Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Şeyh Sait (Said)



 


ŞARK MESELESİ IŞIĞINDA ŞEYH SAİT OLAYI, KARAKTERİ, DÖNEMİNDEKİ İÇ VE DIŞ OLAYLAR

YAŞAR KALAFAT

Ankara

Nisan -1992

ÖNSÖZ

Ayaklanmalar, insanların bir arada yaşamaya başladıkları dönemden itibaren görülen toplu olaylardır. Türk ve Türk-İslâm tarihinde de görülen çeşitli ayaklanmalardan Türkiye Türk tarihindeki ayaklanmalar, bu topraklara gelişimiz kadar eskidir. Bu ayaklanmaların hep­sinde, ayaklanma faktörleri az-çok aynı iken, hemen hemen hepsinde ortak olan yön dinî içe­rikli olmalarıdır.

XIX. yy’da ayaklanmaların yoğunlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması olayı ile yakından ilgilidir.

XVIII. yy’da Rusya’nın, zaman zaman Avusturya ile de birleşerek Osmanlı İmparatorluğu’na saldırıları olmuştur. Ruslar, 1783’de Kırım’ı ele geçirmiş Karadeniz’e inmişlerdir. Bu yayılma stratejisi bir yandan Boğazlar’a karşı, diğer yandan da İskenderun ve Basra Körfezi’ne yönelikti. Ruslar’ın bu politikası İngiltere ve Fransa'nın da menfaatlerini tehdit ediyor­du. İngiltere ile Rusya arasındaki bu çıkar savaşı İngiltere’yi Osmanlı İmparatorluğu’nu koru­ma politikasına şevketti. Bu İngiliz politikası, 1878 Berlin Kongresi’ne kadar sürecektir. İngilizler’in bu tutumu, Kırım Savaşı (1853-1854)’nda İngilizler’in Ruslar’a cephe almasına yol açarken, Boğazlar milletlerarası mesele durumuna geldi. İngiltere’nin bu tutumu, Rusya'nın politika değiştirmesine yol açtı. Yeni politikasında Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hıristlyanlan tahrike başladı.

Esasen Fransız İhtilâli’nin getirdiği akımlardan birisi olan özel anlamda milliyetçilik, Osmanlı. İmparatorluğu bünyesine de sıçramış ve özellikle hıristiyan tebaada kendisini göster­meye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hıristiyan unsurların millî hareketleri, sevk ve desteklenmelerinde hemen hemen bütün Avrupa'nın parmağı vardı ve hıristiyan Avrupa olayı, hıristiyanların müslüman Türkler’e direnişi olarak görüyordu. Osmanlı bünyesindeki Sırp, Romen, Yunan ve Bulgar unsurların direnişlerinin çehresinde bu gerçek vardır. Bunla­rın imparatorluk bünyelerinden ayrılmaları Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tahrik ve teşvikte­ki işbirliğinin bir sonucudur.

Navarin’de Osmanlı donanmasının yakılması olayı, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin mari­feti idi. Amaç Yunanistan isyanının bağımsızlıkla sonuçlanmasını sağlamaktı. Donanmanın mevcudiyetine rağmen başarıya ulaşmış ve bağımsızlıkla noktalanmış bir Yunan isyanı düşü­nülemezdi. Nitekim bekledikleri sonucu aldılar.

Rusya, Balkanlar’m büyük bir kısmını XIX. yy. içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparmayı başarmıştı. Artık Çarlık Rusyası’nın gündeminde, İmparatorluğun doğu toprakla­rı vardı. Bu yeni Rus politikası ile Doğu Anadolu’da olaylar, Ermeniler’i tahrikle 1876’da baş­latılmış oluyordu. Ermeniler’in tahriki konusu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu toprakla­rı ile Ruslar’m ilgilenmesi, İngilizler’in menfaat alanına giriyordu. Böylece Rusya ve İngiltere Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu kesimi için, Ermeni kozu etrafında menfaat sürtüşmesine girdiler. Hıristiyan Avrupa, Osmanlı bünyesindeki hıristiyan unsurların hamiliğini XIX.yy. başlarından itibaren başlayarak sürdürmüşken, bu imparatorluğun içerisindeki müslüman un­surların isyanına ise, özel menfaatleri gerekli kıldığı hallerde destek sağlamıştır.

1890 yılından sonra, Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki, çeşitli unsurlara duyduğu ilgi yeni bir mahiyet kazandı. Bu yeni ihtiras döneminde, Osmanlı imparatorluğunu yağmalama amacı güdülüyordu. Osmanlı İmparatorluğu ile Almanlar yakınlaşmaya başlayıp, 1900 yılında Bağdat demiryolu için bu iki ülke arasında dayanışma başlayınca, İngiltere ve Rusya ortaya "Şark Meselesini attılar. Bu yeni strateji çok çeşitli taktiklerle uygulamaya geti­rilirken, bizim incelemeye aldığımız kısım itibariyle Şark meselesi; bir yandan Araplar’ı Türkler’e karşı kışkırtırken, imparatorluğun Türk ve Müslüman olan unsurları arasındaki bütünlü­ğü de parçalamayı amaçladı. Ermeniler’in tahriki yanında diğer yanda da ayaklanmaya teşvik edilen kesim Türklüğün eski unsurlarından Kürtler’di.

M.K. Öke, D. Kınnane, E.O’Ballance’nin belirttikleri gibi XIX. yüzyılda kırsal Anado­lu’da bazı isyanlar patlak vermiştir. Ancak, bunlar herhangi bir siyasî muhtevadan yoksun da­ha ziyade feodal ayaklanmalardır.

Orta Doğu’nun, emparyalizmin iştahını kabartan genel ve özel vasıflan vardı. Genel özellikleri arasında, Batı’nın "emperyalist maddi çıkarcıhğT ve hususi özellikleri arasında da, hıristiyan Batı’nın "İslam Türk’e duyduğu tarihî husumet" başta geliyordu. 1071-1683 tarihle­ri arasmda "Şark Meselesi" savunmadaki Avrupa'nın durumunu anlatır. Hıristiyan Batı, Türkler’i Avrupa’ya sokmak istememiş, Anadolu’ya giren Türkler’in bu topraklarda kök salmasını kabullenmemiş, Rumeli’ye geçişlerini önlemek istemiş, İstanbul’un fethini engellemeye çalış­mış ve Avrupa içlerine girişlerine mani olmak istemişti. Şark Meselesi’nin ikinci safhasında, Avrupa saldırıya geçmiştir. Bu dönemde hıristiyan Batı, Balkanlar’daki hıristiyan unsurları İmparatorluğa karşı ayaklanmaya teşvik etmiş, bu maksatla, Bab-ı Âli’ye baskı yapmış, Türkler’i Balkanlar’dan atmak, İstanbul’u Türkler’den geri almak, Osmanlı İmparatorluğu’nun As­ya topraklan üzerinde yaşayan hıristiyan cemaatleri isyan ettirmek ve Anadolu’yu parçalaya­rak, Türkler’i Anadolu’dan çıkarmak istemiştir.

Bu izah ışığında, Anadolu ayaklanmalannm Şark Meselesi genelindeki yeri; dün Osman­lI İmparatorluğu’nu ve bugün de Türkiye Cumhuriyeti’ni, çeşitli tahriklerle parçalayarak em­peryalistlere çıkar sağlanmak istenmesidir.

Özelde yaptığımız bu açıklamanın yanısıra genelde Şark Meselesi’nin maddî, stratejik ve psikolojik sebepleri vardır. XIX.yy. Avrupası’nın sanayi için hammaddeye, üretimi için pa­zara, sermayesi için emeğe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlar için, Osmanlı imparatorluğu’nun As­ya topraklan çok uygundur. Bu bölge; kolonileri, pazarlan ve etki sahalarını korumak için stratejik öneme haizdir.

Selçuklu ve Türkmen Atabeklikleri ile başlayan Anadolu Müslüman Türk Tarihi, Osmanlılar’a gelinceye ve ayaklanmaların yoğunlaştığı son yüzyıla varıncaya kadar bir çok toplu olaya şahit olmuştu. Bunlardan en büyüğü Baba İshak (Babaî) isyanı idi. Dinî karakter taşı­yan ilk büyük olay olan bu isyanda, Baba İshak peygamberliğini ilân edip, 1240 yılında Ana­dolu Selçuklu Devleti’ne baş kaldırmıştı. İsyan kısa zamanda yayılmış, kadın ve çocukların dı­şında, binlerce isyancının öldürülmesi ile bastırılmıştı. Ancak, zayıf düşen Anadolu Selçuklu­ları, İran’da fırsat bekleyen Moğollar’ın saldırısına uğradı. 1243 yılında kaybedilen Kösedağ Savaşı’ndan sonra, Anadolu Moğçl hakimiyetine girdi.

Selçuklu Devleti’nin çözülmesinden sonra, Anadolu’da irili ufaklı birçok Türk Beyliği’nin ortaya çıktığım görüyoruz. Bunlardan en güçlüsü olan Osmanlılar, kısa zamanda Anado­lu’da Türk Birliği’ni kurmayı başardı. Bu Beylik, kısa zamanda üç kıtada hakimiyet kuran bir imparatorluk haline geldi. Ancak, XVTI. yy. da patlak veren Celâli İsyanlan’ndan sonra, impa­ratorluğun tekrar toparlanması mümkün olmadı. XVII. ve XVÜI.yy. ıslahatları çöküşü önle­meye yetmedi. İç meselelere sosyal, ekonomik ve politik çözümler getirilemiyordu. XIX. yy. da, imparatorluk Batı’nın denge politikası ile ayakta duruyordu. Bu dönemde, Batı’dan alın­mak istenen teknik bilgi ve metodu kabul edemeyen ve devlete karşı direnen, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ve 1807’de Nizam’ı Cedid’i yıkan Kabakçı Mustafa İsyanı, imparatorlu­ğun modernleşmesine karşı tepki niteliğinde idiler. Bu karakter Cumhuriyet’ten sonraki ayaklanmalarda da, bu arada Şeyh Sait ayaklanmasında da görülmektedir.

İnceleme konusu olarak "Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı-Karakteri ve Dönemin­deki İç ve Dış Faktörler"! seçmeme, Şark Meselesi’nin güncelliğini, yeni boyutlar kazanarak devam ettirilmekte olması yol açmıştır. 1980-90’h yıllarda terörde bütünleşen bölücü faali­yet; irtica-bölücülük, komünizm-bölücülük, mezhep aynmcıhğı-bölücülük, komşu ülkelerle olan ihtilâflar-bölücülük ve terör-bölücülük özelliklerini de beraberinde taşımaktadır. Türki­ye’nin rejimi, milleti, vatanı ve kültürü ile beka ve bütünlüğünü en fazla tehdit eden unsur bi­ze göre "bölücülük"tür. Bugünkü bölücü hareketin, iyi anlatılabilmesi için bölücü cereyanın yakın geçmişinin bilinmesi gerekmekte idi. Yaşanan olaylar, yakın geçmişin devamı idiler. Olaylara etkisi olan çevreler ve faktörler de değişmemişti. Bu sebeple Doğu’da cerayan etmiş birçok olaydan "Şeyh Sait Olayı" incelemeye alınmış, inceleme yapılırken muhtelif faktörlerin yanısıra olayın "karakterinin tayinine" öncelik verilmiştir. Kürtçü bölücü hareketin sahneye çı­kışında ve gelişmesinde etkili olmuş karşı şoven hareketler yaşanmış ise, olayların bu boyutu da ele alınmıştır.

İncelemenin giriş kısmında, 1924 yılı olaylarına ve bu olayları doğuran faktörlerin önce-. sine dair genel bilgi verilmiştir. Daha sonra, Şeyh Sait olayına geçilmiştir. Olayın karakterini . tayin edici slogan ve mesajlar incelenip olayın sonuçlan üzerinde durulmuştur. Olayın seyrin­den çıkarılan ve karakterinin tayininde yararlı olabilecek tesbitler incelenmiştir.

Şeyh Sait olayının anlatımına geçilmeden evvel ismini bu ayaklanmaya veren lideri

tılmasmda zaruret görülmüştür. Karakterine, fiziğine, zihniyetine dair bilgi verilmesi cihetine gidilmiştir. Kendisine yöneltilen ithamlara, her iki taraftan ölümüne sebebiyet verdiği insan sayısı ve yıkılmasına vesile olduğu ev adedine dair açıklamalar yapılmıştır.

Şeyh Sait ayaklanmasının Kürtçü bir muhteva kazanması için çalışan Azadî ve Azadî’ye ortam ve kadro sağlayan aynı amaçlı daha evvel kurulmuş örgütler hakkında bilgi verilmiştir. Bu münasebetle dönemin bu ideolojiye organlık yapan yayınlan ve konuya ilgi duyan diğer yayınları üzerinde durulmuştur. Olaydaki merkez örgüt karakteri arzeden Azadî’nin, döne­min Ermeni ağırlıklı örgütü olan Hoybun ile ilişkileri tartışılmıştır.

Ayaklanma bölgesinin tarihi de müstakil bir bölümde ele alınmış, tarihî seyir içerisinde bölgede yaşamış topluluklar ve kurulmuş yönetimlere dair bilgi verilmiştir. Şeyh Sait olayının karakteri üzerinde ileri sürülen iddialardan birisi de "Milli Kurtuluş Hareketi" olabileceği hu­susu olunca bölge halkının etnik kimliği de inceleme metnimize alınmıştır.

Ayaklanmanın karakterini belirleyen diğer hususlardan; yabancı ve Türk yazarların gö­rüşleri ayn ayn aktarılıp, her yazar kendi bölümünde, daha sonra yabancı yazarlar ve Türk yazarlar grup olarak ve nihayet bu bölümün tahlili yapılması cihetine gidilmiş ancak, fikirleri üzerinde durulan yazarlar tartışılırken, farklı yazarların aynı konudaki görüşlerine de yer ve­rilmiştir.

Ayaklanmanın "Milli Kurtuluş Hareketi" olduğu yolundaki iddiaların yoğunluğu, konu­nun bu yönünün özel olarak ele alnmasını gerektirmiştir. Bu maksatla olayın yakın geçmişine ve aynı dönemdeki bazı olaylara dair de bilgi verilmiştir. Olaydan sonra gelişen ve olayla ba­ğıntısı üzerinde durulan cereyanlara da yer verilmiştir. Bu münasebetle dönemin iz bırakan ve konumuzla ilgili olan olaylarından Halit Paşa Vak’asına, ortak muhteva taşıdığı itibariyle üzerinde bazı iddialarla durulan Saidi Nursi’ye yer verilmiştir. Kemalist ideoloji; Kürtçülüğe ve Nurculuğa genel anlamda karşı iken ve inceleme metninin her bölümünde bu husus kaçı­nılmaz olarak yer alırken, Atatürk’ün özelde Şeyh Sait olayı karşısındaki tavrına açıklık geti­rilmiştir. Şeyh Sait Olayı merkez alınıp dönemin sosyal ve kültürel olayları üzerinde durul­muştur.

Olayın karakteri üzerinde iddia ileri süren muhtelif örgütlerin görüşlerinden pasajlar ele alınmış her bir görüş, önce kendi içerisinde tartışılmış, daha sonra genel tahlile tabi tutulmuş­tur. Sonuç bölümünde ise olayın karakterine konulan teşhis açıklanmıştır.

Atatürk’ün TBMM’nde oluşan I. ve II. Gruplar karşısında aldığı siyasî tavır, bu grupla­rın doğuşu, gelişmenin seyri ve sonuçlanmasına dair "Cumhuriyetin Kurulması ve İnkılâp Ha­reketleri" bölümünde geniş bilgi verilmiştir. Halifeliğin ilgası (429), Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin ilgası (430) ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu (431)’nun kabulü konusunda açıklama yapılmıştır.

"Cumhuriyet’in Kuruluşu ve İnkilâp Hareketleri" bölümünde, dönemin siyasî kadroları, siyasî olayian ve taraflardan siyasîlerin bu olaylar karşısında sergiledikleri tutumlara dair ge­niş bilgi verilmiştir. Bu yöntemi seçişimiz günümüze kadar uzanan tartışmalara ışık tutabil­mek içindir. Bu tür açıklamalar "Cumhuriyetin Kuruluşu ve İnkılâplar", "Muhalefetin Ortaya "Çıkışı”, "Terâkkîperver Fırka’nın Kurulması", "Halit Paşa Olayı", "Giriş" gibi bölümlerde ya­pılmış ancak, tartışılmak üzere bilgisine başvurulan şahısların açıklamaları üzerinde durulur­ken tekrar bu konulara dönülmüştür.

İncelememiz esnasında olayın kahramanlarının büyük çoğunluğunun aşiretlere mensup sade vatandaşlar olduğunu müşahade ettik. Soyadı kanunu çıkmadan bahsi geçen bu şahısla­rın isimleri, bazen aşiretlerinin isimleri ve bazen de köylerinin ismi ile birlikte geçiyordu. Ay­nı şahıs bazen Şeyh ve bazen de kayıtlarda sehven Seyyit olarak geçebiliyordu. Aynı şahıs, de­ğişik isimlerle geçtiği için farklı mütalâa edilerek yanılgıya düşülebilirdi. Nitekim aynı aşiret­ten sadece ismi bilinen bir şahıs ağa, efendi ve bey gibi farklı ünvanlarla da anılabiliyordu. Bu durum daha farklı tesirlerin de altında resmî zevatda da gözlenebiliyordu. Kuway-ı Milli­ye döneminde "bey" diye bilinen zevat giderek paşa rütbesi alıyorlar, iki isimli bu şahıslar çok yerde bir isimle geçebilirlerken, bazen de iki ismi ile soyadı kanunundan sonra da üç ismi ile geçebiliyordu. Aynı isimli iki bazen de üç paşadan aynı görev bölgesinde bahsetmek gerekebi­liyordu. Bu durum bizi ismi geçen şahısların metindeki bilgilerle sınırlı biyografik bilgilerinin bir araya getirilmesine şevketti. Böylece ileride yapılacak bu alandaki çalışmalar için şahısla­rın tanınmaları itibariyle ilk adım atılmış oluyordu.

Çalışmanın bu bölümünde dönemin parlamenterleri için bir ilâve daha yapıldı. Sadece is­mi ve bölgesi ile birlikte zikredilen parlamenterlere dair kısa biyografik bilgi edinildi. Bir kıs­mı aynı zamanda Meclisi Mebusan üyeliği de yapmış bulunan TBMM üyelerinin %70’inin Kurtuluş Savaşı komutanlarından olduğu görüldü.

İncelememizin son bölümüne geniş bir resim albümü eklenmiştir. Bu albümle, olayların okuyucu gözünde müşahhaslaşması amaçlanmıştır. Burada; isyan olayı ile doğrudan ilgili dev­let ricali, isyanla ilişikisi ileri sürülen Terâkkîperver Fırka’nın ilgilileri, ayaklanma olayına ka­tılan zevat ve ayaklanmaya fikrî zemin nazırlayan örgüt ve basın organlarının mensuplarının resimlerine yer verilmiştir.

Şadillili Vedat, şark isyanlarını anlattığı kitabında olayla ilgili, sivil ve askeri binalar ve coğrafyaya dair bir hayli resimle olayian dokümante ederken Şeyh Sait ayaklanması ile ilgili çevreye dair de resimler sergilemiştir. Biz daha ziyade şahıslan resimlemek istedik.

isim benzerlikleri ve isim kanşıkhklan bizi şahıs resmi tesbitine şevketti. Buradan hare­ketle, çalışmamızda ismi geçen devlet görevlisi, aşiret mensubu, eşrâf ve basından yüzün üze-' rinde şahıs resmi temin ettik. Böylece geniş bir albüm meydana geldi.

Albümden sonra ekler bölümüne yer verilmiştir. Bu bölümde; olay bölgenin etnik kimli­ğini ve olayların gelişme seyrini gösteren haritalara; isyanla ilgili, dönemin yayın organlann-

dan örneklere, ilgili bazı kanun metinlerine, o dönemde dağıtılmış bazı bildirilerle, beyanat metinleri türünden dokümanlara yer verilmiştir.                                                                                             

Yaşar KALAFAT


GİRİŞ

Yeni ve bağımsız bir Türk Devleti’nin tarih sahnesine çıkışı 23 Nisan 1920’de açılan Bü­yük Millet Meclisi’nin ilk döneminde gerçekleşmiştir. Bu devre: hem siyasi teşkilatlanma, hem de istiklâlin elde edilişi mücadeleleriyle doludur. Millî Mücadele veya Kuvay-ı Milliye Hareketi® Mondros Mütarekesinin haksız tatbikatı ile yok edilmek veya müstemleke halin­de yaşatılmak suretiyle cezalandırılmak istenen Türkler’in, millet olarak millî ve müstakil bir devlet kurarak yaşama hakkını, Osmanlı Hükümetine, Osmanlı’mn diğer unsurlarına ve İti­lâf Devletlerine karşı fiilî bir mücadele sonunda elde etmesidir. Milli Mücadelenin, itilâf Devletleri ve Osmanlı Hükümeti karşısındaki mücadelesinin ilk basamağım Amasya Tamimi teşkil etmektedir. "Merkezî Hükümet itilâf Devletlerinin tesir ve murakabesi altında bulun­duğundan deruhte ettiği mesuliyetin icâplarını ifâ edememektedir.... Milletin istiklâlini yi­ne milletin azim ve karan kurtaracaktır"® şeklinde kaleme alman tamimde her türlü tesir ve tesirattan azade millet adına hareket edecek "milli bir hey’etin" vücuda getirilmesi karar­laştırılmıştır . Erzurum ve Sivas Kongrelerinde® bu karar icraat haline gelerek Hey’eti Temsiliye®teşkil edilmiş, bu hey’et, millet Anadolu’daki hareketin siyasî bakımdan bir millî mücadeleye dönüşmesinde etkili olan en önemli olay şüphesiz 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilâf Devletleri’nce fiilî işgalidir. İşgalin gerçekleşmesinde son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda kabul edilen Erzurum ve Sivas Kongreleri’nden mülhem "Misak-ı Millî" karan olduğu ka­dar, itilâf Kuvvetleri’nin kontrollerindeki Osmanlı Hükümeti’ni Kuvay-ı Milliye hareketinin etkilemeye başlamış olması da sebep teşkil etmiştir.®

İstanbul’un işgali, son Osmanlı Meclisi’nin kendisini fesh etmesi, Anadolu Kuvay-ı Milli­ye hareketi açısından bağımsız bir hareketin ve politikanın® oluşmasını kolaylaştırmıştır. Dünyaya millet adına hareket ettiğini ilân eden bu hareket, kuruluşunu, Hey’et-i Temsiliye Karargâhı olan Ankara’da gerçekleştirmiştir.® Amasya Tamimi’nden bu gelişmeye kadar olan safhada bu hareketle özellikle Hilâfet makamına olan bağlılık her seferinde açıklanması ihmal edilmeyen bir husus olmuştu. Diğer yandan M.Kemal ve arkadaşları gerek mülkî teşki­lâtın, daha önemlisi mahallî temsilcilerin demokratik desteğini (Kongrelerde, Meclis-i Mebusanda ve B.M. Meclisinde) aramışlardır.® Yayınlanan tamimlerden anlaşılan hususların ba­şında M.Kemal ve arkadaşlarının bu hareketle nasıl bir rejim getireceği veya koruyacağı bu­lunmaktadır. Ortada fiilî olarak işgal altında bulunan Halife ve Padişah’m iradesini hür ola­rak kullanamadığı gerçeği karşısında O’nun adma, bu durumu ortadan kaldıracak bir hareke­tin varlığı, geniş kitlelerin kendisine bağlaması söz konusu olunca meşrutî rejimin devamında engel görülmedi.

23 Nisan 1920’de toplanan Büyük Millet Meclisi’nin gayelerinden biri; Padişahı yabana esaretinden kurtarmak şeklinde düşünülmüştü. Ancak hükümetin kurulması bahis konusu olunca M.Kemal’in dikkatli bir politika tesbit ederek Meclis’in, memleket mukadderatına hâ­kim olarak yasama ve yürütme gücünü kendinde topladığı esasından hareketle, muvakkat bir hükümet reisi seçmenin veya Padişah Kaymakamlığı ihdas etmenin uygun olmayacağını ve padişahın vaziyetinin daha sonra Meclis tarafından tanzim olunmasını kabul etmiştir/10) Bir taraftan Millî Hakimiyet prensibini benimsemek ve siyasî müesseseleri buna göre kurmak ve Meclis’in üstünde hiçbir kuvvet olmadığını kabul etmek, bir taraftan da Saltanat ve Hilâfeti kurtaracak bir monarşiyi devam ettirmek, birbirini inkâr eden iki siyasî şeklin bir arada mu­hafazası bir tezadın ifadesiydi. Fakat, tezat Meclis’in bizzat kendi yapısından, başlangıçta hay­li geniş olan muhafazakâr bir kitlenin tatmini zaruretinden doğuyordu/11) Bu Mecliste, II. Meşrutiyet ve Mütareke devresinin çeşitli siyasî parti ve cemiyet mensuplan bir araya toplan­mıştı. Ancak, Meclise, M.Kemal Paşa’nın önderliğini yaptığı Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti hakimdi. Bu cemiyetin gayesi ise, mebuslan bir arada tutmak, onlan kendi siyasî düşüncelerinden uzaklaştırmak, "asıl gayenin tahakkuku" yani düşmanı yurttan atıp, Saltanat ve Hilâfeti yeniden sahip olduğu eski mevkiine kazandırmaktı/12)

M.Kemal Paşa ile Millî Mücadelenin diğer kurmay Hey’eti arasındaki temel görüş ayrılı­ğı, asıl gayenin tahakkuku yanında, millî egemenlik prensibinin müesseseleşmesi ve Meclis içinde adım adım gerçekleşmeye başlamasıyla oluşmuştur. Bu safhalar içerisinde B.M.M’nin açılış/13) Meclis Hükümet/14) sisteminin kurulması, İcra vekilleri Hey’etinin bu esasa göre se­çilmesi, Hiyanet-i Vataniye Kanunu ve 13 eylül 1920’de egemenliğin kaynağının şer’i kural­lardan halka maletmeyi amaçlayan "Halkçılık Programı", Meclisten biri beyanname, diğeri 1921 Teşkilât-ı Esasiye olarak çıkması, bilinen zihniyet farklarının daha berrak sergilenmesi­ne yol açmştır. Bu konudaki tartışmalar özetlenirse rejimin hangi tarafa kaymakta olduğu en­dişelerini görmek mümkündür.

1921 Anayasası acil ve ancak intikal devresinin geçici mahdut ihtiyaçlarını karşılamak gayesiyle vücuda getirilmiş 16), ilk maddesiyle bir süreden beri devam etmekte olan rejim meselesi tamamen halledilmiştir/17) Hakimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğu ilkesi, Cumhuriyet kelimesinin I. Meclis döneminin tecrübesinden başka birşey değildir. Fiilî savaş hali 9 Eylül’de zaferle sonuçlandığı zaman 1921 Anayasasının yönetim biçimi hakkında vaz ettiği bağlayıcı ilk maddesine uygun olarak 1922 Kasımının ilk günlerinde Saltanat tamamen kaldırılmıştır. Böylelikle siyasî yönden yeni bir Türk Devletinin temelleri bu ilk Meclis döne­minde atılırken, Türk Milleti bu tarihten sonra Monarşi-Meşrutî yönetimlere bir daha dön­memek üzere Lozan Antlaşmasıyla elde ettiği istiklâlini bünyesinde sindirerek Cumhuriyet rejimini gerçekleştirmiştir. ,

 


OLAY BÖLGESİNİN ETNİK TARİHİ

Bu bölümde ortaya konulmak istenilen husus, Türkler’in sadece "Müslüman Türkler" olarak Anadolu’ya girmedikleri gerçeğinden hareketle, Anadolu’da İslâmiyeti benimsemiş Türkler’in de mevcudiyetini izah etmektir. Böylece, İslâmiyetin çeşitli Türk boylan arasında yayılışı, boy ve coğrafya esasından hareketle izah edilirken ve bazen toplu halde, bazen de, yöneticinin İslâmiyete girişiyle, dahil olduğumuz İslâm alemindeki yerimize, yeni bir boyut getirilmiş olacaktır. Bu boyuta bağlı olarak, Anadolu’daki Türk kültür eserlerinin, tamamen islâmi karakterli olmayanlarının sahipliği hususu açıklık kazanmış olacaktır. Maddî kültür eserlerinde, tespiti yapılan İslâm evveli Türk kültür izleri, zamanla yapılacak sosyal bilimler muhtevalı çalışmalarla Anadolu’da Türk varlığının, zannedildiğinden yüzyıllarca evvele gittiği­ni gösterecektir. İnceleme, ileride yeni boyutları ile ele alındığında, Anadolu’nun Türk tapu­sundaki tarih, daha eski dönemleri gösterme imkânını bulacaktır. Buna paralel olarak, doğu ve güneydoğu’da kurulmuş, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar’a bağımlı bir takım aşiret beylik­lerin milliyetinin izahı da mümkün olacaktır.

H.D. Yıldız ve A.Çay’ın; "IX. yüzyılın ikinci yansından itibaren Abbasî Devleti’nin sarsıl­maya başlaması, bölgede yer yer yerli sülâlelerin yan bağmışız bir şekilde hareket etmelerine sebep oldu. Bu yerli sülâlelerden birisi de Azerbaycan’a hâkim olan Türk asıllı Saçoğullan sü­lâlesidir. Bu beylik (889/890-929) bölgede kurulan ilk yan bağımsız Türk beyliğidir. Daha sonra Selçuklu Türkleri’nin bölgeye gelmesiyle Saçoğullan’nı takiben birçok beylik tarih sah­nesine kanştı"(18) şeklinde tanımladığı bu dönemin beylikleri, Anadolu Türk tarihi itibariyle çok önemlidir.

Problemin çözümlenebilmesi veya iddianın izahının mümkün olabilmesi, büyük ölçüde bölgenin maddî olmayan kültürünün incelenmesine bağlıdır. "Bölge"tabiri ile bir kısmı ayak­lanma alanını da kapsayan Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunu kastediyoruz. Anadolu’ya İslamiyet’ten evvel ve Türkler İslâm olmadan evvel gelen Türkler, kabile şuuru ile yaşayan ve "kopuk göç" karakteri gösteren gruplar halinde geliyorlardı. Anadolu topraklarının da hâkimi olan Bizans yönetimi, usta iskân politikaları ile bu Türk topluluklarını birbirlerinden ayn tut­masını ve gerektiğinde birbirlerine karşı kullanılmalarının sağlanmasını beceriyordu. Bu top­luluklarda ortak olan "dil" bugünkü anlamda gelişmiş bir Türkçe değildi. Savaşçı karakterleri ile bu topluluklar, şüphesiz inanç, âdet ve ananelerinde bir takım ciddi ortak noktalar taşıyor­lardı.19

Anadolu’da İslâm olmayan ve İslâmiyet zuhur etmeden gelen Türkler’in hepsi aynı dini inançları mı paylaşıyordu? Bu soruya "evet" demek mümkün değildir. Zira Müslüman olma­dan evvel ve sonra Türkler arasında Gök tanrı, Budizm, Musevilik, Maniheizm, Zerdüştlük,Hıristiyanlık gibi dinlerin yaşadığını biliyoruz  ). Türkler’in Anadolu’ya "tek bir Türk boyu" olarak girmediğini bildiğimiz gibi, belirli bir Türk boyunun içerisinde farklı dinî yapılara rast­landığı da bir gerçektir. Ayrıca Türkler Anadolu coğrafyasına, tek bir yönden de girmediler. Anadolu’da hâkim dinî inanç Hıristiyanlık olmasına rağmen, bütün Anadolu bu dönemde Hı­ristiyan olmadığı gibi, mevcut Hıristiyanlık da tek bir mezheple temsil edilmiyordu. Ayrıca Anadolu’da etnik kesimlere göre de görünüm farklılıkları görülebiliniyordu. Bütün bu yapı­nın özelliklerini, bazen üst üste, bazen de iç içe gelmiş tabakaların uzun ve sabırlı incelenme­leri ortaya çıkarabilir. Anadolu’daki, Selçuklular evveli Türk izlerinin folklora yansımış biçim ve yüzdesini göstererek, tezimizin manevî kültür açısından izahı yapılabilir. Biz izahımızı mevcut bilgilerden hareketle yapacağız. Burhan Felek’in 12 Nisan 1979 tarihli "Mavi Gözlü Kürtler''  ) isimli yazısında anlattığı: "îsmet Paşa, şahsen Kürtçe görüşen birçok kimsenin Ru­meli’nden o civara göç etmiş kimseler olduğunu ve birçok mavi gözlü Kürtler bulunduğunu söylemiş ve bunların Kürtlük’le alâkası olmadığını bizzat bana belirtmiştir." şeklindeki notu izahı yapılacak olan hususun, bir bölümünü ihtiva etmektedir.

Bu konuda, özetle denebilir ki, Türkler Anadolu’ya İslamiyet’in zuhurundan evvel geldi­lerse ve ayrıca Türkler Anadolu’ya İslamiyet’in zuhurundan sonra ve fakat İslamiyet’i kabul etmeden evvel gelmişlerse -ki geldiklerinin izahını yapmaya çalışacağızAnadolu Türk tarihi, Müslüman olarak Anadolu’ya gelen Türkler döneminden çok evvel başlamıştır. Bu iddianın izahı, Türk millî kültür bütünlüğüne musallat edilmek istenen, birçok hasım iddianm tutarsız­lığını ortaya koymuş olacaktır.

İncelemenin, ileride ele alınacak diğer yönü ise, İlhanlı faktörü ile Eyyubî faktörüdür. Türk-Moğol karakterli İlhanhlar’ın, Anadolu’da bıraktığı yer ve yemek isimleri, dilimize kat­tığı kelimelerden bilinirken, inanç olarak, hangi izleri bıraktıkları da tespit edilmelidir. Eyyu­bî Türkleri ise, Revadh Kürt aşireti ile Türkmenler’in terkibinden meydana gelmiş bir hane­danın yönetimi ile idare olunuyorlardı. Ancak, Ani tarafından hüküm süren Hıristiyan Şaddathlar Eyyubiler’in bir kolu idi ve Anadolu Türk İslâm inanç ve kültür yapısına şüphesiz bun­lar da bir renk katmıştır.

Türkler’in, Anadolu’ya İslamiyet’ten evvel gelmiş oluşları hususuna gelince, bu konuda­ki farazi açıklamalarla konuya girelim. "Her şeyden evvel şunu kaydetmek isteriz ki, Anadolu birçoklarının zannettikleri gibi XI. asırdan itibaren Türkleşmeye başlamış değildir. Anadolu, aynı etnik mevcudiyetini yeni elemanlarını, aynı kökten kopan dalgalarla XI. asırda tazelenmiştir. 1071 tarihi, İslâm olan Türkler’in, Anadolu’daki kardeşlerine kavuşmalarını göste­rir".

Bu görüş birbirlerine bağlı şu üç önemli hususu ihtiva etmektedir. Bunlar;

Anadolu’ya Türkler XI. asırdan evvel de geldiler.

XI. asırda Anadolu’ya giren Türkler daha evvel girenlerle aynı millî etnolojinin parça­larıydı.

1071 tarihi Anadolu’ya Müslüman Türkler’in giriş tarihidir. Türkler, Müslüman olma­dan veya İslâmiyet yeryüzüne gelmeden evvel Anadolu’ya gelmişlerdi.

Aynı karakterle bir başka açıklama ise; "Türkler Anadolu ve Kafkasya’ya muhtemelen XI. yy.dan daha önce gelmişlerdir. 1071 Malazgirt Savaşı, Selçuklu Türkleri’nin dalgalarla Anadolu kapılarını ardma kadar açan çok önemli bir olaydır. Oğuz Türkleri’nin ilk dalgalan, şimdiye kadar genellikle "bağımsız medeniyetler" diye adlandırılan çeşitli devletlerin yaratıl­masına sebep olmuştur. Ataöv’ün "Anadolu medeniyetinin Ermeni veya Yunanlılar ile başla­dığında ısrar etmek, düzeltilmesi gereken yanlış bir yaklaşımdır" 23) şeklindeki açıklaması İnan’ın açıklamasına ilâveten bazı önemli hususlar daha getirmektedir. Bunlar;

Türkler’in XI. asırdan evvel geldikleri yerler arasında Anadolu’nun yanı sıra Kafkas­ya’da vardır.

1071 tarihi Selçuklu Türkleri’nin Anadolu’ya giriş tarihidir. Bu tarihten evvel de Oğuz Türkleri bu topraklara girmiştir.

Anadolu medeniyetini Yunan ve Ermeni medeniyeti ile başlatmak yanlıştır.

Bu iki medeniyet bağımsız değildir. Kendilerinden evvel Anadolu toprağında var olan ve onlan etkileyen medeniyet veya medeniyetlerin varlığı üzerinde durulmalıdır.

Anadolu Türk tarihinin kronolojisine bir göz atalım. Anadolu Türk tarihini, Togan; Sakalar’la başlatmıştır. Başka bir ifadeyle Sakalar’ın (M.Ö. II bin-M.Ö. VIII yy.) Türklüğünü izah etmiş ve Sakalar’m yayılma alanı içerisinde Anadolu’yu özellikle Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunu da göstermiştir/24) Togan’m İran’da verdiği bu konudaki tebliği ölümünden çok sonra yayınlanabilmiştir. Bu görüşü paylaşanlardan Kırzıoğlu’nun da sahayla ilgili araştır­maları bilinmektedir/25) Türközü ise Sakalar’ın özellikle üzerinde durulan bölgesine dair bil­gi vermiştir/26)

Anadolu Türk tarihini Proto-Türkler’den hareketle başlatan ise Tarhan olmuştur/27) Tarhan’ın Kimmerler’in Türklüğüne dair verdiği bilgi ve yayıldıkları saha içerisinde Anadolu’nun doğu ve kuzeydoğu kesimlerinin bulunuşunu bildirmesi bizi bu hükme götürmektedir. Tarkan’ın, Sakalar’ın ahvadı olan Kimmerler konusunda sürdürdüğü hazırlığın bitip yayınlan­ması, bu konuda daha rahat açıklama yapılabilmesini sağlayacaktır. Osten’e göre ise; Anado­lu’ya Türkler’in ilk gelişleri M.Ö. VIII yüzyıla tekabül etmektedir.

Kimmer ve Saka Türkleri’nden sonra tarihî sırasına göre, Hunlar’dan bahsedilebilir. z Hunlar’ın Anadolu’daki izlerine dair bilgiler, çok kere dolaylı şekilde konuya yer verilen eser­lerde geçmektedir. Bunlar onomastik ve toponomik tespitlerdir. Biz bu konuda Çay’ın eseri­ni zikredebiliyoruz.

Aynca Hunlar’ın zaman zaman Kafkasya yoluyla Anadolu’ya akınlar düzenledikleri bi­linmektedir. Nitekim M. 363-367 yıllan arasında Hunlar Urfa’ya kadar inmişlerdir. Sabirler de Doğu Anadolu’ya Kafkasya üzerinden gelen Türkler’dendi.

Böylece, Türkler’in Proto-Türk döneminden başlayarak, Anadolu toprağında var olma­ya başladığını görüyoruz. Bu mevcudiyet, uzun süreli olmasa ve kalıcı izlerinin şimdilik izahı zor olmuş olsa dahi, Hıristiyanlıktan evvel Anadolu’da var olan Türkler’in bir kısmının, bölge­nin dinlerini benimsediklerini bu arada Hıristiyanlığı Anadolu’da ve Anadolu’nun bu bölge­sinde kabullenmiş oldukları söylenebilecektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Hıristiyan­laşması M.S. 60-100 yılları arasmda olduğu düşünülür ise, Anadolu’nun bir kısım Türkleri­nin, bu dini, bu topraklarda benimsemiş olabilecekleri hatıra gelmektedir. Anadolu’ya Hıristi­yanlık yerleştikten sonra ve İslâmiyet 7. asırda henüz Anadolu’ya girmemiş iken, Anadolu’ya gelen Türkler’den de bahsedilecektir. Bunlar Anadolu’ya geldiklerinde, bu coğrafyayı Hıristi­yan toplumların yurdu olarak buldular. Karşılaştıkları insanlar arasmda; Kimmer, Saka ve Hun gibi bir takım Türk uruklarının, Hıristiyanlığı benimsememiş kalıntıları da vardır. Bu ko­nuya girmeden Anadolu’nun İslâmiyete açılış dönemine geçmek istiyorum.

Anadolu’ya İslamiyet’in girişi Hz. Muhammet’in Bizans İmparatoru Herakliyus’a (610-641) gönderdikleri İslam’a davet mektupları ile başlamıştır (628). Aynı dönemde, İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e de bir mektup gönderilmişti. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi­nin İslamiyet’e girişi 639 yılından itibaren başlar. Bu yörenin aşiretleri (ki bize göre onlar bü­yük çoğunluklan ile Türk’tüler) Hz. Ömer (634-644) döneminde İslamiyet’e girmişlerdi. Türk boyları arasmda, İslamiyet’i ilk kabul edenler, İslam'ın yayılış istikametindeki coğrafi konumlan itibarıyla bu bölgenin aşiretleridir.

Nitekim Şerefnâme, Hz. Muhammed (622-632)’e itaat edip onun buyruğuna girdikleri­ne dair çeşitli taifelerden bahsedip, bilgi verirken Türkistan'ın ünlü Oğuz hükümdarının taife­sinden Kürt’lerin ileri gelenlerinden Bugduz-Aman’ın da başvuruda bulunduğunu belirtmek­tedir.

Bu tarihten 200 yıl kadar evvel 465-466 tarihlerinde Agaçeri Türkleri Azerbaycan ve Do­ğu Anadolu’ya yerleşmişti.

Doğu ve Güneydoğudaki aşiretler; Emeviler (661-750), Abbasiler (750-1258) ve çeşitli Arap Emirlikleri (840-1085) yönetime girdiler. Bölge 1040 tarihi ile Selçuklular*! Tuğrul Bey­le birlikte tanıdı.

Konunun tamamlayıcı başka bir yönü ise, Müslüman-Arap yönetimindeki Türk potansi­yelidir. Abbasi halifelerinin, özellikle Mutasım’la başlayarak, ordularında çok sayıda Türk bu­lundurduklarını biliyoruz. 756-757 yıllarında, Elcezire valisi olan Abdullah Bin İbrahim, Mansur’un emriyle Malatya’ya, 758-760 yıllarında ise, Adana’ya Horasan-Türkistan birliklerini yerleştirdi. Türkistan ve Horasan’dan getirilen bu birliklerin, büyük ekseriyetini Türkler oluş­turuyordu/   ) Halen Bingöl, Tunceli, Adıyaman yöresi aşiretleri "Türkistan Horasanı’ndan geldiklerini söylemektedirler. Seyit Rıza(36) liderlik ettiği isyan büyümeden hükümete yazdı­ğı mektupta, Anadolu’nun başka yerinde iskân istemediklerini, devletin kendilerinden mem­nun olmaması halinde, atalarının geldiği Türkistan Horasan’a gitmek istediklerini belirttiğini biliyoruz. Ayrıca 1950-1970 yıllan arasında bu bölgede görev yapmış bir komutan  ) ve savcı­lara. hatıralarında bölge halkının Türkistan’dan geldiğine olan inançlarına dair tespitler vardır.

Seyit Rıza mektubunda; asker ile ahalinin, din ve ırk kardeşi olduğunu belirtip, olaylara münafıkların sebep olduğunu açıkladıktan sonra, iskân edilecekleri bölge için, Tunceli’ndeki arazilerine karşılık, Erzincan’da bir kısım arazi talep etmektedir. Bu mümkün olmadığı tak­dirde ise, "şayet hükümet hizmet ve sadakatimizden şüphe ederse âbâ-ü-ecdadımızın eskiden geldikleri Yukarı Türkistan, Horasan vilayetine bütün mensubînî aşiretimizle hicret etmeye himmet buyrulsun..." demektedir.

