevî’nin tarih içerisinde oluşan manevî portresinin Türklük
için yerine getirdiği en büyük hizmet nedir?’ sorusunu sorarak cevabını
ayrıntılı olarak irdelediğimizde, Türkler arasında ilk tasavvufî örgütlenmeyi
sağlayarak nesiller boyu İslâm’ın özünü kavramış sûfîlerin ve bu sûfîlerin dizi
dibinde aldıkları eğitim ile cihadın manevî yönlerini de kavrayan
dervîş-Gâzilerin, özel tanımı ile “alp-eren”lerin yetiştirilmeleri çığırının
başlatıcısı olması öne çıkar. Gerçekten de İslâm ile birkaç kuşaktır tanışmış
olan Türk yurtlarında tasavvufî boyut kazanarak derinleşmiş bir İslâm algısının,
sûfîce yaşanan bir müslümanlık olgusunun mimarı Ahmed Yesevî olmuştur. İşte bu
yüzden Ahmed Yesevî’yi zamânenin şeyh10 ve cemaat önderleri ile
benzeştirmek büyük bir gaflet olur. Tek cümle ile özetlenecek olunursa, ilk
birkaç asır boyunca Türk yurtlarında yatay olarak, yüzeyde yayılan İslâm’ın,
irfanî bir boyut kazanarak derinleşmesi Yesevî ve takipçisi dervişlerinin Türk
halkları içerisindeki yoğun eğitim faaliyeti ile mümkün olmuştur. Yesevî’nin
Türk tarihinde icra ettiği kilit rol, işte burada sahneye çıkar.
Ahmed Yesevî dilinden dökülen “hikmetler”!günümüzdeki herhangi bir “dinî
manzume” ile mukayese ederek değerlendirmek de son derecede yanlıştır. Ahmed
Yesevî’nin dilinde seslendirildikten sonra günümüze kadar ulaştırılan
hikmetlerinden oluşan Dîvân-ı Hikmet’de neredeyse bin yıldır Türk’ün gönül
gözünü ışıtan bir ışık saklıdır. Bu ışığın huzmeleri her bir hikmetin satırları
arasından süzülerek ruh11 dünyamızı aydınlatmağa -uzun bir zulmet
devrinden sonrabütün Türk yurtlarında yeniden başlamıştır.
Ahmed Yesevî’den neredeyse dokuz asır sonra bize kadar ulaşan “Hikmetler”
Türkler arasında İslâm etrafında örgütlenen bir iman birliğinin teşekkül
etmesine hizmet etmesi yönüyle Türk dünyasının manevî hayatında çok önemli bir
yere sahiptir. Hazret-i Türkistan’ın dilinden dökülen hikmetleri okurken
yüzyıllar önce bu mesajları ilk defa işiten atalarınızdan biri yerine koyun
kendinizi...
İşte o zaman Yesevî’nin büyüklüğünü daha iyi idrak edeceksiniz.
Bir de bugünkü teknolojik imkân ve malî kudrete sahip ‘zamâne
şeyhleri’nin günümüz Türkiye’sinde -ve hattâ dünyasındaifa ettiği fonksiyon
ile misyonu Hazret-i Türkistan’ın misyonu ve fonksiyonu ile kıyaslarsanız
Yesevî azâmeti daha da belirginleşecektir.
Ahmed Yesevî dün olduğu gibi bugün de dünya Türklüğünü dizleri dibinde
bir araya getiren manevî yol göstericimiz olmağa devam etmektedir. Ahmed
Yesevî’yi, gerçek kimliğiyle tanımamız Türkiye ve Türkistan Türkleri’nin
kardeşliğini güçlendirecek ve dünyanın Türkçe konuşan insanları olarak ortak
manevî atamız durumundaki Ahmed Yesevî’nin dergâhında kucaklaşmamızı da sağlayacaktır.
0 dergâh, Orhun’dan Tuna’ya kadar uzanan bütün Türk yurtlarını içine
alacak genişliktedir.
1.
Türkistan’ın İslâm
ile Tanış Olduğu Asırlara Bir Bakış
Hz. Rasûlullah12 Muhammed Mustafa (Salla’Uahu aleyhi vesellem13
-bundan sonra s.a.v. olarak kullanılmıştır-) döneminde Hicaz yarımadasında
yayılan İslâm ilk dört halîfe14 ( Hz. Ebû Bekir15, Hz.
Ömer16, Hz. Osman17, Hz. Alî18 ) döneminde
çevre ülkelere yapılan gazâlarla19 daha geniş bir coğrafyaya
yayılmağa başladı. Türklerin İslâmlaşma süreci, birey olarak din değiştiren ilk
müslüman Türklerin görüldüğü Hz. Ömer (Razı’allahu anh20-bundan
sonra r.a. olarak kullanılmıştır-)’in halîfelik yıllarında başlayıp -Türklerin
çoğunluğu için-, ancak 10. asırda tamamlanabilmiştir. Bu sürecin yaşandığı
dönemin iletişim şartları ve Türklerin boylar halinde çok geniş bir alanda
yaşadığı da göz önüne alınırsa Türklerin İslâm’ı kabulü sürecinin asırlar
içerisinde gerçekleşmesi normal görülmelidir. Bugün tamamı müslüman olan Oğuz21
boylarının tamamen İslâm’ı kabulünün iki asır sürmesi de bu şekilde
anlaşılmalıdır. Kafkasya ve Sibirya gibi izole bölgelerde yaşayan Türkler
arasında İslâmlaşma sürecinin 17. yüzyılda bile devam ettiği, Evliya Çelebi22
gibi seyyahların bu bölgelere yaptıkları gezilerde kaydettikleri notlardan
izlenebilmektedir.
Yaklaşık üç yüz yıl süren İslâm’ın Türkler arasında yayılış süreci, üç
büyük devreye ayrılabilir. Bu devreleri Türklerin ferdî olarak İslâm’a geçiş
dönemi (650 750), Türklerin oymaklar halinde din değiştirdiği dönem, İslâm
yönetiminde ve özellikle orduda görevler üstlenmeleri (750 870), Toplu halde
din değiştirme dönemi ve ilk müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışı (870
950) şeklinde tasnif etmek mümkündür:
a.
Türklerin ferdî
olarak İslâm’a geçiş dönemi (650 750):
8.
yüzyılda İslâm’ı yeni
coğrafyalara taşıma düşüncesi kapsamında Türkistan’a doğru sefere çıkan Arab
orduları, Kuteybe ibn Müslim’in23 kumandası altında Horasan’ı geçip
Mâverâünnehir24 bölgesine de ulaşmışlardır. Tamamen yerleştikleri
Horasan’da yaptıkları hazırlıklardan sonra kuzeydoğudaki Türk yurtlarına
sefere hazırlanan İslâm orduları, Soğd25 ve Fergana’yı istilâ için,
Ceyhun (=Amu Derya) güneyinden, Merv ve Belh üzerinden geçen askerî güzergâhı
izlediler. Bu sırada Mâverâünnehir ve ötesindeki Türk yurtlarında egemen olan
Göktürkler, Kuteybe birliklerine karşı uzun bir süre direnç gösterdilerse de
İslâm savaşçıları -bazen kılıç zoruyla kan döküp savaşla fethederek; bazen de
ikna yolu ile ve en az bu iki faktör kadar etkinlik kazanmış olan bölgeden
evlilikler yapıp sosyal ilişkiler geliştirerekTürkistan coğrafyasında
derinliğine ilerledi ve böylece İslâm egemenliği Asya’nın doğusuna ve giderek
kuzey bozkırlarına doğru genişledi. Türkistan’daki Arab fatihlerinin bölge
kadınları ile yaptığı evliliklerin ne denli kalıcı etkisi olduğunu anlamak
için Kazakistan ve Kırgızistan’daki ‘Hocalar Uruğu’ ve Türkmenistan’daki
‘Atalar’ sülâlesini incelemek yeterlidir. Hocalar Uruğu’nun bir zamanlar Doğu
Türkistan’da kurulan bir devlete ismini verecek kadar siyasî güç edindiğini de
hatırlamalıyız. Türk boyları İslâm ordularının bu ilerleyiş sürecinde, arasıra
müslüman ‘fatih’lere karşı zaman zaman başarılı direnişler de sergilediler. Bu
kapsamda, 712’de Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra bir Türk ordusu Soğd
bölgesine girerek Arab yöneticilere isyan eden bölge halkına yardımlarda
bulunmuş ve Arabların elinde Semerkand’dan başka hiçbir şehir bırakmamıştı. Bu
geri çekilişin ardında bölgeye tekrar yönelen Arablar, Türkistan’da ileri
harekâtlar yaparak kaybettikleri kentlerde egemen olmayı başardılar. Türgiş
başbuğlarından Suvluhan, Talaş ile Tokmak arasındaki Batı Göktürklerinin eski
merkezlerini ele geçirerek güçlü bir yönetim oluşturmuştu. Mâverâünnehir’i Arap
egemenliğinde bırakmak istemeyen Suvluhan, hayatta oldukça düzenlediği
seferlerle Arabları Mâverâünnehir ve Soğd havzasında hiç rahat bırakmadı.
Kuteybe’nin fetihleri Ceyhun boylarında ve kuzey Türkistan bozkırlarına
ulaşmakla beraber, İslâm fütühâtından çok daha önceleri İran içlerine kadar
girerek bölgede yerleşen Türkler, hâlâ tutunabiliyorlar ve Ceyhun nehrinin
batısı ile Hazar denizi doğusundaki aralıktan Gürgân sahrasına nüfuz
ediyorlardı. Emevîler zamanında Mâverâünnehir’in siyasi olarak karışık hali
uzun süre devam etti. Adaleti ile tarihe nâm salmış olan Emevî halîfesi Ömer
b. Abdulazîz’in, “fethedilen topraklarda adîl bir idare kurulması”, “İslâm’a
girenlerden cizye, haraç ve vergi alınmaması”, “bölge kadınlarının
câriyeleştirilmemeleri”, “ulaşım güvenliğini sağlamak üzere güzergâhlarda
kervansaraylar kurulması”, “şehirlerde hastaneler yapılması” gibi, takdire
şayan ve medenî emirleri hayat geçirilebilse, Mâverâünnehir ve onun ardından
Türkistan’ın tamamının İslâmlaşma süreci çok daha kolay ve sancısız
gerçekleşebilirdi. Emevîler’in ırkçı politikaları ve Arab olmayan müslümanları
ve bu kapsamda Türkleri “mevâlî (= köle)” bölgenin tüm kadınlarını “câriye”
olarak nitelemeleri de Türkler arasında İslâm’ın kabulünü geciktiren sebeplerin
başında gelir. Ancak bölgeye ulaşan Emevî yöneticilerinin zulüm ve menfaat
odaklı siyaseti Türkistan’daki İslâm fütûhâtını uzun yıllar engelledi. Bu
yüzden Mâverâünnehir’de Arab birlikleri ile Türkler arasında ortaya çıkan
çatışmaların ardı arkası kesilmedi.
Mâverâünnehir’de Türkler ve Arablar arasında bu çatışmalar sürerken doğu
sınırlarından girerek Türkistan bozkırlarında ilerleyen Çinliler,
Şaş(=Taşkend)’a kadar ulaşabilmişlerdi. Taşkend hükümdarını teslim olmasına
rağmen öldüren Çinlilere karşı yardım taleb eden oğlu müslümanlara sığındı ve
Çinlilere karşı bir ordu teşkil etti. Çinliler, Taşkend kalesi hâkiminin oğlunun
üzerine büyük bir ordu gönderdilerse de, Ziyad ibn Salih kumandasındaki Müslüman
ordusunun desteği ile Çinliler ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu galibiyet ile
Mâverâünnehir’in İslâmlaşarak, İslâm medeniyet havzasına girmesi 750-751
yıllarında kesinleşmiş oldu. Bu tarihten bugüne Türkistan’ın merkezinde artık
tamamen İslâm egemen olacak ve bölge İslâm medeniyetinin ana havzalarından
birisi halini alarak ilim ve kültür alanında zirve isimleri çıkaracaktır.
Hz. Ömer (r.a.) devrinde 642 yılındaki Nihavend Savaşı ile İran’ın fethi
sırasındaki askerî mücadelelerde İslâm ve müslümanlar ile -savaş meydanlarında
da olsailk ilişkileri başlayan Türklerin Arablarla ve İslâm ile daha yakından
tanışmaları Abbâsî hilafeti dönemindedir. Abbâsî halîfesi Mu’tasımTn tahta
oturmasından itibaren Arab ordularında ‘profesyonel asker’ olarak görev alan
Türkler, İslâm dini yüzyüze geliyor ve bu yeni dinin uygulamalarını merak ile
inceliyorlardı. Bu kutsal merak ile Müslüman olan askerlerin sayısı
bilinmemekle birlikte önemli bir oran teşkil ettiği tahmin edilir. İlk büyük
sûfîlerden ve Hâllac-ı Mansûr’un dostu olan Ebûbekir eş-Şiblî’nin bu tür
askerlerden olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bazı tarihçiler
Türklerin İslâmlaşmasında, ipek yolu boylarında gidip gelen ticaret kervanları
çevresinde Türkler ve Arablar arasında gelişen ticarî ilişkilerin de etkili
olduğunu ileri sürmektedir. Satuk Buğra Han’ın26 müslüman olmasında
Müslüman tüccarların kıldığı namaza tanık olmasının etkili olduğunu kaydeden
rivayetler bu iddiayı destekler.
İslâm imanının aksiyoner niteliği ve cihad ruhunun savaşçı bir toplum
olan Türklerin karakteri ile denk düşmesi de burada kaydedilmesi gerekli bir
husustur. Câhiz gibi bazı Arab şairlerinin, karşılaştıkları Türklerin
faziletlerini zikreden FezâilüTEtrâk gibi eserleri ve kahramanlık, asalet gibi
hasletlerini öven şiirler yazmaları Türklerin müslüman oluşunun Arablar
tarafından da olumlu karşılandığının bir göstergesidir. Bu olumlu yaklaşımlar,
Türklerin, İslâm ile karşılaştıkları ilk zamanlarda Kuteybe ve çevresindeki
muhteris yöneticiler döneminde uğradıkları zülüm ve baskının ruhlarında açtığı
yaraları sarmış olmalıdır. Daha sonraları Türklerin Müslüman oluşu ile Kur’an-ı
Kerim’deki Maide sûresinin 54. âyeti27 arasında ilişki kuran Vanîzâde
Mehmed Efendi28 gibi bazı müfessirlere göre Türklerin Müslüman oluşu
İlahî bir mucizenin tezahürüdür. Vanîzâde Mehmed Efendi (ölümü: 1685), “Ey
iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah -müminlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli, kendisinin onları seveceği onların
da kendisini seveceğibir kavim getirir ki, onlar Allah yolunda savaşırlar ve
hiçbir kınayanın kanamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu Allah’ın lütuf
ve inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en çok
bilendir.” şeklindeki âyetin “müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere
karşı onurlu ve şiddetli” ibaresinin Türklerin fıtrî niteliğine işaret ettiğini
ve bu âyetin Türklerin Müslüman oluşunun müjdecisi olduğunu kabul eder.
b.
Türklerin
oymaklar halinde din değiştirdiği dönem: Türk kökenlilerin İslâm yönetiminde ve
özellikle orduda görevler üstlenmeleri (750 870):
Abbâsî devletinin kuruluşundan sonra yönetim kademelerinde ve bilhassa
orduda yoğun olarak yer alan Türkler, İslâm’ı yakından tanıdılar. Abbâsîlerin
egemenlik döneminde Türkler Mâverâünnehir’deki Arab yöneticilere karşı bazı
lokal isyanlarda bulunsa da Emevîler devrinde olduğu gibi, büyük Türk
kitlelerine yayılan bir harekât hiçbir zaman görülmemiştir.
Abbâsî halîfesi El-Mu’tasım zamanında Mâverâünnehir halkı çoğunlukla
denebilecek kadarıyla müslüman olmuşlardı; hattâ öyle ki, çöldeki ‘kendi
soylarından kâfirler’e karşı gazâlarda bulunuyorlardı. Şaş (= Taşkend) halkı
daha öncesinden İslâm’ı kabul ettikleri gibi, Seyhun’un kuzeyindeki Sayram29
halkı da ilk Sâmânoğulları hükümdarı İsmail ibn Ahmed’in amcası Nuh ibn Esed
tarafından şehir ele geçirildikten (838) sonra, kısa sürede ihtida etmişlerdi.
Abbâsîlerin ilk yıllarından itibaren, daha Halîfe Me’mun zamanında, gönderilen
elçiler aracılığı ile yerli halkın önde gelen ailelerine mensup kişiler hilafet
merkezine davet edilerek, büyük armağan ve ödüller ile İslâm’ı kabule
ısındırılıyorlardı. Şiddetten uzak ve akla yatkın bu nazik İslâmlaştırma
siyasetine Mu’tasım zamanında da özenle devam edildi. Bu sıcak ilişkilerin
sonucu olarak Soğd, Fergana, Usruşana, Şaş (= Taşkend) bölgesinden Türkler,
Abbâsî halîfesinin hassa birlikleri olan muhafız ordusuna alınıyordu. Türk
askerleri için Samarra şehrini teşkil eden Mu’tasım döneminden itibaren
Irak’taki Türklerin sayısı ve etkinliği, giderek arttığı gibi, bu hal,
Türkistan’ın hızla İslâmlaşmasını da kolaylaştırdı. Mâverâünnehir’in tam olarak
müslüman olması Sâmânoğulları zamanında gerçekleşecektir.
Bilhassa 751 yılında Arablar ile Çinliler arasındaki Talaş savaşının
hemen sonrasında Türkler arasında o zamana kadar birey-aile düzeyinde seyreden
ihtida hareketleri oymak, kabile gibi büyük gruplara dönüşerek belirgin bir hız
kazandı. Mağlub olan Çinlilerin Türkistan’ı Türkler ve Arablara terk etmesini
takiben Türgişlerin başbuğu SuvluhanTn ölümünden sonra Türgiş devleti yıkılınca
ön plana çıkan Karluklar 766’da Seyhun (= Sir Deryâ) nehrinin doğusu ve Yedi-su
bölgesinde egemenlik oluşturdular. Seyhun (=Sir Deryâ) nehrinin batı yakasında
Horasan’a kadar uzanan bölgelerde ise Oğuzlar etkili hale geçmişlerdi.
Mâverâünnehir’de Arablar ile yüzyüze gelen OğuzTürkleri, ara-sıra isyanlara
karışarak çapul akınları yapsalar da büyük bir kalkışma görülmedi. Yerli-yersiz
isyanlardan bunalan Mâverâünnehir’in Arab yöneticileri ile işbirliği
içerisindeki yerli egemenler, bu yağma ve çapul tasallutundan emin olmak için
Buhara, Semerkand ve Şaş(=Taşkend) gibi şehirler etrafında yüksek ve kalın
surlar yapılmasını teşvik ettiler. Bu surların kalıntılarını bugün bile görmek
mümkündür.
Ahmed Yesevî’nin’nin yaşadığı çağ olan 11-12. yüzyıllarda Karluk
uruklarının Altay ile Batı Moğolistan’dan Batı’ya göç etmeleri ve
Türkistan’daki Hun oymakları ile birleşip Karahanlı devletini güçlendirmesi
Orta Asya’daki Türk varlığını sarsılmaz bir şekilde güçlendirmiştir. İslâm ile
karşılaşıp, yer yer ihtida ederek bu yeni inanç sistemini benimsedikleri bu
asırlarda Türklerin büyük bir kısmı göçebe (= bedevî) olarak yaşıyorlar ve
daha az bir kısmı ise şehirlerde yerleşik olarak ikili bir hayat tarzı
sürdürüyorlardı. Türkistan halklarının aralarında yaşayan Fars dilli kitleler
ile kaynaşarak onları Türkleştirmeleri ile birlikte, ortak Türk dili ve edebiyatının
şekillenmesi, Kartukların batıya göç edip Mâverâünnehir’e kadar gelişlerinin
neticesi olarak kabul edilir. Ahmed Yesevî’nin hayat sürdüğü dönemde Türkistan
halkının yaşama kültürüne bakıldığında öncelikle hayvancılık ve sonra da tarım
faaliyetleri başlıca ekonomik uğraşlar olarak görülür. Türkistan’ın uçsuz
bucaksız bozkırlarının hayvancılık için gerekli bütün tabiî şartları sağlaması,
bölgedeki Türk halklarının ezici çoğunluğunun hayvancılık alanında çalışarak
geçimlerini sağlamalarını kolaylaştırmıştır. Hayvancılık alanında ise Türklerin
o dönemde askerî olarak diğer halklara göre stratejik güç ve cevval bir
hareketliliğe sahip olmalarını sağlayan at bakıcılığı (= yıIkıcılık) önem
taşımaktadır.
Türk yurtlarında Uygur Türklerinin öncülüğünde başlayan şehirleşmenin
sağladığı ve günden güne gelişen sosyal ilişkiler ağı ve kısmen istikrara
kavuşan siyasî düzenin getirdiği güvenlik, Türklerin ihtida hareketlerinde
olumlu gelişmelere yol açtı. İslâm’ın Türkistan’da yayılma üssünü ticarî,
siyasî ve kültürel ilişkilerin odağında bulunan Mâverâünnehir şehirlerinin
teşkil etmesi de bunun tabii bir sonucudur.
c.
Toplu halde din
değiştirme dönemi ve ilk müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışı (870 950):
Abbâsîlerden sonraki dönemde, 840-1212 yılları arasındaki Türkistan ve
kısmen Mâverâünnehir’de hâkimiyet kuran Karahanlı Hanedânı bölgede 372 yıl
süren bir egemenliğin sahibi oldular. Mâverâünnehir’in egemenliği büyük ölçüde
Sâmânoğulları’ndaydı. Bu dönemden itibaren Mâverâünnehir egemenliği için
Karahanlıların, Sâmânoğulları ile sürekli bir mücâdele içerisinde oldukları
görülecektir.
Rivayetlere göre 970 yılında Şaş (= Taşkend) ve Farab arasında tahkim
edilmiş sınırın batı tarafında müslümanların egemenliğini tanımaksızın yaşayan
Karluklar, Oğuzlar ve diğer boylardanTürklerin 200.000 çadır halkı İslâm’a
girdiler. Ünlü İslâm tarihçisi İbnü’l-Esir ise 960 yılında kalabalık bir Türk
topluluğunun İslâm’ı kabul ettiğini yazmıştır ki aynı vakıayı kaydetmiş
olmalıdır. Karahanlı egemenliğindeki Kaşgar ve Balasagun yörelerinde İslâm onuncu
asırdan itibaren belirgin şekilde yerleşmiştir.
840 yılında Uygur Devleti’nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla Orta Asya
bozkırlarında ortaya çıkan siyasî boşluk sayesinde kurulan Karahanlı
Devleti’nin kurucu hükümdârı Bilge Kül Kadîr Han’dır. Bilge Kül Kadîr Han’ın
ölümünden sonra devleti mirası olarak oğulları arasında paylaşıldı. Bilge Kül
Kadîr Han’ın iki oğlundan Bazır Arslan Han, Balasagun’da “Büyük Kaan” olarak,
kardeşi Oğulçak Kadir Han ise, Taraz’da “Orta Kaan” olarak hükümran oldu. Daha
Batı’da egemen olan Oğulçak Kadir Han, Türkistan egemenliği için Sâmânoğulları
hükümdârı Ebû Nasr İsmail bin Ahmed ile sürekli mücâdele etti. Sâmânoğulları,
883 yılında TarazT ele geçirince, Oğulçak Kadir Han doğuya çekilerek sığındığı
KaşgarT merkez yapıp, Sâmânoğulları egemenliğine giren eski yurtlarına akına
başladı. Bundan bir süre sonra, Satuk Buğra Han’ın babası Bazır Arslan Han
eceli ile öldü ve Türk töresine göre kardeşi Oğulçak Kadir Han yeni Buğrahan
oldu.Oğulçak Kadir Han’ın Sâmânoğulları’na düzenlenen akınlar ile uğraştığı
sırada yirmi beş yaşlarındaki yeğeni Abdulkerîm Satuk Buğra Han, müslümanlaşan
Türklerden oluşan üç bin kişilik kuvvetiyle amcası Oğulçak Kadir Han’a karşı
taht kavgasına girişti. Kaşgar üzerine yürüyüp taht merkezini fethederek tahta
geçti.
Karahanlılar hânedânından olup İslâm’ı ilk kabul eden ilk hükümdâr olarak
Kaşgar’da ilk büyük İslâm devletini kuran Abdulkerîm Satuk Buğra Han’ın gerek
şahsı ve gerek İslâm’ı kabul edişi hakkında, yazıya geçmiş en eski örneği 1282
tarihli olan menkıbeler dışında fazlaca bir şey bilinmemektedir. Bu yazılı
kaynağa göre, Satuk Buğra Han, İslâm’ı, Karahanlılara iltica etmek mecburiyetinde
kalan Sâmânoğulları hânedânına mensup şehzade Nasr’ın telkini ile, 12 yaşında
iken, kabul etmiş ve 25 yaşında Karahanlı tahtına oturmuştur. Satuk Buğra Han
955 ‘te öldüğünde Kaşgar ‘in kuzeyinde bulunan Artuş kasabasında toprağa
verildi.
Karahanlılar devletinin asıl merkezi Kaşgar (Ordu-Kend) olmakla beraber,
devletin daha ilk devirlerinde kuzeyde, Ahmed Yesevî’nin doğduğu Sayram
yakınlarındaki Balasagun (= Kuz-Orda)’a kadar genişledi. 9. asırda ahâlisi
Türkler ile Soğdlulardan teşekkül eden Balasagun (yerli ahâlice Kuz-Uluş ve
daha sonraları Kuz-Balık adlarını da almıştır) Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü
Lügati’t-Türk’ünde tanınmış bir merkez olarak geçer ve bugünkü Kazakistan’daki
Evliyâ-Ata (Taraz = Talaş, sonra Cambul)Tn, kuzeydoğusunda bugünkü
Kırgızistan’daki Tokmak şehri yakınlarındadır. Daha sonra, devletin batıya
doğru genişleme devrinde Batı Karahanlılarının merkezi Semerkand’a nakledildi.
Karahanlıların, batıya yönelişlerinin sebebi, yeni benimsenen İslâm’a sıkı
bağlılık ile Sâmânoğullarının zayıflamasıyla, Türkistan işlerine müdâhalenin
daha kolaylaşması olabilir. Bir diğer etken, bu devirde Türk uluslarının
kitleler halinde müslümanlaşarak batı yönünde İran’a doğru kaymaları olarak
değerlendirilebilir. Batıya doğru ilerleyen Türk boyları arasında
Karahanlılara rakip çıkabilecek ikinci bir Türk devletinin daha kurulmamış
olması, bölgedeki Türk oymaklarının bir Türk devleti merkezine bağlanması
sürecini kolaylaştırmıştır. Türk millî geleneğini temsil eden Karahanlıların,
bu dağınık Türk zümrelerini Sâmânoğulları’na göre, kendilerine daha çabuk
ısındırmış olmaları da bir faktör olarak değerlendirilmelidir. Karahanlıların
batıdaki Türkistan işlerine ilk ciddi müdâhaleleri Harun (ölümü. 993) Han’ın
Balasagun’dan yaptığı seferle başlamıştır. Harun Han, Mâverâünnehir’de hiç bir
önemli direniş görmeden, Buhara’ya kadar ilerlemiş ve zâten zayıf düşmüş olan
Sâmânoğulları’nı Buhara’da mağlûp ederek, 992 ‘de Buhara’yı son Sâmânoğulları
sultanı Nuh (ölümü: 997)’un elinden almıştır.
Sâmânoğulları hanedânını ortadan kaldıran Karahanlıların müdâhalesi, daha
sonra Sâmânoğulları’nın yerine geçecek olan Gaznelilerin bölgede yükselmesini
kolaylaştırmıştır. 977’de Gazne emîri ilân edilmiş olan Sevük-Tigin, 996’da
Özkend’den hareket eden Karahanlı Nasr (ölümü: 1012)’ın kuvvetleri
Mâverâünnehir’e girdiğinde, Sâmânoğlu Nuh tarafından yardıma çağrılmıştı.
Gazneli Sevük-Tigin ile Karahanlı Nasr arasında yapılan anlaşmaya göre, Sir-Derya
havzası Karahanlıların idaresine geçecek Sevük-Tigin ise, Amu-Derya’nın
güneyindeki bütün eyâletlerin hâkimi olacaktı. Sâmânoğlu Nuh’un ölümünden
sonra, Nasr, 999 yılında Buhara’yı savaşmadan kolayca ele geçirdi. Fakat Nasr
Karahanlı kuvvetlerini birkaç defa mağlûbiyete uğratan Sâmânoğulları’ndan Ebû
İbrâhim İsmail (ölümü: 1005) ile bir süre daha uğraşacaktır. Ebû İbrâhim İsmail
sonrasında artık Sâmânoğulları hânedânı tamamen sona erdirilmiş ve Batı
Türkistan’da Karahanlı ve Gazneli olmak üzere iki Türk hânedânı başbaşa
kalmışlardır.
Gazneli Mahmud30 (999-1030)’un 1001’de Karahanlı Nasr ‘ın kızı
ile evlenmesi, bu iki Türk hânedânı arasındaki ilişkiyi akrabalık bağları ile
güçlendirdi. Nasr’dan sonra Karahanlı tahtına geçen Toğan Han (ölümü:
1017/1018) da Gazneli Mahmud’un müttefiki olarak kaldığı gibi, kardeşi ve
halefi Arslan Han (ölümü: 1025) zamanında da bu iki Türk hânedânı arasındaki
iyi ilişkiler devam eder. Bundan sonra Karahanlı devletinin başına geçen Yûsuf
Kadir Han (ölümü: 1032) diğer hânedân mensuplarına, egemenliğini güçlü
şahsiyeti ile zorla da olsa tanıtır. 1019’da Gazneli Mahmud ile görüşen Yûsuf
Kadir Han, iki devlet arasındaki ittifakı daha da güçlendirir. Yûsuf Kadir
Han’ın ölümünden sonra, Kaşgar’da büyük oğlu Süleyman Arslan Han (Buğra Tigin);
Taraş (Talaş), Sayram(= İsficab) ve Taşkend (= Şaş)’ta küçük oğlu Mahmud
(Muhammed) Buğra Han (Yagan-Tigin) ve Özkend’de diğer iki oğlu Tuğrul İ1 e
Harun hâkim olmuşlardır.
Gazneli Mahmud’un 1O3O’da ölmesi üzerine, yerine, kısa bir süre için,
küçük oğlu Muhammed ve onun yerine de Mes’ud (ölümü: 1041) geçtikten sonra da,
Karahanlılar ve Gazneliler arasındaki ilişkiler eskisi gibi dostluk düzeyinde
devam etmiştir. Mes’ud 1031’de, tahta geçişini bildirmek ve Karahanlı sultanı
Kadir Han’dan eski dostluğun devamını rica etmek üzere, Kaşgar’a bir iyiniyet
heyeti göndermiştir.
1039’da Mâverâünnehir’in egemenliği Karahanlı Nasr’ın Böri-Tigin ünvânlı
oğlu İbrâhim(ölümü:1068)’in eline geçmiştir. Gazneli Mes’ud’un müttefiki olan
Alp-Tigin’e karşı hareketi Selçuklular tarafından desteklenen ve Karahanlılar
tarafından da hoş görülen İbrâhim, başlangıçta Karahanlıların bir uçbeyi gibi
hareket etmiş, fakat çok geçmeden, ayrı bir hanlık hâline getirmiştir. Bu gelişmede
Selçukluların 1040’ta Gazneli Mes’ud’u mağlûp ederek, Horasan’da hâkimiyeti
ellerine almış olmalarının da etkisi vardır. Bu şekilde Batı Türkistan’da
Gaznelilerin yerine geçen Selçuklular da Mâverâünnehir’de hâkimiyeti ele
geçirmek için mücâdeleye başladılar. Karahanlı İbrahim'in ölümünden sonra,
yerine geçen Şemsü’1-Mülk (ölümü: 1080)’ün zamanında Selçukluların
Mâverâünnehir’e saldırıları yoğunlaşmış ve nihayet Melikşâh (ölümü: 1092)Tn
Semerkand üzerine yaptığı seferden sonra, Şemsü’1 -Mülk Selçukluların
kendilerine bağlılığını kabul etmiştir.
Karahanlılardan Yûsuf Kadir Han’ın oğulları Tuğrul ile Harun’un, bu
durumdan yararlanmak isteyerek, Şemsü’1-Mülk üzerine yürüdükleri ve neticede
iki Kara-Hanlı devleti arasındaki hududun Hocend olmak üzere belirlendiği
görülür. Karahanlı ŞemsüTMülk’ün yerine kardeşi Hızır (ölümü: 1081) ve ölümü
sonrasında yerine oğlu Ahmed (ölümü: 1095) geçmiştir. Karahanlı Ahmed zamanında
Selçuklu sultanı Melikşâh 1089’da Buhara’yı zaptederek Semerkand üzerine
yürümüş ve Özkend’e kadar ilerlemiştir. Selçuklu tehdidini uzaklaştırmak için
Kaşgar hanı da Özkend’e gelmiş ve iki Türk hükümdarı arasında, MelikşâhTn
lehinde bir anlaşma yapılarak barış sağlanmıştır.
Batı’daki Karahanlıların tarihi bundan sonra Selçuklular ile sıkı bir
bağlantı içerir ve Batı Karahanlıları, Selçukluların egemenliğini kabul etmiş,
itaatkâr bir topluluk olarak hareket etmişlerdir. Buna rağmen Batı
Türkistan’daki hayat bu tarihlerde de her zaman huzur içerisinde geçmemiş ve
gerek Melikşâh ve gerek Sultan Sencer31 dönemlerinde, Selçuklular,
bir kaç kez Semerkand üzerine sefer yapmak zorunda kalmışlardır. Bu devirde
ülke yönetiminde bulunan en önemli şahsiyet Karahanlı Süleyman oğlu Muhammed
Arslan (ölümü: 1131) idi. 1109 ‘da bölgede istikrarı sağlayan Muhammed
Arslan’ın devrinde, 20 yıllık bir süre ile Mâverâünnehir huzura kavuşmuştur.
Sayram (= İsficab) ve çevresinin hâkimi Mahmud (Muhammed) Buğra Han ve
haleflerinin, daha çok batı Karahanlılarının egemenlik alanı ile ilgilendiği
anlaşılmaktadır. Bu hânedâna mensûb olanlardan Karahanlı Mahmud’un torunu Kadir
Cebrail Han 1102’de kuzey sınırlarından girerek Mâverâünnehir’i işgal etmiş ve
Selçukluların egemenlik alanlarında güneye doğru ilerleyerek aldığı Tirmiz
civarında cereyan eden muharebede, Sultan Sencer tarafından, mağlûp
edilmiştir. Sultan Sencer’in 1157’de ölümünden sonra, Mâverâünnehir’i
egemenlikleri altına alan Hârezmşâhlar zamanında da, batı Karahanlılarının son
temsilcisi Osman (ölümü: 1213)’in vefatına kadar siyasi egemenlik alanında
büyük bir değişiklik olmamıştır.
Mâverâünnehir’deki Türkler’in çoğunluğunun yerleşik (= hadarî) bir hayatı
benimsemesi, İslâm’ın Mâverâünnehir’de şehirli bir görünüm arzetmesine yol
açar. Mâverâünnehir şehirlerinde hızla yayılan İslâm, medreselerde egemen olan
sünnî tedrisatın yönlendirmesi ile ehl-i sünnet çizgisinde gelişti ve buna
paralel olarak bölgede kurulan bütün devletler Sünnîliği, resmî devlet
politikası haline getirdiler. Karahanlılardan Gaznelilere; Selçuklulardan OsmanlIlara,
hattâ Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar Sünnîlik eğilimi, bir Türk devlet geleneği
formunda günümüze kadar kesintisiz olarak sürdürülmüştür.
Selçuklularda kurumlaştırılan Sünnî yaklaşım, siyasî egemenliği
güçlendirici bir enstrüman olarak kullanılarak, başta Selçuklular’ın da
mensubu oldukları Oğuz boyları olmak üzere göçebe Türk kitlelerinin iskânı ile
şehirlerde yerleşmelerini teşvik eder. İslâm inancına ve Mâturîdî-Hanefî
anlayışına sımsıkı sarılan Selçuklular, henüz müslümanlığa geçmeyen Türk
boylarını İslâmlaştırma’yı devlet politikası olarak uygulamışlardır. Selçukluların
ehl-i sünnet savunuculuğunda ifrat düzeyinde ısrarcı oldukları, İmam-ı Âzam Ebû
Hanife sevgisi ve Hanefîlik bağlılığı ile ünlenen Sultan Alparslan’ın, yine bir
ehl-i sünnet mezhebi32 olmasına rağmen Şafii’lere karşı -amansız
denecek derecedesert davranışlar gösterdiği kaydedilmiştir. Öyle ki, bir
zamanlar Selçuklu sultanları adına okunan hutbelerde Rafızîler yanında
Eş’arîler için de lânet okunduğu dönemler olmuştur. Döneminin saygın veziri
NizâmüTmülk’ün Siyasetnâmesi, Haricî ve Bâtınî akımlarına karşı alınması
gereken tedbirler açısından önemli uyarılarla doludur. NizâmüTmülk’ün
öncülüğünde kurulan Nizâmiye medreseleri, İslâm dünyasında sünnî geleneği
koruma güdüsü ile kurulmuştur.
2.
Tasavvufî Akımların
Mâverâünnehir’deki Serüveni
11. yüzyıla gelindiğinde Türk yurtlarının büyük bir alanında yaşayan
insanların neredeyse tamamı İslâmlaşmış ve Türkistan coğrafyası, İslâm
medeniyeti dairesine girmişti. Mâverâünnehir İslâmlaştıktan sonra, -İslâm’ı
yaşama tarzlarının en önde gelen damarlarından birisi olaraktasavvufî hayatın,
İslâm’ın önceden takib ettiği yollardan bütün Türkistan’da yayılacağı kolayca
tahmin edilebilecek bir olgudur.
İslâm’da tasavvufî geleneklerin Abbâsî Devleti’nin Hindistan’dan Mısır’a
uzanan geniş toprakları üzerinde, özellikle İran’ın Zerdüştî, Hind’in Budist
mistik kültürlerinin bütün unsurlarının yaşandığı Mezopotamya’da ve köklü bir
Yahudi-Hıristiyan mistik geleneğinin kalıntılarını taşıyan Suriye ve Mısır’da
kadim Gnostik, Neoplatonik, Maniheist, Budist vb. eğilimlerden oluşan senkterik
bir sentezin ürünü olduğu iddia edilmiştir.
Tasavvuf karşıtı olan bu iddia sahiplerine göre, başlangıçta eklektik bir
yapısı olan zühd ağırlıklı tasavvufî akımlar, zamanla melâmet33
anlayışını öne çıkararak mistik bir yapı kazanmıştır. İslâm tarihine
bakıldığında 10. yüzyılda münferit sûfîlerin hayat tarzına paralel olarak
Vahdet-i vücûd34, Seyr-i ilallah, Lâmekânî35 olmak gibi
bazı sofistike sûfî nazariyelerinin yavaş yavaş dillendirilmeğe başlandığı
görülür. Bu gelişime paralel olarak İslâm coğrafyasında görülmeğe başlayan
sûfî hankâhları iki yüz yıl içerisinde -bugün hâlâ isimleri yaşayanKadirîyye,
Rıfaîyye gibi ekoller şeklinde ortaya çıkarak kurumlaşma sürecine de
girilmiştir. Bütün İslâm dünyasında tasavvufun belirip kurumlaştığı bu süreçte
Türkler arasında tasavvufî akımlar yavaş yavaş güçleniyor, Buhara, Semerkand,
Fergana gibi büyük merkezlerden dalga dalga uzaklara; bozkırlar boyunca
yayılıyordu.
İlk müslüman Türkler’in İslâm’ı kabul ederlerken yaşadıkları saha, birçok
dinin bir arada yaşandığı Horasan, Mâverâünnehir, Buhara, Semerkand gibi
yerlerdi. Fars etkisinin kuzeydoğu Türkistan bozkırlarına göre daha güçlü
hissedildiği bu bölgelerde hem sünnî İslâmî gelenek hem de tasavvufî İslâm Fars
kültüründen etkilenmiştir. İran’ın kadim geleneklerini derûnunda barındıran
Horasan, İslâmî ilimlerin merkezi olduğu gibi tasavvufî akımların da başlıca
merkezlerinden birisidir. Mâverâünnehir, Horasan üzerinden ulaşan ilk İslâm
fâtihleri tarafından İslâmlaştırıldıktan sonra, İslâm tasavvufu da Mâverâünnehir
ve oradan da bütün Türkistan bozkırlarına ulaştı.
İslâm dünyasında tasavvufun ana merkezlerinden birisi olarak kabul
edilen Mâverâünnehir’in, Budist vihara (manastır)Tarını taklid ettiği ileri
sürülen ilk medreselerin kurulduğu merkez olması da dikkat çekicidir.
Mâverâünnehir’in ilim merkezi olarak öne çıkan Buhara şehrinin adının Budist
Viharalarından geldiği iddiası bölgedeki budizm etkisini göstermesi açısından
önemlidir. Tasavvufî akımlar üzerinde mutlak etkisi olduğunu iddia ettikleri budizmi
ileri sürerek tasavvuf ehlini suçlayan bazı çevrelerin tefsir ve bilhassa hadis
tedrisinde tartışılmaz bir yeri olan Buhara medreselerinin teşekkülünde budist
etkisini görmezden gelmeleri ilginçtir.
Tasavvufun Budizm ve Hinduizm inançları ile bazı benzerlikleri, Ahmed
Yesevî’nin irşad faaliyetinin ilk yankılandığı havza olan Seyhun sahasında bazı
Budist manastır kalıntıları bulunması, Yesevîlik üzerinde Çin Taoizmi veya
Hinduizm etkisi olduğu anlamına gelmez. Ahmed Yesevî ve halîfeleri tarafından Türkistan
coğrafyasında yayılan Türk tasavvuf geleneği olan Yesevî ekolü incelendiğinde
tarîkatın temel noktalarında değil, halk arasında yayılmış olan bazı
menkıbelerde Türk şamanizminin bazı izleri görülebilir ki, bunu izah etmek
antropoloji ilminin verilerine göre gayet kolaydır. Türkler, Hazret Sultan
Yesevî’nin İslâmî tebliği ile muhatab oldukları güne kadar İran, Hind, Çin dinî
gelenekleri ve hattâ az da olsa Hıristiyanlık ile temas etmiş olmakla beraber,
münferit örnekler dışında bu inançları kitleler halinde özümsediklerine
ilişkin hiçbir kanıt veya kayıt yoktur. Yesevîlikten epeyce zaman sonra
Mâverâünnehir’de kurulup hızla yayılan ve Yesevîlik ile büyük benzerlikleri ve
sıkı bağlantıları olan Nakşbendîlik de, aynı vasıflara sahiptir.
Başlangıç döneminde hür tefekkürün kalesi olan medreseler giderek
dogmatik bir zihniyetin elinde donuklaşırken hiyerarşik yapısı oluşmağa
başlayan ve vakfedilen zengin kaynaklar ile kurumlaşma yolunda büyük gelişme
gösteren ile sûfî dergâhlarında, fikir serbestîsi boy atıyordu. Mâverâünnehir
medreseleri bölgedeki adı ile Hâcegân dergâhları arasında ortaya çıkan bu
mahiyet farklılaşması daha sonra yüzyıllarca sürecek medrese-dergâh
çekişmesinin de başlangıcını teşkil etmiştir.
Türkler’in, İslâm’ı henüz yeni kabul ettikleri -ve Ahmed Yesevî’nin de
yaşadığıdönemde İslâm dünyasında şiddetli kelâm tartışmaları, itikadî ve amelî
fırkalar (=mezhepler) etrafında ayrılıklar baş göstermişti. Kelâm ve fıkıh
âlimlerinin bitmez tükenmez felsefî münazaralarına ve çekişmelerine lâkayd
kalan Türk boyları, kendi geleneklerine uygun gördükleri ve “Baba” denilen
önderler tarafından telkin edilen sûfî yaklaşımlarını kabul ettiler. Türk
tasavvufî geleneğinin başlangıç dönemi olan bu yıllarda, muhtelif inanışların
etki alanında kaldığı iddia edilen Türkler arasında, eski inancın kam veya
baksılarının yerini “ata”36 , “baba”37 gibi dinî figürler
alacaktır.
Prof. Dr. Süleyman Uludağ ise Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne
yazdığı “Baba” maddesinde, bu mefhumun sadece Türkler tarafından değil, aynı
zamanda şiî ve sünnî tasavvuf çevrelerinde ortaklaşa kullanıldığını ve 10.
yüzyıldan itibaren çeşitli etki ve sebeplerle bazı meczuplarla münzevî sûfîlere
‘bâb’ veya ‘baba’ ünvânının verilmeye başlandığını kaydetmiştir. Ancak böyle
olsa bile, ‘baba’nın Türkler’de kam-ozan’ın etkisiyle yeni bir boyut kazandığı
iddia edilebilir. Bu inanç serdengeçtilerinin Türkistan’daki öncülerinden Çoban
Ata, Arslan Baba, Ferganalı Bâb, Korkut Ata gibi isimler günümüze kadar
ulaşabilmiştir. Hattâ bugün bile dinî duyarlılığı ile tanınan Fergana
vadisinde, Türkler şeyhlere ‘Bâb’ (= Baba) ünvânını vermektedirler.
