ŞARK MESELESİ IŞIĞINDA ŞEYH SAİT OLAYI, KARAKTERİ,
DÖNEMİNDEKİ İÇ VE DIŞ OLAYLAR
YAŞAR KALAFAT
Ankara
Nisan -1992
Ayaklanmalar, insanların bir arada yaşamaya başladıkları dönemden
itibaren görülen toplu olaylardır. Türk ve Türk-İslâm tarihinde de görülen
çeşitli ayaklanmalardan Türkiye Türk tarihindeki ayaklanmalar, bu topraklara
gelişimiz kadar eskidir. Bu ayaklanmaların hepsinde, ayaklanma faktörleri
az-çok aynı iken, hemen hemen hepsinde ortak olan yön dinî içerikli
olmalarıdır.
XIX. yy’da ayaklanmaların yoğunlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun
yıkılması olayı ile yakından ilgilidir.
XVIII. yy’da Rusya’nın, zaman zaman Avusturya ile de birleşerek Osmanlı
İmparatorluğu’na saldırıları olmuştur. Ruslar, 1783’de Kırım’ı ele geçirmiş
Karadeniz’e inmişlerdir. Bu yayılma stratejisi bir yandan Boğazlar’a karşı,
diğer yandan da İskenderun ve Basra Körfezi’ne yönelikti. Ruslar’ın bu
politikası İngiltere ve Fransa'nın da menfaatlerini tehdit ediyordu. İngiltere
ile Rusya arasındaki bu çıkar savaşı İngiltere’yi Osmanlı İmparatorluğu’nu koruma
politikasına şevketti. Bu İngiliz politikası, 1878 Berlin Kongresi’ne kadar
sürecektir. İngilizler’in bu tutumu, Kırım Savaşı (1853-1854)’nda İngilizler’in
Ruslar’a cephe almasına yol açarken, Boğazlar milletlerarası mesele durumuna
geldi. İngiltere’nin bu tutumu, Rusya'nın politika değiştirmesine yol açtı.
Yeni politikasında Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hıristlyanlan tahrike başladı.
Esasen Fransız İhtilâli’nin getirdiği akımlardan birisi olan özel anlamda
milliyetçilik, Osmanlı. İmparatorluğu bünyesine de sıçramış ve özellikle
hıristiyan tebaada kendisini göstermeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
hıristiyan unsurların millî hareketleri, sevk ve desteklenmelerinde hemen hemen
bütün Avrupa'nın parmağı vardı ve hıristiyan Avrupa olayı, hıristiyanların
müslüman Türkler’e direnişi olarak görüyordu. Osmanlı bünyesindeki Sırp, Romen,
Yunan ve Bulgar unsurların direnişlerinin çehresinde bu gerçek vardır. Bunların
imparatorluk bünyelerinden ayrılmaları Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tahrik ve
teşvikteki işbirliğinin bir sonucudur.
Navarin’de Osmanlı donanmasının yakılması olayı, Rusya, Fransa ve
İngiltere’nin marifeti idi. Amaç Yunanistan isyanının bağımsızlıkla
sonuçlanmasını sağlamaktı. Donanmanın mevcudiyetine rağmen başarıya ulaşmış ve
bağımsızlıkla noktalanmış bir Yunan isyanı düşünülemezdi. Nitekim bekledikleri
sonucu aldılar.
Rusya, Balkanlar’m büyük bir kısmını XIX. yy. içerisinde Osmanlı
İmparatorluğu’ndan koparmayı başarmıştı. Artık Çarlık Rusyası’nın gündeminde,
İmparatorluğun doğu toprakları vardı. Bu yeni Rus politikası ile Doğu
Anadolu’da olaylar, Ermeniler’i tahrikle 1876’da başlatılmış oluyordu.
Ermeniler’in tahriki konusu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu toprakları ile
Ruslar’m ilgilenmesi, İngilizler’in menfaat alanına giriyordu. Böylece Rusya ve
İngiltere Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu kesimi için, Ermeni kozu etrafında
menfaat sürtüşmesine girdiler. Hıristiyan Avrupa, Osmanlı bünyesindeki
hıristiyan unsurların hamiliğini XIX.yy. başlarından itibaren başlayarak
sürdürmüşken, bu imparatorluğun içerisindeki müslüman unsurların isyanına ise,
özel menfaatleri gerekli kıldığı hallerde destek sağlamıştır.
1890 yılından sonra, Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki,
çeşitli unsurlara duyduğu ilgi yeni bir mahiyet kazandı. Bu yeni ihtiras
döneminde, Osmanlı imparatorluğunu yağmalama amacı güdülüyordu. Osmanlı
İmparatorluğu ile Almanlar yakınlaşmaya başlayıp, 1900 yılında Bağdat demiryolu
için bu iki ülke arasında dayanışma başlayınca, İngiltere ve Rusya ortaya
"Şark Meselesini attılar. Bu yeni strateji çok çeşitli taktiklerle
uygulamaya getirilirken, bizim incelemeye aldığımız kısım itibariyle Şark
meselesi; bir yandan Araplar’ı Türkler’e karşı kışkırtırken, imparatorluğun
Türk ve Müslüman olan unsurları arasındaki bütünlüğü de parçalamayı amaçladı.
Ermeniler’in tahriki yanında diğer yanda da ayaklanmaya teşvik edilen kesim
Türklüğün eski unsurlarından Kürtler’di.
M.K. Öke, D. Kınnane, E.O’Ballance’nin belirttikleri gibi XIX. yüzyılda
kırsal Anadolu’da bazı isyanlar patlak vermiştir. Ancak, bunlar herhangi bir
siyasî muhtevadan yoksun daha ziyade feodal ayaklanmalardır.
Orta Doğu’nun, emparyalizmin iştahını kabartan genel ve özel vasıflan
vardı. Genel özellikleri arasında, Batı’nın "emperyalist maddi çıkarcıhğT
ve hususi özellikleri arasında da, hıristiyan Batı’nın "İslam Türk’e
duyduğu tarihî husumet" başta geliyordu. 1071-1683 tarihleri arasmda
"Şark Meselesi" savunmadaki Avrupa'nın durumunu anlatır. Hıristiyan
Batı, Türkler’i Avrupa’ya sokmak istememiş, Anadolu’ya giren Türkler’in bu
topraklarda kök salmasını kabullenmemiş, Rumeli’ye geçişlerini önlemek istemiş,
İstanbul’un fethini engellemeye çalışmış ve Avrupa içlerine girişlerine mani
olmak istemişti. Şark Meselesi’nin ikinci safhasında, Avrupa saldırıya
geçmiştir. Bu dönemde hıristiyan Batı, Balkanlar’daki hıristiyan unsurları
İmparatorluğa karşı ayaklanmaya teşvik etmiş, bu maksatla, Bab-ı Âli’ye baskı
yapmış, Türkler’i Balkanlar’dan atmak, İstanbul’u Türkler’den geri almak, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Asya topraklan üzerinde yaşayan hıristiyan cemaatleri isyan
ettirmek ve Anadolu’yu parçalayarak, Türkler’i Anadolu’dan çıkarmak
istemiştir.
Bu izah ışığında, Anadolu ayaklanmalannm Şark Meselesi genelindeki yeri;
dün OsmanlI İmparatorluğu’nu ve bugün de Türkiye Cumhuriyeti’ni, çeşitli
tahriklerle parçalayarak emperyalistlere çıkar sağlanmak istenmesidir.
Özelde yaptığımız bu açıklamanın yanısıra
genelde Şark Meselesi’nin maddî, stratejik ve psikolojik sebepleri vardır.
XIX.yy. Avrupası’nın sanayi için hammaddeye, üretimi için pazara, sermayesi
için emeğe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlar için, Osmanlı imparatorluğu’nun Asya
topraklan çok uygundur. Bu bölge; kolonileri, pazarlan ve etki sahalarını
korumak için stratejik öneme haizdir.
Selçuklu ve Türkmen Atabeklikleri ile başlayan
Anadolu Müslüman Türk Tarihi, Osmanlılar’a gelinceye ve ayaklanmaların
yoğunlaştığı son yüzyıla varıncaya kadar bir çok toplu olaya şahit olmuştu.
Bunlardan en büyüğü Baba İshak (Babaî) isyanı idi. Dinî karakter taşıyan ilk
büyük olay olan bu isyanda, Baba İshak peygamberliğini ilân edip, 1240 yılında
Anadolu Selçuklu Devleti’ne baş kaldırmıştı. İsyan kısa zamanda yayılmış,
kadın ve çocukların dışında, binlerce isyancının öldürülmesi ile
bastırılmıştı. Ancak, zayıf düşen Anadolu Selçukluları, İran’da fırsat
bekleyen Moğollar’ın saldırısına uğradı. 1243 yılında kaybedilen Kösedağ
Savaşı’ndan sonra, Anadolu Moğçl hakimiyetine girdi.
Selçuklu Devleti’nin çözülmesinden sonra, Anadolu’da irili ufaklı birçok
Türk Beyliği’nin ortaya çıktığım görüyoruz. Bunlardan en güçlüsü olan
Osmanlılar, kısa zamanda Anadolu’da Türk Birliği’ni kurmayı başardı. Bu
Beylik, kısa zamanda üç kıtada hakimiyet kuran bir imparatorluk haline geldi.
Ancak, XVTI. yy. da patlak veren Celâli İsyanlan’ndan sonra, imparatorluğun
tekrar toparlanması mümkün olmadı. XVII. ve XVÜI.yy. ıslahatları çöküşü önlemeye
yetmedi. İç meselelere sosyal, ekonomik ve politik çözümler getirilemiyordu.
XIX. yy. da, imparatorluk Batı’nın denge politikası ile ayakta duruyordu. Bu
dönemde, Batı’dan alınmak istenen teknik bilgi ve metodu kabul edemeyen ve
devlete karşı direnen, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ve 1807’de Nizam’ı
Cedid’i yıkan Kabakçı Mustafa İsyanı, imparatorluğun modernleşmesine karşı
tepki niteliğinde idiler. Bu karakter Cumhuriyet’ten sonraki ayaklanmalarda da,
bu arada Şeyh Sait ayaklanmasında da görülmektedir.
İnceleme konusu olarak "Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait
Olayı-Karakteri ve Dönemindeki İç ve Dış Faktörler"! seçmeme, Şark
Meselesi’nin güncelliğini, yeni boyutlar kazanarak devam ettirilmekte olması
yol açmıştır. 1980-90’h yıllarda terörde bütünleşen bölücü faaliyet;
irtica-bölücülük, komünizm-bölücülük, mezhep aynmcıhğı-bölücülük, komşu
ülkelerle olan ihtilâflar-bölücülük ve terör-bölücülük özelliklerini de
beraberinde taşımaktadır. Türkiye’nin rejimi, milleti, vatanı ve kültürü ile
beka ve bütünlüğünü en fazla tehdit eden unsur bize göre
"bölücülük"tür. Bugünkü bölücü hareketin, iyi anlatılabilmesi için
bölücü cereyanın yakın geçmişinin bilinmesi gerekmekte idi. Yaşanan olaylar,
yakın geçmişin devamı idiler. Olaylara etkisi olan çevreler ve faktörler de
değişmemişti. Bu sebeple Doğu’da cerayan etmiş birçok olaydan "Şeyh Sait
Olayı" incelemeye alınmış, inceleme yapılırken muhtelif faktörlerin
yanısıra olayın "karakterinin tayinine" öncelik verilmiştir. Kürtçü
bölücü hareketin sahneye çıkışında ve gelişmesinde etkili olmuş karşı şoven
hareketler yaşanmış ise, olayların bu boyutu da ele alınmıştır.
İncelemenin giriş kısmında, 1924 yılı olaylarına
ve bu olayları doğuran faktörlerin önce-. sine dair genel bilgi verilmiştir.
Daha sonra, Şeyh Sait olayına geçilmiştir. Olayın karakterini . tayin edici
slogan ve mesajlar incelenip olayın sonuçlan üzerinde durulmuştur. Olayın
seyrinden çıkarılan ve karakterinin tayininde yararlı olabilecek tesbitler
incelenmiştir.
Şeyh Sait olayının anlatımına geçilmeden
evvel ismini bu ayaklanmaya veren lideri
tılmasmda zaruret görülmüştür. Karakterine, fiziğine, zihniyetine dair
bilgi verilmesi cihetine gidilmiştir. Kendisine yöneltilen ithamlara, her iki
taraftan ölümüne sebebiyet verdiği insan sayısı ve yıkılmasına vesile olduğu ev
adedine dair açıklamalar yapılmıştır.
Şeyh Sait ayaklanmasının Kürtçü bir muhteva kazanması için çalışan Azadî
ve Azadî’ye ortam ve kadro sağlayan aynı amaçlı daha evvel kurulmuş örgütler
hakkında bilgi verilmiştir. Bu münasebetle dönemin bu ideolojiye organlık yapan
yayınlan ve konuya ilgi duyan diğer yayınları üzerinde durulmuştur. Olaydaki
merkez örgüt karakteri arzeden Azadî’nin, dönemin Ermeni ağırlıklı örgütü olan
Hoybun ile ilişkileri tartışılmıştır.
Ayaklanma bölgesinin tarihi de müstakil bir bölümde ele alınmış, tarihî
seyir içerisinde bölgede yaşamış topluluklar ve kurulmuş yönetimlere dair bilgi
verilmiştir. Şeyh Sait olayının karakteri üzerinde ileri sürülen iddialardan
birisi de "Milli Kurtuluş Hareketi" olabileceği hususu olunca bölge
halkının etnik kimliği de inceleme metnimize alınmıştır.
Ayaklanmanın karakterini belirleyen diğer hususlardan; yabancı ve Türk
yazarların görüşleri ayn ayn aktarılıp, her yazar kendi bölümünde, daha sonra
yabancı yazarlar ve Türk yazarlar grup olarak ve nihayet bu bölümün tahlili
yapılması cihetine gidilmiş ancak, fikirleri üzerinde durulan yazarlar
tartışılırken, farklı yazarların aynı konudaki görüşlerine de yer verilmiştir.
Ayaklanmanın "Milli Kurtuluş Hareketi" olduğu yolundaki
iddiaların yoğunluğu, konunun bu yönünün özel olarak ele alnmasını
gerektirmiştir. Bu maksatla olayın yakın geçmişine ve aynı dönemdeki bazı
olaylara dair de bilgi verilmiştir. Olaydan sonra gelişen ve olayla bağıntısı
üzerinde durulan cereyanlara da yer verilmiştir. Bu münasebetle dönemin iz
bırakan ve konumuzla ilgili olan olaylarından Halit Paşa Vak’asına, ortak
muhteva taşıdığı itibariyle üzerinde bazı iddialarla durulan Saidi Nursi’ye yer
verilmiştir. Kemalist ideoloji; Kürtçülüğe ve Nurculuğa genel anlamda karşı
iken ve inceleme metninin her bölümünde bu husus kaçınılmaz olarak yer
alırken, Atatürk’ün özelde Şeyh Sait olayı karşısındaki tavrına açıklık getirilmiştir.
Şeyh Sait Olayı merkez alınıp dönemin sosyal ve kültürel olayları üzerinde
durulmuştur.
Olayın karakteri üzerinde iddia ileri süren muhtelif örgütlerin
görüşlerinden pasajlar ele alınmış her bir görüş, önce kendi içerisinde
tartışılmış, daha sonra genel tahlile tabi tutulmuştur. Sonuç bölümünde ise
olayın karakterine konulan teşhis açıklanmıştır.
Atatürk’ün TBMM’nde oluşan I. ve II. Gruplar karşısında aldığı siyasî
tavır, bu grupların doğuşu, gelişmenin seyri ve sonuçlanmasına dair
"Cumhuriyetin Kurulması ve İnkılâp Hareketleri" bölümünde geniş
bilgi verilmiştir. Halifeliğin ilgası (429), Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin ilgası (430) ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu
(431)’nun kabulü konusunda açıklama yapılmıştır.
"Cumhuriyet’in Kuruluşu ve İnkilâp Hareketleri" bölümünde,
dönemin siyasî kadroları, siyasî olayian ve taraflardan siyasîlerin bu olaylar
karşısında sergiledikleri tutumlara dair geniş bilgi verilmiştir. Bu yöntemi
seçişimiz günümüze kadar uzanan tartışmalara ışık tutabilmek içindir. Bu tür
açıklamalar "Cumhuriyetin Kuruluşu ve İnkılâplar", "Muhalefetin
Ortaya "Çıkışı”, "Terâkkîperver Fırka’nın Kurulması",
"Halit Paşa Olayı", "Giriş" gibi bölümlerde yapılmış
ancak, tartışılmak üzere bilgisine başvurulan şahısların açıklamaları üzerinde
durulurken tekrar bu konulara dönülmüştür.
İncelememiz esnasında olayın kahramanlarının büyük çoğunluğunun
aşiretlere mensup sade vatandaşlar olduğunu müşahade ettik. Soyadı kanunu
çıkmadan bahsi geçen bu şahısların isimleri, bazen aşiretlerinin isimleri ve
bazen de köylerinin ismi ile birlikte geçiyordu. Aynı şahıs bazen Şeyh ve
bazen de kayıtlarda sehven Seyyit olarak geçebiliyordu. Aynı şahıs, değişik
isimlerle geçtiği için farklı mütalâa edilerek yanılgıya düşülebilirdi. Nitekim
aynı aşiretten sadece ismi bilinen bir şahıs ağa, efendi ve bey gibi farklı
ünvanlarla da anılabiliyordu. Bu durum daha farklı tesirlerin de altında resmî
zevatda da gözlenebiliyordu. Kuway-ı Milliye döneminde "bey" diye
bilinen zevat giderek paşa rütbesi alıyorlar, iki isimli bu şahıslar çok yerde
bir isimle geçebilirlerken, bazen de iki ismi ile soyadı kanunundan sonra da üç
ismi ile geçebiliyordu. Aynı isimli iki bazen de üç paşadan aynı görev
bölgesinde bahsetmek gerekebiliyordu. Bu durum bizi ismi geçen şahısların
metindeki bilgilerle sınırlı biyografik bilgilerinin bir araya getirilmesine
şevketti. Böylece ileride yapılacak bu alandaki çalışmalar için şahısların
tanınmaları itibariyle ilk adım atılmış oluyordu.
Çalışmanın bu bölümünde dönemin parlamenterleri için bir ilâve daha
yapıldı. Sadece ismi ve bölgesi ile birlikte zikredilen parlamenterlere dair
kısa biyografik bilgi edinildi. Bir kısmı aynı zamanda Meclisi Mebusan üyeliği
de yapmış bulunan TBMM üyelerinin %70’inin Kurtuluş Savaşı komutanlarından
olduğu görüldü.
İncelememizin son bölümüne geniş bir resim albümü eklenmiştir. Bu
albümle, olayların okuyucu gözünde müşahhaslaşması amaçlanmıştır. Burada; isyan
olayı ile doğrudan ilgili devlet ricali, isyanla ilişikisi ileri sürülen
Terâkkîperver Fırka’nın ilgilileri, ayaklanma olayına katılan zevat ve
ayaklanmaya fikrî zemin nazırlayan örgüt ve basın organlarının mensuplarının
resimlerine yer verilmiştir.
Şadillili Vedat, şark isyanlarını anlattığı kitabında olayla ilgili, sivil
ve askeri binalar ve coğrafyaya dair bir hayli resimle olayian dokümante
ederken Şeyh Sait ayaklanması ile ilgili çevreye dair de resimler
sergilemiştir. Biz daha ziyade şahıslan resimlemek istedik.
isim benzerlikleri ve isim kanşıkhklan bizi şahıs resmi tesbitine
şevketti. Buradan hareketle, çalışmamızda ismi geçen devlet görevlisi, aşiret
mensubu, eşrâf ve basından yüzün üze-' rinde şahıs resmi temin ettik. Böylece
geniş bir albüm meydana geldi.
Albümden sonra ekler bölümüne yer verilmiştir. Bu bölümde; olay bölgenin
etnik kimliğini ve olayların gelişme seyrini gösteren haritalara; isyanla
ilgili, dönemin yayın organlann-
dan örneklere, ilgili bazı
kanun metinlerine, o dönemde dağıtılmış bazı bildirilerle, beyanat metinleri
türünden dokümanlara yer verilmiştir.
Yaşar KALAFAT
Yeni ve bağımsız bir Türk Devleti’nin tarih sahnesine çıkışı 23 Nisan
1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk döneminde gerçekleşmiştir. Bu
devre: hem siyasi teşkilatlanma, hem de istiklâlin elde edilişi mücadeleleriyle
doludur. Millî Mücadele veya Kuvay-ı Milliye Hareketi® Mondros Mütarekesinin
haksız tatbikatı ile yok edilmek veya müstemleke halinde yaşatılmak suretiyle
cezalandırılmak istenen Türkler’in, millet olarak millî ve müstakil bir devlet
kurarak yaşama hakkını, Osmanlı Hükümetine, Osmanlı’mn diğer unsurlarına ve İtilâf
Devletlerine karşı fiilî bir mücadele sonunda elde etmesidir. Milli
Mücadelenin, itilâf Devletleri ve Osmanlı Hükümeti karşısındaki mücadelesinin
ilk basamağım Amasya Tamimi teşkil etmektedir. "Merkezî Hükümet itilâf
Devletlerinin tesir ve murakabesi altında bulunduğundan deruhte ettiği
mesuliyetin icâplarını ifâ edememektedir.... Milletin istiklâlini yine
milletin azim ve karan kurtaracaktır"® şeklinde kaleme alman tamimde
her türlü tesir ve tesirattan azade millet adına hareket edecek "milli
bir hey’etin" vücuda getirilmesi kararlaştırılmıştır . Erzurum ve
Sivas Kongrelerinde® bu karar icraat haline gelerek Hey’eti Temsiliye®teşkil
edilmiş, bu hey’et, millet Anadolu’daki hareketin siyasî bakımdan bir millî
mücadeleye dönüşmesinde etkili olan en önemli olay şüphesiz 16 Mart 1920’de
İstanbul’un İtilâf Devletleri’nce fiilî işgalidir. İşgalin gerçekleşmesinde son
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda kabul edilen Erzurum ve Sivas Kongreleri’nden
mülhem "Misak-ı Millî" karan olduğu kadar, itilâf Kuvvetleri’nin
kontrollerindeki Osmanlı Hükümeti’ni Kuvay-ı Milliye hareketinin etkilemeye
başlamış olması da sebep teşkil etmiştir.®
İstanbul’un işgali, son Osmanlı Meclisi’nin kendisini fesh etmesi,
Anadolu Kuvay-ı Milliye hareketi açısından bağımsız bir hareketin ve
politikanın® oluşmasını kolaylaştırmıştır. Dünyaya millet adına hareket
ettiğini ilân eden bu hareket, kuruluşunu, Hey’et-i Temsiliye Karargâhı olan
Ankara’da gerçekleştirmiştir.® Amasya Tamimi’nden bu gelişmeye kadar olan
safhada bu hareketle özellikle Hilâfet makamına olan bağlılık her seferinde
açıklanması ihmal edilmeyen bir husus olmuştu. Diğer yandan M.Kemal ve
arkadaşları gerek mülkî teşkilâtın, daha önemlisi mahallî temsilcilerin
demokratik desteğini (Kongrelerde, Meclis-i Mebusanda ve B.M. Meclisinde)
aramışlardır.® Yayınlanan tamimlerden anlaşılan hususların başında M.Kemal ve
arkadaşlarının bu hareketle nasıl bir rejim getireceği veya koruyacağı bulunmaktadır.
Ortada fiilî olarak işgal altında bulunan Halife ve Padişah’m iradesini hür olarak
kullanamadığı gerçeği karşısında O’nun adma, bu durumu ortadan kaldıracak bir
hareketin varlığı, geniş kitlelerin kendisine bağlaması söz konusu olunca
meşrutî rejimin devamında engel görülmedi.
23 Nisan 1920’de toplanan Büyük Millet Meclisi’nin gayelerinden biri;
Padişahı yabana esaretinden kurtarmak şeklinde düşünülmüştü. Ancak hükümetin
kurulması bahis konusu olunca M.Kemal’in dikkatli bir politika tesbit ederek
Meclis’in, memleket mukadderatına hâkim olarak yasama ve yürütme gücünü
kendinde topladığı esasından hareketle, muvakkat bir hükümet reisi seçmenin
veya Padişah Kaymakamlığı ihdas etmenin uygun olmayacağını ve padişahın
vaziyetinin daha sonra Meclis tarafından tanzim olunmasını kabul etmiştir/10)
Bir taraftan Millî Hakimiyet prensibini benimsemek ve siyasî müesseseleri buna
göre kurmak ve Meclis’in üstünde hiçbir kuvvet olmadığını kabul etmek, bir
taraftan da Saltanat ve Hilâfeti kurtaracak bir monarşiyi devam ettirmek,
birbirini inkâr eden iki siyasî şeklin bir arada muhafazası bir tezadın
ifadesiydi. Fakat, tezat Meclis’in bizzat kendi yapısından, başlangıçta hayli
geniş olan muhafazakâr bir kitlenin tatmini zaruretinden doğuyordu/11)
Bu Mecliste, II. Meşrutiyet ve Mütareke devresinin çeşitli siyasî parti ve
cemiyet mensuplan bir araya toplanmıştı. Ancak, Meclise, M.Kemal Paşa’nın
önderliğini yaptığı Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti hakimdi. Bu
cemiyetin gayesi ise, mebuslan bir arada tutmak, onlan kendi siyasî
düşüncelerinden uzaklaştırmak, "asıl gayenin tahakkuku" yani düşmanı
yurttan atıp, Saltanat ve Hilâfeti yeniden sahip olduğu eski mevkiine
kazandırmaktı/12)
M.Kemal Paşa ile Millî Mücadelenin diğer kurmay Hey’eti arasındaki temel
görüş ayrılığı, asıl gayenin tahakkuku yanında, millî egemenlik prensibinin
müesseseleşmesi ve Meclis içinde adım adım gerçekleşmeye başlamasıyla
oluşmuştur. Bu safhalar içerisinde B.M.M’nin açılış/13) Meclis
Hükümet/14) sisteminin kurulması, İcra vekilleri Hey’etinin bu esasa
göre seçilmesi, Hiyanet-i Vataniye Kanunu ve 13 eylül 1920’de egemenliğin
kaynağının şer’i kurallardan halka maletmeyi amaçlayan "Halkçılık
Programı", Meclisten biri beyanname, diğeri 1921 Teşkilât-ı Esasiye olarak
çıkması, bilinen zihniyet farklarının daha berrak sergilenmesine yol açmştır.
Bu konudaki tartışmalar özetlenirse rejimin hangi tarafa kaymakta olduğu endişelerini
görmek mümkündür.
1921 Anayasası acil ve ancak intikal devresinin geçici mahdut
ihtiyaçlarını karşılamak gayesiyle vücuda getirilmiş 16), ilk maddesiyle
bir süreden beri devam etmekte olan rejim meselesi tamamen halledilmiştir/17)
Hakimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğu ilkesi, Cumhuriyet
kelimesinin I. Meclis döneminin tecrübesinden başka birşey değildir. Fiilî
savaş hali 9 Eylül’de zaferle sonuçlandığı zaman 1921 Anayasasının
yönetim biçimi hakkında vaz ettiği bağlayıcı ilk maddesine uygun olarak 1922
Kasımının ilk günlerinde Saltanat tamamen kaldırılmıştır. Böylelikle siyasî
yönden yeni bir Türk Devletinin temelleri bu ilk Meclis döneminde atılırken,
Türk Milleti bu tarihten sonra Monarşi-Meşrutî yönetimlere bir daha dönmemek
üzere Lozan Antlaşmasıyla elde ettiği istiklâlini bünyesinde sindirerek
Cumhuriyet rejimini gerçekleştirmiştir. ,
Bu bölümde ortaya konulmak istenilen husus, Türkler’in sadece
"Müslüman Türkler" olarak Anadolu’ya girmedikleri gerçeğinden
hareketle, Anadolu’da İslâmiyeti benimsemiş Türkler’in de mevcudiyetini izah
etmektir. Böylece, İslâmiyetin çeşitli Türk boylan arasında yayılışı, boy ve
coğrafya esasından hareketle izah edilirken ve bazen toplu halde, bazen de,
yöneticinin İslâmiyete girişiyle, dahil olduğumuz İslâm alemindeki yerimize,
yeni bir boyut getirilmiş olacaktır. Bu boyuta bağlı olarak, Anadolu’daki Türk
kültür eserlerinin, tamamen islâmi karakterli olmayanlarının sahipliği hususu
açıklık kazanmış olacaktır. Maddî kültür eserlerinde, tespiti yapılan İslâm
evveli Türk kültür izleri, zamanla yapılacak sosyal bilimler muhtevalı
çalışmalarla Anadolu’da Türk varlığının, zannedildiğinden yüzyıllarca evvele
gittiğini gösterecektir. İnceleme, ileride yeni boyutları ile ele alındığında,
Anadolu’nun Türk tapusundaki tarih, daha eski dönemleri gösterme imkânını
bulacaktır. Buna paralel olarak, doğu ve güneydoğu’da kurulmuş, Abbasi, Selçuklu
ve Osmanlılar’a bağımlı bir takım aşiret beyliklerin milliyetinin izahı da
mümkün olacaktır.
H.D. Yıldız ve A.Çay’ın; "IX. yüzyılın ikinci yansından itibaren
Abbasî Devleti’nin sarsılmaya başlaması, bölgede yer yer yerli sülâlelerin yan
bağmışız bir şekilde hareket etmelerine sebep oldu. Bu yerli sülâlelerden
birisi de Azerbaycan’a hâkim olan Türk asıllı Saçoğullan sülâlesidir. Bu
beylik (889/890-929) bölgede kurulan ilk yan bağımsız Türk beyliğidir. Daha
sonra Selçuklu Türkleri’nin bölgeye gelmesiyle Saçoğullan’nı takiben birçok
beylik tarih sahnesine kanştı"(18) şeklinde tanımladığı bu
dönemin beylikleri, Anadolu Türk tarihi itibariyle çok önemlidir.
Problemin çözümlenebilmesi veya iddianın izahının mümkün olabilmesi,
büyük ölçüde bölgenin maddî olmayan kültürünün incelenmesine bağlıdır.
"Bölge"tabiri ile bir kısmı ayaklanma alanını da kapsayan
Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunu kastediyoruz. Anadolu’ya İslamiyet’ten evvel
ve Türkler İslâm olmadan evvel gelen Türkler, kabile şuuru ile yaşayan ve "kopuk
göç" karakteri gösteren gruplar halinde geliyorlardı. Anadolu
topraklarının da hâkimi olan Bizans yönetimi, usta iskân politikaları ile bu
Türk topluluklarını birbirlerinden ayn tutmasını ve gerektiğinde birbirlerine
karşı kullanılmalarının sağlanmasını beceriyordu. Bu topluluklarda ortak olan
"dil" bugünkü anlamda gelişmiş bir Türkçe değildi. Savaşçı
karakterleri ile bu topluluklar, şüphesiz inanç, âdet ve ananelerinde bir takım
ciddi ortak noktalar taşıyorlardı.19
Anadolu’da İslâm olmayan ve İslâmiyet zuhur etmeden gelen Türkler’in
hepsi aynı dini inançları mı paylaşıyordu? Bu soruya "evet" demek
mümkün değildir. Zira Müslüman olmadan evvel ve sonra Türkler arasında Gök
tanrı, Budizm, Musevilik, Maniheizm, Zerdüştlük,Hıristiyanlık gibi dinlerin yaşadığını
biliyoruz ). Türkler’in
Anadolu’ya "tek bir Türk boyu" olarak girmediğini bildiğimiz gibi,
belirli bir Türk boyunun içerisinde farklı dinî yapılara rastlandığı da bir
gerçektir. Ayrıca Türkler Anadolu coğrafyasına, tek bir yönden de girmediler.
Anadolu’da hâkim dinî inanç Hıristiyanlık olmasına rağmen, bütün Anadolu bu
dönemde Hıristiyan olmadığı gibi, mevcut Hıristiyanlık da tek bir mezheple
temsil edilmiyordu. Ayrıca Anadolu’da etnik kesimlere göre de görünüm
farklılıkları görülebiliniyordu. Bütün bu yapının özelliklerini, bazen üst
üste, bazen de iç içe gelmiş tabakaların uzun ve sabırlı incelenmeleri ortaya
çıkarabilir. Anadolu’daki, Selçuklular evveli Türk izlerinin folklora yansımış
biçim ve yüzdesini göstererek, tezimizin manevî kültür açısından izahı
yapılabilir. Biz izahımızı mevcut bilgilerden hareketle yapacağız. Burhan
Felek’in 12 Nisan 1979 tarihli "Mavi Gözlü Kürtler'' ) isimli yazısında anlattığı:
"îsmet Paşa, şahsen Kürtçe görüşen birçok kimsenin Rumeli’nden o civara
göç etmiş kimseler olduğunu ve birçok mavi gözlü Kürtler bulunduğunu söylemiş
ve bunların Kürtlük’le alâkası olmadığını bizzat bana belirtmiştir."
şeklindeki notu izahı yapılacak olan hususun, bir bölümünü ihtiva etmektedir.
Bu konuda, özetle denebilir ki, Türkler Anadolu’ya İslamiyet’in
zuhurundan evvel geldilerse ve ayrıca Türkler Anadolu’ya İslamiyet’in
zuhurundan sonra ve fakat İslamiyet’i kabul etmeden evvel gelmişlerse -ki
geldiklerinin izahını yapmaya çalışacağızAnadolu Türk tarihi, Müslüman olarak
Anadolu’ya gelen Türkler döneminden çok evvel başlamıştır. Bu iddianın izahı,
Türk millî kültür bütünlüğüne musallat edilmek istenen, birçok hasım iddianm
tutarsızlığını ortaya koymuş olacaktır.
İncelemenin, ileride ele alınacak diğer yönü ise, İlhanlı faktörü ile
Eyyubî faktörüdür. Türk-Moğol karakterli İlhanhlar’ın, Anadolu’da bıraktığı yer
ve yemek isimleri, dilimize kattığı kelimelerden bilinirken, inanç olarak,
hangi izleri bıraktıkları da tespit edilmelidir. Eyyubî Türkleri ise, Revadh
Kürt aşireti ile Türkmenler’in terkibinden meydana gelmiş bir hanedanın
yönetimi ile idare olunuyorlardı. Ancak, Ani tarafından hüküm süren Hıristiyan
Şaddathlar Eyyubiler’in bir kolu idi ve Anadolu Türk İslâm inanç ve kültür
yapısına şüphesiz bunlar da bir renk katmıştır.
Türkler’in, Anadolu’ya İslamiyet’ten evvel gelmiş oluşları hususuna
gelince, bu konudaki farazi açıklamalarla konuya girelim. "Her şeyden
evvel şunu kaydetmek isteriz ki, Anadolu birçoklarının zannettikleri gibi XI.
asırdan itibaren Türkleşmeye başlamış değildir. Anadolu, aynı etnik
mevcudiyetini yeni elemanlarını, aynı kökten kopan dalgalarla XI. asırda
tazelenmiştir. 1071 tarihi, İslâm olan Türkler’in, Anadolu’daki kardeşlerine
kavuşmalarını gösterir".
Bu görüş birbirlerine bağlı şu üç önemli
hususu ihtiva etmektedir. Bunlar;
Anadolu’ya Türkler XI.
asırdan evvel de geldiler.
XI. asırda Anadolu’ya giren Türkler daha evvel
girenlerle aynı millî etnolojinin parçalarıydı.
1071 tarihi Anadolu’ya Müslüman Türkler’in giriş
tarihidir. Türkler, Müslüman olmadan veya İslâmiyet yeryüzüne gelmeden evvel
Anadolu’ya gelmişlerdi.
Aynı karakterle bir başka açıklama ise; "Türkler Anadolu ve
Kafkasya’ya muhtemelen XI. yy.dan daha önce gelmişlerdir. 1071 Malazgirt
Savaşı, Selçuklu Türkleri’nin dalgalarla Anadolu kapılarını ardma kadar açan
çok önemli bir olaydır. Oğuz Türkleri’nin ilk dalgalan, şimdiye kadar
genellikle "bağımsız medeniyetler" diye adlandırılan çeşitli
devletlerin yaratılmasına sebep olmuştur. Ataöv’ün "Anadolu medeniyetinin
Ermeni veya Yunanlılar ile başladığında ısrar etmek, düzeltilmesi gereken
yanlış bir yaklaşımdır" 23) şeklindeki açıklaması İnan’ın
açıklamasına ilâveten bazı önemli hususlar daha getirmektedir. Bunlar;
Türkler’in XI. asırdan evvel geldikleri yerler arasında
Anadolu’nun yanı sıra Kafkasya’da vardır.
1071 tarihi Selçuklu Türkleri’nin Anadolu’ya giriş
tarihidir. Bu tarihten evvel de Oğuz Türkleri bu topraklara girmiştir.
Anadolu medeniyetini Yunan
ve Ermeni medeniyeti ile başlatmak yanlıştır.
Bu iki medeniyet bağımsız değildir. Kendilerinden evvel
Anadolu toprağında var olan ve onlan etkileyen medeniyet veya medeniyetlerin
varlığı üzerinde durulmalıdır.
Anadolu Türk tarihinin kronolojisine bir göz atalım. Anadolu Türk
tarihini, Togan; Sakalar’la başlatmıştır. Başka bir ifadeyle Sakalar’ın (M.Ö.
II bin-M.Ö. VIII yy.) Türklüğünü izah etmiş ve Sakalar’m yayılma alanı
içerisinde Anadolu’yu özellikle Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunu da
göstermiştir/24) Togan’m İran’da verdiği bu konudaki tebliği
ölümünden çok sonra yayınlanabilmiştir. Bu görüşü paylaşanlardan Kırzıoğlu’nun
da sahayla ilgili araştırmaları bilinmektedir/25) Türközü ise
Sakalar’ın özellikle üzerinde durulan bölgesine dair bilgi vermiştir/26)
Anadolu Türk tarihini Proto-Türkler’den hareketle başlatan ise Tarhan
olmuştur/27) Tarhan’ın Kimmerler’in Türklüğüne dair verdiği bilgi ve
yayıldıkları saha içerisinde Anadolu’nun doğu ve kuzeydoğu kesimlerinin
bulunuşunu bildirmesi bizi bu hükme götürmektedir. Tarkan’ın, Sakalar’ın ahvadı
olan Kimmerler konusunda sürdürdüğü hazırlığın bitip yayınlanması, bu konuda
daha rahat açıklama yapılabilmesini sağlayacaktır. Osten’e göre ise; Anadolu’ya
Türkler’in ilk gelişleri M.Ö. VIII yüzyıla tekabül etmektedir.
Kimmer ve Saka Türkleri’nden sonra tarihî sırasına göre, Hunlar’dan
bahsedilebilir. z Hunlar’ın Anadolu’daki izlerine dair bilgiler, çok
kere dolaylı şekilde konuya yer verilen eserlerde geçmektedir. Bunlar
onomastik ve toponomik tespitlerdir. Biz bu konuda Çay’ın eserini
zikredebiliyoruz.
Aynca Hunlar’ın zaman zaman Kafkasya yoluyla Anadolu’ya akınlar
düzenledikleri bilinmektedir. Nitekim M. 363-367 yıllan arasında Hunlar
Urfa’ya kadar inmişlerdir. Sabirler de Doğu Anadolu’ya Kafkasya üzerinden gelen
Türkler’dendi.
Böylece, Türkler’in Proto-Türk döneminden başlayarak, Anadolu toprağında
var olmaya başladığını görüyoruz. Bu mevcudiyet, uzun süreli olmasa ve kalıcı
izlerinin şimdilik izahı zor olmuş olsa dahi, Hıristiyanlıktan evvel Anadolu’da
var olan Türkler’in bir kısmının, bölgenin dinlerini benimsediklerini bu arada
Hıristiyanlığı Anadolu’da ve Anadolu’nun bu bölgesinde kabullenmiş oldukları
söylenebilecektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Hıristiyanlaşması M.S. 60-100
yılları arasmda olduğu düşünülür ise, Anadolu’nun bir kısım Türklerinin, bu
dini, bu topraklarda benimsemiş olabilecekleri hatıra gelmektedir. Anadolu’ya
Hıristiyanlık yerleştikten sonra ve İslâmiyet 7. asırda henüz Anadolu’ya
girmemiş iken, Anadolu’ya gelen Türkler’den de bahsedilecektir. Bunlar
Anadolu’ya geldiklerinde, bu coğrafyayı Hıristiyan toplumların yurdu olarak
buldular. Karşılaştıkları insanlar arasmda; Kimmer, Saka ve Hun gibi bir takım
Türk uruklarının, Hıristiyanlığı benimsememiş kalıntıları da vardır. Bu konuya
girmeden Anadolu’nun İslâmiyete açılış dönemine geçmek istiyorum.
Anadolu’ya İslamiyet’in girişi Hz. Muhammet’in Bizans İmparatoru
Herakliyus’a (610-641) gönderdikleri İslam’a davet mektupları ile başlamıştır
(628). Aynı dönemde, İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e de bir mektup gönderilmişti.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin İslamiyet’e girişi 639 yılından itibaren
başlar. Bu yörenin aşiretleri (ki bize göre onlar büyük çoğunluklan ile
Türk’tüler) Hz. Ömer (634-644) döneminde İslamiyet’e girmişlerdi. Türk boyları
arasmda, İslamiyet’i ilk kabul edenler, İslam'ın yayılış istikametindeki
coğrafi konumlan itibarıyla bu bölgenin aşiretleridir.
Nitekim Şerefnâme, Hz. Muhammed (622-632)’e itaat edip onun buyruğuna
girdiklerine dair çeşitli taifelerden bahsedip, bilgi verirken Türkistan'ın
ünlü Oğuz hükümdarının taifesinden Kürt’lerin ileri gelenlerinden
Bugduz-Aman’ın da başvuruda bulunduğunu belirtmektedir.
Bu tarihten 200 yıl kadar evvel 465-466 tarihlerinde Agaçeri Türkleri
Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya yerleşmişti.
Doğu ve Güneydoğudaki aşiretler; Emeviler (661-750), Abbasiler (750-1258)
ve çeşitli Arap Emirlikleri (840-1085) yönetime girdiler. Bölge 1040 tarihi ile
Selçuklular*! Tuğrul Beyle birlikte tanıdı.
Konunun tamamlayıcı başka bir yönü ise, Müslüman-Arap yönetimindeki Türk
potansiyelidir. Abbasi halifelerinin, özellikle Mutasım’la başlayarak,
ordularında çok sayıda Türk bulundurduklarını biliyoruz. 756-757 yıllarında,
Elcezire valisi olan Abdullah Bin İbrahim, Mansur’un emriyle Malatya’ya,
758-760 yıllarında ise, Adana’ya Horasan-Türkistan birliklerini yerleştirdi.
Türkistan ve Horasan’dan getirilen bu birliklerin, büyük ekseriyetini Türkler
oluşturuyordu/ ) Halen Bingöl, Tunceli, Adıyaman yöresi
aşiretleri "Türkistan Horasanı’ndan geldiklerini söylemektedirler. Seyit
Rıza(36) liderlik ettiği isyan büyümeden hükümete yazdığı mektupta,
Anadolu’nun başka yerinde iskân istemediklerini, devletin kendilerinden memnun
olmaması halinde, atalarının geldiği Türkistan Horasan’a gitmek istediklerini
belirttiğini biliyoruz. Ayrıca 1950-1970 yıllan arasında bu bölgede görev
yapmış bir komutan ) ve savcılara.
hatıralarında bölge halkının Türkistan’dan geldiğine olan inançlarına dair
tespitler vardır.
Seyit Rıza mektubunda; asker ile ahalinin, din ve ırk kardeşi olduğunu
belirtip, olaylara münafıkların sebep olduğunu açıkladıktan sonra, iskân edilecekleri
bölge için, Tunceli’ndeki arazilerine karşılık, Erzincan’da bir kısım arazi
talep etmektedir. Bu mümkün olmadığı takdirde ise, "şayet hükümet hizmet
ve sadakatimizden şüphe ederse âbâ-ü-ecdadımızın eskiden geldikleri Yukarı
Türkistan, Horasan vilayetine bütün mensubînî aşiretimizle hicret etmeye himmet
buyrulsun..." demektedir.
Emekli Orgeneral F.Türiin; "Pertekli parlamenter bir arkadaşım, bir
tarihte bir parlamenter grubu içinde, İran’a davetli olarak gitmiş, onurlarına
verilen bir kabul resminde, başka bir arkadaşı, Horasanlı bir İran
parlamenterini yanma alarak (baksana bir hemşehrini getirdim) demiş, o
Horasanlı da cetlerinin vaktiyle Dersim’de yaşadıklarını ama bir kargaşalık
sırasında, eski vatanları olan Horasan’a döndüklerini söylemiş"
demişlerdi.
1984 yılında İhsan Sakarya Paşadan bizzat yapılan bir tespitte Paşa;
"1971 yılında 9. Tüm. Komutanlığı Pemavut Hudut Taburunda iken Tuzluca’nın
Sürmeli Köyünde hayvan otlatması üzerine iki köylü kadın ile görevli er
arasında ihtilaf çıkmıştı. Kadın Kürt diye ta-lanan Türkler’dendi. Yani
aralarında aşiret lisanı ile konuşan Türkler’dendi. Hayvanlan hududu geçen
kadın ile muhtan birlikte bana getirdiler. Kadıncağıza, askerlerin görevlerini
yaptıklarını, vazifelerinin bu olduğunu, anlatıp nasihat ettim. Muhtar söze
kanştı. "Paşam kusuruna bakmayın bunlar Kürt’tür anlamaz" diyecek
oldu. Kadın aniden parladı ve "ne ben mi Kürdüm. Kürt senin babandır. Ben
Türk oğlu Türküm. Biz Horasan’dan gelmiş Zaza Türkleri’yiz" deyince
şaşırmıştım" demişlerdi.
Horasan-Türkistan menşeli oluşa dair yapılan bu yerinde tespitlerden
sonra tekrar kronolojiye dönüyoruz. M.S. 760’da Abbasiler’in Doğu Anadolu
Sugur Ordusu, Türkmen’lerden meydana geliyordu. 772’de bu bölgede çıkan bir
isyanı bastırmak için Suriye’den gönderilen 30.000 kişilik ordu Türk’tü. Abbasi
halifelerinden Mutasını zamanında gerek Amuriyûm ve gerekse Ankara üzerine
gönderilen ordunun tamamı da Türk’tü. Vasıf-et Türkî gibi emirlerin Tarsus’tan
hareketle her yıl Anadolu’ya seferler yaptığı bilinmektedir.
Bu bölümü kapatmadan Tanyu’nun; "Türk tarihinde çok önemli ve
değerli bir olay olarak 10. yüzyılda Türk milletinin (budununun) en az %80’i
İslâm dinini kabul etmişlerdi. 12. yüzyılda Orta Asya’da hâkim olan din,
İslâmiyet olmuştur... Türk’lerin İslamiyet’e geçişiyle, tek bir din bütün Türk
ülkesini kaplamış ve çevre ülkeleri de etkilemiştir... Türk milli kültürü
yanında, İslâm dininin, büyük önemi ve etkisi ile Türkler mütecanis, birlikçi
bir millet haline gelmekte gecikmedi" 40) şeklindeki ifadesini
almak istiyorum. Bu iktibastan hareketle Türk dünyasının tek tek coğrafî
bölgeleri ile tek tek Türk boylarını ele alıp İslamiyet’e geçiş dönem ve
biçimlerini açıklamaktan sarfı nazar etmiş oluyorum. 10. asırda %80’i
İslamiyet’e geçen Türkler’in, 12. yüzyılda Orta Asya’da yaşayan soydaşlan
toplu halde İslamiyet’i kabullenmiştir. Türklüğüne dair bilgi verdiğimiz
bölgenin 7. ve 8. asırdan itibaren İslamiyet’i seçmeleri, iki önemli gerçeği
gündeme getirmektedir. Bunlardan ilki, İslamiyet’i ilk kabul eden Türkler,
Doğu ve Güneydoğu Türk aşiretleri olup, soydaşlarından 2 asır evvel İslam’a
girmişlerdir. İkincisi ise, Türk coğrafyasında İslâmiyet Türkler arasında
ilkin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kabul görmüştür.
Anadolu’ya İslâmiyet, hatta Hıristiyanlık girmeden evvel, Anadolu’da
varlığını kabul edip ileri sürdüğümüz Türk mevcudiyeti, sadece bazı nazariyeler
ile Kimmer, Saka ve Hun gibi Türk kavimlerine ait, istila ve göç olayian
üzerine mi inşa edilmiştir? Tarihin işbirliği yaptığı diğer bilim dallan bu
iddiayı doğruluyor mu?
Anadolu Türk aşiretlerinin iskân bölgelerine geçmeden, yer bilimlerinden
hareketle, konuya açıklık getirebilecek nitelikli, bazı tespitlere yer
vermenin yararına inanıyorum: "Ön Asya, Turanhlar’ı ilk defa Selçuklu
olarak görmüş değildir. Çünkü Kafkasya ve bununla bir bü
tün teşkil eden Anadolu dahi miladi asırlardan itibaren Ural-Altayhlar’m
akınlanna sahne oldu.
On birinci asra kadar, Doğu Anadolu ve Kafkasya’ya Türk göçleri hep
kuzeyden gelir. Örnek olarak 451’de Akhun’lann, 466’da Atilla devri Hunlan’nın
(Agaçeri kavminin), 558-575 yıllarında Savarlar’m ve 737-760 arasında
Hazarlar’ın buralara gelip yerleştiklerini verebiliriz" dediği,
"Türkiye’de Macar Yer Adlan" isimli makalesinde, Mecid Doğrul Selçuklular’dan
evvelki döneme ait olup, hâlâ yaşayan 172 adet yer isminin, Türkçe olduğunu
izah etmektedir ki, bu miktarın 90 adedi Doğu ve Güneydoğu Türkiye’dedir.
Hıristiyanlaşan Türkler konusunu inceleyen Eröz un İslâmiyetten önce
Anadolu’ya gelen Türkler hakkında oldukça geniş bilgi vermektedir. Malazgirt!
müteakip Anadolu’ya gelen Oğuzlar’ın ardından, bu göçe aynı asırda Kuman
(Kıpçak) oymaklarının da katılıp Doğu Anadolu’ya iskân olunduklarını
belirttikten sonra, M.Eröz "Bundan dört-beş asır önce de, Bulgar Türkleri,
Peçenek, Kuman (Kıpçak), Avar, Uz Türkleri Bizans tarafmdan Anadolu’ya
yerleştirilmişti. Bunlar, çok kalabalık kitlelerdi. Balkanlar’da, çeşitli
tesirler altında Hıristiyanlaşan Avar, Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak
Türkleri, Bizans ve diğer devletlerin ordularında mühim hizmetler
görmüşlerdir. Bizans tarafmdan, İranlılar’a, Ermeni’lere ve Arap’lara karşı
Bizans topraklarım korumak üzere Anadolu’dan geçirilip, çeşitli yerlere iskân
edilen bu Hıristiyan Türkler, Anadolu’nun yerleşme tarihinde mühim roller
oynamışlardır. Bunlar Oğuz Türkleri’nin Anadolu’yu fethinden 4-5 asır önce
buralara gelip, yurt tutmuşlardı." şeklinde düşüncesini belirtmektedir.
Balkanlar’dan getirilerek Anadolu’ya iskân edilen Hıristiyan Türkler
arasmda, Bulgar, Avar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak urukları vardı. 11. ve 12.
asırlarda, pek kalabalık Hıristiyan Kuman (Kıpçak) kitlesinin, Kuzey
Kafkasya’ya, Gürcistan’a, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya yerleştiğini
biliyoruz.
Kırkbin Kuman ailesi, Gürcistan’a inerek burada Hıristiyan oldu. Gürcü krallarının
hassa ordusu da bu Kumanlar’dan ibaretti. Zamanla buradan, bütün Doğu
Anadolu’ya ve Doğu Karadeniz’e yayıldılar ve buralara yerleştiler.
Türkler’in Anadolu’ya adım atışı, Sultan Alparslan’dan beşbuçuk asır önce
olmuştur. İlk gelenler de Bulgar Türkleri’dir. 530 senesinde Bizans orduları
tarafindan bozguna uğratılan Bulgar Türkleri’nin bir kısmı Anadolu’ya
geçirilmişler ve Trabzon havalisi ile Çoruh ve Yukarı Fırat bölgesine
yerleştirilmişlerdir. İki asır sonra ikinci bir Bulgar göçüyle gelen Türkler iskân
olmuştur. 755 senesinde Bizans İmparatorluğu, Bulgarlar’dan bir kısmını
Anadolu’ya geçirmiş ve Tokma ve Ceyhan havzalarına yerleştirmişti. Bu tarihten
ikiyüz yıl sonra yine Bulgar Türkleri ile ilgili bir kayıt görülür. 947’de
Sayf-al Davla ile Bardos arasında vuku bulan muharebede, Bizans generalinin
yanmda mühim miktarda ücretli Bulgar askeri bulunmuştur ki, bunlar Kapadokya
bölgesine nakledilen Türk Bulgarlan’dır.
Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde buralarını, Hıristiyan olmuş
Türklerle meskûn bulmuşlardı.
Bizans Devleti, Anadolu’nun çeşitli yerlerine, muhtelif tarihlerde,
Avarlar’ı iskân etmiştir. 577’de İmparator Justin II. İranlılar ile harbetmek
üzere Avarlar’dan bir kısmım maiyetine almış ve Anadolu’ya geçirerek şark
bölgelerine yerleştirmiştir. Yine 620 senesinde İmparator Heraclios, İranlılar
ile harbetmek üzere Avarlar’dan bir kısmını yanma celbetmeye muvaffak olmuş ve
bunları İran hududuna göndermişti.
Bu yerleşim yerlerinin izlerini bugünkü Türkiye’de bile görmek mümkündür.
Şu köylerin Avarlar’dan kalmış olması muhtemeldir: Avadan (Tarsus), Avadan
(Eskişehir), Avaduri (Midyat), Avakent (Kulp-Diyarbakır), Aval (Trak-Siirt),
Avalama (Konya), Avan (Şİrvan-Siirt), Avana (Borçka), Avanoğlu (Kırşehir),
Avanuşağı (Pazarcık-Kahramanmaraş), Avora (Niksar-Tokat), Avarek (Van), Avank
(Eğin), Avas (Bakırköy-İstanbul), Avasorik (ErcişVan), Avason (Manavgat),
Avasor (Muradiye-Van), Nevşehir’in Avanos ilçesi de buna dahildir. Karaman
eyaletindeki Ekrad (Kürtler) taifesinden Avanikler, Paşa sancağındaki Türkmen
taifesinden Avanlı (Ovunlu) oymakları da adı geçen Avar iskânı ile ilgili
olmalıdır.
1071’de Malazgirt meydan muharebesinde Türklük şuuru üstün gelen,
Hıristiyan Uz ve Peçenekler’in Müslüman Oğuz Türkleri’nin saflarına
katılmalarından sonra Müslüman oldukları ve bu suretle Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde yerleştikleri tahmin edilebilir.
Kuman-Kıpçaklar’ın Anadolu’ya gelişleri iki yoldan olmuştur:
Gürcistan üzerinden Hıristiyan Kumanlar, Doğu Anadolu
ve Doğu Karadeniz’e yerleşmişlerdir.
Bizans’ın Balkanlar’dan getirip yerleştirdiği Hıristiyan
Kumanlar’la ilgili olarak birinci şekilde yerleşimin izlerini doğuda
görüyoruz.
Eröz’ün yukarıda alıntılar yaptığımız bu tespitlerinden hareketle
konumuzla ilgili olarak şunlar söylenebilir:
Türkler Anadolu’ya Oğuz Türkleri’nden evvel de
gelmişlerdir.
Bu geliş Oğuzlar’dan, 500-600 yıl evvel başlamıştır.
Anadolu’ya göç eden bu Türk toplulukları arasında
Oğuzlar’ın yanı sıra Kuman-Kıpçak, Bulgar, Avar, Uz, Peçenek gibi Türk urukları
da vardır.
Oğuzlar’dan 500-600 yıl evvel başlayan Anadolu Türk
göçü, bir defa da başlayıp bitmemiş, her yüz veya iki yüz yılda bir
tekrarlanmıştır.
Anadolu’ya Türk göçü sadece Kafkaslar’dan değil
Balkanlar’dan da olmuştur.
Anadolu’ya gelen Türk toplulukları Hıristiyan kilisesinin
dinî ve Bizans yönetiminin politik tutumları ile asimilasyona tabi
tutulmuşlardır.
Bu Türk unsurların ismi, Anadolu coğrafyasına
kazınmıştır.
Anadolu’ya gelen Türk unsurların iskânı %80 ile Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’ya olmuştur.
Açıklamayı fazla uzatmadan Eröz’ün bahsi geçen kitabının önsözünden kısa
bir bölüm alarak, Anadolu’ya Türkler’in geliş tarihlerine dair bilgi veren,
başka bir kaynağa geçmek istiyorum. Eröz, Hıristiyanlaşan Türkler isimli
eserinin önsözünde; Van-Hakkari sınırında Tınşın yaylasındaki kayalara yazılmış
ve çizilmiş resimler... Kars kalesindeki kilise... Erzurum Karayazı’da tesbit
edilen Ecinli mağarası’na, meselenin maddi kültür unsurları itibariyle ele
alınması için değinmektedir. Ayrıca Eröz; "...Anadolu’ya 1300-1400 yıl önce
gelmiş olan Hıristiyan Türkler’in (Bulgar-Avar ve sonra Uz, Peçenek,
Kuman-Kıpçak) buralara belki daha sonra gelmiş olan Kürt adı verilen, diğer bir
Türk topluluğu ile olan münasebetidir. Kürt Türkleri’nin içinde; Oğuzlar’dan
başka Kalaç, Çiğil, Kanglı, Karluk, Avar ve Peçenekler’in tesiri de, uzun
incelemelerden sonra meydana çıkarılabilir..." demekte; etnolojik bilgi
vererken de; "bilhassa Tunceli ve Bingöl bölgesinde, Bulgar Türkleri ile
Kuman Türkleri’nin tesiri büyük olmalıdır. Dersim’deki Karson aşireti,
Çapakçur ve Çemişkezek’deki yer adlan Bulgar ve Kuman Türkleri’nin şahıs ve yer
adlandır. Gur, Peçenekler’de bir asalet unvanıdır. Karsantı kar tilkisinin
adıdır. "Çabak" bir balığın adıdır..." demek suretiyle tezimizin
bu yakasına ışık tutmuş olmaktadır.
Bu vesile ile yazılmasının yararına inandığım bir açıklamayı da eklemek
istiyorum. İslâmiyet!, ilk defa Anadolu’nun bu bölgesinde Türkler’in
tanıdığını belirtirken bu bölgenin insanına verilen genel ada dair bilgiyi de
Eröz’den vermek istiyorum. Bu konuya "Bölgenin etnik kimliği"
bölümünde ayrıca dönülecektir.
Tarihte ve zamanımızda bir Kürt kavmi mevcut olmamıştır ve yoktur. Gerçi
Göktürkler zamanında, Orta Asya’da bir Kürt uruğu vardı. Fakat adı geçen uruk,
Türklüğün bir parçası, bir uruğu idi. Elegeş yazıtlarında ismi geçen bu uruk
Karadeniz’in kuzeyinden Macaristan ve Çekoslovakya’ya kadar uzanmıştır. Belki
de Hun Türkleri arasında bulunarak oralara gitmişlerdir. Macar bilginleri de
bunu kabul etmekte ve halen Macaristan’da, Macarca konuşan 30 kadar Kürt
köyünden söz edilmektedir. İran ve Türkiye’ye gelen güney kolu ise, Farsça ve
Arapçanın tesiri altında kalmış ve Türkçe, Arapça ve Farsça’nın karışımından
ibaret bir dil konuşmaya başlamışlardır. Buralarda Kürt adı ile anılan topluluk
içinde Göktürkler arasındaki "Kürt" uruğu bulunduğu gibi; Kanglı,
Çiğil, Kalaç, Kıpçak, Avar, Alan, Ağaçeri, Oğuz ulusları, urukları mevcut
olmuştur. Hun, Uygur, Hazar, Peçenek uluslarının da bu "Kürt" adı
verilen potaya katılmış olmaları çok muhtemeldir.
Doğu Anadolu’ya yerleşen Kürtler’in, daha Oğuz Türkleri gelmeden önce,
dillerini, çeşitli tarihî ve İçtimaî şartların tesiriyle, unutmuş olduklarını
ileri sürmek mümkündür. Macar Türkologları, konuştuğu diller içinde pek çok
eski Türkçe kelimenin ve bilhassa Bulgar Türkleri’nin (Slavlaşmamış olan
Bulgar Türkleri) dillerindeki kelimelerin bulunabileceği kanaatindedirler.
Göktürk yazıtlarında bulunan çok eski Türkçe kelimelerin bazıları Kürt
oymakları arasında yaşamaktadır. Hattâ, Hunlar’a dayanan kelimelerin varlığı
bilinmektedir. Peynir suyu demek olan "Lor" gibi.
Anadolu Türk tarihinde, ihmale uğrayan araştırma alanlardan birisi de,
Anadolu’da Hazar Türkleri’nin izlerinin tespitidir. Hazarlar’ın Anadolu’da
bulundukları dönem, Kafkasya ve Türkistan’da Türkler’in İslâmiyete girmeleri
döneminden evveldi. Hattâ Anadolu’ya İslâmiyet girmeden, İslâmiyet zuhur
etmeden, Anadolu; bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Hazar Türkleri’nin yurdu
oldu. İzahımızın bu bölümünü Kaşgarlı’y. izleyerek yapmak istiyorum.
Hazar Türkleri, Bizans İmparatorluğu’na karşı sürekli akınlar
yapmaktaydı. 683-686 tarihleri arasında, Hazarlar Kafkaslar’ı aşarak
Anadolu’ya girmiş ve yörede bulunan Arap emirliklerini yok etmiştir.
693’te bu kez Bizanslılar’la birleşerek Mervan’ın oğlu ve Halife
Abdülmelik’in kardeşi Muhammed’in ordusunu tamamen ezmişlerdir.
Muhammed, Halife Abdülmelik’in kardeşidir. Bu yenilgi üzerine, Halife
Abdülmelik’in oğlu Maslamak, Hazarlar’ı takip etmiş ve dağıtmıştır. 730 da
Hazarlar Arap Emiri Cerrahi’yi öldürmüşler ve Arap direnmesine karşı
koymuşlardır:
731’de, Hazarlar’a, ülkeyi bırakıp gitmeleri için İmparator II. Mişel
(Mihail) bir miktar para teklif etmiştir.
758-760 arasında Hazarlar yine sürekli akınlara devam etmişler,
763-764’de imparatorluğun tüm Kafkas yörelerini almışlar. Buna karşı Araplar
717’de Hazar ülkesine bir akın yapmışlardır. 722-723’te Emir Cerrah
Hazarlar’ın topraklarını istila etmiş, 737’de ise Hazar kağanı, Mervan’a
yenilerek, İslâmiyeti kabul etmiştir.
El Macın’e göre Hicri 71/M. 690 tarihinden başlayarak Araplar, Hazarlar
arasında İslamiyeti yaymaya başlamıştır.
818’de İslâmiyeti bırakarak eski Gök-Tann dinine dönen hakanı, Halife
Memun yine İslâmiyeti kabule zorlamıştır.
Yakubi’ye göre Pers İmparatoru
Kavad (Kalavad) zamanında (488-571) Hazarlar Van yöresini tamamen işgal
etmişlerdir. Hüsrev Nuşîrevan (531-579) bir ara Vaspurağan yöresini
Hazarlar’dan geri almışsa da bunlar yeniden bölgeyi zaptetmiş ve sürekli bir
zaman muhafaza etmişlerdir. Daha sonra bölge bilindiği gibi, Bizanslılar ve
Araplar’m egemenliğine geçmiştir.
Orta-Doğu tarihinde Hazarlar 585 yılından evvel görülürler/ Ebul
Farac, Mihail gibi bazı yazarlar, bu yörenin uzun süre Hazarlar’ın hakimiyeti
altında kaldığını bildirirken, daha o devirde Theophone, Hazarlar’a; "bunlar
Türktür" der. Cedrenus’da Hazarlar’dan, Türkler olarak bahseder.
Bizanslılar da Hazarlar’la tanıştıkları zaman bunlara Türk demişlerdir.
Doğu Anadolu’da Hazar yerleşimi, Van bölgesinde (Vaspurağan)
zannedildiğinden çok daha önemlidir. Ayrıca, Bizans İmparatorunun muhafız alayı
Hazarlar’dan oluşuyordu. Konumuz Hazarlar olmadığından Hazarlar’dan daha fazla
bahsetmeyeceğiz. Bizim için önemli olan Bizans-Arap-Hazar ilişkilerinde, Doğu
Anadolu’da küçümsenmeyecek kadar önemli bir süre Hazar Türkleri yerleşiminin
bulunmasıdır. Anadolu’nun Türkleşmesi konusunda Doğu Anadolu’da Hazar
Türkleri’nin yerleşmelerini kanaatimizce dikkatle ele almak gerekir.
"Anadolu’ya, Türk akınlan yalnız Selçuklu akınlarıyla olmamıştır.
Erken Ortaçağ’da Hazar, Peçenek, Kuman gibi Bizans İmparatorluğu’nun doğu ve
batı hudutlarına yerleştirilmiş Türk boylarınm mevcudiyetini kaynaklar
ispatlamaktadır. Türk boylan bazen Bizans İmparatorluğu, bazen halifelerin
hizmetine geçerek, Anadolu’da Selçuklulardan evvel sürekli bir Türk yerleşimi
oluşturmuşlardır."
Kaşgarh’dan alınan bu pasajların konumuz itibariyle uzun boylu tahliline
girmeye fazla gerek yoktur. Zira yazar kendi tezini izah ederken eserinin bu
bölümünde âdeta bize tercümanlık yapmıştır. Yazar:
4
Hazarlar’ın Türk olduğu gerçeğini,
Anadolu’da özellikle Doğu Anadolu’da V. yy’dan beri
varolageldiklerini,
Bölgenin Arap ve Bizans arasında el değiştirmesine
rağmen Hazar Türkleri’nin sürekli yerleşim yeri olduğunu,
Anadolu’nun Türkleşmesi olayının izahında Hazarlar’ın
önem arzetttiğini, belirtmektedir.
Çay’ın Anadolu’da Hun Türkleri ile
ilgili açıklamasını anarken, alıntıyı biraz geniş tutup onun incelemesinden
yararlanarak diğer Türk unsurlara da yer vermek istiyorum. İddiamız, Anadolu
Türk tarihine dair bulunmuş yeni bir belge ile ilgili değildir. Bilinenlerden
hareketle, yeni yorum getirmekle ilgilidir. Bu tahlille getirilen görüşün
kabul görmesi halinde Anadolu’ya Türkler’in değil, Müslüman Türkler’in giriş
tarihi olarak XI. yüzyıldan bahsedilebilecektir.
Çay, Saka Türkleri konusunda Z.V. Togan’dan yaptığı nakilde, "Ancak
Anadolu’ya Türk akınlan ve bilhassa Doğu Anadolu ile Kafkasya’da yurt tutma
çabalan, İslâmiyetten çok daha eski tarihlere inmektedir. Bilindiği gibi M.Ö.
1000-500 yıllan arasmda, Karadeniz’in kuzeyindeki Kıpçak bozkın Asya menşeyli
milletlerin yerleştikleri bir memleket halini almıştı. Bunlara Yunan
kaynaklarında Skuthoi, Asur kaynaklannda Aşkuzai adı verilmektedir. İskit
genel adı ile bilinen bu topluluklar Saka Türkleri’dir."<49);
Hunlar konusunda İ.Kafesoğlu’na dayanarak verdiği bilgide; "Kafkasya
üzerinden Azerbaycan ve Anadolu’ya yapılan diğer bir Türk akını da Hun
Türklerinin, 395 tarihli Anadolu seferidir. Don nehri bölgesindeki Hun boylan
Basık ve Kursık adlı başbuğlarının komutasında Erzurum üzerinden Karasu, Fırat
vadisi boyunca Malatya ve Çukurova’ya kadar inmiştir. Urfa, Antakya, Sûr
şehirlerini muhasara etmişler ve Kudüs yakınlarına kadar ulaşmışlardı...Üç yıl
sonra 398 tarihinde buna benzer ikinci bir Hun seferi daha görülmektedir."
;
"451 yılında Kafkasya üzerinden gelen Akhunlar, Mogan’ın güneyine
yerleşmiş ve burada Balasağan adıyla bir de şehir kurmuşlardı. Arap
kaynaklarında, Akhunlar’a Kürd ve Ekrad-ı Bilâsagun denilmektedir. Harezmşahlar
devrinde (XIII. yy’ın ilk yansı) kendilerine Mogan Kürdleri veya Mogan
Türkmenleri denilen bu topluluklar Akhunlar’m bakiyeleri olması muhtemeldir.
"(51);
"îkinci büyük göç dalgası, 466 tarihinde meydana gelmiş ve Avrupa
Hunlan’na bağlı Ağaçeri Türk boylan, Azerbaycan’a ve Doğu Anadolu’ya
yerleşmişlerdir. Sasani kaynaklan bunlara Ak-Katlan, Bizanslılar ise Akatzir
adını vermektedirler. Bu Ağaçeriler’in bir kısmı, 1180-1421 yıllan arasında
Halep ve Şam tarafına göç etmişler; bir kısmı da Güney Azerbaycan’da Erdebil
ve çevresinde yurt tutmuştur. '
Türkler’in üçüncü göç dalgasanı Sabırlar meydana getirmiş; 558 yılında da
Kür nehrini aşarak Bakû ile Küba arasına ve Lenkeran’a yerleşmişlerdir.
Sabırlar (Sabar, Savır, Suvar veya Sibir)la birlikte "Hazer" adı
altında Bulgar ve Belencar Türkleri de Arran, Mugan, Gilan ve Lenkeran tarafına
yerleşmişlerdi. Bu Türkler, Hazar Türk devletinin teşekkülünde oldukça önemli
roller oynayacaklardır." şeklinde Anadolu’ya yapılan Türk göçlerini
sıralamaktadır.
Anadolu’nun Türkleşmesini izah ederken Çay göçlere dair geniş bilgi
vermeye devam etmekte ve Anadolu’ya daha sonra yapılan göçleri; XI.yy.,
XIIIyy., XIV.yy. ve XV.yy göçleri olarak tasnif etmektedir.
"Ekrâd-ı Bilâsagun" için aynı yazıda "bu kelimenin aslında
"Ekrâd-ı bilâ sükkan" olması gerekmektedir. Bu doğrudan doğruya
konar-göçer, göçebe toplulukları ifade eder. Konar-göçer, göçebe topluluklara
"Ekrâd" yani "Kürdler” denilmesi bu adm kavmî olmaktan çok hayat
tarzı ile ilgilidir" açıklamasını yapmaktadır.
Eröz ve Çay’ın bu konudaki açıklamaları bir arada mütalaa edilince
görülmektedir ki; Göktürk İmparatorluğu içinde "Kürt" isimli bir urug
var. Bu uruğun Ortadoğu’ya diğer Türk uruğlan ile birlikte gelen kısmı Fars ve
Arap dili tesirleriyle Türkçelerini bir hayli bozuyorlar. Konar-göçer hayat
tarzı süren bölgenin bu aşiretleri diğer Türk uruglarıyla birlikte
"Kürt" genel adım almış oluyorlar.
Anadolu’da, Türkler’in İslâm olmadan evvel bir dönemlerinin olduğunu,
İslâm olan Anadolu Türkleri’nin yanısıra, Hıristiyan Türkleri’n varlıklarını
bir süre devam ettirdiklerini, insan isimleri, aşiret isimleri ve yer
isimlerinden hareketle izah eden eserlerin arasında, Ömer Lüfi Barkan’a 52\
Osman Turan’a$3), Z.V. Togan’a(54), Akdes Nimet Kurat’a(55)
ait olanların da varlığı bilinmektedir.
Gerçi bu tarihlerde, Maverâünnehir ve Horasan yörelerinde Karahanlılar ve
Gazneliler gibi ilk Müslüman Türk Devletleri kurularak, çeşitli Türk uruk ve
oymakları kabile ve aşiretleri birbirlerine tekrar karışmaya başlamışlardı.
Selçuklular döneminin (1040-1157) yanı sıra Saltuk Beyliği (1071-1202),
Danişmentliler Beyliği (1071-1177), Artukoğulları Beyliği (1098-1407),
Meyyâfarîkin Eyyubîleri (1200-1259), Hısn-Keyfa Eyyubileri (1232-1524), Bitlis
Atabeyleri "Dilmaçoğullan" (1084-1192), Ahlat Atabeyleri "Ermen
Şahlar" (1100-1207), Diyarbakır Atabeyleri "İnal Oğullan"
(1095-1183), Sutaylar (1312-1350) isimli çeşitli Türk boylarının kurdukları
idareler hakim olmuştur.(56)
Bölge tarihini dini kaynaklardan yararlanarak inceleyen Sadi Bayram(57)Türkler’in
bölgenin otokton halkı olduklarım anlatmaktadır. Nihayet bu konuda denilebilir
ki, Anadolu’ya Türkler Hıristiyanlıktan evvel de gelmişlerdi. Daha ziyade doğu
ve güneydoğu’da yurt tutan çeşitli Türk taifeleri bu bölgelerde Îslâmî olmayan
sanat eserlerinin bir kısmının sahibidir, tik Müslüman olan Türk bölgesi
Anadolu’nun bu bölgesi ve ilk Müslüman olan Türk taifeleri de bu bölgenin
sakini olan Türk aşiretleridir. Bölgenin Türk-îslâm kültür ve inanç yapısmda İslâm
dışı motiflerin izlerini görmemiz bu sebebe bağlanabilir.
Olay bölgesinin etnik kimliği, bölgedeki olayların tayin edici faktörü
olmaya devam etmektedir. Bölge halkının kimliğine getirilen yorumlar,
olayların çıkış sebebi olarak gösterilmektedir. Nitekim; "Mütareke
yıllarına gelinceye kadar başta tngilizler olmak üzere AvrupalI, "Kürd’ü,
vahşi, kandökücü ve Hıristiyan oldukları için elinden tutmaya adeta kendini sorumlu
hissettiği Ermeniler’i katleden bir topluluk" olarak görmüştür. Kürtler,
yabancı gözlemcilerinde şahit oldukları gibi, ashnda komşulan Ermeniler
tarafından çeşitli mezâlime tabi tutulmuşlar, 1915 ile 1918 yıllan arasında
onlann silahlan altında aşağı yukan altıyüzbin kadar kardeşlerini
yitirmişlerdir." 585
Türk’ün; Türkmen ve Kürt kanatlan arasmda, Türkizasyonun gelişmesinde
ortaya çıkan "alt kültür çevrelerinin durumunu anlatırken M.K. Öke,
"Orta Asya bozkır kültürünün temsilciliğini sürdüren, fakat son
yüzyıllardaki kültür alışverişinden nasibini alamamış Türkmen asıllı Kürt
taşracıhğı arasmda bir yol ayırımı oluşmuş bulunuyordu. 1908 Devriminden sonra
İttihad ve Terakki kanadı olarak iktidara gelen Jön Türkler, merkeziyetçilik
yönünde dikkate değer bazı adımlar atacaklarsa da, halktan kopuk, daha ziyade
Batı tecrübesini tekrarlamaya yönelik gayretler, bu iki kültür arasındaki
uçurumu daha da açmaktan öteye gidemeyecektir." demektedir.
Osmanlı ile Türkmen-Kürt toplumlannın birbirinden giderek
uzaklaşmasındaki "dış" faktörleri de unutmamak gerekir. Bu etkenler,
nihaî analizde, Kürt toplumunu "alt kültür" olayından alarak büyük
ölçüde yapay ve zorlama metodlarla etnik tabana dayalı yeni bir millî bünye
kazandırmak uğraşınınm motorları olmuştur/595 Konu bir sosyolog
gözüyle Şerif Mardin tarafmdan daha geniş incelenmiştir/605
Netice olarak diyebiliriz ki, olay Bölgesi Doğu ve Güneydoğu Türkiye’nin
belirli bir kesimine tekabül etmektedir. Bölgenin Türkler’e yurt olarak açılma
tarihi, Milattan evveline varmaktadır. Bölge birkaç bin yıllık Türk yurdudur.
Türkler’in farklı boylan bu topraklara İslamiyetten çok evvel gelmiş ve
Türkler’e ait farklı isimlerle tarih sahnesine çıkmışlardır. Türkler’in
İslamiyete giriş tarihlerinden sonra, bölge Müslüman Türk nüfusu da olmaya
devam etmiştir. Daha evvel bölgeye gelip hakim dinlerin bünyesine adapte olan
Türkler’in bir kısmı da bölge islamiyete açılınca İslamiyete bu bölgede
girmişlerdir.
Bölge; süreklilik arzeden ve yönetim kurmuş bulunan Hazar Türkleri
türünden devletlerden sonra, Eyyubi ve Selçuklu Türkleri, bunların
dağılmalarıyla oluşan, yerel beylikler, Osmanlı Türk İmparatorluğu ve nihayet
Türkiye Cumhuriyeti ile devamlı Türk yönetiminde kalmıştır. Bölge halkını
meydana getiren toplumlar bölge tarihine farklı bir kimlik kazandırmamıştır.
12. OLAY BÖLGESİNİN ETNİK KİMLİĞİ
Şeyh Sait Ayaklanmasına, isyancılar ve devletin tarafında katılanlar
arasında, çeşitli Türk aşiretleri olmakla beraber; her iki kesimde yer alan
bölge halkının çoğunluğunu "Kürt" diye ifade olunan Türkler teşkil
ediyordu. Bu itibarla Kürt adıyla adlandırılan toplumun tanımı gerekecektir.
Günümüzde Doğu Anadolu halkına genel olarak Kürt denilmektedir. Bölgede ise Kürtçe diye bilinen mahalli dille
konuşan Türkler’e Kürt denilmektedir. Bu dili konuşan ve Orta-doğu’nun diğer
ülkelerindeki halka da Kürt denilmektedir. Doğu Karadeniz’deki bazı kasabaların
halkına atfen, bütün Karadeniz Bölgesi halkına hatalı olarak "Laz"
denilmesi nasıl genelleşmiş ise, Doğu Anadolu halkına da "Kürt"
denilmesi aynı derecede hatalıdır Z ) Bu gerçeğe rağmen
"Kürt" ismini taşıyan topluluğun etnik kimliği nedir?
Göktürk siyasî organizasyonu bünyesindeki Kürt isimli bir oymağın olduğu
bilinmektedir J ) Ancak, bir oymağın bu kadar geniş bir coğrafyaya
yayılmış olması mümkün değildir. Bu isimle anılan toplumun homogen olmayışı da
bu fikri doğrulamaktadır/ Nitekim tarih, bu ismi taşıyan bir devlet de
tanımamaktadır. Toplumun heterojen yapısını, özellikle konuşulan lisanda
görmekteyiz/ Genel ad olarak kullanılmaya başlanılan "Kürt" kelimesi
ile tanımlanan mezkûr toplumun ilk nüvesini "Kürt" adlı Türk
kabilesi teşkil etmiş olabilir. Ancak bugün Ortadoğu genelinde karşımıza çıkan
toplumun içerisinde daha birçok Türk aşireti vardır ki, bütün bunlar bu genel
isim altında toplanmışlardır. Osmanlı
tahrir defterleri de birçok göçebe ve yan göçebe Türkmen aşiretinin bu
kayıtlara "Ekrad-Kürtler" adıyla geçtiğini göstermektedir. Türk aslından olan bu unsurların zamanla diğer
bir kısım Türk kabilelerini de bünyelerine alarak, Doğu bölgemizdeki, bugünkü
yapıyı meydana getirmişlerdir. Bölge halkının etnik kimliğini belirlerken,
sınır toplundan halkının kültürel çeşitlilik göstermelerinin doğal olduğu
hatırlanmalıdır. Şüphesiz zaman içerisinde bu Türk aşiretleri arasında; Arap,
Fars veya başka milliyetlerden oba ve oymaklann kanştıklan da olmuştur.
"Kürt" isimli Türk asıllı kabile Türkler’in yaşadıkları diğer
coğrafyalardan; Türkistan’da, Altaylar’da, Macaristan’da da izler
bırakmışlardır. Macaristan’da, başlannda
Hazar Hakanlığı’nın tayin ettiği birer "ur" bulunan yedi kabileden
kurulu birlik teşkil ettikleri anlaşılan Macarlar’la Türkler’in büsbütün
karıştıklarını, kabile adlan göstermektedir. Kürt isimli, Türk asıllı kabile bulundukları
coğrafyalarda dilleri otan Türkçe ile konuşmuşlardır. Sadece Orta-doğu’nun
belirli kesimindeki Kürtler; dilleri olan Türkçeyi coğrafi yakınlığa göre,
Arapça veya Farsça gibi diller ile diğer faktörlerin de tesiriyle kural ve
kelime itibariyle karıştırmışlardır. Böylece, bölgede kurulmuş bir kısmı
Türkler’e ait devletlerin uzantısı ve dilleri de kısmen bozulmuş Türkçe olan bu
halka "Kürt" denildi. Bu kelime çok kere bir hayat tarzını
belirledi. XIX. yy. kadar diğer Türk toplum larından farklılık göstermezken, bu
yüzyıldan sonra siyasî bir mahiyet kazandırıldı.
"Kürt" kelimesinin etnik kimliği ile bugün verdiği mesaj, çok
farklıdır. Etnik bir mahiyet arzetmesi için Kürt kelimesi üzerine bir hayli
spekülasyon yapılmıştır. Gerçi, bir sosyal realite olarak, Kürt, İran ve Irak
gibi Türkiye’de yer yer dikkati çekmektedir. Bu bir gerçektir. Tartıştığımız
husus gerçeğin inkârı değil, yorumudur. Kürtler’in etnik kimliği üzerinde yapılan
tartışmalar, bu toplumun Türk-Arap-Fars olabileceği veya bu tophımların dışında
karakteristiklerinin bulunabileceği yolundadır. Bu konular çok tartışılmıştır.
Ben bu iddialardan, Kürtler’in Türk olduklarına inananlardanım/ Kürt
kimliğinin bilinmesi, olay dönemindeki zihniyetin sağlıklı belirlenmesi
itibariyle ayrıca önem arzetmektedir. Nitekim olaylar döneminde Elazığ’da
görevli olan Vali Hilmi’nin bu gerçeği bilmeyişi değerlendirmeyi hatalı yapmasına
yol açmıştır.
Şeyh Sait olayını, bizzat yaşayanlardan yaptığı tespitlerden aktaran Yeni
Fırat Dergisi’nin Elazığlı yazarı Cenap OSMANOĞLU’nin tespitleri de ilginç ve
önemlidir. Yazar, olay içerisinde olan daha sonra isyancılar tarafından
öldürülen öğretmen Mehmet Zeki’nin eşi ve olayı yakından izleme imkânları
olanlardan dinlemiştir. Yazar olayı bu konuda yapılmış yayınlan da inceleyerek
yansıtırken Behçet Cemal’in açıklamalarının sağlıksız olduğunu şahıs ve yer
isimlerine dair yapılan hatalara da yer vererek belirtmektedir. Behçet Cemal
olayların Elazığ safhası ile ilgili yaptığı açıklamalarda Vali Hilmi Bey’i esas
almıştır. Vali ise C. Osmanoğlu’na göre basiretsiz ve olay gecesi dahil devamlı
poker oynayan bir kimsedir. Mamuret’ül-aziz ve Şark isimli gazetelerin
incelenmesi halinde; kendisine getirilen raporlan önemsemeyen valinin açıklamalarını
gerçek dışı bulan C.Osmanoğlu, vali’nin ve yönetimdeki birçok sorumlunun
"Kürt" kelimesi ile kastedilen anlamı bilmedikleri için "Kürt
gelecekmiş, Kürt gelecekmiş” şayialarını ciddiye alıp panik yarattıklarını
belirtmekte ve şu önemli açıklamayı yapmaktadır; "Kürdün gelip hükümete
karşı koyması, vilâyet merkezlerini işgal etmesi, görülmüş hadiselerden
olmadığı için bu şayia kıymetlendirilememişti/71)
Bu kıymetlendirilmeyişte, bir de sosyal sebep vardı. O da, şimdiye kadar,
Doğu Anadolu halkının, ister Kürt diye anılsın, ister Türk diye anılsın, toplu
halde hükümete karşı koymaması bilâkis hükümetle birlikte, her zaman haricî ve
dahilî düşmanlara karşı hareket etmesidir,
Diğer taraftan buralarda, (Kürt) tabirinden Türk halkının anladığı manâ
değişik mahiyettedir. Osmanoğlu bunu şöyle açıklamaktadır:
"Kürtten maksat, dağ köylerinde oturan, cehâleti sebebiyle fırsat
buldukça çapulculuk yapan, ancak bu hayattan vazgeçip, şehre ve kasabaya
indikten sonra Türk payesine eren kimse kasd edilir.
Uzak köylerden gelenler, Türkçe bilmedikleri ve şivelerinin bozuk
olduğu müddetçe, Kürt diye anılır; fakat kültürel bir değişmeden sonra, bu
anılış, tamamen unutulur, artık o Türk payesine ermiştir.
Böyle birine, Kürt müsün Türk müsün? diye sorulduğu zaman, (evvelce
Kürt’tüm, fakat şimdi Türk oldum) diye cevaplarlar.
Bu itibarla Kürt’ün dağdan gelip, bağdaldni kovması, halkın sosyal
kanaatine uygun düşmediği için, Kürt gelecekmiş şayiası, halk ruhunda, hiç bir
telaş ve heyecan yaratmıyordu.