Emekli Orgeneral F.Türiin; "Pertekli parlamenter bir arkadaşım, bir tarihte bir parla­menter grubu içinde, İran’a davetli olarak gitmiş, onurlarına verilen bir kabul resminde, baş­ka bir arkadaşı, Horasanlı bir İran parlamenterini yanma alarak (baksana bir hemşehrini ge­tirdim) demiş, o Horasanlı da cetlerinin vaktiyle Dersim’de yaşadıklarını ama bir kargaşalık sırasında, eski vatanları olan Horasan’a döndüklerini söylemiş" demişlerdi.

1984 yılında İhsan Sakarya Paşadan bizzat yapılan bir tespitte Paşa; "1971 yılında 9. Tüm. Komutanlığı Pemavut Hudut Taburunda iken Tuzluca’nın Sürmeli Köyünde hayvan ot­latması üzerine iki köylü kadın ile görevli er arasında ihtilaf çıkmıştı. Kadın Kürt diye ta-lanan Türkler’dendi. Yani aralarında aşiret lisanı ile konuşan Türkler’dendi. Hayvanlan hu­dudu geçen kadın ile muhtan birlikte bana getirdiler. Kadıncağıza, askerlerin görevlerini yap­tıklarını, vazifelerinin bu olduğunu, anlatıp nasihat ettim. Muhtar söze kanştı. "Paşam kusu­runa bakmayın bunlar Kürt’tür anlamaz" diyecek oldu. Kadın aniden parladı ve "ne ben mi Kürdüm. Kürt senin babandır. Ben Türk oğlu Türküm. Biz Horasan’dan gelmiş Zaza Türkleri’yiz" deyince şaşırmıştım" demişlerdi.

Horasan-Türkistan menşeli oluşa dair yapılan bu yerinde tespitlerden sonra tekrar kro­nolojiye dönüyoruz. M.S. 760’da Abbasiler’in Doğu Anadolu Sugur Ordusu, Türkmen’lerden meydana geliyordu. 772’de bu bölgede çıkan bir isyanı bastırmak için Suriye’den gönderilen 30.000 kişilik ordu Türk’tü. Abbasi halifelerinden Mutasını zamanında gerek Amuriyûm ve gerekse Ankara üzerine gönderilen ordunun tamamı da Türk’tü. Vasıf-et Türkî gibi emirle­rin Tarsus’tan hareketle her yıl Anadolu’ya seferler yaptığı bilinmektedir.

Bu bölümü kapatmadan Tanyu’nun; "Türk tarihinde çok önemli ve değerli bir olay ola­rak 10. yüzyılda Türk milletinin (budununun) en az %80’i İslâm dinini kabul etmişlerdi. 12. yüzyılda Orta Asya’da hâkim olan din, İslâmiyet olmuştur... Türk’lerin İslamiyet’e geçişiyle, tek bir din bütün Türk ülkesini kaplamış ve çevre ülkeleri de etkilemiştir... Türk milli kültürü yanında, İslâm dininin, büyük önemi ve etkisi ile Türkler mütecanis, birlikçi bir millet haline gelmekte gecikmedi" 40) şeklindeki ifadesini almak istiyorum. Bu iktibastan hareketle Türk dünyasının tek tek coğrafî bölgeleri ile tek tek Türk boylarını ele alıp İslamiyet’e geçiş dö­nem ve biçimlerini açıklamaktan sarfı nazar etmiş oluyorum. 10. asırda %80’i İslamiyet’e ge­çen Türkler’in, 12. yüzyılda Orta Asya’da yaşayan soydaşlan toplu halde İslamiyet’i kabullen­miştir. Türklüğüne dair bilgi verdiğimiz bölgenin 7. ve 8. asırdan itibaren İslamiyet’i seçmele­ri, iki önemli gerçeği gündeme getirmektedir. Bunlardan ilki, İslamiyet’i ilk kabul eden Türk­ler, Doğu ve Güneydoğu Türk aşiretleri olup, soydaşlarından 2 asır evvel İslam’a girmişler­dir. İkincisi ise, Türk coğrafyasında İslâmiyet Türkler arasında ilkin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kabul görmüştür.

Anadolu’ya İslâmiyet, hatta Hıristiyanlık girmeden evvel, Anadolu’da varlığını kabul edip ileri sürdüğümüz Türk mevcudiyeti, sadece bazı nazariyeler ile Kimmer, Saka ve Hun gi­bi Türk kavimlerine ait, istila ve göç olayian üzerine mi inşa edilmiştir? Tarihin işbirliği yaptı­ğı diğer bilim dallan bu iddiayı doğruluyor mu?

Anadolu Türk aşiretlerinin iskân bölgelerine geçmeden, yer bilimlerinden hareketle, ko­nuya açıklık getirebilecek nitelikli, bazı tespitlere yer vermenin yararına inanıyorum: "Ön As­ya, Turanhlar’ı ilk defa Selçuklu olarak görmüş değildir. Çünkü Kafkasya ve bununla bir bü­

tün teşkil eden Anadolu dahi miladi asırlardan itibaren Ural-Altayhlar’m akınlanna sah­ne oldu.

On birinci asra kadar, Doğu Anadolu ve Kafkasya’ya Türk göçleri hep kuzeyden gelir. Örnek olarak 451’de Akhun’lann, 466’da Atilla devri Hunlan’nın (Agaçeri kavminin), 558-575 yıllarında Savarlar’m ve 737-760 arasında Hazarlar’ın buralara gelip yerleştiklerini verebiliriz" dediği, "Türkiye’de Macar Yer Adlan" isimli makalesinde, Mecid Doğrul Sel­çuklular’dan evvelki döneme ait olup, hâlâ yaşayan 172 adet yer isminin, Türkçe olduğunu izah etmektedir ki, bu miktarın 90 adedi Doğu ve Güneydoğu Türkiye’dedir.

Hıristiyanlaşan Türkler konusunu inceleyen Eröz un İslâmiyetten önce Anadolu’ya ge­len Türkler hakkında oldukça geniş bilgi vermektedir. Malazgirt! müteakip Anadolu’ya ge­len Oğuzlar’ın ardından, bu göçe aynı asırda Kuman (Kıpçak) oymaklarının da katılıp Doğu Anadolu’ya iskân olunduklarını belirttikten sonra, M.Eröz "Bundan dört-beş asır önce de, Bulgar Türkleri, Peçenek, Kuman (Kıpçak), Avar, Uz Türkleri Bizans tarafmdan Anadolu’ya yerleştirilmişti. Bunlar, çok kalabalık kitlelerdi. Balkanlar’da, çeşitli tesirler altında Hıristiyanlaşan Avar, Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak Türkleri, Bizans ve diğer devletlerin or­dularında mühim hizmetler görmüşlerdir. Bizans tarafmdan, İranlılar’a, Ermeni’lere ve Arap’lara karşı Bizans topraklarım korumak üzere Anadolu’dan geçirilip, çeşitli yerlere is­kân edilen bu Hıristiyan Türkler, Anadolu’nun yerleşme tarihinde mühim roller oynamışlar­dır. Bunlar Oğuz Türkleri’nin Anadolu’yu fethinden 4-5 asır önce buralara gelip, yurt tutmuş­lardı." şeklinde düşüncesini belirtmektedir.

Balkanlar’dan getirilerek Anadolu’ya iskân edilen Hıristiyan Türkler arasmda, Bulgar, Avar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak urukları vardı. 11. ve 12. asırlarda, pek kalabalık Hıristi­yan Kuman (Kıpçak) kitlesinin, Kuzey Kafkasya’ya, Gürcistan’a, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya yerleştiğini biliyoruz.

Kırkbin Kuman ailesi, Gürcistan’a inerek burada Hıristiyan oldu. Gürcü krallarının has­sa ordusu da bu Kumanlar’dan ibaretti. Zamanla buradan, bütün Doğu Anadolu’ya ve Doğu Karadeniz’e yayıldılar ve buralara yerleştiler.

Türkler’in Anadolu’ya adım atışı, Sultan Alparslan’dan beşbuçuk asır önce olmuştur. İlk gelenler de Bulgar Türkleri’dir. 530 senesinde Bizans orduları tarafindan bozguna uğratılan Bulgar Türkleri’nin bir kısmı Anadolu’ya geçirilmişler ve Trabzon havalisi ile Çoruh ve Yuka­rı Fırat bölgesine yerleştirilmişlerdir. İki asır sonra ikinci bir Bulgar göçüyle gelen Türkler is­kân olmuştur. 755 senesinde Bizans İmparatorluğu, Bulgarlar’dan bir kısmını Anadolu’ya ge­çirmiş ve Tokma ve Ceyhan havzalarına yerleştirmişti. Bu tarihten ikiyüz yıl sonra yine Bul­gar Türkleri ile ilgili bir kayıt görülür. 947’de Sayf-al Davla ile Bardos arasında vuku bulan muharebede, Bizans generalinin yanmda mühim miktarda ücretli Bulgar askeri bulunmuştur ki, bunlar Kapadokya bölgesine nakledilen Türk Bulgarlan’dır.

Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde buralarını, Hıristiyan olmuş Türklerle meskûn bul­muşlardı.

Bizans Devleti, Anadolu’nun çeşitli yerlerine, muhtelif tarihlerde, Avarlar’ı iskân etmiş­tir. 577’de İmparator Justin II. İranlılar ile harbetmek üzere Avarlar’dan bir kısmım maiyeti­ne almış ve Anadolu’ya geçirerek şark bölgelerine yerleştirmiştir. Yine 620 senesinde İmpa­rator Heraclios, İranlılar ile harbetmek üzere Avarlar’dan bir kısmını yanma celbetmeye mu­vaffak olmuş ve bunları İran hududuna göndermişti.

Bu yerleşim yerlerinin izlerini bugünkü Türkiye’de bile görmek mümkündür. Şu köyle­rin Avarlar’dan kalmış olması muhtemeldir: Avadan (Tarsus), Avadan (Eskişehir), Avaduri (Midyat), Avakent (Kulp-Diyarbakır), Aval (Trak-Siirt), Avalama (Konya), Avan (Şİrvan-Siirt), Avana (Borçka), Avanoğlu (Kırşehir), Avanuşağı (Pazarcık-Kahramanmaraş), Avora (Niksar-Tokat), Avarek (Van), Avank (Eğin), Avas (Bakırköy-İstanbul), Avasorik (ErcişVan), Avason (Manavgat), Avasor (Muradiye-Van), Nevşehir’in Avanos ilçesi de buna dahil­dir. Karaman eyaletindeki Ekrad (Kürtler) taifesinden Avanikler, Paşa sancağındaki Türk­men taifesinden Avanlı (Ovunlu) oymakları da adı geçen Avar iskânı ile ilgili olmalıdır.

1071’de Malazgirt meydan muharebesinde Türklük şuuru üstün gelen, Hıristiyan Uz ve Peçenekler’in Müslüman Oğuz Türkleri’nin saflarına katılmalarından sonra Müslüman olduk­ları ve bu suretle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yerleştikleri tahmin edilebilir.

Kuman-Kıpçaklar’ın Anadolu’ya gelişleri iki yoldan olmuştur:

Gürcistan üzerinden Hıristiyan Kumanlar, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’e yer­leşmişlerdir.

Bizans’ın Balkanlar’dan getirip yerleştirdiği Hıristiyan Kumanlar’la ilgili olarak birin­ci şekilde yerleşimin izlerini doğuda görüyoruz.

Eröz’ün yukarıda alıntılar yaptığımız bu tespitlerinden hareketle konumuzla ilgili olarak şunlar söylenebilir:

Türkler Anadolu’ya Oğuz Türkleri’nden evvel de gelmişlerdir.

Bu geliş Oğuzlar’dan, 500-600 yıl evvel başlamıştır.

Anadolu’ya göç eden bu Türk toplulukları arasında Oğuzlar’ın yanı sıra Kuman-Kıpçak, Bulgar, Avar, Uz, Peçenek gibi Türk urukları da vardır.

Oğuzlar’dan 500-600 yıl evvel başlayan Anadolu Türk göçü, bir defa da başlayıp bit­memiş, her yüz veya iki yüz yılda bir tekrarlanmıştır.

Anadolu’ya Türk göçü sadece Kafkaslar’dan değil Balkanlar’dan da olmuştur.

Anadolu’ya gelen Türk toplulukları Hıristiyan kilisesinin dinî ve Bizans yönetiminin politik tutumları ile asimilasyona tabi tutulmuşlardır.

Bu Türk unsurların ismi, Anadolu coğrafyasına kazınmıştır.

Anadolu’ya gelen Türk unsurların iskânı %80 ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya ol­muştur.

Açıklamayı fazla uzatmadan Eröz’ün bahsi geçen kitabının önsözünden kısa bir bölüm alarak, Anadolu’ya Türkler’in geliş tarihlerine dair bilgi veren, başka bir kaynağa geçmek isti­yorum. Eröz, Hıristiyanlaşan Türkler isimli eserinin önsözünde; Van-Hakkari sınırında Tınşın yaylasındaki kayalara yazılmış ve çizilmiş resimler... Kars kalesindeki kilise... Erzurum Karayazı’da tesbit edilen Ecinli mağarası’na, meselenin maddi kültür unsurları itibariyle ele alınması için değinmektedir. Ayrıca Eröz; "...Anadolu’ya 1300-1400 yıl önce gelmiş olan Hı­ristiyan Türkler’in (Bulgar-Avar ve sonra Uz, Peçenek, Kuman-Kıpçak) buralara belki daha sonra gelmiş olan Kürt adı verilen, diğer bir Türk topluluğu ile olan münasebetidir. Kürt Türkleri’nin içinde; Oğuzlar’dan başka Kalaç, Çiğil, Kanglı, Karluk, Avar ve Peçenekler’in te­siri de, uzun incelemelerden sonra meydana çıkarılabilir..." demekte; etnolojik bilgi vererken de; "bilhassa Tunceli ve Bingöl bölgesinde, Bulgar Türkleri ile Kuman Türkleri’nin tesiri bü­yük olmalıdır. Dersim’deki Karson aşireti, Çapakçur ve Çemişkezek’deki yer adlan Bulgar ve Kuman Türkleri’nin şahıs ve yer adlandır. Gur, Peçenekler’de bir asalet unvanıdır. Karsantı kar tilkisinin adıdır. "Çabak" bir balığın adıdır..." demek suretiyle tezimizin bu yakasına ışık tutmuş olmaktadır.

Bu vesile ile yazılmasının yararına inandığım bir açıklamayı da eklemek istiyorum. İslâ­miyet!, ilk defa Anadolu’nun bu bölgesinde Türkler’in tanıdığını belirtirken bu bölgenin insa­nına verilen genel ada dair bilgiyi de Eröz’den vermek istiyorum. Bu konuya "Bölgenin etnik kimliği" bölümünde ayrıca dönülecektir.

Tarihte ve zamanımızda bir Kürt kavmi mevcut olmamıştır ve yoktur. Gerçi Göktürkler zamanında, Orta Asya’da bir Kürt uruğu vardı. Fakat adı geçen uruk, Türklüğün bir parçası, bir uruğu idi. Elegeş yazıtlarında ismi geçen bu uruk Karadeniz’in kuzeyinden Macaristan ve Çekoslovakya’ya kadar uzanmıştır. Belki de Hun Türkleri arasında bulunarak oralara gitmiş­lerdir. Macar bilginleri de bunu kabul etmekte ve halen Macaristan’da, Macarca konuşan 30 kadar Kürt köyünden söz edilmektedir. İran ve Türkiye’ye gelen güney kolu ise, Farsça ve Arapçanın tesiri altında kalmış ve Türkçe, Arapça ve Farsça’nın karışımından ibaret bir dil konuşmaya başlamışlardır. Buralarda Kürt adı ile anılan topluluk içinde Göktürkler arasında­ki "Kürt" uruğu bulunduğu gibi; Kanglı, Çiğil, Kalaç, Kıpçak, Avar, Alan, Ağaçeri, Oğuz ulus­ları, urukları mevcut olmuştur. Hun, Uygur, Hazar, Peçenek uluslarının da bu "Kürt" adı veri­len potaya katılmış olmaları çok muhtemeldir.

Doğu Anadolu’ya yerleşen Kürtler’in, daha Oğuz Türkleri gelmeden önce, dillerini, çe­şitli tarihî ve İçtimaî şartların tesiriyle, unutmuş olduklarını ileri sürmek mümkündür. Macar Türkologları, konuştuğu diller içinde pek çok eski Türkçe kelimenin ve bilhassa Bulgar Türk­leri’nin (Slavlaşmamış olan Bulgar Türkleri) dillerindeki kelimelerin bulunabileceği kanaatindedirler.

Göktürk yazıtlarında bulunan çok eski Türkçe kelimelerin bazıları Kürt oymakları ara­sında yaşamaktadır. Hattâ, Hunlar’a dayanan kelimelerin varlığı bilinmektedir. Peynir suyu demek olan "Lor" gibi.

Anadolu Türk tarihinde, ihmale uğrayan araştırma alanlardan birisi de, Anadolu’da Ha­zar Türkleri’nin izlerinin tespitidir. Hazarlar’ın Anadolu’da bulundukları dönem, Kafkasya ve Türkistan’da Türkler’in İslâmiyete girmeleri döneminden evveldi. Hattâ Anadolu’ya İslâ­miyet girmeden, İslâmiyet zuhur etmeden, Anadolu; bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Hazar Türkleri’nin yurdu oldu. İzahımızın bu bölümünü Kaşgarlı’y. izleyerek yapmak isti­yorum.

Hazar Türkleri, Bizans İmparatorluğu’na karşı sürekli akınlar yapmaktaydı. 683-686 ta­rihleri arasında, Hazarlar Kafkaslar’ı aşarak Anadolu’ya girmiş ve yörede bulunan Arap emirliklerini yok etmiştir.

693’te bu kez Bizanslılar’la birleşerek Mervan’ın oğlu ve Halife Abdülmelik’in kardeşi Muhammed’in ordusunu tamamen ezmişlerdir.

Muhammed, Halife Abdülmelik’in kardeşidir. Bu yenilgi üzerine, Halife Abdülmelik’in oğlu Maslamak, Hazarlar’ı takip etmiş ve dağıtmıştır. 730 da Hazarlar Arap Emiri Cerrahi’yi öldürmüşler ve Arap direnmesine karşı koymuşlardır:

731’de, Hazarlar’a, ülkeyi bırakıp gitmeleri için İmparator II. Mişel (Mihail) bir miktar para teklif etmiştir.

758-760 arasında Hazarlar yine sürekli akınlara devam etmişler, 763-764’de imparator­luğun tüm Kafkas yörelerini almışlar. Buna karşı Araplar 717’de Hazar ülkesine bir akın yap­mışlardır. 722-723’te Emir Cerrah Hazarlar’ın topraklarını istila etmiş, 737’de ise Hazar ka­ğanı, Mervan’a yenilerek, İslâmiyeti kabul etmiştir.

El Macın’e göre Hicri 71/M. 690 tarihinden başlayarak Araplar, Hazarlar arasında İslamiyeti yaymaya başlamıştır.

818’de İslâmiyeti bırakarak eski Gök-Tann dinine dönen hakanı, Halife Memun yine İslâmiyeti kabule zorlamıştır.

Yakubi’ye göre  Pers İmparatoru Kavad (Kalavad) zamanında (488-571) Hazarlar Van yöresini tamamen işgal etmişlerdir. Hüsrev Nuşîrevan (531-579) bir ara Vaspurağan yö­resini Hazarlar’dan geri almışsa da bunlar yeniden bölgeyi zaptetmiş ve sürekli bir zaman mu­hafaza etmişlerdir. Daha sonra bölge bilindiği gibi, Bizanslılar ve Araplar’m egemenliğine geçmiştir.

Orta-Doğu tarihinde Hazarlar 585 yılından evvel görülürler/     Ebul Farac, Mihail gibi bazı yazarlar, bu yörenin uzun süre Hazarlar’ın hakimiyeti altında kaldığını bildirirken, daha o devirde Theophone, Hazarlar’a; "bunlar Türktür" der. Cedrenus’da Hazarlar’dan, Türkler olarak bahseder. Bizanslılar da Hazarlar’la tanıştıkları zaman bunlara Türk demişlerdir.

Doğu Anadolu’da Hazar yerleşimi, Van bölgesinde (Vaspurağan) zannedildiğinden çok daha önemlidir. Ayrıca, Bizans İmparatorunun muhafız alayı Hazarlar’dan oluşuyordu. Ko­numuz Hazarlar olmadığından Hazarlar’dan daha fazla bahsetmeyeceğiz. Bizim için önemli olan Bizans-Arap-Hazar ilişkilerinde, Doğu Anadolu’da küçümsenmeyecek kadar önemli bir süre Hazar Türkleri yerleşiminin bulunmasıdır. Anadolu’nun Türkleşmesi konusunda Doğu Anadolu’da Hazar Türkleri’nin yerleşmelerini kanaatimizce dikkatle ele almak gerekir.

"Anadolu’ya, Türk akınlan yalnız Selçuklu akınlarıyla olmamıştır. Erken Ortaçağ’da Ha­zar, Peçenek, Kuman gibi Bizans İmparatorluğu’nun doğu ve batı hudutlarına yerleştirilmiş Türk boylarınm mevcudiyetini kaynaklar ispatlamaktadır. Türk boylan bazen Bizans İmpara­torluğu, bazen halifelerin hizmetine geçerek, Anadolu’da Selçuklulardan evvel sürekli bir Türk yerleşimi oluşturmuşlardır."

Kaşgarh’dan alınan bu pasajların konumuz itibariyle uzun boylu tahliline girmeye fazla gerek yoktur. Zira yazar kendi tezini izah ederken eserinin bu bölümünde âdeta bize tercü­manlık yapmıştır. Yazar:

4

Hazarlar’ın Türk olduğu gerçeğini,

Anadolu’da özellikle Doğu Anadolu’da V. yy’dan beri varolageldiklerini,

Bölgenin Arap ve Bizans arasında el değiştirmesine rağmen Hazar Türkleri’nin sürek­li yerleşim yeri olduğunu,

Anadolu’nun Türkleşmesi olayının izahında Hazarlar’ın önem arzetttiğini, belirtmek­tedir.

Çay’ın  Anadolu’da Hun Türkleri ile ilgili açıklamasını anarken, alıntıyı biraz geniş tu­tup onun incelemesinden yararlanarak diğer Türk unsurlara da yer vermek istiyorum. İddi­amız, Anadolu Türk tarihine dair bulunmuş yeni bir belge ile ilgili değildir. Bilinenlerden ha­reketle, yeni yorum getirmekle ilgilidir. Bu tahlille getirilen görüşün kabul görmesi halinde Anadolu’ya Türkler’in değil, Müslüman Türkler’in giriş tarihi olarak XI. yüzyıldan bahsedilebilecektir.

Çay, Saka Türkleri konusunda Z.V. Togan’dan yaptığı nakilde, "Ancak Anadolu’ya Türk akınlan ve bilhassa Doğu Anadolu ile Kafkasya’da yurt tutma çabalan, İslâmiyetten çok daha eski tarihlere inmektedir. Bilindiği gibi M.Ö. 1000-500 yıllan arasmda, Karade­niz’in kuzeyindeki Kıpçak bozkın Asya menşeyli milletlerin yerleştikleri bir memleket halini almıştı. Bunlara Yunan kaynaklarında Skuthoi, Asur kaynaklannda Aşkuzai adı verilmekte­dir. İskit genel adı ile bilinen bu topluluklar Saka Türkleri’dir."<49);

Hunlar konusunda İ.Kafesoğlu’na dayanarak verdiği bilgide; "Kafkasya üzerinden Azer­baycan ve Anadolu’ya yapılan diğer bir Türk akını da Hun Türklerinin, 395 tarihli Anadolu seferidir. Don nehri bölgesindeki Hun boylan Basık ve Kursık adlı başbuğlarının komutasın­da Erzurum üzerinden Karasu, Fırat vadisi boyunca Malatya ve Çukurova’ya kadar inmiştir. Urfa, Antakya, Sûr şehirlerini muhasara etmişler ve Kudüs yakınlarına kadar ulaşmışlar­dı...Üç yıl sonra 398 tarihinde buna benzer ikinci bir Hun seferi daha görülmektedir." ;

"451 yılında Kafkasya üzerinden gelen Akhunlar, Mogan’ın güneyine yerleşmiş ve bura­da Balasağan adıyla bir de şehir kurmuşlardı. Arap kaynaklarında, Akhunlar’a Kürd ve Ekrad-ı Bilâsagun denilmektedir. Harezmşahlar devrinde (XIII. yy’ın ilk yansı) kendilerine Mogan Kürdleri veya Mogan Türkmenleri denilen bu topluluklar Akhunlar’m bakiyeleri olması muhtemeldir. "(51);

"îkinci büyük göç dalgası, 466 tarihinde meydana gelmiş ve Avrupa Hunlan’na bağlı Ağaçeri Türk boylan, Azerbaycan’a ve Doğu Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Sasani kaynaklan bunlara Ak-Katlan, Bizanslılar ise Akatzir adını vermektedirler. Bu Ağaçeriler’in bir kısmı, 1180-1421 yıllan arasında Halep ve Şam tarafına göç etmişler; bir kısmı da Güney Azerbay­can’da Erdebil ve çevresinde yurt tutmuştur. '

Türkler’in üçüncü göç dalgasanı Sabırlar meydana getirmiş; 558 yılında da Kür nehrini aşarak Bakû ile Küba arasına ve Lenkeran’a yerleşmişlerdir. Sabırlar (Sabar, Savır, Suvar ve­ya Sibir)la birlikte "Hazer" adı altında Bulgar ve Belencar Türkleri de Arran, Mugan, Gilan ve Lenkeran tarafına yerleşmişlerdi. Bu Türkler, Hazar Türk devletinin teşekkülünde olduk­ça önemli roller oynayacaklardır." şeklinde Anadolu’ya yapılan Türk göçlerini sıralamakta­dır.

Anadolu’nun Türkleşmesini izah ederken Çay göçlere dair geniş bilgi vermeye devam et­mekte ve Anadolu’ya daha sonra yapılan göçleri; XI.yy., XIIIyy., XIV.yy. ve XV.yy göçleri olarak tasnif etmektedir.

"Ekrâd-ı Bilâsagun" için aynı yazıda "bu kelimenin aslında "Ekrâd-ı bilâ sükkan" olması gerekmektedir. Bu doğrudan doğruya konar-göçer, göçebe toplulukları ifade eder. Konar-göçer, göçebe topluluklara "Ekrâd" yani "Kürdler” denilmesi bu adm kavmî olmaktan çok hayat tarzı ile ilgilidir" açıklamasını yapmaktadır.

Eröz ve Çay’ın bu konudaki açıklamaları bir arada mütalaa edilince görülmektedir ki; Göktürk İmparatorluğu içinde "Kürt" isimli bir urug var. Bu uruğun Ortadoğu’ya diğer Türk uruğlan ile birlikte gelen kısmı Fars ve Arap dili tesirleriyle Türkçelerini bir hayli bozuyor­lar. Konar-göçer hayat tarzı süren bölgenin bu aşiretleri diğer Türk uruglarıyla birlikte "Kürt" genel adım almış oluyorlar.

Anadolu’da, Türkler’in İslâm olmadan evvel bir dönemlerinin olduğunu, İslâm olan Ana­dolu Türkleri’nin yanısıra, Hıristiyan Türkleri’n varlıklarını bir süre devam ettirdiklerini, in­san isimleri, aşiret isimleri ve yer isimlerinden hareketle izah eden eserlerin arasında, Ömer Lüfi Barkan’a 52\ Osman Turan’a$3), Z.V. Togan’a(54), Akdes Nimet Kurat’a(55) ait olanların da varlığı bilinmektedir.

Gerçi bu tarihlerde, Maverâünnehir ve Horasan yörelerinde Karahanlılar ve Gazneliler gibi ilk Müslüman Türk Devletleri kurularak, çeşitli Türk uruk ve oymakları kabile ve aşiret­leri birbirlerine tekrar karışmaya başlamışlardı. Selçuklular döneminin (1040-1157) yanı sıra Saltuk Beyliği (1071-1202), Danişmentliler Beyliği (1071-1177), Artukoğulları Beyliği (1098-1407), Meyyâfarîkin Eyyubîleri (1200-1259), Hısn-Keyfa Eyyubileri (1232-1524), Bit­lis Atabeyleri "Dilmaçoğullan" (1084-1192), Ahlat Atabeyleri "Ermen Şahlar" (1100-1207), Diyarbakır Atabeyleri "İnal Oğullan" (1095-1183), Sutaylar (1312-1350) isimli çeşitli Türk boylarının kurdukları idareler hakim olmuştur.(56)

Bölge tarihini dini kaynaklardan yararlanarak inceleyen Sadi Bayram(57)Türkler’in bölge­nin otokton halkı olduklarım anlatmaktadır. Nihayet bu konuda denilebilir ki, Anadolu’ya Türkler Hıristiyanlıktan evvel de gelmişlerdi. Daha ziyade doğu ve güneydoğu’da yurt tutan çeşitli Türk taifeleri bu bölgelerde Îslâmî olmayan sanat eserlerinin bir kısmının sahibidir, tik Müslüman olan Türk bölgesi Anadolu’nun bu bölgesi ve ilk Müslüman olan Türk taifeleri de bu bölgenin sakini olan Türk aşiretleridir. Bölgenin Türk-îslâm kültür ve inanç yapısmda İs­lâm dışı motiflerin izlerini görmemiz bu sebebe bağlanabilir.

Olay bölgesinin etnik kimliği, bölgedeki olayların tayin edici faktörü olmaya devam et­mektedir. Bölge halkının kimliğine getirilen yorumlar, olayların çıkış sebebi olarak gösteril­mektedir. Nitekim; "Mütareke yıllarına gelinceye kadar başta tngilizler olmak üzere Avrupa­lI, "Kürd’ü, vahşi, kandökücü ve Hıristiyan oldukları için elinden tutmaya adeta kendini so­rumlu hissettiği Ermeniler’i katleden bir topluluk" olarak görmüştür. Kürtler, yabancı gözlem­cilerinde şahit oldukları gibi, ashnda komşulan Ermeniler tarafından çeşitli mezâlime tabi tu­tulmuşlar, 1915 ile 1918 yıllan arasında onlann silahlan altında aşağı yukan altıyüzbin kadar kardeşlerini yitirmişlerdir." 585

Türk’ün; Türkmen ve Kürt kanatlan arasmda, Türkizasyonun gelişmesinde ortaya çıkan "alt kültür çevrelerinin durumunu anlatırken M.K. Öke, "Orta Asya bozkır kültürünün tem­silciliğini sürdüren, fakat son yüzyıllardaki kültür alışverişinden nasibini alamamış Türkmen asıllı Kürt taşracıhğı arasmda bir yol ayırımı oluşmuş bulunuyordu. 1908 Devriminden sonra İttihad ve Terakki kanadı olarak iktidara gelen Jön Türkler, merkeziyetçilik yönünde dikkate değer bazı adımlar atacaklarsa da, halktan kopuk, daha ziyade Batı tecrübesini tekrarlamaya yönelik gayretler, bu iki kültür arasındaki uçurumu daha da açmaktan öteye gidemeyecek­tir." demektedir.

Osmanlı ile Türkmen-Kürt toplumlannın birbirinden giderek uzaklaşmasındaki "dış" fak­törleri de unutmamak gerekir. Bu etkenler, nihaî analizde, Kürt toplumunu "alt kültür" ola­yından alarak büyük ölçüde yapay ve zorlama metodlarla etnik tabana dayalı yeni bir millî bünye kazandırmak uğraşınınm motorları olmuştur/595 Konu bir sosyolog gözüyle Şerif Mar­din tarafmdan daha geniş incelenmiştir/605

Netice olarak diyebiliriz ki, olay Bölgesi Doğu ve Güneydoğu Türkiye’nin belirli bir kesi­mine tekabül etmektedir. Bölgenin Türkler’e yurt olarak açılma tarihi, Milattan evveline var­maktadır. Bölge birkaç bin yıllık Türk yurdudur. Türkler’in farklı boylan bu topraklara İslamiyetten çok evvel gelmiş ve Türkler’e ait farklı isimlerle tarih sahnesine çıkmışlardır. Türk­ler’in İslamiyete giriş tarihlerinden sonra, bölge Müslüman Türk nüfusu da olmaya devam et­miştir. Daha evvel bölgeye gelip hakim dinlerin bünyesine adapte olan Türkler’in bir kısmı da bölge islamiyete açılınca İslamiyete bu bölgede girmişlerdir.

Bölge; süreklilik arzeden ve yönetim kurmuş bulunan Hazar Türkleri türünden devletler­den sonra, Eyyubi ve Selçuklu Türkleri, bunların dağılmalarıyla oluşan, yerel beylikler, Osmanlı Türk İmparatorluğu ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti ile devamlı Türk yönetiminde kal­mıştır. Bölge halkını meydana getiren toplumlar bölge tarihine farklı bir kimlik kazandırmamıştır.

12. OLAY BÖLGESİNİN ETNİK KİMLİĞİ

Şeyh Sait Ayaklanmasına, isyancılar ve devletin tarafında katılanlar arasında, çeşitli Türk aşiretleri olmakla beraber; her iki kesimde yer alan bölge halkının çoğunluğunu "Kürt" diye ifade olunan Türkler teşkil ediyordu. Bu itibarla Kürt adıyla adlandırılan toplumun tanı­mı gerekecektir.

Günümüzde Doğu Anadolu halkına genel olarak Kürt denilmektedir.  Bölgede ise Kürtçe diye bilinen mahalli dille konuşan Türkler’e Kürt denilmektedir. Bu dili konuşan ve Orta-doğu’nun diğer ülkelerindeki halka da Kürt denilmektedir. Doğu Karadeniz’deki bazı kasabaların halkına atfen, bütün Karadeniz Bölgesi halkına hatalı olarak "Laz" denilmesi na­sıl genelleşmiş ise, Doğu Anadolu halkına da "Kürt" denilmesi aynı derecede hatalıdır Z ) Bu gerçeğe rağmen "Kürt" ismini taşıyan topluluğun etnik kimliği nedir?

Göktürk siyasî organizasyonu bünyesindeki Kürt isimli bir oymağın olduğu bilinmekte­dir J ) Ancak, bir oymağın bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olması mümkün değildir. Bu isimle anılan toplumun homogen olmayışı da bu fikri doğrulamaktadır/     Nitekim tarih, bu ismi taşıyan bir devlet de tanımamaktadır. Toplumun heterojen yapısını, özellikle konuşu­lan lisanda görmekteyiz/ Genel ad olarak kullanılmaya başlanılan "Kürt" kelimesi ile tanım­lanan mezkûr toplumun ilk nüvesini "Kürt" adlı Türk kabilesi teşkil etmiş olabilir. Ancak bu­gün Ortadoğu genelinde karşımıza çıkan toplumun içerisinde daha birçok Türk aşireti vardır ki, bütün bunlar bu genel isim altında toplanmışlardır.  Osmanlı tahrir defterleri de birçok göçebe ve yan göçebe Türkmen aşiretinin bu kayıtlara "Ekrad-Kürtler" adıyla geçtiğini göster­mektedir.  Türk aslından olan bu unsurların zamanla diğer bir kısım Türk kabilelerini de bünyelerine alarak, Doğu bölgemizdeki, bugünkü yapıyı meydana getirmişlerdir. Bölge halkı­nın etnik kimliğini belirlerken, sınır toplundan halkının kültürel çeşitlilik göstermelerinin do­ğal olduğu hatırlanmalıdır. Şüphesiz zaman içerisinde bu Türk aşiretleri arasında; Arap, Fars veya başka milliyetlerden oba ve oymaklann kanştıklan da olmuştur.

"Kürt" isimli Türk asıllı kabile Türkler’in yaşadıkları diğer coğrafyalardan; Türkistan’da, Altaylar’da, Macaristan’da da izler bırakmışlardır.  Macaristan’da, başlannda Hazar Hakanlığı’nın tayin ettiği birer "ur" bulunan yedi kabileden kurulu birlik teşkil ettikleri anlaşılan Macarlar’la Türkler’in büsbütün karıştıklarını, kabile adlan göstermektedir.  Kürt isimli, Türk asıllı kabile bulundukları coğrafyalarda dilleri otan Türkçe ile konuşmuşlardır. Sadece Orta-doğu’nun belirli kesimindeki Kürtler; dilleri olan Türkçeyi coğrafi yakınlığa göre, Arapça veya Farsça gibi diller ile diğer faktörlerin de tesiriyle kural ve kelime itibariyle karış­tırmışlardır. Böylece, bölgede kurulmuş bir kısmı Türkler’e ait devletlerin uzantısı ve dilleri de kısmen bozulmuş Türkçe olan bu halka "Kürt" denildi. Bu kelime çok kere bir hayat tarzı­nı belirledi. XIX. yy. kadar diğer Türk toplum larından farklılık göstermezken, bu yüzyıldan sonra siyasî bir mahiyet kazandırıldı.

"Kürt" kelimesinin etnik kimliği ile bugün verdiği mesaj, çok farklıdır. Etnik bir mahiyet arzetmesi için Kürt kelimesi üzerine bir hayli spekülasyon yapılmıştır. Gerçi, bir sosyal reali­te olarak, Kürt, İran ve Irak gibi Türkiye’de yer yer dikkati çekmektedir. Bu bir gerçektir. Tartıştığımız husus gerçeğin inkârı değil, yorumudur. Kürtler’in etnik kimliği üzerinde yapı­lan tartışmalar, bu toplumun Türk-Arap-Fars olabileceği veya bu tophımların dışında karak­teristiklerinin bulunabileceği yolundadır. Bu konular çok tartışılmıştır. Ben bu iddialardan, Kürtler’in Türk olduklarına inananlardanım/     Kürt kimliğinin bilinmesi, olay dönemindeki zihniyetin sağlıklı belirlenmesi itibariyle ayrıca önem arzetmektedir. Nitekim olaylar döne­minde Elazığ’da görevli olan Vali Hilmi’nin bu gerçeği bilmeyişi değerlendirmeyi hatalı yap­masına yol açmıştır.

Şeyh Sait olayını, bizzat yaşayanlardan yaptığı tespitlerden aktaran Yeni Fırat Dergisi’nin Elazığlı yazarı Cenap OSMANOĞLU’nin tespitleri de ilginç ve önemlidir. Yazar, olay içerisinde olan daha sonra isyancılar tarafından öldürülen öğretmen Mehmet Zeki’nin eşi ve olayı yakından izleme imkânları olanlardan dinlemiştir. Yazar olayı bu konuda yapılmış ya­yınlan da inceleyerek yansıtırken Behçet Cemal’in açıklamalarının sağlıksız olduğunu şahıs ve yer isimlerine dair yapılan hatalara da yer vererek belirtmektedir. Behçet Cemal olayların Elazığ safhası ile ilgili yaptığı açıklamalarda Vali Hilmi Bey’i esas almıştır. Vali ise C. Osmanoğlu’na göre basiretsiz ve olay gecesi dahil devamlı poker oynayan bir kimsedir. Mamuret’ül-aziz ve Şark isimli gazetelerin incelenmesi halinde; kendisine getirilen raporlan önem­semeyen valinin açıklamalarını gerçek dışı bulan C.Osmanoğlu, vali’nin ve yönetimdeki bir­çok sorumlunun "Kürt" kelimesi ile kastedilen anlamı bilmedikleri için "Kürt gelecekmiş, Kürt gelecekmiş” şayialarını ciddiye alıp panik yarattıklarını belirtmekte ve şu önemli açıkla­mayı yapmaktadır; "Kürdün gelip hükümete karşı koyması, vilâyet merkezlerini işgal etmesi, görülmüş hadiselerden olmadığı için bu şayia kıymetlendirilememişti/71)

Bu kıymetlendirilmeyişte, bir de sosyal sebep vardı. O da, şimdiye kadar, Doğu Anadolu halkının, ister Kürt diye anılsın, ister Türk diye anılsın, toplu halde hükümete karşı koyma­ması bilâkis hükümetle birlikte, her zaman haricî ve dahilî düşmanlara karşı hareket etmesi­dir,

Diğer taraftan buralarda, (Kürt) tabirinden Türk halkının anladığı manâ değişik mahi­yettedir. Osmanoğlu bunu şöyle açıklamaktadır:

"Kürtten maksat, dağ köylerinde oturan, cehâleti sebebiyle fırsat buldukça çapulculuk ya­pan, ancak bu hayattan vazgeçip, şehre ve kasabaya indikten sonra Türk payesine eren kimse kasd edilir.

Uzak köylerden gelenler, Türkçe bilmedikleri ve şivelerinin bozuk olduğu müddetçe, Kürt di­ye anılır; fakat kültürel bir değişmeden sonra, bu anılış, tamamen unutulur, artık o Türk payesi­ne ermiştir.

Böyle birine, Kürt müsün Türk müsün? diye sorulduğu zaman, (evvelce Kürt’tüm, fakat şim­di Türk oldum) diye cevaplarlar.

Bu itibarla Kürt’ün dağdan gelip, bağdaldni kovması, halkın sosyal kanaatine uygun düşme­diği için, Kürt gelecekmiş şayiası, halk ruhunda, hiç bir telaş ve heyecan yaratmıyordu.

İsyancıların sloganları ile uygulamaları arasındaki farklılığın yarattığı sonuçlan anlatır­ken de yazar; "şeriat iddiası altında gelenlerin bir hayli soygunculuklar yaptığı ve kanlar döküldü­ğü duyulunca, isyana karşı halk da hemen mukavemet fikri belirdi'  demektedir. C. Osmanoğlu’nun Kürt’ün kasabaya inişi ile Türk adını aldığını, kasabada Türk adıyla tanınan halkın hâ­lâ kırsal kesimde özellikle dağlık bölgede yaşayan akrabalarına "Kürt" adını verdiğini biz de Ağn ve Doğubeyazıt’da bizzat kendi hayatımızda müşahade etmiş bulunuyoruz.

Ayaklanma yıllarında Anadolu’ya milliyet anlamında mensubiyet duygusu henüz girme­miştir. Özellikle Doğu Anadolu’da milliyet ile İslâmiyet eşdeğerlidir. Bu zihniyetin bilinmesi, bölge halkının kendi kimliğini nasıl bildiği itibariyle önemlidir.

Şeyh Sait Olayında önemli rol oynamış Cibranlı aşiretinin faaliyetleri ile ilgili olarak Mahmut Akyürekli konuya yeni boyutlar getirmekte ve olaya katılmış ailesinden fertlerin inti­halarını da yansıttığı için olaya farklı bir perspektif kazandırmaktadır.

Dünya ve Kurtuluş Savaşları’nda devlete sadakatlerini bildiğimiz Cibran aşireti, Cum­huriyetin ilân edilmesiyle yeni düzene ayak uydurmakta güçlük çekiyordu. Hilafetin ilgası ve İslâm Hukuku’nun devlet idaresinden kaldırılması öteden beri hilâfet makamına aşın derece­de bağlı bu aşirette gereğinden fazla bir tepki oluşturdu. Bu tepki yalnız Cibranlılar’a mahsus değildi. İskilip’li Atıf Hoca ve daha başka yüzlerce din adamının Türkiye genelinde gösterdi­ği uyumsuzluğun bir uzantısı idi. Cibranlı bölgesinde fevkalâde nüfus sahibi olan Şeyh Said de diğer din adamları Cumhuriyet sistemine kuruluşundan beri karşı idiler. Fakat bu Doğu Anadolu’da müstakil bir Kürdistan kurmak gibi bölücü bir fikirden tamamen münezzehti. İs­lâmî bir müessese olan Hilâfet makamının yeniden tesisi ve İslâm Hukuku’nun devlet idare­sinde uygulanması gibi fikirlerden hareket etmekten başka birşey değildi. Cibranlar, şeyhlerin, en iyisini ve doğrusunu bildiğinden şüphe etmiyorlardı. Sadece Şeyh Said değil bütün din adanılan mevcut düzene karşı tavır almış, bu düzene karşı olmanın "şeriat" gereği olduğunda birleşmişlerdi. Bu yapı dindar ve muhafazakâr bir toplum olan Cıbran aşiretinin de devletine karşı tavır almasına sebep olmuştu. Cibranlı Miralay Halit Bey de aynı duygularla hareket etmek zorunda kalmıştı.