Böylelikle Ahmed Yesevî ekolünden yetişip Anadolu’ya gelen Geyikli Baba, Barak
Baba, Otman Baba gibi insanları açıklamak da kolaylık kazanmaktadır.
Türkistan coğrafyasının kadim merkezleri olan Herat, Nişabur, Merv, 9.
asırda mutasavvıflarla dolmağa başlamıştı. 10. asırda ise Buhara, Semerkand ve
Fergana’da şeyhlere rastlanmağa başlandı. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’ye göre,
“halk velîleri olan Türkmen ‘baba’larında eski Türk ‘kam-ozan’larının
İslâmlaşmış şeklini görmek din tarihçisi için bir zorunluluktur.38
11. yüzyıldan itibaren ise başta İran ve Azerbaycan olmak üzere İslâm
ülkelerinde dervişlik ve özel bir görünümü olan kalenderlik yaygınlık kazanır.
Din gayreti, Allah aşkı ve Rasûlullah ve ehl-i beyt muhabbeti ile donanmış ve
çoğunun adı tarih içerisinde gaybe karışmış birçok adsız derviş tarafından
göçebe Türkler arasına enerjik bir aksiyon ve vecd dolu bir heyecanla yeni bir
inanç sistemi akideler götürülüyordu. Bu dervişler, ilginç bir şekilde,
fetihlerin öncü birlikleri gibi sınır boylarını mesken tutuyorlardı.39
Türkistan’a giren İslâm orduları ile birlikte ve hattâ daha sahâbe
döneminden itibaren ‘derviş’40 ve ‘kalender’41 ‘zâhid’42
denebilecek sûfîlerin bölgede görüldükleri bilinmektedir. Ayrıca
Dağıstan, Azerbaycan ve Türkistan topraklarında ashâbdan kişilere atfedilen
ziyaretgâhların varlığı da “yol gösterici kutsal kişi motifi”nin Türk
yurtlarında ne derecede yaygın olduğunu göstermektedir. Doğu Türkistan’daki
Câfer-i Sâdık ve Yesi yakınlarındaki Ukkâşe makâmları bunun somut kanıtları
olarak halen de ziyaret edilen makâmlardır.
Din yasakladığı için içkiyi yasak edecek kadar dinî hükümlere bağlı olan
Karahanlılar, İslâm’ı -hem de ağırlıklı olarak Mâturîdî-Hanefî mezhebi
eksenindeaşk ve hararetle savunan ilk Selçuklular, âlimlere ve şeyhlere karşı
büyük bir saygı ve riayet gösteriyorlardı. Selçukluların ilk hükümdârlarından
Tuğrul Bey Hanefî mezhebine bağlı dindar bir insandı. Malazgirt fatihi Sultan
Alparslan’ın, İmam A’zamTn Bağdad’daki türbe ve camiinin tamiri ile bir Hanefî
medresesi kurulmasıyla Ebû Sa’id Muhammed el-Hârezmî’yi görevlendirdiği
bilinmektedir. Tarihî bir kader olarak Türkistan’daki bütün Türk devletleri de
bir devlet politikası haline getirerek daima Hanefîliği savunmuşlardır. Bunun
Türk coğrafyasındaki tek ehl-i sünnet çerçevesinde tek istisnası Hz. Ömer
(r.a.) döneminde İslâm ile tanışan ve genelinde Şafîi mezhebine göre amel
işlenen Dağıstan bölgesidir.
Tasavvufî yaklaşım, henüz kurumlaşmadığı ilk dönemlerinde bile bütün
İslâm topraklarında kısa zamanda yaygınlaşmıştı. Suriye’de ilk tasavvuf
merkezi olan zaviyesini kuran ve tarihin “sûfî” ünvânı ile anılan ilk ismi olan
Küfeli Ebû Hâşim (ölümü: 767) , Süfyan-ı Sevrî (ölümü: 785), Zü’n-Nun Mısrî
(ölümü: 860), Horasanlı Bayezîd-i Bistâmî (ölümü: 875), Cüneyd Bağdadî (ölümü:
909), Hallâc-ı Mansûr (ölümü: 922) gibi büyük mutasavvıflar dervîşâne
yaklaşımlarını bütün kınamalara, uğradıkları bütün suçlamalara rağmen bütün
İslâm beldelerinde yaymaktan geri durmuyorlardı. Bu isimlerden Hallâc-ı
Mansûr’un Hindistan üzerinden Doğu Türkistan’a kadar uzanan birirşâd seferine
çıktığı bilinmektedir. İslâm’ın Anadolu coğrafyasında yayılma sürecinde olduğu
gibi kaleleri fetheden ordulardan önce gönülleri fetheden dervişlerin
faaliyetlerini İslâm’ın yayılışının izlemesi tarihî bir süreçtir.
EbûTKasım Abdulkerîm Kuşeyrî (ölümü: 1073), kendi adı ile anılan ünlü
risalesinde tasavvuf meslekinin Ehl-i sünnet anlayışına uygunluğunu isbata
çalışmıştır. Türkistan tasavvufunun önde gelen bir mürşîdi olan Ebû Alî
Farmedî’ye intisâb ettiği bilinen İmam Ebû Muhammed Gazalî de (1058-1112),
birçok eserlerinde tasavvufu telkin etmeye çalışmış; ilim çizgisinde ve sünnete
uygun bir tasavvufun tohumlarını kalblere ekmeyi başarmıştır. Daha sonra ‘Avarifü’l-Ma’ârif
yazarı Şehabeddin Suhreverdî, adı ile yaşayan büyük bir tasavvuf ekolünün
kurucusu olan Abdulkadir Geylanî (10771166) ve isimleri Tabakât-ı Sûfîyye
kitaplarını dolduran birçok mutasavvıf kendi İslâmî yaklaşımlarını ve zâhidâne
yaşama tarzlarını İslâm ülkelerinde yayarak binlerce mürîd43
edinmişler ve bu sayede bütün halk arasında da büyük bir manevî güce
erişmişlerdir.
İslâm bilginlerinden birçoklarının tasavvuf şeyhlerine intisabı, hükümdârların
ve devlet ileri gelenlerinin bizzat tekke ve zaviyeler yaptırarak tasavvufî
eğilimleri desteklemeleri, hattâ kendileri de irşad dairesine dâhil olarak
halkı dervişliğe teşvik etmeleri İslâm dünyasının her tarafında şeyhlerin
etkinleşmesini ve kurumlaşan tasavvufî ekollerin nesilden nesile aktarılmasını
sağlayacak nitelikli dervişlerin yetiştirilmesini sağladı. Silsile adı verilen
manevî bağlılık zincirinin halkalarını Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) veya Hazret-i
Alî (r.a.) üzerinden Hazret-i Rasûlullah (s.a.v.)’e kadar eriştiren sûfîliğin
yayılması, tekkelerin siyasî otorite tarafından adeta resmen tanınması, birçok
devlet adamları ve hattâ sultanların şeyhlere muhabbet ve saygılarını açıkça
göstermeleri, dervişlere büyük bir manevî nüfuz kazandırmıştı.
Böylece adeta çoğunluğu dervîşâne hayat tarzını benimsemiş yeni bir
müslüman toplum ortaya çıktı. Bölgenin İslâmlaşması sonucunda diğer İslâm
beldeleri ile girilen ilişkilerle bağlantılı olarak Horasan’a, Irak’a herhangi
bir şekilde gidip gelen Türkler arasından da bölgedeki dergâhlara kapılanarak
eğitildikten sonra yurduna dönen ‘ilk mutasavvıflar’ yetişiyordu: Ünlü sûfî Ebû
Sa’id EbûTHayr’m büyük saygısını kazanmış olan Muhammed Ma’şûk Tûsî ile EmîrAlî
‘Abu bu ilk Türk erenlerinden -isimleri kitablarda kaydedildiği için bilineniki
tanesidir.
Ahmed Yesevî 11. yüzyılda dünyaya geldiğinde, Türk dünyası epeyce uzun
bir zamandan beri -herhalde 10. asırdan beritasavvuf fikirlerine alışmış,
mutasavvıfların menkıbe ve kerametleri yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler
arasında bile yayılmıştı. Ritmik melodili İlahîler, heyecan verici mistik
şiirler okuyan, Allah rızası için halka dua eden, cennet bahçelerinin ve Allah
aşkının yollarını gösteren “Bâb” veya “Ata” ünvânı ile anılan
dervişler, Türkler tarafından dinî bir kudsiyet verdikleri kadim zamanların kam
ve mistik ozanlarına, esrarengiz güçlere sahib olduklarına inanılan baksılara
benzeterek kabul ediliyorlardı.
Horasan merkezli bir tasavvuf mektebinden olan mürşîdi Yûsuf Hemedânî
tarafından yetiştirilen Ahmed Yesevî’nin gençlik yıllarında, atayurdu olan
Seyhun (=Sir-Derya) boylarında ve ötesindeki uçsuz bucaksız bozkırlarda, yarı
göçebe Türkler arasında, anladıkları Türkçe dili ile Türk halklarına seslenerek
İslâm’ın inanç temellerini ve din kurallarını arasında yaymağa çalışan bazı
dervişlerin bulunduğu bilinmektedir.
Ahmed Yesevî’yi irşad için Hz. Rasûlullah (s.a.v.) tarafından
Türkistan’a gönderildiği ve ashâbın önde gelenlerinden birisi olduğu rivayet
edilen Arslan Baba ile, menkıbeye göre İslâm’ı tanımak için Türkistan’dan
Arabistan’a geldiği ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile görüşerek İslâm’ı kabul etmiş
olan ozanlar pîri olarak ünlenmiş olan Korkut Ata, Semerkand yakınlarındaki
türbesinde medfûn olan Çoban Ata, bu Türk mürşîdlerinin adı bilinen ilk öncülerindendir.
İslâm’ın Türk yurtlarında bu şekilde daha çok sözlü iletişim ile
yayıldığı dönemde ilim ehlinin kaleme aldığı yazılı eserlerin vücuda
getirilmesi de gecikmeyecektir. İslâm’ı kabul ettikleri dönemde Türkler,
yazıya yabancı, kitabtan uzak, irfanî kültüre ilgisiz barbar bir kavim değildi.
11. asırdan itibaren Türkistan’da Türkçe dili ile ve Arab alfabesi kullanılarak
İslâmî eserler yazılmağa başlandığı görülür.
Bu eserlerde İslâm’ın kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerîm’in dili olan
Arabça’dan alınmış kavramlar yanı sıra Türk yurtlarında İslâm’ın yayılış
sürecinde karşılaşılan İran kültürünün etkilerine rastlanması da normaldir.
Namaz, oruç gibi temel İslâmî kavramların terim olarak Arabça asılları ile
değil Fars dilindeki şekliyle benimsenmiş olması bunun bir işareti olarak
değerlendirilmelidir. İslâmî kültürün ana havzalarından Horasan ve Irak
merkezlerine daha yakın olan Türk yurtlarının batı bölgelerinde ortaya konan
eserlerde Arab-İran etkisi daha yaygın bir ölçüde gözlenmektedir.
Türklerin daha İslâm’ı kabul öncesinde yazıları olduğu ve o yazılar ile
yazılmış kitaplar bulunduğu bir arada düşünüldüğünde, kadim bir Türk medeniyet
merkezi olan Kaşgar’da İslâm’ın kabulünden sonra İslâmî eserler yazılması için
asırlarca beklenemeyeceği -ve yazıldığı daaraştırmaların ortaya çıkardığı bir
gerçektir.
İslâm’ın kabulü sonrasında ilim dünyasında tanınmış en eski Türkçe eser
1069-1070’de Kaşgar’da Karahanlılar zamanında yazılmış Kutadgu Bilig’dir.
Kutadgu Bilig’in ithaf edildiği Tavgaç Uluğ Buğra Kara Han ünvânını taşıyan
Karahanlı hakanı Ebû ‘Ali Haşan b. Süleyman’dır. Bu ithaf İslâm’ın devlet
katında da saygınlığa kavuşmuş oluşunun en somut kanıtı olarak
değerlendirilmelidir.
İslâm’ın kabulü sonrasında Kaşgar gibi eski Uygur Türklüğü medeniyetinin
merkezlerinden olan -ve daima Çin etkisi altında bulunanbir doğu yöresinde
ortaya konan ilk İslâmî eser olan ve Yûsuf Has Hâcib tarafından yazılan Kutadgu
Bilig’den yola çıkılırsa Türk kültür çevrelerinde İslâmî etkinin, ne kadar
çabuk ve güçlü bir surette kendini gösterdiği anlaşılır. Hiçbir zaman münferit
bir ürün olarak değerlendirilmemesi gereken Kutadgu Bilig’in önsözünde
Türklerin İslâm algısının kültürel arkaplanını açık olarak ortaya çıkaran
ipuçları görülmektedir. Türk yurtlarında İslâmî dönemin ilk kültür ürünü
olarak döneminin şu ana kadar keşfedilmiş biricik örneği olan Kutadgu Bilig
ayrıntılı olarak incelenmeyi hak etmektedir.
Kutadgu Bilig, bütün İslâmî eserler gibi “hamd” ve “salâvât”
içeren bir önsözle başlar. Yûsuf Has Hâcib, kitabının önsözünde İnsanî
melekeleri “Adalet”, “İktidar”, “İdrak” ve “Kanaat” olarak sıralar. Kutadgu
Bilig’in en orijinal yönlerinden birisi bu soyut kavramların daha iyi
anlaşılması için birer kişi şeklinde somutlaştırılarak canlandırılıp
konuşturulmalarıdır. Gerek eserin ana ekseni olan çeşitli soyut İnsanî
melekelerin birer şahıs halinde canlandırılarak ortaya çıkarılması, gerekse
mecaz özellikleri ve metafor şeklindeki istiarelerdeki sadelik köklerini Türk
sözlü edebiyatından alan orijinal bir tarzdır.
Hükümdâr ailesinin dinî otoriteye nasıl saygı göstereceği, Devlet
yöneticilerinin ve memurlarının halka nasıl davranması gerektiği, çiftçilere,
tüccarlara, hekimlere, büyücülere nasıl davranılacağı, kadınlara karşı nasıl
hareket edileceği, iyi bir hanımda bulunması lazım gelen nitelikler vb. birçok
sosyokültürel konuda norm koyan, kural belirleyen satırlar Kutadgu Bilig’i
araştırmacılar için zengin bir sosyolojik hazine haline getirmektedir. Dört
melekeden Kut’un oğlu Ögtilmiş, hükümdara -o devir Kaşgar’mdaki Türk toplumunu
teşkil edenbütün sınıflardan; çiftçi, memur, esnaf ve sanatkârlardan bahsederek
ne gibi vasıfları haiz olması lazım geldiğini, kendilerine nasıl muamele
edilmesi gerektiğini ayrıntılı şekilde anlatır.
İslâm ile müşerref oldukları dönemde çoğunlukla kadim dinleri olan ‘Gök
Tanrı inancı’na sahib olan Türkler, animist-naturalist inançlar ve atalar
kültünden şamanizme, şamanizmden budizm, maniheizm ve zerdüştîliğe ve hattâ
Yahudîlik, Hıristiyanlığa varıncaya kadar hemen bütün din ve mistik kültürler
ile tanışmışlardı. Bütün bu farklı inançlar Türkler arasında yayılma fırsatı
bulmuştu. Bu farklı inançlar bazı dinî pratikleri ile toplum içerisinde yayılırken
eski inancın unsurları da tamamen terk edilemediğinden bir dinden ötekine
geçerken, sürekli eski unsurlar yeni kalıplar içinde birike birike İslâm’ı
kabul dönemine kadar gelinmişti. Bugün hâlâ Sibirya bölgesinde
animist-naturalist Şor-Tuva, Kırım’da Musevî Karaim, Romanya Dobruca’sında
Hrıstiyan Gagavuz (Gökoğuz) , çok nadir de olsa Doğu Türkistan’da Maniheist
Uygur, Afganistan’ın Hindikuş dağlarının ücra köşelerinde Budist Türklere
rastlanması Türklerin İslâm ile özdeşleşme sürecinin istisnaları olarak dikkat
çeker. (Bütün bu İslâm dışı inançlara sahib Türklerin Türk topluluklarının
geneli içerisindeki nüfus oranının %1 kadar olduğunu hatırlatmalıyım.)
İslâm, 10. yüzyılda Türkler arasında en yaygın inanç sistemi olarak
belirirken, çoğunluğu konar-göçer bir toplum, avcılık esaslı bir üretim tarzına
dayalı bir ekonomik düzen ve bütün bu sayılan dinlerin bakiyelerini bağrında
saklayan şifahî bir kültür geleneğiyle yüzyüze geldi. Bazı akademisyenlerin
“heterodoksTürk İslâmî” dedikleri Türk müslümanlığı şekillenirken, bu
bağdaştırmacı (= senkretik) yapı içerisinde eski kam-ozan, yeni dervîş-şeyh
konumuna yükseldi.
Gerçekten de Türklerin yeni dini kabul ettikleri ilk günden itibaren
İslâm’ı yaşama tarzı incelendiğinde tasavvufî bir duyarlılıkla, dergâh odaklı
bir sosyal yapılanmanın teşekkül ettiği görülmektedir. ‘Cemaat’ olarak
adlandırılabilecek bu yapılanmanın merkezinde ise kendilerine “Pîr”, “Şeyh”,
“Mürşîd” gibi ünvânlar verilen maneviyat uluları, rûhânî hendesenin
ustaları yer alır. Asırlar boyu Mezopotamya medeniyetlerinin med ve cezir
dalgalarının etkisinde kalmış olan Fars kültür çevrelerinin eski Zerdüşt dini
ve felsefesi ile tanışık olduğu düşünülürse tasavvufî felsefenin öncelikle
İran-lrak havzasında, Horasan ve Basra odaklı olarak gelişmesinin nedeni
anlaşılabilir.
Vahdet-i vücûd, südûr nazariyeleri, fenâfillah44 ve bekâbillah45
gibi tasavvufî teorinin anlaşılması pek de kolay olmayan felsefi konularının
Ahmed Yesevî’nin yaşadığı asırdaki Türk ülkelerinin saf gönüllü insanları için
hemen hemen hiçbir anlamı olmayacağı açıktır. Türkistan tasavvufunun Yesevîyye
ve Nakşbendiyye geleneklerinin ilk yazılı kaynaklarına bakıldığında bu
eserlerin genel olarak tarikat pîrlerinin menkıbeleri ile ilgili olduğu
görülür. 12. yüzyılda henüz teşekkül etmekte olan Yesevîyye tarikatının pratik
uygulamalarını gösteren âdâb ve erkânının yazılı hale getirilmesi de Ahmed
Yesevî’den çok sonra 14.-15. yüzyılda gerçekleşecektir.
Yesevîlik tarikatının ilk âdâb kitablarından olan Menbau’l-Ebhâr Fi
Riyazi’l-Ebrâr ve Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr risaleleri, Sultan
Ahmed Hazînî tarafından Osmanlı ülkesinin başkenti İstanbul’da Osmanlı Sultanı
ve yakın çevresine Yesevîyye tarikatını tanıtmak için 16. yüzyıl sonlarında
kaleme alınmıştır. Bu iki eser sayesinde bugün Yesevîlik yolundaki uygulamalar
konusunda bir bilgi edinebilmemiz mümkün haldedir.
Giriş / Notlar ve Açıklamalar
1
Türkistan : Türk
Ülkesi, Türkili, Türk Yurtları anlamına gelir. Seyhun nehrinin kuzey ve doğu
taraflarının tarihteki adı Türkistan’dır. Hunlar ve Göktürkler, Seyhun
yöresini Türkistan yapmışlardır. Tarih boyunca gerçekleşen Kıpçaklar, Oğuzlar
ve diğer Türk boylarının katıldığı Seyhun’u aşan büyük göç hareketlerine rağmen
Türkistan, Türk olma özelliğini korumuştur. 9-10. yüzyıllarda, Seyhun’un
yukarı, sağ bozkırlarında, Yesi ve Sayram gibi şehirler yavaş yavaş belirmeye
başladı. (Kaşgarlı Mahmud, Dîvân-ı Lügâti’t-Türk)
2
Pîr : Pîr,
farsça ihtiyar anlamına gelen bir kelimedir; Arabçada karşılığı “Şeyh” tir.
Tarikat ehli arasında ise, o tarikatın kurucusu, yahut mürşîdlerin en ulusu
olarak, “Pîr” diye anılır. Muğ, ateşi kutsayan Zerdüştîlerin ateş yaktıkları
mabedlerinde hizmet eden kişiye, “Pîr-i Muğan” ise, bunların en ulusuna
verilen isimdir. Fütüvvet ehlinde, her sanat ehlinin bir pîri vardır.
3
Mürşîd
/Mürşîd-i Kâmil: Arabça, irşad eden, doğru yol gösteren anlamına gelir.
Tasavvuf ehlince gerçek mürşîd, her zaman, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’dir. Mürşîd
sayılan şeyhlerin irşâdları, nâibi oldukları Hz. Rasûlullah (s.a.v. )’e niyabet
yoluyladır. Mürşîd-i kâmil ise ‘olgun (= kemâle ermiş) mürşîd’ olarak
kullanılır.
4
Sûfî : Sûfî,
tasavvuf ehli olan kişi anlamına gelir. Halk arasında bu söz, “Sofu” tarzına
dönmüştür; ancak sofu sözü, yobaz anlamına, tarikat ehli olmayanlar hakkında
daha fazla kullanılagelmiştir. “Sûfî vaktin oğludur” sözü, Arabçadan çeviridir
ve gerçek sûfînin, vakit neyi gerektiriyorsa ona göre hareket edeceğini, çünkü
zamanın, “ân” dan ibaret bulunduğunu bildirir.
5
Tarikat: Yol
anlamına gelen Arabça “Tarîka” sözünün Türkçe ve Farsça söyleniş tarzıdır.
Tasavvuf ehli arasında oniki tarikat olduğu söylenirse de tarikatların sayısı,
hele şubeleri de sayılırsa, bu sayıyı çok aşar.
6
Menkıbe : Din
ve özellikle tasavvuf ulularının veya tarihe geçmiş ünlü kişiliklerin
hayatları, örnek davranışları ve olağanüstü halleri ilgili hikâyeler veya
olağanüstü olaylarla ilgili masalsı anlatılardır. Arabçadaki menkabe
kelimesinden Türkçe’ye geçmiştir. Çoğulu ‘menâkıb’tır. Önceleri dilden dile
anlatılan menkıbeler, zamanla anonim kaynaklardan yazıya geçirilerek
“menâkıbnâme” adı verilen edebî türü oluşturacak kadar zengin bir arşiv oluşturmuştur.
7
Kerâmet : Yücelik,
şeref anlamına gelen bu arabça söz, erenlerden zuhur eden olağanüstü olaylara
denir. Olağanüstü olaylardan Peygamberlerden zuhur edenler ise “Mu’cize”dir.
Dinden haberi olmayan birisinden, olağanüstü bir hal görülürse buna “İstidrâç” denir.
İstidrâc, yavaş-yavaş, adım-adım ilerlemek demektir ki bundan maksat da, bir
kötü kişi, kendisinden böyle olağanüstü şeyler zuhur ettikçe bunlar, onu
kendini beğenmişliğe adım-adım yaklaştırdığına, dolayısıyla cehennem azabına
götürdüğüne işaret etmektir. Kerâmet ve istidrâc, insanın dileğiyle olduğu gibi
insan dilemeden de olabilir. İnsandan, olağanüstü bir hâlin zuhuru, gördüğü
rüyanın aynen çıkması, dileğinin kabul olması, ne de olsa insana bir benlik
vereceğinden, bu da varlığa düşmesine sebep olduğundan erenler, kerâmeti hoş
görmemişler, “Kerâmet hayz-ı rical (=erkeklerin âdet görmesi) dir”,
demişlerdir.
8
Yesi : Ahmed
Yesevî, lâkabını Sir Deryanın kuzey sınırları boyunca uzanan bozkırdaki bu
şehirden almış ve böylece Yesi adı Türklük tarihinin unutulmaz bir merkezi
olmuştur. Kuzeyinde yarı göçebe Kıpçak Hanları’nın merkezi Sığnak kalesi
bulunur. Doğusunda da Türk hanlarının ikâmetgâhı Balasagun kenti vardır. 11.
yüzyıl’da, İbrahim Ata, Karasaç (Ayşe) Ana, Lâtif Ata ve Ak Ata türbeleri,
Yesi’ye manevi bir değer kazandırmaktaydı. Emîr Timur, seferleri sırasında
Yesi’den geçmiş ve bazı makâmları ziyaret etmiştir. Altınorda Hanı Toktamış
tarafından tahrip edilen Yesevî türbesine sancak hediye ettiği gibi, Hâce Tac
es-Selmâni de üzerine şiir yazmakla görevlendirilmişti. Yesevî türbesine
gereken imareti yaptıran Emîr Timur, böylece, hem otoritesini güçlendirmiş, hem
de yenilmezliğini kanıtlamış, bunların yanı sıra bozkırdaki nüfuz alanının
güvenliğini de sağlamış oluyordu. Tanzim edilen vakıfnâme ile Yesevî türbesinin
işlerliği, görevlilerin masrafları ve zaruri tamirat gibi hususlar
karşılanmıştı. Vakıfnâme’den sorumlu şahsiyet de Ahmed Yesevî’nin kardeşi Hâce
Sadreddin torunlarından Mir Ali Hoca Şeyh idi. 14. yüzyıl’da Yesi, aynı ismi
taşıyan vilâyetin merkezi olup, sonraları da ahâlinin ziyaret yeri olarak
şöhret kazanmıştı. Türkmen, Özbek, Kazak ve Kırgız gibi Türk oymakları, Ahmed
Yesevî’nin huzurunda, bütün düşmanlık veya rekabet hislerini unutmaktaydı.
Ramazan sonlarında bir hafta süren ibâdet ile Yesi, manevi dünyasının en güzel
günlerini yaşamıştır. Sovyet kaynaklarına göre Yesi, 16. yüzyılda Türkistan
olarak adlandırılmıştır.
9
Türbe : Arapça
toprak anlamına gelen bu söz, Türkçe’de, bir yatırın yattığı yere, üstünde yapı
yapılmışsa o yapıya denir.
10
Şeyh : Arabça’da
‘ihtiyar’ anlamına gelir. Bir zümrenin, bir toplumun ulusuna, kabilenin
reisine, tarîkatlerde kendisine uyulan, dervîş yetiştirmeye icâzeti olan
kişiye de ‘şeyh’ derler. Çoğulu ‘meşâyih’tir. Tarihte esnafın
örgütlendiği Fütüvvet yolunda, her sanat -ve zenaaterbabının bir şeyhi vardı.
Her şehirde, bütün şeyhlerin bir ulusu da olurdu ki Arabça “Reîs-ül-Ahiyyet’ül
Fityan”, yâni yiğitlerin (Fütüvvet ehlinin) (şeyhlerinin) başı, başbuğu, yahut
“Şeyh’üş-Şuyûh, Şeyh’ul-Meşâyih”, yâni ‘şeyhlerin şeyhi’ derlerdi.
11
Ruh : Ruh,
Arabça, insanı yaşatan nesne, can anlamına gelir. İnsanın manevî varlığını
teşkil eden ve İlâhî kaynaklı olduğuna inanılan öz.
12
Rasûlullah : Allah’ın
elçisi anlamına gelen özel sözcük tek başına kullanıldığında Peygamberimize
işaret eder.
13
Sall’allahu
aleyhi vesellem: Allah’ın salât ve selâmı O’na olsun.
14
Halîfe: Birinin
yerine geçen, vekil olan kişi anlamında Arabça bir sözdür. Kur’ân-ı Kerîm’in
2. Bakara sûresinin 30. âyetinde Allah’ın, Âdem peygamber’i (s.a.v.) yaratmayı
irâde buyurduğu zaman meleklere, “Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım”
buyurduğu, 38. Sâd sûresinin 26. âyetinde de Davud (a.s.)’a, “Biz seni
yeryüzünde halîfe ettik, artık halk içinde gerçek üzere hükmet” emrini verdiği
bildirilir ki bu âyetlere nazaran Allah’ın buyruklarını yerine getiren, halk
arasında gerçek üzere hükmeden peygamberler, Tanrı halîfeleridir. Hz.
Rasûlullah (s.a.v.) sonrasında yapılan istişare sonucunda müslümanların başına
geçen ilk dört emir ( Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Alî) ise Râşid
Halîfeler (Hulefâ-i Râşidîn) olarak bilinir. Tarîkatlarda ise halîfe, tarîkat
önderine bağlı olarak görev yapma yetkisi verilen kıdemli derviştir. Halifelik
tarîkatta mürşîdlik öncesindeki son makâmdır. Halîfe yapılan kişiye verilen ve
“icâzet” olarak da bilinen yazılı yetkilendirme kağıdına “Hilâfet-Nâme” adı
verilir.
15
Ebû Bekir
es-Sıddîk: İlk İslâm halîfesi.
16
Ömer ibn
Hattab: İkinci İslâm halîfesi.
17
Osman ibn
Affan: Üçüncü İslâm halîfesi.
18
Alî ibn Ebu
Talib: Peygamberimizin amcaoğlu, damadı ve dördüncü İslâm halîfesi.
19
Gazâ: İslâm’ın
yayılması için yapılan silahlı mücadele.
20
Razı’allahu
anh: Allah O’ndan razı olsun.
21
Oğuz : Soykütüğü
Oğuz Han’a çıkan Türkmenlerden oluşan Türk boyu.
22
Evliyâ Çelebi:
Eserinin birçok yerinde Ahmed Yesevî evlâdı olduğunu övünç ile kaydeden
ünlü Osmanlı gezgini. Seyahatnâmesinde gezip gördüğü yerlerdeki Yesevî
dervişlerine ait izleri kaydetmesiyle Yesevîlik çalışmalarına büyük katkıda
bulunmuştur.
23
Kuteybe ibn
Müslim (670 715 ) : Arap (Emevî) komutanıdır. Afganistan ve Orta Asya’da
yaptığı fetihlerle Emevî topraklarının sınırlarını genişletmiştir. 704’te
Abdul-Melîk bin Mervan tarafından Horasan valiliğine getirilen Kuteybe,
yaklaşık 50 bin kişilik bir ordunun da komutanı oldu. Kuzeye ve doğuya
düzenlediği seferlerin ilkinde (705) Toharistan’a girerek başkent Belh’i ele geçirdi;
teslim olmasına karşın kenti yıktırdı. Ardından o tarihte Oxus olarak bilinen
Ceyhun’u aşarak Buhara (bugün Özbekistan’da) ve çevresindeki Soğdiana
topraklarını fethetti (706-709); 706’da Beykend’i aldı, bu kenti de yıktırarak
bütün erkeklerini öldürttü. İlerleyişini durdurmak için Buhara hükümetince
görevlendirilen Verdan Huda’yı da bozguna uğrattı. Verdan’ın ölümünden (708)
sonra Buhara’yı ele geçirdi. Daha sonra SemerkandT (710-712), Hârezm ve
başkenti Hive’yi ele geçirdi. Semerkand Soğd hükümdarı Tarhan da ona boyun
eğdi. Haccac’ın buyruğu üzerine, Sistan’ın Türk hükümdarı Rutbil’in üstüne
yürüdü, ancak Arap egemenliğini kabul ettiremedi. Hârezm hükümdarı Çiğan,
kardeşi Hurrezat’a karşı ondan yardım istedi, o da Belh valisi olan kardeşi
Abdurrahman’a gönderdi ve Abdurrahman, HurrezatT öldürdü, Hârezm’in üç büyük
kentini Arap egemenliği altına aldı. Kuteybe bin Müslim, Irak valisi Haccac’ın
izniyle kuşattığı SemerkandT komutan Gürek’in direnmesine karşın ele geçirdi.
Genel karargahını buraya taşıdıktan (714) sonra İsficab’a geldi. 715’te Orta
Asya’nın iç kesimlerine doğru ilerleyerek Fergana’yı (bugün Özbekistan ve
Kırgızistan’da) Arap egemenliği altına aldı. Çin sınırına kadar ulaştığı
söylenmekle birlikte bunu kanıtlayan herhangi bir belge yoktur. Velîd tarafından
Horasan eyaletinin yönetimine getirildi. I. Velîd’in ölümünden sonra halîfe
olan kardeşi Süleyman bin Abdul-Melîk’e bağlılık yemini etmeyi reddeden
Kuteybe, askerleri arasında bu nedenle çıkan ayaklanma sırasında öldürüldü.
Kuteybe’nin fethettiği toprakların çoğu idari bakımdan Mâverâünnehir’e
(Ceyhun’un ötesindeki topraklar) bağlandı. Kuteybe’nin, ele geçirdiği
bölgelerde daha çok askeri yönetimle ilgilenmesine karşın, ardılları o güne
değin çoğu Budist olan bölge halklarının Müslümanlaştırmayı başardılar. Kuteybe’nin
fethettiği Semerkand ve Buhara zamanla İslâm kültürünün en önemli kentleri ve
Orta Asya halklarının eğitim merkezi durumuna geldi. Bununla birlikte, Kuteybe’nin
ölümünden sonra Arablar, Mâverâünnehir’de tutunamadılar. Göktürklerin yeniden
güçlendikleri dönemde Kültigin, Mâverâünnehir’deki bazı yerleri Arablardan geri
aldı.
24
Mâverâünnehir
: “Nehrin Ötesi” anlamına gelir. Orta Asya’da, Ceyhun (= Amu Derya) ve
Seyhun (= Sir-i Derya) nehirleri arasında kalan ve ilk çağdan günümüze kadar
bir çok tarihi hadiseye sahne olmuş tarihi bir bölgedir. Arablar tarafından Mâverâünnehir
adı verilen bölge Divân-ı Lügati’t-Türk’te “Çay Ardı” bölgesi diye geçer. İlk
defa bir hadiste bahsedildiği kaydedilmiştir. Arab coğrafyacıların “Bilâdü’t-Türk”
veya “Türkistan”, “göçebe Türklerin yurtları” olarak tanımladıkları
bölge bugün, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan arasında bölünmüştür. İslâm
medeniyetinin geliştiği bölgelerden biri olan Mâverâünnehir’deki Semerkand ve
Buhara kentleri İslâm tarihinin önemli kültür merkezlerindendir. Bozkır ile
Med, Pers, Şart ve Sasâni kültürünün beşiği İran arasındaki geçiş noktası olan
Mâverâünnehir’in kuzey sınırını teşkil etmekte olan düzlükler Seyhun nehri ve
kolları tarafından sulanmaktadır. Sir Suyu, Sir-Derya, Seyhun gibi isimler
altında göze çarpan, bozkıra hayat veren bu nehir, batı kaynaklarında laxartes
olarak geçirilir. Batı ve güney yönünde bölgeyi sınırlayan Ceyhun (= Amu Derya)
ise batı kaynaklarında Oxus olarak bilinir.
25
Soğd : Türkistan’ın
ortasında Balasagun ile Semerkand arasındaki bölgedir. Divân-ı Lügati’t-Türk’te
Soğdlar, “Balasagun ile Buhara ve Semerkand arasında yaşayan Türkleşmiş
bulunan bir ulus” diye geçer. İslâm’ın İran ve Türkistan’da yayılması sonucunda
İslâm ile tanıştılar. Önceleri Fars kültür dairesine mensub olan Soğdlar 10.
yüzyıldan itibaren egemenliğine girdikleri Türk hanedanlarının etkisi ile Türk
kültürünü benimsediler.
26
Satuk Buğra
Han (? 955): Karahanlı Devleti’nin resmî dinini İslâm olarak ilân
etmesiyle tarihe geçen Türk hanı. Satuk Buğra Han’ın Ahmed Yesevî tarafından
bir ermiş olarak anılması ilginçtir. Bkz. Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, Haz.
Dr. Hayati Bice, TDVYay., Ankara, 2009.
27
Kur’an-ı Kerîm,
Maide sûresi, 5:54, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı HamdiYazır, Eser
Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 116.
28
Vanîzâde
Mehmed Efendi (?-1685) : Hünkâr Şeyhi olarak bilinen Mehmed Efendi aslen
Van ilinin Hoş-ab (Güzelsu) kasabasındandır. Seyyîd olduğu bilinen babası Vâni
Bistâm Efendi’den dolayı Vanîzâde nisbesi ile bilinir. 1685 yılında Bursa
yakınlarında bulunan Kestel ilçesinde vefat edip, orada kendi yaptırdığı camiin
girişine defnedilmiştir. Vanîzâde Mehmed Efendi, ilk tahsiline Van’da başladı.
Gence, Karabağ ve Tebriz gibi beldelerde ilim tahsil etti. Nureddin Şirvanî’den
Halvetiyye yolunun tasavvuf bilgilerini öğrendi ve sülûkünu tamamladı. Van’dan
Erzurum’a gelip, orada evlendi. Bu evlilikten doğan iki kızından birisini,
mürîdlerinden olan Şeyhül-İslâm Feyzullah Efendi’ye, diğerini de Bursa
Sultaniyesi müdürlerinden Mustafa Efendi’ye verdi. Bu damadı, daha sonraları
“Vânî Damadı” olarak anıldı. Hitabeti güzel olan Vâni Mehmed Efendi
Hazretleri’nin şöhreti İstanbul’a kadar uzandı. Devrin OsmanlI sultanı IV.
Mehmed kendisini İstanbul’a davet etti. Bu daveti kabule ederek İstanbul’da
Yenicami kürsü vaizi oldu. Daha sonra sultanın has imamı oldu. Vânî Mehmed
Efendi Hazretleri 1683 yılında Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
komutasındaki İkinci Viyana Seferi’ne ordu şeyhi olarak katıldı. Sefer dönüşü
Bursa yakınındaki Kestel köyüne gönderildi. İstanbul’da kendi adıyla anılan
Vanîköy’de bir cami ve bir medrese yaptırdığı gibi, hayatının geri kalan
kısmını geçirdiği Kestel’de de büyük bir cami ve mekteb yaptırdı. Eserlerinden
ArâisüTKur’ân, Hülâsâtü’t-Tefâsîr, Risâle-i Mebde ve’l-Mead en iyi
bilinenleridir.
™ Sayram : Kaşgarlı Mahmûd’un kitabı, Divânü Lûgâti’t-Türk’de
göre, Türkçe bir kelime olan Sayram, topuktan yukarı çıkmayan sığ bir su demektir.
Sayramlanmak; sığ bir hâl almak, suyun çekilmesi, suyun azalması anlamına
gelir. Sayram, Seyhun Nehri’nin sağ düzlüklerinde, Türk tarihinde sık sık ismi
geçen Tarım havzasındaki Şâhyâr nehrine dökülen Karasu üzerinde küçük, şirin
bir kasaba idi. İslâm coğrafyacılarına göre Sayram aynı zamanda
İspicâb/İsficâb adını taşıyordu. Zeki Velîdi Togan, kelimenin aslının Sefid-Âb
olduğunu, bunun da Aksu, manâsına geldiğini yazmaktadır. Hunlar ve halefleri
zamanında SayramTn tarihi karanlıktır. Batı Göktürkleri devrinde ise önemli
şehirler arasında Sayram da göze çarpmaktaydı. Tung Yabgu (610-620) zamanında,
Türklerin hükümet merkezi Talaş (Evliya Ata) ile Sayram arasındaki Min Bulak
idi. İslâm’ın Mâverâünnehir’de yayılması ile Sayram ön plâna geçti. Nizam el-Mülk’ün
yazdığına göre, Harun er-Reşîd zamanında Sayram’da, bir ribât inşâ ettirilmiş
ve şehrin ticari hayatına canlılık kazandırılmıştı. Müslüman Türklerin en büyük
ilk camilerinden biri de Sayram’da idi. Hz.Ali evlâdından Şeyh İbrahim ve
ailesi Sayram’da en çok hürmet gören evliyalar arasındaydı. Makdisî, kendi
asrındaki şehri şöyle tanıtmaktadır: İsfîcâb, büyük bir merkezdir. Mamurdur.
Elbiseciler çarşısı vardır. Dört kapılı camisi bulunmaktadır. Her kapının
önünde birer ribât mevcuddur. Kapıları; Nücâket, Farruhan, Şâkirâne ve Buhara
isimlerini taşımaktadır. Ribâtlar ise; Nahşâblılar, Buharalılar, Semerkandlılar
ve Karatekinliler isimlerini taşımaktadır. Fakirlere hergün katık ve ekmek
verilir. 7000 dirhemlik çarşı geliri buraya tahsis edilmiştir. Bir rivayete
göre de, 1700 ribât sayılmıştır. Surları şu anda harab vaziyettedir. Verimli ve
zengin bir şehirdir. Kıtlıkla pek karşılaşılmaz. Meyve ağaçları boldur. Sayram
demircileri ile ünlü olup, on bin etüdçü, on bin sabunhanesi vardı. Halkı
karışıktır. Kalpleri katı ve mezheplerini beğenmişlerdir. Kötülükte edilse,
iyilik de edilse aynıdır. İbn Havkal da, benzer ifâdeleri kullanmaktadır: Düz
bir alanda kurulmuştur. Kûhendiz ve ribâtı vardır. Şehrin olduğu gibi ribâtin
de çevresi sur ile kaplıdır. İmâreti, hapishanesi ve camisi iç kalededir.
Horasan ve Mâverâünnehir’e haraç konulduğu halde, İsfîcâb bundan hariç
tutulmuştur. Civarında Bezâhkes, Sûbânikes, Taraz, Otlûh, Şilcî, Küdür,
Sütkend, Şavgan, Savran ve Vesiç bulunmaktadır. 11. yüzyılda Argu ile Oğuz ili
arasındaki sınır, Türk ordu şehri Sayram’dan geçiyordu. Hârezm’den Sayram’a
kadarki yerlerde Oğuzlar yaşardı. Taraz yolu üzerindeki Kûlân’da Türkmenler
(Oğuzlar) sakin olup, Sayram emirine haraç gönderirlerdi. Türkistan’daki
Oğuzların hayatlarını, Oğuz Han ve haleflerinin faaliyetlerini anlatan
Oğuznâme’de de, Sayram hakkında bilgiler mevcuttur: Olcay Han’ın yaylak ve
kışlakları Türkistan idi. Kışlarını Karakumdaki Borsuk’de geçiriyordu. Burada
iki şehir vardı. Birisi Talaş, Birisi Karı (eski) Sayramdır ki bu son şehrin
çok büyük kırk kapısı vardır. Bugün, orada müslüman Türkler yaşıyorlar. Talaş
ve Sayram, O tarafın askerleri, Oğuz’un ülkesinde dikbaşlılık gösterdiler. Oğuz
onların üzerine yürüyüp yendi. Talaş ve Sayram’dan başlayıp, Mâverâünnehir’e,
Buhara ve Hârezm’e kadar ele geçirip, idaresine aldı... Oğuz’un cihangirlik
devrinde, biz cihanı fethetmek gayesi ile dünyanın her tarafına gideceğiz.
Hucâvur(a) yâni asıl vatan ve yurdumuz olan Talaş ve Sayram geride kaldı. Eğer
düşmanlar bizim yokluğumuzda buraları alırlarsa bizim için talihsizlik,
düşmanlar için de bir şöhret vesilesi olacaktır, diye düşündü. Ve Oğuz kavmini
Talaş ile yöresinde görevlendirdi. Sağ kolda olan Bozoklar Sayram sınırlarında
yaylasınlar... Sayram’dan Fergana’nın sonlarına uzanan alanda ise Karluklar
vardı. Taşkent/ Şaş’a kadar uzanan bozkırda da Kılas denilen otlaklar
bulunurdu. Üç fersah mesafedeki Tell-i Hâki yanında Keleş Suyu da Türkmenlerin
hayatlarını sürdürdükleri alandı. Sayram ile Balasagun arasında Argu boyu oturmaktaydı.
Kazıgurt, Sayram yanında yüksek bir dağ olup, bu adı taşıyan ahâli vâdilerinde,
çay başlarında yaşıyordu. Türgiş Karlıkları bir ara Sayram ile Taşkent
arasındaki sahalarda sakindi. Bahaeddin Ögel’e göre, değişik kültürleri
barındıran Sayram, Göktürkler zamanında gelişmiş ve Sâmânilerin eline geçmişti.
X. yüzyıl’da, Sayram’da müslüman fakat Türk menşeli hanedan hüküm sürdü. Mansur
B. Karatekin, ailenin son temsilcisi olup, Samanlı Nuh zamanında Horasan
valiliğine gönderilmişti. Bu devirde Sayram tarımda ileri seviyede olup, Nuh’un
emri ile etrafı surla çevrilmeye başlamıştı. İsficâbî lâkabı ile tanınan Ebû
Mansur Muhammed b.Hüseyin b. Mut, Sâmâni hükümranlığının son zamanında
yaşamıştır. XI. yüzyıl’ın ilk yarısında, bölgede Karahanlı nüfuzu iyice
yayılmış, Yığan Tekin Süleyman/Buğra Han Talaş ile Sayram’da ikâmet etmişti.
Hârezmşahlardan sonra Cengizliler Sayram’da göründüler. Bu sıralarda (1221)
Sayram’a gelen Taoist Ç’ang-Çun’un tasvirine göre şehirdeki binalar arasında
küçük bir kule dikkat çekmekteydi. 18 Kasım 1221, dinî bayramlardan birine
rastladığı için Çinli gezgin halkın davranışlarını ve geleneklerini yakından
görmek fırsatını bulabilmiştir. Nizâmeddin Şâmi de, Timurleng’in Emir Hüseyin’le
ilgili hâdiseler sırasında Kütel’i geçerek Sayram’a geldiğini bildirmektedir.
Bu aileden Ömer Şeyh Mirza da bir müddet Sayram taraflarında egemen oldu.