İsyancıların sloganları ile uygulamaları arasındaki farklılığın yarattığı
sonuçlan anlatırken de yazar; "şeriat iddiası altında gelenlerin bir
hayli soygunculuklar yaptığı ve kanlar döküldüğü duyulunca, isyana karşı halk
da hemen mukavemet fikri belirdi' demektedir. C. Osmanoğlu’nun Kürt’ün kasabaya
inişi ile Türk adını aldığını, kasabada Türk adıyla tanınan halkın hâlâ kırsal
kesimde özellikle dağlık bölgede yaşayan akrabalarına "Kürt" adını
verdiğini biz de Ağn ve Doğubeyazıt’da bizzat kendi hayatımızda müşahade etmiş
bulunuyoruz.
Ayaklanma yıllarında Anadolu’ya milliyet anlamında mensubiyet duygusu
henüz girmemiştir. Özellikle Doğu Anadolu’da milliyet ile İslâmiyet
eşdeğerlidir. Bu zihniyetin bilinmesi, bölge halkının kendi kimliğini nasıl
bildiği itibariyle önemlidir.
Şeyh Sait Olayında önemli rol oynamış Cibranlı aşiretinin faaliyetleri
ile ilgili olarak Mahmut Akyürekli konuya yeni boyutlar getirmekte ve olaya
katılmış ailesinden fertlerin intihalarını da yansıttığı için olaya farklı bir
perspektif kazandırmaktadır.
Dünya ve Kurtuluş Savaşları’nda devlete sadakatlerini bildiğimiz Cibran
aşireti, Cumhuriyetin ilân edilmesiyle yeni düzene ayak uydurmakta güçlük
çekiyordu. Hilafetin ilgası ve İslâm Hukuku’nun devlet idaresinden kaldırılması
öteden beri hilâfet makamına aşın derecede bağlı bu aşirette gereğinden fazla
bir tepki oluşturdu. Bu tepki yalnız Cibranlılar’a mahsus değildi. İskilip’li
Atıf Hoca ve daha başka yüzlerce din adamının Türkiye genelinde gösterdiği
uyumsuzluğun bir uzantısı idi. Cibranlı bölgesinde fevkalâde nüfus sahibi olan
Şeyh Said de diğer din adamları Cumhuriyet sistemine kuruluşundan beri karşı
idiler. Fakat bu Doğu Anadolu’da müstakil bir Kürdistan kurmak gibi bölücü bir
fikirden tamamen münezzehti. İslâmî bir müessese olan Hilâfet makamının yeniden
tesisi ve İslâm Hukuku’nun devlet idaresinde uygulanması gibi fikirlerden
hareket etmekten başka birşey değildi. Cibranlar, şeyhlerin, en iyisini ve
doğrusunu bildiğinden şüphe etmiyorlardı. Sadece Şeyh Said değil bütün din
adanılan mevcut düzene karşı tavır almış, bu düzene karşı olmanın
"şeriat" gereği olduğunda birleşmişlerdi. Bu yapı dindar ve
muhafazakâr bir toplum olan Cıbran aşiretinin de devletine karşı tavır almasına
sebep olmuştu. Cibranlı Miralay Halit Bey de aynı duygularla hareket etmek
zorunda kalmıştı.
Alay kumandanlan ve şeyhlerin samimiyet ve dürüstlüğüne inanmış olan
Cibranhlar bu düşüncelerinden hareket ederek isyana katılmış oldular.
İzah etmeye çalıştığımız samimi saf ve dürüstane fikirlerle Osmanlı
ailesine ve İslâm hilâfetine bağlı bu aşiret; yaklaşık altıyüz yıl yaşadıktan
düzenin birden yok olmasını hazmedememenin şaşkınlığı içinde iken din
adamlarının verdiği fetvalarla dinî duygulan şahlanmış ve İslâm şeriatının
kurulması fikriyle ayaklanmaya iştirak ederek aktif rol oynamıştır.
Bölgedeki zihniyeti temsil eden kesimlerden birisi de şüphesiz Hamidiye
Alaylandır.
Jurgen Roth ise bu konuda; "Ankara’daki merkezi hükümete
bağlanmak istemeyen asilzadeler, ellerinden alınan imtiyazları nedeniyle
(vergi toplamak, polis görevi yapmak) merkezi hükümete karşı ayaklanmaları
örgütlediler. 1925yılında Şeyh Sait, Türk hükümetine karşı isyan çağrısı
yaptı. Bu arada jandarma tarafından Kürt köylerine karşı korkutma işlemleri
artırılmıştı. İlk başta isyana karışmayan Kürt aşiretleri de daha sonra
harekete geçtiler ve dağlara çıktılar. Şeyh Sait’in ayaklanması bugün de
Türkiye’de bir "Mürteci isyanının tipik örneği olarak tanımlanmaktadır.
Şöyleki bu isyanda dinî mülahazalar büyük rol oynamıştır.
Mustafa Kemal, "Müslüman kardeşliği" dayanağının
asilzadelerce kullanılması ve bunun millî birliğe verdiği zararın
açıklanmasında büyük bir rol oynamıştır.... demektedir.
J.Roth’un parmak bastığı nokta Osmanlı toprak mülkiyeti ve vergi sistemi
ile doğrudan ilgilidir. Hamidiye Alaylan, Kürtlüğe mensubiyet duygusunun
gelişmesinde rol oynadığı için, "Kimlik" konusunda önem
arzetmektedirler. İncelememizin muhtelif bölümlerinde bu görüşü paylaşan batılı
diğer yazarlardan da bölümler alınıp açıklamalar yapılmıştır. Bu münasebetle,
bir-iki noktaya açıklık getirmek, isyana öncülük edenlerin sosyal konumu
incelenip, bilhassa Hamidiye Alaylarından olup, güvenlik görevi almış iken
düzenli ordu kurulunca bu imkândan yoksun bırakılan aşiretler üzerinde
durulması yârar sağlayacaktır.
Hamidiye Alaylarının kuruluşu şöyle idi:
Birinci Liva’yı teşkil eden aşiretler:
Merkez Karakulliya
Zilan Aşireti: Alay Numarası 3-5
Karapapak Aşireti: Alay Numarası 6-9 Adamanlı
Aşireti: Alay Numarası 10-11
Haydaranlı Aşireti: Alay Numarası 12-37
Celali Aşireti: Alay Numarası 38
Şazili Aşireti: Alay Numarası 57
İkinci Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:
Merkez Hınıs
Cibranlı Aşireti: Alay Numarası 8-31
Cibranlı Aşireti: Alay Numarası 32-33-34
Zirikanlı Aşireti: Alay Numarası 35
Cibranlı Aşireti: Alay Numarası 36
Üçüncü Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:
Merkez Malazgirt
Sıbkanlı Aşireti: Alay Numarası 1
Karapapak Aşireti: Alay Numarası 2
Hüsranlı Aşireti: Alay Numarası
26-27-28-29-30
Dördüncü Liva’yı Teşkil
Eden Aşiretler:
Merkez Erçiş
(?) Aşireti: Alay Numarası 13-14-15-16
Haydaranlı Aşireti: Alay Numarası
21-22-23-24-26
Beşinci Liva’yı Teşkil
Eden Aşiretler :
Merkez Başkale
Mukri (?) Aşireti: Alay
Numarası 17 ,
Milan Aşireti: Alay Numarası 18
Şimşiki Aşireti: Alay Numarası 19
Şukifti Aşireti: Alay Numarası 20-26
Takuri Aşireti: Alay Numarası 39
Altıncı Liva’yı Teşkil
Eden Aşiretler:
Merkez Mardin
Millî Aşireti: Alay Numarası 41-42-43-44
Karakeçi Aşireti: Alay Numarası 45-46
Tay Aşireti: Alay Numarası 47
Miran Aşireti: Alay Numarası 48-49
Artuşu Aşireti: Alay Numarası 50
Yedinci Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:
Merkez Urfa
Kays Aşireti: Alay Numarası 51-52
Berazi Aşireti: Alay Numarası 53-54-55
Adı geçen aşiretlerden Suat Ilhan’a göre Şeyh Sait isyanına katılanlar
ise Huyut aşireti (Muş), Hasenanh aşireti (Muş), Cibranlı aşireti (Muş),
Silkan aşireti (Bitlis), Makso aşireti (Bitlis), Sınikan aşireti (Siirt),
Penciranaç aşireti (Siirt), Molarahme aşireti (Sürt), Zengon aşireti (Hakkari),
Herki aşireti (Mardin) gibi aşiretlerdir.
J. Roth’un üzerinde durduğu ikinci husus milletin dinî ilişkilerle oluşturduğu
bağ ile millî ilişkilerle oluşturduğu bağ arasındaki tercih konusudur. Atatürk
bu iki oluşumdan İkincisini seçip uygulamıştır.
Etnik kimiliğe tekrar dönülmesi gerektiğinde Eröz’ün tanımına göre, Arap
ve Fars kültür tesiriyle Türkmen kesimde meydana gelen başkalaşım
"Kürtleşme" olarak tecelli etmiştir/78) Ancak yüzlerce
yıl devam etmiş olan bu farklı yapı Anadolu’nun hiçbir kesiminde
yadırganmamıştır. Kayseri’de Bünyan’da "tat" (tart) yabancı anlamında
kullanılırken "Kürt müdür-Tat mıdır" tabiri ile halk, Kürt ile
Türkmen’i eş anlamda kabul etmiştir/79)
Kürt’ün Türkmen’den farklılığını milliyet farklılığını düzeyine
çıkaranlar daha ziyade Kürt dili üzerinde dururlar. Bu konuda F. Balsan gerçeğe
parmak basmaktadır. Ona göre: "Kürt lisanı bir dialekt olup, Farsçaya daha
çok benzemekle beraber, Arap ve Türk terimlerinin de karışımından ibaret olup,
kendine has bir telaffuzu vardır" 80) Türkiye’de yaşayan toplulukların
ulus ve vatandaşlık itibariyle Türk kabul edilme konusunda U. Heyd ; Türkiye’de
yaşayan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler sadece vatandaşlık yönünden Türk, fakat
ulus yönünden ise Türk değildirler/81) demektedir.
İngilizler’in Ortadoğu politikasında Türk milliyetçiliği uyanışına karşı
aşiretleri etnik anlamda karşı silah olarak kullanışı, meselenin başka önemli
bir noktasıdır. Bu politika Şeyh Sait olayından çok evvel başlatılmıştı. İngilizler’e
göre bu yeni politika ile ayn bir milliyet havasına sokulmak istenen
aşiretlerimiz bölgedeki Türk kesimler arasındaki coğrafi bütünlüğü bozmuş olacaklardı.
Konuyla ilgili olarak Mim Kemal Öke:" Türkler, Kürtler’in Turani olduklarım
iddia ediyorlardı. Fakat eğer İngiltere Kürtler’i yeteri kadar tahrik eder de
Türkler’in karşısına yine Türk kökenli olan bu grubu çıkartırsa o zaman
Turancılığın işi bitikti. Bu İttihatçılar’ın Türklük felsefesine indirilmiş en
büyük darbe olacaktır..." şeklinde bu politikayı açıklamaktadır.
Bölgenin etnik kimliği konusunda Kürtler’in Turanlılığı konusu Lozan’da
gündeme gelecek, İngiliz Ansiklopedileri daha evvel Kürtler’i Turani gösteren
açıklamalarını, ikinci baskılarında değiştireceklerdir. Musul konusunun
tartışıldığı dönemde Kürtler’in Türk’ten farklı bir etnik unsur olduklarını
ileri süren İngiltere, bu isimle anılan Türkler’i Şeyh Sait olayı ile isyana
sevkederek Türk devletinin dış Türkler politikasına adeta gem vurmuştur. Bu
noktada önemle vurgulanması gereken husus; Türkler’in kültürel dayanışmasına
içerde ve dışarda ilgi duyan çevrelerin Kürt sorununa yeterli ilgiyi
göstermemeleri halinde, Türk dünyasının kültürel bütünlüğünün
sağlanamayacağını bilmeleri gerektiğidir.
Hamidiye Alaylarına asker vermiş aşiret ve kabilelerin aynı zamanda Şeyh
Sait isyanı ve daha sonraki isyanlara tamamen katıldıklarını söylemek mümkün
değildir. Biz incelememiz boyunca; Modan, Batyanh, Mıstardı, Tavaslı, Sılavlı,
Melikanlı, Hasenanh ve Cıbranhlar’m isyanla ilişkilerini tesbit edebildik.
Şeyh Sait ayaklanmasına katılan aşiretlerin isimlerinin tesbiti için
yapdan çalışmada, elde edilen bilgilerin değerlendirilmesinde bazı zorluklarla
karşılaşılmıştır, ayaklanma bölgesi aşiretlerinin isimlerini kesin tesbit
mümkün olamamıştır. Zira ayaklanma bölgesindeki aşiretlerin bazı kabileleri
bölge dışında oldukları, bir aşiretin bazı kabileleri ayaklanmaya katılmışken
aynı aşiretin bir kısım kabilelerinin tarafsız kaldıkları veya güvenlik
kuvvetlerinin yanında yer aldıkları görülmüştür. Ayrıca ayaklanmaya
başlangıçta destek olup sonradan taraf değiştiren veya ayaklanmaya katılmadan
destek sağlayan aşiretlerde olmuştur. Değerlendirmede zorluklar doğuran bir
husus da Şeyh Sait isyanını Şeyh Sait’in tutuklanması ile bitmiş sayan
zihniyetle, bu isyandan sonra patlak veren diğer olayları bu isyanın devamı
sayan zihniyetin mevcut olmasıdır. Şeyh Sait isyanına katılmışken daha sonraki
isyanlara mesela Ağn isyanına da katılan isyancı aşiretler olabildiği gibi
Şeyh Sait isyanına katılmadığı halde daha sonraki isyanlara katılan
aşiretlerde olmuştur. Arşiv kayıtlan, aşiretleri tanımlarken çok kere "isyana
katılmıştır" veya "katılmamıştır" teşhisini koymakla
yetinmiştir.
Biz Adıyaman, Ağn, Artvin, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan,
Erzurum, Gaziantep, Gümüşhane, Hakkari, Hatay, Kars, Malatya, Maraş, Mardin,
Muş, Siirt, Sivas, Tunceli, Urfa ve Van bölgesinde Kurmanç, Zaza, Karapapak,
Türkmen, Paşa ve Şıhbızınh aşiret gruplarından 715 aşiret ve kabilenin durumunu
inceledik. Bunlardan 188 aşiret ve bu aşiretlere ait kabilenin Cumhuriyet
döneminde cereyan eden isyanlara, isyancı olarak katıldığını tesbit edebildik.
İsyancı aşiretlerden 50-5 l’i de Şeyh Sait isyanına katılmışlardır. Bunlardan
kârlılar kabilesi isyanı desteklemişlerdir. Hasenanlılar kısmen
katılmışlardır. Bekirhan, Badikan, Sev Hiyan, İzol, İzolan, Şeyhdoda, Zaza,
Percikan, Simikani, Hardi, Zeyve, Araban, Berazi, Bilikan, Cemaldinli
(Camadanlı), Cibranlı, Dimili, Dilhiran, Dimilan, Hasanan, Hoyti, Karabaş,
Kaskan (Kaskanlı), Zirikan (Zerkanlı), Batuan (Batuvan), Bileşki, Cemmokâki
(Çemkâri), Dümbülha (Dümili), Herikan, Kiçcani (Semsan), Kicani (Ömerhan)
Kiçani (Hasinan), Selikan, Teyyani, Kervan, Curanlı (Cibranlı, Guranlı),
Halef-bey, Huyut (Kuyut, Beygirler), Alikan, Batuvan (Batuhan), Malabini
(Maladibo), Pencenar, Ramman, Receban, Sarmi, Sinikan, Sinka, Şımak, Üstürikan
aşiret ve kabileleri ise Şeyh Sait isyanında isyancı olarak rol almışlardır.
Bunların yörelere göre isim farklılığı gösteren (îzal, İzolan, Dimili, Dimilan,
Dimilyan gibi) çok kere aynı aşiretler oldukları da muhakkaktır.
Bununla beraber şurası bir gerçektir ki Şeyh Sait isyanı ve onu takip
eden isyanların faaliyet bölgesi daha evvel 1914-1918 yıllan arasında
Ermeniler’in isyan bölgesi idi. Ermeniler, Osmanlı devlet yönetimine karşı
direnmekten ziyade bölgede müslüman halk istemiyorlardı. Onlar Türk’ü ve Kürd’ü
bölgeden temizlenmesi gereken gayri Ermeni unsur olarak görüyorlardı. Nitekim:
Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Bitlis ve Van’da isyanlar çıkarmışla/ ve
bölge halkına karşı mezalimlerde bulunmuşlardı. Çünkü bu bölgenin halkı, büyük
ölçüde Hamidiye Alaylanna süvari vermişti. Yine bilindiği gibi gerçekte bölge
halkının çoğunluğunu aşiretler oluşturuyordu.
Beşikçi kimlik konusunu tartışırken kendince bir takım iddiaları tesbit
etmekte ve bu görüşleri reddederek kendi yorumunun doğruluğunda ısrar
etmektedir. O’na göre karşı iddialar; "Kürt diye bir ulus yoktur. Herkes
Türktür, Kürtçe diye bir dil yoktur, bu Türkçenin bir lehçesidir";
"Türk halkı, Türk toplumu, Türk insanı, Türk köylüsü deyimleri içerisinde
Kürdün varlığını görmezden gelmek"; "Kürt sorunu vardır ancak çözümü
için zamanı uygun bulmamak"; "Kürt sorununu yoğun bir asimilasyonla
yok etmeyi düşünmek" şeklinde ifade
olunmaktadır.
Beşikçi Kürtler’in mağdur edilmiş millî bir toplum olduklarını gerçek
kabul ederek yola çıktığından O’nun siyasî ve ideolojik tercihine uymayanlar,
O’na göre ilme de aykırı olanlardır. Kürtler’in hukukî anlamda Türklüklerinden
öteye sosyal realite olarak Türklükleri en azından Turanilikleri birçok Kürt
aydınının da kabul ettiği bir gerçektir. Beşikçi Kürtçenin bir lehçesi olmadığı
fikri ile ortaya çıkarken Kürt dilinin çağdaş anlamda dil olduğunu izah etmeliydi.
Kürtçenin homogen bir gramer ve kelime yapısı arzetmediği yazı ve eğitim dili
olamayacağına dair iddiaları tartışmalı idi. O, bu yolu seçmeyip Türk-Kürt
kültür ortaklğını yok sayabilmek için meseleyi Güneş-Dil teorisi boyutlarında
ele almaya kalkmıştır.
Türk Milleti tanımının, Türkiye Cumhuriyetini kuran halkı karşıladığı,
başka vesilelerle de izah edilmiş iken, bu milletin kurucu unsurlarından olan
Kürt kesiminin, Türk milleti tanımı kapsamına alınması neden, doğal bir
uygulama olmayacaktı? Beşikçi, öncelikle bunlara cevap vermeliydi.
Kürt halkı genel Türk kültürünün "bir alt kültür kesimi" olarak
vardır. Bütün üniter toplumlarda olduğu gibi kültürel entegrasyon çağdaş
kültürüzasyonun uygulamalarmdandır. Toplumun ortak kültür değerlerinden, milli
kültüre ulaşmak, ortak kültür süzgeci kullanmak asimilasyon değildir.
Bölgenin etnik kimliği konusunda tartışılması gereken Zaza-Kurmanç
farklılığı1' ) üzerinde aynca durulacaktır.
Türklük; muhakkak ve sadece Türkmenlik, demek değildir. Türklüğü meydana
getiren başka Türklük unsurlar da vardır. Türklüğü meydana getiren; Türkmen,
Yörük, Kürt ve benzeri Türk uruklarının kapsamındaki oba ve oymaklarda,
urukları meydana getirirken, değişen tarih ve coğrafyalarda farklı
kombinezonlarla bir araya gelmişlerdi. Mesela Karakeçili aşireti, Urfa’da Kürt
Türkleri, Bilecik’te Türkmen Türkleri kapsamında olabilmiştir. Bölgenin birkaç
bin yıllık etnik kimliğinde bu özelliği görmekteyiz.
Bölge halkının bir kısmına teşmilen verilen isim Kürt’tür. Etnolojik
anlamda bu kelime Gök-Türkler dönemine kadar uzanmakta ve sadece Türkler’in
bulundukları coğrafyalarda bir Türk uruğu olarak geçmektedir. Son yüzyıllarda
ve Ortadoğu’da ise bir yaşam tarzı karşılığı olarak kullanılmıştır.
Şeyh Sait isyanı’nı çıkaran kadro ve bilhassa isyanı yöneten durumunda
bulunan aşiret liderleri ve Şeyhler Kürt "Kurmancı" değil Zaza ’lar
olup, Kurmanç Türkleri ile özel organik bağlan olmayan başka bir Türk
boyudurlar. Zaza ve Kurmanç ortaklığı sadece her ikisinin Türk olmasmdan
kaynaklanır. Aynca isyana arka çıkan ve karşı olan aşiretler arasında Zaza,
Kurmanç ve Türkmen aşiretleri de vardır. Türk olan olay bölgesinin etnik
kimliği, fanatiklerin dışında aşiretlerde de yaşamaktadır.
13. CUMHURİYETİN KURULUŞU VE İLK İNKILÂP
Bilindiği üzere değişik dünya görüşlerine sahip milletvekilleri Meclis’in
çatısı altında "İstiklâl" amacı doğrultusunda bir araya gelmişlerdi.
Gelecekte siyasî partilerin kurulmasına ön hazırlık, temel olarak hareketin
Sivas Kongresi’nde kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile
gerçekleşmiştir. I. dönem B.M.M.’nin kısmı azami bu cemiyetin üyesi kabul
edilmesine rağmen, Meclisin kuruluşundan itibaren süregelen tartışmalarda
inkilâpçı görüşün daha organizeli, birlik içerisinde hareket etme ihtiyacı
doğmuştur. M.Kemal Paşa bu ihtiyaçtan hareketle, 10 Mayıs 1921’de ilk olarak
kendi başkanlığında Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurmuştur. Bu
grup karşısında bulunan ve M.Kemal Paşa, hükümet icraatları karşısında tavır
alanlar 1921 sonlarına doğru aynı isim altında II. Grup olarak tanınmışlardır.
II. Grubun Saltanatın kaldırılması ile ondan ayrılan Hilafet yetkisinin dünyevi
selâhiyetleri de içine aldığı iddiası (bu görüşün İstanbul basınınca desteklenmesi)
Mecliste gittikçe kuvvet kazanması, başlayan Lozan görüşmelerindeki muhalefete
etkili olmuştur/ ) I. Dönem B.M.M. Nisab-ı Müzakere
Kanununa(9°)göre asıl gayenin tahakkuk ettiği gerekçesiyle 1 Nisan
1923 tarihli kararla seçimlerin yenilenmesi gerçekleşmiştir. Nisan seçimi
karan ile II. Grup fiilen tasfiye olurken ), M.Kemal Paşa’nın Müdafaa-i Hukuk
Grubu 13 Ağustos 1923’de çalışmalarına başlayan II. Dönem B.M.M.’nin azalarının
tamamına sahipti.
Nisan 1923’de Nisab-ı Müzakere Kanunu gereğince asıl
gayenin tahakkuk ettiği, barış görüşmelerinin yapılmakta olduğu gerekçesiyle
Meclisin feshi ve yeni mebus seçimlerinin yapılması mümkün olmuştur. Aslında
Meclisten bu kararın çıkmasında etkili olan: II. Grubun Lozan görüşmeleri
dolayısıyle Mecliste yarattığı etkili muhalefeti ile buna ilaveten Saltanatın
kaldırılmasından sonra Meclisin uhdesine bağlanan Halifelik makamına siyasî bir
karakter kazandırma gayretlerinin hem Meclis’te ve hem de basında ağırlık
kazanmaya başlamış olmasıdır/ )
Ağustos 1923’te, yapılan seçimlerle yeniden teşkil
olunan(93) II. Dönem B.M.M. ve Hükümeti 23 Ağustos’ta Lozan
Andlaşması’nı onaylamıştır/91)
Bu dönemin başında yaşanan ilk siyasi olan bir siyasî partinin
kuruluşudur. Bilindiği gibi M.Kemal Paşa son iki yıl içinde zaman zaman
kuracağını açıkladığı ) Halk
Fırkası 9 eylül’de Türk siyasî tarihi içerisindeki yerini almıştır. Fırka’nm
programına, Ağustos seçimleri için yayımlanan "9 Umde’lik Beyanname"
olduğu gibi kabul edilmiştir/ )
Yeni Meclisin M.Kemal Paşa’nm tercih ettiği azalarca teşkili yaraşıra
yine M.Kemal başkanlığında bir siyasî fırkanın kurulması, bu kadrolaşma
açısından özellikle İstanbul basını Hilafetçilerin yanında ve onlarla birlikte
hareket ederek, Meclis dışı muhalefeti şiddetlendirmişlerdir. Muhalefet
basını, gelişen olaylar karşısında sürekli olarak Hilâfet makamının gelecekte
ne gibi durumlarla karşılaşacağına dair kehanetlerde de bulunmaktan
çekinmiyordu/98)
Hilafetçilerin 13 Ekim’de Ankara'nın başkent olarak kabulünden sonra
besledikleri ümid giderek zayıflamış ve muhalif basında Halifeliğin
kaldırılacağı yolundaki yorumlara rastlanmaya başlanmıştır/") Ankara,
Milli Mücadelenin karargâhı olarak Türk Milletinin istiklâlini elde etmesinde
en ağır yükü üstlenmiş küçük bir Anadolu kasabası olmaktan yeni bağımsız Türk
Devleti’nin başkenti olma şerefini haketmiştir.
Bununla birlikte bu Meclis içerisinde de Gazi’ye göre; bazı mebuslarda
vekil olmak arzusundan dolayı iş başında bulunanları beğenmiyorlardı ve
hükümet aleyhindeki cereyanları körükleyerek kendi maksatlarına göre
faydalanma yollarını hazırlamaya çalışıyorlardı/100) Bu ifadelerden
anlaşıldığı kadarıyla, Fethi Bey kabinesi ile Meclis arasında, hatta Fırka
Grubu ile sürtüşmelerin başlamış olmasıdır. Bunun açık örneği Dahiliye Vekilliğini
de üzerinde bulunduran Fethi Bey’in bu görevden istifası ile Meclis ikinci
başkanı Ali Fuad Paşa’nın Ordu’daki vazifesine dönmek istemesiyle, yerinin
boşalması üzerine hükümetin gösterdiği adaylar yerine, Meclis ikinci
başkanlığına Rauf Bey’in, Dahiliye Vekilliğine de Sabit Bey (Erzurum)’in Meclis
tarafmdan seçilmesidir/101) Bu gelişme hakkında M.Kemal Paşa’nın
yorumu enteresandır. O’na göre Rauf Bey’in ikinci başkanlığa getirilmesi, bütün
Meclisin onunla aynı görüşte olduğunu, yani bütün Meclis’in Lozan Barış
Andlaşması’m yapan ve hükümette Hariciye Vekili olarak bulunan İsmet Paşa’nın
aleyhinde olduğunu göstermek maksadı görülüyordu. Meclis’te bu gelişmelerin
müsebbibi, ilk dönemde gizli muhalefet yapan küçük bir gruptu. M.Kemal bu
teşhisi koyduktan sonra problemin kaynağının Vekil seçimlerinde izlenen yol
olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü o zamanda her vekil Meclisçe ayn ayn seçilir
atama yapılmazdı.
Bunun üzerine M.Kemal Paşa Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa
haricinde bütün vekiller heyetini istifa ettirerek sun’î hükümet'buhranı
yaratmıştır. M.Kemal Paşa’nın bu yolu benimsemesinin tek izah tarzı kendisinin
de rahatsız olduğu Meclis içindeki muhalif tavırların gücünün ne ölçüde
olduğunu anlamaktır. Diğer taraftanda mevcut vekil seçim sisteminin ne kadar
güçlük yarattığını göstermek istemiştir. Neticede istifa eden vekillerin yerine
yenilerin seçimi mümkün olamamıştır.
Bir hükümet buhranı çıkışından iki gün sonra 27 Ekim de Gazi bir yabancı
gazeteye verdiği beyanatta "Hakimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir. İcrâ
kudreti, teşri salâhiyeti milletin yegâne hakiki mümessili olan mecliste
tecelli ve temerküz etmiştir. Bu iki kelimeyi bir kelimede hulâsa etmek
kabildir: Cumhuriyet" ve devamla "...reis-i cumhurdan, reis-i hükümetten
ve mes’ul vekillerden müteşekkil bir hükümet teşkil edeceğiz" 103)
diyerek iki gün sonraki gelişmeyi haberdar etmiştir.
29 Ekim 1923’de ilân olunan Cumhuriyet, iki yıl önce Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nun ilk maddesiyle benimsenmiş olmasına rağmen, Parlamenter rejime geçiş
"Hilafet Meselesi" yüzünden ertelenmek zorunda kalmıştır. M.Kemal’in
Cumhurbaşkanı seçilmesi, Halife’nin devlet başkanı olmasını isteyenlerin
beklentilerini altüst ettiği malûmdur. Cumhuriyetçi olduğunu daha önceleri
çekinmeden yazan ve öyle olduğu bilinen H.Cahit bile Cumhriyet’in ilânını
endişeyle karşıladığını, bir oldu bitti ile kanunî tedbirler alınmadan durumun
hoş karşılanmayacağını yazarken, M.Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanlığın yanında
Halife’de olup olmayacağını sormaktaydı/104
Gerçekten de Cumhuriyet’in ilânında yukarıda da zikredildiği gibi rejimle
birlikte yeni bir Anayasa’nın yapılması yerine 1921 Anayasası üzerinde yapılan
değişiklik yeterli görülmüştü/105) Nitekim Cumhuriyetin ilanına
basında itiraz edilmezken bu yolun tercihi üzerine eleştiriler çıkmıştır.
İstanbul’da bulunduğu sırada Cumhuriyetin ilânını öğrenen Rauf Bey’in gazetelerde
çıkan beyanatı muhalif kesimlerde heyecan yaratmıştır. Rauf Bey ilânı erken ve
aceleyle yapılmış bir iş olarak görürken asıl Anayasa meselesinin halledilmeden
bu ilânı doğru bulmadığını söylemiştir/106)
Rauf Bey’in basında yer alan ifadesi üzerine 22 Kasım’da toplanan Halk
Fırkası Meclis Grubunda İsmet Paşa 107) tarafından şiddetle
eleştirilen Rauf Bey, basında yer alan ifadesinin Cumhuriyet’e yönelik
olmadığını, usul hatasının yapıldığını ifade ettiğini belirterek, fırkanın
ihraç karan dahil her türlü görüşünü kabul edeceğini belirtti. Ertesi gün
yayınlanan gazetelerde Halk Fırkası içinde hiçbir ayrılığın olmadığı
duyuruldu/108) Bu toplantının enteresan bir tarafı, basında yer alan
ve Halife’ye siyasî bir yer tayin eden yazılar üzerine İsmet Paşa "Herhangi bir Halife, ananaten,
fikren ve şeklen, usulen, zimnen ve sarahaten Türkiye’nin mukadderatında
alâkalıymış gibi vazife almak isterse, hareketlerini hiyâneti vataniye
sayacağız" diyerek hem Halifeye, hem de Halife yanlılara
sert bir cevap vermek zorunda kalmıştı
Hatırlanacağı gibi, Saltanatın kaldırılmasından sonra, basında çıkan
haber ve yorumlar, Türkiye’de bir Hilafet meselesinin varlığını yaratıp,
yönetim hakkında şiddetli eleştiriler çılanca, M.Kemal Paşa İzmit’te basının
dikkatini çekerek, ülkenin çağdaşlaşma çabalarında engel olmamalarını
istemişti/110) Fakat Cumhuriyetin ilânından sonra basm tekrar
M.Kemal ve yönetim aleyhine şiddetli eleştirilerde bulunmaya başlamıştı/111)
8 Kasım tarihli Akşam gazetesinde Halifenin istifa edeceği haberi
üzerine, iki gün sonraki Tanin’de Lütfi Fikri (îstabul Barosu Başkanı) "Huzuru
Hazreti Hilâfetpenahi" başlıklı açık mektubunda, Akşam gazetesinin
verdiği haberden duyduğu üzüntüyü dile getererek, Hilâfet’in Türkler’in elinden
çıkarsa Alemi İslâmda Türk Devleti’nin hiçbir önemi kalmayacağını belirterek,
böyle birşey vukubulursa Halifenin direnmesini istiyordu. Hatta Halife’ye
saldıranlar düşman değil, biz kendimiziz" diyerek M.Kemal’i itham
etmekteydi. Bu mektubun desteklendiği anlaşılan 11 Kasım tarihli Tanin’de,
H. Cahit hükümet yanlısı bir gazetede yer alan haberi ciddiye aldığını,
bunun bir tertip olabileceğini, çünkü aynı haberde Halife çekilirse onun
şeklinin ve seçiminin de değişeceğini yazdığını hatırlatıyordu.112
Bu gelişmeler karşısında, Hükümetin basm üzerine gitmesini kolaylaştıran
en önemli olay, İsmet Paşa adına yazılan Halifelikle ilgili "Ağa Han"
ve "Emir Ali" imzalı mektupların yerine ulaşmadan 5 Aralık’ta Tanin
ve İkdam, 6 Aralık’ta Tevhid-i Efkâr gazetelerinde yayınlanmasıydı. Bunun
üzerine İsmet Paşa konuyu Meclise götürerek İstanbul ve civarmda vazife yapacak
İstiklâl Mahkemesi’nin çalışmalarına başlamasını sağladı/113)
Mektubu yayınlayan gazetelerin sorumlu müdür ve başyazarları yargılanarak,
yapılan fiilin suç teşkil ettiği ancak kasıt bulunmadığı dolayısıyla beraat
ettileri114) Çok geçmeden M.Kemal Paşa ikinci bir defa İzmir’de
Tevhid-i Efkâr başyazarı Velid Bey haricinde diğer gazetecilerle bir sohbet
toplantısı düzenleyerek, basının Cumhuriyetin gerekli kıldığı işleri
yapmalarında kendilerine yardımcı olması gereğini hatırlattı/115)
Harp oyunları münasebetiyle bulunduğu İzmir’de, 22 Ocak 1924 tarihli İsmet Paşa
imzalı şifreli telgraf gelmişti. Bu telgrafta İsmet Paşa; basmda Hilafet konusu
hakkında çıkan yazılara değinerek Halife’nin de bazı taleplerini aktarmaktaydı.
M.Kemal Paşa ise, verdiği cevapta açıkça; "Türkiye Cumhuriyeti
safsatalarla varlığını tehlikeye atamaz. Hilâfet makamı bizce, en nihayet,
tarihî bir hatıra olmaktan fazla bir önem taşımaz"
M.Kemal Paşa’nın, İzmir’de iken Hilâfet’in kaldırılması zamanının
geldiğine hükmettiği ) ve
bu |jaran almadan önce gerek basınla, gerekse harp
oyunları vesilesiyle ordudan, girişeceği hareket için destek almış olduğu
açıktır.
İzmir Harp Oyunları sürerken Meclis’te Cumhuriyet’in ilk bütçesi
görüşülüyordu. Bu görüşmelerde özellikle Halifelik makamı hakkındaki son
hamlelerin yapılmakta olduğu anlaşılmaktaydı. Tahsisatmm artırılması isteğinde
bulunan Halife, sert eleştirilere muhatap oldu. İzmir’de sohbetin etkisiyle
artık muhalif olarak bilinen gazetelerde, dinin siyasetten ayrılması hakkında
yazılar çıkmaya başladı. Halife ise durumdan haberdarmışçasına son Cuma selâmlığında
mızıka çaldırmadı.
Aynı gün T.B.M.M.’nin beşinci yılı açış konuşması ile toplandı. M.Kemal
Paşa yapmış olduğu konuşmada birkaç gün sonra cereyan edecek gelişmelere
işaret etmekteydi. M.Kemal Paşa konuşmasında üç önemli noktaya değinerek,
Cumhuriyetin halde ve gelecekte her türlü tehlikeden arındırılması gerektiğini,
terbiye ve tedrisatın birliği ve dinin siyasetten ayrılmasını isterken ordunun
siyasetten tecrit edilmesinin, Cumhuriyetin daima dikkat ettiği esas olduğunu
vurguluyordu ) Ertesi günkü
Tanin’de Hilâfet yanlısı olarak tanınan H.Cahit bu düşünceleri destekler
mahiyette yazdı.
M.Kemal Paşa’nın, 1 Mart Meclis konuşmasını görüşen Halk Fırkası Meclis
Grubu, 3 Mart 1924 günü üç ayn Kanun tasarısını Meclise sundu. Bu kanunların
başlıklan sırasıyla: Hilâfetin İlgâsına ve Hanedân-ı Osmanîyenin T.C. Memaliki
Haricine Çıkarılmasına dair, Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye Vekâletinin İlgası’na dair ve Tevhid-i Tedrisat Kanunlandır. 429, 430
ve 431 saydı Kanun olarak bunlar Meclis’de kabul edilmiştir.
1922 Kasım’ından 1924 Mart’ına kadar Türkiye’nin dahilî ve haricî
siyasetinde sürekli gündemde duran Halifelik meselesi artık tarihe mal olmuştu.
Bilinen kayıtlara göre 3 Mart inkdâplanna açıktan karşı çıkan hiçbir mebus
olmamış, basın yapdan hareketi desteklemiştir. Hele muhalif olarak bilinen
bazı gazetelerin tutumu ise şaşırtıcı olmuştur. Bunlannya nında tabanda bazı
tepküerin normal olarak tezahür ettiği de gerçektir.
Gerek Rauf Bey’in gerekse H.Cahit’in başı çektiği ve Cumhuriyet’in
ilânındaki itirazları, tepki yaratmıştı. Fakat o zaman için sakıncaları
bulunan Anayasa değişikliği Mart 1924’te Meclis’te tartışdmaya başlandı.
Hazırlanan yeni Anayasa (Teşküât-ı Esâsîye Kanunu) tasarıs/124)
komisyondan geldiği gibi geçmeyip bazı maddeler ya red ya yeniden tanzim veya
ilâvelerle kabul edilmiştir/125) 1924 Anayasası Mecliste hür bir
tartışma ortamı yaratması açısından kayda değer bir gelişmedir.
1924 yılının bahar aylarında yaşanan köklü inkılâpların tamamlanışından,
aynı yılın güz aylarına kadar dahilî siyasette büyük bir hareket görülmemiştir.
Yeni Türk siyasî hayatmda, II. Dönem Meclis teşekkülünden sonra çok
geçmeden yeni bir siyasî parti arayışı arzularının olduğu görülmektedir.
1923 sonrası Atatürk’ün önderliğinde yürütülen inkılâp hareketlerinin
başladığı, aynı zamanda da basit bir siyasi demokrasinin uygulanmasının
zorunlu olduğu yıllardır. Dönemin ihtiyaçtan ve şartlan gözönünde
bulundurulduğunda bu iki hususun birarada olması bir zorunluluk olarak
gözükmektedir. Çünkü Cumhuriyetin ilânı ve Halifeliğin kaldırılmasının ardından
gelen köklü değişikliklerin, çıkarları zedelenenleri veya yüzyılllann
alışkanlığını üzerinden atamamış tutucu unsurları, muhalefete itmesi
kaçınılmazdı ve üstelik o dönem için muhalefet geniş bir kitleye hitap
etmekteydi. Ancak, yapılması gerekenlerin çok fazla olduğu böyle bir dönemde,
millî liderin bazı yenilik hareketlerine girişmesi, bazı çevrelerce kasıtlı
olarak bir diktatörlük hevesi olarak anlatılmak istenmekte ve bu yanlış empoze,
taraftar bularak basından Meclis’e doğru yayılmaktaydı.
Kâzım Karabekir’e göre M.Kemal Paşa Başkomutanlıktan tek fırka ile
Hilafet ve Saltanatı almak mefkûresini yürütecektir/126) Kâzım
Karabekir, Mustafa Kemal’in parti kurma girişimini zamansız buluyordu.
Balıkesir gezisi öncesi Akhisar’da Mustafa Kemal’e şunları söyledi:
"Görüyorum ki Başkumandanlık üzerinizde bulunduğu halde siyasî bir fırka
kurmakla meşgul olmanız aksi tesirler yapıyor. Bunun memleket dışındaki
akislerinin daha fena olacağını tahmin ederim. Bunun için şahsın akdine kadar
bu gibi hareketlerle meşgul olmaktan sarfı nazar buyursanız"/127)
t
Ancak, yeni bir siyasî partinin iktidar için mücadele etmek yerine,
Mecliste Halk Fırkası’nı denetleyebilecek, rejimin görüntüsünü daha sıhhatli ve
demokratikleştirecek yapı ve özellikte olması zaruriydi. Bunu, Terâkkîperver
Cumhuriyet Fırkası’nm kuruluşundan kapatılmasına kadar olan sürede görmek
mümkündür. Bu fırkanın, kısa ömrü boyunca, iktidara aday olduğu, hiçbir
yöneticisi tarafından açıklanmamıştır. Diğer yandan bu fırka kurucuları
kendileri için hiç bir zaman M.Kemal Paşa’yı rakip görmemişler, hatta onu
iktidardan düşürmeyi bile düşünmemişlerdir/128) Kurucuların hemen
hepsi M.Kemal ile geçmişte ve Millî Mücadele’de yakın arkadaştır. Bunlardan
yine bazıları hatıralarım M.Kemal Paşa’nın vefatından sonra yayınladıkları
halde, onun şahsına yönelik hücumlarda bulunmamışlardır.
Mustafa Kemal Paşa ile Kâzım Karabekir Paşa arasındaki çok sıkı dostluk,
bir dönem sonra gerilime girecek, taraflar birbirlerini itham edecek, fakat
aralarındaki bu siyasî kavga dostluklarının gerçekte bozulmasına yetmeyecektir.
22 Ocak 1921’de Mustafa Kemal Paşa, Kâzım Paşa’yı içinizde tanıyanlar ve
tanımayanlar vardır. Karabekir Paşa, gayet zeki, üstün ahlâklı, namuslu,
fevkâlâde iyi huylu, namuskâr, tedbirli bir adamdır" 129)
demekteydi.
1921 yılında Kâzım Karabekir, Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle
T.B.M.M.’de suçlanmıştı. Mustafa Kemal Paşa kürsüye gelmiş ve arkadaşı Kâzım
Karabekir’i savunmuştur. O, konuşmasında, Karabekir Paşa’nın memleket ve millet
için yararlı bir siyaset amacı sağlamak için Komünist gözüktüğünü belirtmiştir/130)
Ancak, enteresan olan cihet şu ki, 1933 yılında Kâzım Karabekir, Atatürk’ü
Komünistlikle suçlayarak, Kurtuluş Savaşı yıllarında bolşeviklik ilân etmeyi
düşündüğünü ileri sürecektir 131)-
Millî Mücadele’nin ilk beş lideri Kâzım Karabekir, Ali Fuad, Mustafa
Kemal Paşa ile Refet ve Rauf Bey id/132). Bu beş lider Millî
Mücâdele süresince zaman zaman bazı konularda anlaşmazlığa düşmüşlerdir/133)
Ancak bu anlaşmazlıklar o kadar önemli değillerdi. Anlaşmazlıkların kırgınlığa
dönüşmeğe başlaması, askerî alanda elde edilen başarıdan sonraki sulh zamanında
ortaya çıkmıştır.
Adı geçenler; Milli Mücadele önderleri aynı kuşaktan olup, aynı eğitimi
görmüş, çeşitli cephelerde vazife almış insanlardı. Olayların seyri M.Kemal
Paşa’nın diğerlerine nazaran daha geniş perspektife sahip olduğunu
göstermiştir. Ondaki şahsi kaabiliyetlerin pek çoğunu diğerlerinde bulmak
zordur. Fakat hepsinin de en ileri derecede vatansever olduklarına şüphe yoktur
ve zaten Millî Mücadele’de bunu ispat etmişlerdir. Ancak I. Meclis döneminde,
M.Kemal ile diğer Paşalar arasında hakimiyetin millete devri hususunda farklı
görüşler ortaya çıkmıştır. t
saltanatın kaldırılması, bu iki farklı telâkkinin su yüzeyine çıkması
açısından önemlidir. Rauf Bey’in Keçiören’deki toplantıda söylediği: "...Saltanat
ve Hilâfet makamına vicdanî ve hissi olarak bağlıyım... Padişaha sonuna kadar
sadık kalmak borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bundan
başka umumî bir görüşüm de vardır. Bizde topyekün milleti ayakta tutmak güçtür.
Bunu ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeğe alışılmış bir makam
temin edebilir. O da Saltanat ve Hilâfet makamıdır. Bu makamı ortadan
kaldırmak, onun yerine başka mahiyette bir varlık koymaya çalışmak, felâket ve
hüsran doğurur. Asla doğru olmaz"(134) ifadeleri
bilinmektedir. Bu ifadeler Refet Paşa tarafindan da tasdik edilmiştir. Rauf
Bey, I. Dönem Meclisinde muhalif kanat olan II. Grup içerisinde resmen
bulunmasa bile pek çok konuda birlikte hareket etmiştir.
M.Kemal Paşa, kafasındaki düşüncelerini zaman ve şartların verdiği
imkânlar ölçüsünde adım adım gerçekleştirirken, yeni isimleri etrafında
toplamaya başlamıştı. Bu dünyanın neresinde olursa olsun liderlik
vasıflarından biridir. Çünkü hiçbir lider kendisiyle aynı ölçülerde ve hatta
daha popüler şahsiyetlerle çalışmak istemez
Olayın seyir tarzını Kâzım Karabekir’in hatıraları da onaylamaktadır. Bir
yasa önerisi hazırlayan Mustafa Kemal bunu Karabekir’e getirir. Öneride
"Hanedân-ı Âli Osman tarihe devredilmektedir" denilmekte idi.
Karabekir bunu okuyunca imzalamaz ve Mustafa Kemal’e şöyle der: "Paşam
karar bu mu idi? Hilâfetin Osmanlı hânedânına ait olduğu hakkında apaçık bir
takdir verilmek üzere imzalarım". Orbay da itiraz edince M.Kemal öneriden
"Hanedan-ı Âli Osman" kelimesini silip, İstanbul’daki padişahlık
yazar. (10 Kasım 1923). Bununla ilgili olarak K.Karabekir, "Mustafa Kemal
Paşa Hilâfet ve Saltanat makamına geçmesinin arkadaşlar tarafından
önleneceğini görünce, Cumhurreisliğine de mani olacakları endişesiyle eski
arkadaşlarını Cumhuriyet aleyhtarı ve padişah taraflısı göstermiştir.’’ ) demektedir. Karabekir devamla,
"tıpkı Cumhuriyetin ilânında olduğu gibi Hilâfetin lağv ve hanedanın
yurtdışı edilmesi kararı da birkaç kişi arasında kararlaştırılıyor ve halife
benim mıntıkamda olmasına rağmen bana bu hususta haber bile verilmiyordu. Bu
işi astlarımızdan ve sultanlarımızdan öğreniyoruz." ) şeklinde serzenişte bulunuyordu.
Gelişmelerden zamanında haberdar edilmeyen K.Karabekir, "...ben hem mebus
hemde ordu kumandanı olduğum halde bana kimse birşey bildirmemiştir. Bu vaziyet
haklı olarak halkrda, orduyu da telaşa ve endişeye düşürdü" şeklinde
tepkisini dile getiriyordu. İki gün sonra yapılan resmî tebligatta K.Karabekir,
M.Kemal’in Cumhurreisliğine İsmet Paşa’nın da Başvekilliğe getirilmesi
konusunda, "Cumhuriyet ilânı ile artık hilâfet ve saltanat mefkûresine
spn verildiğini görerek her iki habere de çok sevindim" ) demekteydi.
Diğer yandan II. Dönem Meclisi’nin teşekkülü sırasında I. Meclis
döneminde tecrübesine rağmen bazı konularda muhalif olduklarını bildiği halde
M.Kemal Paşa’nın eski arkadaşlarını devre dışı bırakma yoluna gitmediğini
görüyoruz. Hatta Mustafa Kemal Paşa bu arkadaşlannm çoğunu Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Grubunun mebus adayları araşma almakta bir mahzur görmemiştir.
Meselâ İstanbul mebus adaylarına bir göz attığımızda, H.Rauf Bey, Fevzi Paşa,
Ali Fethi Bey, K. Karabekir Paşa, Refet Paşa, A.Şeref Bey, Dr. Adnan Bey, Dr.
Refik Bey, H.Suphi Bey, Akçuroğlu Yusuf Bey, Muhtar Bey, Ali Rıza Bey, İ.
Canbulat Bey, S.Sım Bey ve Miralay Hamdi Bej/140) gibi pekçoğu
ileride kurulacak muhalefet partisinde yer alacak olan kişilerden oluştuğunu
görürüz.
Mesele diğer paşalar açısından ele alındığında, genelde hatıralardan
anlaşıldığı kadarıyla M.Kemal Paşa ile aralarının açılmasına, sonradan
mücadeleye katılan bazı kişilerin sebep olduğu yolundadır 141)Bazı
kişilerin başında İsmet vardır. Onunla Rauf Bey arasındaki anlaşmazlık had
safhaya varmış, konferans heyetinin Ankara’ya dönüşünde, Rauf Bey, karşılayıcılar
arasında bulunmadığı gibi, istifa da etmişti.
Yeni dönemde Meclis, dahilî ve haricî ciddi meselelerle karşı karşıyaydı.
Lozan görüşmeleri hakkında Meclisde cereyan eden tartışmalar zihinlerde taze
idi. Bu Meclisin ilk işlerinden biri olan Lozan Andlaşması’nın tasdik edilmesi
ile Meclis bu andlaşmanın maddî ve manevî sorumluluğu altına girmişti. Lozan’da
halledilmeyen veya çözümü daha sonraki zamanlara bırakılan meselelerin halli,
bu Meclisin vazifeleri arasında yer alıyordu. Bu ise konunun sık sık gündeme
gelmesi, bazı eleştirilere muhatap olmak anlamındaydı. İleride görüleceği gibi
gensoru konularından biri mübadele konusudur. Bu gensorudan sonra ise, bazı
mebuslar partilerinden istifa edip yeni bir siyasî oluşumun içinde yer
alacaklardır.
İkinci bir husus, Meclisi oluşturan mebuslar aynı kaynaktan gelmesine
rağmen, üst düzeyde bulunan pekçok kişinin, M.Kemal Paşa’nın hareket stratejisini
tam kavrayamadıkları anlaşılıyor. Veya onların ifadelerine göre, çok önemli
gelişmelerden haberdar edilmiyorlardı/142)
Halk Fırkası haricinde, yeni bir partinin kuruluşuna kadar Meclis
içerisinde, hatta Halk Fırkası Meclis Grubunda bazı kararların alınışında
muhalif reylerin varlığı muhalefet fırkasının habercisi sayılabilir. Meselâ
İstanbul Mahkemesinin görev sınırı içerisine girecek dava konusunda yapılan
oylamada 63 red, 6 çekimser, 89 kabul oyu kullanılmıştır 143).
İkinci bir örnek: 28 Ocak (kanunisani) 1924 (1340) Halk Fırkasî Meclis
Grubunda aldığı güvenoyu ile alâkalıdır. Bu oylamada da 11 red 1 çekimser 86
oyla İsmet Paşa Fırkasından itimat alırken, red oyların sahiplerinden bazıları
yeni kurulacak fırkada yerlerini almışlardır
Y.Kadri Karaosmanoğlu yeni muhalefetin oluşumuyla ilgili olarak
hatıralarında, 1924 Anayasasının maddelerinden 7.si müzakere edilirken
T.B.M.M.’nin o zamanki havası içinde. İsmet Paşa’nın iktidara getirilmesinin
verilen takrirlerle önlenmek istendiğini nakleder(145). İsmet
Paşa’nın bir polis rejimi kurduğu yolundaki çeşitli şikayetler öncelikle
M.Kemal Paşa’nın eski arkadaşlarından gelir. Dahiliye Vekili Ferit Bey’in
istifası bu konuda artan şikayetler üzerinedir 146). Aslında
Mecliste hedef alınan Ferit Bey görünmekle birlikte, asıl vurulmak İstenen
İsmet Paşa idi(147). İsmet Paşa Hükümeti hakkında çıkartılan çeşitli
iddialar meyanında yolsuzluk ve rüşvet olayları da basının kullandığı
malzemeler arasındaydı 148) Herşeye rağmen çok önemli inkılâpların
yapıldığı Mart ve yeni Anayasa’nın çıktığı Nisan aylarına rağmen, bir tarafta
kalmış dahilî siyasette, yaz aylan boyunca kayda değer çok önemli gelişme
olmamıştı. Belkide bu durgunluğun asıl âmillerinden biri, Meclisin tatilde
olmasının yanında, Lozan’da arta kalan meselelerden biri olan
"Musul" konusunun nasıl bir seyir takip edeceği hususuydu.
Bilindiği gibi Lozan Andlaşması gereğince Türk-Irak sınırının
belirlenmesi ve İngilizler’in işgali altında bulunan Musul Vilâyetinin geleceği
Türkiye ile Mandater İngiltere arasında 9 aylık bir süre içerisinde yapılacak
müzakereler ile belirlenecek, netice alınamazsa taraflar Cemiyet-i Akvama
gideceklerdi149).
19 Mayıs 1924’de İngiltere’nin başvurusu üzerine İstanbul’da toplanan
Haliç Konferansı, karşılıklı olarak eski iddialarm tekrarı şeklinde cereyan
etti. İngiltere’nin konu üzerindeki uzlaşmaz tavrı, konferansın hiçbir netice
elde edilemeden 5 Haziran’da dağılmasına sebep oldu. İngiltere’nin zaten
arzusu bu yönde idi(150). Yine İngiltere’nin girişimi ile 6
Ağustos’ta konu Cemiyeti Akvam’ın gündemine girdi. Türkiye buna itiraz etmedi.
20 Eylül’de, ilk görüşmesi yapılan Musul Meselesinde, İngiltere anlaşmazlığın
Türk-Irak sınırının tespiti olduğunu iddia ederken, Türk heyeti, bölgenin Türk
topraklan olduğunu, halkının da Türk olup, Türkiye ile beraber yaşamak
istediğini, bunun tespiti için bölgede plebisit yapılmasına taraftar olduğu
görüşünü iletti.(151) Bunun üzerine Cemiyet, 30 Eylül’de Musul
Meselesini inceleyecek bir komisyonun kurulmasını kararlaştırdı. Aynı tarihlerde,
Musul bölgesinde Türkiye ile İngiltere arasında sınır çatışmalarının artması
üzerine, Türkiye’nin başvurusu ile Cemiyet, gerginliği azaltmak amacıyla
"Brüksel Hattı" diye bilinen geçici bir sınır tespiti yaptı/152)
1924 Sonbaharına girilirken, dahilî siyasetin gittikçe karışacağı
sezilmekteydi. Baharda gerçekleşen inkılâplarla, artık açıktan siyaset
yapamayacağını anlayan Hilafetçiler, yeraltı faaliyetine
çekilerek etkin bir güç haline gelmeye başladılar. Bu arada, kendilerini devre
dışı gören paşalar, durumlarını değerlendirmek için müsait fırsatı bulmuşlardı.
İngiltere gibi devrinin en güçlü ülkesi ile, onun tesiri altındaki bir
çevrede, hem de üyesi olmadığımız Cemiyeti Akvam’da Türk Hükümeti, Musul
Meselesinin pazarlığını yapmakta idi. Konu kamuoyunun merakla izlediği
mevzuların başındaydı. M.Kemal, Fethi Bey ve KKarabekir’e "Musul hakkında
Haliç Konferansı’nda Fethi Bey siyaset yoluyla muvaffak olamadı. Sıra
Karabekir’e geldi. O, Bu meseleyi asker kuvveti ile başaracaktır."
şeklindeki sözlerine KKarabekir; "îngilizler’e harp açmak felaketli bir iş
olur. Musul Meselesi, Lozan’da daha sonraya bırakılmak idi. Herhangi bir
muvaffakiyetsizliğin bilhassa Kürtlük mıntıkasındaki akisleri pek zararlı olabilir**153)
cevabını vermiştir. Karabekir anılarında, ordudan çekilme kararını, İngilizler’e
karşı Musul nedeniyle açılacak savaşa bağlar. Kendisinin ve bazı komutanların
ordudan çekilmesinin bu savaş tehlikesini önlediğini iddia eder
Diğer bir konu ise Lozan’dan arta kalan meselelerden
biri olan mübadele işlerinin düzgün gitmemesi, şikayetlerin kamu oyunu meşgul
etmesi idi. Musul konusunda hükümetin görüşünün belirlenmesi amacıyla,
olağanüstü toplantıya çağrılan Mecliste, Menteşe Mebusu Hoca Esat Efendi’nin
vermiş olduğu takrir mübadele işlerinde görülen ihmal hakkındaydı/155)
Ancak takririn görüşülmesi yeni döneme bırakıldı. Bu takrirle gelişen olaylar
yeni bir fırkanın doğuşuna kadar gitti. '
6 Ekim 1924 tarihli Son Telgraf Gazetesi, Rauf (Orbay) ve İsmail
(Canbolat) Beylerle, Refet (Bele) Paşa’nın çevresinde bir muhalif parti
kurulacağını iddia ederken, 1 Ekim 1924 tarihli Vatan Gazetesi de "Halk
Partisi’nin kendine parti adını vererek en önemli meseleleri, gizlice
görüşmesi, muhaliflerin ve bağımsızların görüşünü her işte hiçe sayması, yanlış
bir gidiştir." diyerek yakınmaya karışık bir uyarıda bulunmaktaydı.
Atatürk "dindar ve namuslu olanların kazanamayacağı için memleketin
zenginleşemeyeceği" üzerinde dururken, KKarabekir, "dinsizlik ve
ahlâksızlığın milleti bolşevizme götüreceğini, bunun İngiliz politikası
olduğunu ve İngilizler’le Ruslar’ın Türkiye’yi paylaşmasına matuf
olduğunu" söylüyordu/156) Atatürk’le arasındaki büyük görüş
ayrılığına rağmen, Kâzım Karabekir, şeriatçı ve dinci değil, batılı, lâik ve
demokrat bir devlet adamı İdi/157)
Bu sırada Cumhuriyet Anayasası gereğince, üzerinde memurluk bulunan
mebuslara iki görevden birini tercih etmeleri gerektiği bildirildi.
Budapeşte Elçisi Hüsrev Bey Urfa mebusluğundan, Londra Elçisi Zekâi Bey
Aydın mebusluğundan, Berlin Elçisi Kemaleddin Sami Paşa Sinop mebusluğundan
istifa ettiler. Eski Adalet Bakanı Seyit Bey profesörlükten maaş almaya
başladığı 25 Mart 1924 günü itibariyle mebusluktan istifa etmiş sayıldı.
Bu arada askerlik işlerinin politikadan ayn tutulması ilkesine
dayandırılarak, üzerlerinde hem mebusluk hem memurluk bulunanlara yönelik
olarak yapılan tasfiye hareketinin kendileri içinde bir uyan olabileceğini
düşünen "Paşa Mebuslar" harekete geçtiler.
26 Ekim 1924’de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ne verdiği dilekçe ile
ordudaki vazifesinden istifa ettiğini açıklayan Kâzım Karabekir Paşa ani
istifasının gerekçesini şu şekilde açıklamaktaydı: milletten rey alınmamak ve
millî emeller yerine her arzunun kuvvetle tatbiki ve matbuatla efkârın
hürriyetlerine riayet edilmemesi gibi fikrime ve kanaatime uymayan hallerin
devam edip gidişi karşısmda... komutanlıktan istifa edip milletin sinesine
çekildim. Hiçbir şeyden haberi olmayan ve hiç bir şeyi sorulmayan bir emir
zabiti gibi ordu müfettişliği makamında oturmakta devam edemezdim."(I58)
İstifa dilekçesinde de bu son cümleden mürekkep bir ifade kullanmıştır/159)
Karabekir Paşanın istifası, kamuoyundu şok tesiri yarattığı şüphesizdir.
Bunun yanında Meclis içinde de bu istifa ile kendilerinde güç görenler, daha
önce verilen mübadele hakkındaki takrir-i mübadele, İmar ve İskan Vekili Refet
Bey’in verdiği açıklama yeterli bulunmayıp 20 Ekim 1924 günü
"gensoruya" çevrilmiştir.
30 Ekim günü Konya’dan gelen II. Ordu Müfettişi Ali Fuad Paşa, Ankara’da
Erkân-ı Harbiye Umumiye Reisi Müşir Fevzi Paşa ile görüştükten sonra ordudaki
vazifesinden istifa etmiştir. Ali Fuat Paşa bu görüşmede, Fevzi Paşa’ya
kendisinin şüphe altında tutulduğunu, mektuplarının kontrol edildiğini,
kimlerle münasebette olduğunun araştırıldığını dolayısıyla, bu şartlar altında
vazifesine devam edemeyeceğini aktarmıştır/160) Aynca Akşam
gazetesinin verdiği yemek davetine de katılmamıştır/161) Önceleri
mebusluktan ayrılmaya karar veren Refet Paşa da Rauf Bey’in müdahalesi ile
bundan vazgeçerek tekrar mebusluk görevinde karar kıldı.
Ardarda verilen istifalar karşısmda bir süreden beri bazı tertiplerin
olabileceği ihtimaliyle meşgul olan M.Kemal Paşa, ordunun siyasetten ayrılması
fikri için iyi bir fırsat doğduğu inancındadır. Bu olayların hemen akabinde hem
mebus hem de ordu komutanı olanlara birer telgraf çekerek bir görevde
kalmalarını istemiştir/162) Sadece Cevat ve Cafer Tayyar Paşa
Gazi’nin isteğini reddederken diğerleri harfiyen emfe uymuşlardır/163)
Öyle anlaşılıyor ki, olayların birbiri ardına patlak vermesi karşısında bir
tertiple karşı karşıya olduğuna kani olan M.Kemal Paşa, bu hadiseyi bir
"Paşalar Komplosu" olarak nitelendirmekte ve şöyle demektedir:
"...Rauf Bey’in Heyet-i Vekile Riyasetinden çekildiğinden beri, Rauf
Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa, Refet Paşa arasında bir tertip
düşünülmüştür. Bunda muvaffak olabilmek için orduyu ele almak lüzumu
görülmüştür. Bu maksatla, Kâzım Karabekir Paşa Birinci ordu müfettişliğine
tayin olduktan sonra, sabık kumandanlığı mıntıkası olan Şark vilayetinde
dolaşırken, Ali Fuad Paşa’da politikadan hazzetmediğini ve hayatım askerlik
mesleğine hasreylemek istediğini ileri sürerek, İkinci Ordu Müfettişliğine
gitti Üçüncü Ordu Müfettişi olan Cevat Paşa’nın bu Müfettişlik dahilindeki
kolordudan olan Cafer Tayyar Paşa’nın aynı tertibe dahil olabileceklerini
kabul ettiler. İstifalardan evvel, bazı kumandanları kendileriyle beraber
harekete imale için çalıştılar. Harekete politika yolundan geçeceklerdi. Siyasi
sahada orduda hazırlıklarım kâfi addediyorlardı... İkinci Grup mensuplan
vasıtasıyla, bütün memlekette milleti aleyhimize ifsat için çalışmak fırsatına
malik oldular. Memleket İçinde bazı nafi teşkilat ve teşebbüsata da geçtiler.
İstanbul’da Vatan, Vakit, Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf ve Adana’da Abdülkadir
Karali Bey tarafından çıkarılan gazetelerde birleştiler... Memlekette umumî
bir teşettütü efkâr hasıl ettiler...
...İngiltere’nin ültimatomlarına, malûm olduğu veçhile cevap verdik. Harp
ihtimalini göze aldık, işte bahsettiğimiz zevat, bu müşkil anda bir ecnebi devletin
bize hücum edeceği zamanda kendilerinin de bize hücum ederek, hedeflerine
sühuletle vasıl olacaklarını tahayyül ettiler. Muharebeye hazır ve amade
bulundurmaya mecbur olduklan ordularını başsız bırakıp, vaktiyle
hazzedemediklerini ifade-i umumi bir teşettütü efkâr hasıl ettiler..."
Kasım’da Meclis açılırken, yani İkinci Büyük Millet Meclisi’nin ikinci
toplantı yılı açılırken bir yandan orduyu siyasî oyunlardan uzak tutma
operasyonu sürüyor, diğer yandan da muhalefete atılan paşaların sayısı artıyordu.
Bu nedenle Meclis açıldığında, Kâzım Karabekir Paşa ve Ali Fuad Paşa, bir süre,
daha, görevlerini sürdürme durumunda bırakılarak Meclisten çıkartılır. Bu
durum sevilen ve sayılan bir Paşa’nın Mecliste savunulmasını da doğurur. Bazı
mebuslar muameleyi haksız bulurlar/165) Bu paşalar’ın yokluğu
sırasında Encümenlerin seçimi yapılmıştır. Ayrıca muhalif Paşalar Müdafaa-i
Milliye Encümenliği’ne seçilme girişiminde de bulunamayacaklardır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1924’de ikinci dönem altıncı
toplantı yılı açılırken artık Meclis içerisinde belirginleşen bir muhalefet
kanadı beklenilen yeni bir fırkanın kuruluş haberidir. Gazi, alışılmışın
dışında bu dönem muhtemel gelişmelerden haberdar etmediği bir nutuk irad
etmiştir/166) Anlaşılan o da gelişmelerin ne seyir alacağını
beklemekteydi. İki Paşa istifa ettiği halde basının sık sık parti kuracağını
söylediği Rauf Bey’den haber yoktu.
Nihayet daha önce verilmiş gensoru 5 Kasım’da Mecliste müzakere edilmeye
başlandı. 1 Kasım’da Dahiliye Vekili Recep Bey’in uhdesine devredilen
"Mübadele meselesi İmar ve İskân Vekilliği sebebiyle, muhalifleri güçlü
bir muhatapla karşı karşıya getirmişti. Hükümet başkam olarak İsmet Paşa’nın,
gensorunun sadece bir vekilliği değil bütün hükümeti ilgilendirdiği şeklindeki
görüşü oylanarak kabul edildi. Üç gün süren, fakat gensoru özelliğini kaybetmiş
takririn tartışmaları da daha çok şahsiyetlerin müdafaası şeklinde cereyan
etti. Rauf Bey’in yıpratılma işi Recep Bey tarafmdan üstlendi. Görüşmeleri
ilgiyle takip eden muhalif basın Cumhuriyet rejimlerinde demokrasinin var
olması gerektiğini, iktidarın muhalif fikre tahammül edip, zor kullanmaması,
vs. şeklinde görüşleri yansıtırken, iktidar yanlısı olanlar ise bu tür
hareketleri birlik ve beraberliğe vurulmuş darbeler olarak görüyordu.
Şurası bir gerçektir ki, 1924 güzünde gerçekten Türkiye’de belki de
herşeyden önce birlik ve beraberliğin var olması şarttı. Hele ki, bunun Meclis
çatısı altında olmasının da daha büyük bir zarureti vardı. Meclis’te
görülebilecek farklılık dahilde yeraltına çekilmiş Hilafetçi kesimin
inkılâpları hemen hedef alacakları, tekrar hiç olmazsa Meşrutî bir yönetimi
getirmeye çalışacakları kuşkusuzdu. Böylesine bir gelişmeden tekrar
İttihatçılar’ın sahnede görünmesi de pek muhtemeldi. Hariçte ise Türkiye’nin
hiçte etkinliği olmayan Cemiyeti Akvam’da Musul Meselesi gündemdeydi.
İngiltere karşısında iç politikasında bölünmüş bir Türkiye’nin varlığı
şüphesiz İngiltere’nin işine gelirdi. Diğer bir husus bu günlerde ordunun moralinin
her zamankinden daha yüksek olması gerekiyordu. Çünkü ikili müzakereler netice
vermeyince İngiltere Doğu’da Nasturiler’i ayaklandırma girişiminde bulunarak,
Musul konusunda tavizler peşindeydi. Gerek Musul meselesi ve gerekse
İngilizler’in tahriki sonucu vukubulan sınır tecavüzlerinden dolayı Türkiye,
savaşı bile göze almıştı.
1.5. TERÂKKÎPERVER CUMHURİYET FIRKASI’NIN KURULMASI
Bu son gelişmeler Türkiye’yi demokrasi imtihanından geçirmekteydi.
Şartlar göz önüne alındığında iktidarın muhalif kanada tavrının sert oluşunu
bir ölçüde anlamak mümkündür. Ancak muhalif mebuslar arasında özellikle M.Kemal
Paşa’nın eski silah arkadaşlarının bulunması, rejim açısından ciddi bir
tehlike arzetmiyordu. Bu insanların Atatürk’ün prensiplerini benimsemiş
kimseler olduğunu beyanlarında anlamak mümkündür.
8 Kasım’da genişletilmiş gensoru oylaması neticesinde 19 red oyuna
kırşılık, 148 kabul oyuyla hükümet güvenoyu aldı. 41 mebusun katılmadığı
oylamada, 19 itimatsız oyun sahipleri bir hafta sonra resmen açıklanacak olan
muhalif fırkanın içerisinde yer alacaktır. Ertesi gün ise Halk Fırkası’ndan
toplu istifalar başlamış Kasım’ın son haftasına kadar da aralıklarla devam
etmiştir/1721 Burada dikkati çeken bir husus, gensoru görüşmelerinde
muhaliflere ağır eleştirilerde bulunan ve hükümet taraftan, bir yerde yan resmî
bir gazete olan Hakimiyet-i Milliye, 14 Kasım 1924 nüshasında istifa eden
mebuslan iktidan denetleyecek muhalif bir fırka kurmalan için teşvik
etmesiydi. Bunu da yaparken, Cumhuriyet rejimlerinde muhalefete ve murakabeye
karşı çıkmak kimsenin hatırından geçmediğini, belli temellere dayanan, inkılaplara
bağlı bir muhalif fırkanın kurulmasını, çıkabilecek dedikodulardan kurtulmak
için istiyordu/ ) Bir bakıma böyle bir yazının
yayınlanması muhalif mebuslar için Gazi’den gelen vize anlamındaydı.
Partilerinden istifa eden mebuslar, Ali Fuad Paşa’nın başkanlığında;
Erzincan mebusu Sabit (Sağıroğlu) Bey’in evinde toplantılar yaparak kurmak
kararını verdikleri fırkanın program ve nizâmnâmesinin hazırlıklarını
sürdürdüler. Bu toplantılara katılanlar arasında ev sahibinden başka Dr. Adnan
Bey, İsmail Canbolat, Bekir Sami, Halis Turgut, Feridun Fikri, Ahmet Şükrü
gibi isimler vardı/1741 Bu çalışmaların arasında kurulacak fırkanın
adı üzerinde "îstihlâs", "Cezrî Cumhuriyet” gibi teklifler oldu
ise de, "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"na karar kılındığı
anlaşılıyor. Basında daha önce yeni kurulacak fırkanın adında Cumhuriyet kelimesinin
yer alacağı haberleri üzerine, 10 Kasım günü Recep Bey’in Fırka Grubunda
yaptığı teklif üzerine Halk Fırkası’nın başına Cumhuriyet kelimesi eklendi.
17 Kasım 1924’de resmen Dahiliye Vekâletine dilekçe ile başvuran Ali Fuad
Paşa, Cumhuriyet tarihinin ilk muhalif fırkası olan Terâkkîperver Cumhuriyet
Fırkası’nın kuruluşunu ilan ediyordu. Yeni Fırka’nın üyeleri arasında şu
isimler bulunmakta idi: İdare Hey’eti, Reis Kâzım Karabekir Paşa. Reisi sani:
Dr. Adnan ve H. Rauf Beyler (İstanbul) Umumi Kâtip: Ali Fuad Paşa (Ankara),
Azalar: Rüştü Paşa (Erzurum), İsmail Canbulat (İstanbul), Sabit (Erzincan) Şükrü
(İzmit), Muhtar (Trabzon), Halis Turgut (Sivas), Necati (Bursa) ve Faik (Ordu)
Beyler.
"Fırkalar memleket için esastır, yeterki şahsî arzular yerine
memleket için çalışılsın. Allah mübarek etsin" diye başvuruyu kabul
eden Recep Bey, yeni fırkanın kuruluşunu resmen kabul etmiştir/ )
Aynı gün basına yeni fırkaya ait biri beyanname* 189) diğeri
fırkanın program ve nizâmnâmesi olan belgeler verildi/ )
Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın resmen kuruluşu 17 Kasım 1924’de
olmasına rağmen, fırka girişiminin, 1924 Eylül ayı olduğu kesindir. Cebesoy’un
hatıralarında bu tarihte Rauf Bey’in İstanbul Şişli’deki evinde kendisiyle
birlikte Rauf Bey ve K Karabekir Paşa ile bir toplantı yaptıklarını bildirir.
Toplanmalarının sebebi uzun süreden beri mektuplarının açıldığı, takip
edildikleri, haklarında raporlar tanzim edildiği ve bu durumdan rahatsız oldukları
yolundadır. Toplantının sonunda belirli kararlar alarak dağılırlar. Kararlardan
haberdar edilenler arasmda, Dr. Adnan ve İsmail Canbolat Beyler de olmuştur.
Kararların son maddesi aynı görüşte olanların Mecliste toplanması ve orda
kendileriyle aynı fikirde olanlarla bir güç teşkil etmekti.(182)
Cebesoy devamla Halk Fırkası’ndan istifalar başladıktan sonra hasta olan H.
Rauf Bey’i istasyon civarındaki evinde ziyaret ettiğini, Rauf Bey’in "Halk
Fırkasından istifa ettiğini, evvelce mutabık kaldığımız prensipler dahilinde
bir fırkanın teşekkül etmesine taraftar olduğunu, arkadaşlarının beni
beklediğini söylediğini anlatır.
Yine Cebesoy’a göre bu fırkanın muhafazakâr bir yapıda olmasına özen
gösterilmiştir. O’na göre, muhafazakâr bir yapıda olsalardı, Mecliste muhalif
fırkanın 80’ne yakın üyesini olabilecekti. Bir diğer husus fırkanın rejime
bağlı, inkılâpların savunucusu, hatta yapılacak olanların destekçisi, iktidara
gelmek için siyaset yapmayı düşünmeyen, sadece murakabesiz kalmış olan
Meclis’te, murakabe işini asıl gaye edinmiş bir parti olmasıdır. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi bu yeni fırkada yer alan Millî Mücadele’nin dört önde gelen
lideri, hiçbir zaman gerçek manada M.Kemal Paşa’nın karşısında bulunmak
istememişlerdir. Daha çok İsmet Paşa yönetiminden şikayetçilerdir. Bu belkide
II. Meclis dönemiyle birlikte İsmet Paşa’nın yıldızının parlamasından, hatta
onun "İkinci Adam" mevkiine kadar gelmesinden kaynaklanmış olabilir.
Müzakereler 8 Kasım’da sona erdi. Ancak güvenoyu almasına rağmen, İsmet
Paşa Hükümetinin ömrü fazla sürmedi. 21 Kasım’da İsmet Paşa istifa etmek
zorunda kaldı. Partisinin Meclisteki, iç ve dış politikadaki yönetimsizliği ve
yolsuzluğunu iddia eden, muhalif suçlamaları, İsmet Paşa’nın İstanbul’da örfi
idare kurulrriasını isteyen teklifinin reddedilmesi takip edince, istifa eden
hükümetin yerine yeni kabineyi "ılımlı" olarak tanınan Fethi Bey
(Okyar) kurdu.
Yeni kurulan kabinede Başvekil ve Millî Müdafaa Vekili Fethi Bey’di.
Mahmut Esat Bey (Bozkurt) Adliye Vekili, Recep Bey (Peker) Dahiliye Vekili ve
Mübadele Vekili, Şükrü Kaya Bey, Hariciye Vekili, Mustafa Abdülhalik Bey Maliye
Vekili, Saraçoğlu Şükrü Bey Maarif Vekili, Haşan Fehmi Bey Ziraat Vekili, Ali
Cenani Bey Ticaret Vekili, Fevzi Bey Nafia Vekili, Dr. Mazhar Bey Sıhhiye
Vekili tayin edildiler.
Bu arada muhalefet hızla teşkilatlanarak İstanbul basınının da desteğiyle
parti olma yolunda çaba gösterdi. Sonuçta 9 Kasım 1924’de harekete geçilerek,
17 Kasım’da Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Halk Partisi ve Hükümet
ile onu destekleyen gazeteler de, bu yeni oluşuma ayak uydurdu. Nitekim M.Kemal
Paşa "Biz Meclisimizde tek parti ile bir diktatör idaresi intibaı vermekteyiz.
Bize bakan Batılılar, bu memleketteki idare tarzı parti diktatoryasıdır,
derler. Bizim Meclisimizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi
kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz"* )
diyerek yeni partinin doğuşundan duyduğu memnuniyeti belirtirken, Hakimiyet-i
Milliye’de yazılan, 14 Kasım tarihli "işbaşına" başlıklı yazıda,
'Türkiye Cumhuriyeti, halkın egemenliği temeline dayanan bir yönetimdir. Bu
nedenle Meclisde birden çok parti bulunmasını istememek, muhalefete ve denetime
karşı çıkmak kimsenin hatırından geçmez. Belli temellere dayanan, devrim
ilkelerine bağlı, meşrû bir denetim yolu izleyecek yeni bir partinin kurulması
bizim için kuşku konusu olmaktan çok uzaktır" denilmekteydi.
Böylece yeni Cumhuriyetin siyasi hayatında bir dönüm noktası gerçekleşmiş
ve rejimin gereği olan çok partili siyasi hayat başlamış oldu. Siyasi gelişme,
Cumhuriyet düzeninde ilerleyişin kaçınılmaz bir sonucu ve şartı idi.
Yeni fırkanın altmışdört maddelik bir tüzüğü vardı. Bunun ilk maddesi.
"Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası milletin tecelli eden sarih ve kat’i
iradesi veçhile, hâkimiyetin kayıtsız şartsız kendisinde olduğunu ve
mukadderatına bizzat vaz-ı-ül-yed bulunduğu esasına istinaden, Cumhuriyet
idaresini takviye etmek ve kanunların seyyanen tatbikini temin ve istikrar ve
emniyeti teyid ve tezyit eylemek ve teceddüt ve tekâmül esaslarıyla milleti
muasır medeniyette bir refah mevkiine ulaştırarak esbabını hazırlamak
maksadıyla teşekkül etmiştir.' )
şeklindedir.
Tüzüğün diğer maddeleri de özetle liberalizm ve demokrasinin ışığında
Cumhuriyetin güçlendirileceği ve fırkanın düşünce ve dini inançlara saygılı
olduğu yolundaki hususları kapsamaktaydı. Tüzüğün daha sonra manşet olacak
altıncı maddesi "Fırkanın İtikad-ı diniyeye
hürmetkâr olduğu"nu belirtmekteydi. Bu madde hilâfet yanlılarım
cesaretlendirdiği gibi Halk Partililerde de bu maddenin kendilerini dinsizlikle
suçlamak için konulduğu yolunda bir şüphe uyandırdı. Bu şüphe, Terâkkîperver
Cumhuriyet Fırkasının sorumlu sekreteri Fethi Bey’in "Bizim fırkayı Kâzım
Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa ve Rauf Bey kurmuşlardır. M.Kemal Paşa’nın da
rızası vardır. Terâkkîperverler dindardır. Halk Fırkası dini batırıyor. Biz onu
kurtaracağız ve muhafaza edeceğiz." şeklinde konuşması üzerine fazlalaştı.
Hatta Kâzım Karabekir Paşa bile bu durumdan ürkerek ve halkın dinî inançları
kımıldatılarak ayaklandınldığmı ileri sürürek, millî birliği tehlikeye sokan
sebeplerden Fırkası’nı uzaklaştırmaya çalışmıştı/192)
Yıllar sonra, Terakkiperver Fırka ile Şeyh Sait olaymın ilişkisini İsmet
İnönü’den öğrenmek isteyen Abdi İpekçi "direkt ilişkisi olmadığı"
cevabını alacaktır/193) Ancak Fırka ile isyanın ilişkisi üzerinde
çok durulmuştur/194)
M.Nuri Dersimi’nin eserinde 195) Terâkkîperver Cumhuriyet
Fırkası ile etnik-bölücü hareketin ilişkisi konusunda daha sonra da
değineceğimiz şu bilgileri vermektedir.
O’na göre Erzurum’da kurulan Kürt İstiklal Cemiyeti’ne Şeyh Said,
Melikanlı Şeyh Abdullah, Çabakçur’un Çan Şeyhleri, Palulu Şeyh Şerif ve diğer
şeyhlerin ilgi duyması Cibranlı Albay Halit’in güven veren kişiliğinden
geliyordu/196) Bu kuruluşun parlementer mensubu Bitlisli Yusuf Ziya
ise, M.Kemal’in muhalifi olan Terâkkîperver Partisi ve diğer sair münferit
muhalifler ile görüşmüştü/197) Örgütün tarikat kesiminden lideri
Şeyh Sait’in Hınıs'ın Balkan köyünden Genç-Darahini bölgesine gelişinin sebebi
bu yörenin Zazalar’ı arasında Nakşibendiliğin yaygın ve müritlerinin daha çok
oluşundadır/198) Hareketin yönetici şeyhlerinden Palulu Şeyh Şerif,
Elazığ cephesi komutanı sıfatıyla sabık Dersim Mebusu Haşan Hayri ile birlikte
"Hozat’ta Celalzâde Mehmet Efendi vasıtasıyla bilumum Dersim aşiretleri
ruesasına" Elazığ’dan 6 Mart 1925 tarihinde çektiği telgrafta;
"sükuneti muhafaza ediniz, yakında bir heyetle Dersim’e geleceğiz,
muvaffakiyetler.” 199) demekte idiler. Bu dönemde Dersimli Seyit
Rıza, Erzincan ve Koçkiri aşiretleri ile Sivas üzerine yürüme kararı almıştır.
Haşan Hayri ise Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’na mensuptur. Dersim Mebusu
iken Seyit Rıza’ya sığınmıştı. Daha sonra Elazığ fırka komutanı Nurettin
Paşa’nın tavassutu ile Elazığ’a gidip Hüseynik köyüne yerleşmişti. Daha sonra
Kürtçü kuvvetlerle işbirliği yaptı. Ancak Dersimliler’in tatmini için bu müddet
zarfında tevkif edilmedi. Dersimliler’e daima sükuneti tavsiye eden Haşan
Hayri, Seyit Rıza’nın, Dersim’in ilhakı teklifini reddetti. Tunceli’nin Karabal
aşireti rüessasmdan Gongo ailesine mensup olan Haşan Hayri aşireti ile hayli
etkili idi. Daha sonra Has an Hayri amcasının oğlu
Celal Mehmet ile birlikte idam edildiler
Hasretyan ise bu konuda bazı eski Kürt milletvekillerinin Terâkkîperver
Fırka’ya girdiğini, böylece bu partinin doğu vilayetlerinde itibarının
arttığını belirtirken, Azadî’nin yöneticilerinden Yusuf Ziya’nın da
İstanbul’daki muhalifler ile temasa geçtiğini belirtmektedir/
İsmet İnönü’den Terakkiperver Parti ile Şeyh Sait olayının ilişkisini
öğrenmek isteyen A.İpekçi kendisiyle yaptığı röportajda şu açıklamaları tespit
etmiştir:
"Soru: Doğu İsyanı ile Terâkkîperver Fırkanın ilişkisi var mıydı,
var ise ne idi?
C.Doğu isyanı ile Terâkkîperver Fırkanın doğrudan doğruya bir ilişkisi
çıkmadı meydana. Doğu isyanı bir irtica idi Hakikî bir irtica idi O zamanki
ortamda memleketin siyasi hayatı kanşıktı. Cumhuriyetin ilânı, Cumhuriyetin
devlet düzenine getirdiği değişiklikler İstanbul efkârında, matbuatta. Pek
geniş tepkilere sebep olmuştu...
Doğu isyanı bunun bir neticesidir. Hiç şüphemiz yoktu bizim.
Memleketin yeni bir siyasi rejime girmesi ve siyasi rejimin üzerinde
memleketin bunu kabul etmemiş olduğu şüphesini, ümidini veren geniş bir
münakaşa ve propaganda hayatının tesiri... Şark isyanı bunun neticesi olarak
çıkmıştı...
Rejimin kaderi, Şark isyanında iç politikada ve silah meydanında
behemahal kesin ve müsbet bir netice elde etmeye bağlıydı.. Böyle almıştık
meseleyi biz...
Soru: Terâkkîperver Fırkası ’nın kapatılması böyle bir zaruretten mi
doğmuştur?
C.Terâkkîperver Fırka muhalif bir fırka olarak kurulmuştu Bundan
fırkanın dışında bulunanların, dışarıdan seyredenlerin ne kadarı ümitlenmiş oldukları
tahmin edilemedi Ama herhalde bir tesir yapmıştı.
Soru: Terâkkîperver Fırkasının kapatılmasını Atatürk mü istemişti?
C"Hayır... İstiklâl Mahkemesi kapattı Terâkkîperver Fırkayı...
Şark İstiklâl Mahkemesi...
Bu mesele de rol oynayan husus, Terâkkîperver Fırka’nın
propagandasındaki ananeperestlik olmuştu. "Dini lâzımryeye
nayetkârdır." deniyordu bir maddesinde... Bunu mübalağa ettiler.
Koyanların maksatları haricine çıkılmıştır. Mübalağalı bir tefsir mümkündü,
olmuştur. ' 2O2)
Cumhuriyetin bu dönemi C. Boyar kadar yakından, muhalefet ve iktidarı
askerî ve sivil en üst seviyeden görevlerde yaşayan İnönü; isyanın bir irticai
olay olduğunu Cumhuriyet'e ve getirdiği devlet düzenine bir tepki olduğunu
kesin netice almak zorunda olan hükümetin aciz davrandığını belirtmektedir.
Katı davranma ile kesin netice alma arasındaki ilişkileri bazı gözlemcilerin
Atatürk'e yönelttikleri eleştirilerde de görmekteyiz.
İnönü’ye göre Terâkkîperver Fırka ile Şeyh Sait olayının direkt ilişkisi
yoktur. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın muhalifi olan Terâkkîperver Fırka üçüncü
kesimi oluşturan ve CHF’nın muhalifi olan kesime yorum ve ümit vermişti.