Alay kumandanlan ve şeyhlerin samimiyet ve dürüstlüğüne inanmış olan Cibranhlar bu düşüncelerinden hareket ederek isyana katılmış oldular.

İzah etmeye çalıştığımız samimi saf ve dürüstane fikirlerle Osmanlı ailesine ve İslâm hi­lâfetine bağlı bu aşiret; yaklaşık altıyüz yıl yaşadıktan düzenin birden yok olmasını hazmede­memenin şaşkınlığı içinde iken din adamlarının verdiği fetvalarla dinî duygulan şahlanmış ve İslâm şeriatının kurulması fikriyle ayaklanmaya iştirak ederek aktif rol oynamıştır.

Bölgedeki zihniyeti temsil eden kesimlerden birisi de şüphesiz Hamidiye Alaylandır.

Jurgen Roth ise bu konuda; "Ankara’daki merkezi hükümete bağlanmak istemeyen asilza­deler, ellerinden alınan imtiyazları nedeniyle (vergi toplamak, polis görevi yapmak) merkezi hükü­mete karşı ayaklanmaları örgütlediler. 1925yılında Şeyh Sait, Türk hükümetine karşı isyan çağrı­sı yaptı. Bu arada jandarma tarafından Kürt köylerine karşı korkutma işlemleri artırılmıştı. İlk başta isyana karışmayan Kürt aşiretleri de daha sonra harekete geçtiler ve dağlara çıktılar. Şeyh Sait’in ayaklanması bugün de Türkiye’de bir "Mürteci isyanının tipik örneği olarak tanımlan­maktadır. Şöyleki bu isyanda dinî mülahazalar büyük rol oynamıştır.

Mustafa Kemal, "Müslüman kardeşliği" dayanağının asilzadelerce kullanılması ve bunun millî birliğe verdiği zararın açıklanmasında büyük bir rol oynamıştır.... demektedir.

J.Roth’un parmak bastığı nokta Osmanlı toprak mülkiyeti ve vergi sistemi ile doğrudan ilgilidir. Hamidiye Alaylan, Kürtlüğe mensubiyet duygusunun gelişmesinde rol oynadığı için, "Kimlik" konusunda önem arzetmektedirler. İncelememizin muhtelif bölümlerinde bu görüşü paylaşan batılı diğer yazarlardan da bölümler alınıp açıklamalar yapılmıştır. Bu münasebetle, bir-iki noktaya açıklık getirmek, isyana öncülük edenlerin sosyal konumu incelenip, bilhassa Hamidiye Alaylarından olup, güvenlik görevi almış iken düzenli ordu kurulunca bu imkân­dan yoksun bırakılan aşiretler üzerinde durulması yârar sağlayacaktır.

Hamidiye Alaylarının kuruluşu şöyle idi:

Birinci Liva’yı teşkil eden aşiretler:

Merkez Karakulliya

Zilan Aşireti: Alay Numarası 3-5

Karapapak Aşireti: Alay Numarası 6-9 Adamanlı Aşireti: Alay Numarası 10-11

Haydaranlı Aşireti: Alay Numarası 12-37

Celali Aşireti: Alay Numarası 38

Şazili Aşireti: Alay Numarası 57

İkinci Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:

Merkez Hınıs

Cibranlı Aşireti: Alay Numarası 8-31

Cibranlı Aşireti: Alay Numarası 32-33-34

Zirikanlı Aşireti: Alay Numarası 35

Cibranlı Aşireti: Alay Numarası 36

Üçüncü Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:

Merkez Malazgirt

Sıbkanlı Aşireti: Alay Numarası 1

Karapapak Aşireti: Alay Numarası 2

Hüsranlı Aşireti: Alay Numarası 26-27-28-29-30

Dördüncü Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:

Merkez Erçiş

(?) Aşireti: Alay Numarası 13-14-15-16

Haydaranlı Aşireti: Alay Numarası 21-22-23-24-26

Beşinci Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler :

Merkez Başkale

Mukri (?) Aşireti: Alay Numarası 17                             ,

Milan Aşireti: Alay Numarası 18

Şimşiki Aşireti: Alay Numarası 19

Şukifti Aşireti: Alay Numarası 20-26

Takuri Aşireti: Alay Numarası 39

Altıncı Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:

Merkez Mardin

Millî Aşireti: Alay Numarası 41-42-43-44

Karakeçi Aşireti: Alay Numarası 45-46

Tay Aşireti: Alay Numarası 47

Miran Aşireti: Alay Numarası 48-49

Artuşu Aşireti: Alay Numarası 50

Yedinci Liva’yı Teşkil Eden Aşiretler:

Merkez Urfa

Kays Aşireti: Alay Numarası 51-52

Berazi Aşireti: Alay Numarası 53-54-55

Adı geçen aşiretlerden Suat Ilhan’a göre Şeyh Sait isyanına katılanlar ise Huyut aşire­ti (Muş), Hasenanh aşireti (Muş), Cibranlı aşireti (Muş), Silkan aşireti (Bitlis), Makso aşire­ti (Bitlis), Sınikan aşireti (Siirt), Penciranaç aşireti (Siirt), Molarahme aşireti (Sürt), Zengon aşireti (Hakkari), Herki aşireti (Mardin) gibi aşiretlerdir.

J. Roth’un üzerinde durduğu ikinci husus milletin dinî ilişkilerle oluşturduğu bağ ile mil­lî ilişkilerle oluşturduğu bağ arasındaki tercih konusudur. Atatürk bu iki oluşumdan İkincisini seçip uygulamıştır.

Etnik kimiliğe tekrar dönülmesi gerektiğinde Eröz’ün tanımına göre, Arap ve Fars kül­tür tesiriyle Türkmen kesimde meydana gelen başkalaşım "Kürtleşme" olarak tecelli etmiş­tir/78) Ancak yüzlerce yıl devam etmiş olan bu farklı yapı Anadolu’nun hiçbir kesiminde yadırganmamıştır. Kayseri’de Bünyan’da "tat" (tart) yabancı anlamında kullanılırken "Kürt müdür-Tat mıdır" tabiri ile halk, Kürt ile Türkmen’i eş anlamda kabul etmiştir/79)

Kürt’ün Türkmen’den farklılığını milliyet farklılığını düzeyine çıkaranlar daha ziyade Kürt dili üzerinde dururlar. Bu konuda F. Balsan gerçeğe parmak basmaktadır. Ona göre: "Kürt lisanı bir dialekt olup, Farsçaya daha çok benzemekle beraber, Arap ve Türk terimleri­nin de karışımından ibaret olup, kendine has bir telaffuzu vardır" 80) Türkiye’de yaşayan top­lulukların ulus ve vatandaşlık itibariyle Türk kabul edilme konusunda U. Heyd ; Türkiye’de yaşayan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler sadece vatandaşlık yönünden Türk, fakat ulus yö­nünden ise Türk değildirler/81) demektedir.

İngilizler’in Ortadoğu politikasında Türk milliyetçiliği uyanışına karşı aşiretleri etnik an­lamda karşı silah olarak kullanışı, meselenin başka önemli bir noktasıdır. Bu politika Şeyh Sa­it olayından çok evvel başlatılmıştı. İngilizler’e göre bu yeni politika ile ayn bir milliyet hava­sına sokulmak istenen aşiretlerimiz bölgedeki Türk kesimler arasındaki coğrafi bütünlüğü bozmuş olacaklardı. Konuyla ilgili olarak Mim Kemal Öke:" Türkler, Kürtler’in Turani ol­duklarım iddia ediyorlardı. Fakat eğer İngiltere Kürtler’i yeteri kadar tahrik eder de Türk­ler’in karşısına yine Türk kökenli olan bu grubu çıkartırsa o zaman Turancılığın işi bitikti. Bu İttihatçılar’ın Türklük felsefesine indirilmiş en büyük darbe olacaktır..."  şeklinde bu politi­kayı açıklamaktadır.

Bölgenin etnik kimliği konusunda Kürtler’in Turanlılığı konusu Lozan’da gündeme gele­cek, İngiliz Ansiklopedileri daha evvel Kürtler’i Turani gösteren açıklamalarını, ikinci baskıla­rında değiştireceklerdir. Musul konusunun tartışıldığı dönemde Kürtler’in Türk’ten farklı bir etnik unsur olduklarını ileri süren İngiltere, bu isimle anılan Türkler’i Şeyh Sait olayı ile isya­na sevkederek Türk devletinin dış Türkler politikasına adeta gem vurmuştur. Bu noktada önemle vurgulanması gereken husus; Türkler’in kültürel dayanışmasına içerde ve dışarda ilgi duyan çevrelerin Kürt sorununa yeterli ilgiyi göstermemeleri halinde, Türk dünyasının kültü­rel bütünlüğünün sağlanamayacağını bilmeleri gerektiğidir.

Hamidiye Alaylarına asker vermiş aşiret ve kabilelerin aynı zamanda Şeyh Sait isyanı ve daha sonraki isyanlara tamamen katıldıklarını söylemek mümkün değildir. Biz incelememiz boyunca; Modan, Batyanh, Mıstardı, Tavaslı, Sılavlı, Melikanlı, Hasenanh ve Cıbranhlar’m is­yanla ilişkilerini tesbit edebildik.

Şeyh Sait ayaklanmasına katılan aşiretlerin isimlerinin tesbiti için yapdan çalışmada, el­de edilen bilgilerin değerlendirilmesinde bazı zorluklarla karşılaşılmıştır, ayaklanma bölgesi aşiretlerinin isimlerini kesin tesbit mümkün olamamıştır. Zira ayaklanma bölgesindeki aşiret­lerin bazı kabileleri bölge dışında oldukları, bir aşiretin bazı kabileleri ayaklanmaya katılmış­ken aynı aşiretin bir kısım kabilelerinin tarafsız kaldıkları veya güvenlik kuvvetlerinin yanın­da yer aldıkları görülmüştür. Ayrıca ayaklanmaya başlangıçta destek olup sonradan taraf de­ğiştiren veya ayaklanmaya katılmadan destek sağlayan aşiretlerde olmuştur. Değerlendirme­de zorluklar doğuran bir husus da Şeyh Sait isyanını Şeyh Sait’in tutuklanması ile bitmiş sa­yan zihniyetle, bu isyandan sonra patlak veren diğer olayları bu isyanın devamı sayan zihniye­tin mevcut olmasıdır. Şeyh Sait isyanına katılmışken daha sonraki isyanlara mesela Ağn isya­nına da katılan isyancı aşiretler olabildiği gibi Şeyh Sait isyanına katılmadığı halde daha son­raki isyanlara katılan aşiretlerde olmuştur. Arşiv kayıtlan, aşiretleri tanımlarken çok kere "is­yana katılmıştır" veya "katılmamıştır" teşhisini koymakla yetinmiştir.

Biz Adıyaman, Ağn, Artvin, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gazi­antep, Gümüşhane, Hakkari, Hatay, Kars, Malatya, Maraş, Mardin, Muş, Siirt, Sivas, Tunce­li, Urfa ve Van bölgesinde Kurmanç, Zaza, Karapapak, Türkmen, Paşa ve Şıhbızınh aşiret gruplarından 715 aşiret ve kabilenin durumunu inceledik. Bunlardan 188 aşiret ve bu aşiretle­re ait kabilenin Cumhuriyet döneminde cereyan eden isyanlara, isyancı olarak katıldığını tesbit edebildik. İsyancı aşiretlerden 50-5 l’i de Şeyh Sait isyanına katılmışlardır. Bunlardan kâr­lılar kabilesi isyanı desteklemişlerdir. Hasenanlılar kısmen katılmışlardır. Bekirhan, Badikan, Sev Hiyan, İzol, İzolan, Şeyhdoda, Zaza, Percikan, Simikani, Hardi, Zeyve, Araban, Berazi, Bilikan, Cemaldinli (Camadanlı), Cibranlı, Dimili, Dilhiran, Dimilan, Hasanan, Hoyti, Kara­baş, Kaskan (Kaskanlı), Zirikan (Zerkanlı), Batuan (Batuvan), Bileşki, Cemmokâki (Çemkâri), Dümbülha (Dümili), Herikan, Kiçcani (Semsan), Kicani (Ömerhan) Kiçani (Hasinan), Selikan, Teyyani, Kervan, Curanlı (Cibranlı, Guranlı), Halef-bey, Huyut (Kuyut, Beygirler), Alikan, Batuvan (Batuhan), Malabini (Maladibo), Pencenar, Ramman, Receban, Sarmi, Sinikan, Sinka, Şımak, Üstürikan aşiret ve kabileleri ise Şeyh Sait isyanında isyancı olarak rol al­mışlardır. Bunların yörelere göre isim farklılığı gösteren (îzal, İzolan, Dimili, Dimilan, Dimilyan gibi) çok kere aynı aşiretler oldukları da muhakkaktır.

Bununla beraber şurası bir gerçektir ki Şeyh Sait isyanı ve onu takip eden isyanların faa­liyet bölgesi daha evvel 1914-1918 yıllan arasında Ermeniler’in isyan bölgesi idi. Ermeniler, Osmanlı devlet yönetimine karşı direnmekten ziyade bölgede müslüman halk istemiyorlardı. Onlar Türk’ü ve Kürd’ü bölgeden temizlenmesi gereken gayri Ermeni unsur olarak görüyor­lardı. Nitekim: Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Bitlis ve Van’da isyanlar çıkarmışla/     ve bölge halkına karşı mezalimlerde bulunmuşlardı. Çünkü bu bölgenin halkı, büyük ölçüde Hamidiye Alaylanna süvari vermişti. Yine bilindiği gibi gerçekte bölge halkının çoğunluğunu aşi­retler oluşturuyordu.

Beşikçi kimlik konusunu tartışırken kendince bir takım iddiaları tesbit etmekte ve bu gö­rüşleri reddederek kendi yorumunun doğruluğunda ısrar etmektedir. O’na göre karşı iddia­lar; "Kürt diye bir ulus yoktur. Herkes Türktür, Kürtçe diye bir dil yoktur, bu Türkçenin bir lehçesidir"; "Türk halkı, Türk toplumu, Türk insanı, Türk köylüsü deyimleri içerisinde Kür­dün varlığını görmezden gelmek"; "Kürt sorunu vardır ancak çözümü için zamanı uygun bul­mamak"; "Kürt sorununu yoğun bir asimilasyonla yok etmeyi düşünmek"  şeklinde ifade olunmaktadır.

Beşikçi Kürtler’in mağdur edilmiş millî bir toplum olduklarını gerçek kabul ederek yola çıktığından O’nun siyasî ve ideolojik tercihine uymayanlar, O’na göre ilme de aykırı olanlar­dır. Kürtler’in hukukî anlamda Türklüklerinden öteye sosyal realite olarak Türklükleri en azından Turanilikleri birçok Kürt aydınının da kabul ettiği bir gerçektir. Beşikçi Kürtçenin bir lehçesi olmadığı fikri ile ortaya çıkarken Kürt dilinin çağdaş anlamda dil olduğunu izah et­meliydi. Kürtçenin homogen bir gramer ve kelime yapısı arzetmediği yazı ve eğitim dili ola­mayacağına dair iddiaları tartışmalı idi. O, bu yolu seçmeyip Türk-Kürt kültür ortaklğını yok sayabilmek için meseleyi Güneş-Dil teorisi boyutlarında ele almaya kalkmıştır.

Türk Milleti tanımının, Türkiye Cumhuriyetini kuran halkı karşıladığı, başka vesilelerle de izah edilmiş iken, bu milletin kurucu unsurlarından olan Kürt kesiminin, Türk milleti tanı­mı kapsamına alınması neden, doğal bir uygulama olmayacaktı? Beşikçi, öncelikle bunlara ce­vap vermeliydi.

Kürt halkı genel Türk kültürünün "bir alt kültür kesimi" olarak vardır. Bütün üniter toplumlarda olduğu gibi kültürel entegrasyon çağdaş kültürüzasyonun uygulamalarmdandır. Top­lumun ortak kültür değerlerinden, milli kültüre ulaşmak, ortak kültür süzgeci kullanmak asi­milasyon değildir.

Bölgenin etnik kimliği konusunda tartışılması gereken Zaza-Kurmanç farklılığı1' ) üze­rinde aynca durulacaktır.

Türklük; muhakkak ve sadece Türkmenlik, demek değildir. Türklüğü meydana getiren başka Türklük unsurlar da vardır. Türklüğü meydana getiren; Türkmen, Yörük, Kürt ve ben­zeri Türk uruklarının kapsamındaki oba ve oymaklarda, urukları meydana getirirken, deği­şen tarih ve coğrafyalarda farklı kombinezonlarla bir araya gelmişlerdi. Mesela Karakeçili aşi­reti, Urfa’da Kürt Türkleri, Bilecik’te Türkmen Türkleri kapsamında olabilmiştir. Bölgenin birkaç bin yıllık etnik kimliğinde bu özelliği görmekteyiz.

Bölge halkının bir kısmına teşmilen verilen isim Kürt’tür. Etnolojik anlamda bu kelime Gök-Türkler dönemine kadar uzanmakta ve sadece Türkler’in bulundukları coğrafyalarda bir Türk uruğu olarak geçmektedir. Son yüzyıllarda ve Ortadoğu’da ise bir yaşam tarzı karşılı­ğı olarak kullanılmıştır.

Şeyh Sait isyanı’nı çıkaran kadro ve bilhassa isyanı yöneten durumunda bulunan aşiret li­derleri ve Şeyhler Kürt "Kurmancı" değil Zaza ’lar olup, Kurmanç Türkleri ile özel organik bağlan olmayan başka bir Türk boyudurlar. Zaza ve Kurmanç ortaklığı sadece her ikisinin Türk olmasmdan kaynaklanır. Aynca isyana arka çıkan ve karşı olan aşiretler arasında Zaza, Kurmanç ve Türkmen aşiretleri de vardır. Türk olan olay bölgesinin etnik kimliği, fanatikle­rin dışında aşiretlerde de yaşamaktadır.

13. CUMHURİYETİN KURULUŞU VE İLK İNKILÂP

HAREKETLERİ

Bilindiği üzere değişik dünya görüşlerine sahip milletvekilleri Meclis’in çatısı altında "İs­tiklâl" amacı doğrultusunda bir araya gelmişlerdi. Gelecekte siyasî partilerin kurulmasına ön hazırlık, temel olarak hareketin Sivas Kongresi’nde kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile gerçekleşmiştir. I. dönem B.M.M.’nin kısmı azami bu cemiyetin üyesi kabul edilmesine rağmen, Meclisin kuruluşundan itibaren süregelen tartışmalarda inkilâpçı görüşün daha organizeli, birlik içerisinde hareket etme ihtiyacı doğmuştur. M.Kemal Paşa bu ihtiyaçtan hareketle, 10 Mayıs 1921’de ilk olarak kendi başkanlığında Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurmuştur. Bu grup karşısında bulunan ve M.Kemal Paşa, hü­kümet icraatları karşısında tavır alanlar 1921 sonlarına doğru aynı isim altında II. Grup ola­rak tanınmışlardır. II. Grubun Saltanatın kaldırılması ile ondan ayrılan Hilafet yetkisinin dünyevi selâhiyetleri de içine aldığı iddiası (bu görüşün İstanbul basınınca desteklenmesi) Mecliste gittikçe kuvvet kazanması, başlayan Lozan görüşmelerindeki muhalefete etkili ol­muştur/   ) I. Dönem B.M.M. Nisab-ı Müzakere Kanununa(9°)göre asıl gayenin tahakkuk etti­ği gerekçesiyle 1 Nisan 1923 tarihli kararla seçimlerin yenilenmesi gerçekleşmiştir. Nisan se­çimi karan ile II. Grup fiilen tasfiye olurken  ), M.Kemal Paşa’nın Müdafaa-i Hukuk Grubu 13 Ağustos 1923’de çalışmalarına başlayan II. Dönem B.M.M.’nin azalarının tamamına sa­hipti.

Nisan 1923’de Nisab-ı Müzakere Kanunu gereğince asıl gayenin tahakkuk ettiği, barış görüşmelerinin yapılmakta olduğu gerekçesiyle Meclisin feshi ve yeni mebus seçimlerinin ya­pılması mümkün olmuştur. Aslında Meclisten bu kararın çıkmasında etkili olan: II. Grubun Lozan görüşmeleri dolayısıyle Mecliste yarattığı etkili muhalefeti ile buna ilaveten Saltanatın kaldırılmasından sonra Meclisin uhdesine bağlanan Halifelik makamına siyasî bir karakter kazandırma gayretlerinin hem Meclis’te ve hem de basında ağırlık kazanmaya başlamış olma­sıdır/     )

Ağustos 1923’te, yapılan seçimlerle yeniden teşkil olunan(93) II. Dönem B.M.M. ve Hükümeti 23 Ağustos’ta Lozan Andlaşması’nı onaylamıştır/91)

Bu dönemin başında yaşanan ilk siyasi olan bir siyasî partinin kuruluşudur. Bilindiği gibi M.Kemal Paşa son iki yıl içinde zaman zaman kuracağını açıkladığı  ) Halk Fırkası 9 eylül’de Türk siyasî tarihi içerisindeki yerini almıştır. Fırka’nm programına, Ağustos seçimle­ri için yayımlanan "9 Umde’lik Beyanname" olduğu gibi kabul edilmiştir/   )

Yeni Meclisin M.Kemal Paşa’nm tercih ettiği azalarca teşkili yaraşıra yine M.Kemal baş­kanlığında bir siyasî fırkanın kurulması, bu kadrolaşma açısından özellikle İstanbul basını Hi­lafetçilerin yanında ve onlarla birlikte hareket ederek, Meclis dışı muhalefeti şiddetlendirmiş­lerdir. Muhalefet basını, gelişen olaylar karşısında sürekli olarak Hilâfet makamının gelecek­te ne gibi durumlarla karşılaşacağına dair kehanetlerde de bulunmaktan çekinmiyordu/98)

Hilafetçilerin 13 Ekim’de Ankara'nın başkent olarak kabulünden sonra besledikleri ümid giderek zayıflamış ve muhalif basında Halifeliğin kaldırılacağı yolundaki yorumlara rast­lanmaya başlanmıştır/") Ankara, Milli Mücadelenin karargâhı olarak Türk Milletinin istiklâ­lini elde etmesinde en ağır yükü üstlenmiş küçük bir Anadolu kasabası olmaktan yeni bağım­sız Türk Devleti’nin başkenti olma şerefini haketmiştir.

Bununla birlikte bu Meclis içerisinde de Gazi’ye göre; bazı mebuslarda vekil olmak arzu­sundan dolayı iş başında bulunanları beğenmiyorlardı ve hükümet aleyhindeki cereyanları kö­rükleyerek kendi maksatlarına göre faydalanma yollarını hazırlamaya çalışıyorlardı/100) Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, Fethi Bey kabinesi ile Meclis arasında, hatta Fırka Grubu ile sürtüşmelerin başlamış olmasıdır. Bunun açık örneği Dahiliye Vekilliğini de üzerinde bu­lunduran Fethi Bey’in bu görevden istifası ile Meclis ikinci başkanı Ali Fuad Paşa’nın Ordu’­daki vazifesine dönmek istemesiyle, yerinin boşalması üzerine hükümetin gösterdiği adaylar yerine, Meclis ikinci başkanlığına Rauf Bey’in, Dahiliye Vekilliğine de Sabit Bey (Erzurum)’in Meclis tarafmdan seçilmesidir/101) Bu gelişme hakkında M.Kemal Paşa’nın yorumu enteresandır. O’na göre Rauf Bey’in ikinci başkanlığa getirilmesi, bütün Meclisin onunla ay­nı görüşte olduğunu, yani bütün Meclis’in Lozan Barış Andlaşması’m yapan ve hükümette Hariciye Vekili olarak bulunan İsmet Paşa’nın aleyhinde olduğunu göstermek maksadı görü­lüyordu. Meclis’te bu gelişmelerin müsebbibi, ilk dönemde gizli muhalefet yapan küçük bir gruptu. M.Kemal bu teşhisi koyduktan sonra problemin kaynağının Vekil seçimlerinde iz­lenen yol olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü o zamanda her vekil Meclisçe ayn ayn seçilir atama yapılmazdı.

Bunun üzerine M.Kemal Paşa Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa haricinde bütün vekiller heyetini istifa ettirerek sun’î hükümet'buhranı yaratmıştır. M.Kemal Paşa’nın bu yolu benimsemesinin tek izah tarzı kendisinin de rahatsız olduğu Meclis içindeki muhalif tavırların gücünün ne ölçüde olduğunu anlamaktır. Diğer taraftanda mevcut vekil seçim siste­minin ne kadar güçlük yarattığını göstermek istemiştir. Neticede istifa eden vekillerin yerine yenilerin seçimi mümkün olamamıştır.

Bir hükümet buhranı çıkışından iki gün sonra 27 Ekim de Gazi bir yabancı gazeteye verdiği beyanatta "Hakimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir. İcrâ kudreti, teşri salâhiyeti milletin yegâne hakiki mümessili olan mecliste tecelli ve temerküz etmiştir. Bu iki kelimeyi bir keli­mede hulâsa etmek kabildir: Cumhuriyet" ve devamla "...reis-i cumhurdan, reis-i hükümet­ten ve mes’ul vekillerden müteşekkil bir hükümet teşkil edeceğiz" 103) diyerek iki gün sonra­ki gelişmeyi haberdar etmiştir.

29 Ekim 1923’de ilân olunan Cumhuriyet, iki yıl önce Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddesiyle benimsenmiş olmasına rağmen, Parlamenter rejime geçiş "Hilafet Meselesi" yü­zünden ertelenmek zorunda kalmıştır. M.Kemal’in Cumhurbaşkanı seçilmesi, Halife’nin dev­let başkanı olmasını isteyenlerin beklentilerini altüst ettiği malûmdur. Cumhuriyetçi olduğu­nu daha önceleri çekinmeden yazan ve öyle olduğu bilinen H.Cahit bile Cumhriyet’in ilânını endişeyle karşıladığını, bir oldu bitti ile kanunî tedbirler alınmadan durumun hoş karşılanma­yacağını yazarken, M.Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanlığın yanında Halife’de olup olmayacağı­nı sormaktaydı/104

Gerçekten de Cumhuriyet’in ilânında yukarıda da zikredildiği gibi rejimle birlikte yeni bir Anayasa’nın yapılması yerine 1921 Anayasası üzerinde yapılan değişiklik yeterli görülmüş­tü/105) Nitekim Cumhuriyetin ilanına basında itiraz edilmezken bu yolun tercihi üzerine eleş­tiriler çıkmıştır. İstanbul’da bulunduğu sırada Cumhuriyetin ilânını öğrenen Rauf Bey’in ga­zetelerde çıkan beyanatı muhalif kesimlerde heyecan yaratmıştır. Rauf Bey ilânı erken ve aceleyle yapılmış bir iş olarak görürken asıl Anayasa meselesinin halledilmeden bu ilânı doğ­ru bulmadığını söylemiştir/106)

Rauf Bey’in basında yer alan ifadesi üzerine 22 Kasım’da toplanan Halk Fırkası Meclis Grubunda İsmet Paşa 107) tarafından şiddetle eleştirilen Rauf Bey, basında yer alan ifadesi­nin Cumhuriyet’e yönelik olmadığını, usul hatasının yapıldığını ifade ettiğini belirterek, fırka­nın ihraç karan dahil her türlü görüşünü kabul edeceğini belirtti. Ertesi gün yayınlanan gaze­telerde Halk Fırkası içinde hiçbir ayrılığın olmadığı duyuruldu/108) Bu toplantının enteresan bir tarafı, basında yer alan ve Halife’ye siyasî bir yer tayin eden yazılar üzerine İsmet Paşa "Herhangi bir Halife, ananaten, fikren ve şeklen, usulen, zimnen ve sarahaten Türkiye’nin mukadderatında alâkalıymış gibi vazife almak isterse, hareketlerini hiyâneti vataniye sayacağız" diyerek hem Halifeye, hem de Halife yanlılara sert bir cevap vermek zorunda kalmış­tı

Hatırlanacağı gibi, Saltanatın kaldırılmasından sonra, basında çıkan haber ve yorumlar, Türkiye’de bir Hilafet meselesinin varlığını yaratıp, yönetim hakkında şiddetli eleştiriler çı­lanca, M.Kemal Paşa İzmit’te basının dikkatini çekerek, ülkenin çağdaşlaşma çabalarında en­gel olmamalarını istemişti/110) Fakat Cumhuriyetin ilânından sonra basm tekrar M.Kemal ve yönetim aleyhine şiddetli eleştirilerde bulunmaya başlamıştı/111) 8 Kasım tarihli Akşam gaze­tesinde Halifenin istifa edeceği haberi üzerine, iki gün sonraki Tanin’de Lütfi Fikri (îstabul Barosu Başkanı) "Huzuru Hazreti Hilâfetpenahi" başlıklı açık mektubunda, Akşam gazetesi­nin verdiği haberden duyduğu üzüntüyü dile getererek, Hilâfet’in Türkler’in elinden çıkarsa Alemi İslâmda Türk Devleti’nin hiçbir önemi kalmayacağını belirterek, böyle birşey vukubulursa Halifenin direnmesini istiyordu. Hatta Halife’ye saldıranlar düşman değil, biz kendimiziz" diyerek M.Kemal’i itham etmekteydi. Bu mektubun desteklendiği anlaşılan 11 Kasım ta­rihli Tanin’de, H. Cahit hükümet yanlısı bir gazetede yer alan haberi ciddiye aldığını, bunun bir tertip olabileceğini, çünkü aynı haberde Halife çekilirse onun şeklinin ve seçiminin de de­ğişeceğini yazdığını hatırlatıyordu.112

Bu gelişmeler karşısında, Hükümetin basm üzerine gitmesini kolaylaştıran en önemli olay, İsmet Paşa adına yazılan Halifelikle ilgili "Ağa Han" ve "Emir Ali" imzalı mektupların yerine ulaşmadan 5 Aralık’ta Tanin ve İkdam, 6 Aralık’ta Tevhid-i Efkâr gazetelerinde yayınlanmasıydı. Bunun üzerine İsmet Paşa konuyu Meclise götürerek İstanbul ve civarmda vazife yapacak İstiklâl Mahkemesi’nin çalışmalarına başlamasını sağladı/113) Mektubu yayınlayan gazetelerin sorumlu müdür ve başyazarları yargılanarak, yapılan fiilin suç teşkil ettiği ancak kasıt bulunmadığı dolayısıyla beraat ettileri114) Çok geçmeden M.Kemal Paşa ikinci bir defa İzmir’de Tevhid-i Efkâr başyazarı Velid Bey haricinde diğer gazetecilerle bir sohbet toplantı­sı düzenleyerek, basının Cumhuriyetin gerekli kıldığı işleri yapmalarında kendilerine yardım­cı olması gereğini hatırlattı/115) Harp oyunları münasebetiyle bulunduğu İzmir’de, 22 Ocak 1924 tarihli İsmet Paşa imzalı şifreli telgraf gelmişti. Bu telgrafta İsmet Paşa; basmda Hilafet konusu hakkında çıkan yazılara değinerek Halife’nin de bazı taleplerini aktarmaktaydı. M.­Kemal Paşa ise, verdiği cevapta açıkça; "Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla varlığını tehlikeye atamaz. Hilâfet makamı bizce, en nihayet, tarihî bir hatıra olmaktan fazla bir önem taşımaz"  

M.Kemal Paşa’nın, İzmir’de iken Hilâfet’in kaldırılması zamanının geldiğine hükmetti­ği  ) ve bu |jaran almadan önce gerek basınla, gerekse harp oyunları vesilesiyle ordudan, gi­rişeceği hareket için destek almış olduğu açıktır.

İzmir Harp Oyunları sürerken Meclis’te Cumhuriyet’in ilk bütçesi görüşülüyordu. Bu gö­rüşmelerde özellikle Halifelik makamı hakkındaki son hamlelerin yapılmakta olduğu anlaşıl­maktaydı. Tahsisatmm artırılması isteğinde bulunan Halife, sert eleştirilere muhatap oldu. İz­mir’de sohbetin etkisiyle artık muhalif olarak bilinen gazetelerde, dinin siyasetten ayrılması hakkında yazılar çıkmaya başladı. Halife ise durumdan haberdarmışçasına son Cuma selâmlı­ğında mızıka çaldırmadı.

Aynı gün T.B.M.M.’nin beşinci yılı açış konuşması ile toplandı. M.Kemal Paşa yapmış ol­duğu konuşmada birkaç gün sonra cereyan edecek gelişmelere işaret etmekteydi. M.Kemal Paşa konuşmasında üç önemli noktaya değinerek, Cumhuriyetin halde ve gelecekte her türlü tehlikeden arındırılması gerektiğini, terbiye ve tedrisatın birliği ve dinin siyasetten ayrılması­nı isterken ordunun siyasetten tecrit edilmesinin, Cumhuriyetin daima dikkat ettiği esas oldu­ğunu vurguluyordu  ) Ertesi günkü Tanin’de Hilâfet yanlısı olarak tanınan H.Cahit bu dü­şünceleri destekler mahiyette yazdı.

M.Kemal Paşa’nın, 1 Mart Meclis konuşmasını görüşen Halk Fırkası Meclis Grubu, 3 Mart 1924 günü üç ayn Kanun tasarısını Meclise sundu. Bu kanunların başlıklan sırasıyla: Hilâfetin İlgâsına ve Hanedân-ı Osmanîyenin T.C. Memaliki Haricine Çıkarılmasına dair, Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin İlgası’na dair ve Tevhid-i Tedrisat Kanunlandır. 429, 430 ve 431 saydı Kanun olarak bunlar Meclis’de kabul edil­miştir.

1922 Kasım’ından 1924 Mart’ına kadar Türkiye’nin dahilî ve haricî siyasetinde sürekli gündemde duran Halifelik meselesi artık tarihe mal olmuştu. Bilinen kayıtlara göre 3 Mart inkdâplanna açıktan karşı çıkan hiçbir mebus olmamış, basın yapdan hareketi desteklemiş­tir. Hele muhalif olarak bilinen bazı gazetelerin tutumu ise şaşırtıcı olmuştur. Bunlannya nında tabanda bazı tepküerin normal olarak tezahür ettiği de gerçektir.

Gerek Rauf Bey’in gerekse H.Cahit’in başı çektiği ve Cumhuriyet’in ilânındaki itirazla­rı, tepki yaratmıştı. Fakat o zaman için sakıncaları bulunan Anayasa değişikliği Mart 1924’te Meclis’te tartışdmaya başlandı. Hazırlanan yeni Anayasa (Teşküât-ı Esâsîye Kanunu) tasarıs/124) komisyondan geldiği gibi geçmeyip bazı maddeler ya red ya yeniden tanzim veya ilâve­lerle kabul edilmiştir/125) 1924 Anayasası Mecliste hür bir tartışma ortamı yaratması açısın­dan kayda değer bir gelişmedir.

1924 yılının bahar aylarında yaşanan köklü inkılâpların tamamlanışından, aynı yılın güz aylarına kadar dahilî siyasette büyük bir hareket görülmemiştir.

MUHALEFETİN ORTAYA ÇIKMASI

Yeni Türk siyasî hayatmda, II. Dönem Meclis teşekkülünden sonra çok geçmeden yeni bir siyasî parti arayışı arzularının olduğu görülmektedir.

1923 sonrası Atatürk’ün önderliğinde yürütülen inkılâp hareketlerinin başladığı, aynı za­manda da basit bir siyasi demokrasinin uygulanmasının zorunlu olduğu yıllardır. Dönemin ih­tiyaçtan ve şartlan gözönünde bulundurulduğunda bu iki hususun birarada olması bir zorun­luluk olarak gözükmektedir. Çünkü Cumhuriyetin ilânı ve Halifeliğin kaldırılmasının ardın­dan gelen köklü değişikliklerin, çıkarları zedelenenleri veya yüzyılllann alışkanlığını üzerin­den atamamış tutucu unsurları, muhalefete itmesi kaçınılmazdı ve üstelik o dönem için muha­lefet geniş bir kitleye hitap etmekteydi. Ancak, yapılması gerekenlerin çok fazla olduğu böyle bir dönemde, millî liderin bazı yenilik hareketlerine girişmesi, bazı çevrelerce kasıtlı olarak bir diktatörlük hevesi olarak anlatılmak istenmekte ve bu yanlış empoze, taraftar bularak ba­sından Meclis’e doğru yayılmaktaydı.

Kâzım Karabekir’e göre M.Kemal Paşa Başkomutanlıktan tek fırka ile Hilafet ve Salta­natı almak mefkûresini yürütecektir/126) Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal’in parti kurma gi­rişimini zamansız buluyordu. Balıkesir gezisi öncesi Akhisar’da Mustafa Kemal’e şunları söy­ledi: "Görüyorum ki Başkumandanlık üzerinizde bulunduğu halde siyasî bir fırka kurmakla meşgul olmanız aksi tesirler yapıyor. Bunun memleket dışındaki akislerinin daha fena olaca­ğını tahmin ederim. Bunun için şahsın akdine kadar bu gibi hareketlerle meşgul olmaktan sarfı nazar buyursanız"/127) t

Ancak, yeni bir siyasî partinin iktidar için mücadele etmek yerine, Mecliste Halk Fırkası’nı denetleyebilecek, rejimin görüntüsünü daha sıhhatli ve demokratikleştirecek yapı ve özellikte olması zaruriydi. Bunu, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nm kuruluşundan kapa­tılmasına kadar olan sürede görmek mümkündür. Bu fırkanın, kısa ömrü boyunca, iktidara aday olduğu, hiçbir yöneticisi tarafından açıklanmamıştır. Diğer yandan bu fırka kurucuları kendileri için hiç bir zaman M.Kemal Paşa’yı rakip görmemişler, hatta onu iktidardan düşürmeyi bile düşünmemişlerdir/128) Kurucuların hemen hepsi M.Kemal ile geçmişte ve Millî Mücadele’de yakın arkadaştır. Bunlardan yine bazıları hatıralarım M.Kemal Paşa’nın vefatından sonra yayınladıkları halde, onun şahsına yönelik hücumlarda bulunmamışlardır.

Mustafa Kemal Paşa ile Kâzım Karabekir Paşa arasındaki çok sıkı dostluk, bir dönem sonra gerilime girecek, taraflar birbirlerini itham edecek, fakat aralarındaki bu siyasî kavga dostluklarının gerçekte bozulmasına yetmeyecektir.

22 Ocak 1921’de Mustafa Kemal Paşa, Kâzım Paşa’yı içinizde tanıyanlar ve tanımayan­lar vardır. Karabekir Paşa, gayet zeki, üstün ahlâklı, namuslu, fevkâlâde iyi huylu, namuskâr, tedbirli bir adamdır" 129) demekteydi.

1921 yılında Kâzım Karabekir, Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle T.B.M.M.’de suçlanmıştı. Mustafa Kemal Paşa kürsüye gelmiş ve arkadaşı Kâzım Karabekir’i savunmuştur. O, konuşmasında, Karabekir Paşa’nın memleket ve millet için yararlı bir siyaset amacı sağlamak için Komünist gözüktüğünü belirtmiştir/130) Ancak, enteresan olan ci­het şu ki, 1933 yılında Kâzım Karabekir, Atatürk’ü Komünistlikle suçlayarak, Kurtuluş Sava­şı yıllarında bolşeviklik ilân etmeyi düşündüğünü ileri sürecektir 131)-

Millî Mücadele’nin ilk beş lideri Kâzım Karabekir, Ali Fuad, Mustafa Kemal Paşa ile Refet ve Rauf Bey id/132). Bu beş lider Millî Mücâdele süresince zaman zaman bazı konular­da anlaşmazlığa düşmüşlerdir/133) Ancak bu anlaşmazlıklar o kadar önemli değillerdi. Anlaş­mazlıkların kırgınlığa dönüşmeğe başlaması, askerî alanda elde edilen başarıdan sonraki sulh zamanında ortaya çıkmıştır.

Adı geçenler; Milli Mücadele önderleri aynı kuşaktan olup, aynı eğitimi görmüş, çeşitli cephelerde vazife almış insanlardı. Olayların seyri M.Kemal Paşa’nın diğerlerine nazaran da­ha geniş perspektife sahip olduğunu göstermiştir. Ondaki şahsi kaabiliyetlerin pek çoğunu di­ğerlerinde bulmak zordur. Fakat hepsinin de en ileri derecede vatansever olduklarına şüphe yoktur ve zaten Millî Mücadele’de bunu ispat etmişlerdir. Ancak I. Meclis döneminde, M.Ke­mal ile diğer Paşalar arasında hakimiyetin millete devri hususunda farklı görüşler ortaya çık­mıştır. t

saltanatın kaldırılması, bu iki farklı telâkkinin su yüzeyine çıkması açısından önemlidir. Rauf Bey’in Keçiören’deki toplantıda söylediği: "...Saltanat ve Hilâfet makamına vicdanî ve hissi olarak bağlıyım... Padişaha sonuna kadar sadık kalmak borcumdur. Halifeye bağlılı­ğım ise terbiyem gereğidir. Bundan başka umumî bir görüşüm de vardır. Bizde topyekün milleti ayakta tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeğe alışılmış bir makam temin edebilir. O da Saltanat ve Hilâfet makamıdır. Bu makamı orta­dan kaldırmak, onun yerine başka mahiyette bir varlık koymaya çalışmak, felâket ve hüsran doğurur. Asla doğru olmaz"(134) ifadeleri bilinmektedir. Bu ifadeler Refet Paşa tarafindan da tasdik edilmiştir. Rauf Bey, I. Dönem Meclisinde muhalif kanat olan II. Grup içerisinde res­men bulunmasa bile pek çok konuda birlikte hareket etmiştir.

M.Kemal Paşa, kafasındaki düşüncelerini zaman ve şartların verdiği imkânlar ölçüsünde adım adım gerçekleştirirken, yeni isimleri etrafında toplamaya başlamıştı. Bu dünyanın nere­sinde olursa olsun liderlik vasıflarından biridir. Çünkü hiçbir lider kendisiyle aynı ölçülerde ve hatta daha popüler şahsiyetlerle çalışmak istemez

Olayın seyir tarzını Kâzım Karabekir’in hatıraları da onaylamaktadır. Bir yasa önerisi hazırlayan Mustafa Kemal bunu Karabekir’e getirir. Öneride "Hanedân-ı Âli Osman tarihe devredilmektedir" denilmekte idi. Karabekir bunu okuyunca imzalamaz ve Mustafa Kemal’e şöyle der: "Paşam karar bu mu idi? Hilâfetin Osmanlı hânedânına ait olduğu hakkında apa­çık bir takdir verilmek üzere imzalarım". Orbay da itiraz edince M.Kemal öneriden "Hanedan-ı Âli Osman" kelimesini silip, İstanbul’daki padişahlık yazar. (10 Kasım 1923). Bu­nunla ilgili olarak K.Karabekir, "Mustafa Kemal Paşa Hilâfet ve Saltanat makamına geçmesi­nin arkadaşlar tarafından önleneceğini görünce, Cumhurreisliğine de mani olacakları endişe­siyle eski arkadaşlarını Cumhuriyet aleyhtarı ve padişah taraflısı göstermiştir.’’  ) demekte­dir. Karabekir devamla, "tıpkı Cumhuriyetin ilânında olduğu gibi Hilâfetin lağv ve hanedanın yurtdışı edilmesi kararı da birkaç kişi arasında kararlaştırılıyor ve halife benim mıntıkamda olmasına rağmen bana bu hususta haber bile verilmiyordu. Bu işi astlarımızdan ve sultanları­mızdan öğreniyoruz."  ) şeklinde serzenişte bulunuyordu. Gelişmelerden zamanında haber­dar edilmeyen K.Karabekir, "...ben hem mebus hemde ordu kumandanı olduğum halde bana kimse birşey bildirmemiştir. Bu vaziyet haklı olarak halkrda, orduyu da telaşa ve endişeye dü­şürdü" şeklinde tepkisini dile getiriyordu. İki gün sonra yapılan resmî tebligatta K.Karabekir, M.Kemal’in Cumhurreisliğine İsmet Paşa’nın da Başvekilliğe getirilmesi konusunda, "Cum­huriyet ilânı ile artık hilâfet ve saltanat mefkûresine spn verildiğini görerek her iki habere de çok sevindim"  ) demekteydi.