Zahired-Dîn Babür de, 1502 yılına ait kaydında, Taşkent ile Sayram arasında
Yağa/Yağman köyünün bulunduğunu, İbrahim Ata ile İshak Ata’nın kabirlerinin
göze çarptığını yazmaktadır. Ayrıca, Baba Sayramî isimli biri de maiyette idi.
30
Gazneli Mahmud
(2 Kasım 971-1030) : Gazneliler Devletinin en büyük hükümdarı, Hindistan
Fatihi ve büyük İslâm kahramanı. Gazneli Devleti’nin en büyük hükümdarı ve de
Hindistan Fatihi Gazneli Mahmud, 2 Kasım 971’de doğdu. Gazneli Devletinin
kurucusu Sebük Tegin’in oğlu olan Mahmud, genç yaştan itibaren devlet
idaresinde görev aldı. 997’de Gazne tahtına geçen Mahmud, Buhara, Horasan,
Herat, Belh, Büst ve Kabil’i Samanilerden aldı. Daha sonra, bugünkü Afganistan
ve Belucistan ile Hârezm’e kadar tüm Mâverâünnehir’i ele geçirdi. Ardından Rey,
İsfehan, Save, Kazvin, Zencan ve Ebher’i alarak, İran topraklarının büyük
bölümüne hakîm oldu. Eylül 1000’de ilk Hindistan seferine çıkan Sultan Mahmud,
1027’ye kadar Hindistan’a 17 büyük sefer yaptı. Bu seferler sırasında
Hindistan’da birçok cami yaptıran ve İslâmiyet!’ öğretmek üzere alimler
yerleştiren Mahmud, İslâm Dininin Hindistan’da yayılıp, kabul görmesini
sağladı.Cihangirliği yanında, alim bir kişiliği de olan Mahmud sarayında alim
ve şairlere sohbet ve tartışmalar da yaptırırdı. Firdevsi’nin meşhur
Şehnâme’si de dahil devrinin pekçok kitabı Gazneli Mahmud’a takdim edildi. 33
yıl hükümdarlık yapan Sultan Mahmud, 1030’da Gazne’de vefat etti ve burada defnedildi.Türk
dünyasının yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan biri olan Sultan Mahmud İslâm
dünyasında yayılma istidadı gösteren sapık Bâtınîlik akımlarına karşı da
mücadele etti. İmar faaliyetlerine büyük önem veren Sultan Mahmud, Gazne’nin
yanısıra Belh ve Nişabur gibi önemli şehirleri mamur hale getirdi.
31
Sultan Sencer (1086-29
Nisan 1157) : Selçuklu Sultanı Melikşah’ın oğlu olan Sencer 1086’da Sincar’da
doğdu. Küçük yaşından itibaren devlet tecrübesi kazanan Sencer, ağabeyleri Berkyaruk
ve Muhammed Tapar zamanında devlet hizmetinde bulunarak, doğuda çıkan isyanları
bastırdı. Buradaki başarıları üzerine Horasan meliklisine tayin edilen Sencer,
Haziran 1102’de Selçuklu Devleti’ne saldıran Karahanlı Hükümdarı Kadir Han’ın
saldırılarını bertaraf etti. Ayrıca Gaznelileri, Selçukluya bağladı. Babası
Melikşah’ın siyasetini takip eden Sencer, Horasan’dan itibaren, devletin doğusunda
Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Berkyaruk’tan sonra tahta geçen Muhammed
Tapar’ın ölümü üzerine, 18 Nisan 1118’de küçük yaştaki oğlu Mahmut Büyük
Selçuklu Devleti tahtına çıkarılırken; Sultan Sencer de 14 Haziran 1118’de
Horasan’da bağımsızlığını ilan etti. 14 Ağustos 1119’da Save’deki savaşta
yeğenine galip gelen Sencer, Büyük Selçuklu Sultanı oldu. Devletin merkezini de
Irak-ı Acem’den Horasan’a nakletti. Bundan sonra çevresinde büyük savaşlar ve
fetihler yapan Sultan Sencer, Sultan-ül A’zam unvanını kazandı. 1132’de
Karahanlıların, 1136’da Gaznelilerin, 1141’de Karahitayların ve 1147’de de
Hârezmlilerin isyanını bastıran Sencer, 1152 yılında da Gurluları mağlup etti.
Fakat Sultan Sencer 1153’te Oğuz Yabgu ile Belh’te yaptığı savaşı kaybedince
esir düştü. Sencer, esaret altında sultan olmak istemediğinden, sultanlığı
terk ederek Merv Hankâhı’na kapandı. Buradaki 3 yıllık esaretten sonra Nisan
1156’da kurtarıldı. Ancak 29 Nisan 1157’de 91 yaşındayken Merv’de vefat
ederek, kendi yaptırdığı türbeye defnedildi. Bilim adamlarına sahip çıkan ve
bilimi teşvik eden Sultan Sencer’in döneminde, Horasan bütün İslâm dünyasına ve
Anadolu’ya din ve bilim adamı sevkeden bir merkez olmuştu.
32
Mezheb : ‘Gidilecek
yol’ anlamınadır; dînî hükümlerde ve dünya işlerinde, Allah’ın emrine, Hz.
Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetine uygun hareket edebilmek için din
bilginlerinden birinin yolunu tutmak, mezhebini taklid etmek olarak algılanır.
33
Melâmet:
Arabça’da, kınamak, azarlamak anlamına gelen bir sözcüktür. “Melâmetî, Melâmî”
kınanmayı kasteden kimsedir. Çeşitli etkilerle hicretin ikinci yüzyılında
meydana gelen tasavvuf, kurumlaşıp tarîkatlar ortaya çıktıktan sonra sûfîler,
kendilerine özgü başlıkları, giysileri ile halktan ayrılmışlar, zikir
meclislerinin yapıldığı tekkeler kurulmuş, bir güç odağı haline gelen tasavvufa
dayanan iktidar ve zengin zümreler, tekkelere vakıflar sağlamak suretiyle
tasavvuf ehlini kendilerine destekçi haline getirmişlerdi. Buna karşı, gene
tasavvufun içinden ve tasavvuf ehlinden bir grup, zikir törenleriyle, özel
giyim-kuşam ve toplantı yeri olan tekkelerle, hele vakıfla geçime dayanmayla
halktan ayrılmayı boş görmemiş, bütün bunları, hem İslâm’a aykırı, hem de
tasavvufun gayesine zıt bulmuştu. Bu yüzden tasavvuf ehlinin kınamasına
uğramışlar, daha da ileri giden bu zümre mensupları, yaptıkları hayrı gizlemek,
kötülüklerini gizlememek, hattâ kendilerini halka kınatacak hareketlerde
bulunmak esasını kabul etmişler ve “Melâmetiyye-Kınananlar” adını almışlardır.
Melâmet ehli, ilk olarak Horasan’da yoğunlaştığından “Horasânîler, Horasan
Erenleri” diye anılmışlardır. Sonraki asırlarda ortaya çıkan Mevlevîlik, Haydarîlik,
Bektâşîlik, Kalenderîlik gibi tarikatların değişik derecelerde olmakla beraber
melâmetten etkilendikleri kabul edilir.
34
Vahdet-i Vücûd
: Arabça’da ‘Varlığın Birliği” anlamındadır ve bir tasavvufî terim
olarak Allah dışında evrendeki bütün varlıkların var oluşunun izâfi olduğunu
iddiasını içerir. Vücûd, Arabçada varlık, varoluş anlamına gelir.
Tasavvufta vahdet, bütün varlıkların varlıklarını Tanrı varlığından var olmuş
bilmek, hepsinde Tanrı’nın kudretini, yaratışını, tasarrufunu, lûtfunu, kahrını
görmektir. Bu takdirde her varlıkta, Tanrı varlığı tecellî etmektedir. Tasavvuf
ehline göre ise, Hakk’la Hakk olmak ve varlığından geçip Hakk varlığına
bürünmek, Hakk’tan başka hiçbir varlığı bilmemek, görmemektir. Vahdetin zıd
anlamlısı olan ‘kesret’ ise tasavvufta; varlıkların varlıklarını
kendilerinden bilmek, onları müstakil varlıklarla var görmektir. Nakşbendî
kurallarından birisi olarak, bu iki zıd kavram bir potada eritilerek, “Vahdet
der Kesret”, yânî çoklukta birliği görmek, bilmek kuralını geliştirilmiştir.
35
Lâ-Mekân : “Lâ-mekân,
Arabça yok anlamına gelen “lâ” ekinin, arabça “mekân” sözüne eklenmesinden
meydana gelen ve “Yersiz-yurtsuz” demek olan bir sözdür. “Lâ-mekân Âlemi”
de yersizlik âlemi anlamına gelir. Tasavvufta mekân, kevne, yâni var olan şeye
tâbidir; birşey olmazsa, boşlukta mekânı, yâni yeri de olmaz. Zaman ise
olayların zihinde kıyaslanmasından doğar ki, mukayese olmazsa zaman da olmaz.
Buna göre “mekân ve “zaman”, gerçekte olmayan iki kavramdan ibarettir. Aynı
zamanda, gerçek varlık olan Allâh’m Zâtı, mekân ve zamandan münezzehtir; her
yerde her şeyde sıfatlarıyla, hüküm, tedbir, tasarruf ve kudretiyle görünen
Yaratıcı (c.c.)’un Zâtı, her yerden, her şeyden yücedir. Bu bakımdan insanın
gerçek yurdu da, “Lâ-mekân (= Mekânsızlık) Âlemi” olduğundan sûfîler, lâ-mekânî
olarak da tarif edilmişlerdir.
36
Ata : Yesevî
mürşîdlerinin genel ünvânıdır.
37
Baba : Türkistan
lehçesinde büyük baba yerine kullanılır, Yesevîlik yolunun Arslan Baba gibi
önde gelenleri de “Baba” ünvânı ile anılırlar. Bkz. Uludağ Süleyman, “Baba”
(madde) , TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, c. IV, s.365-366 .
38
Köprülü M. Fuad,
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 19.
39
Barkan, Ömer
Lütfi; “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, sayı:2, Ankara, 1942.
s. 279-304.
40
Derviş : Farsça,
yoksul kişi anlamınadır; terim olarak bir tarîkate intisab eden kişiye denir.
41
Kalender/Kalenderî:
Halk arasında “kalender”, yoksul, kimsesiz kişiye dendiği gibi herşeyi
hoşgörüyle karşılayan, geniş meşrebli, herkesle uyuşup, iyi geçinen kişiye de
“kalender adam” denir. Tasavvufta “Kalenderiyye” tarîkatına mensub olan kişiye
“Kalenderi” denir. Kalenderîler, saç, sakal, bıyık ve kaşlarını ustura ile
tıraş ettirirler, böylece kendilerini zahirî süsten arınmış sayarlardı.
42
Zâhid : Zühd
sahibi, şüpheli şeylerden çekinen anlamında Arabça bir sözdür.
43
Mürîd :
Dileyen, isteyen anlamına gelen Arabça bir sözcüktür. Bir mürşîde intisâb edip
tarîkate girmiş kişiye “mürîd” denir.
44
Fenâfillah :
Mürîdin tasavvufî seyrinde ilerlemesi ile ortaya çıkan ve esmaüThüsnânın işaret
ettiği bazı sıfatların sûfîde “hâl” olarak ortaya çıkması ile tarif
edilebilecek durum.
45
Bekâbillah : Fenâfillah
makâmına eren sûfînin halkı irşad ile görevlendirilmek üzere dönüş seyrinde
kazandığı hâl. Gerek fenâfillah ve gerekse bekâbillah ile ilgili en kapsamlı
açıklamaları, -en mütekâmil şekliyleİmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât eserinde
bulmak mümkündür.
‘Hazret-i Pîr-i
Türkistan’ın Menkıbevî Hayatı
ve Tarihî Yesevî Portresi
1.
Yesevî’nin Doğduğu Ortam ve
Aile Kökleri: "Hz. Ali evlâdıdır 0...”
2.
‘Mürşîd’ Olacak Bir Çocuk:
Türkistanlı Ahmed
3.
ilk Öğretmen: Arslan Baba
4.
Buhara Kimleri Yetiştirdi
Kimleri: Yûsuf Hemedânî Dergâhı
5.
YesevîSöylenceleri
6.
Ölmeden Önce Ölmek:
"Yeraltında Yeşertil en Ebedi Bahar"
7.
Türkistan’daYalazlananYesevîOcağı:
"Ocağımız Sönmesin...’’
Notlar
ve Açıklamalar
Dr. Hayati Bice
Ahmed Yesevî’nin hayat hikâyesini konu edinen tüm metinler temelde halk
arasında söylenegelmiş menkıbelere dayanır. Bu menkıbelerin asırlar içerisinde
bazı hayâlî unsurlarla genişletilerek -ve hattâ gerçek hikâyeden
saptırılarakyazılı metinlere dönüştürülmüş olması konuya eleştiri gözlüğü ile
bakanlar tarafından öne çıkartılmaktadır. Oysa halk söylenceleri konusunda
uzman olan bütün bilim insanlarının ortak kanaati, halk muhayyilesinde anonim
olarak oluşturulan menkıbelerin tamamında daima hakikat unsurunun gizlenmiş
halde -şu veya bu oranda ancak mutlakavarlığını sürdürdüğüdür. Bu açıdan
bakıldığında menkıbeler, Ahmed Yesevî gibi asırlarca önce yeryüzünden ayak
çekmiş herhangi bir tarihî şahsiyetin veya Abdulkerîm Satuk Buğra Han’ın
müslüman oluşu gibi bir vakıanın millî vicdana akseden görüntüsünü yansıtır.
Araştırmacılara düşen görev bu görünümdeki gerçek unsurlar ile hayâli
katkıların ayrımına vararak dökümünü yapmaları ve tarihî gerçekliği mümkün
olduğunca net olarak ortaya koymalarıdır.
Menkıbe terimi, din ve özellikle tasavvuf ulularının veya tarihe geçmiş
ünlü kişiliklerin hayatları, örnek davranışları ve olağanüstü halleri ilgili
hikâyeler veya olağanüstü olaylarla ilgili masalsı anlatılara verilen isimdir.
Menkıbelerde rastlanılan öykülerin gerçekötesi (= sürrealist) anlatım tarzı,
sunulan olgular tabiat olaylarının işleyişine açıkça aykırı olsalar bile halk
hafızasında gayet tabiî olaylar olarak anlatılmaları dikkat çekicidir.
En sık rastlanılan anlatılar olan, ermiş kişinin bir anda doğudan batıya
ulaşması (tayy-ı mekân); asırlar önce vefat etmiş bir velînin canlı olarak
görünüp konuşması (tayy-ı zaman), çeşitli hayvanların dile gelerek hikmetli
sözler söylemesi, kötülük işleyen kişilerin aniden hayvan görünümüne geçmeleri
vb. olguların gerçekçi bir yorum ile izahı güç ve belki de imkânsızdır. Ancak
menkıbelerin bazı unsurları vardır ki, bunu normal hayat seyrinde tüm insanlar
da yaşayabilir ve yaşamaktadırlar da... Akıldan geçen bir şeyin kısa süre
içerisinde gerçekleştiğini görmek, bazı olayların önceden kalbe doğuş şeklinde
bildirilmesi (= önsezi); rüyada verilen bir haberin gerçek hayatta birebir
olarak ortaya çıkması gibi menkıbelerde de karşılaşılan olgular, bugün
parapsikoloji olarak adlandırılan bilimin araştırma konuları arasındadır.
Önceleri dilden dile anlatılan menkıbeler, zamanla anonim kaynaklardan yazıya
geçirilerek “menâkıbnâme” adı verilen edebî türü oluşturacak kadar zengin bir
arşiv oluşturmuştur.
Ahmed Yesevî ile ilgili menkıbeler de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Ahmed Yesevî’nin hayatından sahneler içeren menkıbevî anlatımdaki gerçekötesi
unsurlarla -meselâ, Yesevî’nin asasının kayığa dönüşüp dervişlerinin bu kayığa
binerek ırmağın karşı kıyısına geçmeleri vb.karşılaşan okurun menkıbelerin
genel özelliklerini göz önünde bulundurması gereklidir. Ahmed Yesevî’nin tarihî
simasını kuşatan ‘menkıbe sisi’nin yoğunluğu, bu değerlendirme zaviyesinden
bakıldığında Hazret Sultan Yesevî’ye Türk halklarının ortak muhayyilesinin
nasıl derin bir kudsiyet biçtiğinin asırlardan yansıyan işareti olarak
görülmelidir. Son yıllarda gün ışığına çıkan tarihî belge niteliğindeki kitab
ve risaleler, Hazret Sultan Yesevî’nin tarihî kişiliğinin yüzyıl öncesine nazaran
daha net çizgilerle görülebilmesini sağlamıştır. Sûfî bir şair olarak dile
getirdiği hikmetlerle asırlara seslenmiş, tarîkat kurucusu bir mürşîd olarak
kendi adıyla anılan Yesevîyye tarîkatının esaslarını belirlemiş olan Ahmed
Yesevî’nin ortaya çıkan gerçek portresi en az menkıbevî çehresi kadar
muhteşemdir.
Ahmed Yesevî’nin hayat hikâyesi hakkındaki gerçeklik unsurlarını taşıyan
ve tarîkatının temel unsurlarını yansıtan en önemli yazılı kaynak, hayatının
çeşitli kesitlerini dile getiren şiirleri de içeren Dîvân-ı Hikmet’tir. Diğer
önemli kaynaklar ise Yesevîyye yolunda Ahmed Yesevî’nin mirasçısı olan Süleyman
Hakîm Ata, Sûfî Muhammed Dânîşmend, Hüsâmeddin Sığnakî, Safîyyüddîn
Orun-koylakî, Sultan Ahmed Hâzinî gibi sûfîlere atfedilen eserlerdir. Üçüncü
sırada ise Türkistan’da hâlâ devam eden sözlü geleneğin bugüne taşıdığı
rivayetler yer alır. Bu çalışmada her üç kaynaktan da yararlanılarak bütüncül
bir yaklaşım ile mümkün olduğunca eksiksiz bir Ahmed Yesevî portresi çizilmeğe
çalışılmıştır. Günümüze kadar edebiyat çevrelerinde genel olarak, dinî
nasihatler içeren ve sayılarının 300’ü bulduğu tahmin edilen hikmetleri eksen
alınarak bir “mistik şair” olarak sunulan Ahmed Yesevî, siyasilere göre
Anadolu ve Rumeli’ye yönlendirdiği dervişleri ile “coğrafyayı vatana
dönüştüren bir stratejist”tir. Tasavvuf karşıtı radikal bir İslâmcı için ise
Ahmed Yesevî, Türklerin müslüman olması sürecinde birçok Şamanist adetlerini
dine katan bir “bid’at ehli”dir. Hazret Sultan Yesevî’nin bir tasavvuf yolunun
kurucusu olmayı başarmış bir “sûfî” olarak nasıl bir tarîkatın önderi olduğu,
adını yaşayan Yesevîyye tarîkatının hangi esaslara dayandığı nedense hep genel
ifadelerle geçiştirilmiş; hattâ namaz, oruç gibi temel dinî uygulamalar ile
düşünceleri âdeta gözlerden kaçırılmak istenmiştir.
Bırakın farz namazlarını, nafile adı verilen sünnet namazlarında hangi
sûrelerin okunacağına kadar ayrıntılı olarak tarif ettiği yazılı kaynaklarda
gösterilen Ahmed Yesevî’nin ibâdet hayatını yok sayarak gerçeğe uygun bir
Yesevî resmi çizebilmek mümkün olabilir mi? Dervişlerine farz Ramazan
oruçlarına ek olarak her haftanın iki gününü -Pazartesi, Perşembeoruçlu
geçirmelerini tavsiye eden Pîr-i Türkistan nasıl olur da dinî emirleri ve
yasakları küçümseyen bir Heterodoks sûfî olarak takdim edilir? Seherlerde “La
ilâhe illallah” zikrini tekrar ederken kendisinden geçen bir sûfî olan Hazret
Sultan Yesevî’nin her şeyden önce tarîkat kurmuş, hadis-i nebevîde işaret
edildiği üzere yerine getirdiği nafile ibadetlerle yakîn mertebelerine ulaşmış
bir şeyh olduğu unutulmamalıdır. Bu çalışmada değinildiği üzere elbette şiirler
söylemiştir; muhakkak ki yetiştirdiği dervişlerini İslâm’ı tebliğ ile
görevlendirip uzak diyarlara göndermiştir; fakat öncelikle bir kuldur O;
Rabb’inin rızâsından başka bir matlûbu, Allah’ın didârından başka bir maksûdu
olmayan seçkin bir kul...
1.
Yesevî’nin Doğduğu
Ortam ve Aile Kökleri: “Hz. Ali evlâdıdır O...”
Türk kültür coğrafyasının en önemli işaret taşlarından birisi olan ünlü
sûfî ve mürşîd, Ahmed Yesevî, günümüz Türkiye’sinde -ismen de olsageniş ölçüde
tanınmakla beraber gerçek hayatı, -meselâ nerede, ne zaman doğduğu,
anne-babası, kardeşleri, öğrenim hayatı, evliliği, çocukları...hakkında
belgelenmiş olarak bilinen ayrıntılar pek azdır. Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında
yazılacaklar, işte bu yüzden menkıbelerden yansıyan portresi dikkate alınmak
zorundadır.
Ahmed Yesevî, Batı Türkistan’da, -bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti’nin
güneyindekiÇimkent şehri yakınlarında (yaklaşık 10 km. mesafede) bulunan Sayram
kasabasında dünyaya gelmiştir. Ahmed Yesevî’nin doğduğu yıllarda Sayram, Batı
Karahanlılarının egemenliği altında idi. Sayram kasabası, Ahmed Yesevî’nin
küçük bir çocukken geldikten sonra hayatının önemli bir kısmını geçirdiği Yesi
(= Türkistan) kentine yaklaşık 150 km.lik bir mesafededir. Ahmed Yesevî’den
intikal eden şiirleri bir araya getiren “Dîvân-ı Hikmef’te yer alan iki
ayrı hikmetinde kendisi de doğum yeri ve yurdunu Türkistan olarak
bildirmektedir.
Yesi -bugünkü adı ile Türkistanşehri ünlü Türk destanının kahramanı Oğuz
Han’ın idari merkezi olması dolayısıyla, Türk tarihinde bilinen bir yerleşim
olması yanında Ahmed Yesevî’nin bu şehre izafetle Yesevî ünvânını alması, Türk
dünyasındaki tarihî önemini bir kat daha artırmıştır. Tarihî ününü hâlâ koruyan
Yesi, -bugünkü ismiyle Türkistan-, Akmescid (= Sovyet döneminde Kızılorda)
Taşkend demiryolu üstünde küçük bir Türk şehridir. Şehrin harap olmuş bir
kalesi olup kalenin ortasında şehrin medâr-ı iftihârı olan ve UNESCO tarafından
dünya mimari mirasının bir parçası olarak tescil edilen Yesevî Külliyesi yer
alır.
Yesi, asırlar içerisinde Türkistan’ın çeşitli Türk hânedânlarına mesken
olduktan sonra, uzunca bir süre Kazak Hanlarının idare merkezi olmuş ve
Ruslar’ın Türkistan’ı istilâ siyasetinin bir adımı olarak 1864’de Rus orduları
tarafından işgal edilmiştir.
Çarlık zamanında, sekiz kısma ayrılmış olan Sir-Derya eyaletinin altıncı
kısmını teşkil eden Türkistan dairesinin merkezi olan Yesi’de, bir asır kadar
önce 965 hanede Özbek ve Kazak Türklerinden oluşan beşbin kadar bir nüfus
vardı. İşgal sırasındaki Rus bombardımanının yıkıcı hatıralarını duvarlarında
hâlâ taşıyan ve tarih içerisinde “Cami-i Hazret-i Türkistan” olarak
adlandırılan Yesevî külliyesinin görkemli kubbesi altında ebedî istirahatini
yaşayan Ahmed Yesevî sayesinde, bu küçük şehir bütün Türkler nezdindeki kutsal
yerini hâlâ korumaktadır. Asırlar boyu birçok han, hükümdâr tarafından ziyaret
edildiği gibi bugün de Kazakistan’a gelen devlet başkanları, başbakanlar,
bakanlar tarafından ziyaret programına alınarak saygı ile ziyaret edilir.
Birçok şair ve yazar, bu küçük beldeyi bağrında yatan büyük evlâdı Hazret
Sultan Yesevî vesilesi ile anar, anısını yaşatan eserler yazar ve Türk
tarihindeki kutlu misyonunu dile getirirler.
Ahmed Yesevî’nin doğum yılı kesin olarak bilinmemekle birlikte kendisine
izafe edilen “Fakr-nâme” adlı risalede yer alan 73 yıl yaşadığı ve 1166
yılında öldüğü şeklindeki bilgiler gözüne alındığında 1093 yılında doğduğu
kabul edilmelidir. Yûsuf Hemedânî’ye (1049-1140) intisabı ve halîfelerinden
üçüncüsü olduğu şeklindeki tarihi veriler de dikkate alınırsa miladın 11.
yüzyılının ikinci yarısında doğduğuna işaret eden 1093 tarihinde doğmasının
120-125 yıl yaşadığı (dolayısıyla 1041-1046 yıllarında doğduğu) şeklindeki
rivayetlere göre daha fazla gerçeklik payı olduğu görülür.
SayramTn en ünlü şeyhlerinden ve yurdunun ünlü bir âlimi olan babası Şeyh
İbrâhim sayısız kerametleri ile tanınmıştı. Halîfelerinden Musa Şeyh’in kızı
olan eşi ve Ahmed Yesevî’nin annesi olan Ayşe Hatun ise bölgede ‘Kara Saç Ana’
olarak bilinmektedir. Yazılı kaynaklar İbrâhim Şeyh’in Hazret-i Ali’nin
oğullarından Muhammed Hanefî’nin neslinden geldiğini göstermektedir. Ahmed
Yesevî’nin annesi ve babasına ait türbelerin her ikisi de Sayram kasabasında
-ancak birbirinden uzakça yerlerdeolup bu türbelerin Ahmed Yesevî tarafından
yaptırıldığı rivayet edilir.
Yesevî’nin Soyağacı
Son yıllarda kayda değer bir artış gösteren Yesevî üzerine yapılan
araştırma ve incelemeler ile Ahmed Yesevî ve Yesevîyye tarîkatı hakkındaki önemli
bilgi ve belgelere ulaşılmıştır.
Kazakistan’da Emirbek Kurbanoğlu Müminov ile Zikiriya Zamanhanoğlu
Candarbekov’un kaleme aldığı bir Neseb-nâme Risalesi’nde; Hazret Sultan
Yesevî’nin soykütüğü net olarak ortaya konulmuştur. Bu şecere de Ahmed Yesevî’nin
ağabeyi Sadreddin Şeyh’in öz torunu olan ve Ahmed Yesevî’nin vefatından sonra
bir süre de Yesevîyye tarîkatının merkez dergâhının post1 makâmında
mürşîd olarak oturan Safiyyüddin Orun-Koylakî tarafından onüçüncü asrın ilk
yarısında hazırlanmış ve nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar
ulaştırılmıştır.2
Muhammed Carmuhammed-ulı tarafından sunulan bildiri ile ilim âlemine
tanıtılan bir diğer şecere, 19. yüzyılın ortalarında kaleme alınmış ve
şecerenin başına doğruluğunu onaylamak üzere üç adet tarihi mühür vurulmuştur.
Bu mühürler şecereyi inceleyen zamanının âlimi kişilerin şeceredeki bilgileri
tasdiki anlamına geliyordu. Şecere yirmibeş cm. eninde, yedi metre uzunluğuna
varan kalın bir kâğıda yazılmıştı ve rulo halinde saklanarak konulduğu deri mahfaza
içerisinde bugüne kadar gelebilmiştir.3
Birbirini destekleyen bu belgelere göre Hazret Sultan Yesevî’nin
şeceresi şu şekilde Hz. Ali (r.a.)’in oğlu İmam Muhammedü’l-Hanefî b.
AliyyüTMurtaza’ya kadar ulaşmaktadır:
Hz. Ali > Muhammed Hanefî > Abdul-Fettah > Abdul-Cebbar >
Abdul-Kahhar > Abdur-Rahman > Kutb-ı Türkistan Hoca İshâk Bâb > Harun
Şeyh > Mü’min Şeyh > Musa Şeyh > İsmail Şeyh > Haşan Şeyh >
Hüseyin Şeyh > Osman Şeyh > Ömer Şeyh > Muhammed Şeyh > İftihar
Şeyh > Mahmud Şeyh > İlyâs Şeyh > İbrâhim Şeyh > Hazret-i Sultanü’l
Ârifîn Hoca Ahmed Yesevî...
Arapça aslından Safiyyü’ddîn Orun-Koylakî tarafından derlenen ve 1733
yılında Türkistan Türkçesi’yle kaydedilen bir diğer Neseb-nâme nüshası da
benzer bir şecereyi içermektedir. Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından Türkiye
Türkçesine aktarılarak yayınlanan ve aşağıda önemli kısımları verilen bu
Neseb-nâme tercümesi, menkıbe tarzında bir anlatım ile Ahmed Yesevî’nin soy
ağacı ve ataları hakkında çok ayrıntılı bilgileri vermektedir.4 Bu
şecere Yesi kentinde yaşayan, Hilvet mescidi imamı Hoca Abdulkadir nezdindeki
el yazmasından yararlanılarak hazırlanmıştır.
MENKIBE
“ ...Bizden sonra
gelecek evlatlara dayanak olması için, bazı aklı kısa kimselerin bizim
nesebimizde tereddüt etmemeleri ve “Filân şahıs sahih nesepli değil. ”
dememeleri ve bizi İmâm (Muhammed Cevad ibn Ali Rıza) et-Takî 'nin neslinden
saymakla hata etmemeleri için bu Neseb-nâme ‘yi yazdık. On sekiz bin âlemi
yaratan bir ve var Tanrı, azîz ve çelil olsun, bağışı umumî olsun, bize İslâm
padişahlığını, kuvvet, yardım ve zafer verdi.
İlk atamız
Hazret-i Adem 'den, Allah 'm selâmı üzerine olsun, sonra Ademoğııllarının
efendisi, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik ”5
(âyetince) âlemin övüncüMuhammedRasfılullah, onların aynası Alî-i Murtazâ 'mn,
Allah ondan razı olsun, oğlu İmâm Muhammed-i Hanefiyye. Onun iki oğlu var idi:
Birinin adı Abdul-Mennân, birinin adı Abdul-Fettâh idi. Abdul-Mennân 'ın oğlu
(Seyyîd) Battal Gâzi6, Rûm (Anadolu) hırıstiyanlarıyla savaştı ve
Hıristiyanları helak etti. Abdul-Fettâh 'ın oğlu Abdul-Cebbâr idi. Abdul-Cebbâr
'ın oğlu Abdul-Kahhâr (idi). Onun iki oğlu var idi: Birinin adı Abdur-Rahmân,
birinin adı Abdur-Rahîm idi. Abdur-Rahmân 'ın iki oğlu var idi: Birinin adı
İshâkBâb, birinin adıAbdul-Celîl Bâb (idi).
Ataları
Abdur-Rahmân Şâm padişahı idi, Abdur-Rahîm Şâmâtpadişahı idi Abdur-Rahmân
vefat edince, İshâk Bâb atasının yerine padişah oldu. Küçük kardeşi Abdul-Celîl
Bâb Yemen padişahı idi. İshâk Bâb dediler ki, “Ey amcam Abdur-Rahîm, benim
gönlümde bir sözüm var, söyliyeyim. ” Kardeşleri, “Söyleyiniz. ” dediler. İshâk
Bâb dediler ki, “Ebû Bekr-i Sıddîk 'ın halifeliğinde Hâlid ibn Velîd 'in oğlu
Abdur-Rahmân on iki bin sahâbinin başına geçip Uz-kend, Fergâna illerine varıp
mûğ kâfirleri ile savaştılar Namaz içinde bütün sahâbiler şehit oldu. Ve yine
Aliyyü ’l-Murtazâ halifeliğinde Kuşem ibn Abbâs7, Allah ondan razı
olsun, ve Muhammed ibn Çelil otuz bin tâbiînlerin başına geçip Uz-kend, Fergâna
ve İsfîcâb illerine vardılar ve savaştılar, şehit oldular. Kuşem ibn Abbâs başa
geçip dostları ile Semerkand 'a (varıp, orada) şehit oldular. ” Bundan sonra
İshâk Bâb dediler ki, “Ey atamın kardeşleri Abdur-Rahîm, bu gün Tanrı rızâsı
için bizler de varıp Fergana hıristiyanları ile Resul hoşnutluğu için savaşsak,
olmaz mı? Kâfirler bizleri güçlü ve kuvvetli diye duyarlarmış. İslâm için kılıç
vursak. bizler onları imana davet kılsak. ” diyerek anlaştılar.
O vakit Hicret
'den yüz elli yıl geçmiş idi. Ve yine güzel iş kıldılar, İshâkBâb, Abdur-Rahîm
Bâb 'dan sordular: “Sizin kaç bin askeriniz var? ” Abdur-Rahîm Bâb dediler:
“Altmış bin askerim var, hepsi silahlı. ” Abdur-Rahîm Bâb (bu defa) İshâk Bâb
'dan sordular: “Sizin kaç bin askeriniz var? ” İshâk Bâb dediler ki, “Elli bin
askerim var, hepsi silahlı. ” Ondan sonra Abdul-Celîl Bâb 'dan sordular: “Sizin
kaç bin askeriniz var? ” Abdul-Celîl Bâb dedi ki, “Benim kırk bin askerim var,
hepsi silahlı. ” Ondan sonra her üçü sözleşip askerin başına geçip harekete
koyuldular. Şâmât 'a geldiler, Şâmât tan Tebriz 'e geldiler Tebriz 'den
Mâzenderân 'a geldiler Oradan Serahs 'a geldiler, oradan Horâsân 'a geldiler,
oradan Belh 'e geldiler, oradan Tirmiz 'e geldiler, oradan Buhara 'ya
geldiler, oradan Semerkand'a geldiler, Semerkand halkını müslüman kıldılar
Oradan Uz-kend Fergânasına geldiler, oradan Kâsân 'a geldiler, Kâsân halkını
müslüman kıldılar, Müslümanlık âşikâr oldu.
Uz-kend, Fergana illerinde iki mûğ padişahı var idi: Birinin adı
Kârvân Şîş idi, diğerinin adı Uhşub idi. Onlarla savaştılar, onları öldürdüler.
Kırk bin mûğ öldü, yirmi bin müslüman şehit oldu. Pek çok ganimetler aldılar,
İslâm’ı yaydılar. Ondan sonra Şâş ve İspicâb illerine geldiler. İshâk Bâb ile
beş tebe’-i tabiîn var idi. Birinin adı Hâce Kaffâl, birinin adı Hüseyn-i
Vâsılî, birinin adı ÇenârlıkAta, birinin ad. Abdul-Azîz, birinin adı Yavaş Bâb
idi. Hâce Kaffâl’ı Şâş’ta halîfe koydular. Elli yıl halîfelik kılıp
müslümanlara Hikmet ilmi öğretti. Ondan sonra Şâş’ta toplandılar. Abdur-Rahîm
Bâb Uygur ve Kumı-kend illerine vardılar, oradan Kâşgar’a vardılar.
Orada bir hrıstiyan var idi, adı Müngüzlük Buğra Han, Hrıstiyanca adı
ile Bohtân idi. Onu imana davet kıldı ise, kabul etmedi, şiddetli çarpışma
oldu, Bohtân’ı öldürdü. Altmış bin hırıstiyan öldü; on bin müslüman şehit
oldu. Abdur-Rahîm Bâb Kâşgar’da otuz yıl padişahlık kıldı. Arığlık’a Tafgaç
Buğra Kara Han atandı. Ondan sonra Almalık ve Kayalık illerini imana dâvet
kıldılar, İslâm’ı yaydılar. Onun oğlu geniş Boz-balığ’da Kılıç Kara Han atandı.
Onun oğlu Sır-balığa gelip Boz Kara Han (adıyla) atandı. Onun oğlu Tırâz’a
gelip Evliya Kara Han (adıyla) atandı. Onun oğlu Sayram’da Mansûr Hamîz Han
(olarak) atandı, kırk üç yıl padişahlık kıldı. Onun oğlu Çağrı Sayram’da otuz
üç yıl padişahlık kıldı. Onun oğlu Kılıç Arslan Han Otrar’a gelip kırk yıl
padişahlık kıldı. Onun oğlu İsmâil Han, onun oğlu İlyâs Han, onun oğlu Ahmed
Han, onun oğlu Sançar Han, onun oğlu Arslan Han, onun oğlu Muhammed Han, lakabı
Bilgen Han idi, onun oğlu Dâd Big Han, onun oğlu Abdul-Hâlık Han idi. Hepsi
Otrar’da durdular (yerleştiler). Ürgenç sultanı Muhammed Sultan geldi, Bilgen
Han’ı öldürdü. Ondan sonra Otrar’a Kayır Han’ı hân kıldılar, Bilgen Han’ın
nesli kesildi. Kayır Han’ın aslı Kanglı idi. Ondan sonra Otrar mülküne
oturanlar yardakçılar, zâlimler ve hırsızlar oldu.
Bundan sonra İshâk Bâb, Sayram’a geldiler. Sayram’da bir padişah var
idi, adı Körgüz lakabı Nehîb-dâr idi. Sayram halkı altmış bin evlik hırıstiyan
üç yüz evlik köylü idi, hepsi hırıstiyan idiler. İshâk Bâb, Nehîb-dârı imana
davet kıldılarsa, Nehîb-dâr dedi ki, “Ben yetmiş atamdan ben hrıstiyanım. Benim
dinim doğrudur. Seninle savaşırım. ” Üç gece gündüz savaştılar. On bin
hırıstiyan öldü, beş bin müslüman şehit oldu. O şehit olanların ulusu tebe’-i
tabiîn idi, İshâk Bâb’m bayraktarı idi. Adı Abdul-Azîz idi. Yetmiş yerinden ok
değdi, Sayram ilinde şehit oldu. Nehîb-dâr kaçıp Sölhân’a vardı. Bir tebe’-i
tabiîni Sayram’da halka Hikmet ilmi öğretti. Ondan sonra İshâk Bâb,
Nehîb-dâr’ı Sölhân’a koymadı. Üç gece gündüz savaştılar, on bin hırıstiyan
öldü, yedi bin müslüman şehîd oldu. İshâk Bâb Sölhân’da Nehîb-Dâr’ı öldürdü.
Islâm’ı yaydı, Müslümanlık âşikâr oldu.
Ondan sonra İshâk Bâb, Karğalık’a geldi. Üç kat hisarı var idi, onu
yıktı. Elli dört yıl padişahlık kıldı. Bütün mûğ hırıstiyanları imana davet
etti, Müslümanlık âşikâroldu.
Ondan sonra Abdul-Celîl Bâb Barçı-kend, Sar-kend ve Çâl-tersâ’ya
geldi. Orada Kılıç Han adlı (bir) padişah var idi, hrıstiyanca adı Yeşmût idi.
Kılıç Han’ın iki oğlu var idi: Birinin adı Sarı elbiseli Ötemiş idi. Bin kişiye
karşı dururdu, Cend padişahıydı. Yeşmût’u imana davet edince, iman getirmedi.
Üç gece gündüz savaştılar, sayısız hınstiyan öldü, pek çok müslüman şehit oldu,
otuz bin asker kaldı. Ondan sonra Abdul-Celîl Bâb, Ötemiş elinde şehit oldu.
Cend’in üst tarafında (kuzeyinde) Ögüz ırmağı kıyısında ziyaretgâh meydana
geldi. Ondan sonra İshâk Bâb, bu haberi işitince, otuz bin asker ile atlandı,
Cend’e vardı. Kılıç Han ile savaştılar, on iki bin mûğ hınstiyan öldü, dört
bin müslüman şehit oldu, yirmi altı bin asker kaldı. Kılıç Han’ın oğlu Ötemiş’i
tutup Karğalığ’a getirdiler, zindana saldı. Nice yıl zindanda koydu, iman
getirmedi, kaleye koyup öldürdü. Ondan sonra İshâk Bâb Çâç’a vardı. Çâç’dan
gelip Kâ’be’ye vardı. Kâ’be’den gelip Sayram’da cuma mescidini yaptırdı. İlk
kısmını kendisi yaptırdı, üç bin beş yüz altın harcadı. İshâk Bâb’ın yüz yirmi
yıl ömrü oldu. Doksan yıl Hrzr aleyhi’s-selâm ile sohbet etti. Otuz yıl
dinsizler ile gazâ kıldılar. Ve yine Hazret-i İshâk Bâb, üç bin ere karşı durur
idiler. Ve İshâk Bâb’ın mızrağının demiri on batman idi.
İshâk Bâb, Şâm vilâyetinden Türkistan vilâyetine Islâm’ı yayarak
geldiler. Karğalığ’da üç kat hisar (kale) var idi, onu yıktı, Cuma mescidini
bina kıldı. Karğahğ ilinde on bin evlik (halk) toplandı. Nerede mûğ hınstiyan
varsa, onları imana davet kıldı; iman getiren kurtuldu, iman getirmeyeni
öldürdü. İshâk Bâb gazâya atlansa yüz bir er ile atlanır idi. Seksen beş yıl
padişahlık kıldı. Hrzr, llyâs aleyhi’sselâm ile sohbet kılmak için seksen beş
yıl sofra tuttu. Bir günde on kesimlik hayvan, yüz koyun kesilir idi. Bir gün
İshâk Bâb oturmuş idiler; Hrzr, llyâs gelip dediler ki, “Her kim seni ziyaret
etse, bizleri ziyaret etmiş olur.” Ve yine bütün peygamberleri ziyaret etmiş
olur”. Amma Karğalığ’da İshâk Bâb’dan Alî-i Murtazâ’ya kadar yedi ata geçmiştir.
İshâk Bâb’ın oğlu Hârûn Şeyh, onun oğlu Mü’min Şeyh, onun oğlu Mûsâ Şeyh, onun
oğlu Ismâil Şeyh, onun oğlu Haşan Şeyh, onun oğlu Ömer Şeyh, onun oğlu Osman
Şeyh, onun oğlu Muhammed Şeyh, onun oğlu İftihar Şeyh, onun oğlu Mahmûd Şeyh,
onun oğlu llyâs Hâce, onun oğlu İbrâhim Şeyh. Onun iki oğlu var idi: Birinin
adı Hâce Ahmed, diğerinin adı Sadr-eddinHâce Şeyh. ”
Ahmed Yesevî’nin atalarından İshâk Bâb’ın, ‘İshâk Türk’ olarak
kaydedilen sûfî ile aynı kişi olduğu ve İshâk Bâb âilesinin İslâm
mezheblerinden Mübeyyidiyye mensubu bulunduğu iddiası ise henüz
kanıtlanabilmiş değildir.
Türkistan’da kaleme alınarak nesilden nesle aktarılmak suretiyle
günümüze ulaşan Neseb-nâme’lerde Battal Gâzi isminin yer almış olduğu ve
kendisinin Ahmed Yesevî ile aynı silsileye mensub olarak gösterildiği
görülmektedir. Doğu ve Batı Türklüğü’nün birbirinden habersiz olarak Hz. Alî
evlâdından iki isim olan Seyyîd Battal Gâzi ve Ahmed Yesevî isimlerini
günümüze kadar saygıdeğer iki maneviyat ulusu olarak yaşatmaları manevî yönden son
derecede dikkat çekicidir.
Hz. Ali (k.v.) ile Hazret Sultan Yesevî ilişkisini teyid eden, himmet8
bağıyla birleştiren bir hikmet de sözkonusu şecerenin bir yakıştırma olmadığı
konusunda önemli bir işaret olarak Dîvân-ı Hikmet’te yer almaktadır:
Rahmet eyleye Bir
ve Var her ne kılsa gücü var
Hoca Ahmed 'e
mededkâr Hakk arslanı Ali 'dir
(Tamamı için bakınız: 45. Hikmet, Dîvân-ı Hikmet, Haz. Dr. Hayati
Bice, TDVYay., 5. Baskı, Ankara, 2009)
Dîvân-ı Hikmet’te “Hulefâ-i Raşidîn” olarak bilinen ilk dört halîfeyi
anlatan hikmetlerin dördüncüsü olan bu hikmette Hazret Sultan Yesevî’nin
kendisi ile Hz. Ali (r.a.) arasında doğrudan bir ilişkiyi seslendirdiği son
mısra dikkat çekicidir. Diğer üç büyük halîfe anlatılırken böylesi bir ilişkiye
işaret eden hiçbir ima yoktur.
Neseb-nâmelerde Hazret Sultan Yesevî’nin ataları arasında ismi geçen ve
Hz. Ali’ye doğru gidildiğinde yedinci atası olan İshâk Bâb, Türkistan’da İslâm
dininin yayılıp yerleşmesinde büyük pay sahibi olan bir isimdir. Şecerede “Kutb-ı
Türkistan” ünvânı verilerek bu ayrıcalıklı yeri vurgulanan İshâk Bâb,
Kazakistan’daki bizim Bâb-Ata şehrinin kuruluş ve gelişiminde etkili olmuştu.
Vefatından sonra, Orta Kazakistan’ın Sozak kentinde defnedilmiş olan İshâk
Bâb’ın -Yesevî türbesi kadar görkemli olmasa dagösterişli bir türbesi vardır.