TCF’nın "dinî lâzımîyeye riayetkâr" ibaresi bu partinin
ananeperestliğinden kaynaklanıyordu. Bu ifadeyi abartarak saptıranların durumları
açığa çıkarılmıştır.
Bu bölümü değerlendirdiğimizde şu tesbitleri yapabiliyoruz. Terâkkîperver
Cumhuriyet Fırkası’nm kurucuları ve kadrosu, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın
bünyesinde faaliyet gösteren parlamenterler kadar; dürüst, çahşkan, iyi niyetli
ve yararlıkları ile fedakârlıkları millî tarihe geçmiş kimselerdi. T.C.
Fırkasının kuruluş amacı Türk milletinin menfaatleri açısından muhaliflerinden
farklı değildir. Ne varki parlamenter yönetimlerin özellikleri gereği muhalefet
oluşmalıydı. TBMM’nde muhalefet oluştu. Bir kısım iç ve dış olayların
yorumlanışı alman tedbirlerin şekli ve yetersiz bulunuşu bu gelişmeyi doğal bir
sonuç olarak getirdi. Şeyh Sait olaymı, Musul meselesini Lozan’ın dışında
düşünmek mümkün değildi. Aynı şekilde Şeyh Sait olayının Hilâfet, Saltanat ve
İnkılâplar boyutları da vardı. Bütün bu meseleler CHF’na Türkiye genelinde
halk arasında ve basında bir muhalefet oluşturmuştu. Muhalif çevrelerin içerisinde,
muhalefet sebeplerinin tümüne iştirak etmemiş olsalar dahi bir kısım paşalar da
vardı. Bu çevrelerin muhalefet partisini az veya çok etkilememiş olduklarını
düşünmek mümkün değildir.
Bütün bunlara rağmen T.C.F. kurulması ile Türk demokrasi tarihine hizmet
etmiştir. Partinin Atatürk ve İnkılâplarına karşı olduğu söylenemez. İnkılâplarla
ilgili olarak zamanlama ve tatbik şekillerinde görüş ayrılıklarının olması ise
normaldi. T.C.F. dan ihanet beklenilemeyeceği gibi Şeyh Sait olayının failleri
arasında bu partiyi göstermekte imkânsızdır.
HALİT PAŞA OLAYI
Burada zikredilen Halit Paşa hakkında kısa bir bilgi vermeyi uygun
görüyoruz.
Halit Paşa, Enver Paşa zamanında çıkarılan ve kapsamına, Mustafa Kemal
Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa gibi büyük komutanları da alan
"cesaret ve muvaffakiyeti fevkâlâdesine göre terfi" edenlerdendi.
1883 yılında Beşiktaş’ta doğmuştu. Babası Miralay Ahmet Bey, Rus, Yunan ve
Yemen cephelerinde bulunmuş kahramanlıkları ödüllendirilmişti. Annesi Fatma
Hanım Kuvây-ı Millîye’ye İstanbul’dan iştirak eden bir hanımdı. Ağabeyi Mehmet
Bey askerken şehit olmuştu.
1890’da Harbiye’ye girmiş 1903 yılında Piyâde Mülâzımı Sânisi olarak
mezun olmuştu. Sakin görünümü altındaki inanılmaz cesareti talebeliğinden beri
biliniyordu. Bir gün Türklüğe hakaret eden ve Türk olmayan dört arkadaşına karşı
yalnız kavgaya girmişti.
1908 yılında, Enver ve Mustafa Kemal Paşa’tarla birlikte Mülâzımı Sâni
Halit Bey Trablus’da görevlendirildi. Yemen’de gösterdiği başarıların üzerine
3 yıl sonra Yüzbaşı rütbesi ile tekrar Trablus’da görevlendirildi. Burada Milis
oluşturacak Türk subayları; Süleyman Askerî, Enver Bey, Mustafa Kemal Bey,
Eşref Bey (Kuşçubaşı), Nuri Bey (Conker), Ali Bey (Çetinkaya), Fuad Bey
(Bulca), İbrahim Süreyya Bey (Yiğit) arasında Yüzbaşı Halit Bey’de vardır.
Nitekim Yüzbaşı Halit, Trablusgarp’da da göçebe kabileleri İtafyanlar’a karşı
fevkalâde organize etmişti. Özellikle cesaret isteyen gerilla hizmetlerinde çok
başardı idi. Ali Bey (Kel Ali) ile ihtilâfları bu yıllarda başlar.
Birinci Cihan Savaşı’nda gerilla taktiği ağırlıklı Pişdar Alayları
kurulduğu zaman cesareti ile ünlü Halit Bey Yüzbaşı olmasına rağmen Alay
Komutanı Yakup Cemil’in ikinci taburuna komutan olarak tayin olmuştu. Kars,
Ardahan ve Sarıkamış'ı (Elviye-i Selâse) vatana ilhak etmek için bu iki cesur
komutanın açtığı cephe Rus kuvvetlerini bozguna uğrattı. 3 Kanun-u Evvel
(Aralık) 1915 günü Türk askeri Halit Bey’in komutasında Ardahan’a girdi. Halit
Bey’in Ardahan ve çevresinde yarattığı sempati doğuda geniş bir coğrafyaya
yaydmıştı. Ardahan’daki başardan Halit Bey’in iki yd önce terfi etmesini ve
Çoruh cephesine tayinini sağlayacaktır. Halit Bey burada da özellikle gerilla
savaşlarında başardı olmuştur. Kumanda ettiği Çoruh müfrezesi içerisinde
Hamidiye Alayları’nın askerleri de vardı. Halit Bey, böylece aşiret milislerini
tekrar yakından tanıma imkânını bulacaktır. Buradaki başardan sonunda Halit Bey
erken terfi de Kaymakam rütbesine yükseldi. Doğu Cephesinde Rus hareketinin
gösterdiği nezaket üzerine, Kaymakam Halit Bey, özel yetenekleri dolayısıyle
hassasiyet arzeden Tunceli cephesine komutan olarak atandı.
Halit Bey, 10 Mayıs 1917’de Dersim (Tunceli) de göreve başladı. O havali
halkı, şahsi yiğitlik ve kahramanlığa aşık insanlardı. Bölge Türklüğünün bu
soylu yapısının iyi bilinmeyişi geçmişteki yönetimlerin birçok hata işlemesine
sebep olmuştu. Halit Bey, onların psikolojisini iyi büdiğinden kendileriyle
hemen çok yakın bir dostluk kurdu ve Koçkiri aşiretinin ünlü lideri Seyyit
Rıza’yı kendisine muavin yaptı. Halit Bey burada, iki sene iki aylık hizmeti
içinde Birinci Dünya Harbi’nin en mühim milis kuvvetlerini kurmuştur. O
tarihlerde Tunceli’de Jandarma Komutanı olarak bulunan Halit Bey’in yakın
dostu Hamdi Bey, yaptığı bir açıklamada
daha sonra çıkacak olan Dersim olayları için "Halit Bey çapında bir
kumandan, Dersim’de kalmış olsaydı, ne ayaklanma ne isyan asla bahis mevzuu
olmazdı. Dersim halkı ayaklanmaya icbar edilmiştir. Buna ait vesikamız
vardır" şeklinde bir açıklamada bulunacaktır.
Halit Bey, Kürt diye adlandırılan bölge halkının etnik muhteva itibariyle
de Türk oldukları gerçeğine samimiyetle inanan bir kimse olup,
"Kürt" tabirine de fena halde sinirlenmekte idi. Bu konuda yaptığı
çeşitli konuşmalarda da, yöre halkının etnik kimliği için "-Bunlar İran’la
uzun zaman hemhudut olarak ve daha sonra, Safevî harekâtı sırasında, İran’ın
tesiri altında bırakılmış Türk oymaklarıdır. Bunlar bizden daha saf
Türkler’dir. Kürd ne demek?... Kendi ihmal ve teseyyübümüzü bu masum insanlara
günah olarak mı yükleyelim" derdi.
Gene bilindiği gibi, Halit Bey, Tunceli Komutanı olarak işe başladıktan
sonra, buradaki kuvvetlerle Erzincan, Mamahatun ve Erzurum’u düşmandan
kurtanncaya kadar, bölgede en ufak bir serkeşlik ve haydutluk olmadı. Bu dik
başlı Türk oymakları O’na bir kuzu gibi itaat ettiler ve emrinde kahramanca muharebeler
yaptılar. Bölge halkı etnik köken olarak Türk olduklarının şuurundaydılar. Bu
şuuru ve isyana itilmelerinde masum olduklarını Seyyit Rıza seviyesinde
açıklayan mektupların varlığı bilinmektedir.
Halit Bey, bütün Tunceli aşiretleri üzerinde büyük bir nüfuz sahibi
olmuştu. Aşiretlerden oluşturduğu milisleri, mutlak askeri disiplinle
yetiştirdi. Çoğu atlı, savaş kaabiliyeti mutlak, yiğit vatan çocuklarının
meydana getirdiği bu gönüllü alaylardan oluşan Kuvây-ı Millîye gücü
Başkomutanlığın emrini beklemeden harekete geçti. Safında savaşa girdiğimiz
merkezî devlet cephesi yıkılmak üzere idi. Halit Bey, umumi vaziyeti asla
nazara almadan, kendisinin şahsen teşkil ettiği ve bölge aşireti gençlerinden
meydana gelen milislerini, bir anda ileri sürdü ve birbirini takiben,
Erzincan, Mamahatun ve Erzurum’u düşman istilâsından kurtardı. Artık Kaymakam
Halit Bey’in adı, bütün çevrede hürmetle anılıyordu. Saygınlığı ve bu başarıları
ile Halit Bey, aşiretlerimiz halkı arasmda efsaneleşmiştir.
Daha şerefli bir sulh yapabilmek ümidiyle İran’ı ve Maveray’ı Kafkas-ı
elinde tutmayı deneyen Enver Paşa, Halit Bey’i rütbesi Kaymakam olduğu halde
yeteneklerini düşünerek üçüncü fırkaya kumandan olarak tayin etti. Halit Bey
İngiliz-Rus anlaşması ihtimaline binaen stratejik ve ikmal itibariyle önemli
olan Ahıska’yı muhasara ederek üstün düşman kuvvetine rağmen zaptetti. Ne
yazık ki bu zaferler savaşın genel gidişatını değiştiremedi. Halit Bey bilâhare
Tortum’a çekilmek mecburiyetinde kaldı.
Halit Bey; Üçüncü Fırka Kumandanı olarak atandığı tarihten 27 Eylül
1920’ye kadar verdiği hizmetler arasında Ermeni probleminin çözümünü de eklemek
gerekir. Doğu Anadolu’yu müstakil Ermenistan hülyaları ile kana boyamak
isteyenlere ) karşı kazanılan
zaferdeki hizmetiyle milletin, özellikle kendisini yakından tanıyan Doğu
Anadolu bölge halkının gönlünü tekrar fethetti. Ermeniler tarafından
katledilen her müslüman Türk, bütün milletin üzüntüsüne yol açıyordu ama, Doğu
halkı bu acıyı bizzat ve her sene yaşıyordu. Halit Paşa, düşman işgalinden
kurtardığı bölgeyi düşman işbirlikçilerinden de kurtarmıştı. Bu hizmetlerini,
organize ettiği bölge insanı ile yapmıştı. Halit Bey bu zaferinden sonra
Miralay olacak ve bundan sonraki mücadelesini Kocaeli Grubu Komutanı olarak
sürdürecektir.
Meclis’teki gergin ortam sürerken, tartışmaları koyulaştıran bir diğer
unsur da bütçe görüşmelerinde ortaya çıktı. Hükümet bütçe görüşmelerinde, 2
Şubat 1925 tarihli celsede şiddetli tenkitlere uğradı.
9 Şubat 1925 tarihinde, Meclis yine bütçe görüşmelerini yapmak için Kâzım
Bey’in (Özalp) başkanlığında toplandı. Görüşmelere katılanlar arasında Ardahan
mebûsu Halit Paşa da vardı.
Bütçe görüşmelerinin yapıldığı 9 Şubat günü de yine Ardahan mebusu Halit
Paşa ile Afyon mebusu Ali Çetinkaya ve arkadaştan Kozan mebusu Ali Saip,
Osmaniye mebusu Avni, Gaziantep mebusu Ali Kılıç, Elâziz mebusu Hüseyin ve Rize
mebusu Rauf Beyler arasmda Meclis’in giriş kapısı arasındaki koridorda çıkan
tartışma sırasında birkaç el silah sesi duyuldu. Ertesi gün yani 10 Şubat 1925
günü Meclis Başkanı Kâzım Paşa tarafindan yapılan açıklamada Halit Paşa’nın
kalbinin altından ağır ve Ali Bey’in yüzünden ve gözünün altından hafif olarak
yaralandıklar! bildirildi. Meclis’te tedavi edilin Halit Paşa ameliyat oldu,
ancak 13/14 Şubat 1925 gecesi aniden zatürreden öldüğü haberi duyuldu.
Halit Paşa’nın ölümü büyük yankı uyandırdı; muhalif grup ve basının içini
dökmesine vesile oldu. Olay basında "Muhalefete tahammülsüzlük",
"hürriyete saldın", "İttihatçılık usullerini canlandırma"
şeklinde yorumlandı. Halit Paşa’nın hastahaneye kaldırılmaması, kurşun yarasından
kurtulmuşken zatürreden ölmesi, Meclis’te yatırılarak buna sebebiyet verilmesi,
kendisinin de istemesine rağmen Savcılıkça ifadesinin alınmaması muhalefete
iktidan suçlama imkânı vermişti. Afyon mebûsu Ali Bey’in meşrû savunma
durumunda kalarak Halit Paşa’yı vurduğu yolundaki soruşturma sonucunun gerçeğe
uymadığı, Halit Paşa’yı vuranın Ali Bey olmadığı, arkadan atılan bir kurşunla
vurulduğu, onu atanın da Ali Bey’in yakın arkadaşı eski subaylardan Rize mebusu
Rauf Bey olduğu, fakat suçluyu meşrû savunmadan yararlandırmak için Ali Bey’in
vurduğunun ileri sürüldüğü, söylendi.
Bazılarına göre Halit Paşa M.Kemal’in taraftarlarından bir grubun ki
bunların arasmda Albay Arif de vardı devlete ait bir sanayi kuruluşundan gayri
meşrû bir şekilde gelir sağladıklarını ve Gazi’nin düşmanlarına karşı
açtıkları gizli bir siyasî kampanyayı bu parayla yürüttüklerini ortaya
çıkardığı için öldürülmüştü/2105
Bazılarına göre de, olay ara seçimlerdeki gelişmelerden kaynaklanmıştı.
Bu esnada Halk Partisi Bursa’daki bir mebusluk için İstanbul Belediye Başkanı
ve eski Bursa mebusu Operatör Emin Bey’i aday gösterirken, muhalefet aday
vermemesine rağmen, Emin Bey’e karşı çıkan bağımsız aday Nurettin Paşa’yı
desteklemişti. Ardından Nurettin Paşa seçimi kazanmış, ancak Halk Partililer
süresi dahilinde askerlik görevinden istifa etmediği gerekçesi ile bunu
reddetmişlerdi. Muhalefet ise Halit Paşa da dahil, Nurettin Paşa’yı
desteklemiş, yenilenen seçimde de tekrar Nurettin Paşa kazanmış ve kendisini
destekleyen kesime yönele-
rek, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’na katılmıştı. Halit Paşa’nın da
muhalefete katılacağı beklendiğinden, bu olay vesilesiyle ortadan kaldırılmak
istenmişti.
Halit Paşa’nın, TBMM’nde vurulmasından büyük üzüntü duyan Mustafa Kemal
Paşa kendisini ziyaret etmiş, üzüntülerini belirtmiş, geçmiş olsun dileklerini
ilettikten sonra getirdiği yastıkları kendi eli ile onun başının altına koymuş
ve "Allah’ın inayetiyle iki gün sonra taburcusun" sözleriyle
temennisini dile getirmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın gözlerinin yaşardığı da
görülmüştür.
Halit Paşa’nın toprağa verilmesinden bir hafta sonra ise konumuz olan
Şeyh Sait hadisesi çıkacaktır. İsyanı müteakip Fethi Bey Hükümeti istifa etti
ve ikinci İsmet Paşa Hükümeti kuruldu. Ali Bey Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne
reis seçildi. Bu arada Meclis’deki dalgalanmalar sıklaşmış ve muhalefet daha
yoğun bir saldırıya geçmişti.
Halit Paşa Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası yanlı bilinmesine rağmen
Cumhuriyet Halk Fırkası içinde de etkinliği olan asker kökenli mebuslardandı.
Ölümünün biçimi gerginliğin artmasına yol açmakla kalmadı, uzlaştırıcı ve
siyasî yaptırım gücü olan bir devlet adamı da kaybedilmiş oldu.
Halit Paşa Kürt meselesi itibariyle de özel önem arzeden bir kimse idi.
Uzun süre Doğu bölgesinde hizmet yapmış aşiret birliklerine komuta ederek
hizmet vermiş ve onların güvenini kazanmıştı. Doğu bölgesinde ve bu bölgeden
parlementoya girenler arasında prestiji vardı. Parlementoya Doğu’dan giren ve
kişilik veya siyasi zaafı olanları da yalandan tanıyordu. Bu tür kimseler
kendisinden çekinirlerdi.
Halit Paşa’nın diğer önemli bir yönü de Kürtler’in kimlik olarak
Türklükleri gerçeğine inanması ve bu samimi inancını savunabilecek bilgi birikimine
sahip olması idi. Ölümü Doğu isyanlarında dökülen kardeş kanı itibariyle özel
öneme haizdi.
ŞEYH SAİT AYAKLANMASI
Halit Paşa olayının yankılan, yolsuzluk
iddialan ve diktaya gidiş söylentileri sürerken, Nakşibendî tarikatının etkin
olduğu Doğu bölgesinde "Hükümetin dinsizleştiği, dini kaldırmak
istediği" gibi propagandalar, sonucu inkılâp hareketlerine tepkinin belki
de en büyüğü denilebilecek bir ayaklanma patlak verdi,
Kendisini "Emir’ül-mücahidin" ilân eden Şeyh
Sait, 13 Şubat 1925 günü "Şeriat ve halifeliği diriltmek, Sultan
Abdulmecid’in oğullarından birini halife yapmak ve hükümetin politikalarına
karşı çıkmak" için PİRAN’da ayaklandı. İsyana Kürtçülük motifi de karışmış
olmakla beraber aslında isyan dinî içerikli olup, şeriatı uygulama alanına
sokmak ve halifeliği tekrar kurmak amacıyla başlanmıştır.
i İsyanm
lideri olan Şeyh Sait aslen Elazığ'ın Palu ilçesindendi. Nakşibendi
şeyhlerinden olup, Doğu Anadolu’nun güçlü kabul edilen dini liderleri
arasındaydı. Yakın akrabaları çevrede çeşitli müftülüklerde görevli idiler.
Mer’a temini için göç ettiği Hınıs'a yerleşmişti. Büyük çapta koyunculuk
yapıyordu. Hayvan ticareti sebebiyle birçok kere Halep’e gitmiş Hıms-Halep
arasmda geniş muhit edinmişti. İstanbul’a hiç gitmemiş olan Şeyh Sait bölücü
entellektüellerle Halep’te temasa geçmiş olabilir. Ayrıca oğlu Ali Rıza birkaç
defa İstanbul’a gitmiş ve bazı temasları olmuştu. Şeyh Sait, Doğu Anadolu Türk
aşiret gruplarından Zazalar’a mensuptu 13 şubat 1925 tarihinde başlayan ayaklanmaya
ismini veren Şeyh Sait’in kimliği ve kişiliği hakkında çok farklı açıklamalar
yapılmıştır. Ayaklanmanın karakteri için ileri sürülen fikirler Şeyh Sait’in
karakter ve nitelikleri ile yakından ilgilidir. Şüphesiz olayı, "Mustafa
Kemal’in rejimini sarsan bu adamın hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Yaşı,
fiziki görünüşü ve davranışı dahi bilinmiyor."(214) Ayrıca,
"ayaklanmayla ilgili doğru ve sağlıklı bilgilerin varlığı söylenemez"
215) şeklindeki görüşlere katılmak mümkün değildir.
Şeyh Sait’e ait elimizde 10 ayrı resim vardır. N.Fazıl’a göre Pirler
yurdu anlamına gelen Piran’dan olan Şeyh Sait güzel yüzlü, derin gözlü, tatlı
bakışlı, kuvvetli bir yapıya ve heybetli bir edaya sahip, 60 yaşmda fakat
gömüşü genç bir kimsedir. Beyaz ve uzun bir sakalı, sünnete tam uygun kırkık
bıyıkları vardır. Gözleri sürmeli ve sarığı sağ kenarından püskülkâri sarkıktır/216)
Bir yabancı yazar O’nu saygı duyulacak yaşta ve kusursuz bir şöhrete sahip
olarak nitelemektedir/217) S.J.Shaw, O’nun 1925’de 80 yaşında olduğundan
hareketle, Şeyh Sait’in 1845 doğumlu olduğu kanaatindedir/218) Boris
Temkofda aynı fikirdedir/219)
Şeyh Sait’in Doğu’daki Zaza aşiretlerinden olduğunu, profesyonel
drijanlann dışında Zazalar’ın kendilerini Kürt, Kürtler’in de kendilerini Zaza
kabul etmediği bilinmektedir. Nakşibendi tarikatının etkili olduğu bu bölgede
"Emir’ül Mücahidin" olarak kendini tanıttığı, yakın akrabalarından
Nakşibendi şeyhlerinin çevrede müftülük yaptıktan bilinmektedir/220)
Bize göre Şeyh Sait’in Zaza Türkü olduğu, Kurmançlık’ta bir ilişkisinin
olmadığı, Kurmançlar’ın da Türk olduklarından şüphemiz olmamasına rağmen
Kurmanç ve Zazalar ayn Türk! unsurlar olduğu gerçektir.
Kıyam Dergisi’ne göre Şeyh Sait Arap’dır. Hz. Hüseyin soyundan
gelmektedir. Seyyid Haşim’e kadar otan şeceresi bilinmektedir. Şeyh Sait, Şeyh
Fevzi’nin soyundan Şeyh Mahmud’a o da Şeyh Ali Paloyi (Septi)’ye dayanmaktadır.
Daha sonra şecere; Molla Kasım, Molla Haydar, Hacı Hüseyin! ve Seyyid Haşim’e
ulaşmaktadır. Abbasiler ve Osmanlılar döneminde bu aileye maaş verilmiş iken,
ailenin ilk yerleşim yeri otan Diyarbakır’da Seyyid Haşimî Bağdat seferinden
dönen IV. Murat’ın ziyaretine gitmemiş, bunun üzerine aile padişah tarafmdan
cezalandırılmıştır/221) Ancak bu iddia temelsizdir. Çünkü IV. Murat,
Bağdat seferi sırasında Sakarya Şeyhi (îsa Ruhullah) vb. gibi bir takım
şeyhlerin Anadolu’da fesat çıkarmaları üzerine seyyidliklerini ispat edemeyen
bir çok şeyhi cezalandırmıştı. Muhtemelen Şeyh Sait’in dedeleri de bu meyanda
cezalandırılan zümreler içindedir.
İsyanın başlama tarih ve gerekçeleri ile ilgili iddialar da farklıdır.
Arşhak Safrastian’a göre 7 Mart 1925 de yapılacak olan isyanı güvenlik güçleri
haber almışlar ve bunun üzerine Şeyh Sait’in askeri karargâhta bilinen malûm
ifadesi alınmıştır. Bunun üzerine niyetinin T.C. tarafından bilindiğini anlayan
Şeyh Sait, isyanın tarihini öne almış ve 13 Şubat’da harekete geçmiştir/222)
Ancak burada Safrastian’ın değindiği husus, isyanın başlama tarihi ile ilgili
çekilen telgraf olayının bir safhasıdır.
Hasretyan ise, Şeyh Sait’in halk arasmda seçkin bir yeri oluşu sebebiyle
O’nun bu prestijinden istifade etmek için Yusuf Ziya tarafmdan ziyaret
edilerek, O’na isyan fikrinin empoze edildiği fikrindedir/223) Yusuf
Ziya’nın, "Azadî" bünyesinde faaliyet içerisinde olduğu ve bu
kuruluşun da T.C. tarafmdan kontrol edildiği ise bilinmektedir.
Ayaklanma ile ilgili; katılan asi ve güvenlik kuvvetlerinin miktarı, ölen
insan sayısı ve maliyeti gibi konularda farklı rakamlar verilmiştir. Biz
bunları resmî arşiv belgelerinden gerçeklerine uygun bir şekilde açıklamaya
çalışmakla beraber ileriye sürülen iddiaları da belirtmek istiyoruz.
Türk basınının suskunluğu iddialarına rağmen Eylül 1925 ayı sonuna kadar
bu kaynaktan alınan bilgilere göre Vilâyât-ı Şarkîye Mahkemesi 1855 kişiyi
içeren 379 dosyaya bakmaya başladı. 690 kişiyi içeren 138 dosyayı inceledi.
21’i gıyabında olmak üzere 120 kişiyi idama çarptırdı. 104 kişi başka
mahkemelere devredildi. Diğerleri beraat etti/224)
G. DESCHNER’e göre "7000 kişi ile Şeyh Sait ayaklanması başladı.
Ancak şehirlerdeki ve köylerdeki dağlıların katılması ile isyancıların sayısı
30.000 kişiyi buldu" 225) 7000 rakamını doğrularken
C.Kutschera; "24 Şubat’ta içişleri Bakanı, Mart ayı sonunda icra edilecek
genel bir isyan plânının bulunduğunu, Şeyh Sait taraftarlarının sayısının 7000
civarında olduğunu ve bunların arasında çok sayıda asker kaçağı bulunduğunu
açıklar."(226) demektedir. Bu konuda R. Olsan’da bilgi
vermektedir/227)
İsyan alanının uzunluğu yaklaşık 200 km. ve genişliği de 150 km. idi. 30
milyon metrekarelik bir alana yayılmıştı/228) Bununla beraber,
"Şeyh Sait İsyanı hiçbir zaman şark illerimize sirayet etmedi. Başta Van
vilayetimiz olduğu halde Şarkın hiçbir vilayet, kaza ve köyüne sirayet etmedi.
Ancak Çabakçur kazası bütün köyleri ile beraber Şeyh Sait’e iltihak etti/229)
Delılovan; olayda 700 köyün tahrip olduğunu, 8758 evin yıkıldığını ve
15.206 kişinin öldüğünü 500.000 kişinin de iskâna tabi tutulduğunu anlatırken 230)
G. Sasuni, açık bir şekilde yanlı davranmakta ve "Türk Hükümeti’nin
Fransızlar’la anlaşarak Suriye demiryolundan faydalanıp ilk kez 80.000, ikinci
kez 25.000 techizatlı asker sevkettiğini, isyanda devletin 200.000’e varan gücü
karşısmda isyancıların 40.000 kişilik güç kullandığını ileri sürmektedir/231)
Lucien Rambout eserinde isyan sonucu uğranılan tahribata dair bilgi
verirken 14 il ve ilçede 206 köyün tahribat gördüğünü, 8756 köyün yıkıldığını,
isyancılardan 15.206 kişinin isyan döneminde öldüğünü belirtmektedir/232)
Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra onun uzantısı görünümünde olan
ayaklanmaları da Şeyh Sait İsyanı kapsamında mütalâa edenler olmuştur.
Bruinessen, isyan olayındaki taraflara dair bilgi verirken "Varto’ya
yerleşmiş 120 jadarmanm Nakşibendi müridi oldukları en kritik anda isyanlara
yardım ettiklerini belirtmektedir"/233) Javed Ansari’nin,
tarafların karakteristiği için yaptığı açıklama oldukça ilginçtir: "İlk senelerde
direniş, Kürt dinî liderlerinden geldi. Özellikle Piranlı Şeyh Sait’den. Şeyh
Sait, ayrı bir politik Kürt devleti değil, Osmanlı Devleti’nin evrensel
niteliğine dönülmesini istiyordu. Din aleyhtarı birçok Kürt milliyetçisi,
Kemalistler’le birlikte Şeyh’e karşı durdular. Şeyh Sait’in yenilmesi bir
milyon Kürt’ün topraklarından atılmaları ve binlercesinin açlıktan ölmesine
sebep oldu"J
Ancak birtakım Kürtler’in Mustafa Kemal’in safhında yer aldıkları gerçeği
gibi birtakım Türkler’de isyancılara destek vermiştir.
isyan olayında bilhassa Varto yöresinin Alevî aşiretlerinin isyancılara
cephe açtıkları bilinirken Ş.Kaya olayı şöyle anlatmaktadır: "1925
yılında Şeyh Sait isyanında Alevî aşiretler kısmen tarafsız kalmış bir kısmı
da Şeyh Sait’e karşı savaşmıştır. Bu, isyanın şeriatçı hilâfet yanlısı olduğu
ve isyan edenlerin Alevî düşmanı oldukları propagandasıyla sağlandı." )
Ayaklanmanın malî boyutları da korkunçtur. Ankara Hükümeti Kürt
ayaklanmasından daha korkunç olabilecek bir malî sıkıntıya karşı koymak zorunda
kalmıştır. C. Kutschera’nın 17 Mart 1925 A.E.E.311.3.13. rapora dayanarak
yaptığı açıklamada 10 Mart günü hükümet Meclis’ten ayaklanmaya karşı koymak
için 10 milyon liralık askeri kredinin onaylanmasmı talep eder. M. Tuncay’a
göre bu ayaklanmalar Kurtuluş Savaşı kadar etkili olmuştur. Büyük askerî
harcamalara ve yüksek kayıplara yol açmış pek çok toplumsal acılar doğurmuştur.
Hasretyan’a göre ayaklanma Türkiye hâzinesine 50 milyon liraya mal olmuştur/
)
Şeyh Sait’in dinî kişiliği konusunda en geniş bilgiyi veren N.F.
KISAKÜREK, Şeyh Sait Olayını değişik bir perspektiften ele almaktadır. Yazar
konuya kendisine şu soruyu sorarak başlamaktadır: "Hareketine, devlete
karşı silahlı isyan süsü verilen ve böyle bir süs verilmesi için gerekli her
şartı fazlasıyla misallendiren Şeyh Sait ve etrafı, birer din mazlumu kabul edilebilir
mi?"(24°)
Yazar, Şeyh Sait’in; dinî otorite ile ağalık nüfuzunu Nakşibendilik
Şeyhliğinde birleştirerek kendisine büyük nüfuz sağlamış olmasına rağmen,
dinin bazı inceliklerini kavramaktan aciz ve bilgisi sathî bir kimse olduğunu
belirttikten sonra kardeşi Abdurrahim’in evinde yaptığı konuşmayı bu iddiasını
kuvvetlendirmek için aktarmaktadır: "Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar
Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı Maarife bağlandı. Gazetelerde birtakım
dinsiz muharrirler Peygamber efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben
bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret
ederim." ) Aynı yazara
göre, bu dönemde olay sadece bir rejim küskünlüğüdür. Ancak Şeyh Sait, halkı
küskünlüğe davet etmekten ziyade, halka sabır ve katlanma telkin etmektedir.
Bu hal daha sonra gemi azıya alacak olan isyancıların, isyan karan için daha
evvel bir hazırhklan olmadığını gösterir, şeklinde kanatini belirtmektedir.
Aynı yazar devamla, Piran’da çıkan ilk silahlı çatışmanın mahiyetinin de
Hükümete aksettirildiği gibi olmadığını, Şeyh Sait’in eşkiya takibine gelen
jandarmaya yardım etmesine rağmen arananların talâk-selâse üzerine
aksettikleri için çatışmayı başlattıklann. vurgulamaktadır.
Yazar, Van mebusu İbrahim Arvas’dan derlediği bilgileri verirken de;
"Şeyh Said, vak’a üzerine Vilayet Merkezine bizzat gidip durumu izah
edeceği ve dürtüklemesi olmadığım göstereceği yerde, artık işi bir olup bitti
kabul ediyor, yüsek bir dağ tepesindeki köyüne çekiliyor ve üzerine hükümet
kuvvetleri yüklenince, birden beslediği ruh haleti yüzünden kendisini karşı
koyma ve isyana geçme hareketine mecbur ve memur sayıyor ve gümbürtü kopuyor.
Şeyh Sait isyanının tam manası bundan ibarettir ve ötesi hep bu mânayı
geliştirici ve gerçekleştirici tecelliler..."C ) demektedir.
Ancak bu ifade, isyan hareketini, tevil amacından başka bir şey ifade
etmemektedir.
Diğer yandan Bruinessen Şeyhliğin tanımı konusunda "Çağlarının
psikiatri, psikanaliz, rehabilitasyon merkezleri de olan tekkelerin büyükleri,
ilim akademileri ve konservatuar mahiyetindeydi. Arapça, Farsça, edebiyat,
yazı, dinî ilimler öğretilirdi. Şeyh politikaya giremezdi. Bütün tarikatların
koruyucusu sayılan hâkan-halîfe, politikaya kanşan şeyhe karşı çok sert
davranmıştır. Şeyh devletten maaş almazdı. Mürid denen tekkesine devam edenlerin
yaptırdıkları vakıflar veya bağışlar, müesseseyi, yürütürdü. demekte ve
Şeyhliğin politika ile ilgilenmediğini söylemektedir. Aynı şekilde Yılmaz
Öztuna "... Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Şeyhler vardı. Hatta
Mevlevi tarikatının dünya başkanı olan Abdülhalîm Çelebi, Meclis reisliğine
getirilen Mustafa Kemal Paşa’ya, reis vekili seçildi. Bektaşi tarikatının dünya
başkanı olan Dede, aynı şekilde, Millî Mücadele’yi destekledi. Ancak doğuda
-arkasında İngiltere ve Fransa bulunanbir isyanın başında çok nüfuzlu bir
Şeyhin geçmesi tekkelerin kapatılmasına sebep oldu denemezse de, bu işin daha
çabuk ve daha radikal olmasını hazırladıJ'C ) diyerek şeyhliğin Türk
toplumundaki önemini belirlemesi yanında Şeyh Sait’in güçlülüğünü ve öncülük
yaptığı isyanın dışardan destek gördüğünü belirtmektedir. Bu açıklamanın
konumuzla ilgili önemli yanı ise Şeyh Sait İsyanının tekkelerin
kapatılmasındaki yegâne etken olmadığı hususu ile Millî Mücadele’de ve
Atatürk’ün daha sonra ki inkılâplarında, şeyhlerin onun yanında yer alabilmiş
olması gerçeğidir. Şeyhler politikaya girememekte, girmeleri halinde
Sultan-Halifeler tarafından cezalandırılmaktadırlar. Ancak Şeyhliğin bu
özelliğine rağmen Şeyh Sait bir siyasî hareketin başını çekerken karşı olduğu
hareketin kadrosunda şeyhler de yer almıştı.
Necip Fazıl Kısakürek Şeyhlik-tarikat ilişkilerinden hareketle Şeyhleri
kendi içlerinde katagorilere zimnen ayırarak bu farklı şeyhlik türleri
içerisinde Şeyh Sait’in yerini belirlerken şunları söylemektedir: "Zira
bu insan (Şeyh Sait) hususiyle Şark Anadolusu’nda tesiri pek büyük olan
Nakşilik tarikatının şeyhlerinden bilinmektedir ve aynı zamanda dinî otorite
ile karışık ağalık ve reislik makamının alemi olan (şeyh) sıfatı içinde,
derinliğine bir mürşit olmaktan ziyade sığlığına bir güdücü rolündedir.
Hemen belirtelim ki, Şeyh Sait’in şeyhliği eğer öbür türlü olsaydı,
kendisini takip eden din yıkıcıları ve onbinlerce müslüman kanına mal olan
ayaklanma meydana gelmezdi Mukaddes sünnete dış çizgileriyle o kadar bağlı
olan Şeyh Sait, onun içine ait mânalardan birine, gerektirdiği şartlar
bakımından erebilmiş değildi
Şeyh Sait, her hamle ve hareketle iyi veya kötü ihtimal kutuplan
arasında tavır ve çileli bir murakabe ve muhasebeyi emredici ve dâvaları
kavramaktan âciz ve çok defa cahil, yarım yamalak davranışlardan sakmümasını
şart koşucu Hadîs 'in sımna uzaktı Yoksa, mahut ayaklanmaya itilmiş olsa bile
bu itilişe uymamayı pekâlâ becerebilirdi
İşte, dikkate en ziyade lâyık ve bahsimizin sonunda tamamlayacağımız
bir kıymet hükmü olarak bu ruh ve kalıbın sahibi Şeyh Sait... "
"O taraflarda, Şeyh Sait isimli, bâtını irşad ve tasarruf
ehliyeti son derece şüpheli, Nakşî Şeyhi olduğu iddiasında, daha ziyade
muhitini sevk ve idare siyaseti ve satıh üstü güdüm dehâsı bakımından hünerli,
koyun sürülerini yüzlerce çobanın otlattığı çok zengin ve büyük nüfuzlu bir ağa
vardır ve en büyük meziyeti olarak bu adam şeriat bağlılığından müstesna bir
şiddet ve hiddet sahibidir. Fakat bu şiddet ve hiddetin kullanılacağı yeri ve
dereceyi tayin edebilme irfanından mahrum...
İşte bu adam, Allah ve Resulüne bağlı her
ferdin hak vermesini gerektirici bir ruh haleti içinde, sonrasını görmeksizin,
daha 1925’in ilk basamaklannda olup bitenlerden üzgün ve rejime o zamandan
küskündür.............................
"Piran hadisesi üzerine, zaten derin bir şeriat kâbusu ve din
kabusu yaşayan hükümette hiçbir dikkat ve anlayış tavn peydahlanmadığı gibi,
Şeyh 'de de bu savaşın şartlarına ve doğuracağı t
neticelere dair herhangi bir basiret ve takdir gözü açılmamıştır.
Elbette ki hükümette (hadise peşinden başa geçen İnönü hükümeti) uhdesinden
gelinmek şartıyla, din gayzını büsbütün alevlendirmek için bundan daha
elverişli bir fırsat bulunamazdı ve 1925 kışı ve ilkbaharını takip eden
hadiseler 20 yıl boyunca hep aynı hedefe, İslâmî kurutmak hedefine yöneltilmek
üzere bu isyan, aranıp da bulunmaz bir istismar dayanağı teşkil edecekti.
Necip Fazıl Kısakürek’e göre, Şeyh Sait, bâtınî irşad ve tasarruf
ehliyeti şüpheli, mukaddes sünnete dış çizgileriyle bağlı bir kimsedir.
Derinliğine bir mürşit olmaktan ziyade sığlığına güdücü rolünde olan,
olacakları değerlendirememiş, tercihini islâmın hayrına uygulayamamıştır.
Etrafındaki halk son derece uysal ve körü körüne itaat karakterinde adamlardır.
Gene bu değerlendirmede Şeyh Sait ve çevresinin dinî kişiliğine dair yaptığı
açıklamadan sonra bu olayın bastırılmasında hükümet çevrelerinden din
düşmanlarının fırsatçılık yaptıkları belirtilmektedir. Olayın tahlilindeki bu
husus da dikkate alınmalıdır. Şeyh Sait Olayının mukaddesatçı açısından tahlili
mahiyetindeki N.F. Kısakürek’in yaklaşımı ayrıca ele alınacaktır.
Şeyh Sait’in yakalanmasında kendi adamlarının ihaneti olduğu haberleri de
çıkmış olmakla beraber )
O’nu, Kâzım Karabekir’in Ermeni mezaliminden yetim kalmış çocuklar için
kurdurduğu Askeri Sanat Okulu öğretmenlerinden kunduracı Nuri Usta yakalamıştı Şeyh Sait’in Muş-Varto arasında Abdurrahman
Paşa köprüsünde yakalandığı görüşüne(251) rağmen, O’nun Varto Kesik
Köprü yanında yakalandığı iddiası da vardır. Burada yakalandıktan sonra atı
Erzurum’a getirilmiştir. Şeyh Sait Diyarbakır’a sevkedilince beyaz atı da Ilıca
aygır deposuna konulmuştu.
E.Clason, Şeyh Sait’in isyanı mütâkiben asılmasından evvel, Atatürk’ün,
O’na yardım eden Doğulu şeyhlere teşekkür etmek için davet edip, daha sonra
yemekte astırdığını ileri sürmektedir. Dayanaktan yoksun bu iddia ile ilgili
olarak biz bu konuda hiçbir kayda rastlamadık.
Şeyh Sait’in "Yüzellilikler" olarak Cumhuriyet tarihimize geçen
olaya da isminin karıştırılması istenilmiştir. Ancak Şeyh Sait’in bu isimlerle
ilişkisi olmadığı gibi bu isimler arasmda Şeyh Sait ayaklanması ile ilgili olan
da yoktur.
Şeyh Sait Olayı ile ilgili olarak çatışmalarda asker ve sivil binlerce
memleket evladı hayatını kayıp etmişti. Ancak Şeyh için "zalim"
demek zordu. "Sait’in Diyarbakır, Konuşh, 5. taburuna ait neferleri imha
etmeyip, esir olarak elinde tuttuğu ve daha sonra salimen teslim ettiği'*
) bilinmektedir.
Şeyh Sait’in aksine 1925 Şemdinli İsyanı lideri Seyyid Abdullah çok
zalimdi. Esir aldığı 6 subayı sırtlarına yüklü cephane sandıkları olduğu halde
çıplak ayaklan ile 25 gün taşh yollarda yürütmüştür. t
Şeyh Sait’le ilgili bu açıkmalarla çelişki gösteren ve O’nun kişiliğini
vurgulayan daha değişik görüşlerde vardır. Önemine binaen evveliyatı ile
aldığımız Varto’dan Kasım Bey sorgusunda, "Şeyh Sait’i çocukluğundan beri
tanıdığını; fakat ayaklanmanın çıkmasından önce kendisi ile buluşmadığını;
Varto’ya isyancıların yaptığı saldırılara karşı direndiklerini; ancak sonunda
çekilmek zorunda kaldıklarını; birinci saldırıya Şeyh Abdullah’ın komuta etmiş
olduğunu, ikinci saldırıdan yedi sekiz saat sonra Varto’ya gidip O’nun
kendilerini esir aldığını bundan sonra da zorla olaya kanştınldığmı"
belirttikten sonra Şeyh Sait’le ilgili olarak şunları söylemektedir: "Seyyit
Abdulkadir ile Bedirhaniler, Kürdistan Başkanlığım paylaşmışlar, bu yıllarca
sürmüş, Bedirhanî bir ara Rusya’ya geçmiş. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu
çalışmalar yavaşlamış, Mondros Mütarekesi’nden sonra yeniden başlamıştı.
Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ni topladığı sırada, Kürtler arasmda
Kürdistan kurulacağına dair yaygın bir düşünce varmış". Devamla kendisi de
bir Kürt bağımsızlığına inandığını, birlik kuramayacaklarım, Arap ve Fars
etkisi yerine, kendisinin altıyüz senedir beraber yaşadığı Türkler’den ayrılmayı
istemediğini belirten Kasım Bey, ayaklanmanın amacının bağımsız bir Kürdistan
kurulması olduğunu, dinin bu iş için araç olarak kullanıldığını ileri
sürmüştü. Bu iddiaları dinleyen diğer sanıklar yalanlamada bulunmamışlardı. Diğer
yandan Kasım Bey’in "Şeyh Sait’in din için kıyam farz oldu. Bir Türk
öldürmek yetmiş gâvur öldürmekten efdaldir." şeklinde ileri sürdüğü
iddiası karşısında Şeyh Sait susmuş ve O’nu yalanlamamıştır.
Bir Türk’ün öldürülmesinin yetmiş gâvurun öldürülmesine tercih eden
zihniyet için ne denebilir? Gerçi o dönemde Türkler’in büyük ölçüde dine aykırı
olduğu kabul edilen devlet icraatının arkasında oldukları, bir noktada
İslâmiyet adına mücadele verenlerin karşısında Türkler’in gösterildiği
biliniyor. Bu noktadan hareketle hükmün Türk milletinden ziyade T.C. hükümeti
zımnında Türkler’e yönetildiği hususu da bir gerçeği gösteriyor. Ancak Kasım
Bey’in bu iddiaları yine de Şeyh Sait’in kişiliğindeki cehalet ve imanın kine
dönüşebileceğini göstermektedir.
Şeyh Sait, isyanı başladığı zaman 60 yaşlarında idi. Şartlar kendisini
zorlamış ve etki altında kalarak bu karan almış olsada hareketinde görüldüğü
kadanyla samimi idi. O’nu isyana iten sebepler arasında birtakım dinî ve
feodal menfaatlerinin rol oynadığı söylenebilir. Ayrıca Azadî türünden bir
anlamda Kürt ırkçısı olan çevreler, harekete Kürtçülük karakteri kazandırmak
istemiş olabilirler. Bütün bunlara rağmen O, verdiği mücadelenin "Allah
rızası için" olduğu kanaatinde idi.
Şeyh Sait, şüphe yok ki kararlı ve ısrarlı bir mücadeleci idi.
Çevresindeki Nakşibendi şeyhlerinin, en müessiri olmasıdır ki, Şeyhliğin bütün
prestijinin kendisinde toplanmasını sağlamıştı. Ailesine atfedilen şecere,
O’nu Hz. Hüseyin’e kadar götürmektedir. Bu şecerenin sağlıklı olması halinde
Şeyh Sait Arap’tır. Nakşibendiliğin son derece güçlü organize olduğu bölgede,
Şeyh Sait adeta Nakşibendîlik adına Allah rızası için bayrak açınca otomatikman
güç kazanmıştı. Ancak gerçek bir mürşîd, dökülmesine sebep olduğu kanın
hesabını yapmalıydı. Mücadeleci ve imanlı kişiliğine rağmen bize göre gerçek
anlamda ehil değildi. Zira O’nun esir askerlere iyi davranmasına rağmen isyana
katılmayanların katlinin vacip olduğunu söylemiş olması bizce çok önemlidir.
Aynca binlerce Müslüman Türk’ün ölümü ve yıkılan köyler, açık veren bütçe ve
günümüze kadar gelen olaylar, liderin dünya görüşü ile yakından ilgilidir.
O’nun isyana başlaması şüphesiz etnik anlamda bölücülüğe matûf değildi. Ancak
O’nun isyanı Musul’un Misak-ı Millî dışında bırakılması ile kalmayıp, T.C.nin
dış Türklerle yeteri kadar ilgilenmesini de engelledi. Ancak Şeyh Sait
"Ben adalet istiyorum. Merhamet, atîfet istiyorum. Adalet tatbik olunursa
benim halim nice olur. Ben sizin buyurduğunuz gibi uzak bir yerde bir şehirde
oturmaya mecbur kılsalardı onu İsterdim." demesi neticeyi değiştirmeyecektir.
ŞEYH SAİT AYAKLANMASINDA ROL OYNAYAN
BÖLÜCÜ ORGANİZASYONLAR
Şeyh Sait Olayı ile ilgili etnik ayrıcalık muhtevalı örgütler, Şeyh Sait
olayından 20-25 yıl kadar evvel faaliyete başlamışlardı. Bu örgütlerle iligili
bilgi veren yayınlar bazen yakıştırma isimlerle bu kuruluşlan tanımlamışlardır.
Bunlardan; Azadî ve Hevî "Kürt Talebe Cemiyeti", Kürt Neşir ve Maarif
Cemiyeti, Kürdistan Teşriki Mesai Cemiyeti, Kürdistan Cemiyeti, Kürt İstiklâl
Komitesi, Kürt Teavün Cemiyeti, Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti, Hoybun
gibileri Şeyh Sait olayının Kürtçü boyutu için zemin hazırlamışlardı. Doğu
Anadolu’da başlayan Kürtçü hareketin daha önceki dönemlerine de ait çalışmalar
yapılmıştır/
Ayrıca Hürriyet ve İtilâf Fırkası Nizamnamesinin 20. maddesinde "köy
mekteplerinde eğitimin mahallî lisanla yapılabilmesi" kabul ediliyordu. 19
Aralık 1915’te İstanbul’da kurulan Selâmeti Osmaniye Fırkası kuruluş
beyannamesinde "bazı kavaninin" siyasî muhtariyetinden
bahsediliyordu. 17 Şubat 1917’de kurulan "Osmanlı İlâyı Vatan
Cemiyeti" hiç bir kavim ve milliyetin hakimiyetine meydan verilemeyeceğini
belirtiyordu. İttihat ve Terâkki Hükümeti
ise; Rus katliâmından korumak için halkından bir kısmını doğudan batı
Anadolu’ya iskân ettiği için, bu yayınların sürekli etkisinde kalmışlardı/
-* Diğer yandan İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde yetişen bir kısım
aydınlar daha sonra Kürtçü organizasyon içinde yer almışlardır. Sultan Hamit
yönetimine ve uygulamasına karşı çıkmayı amaçlayan bu kuruluşun bünyesinde;
Diyarbakırh Dr. İshak Sukûtî ve Dr. Abdullah Cevdet faaliyet gösterip bu
teşkilâtın kuruluşunda etkili olmuşlardır /
Esasen organize faaliyet Azadî’den 15 yıl evvel başlamıştı. 1911 yılında
İstanbul Halkalı Ziraat Mektebi’nde Halil Hayalî’nin uyarıları üzerine Zinnor
Silopi, Ömer Cemil Paşa, Fuat Temo, Diyarbakır’h Cerrahzâde Zeki,
"Hevi" isimli Talebe Cemiyetini kurdular. 1912 yılında bu kuruluş
resmiyet kazandı. Faaliyet diğer
okullardaki doğulu gençlere de sirayet etti.
Madenli Dr. Ş.M. Sekban rejiyonalist duyguların gelişmesinde etkili oldu.
Sirkeci’de bir idare binasının bulunmasından sonra Ekrem Cemil Paşa ve Memduh
Selim de Hevi’ye üye oldular. Böylece; Kemal Fevzi, Ziya Vehbi, Kerküklü
Necmettin Hüseynî, Babanzade Aziz, Arvash Şefik, Mıkıslı Hamza, Harputlu Tayyip
Ata, Süleymaniyeli Abdülkerim, Diyarbakırlı Salih, Diyarbakırh Abdülkadir,
Esat Bedirhan, Diyarbakırlı Mustafa Reşat, Mahabath Doktor Mustafa Şevki,
Sineli Mihri, Doktor Fuat, Hakkarili Abdurrahim Rahmi, Hevi’nin faal kadrosunu
oluşturdular.
Hevi, İstanbul Üniversitesi’nde kısa zamanda 200 kadar doğulu genci
cemiyete kayıt yaptı. Bu kuruluş önce 1913 yılında Roji Kurd isimli haftalık
bir gazete çıkarıyordu. Hükümet bu organı kapatınca Mıkıslı Hamza, "Hetavi
Kürd" isimli mecmuayı çıkarmaya başladı. Bu dergi de 1914’te kapatıldı.
Hevi’nin Erzurum Şubesi’ni, Erzurum’da tahsilde bulunan Genç’li Tayyip
Ali açmıştır. Doğu’lu diğer gençler daha ziyade Hevi’nin İstanbul örgütü ile
temas halindeydiler.
1913 tarihinde Zinnor Silopi, Ekrem Cemil Paşa, Şemsettin Cemil Paşa,
Babanzade Recai Nüzhet, Tuncelili Selim Sabit, Hevi’nin Lozan şubesini
açacaklardır.
Bu dönemde Ermeniler, doğulu gençler aleyhinde kesif bir propaganda
faaliyeti sürdürmekte idiler. "Hevi" uzun süre Ermeni
propagandasının etkisini ortadan kaldırmak için uğraşmak zorunda kaldı. 1914
harbinden sonra Hevi Orta Doğu haritasında değişiklikler beklemekte idi. Bu
sebeple üyeleri Avrupa’dan İstanbul’a ve Doğu Anadolu’ya dönmeye başlamışlardı.
Karçıkan aşireti reisi Hacı Musa 1913 yılında Seyyid Taha ile birlikte
İstanbul’a gelmişti. Seyyid Abdülkadir, Seyyid Taha’nm amcası idi. 1914 yılı
başlarında Hacı Musa Ermeniler tarafmdan öldürüldü.
Hevi Cemiyeti’nin amaç ve faaliyetleri ile Osmanlılık ruhunu zedelemeye
başlaması üzerine Hevi’liler kendilerini; Türk ocaklarının Türkçü faaliyetleri
sonucu Araplar’ın "Müntediûl-Edebi" ; Amavutlar’ın "Başkim"
ve kendilerinin de "Hevi" yi kurmak zorunda kaldıkları şeklinde
müdafaa ediyorlardı. İttihat ve Terakki’nin, yayın organı olan Tanin
Gazetesi’nde Doğu Anadolu’ya Kürdistan değil de Vilayet’i Şarkiye denmiş olması
bir Türkçü hareket olarak görülüyordu.
Wilson prensiplerinden cesaretlenen Hevi’nin Diyarbakır’daki taraftarları
1918’de Diyarbakır Kürt Talebe Cemiyeti’ni kurdular. Kurucular arasında Cemil
Paşazâde Kasım, Eş-
ref Bedir Sıtkı, Şeyh Ahmet Gülşehrî, Hoca Hamdi
Efendi vardı. Cemiyet "Osmanlı İmparatorluğu’nun kangren olduğunu, sağlam
uzuvlarının kurtarılması gerektiği için Kürdistan’ı kurmak amacıyla yola
çıktığını ifade ediyordu. Hevi Kadrosu daha sonra "Jin" isimi bir
yayın organı çıkaracaktır. .
Kürt teâli Cemiyeti’nin kurucu heyetine; Ekrem Cemil Paşa’nın
başkanlığında Cerhizâde Kerim, Cerhizâde Fikri, Ganizâde Reşat, Cemil Paşa ve
Ömer seçilmişlerdi. Kuruluyun amacı Kürt kültürü ve eğitimi idi. Birçok doğu
kasabasında bu cemiyet şubeler açtı. Diyarbakır’da 1000’in üzerinde üyesi
vardı. Dr. Fuat ve Dr. Cevdet’de cemiyete girmişlerdi. Yeni İdare heyeti Cemil
Paşazâde Kasım Bey, Dr. Cevdet Bey, Cerhizâde Kerim, Ömer, Fikri, Ekrem ve
Hamdi seçildiler. Kaynaklar Kürdistan Teâli Cemiyeti için bilgi verirken,
Bediüzzam Molla Said, Mukisli Hamza ve Motkili Halil’in aza kaydedildiğini
belirtmekte ve idare heyetini;
Reis Seyit Abdulkadir
Reis Fuat Paşa
Reis Bedirhani Emin Ali,
Kâtip: Ferik Hamza Paşa
Azalar: Miralay Halil, Emekli Miralay Bedirhanî M.Ali, Emekli Askeri
kaymakam M.Emin, Hoca Ali Efendi, Babanzâde Şükrü, Babanzâde Fuat, Fetullah
Efendi, Dr. M.Ş. Sekban. şeklinde zikretmektedir. Koylan ise; resmi kaynaklara
göre verdiği bilgide, 56 kayıth üyenin isimlerini zikretmektedir. Bu kuruluşun
en etkili Kürtçü örgüt olduğu ve İngiliz güdümünde bulunduğu ) üzerinde de durulmuştur. Cemiyet
Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, ve İstanbul’dan idare edilmekteydi. Cemiyetin
maksadı yabancı himayesinde bir Kürt devleti kurmaktı. Bu gelişmeler üzerine
Diyarbakır Valisi, daha sonra derneği kapatıp sonucu, Mustafa Kemal Paşa’ya
bildirecektir. Paşa, Valiye verdiği cevapta Cemiyeti sakıncalı bulmuş ve kapatılmasını
uygun görmüştü. Kürt Teâli Cemiyetinin kapatılması üzerine cemiyet
yöneticileri, İstanbul’daki İngiliz Muhibler Cemiyeti Başkanı Sait Molla’ya
başvurmuş, ondan alman emirle Ali Galip’le birleşmek için harekete
geçmişlerdir.
Kürt Teali Cemiyeti’nin faal azalan arasmda; Millî aşiretinden reisler
vardı. Bunlar Mahmut, İsmail, Timur ve Halil’di. Diyarbakır, Elazığ, Urfa,
Tunceli, Siirt arasmda bir Kürdistan düşlüyorlardı.
Erzurum Kongresi’nden sonra Celâdet Kâmuran Ali’nin yabana maddî yardımı
ile bölgede görevlendirildiği iddiaları yaygınlaştı.
1 Kasım 1924 tarihinde iyi niyetli insanların kurduğu Terakki Perver
Cumhuriyet Fırkası’nı zamanla ele geçiren gruplar arasında, bu muhalefet
partisini Kürt istiklâlini temin için basamak yapmaya çalışan Şeyh Abdülkadir
ile birlikte Kürt Teali cemiyeti mensuplan da vardır. Diğer yandan bu cemiyet
Damat Ferit kabinesinin büyük Ermenistan projesine şiddetle muhalefet
ediyordu. Ancak Hürriyet ve İtilâf Fırkası ile muhtar bir Kürdistan teşkili hususunda
anlaşma yapmaktan geri durmuyorlardı. Kürt Teali Cemiyeti, Cumhuriyetin ilânından
evvel dağılmış olmasına rağmen, 1923 yılında Cumhuriyetin ilânı yılı içinde
illegal Kürt istiklâl Komitesi’ni oluşturdu. Komite’nin amacı Kürdistan
istiklâlini temin etmekti. Komitede Seyyid Abdülkadir, Cibranlı Halit, Hacı
Musa, eski milletvekili Yusuf Ziya vardı. Sonradan bunlara Şeyh Sait’de
katıldı.
Cihan Harbi’nden sonraki Mütareke keşmekeşi içinde Kürt Teali Cemiyeti’ne
birçok münevver doğulu Türk, sırf düşmana karşı kurulan mukavemet
teşekküllerini kuvvetlendirmek için dahil olmuşlardır. Bunlardan Sabit
Sağıroğlu gibi olanlar Türklüğün parçalanmaz bir bütün olduğuna inanıyorlardı.
Millî Mücadelenin başlaması ile de bunlar hemen Kuvay-ı Milliye’ye katıldılar.
Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti 19 Eylül 1906 tarihinde kurulmuştu. Bu
kuruluşun resmiyet kazanmadan evvelki geçmişine bakılınca şöyle bir gelişme
görüyoruz. Diyarbakır’ın Lice ilçesinden Kürdizâde Ahmet Ramiz 1900 tarihinde
Diyarbakır’da teşkil edilen Kürdistan Azmi Kavi Cemiyeti’ne intisap etmiş,
daha sonra 1904’te Mısır’a iltica etmek zorunda kalmış ve orada Kürt Terakki ve
Teavün Cemiyeti adına faaliyet göstermiştir. El Ezher Üniversitesi’nin Kürt
revakında eğitim görmüştür. Ahmet Ramiz Mısır’daki jön Türk kadrolarının arasına
da girmiş ve etkili olmuştur. Meşrutiyetin ilanından sonra Kürt Neşri Maarif
Cemiyeti’nin kurulmasından sonra bu cemiyetin İstanbul’da açtığı mektebte
müdürlük yapmıştır.
Bu dönemde Mirî Katibîzâde Cemil Bey 1908’de İstanbul’da Kürt Terekki ve
Teavün Partisi’ne girmiş "Kürdistan Gazetesi’nde M. Cemil imzasını
kullanıp mesul müdürlük yapmıştır. 1908’e gelinceye kadar İstanbul’da ve
İmparatorluğun muhtelif yerlerinde, bir kısım doğulu paşa ve Ümera’yı, Sultan
uygun vazifelerle istihdam ederek Saraya bağlılıklarını sağlıyordu.
1908’lerdeki gelişmeler bunların İstanbul’da istihdam sebeplerini ortadan
kaldırdı. Birbirine muhalif olan bu zevat 1908 yılında Kürt Terakki ve Teavün
Cemiyeti’nin kuruluşuna kadar bu yapısını devam ettirdi. İstanbul Gedikpaşa
mahallesinde kurulan bu teşkilât Bedirhaniler ile Şeyhlerin lideri durumunda
olan Seyid Abdulkadir’in anlaşmazlığı sonucu dağıldı ve hükümet bu cemiyeti
kapattı, motki’li halil hayalî ve ahmet ramiz’in gayretleri ile cemiyete bağlı
olarak faaliyet gösteren; kürdistan gazetesi, bunu çıkaran matbaa ve mahalli
lisanla eğitim veren okul da kapatıldı/286)
1908’de bütün İstanbul okullarında dersten ziyade, "adalet",
"hürriyet", "müsavat" türünden sloganlar tartışılıyordu.
Çok geçmeden İstanbul’da bu konuların görüşülmesinden vazgeçilecektir. Ancak,
doğulu gençler bu zihniyetlerle Doğu ve Güneydoğu’ya dağıldılar/287)
Diyarbakır’da faaliyet gösteren hatiplerden Hamdi Efendi Hoca, yaptığı
konuşmalarda, OsmanlI İmparatorluğu’nun batmakta olduğunu, doğu’yu kurtarmanın
imparatorluktan ayrılmakla mümkün olduğunu belirtiyordu. Diyarbakır’da Şeyh
Ahmet Şeyhî ve Gülşenî tekkeleri bu zihniyetteki kimselerin karargâhı olmuştu/288)
İstanbul’dan Diyarbakır’a gelen doğulu gençler; aralarında birlik
oluşturmamaları halinde Ermeniler’in akıbetine uğrayacakları propagandasını
yaparlarken; Zinnor Silopi İstanbul’dan asker olarak tayini bölgeye çıkarken
faaliyet zemini bulacağından çok mutlu idi. O, Hasenan ve Cıbran Hamidiye
alaylarının doğulu subayları ile ideolojik diyalog kurmayı ummakta idi. Ancak
hilâfete çok bağlı bu Hamidiye zabitlerinin Kürtçülük diye bir problemleri
yoktu. Çok geçmeden bu birlikler, Pontus çetelerine karşı devletin bütünlüğünü
korumak için cephelere koşacaklardırZ289)
Azadî Örgütü, merkezi Erzurum’da olan illegal bir kuruluştu. Bu
kuruluşun, Şeyh Sait isyanı ile doğrudan ilişkisi vardır/290) Ancak
Azadî teşkilatının Reisi olan Halit Bey, Yusuf Ziya Bey’i Şeyh Sait olayı için
harekete geçirdiği zaman örgütün parası, silahı ve kadrosu olmadığı için
zamanlama hatası yapılacak, isyanın başarısızlığı bu zamanlama hatası ile izah
edilecektir/29 Başarısızlığın bir önemli sebebi olarakta
Azadî’nin merkez şubesi olan Erzurum’daki kadro asıl potansiyelin bulunduğu
Diyarbakır şubesine haber vermeden hareketi başlatmış olmasıdır. Cıbranlı
Halit Bey Lozan antlaşması’ndan hemen sonra, Bitlisli Yusuf Bey ve arkadaşları
ile Erzurum’da merkez şubeyi kurmuştu. 1924’te deAzadî’nin Diyarbakır şubesi
kurulmuştu. Birçok kaynakta Kürt Cemiyeti olarak geçen Azadî adına; Ekrem Cemil
Paşa (Paşo)’nun ifadesine göre "Bitlisli Yusuf Ziya uzun süre Başvekillik
yapan Fethi Bey’le gizli ittifak kurmuştur. İddiaya göre Fethi Bey
batıda, Azadî kadrosu da doğuda aynı anda ihtilâl çıkaracaktır/292)
Ancak Fethi Bey’in mücadele hayatı incelendiğinde bu iddianın hayal ürünü
olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ilân olmuş Kürt Teali Cemiyeti ve O’nun uzantısı
durumunda olan Kürt İstiklâl Komitesi’nin emelleri suya düşmüştü, tngilizler’in
bölgeye duyduktan ilgi, komite mensuplarınca bilindiğinden İngilizler’le temas
imkânı ararlarken; karşılarında Türk İstihbarat örgütünü buldular/
Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrında Çarlık Rusya Gregoryen Ermeniler’in
üzerinde durunca/29*) özellikle II.Abdülhamit döneminde devletçe
doğudaki aşiretler üzerinde durulmaya başlanmıştı. Aşiret ileri gelenlerine
verilen vezirlik ve paşalık rütbeleri bunların bir kısmının şımarmalarına da
yol açacaktı. Bu dönemde, Bab-ı Ali’nin tuttuğu, bir kısım doğulu ailelerin
çocukları, muntazam tahsil gördürülmüşlerdi. Bu gençler batıdaki istiklâl
hareketleri ile temas kurma durumuna gelebilmiştir. Denilebilir ki Kürtçü
hareketin ilk şuurlu başlangıcı bu döneme tekabül eder. İlk zamanlar
İmparatorluk, aşiretlerin milis gücünden Rus ordusuna karşı faydalanabilmişti.
Birinci Cihan Harbi sonunda, Osmanlı İmparatorluğu dağılıp Ermeniler’e Doğu
Anadolu’da devlet kurma ihtimali belirince doğulu münevverler, evvelce kurulmuş
olan Kürt Teali Cemiyeti bünyesinde Kürt İstiklâl hareketi peşinde koşmaya
başladılar. Merkezi İstanbul’da bulunan cemiyet, Diyarbakır, Elazığ, Bitlis
şubelerini açtı. Van, Tunceli, Muş’ta taraftar topladı. Cemiyet Başkanlığına
Vanh Seyyit Abdülkadir, 2. başkanlığına Mustafa Zihni Paşa, Bedirhaniler’den
Emin Avni getirildi. Şeyh Sait İsyanında 75 yaşında olan(295)
Abdülkadir, İttihatçılar zamanında Ayan azası Damat Ferit kabinesinde ise,
Devlet Şurası azası idi.
Kürt İstiklâl Komitesi’nin mücadele gündemine aldığı ikinci husus, karşı
devrimle İngiliz yardımını kullanarak Vahdettin’i tekrar tahta çıkarmaktı.
İsyan doğuda sürerken Seyyid Abdulkadir’in emri ile İstanbul’daki doğulular
ayaklanacaklar harekete dinî bir veçhe verildiği için İstanbul halkının da
katılması sağlanacaktı. Asiler, silahlı Kürt kuvvetlerinin idaresinde; vilâyeti,
kolorduyu, emniyeti, basarlarken; İngilizler kendilerine top-tüfek yardımı yapacaktı.
İsyan Konya, Bursa ve İzmir’e yayılacak, doğudaki isyan da sürecek böylece
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti iki ateş arasında kalmış olacak ve İngilizler
Vahdettin’i ihtilâlle devletin başına getirecekti.
1924 yılının sonunda ve Mart 1925’te, yani isyandan
evvel Kürt İstiklâl Komitesi adına Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığı Şark
Cephesi memurlarından M. Templeto’ya Palu’lu Sadi’nin götürdüğü teklife göre; •
"a. İngilizler Kürt emirliğinin kurulmasını destekleyecekler ve
civar ülkelerden korunmasını sağlayacaklardı.
İsyan 1926 ilkbaharında başlayacak isyanm ilk hedefi
Diyarbakır olacak ve Musul hududunda İngilezler’le temas edeceklerdi.
Kürt emaretine Akdeniz’de bir çıkış noktası
verilecekti.
Emaret’in başına Seyyit Abdülkadir getirilecek ve O’nun
kuracağı kabineye müdahale edilmeyecekti.
Musul hududundaki İngilizlerle temas edildiğinde
İngilizler gerekli silah ve para yardımını yapacaklardı. Yardımın ilk taksidi
250.000 altın olacaktır. Buna göre Kürt istiklâl komitesinin birinci safhasını
tamamladığı isyanın bu safhasından sonra İngilizler’in fîii yardımı
başlayacaktır.'' 297)
Vahdettin’in saltanatçı ve hilafetçi karşı istiklâlci tavrı Cumhuriyetin
ilânından çok evvel başlamış, istiklâl Harbi kati zaferle bitirilmeden
İstanbu’da zahiri adı "İlâyi Vatan” olan "Müdafai Hukuk-u Hilâfeti
Kübrâ" adlı bir teşkilât kurulmuştu. Vahdettin kaçmaya karar verince
teşkilatın icra komitesi toplu halde Bükreş’e gitmiş, orada "Hilâfet
Kongresini akdetmişti. Kongrede oluşturulan Hilâfet Komitesi, Şeyh Sait ile
anlaşmıştı. Kürt İstiklâl Komitesi’nden İstanbul’daki Seyyid Abdülkadir’le de
mutabık kalınmıştı/298)
N.Kutlay, "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Terâkki ve İttihat Cemiyeti,
Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti, Can Veren Örgütü, Türk-Suriye İslahat Komitesi,
İttihad-ı Osmanlı Cemiyeti, İslam Arap Kulübü, Kürt Azm-ı Kavi Cemiyeti,
İstihlâs-ı Kürdistan, Kürd Neşir-i Maarif Cemiyeti, Gihandm Cemiyeti, Kürt
Teavün Kulübü, Kürdistan Muhibleri Cemiyeti, Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i
Merkeziyet Cemiyeti, Kürd Kulübü, Kürdistan Bağımsızlık Cemiyeti, hakkında
bilgi vererken/299) Tank Z.Tunaya’da Kürt Teali Cemiyeti, Kürdistan
Cemiyeti (1918), Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti (1919), Kürt Talebe idare Cemiyeti
(1919), Kürt Kadınlar Terfi Cemiyeti (1929), Kürt Millet Fırkası (1919),
isimli Kürtçü kuruluşlardan bahsetmektedir/300)
M.E. Bozarslan’ın yayınladığı "Jin Dergisi"nin 1918-1919
dönemine ait kitap da 1900’de İstanbul’da kurulan "Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti",
"Kürd Teşvuun ve Terakki Cemiyeti", "Kürd Tamim-i Maarif ve
Neşriyat Cemiyeti", "Kürd Talebe Hevi Cemiyeti", "Kürdistan
Teâli Cemiyeti", "Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti", "Kürd
Kadınlan Teali Cemiyeti", "Kürdistan Cemiyeti", "Kürd
Millet Partisi", "Dil Encümeni" isimli kuruluşlara dair bilgi
vermektedir/301)
Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti’nin faal üyelerinden Mehmet Şükrü Sekban
bu kuruluş ve faaliyetlerine dair bilgi verirken; Kürt Terakki ve Teavün
Cemiyeti’nin 1908 Osmanlı Anayasası’ndan sonra kurulduğunu, kendisinin İdare
Heyeti seçimlerinde Naim B.Baban’dan sonra en fazla reyi aldığını belirttikten
sonra; Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti’nde hiç bir üyenin Kürtler için imtiyaz
düşünmediğini fakat hepsinin altı doğu vilayetinde bir reform yapılması
hususunda mutabık olduklarını, bu reformla; muktedir ve namuslu valilerin tayin
edilmesi, birkaç ana yol inşaası, adaletin iyi uygulanması için mahkemelerin
yeniden ele alınmasından ibaret olduğunu belirtmektedir.
Balkan Harbi’nden önce kurulan "Kürt Üniversite Öğrencileri Demeği
He-Vi (Ümit)" ninse Türkiye’den ayrılmayı düşünmediğini, Kürt devletinin
lüzumuna inananların olduğunu ve bu yolda öldüklerini, kendisinin de bir Kürt
milliyetçisi olduğunu ancak Türkiye’den ayrılmayı düşünmediğini, ayrılma zihniyetini
taşımadığını vurgulayan Sekban;
"Fakat, o zamanki siyasî şartlar, ayrılma taraftan gibi hareket
etmeyi icap ettiriyordu. Müttefik Devletler temsilcileri bizim asıl düşüncemizi
anlamışlardı..." sözleriyle olayın akışını izaha çalışmıştır.
Şeyh Sait dinî hareketinden İngilizler’in, Musul meselesi, Hilâfet ve
Saltanat yanlıların iç politika konularından yararlanmak istemeleri gibi, Kürt
şovenizm veya rejiyonalizminden yana olanlar da kendi ideolojileri
doğrultusunda yararlanmak istemişlerdir. Bu üç çevrenin de Şeyh Sait olayından
evvel başlatılmış politik girişim ve icraatları vardı. Şeyh Sait olayı onlar
için, siyasî çıkartan bakımından kullanılmaya müsait bir vesile olmuştur.
Kürtçü kadrolarda izaha çalıştığımız gibi isyandan çeyrek asır evveline
varan bir faaliyet içerisinde idiler. Örgütler kuruyor, şubelerini açıyorlar ve
gerektiğinde faaliyetlerini yurt dışına taşıyarak yayın organlan çıkanyorlar,
bunların kapatılması halinde yenilerinin çıkarılmasını sağlıyorlardı.
Şeyh Sait Olayına Kürtçü bir mahiyet kazandırılmak istenmesine, dış
basında yorumlanmasında, Türkiye dışındaki çevrelerle ilişkilerinde, doğu
bölgesinden yetişen bu tür aydınların etkinlikleri oldukça fazla olmuştur.
ŞEYH SAİT AYAKLANMASINDA ROL OYNAYAN GİZLİ
ÖRGÜT: AZADI
Millî mücadelenin kesin zaferinden sonra İstanbul’daki Kürtçülük
faaliyetinde bulunan kişi ve kuruluşlar tamamen silinmişlerdi 303 Ancak 1923’te merkezi Erzurum olmak üzere yeni
bir bölücü teşkilâtlanmanın 8. Kolordu Bölgesinde kurulduğunu görüyoruz. Azadî
adını taşıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini eski Hamidiye Alayları subayları
ile Türk ordusunda görevli bazı Doğulu subaylar oluşturmaktaydı.(304)
Azadî’nin liderleri Cibran aşireti ağalarından Halit Bey’le Bitlis
beylerinden Yusuf Ziya Bey’di. Halit Bey, Abdülhamit’in Hamidiye ordusu için
kurduğu Aşiret mekteplerine devam etmişti. Bu yüzden militan liderlerin
çoğundan büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albaydı. Gördüğü eğitimden
olmalı, diğer liderlere oranla daha milliyetçiydi. Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te
büyük nüfuzu olan biriydi. TBMM’ne Bitlis Milletvekili seçilmişti. Böylece
bolca seyahat edebiliyor ve şüphe uyandırmaksızm pek çok kişiyle temas
kurabiliyordu. Cıbranh Halit Bey, Kürt Teali Cemiyeti Başkanı Abdülkadir ve
Bitlis Mebusu olarak TBMM’nde bulunan Yusuf Ziya Bey’le, Kürt meselesini
Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu.
Cemiyet için ilk hazırlıkları bir grup subay yaptı. Daha sonra Doğu
Anadolu’daki nüfuzlu şahıslar kazanılmaya çalışıldı. O sırada 1923 Meclisi
için seçimler olduğundan Ziya, seçim kampanyası görüntüsü altında bu işi
kolayca yapabiliyordu. Azadî Cemiyeti 1924 yılında ilk kongresini yaptı.
Katılanlar arasmda, Halit Bey’in akrabası olan ve Diyarbakır'ın doğusunda
yaşayan Zazalar arasmda büyük nüfuz sahibi olduğu için davet edilen Şeyh
Sait’de vardı. Şeyh, çekingen olanları Ankara hükümetinin politikasını şiddetle
eleştirerek Kürt bağımsızhğı uğruna savaşmaları gerektiğine ikna etti. Bu
kongrede iki önemli karar alındı )
Doğu Anadolu’daki bütün aşiretlerin katılacağı bir isyan
yapılacak ve bunu takiben bağımsızlık ilân edilecekti. İsyan çok titizlikle
plânlanacak ve herkes kendisinden beklenen şeyler konusunda tam bilgi almış
olacaktı. Bu uzun bir süre gerektirdiği için Mayıs 1925, isyan tarihi olarak
belirlendi.
Dış yardımın, gerekli olduğu herkesçe kabul ediliyordu.
Yardım yapması beklenen devletler arasında Suriye’deki Fransızlar, Irak’taki
İngilizler ve Ruslar düşünülüyordu. Ancak bazı aşiret reisleri ve Hamidiye
Alayı’nda görev yapan subaylar Ruslar’ı düşman bildikleri ve kendilerini
Türkler’e daha yakın hissettikleri için son ihtimali hesaba bile katmak istemiyorlardı.
Söylendiğine göre, yine Şeyh Sait bunları, Ermeniler’le aynı kaderi
paylaşmaktansa, inanmayanlardan yardım almanın daha iyi olacağına inandırdı.
Gürcistan’a bir temsilci gönderildi. Sovyetler, Kürtler’in durumunu
anladıklarını, fakat yardım edecek durumda olmadıklarını bildirdiler. Yine de
çıkacak isyanın bastırılmasında Türkler’e yardım etmeyeceklerine söz verdiler.
Daha sonra İngilizler’le temas kuruldu. İngiliz yardımının sağlanıp
sağlanmadığı belirgin değildir. Ancak Musul meseleleriyle ilgili görüşmeler
ister istemez bu isyanm İngiltere tarafmdan büyük ölçüde teşvik edildiğini
göstermektedir. İngilizler’e göre, Cibranh Halit Bey isyan başlamadan önce,
Urmiye’de Rus Başkonsolosu Savasu ile görüşmüş olumsuz cevap almıştır.
İsyanı organize eden Azadî’nin teşkilâtlanma ve destekleyicileri hakkında
tutarlı bilgi olmamakla beraber, Azadî’nin en az 18 yerde teşkilâtının
kurulduğu ve bunların çoğunluğunun önde gelen liderleri ordu ya da milis
subaylarından meydana geldiği bilinmektedir.
En çok bilinen etkili Azadî liderleri arasında şunlar vardı: Cibranh
Halit Bey (Erzurum’daki merkez şubesi başkanı), Kör Hüseyin Paşa (Haydaran
Milisleri Komutanı, Malazgirt Şube Başkanı), Hasenan’lı Halit Bey, Milis
Komutanı (Varto Şubesi Başkanı), Yusuf Ziya Bey (Bitlis Şubesi Başkanı), Cemil
Paşo ailesinden Ekrem Bey (Diyarbakır şubesi Başkanı), Seyyid Abdülkadir
Efendi (İstanbul Şubesi Başkanı).
Bu isyanın başlatılması halinde katılacakları kesin olan aşiret reisleri
listesinde ise: Hacı Musa Bey (Mutki aşireti reisi ve bir zamanlar temsilciler
Meclisi Üyesi), Gerzan’m Şeyh Selahaddin’i, Pınciran’ın Cemil Çeto’su
(Bitlis’in batısındaki dağlık bölgeden) vardı. Bunlann hepsi Azadî’nin
desteklediği "pasif direniş’e 1924 Ağustos’undan itibaren katılmışlardı.
Sözü edilen diğer etkili reisler; Milan’dan İbrahim Paşa’nın oğlu Mahmut Bey/307)
Şımakh Abdurrahman ve Süleyman Ağaların oğullandır/308)
Diğer yandan Azadî mensuplarının açık kimliklerine dair R. Olsan geniş
bilgi vermektedir/309)
Eylül 1924 tarihi itibariyle yapılan tesbitleri aktaran yazar Erzurum’dan;
Miralay Halit Bey (Örgütün Genel Başkanı, Erzurum Garnizon Komutanı ve Kars’lı
Tüccar), Kaymakam Salim Bey, Kaymakam Küçük Kâzım Bey, Miralay Küçük Ragıp
Bey, Erzurum Eşrafından Hacı Mahmut Efendi, Hacı Dursun Efendi, daha sonra
Hınıs’da Sivil Kaymakam’lık yapan Arif Bey, Abdulcafer ve kardeşi Arslan Bey,
İstanbul’dan Seyyit Abdülkadir Efendi (İstanbul Şube Başkanı), Hakim
Abdurrahim Bey, Kars’dan, Yüzbaşı Tevfik Efendi (Şube Başkanı), Beyazıd’dan
Şeyh İbrahim, Malazgirt’den, Haydaranlı Aşiretinden Kör Hüseyin Paşa (Şube
Başkanı), Varto’dan Halit Bey (Şube Başkanı ve Genel Başkan Yardımcısı,
Hasenanlı aşiretinin ve bu aşiretin meydana getirdiği Alayın Komutanı),
Hınıs’dan Rüşti Efendi (Şube Başkanı), Yüzbaşı Rüştü Efendi, Muş ve Bitlis’den,
Yusuf Ziya Bey (Milletvekili, Şube Başkanı), Binbaşı Hacı Haşan Bey (Bitlis’in
içinden), Abdurrahman Ağa (Şırnak’lı daha sonra hapis oldu), Hacı Dursun Ağa
(Muş’lu), Van’dan Molla Abdulmecit Efendi (Molla Said-i Kürdî’nin kardeşi ve
şube başkanı), Sadun Bey (Kara Hisar’lı Hossaran aşiretinin lideri), Binbaşı
Arif Bey (Samsaki aşiretinin lideri), Ali Bey (Binbaşı Arifin kardeşi),
Siirt’ten Yüzbaşı İhsan Bey (Şube Başkanı), Hacı Abdullah Efendi (Siirt’te
tüccar), Derviş Bey (Siirt’te terzi), Kaymakam Razzak Bey (Daha sonra Bilecik
Kaymakamı olarak Anadolu Hükümeti tarafından tayin olundu), Miralay Veyis Bey,
Şırnak’dan Süleyman Ağa (Şube Başkanı, Hacı Bayram aşiretinden), Cezire’den;
Hacı Dursun Efendi, Abdulvahap Efendi, Abdulmuttalip Efendi (Silopi Nahiye
Müdürü), Diyarbakır’dan, Cemil Paşa Zade Ekrem Bey (Şube Başkanı), Doktor Fuad
Bey, Abdulgani Bey, Doktor Nasim Bey, Binbaşı Mustafa Bey, Kaymakam Adnan Bey
(Diyarbakır’ın yerlilerinden etnik milliyetçi I. Suudi Alayı Komutanı),
Mardin’den Hacı Kadir Efendi, Kaymakam Hıdır Bey, Erzincan, Harput, Dersim’den,
Kangozzâde Ali Haydar (Şube Başkanı, Azadiyi aşireti ile birlikte destekledi),
Bitlis çevresinden; Hacı Musa Bey ve oğulları Cemil Çeto (Paşinar Aşireti),
Şeyh Sebahattin Mustafa Ağa (Garzon Aşireti), Ali Ağa, Mustafa Ağa, Van
yöresinden, Karavilli Bezgin Ağa (Artuşi aşireti), Ebubekir (Gezgin’in
kardeşi), İsmail Ağa (Gevden aşireti), Umar Ağa (Ömer) (Mamkuran Aşiretin’den),
İsmail Ağa Simko-(Şikok Aşiretinden), Şeyh Abdurrahim Efendi (Beşverdi
Aşireti), Salim Ağa, Yahya Ağa (Jirikon aşireti), Yakup Ağa (Eruh Aşireti),
Şımak yöresinden; Ali Han Ağa, Mustafa oğlu Abdurrahman Ağa (Hacı Bayram
aşiretinden), Şahin oğlu Süleyman Ağa, Agid Ağa, Umar (Ömer) Tumis Ağa (Batman
aşiretinin reisi), Şeyh Tahir (Batman aşireti), Mardin yöresinden;
Zongard’lardan Ramo Ağa Eyüp (Milân aşireti), İbrahim Ağa (Dokuri aşireti),
Faris Ağa, İbrahim Paşaoğlu Mahmut bey (Milli aşireti) isimlerini
zikretmektedir.
İsim benzerliği değil ise yazar Kaymakam Küçük Kâzım Bey konusunda
yanılmıştır. Zira Erzurum Belediye Başkanı ve Erzurum Kongre Üyesi olan,
Erzurum’daki Ermeni mezaliminde halkın Ermeni mezaliminden korunmasında
hizmetleri olan Kaymakam Küçük Kâzım Bey’den bu tür bir gaflet beklenemez.
Osmanlı Devleti’ndeki, ulusal hareketler, bunlara ait örgütler ve
bunların faaliyetleri eski dönemlere inmektedir. Ayn bir din ve milliyetten
olan Ermeniler’in tahrik ve teşviki İslâm ve Türk bir unsur olan Kurmançlar’ın
veya Zazalar’ın tahrik ve teşvikinden daha öncelikle olmuştur. Emperyalizmin
Ermenilerle olan dip ortaklığı da bu öncelikte etkili olmuştur. Ayaca
Ermeniler’in Osmanlı sınırları dışında Kuzey Kafkasya gibi ülkelerde toplu
meskûn oldukları da bir gerçekti. Bu çevrelerde de organize faaliyetleri
vardı. Bu faktörler mavacehesinde Ermeniler’in siyasî ve politik temaslarını
yürütecek kuruluşları çok evvelden faaliyete başlamışlar ve bilhassa
propaganda da etkili olmuşlardı. Deneyimleri vardı. Bazı önemli dış kontaklar
kurmuş ve silahlanabilmişlerdi. Ayaca uluslararası diplomasiyi etkileme
imkânlan elde etmişlerdi.
Ermeni organizasyonu yerleşim bölgeleri itibariyle Müslüman Türk’e yani
Azerbaycan’da Azeriler’e; Doğu Anadolu’da da Kürtler’e vurarak cephe açtılar.
Özellikle Doğu Anadolu’da faaliyette bulundular. Bu, dönem Hamidiye
Alaylarında görev yapan bir kısım subayların devlet yönetimi ile ihtilafa
düşmediği, Sevr’in daha sonra Kürtler’e malettiği teşvikçi pirimlerin
verilmediği, T.C.’nin millî devlet politikası izlemeye başladığı dönemdir.
Ermeniler Müslüman Türk gerçeğini bir bütün olarak kabul edip husumetini bu
toplumun ayrılık gözetmeden bütün kesimlerine uyguladığı dönemdir.
Şeyh Sait isyanının patlak vermesi aşiretler bazında devlet yönetimine
kısmi de olsa bir muhalefeti başlatmıştı. Şeyh Sait olayına ulusal muhteva
kazandırmak isteyenlerde hedeflerin ulaşamamanın tatminsizliği içindi idiler.
Bir anlamda Türk-Kürt bütünlüğü yara almıştı. Ermeniler’in emelleri için
önlerinde engel olarak gördükleri Türkler’i ve Kürtleri aynı anda hedef
seçmeleri akıllı bir politika sayılmazdı. Bu şartlarda farklı politikalar
uygulanmak, Kürt aydınlardan yararlanılmalı idi. İşte Taşnak ve onun uzantısı
olan Hoybun’un Şeyh Sait olayından yararlanmak istemesi böyle başladı.