Diğer yandan II. Dönem Meclisi’nin teşekkülü sırasında I. Meclis döneminde tecrübesi­ne rağmen bazı konularda muhalif olduklarını bildiği halde M.Kemal Paşa’nın eski arkadaşla­rını devre dışı bırakma yoluna gitmediğini görüyoruz. Hatta Mustafa Kemal Paşa bu arkadaşlannm çoğunu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubunun mebus adayları araşma almakta bir mahzur görmemiştir. Meselâ İstanbul mebus adaylarına bir göz attığımızda, H.Rauf Bey, Fevzi Paşa, Ali Fethi Bey, K. Karabekir Paşa, Refet Paşa, A.Şeref Bey, Dr. Adnan Bey, Dr. Refik Bey, H.Suphi Bey, Akçuroğlu Yusuf Bey, Muhtar Bey, Ali Rıza Bey, İ. Canbulat Bey, S.Sım Bey ve Miralay Hamdi Bej/140) gibi pekçoğu ileride kurulacak muhalefet parti­sinde yer alacak olan kişilerden oluştuğunu görürüz.

Mesele diğer paşalar açısından ele alındığında, genelde hatıralardan anlaşıldığı kadarıy­la M.Kemal Paşa ile aralarının açılmasına, sonradan mücadeleye katılan bazı kişilerin sebep olduğu yolundadır 141)Bazı kişilerin başında İsmet vardır. Onunla Rauf Bey arasındaki anlaş­mazlık had safhaya varmış, konferans heyetinin Ankara’ya dönüşünde, Rauf Bey, karşılayıcı­lar arasında bulunmadığı gibi, istifa da etmişti.

Yeni dönemde Meclis, dahilî ve haricî ciddi meselelerle karşı karşıyaydı. Lozan görüş­meleri hakkında Meclisde cereyan eden tartışmalar zihinlerde taze idi. Bu Meclisin ilk işle­rinden biri olan Lozan Andlaşması’nın tasdik edilmesi ile Meclis bu andlaşmanın maddî ve manevî sorumluluğu altına girmişti. Lozan’da halledilmeyen veya çözümü daha sonraki za­manlara bırakılan meselelerin halli, bu Meclisin vazifeleri arasında yer alıyordu. Bu ise konu­nun sık sık gündeme gelmesi, bazı eleştirilere muhatap olmak anlamındaydı. İleride görülece­ği gibi gensoru konularından biri mübadele konusudur. Bu gensorudan sonra ise, bazı mebus­lar partilerinden istifa edip yeni bir siyasî oluşumun içinde yer alacaklardır.

İkinci bir husus, Meclisi oluşturan mebuslar aynı kaynaktan gelmesine rağmen, üst dü­zeyde bulunan pekçok kişinin, M.Kemal Paşa’nın hareket stratejisini tam kavrayamadıkları anlaşılıyor. Veya onların ifadelerine göre, çok önemli gelişmelerden haberdar edilmiyorlar­dı/142)

Halk Fırkası haricinde, yeni bir partinin kuruluşuna kadar Meclis içerisinde, hatta Halk Fırkası Meclis Grubunda bazı kararların alınışında muhalif reylerin varlığı muhalefet fırkası­nın habercisi sayılabilir. Meselâ İstanbul Mahkemesinin görev sınırı içerisine girecek dava ko­nusunda yapılan oylamada 63 red, 6 çekimser, 89 kabul oyu kullanılmıştır 143). İkinci bir ör­nek: 28 Ocak (kanunisani) 1924 (1340) Halk Fırkasî Meclis Grubunda aldığı güvenoyu ile alâkalıdır. Bu oylamada da 11 red 1 çekimser 86 oyla İsmet Paşa Fırkasından itimat alırken, red oyların sahiplerinden bazıları yeni kurulacak fırkada yerlerini almışlardır

Y.Kadri Karaosmanoğlu yeni muhalefetin oluşumuyla ilgili olarak hatıralarında, 1924 Anayasasının maddelerinden 7.si müzakere edilirken T.B.M.M.’nin o zamanki havası için­de. İsmet Paşa’nın iktidara getirilmesinin verilen takrirlerle önlenmek istendiğini nakleder(145). İsmet Paşa’nın bir polis rejimi kurduğu yolundaki çeşitli şikayetler öncelikle M.Kemal Paşa’nın eski arkadaşlarından gelir. Dahiliye Vekili Ferit Bey’in istifası bu konuda artan şikayetler üzerinedir 146). Aslında Mecliste hedef alınan Ferit Bey görünmekle birlikte, asıl vu­rulmak İstenen İsmet Paşa idi(147). İsmet Paşa Hükümeti hakkında çıkartılan çeşitli iddialar meyanında yolsuzluk ve rüşvet olayları da basının kullandığı malzemeler arasındaydı 148) Herşeye rağmen çok önemli inkılâpların yapıldığı Mart ve yeni Anayasa’nın çıktığı Nisan ayları­na rağmen, bir tarafta kalmış dahilî siyasette, yaz aylan boyunca kayda değer çok önemli ge­lişme olmamıştı. Belkide bu durgunluğun asıl âmillerinden biri, Meclisin tatilde olmasının ya­nında, Lozan’da arta kalan meselelerden biri olan "Musul" konusunun nasıl bir seyir takip edeceği hususuydu.

Bilindiği gibi Lozan Andlaşması gereğince Türk-Irak sınırının belirlenmesi ve İngilizler’in işgali altında bulunan Musul Vilâyetinin geleceği Türkiye ile Mandater İngiltere arasın­da 9 aylık bir süre içerisinde yapılacak müzakereler ile belirlenecek, netice alınamazsa taraf­lar Cemiyet-i Akvama gideceklerdi149).

19 Mayıs 1924’de İngiltere’nin başvurusu üzerine İstanbul’da toplanan Haliç Konferan­sı, karşılıklı olarak eski iddialarm tekrarı şeklinde cereyan etti. İngiltere’nin konu üzerindeki uzlaşmaz tavrı, konferansın hiçbir netice elde edilemeden 5 Haziran’da dağılmasına sebep ol­du. İngiltere’nin zaten arzusu bu yönde idi(150). Yine İngiltere’nin girişimi ile 6 Ağustos’ta ko­nu Cemiyeti Akvam’ın gündemine girdi. Türkiye buna itiraz etmedi. 20 Eylül’de, ilk görüşme­si yapılan Musul Meselesinde, İngiltere anlaşmazlığın Türk-Irak sınırının tespiti olduğunu id­dia ederken, Türk heyeti, bölgenin Türk topraklan olduğunu, halkının da Türk olup, Türkiye ile beraber yaşamak istediğini, bunun tespiti için bölgede plebisit yapılmasına taraftar olduğu görüşünü iletti.(151) Bunun üzerine Cemiyet, 30 Eylül’de Musul Meselesini inceleyecek bir ko­misyonun kurulmasını kararlaştırdı. Aynı tarihlerde, Musul bölgesinde Türkiye ile İngiltere arasında sınır çatışmalarının artması üzerine, Türkiye’nin başvurusu ile Cemiyet, gerginliği azaltmak amacıyla "Brüksel Hattı" diye bilinen geçici bir sınır tespiti yaptı/152)

1924 Sonbaharına girilirken, dahilî siyasetin gittikçe karışacağı sezilmekteydi. Baharda gerçekleşen inkılâplarla, artık açıktan siyaset yapamayacağını anlayan Hilafetçiler, yeraltı faaliyetine çekilerek etkin bir güç haline gelmeye başladılar. Bu arada, kendilerini devre dışı gören paşalar, durumlarını değerlendirmek için müsait fırsatı bulmuşlardı. İngiltere gibi dev­rinin en güçlü ülkesi ile, onun tesiri altındaki bir çevrede, hem de üyesi olmadığımız Cemiye­ti Akvam’da Türk Hükümeti, Musul Meselesinin pazarlığını yapmakta idi. Konu kamuoyu­nun merakla izlediği mevzuların başındaydı. M.Kemal, Fethi Bey ve KKarabekir’e "Musul hakkında Haliç Konferansı’nda Fethi Bey siyaset yoluyla muvaffak olamadı. Sıra Karabekir’e geldi. O, Bu meseleyi asker kuvveti ile başaracaktır." şeklindeki sözlerine KKarabekir; "îngilizler’e harp açmak felaketli bir iş olur. Musul Meselesi, Lozan’da daha sonraya bırakılmak idi. Herhangi bir muvaffakiyetsizliğin bilhassa Kürtlük mıntıkasındaki akisleri pek zararlı ola­bilir**153) cevabını vermiştir. Karabekir anılarında, ordudan çekilme kararını, İngilizler’e karşı Musul nedeniyle açılacak savaşa bağlar. Kendisinin ve bazı komutanların ordudan çekilmesi­nin bu savaş tehlikesini önlediğini iddia eder

Diğer bir konu ise Lozan’dan arta kalan meselelerden biri olan mübadele işlerinin düz­gün gitmemesi, şikayetlerin kamu oyunu meşgul etmesi idi. Musul konusunda hükümetin gö­rüşünün belirlenmesi amacıyla, olağanüstü toplantıya çağrılan Mecliste, Menteşe Mebusu Hoca Esat Efendi’nin vermiş olduğu takrir mübadele işlerinde görülen ihmal hakkınday­dı/155) Ancak takririn görüşülmesi yeni döneme bırakıldı. Bu takrirle gelişen olaylar yeni bir fırkanın doğuşuna kadar gitti.            '

6 Ekim 1924 tarihli Son Telgraf Gazetesi, Rauf (Orbay) ve İsmail (Canbolat) Beylerle, Refet (Bele) Paşa’nın çevresinde bir muhalif parti kurulacağını iddia ederken, 1 Ekim 1924 tarihli Vatan Gazetesi de "Halk Partisi’nin kendine parti adını vererek en önemli meselele­ri, gizlice görüşmesi, muhaliflerin ve bağımsızların görüşünü her işte hiçe sayması, yanlış bir gidiştir." diyerek yakınmaya karışık bir uyarıda bulunmaktaydı.

Atatürk "dindar ve namuslu olanların kazanamayacağı için memleketin zenginleşemeyeceği" üzerinde dururken, KKarabekir, "dinsizlik ve ahlâksızlığın milleti bolşevizme götürece­ğini, bunun İngiliz politikası olduğunu ve İngilizler’le Ruslar’ın Türkiye’yi paylaşmasına ma­tuf olduğunu" söylüyordu/156) Atatürk’le arasındaki büyük görüş ayrılığına rağmen, Kâzım Karabekir, şeriatçı ve dinci değil, batılı, lâik ve demokrat bir devlet adamı İdi/157)

Bu sırada Cumhuriyet Anayasası gereğince, üzerinde memurluk bulunan mebuslara iki görevden birini tercih etmeleri gerektiği bildirildi.

Budapeşte Elçisi Hüsrev Bey Urfa mebusluğundan, Londra Elçisi Zekâi Bey Aydın me­busluğundan, Berlin Elçisi Kemaleddin Sami Paşa Sinop mebusluğundan istifa ettiler. Eski Adalet Bakanı Seyit Bey profesörlükten maaş almaya başladığı 25 Mart 1924 günü itibariyle mebusluktan istifa etmiş sayıldı.

Bu arada askerlik işlerinin politikadan ayn tutulması ilkesine dayandırılarak, üzerlerin­de hem mebusluk hem memurluk bulunanlara yönelik olarak yapılan tasfiye hareketinin ken­dileri içinde bir uyan olabileceğini düşünen "Paşa Mebuslar" harekete geçtiler.

26 Ekim 1924’de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ne verdiği dilekçe ile ordudaki va­zifesinden istifa ettiğini açıklayan Kâzım Karabekir Paşa ani istifasının gerekçesini şu şekilde açıklamaktaydı: milletten rey alınmamak ve millî emeller yerine her arzunun kuvvetle tat­biki ve matbuatla efkârın hürriyetlerine riayet edilmemesi gibi fikrime ve kanaatime uyma­yan hallerin devam edip gidişi karşısmda... komutanlıktan istifa edip milletin sinesine çekil­dim. Hiçbir şeyden haberi olmayan ve hiç bir şeyi sorulmayan bir emir zabiti gibi ordu müfet­tişliği makamında oturmakta devam edemezdim."(I58) İstifa dilekçesinde de bu son cümleden mürekkep bir ifade kullanmıştır/159)

Karabekir Paşanın istifası, kamuoyundu şok tesiri yarattığı şüphesizdir. Bunun yanında Meclis içinde de bu istifa ile kendilerinde güç görenler, daha önce verilen mübadele hakkındaki takrir-i mübadele, İmar ve İskan Vekili Refet Bey’in verdiği açıklama yeterli bulunma­yıp 20 Ekim 1924 günü "gensoruya" çevrilmiştir.

30 Ekim günü Konya’dan gelen II. Ordu Müfettişi Ali Fuad Paşa, Ankara’da Erkân-ı Harbiye Umumiye Reisi Müşir Fevzi Paşa ile görüştükten sonra ordudaki vazifesinden istifa etmiştir. Ali Fuat Paşa bu görüşmede, Fevzi Paşa’ya kendisinin şüphe altında tutulduğunu, mektuplarının kontrol edildiğini, kimlerle münasebette olduğunun araştırıldığını dolayısıyla, bu şartlar altında vazifesine devam edemeyeceğini aktarmıştır/160) Aynca Akşam gazetesinin verdiği yemek davetine de katılmamıştır/161) Önceleri mebusluktan ayrılmaya karar veren Refet Paşa da Rauf Bey’in müdahalesi ile bundan vazgeçerek tekrar mebusluk görevinde ka­rar kıldı.

Ardarda verilen istifalar karşısmda bir süreden beri bazı tertiplerin olabileceği ihtimaliy­le meşgul olan M.Kemal Paşa, ordunun siyasetten ayrılması fikri için iyi bir fırsat doğduğu inancındadır. Bu olayların hemen akabinde hem mebus hem de ordu komutanı olanlara bi­rer telgraf çekerek bir görevde kalmalarını istemiştir/162) Sadece Cevat ve Cafer Tayyar Paşa Gazi’nin isteğini reddederken diğerleri harfiyen emfe uymuşlardır/163) Öyle anlaşılıyor ki, olayların birbiri ardına patlak vermesi karşısında bir tertiple karşı karşıya olduğuna kani olan M.Kemal Paşa, bu hadiseyi bir "Paşalar Komplosu" olarak nitelendirmekte ve şöyle demekte­dir:

"...Rauf Bey’in Heyet-i Vekile Riyasetinden çekildiğinden beri, Rauf Bey, Kâzım Kara­bekir Paşa, Ali Fuad Paşa, Refet Paşa arasında bir tertip düşünülmüştür. Bunda muvaffak olabilmek için orduyu ele almak lüzumu görülmüştür. Bu maksatla, Kâzım Karabekir Paşa Birinci ordu müfettişliğine tayin olduktan sonra, sabık kumandanlığı mıntıkası olan Şark vila­yetinde dolaşırken, Ali Fuad Paşa’da politikadan hazzetmediğini ve hayatım askerlik mesleği­ne hasreylemek istediğini ileri sürerek, İkinci Ordu Müfettişliğine gitti Üçüncü Ordu Müfet­tişi olan Cevat Paşa’nın bu Müfettişlik dahilindeki kolordudan olan Cafer Tayyar Paşa’nın ay­nı tertibe dahil olabileceklerini kabul ettiler. İstifalardan evvel, bazı kumandanları kendileriy­le beraber harekete imale için çalıştılar. Harekete politika yolundan geçeceklerdi. Siyasi saha­da orduda hazırlıklarım kâfi addediyorlardı... İkinci Grup mensuplan vasıtasıyla, bütün mem­lekette milleti aleyhimize ifsat için çalışmak fırsatına malik oldular. Memleket İçinde bazı nafi teşkilat ve teşebbüsata da geçtiler. İstanbul’da Vatan, Vakit, Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf ve Adana’da Abdülkadir Karali Bey tarafından çıkarılan gazetelerde birleştiler... Memleket­te umumî bir teşettütü efkâr hasıl ettiler...

...İngiltere’nin ültimatomlarına, malûm olduğu veçhile cevap verdik. Harp ihtimalini gö­ze aldık, işte bahsettiğimiz zevat, bu müşkil anda bir ecnebi devletin bize hücum edeceği za­manda kendilerinin de bize hücum ederek, hedeflerine sühuletle vasıl olacaklarını tahayyül ettiler. Muharebeye hazır ve amade bulundurmaya mecbur olduklan ordularını başsız bıra­kıp, vaktiyle hazzedemediklerini ifade-i umumi bir teşettütü efkâr hasıl ettiler..."

Kasım’da Meclis açılırken, yani İkinci Büyük Millet Meclisi’nin ikinci toplantı yılı açı­lırken bir yandan orduyu siyasî oyunlardan uzak tutma operasyonu sürüyor, diğer yandan da muhalefete atılan paşaların sayısı artıyordu. Bu nedenle Meclis açıldığında, Kâzım Karabekir Paşa ve Ali Fuad Paşa, bir süre, daha, görevlerini sürdürme durumunda bırakılarak Meclis­ten çıkartılır. Bu durum sevilen ve sayılan bir Paşa’nın Mecliste savunulmasını da doğurur. Bazı mebuslar muameleyi haksız bulurlar/165) Bu paşalar’ın yokluğu sırasında Encümenlerin seçimi yapılmıştır. Ayrıca muhalif Paşalar Müdafaa-i Milliye Encümenliği’ne seçilme girişi­minde de bulunamayacaklardır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1924’de ikinci dönem altıncı toplantı yılı açı­lırken artık Meclis içerisinde belirginleşen bir muhalefet kanadı beklenilen yeni bir fırkanın kuruluş haberidir. Gazi, alışılmışın dışında bu dönem muhtemel gelişmelerden haberdar et­mediği bir nutuk irad etmiştir/166) Anlaşılan o da gelişmelerin ne seyir alacağını beklemektey­di. İki Paşa istifa ettiği halde basının sık sık parti kuracağını söylediği Rauf Bey’den haber yoktu.

Nihayet daha önce verilmiş gensoru 5 Kasım’da Mecliste müzakere edilmeye başlandı. 1 Kasım’da Dahiliye Vekili Recep Bey’in uhdesine devredilen "Mübadele meselesi İmar ve İskân Vekilliği sebebiyle, muhalifleri güçlü bir muhatapla karşı karşıya getirmişti. Hükümet başkam olarak İsmet Paşa’nın, gensorunun sadece bir vekilliği değil bütün hükümeti ilgilen­dirdiği şeklindeki görüşü oylanarak kabul edildi. Üç gün süren, fakat gensoru özelliğini kaybetmiş takririn tartışmaları da daha çok şahsiyetlerin müdafaası şeklinde cereyan etti. Ra­uf Bey’in yıpratılma işi Recep Bey tarafmdan üstlendi. Görüşmeleri ilgiyle takip eden mu­halif basın Cumhuriyet rejimlerinde demokrasinin var olması gerektiğini, iktidarın muhalif fikre tahammül edip, zor kullanmaması, vs. şeklinde görüşleri yansıtırken, iktidar yanlısı olan­lar ise bu tür hareketleri birlik ve beraberliğe vurulmuş darbeler olarak görüyordu.

Şurası bir gerçektir ki, 1924 güzünde gerçekten Türkiye’de belki de herşeyden önce bir­lik ve beraberliğin var olması şarttı. Hele ki, bunun Meclis çatısı altında olmasının da daha büyük bir zarureti vardı. Meclis’te görülebilecek farklılık dahilde yeraltına çekilmiş Hilafetçi kesimin inkılâpları hemen hedef alacakları, tekrar hiç olmazsa Meşrutî bir yönetimi getirme­ye çalışacakları kuşkusuzdu. Böylesine bir gelişmeden tekrar İttihatçılar’ın sahnede görünme­si de pek muhtemeldi. Hariçte ise Türkiye’nin hiçte etkinliği olmayan Cemiyeti Ak­vam’da Musul Meselesi gündemdeydi. İngiltere karşısında iç politikasında bölünmüş bir Tür­kiye’nin varlığı şüphesiz İngiltere’nin işine gelirdi. Diğer bir husus bu günlerde ordunun mo­ralinin her zamankinden daha yüksek olması gerekiyordu. Çünkü ikili müzakereler netice vermeyince İngiltere Doğu’da Nasturiler’i ayaklandırma girişiminde bulunarak, Musul konu­sunda tavizler peşindeydi. Gerek Musul meselesi ve gerekse İngilizler’in tahriki sonucu vukubulan sınır tecavüzlerinden dolayı Türkiye, savaşı bile göze almıştı.

1.5. TERÂKKÎPERVER CUMHURİYET FIRKASI’NIN KURULMASI

Bu son gelişmeler Türkiye’yi demokrasi imtihanından geçirmekteydi. Şartlar göz önüne alındığında iktidarın muhalif kanada tavrının sert oluşunu bir ölçüde anlamak mümkündür. Ancak muhalif mebuslar arasında özellikle M.Kemal Paşa’nın eski silah arkadaşlarının bulun­ması, rejim açısından ciddi bir tehlike arzetmiyordu. Bu insanların Atatürk’ün prensiplerini benimsemiş kimseler olduğunu beyanlarında anlamak mümkündür.

8 Kasım’da genişletilmiş gensoru oylaması neticesinde 19 red oyuna kırşılık, 148 kabul oyuyla hükümet güvenoyu aldı. 41 mebusun katılmadığı oylamada, 19 itimatsız oyun sahiple­ri bir hafta sonra resmen açıklanacak olan muhalif fırkanın içerisinde yer alacaktır. Ertesi gün ise Halk Fırkası’ndan toplu istifalar başlamış Kasım’ın son haftasına kadar da aralıklarla devam etmiştir/1721 Burada dikkati çeken bir husus, gensoru görüşmelerinde muhaliflere ağır eleştirilerde bulunan ve hükümet taraftan, bir yerde yan resmî bir gazete olan Hakimiyet-i Milliye, 14 Kasım 1924 nüshasında istifa eden mebuslan iktidan denetleyecek muhalif bir fır­ka kurmalan için teşvik etmesiydi. Bunu da yaparken, Cumhuriyet rejimlerinde muhalefete ve murakabeye karşı çıkmak kimsenin hatırından geçmediğini, belli temellere dayanan, inkı­laplara bağlı bir muhalif fırkanın kurulmasını, çıkabilecek dedikodulardan kurtulmak için isti­yordu/     ) Bir bakıma böyle bir yazının yayınlanması muhalif mebuslar için Gazi’den gelen vi­ze anlamındaydı.

Partilerinden istifa eden mebuslar, Ali Fuad Paşa’nın başkanlığında; Erzincan mebusu Sabit (Sağıroğlu) Bey’in evinde toplantılar yaparak kurmak kararını verdikleri fırkanın prog­ram ve nizâmnâmesinin hazırlıklarını sürdürdüler. Bu toplantılara katılanlar arasında ev sahi­binden başka Dr. Adnan Bey, İsmail Canbolat, Bekir Sami, Halis Turgut, Feridun Fikri, Ah­met Şükrü gibi isimler vardı/1741 Bu çalışmaların arasında kurulacak fırkanın adı üzerinde "îstihlâs", "Cezrî Cumhuriyet” gibi teklifler oldu ise de, "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"na karar kılındığı anlaşılıyor. Basında daha önce yeni kurulacak fırkanın adında Cumhuriyet ke­limesinin yer alacağı haberleri üzerine, 10 Kasım günü Recep Bey’in Fırka Grubunda yaptığı teklif üzerine Halk Fırkası’nın başına Cumhuriyet kelimesi eklendi.

17 Kasım 1924’de resmen Dahiliye Vekâletine dilekçe ile başvuran Ali Fuad Paşa, Cum­huriyet tarihinin ilk muhalif fırkası olan Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu ilan ediyordu. Yeni Fırka’nın üyeleri arasında şu isimler bulunmakta idi: İdare Hey’eti, Reis Kâzım Karabekir Paşa. Reisi sani: Dr. Adnan ve H. Rauf Beyler (İstanbul) Umumi Kâtip: Ali Fuad Paşa (Ankara), Azalar: Rüştü Paşa (Erzurum), İsmail Canbulat (İstanbul), Sabit (Erzincan) Şükrü (İzmit), Muhtar (Trabzon), Halis Turgut (Sivas), Necati (Bursa) ve Faik (Ordu) Beyler.

"Fırkalar memleket için esastır, yeterki şahsî arzular yerine memleket için çalışılsın. Allah mübarek etsin" diye başvuruyu kabul eden Recep Bey, yeni fırkanın kuruluşunu res­men kabul etmiştir/   ) Aynı gün basına yeni fırkaya ait biri beyanname* 189) diğeri fırkanın program ve nizâmnâmesi olan belgeler verildi/   )

Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın resmen kuruluşu 17 Kasım 1924’de olmasına rağ­men, fırka girişiminin, 1924 Eylül ayı olduğu kesindir. Cebesoy’un hatıralarında bu tarihte Rauf Bey’in İstanbul Şişli’deki evinde kendisiyle birlikte Rauf Bey ve K Karabekir Paşa ile bir toplantı yaptıklarını bildirir. Toplanmalarının sebebi uzun süreden beri mektuplarının açıldığı, takip edildikleri, haklarında raporlar tanzim edildiği ve bu durumdan rahatsız olduk­ları yolundadır. Toplantının sonunda belirli kararlar alarak dağılırlar. Kararlardan haberdar edilenler arasmda, Dr. Adnan ve İsmail Canbolat Beyler de olmuştur. Kararların son madde­si aynı görüşte olanların Mecliste toplanması ve orda kendileriyle aynı fikirde olanlarla bir güç teşkil etmekti.(182) Cebesoy devamla Halk Fırkası’ndan istifalar başladıktan sonra hasta olan H. Rauf Bey’i istasyon civarındaki evinde ziyaret ettiğini, Rauf Bey’in "Halk Fırkasın­dan istifa ettiğini, evvelce mutabık kaldığımız prensipler dahilinde bir fırkanın teşekkül etme­sine taraftar olduğunu, arkadaşlarının beni beklediğini söylediğini anlatır.

Yine Cebesoy’a göre bu fırkanın muhafazakâr bir yapıda olmasına özen gösterilmiştir. O’na göre, muhafazakâr bir yapıda olsalardı, Mecliste muhalif fırkanın 80’ne yakın üyesini olabilecekti. Bir diğer husus fırkanın rejime bağlı, inkılâpların savunucusu, hatta yapıla­cak olanların destekçisi, iktidara gelmek için siyaset yapmayı düşünmeyen, sadece murakabesiz kalmış olan Meclis’te, murakabe işini asıl gaye edinmiş bir parti olmasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu yeni fırkada yer alan Millî Mücadele’nin dört önde gelen lideri, hiçbir zaman gerçek manada M.Kemal Paşa’nın karşısında bulunmak istememişlerdir. Daha çok İsmet Paşa yönetiminden şikayetçilerdir. Bu belkide II. Meclis dönemiyle birlikte İsmet Paşa’nın yıldızının parlamasından, hatta onun "İkinci Adam" mevkiine kadar gelmesinden kaynak­lanmış olabilir.

Müzakereler 8 Kasım’da sona erdi. Ancak güvenoyu almasına rağmen, İsmet Paşa Hü­kümetinin ömrü fazla sürmedi. 21 Kasım’da İsmet Paşa istifa etmek zorunda kaldı. Parti­sinin Meclisteki, iç ve dış politikadaki yönetimsizliği ve yolsuzluğunu iddia eden, muhalif suç­lamaları, İsmet Paşa’nın İstanbul’da örfi idare kurulrriasını isteyen teklifinin reddedilmesi ta­kip edince, istifa eden hükümetin yerine yeni kabineyi "ılımlı" olarak tanınan Fethi Bey (Okyar) kurdu.

Yeni kurulan kabinede Başvekil ve Millî Müdafaa Vekili Fethi Bey’di. Mahmut Esat Bey (Bozkurt) Adliye Vekili, Recep Bey (Peker) Dahiliye Vekili ve Mübadele Vekili, Şükrü Kaya Bey, Hariciye Vekili, Mustafa Abdülhalik Bey Maliye Vekili, Saraçoğlu Şükrü Bey Ma­arif Vekili, Haşan Fehmi Bey Ziraat Vekili, Ali Cenani Bey Ticaret Vekili, Fevzi Bey Nafia Vekili, Dr. Mazhar Bey Sıhhiye Vekili tayin edildiler.

Bu arada muhalefet hızla teşkilatlanarak İstanbul basınının da desteğiyle parti olma yo­lunda çaba gösterdi. Sonuçta 9 Kasım 1924’de harekete geçilerek, 17 Kasım’da Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Halk Partisi ve Hükümet ile onu destekleyen gazeteler de, bu yeni oluşuma ayak uydurdu. Nitekim M.Kemal Paşa "Biz Meclisimizde tek parti ile bir diktatör idaresi intibaı vermekteyiz. Bize bakan Batılılar, bu memleketteki idare tarzı parti diktatoryasıdır, derler. Bizim Meclisimizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz"* ) diyerek yeni partinin doğu­şundan duyduğu memnuniyeti belirtirken, Hakimiyet-i Milliye’de yazılan, 14 Kasım tarihli "işbaşına" başlıklı yazıda, 'Türkiye Cumhuriyeti, halkın egemenliği temeline dayanan bir yö­netimdir. Bu nedenle Meclisde birden çok parti bulunmasını istememek, muhalefete ve dene­time karşı çıkmak kimsenin hatırından geçmez. Belli temellere dayanan, devrim ilkelerine bağlı, meşrû bir denetim yolu izleyecek yeni bir partinin kurulması bizim için kuşku konusu olmaktan çok uzaktır" denilmekteydi.

Böylece yeni Cumhuriyetin siyasi hayatında bir dönüm noktası gerçekleşmiş ve rejimin gereği olan çok partili siyasi hayat başlamış oldu. Siyasi gelişme, Cumhuriyet düzeninde iler­leyişin kaçınılmaz bir sonucu ve şartı idi.

Yeni fırkanın altmışdört maddelik bir tüzüğü vardı. Bunun ilk maddesi. "Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası milletin tecelli eden sarih ve kat’i iradesi veçhile, hâkimiyetin kayıtsız şartsız kendisinde olduğunu ve mukadderatına bizzat vaz-ı-ül-yed bulunduğu esasına istina­den, Cumhuriyet idaresini takviye etmek ve kanunların seyyanen tatbikini temin ve istikrar ve emniyeti teyid ve tezyit eylemek ve teceddüt ve tekâmül esaslarıyla milleti muasır medeni­yette bir refah mevkiine ulaştırarak esbabını hazırlamak maksadıyla teşekkül etmiştir.'  ) şeklindedir.

Tüzüğün diğer maddeleri de özetle liberalizm ve demokrasinin ışığında Cumhuriyetin güçlendirileceği ve fırkanın düşünce ve dini inançlara saygılı olduğu yolundaki hususları kap­samaktaydı. Tüzüğün daha sonra manşet olacak altıncı maddesi "Fırkanın İtikad-ı diniyeye
hürmetkâr olduğu"nu belirtmekteydi. Bu madde hilâfet yanlılarım cesaretlendirdiği gibi Halk Partililerde de bu maddenin kendilerini dinsizlikle suçlamak için konulduğu yolunda bir şüp­he uyandırdı. Bu şüphe, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkasının sorumlu sekreteri Fethi Bey’in "Bizim fırkayı Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa ve Rauf Bey kurmuşlardır. M.Ke­mal Paşa’nın da rızası vardır. Terâkkîperverler dindardır. Halk Fırkası dini batırıyor. Biz onu kurtaracağız ve muhafaza edeceğiz." şeklinde konuşması üzerine fazlalaştı. Hatta Kâzım Karabekir Paşa bile bu durumdan ürkerek ve halkın dinî inançları kımıldatılarak ayaklandınldığmı ileri sürürek, millî birliği tehlikeye sokan sebeplerden Fırkası’nı uzaklaştırmaya çalış­mıştı/192)

Yıllar sonra, Terakkiperver Fırka ile Şeyh Sait olaymın ilişkisini İsmet İnönü’den öğren­mek isteyen Abdi İpekçi "direkt ilişkisi olmadığı" cevabını alacaktır/193) Ancak Fırka ile isya­nın ilişkisi üzerinde çok durulmuştur/194)

M.Nuri Dersimi’nin eserinde 195) Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası ile etnik-bölücü ha­reketin ilişkisi konusunda daha sonra da değineceğimiz şu bilgileri vermektedir.

O’na göre Erzurum’da kurulan Kürt İstiklal Cemiyeti’ne Şeyh Said, Melikanlı Şeyh Ab­dullah, Çabakçur’un Çan Şeyhleri, Palulu Şeyh Şerif ve diğer şeyhlerin ilgi duyması Cibranlı Albay Halit’in güven veren kişiliğinden geliyordu/196) Bu kuruluşun parlementer mensubu Bitlisli Yusuf Ziya ise, M.Kemal’in muhalifi olan Terâkkîperver Partisi ve diğer sair münferit muhalifler ile görüşmüştü/197) Örgütün tarikat kesiminden lideri Şeyh Sait’in Hınıs'ın Balkan köyünden Genç-Darahini bölgesine gelişinin sebebi bu yörenin Zazalar’ı arasında Nakşiben­diliğin yaygın ve müritlerinin daha çok oluşundadır/198) Hareketin yönetici şeyhlerinden Palu­lu Şeyh Şerif, Elazığ cephesi komutanı sıfatıyla sabık Dersim Mebusu Haşan Hayri ile birlik­te "Hozat’ta Celalzâde Mehmet Efendi vasıtasıyla bilumum Dersim aşiretleri ruesasına" Ela­zığ’dan 6 Mart 1925 tarihinde çektiği telgrafta; "sükuneti muhafaza ediniz, yakında bir heyet­le Dersim’e geleceğiz, muvaffakiyetler.” 199) demekte idiler. Bu dönemde Dersimli Seyit Rıza, Erzincan ve Koçkiri aşiretleri ile Sivas üzerine yürüme kararı almıştır. Haşan Hayri ise Te­râkkîperver Cumhuriyet Fırkası’na mensuptur. Dersim Mebusu iken Seyit Rıza’ya sığınmıştı. Daha sonra Elazığ fırka komutanı Nurettin Paşa’nın tavassutu ile Elazığ’a gidip Hüseynik kö­yüne yerleşmişti. Daha sonra Kürtçü kuvvetlerle işbirliği yaptı. Ancak Dersimliler’in tatmini için bu müddet zarfında tevkif edilmedi. Dersimliler’e daima sükuneti tavsiye eden Haşan Hayri, Seyit Rıza’nın, Dersim’in ilhakı teklifini reddetti. Tunceli’nin Karabal aşireti rüessasmdan Gongo ailesine mensup olan Haşan Hayri aşireti ile hayli etkili idi. Daha sonra Has an Hayri amcasının oğlu Celal Mehmet ile birlikte idam edildiler

Hasretyan ise bu konuda bazı eski Kürt milletvekillerinin Terâkkîperver Fırka’ya girdiği­ni, böylece bu partinin doğu vilayetlerinde itibarının arttığını belirtirken, Azadî’nin yöneticile­rinden Yusuf Ziya’nın da İstanbul’daki muhalifler ile temasa geçtiğini belirtmektedir/    

İsmet İnönü’den Terakkiperver Parti ile Şeyh Sait olayının ilişkisini öğrenmek isteyen A.İpekçi kendisiyle yaptığı röportajda şu açıklamaları tespit etmiştir:

"Soru: Doğu İsyanı ile Terâkkîperver Fırkanın ilişkisi var mıydı, var ise ne idi?

C.Doğu isyanı ile Terâkkîperver Fırkanın doğrudan doğruya bir ilişkisi çıkmadı meydana. Doğu isyanı bir irtica idi Hakikî bir irtica idi O zamanki ortamda memleketin siyasi hayatı kanşıktı. Cumhuriyetin ilânı, Cumhuriyetin devlet düzenine getirdiği değişiklikler İstanbul efkârında, matbuatta. Pek geniş tepkilere sebep olmuştu...

Doğu isyanı bunun bir neticesidir. Hiç şüphemiz yoktu bizim. Memleketin yeni bir siyasi reji­me girmesi ve siyasi rejimin üzerinde memleketin bunu kabul etmemiş olduğu şüphesini, ümidini veren geniş bir münakaşa ve propaganda hayatının tesiri... Şark isyanı bunun neticesi olarak çık­mıştı...

Rejimin kaderi, Şark isyanında iç politikada ve silah meydanında behemahal kesin ve müsbet bir netice elde etmeye bağlıydı.. Böyle almıştık meseleyi biz...

Soru: Terâkkîperver Fırkası ’nın kapatılması böyle bir zaruretten mi doğmuştur?

C.Terâkkîperver Fırka muhalif bir fırka olarak kurulmuştu Bundan fırkanın dışında bulu­nanların, dışarıdan seyredenlerin ne kadarı ümitlenmiş oldukları tahmin edilemedi Ama herhal­de bir tesir yapmıştı.

Soru: Terâkkîperver Fırkasının kapatılmasını Atatürk mü istemişti?

C"Hayır... İstiklâl Mahkemesi kapattı Terâkkîperver Fırkayı... Şark İstiklâl Mahkemesi...

Bu mesele de rol oynayan husus, Terâkkîperver Fırka’nın propagandasındaki ananeperestlik olmuştu. "Dini lâzımryeye nayetkârdır." deniyordu bir maddesinde... Bunu mübalağa ettiler. Koyanların maksatları haricine çıkılmıştır. Mübalağalı bir tefsir mümkündü, olmuştur. ' 2O2)

Cumhuriyetin bu dönemi C. Boyar kadar yakından, muhalefet ve iktidarı askerî ve sivil en üst seviyeden görevlerde yaşayan İnönü; isyanın bir irticai olay olduğunu Cumhuriyet'e ve getirdi­ği devlet düzenine bir tepki olduğunu kesin netice almak zorunda olan hükümetin aciz davrandı­ğını belirtmektedir. Katı davranma ile kesin netice alma arasındaki ilişkileri bazı gözlemcilerin Atatürk'e yönelttikleri eleştirilerde de görmekteyiz.

İnönü’ye göre Terâkkîperver Fırka ile Şeyh Sait olayının direkt ilişkisi yoktur. Cumhuri­yet Halk Fırkası’nın muhalifi olan Terâkkîperver Fırka üçüncü kesimi oluşturan ve CHF’nın muhalifi olan kesime yorum ve ümit vermişti. TCF’nın "dinî lâzımîyeye riayetkâr" ibaresi bu partinin ananeperestliğinden kaynaklanıyordu. Bu ifadeyi abartarak saptıranların durumları açığa çıkarılmıştır.

Bu bölümü değerlendirdiğimizde şu tesbitleri yapabiliyoruz. Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nm kurucuları ve kadrosu, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bünyesinde faaliyet gösteren parlamenterler kadar; dürüst, çahşkan, iyi niyetli ve yararlıkları ile fedakârlıkları millî tarihe geçmiş kimselerdi. T.C. Fırkasının kuruluş amacı Türk milletinin menfaatleri açısından mu­haliflerinden farklı değildir. Ne varki parlamenter yönetimlerin özellikleri gereği muhalefet oluşmalıydı. TBMM’nde muhalefet oluştu. Bir kısım iç ve dış olayların yorumlanışı alman tedbirlerin şekli ve yetersiz bulunuşu bu gelişmeyi doğal bir sonuç olarak getirdi. Şeyh Sait olaymı, Musul meselesini Lozan’ın dışında düşünmek mümkün değildi. Aynı şekilde Şeyh Sa­it olayının Hilâfet, Saltanat ve İnkılâplar boyutları da vardı. Bütün bu meseleler CHF’na Tür­kiye genelinde halk arasında ve basında bir muhalefet oluşturmuştu. Muhalif çevrelerin içeri­sinde, muhalefet sebeplerinin tümüne iştirak etmemiş olsalar dahi bir kısım paşalar da vardı. Bu çevrelerin muhalefet partisini az veya çok etkilememiş olduklarını düşünmek mümkün de­ğildir.

Bütün bunlara rağmen T.C.F. kurulması ile Türk demokrasi tarihine hizmet etmiştir. Partinin Atatürk ve İnkılâplarına karşı olduğu söylenemez. İnkılâplarla ilgili olarak zamanla­ma ve tatbik şekillerinde görüş ayrılıklarının olması ise normaldi. T.C.F. dan ihanet beklenilemeyeceği gibi Şeyh Sait olayının failleri arasında bu partiyi göstermekte imkânsızdır.

HALİT PAŞA OLAYI

Halit Paşa’nın Kimliği

Burada zikredilen Halit Paşa hakkında kısa bir bilgi vermeyi uygun görüyoruz.

Halit Paşa, Enver Paşa zamanında çıkarılan ve kapsamına, Mustafa Kemal Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa gibi büyük komutanları da alan "cesaret ve muvaffakiyeti fevkâlâdesine göre terfi" edenlerdendi. 1883 yılında Beşiktaş’ta doğmuştu. Babası Miralay Ah­met Bey, Rus, Yunan ve Yemen cephelerinde bulunmuş kahramanlıkları ödüllendirilmişti. Annesi Fatma Hanım Kuvây-ı Millîye’ye İstanbul’dan iştirak eden bir hanımdı. Ağabeyi Meh­met Bey askerken şehit olmuştu.

1890’da Harbiye’ye girmiş 1903 yılında Piyâde Mülâzımı Sânisi olarak mezun olmuştu. Sakin görünümü altındaki inanılmaz cesareti talebeliğinden beri biliniyordu. Bir gün Türklü­ğe hakaret eden ve Türk olmayan dört arkadaşına karşı yalnız kavgaya girmişti.

1908 yılında, Enver ve Mustafa Kemal Paşa’tarla birlikte Mülâzımı Sâni Halit Bey Trab­lus’da görevlendirildi. Yemen’de gösterdiği başarıların üzerine 3 yıl sonra Yüzbaşı rütbesi ile tekrar Trablus’da görevlendirildi. Burada Milis oluşturacak Türk subayları; Süleyman Aske­rî, Enver Bey, Mustafa Kemal Bey, Eşref Bey (Kuşçubaşı), Nuri Bey (Conker), Ali Bey (Çetinkaya), Fuad Bey (Bulca), İbrahim Süreyya Bey (Yiğit) arasında Yüzbaşı Halit Bey’de var­dır. Nitekim Yüzbaşı Halit, Trablusgarp’da da göçebe kabileleri İtafyanlar’a karşı fevkalâde organize etmişti. Özellikle cesaret isteyen gerilla hizmetlerinde çok başardı idi. Ali Bey (Kel Ali) ile ihtilâfları bu yıllarda başlar.

Birinci Cihan Savaşı’nda gerilla taktiği ağırlıklı Pişdar Alayları kurulduğu zaman cesare­ti ile ünlü Halit Bey Yüzbaşı olmasına rağmen Alay Komutanı Yakup Cemil’in ikinci taburu­na komutan olarak tayin olmuştu. Kars, Ardahan ve Sarıkamış'ı (Elviye-i Selâse) vatana il­hak etmek için bu iki cesur komutanın açtığı cephe Rus kuvvetlerini bozguna uğrattı. 3 Kanun-u Evvel (Aralık) 1915 günü Türk askeri Halit Bey’in komutasında Ardahan’a girdi. Halit Bey’in Ardahan ve çevresinde yarattığı sempati doğuda geniş bir coğrafyaya yaydmıştı. Arda­han’daki başardan Halit Bey’in iki yd önce terfi etmesini ve Çoruh cephesine tayinini sağla­yacaktır. Halit Bey burada da özellikle gerilla savaşlarında başardı olmuştur. Kumanda ettiği Çoruh müfrezesi içerisinde Hamidiye Alayları’nın askerleri de vardı. Halit Bey, böylece aşi­ret milislerini tekrar yakından tanıma imkânını bulacaktır. Buradaki başardan sonunda Halit Bey erken terfi de Kaymakam rütbesine yükseldi. Doğu Cephesinde Rus hareketinin göster­diği nezaket üzerine, Kaymakam Halit Bey, özel yetenekleri dolayısıyle hassasiyet arzeden Tunceli cephesine komutan olarak atandı.