Yesevîlik tarihinin tarihi kaynağı olan eserleri yazan 16. yüzyılın
Yesevî mürşîdlerinden şair Sultan Ahmed Hazînî, Yesevîliğin kurucu pîri olan
Ahmed Yesevî’yi ‘mürşîdler sultânı’, ‘kutublar kutbu’9 nitelikleri
yanında ‘Alevî10 Seyyîd’ (= Seyyîd-i Alevî) olarak da anar. Hazînî,
şiirlerinde ‘Alevî’ kavramını soy bağı belirten bir kelime (= nisbe) olarak
kullanmış, metnin bağlamına ‘Seyyîd’ kelimesini de katarak şeyhin soy bağını
bir başka yolla da kuvvetlendirerek açıklamıştır. Hazînî’nin eserlerinde Ahmed
Yesevî “şeyhu’l-meşâyıhı’l-Alevî (= Alevî şeyhler şeyhi)” olarak da tanıtılır.
Burada ‘Alevî’ sıfatı ‘Yesevî’ kelimesiyle arasında şiir olarak yazılmağa
elverişli ses denkliği (= kafiye) bulunan bir kelime olması yüzünden kullanılmaktan
öte, Ahmed Yesevî’nin soyca Hz. Ali’ye dayandırılması ile ilgilidir. Hazînî,
tarîkat yolunda mürşîdi olan Yesevî’yi her adı geçtiğinde bu “Alevî” nisbesi
ile anmakta, Pîr’inin şeceresi (= soy zinciri)ni verdiğinde de bu kavramını soy
bağlılığını işaret için kullandığını açıklamaktadır.
Ahmed Yesevî’nin tasavvufî silsilesini Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’tan
başlatan Hazînî’nin kaydettiği Yesevîyye silsilesi ise şu şekildedir:
Hz. Muhammed > Ebû Bekiri’s-Sıddîk > SelmânüTFârisî > Şeyh
Ebû’1-Kâsım-ı Nebîre > İmâm Câfer-i Sâdık > Bâyezîd-i Bistâmî > Şeyh
Ebû’l-Hasan Harakânî > Şeyh EbûTKâsım Gürgânî > Şeyh Ebû’l-Ali Farmedî
> Yûsuf Hemedânî > Pîr-i Tarîkat Hazret-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî...
Bu silsile Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) başladığı için tasavvufî
literatürde Bekrî bir silsile olarak kabul edilir. Yesevîlik yolunda Hz. Ebû
Bekir (r.a.) verilen değeri İshâk Ata’nın HadîkâtüTârifîn eserinde de izlemek
mümkündür; Şeyh EbûTKâsım Nasrâbâdî’den nakledilen bir rivayetin sonunda “Kıyamet
günü Hz. Ebû Bekir’in amelleri bir teraziye konsa, diğer bütün insanların
amelleri terazinin diğer kefesine konsa, Hz. Ebû Bekir’in amelleri ağır gelir”
sözleri nakledilir. Ardından Hz. Ebû Bekir’in hicret esnâsında -özellikle
Sevr Mağarası’ndaHz. Rasûlullah’a olan hizmetinden övgüyle bahsedilir.
Seyyîdü’t-taife Cüneyd Bağdadî üzerinden Hz. Ali (k.v.Zr.a.)’e uzanan bir
silsilesi daha olan Ebû’l Kasım Gürgânî vasıtası ile Yesevîlik yolu -tasavvufî
literatüründe kullanılan anlamında‘Alevî’ bir tarîkat olma özelliğini de taşır.
2.
‘Mürşîd’ Olacak Bir
Çocuk: Türkistanlı Ahmed
Kaynakların üzerinde ittifak edip birleştiği bir rivayete göre Ahmed
Yesevî daha çocuk denilecek kadar küçük bir yaşta iken anne ve babasını
kaybederek hem öksüz hem de yetim kalmıştır. Şeyh İbrahim'in vefatıyla yedi
yaşında yetim kalan Ahmed’in ablası Gevher ŞahnâzTn koruması altında kalması
annelerinin daha önce dünyadan göç ettiğinin bir kanıtıdır.
Torunlarından Safiyyüddin Orun-Koylakî tarafından kaleme alınan
şecerelerle kanıtlanmış bir gerçek olan erkek kardeşi olan Sadr(eddîn) ile
Ahmed arasındaki ilişki hakkında gerek hikmetlerde gerekse menkıbelerde hemen
hiçbir işaret olmaması dikkat çekicidir. Menkıbelerde Şeyh İbrahim'in büyük
oğlu olan Sadr(eddîn) Hâce’nin ismi, sadece Arslan Baba’nın küçük kardeşi
Ahmed’i bulmak için Türkistan’a geldiğinde yaptığı araştırma nakledilirken
geçirlise de gerek oğlu Sûfî Muhammed Dânîşmend gerekse Orun-Koylakî gibi
torunları vasıtası ile Yesevîlik kültürünün korunup geliştirilmesinde etkili
olmuştur. Bugünkü Türkistan’da ‘Ak-Kurganlı Hocalar’ olarak tanınan uruğun da
kendilerini Sadr Hâce soyundan saydıkları bilinmektedir.
Ahmed Yesevî ilk eğitimini kendisi altı yaşlarında iken vefatına kadar
babası İbrahim Şeyh’den ve Sayram’ın önde gelen âlimi Şehabeddin
İsficab?der\ almıştır. Babası İbrahim Ata’nın da bir şeyh olduğu ve
Yesi’deki halîfesi Mûsâ Hoca’nın Âişe Hoştâc isimli kızını Ahmed Yesevî ile
evlendirdiği şeklindeki rivayetler dikkate alınırsa, Yesevî’nin bu akraba
çevresinden de nitelikli bir tasavvufî eğitim almış olabileceği anlaşılır.
Menkıbelerde babası tarafından ablası Gevher Şahnâz’a emanet edildiği
bildirilen küçük Ahmed, ablası ile beraber o sırada Arslan Baba’nın yaşadığı
Yesi’ye göç etmiştir. Bu göçün neden ve nasıl gerçekleştiği bilinmiyor ise de
bazı araştırmacılar bu göçün Yesi’de yaşayan Arslan Baba’nın Ahmed’in eğitimini
üstlenmesi için verilen işaretin gereği olduğu kanaatindedirler. Bu konudaki
rivayetler ışığında değerlendirilirse Ahmed’in ilk gençlik yıllarını Yesi’de
Arslan Baba eğitiminde geçirmesi sözkonusudur. Ahmed Yesevî’nin gerek kendi
hikmetlerinde, gerekse çeşitli kaynaklarda manevî feyz aldığı kaynaklar
arasında Hazret-i Hızır11 (aleyhi’s-selam -buradan sonra a.s.
olarak kısaltılacaktır-) da zikredilir. Ahmed Yesevî’nin küçüklüğünden itibaren
bütün hayatı boyunca devam ettiği çeşitli kaynaklarda kaydedilen Hazret-i
Hızır (a.s.) ile sohbetleri hakkındaki rivayet tasavvufî açıdan önem taşır ve
Ahmed Yesevî’nin eğitimi bahsinde altı çizilerek belirtilmesi uygundur. Ablası
Gevher Şahnâz ile Yesi’ye gelip yerleşen ve daha küçük yaşlarından itibaren
manevî tecellîlere mazhar olarak yaşı ile bağdaşmayan halleri gözlemlenen küçük
Ahmed, Arslan Baba’nın teveccüh ve iltifatına, nazarına ve hayr duasına mazhar
oldu.
Yedi yaşına kadar babasının dizi dibinde manevî feyz ve fütuhâta mahzar
olduktan sonra, Arslan Baba’nın ruhanî eğitimiyle ileri bir olgunluk
mertebesine erişen ve zâhiren koruması altında olduğu ablasının sözlerine uyan
küçük Ahmed, yavaş yavaş yakın çevresinde ünlenmeğe başlamıştır. Bu şöhretin
bazı ipuçlarını Ahmed Yesevî ile ilgili menkıbelerde bulmak mümkündür.
Hüsâmeddîn Sığnâkî (ölümü: 1311)’nin eseri olan ‘YesevîMenâkıbnâmesi’nde
kaydedildiğine göre Ahmed Yesevî’nin tasavvufî eğitimi oniki yaşında iken sona
-“hâliri kemâle”ermiştir.
Arslan Baba nezdindeki bu ilk manevî eğitimi sonrasında henüz genç
sayılabilecek bir çağında olan Yesevî, zâhirî ve bâtınî eğitimini tamamlamak
için devrin en önemli bir İslâm kültür merkezi olan Buhara’ya gidecektir.
Menkıbe, Buhara’ya gidişin Arslan Baba işareti ile olduğunu nakleder ki
tasavvufî şahsiyetlerin hayat seyrinde bu türden işaret ve yönlendirmelerin ne
kadar etkili olduğu iyi bilinen bir durumdur. Ahmed Yesevî dilinden kayda
giren, Dîvân-ı Hikmet eserinde çocukluk döneminde mazhar olduğu manevî
feyzler, tanık olduğu ledünn?3 vakıalar ve yaşadığı
olağanüstü halleri sûfîyâne bir dil ile getirilir.
3.
Hazret Sultan
Yesevî’nin İlk Öğretmeni: “Arslan Baba ve Mübarek Hurma”
Ahmed Yesevî’nin yaşadığı asırda, Türkistan bozkırları tasavvufî
akımların etkilerine açık hale gelmişti. Bu kapsamda Ahmed Yesevî’nin doğduğu
Sayram’dan Otrar-Yesi civarlarına kadar uzanan topraklarda da Arslan Baba adlı
bir mürşîdin temsil edip yaydığı bir tasavvufî meşreb14 etkin hale
gelmiş ve sûfîlik öğretisi yaygınlık kazanmıştı.
Ahmed Yesevî’nin manevî eğitimini aldığı kaynaklar arasında “Arslan
Baba” ismi, hem çeşitli menkıbe ve rivayetlerde hem de Ahmed Yesevî’ye ait
hikmetlerde ortaklaşa olarak belirtilen; zâhirî ve tasavvufî eğitimini üstlenen
bir isim olarak dikkat çeker. Arslan Baba, babası İbrâhim Şeyh öldükten sonra
Sayram’dan Yesi’ye geldiğinde, yedi yaşında babasından yetim kalan Ahmed
Yesevî’nin hem mürşîdi hem de manevî babası olmuştur. Arslan Baba’nın, bu
görevi Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in manevî işaretiyle üstlendiği de nakledilir.
Türkistan’da yaygın olan menkıbelerde Hz. RasûlullahTn ashâbından bir
kişi olarak gösterilen Arslan Baba, İslâm’ı öğrenmek maksadıyla Arabistan’a
giderek, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile görüşüp İslâm’ı kabul eden ‘ozanlar
pîri’ Korkut Ata ve Türkistan sûfîlerinin önde gelenlerinden Çoban Ata ile
birlikte Türkistan’da İslâm’ı yayma faaliyetinin bilinen ilk öncülerindendir.
“Bâb”, “Baba” veya “Ata” ünvânının Türkistan’da, özellikle tarihte ve
halen İslâm’ın en canlı şekilde yaşandığı Fergana vadisinde tasavvuf büyükleri
için kullanıldığı bilinmektedir. Doğu Türkleri arasında Arslan adının da -Buğra
gibiyiğitlik ve şecaat sahibi kişilere verilen bir sıfat olarak kullanılma
ihtimali kuvvetlidir. Bu durumda Arslan Baba, gerçek isim olmayıp sonradan
atfedilmiş bir ünvân, gerçek ismin önen eklenmiş bir sıfat olabilir. Bunun bir
örneğini gerçek ismi Abdul-Celîl b. Abdur-Rahman olduğu halde “Horasan Bâb”
olarak tanınan ve türbesi Seyhun (Sir-derya)’nın Aral gölüne kavuştuğu nokta
yakınlarında olan şehîd mücahid örneğinde görmek mümkündür.
Tasavvufî tabakât kitablarında hemen daima Ahmed Yesevî ile birlikte
anılan Arslan Baba hakkında bazı notlar da görülmektedir. Günümüzün önde gelen
tasavvuf araştırmacılarından Dr. Nâdirhan Hasan’ın tesbitlerine göre15,
Fahreddin Ali Safî’nin Reşehât-ı Aynü’l-hayât (15. yüzyıl), Hazînî’nin Câmiü’l-Mürşîdîn,
Cevâhirü’l Ebrâr1b, Menbâü’l-Ebhâr17 (16. yüzyıl),
Âlim Şeyh AzîzânTn Lemehât min nefehâti’l-kuds (17. yüzyıl), Muhammed
Şerif Buharî’nin Hüccetü’z-zâkirîn (17. yüzyıl), Şeyh Zinde Ali’nin Semerâtu’l-meşâyıh
(17. yüzyıl), Gulam Server Lahurî’nin Hazînetü’l-asfiyâ (18.
yüzyıl), müellifi belirsiz Risaletü’l-meymûne, Kemâleddin Harîrîzâde’nin
Tibyânü vesâili’l-hakâyık, Hüseyin VassâfTn Sefîne-i Evliya (19.
yüzyıl) eserlerinde Arslan Baba adı anılmakta ve mezkûr eserlerin hepsi Arslan
Baba’yı, döneminin ünlü sûfîlerinden biri olarak kaydetmektedir. Sefînetü’l-evliyâ
müellifi Dârâ Şukuh (ölümü: 1659) ise Arslan Baba’yı “azîm-i meşâyıh-ı Türk”
(Türk şeyhlerinin ulusu) olarak anar. Kendisini Arslan Baba soyundan gösteren
16. yüzyılın Yesevî sûfîlerinden Hoca Haşan Nisârî ise Müzekkir-i Ahbâb
adlı tezkiresinde Ahmed Yesevî’nin hayatı ve silsilesi dair bilgi verirken,
Arslan Baba’nın Ahmed Yesevî’ye hurma getirmesi vakıasını nakleder ve “Hurma
kıssası çoktandır tarihlerde yazıldı ve güvenilir ki-
silerin dilinde zikredilegelmektedir. ” diyerek söz konusu
rivayetin tarihî önemini vurgular.
Arslan Baba’yı eserlerde manzum olarak tarif etme geleneği, sadece Ahmed
Yesevî ve Hakîm Ata hikmetlerinde değil, Yesevî hikmet mektebinin diğer
şairlerinin eserlerinde de görülebilir. Bu Yesevî şairlerinden hikmet tarzının
bilinen isimlerinden olan Şems Âsî (Şemseddin Özgendî), Arslan Baba’nın tarif
ve tavsifine özel bir destan yazmıştır:
HakRasulnın elçisi bâblar bâbı Arslan
Baba
Taliblernin yolçısı bâblar bâbı
Arslan Baba
(Hak Rasûl 'ün elçisi bâblar bâbı
Arslan Baba
Talihlerin yolgöstericisi bâblar bâbı
Arslan Baba)
diye başlayan bu şiirde Arslan Baba, Hz. Rasûlullah’ın sevgili dostu,
kutsal emanet olan hurmayı “hûb saklab” (iyi saklayıp), “igesige
yetkezgen” (sahibine ulaştıran), “Gâzilerni reisi” (Gâziler
başbuğu), “sahabeler inişi” (sahâbi evlâdı), “has bendeler mûnisi”
fhas kulların dostu), “şeriatta doğru yol tutgen” (şeriatta doğru yol
sahibi), “tarîkatnı hem doğru nakl etgen” (hem de tarîkatı doğru
nakleden), “hakikat bâbıde ise sâliklerge kılavuz” (hakikat kapısında
ise dervişlere kılavuz), “ilme’l-yakînde dânâ” (yakîn ilminde bilgili), “ayne’l-yakînde
bînâ” (yakîn görüşünde temel), “hakka’l-yakînde gûya” (yakîn
gerçeğinden sözedeci) olan bir zat olarak zikredilir. Arslan Baba aynı zamanda “muhabbetin
pazarı”, “marifetin gülzârı” ve “âşıkların sırlarının sırrı ”dır.
Şemseddin Özgendî, daha sonra Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in Arslan Baba’ya, ‘mübarek
hurma’yı Ahmed’e ulaştırması için vermesini nakleder.
Sovyet döneminde, 1980 yılında -Türkistan’ın Kazakistan olarak
adlandırılan bölgesinde oluşturulan devletin başkenti olanAlmatı’da Kazakistan
Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan ve Naim Bek Nurmuhammedov’un hazırladığı
ve tarafımdan Türkiye Türkçesi’ne aktarılan “Hoca Ahmed Yesevî Türbesi” adlı
eserde Arslan Baba’nın Ashâb-ı Kirâm’ın önde gelenlerinden, ünlü bir sahâbe
olan Selmân-ı Farisî18 olduğu belirtilir.
Bu önemli bilginin kaynağı Naim Bek Nurmuhammedov tarafından
belirtilmediği gibi tarihi gerçeklik yönünden de doğru olamaz. Bu yakıştırmayı
geçerli kılmak için Selmân-ı Farisî’nin üçyüz-dörtyüz, hattâ beşyüz elliüç yıl
yaşadığı hakkında bazı rivayetler uydurulmuş, bazen de Arslan Baba’nın dörtyüz
yıl yaşadığı iddia edilmiştir.
Ancak Arslan Baba’nın torunlarından olduğu yazılı soy kütüğü verileri ile
sabit olan Zengî Ata’nın bölge insanlarından ‘belirgin şekilde fark edilecek
kadar koyu’ bir deri rengine sahib olduğu ve Hz. Rasûlullah’ın emanetinin
Selmân-ı Farisî (r.a.) tarafından Türkistan’da Ahmed’e iletildiği hakkındaki
kaynaklar dikkate alınarak Arslan Baba’nın Selmân-ı Farisî (r.a.)’e uzanan bir
soykütüğüne sahib olması düşünülmelidir. Bu ihtimale göre Ahmed Yesevî’ye ulaştırılacak
“nebevî emanet” Selmân-ı Farisî (r.a.) evlâdı tarafından nesilden nesile
aktarılarak nihayet Arslan Baba tarafından sahibine ulaştırılmış olmalıdır.
Ahmed Yesevî ile Arslan Baba’nın karşılaşmasını dile getiren rivayetler,
tarihi gerçekliğin ötesinde içerdiği bazı hususlar itibarıyla dikkate
alınmalıdır. Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek daha küçük bir çocuk olan Ahmed’i
bulması ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in emanet ettiği hurmayı Ahmed’e vermesi,
eğitimiyle meşgul olup irşad etmesi Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in manevî bir
işaretine dayanıyordu. Bu konudaki menkıbelerin en yaygını şöyledir:
MENKIBE
“Arslan Baba, Ashabın ileri
gelenlerinden bir sahâbi idi. Bir rivayete göre, dörtyüz sene yaşamıştı. Onun
Türkistan 'a gelerek Ahmed Yesevî 'yi irşadla görevli olması, bir manevî
işarete dayanıyordu.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'in
gazalarından birinde, yanından bulunan ashâb-ı kirâmdan mücâhidler, aç kalarak
huzuruna geldiler; biraz yiyecek istediler Çaresiz kalan Hz. Muhammed (s.a.v.)
elini açıp duâ etti. Bunun üzerine Cibrîl-i Emin (a. s.). Cennetten bir tabak
hurma getirip ashaba ikrâm etti. Ashâb böylece açlığını giderirken, o cennet
hurmalarından bir tanesi yere düştü. Hz. Cibril (a. s.) : “Yere düşen hurmayı
yemeyin; o hurma sonraki Muhammed ümmetinden Ahmed adlı birisinin nasibidir ”
dedi.
Cibrîl-i Emin 'in bu uyarısı üzerine
Hz. Rasûlullah (s.a.v), ashabına, içlerinden birisinin bu hurmayı sahibine
ulaştırma görevini üzerine almasını teklif etti. Ashâbtan hiçbiri bu göreve
talib olmadı; en sonunda Arslan Baba, Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in emri yerine
gelmeli düşüncesi ile bu zor görevi üzerine alabileceğini söyledi. Arslan Baba
’nın bu fedakârlığı üzerine Hz. Rasûlullah (s.a.v.) ziyâdesiyle memnun olup o
mübârek hurma tanesini mübarek eliyle Arslan Baba 'mn ağzına, damağı ile yanağı
arasına koydu ve Arslan Baba ve neslinden gelecek müslümanlara dııâ etti. O dua
bereketi ile hurma etrafında zar şeklinde bir perde hâsıl oldu. Hz. Rasûlullah
(s.a.v), Arslan Babaya, emaneti ileteceği Ahmed Yesevî'yi nerede ve nasıl
bulacağını tarif ederek, onun eğitimi ile meşgul olmasını emretti.
Bu görevlendirmenin gereğini yerine
getiren Arslan Baba, asırlar sonra Yesi 'ye -yahut Sayram 'ageldi ve Hz.
Rasûlullah (s. a. v.) 'in emaneti olan hurmayı sahibine iletme görevini yerine
getirdikten sonra, ertesi yıl vefat eyledi. ”
Yesevîyye yolu büyüklerinden Safîyyüddîn Orun-Koylakî de, Arslan Baba’yla
genç Ahmed’in ilk karşılaşmalarına ilişkin bir rivayeti Neseb-nâme
risâlesinde ayrıntılı olarak nakleder. Yesevî’nin soykütüğüne dahil olan
Orun-Koylakî’ye göre, Hz. Rasûlullah Ahmed Yesevî’ye ulaştırılmak üzere Arslan
Baba’ya bir hırkayla bir hurma verir ve “Bunlar, dördüncü halîfem ve amcamın
oğlu Ali’nin torunlarından, Muhammed Hanefîzürriyetinden Ahmed’indir. Babası
Şeyh İbrâhim ve annesi Tağay Bibice, lakâbı Karasaç Ana’dır. Sayram şehrinde
dünyaya gelecektir. ” diyerek Ahmed’in kim olduğunu haber verir.
Hz. Rasûlullah’ın emaneti olan hurmayı alan Arslan Baba, Çehartirek
vilâyetinde kırk yıl zâhid olarak münzevî bir şekilde yaşadıktan sonra manevî
bir emir ile Sayram’a gelir ve Ahmed’in babası Şeyh İbrâhim’i bulur.
Hz. Rasûlullah’ın haber verdiği kişinin ailesini yakından tanımağa
çalıştığı Ahmed isimli bu genç olduğuna kanaat getirince, yanlarına çağırır.
İbrâhim Şeyh, Arslan Baba’yı sınamak için Ahmed yerine kardeşi Sadr(eddîn)
Şeyh’i getirir. Arslan Baba: “Bu genç de din ve melekût yolunun
başçılarından olacaktır, ama ben başka bir genci arıyorum ki, o genç din ve
millet sahibi olup, bu iki çocuk arasında ferş ile arş (yer ile gök) arasındaki
mesafe kadar fark vardır.” der. Bunun üzerine Şeyh İbrâhim: “Bir
deli-dîvâne oğlum var, fakat o sizin övgünüze asla layık değildir... O kâh
mahzun, kâh sevinçlidir, sureti insan; ama hâli ve kâli acîb ve garîbdir.” der.
Arslan Baba, Şeyh İbrahim'in bu sözlerini duyunca, derhal Ahmed’in yanına
gider ve Hz. Rasûlullah’ın emaneti olan ‘hırka’yV9 giydirir.
Ahmed: “Cismimin mânâsını bildiren zâhirîzenginliği verdiniz. Fakat
kalbimin gıdasını temin edecek saf hâzineyi vermedi-
niz. Onun için ben kâh çamurdayım, kâh suda, kâh gam
içindeyim, kâh neşeti...” der. Bunu işiten Arslan Baba Hz. Rasûlullah’ın
ema> i
neti hurmayı da teslim eder ve Ahmed için dua eder.
Orun-Koylakî’nin rivayeti, Arslan Baba ile Ahmed Yesevî’nin buluşmasını
babası İbrâhim Şeyh’in hayatta olduğu günlere götürmesi ile dikkat çeker.
Diğer rivayetlerde Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in emanet etmesi üzerinden dörtyüz
yıl geçtikten sonra Arslan Baba Yesi’ye gelir ve okul yolunda rastladığı Ahmed’e
emaneti olan “hurma”yı verir ve emaneti teslim ettikten kısa bir süre sonra
bekâ âlemine göç eder.
Mezkûr rivayette yer alan Hz. Rasûlullah’ın genç Ahmed’e hurma ile
beraber hırka da vermesine dair bilgi, sadece Hakîm Ata’nın yukarıda zikredilen
şiirinde ve söz konusu Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin Neseb-nâme’sinde
nakledilmiştir. Ahmed Yesevî’ye Hz. Rasûlullah’ın emanetleri olarak hurma ile
beraber hırka verilmesini bazı rivayetlere dayanarak Prof. Dr. Hamid Algar da
zikretmektedir.20 Bu menkıbelerdeki ‘mübârek hurma’nın sembolik bir
anlamı olduğu ve ‘Muhammedî emanet’i simgelediği bellidir. Genel kabule göre “ağızda
saklanan hurma” Arslan Baba tarafından genç Ahmed’e verilerek tasavvufî
hakikatler, Hz. Rasûlullah’ın mirası olan ledünnî ilim ve marifet nakledilmiş
olmaktadır.
Rivayetlere göre Arslan Baba, ‘Muhammedî emaneti’ iletmek üzere
Türkistan bozkırlarında yıllarca Ahmed’i arar ve nihayet verilen bir manevî
verilen işarete uyarak Yesi’ye gelir. O sırada çocukluk döneminde olan -yedi
yaşlarındakiAhmed’i diğer çocuklarla oynarken bulur. Arslan Baba henüz
hurmadan bahsetmeden henüz küçük bir çocuk olan Yesevî, emanetini kendisine
teslim etmesini “Eyâ aksakal, emanetimni beringiz” (=Ey ihtiyar, emanetimi
verin) sözleriyle taleb eder. Arslan Baba yıllarca damakta korunan ve böylece
saklanan ‘mübârek hurma’yı çıkararak ‘Muhammedî emanet’i sahibi olan Ahmed’e
teslim eder. ‘Emanet hurma’yı sahibine teslimden sonra Arslan Baba, çocukluk
çağındaki Yesevî’nin eğitimiyle meşgul olmağa başlar. Arslan Baba’nın terbiye
ve irşadı ile Ahmed Yesevî, kısa zamanda ‘manevîkemâl makâmları’m21
aşar ve gençliğinden itibaren şöhreti Yesi dışında tüm Türkistan bozkırlarında
yayılmaya başlar.
Menkıbelerdeki ilgili rivayetler dikkate alınırsa, zâhirî şartların
uyumsuzluğu hesaba katılarak Arslan Baba’nın tasavvuf tarihinde benzerlerine
sıkça rastlanan ‘efsânevi bir kişilik’ olduğu düşünülebilir. Pek çok
tarihi ve dini şahsiyetlerin menkıbelerinde olduğu gibi Arslan Baba’nın
ölümünden sonra günümüze kadar gelen bu rivayetlerde de zaman içinde,
asliyetten uzaklaştırıcı bazı değişimler görülmüş olabilir. “Ashâbdan bir zat”
olarak damağındaki hurmayı “asırlarca” saklayıp çocukluk çağındaki Ahmed’e
ulaştıran kişi; bu açıdan bakılırsa gerçek hayatı unutulmuş bir ‘efsane
kahramanı’ olarak da algılanabilir.
Yesevîyye yolu silsilesinin dördüncü kuşak mürşîdlerinden Zengî Ata
(ölümü: 1258)’nın Arslan Baba’nın soyca öz torunu olduğunu kanıtlayan tarihi
kaynaklar da Arslan Baba’nın insan niteliğinin daha da net olarak
anlaşılmasını sağlar. Ahmed Yesevî’nin ilk halefi Arslan Baba’nın oğlu
Mansûr Ata’dır. Mansûr Ata’dan sonra yerine oğlu Abdul-Melik Ata(ölümü: 1218),
sonra da O’nun oğlu Tac Hoca geçmiştir ki, bu ünlü Yesevî şeyhi Zengî Ata’nın
babasıdır. Buna göre Arslan Baba’nın soyu; Ahmed Yesevî’nin ilk halîfesi olan
oğlu Mansûr Ata (ölümü: 1197) ve onun sıralı olarak Abdul-Melik Ata, Tac Hoca,
Zengî Ata gibi torunları vasıtasıyla devam etmiştir.
Yesevî pîrleri hakkındaki Müzekkir-i Ahbâb risalesi yazarı Hoca
Haşan Nisârî de kendi soyunun ataları Abdul-Vehhab Hoca Süleyman Hoca, Yahya
Hoca, Harun Hoca, Sadr Hoca, Zengî Ata, Tac Hoca, Abdul-Melik Hoca ve Mansûr
Ata vasıtasıyla Arslan Baha’ya ulaştığını söyler. Benzer şekilde Hâzinî de,
Ahmed Yesevî’nin halîfelerinden Mansûr Ata’dan söz ederken kullandığı “Bu
fakirin atalarından olan Mansûr Ata, Allah’tan korkanların önderi, cesur
şeyh...” kelimeleriyle kendisinin de Arslan Baba’nın neslinden olduğunu
kaydetmiştir.22
Arslan Baba’nın oğlu ve Ahmed Yesevî’nin ilk haleflerinden olduğu iddia
edilen Mansûr Ata (ölümü: 1198) hakkında bulunacak belgeler Arslan Baba
ailesinin Türkistan’ın manevî hayatındaki yerini daha da açık olarak ortaya
çıkaracaktır. Hâlen Otrar yakınlarındaki türbesinde bütün Türkistanlılar
tarafından ziyaret edilmekte olan Arslan Baba ve 1259 yılında Şaş (=Taşkend)
yakınlarında Zengî Ata köyünde vefat edip defnedilen torunu Zengî Ata, bu
silsilenin maddi geçerliliği hakkında yeteri derecede fikir vermektedir.
Bu tarihi tanıklıkların açıkça gösterdiği gibi Arslan Baba, Ahmed
Yesevî’nin ilk mürşîdi olması yanı sıra -evlenip çoluk-çocuğa karışmış ve
torunları vasıtasıyla Türkistan’ın manevî coğrafyasını şekillendirmişgerçek bir
Allah dostudur. Arslan Baba, rivayetlerde dörtyüz yıl yaşamış bir zat olarak
efsanevi bir kimlikle karşımıza çıkarken Yesi yakınlarındaki Otrar şehrinde
adına yapılmış türbesinin mevcudiyeti, Arslan Baba’nın tarihteki fizikî
varlığının kesin kanıtıdır. Moğollar tarafından yerle bir edilen bugünkü Kazakistan’ın
Otrar şehri kalıntılarının yanındaki Arslan Baba türbesi, O’nu efsanevi bir
şahıs olarak algılamanın geçersizliğinin somut bir göstergesi olarak bugün de
ayaktadır.
Bu feyz kaynağı türbeyi ziyaret edenler açıkça fark edeceklerdir ki,
Arslan Baba, yeryüzünde yaşamış ve her insan gibi ölümünden sonra toprağa
verilmiş, daha sonra üzerine bir türbe inşa edilmiş ‘ete-kemiğe bürünmüş’
bir ‘ademoğlu’ idi. Özellikle türbe girişinde yer alan diğer üç kabirde
yer alan kişilerin Arslan Baba’nın halîfeleri olduğuna ilişkin rivayet Arslan
Baba’yı bir efsane olmaktan çıkartır. Hele de mürşîdleri Arslan Baba’nın
ayakucunda asırlardır bekçilik yapan -ve uydurma birer isim olmadıklarıhemen
anlaşılan dervişlerin ilginç isimleri bu konuda en ufak bir şüphe bırakmaz:
ŞirMambet Bâb, Karılgaç Bâb, Laçın Bâb... yani sırasıyla Arslan Muhammed Baba,
Kırlangıç Baba, Şahin Baba...
Arslan Baba’nın tarihî Otrar şehri yakınlarındaki türbesi de Emîr Timur
tarafından inşa ettirilmiştir. Yesi’nin güneyinde yer alan ve Moğollar
tarafından yağmalanıp toprak altına gömülen sonra Otrar şehri, günümüzde Emîr
Timur’un ölümüne tanıklık etmiş bir harabeler yığınından ibarettir. Emîr Timur
tarafından inşa ettirildikten sonra tabiî etkilerle yıpranan Arslan Baba
Türbesi, Kazak hanları tarafından tamir ettirilmiştir.
Bugün Türkistan’da halk arasında yaşayan menkıbeler dikkate alınarak
hâlâ Ahmed Yesevî türbesi ziyarete edilmeden önce 70 km. mesafede olan Otrar
yakınındaki Arslan Baba türbesinin ziyaret edilmesi yaygın bir uygulamadır. Bu
türbe ziyaret edilmeden Yesevî türbesinin ziyaret edilmesi yöre halkı
tarafından hoş görülmez. Bu hassasiyet, menkıbelerle nakledilen sözlü
rivayetlerin halk bilincinde nasıl yer edip kök saldığının somut bir
örneğidir. Bu hassas davranışın gerekçesini yansıtan rivayet, Arslan Baba’nın
türbesinin yapımını da Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerametine dayandırır:
MENKIBE
“Emîr Timur manevî yönden saygı
duyduğu Ahmed Yesevî’nin makâmı üzerinde şanına lâyık bir türbe yaptırmaya
niyet eder Yesi 'deki Ahmed Yesevî kabri odak alınarak yapılmağa başlanan
türbenin temelleri üzerinde duvarları yükseltilmeğe başlandığında garîb bir
durum ortaya çıkar Duvar ustaları temeller üzerine ördüğü tuğla duvarlar her
gece yerle bir olmaktadır Bu yüzden ertesi gün duvar yapımına yeniden sıfırdan
başlanması gerekmektedir Bu durumun türbe inşaatını olumsuz etkileyeceğini ve
tamamlanmasının gecikmesi nedeni ile Emîr Timur 'un gazabına uğrayacaklarından
korkan ustalar çaresiz kalınca geceleri duvarların nasıl yıkıldığını anlamak
için bir gece pusuya yatarlar Gece karanlığı çökünce iri bir beyaz bir öküzün
aniden belirerek boynuz darbeleri ile yükseltilen duvarları yere indirdiğini
görerek şaşırırlar Bunun sebebinin ne olacağını danıştıkları bir velî, Arslan
Baba kabri imar edilmeden kendi kabri üzerinde türbe inşa edilmesine Hazret
Sultan Yesevî hin razı olmadığını söyler
Bu sırada Emîr Timur da bir gece
rüyasında Ahmed Yesevî 'ye türbe yaptırmasından önce mürşidi Arslan Baba ’mn
türbesini inşa ettirmesi ve daha sonra Yesevî külliyesi inşaatının sürdürülmesi
gerektiği bildirilir Bu durum üzerine Emîr Timur önce Arslan Baba türbe
yapılmasını ve sonrasında Ahmed Yesevî külliyesi inşaatına devam edilmesi
emrini verir ”
Arslan Baba hakkındaki yazılı kaynaklardan olan olarak değerlendirilebilecek
Dîvân-ı Hikmet’te yer alan bir hikmette de bu olağanüstü öykü anlatılır ve bu
hikmette nakledildiğine göre Ahmed, Arslan Baba’ya hurmayı kendisine vermekle
görevinin bitmediğini ve asıl ‘kalbinde olan öz’e talip olduğunu ifade
eder. Dîvân-ı Hikmet’te Yesevî’nin Arslan Baba ile ilişkisine dair “yedi
yaşında Arslan Baba ile karşılaşma”, “Hz. Rasûlullah’ın emaneti olan hurmayı
Arslan Baba’dan alış” , “binbir zikiri öğrenme” gibi konularda hayatına
ışık tutan işaretler yer alır. Dîvân-ı Hikmet’te de “Kabızü’l-ervah’ın Arslan Baba’nın
canını aldığı, hurilerin ipek kefen biçtikleri, yetmişbin meleğin gelip onu
Cennet’e götürdükleri” de yazılıdır. Bu ibarelerin somut gerçeklikleri yanı
sıra; ledün ilmini alış, zikr dersi tarifi, irşad makâmına yükselme gibi işarî
ve sembolik anlamları olduğu tasavvufî rumuzlara âşinâ olanların kolayca fark
edebileceği mecâzî yönleri vardır. Bu mısralarda, Arslan Baba, bir “velî” ve
Yesevî’nin ilk mürşîdi olarak anlatılmakta, çocuk yaştaki Ahmed ile yakından
ilgilendiği dile getirildikten sonra vefatından önceki vasiyeti ve vefatında
yaşanılanları dile getirilmektedir.
Arslan Baba’nın Hazret Sultan Yesevî’nin akrabası -hattâ öz
amcasıolduğunu iddia eden rivayetlere halk arasında rastlanmakta ise de önemli
kaynakların hiçbirisinde bu yönde bir kayıt olmaması gerçek olabilme
ihtimalini oldukça zayıflatmaktadır. Bu durumda Ahmed Yesevî’nin önde gelen
halîfelerinden Mansûr Ata’nın Yesevî’nin öz yeğeni olması gerekirdi ki böyle
bir durumun, Yesevîlik ile ilintili en küçük bir ayrıntıyı dahi kaydeden
Yesevîlik tarihine not düşenlerce kaydedilmemesi mümkün değildir.
Ayrıca Ahmed’i arayan Arslan Baba’ya, babası İbrâhim Şeyh’in diğer oğlu
Hâce Sadr(eddîn)’i gösterip sınaması rivayeti de dikkate alınmalıdır. 17.
yüzyılın tanınmış Yesevî sûfîlerinden Âlim Şeyh de, Yesevîlik ile ilgili Lemehât
min nefehâti’l-kuds isimli eserinde, Ahmed Yesevî’nin henüz çocukken,
Arslan Baba’nın nazarına mazhar olduğunu, ondan tâlim ve terbiye gördüğünü ve o
zâtın tavsiyesiyle Hoca Yûsuf Hemedânî’nin hizmetine girdiğini kaydetmiştir.
Bazı farklı kaynaklarda Yûsuf Hemedânî yanı sıra Sühreverdîyye tarîkatının
kurucusu Ebû Hafs Ömer Sühreverdî (ya da Ebû’n-Necîb Sühreverdî)’ye intisab
edip icâzet23 aldığı da kaydedilmiş ise de, tasavvuf tarihçilerinin
ortak kanaati Yesevîyye silsilesinin Yûsuf Hemedânî’den devam ettiği
şeklindedir.
4.
Buhara’da Kimler
Yetişti Kimler...: Yûsuf Hemedânî Ocağı
Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın daha önceden verdiği bir işarete uyarak,
Arslan Baba’yı toprağa verdikten bir süre sonra, Türkistan’ın en önemli ilim
merkezlerini barındırmakta olan Mâverâünnehir’e gider. Hicretin 3. yüzyılından
itibaren Türkistan ve diğer ülkelerden gelen öğrenciler, Semerkand ve Buhara
medreselerinde çeşitli İslâmî ilimleri tahsil ediyorlardı. O tarihlerden
itibaren “İslâm Kültür Merkezi” halini alan medreseleri barındıran Buhara ve
Semerkand gibi Türkistan şehirleri, din âlimlerine saygıda kusur etmeyen
Karahanlılar ve Türkistan’dan yola çıkarak Anadolu’yu İslâm’a açacak olan
Selçuklular -ve hattâ Osmanlılarnezdinde özel bir yere sahip oldu.
12. yüzyılda Karahanlıların siyasî egemenliği altında bulunan Buhara
şehrinde, Burhanoğulları unvanı olarak bilinen ve ‘Sadr-ı cihan’ olarak tanınan
zengin bir aile etkindi. İlim hâmisi olarak tanınan bu ailenin kurucusu olan
Burhaneddîn Abdul-Azîz ibn Ömer, Hanefî mezhebine mensub bir âlim olduğundan
İmam-ı Azâm Ebû Hanife’den esinlenerek “İkinci Numân” (= Numân-ı Sânî)
olarak tanınmıştı. Karahanlılara bağlı olmakla beraber, adeta müstakil bir
hükümdar gibi yaşayan Burhaneddîn Abdul-Azîz’den sonra yerine, oğlu Hüsameddîn
Ömer geçti ve 1143’de Kara Hıtaylar (Moğollar) elinde katledilinceye kadar
Buhara egemenliğini elinde tuttu. Sultan Melikşah’dan sonra Mâverâünnehir ve
Horasan’ı Selçuklu devletinin siyasî egemenliği altında birleştirmiş olan
Sultan Sencer (ölümü: 1157) vefat edince bölgede Hârezmşâhlar, bir İslâm devleti
olmak potansiyeli ile güçlenmeğe başlamıştı.
Ahmed Yesevî’nin tasavvufî kimliğinin olgunlaştığı 12. yüzyılda
Sâmânoğulları devrindeki siyasî önemini yitirmiş olan Buhara, buna karşın İslâm
ilminin Mâverâünnehir’de en önemli merkezi olmak niteliğini hâlâ koruyordu.
Buhara medreseleri, İslâm dünyasının ve özellikle Kazan’dan Kaşgar’a Türk
yurtlarının her tarafından gelen öğrenciler ile dolu idi. Bu öğrenciler Buhara
medreselerinde tefsir, hadis ve fıkıh başta olmak üzere bütün İslâmî ilimleri
en ileri düzeyde tahsil ediyorlardı. Abartılmış bir rivayete göre bu dönemde
Buhara medreselerinden eğitim alan fakîh sayısı altıyüzbini bulmuştur. Ahmed
Yesevî böyle bir dönemde Mâverâünnehir’e gelir ve devrin en önde gelen âlim ve
mutasavvıflarından Yûsuf Hemedânî’ye ulaşarak irşad halkasına katılır ve
tasavvufî şahsiyeti nihai kemâlini kazanır.
Menâkıb kitapları Ahmed Yesevî’nin Arslan Baba’nın vefatına yakın
verdiği işaretle Buhara’ya giderek oranın en tanınmış mürşîdi Şeyh Yûsuf
Hemedânî’ye intisab ettiğini ve onun ölümünü müteakip bir süre Buhara’da
halkın tasavvufî yönden irşadı ile meşgul olduktan sonra, bütün dervişlerini
halefi olan Abdul-Hâlık Gucduvânî’ye ısmarlayarak atayurdu olan Türkistan’a
döndüğünü ve Yesi’ye geldiğini ittifak halinde kaydetmiştir.
Yûsuf Hemedânî’nin ‘Gezici
Üniversite’si
Yûsuf Hemedânî’nin tam künyesi Ebû Ya’kub Yûsuf b. Eyyub ibn Yûsuf b.
Haşan b. Vehre olup Hemedân’ın Buzencird kasabasında, 1049 yılında üç
kuşaktan beri İslâm’ı kabul etmiş bir Mecusî ailesinin çocuğu olarak
doğmuştur. Genç yaşlarında Bağdat’a gelerek Ebû İshâk Şirazî medresesine
öğrenci olan Yûsuf, kısa sürede müderrislerin takdirini kazanır. Bağdat’taki
tahsilinden sonra gittiği Isfahan ve Semerkand’da zamanının önde gelen
muhaddislerinden hadis tahsil eder.
İslâm’ın zâhirî ilimlerinde kazandığı büyük mertebeden sonra, sûfîyâne
mizacının eğilimi ve dervîş gönlünün şevki ile zâhir yolunu bırakıp, zamanın en
önemli mürşîdlerinden Şeyh Ebû Alî Farmedî’ye bîat (=bey’at)24ederek
tasavvuf yoluna girer. Ayrıca o devrin önde gelen sûfîlerinden Abdullah Cuveynî
ve Haşan Semnanî ile de sohbet ettiği rivayet edilir.
Yûsuf Hemedânî’nin mürşîdinin mürşîdi olan Ebû’l-Hasan Harakânî’yi de
gördüğü rivayet edilmişse de Harakânî’nin 1034 yılında vefat ettiği dikkate
alınırsa bu rivayet tarihî gerçeklere uygun düşmemektedir.
Yûsuf Hemedânî tasavvuf yoluna girip ibâdet ve riyâzet25 ile
nefs26 mücâhedesini tamamladıktan sonra; Irak, Horasan, Mâverâünnehir
bölgelerinde Bağdat, Nişâbur, Semerkand gibi şehirlerde halkı irşad ile meşgul
olmuş, uzunca bir süre de Buhara’da kalmıştır.
Yesevîyye tarîkatı silsilesinde olduğu gibi Nakşbendîyye tarîkatının
‘altın zincir’ (= sitsite-i zeheb) olarak ünlenen silsilesinde de yer
alan Yûsuf Hemedânî, Allah yolunda hizmet için -genellikle ‘Emîr’lerinin daveti
ileMerv, Buhara, Herat, Semerkand gibi büyük Türkistan kentlerini dolaşarak
halkı irşada ve böylece insanları kemal yolunda ilerletmeğe çalışmaktaydı.
Muhtemeldir ki Ahmed Yesevî de diğer önde gelen mürîdler gibi şeyhi Yûsuf
Hemedânî ile birlikte Türkistan’ın çeşitli yerlerini dolaşmıştır.
İrşad faaliyetleri ile bütün Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinde şöhret
bulan Yûsuf Hemedânî’nin en çok bulunduğu şehir, tekkesini de kurduğu yer olan
Merv’dir. Merv şehrindeki Hemedânî dergâhının -aşırı bir övgü ile‘Horasan’ın
Kâ’besi’ sayılacak kadar tanınmış olduğu bildirilmektedir.
İlim ve fazlı ile, gösterdiği kerâmetlerle o zamanki İslâm âleminde büyük
bir şöhret kazanan Yûsuf Hemedânî, 1122 yılında Bağdat’a geldi; Selçuklu veziri
NizâmüTMülk’ün eseri olan ünlü Nizâmiye Medresesi’nde, her taraftan koşup gelen
seçilmiş bir topluluk karşısında vaaz ve sohbet etti.
MENKIBE
“İbni Hacer Mekkî rivayetine göre,
Ebû Said Abdullah ve İbnüs-Sakka ilim öğrenmek için Bağdat 'a gelmişler ve şeyh
Yûsuf Hemedânî 'nin Nizâmiye Medresesi 'nde vaaz ettiğini duymuşlardı. İbnu
's-Sekka: “Ona cemaatinin önünde öyle bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek...