Hoybun’un kuruluşu, Şeyh Sait olayından 2 yıl sonra olmuştur. Gerek Şeyh
Sait ayaklanmasının tesirlerinin yeni ayaklanmaların başlaması ile devam etmesi
ve gerekse Şeyh Sait olayı içerisinde yer alan bazı şahısların Hoybun’da da
yer almış olması Hoybun ile Azadî arasında bir bağın mevcudiyetini ortaya
koymaktadır. Ayaca her iki kuruluşun arkasında İngiltere’nin olduğu iddiaları
da vardır.
Hoybun’un ilk toplantısı 1927 Şubat ayı içerisinde Revandiz’deki Seyit
Taha’nın evinde yapılmıştır. Bir kısım siyasiler ile Ermeni aydınlarını, İngilizler’in
Revandiz kaymakamı Seyit Taha organize ediyordu. Perde arkasında İngilizler’in
Irak fevkâlâde komiser muavini ve Entellijans Servisi mensubu olan Edmonds
vardı. İlk toplantıyı ise İngiliz Elçiliğinden Kaptan Motfoltre plânlamıştı. Bu
toplantıya; Seyit Taha, kardeşi Mustahattin, Balık Aşireti Reisi Mehmet Ağa,
Şeyh Said’in akrabalarından Hınıslı Mehmet Emin, Menkurî aşireti reisi Sivar
Ağa ve kâtibi, İngiltere’yi temsilen Kaptan Motfoltre katıldılar. Alman
kararlara göre;
"1. İngilizler Kürtler’e para yardımı
edecekler,
Lüzum görmeleri halinde
silah da verecekler,
Nasturiler’e de Kürt
kıyafeti giydirip, silahlı harekete destek olmalan sağlanacak.
Harekete geçilmeden evvel
örgütün büyüyüp güçlenmesi beklenilecek.
Hoybun, T.Cumhuriyetine taarruzu, Şemdinan Yüksekova
bölgesinden başlatacak, Van’ı işgal edebilmeleri halinde İngiliz yardımı
yapılabilecektir."
İkinci toplantı da Seyit Taha’nın evinde Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza,
kaçak zabitlerden Kasım’ın iştiraki ile Mart 1927 tarihinde yapıldı. Toplantıda
İngilizler’in ilk toplantıya getirdiği teklifler görüşüldü. Irak’dan, İran’dan
ve Suriye’den taarruza katılacak aşiretler tesbit edildi. Aralarında Celalî
aşireti reisi Halit Bey de vardır. Cemiyetin adı olan Hoybun bu toplantıda
tesbit edildi. Hoybun’un temeli, iskeleti, Taşnaklar’dan, ruhu İngilizler’den
ve etide Kürtler’den ibaretti.
Üçüncü toplantı da Seyyit Taha’nın evinde yapıldı ve bu toplantıya da İngiliz
Kaptan Motfoltre başkanlık yaptı. Ancak Şeyh Sait’in kardeşi Ali Rıza ile
Seyyit Taha’nın arasmda ihtilâf çıktı. Şeyh Ali Rıza İran’a gidip, İran’a karşı
isyan eden Simko-İsmail’e katıldı. Simko yenilince tekrar Türkiye’ye döndü.
İngiliz Kaptan Motfoltre’in organizesi sonucu Şeyh Ali Rıza, Seyyit Taha grubu
ile tekrar birleşti.*311)
Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’nm İran’dan Irak’a daha sonra da Suriye’ye
gidip Hoybun cemiyetine girdiği konusunda Ermeni kaynaklarında da bilgi
vardır/312)
Azadî-Hoybun dayanışmasını, bu iki örgüt resmen kurulmadan evvel
mensuplannın evvelki faaliyetleri dikkate alınarak daha eski tarihlere götürmek
mümkündür. İngilizler, Kürtler’in tek başlama birşey yapamayacaklarını
düşünerek tecrübeli Taşnak liderleri ile bunları birleştirip işbirliği
yapmalarını sağladılar. Taşnaklar’ın 1890’da Hınçaklar içerisinde doğan bir
ihtilâfla sahneye çıktığı bilinmektedir.
îngilizler Ermeni emellerini kamufle etmek ve Kürtlüğe mensûbîyet şuuru
vermek istedikleri doğulu Türkler’in gururunu okşamak için, teşkilata Kürtçe
bir isim aradılar. Kürtçe denilen ağızlarda istiklâl kelimesi mevcut
olmadığından "Benlik" manasma gelen HOYBUN kelimesini aldılar. Bu
kelime Ermeni yurdu anlamına gelen HOYBUN’un benzeri idi ve Taşnaklar
tarafından eskiden beri kullanılıyordu. Bu suretle temeli Taşnak, organları
Kürt, mimarı İngiliz gizli servisi olan HOYBUN kuruldu. Irak’daki ilk
toplantısına Leon, Emirizyon, Sultanyan, Aris gibi Ermeniler’le Şeyh Sait’in
kardeşi Ali Rıza, Dr. Şükrü, Hurşit, İhsan Nuri, Mehmet Emin (Broski), Fehmi,
Abdülkerim Şalul gibi doğulu Türkler de vardı. Beyrut’da yapılan toplantıda ise
Reis olarak Ermeni Papazian seçilince Ermeniler’in emelleri anlaşıldı. Böylece
Paris’te yapılan toplantıda üzerinde durulan biri Erivan diğeri Kilikya’da
kurulacak iki Ermenistan arasında Kürtler’e verilmesi söz konusu bölge
konusunda Ermeniler’in ve İngilizler’in samimi olmadığı ortaya çıktı/313)
Abdurrahman Ghassemlou’nun Ermeniler’in Kürtler’e yanaşmasına dair yaptığı
açıklama çok gerçekçi ve önemlidir. Ehemmiyetine binaen açıklamayı bazı
bölümlerindeki fikirlere evvelce değinilmiş olmasına rağmen aynen alıyoruz.
"Kürdistan dışında yaşayan göçmenlerin
temsilcileri tarafından 1927’de tüm Kürt milliyetçi kuruluşların birleşimi
olarak Hoybun Partisi kuruldu. Bu temsilciler, feodallar, toprak ağalan ile
entellektüellerden oluşuyordu. Yine 1927’de Lübnan'ın Bihamdun kentinde parti
ilk kongresini topladı, keza kongreye Ermeni Taşnakları’nın liderlerinden biri
olan V.Papazian’da katıldı. Yönetimlerin ortak çıkartan gereği parti resmen
kurulamadı ve aktif çalışmaları çok güçsüzdü. Fakat, Türkiye’ye siyasî baskı
yapmak için Kürt sorununu kullanan emperyalist güçlerin desteğini aldı. Bu
nedenle İngiltere kendisini belli etmeden, Türk hükümetlerinin politikasına
karşı olayları Hoybun’un faaliyeti imiş gibi göstererek bir yöntem izledi. Türkiye
ile anlaşmazlıktan konusunda Fransa’da aynı yolu izledi. Taşnaklar, Hoybun’u
doğrudan etkileri altına aldılar. •
1930’da Hoybun, İhsan Nuri’nin yönetiminde Ağrı bölgesinde askerî
devrimcilerden oluşan bir teşkilâtlanmayı başardı. İran’lı yöneticiler Türk
askerlerinin İran topraklarında isyancılara karşı askeri harekât düzenlenmesi
iznini verdi, uzun ve şiddetli çarpışmalardan sonra çok önemli sayıda asker,
top ve uçak yardımıyla isyan bastırıldı. İstatistiklere göre 165 köy ve 6816 ev
harap oldu.
Taşnaksutyun Hoybun’a bu desteği neden veriyordu? En başta gelen sebep
Taşnaklar, Türkiye toprakları üzerinde hiçbir askerî harekâtı gerçekleştirecek
teşkilâtlanmaya bizzat sahip değildiler ve bu nedenle
Türkiye’ye karşı isyanda Kürt halkından yararlanıyorlardı. Böylece Taşnaklar
ezeli düşmanlıklarını Kürtler vasıtası ile uyguluyorlardı. Aynı zamanda
isyanla, Taşnaklar’a göre, Türkiye Ermenistanı kopanlabilecek, bu topraklar
Türkiye’den ayrılacaktı. Zira Taşnaklar’a göre Türkiye Kürdistanı’nın topraklan
büyük Ermenistan'ın bir parçası idi ve 1919’da Paris’te yapılan ve Ermeni
delegelerinin de katıldığı konferansta Türkiye’nin doğu vilâyetlerinin ve
Diyarbakır’ın güney bölümünün Ermenistan’a ait olması kararlaştırılmıştı. Aynı
zamanda Taşnaklar Kürt isyancıları gelecekte güçlü bir Ermenistan’ın kuruluşu
için, ele geçirilen bir fırsat olarak Türkiye’nin zayıf düşürülmesi için de
destekliyorlardı. Bağımsız Kürdistan devleti kurulursa, bu devlet, yeni ve
bağımsız büyük Ermenistan'ın yaratılması için gelecekte, Taşnaklar’ın temel
dayanağı olacaktır."
Ghassamlou bize göre şu gerçekleri dile getiriyordu. Ermeniler daha
ziyade Ortadoğu Kürtlerine değil, şuraya-buraya serpilmiş, çoğunlukla
Avrupa’daki Kürtler’e el atmışlardı. Ancak Hoybun’un bütün Kürt milliyetçi
kuruluşlarını bünyesinde topladığını kabul etmek mümkün değildir. Ayrıca
Hoybun, ilk defa bu metinde "Parti" olarak geçmektedir. Parti’nin resmen
kurulmayışına, Taşnaklar ile Kürtler’in ortak çıkarlarda anlaşamayışlan rol
oynamıştır. Parti, Ermeni ve Kürt dayanışmasının sağlanmasında gerçek çıkan
olan çevrenin yani İngiliz ve Fransız emperyalist gücünün kontrolüne girmişti
ve Hoybun Taşnaklaşmıştı. Bu hal Batının Kürtler için oynadığı koruyuculuk
rolünü azaltmıştı. Zira orada Taşnak vardı ve Taşnak’ın iradesi bu iki
emperyalist gücün elinde idi. Taşnaklar’ın Hoybun aracılığı ile Kürtler’i
desteklemelerine sebep ise Türkler’e duydukları düşmanlık yol açıyordu.
Taşnaklar’ın Türkiye toprakları üzerinde organize olma imkânları yoktu.
Taşnaklar’a göre büyük Ermenistan topraklarının büyük bir kısmında Kürtler
yaşamakta idi. Kürt isyanları ile zayıf düşürülmüş Türkiye; bir fırsatın
doğması halinde bu toprakları Ermeniler’e kaptırabilirdi. Ermeniler’le
Kürtler’in karşı karşıya gelmeleri halinde ise hayali Ermeni topraklarını
Kürtler’den kurtarmak zor değildi.
Diğer taraftan Türk-Kürt ittifakının neler sağladığını Ermeniler iyi
biliyorlardı. Bu ittifakın sağlanmaması gerektiğinin de şuurunda idiler.
Villalta’nm belirttiği gibi Ermeniler’in Doğudaki isyanını, düzenli ordunun
subaylarının yönettiği aşiret birlikleri bastırmıştı. Bu gerçeği, Richard Sim şu ifadesi ile
açıklayacaktır: "Türk subaylarının yönetimindeki aşiret birlikleri
Menşevik Gürcistan ve Taşnak Ermenileri’ni yenmişler. Doğu’daki tehdit ortadan
kalktıktan sonra Yunanistan’a karşı kazanılan savaşa da katılmışlardı"
Şeyh Sait’in, Ermeniler’in öldürülmesina karar verdikleri bölgenin etkin
insanlar listesinde ismi geçmesine, o dönemde Şeyh Sait’in Ermeni çetelerince
ortadan kaldırılmasına karar verilmiş olmasına rağmen, Şeyh Sait’e Kürtçü
hareket içinde yer arayan birtakım Marksist Kürtçü ve Ermeni çevreler
yaptıkları yayınlarda onu "Kürt Kurtuluş Hareketinin unutulmaz lideri ve
Ermeni dostu olarak göstermişlerdir." Diğer yandan Türk Marksistleri Şeyh
Sait Olayım uzun süre gerici bir hareket olarak nitelemişlerdir. Kürtçü
Marksistlerde Şeyh Sait’in ulusal lider karakteri uzun süre az taraftar
bulmuşken, giderek O’nu ve hareketini Kürt Kurtuluş hareketinde seçkin bir
yere oturtmayı kabullenmişlerdir. Hoybun dönemindeki Kürtçü-Ermeni
dayanışmasına rağmen uzun süre bu iki kesim birbirlerine karşı hasım olmuştur.
Ancak zamanla iki taraftan teorisyenler, menfaatlerinin, ittifaklarından
geçtiğine karar vermiştir. Garo Sasuni, bu dayanışmanın önemine
inananlardandır. G. Sasuni kitabının Şeyh Sait isyanı bölümünde; Mustafa
Kemal’in Kürtsüz bir Türkiye istediğini, Azadî’nin beyin takımından Cibranh
Albay Halid, Bitlis Mebusu Ali Rıza, Kemal Fevzi ve Şeyh Said Nakşibendî’nin
bu isteğe karşı organize olduklarını iddia etmekte ve Sevr Muahedesi’nden sonra
Taşnak Partisi ile Kürt Millî Komitesi’nin ortak amaçlan doğrultusunda
aralarında 1924 yılında bir anlaşma yaptıklarını ilâve etmektedir/3181
G.Sasuni, Şeyh Sait olayının karakterine koyacağı teşhise geçmeden,
olayların evveliyâtını sebepleri ve gelişme seyri ile ilgili bilgileri, İsmail
Hakkı’nın Aralık 1925’de Troşak gazetesinde yayınlanan raporundan geniş bir
biçimde aktarmaktadır/3191
G.Sasuni, Türk İstiklâl Mahkemelerinin karannda Türk Hükümetinin Şeyh
Sait olayına Kürtçü hareket teşhisi koyduğunu, bunda bir kısım Batı ülkelerini
inandırabildiğini, devrimci heraketin dünyadaki lideri SSCB ve SSCB Komünist
Partisi’nin ise, "hareket gericilerin ayaklanması" olduğu şeklinde
isyanı açıkladığını belirtiyor. Diğer yandan Turhan Aytul’un da Sovyetler’in,
Şeyh Sait İsyanına "gerici" teşhisi koyduğunu açıkladığını görüyoruz/3201
Komintern’in Mart 1925 tarihli Orak-Çekiç isimli yayınında Şeyh Sait
Olayına koyduğu "gerici teşhisi" günümüze kadar devam etmektedir/3211
G. Sasuni, kitabının Ermeni ve Kürt gençliğine düşen görevler bölümünde
yaptığı açıklamada; Ermeni-Kürtçü dayanışmasını önermektedir. Kürt Ermeni
ilişkileri ve Şeyh Sait olayında Ermeniler’in rolü konusunda Necla Basgün’ün
de incelemesi bilinmektedir/3221
Azadî-Hoybun dayanışmasının organize bağları henüz yeterince ortaya
konulamamış olmakla beraber, o dönemdeki bu iki örgütün fonksiyonel ekinlikleri
günümüze kadar gelebilmiştir. Bu dönem zarfındaki dayanışmayı inceleyen
Seferoğlu yazısının son bülümünde şu teşhisi koymaktadır:
"XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na müteveccihen faaliyet
gösteren emperyalist güçler, İmparatorluğun Afrika, Avrupa ve Asya’daki
topraklarında uydu devletler kurarken, yok etmek istedikleri Türk milleti için
sıra Anadolu’ya gelmişti. Bu maksatla ilkin gayri müslim olan Ermeniler
üzerinde oynanıldı. Bunu Müslüman Türk unsurlarından Kürtler’in ele alınması
izledi...
XX. yüzyılda artık Anadolu’da Ermeni yoktu. İstismara müsait unsur olarak
Kürtler vardı. Ancak Ermeni potansiyelden de yararlanılarak PKK oluşturulup
cepheye sürüldü. Ermeni-Kürdistan formülü buradan çıktı. Tahakkuk etmesi
halinde bu formül T.C. devletini büyük kayıplara uğratacaktı. Tahakkuk etmemesi
halinde T.C. üzerinde baskı unsuru olacaktı ve oluyordu da.(323)
Safrastian, Şeyh Sait İsyanının Ağrı cephesini anlatırken
"Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri Kürtler’in yanında yer alarak
destek verdiler. 324) demektedir. Bu teşhisi anlamak mümkün
değildir. SSCB Türkiye’yi desteklerken bu iki Sovyet Cumhuriyeti nasıl böyle
bir tutum takınmış olabilir? Aynı yazar, Ağrı isyanını Şeyh Sait isyanının
devamı olarak nitelendirmekte de bir beis görmemiştir.
Kürtçü Ermeni ittifakında yarar görenler, o dönemin basınında çıkan
birtakım haberleri vesile edip Şeyh Sait’e Ermeniler’in de arka çıktığını
belirteceklerdir. Türk hükümetinin, isyanı amacına alet etmek isteyen Asurî ve
Ermeniler’in tutumlarına dikkati çeken bildirisini, Hasretyan; "bu bildiri
isyandan sonra Kürt ve Ermeniler’in yurtdışında dayanışmalarına yol açtı"
demesine vesile olmuştur/325)
Halbuki "Kürt diye, bilinen, fakat yalnız ırk bakımından değil, din,
örf ve adetleri bakımından da Türk’ten ayrı olmayan, çahşkan, sadık, cesur
doğulu vatandaşlarımız" için 326) Taşnuksutyun Komitesi’nin
teşkilâtına gönderdiği emirde 'Türk’ü, Kürdü her yerde ve her türlü şerait
altında vur. Mürtecileri, akdinden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri
öldür, intikam al." 327) diyordu.
Ermeniler’le işbirliği konusunda doğulu direnişçiler hemfikir
değillerdir. Ermeni-Kürt işbirliğini isteyenler daha ziyade genç, fanatik ve
ırkçı kesimdir. Osmanlı’hğı ve İslâmiyeti içine sindirebilmiş doğulu kadro,
Ermeniler’le ittifaka pek istekli davranmamaktadırlar.
Şeyh Sait oğlu Ali Rıza’yı İstanbul’a Seyyit Abdulkadir’e göndermiş ve
varılan mutabakat sonrasında tekrar Hınıs’a dönen Ah Rıza doğunun hiçbir
yerinde askerî birliğin olmadığını, bu durumda her aşiretin kendi bölgesini
işgal edebileceğini ve bu bölgedeki muhtarlıklardan birer mazbata alarak
Taşnak-Hoybun Cemiyeti aracılığıyla Cemiyet-i Akvam’a gönderilmesinin
istendiğini babasına iletmiştir. Diğer yandan isyan hareketinin Diyarbakır’dan
başlaması istenmektedir. Ali Rıza T.B.M.M.’ndeki doğulu milletvekilleri ile de
görüşmüş ve iddiaya göre, onların da tasviplerini almıştır/328)
Yılmaz Akbulut’un açıklamalarına göre Şeyh Sait isyanını hazırlayan kadro
isyandan iki sene sonra kurulacak olan Hoybun’un kurucuları ile temas
halindedir. Taşnaklar’ın Hoybun’dan 25-30 yıl evvel kurulduğu biliniyor.
Ayrıca bölge muhtarları bölgelerinde askerî birlik olmadığı yolunda
mazbatayı ne sıfatla vereceklerdir? İsyanın Diyarbakır’dan başlanmasının
istenmesi Irak’taki İngiliz birliklerine olan coğrafî yakınlıktan mıdır?
Taşnak-Hoybun ile Şeyh Sait isyan kadrosunun Doğu Anadolu coğrafyasının
paylaşılması konusunda anlaşma yaptıkları ihtimali de sağlıklı değildir. Zira
Şeyh Sait "Ermeniler’le anlaşmaktansa inanmayanlar (Kemalist yönetim
kastediyor) anlaşırım" demektedir. Kâzım Karabekir’in hatıratında ise
kendisi ile birlikte Şeyh Sait’in de kafasına Ermeniler’ce ödül konulduğunu
görüyoruz. Ayrıca Cemiyet-i Akvam’ın Şeyh Sait isyanını kolaylaştırmak için
doğuda Türk birliklerinin bulunmadığını bilmek istemesi de pek sağlıklı bir
değerlendirme olmaz.
Bize göre Kürtçü hareketle ilişkili olan doğulu kadroların dinî hüviyeti
olan kesimi Ermeni-Kürt ittifakına kesinlikle karşı idi. Şeyh Sait’in malûm
açıklamasından sonra bu intihayı Said-i Nursî’nin açıklamasında da görüyoruz:
"Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurulmasından sonra, Seyyid
Abdülkadir, Emin Ali Bedirhan, Bediiüzzaman Said-i Kürdî ve Dr. Şükrü
Mehmed’den kurulu bir Kürt heyeti, Amerika’nın İstanbul’daki komiserliğine
giderek Kürdistan’ın kuruluş davasını konuşmuş ve harita üzerinde Kürdistan’ın
sınırlarını göstermiştir. Komiser onlara demiştir ki; "Bu bölgenin çoğunluğu
üzerinde Ermenistan Devleti kurulmasına karar verilmiştir". Bu sözler
üzerine Bediüzzaman Said-i Kürdî şöyle cevap vermiştir:
"Kürdistan deniz kenarında olsaydı sizin gemilerinizle belki böyle
bir kararı uygulayabilirdiniz...".
Batıklar bilindiği gibi Doğu Anadolu üzerindeki çatışan menfaatleri telif
etme kabilinden Kürtçülerle Ermeniler’i uzlaştırma gayreti içine girdiler. Bu
konuda Fransa’nın Van Konsolosu M.Zarecki’nin 11 Ocak 1915’te Dışişleri
Bakanhğı’na verdiği rapor oldukça anlamlıdır. Bir tez şeklinde yazılmış olan
bu raporda Ermeni meselesi’nin tarihçesi veriliyor ve Ermeniler’in Kürtler’e
akraba oldukları savunuluyordu. Rapor, Paris’te Kürt-Ermeni birleşik otonom
idaresinin tesisini tavsiye ediyordu/329)
Artık, 1920’lerde diğer İtilâf devletleri de aynı kanıya varmışlardı ki,
Şerif Paşa ile Bogos Nubar, Paris toplantıları öncesi bir araya geleceklerdir.
Yukarıda İngilizler’in de aynı minvalde düşündüklerini çeşitli örneklerle
vermiştik. Burada bir kere daha Paris Barış Konferansma
gidecek İngiliz heyetine verilmek üzere hazırlanmış bir muhtıradaki bazı
noktalan hatırlatmak isteriz, ilgili belgede Dışişleri uzmanlan, Ingiltere’nin
Musul’da hayatî çıkartan olduğunu, Ermeniler’e verilecek otonominin Müslümanlan
tedirgin edeceğini, bunun da Musul’da ileride hoşnutsuzluklara yol açacağını,
bu gidişin önünü almak için mutlaka aşiretlere taviz vermeleri gerektiğini
vurguluyordu.
Rawlinson, hatıralarında Kağızman’da görüştüğü aşiret liderinin ona,
Anadolu’da ne haltlar çevirmeye geldiğini ve kendilerine ait olan araziyi,
Müttefiklerin nasıl Ermeniler’e vermeye cesaret ettiğini soracaktır.
Azadî’nin isyan tarihini 1925 Mayısı olarak tesbit etmesine rağmen
gelişen olaylar plânlan altüst etmişti. Olayın başlaması ve gelişmesi gene
Musul meselesi ile ilgilidir.
7. Ordunun, önde gelen Azadî subaylarından İhsan Nuri. Rıza (Yusuf Ziya
Bey’in kardeşlerinden biri), Rasim Hurşid ve Tevfik Cemil ile birlikte Ağustos
1924’de Türk Devleti’ne karşı İngiltere’nin kışkırtması üzerine isyan eden,
Nasturiler’in isyanını bastırmak üzere görevlendirilmişti.
Nasturiler’in nüfusu Birinci Dünya Savaşı’ndan evvel Türkiye’de 40.000
kadardı. Hakkâri’nin güneyi, Hasat, Başkale, Yüksekova, Şemdinli’de
yaşıyorlardı. I.Dünya Savaşı’nda Nasturi patriği Marşimun İran’da Rus komutanı
ile anlaşarak 10 Mayıs 1915’te Osmanlı Imparatorluğu’na isyan etmişti. Osmanlı
askeri birlikleri Hamidiye Alaylarının desteği ile isyanı bastırırken Barzan
aşireti de yardımcı olmuştu. Diğer yandan İngiltere’nin Musul politikası 9 yıl
içerisinde birkaç kez değişti. 1915’te Mekke Şerifi Hüseyin ile, Musul’un
kurulacak Arap İmparatorluğuna bırakılması konusunda anlaşan İngiltere,
1916’da Sykes Picot gizli anlaşması ile Musul’un Fransızlar’a verilmesini kabul
etmişti. Ancak 1920’de Sevres Antlaşması ile Musul, kurulması öngörülen
Kürdistan’a bırakıldı. Daha sonra İngiltere Lozan’da Musul’u mandası altındaki
Irak sınırları içerisine almayı düşünüyordu. Mondros Mütarekesi imzalandıktan
sonra, İngiltere mütareke şartlarına aykırı olarak Musul’u işgal etmişti
Meselenin halli için Türkiye’yle İngiltere delegasyonu Irak sınırını belirlemek
üzere 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da toplandı. 20 eylül 1924’te ise Lozan
Konferansı’nda alınan karar gereğince meselenin çözümü Cemiyet-i Akvam’a
götürüldü.
Esasen Nasturi isyanı, öncelikle Musul Meselesi ve Türk-İran, Türk-Irak,
Türk-Rus ilişkileri itibariyle mahiyeti çok yönlülük arzeden bir yapı
arzediyordu. Yusuf Ziya, İstanbul’a gitmiş ve Türk muhalefet çevreleri ile
temasta bulunmuştu. Telgraf onun tesbitleriyle ilgili
bir raporu ihtiva etmekteydi. Ancak, kardeşi Rıza ve diğer Azadî yanlısı
subaylar Yusuf Ziya’dan şifreli olarak gelen telgrafı yanlış yorumladılar ve
genel ayaklanmanın başladığını sandılar. Ayaklanarak yanlarına çok sayıda
silah alıp dağlara çıktılar, bunları, hemen hemen tamamı Kürt-Türkleri’nden
oluşan dört bölük izledi. Umutsuz bir biçimde Doğu aşiretlerini isyana
katılmaya ikna etmeğe uğraştılar. Genel bir ayaklanma olmadığını ve kendi
durumlarının çok tehlikeli olduğunu anladıktan zaman ağır silahlan imha
ettiler ve Irak’a kaçtılar.
Bu isyan teşebbüsü misillemelere yol açtı. Türk Hükümeti tehdidin
ciddiyetini anladı, isyancıların yandaşlarım araştırırken Azadi’nin bir kolunu
buldu. Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Halit Bey ve bazı taraftarlan tutuklandılar,
isyancı Hacı Musa Bey de yakalandı ve cezaevine gönderildi. Yusuf Ziya ve Halit
daha sonra hapiste ölmüşlerdir. Aynca birçok isim listeleri ele geçirildi ve
bunun üzerine bazı yeni tutuklamalar yapıldı. Şeyh Said, bazı diğer liderler gibi
Halit Bey’in yargılanmasına tanık olarak çağrıldı. Şeyh Said kendisinin de
tutuklanacağından korktuğu için mahkemeye gitmedi.
Azadî’nin önde gelen beyinlerinden tutuklanması ile plânlarda değişiklik
yapılması gerekti. Tutuklanmalan izleyen aylarda büyük bir kargaşanın ortaya
çıktığı görülmektedir. Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey’i Bitlis hapishanesinden kurtarmak
için de bazı plânlar yapılmış, hiç biri gerçekleştirilememiştir. Başlangıçta
katılmaya söz veren pek çok aşiret reisi bu girişimin kardeş kanı dökmeye
matuf çılgın bir serüven olduğunu anlamışlar ve diğerleri ile ilişkiyi
kopartmışlardır. Devam etmek isteyenler bile kararsızdırlar ve yapılması
gereken üzerinde anlaşmadılar. Bu durumda, etkinliği o zamana kadar en yüksek
düzeye çıkan Şeyh Said’i ön plâna çıkardı. Ne istediğini bildiği sanılıyordu,
diğerlerini ikna için bir takım doğuştan imkânlara sahipti. İstismar
edebileceği büyük bir dinî şöhreti vardı Çapakçur-Palu-Lice-Hani yöresini
Hınıs'a tercih edişi hem tutuklanmadan kurtulmak hem de ayaklanmanın daha önce
plânlandığı şekilde gelişmesi için hazırlıkları koordine etmek içindi. Nesiller
boyu ailesi, bu bölgede küçük, fakir, Zazaca konuşan aşiretler arasında
itaatkâr müridler bulmuştu. Burada, sadece istedikleri ile karşılaşarak kendini
emniyette hissediyordu. Yalnızca, kasabalarda oldukça küçük jandarma
birlikleri vardı ve bunların dışında hükümetin gücü henüz zayıftı. Ayrıca
şeyhin bu yörede dolaşması, bu gibi bir çok şeyhin yıllık alışkanlığı olduğu
için, merak uyandırmayacaktı. Bu türden bir turu yaparken müridlerine
kendilerini görme, tövbe etme fırsatını verirler, maddî yardımda bulunurlar,
anlaşmazlıkları giderirler ve kişilere nasihat ederlerdi. O devirde
anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak çok önemli bir görevdi; isyanın başarılı
olması için önce aşiretler arası uyuşmazlıkların giderilmesi zorunluydu, aksi
halde, bazı aşiretlerin yalnızca, düşmanları katılıyorlar diye karşısına
geçmeleri beklenebilirdi.
Şeyh’in bölgedeki turu güvenilir kişilere, yaklaşmakta olan isyan
hakkında geniş talimat verme fırsatı da yaratmıştır. Şeyhi görmeğe diğer
liderler de gelmiş ve onunla stratejik meseleleri tartışmışlardır. Çoğunluk
çekimser olduğu halde isyanın Mart’ta başlatılması karan alınmıştır/335
Varılan anlaşmaya göre bütün aşiretler
kendi reislerinin başkanlığında isyana katılacaklardı. Yerleştikleri alanm tüm
kontrolünü ellerine alacaklar, Türk yetkilileri ve jandarmayı kovalayacaklar
ya da esir alacaklardı. Daha sonra oluşturulacak cephelerden, isyancılar
kasabalan ellerine geçirecekler ve bölgedeki aşiretleri isyanlarına katılmaya
ikna edeceklerdi. Hükümetin karşı saldırılan da yine bu cephelerde
durdurulacaktı. Gerçek askeri harekâtların yer alacağı bu cepheler, bölgede
etkinlikleri olan ve bölgedeki şartlan iyi bilen şeyhler tarafından kumanda
edileceklerdi. Buna göre:
Kuzey/Kuzeydoğu Cephesi: Melekan’h Şeyh
Abdullah'ın mutlak kumandası altındaydı. Cephenin bölümleri Çan Şeyhi
(Kiğı-Çapakçur), Hasenanlı Halid Bey (Muş, Varto), Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza
ve Mehmed Ağa, Halile Heto’nun idaresindeydi.
Harput-Elazığ Cephesi: Gökdere’li
Şeyh Şerif tarafından kumanda edilecekti.
Ergani Cephesi: Şeyh
Said’in kardeşi Abdürrahim’in sorumluluğundaydı.
Diyarbakır Cephesi’nde ise doğu yakası Hakkı
Bey’in, batı Emir Faruk’un kumandasında olacaktı (her ikisi de diğer birçok
isyancı lider gibi Zaza reisleriydi).
Silvan (Meyyafarikîn) Cephesi Şeyh Şemseddin’in
kumandasında olacaktı. Şeyh Sait, harekâtı mutlak komutan olarak yürütecekti/336)
Kişiliği hakkında bilgi verilen Şeyh Sait’in liderliğini yaptığı bu
ayaklanma, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka çok pahalıya mal olmuştur.
İsyanlarda, asi ve güvenlik güçlerinin can kaybı vermeleri doğaldır. İsyan
bölgesinin tarumar olması da doğaldır. Fakat Şeyh Sait isyanının yol açtığı
can ve mal kaybı gerçek anlamda büyük olmuştur. Açtığı sosyal yaraların kapatılması
bu millete çok pahalıya mal olmuştur. İsyan, Şeyh sait isyanı olarak kalmamış
bir seri uzantısı karakterdeki isyanla tahribat yaygınlaşmış ve yara
derinleşmiştir, hilâfetin ve şeriatın kaldırılması ile yaşanılan depresyon
atlatılmış ise de isyanın etnik ayrıcalığa vesile olması itibariyle açtığı yara
giderilememiştir.
İsyan T.C. Bütçesi’nin ilk iki yıl açık vermesine sebep olmakla kalmamış
Musul ve Kerkük petrollerinin elden çıkması ile İngiliz emperyalizmini
kapımızdan eksik etmemiş ve daha sonraları Baas ırkçılığını sürekli tehdit
olarak karşımıza dikmiştir. Sadece Irak sınırı itibariyle değil, Suriye ve
İran sının itibariyle de toprak kaybımıza yol açmıştır.
Diğer yandan isyan, Türk Parlamento hayatında çok partili döneme geçiş
sürecini uzatmıştır. Beyin gücüne fevkalâde ihtiyaç duyulan genç Türkiye
Cumhuriyeti’nde beyin israfına yol açmıştır. Büyük devletlerin uzun hayatlannda
derin acıların olması doğaldır. Bu bakımdan Şeyh Sait olayı millî
hayatımızdaki gerçek acılardan biri olarak kalacaktır.
ŞEYH SAİT AYAKLANMASININ BAŞLAMASI
Şeyh turuna Lice, Hani ve Piran’da devam etti. Her yerde kendisi ile
görüşmeye gelenlere talimatlar verdi ve özel yönetim görevleri olan kişilerle
stratejik meseleleri tartıştı. 8 Şubat’ta Piran köyünde küçük bir olay, isyanı
olgunlaşmadan hızlandırdı. Jandarmaların sıkıştırdığı bir kaç kanun kaçağı,
Şeyh’in himâyesine sığındılar. Bunların peşindeki jandarma müfrezesi,
firarilerin teslimini istedi. Bu da havanın gerginliği sebebi ile Şeyh’in
adamlarıyla jandarma arasmda karşılıklı silahlı çatışmaya sebep oldu ve jandarmalardan
en az bir tanesi öldü/337)
Hasip Koylan isyanla ilgili hazırladığı raporunda(338) Şeyh’in
Piran’a 11 Şubat günü geldiğini, aynı gün bazı asker kaçaklan ile jandarma
arasında çatışma çıktığını ve olayların patlak verdiğini yazmaktadır.
Şeyh, ayaklanma için hazırlıkların henüz tamamlanmamış olduğunu
bildiğinden durumu geçiştirmek istedi, ancak kontrol kısa zamanda elinden
çıktı. Hani’liler olayı duyunca bütün Türk yetkililerini kasabadan çıkardılar.
Ayaklanmayı durdurmak artık imkânsızdı. 14 şubat’ta Darayanı (Darahini)
isyancıların eline geçti. Burası geçici başkent ve hükümet merkezi yapıldı.
Şeyh, Modan aşiretinden Faki Hasan’ı vali tayin etti. Sonra güneye döndü ve
ilerledikçe daha fazla aşiret birliğini etrafına topladı
15 Şubat 1925’te Şeyh Sait Hafik’de başkanlık yaptığı toplantıda;
"..alınacak emirlerle din yoluna girmeleri telkin edilecek,
asilerden ölenler, şehit sayılacak, mukavemet göteren düşmanlar için Şer’an
kısas ve diyet bahis konusu olmayacak 340) kararlan alındı.
15 Şubat 1925 günü Şeyh Sait, Genç istikametinde yola çıkınca; yolda
kendisine Butyanlı, Mustanlı, Tavaslı, Silavlı aşiretlerden asiler katıldılar.
Genç’de hapishane ateşe verildi. Jandarma erlerine evlerden ateş edildi.
Çevrenin telefon irtibatı, hatlar kesilerek önlenildi.
Bingöl halkına, asilere karşı direnişe geçmemeleri haberi, Şeyh Said
tarafindan gönderilmişti. Aynca bir kısım Bingöl’lü din adamları ve azajar
ayaklanmada görevlendirilmişti. Bu bakımdan Bingöl’ün işgali asiler için zor
olmadı.
Melikanlı Şeyh Abdullah, Muş cephesinde komutan tayin edildi. Görevi
Erzurum ve Muş istikâmetinden gelecek ordu kuvvetlerini tutmaktı.
19 Şubat 1925’de Şeyh Sait’in emrindeki asiler Lice’ye hareket ettiler.
Hani bucağında asilere aşiretlerden ve din adamlarından katılanlar oldu.
Görevli devlet memurlarını tutukladılar. Kaydırılan askerî birlikler çevre
köylerin saldırısına uğruyordu. Güvenlik kuvvetleri sürekli yeni tedbirler
alıyorlardı. 19 Şubat’ta Piran ve çevresi köyleri asilerden tamamen temizlenmiş
olmasına rağmen din adına davet yapan asilere, yeni köyler iltihak ediyordu.
Şeyh Sait Lice’de iken, kendisine gelen bir haberde Şeyh Mehmet Mehdi’nin
hükümet kuvvetlerinden bir alayı Fis Ovası’nda bozarak Diyarbakır kuvvetlerini
arkadan çevirme hareketine girdi ve çok zayiat verdirdi. Süren çatışma sonunda
Şeyh Sait 26 Şubat’ta Hani’ye girdi.
Buradan sonra isyancılar Diyarbakır yönüne doğru harekete geçtiler. O
sırada birkaç bin kişiydiler ve şehirden gönderilen bir piyade taburunu kolayca
bozguna uğrattılar. Şehir henüz saldırıya uğramamıştı. Ağır silahlar olmaksızın
zaptedilmesi oldukça zordu. Şeyh Sait karargâhını Diyarbakır'ın kuzeyinde
Tala’da kurdu. Buradan kuryeler aracılığı ile diğer cepheler ile bağlantı
kuruyordu. Diyarbakır cephesine takviye istedi ve Milan’h Mahmud Bey’e haber
gönderdi. Ona, Diyarbakır’ı güneyden muhasara etmeyi emretti, ama cevap gelmedi
Mahmut Bey ayaklanmayı onaylamıyordu. Silvan yöresinden takviye geldi. İsyan
liderleri Şeyh Sait’ten gayri; Fehmi Bilal Efendi, Sadık Bey (Medrog’dan), Şeyh
İsmail, Reşit Ağa (Tercan’dan), Salih Bey (Hani’den), Sadık (Piran’dan) ve Melo
Mustafa (Lice’den) oluşuyordu ve hepsi Zaza grubu aşiretlerindendiler.
Diyarbakır’a hücum 29 Şubatta başladı., Asilerin sayısı 10.000 kadar tahmin
olunmaktadır. Hücum 2 Mart’ta başlatıldı, ancak kaim surlar ve Türk askerinin
mukavemeti sonunda asiler başarılı olamadı. İsyancı grubu, 7/8 Mart gecesi
küçük bir kuvvetle içerden sağlanan yardımla ancak şehre girmeyi başardı ise de
bunların çoğu kanlı çatışmada öldürüldü ve kurtulabilenler sur dışına
kaçtılarJ342
Diyarbakır’ı müdafaa eden Mürsel Paşa, Şeyh Sait ve yandaşlarına böylece
ilk darbeyi vurmuş oluyordu.
Bu arada, diğer cephelerde asilerin bazı başarılar elde ettiğim
görüyoruz.
Çan Şeyhleri (İbrahim, Mustafa ve Haşan) 17 .şubat’ta Çapakçur’u
aldılar, aynca Kiğı’ya ilerlediler ise de Hormek ve Lolan aşiretlerinin yardım
ettiği Türk birlikleri tarafından püskürtüldüler.
Şeyh Sait’in kardeşi Abdürrahim, 29 Şubat’ta Maden’i ve Çermik’i aldı. Bu
ikinci kasabada, Siverek yöresinden, daha önce kendi yörelerinin merkez
şehrini ele geçiren Şeyh Eyüp yönetimindeki 500 kişiyle takviye edildiler.
Beraberce, önemli bir şehir olan Ergani’ye doğru ilerlediler ve burayı aldılar.
Daha sonra, en büyük hedef olan Diyarbakır’ın kuşatmasını takviye amacı ile
güneye yöneldiler.
M.M.Van Bruinessen, a.g.e., s. 387,
Behçet Cemal, a.g.e., s. 30-32, 36; Robert Olson, ag.e., s.95-103.
Kuzeydoğu cephesinde, aynı anda, çok sayıda harekât yapıldı. Hasenanlılar
Malazgirt’l Cibranlılar Bulanık’ı ele geçirdi. Şeyh Ali Rıza koordinasyon işini
üstlendi. Asi Cıbranhlar’a karşı bir çok yerde, Hormek ve Lolanhlar karşı
koymuşlardır. Başlangıçta Varto’nun alınmasını da bu iki aşiret engellemişti.
Ancak 11 Mart’ta Varto da asilerin eline geçti
Diğer bir asi grubu 23 Şubat günü Genç ve Çapakçur’dan sonra Palu’ya
yönelmiş ve Hafik’e girip oradaki müfrezeyi esir almıştı. Birgün sonra 24 Şubat
günü çetin çatışmalardan sonra asiler Elazığ’a girdiler.
24 şubat’ta Elazığ’da asi lider Şeyh Şerif, ahaliyi toplayarak maksat ve
gayesinin, dini ve Kur’an-ı kurtarmak olduğunu. ahaliye katiyen tecavüz
niyetinde olmadığım söylüyordu. Elazığ’dan sonra Malatya’yı da ele geçirmek
isteyen asiler 25 Şubat günü şehirde tellallar bağırtarak "Malatya’ya
gidiyoruz, müslüman olan arkamızdan gelsin." şeklinde duyuruda bulunmuşlardı.
İlk tespitlere göre din propagandası öylesine etkili olmakta idi ki, halk
ayaklanmanın bastırılmasında hükümete yardıma yanaşmıyordu. Asilerin yağmaya
başlamaları üzeredir kl Elazığ halkı akimı başına almış karşılaştıkları
felâketin büyüklüğünü görmüş, asilerin karşısında cephe almıştı.
2.7. HÜKÜMETİN ALDIĞI TEDBİRLER
İsyan başladığında Başvekil Fethi Bey’di Hükümet ayaklanmanın yayılması
üzerinden 15 gün geçtikten sonra 23 ve 24 Şubat günlü iki Hükümet Tezkeresi ile
Muş, Hakkari, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siirt, Bitlis, Van, Malatya, Genç,
Ergani, Tunceli Siverek, Kiğı ve Hınıs bölgelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim
ilân edildiğini bildirdi.
Tezkerelerin Meclis’te okunmasının ardından söz alan Başvekil olayı
ayrıntılarıyla açıklayan bir konuşma yaptı:
"Muhterem arkadaşlar;
Kuvva-i devlete karşı Genç vilâyetinde bazı ussat müsellehan kıyam
etmiş oldukları için gerek mıntıka-i kıyamında ve gerekse isyan mıntıkasına
civar olan ve bu isyanın tevsii muhtemel olan mıntıkalarda Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu'nun madde-i mahsusasına tevfikan Hükümet idare-i örfiye ilân etmiş ve
meclis-i âlinizin nazarı tasdikine arzeylemiştir. Bu idare-i örfiyenin ilânını
icabettiren harekât-ı isyaniye hakkında müsade buyurursanız bir nebze hey’et-i
cümliyenize malûmat arzedeyim.
Malûm-u âlînizdir ki, geçen yaz ortalarında Nasturi harekâtı icra
edilmiş ve bu harekât esnasında bazı zabitan Ecnebi tezviratına kapılarak
hududun cenub cihetine geçmişlerdi Hiyanet-i vataniyeye işaden eden bu
harekâtın dahilde bulunan müşevvikleri hakkında elde ettiğimiz delâil ve emârân
üzerine bazı zevat Bitlis divan-ı harbinde mahkemeleri icra olunmak üzere
tevkif edilmişlerdi. Bu tevkif edilen zevat ile uzak ve yakından münasebeti
olan ve divan-ı harpçe istinabe tarikiyle şahadetine lüzum görülen Nakşibendi
şeyhlerinden Şeyh Sait namında bir zat vardır. Bu zat bundan bir müddet evvel
müridan ve avenesini beraberine alarak Genç vilâyetinde bir dolaşma harekâtı
yapmış ve uğradığı yerin bazı zevatı ile ve bilhassa hükümete muhalefeti ile
tanınmış olan anasır ile sıkı ve gizli münakaşa ve müzakereye girişmiştir. Bu
meyânda müfsit reis köyü olan Piran köyüne uğramıştır. Şeyh Said’in beraberinde
olan iki şahsın firari olduğunu fark eden jandarmaların bu firarileri derdest
etmeğe teşebbüs etmeleri üzerine Şeyh Sait jandarmalara silah istimal etmeleri
için emir vermiş ve müsadere neticesinde jandarmaları esir etmiştir.
Bu suretle kendisinin muzmiri olan harekât-ı isyaniye başlamıştır.
Yalnız isyanda harekete başlamadan evvel biri Halep’te diğeri İstanbul’da
bulunan iki oğlunun Hınıs’a vuruduna intizar etmiş ve onlarla görüştükten,
Halep’te ve İstanbul'da temas etmesi muhtemel bulunan zevattan beklediği
haberleri aldıktan sonra bu harekete başlamıştır. Piran’da vukua geldiğini
arzettiğim bu vaka Şubat’ın 13 ncü gününe tesadüf etmiştir. Vakayı izah etmekle
beraber derhal telgraf hatlarını katetmiş ve hükümete karşı isyan halinde
bulunduğunu ilân eylemiştir.
Aynı günün gecesinde Hacı Talat namında başka bir şahıs tarafından
Genç hapishanesine ve jandarma dairesine tecavüz vaki olmuş, silah istimal
edilmiş ve baskın suretinde vaki olan bu tecavüz neticesinde jandarmalarımıza
esir düşmüştür.
Çapakçur’da hatta aynı mahiyette hükümet konağına karşı bir tecavüz
olmuş ve hükümet konağı zabt olunmuştur. Bu suretle Genç, Çapakçur, Hani, Lice
ve Palu kazası da bilahare buna iştirak etmek üzere bu mahallerin teşkil
ettiği mıntıka, bir mıntıkai isyan halini almıştır. Bunun üzerine civarda
bulunan ve az bir zamanda tahriki kabil olan müfrezelerin hareketine mahallin
en büyük askeri kumandanı tarafindan emir verilmiştir. İsyan mıntıkasına bir
çok vilâyetler şamil olduğu için bu isyan mıntıkasını tedip etmek üzere
bulunan üçüncü ordu müfettişi Kâzım Paşa’ya tevdi edilmiştir. Kâzım Paşa’nın
emri ile tahrik edilen müfrezelerden birisi Hınıs boğazından geçerek Lice’ye
gitmek üzere hareket etmiş, diğerinin de Piran köyüne uğrayarak Hani üzerinden
Lice istikametine doğru yürümek emri almıştır.
Hınıs boğazından hareket eden müfreze boğazın işgal edilmiş
bulunduğunu ve hareket halinde bulunan müfrezeye ateş edilmekte olduğu ve
boğazın sed edilmiş bulunduğunu görünce müfreze boğazı sökmeğe muvaffak
olamamış ve boğazın cenubunda bir köyde ikâmete mecbur kalmıştır.
Kezalik Piran köyü üzerinde Hani tarikiyle Lice'ye hareket eden diğer
müfreze Piraniye dahil olmuş ve orada bulunan tüfek ile karşılaşılmış vaki
olan müsademe neticesinde isyanı tenkil etmiş ve firara icbar etmiştir. Andan
sonra Hani istikametine doğru hareket eyleyen keza isyanı tenkil eylemiş ve
Hani’de karargâh kurmuştur. Bu tenkil neticesinde, Hani'de ikâmet eden müfreze,
bir gece guruptan yarım saat sonra ansızın "teslim, teslim, sallı alâ
Muhammet” sedalarıyla her taraftan gelen köylülerin baskınına uğramıştır. Bu baskın
dahilinde bulunan ahali de maatteessüf iştirak etmiştir. Bunun üzerine müdafaa
eden neferlere dahilde ve hariçte ateş edilmiş ve müfreze ateş altında kalınca
ricat etmeye mecbur olmuş ve Hani'nin cenubunda bir köye kadar gelmiştir. Bu
suretle vakanın ehemmiyet ve ciddiyet peyda ettiğine ve o civarda bulunan
müfrezelerle kabil-i istifade olan kuvva-i askeriye ile itfa olunamayacak
kadar bir ehemmiyet peyda ettiğine kani olan hükümet derhal daha mühim kuvva-i
askeriyenin seferber edilerek sevkedilmesine karar vermiş ve bunun için
izabeden tedabir alınmıştır. Bu suretle seferber edilecek olan kıtaat-ı
askeriye yakın zamanda mıntıka-i isyaniyeye hareket edecek ümit ederim ki bu
isyan Hükümet-i Cumhuriyemizin sille-i tedibini vesile teşkil ettirecektir.
Efendiler, bu isyan Palu mıntıkasını elde ettikten sonrada dün Elâziz
vilâyetinin merkezine kadarda dairelerini tevsi için Elâziz Vilâyeti merkezine
hücum etmişlerdir. Orada bulunan müfrezelerimiz gece yansından öğleye kadar
devam eden şiddetli bir müsademeden şehiri kahramane ve metinane müdafaadan
sonra fakat her taraftan iltihak eden asilerin kuvvetine tahammül edemediğinden
maateessüf ve bilmecburiye kasabayı terk ederek cenuptaki İzuli köprüsüne
çekilmeye mecburiyet görmüştür.
Şimdiye kadar arzettiğfrn vakayi-i isyan harekâtının mahiyet-i
askeriyesini irae eder vekayiden ibarettir. Bu isyan hareketi ne gibi esbab
tahtında zuhur eylemiştir ve ne gibi aletlerle zavallı saf halk iğfal edilerek
Türk Cumhuriyetinin kuvva-i müsellehasına karşı kıyama sevk edilmiştir. Buna
dair hey’eti celilenize malûmat vermek için yine asiyan yedinde bulunmuş olan
bir mektuba nazaran güya Türkiye Cumhuriyeti hükümeti o havalide 800 kişinin
katline emir vermiş ve bu katlolunacak zevat arasında Şeyh Said’de bulunmakta
imiş. Bu malûmatı para mukabilinde elde etmiş ve bundan kurtulmak için zaten
muzur olan mürettep olan isyanı şimdi yapmağa mecbur olmuştur. Bu isyandan
maksadı da şeriatın temininden ibaret bulunuyormuş. Diğer bir vesikada alınan
raporlardan birinde deniliyor ki hadise Padişahlık, hilâfet, şeriata,
Abdulhamid’in oğullarından birinin saltanatını temin gibi irticakâr bir
propaganda perdesi altında Kürtçülükten ve umumî olarak kabul edilebilir. Ancak
bu umumiyet içinde fiiliyat Piran 'da vakitsizce infilâk ettiği için kuvvetsiz
bulunan Piran, Lice, Genç muhit havzasına mahsur kalmıştır. Halen Lice ve Piran
hattının az cenubu ve Genç’e kadar imtidat eden şimali arzettiğim propaganda,
lusne fiilen kapanmış gibidir. Kuvvet bulunan manatıkta ise maruz propagandanın
yalnız kavliyatı mesmudur. Fakat mütamadiyen ötede beride dolaştıkları işidilen
ve kanunen tutulamayan Kürtçü tarafından tanınmış zevat tarafindan fiiliyata
teşvik vardır. Bu rapor 17 Şubat tarihi ile gelmiştir. Bundan mada
Diyarbekir'de isyan harekâtıyle alâkadar olduğu anlaşılan bazı anasır
tarafindan 19 Şubat gününde hükümet konağı civarına ve fırka karargahı civarına
iki adet el yazısıyle yazılmış beyânnameler yapıştırılmıştır. Bu
beyannamelerde Gazi Paşa aleyhinde, ordumuz aleyhinde ve bilhassa zabitan
aleyhinde ve paşalar aleyhinde, memurin-i devlet aleyhinde bir takım kerin ve
ağza alınmayacak elfazı tahkiriye ve eracifyazılmıştır.
Diğer şayan-ı dikkat olan bir vesikada da deniliyor ki, bu da bir
vak’ada maktul düşen bir asinin üzerinde çıkan bir mektuptan ibarettir.
Kürdistan 'da bir hükümet teşkili için dolaşarak Piran’a gelmiş olan Şeyh Said
Efendinin maiyetindeki iki mahkûmun derdesti üzerine Piran vakası zuhur
eylediği ve iki seneden beri ceryan eden fikir ve sözlerin bugün tatbikatına
girişildiği Şeyh Said’in Hani’ye taarruz ve oradan Lice ve Genç’e hücum ile
Piran’a avdet ve Piran’m merkez yapılacağı aynı zamanda Bitlis, Muş,
Erzurum’da, Hınıs’da harekâta başlanacağı ve Türk memurlarının hapis ve Kürt
memurlarının şayan-ı emniyet bulunanların serbest bırakılması ve olmayanların
tevkifi ve hemen çetelerin tertibi ile etrafa çıkarılması ve zinhar ehalinin
malına, canına müdahale edilmemesi ve islâmiyetin mahvedildiği gün olduğundan
ihyay-ı dine çalışmağa cenabı haklan Şeyh Said Efendiye tavsit eylediği
yazılmaktadır.
Diğer taraftan Şeyh Said’in İzilu eşrafından Bozan Ağaya bir
beyannamesi şu mealdedir. 1300 seneden beri cenabı hakkın Peygamberi göndermeye
ve dinimizi ikmal eylediği adat münakehat, muamelât ve tehzibi ahlâk eylediği
ve asamızın bunlara ilânı harp eylediği ve bunun için ulema, müşabih ve diğer
ihvanımızın ve hanedanlarımızın bu taarruzu imha ve tahkir edecekleri ve eğer
itimat etmezsen cümlenin müfmehil olacağı yazılmaktadır.
Efendiler, Haricîye mesailin hallonulmak üzere bulunduğu şu sıralarda
dahilde zuhur eden bu isyan hareketinin esbap ve menşeini aradığımız zaman
birçok şeyler varid-i hatır olabilir. Fakat bu varid-i hatır olabilecek esbab
ve avamil-i hakikiye asıl asiler ve mürettipleri tarafından ahaliye söylenen
sözler, şimdi arzettiğim gibi bir takım oracıktan ibarettir. Söylenen sözler
şunlardır: 1300 seneden beri tekemmül eden dini İslâm mahvolmuştur. Mahvına
doğru yürünmektedir. Bunun temin-i ihyasına Cenabı Hak tarafından Şeyh Said
memur edilmiştir. Kendisine bir mehdî mehil verdiği de diğer vesaikten
anlaşılıyor. Bu suretle Şeyh Said halkı en can alacak noktasından tahrik ve
iğfal eylemiş ve bu suretle memleket dahilinde mühim bir gaile açmağa teşebbüs
etmiştir.
Efendiler, ötedenberi zavallı Türk Milletinin başına gelmiş olan
birçok felâketler daima silâhi ve aynı vesaiti istimal etmek üzere vaki
olmuştur. Bıi vakayii zikretmek için şimdiki ne benim hatıram ne de sizin
vaktiniz müsaittir. Ancak en yakın ve en şayanı dikkat olan vekayiden mesalâ
Balkan muharebesine tekaddüm eden Arnavutluk isyanından ve ondan evvelki 31
Mart vak’asından bahsedeceğim. Bu vakalarda kullanılmış olan vesait ve
tesvilâtla bugünkü harekâtı isyaniyede aynen zuhur etmediğini pisi emane
almalıyız.
Efendiler, o zamanda şeriat mahvolmuştur, din mahvolmuştur, şu zat
veya bu zat din-i mübeyyin üzerinde ey ehali ne diyorsunuz diyerek zavallı
ehaliyi vatan aleyhine hareket ettirmişlerdir.
Efendiler, gerek 31 Mart vakasının gerek Arnavutluk isyanının Türk
Milletine, Türk vatanına olan mühim darbelerden Türkiye Cumhuriyetimizi vikaye
etmek için Hükümetimiz her türlü tedbiri almağa azmeylemiştir. Hiç bir zaman
böyle manasız tesvilât ile halkm vatan ve millet aleyhine kıyamına müsaade
etmeyecek ve kıyamın müşevviklerini müsebbiblerini en ağır cezalarla memleketin
selâmeti namına tecziye ve tenkil olunacaktır. İttihaz eylediğimiz tedabir-i
askeriye yakında göre çeksiniz ki, hüsnü tesiratmı derhal gösterecektir. Fakat
tedabir-i askeriye ile tevafik olmak üzere bir takım tedabir-i siyasiye,
tedabir-i kanuniye ittihaz etmek lâzımdır. Şurasını da söylemek isterim ki
teşkilât-ı siyasiyemizin ikinci maddesi mucibince Türk Cumhuriyetinin dini,
din-i İslâm olduğuna ve bu mürettip ve müşevviklerin cümlesinin malûmu
bulunduğu halde maahaza memleket dahilinde ihtilâl çıkarmak, isyan etmek ve
Türk Milletinin öteden beri ihtiyacı olduğu huzur ve sükûnu sektedar etmek
için halkın hissiyat-ı diniyesi alet ve ittihaz edilmiştir. Badema buna
mümanaat etmek lâzımdır. Bunun için dinimiz ve mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz
ederek halkı millet, vatan ve Cumhuriyet aleyhine teşvik edenler hakkında
dhkâm-ı sediyey-i kanuniye vazeylemek lüzumu bir kere daha tezahür eylemiştir.
Bu maksada riayet etmek için hükümetimiz bugün Meclisi âlinize bir kanun
teklif edecektir. Efendiler, bundan mada gayet kuvvetli tedabir-i askeriye
alınmış ve bundan evvel hey'eti celilenize okunmuş olan tezkerede mıntıkası
irae edilmiş olan mahallerde idarey-i örfiye ilân olunduğu gibi dünden itibaren
hissedilen lüzuma binaen Malatya’da dahi idare-i örfîyenin ilânı için hükümet
hey'eti celilenize maruzatta bulunmuştur. Bu nokta-i nazardan gerek idare-i
örfîyenin tasdik buyurulmasını ve gerekse alınacak olan tedabir-i askeriye
neticesinde bittabi ihtiyar olunacak mesarifin hey’eti celilenizce kabul olunmasını
istirham eylerim.,l
Başvekil Fethi Bey’in ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Genel
Başkanı Kâzım Karabekir Paşa, partisi adına şu beyanatta bulundu:
"Hükümetimizin beyanatına nazaran bazı Şark Vilâyetleremizde
İdare-i Örfiyeyi mucib hadiseler zuhura gelmiştir. Bu mahdut mıntakanın harici
teşvikatla bazı emellere nail olmak için halkı, dini tahrik ile ihlâl
ettikleri anlaşılmıştır. Dini alet ittihaz ederek mevcudiyet-i milliyemizi
tehlikeye koyanlar her türlü lânete lâyıktır. Hükümetimizin kanunî olan
icraatiyle bizde bütün mevcudiyetimizle müzahiriz Dahilî ve haricî herhangi
bir tehlike karşısında bütün cihan bilmelidir ki bu vatanın yekvücut evlâtları
her zaman fedakârlığa amadedir.®
Muhalefetin bu demecinden sonra Meclis oy bildiği ile örfî idareyi
onayladı ve Adalet Bakanı Mahmud Esad Bey (Bozkurt)’in teklifiyle
"HIYANET-İ VATANÎYE KANUNU"na bir madde eklenmesi hakkında teklifi
görüşmeye başladı.
Oy birliği ile kabul olunan bu kanun maddesinin gerekçesi şöyleydi:
"İnsanlığı mutlu etmek için konulan ve yayılan kutsal dinler,
tarihin akışında aşın, haksız, kötü isteklerin karşılanmasına araç edilmek gibi
amaçlarla tam tersine bir akıbete düşürüldüler. Denilebilir ki, insanlık en
dayanılmaz, en kanlı hayat dönemlerini, talihin acı bir sonucu ile din
ve dinin kutsal kavramları için yapılan sataşmaların arasına yazdı.
Tarihin elleri satirli, katil ve zorba taç sahipleri, maceracılar türediler,
kötülüklerine, zorbalıklarına dinleri dayanak gösterecek kadar Tanrı
buyruklarından yararlanmak yollarını buldular. Söylenmesi çok üzücüdür ki insanlığa
mutluluk ve yükselme kılavuzu olarak Tanrı katından indirilmiş olan kutsal
dinler, kötülükler altındaki insanların kutsal haklarını kesin bir
kararlılıkla meydana çıkarma aracı olan devrimlerin amansız düşmanı olan
kötüler elinde gericilik için kullanıldı. Siyasete âlet edilmiş olan dinler
insanlık hayatındaki bundan başka sonuç vermemiştir. Yüksek esaslarına rağmen
İslâmlık da, uzun yıllar kötü ailelerin elinde, kan dökücü istibdat idarecilerinin
gerekçesi olarak gösterildi. Kurtuluş Savaşı sırasında memleketten kovulan
halifeler din emri diye, kutsal bağımsızlık savaşı yapanların öldürülmesine
fetvalar çıkardılar. Yani devrimlerimizin en zor günlerinde din, düşmanlar
yararına kullanıldı. Türk milletinin sosyal ve siyasal olgunluğunu ispatlayan
Cumhuriyetimize karşı son günlerde gerici düşünceler kötüye kullanmak
isteyenlerin, yine dinin kutsal buyruklarıyla, halktan bazılarını kandırmakta
oldukları anlaşılmıştır.
Tanrı ile vicdan arasında bir birleşme aracı olan dinler siyaset ve
bunun sonucu aşın istek aracı oldukça, kutsal temizliklerinin etkileneceğine
şüphe yoktur. Hükümetimiz Tanrı ile vicdan arasında siyasetin ve siyasal
kuruluşların aracılık yetkisi bulunmadığı kanısındadır. İslâmlık da bu görüşü
pekiştirir. Ters anlayışların zorbalığa, istibdata vardığı ve varacağı tarih
gerçekleriyle ispatlıdır. Bundan böyle dinin ve dinin kutsal kavramlarının bir
siyaset ve bunun sonucu aşın yarar ve istek aracı edilmemesi için hazırlanan
kanun ilişikte sunulmuştur:
Hazırlanan 556 sayılı kanun metni ise şöyle
idi;
"Dini ve dinin kutsal kavramlannı siyasî amaçlara esas ya da alet
etmek için demekler kurulması yasaktır. Bu tür demekleri kuranlar ya da bu
demeklere girenler vatan haini sayılırlar.
Dini yada dinin kutsal kavramlarını âlet ederek devletin şeklini
değiştirmek ve başkalaştırmak ya da devletin güvenini bozmak veya dini ya da
dinin kutsal kavramlarını âlet ederek her ne surette olursa olsun halk arasına
bozgunculuk ve ayrıcalık sokmak için gerek tek başına ve gerek toplu olarak
sözle ya da yazı ile ya da eylemli olarak, ya da nutuk söyleyerek ya da yayım
yaparak harekette bulunanlar da vatan haini sayılırlar. ’<35°)
Böylece ayaklanma bölgesinde sıkıyönetim ilân eden; sunduğu tasarıyı
kanunlaştıran Fethi Bey Hükümeti gerekli tedbirleri uygulamaya başlamıştı. Bu
arada İçişleri Bakanlığı bütün vilayetlere 25 Şubat 1925 tarihinde
"I" numaralı tebliği göndererek, isyanın mahiyeti ve alınacak
tedbirlerle ilgili gerekli duyuruyu yapmıştır:
Kürtlük cerayanının başında bulunmasından dolayı
hiyanet-i harbiye ve vataniye cürmü ile Bitlis divanı harbine celbedilmişken
firar eden ve harb-i umumî esnasında dahi Ruslarla aleyhimize teşrik-i mesai
eyleyen Hınıs’lı Şeyh Sait son günlerde hariçteki düşmanlarımızın telkinatiyle
halkın cehaletinden bilistifade mentarafillah gönderilmiş Peygamber kisvesi
altında Kürtlük ve saltanat ve hilâfet lehinde ve Cumhuriyet aleyhinde
irticakârane propaganda yapmak üzere ekserisi maznun ve mahkûmlardan ibaret
tevabiile Hınıs'tan Genç ve Palu üzerinden Ergani madeni vilayeti dahiline
girmiş ve Piran kariye sinde tevabiinden haklarında tevkif müzekkeresi olan
bazı eşhasın jandarmalarımız tarafmdan derdesti esnasında müfrezemize istimali
silahla fiilen isyan mukaddemesini göstermiştir. SevkedUen kuvvetler ve ittihaz
edilen tedabirle köy ve jandarmalarımız kurtarılmış ise de din perdesi altında
bir Kürdistan teşkiline ve Cumhuriyet aleyhine doğru giden bu harekât-ı
isyaniye Genç vilâyeti ile Diyanbekir’in Lice ve Elaziz’in Pahı kazalarına
sirayet etmiş ve ahiren Elâziz merkezinin dahi ussat tarafmdan işgal edildiği
anlaşılmıştır.
Musul ve Yunanistan mesaili dolayısıyla hariçte
aleyhimize bazı tertibat yapıldığı şu sırada, devletçe büyük bir ehemmiyetle
telâkkiye lâyık olan bu hareket-i isyaniyenin men-i sirayeti için lüzum görülen
mahallerde idare-i örfiye ilân edilmiş ve hal-i faaliyette bulunan kuwa-i
tedibiyeye ilâveten bazı kıtaaatın seferberliklerine ve irticakâr olan bu
hareket artık suret-i katiyede halle karar verilmiştir.
Vaziyetin nezaketini izah zaittir. Hudutlarda,
sahillerde fevkalâde teyakkuz gösterilmesini ve hükümet aleyhinde tahrikat-ı
mahsus olanların takip ve tarassutundan hali kalınmamasını ve şüpheli eşhasın
derhal tevkifi ve işbu hareket-i isyaniyeden dolayı fırsat bekleyen bazı
eşhasın masum ve vatanperver halkımızı iğfallerine meydan verilmemesini ve
erbab-ı üsan ile fikren ve emelen müşareket veya herhangi bir suretle olursa
olsun idare-i hazıra aleyhinde tahrik ve ifsat ile iştigal şaibesinden dolayı
tahtı zanda bulunan kimselerin vilâyet haricine veya memalik-i ecnebiyeye
azimetlerine müsade edilmemesini ve muhitinizde işbu harekât dolayısıyla yanlış
telakkiyata mahal verilmemek ve hükümetin icraat-i katiyesinden mutmain olmak
için icabı hale göre halkın tenvirini ve buna matbuat-ı mahalliyenin de
teşrikini ve bu isyanlarla alâkadar edna bir hareketten bile vekâlete derhal
malûmat rica ederim. 351
Ankara’da tedirginlik ve önlemler sürerken asiler de halka dağıttıkları
beyannameler aracılığıyla "Halife sizi bekliyor. Hilâfetsiz müslümanlık
olmaz. Hiç bir halife memleketten çıkarılmaz. Şiarınız dindir. Şeriat
isteyiniz. Şimdiki hükümet, mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar
çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor." sloganlarını yineleyerek
dat ha fazla taraftar kazanmaya gayret
ediyorlardı.
Ancak dini Alet etmelerine rağmen halkın onların ardından körükörüne
gitmediği ve hatta nefret uyandırdıkları bir gerçekti. Nitekim halk
topluluklarının Meclis’e çektikleri telgraflarda bölücü hareketler
lânetleniyordu.(3S2)
Meselâ Adana’dan gelen telgrafta şöyle deniyordu:
"Genç ve yöresinde bazı haince ayartmalarla
meydana çıkan olayı biz Adanalılar doğrudan doğruya Cumhuriyetimize,
varlığımıza yöneltilmiş bir suikast saydık. Hiç bir zaman,hiç bir
millet tarafindan dayanılamayacak derecedeki fedakârlıklarımız sonunda elde
ettiğimiz bağımsızlığımızın ve devrimimizin, en ufak bir surette ihmalini
hoşgörürlülükle geçiştirmemize imkân yoktur. Devrimimizi ve bağımsızlığımızı
tehlikeye düşürecek gerici hareketleri ve her türlü suikastı kökünden söküp
atmak için biz Adanahlar aynı fedakârlığa ve feragâta hazırız. Cumhuriyet
hükümetimizin ufak bir işareti bizi derhal istenen hedefe koşturacaktır.
Bugünkü coşkun toplantımızda verilen bu kararın, ilimizin kamuoyunu tam olarak
yansıttığı arzolunur. Belediye ve Ziraat Odası Başkanı Ali Münif, Müftü Hüsnü,
Genel Meclis Başkanı Mustafa Rifat, Baro Başkanı Sait, Çocuk Esirgeme Kurumu
Başkanı Naci, Kızılay Başkanı Muhsin, Borsa Başkanı Ziya, Gençler Birliği
Başkanı Sudi, Yeni Adana Gazetesi sahibi Ahmet Remzi, Seyha Gazetesi başyazarı
Nadir."
Cizre’den gelen telgraf da şöyle idi:
"Şeyh Said adlı hainin yardakçılarıyla Palu ve çevresinde
Hükümete karşı ayaklandığını haber aldık. Cumhuriyet Hükümetimizin her türlü
adaletli idaresine karşı yapılan bu saldırıyı nefretle karşılıyoruz ve
bunların kısa sürede bastırılıp püskürtüleceklerine kuvvetle güveniyoruz. Bu
nedenle her türlü lekeden arınmış olarak Cumhuriyet Hükümetimizin emirlerine
bağlı ve vatan hizmeti yapmaya hazır olduğumuzu arzederiz. Taban Kabilesi Reisi
Reşit, Varesizi Kabilesi Reisi Reşit, Miran Aşireti Reisi Naif, Devriye
Kabilesi Reisi Süleyman, Pışri Kabilesi Reisi İbrahim, Alevkân Kabilesi Reisi
İbrahim Haso, Serbatan Kabilesi Reisi Mehmet."
Malatya’dan gelen telgraf ise kısa ve
kesindi:
"Çevrede bölgemize hiç bir hain düşüncenin, hiç bir alçak elin
giremeyeceğinden, halk ve aşiretlerin birlik ve beraberliğinden Cumhuriyet
Hükümetimizin tamamen emin olmasını bildirir, gerekiyorsa bütün varlığımızla
ayaklananların bastırılmasına ve Hükümetin emirlerine hazır olduğumuzu halk ve
memleket adına arzederim. Behisni C.H.P. Başkanı Haşan Kemal."
Bu telgrafların Meclis’te okunduğu gün, Elazığ Kalem Reisi Binbaşı Rasim
ve Telgraf Başmemuru Sıtkı imzalarıyla da İçişleri Bakanlığına bir telgraf
gelmişti ve şöyle deniyordu:
*
"isyancılar kaçmaktadırlar. Şimdilik halkın yardım ve çabalarıyla
kasaba asilerden boşaltılmıştır. Kasabayı işgal eden isyancıların toplamı,
dağınık olarak dört yüz kişidir. Otuz kadarı çarpışmak için, Kömürhanı
çevresine çekilmiştir. Başlarındaki Şeyh Şerif, Şeyh Celâl ve Şeyh Mehmet’tir.
İsyancılar Hükümet binasını, Kolorduyu ve bütün kuruluşların binalarını
yağmalamışlardır. Amaçları çapulculuktur. Deponun işgali ile elde ettikleri
silahlarla silahlanmışlardır. Halkın cephanesi azalmıştır. Biran önce askerin
gelmesini beklemektedir. Beş on atlı hızla ileri sürülürse halkın morali
yükselecek, isyancıların bütün kuvveti püskürtülecektir. Dört gözle
bekliyoruz..."
Bu telgrafın Meclis’te okunması üzerine söz alan Ergani mebusu İhsan
Hamit Bey "Elazığ halkının bu içtenliği kuşkusuz beğenilmeye değer.
Bugün aldığımız habere göre isyancıların, göz diktikleri Diyarbakır’ın
istilâsı ihtimaline karşı da oranın şehir halkı teşkilâtlanmışlar ve gerekli
tedbirleri almışlardır. Silvan ve Arzan sınırında isyancıların ilerlemelerine
engel olan da ora halkının kuvvetleridir. Diyarbakır halkının görevini tam
olarak yapacağına güvenmenizi rica ederim. Batıya doğru yapılan istilâya rağmen,
isyancıların esas amacı Diyarbakır’ı işgal edip ilerleyerek İngilizler’le
bağlantı kurmaktır. Bundan ötürü, askerin gönderilmesine kadar çok zaman
geçeceğinden, önce uçak birliğini göndererek gereken tedbirlerin alınmasını,
halk ile askerin moralinin güçlendirilmesini rica ederim." şeklinde
görüşünü belirtmişti.
Bu arada isyancıları bucağına sokmayan Varto ilçesindeki Cıbran Aşireti
Reisi Kasım ve kardeşi İsmail Hakkı’dan Muş Mebusu İlyas Sami Bey’e gelen
telgraf da Meclis’te okundu. Telgrafta );
"Genç’in Oğuz bucağından ilçe sınırımıza geçen isyancılardan
yüzelli kadarı iki gece önce bölgemize girmişlerse de abluka tedbirimiz ve
tehdidimiz üzerine çekilmek zorunda kalmışlardır. Böyle hareketlerin
çevremizde etkili olamayacağı bildirilir." deniyordu. Doğu Vilayetleri
ile TBMM arasında bu tür yazışmalar devam etti/ '1
Başbakan Fethi Bey olayı örf-i idare tedbirleri ile kolayca bastırılacak
irticaî bir hareket olarak görmekte ve alınacak tedbirlerde aşırılığa
kaçılmaması gerektiğini düşünmekteydi. Doğu Anadolu’da bazı vilâyetlerimizde
başlayan ve günden güne genişlemek istidadını gösteren bu isyan hareketine
karşı Fethi Bey kabinesinin takip ettiği siyâseti beğenmeyerek tenkit edenler
ve daha şiddetli tedbirlerin alınmasını isteyen mebusların adedi günden güne
çoğalıyordu. İnönü taraftan olan bu grup İstiklâl Mahkemesi kurulması, inkılâp
prensiplerine aykırı neşriyât yapan gazete ve mecmuaların kapatılması, sahip
ve yazarlarının cezalandırılması gibi en sert tedbirleri alma taraftan olması,
Parti içinde büyük tartışmalann çıkmasına sebep oldu. Sonunda Meclis’e "Cumhuriyetin
en uzak tehlikelerden dahi korunması ve halkın sükûn ve rahatı namına
kendisine düşen vazifeleri ifada çok azimli ve basiretli olmasını" isteyen
bir önerge verildi ve 60 oya karşı 94 oyla kabul edildi.
Bu olayı M.Müftüoğlu şöyle izah etmektedir: "Cumhuriyet Halk
Fırkası ile Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası arasındaki mücadelenin günden
güne arttığı dönemde Fethi Okyar’ın mutedil politikası müfrit halkçılarca hoş
karşılanmıyordu. Bu hoşnutsuzluğun Halk Fırkası içinde devam ettiği günlerde
Şeyh Sait isyanı patlak verdi. 1925 yılının 5 Şubat Pazar günü başlayan bu
isyan haberi Ankara’ya ulaştığında Hükümet vak’a bölgesinde bir ay müddetle
sıkıyönetim ilân etmiş ve sıkıyönetim kararının Meclisteki müzakeresinde muhalefetin,
yani Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tasvibiyle itimat oyu alan Fethi Bey,
bu vak’adan hemen beş gün sonra Halk Fırkası grubunda şiddet taraftarı bazı
milletvekillerince pek fena hırpalanmıştır."(355)
Fethi Okyar, bu önergenin kabulünü Hükümetinin sözü edilen konularda
gerekli basiret ve azmi gösteremediğinden Parti grubunca kabul edilmesi
manasında kabul ederek Cumhurbaşkan’ı Atatürk’e istifasını verdi (356>
ve birkaç gün sonra da Paris Büyükelçiliği’ne atanarak yurtdışına gitti.
Şeyh Sait olayında hükümetin aldığı tedbirler, olayın daha ziyade adlî
vukuat boyudan ile ilgilidir. Hükümet tedbiri olarak düşünülünce, genel devlet
politikasının vüsâti çapında bir hizmetin beklenilmemesi tabi görülebilir.
Ancak Şeyh Sait olayına sadece adlî vukuat açısından bakmak, olayın sosyal,
siyasî ve kültürel cihetlerini görmemek, olayı hükümet programlan ile sınırlı
değerlendirip devlet politikası seviyesinde ele almamak gaflet olurdu.
1925’lerden sonra Doğu olayları da nazan itibar alınarak doğu sorununa;
vatandaş eşitliği ve genel yaygın eğitimle verilecek ortak kültür ile çözüm
aranılmıştı. Zamanın yaralarının kapanmasını sağlayacağı düşünülmüş,
emperyalizmin bu hassasiyeti tekrar kazımayacağı, etkili olamayacağı tahmin
edilmiş ve bütün bunlarda yanılgıya uğranmıştır. Evvelâ eğitimde ve bölgesel
ekonomik dengenin sağlanılmasında gereken noktaya varılamamıştır. Ayrıca emperyalizmin
tahrikkâr tahribini göğüsleyici, giderici ve engelleyici etkinlikler
gösterilememiştir. Devlet politikası olması gereken bir uygulama hükümet
politikası boyutlarında kalmış veya Devlet Politikası, İcracı durumunda olan
hükümet kanalı ile gerektiği gibi hayata geçirilememiştir.
İNÖNÜ HÜKÜMETİNİN KURULMASI, TAKRİR İ SÜKUN
KANUNU
Yeni kabinenin teşkiline 3 Mart 1925 günü Halk Partisi Genel Başkanı
Vekili ve Malatya Milletvekili İsmet İnönü memur edildi. Yeni kabinede
Başbakan İsmet İnönü, Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş, İçişleri Bakanı
Cemil Bey Uybadın, Bayındırlık Bakanı Süleyman Sırrı, Maliye Bakanı Haşan
Saka, Ticaret Bakanı Ali Cenani, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Tarım
Bakanı Sabri Toprak, Milli Savunma Bakanı Recep Peker, Deniz Bakanı İhsan
Eryavuz, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanı Dr. Refik Saydam idi.
Mart günü söz alan Başbakan İsmet Paşa; "herşeyden
evvel hâdisat-ı ahirenin (Şeyh Sait İsyanı kasdolunuyor) sür’at ve şiddetli
iffası ve memleketin maddî ve manevî ifsattan vikayesi umumî huzur ve sükûnun
ve herhalde devlet nüfuzunun te’yit ve tarsini için, sert, müessir
tedabir-i mahsusa ittihazım iltizam ediyoruz."
Yeni kabine öncelikle isyanı bastırmak için tasarladığı tedbirleri işleme
koyma yoluna gitti ve bunları "İçişleri programı" olarak teklif etti.
Buna göre şu tedbirler alınacaktı:
Örfî idare ilân olunan bölgelerdeki suçlar için bir
İstiklâl Mahkemesi teşkil edilecektir. Örfi idare bölgesi dışında kalan
memleket parçalarında işlenen siyasî ve asayiş suçlarına bakmak üzere de
Ankara’da ayrıca ikinci bir İstiklal Mahkemesi kurulacaktır. İsyan bölgesindeki
İstiklâl Mahkemesinin idam kararlan derhal Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin idam
kararlan ise Meclisin tasdikinden sonra yerine getirilecektir.
İç Politika durumu ile ilgili bütün teşkilât, tesisat
ve neşriyat, hükümetin isteği ve Cumhurbaşkanı’nın tasdiki ile
menedilebilecektir. Bu gibi yayınlarda bulunan gazeteler kapatılabilecek ve
bunların sahip ve yazarlan Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde muhakeme edilecektir.
İstiklâl Mahkemeleri, doğuda İsyan, Ankara ve İzmir’de ise rejim düşmanlanyla
uğraşaçaktır.
Yeni hükümetin isyanı bastırma programı yürürlüğe konmasını, Meclis’ten
güven oyu isteminde bulunması takip etti. Meclis yeni kabineye 23 muhalif ve 2
çekimser oya karşı 155 oyla güvenini bildirdikten sonra, Başbakan ve hükümetin
teklif ettiği "Takrlr-i Sükûn Kanunu" tasarısını
görüşmeyebaşladı.
4 Mart 1925’te Meclis’te görüşülen Takrir-i Sükûn Kanunu süratli
bir şekilde kabul olundu. Teklif edilen Kanun tasarısı üç maddeden
ibaretti. Kanunun birinci maddesinde: "İrtica ve isyanla memleketin
İçtimaî nizamını, huzur ve sükûnu, emniyet ve asayişini ihlâle bais bütün
teşkilât, tahrikât, teşvikât, teşebbüsat ve neşriyatı Hükümet, Reis-i Cumhurün
tasdiki ile re’sen ve idareten men’e mezundur." İkinci Maddesinde: "İşbu
Kanun neşir tarihinden itibaren iki sene müddetle yürürlükte bulunacaktır,
Üçüncü maddesinde ise: "İşbu
kanunun tatbikine İcra Vekilleri Heyeti memurdur." ifadeleri yer
almaktaydı.
Muhalefet, Kanunun kabulünü siyasî durumlarıyla ilgili olarak karşı
çıkmışlar ve eleştirmişlerdir. Bununla beraber görüşmelerin bitmesinden sonra
oylanan kanun 22’ye karşı 122 kabul oyuyla kabul edildi. Kanunun kabulünden
sonra yeni bir hükümet tezkeresi daha okundu. Buna göre askerî harekât
mıntıkasında ve Ankara’da birer İstiklâl Mahkemesi kurulması teklif olunuyordu.
Bunlardan birincisi askerî harekât bölgesinde olacak ve vereceği idam cezaları
"durumun aceleliği ve özelliğine" dayanılarak Meclisçe tasdik
edilmeden uygulanacaktı. İkincisi ise Ankara’da kurulacak ve yargı alanı askerî
harekât mıntıkası haricinde kalan vilâyetler olacaktı. Hükümetin bu teklifi,
Meclisi protesto ederek terk eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mebusları
dışında kalan mebusların oylarıyla kabul olundu. 7 Mart 1925 tarihinde de
İstiklâl Mahkemeleri’nin Başkan, Savcı ve üyelerinin seçimi yapıldı. Şark
İstiklâl Mahkemesi Başkanlığına Mazhar Müfit Bey (Kansu), Savcılığına Süreyya
Bey (Örge Evren), üyeliklerine ise Ali Saip Bey (Ursavaş), Avni Bey (Doğan) ve
Müfit Bey getirildi.
TENKİL HAREKÂTI VE ASİLERİN SONU
Bu zamana kadar harekât isyan sahasında mevcut zayıf kuvvetlerle ve
yalnız isyanın genişlemesine mani olmak maksadıyla ve adeta müdafaa
mahiyetinde yapılırken, seferber edilen birliklerimizin bölgeye ulaşmasından
itibaren esaslı tedip ve tenkil hareketinin başlamış olduğu tebliğlerden
anlaşılmaktadır.
Ordu, kat’î tenkil harekâtına başlamadan önce Genelkurmay Başkanlığından
Erzurum, Erzincan, Ergani, Dersim (Tunceli), Malatya,Urfa, Siverek, Mardin,
Diyarbakır, Van, Siirt, Bitlis, Muş ve Genç vilâyetlerine ve bu havalideki
bütün askerî komutanlıklara bir beyannâme yazıldığı, Genelkurmay Başkanlığının
9.3.341 (1935) tarih ve 1262 saydı yazısında bildirilmiştir. Beyannâme şöyle
idi.
"Harekât ordumuz hazırlığını ikmal etmiştir. Birkaç güne kadar
harekâtı tedibiyeye başlanması mukarrerdir. Tedîbiyat gayet seri ve şedit
olacaktır. Harekât-ı tedîbiye yalnız asiler üzerine tevcih edilecek ve
Hükümet-i Cumhuriye’ye isyan etmiş olanlara şedit darbeler indirilecektir. Kiğı
ehalisi gibi Cumhuriyet'e sadakatlarını ve asilere muhalefetlerini fiilen izhar
ve ispat edecek olan masum halkın bu şedit darbelerinden masun kalması
matluptur.
Bu sebeple isyana fiilen muhalif olan köylerin derhal en yakın mülkî
veya askeri cumhuriyet memurlarına müracaat ederek isyanla alâkadar
olmadıklarını ve gönüllü hizmete hazır olduklarını bildirmeleri lâzımdır.
Düşman parası ile satın alınmış isyan rüesasının teşvik ve ifsatlarına
bilmeyerek kapılmış olan köyler ahalisi dahi müşvik ve müfsit üssat rüesasını
derdest ve Cumhuriyet Hükümetine teslim ettiği halde bu gibi kandırılmış
köyler halkı dahi kendilerini kurtarmış olurlar. Umumun mâlâmu olduğu üzere
işbu beyannâme mülkî ve askeri bil'umum Hükümeti Cumhuriye memurları tarafindan
mıntıkaları dahilindeki en küçük köylere kadar ve her vasıtaya müracaatla
derhal neşir ve ilân edilecektir. Keyfiyetten en uzak köylerin de haberdar
olabilmesi için üç gün mühlet verilmiştir. Ordunun kati harekâta başlamasından
evvel asi ve masum mıntıkaların iyice anlaşılması için işbu beyannâmenin iblağ
olunduğu mahaller ve cumhuriyete irtibat ve sadakatlarını fiilen bildiren
köyler serian Erkan-ı Harbiye-i Umumiyeye bildirilecektir.