Halit Bey, 10 Mayıs 1917’de Dersim (Tunceli) de göreve başladı. O havali halkı, şahsi yi­ğitlik ve kahramanlığa aşık insanlardı. Bölge Türklüğünün bu soylu yapısının iyi bilinmeyişi geçmişteki yönetimlerin birçok hata işlemesine sebep olmuştu. Halit Bey, onların psikolojisi­ni iyi büdiğinden kendileriyle hemen çok yakın bir dostluk kurdu ve Koçkiri aşiretinin ünlü li­deri Seyyit Rıza’yı kendisine muavin yaptı. Halit Bey burada, iki sene iki aylık hizmeti içinde Birinci Dünya Harbi’nin en mühim milis kuvvetlerini kurmuştur. O tarihlerde Tunceli’de Jan­darma Komutanı olarak bulunan Halit Bey’in yakın dostu Hamdi Bey, yaptığı bir açıklamada

daha sonra çıkacak olan Dersim olayları için "Halit Bey çapında bir kumandan, Dersim’de kalmış olsaydı, ne ayaklanma ne isyan asla bahis mevzuu olmazdı. Dersim halkı ayak­lanmaya icbar edilmiştir. Buna ait vesikamız vardır" şeklinde bir açıklamada bulunacaktır.

Halit Bey, Kürt diye adlandırılan bölge halkının etnik muhteva itibariyle de Türk olduk­ları gerçeğine samimiyetle inanan bir kimse olup, "Kürt" tabirine de fena halde sinirlenmekte idi. Bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarda da, yöre halkının etnik kimliği için "-Bunlar İran’la uzun zaman hemhudut olarak ve daha sonra, Safevî harekâtı sırasında, İran’ın tesiri altında bırakılmış Türk oymaklarıdır. Bunlar bizden daha saf Türkler’dir. Kürd ne demek?... Kendi ihmal ve teseyyübümüzü bu masum insanlara günah olarak mı yükleyelim" derdi.

Gene bilindiği gibi, Halit Bey, Tunceli Komutanı olarak işe başladıktan sonra, buradaki kuvvetlerle Erzincan, Mamahatun ve Erzurum’u düşmandan kurtanncaya kadar, bölgede en ufak bir serkeşlik ve haydutluk olmadı. Bu dik başlı Türk oymakları O’na bir kuzu gibi itaat ettiler ve emrinde kahramanca muharebeler yaptılar. Bölge halkı etnik köken olarak Türk ol­duklarının şuurundaydılar. Bu şuuru ve isyana itilmelerinde masum olduklarını Seyyit Rıza seviyesinde açıklayan mektupların varlığı bilinmektedir.

Halit Bey, bütün Tunceli aşiretleri üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olmuştu. Aşiretler­den oluşturduğu milisleri, mutlak askeri disiplinle yetiştirdi. Çoğu atlı, savaş kaabiliyeti mut­lak, yiğit vatan çocuklarının meydana getirdiği bu gönüllü alaylardan oluşan Kuvây-ı Millîye gücü Başkomutanlığın emrini beklemeden harekete geçti. Safında savaşa girdiğimiz merkezî devlet cephesi yıkılmak üzere idi. Halit Bey, umumi vaziyeti asla nazara almadan, kendisinin şahsen teşkil ettiği ve bölge aşireti gençlerinden meydana gelen milislerini, bir anda ileri sür­dü ve birbirini takiben, Erzincan, Mamahatun ve Erzurum’u düşman istilâsından kurtardı. Artık Kaymakam Halit Bey’in adı, bütün çevrede hürmetle anılıyordu. Saygınlığı ve bu başa­rıları ile Halit Bey, aşiretlerimiz halkı arasmda efsaneleşmiştir.

Daha şerefli bir sulh yapabilmek ümidiyle İran’ı ve Maveray’ı Kafkas-ı elinde tutmayı deneyen Enver Paşa, Halit Bey’i rütbesi Kaymakam olduğu halde yeteneklerini düşünerek üçüncü fırkaya kumandan olarak tayin etti. Halit Bey İngiliz-Rus anlaşması ihtimaline bina­en stratejik ve ikmal itibariyle önemli olan Ahıska’yı muhasara ederek üstün düşman kuvveti­ne rağmen zaptetti. Ne yazık ki bu zaferler savaşın genel gidişatını değiştiremedi. Halit Bey bilâhare Tortum’a çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Halit Bey; Üçüncü Fırka Kumandanı olarak atandığı tarihten 27 Eylül 1920’ye kadar verdiği hizmetler arasında Ermeni probleminin çözümünü de eklemek gerekir. Doğu Anado­lu’yu müstakil Ermenistan hülyaları ile kana boyamak isteyenlere  ) karşı kazanılan zaferde­ki hizmetiyle milletin, özellikle kendisini yakından tanıyan Doğu Anadolu bölge halkının gön­lünü tekrar fethetti. Ermeniler tarafından katledilen her müslüman Türk, bütün milletin üzüntüsüne yol açıyordu ama, Doğu halkı bu acıyı bizzat ve her sene yaşıyordu. Halit Paşa, düşman işgalinden kurtardığı bölgeyi düşman işbirlikçilerinden de kurtarmıştı. Bu hizmetleri­ni, organize ettiği bölge insanı ile yapmıştı. Halit Bey bu zaferinden sonra Miralay olacak ve bundan sonraki mücadelesini Kocaeli Grubu Komutanı olarak sürdürecektir.

Halit Paşa Olayı

Meclis’teki gergin ortam sürerken, tartışmaları koyulaştıran bir diğer unsur da bütçe gö­rüşmelerinde ortaya çıktı. Hükümet bütçe görüşmelerinde, 2 Şubat 1925 tarihli celsede şid­detli tenkitlere uğradı.

9 Şubat 1925 tarihinde, Meclis yine bütçe görüşmelerini yapmak için Kâzım Bey’in (Ö­zalp) başkanlığında toplandı. Görüşmelere katılanlar arasında Ardahan mebûsu Halit Paşa da vardı.

Bütçe görüşmelerinin yapıldığı 9 Şubat günü de yine Ardahan mebusu Halit Paşa ile Af­yon mebusu Ali Çetinkaya ve arkadaştan Kozan mebusu Ali Saip, Osmaniye mebusu Avni, Gaziantep mebusu Ali Kılıç, Elâziz mebusu Hüseyin ve Rize mebusu Rauf Beyler arasmda Meclis’in giriş kapısı arasındaki koridorda çıkan tartışma sırasında birkaç el silah sesi duyul­du. Ertesi gün yani 10 Şubat 1925 günü Meclis Başkanı Kâzım Paşa tarafindan yapılan açıkla­mada Halit Paşa’nın kalbinin altından ağır ve Ali Bey’in yüzünden ve gözünün altından hafif olarak yaralandıklar! bildirildi. Meclis’te tedavi edilin Halit Paşa ameliyat oldu, ancak 13/14 Şubat 1925 gecesi aniden zatürreden öldüğü haberi duyuldu.

Halit Paşa’nın ölümü büyük yankı uyandırdı; muhalif grup ve basının içini dökmesine ve­sile oldu. Olay basında "Muhalefete tahammülsüzlük", "hürriyete saldın", "İttihatçılık usulleri­ni canlandırma" şeklinde yorumlandı. Halit Paşa’nın hastahaneye kaldırılmaması, kurşun ya­rasından kurtulmuşken zatürreden ölmesi, Meclis’te yatırılarak buna sebebiyet verilmesi, kendisinin de istemesine rağmen Savcılıkça ifadesinin alınmaması muhalefete iktidan suçla­ma imkânı vermişti. Afyon mebûsu Ali Bey’in meşrû savunma durumunda kalarak Halit Paşa’yı vurduğu yolundaki soruşturma sonucunun gerçeğe uymadığı, Halit Paşa’yı vuranın Ali Bey olmadığı, arkadan atılan bir kurşunla vurulduğu, onu atanın da Ali Bey’in yakın arkadaşı eski subaylardan Rize mebusu Rauf Bey olduğu, fakat suçluyu meşrû savunmadan yararlan­dırmak için Ali Bey’in vurduğunun ileri sürüldüğü, söylendi.

Bazılarına göre Halit Paşa M.Kemal’in taraftarlarından bir grubun ki bunların arasmda Albay Arif de vardı devlete ait bir sanayi kuruluşundan gayri meşrû bir şekilde gelir sağladık­larını ve Gazi’nin düşmanlarına karşı açtıkları gizli bir siyasî kampanyayı bu parayla yürüttük­lerini ortaya çıkardığı için öldürülmüştü/2105

Bazılarına göre de, olay ara seçimlerdeki gelişmelerden kaynaklanmıştı. Bu esnada Halk Partisi Bursa’daki bir mebusluk için İstanbul Belediye Başkanı ve eski Bursa mebusu Operatör Emin Bey’i aday gösterirken, muhalefet aday vermemesine rağmen, Emin Bey’e karşı çıkan bağımsız aday Nurettin Paşa’yı desteklemişti. Ardından Nurettin Paşa seçimi ka­zanmış, ancak Halk Partililer süresi dahilinde askerlik görevinden istifa etmediği gerekçesi ile bunu reddetmişlerdi. Muhalefet ise Halit Paşa da dahil, Nurettin Paşa’yı desteklemiş, ye­nilenen seçimde de tekrar Nurettin Paşa kazanmış ve kendisini destekleyen kesime yönele-


rek, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’na katılmıştı. Halit Paşa’nın da muhalefete katılacağı beklendiğinden, bu olay vesilesiyle ortadan kaldırılmak istenmişti.

Halit Paşa’nın, TBMM’nde vurulmasından büyük üzüntü duyan Mustafa Kemal Paşa kendisini ziyaret etmiş, üzüntülerini belirtmiş, geçmiş olsun dileklerini ilettikten sonra getir­diği yastıkları kendi eli ile onun başının altına koymuş ve "Allah’ın inayetiyle iki gün sonra ta­burcusun" sözleriyle temennisini dile getirmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın gözlerinin yaşardığı da görülmüştür.

Halit Paşa’nın toprağa verilmesinden bir hafta sonra ise konumuz olan Şeyh Sait hadise­si çıkacaktır. İsyanı müteakip Fethi Bey Hükümeti istifa etti ve ikinci İsmet Paşa Hükümeti kuruldu. Ali Bey Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne reis seçildi. Bu arada Meclis’deki dalgalan­malar sıklaşmış ve muhalefet daha yoğun bir saldırıya geçmişti.

Halit Paşa Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası yanlı bilinmesine rağmen Cumhuriyet Halk Fırkası içinde de etkinliği olan asker kökenli mebuslardandı. Ölümünün biçimi gerginli­ğin artmasına yol açmakla kalmadı, uzlaştırıcı ve siyasî yaptırım gücü olan bir devlet adamı da kaybedilmiş oldu.

Halit Paşa Kürt meselesi itibariyle de özel önem arzeden bir kimse idi. Uzun süre Doğu bölgesinde hizmet yapmış aşiret birliklerine komuta ederek hizmet vermiş ve onların güveni­ni kazanmıştı. Doğu bölgesinde ve bu bölgeden parlementoya girenler arasında prestiji vardı. Parlementoya Doğu’dan giren ve kişilik veya siyasi zaafı olanları da yalandan tanıyordu. Bu tür kimseler kendisinden çekinirlerdi.

Halit Paşa’nın diğer önemli bir yönü de Kürtler’in kimlik olarak Türklükleri gerçeğine inanması ve bu samimi inancını savunabilecek bilgi birikimine sahip olması idi. Ölümü Doğu isyanlarında dökülen kardeş kanı itibariyle özel öneme haizdi.

ŞEYH SAİT AYAKLANMASI

ŞEYH SAİT VE KİŞİLİĞİ                                                                                                           

Halit Paşa olayının yankılan, yolsuzluk iddialan ve diktaya gidiş söylentileri sürerken, Nakşibendî tarikatının etkin olduğu Doğu bölgesinde "Hükümetin dinsizleştiği, dini kaldır­mak istediği" gibi propagandalar, sonucu inkılâp hareketlerine tepkinin belki de en büyüğü denilebilecek bir ayaklanma patlak verdi,

Kendisini "Emir’ül-mücahidin" ilân eden Şeyh Sait, 13 Şubat 1925 günü "Şeriat ve halifeliği diriltmek, Sultan Abdulmecid’in oğullarından birini halife yapmak ve hükümetin politika­larına karşı çıkmak" için PİRAN’da ayaklandı. İsyana Kürtçülük motifi de karışmış olmakla beraber aslında isyan dinî içerikli olup, şeriatı uygulama alanına sokmak ve halifeliği tekrar kurmak amacıyla başlanmıştır. 

i İsyanm lideri olan Şeyh Sait aslen Elazığ'ın Palu ilçesindendi. Nakşibendi şeyhlerinden olup, Doğu Anadolu’nun güçlü kabul edilen dini liderleri arasındaydı. Yakın akrabaları çevre­de çeşitli müftülüklerde görevli idiler. Mer’a temini için göç ettiği Hınıs'a yerleşmişti. Büyük çapta koyunculuk yapıyordu. Hayvan ticareti sebebiyle birçok kere Halep’e gitmiş Hıms-Halep arasmda geniş muhit edinmişti. İstanbul’a hiç gitmemiş olan Şeyh Sait bölücü entellektüellerle Halep’te temasa geçmiş olabilir. Ayrıca oğlu Ali Rıza birkaç defa İstanbul’a gitmiş ve bazı temasları olmuştu. Şeyh Sait, Doğu Anadolu Türk aşiret gruplarından Zazalar’a mensup­tu 13 şubat 1925 tarihinde başlayan ayaklanmaya ismini veren Şeyh Sait’in kimliği ve kişili­ği hakkında çok farklı açıklamalar yapılmıştır. Ayaklanmanın karakteri için ileri sürülen fikir­ler Şeyh Sait’in karakter ve nitelikleri ile yakından ilgilidir. Şüphesiz olayı, "Mustafa Ke­mal’in rejimini sarsan bu adamın hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Yaşı, fiziki görünüşü ve dav­ranışı dahi bilinmiyor."(214) Ayrıca, "ayaklanmayla ilgili doğru ve sağlıklı bilgilerin varlığı söyle­nemez" 215) şeklindeki görüşlere katılmak mümkün değildir.

Şeyh Sait’e ait elimizde 10 ayrı resim vardır. N.Fazıl’a göre Pirler yurdu anlamına gelen Piran’dan olan Şeyh Sait güzel yüzlü, derin gözlü, tatlı bakışlı, kuvvetli bir yapıya ve heybetli bir edaya sahip, 60 yaşmda fakat gömüşü genç bir kimsedir. Beyaz ve uzun bir sakalı, sünne­te tam uygun kırkık bıyıkları vardır. Gözleri sürmeli ve sarığı sağ kenarından püskülkâri sar­kıktır/216) Bir yabancı yazar O’nu saygı duyulacak yaşta ve kusursuz bir şöhrete sahip olarak nitelemektedir/217) S.J.Shaw, O’nun 1925’de 80 yaşında olduğundan hareketle, Şeyh Sait’in 1845 doğumlu olduğu kanaatindedir/218) Boris Temkofda aynı fikirdedir/219)

Şeyh Sait’in Doğu’daki Zaza aşiretlerinden olduğunu, profesyonel drijanlann dışında Zazalar’ın kendilerini Kürt, Kürtler’in de kendilerini Zaza kabul etmediği bilinmektedir. Nakşibendi tarikatının etkili olduğu bu bölgede "Emir’ül Mücahidin" olarak kendini tanıttığı, yakın akrabalarından Nakşibendi şeyhlerinin çevrede müftülük yaptıktan bilinmektedir/220)

Bize göre Şeyh Sait’in Zaza Türkü olduğu, Kurmançlık’ta bir ilişkisinin olmadığı, Kurmançlar’ın da Türk olduklarından şüphemiz olmamasına rağmen Kurmanç ve Zazalar ayn Türk! unsurlar olduğu gerçektir.

Kıyam Dergisi’ne göre Şeyh Sait Arap’dır. Hz. Hüseyin soyundan gelmektedir. Seyyid Haşim’e kadar otan şeceresi bilinmektedir. Şeyh Sait, Şeyh Fevzi’nin soyundan Şeyh Mahmud’a o da Şeyh Ali Paloyi (Septi)’ye dayanmaktadır. Daha sonra şecere; Molla Kasım, Mol­la Haydar, Hacı Hüseyin! ve Seyyid Haşim’e ulaşmaktadır. Abbasiler ve Osmanlılar dönemin­de bu aileye maaş verilmiş iken, ailenin ilk yerleşim yeri otan Diyarbakır’da Seyyid Haşimî Bağdat seferinden dönen IV. Murat’ın ziyaretine gitmemiş, bunun üzerine aile padişah tara­fmdan cezalandırılmıştır/221) Ancak bu iddia temelsizdir. Çünkü IV. Murat, Bağdat seferi sı­rasında Sakarya Şeyhi (îsa Ruhullah) vb. gibi bir takım şeyhlerin Anadolu’da fesat çıkarmala­rı üzerine seyyidliklerini ispat edemeyen bir çok şeyhi cezalandırmıştı. Muhtemelen Şeyh Sa­it’in dedeleri de bu meyanda cezalandırılan zümreler içindedir.

İsyanın başlama tarih ve gerekçeleri ile ilgili iddialar da farklıdır. Arşhak Safrastian’a gö­re 7 Mart 1925 de yapılacak olan isyanı güvenlik güçleri haber almışlar ve bunun üzerine Şeyh Sait’in askeri karargâhta bilinen malûm ifadesi alınmıştır. Bunun üzerine niyetinin T.C. tarafından bilindiğini anlayan Şeyh Sait, isyanın tarihini öne almış ve 13 Şubat’da harekete geçmiştir/222) Ancak burada Safrastian’ın değindiği husus, isyanın başlama tarihi ile ilgili çeki­len telgraf olayının bir safhasıdır.

Hasretyan ise, Şeyh Sait’in halk arasmda seçkin bir yeri oluşu sebebiyle O’nun bu presti­jinden istifade etmek için Yusuf Ziya tarafmdan ziyaret edilerek, O’na isyan fikrinin empoze edildiği fikrindedir/223) Yusuf Ziya’nın, "Azadî" bünyesinde faaliyet içerisinde olduğu ve bu kuruluşun da T.C. tarafmdan kontrol edildiği ise bilinmektedir.

Ayaklanma ile ilgili; katılan asi ve güvenlik kuvvetlerinin miktarı, ölen insan sayısı ve maliyeti gibi konularda farklı rakamlar verilmiştir. Biz bunları resmî arşiv belgelerinden ger­çeklerine uygun bir şekilde açıklamaya çalışmakla beraber ileriye sürülen iddiaları da belirt­mek istiyoruz.

Türk basınının suskunluğu iddialarına rağmen Eylül 1925 ayı sonuna kadar bu kaynak­tan alınan bilgilere göre Vilâyât-ı Şarkîye Mahkemesi 1855 kişiyi içeren 379 dosyaya bakma­ya başladı. 690 kişiyi içeren 138 dosyayı inceledi. 21’i gıyabında olmak üzere 120 kişiyi ida­ma çarptırdı. 104 kişi başka mahkemelere devredildi. Diğerleri beraat etti/224)

G. DESCHNER’e göre "7000 kişi ile Şeyh Sait ayaklanması başladı. Ancak şehirlerdeki ve köylerdeki dağlıların katılması ile isyancıların sayısı 30.000 kişiyi buldu" 225) 7000 rakamını doğrularken C.Kutschera; "24 Şubat’ta içişleri Bakanı, Mart ayı sonunda icra edilecek genel bir isyan plânının bulunduğunu, Şeyh Sait taraftarlarının sayısının 7000 civarında olduğunu ve bunların arasında çok sayıda asker kaçağı bulunduğunu açıklar."(226) demektedir. Bu konu­da R. Olsan’da bilgi vermektedir/227)

İsyan alanının uzunluğu yaklaşık 200 km. ve genişliği de 150 km. idi. 30 milyon metreka­relik bir alana yayılmıştı/228) Bununla beraber, "Şeyh Sait İsyanı hiçbir zaman şark illerimize sirayet etmedi. Başta Van vilayetimiz olduğu halde Şarkın hiçbir vilayet, kaza ve köyüne sira­yet etmedi. Ancak Çabakçur kazası bütün köyleri ile beraber Şeyh Sait’e iltihak etti/229)

Delılovan; olayda 700 köyün tahrip olduğunu, 8758 evin yıkıldığını ve 15.206 kişinin öl­düğünü 500.000 kişinin de iskâna tabi tutulduğunu anlatırken 230) G. Sasuni, açık bir şekilde yanlı davranmakta ve "Türk Hükümeti’nin Fransızlar’la anlaşarak Suriye demiryolundan fay­dalanıp ilk kez 80.000, ikinci kez 25.000 techizatlı asker sevkettiğini, isyanda devletin 200.000’e varan gücü karşısmda isyancıların 40.000 kişilik güç kullandığını ileri sürmekte­dir/231)

Lucien Rambout eserinde isyan sonucu uğranılan tahribata dair bilgi verirken 14 il ve il­çede 206 köyün tahribat gördüğünü, 8756 köyün yıkıldığını, isyancılardan 15.206 kişinin is­yan döneminde öldüğünü belirtmektedir/232)

Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra onun uzantısı görünümünde olan ayaklanma­ları da Şeyh Sait İsyanı kapsamında mütalâa edenler olmuştur.

Bruinessen, isyan olayındaki taraflara dair bilgi verirken "Varto’ya yerleşmiş 120 jadarmanm Nakşibendi müridi oldukları en kritik anda isyanlara yardım ettiklerini belirtmekte­dir"/233) Javed Ansari’nin, tarafların karakteristiği için yaptığı açıklama oldukça ilginçtir: "İlk senelerde direniş, Kürt dinî liderlerinden geldi. Özellikle Piranlı Şeyh Sait’den. Şeyh Sait, ay­rı bir politik Kürt devleti değil, Osmanlı Devleti’nin evrensel niteliğine dönülmesini istiyor­du. Din aleyhtarı birçok Kürt milliyetçisi, Kemalistler’le birlikte Şeyh’e karşı durdular. Şeyh Sait’in yenilmesi bir milyon Kürt’ün topraklarından atılmaları ve binlercesinin açlıktan ölme­sine sebep oldu"J  

Ancak birtakım Kürtler’in Mustafa Kemal’in safhında yer aldıkları gerçeği gibi birtakım Türkler’de isyancılara destek vermiştir.

isyan olayında bilhassa Varto yöresinin Alevî aşiretlerinin isyancılara cephe açtıkları bili­nirken Ş.Kaya olayı şöyle anlatmaktadır: "1925 yılında Şeyh Sait isyanında Alevî aşiretler kıs­men tarafsız kalmış bir kısmı da Şeyh Sait’e karşı savaşmıştır. Bu, isyanın şeriatçı hilâfet yan­lısı olduğu ve isyan edenlerin Alevî düşmanı oldukları propagandasıyla sağlandı."  )

Ayaklanmanın malî boyutları da korkunçtur. Ankara Hükümeti Kürt ayaklanmasından daha korkunç olabilecek bir malî sıkıntıya karşı koymak zorunda kalmıştır. C. Kutschera’nın 17 Mart 1925 A.E.E.311.3.13. rapora dayanarak yaptığı açıklamada 10 Mart günü hükümet Meclis’ten ayaklanmaya karşı koymak için 10 milyon liralık askeri kredinin onaylanmasmı ta­lep eder. M. Tuncay’a göre bu ayaklanmalar Kurtuluş Savaşı kadar etkili olmuştur. Bü­yük askerî harcamalara ve yüksek kayıplara yol açmış pek çok toplumsal acılar doğurmuş­tur. Hasretyan’a göre ayaklanma Türkiye hâzinesine 50 milyon liraya mal olmuştur/   )

Şeyh Sait’in dinî kişiliği konusunda en geniş bilgiyi veren N.F. KISAKÜREK, Şeyh Sait Olayını değişik bir perspektiften ele almaktadır. Yazar konuya kendisine şu soruyu sorarak başlamaktadır: "Hareketine, devlete karşı silahlı isyan süsü verilen ve böyle bir süs verilmesi için gerekli her şartı fazlasıyla misallendiren Şeyh Sait ve etrafı, birer din mazlumu kabul edi­lebilir mi?"(24°)

Yazar, Şeyh Sait’in; dinî otorite ile ağalık nüfuzunu Nakşibendilik Şeyhliğinde birleştire­rek kendisine büyük nüfuz sağlamış olmasına rağmen, dinin bazı inceliklerini kavramaktan aciz ve bilgisi sathî bir kimse olduğunu belirttikten sonra kardeşi Abdurrahim’in evinde yaptı­ğı konuşmayı bu iddiasını kuvvetlendirmek için aktarmaktadır: "Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı Maarife bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz mu­harrirler Peygamber efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, biz­zat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim."  ) Aynı yazara göre, bu dö­nemde olay sadece bir rejim küskünlüğüdür. Ancak Şeyh Sait, halkı küskünlüğe davet etmek­ten ziyade, halka sabır ve katlanma telkin etmektedir. Bu hal daha sonra gemi azıya alacak olan isyancıların, isyan karan için daha evvel bir hazırhklan olmadığını gösterir, şeklinde kanatini belirtmektedir. Aynı yazar devamla, Piran’da çıkan ilk silahlı çatışmanın mahiyetinin de Hükümete aksettirildiği gibi olmadığını, Şeyh Sait’in eşkiya takibine gelen jandarmaya yar­dım etmesine rağmen arananların talâk-selâse üzerine aksettikleri için çatışmayı başlattıklann. vurgulamaktadır.

Yazar, Van mebusu İbrahim Arvas’dan derlediği bilgileri verirken de; "Şeyh Said, vak’a üzerine Vilayet Merkezine bizzat gidip durumu izah edeceği ve dürtüklemesi olmadığım gös­tereceği yerde, artık işi bir olup bitti kabul ediyor, yüsek bir dağ tepesindeki köyüne çekiliyor ve üzerine hükümet kuvvetleri yüklenince, birden beslediği ruh haleti yüzünden kendisini kar­şı koyma ve isyana geçme hareketine mecbur ve memur sayıyor ve gümbürtü kopuyor. Şeyh Sait isyanının tam manası bundan ibarettir ve ötesi hep bu mânayı geliştirici ve gerçekleştiri­ci tecelliler..."C ) demektedir. Ancak bu ifade, isyan hareketini, tevil amacından başka bir şey ifade etmemektedir.

Diğer yandan Bruinessen Şeyhliğin tanımı konusunda "Çağlarının psikiatri, psikanaliz, rehabilitasyon merkezleri de olan tekkelerin büyükleri, ilim akademileri ve konservatuar ma­hiyetindeydi. Arapça, Farsça, edebiyat, yazı, dinî ilimler öğretilirdi. Şeyh politikaya giremez­di. Bütün tarikatların koruyucusu sayılan hâkan-halîfe, politikaya kanşan şeyhe karşı çok sert davranmıştır. Şeyh devletten maaş almazdı. Mürid denen tekkesine devam edenlerin yaptır­dıkları vakıflar veya bağışlar, müesseseyi, yürütürdü. demekte ve Şeyhliğin politika ile ilgi­lenmediğini söylemektedir. Aynı şekilde Yılmaz Öztuna "... Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Şeyhler vardı. Hatta Mevlevi tarikatının dünya başkanı olan Abdülhalîm Çelebi, Meclis reisliğine getirilen Mustafa Kemal Paşa’ya, reis vekili seçildi. Bektaşi tarikatının dün­ya başkanı olan Dede, aynı şekilde, Millî Mücadele’yi destekledi. Ancak doğuda -arkasında İngiltere ve Fransa bulunanbir isyanın başında çok nüfuzlu bir Şeyhin geçmesi tekkelerin ka­patılmasına sebep oldu denemezse de, bu işin daha çabuk ve daha radikal olmasını hazırladıJ'C ) diyerek şeyhliğin Türk toplumundaki önemini belirlemesi yanında Şeyh Sait’in güçlü­lüğünü ve öncülük yaptığı isyanın dışardan destek gördüğünü belirtmektedir. Bu açıklamanın konumuzla ilgili önemli yanı ise Şeyh Sait İsyanının tekkelerin kapatılmasındaki yegâne et­ken olmadığı hususu ile Millî Mücadele’de ve Atatürk’ün daha sonra ki inkılâplarında, şeyhle­rin onun yanında yer alabilmiş olması gerçeğidir. Şeyhler politikaya girememekte, girmeleri halinde Sultan-Halifeler tarafından cezalandırılmaktadırlar. Ancak Şeyhliğin bu özelliğine rağmen Şeyh Sait bir siyasî hareketin başını çekerken karşı olduğu hareketin kadrosunda şeyhler de yer almıştı.

Necip Fazıl Kısakürek Şeyhlik-tarikat ilişkilerinden hareketle Şeyhleri kendi içlerinde katagorilere zimnen ayırarak bu farklı şeyhlik türleri içerisinde Şeyh Sait’in yerini belirlerken şunları söylemektedir: "Zira bu insan (Şeyh Sait) hususiyle Şark Anadolusu’nda tesiri pek bü­yük olan Nakşilik tarikatının şeyhlerinden bilinmektedir ve aynı zamanda dinî otorite ile karışık ağalık ve reislik makamının alemi olan (şeyh) sıfatı içinde, derinliğine bir mürşit olmaktan ziya­de sığlığına bir güdücü rolündedir.

Hemen belirtelim ki, Şeyh Sait’in şeyhliği eğer öbür türlü olsaydı, kendisini takip eden din yı­kıcıları ve onbinlerce müslüman kanına mal olan ayaklanma meydana gelmezdi Mukaddes sün­nete dış çizgileriyle o kadar bağlı olan Şeyh Sait, onun içine ait mânalardan birine, gerektirdiği şartlar bakımından erebilmiş değildi

Şeyh Sait, her hamle ve hareketle iyi veya kötü ihtimal kutuplan arasında tavır ve çileli bir murakabe ve muhasebeyi emredici ve dâvaları kavramaktan âciz ve çok defa cahil, yarım yama­lak davranışlardan sakmümasını şart koşucu Hadîs 'in sımna uzaktı Yoksa, mahut ayaklanma­ya itilmiş olsa bile bu itilişe uymamayı pekâlâ becerebilirdi

İşte, dikkate en ziyade lâyık ve bahsimizin sonunda tamamlayacağımız bir kıymet hükmü olarak bu ruh ve kalıbın sahibi Şeyh Sait... "

"O taraflarda, Şeyh Sait isimli, bâtını irşad ve tasarruf ehliyeti son derece şüpheli, Nakşî Şey­hi olduğu iddiasında, daha ziyade muhitini sevk ve idare siyaseti ve satıh üstü güdüm dehâsı bakı­mından hünerli, koyun sürülerini yüzlerce çobanın otlattığı çok zengin ve büyük nüfuzlu bir ağa vardır ve en büyük meziyeti olarak bu adam şeriat bağlılığından müstesna bir şiddet ve hiddet sa­hibidir. Fakat bu şiddet ve hiddetin kullanılacağı yeri ve dereceyi tayin edebilme irfanından mah­rum...

İşte bu adam, Allah ve Resulüne bağlı her ferdin hak vermesini gerektirici bir ruh haleti için­de, sonrasını görmeksizin, daha 1925’in ilk basamaklannda olup bitenlerden üzgün ve rejime o zamandan küskündür.............................

"Piran hadisesi üzerine, zaten derin bir şeriat kâbusu ve din kabusu yaşayan hükümette hiç­bir dikkat ve anlayış tavn peydahlanmadığı gibi, Şeyh 'de de bu savaşın şartlarına ve doğuracağı t

neticelere dair herhangi bir basiret ve takdir gözü açılmamıştır. Elbette ki hükümette (hadise pe­şinden başa geçen İnönü hükümeti) uhdesinden gelinmek şartıyla, din gayzını büsbütün alevlen­dirmek için bundan daha elverişli bir fırsat bulunamazdı ve 1925 kışı ve ilkbaharını takip eden hadiseler 20 yıl boyunca hep aynı hedefe, İslâmî kurutmak hedefine yöneltilmek üzere bu isyan, aranıp da bulunmaz bir istismar dayanağı teşkil edecekti.

Necip Fazıl Kısakürek’e göre, Şeyh Sait, bâtınî irşad ve tasarruf ehliyeti şüpheli, mukad­des sünnete dış çizgileriyle bağlı bir kimsedir. Derinliğine bir mürşit olmaktan ziyade sığlığına güdücü rolünde olan, olacakları değerlendirememiş, tercihini islâmın hayrına uygulayamamıştır. Etrafındaki halk son derece uysal ve körü körüne itaat karakterinde adamlardır. Ge­ne bu değerlendirmede Şeyh Sait ve çevresinin dinî kişiliğine dair yaptığı açıklamadan sonra bu olayın bastırılmasında hükümet çevrelerinden din düşmanlarının fırsatçılık yaptıkları belir­tilmektedir. Olayın tahlilindeki bu husus da dikkate alınmalıdır. Şeyh Sait Olayının mukadde­satçı açısından tahlili mahiyetindeki N.F. Kısakürek’in yaklaşımı ayrıca ele alınacaktır.

Şeyh Sait’in yakalanmasında kendi adamlarının ihaneti olduğu haberleri de çıkmış ol­makla beraber  ) O’nu, Kâzım Karabekir’in Ermeni mezaliminden yetim kalmış çocuklar için kurdurduğu Askeri Sanat Okulu öğretmenlerinden kunduracı Nuri Usta yakalamıştı  Şeyh Sait’in Muş-Varto arasında Abdurrahman Paşa köprüsünde yakalandığı görüşüne(251) rağmen, O’nun Varto Kesik Köprü yanında yakalandığı iddiası da vardır. Burada yakalandık­tan sonra atı Erzurum’a getirilmiştir. Şeyh Sait Diyarbakır’a sevkedilince beyaz atı da Ilıca ay­gır deposuna konulmuştu.

E.Clason, Şeyh Sait’in isyanı mütâkiben asılmasından evvel, Atatürk’ün, O’na yardım eden Doğulu şeyhlere teşekkür etmek için davet edip, daha sonra yemekte astırdığını ileri sürmektedir. Dayanaktan yoksun bu iddia ile ilgili olarak biz bu konuda hiçbir kayda rast­lamadık.

Şeyh Sait’in "Yüzellilikler" olarak Cumhuriyet tarihimize geçen olaya da isminin karıştı­rılması istenilmiştir. Ancak Şeyh Sait’in bu isimlerle ilişkisi olmadığı gibi bu isimler arasmda Şeyh Sait ayaklanması ile ilgili olan da yoktur.

Şeyh Sait Olayı ile ilgili olarak çatışmalarda asker ve sivil binlerce memleket evladı haya­tını kayıp etmişti. Ancak Şeyh için "zalim" demek zordu. "Sait’in Diyarbakır, Konuşh, 5. tabu­runa ait neferleri imha etmeyip, esir olarak elinde tuttuğu ve daha sonra salimen teslim etti­ği'* ) bilinmektedir.

Şeyh Sait’in aksine 1925 Şemdinli İsyanı lideri Seyyid Abdullah çok zalimdi. Esir aldığı 6 subayı sırtlarına yüklü cephane sandıkları olduğu halde çıplak ayaklan ile 25 gün taşh yol­larda yürütmüştür. t

Şeyh Sait’le ilgili bu açıkmalarla çelişki gösteren ve O’nun kişiliğini vurgulayan daha de­ğişik görüşlerde vardır. Önemine binaen evveliyatı ile aldığımız Varto’dan Kasım Bey sorgu­sunda, "Şeyh Sait’i çocukluğundan beri tanıdığını; fakat ayaklanmanın çıkmasından önce ken­disi ile buluşmadığını; Varto’ya isyancıların yaptığı saldırılara karşı direndiklerini; ancak so­nunda çekilmek zorunda kaldıklarını; birinci saldırıya Şeyh Abdullah’ın komuta etmiş olduğu­nu, ikinci saldırıdan yedi sekiz saat sonra Varto’ya gidip O’nun kendilerini esir aldığını bun­dan sonra da zorla olaya kanştınldığmı" belirttikten sonra Şeyh Sait’le ilgili olarak şunları söylemektedir: "Seyyit Abdulkadir ile Bedirhaniler, Kürdistan Başkanlığım paylaşmışlar, bu yıllarca sürmüş, Bedirhanî bir ara Rusya’ya geçmiş. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu çalış­malar yavaşlamış, Mondros Mütarekesi’nden sonra yeniden başlamıştı. Mustafa Kemal’in Er­zurum Kongresi’ni topladığı sırada, Kürtler arasmda Kürdistan kurulacağına dair yaygın bir düşünce varmış". Devamla kendisi de bir Kürt bağımsızlığına inandığını, birlik kuramayacak­larım, Arap ve Fars etkisi yerine, kendisinin altıyüz senedir beraber yaşadığı Türkler’den ay­rılmayı istemediğini belirten Kasım Bey, ayaklanmanın amacının bağımsız bir Kürdistan ku­rulması olduğunu, dinin bu iş için araç olarak kullanıldığını ileri sürmüştü. Bu iddiaları dinle­yen diğer sanıklar yalanlamada bulunmamışlardı. Diğer yandan Kasım Bey’in "Şeyh Sait’in din için kıyam farz oldu. Bir Türk öldürmek yetmiş gâvur öldürmekten efdaldir." şeklinde ile­ri sürdüğü iddiası karşısında Şeyh Sait susmuş ve O’nu yalanlamamıştır.

Bir Türk’ün öldürülmesinin yetmiş gâvurun öldürülmesine tercih eden zihniyet için ne denebilir? Gerçi o dönemde Türkler’in büyük ölçüde dine aykırı olduğu kabul edilen devlet icraatının arkasında oldukları, bir noktada İslâmiyet adına mücadele verenlerin karşısında Türkler’in gösterildiği biliniyor. Bu noktadan hareketle hükmün Türk milletinden ziyade T.C. hükümeti zımnında Türkler’e yönetildiği hususu da bir gerçeği gösteriyor. Ancak Kasım Bey’in bu iddiaları yine de Şeyh Sait’in kişiliğindeki cehalet ve imanın kine dönüşebileceğini göstermektedir.

Şeyh Sait, isyanı başladığı zaman 60 yaşlarında idi. Şartlar kendisini zorlamış ve etki al­tında kalarak bu karan almış olsada hareketinde görüldüğü kadanyla samimi idi. O’nu isya­na iten sebepler arasında birtakım dinî ve feodal menfaatlerinin rol oynadığı söylenebilir. Ay­rıca Azadî türünden bir anlamda Kürt ırkçısı olan çevreler, harekete Kürtçülük karakteri ka­zandırmak istemiş olabilirler. Bütün bunlara rağmen O, verdiği mücadelenin "Allah rızası için" olduğu kanaatinde idi.

Şeyh Sait, şüphe yok ki kararlı ve ısrarlı bir mücadeleci idi. Çevresindeki Nakşibendi şeyhlerinin, en müessiri olmasıdır ki, Şeyhliğin bütün prestijinin kendisinde toplanmasını sağ­lamıştı. Ailesine atfedilen şecere, O’nu Hz. Hüseyin’e kadar götürmektedir. Bu şecerenin sağlıklı olması halinde Şeyh Sait Arap’tır. Nakşibendiliğin son derece güçlü organize olduğu bölgede, Şeyh Sait adeta Nakşibendîlik adına Allah rızası için bayrak açınca otomatikman güç kazanmıştı. Ancak gerçek bir mürşîd, dökülmesine sebep olduğu kanın hesabını yapma­lıydı. Mücadeleci ve imanlı kişiliğine rağmen bize göre gerçek anlamda ehil değildi. Zira O’­nun esir askerlere iyi davranmasına rağmen isyana katılmayanların katlinin vacip olduğunu söylemiş olması bizce çok önemlidir. Aynca binlerce Müslüman Türk’ün ölümü ve yıkılan köyler, açık veren bütçe ve günümüze kadar gelen olaylar, liderin dünya görüşü ile yakından ilgilidir. O’nun isyana başlaması şüphesiz etnik anlamda bölücülüğe matûf değildi. Ancak O’nun isyanı Musul’un Misak-ı Millî dışında bırakılması ile kalmayıp, T.C.nin dış Türklerle yeteri kadar ilgilenmesini de engelledi. Ancak Şeyh Sait "Ben adalet istiyorum. Merhamet, atîfet istiyorum. Adalet tatbik olunursa benim halim nice olur. Ben sizin buyurduğunuz gibi uzak bir yerde bir şehirde oturmaya mecbur kılsalardı onu İsterdim."  demesi neticeyi de­ğiştirmeyecektir.

ŞEYH SAİT AYAKLANMASINDA ROL OYNAYAN BÖLÜCÜ ORGANİZASYONLAR

Şeyh Sait Olayı ile ilgili etnik ayrıcalık muhtevalı örgütler, Şeyh Sait olayından 20-25 yıl kadar evvel faaliyete başlamışlardı. Bu örgütlerle iligili bilgi veren yayınlar bazen yakıştırma isimlerle bu kuruluşlan tanımlamışlardır. Bunlardan; Azadî ve Hevî "Kürt Talebe Cemiyeti", Kürt Neşir ve Maarif Cemiyeti, Kürdistan Teşriki Mesai Cemiyeti, Kürdistan Cemiyeti, Kürt İstiklâl Komitesi, Kürt Teavün Cemiyeti, Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti, Hoybun gibileri Şeyh Sait olayının Kürtçü boyutu için zemin hazırlamışlardı. Doğu Anadolu’da başlayan Kürt­çü hareketin daha önceki dönemlerine de ait çalışmalar yapılmıştır/    

Ayrıca Hürriyet ve İtilâf Fırkası Nizamnamesinin 20. maddesinde "köy mekteplerinde eğitimin mahallî lisanla yapılabilmesi" kabul ediliyordu. 19 Aralık 1915’te İstanbul’da kuru­lan Selâmeti Osmaniye Fırkası kuruluş beyannamesinde "bazı kavaninin" siyasî muhtariyetin­den bahsediliyordu. 17 Şubat 1917’de kurulan "Osmanlı İlâyı Vatan Cemiyeti" hiç bir kavim ve milliyetin hakimiyetine meydan verilemeyeceğini belirtiyordu.  İttihat ve Terâkki Hükü­meti ise; Rus katliâmından korumak için halkından bir kısmını doğudan batı Anadolu’ya is­kân ettiği için, bu yayınların sürekli etkisinde kalmışlardı/ -* Diğer yandan İttihat ve Terak­ki Cemiyeti bünyesinde yetişen bir kısım aydınlar daha sonra Kürtçü organizasyon içinde yer almışlardır. Sultan Hamit yönetimine ve uygulamasına karşı çıkmayı amaçlayan bu kurulu­şun bünyesinde; Diyarbakırh Dr. İshak Sukûtî ve Dr. Abdullah Cevdet faaliyet gösterip bu teşkilâtın kuruluşunda etkili olmuşlardır  /

Esasen organize faaliyet Azadî’den 15 yıl evvel başlamıştı. 1911 yılında İstanbul Halkalı Ziraat Mektebi’nde Halil Hayalî’nin uyarıları üzerine Zinnor Silopi, Ömer Cemil Paşa, Fuat Temo, Diyarbakır’h Cerrahzâde Zeki, "Hevi" isimli Talebe Cemiyetini kurdular. 1912 yılında bu kuruluş resmiyet kazandı.  Faaliyet diğer okullardaki doğulu gençlere de sirayet etti.