” dedi.
Bağdat'taki bir vaazı esnasında
İbnu's-Sakka, ayağa kalkıp Yûsuf Hemedânî 'yi zor bir duruma düşürmek için
çetrefil bir fıkhî meseleyi sordu. Yûsuf Hemedânî sorulan meseleyi
yanıtladıktan sonra öfkelenerek “Otur, senin kelâmından küfr kokusu duyuyorum;
muhtemel ki senin ölümün İslâm üzere olmaya!.. ” diye İbnu's-Sakka'yı
azarladı. Rivayete göre İbnu's-Sakka Bağdad'a gelen bir Bizans elçisi ile
buluşup görüştükten sonra Bizans heyeti ile beraber İstanbul 'a gelerek Bizans
imparatorunun huzuruna çıkarıldı ve büyük bir tören düzenlenerek hrıstiyan
oldu.
Tasavvuf tarihinde İbnu 's-Sakka
Kıssâsı olarak ünlenen bu rivayet ibret verici bir sonla biter Hayatını Rûm
diyarında Hristiyanlar arasında geçiren İbnu's-Sakka'yı Bağdad'dan gelen
müslüman tüccarlar ölüm döşeğinde ziyaret ettiler Vaktiyle ‘hâfız' olduğunu
bildikleri İbnu 's-Sakka 'ya “Hafızanda Kur 'an 'dan hiçbir şey kaldı mı? ”
diye sorduklarında, şu ibret verici cevabı aldılar: “Sadece şu âyet (Kur ’an-ı
Kerim: Hicr Sûresi, 15:2. ayet) kaldı: “Kâfirler vaktiyle niçin müslüman
olmadıklarına çok hayıflanacaklar ”27
Yûsuf Hemedânî, ömrünün son yıllarında Merv’e ve oradan da Herat’a gitti.
Yûsuf Hemedânî diğer mürşîdlerden farklı olarak, insanlar arasında ‘halvet der
encümen’28 kaidesini uygulayarak irşad faaliyetini sürdürmüştür.
Uzunca bir süre Herat’ta kaldıktan sonra, şehrin önde gelenlerinin ısrarlı
talebi ile tekrar Merv’e döndü. Bu şekilde birkaç kez Herat ve Merv arasında
gidip gelerek etrafında oluşan ilim halkası ile adeta bir ‘gezici
üniversite’ oluşturdu. Birçok yerleşim yerlerine seferler yaparak
ayaklarına kadar gittiği mürîdlerin eğitimini üstlenmiştir. Rivayetlere göre bu
irşad faaliyetleri sayesinde dokuz bin şaman veya diğer din mensubu samimi
yaklaşımı ve etkili sohbetleri sonunda İslâm ile şereflenmiştir.
Hayatının son senesi olan 1140 yılı Ekim-Kasım’ında yine bir Herat-Merv
yolculuğu sırasında Merv’e dönerken, Bamyân kasabasında son nefesini alarak
ruhunu teslim etti. Bir rivayete göre, kısa süre sonra mürîdlerinden
İbnu’n-Neccâr, Yûsuf Hemedânî’nin cesedini Merv’e naklederek yeniden
defnetmiştir. Bugün kabri üzerindeki türbenin Merv şehri yakınlarındaki Bayram
Ali kasabasında bulunması ve bölgede egemen olan Sultan Sencer’in Yûsuf
Hemedânî’ye bağlılığının belgelenmiş olarak biliniyor olması bu rivayeti güçlendirmektedir.
Tarihi kaynaklarda kaydedildiğine göre devrin Selçuklu Hanı Sultan
Sencer, Yûsuf Hemedânî’ye bağlılığını her vesileyle göstermiştir. Bu bağlılık
ölümle bile sona ermemiştir; Muhtemel ki üzerindeki Sultan Sencer’in idare
merkezi Merv’e çok yakın olan türbesinin yapılması talimâtı Sultan Sencer
tarafından verilmiştir. Bugün hem Sultan Sencer’in kabri hem de Yûsuf
Hemedânî’nin türbesi halen Türkmenistan sınırları içinde kalan Merv
şehrindedir.
Şeyh Yûsuf Hemedânî, eski Hind ve İran akidelerini İslâm esaslarıyla
te’lif ve te’vile çalışan İran mutasavvıflarından değildi. Ehl-i sünnet
anlayışının Hanefî mezhebinin takipçisi olan ve Hz. Rasûlullah ve ashâbının
yolundan gitmekteki hassasiyeti ile ünlenen Yûsuf Hemedânî bütün ömrünü ilim ve
tasavvuf yoluna hasretmişti. Her seviyeden halka İslâm esaslarını ve şeriatı
hayata uygulama inceliklerini öğretir, mürîdlerine zühd ve takva, riyâzet,
nefse hâkimiyet ile nefs-i emmâreyi aşma yollarını gösterirdi. Hz. Rasûlullah
(s.a.v.) ve ashâbının yolundan zerrece ayrılmaz, İslâmî kuralları tevil ederek
sulandırmazdı. Kelimenin bütün anlamıyla, İslâmî ilimlerde çok derinleşmiş bir
muhaddis olduğu için, Kur’an-ı Kerim ve Nebevî Sünneti herşeyin üstünde tutuyor
ve âyetlerde te’vili, ancak şerî’atın kabul edebileceği daireden öteye
götürmezdi.
Şeriat hükümlerine ve Nebevî sünnete aşırı denebilecek ölçüde bağlılığı,
İslâmî ilimlerdeki kudreti ile devrinde etrafında büyük saygı halesi oluşan
Yûsuf Hemedânî dünyaya gözlerini kapadığı zaman, arkasında bıraktığı ledünnî
miras halîfelerine intikal etmiş ve bu büyük sûfîler de, kısa sürede manevî bir
yetkinliğe ulaşmışlardır.
Alîşir Nevâî ’nin “Nesâyimu’l-muhabbe” eserinde ise zâhir ve bâtın29
ilimlerine sahib ‘zül-cenaheyn’ bir âlim, ârif-i billah, İhsan makâmına yükselmiş
bir ermiş, kerametleri zâhir ve manevî makâm sahibi bir mürşîddir.
Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî adlı risalesinde Yûsuf
Hemedânî’nin hayat öyküsünü ve özelliklerini samimi ifadelerle kaydederek
birçok bilgi vermiştir. “Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî” risalesinde portresi, helal
lokma konusunda hassas, güzel ahlâka sahib, tevazu ve takva sahibi, sünnet-i
nebeviye aşırı bir hassasiyet ile dikkat eden, ilim ve irfanda kemal
mertebesine ulaşmış, ilahi feyzle dolu, Hak aşkıyla coşkulu olan, her sınıftan
insanlara ve tüm mahlûkata karşı şefkatli ve hayatının her anını İslâm’ın
tebliğine hasretmiş bir mürşîd-i kâmil olarak çizilir. Semanî’nin gözlerimiz
önünde biraz sisli bir surette canlandırdığı âlim-mutasavvıf Hemedânî tablosu,
bu bilgiler sayesinde çok açık, canlı bir şekil alır ve Yûsuf Hemedânî, yalnız
fizikî siması ve şahsi özellikleri ile değil, menkıbelere yansıyan ruhanî
derinliğiyle de görülür.30
MENKIBE
“Yûsuf Hemedânî uzun boylu, çiçek
bozuğu, uzun kumral sakallı, zayıf bir adamdı. Daima yünden ve yamalı elbise
giyerdi. Selmân-ı Farisî (r.a.) 'in asası ile sarığı kendisinde idi. Hanesinde
hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka birşey yoktu. Fakr
sahibi olmak eğiliminde idi. Dünya işlerine ve dünyalığa önem vermez,
sultanların sarayına ve zenginlerin evlerine gitmezdi; eline geçenleri
muhtaçlara verir, kimsenin sadakasını kabul etmezdi. Altın ve gümüş eşya
kullanmaz, fakirlere zenginlerden daha fazla itibar ederdi. Yetmişbeş sene
mücerred (=bekâr) yaşadıktan sonra evlenmiş ve saliha bir hanım olan eşi de
kendisinden kırk gün önce vefat etmiştir
Muhatabı olan herkese çok iltifat
eder, halîm ve merhametli davranır, konuklarına kendi bölgelerindeki diğer
dervişlerin halini sorardı. Hazret-i Hızır (a.s.), daimî sohbet arkadaşı idi.
Her aybaşında Semerkand mollalarını dergâhına davet ederek şeri 'at sohbeti
yapardı. Sohbetlerinde daima Çehar-yâr-ı güzîn 'in menkıbe ve faziletlerinden
bahsederdi. İslâm 'ın bütün esaslarını te 'vilsiz kabul etmişti ve daima
riyâzet ve mücâhede hâlinde bulunurdu. Hazret-i Rasûlullah (s.a..v) ve
Ashâb(ra.) 'ın yolundan gitmeyi* riyâzet ve mücâhede ile namaz, oruç, zikr
konusunda hassas olmalarını mürîdlerine tavsiye ederdi. Ağzından hiçbir kötü
söz çıkmazdı. Arada yüzünü Hemedân 'a çevirir ve çok ağlardı. Ehl-i kıble 'den
kimseyi tekfir ettiği de görülmemiştir
Kalben zikr ederken nefsini
hapsettiğinden zikir sırasında çok terlerdi. Hergün bir miktar Kur 'an-ı Kerîm
okumaya büyük önem verirdi. Yûsuf Hemedânî, Semerkand'ın Gâtfer semtinin Hoşrûd
mahallesindeki evden Mescid 'ine gidinceye kadar Kur 'ân-ı Kerîm 'i hatmeder,
mescidden Hâce Haşan Endakî ve Hâce Ahmed Yesevî 'nin evine kadar Bakara31
sûresini, mescide dönüşte de Al-i Imrân32 sûresini veya bir cüz33
Kur 'an okurdu. Şeyhimiz Yûsuf Hemedânî 'nin mescidinden bu dervişlerin evine
kadar olan mesâfe yediyüz adımdan ibaret idi.
Kalbi, bütün mahlukât için derin bir
muhabbetle dolu idi. Herkese karşı saygı ve mahabbet gösterir; Hıristiyan,
ateş-perest demeden bütün komşu evlerine giderek İslâm 'ın yüceliğini anlatır,
Hakk 'a davet ederdi. Dünyevî her sıkıntıya sabır gösterip tahammül ederdi.
Ağrılara ve yaralara ilaç yapar, herkesin derdine derman olmağa çalışırdı.
Türk veya Tacik, bütün insanlara İslâm 'ın farzlarını öğretmekten üşenmez,
daima irşad ile meşgul olurdu.
504 Ramazanı 'mn onbirinci Çarşamba
(25Mart 1111) günü Selçuklu Sultanı Sencer b. Melikşâh, Semerkand emiri Kasım
Cûgî 'ye bir mektup göndererek Şeyh Yûsuf Hemedânî hakkında saygı ve bağlılık
duygularını bildirerek şunları yazar: “Şeyhu 1-İslâm ve '1-müslimîn Hâce Ali b.
Muhammed, Kadı Alâeddîn Ömer... gibi Semerkand büyüklerinin bildirdiğine göre,
muhterem şeyh Yûsuf Hemedânî 'nin yaşı kemâle ermiştir Bizim o tarafa gitmeye
fırsatımız yok. Zîrâ Süleymanşâh büyük bir ordu ile bu tarafa yönelmiş. Bu
yüzden Semerkand vilâyetine gidip gelemeyiz. Dervişlerin tekke masrafları için
helâl yoldan ihtiyatla kazanılmış edibin dinar gönderildi. Siz de bizim işimiz
için Fâtiha okuyunuz. Tüm arzumuz, hazret-i şeyhin ahlâk ve ahvâlinin yazılıp
bize gönderilmesidir Çünkü duyduğumuza göre, hazret-i şeyhin yolu ve tavırları
tıpkı sahâbenin yolu gibiymiş. Mutlaka buna önem veriniz ve duâcınızı da bu
nasîb ile şereflendiriniz. ”
Hemedânî tekkesinin dervişleri için
edibin altın gibi önemli bir meblağın gönderilmesi ve “Ashâb-ı Kirâm 'ın
yollarından ayrılmayan bu büyük Şeyh 'in hayat tarzını yazarak bildirmelerini
ve Şeyh 'den karşılığında kendisi için sadece Fâtiha34 niyâz35
edilmesi dikkat çekicidir.
Bu talep kendisine iletildiğinde Şeyh
Yûsuf Hemedânî, mürîdleriyle görüşmek üzere Abdullah Berakî 'nin hanesinde idi.
Haşan Endakî, Ahmed Yesevî, Hâce Şâh Gâtferî ve Abdul-Hâlık Gucduvânî ve daha
başka mürîdler de orada hazırdılar Şeyhleri olan Yûsuf Hemedânî'nin huzûruna
girerek Selçuklu Sultanı Sencer ibn Melikşâh 'ın talebini anlattılar: Fâtiha
arzusunu şeyhe arzettiler.
Bunun üzerine Yûsuf Hemedânî, rica
edilen iş için bir Fatiha okudu. Sonra tevazû ile şöyle buyurdu: “Ey
dervişler! Bizde sehv ve hatâdan başka ne zuhûr etmiştir ki, onu Sultan Sencer
'e gönderebilelim? ” Bunun üzerine Hâce Alyâne: “Efendim! Dervişlerin sizden
istediği, onlara müsaâde etmenizdir”, deyince, dervişlerinin ısrarı üzerine
“Bizden, Allah Rasûlü 'nün şeriatına, Şerail-i Nebevî 'ye uygun bizde ne
gördüyseniz Sultan Sencer 'e yazınız! ” buyurdular Bu izne dayanarak,
dervişler mürşîdlerinin halini anlatan bir mektub yazıp elçi ile gönderdiler ”
Yûsuf Hemedânî Silsilesi
Tarikatların kurum kimliği kazanmasında önemli bir yeri olan silsile
konusu da Yûsuf Hemedânî’nin önem verdiği bir husustur. Hazini, Menbâü’ul Ebhâr
kitabında Yesevîlik’i Hz. Ebûbekir’den gelen bir tarîkat olarak gösterir ve
silsilesini şu şekilde verir.36
Hz. Muhammed > Ebû Bekiri’s-Sıddîk > SelmânüTFârisî > Şeyh
Ebû’1-Kâsım-ı Nebîre > İmâm Ca’fer-i Sâdık > Sultânü’l-ârifin Bâyezîd-i
Bistâmî > EbûTHasan Harakânî > EbûTKâsım Gürgânî > Ebû’l-Ali
Farmedî> Yûsuf Hemedânî...
Yûsuf Hemedânî’nin kendi ağzından sıraladığı silsile ise -sadece
EbûTKâsım Gürgânî atlanarakhemen hemen aynı isimleri içerecek şekilde aşağıdaki
menkıbe ile nakledilmiştir:37
MENKIBE
“Yûsuf Hemedânî her fırsatta ziyaret
ettiği Semerkand'da Şah-ı Zinde kabristanında bulunan Hz. Rasûlullah (s.a.v.)
'in amcasının oğlu Kuşem ibnAbbâs (ra.) 'ın makamında şöyle buyurdular:
“Kim ki bu yol üzere amel eder ve ona
sarılırsa, şüphesiz tüm karanlıklardan emin olur ve bid'at denizinin
dalgasından kurtulur”. Sonra şöyle buyurdular: Ey Abdulhâlık! Bilesin ki, Hak
yolunun yolculuğu yani sülük iki kısımdır: Sülûk-i zâhir ve sülûk-i bâtın.
Sülûk-i zâhir, dâimâ İlâhî emir ve yasaklara riayet etmek, imkân ölçüsünde dînî
ölçüleri muhâfaza etmek ve nefsin arzularından kaçınmaktır İkinci kısım olan
sülûk-i bâtın ise, kalbi temizlemeye çalışmak ve nefsânî kötü sıfatları yok
etmek için gayret sarfetmektir Bâtın temizliği dedikleri işte budun Kalp
zikrinde sınırsız bir çaba ve azim gerekir ki, kalp Hak Teâlâ 'yı zikreder hâle
gelsin.
Bu zikir telkini önce Hz. Ebû Bekir
(ra) 'ın kalbine, ondan Selmân-ı Fârisî'ye, ondan Cafer-i Sâdık'a, ondan
Sultanü'1 Arifin Bâyezîd'e, ondan Şeyh Ebû '1-Hascın Harakânî'ye, ondan büyük
şeyh Ebû Ah Farmedî Tûsî'ye ve ondan da bize ulaşmıştır.
Bunu söylediler ve mübârek başlarını
öne eğip öğle ezanına kadar böyle durdular Öğle namazını kılınca şöyle
buyurdular: Ey dervişler! Bu silsilede her ne kadar bu efendilerden başka azîz
insanlar var idiyse de, özellikle bunların seçilmesinin sebebi, onların
mükâşefe ve müşahedede (kalp gözüyle görmede) bu silsilenin önde gelen
şahsiyetleri olmalarındandır
Sonra mübârek yüzlerini bu fakire
çevirdiler ve inci saçan mübârek sözleriyle dediler ki: Ey Abdul-Hâlık! Büyük
şeyh Ebû Ali Farmedî dünyadan âhirete göçtükten sonra (ölümü: 1084), bana
şeriat ve tarikatta bir problem zuhûr edince, onun rûhânîyetinden (Tibyân
nüshasında: HamîdüddînMultânî'nin rûhânîyetinden)yardım istiyordum ve o anda
şeyh hazretlerinin rûhânîyeti o meseleyi çözüyordu. Bu yolda büyük hâce Ebû
Ali Farmedî 'den bize ulaşan irfânı ve maneviyâtı, tarikat sâliklerine ve Hak
dergâhının muhtaçlarına ulaştırıyorum. ”
Yukarıda verilen Hazîni’nin, Menbâü’ul Ebhâr kitabında kaydedilen
silsiledeki isimlerden EbûTKâsım Gürgânî isminin özel bir önemi vardır. Bu isim
vasıtasıyla Ebû Osman Mağribî üzerinden Cüneyd-i Bağdadî’ye manevî olarak vâris
olduğu gösterilen Yûsuf Hemedânî, Hz. Alî (k.v./r.a.) ile de
irtibatlandırılmış olmaktadır.
SeyyîdüTKâinat Muhammed Mustafa > Ebû’l Haseneyn İmam AlîyyüTMurteza
> Hasan-ı Basrî > Habib-i Acemî > Davûd et-Taî > Maruf el-Kerhî
> Sırri’s Sakatî > Seyyîdü’t Tâife-i Sûfıyye Cüneyd-i Bağdadî > Ebû
Osman Mağribî > Yûsuf Hemedânî...
Yûsuf Hemedânî Mirası
Ahmed ibn Celaleddîn Kaşanî, Yûsuf Hemedânî’nin halîfeleri hakkında şu
bilgiyi veriyor:
“Ey azîzler, biliniz ki Hoca Ebû Yûsuf Hemedânî Hazretleri’nin dört
halîfesi vardı: Birincisi can-nişîni bulunan Abdullah Berakî Hazretleri’dir ki,
kabr-i şerifleri Buhara’da Gül-âbâd kapısı dışında, Şuristan tepesinin
üzerinde, Hoca İshâk Gül-âbâdîkabrine yakındır.
İkinci halîfe Buhara’ya altı fersah, mesafede bir karye olan Endak’tan
olan Hoca Haşan Endakî’dir ki, istiğrak âleminde garîk idi ve kabri de yine
Hoca İshâk Gül-âbâdî kabrine yakındır.
Üçüncüsü Ahmed Yesevî’dir ki, kerâmât ve hârik (=kerâmet ve harikulade
haller) âdetlerinden idi ki, her kim hulûs-i niyyetle (= halis bir niyetle)
kendileri ile müşerref olursa ehlullah’tan olurdu. Nasıl ki: “Niyyatm
(niyetler) koldaşın” buyururlardı; 1166’da bu dünyadan gittiler. Kabr-i
mübarekleri (= kutlu kabri) Türkistan’dadır, asitân-ı alîleri (= yüce
dergâhları) kesîrü’l-feyz (= çok feyizledir”.
Yûsuf Hemedânî vârislerinin görevlendirilmeleri sırasına varıncaya kadar
ayrıntılı olarak belirlenmesi, Gucduvânî’nin Makâmât Risalesi’nde şöyle
nakledilir. Abdul-Hâlık Gucduvânî, Yûsuf Hemedânî’ye kendisinden sonraki
halîfeleri sormuş ve şu cevabı almıştı:38
MENKIBE
Yûsuf Hemedânî her fırsatta ziyaret
ettiği Semerkand'da Şah-ı Zinde kabristanında bulunan Hz. Rasûlullah (s.a.v.)
'in amcasının oğlu Kuşem ibn Abbâs (ra.)'ın makamında. (...) şöyle buyurdu: Ey
Abdulhâlık! Tıpkı benim, Hâce Ebû Ali Farmedî'nin dördüncü halîfesi oluşum gibi,
sen de benim dördüncü halîfem olacaksın. (Farmedî 'nin dört halîfesi: 1.
Abdullah Şîrâzî, 2. Hâce İshâk Fahr-i Nasrâbâdî, 3. Hâce Hamîdüddîn Multânî, 4.
Hâce Yûsuf Hemedânî. bkz. Makâmât (Tibyan içinde), I, 380a). Baktım ki gözleri
dolmuştu. Sonra ben sordum: Sizden sonra halîfe kim olacak?
Hz. Şeyh Yûsuf Hemedânî şöyle
buyurdular: Bizden sonra yerimize, halîfem Hâce Abdullah Berakî (ya da Berakî)
geçecek, ondan sonra Hâce Haşan Endakî, ondan sonra da Hâce Ahmed Yesevî.
halîfem olacaktır Hilafet nöbeti Ahmed Yesevî 'ye eriştikten bir süre sonra, O
Türkistan iline sefer edecek ve Hâce Ahmed Yesevî Türkistan diyârına gidince
halîfe sen olacaksın! ”. Gerçekten de vefatından sonra sırasıyla bu dört seçkin
müridi postnişin oldular
Yûsuf Hemedânî’nin Vefatı:
Yûsuf Hemedânî’nin vefatı sırasında yaşananlar yakın mürîdleri tarafından
kaydedildiği için günümüze intikal edebilmiştir.39
MENKIBE
“Hazret-i Şeyh Yûsuf Hemedânî’nin
vefâtı hicretin 535. yılında Muharrem ayının 28. Perşembe günü (12 Eylül 1140)
idi. Vefat edeceği gün öğle namazını kıldılar Sırtlarını mescidin mihrâbına
dayayıp yakın mürîdlerine gasli için su ısıtmalarını emretti: “Su ısıtın! ”
dediler Mürîdler ağladılar
Sonra şeyh hazretleri yüzünü dört
halîfesine -Abdullah Berakî, Haşan Endakî, Ahmed Yesevî ve bu fakîr
Abdul-Hâlık 'ave orada hazır bulunan diğer dost ve mürîdlerine çevirip dönerek
şöyle buyurdular: “Biz, makâmımıza, yerimize vekîl olarakHâce Abdullah
Berakî'yi seçtik, bıraktık. Ona muvâfakat etmeniz gerekir. Ona uyunuz. Karşı
gelmeyiniz. Muhalefet etmeyiniz. İrşâd postunda hilâfet sırası size gelince
güzel ve mutlu yaşayın, mürîdlere kalp zikri yapmalarını, yüksek sesle
zikretmemelerini söyleyin. Sultan Sencer b. Melikşâh için yazılan âdâb ile
ilgili hususları kendi mürîdlerinize ve talihlere de söyleyiniz!
Sonra şeyh hazretleri: “Hak Teâlâ 'mn
öyle kulları vardır ki, onların can verişini Allah tan başka kimse bilmez”
buyurup şu beyti okudular:
Senin diyârında âşıklar öyle can
verirler ki
Oraya ölüm meleği aslâ sığmaz.
Sonra büyük şeyhin yüzünde bir
değişiklik zuhûr etti. Hâce Abdullah Berakî mürîdlere baktı ve: “Siz çıkın ”
dedi. Sonra şeyh: “Beni bu eve defnedin, namazımı Mescid-i Câmi 'de kılın,
kızımı Seyyîd Şerefüddîn 'in oğlu ile evlendirin ” buyurdular Şeyh efendinin
hanımı, kendisinden kırk gün önce vefât etmişti. Onu Çâkerdîze 'de
defnetmişlerdi. Sonra şöyle buyurdular: “Beni Hâce Abdullah Berakî gasletsin,
kabre de Hâce Haşan Endakî indirsin ”. Sonra mübârek yüzlerini Hâce Ahmed
Yesevî 'ye çevirip dönerek: “Fâtır40, Yâsîn41 ve Nâziât42 sürelerini okuyun ”
diye Kur 'an okumasını emretti.
O bunları söylerken Hızır, llyâs,
Abdâl, Gavs ve Kutub içeri girdiler Bu erenlerin herbiri hazret-i şeyhe vedâ
ettiler Sonra Hâce Hızır (a. s.) elini uzatıp şeyhe beyaz bir elma verdiler
Şeyhimiz elmayı koklayıp Gavs 'a verdiler Gavs da koklayınca şeyhimiz: “Ey
dostlar! Namaza hazırlanın, Allah 'ın kullarına şefkatli olun ve Gavs ’ı benim
yanıma defnedin ” buyurdular Vasiyeti bitince şeyhimizin ruh kuşu yüce âleme
kanat çırptı, dostlardan bir feryâdyükseldi. Ahmed Yesevî’nin okuduğu hatim
sona erince Hz. Pîr 'in ruhunu teslim ettiği anlaşıldı ve Hemedânî mescidinde
bir feryaddır koptu. ”
Yûsuf Hemedânî’nin ölüm döşeğinde Ahmed Yesevî’ye dönerek “Fâtır”,
“Yâsîn” ve “Ven-nâziât” sûrelerini okumasını istediği rivayeti Ahmed Yesevî’nin
şeyhi nezdindeki itibarını gösteren bir anekdot olarak anlaşılmalıdır.
Yûsuf Hemedânî ve Ahmed Yesevî
Ahmed Yesevî, Yûsuf Hemedânî’nin ruhanî eğitimi altına girdiği esnada
-hikmetlerinden çıkardığımız bir hüküm ileyirmiyedi yaşındadır. Ahmed Yesevî
Dîvân-ı Hikmet’te, ana rahmine düşmesinden ileri yaşlarına kadar ne gibi
manevî tecellîlere mazhar olduğunu sûfîce bir eda ile birer birer anlatırken, “yirmialtı
yaşında sevdaya düşüp, Mansûr gibi “dîdâr” için kavga ettiğini, bir Pîr’e
erişememekten türlü türlü dertlere tutulduğunu ve nihayet yirmiyedi yaşında
Pîr’e ulaşarak dertlerinden kurtulup o dergâha layık olabildiğini” söyler.43
Bir “hikmet”inin nakaratı da “Zatı Ulu Hâce’m, sığınıp geldim sana”
mealindedir ki, burada söz edilen Hâce’nin Yûsuf Hemedânî olduğu tahmin
edilmektedir.
Ahmed Yesevî, tarîkattaki sülük adâbını, İslâm’ın zâhirî ve bâtınî
kurallarını sistematik olarak mürşîdi Yûsuf Hemedânî’den öğrenmiştir. Yûsuf
Hemedânî’nin bir diğer önde gelen öğrencisi olan Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin
Nakşbendîyye tarîkatının kelimât-ı kudsiyye olarak bilinen sekiz temel esasını
belirlediği düşünülürse bu teorik ve sistematik eğitimin ne denli önem taşıdığı
anlaşılır.
Hüsâmeddîn Sığnâkî (ölümü: 1311)’nin eseri olan ‘Yesevî Menâkıbnâmesi’nde
Ahmed Yesevî’nin Yûsuf Hemedânî’ye nisbeti kendi ağzından şu şekilde dile
getirilir:
Bir defasında Hâce Ahmed Yesevî buyurdular ki: “Benim, Hâce
Abdul-Hâlık’m, Haşan Endakî’nin ve Abdullah Berakî’nin mânevî hâli, Hâce Yûsuf
Hemedânî’nin huzûrunda tamam oldu. O’nun (Yûsuf Hemedânî’nin) mânevîhâli,
Zü’l-Hayr’ın (kasdedilen kişi Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr) halîfesi olan Şeyh
Zü’l-Fadl (kasdedilen kişi Ebû Ali Fadl b. Muhammed el-Farmedî (ölümü:
1084)’dendir. Bu zât, (Ebû Ali el-Farmedî), Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’dan ve diğer
bazı şeyhlerden istifâde etmiştir. ”
Bu belgede adı geçen Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr cezbeli44 bir sûfî
olup Mevlânâ Celâledddin Rûmi’ye atfedilen ve “Gel ne olursan ol gel...”
sözleriyle hatırlanan rubaînin Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’a ait olduğu
kaydedilmiştir.
Ahmed Yesevî’nin, Yûsuf Hemedânî’ye intisab ettiği şehir olarak Buhara’yı
-veya daha zayıf bir rivayete göre Semerkand’ıgösteren rivayetler
belgelendirilmeğe muhtaçtır. Mürîdlerinden Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin ‘Makâmât-ı
Yûsuf Hemedânî’ risalesinde yazdıkları dikkate alındığında Ahmed Yesevî’nin
Yûsuf Hemedânî ile zâhirî ilim tahsili için geldiği Buhara’da tanıştığı ancak
silsilesine intisab anlamına gelen zikir telkininin kendisine Semerkand’da
yapıldığı anlaşılır.
Ahmed Yesevî’nin intisabı, Gucduvânî’nin ‘Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî’
Risalesi’nde şöyle nakledilir:45
“Ben (Abdul-Hâlık Gucduvânî) yirmiiki yaşma geldiğimde Hâce Hızır
(a.s.) beni Buhara’da Hz. Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye götürdü. Yûsuf Hemedânî,
Hızır (a.s.)’m yanında bana kalp zikrini telkîn etti. Sonra Hızır (a.s.) Hz.
Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye: “Sizin Semerkand şehrine gitmeniz gerek” dedi. Bunun
üzerine Şeyh Yûsuf Hemedânî, bazı dervîşleri ile birlikte Semerkand’a geldi.
Semerkand’a gelince Gâtfer semtinin Hoşrûd mahallesinde ikâmet ettiler. Üç ay
sonra Hâce Haşan Endakî ve Hâce Ahmed Yesevî şeyhin sohbetine katıldılar, şeyh
de onlara kalp zikrini telkîn etti. Dokuz ay sonra Abdullah Berakî geldi, mürîd
oldu. ”
Ahmed Yesevî, mürşîdi ve hocası Yûsuf Hemedânî’yi ilim ve fazlıyle zühd
ve takvâsıyle kendisine örnek aldı. İslâm kurallarına bağlı, ehl-i sünnet dışı
eğilimlere düşman Türk hükümdârlarının hüküm sürdüğü bir devirde Yesevî de,
mürşîdi gibi İslâmî ilimlerde büyük bir değer kazandı ve ilmi, zühd ve
takvâsıyla o kadar tanındı ki Yûsuf Hemedânî yaşlılığında diğer üç arkadaşı ile
beraber halîfeliğe seçildi. Zahir ve batın ilimlerini tekmil eden Ahmed Yesevî
“irşad postunun üçüncü sahibi” olacak şekilde mürşîdi Yûsuf Hemedânî’nin
hilafet makâmına yükselir. İlk iki halîfe Abdullah Berakî (ölümü: 1161) ve
Haşan Endakî (1073-1157)’nin vefatından sonra bir süre Hazret Sultan Yesevî
Buhara’da dergâhın sorumlusu olarak irşâd makâmında bulundu.
Yesevî sûfîlerinden Şeyh Zinde Ali 1682 tarihinde kaleme alınan
“SemerâtuTmeşâyih” kitabında Hoca Abdullah Berakî’nin aslen Hârezmli olup
kabrinin Buhara’da olduğunu; Seyyîd Celâl Buhar? nin kütübhanesinde Berakî’nin
şeriatla ilgili “MutafuTfetâva” adlı kitabını gördüğünü kaydeder ve
“HayretüTfukaha” kitabından naklen Hz. Rasûlullah’ın sakal-ı şerifine sahib
olduğunu söyler.46
Ahmed Yesevî, Yûsuf Hemedânî’nin ölümünden sonra Buhara’daki dergâhın
sorumluluğunu üstlenen üçüncü halef olarak bir süre Buhara’da hizmete devam
eder. Yesevî’nin Buhara’lı sûfîlere rehberlik ve Mâverâünnehir’deki irşad döneminin
ne kadar sürdüğünü bilinmemekle beraber,herhalde pek uzun olmadığını tahmin
edilebilen bu devirden sonraaldığı bir işarete binaen ve şeyhi Yûsuf
Hemedânî’nin vaktiyle verdiği bir işarete uyarak bütün mürîdleri Nakşbendîyye
tarîkatının yıldız isimlerinden olan dördüncü halîfe Hoca Abdul-Hâlık
Gucduvânî’ye bırakarak doğru Türkistan’a, ata yurdu Yesi’ye döndü. Ahmed Yesevî
bundan sonraki hayatında vefat tarihi olan 1166 yılına kadar Türkistan
bozkırlarına ruh verecek olan irşad faaliyetini Yesi merkezli olarak
sürdürecektir.
Sülûkunu zamanının en tanınmış mürşîdinden tamamlayıp halîfelik postuna
hak kazandıktan sonra, Ahmed Yesevî’nin niçin Buhara’da durmayarak Yesi’ye
döndüğü -bazı spekülatif tahminler ötesindekesin olarak bilinmemektedir. Bu
spekülasyonlar arasında manevî bir görevlendirme; mürşîdinin mânâ âleminden
verdiği talimât gibi tahminler yer alır. Hazret Sultan Yesevî’nin ata yurduna
dönüşün hangi tarihe rastladığına dair bile kesin bilgimiz yoksa da, Yûsuf
Hemedânî’nin ilk halefi Abdullah Berakî’nin vefatından, yani 1160’tan sonra
olduğu tahmin edilebilir.
Yesevîyye tarîkatının temelinde yer alan kuralların Hazret Sultan
Yesevî’yle ilişkisi ve seyr47 ü sülük48 eğitimi
konusundaki özel ilgisi belgelenmiş olan Yûsuf Hemedânî tarafından belirlenmiş
olduğu kabul edilebilir. Yûsuf Hemedânî’nin Hâcegân silsilesi de denilen
Nakşbendiyye silsilesinde de yer aldığı düşünülürse Yesevîyye ve
Nakşbendiyye’nin ‘ortak kurucu’ Pîr’i olarak adlandırılması mümkündür.
5.
Yesevî Söylenceleri
Bütün tasavvuf büyükleri gibi Ahmed Yesevî’nin de gerek hayatında
gerekse ölümünden sonra gösterdiği kerâmetler hakkındaki birçok rivayet; hem
halk arasında dilden dile aktarılarak, hem de menkıbe kitablarına kaydedilerek
bugünlere taşınmıştır. Hazret Sultan Yesevî, yeraltı çilehanesinde49
uzun bir hayat geçirerek öldükten sonra da birçok kerâmetler göstermiştir.
Tarih ve menkıbe kitaplarına, bu sayısız kerametlerin ancak birkaç tanesi
geçebilmiştir. Bu kerametlerin, olağandışı, gerçekötesi içeriklerinin sorgulanması
yanlış olur. Burada özen gösterilmesi gereken nokta, bu rivayetlerin
içeriklerden çok Hazret Sultan Yesevî’ye halk muhayyilesinde biçilen rol
olmalıdır.
Hazret Sultan Yesevî’nin sadece Türkistan’da veya Kuzey Türkleri arasında
değil, bütün Türk yurtlarında çok derin ve güçlü bir manevî nüfuza sahib olduğu
düşünülürse, dünyadan göç ettikten sonra da birçok kerametlerinin görüldüğüne
ilişkin bu rivayetlerin mahiyeti daha kolay anlaşılabilir. Sadece
Kazakistan’da değil, Kırgızistan’dan Tataristan’a bütün Kıpçak bozkırlarında ve
Özbekistan’dan Türkiye’ye bütün Oğuz yaylalarında Yesevî’ye ait menkıbelerin
izlerine rastlamak mümkündür.
Bugün de Türkistan’a giden herkes, Yesevî kerametlerinin halk arasında
nasıl canlı bir şekilde yaşadığını, yaşatıldığını ve bu rivayetlerin her geçen
gün yenileri üretilerek, zenginleşerek devam ettiğini kısa araştırma ile hemen
gözlemleyebilir. Yaygın bir örnek olarak Türkistan bozkırlarında pek çok çocuğa
Sultan Ahmed, Ahmed isimleri verilmesinin çocuğun anne-babası veya bir yakınının
rüyasına giren Hazret Sultan’ın tavsiyesi sonucu olduğunu hemen hatırlatmak
isterim.
Bu bölümde Hüsâmeddîn Hüseyin ibn Alî es-Sığnâkî (ölümü: 1311) eseri
olan “Yesevî Menâkıbnâmesi”, Osmanlı tarihçisi Âli Gelibolulu Mustafa’nın
“Künhü’l-Ahbâr”50 kitabından Doç. Dr. Ali Aktan’ın sadeleştirdiği
rivayet, Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin “Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî”, Hüsâmeddîn
Orun-Koylakî’nin Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından neşredilen Neseb-nâme
eserlerinde kayda girmiş Yesevî kerametlerinden bazıları bu bölümde sunulacaktır.
(Kazakistan’da, Özbekistan’da bulunduğum günlerde bizzat tanık olduğum
güncel kerametleri ve derlediğim şifahî rivayetleri, yazılı kaynaklara öncelik
vermek tercihi ile -şimdilikyayınlamadığımı da belirtirim. H.Bice)
Öncelikle Hazret Sultan Yesevî’nin ‘Pîr-i Türkistan’ ünvânının bir
yakıştırma olmayıp tarihî kayıtlardan çıkarıldığını gösteren rivayeti arz etmek
isterim: Ferîdüddîn Attâr’ın Mantıku’t-Tayr kitabında “Pîr-i
Türkistan” diye kasdettiği Türkler’in efsânevî pîri de Ahmed Yesevî’dir:
“Pîr-i Türkistan kendinden haber
verdi
Dedi ki: En çok iki şeyi severim...
Hazret Sultan Hakkında Kayda Girmiş Bazı Kerametler
Hüsâmeddîn Hüseyin ibn Alî es-Sığnâkî (ölümü: 1311) eseri Yesevî
Menâkıbnâmesi’nden birkaç kerâmet:51
Hazret Sultan Yesevî’, birgün, Türk meşâyıhı ile Bâğ-ı Evliya denen
bağda oturmuşlardı. Dillerinden şu cümle döküldü: “Yiğit o kişidir ki teveccüh
eder de bağ raksa başlar”. Sadece bu sözü söylemekle bağ raks etmeye başladı.
Hâce Ahmed Yesevî dediler ki: “Ben, (sadece) bir söz söyledim, o raksa başladı.
” Bağın raksı hemen durdu. (Bu rivayetin çok benzer bir diğer örneği Şah-ı
Nakşbend Bahâeddin Buharî ile ilgili olarak rivayet edilmiştir.)
Ahmed Yesevî, birgün Ferket’te iken yakınlarda vefat etmiş sûfîlerden
Hâce Zekeriyyâ-yı Fâhir’in mezarını ziyâret etmek istediler. (Onlar ziyarete
giderken) Ferket şehri de arkalarından geliyordu. Hazret Sultan Yesevî : “Hemen
geri dön” buyurdular. Hemen şehir döndü.
Hazret Sultan Yesevî, kendisinden bîat almak isteyen Baba Muhammed
Hotenî’yi onunla sohbetten önce dövdüler. Daha sonra Baba Mâçîn olarak ün
kazanarak halîfesi olacak olan bu sûfînin elini boynuna bağlayıp beşyüzbir
kamçı vurdular. Baba Mâçîn’in koltuk altından bir güvercin uçup gitti ve
dünyayı terk etti. Baba Mâçîn dervîş olup Hâce Ahmed’in halîfelerinden biri
oldular. Bu dervîşin hâli o dereceye ulaşmıştı ki, onun bir merkebi vardı. Türkistan
kapısından Hoten kapısına kadar tezek yerine misk atardı. Hâce Ahmed onu satın
aldı ve “Kıyâmet gününe kadar senin nesline (vakf) olsun... ” diyerek arpa
anbannı O’na emanet etti.
Hazret Sultan Yesevî şöyle buyurdu: “Rüyada oğlum İbrâhim’in
öldürülmüş olduğunu gördüm. Ben, halkın cefâsını çok çektiğim için bu
derecelere ulaştım. Bana yüz sene taş vurdular, sabrettim. Sabreden zafere
ulaşır. ” (Yesevî’nin oğlu hakkındaki bu rüyâsının nasıl gerçekleştiğine
ilişkin bir rivayet aşağıda yer almaktadır.)
Birgün Hâce Ahmed Yesevî bir yemek pişirip mürîdlerden Hâce Dûgî’ye
buyurdular ki: “Gucduvân’a gidin, Hâce Abdul-Hâlık Gucduvânî’den katık (=
yoğurt) getirin.” Hâce Dûgî Gucduvân’a ulaşmadan önce Hâce Abdul-Hâlık’ın
halîfesi (Gucduvânî’den sonra Nakşbendîyye silsilesini sürdürecek olan) Arif
Rîvgerî, Yesi’ye katık getirip döndü. Hâce Dûgî dönüş yolunda Ârif Rîvgerî ile
karşılaşıp Gucduvân’a yöneldi. (Hâce Dûgî) dediler ki: “Ârif’in işi (hâli)
benden üstün oldu. ”
Hüsâmeddîn Sığnâkî’ye ait ‘Yesevî Menâkıbnâmesi’nde kaydedildiğine göre
Yesevî tekkelerinde kadın-erkek (birlikte) zikr ve zikir eşliğinde semâ
ederlerdi. Ansızın Arab (ülkeleri) yönünden bir cemâat kırk dervişle birlikte
geldiler. Ahmed Yesevî’ye: “Kadın erkek zikir ve semâ ediyorlar, bu nasıl
olur?” diye sordular. Hazret Sultan Hâce Ahmed bir ateşi pamuğa sardı,
kutuya koyup ağzını kapattı ve onların eline verdi. Onlar kendi memleketlerine
döndüler. Mısır’ın (bir) şehrinde, büyük câmide, kalabalık bir insan topluluğu
içinde (kutuyu) açtılar. Gördüler ki ateş pamuğa zarar vermemiş hattâ hiç etki
etmemiştir. Dediler ki: Hâce Ahmed bize bir işâret verdi yani “Bizim
sohbetimizde kadın-erkek işte böyledir” (beraber olmaları gönüllerine
zarar vermez) demek istedi. Arab şeyhleri: “Hâce Ahmed bizim pîrimizdir”
dediler.
Hazret Sultan Hâce Ahmed Yesevî, Abdul-Hâlık Gucduvânî’nin arkadaşı
idiler ve Baba Muhammed Hotenî (ki ona Baba Mâçîn derler), Süleyman Hakîm Ata,
Sûfî Muhammed Dânîşmend ve Hâce Dûgî gibi dört pîr-i kâmil ile Kâ’be’yi,
Gucduvân’da tavaf ettiler. Bu olağanüstü vakıa Hüsâmeddîn Sığnâkî’nin Yesevî
Menâkıbnâmesi’nde şöyle anlatılır:
Ahmed Yesevî Kâ’be-i Muazzama’ya gitmeye niyet ettiler ve buyurdular ki: “Yiğit
o kişidir ki Kâ’be’yi bize getirir”. 400 velî, 400 kerâmet ehli sûfî, 400
av köpeği, 400 at ile birlikte Gucduvân’a ulaştılar. Hâce Abdul-Hâlık
Gucduvânî, halîfesi Arif Rîvgerî’ye dediler ki: “Hâce Ahmed, Mekke’ye doğru
yola çıktı, şu anda Gucduvân’a ulaşıyor, O’nu karşılamaya çıkın!” Hâce Ârif
hemen bir duvara binip gitti. Hâce Ahmed’e, Hâce Abdul-Hâlık’ın 400 deve ve 400
ineği kesip ziyâfet verdiğini, Kâ’be’yi de Gucduvân’a getirip hazırladığını
anlattılar. Sabahleyin Hâce Ahmed, tüm Türk şeyhleri ile Gucduvân’a getirilen
Kâ’be’yi tavaf etti. Türk şeyhleri, kıyâmet gününde bizden bir nişan olur diye
o mahalle bir taş attılar. Bundan sonra Ahmed Yesevî buyurdular ki: “Ey
Hâce Abdul-Hâlık! Sizin öldürücü bir müridiniz varmış. Söyleyin de O’nun hâlini
görelim”. Hâce Abdul-Hâlık, halîfesi Ârif Rîvgerî’ye işâret ettiler. Hâce
Ârif Rîvgerî: “Onların canını mı sökeyim yoksa atlarının canını mı”? dedi.
Hâce Abdul-Hâlık: “Atlarının...” buyurdu. Ârif Rîvgerî atlara doğru bir
el çırptı. Dört (dörtyüz ?) atın hepsinin boynundan kan aktı. Herkes: “Öldürücü
imiş” dediler.