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi
Müşir, Fevzi"
Tenkil harekâtına başlanacağı günlerde 3’ncü Ordu Müfettişliği bölgesindeki
birliklerin durumu şöyle idi: 3’ncü Ordu Müfetişliği Karargâhı ile 7’nci
Kolordu Karargâhı Diyarbakır’da idi. 2’nci Tümen Karargâhı ile 18’nci alay
Siirt’te idi. Bitlis’te l’nci Alay, Midyat’ta 6’ncı Alay vardı. 17’nci Tümen
Karargâhı, 36. Alay, 63. Alay ve 62. Alay Cizre’de idi. I. Süvari Tümen
Karargâhı, 11 .Süvari Alayı, 14. Süvari Alayı, 21. Süvari Alayı Mardin’de idi.
14. Süvari Tümeni Karargâhı Viranşehir’de, 3. Süvari Alayı Nusaybin’de, 5.
Süvari Alayı Derik’te, 28. Alay Van’da, 25. Alay Çemişkezek’te idiler. Daha
sonra ayaklanmanın bastırılması anında uçaklar ve kuzeydeki birliklerin
bölgeye kaydırılması ile bu kuvvetlerde göreve katılacaklardır/361
24 Mart 1925’te başlayan tenkil hareketi, 15 Nisan 1925 tarihine kadar
sürdü. 13 Şubat’ta başlayan olaylar 63 gün sonra sona ermesine rağmen, Şeyh
Sait ve kurmaylarının ele geçmesinden sonra harekât bir ay kadar daha devam
etmiştir.
Büyük ölçüde Türk kuvvetlerinin Doğu İllerine gönderilmesi Fransızlar’m,
birliklerin taşınması için Bağdat Demiıyolu’nun kullanılmasına izin
vermeleriyle gerçekleştirildi. Türk Kuvvetleri isyancılara karşı harekete
geçtiler. Türk Hava Kuvvetleri isyancıları sürekli olarak bombaladı. Mustafa
Kemal Paşa, diğer doğulu aşiret reislerine Türk Kuvvetlerine katılma ve isyanı
bastırmada yardımcı olma emrini verdi. Gerçekte bazı aşiretler Diyarbakır
cephesine gittiler.
Türk Kuvvetleri Diyarbakır’a yaklaştıkları zaman isyancılar 27 Mart’ta
kuşatmayı kaldırdılar ve ovayı terk ederek kuzey doğudaki dağlara çekildiler.
Türk birlikleri isyan bölgesini tamamen kuşattı. Böylece asilerin başka
yerlere kaçmalarına engel olundu. Çember yavaş şavaş sıkıştırıldı ve böylece
asiler kitle halinde Çapakçur-Genç-Lice alanına sürüldü. 3-8 Nisan tarihlerinde
yapılan çarpışmada asilere ağır kayıplar verdirildi/362) Asilerin
pek çoğu öldürüldü, yaralandı ya da tutuklandı.
14 Nisan’da Şeyh Said, çemberi daha önce yarmayı başaran bir grup yakın
arkadaşı ile birlikte, İran’a giderken Muş’un kuzeyinde Murad Nehri geçişinde
yakalandı. Şeyh Said’in yakalanmasını muhalifi Cibran Reisi Kâzım Bey’in
sağlamış olduğu iddiaları yaygındır.
Şeyh Said’in teslim oluşunu ilk olarak seyyar jandarma kumandanı Haydar
imzasıyla, 15.4.341 ve 2/798 saydı şifre ile Umum Jandarma Kumandanlığına
bildirilmiştir:
"Genç şimalinde sıkıştırılmış olan Şeyh Said ve diğer rüesa-yı
üssat şarka doğru kaçmak isterken Varto cenubunda Abdurahman Paşa Köprüsü
civarında kıtaatımız tarafmdan ihata edilerek derdest ve Varto’ya sevk
edilmiştir.
Esir edilen üssattan mühimleri şunlardır
Şeyh Sait, Şeyh Abdullah, Şeyh Ali, Şeyh Galip, Cıbranlılar’dan Mehmet
ve Timur Ağalar ve Kargapazarlı Reşit Ağa ve daha 25 şahıstır.
Şeyh Said’in üzerinde Harekâtı İslâmiyeye ait mühim evrak ve vesaik ve
heybesinde külliyetli miktarda altın para bulunmuştur."
icra vekilleri Hey’etinin 31.5.1925 tarihli toplantısında seferberliğin
ilgasiyle askerlerin peyderpey terhisleri ile ilgili beyannâme Reisi Cumhur
Hazretlerinin imzalarıyla neşir ve ilân olunmuştur. Adı geçen beyannâme
şöyledir:
Erkânı Harbiye-i Umumiyenin iş’arına nazaran son irticai tenkil etmek
için silah altına celbedilmiş seferber evlâd-ı vatanın terhisleri zamanı
gelmiştir. Bir taraftan şarktaki kıtaatımızın hazerî kadrolarını ikmal için
tedabir alınacak ve diğer taraftan seferber askerleri tedricen ve müteakiben
terhis olunacaktır.
Cumhuriyetin Erkânı Harbiye-i Umumiyesi ve Müdafaayı Milliye Vekâleti
tarafından ittihaz olunmakta bulunan tedabirin hey’eti umumiyesi seferberliğin
ilgasiyle beraber kuvayı devletin muhafaza-i risanet ve şevketini ve münferit
ve müteferri hareketi takibiyenin intacını müemmen bulundurduğu anlaşılmıştır.
Kezalik Büyük Millet Meclisi’nin verdiği mezuniyet ve selâh'ryetlerle
İstiklâl Mahkemelerinin ve Divanı Harblerin anasın irtica ve isyanı mahkemeye
devam etmeleri tabiidir. Cumhuriyeti müdafaa için düşman üzerine koşan
kahraman ve şeci ordumuzun seferber askerlerini daima kıtaatını ve cesur ve
mücerrep zabitan ve kumanda hey’etlerini muhabbet ve memnuniyetle tebrik ederim.
Bu esnada ordumuzu ehliyet ve muvaffakiyetle tevcih ve sevk ve idare etmiş olan
Erkân-ı Harbiye-i Umumiyemize ve onun muhterem reisi Müşir Fevzi Paşa
Hazretlerine itimat ve şükranımızı muvacehey-i millette tekrar ifade ve ilân
etmek isterim.
Türkler, Cumhuriyetin muhafazasına, vatanın inkişafına ve milletin
temeddün ve teali yolunda mesaisine mani olmak isteyeceklerin mahkûm oldukları
nekbet ve hüsranı kati olarak ispat etmişlerdir. Muhakkaktır ki, milletimiz
takip ettiği necat ve mesai yolunda ilerlemekten başka bir hal kabul edemez.
Aziz yuvalarına avdet etmeye başlayan evlatlarınıza karşı milletimizin
beslediği muhabbet ve şükrana tercüman olurken bir hakikati bütün
vatandaşlarıma tekrar etmeyi vazifemden addederim.
Vatanın dahilî ve haricî herhangi bir tehlikeden en az fedakarlıkla en
az zamanda kurtulması için yegâne çare herhangi bir seferberlik davetine her
vatandaşın derhal ve bir an gaybetmeksizin icabet etmesidir. Nasıl bu son
defaki tenkil harekâtının birinci deredecede sim muvafaakiyeti vatandaşların
gösterdiği bu idrak ve tehalük oldu ise Cumhuriyetin maruz kalabileceği
herhangi bir ihtimalde deyine birinci muvaffakiyet amili seferberlik davetine
derhal ve bir an gaybetmeksizin icabet etmek olacaktır.
Vatandaşlarım, Türk vatanının inkişafı; temamiyeti ve her tehlikeden
masuniyeti bir seferberlik davetine derhal icabet etmektir. Bu düsturu
yetişmişlerimizin ve yetişecek evlatlarımızın daima hatırasında
bulundurmalıyız
Türk vatanperverliğinin birinci farikası vatan müdafaası daveti
karşısında her işi bırakarak silah altına koşmaktır. Cumhuriyeti müdafaa etmiş
olmanın verdiği haklı şeref ve gurur histeriyle yuvalarına avdet etmeye
başlayan evlatlarımızı muhabbet ve minnetle tekrar selamkmmS
Diyarbakır’daki Doğu İstiklâl Mahkemesi’nde 14 Mayıs’dan 23 Mayıs 1925’e
kadar devam eden yargılamada:
Seyit Abdülkadir, Seyit Mehmet, Kemal Feyzi, Kör Sadi, Hoca Askerî, Av.
Hacı Ahdî’nin idamına karar verildi/ )
26 Mayıs 1925’te başlayıp 27 Haziran 1925’e kadar devam eden yargılama
sonucu Şeyh Sait, Şeyh Abdullah, Kâmil Bey, Bababey, Şeyh Şerif, Fakih Haşan,
Hacı Sadık Bey, Şeyh İbrahim, Şeyh Ali, Şeyh Celâl, Şeyh Haşan, Mehmet Bey,
Hanili Salih Bey, Madenli Kadri Bey, Şeyh Şemsettin, Genç Tahrirat Kâtibi
Tahir, Bucak Müdürü Tayyip ve avanesinden 29 kişinin idamına karar verildi.
Doğu İstiklâl Mahkemesi’nin karan 29 Haziran sabahı infaz edilerek, 47
asi lider idam olundu.
ŞEYH SAİT
AYAKLANMASININ KARAKTERİ
Şeyh Sait isyanı, hakkında çeşitli araştırmaların yapılmış olmasına
rağmen, günümüzde halen tartışma konusu yapılan yakın tarihimizin önemli
olaylarından birisidir. İsyanın karakterlerinin belirlenmesinde yerli ve
yabancı yorumlar ile olayla ilgili belgeler tezimize ışık tutacaktır.
İSYANDA İNGİLTERE FAKTÖRÜ VE MUSUL
MESELESİ
Bu konuda çeşitli iddialar ortaya atılmışsa da İngiltere’nin isyandaki
yeri hakkında belgelere dayalı kesin bilgiler ortaya konulamamaktadır.
Konuyla ilgili olarak Berthe Georges-Gaulis düşüncelerini şöyle
belirtmektedir:
"İngilizler Asya'da çevirdikleri dolaplar için en çok yararlı
olabilecek kimseleri, bir insan deposu olan Anadolu’nun diğer bölgesinden
sağladılar. İngilizler de milliyetçiler de en iyi ve en savaşçı askerlerini
burada buldular.
1919yılında "Times’' Gazetesi’nin Anadolu muhabiri Doğu’da
Kürtler, Batı’da Yunanlılar diye yazıyor ve şöyle devam ediyordu: İşte İngiliz
Emperyalist Parti Hükümetinin, Türkiye’yi İngiliz egemenliğini kabul edinceye
kadar sıkmakta olduğu kıskancın iki ucu.
Savaşta Kürtler, Türk subaylar ile anlaşamadıktan için Orduyu terk
edip köylere dönmüşlerdi. 1915’ten beri de tek bir süvari bile orduya
katılmamıştı. Bununla beraber Türkler’in canını sıkan bu olay, Ruslar’m
ilerlemesi ve onu izleyen tahriplerle dengelenmiş oldu. 1917 yılında ise Bağdat
düştü. Kürt sorunuda İngilizler’in dikkatini çektiğinden, bunlarla temas kurdular.
Aralık ayında İngilizler buralara geldiler... İngiliz askerî ve siyasî
faaliyeti, burada bozguna uğradı ve bu ciddi durumun Asya müslümanlan üzerinde
büyük yankılan oldu. Türklerle mütareke imzaladıktan sonra İngilizler buna bir
cevap olarak Musul’u işgal ettiler, t369)
B.George-Gaulis’in açıklamalarından İngilizler’in batıdan Yunanhlar’ı
kullanmış oldukları gibi maksatları doğrultusunda da doğudan aşiretlerimizi
kullandıklarını anlıyoruz. İngiliz dolaplarından biri olarak sahnelenen
ayaklanmanın bir safhası da Musul probleminin çıkarılışıdır. Buna göre olayın
karakterinde İngiliz çıkarları ve tahriki saklıdır
Metin Toker eserinde; "Çankaya ’da iki eski asker ve yeni devlet
adamı, olayın askerî safhasından ziyade maliyeti üzerinde durdular. Doğu’da
İngilizler’in teşvikiyle bir Kürt hareketinin hazırlanmakta olduğundan
Hükümetin haberi vardı. Birçok plân ele geçirilmişti., demekte
ve ancak İngiliz kışkırtmalarıyla ilgili fazla bilgi vermemektedir.
Tercüman Gazetesi’nde Erol Şadi’nin yayınladığı "Rauf Orbay’ın
Hatıraları" isimli seri yazıda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
anlatılırken Şeyh Sait olayının karakterini tayin edici bilgiler arasında
şunlar vardır;
"Fethi Bey, Meclis’teyaptığı konuşmada, isyan hadisesi Doğu
havalisinin bir kısmında münhasır iken, siyasî bir maksatla, İstanbul’da da
örfi idare ilânı muvafık olamaz; demişti Hükümet böyle bir sorumluluğu hiç bir
veçhile kabul edemeyeceği gibi, kendisinden sonra gelecek kabineye de, bazı
arkadaşların arzu ettikleri veçhile İstanbul'da örfi idare ilânını tavsiye
edemez. Durumun bu şekli alışı üzerine Fethi Bey, Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası yöneticileriyle temas etmek lüzumunu duymuştur.
Kâzım Karabekir Paşa, Rauf ve Adnan (Adrvar) Beylerle yapılan
toplantıda, Rauf Bey’in ifadesine göre, Başvekil; Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’nın programındaki dinî itikatlara hürmetkâr maddesinin, Şeyh Sait
ayaklanmasını tahrik ettiği bahanesiyle, fırkayı kendi elimizle dağıtmamız
istendiğini, tebliğe memur edilmiş olduğunu söylemiştir. Teklif, tepki ile
karşılanmıştır. Kâzım Karabekir Paşa, Teklifinizi kabul etmekte mazuruz",
demiş ve şöyle devam etmiştir: Çünkü Fırkamızı kanunî şartlara tamamıyle
riayet ederek kurduk Bu bizim elimizde olan bir şeydi Lâkin bunu fesh etmek
bizim elimizde olan bir şey değildir Hükümet olarak bütün kuvvet ve kudret
sîzdedir. Fırkamızı mutlaka ortadan kaldırmak istiyorsanız, bunu yapmak
elinizdedir.'
İsyanın karakterine teşhis konulurken ise şu açıklama yapılmaktadır:
"Olay, Türkiye Cumhuriyeti’nde devrimlere tepki olarak başlayan
bir harekettir. Şeyh Sait ayaklanması, halkın "din elden gidiyor"
kandırmacası ile kışkırtılmasıydı. Gerçekte ise Şeyh Sait’in müstakil bir
devlet kurma gayesini taşıdığı anlaşılmaktadır. Sonradan elde edilen belgeler
ile ayaklananların üzerinde bulunan yabancı silah ve askerî malzeme, dışardan
yardım alındığını, hareketin İngiliz Hükümeti’nin kışkırtması ve malzeme
sağlaması sayesinde gerçekleştiğini ortaya koymuştur.
Boris Temkof ise isyanın İngilizler tarafından desteklenmesine rağmen,
isyancı askerler ve kullandıkları silahlar Hamidiye Alaylarından kalma idi 374
, demektedir.
Rauf Orbay’a göre, ayaklanma Doğu halkının önemli bir kesiminin desteğini
kazanamamıştır. İsyanla partinin ilişkisi kabul edilemez. Parti programında
yer alan "Dini itikatlara hürmetkârdır." ifadesi bölücü faaliyeti,
dini alet eden ayaklanmayı, destekledikleri anlamına gelmemelidir.
Bu seri yazı R.Orbay’ın kaleminden çıkmış haliyle değil
"inceleme" tarzıyla yayımlandığından, bizim işaret edeceğimiz husus
genel açıklamalara yönelik olacaktır.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, inkılâpların savunuculuğunu üstlenmiş
Halk Fırkasına rağmen, "Dinî itikatlara hürmetkâr olduğunu",
programına almaya lüzum görmüştür. Bu özelliği ile Halk Fırkası’nın daha
sağında daha muhafazakârdır. Şeyh Sait ayaklanması ise Halk Fırkası’nın
icraatına tepki olarak doğmuş dinî karakterli bir olaydır. Bu noktada organik
bağ olmasa dahi, temâlan itibariyle hassasiyet arzeden bir ortak yön vardır.
"Türkiye’yi Titreten Yıllar" isimli seri yazısında Turhan
Aytul, ayaklanmanın T.B.M.M. safhasına dair geniş bilgi verirken olayın
karakterini belirleyici açıklamalar da yapmaktadır. Bunlardan bazdan:
"Hükümeti devirip halifeyi getirmek, isteyen gizli örgütün başı
Şeyh Abdülkadir, Abdülhamid'in gözde adamıydı. Abdülhamid ona Caddebostan’da
yalı hediye etmişti. O da, 1925’lerde Abdülhamid’in oğlu Selim Efendi’yi tahta
geçirmek istiyordu.
İngiliz Askeri Ataşesi’nin 4 Mart tarihli raporuna atfen 25 Şubat sabahı
Bakanlar Kurulu toplanarak durumu görüştü. Toplantıdan sonra İçişleri Bakanı
Cemil şu demeci verdi -Komplocuların Mart sonunda başlatmayı düşündükleri
hareket Şeyh Sait tarafından daha önce başlatılmıştır. Ayaklanma gerici bir
nitelik taşımaktadır ve Abdülhamit’in oğlu Selim tarafından desteklenmektedir.
Ayaklanmalar, Ankara Hükümeti’nin dinsizliği körüklediğini, Halifeyi kovduğu ve
kadınları fuhuşa özendirdiğini öne sürmektedir. Şeriatı geri getirmeyi
amaçlayan isyancdar halk kesimini de bu propaganda ile kandırmışlardır." Tanin ve Tevhid gazetelerinin, İngiliz
uçaklarının Şeyh Sait’in bildirilerini attıklannı yazması üzerine, İngiliz
Büyükelçisi Lindsay, Dışişleri Bakanlığı’na çektiği şifreli telgrafta,
ayaklanmadan önce İngiltere’den yardım istendiğini, fakat bunların
reddedildiğini doğruluyordu.'* )
Şeyh Sait, duruşmasında; kızlar piyano, erkekler keman çalıyor, sabaha
kadar bir arada oturuyormuş... Bunlan hep Sebil-ür-Reşat’ta okuyor ve
kızıyorduk. Bu gazeteleri yabancılar da okuyordu. Yalan olsa nasıl yazarlardı...
Alın yazım beni bu ayaklanmanın içine soktu. Sebül-ür Reşat ve Tevhid-i Efkâr
Gazetelerini okudukça, dinsizlere karşı nefretim artıyordu. Şeriat uğruna
ölürsek, öteki dünyaya dinsiz gitmeyeceğiz inancı içindeydik." şeklinde
düşüncelerini belirtmiştir.
Bir gazetecinin defterine idam olmadan evvel yazdığı bir notta Şeyh Sait,
"Allah ve din uğruna ölüyorum, idam edilmeme üzgün değilim"
demekteydi." ) Olayda
gerek Şeyh Sait’in gerekse idam edilen Siirtli gazeteci Kemal Fevzi’ nin
savunmasında yaptığı "İstanbul basını, fikir özgürlüğünün örneklerini
vermek isterken bir topluluğun hain emellerine alet etmek isteyenlere fırsat
vermemiştir..." şeklindeki açıklama da önemli bir husustur.
Bu açıklamalar ışığında olay: İngilizler’den, Padişah yanlılarından
destek gören basının, tahrikleriyle sebep oldukları bir gerici harekettir.'*
)
Turhan Aytul bu araştırmasında, bu dönemin meclis zabıtları, basını ve
konuya dair yapılmış açıklamalarla; ayaklanmanın irtica, Padişahlık ve İngiliz
desteği arasındaki ilişkiyi gerçeğine uygun şekli ile belirtmektedir. Bu
teşhisin bir kısmına katılan Paul Achkar ise, "îngilizler Kürtler’i
Halife’nin yanma çekip Mustafa Kemal’e karşı kullanmaya çalıştı.1 380)
demektedir.
1919-1926 yıllan arasındaki Türk-İngiliz münasebetlerini inceleyen Ömer
Kürkçüoğlu, Şeyh Sait isyanıyla ilgili olarak şu hususlan belirtmektedir:
"1925 Şubatında Doğu Anadolu'daki Kürt ilen gelenlerinden
Nakşibendi, Şeyh Sait’in giriştiği ayaklanma hareketi, Türkiye’nin istikrar
ihtiyacını ve dolayısıyla Musul sorununda anlaşmaya varmak zorunluluğunu somut
bir biçimde ortaya koydu. Ayaklanmanın dinsel sloganlara dayanması,
Halifeliğin kaldınlmasının Kürtler’de böyle bir tepki için elverişli ortam
yarattığını ortaya koyar. Ayaklanmanın önderi Şeyh Sait’in, "İslâm’ın
Türklerle Kürtlerarasındaki tek bağ olduğu; Türkler de kendi geleceklerini
düşünmek zorundadır." biçiminde böylediği bildirilen sözleri, bu kanıyı
güçlendirmektedir. Fakat dinsel sloganların gerisinde "Bağımsız Kürdistan”
fikrinin yattığı da anlaşılmaktır.
Halifeliğin kaldırılmış olması, Kürtler’in ayaklanmasında önemli rol
oynadığı gibi, Kürt unsurunun çoğunlukta bulunduğu Musul üzerindeki Türk
iddiasını da zayıflatmıştır. Milliyetçi düşünceye yabancı olan Musul
Kürtleri’nin, Türkiye’yi Irak’a tercih ettiklerisöylenebiliyorsa, bunun başlıca
nedeni, Halife’yeyani İslam’a olan bağlılıklarıydı. Yukarıda incelediğimiz
gibi, Musul sorununun çözüme kavuşturulmamış olduğu bir sırada Halifeliğin
kaldmlması; İngiltere’nin İslâm etkeni dolayısıyla duyabileceği endişeyi
gidermek için, ya da öteki nedenlerde alınmış olsa da, sonuçta Türkiye’nin
Musul tezine manevî bir darbe indirmişti. İngiltere’nin Musul’daki bir görevlisi,
Halifeliğin kaldırıldığı yolundaki haberi hayretle karşılayıp, inanmakta güçlük
çektiklerini yazmaktadır. Bu İngiliz görevlisi, o zamana kadar
"Kürdistan’ı patlamaya hazır bir volkan gibi kaynaştıran Türk
propagandasının, Kürtler’in Halife’ye kesin bağlılıklarına dayandırıldığını,
Türkler’in kendi bindikleri dalı kesmelerinin ise, İngiltere için
inanılmayacak kadar mükemmel bir şey olduğunu" belirtmektedir. İngiliz
görevlisi, "tabii, bu yeni durumdan kendimiz için yararlanmayı ihmal
etmedik" diye eklemektedir. Türk Hükümeti’nin Kürt ayaklanmasına karşı
aldığı sert önlemler, Musul’daki mahallî Kürt ileri gelenlerinin tepkisine yol
açmaktaydı. Bu tepkilerin, İngiltere bakımından
"yararlanmaya"elverişli bir ortam hazırladığı görülüyordu.
Hangi nedene dayanırsa dayansın -hatta Musul sorununda olumlu etkisi
olabilir diye alınmış bile olsaHalifeliğin kaldırılması karan, Kürtler’in ayaklanmasında
rol oynadığı için, sonuç olarak Musul bakımından Türkiye’nin aleyhine bir durum
yaratmıştır. Bununla birlikte, şu soru da ortaya çıkmaktadır: Kürt
ayaklanmasının Musul bunalımı sırasında patlak vermesi, İngiltere yönünden
yalnızca bir raslantı mıdır? Yani İngiltere’nin bu olayda doğrudan doğruya bir
rolü de yok mudur?
Bu konuda, İngiltere’nin kesin rolünü ortaya koyacak bir belgeye
rastlayamadık. Bununla birlikte, İngiltere’nin, Kurtuluş Savaşı’nın ilk
bölümünde Kürtler’i desteklediği gözönünde tutulduğunda, bu ilişkinin yeniden
canlandırılmış olabileceği de düşünülebilir. Sonucu Türkiye’nin Musul’daki
iddiasını zayıflatacak bir ayaklanmayı desteklemesi için, İngiltere’nin yeterli
nedeni var demektir.
İngiltere’nin daha ayaklanma öncesinden, Doğu Anadolu’daki Kürtler
arasında birtakım huzursuzluklar olduğunu bildiği, Mac-Donald’a yollanılan 23
Temmuz 1924 tarihli raporda, Doğudaki Kürtler’in bütün mahalli komitelerinin
harekete geçmeye hazır oldukları ve İstanbul’daki Kürt ileri gelenleriyle
görüşmelerde bulunmak üzere tam yetkili bir temsilcilerinin İstanbul’a
gönderildiği bildiriliyordu.
Raporda, bu kürt temsilcinin, Elçilikle görevli Mr. Ryan’la görüşmek
istediği Mr. Ryan’ın ise "tabii bunu reddettiği" duyuruluyordu.
Türk basınında, ayaklanmada "İngiliz parmağı olduğu yolunda Ankara
çevrelerindeki kanının" dile getirilmesi üzerine, İngiliz yetkilileri
bunu yalanlamışlardır. 17 Şubat 1925 günü, Mr. Lindsay’ın İstanbul’dan,
Dışişleri Bakanı Mr. Austen Chamberlain’e gönderdiği rapora göre, bir Türk
yetkilisine, Türk basınında bu yolda çıkan haberlerin doğru olmadığı; İngiliz
makamlarına "Kürt gayrı-memnunlarının yaptığı başvuruların kesin olarak
cesaretsizliğe uğratıldığı ve her türlü yardımın reddedildiği"
bildirilmişti. Mr. Lindsay, Türk makamları ayaklanmayı bastırdığında,
tutuklayacağı kişilerden bu sözünün doğruluğunun saptanacağını da Türk
yetkilisine bildirdiğini, bunun üzerine onun da teşekkür edip "zaten
İngiliz kışkırtıcılığına ilişkin raporlara değer verildiğini sanmadığını"
söylediğini ekliyordu. Mr. Lindsay, 23 Mart 1925 tarihli raporunda da,
Ankara’da Başbakan İsmet Paşa’ yla görüştüğünde, "iç karışıklıkların,
Türkiye’yi barış içinde kalkınmak işinden alıkoymasının, İngiltere’nin
çıkarlarına uygun düşmediğini" söylediğini bildirmektedir.
Türkiye’deki İngiliz görevlilerinden Binbaşı Harenc’in Büyükelçi Mr.
Lindsay’a gönderdiği 21 Nisan 1925 tarihli bir raporda, ayaklanmaya karşı
yürüttükleri harekât sırasında Türk makamlarının eline geçen belgelerin,
"fiilen yardımları olmasa bile, Irak’taki İngiliz makamlarının
ayaklanmayı benimsediklerini gösterdiğini" yazmaktadır. Rapor, incelenmesi
henüz tamamlanmamakla birlikte, bu belgelerin Kürtler’in kendilerinden başka
kimseyi suçlayamayacağını bildiriyordu. Ertesi gün, 22 Nisan’da, Mr. Lindsay,
Londra’ya gönderdiği raporda, Ankara’dan gelen telgrafların, Kürt
ayaklanmasında İngiltere’nin kışkırtıcılığının kanıtlandığını yazdığını
bildirirken, "Fakat bu suçlamaların 1919 ve 1920 dönemine ait olduğu
anlaşılmaktadır" diye ekliyordu.
Kürt ayaklanmasının Nisan 1925 ortalarında bastırılmasından sonra,
İngiltere’nin Tahran Büyükelçisi Sir Perey Loraine’nin Londra’ya gönderdiği 7
Ekim 1925 tarihli bir raporda, İngiltere’nin bu ayaklanmadaki tutumuna ışık
tutabilir. Raporda, Şeyh Sait’in oğullarından Ali Rıza’nın bağımsız bir Kürt
Devleti kurulması yolunda İngiliz Hükümeti’nin desteğini sağlamak amacıyla
İngiltere’yi ziyaret etmek için Tebriz’deki İngiliz yetkililerine başvurduğu
bildirilmektedir. Rapora göre, Ali Rıza, Kürtler’in bağımsızlık için savaşa
devam edeceklerini söylemiş; Türkiye’deki ayaklanmanın başarısızlığa
uğramasının malî güçlükten değil, cephane eksikliğinden ileri geldiğini ileri
sürmüştür. Yine, Ali Rıza’nın iddiasına göre, Türkler ileri harekâta
geçtiklerinde Fransız malı el bombası, makineli tüfek vs. kullanmışlardır. Ali
Rıza, Fransızlar’ın İngiliz yanlısı bağımsız bir Kürt Devleti’ni hiç bir zaman
istemeyeceklerini de ileri sürmüştür. Sir Perey Loraine ise, Ali Rıza’ya cevap
olarak İngiltere’ye yapmak istediği ziyaretin "yararsız" olacağını ve
"İngiltere’nin bağımsızlıktan yana olmadığının" duyurulduğunu
bildirmektedir.
İngiliz belgelerinde, Kürt ayaklanmasının "doğrudan doğruya Türkiye
tarafından plânlanmış olabileceği" biçiminde bir iddiaya da rastladık.
İngiliz Dışişlerinde hazırlanan 4 Mart 1925 tarihli bir raporda, Kürt
ayaklanmasını, Ankara'nın şu amaçlarla düzenlemiş olabileceği öne
sürülmektedir:
Asilerin elebaşlarının, sınırı aşıp "kardeşlerini
kurtarmak üzere" Musul’a girmelerini ve sonra da bütün bu bölgeyi
Türkiye’ye teslim etmelerini sağlamak.
İrak Kürtleri’nin Türkiye’de başarılı bir ayaklanmayı
gerekçe yapıp Türkiye Kürtleri’yle birleştiklerini ilân etmelerini ve sonunda
bir bütün halinde Ankara’ya bağlanmalarını sağlamak.
Veya hiç olmazsa, ayaklanmayı bahane edip Irak sınırına
askeri yığmak yapmak.
Raporda, Türkler’in Musul’u, oradaki Kürtler’i İngiliz denetiminde
bırakmamak için, almak istedikleri belirtiliyordu. Çünkü; Musul Kürtleri,
zamanla, İngiliz etkinliğinde, bağımsız bir Kürdistan fikrinin çekirdeğini
oluşturabilirlerdi.
Böyle bir Kürt Devleti ise, şimdi Türkiye’nin yönetimi altında bulunan
bazı toprakları da elde etmek isteyebilecekti. Bunu yapmasa bile, Türkiye’deki
Kürtler’in Türk Hükümeti’ne karşı hoşnutsuzluklarının kaynağını oluşturacaktı.
Rapora göre, eğer ayaklanma Ankara’dan düzenlenmişse, Türk askerî
birliklerinden çok sayıda "kaçağın", başkaldıranlann arasına katılması,
İngiltere’yi şöyle bir haberle karşı karşıya bırakabilecek demektir:"
"Başarılı asiler, Musul’daki kardeşlerini kurtarmak kararlılığıyla ve
kaçak Türk askerlerinin de yardımıyla, sınırı geçerek, muhtemelen Türkiye’ye
teslim etmek üzere, Musul’u ele geçirmek istemektedirler".
Raporda, bir başka olasılığın da, Türkiye’de, Ankara’da desteklenen
başarılı bir ayaklanmanın, Irak’taki Kürtler’in de, yine Ankara’nın
düzenleyeceği bir biçimde ayaklanmaları için bahane olarak kullanılabileceği
öne sürülüyordu. Ayaklanan Irak Kürtleri, Irak’ın boyunduruğundan
kurtulduklarını ve Türkiye Kürtleri’yle birleştiklerini ilân edecekler ve daha
sonra ise topluca Ankara’ya bağlanacaklardır.
Raporda, Türkiye’deki Kürt ayaklanmasının, Türk kuvvetlerinin Irak
sınırında yığmak yapıp; sonra da, Türkiye’den kaçan âsileri takip etmek
amacıyla Musul’a girmeleri için gerekçe olarak kullanılabileceği de öne
sürülmekteydi.
Nihayet raporda, Türk Hükümeti’nin "gerici ve dinci olarak
nitelendirdiği hareketin, Hükümet’e, "Sıkıyönetimin koruyuculuğu altında
her türlü muhalif unsuru ayıklamak için olanak sağlamış olabileceği" de
savunuluyordu/381)
Ö.Kürkçüoğlu, isyanı Doğu Anadolu Türkleri’nin (Kürtlerin) Irak’ı değil
de Türkiye’yi seçmiş olmasına, hilâfetin Türkler’de oluşunun sebep olduğunu,
Musul Meselesi çözüm beklediği bir dönemde Türkler’in hilâfeti bırakmış
olmasının İngiltere’nin işine geldiğini; çünkü Kürtler’in ayaklanmasına
Türkler’in halifeliği bırakmış olmasının da etkisinin olduğunu, İngiltere’nin
Musul Meselesi nedeniyle bölgedeki ayaklanmayı dolaylı desteklediğini, Türk
Hükümeti’nin ayaklanmayı dolaylı çıkardıkları ve uzun vadeli politikası için
desteklemiş olabileceği hususlarına dair bilgi verirken olayın karakterini
"dinsel sloganların gerisinde bağımsız Kürdistan fikrinin yattığı"
şeklinde tanımlamaktadır.
C.Kutschera’da Şeyh Sait isyanında İngilizler’in parmağı olduğu
kanaatindedir. Yazar iddiasını Kâmuran Bedirhan’ın 1948 tarih ve 2 saydı Kürt
İncelemeler Merkezi Bülteni ve Le Peuple (28 Şubat 1925 Brüksel)’e atıf yaparak
açıklamaktadır. Suat İlhan’da bu
kanaattedir.
Anadolu’da Müslüman Türk boylarının Hıristiyan Ermeni cemaata karşı
birlik olduğu hususu gerçektir. Hıristiyan Batının desteğindeki Ermeniler
Anadolu’da hedefini seçerken Müslüman Türkler arasmda boy farklılığı
gözetmiyordu. Ancak Doğu Anadolu Türklüğü’nün yani Kürt diye tanımlanan
Müslüman aşiretlerin Halifeliği gerekçe gösterip Türkler’in safında yer aldığı
iddiası fazla tatminkâr görülmemektedir. Zira Araplar da Müslümandır. Hilâfeti,
temsil eden Türkler’e cephe açabilmişlerdir. Kürtler’in, T.C. Hükümeti’nin
safında yer alma isteğini soy birliği, tarih birliği, vefa borcu, geleceği
daha güvenli görme gibi esaslara bağlamak da mümkündür.
Hilâfeti temsil etmeyen T.C. Hükümeti şüphesiz isyancıların daha cesur
davranmalarına ve taraftar bulmada şanslı olmalarına yardımcı olmuştur.
Halifeye cephe açmış bir Şeyh, müridlerinden dahi destek görmeyebilirdi.
Halifeliğin kaldırılmasındaki zamanlamanın iyi tayin edilmesi hususu da
diğer etkenlerle birlikte değerlendirilmelidir. Halifelik müessesesinin ileri
bir tarihte kaldırılarak başarıya ulaşma şansı ne nisbette mümkündü? Halifeliği
temsil edecek olan T.C. "Misak-ı Millî" dışındaki İslâm ülkelerinin
sorunlarına çözüm araması halinde, T.C. varlığını idame ettirebilecek miydi?
İngiliz emparyalizminin Irak’tan çıkarılması için savaşı göze alabilecek T.C.
varlığını tehlikeye atmış olmayacak mıydı?
Bütün bu soruların cevabı İngiliz iddialarını geçersiz kılmaktadır.
Aydınlık yayınlan, "Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi davası,
Savunmada Millî Mesele" isimli yayınında, doğudaki ayaklanmalara
karakter teşhisi koyarken, "Gerici, Şeyh Sait Ayaklanması" şeklinde
başlayan bölümde; "İngiliz emperyalizmi, halâ işgalinde bulunan Irak
Kürdistanı’nı ve Musul petrollerini elinde tutmak istiyordu. Bu yüzden
Türkiye’yi baskı altına alarak Musul Meselesini kendi lehine sonuçlandırmak
için Türkiye halklarını bölmeye çalıştı. Türk-Kürt çatışmasını körükledi.
1924’te Nasturi isyanını kışkırttı.
İngiliz işbirlikçisi ve padişah taraftan Kürt Teali mensuplan, Şeyh Sait
gibi dinî liderler, aşiret reisleri ve toprak ağalanyla da birleştiler. 1925’te
Şeyh Sait isyanını çıkarttılar denilmektedir. (384)
12 Mart 1970 sonrası yargılanan, Marksist çizgideki TÎİKP’nin görüşünü
aksettiren bu kollektif eserde vurgulanan tespite göre, Şeyh Sait isyanı,
Kürtler’in millî haklannı ve bağımsız bir Kürt millî devleti kurulmasını
savunan unsurlan da içinde bulundurmasına rağmen gerici bir hareketti. Türk ve
Kürt halklannın zararına olarak emperyalizmin güçlenmesine hizmet ediyordu ve
Irak Kürdistanı’ nda İngiliz emperyalizminin sömürgeci hakimiyetini güçlendirdi.
Eylül 1974 tarihli bu tahlile göre; Şeyh Sait ayaklanması
"gerici" idi. İngiliz emperyalizmi siyasî ve ekonomik çıkarları için
çatışmayı körüklemişti. Kürt Teali Cemiyeti; İngiliz emperyalizmi ve padişah
yanlısıdır. Ayaklanmada dinî liderler ve toprak ağalan öncülük yapmıştı. TKP ve
Komüntern ayaklanmaya gerici nitelikli olduğu için destek olmamıştır. Ayaklanma
gerici olmasına rağmen içinde ayn devletin kurulmasını amaçlayan kadrolar da
vardır.
Neticede bu gerici hareket Anadolu’nun Müslüman halkının zararına,
İngiliz emperyalizminin yararına olmuştur.
Komintern kararlarını özetleyen "Aydınlık Yayınları" Komünist
Enternasyonal Belgeleri’nin yayınladığı "Kürt Millî Meselesi" isimli
yayında Şeyh Sait olayının karakterini belirlerken;
"Komüntern belgelerinde bir "İngiliz manevrası" olarak
değerlendirilen Şeyh Sait isyanı bu şartlarda gerçekleşti. İngiltere kendi
işbirlikçilerinin ve feodal unsurların yönetimindeki bu isyan sayesinde Musul
üzerindeki taleplerini Türkiye'ye kabul ettireceğini hesaplıyordu.
Komüntern belgeleri, Şeyh Sait isyanının emperyalizme yarayan
karakterini açıkça ortaya koymaktadır. Aslında bu isyandan İngiltere’nin
bekledikleri, Türkiye’ye boyun eğdirmekten ibaret de değildi. İngiliz
emparyalizmi Doğu Anadolu'da kurulacak kukla bir Kürt Devletini Sovyetler
Birliği'ne karşı bir üs olarak kullanma plânlan içindeydi.
Şeyh Sait isyanı sırasında Kürtler’in millî haklannı savunan talepler
de ileri sürüldü. Ama
Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi
Davası, Savunmada Milli Mesele, İstanbul 1974. s. 25-27.
bizzat ayaklanmanın kendisi Kürt millî mücadelesine zarar veriyordu.
Şeyh Sait isyanı ortaya çıktığında, Irak’ da Kürtler emperyalizmin sömürgeci
hakimiyetine karşı devrimci bir millî mücadele veriyorlardı. Şeyh Sait isyanı
Irak’ da sömürgeciliğe karşı mücadele veren Kürt millî hareketinin zayıf
düşmesine yol açtı Bu ayaklanmanın yöneticileri, Irak Kürtleri üzerindeki
İngiliz sömürgeci hakimiyetinin genişleyerek Türkiye Kürdistanı ’nı da
kapsamasına hizmet ediyordu.
Türkiye'de Şeyh Sait isyanından yararlanmaya çalışan güçler, komprador
burjuvazi ve toprak ağalarının temsilcileri, padişah taraftarları, gerici
Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası oldu.
Komüntem ve Türkiye Komünistleri bütün bu nedenlerden dolayı Şeyh Sait
isyanını desteklemediler. Bu isyan, emperyalizmin yerine bir başka ezilen
milleti hedef alan hareketlerin millî kurtuluşu sağlayamayacağım ortaya
koymuştur.' demektedir.
Komüntern belgelerine göre: İngilizler’in işbirlikçileri ve feodal
ağaların dayanışması ile gerçekleşen Şeyh Sait ayaklanması, İngilizler’in Musul
çıkartan için yapılmıştı. İngiltere kurulacak kukla bir Kürt Devletini
Sovyetler’e karşı kullanabilecekti. Ayaklanmanın içindeki Kürt kadrolara rağmen
ayaklanma bu ideolojinin zararına olmuştur. Aynı zamanda bu ideolojinin
Irak’taki yandaşlarına da zararlı olmuştu. Türkiye’de bu ayaklanmadan zarar
gören; komprador burjuvazi feodal toprak ağalan, padişah taraftarları,
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olmuştu. Teşhise göre hareket İngiliz
emperyalist desteğinde gerici bir olaydı.
Bünyamih Ateş, "Fıtraten heyecanlı, dinde hassas ve kahraman yapılı
Şark insanının hissiyatının tahriklere elverişli olduğunu tespit eden İngilizler
isyanı Avrupa’dan desteklemişti... İsyancıların giydikleri yabancı asker
elbiselerinin, üzerlerinde yakalanan silah ve cephanelerin Avrupa’dan
yollandığı, bildirilerin Avrupa’da basıldığı anlaşılmıştı." derken isyanın
gelişmesinde İngiliz tahriki olduğunu İngilizler’in, 3 Mart 1924 tarih ve 430
saydı Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1921 Anayasasında yer alan "Türkiye
Devletinin dini, din-i islâmdır" maddesinin değiştirilmesi gibi
uygulamaların doğurduğu hassasiyetten ustalıkla yararlandığını belirtmekte ve "...îngilizler’in
Doğu’da çıkan Şeyh Sait ayaklanmasına parmak karıştırmaları oldukça dikkat
çekicidir. Hilâfet ve saltanatın kaldırılmasından ve Tevhid-i Tedrisat
Kanunu’nun mer’iyete girmesinden sonra meydana gelen sızlanma ve şikayetleri
tahrik etmek için İngilizler’in harekete geçmeleri enteresandır. Bildirilerin
üzerindeki şu ifadeler ilginçtir. Halife sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlar
olmaz. Hiç bir halife memleketten çıkarılamaz Şiarımız dindir, şimdiki hükümet
dinsizlik neşretmektedir. Şeriat isteyiniz Kadınlar çıplaktır, mekteplerde
dinsizlik ilerliyor...”
Asırlarca Müslümanlardan intikam alma amacıyla yaşayan İngilizler’in birden
katıksız şeriatçı ve Müslüman kesilip Şeyh Sait’e Avrupa'dan destek vermeleri
gerçekten düşündürücüdür... ,<386) demektedir.
B.Ateş’in tespitleri; Şeyh Sait olayının dinci-islamcı görünümüne rağmen,
temelinde yatan gerçek, İngiliz tahrikleri sonucu gelişip şekillendiği
şeklindedir.
M.M.Van Bruinessen, yaptığı araştırmada şöyle demektedir:
"Şeyh Sait isyanında İngiliz faktörü tam olarak ortaya
konulamamışsa da isyandan, ancak hoşnut olacak millet İngüizler’dir. Irak’ta,
Kürtler arasmda, Türkler lehine ve İngilizler aleyhine güçlü Türk
propagandasından bizar olmuşlardı. Londra’da Şeyh Sait isyanından dolayı kötü
niyetli bir memnuniyet vardı. İsyan, Musul olayında büyük bir rol oynayan
"Türkler ve Kürtler ırkî ve politik olarak ayrılmaz bir bütündürler” gibi
Türk iddialarına karşı bir cevap olmuştur. Bu yüzden İngilizler’in isyanı
kışkırtmalarından Türkler’in şüphelenmesi, hatta açıkça suçlamalarda bulunmaları
hiç de şaşırtıcı değildi. Üçüncü Entemasyonelde İngiliz emperyalizminin isyanın
arkasında olduğu rahatlıkla kabul edilmişti. "(387)
Ancak İngiltere'nin "Doğu Politikası”dikkate alındığnda
"isyandaki İngilizparmağ” konusundaki Türk iddiaları pek de tutarsız
değildirS
Yakın zamanlar dünya politikasını incelediğimizde gelişmenin seyrini
rahatça takip edebiliriz.
Doğu Anadolu’da geniş bir Ermeni Devleti kurulması fikri, bir kısım
aşiretten doğulu Türk aydınların kafasına, T.Cumhuriyeti’nin dışında müstakil
bir devlet kurma fikrini soktu. Bu dönemde evvelce kurulmuş olan Kürt Teali
Cemiyeti’ne başlangıçta katılan doğulu aydınlar arasmda istilacı güçlere ve
Ermeniler’e karşı sırf mukavemet örgütleri oluşturmak için giren çok kimse
vardı. Millî Mücadele başlayınca, bunlar hemen Kuvay-ı Milleyi’nin, Atatürk’ün
yanma geçerken, maksadı bölücülük olanlar bu örgütlerde kalmayı tercih etmişti.
Kürt Teali Cemiyeti, "Büyük Ermenistan" projesine şiddetle muhalefet
etmiş ve Cumhuriyet’in ilânından evvel de kapatılmıştı. Ancak 1923’de, Seyit
Abdülkadir, Hasenanlı Halit, Hacı Musa, Yusuf Ziya bölgenin Türkiye
Cumhuriyeti dışmda oluşmasını sağlamak için Azadı teşkilâtını kurdular.
Teşkilâta Şeyh Sait ile ailesi, Yusuf Ziya’nm aracılığı ile alınmıştı. Çok
geçmeden bölücü organizasyon T.C. karşısmda güçsüzlüğünü hissedip İngilizler’le
temasa geçecektir.
Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığı Şark Şubesi Memurluğu ile Kürt
Bağımsızlık Komitesi Başkanı Seyit Abdülkadir adına temasa geçen bölücüler şu
isteklerde bulunmuşlardı:
*
İngiltere bölgede kurulacak emirliği destekleyecek,
emirliği, ilgili hükümetlerin hücumundan koruyacaktı.
Bölücü güçler 1925 ilkbaharında başlayacak olan
ayaklanmada Diyarbakır’ı ele geçirecek, Musul hududunda İngilizler’le temas
sağlayacak.
Teşkil olunacak Emarete
Akdeniz’de bir çıkış verilecek.
Emaretin başına Seyit Abdülkadir getirilecek ve kabinesinin teşkili
konusunda kendisine karışılmayacaktı. İngiltere, emaretin
kurulmasına kadar asilere gerekli silah, cephane ve parayı verecek, fakat
bunlar Diyarbakır düştükten ve Musul hududunda temas sağlandıktan sonra
verilmeye başlanacak, ilk taksit 250.000 altın olacaktı.
Bölücülerle İngilizler’in dayanışması bununla da kalmıyordu. 29 Mart
1925’te Mr. Temleton İstanbul’u düşürerek Batı Anadolu’yu Ankara aleyhinde
direnişe sokmayı öneriyordu. Doğudaki hareket dinî karakterli olduğu için
İstanbul halkından da destek bulacaktı. Vilâyet, Kolordu ve Emniyeti basacak
asilere, İngilizler silah ve cephane temin edecekti. İstanbul’dan alevlenen
ayaklanma Bursa, Konya ve İzmir’e sıçratılacak, Ankara, Şeyh Sait’le meşgul
iken iki ateş arasmda kalmış olacaktı. Cumhuriyet ortadan kaldırılırken,
İngilizler Vahdettin’i İstanbul’a getirecekti. Böylece, bölge halkına
bağımsızlık verilmesi, devrimlerin ters yüz edilmeleri ve Vahdettin’in
saltanata dönüşü ile tam bir "karşı devrim" gerçekleşmiş olacaktı.
Esasen Vahdettin’in çevresinde Saltanatçı ve Hilâfetçi bir çevre vardı ve
faaliyetleri Cumhuriyet’ten evvel başlamıştı. Açık adı "İlâ-ı Vatan” gizli
adı "Müdafaa-i Hukuk Hilâfet-i Kübra" olan bir teşekkül
kurmuşlardı. Bükreş’te oluşturulan Hilâfet Komitesi, Şeyh Sait’le anlaşmış,
Kürt bağımsızlık hareketini, İstanbul’dan idare eden Seyit Abdülkadir ile de
mutabık kalmıştı. Bu anlaşmaya göre 1926’da patlak verecek ayaklanmaya kadar
askerî hazırlık ve propaganda ile kamuoyunun kazanılması tamamlanmış
olacaktır. Doğu’daki ayaklanmalar yâni etnik bölücü hareket dinî bölücülükle
birleşecek, Doğu’daki müstakil bir devlet kurulurken hilâfeti ihya etme yolunda
dışardan alman yardımdan da istifade edilecekti.
Azadî liderleri, Şeyh Sait’i başlangıçta teşkilâtlarına almamışlardır.
Hatta teşkilâta katılacak liderlerin arasmda da Şeyh Sait’in adı yoktur.(390)
Şeyh Sait, dinî otoritesinden faydalanılacak paravan bir liderdi. Diğer yandan
İngiliz faktörü için en açık delil Diyarbakır'ın muhasarası sırasında ele
geçen belgelerdir. Bu belgeler arasında, İngiltere’den Diyarbakır’a gönderilmiş
olan bazı eşyalar ve fabrika ilânları üzerinde tespit edilen yazılar ilk akla
gelen hususlardır. Bunların üzerinde yazılan; "Diyarbekir’de Kürdistan
Reis-i Hükümetine", "Diyarbekir’de Kürdistan Harbiye Nazırı
Efendiye", "Diyarbekir’de Kürdistan Belediye Riyasetine«(39i)
başlıklar İngiliz emellerini açıkça ortaya koymaktadır.
İngilizler, Musul ve Kürt meselesini bir arada değerlendiren Mustafa
Kemal’in "İstanbul gazetecileriyle İzmit Kasrı Mülâkatı"nda; yaptığı
açıklama, Kürt Bağımsızlık Komitesi Başkanı Seyyit Abdülkadir’in, İngiliz
Dışişleri Bakanlığı Şark Şubesi sorumlusu ile yaptığı pazarlıkta, Musul
hududunda İngilizler’le temas kurulacağını açıklaması çok önemlidir:
"Musul’a gelelim; Musul Vilâyeti hudud-ı millîyemiz dahilindedir.
Bu hudud-ı millîye tabirini ben bulmuştum. Mütarekeye esas olacak herhalde bir
hududumuz olmak lâzımdır. Bu hudud ne olabilirdi? Bu mesele süngülerimizin
bulunduğu mahalli, hudud yapmak hatırıma geldi. Wilson prensiplerinden de
mülhem olarak İskenderun ’dan başlayan ve Musul’u da kendi arazimiz içine alan
hududa "millî hudud" dedim. Filhakika o zamanlar Musul’un cenubunda
bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelip İhsan Paşa
’yı aldatarak oraya oturmuş. Musul bizim için çok kıymetlidir... dedikten sonra Mustafa Kemal Paşa, İngilizler’in
Musul’da Kürtler’i tahrik ettiklerini, bu tahrikin Türkiye’ye de
sıçrayabileceğinin önemi ve bu ordunun diğer cephesindeki durumumuza dair
politikayı etkileyen bilgiler vermiştir.
Bir diğer değerlendirmede şunlar ifade edilmekte idi. İngiltere Musul
vilayetinin Irak’a bağlanmasının peşini bırakmadı. Ve "Kraliyet Hava
Kuvvetleri" Şeyh Mahmud direnişine son verdi. Buna paralel olarak siyah
altını isteyen Mustafa Kemal de gerçek bir yer değiştirme pahasına vahşice
Piranh Şeyh Sait isyanını bastırdı ve elli üç Kürt şefini astırdı. Milletler
Topluluğu bu durum karşısında tarafsız kaldı. Anlatıldığına göre Clemenceau’yu
elde etmek için uğraşan Lloyd George’a O, şöyle cevap vermiş; "Musul?
Nerede bu? İstiyor musunuz? O zaman alınız!", Ve ona orada petrol olduğu
teyit edilince, şunu söylemiştir. "Petrol mü? İstediğim zaman benzinliğe
giderim". Bu yumuşaklığından dolayı, Fransa, Irak Petroleum Company’nin
yüzde yirmibeşini ele geçirmiştir. 16 Aralık 1925 günü, 32 nci toplantısında,
Milletler Topluluğu Konseyi Musul’u Irak’a bağlamıştır. Sorunu incelemek ile
görevlendirilmiş Komisyonun raporunun 57. sayfasında: "...Eğer etnik
iddiadan bağımsız bir sonuç çıkarılması gerekirse, bu nüfusun sekizde beşini
oluşturan Kürtler gözönüne alınarak, bizi bağımsız bir Kürt Devleti
yaratılmasını tanımaya götürür" denilmekteydi. S.D.N. (Milletler
Topluluğu) idareleri, adalet, eğitim ve dil için onlara haklarını garanti
etmeyi tanıdı. Fakat Türkiye’de olduğu gibi Irak’ta da bu karar ölü olarak
kaldı." )
Türkiye’deki ayaklanmalardan Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim ayaklanmalarını
İngiliz belgelerine göre inceleyen Bilâl N.Şimşir, Şeyh Sait ayaklanması ve
İngiliz ilişkilerini, İngiliz arşivi perspektifinden gün ışığına çıkarmaktadır.
İngiliz Hükümeti’nin olayları yakından takip ettiğini gösteren bu belgelerden
hareketle B.Şimşir, isyan hareketinin gelişme şeklif394\ Hükümetin
aldığı tedbirler ),
Türk basmında konuya verilen yer(396\ ayaklanmanın siyasî ve askerî
yorumu ), İstiklâl Mahkemesi
ile ilgili gelişmeler ) ve
diğer belgeleri tanıtmaktadır.
Bunlardan; İstanbul’da İngiliz Diplomatik Temsilcisi Mr. Lindsay’dan,
İngiltere Dışişleri Bakanı Mr. Chamberlain’a gönderilen 46 numaralı, 27 Şubat
1925 tarihli belge için eserin yazarı; "Şeyh Sait ayaklanmasıyla ilgili
olarak, Türk basınının ayaklanma sebebi olarak İngiliz entrikalarını ileri
sürdüklerini, İngiltere’nin ayaklanmayı asla teşvik etmediğini, yardım isteklerini
de reddettiği yolunda Türk Dışişlerinin İstanbul’daki temsilcisi Nusret Bey’e
izahat verildiği" 399) açıklamasını yapmaktadır. Ancak 21 Nisan
1925 tarihli ek belgede ise; Şeyh Sait ayaklanması, Şeyh’in yakalanması,
asilerin teslim olmaları, haberlerin azalması yanında, İstiklâl Mahkemelerinin
çalışma sürelerinin uzatıldığı, doğuda İdari Reform konusunun görüşüldüğü,
Şeyh Said’in üzerinde yakalanan belgelerin, ayaklanmanın Irak’taki İngiliz
makamlarınca tasvip edildiğini gösterdiği(4fl0)vurgulanmaktadır.
Bu belgeler, İngilizler’in Şeyh Sait olayı ile direkt ilişkisini
göstermekten ziyade, olaylara dair yaplan tespitler arasmda İngilizler’in rolü
olduğuna dair yapılan açıklamaların teyidi mahiyetindedir.
1976 yılında "Doğu Anadolu olayian 1924-1938" başlığı ile
Politika Gazetesi’nin yaptığı bir seri yazı İngiliz Arşiv Belgeleri’ni esas
almıştır. B.Şimşir’in yayını ile çok benzerlik arzeden bu yayında olayın
karakterini tayinde yararlanabilecek hususlar vardır.
Bunlardan Mr. Lindsay’dan Dışişleri Bakanı Mr. Austen Chamberlain’e
gönderilen raporda; "İngilizler kastedilerek olaylardaki yabancı
parmağına gazetelerde yer verildiği ve (ancak raporlardan anlaşıldığına göre,
eylemlerin gerçek nedeni din ve Kürt milliyetçiliği olduğu) Şeyh Sait’in
İslâmlığın Türk-Kürt arasındaki tek bağ olduğunu, bunun da Türkler tarafindan
kopanldığmagöre, Kürtler’in kendi geleceklerini tayin etmeleri gerektiği
yolunda bir söylenti işittim...
...Bu mevcut Türk yönetiminin lâik eğilimlerine karşı, bireysel
olmayan ilk açık hareket. Bu nedenle de kamuoyu üzerindeki etkileri oldukça
derin...,
Başka bir raporda; "Tutucu, İslâmcı bir gazete olan Tevhid-i
Efkâr din davasına her zaman sempati beslediği halde, ayaklanma yoluyla bunu
sağlama çabasını kınadı...
"Tanin ve Tevhid; Türk Hükümeti’nin kadınlan fahişeliğe
sürüklediğini, dinsizliğin kışkırttığım, oysa Şeyh Sait’in din ve ahlâk
yolunda hareket ettiğini belirtip, Şeyh Sait yanlısı bildirilerin İngiliz
uçaklan vasıtasıyla dağıtıldığını bildiriyor... '
"Halen Beyrut’ta sürgünde bulunan Sultan Hamit’in oğlu Selim
efendinin Kürtler tarafindan hareketin başı olarak ve hatta Kürdistan ’ın
gelecekteki padişahı olarak önerildiği burada yaygın olarak söyleniyor ve
Ankara ’da da buna genel olarak inanılıyor'* denilmektedir.
Bu tespitlere göre; isyan, hilâfetin kaldırılmasına bir tepkidir. Aynı
zamanda hilâfet Türk ve Kürtler’in bir arada yaşamalarını sağlayan bağ iken,
kaldırılışı Kürtçü harekete yol açmıştır. Lâiklik dinsizlik olarak algılanıp
isyana sebep teşkil etmiştir. Olayda Ingiliz parmağının yanısıra Kürtçü
Hilâfetçi ittifakı da vardır.
J.B. Villalta, Musul Meselesi sebebiyle Türkiye ile İngiltere arasmda bir
gerginliğin başladığım* ), Nasturi isyanı ile İngilizler’in
bekledikleri fırsatı elde ettiklerini, Türk uyruklu Nasturi Hıristiyanlarının
-başlangıcı V. Yüzyıla kadar uzanırken İstanbul Patriği Nasturiyus’un Hz.
Meryem ve Hz. İsa’yı değişik yorumlayışlanndan kaynaklanan bu mezhebin mensuplarınınisyanına
Îngilizler’in arka çıktığını belirtmektedir.* )
J.B. Villalta Şeyh Sait olayını anlatırken bölgenin coğrafî, sosyal ve
kültürel yapışma değindikten sonra, toprak ağalarının aşiret yapışma yer
vermektedir. Onların "hatırı sayılır derecede bağımsız ve kendi
hesaplarına vergi topladıklarını belirtmekte ve "Padişahlar, Doğu illerindeki
Hıristiyan uyrukluların fesatlıklarını cezalandırmak için Kürtler’i
kullandığından, Ermeniler ve Nasturiler’e karşı yaptıkları savaşlarda bu halkın
taassubu canh tutulurdu."* ) demektedir.
Yazar bölge halkı ile ilgili açıklamasında ise "İmparatorluğun
doğusundaki halk genel olarak Kürt bilinirse de, Anadolu’nun bu parçasında söz
götürmez Türk çoğunluğu yaşamaktadır ve bu Türkler Kürdistan denen bölgede
doğdukla rı için kendilerine Kürt derler"* ) ifadelerini
kullanmaktadır.
Olayın karakterin tayin edebilecek bilgiler arasmda Villalta şu malûmatı
vermektedir."... Ankara Hükümeti’nin, din düşmanlığı olarak nitelendirilen
lâik eğilimleri, Padişahlığın ve hele halifeliğin kaldırılması ve alman diğer
tedbirler, 20 nci yüzyıldan çok uzakta kalmış bulunan Doğu Anadolu’daki halk
arasmda kızgınlık yarattı. Hocaların yakınmaları oralarda da duyuldu. Kutsal
din, Ankara’daki dinsizlik tarafından saldırıya uğramıştı. Bunlar hiç şüphesiz
müminleri şapka giymeye zorlayacaklar. Onları kâfir köpeklere çevirecekler ve
kadınlan yüzü açık olarak dolaşmaya zorlayacaklardı* ). Yazar bu
şekilde olaydaki irticaî karakteri belirtmiş olmaktadır.
Villalta, olaym yaygınlaşmasında Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nm
rolünü ve İngiliz’lerin tahrikini de belirtmekte ve "150’likler
olayı" ile Doğu olaylan arasmda bağ kurmaktadır.
Henüz yayınlanmamış, inceleme ve derleme eseri ile konuyu irdeleyen
S.Sahşık, Nasturî isyanını, Şeyh Sait isyanı için İngilizler’in "bir nabız
yoklama olayı" olarak değerlendirmektedir. Ona göre bu ön hareketin üç
amacı vardı. Bölgedeki Türk asıllı halkın politik tansiyonunu ölçmek, İslam’a
karşı tedbir olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin imkân ve kabiliyetlerini ölçmek,
halk sınırının tespitinde etkili olmaktı."* )
Aynca S.Scılışık’ın notlarında isyanın karakterine dair bilgi
verebilecek açıklamaların arasında "Seyit Abdülkadir’in oğlu Seyyit
Mehmet’in Diyarbakır’da mahkemedeki ifadesinde; "Hazreti Muhammed’in
sülalesinden bir zatın sorumlu tutularak idam edilmesine İslâm dini cevaz vermemektedir.
iddiası dikkati çekmektedir.
Yazar devamla; "Dıştan organize edilen Şeyh Sait silahlı harekâtının
politik hedefi yeni kurulmuş olan genç Türkiye Cumhuriyetini yıkmak idi. İslâm
dininin kurtarıcısı olarak şahsî nüfuz ve menfaat sağlamak amacıyla, Şeyh Sait
aşiret reisleri ve bölge halkına fetva yayınlamıştı"1413)
demekte ve "kurulduğu günden beri dini mübini Ahmedinin temellerini
yıkmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti reisi Mustafa Kemal ile arkadaşlarının
Kuran’ın ahkâmına aykırı hareket ederek Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve
Halifeyi, İslâm’ı sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasını
bütün İslâmlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyetin başında olanların mal ve
canlarının Şeriatı Gorrai Ahmediye’ye göre helâl olduğu ilân olunur"1414)
fetva metnini vermektedir. Yazara göre olay, "asırların biriktirdiği kara
taassup, cehalet, aslen Türk olan bu aşiretler üzerine zehirlerini saçarken,
düşmanda (İngilizler) boş durmuyor, bu cehalet ve taassuptan faydalanarak geniş
ölçülerde vaatlerde bulunuyordu"1415) tarzında özetlenebilir.
15 Şubat-15 Mayıs 1925 tarihleri arasmda cereyan ettiğini belirttiği Şeyh
Sait isyanı için S.îlhan, "îngilizler’in teşviki ile başladı" demekte
ve isyana katılan aşiretler arasmda; Huyut aşireti (Muş), Hasenan aşireti
(Muş), Cıbran aşireti (Muş), Silkan aşireti (Bitlis), Makso aşireti (Bitlis),
Sinikan aşireti (Siirt), Öztürkân aşireti (Siirt), Penciranan aşireti (Siirt),
Malarahme aşireti (Siirt), Zengon aşireti (Hakkâri) Herki aşireti (Mardin)’ni
saymaktadır/416)
îngilizler’in "Şark Meselesinde pozisyonunu anlatırken F.Perrone Di
San Martıno; "İngiltere, doğuda, batıda cesaret ve azimle muharebeyi
devam ettirmişti Onun İmparatorluk mantalitesi, doğudaki muvaffakiyetin
meyvalannın İmparatorluk hudutlannı genişleteceği şeklinde idi. O, Türkiye’nin
parçalanmasını zaruri görüyordu. Bunun içindir ki, Mütarekeden sonra da
Mezopotamya ’nın büyük bir kısmını işgal ederek Arabistan yarımadasında
Filistin, Irak ve diğer memleketler gibi küçük bir çok hükümetler kurmuş, bu
arada Fransa’ya da Suriye, Lübnan ve Kilikya’da hâkimiyet kurmayı lütfetmişti 7)
demek suretiyle 1917’de Bağdat’ın elimizden çıktığı dönemde İngilizler’in
İmparatorluklarını büyütmek için Türkler’in Asya topraklarında hükümetçikler
kurdururken Fransa’yı da bu paylaşıma ortak ettiğini anlatmaktadır.
R. Olson1418) nihai
değerlendirmesinde ise; ...
"1. Musul sorununun çözümlenmesine ilişkin görüşmelerde kolaylık
sağlamış ve görüşmeler 5 Haziran 1926’da IrakTürkiye-İngiltere arasmdayapılan
anlaşma ile sonuçlanmıştır.
Cemiyet-i Akvam’da Büyük Britanya’dan etkilenen
dostlan Türkiye’ye karşı İngiltere’nin güdümünde oluşturdukları Avrupalılık
politikası doğrultusunda ve İngiliz emperyalist politikasını benimsemek
durumunda kalmışlardır.
Bir diğer sonucu, çok taraflı ilişkilerin Cemiyet-i
Akvam’a yansıması veAvrupalı politikasının Almanya ve SSCB tarafindan yeniden
gözden geçirilmesinin istenmesi ve onları diplomatik yönden destekleyen İtalya,
Yugoslavya ve Yunanistan’ın Türkiye'ye meydan okumasıdır. Büyük Britanya,
Cemiyet-i Akvam ve çok taraflı anlaşmalarla İtalya ve Fransa ile iyi ilişkiler
kurmuş, 1925’te Türkiye’ye yönelik izolasyon artmıştı Büyük Britanya ile
Türkiye arasındaki imzalanan anlaşma, İtalya ve Fransa’nın Türkiye ile
ilişkilerini de olumlu etkilemiş ve 30 Mayıs 1926’da Türkiye ile Fransa
arasında dostluk anlaşması imzalanmış ve İtalya ile ilişkiler
iyileştirilmiştir.
SSCB, Şeyh Sait isyanının Türkiye’nin bir iç sorunu
olmadığını açıkça sergileyerek Kürt milliyetçiliğini ve Horasan’da Rıza Han’ın
yönetimindeki Türkmen-Kürt isyanını, 1924-1925’teki olayları desteklemiştir.
SSCB’nin; Musul sorununun Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesine karşı
olduğu 1925’te açıklık kazanmıştır. Güçlü bir Türkiye, Sovyetler Birliği’nin
tngjlizler’e karşı tutumu gereği, zayıf ve yönetebileceği bir devlet olması
nedeniyle SSCB’nin daha fazla ilgisini çekerken, Şeyh Sait isyanını bahane
ederek bazı Türkler’in ve Sovyet komünistlerinin devrimin ihyasını düşündükleri
görülmüştür. Çok kısa bir süre çeşitli ve farklı sebeplerle Büyük Britanya ve
Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal'in milliyetçi Türkiye’sini desteklemişlerdir.
Şeyh Sait isyanı, Musul sorununun sonuçlanmasında,
Büyük Britanya’nın Iraktaki Sarifian ve Arap milliyetçiliğinin bastırılması
politikasının başarılı olmasına ve çarçabuk sonuçlanmasına yardımcı olmuştur.
Mandater güçlerle Irak ve Suriye arasında gizli ilişki kurulmuştur.
Şeyh Sait isyanı, 22 Nisan 1926’da İran ve Türkiye
arasında dostluk anlaşması yapılmasına neden olmuş ve 1932’de de son bir sınır
anlaşması yapılmıştır. Böylece Türkiye tarafından, İngiltere’nin
gerçekleştirmek istediği Türkiye ile Azerbaycan arasında Kürtler’den
oluşturulacak duvarın yıkılması ümit edilmiştir.
İsyan, Türkiye’nin, uluslararası ve iç ilişkilerinde
diğer ülkelerin içişlerine taraf olması, Türkler’in amaçlarına yardım
etmemesine ve yurtta sulh cihanda sulh politikası izlemesini sağlamıştır.
Şeyh Sait isyanının kuvveti, Türkiye'yi abandone
etmiş ve dış politikasındaki iddialarını gerçekleştirecek hiç bir ümidi
kalmamış ve müdahaleci olmayan dış politikaya yönelmiştir.
İsyan, 5 Haziran 1926 anlaşmasının güvenlik
önlemlerinin zorlayıcılığı olmadan, güçlü şekilde sonuçlanmasına katkı sağlamış
ve Irak’ta "Kürtler için bir Anavatan” yaratılmasına yönelik İngiliz
politikasını Türkiye’nin zorla da olsa kabul etmesine yardımcı olmuştur. 1926
anlaşması İngiltere ile Türkiye'nin, Irak’ta Kürtler’in otonomilerini
kazandığı bir Kürt millî devletinin oluşturulmasını saklı tutuyor ve çok yönlü
ilgilerini çekiyordu. Aynı zamanda Kürtler ve Kürt milliyetçiliğine karşı
farklı politikalan tehditle sürdürüyorlardı.
Şeyh Sait isyanı ve yeni oluşumları Büyük Britanya
ile Türkiye arasında geniş kapsamlı yeniden yakınlaşmaya yardan etti. Aslında
bu yakınlaşma dahi ana unsurları itibarıyla İngiltere'nin, Türkiye ile
Sovyetler arasında gizli ilişkilerin önlenmesini hedefliyordu.
İsyan; Türkiye’nin Musul vilâyetindeki petrolü ele
geçirmesini önledi veya bu arzusunu kısıtladı ve yabancı petrol şirketleri
özellikle Amerikalılar tanından, İngiliz İmparatorluğu amacını takviye edici
güç olarak Büyük Britanya için kullanıldı.
İsyancı kuvvetler, Türk ırkçılığının enerjik
cesaretim kırdı, tedirginlik onları iç güvenliği sağlamalarına yöneltti.
İsyan, Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğinin
bastırılmasına neden oldu.
Şeyh Sait isyanı, Ortadoğu’daki Müslüman ve diğer
Arap ülkelerinde hükümetlerin muhaliflerince veya diğer hükümetlerce İslam’ın
yararına savaşa girişebileceği imajını yok etti keza diğer Müslüman devletlerle
işbirliğinde İslâm ’ın kullanılmasının bir ölçü olmayacağını ve uluslararası
faktörlerin bu ilişkilerde rol oynadığı ortaya çıktı” yorumunu
getirmektedir.
Şeyh Sait isyanının neticeleri için yazarın ileri sürdüğü hususlardan
yenilik arz eden husus Anadolu Türkleri’nin en azından komşu ülkelerin Türkler’ine
karşı ilgisiz kalmalarını sağlanmasıdır. Hakikaten bünyesinde Kürt Türkü
bulunan komşu ulusların bünyelerinde aynı zamanda diğer Türk boylarından
toplumlar da vardır. İngilizler Musul petrollerinden paylarını almak için Kürt
Türkleri’ne ayn bir milliyete mensubiyet şuuru vermek ve onların Türkiye
Cumhuriyetine karşı bir tehdit unsuru olmalarım sağlamakla kalmamış diğer Türk
boylan ile de Türkiye’nin ilgilenmesini önleyecek bir ortam yaratarak
Türkiye’yi uzun süre izole etmesini bilmiştir.
Şeyh Sait olayının uzantılarından olan Ağrı isyanının İran sınırının
yeniden düzenlenmesine yol açtığı hususuna değinmiştik. Hilâfetin kaldırılması
olayı ile veya en azından zamanlaması olayı ile Şeyh Sait olayının çıkışı ve
bilhassa sonuçlan gerçek anlamda önemlidir. Bu konuda iç bünyede taraf olma
durumunda bulunan Kâzım Karabekir şu açıklamayı yapmaktadır.
"Öteden beri İmadiye ve Çölemerik civarındaki köylerde (Londra
Başpiskoposu murahhası) namıyla İngiliz misyonerleri Nasturiler’i aleyhimize
yetiştirmişler ve teşkilâtlandırmışlardır. Bunlar bize daha çok zorluklar
çıkarabilirler. Bundan başka Kürtlük ıslahı için daha ilk tedbirler bile
alınmamıştır. Bu hususta benim muhtelif zamanlarda mühim tekliflerim vardır. Bu
Kürtlerle de tehlikeli işler yapabilirler. Bunların İstiklâl Harbi'nde pek baş
kaldırmamalan bizzat aldığım esaslı tedbirlerle beraber, küçüklüğümden
tanıdığım o muhit, Cihan Harbi’nde de emrimde bulunduğundan ve beni yakından
tanımalarındandır. Mütareke 'de bana karşı itaatkâr kaldılar. Onlara karşı
şahsî itimat da tedbirler kadar tesirli olur. Ne Dahiliye ve ne de Milli
Müdafaa vekâletleri onlarla bilerek meşgul değillerdir. Hülâsa askerî
muvaffakiyet ümit etmiyorum. İç ve dış siyasî meziyetlerin felâketli bir
şekilde sürükleneceğine ise hiç şüphe etmiyorum. Mustafa Kanal Paşaya
söyledim: Siz Musul’u, belki hilâfeti kaldırmakta acele etmeyerek, herhangi bir
şekilde almaya muvaffak olurdunuz, fakat Şark işlerini birinci derecede idare
eden bir arkadaşınız sıfatı ile bana haber vermeden bir emrivaki yaptınız.
Şimdi bu işe devlet adamlarına yakışmayacak tarzda ve hem de işi benim başıma
dolayarak hal yoluna gidiyorsunuz. Ben katkı olarak vazife kabul etmem, size
tavsiyem, bu uçuruma milleti sürüklemeyin, imzaladığınız Lozan Muahedesinin 3.
maddesini tekrar tekrar okuyun ve M. Kemal Paşa 'ya da okutun. Bu iş, benden
ziyade sizin birinci dereceden göreceğiniz bir iştif'
Bize göre Musul meselesi tamamen bir kimlik tanımı meselesidir. Türk
milleti evvelce hazırlıklı olmadığı kimlik konusunda adeta fenersiz
yakalanmıştır. İmparatorluktan geçiş yılları itibariyle kimlik belirlenmesinin
tam yapılamamış olması ve gerekli terminolojinin geliştirilememiş olması mazur
görülebilir. Ancak geçen zamana rağmen Türk Devleti ve sosyal bilinci bu
alanda gerekli mesafeyi alamamıştır/420 Geçmişte Türk olan bu insanlarımızın topraklarıyla
birlikte kayıp edilmiş olmaları tamamen gafletimizin bir sonucudur. "Bugün
Kürt denilen özbeöz Türk oğlu Türk olan insanımızı nasıl kayıp edip Kürt
yaptığımız konusundaki İdarî ve siyasî hatalar artık bilinmektedir/421
İnönü Lozan’da Musul Vilâyeti
Türkleri’nin Türk değil, fakat Türkmen oldukları ve dillerinin İstanbul’da
konuşulan dilden başka olduğu da iddia etmiştir.
Oysa gerçekte, Musul’da konuşulan Türkçe, Anadolu’da konuşulan Türkçe’nin
tıpkısıdır. Anadolu’da İstanbul Türkçesine eş bir Türkçe konuşan hiç bir yerde
yoktur.
Bunun bütün memleketlerde böyle olduğu görülmektedir, şehirden şehire,
vilayetten vilayete aynı dil her zaman biraz değişiklik göstermektedir.
Kaldı ki kesin olan bir şey de vardır. Anadolu Türkleri, Türkmen diye
adlandırılan topluluk içinde bulunmaktadır; Musul Türkleri’yle, Küçük Asya
Türkleri arasmda yapılmak istenilen ayrım hiç bir sağlam temele
dayanmamaktadır.
Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı,
Kürtler’in Turan kökenli olduğunu kabul eden, Encyclopedia Britannica
yalanlamaktadır/422 İnönü’nün
karşısına Lozan’da çıkan gerçeğin benzeri için yeterli hazırlığın olduğu
söylenemez.
M.Kemal Atatürk’ün, Kazım Karabekir ve Halit Paşaların komutanlık
karakterlerinde özel bir hassa vardır. Bu gibi devlet adamları şahısları ile
bütünleşen görevlerini adeta imanlarının vecibesi imişcesine yapan
kimselerdir. Komutanlık yaparlarken sadece asker ve sadece muharebeyi yöneten
kimse değillerdir. Bunların zekâ ve dirayetleri çevrelerindeki halkın
psikolojik yapı ve potansiyeli ile bir bütünlük oluşturur.
İSYANDA
ROL OYNAYAN SOSYAL, İDEOLOJİK, KÜLTÜREL VE DİNÎ FAKTÖRLER, OLAYA KONULAN
TEŞHİSLER
İsyanın en önemli özelliğinin sosyal, kültürel ve dini faktörleri ihtiva
ettiği şeklindedir. Bu düşüncede olan araştırıcıları ve düşüncelerine aşağıda
yer vereceğiz.
İnandırıcılıklarına gölge düşmüş bu tür yayınlardan birisi de "Kurder
i Mellersta Ostera och i Exilen"(42$ isimli eserdir. İsveç’te
yapılan bu yayın konuyu şu şekilde açıklamaktadır:
",............... İngilizler'in
desteğiyle Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktılar. Aynı tarihlerde
Kürtler de bağımsızlık talebiyle bir araya gelmeye başlamıştı. Ancak
Kürtler, gelecekteki barış görüşmeleri sırasında davalarının Fransızlar ve
İngilizler tarafından ele alınacağı vaadi karşısında daha ileri gitmediler ve
Jön Türkler’den General Mustafa Kemal’i desteklediler. Mustafa Kemal Kürtler’e
mükâfat olarak şayet onlar iyi bir müslüman olarak hıristiyan Rumlar’a karşı
savaşa katılacak olursa, Kürtler ve Türkler için müşterek bir ülke vaad
etmişti. Kürtler bunu kabul etti ve Rumlar savaşı kaybettiler ™)...
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr antlaşmasının 62, 63, 64.
maddelerine göre Kürtler ve Ermeniler’e bağımsız devletler kurmak hakkı
tanımıştı. Fakat Yunanlılar’ın yenilgisinden sonra 24 Temmuz 1923'te Lozan'da
imzalanan barış antlaşmasında Sevr’deki 62, 63, ve 64. madde alınmadı.
Kürtler’e sözlü olarak onların sorunlarının daha sonra çözümleneceği söylenildi...
29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti ilân edildi. Yeni hükümet 3 Mart
1924 tarihinde Kürt dilini ve edebiyatını yasakladı. Kürt okulları kapatıldı.
Yunanlılar’a karşı yapılan savaşta Kemal Atatürk’e yardım eden Kürt şeyhleri,
Atatürk’ün teşekkür etmek için düzenlediği bir yemekten sonra asıldılar™™)...
Kürtler karşı karşıya kaldıkları duruma Şubat 1925 ’te Şeyh Sait
liderliğinde yeni bir isyanla karşılık verdiler. İsyanda onbinlerce kişi öldü.
İsyan bir ay sonra bastırıldı. Kaçamayan ise idam edildi... ’< >.
Bu yayına göre Yunanlılar İngiliz desteğinde Anadolu’ya çıkmışlardı. Bu
dönemde İngilizler ve Fransızlar Kürtçü hareketi vaadleri ile
şekillendirmektedirler. Hareketin insiyatifî ve dinamizmi İngilizler’in
elindedir. Anadolu’yu istilâ eden güçler hıristiyan ve onlara karşı Anadolu’yu
savunanlar ise ülkenin müslüman halkıdır. Zaferden sonra Anadolu onu savunanların
ortak yurdu olacaktı. Anadolu’nun istilacı güçlere karşı savunması, Sevr
antlaşmasından sonra ve onun bazı ayrıcalık haklan vaad eden maddelerine karşı
tepki olarak yapılmıştır. Yani Sevr antlaşmasına karşı güçlenen tepkinin
sonucu olan savaşta istilacdann karşısında bu tepkiyi paylaşan Anadolu’nun
müslüman halkı vardır.
Bu yayınla ilgili açıklamaya muhtaç iki önemli hususdan birisi Tevhid-i
Tedrisat Kanununun yorumudur. 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen bu kanunda
evvelce mevcudiyeti iddia edilen Kürt dili ve edebiyatının yasaklanması söz
konusu değildir. Kürt şeyhlerinin yemek davetinde imha edilmeleri iddiası ise
İstiklâl Mahkemeleri gerçeği ile bağdaşmaz. Yazar olayların kronolojisinde de
çelişkiye düşmüştür. Zira Takrir-i Sükûn Kanunu 4 Mart 1925 tarihinde ve
İstiklâl Mahkemelerine görevlilerin seçimi ise 7 Mart 1925 tarihinde
gerçekleştirmiştir. Doğu İstiklâl Mahkemelerinin aldıkları kararlar ise, 29
Haziran 1925’te açıklanmıştır. İstiklâl Mahkemelerinde bakılan davalar
arasındaki 8 Şubat 1925 tarihli Şeyh Sait olayı vardır. Şeyh Sait ayaklanması
İstiklâl Mahkemelerinin kararma tepki değildi Ancak Nasturi isyanı ile Şeyh
Sait isyanı arasmda amaç ve faillerinin ayniliği itibariyle bir ortaklık
kurulabilirdi
Bu dönemi anlatan Paul Gentizon "Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu"
isimli eserinde çizdiği tiplerde şunları ifade ediyordu:
"Bununla beraber, aynı süre içinde doğu kasabalarında önemli
olaylar başgösteriyordu. 1830’da İstanbul’da inkılapçı sultana karşı yapılan
gösterilerin benzeri şimdi Kemalist rejim hakkında tekrarlanıyordu. Şapka
giyinmenin zorunlu kılındığı haberinden sonra Sivas’ta yeni başlıkları yeren
ve Türk halkının dinî duygularına hitap eden duvar ilânları görüldü. Erzurum’da
bazı isyancılar, çarşıdaki dükkânları kapamaya zorlayarak valinin oturduğu
konağa gittiler. Kahrolsun gâvurlardiye haykırdılar. Gâvur sözcüğü, inancı
olmayan yani kâfir anlamındadır ki, burada şapka giyinenler için kullanıyordu.
Bu durum Ankara yöneticilerinin getirdikleri yenileşme çabalarına karşı
tutuculuğun simgesi idi. Maraş’ta birkaç isyancı, Peygamberin yeşil sancağı
bulunan camiye girerek kutsal bayrağı ellerine geçirdiler. Sonra onu hükümet
konağının penceresine taktılar ve rejime karşı ağır sözlerle saldırıda
bulundular. Rize’de hükümet binalarının önünde buna benzer gösteriler oldu ve
devlet memurları aşağılandı, hatta dövüldü.
Bu arada haritaya bir göz atarsanız, Erzurum, Sivas, Maraş, Rize,
bütün bu şehirlerin Türkiye’nin doğusunda bulunduğu görülür. Böylece isyanın,
ülkenin yeterince gelişmemiş bölgelerinde, Anadolu ’nun geri kalmış yörelerinde
meydana geldiği anlaşılır. Buraları, birkaç ay önce Şeyh Sait’in din adına,
Cumhuriyetin imansız öncülerine, karşı koyduğu yerlerin yakınında bulunuyordu.
Türkiye’nin doğusunda yaşamakta olan bu halk geri kalmıştı, cahildi Onların
dünya ile ilişkisini sağlayacak ne demiryolu, ne de işe yarar bir karayolu
bulunmaktaydı. Anlamına uygun hiçbir okul yoktu. Bu nedenle o bölge halkı moral
ve entellektüel olgunluktan yoksundu. Onların başka bir çağdan getirdikleri,
artık yeri olmayan inançlar ve dinî tutuculuk yüzyıllar boyunca oluşmuş, artık
yıkılması zor bir duruma gelmişti. Ama işin kötü yanı, birçok şahsî yararın bu
duruma dayanması idi. Dervişler, şeyhler, hatta bazı hocalar, büyücüler
sihirbazlar, istihareciler bir nevi malikâne saydıkları bölgelerinde,
Cumhuriyet'in yenileştirme gerçeğine karşı koymakta yarar görüyorlardı. Bu
bakımdan eski sarıklılar, Ankara’dan gelen en İlmî gerçeği bile yanlışlık ve
dinsizlikle lekelemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu tutucu kimseler
için üzüntü ve tiksinti, batıdaki hıristiyan halklarının yol ve adetlerini
benimsemek zorunda olmalarından geliyordu. Uzun süreden beri, sessizce ve
gizlice, yeni rejimin, Türk halkını dinsiz duruma getirmeyi amaçladığı fikrini
yaymaya çalışıyorlardı. Şapkanın kokusu ise bardağı taşıran son damla oldu.
Halkın yığınlar halinde hükümet konağının pencereleri önüne sürüklenerek
yüzlerce kez "gâvurlar” diye haykırışlarla Cumhuriyet insanlarını
aşağılamaları işte bu sıradadır.
Ama Şeyh Sait isyanından beri, bu türden olaylarla karşılaşan Ankara
yöneticileri, soğukkanlılıklarını kaybetmemişlerdi. Millet için tehlikeli
duruma geldiği görülen davranışlar, başladığı yerde hemen söndürüldü* .
Görüldüğü üzere, P.Gentizon, ayaklanmanın yenilik düşmanlarınca,
inkılapçılara karşı yapıldığını, hareketi idare eden dinî otoritelerin
ayaklanmayı din motifinden yararlanarak başlattıklarını, yeniliklerin İslâm
dini ile bağdaşmadığı iddialarının ağırlık kazandığını, ayaklanma bölgesinin
Türkiye’nin doğusu olduğunu, bu bölgenin kalkınmamış, halkı cahil bir yöre olup
bazı din adamlarının "malikhâne” bölgesi olduğunu belirtiyor. Teşhisi
ayaklanmanın irtica karakterli olduğu şeklindedir.
Gentizon’ayapılacak ilâvede denilebilir ki, Karadeniz’in diğer
vilayetleri Rize’den daha zengin değildi
Şapka ve Medeni Kanuna Türkiye’nin sadece doğusunda tepki
gösterilmemiştir. Şu halde, irtica karakterli olan bu ayaklanma emsallerinde
olduğu gibidir. Bölgesel değildir.
Aynı düşünceleri paylaşan Lord Kinross eserinde şöyle demektir:
"Derebeyliğe bağlı, başına buyruk, sofu ve hırçın bir azınlık
olan Kürtler, Osmanlı hükümetlerinin başına zaman zaman dert açarlardı.