Madenli Dr. Ş.M. Sekban rejiyonalist duyguların gelişmesinde etkili oldu. Sirkeci’de bir ida­re binasının bulunmasından sonra Ekrem Cemil Paşa ve Memduh Selim de Hevi’ye üye oldu­lar. Böylece; Kemal Fevzi, Ziya Vehbi, Kerküklü Necmettin Hüseynî, Babanzade Aziz, Arvash Şefik, Mıkıslı Hamza, Harputlu Tayyip Ata, Süleymaniyeli Abdülkerim, Diyarbakırlı Sa­lih, Diyarbakırh Abdülkadir, Esat Bedirhan, Diyarbakırlı Mustafa Reşat, Mahabath Doktor Mustafa Şevki, Sineli Mihri, Doktor Fuat, Hakkarili Abdurrahim Rahmi, Hevi’nin faal kad­rosunu oluşturdular.

Hevi, İstanbul Üniversitesi’nde kısa zamanda 200 kadar doğulu genci cemiyete kayıt yaptı. Bu kuruluş önce 1913 yılında Roji Kurd isimli haftalık bir gazete çıkarıyordu. Hükü­met bu organı kapatınca Mıkıslı Hamza, "Hetavi Kürd" isimli mecmuayı çıkarmaya başladı. Bu dergi de 1914’te kapatıldı.

Hevi’nin Erzurum Şubesi’ni, Erzurum’da tahsilde bulunan Genç’li Tayyip Ali açmıştır. Doğu’lu diğer gençler daha ziyade Hevi’nin İstanbul örgütü ile temas halindeydiler.

1913 tarihinde Zinnor Silopi, Ekrem Cemil Paşa, Şemsettin Cemil Paşa, Babanzade Recai Nüzhet, Tuncelili Selim Sabit, Hevi’nin Lozan şubesini açacaklardır.

Bu dönemde Ermeniler, doğulu gençler aleyhinde kesif bir propaganda faaliyeti sürdür­mekte idiler. "Hevi" uzun süre Ermeni propagandasının etkisini ortadan kaldırmak için uğraş­mak zorunda kaldı. 1914 harbinden sonra Hevi Orta Doğu haritasında değişiklikler bekle­mekte idi. Bu sebeple üyeleri Avrupa’dan İstanbul’a ve Doğu Anadolu’ya dönmeye başlamış­lardı.

Karçıkan aşireti reisi Hacı Musa 1913 yılında Seyyid Taha ile birlikte İstanbul’a gelmiş­ti. Seyyid Abdülkadir, Seyyid Taha’nm amcası idi. 1914 yılı başlarında Hacı Musa Ermeniler tarafmdan öldürüldü.

Hevi Cemiyeti’nin amaç ve faaliyetleri ile Osmanlılık ruhunu zedelemeye başlaması üze­rine Hevi’liler kendilerini; Türk ocaklarının Türkçü faaliyetleri sonucu Araplar’ın "Müntediûl-Edebi" ; Amavutlar’ın "Başkim" ve kendilerinin de "Hevi" yi kurmak zorunda kaldıkları şeklinde müdafaa ediyorlardı. İttihat ve Terakki’nin, yayın organı olan Tanin Gazetesi’nde Doğu Anadolu’ya Kürdistan değil de Vilayet’i Şarkiye denmiş olması bir Türkçü hareket ola­rak görülüyordu.

Wilson prensiplerinden cesaretlenen Hevi’nin Diyarbakır’daki taraftarları 1918’de Di­yarbakır Kürt Talebe Cemiyeti’ni kurdular. Kurucular arasında Cemil Paşazâde Kasım, Eş-

ref Bedir Sıtkı, Şeyh Ahmet Gülşehrî, Hoca Hamdi Efendi vardı. Cemiyet "Osmanlı İmparatorluğu’nun kangren olduğunu, sağlam uzuvlarının kurtarılması gerektiği için Kürdistan’ı kur­mak amacıyla yola çıktığını ifade ediyordu. Hevi Kadrosu daha sonra "Jin" isimi bir yayın organı çıkaracaktır.                                                                                                       .

Kürt teâli Cemiyeti’nin kurucu heyetine; Ekrem Cemil Paşa’nın başkanlığında Cerhizâde Kerim, Cerhizâde Fikri, Ganizâde Reşat, Cemil Paşa ve Ömer seçilmişlerdi. Kuruluyun amacı Kürt kültürü ve eğitimi idi. Birçok doğu kasabasında bu cemiyet şubeler açtı. Diyarba­kır’da 1000’in üzerinde üyesi vardı. Dr. Fuat ve Dr. Cevdet’de cemiyete girmişlerdi. Yeni İdare heyeti Cemil Paşazâde Kasım Bey, Dr. Cevdet Bey, Cerhizâde Kerim, Ömer, Fikri, Ek­rem ve Hamdi seçildiler. Kaynaklar Kürdistan Teâli Cemiyeti için bilgi verirken, Bediüzzam Molla Said, Mukisli Hamza ve Motkili Halil’in aza kaydedildiğini belirtmekte ve idare heyetini;

Reis Seyit Abdulkadir

Reis Fuat Paşa

Reis Bedirhani Emin Ali,

Kâtip: Ferik Hamza Paşa

Azalar: Miralay Halil, Emekli Miralay Bedirhanî M.Ali, Emekli Askeri kaymakam M.Emin, Hoca Ali Efendi, Babanzâde Şükrü, Babanzâde Fuat, Fetullah Efendi, Dr. M.Ş. Sek­ban. şeklinde zikretmektedir. Koylan ise; resmi kaynaklara göre verdiği bilgide, 56 kayıth üyenin isimlerini zikretmektedir. Bu kuruluşun en etkili Kürtçü örgüt olduğu ve İngiliz gü­dümünde bulunduğu  ) üzerinde de durulmuştur. Cemiyet Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, ve İs­tanbul’dan idare edilmekteydi. Cemiyetin maksadı yabancı himayesinde bir Kürt devleti kur­maktı. Bu gelişmeler üzerine Diyarbakır Valisi, daha sonra derneği kapatıp sonucu, Mustafa Kemal Paşa’ya bildirecektir. Paşa, Valiye verdiği cevapta Cemiyeti sakıncalı bulmuş ve kapa­tılmasını uygun görmüştü. Kürt Teâli Cemiyetinin kapatılması üzerine cemiyet yöneticileri, İstanbul’daki İngiliz Muhibler Cemiyeti Başkanı Sait Molla’ya başvurmuş, ondan alman emir­le Ali Galip’le birleşmek için harekete geçmişlerdir.

Kürt Teali Cemiyeti’nin faal azalan arasmda; Millî aşiretinden reisler vardı. Bunlar Mahmut, İsmail, Timur ve Halil’di. Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Tunceli, Siirt arasmda bir Kür­distan düşlüyorlardı.

Erzurum Kongresi’nden sonra Celâdet Kâmuran Ali’nin yabana maddî yardımı ile böl­gede görevlendirildiği iddiaları yaygınlaştı.

1 Kasım 1924 tarihinde iyi niyetli insanların kurduğu Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nı zamanla ele geçiren gruplar arasında, bu muhalefet partisini Kürt istiklâlini temin için basamak yapmaya çalışan Şeyh Abdülkadir ile birlikte Kürt Teali cemiyeti mensuplan da var­dır. Diğer yandan bu cemiyet Damat Ferit kabinesinin büyük Ermenistan projesine şid­detle muhalefet ediyordu. Ancak Hürriyet ve İtilâf Fırkası ile muhtar bir Kürdistan teşkili hu­susunda anlaşma yapmaktan geri durmuyorlardı. Kürt Teali Cemiyeti, Cumhuriyetin ilânın­dan evvel dağılmış olmasına rağmen, 1923 yılında Cumhuriyetin ilânı yılı içinde illegal Kürt istiklâl Komitesi’ni oluşturdu. Komite’nin amacı Kürdistan istiklâlini temin etmekti. Komite­de Seyyid Abdülkadir, Cibranlı Halit, Hacı Musa, eski milletvekili Yusuf Ziya vardı. Sonra­dan bunlara Şeyh Sait’de katıldı.

Cihan Harbi’nden sonraki Mütareke keşmekeşi içinde Kürt Teali Cemiyeti’ne birçok münevver doğulu Türk, sırf düşmana karşı kurulan mukavemet teşekküllerini kuvvetlendir­mek için dahil olmuşlardır. Bunlardan Sabit Sağıroğlu gibi olanlar Türklüğün parçalanmaz bir bütün olduğuna inanıyorlardı. Millî Mücadelenin başlaması ile de bunlar hemen Kuvay-ı Milliye’ye katıldılar.

Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti 19 Eylül 1906 tarihinde kurulmuştu. Bu kuruluşun resmiyet kazanmadan evvelki geçmişine bakılınca şöyle bir gelişme görüyoruz. Diyarbakır’ın Lice ilçesinden Kürdizâde Ahmet Ramiz 1900 tarihinde Diyarbakır’da teşkil edilen Kürdis­tan Azmi Kavi Cemiyeti’ne intisap etmiş, daha sonra 1904’te Mısır’a iltica etmek zorunda kalmış ve orada Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti adına faaliyet göstermiştir. El Ezher Üniversitesi’nin Kürt revakında eğitim görmüştür. Ahmet Ramiz Mısır’daki jön Türk kadroları­nın arasına da girmiş ve etkili olmuştur. Meşrutiyetin ilanından sonra Kürt Neşri Maarif Cemiyeti’nin kurulmasından sonra bu cemiyetin İstanbul’da açtığı mektebte müdürlük yapmış­tır.

Bu dönemde Mirî Katibîzâde Cemil Bey 1908’de İstanbul’da Kürt Terekki ve Teavün Partisi’ne girmiş "Kürdistan Gazetesi’nde M. Cemil imzasını kullanıp mesul müdürlük yapmış­tır. 1908’e gelinceye kadar İstanbul’da ve İmparatorluğun muhtelif yerlerinde, bir kısım doğulu paşa ve Ümera’yı, Sultan uygun vazifelerle istihdam ederek Saraya bağlılıklarını sağlı­yordu. 1908’lerdeki gelişmeler bunların İstanbul’da istihdam sebeplerini ortadan kaldırdı. Birbirine muhalif olan bu zevat 1908 yılında Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti’nin kuruluşu­na kadar bu yapısını devam ettirdi. İstanbul Gedikpaşa mahallesinde kurulan bu teşkilât Bedirhaniler ile Şeyhlerin lideri durumunda olan Seyid Abdulkadir’in anlaşmazlığı sonucu dağıl­dı ve hükümet bu cemiyeti kapattı, motki’li halil hayalî ve ahmet ramiz’in gayretleri ile cemi­yete bağlı olarak faaliyet gösteren; kürdistan gazetesi, bunu çıkaran matbaa ve mahalli lisan­la eğitim veren okul da kapatıldı/286)

1908’de bütün İstanbul okullarında dersten ziyade, "adalet", "hürriyet", "müsavat" türün­den sloganlar tartışılıyordu. Çok geçmeden İstanbul’da bu konuların görüşülmesinden vazge­çilecektir. Ancak, doğulu gençler bu zihniyetlerle Doğu ve Güneydoğu’ya dağıldılar/287) Di­yarbakır’da faaliyet gösteren hatiplerden Hamdi Efendi Hoca, yaptığı konuşmalarda, Osman­lI İmparatorluğu’nun batmakta olduğunu, doğu’yu kurtarmanın imparatorluktan ayrılmakla mümkün olduğunu belirtiyordu. Diyarbakır’da Şeyh Ahmet Şeyhî ve Gülşenî tekkeleri bu zih­niyetteki kimselerin karargâhı olmuştu/288) İstanbul’dan Diyarbakır’a gelen doğulu gençler; aralarında birlik oluşturmamaları halinde Ermeniler’in akıbetine uğrayacakları propagandası­nı yaparlarken; Zinnor Silopi İstanbul’dan asker olarak tayini bölgeye çıkarken faaliyet zemi­ni bulacağından çok mutlu idi. O, Hasenan ve Cıbran Hamidiye alaylarının doğulu subayları ile ideolojik diyalog kurmayı ummakta idi. Ancak hilâfete çok bağlı bu Hamidiye zabitlerinin Kürtçülük diye bir problemleri yoktu. Çok geçmeden bu birlikler, Pontus çetelerine karşı dev­letin bütünlüğünü korumak için cephelere koşacaklardırZ289)

Azadî Örgütü, merkezi Erzurum’da olan illegal bir kuruluştu. Bu kuruluşun, Şeyh Sait is­yanı ile doğrudan ilişkisi vardır/290) Ancak Azadî teşkilatının Reisi olan Halit Bey, Yusuf Zi­ya Bey’i Şeyh Sait olayı için harekete geçirdiği zaman örgütün parası, silahı ve kadrosu olma­dığı için zamanlama hatası yapılacak, isyanın başarısızlığı bu zamanlama hatası ile izah edile­cektir/29  Başarısızlığın bir önemli sebebi olarakta Azadî’nin merkez şubesi olan Erzurum’­daki kadro asıl potansiyelin bulunduğu Diyarbakır şubesine haber vermeden hareketi başlat­mış olmasıdır. Cıbranlı Halit Bey Lozan antlaşması’ndan hemen sonra, Bitlisli Yusuf Bey ve arkadaşları ile Erzurum’da merkez şubeyi kurmuştu. 1924’te deAzadî’nin Diyarbakır şubesi kurulmuştu. Birçok kaynakta Kürt Cemiyeti olarak geçen Azadî adına; Ekrem Cemil Paşa (Paşo)’nun ifadesine göre "Bitlisli Yusuf Ziya uzun süre Başvekillik yapan Fethi Bey’le gizli ittifak kurmuştur. İddiaya göre Fethi Bey batıda, Azadî kadrosu da doğuda aynı anda ihtilâl çıkaracaktır/292) Ancak Fethi Bey’in mücadele hayatı incelendiğinde bu iddianın hayal ürünü olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti ilân olmuş Kürt Teali Cemiyeti ve O’nun uzantısı durumunda olan Kürt İstiklâl Komitesi’nin emelleri suya düşmüştü, tngilizler’in bölgeye duyduktan ilgi, komite mensuplarınca bilindiğinden İngilizler’le temas imkânı ararlarken; karşılarında Türk İstih­barat örgütünü buldular/      

Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrında Çarlık Rusya Gregoryen Ermeniler’in üzerinde durunca/29*) özellikle II.Abdülhamit döneminde devletçe doğudaki aşiretler üzerinde durul­maya başlanmıştı. Aşiret ileri gelenlerine verilen vezirlik ve paşalık rütbeleri bunların bir kıs­mının şımarmalarına da yol açacaktı. Bu dönemde, Bab-ı Ali’nin tuttuğu, bir kısım doğulu ai­lelerin çocukları, muntazam tahsil gördürülmüşlerdi. Bu gençler batıdaki istiklâl hareketleri ile temas kurma durumuna gelebilmiştir. Denilebilir ki Kürtçü hareketin ilk şuurlu başlangıcı bu döneme tekabül eder. İlk zamanlar İmparatorluk, aşiretlerin milis gücünden Rus ordusu­na karşı faydalanabilmişti. Birinci Cihan Harbi sonunda, Osmanlı İmparatorluğu dağılıp Ermeniler’e Doğu Anadolu’da devlet kurma ihtimali belirince doğulu münevverler, evvelce ku­rulmuş olan Kürt Teali Cemiyeti bünyesinde Kürt İstiklâl hareketi peşinde koşmaya başladı­lar. Merkezi İstanbul’da bulunan cemiyet, Diyarbakır, Elazığ, Bitlis şubelerini açtı. Van, Tun­celi, Muş’ta taraftar topladı. Cemiyet Başkanlığına Vanh Seyyit Abdülkadir, 2. başkanlığına Mustafa Zihni Paşa, Bedirhaniler’den Emin Avni getirildi. Şeyh Sait İsyanında 75 yaşında olan(295) Abdülkadir, İttihatçılar zamanında Ayan azası Damat Ferit kabinesinde ise, Devlet Şurası azası idi.

Kürt İstiklâl Komitesi’nin mücadele gündemine aldığı ikinci husus, karşı devrimle İngi­liz yardımını kullanarak Vahdettin’i tekrar tahta çıkarmaktı. İsyan doğuda sürerken Seyyid Abdulkadir’in emri ile İstanbul’daki doğulular ayaklanacaklar harekete dinî bir veçhe verildi­ği için İstanbul halkının da katılması sağlanacaktı. Asiler, silahlı Kürt kuvvetlerinin idaresin­de; vilâyeti, kolorduyu, emniyeti, basarlarken; İngilizler kendilerine top-tüfek yardımı yapa­caktı. İsyan Konya, Bursa ve İzmir’e yayılacak, doğudaki isyan da sürecek böylece Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti iki ateş arasında kalmış olacak ve İngilizler Vahdettin’i ihtilâlle devle­tin başına getirecekti.

1924 yılının sonunda ve Mart 1925’te, yani isyandan evvel Kürt İstiklâl Komitesi adına Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığı Şark Cephesi memurlarından M. Templeto’ya Palu’lu Sa­di’nin götürdüğü teklife göre;                                                                  

"a. İngilizler Kürt emirliğinin kurulmasını destekleyecekler ve civar ülkelerden korunma­sını sağlayacaklardı.

İsyan 1926 ilkbaharında başlayacak isyanm ilk hedefi Diyarbakır olacak ve Musul hu­dudunda İngilezler’le temas edeceklerdi.

Kürt emaretine Akdeniz’de bir çıkış noktası verilecekti.

Emaret’in başına Seyyit Abdülkadir getirilecek ve O’nun kuracağı kabineye müdahale edilmeyecekti.

Musul hududundaki İngilizlerle temas edildiğinde İngilizler gerekli silah ve para yar­dımını yapacaklardı. Yardımın ilk taksidi 250.000 altın olacaktır. Buna göre Kürt istiklâl ko­mitesinin birinci safhasını tamamladığı isyanın bu safhasından sonra İngilizler’in fîii yardımı başlayacaktır.'' 297)

Vahdettin’in saltanatçı ve hilafetçi karşı istiklâlci tavrı Cumhuriyetin ilânından çok evvel başlamış, istiklâl Harbi kati zaferle bitirilmeden İstanbu’da zahiri adı "İlâyi Vatan” olan "Müdafai Hukuk-u Hilâfeti Kübrâ" adlı bir teşkilât kurulmuştu. Vahdettin kaçmaya karar verince teşkilatın icra komitesi toplu halde Bükreş’e gitmiş, orada "Hilâfet Kongresini akdetmişti. Kongrede oluşturulan Hilâfet Komitesi, Şeyh Sait ile anlaşmıştı. Kürt İstiklâl Komitesi’nden İstanbul’daki Seyyid Abdülkadir’le de mutabık kalınmıştı/298)

N.Kutlay, "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Terâkki ve İttihat Cemiyeti, Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti, Can Veren Örgütü, Türk-Suriye İslahat Komitesi, İttihad-ı Osmanlı Cemiye­ti, İslam Arap Kulübü, Kürt Azm-ı Kavi Cemiyeti, İstihlâs-ı Kürdistan, Kürd Neşir-i Maarif Cemiyeti, Gihandm Cemiyeti, Kürt Teavün Kulübü, Kürdistan Muhibleri Cemiyeti, Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, Kürd Kulübü, Kürdistan Bağımsızlık Cemiyeti, hakkında bilgi vererken/299) Tank Z.Tunaya’da Kürt Teali Cemiyeti, Kürdistan Cemiyeti (1918), Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti (1919), Kürt Talebe idare Cemiyeti (1919), Kürt Kadın­lar Terfi Cemiyeti (1929), Kürt Millet Fırkası (1919), isimli Kürtçü kuruluşlardan bahsetmek­tedir/300)

M.E. Bozarslan’ın yayınladığı "Jin Dergisi"nin 1918-1919 dönemine ait kitap da 1900’de İstanbul’da kurulan "Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti", "Kürd Teşvuun ve Terakki Cemiyeti", "Kürd Tamim-i Maarif ve Neşriyat Cemiyeti", "Kürd Talebe Hevi Cemiyeti", "Kürdistan Teâli Cemiyeti", "Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti", "Kürd Kadınlan Teali Cemiyeti", "Kürdistan Cemiyeti", "Kürd Millet Partisi", "Dil Encümeni" isimli kuruluşlara dair bilgi vermektedir/301)

Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti’nin faal üyelerinden Mehmet Şükrü Sekban bu kuru­luş ve faaliyetlerine dair bilgi verirken; Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti’nin 1908 Osmanlı Anayasası’ndan sonra kurulduğunu, kendisinin İdare Heyeti seçimlerinde Naim B.Baban’dan sonra en fazla reyi aldığını belirttikten sonra; Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti’nde hiç bir üyenin Kürtler için imtiyaz düşünmediğini fakat hepsinin altı doğu vilayetinde bir reform yapılması hususunda mutabık olduklarını, bu reformla; muktedir ve namuslu valilerin tayin edilmesi, birkaç ana yol inşaası, adaletin iyi uygulanması için mahkemelerin yeniden ele alın­masından ibaret olduğunu belirtmektedir.

Balkan Harbi’nden önce kurulan "Kürt Üniversite Öğrencileri Demeği He-Vi (Ümit)" ninse Türkiye’den ayrılmayı düşünmediğini, Kürt devletinin lüzumuna inananların olduğunu ve bu yolda öldüklerini, kendisinin de bir Kürt milliyetçisi olduğunu ancak Türkiye’den ayrıl­mayı düşünmediğini, ayrılma zihniyetini taşımadığını vurgulayan Sekban;

"Fakat, o zamanki siyasî şartlar, ayrılma taraftan gibi hareket etmeyi icap ettiriyordu. Müttefik Devletler temsilcileri bizim asıl düşüncemizi anlamışlardı..." sözleriyle olayın akı­şını izaha çalışmıştır.

Şeyh Sait dinî hareketinden İngilizler’in, Musul meselesi, Hilâfet ve Saltanat yanlıların iç politika konularından yararlanmak istemeleri gibi, Kürt şovenizm veya rejiyonalizminden yana olanlar da kendi ideolojileri doğrultusunda yararlanmak istemişlerdir. Bu üç çevrenin de Şeyh Sait olayından evvel başlatılmış politik girişim ve icraatları vardı. Şeyh Sait olayı on­lar için, siyasî çıkartan bakımından kullanılmaya müsait bir vesile olmuştur.

Kürtçü kadrolarda izaha çalıştığımız gibi isyandan çeyrek asır evveline varan bir faaliyet içerisinde idiler. Örgütler kuruyor, şubelerini açıyorlar ve gerektiğinde faaliyetlerini yurt dışı­na taşıyarak yayın organlan çıkanyorlar, bunların kapatılması halinde yenilerinin çıkarılması­nı sağlıyorlardı.

Şeyh Sait Olayına Kürtçü bir mahiyet kazandırılmak istenmesine, dış basında yorumlan­masında, Türkiye dışındaki çevrelerle ilişkilerinde, doğu bölgesinden yetişen bu tür aydınla­rın etkinlikleri oldukça fazla olmuştur.

ŞEYH SAİT AYAKLANMASINDA ROL OYNAYAN GİZLİ ÖRGÜT: AZADI

Millî mücadelenin kesin zaferinden sonra İstanbul’daki Kürtçülük faaliyetinde bulunan kişi ve kuruluşlar tamamen silinmişlerdi 303  Ancak 1923’te merkezi Erzurum olmak üzere ye­ni bir bölücü teşkilâtlanmanın 8. Kolordu Bölgesinde kurulduğunu görüyoruz. Azadî adını ta­şıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini eski Hamidiye Alayları subayları ile Türk ordusunda gö­revli bazı Doğulu subaylar oluşturmaktaydı.(304)

Azadî’nin liderleri Cibran aşireti ağalarından Halit Bey’le Bitlis beylerinden Yusuf Ziya Bey’di. Halit Bey, Abdülhamit’in Hamidiye ordusu için kurduğu Aşiret mekteplerine devam etmişti. Bu yüzden militan liderlerin çoğundan büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albay­dı. Gördüğü eğitimden olmalı, diğer liderlere oranla daha milliyetçiydi. Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te büyük nüfuzu olan biriydi. TBMM’ne Bitlis Milletvekili seçilmişti. Böylece bolca se­yahat edebiliyor ve şüphe uyandırmaksızm pek çok kişiyle temas kurabiliyordu. Cıbranh Ha­lit Bey, Kürt Teali Cemiyeti Başkanı Abdülkadir ve Bitlis Mebusu olarak TBMM’nde bulunan Yusuf Ziya Bey’le, Kürt meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu.

Cemiyet için ilk hazırlıkları bir grup subay yaptı. Daha sonra Doğu Anadolu’daki nüfuz­lu şahıslar kazanılmaya çalışıldı. O sırada 1923 Meclisi için seçimler olduğundan Ziya, seçim kampanyası görüntüsü altında bu işi kolayca yapabiliyordu. Azadî Cemiyeti 1924 yılında ilk kongresini yaptı. Katılanlar arasmda, Halit Bey’in akrabası olan ve Diyarbakır'ın doğusunda yaşayan Zazalar arasmda büyük nüfuz sahibi olduğu için davet edilen Şeyh Sait’de vardı. Şeyh, çekingen olanları Ankara hükümetinin politikasını şiddetle eleştirerek Kürt bağımsızhğı uğruna savaşmaları gerektiğine ikna etti. Bu kongrede iki önemli karar alındı  )

Doğu Anadolu’daki bütün aşiretlerin katılacağı bir isyan yapılacak ve bunu takiben bağımsızlık ilân edilecekti. İsyan çok titizlikle plânlanacak ve herkes kendisinden beklenen şeyler konusunda tam bilgi almış olacaktı. Bu uzun bir süre gerektirdiği için Mayıs 1925, is­yan tarihi olarak belirlendi.

Dış yardımın, gerekli olduğu herkesçe kabul ediliyordu. Yardım yapması beklenen devletler arasında Suriye’deki Fransızlar, Irak’taki İngilizler ve Ruslar düşünülüyordu. An­cak bazı aşiret reisleri ve Hamidiye Alayı’nda görev yapan subaylar Ruslar’ı düşman bildikle­ri ve kendilerini Türkler’e daha yakın hissettikleri için son ihtimali hesaba bile katmak istemi­yorlardı. Söylendiğine göre, yine Şeyh Sait bunları, Ermeniler’le aynı kaderi paylaşmaktansa, inanmayanlardan yardım almanın daha iyi olacağına inandırdı. Gürcistan’a bir temsilci gön­derildi. Sovyetler, Kürtler’in durumunu anladıklarını, fakat yardım edecek durumda olmadık­larını bildirdiler. Yine de çıkacak isyanın bastırılmasında Türkler’e yardım etmeyeceklerine söz verdiler. Daha sonra İngilizler’le temas kuruldu. İngiliz yardımının sağlanıp sağlanmadığı belirgin değildir. Ancak Musul meseleleriyle ilgili görüşmeler ister istemez bu isyanm İngilte­re tarafmdan büyük ölçüde teşvik edildiğini göstermektedir. İngilizler’e göre, Cibranh Halit Bey isyan başlamadan önce, Urmiye’de Rus Başkonsolosu Savasu ile görüşmüş olumsuz ce­vap almıştır.

İsyanı organize eden Azadî’nin teşkilâtlanma ve destekleyicileri hakkında tutarlı bilgi ol­mamakla beraber, Azadî’nin en az 18 yerde teşkilâtının kurulduğu ve bunların çoğunluğunun önde gelen liderleri ordu ya da milis subaylarından meydana geldiği bilinmektedir.

En çok bilinen etkili Azadî liderleri arasında şunlar vardı: Cibranh Halit Bey (Erzu­rum’daki merkez şubesi başkanı), Kör Hüseyin Paşa (Haydaran Milisleri Komutanı, Malaz­girt Şube Başkanı), Hasenan’lı Halit Bey, Milis Komutanı (Varto Şubesi Başkanı), Yusuf Zi­ya Bey (Bitlis Şubesi Başkanı), Cemil Paşo ailesinden Ekrem Bey (Diyarbakır şubesi Başka­nı), Seyyid Abdülkadir Efendi (İstanbul Şubesi Başkanı).

Bu isyanın başlatılması halinde katılacakları kesin olan aşiret reisleri listesinde ise: Hacı Musa Bey (Mutki aşireti reisi ve bir zamanlar temsilciler Meclisi Üyesi), Gerzan’m Şeyh Selahaddin’i, Pınciran’ın Cemil Çeto’su (Bitlis’in batısındaki dağlık bölgeden) vardı. Bunlann hepsi Azadî’nin desteklediği "pasif direniş’e 1924 Ağustos’undan itibaren katılmışlardı. Sözü edilen diğer etkili reisler; Milan’dan İbrahim Paşa’nın oğlu Mahmut Bey/307) Şımakh Abdurrahman ve Süleyman Ağaların oğullandır/308)

Diğer yandan Azadî mensuplarının açık kimliklerine dair R. Olsan geniş bilgi vermekte­dir/309)

Eylül 1924 tarihi itibariyle yapılan tesbitleri aktaran yazar Erzurum’dan; Miralay Ha­lit Bey (Örgütün Genel Başkanı, Erzurum Garnizon Komutanı ve Kars’lı Tüccar), Kayma­kam Salim Bey, Kaymakam Küçük Kâzım Bey, Miralay Küçük Ragıp Bey, Erzurum Eşrafın­dan Hacı Mahmut Efendi, Hacı Dursun Efendi, daha sonra Hınıs’da Sivil Kaymakam’lık ya­pan Arif Bey, Abdulcafer ve kardeşi Arslan Bey, İstanbul’dan Seyyit Abdülkadir Efendi (İs­tanbul Şube Başkanı), Hakim Abdurrahim Bey, Kars’dan, Yüzbaşı Tevfik Efendi (Şube Baş­kanı), Beyazıd’dan Şeyh İbrahim, Malazgirt’den, Haydaranlı Aşiretinden Kör Hüseyin Paşa (Şube Başkanı), Varto’dan Halit Bey (Şube Başkanı ve Genel Başkan Yardımcısı, Hasenanlı aşiretinin ve bu aşiretin meydana getirdiği Alayın Komutanı), Hınıs’dan Rüşti Efendi (Şube Başkanı), Yüzbaşı Rüştü Efendi, Muş ve Bitlis’den, Yusuf Ziya Bey (Milletvekili, Şube Baş­kanı), Binbaşı Hacı Haşan Bey (Bitlis’in içinden), Abdurrahman Ağa (Şırnak’lı daha sonra hapis oldu), Hacı Dursun Ağa (Muş’lu), Van’dan Molla Abdulmecit Efendi (Molla Said-i Kürdî’nin kardeşi ve şube başkanı), Sadun Bey (Kara Hisar’lı Hossaran aşiretinin lideri), Bin­başı Arif Bey (Samsaki aşiretinin lideri), Ali Bey (Binbaşı Arifin kardeşi), Siirt’ten Yüzbaşı İhsan Bey (Şube Başkanı), Hacı Abdullah Efendi (Siirt’te tüccar), Derviş Bey (Siirt’te terzi), Kaymakam Razzak Bey (Daha sonra Bilecik Kaymakamı olarak Anadolu Hükümeti tarafın­dan tayin olundu), Miralay Veyis Bey, Şırnak’dan Süleyman Ağa (Şube Başkanı, Hacı Bay­ram aşiretinden), Cezire’den; Hacı Dursun Efendi, Abdulvahap Efendi, Abdulmuttalip Efen­di (Silopi Nahiye Müdürü), Diyarbakır’dan, Cemil Paşa Zade Ekrem Bey (Şube Başkanı), Doktor Fuad Bey, Abdulgani Bey, Doktor Nasim Bey, Binbaşı Mustafa Bey, Kaymakam Ad­nan Bey (Diyarbakır’ın yerlilerinden etnik milliyetçi I. Suudi Alayı Komutanı), Mardin’den Hacı Kadir Efendi, Kaymakam Hıdır Bey, Erzincan, Harput, Dersim’den, Kangozzâde Ali Haydar (Şube Başkanı, Azadiyi aşireti ile birlikte destekledi), Bitlis çevresinden; Hacı Musa Bey ve oğulları Cemil Çeto (Paşinar Aşireti), Şeyh Sebahattin Mustafa Ağa (Garzon Aşire­ti), Ali Ağa, Mustafa Ağa, Van yöresinden, Karavilli Bezgin Ağa (Artuşi aşireti), Ebubekir (Gezgin’in kardeşi), İsmail Ağa (Gevden aşireti), Umar Ağa (Ömer) (Mamkuran Aşiretin’den), İsmail Ağa Simko-(Şikok Aşiretinden), Şeyh Abdurrahim Efendi (Beşverdi Aşireti), Sa­lim Ağa, Yahya Ağa (Jirikon aşireti), Yakup Ağa (Eruh Aşireti), Şımak yöresinden; Ali Han Ağa, Mustafa oğlu Abdurrahman Ağa (Hacı Bayram aşiretinden), Şahin oğlu Süleyman Ağa, Agid Ağa, Umar (Ömer) Tumis Ağa (Batman aşiretinin reisi), Şeyh Tahir (Batman aşireti), Mardin yöresinden; Zongard’lardan Ramo Ağa Eyüp (Milân aşireti), İbrahim Ağa (Dokuri aşireti), Faris Ağa, İbrahim Paşaoğlu Mahmut bey (Milli aşireti) isimlerini zikretmektedir.

İsim benzerliği değil ise yazar Kaymakam Küçük Kâzım Bey konusunda yanılmıştır. Zi­ra Erzurum Belediye Başkanı ve Erzurum Kongre Üyesi olan, Erzurum’daki Ermeni mezali­minde halkın Ermeni mezaliminden korunmasında hizmetleri olan Kaymakam Küçük Kâzım Bey’den bu tür bir gaflet beklenemez.

4. AZADÎ-HOYBUN ÎLİŞKÎLERİ

Osmanlı Devleti’ndeki, ulusal hareketler, bunlara ait örgütler ve bunların faaliyetleri es­ki dönemlere inmektedir. Ayn bir din ve milliyetten olan Ermeniler’in tahrik ve teşviki İslâm ve Türk bir unsur olan Kurmançlar’ın veya Zazalar’ın tahrik ve teşvikinden daha öncelikle ol­muştur. Emperyalizmin Ermenilerle olan dip ortaklığı da bu öncelikte etkili olmuştur. Aya­ca Ermeniler’in Osmanlı sınırları dışında Kuzey Kafkasya gibi ülkelerde toplu meskûn olduk­ları da bir gerçekti. Bu çevrelerde de organize faaliyetleri vardı. Bu faktörler mavacehesinde Ermeniler’in siyasî ve politik temaslarını yürütecek kuruluşları çok evvelden faaliyete başla­mışlar ve bilhassa propaganda da etkili olmuşlardı. Deneyimleri vardı. Bazı önemli dış kon­taklar kurmuş ve silahlanabilmişlerdi. Ayaca uluslararası diplomasiyi etkileme imkânlan el­de etmişlerdi.

Ermeni organizasyonu yerleşim bölgeleri itibariyle Müslüman Türk’e yani Azerbay­can’da Azeriler’e; Doğu Anadolu’da da Kürtler’e vurarak cephe açtılar. Özellikle Doğu Ana­dolu’da faaliyette bulundular. Bu, dönem Hamidiye Alaylarında görev yapan bir kısım subay­ların devlet yönetimi ile ihtilafa düşmediği, Sevr’in daha sonra Kürtler’e malettiği teşvikçi pirimlerin verilmediği, T.C.’nin millî devlet politikası izlemeye başladığı dönemdir. Ermeniler Müslüman Türk gerçeğini bir bütün olarak kabul edip husumetini bu toplumun ayrılık gözet­meden bütün kesimlerine uyguladığı dönemdir.

Şeyh Sait isyanının patlak vermesi aşiretler bazında devlet yönetimine kısmi de olsa bir muhalefeti başlatmıştı. Şeyh Sait olayına ulusal muhteva kazandırmak isteyenlerde hedefle­rin ulaşamamanın tatminsizliği içindi idiler. Bir anlamda Türk-Kürt bütünlüğü yara almıştı. Ermeniler’in emelleri için önlerinde engel olarak gördükleri Türkler’i ve Kürtleri aynı anda hedef seçmeleri akıllı bir politika sayılmazdı. Bu şartlarda farklı politikalar uygulanmak, Kürt aydınlardan yararlanılmalı idi. İşte Taşnak ve onun uzantısı olan Hoybun’un Şeyh Sait olayından yararlanmak istemesi böyle başladı.

Hoybun’un kuruluşu, Şeyh Sait olayından 2 yıl sonra olmuştur. Gerek Şeyh Sait ayaklan­masının tesirlerinin yeni ayaklanmaların başlaması ile devam etmesi ve gerekse Şeyh Sait ola­yı içerisinde yer alan bazı şahısların Hoybun’da da yer almış olması Hoybun ile Azadî arasın­da bir bağın mevcudiyetini ortaya koymaktadır. Ayaca her iki kuruluşun arkasında İngilte­re’nin olduğu iddiaları da vardır.

Hoybun’un ilk toplantısı 1927 Şubat ayı içerisinde Revandiz’deki Seyit Taha’nın evinde yapılmıştır. Bir kısım siyasiler ile Ermeni aydınlarını, İngilizler’in Revandiz kaymakamı Seyit Taha organize ediyordu. Perde arkasında İngilizler’in Irak fevkâlâde komiser muavini ve Entellijans Servisi mensubu olan Edmonds vardı. İlk toplantıyı ise İngiliz Elçiliğinden Kaptan Motfoltre plânlamıştı. Bu toplantıya; Seyit Taha, kardeşi Mustahattin, Balık Aşireti Reisi Mehmet Ağa, Şeyh Said’in akrabalarından Hınıslı Mehmet Emin, Menkurî aşireti reisi Sivar Ağa ve kâtibi, İngiltere’yi temsilen Kaptan Motfoltre katıldılar. Alman kararlara göre;

"1. İngilizler Kürtler’e para yardımı edecekler,

Lüzum görmeleri halinde silah da verecekler,

Nasturiler’e de Kürt kıyafeti giydirip, silahlı harekete destek olmalan sağlanacak.

Harekete geçilmeden evvel örgütün büyüyüp güçlenmesi beklenilecek.

Hoybun, T.Cumhuriyetine taarruzu, Şemdinan Yüksekova bölgesinden başlatacak, Van’ı işgal edebilmeleri halinde İngiliz yardımı yapılabilecektir."

İkinci toplantı da Seyit Taha’nın evinde Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza, kaçak zabitlerden Kasım’ın iştiraki ile Mart 1927 tarihinde yapıldı. Toplantıda İngilizler’in ilk toplantıya getirdiği teklifler görüşüldü. Irak’dan, İran’dan ve Suriye’den taarruza katılacak aşiretler tesbit edildi. Aralarında Celalî aşireti reisi Halit Bey de vardır. Cemiyetin adı olan Hoybun bu toplantıda tesbit edildi. Hoybun’un temeli, iskeleti, Taşnaklar’dan, ruhu İngilizler’den ve etide Kürtler’den ibaretti.

Üçüncü toplantı da Seyyit Taha’nın evinde yapıldı ve bu toplantıya da İngiliz Kaptan Motfoltre başkanlık yaptı. Ancak Şeyh Sait’in kardeşi Ali Rıza ile Seyyit Taha’nın arasmda ihtilâf çıktı. Şeyh Ali Rıza İran’a gidip, İran’a karşı isyan eden Simko-İsmail’e katıldı. Simko yenilince tekrar Türkiye’ye döndü. İngiliz Kaptan Motfoltre’in organizesi sonucu Şeyh Ali Rı­za, Seyyit Taha grubu ile tekrar birleşti.*311)

Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’nm İran’dan Irak’a daha sonra da Suriye’ye gidip Hoybun ce­miyetine girdiği konusunda Ermeni kaynaklarında da bilgi vardır/312)

Azadî-Hoybun dayanışmasını, bu iki örgüt resmen kurulmadan evvel mensuplannın ev­velki faaliyetleri dikkate alınarak daha eski tarihlere götürmek mümkündür. İngilizler, Kürtler’in tek başlama birşey yapamayacaklarını düşünerek tecrübeli Taşnak liderleri ile bunları birleştirip işbirliği yapmalarını sağladılar. Taşnaklar’ın 1890’da Hınçaklar içerisinde doğan bir ihtilâfla sahneye çıktığı bilinmektedir.

îngilizler Ermeni emellerini kamufle etmek ve Kürtlüğe mensûbîyet şuuru vermek iste­dikleri doğulu Türkler’in gururunu okşamak için, teşkilata Kürtçe bir isim aradılar. Kürtçe denilen ağızlarda istiklâl kelimesi mevcut olmadığından "Benlik" manasma gelen HOYBUN kelimesini aldılar. Bu kelime Ermeni yurdu anlamına gelen HOYBUN’un benzeri idi ve Taşnaklar tarafından eskiden beri kullanılıyordu. Bu suretle temeli Taşnak, organları Kürt, mi­marı İngiliz gizli servisi olan HOYBUN kuruldu. Irak’daki ilk toplantısına Leon, Emirizyon, Sultanyan, Aris gibi Ermeniler’le Şeyh Sait’in kardeşi Ali Rıza, Dr. Şükrü, Hurşit, İhsan Nu­ri, Mehmet Emin (Broski), Fehmi, Abdülkerim Şalul gibi doğulu Türkler de vardı. Beyrut’da yapılan toplantıda ise Reis olarak Ermeni Papazian seçilince Ermeniler’in emelleri anlaşıldı. Böylece Paris’te yapılan toplantıda üzerinde durulan biri Erivan diğeri Kilikya’da kurulacak iki Ermenistan arasında Kürtler’e verilmesi söz konusu bölge konusunda Ermeniler’in ve İngilizler’in samimi olmadığı ortaya çıktı/313)

Abdurrahman Ghassemlou’nun Ermeniler’in Kürtler’e yanaşmasına dair yaptığı açıkla­ma çok gerçekçi ve önemlidir. Ehemmiyetine binaen açıklamayı bazı bölümlerindeki fikirle­re evvelce değinilmiş olmasına rağmen aynen alıyoruz.

"Kürdistan dışında yaşayan göçmenlerin temsilcileri tarafından 1927’de tüm Kürt milli­yetçi kuruluşların birleşimi olarak Hoybun Partisi kuruldu. Bu temsilciler, feodallar, toprak ağalan ile entellektüellerden oluşuyordu. Yine 1927’de Lübnan'ın Bihamdun kentinde parti ilk kongresini topladı, keza kongreye Ermeni Taşnakları’nın liderlerinden biri olan V.Papazian’da katıldı. Yönetimlerin ortak çıkartan gereği parti resmen kurulamadı ve aktif çalışmala­rı çok güçsüzdü. Fakat, Türkiye’ye siyasî baskı yapmak için Kürt sorununu kullanan emperya­list güçlerin desteğini aldı. Bu nedenle İngiltere kendisini belli etmeden, Türk hükümetleri­nin politikasına karşı olayları Hoybun’un faaliyeti imiş gibi göstererek bir yöntem izledi. Tür­kiye ile anlaşmazlıktan konusunda Fransa’da aynı yolu izledi. Taşnaklar, Hoybun’u doğrudan etkileri altına aldılar.           

1930’da Hoybun, İhsan Nuri’nin yönetiminde Ağrı bölgesinde askerî devrimcilerden olu­şan bir teşkilâtlanmayı başardı. İran’lı yöneticiler Türk askerlerinin İran topraklarında isyan­cılara karşı askeri harekât düzenlenmesi iznini verdi, uzun ve şiddetli çarpışmalardan sonra çok önemli sayıda asker, top ve uçak yardımıyla isyan bastırıldı. İstatistiklere göre 165 köy ve 6816 ev harap oldu.