Ahmed Yesevî’nin Hacc’a gidip gitmediği veya kaç kez hacc görevini ifa
ettiği konusunda rivayetlerin ötesinde bir bilgi Fakr-nâme risalesinde yer
almaktadır. Dîvân-ı Hikmet’in basılı nüshalarının baş kısmında yer verilen bu
risalede Hazret Sultan Yesevî’nin hayatı hakkında önemli bilgiler yer alır:52
“Sultân Ahmed-i Kübrâ (= Ahmed Yesevî) söylediler: Yetmiş üç yıl ömür
gördüm, kırk yıl misâfirlik ile oldum, yedi yıl hac kıldım, bin mertebe hatm-i
Kur’ân kıldım, yetmiş mertebe Hazret-i Rasûl-i Ekrem, salla’llâhu ‘aleyhi ve
sel temi düşümde gördüm. ”
Fakr-nâme risalesindeki bu satırlardan anlaşıldığına göre Ahmed Yesevî
yedi kez Hacc görevini ifa etmiştir. Zamanın ulaşım ve lojistik imkânlarının
ortaya koyduğu güçlük düşünülürse bu çok önemli bir gayreti ifade eder. Ahmed
Yesevî’nin Hacc görevini ifa ettiğinin bir kanıtı da Dîvân-ı Hikmet’teki bir
şiirin Hacc giderken vedalaşma temasını işlemesiyle bu hususu destekler.
Fakr-nâme’nin aynı sayfasında Hazret Sultan Yesevî’nin Hz. Rasûlullah
(s.a.v.)’i yetmiş kez rüyasında görmüş olduğu bilgisinin de kaydedilmiş olması
dikkat çekicidir.
Ahmed Yesevî ve dervişlerinin Kâbe yolculuğu menkıbesiyle ilgili bir
Türkmenistan’dan derlenmiş bir rivayet daha vardır:
MENKIBE
“Hazret Sultan Yesevî, dervişleriyle
birlikte Gucduvân 'dan, Abdul-Hâlık Gucduvânî 'nin yanından ayrılıp Hacc
ziyareti için Mekke 'ye hareket eder Leb-Ab kenarlarına geldiklerinde ırmağın
suları coşmuş, büyük bir gürültüyle kıyıları beyaz köpükler doldurmuştur İki
kıyı arasında yolcu taşımak üzere kenarda duran kayıkçılara: “Bizi karşıya
geçirin... ” dediklerinde, kayıkçılar, haddinden fazla bir ücret isterler Bunun
üzerine, Ahmed Yesevî, bir keramet göstererek, asasını ırmağa doğru uzatınca
asası bir kayık haline gelir Dervişler teker teker “Bismillah ” diyerek bu asadan
yapılma kayığa binip karşı kıyıya geçerler Bu vakıa karşısında hayretler
içinde kalan ve yaptıklarına pişman olan kayıkçılar. Hazret Sultan Yesevî 'den
özür dileyip ayaklarına kapanırlar ve affedilmelerini isterler ”
Büyük Türkmen şairi Mahtumkulu ’nun
“Rüstem dey süyrerdi bir apı bile
Dövler titreşerdi gürz havfı bile
Hoca Ahmed Yessevî yüz sufı bile
Keşti siz deryanı şeyle geçdiler... ”
şeklindeki dizeleri, Türkmenler arasında bugün de nakledilen bir
rivayeti dile getirmektedir.53
Dua ile Kâ’be’nin huzura getirilmesi rivayetinin çok benzerini yansıtan
bir uygulama olarak, bugün Aral gölüne yakın bir yerdeki ‘Horasan Ata’ olarak
bilinen Abdul-Celîl Bâb türbesi yakınındaki bir alanın, Horasan Ata’yı ziyarete
gelen Kâ’be’nin gölgesi düşen yer olarak ziyaret edilerek tavafa benzer şekilde
yedi kez çevresinde dönülerek ziyaret edildiği gözlenmektedir. Selçuklulara
yurt olduğu dönemlerde Seyhun geçitlerini savunmaya yarayan kaleler ile dolu
olan Seyhun havzası bugün kuraklık nedeni ile terk edilmiş durumdadır,
yıkılmağa terk edilmiş kurganlar da olmasa bir zamanlar buralarda insanların
hayat sürmüş olduğuna inanmak çok güç olurdu.
■Mele
Hüsâmeddîn Orun-Koylakî’nin Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından
neşredilen Neseb-nâme’sinde kaydedilmiş Yesevî rivayetlerinden bazıları da
şunlardır:
“YesevîAhmed Hâce Ata’nin yüzyirmi yıl ömrü oldu. On iki bin Seyyîd
mürîdi oldu. Kırk sûfî ile halvete girer, kırkbirinci günü çıkar idi.
YesevîAhmed Hâce Ata her gün kendi yakasını tutup Hak Teâlâ’ya sığınır,
yalvarmayla derdi ki, “İlâhi, âlem halkı doğru yola girdi, ben girmedim. Yesevî
Ahmed Hâce Ata Kâ’be’ye varır olsa, buluta binip varır idi. Ve yine “O şeyh ki
kırk yıl halvet ile mürîdi terbiye etmese, o kimseye şeyhlik yaramaz.” diye
söyledi. “Ve yine şeyh o kimsedir ki kendi günahına baksa, başkasına bakmasa,
onun yoldaşı Hızr aleyhi’sselâm ve llyâs olsa. ” diye söyler idi. “O şeyh ki
(namazın) sünnetini burada kılsa, farizasını Kâ’be’de kılsa, ona şeyhlik
helâldir, yoksa haramdır. ” diye söylerdi.
Tekkesine bağışlanan sayısı hesaba sığmaz armağan ve adaklardan,
kendisi bir lokmayı dahi kabul etmezdi.
Ahmed Yesevîbabasının sohbet arkadaşı olan Hızır (a.s.) ile her zaman
sohbet ederdi. Hattâ Hızır Aleyhisselam, birgün Hazret Sultan Yesevî’ye der ki:
“Hergün yedi kere sohbet ehli aramak için yedi iklimde seyahat ederim, senden
daha uygun ve daha salih bir sohbet arkadaşı bulunmaz”.
Aşağıdaki menkıbe, Türkmen kaynaklarından derlenmiş olup Yesevî
halîfelerinin önde gelenlerinden Süleyman Hakîm Ata; Gözlü Haşan Ata ve Koçkar
Ata’nin intisab ve manevi dereceleri hakkındadır.
MENKIBE
Uzaklardan gelerek kendisine intisâb
eden Süleyman Hakîm Ata; Gözlü Haşan Ata ve Koçkar Ata 'ya daha fazla değer
vermesine dervişlerinin gönül koyduğunun farkına varan Hazret Sultan Yesevî,
bütün dervişlerini sınavdan geçirmeğe karar verdi. Elindeki asasını mescidinin
penceresinden dışarıya fırlatıp, dervişlerine dönerek “Hadi koşun, asamı alıp
getirin; bakalım kim alıp gelecek ? ” dedi. Bütün dervîşler hızla kapıdan
fırlayıp Yesevî 'nin asasını aramaya çıktılar Ancak uzaklardan gelen dervîşler
-yani Haşan, Süleyman ve Koçkaryerlerinden hiç kıpırdamadılar Asayı aramağa
giden dervîşler elleri boş olarak mescide dönünce Hazret Sultan Yesevî, onlara
“Siz neden çıkmadınız?” sorusuna karşılık Gözlü Ata, Yesevî'ye asasının
Türkistan civarına düşmüş olmadığını, ta Balkan dağlarına düştüğünü söyler
Gözlü Ata 'mn bu kerametini duyan kıskanç dervîşler pişman olup tövbe ederler
Bunun üzerine onlara dönen Hakîm Ata da, içinde “Sûfî-nakş oldun veli,
hergizMüsülman bolmadın. ” dizeleri bulunan Yesevî hikmetini okur
Asa sınamasını başarı ile geçip
devrinin tanınmış pirleri arasına katılan bu üç dervişini Türk halkları
arasında İslâm 'ı yaymak için, icâzetlerini verip birer beldeye gönderir Ahmed
Yesevî, Süleyman Hakim Ata 'yı Hârezm 'deki Kongrat ve Ürgenç dolaylarındaki
halkların arasına gönderirken “Bindiğin deve nerede çökerse o yer senin tekke
mekânındır ” diyerek izin verir. Süleyman Hakim Ata ’nın devesi, Ceyhun 'dan
geçtikten sonra Kongrat 'a yakın bir yerde durup çöker Deveyi kaldırmak için ne
kadar uğraşılsa da, deve böğürerek yerinden kalkmıyor Böylece Süleyman Hakim
Ata mekân tutacağı yere geldiğini anlar. Hakim Ata ’nın “Bakırganî” olan
mahlâsının, devesinin acı acı bağırmasından dolayı durduğu yere “Bakırgan ”
adının verilmesi ile ilgili olduğu şeklindeki anlatımlara Türkmenler arasında
bugün de rastlanır.
Hoca Ebü '1-Hasan Aşıkî, Uzun Haşan
Ata adları ile de anılan Gözlü Ata 'ya da asa ile ilgili kerâmeti
görüldüğünde, Ahmed Yesevî, “asanın düştüğü yer senin mekânındır” demiştir.
Böylece Gözlü Ata da asanın düştüğü yer olan Güneybatı Türkistan 'daki Balkan
'a doğru yollanır. Kısa sürede kendisini Türkmen halkına kabul ettirir.
Mangışlak (bir başka anlatıma göre Altın-Orda) hanı Cambek 'in kızı Aksuluv
(Ak Sultan) ile evlenir.
Koçkar Ata (Süzük Ata) ise önüne
bırakılan bir koç ürkütülerek kaçırılıp Kesearkaç dolaylarına yollanır “Koçu
yakalayacağın yer senin mekânındır ” denilir. Koçkar Ata, sözü edilen Kesearkaç
'a varıp koçu tutar. Rivayetlere göre burası, Türkmenistan 'da bulunan
Kızdarval 'a yakın Koç obası veya Arçman maden ocağının bulunduğu yerdir. Bazı
anlatımlara göre de, Koçkar Ata ’nın kabri Arçman sanatoryumunun
yakınlarındadır Ancak bugünkü Türkmenistan 'da nesli kalmamıştır veya var ise
de bilinmemektedir. ”
(Bu üç derviş ile ilgili olarak bkz: Yesevî Vârisleri)
İmam Mervezî hakkındaki anlatı, Hazînî’nin Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı
Bihâr adlı değerli eserinde yer almaktadır.54 Hazret Sultan
Yesevî’nin manevî derecesini sınamak için dergâhına doğru yola çıkan âlim bir
kişi olan Mervezî’nin başına gelen olağanüstü işler hakkındadır. Yola çıkarken
Yesevî’nin büyüklüğünü kabul etmek istemediği, hattâ O’nu küçük düşürmek
istediği halde, tanık olduğu kerâmet sonucu cazibesinden kurtulamayıp bîat
eden ve önde gelen Yesevî mürşîdlerinden biri olan İmam Mervezî (= Merv’li) ile
ilgili rivayet çok ilginçtir:
MENKIBE
Hazret Sultan Yesevî 'nin şöhreti her
tarafa yayıldığı sırada Yesi şehrinden dört öğrenci öğrenim maksadı ile Hârezm
diyarındaki Ürgenç şehrine gittiler Ünlü bir âlim olan İmam Mervezî ise,
Ürgenç 'in en tanınmış müderrisi olduğundan Yeşili öğrenciler de ders verdiği
medresesine kayıt yaptırdılar İmam Mervezî, ilk derslerinde yeni öğrencilerin
Yesi 'li olduklarını öğrenince, “Türkistan 'daki meşhur şeyh Ahmed Yesevî 'nin
şeriata aykırı söz ve hareketleri olduğunu duyduk. Acaba bu işittiklerimin aslı
var mıdır ? ” diye sordu. Yeşili genç öğrenciler bu zor soruya yanıt olarak sadece
Hazret Sultan 'ın onikibin dindar dervişi olduğunu, şeriata aykırı bir hareketi
olup olmadığı hususunda birşey bilmediklerini söylediler. Öğrencilerin bu
yanıtı da şübhelerini gideremediği için İmam Mervezî. Türkistan 'a bizzat
gidip meseleyi anlamağa niyet etti ve dostlarına “Bu zamana kadar şeriatın
onikibin meselesini ezberlemişim; elbette bu işi gider, bizzat tahkik ederim ”
diyerek yola çıktı. Bu onikibin meseleden en zor olan üçbinini Ahmed Yesevî
'den sormak üzere ayırdı. Yanına dörtyüz fazılDânîşmend ve kırk müftü alarak
Türkistan 'a yöneldi.
İmam Mervezî 'nin kafilesi Türkistan
yolunda iken, Allah 'ın yardımı ile, olup bitenden haberdâr edilen Ahmed
Yesevî, yeğeni ve önde gelen halîfesi SûfîMuhammed Dânîşmend'e “Bak bakalım,
bize âfâktan ne gelir? ” diye emretti. SûfîMuhammedDânîşmend, İmam Mervezî'nin
hafızasında hazırladığı üçbin şeriat meselesini sormak üzere bir kafile ile
geldiğini haber verdi. Bunun üzerine. Hazret Sultan Yesevî 'nin emri ile, Sûfî
Muhammed Dânîşmend, o meselelerden binini İmam Mervezî'nin hafızasından sildi.
Yesevî bundan sonra sonra, Süleyman Hakîm Ata'ya da aynı emri verdi: Süleyman
Hakîm Ata da Hârezmliİmam Mervezî'nin üçbin mes 'ele ile yola çıkmışken,
bunlardan bininin silindiğini ve geri kalan ikibin mesele ile geldiğini
söyledi. Ahmed Yesevî, Hakîm Ata 'ya da bin meseleyi daha silmesini emretti.
Hakîm Ata da İmam Mervezî'nin hafızasından bin meseleyi daha sildi. Bu suretle
İmam Mervezî, Yesi 'ye geldiği zaman, hafızasında ancak bin mes 'ele kalmıştı.
İmam Mervezî, Yesevî dergâhına vardığında. Hazret Sultan ’ı sırtında ters
giyilmiş eski bir kürk, başında koyun derisinden siyah külah ile görünce: “Ey
derviş. Allah 'ın kullarını yoldan çıkaran Ahmed Yesevî sen misin? ” diye
sordu.
Hazret Sultan Yesevî, bu küstahça
soruya hiç kızmadan, “Şimdilik üç gün konuğumuz ol, daha sonra görüşürüz... ”
yanıtını verdi. İmam Mervezî, üç gün dinlendikten sonra İslâmî meselelerde
sınav’ talebini söyledi. Dervîşler ortaya bir kürsü getirdiler İmam Mervezî.
kürsüye çıktı.
Bu sırada Hazret Sultan, Hakim Ata
'ya İmam Mervezî'nin hafızasında arta kalmış olan bin mes 'eleyi de silmesini
emretti. İmam Mervezî kürsü üzerinde Hazret Sultan ve dervişlerini sınava
çekmek istediği mes 'elelerden hiçbirini hatırlayamadı. Bunun üzerine
sorularını sormak üzere yanındaki not defterlerini, yaprak yaprak açtı.
Hayretle, not defterlerinin her bir yaprağını bembeyaz buldu.
Bunun üzerine kusurunu anlayıp
kürsüden indi. Hazret Sultan 'ın eline sarılıp niyâz ve istiğfar edip,
yanındaki bütün fazıl-Dânîşmendleri ve müftüleri ile beraber biat ettiler.
Beş yıl süre ile Yesi 'de kalıp
halvetler, erbainler ve ağır riyâzetlerle bütün tasavvuf! mertebeleri tamam
etti. Nihayet Ahmed Yesevî, İmam Mervezî 'yi diğer beş halîfesi ile beraber
Hârezm ve Horasan halkını tasavvuf yoluna davet ve manevi terbiyeleri görevi
ile kendi memleketlerine gönderdi.
MENKIBE
“Rivayet edildiğine göre Horasan
erenleri '55 Ahmed Yesevî 'ye büyük bir değer vermekle beraber, makâmının
gerçek derecesini bilmiyorlardı. Büyük bir meclis düzenleyerek Ahmed Yesevî
'yi de davet edip imtihan etmeğe karar verdiler. İçlerinden yedi tanesi turna
şekline girerek bu daveti Hazret Sultan 'a haber vermek üzere yola çıktı. Bâtın
gücü ile bunu haber alan Ahmed Yesevî, mürîdlerine yedi velînin gelmekte
olduğunu söyleyerek yanına bazı dervişlerini de aldı ve yine turna şekline
girerek onları karşılamağa çıktılar Semerkand sınırındaki bir büyük nehirde
iki taraf karşılaştılar
Horasan erleri, Ahmed Yesevî’nin bu
kudretine karşı aciz ve hayran kaldılar Sohbet sırasında Yesevî, nehire bir
nazar kıldı: Bir bezirgân (tüccâr), bütün malı, davarları ile sudan geçerken
hepsini su almış ve bezirgân, kurtulduğu takdirde malının yarısını
bağışlayacağını vaad etmişti. Ahmed Yesevî bunun üzerine hemen elini uzatıp
bezirgânı kurtardı ve hemen şeklini değiştirerek insan kıyafetine girdi.
Bezirgân derhal felâketten kurtarılmalarına vesile olan Yesevî 'nin eline
sarıldı ve bütün malının yarısını ona verdi. Ahmed Yesevî, bu kadar mal ve
serveti alıp Horasan 'a geldi, hepsini Horasan erenlerine bağışladı. ”
■Mele
Ahmed Yesevî’nin taat ile dolu dolu geçen gündelik hayatının kalan boş
vakitlerinde tahtadan kaşık, kepçe ve keşkül56 yontup satarak
geçimini sağladığı rivayet olunmuştur. Ahmed Yesevî’nin dünyevî geçimini
sağladığı bu işle ilgili olarak ünlü Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Âli
tarafından KünhüTAhbâr’da kaydedilmiş ilginç bir rivayet de vardır:
MENKIBE
Hoca Ahmed Yesevî -kuddise
sırruhûhazretleri (...) dâima arak-ı cebin ve kedd-i yemin ile geçinüp
ibâdetten hâli oldukça kaşık ve kepçe ve keçgül yanarlar idi. Maaşına anların
kıymetin sarfederler idi. Sadakâtı ve nüzûru âyende ve revendeye bezleylerdi.
Rivayet olunur ki Hâce-i nâmdârın bir öküzü var idi, daima üstünde bir heybe
ile kaşık ve kepçe ve keçgül bedîdar ve ol şehrin çarşısında devvâr idi.
Haridâr olanlar ne mikdâr ki alırlardı, kıymet-i muayyenesini heybeye
bırağırladı. Ol öküz akşama dek her gün gezerdi. Badehû huzûr-i Hoca 'ya
gelürdi. İçindekini kendi mübarek eliyle ahırdı. Faraza bir kimesne ol metâdan
alsa ve kıymetini heybeye bırakmasa hergiz öküz ardından ayrılmazdı, tâ ol
aldığı metâı veyâ akçeyi bırakmayınca ahar semte gitmez idi. Azîz-i
müşarünileyhin bir kerâmeti dahî ol gâvın bilâ-dîdebân bu veçhile çarşıları
devran etmesiydi.
(Sadeleştirilmiş Metin: Hoca Ahmed Yesevî -kuddise
sırruhûhazretleri (...) dâima alnının teri ve elinin emeği ile geçinirdi ve
ibadetten arta kalan, boş zamanlarında ağaçtan kaşık, kepçe ve keşkül yontar,
geçinmek için bu işten kazandığını harcardı. Dergâhına getirilen sadaka ve
adakları, ziyaretçi ve dervişlere sarf ederdi. Rivayet olunur ki, nâmı yüce
Hazret’in bir öküzü vardı ki Hâce imal ettiği kaşık, kepçe ve keşkülleri bir
heybeye doldurduktan sonra bu öküz, sırtına yüklenenlerle şehrin çarşısında
dolanır idi. Alıcılar, her ne alsalar aldıklarının bedelini heybeye
bırakırlardı. 0 öküz, hergün akşama kadar bu şekilde pazarı gezer, sonra Hazret
Sultan Yesevî’nin yanına dönerdi. Eğer bir kimse heybeden bir şey alsa ve
bedelini heybeye bırakmasa bu öküz asla o kişinin ardından ayrılmazdı. Tâ ki,
aldığı eşyayı geri koyana veya parasını heybeye bırakmadıkça başka yere
gitmezdi. Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerâmeti de o öküzün hiç aksatmadan bu
şekilde çarşıları dolanması idi.)
Ahmed Yesevî’nin Oğuzların Çavuldur boyunun Seyhun boylarından Batı’ya
doğru göç etmesi gibi önemli tarihî bazı olaylara yol açtığı kaydedilmiş olan
bir rivayet, Yesi’de irşad faaliyetine başlayan Hazret Sultan Yesevî’nin irşad
çalışmalarında zaman zaman güçlüklerle karşılaştığını, hattâ biricik oğlu
İbrahim'i öldürecek kadar düşmanlık gösteren bölge egemenlerinin engelleme gayretlerini
inanılmaz bir sabır ve tahammül ile nasıl aştığını gözler önüne sermektedir. Bu
konu ile ilgili birkaç uzun menkıbe, ard arda sunulmuştur:
MENKIBE
“Yesi civarındaki Savran5
kasabası halkı, öteden beri çekişme içerisinde oldukları Yeşillere karşı
düşmanlıklarını özellikle ünü daha sağlığında Yesi 'nin çok ötelerine ulaşan
Ahmed Yesevî 'nin şahsına odaklamışlardı. Ahmed Yesevî’nin şöhreti Türkistan
bozkırlarında yayıldıkça, Savranhların kıskançlık ve hasedi de artıyordu. Bu
şöhreti nasıl baltalayabilecekleri konusunda da plan üzerine plan yapan
Savranhların yaptıkları ve başlarına gelenler şöyle anlatılır:
Sonunda Hazret Sultan ’ı hırsızlıkla
suçlayabilmek için bir plan düzenlediler: Bir sığırı kesip parçalayarak
gizlice getirip Yesevî dergâhının içerisine bıraktılar Mevsim yaz olduğu için
Yesevî mürîdleri bina bahçesinde vakit geçiriyorlardı. Bu yüzden hiç kimse
parçalanmış sığırın dergâha bırakıldığını göremedi. Ertesi sabah kaybolan bir
sığırı aramak bahanesi ile Savran halkı sabah erkenden Yesevî dergâhı önünde
toplandılar ve Hazret Sultan 'a dergâhının içerisini aramak istediklerini
söylediler
Ahmed Yesevî bu münafıklara hitaben,
“Girin itler, girin köpekler! ” dedi. Savranhlar dergâhın içerisine girdiler:
fakat derhal birer köpek şekline dönüşüp, daha önceden parçalayıp getirdikleri
sığırın etlerini yemeye başladılar Dergâhın dışında kalarak bu hali seyreden
Savranhlar feci halde korktular Hemen tevbe ve istiğfar ile yaptıkları planı
itiraf ederek Hazret Sultan 'ın ellerine kapanıp af dilediler Savranlıların bu
itirafını dinleyip af talebini kabul eden Hazret Sultan Yesevî 'nin duası ile
gerisin geri insan şekline döndüler ”
Hacı Bektaş Velî, Velâyet-nâmesi’nde bu menkıbenin biraz değiştirilmiş
bir versiyonuna rastlanır:
“Yesevî 'nin halk arasında itibar
kazanmasını ve ünlenmesini kıskanan ve nasıl olursa olsun Ahmed Yesevî 'ye bir
kötülük yapmak isteyen kimseler toplandılar İçlerinden birinin öküzünü keserek
mezbahada hayvanın yalnız ayaklarını bıraktılar ve derisi yüzülmüş öküzü
doğruca Hazret Sultan 'ın dergâhının mutfağına götürüp astılar Bu nifak ehli,
ertesi gün şehrin yöneticisine gidip öküzlerinin çalındığını iddia edip
şikâyetçi oldular Kaybolan öküzü bulmak için bütün evler arandı. Planları
gereği öküzün kanlı izlerinin oraya kadar gittiğini delil göstererek Hazret
Sultan 'ın mut-
fağını görmek
istediler. Bu umulmaz itham, herkesi hayretlere düşürdü. Batın kuvvetiyle
kendisine atılacak iftirayı önceden keşfeden Ahmed Yesevî, dergâhın mutfağının
aranmasına izin verdi. İftiracılar, dergâhın mutfağına girip oraya bıraktıkları
öküzü buldular. İftiracılar, artık maksatlarına nâil olduklarını düşünürlerken
Hazret Sultan Yesevî 'nin kerâmeti birdenbire tecellî etti ve birdenbire birer
köpek şekline girerek kendi elleriyle dergâha getirdikleri öküz etini yiyip
bitirdiler. ”58
Rivayetlere göre Savran halkı, “hırsızlık” iftiralarının boşa çıkartılmasından
sonra da, yedikleri bütün manevî darbelere rağmen Hazret Sultan Yesevî ile
uğraşmaktan bir türlü geri durmadılar. Bu konudaki bir rivayet şöyledir:
MENKIBE
“Ahmed Yesevî’nin
İbrâhim adlı bir oğlu, bir de güzel atı vardı. Buyurmuşlardı ki: “Her kim
çocuğumun ölüm haberini getirirse, atımı o haberi getirene şükrâne olarak
vereyim. ” Savran halkı bu haberi duyunca çok sevindiler. Birgün Yesevî hin
biricik oğlu İbrâhim ’i bir ağacın dibinde uykuda bulup başını kestiler ve
çocuğun kestikleri başını bir havluya sararak Ahmed Yesevî’nin önüne getirip
bırakıverdiler Hazret Sultan Yesevî, getirenlere, “Bu getirdiğiniz nedir? ”
diye sordu. Savran! dar getirdiklerinin “yeni yetişmiş, turfanda kavun ”
olduğunu söylediler Ahmed Yesevî 'nin Savranlıların yaptığı işi anlamakla
beraber, yine de vaad ettiği atı verdi. Hattâ oğlunun katiline kızını da verdi
ki kan davası olup aralarında düşmanlık ve diyet bakî kalmaya. Şimdi her sene
o ağaç altındaki maktelden kan aktığı görülür Hazret Sultan 'ın mürîdleri ve
kendisine saygı duyanlar hâlâ o kandan alırlar, Allah 'ın izniyle sürüldüğünde
birçok yaralara deva olur ”
Önde gelen Yesevî halifelerinden Süleyman Hakîm Ata’ya atfedilen
şiirlerden İbrâhim Kıssası adlı uzun şiir bütünüyle Ahmed Yesevî’nin biricik
oğlu İbrahim'in öldürülmesi ile ilgilidir. Bu şiirde Ahmed Yesevî’nin oğlu
İbrahim'in önce boğulması için suya (muhtemelen Seyhun nehri) bastırılıp sonra
başının kesildiği; oğlunun kesilen başının bir tepsi üzerinde Hazret Sultan
Yesevî’ye ulaştırıldığı anlatılır. Bu şiire göre diğer rivayetlerden biraz
farklı olarak Ahmed Yesevî büyük bir üzüntü ile feryad etmiş; “ümid ile
babasının adını koydu”ğu oğlunun cenaze namazını kılıp elleriyle kabre
koymuştur. Süleyman Hakîm Ata’nın yazdığına göre Allah’ın büyük bir velîsine
yapılan bu zulüm, katiller yanı sıra Savran halkının da gazab-ı ilahiye
uğramasına yol açmış ve bütün kasaba ahalisi yere batırılmıştır.
Hakîm Ata’nın Mustafa Sever tarafından
Türkiye Türkçesine aktarılan bu ibretli şiiri şöyledir:59
İbrâhim Kıssası
Eyâ dostlar İbrâhim’ning
kıssasını Beyân iyley hayrân kalıng dostlarım a Hoca Ahmed’ing derd elem
gussasını ‘Ayân iyley kulak salıng dostlarım a
Her kim iştib kulak salsa
meded kılgay Rûz-ı mahşer şefkat kılıb kulın algay Yol adaşsa hâdî bolub yolga
salgay İrenlerdin du’â alıng dostlarım a
Savran halkı du’â almay rüsvâ boldı
İki ‘âlem ortasıda gümrâh boldı
Başı kaytıb ‘aklı kitib bî-râh boldı
Nâdânlardın ‘ibret alıng dostlarım a
Savran halkı İbrâhim’ning yolın tostı
Acıglanıb cehil birle suga
bastı Su içide İbrâhim’ning başın kisti Koli kurub kattı biling dostlarım a
Kisken zemân ol mel’ûnnıng
rengi uçtı
La’net yagıb bî-hoş bolub
kanı kaçtı Zemân ötmey lahte lahte beyni tüşti
Evliyâdin hazer kılıng
dostlarım a
Evliyâlar gayret kılsa
‘âlem köygey
Gayretidin yiri âsmân dâd
iylegey
Yiti kökdin mela’ikler
yıglab kilgey
Velî kilse hazır bolung
dostlarım a
Sin velîni körey diseng
seher turgıl Tünler kaytıb zikrin itib çehâr zarb urgıl Didârını körey diseng
seyyâh bolgıl Seyyâh bolub didâr körüng dostlarım a
Hak zikrini iter irdi
haber yitti Sultân Ahmed işitib mum özdin kitti Bir âh urdı ‘arşdin ötüb kökge
yitti Siz hem iştib efgân kılıng dostlarım a...
Cigergûşım ferzendim dib
na’ra tarttı Hazret pîrim köp yıgladı şevki arttı Candin kiçken çın sûfîler
kanlar yuttı Kanlar yutub nâlân bolung dostlarım a
İbrâhim’ni sufra üzre salıb kildi
Hazret sultân körüb anı
bî-hod boldı Ferzend üçün yürek bağrı kanga toldı Cannı birib cânân bolung
dostlarım a
Vaveylatâ nedâmet dib çın sûfîler
Takat kılmay özlerini köb
urdılar Yaşın töküb hazret pîrim dip turdılar Yaşlar töküb giryân bolung
dostlarım a
Ferzendim dip hazret
sultân dag örtendi Rahman Tangrım buyrugına boyun sundu Savran halkı cefâ kılıb
gümrâh boldı Muhlis bolub ihlâs kılıng dostlarım a
Sultân Ahmed kice kündüz
kâyim turdı İbrahim dib yürek bağrı kanga toldı Bir âh urdı yiri kökler cünbiş
kıldı Evliyâdin korkub turung dostlarım a
Âsmândaki ferişteler matem
tutdı Urgan âhı kökdin ötüb ‘arşga yitti Candin kiçken çın sûfîler kanlar yuttı
Kanlar yutub gamga tolung dostlarım a
Evliyalar bir âh ursa
yeksân kılur Evliyalar esrârını Tangrım bilür Zahir bâtın barca işler ‘ayan
turur Bir âh tartsa hazer kılın dostlarım a
Hak tâlibi giribânnı pare
kıldı Köksin yarıb özlerinni yara kıldı Derdi elem gussâlarnı çevre kıldı Yaka
yırtıb ‘üryan bolung dostlarım a
Zâhir bâtın sultân irdi
hiç kim bilmes Kâl (ü) hâldin habersizler sır ala almaş Hâl bolmasa kâl
‘ilmidin yol tapılmas Kâl hâlini derber kılıng dostlarım a
Ümid birlen ulug babam
atın koydım Her bir körüb cân (u) dilde ihlâs koydum Babam bûyın sizdin alıb
feyzge toydum Armân kıldı hâlin sorung dostlarım a
İbrâhim’ge şek kiltürgen
kelipsini İşitib okung min aytayın bul kıssanı Hânkâhda berkittiler câm kâseni
İşitib munga kulak salıng dostlarım a
Evliyâga ‘ayan irdi alganları
Kasdın alıp bul koynıga
salganları Hankâhdın çıkıb dem dem külgenleri Berdâş kılıb itmiş biling
dostlarım a
Velî bolsa alganlarnı
bilmes mudi Yoklab kilib bizdin câmın almaş mudi Gavga kılıb bizni rüsvâ kılmas
mudi Aytıb küldi hâzır bolung dostlarım a
İr evliyâ gayret kıldı yir titredi
Yirde kökde melek yıglab
kök botradı Kaşı tüşüb baraş bolub ol kökredi Beter bolsun du’â kılıng
dostlarım a
Hemme nâdân yıgılıb kilib
‘özr ayttılar İr evliyâ gazab kılıb köb söktiler Şakir bolub kıble sarı tiz
büktiler
Evliyâga ‘özr kılıng dostlarım a
Bakıb aydı atkan oknı
tapıp bolmas Hak aldıda hâzır ‘aybını yapıp bolmas Günâhlarnıng tagdın ağır
ötüb bolmas Hakk’a aytıb Hakk’a yıglang dostlarım a
Kamug nâdân hânkâhdin ulub
çıktı Nedâmetde saç (u) sakal yolub çıktı
Hasret kılıb derdi gamga
tolub çıktı Evliyâga ihlâs kılıng dostlarım a
İ’tikâdlık çın bendeler
velî boldı Her hacetin Hak’dın tileb celî boldı
İhlâs kılıb firdevs cennet
güli boldı Gül gül bolub kah kah külüng dostlarım a
Sırat kiçmey kah kah
külmek ‘ayn-(ı) hatâ Hak’dın iştib yıglar irdi hak Mustafâ
Sözni iştib ‘amel kılmas
her bî-vefâ İştib sözni ‘amel kılıng dostlarım a
Sultân Ahmed İbrâhim’ni kolga aldı
Başı teni cünbiş kıldı Hak uladı
Cenâzesin okub barca gurga
koydı San’atıga boyun sunıng dostlarım a
Üç kün ötmey Savran halknı demi çıktı
Bir pâresin kolab kilib
yirge soktı Ba’zılarnı yürek bağrı irib aktı Kahrı katıg korkub turung
dostlarım a
Demin körüb öz özidin hayran kaldı
Yilib yügürüb birbiridin haber aldı
Nâmûs kılıb ölmesdin burun
yüz ming öldi Cezâ birip yeksân kılıng dostlarım a
Evliyâlar kuş dik uçar
kayda hâzır Bâtınları ‘arşnı kizeryörüb âhir
Közin açıb didâr körgey
rûhı tâhir Tâhir bolub didâr körüng dostlarım a
Her evliyâ bir tâ’ife kerametler
Nâçiz kılur evliyânı
melâmetler Tangla barsa çendân kılgay nedâmetler Nâ-cünbişlerge la’net kılıng
dostlarım a
Hakîm Ata Kul Süleyman aydı hikmet
Hazret pîrim ‘arşdin
bülend birdi himmet Yâ Hakîm dip hâlim sorsa tâc-(ı) devlet Men garibni du’â
kılıng dostlarım a
Ey dostlar İbrahim’in
hikayesini Anlatacağım, hayran kalın dostlarım ha!
Hoca Ahmed’in derdini,
elemini, kederini Açıklayacağım kulak verin dostlarım ha!
Her kim işitip kulak verse
yardım edecek Mahşer günü acıyarak kulunu alacak Yolunu şaşırsa rehber olup
yolu gösterecek Erenlerden dua alın dostlarım ha!
Savran halkı dua
almayacak, rezil oldu İki dünya arasında yolunu şaşırmış oldu Başı dönüp aklı
gidip kötü yola saptı Bilmezlerden ibret alın dostlarım ha!
Savran halkı İbrahim’in
yolunu kesti Öfkelenip cahillik ile suya bastı
Su içinde İbrahim’in
başını kesti Eli kuruyup katı(laştı), bilin dostlarım ha!
Kestiği zaman o
lanetlinin rengi uçtu Lanet yağıp kendinden geçip kanı kaçtı Zaman geçme(den)
parça parça beyni düştü Erenlerden sakının dostlarım ha!
Erenler gayret etse dünya yanacak
Gayretinden yer (ve)gök doğru yola girecek
Yedi gökten melekler
toplanıp gelecek Eren gelse hazır olun dostlarım ha!
Sen ereni göreceğim dersen
seherde kalk Uykudan geçip zikr edip “çehâr zarb” vur Cemâlini göreceğim dersen
gezgin ol Gezgin olup cemâlini görün dostlarım ha!
Allah’ı zikr ederdi, haber ulaştı
Sultan Ahmed işitib
bunu kendinden geçti Bir ah çekti, arştan aşıp göğe ulaştı
Siz de işitip feryat edin dostlarım ha!
“Ciğerimin köşesi
oğlum” deyip bağırdı Saygıdeğer mürşîdim çok ağladı, arzusu arttı Canından
geçen gerçek sûfîler kanlar yuttu Kanlar yutup ağlayan olun dostlarım ha!
İbrahim’i sofra
üzerinde bırakıp geldi Hazret sultân görüp onu kendinden geçti Oğlu için
yüreği, bağın kan(l)a doldu Canını(zı) verip sevgili olun dostlarım ha!
“Eyvah, pişmanlık”
deyip gerçek sûfîler Dayanamayıp kendilerini pek üzdüler “Saygıdeğer mürşîdim”
deyip durdular
Yaşlar döküp ağlayın dostlarım ha!
“Evladım” deyip Hazret
Sultan dağlandı, yandı Bağışlayıcı Allah ‘imin buyruğuna boyun eğdi Savran
halkı eziyet edip sapmış oldu Hâlis sevgiyle Allah’a bağlanın dostlarım ha!
Sultan Ahmed gece
gündüz ayakta durdu “İbrahim” deyip yüreği, bağrı kanla doldu
Bir ah çekti yer(ler),
gökler sarsıldı Erenlerden korkup durun dostlarım ha!
Gökyüzündeki melekler
matem tuttu Edilen ahlar gökten geçip arşa ulaştı Canından vazgeçen gerçek
sûfîler kanlar yuttu Kanlar yutup gamla dolun dostlarım ha!
Erenler bir ah çekse (her
yer) dümdüz olur Erenlerin gizlerini Tanrı’m bilir
Açık-gizli bütün işler ortaya çıkar
(Erenler) bir ah çekse sakının dostlarım ha!
Allâh’ı arzulayan yakasını yırttı
Göğsünü yarıp yüreğini yaraladı
Derdini, elemini,
kederlerini dost edindi Yaka yırtıp çıplak olun dostlarım ha!
Açık-gizli sultan idi hiç
kimse bilmez Sözden ve hâlden habersizler sırra erişemez Hâl olmasa söz
ilminden yol bulunmaz Söz hâlini giriş kapısı yapın dostlarım ha!
“Ümit ile ulu babamın adını koydum
Her bir görüp can ve
gönülde hâlis sevgi koydum Babamın kokusunu sizden alıp sırlara doydum” Hasret
çekti, hâlini sorun dostlarım ha!
İbrahim’den şüphe edenler gelecek
İşitip okuyun ben anlatayım bu hikâyeyi
Tekkede sağlamlaştırdılar
cam kâseyi İşitip buna kulak verin dostlarım ha!
Erenlere açık idi alanları
Kasdettiğini alıp bu(nu)
koynuna bırakanları Tekkeden çıkıp zaman zaman gülenleri Uzaklaştırmış bilin
dostlarım ha!
Ermiş olsa alanları bilmez miydi?
Sorup gelip bizden camını almaz mıydı?
Kavga edip bizi rezil etmez miydi?
Söyleyip güldü, hazır olun dostlarım ha!
Eren, evliya gayret etti yer titredi
Yerde, gökte melek(ler)
ağlayıp pek üzüldü Kaşı düşüp hasta olup o gürledi
Beter olsun, dua edin dostlarım ha!
Bütün bilgisizler
toplanıp gelip özür dilediler Eren, evliya öfkelenerek pek çok sövdüler
Şükrederek kıbleye doğru diz çöktüler Erenlerden özür dileyin dostlarım ha!
Bakıp dedi: “At(ıl)an oku bulan olmaz
Hak huzurunda, göz
önünde ayıbını yapan olmaz Günahları dağdan (daha) büyük olmaz” Allah’a
söyleyip Allah’a ağlayın dostlarım ha!
Bütün bilgisizler
tekkeden ağlayarak çıktı Pişman olarak saç (ve) sakallarını yolarak çıktı
Hasret çekip dert ve kederle dolup çıktı Erenlere hâlis sevgi gösterin
dostlarım ha!
İnançlı gerçek kullar ermiş oldu
Her ihtiyacını Hak’tan
dile(diği için) gerçek oldu Riyasız sevgi gösterip cennetin gülü oldu Sevinerek
kahkahalarla gülün dostlarım ha!
Sırat’ı geç(e)meyecek kah
kah gülmek hâtânın eşi Hak’tan işitip ağlar idi doğru Mustafa Sözünü işitip
ibâdet etmez her vefasız İşitip sözünü ibâdet edin dostlarım ha!
Sultan Ahmed, İbrahim’i kol(lar)ına aldı
Başı, bedeni kımıldadı, Hak ulaştı
Cenâzesi(ne) okuyup
hepsi mezara koydu Hünerine itaat edin dostlarım ha!
Üç gün geçmeden Savran
halkının zamanı geldi Bir bölüğünü önüne katıp getirerek yere soktu Bazılarının
yüreği, bağrı eriyip aktı Allah’ın katı gazabından korkun dostlarım ha!
Olanları görüp kendi kendisine hayran oldu
Yelip koşup birbirinden haber aldı
Utanıp ölmezden önce
yüz bin (kez) öldü (Özünüze)ceza verip ölmeden ölün dostlarım ha!
Erenler kuş gibi uçar her
yerde hazır
Ruhları arşa gider yürüyüp nihayet
Gözünü açıp Allâh’ın
cemâlini görecek ruhu temiz Temizlenip Allah’ın cemâlini görün dostlarım ha!
Her ermiş (gösterir) birtakım kerâmetler
Hiç eder ermişi ayıplanmalar
Seher vakti kalksa o denli
edecek pişmanlıklar İbâdetsizlere lanet edin dostlarım ha!
Hakîm Ata Kul Süleyman
söyledi hikmet Ulu şeyhim arştan da yüce yaptı yardım “Ey Hâkim” deyip hâlimi
sorsa o taç sahibi Ben garibe dua edin dostlarım ha!
Ünlü sûfî yazar Şeyh Ferîdüddîn Attâr, ünlü tasavvuf klasiklerinden olan
“Mantıku’t-Tayr” kitabındaki bir kıssada Pîr-i Türkistan olarak andığı Ahmed
Yesevî’nin oğlunun katli ile ilgili bu menkıbeye şu satırlarla işaret etmiştir:60
“Pîr-i Türkistan’ın Sevdiği İki Şey”
“Türkistan Pîr 'i,
kendi halinden haber verdi de dedi ki: En fazla iki şeyi severim.
Birisiyörükkıratım, öbürü de oğlum!
Oğlumun ölümünü
haber alırsam bu haberi getirene hediye olarak atı bağışlayacağım. Çünkü
görüyorum ki bu iki şey canıma âdeta iki put gibi görünüyor!
Mum gibi yanıp yakılmadıkça hiç kimseye temizlikten dem
vurma!
Temiz kişi, iştahla bir yemek bile yese derhal cezasını
çeker üstüne ensesine bir de sille yer... ”
Dede Korkut Destanları’nin Türkmen Çavuldur
varyantları arasında yer alan “Oğuzların Kederi” adlı bölümde yer verilen
“Hoca Ahmed” ile Oğuz Çavuldur beyleri “Akbay ve Karabay” kardeşler ve Oğuz
Bayatların beyi Talav arasında geçen mücadeleyi dile getiren destanda Hazret
Sultan Yesevî’ye tuzak kuran iki kardeşin akıbetiyle ilişkili gibi görünen bir
rivayet nakledilir.
Bayat beyi Talav’ın hilesi sonucunda öldürülerek Hoca Ahmed’in mescidine
bırakılan boğazlanmış boğa için Hoca Ahmed ile tartışan Akbay ve Karabay
kardeşler, olayın büyümesinden çekinerek lideri oldukları Çavuldurlarla
birlikte Türkistan’da Sir-Derya boyundaki öz yurtlarından ayrılıp bugün
Türkmenistan’da yer alan Mangışlak’a göç etmişlerdir. Rivayette anlatıldığına
göre, Dede Korkut (Ata) ile Salur Kazan Mangışlak’a göç eden bu Çavuldur aşiretini
Türkistan’a geri döndürmeye ikna etmeğe çalışmışlarsa da başarılı
olamamışlardır.
Bir Türkmen boyu olan Çavuldur’un mal ve mülklerini bırakarak
Türkistan’dan göç etmelerini konu edinen bir başka rivayette de, bu göçe sebep
olarak, Türkmen aksakallarının Hoca Ahmed’e inanmayışları ve bununla birlikte
meydana gelen olaylar gösterilir.61
MENKIBE
“Türkmen
aksakallarından Akbay ile Karabay Beyler Hoca Ahmed 'in keramet gösterdiği şeklindeki
haberlere inanmadılar Bu ikisi Türkistan aksakallarını toplayarak Ahmed Yesevî
'yi küçük düşürmek ve güya yalancılığını ortaya koymak için bir plan
tezgâhladılar Bir öküzü kesip ölüsünü insan gibi kefene sarıp tabuta koydular.
Hoca Ahmed 'in yanına giderek: “Bir cenazemiz var namazını kıldırıver ”
dediler Maksadları, Hoca Ahmed’in kerametli sahibi bir ermiş olmadığını
göstermekti. Hoca Ahmed, bu hain planı basiret gözü ile hemen anlasa da onlarla
birlikte Çavuldur boyunun bey obasına gidip bir ovulun önündeki tabutun başında
cenaze namazını kıldırdı. Bu olayın anlatıldığı bir başka rivayette ise ölü
öküzü koydukları tabut. Hoca Ahmed 'in evine getirilir ve cenaze namazı orada
kılınır Her iki varyantta da öküze kılınan cenaze namazdan sonra, Akbay ve
Karabay beyler. Hoca Ahmed 'i kınayarak: “Hay senin Pîrliğine! Bizim
getirdiğimiz tabuttaki insan değil öküzdü. Sen bunu bile anlayamadın. Hani
nerede kaldı kerâmetin? ” derler Rivayetin devamında bu küçük düşürülme sahnesi
sonrasında Hoca Ahmed 'in iki kardeşe beddua edip, Allah 'tan, onları köpek
haline getirmesini (İslâm literatüründe bu olaylar mesh olarak adlandırılır)
diledi. Dileği kabul edilince birisi beyaz, diğeri ise siyah bir köpek haline
gelen iki Çavuldur beyi, uluya havlaya Çavuldur obalarına doğru koşup gittiler.