Savaştan sonra, Barış konferasında müttefiklerin bağımsız bir Kürdistan kurmak
istemeleri, Kürtler’in özgürlük heveslerini kamçılamıştı. Şimdi de İngilizler’in
Musul’da ve Irak sınırının ötesinde bulunmasından, merkezî Türk Hükümetine
karşı ustaca yararlanıyorlardı. Piran ’da başlayan ve doğu illerine yayılan
isyanın elebaşısı Şeyh Sait adında Hınıslı bir aşiret başkanı idi. O bölgedeki
Nakşibendî dervişlerinin de başı olan Şeyh Sait, okuma yazma bilmeyen, ilginç
görünüşlü bir toprak ağasıydı. Sürülerindeki koyunlun, aşiretindeki adamlann
topraklannda otlatır, büyütür, dinsel itibarını ve otoritesine güvenerek onlann
sırtından geçinirdi. Kendi sülâlesini ötekilerle birleştiren, birtakım
evlenmeler yolu, ile nüfûzunu komşu dağlarda yaşayan sürü sahibi diğer zengin
ailelere de yaymıştı. Ancak şimdi Ankara ’nın yeni 'Türkleşmiş" hükümeti
bu derebeylik gücünü tehdit edeceğe benziyordu. Bu gücünü, muhtar bir Kürdistan
içerisinde sürdürmek isteyen Şeyh Sait, aşiretini, halifeliğin kaldnlmasına ve
Kemalist Hükümetin "kâfirce”siyasetine karşı ayaklanmaya çağırdı. 13 Şubat
1925’te, birkaç haftalık sürekli bir propagandadan sonra "Allah’ın
Emriyle" isyan ilân etti Yeşil Müslüman sancağı altındaki kuvvetleri,
şeriatı geri getirmek amacıyla, bölgeye yayılarak hükümet binalarını ele
geçirdiler. Jandarmaları tutukladılar, önemli Elâzığ ve Diyarbakır şehirlerine
yürüdüler. Lâkin Halk Fırkası ’nın aşın kanadmdakiler, aksi görüşü
savunuyorlardı. Bu ayaklanma bir karşı ihtilâl teşebbüsü olabilir, Doğu
illerinden Türkiye’nin başka yerlerine sıçrayarak, rejimi devirmeyi hedef tutan
bir hareket halini alabilirdi. Onun için, sıkıyönetim yalnız isyan bölgesinde
değil, yurdun her yanında ilân edilmeli, İstanbul’u da kapsamalıydı. Fethi Bey
bu teklifi reddetti Karşısındakiler, bunun üzerine ateşlerini Terâkkîperver
Fırka’ya yönelttiler ve Fırkanın alevlendirid bir dinsel propaganda ile,
isyanın patlamasına yol açtığım ileri sürdüler."(-428
"Gazi, toplantıya çağırıldı. O da başkanlık odasında bu çağrıyı
bekliyordu. Uzun bir konuşma yaparak aşınlann tarafını tuttu ve sözlerini
şöyle bitirdi: " Milletin elinden tutmak zorundayız. İhtilale başlamış
olanlar, onu tamamlamalıdırlar". Hükümete güvensizlik teklifi oya sunuldu
ve zayıf da olsa, çoğunlukla kabul edildi Fethi Bey daha fazla direnmek
istemedi, partinin üstünden geçip Meclis’ten güvenoyu istemektense, hemen
istifasını sunmayı daha uygun buldu. Böylece İsmet Paşa bir kere daha
Başvekilliğe getirildi Recep Bey de Milli Müdafaa Vekili oldu. Bu arada Şeyh
Sait’le adamlan, dağlık Doğu bölgelerinde ellerinde yeşil sancak, göğüslerinin
üzerinde Kur’an-ı Kerim; bankaları, evleri, dükkânları basıp yakarak 'Hak
yolunda' ilerliyorlardı. Türkler’den, Tanrı adına teslim olmalarını
istiyorlardı. Vaizler onlara cennette ödüller vaat ediyordu. Yerden ve havadan;
Halife’nin kendilerinden fedakârlık istediğini, halifelik olmadan Müslümanlık
da olmayacağnı bildiren beyannameler dağıtılıyordu. Şeriat geri getirilmeli;
okullarında dinsizdik öğreten, kadınlan yan çıplak gezdiren hükümetin başı
ezilmeliydl *429)
"...Şeyh Sait, Kürt istiklâli yerine din davası
ile ortaya çıktığı için komşu kabilelerden kendine fazla taraftar
toplayamamıştı. Bunlar bir Nakşibendi devivişinin ruhani başkanlığnı kabule
yanaşmıyorlardı. Üstelik, bir Kürt devleti için ideal merkez olan Diyarbakır’ı
ele geçirmeyi de başaramamıştı. Böylece bütün hesaplar, hükümetin zaferi
muhakkak elde edeceğini gösteriyordu. Fakat boyuna yer değiştiren küçük gruplar
halinde dağlara sepilen Kürtler, ciddi bir direnme gösterememekle beraber,
pusular kurarak, tepelerden ateş ederek, arkadan ânî saldınlara girişerek
harekâtı yavaşlatıyorlardı. Bununla beraber bu kuvvetler teker teker çevrilerek
mukavemet yuvaları ele geçirildi Şeyh Sait’le suç ortaklan bir ay sonra İstiklâl
mahkemesi önüne çıkarıldılar. Savcıdan başka bütün mahkeme, Millet Meclisi
üyelerinden kurulmuştu. Bunlar Kürtler’in yeşil müslüman bayrağına karşı açık
ve sembolik bir protesto niteliğinde olarak, kırmızı beyaz Türk bayrağnın
altında yer almışlardı. t
Şeyh Sait, dava sırasında sakin davrandı, hatta yargıçlarla şakalaştı.
Yalnız, bir müslüman olarak, mahkeme salonundaki film makinelerine itiraz etti,
dudaklannı oynatarak bunlara kaşı beddualar mınldandı. Din elden gittiği için
isyana kalktığını söyledi. Öteki müslümanlara kılıç kaldırmakla günaha
girdiğini kabul etmedi, onlar nasıl olsa imansızdılar, isyanı başarabilmiş olsa,
medreseleri tekrar açacak, şeriatı geri getirecek, mecelleyi yeniden
uygulayacak; yalancının dilini, hırsızın elini kesecekti. Kürdistan, yeni
baştan, Peygamberin zamanındaki mutluluğuna kavuşacaktı.
"Şeyh Sait sehpaya çıkarken, mahkeme başkanına gülümseyerek:
"Senden hoşlandım dedi Ama kıyamet gününde hesaplaşacağız. Yurdun hiçbir yerinde, hükümetin çekindiğini
söylediği çeşitten, bir sempati belirtisi görülmedi. Komşu vilâyetlerde olsun,
başka yerlerde olsun, köylüler kendilerini savunmaya hazırlanmışlardı.
İstabul’da öğrencilerle hamallar -aydınlarla işçilerbu dinsel gericilik
gösterilerini şiddetle protesto ettiler. İsmet Paşa’nın Meclis’te söylediği
gibi, Cumhuriyet çocukları seferberlik çağrısına gönülden karşılık vermişlerdi O
kadar güçlükle elde edilmiş olan barışı bozmaya yönelen bu teşebbüse kızmışlar,
dinin siyaset için kullanılmasına içerlemişlerdi. Gazinin yeni millî cephesi,
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan bu ilk buhranı, güven verici bir
şekilde önlemiş oluyordu."
Lord Kinross’da tanımında Şeyh Sait’i derebeyi, güçlü Nakşibendî şeyhi
olarak tanımladıktan sonra, hareketi Halifeliğin kaldırılmasına tepki, kâfir
kabul ettiği Kemalistler’e karşı Allah'ın emri gereği verilmiş mücadele, İslâmî
bir hareket olarak belirtiyor. Şeyh Sait muvaffak olması halinde, Halifelik
getirilerek şeriat ve mecellenin uygulamasına geçilecek, hükümetin dinsiz
icraatına son verilecekti. Öldürülen insanlar için günah işlenmemiştir. Zira
bunlar, imansız olarak kabul edilmektedirler. Öldürülmelerine Türk oldukları
veya Kürt hareketine mani oluşları sebep teşkil etmemiştir.
L. Kinross’un yanıldığı hususlar da vardır. Kürtler yazarın belirttiği
gibi İlmî anlamda olmadığı gibi, hukukî anlamda da azınlık değildir. Lozan
Türkiye’deki azınlıkları belirlemiştir. Bunlar Rum, Yahudi ve dinî cemaat
olarak kabul edilmiş Ermeniler’dir. Şeyh Sait din davası yerine Kürt istiklâli
için ortaya çıksaydı, dinî çevrelerden kesinlikle bu derece destek göremezdi.
Bir İslâm din adamının islâmiyette yasaklanmış kavmiyetçilik adına mücadelesi
onaylanamazdı. Aynca özellikle aşiretlerde ayn bir millî mensubiyet duygusu
yoktu ve gelişmemişti. Şeyh
Sait, mücadelesinde kullandığı bayrak iddia edildiği gibi Kürtler’in değil o
dönem islâmiyetçilerin sembolüdür.
" Modem Türkiye’nin Doğuşu" isimli eserinde B. Lewis
Doğu konusunu enine boyuna incelerken konumuzla ilgili şu açıklamayı
yapmaktadır :
" Kürt ayaklanmasını, Allahsız Cumhuriyeti devirmeyi ve Halife’yi
geri getirmeyi isteyen derviş ve şeyhler yönetmişti. Bunun üzerine Mustafa
Kemal, tekkelerini kapatarak, birliklerini dağıtarak ve toplantılarını,
âyinlerini ve özel kıyafetlerini yasaklayarak, dervişlere karşı harekete
geçti. "
B.Lewis, ayaklanmanın doğulu tarikat mensuplarının önderliğinde
yürütüldüğünü, çıkış noktasmı dine karşı olduğunu kabul ettikleri Cumhuriyet
yönetimine tepkinin teşkil ettiğini berterek, irticaî bir hareket olduğu teşhisini
koymaktadır. M.Kemal’in bu gerici hareketi kökünden halletmek için tekkeleri
kapattığını belirtmektedir. Yazara göre tekkeler isyanların, isyancıların
organize güçler haline gelmelerine yol açan örgüt merkezleridir. Ayaklanmaların
sadece Doğu’da olmadığını, ne tekke ve ne de zaviyelerle ilgili kanunun, sadece
Doğu illeri için geçerli olmadığı gerçeği de ayaklanmanın etnik karakterli
olmadığını göstermektedir.
Metin Toker, olayda İngiliz kışkırtmasından bahsetmekle birlikte, isyanın
daha çok dinî sebeplerden kaynaklandığını ve yayıldığını kabul etmektedir.
Konuyla ilgili olarak eserinde şöyle demektedir;
" Şeyh Sait bir Kürt lideri gibi davranmaktan ziyade bir
"karşı ihtilaTin ilk darbecisi gibi hareket ediyordu ve açtığı bayrak,
hilâfet bayrağıydı, şeriat bayrağıydı. 434\..
"... Zira gelen haberlerden anlaşılıyordu ki mahallî jandarma,
yakın tanıdığı, bildiği asilerin üzerine ateş açmıyor, hatta bazıları onlara
katılıyordu. Köylüler de bunu görünce, zaten "din uğruna
savaş"parolasıyla ilerleyen Şeyh Sait kuvvetlerine kapılarını
açıyorlardı." .
"...Hükümet adına Başbakan Fethi Bey, milletvekillerine durumu
anlattı, olayın irticaî bir isyan olduğunu bildirdi Şeyh Sait’in beyannâmesini
gruba okudu. Beyannâmesinde Sait, müstakil bir Kürdistan ’ın kurulacağını
müjdeledikten başka Halifenin döneceğini, Şeriatın tekrar toplum hayatına hakim
olacağını, dinsiz olan mevcut hükümetin ortadan kaldırılması gerektiğini
bildiriyordu. " (436)
Metin Toker, olayın tegâhlayıcısı olarak İngiliz Hükümeti’ni görmektedir.
Şeyh Sait’i etnik bir hareketin lideri olarak değil bir karşı devrimci olarak
nitelendirmekte, din adına bayrak açtığını belirtmektedir.
Mahmut Goloğlu " Devrimler ve Tepkileri" isimli eserinin
Şeyh Sait ayaklanması bölümünde konumuzla ilgili şu bilgiyi vermektedir :
"....İslâm dininin en bağnaz ve tutucu olanlarını içinde toplamış
olan Nakşibendi tarikatının en çok etkili olduğu doğu bölgesinde; hükümetin
dinsizliği, milletin dinsizliğe götürüldüğü, dinin kaldırılmak istenildiği,
dinin yitirilmekte olduğu, bunu önlemek gerektiği gibi söylenti ve propagandalarla
devrim tepkilerinin belki de en büyüğü denebilecek olan ayaklanma
başladı."
Ayaklanma sebebi ve zavallı halkın kandırılması konusuna gelince;
ayaklananların elinde yakalanan belgelere ve öldürülenlerin üzerinde çıkan bit
mektuba göre, güya Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti o bölgede sekizyüz kişinin
öldürülmesine emir vermiş. Şeyh Sait’de bunların içinde imiş. Bundan kurtulmak
içinde zaten yapılması gizlice niyet edilmiş ve hazırlanmış olan ayaklanmayı
biran önce yapmak gerekmiş. Ayaklanmanın amacı şeriatı sağlamakmış 17.2.1925
günlü bir raporda deniyor ki; olay padişahlığı, hilâfeti, şeriatı ve
Abdülmecit'in oğullarından birinin saltanatını sağlamak gibi gerici bir
propaganda perdesinin altında Kürtçülüktür. Genel durum budun.... Fakat
mütemadiyen ötede beride dolaştıkları işitilen ve tutulmayan tanınmış Kürtçüler
halkı eyleme geçmek için kışkırtmaktadırlar..."
Dış sorunların çözülmek üzere olduğu şu sırada, içerde çıkan bu
ayaklanmaların kaynak ve sebeplerini aradığımız zaman, birçok şeyler akla
gelebilir. Fakat isyancılar ve tertipçiler halka bu etkenleri
açıklamamışlardır. Halka söylenenler uydurmalardan ibaretti. Din yok
ediliyormuş Tanrıda, dinin yeniden canlandırılması için Şeyh Sait’i
görevlendirmiş. Şeyh Sait’in de kendine bir Peygamber süsü verdiği öteki
belgelerden anlaşılıyor..." '*
...Anayasamızın 2. maddesi gereğince Türkiye Cumhuriyeti’nin dini,
İslâm dinidir. Böyle olduğu kışkırtıcı ve tertipçilerce de bilindiği halde
ihtilâl çıkarmak, ayaklanmak ve Türk milletini öteden beri muhtaç olduğu huzur
ve sessizliği bozmak için halkın din duygulan sömürülmüştür. Din ve dinin
kutsal kavranılan araç edilerek halkı, millet, vatan ve Cumhuriyete karşı
kışkırtanlar hakkında şiddetli kanun hükümleri koymak gerektiği bir kez daha
ortaya çıkmıştı..
24.2.1925 tarihinde Meclise verilmesi kararlaştınlan kanun
tasarısında; "insanlığı mutlu etmek için konulan ve yayılan kutsal
dinler; tarihin akışında aşın haksız ve kötü isteklerin karşılanmasına araç
edilmek gibi amaçlarla tam tersine bir akıbete düşürüldüler. Denilebilir ki,
insanlık en dayanılmaz, en kanlı yaşantı dönemlerini talihin acı bir sonucu ile
din ve dinin kutsal kavramları için yapılan çalışmalann arasına yazdı.
Tarihin, elleri satirli katil ve zorba taç sahipleri maceracıları, türedikleri
kötülüklerine, zorbalıklarına, dinleri dayanak göterecek kadar Tanrı buyruklarından
yararlanmak yollarını buldular. Söylenmesi çok üzücüdür ki; insanlığa mutluluk
ve yükselme kılavuzu olarak Tanrı katından indirilmiş olan kutsal dinler,
kötülükler altındaki insanların kutsal haklarını kesin bir kararlılıkla meydana
çıkarma aracı olan devrimlerin, amansız düşmanı olan kötüler elinde gericilik
için kullanıldı. Siyasete alet edilmiş olan dinlerin insanlık yaşantısındaki
etkisi bundan başka bir sonuç vermemiştir. Yüksek esaslarına rağmen İslâmlıkta,
uzun yıllar kötüailelerin elinde kan dökücü, istibdat idarelerinin gerekçesi
olarak gösterildi.
Sonuçta, dinin istismarım önlemek için hazırlanan kanunun birinci
maddesinde; "Dini ve dinin kutsal kavramlarını siyasi amaçlara esas ya da
alet etmek için demekler kurulması yasaktır. Bu tür dernekleri kuranlar ya da
bu derneklere girenler vatan haini sayılırlar..." denilmiştir/442)
t
Goloğlu’nun incelemesinde ayaklanmanın, dini istismar ederek güçlenen
gerici bir olay olduğu, az çok Kürtçülük muhtevasının da bulunduğunu görüyoruz.
Halktan, ayaklanmadaki dış tahrikler saklanılmıştır. Anayasa’nın 2. maddesine
rağmen halkın cehaleti sonucu asilerin, hükümetin din politikasını istismar
edebildikleri, din istismarının yenilenilerek benzeri olayların takrarına
fırsat vermemek için hükümetin kalıcı tedbirler aldığı, Şeyh Sait ayaklanmasına
tepkilerin Doğu vilayetleri halkı ve din adamlarından da geldiğini görüyoruz.
Kısaca özetlersek Goloğlu’na göre,
olayın karakteri irticai ve bölücüdür.
"Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, I" isimli
eserinde Şadillili Vedat, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler
Başkanlığı’nın bu konudaki yayınlarını büyük ölçüde esas almıştır.
Ayaklanmanın karakterini tayin edebilecek bilgi veren bölümünde;
"Başlangıçta-İslâm şeriatı-adma başlatılan isyan, kısa bir zaman
sonra İngilizler’in yerli ajanlarından Seyid Abdülkadir, İhsan Nuri, Cibranlı
Halit, Hasenanlı Halit, Yusuf Ziya gibi isyanda önemli rol oynayan şahıslarla,
isyanın asıl maksadından saptırmış ve bir Kürt devletinin kurulması yönüne
doğru kaydırılmıştır. Şeyh Sait daha sonra durumu anladı ise de birşey yapamadı,
Nitekim, istiklâl Mahkemesinde verdiği ifadesinde de Şeyh Sait,-Kürt
Devletikurma şeklindeki yorumlan şiddetle reddedecek ve İslâm için direndiğini
söyleyecekti. S44® tarzında bir açıklama vardır.
Ş.Vedat’a göre ayaklanma Şeriat uğruna yapılmıştır. Yani dinî
karakterlidir. Olaya etnik bölücü karakter vermek isteyenler İngiliz yanlısı
kimselerdir ve ayaklanmayı başlatan liderin tercihi olmasına rağmen seçilen bu
yolu Şeyh Sait reddetmiştir. Olay büyük ölçüde dinî karakterlidir.
"Doğu tileri ve Varto Tarihi" isimli eserinde M. Şerif
Fırat, Şeyh Sait ayaklanmasına yer ayırıp ayrıntılı bilgi vermiştir.
Yazar, ayaklanmaya Mondros Mütarekesi ve Sevr antlaşmasının cesaret
verdiğini, bir kısım Şafii ve Nakşibendi Şeyh ve ağalarının 1919’dan beri var
olan ayn bir devlet kurma fikrinin, Kürt Teâlî Cemiyeti organizesiyle
ayaklanma şeklinde patlak verdiğini, ayaklanmadan sonra dağlarda çeteler kuran
eşkiyanın asayişi bozduğunu belirtmektedir. "İrtica fikri üzerine perde
çekilerek yütülen bu siyasî faaliyetin" çeşitli Türk boylarından kopmuş
asilere Kürt diye hitap edilmesinden kaynaklandığını, bu hatalı ve gerçek dışı
tanımlamanın Yavuz Sultan Selim ve Abdülhamit’in millî duyguları, din ve
hilâfet uğruna feda etmelerinden güç aldığını, Yavuz’un Şiiliği ve Şah İsmail’i
durmak için doğu illerimizdeki dağlı Türkler’e Kürt ve Doğu illerimize
Kürdistan ismini takışı, Anadolu’dan doğuya aşiret nakledişi, Sultan Hamit’in
saltanatını sürdürmek için Türk aşiretlerine Kormancı adını takarak onlardan
36 Hamidiye alayı kurup "siz benim evlatlarım ve Kürtlerimsiniz"
deyişi, bölge halkına yanlış mesajlar vermişti. Bu duygular, Kürt Teali
Cemiyeti mensuplarının işlerine yaramıştır. Türklüğe mensubiyetten uzaklaşan bu
aşiretlerin zamanla kendilerini Kürt, Seyyit, Abbasî, Halidî, Emevî silsilesine
kadar götürmelerine yol açmıştır. Bu yanlış düşünce olayların kaynağını teşkil
eden dinî taassupla birleşmişti.
Yazar ayaklanmaya iştirak edenlere dair bilgi verirken de; ayaklanmaya
sonradan katılanlar, ayaklanmaya karşı devlet güçlerinin yanında yer alanlar ve
başlangıçtan beri ayaklanmanın içinde olanlar şeklinde döküm vermektedir.
Ayaklanmanın sevk ve plânlamasını" Emir’ül-Mücahidin" adı ile
liderlik yapan Şeyh Sait’in kayınbiraderi olan Cibranlı Halid’in yaptığı
isyancıların işine, Cumhuriyetin ilânının yaradığını, Cumhuriyetten sonra
Saltanat ve Hilâfetin kaldırılışı, başlattıkları propagandaya uygun düştüğünü,
Hasenanh Halit’in ise gerçek bir derebeyi olduğunu, vaktiyle dört aşiret çıkarmış
olan yüzlerce süvariye hükmeden, Tuzla ile Malazgirt köylerinin âşannı alan,
aynca Hasenanh aşiretinden de yüzlerce süvari çıkaran güçlü ve azdı bir
derebeyi iken menfaatlerinin elinden alındığını, her aşiret liderinin kendi
aşireti ile bölgesinden ayaklanmaya katılma karan aldığını, Şeyh Sait’in oğlu
Ali Rıza’nın Haleb’den dönerken muhtarlardan aldığı bağlılık mazbatasını,
Cemiyet-i Akvam’a Taşnak-Hoybun aracdığıyle göndereceğini belirtmektedir. (*“)
Şeyh Sait’in, "kurulduğu günden beri dini mübini Ahmedînin
temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ile
arkadaşlarının Kur’an'ın ahkâmına aykırı hareket ederek Allah ve Peygamberi
inkâr ettikleri ve hatifey-i İslâmî sürdükleri için gayri meşru olan bu
idarenin yıkılmasının bütün islâmlar üzerinde farz olduğunu, Cumhuriyetin
başında bulunanların ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriatı
Gorrayi Ahmediye’ye göre helâl oduğu... ’ 45 şeklindeki fetvasından sonra bu mealde vaazlar
verip konuşmalar yaptığı, Alevî aşiretlerinin bu cihada katılmadıklan, Şeyh
Sait’in isyana katılmalannı sağlamak için direnen Hormek aşireti rüessasından
Halil, Veli ve Haydar ağalara yazdığı mektupta; "....dini mübin-i Ahmediyi
kâfir olan Mustafa Kemal’in yed-i zulmünden tahlis etmek gazabı niyetiyle
şuşara hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden
Lâilâheillâllah üzerinde farz olunduğunda minelkadim memleketimizde büyük bir
gayret ve şecaât sahibi olan müslüman aşiretlerimizin de şeriatı gurrayı
Ahmediyeye ve bu cihadı ekbere ittifak edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya
eyyülhü’l-ensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhetlerin elinden kurtaralım, size
istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükümet bizi de kendisi gibi dinsiz
yapacaktır. Bunlara cihat farzdır. Yu-kâtibû fi-sebîlu’Ilah 4. Kanunisani 1341
Emirrel mücahidin Elseyit Muhammed Saidi Nakşibendi."(44Ğ)
dediğini, Şeyh Sait’in "Emirelmücahidin" ve "Nakşibendi"
ünvanını kullanarak zımmen halifeyi ve İslâmiyet! temsil etmeyi, Darahini’yi
hilâfet merkezi ve Nakşibendiliği hilâfet tarikatı yapmayı amaçlamış olduğunu
belirtiyordu/447)
Yazar ayaklanmayla ilgili bölgeye ait bütün yazışmaların belgelerini
neşretmiştir. Bunlardan 27 Şubat 1341 Ankara çıkışlı Kaymakam Abdurrahman ve
Binbaşı Tahsin Beylere Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal, imzasıyla
yazılan telgrafta :
"Şeriat perdesi altında Cuhuriyet ve vahdetimize vaki olan
süikast teşebbüsünün karşısındaki vatanperverâne vefedakârâne hissiyatınız
şayanı şükran ve takdirdir. Pek ulvî mücadelemizde aynı hissiyat ve imanla
devam buyrulacağından eminim. İrtica heyet ve teşebbüslerine karşı halkımızın her
taraftan gönderdikleri lanet ve nefret hisleri muvacehesinde hainlerin yakın
zamanda tamamen cezalarını bulacaklarına itimadım katidir. Cümleye selâm ve
hürmetler'* denilmektedir.
Yazarın açıklamalarından, ayaklanmanın Nakşî ve Kadîrî taassubundan kaynaklandığı,
etnik bölücü hareketin bu potansiyelden yararlanmayı amaçladığı, etnik
farklılık zihniyetinin temelini Osmanlılar’ın hilâfeti alışları ile başlayıp
Abdülhamit’in Hamidiye Alaylarım kuruşu ile geliştiğini, Taşnak-Hoybun’un
bölücü harekete diplomatik alanda destek olduğunu, Alevî Türk aşiretlerinin
ayaklanmada devletten yana destek sağladığını görmekteyiz.
M. Şerif Fırat’a göre olayda etnik bölücülüğün payı olmasına,
derebeylerin çıkar kavgasının rolü bulunmasına rağmen, ayaklanma büyük ölçüde dinî
taassup karakterlidir.
Celâl Bayar’la röportaj yapan Kurtul Altuğ, yakın dönemlerin bu önemli
devlet adamının ağzından Doğu isyanları ile ilgili düşüncelerini tespit
etmiştir. Yapılan bu röportajda, Celâl bayar, doğu meselesi ve isyanlarla
ilgili olarak şunları anlatmaktadır :
" Dersim isyanı tamamen Kürtler’in siyasî düşünceleridir. Bunlar
ne anarşisttir, ne şudur ne budur. Bunlar doğrudan doğruya müstakil Kürt
hükümeti kurmak isterler. Bugün de bu istekler kuvvetlenmiş şekildedir. Büyük
Millet Meclisi’nin vazifelerinden birisi de Sevr Muahedesi’nin şartlarını
ortadan kaldırmaktır. Yunanlılar’ın Anadolu’ya çıkışlannın sebebi Sevr
Muahedesi’ni cebren bize tatbik ettirmekti. İngilizler’e söz vermişlerdi.
Dersim hakkında da muhtariyet meselesi vardır. Kürt meselesi diye bir mesele
geniş bir şekilde konferansda geçmedi Ermeni meselesi vardı. Ermeniler daha
kuvvetliydiler. Kürtçülük meselesi hafif telâkki ediliyordu. Fakat İngilizler
Türkiye’yi zayıf bırakmak istiyorlardı. Hem idaresi zayıf olsun istiyorlardı,
hem de bölmek... Lloyd George çok düşmandı bize. Dersindiler tıpkı Yunanlılar
gibi kendi menfaatlerine harekete geçtiler ve ikiye bölündüler. Kürtçülük
gayesini muhafaza ederek bizimle beraber olanlar var. Misak-ı Milliye
Muahedesi’yle oraya istisnai olarak bir muhtariyet verilmiştir. Otonomi
olarak... Seyit Abdulkadir isminde bir Kürt Şeyhi vardı. Onu İngilizler, Irak
Hükümeti ile bizim hudut arasında bir yere sokup tampon olarak kullanmak
istiyorlardı. O Şeyh vasıtasıyla Irak’la bizim aramızda bir tampon bölge yapmak
istiyorlardı. O da Kürtler’in bulunduğu yerde çalışmak istiyordu. İstanbul
Hükümeti’de bunu kabul etmişti. İngilizler bunu istiyor. Halifede bunu
istiyordu. Hürriyet Ve İtilâf Fırkası da bunu istiyor. Aralarında bir anlaşma
yapmışlardır. O ittifaknâme benim arşivimde vardır. Dersim ayn, Abdulkadir ayn,
sonra Şeyh Sait isyanı, meselâ Kürtler’den Lütfi Fikri vardır. Bu Avrupa’da
tahsil etmiş bir adam. Şerif paşa Stockholm'de bizim sefirimizdi Genç bir adam,
babası da Yunan muharebesi, Teselya Muharebesi olduğu zaman Abdülhamit’in
hariciye nazın.
Tesefya’da muzaffer olduk, işte öyle bir hariciye vekili.. İşte Şerif
Paşa böyle bir adamın oğlu, İttihat ve Terakki, Meşrutiyet’i ilân ettiği vakit
de, kendisinin daha mühim mevkilere geçmesini istedi Halbuki bulunduğu, mevkii
kendisine çok görülüyor, oradan içerledi; sonra da Kavalalı Mehmet Ali Paşa
ailesinden bir kadınla evlendi, oradan büyük servete sahip oldu. Muhalefete
geçti. Ondan sonra hain-i vatan oldu. Müstakil bir Kürdistan işgal etmek için
alenen meydana çıktı.
Lütfi Fikri’den bahsediyorum. O vakit bazı gençler onunla beraber
oldular. Şerif Paşa ya Süleyman Nazif "Boş herif” derdi... Şerif Paşa,
Lütfi Fikri’yi de Lozan Konferansında bu meseleyi müdafaa etmek için yanma
almak istedi. Lütfü Fikri de Meclis’in muhaliflerinden... Ben İzmir’de
değilken İzmir’den vapurla İskenderun’a, oradan da memleketlerine gitmek
istemişler. Bizim o zamanın gençleri, İttihat ve Terakkiye muhalif diye
bunları yuhalamışlar... Adam ısrarlı bir muhalif, demokrasi anlayışı başka...
Lütfi Fikri, Şerif Paşa’ya cevap veriyor " Müstakil bir Kürdistan
değil, müstakil bir Kürdistan değil, müstakil bir Ermenistan meselesi değil,
eğer bir Osmanlı meselesi müdafaa etmeyi kabul ederse en çok o zaman
kendisiyle giderim diyor. Bunun üzerine adam yükseldi Atatürk’ün aleyhinde bir
yazı yazmıştı. Atatürk O’nu mahkemeden kurtardı. Demek isterim ki muhalif olan
Kürt münevverlerinden bu "boş herife de muarız olanlar çoktu. Süleyman
Nazif de Diyarbakırlı’dırve o muarızdır. Binaenaleyh Anadolu’da elimizden
çıkıyordu.
Gelelim Dersim Hareketine : Dersimliler Büyük Millet Meclisi açıldığı
vakit oraya mebus göndermediler. Atatürk bu vilâyetten beş tane mebus istedi
İstanbul Meclisi Mebusanı’ndan da benim bulunduğum, kendisine iltihak edenleri
kabul etti. Dersimliler ne olur ne olmaz diye mebuslarını seçtiler. Fakat
Meclis’e gelip vazifeye başlamadılar. Atatürk’ün otoritesinin Meclis’e ve
memlekete vaziyet ettiğini görünce, içlerinden bazılan geldiler, o gelenlerin
içinde isim söylemek doğru olmaz, temiz adamlar da vardı; İngilizler’in
casuslun da vardı. Bir Deli Halit Paşa vardı. Onu sonra Meclis’te öldürdüler. O
havalide kumandanlık yapmış. Tanıyor hepsini. Ellerinde mazbatalan var. Halit
Paşa gülüyor, " a sende mi buradasın?" diye alay ediyordu. Asıl
müfrit olanlan Büyük Millet Meclisi ile birlikte Koçkiri’de teşkilât yaptılar.
Kürtlük hesabına en idealistleri orada toplandılar. Sivil asker bütün
kuvvetleriyle orada toplandılar. Orada mühim bir kuvvet teşekkül etti.
Koçkiri’de isyan etti. Ben o zaman Hariciye’ye vekâlet ediyordum. Meclis
tetkikatı yapmayı da bana havale ettiler. Bir Erkân-ı Harp Yüzbaşısına Afyon
Mebusunu Hükümet namına tetkikata memur ettim. O gitti tetkikat yaptı raporunu
verdi "Buradaki isyanm sebebi Sevr Muahedesinin tatbikini temin
etmektir" dedi Yani nasıl Yunanlılar İngilizler’in desteği ile nasıl Sevr
Muahedesinin tatbikini istemişlerse, Dersim isyanı’nın bir kısım halkı da
İngilizler’in parasıyla yahut da desteği ile Koçkiri isyanını başlatmıştır. Irak
tarafindan da Abdülkadir, İngilizler’in parasına dayanarak tampon bir prenslik
yapmak istemiştir. Sonra onu da astılar...,
" Şeyh Sait’in gayesi Babı-âlinin zihniyetini taşıyan ve bunu
marifetli bir iş sanan -ki halâ böyleleri varadamların telkini ile hakiki şekli
anlaşılmamıştır. Hatta mahkemenin karan bile, telkin edilmiş değiştirilsin
diye... O bir Kürt İslâm Devleti kurmak istemiştir. Şimdi nasıl İran’daki o
adam, Humeyni kuruyor... Şeyh Sait bunu yapmak istemiştir. Bu üç mıntıkayı
birbirine birleştiriverir, demek kİ Anadolu’nun yansı gitmiştir. Kürt meselesi
bu.... Politikası bu... Koçgiri bence hepsinden mühimdir. Yunanlılar’a karşı
durmak için nasıl tedbir alıyor isek, orada da aynı surette teşkilât yaptık.
Esasen Yunanlılar’a karşı durmak için kuvvetimiz kâfi geldi Bunlarda aynca
çıktı başımıza... Koçgiri de biranda merkez yapıldı. Komutanlığına size önce
bahsettiğim Nurettin Paşa’yı kumandan tayin ettiler. O başardı o işi. Sonra
Giresun’dan 1200 kişi ile gelen Topal Osman çok yakın dostumdur,-cahil bir
adamdıbüyük gayretleri oldu. O 1200 kişisi de Atatürk’ün muhafızı olarak
Çankaya’da muhafaza edilmiştir. Koçgiri'de çok ciddi muharebeler oldu. İki
taraftan da çok telefat verildi ve sıkıştırdılar bizi. Yunanlılar,
Eskişehir'den öbürleri de öbür taraftan,l(450)
Celal Bayar’ın konu ile ilgili açıklamaları meseleyi başka açılardan da
ele alabileceklere kolaylık olması için özellikle geniş olarak alınmıştır.
Bayar’a göre Dersim olayı Kürtler’in siyasî düşüncelerinin tezahürüdür.
Müstakil Kürt Devleti kurmaya matuftur. Bugünkü faaliyet onun devamıdır. Sevr
Muahedesi’nden güç almaktadır. Konferans’da geniş bir şekilde geçmemiş
olmasına rağmen, İngilizler bölgede bir tampon devlet düşünmektedirler. Böylece
hem Türk idaresini zayıf düşürecekler ve hem de güçleri ikiye bölmüş
olacaklardır. Bölücü kadrolar da kendi içlerinde ikiye ayrılmıştır. Bunlardan
bir kısmı Misak-ı Millî içerisinde hak talep ederken diğer kısmı Misak-ı
Milli’ye taraftar değildi. Dersim’de kurulacak tampon bölge için : İstanbul
Hükümeti, İngilizler, Halife, Hürriyet ve İtilâf Fırkası hemfikirdirler ve
aralarında anlaşma olmuştur. Güneydoğulu entellektüellerin içinde bölücü
harekete liderlik yapmak isteyen Şerif Paşa’nın politikasına ve tutumuna karşı
olanlar da vardır.
Celal Bayar’a göre, Şeyh Sait olayının "hakiki şekli” anlaşılmamış
olmakla beraber, Şeyh Sait bir Kürt İslâm Devleti kurmak istemiştir. Şeyh
Sait’in 1925’lerde yapmak istediğini Humeynî günümüzde yapmaktadır.
Celâl Bayar’ın teşhisine göre her iki ayaklanmada bölücü karakterlidir.
Bunlardan Şeyh Sait ’in öncülük yaptığı hareket başarıya ulaşması halinde
kurulacak devlet, islâmi karakterli olacaktır. Humeynî hareketinin karakterini
taşımaktadır. Günümüzdeki bölücü hareket bu isyanlarla başlatılan hareketin
devamıdır. Humeynî hareketi ile Şeyh Sait olayının "arayış" ve
"reaksiyon" olarak ortak yönleri olabilir. Ancak İran İslâm Devrimi
hareketi sadece İran için değil İslâm Âlemi için yola çıkarılmış bir kurtuluş
hareketi olduğu iddiasındadır. Şeyh Sait olayının amaçlan arasmda bu tür
enternasyonal bir hedef yoktur. Şeyh Sait ve Dersim ayaklanmalarının bugünkü
bölücü hareketin geçmişi olarak tanımlanmaları ise yapısal karakterle-
Kurtul
Altuğ, a.g.m., Tercüman, 13 Ekim 1986.
ri itibariyle mümkün değildir. Şeyh Sait olayı dinî karakterli bir olgu
ise, Marksist karakterli günümüz bölücü hareketinin nasıl başlangıcı olabilir?
Seyit Rıza olayında ise feodal ağanın öncülüğü vardır. Yani Marksist kadroların
engel olarak gördükleri güç. Ancak, her iki döneme ait olaylarda müşterek olan
yanlar vardır. Aynı bölgeleri coğrafya olarak seçmek, aynı etnik zeminde
faaliyet yürütmek ve "ayrılıkçı" karakter taşımak gibi.
Bruinessen Şeyh Sait olayını anlatırken olayın karakterini tayin edici
açıklamalarının yanısıra üzerinde durulması gereken başka açıklamalar da
yapmaktadır. Yazar "..isyanın görünürdeki nedeni modem Türkiye’de
uyulmayan islâmi prensiplerin saygı göreceği bağımsız bir Kürt Devleti
kurmaktı/451) demek suretiyle C. Bayar’m olayla ilgili yaptığı
açıklamayı adeta tekrar etmiş olmaktadır.
Yazar Şeyh Sait olayını, 1880’de Ubeydullah Nehru’nun başlattığı olayla
karşılaştırırken, Azadi örgütünün Şeyh Sait’in halk üzerindeki dinî nüfuzundan
yararlandığını, Şeyh Sait’in ise askerî hareketlerin liderliklerini de
üstlendiğini belirtmektedir.(452) 1961-1975 yıllan arasındaki
Barzanî olaylan ile Şeyh Sait olayı karşılaştırılırken de Barzanî hareketinin
devamlılık kazanmasında, Kürdistan Demokratik Parti, gibi bir örgütün adeta
Azadî’nin yerini almış olması üzerinde durulmaktadır.
Bruinessen, olayın incelenmesinde, yaşayanların bilgilerinden de
yararlanmıştır. Bunlardan Melâ Hesen Hisyar’ın şahadetine başvurmuştur. Bu
şahıs, Şeyh Sait isyanına katılmadan evvel Türk ordusunda teğmendir. İsyan
suçlusu olarak mahkûm olmuşken affa uğramış, bu defa Ağrı isyanına katılmıştır.
Daha sonra Suriye’ye geçmiştir. Bu şahsın olaylara ulusal kurtuluş
zaviyesinden bakması ve bu istikamette açıklama yapması doğaldır. Zira bölücü
ideologların günümüzde, geçmişteki olaylara dair koydukları teşhisin dışında
kalıp, farklı düşünmeleri pek mümkün değildir.
Bruinessen, Şeyh Muhammed İsa Şeyda için; babası Cibran kabilesi aktif
şeyhlerinden iken, annesi ile bir süre hapsedildiğini, annesinin Türk olması
üzerine serbest bırakıldığını ileri sürmektedir. Ancak, tutuklamada Kürt olmak
ölçü olarak alınmış olsa idi, Doğu Anadolu’dan tutuklanacak halka cezaevi
binası yeter miydi? t
Bruinessen, Arif Bey’den bahsederken O’nun, 1925 yılında devlet memurluğu
yapan bir ziraat mühendisi olduğunu belirtmiştir. Arif Bey bu okulun ilk mezunu
ve memuriyetinin de ilk yılını yaşıyor olsaydı bile; Türkiye’de ziraat yüksek
mühendisi olabilmek için asgari 15 yıl daha beklemesi gerekirdi/453)
Zira o yıllarda bu fakülte henüz kurulmamıştı. Bu türden hatalara rağmen, eser
bu konuda yapılan en ciddi çalışmalardandır.
Yazarın propaganda maksatlı yayınların dışında tuttuğu kaynaklan arasmda
sıraladığı, Zinnor Silopi (Kadri Bey Cemil Paşa), Ekrem Paşazade ve M.Nuri
Dersimi hareketin ulusal kurtuluş niteliğini kazanmasını
isteyen; Hormekli M.Ş.Fırat ise, karşı görüşte olan ideologlardır. Olayı
yaşamış sade, doğulu vatandaştan Bruinessen (kendisinin de belirttiği gibi)
doğuya gelmediği için dinleyememiştir. Bunların kanaatine göre, isyanı ve
sonrasını yaşamak tam bir felaketti. Din adamlarının kanaatini bize göre de;
iki bölümde ele almak gerekir. Sathi şafîler arasmda Şeyh Sait’i halâ saygıyla
yadeden çıkabilmektedir. Diğer tarafta tarikat, tekke ve tasavvuf bilgileri
derinlik kazanmış çevrelerin görüşü, "hareket İslâm kanı dökülmesine ve siyasileşmeye
tamayül ettiği için hata edilmiştir. Derinliği olan bir şeyh bunu
görebilmeliydi" şeklindedir.
Doğu Anadolu, burada cereyan eden olaylar, buranın halkı ve bu halkın
kültürü ile ilgili Batıklarca yapılan yayınların büyük çoğunluğu birbirlerinin
kopyası ve çok kere politik muhtevalı iken; Bruinessen’in eseri için bunu
söylemek mümkün değildir. Bu önemli eser; Şeyh Sait olayının karakterine
konulacak teşhis için Kürt kesiminde gelişen milliyetçi akımının seyrinin
bilinmesi gerektiğini haklı olarak belirtiyor. Bizim de katıldığımız bu görüşü
yazardan takip ederken yer yer açıklamalar yapacağız.
Bruinessen, Kürt millî hareketini, Ahmedî Hanî’nin Mem û Zin isimli
eserinin, Cumhuriyetten sonraki Türkçe baskılarında tahrifat yapıldığına 454
dair üzerinde tartışmalar olan bölümüyle
başlatmaktadır. Günümüzdeki anlamda bir millî hareket olmasa dahi, Bedir Han
Bey’e değinmekte, daha sonra Şeyhler döneminin tahliline geçmektedir.
"Kürt" kavramının ağırlık kazandığı bu dönem anlatılırken;
"Önceleri Kürtlük, oldukça çelişkili bir kavramdı. Konuşulan yere
ve konuşan kişiye bağlı olarak değişik gruplar için kullanılıyordu. Meselâ
Kurmanç "Kürt" deyimi, Kürt kabile mensuplan için kullanılıyor ve bu
onlan Türkler’den ve şehirli OsmanlIlardan ayırmak veya hıristiyan çiftçilerden
ayırmak için yapılabiliyordu. Zaza şivesini veya güney şivelerini kullananlan
belirtmek için veya Kürt çiftçisini ağalarından veya Osmanlı idarecilerinden
farklı olarak düşündürmek istendiğinde kullanılabiliyordu.
Aynı dili konuşan ve şeytana tapanlar diye horlanan Yezidiler müslüman
Kürtler’ce, Kürt kabul edilmiyorlardıS'3'5 Öte yandan birçok kabile başkanı ve bazen
bütün kabileler gerçek veya uydurma Arap kökenli olduklarım gururla
söylüyorlardı. Devlet hizmetinde olanlarla, şehirliler kendilerini Osmanlı
kabul ediyorlardı. Onlar için Kürt adı (Türk'te de olduğu gibi) geri kalmışlığın
ve barbarlığın simgesiydift5 demektedir.
"Kürt" admın çeşitli tahlillerle geldiği anlama ve geçirdiği
aşamalara dair Türkiye’de de M. Eröz’ün 457) İ. Kafesoğlunun(458\
H.Z. Koşay(459)’ın M.F. Kırzıoğlu’nun(460), H. Çay’ın ve diğerlerinin yaptığı araştırmaları
biliyoruz. Bu araştırıcılara göre bu kelime, Türk’ün bir boyu, Türkler’in
belirli bir coğrafyadaki ismi, yaşama şekilleri farklılık gösteren Türkler, yabancı
kültürel tesirler altında kalmış Türkler vb. anlamına gelmektedir. Hayri
Başbuğ*462) ise Zazalar’ın kesinlikle Kurmançlar’la bir bağı
olmayacağı kanaatindedir. Zaza ve Kurmanç toplumlannm sosyal olaylara çok
farklı tepkiler verdiği sonucunu ise N.Erdentuğ’un 463) yönettiği
bir doktora çalışmasından öğrenmekteyiz.
Bruinessen, islâmda; kabul edilen aile ve kabileden büyük tek toplumun
ümmet olduğunu, müslümanlann dışında, Ortodoks, Gregoryan ve Yahudilerin belli
kanunî haklarının olduğunu, Sünniler ile Alevilerin arasmda mücadelenin
bulunduğunu, Halifeliğin Sünni olan Arap, Türk, Kürt v.b.nin birleşmesinden
yana olduğunu, İslâm hareketinin başlatıcısı II. Abdülhamit’in (1876-1909)
bütün sünni tebanm sadakatini kazandığını, Kürtler’in sultan ve halifeye bağlı
olduğum/464 , 1904’de oluşturulan ve neredeyse Cibran ve Hasenan
aşiretlerinden meydana gelen Alayların mensuplarına yönelen Kürtçü
cereyanların, onların İslâm halifesine olan bağlılıkları sonucu tesirsiz
kaldığını, belirtmektedir. 1924’te halifeliğin kaldırılması üzerine Doğu
bölgesinde milliyetçilik duygularının başladığını, Ermeni olayları ile kısmen
boşalan Doğu bölgesinin Kürt devleti kurulma temayülünü artırdığını, Avrupa’nın
Osmanlı toprağındaki etnik unsurları milliyetçiliğe ittiğin/465),
Osmanlıcılık akımının yaygınlaştığını, Abdülhamit’e karşı geliştirilen
anayasacı, Osmanlıcılığa taraftar ve siyasi özgürlükçü Genç Türkler kadrosunun
içinde Türk olmayan müslümanlann çoğunlukta olduklannı açıklamaktadır. Bu arada
Abdullah Cevdet ve İshak Sukûti’nin de iki Kürt aydmı olarak büyük rol
oynadıklarını, zamanla Genç Türkler hareketinin, Türkçülükten etkilenmeye
başladığını, imparatorluktaki hıristiyan milletlerde milliyetçilik hareketinin
gelişmesinin Türkçü hareketi kamçıladığını, 1908’deki Genç Türk devriminden
sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin şoven Türk milliyetçiliğini saklamaya
gerek görmediğini, diğer müslüman milletlerin milliyetçiliğinin bir noktada bu
siyasî akıma tepki olarak geliştiğini, özgürlük ve önemli eşitlikleri vaad eden
bu ortamın, İmparatorluğa 6 ay içerisinde büyük topraklar kaybettirdiğini,
tutumu sertleşen İttihat ve Terakki’nin kaybedilen topraklan almak için Almanya
ve Avusturya’nın yanında devleti 1914’de harbe soktuğunu, Kafkasya ve Orta Asya
Türklüğünün kurtarılmasının amaçlandığını, 1915 Mayısında Türk birliklerini
arkadan vurmamalan için Doğu Anadolu’daki Ermeniler’in bölgeden
boşaltıldıklarını, 1916 yılında Ruslar’ın Doğu Anadolu’yu işgali üzerine bölge
müslümanlarının çevreye dağıldığını, 1917’de İngilizler’in Doğu Anadolu
istikametinde Musul ve Kerkük’e kadar geldiğini, Bolşevik isyanmın çıkması
üzerine geri çekilen Ruslar’ın silahlarını Ermeniler’e bıraktığını, 1917’de
Güney Kafkasya’da Ermeniler AzerbaycanlIlar ve Gürcüler’den oluşan Cumhuriyeti,
Osmanlılar’ın tanıdığını, bu Cumhuriyet’le Anadolu’daki Ermeniler’in
aralarındaki müslümanlan katlettiğini, 1918’de Diyarbakır ve Erzincan’dan doğuya
ilerleyen Osmanlı ordusuna Kürtler’in sürekli yardımcı olduğunu,
belirtmektedir.
İmparatorluğun parçalanması, Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti
dönemlerinde bölge ve bölgenin halkına dair de bilgi veren yazar; Kürt politik
demeklerine dair bilgi verirken; 1908’de Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti veya
Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucularının arasında, Mehmet Şerif Paşa, Emin
Ali Bedirhan ve Şeyh/Seyyid Abdülkadir’in bulunduğunu, bunların Osmanlılıktan
yana olduklarını, dernek kurucularından üç kişinin bir Kürt okulu ve basımevi
kurduklarını, Kürdistan isimli bir dergi çıkardıklarını, Said-i Kürdî’nin de bu
kadroda yer aldığını, İstanbul’da hamallık yapan büyük bir Kürt toplumunun
bulunduğunu, 1912 yılında daha az aristokrat olan Kürt Öğrenci Demeği Hevi’nin
kurulduğunu, bunların milliyetçiliğinin Genç Türkler’in milliyetçiliğini
andırdığını, Kürt halkı ile ilişkilerinin çok sınırlı olduğunu, 1914’de
savaşın başlaması üzerine dağılan kadro ile Hevi’nin kapandığını, 1914’de
Mehmet Şerif Paşa’nın İngilizlerle, Kâmil ve Abdürrezzak’ın, Bedirhan ailesinin
Ruslarla temas kurması üzerine Erzurum ve Bitlis valiliklerine
getirildiklerini, aynı aileden Halil’in Osmanlı idaresince Malatya’ya Vali
yapıldığını./ anlatmaktadır.
Kürt Terakki ve Teavün Cemiyetini kuran, yazarın da belirttiği gibi
Mehmet Şerif Paşa, Baban ailesindendi. 1890larda imparatorluğu Stockholm’de
temsil eden Sultan Abdülhamit yanlısı Genç Türkler’e karşı olan bir kimseydi.
Şeyh Seyyid Abdülkadir, Nehrî şeyhi Ubeydullah’ın oğlu ve Osmanlı Senatosu’nun
başkanıydı. Buna göre imparatorluğun yönetimine Türk Kürtleri de ortaktılar.
Bruinessen’in yaptığı açıklamalardan geniş bir özetleme yapmakla, o
dönemin olaylarına dair yabancı bir araştırmacının gözlemlerini aktarmak
istedik. Said-i Nursî, o dönemin Kürtçü örgütleri ve Kürtçü yayın organları
için ayrıca açıklama yaptığımızdan bunların tahliline geçmiyoruz.
Şevket Süreyya, Şeyh Sait olayını "Tek Adam Mustafa Kemal” isimli
eserinde ele almaktadır. Olayın karakterini tayin edici bilgiler arasında.
"....Nastâri ayaklanmaları dolayısıyle yapılan tahkikatta ve
isyandan sonra Irak’a kaçmış olan bazı Kürt asıllı subaylar dolayısıyla
mahkeme, Şeyh Sait’in de ifadesini almıştı Hulâsa Şeyh Sait zaten şüpheli ve
tedirgindir. Bu tahkikat da işe karışınca, büsbütün ürktü. Kendi bölgesinde
hazırlıklara giriştiNihayet, 13 Şubat 1925'te telgraf hatlarını kestirdi İsyan
ettiğini ilân etti. Genç, Çapakçur, Hani, Palu Hükümet konaklarına baskınlar
yapıldı Jandarma müfrezeleri esir edildi. Fakat dikkati çeken nokta şuydu ki,
isyan bir millî hareket, yani Kürtlük, Kürt istiklâli gibi sloganlarla değil
"dini kurtarmak, şeriatı kurmak"gibi dumanlı, sınırlan belirsiz
tahriklerle başladı İsyan bir hafta gibi kısa bir zaman içinde bazı
vilâyetlere yayılmakla beraber, daha ziyade bir
"beyler, şeyhler" isyanı olarak kaldı. Bu beylerin,
şeyhlerin iradelerine bağlı olarak isyana sürüklenen kulların, müritlerin
önemli yekûnlara varmasına rağmen, bir halk hareketi halini almadı. Kürtlerle
meskûn bütün bölgelerde, millî bir hareket haline gelmedi Bu sebeple bazı
yazarların kullandığı ifadeye rağmen Şeyh Sait isyanını, bir Kürt isyanı olarak
vasıflandırmak zordur.
Elazığ İstiklâl Mahkemesi’ndeki ifadelerinde Şeyh Sait bu davasını
şöyle özetledi "Hilâfet kaldırılmıştır. Zamanın imamı kalmamıştır. Halbuki
zamanın imamına biat etmeden ölen Müslüman, Peygamberin şefaatinden mahrum
kalır.
Vaktiyle Şeyhülislâmlık dairesi olan binada şimdi kızlarla Romanya
Üniversitesinden gelen hıristiyan öğrenciler beraber oturup çay içmişlerdir (Bu
bina kız mektebi haline getirilmişti ve o sırada bir Romen talebe grubu bu
mektebi ziyaret etmişti). Dinin dünya işlerinden ayrılması caiz değildir. Islâm
ulemasına göre dinin, dünya işleri ile ilgili hükümleri (Şeriatını), tıpkı
ibadet gibidir. " açıklamaları yapmakta, Kürt ve Kürtçe için bilgi
verirken de; "Bu durumu, Kürtler’in etnik yapılan (meselâ aşiret hayatı)
ve sosyal şartlarla izaha çalışmak mümkündür. Aşiretti toplamlarda ise millî
duygu zaten gelişmez Sonra şu bir gerçektir İd, Kürtler, kendi aralarında,
büyük farklılıklar gösteren kollara bölünmüşlerdi Bu bölüntüler arasında dil
birliği de tam değildir. Dr.Fritz’in Kürtler eserinde Prof Veber’den nakledilen
şu cümle çok ilgi çekicidir: "Kürt dili, bir dil kanşımı değildir. Belki
bir kelime karışımıdır". Anlaşıldığına göre Kürt dili, tam bir millet dili
olmaktan ziyade, şekli kaybolmuş, istilâlann ve göçlerin etkisi altında ve
zaman içinde oluşmuş, fakat bu oluşumda da bir etimolojik birlik sağlayamamış,
daha çok Ari Fars kaidelerine yatkın bir dil karışımı olsa gerektir. Ama o
kadar yetersiz şekillenmiştir ki, Dr.Fritz’e göre, fiiller bile teşekkül
edememiştir. Ona göre Kürtçe’de fiiller, daha çok isim sayılabilir. Hatta bu
dil karışıklığının, aslı hangi dil ise, onunla olan bağlan da kaybolmuştur.
Meselâ gene ona göre, Kürt kabileleri arasında müşterek olan kelimeler de
değişiktir. Kürtler’in vatanı sayılan İran yaylasına veya yukarı Asur ovalarına
ait kelimeler olmayıp, Türk, Arap, Fars gibi, Kürtler’in daha sonra
yerleştikleri bölgelerden veya karıştıkları milletlerden derlenmişyaıbancı
kelimelerdir. Dr.Fritz’in, Birinci Dünya Harbinden önce, Petersburg akademisi
tarafından yayınlanan "Kürtçe-Farsça-Almanca Lûgat”tan naklettiğine göre,
bu lûgatta derlenen 8307 kelimeden, 3080’i aslen Türkçe ve eski Türkmen, 2000’i
yeni Arapça, 1030ü yeni Farsça, 124O’ı Zend (eski Farsça), 370’i Pehlevi,
220’si Ermeni, 108’i Keldani ve ancak 30ü asıl ve eski Kürtçedir(l). Eğer bu
böyleyse, 8307 kelimenin 3080’i Türk, 264O’ı Fars dil şubelerine ait oluyor
demektir. Bu son rakam, elbette ki şaşırtıcıdır. O zaman bu sonuç şu demektir
ki, etnik, antropolojik bakımdan ortada, genellikle aynı hatları taşıyan
kalabalık bir halk topluluğu olduğuna inanılamaz "(4Ğ9)
yorumlan yer almaktadır.
Şevket Süreyye Aydemir’e göre, ayaklanmanın "Kürt istiklâli"
gibi bir karakteri yoktur. Ayaklanma "dini kurtarmak, şeriatı
kurtarmak" maksadıyla yapılmıştır. Ayaklanma "bir halk hareketi
değil" beyler ve şeyhler isyanıdır. Ayaklanmaya katılan aşiretler
"kendi aralannda büyük farklılıklar gösteren kollara bölünmüştür".
Dil konusunda da "Kürt dili, bir dil
karışımı değildir. Belki bir kelime karışımıdır. Anlaşıldığına göre Kürt dili,
tam bir millet dili olmaktan ziyade şekli baybolmuş, istilâların ve göçlerin
etkisi altında ve zaman içinde oluşmuş, fakat bu oluşumda da bir etimolojik
birlik sağlayamamış bir dil karışımı olması gerekmektedir." şeklinde
düşüncelerini belirten Ş.S.Aydemir, "Ayn bir millet karakteri
göstermeyen Kürtler’in yaptığı ayaklanma, millî haklarının elde edilmesi
maksadına matuf değildir şeklinde kanaatmı vurgulamaktadır.
A.Safrastian’m eserinin inceleme sahamıza giren bölümünde, bilinenlere
ilâveten üzerinde durulacak bazı açıklamalar yapmaktadır:
".....Piranlı Şeyh Sait’in liderliği altında ve emekli subayların
komutasında mühimmat depolan kuruldu ve 25 Mart 1925’te Kürtler genel isyanı
başlattılar. Kürdistan dışında Türkler de bu isyana yardımcı oldular.... Şeyh
Said, Türk karargâhına resmen çağınlmıştı. O bu hileli oyundan kuşkulanıp 21
Mart 1925 tarihinde başlatacağı isyanı 7 Mart 1925’te sadece birkaç yüzü
bulan güçlü koruyuculan ile başlatmayı plânladı.
...Fransız mandası altındaki Suriye demiryolundan geçen Türkler, taze
kuvvetler getirerek Kürt kuvvetlerinin geriye sarkmasını önlemişlerdi Böylece
Kürt kuvvetleri stratejik mevkilerinden çekilince güçlü pozisyonlun sarsıldı...
Kürtler, Ağn dağının zaptedilmez nitelikli doğal mevzilerine çekildiler ve
Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri de Kürtler’in yanında yer alarak destek
verdiler... ’<470)
Safrastian, isyanı yönetenin Şeyh Sait ile askerî harekâtta görev
alanların emekli subay oldukları ve evvelce silah depo ettiklerini
belirttikten sonra, 7 Mart’ta patlak veren eşkiya takibinin sebep olduğu olayı
farklı yorumlamaktadır. Şeyh Sait’in icap etmesi istenilen makam ise şahitliği
münasebetiyle Devletin Adliyesidir. Şıvan’m Diyarbakır muhasarası için belirttiği
stratejik hatanın 1926’da Ağn’da yapılmadığını görüyoruz. Ermenistan ve Azerbaycan'ın
isyancılara desteği konusu ise ilk defa bu kaynakta geçmektedir. Ancak bu
iddiaların doğruluğunu teyid edecek bilgi yoktur.
3.2. a. OLAYA DİNÎ
ÇEVRELERİN BAKIŞ AÇISI
Şeyh Sait olayının çıkarılış sebebi ve zamanlamasının iç politik
çekişmeleri bir sonucu olduğunu düşünenler arasında Burhan Bozgeyik de vardır.
O’nun bu konudaki kanaatine göre; olaylardan önce T.B.M.M’nde iki grup oluşmuş,
Atatürk birinci grubun başındadır. İkinci grup, İnönü’nün Lozan’daki tutumunu
onaylamamaktadır. Rauf Orbay Hükümeti, Lozan’da İnönü’ye imza yetkisi
vermemiştir. Yetkiyi İnönü’ye Cumhurbaşkanı Atatürk verecektir. Atatürk, 29
Ekim 1923’te, o dönemde Cumhurbaşkanı iken CHP Başkanlığını da yürütmektedir/
Bu konudaki görüşlerini anlatırken B.Bozgeyik; "Gece gündüz
yapacağı devrinden düşünen M.Kemal, böylesine dişli muhaliflerin olduğu bir
mecliste düşündüklerim gerçekleştiremeyeceğini çok iyi bilmekteydi Bu bakımdan
yalanlama; -Kız gibi bir Meclis yapalımdiyordu. Bu hayalini gerçekleştirmek
için, erken genel seçime gidilmesinin plânını yaptı ve plânını gerçekleştirdi
Seçimden hemen önce Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurdurdu (9 Ağustos 1923).
İkinci Meclis 11 Ağustos 1923 'te toplandığında, TBMM ve CHP reisine kök
söktürecek şahsiyetlerden geriye parmakla sayılacak azınlıkta muhalif
kimselerin kaldığı görülecekti. Onlarda bileklerinin hakkıyla, söke söke seçimi
kazanıp Meclise gelmişlerdi
TBMM ve CHF Reisi M. Kemal, 29 Eltim 1923 'te Cumhurbaşkanı olacaktı.
Ama, CHF Reisi sıfatını taşımaya devam edecektir.
M.Kemal devrimleri birer birer devreye sokmaya başlayacaktı. İlk önce 3
Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Bakanlıkları kaldıracak, Tevhid-i Tedrisat kanunu
çıkarılacaktı. Yine aynı tarihte halifelik kaldırılacak ve Osmanlı hanedanına
mensup olanların bir daha dönmemek üzere yurtdışına çıkarılmaları
kararlaştırılacaktı." demektedir. O’na göre Şeyh Said isyanı bütün bu
hesapların beklenildiği gibi çıkmayışı ile izah edilebilir.(472)
B.Bozgeyik’in yaklaşımına; Atatürk, devrimleri ve dönemindeki TBMM
çalışmalarının tek yanlı yorumunun bir sonucudur, diyebiliriz.
B.Bozgeyik, a.g.m.; Ayrıca, bak, Olaya Dinî çevrelerin
yaklaşımına dair tahlillerde diğer sosyal ve kültürel faktörlerin genel
tahliline yer verilirken, genel açıklamalar getirilmişken, bu bölümde konu
özelde incelenmiştir.
Şeyh Sait olayı döneminin Sebil-ür-Reşat çizgisini temsil eden
günümüzdeki basm çevrelerine göre; Lozan Antlaşmasının arkasında Türkiye’de
din mefhumunu öldürecek bir anlaşma vardı/473) Hilâfetin kaldırılma
pazarlığı yapılmıştı/474) Şeyh Said isyanını, İngilizler Lozan’da
masaya kuvvetli oturabilmek ve Musul konusunda güç kazanmak için çıkartmıştı/475)
Devrim Kanunları, Takrir-i Sükûn Kanunu sayesinde çıkarılmıştı. Bunlar Lozan'ın
ardındaki gizli anlaşmanın sonucu verilen tavizlerin mahsulü idi/476)
Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası, Lozan’ı, Halifeliğin kaldırılışı ve Halk
Fırkası’nın icraatını benimsemeyenler tarafından kurulmuştu. T.Cumhuriyet
Fırkası, Musul’u "Misak-ı Milli" huduttan içinde mütalâa ediyordu.
İngiltere Türkiye’yi üyesi dahi olmadığı Cemiyet-i Akvam konseyi’ne götürmekle
Musul konusunda oyuna getirmişti. Bu görüş sahipleri devamla; Musul ve Kerkük,
İngilizler ve Irak’a terkedilirken bu toprakların tapusu halâ Sultan II.
Abdülhamid ve ailesi üzerine kayıtlı göründüğünü/477) Şeyh Said
ayaklanmasına yolaçan İngilizler’in, Türk ordusunun isyanla meşguliyetini
sağlayarak, Musul’a gidip hakkımızı atmamıza mani olduklarım Şeyh Sait olayı
alet ve bahane edilerek gazeteler ile birlikte T.C. Fırkası’nın da
kapatıldığını, 17 Haziran 1926’da CHF Başkanı ve Cumhurbaşkanı M.Kemal’e
suikast yapılacağı bahane edilerek İstiklâl Mahkemelerinin tevkifata
başladığını, T.C.F. milletvekillerinden Kemal (Afyonkarahisar), Besim (Mersin),
Bekir Sami (Tokat), Halis Turgut (Sivas) Mustafa (İzmit), Ali Fuat Paşa
(İstanbul) Rahmi (Trabzon), Muhtar (Trabzon), Kâzım Karabekir Paşa (İstanbul),
Necati (Bursa), Osman Nuri (Bursa) tevkif edildiklerini, amacın CHF
karşısındaki muhalefetin ortadan kaldırılması olduğunu belirtmektedirler/479)
Şeyh Said olayında devletin ajan provakatör kullandığı da iddia
edilmiştir/480 Ancak Menemen
olayı ile benzeştirilerek yapılan bu iddianın sağlıklı kabul edilmesi kesinlikle
mümkün değildir. Şeyh Sait olayı Musul tavizinin verilmesine vesile olmuştur.
Binlerce memleket evlâdı ölmüştür. Bu isyanın bir devamı olan Ağrı isyanı ile
Küçük Ağn İran’a bırakılmak zorunda kalınmıştır. T.C. devlet bütçesi 2 yıl üst
üste açık vermiştir. Meydana gelen sosyal yaranın tedavisi halâ yeterince
mümkün olmamıştır. Bütün bunlara rağmen Hükümet neden olaylara vesile olacak
tutum takınsın, bu mümkün görülmemektedir.
Şeyh Said olayının dinî karakteri konusunda günümüz Sovyet Şark
bilimcileri de hemfikir değildir. Hasretyan, isyana "millidir", 481) teşhisini koyarken,
Prof.Xudoye Mihoyan belgeleri yeterli bulmamakta, "Kürt isyanlarının
millî veya dinî olup olmadığı bilinmediğinden Kürt tarihi doğru
yazılamıyor" 482) demektedir.
Yakın Tarih Ansiklopedisinin görüşlerini paylaşmak pek mümkün
değildir. Evvelâ İngilizler Musul konusunda savaşı göze almışlardır. Musul
konusunda fazla ısrarlı davranmamız savaşı göze almamızı gerektirecektir. Diğer
yandan Türk ordusu ise siyasete karışmıştı. Türk inkilâplan her vasatta tehlike
ile karşı karşıya idi. Atatürk’ün ideali olan Türkiye Cumhuriyeti suya
düşebilirdi. Daha önemli kararlar için ihtiyaç duyulan birlik ve beraberlik
sağlanmak idi. Y.T.Ansiklopedisi’nin iddiasının aksine Atatürk’ün muhalifleri,
özellikle Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası Atatürk’ün prensiplerini
benimsiyorlardı. Atatürk, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşuna
muhalefet etmemiş, kuruluşunu, anlayışla karşılamıştı. Bu parti de kendisinden
beklenileni vermiş; rejime bağh, inkilâplarm savunucusu, yapılacak hizmetlerin
destekleyici, iktidara gelmek için siyaset yapmayî düşünmeyen, sadece
murakâbesiz kalmış Meclis’de murakâbe görevini yapmak için kurulmuş bir parti
olduğunu göstermişti.
Nitekim Hayat Karabekir Feyzioğlu’nun şu açıklaması iktidardaki Mustafa
Kemal Atatürk ile muhalefetteki Kâzım Karabekir arasındaki zihniyet
ortaklığını belirtmeye yeter:
"Rivayet
olunur ki Atatürk hasta yatağında "Karabekir'i getirin, görüşüp
helallaşmak istiyorum" demiş. Atatürk'ün ölümünden önce kimse gelip bunu
bana söylemedi Babam; çağırtmadı, gitmedim"derdi. Baba, çağırsaydı
gidermiydin diye sorduğumda, O’nun bana yaptıkları etrafının tesiriyledir. O
bizim sevdiğimiz Başkomutanımız, cihat arkadaşımızda O, M.Kemal’dir. Çağrılınca
gidilir. Benim en yakın arkadaşımdır.
"Kürdistan Orta Doğu’nun Taksime Uğramış Milleti" isimli
eserinde S.S.Gavan, Şeyh Sait olayına dair kanaatini açıklarken;
"24 Temmuz 1923'te de Lozan Muahedesi imza edildi Bunun beşinci
maddesiyle, ekalliyetlerin haklarının Türkler tarafından korunacağı tespit
ediliyordu. Ekaliyetlerin haklan bildirilmemişti Fakat bu bile Türk
müstemlekecileri için fazla idi Türkler zahiri kıymetleri ve ekaliyet haklan
için verilen talimatı yerine getirmemekle kalmayıp mütecaviz bir tavır takındılar.
Kürtler’in kültür müesseseleri kapatıldı ve Kürt liderleri tevkif edildi Bundan
sonra trajik ve feci hadiseler takip etti Kürtler isyan ettiler ve Türkler’in
şiddetli hamlelerine karşı durmadan mücadele ettiler. Hele 1925'te Harputlu
Şeyh Sait Piranî’nin liderliği altında cereyan eden hareketler umumi bir isyan
halini aldı....,l(484) iddialarında bulunmaktadır.
Lozan antlaşmasındaki ekalliyetlerin açıklanması S.S.Gavan’ın yanılgısını
ortaya çıkarmaya yetecektir. Lozan’a göre ekalliyetler Yahudi, Rum ve
Ermeniler’dir. Bunların arasında Kürtler yoktur. Lozan, Kürtler’i ekalliyet
kabul etmemiştir. Onlar ilmen olduğu gibi hukuken de ekalliyet değildi. Bu
milletin aslî unsurları idiler. Şeyh Sait isyanı döneminde kapatılan Kürtçü
örgüt yoktur. "Kürtler’in kültür müesseseleri" tabiri de, Palu’da
dünyaya gelip Hınıs’da ikâmet eden Şeyh Sait’e Harputlu denilmesi gibi izaha
muhtaçtır.
Richard Sim "Kürdistan’ın Tanınma Çabaları" isimli
eserinde Şeyh Sait olayı ile ilgili açıklama yaparken;
"Türk Silahlı Kuvvetleri, uzun süreden beri Kürt muhalifleri ile
uğraşmaktadır. İstiklal Savaşı sırasında ve bu savaştan sonra (1919-1923) Türk
subaylar, Kürtler’in milliyetçi emellerini şiddetle baskı altında
tutmuşlardır. Bu acaib bir gelişmedir. Zira bağımsızlık hareketi sırasında Kürtler’e
faal rol verilmiştir. Herşeyden önce, Türk subaylan tarafından düzenlenen ve
eğitilen Kürt birlikleri Menşevik Gürcistan’ı ve Daşnak Ermenistan'ı
yenmişlerdir. Doğu’daki tehdid ortadan kaldırıldıktan sonra, Kürtler Anadolu'da
Yunanlılar’a karşı kazanılan Türk zaferine katkıda bulunmuşlardı, Bir ulus
olarak tanınmamaları üzerine Kürtler müteaddit defa isyan etmişlerdir.
Bunlardan en ciddi olanı 1925yılında başlamıştır.
1925 isyanı esas itibariyle dini nitelikle olduğu halde, bundan sonra
Türkiye’deki Kürt hareketi daha milliyetçi bir hale gelerek diğer Kürtler ile
bağlantı kurmuşlardır... " iddiasındadır.
R.Sim, Şeyh Sait olayının dinî bir olay olduğunu, zamanla gelişen yeni
olayların Kürtçü muhtevayı iyiden iyiye kazandığını belirtmektedir. Sim,
izahında bir takım yanılgılara düşmektedir. Onun ifadesine göre Türkler’e ait
olan ve bünyesinde Kürt bulunmayan bir yönetim vardır. Kürtler ona göre adeta
başka bir coğrafyadaki, başka bir toplumun insanlarıdır.
Halbuki istilacılardan temizlenen Anadolu’da bu iki isimle anılan toplum
birlikte yaşıyorlardı. Ortak değerleri vardı ve aynı amaç için ortak düşmanla
dövüşüyorlardı. Doğu ve batı cephesindeki yabancı güçlere ortak cephe açmaları
doğaldı. Nitekim istilâdan kurtulan yurtlarında birlikte yaşamaktadırlar.
Kendi yönetimlerini sürdürüyorlar. Bu yönetimde rol veren ve rolü olan değişik
etnik kesimlerden değildirler.
R.Sim’in vurguladığı çok önemli husus ise; Kürt "Türk'' aşiret
birliklerinin Menşevik Gürcü ve Taşnak Ermeni cephesinde1 ve daha sonra Yunan cephesinde gösterdikleri
yararlılıklardır. Bu hizmetlerinde Halit Paşa yönetiminde, Pontus cephesinde
gösterdikleri fedakârlıklar da bilinmektedir.
Konuyla ilgili Joyle Blau’un iddiaları arasında; ”1923 Temmuzunda
imzalanan Lozan Antlaşması, Türkler ve bilhassa Mustafa Kemal için büyük bir
zaferdir. Türkler’in, Kürtleriçin giriştiği taahhütler yerine getirilmemiştir.
1924'ten itibaren, Kürdistan'da Kürt dilinin konuşulması yasaklanmıştır
(İstanbul’da Mondros Mütarekesi’nden sonra Emir Emin Ali Bedirhanî, Emin Ali
Bey ve Kâmuran Ali Bedirhan, Senatör Abdülkadir ve daha başkaları Kürt Teâli
Cemiyeti’ni kurmuşlardır; daha sonra Kürt Millet Fırkası ve Kürt Teşkilâtı
Cemiyeti meydana getirilmiştir. Mustafa Kemal İstanbul'u ele geçirir geçirmez,
bütün bu teşkilâtlan dağıtmıştır). Mahallî yetkililerce, milliyetçi ve liberal
fikirlere sahip olmakla tanınan Kürt şeflerine ve entelektüelleri bulundukları
mıntıkalardan dağıtılmıştır.
Bu tutuma karşı tepki olarak, Cibranh aşireti reisi Yüzbaşı Halit Bey
(Albay) ve Şeyh Sait tarafından 1925 Şubatında silahlı bir mukavemet
tertiplenmiştir. Subaylardan, kabile şeflerinden ve Kürt entelektüellerinden bu
harekete iştirak edenler olmuştur. Türk Hükümeti muhtar bir Kürt Hükümeti
kurulması amacı ile bu ayaklanmanın yapıldığını bildiriyordu. İşgal edilen
bölgelerde savaş hali ilân edilmiş ve büyük latalar gönderilmiştir. Bastırma
esnasında çok fazla şiddet kullanılmış ve Goyonlar ile Zakho’nun kuzeyindeki
ayaklanmaya iştirak etmeyen diğer kabilelerde aynı şiddet hareketine maruz
kalmışlardır..."(487) şeklinde ifadeler yer almaktadır.
Joyle Blau’nun tarafsız davrandığı pek söylenemez. Lozan barışı
Türkler’in zaferi ise elbetteki onun bu mücadeledeki ortaklarından ve aslî
unsurlarından Kürtler’in de zaferidir. 1924 yılında Türkiye’de konuşulacak
diller itibariyle çıkarılmış bir kanun ve geçmişteki uygulamaya rağmen
yapılmış özel bir yasaklama var mıdır? Dağıtıldığı belirtilen Kürt Teâlî Cemiyeti,
Kürt Millet Fırkası ve Kürt Teşkilâtı Cemiyetinin kapatılmalarının tarihi ve
mahiyeti iddia edildiği gibi değildir.
Joyle Blau gibi incelediğimiz H.C.Armstrong’un Mustafa Kemâl isimli
eserinde, ayaklanma bölgesinde alınan tedbirler için mübalağa yapılmaktadır.
Ayaklanmaya katılmayan aşiretlerin de cezalandırıldığı iddia olunmaktadır.
Halbuki hükümet devletten yana olan bölge aşiretleri ile daimî yazışma
halindedir. Bu yazışma metinleri H.C.Armstrong’u yalanlamaktadır. Nitekim
yazar aynı şekilde binlerce insanın asıldığını iddia etmekte, halbuki ölüme mahkûm
edilen asi lider sayısı ise 48’dir.
J.Blau’ye göre isyan "ulusal kurtuluş hareketi" karakterlidir.
Gerekçesi ise Türkler’in vaadlerinde durmamış oluşlarıdır. Bunu Türk hükümeti
bilmektedir.
Jean Pierre Viennot, "Kürdistan
Parçalanmış Millet" isimli eserinin ilgili bölümünde:
"................. Türkiye. ile Batılılar arasında kurulan yeni
kuvvet dengesinin diplomatik tezahürü
olan Lozan Antlaşmasından sonra Kürtler’e karşı ifrat derecesine varan
bir Türkleştirme ve eritme politikası takip edilmeye başlanmıştır. Kürt dilinde
yayınların yasaklanması, Kürt Cemiyetinin imhası vb. Takip edilen bu politika
üç büyük Kürt ayaklanmasına sebep olmuştur. 1925’te dinî ideolojinin tesiriyle
vuku bulan ve millî hedefler yanında halifeliğin ihdası gayesini de güden Şeyh
Sait isyanı... " iddialarına
yer vermektedir.
J.P,Viennot, Şeyh Sait olayını hazırlayan sebeplerin arasında, Türk
Hükümetinin Türkçü politikası olmakla beraber olay dinî ideolojinin tesiriyle,
halifeliğin ihdası ve Kürt millî ideoloji maksadıyla yapılmıştır kanaatindedir.
J.P.Viennot’un Türkleştirme teşhisi ile tanımladığı olayların sağlık
derecesi için o dönemdeki millî eğitim ve millî kültür politikaları için
mevcut olan birikime bakılması zarureti vardır. Millî devlet olan T.
Cumhuriyeti’nde aşiretler kültürüne yer verilebilir miydi?
Alar Kuutmann’a göre; 1925 Şeyh Sait olayları Kürtler’in Lozan
Antlaşmasının kendilerine birşey getirmediğini anlamaları ve "1 Mart
1924’de Kürt okulları, demekleri, gazeteleri, dinî kuruluşların yasaklanmasına
tepki olarak patlak verdi. Kürt milliyetçi hareketi, Kürt liderlerinin
teşkilâtlandığı Kürt istiklâl Cemiyeti etrafında organize oldu. Hareketin
başına geçen Şeyh Said, Piran Bölgesi’nin dinî lideri idi/489)
AKuutmann’a göre bu toplumun yaşadığı bölgede merkezî hükümetlerin izin
verdiği yegâne bağımsız kurum din olduğu için isyanlar din adamlarının
liderliğinde çıkabilmiştir. Yazar Şeyh Said olayı ile bugün İran’da İmam
Humeyni’nin yürüttüğü siyasî liderlik arasında karakter ortaklığı bulmaktadır.
Bu konuda yazar liderlerin siyasî etkisinin, geleneksel Kürt toplumundaki
sosyal pozisyonlarından kaynaklandığını, "mela"’nın halkla aynı
maddî şartlar altında yaşadığını, devletten maaş almadığını, köy halkının
geçimini sağladığını, dinî hizmet götürmek ve moral vermenin yanı sıra;
anlaşmazlıkları çözmek, toprak ve başlık parası ihtilâflarını halletmek gibi hakimlik
görevleri de yaptığını, politik ve millî bilinci gelişmiş bir Kürt için
faaliyette bulunmanın ve destek sağlamanın yolunun melâ’dan geçtiğini
belirtmektedir. Daha sonraki açıklamalarında Türk ve İran hükümetlerinin din
adamlarına maaş bağlamak ve başka görevler de vermek suretiyle onların
bağımsızlıklarına el attığını belirtmektedir.
Kuutmann’ın teşhisleri üzerinde durulmalıdır. Evvelâ molla (mela) müessesesi,
sadece bu bölgenin müslüman halkına ait değil, molla, imam, hoca genel anlamda
müslüman din adamı karşılığıdır. Kırsal kesimde de farklı yapı arzetmez.
Bunların halkla olan ilişkilerinde sağladığı güç, İslâm toplumunda din adamının
işlevinden gelmektedir. Ancak din adamlarının bölgede yegâne güç oldukları
bugün de bu gücün aynen devam ettiği Şeyh Sait ile Şeyh İzzettin Huseyni’nin
ayniliğini ileri sürmek zordur. Zira her iki ülkede de bilindiği gibi ayrılıkçı
birçok hareket vardır ve bunların yönetimi sadece dinî liderlerde değildir.
Yazarın teşhisine, mollalara malettiği hareketi, genel dinî karakterli
bir olay olarak tanımlayarak katılmak mümkündür. Yazar Molla olgusu ile
"Şeyh" ve "Seyit" olgusunu esas almış olmalı. Ayaca
Şeyhlik müessesesinin yetki alanına giren aşiretler itibariyle şeyhlik-aşiret
ağalığı ilişkisini de tahlilinde dikkate almamış olmalı. Bölgede özellikle
1925’li yıllar itibariyle dinî alt yapının ağırlığını hissettirdiği, mahallî
din adamlarının (ki bunların hemen hemen hepsi tarikatlar vasıtasıyla bir şeyhe
bağlıdırlar. Bu arada Nakşibendilik en güçlü tarikat iken, Şeyh Said bu
tarikatın başındadır.) halk üzerinde nüfuz sahibi oldukları, siyasî ve milliyetçi
hareketlerin bu güçlerden istifade etmeyi ihmal etmedikleri hususu bir
gerçektir.
Nurşen Mazıcı, Şeyh Sait olayına karakter teşhisi koyarken; olayın
karakterine dair sürülen iddialardan "Meclise karşı bir ayaklanma"
ve "hilâfet muhalefeti" özelliğinin olmadığını, asıl mahiyetinin
çetecilik, haydutluk olduğunu belirtmekte ve Batıdaki ulusçuluk hareketinin bir
yansıması olabileceği ihtimaline de değinmektedir:
"....Şeyh Sait isyanını Meclis’e karşı bir ayaklanma, bir hilafet
muhalefeti olarak niteleyen çeşitli araştırmacılara karşın bizce bu olayın bu
tür bir niteliği yoktur.
Doğu’da başlatıldığı için bağımsız Kürdistan arayışı, tutucu bir görüş
olduğundan hilâfet savunucusu, savsaklanan bir bölgede isyanın başlaması
sosyal ve ekonomik karakterli bir olay gibi görünürse de, çetecilik veya bir
haydutluk olayının, mahiyeti büyük olaylarla boyut kazanmasıdır. Nitekim
1920-1930 yıllarına deyin bu tür ayaklanmalara sık sık rastlanmaktadır.
Batıdaki ulusçuluk akımlarının bir yansıması olasılığı olabilir.... ' 491)
■
A.Kabaklı konuya daha değişik bir yorum getirmektedir. O’na; "Terâkkîperver
Cumhuriyet Fırkası, CHF’nın bu pervasız gidişatına karşı, demokrasiyi ve millî
değerleri korumak niyetiyle kurulmuştur. Amacı, Kemal’in şahsında ve eski
"Müdafaa-yı Hukuk"ün devamı olan CHF’de ansızın belirip gittikçe
artmakta olan toptancı dikta eğilimlerini dizginlemektirf492!..
Terâkkîperver Fırka’yı kuranlar arasında, bazı eski "İttihat ve
Terâkkî"ciler de vardır. Onların bulunması bu partiyi "yemek” için
ayrı bir bahane olmuştur. İktidar
gazeteleri, "TCF"yi "İttihatçılıkla işbirliği" yapmakla
suçlayıp Atatürk'ü tahrik de etmişlerdir
Takrir-i Sükun Kanunu’nu çıkarmak için en önemli fırsat ise 13 Şubat
1925’te başlayıp 15 Nisan’da, asilerin teslim olması ile sona eren Şeyh Said
isyanı’dır"
Orhan Türkdoğan, Şeyh Sait olayının karakterine teşhis koyarken onun
irticaî bir hareket olduğunu belirtir ve o dönemdeki Nakşibendi reaksiyonunun
bir parçası olduğunu açıklar:
"Manisa’da Nakşibendî tarikatına mensup olan Giritli Mehmet ve
arkadaşlarının, tekke ve tarikatların kapatılmasına tepki olan ayaklanmaları,
1925yılının Şubatında Nakşibendi tarikatının en yoğun olduğu doğu bölgesinde
patlak veren Şeyh Sait ayaklanması ile ortak noktalar taşır. Doğu
ayaklanmasının baş yöneticisi olan Nakşibendi Şeyhi Sait; dinin elden gittiği
gerekçesi ile eyleme geçti. Ana hedef yurtiçi ve yurtdışı tahrik noktalarından
Kürt milliyetçiliği için, devletin ve hükümetin çok yönlü sorunlarla yoğun
olduğu biranda, doğuda bazı illeri de içine alan bağımsız bir Kürt devleti
kurmaktı.
Kürt milliyetçiliğinin din maskesi altında bir direnmesi olan Doğu
isyanı, aynı zamanda Türk ulusu ile bütünleşmemiş önemli bir etnik grubun
doğuda siyasal huzursuzluklann kaynağı olabileceğini göstermektedir. Bunun için
de toplumsal bütünleşmenin en iyi biçimde sağlanmasının ancak eğitim yolu ile
kitlelerin ayaklandınlması olduğu gereğine inkılâbın lideri işaret etmiştir.
Nitekim 27.4.1925 günü Ankara Türk Ocağı merkezinde, Mustafa Kemal Ocaklılara
şöyle hitap ediyordu: "Bu sosyal olgular hep batı memleketlerinde
toplanmıştır. Şimdi doğu, bu boşluğun cezasını çekmektedir. Türk
Cumhuriyeti’nin inkılâbı ocaklara dayanmaktadır. Doğu’daki hareket çok mutlu
bir sonuçla bitmiştir. Bu seferki uğraşma bir ülke savaşı olarak tanınacaktır.
Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa ülküleri uğrunda asil bir gayeyle savaşmış
bulunuyorlar. ”
Gerçekten, kılık-kıyafette değişmeler, yazı inkılabı, yeni alfabenin
kubulü, Türkçenin yurdun her bölgesinde devlet dairelerine, okullara
uygulanması yurt içinde bazı etnik gruplan huzursuz kılmıştır. Bunlar dışardaki
soydaşlarıyla kültür bağlannın kopanlmasına göz yumamazlardı. Bu anlamda olmak
üzere, Menemen olayı, aslında Şeyh Sait hareketinin batıdaki bir uzantısı gibidir!4*)
Türkdoğan; Nakşibendi hareketini adeta bir merkezin yönlendirmesi gibi
değerlendirmektedir. Nakşibendilikle Kemalizm arasındaki çelişki şüphesiz
batıda olduğu gibi doğu da var olması doğaldır. Ancak bir merkezden
yönlendirildiklerini söyleyecek bir tesbite sahip değiliz. Bununla beraber
1950’li yıllarda Kars’ta tanıdığım Rize’li bir Nakşibendi’nin Şeyh Said
olayında, Şeyh Said’e hak verdiğini hatırlıyorum.
Türkdoğan, Şeyh Said olayının Nakşibendi karakterine değindikten sonra,
bu tarikatın Kürtçülük İçin maske olarak kullanıldığını belirtiyor.
Nakşibendiliğin ırkçı siyasete paravan olarak kullanmaya uygun olduğu
kanaatinde de değilim. Kürtçüler tarafından istifade edilmek istenilmiş
olabilir veya İngilizler bu iki anti-Kemalist hareketi birleştirmek istemiş
olabilirler.
Atatürk’ün, Türk millî birliği ülküsünde, Türk oldukları gerçeğine
inandığı Kürtler’i, sosyo-kültürel açıdan ele almak istediğini biliyoruz. O’nun
üniter devlet hedeflemesinde ortak millî kültür amaçlanmıştı. Bu konuya
incelememizin Atatürk’le ilgili özel bölümünde yer verdik.
Şeyh Sait olayına, Kürtçü bir muhteva kazandırmak isteyen bir grup
aydının, Cumhuriyet ilkelerine reaksiyon göstermeleri; "Misâk-ı Millî
dışındaki Kürtler’le kültürel bağlarının kopması" hususu mudur? Hiç
sanmıyoruz. Evvela siyasî Kürtçülük bugün daha o şuura varamamışken, böyle
yaygın bir ortak ideolojiden o dönemde bahsedemeyiz. Bununla beraber Kürtler’in
kimlik sorunları, bugün hâlâ önemini muhafaza ederken, Türkiye Kürtleri’nin
Türklüğünden bahsederken Ortadoğu’nun diğer Kürtler’ini dışlamak mümkün
değildir.
C.Kutschera, isyanının karakterini tayine yarayabilecek açıklamasında,
Kürtler’in OsmanlI Sultan ve hâlifesine fanatizme varan bağlılığı ve
İstanbul’da faaliyet gösteren Kürt milliyetçilerinin üzerinde durmaktadır.
<497)
Şeyh Sait olayını, "Şeyh Said’in kıyâmı islâmi bir harekettir"
teşhisi ile açıklayan çevreler, Cumhuriyet hükümetini islâmiyete karşı, dış
güçlerle işbirlikçilik yapmakla suçlamaktadırlar. Onlara göre Şeyh Said,
İslamiyet bayrağını yüceltmek için İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalizmine
karşı meydan okuyan Şeyh Sunûsî neviinden bir liderdir. O’nun mücadelesinin
karakterini; ölümünden evvel kendisine bir gazetecinin verdiği deftere yazmış
olduğu, "Allah Yolunda öldürülenlere, ölü demeyin. Bilâkis onlar
diridirler. Lâkin siz onun şuurunda değilsiniz... ' '’hadisiyle açıklamaya
çalışmaktadırlar.
Osmanlı İmparatorluğu dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitim ve
öğretim, Vakıflar ve Şer’iye Bakanlığı tarafından yapılıyordu. 1924’te kabul
edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bu görev Milli Eğitim Bakanlığına verildi.
Evvelce Rüştçe ve İdadî dışında medreselerde Kürtçe eğitim vardı. 1925’te 637
saydı kanunla ilkokullarda Türkçe eğitim-öğretim mecburî oldu. Şeyhlik, tekke
ve cami eğitiminin kaldırdması ile Kürtçe eğitimde kaldırılmış oldu/4")
Armstrong, isyancdarın "Ankara’nın dinsiz Cumhuriyetini yıkalım,
Sultan ve halife çok yaşasın" sloganları ile hareket ettiğini, Peygamberin
yeşil bayrağı altında İslamiyet’i kurtarmak ve dinsiz Türkler’i yenmek için
yola çıktıklarını, Atatürk’ün, olayların arkasmda İngiliz desteğinin olduğunu
belirttiğini ifade etmektedir. Armstrong ayrıca, Kâzım Karabekir’in Şeyh Sait’e
mektup yazdığını, içinde suç unsuru tespit edilemeyen bu mektubun kaçıncı
mektup olduğunun bilinmediğini, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat'ın komutanları
oldukları birliklerin başından isyandan iki hafta evvel alındıklarını iddia
etmektedir/501)
Armstrong’un, "Peygamberin yeşil bayrağı" diye tanımladığı Şeyh
Sait’in kullandığı bayrak hakikaten İslamiyet’i temsil için açılmıştı. Bazı
iddialarda ileri sürüldüğü gibi Kürtçüler’in bayrağı değildi. Hilâfetin
kaldırılmasında İngiliz baskısı olduğu iddiaları da vardır. Bu iddia pek
mantığa uygun gelmemektedir. "Hilâfet kaldınlmasa idi Şeyh Sait isyan
etmezdi, Şeyh Sait isyan etmeseydi Musul meselesinde kayba uğramazdık."
mantığı Türk milletinin o dönemindeki millî politikası ile taban tabana zıttır.
Musul’un kaybına ve Doğuda isyanm çıkmasına Kemalist güçler neden taviz vermiş
olsunlar. Bu iddiaların sağlıklı olamayacağını Atatürk’ün İngilizler’le ilgili
açıklamalarından da anlıyoruz. Kâzım Karabekir tarafmdan Şeyh Sait’e müteaddit
mektupların yazılmış olduğu iddiası da çok önemlidir. Ancak böyle bir mektubun
varlığına şahit olamadık. İstiklâl Mahkemelerinde Kâzım Karabekir’in
yargılaması döneminde bu tür mektupların olması halinde, iddia makamının veya
savunmanın bu mektupları kullanması muhakkaktı.
Olayı, yaşayan görgü tanıklarından bizzat derleyen Akyürekli; "Bugün
halen Cibranhlar’m içinde "Şeyhler Tertelesi" olarak anılan bu
hadisede yer alan hiç bir Cibranlı ve hiç bir din adamının isyana Kürdistan
fikriyle iştirak etmediği" kanaatındadır. Bu gerçeği ben, isyana fiilen
katılıp günümüzde yaşayan birçok yaşlı insandan bizatihi duydum. Akyürekli
derlediği bu hatıra neviinden bilgiler ışığında Şeyh Sait isyanıyla ilgili şu
bilgileri vermektedir:
”1925 isyanı dışında devletine bağlılığında hiç bir zaman kuşku
duyulmayan Cibranlılar; günümüzü 12 Eylüle getiren bölücü fikirlere hiç mi hiç
iltifat etmemişlerdir. Bilâkis bunlara karşı mücadele etmekle şerefli bir
görevi yerine getirmekten kaçınmamışlardır. 1925 ayaklanmasına katıldıkları
için zaman zaman suçlanan bu aşiretin, 1917 yılında Rus ordularına karşı
verdikleri beş bini aşkın şehitle vatan müdafaasındaki başarılarının da ele
alınması gerekir. Meseleye bu açıdan baktığımız zaman Cibranlılar’ın vatan ve
millet birliği için gösterdikleri çaba ve hizmetlerinin 1925 isyanına
katılmaları ile kıyaslandığında, bu isyanı unutturacak kadar çok olduğu görülür.
Bölgede yaptığımız incelemede, ayaklanmayı yaşayan insanlann
ifadelerinden ortaya çıkan netice ise şöyledir: ‘Ayaklanmanın liderleri
arasında Cibranlı Halit Bey de bulunuyordu. Gaye isyan değildi. Önce Ankara’ya
bir mektup yazılarak şeriatın uygulanılması istenecek, daha sonra başka
çarelere başvurularak şeriatın mutlaka yeniden tesisine çalışılacaktı. İşte bu
hazırlıklar sürerken bölgede yaşayan Hormek ve Lolan aşiretleri Cibranlılar'la
aralarındaki husumetten dolayı durumu devlet ricaline daha başka bir şekilde
intikal ettirmeye muvaffak olmuşlardı. Neticede isyan bir oldu bitti ile
başladı’...
"İsyan başlangıcında, Karlıova, Varto ve Bulanık ilçelerinde
duruma hakim olan Cibranlılar kısa zamanda yaptıkları hatayı anlayarak isyandan
vazgeçmişlerdi. Neticede Miralay Halit ve daha birçok Cibranlılar’ın hayatıyla
ödediği bu ayaklanma bastırılmıştı... "t502*
M. Akyürekli olayı yaşayan ve halen hayatta olanlardan aldığı bilgi ile
olayın çıkışına hilâfetin ve İslâm hukukunun kaldırılmasının yol açtığını,
Cumhuriyet’in getirdiği bu yeniliğe karşı olan tepkinin bütün yurt sathında
ortak ve yaygın bir kanaat olduğunu, 600 yıllık alışkanlığın muhafazakâr
karakterli Cibranh aşiretinde daha fazla etkili olduğunu, Şeyh Sait’in bu ortamdaki
birçok din adamından birisi olduğunu, kesinlikle ulusal ayrıcalık türünden bir
fikrinin olmadığını, şeyhlerin ve komutanların aşiret halkı üzerindeki
nüfuzunun istismar edildiğini, asilerin isyana katılmalarının devlete ihanet
anlamına gelmemesi gerektiğini, zira aşiretlerin I. Cihan Harbinde ve Kurtuluş
Savaşında büyük fedakârlıklar gösterdiklerini anlatmaktadır.
Yazarın tespitleri ciddî şekilde düşündürücü mahiyettedir. Şeyh Sait’in
bu derece geniş bir alanı etkilemiş olması sadece şeyh olsa da, şahsî gücünden
kaynaklanmış olamaz. Diğer şeyhlerin de katıldıkları ve onların reaksiyonuna da
yol açan gerçekler vardı. İskilipli Atıf Hoca’nın Şeyh Sait istiyor diye,
hoşnutsuzluk gösterdiğini düşünmek mümkün değildir. Bu arada Hormek ve Lolan
aşiretleri halkının Alevi inançlı Türkler’den meydana geldiği unutulmamalıdır.
Ankara’ya yazıldığı belirtilen belgenin bulunması yazarın vurguladığı gerçeğin
önemini artıracaktır.
Ancak yazarın Cibranh Albay Halit’e koyduğu, "Şeyh Sait olayına
şeriat için katılmış bir kimse" teşhisini kabullenmek zordur. Zira isyana
etnik bölücü muhteva kazandıran örgüt Azadi’dir ve Albay Halit bu örgütün
bayrak adamıdır.
Messoud Fany’nin 1933 yılında Paris’te tamamladığı "Kürt Ulusu ve
Sosyal Gelişmesi" isimli doktora tezi konuya biraz daha değişik
yaklaşmaktadır. Messoud Fany meseleyi şu şekilde izah etmektedir: "Sorunu
ele almadan önce, bu hareketin sadece Ankara yönetimine, daha açıkçası Gazinin
reformlarına karşı olmadığını belirtmek gerekir. Halifeliğin kaldırılması, lâik
rejimin benimsenmesi, tekkelerin kapatılması, tarikatların kaldırılması, şeyh,
derviş baba, mürid, çelebi, sihirci ve diğer sıfatların kaldırılması halkta
genel bir hoşnutsuzluğa neden olur. Temel olarak İslâm hukukuna dayalı hukukun
yerini, İsviçre medenî hukukunun alması, fesin yerine şapkanın geçmesi, harf
değişimi ve Mustafa Kemal’in en idealist taraftarlarına kadar şok yaratan bir
dizi reformları onları muhalefete iter. Sonunda İsmet Paşa -Gazi’nin tek ve son
sırdaşıyönetimin sorumluluğunu üzerine alır.
Muhalefetin taraftarları ve yöneticileri arasında, hareketlerinde
samimî olan çok az kişinin bulunduğunu burada ilâve etmek gerekir mi? Gerisi de
Gazi’nin başarılarında gözü olanlar ve onu kıskananlardır. Atatürk’ün
reformları onlar için böylece iyi bir bahane olur ve halkın dinî duygularını
yönetime karşı kışkırtmaya koyulurlar.
Mahmut Akyürekli, Cibran Aşireti ve
Karlıova Tarihi. 1983-84 Fırat Ün. Fen-Ed.Fak. Tarih Bölümü bitirme tezi, Gayri
Matbu, s. 18-20.
Gazeteler arasında polemik gösteriler ve milletvekilleri arasında
kanlı saldırılar, Gazi’nin politikasına, kişiliğine bile üzücü komplolarla
devam etmiştir. Bu arada Cumhuriyet Hükümeti enerjisini bir an kaybetmedi ve
bütün muhalefeti kırarak sona erdirdi
Rejimden hoşnut olmayanlar için bir tek yol kalıyordu, bu da ülkede
genel bir ayaklanma
Çok fanatik, adet ve geleneklerine bağlı olan Kürtler yeni rejime
karşı Türkler’den daha çabuk ayaklandılar. Zaten Türkiye genel bir muhalefet
tarafindan işlenmişti.
Reformlar radikaldi yönetim ülkeyi tamamen modem bir devlet haline
mümkün olan en kısa zamanda getirmek için hiç bir şey karşısında geri
durmuyordu.
Gerçekten tarih bugüne kadar Mustafa Kemal kadar kararlı ve cesur bir
reformcu kaydetmemiştir. Mustafa Kemal alışıla gelmiş düşüncelerin sahiplerini
ürkütebilecek derecede bir kavrayış çabukluğuna sahipti. Nihayet kitlenin
öfkesi bir Kürt lideri olan Şeyh Sait’in ayaklanması ile yazıldı. Bu zavallı
adam, muhalifler tarafından iyice cesaretlendirildikten sonra, yok olup gitti.
Genç Cumhuriyetin gücü bu isyanı bastırmakta gecikmedi
Askeri operasyonu Kürdistan ’da bir dizi yönetimle ilgili reform takip
etti. Asiler sert bir biçimde cezalandırıldı. Şeflerinin etkisi kesin olarak
kırıldı.
Daha sonra bölgeye, emrinde özel bir yönetim teşkilâtı olan geniş
görevlerle, bir genel müfettiş atandı.
Bu arada, asilerin cezalandırılmasındaki sertlik ve rejimdeki katılık
tepkilere yol açar. Bu operasyondan kişisel olarak zarar gören bazı Kürt
subaylar, Türk ordusundaki görevlerini terk ederler ve Kürt güçlerini
düzenlemeye başlarlar. Böylece isyan kışın başlar ve ümitsiz bir biçimde bir
süre devam eder. '*
Yazar, Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924), lâik rejimin benimsenmesi
(10 Nisan 1928) (Laik devlet karakterinin açıklığa kavuşturulması), Tekkelerin
kapatılması (2 Eylül 1925 Tekke ve zaviyelerin ve türbelerin kapatılması),
Şeyh, Derviş, Baba, Mürit, Çelebi Sihirci ve diğer sıfatların kaldırılması (30
Kasım 1925, Türbedarlık ve bazı ünvanlann men ve ilgasına dair kanun) ile 13
Şubat 1925-31 Mayıs 1925 tarihlerindeki Şeyh Sait olayını iltisaklamaktadır.
O’na göre 17 Şubat 1925 Medenî Kanununun kabulü, 25 Kasım 1925 Şapka Kanunu, 1
Kasım 1928 Yeni Türk Harflerinin kabul ve tatbike konulması ile ilgili kanunun
TBMM’nden geçmesi gibi yenilikler, Şeyh Sait olayı ile ilgili bulunurken,
ayaklanmaların hepsi bir bütün olarak alınmaktadır. Bu genellemede
İnkılâpların bir kısmının Şeyh Sait olayından sonra cereyan etmiş olması
doğaldır.
O’na göre; 12-28 Eylül 1924’teki Nesturî ayaklanması, 9-12 Ağustos
1925’teki Reşkotan ve Raman Tedip Harekâtı, 1925-1937 Soran ayaklanmaları, 16
Mayıs-17 Haziran 1926, I. Ağrı ayaklanması, 7 Ekim-30 Kasım 1926 Koçuşağı
Ayaklanması, 26 Mayıs-25 Ağustos 1927
Mutki ayaklanması, 13-20 Eylül 1927 D. Ağn harekâtı, 7 Ekim-17 Kasım 1927
Bicar Tenkil Hareketi, 22 Mayıs-3 Ağustos 1929, Asi Resul ayaklanması, 14-27
Eylül 1929 Tendürük Harekâtı, 26 Mayıs-9 Haziran 1930 Savur Tenkil Harekâtı,
20 Haziran-Eylüi başı 1930 Zeylân ayaklanması, 16 Temmuz-10 Ekim 1930 Oramar
ayaklanması, aynı etki gösterilen tepkinin safhalarıdır.
Atatürk’ün reformlarına Türk kesimindeki gerici reaksiyon kendini
gösterdiği sıralarda, daha fanatik oldukları için bu reaksiyon Kürt kesimde
ayaklanma şeklini almıştır. Ancak Şeyh Sait isyanını izleyen Ağn isyanı gibi
olaylara, menfaatlerini kayıp eden emekli subaylar yol açmıştır. Diğer yandan
aşiret yapısının hakim olmadığı Türkiye’nin diğer kesimlerinde de bu ve bundan
sonraki dönemde cereyan eden aynı karakterli olayların varlığı bilinmektedir.
Meselâ Fani, Şeyh Sait olayının sadece Gazinin reformlarına karşı duyulan
tepkiden doğmadığını, halifeliğin kaldırılması, lâik rejimin benimsenmesi,
tekkelerin kapatılması, tarikatların kaldırılması, şeyh, derviş, baba, mürid,
çelebi, sihirci ve diğer sıfatların kaldırılmasının halkta genel bir
hoşnutsuzluk yarattığını, İslâm hukukunun yerini İsviçre medeni hukukuna
bırakması, kıyafet ve harf devrimlerinin M.Kemal’in en idealist arkadaşlarında
bile şok tesiri yaptığını, yeni rejimden hoşnut olmayanlar Gazi’ye yaptıkları
muhalefetle bir noktaya yaramayınca isyan etmek zorunda kaldıklarım, Kürtler
adet ve geleneklerine daha bağlı oldukları ve fanatik bir yapıya sahip
oldukları için daha çabuk ayaklandıklarını, Şeyh Sait’in, Gazi’nin muhalifleri
tarafmdan iyice cesaretlendirilmesi üzerine, kitlenin öfkesine asiler
ayaklanarak sözcülük ettiğini, belirtmektedir. M.Fani’ye göre olayda ulusal
motif yoktur.
Kürt Türkleri’nin geleneklerine bağlı oldukları bir gerçektir. Ancak,
onlar için fanatik teşhisinin konulması bize göre sağlıklı değildir. Şeyh Sait,
Kürt lideri de değildir. Kürt Türkleri arasmda çıkmış bir dinî liderdir.
Kürtçü aydınların Şeyh Sait’i cesaretlendirdiği bir gerçektir. Ancak
Atatürk’ün yakın arkadaşlarından iken Atatürk’e muhalefet edenlerin Şeyh Sait
ile direkt temas kurdukları söylenemez. Atatürk’ün yakın dava arkadaşları için
böyle bir teşhisi genelleştirilmek, yenilik hareketlerine ve millî birliğe
aykırı bir girişim olarak düşünmek mümkün değildir. Bu arada doğudaki sosyal
yapının aşiret ilişkileri içinde oluşu batı Anadolu’ya nazaran onlara toplu
hareket imkânı sağladığı da bir gerçektir.
Olayı yaşayanlardan derlediği bilgilerle açıklayan Yılmaz Akbulut;
isyancıların, din, töre, örf ve adetlerine düşkün bölge halkını, "din
elden gidiyor" sloganı ile istismar ettiklerini, Cumhuriyet’le getirilen
yeniliklerin istismarcıların işlerini kolaylaştırdığını, daha evvel Kürtçü
propagandalarla sahneye çıkan propagandistlerin etkili olamayınca bu defa din
motifini kullandıklarını, Cibranlı Halit ve Bitlisli Yusuf un aşiret ağaları,
şeyhler ve müridlerini Şeriat perdesi altında örgütlediklerini, Kürt İstiklâl
Komitesini; Seyyit Abdülkadir, Hacı Musa, Hasenanlı Halit ve Yusuf organize
etmişlerken Şeyh Sait’i daha sonra aralarına aldıklarını belirtmektedir. (504)
Yılmaz
Akbulut; Bingöl Tarihi, Bingöl 1984 (Gayri Matbu) s.81.
Y.Akbulut’a göre "Şeyh Sait, Erzurum vilâyetinin emri ile, ifade
vermek için Hınıs merkezine götürülmüş, orada verdiği ifadede, Yusuf Ziya ile
işbirliği yapmadığını, Yusuf Ziya’nın kendisinden para istediğini, ona para
vermediğini, bunun üzerine kendisine iftira edildiğini söylemiştir. Bunun
üzerine Hınıs Kaymakamı Mansur Bey’in Şeyh Sait’in manevî etkisi altında
kalarak ifadesine inanıp Erzurum iline bir telgraf çektiğini, telgrafında Şeyh
Sait’in çok yaşlı bir kişi olduğunu ve kötü bir ihtirasının bulunmadığını
bildirerek kendisini serbest bırakmıştır/505)
Akbulut’a göre, Şeyh Sait oğlu Ali Rıza’yı İstanbul’a Seyyit Abdülkadir’e
göndermiştir. Ali Rıza, Hınıs’a dönüşünde "Doğunun hiç bir yerinde askerî
birliğin olmadığını ve bu durumda her aşiretin kendi bölgesini işgal
edebileceğini ve bu bölgedeki muhtarlıklardan birer mazbata olarak Taşnak
Hoybun Cemiyeti aracılığıyla Cemiyet-i Akvam’a gönderilmelerini" istemişti.
Bu münasebetle Şeyh Sait isyan hareketine Diyarbakır’dan başlanılmasını telkin
ediyordu. Yazar devamla Ali Rıza’nın Büyük Millet Meclisi’nde bulunan diğer
aşiret ağalan, hocalar ve beylerle görüşme yaptığını ve onlar tarafından da
Ali Rıza’nın bu plânlarının makul karşılandığını ve bu yüzden harekete geçilmek
zamanı geldiğini belirtmektedir/506) Daha sonra Şeyh Sait Mustafa
Kemal aleyhtan ve İslamiyet yanlısı fetvasını dağıtmıştır.
Akbulut, devamla; Varto ve Kiğı’daki Hormek beyleri ve bir takım Alevî
aşiretlerinin isyan fikrine katılmamaları üzerine Şeyh Sait’in, Hormek
ağalarına mektup yazarak din ve namus uğruna verdikleri mücadeleye katılmaları
halinde mezhep farklılığı gözetmeden kendilerine istediklerini vereceklerini
vaad ettiğini belirtmektedir/507)
Yazar olayları yaşamış olan Selim Varol Güneş ve Cevdet Akbulut’dan
dinledikleri ile olayın karakterini tayin eden bilgiler de verirken;
Bingöllüler’in, Şark cephesinde ve Kurtuluş Savaşında devletin emrinde fedakâr
vatandaşlar iken, isyan olayına atılmalarının kandırılmış olmaları ve cahil
halkın üzerindeki din adamlarının nüfuzundan kaynaklandığını belirtmektedir/508)
Yazar, Şeyh Sait olayı 1925 tarihinde olmuşken, bu olaydan evvel başlayan
Kürt-Ermeni dayanışmasını gündeme getirmektedir. Gerçi, münferit dayanışma
örnekleri ve bilhassa yayın organlarının kullanıldığı biliniyordu.
N.F.Kısakürek olayın bu bölümünde de şu teşhisi koymaktadır; "Piran
hadisesi üzerine, derin bir şeriat kâbusu ve din korkusu yaşayan hükümette hiç
bir dikkat ve anlayış tavrı peydahlanmadığı gibi, Şeyh’de de bu davanın
şartlarına ve doğuracağı neticelere dair herhangi bir basiret ve takdir gözü
açılmamıştır
N.F.Kısakürek, Ali Fethi Beyden aldığı şu alıntıyı aktarmakta: "Hadise
mahallîdir ve küçük bir saha içinde küçük bir imkân ele geçirilmiş olmasından
öteye bir kıymet ve ehemmiyet belirtmemektedir. Onu büyütüp topyekûn millete
karşı bir hükümet yumruğu indirilmesine vesile diye kullanmamalıdır. Dava
mahallî kuvvetlerin İdarî, siyasî incelikleriyle çözümlenebilir. İki taraftan
da akacak kanın Müslüman kanı olduğu ve hak hangi tarafta olursa olsun böyle
bir hareketin millete derin bir teessür aşılayacağı ve dış düşmanlara fırsat
hazırlayacağı unutulmamalıdır ve daha sonra şu açıklamayı yapmaktadır/510
"Heyhat ki, hiç kimseye Şeyh
Sait’in yanlışını, millet kalbindeki ebedî doğruyu söküp atmak yolunda bir
istismar vesilesi yapmak hakkı olmadığını, hatırlayan ve hatırlatan yoktur. O
fena yaptı diye dine fenalık etmek kudret ve salâhiyeti hiç bir fanide hayal
edilemez, diye düşünen yok.... n(-5n)
Olayın İngiliz desteği ve Kürtçülük faaliyetleri ile ilgili konusunda ise
Kısakürek; "Onun İngilizler’in adamı ve müstakil Kürtçülük ideoloji
peşinde olduğu şeni bir yalandır. Öyle olsa idi ilk başarılanmn ardından cenup
vilâyetleri istikametine doğru sarkar. Irak Kürtleri ve İngilizlerle irtibat
kurar ve davasına, gerilerini ve yardım kaynaklarını sağlamış olarak belli
başlı bir çevre içinde girmiş olurdu... '1512) demekte ve "Mahkemede
vereceği cevaptan da anlaşılacağı gibi Kürtçülük gayreti İngilizlerle irtibat
zilleti isnat etmek vicdansızlık'15131..., "Seyyid Abdülkadir
ile Şeyh Sait arası münasebet iddiası büsbütün saçma"15141
şeklinde kanaatini belirtmektedir.
İstiklal mahkemelerinde cereyan eden yolsuzluklara Atatürk’ün el koyup
suçluları cezalandırışına da(5LS) yer veren yazar, konuya girerken
sorduğu soruya şu cevabı veriyor "Şeyh Sait zorla itilmiş olmasına
rağmen din hikmetleri bakımından pekâlâ mukavemet edebileceği ve mukavemet
etmekle mükellef bulunduğu hadiselerin, tek sorumlusu olmakla beraber,
bilmeyerek uyandırdığı ve artık hep uyanık kalmasına sebep olduğu ejderhanın
yine bizzat mazlumudur... "( demektedir.
Girişim Dergisi’ne göre; Şeyh Sait olayı "kıyam" ile
tanımlanabilir. Hükümetin aldığı tedbirleri islamiyete aykırı bulan Şeyh Sait
ayaklanmıştır. Geçmişten geleceğe İslâmî birikimi yok etmek için hükümet sert
önlemler almıştır. Hükümet iç kamuoyuna hareketin ulusal bir hareket ve dış
kamuoyuna gerici bir hareket olduğunu açıklamakla gerçeği saptırmıştır. Hareketin
kesinlikle Kürtçülük’le ilgisi yoktur. Şeyh Said’le ilgili özel bir sayı
yayınlayan dergi, olayın canlı tanıklarından olan Muş-Varto-Goma Gargo
köyünden Hacı Ahmet ve Mehmet Çağlayan ile görüşme yapmıştır. Ayrıca tarihçi
Sadık Albayrak’m da kanaatini almıştır. Bunların ve Şeyh Sait’in tanımı A.Melik
Fırat’ın olaya dair teşhisleri Şeyh Sait’in bir İslâm mücahidi olduğu ve
İslâmiyet adına mücadele verdikleri şeklindedir.
"Anayasa ve Din" başlıklı dizi yazısında Bünyamin Ateş, Şeyh
Sait olayının dinî karakterindeki tahrik ve teşvikin müsebbibi olarak
İngilizler’i görmektedir, isyancıların silah ve giysilerinin Avrupa’dan
gönderildiğini belirttikten sonra, yurtdışında bastırılmış bildirilerde; "Halife
sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlar olmaz Hiç bir Halife memleketten
çıkarılamaz. Şiarımız dindir. Şimdiki hükümet dinsizlik neşretmektedir. Şeriat
isteyiniz. Kadınlar çıplaktır. Mektepler de dinsizlik ilerliyor"
denildiğini vurguluyor.
Hamza Eroğlu, Şeyh Sait olayında karşı ihtilâli hazırlamakla görevli
Vahdettin’İn parmağı olduğu kanaatindedir. Kürtçü hareketin başlama dönemi
olarak da Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasını görmektedir. Olayda Ingiliz
parmağınında olduğuna inanan yazar, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın
padişahçı, şeriatçı ve ne kadar muhalif varsa hepsini içine aldığı
inancındadır. Mete Tuncay bu konuda daha geniş bilgi vermektedir.
Hamza Eroğlu isyana "Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tehdit eden
büyük bir inkılâba karşı ihtilal hareketi..." ) teşhisi koyarken, Neşet Çağatay'ın
"bir dinci tepki olarak ortaya çıkmış olan bu isyan, 17 Kasım 1924’te
kurulmuş bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi tarafmdan
desteklenmişti" )
teşhisini de aktarmaktadır. Çağatay'ın bu teşhisine de katılan H. Eroğlu;
Vahdettin ve taraftarları, İlâ-i Vatan Teşkilâtı, Bükreş’te kurulan Hilafet
Kongresi ile iltisaklamaktadır. O’na göre kadro Kürt Teâlî Cemiyeti ile
ilişkilidir. Bu cemiyet, Kürt İstiklâl Komitesi’nin Cumhuriyet’ten evvelki
kurulan ilk örgütlerinden biridir.
H.Eroğlu isyancıların İngilizler’den destek gördüğü kanaatini açıklarken,
Mete Tuncay, silâh şirketlerinin, bölgeye, isyancılara silah şevketmiş
olmasının, İngilizler’i isyancıların yanında göstermek için yetmeyeceği
kanaatindedir.
Mete Tuncay, İsyanın karakterini araştırırken olayın dinsel bir giysi
altında ulusal bir başkaldırı olduğu" şeklinde kanaatini belirtmekte ve "....İsmet
Paşa 'tun ve arkadaşlarının olayı dinsel gericilik ve karşı devrim diye
görmeleri ve göstermeleri, Doğudaki bastırmayla sınırlı kalmayacak daha genel
bir karşı hareketi haklı kılmak amacıyla açıklanabilir*' demektedir. Ayrıca,
Asım Us’un anılarından yaptığı; "...arasında fikir ihtilâfı vardı.
İsmet Paşa Kürt isyanının dinî bir hareket olduğu fikrinde idi. Reşit ise
millî bir hareket olduğu fikrinde idi. Fakat bu maksadını ifade etmek
isterken, kendisinin de söylemek istemediği tarzda insan kullanmıştır. Sonradan
pişman olmuştur dedi'4524* şeklindeki alıntı ile fikrini
kuvvetlenmeğe çalışmıştır. Böylece yapılan resmî açıklamalarda da olayın
karakterine konulan teşhisin politik süzgeçten geçirildiğini görmekteyiz.
M.Tuncay; M.Toker’e göre ayaklanma irtica, B.Cemal’e göre karşı devrim,
Toynbee’e göre millî, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası milletvekili
Rüştü Paşa’ya göre, yönetim hatası, Raşit Hakkı Uluğ’a göre hükümetin rol
oynadığı bir isyan olduğu şeklindeki iddialara da yer vermektedir/525-1
Şeyh Sait olayına dinî çevrelerden Alevi-Bektaşî Müslüman halkın bakış
açısı da, olayın karakterinin tayininde önemli bir boyuttur. Bu konuda Baki Öz;
"Şeyh Sait olayıyla Dersimliler’in bir ilkleri yoktur. Ne var ki
Dersim aşiretleri Şeyh Said’çiler yoluyla olayın içine sürekli çekilmeye
çalışılmıştır. Aralarında bölge ve etnik bağ olduğu ileri sürülerek Dersimin
ayaklanmaya girmesini istemişlerdir. Çünkü Dersim Aleviliği önemli bir potansiyel
güçtür. Şeyh Sait bölgedeki aşiret başkanlanna mektuplar gönderiyor, bildiriler
dağıtıyor, adamlarını göndererek çağrıda bulunuyordu. Bölge halkıysa
aralarındaki etnik ve mezhepsel farkın bilincindeydi. Bu nedenle kışkırtmalara
pek gelmiyorlardı. Bölgedeki bu gerici özlü hareketi, ilk önce gizli bir
mektupla Gazi Mustafa Kemal'e bildiren Varto’daki Hormek aşiretinin aydınları
olmuştu. Şeyh Sait'çilerin Dersim Alevileri’ni olaya çekmek için çabalarını
gören tarikat mürşitlerinden MalatyalI Ağuçanlı Doğan Dede oğlu Hüseyin
Efendi, Dersim aşiretlerini uyarmış, ayaklanmacılara silahla karşılık
vermelerini sağlamıştı. Bunun üzerine Hiran, İzolAlevileri ve Ohî bucağındaki
Necip Ağa, Pertek'teki ayaklanmacıları kuşatıp, bölgeden çıkarmış ve Palu’daki
Kâzım Beyin fırkasının önüne düşürmüşlerdi. Hormek aşireti milis gücü
oluşturarak ayaklanmacılara saldırmış, bölgelerinden çıkmalarını sağladıkları
gibi, askeri birliklerin bizzat yardımlarına giderek, Ankara güçleriyle ortak
biçimde Şeyh Sait'çilere karşı savaş vermişlerdi Dersim aşiret başkanlan
toplanarak Şeyh Sait’çilere karşı uyanık olunmasını, bölgeye sızmaların
önlenmesini, Ankara Hükümeti’ninyanmda yer alınmasını kararlaştırmışlardı.
Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal bu tutumun bilincindeydi Yaran olan aşiret
başkanlanna ve bölge Alevi halka Ankara Hükümeti temsilcileri (M.Kemal,
Erzurum Valisi Zühtü Bey, III. Ordu müfettişi Kâzım Bey, XI. Fırka komutanı
Mirliva Osman Nuri, Kiğı Kaymakamı Osman Nuri, Hınıs Müfreze komutanı Kaymakam
Osman vb.) yardımlanndan övgüyle söz etmiş ve teşekkür tel yazılan
göndermişlerdi Bunlar Dersim Alevi halkın M.Kemal’in yanında oluşunun, ulusal
Hükümetin zor dönemlerinde yanlannda yer alarak güç oluşturduğunun belge ve
kanıtlandır.
Ama ne var ki Dersindiler ne ölçüde titiz davranırlarsa davransınlar
Şeyh Sait’çüerden uzak kalamadılar, onlan bölgelerinden uzak tutamadılar.
Ayaklanmanın bastınlmasından sonra birçok Şeyh Sait’çi Dersim’e kaçarak
gizlendi. Aleviler'in geleneğinde, sığınanı korumak vardı. Sığınmalar sonucu
zaman zaman olaylar yaratıldı. Bunlan kovuşturmak ve yakalamak için bölgeye
jandarma girdi ve baskı yaptı. Özgür yaratılıştı, belli kurallara gelemeyen
Dersim Alevileri jandarmaya tepki duydu. Bölgedeki feodal yapının korunması,
aşiretler arası çekişmeler, çağdaş olanakların ve kalkınmanın bölgeye
gitmeyişi Dersim olayını doğurdu. Dersim ayaklanması önceden düşünülen plânlı-projeli
bir eylem değildi Olaylar ve koşullann bu yönde gelişmesi Dersim ayaklanmasına
neden olmuştur.
Alevi halk ayaklanmanın şiddet kullanılarak bastırılmasında ve
kıyımlardan dolayı Atatürk’e dargın ve kırgın değildir. Bu olaydan Atatürk’ün
ilgisi olmadığı kanısındalar. Olayı basla, zulüm ve kıyım biçimine dönemin
Başbakanı Celal Bayar’ın dönüştürdüğünü düşünmektedirler. Bu arada Atatürk
hastaydı ve devlet işleriyle ilgilenmiyordu. Olayın bir kıyıma dönüştüğünden
Atatürk’ün haberi olmamıştır, demektedirler ki doğruluk payı büyüktür. Bu
anlayışları Atatürk’e karşı sınırsız sevgi, bağlılık ve tutkularından
kaynaklanıyordu.
Atatürk, tepkiyi popülist din temsilcüeri olan tarikat ve dervişlerden
değil, ulemadan bekliyordu. Çünkü ulema devletle iç içe örgütlenmiş, Osmanlı
Devleti’nin resmî dinsel ideolojisini üretiyor ve temsil ediyorlardı.
Halifelik-padişahlık’a karşı olmakla Atatürk bu kesimi karşısına almış
oluyordu. Ulemanın toplumsal ve siyasal temeli yıkılıyordu. Toplumun ve
devletin gözünde Sünni ideolojiyi üreten ve temsil eden ulema, din adamları
olarak görülüyordu. Atatürk’se ulemayı ve gerici "din adamlarını Türk
Devriminin bağrına saplanmış kara saph bıçak" olarak görüyordu. 1924’lerin
lâkleştirici düzeltimleri bu nedenle dervişlere değil, ulemaya yönelikti Ne var
ki lâikliğe karşı tepki ulemadan çok, dervişlerden geldi Çünkü derviş
kurumlan, kurulu düzenden bağımsız, merkezden uzak, daha özgür ve muhalefete
alışık kuramlardı. Emperyalizmin de el atmasıyla bu tür derviş kuruluşlun
"şeriat perdesi" altında tepki merkezleri oldular. Ne var ki
Alevi-Bektaşi derviş kuruluşlun bu noktadun du öteki popülist din kurumlunndan
ayn yol izlediler. Sünni popülist din kurumlan Osmanlı Sarayı ve Halifeliğin
uydu kurumlan olmalanna karşın, Alevi-Bektaşiler Osmanlı yönetimince
aşağılanan, kıyılan ve yasaklanan popülist din kurumlan olmuşlardı. Şeriatçı
kuruluşlar Panislâmizm siyasasına aracı olurken, Alevi-Bektaşi kuruluşlar
Panislâmizm ve Halifeliğe ters düşmüş, Genç Türk-İttihat ve Terakki çizgisinde
kalmışlar ve M.Kemal’le bağlaşma içerisine girmişlerdi Lâikliği ve Cumhuriyeti
düşünce yapılanna uygun bulmuş ve Cumhuriyet ilkeleriyle lâikliğin savunuculan
olmuşlardı. Halifeliğin yıkılmasında Aleviler, Atatürk için temel dayanaktı,
" dernektedir.
Görüldüğü gibi Şeyh Sait olayının din boyutu katmerli olmuştur. İsyanın
lideri din adına sahneye çıkmıştır. İsyanı destekleyen İngiltere tahrikinde
etkili olabilmek için islâmlardan daha islâmcı davranmıştır. Terâkkîperver
Cumhuriyet Fırkası, parti tüzüğündeki malûm madde itibariyle, dini kullanarak
isyana arka çıkmakla itham edilmiştir. Hilâfet ve saltanat yanlılar din kisvesi
ile sahnededirler. Aşiret birliklerini devletin karşısına götüren de devletin
dinden ayrılmış olması iddiasıdır. Bize göre de Şeyh Sait isyanı gövdesinin,
büyük parçası ve gerçek emeli itibariyle dinî bir uyarıdır.
OLAYA
MARKSİST ÇEVRELERİN BAKIŞ AÇISI
Marksist çevrelerin Şeyh Sait olayı için getirdikleri yorum tek değildir.
Ayrıca farklı örgütsel çevrelerin teşhisi değişik iken, bu çevrelerin
görüşlerinde de zaman içinde değişmeler
Baki Öz,
Kurtuluş Savaşında Alevi-Bektaşiler, İstanbul, 1990, s.36-39.
olmuştur. "Olayda rol oynayan sosyal kültürel ve dinî
faktörler" bölümünde genel izahlar münasebetiyle Marksist yaklaşıma yer
verilmişken, bu bölümde özel izahlar getirilmiştir.
S.A.Şıvan’a göre Şeyh Sait isyanı, "Türkleştirme tatbikatına ve
diğer asimilasyon zorlamalarına karşı" ( tepkiden doğmuştur. Türkleştirme
konusunda Kürtçü hareketin kendi dönemindeki belli başlı siyasî, ideolojik
liderlerinden olan Dr.Ş.M.Sekban mücadelesinin son döneminde, "Esasen
değişik tarzda, milletlerin massedilmesi bir devridaimidir. Bu sosyal bir olay
olup, aralıksız devam eder. Ama Türkiye'deki Kürtler'in hali bu değildir.
Burada mevzuubahis olan şey mass etme veya kaynaştırma işlemi değil, sadece
aynı ırktan iki kavmin birleşmesidir" diyecektir/528)
Şıvan; ayaklanmanın başarısızlığını anlatırken de "Kürt halk
kuvvetlerinin sonuca ulaşamamasının en önemli ve başta gelen nedeni, uygulanan
asken stratejinin yanlışlığıdır. Elindeki yan muntazam ve çok eksik teçhizattı
kuvvetlerle, genellikle dağlık yada muntazam ordu birlikleri için gayri müsait
olan arazi parçalannda, hükümet kuvvetlerini oyalayarak zaman kazanmak... ve
bu arada kadrolarını pekiştirmek yerine, hareketin başlarında kazanılan büyük
askeri zaferlerin cazibesine kapılarak, savaşın ovaya intikali ve hele
Diyarbakır'ın muhasara edilmesi... şüphesiz küçümsenmeyecek askeri stratejik
hatalardı" dernektedir.
Şıvan’a göre Şeyh Sait 1925’lerde kır gerillası taktiği uygulamakta idi.
Böylece bu stratejinin uygulanmasına 50-60 yıl evvel başvurulmuş olacaktı.
İsyanm strateji konusunda C.Kutschera’da bazı yorumlar getirmekte ve "isyanın
ileri safhalarında kırsal kesim ile şehir merkezlerindeki halk, isyanın hedefleri
konusunda ihtilâfa düştüler. Şehir merkezleri destek sağlamazlarken,
isyancılara karşı tavır aldılar" demektedir. İsyanın ileri safhaları
asilerin Diyarbakır kapılarına dayandığı dönemdir.
D.M.Yadgar, isyanm başarısızlığını, isyanm komutanlar tarafmdan değil de
din adamları tarafından yönetilmesi ve cahil halkm çok kıyam yapıp talana
katılması ile izah etmektedir/531)
S.A. Şıvan çelişkiyi, farklı kabul ettiği Türk ve Kürt milliyetleri
üzerine inşa ederken, U.Heyd bu kanaatta değildir. O, Kemalist ideolojinin
Türkçü, milliyetçi, bütünleştirici karakteri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya ve
bu bölgenin insanını da dışlamıyordu. "Türk ulusçuluğunun gelecekteki
düşünce önderi Gökalp’in doğum yeri Güneydoğudur/532)diyordu.
Hasretyan’a göre, Şeyh Sait hareketinin ulusal bir hareket olduğunu
söylemek mümkün ve gereklidir. (533) Bu görüşü Dr.K.M.Ahmed’de
paylaşmaktadır. (534) Şeyh Sait hareketine ulusal bir hareket yorumu
getirenler Türk ve Kürt’ün ayn milliyetler olduğu kanaatini taşıyanlardır.
G.Sasuni hareketin niteliğine dair açıklama yaparken hareketin yabancı
desteği görmemiş, gerici karakteri olmayan, "T.C. Hükümetinin
Avrupalılaşma hamlesine karşı bir hareket olarak gösterilmesinde" maksat
bulunan bir hareket olduğunu belirtiyor. Sovyetler Birliği ve bu S.B. Komünist
Partisinin isyanı Kemalist Devrime yönelik gerici bir hareket olarak göstermesinin
çok acı olduğunu açıklıyor/535
"Kurtuluş" olarak tanınan ideolojik kesim, Şeyh Sait olayını
değerlendirirken; "Şeyh Sait hareketinin niteliği üzerinde tartışma
olmasına rağmen, genellikle ister hakim sınıfların olsun, isterse devrimci
geçinen bir çok çevrenin olsun, üzerinde görüş birliğine vardıkları bir nokta;
bu hareketin gerici bir hareket olduğu ve hilâfeti getirmeyi amaçladığıdır.
Ayrıca hareketin arkasında büyük ölçüde İngiliz emperyalizminin olduğu iddiası
da öne sürülmektedir" dedikten sonra Üçüncü Enternasyonalin belgelerinden
şu açıklamayı çıkarmaktadırlar; ”Mustafa Kemal’e ve Ankara Hükümeti’ne
karşı Kürdistan ’daki Şeyh Sait ayaklanması Moskova tarafından, Türk
gericiliğinin İngiliz emperyalizmi ile ittifak halinde bir geri dönüş girişimi
olarak değerlendirilmektedir... Ayaklanma büyük toprak ağalarının hakim olduğu
doğu illerinde patlak verdi. İsyancıların arkasında Musul meselesinde, yani
petrol meselesinde çıkan olan İngiltere bulunuyordu.. Ayaklanmanın başında
Şeyh Sait bulunmaktadır. Ayaklanma dinî ve millî nedenlere bağlanmak isteniyor.
Kürtler bir yandan Kemalistler’in 3 Mart 1924 tarihinde kaldırdıktan halifeliği
geri getirme, öte yandan bağımsız bir Kürdistan kurmak için ayaklandılar...
İngiliz parasının ve İngiliz silahlarının bu ayaklanmada büyük bir rol oynadığı
açıktır... Kürt ayaklanması, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki yeni bir
saldın manevrasıdır". )
Getirilen eleştiride, bu hareketin başını şeyh ve
toprak ağalarının çekmiş olmasının, hareketin gerici karakterini
gösteremeyeceğini, İngiliz emperyalizminin harekete çıkarları için ilgi duymuş
olmasının, harekete olan etkisinin kanıtı sayılamayacağını, Şeyh Sait olayına
bir takım feodal güçlerin öncülük yapmasının yanı sıra, harekete karşı olan bu
tür güçlerin de bulunduğunu, Şeyh Sait hareketinin gerici yanlarının yanı sıra
ulusal baskıya tepki karakteri de taşıdığını belirtmektedir/537 .
Nuri Dersimi de Şeyh Sait hareketinin bir ulusal kurtuluş hareketi olduğu
kanaatindedir. Bu görüşü C.Aladağ’da paylaşmaktadır/538) Şeyh Sait
hareketi konusunda açıklamayapan Marksist Kürtçü yayınlar çok kere aynı şeyleri
tekrar etmişlerdir.
SSCB’nin 1925’lerdeki Türkiye politikası ve Türk-Sovyet ilişkilerinin de
bir sonucu sayılabilecek olan o dönemdeki Sovyetler’in Şeyh Sait olayı
karşısındaki tutumları, ulusal devrim stratejisi ağırlıklı Kürtçü
teorisyenlerin tepkisine yol açmıştır. Bütün Marksist Kürtçü örgütlerdeki
kanaata göre, Kürdistan işgal edilerek sömürgeleştirilmiştir.
Kürdistan diye teşmil edilen Doğu Anadolu’yu da içine alan bölgeyi
Türkiye-îran-Irak ve Suriye’nin bölüşmüş olduğunu ileri süren zihniyet bu
paylaşımın Türkiye, İngiltere, Fransa ve İran arasmda yapılmış bazı
anlaşmalarla tahakkuk ettiğini iddia ederlerken bu antlaşmaların; Nisan 1916
Sykes-Picot, Nisan 1917 StJean de Maurienne Anlaşması, Ocak 1919 Paris, Nisan
1920 San Remo Konferansları, Ağustos 1920 Sevr Antlaşması, Şubat 1921 Londra,
Mart 1922 Paris Konferansını kastetmektedirler.(S39)
Sovyet dış politikası; TBMM Hükümetinin İtilâf Devletleri ile arasındaki
anti-emperyalist mücadele itibariyle, Türk Hükümetine sempati duyabiliyordu.
Bakû Kongresinde halkların haklan başlığı ile gündeme getirilip uzun süre
gündemde kalacak olan konunun kapsamında Türk milletinin Kürt kesimi de
vardır.
SSCB, TBMM’nden sosyalist bir gelecek beklerken,Panislâmist harekette,
henüz nihaî şeklini almamış olan Kuvay-ı Milliye hareketini kendi bünyesinin
bir parçası olarak düşünmekte ve bu düşünce tarzının bir sonucu olarak da Kürt
diye tanımlanan Türkî unsuru, kaderini Panisâmist politikada aramaktadır.
Gelişmenin bu yakasını anlatırken O.Koloğlu; Ahmet Şerifin müslüman
gruplan bağdaştırmak ve halifeye karşı ayaklanmamak gerekçesi ile Harekât-ı
Milliye’ye uzak durmalarını ikna etmek görevini üstlendiğini, Sebilürreşad ve
İtilaf Devletleri yanlısı Bosphore gazetelerinin 11.5.1921 tarihli
nüshasındaki yazılarda Ahmet Şerifin Sivas’taki hutbesinin cihad çağası
mahiyetinde olduğunu, 20.4.1921 tarihli New York Times ile 21.4.1921 tarihli
İngiliz Times gazetelerine göre "Ankara Meclisi Şeyh Sünûsî’yi
Mezopotamya tahtına aday gösterdi ve o da yola çıktı" haberini verdiğini ), 1921 yılı Ramazan ayını Diyarbakır’da
geçiren Ahmet Şerifin "Musul bölgesindeki kanşıklıklann arttığı ve Türk,
Arap, Kürt unsurlann değişik kışkırtmalar sonucu çatışmalara
girebileceği..." ihtimaline binaen önleyici tedbirler için girişimlerde
bulunduğunu, "hatta Ahmet Şerifin Diyarbakır’daki bu günler arasında bir
kongre toplamayı planladığını" ileri sürenlerin de olduğunu
belirtmektedir.
Erzurum (23 Temmuz 1919) ve Sivas (4-12 Eylül 1919) kongrelerinden 2 yıl
sonra ve Diyarbakır’da yapılması tasarlanan bu kongrede İslâm mücahidi
sıfatıyla bir Arap sahnededir. Bu hususta yaptığı nakilde O.Koloğlu,
"Şuray-ı Ahmediye tarafından düzenlenen bir Panislâm Konferansı, Haziran
ayı sonunda Diyarbekir’de Sûnusî şeyhinin başkanlığı altında toplanacaktı.
Konferans değişik müslüman aşiretlerinin Ankara’nın savaşına pratik işbirliği
temellerini atmak ve aynı zamanda, Kürtler’le olduğu gibi, Ankara hükümetine
karşı aşiretlerle barışı kurmak amacını güdüyordu" ) demektedir.
14.6.1921 tarihli Hâkimiyeti Milliye Gazetesi ise Mustafa Kemal’in Ahmet
Şerife gönderdiği bayram tebrikinde "îslâmın amacına yönelik olan savaşın
başarısı için dualarını niya2"(542) etmektedir.
Bu açıklamalar M.Kemal’in Musul meselesinin ne tür problemlerle gündeme
geleceğini, bu problemlerin üstesinden gelebilmek için hangi imkânların
seferber edilmesi gerektiğini düşünmüş olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Ancak
M.Kemal kafasındaki Türkiye Cumhuriyeti idealine rağmen bu imkânlarla
ilişkisini daha fazla uzatıp başan şansım zorlayabilir miydi? Musul meselesinde
İngiliz diplomasisinin, "Hilâfetin kaldırılışını kendi açımızdan hayret ve
sevinçle karşıladık" tarzındaki açıklaması M.Kemal’in kafasındaki T.C.
modelini bilememiş olmalarıyla yakından ilgilidir.
Ahmet Şerifin Musul meselesinin çözümü için Türk-Arap-Kürt ittifakı
önerdiği dönemde, Arap milliyetçilerinin evvelce tohumunu ektikleri Arap
ırkçılığı, meyvelerini çoktan vermeye başlamıştı.(S43)
Delilovan’ın Xorteki Kurd, "Türkiye’de Kürt Ulusal
Hareketi" isimli siyasî muhtevalı eserinin "Şeyh Sait isyanı"
bölümünde;
"Türk, burjuvazisinin fiilen 1924’te uygulamaya başladığı dil,
kültür ve politik baskı, Kürt ulus hareketini daha fazla bilinçlendiriyordu.
Mevcut baskının Kürt millî bilincinde yaptığı etkisinin bir sonucu olarak, bu
dönemde birçok aydın ve subaylarının Albay Halit Bey’in etrafında toplanarak,
dil özgürlüğü ve politik haklarını istemek üzere faaliyete geçtiğini görüyoruz.
Türk burjuvazisi sınıf çıkarları gereği Kürt ulusuna yönelttiği baskıyı
uygulamak için Kürdistan’da kurduğu askerî ve polis örgütü ile faal elemanlan
tabi tuttuğu işkence ve faaliyete yönelttiği insanlık dışı takip şekilleri ile
bu meşru kültür hareketini silahlı ayaklanma şekline soktu....
Bu isyanın millî karakteri ve sürüklediği geniş halk kitleleri ile arz
ettiği tarihî anlam, Türk toprak burjuvazisinin dikkatinden kaçmıyordu. Bu
ihtilâlin Türk toprak burjuvazisi tarafindan anlaşılan derin manası,
Diyarbakır’da kurulan "İstiklâl Mahkemesi” savcısının şu sözlerinden
açıkça anlıyoruz; -Kürt isyanını doğuran amaç ve fikir Suriye ve Filistin’i ana
vatandan ayıran amaç ve fikrin aynıdır. Şeyh Sait isyanından dolayı bazılarının
hükümetin idari yolsuzluklarına, bir kısmının da halifeliğin savunmasını bahane
ederek meydana çıkmış bulunuyorsunuz. Fakat bir noktada hepiniz berabersiniz.
Bu da bağımsız bir Kürdistan yaratmak amacıdır.-
Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi reisinin dediği gibi, Şeyh Sait
isyanının oluşunda, ileri sürülen bahaneler, ister "halifeliğin
müdafaası” ve isterse "Şapka inkılâbı" olsun, hareketin kapsanu
tamamen milli idi; bağımsız bir Kürdistan kurmak amacına yönelmişti Fakat, bu
kapsam dış ve iç nedenlerle Türk toprak burjuvazisinin ideolojik değişikliğine
maruz kalmıştır. Adı geçen isyan, "mürteci derebeylik hareketi”
"devtimlere muhalif" bir hareket gibi gösterilerek Türk ve dünya
kamuoyuna yanlış olarak yansıtılmıştır. İlmî görüşten yoksun bazı Kürt burjuva
milliyetçileri de bu ideolojik sapıklığın etkisinde kalarak Şeyh Sait isyanının
muhtevasını görememişler ve böylece yanlış bir yorumu desteklemek durumuna
düşmüşlerdir. Şeyh Sait isyanının yöneticileri arasında eski derebeyleıin ve
şeyhlerin bulunması, ayaklanmanın da küçük burjuvazinin devrimleri dönemine
rastlaması bu yanlış görüşün yayılıp tutulmasında önemli rol oynamıştır..
Delilovan’a göre Türk ve Kürt olarak ayn kesimler olarak tanımladığı taraflardan
birincisinin İkincisine "dil, kültür ve politik baskı" yapmış oluşu
ayaklananlara bilinç verici bir tahrik unsuru olmuştur.
Baskı altında tutulduğu iddia edilen dil; iç homogenliği, eğitim ve
kültür dili olabilme seviyesi, genel dil özellikleri itibariyle taşıdığı değer
izaha ve tartışmaya muhtaçtır/545
Delilovan’a göre Türk burjuvazisi sınıfsal çıkarları için baskı
uygulamıştır. Bu maksatla bölgede askerî ve polis örgütünü faaliyete
geçirmiştir. Böylesi bir iddia, o dönem Türkiye’sinin emek-sermaye ilişkilerini
askerî birliklerin konumunu ve polis teşkilâtının yaygınlığı ile görev alanını
bilmeyişi ile izah edilebilir.
Yazar ayaklanmayı "millî" karakterli gösterebilmek için döneme
ait açıklamalardan alıntı yapmaktadır. Ayaklanmanın karakterinin değişik
yansıtılmasını bir takım faktörlere bağlamakta ve bu faktörler üzerinde
durmaktadır.
Verilen bilgiler arasında ayaklanma ve onun devamı olan olaylarda çok
köyün tahrip olduğu, 8758 evin yıkıldığı, 15.206 kişinin öldüğü ve 500.000
kişinin ise iskâna tabi tutulduğu anlatılmaktadır.
Yazar olayın karakterini tahlile geçmeden fikrî bir alt yapı
geliştirmekte, tahlillerini ideolojik zeminde ele alırken okuyucuya kültür
yapısı itibariyle farklı iki topluluğun mevcudiyetine dair bazı telkinlerde
bulunmaktadır. Meselâ İsmet Paşanın Lozan konferansında "Türkler ve
Kürtler arasmda hiçbir fark yoktur, farklı diller konuşmalarma rağmen bu iki
ulus; ırk, din ve gelenek bakımından bir tek blok teşkil ederler" tarzında
yaptığı açıklamaya karşı görüş getirmeye ihtiyaç duymuştur.
Şeyh Sait isyanında, Sovyet Rusya’nın ve Türk Komünistlerinin rolünü
arayanlar ve Takrir-i Sükûn Kanunu’nun suç kapsamına giren isyancılar ile,
Nazım Hikmet ve arkadaşları arasında bağ kuran yaklaşım tarzına tanık
olabilecek tek belge Enternasyonal Basm Haberlerinin neşrettiği bazı yazılar
ile bu yazıları konu alan diğer yazılardır. 3. sayı bültende; "Ayaklanma
büyük toprak ağalarının hâkim olduğu Doğu illerinde patlak verdi. İsyancıların
arkasında, Musul meselesinde, yani petrol meselesinde çıkarı olan İngiltere
bulunuyordu. Ayaklanmanın başladığı tarih, ilk olarak
Musul meselesinin, milletler cemiyetinin bir komisyonu tarafından
araştırıldığı, ikinci olarak hükümetin zaman zaman toprak ürünümüze yüzde
sekseni bulan aşan kaldırmayı plânladığı bir döneme rastlıyordu. Ayaklanma,
bölgedeki ulaşım zorlukları, kötü hava şartlan ve sınıf mücadelesi yüzünden
güçlükle bastırıldı. Şehir küçük burjuvazisi ile orta burjuvaziye ve
köylülüğün bir kısmına dayanan Kemal hükümetinin büyük toprak ağalığına,
yobazlığa ve İngiliz emperyalizmine karşı sınıf mücadelesi, tayin edici bir aşamaya
girmiş bulunuyor.
Şüphesiz Enternasyonal Basın Haberlerinin bu tarz yaklaşımı, isyancı
çevre ile Entemasyonal’in kadrolan arasmda bugün de bu yaklaşımın olduğunu
göstermez. Marksistlerin Şeyh Sait olayına bakış açılarına dair bilgi verdiği
bölümde bu husus daha geniş ele alınmıştır. E.B. Haberleri, bu alıntıdan da
anlaşılacağı üzere Enternasyonal, Kemalist kadroyu; isyancılara karşı, toprak
ağaları, yobazlık ve İngiliz emperyalizmine mücadele içerisinde göstermektedir.
Toprak ağasma karşı olan aynı güç, feodaliteye karşı olan N.Hikmet’i, aynı
konunun kapsamında ve aynı suç gerekçesi ile yargılamış olamaz. Takrir-i Sükûn
Kânunu’nun muhtevasma giren farklı suçların işlenmiş olması söz konusudur. Bu
suçlarm müşterek noktalarının bulunması, N.Hikmet’in isyanı tahrik ettiği
hükmünü çıkarmak için yetmez. Shaw’un isyanlardaki Komünist ve gerici tahrikini
birleştirmesini anlamak zordur.
Shaw ise isyanı anlatırken; "1925 başlarında
Güneydoğu Anadolu’da Kürtler’in başlattığı ciddi bir ayaklanma görüldü.
Bölücülük aracı olarak Ermeniler’i kullanamayan Rus Komünistleriyle, hükümetin
dinî ve lâik politikalarına muhalefetlerini göstermek isteyen Türk muhafazakârları
isyanı kışkırtmışlardı. Şeyh Sait’in önderliğinde Diyarbakır bölgesini yakıp
yıkan isyancılar Elazığ ve diğer küçük kentleri de yağma ettiler. Hareket
İstanbul ve diğer bölgelerdeki tutucu gruplar arasında sempati uyandırmaya
başlayınca Mustafa Kemal bunun Cumhuriyet’e karşı genel bir tepki odağı
olmaması için kararlı bir biçimde üstüne yürüdü................................ Böylece
o an için Kürtler’in ve gericilerin hareketleri önlenmiş oldu.
"..... 12 Ağustosta Vatan Gazetesi kapatıldı, kurucusu ve
başyazarı Ahmet Emin YALMAN tutuklandı, ancak daha sonra her iki işlem de geri
alındı. Aynı gün Ankara istiklâl mahkemesi ünlü komünist şairi Nâzım Hikmet ile
bazı arkadaşlarını komünizm propagandası yapmaktan mahkûm etti..' 548)
şeklinde düşüncelerini belirtmektedir.
1927 ve 1928 yaz aylarında doğuda cereyan eden isyanlarda da Komünist ve
gericilerin tahrikinin olduğunu belirten Shaw, isyanlarda Komünist tahrikinin
olduğu teşhisini hangi veriye göre koyduğunu belirtmemektedir. Gerçi
N.Hikmet’in Kürtler konusundaki kanaati Ankara Hükümetinin görüşü ile tamamen
zıttır Z549) Ancak N.Hikmet ve arkadaşlarının bu olayla ilgisi bizim için meçhuldü. N.Hikmet’in tutuklanış sebebi
Komünizm faaliyetleridir. Yazarın olaya destek verdiğini belirttiği Rus
Komünistleri ve desteklerinin şekli de bilinmemektedir.
Shaw’a göre hükümetin dinî ve lâik politikasına, muhaliflerin desteği
başlayan Şeyh Sait olayı, bölgedeki tutucuların arasmda sempati ile
karşılanmıştı. Komünistlerin yanı sıra gericilerin de desteğini görmüştü.
Boris Temkof, Şeyh Sait ayaklanmasının Ankara Hükümetinin Türkçü tutumu
ve vaatlerinden dönmesi nedeniyle başladığını anlatmakta ve Atatürk’ün;
isyancıların İngiltere tarafmdan desteklendiğini, İngilizler’in Türkler’e
karşı daima aşiretlerden istifade ettiğini, Birinci Cihan Savaşında da ajanları
vasıtasıyla aşiretleri isyana teşvik ettiklerini, İngiltere’yi bu tutuma
sevkeden amilin Musul ve petrol yatakları olduğunu açıklayan konuşmasma atıf
yaparak (550).
"Kürt milliyetçilerinin elindeki silahlar İngiltere’den değil,
Türk ordusundan alınan silahlardı. Fakat Kürtler’e karşı anti-emperyalist
mahiyette olduğuna dair bir mazeret beyan etmek lüzumunu hissediyordu..."
55 demektedir.
Doğudaki isyancı aşiretlerin silahlan nereden temin edilmişti. Bu
aşiretlerin büyük çoğunluğunun yakın geçmişte Hamidiye Oğuz Süvari Alaylarında
askerlik yaptıklarını, Ermeni isyanları ve Şark Cephesinde Ruslar’a karşı bazen
düzenli ordunun yerine ve bazen de onun yanmda görev aldıklarını Bayram
Kodaman’dan öğrenmekteyiz. Mehmet Arif Bey ise 1897’de aşiretlerin teçhizat
bakımından çok zayıf olduklarını açıklamaktadır. M.Ş. Fırat bu silahların bir
kısmının Hamidiye Alayları dönemine ait olduğu kanaatindedir.
İngilizler’in aşiretlerle ilgisinin olaylardan çok önce başladığını,
harekât başardı olup güneydeki İngiliz birlikleri ile asilerin teması
sağlanabilse idi asilere İngilizler’in vaat ettiği yardımın arasmda silahda
bulunduğunu biliyoruz. 1963 ydında Bulgaristan Vatan Cephesi Halk Meclisi adına
yapdmış bir yayın olan Boris Temkofun eserinde emperyalizmin desteği saptırdmıştır.
Bize göre Atatürk’ün aşiretlerde baş gösteren isyanı bastırması, onun
anti-emperyalist mücadelesinin bir devamı idi. Zira isyancı aşiretler
emperyalist İngiltere’den güç alarak anti-emperyalist Atatürk’e cephe
alırlarken, emperyalizmin saflarına geçmiş oldular. Bu nedenle Doğu
ayaklanmaları anti-emperyalist değil, emperyalizmin Türk milletinin doğusundaki
uzantısı karakterini taşımaktadır. Nitekim, Lozan’daki Türk heyeti,
aşiretlerden katdan delegelerinde temsil edddiği T.B.M.M’ni yani Ankara Hükümetini
temsil ediyorlardı.
isyan yıllarını anlatan Rus yazarların açıklamaları, o dönemin dış
politikası, Türk-SSCB ilişkilerine dair bilgi vermenin yanı sıra Bolşevik fikir
adamlarının Cumhuriyet Halk Fırkası ile Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın genel
politikalarım yorumlayışlanna dair de bilgi vermektedir. Dönemin konumuzu
ilgilendiren olayları ile ilgili olarak, Paraşkev Paruşev;
"Fırtınalı olayların ardı kesilmemiştir. Anadolu ’nun doğu
bölgesinde bir Kürt ayaklanması baş gösterir. İsyanı Şeyh Sait adında biri
yönetmektedir. Aynı anda Londra’da, Lozan’da sona erdirilmiş olan Musul
sorununu yeniliyordu. Bütün bu olaylar bir süre Ankara'yı oyalayacaktır.”
dedikten sonra, Türk iç politikasındaki anlaşmazlığı; "Mustafa Kemal ile
daha sonra Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuracak olan arkadaşları
arasındaki ihtilâfı, Mustafa Kemal’in ödün vermeyen kişiliği, bakışlarının çok
ileriye yönelmiş oluşu, geriye dönüş bilmeyen yapısı" ile izah etmekte;
M.Kemal’in radikal reformlar yapma ve tutuculuğu aşma girişimlerine, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın M.Kemal’in çok yakın arkadaşı olan dört yöneticisi
"Türk ulusu on yıl süren savaşlardan yorulmuştur" şeklinde
muhalefetiyle açıklıyordu/555)
Her iki siyasî partinin ekonomi politikalarının da farklı olduğuna işaret
ederken P.ParuŞev;
"....Mustafa Kemal, bu ulusun batılı bir liberalizme değil
gerçekçi bir politikaya ihtiyaç duymasına güvenmektedir. Ulusun gerilikten ve
yüzyıllar süren durgunluktan kurtulabilmesi için güçlü bir el tarafından
yönetilmesi gerekmektedir" demekte Terâkkîperver C.Fırkası’nın görüşlerim
açıklarken de ".....Dörtlerin görüşlerini paylaşan birkaç İstanbul
gazetesi de sert bir dille Ankara’nın aceleci davranışlarını eleştirmeye
koyuluyor...Z556)
... Yeni Partinin programı Halk partisinden gözle görülebilecek ölçüde
ayrıdır. Batılı Burjuva devletini örnek alan Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası
özel girişim özgürlüğünden ve yabancı sermayenin teşvik yedirmesinden yanadır.
...İstanbul gazetelerinden birinin belirttiğine göre; acılar dan ve
özgürlük yokluğundan doğan-parti yalnız altı ay yaşayabilmiştir. Kapatma
kararında parti yöneticilerinin Kürt ayaklanmasında parmaklan olduğu suçlaması
bulunmaktadır.
Millet Meclisinde iki akım belirmiştir. Bir grup isyana önem
vermemekte ve ayaklanmanın bilinen yollarla bastınlabileceğine inanmaktadır.
Öteki grup ise baş kaldırmanın çevreye yayılarak bir karşı devrime yol
açacağından kuşkulanmaktadır. Kürt ayaklanmasını duyan İsmet Bey Ankara’ya
gelmiştir. O, ayaklanmanın demir yumrukla bastırılması düşüncesindedir. Mustafa
Kemal de onu desteklemektedir. Millet Meclisinde bu iki görüş taraftarlan
arasında bir çatışma başlar. Sonunda Ali Fethi hükümetine güvensizlik oyu
verilir...
İki ay sonra Ordu ayaklanmayı bastırır. Ayaklanmanın önderleri, başta
Şeyh Sait olmak üzere mahkeme önüne çıkarılırlar. Şeriata uygun davrandıklarını
ileri sürerek suçlarını kabul etmezler. Sonunda Diyarbakır’ın büyük camisi
önünde dokuz kişi ipe çekilir. ’ 558) şeklinde dönemin siyasi
olaylarını yorumlamaktadır.
Yazar Sovyet perspektifinden isyanın şeriat adına yapıldığı teşhisini
koyarken toprak mülkiyeti konusunda da:
"Hükümet Doğudaki bazı büyük toprak sahiplerini sürgün etme kararım
aldı. Bu yan feodal mülkiyet sahiplerinin yok edilmesinin tam zamanıdır... demektedir.
Şeyh Sait olayının dinî karakteri hakkında Mustafa Kemal ile Sovyet
Elçisi Aralov’un arasmda geçen konuşma Atatürk’ün bu olaydaki tutumunun iyi
anlaşılması bakımından çok önemlidir. Atatürk, Türkiye’deki işçi ve çiftçi
kesimlere dair bilgi verip alınacak tedbirlere dair malûmat verdikten sonra
her iki ülkenin devrimlerini karşılaştırmış; "Rusya’da durum başkaydı.
İşçi sınıfı devrimden önce örgütlenmişti. Dinin halk üzerindeki etkisi
Türkiye’deki kadar güçlü değildir. Sizde dinsel bağnazlık yoktu. Bunu göz
önünde tutmak zorundayız." demiştir.
Paruşev, Şeyh Sait olayını dinî karakterli bulurken, alman tedbirlerin
kesin ve tavizsiz oluşunu, Türkiye’yi hayalindeki noktaya getirmek isteyen
liderlerin güçlü kişiliği ile izah etmektedir. O’na göre Atatürk’ün tavrı aynı
zamanda feodaliteye karşıdır. İngiliz emperyalizmi ise Musul’daki menfaatleri
için sahnededir.
SAİD-İ NURSİ KÜRTÇÜLÜK VE ŞEYH SAİT OLAYI
1925 ayaklanmasının lideri olan Şeyh Said, İngiliz Muhîbler Cemiyeti
Başkanı olan Said Molla ve Nurculuk akımının lideri olan Said-i Nursî ile zaman
zaman karıştırılmıştır. Her üçünün de adaş olmaları, Molla, şeyh ve din bilgini
oluşları bu karışıklığa yol açabilmiştir. Ayrıca her üçü için de Kürtçü
oldukları iddiaları ileri sürülmüştür.
Said-i Nursî’nin Kürtçü fikir ve faaliyetleri üzerinde çok durulmuştur.
Onun, döneminde cereyan eden olayların, bilhassa doğu bölgesinde yaşananlarm
büyük bir kısmının içinde onu da görmekteyiz. Biz bu olay ve düşüncelerin Şeyh
Sait’le İlgili olanlarma ve onun Kürtçülük’le ilişkisine yer verip,
tespitlerimizi karşılaştıracağız.
O’nun Kürtçü olduğu kanaatini taşıyanlar; bir dönem "Kürdî"
soy ismini kullanmış olması; doğu aşiretlerine teşmil edilen mahalli kıyafetle
dolaşması, "Kürt Süvari Birliği Komutanı" tarzında bir ifadenin kimliğinde
bulunması, Kürtçü siyasî yayın organlarında yazılarının yayınlanmış olması,
nesir ve şiirlerinde Kürt ve Kürdistan kelimesinin sık geçmiş oluşu yanında
Abdülhamid’e verdiği doğuda kurulmasına istediği Üniversitede Kürtçe’de
okutulabileceğini belirtmesi, üzerinde durmuşlarda. Karşı görüşte olanlar ise;
iddialara izah getirirlerken Said-i Nursî’nin mensubu bulunduğu İttihad-ı İslâm
ideolojisinde ırkçılık sayılan Kürtçülüğün yer alamayacağını belirtmişlerdir.
Said-i Nursî’nin; eserlerinde Kürtçüler’den kendisine gelen Kürtçü
teklifleri, nasıl reddettiğine dair yaptıkları açıklamalar üzerinde
durmuşlardır.
Said-i Nursî 1873 senesinde Bitlis’in Hizan ilçesinin İsparit nahiyesinin
Nurs köyünde doğmuştur Bu çevrenin halkı İdris-i Bitlisî’nin tarihindeki
bilgilere göre; Cengiz Han istilasının önüne kattığı Harzem-Horasan
Türkmenleri’ndendir. Cengiz Han döneminde buraya iskân olmuşlardır. İran’daki
Safevî Türk Devletinin kuruluşundan sonra devamlı Fars kültürünün tesirinde
kalmışlardır/562) Dillerine giren Farsça kelime ve dil kuralları bu
döneme aittir. (
Bölgedeki ağızların bu özelliğini Balsan şu şekilde açıklamaktadır:
"Kürt lisanı bir diyalekt olup, Farsça’ya daha çok benzemekle beraber,
Arap ve Türk terimlerinin de karışmasından ibaret olup, kendine has bir
telaffuzu vardır/
Şerefname(565) ve Fritische’e göre 1500-1600 tarihlerinde bölgede hâkimiyet
süren Hizan Beyleri Türkmen’dirler. Hizan Beyliğini, üç Türkmen kardeş
yönetmektedir. Bunlardan büyük kardeş Hizan; ortanca Nuks ve küçük kardeş de
İsbayerd nahiyesini yönetmiştir. dönemin Isbayerd’i giderek İsparit ve o
dönemin Nuks’u da zamanla Nurs olmuştur. Said-i Nursî Harzem-Horasan
Türkmenleri’nden Bil’in torunlanndandır. Zamanla Fars kültürü etki altına
giren bu Türkmen hanedanı bölgede uzun süre hâkimiyet sürmüştür. Bunlardan
Gırdıkan beyleri, Hizan beylerinin devamıdır. Gırdıkan, Hızan’a bağlı bir köy
idi.
Said-i Nursî soy ismi olan Nursî’yi doğum köyü olan Nurs’dan almıştır/567)
Diğer yayınlar da bu kanaattedirler/568)
Fritische’e göre, Hizan şehri İslamiyet döneminde kurulmuştur. Bölge
halkının dillerinde yaygın olan rivayetlere göre bu şehrin kurucusu
Tebriz-Meraga Türkmen hükümdarıdır. Hülagû Han’ın güvenilir bir danışmanı olan
ve Hülagü Han tarafindan ülkenin merkezi haline getirilmek üzere Merağa’yı
yeniden kuran Hoca Nasrettin’in, bu kaleyi ve şehri de o sırada kurmuş olması
muhtemeldir. Aynı kaynağa göre Hizan kelimesi Oğuz Han’dan bozulma olup Oğuz
Han demektir/569)
S.Nursî’nin yedi göbek atasını sayanlar(570) dedelerinin arasında
birkaç Mirza’nm olduğunu tespit etmiştir. B.Berk bu konuda bilgi verirken
Said-i Nursî’nin babasmın ismi Mirza’dır. Bu isim daha çok Azeri Türkleri’nde,
bey, ağa, karşılığı olarak kullanılan bir tabirdir. Said-i Nursî’nin Türk
Ocaklarına sık sık geldiği bir dönemde, H.S.Tanrıöver’e Said-i Nursî, dedesinin
isminin Kumral olduğunu Türkçe’de bu kelimeye rastlamadığını söyleri.
Said-i Nursî’ye talebelerinin "Kurdî" veya "El-Kürdî"
demesine Said-i Nursî’nin sebep olduğu 572), bu tutumu ile de
bölücülük yapmış olduğu kanaatinde olanlar da vardır/573) Said-i
Nursî’nin Kürtler’e ait olduğu ileri sürülen kıyafetlerle büyük şehirlerde
dolaşması "onun Kürdistan Teali Cemiyeti taraftan olduğu" teşhisine
yol açmıştır/574) O dönemde Said-i Nursî’nin çekilen resimlerinin
altında onun Kürt veya Kürdistan süvari alayının birliğinin komutanı olduğu
belirtilmektedir/575) Aynca S.Nursî’nin pasaportunun kıtası sütunun
da "Kürt süvari alayı" yazılı olduğunu biliyoruz/576)
Ancak pasaportu veren resmî makamın "Kürdistan" tabiri kullanmada
sakınca görmemiş oluşu, o dönemdeki İdarî taksimatta kullanılan terminolojiden
kaynaklanmaktadır. Keza yazılarında "Kürdî" kelimesini kullanmış
olması, bir Osmanlı aydını için ırkçılık anlamına gelmiyordu. Nitekim; Ali Dede
Bosnavî, Abdullah Ahad Hersekî, Ali İbn-i İbrahim Dağıstanî, Müstakim Nuri
Karamanî, Mehmet Feyzi Trablusî gibi eyalet isimleri ile şahıs isimleri
zikrolunmuştur. Bugünkü Doğu Anadolu’yu içine alan eski Türkmen ülkes/577),
Osmanlılar’ın bir döneminde "Kürdistan" olarak isimlendirilmiştir/578)
Said-i Nursî, kendisine yöneltilen "Kürt",
"Kürtçü" ithamına kendi savunmalarında da açıklık getirmektedir.
Sultan Hamid’e yaptığı Doğu’da açılacak üniversite konulu müracaat ile,
Kürtçülük yaptığı gerekçesi ile hakkında açılan davada, Askerî Mahkeme’de Ferik
Şakir Paşa’nın, etnik kimlik muhtevalı sorusuna cevaben; "Ben Osmanlı’yım,
Benim Kürtlüğüm doğduğum ve büyüdüğüm yerin halkına verilen isim
dolayısıyladır." 579) demek suretiyle kendini farklı bir
milliyete mensup olarak hissetmediğini hatta Kürtlüğünde farklı milliyet anlamına
gelmediği kanaatini açıklamıştır. mensubu bulunduğu inanç sisteminin gereği
olarak; kendisine yakınlık ve uzaklık için "salih'lik ve "fasık'lığı
ölçü alıyordu/581) Kürtçülüğe kesinlikle karşı olduğu
anlaşılmaktadır. Mektubat isimli eserinde salih Kürtler’in duacıları arasında
çoğunluğu teşkil etmelerine rağmen, "Kürt namını taşıyan ve Kürt
unsurlardan addedilen mahdut birkaç dinsiz ve mezhepsiz..." tabiri ile de tercihini açıklamıştır. O’na
göre Kürtçüler; mahdut dinsiz ve imansızdırlar.
Soy ismi olarak "Nursî" yerine "Kürdî"yi kullanjmş
oluşu da, onunla ilgili iddialardan, üzerinde çok durulan bir nokta olmasına
yol açmıştır. "İki mekteb-i, Musibetin Şehadetnamesi" isimli
kitabına imza olarak Molla Said-i Kürdî’yi koymuştu/583) Bir dönem
"Said Kürdi lakabını kullanmıştır Bu duruma açıklık getirmek isterken S.Nursî şu
açıklamayı yapacaktır: "İsmim Said Nursi iken her tekrarlamada Said Kürdi
ve "Bu Kürt" diye beni öyle yok ediyorlar... Aleyhime bir his
uyandırmak istiyorlar" demektedir B.Berk, O’nun Kürdî soy isminden
vazgeçişini Teşkilâtı Mahsusa’da görev alması ile izah etmektedir
Said Nursî’ye zamanın Kürt organizasyonlarından; Kürt Teâvün ve Terakki
Cemiyeti, Hoybun, Azadî, Kürt İstiklâl Partisi gibi kuruluşların bünyesinde
göremiyoruz. Ancak, Z.Silopi O’nu Kürdistan Teali Cemiyetine aza
kaydedenlerden olduğunu belirtmektedir/587) Dönemin bu örgütlere
ait yayın organlarından; Hevi, Kürt Teâvün ve Terâkki Gazetesi, Roja Kürd gibi
yayın organlarından imzasına da rastlamıyoruz. Ancak onu Kürt aydmı olarak
gösterip ondan hareketle Kürt kültürünün varlığı üzerinde duran yayınların onun
yazılarından alıntı yaptığını görüyoruz. Bu tür kuruluşlardan Kürt Teâli
Cemiyeti’nin başlangıçta Osmanlı anayasası ve Osmanlılık idealine bağlı olduğu
bilinmektedir/588) Hatta Said Nursî’nin Abdülhamit’e verdiği ve
eğitim dillerinden birisinin de Kürtçe olmasını istediği, Van’da kurulacak üniversite
ile ilgili dilekçesinde, Doğu’da yaygınlaşmaya başlayan misyoner okullarının da
tahrikçi rol oynadığı düşünülebilir. İki mektebi Musibetin Şahadetnamesi isimli
eserinde, "Ey Selahaddin Eyyubî’nin nesli aslan yürekli Kürtler.."
denilmesi ve "her Kürde tavsiye ederiz" ibaresinin bulunmas/589)
onun kürtçülüğü ile izah edilmek istenilmiştir. Bu ifade İslam birliği için
Kürtler’e seslenmiş olmak için de kullanılmış olabilir. Nitekim felsefesinde
"bütün müminler kardeştir", esprisi vardır/590-1
Zira S.Eyyubî’nin babası Kürt ve annesi Türkmen idi. Ordu ve devlet geleneği tamamen
Türk sistemine uygundur. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için
özellikle Haçlı seferleri konusunda Eyyubîler ile Selçuklular aynı ideali
paylaştılar/591) Ermeniler’e karşı halkı organize ettiği ve bölgede
kurulması muhtemel Ermeni devletine karşı çıktığı S.Nursi’nin bir şiiri onun
Kürtçülüğünü göstermemesi gerekir. K.Asaf ile Mevlanazade Rıfat Bey arasında
geçen bir konuşmada Mevlanazade Rıfat Bey, Osmanlı İmparatorluğu’nun
parçalandığını ve Doğu bölgesinde Ermenistan kurulacağından bahisle Kürdistan
fikrini Said Nursî’ye açar. S.Nursî verdiği cevabında; "Kürdistan teşkil
etmek değil, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı
bile feda ederim" der/592)
Nitekim Amerikan Komiseri’nin Doğu Anadolu’da büyük bir Ermenistan plânladığını
söylemesi üzerine Said Nursî, Amerikan gemilerinin Kürdistan dağlarına
çıkamayacağını zira Kürdistan’m sahilde olmadığını belirterek 593)
emperyalizmin Ermeni tasarısına tavır koyar. Bu olay Kürdistan Teâlî
Cemiyeti’nin kurulmasından sonra olmuştur. Amerikan heyetine Seyyid Abdülkadir,
Emin Ali Bedirhan Bediüzzaman Said-i Kürdî ve Dr. Şükrü Mehmet (Sekban)
birlikte gitmiştir/5945
Said-i Nursî, Ittihad-ı İslâm yanlısı faal bir aydındır. Bu siyaseti
izleyen grubun yayın organlarında yazılan neşrediliyordu. Bu çevrenin yayınlan
arasmda Volkan, Tanin, İkdam, Serbesti, Mizan, Misbah, Şark ve Kürdistan
isimli yayınlar sayılabilir/5955 Bu grubun karşısında Türkçüler
vardır/5965 Said Nursî’nin Türkçü olmayışı, O’na Kürtçülüğün
yakıştırılmış olmasında payı olabilir. Aynca S.Nursî’nin Kemalist İdeoloji ile
de ciddi uyumsuzluklan vardır. Aynca Volkan gazetesinde Said Nursi’nin ezanın
Türkçe okunmasına karşı çıkmış olması da Türkçe değil Kürtçe ezandan yana
olduğunu göstermez/5975 Onun mensubu bulunduğu fikrî ekol;
milliyetle dini aynı kabul ediyordu. Irkçılığa dayanan milliyetçiliğe karşı id/5®5
ve Said Nursî’nin doğu konusundaki düşüncelerini değerlendirirken içerisinde
bulunulan dönemin olaylarının iyi değerlendirilmesi ve onun klâsik anlamda bir
Türkçü olmadığının hatırda tutulması gerekir. Van’da kurulmasında yarar
gördüğü üniversite konusunu da bu şartlarda düşünmek gerekir. S.Nursî,
Abdülhamit’e verdiği dilekçede; "Lisan-ı Arabî vacip, Kurdî caiz., Türkî
lâzım kılmak.." ifadesini kullanmış olması onun Kürtçü olduğunu gösterir
mi? Zira ehemmiyet sıralamasında Arapça’yı ön plâna almıştır. Türkçe’yi de
ihmal etmemiştir. Doğu Türklüğünün eğitiminde yüzyıl evvelki şartlar düşünülür
ise; bölgeye ilmin girmesinde; eğitim ve bilim dili olmamasına rağmen Kürtçe
üzerinde de durulmuş olunabilir/5995
Bir tespite göre O, İki Mektebi Musibet isimli eserinde Halil Hayatî
için; Kürtçe dil çalışmalarına olan müsbet katkısı ile millî bir hizmet
yaptığından bahisle onu övmüştür. Onun attığı temelin geliştirilmesini tavsiye
etmiştir/6005 Ancak bilindiği gibi hatıralar İlmî araştırmalarda
kaynak olarak alınırken onların çok kere yazarlarının şahsi kanaatlerini
yansıttıkları göz önünde tutulur. Said-i Nursî kendisi ile ilgili bu ithamı
müteaddit defalar yazılı olarak reddetmiş iken bize göre kendi ifadesinin esas
alınması gerekir. Nitekim E.Cemil Paşaya göre Said Nursî 1919’da İstanbul’da
faaliyet gösteren Kürdistan Cemiyeti’nin idare heyetine ve üyeliğine
girmemiştir/6015
Şeyh Sait isyanının; ileriye sürülen sebeplerinden birisi de, Türk
silahlı kuvvetlerindeki bir kısım komutanların yaşayışının, İslamiyet’e
uymayışıdır. Şeyh Sait’in isyanının evvelinde Said Nursi’ye de aynı gerekçe
ileri sürülerek isyana kalkması teklifi yapılır. Teklifi reddeden S.Nursi; bir
kaç subayın Osmanlı ordusunu temsil edemeyeceğini, onların tutumunu sebep sayıp
isyana katılamayacağını, evliya yatağı olan Türk ordusuna karşı
gelinemeyeceğini belirtir. İsyana katılması için kendisine teklif getiren
Kör Hüseyin Paşa’ya da; isyana sokacağınız insanlar bu milletin evladandır.