Taşnaksutyun Hoybun’a bu desteği neden veriyordu? En başta gelen sebep Taşnaklar, Türkiye toprakları üzerinde hiçbir askerî harekâtı gerçekleştirecek teşkilâtlanmaya bizzat sahip değildiler ve bu nedenle Türkiye’ye karşı isyanda Kürt halkından yararlanıyorlardı. Böyle­ce Taşnaklar ezeli düşmanlıklarını Kürtler vasıtası ile uyguluyorlardı. Aynı zamanda isyanla, Taşnaklar’a göre, Türkiye Ermenistanı kopanlabilecek, bu topraklar Türkiye’den ayrılacaktı. Zira Taşnaklar’a göre Türkiye Kürdistanı’nın topraklan büyük Ermenistan'ın bir parçası idi ve 1919’da Paris’te yapılan ve Ermeni delegelerinin de katıldığı konferansta Türkiye’nin do­ğu vilâyetlerinin ve Diyarbakır’ın güney bölümünün Ermenistan’a ait olması kararlaştırılmış­tı. Aynı zamanda Taşnaklar Kürt isyancıları gelecekte güçlü bir Ermenistan’ın kuruluşu için, ele geçirilen bir fırsat olarak Türkiye’nin zayıf düşürülmesi için de destekliyorlardı. Bağımsız Kürdistan devleti kurulursa, bu devlet, yeni ve bağımsız büyük Ermenistan'ın yaratılması için gelecekte, Taşnaklar’ın temel dayanağı olacaktır."

Ghassamlou bize göre şu gerçekleri dile getiriyordu. Ermeniler daha ziyade Ortadoğu Kürtlerine değil, şuraya-buraya serpilmiş, çoğunlukla Avrupa’daki Kürtler’e el atmışlardı. Ancak Hoybun’un bütün Kürt milliyetçi kuruluşlarını bünyesinde topladığını kabul etmek mümkün değildir. Ayrıca Hoybun, ilk defa bu metinde "Parti" olarak geçmektedir. Parti’nin resmen kurulmayışına, Taşnaklar ile Kürtler’in ortak çıkarlarda anlaşamayışlan rol oynamış­tır. Parti, Ermeni ve Kürt dayanışmasının sağlanmasında gerçek çıkan olan çevrenin yani İn­giliz ve Fransız emperyalist gücünün kontrolüne girmişti ve Hoybun Taşnaklaşmıştı. Bu hal Batının Kürtler için oynadığı koruyuculuk rolünü azaltmıştı. Zira orada Taşnak vardı ve Taşnak’ın iradesi bu iki emperyalist gücün elinde idi. Taşnaklar’ın Hoybun aracılığı ile Kürtler’i desteklemelerine sebep ise Türkler’e duydukları düşmanlık yol açıyordu. Taşnaklar’ın Türki­ye toprakları üzerinde organize olma imkânları yoktu. Taşnaklar’a göre büyük Ermenistan topraklarının büyük bir kısmında Kürtler yaşamakta idi. Kürt isyanları ile zayıf düşürülmüş Türkiye; bir fırsatın doğması halinde bu toprakları Ermeniler’e kaptırabilirdi. Ermeniler’le Kürtler’in karşı karşıya gelmeleri halinde ise hayali Ermeni topraklarını Kürtler’den kurtar­mak zor değildi.

Diğer taraftan Türk-Kürt ittifakının neler sağladığını Ermeniler iyi biliyorlardı. Bu ittifa­kın sağlanmaması gerektiğinin de şuurunda idiler. Villalta’nm belirttiği gibi Ermeniler’in Do­ğudaki isyanını, düzenli ordunun subaylarının yönettiği aşiret birlikleri bastırmıştı.  Bu ger­çeği, Richard Sim şu ifadesi ile açıklayacaktır: "Türk subaylarının yönetimindeki aşiret birlik­leri Menşevik Gürcistan ve Taşnak Ermenileri’ni yenmişler. Doğu’daki tehdit ortadan kalk­tıktan sonra Yunanistan’a karşı kazanılan savaşa da katılmışlardı"   

Şeyh Sait’in, Ermeniler’in öldürülmesina karar verdikleri bölgenin etkin insanlar listesin­de ismi geçmesine, o dönemde Şeyh Sait’in Ermeni çetelerince ortadan kaldırılmasına karar verilmiş olmasına rağmen, Şeyh Sait’e Kürtçü hareket içinde yer arayan birtakım Marksist Kürtçü ve Ermeni çevreler yaptıkları yayınlarda onu "Kürt Kurtuluş Hareketinin unutulmaz lideri ve Ermeni dostu olarak göstermişlerdir." Diğer yandan Türk Marksistleri Şeyh Sait Olayım uzun süre gerici bir hareket olarak nitelemişlerdir. Kürtçü Marksistlerde Şeyh Sait’in ulusal lider karakteri uzun süre az taraftar bulmuşken, giderek O’nu ve hareketini Kürt Kur­tuluş hareketinde seçkin bir yere oturtmayı kabullenmişlerdir. Hoybun dönemindeki Kürtçü-Ermeni dayanışmasına rağmen uzun süre bu iki kesim birbirlerine karşı hasım olmuştur. Ancak zamanla iki taraftan teorisyenler, menfaatlerinin, ittifaklarından geçtiğine karar ver­miştir. Garo Sasuni, bu dayanışmanın önemine inananlardandır. G. Sasuni kitabının Şeyh Sait isyanı bölümünde; Mustafa Kemal’in Kürtsüz bir Türkiye istediğini, Azadî’nin beyin takı­mından Cibranh Albay Halid, Bitlis Mebusu Ali Rıza, Kemal Fevzi ve Şeyh Said Nakşiben­dî’nin bu isteğe karşı organize olduklarını iddia etmekte ve Sevr Muahedesi’nden sonra Taşnak Partisi ile Kürt Millî Komitesi’nin ortak amaçlan doğrultusunda aralarında 1924 yılında bir anlaşma yaptıklarını ilâve etmektedir/3181

G.Sasuni, Şeyh Sait olayının karakterine koyacağı teşhise geçmeden, olayların evveliyâtını sebepleri ve gelişme seyri ile ilgili bilgileri, İsmail Hakkı’nın Aralık 1925’de Troşak gazete­sinde yayınlanan raporundan geniş bir biçimde aktarmaktadır/3191

G.Sasuni, Türk İstiklâl Mahkemelerinin karannda Türk Hükümetinin Şeyh Sait olayına Kürtçü hareket teşhisi koyduğunu, bunda bir kısım Batı ülkelerini inandırabildiğini, devrimci heraketin dünyadaki lideri SSCB ve SSCB Komünist Partisi’nin ise, "hareket gericilerin ayak­lanması" olduğu şeklinde isyanı açıkladığını belirtiyor. Diğer yandan Turhan Aytul’un da Sovyetler’in, Şeyh Sait İsyanına "gerici" teşhisi koyduğunu açıkladığını görüyoruz/3201

Komintern’in Mart 1925 tarihli Orak-Çekiç isimli yayınında Şeyh Sait Olayına koyduğu "gerici teşhisi" günümüze kadar devam etmektedir/3211

G. Sasuni, kitabının Ermeni ve Kürt gençliğine düşen görevler bölümünde yaptığı açıkla­mada; Ermeni-Kürtçü dayanışmasını önermektedir. Kürt Ermeni ilişkileri ve Şeyh Sait ola­yında Ermeniler’in rolü konusunda Necla Basgün’ün de incelemesi bilinmektedir/3221

Azadî-Hoybun dayanışmasının organize bağları henüz yeterince ortaya konulamamış ol­makla beraber, o dönemdeki bu iki örgütün fonksiyonel ekinlikleri günümüze kadar gelebil­miştir. Bu dönem zarfındaki dayanışmayı inceleyen Seferoğlu yazısının son bülümünde şu teş­hisi koymaktadır:

"XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na müteveccihen faaliyet gösteren emperyalist güçler, İmparatorluğun Afrika, Avrupa ve Asya’daki topraklarında uydu devletler kurarken, yok etmek istedikleri Türk milleti için sıra Anadolu’ya gelmişti. Bu maksatla ilkin gayri müslim olan Ermeniler üzerinde oynanıldı. Bunu Müslüman Türk unsurlarından Kürtler’in ele alınması izledi...

XX. yüzyılda artık Anadolu’da Ermeni yoktu. İstismara müsait unsur olarak Kürtler var­dı. Ancak Ermeni potansiyelden de yararlanılarak PKK oluşturulup cepheye sürüldü. Ermeni-Kürdistan formülü buradan çıktı. Tahakkuk etmesi halinde bu formül T.C. devletini büyük kayıplara uğratacaktı. Tahakkuk etmemesi halinde T.C. üzerinde baskı unsuru olacaktı ve oluyordu da.(323)

Safrastian, Şeyh Sait İsyanının Ağrı cephesini anlatırken "Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri Kürtler’in yanında yer alarak destek verdiler. 324) demektedir. Bu teşhisi an­lamak mümkün değildir. SSCB Türkiye’yi desteklerken bu iki Sovyet Cumhuriyeti nasıl böyle bir tutum takınmış olabilir? Aynı yazar, Ağrı isyanını Şeyh Sait isyanının devamı olarak nite­lendirmekte de bir beis görmemiştir.

Kürtçü Ermeni ittifakında yarar görenler, o dönemin basınında çıkan birtakım haberleri vesile edip Şeyh Sait’e Ermeniler’in de arka çıktığını belirteceklerdir. Türk hükümetinin, isya­nı amacına alet etmek isteyen Asurî ve Ermeniler’in tutumlarına dikkati çeken bildirisini, Hasretyan; "bu bildiri isyandan sonra Kürt ve Ermeniler’in yurtdışında dayanışmalarına yol açtı" demesine vesile olmuştur/325)

Halbuki "Kürt diye, bilinen, fakat yalnız ırk bakımından değil, din, örf ve adetleri bakı­mından da Türk’ten ayrı olmayan, çahşkan, sadık, cesur doğulu vatandaşlarımız" için 326) Taşnuksutyun Komitesi’nin teşkilâtına gönderdiği emirde 'Türk’ü, Kürdü her yerde ve her türlü şerait altında vur. Mürtecileri, akdinden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri öldür, inti­kam al." 327) diyordu.

Ermeniler’le işbirliği konusunda doğulu direnişçiler hemfikir değillerdir. Ermeni-Kürt iş­birliğini isteyenler daha ziyade genç, fanatik ve ırkçı kesimdir. Osmanlı’hğı ve İslâmiyeti içi­ne sindirebilmiş doğulu kadro, Ermeniler’le ittifaka pek istekli davranmamaktadırlar.

Şeyh Sait oğlu Ali Rıza’yı İstanbul’a Seyyit Abdulkadir’e göndermiş ve varılan mutaba­kat sonrasında tekrar Hınıs’a dönen Ah Rıza doğunun hiçbir yerinde askerî birliğin olmadığı­nı, bu durumda her aşiretin kendi bölgesini işgal edebileceğini ve bu bölgedeki muhtarlıklar­dan birer mazbata alarak Taşnak-Hoybun Cemiyeti aracılığıyla Cemiyet-i Akvam’a gönderil­mesinin istendiğini babasına iletmiştir. Diğer yandan isyan hareketinin Diyarbakır’dan başlaması istenmektedir. Ali Rıza T.B.M.M.’ndeki doğulu milletvekilleri ile de görüşmüş ve iddi­aya göre, onların da tasviplerini almıştır/328)

Yılmaz Akbulut’un açıklamalarına göre Şeyh Sait isyanını hazırlayan kadro isyandan iki sene sonra kurulacak olan Hoybun’un kurucuları ile temas halindedir. Taşnaklar’ın Hoy­bun’dan 25-30 yıl evvel kurulduğu biliniyor.

Ayrıca bölge muhtarları bölgelerinde askerî birlik olmadığı yolunda mazbatayı ne sıfatla vereceklerdir? İsyanın Diyarbakır’dan başlanmasının istenmesi Irak’taki İngiliz birliklerine olan coğrafî yakınlıktan mıdır? Taşnak-Hoybun ile Şeyh Sait isyan kadrosunun Doğu Anado­lu coğrafyasının paylaşılması konusunda anlaşma yaptıkları ihtimali de sağlıklı değildir. Zira Şeyh Sait "Ermeniler’le anlaşmaktansa inanmayanlar (Kemalist yönetim kastediyor) anlaşı­rım" demektedir. Kâzım Karabekir’in hatıratında ise kendisi ile birlikte Şeyh Sait’in de kafa­sına Ermeniler’ce ödül konulduğunu görüyoruz. Ayrıca Cemiyet-i Akvam’ın Şeyh Sait isyanı­nı kolaylaştırmak için doğuda Türk birliklerinin bulunmadığını bilmek istemesi de pek sağlık­lı bir değerlendirme olmaz.

Bize göre Kürtçü hareketle ilişkili olan doğulu kadroların dinî hüviyeti olan kesimi Ermeni-Kürt ittifakına kesinlikle karşı idi. Şeyh Sait’in malûm açıklamasından sonra bu intihayı Said-i Nursî’nin açıklamasında da görüyoruz:

"Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurulmasından sonra, Seyyid Abdülkadir, Emin Ali Bedirhan, Bediiüzzaman Said-i Kürdî ve Dr. Şükrü Mehmed’den kurulu bir Kürt heyeti, Ameri­ka’nın İstanbul’daki komiserliğine giderek Kürdistan’ın kuruluş davasını konuşmuş ve harita üzerinde Kürdistan’ın sınırlarını göstermiştir. Komiser onlara demiştir ki; "Bu bölgenin ço­ğunluğu üzerinde Ermenistan Devleti kurulmasına karar verilmiştir". Bu sözler üzerine Bediüzzaman Said-i Kürdî şöyle cevap vermiştir:

"Kürdistan deniz kenarında olsaydı sizin gemilerinizle belki böyle bir kararı uygulayabi­lirdiniz...".

Batıklar bilindiği gibi Doğu Anadolu üzerindeki çatışan menfaatleri telif etme kabilin­den Kürtçülerle Ermeniler’i uzlaştırma gayreti içine girdiler. Bu konuda Fransa’nın Van Konsolosu M.Zarecki’nin 11 Ocak 1915’te Dışişleri Bakanhğı’na verdiği rapor oldukça an­lamlıdır. Bir tez şeklinde yazılmış olan bu raporda Ermeni meselesi’nin tarihçesi veriliyor ve Ermeniler’in Kürtler’e akraba oldukları savunuluyordu. Rapor, Paris’te Kürt-Ermeni birleşik otonom idaresinin tesisini tavsiye ediyordu/329)

Artık, 1920’lerde diğer İtilâf devletleri de aynı kanıya varmışlardı ki, Şerif Paşa ile Bogos Nubar, Paris toplantıları öncesi bir araya geleceklerdir. Yukarıda İngilizler’in de aynı minvalde düşündüklerini çeşitli örneklerle vermiştik. Burada bir kere daha Paris Barış Konferansma gidecek İngiliz heyetine verilmek üzere hazırlanmış bir muhtıradaki bazı noktalan hatırlatmak isteriz, ilgili belgede Dışişleri uzmanlan, Ingiltere’nin Musul’da hayatî çıkartan olduğunu, Ermeniler’e verilecek otonominin Müslümanlan tedirgin edeceğini, bunun da Mu­sul’da ileride hoşnutsuzluklara yol açacağını, bu gidişin önünü almak için mutlaka aşiretlere taviz vermeleri gerektiğini vurguluyordu.

Rawlinson, hatıralarında Kağızman’da görüştüğü aşiret liderinin ona, Anadolu’da ne haltlar çevirmeye geldiğini ve kendilerine ait olan araziyi, Müttefiklerin nasıl Ermeniler’e ver­meye cesaret ettiğini soracaktır.

23. İHSAN NURİ OLAYI

Azadî’nin isyan tarihini 1925 Mayısı olarak tesbit etmesine rağmen gelişen olaylar plân­lan altüst etmişti. Olayın başlaması ve gelişmesi gene Musul meselesi ile ilgilidir.

7. Ordunun, önde gelen Azadî subaylarından İhsan Nuri. Rıza (Yusuf Ziya Bey’in kardeşlerinden biri), Rasim Hurşid ve Tevfik Cemil ile birlikte Ağustos 1924’de Türk Devleti’ne karşı İngiltere’nin kışkırtması üzerine isyan eden, Nasturiler’in isyanını bastırmak üzere görevlendirilmişti.

Nasturiler’in nüfusu Birinci Dünya Savaşı’ndan evvel Türkiye’de 40.000 kadardı. Hakkâ­ri’nin güneyi, Hasat, Başkale, Yüksekova, Şemdinli’de yaşıyorlardı. I.Dünya Savaşı’nda Nasturi patriği Marşimun İran’da Rus komutanı ile anlaşarak 10 Mayıs 1915’te Osmanlı Imparatorluğu’na isyan etmişti. Osmanlı askeri birlikleri Hamidiye Alaylarının desteği ile isyanı bas­tırırken Barzan aşireti de yardımcı olmuştu. Diğer yandan İngiltere’nin Musul politikası 9 yıl içerisinde birkaç kez değişti. 1915’te Mekke Şerifi Hüseyin ile, Musul’un kurulacak Arap İm­paratorluğuna bırakılması konusunda anlaşan İngiltere, 1916’da Sykes Picot gizli anlaşması ile Musul’un Fransızlar’a verilmesini kabul etmişti. Ancak 1920’de Sevres Antlaşması ile Mu­sul, kurulması öngörülen Kürdistan’a bırakıldı. Daha sonra İngiltere Lozan’da Musul’u man­dası altındaki Irak sınırları içerisine almayı düşünüyordu. Mondros Mütarekesi imzalandık­tan sonra, İngiltere mütareke şartlarına aykırı olarak Musul’u işgal etmişti Meselenin halli için Türkiye’yle İngiltere delegasyonu Irak sınırını belirlemek üzere 19 Mayıs 1924’te İstan­bul’da toplandı. 20 eylül 1924’te ise Lozan Konferansı’nda alınan karar gereğince meselenin çözümü Cemiyet-i Akvam’a götürüldü.

Esasen Nasturi isyanı, öncelikle Musul Meselesi ve Türk-İran, Türk-Irak, Türk-Rus iliş­kileri itibariyle mahiyeti çok yönlülük arzeden bir yapı arzediyordu. Yusuf Ziya, İstanbul’a gitmiş ve Türk muhalefet çevreleri ile temasta bulunmuştu. Telgraf onun tesbitleriyle ilgili

bir raporu ihtiva etmekteydi. Ancak, kardeşi Rıza ve diğer Azadî yanlısı subaylar Yusuf Ziya’dan şifreli olarak gelen telgrafı yanlış yorumladılar ve genel ayaklanmanın başladığını san­dılar. Ayaklanarak yanlarına çok sayıda silah alıp dağlara çıktılar, bunları, hemen hemen ta­mamı Kürt-Türkleri’nden oluşan dört bölük izledi. Umutsuz bir biçimde Doğu aşiretlerini is­yana katılmaya ikna etmeğe uğraştılar. Genel bir ayaklanma olmadığını ve kendi durumları­nın çok tehlikeli olduğunu anladıktan zaman ağır silahlan imha ettiler ve Irak’a kaçtılar.

Bu isyan teşebbüsü misillemelere yol açtı. Türk Hükümeti tehdidin ciddiyetini anladı, is­yancıların yandaşlarım araştırırken Azadi’nin bir kolunu buldu. Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Ha­lit Bey ve bazı taraftarlan tutuklandılar, isyancı Hacı Musa Bey de yakalandı ve cezaevine gönderildi. Yusuf Ziya ve Halit daha sonra hapiste ölmüşlerdir. Aynca birçok isim listeleri ele geçirildi ve bunun üzerine bazı yeni tutuklamalar yapıldı. Şeyh Said, bazı diğer liderler gi­bi Halit Bey’in yargılanmasına tanık olarak çağrıldı. Şeyh Said kendisinin de tutuklanacağın­dan korktuğu için mahkemeye gitmedi.

Azadî’nin önde gelen beyinlerinden tutuklanması ile plânlarda değişiklik yapılması ge­rekti. Tutuklanmalan izleyen aylarda büyük bir kargaşanın ortaya çıktığı görülmektedir. Ha­lit Bey ve Yusuf Ziya Bey’i Bitlis hapishanesinden kurtarmak için de bazı plânlar yapılmış, hiç biri gerçekleştirilememiştir. Başlangıçta katılmaya söz veren pek çok aşiret reisi bu girişi­min kardeş kanı dökmeye matuf çılgın bir serüven olduğunu anlamışlar ve diğerleri ile ilişkiyi kopartmışlardır. Devam etmek isteyenler bile kararsızdırlar ve yapılması gereken üzerinde anlaşmadılar. Bu durumda, etkinliği o zamana kadar en yüksek düzeye çıkan Şeyh Said’i ön plâna çıkardı. Ne istediğini bildiği sanılıyordu, diğerlerini ikna için bir takım doğuştan imkân­lara sahipti. İstismar edebileceği büyük bir dinî şöhreti vardı Çapakçur-Palu-Lice-Hani yöre­sini Hınıs'a tercih edişi hem tutuklanmadan kurtulmak hem de ayaklanmanın daha önce plânlandığı şekilde gelişmesi için hazırlıkları koordine etmek içindi. Nesiller boyu ailesi, bu bölgede küçük, fakir, Zazaca konuşan aşiretler arasında itaatkâr müridler bulmuştu. Burada, sadece istedikleri ile karşılaşarak kendini emniyette hissediyordu. Yalnızca, kasabalarda ol­dukça küçük jandarma birlikleri vardı ve bunların dışında hükümetin gücü henüz zayıftı. Ayrı­ca şeyhin bu yörede dolaşması, bu gibi bir çok şeyhin yıllık alışkanlığı olduğu için, merak uyandırmayacaktı. Bu türden bir turu yaparken müridlerine kendilerini görme, tövbe etme fırsatını verirler, maddî yardımda bulunurlar, anlaşmazlıkları giderirler ve kişilere nasihat ederlerdi. O devirde anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak çok önemli bir görevdi; isyanın başa­rılı olması için önce aşiretler arası uyuşmazlıkların giderilmesi zorunluydu, aksi halde, bazı aşiretlerin yalnızca, düşmanları katılıyorlar diye karşısına geçmeleri beklenebilirdi.

Şeyh’in bölgedeki turu güvenilir kişilere, yaklaşmakta olan isyan hakkında geniş talimat verme fırsatı da yaratmıştır. Şeyhi görmeğe diğer liderler de gelmiş ve onunla stratejik mese­leleri tartışmışlardır. Çoğunluk çekimser olduğu halde isyanın Mart’ta başlatılması karan alınmıştır/335  Varılan anlaşmaya göre bütün aşiretler kendi reislerinin başkanlığında isyana katılacaklardı. Yerleştikleri alanm tüm kontrolünü ellerine alacaklar, Türk yetkilileri ve jan­darmayı kovalayacaklar ya da esir alacaklardı. Daha sonra oluşturulacak cephelerden, isyan­cılar kasabalan ellerine geçirecekler ve bölgedeki aşiretleri isyanlarına katılmaya ikna ede­ceklerdi. Hükümetin karşı saldırılan da yine bu cephelerde durdurulacaktı. Gerçek askeri ha­rekâtların yer alacağı bu cepheler, bölgede etkinlikleri olan ve bölgedeki şartlan iyi bilen şeyhler tarafından kumanda edileceklerdi. Buna göre:

Kuzey/Kuzeydoğu Cephesi: Melekan’h Şeyh Abdullah'ın mutlak kumandası altınday­dı. Cephenin bölümleri Çan Şeyhi (Kiğı-Çapakçur), Hasenanlı Halid Bey (Muş, Varto), Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ve Mehmed Ağa, Halile Heto’nun idaresindeydi.

Harput-Elazığ Cephesi: Gökdere’li Şeyh Şerif tarafından kumanda edilecekti.

Ergani Cephesi: Şeyh Said’in kardeşi Abdürrahim’in sorumluluğundaydı.

Diyarbakır Cephesi’nde ise doğu yakası Hakkı Bey’in, batı Emir Faruk’un kumanda­sında olacaktı (her ikisi de diğer birçok isyancı lider gibi Zaza reisleriydi).

Silvan (Meyyafarikîn) Cephesi Şeyh Şemseddin’in kumandasında olacaktı. Şeyh Sait, harekâtı mutlak komutan olarak yürütecekti/336)

Kişiliği hakkında bilgi verilen Şeyh Sait’in liderliğini yaptığı bu ayaklanma, Türkiye Cum­huriyeti’ni kuran halka çok pahalıya mal olmuştur. İsyanlarda, asi ve güvenlik güçlerinin can kaybı vermeleri doğaldır. İsyan bölgesinin tarumar olması da doğaldır. Fakat Şeyh Sait isyanı­nın yol açtığı can ve mal kaybı gerçek anlamda büyük olmuştur. Açtığı sosyal yaraların kapa­tılması bu millete çok pahalıya mal olmuştur. İsyan, Şeyh sait isyanı olarak kalmamış bir seri uzantısı karakterdeki isyanla tahribat yaygınlaşmış ve yara derinleşmiştir, hilâfetin ve şeria­tın kaldırılması ile yaşanılan depresyon atlatılmış ise de isyanın etnik ayrıcalığa vesile olması itibariyle açtığı yara giderilememiştir.

İsyan T.C. Bütçesi’nin ilk iki yıl açık vermesine sebep olmakla kalmamış Musul ve Ker­kük petrollerinin elden çıkması ile İngiliz emperyalizmini kapımızdan eksik etmemiş ve daha sonraları Baas ırkçılığını sürekli tehdit olarak karşımıza dikmiştir. Sadece Irak sınırı itibariy­le değil, Suriye ve İran sının itibariyle de toprak kaybımıza yol açmıştır.

Diğer yandan isyan, Türk Parlamento hayatında çok partili döneme geçiş sürecini uzat­mıştır. Beyin gücüne fevkalâde ihtiyaç duyulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nde beyin israfına yol açmıştır. Büyük devletlerin uzun hayatlannda derin acıların olması doğaldır. Bu bakım­dan Şeyh Sait olayı millî hayatımızdaki gerçek acılardan biri olarak kalacaktır.

ŞEYH SAİT AYAKLANMASININ BAŞLAMASI

Şeyh turuna Lice, Hani ve Piran’da devam etti. Her yerde kendisi ile görüşmeye gelenle­re talimatlar verdi ve özel yönetim görevleri olan kişilerle stratejik meseleleri tartıştı. 8 Şubat’ta Piran köyünde küçük bir olay, isyanı olgunlaşmadan hızlandırdı. Jandarmaların sıkıştır­dığı bir kaç kanun kaçağı, Şeyh’in himâyesine sığındılar. Bunların peşindeki jandarma müfre­zesi, firarilerin teslimini istedi. Bu da havanın gerginliği sebebi ile Şeyh’in adamlarıyla jandar­ma arasmda karşılıklı silahlı çatışmaya sebep oldu ve jandarmalardan en az bir tanesi öl­dü/337)

Hasip Koylan isyanla ilgili hazırladığı raporunda(338) Şeyh’in Piran’a 11 Şubat günü geldi­ğini, aynı gün bazı asker kaçaklan ile jandarma arasında çatışma çıktığını ve olayların patlak verdiğini yazmaktadır.

Şeyh, ayaklanma için hazırlıkların henüz tamamlanmamış olduğunu bildiğinden durumu geçiştirmek istedi, ancak kontrol kısa zamanda elinden çıktı. Hani’liler olayı duyunca bütün Türk yetkililerini kasabadan çıkardılar. Ayaklanmayı durdurmak artık imkânsızdı. 14 şubat’ta Darayanı (Darahini) isyancıların eline geçti. Burası geçici başkent ve hükümet merke­zi yapıldı. Şeyh, Modan aşiretinden Faki Hasan’ı vali tayin etti. Sonra güneye döndü ve ilerle­dikçe daha fazla aşiret birliğini etrafına topladı

15 Şubat 1925’te Şeyh Sait Hafik’de başkanlık yaptığı toplantıda;

"..alınacak emirlerle din yoluna girmeleri telkin edilecek, asilerden ölenler, şehit sayıla­cak, mukavemet göteren düşmanlar için Şer’an kısas ve diyet bahis konusu olmayacak 340) ka­rarlan alındı.

15 Şubat 1925 günü Şeyh Sait, Genç istikametinde yola çıkınca; yolda kendisine Butyanlı, Mustanlı, Tavaslı, Silavlı aşiretlerden asiler katıldılar. Genç’de hapishane ateşe verildi. Jandarma erlerine evlerden ateş edildi. Çevrenin telefon irtibatı, hatlar kesilerek önlenil­di.

Bingöl halkına, asilere karşı direnişe geçmemeleri haberi, Şeyh Said tarafindan gönderil­mişti. Aynca bir kısım Bingöl’lü din adamları ve azajar ayaklanmada görevlendirilmişti. Bu bakımdan Bingöl’ün işgali asiler için zor olmadı.

Melikanlı Şeyh Abdullah, Muş cephesinde komutan tayin edildi. Görevi Erzurum ve Muş istikâmetinden gelecek ordu kuvvetlerini tutmaktı.

19 Şubat 1925’de Şeyh Sait’in emrindeki asiler Lice’ye hareket ettiler. Hani bucağında asilere aşiretlerden ve din adamlarından katılanlar oldu. Görevli devlet memurlarını tutukla­dılar. Kaydırılan askerî birlikler çevre köylerin saldırısına uğruyordu. Güvenlik kuvvetleri sü­rekli yeni tedbirler alıyorlardı. 19 Şubat’ta Piran ve çevresi köyleri asilerden tamamen temiz­lenmiş olmasına rağmen din adına davet yapan asilere, yeni köyler iltihak ediyordu.

Şeyh Sait Lice’de iken, kendisine gelen bir haberde Şeyh Mehmet Mehdi’nin hükümet kuvvetlerinden bir alayı Fis Ovası’nda bozarak Diyarbakır kuvvetlerini arkadan çevirme hare­ketine girdi ve çok zayiat verdirdi. Süren çatışma sonunda Şeyh Sait 26 Şubat’ta Hani’ye gir­di.

Buradan sonra isyancılar Diyarbakır yönüne doğru harekete geçtiler. O sırada birkaç bin kişiydiler ve şehirden gönderilen bir piyade taburunu kolayca bozguna uğrattılar. Şehir henüz saldırıya uğramamıştı. Ağır silahlar olmaksızın zaptedilmesi oldukça zordu. Şeyh Sait karargâhını Diyarbakır'ın kuzeyinde Tala’da kurdu. Buradan kuryeler aracılığı ile diğer cep­heler ile bağlantı kuruyordu. Diyarbakır cephesine takviye istedi ve Milan’h Mahmud Bey’e haber gönderdi. Ona, Diyarbakır’ı güneyden muhasara etmeyi emretti, ama cevap gelmedi Mahmut Bey ayaklanmayı onaylamıyordu. Silvan yöresinden takviye geldi. İsyan liderleri Şeyh Sait’ten gayri; Fehmi Bilal Efendi, Sadık Bey (Medrog’dan), Şeyh İsmail, Reşit Ağa (Tercan’dan), Salih Bey (Hani’den), Sadık (Piran’dan) ve Melo Mustafa (Lice’den) oluşuyor­du ve hepsi Zaza grubu aşiretlerindendiler. Diyarbakır’a hücum 29 Şubatta başladı., Asilerin sayısı 10.000 kadar tahmin olunmaktadır. Hücum 2 Mart’ta başlatıldı, ancak kaim surlar ve Türk askerinin mukavemeti sonunda asiler başarılı olamadı. İsyancı grubu, 7/8 Mart gecesi küçük bir kuvvetle içerden sağlanan yardımla ancak şehre girmeyi başardı ise de bunların ço­ğu kanlı çatışmada öldürüldü ve kurtulabilenler sur dışına kaçtılarJ342

Diyarbakır’ı müdafaa eden Mürsel Paşa, Şeyh Sait ve yandaşlarına böylece ilk darbeyi vurmuş oluyordu.

Bu arada, diğer cephelerde asilerin bazı başarılar elde ettiğim görüyoruz.

Çan Şeyhleri (İbrahim, Mustafa ve Haşan) 17 .şubat’ta Çapakçur’u aldılar, aynca Ki­ğı’ya ilerlediler ise de Hormek ve Lolan aşiretlerinin yardım ettiği Türk birlikleri tarafından püskürtüldüler.

Şeyh Sait’in kardeşi Abdürrahim, 29 Şubat’ta Maden’i ve Çermik’i aldı. Bu ikinci kasa­bada, Siverek yöresinden, daha önce kendi yörelerinin merkez şehrini ele geçiren Şeyh Eyüp yönetimindeki 500 kişiyle takviye edildiler. Beraberce, önemli bir şehir olan Ergani’ye doğru ilerlediler ve burayı aldılar. Daha sonra, en büyük hedef olan Diyarbakır’ın kuşatmasını takvi­ye amacı ile güneye yöneldiler.

M.M.Van Bruinessen, a.g.e., s. 387, Behçet Cemal, a.g.e., s. 30-32, 36; Robert Olson, ag.e., s.95-103.

Kuzeydoğu cephesinde, aynı anda, çok sayıda harekât yapıldı. Hasenanlılar Malazgirt’l Cibranlılar Bulanık’ı ele geçirdi. Şeyh Ali Rıza koordinasyon işini üstlendi. Asi Cıbranhlar’a karşı bir çok yerde, Hormek ve Lolanhlar karşı koymuşlardır. Başlangıçta Varto’nun alın­masını da bu iki aşiret engellemişti. Ancak 11 Mart’ta Varto da asilerin eline geçti

Diğer bir asi grubu 23 Şubat günü Genç ve Çapakçur’dan sonra Palu’ya yönelmiş ve Hafik’e girip oradaki müfrezeyi esir almıştı. Birgün sonra 24 Şubat günü çetin çatışmalardan sonra asiler Elazığ’a girdiler.

24 şubat’ta Elazığ’da asi lider Şeyh Şerif, ahaliyi toplayarak maksat ve gayesinin, dini ve Kur’an-ı kurtarmak olduğunu. ahaliye katiyen tecavüz niyetinde olmadığım söylüyordu. Elazığ’dan sonra Malatya’yı da ele geçirmek isteyen asiler 25 Şubat günü şehirde tellallar ba­ğırtarak "Malatya’ya gidiyoruz, müslüman olan arkamızdan gelsin." şeklinde duyuruda bulun­muşlardı.

İlk tespitlere göre din propagandası öylesine etkili olmakta idi ki, halk ayaklanmanın bastırılmasında hükümete yardıma yanaşmıyordu. Asilerin yağmaya başlamaları üzeredir kl Elazığ halkı akimı başına almış karşılaştıkları felâketin büyüklüğünü görmüş, asilerin karşısın­da cephe almıştı.

2.7. HÜKÜMETİN ALDIĞI TEDBİRLER

İsyan başladığında Başvekil Fethi Bey’di Hükümet ayaklanmanın yayılması üzerinden 15 gün geçtikten sonra 23 ve 24 Şubat günlü iki Hükümet Tezkeresi ile Muş, Hakkari, Diyar­bakır, Mardin, Urfa, Siirt, Bitlis, Van, Malatya, Genç, Ergani, Tunceli Siverek, Kiğı ve Hınıs bölgelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilân edildiğini bildirdi.

Tezkerelerin Meclis’te okunmasının ardından söz alan Başvekil olayı ayrıntılarıyla açık­layan bir konuşma yaptı:

"Muhterem arkadaşlar;

Kuvva-i devlete karşı Genç vilâyetinde bazı ussat müsellehan kıyam etmiş oldukları için ge­rek mıntıka-i kıyamında ve gerekse isyan mıntıkasına civar olan ve bu isyanın tevsii muhtemel olan mıntıkalarda Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun madde-i mahsusasına tevfikan Hükümet idare-i örfiye ilân etmiş ve meclis-i âlinizin nazarı tasdikine arzeylemiştir. Bu idare-i örfiyenin ilânını icabettiren harekât-ı isyaniye hakkında müsade buyurursanız bir nebze hey’et-i cümliyenize malû­mat arzedeyim.

Malûm-u âlînizdir ki, geçen yaz ortalarında Nasturi harekâtı icra edilmiş ve bu harekât esna­sında bazı zabitan Ecnebi tezviratına kapılarak hududun cenub cihetine geçmişlerdi Hiyanet-i vataniyeye işaden eden bu harekâtın dahilde bulunan müşevvikleri hakkında elde ettiğimiz delâil ve emârân üzerine bazı zevat Bitlis divan-ı harbinde mahkemeleri icra olunmak üzere tevkif edil­mişlerdi. Bu tevkif edilen zevat ile uzak ve yakından münasebeti olan ve divan-ı harpçe istinabe tarikiyle şahadetine lüzum görülen Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Sait namında bir zat vardır. Bu zat bundan bir müddet evvel müridan ve avenesini beraberine alarak Genç vilâyetinde bir dolaş­ma harekâtı yapmış ve uğradığı yerin bazı zevatı ile ve bilhassa hükümete muhalefeti ile tanınmış olan anasır ile sıkı ve gizli münakaşa ve müzakereye girişmiştir. Bu meyânda müfsit reis köyü olan Piran köyüne uğramıştır. Şeyh Said’in beraberinde olan iki şahsın firari olduğunu fark eden jandarmaların bu firarileri derdest etmeğe teşebbüs etmeleri üzerine Şeyh Sait jandarmalara si­lah istimal etmeleri için emir vermiş ve müsadere neticesinde jandarmaları esir etmiştir.

Bu suretle kendisinin muzmiri olan harekât-ı isyaniye başlamıştır. Yalnız isyanda harekete başlamadan evvel biri Halep’te diğeri İstanbul’da bulunan iki oğlunun Hınıs’a vuruduna intizar etmiş ve onlarla görüştükten, Halep’te ve İstanbul'da temas etmesi muhtemel bulunan zevattan beklediği haberleri aldıktan sonra bu harekete başlamıştır. Piran’da vukua geldiğini arzettiğim bu vaka Şubat’ın 13 ncü gününe tesadüf etmiştir. Vakayı izah etmekle beraber derhal telgraf hatları­nı katetmiş ve hükümete karşı isyan halinde bulunduğunu ilân eylemiştir.

Aynı günün gecesinde Hacı Talat namında başka bir şahıs tarafından Genç hapishanesine ve jandarma dairesine tecavüz vaki olmuş, silah istimal edilmiş ve baskın suretinde vaki olan bu tecavüz neticesinde jandarmalarımıza esir düşmüştür.

Çapakçur’da hatta aynı mahiyette hükümet konağına karşı bir tecavüz olmuş ve hükümet konağı zabt olunmuştur. Bu suretle Genç, Çapakçur, Hani, Lice ve Palu kazası da bilahare bu­na iştirak etmek üzere bu mahallerin teşkil ettiği mıntıka, bir mıntıkai isyan halini almıştır. Bu­nun üzerine civarda bulunan ve az bir zamanda tahriki kabil olan müfrezelerin hareketine ma­hallin en büyük askeri kumandanı tarafindan emir verilmiştir. İsyan mıntıkasına bir çok vilâyet­ler şamil olduğu için bu isyan mıntıkasını tedip etmek üzere bulunan üçüncü ordu müfettişi Kâ­zım Paşa’ya tevdi edilmiştir. Kâzım Paşa’nın emri ile tahrik edilen müfrezelerden birisi Hınıs bo­ğazından geçerek Lice’ye gitmek üzere hareket etmiş, diğerinin de Piran köyüne uğrayarak Hani üzerinden Lice istikametine doğru yürümek emri almıştır.

Hınıs boğazından hareket eden müfreze boğazın işgal edilmiş bulunduğunu ve hareket halin­de bulunan müfrezeye ateş edilmekte olduğu ve boğazın sed edilmiş bulunduğunu görünce müfre­ze boğazı sökmeğe muvaffak olamamış ve boğazın cenubunda bir köyde ikâmete mecbur kalmış­tır.

Kezalik Piran köyü üzerinde Hani tarikiyle Lice'ye hareket eden diğer müfreze Piraniye da­hil olmuş ve orada bulunan tüfek ile karşılaşılmış vaki olan müsademe neticesinde isyanı tenkil etmiş ve firara icbar etmiştir. Andan sonra Hani istikametine doğru hareket eyleyen keza isyanı tenkil eylemiş ve Hani’de karargâh kurmuştur. Bu tenkil neticesinde, Hani'de ikâmet eden müfre­ze, bir gece guruptan yarım saat sonra ansızın "teslim, teslim, sallı alâ Muhammet” sedalarıyla her taraftan gelen köylülerin baskınına uğramıştır. Bu baskın dahilinde bulunan ahali de maatte­essüf iştirak etmiştir. Bunun üzerine müdafaa eden neferlere dahilde ve hariçte ateş edilmiş ve müfreze ateş altında kalınca ricat etmeye mecbur olmuş ve Hani'nin cenubunda bir köye kadar gelmiştir. Bu suretle vakanın ehemmiyet ve ciddiyet peyda ettiğine ve o civarda bulunan müfreze­lerle kabil-i istifade olan kuvva-i askeriye ile itfa olunamayacak kadar bir ehemmiyet peyda ettiği­ne kani olan hükümet derhal daha mühim kuvva-i askeriyenin seferber edilerek sevkedilmesine karar vermiş ve bunun için izabeden tedabir alınmıştır. Bu suretle seferber edilecek olan kıtaat-ı askeriye yakın zamanda mıntıka-i isyaniyeye hareket edecek ümit ederim ki bu isyan Hükümet-i Cumhuriyemizin sille-i tedibini vesile teşkil ettirecektir.

Efendiler, bu isyan Palu mıntıkasını elde ettikten sonrada dün Elâziz vilâyetinin merkezine kadarda dairelerini tevsi için Elâziz Vilâyeti merkezine hücum etmişlerdir. Orada bulunan müfre­zelerimiz gece yansından öğleye kadar devam eden şiddetli bir müsademeden şehiri kahramane ve metinane müdafaadan sonra fakat her taraftan iltihak eden asilerin kuvvetine tahammül ede­mediğinden maateessüf ve bilmecburiye kasabayı terk ederek cenuptaki İzuli köprüsüne çekilme­ye mecburiyet görmüştür.

Şimdiye kadar arzettiğfrn vakayi-i isyan harekâtının mahiyet-i askeriyesini irae eder vekayiden ibarettir. Bu isyan hareketi ne gibi esbab tahtında zuhur eylemiştir ve ne gibi aletlerle zavallı saf halk iğfal edilerek Türk Cumhuriyetinin kuvva-i müsellehasına karşı kıyama sevk edilmiştir. Buna dair hey’eti celilenize malûmat vermek için yine asiyan yedinde bulunmuş olan bir mektu­ba nazaran güya Türkiye Cumhuriyeti hükümeti o havalide 800 kişinin katline emir vermiş ve bu katlolunacak zevat arasında Şeyh Said’de bulunmakta imiş. Bu malûmatı para mukabilinde el­de etmiş ve bundan kurtulmak için zaten muzur olan mürettep olan isyanı şimdi yapmağa mec­bur olmuştur. Bu isyandan maksadı da şeriatın temininden ibaret bulunuyormuş. Diğer bir vesi­kada alınan raporlardan birinde deniliyor ki hadise Padişahlık, hilâfet, şeriata, Abdulhamid’in oğullarından birinin saltanatını temin gibi irticakâr bir propaganda perdesi altında Kürtçülükten ve umumî olarak kabul edilebilir. Ancak bu umumiyet içinde fiiliyat Piran 'da vakitsizce infilâk et­tiği için kuvvetsiz bulunan Piran, Lice, Genç muhit havzasına mahsur kalmıştır. Halen Lice ve Piran hattının az cenubu ve Genç’e kadar imtidat eden şimali arzettiğim propaganda, lusne fii­len kapanmış gibidir. Kuvvet bulunan manatıkta ise maruz propagandanın yalnız kavliyatı mesmudur. Fakat mütamadiyen ötede beride dolaştıkları işidilen ve kanunen tutulamayan Kürtçü ta­rafından tanınmış zevat tarafindan fiiliyata teşvik vardır. Bu rapor 17 Şubat tarihi ile gelmiştir. Bundan mada Diyarbekir'de isyan harekâtıyle alâkadar olduğu anlaşılan bazı anasır tarafindan 19 Şubat gününde hükümet konağı civarına ve fırka karargahı civarına iki adet el yazısıyle yazıl­mış beyânnameler yapıştırılmıştır. Bu beyannamelerde Gazi Paşa aleyhinde, ordumuz aleyhinde ve bilhassa zabitan aleyhinde ve paşalar aleyhinde, memurin-i devlet aleyhinde bir takım kerin ve ağza alınmayacak elfazı tahkiriye ve eracifyazılmıştır.