Bu köpekler kısa sürede azmanlaşarak insanlara saldırmaya başladı ve Çavuldur
obalarını korkuya düşürdüler. Bu azgın köpekleri öldürmek için gösterilen
çabalar hiç bir sonuç vermeyince, Çavuldur boyunun obalarındaki aksakallar, yurtlarından
göç etmeye karar verdiler. Sir-derya boylarındaki diğer Oğuzlara da haber
gönderilip, kendi akrabaları olanları Batı 'ya doğru, Semerkand-Buhara
taraflarına göçe davet ettiler. Bu sıralarda bir Oğuz yiğidinin köpekleri
öldürmesine rağmen, başlayan göç kervanı durmadı. Sir-derya Oğuzlarının göç
kervanı. bir taraftan Batı yönünde Türkmenistan 'daki Mangışlak yaylalarına,
Semerkand ovasına, Buhara'nın kuzeyindeki Karakum düzlüklerine, diğer taraftan
da güneydeki Afganistan dolaylarına kadar uzandı. Bu büyük Oğuz göçü karşısında
paniğe kapılan ve Oğuz halkının dağılacağından korkan Türkistan hanı, sözü
dinlenir kerametli bir adam bulmak ve böylece göçü önlemek ümidiyle bir ziyafet
düzenleyip, ülkesinin dört bir köşesindeki akil kişilerle kurultay toplamak
üzere her tarafa ulaklar gönderdi. Sıra, Türkistan 'da kerâmet ehli gerçek bir
velînin olup olmadığını tespit etmek için yapılacak sınamaya gelmişti. Bunun
için ortaya 12 metre uzunluğunda iki direk yere çakılıp, üzerinden kimin
geçeceğini anlamak üzere uçlarından kalın bir iple birbirine bağlanmıştı.
Ziyafete katılanların hiç birisi bu yükseklikten atlayamayınca Türkistan hanı
çok üzüldü. Bunun üzerine bir Türkmen ulusu, Yesi denilen yerde Kendisine “Hoca
Ahmed” denilen ermiş bir kişinin ortaya çıktığını, fakat etrafındaki halk,
kerâmetine inanmayınca beddua edip iki Çavuldur beyi kardeşi köpek haline
getirdiğini söylediler. Halkın şimdi bu yüzden panik halinde batıya göç etmekte
olduğunu anlatarak, Türkistan 'daki bu paniği Hoca Ahmed 'in giderebileceğini
müjdelediler. Bunun üzerine Hoca Ahmed, Türkistan hanının huzuruna getirildi,
oniki metre yükseklikteki ipin üzerinden devesiyle atlayarak halkın önünde
kerâmet gösterdi. Hanın kendisini sarayına davet etmesine rağmen, kabul
etmeyerek, kendisine armağan olarak verilen Han 'ın kızı ve diğer değerli
armağanlarla birlikte Yesi 'ye geri döndü. Armağanları Yesi 'deki dergâhında
bulunan mürîdlerine dağıttı. Hazret Sultan Yesevî, Han 'ın kızını ise ergenlik
yaşına geldiğinde yetim bir mürîdi ile evlendirdi. ”62
16. asrın sonları ile 17. asrın başlarında yaşayan Türkmen şairi Dânâ Ata
olarak tanınan İhsan Baba Ebûlhanî’ye ait 24 kıtadan ibaret “Oğuznâme”de de
sözkonusu konuya temas edildiği görülmektedir.
Dânâ Ata mahlâsı kullanan şairi Yesevî geleneğinin özel ismi olan ‘Ata’
ünvânını almasına bakılarak bir mutasavvıf şair olduğu kabul edilen DânâAta’nın
bugünkü Türkmenistan’daki Balkan dağınin önceki adı Ebûlhan olduğu için Balkan
bölgesinde yaşadığı tahmin edilmektedir. Türkmenbaşı (Krasnovodsk) şehri
yakınlarında birisi Küren dağı eteklerinde, diğeri ise Ulu Balkan dağı
çevresinde olmak üzere iki ayrı yerinde de “Dânâ Ata” adı ile anılan kabristan
bulunmaktadır.
Dânâ Ata hakkındaki bilgiler halk arasında anlatılan iki rivayet
dayanır. Birinci rivayete göre: “Dânâ Ata önceleri Balkan dağının
çevrelerinde yaşamıştır. Bir gün, Gürgân çevresinde hayat şartlarının daha iyi
olduğunu öğrenerek buraya göçüyor. Fakat yolda hastalanarak ölüyor. ”
İkinci rivayette ise daha başka bilgiler yer alır: “Dânâ Ata’nın obasına
Kalmuklar baskın yapar. Şair, baskıncılardan kurtulmak için Küren dağına doğru
kaçar. Fakat baskmcılarca kovalanıp dağın eteğinde yakalanıp öldürülür. O’nun
öldürüldüğü yer, halk arasında “Kan dökülen yer” olarak adlandırılır. Cesedi
Balkan dağının eteğine getirilip defnedilir. ”
Edebi manzum Oğuznâme geleneğinin ilk mütevazı’ örneğini kaleme alan Dânâ
Ata’nın 17. asırda yaşamış olan bir Yesevî takipçisi olduğu hakkındaki
rivayetlerden anlaşılır. Dânâ Ata’nın Yesevî’nin sûfî ideallerine sahip
olduğundan şüphe edilemeyeceğini yazan Türkmenistan âlimlerinden Ahmet
Bekmuratoğlu, Türkmen halkının kahramanlığına adanmış Oğuznâme’de, aradan beş
yüzyıl geçtikten sonra Yesevî’yi anmasını bu manevî bağ ile ilgili görmektedir.
Dânâ Ata, Oğuznâme’sinde Oğuzlar hakkında daha önceden bilinen bazı
bilgilerle birlikte yolunu takip ettiği sûfî mesleğinin önderi olan Ahmed
Yesevî’yi de eserine dâhil etmiştir. Böylece bir taraftan Yesevî’ye atfedilen
ve bir Türkmen boyunun kaderi ilgili tasarruf63, halk nezdinde canlı
olarak yaşatılırken, bir taraftan da Hazret Sultan Yesevî’nin yüce kişiliğine,
kerâmet sahibi bir mürşîd oluşuna ustalıkla işaret edilmiştir. “Oğuz İli’ne
duacı” bu ulu mürşîdin, Ahmed Yesevî’nin “Akman-Karaman” veya “Akbay-Karabay”
adlı Oğuz’un Çavuldur boyunun beyleri ile olan bu ilginç ilişki konusunda,
Türkmenistan’da halk arasında çok benzeri birçok rivayet hâlâ anlatılmaktadır.
Batı Türkmenistan’ın Mangışlak bölgesinde yaşayan Dânâ Ata’nın söz konusu
Oğuznâmesi’nde Seyhun boylarındaki Oğuz boyları ile Ahmed Yesevî arasında
meydana gelen bir çatışma ve bu dayalı olarak şairin görüşleridir. Dânâ Ata’ya
ait manzum Oğuznâme’nin bu mesele ile ilgili bölümü şu dörtlüklerden ibarettir:64
“Akman, Karaman urusdı
Kör, nenen ne kurtlar kecdi
Oğuz ili zordan köçdi Ol sür-ha sür bolganımız.
Özün kaldın yaman atğa
Ömrünni berdin berbatğa
Töhmet kıldın Hoca Ahmedge
Sen-sen yaman körgenimiz.
Su filan asıl zatlıg
Pîrleri bar kerâmetlig
Hocası izzet-hörmetlig lige dua kılganımız.
Pîrdür dirler babamuznı
Nama icre rastdir sözni
İhsan Baba dirler bizni
Ebûl-handır ösgenimiz. ”
“Akman, Karaman vuruştu
Gör, neler ne kurtlar geçdi
Oğuz ili zordan göçdü
Odur sür-ha sür olduğumuz.
Özün kaldın kötü adla
Ömrünü verdin berbata
Töhmet kıldın Hoca Ahmed’e
Şensin kötü gördüğümüz.
Sûfîleri asil zatlı
Pîrleri var kerametli
Hocası izzet-hürmetli
Yurda dua kıldığımız.
Pirdir derler babamızı
Nâme içre doğru söyler sözü
İhsan Baba derler bizi
Ebûlhandır büyüdüğümüz.” )
Yukarıdaki mısralarda Akman-Karaman Türkmenleri ile Hoca Ahmed arasında
yaşanan tarihi bir hadiseyi ele alarak, bu çekişme birlikte meydana gelen göç
olayına değinen Dânâ Ata, bu Türkmen boyunun Ahmed Yesevî’ye haksızlık
ettiğini, O’nu töhmet altında bıraktığını; aslında bu şahsiyetin (Ahmed
Yesevî’nin) sûfîleri adaletli, pirleri kerâmetli, piri (= Yûsuf Hemedânî)nin
izzetli-hürmetli ve yurda dua kılıcı bir mürşîd olduğunu vurgulamaktadır.
Türkistan’ın birbirinden çok uzak iki bölgesinde kayda giren -bugünün
mantığı ileinanılması güç olan bu rivayetler, Hazret Sultan Yesevî’nin
Türkistan’ın doğusundan batısına bütün bölgelerinde nasıl bir şöhretin sahibi
olduğunun kanıtı olarak değerlendirilmelidir.
Bugün Yesevî hürmetine günden güne gelişip büyüyen Yesi ile Savran
kasabasının harabe halindeki kalıntıları anlayan için çok şey anlatır.
Fakr-nâme olarak tanınan ve Dîvân-ı Hikmet’in Kazan ve Taşkend
baskılarında şiirlerden önce yer alan Fakr-nâme risâlesinin Ahmed Yesevî’ye ait
olma ihtimalini güçlü gören Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan, risale girişindeki
satırları aktarır:
“Amma bilgil kim, bu risaleni kutbul-aktâb, server-i meşâyih,
sultânül-evliyâ ve burhânül-etkıyâ, ferzend-i Han-ı Hazret-i SuItânü’l-Enbiyâ
(s.a.v.) Hazretleri, Hazret-i Sultan Hâce Ahmed-i Yesevî andağ aytıbdurlar
kim... ”
“Bu satırları Ahmed Yesevî söyledi.” diye nakleden Coşan, bazı
akademisyenlerin bu tür rivayetlerin tamamının uydurma olduğu şeklindeki
toptancı hükümlerine karşı çıkar ve “Fakr-nâme Dîvân-ı Hikmet’in Kazan
baskılarında var ama, oraya bir yerden gelmiş tabii... Durup dururken “Ahmed
YesevîHazretleri şöyle buyururlar. ” diye söze girmezler. “Eski Dîvân-ı
Hikmet’in elyazmalarında Fakr-nâme yok, o halde Yesevî’nin değildir, birisi
uydurmuştur.” diyorlar. Ama, niye uydursun?.. Bir eseri uydururlar,
birisine atfederler ama, bir sebep olması lâzım! Yâni ne diye uydursunlar Ahmed
Yesevî’nin söylemediği bir şeyi?...” sorusunu sorar.
Bu bölümde Hazret Sultan Yesevî hakkında nakledilen rivayetlerin
tamamının gerçekte sözkonusu olmayan uydurmalar olduğunu iddia edeceklere ben
de Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ı izleyerek -bir de yeni bir soru
ekleyereksoruyorum: “Bu Türk milletinin başka işi yok da, oturup bu akla
ziyan rivayetleri uydurup yüzyıllardır da niçin nesilden nesile nakledip
durmaktadır? Ne diye uydursunlar Ahmed Yesevî’nin söylemediği bir şeyi? Diyelim
ki, uydurdular; neden Hazret Sultan Yesevî hakkında uydurdular da o zamanın
hükümdarı için uydurmadılar meselâ, veya bir başkası için ?!...
Yesevîlik ile ilgili toplantı ve yayınlarda Ahmed Yesevî eserleri
konusunda ‘arkeolojik bir buluntu’ üzerinde tartışan antik çağ
arkeologları gibi konuşarak “tarihî kitab sayfalarında adetâ arkeolojik kazı”
yapan akademisyenlerin tavrı da hep garibime gitmiştir. Hattâ, bazı
akademisyenler, Yesevî ile ilgili konuları konuşurken -bilmem nedendirkonuyu
öylesine karmaşık -ve anlaşılmazhale getirirler ki bu akademisyenleri dinlerken
“Acaba Ahmed Yesevî diye bir insan yeryüzünde gerçekten yaşamış mıydı? Yoksa
o bir hayâl kahramanı mıydı? ” sorusu bile gelir aklınıza... Allah razı olsun,
Emîr Timur, kabri üzerine diktirmiş tüm Asya’nın en görkemli anıtlarından
birisini de; bu sorunun da en görkemli yanıtı olmuştur.
Yesevîlik İle İlgili Halk İnanışları
Türkistan ülkesinin -ve özellikle Seyhun havzasındakiTürk sûfîlerinin başbuğu
olan Ahmed Yesevî ile ilgili halk inanışları sadece bu menkıbelerle sınırlı
kalmamış; asırlardır halkın davranışlarına yansıyan bazı adetlerin teşekkülünü
sağlamıştır.
Kuzey’de İdil ve doğuda Seyhun havzası etrafında yerleşik Türkler
arasında ve uçsuz bucaksız Türkistan bozkırlarında menkıbeleri anlatılan,
kerametleri dile getirilen, hakkında birçok destanlar, medhiyeler, İlahîler
söylenen Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyaret etmek kutsal bir görev olarak kabul
edilirdi.
Sovyet dönemindeki ateist baskılar sonucu Hacc ziyaretleri kesin olarak
yasaklandığı için Hacc’a gitmesi mümkün olmayan bölge halkı bir teselli olarak
kabul edilmiş olsa gerek Yesevî külliyesini iki kez ziyaretin bir hacc kadar
sevap olacağı söylentisine tutunmuştur. Bu maksatla -Hacc ibadeti üzerindeki
kısıtlama kalkmış olmasına rağmenYesevî türbesini uzaktan-yakından ziyarete
gelerek -Hacc tavafına benzer bir şekildetürbenin etrafında yedi kez dönen
insanlara rastlamak mümkündür.
Bütün o sahada bu nüfuzu gösterecek birçok menkıbelere, Yesevî’nin
mürîdlerine ait mezarlara rastlanır. Bir Rus seyyahının ifadesine göre Büyük
Orda ve Orta-Orda’ya mensup Kazak Türkleri ve Kırgız Türkleri kışın öldükleri
vakit, onları hemen gömmezler; cesedi bir keçe veya bir bez parçasına iyice
sararak bir ağaca asarlar ve ilkbahar gelir-gelmez Yesi’ye götürerek Hazret
Sultan Yesevî’nin kabri civarına gömerlerdi. Hattâ zenginler, daha hayatlarında
türbe yakınında kabir yeri olarak, bir küçük toprak parçası satın alarak
üzerine işaret koyarlar ve öldükleri zaman orada gömülmeyi vasiyet ederlerdi.
Bugün türbe civarında yeni kabir yapılması yasaklanmış olduğu için bu adet
artık uygulanamamaktadır.
Çocukları olmayan Kırgız-Kazak Türkleri de, çocukları olması dileğiyle
türbeyi ziyarete gelerek büyük döküm kazanın yanında Hazret Sultan Yesevî
ruhuna adaklar nezreder; adakları yerine geldiğinde de sözlerini tutarak
getirdikleri hayvanları kurban ederek fakirlere yedirirlerdi.
Bugün de yeni evlenen genç çiftler düğünleri öncesinde mutlaka Hazret
SultanT ziyaret ile mutluluk ve sağlık dileklerinde bulunurlar.
Bugün hâlâ çeşitli Türkistan Cumhuriyetleri’nden akın akın gelen
ziyaretçiler Hazret Sultan Yesevî kabrini yüzyıllardır eksilmeyen bir saygı
ile ve huşu içerisinde ziyaret etmektedirler.
6.
‘Ölmeden Önce Öl’mek : “Yeraltında Yeşertilen Ebedi Hayat”
Ahmed Yesevî’nin sünnet-i nebeviye olan bağlılığının derecesini gözler
önüne seren bir rivayete göre Ahmed Yesevî, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in
sünnetine bağlılığı sebebiyle altmışüç -milâdi takvime göre altmışbiryaşına
geldiğinde bir yeraltı mescidi kazdırmış ve vefatına kadar bu mescidde ibadet
ve riyâzet ile meşgul olarak adetâ ölmeden önce ölümb5
deneyimi yaşamıştır. Yesi’deki dergâhının avlusuna açılan bir merdiven ve buna
bağlı bir dehlizle ulaşılan bu halvethane yeryüzünden üç arşın derinlikte inşa
edilmişti. Ahmed Yesevî’nin yer altında uzun süren bir halveti yaşadığı bu
kutlu hücresinin kalıntıları bugün de muhafaza edilmektedir. Türkistan’da
yaygın olan bir rivayete göre Hazret-i İlyâs (a.s.) ile Hazret-i Hızır (a.s.)Tn
himmetleri sayesindedir ki yüzlerce yıldır bu halvethane hiçbir değişime
uğramamıştır. Ahmed Yesevî vefat edinceye kadar bu yeraltı halvethanesinde
dervişlerine nasihat etmeğe; sûfîyâne, hikmetli şiirler yazdırmağa tek kelime
ile manevî eğitime devam ettiği bilinmektedir.
Ahmed Yesevî, hikmetlerinin birçoğunda bu yer altı uzletine çekilmesine
neden olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in altmışüç yaşında vefat ederek yer altına
girişini ve bu yüzden kendisinin de yer üstünde Hz. Rasûlullah (s.a.v. )’den
daha fazla gezmekten hayâ etmesini göstermektedir. “Dîvân-ı Hikmet”te Ahmed
Yesevî’nin yer altında uzlete çekilişini ve uzlet hayatı esnasında yaşadığı
manevî halleri anlatan hikmetler önemli bir yer tutar. Esasen Dîvân-ı
Hikmet’ten anlaşıldığına göre hikmetlerinin büyük bir kısmı da İlahî ilham ile
bu mekânda Ahmed Yesevî’nin dilinden dökülmüş ve yanındaki dervişler
tarafından kağıt üzerine tesbit edilmiştir.
Ahmed Yesevî’nin altmışüç yaşında yeraltı çilehanesine girişinden
sonraki hayatıyla ilgili somut bilgilere sadece Yesevî silsilesine mensub
Safîyyüddîn Orun-Koylakî ve Sultan Ahmed Hazînî’nin eserlerinde rastlanır.
Dîvân-ı Hikmet’teki birçok hikmet, bu yer altı çille-hanesine girişi, Hazret
Sultan Yesevî’nin inziva gerekçelerini dervîşâne bir tarzda anlatımını içerir.
Ahmed Yesevî’nin yeraltında uzlete çekilişinin hangi tarihte olduğu
hakkında net bir bilgi yoktur. Ahmed Yesevî’nin yeraltındaki bu uzlet ve halvet
hayatının ne kadar süre ile devam ettiği de belli değildir. Fakat vefat tarihi
olarak kabul edilen 1116 yılına kadar yaklaşık 10 yıl süreyle ‘âhiret ehli’,
“kabir ehli’ birisi gibi yeraltındaki çilehanesinde uzletini sürdürdüğü ve
yetmişüç yaşında vefat ettiği araştırmacıların çoğunluğunun -şahsen de
katıldığımortak kanaatidir. Ahmed Yesevî bazı zayıf rivayetlere göre ise
yüzyirmi ya da yüzotuzüç yıl gibi uzun bir hayat yaşamış ve bu uzun hayatının
60-65 yılını yer altı çilehanesinden tamamlamıştır.
Hâzinî’nin, Cevâhirü’l-Ebrâr’da kaydettiğine göre Ahmed Yesevî bu
yeraltı hücresinde, zikrettikçe dizleri göğüslerine sürtündüğünden her iki
göğsünde de izler belirmişti ve bu nedenle Ahmed Yesevî’nin bir adı da
“serhalka-ı sînerişân” (= sine yaralayanların başı) olarak kaydedilmiştir.66
Herhalde bu yeraltında uzlet hayatı öyle zannedildiği gibi uzun yıllarca
sürmemiş, yer altı mescidinde rivayetlerde iddia edildiği gibi doksandokuz bin
mürîd de toplanmamıştır. Bütün bu ifadeler, Ahmed Yesevî’nin, yaşadığı
dönemdeki yaygın şöhretini gösteren kanıtlar olarak değerlendirilmelidir.
Rivayetlerin verdiği ipuçlarının da işaret ettiği gibi, şeriat emirlerine
riayeti hikmetlerinde açık seçik görülen Hazret Sultan Yesevî’nin hiç değilse
Cum’a namazlarını kılmak için camii cemaatine katılmak üzere halvet hücresinden
dışarıya çıktığı kolayca tahmin edilebilir. Rivayetlere göre Cum’a günleri,
Hazret Sultan Yesevî’nin yer altı halvethanesinden çıkarak Cum’a namazına
katılması sonrasında mescid avlusunda toplu halde icra edilen cehrî ve
hararetli zikir meclisleri ikindi namazına kadar sürmekteydi. Bu şekilde bir
bayram yerine dönen Yesi’de coşkulu zikir meclisi ardından Hazret Sultan
Yesevî’yi ziyarete gelen binlerce ziyaretçiye Türkistan pilavı ikram edilirdi.
15. yüzyıl başlarından itibaren, bu pilav ikramına türbeye Emîr Timur
tarafından armağan edilen ve dört ton su aldığı ifade edilen büyük dökme
kazandan ziyaretçilere şerbet sunulması da eklenmiştir.
MENKIBE
“Ahmed Yesevî daha
çocukluğundan beri Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in hiçbir sahih sünnetini yerine
getirmekten geri kalmamıştı. Bu yüzden, altmışüç ( milâdi: altmışbir) yaşına
gelir gelmez, Hz. Rasûlullah (s.a.v.) o yaşta bu fâni dünyadan göçtükleri için,
Hazret Sultan Yesevî de o sünneti de yerine getirmek niyeti ile kendi bedenini
yer altına gizlemek istedi. Emri ile dervişler, dergâhının bir tarafında
merdivenle inilen bir kuyu kazdılar Kuyunun dibinden bir yol açıp sonunda ham
kerpiçten bir hücre yaptılar Hazret-i llyâs ve Hazret-i Hızır himmetleri de
yardımcı olduğu için, yüzlerce yıldır bu çilehaneye hiçbir şey olmamıştır
Ahmed Yesevî, yer altı hücresinin ilerisinde kabir şeklinde bir yer ayırıp,
kendisine mekân yaptı. Lahidi andıran o daracık yerde, zikrettikçe dizleri
göğüslerine sürte sürte her iki göğsü de delinip yaralanmıştı. Bundan dolayı
kendilerine “serhalka-i sînerişân ” da derler Ahmed Yesevî, bugün Yesi 'de
dolaşan rivayetlere göre yüzyirmi-yüzyirmibeş: diğer bir rivayete göre ise
yüzotuzüç, yaşına kadar.
ömrünü o dar
çilehanede, tıpkı ashâb-ı kubur (= kabir ehli) gibi, riyazet, ibadet ve
mücâhede ile geçirmiştir ”
“Ahmed Yesevî 'nin
yeraltı çilehanesinde yaşarken gösterdiği kerâmetlere nihayet yoktur Birgün “o
sarâ-yı 1 ah d gibi mâbed-i vahdet, fukara ve urefa bâtınlarında öyle bir tür
ateş ve susuzluk bıraktı ki, meclistekiler bundan bî-karar oldular. Hakîm Ata
'ya su tedariki tenbih olundu. Hakîm Ata kalkıp su tedarik edeceği esnada
kulağına su sesi erişti. Hayretle dönüp baktı: Meclis ortası fırına -veyahut
hamam külhanınabenzemiş, ayrı ayrı alevler her tarafı kaplamış, bütün arif ve
fakirler o ateş içinde kebap oluyor Hakîm Ata, mest ve müstağrak kalıp durdu. O
esnada ansızın Ahmed Yesevî, elinde bir kadeh olduğu halde göründü. Kadehi
ateşe daldırıp oradaki dervişlere içirdi. O kadehten içmiş olan Hakîm Ata
buyurdular ki: Baldan tatlı ve kardan soğuk idi. Meclistekilerin susuzluğu bu
suretle zail olduktan sonra, Şeyhu '1-meşayih Ahmed Yesevî, mübarek avucunu o
ateş üzerine indirdi. Derhal ateş ortadan kayboldu: lâkin Allah 'ın hikmetiyle,
orada bir küp zuhura gelmiştir ki, Yesevîler arasında “hûm-i aşk ” (= aşk küpü)
derler ve onunla tefe 'ül ederler Eğer maksat hâsıl olacaksa, talibin eli ne
kadar kısa olsa, onun dibine yetişir ve eline bir taş, bir çöp, hulasa böyle
bir şey geçer: yok eğer maksat hâsıl olmayacaksa, talibin eli ne kadar uzun
olsa dibine yetişemez. ”67
Halk arasında bugüne kadar yaşamakta olan menkıbelere göre, Ahmed Yesevî,
Allah’a sığınıp, Hakk’a yakîn olmak niyetiyle terk-i dünya ettiği yeraltındaki
bu halvethanede birçok manevî haller yaşanmıştır. Dîvân-ı Hikmet’te yer alan
bir şiirde Hazret Sultan Yesevî, çilehanesinde yaşadıklarını dile getirirken
bir sabah namazında Hz. Rasûlullah’ın ruhunun gelip imam olması ile birlikte
sabah namazı kıldıklarını ifade eder. Tasavvuf literatüründe ‘temessül’
adı verilen bu olağandışı zuhurâtın68 başka mekân ve zamanlarda
kaydedilmiş örneklerini tabakât kitablarında bulmak mümkündür.
CevâhirüTEbrâr müellifi Sultan Ahmed Hâzinî, kendisinin mürşîdi olan
Yesevîyye şeyhi Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş’tan naklen Hazret Sultan Yesevî’nin
dünyadan göç etmesinden asırlar sonra tecelli eden diğer bir kerametini
kaydetmiştir. Bu rivayet bugünkü Yesi’de de, ne Hazînî’den ne de mürşîdi Seyyîd
Mansûr’dan haberi olan halk arasında aynı şekilde anlatılmaktadır:69
MENKIBE
“Seyyîd Mansûr
Kaşıktıraş, ömrünün son yıllarında Türkistan 'da Hazret Sultan Yesevî 'nin yer
altı halvethanesini gördüğü bir rüya üzerine ziyaret ettiğinde yeraltındaki
uzlet hücresine de girmiş. Ahmed Yesevî 'nin çilehanesini ilk kez gördüğü
zaman, Pîr 'inin bu çok sıkıntılı, daracık yerde yıllarca nasıl tahammül edip
yaşadığına pek çok hayret etmiş, lâkin birdenbire teveccüh kılıp murakıb olmuş,
bakmış ki pek küçük zannettiği o çilehanenin bir ucu Doğu 'da, diğer ucu Batı
'da olarak uçsuz -bucaksız genişlikte olduğunu müşahede etmiştir. O zaman
önceki düşüncesinin yanlışlığını anlamış ve bir defa daha iyice öğrenmiş ki
Hakk Teâtlâ, sevgili kullarına hiçbir zaman sıkıntı çektirmez; birkaç arşınlık
daracık yeri bütün bu cihandan daha geniş kılabilir... ”
Halvet odası, Emîr Timur tarafından bugünkü Türkistan (=Yesi) şehrinde
Yesevî’nin şerefine yapılması emredilen ancak Timur’un vefatından sonra
inşaatı tamamlanan Yesevî Külliyesi’nin güneybatı tarafında bulunuyordu.
Kazakistan İlimler Akademisi 1972-1973 yıllarında Yesevî halvethanesinin
bulunduğu yerin keşfi için arkeolojik kazılar yürütmüştür. Bu kazılarda elde
edilen verilere göre Yesevî’nin zamanındaki küçük hücreye ilave olarak 14.
asır sonlarında aynı yerde büyük bir halvethane kurulmuştur. Bu halvet binası
içinde bir mescid, dört yatakhane, dört taharethane, bir anbar ve bir odunluk
bulunmakta ve halvethanenin altında zikir için kullanılan bir yer altı odası
yer almaktaydı. Bu tesbit, Yesevîyye tarîkatının 15. yüzyıl başına gelindiğinde
halk içerisinde büyük bir yaygınlık kazandığının somur bir göstergesi olarak
değerlendirilebilir.
Dîvân-ı Hikmet’te yer alan “altmışüçde girdim yere” kelimelerini
içeren hikmetlerin işaret ettiği üzere, Hazret Sultan Yesevî’nin altmışüç
yaşına geldiğinde Hz. Rasûlullah’ın altmışüç yaşında vefat edip toprağa
verilmesinden ilham ile yer altı hücresinde inzivaya çekilmesi Türkistan’da
‘altmışüç yaş’ ile ilgili bir geleneğin teşekkülüne yol açmıştır. Bu rivayet o
kadar çok tekrarlanır ki, Dîvân-ı Hikmet okuyan herkes, kendisini bu gönül
rızâsıyla yeraltına giriş olayı üzerinde düşünmek zorunda hisseder. Hattâ,
Hazret Sultan Yesevî’nin bu inzivasının şeriata göre doğru olup olmadığı dahi
tartışılmış, çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Hazret Sultan Yesevî’nin yeraltına çekilişini, dünya üzerindeki hayat
ile ilgiyi kopartmak olarak değerlendirmek yanlıştır. Yesevî’nin yer altı
hücresindeki hayatının oldukça uzun süreli olduğu hakkındaki rivayetler ve
hikmetlerin büyük bir bölümünün yeraltındaki hücrede inziva esnasında söylenmiş
ve kayda geçirilmiş olduğu hakkındaki bilgiler bu yeraltı hayatının tasavvufî
eğitim ile ilgili aktivitelerin ve Yesevî’nin irşad misyonunun bir parçası haline
getirildiğinin göstergesidir. Bütün elyazması ve basılı Dîvân-ı Hikmet’in baş
kısmında yer alan uzun hikmetlerinin ana temasının Ahmed Yesevî’nin yeraltına
girişi temasını işliyor olması da bunun bir kanıtıdır.
Yesevîlik geleneğinde dervişlerin seyr ü sülük sürecinin önemli bir
parçası olan erbâin uygulamasında bile halvethânenin bir eğitim ocağı halinde
işlev gördüğünü hatırladığımızda Yesevî tarzı sûfî eğitiminin sosyal niteliği
ortaya çıkar. Budist geleneklerin, ya da hrıstiyan mistiklerinin dağ
başlarında, ıssız mağara ve manastırlarda yaşadıkları ile geçici olarak -kırk
günlüğünegirilen bir uzlet sürecinin bile toplum ile iç içe yaşanması Türk Tasavvuf
geleneğinin insana yönelik, aksiyoner ve toplumu kapsayıcı oluşunun farkını
ortaya koyar. Bu yaklaşım genel anlamı ile İslâm’daki tasavvufî hayat ile diğer
mistik geleneklerin temel yaklaşım farkını ve İslâm tasavvufunun eski rûhânî
geleneklerden aşırıldığı iddialarının yersizliğini ortaya koyar.
Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta bu altmışüç yaşın hicri
takvime göre oluşudur. Bugün kullandığımız miladi takvim ile Hz. Rasûlullah
(s.a.v.), altmışbir yıl yaşamıştır. Türkistan’da hicrî takvime göre altmışüç
yaşına giren aksakallar, bu tarihî realiteye bakarak, bir ziyafet düzenleyip
komşu ve akrabalarına bir davet verirler ve düzenlenen tören ile altmışüç yaşa
girişlerini kutlarlar.
Burada kullanılan “kutlama” deyimini yanlış anlamamak gerekir; kutlama
ile burada kastedilen, Allah’a kendisini bu ileri yaşa ulaştırdığı için şükr
etmek ve bundan sonraki hayatında tamamen Allah’ın rızasını gözeterek
yaşayacağını ilan etmektir. Hayatının son döneminde Hz. Rasûlullah sünnetine
uygun yaşamakla şefaatine nail olunacağına inanç, bu geleneğin temelini teşkil
eder. 63 yaşı toyunu veren aksakal bir yerde toplum önünde artık hayatını Hz.
Rasûlullah sünnetinden hiç ayrılmamak üzere sürdürmeğe söz verdiğini taahhüt
eder. Yapılan tören bu söz verişin tescilidir.
Komünizm dönemine kadar Türkistan’da bütün aksakalların yerine getirmeye
çalıştığı bu tören, dinî her türlü uygulamanın yasaklandığı, “hurafe” ilan
edilip suç olarak gösterildiği ağır baskı yıllarında, sadece gözden ırak köy
ve obalarda yaşatılabilmiştir. Bugün ulaşılan özgürlük ortamında “altmışüç yaş
toyu” törenlerinin de gün ışığına çıktığı ve bu kadim Yesevî geleneğinin
yeniden dirildiği görülmektedir.
Geleneklerini yaşatan Türkistanlı bir ailenin çocuğu olarak Türkiye’de
dünyaya gelen Prof. Dr. Orhan Kavuncu, atalarından tevârüs ettiği bu geleneği
hayata geçirerek 2010 yılında düzenlediği “Altmışüç Yaş Toyu” ile bu güzel ve
anlamlı töreni ülkemize taşımıştır. Büyük bir ilgi ile karşılanan bu törenin
miladi takvim ile 61 yaşını dolduran bütün aksakallar tarafından bütün Türk
yurtlarında gerçekleştirilmesi ne güzel olur...
Ahmed Yesevî’nin Şeb-i Ârus’unda Yaşananlar
Dîvân-ı Hikmet’in İstanbul’da bulunan bir yazma nüshasında Ahmed
Yesevî’nin ölüm anından yaşananlar yazmanın baş kısmındaki mensûr mukaddimede
kaydedilmiştir.70 Nâdirhan Haşan tarafından ilim dünyasına
tanıtıldığı üzere “Hikmet-i Hoca Ahmed Yesevî” diye başlayan 1887 yılında
istinsah edilmiş 168 varaklık bu yazma eserin mensûr mukaddimesinde Ahmed
Yesevî’nin yeraltı çilehanesine çekildikten sonra da mürîdlerin tasavvufî
eğitimleri ve seyr ü sülûkları ile ilgilendiği belirtilmektedir.
Mukaddimede yer verilen en önemli konu ise, Yesevî yolunun
müntesiblerinden Hoca Nimetullah tarafından beyan edilen, şimdiye kadar başka
hiçbir kaynakta bulunmayan Hazret Sultan Yesevî’nin vefatı hakkındaki
menkıbedir. Manzum şekli ise yazma nüshada hikmetlerin sonunda yer alan bu
menkıbe şöyledir:
MENKIBE
“Ahmed Yesevî, bir
gün sabah namazından sonra dostlarına: “İmdi menga hayat eyyâmidin âhiri fursatdur
Sizler musibetim üçün nevhâ ve zâri kılmanglar! ” (= Şimdi bana hayat
günlerinden sonraki fırsattır Sizler ölümüm için feryâd ve figân eylemeyin...)
dedi. Bundan sonra Abdul-Hâlık'a: “Siz yuvan!” (= Siz yıkayın), yeğeni ve
müridi Süfi Muhammed Dânîşmend'e ise: “Siz suv kuyun!” (= Siz su dökün) diye
talimat verdi. Sonra Ahmed Yesevî, zikirle meşgul olurken, geri kalan
dervişlere: bir küp getirmelerini ve su ile doldurduktan sonra da küpü
kırmalarını emretti. Dervîşler, Hazret Sultan Yesevî 'nin dediklerini aynen
yaptılar: küpe su doldurduktan sonra onu kırdılar Birden gördüler ki küp
içindeki su, donarak cam gibi bir buz kütlesi olmuş. Onlar bu duruma hayret ile
bakarken Ahmed Yesevî’nin temiz ruhu gökyüzü cennetine yükseldi... ”
Ahmed Yesevî’nin vefat tarihi olarak kabul edilen 1166 yılı hakkındaki
net olarak ortaya konulması, Yesi’ye dönüş tarihi ile yakından ilgilidir. Ahmed
Yesevî’nin Yesi’ye dönüşünün hangi tarihe rastladığına dair bile kesin bilgimiz
yoksa da, Abdullah Berakî’nin vefatı (1161) sonrasında olduğu tahmin
edilebilir. Hazret Sultan Yesevî, 1161 yılından sonra Yesi’ye döndü ise
atayurduna dönüşü sonrasında uzun süre yaşamayıp, yaklaşık on sene içerisinde
öldüğüne hükmetmek gerekir. Çünkü ölümü, Hazret Sultan Yesevî’nin ölüm tarihi,
muhtelif menâkıb ve tabakât kitaplarının ortak verilerine göre, H. 562 (M.
1166)’dir.
Elde bulunan tarihî belgeler ile menkıbevî rivayetler karşılaştırıldığında,
ya Ahmed Yesevî’nin yüzyirmi sene veya daha uzun bir ömür sürdürdüğü hakkındaki
menkıbelerin doğru olmadığına veya 1166 olarak kaydedilen ölüm tarihinin
yanlışlığına hükmetmek zorunlu hale gelir. Ahmed Yesevî’nin 120 yıl yaşayıp
1166 tarihinde vefat ettiği kabul edilse doğum tarihini 1046 yılına kadar
indirmek gerekir ki, bu tarihen imkânsızdır. Eğer şifahî rivayetlere dayanılarak
1166 yılında yeraltına hücresine çekilip burada altmış yıldan fazla yaşadığı
doğru kabul edilirse, Hazret Sultan’ın ölüm tarihini 13. yüzyıl başlarına, 1226
yılına kadar götürmek gerekir ki, bunun da mümkün olmadığı açıktır. Bütün bu
tarihî verilere dayanılarak, Ahmed Yesevî’nin H. 562 (M. 1166)’da öldüğü kabul
edilmelidir. Ahmed Yesevî, vefatından sonra dinî aktivitesinin merkezi olan ve
hayatının büyük bir kısmını geçirdiği Yesi şehrinde bulunan dergâhının
bahçesinde defnedilmiş ve üzerine mütevazı’ bir kabir inşa edilmiştir. Hazret
Sultan Yesevî’nin vefatından asırlar sonra bu küçük makâmın yerinde Emîr Timur
tarafından bugün bütün Asya’nın en görkemli anıt-mezarı olan Yesevî Külliyesi
inşa edilecektir.
7.
Türkistan’da
Tutuşturulan Yesevî Ocağı: “Ocağımız Sönmesin... ”
Yesevî yolunun esasları hakkındaki temel bilgileri içeren eşsiz
eserlerin yazarı olan Sultan Ahmed Hazînî’ye göre “Türk şeyhleri eşiğinin
kulu, zamanın şeyhlerinin önderi ve öncüsü, özellikle de Mâverâünnehir,
Türkistan bölgesinin piri” olan Hazret Sultan Yesevî’nin kurduğu Yesevîyye
yolu kıyamete kadar bâki kalacaktır. Hazînî, bu bekâ mazhâriyetini “Miraç
hırkası giyerek geldiğinden ötürü tarikatı kıyamete dek geçerli olacaktır.”
sözleriyle izah etmeğe çalışır. Hazîni’nin tarifine göre71 “Ahmed
Yesevî, temiz Hanefî mezhebinde, meşrebi ise arı ve durudur. Tarîkat yolu da
kusursuz ve talihler için her yönden yeterlidir. Tekkesinden her biri
yeryüzünde bilgisi ile tanınmış birçok ulu şahsiyet, silsilesinden ise erler
eri binlerce maneviyat ulusu yetişmiştir. Doksandokuz bin mürîd, Hazret Sultan
Yesevî’nin kutub olduğunu kabul etmiştir. ”
Hazînî’nin bu övgü dolu sözlerini herhangi bir tarîkata mensub olan
dervişin mürşîdi hakkındaki övgüleri olarak değerlendirmek mümkün ise de
Yesevîlik yolunu yaşatan ve Hazret Sultan Yesevî’nin mesajlarının günümüze
ulaşmasını sağlayan haleflerinin asırları aşan gayretini gözönüne aldığımızda
hakkını teslim etmek gerekir. Hazret Sultan Yesevî’nin Türkistan’ın en etkin mürşîdi
konumunu kazanmasında Hz. Hızır (a.s.)Tn aşağıda verilen duâsı ve müjdesinin
etkili olduğuna inanılır:
MENKIBE
“Hâce Ahmed Yesevî
'nin atası İbrahim Şeyh 'in Ebû Mûsâ adlı bir ashâbı var idi. Ebû Mûsâ Hâce on
beş yıl İbrâhim Şeyhin hizmetinde halvet kıldı, İbrâhim Şeyh, EbûMûsâ Hâce 'ye
Hızır (a.s.) işareti ile “Yesi ilinde sofra tut! ” diye izin verdiler. Kırk üç
yıl Yesi ilinde sofra tuttular, kırk yıl Hızır (a.s.) ile sohbet etti.
O vakitte Yesevî
Ahmed Hâce yirmi yaşında idi. Hızır (a.s.) dedi ki, “Ey Hâce Ahmed Yesevî,
elini bize ver! ” Ahmed Yesevî ellerini Hızır (a.s.) 'a verdiler.
HızrAta (a.s.)
ellerini alıp dediler ki: “Yüz yirmi yıl ömrünüz olsun. Ve yine pek çok mürîdli
ulu şeyh olacaksınız. ”
Ahmed Yesevî,
Sayram vilâyetinden gelip Yesi ilinde yerleşip yüz yıl şeyhlik kıldı.
Ahmed Yesevî,
sabah namazının sünnetini Yesi 'de, farzını Kâ 'be 'de kılar idi. Ve yine cuma
namazını hem Yesi 'de, hem de Hızır (a.s.) ile Kâ 'be 'de kılar idiler, ayrıca
Sayram 'da da kılar idiler, bayram namazını da aynı şekilde... ”
Yesevîlik ile ilgili diğer kaynaklarda da Ahmed Yesevî’nin manevî
yetkinliğini kanıtlamak üzere “doksandokuzbin halîfe yetiştirdi”^],
“sohbetlerine onbinlerce âlim ve velînin katıldı’’^] gibi abartılı
ifadelere rastlanmaktadır. Bu rivayetlerin ilk tarihî kaynağı olarak
değerlendirilmesi mümkün olan Hüsâmeddîn Sığnâkî’nin ‘Yesevî Menâkıbnâmesi’nde
bu abartılı unsurlar şu şekilde nakledilmektedir:
MENKIBE
“Biliniz ki, Şeyh
Ahmed Yesevî, yüzyetmiş kâmil ve mükemmilpire hizmet edip icâzet, tarikat
ruhsatı ve talîmât almıştı. Onların herbirinden hırka giymiş; ayrıca cehrî
zikir, semâ ve raks izni almışlardı. Uzun ömr-i şerifleri yüzotuz ya da
yüzyirmialtı sene idi. Avcılıkta kullanılan hayvanlardan doğan kuşları ve
köpekleri vardı. Yetmişüç ilimde ders verirlerdi. Kâ 'be-i muazzama 'da otuz
sene medresede şer-i şerife muvâfık, istikâmet üzere bulundular Kırk sene
Kalenderîler ile seyâhat edip, ricâlu 1-gaybdan abdâllaı; evtâd, Hızır (a.s.)
ve llyâs (a.s.) ile arkadaşlık ettiler Kendilerini Hızır (a.s.) terbiye etti.
Hâce Ahmed’in sohbetinde 22.000 müftü, 60.000 Seyyîdzâde, 10.000
Hârezmli Imamzâde, 10.000 âlim, 90.000 velî, 8.000 abdâl72 ve 12.000
avcı (cânver-endâz) vardı. Nakledilir ki, bir gecede Hâce Ahmed’e 90 devlet
yöneticisi, emîr geldi. Herbirinin yanında 13.000 kişi vardı ve Hâce Ahmed’e
bîat edip aynı gecede hepsi velî ve kâmil oldular.
Ahmed Yesevî’nin dünyanın dört tarafından gelmiş doksandokuz bin
mürîdi vardı. Diğer bir rivayete göre, 12.000 “Velâyet-meâb, kerâmât-iktisâb, kâmil,
mükemmel ashâb-ı suffası vardı ki, huzurundan ayrılmazlardı. ”
Bu binlerce insanı işaret eden rakamların birer sayım sonucu olmayıp
sayıca çokluğu ifade için kullanıldıkları bellidir. Türkistan’ı ziyaret eden
gezginlerin, çeşitli yüzyıllarda Yesevî dergâhı ile ilgili anlatımlarında
özellikle bayram, kandil, Cum’a gibi özel günlerde binlerce insanın katıldığı
törenlerden bahsedilmiş olması Yesevî tarîkatının Türkistan’daki derin nüfuzu
yönünden bu rivayetlerden daha güçlü kanıtlardır.
Türkistan’da Arslan Baba himmeti ve Yûsuf Hemedânî irşadı ile
tutuşturulan Yesevî ocağının közlerini bugüne kadar söndürmeden taşıyarak
Türklüğün manevî hâzinesini zenginleştiren Yesevî dervişleri, kitabımızın
ikinci bölümünü teşkil edecektir.
Birinci Bölüm/ Notlar ve Açıklamalar
1
Post /
Post-nişîn : Farsça post, birşeyin derisi anlamına gelir; Türkçede kuzu,
koyun, dana vb.nin yüzülen ve tabaklanıp yere serilen, üstüne oturulan tüylü
derisine post, posteki denir. Tasavvuf ehli arasında “Post”, makâm
anlamına gelir. Şeyhin oturduğu post, tarîkat pîrinin makâmı olup şeyh posta
oturmakla pîri temsil etmiş olur. “Post-nişîn”, yani postta oturan, o
tekkenin şeyhi olmak anlamını taşır.