Askerler senin benim çocuklarundır. Kimi, kime kırdınyorsunuz, demiştir/603)
Keza 10 Ekim 1908 tarihinde İstanbul’daki Aşiret Hanı’na giderek, boykottaki
doğulu hamallara yaptığı konuşmada; devlete baş kaldırmakta hatalı
davrandıklannı, Türk devletinin onların şanlı babalan olduğunu, iyi evladın
ataya asi olmaması gerektiğini, içerisinde bulunulan kritik dönemde, devlete
daha çok bağlı olmak gerektiğini belirtir/604)
Kürdistan Teâlî Cemiyeti’nin Osmanlılıksan yana olduğunu, Kürdistan
isimli bir dergi çıkardıklarını, derginin kadrosunda Said-i Nursî’nin de
bulunduğunu 605) hususu Said-i Nursî’nin Türk düşmanı ve Kürt
ırkçısı olduğunu, Said-i Nursî’ye ait yukandaki ifadelerden sonra, iddialara
devam etmek yetmez. Ayrıca O’nun Türkler’e methiyeleri ve Türk düşmanlığından
sakınılması gerektiğine dair açıklamaları da bilinmektedir606)
Said Nursî’nin Kürtçülüğü için denilebilir ki; O’nun doğup büyüdüğü
bölgeye XIX. yy.da emperyalizmin, Kürdistan ve halkı içinde Kürt teşhisi koyup,
Kürtlüğü kendisine dava edinen bir takım aydınların yetişmesine de yardımcı
olmuştu. Bu gelişmeye; İmparatorluğun parçalanmakta oluşu, Doğu bölgesinin
Ermeniler’e verilmek istenmesi, Türkçü hareketin bazen reaksiyonlara da yol
açabilecek tutumları sebep teşkil edebilmişti. Bu ortamda; Said Nursî,
kurtuluşu İslâm birliğinde görenlerdendi. O’na göre, Osmanlı İmparatorluğu ihya
edilmelidir. O klasik anlamda Türkçü değildi ama Kürtçü de değildi. Yukandaki
izah ışığında ve bu anlamda, Doğu bölgesinde dünyaya gelmiş bir Osmanlıcı idi.
Bölgenin, o dönemdeki isminden dolayı Kürdistanlı ve bölge halkına yapay
olarak verilen isimden ötürü de Kürt’tü.
O’nun Kürt Teali Cemiyeti’nin "Bediüzzaman Said Molla" ismiyle
üç numaralı üye olarak kayıtlı bulunuşu 607) bu cemiyetin ilk
kuruluş döneminde, bugünkü anlamda bölücü bir kuruluş olmayışı ve üyelerinin
içinde Kürt ırkçılığına karşı olanların bulunduğu da düşünülür ise, bu kayıta
rağmen O’nun için "Kürtçü" diyemeyiz.
Said Nursî’nin "Frenk meşreplilerin Türkçülüğü ile ilgim
yoktur" 608) deyişine, bazı yazarlarımız onun Kürtçü oluşu ile
izah etmişlerdir/609) Bu teşhise de katılmak mümkün değildir. Bu
ifadenin sahibine Türk düşmanı denilebilir mi?
Said Nursî’nin Frenk mekteplilerin Türklüğü ile ilgisi yoktur. Bu gerçek
O’nun Türk düşmanı olduğunu yukarıda da belirttiğimiz gibi göstermez zira o
Türkçülerin İmparatorluğun parçalanmasına yol açacağı kanaatindedir.
"Ey Türk
kardeş! Bilhassa sen dikkat et, senin milletin İslamiyet’le imtizaç etmiş.
Ondan kabil-i tefrik değil, tefrik etsen muhsin.
Bu mehafiz, zemin yüzünde hiç bir kuvvetle bilinmediği halde, sen şeytanların
vesveseleleri ile, desiseleri ile mefahiri kalbinden silme.. ifadesi ona aittir.
Amerikan temsilciliğinde yapılar/ )
konuşma S.Nursî’ye aittir. Ancak ifade doğuda Ermeni devleti kurulmak
istendiği döneme aittir. Doğuda Ermeni devleti kurulması kaçınılmaz olunca Kürt
olmasa dahi birlikten yana olan her Osmanlı aydını Kürt Devletine razı gelecektir.
S.Nursî’nin bu iki ifadesi birlikte düşünüldüğü zaman "Türk ve Kürt
ırkçılığı" yapılmasın anlamı çıkmaktadır.
Molla Said Nursi (Kürdi)nin fikir kimliğine, Kürtçü görünüş kazandıran
bir bilgiyi de Robert Olson’da görmekteyiz. R.Olson, Molla Said-i Nursî
(Kürdi)yi, Kürtler’in İslamcı liderlerinden olarak tanımladıktan sonra
Azadî’nin daimi kadrosuna dair bilgi verirken de; Molla Said Kürdî’nin 1924
Eylül başlarında İstanbul’dan Bitlis’e geçtiğini belirtmekte, ancak O’nun Azadî
ile organik bağı olduğuna dair bilgi vermemektedir. Van’ın Azadî teşkilâtından
bahsederken de Molla Abdülmecit Efendinin, Azadînin Van şubesi başkanı
olduğunu ve Molla Said Kürdi’nin kardeşi olduğunu açıklamaktadır. Bize göre
yazarın bahsettiği Molla Said Kürdi ile incelemeye aldığımız Bediüzzaman Molla
Said Nursi (Kürdi) aynı şahıstır. Her ne kadar M.Said Nursi’nin kardeşinin
Azadi mensubu oluşu onun Kürtçü olduğunun kesin kanıtı sayılmaz ise de,
kardeşinin Azadî mensubu oluşu, göz ardı edilemez. Anılan şahsın evlenmediği
ve çocuğunun olmadığı bilinirken kardeşleri hakkındaki bilgi Hayriye Hanım,
Abdullah, Mehmet, Abdülmecit, Mercan şeklinde olup, Abdülmecit isimli kardeşi
vardır. Azadî veya Şeyh Said çevresinden Abdülmecit ismine rastlanılmamıştır.
Atatürk-Şeyh Said ve Said Nursî (Kürdi) konularını bir arada inceleyen
kaynaklardan birisi de Anna Masala’ya ait iken tesbit ettiğimiz bu kaynağ. temin
edemedik.
Said Nursî Doğulu, İttihat-ı İslâm yanlısı bir aydındı. Kürtçü harekete
şu veya bu şekilde ilişkisi bulunan kimselerle ilişkisi olmuştur. Ancak
kesinlikle Kürtçü olmadı. Onun Kürtçüler’e az çok itibar ettiği dönem doğunun
Ermeniler’e verilmek istenildiği dönemdi. O, ilkin Osmanlı birliğinden yana
oldu. Dağılan İmparatorluğun doğu parçasını Ermeniler kapmak isteyince onlara
karşı da mücadele verdi.
Said Nursî, Atatürk Devrimleri’nin büyük çoğunluğunu benimsememişti.
Ayrıca Osmanlılık zihniyetinin yerini ırkçı anlamda Türkçülüğün almasına da
karşı idi. Fakat Türk-Kürt kavgasının çıkması kardeş kanı dökülmesine de
taraftar değildi.
3.2.d. ATATÜRK, KÜRTÇÜ
HAREKET VE ŞEYH SAİT OLAYI
Mustafa Kemal Atatürk; Şeyh Sait olayından evvel, olay döneminde ve
olaydan sonra, Türkiye Cumhuriyetinin Reisi Cumhur’u olarak; bu olaylarda
haliyle taraf ve en yetkili mercinin başındadır. Atatürk’ün, Şeyh Sait
olayının karakterleri arasında sayılabilecek; Hilâfeti ve Saltanatı yeniden
getirmek, bölücü karakteri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milleti ile
bir bütün oluşuna aykın hareket etmek, emperyalizme alet güçlere fırsat vermek,
iç siyasetin Cumhuriyet’in temel ilkelerini tehlikeye düşürebilmesi gibi
tehditlerin karşısında olması, karakterinin ve eserine sahip çıkma
mecburiyetinin bir sonucu idi. Atatürk’ün; Şeyh Sait olayı münasebetiyle
gösterdiği aksiyon ve reaksiyonları resmî sıfatıyla yaptığı icraatında,
TBMM’nde, iktidar ve muhalefetle olan ilişkilerinde, ilgili Bakanlık ve
kuruluşlara verdiği talimatlarda, basma yaptığı açıklamalarda görmekteyiz. Bu
bilgiler olayın seyri süresinde ele alman safahat içerisinde verilmiştir.
Atatürk’ün devlet anlayışı, inkılâp ve ilkeleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni
getirmek istediği nokta; Şeyh Sait’in amaçlan arasındaki bütün muhtevaya aykın
idi. Anti-emperyalist, çağdaş, demokratik, bağımsız ve lâik, ülkesi ve milleti
ile bir bütün oluşturan Türkiye özlemi ile; Şeyh Sait olayının taşıdığı
mesajlar, temelde birbirine aykın idi. Bu hususlarda incelemeye alman belgeler
ilgili metinde ele alınmıştır. Atatürk ve Şeyh Sait olayı bölümünde; daha
ziyade Atatürk döneminde, Doğu’da görevli olduğu yıllarda yaşanılan ve Şeyh
Sait olayı ile bağıntısı bulunan tespitler üzerinde durmak istiyoruz.
Atatürk’ün etnik kimlik olarak "Kürt"’ten ne anladığını
açıklayacağız.
Mustafa Kemal’in kafasındaki Misak-ı Milli oluşurken, Türkiye
Cumhuriyetinin Güneydoğu sının da, M.Kemal’in ordu ile birlikte Adana’ya
geçtiği yıllarda şekillenmeye başlamıştı. M.Kemal İmparatorluğun Halep, Şam
gibi çevrelerinde de, sürdürülmeye başlanılan Kürtçü hareketi ve hareketi
yönlendirenleri biliyordu. O’nun Ekrem Cemil Paşa’ya gösterdiği hüsnü kabul
bölgenin eşraf ve aşiretlerini çok iyi tanıması ile izah edilebilir ) M.Kemal Paşa, Bitlis’in Rus’lardan
alınışında, birliklere kumanda ederken, bölgedeki Sipkan ve Hasenan aşiretleri
M.Kemal Paşa organizesinde büyük yararlılıklar gösterdiler. Bu başarılan onun
Diyarbakır’a 2. Ordu komutanı olarak getirilmesini sağlayacaktır. M.Kemal bu
dönemde Diyarbakır’da çok etkili bir çevre edinir. Cemil Paşa ailesi ile
karşılıklı ziyaretlerde bulunmaktadır. Cemil Paşa ailesi ve benzeri birçok aile
içerisinden çıkan münferit fanatikleri saymazsak; Türk milletine bu yıllarda
büyük hizmet vermişlerdir. M.Kemal 16. Kolordu Komutanı sıfatıyla 1916 yılında
Bitlis cephesine gelmişti. Bu dönemde Çanakkale’den dönen İzzet Paşa ve Erkânı
Harb Binbaşı İsmet Bey (İnönü), Diyarbakır’da Cemil Paşa’nın konağında misafir
edilirler/617) Paşa (Paşo) ailesi Kurtuluş Savaşında hemen hemen
bütün cephelerde şehit vermiştir. İbrahim Paşa 1915 yılında Erzurum’da Rus
kurşunuyla şehit olmuştur. Ekrem Cemil Paşa (paşa)nın diğer bir amcası, keza
Rus kurşunu ile bir yıl evvel 1914’te aynı cephede şehit olmuştur. İstanbul
Harbiyesi mezunlarından Naim Paşa (Paşo), Alay komutanı rütbesi ile savaşırken
Çanakkale’de şehit olmuştur. Şemsettin Paşa (Paşo) Bağdat cephesinde şehit
düştüğü zaman İstihkâm İhtiyat Zabiti idi.
Mustafa Kemal Paşa 14 Nisan 1916 tarihinde Silvan’da 16. Kolordu
komutanlığı görevine başlayınca Mirliva rütbesini taşımaktadır. Mustafa Kemal
Paşa’nın bu görevi döneminde halkla kurduğu iyi ilişkiler, karargâhının
kurulduğu tepeye halkın kutsal bir alan gibi bakmasına yol açmıştır. Burada
Sadık Bey isimli bir şahısla kankardeş olmuş, daha sonra da Sadık beyin
oğlunun kirvesi olmuştur. Aynca yedi şehit vermiş bir ailenin kızım evlatlık
olarak almak istemiştir. Bu yavru ve Silvan’h çocuklann sevgilisi olmuştur.
Silvan’dan unutulamayan komutan intibası bırakarak ayrılmıştır/618)
Mustafa Kemal Silvan’da eşraf ve ulema ile de yakın ilişkiler içerisinde
olmuştur. Bazan gece yanlarında diyaloga girdiği şehrin müftüsü Abdurrahman
El-Hüseyni ile aralarında geçen ibret verici görüşmeler ve Atatürk’ün
gösterdiği takdir duygulan halk arasında halâ söylenilmektedir/619)
Kürtçü hareketin siyasî tarihinde önemli yeri olan ve bir dönem Mustafa
Kemal’in teveccühüne mazhar olan E.Cemil Paşa (Paşo), Genç cephesinde Rus
topçusundan yara almıştır. Kadri Paşa (Paşo) Şeria nehri cephesinde
İngilizler’e karşı savaşırken 1918’de birliği ile birlikte teslim olmak
zorunda kalmıştır/620)
Mustafa Kemal Paşa Diyarbakır yerli halkının liderleri ile kardeşlik
seviyesi bağlar kurmas/621) O’na Erzurum ve Sivas kongrelerinde
büyük yarar sağlayacaktır.
Diyarbakır’da Kuvvay-i Milliye adına faaliyet gösterecek ilk milis
hareketlerinin, M.Kemal Paşa ile başladığı söylenebilir. Zira M.Kemal Paşa,
Karargâhının muhafazasına mahsus taburu; aşiretlerden seçtiği gençlerden
meydana getirmişti. Bunlar mahalli elbiseler giyiyorlardı ve tam teçhizattı
idiler. Komutanlıklarını Tuncelili Hoşap Hayri Bey yapıyordu. M.Kemal 8-10
yaşlarında babası şehit olmuş iki aşiret mensubu çocuğu evlatlık edinmişti.
Aşiret kıyafetleri ile temiz pak giyinmiş bu iki çocuk, sürekli M.Kemal
Paşa’nın yanında olurdu/622) M.Kemal Paşa’nm bölge aşiretlerine
gösterdiği bu yakın ilgi onun Kürt olduğu söylentilerine bile yol açabilmişti.
Bazı çevrelere göre de, Mustafa Kemal; "Bir türlü geçinemediği İttahatve
Terâkki Cemiyeti erkânı, bilhassa Enver ve Cemal Paşalar harpten sonra
işbaşında kalsalardı, Mustafa Kemal Paşa Kürtler’den gördüğü derin muhabbet ve
dostluktan istifade ederek; kendisi için bir Kürdistan teşkilini akimdan
geçiriyordu" 23) 1918-1920 yıllan arasmda Koçgiri, Zaza,
Divriği, Kangal, Refahiye, Hafik, Dumurcuk yöresi aşiretleri Ermeni-emperyalist
ilişkilerinden ciddi kaygılar duymaya başladılar. Doğu Anadolu’da kurulacak bir
Ermenistan’dan ciddi şekilde endişe duyuyorlardı. İmparatorluk parçalanırken
bölgede yaşayan Müslüman halkın durumu ne olacaktı. Osmanlı mülkü sürekli
kapışılıyordu. Osmanlı yönetimine bağlı muhtar Kürt idaresi fikri doğuyordu.
Taban bulamamış olsa da bu fikri taşıyanlar da vardı. Bu fikirler Sivas’ta
Mustafa Kemal Paşa’ya açıldı/624) M.Kemal Paşa, konu ile yakından
ilgilenmektedir. Müdafai Hukuk Cemiyeti’nin Diyarbakır’da açılmasına, Sivas
Kongresinde karar verilir. Daha sonra, M.Kemal Paşa’nın dinsiz olduğu
propagandası Doğu Anadolu aşiretleri arasmda yaygınlaştırılır ve isyanların
tohumlan atılmaya başlanılır.
Mustafa Kemal, Diyarbakır’da bulunduğu sürede bu tür gazi ve şehidi bol
nüfuslu ailelerle dialog kurmada zorluk çekmiyordu. Atatürk 1919 yılı
içerisinde Birsulu Ömer Ağa’ya, Muşarh Resul Ağa’ya, Şeyh Abdülbaki Kefrevî
(Küfrevi), Şeyh Mahmut’a, Şeyh Ziyaettin’e, Şırnakh Abdurrahman Ağa’ya
mektuplar yazdı/625) Diyarbakır’ın büyük çoğunluğu onun hayranı
idi. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde aşiretlerden bu derece büyük destek
görmesini kurduğu ilişkiler ve taşıdığı mefkûrenin bölge aydını tarafından da
paylaşılmasındandı/626) O yılların bölgede ismi müessir olan Cıbran
aşiretinden Miralay Halit Bey de Mustafa Kemal’in politik dehası, kararlılığı,
yönetim gücü ve strateji bilgisi karşısında hayranlık duymakta ve M.Kemal’i
desteklemektir/627) M.Kemal’in Türk-Kürt kardeşliği, ayniliği,
gelecekte de nimetlerden eşit istifade edecekleri tarzındaki açıklamaları;
Kürtçü aydınlar tarafmdan ileride, Türk ve Kürt milliyetlerinin farklılığı ve
Kürtler hakkında vaat olarak yorumlanmıştır.
1918-1919 yıllarında M.Kemal; Doğu ve Güneydoğu’da kendisini tamamen
kabullendirmişti. Özellikle Sivas ve Erzurum’da kaldığı yıllarda Cibranh Halit
Bey’le ve diğer Hafit beylerle, Haydaran aşireti reisi Hacı Mustafa Bey’le,
Haydaran aşireti liderlerinden Nuh Bey’le, Silvan beylerinden Sadık Bey’le çok
sağlam ortak ideal bağlan kurmuştu. M.Kemal; Erzurum hududundan başlayarak,
Elazığ, Malatya, Tunceli, Ürfa, Antep, Maraş’ı ilçeleri ile birlikte dolaştı.
Kurtuluş Savaşı için çok sağlam ilişkiler kurdu. Bölgede sadece Koçgiri aşireti
muhalefet ediyordu.(Ğ28)
Anadolu’nun birçok yerinde Kuvvay-ı Milliye organize olurken
Diyarbakır’da Müdafaai Milliye’nin başına Cemil Paşa (Paşo) ailesinden Cemil
Paşazâde Mustafa Bey gelmişti. 80 yaşındaki bu mücahit ruhlu lider Mustafa
Kemal ile tam bir mutabakat içinde idi.
Şüphesiz M.Kemal ve Diyarbakır Müdafaai Milliye kadrosuna karşı olanlar
da vardı. Taraflar zaman zaman bir araya geliyor, tartışmalar da çıkıyordu.
Kuway-ı Milliye hareketine muhalif olan gruba E.C.Paşa (Paşo) liderlik
edenlerdendi.
Mustafa Kemal Türk milletini bir bilek ve Türk boylarını da bu bileğe
bağlı parmaklar olarak görüyordu. Kürtler bu parmaklardan biri idi. Anadolu’yu
da içine alan bu topraklarda diğer Türk unsurlarla birlikte Türk tarihini ve
Türk vatanını yapmışlardı/ -* Kuvvay-ı Milliye döneminde kurulan
Red-i İlhak cemiyetleri ve bunların faaliyetlerinin kesifleştiğini görüyoruz.
Diğer yandan Kuvvay-ı Milliye hareketine güç veren cemiyetler bütün şubeleri
ile batıdan çok önce doğuda kurulmuştu. Tabiri caizse Milli Mücadele öncelikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da başlamıştır.
Atatürk’ün Doğu politikası )
Türkiye Cumhuriyeti idealinin bir parçası idi. Biz incelememizin bu bölümünde
daha ziyade O’nun doğu bölgelerimizde geçirdiği mücadele yıllan üzerinde
durduk.
Atatürk’ün Kürtler için federatif bir yönetim düşündüğü konusundaki
iddiaların ilmi bir önemi yoktur. Bu konunun tartışılması geçmeden Atatürk’ün
Kürt kimliğinden ne anladığı üzerinde duralım.
Atatürk 26 Eylül 1932 tarihli "Diyarbakır" isimli mahalli
gazetede yayınlanan ve Kürt kimliği konusundaki görüşünü de içeren beyanatında
diyordu ki;
"Ben Türk elinin kahraman bir bucağındayım, yazık ki oraya
Bekir-diyan diyorlar. Fakat özünde Türk diyarı idi Bekir, sonradan ona âlem
olmuş, fakat biz öz diyarımızın ne olduğunu biliriz. Bizim diyarımız Oğuz
Türkü’nün has kaynağıdır, biz de büyüce kaynağın çocuklarıyız
Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp
duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri
dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür.
Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve
MakedonyalI hep bir ırkın evlatları, hep aynı çevrelerin damarlarıdır.
Bizim yeni işimiz budun Bu damarlar birbirini duysun ve birbirini
tanısın”
Bu ifadeleri ile Atatürk, Kürt kimliğini Türk olarak kabul etmiş
oluyordu. Atatürk bu konuşmayı yaptığı günlerde Diyarbekir’in fahri hemşehrisi
olmuş ve Diyarbekir ismi değiştirilerek Diyarbakır olmuştur.
Nitekim Lozan’a İnönü’yü gönderirken Atatürk O’na bir Kürt kimliği yorumu
vermektedir. Bu yoruma göre Kürtler Türkmenler kadar Türk’türler 634
Bu görüş Kuvvay-ı Milliye’nin milli
görüşüdür. Nitekim Atatürk ve İnönü’nün ifadelerinde görülen bu anlamı ve
görüşü Halit Paşa da paylaşmıştır/635
Atatürk’ün Doğu politikasını eleştirenler, O’nun Kürtler’e bir kısım
federatif haklar vaat etmiş iken bu vaadinde durmadığını ileri sürerler. Ancak
Atatürk bu tür zihniyet taşısa idi inkılâplarının bir çoğunu yapmaması
gerekirdi. Herşeyden önce dönemindeki ayaklanmaların bir kısmı çıkmamış
olurdu. Musul büyük bir ihtimalle millî sınırlar içinde kalırdı. Ancak bu ne
kadar sürerdi. Bir kısım Atatürk muarızları, Takrir-i Sükûn Kanunu’nu yersiz
bulurlar. Batı emperyalizmi ile işbirliği yapıp Ortadoğu’daki Osmanlı mülkünü İran,
Irak ve Suriye ile paylaştığını ileri sürerler. Bu görüşü daha ziyade Kürtçüler
benimsemektedir. Anadolu’da ve bilhassa Doğu Anadolu’da milli iradenin yerinde
temsil edilmediğini iddia ederler. Şimdi sırası ile bu konuları irdeleyelim.
Mustafa Kemal için Şeyh Sait olayının ehemmiyetinin belirlenmesi, Mustafa
Kemal’in idealinin bilinmesi ile mümkündür. O her şeyin üstünde tuttuğu Türkiye
Cumhuriyeti mefkûresini taşıyordu. Kafasındaki Türk devletinin idare şekli,
sınırlan, yenilikleri dünya milletleri ailesindeki yeri O’nun hedefi idi. Bu
tercihlerin O’nun zihninde oluşması Cumhuriyet’i ilânı, inkılâpların yapılması,
millî sınırların çizilmesi dönemlerinden çok evvel başlamıştı. Hedefine ulaşmak
için yararlanacağı kadro ve izleyeceği yolu da belirlemişti. Bu arada taviz
veremeyeceği değerleri ve hedefi için gözden çıkarabilecekleri de azçok belli
idi. Bundan sonra hasım tarafm hangi kozu oynayacağı tarihî gelişmenin seyrine
kahyordu. Şuna inanıyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti 1925 yılında 20 yaşında olsa
idi. Atatürk bu isyana ve getirdiği zararlara mani olurdu.
2000’e Doğru "Haftalık haber636 Yorum Dergisi’nin 30
Ağustos 5 Eylül 1987 gün ve 35 sayılı nüshası, 5680 sayılı Basın Kanununa,
10.11.1983 gün ve 2950 saydı Kanunla eklenen "Ek-Madde I"in hükmü
gereği yayından önce toplatdmış bu husus gerek basından gerekse kamuoyunda,
çeşitli değerlendirmelerin yapdmasına sebep olmuştur.
Mezkûr dergi, TTK’ca yayınlanmamış bulunan tutanak’tan mehaz göstermek suretiyle
"Atatürk" "Kürtler’e Özerklik" manşeti de 8-15.
sahifelerînde bir yayın yapmıştır.
Bu yayında "Kürt Meselesi":
Ahmet Emin Bey-Kürt meselesine temas buyurmuştunuz. Kürtlük, meselesi
nedir? Dahili bir mesele olarak temas buyurursanız çok iyi olur. Gazi Paşa-Kürt
meselesi; bizim yani Türkler’in menfaatine olarak da katiyyen mevzuubahis
olamaz. Çünkü malumaliniz bizim hudut-u milliyemiz dahilinde mevcut Kürt anasır
o suretle tevattun etmiştir ki pek mahdut yerlerde hali kesafettir. Fakat
kesafetlerini kaybede kaybede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut
olmuştur İd Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye'yi
mahvetmek lâzımdır. Faraza, Erzurum’a kadar gider. Erzincan’a, Sivas’a kadar
giden Harput'a kadar giden bir hudut aramak lazımdır. Ve hatta, Konya
çöllerindeki Kürt aşairini nazar-ı dikkatten hariç tutmamak lâzım gelir.
Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise benim Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir.
O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak
idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı mevzuu bahis olurken,
onları da beraber ifade lâzımdır. İfade olunmadıkları zaman, bundan
kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima varittir. Şimdi TBMM hem Kürtler’in
ve hem de Türkler’in sahib-i selahiyet vekillerinden mürekkeptir ve bu iki
unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani onlar
bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayn bir hudut çizmeye kalkışmak doğru
olmaz” şeklinde verilmektedir.
Bu konuşmada söz konusu edilen 20.1.1337 (1921) gün ve 85 sayılı Kanunla
kabul edilen "Teşkilât-ı Esâsiye KanumT'nun "idare" başlıklı
bölümde yer alan ve vilayet başlığı ile sıralanan 11-12 ve 13.ncü maddeleri
idarenin esasını, 14 ncü maddesi ise Vilâyetin başında TBMM’nin vekili ve
mümessili olmak üzere bir Valinin bulunacağını amirdir.
Mezkûr maddeler aynen aşağıda olduğu gibidir:
"Madde 11Vilâyet mahallî umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti
haizdir. Haricî ve dahilî siyaset, şer ’î, adlî ve askerî unsur, beynelmilel
İktisadî münasebet ve hükümetin umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade
vilâyete şamil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce vaz
edilecek kavanin mucibince Evkaf, Medariş, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat,
Nafia ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralannın
selâhiyeti dahilindedir.
"Madde 12Vilâyet şüralan vilâyetler halkınca müntehap azadan
mürekkeptir. Vilâyet şûralannın içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti
senede iki aydır.
"Madde 13Vilâyet şûrası, azası meyanında icra amiri olarak bir
reis ile muhtelif şuabatı idareye memur azadan teşekkül etmek üzere bir idare
heyeti intihab eder. İcra selâhiyeti daimi olan bu heyete aittir."
1921 Anayasası(637)’nda yer almış bulunan bu hükümler
20.4.1340 (1924) gün ve 491 sayılı kanunla kabul edilen 1924 Anayasası(638)’nda
yer almamıştır. Nitekim bu anayasanm altıncı fasıl "Mevaddı Müteferrika
Vilâyet" başlıklı 89. madde "Türkiye coğrafî vaziyet ve İktisadî
münasebet nokta-i nazarında vilâyetlere, vilâyetler kazalara, kazalar
nahiyelere münkesemdir ve nahiyeler de kasaba ve köylerden terekküb eder.
Madde 90Vilâyetler şehir, kasaba ve köyler
hükmi şahsiyeti haizdir.
'Madde 91Vilâyetler unsuru tevsii mezuniyet ve tefkiri vezaif esası
üzerine idare olunur".
Gene 1924 Anayasası’nın 88 nci maddesinde "Türkiye ahalisine din
ve ırk. farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlâk olunur.
"Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut
Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye'de doğup ta memleket
dahilinde ikâmet ve sinni rüşte vusülünde resen Türklüğü ihtiyar eden veyahut
Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.
Türklük sıfatı kanunen muayyen olsa
ahvalde izale edilir."
Dergide bahse konu edilen "Atatürk’ün Gazetecilerle İzmit'te yaptığı
görüşme 16-17 Ocak 1923 tarihinde olmuştur. Şimdi aynı tarihlerde Lozan’da
devam etmekte olan Lozan Barış Antlaşması görüşmelerine bir göz atmakta fayda
bulunmaktadır.
23 Ocak 1923 tarihli sah günü yapılan
oturumun (21) sayılı Tutanağı
"Konu: Türkiye'nin Asya’da Güney
Sının, Musul Sorunu"
...Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür: Oysa, bu
iddiayı, Kürtler’in Turan kökenli olduğunu kabul eden, Encyclopedia Britannica
yalanlamaktadır.
Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, gerek gelenek ve görenek
bakımından, Kürtler, hiç bir yönden Türkler’den farklı değildirler; Ayn diller
konuşmakla birlikte bu ilâ halk soy, inanç ve görenek bakımından tek bir bütün
meydana getirmektedirler...
(b) Kürtler’in Türkler’le birlikte yaşamak istemedikleri iddiası hiç
de doğru değildir.
Gerçekten, yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre
bakımından, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak
tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürtler’in kendi istekleriyle Türk
yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağladıklarını
tarih göstermektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türkler’in olduğu kadar
Kürtler’in de Hükümetidir; çünkü, Kürtler’in gerçek ve meşru temsilcileri.
Millet Meclisi’ne girmiştir ve Türkler'in temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin
Hükümetine ve Yönetimine katılmaktadırlar.
Son savaşlarda Kürtler’in kötü dövüşmüş olduklarının söylenmesine gelince,
Türk Temsilci Heyeti, Dünya Savaşına ve Bağımsızlık savaşma katılmış Türk
ordusunun bütün komutanlarının yurdun kurtuluşu için Kürt halkının yaptığı
hizmetleri ve katlandığı fedakârlıktan saygı ve hayranlıkla belirttiklerini
söylemeyi bir ödev bilmektedir... Yunanlılar’ın tam bir bozgunuyla sonuçlanan
saldında, aynı amaca varmak ve aynı ülküyü gerçekleştirmek için Kürtler’le
Türkler tam bir işbirliği içinde çalışmışlardır.
Kürtler, Türkiye 'de her zaman yurttaşlık haklarından
yararlanmışlardır; siyasal ve sosyal bakımlardan, her zaman işbirliği
yaptıkları Türk Hükümetini hiç bir zaman yabancı bir hükümet saymamışlardır.
Büyük Millet Meclisi'nde Milletvekilleri vardır. Hükümet ve yönetim işlerine
etkili olarak katılmaktadırlar".
Yukarıda aldığımız Kürtler hakkındaki düşünceleri daha çoğaltmak ve
örneklemek mümkündür. Ancak, burada vurgulamayı istediğimiz husus, 1923’lü
yılların başında hem Atatürk, hem İnönü gibi devlet yönetiminde söz sahibi
olan kişilerin, Kürtler’i Türkler’den ayırmadığı gerçeğidir. Ancak mahut dergi
konuyu saptırdığı ve amacının "Atatürk Kürtler’e Özerklik vaad etti"
başlığı ile verdiği haberin yanlış yorumlanarak ideolojik propagandaya zemin
hazırlamak olduğudur. Günün tarihine bir göz atmak gerekirse, 23 Nisan 1920’de
TBMM açılmış, 29 Ekim 1923’te ise Cumhuriyet ilân edilmiş ve 20 Nisan 1924’de
ise yeni Anayasa kabul edilmiştir. Bir geçiş dönemi yaşanmakta ve yeni devletin
temeli atılmaktadır. Yöneticiler Devlet ilkelerini saptamakta ve yeni
problemlerin çıkmasını arzu etmemektedirler. İşte verilen beyanatları bu
şartlar altında değerlendirmek gerekmektedir.
Nitekim 1921 tarihli Geçici Anayasa’da yer alan mahallî özerklik kavramma
Cumhuriyet’in ilânını müteakip hazırlanan 1924 Anayasası’nda yer verilmemiş ve
merkezî otorite esası kabul edilmiştir.
1921 Anayasası’nın 11 nci maddesinde yer alan husus );
"Evkaf (Vakıf), Medaris (Medreseler), Maarif (Eğitim), Sıhhiye
(sağlık), İktisat, Ziraat, Nafia ve Muavenet gibi konulan kapsamakta, bunun
şekil ve şartlan ise Büyük Millet Meclisinden çıkarılacak olan Kanunlara göre
olacağı" belirtilmek suretiyle ortaya konulmaktadır.
Aynca Atatürk konuşmasında "bir nevi mahallî muhtariyetler teşekkül
edecektir" cümlesiyle, kanunen bağımsız, halklara özgürlük, müstakil
idare gibi kavramlan kastetmemiş, bugünkü anlamıyla il özel idaresini,
belediyeleri ifade etmiştir.
Kaldı ki görüşmesinin sonunda iki halkın da bir bütün olduğu ve
Türkiye’nin halkı söz konusu edildiğinde, tek ifade ile bir bütün Türkiye
halkının kastedildiğini vurgulamış ve ayrı bir hudut çizmenin doğru olmadığını
kesinlikle belirtmiştir.
Bugün de her Türk vatandaşının gerek mahallî idarelerde gerek
belediyelerde ve gerekse her türlü kamu kurum ve kuruluşlarında görev
almalarında hukukî bir engel bulunmamaktadır.
Atatürk’ün Şeyh Sait olayında sert tepkiler aldığını ileri sürerek,
uygulamasını yerenlere, Atatürk Nutuk’da cevap verirken Takrir-i Sükûn
Kanunu’nu çıkarmak ve İstiklâl Mahkemeleri’ni kurmak zorunda olduğunu, bu
uygulamanın inkılâpların kalıcılığı için zarurî olduğunu, bu geçici
tedbirlerin nitekim giderek kaldırıldığını belirtmekte ve Takrir-i Sükûn Kanunu
için "...Türk Milletini medenî dünyada lâyık olduğu mevkiye yükseltmek ve
Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün daha ziyade takviye
etmek ve bunun için de istiklâl fikrini öldürmek* ) isteyenlere tedbir olarak çıkarıldığım
belirtmektedir.
Atatürk’ün Şeyh Sait isyanını yorumlayışı, kafasındaki Türkiye
Cumhuriyeti modelinin bir parçasıdır. O’nun Türkiye Cumhuriyeti ideali fikir
olarak da kafasında sistemleşmiştir. Şeyh Sait isyanına emsal bir yorum getiren
ve Atatürk’e Sovyet modeli bir devrim telkin etmeğe kalkan Sovyet hâriciyesine
cevaben Atatürk, Türkiye ile Rusya’yı sınıflı toplum özellikleri ve halkın
inanç yapısı itibariyle karşılaştırıp, Rusya’daki devrim türünden bir devrimin
Türkiye’de yapılmayacağını belirtir.
Atatürk 27.4.1925 tarihinde Türk Ocakları’nda yaptığı konuşmada, Şeyh
Sait ayaklanmasının bastırılması sonucu alman neticeden memnuniyetini bildirir
ve inkılâplarının Türk Ocakları’na dayandığını ve verilen savaşın bir
"Ülkü" savaşı olduğunu açıklar.
Atatürk İstanbul’da gazetecilerle yaptığı bir sohbette, Musul’un millî
sınırlar içinde olması gerektiğini ancak, İhsan Paşa’nın İngilizler’in oyununa
gelmesi sonucu elimizden çıktığını belirtmektedir.
Paul Achkar Beyrut’ta yayınlanan L’orient de Jour adlı gazetenin 12
Ağustos 1972 tarihli ilâvesinde "Kürdistan ve Dağlar Halkının Uzun
Gezisi" isimli yazısında. " Mustafa Kemal’in İngiliz, Fransız ve
Yunan istilâsına karşı Türk ve Kürtler’i aynı amaç için mücadeleye
sevkettiğini, İngilizler’in Kürtler’i Halife’nin yanına çekme uğraşlarının
sonuç vermediğini, her iki halkın tam bir ittifak oluşturduklarını, M.Kemal’in
Kürtler’e Sevr Anlaşması’nm vaad ettiği topraklardan daha geniş topraklar vaad
ettiğini, Lozan Antlaşması’nın Kürtler’i unutmuş olmasının onları silaha
sarılmaya sevkettiğini" belirtmektedir.
Yaptığı açıklamalar için kaynak göstermeyen gazeteci yazar, M.Kemal’in
Kürtler’e müstakil toprak vaadinde bulunduğunu nereden aldığını da
açıklamamaktadır. Emperyalizme karşı bu bölgeden savaşa katılan halkın halen bu
bölgede meskûn bulunduğunu da unutuyor.
Bir diğer önemli nokta da şudur. Sevr antlaşması yenik Türk milleti’nin
emperyalizm tarafından parçalanması anlaşmasıdır. Kürtler ise Türk milletinin
alt kültür kesimlerinden olup, hassasiyet arz eden bir Türk toplumudur. Sevr’de
galip olan taraf bu hassasiyeti kendi çıkartan için istismar etmiştir. Lozan
antlaşması ise, galip Türk milletinin anlaşmasıdır. Türk milleti millî çıkarlarını
doğal olarak korumak durumundadır. Bu menfaatler Kürtler dahil bütün millete
aittir. Emperyalizm Lozan’a rağmen hassasiyetleri istismara devam ederken, emperyalizmle
hesaplaşıp başarı sağlamış Türk milletinin bölgesel hassasiyete boyun eğmesi beklenemezdi.
Nitekim isyancılarla hesaplaştı... Bu hesaplaşma sırasında isyan bölgesinde de
önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Bunları sıraladığımızda şu enteresan
gerçeklerle karşılaşıyoruz:
"Kısa sürede, kırsal kesimle şehirler arasında fikir ayrılığı baş
gösterir. Diyarbakır’da şehrin ileri gelenlerinden bir bölümü Mustafa Kemal
yönetimine katılmışlardır. Bunlar: Halk Partisi Başkanı Pirinçcizade Sıtkı,
Ankara’daki Millet Meclisi’ndeki bölgenin üç milletvekili, İçişleri eski Bakanı
Pirinçti zâde Fevzi Bey, Müftüzâde Şerif ve Zülfizade’dir.
Bu arada, komplodan haberdar olduğu kesin olan Cemil Paşazâde kabilesi de
isyana karışmamıştır.
Diğer taraftan, 1919’da düşmanla işbirliği yapmakla suçlanan büyük ağabey
Kasım’da tedirgin olmamak için Şubat ayında açık bir şekilde İstanbul’a
gitmiştir.
Ayrıca kabilenin diğer bir mensubu Mehmet Bey ise, isyanın
bastırılmasında görev almıştır. Köylerindeki savaşçıların başına geçerek,
yasal güçlerin yanmda Şeyh Sait taraftarlarına karşı savaşmıştır. "(646)
Bütün bu güçlükleri sırasıyla ortadan kaldıran Mustafa Kemal ve
arkadaşları tarafmdan kurulan Devlet, Anadolu’da temellenmiştir/ )
Diyarbakır’da isyanın hedefleri konusunda çıkan ihtilafın sebepleri
önemlidir. Diyarbakır Türk kültür merkezlerinden birisidir. Aydın aileleler
Atatürk’ü ve fikirlerini yakından tanıma fırsatı bulmuşlardı. Bu bakımdan
kıyam temelleri üzerine inşaa edilmiş, İngiliz destekli ve şeyhlerin yönettiği
bir ayaklanmaya destek vermemeleri doğaldı.
Müslüman Türk toplumunun Anadolu tarihindeki geçmişinde bir takım
meseleler ve bunların ayaklanmalar şeklinde tezahürleri de olmuştur. Değişen
sosyo-ekonomik etkenler olayları yakından etkilemiştir. Olayların Doğu
Anadolu’da cereyan edenleri, XVIIL yy’da Bab-ı Ali ile bölgeye yapılan tayinlerdeki
aşiret kökenli yöneticiler arasındaki hoşnutsuzluktan kaynaklanmıştır.
Kürtler’i Türklüğün dışında mütalâa edip, bu toplumun ayn bir ırka
mensubiyetini bir ideoloji olarak benimseyen hareket, Sevr anlaşması ile
şekillenip güç kazanmaya başlamıştır. Bu dönemde bölgede kurulan mahallî
teşekküller, Anadolu’nun diğer kesimlerinde kurulan kuruluşlarda olduğu gibi
bölgenin mahallî savunmasını amaçlamışlardır. Ermeniler’e Doğu Anadolu’nun
verilmeyeceği ve bölgesel güçlerin, ortak savunma için merkezî otoriteye
bağlanmasından sonra, Kürt Teali Cemiyeti’nin birçok üyesi Kuvva-i Millîye
kadrolarına katılmıştı. Bununla beraber kendisini Kürt hissedenler ve bunların
başlattıkları bir mücadele de vardı.
Atatürk inkılâpları sıralandıkça bin yıllık alışkanlığından kopmak
zorunda kalan halkta tepkiler başlıyordu. Ancak bu tepkiler belirli bir yörede
değil Anadolu’nun birçok yerine mahsustu. Üstelik bu alışkanlıklar dinî
mahiyetli idi. Bu özelliklerini, değiştirmelerini çok zorlaştırıyordu. Bu
özellikler din adamlarının ekonomik çıkarları ile bir bütün oluşturuyordu. Dinî
ve ekonomik güç siyasî nüfuzu doğuruyordu. Aşiretler kendi güvenliğini sağlama
bakımından adeta başlarına buyruk bir hayat tarzı yaşıyorlardı. Atatürk
inkılâplarının karşısına dinî sloganlarla çıkıp cahil halkı harekete geçirmek
zor değildi.
Padişahlık; zihniyet, menfaat, siyaset ve kurumlan ile Kemalist harekâtın
karşısmda idi. Taraflara mensup kadroların başlattığı mücadelede, aşiretler
İstanbul Hükümeti’nin safında yer alıyordu.
İngilizler, İstanbul Hükümeti’nin yanında ve menfaatlerine set çekmek
isteyen Ankara Hükümeti’nin karşısında idi. Musul Meselesi, Kemalist güçlere,
yeni bir baskı unsurunu gerektirdi. İngilizler içlerinde Kürtçüler’inde
bulunduğu ve giderek Kürtçü bir hareket karakteri verilmek istenen menfaat ve
cehalet kökenli dinî harekete Kemalist güçleri zayıf düşürebilmek için arka
çıktılar.
Lozan Barış Antlaşmasının Türkiye’nin dış politikasında sadece denge
sağladığı, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Musul’un Türkiye’ye iadesi konusundaki
kararma İngiltere’nin fırsat ve imkân vermek istemediği bilinmektedir. 1924’te
İstanbul’da toplanan Türk-İngiliz Konferansı’nda çözüm getirilmeyince, dava
Milletler Cemiyeti’ne götürülmüştü. Türkiye Musul’da yaşayan bir kısım Kürt
diye tanımlanan halkın; ırk, din ve milliyet bakımından Türk olduğu, bölgenin
Türkiye’ye verilmesi gerektiğini savunuyor, iddiasının ispatı için de soruşturma
komisyonunun yerinde inceleme yapmasını öneriyordu. Milletler Cemiyeti plebisite
karar verdi. İktisadî bağlantısı Musul’un Bağdat’a kalmasını düşündürüyor ise
de yerli halkın ırk, din ve milliyet bakımından oylarını Türkiye lehinde
kullanması muhtemeldi. Bunu sezen İngiltere, Doğu Anadolu ve Musul halkı
üzerinde tahrik operasyonları başlattı. Kürt genel adı altında tanımlanan
aşiretlerden Ortadoğu’da bir devlet oluşturulamayacağuu anlayan İngiltere,
halkı ayaklandırmayı seçti.
Dış müdahalenin asıl sebebi Musul Meselesi olmakla beraber İngiltere; o
dönemde Sovyetler’le dost olan Türkiye’nin denge politikasında Sovyetler
yanlısı bir güç olmasını istemediği Türkiye’yi, zora sokmak da istemiş
olabilir.
Olayın dış ülkeler itibariyle karakteri İngiliz emperyalizminin bölge
halkını, çıkartan için tahrik edip, ayaklanmayı Türkler’e karşı baskı unsuru
olarak kullanması şeklindedir. Musul meselesinin görüşüldüğü dönemde İngiltere
bu olayı destekleyip büyütmek suretiyle bölge halkının Türk yönetiminden
memnun olmadığını dünyaya göstermek istemiştir. İngiltere, iç ayaklanmalarla
meşgul bir Türkiye’nin İngiliz istekleri karşısında dirençsiz kalmasını amaçlamıştır.
Şeyh Sait kendisini Tanrının İslâm dinine hizmet için görevlendirdiğine
ve İlâhî bir kişiliği olduğuna inanmaktadır. Üstlendiği dinî görevi ile
saptırılan ve vecibeleri yerine getirilmeyen İslamiyet için mücadele
vermektedir. İslâmiyetten ayrılış olarak nitelendirdiği husus Atatürk
devrimleri ve bu devrimlerin uygulanması için getirilmiş organizasyon
değişikliği ile bu değişikliğin günlük hayata yansıyışıdır. Mücadelesini dinî
mücadele esasları üzerine inşa etmektedir. Hilâfet geriye getirilip, şeriât
nizamının uygulanması sağlanarak, hizmet tamamlanmış olacaktır. Bu karakteri
ile Şeyh Sait ayaklanması; geriye dönücü anti-demokratik ve anti-Cumhuriyetçi,
teokrasi yanlısı bir harekettir. Geriye dönüşe dinî devlet özlemi sebep olduğundan,
bütün bu özlemlerin karşısında Atatürkçü hareket olduğundan, isyan
anti-Atatürkçü bir harekettir. Atatürk ve devrimlerine karşı, hilâfet ve
saltanatı alternatif olarak savunduğundan, şeriâtçı ve saltanatçı karaktere
sahiptir.
Özetlenerek denilebilir ki, Kemalist hareket, aşiretlerin dinî
liderlerinin zihniyetlerine aykırı olduğu ve menfaatlerine dokunduğu için bu
zümreler din karakterli bir patlamaya sebep oldular. Kürtçülüğü ideoloji
edinmiş bazı entellektüeller bu menfaat kökenli ve fakat dinî karakterli
hareketin potansiyelinden yararlanmak isteyip, rengini değiştirmek istediler.
Vesile arayan İngilizler ayaklanmanın birçok safhasında'destek sağladılar.
Şeyhlik müessesesi ile, halkı cahil ve fakir olan Doğu Anadolu’da otorite
ağı kuran, içerden ve dışardan destek, tahrik ve teşvik gören bu çevrenin bir
"Şeyh Sait" çıkarması ve ayaklanmış olması sürpriz sayılmamalıdır.
Bu ayaklanmanın önlenebilirliği açısından konuya bakıldığında ve Kemalist
hareketin tutumunun tahlilinde şu gerçekle karşılanılmaktadır. Atatürk
devrimleri halka götürülürken yeterli kalitede ve miktarda götürücü
bulunamamıştır. Halkın devrimlere karşı tepkisi günü birlik ve bölgelere göre
tespit edilerek, toplumun nabzı kontrol edilip, gerekli tedbirler getirilememiştir.
Bölücü hareketin; Atatürk’ün ölümünden sonra gelişmesi ise, Atatürk’le
başlatılan dinamik tedbirlerin sürdürülememiş oluşu ile izah edilebilir.
BİBLİYOGRAFYA
Kaynaklar:
T.B.M.M. Gizli Celse
Zabıttan, İş Bankası Yayınlan, Ankara 1985.
ATAŞE ARŞİVİ Dördüncü Umum
Müfettişliği 17 Tümen Komutanlığından Yazılan Yazının Ekindeki Seyit Rıza’nın
Mektubu,
A: 2750, D: 301, F.l.
Düstur.
Telif Eserler:
ACHKAR, Paul "Kürdistan
ve Dağlar Halkının Uzun Gezisi", L’Orient de Jour, Beyrut 12 Ağustos 1972.
AĞAOĞLU, Samet, Kuvayı
Milliye Ruhu, İstanbul 1944.
AHMAD, Feruz İttihatçılıktan
Kemalizm’e, Çev: Fatmagül Berktay. İstanbul 1986.
AKBULUT, Yılmaz Bingöl
Tarihi, Bingöl, 1984 (Gayri Matbu 200 Sahife).
AKGÜN, Seçil Halifeliğin
Kaldınlması ve Lâiklik (1924-1928), Ankara 1986.
AKŞİN, Sina İstanbul
Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1983.
AKTAY, Yaşar "PKK’dan
İsyan Çağrısı* Güneş, 26.3.1991.
AKYÜREKLİ, Mahmut Cıbran ve
Karlıova Tarihi, 1983-84, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fak. Tarih Bölümü
Bitirme Tezi (Gayri Matbu 140 sahife)
ALBAYRAK, Sadık "Olay Ne
İngiliz Oyunudur, Ne De Türkçülere Karşı Bir Kürtçü İsyanıdır*, Girişim, Sayt:
47 (Ağustos 1989), s. 15-17.
ALDAN, Mehmet
"Siirt" Türk Dili, Sayı: 456 (Aralık 1989), Sh. 288-295.
ALTAY, Fahrettin 10 Yıl Savaş
(1912-1922) ve Sonrası, İstanbul 1970.
ALTUö, Kurtul "Celâl
Bayar Anlatıyor, Kilit Olayların Perde Arkası", Tercüman, 9-24 Temmuz
1986.
AMASYALI, Sadullah
"Basm, Siyasi Gündem, İktidar", Zaman, 26 Kasım 1987.
ANDONCÂNÎ, Cihangir
Daşnak-Haybun, Kahire 1930.
ANSARI, Javed "Kürdistan", Arabia (The İslamic
Word Rewiews, Nu. 6 London 1982).
ARFA, Haşan The Kurds of
Historical and Political Study, New York-Toronto, 1966.
ARIKOĞLU, Damar (Zamir)
Hatıralar, İstanbul 1961.
ARSLANOĞLU, Cem Ender
Cenubîgarbî Kafkas Hükümeti Muvakkata-i Milliyesi, Ankara, 1986.
ARVASİ, İbrahim Tarih-i
Hakikatler, "İbrahim Arvas’m Hatıraları" Ankara 1960.
AŞAN, Aziz Şeyh Sait
Ayaklanması, İstanbul 1991.
AŞAN, M. Beşir Elazığ,
Tunceli ve Bingöl İllerinde Türk İskân İzleri (XI-XIIL Yüzyıllar), Ankara 1989.
ATAÖV, Türkkaya A Brief
Glance of the Armenian Question, Ankara 1984.
ATATÜRK, M. Kemal Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri, C. I-JI2. Bas. C.IV: Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C.V:
Tamim ve Telgraflar, Ankara: Türk İnkılâp Tar. Ens. Yay. 1961-1972.
ATATÜRK, M. Kemal Nutuk
(Söylev, Vesikalar/Belgeler), C.H, Ankara 1989.
ATAY, Falih Rıfkı Çankaya,
İstanbul 1980.
ATEŞ, Bünyamin "Anayasa
ve Din" Yeni Nesil, 4 Ocak 1987.
ATEŞ, Bünyamin "Anayasa
ve Din" Yeni Nesil, 30 Ocak 1987.
AVRİYANOF, P. Ondokuzuncu
Asırda Türkiye-Rusya-tran Muharebeleri, İran-Rus Türk Kürtleri’nin Vaziyet-i
Hazıralar!, Ankara 1926.
AYBARS, Ergun İstiklal
Mahkemeleri, Ankara 1982.
AYBARS, Ergun Yalan
Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988.
AYDEMİR, Ş.Süreyya Tek Adam
Mustafa Kemal, C.I-HI, İstanbul 1965.
AYDEMİR, Ş.Süreyya İkinci
Adam t.tnönü, C.I-HI, İstanbul 1984.
AYRIM, Ali Yalan Anıların
Romanı, İstanbul 1978.
AYTUL, Turhan
"Türkiye’yi Titreten Yıllar", Milliyet, 26-27/6/1979
BABANZADE, Nedim tslamda Irkçılık ve Milliyetçilik
(İslam’da Davayı Kavmiyet), Ankara 1979.
BALSAN, François Les
Surprises Du Kurdistan, Collection Voyages, Aventures, 1944.
BARDAKÇI, İlhan Bir
İmparatorluğun Yağması, İstanbul
BARDAKÇI, Cemal Şeyh Said
İsyanı, İstanbul 1955.
BASGÜN, Necla Türk Ermeni
İlişkileri, Ankara 1970.
BAŞBUĞ, Hayri İki Türk Boyu
ve Kurmançlar, Ankara 1984.
BAŞBUĞ, Hayri
Göktürk-Uygur-Zaza-Kurmanç Lehçeleri, Ankara 1984.
BAŞBUĞ, Hayri Yezidilik
İnancı, İstanbul 1987.
BAŞTAV, Şerif
"Sabirler", Belleten, C.5 Sayı 17-18, Ankara 1941.
BAŞAR, Zeki Ermenilerden
Gördüklerimiz, Ankara 1974.
BAYKAL, B.Sıtkı Heyet-i
Temsiliye Kararlan, Ankara 1974.
BAYKARA, Tuncer
“Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kuruluşunu Hazırlayan Durum ve
Olaylar", H.Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi, Türkiye'de Demokrasi
Hareketleri Konferansı, Özel Sayı: C.4, sayı I, Ankara 1986.
BAYRAM, Sadi Kaynaklara Göre
Güneydoğu Anadolu’da Proto-Türk İzleri, İstanbul 1990.
BAYUR, Hikmet Türkiye
Devletinin Dış Siyasası, İstanbul 1942.
BEDÎRHAN, A.B. Türkiye Reisi
Cumhuru G.M.Kemal Paşa Hazretlerine Açık Mektup (1933), Ankara 1978.
BEGÜL, Ayşe "Mustafa
Kemal Paşa Silvan’da İken", Kara Amid Dergisi, S. 15, Ankara 1982.
BELLİ, Mihri Türkiye Toplum
Yapısı, Ulusal Sorun Kürt Davası, Stockholm,' 1984.
BERK Bekir İlmi ve Hukukî
Açıdan Nurculuk Davası, İstanbul 1971.
BERK Bekir "Nurculuk
Hakkında Mülakat", Yeni İstiklâl Dergisi, 23.5.1966. Sh. 241.
BERLE,
Adolf A. İktidar, Trc. Nejat Muallimoğlu, İstanbul 1980. ,
BERTHE, Georges Gaulis
Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, (trc. Cenap Yazansoy), İstanbul
1981.
BEŞİKÇİ, İsmail Kürtlerin
Mecburî İskânı, İstanbul 1977.
BİLGİN, M.Sıraç Barzani,
İstanbul 1992.
BLAU, Joyle "Kürt
Meselesi" Çağımızın Müslüman Dergisi, Tarihi ve Sosyolojik İncelemeler
(4.rue de Pascale Brüksel 4) 1963.
BOIS, FatherTomas The Kurds,
London 1966.
BORAK Sadi Atatürk Gençlik ve
Hürriyet, İstanbul 1960.
BOZARSLAN, Mehmet Emin
İslamiyet Açısından Şeyhlik, Ağalık, Ankara 1964.
BOZARSLAN, Mehmet Emin Jin,
Kürtçe, Türkçe Dergisi, 1918-1919 C.I. L’ppsala 1985.
BOZGEYİK Burhan "Şeyh
Said’in İçyüzü", Yeni Nesil, 10 Ocak 1989.
BRUİNESSEN, M.M. Van Popular
İslam Kurdish Nationalizm and ruval revolt The Rebellion of Shaikh Said in
Turkey (1925), Rcligion and ruval revolt, Manchester, 1982.
BRUİNESSEN,
M.M. van Agha, Shaikh and State, Utrecht 1978. •
BULUT, Faik Belgelerle Dersim
Raporları, İstanbul 1992.
BULUT, Faik Devletin Gözüyle
Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991.
CEBESOY, A.Fuad Ali Fuad
Cebesoy’un Siyasi Hatıraları, C.II İstanbul 1957.
CEBESOY, A.Fuad "İlk Muhalefet Partisini Ben
Kurdum", Hayat Tarih Mecmuası, Şubat 1965, Sayı I.
CEMAL, Behçet Şeyh Said
İsyanı, İstanbul 1955.
CILIZOĞLU, Tanju
"Çağlayangil’in Anılan" Güneş, 18-19 Ağustos 1989.
CIWAN, M. "Şeyh Sait
Ayaklanması" 1925 Kürt ayaklanması (Şeyh Sait Hareketi), Uppsala, Jina Nu
Yayınlan, 1985, Sh. 46-75.
CLASON, Elin Kurder i
Mellersta östem Och i Esilen, Mototo 1986.
CLEVGET, V. LaTurquie (Armond
Colin, 1938) Pources Precisions
ÇAY, M.AbdulhalÛk "Anadolu’nun Türkleşmesi I,
Selçuklu Öncesi", Türk Kültürü Dergisi
ÇAY, M.AbdulhalÛk "Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun
Kültürel Yapısı", Atatürk Milliyetçiliği Sempozyumu (11-12 Ocak 1985)
ÇAY, Abdulhaluk-KALAFAT, Yaşar Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da Kuvay-i Milliye Hareketleri, Ankara 1990.
ÇAYCI, Abdurrahman Küçük Türk-İslam Ansiklopedisi,
"Atatürk" Maddesi İstanbul 1981.
ÇETINER, Yılmaz "Şeyh Sait İsyanı 2 Ayda Nasıl
Bastınldı" Milliyet, 3 Temmuz 1987.
DAMACI, Raci "Halit Paşa (Deli Halit)’ya Ait
Hatıralar", Tarih Coğrafya Dünyası, Sayı: 3 (30 Mayıs 1961) s.113-117.
DERK, Kınnane, The Kurds and
Kurdistan, London 1978.
DERSİMİ, Nuri Kürdistan
Tarihinde Dersim, Halep 1952.
DESCHNER, Gunther Saladins
Söhne Das Betrogene Volk der Kürden, Zürich 1980.
DOĞRU, Mecit "Türkiye'de
Macar Yer Adlan” BTTD., Sayı 8, Ekim 1985.
Doğu Araştırma Merkezi Tehdit
Araştırma Grubu "Yakın Tarihimizde Arap Gizli Teşkilatlan", BTTD,
Sayı: 25-26-27-28-29-31-32-34 Mart-Aralık 1987.; "Doğu Anadolu’daki
olaylar (1924-1938) Politika "BTTD 18 Ocak-26 Şubat 1977.
DUGUID, S. The Politics of Unity, Hamidion Policy in
Eastem Anatolia" Middie Eastem Studies 9/2: 139-156, 1973.
DURAN, Tülay "Müdafaai Hukuk Örgütlerinin Yeniden
Güçlendirilmesi ve Düzenlenmesi", BTTD, S.34, Aralık 1987 Sh. 24-27.
DUVERGER, Maurice Siyasi Partiler, Çev: E.Özbudun, 2.Bas.,
Ankara 1974.
EDİP, Eşref Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk-Tenkid ve
Tahlil, İstanbul 1963.
EĞİLMEZ, C.Tayyar(Anlatan)
"Cumhuriyette İlk Teşkilatlı Muhalefet: Terakkiperverler Hareketi",
Millet, C.6-8, Sayı: 149-150, 152-162, 164-189. Tef: L-37.
EDEN, Nuri Y.K. Zazalara Dair, Tanıtım, S. 127-128,
Şubat-Mart 1990, Sh. 14-15.
EMZEN, Müeyyet Musul Vilayetinde Türk Aşiretlerinin
Durumu ve İki Belge, BTTD, S.6 Ağustos 1985, Sh. 42-46.
ERÖZ, Mehmet Hıristiyanlaşan
Türkler, Ankara 1983.
ERÖZ, Mehmet Kürtlerin
Menşeyi, Türkmenlerin Kürtleşmesi, İstanbul 1966.
ERÖZ, Mehmet Kürt Adı
Üzerine, TKD, S. 256, Ağustos 1984.
ERDOST, Muzaffer İ. Şemdinli
Röportajı, İstanbul 1987.
EROĞLU, Hamza Türk İnkılap
Tarihi, İstanbul 1982.
DEMÎROĞLU, Faiz Van’da Ermeni
Mezalimi (1895-1920), Ankara 1989.
FANI, Mesud La Nation Kürde
et son Revolution Sociale, Paris 1933.
FELEK, Burhan "Mavi
Gözlü Kürtler", Milliyet, 12 Nisan 1979.
FIRAT, M.Şerif Doğu tileri ve
Varto Tarihi, Ankara 1983.
FIRATLI, Nesimi "Şeyh
Sait İsyanı ve Kürt Ulusal Haklan Konusunda 1926’da Başvekil İsmet Paşa’ya
gönderilen Mektup" Deng, Sayı: I (Aralık 1989), s. 32-35.
FRITISCHE, Kürtler, Tarihi ve
İçtimai Tetkikat, İstanbul 1916.
GAVAN, S.S. Kürdistan,
Divided Nation of The Middle East, Foreword by, Emir Kamuran Ali Bedir-Khan,
London 1958.
GENÇLER, Ahmet Diyarbakır ve
Çevresinde Sosyalleştirilmiş Sağlık Hizmetlerini Etkileyen Toplumsal ve
Kültürel Faktörler, (Doktora Tezi) Dicle Üniversitesi, Diyarbakır 1974.
GENTIZON, Paul Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu, Ankara 1983.
GHASSEMLOU, Abdurrahman
Kürdistan and the Kurds, Publishing House of the Czechaslovak Akademy of
Sciences-London 1965.
GİRİTLİ, İsmet
"Atatürkçülük İdeolojisi" Atatürk Araştırma Dergisi, Kasım 1984, C.I,
Sayı: I.
GOLOĞLU, Mahmut Türkiye
Cumhuriyeti, Kitap 5, Ankara 1971.
GOLOĞLU, Mahmut Erzurum
Kongresi, Ankara 1968.
GOLOĞLU, Mahmut Sivas
Kongresi, Ankara 1969.
GOLOĞLU, Mahmut Devrimler ve
Tepkileri (1924-1930), Ankara 1972.
GÖKBİLGİN, Tayyib Milli
Mücadele Başlarken, C.I, Ankara 1959.
GÖKDEMİR, Ender Cenub-i Garbi
Kafkas Hükümeti, Ankara 1989.
GÖLDAŞ, İsmail Kürdistan
Teali Cemiyeti, İstanbul 1991.
GÖZÜBÜYÜK, Ş.-S.Kili Türk
Anayasa Metinleri, Ankara 1957.
GÖZÜBÜYÜK, Ş.-Z.Sezgin 1924
Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri, Ankara 1947.
GÜLENSOY, Tuncer Kurmanç ve
Zaza Türkçeleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara 1983;
GÜLENSOY. Tuncer Doğu Anadolu
Osmanlıcası, Etimolojik Bir Sözlük Denemesi, Ankara 1982.
GÜNEŞ, İhsan Birinci Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel Yapısı (1920-1923), Eskişehir 1985.
GÜZEL,A-SEFEROĞLU.Ş.K.
Atatürk ve Milli Birlik, Ankara 1988. •
HANİOĞLU, M.Ş. Dr. Abdullah
Cevdet ve Dönemi, İstanbul 1981.
HASRETYAN, M. "Kürdistan
Ayaklanması Millidir", Amıanç, Sayı: 88 Ocak 1989, s. 1-3.
HASRETYAN, M.A-K.M.
Ahmed-M.Civan 1925 Kürt Ayaklanması (Şeyh Sait Hareketi) Uppsala, 1925.
"Hesen Hişyar’ın Anılan,
63 Yıl Sonra Şeyh Said Direnişi", Kürdistan Press (Sweden, Mayıs 1987), s.
10-11.
HEYD, Uriel Türk
Ulusçuluğunun Temelleri, (Çev: G.K. Günay), Ankara 1979.
HOURANİ, Albert "Shaıkh
Khalid and the Naqshbandi Order" In Islamic Philosophy and the Classical
Tradition, Ed. Albert Hourani, S.M.Stem, and Vivian Brown, 89-109.
İĞDEMİR, Uluğ Heyet-i
Temsiliye Tutanakları, Ankara 1975.
İLERİ, Rasih Nuri "Şeyh
Sait Ayaklanmasının İnceleniş Yöntemi", Toplumsal Kurtuluş, Sayı: 9(Mart
1985).
İLHAN, Suat 8. Kolordu
Bölgesindeki İsyanlar, Harp Akademileri Komutanlığı Yayını, İstanbul 1971.
İNAN, An Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara 1982.
İPEKÇİ, Abdi İnönü Atatürk’ü
Anlatıyor, İstanbul 1981.
IŞIKLAR, Abdullah İslam
Irkçılığı Menetmiştir, İstanbul 1963.
KABAKLI, Ahmet Temellerin
Duruşması, İstanbul 1990.
KAFESOĞLU, İbrahim Türk
Bozkır Kültürü, Ankara 1987.
KAFESOĞLU, İbrahim Türk Milli
Kültürü, Ankara 1984.
Kadri Cemil Paşa Doza Kurdistan,
Kürt Milletinin 60 Yıllık Esaretten Kurtuluş Savaşı Hatıraları, İstanbul 1991.
KANDEMİR, F. İzmir
Suikastının İç Yüzü, C.2,4, bas., İstanbul 1955
KANDEMİR, F. Siyasi
Dargınlıklar, C.I-III, İstanbul 1955.
KANDEMİR, F. Siyasi
Cinayetler, İstanbul 1955.
KALAFAT, Yaşar Doğu
Anadolu’da Esiri Türk İnançlarının İzleri, Ankara 1990.
KALAFAT, Yaşar Anadolu’yu
Parçalamaya Matuf tç ve Dış Süreli Yayınlar, Ankara 1990.
KAPLAN, Mustafa "Hassas
Şark Meselesi", Yeni Nesil, 16.2.1985.
KARA, Mustafa Din, Hayat,
Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1977.
KARAOSMANOĞLU, Y.Kadri
Politika’da 45 Yıl, İstanbul 1984.
KARPAT, Kemal Türk Demokrasi
Tarihi, İstanbul 1967.
KAŞGARLI, Mehlika Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Uygarlığına Giriş, Ankara 1983.
KAYA, Ahmet "İlk Kürt Gazetesi
Kürdistan", İkibine Doğru, 19 Mayıs 1991, s. 50-52.
KAYA, Şerafettin Kürt Sorunu,
İsveç 1989.
KURFALI (KÜFRELİ), Kasım
Nakşibendiliğin Kuruluşu ve Yayılışı, İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fak.Doktora Tezi, Tez No:140, Kayıt No: 337,19.10.1949.
KILIÇ, Ali Kılıç Ali
Hatıralarını Anlatıyor, Sel Yay. İstanbul 1955.
KINNANE, Derek The Kurds and
Kurdistan, Oxford 1964.
KIRZIOĞLU, M.Fahrettin Kars
Tarihi, İstanbul 1953.
KIRZIOĞLU, Fahrettin Kars İli
Çevresinde Ermeni Mezalimi, Ankara 1970.
KIRZIOĞLU, Fahrettin
"Altay-Sayan, Horasan-Afgan, Dağıstan, Tunaboyu ve Dicle Bölgesindeki Kürt
Uruğu Kollan: Dicle Kürtleri (Kurutaçlar) arasında Afrasyab ile Dede Korkut
Oğuznameleri", Altaistler Kongresi (21-26 Ekim X1973 Ankara) Bildirileri,
Ankara 1979.
KIRZIOĞLU, Fahrettin
Dağıstan-Aras-Dicle-Altay ve Türkistan Türk Boylarından Kürtler, Ankara 1984.
KISAKÜREK, N.Fazıl Son Devrin
Din Mazlumlan, İstanbul 1974.
KIZILKAYA, Muhsin
"Dünden Yanna Kürtler", Güneş, 14 Mart 1991
KIZILTEPE, Y. Milletler
Cemiyeti Belgelerinden Musul-Kerkük Sorunu ve Kürdistan Paylaşımı, İstanbul
1991.
KINROSS, Lord Atatürk Bir
Milletin Yeniden Doğuşu, Çev: N.Sander, 8.Bas. İstanbul 1981.
KOCADAĞ, D. Lolan Oymağı ve
Yakınçağ Tarihi, Yalova 1987.
KOCATÜRK, Utkan Atatürk,
Ankara 1987.
KOÇAŞ, Sadi Tarih Boyunca
Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, Ankara 1967.
KOÇAŞ, Sadi Kürtlerin Kökeni
ve Güneydoğu Anadolu Gerçeği, Ankara 1990.
KODAMAN, Bayram, Sultan II.
Aldülhamit Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987.
KOLOĞLU, Orhan Mustafa
Kemal’in Yanında İki Libyah Lider, Ahmet Şerif-Sülayman Boruni, Ankara 1981.
Komünist Enternasyonal
Belgeleri, Kürt Milli Meselesi, İstanbul 1977.
KONUKÇU, Enver Ermenilerin
Yeşilyayla’daki Türk Soykırımı (11-12) Mart 1918), Ankara 1990.
KORU, Fehmi "Şeyh
Said’le Bir Gün" Zaman, 6 Ekim 1989.
KOYLAN, Hasip Kürtler ve Şark
İsyanları I., Şeyh Sait tsyanı, T.C. İçişleri Bakanlığı Yayınlarından, Ankara
1946.
Kürdistan Tarihi ve Kürt
Ulusal Hareketleri, Numberg 1970, (Kurtuluş)
KUSHNER, Davit Türk
Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1918), (Çev: Ş.Ş. Türet-R. Ertem,-F. Erdem)
İstanbul 1979.
KUUTMANN, Alar Om Kurder,
Ltabhnköping, İsveç 1984.
KUTAY, Cemal Halit Paşa, Ali
Çetinkaya Vuruşması, İstanbul 1955.
KUTAY, Cemal Çağımızın Bir
Asr-ı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi, İstanbul 1980.
KUTAY, Cemal "Fethi
Okyar’ın Hayatı ve Hatıraları, Üç Devirde Bir adam", Tercüman, 7 Nisan
1979.
KUTLAY, Naci İttihat-Terakki
ve Kürtler, Stockholm 1900.
KUTSCHERA, Chris Le Mouvement
National Kürde, Flammarion, Paris 1979.
KÜRKÇÜOĞLU, ÖmerTürk-İngiliz
İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978.
KÜRŞAT, Cengiz
"Cumhuriyetimizin Korunması (Doğu İsyanları) III.” BBTD, Sayı: 71, (Ocak
1991) s. 15-20.
Kürt Milli Meselesi, Aydınlık
Yayınlan, İstanbul 1977.
LEWIS, Bemard Modem
Türkiye’nin Doğuşu, Çev: M.Kırath 2. Bas. Ankara 1984.
MALMİSANÜ, Said-i Nursi ve
Kürt Sorunu, İstanbul 1991.
MAURİES, Rene Le Kurdistan Ou
La Mort, Paris 1967.
MARDİN, Şerif "İdeology
and Religion in the Turkish Revolution", İnt. J.Middle East Studies, 2
(1971), s.197-211.
MAZICI, Nurşen Belgelerle
Atatürk Döneminde Muhalefet (1919-1926), İstanbul 1984.
MELEK, Kemal İngiliz
Belgeleriyle Musul Sorunu (1890-1920), İstanbul 1983.
MELEK, Kemal Doğu Sorunu ve
Milli Mücadelenin Dış Politikası, İstanbul 1978.
MİHOYAN, Şakire "Kürt
Tarihi Doğru Yazılmıyor”, Armanç, Sayı: 88, Ocak 1989, Sh. 5.
MUHAMMED, Mevlana İslam
Yayılış Tarihi, İstanbul 1971, C.2.
MUMCU, Uğur Kürt-İslam
Ayaklanması, 1919-1925, Ankara 1991
MUMCU Uğur “Said-i Kürdi”,
Cumhuriyet, 17.3.1990.
MUMCU, Uğur "Kürt İslam
Sentezi", Cumhuriyet, 15.3.1991.
MUMCU, Uğur "Kazım
Karabekir Anlatıyor”, Cumhuriyet, 10.6.1990-30.6.1990.
MURAD, İlhan "İstiklâl
Mahkemelerinin Belgeleri Nerede Sahi?" Zaman, 26 Haziran 1990.
MÜFTÜOĞLU, Mustafa
"Türkiye’de Dünden Bugüne Siyasi Partiler”, Yeni Nesil Gazetesi,
10.3.1983-5.4.1983, (21 Bölüm)
MÜRSEL, S. "Siyasi
Düşünce Tarihi Işığında Bcdi-üz Zaman Said Nursi*, Yeni Nesil, 9.11.1988.
NEBİOĞLU, M.Ali İşaratı
Gaybiye ve Ayniye, Ankara 1964.
NEZİHİ, M.Etnin Nurculuk
Hakkında Bir Mülakat, İstanbul
NİKİTIN, Bazil Kürtler, C. 2
(Çev: H.D. ve A.S.) İstanbul 1978.
NURSÎ, B.Said İki Mekteb-i
Musibetin Şahadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul 1976.
NURSÎ, B. Said Münazarat,
İstanbul 1977.
NURSÎ, B.Said Şualar,
İstanbul 1959.
O’BALLANCE, EdgarThe Kurdish
Refoit (1961-1971) London 1971.
OKÇU, Hüseyin "Şeyh Sait
Kıyamı", Girişim, Aylık Haber Dergisi Sayı: 47 (Ağustos 1989) s. 7-14.
OKANDAN, R.Galip Umumi Amme
Hukuku Dersleri, İstanbul 1955.
OKYAR, A.Fethi Üç Devirde Bir
adam, İstanbul 1980.
OLSON, Robert The Emergence
Of, Kurdish Nationalism and the Sheıkh Said Rebellion, 1880-1925, Austin 1989.
OSMANOÖLU, Cenap
"Elazığ’da Şeyh Said İsyant", Yeni Fırat, Aylık Fikir ve Sanat Der.,
S. 18, Aralık 1963, s. 13-15.
ÖGEL, B„ ERÖZ, M., YILDIZ,
H.D., KODAMAN, B.Türk Milli Bütünlüğü tçinde Doğu Anadolu, Ankara 1985.
ÖZGEEVREN, A. Süreyya Şeyh
Sait İsyanı ve Şark İstiklâl Mahkemesi,
ÖKE, Mim Kemal Pantürkizm ve
Panislamizm, Tercüman, 26 Aralık 1986-2 Ocak 1987 (4 bölüm)
ÖKE, Mim Kemal "Glasnost
Türkiye’de", Tercüman, 8.11.1987.
ÖKE, Mim Kemal İngiltere’nin
Güneydoğu Anadolu Siyaseti ve Binbaşı E.W.C. Noel’in Faaliyetleri (1919),
Ankara 1968.
ÖZ, Baki Kurtuluş Savaşı’nda
Alevî-Bektaşiler, İstanbul 1990.
ÖZTURK, Kâzım Türkiye Büyük
Millet Meclisi Albümü (1920-1973); Ankara 1973.
ÖZTUNA, Yılmaz "Osmanlı
Tarikatları", Tercüman, 11.10.1987.
PAŞA (PAŞO), E.Cemil Muhtasar
Hayatım, Brüksel 1989.
PAMUKÇU, Ebubekir Dersim-Zaza
Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, İstanbul 1992.
PARUŞEV, Paraşkev Atatürk,
Demokrat Diktatör, (Trc. Naime Yılmazer). İstanbul 1973.
POLAT, N.Mustafa
Tahfet-ür-reddiye, Erzurum 1964.
RAMBOUT, Lucien Kürdistan
(1918-1946), İstanbul 1988.
RAMBOUT, Lucien Çağdaş
Kürdistan Tarihi, Trc. Rohani, İsveç 1975.
RAWLİNSON, A.
"Advantures in the Near East (1919 -1922)" 3. Baskı (Londra/New York,
1924)
ROHAT, "Unutulmuşluğun
Bir Öyküsü Said-i Kürdi", Dengeh, Sayı: 4 (1990), s.17-35.
ROTH, Jürgen Geographie der
Unterdruckten Die Kürden, Hamburg 1978.
SABRİ, Mustafa Tuhfetür
Reddiye Alâ Mezhebi Saiyidal Kurdiyye, Ankara 1964.
SAFRASTİAN, Arshak Kurds and
Kürdistan, London 1948.
SALIŞIK, S. Kürtçülüğün
İçyüzü, İstanbul 1976 (Gayri Matbu 147 daktilo Sahifesi)
SARAY, Mehmet Atatürk’ün
Sovyet Politikası, İstanbul 1987.
SASUNİ, Garo Kürt Ulusal
Hareketleri ve Ermeni-Kürt İlişkileri (15.yy.dan günümüze),
(Çev: Bedros Zorteryan, Memo Yetkin), Stockholm 1986.
SCHMİDT, Dana Adams Journey
Among Bröve Men, Boston 1964.
SEFEROĞLU, Ş.K 101 Soruda
Türklerin Kürt Boyu, Ankara 1982.
SEFEROĞLU,
Ş.K Millet ve Milli Birlik Bilinci, Ankara 1985. «
SEFEROĞLU, Ş.K "Milli
Mücadele Yıllarında Kürt "Türk” Ermeni İlişkileri, İstanbul 1990.
SEFEROĞLU, Ş.K "Kürt
Meselesi Nedir" BTTD, S.47, Ocak 1989, S.77-80.
SEFEROĞLU, Ş.K "Türkiye
Cumhuriyetinin Yasal Bütünlüğü ve Siyasal Partilerin Tutumları" Türk Dünyası
Araştırmaları,S.64.
SEFEROĞLU, Ş.K "Süreli
Yayınlar ve Milli Birlik", Türkiye, S.6-7-8 (Aralık 1989 Ocak-Şubat 1990)
SEFEROĞLU, Ş.K "Atatürk
ve Milli Kültür Birliği" 19 Mayıs Eğitim Fakültesi Der., S.4, Aralık 1989,
Sh. 205.
SEFEROĞLU, Ş.K "Bir
Zamanlar Bir Kars Vardı", Azerbaycan, S.272, Sh.63-69.
SEKBAN, M.Ş. Kürt Meselesi,
Ankara 1979.
SEVGEN, Nazmı
"Yaşayışları Şimdiye Kadar Gizli Kalmış Bir Aşiret Zazalar" Türk
Dünyası Dergisi, S.14-15-16-17, İstanbul 1950.
SEVGEN, Nazmı "Hakkari
ve Nasturiler", Bıru, İstanbul
SEZEN, Yümni Günümüzde
İslamiyet ve Milliyetçilik, İstanbul 1978,
SHAW, E.Kural Osmanlı
İmparatorluğu ve Modern Türkiye, I-II, Trc. Mehmet Harmancı, İstanbul 1983.
SİLOPİ, Zinnor Doza
Kürdistan, Beyrut 1968.
SİM, Richard Kürdistan: The
Search for Recognition Conflict Studies, The Institute for the Study of Conlict
No. 124, November, 1980.
SİYASİ MESELELER GRUBU
"Lozan Konferansında Musul ve Kürt Meselesi", BTTD, S.30, Ağustos
1987, Sh.46-52.
SÜSLÜ, Azmi Ermeniler ve 1915
Tehcir Olayı, Ankara 1990.
ŞADİLLİLİ Vedat Türkiye’de
Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, I, Ankara 1980.
ŞAHİN, Tahir Erdoğan Erzincan
Tarihi II. Cilt, Erzincan, Hayra Hizmet ve Dayanışma Vakfı, Erzincan 1987.
ŞAHİNER, Necmettin Bilinmeyen
Tarafları İle Bediuzzaman Said Nursi, 3. Baskı, İstanbul 1974.
ŞEHİDOĞLU, Süreyya
"Cumhuriyet Döneminde İç Ayaklanmalar", Kemalist Ülkü, Siyasi Edebi
Aylık Sanat ve Fikir Der., Ankara 1987.
ŞEREFHAN, Şerefname, (Çev.
M.E.Bozarslan), İstanbul 1971.
ŞEŞEN, Ramazan Selahaddin
Devrinde Eyyubiler Devleti (Hicri 569-589/Miladi 1174-1193), İstanbul 1983.
"Şeyh Sait Kıyamı",
Qıyam, Sayı: 4 (Ocak 1987), S. 4-5.
ŞİMŞİR, Bilal İngiliz
Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu (1924-1938), Ankara 1975.
ŞİVAN, S.A., Kürt Millet
Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilali, Stockholm 1985.
"Şeyh Said-Silahlı
Miting", Rızgan, Aylık Politik ve Kültür Dergisi, s. 1-2,21 Mart21 Nisan
1976.
TANJU, Sadun Atatürk’ün
Yanındakiler, Karşısındakiler, İstanbul 1981.
TEMKOF, Boris Kurdistan,
(Vatan Cephesinin Halk Meclisi Neşriyatı), Sofya 1964.
TEVETOĞLU, Fethi
"Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” Türk Kültürü, Sayı: 264, Nisan 1985.
TOGAN. Z.V. Umumi Türk
Tarihine Giriş, 3.Bsk. İstanbul 1981.
TOKER, Metin Şeyh Sait ve
İsyanı, Ankara 1968.
TORİ, Nergize Kawa Efsanesi,
İstanbul 1992.
TUNAYA, T.Zafer Devrim
Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, 2. Bask. İstanbul 1981.
TUNAYA T.Zafer Türkiye’de
Siyasî Partiler, İstanbul 1952.
TUNCAY, Mete Türkiye
Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara 1981.
TUNCAY, Mete Türkiye’de
Siyasî Partiler (1859-1952), İstanbul 1952.
TURAN, Osman Doğu
Anadolu’daki Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973.
TÜKİN, Füruzan Hüsrev
Türkiye’de Siyasî Partiler ve Siyasî Düşüncenin Gelişmesi (1839-1965), İstanbul
1965.
TÜRKAY, Cevdet Başbakanlık
Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı, tmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar,
İstanbul 1979.
Türkiye Cumhuriyeti’nde
Ayaklanmalar (1924-1938), Genel Kurmay Başk. Askeri Tarih ve Stratejik Etüd
Başk. Yayımı, Ankara 1972.
Türkiye Cumhuriyete
Hükümetleri, C.I. Başbakanlık Yay. Ankara 1978.
T.C. Dışişleri Bak.
Cumhuriyetin İlk On Yılı ve Balkan Paktı (1923-1934), Türkiye Dış Politikasında
50. Yıl Serisi, Ankara 1974.
Türkiye ihtilalci İşçi Köylü
Partisi Davası, Savunmada Millî Mesele, İstanbul 1974.
TÜRKDOÖAN, Orhan
"Tepedeki Adam Mustafa Kemal" Atatürk Üniversitesi 50. Yıl Armağanı,
Ayn Basım, S. 421-431.
TÜRKMEN, Zeynep Türk Milli
Birliği ve TKP, Ankara 1984.
TÜRÜN, Faik "Emekli
Örgen. Faik Türün’ün Mektubu", Türk Kültürü Dergisi, Ocak 1983, Ankara.
ULUBELEN, Erol Ingiliz
Belgeleriyle Türkiye, Ankara 1968.
UTKAN, Kocatürk Atatürk ve
Türk Devrimleri Kronolojisi, 1918-1938, Ankara 1973.
UZEL, Sahir İstiklal
Savaşımız Esnasında Kürtçülük Cereyanlan ve Irak-Revanduz Hareketi, "Resmi
vesaike Müstenit Harp Tarihi", Genkur. Harp Tarihi Bşk. Kütüphanesi
arşivi, İstiklal seksiyonu, No. 215.
VİENNOT, Jean Pierre Kürdistan, Parçalanmış Millet,
Ankara 1971.
VİLLALTA, Jorge Blanca Atatürk, (Çev. Em.Kur.Alb.Fatih
Özsu), Ankara 1982.
YADGAR, D.M.
"San-Fransisco Konferansı Murahhas Heyeti Reisine Rapor", 30.3.1945
(57 Daktilo Sahifesi, Gayri Matbua)
YALMAN, Ahmet Emin Yakın Tarihte Gördüklerim ve
Geçirdiklerim, C.3, İstanbul 1970.
YAMAKOĞLU, Cihan Devlet Olmak İçin, Ankara 1985.
YILDIZ, Haşan Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler,
İstanbul 1991.
YILMAZÇELİK, İbrahim "1840-1850 Yıllarında Harput,
Türk Dünyası Araştırmaları", Sayı 52, Şubat 1988, S. 128.
YUNUS, Nadi Birinci Büyük
Millet Meclisi, İstanbul 1955.
ZİYA, Gökalp Yeni Hayat-Doğru
Yol, Haz. Müjgan Cumbur, Ankara 1976.