2
Orun-Koylakî
Safiyyüddin, Neseb-nâme (Haz. A.K. Müminov, Z.Z. Candarbekov), Türkistan
1992. s.40-42.
3
Carmuhammed-Ulı
Muhammed Rahim, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun
Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Hoca Ahmed
Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s.13-14.
4
Eraslan Kemal,
Neseb-nâme, Yesevî yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 57-64.
5
Kur’an-ı Kerîm,
Enbiya sûresi, 21:107, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.328.
6
Seyyîd Battal
Gâzi (674-740): Adı dilden dile, Orta Asya’dan Endülüs’e kadar uzanan
topraklara yayılmış olan ünü kuşaktan kuşağa yayılan halk kahramanı Seyyîd
Battal Gâzi’nin kimliği, ailesi ve soykütüğü hakkında net bir bilgi yoktur.
674-740 yılları arasında yaşadığı kabul edilen Seyyîd Battal Gâzi’nin Asıl
adının Câfer ya da Abdullah olduğu sanılıyor. Battal adını gazâlarda yiğitlik
ve cesaret sergilemesi, Gâzi unvanını ise gösterdiği kahramanlıklardan aldığı
tahmin edilir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in soyundan geldiğine ve silsilesinin
Hz. Ali’ye ulaştığına ve bu nedenle ‘Seyyîd’ ismini almış olduğuna inanılır.
Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç’ın 1940’11 yıllarda Almanya’da bulduğu bir
Neseb-nâme’de Battal Gâzi’nin soy kütüğünün Hz. Hüseyin (r.a.)’e ulaştığı
görülmektedir. Babasının Malatya emiri Hüseyin Gâzi olduğu ve 680 yılında
annesi Saide Hatun, eşi Zeynep Hanım ve iki oğlunun kabirlerinin bulunduğu Malatya’da
doğduğu kabul edilir. Battal Gâzi’nin Abdullah Ebül Hüseyin el Entaki isminde
bir tarihi kişilik olup el-Battal (kahraman) ismi olmayıp bir övünç unvanı
olarak kendisine verilmiş bir ünvândır. Taberi gibi bazı tarihçilere göre ise
asıl adı Amr ya da Umer olup Antakyalı -veya Şamlı-dır. Bazıları ise Emevîlerin
azatlı kölesi olduğunu çalışkanlığı ve kahramanlığı sayesinde komutanlığa, hattâ
Misis şehri valiliğine kadar yükseldiğini kabul eder.
Tarihî kaynaklarda hakkında pek çok menkıbe rivayet edilen Seyyîd Battal
Gâzi’nin müslüman Arap ordularının Bizans, Anadolu seferlerine ve İstanbul
kuşatmasına katılıp birçok kahramanlıklar gösterdiğine inanılır. Bir rivayette
Kız Kulesi’ne baskın yaparak kulede saklanan hâzinelerle ve gönlünü kaptırdığı
tekfurun kızını kaçırdığı anlatılır. Eskişehir’in Seyit Gâzi ilçesindeki
türbesinde kabri yanıbaşında bulunan kral kızı Elenora’ya ait kabir bu
rivayetle ilgili olmalıdır.
740 yılında Arap ordularıyla BizanslIlar arasında yapılan Akrenion
(Afyon) savaşına katıldığı, bu savaş esnasında yaralanarak Afyon veya bugünkü
SeyitGâzi yakınlarında Mesih Kalesi önünde yapılan çarpışmada bugün ismini
taşıyan tekkenin birkaç mil güneyinde şehîd olduğu kabul edilir. İslâm
tarihçileri yanında Bizans tarihçisi Confessor Theophones de Chronographia
adlı eserinde Battal Gâzi ve Melik Gâzi’nin 20 bin kişilik bir kuvvetle
Akrenion(Afyon) yakınlarında III. Leon ve Konstantin komutasındaki Bizans ordusu
ile çarpışmakta olan İslâm ordusunun yardımına geldiklerini; çok şiddetli geçen
çarpışmada her iki tarafın da büyük kayıplar verdiğini yazar. İslâm ordusu
Symnada (Şuhut)’ya çekilirken Battal Gâzi de yaralı olarak III. Leon’a esir
düşer. Theophones’e göre Battal Gâzi, esir olarak götürülürken yolda ölünce
vasiyeti doğrultusunda Akrenion’a yaklaşık 100 km. uzaklıkta Seyit Gâzi’deki
Üçler Tepesi’ne gömülmüştür. Seyyîd Battal Gâzi’nin bugünkü Seyit Gâzi’deki
makâmından başka Malatya ve Kayseri’de de makâmları bulunmaktadır.
Türkler arasında ‘Battal Gâzi’, ‘Seyyîd Battal’ ve ‘Seyyîd Battal Gâzi’
adlarıyla bilinen hayatı söylencelerle zenginleştirilmiş bu halk kahramanının
Arap kökenli olduğu kesindir. Emevî döneminin bir Arap komutanı olmasına
rağmen Araplığı unutularak zaman içinde bir Türk kahramanı olarak anılmaya
başlanmıştır. Bazı kaynaklara göre Bizans’a yapılan bir akında şehit düşen
babası Hüseyin Gâzi’nin Ankara’daki kendi adıyla anılan Hüseyin Gâzi
tepesindeki türbesi de bölgesinin en ünlü ziyaret yerlerinden birisidir.
Seyyîd Battal Gâzi Külliyesi’nin yapımına Selçuklu döneminde başlanmış.
Söylenceye göre Battal Gâzi’nin kabri ölümünden yıllar sonra bir kalb gözü açık
bir çoban tarafından bulunmuştur. Şimdi türbesi külliyenin içinde bulunan (Kutluca)
Çoban Baba koyunlarını otlatırken bir kerâmet sonucu makâmını keşfetmiştir.
Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubat’ın annesi Ümmühan Hatun (Valide Sultan)
1207-1208 yıllarında Battal Gâzi’nin kabri üzerine türbe ve yanına da bir cami
inşa ettirmiştir. Ümmühan Hatun da vasiyeti uyarınca buraya gömülmüştür. Battal
Gâzi’nin tam 8,5 metre uzunluğundaki görkemli kabrinin hemen yanında kral kızı
Elenora medfûndur. Çoban Baba, Ümmühan Hatun ve Ayni Ana külliyedeki diğer ismi
bilinen kabirlerdir.
Seyyîd Battal Gâzi’yi pîri olarak kabul eden Hacı Bektaş’ın Kurban
Bayramı törenlerini dervişleriyle burada geçirdiği, ayinlere katıldığı
Velâyet-nâme’sinde anlatılır. 16. yüzyılda Kalenderî merkezi olmaktan çıkan
külliye bir Bektaşi Tekkesi’ne dönüşmüştür. Osmanlı döneminde 1511-1517
yıllarında, külliye günümüzdeki durumunu alarak, dergâh, medrese, aşevi, fırın
gibi binaların eklenmesi ile imar edilmiştir. Seyyîd Battal Gâzi Külliyesi bir
iç avlu etrafına dizilmiş yapılardan oluşur. Külliyenin merkezinde Battal Gâzi
türbesi ve camii bulunur.
Seyit Gâzi yakınındaki Arslanbeyli köyünde 15. yüzyılda yaşadığı ve bir
Kalenderî dervîşi olduğu kabul edilen Sultan Şücaeddin Velî’nin türbesi vardır.
Sultan Şücaeddin Velî’nin, oniki imamlar neslinden İmam Rıza’nın torunu olduğu
kabul edilir. Rivayetlerde Şücaeddin Velî’nin dergâhında 200-300 Abdâlı olduğu,
ünlü Gâzileri kendisine mürîd edindiği anlatılır. Şücaeddin Velî mürîdleri 15.
yüzyılda Anadolu ve Balkanlarda ‘Üryan Şücailer’ adıyla ünlenmiş olup Evliya
Çelebi’nin Yesevî dergâhıyla ilişkili olduğunu naklettiği Bulgaristan’daki
Demir Baba, Otman Baba, Musa Baba, Akyazılı Sultan ve mürîdlerinin de bu
taifeden olduğu rivayet edilir. (Bkz. Yesevî Vârisleri)
7Kuşem ibn Abbâs (? 676) : Rasûlullah Efendimiz
(s.a.v.)’in amcası Hazreti Abbâs (r.a.) ile Hazreti Hatice’den (r.a.) sonra müslüman
olan ilk kadın sahabe ÜmmüTFazl Lübabe bint Haris el-Hilaliyye (r.a.)’in
oğludur. Ayrıca, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in hanımlarından olan Meymune
(r.a.) ile kardeştir. Künyesi Kuşem bin Abbâs bin Abdul-Muttalib el-Haşimi
şeklindedir. Babası ve kardeşleri ile birlikte Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in
duasına nail olmuştur. Dört halîfe dönemi ve Emevîlerin ilk yıllarında
yaşamıştır. Hazreti Ali (r.a.) zamanında Mekke valiliğinde bulunmuştur. Orta
Asya’ya gidip İslâmiyet’i tebliğ edenlerin ilklerindendir. Semerkand
yakınlarında bulunan türbesi günümüze kadar bir ziyaretgâh olma özelliğini devam
ettirmektedir. Kuşem, aynı zamanda Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in isimlerinden biri
olup, “her hayrı kendinde toplayan” anlamına gelmektedir. Hz. Hüseyin (r.a.)
ile süt kardeşi olan Kusem’in çocukluğu ve ilk hayatı ile ilgili fazla bir
bilgi yoktur. Bu sebepten dolayı doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Kaynakların çoğunda kendisi ile ilgili iki ayrı bilgi yer almaktadır.
Birincisi; çocuklar arasında oynayan Kuşem (r.a.) ve Câfer-i Tayyar’ın oğlu
Abdullah (r.a.)’ı gören Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in bu iki çocuğu bindiği
hayvanının terkisine bindirmesidir. İkincisi; Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in,
amcası Hazreti Abbâs ile çocukları için yaptığı duanın aktarılmasıdır.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in vefatında hazır bulunan Kuşem, cenazenin
yıkanmasında, daha sonra kabrine konulmasında yardımcı oldu, kabirden de en
son kendisi çıktı. Dolayısıyla Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e dokunan en son kişi
oldu. Kusem’in babası Hazreti Abbâs (r.a.)’tan rivayet edilen bir hadiste
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in amcası ve dört oğlu için yaptığı dua yer
almaktadır. Hazreti Abbâs (r.a.) ve oğulları Abdullah, Ubeydullah, Fazl ve
Kusem’i mülâet (bir örtü adı) denilen bir perde altına alarak üzerlerini örttü
ve “Ya Rab, bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun
çocuklarıdır. Onları bu perdeyle örttüğüm gibi, sen de onları Cehennemden
öylece koru!” mealinde duada bulundu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in bu
duasına evin damı, kapısı ve duvarları “amin, amin” diyerek iştirak ettiler.
Kuşem, yaşının küçük olması itibariyle Dört Halîfe dönemini ve Emevîlerin ilk
yıllarını görüp yaşadı. Ancak, ilk üç halîfe döneminde herhangi bir resmi vazifede
bulunmadığı tahmin edilmektedir. Sadece Hazreti Ali (r.a.)’in halîfeliğinin son
yıllarında görev aldığı ve Hazreti Ali’nin vefatına kadar Mekke valiliği
yaptığı görülmektedir. Medine valiliğinde de bulunduğu ifade edilmekle
birlikte, kesin bilgi mevcut değildir. Ancak, Mekke valiliği dışında hac
emirliğinde de bulundu ve kendisine havale edilen konularda fetva verdi. Yezid
bin Şecre’nin Emevîler tarafından hac emiri olarak atanmasına karşı çıkan
Kuşem, bu şahis yerine başkasının atanmasını istedi. Emevîler, bunun üzerine
Mekke’ye üç bin kişilik bir kuvvet yolladılar. Herhangi bir mukavemetle
karşılaşmadan Mekke’ye girdiler. Emevî birliklerine karşı isteğinde ısrar etti
ve söz konusu şahıs yerine başka birinin tayinini tekrarladı. Daha sonra hac
emirliği görevine Şeybe bin Osman getirildi.Kuşem (r.a.), Muaviye döneminde
Horasan üzerine yapılan seferlere katıldı. Said bin Osman’ın komutanlığını
yaptığı kuvvetlerle birlikte Horasan etrafındaki bazı fetihlerde bulundu.
Burada yapılan savaşlarda büyük bir kahramanlık gösterdi. Bu başarısı ve
cesareti karşısında kendisine fazla ganimet malı tahsis edilmesi teklifini
kabul etmedi. Elde edilen ganimetlerin beşe bölünüp diğerlerine dağıtıldıktan
sonra kendisine verilmesini söyledi. Daha sonra Semerkand üzerine yapılan
sefere de katıldı ve burada şehit düştü.Orta Asya’ya gidip İslâm’ı tebliğ
edenlerin ilklerinden olan Kusem’in bu bölge için apayrı bir yeri vardır.
Vefatına yakın yıllarda bu bölgeye yapılan seferlerde bulunduğu gibi tebliğ
vazifesini de ifa etti. Halk arasında anlatılanlara göre savaşta şehit düşmedi.
Kendisini öldürmek isteyenlerin elinden kurtularak önünde açılan bir kayanın
içine girdi. Daha sonra kendisine açılan kapı kapandı. Vefatının üzerinden dört
asır geçtikten sonra kendisi için bir mezar yapıldı. Efrasiyab tepelerinin
güney yamacında bulunan türbe Ab-ı Meşhed çayının yanında yer almaktadır. Daha
sonra buraya devlet büyüklerinin ve ileri gelenlerinin de defnedilmesi ile
birlikte bir mezarlık halini aldı. Akabinde burası önemli bir ziyaretgâha dönüştü.
Yerli halk buranın ziyaret edilmesine büyük önem verdi. Ayrıca, halk arasında
Kusem’in adı, yaşayan sultan anlamına gelen “Şah-ı Zinde” olarak anılmaya
başlandı. Bu şekilde anılmasının da sebebi, ibadetini yaptığı sırada saldırıya
uğramasına karşılık, mucizevi bir tarza ortadan kaybolması ve halk tarafından
ölmediğine inanılmasıdır. Hz. Kuşem ibn Abbâs (r.a.) için yapılan türbe, bir
cazibe merkezi haline geldi. Burada kurulan Türk devletlerinin yöneticileri
büyük önem vererek imar etti. Türkistan’ın ilk medresesi burada kuruldu.
Önlerine çıkan her şeyi yerle bir edip ilerleyen Moğolların istilâsından
Semerkand da nasibini aldı ve o zamana kadar yapılan ne varsa tahrip edildi.
Ancak, aynı Moğollar, Kusem’in türbesinin bulunduğu Şah-ı Zinde bölgesine,
başlarına bir bela gelir korkusuyla dokunmadılar. Günümüzde Özbekistan’ın
Semerkand şehrindeki Şah-ı Zinde kabristanı hâlâ önemini korumakta ve saygı ile
ziyaret edilmektedir. Kusem’in en önemli özelliklerinin başında Rasûlullah
Efendimiz (s.a.v.)’e benzerliği gelir. Bu özelliğinden dolayı büyük bir sevgi
ve alakaya mazhar oldu. Babası kendisine büyük bir sevgi ve alaka gösterdi.
Kendisini severken de “Üstünlük ve seçkinliğin yüce sahibi Rasûlullah’a benzeyen
Kuşem” şeklinde iltifatta bulundu. Ayrıca takva ve fazilet sahibi mübarek bir
insan olarak dikkatleri üzerine çekti. Bizzat Rasûlullah Efendimiz
(s.a.v.)’den hadis rivayet ettiği gibi, diğer Sahabelerden de rivayetlerde
bulundu.
8
Himmet : Bir
işin üstüne iyice düşmek, bir işe sarılmak ve lütuf, kerem ve ihsanda bulunmak
anlamlarında arabça bir sözdür.
9
Kutb (kutub): Mil,
uç anlamlarına gelen arabça bir sözcüktür; Türkçe’de “Kutup” tarzında
söylenir. Tasavvufta, âlemde Tanrı irâdesini temsil eden ve erenlerin en ulusu
olan; Tanrı adına kâinatta tasarruf sahibi bulunan zattır, Kutb ve kutublar
kutbu anlamına “Kutbü’l-Aktâb” derler. Kutub vefat edince, en yakın
olan iki imâmdan biri, Tanrı tarafından kutubluğa tâyin edilir ve erenlerin
sayıları, birer derece aşağıdakilerden biri, bir derece yükseltilerek
tamamlanır.
10
Alevî : Alî’ye
mensup anlamına gelen bu söz, hem Hazret-i Alî soyundan gelen, hem de Hazret-i
Alî taraftarı olan, Hazret-i Alî’nin yolunda giden anlamına gelir.
11
Hızır: Yeşil
anlamına gelen ve aslı Hızr olan bu kelime, Türkçede Hızır tarzında söylenir;
Mûsâ Peygamber (a.s.) ile çağdaş bir peygamber veya erenin adıdır. Üstüne
oturduğu kuru otlar, yeşerdiğinden bu adla anılmıştır. Ayağını bastığı
yerlerdeki otlar da yeşerirmiş. “Âb-ı Hayat (= bengisu)” denen ve içeni ebedî
hayata kavuşturan suyu, İlyâs (a.s) adlı başka bir Peygamber’le beraber bulup
içmiş olduğundan kıyâmete dek ikisi de sağ kalacaktır. Hızır, karada bunalan
kullara, İlyâs, denizde yardıma muhtaç olanlara yardım eder. Tasavvufta, erenlerin
en ulusu olan “Kutub”a ‘vaktin Hızır’ı’ da denir.
12
Hâl : İnsanın
bulunduğu, fakat zamandan zamana da değişen, durum. Tasavvufta varılan manevî
duruma da “Hâl” denir; bu duruma ulaşan manevî yolcu, hâlini kendisine mal
edinirse o zaman “Makâm (= Durak)” adı verilir.
13
Ledün : “Ledün”,
yan, kat anlamında Arabça bir sözcüktür.
Kurân-ı Kerîm’in 18. Kehf sûresinin 65. âyetinde, Mûsâ peygamber
(a.s.)’ın, kendisine Tanrı katından bilgi verilen birisi (= Hızr a.s.) ile
buluştuğu anlatılır. Bu yüzden okunmadan, bellenmeden elde edilen İlâhî bilgiye
de “ledünnî bilgi” , “İlm-i Ledün” (= Ledün bilgisi) denmiştir. Bir işin
gizli nedenleri, “Ledünnîyyât” diye anılmıştır.
14
Meşreb : Huy,
zevk ve âdet anlamını verir. Meselâ bir kimse hakkında, “meşrebi geniş”
denirse, herşeyi sindirir, hoş görür, darılmaz anlamı anlaşılır. Meselâ,
“zâhidâne meşrepli”, din hükümlerinde zühd sahibi, takvâya uygun hareket eder
anlamındadır. Meşreb, insanın yaratılışındaki huyu ile ilgilidir ve
yaratılıştaki eğilim, kişi ne kadar değişirse değişsin, gizli kalır ve birgün,
gene baş gösterir.
15
Haşan Nâdirhan,
Arslan Baba ve Ahmed Yesevî, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 24
[2009/2], s.1-10.
16
Cevâhirü’l-Ebrâr
min Emvâci’l-Bihâr: Yesevîyye şeyhi ve şair Sultan Ahmed Hazînî tarafından
Yesevîyye kültürünü Osmanlı ülkesinde ve bilhassa Osmanlı Sultanı III. Murad’a
tanıtmak için 1593’te büyük kısmı Türkçe, son kısmı ise Farsça olarak yazılan
eserin tesbit edilen tek yazma nüshası İstanbul Üniversitesi Merkez
Kütüphanesinde bulunmaktadır. İlim çevrelerine ilk kez 1918 yılında
yayımladığı Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kapsamlı eserinde Prof.
Dr. M. Fuad Köprülü tarafından tanıtılan “Yesevî Menâkıbnâmesi” olarak
adlandırılabilecek bu nadide eserin transkripsiyonu ve tercemesi Prof. Dr.
Cihan Okuyucu tarafından yayına hazırlanarak 1995 yılında Kayseri’de
yayınlanmıştır.
17
Menbâ'uTEbhâr
fî Riyâzi’l-Ebrâr : Hazînî tarafından CevâhirüTEbrâr’dan yedi yıl önce,
1586’da Türkçe yazılmış ve özellikle Yesevîlik ve tarîkatlar tarihi bakımından
son derece önemli bir kitabdır. Menbâ'uTEbhâr Hazînî’nin, Osmanlı sultanı III.
Murad’a sunulmak üzere İstanbul’da yazılan eser, ilim dünyasına ilk defa
Necdet Tosun’un İLAM Araştırma Dergisinin 1997/2. sayısının 41-85. sayfaları
arasında yayımladığı “Yesevîliğin İlk Dönemine Ait Bir Risale: Mir’âtü’1-kulûb
‘başlıklı makalenin içinde tanıtılan eserin bilinen tek yazma nüshası
Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa kolleksiyonu no. 1425’te kayıtlıdır.
Eserin filolojik tanıtımı ve metninin ayrıntılı bir özeti ile orijinal ve
transkripsiyonlu metni Dr. Mehmet Mahûr Tulum tarafından 2009 yılında
İstanbul’da neşredilmiştir.
18
Selmân-ı
Farîsî (ölümü: 654) : Ashâbın önde gelenlerindendir. Nakşbendî silsilesinde
yer alır. Tasavvuf ehline göre Selmân, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in saçlarını
kesmiştir; bu yüzden fütüvvet erbabınca, berberlerin pîri, “Selmân-ı
Farisî”dir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.), “Selmân’ül Hayr” lakabını vermiş ve
“Selmân bizden, Ehl-i beytimdendir” hadisi ile kendisini övmüştür. Irak’ta,
Medâyin şehri valisi iken orada vefat etmiştir. Yesevîlik geleneğinde Arslan
Baba’nın Selmân-ı Farisî evlâdından olduğuna inanılır.
19
Hırka : Arabça
‘bez parçası’ anlamına gelir; dervişlerin giydikleri üst giysisidir. Dervîş
hırkası, önü açık, yakasız, kollu, genişçe ve -bazen topuklara kadaruzundur.
Çok eskiden dervişler, malının helâl olduğuna inandıkları kişilerden bez
parçalan alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı ki buna, yamalı
anlamına “Murakka” derlerdi. Zengin, ünlü kişiler, böyle bir hırkaya tenezzül
etmeyeceklerinden gerçek dervişler, “Hırka altında sultan”, benliğine kul
olanlarsa, süslü elbiseler içinde köle durumundadırlar. Bu yüzden “Hırka
altında sultan”, görünüşte yoksul, gerçekteyse nefsine buyruk yürüten emîr
anlamındadır. “Hırka giymek, Hırka giydirmek”, dervişliğe ikrar vermek, dervîş
yapmak anlamına geldiği gibi birine şeyhlik ve halîfelik vermek anlamına da
gelir. Bir tarîkate mensub olduğu hâlde sevgisi dolayısıyla başka birtarîkate
de intisab edip hilâfet alana giydirilen hırkaya “Teberrük hırkası” denir.
20
Algar, Hamid,
“Arslan Baba” (madde), TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1991, c.lll, s. 400.
21
Makâm :
Arapça, kalkılan, ayakta durulan yer demektir ki Türkçe’de “durak” karşılık
gelebilir. Aynı zamanda, dince kutsal olan, bir büyüğün hâtırasını taşıyan;
“Makâm-ı İbrahim” gibi yerlere de denir. Birisi, başka bir yerde ölürse,
memleketinde, yahut hâtırasını taşıyan bir yerde, ona Fâtiha gönderilmek,
anılmasına vesile olmak üzere yapılan anıt-mezara da “Makâm” denir.
22
Haşan Nâdirhan, Arslan
Baba ve Ahmed Yesevî, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 24 [2009/2],
s.1-10.
23
İcâzet: İzin,
ruhsat anlamına gelen Arabça bir sözdür, Tarikatta ulu sayılan birini ziyarete
giden kişi, izin almaksızın huzurundan ayrılamaz. Ya o zat “Buyurun” deyip
niyaz ederek gitmelerine izin verir; yahut gidenler, “icâzetinizle” deyip
ruhsat alırlar, niyaz edip görüşerek huzurundan ayrılırlar. İcâzetin bir başka
anlamı da şudur: Bir şeyh, dervişlerden, yahut muhîblerden birini şeyh yapar,
muhîb ve derviş yetiştirmesine izin verir; aynı zamanda bu izni, yazılı ve
mühürlü bir kâğıtla da belgelendirir. Bu yazılı kâğıda “İcâzet-Nâme” denir.
24
Biat (Bey’at) :
Arabçada, buyruk sahibinin buyruğuna uymayı kabul etmek, elini, elinin üstüne
koyup bu hareketiyle ona itaat ettiğini bildirmek anlamına gelir. Kur’an-ı
Kerîm’in 48. Feth sûresinin 10. âyetinde, “Seninle bey’atleşenler, gerçekte
Allah’la bey’atleşmişlerdir; Allah’ın (kudret) eli, onların ellerinin üstündedir.
Kim dönerse zararı kendisinedir; Allah’la ahidleştiği şeyde duranaysa Allah,
pek yakında büyük bir ecir verecektir” duyurulmaktadır. Bu âyet, hicretin
altıncı yılında, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ashâbıyla Haccetmek üzere Mekke’ye
doğru yola çıktıkları vakit, Hudeybiyye’ye gelince, henüz Mekke Müşriklerin ellerinde
olduğundan, şehre girmelerine izin vermemeleri üzerine inmiş, Hz. Rasûlullah
(s.a.v.), orada bir ağaç altına oturmuş, ashâbı da, ölünceye dek kendisine
uyup düşmanla savaşacaklarına, Hz. Peygamber’in ellerinin üstüne ellerini koyup
bîat (=bey’at) ederek ahidleşmişlerdi. Bunu duyan müşrikler, barışa razı
oldular. Sûfîler, mürşîde intisabın esasını bu bey’ate dayandırırlar ve mürşîde
bey’at edip tarîkate girmek, bu bey’ate katılmaktır ve mürşîdin eli, elden ele,
Hz. Rasûlullah’a ulaşır, diye kabul edilir.
25
Riyâzet : Az
yemek, az uyumak, daimî ibâdete koyulmak suretiyle nefsi terbiye etmek
anlamında Arabça bir sözdür.
26
Nefs : Nefs,
Arabça bir söz olarak, “kendi, öz, can, ruh, kötü istek, kötülüğe meyil”
anlamlarına gelir. Nefsle mücâdele dünya ile olandan daha zordur, güçtür
Nefsini bilen Rabbini bilir. “Nefsini bilen”, yâni, kendisini acizle,
noksanla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, “Rabbini bilir”, yâni, Rabbini,
kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir atasözüyse
hadîs olarak rivayet edilen, Hazret-i Ali (k.v.)’e de atfedilen sözün
Türkçesidir. Tasavvufî terminolojide nefsin yedi makamından bahsedilir ki sûfî
sırasıyla bu makamları geçerek nefsini noksanlardan arındırmalıdır.
27
Kur’an-ı Kerim;
Hicr Sûresi, 15:2, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı HamdiYazır, Eser
Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 261.
28
Halvet
der-Encümen : Tasavvuf tarihimizin temel taşlarından birisini teşkil eden
‘Halvet der-encümen’ kavramı insanlar arasında iken her an Allah ile beraber
olma, zâhirde halk ile, bâtında Hak ile bulunma anlamını taşır. Bu kavram o
denli bir zenginliğe ve derinliğe sahibtir ki, bu bilince ulaşmış bir insan
dünyanın en güçlü varlığıdır denilse yeridir. ‘Herkesle beraber fakat
yalnız’ sözü bu bilinci anlatır. Tasavvuf yolunda ilerleyen dervîş
‘Halvet der Encümen’ bilincini geliştirmek ile o kıvama gelir ki, nerede,
kiminle, hangi şart altında olursa olsun, insanlar arasında gündelik meşguliyetlerine
devam ederken yaratıcısı olan Hakk ile birliktelik bilinci bir an olsun kesintiye
uğramaz; uğratılamaz ve ‘Halvet Der Encümen’ murakabe halini alır.
İhvan, insanlarla beraber olmasına rağmen insanların onun kalbine
muttali’ olmaması lâzımdır. O, Allah Teâlâ ile beraber olmalı fakat bunu
etrafına sezdirmemelidir. Yine ihvan kalbî zikre müsteğrak olmalı, o kadar ki,
çarşıya girdiği zaman insanların gürültüsünü duymayacak hale gelmelidir. Allah
Teâlâ’nın zikri kalbin hakikâtini istilâ etmiş olmalıdır.
Yesevî’nin toplum hayatının meşru olan her türlü faaliyetine katkıda
bulunmayı, insanlara hizmet etmeyi, sosyal faaliyetlere pozitif katılımı son
derecede önem vermesi fakat bütün bu fiilleri yaparken de kalben daima Allah
ile beraber olmayı, yani halvet şuurunu muhafaza etmeyi hedeflemesi büyük
ölçüde mürşîdi Yûsuf Hemedânî’den aldığı terbiye ile ilgilidir. Yûsuf
Hemedânî’nin mürîdleri vasıtası ile silsilesini sürdüren bir diğer tasavvuf
ekolü olan ve en önemli prensiplerinden biri de ‘halvet der encümen’ olarak
belirlenen Nakşbendî tarîkatının da, irşad faaliyetinde halkın içine karışmayı
ve insanlara hizmeti ön plan da tutan bir anlayışa sahip oluşu aynı şekilde
değerlendirilebilir. Aradaki küçük bir fark ile Nakşbendîlerde halvet der
encümen; halvete karşı bir tavır da ifade eder gibidir. Onlara göre, halvette
gizli bir şöhret hissi söz konusudur. Halk içinde bulunmak ise, hem böyle gizli
bir şöhrete kapalı bulunma, hem de insanlara yararlı olma açısından her zaman
tercih edilegelen bir tavırdır.
Bir batılı düşünür “şehir, halkın hep birlikte yalnız kaldığı yerdir.”
sözüyle şehrin ifsad edici-yokedici tarafını vurgularken, bizim köklerimizde
‘halvet der encümen’, ‘toplum içerisinde yalnızlık” olarak gerçek ifadesini
bulan hikmette ise şehrin toplulukları ‘ben idraki’ne sürükleyen bir temel
işlevi olduğu da anlaşılır. Şehir hayatı bir bakıma ‘halvet der encümen’
ortamı, yani toplum içerisindeki yalnızlıktır.
29
Bâtın :
İç, öz anlamına gelir ve dış anlamına gelen “zahir” sözünün zıddıdır; aynı
zamanda her iki söz de yâni “Bâtın” ve “Zahir” sözleri de 57. Hadîd sûresinin
3. âyetinde, Esmâ-i Hüsnâdan, yâni Allah Teâlâ’nın güzel adlarından olarak
geçer; Allah, eserleri, kudreti ve san’atıyla, yaratışı ve tasarrufuyla “Zahir”
dır; fakat zâtıyla “Bâtın” dır. Ayrıca Kur’ân’ın zahiri, yâni herkesin anladığı
bir anlamı olduğu gibi bilenlere, duyanlara göre bu anlamın içyüzü, herkesin
anlayamayacağı bir özü, daha derin anlamları da vardır. Şerîat hükümlerinin
konulmasında hikmetler bulunduğu gibi, meselâ namazın edâsındaki zevk ve huşû
adamına göre farklıdır. Şeriatın bir içyüzü olduğunu kabul eden tasavvuf ehli,
kendilerini “Bâtın ehli” sayarlar; okuyup bellemekle değil de öz doğruluğu ve
Tanrı’ya teslim oluş sonucu olarak gönle doğan bilgiye de “Bâtın bilgisi”
derler. Bâtın bilgisi, metodu, müderrisi, medresesi olan bir bilgi değildir. Bu
bakımdan bu bilgi, gizli bir bilgi olduğu gibi ehli de gizlidir.
30
Abdul-Hâlık
Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Hayat Nedir?-,Haz. Necdet Tosun, İnsan
Yay. İstanbul, 2007, s. 39-41
31
Bakara Sûresi:
Kur’an-ı Kerîm’in 286 âyetten oluşan en uzun sûresi. Hak Dini Kur’an Dili
Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.2-48.
32
Âl-i îmrân
Sûresi: Kur’an-ı Kerîm’in üçüncü sûresi. Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz.
Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.49-75.
33
Cüz: Kur’an-ı
Kerîm’in otuzda bir kısmını teşkil eden yirmi sayfalık bölümü.
34
Fâtiha Sûresi:
Kur’an-ı Kerîm’in ilk sûresi. Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi
Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.1.
35
Niyâz : Farsça’dan
alınan bu kelime, yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında bulunmak, duâ etmek,
selâm ve hürmet anlamlarına gelir.
36
Hâzini,
MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Haz. Mehmet Mâhur Tulum, İstanbul, 2009, s.77-78.
37
Abdul-Hâlık
Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Hayat Nedir?-, Haz. Necdet Tosun, İnsan
Yay. İstanbul,2007 s.39.
38
Abdul-Hâlık
Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Hayat Nedir?-, Haz. Necdet Tosun, İnsan
Yay. İstanbul,2007, s.39-40.
39
Abdul-Hâlık
Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Hayat Nedir?-, Haz. Necdet Tosun, İnsan
Yay. İstanbul,2007, s.48-49.
40
Fâtır Sûresi: Hak
Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul,
1984, s.433-439.
41
Yâsîn Sûresi:
Kur’an-ı Kerîm’in kalbi olarak bilinen sûre. Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz.
Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.439-444.
42
Nâziât Sûresi:
Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul,
1984, s.582-583.
43
Ahmed Yesevî,
Dîvân-ı Hikmet (4. Hikmet), Haz. Dr. Hayati Bice, TDVYay., Ankara, 2009, s.73.
44
Cezbe: Arabça
çekiş anlamına gelir. Terim olarak, Tanrı’nın, kulu çekişi, kula lûtfudur.
Sûfîlerin bir kısmı, sülük denen manevî yolculuğun, ancak cezbeyle
alınabileceğine inanır. Tasavvuf yolcularının bir kısmı, önce cezbeye kapılır,
sonra mürşîde kavuşur; cezbeyle aldığı yolu, yolun hükümlerini, şartlarını öğrenir.
Bunlara “Meczûb-i Sâlîk”, yani cezbeye düştükten sonra sülük gören denir. Bir
kısmı mürşîde ulaşır, sonra cezbeye mazhar olur. Bunlara da “Sâlik-i Meczûb”,
yani cezbeye ulaştıktan sonra mürşîde kavuşan derler. Bu iki bölükten olanlar,
başkalarını irşâd edebilirler. Cezbeye tutulup mürşîde ulaşmayan (Meczûb-ı
gayr-i sâlik), kendisi ulaşmıştır, fakat kimseyi irşâd edemez. Mürşîde intîsab
ettiği halde cebzeye mazhar olmayan (Sâlik-i gayr-i meczûb), ne kendisi bir
feyze nail olur, ne kimseyi irşâd edebilir, Cezbe, aklı baştan alan bir hâl
olduğundan cezbe sahibi, hareketlerinde mazurdur. Bir de zikir, yahut sohbet
esnasında yerinden sıçrayan, bağırıp çağıran, inleyen, delice hareketlerde
bulunan kişilerin bu haline “cezbelenmek, cezbeye gelmek, cezbeye düşmek” denir
ki bu halleri gösterenlerin çoğu, bir alışkanlık olarak sıçrarlar, bağırırlar;
olgun erler, gerçekten cezbeye tutulan kişinin bu hâllerini izhâr etmesini hoş
görmezler; bunlara “Murâî Gösterişçi” derler. Gerçekten cezbeye tutulup o halde
kalanlaraysa “Meczûb” denir. Tasavvuf uluları, meczûb kişilerle düşüp kalkmanın
doğru olmadığını, onların gönüllerine dokunmamak, ihtiyaçlarını, kabul ederlerse,
gidermek gerektiğini, fakat onlarla düşüp kalkanlara, hallerini giydireceklerini,
bu yüzden onlardan uzak olmanın en doğru bir hareket olduğunu söylerler.
45
Abdul-Hâlık
Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Hayat Nedir?, Haz. Necdet Tosun, İnsan
Yay. İstanbul, 2007, s.48.
46
Seyfullah
Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuTmeşayih’ eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve
onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B.
Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.
47
Seyr : Gezmek,
görmek, seyretmek anlamına Arabça bir sözcüktür. Tasavvuf ehli, mürîdin Hakk’a
yolculuğunu seyr olarak adlandırmıştır.
48
Sülük : Yola
girmek, yol tutmak, yol almak anlamında Arabça bir sözdür. Tasavvuf ehlince,
bir mürşîde intisâb eden mürîdin, tarîkat usulüne riayet ederek manevî
yolculuğuna, yol almasına sülük denir.
49
Çile/Çile-Hâne
: Dervişlerin, kapalı bir yere, bir odaya çekilip yemelerini, içmelerini,
uykularını gittikçe azaltarak kırk gün kendilerini ibâdete vermelerine ‘çile’
denir Sûfî dervişlerin, çile çıkardıkları oda, çile evi anlamına “Çile-Hâne”
diye anılır. Çile kelimesi farsçadaki “Çille (=Kırk günlük süre) sözünün
hafifletilmesinden meydana gelmiştir. Tasavvuf terminolojisinde daha çok sözün
Arabçası olan “Erbain” olarak bilinir. Erbaîn: Arabça kırk demektir.
Halvetîlik gibi esmâ yoluyla sülûkü kabul eden tasavvuf yollarında şeyh,
dervîşi, kırk gün, az yemek, az içmek, az uyumak, kendini ibadete vermek üzere
riyâzata sokar ki buna erbaîn denir. Erbain, tekkenin tenha bir bucağında, bu
iş için ayrılmış odaya girmekle başlar. Şeyh, dervişi bu odaya sokar, Fâtiha
çeker ve kapıyı kapayıp gider. Odada bir post, yahut seccade, bir müttekâ ve
bir Kur’ân-ı Kerîm vardır. Derviş, bu odadan ancak zorunlu olarak gerekirse ve
abdest tazelemek için çıkar. Yiyeceğini, içeceğini, belirli vakitlerde bir
derviş getirip odaya bırakır ve selâmdan başka bir söz söylemez. Gelenekte,
erbaine girene ilk günü kırk zeytin verilmesi, her gün zeytinin biri
eksiltilerek kırkıncı günü bir zeytin sunulmasıdır; fakat buna pek o kadar
riayet edilmez; yalnız yiyeceği her gün biraz azaltılır. Kırkıncı gün ya şeyh
gelip dervişi odadan çıkarır, yahut başka birisi çıkarıp şeyhe götürür.
Erbain’den çıkan, kırk gün içindeki düşüncelerini, bilhassa rüyalarını şeyhe
anlatır. Şeyh gerek görürse dervişi, o gün, ikinci bir erbaine sokabilir.
Birbiri üstüne üç Erbain çıkaranlar bile olur. Dervişin erbainden çıkarıldığı
gün, bir koyun kesilir; kendisine kurbanın et suyuyla yapılmış tirit sunulur;
dervişler, kendisini kutlarlar.
50
Künhü’l-Ahbâr
: Âlî kısa adıyla meşhur olan Gelibolulu Mustafa b. Ahmed tarafından kaleme
alınan ve genel dünya tarihi ile ilgili bir eser olup 16. yüzyılın son
yıllarında (1593-1599) yazılmıştır.
51
Tosun Necdet,
“Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi, 111/1 (1998), s. 73-81.
52
Eraslan, Kemal,
“Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, İ.Ü. Edb. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII
(1977), s. 79.
53
Ahun, Hoca Ahmet,
“Hoca Ahmed Yasevi”, Nesil, Aşgabat, Türkmenistan, 6 Ocak 1998; Nakleden: Yusuf
Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede
Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64
54
Hâzinî,
Cevâhirü’l-Ebrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.47-48.
55
Horasan
Erenleri : Horasan, İran’ın doğu bölgesinin adıdır. Tasavvuf yayılıp
sûfîler, Suriye ve Irak’ta çoğunluğu sağlamışlar, buna karşılık sûfîlerin,
kendilerine mahsus elbise, zikir töreni, bilhassa vakfa dayanan tekkeler gibi
şeylerle halktan ayrılmalarını hoş görmeyen melâmet ehli, İran ve Horasan’da
yoğunlaşarak “Horasan Erenleri” denildi. Bu tâbirle anılan erenin Horasan’lı
olduğunu değil, melâmet erenlerinden olduğunu anlamak gerekir. “Şâh-ı Horâsan”
ve “Sultân-ı Horasan” ise Oniki İmâm’ın sekizincisi olup 818’de şehîd edilen
İmâm Aliyyü’r-Rızâ ibn Mûsâ Kâzım’dır. Horasan’ın şimdi Meşhed diye anılan Tûs
şehrindeki türbesinde yattığı için bu lakabla anılır.
56
Keşkül : Farsça,
‘fukara çanağı’ anlamına gelir. Büyük Hindistan cevizinin üstü kesilir
ve içi oyulur; meydana gelen çanağın, iki ucuna iki halka geçirilerek bu
halkalara bir zincir takılır. Derviş, bunu boynuna, yahut kemerine asar, yahut
da elinde tutar. İlâhî, naat, mersiye okuyup keşkülü halka uzatır; herkes,
keşküle birşey koyar.
57
Savran: Kaynaklarda
Sabran olarak da kaydedilmiş olup Yesi yakınlarındaki Karaçuk dağlarının
eteğinde ve Yesi’ye bir günlük uzaklıkta bir kasabadır. İslâm’ı kabule direnen
bu kasaba, müslümanların sınır şehri niteliğinde idi. yer alır. Ahalisinin
Ahmed Yesevî ve ailesine karşı düşmanca tutumu nedeni ile Yesevîlik geleneğinde
kötü bir şöhreti vardır. Hattâ rivayetlere göre Yesevî’nin biricik oğlu
İbrahim'i katleden bu kasaba halkı ilahi gazaba uğrayarak yerle bir olmuş ve
halkı da bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
58
Vilâyet-nâme:
Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, -tarihsiz-, s.14.
59
Sever, Mustafa,
Hakîm Süleymân Ata, Hikmetler ve Kıssâlar, Oba Yay., Ankara, 2006. s. 115-118.
60
Ferîdüddîn Attâr,
Mantıku’t-Tayr, Çev. Yaşar Keçeli, Kırkambar Yay., İstanbul, 1998, s.227-228.
61
Ata Rahmanov,
“Oğuzların Melallaşmagı”, Yaşlık, I, Aşgabat, Türkmenistan 1989, Nakleden:
Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu
Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64
62
Ahun, Hoca Ahmet,
“Hoca Ahmed Yasavi”, Nesil, Aşgabat, Türkmenistan, 6 Ocak 1998; Nakleden: Yusuf
Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede
Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.
63
Tasarruf : Bir
şeyi, bir malı dilediği gibi sarfetmek, kullanmak anlamında Arabça bir sözdür.
Tasavvuf ehline göre, bir ermişin hayattayken, yahut vefatından sonra,
Tanrı’ya nâzı geçmesi dolayısıyle dünya işlerinden bâzılarını etkilemesine,
kendisinden himmet taleb edenlerin dileklerine kavuşturmasına vesîle oluşuna
tasarruf denilir.
64
Ahmet Bekmuradov,
Edebî Miras, Aşgabat, Türkmenistan, 1992 Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed
Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler,
Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64..
65
Ölmeden önce
ölüm: Sûfîler, sâlikin, yâni Hakk yolcusunun maddî-manevî tüm arzu ve
dileklerinden geçmesine “ölmeden önce ölmek” derler ve bu iradî ölümle, yâni
kendi isteğiyle ölmekle, mânâ âleminde, ruh bakımından hayat bulacağına
inanırlar.
66
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.54.
67
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Prof. Dr. Cihan Okuyucu, Kayseri,
1993,s.55.
68
Zuhurât: Arabça’da
zuhur, meydana çıkmak, belirmek demektir. Çoğulu, zuhur eden şeyler anlamına
“zuhurât” tır. Tasavvuf ehli, meydana gelen şeylere “zuhurât” derler. “Zuhurâta
tâbi olmak”, beliren, meydana çıkan olaylara uymak, ona göre hareket etmek
anlamına gelir. Rüyalara da “Zuhurât” denildiği bilinir.
69
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Prof. Dr. Cihan Okuyucu, Kayseri,
1993,s.58.
70
Haşan Nâdirhan
“Divan-ı Hikmet’Tn İstanbul’daki Bir Nüshası Hakkında, Adıyaman Ü., Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, II/2, (2009); s. 79-82.
71
Hâzinî,
Menbâül Ebhâr Fî Riyâzi'l Ebrâr, Haz. Mehmet Mâhur Tulum, İstanbul, 2009, s.58
72
Abdâl : Birinin
yerine geçmek, birini, birşeyi, başka birinin, başka birşeyin yerine koymak,
değiştirmek anlamlarına gelen arapça “bedel” ve “bedîl” sözlerinin çoğulu
olduğu, “Budela” sözünün de aynı anlama geldiği söylenmiş, erenlerden biri
ölünce, ondan aşağı derecede bulunan erenlerden birinin, Tanrı tarafından onun
yerine geçirilmesi dolayısıyla bir bölük erene “Abdâl” dendiği, bunların yedi,
yahut kırk kişi bulunduğu, tasavvuf inançlarındandır. “Abdâl”dan olan
erenlerin, bir anda, bir çok yerde görünebilecekleri, kendilerine benzerler
gösterebilecekleri, bu yüzden bu adla anıldıkları söylenmiştir.
Pîr-i Türkistan
HOCA AHMED YESEVÎ