Diğer şayan-ı dikkat olan bir vesikada da deniliyor ki, bu da bir vak’ada maktul düşen bir asinin üzerinde çıkan bir mektuptan ibarettir. Kürdistan 'da bir hükümet teşkili için dolaşarak Piran’a gelmiş olan Şeyh Said Efendinin maiyetindeki iki mahkûmun derdesti üzerine Piran vakası zuhur eylediği ve iki seneden beri ceryan eden fikir ve sözlerin bugün tatbikatına girişildiği Şeyh Said’in Hani’ye taarruz ve oradan Lice ve Genç’e hücum ile Piran’a avdet ve Piran’m merkez ya­pılacağı aynı zamanda Bitlis, Muş, Erzurum’da, Hınıs’da harekâta başlanacağı ve Türk memur­larının hapis ve Kürt memurlarının şayan-ı emniyet bulunanların serbest bırakılması ve olmayan­ların tevkifi ve hemen çetelerin tertibi ile etrafa çıkarılması ve zinhar ehalinin malına, canına mü­dahale edilmemesi ve islâmiyetin mahvedildiği gün olduğundan ihyay-ı dine çalışmağa cenabı haklan Şeyh Said Efendiye tavsit eylediği yazılmaktadır.

Diğer taraftan Şeyh Said’in İzilu eşrafından Bozan Ağaya bir beyannamesi şu mealdedir. 1300 seneden beri cenabı hakkın Peygamberi göndermeye ve dinimizi ikmal eylediği adat münakehat, muamelât ve tehzibi ahlâk eylediği ve asamızın bunlara ilânı harp eylediği ve bunun için ulema, müşabih ve diğer ihvanımızın ve hanedanlarımızın bu taarruzu imha ve tahkir edecekleri ve eğer itimat etmezsen cümlenin müfmehil olacağı yazılmaktadır.

Efendiler, Haricîye mesailin hallonulmak üzere bulunduğu şu sıralarda dahilde zuhur eden bu isyan hareketinin esbap ve menşeini aradığımız zaman birçok şeyler varid-i hatır olabilir. Fa­kat bu varid-i hatır olabilecek esbab ve avamil-i hakikiye asıl asiler ve mürettipleri tarafından ahaliye söylenen sözler, şimdi arzettiğim gibi bir takım oracıktan ibarettir. Söylenen sözler şunlar­dır: 1300 seneden beri tekemmül eden dini İslâm mahvolmuştur. Mahvına doğru yürünmektedir. Bunun temin-i ihyasına Cenabı Hak tarafından Şeyh Said memur edilmiştir. Kendisine bir mehdî mehil verdiği de diğer vesaikten anlaşılıyor. Bu suretle Şeyh Said halkı en can alacak noktasın­dan tahrik ve iğfal eylemiş ve bu suretle memleket dahilinde mühim bir gaile açmağa teşebbüs et­miştir.

Efendiler, ötedenberi zavallı Türk Milletinin başına gelmiş olan birçok felâketler daima silâhi ve aynı vesaiti istimal etmek üzere vaki olmuştur. Bıi vakayii zikretmek için şimdiki ne benim hatıram ne de sizin vaktiniz müsaittir. Ancak en yakın ve en şayanı dikkat olan vekayiden mesalâ Balkan muharebesine tekaddüm eden Arnavutluk isyanından ve ondan evvelki 31 Mart vak’asından bahsedeceğim. Bu vakalarda kullanılmış olan vesait ve tesvilâtla bugünkü harekâtı isyaniyede aynen zuhur etmediğini pisi emane almalıyız.

Efendiler, o zamanda şeriat mahvolmuştur, din mahvolmuştur, şu zat veya bu zat din-i mübeyyin üzerinde ey ehali ne diyorsunuz diyerek zavallı ehaliyi vatan aleyhine hareket ettirmişlerdir.

Efendiler, gerek 31 Mart vakasının gerek Arnavutluk isyanının Türk Milletine, Türk vatanı­na olan mühim darbelerden Türkiye Cumhuriyetimizi vikaye etmek için Hükümetimiz her türlü tedbiri almağa azmeylemiştir. Hiç bir zaman böyle manasız tesvilât ile halkm vatan ve millet aley­hine kıyamına müsaade etmeyecek ve kıyamın müşevviklerini müsebbiblerini en ağır cezalarla memleketin selâmeti namına tecziye ve tenkil olunacaktır. İttihaz eylediğimiz tedabir-i askeriye ya­kında göre çeksiniz ki, hüsnü tesiratmı derhal gösterecektir. Fakat tedabir-i askeriye ile tevafik ol­mak üzere bir takım tedabir-i siyasiye, tedabir-i kanuniye ittihaz etmek lâzımdır. Şurasını da söy­lemek isterim ki teşkilât-ı siyasiyemizin ikinci maddesi mucibince Türk Cumhuriyetinin dini, din-i İslâm olduğuna ve bu mürettip ve müşevviklerin cümlesinin malûmu bulunduğu halde maahaza memleket dahilinde ihtilâl çıkarmak, isyan etmek ve Türk Milletinin öteden beri ihtiyacı ol­duğu huzur ve sükûnu sektedar etmek için halkın hissiyat-ı diniyesi alet ve ittihaz edilmiştir. Bade­ma buna mümanaat etmek lâzımdır. Bunun için dinimiz ve mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek halkı millet, vatan ve Cumhuriyet aleyhine teşvik edenler hakkında dhkâm-ı sediyey-i ka­nuniye vazeylemek lüzumu bir kere daha tezahür eylemiştir. Bu maksada riayet etmek için hükü­metimiz bugün Meclisi âlinize bir kanun teklif edecektir. Efendiler, bundan mada gayet kuvvetli tedabir-i askeriye alınmış ve bundan evvel hey'eti celilenize okunmuş olan tezkerede mıntıkası irae edilmiş olan mahallerde idarey-i örfiye ilân olunduğu gibi dünden itibaren hissedilen lüzuma binaen Malatya’da dahi idare-i örfîyenin ilânı için hükümet hey'eti celilenize maruzatta bulun­muştur. Bu nokta-i nazardan gerek idare-i örfîyenin tasdik buyurulmasını ve gerekse alınacak olan tedabir-i askeriye neticesinde bittabi ihtiyar olunacak mesarifin hey’eti celilenizce kabul olunmasını istirham eylerim.,l     

Başvekil Fethi Bey’in ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Genel Başkanı Kâ­zım Karabekir Paşa, partisi adına şu beyanatta bulundu:

"Hükümetimizin beyanatına nazaran bazı Şark Vilâyetleremizde İdare-i Örfiyeyi mucib hadi­seler zuhura gelmiştir. Bu mahdut mıntakanın harici teşvikatla bazı emellere nail olmak için hal­kı, dini tahrik ile ihlâl ettikleri anlaşılmıştır. Dini alet ittihaz ederek mevcudiyet-i milliyemizi tehli­keye koyanlar her türlü lânete lâyıktır. Hükümetimizin kanunî olan icraatiyle bizde bütün mevcu­diyetimizle müzahiriz Dahilî ve haricî herhangi bir tehlike karşısında bütün cihan bilmelidir ki bu vatanın yekvücut evlâtları her zaman fedakârlığa amadedir.®

Muhalefetin bu demecinden sonra Meclis oy bildiği ile örfî idareyi onayladı ve Adalet Bakanı Mahmud Esad Bey (Bozkurt)’in teklifiyle "HIYANET-İ VATANÎYE KANUNU"na bir madde eklenmesi hakkında teklifi görüşmeye başladı.

Oy birliği ile kabul olunan bu kanun maddesinin gerekçesi şöyleydi:

"İnsanlığı mutlu etmek için konulan ve yayılan kutsal dinler, tarihin akışında aşın, haksız, kötü isteklerin karşılanmasına araç edilmek gibi amaçlarla tam tersine bir akıbete düşürüldüler. Denilebilir ki, insanlık en dayanılmaz, en kanlı hayat dönemlerini, talihin acı bir sonucu ile din

ve dinin kutsal kavramları için yapılan sataşmaların arasına yazdı. Tarihin elleri satirli, katil ve zorba taç sahipleri, maceracılar türediler, kötülüklerine, zorbalıklarına dinleri dayanak göstere­cek kadar Tanrı buyruklarından yararlanmak yollarını buldular. Söylenmesi çok üzücüdür ki in­sanlığa mutluluk ve yükselme kılavuzu olarak Tanrı katından indirilmiş olan kutsal dinler, kötü­lükler altındaki insanların kutsal haklarını kesin bir kararlılıkla meydana çıkarma aracı olan devrimlerin amansız düşmanı olan kötüler elinde gericilik için kullanıldı. Siyasete âlet edilmiş olan dinler insanlık hayatındaki bundan başka sonuç vermemiştir. Yüksek esaslarına rağmen İslâmlık da, uzun yıllar kötü ailelerin elinde, kan dökücü istibdat idarecilerinin gerekçesi olarak gösterildi. Kurtuluş Savaşı sırasında memleketten kovulan halifeler din emri diye, kutsal bağımsızlık savaşı yapanların öldürülmesine fetvalar çıkardılar. Yani devrimlerimizin en zor günlerinde din, düş­manlar yararına kullanıldı. Türk milletinin sosyal ve siyasal olgunluğunu ispatlayan Cumhuriyeti­mize karşı son günlerde gerici düşünceler kötüye kullanmak isteyenlerin, yine dinin kutsal buyruk­larıyla, halktan bazılarını kandırmakta oldukları anlaşılmıştır.

Tanrı ile vicdan arasında bir birleşme aracı olan dinler siyaset ve bunun sonucu aşın istek aracı oldukça, kutsal temizliklerinin etkileneceğine şüphe yoktur. Hükümetimiz Tanrı ile vicdan arasında siyasetin ve siyasal kuruluşların aracılık yetkisi bulunmadığı kanısındadır. İslâmlık da bu görüşü pekiştirir. Ters anlayışların zorbalığa, istibdata vardığı ve varacağı tarih gerçekleriyle is­patlıdır. Bundan böyle dinin ve dinin kutsal kavramlarının bir siyaset ve bunun sonucu aşın ya­rar ve istek aracı edilmemesi için hazırlanan kanun ilişikte sunulmuştur:

Hazırlanan 556 sayılı kanun metni ise şöyle idi;

"Dini ve dinin kutsal kavramlannı siyasî amaçlara esas ya da alet etmek için demekler ku­rulması yasaktır. Bu tür demekleri kuranlar ya da bu demeklere girenler vatan haini sayılırlar.

Dini yada dinin kutsal kavramlarını âlet ederek devletin şeklini değiştirmek ve başkalaştır­mak ya da devletin güvenini bozmak veya dini ya da dinin kutsal kavramlarını âlet ederek her ne surette olursa olsun halk arasına bozgunculuk ve ayrıcalık sokmak için gerek tek başına ve gerek toplu olarak sözle ya da yazı ile ya da eylemli olarak, ya da nutuk söyleyerek ya da yayım yaparak harekette bulunanlar da vatan haini sayılırlar. ’<35°)

Böylece ayaklanma bölgesinde sıkıyönetim ilân eden; sunduğu tasarıyı kanunlaştıran Fethi Bey Hükümeti gerekli tedbirleri uygulamaya başlamıştı. Bu arada İçişleri Bakanlığı bü­tün vilayetlere 25 Şubat 1925 tarihinde "I" numaralı tebliği göndererek, isyanın mahiyeti ve alınacak tedbirlerle ilgili gerekli duyuruyu yapmıştır:

"I NUMARALI TEBLİĞ"

Kürtlük cerayanının başında bulunmasından dolayı hiyanet-i harbiye ve vataniye cürmü ile Bitlis divanı harbine celbedilmişken firar eden ve harb-i umumî esnasında dahi Ruslarla aley­himize teşrik-i mesai eyleyen Hınıs’lı Şeyh Sait son günlerde hariçteki düşmanlarımızın telkinatiyle halkın cehaletinden bilistifade mentarafillah gönderilmiş Peygamber kisvesi altında Kürtlük ve saltanat ve hilâfet lehinde ve Cumhuriyet aleyhinde irticakârane propaganda yapmak üzere ekse­risi maznun ve mahkûmlardan ibaret tevabiile Hınıs'tan Genç ve Palu üzerinden Ergani madeni vilayeti dahiline girmiş ve Piran kariye sinde tevabiinden haklarında tevkif müzekkeresi olan bazı eşhasın jandarmalarımız tarafmdan derdesti esnasında müfrezemize istimali silahla fiilen isyan mukaddemesini göstermiştir. SevkedUen kuvvetler ve ittihaz edilen tedabirle köy ve jandarmaları­mız kurtarılmış ise de din perdesi altında bir Kürdistan teşkiline ve Cumhuriyet aleyhine doğru gi­den bu harekât-ı isyaniye Genç vilâyeti ile Diyanbekir’in Lice ve Elaziz’in Pahı kazalarına sirayet etmiş ve ahiren Elâziz merkezinin dahi ussat tarafmdan işgal edildiği anlaşılmıştır.

Musul ve Yunanistan mesaili dolayısıyla hariçte aleyhimize bazı tertibat yapıldığı şu sıra­da, devletçe büyük bir ehemmiyetle telâkkiye lâyık olan bu hareket-i isyaniyenin men-i sirayeti için lüzum görülen mahallerde idare-i örfiye ilân edilmiş ve hal-i faaliyette bulunan kuwa-i tedibiyeye ilâveten bazı kıtaaatın seferberliklerine ve irticakâr olan bu hareket artık suret-i katiyede halle karar verilmiştir.

Vaziyetin nezaketini izah zaittir. Hudutlarda, sahillerde fevkalâde teyakkuz gösterilmesini ve hükümet aleyhinde tahrikat-ı mahsus olanların takip ve tarassutundan hali kalınmamasını ve şüpheli eşhasın derhal tevkifi ve işbu hareket-i isyaniyeden dolayı fırsat bekleyen bazı eşhasın ma­sum ve vatanperver halkımızı iğfallerine meydan verilmemesini ve erbab-ı üsan ile fikren ve emelen müşareket veya herhangi bir suretle olursa olsun idare-i hazıra aleyhinde tahrik ve ifsat ile işti­gal şaibesinden dolayı tahtı zanda bulunan kimselerin vilâyet haricine veya memalik-i ecnebiyeye azimetlerine müsade edilmemesini ve muhitinizde işbu harekât dolayısıyla yanlış telakkiyata ma­hal verilmemek ve hükümetin icraat-i katiyesinden mutmain olmak için icabı hale göre halkın tenvirini ve buna matbuat-ı mahalliyenin de teşrikini ve bu isyanlarla alâkadar edna bir hareket­ten bile vekâlete derhal malûmat rica ederim.  351

Ankara’da tedirginlik ve önlemler sürerken asiler de halka dağıttıkları beyannameler aracılığıyla "Halife sizi bekliyor. Hilâfetsiz müslümanlık olmaz. Hiç bir halife memleketten çıkarılmaz. Şiarınız dindir. Şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet, mütemadiyen dinsizlik neş­retmektedir. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor." sloganlarını yineleyerek dat ha fazla taraftar kazanmaya gayret ediyorlardı.

Ancak dini Alet etmelerine rağmen halkın onların ardından körükörüne gitmediği ve hatta nefret uyandırdıkları bir gerçekti. Nitekim halk topluluklarının Meclis’e çektikleri telg­raflarda bölücü hareketler lânetleniyordu.(3S2)

Meselâ Adana’dan gelen telgrafta şöyle deniyordu:

"Genç ve yöresinde bazı haince ayartmalarla meydana çıkan olayı biz Adanalılar doğru­dan doğruya Cumhuriyetimize, varlığımıza yöneltilmiş bir suikast saydık. Hiç bir zaman,hiç bir millet tarafindan dayanılamayacak derecedeki fedakârlıklarımız sonunda elde ettiği­miz bağımsızlığımızın ve devrimimizin, en ufak bir surette ihmalini hoşgörürlülükle geçiş­tirmemize imkân yoktur. Devrimimizi ve bağımsızlığımızı tehlikeye düşürecek gerici hare­ketleri ve her türlü suikastı kökünden söküp atmak için biz Adanahlar aynı fedakârlığa ve feragâta hazırız. Cumhuriyet hükümetimizin ufak bir işareti bizi derhal istenen hedefe koş­turacaktır. Bugünkü coşkun toplantımızda verilen bu kararın, ilimizin kamuoyunu tam ola­rak yansıttığı arzolunur. Belediye ve Ziraat Odası Başkanı Ali Münif, Müftü Hüsnü, Genel Meclis Başkanı Mustafa Rifat, Baro Başkanı Sait, Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı Naci, Kızılay Başkanı Muhsin, Borsa Başkanı Ziya, Gençler Birliği Başkanı Sudi, Yeni Adana Ga­zetesi sahibi Ahmet Remzi, Seyha Gazetesi başyazarı Nadir."

Cizre’den gelen telgraf da şöyle idi:

"Şeyh Said adlı hainin yardakçılarıyla Palu ve çevresinde Hükümete karşı ayaklandığı­nı haber aldık. Cumhuriyet Hükümetimizin her türlü adaletli idaresine karşı yapılan bu sal­dırıyı nefretle karşılıyoruz ve bunların kısa sürede bastırılıp püskürtüleceklerine kuvvetle güveniyoruz. Bu nedenle her türlü lekeden arınmış olarak Cumhuriyet Hükümetimizin emirlerine bağlı ve vatan hizmeti yapmaya hazır olduğumuzu arzederiz. Taban Kabilesi Re­isi Reşit, Varesizi Kabilesi Reisi Reşit, Miran Aşireti Reisi Naif, Devriye Kabilesi Reisi Sü­leyman, Pışri Kabilesi Reisi İbrahim, Alevkân Kabilesi Reisi İbrahim Haso, Serbatan Kabi­lesi Reisi Mehmet."

Malatya’dan gelen telgraf ise kısa ve kesindi:

"Çevrede bölgemize hiç bir hain düşüncenin, hiç bir alçak elin giremeyeceğinden, halk ve aşiretlerin birlik ve beraberliğinden Cumhuriyet Hükümetimizin tamamen emin olması­nı bildirir, gerekiyorsa bütün varlığımızla ayaklananların bastırılmasına ve Hükümetin emirlerine hazır olduğumuzu halk ve memleket adına arzederim. Behisni C.H.P. Başkanı Haşan Kemal."

Bu telgrafların Meclis’te okunduğu gün, Elazığ Kalem Reisi Binbaşı Rasim ve Telgraf Başmemuru Sıtkı imzalarıyla da İçişleri Bakanlığına bir telgraf gelmişti ve şöyle deniyordu:

*

"isyancılar kaçmaktadırlar. Şimdilik halkın yardım ve çabalarıyla kasaba asilerden bo­şaltılmıştır. Kasabayı işgal eden isyancıların toplamı, dağınık olarak dört yüz kişidir. Otuz kadarı çarpışmak için, Kömürhanı çevresine çekilmiştir. Başlarındaki Şeyh Şerif, Şeyh Ce­lâl ve Şeyh Mehmet’tir. İsyancılar Hükümet binasını, Kolorduyu ve bütün kuruluşların bi­nalarını yağmalamışlardır. Amaçları çapulculuktur. Deponun işgali ile elde ettikleri silah­larla silahlanmışlardır. Halkın cephanesi azalmıştır. Biran önce askerin gelmesini bekle­mektedir. Beş on atlı hızla ileri sürülürse halkın morali yükselecek, isyancıların bütün kuv­veti püskürtülecektir. Dört gözle bekliyoruz..."

Bu telgrafın Meclis’te okunması üzerine söz alan Ergani mebusu İhsan Hamit Bey "Ela­zığ halkının bu içtenliği kuşkusuz beğenilmeye değer. Bugün aldığımız habere göre isyancı­ların, göz diktikleri Diyarbakır’ın istilâsı ihtimaline karşı da oranın şehir halkı teşkilâtlan­mışlar ve gerekli tedbirleri almışlardır. Silvan ve Arzan sınırında isyancıların ilerlemeleri­ne engel olan da ora halkının kuvvetleridir. Diyarbakır halkının görevini tam olarak yapaca­ğına güvenmenizi rica ederim. Batıya doğru yapılan istilâya rağmen, isyancıların esas amacı Diyarbakır’ı işgal edip ilerleyerek İngilizler’le bağlantı kurmaktır. Bundan ötürü, askerin gönderilmesine kadar çok zaman geçeceğinden, önce uçak birliğini göndererek gereken ted­birlerin alınmasını, halk ile askerin moralinin güçlendirilmesini rica ederim." şeklinde görü­şünü belirtmişti.

Bu arada isyancıları bucağına sokmayan Varto ilçesindeki Cıbran Aşireti Reisi Kasım ve kardeşi İsmail Hakkı’dan Muş Mebusu İlyas Sami Bey’e gelen telgraf da Meclis’te okun­du. Telgrafta  );

"Genç’in Oğuz bucağından ilçe sınırımıza geçen isyancılardan yüzelli kadarı iki gece ön­ce bölgemize girmişlerse de abluka tedbirimiz ve tehdidimiz üzerine çekilmek zorunda kal­mışlardır. Böyle hareketlerin çevremizde etkili olamayacağı bildirilir." deniyordu. Doğu Vi­layetleri ile TBMM arasında bu tür yazışmalar devam etti/ '1

Başbakan Fethi Bey olayı örf-i idare tedbirleri ile kolayca bastırılacak irticaî bir hareket olarak görmekte ve alınacak tedbirlerde aşırılığa kaçılmaması gerektiğini düşünmekteydi. Doğu Anadolu’da bazı vilâyetlerimizde başlayan ve günden güne genişlemek istidadını göste­ren bu isyan hareketine karşı Fethi Bey kabinesinin takip ettiği siyâseti beğenmeyerek tenkit edenler ve daha şiddetli tedbirlerin alınmasını isteyen mebusların adedi günden güne çoğalı­yordu. İnönü taraftan olan bu grup İstiklâl Mahkemesi kurulması, inkılâp prensiplerine aykı­rı neşriyât yapan gazete ve mecmuaların kapatılması, sahip ve yazarlarının cezalandırılması gibi en sert tedbirleri alma taraftan olması, Parti içinde büyük tartışmalann çıkmasına sebep oldu. Sonunda Meclis’e "Cumhuriyetin en uzak tehlikelerden dahi korunması ve halkın sü­kûn ve rahatı namına kendisine düşen vazifeleri ifada çok azimli ve basiretli olmasını" iste­yen bir önerge verildi ve 60 oya karşı 94 oyla kabul edildi.

Bu olayı M.Müftüoğlu şöyle izah etmektedir: "Cumhuriyet Halk Fırkası ile Terâkkîper­ver Cumhuriyet Fırkası arasındaki mücadelenin günden güne arttığı dönemde Fethi Okyar’ın mutedil politikası müfrit halkçılarca hoş karşılanmıyordu. Bu hoşnutsuzluğun Halk Fırkası içinde devam ettiği günlerde Şeyh Sait isyanı patlak verdi. 1925 yılının 5 Şubat Pa­zar günü başlayan bu isyan haberi Ankara’ya ulaştığında Hükümet vak’a bölgesinde bir ay müddetle sıkıyönetim ilân etmiş ve sıkıyönetim kararının Meclisteki müzakeresinde muha­lefetin, yani Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tasvibiyle itimat oyu alan Fethi Bey, bu vak’adan hemen beş gün sonra Halk Fırkası grubunda şiddet taraftarı bazı milletvekillerince pek fena hırpalanmıştır."(355)

Fethi Okyar, bu önergenin kabulünü Hükümetinin sözü edilen konularda gerekli basiret ve azmi gösteremediğinden Parti grubunca kabul edilmesi manasında kabul ederek Cumhurbaşkan’ı Atatürk’e istifasını verdi (356> ve birkaç gün sonra da Paris Büyükelçiliği’ne atanarak yurtdışına gitti.

Şeyh Sait olayında hükümetin aldığı tedbirler, olayın daha ziyade adlî vukuat boyudan ile ilgilidir. Hükümet tedbiri olarak düşünülünce, genel devlet politikasının vüsâti çapında bir hizmetin beklenilmemesi tabi görülebilir. Ancak Şeyh Sait olayına sadece adlî vukuat açısın­dan bakmak, olayın sosyal, siyasî ve kültürel cihetlerini görmemek, olayı hükümet programlan ile sınırlı değerlendirip devlet politikası seviyesinde ele almamak gaflet olurdu.

1925’lerden sonra Doğu olayları da nazan itibar alınarak doğu sorununa; vatandaş eşitli­ği ve genel yaygın eğitimle verilecek ortak kültür ile çözüm aranılmıştı. Zamanın yaralarının kapanmasını sağlayacağı düşünülmüş, emperyalizmin bu hassasiyeti tekrar kazımayacağı, et­kili olamayacağı tahmin edilmiş ve bütün bunlarda yanılgıya uğranmıştır. Evvelâ eğitimde ve bölgesel ekonomik dengenin sağlanılmasında gereken noktaya varılamamıştır. Ayrıca emper­yalizmin tahrikkâr tahribini göğüsleyici, giderici ve engelleyici etkinlikler gösterilememiştir. Devlet politikası olması gereken bir uygulama hükümet politikası boyutlarında kalmış veya Devlet Politikası, İcracı durumunda olan hükümet kanalı ile gerektiği gibi hayata geçirileme­miştir.

İNÖNÜ HÜKÜMETİNİN KURULMASI, TAKRİR İ SÜKUN KANUNU

Yeni kabinenin teşkiline 3 Mart 1925 günü Halk Partisi Genel Başkanı Vekili ve Malat­ya Milletvekili İsmet İnönü memur edildi. Yeni kabinede Başbakan İsmet İnönü, Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş, İçişleri Bakanı Cemil Bey Uybadın, Bayındırlık Bakanı Süley­man Sırrı, Maliye Bakanı Haşan Saka, Ticaret Bakanı Ali Cenani, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Tarım Bakanı Sabri Toprak, Milli Savunma Bakanı Recep Peker, Deniz Baka­nı İhsan Eryavuz, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr. Refik Saydam idi.

Mart günü söz alan Başbakan İsmet Paşa; "herşeyden evvel hâdisat-ı ahirenin (Şeyh Sait İsyanı kasdolunuyor) sür’at ve şiddetli iffası ve memleketin maddî ve manevî ifsattan vi­kayesi umumî huzur ve sükûnun ve herhalde devlet nüfuzunun te’yit ve tarsini için, sert, müessir tedabir-i mahsusa ittihazım iltizam ediyoruz."

Yeni kabine öncelikle isyanı bastırmak için tasarladığı tedbirleri işleme koyma yoluna gitti ve bunları "İçişleri programı" olarak teklif etti. Buna göre şu tedbirler alınacaktı:

Örfî idare ilân olunan bölgelerdeki suçlar için bir İstiklâl Mahkemesi teşkil edilecek­tir. Örfi idare bölgesi dışında kalan memleket parçalarında işlenen siyasî ve asayiş suçlarına bakmak üzere de Ankara’da ayrıca ikinci bir İstiklal Mahkemesi kurulacaktır. İsyan bölgesin­deki İstiklâl Mahkemesinin idam kararlan derhal Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin idam karar­lan ise Meclisin tasdikinden sonra yerine getirilecektir.

İç Politika durumu ile ilgili bütün teşkilât, tesisat ve neşriyat, hükümetin isteği ve Cumhurbaşkanı’nın tasdiki ile menedilebilecektir. Bu gibi yayınlarda bulunan gazeteler kapa­tılabilecek ve bunların sahip ve yazarlan Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde muhakeme edilecek­tir. İstiklâl Mahkemeleri, doğuda İsyan, Ankara ve İzmir’de ise rejim düşmanlanyla uğraşa­çaktır.

Yeni hükümetin isyanı bastırma programı yürürlüğe konmasını, Meclis’ten güven oyu is­teminde bulunması takip etti. Meclis yeni kabineye 23 muhalif ve 2 çekimser oya karşı 155 oyla güvenini bildirdikten sonra, Başbakan ve hükümetin teklif ettiği "Takrlr-i Sükûn Kanu­nu" tasarısını görüşmeyebaşladı.

4 Mart 1925’te Meclis’te görüşülen Takrir-i Sükûn Kanunu süratli bir şekilde kabul olundu.    Teklif edilen Kanun tasarısı üç maddeden ibaretti. Kanunun birinci maddesinde: "İrtica ve isyanla memleketin İçtimaî nizamını, huzur ve sükûnu, emniyet ve asayişini ihlâle bais bütün teşkilât, tahrikât, teşvikât, teşebbüsat ve neşriyatı Hükümet, Reis-i Cumhurün tasdiki ile re’sen ve idareten men’e mezundur." İkinci Maddesinde: "İşbu Kanun neşir tarihinden itibaren iki sene müddetle yürürlükte bulunacaktır,  Üçüncü maddesinde ise: "İşbu kanunun tatbiki­ne İcra Vekilleri Heyeti memurdur." ifadeleri yer almaktaydı.

Muhalefet, Kanunun kabulünü siyasî durumlarıyla ilgili olarak karşı çıkmışlar ve eleştir­mişlerdir. Bununla beraber görüşmelerin bitmesinden sonra oylanan kanun 22’ye karşı 122 kabul oyuyla kabul edildi. Kanunun kabulünden sonra yeni bir hükümet tezkeresi daha okun­du. Buna göre askerî harekât mıntıkasında ve Ankara’da birer İstiklâl Mahkemesi kurulması teklif olunuyordu. Bunlardan birincisi askerî harekât bölgesinde olacak ve vereceği idam ce­zaları "durumun aceleliği ve özelliğine" dayanılarak Meclisçe tasdik edilmeden uygulanacak­tı. İkincisi ise Ankara’da kurulacak ve yargı alanı askerî harekât mıntıkası haricinde kalan vi­lâyetler olacaktı. Hükümetin bu teklifi, Meclisi protesto ederek terk eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mebusları dışında kalan mebusların oylarıyla kabul olundu. 7 Mart 1925 tarihinde de İstiklâl Mahkemeleri’nin Başkan, Savcı ve üyelerinin seçimi yapıldı. Şark İstiklâl Mahkemesi Başkanlığına Mazhar Müfit Bey (Kansu), Savcılığına Süreyya Bey (Örge Evren), üyeliklerine ise Ali Saip Bey (Ursavaş), Avni Bey (Doğan) ve Müfit Bey getirildi.

TENKİL HAREKÂTI VE ASİLERİN SONU

Bu zamana kadar harekât isyan sahasında mevcut zayıf kuvvetlerle ve yalnız isyanın ge­nişlemesine mani olmak maksadıyla ve adeta müdafaa mahiyetinde yapılırken, seferber edi­len birliklerimizin bölgeye ulaşmasından itibaren esaslı tedip ve tenkil hareketinin başlamış olduğu tebliğlerden anlaşılmaktadır.

Ordu, kat’î tenkil harekâtına başlamadan önce Genelkurmay Başkanlığından Erzurum, Erzincan, Ergani, Dersim (Tunceli), Malatya,Urfa, Siverek, Mardin, Diyarbakır, Van, Siirt, Bitlis, Muş ve Genç vilâyetlerine ve bu havalideki bütün askerî komutanlıklara bir beyannâme yazıldığı, Genelkurmay Başkanlığının 9.3.341 (1935) tarih ve 1262 saydı yazısında bildi­rilmiştir. Beyannâme şöyle idi.

"Harekât ordumuz hazırlığını ikmal etmiştir. Birkaç güne kadar harekâtı tedibiyeye başlan­ması mukarrerdir. Tedîbiyat gayet seri ve şedit olacaktır. Harekât-ı tedîbiye yalnız asiler üzerine tevcih edilecek ve Hükümet-i Cumhuriye’ye isyan etmiş olanlara şedit darbeler indirilecektir. Kiğı ehalisi gibi Cumhuriyet'e sadakatlarını ve asilere muhalefetlerini fiilen izhar ve ispat edecek olan masum halkın bu şedit darbelerinden masun kalması matluptur.

Bu sebeple isyana fiilen muhalif olan köylerin derhal en yakın mülkî veya askeri cumhuriyet memurlarına müracaat ederek isyanla alâkadar olmadıklarını ve gönüllü hizmete hazır oldukları­nı bildirmeleri lâzımdır.

Düşman parası ile satın alınmış isyan rüesasının teşvik ve ifsatlarına bilmeyerek kapılmış olan köyler ahalisi dahi müşvik ve müfsit üssat rüesasını derdest ve Cumhuriyet Hükümetine tes­lim ettiği halde bu gibi kandırılmış köyler halkı dahi kendilerini kurtarmış olurlar. Umumun mâlâmu olduğu üzere işbu beyannâme mülkî ve askeri bil'umum Hükümeti Cumhuriye memurları tarafindan mıntıkaları dahilindeki en küçük köylere kadar ve her vasıtaya müracaatla derhal ne­şir ve ilân edilecektir. Keyfiyetten en uzak köylerin de haberdar olabilmesi için üç gün mühlet ve­rilmiştir. Ordunun kati harekâta başlamasından evvel asi ve masum mıntıkaların iyice anlaşılma­sı için işbu beyannâmenin iblağ olunduğu mahaller ve cumhuriyete irtibat ve sadakatlarını fiilen bildiren köyler serian Erkan-ı Harbiye-i Umumiyeye bildirilecektir.

Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi

Müşir, Fevzi"

Tenkil harekâtına başlanacağı günlerde 3’ncü Ordu Müfettişliği bölgesindeki birliklerin durumu şöyle idi: 3’ncü Ordu Müfetişliği Karargâhı ile 7’nci Kolordu Karargâhı Diyarba­kır’da idi. 2’nci Tümen Karargâhı ile 18’nci alay Siirt’te idi. Bitlis’te l’nci Alay, Midyat’ta 6’ncı Alay vardı. 17’nci Tümen Karargâhı, 36. Alay, 63. Alay ve 62. Alay Cizre’de idi. I. Süvari Tümen Karargâhı, 11 .Süvari Alayı, 14. Süvari Alayı, 21. Süvari Alayı Mardin’de idi. 14. Süva­ri Tümeni Karargâhı Viranşehir’de, 3. Süvari Alayı Nusaybin’de, 5. Süvari Alayı Derik’te, 28. Alay Van’da, 25. Alay Çemişkezek’te idiler. Daha sonra ayaklanmanın bastırılması anın­da uçaklar ve kuzeydeki birliklerin bölgeye kaydırılması ile bu kuvvetlerde göreve katılacak­lardır/361

24 Mart 1925’te başlayan tenkil hareketi, 15 Nisan 1925 tarihine kadar sürdü. 13 Şubat’ta başlayan olaylar 63 gün sonra sona ermesine rağmen, Şeyh Sait ve kurmaylarının ele geçme­sinden sonra harekât bir ay kadar daha devam etmiştir.

Büyük ölçüde Türk kuvvetlerinin Doğu İllerine gönderilmesi Fransızlar’m, birliklerin taşın­ması için Bağdat Demiıyolu’nun kullanılmasına izin vermeleriyle gerçekleştirildi. Türk Kuv­vetleri isyancılara karşı harekete geçtiler. Türk Hava Kuvvetleri isyancıları sürekli olarak bombaladı. Mustafa Kemal Paşa, diğer doğulu aşiret reislerine Türk Kuvvetlerine katılma ve isyanı bastırmada yardımcı olma emrini verdi. Gerçekte bazı aşiretler Diyarbakır cephesine gittiler.

Türk Kuvvetleri Diyarbakır’a yaklaştıkları zaman isyancılar 27 Mart’ta kuşatmayı kaldırdılar ve ovayı terk ederek kuzey doğudaki dağlara çekildiler. Türk birlikleri isyan bölgesini tama­men kuşattı. Böylece asilerin başka yerlere kaçmalarına engel olundu. Çember yavaş şavaş sı­kıştırıldı ve böylece asiler kitle halinde Çapakçur-Genç-Lice alanına sürüldü. 3-8 Nisan tarih­lerinde yapılan çarpışmada asilere ağır kayıplar verdirildi/362) Asilerin pek çoğu öldürüldü, yaralandı ya da tutuklandı.

14 Nisan’da Şeyh Said, çemberi daha önce yarmayı başaran bir grup yakın arkadaşı ile birlik­te, İran’a giderken Muş’un kuzeyinde Murad Nehri geçişinde yakalandı. Şeyh Said’in yaka­lanmasını muhalifi Cibran Reisi Kâzım Bey’in sağlamış olduğu iddiaları yaygındır.

Şeyh Said’in teslim oluşunu ilk olarak seyyar jandarma kumandanı Haydar imzasıyla, 15.4.341 ve 2/798 saydı şifre ile Umum Jandarma Kumandanlığına bildirilmiştir:

"Genç şimalinde sıkıştırılmış olan Şeyh Said ve diğer rüesa-yı üssat şarka doğru kaç­mak isterken Varto cenubunda Abdurahman Paşa Köprüsü civarında kıtaatımız tarafmdan ihata edilerek derdest ve Varto’ya sevk edilmiştir.

Esir edilen üssattan mühimleri şunlardır

Şeyh Sait, Şeyh Abdullah, Şeyh Ali, Şeyh Galip, Cıbranlılar’dan Mehmet ve Timur Ağa­lar ve Kargapazarlı Reşit Ağa ve daha 25 şahıstır.

Şeyh Said’in üzerinde Harekâtı İslâmiyeye ait mühim evrak ve vesaik ve heybesinde külliyetli miktarda altın para bulunmuştur."   

icra vekilleri Hey’etinin 31.5.1925 tarihli toplantısında seferberliğin ilgasiyle askerlerin peyderpey terhisleri ile ilgili beyannâme Reisi Cumhur Hazretlerinin imzalarıyla neşir ve ilân olunmuştur. Adı geçen beyannâme şöyledir:

"BEYANNÂME

Erkânı Harbiye-i Umumiyenin iş’arına nazaran son irticai tenkil etmek için silah altına celbedilmiş seferber evlâd-ı vatanın terhisleri zamanı gelmiştir. Bir taraftan şarktaki kıtaatımızın hazerî kadrolarını ikmal için tedabir alınacak ve diğer taraftan seferber askerleri tedricen ve mütea­kiben terhis olunacaktır.

Cumhuriyetin Erkânı Harbiye-i Umumiyesi ve Müdafaayı Milliye Vekâleti tarafından ittihaz olunmakta bulunan tedabirin hey’eti umumiyesi seferberliğin ilgasiyle beraber kuvayı devletin muhafaza-i risanet ve şevketini ve münferit ve müteferri hareketi takibiyenin intacını müemmen bu­lundurduğu anlaşılmıştır.

Kezalik Büyük Millet Meclisi’nin verdiği mezuniyet ve selâh'ryetlerle İstiklâl Mahkemelerinin ve Divanı Harblerin anasın irtica ve isyanı mahkemeye devam etmeleri tabiidir. Cumhuriyeti mü­dafaa için düşman üzerine koşan kahraman ve şeci ordumuzun seferber askerlerini daima kıtaa­tını ve cesur ve mücerrep zabitan ve kumanda hey’etlerini muhabbet ve memnuniyetle tebrik ede­rim. Bu esnada ordumuzu ehliyet ve muvaffakiyetle tevcih ve sevk ve idare etmiş olan Erkân-ı Harbiye-i Umumiyemize ve onun muhterem reisi Müşir Fevzi Paşa Hazretlerine itimat ve şükranı­mızı muvacehey-i millette tekrar ifade ve ilân etmek isterim.

Türkler, Cumhuriyetin muhafazasına, vatanın inkişafına ve milletin temeddün ve teali yo­lunda mesaisine mani olmak isteyeceklerin mahkûm oldukları nekbet ve hüsranı kati olarak is­pat etmişlerdir. Muhakkaktır ki, milletimiz takip ettiği necat ve mesai yolunda ilerlemekten baş­ka bir hal kabul edemez.

Aziz yuvalarına avdet etmeye başlayan evlatlarınıza karşı milletimizin beslediği muhabbet ve şükrana tercüman olurken bir hakikati bütün vatandaşlarıma tekrar etmeyi vazifemden adde­derim.

Vatanın dahilî ve haricî herhangi bir tehlikeden en az fedakarlıkla en az zamanda kurtulma­sı için yegâne çare herhangi bir seferberlik davetine her vatandaşın derhal ve bir an gaybetmeksizin icabet etmesidir. Nasıl bu son defaki tenkil harekâtının birinci deredecede sim muvafaakiyeti vatandaşların gösterdiği bu idrak ve tehalük oldu ise Cumhuriyetin maruz kalabileceği herhangi bir ihtimalde deyine birinci muvaffakiyet amili seferberlik davetine derhal ve bir an gaybetmeksizin icabet etmek olacaktır.

Vatandaşlarım, Türk vatanının inkişafı; temamiyeti ve her tehlikeden masuniyeti bir sefer­berlik davetine derhal icabet etmektir. Bu düsturu yetişmişlerimizin ve yetişecek evlatlarımızın da­ima hatırasında bulundurmalıyız

Türk vatanperverliğinin birinci farikası vatan müdafaası daveti karşısında her işi bırakarak silah altına koşmaktır. Cumhuriyeti müdafaa etmiş olmanın verdiği haklı şeref ve gurur histeriyle yuvalarına avdet etmeye başlayan evlatlarımızı muhabbet ve minnetle tekrar selamkmmS

Diyarbakır’daki Doğu İstiklâl Mahkemesi’nde 14 Mayıs’dan 23 Mayıs 1925’e kadar de­vam eden yargılamada:

Seyit Abdülkadir, Seyit Mehmet, Kemal Feyzi, Kör Sadi, Hoca Askerî, Av. Hacı Ahdî’nin idamına karar verildi/   )

26 Mayıs 1925’te başlayıp 27 Haziran 1925’e kadar devam eden yargılama sonucu Şeyh Sait, Şeyh Abdullah, Kâmil Bey, Bababey, Şeyh Şerif, Fakih Haşan, Hacı Sadık Bey, Şeyh İb­rahim, Şeyh Ali, Şeyh Celâl, Şeyh Haşan, Mehmet Bey, Hanili Salih Bey, Madenli Kadri Bey, Şeyh Şemsettin, Genç Tahrirat Kâtibi Tahir, Bucak Müdürü Tayyip ve avanesinden 29 kişinin idamına karar verildi.

Doğu İstiklâl Mahkemesi’nin karan 29 Haziran sabahı infaz edilerek, 47 asi lider idam olundu.

ŞEYH SAİT AYAKLANMASININ KARAKTERİ

Şeyh Sait isyanı, hakkında çeşitli araştırmaların yapılmış olmasına rağmen, günümüzde halen tartışma konusu yapılan yakın tarihimizin önemli olaylarından birisidir. İsyanın karak­terlerinin belirlenmesinde yerli ve yabancı yorumlar ile olayla ilgili belgeler tezimize ışık tuta­caktır.

İSYANDA İNGİLTERE FAKTÖRÜ VE MUSUL MESELESİ

Bu konuda çeşitli iddialar ortaya atılmışsa da İngiltere’nin isyandaki yeri hakkında belge­lere dayalı kesin bilgiler ortaya konulamamaktadır.

Konuyla ilgili olarak Berthe Georges-Gaulis düşüncelerini şöyle belirtmektedir:

"İngilizler Asya'da çevirdikleri dolaplar için en çok yararlı olabilecek kimseleri, bir insan de­posu olan Anadolu’nun diğer bölgesinden sağladılar. İngilizler de milliyetçiler de en iyi ve en sa­vaşçı askerlerini burada buldular.

1919yılında "Times’' Gazetesi’nin Anadolu muhabiri Doğu’da Kürtler, Batı’da Yunanlılar diye yazıyor ve şöyle devam ediyordu: İşte İngiliz Emperyalist Parti Hükümetinin, Türkiye’yi İngi­liz egemenliğini kabul edinceye kadar sıkmakta olduğu kıskancın iki ucu.

Savaşta Kürtler, Türk subaylar ile anlaşamadıktan için Orduyu terk edip köylere dönmüşler­di. 1915’ten beri de tek bir süvari bile orduya katılmamıştı. Bununla beraber Türkler’in canını sı­kan bu olay, Ruslar’m ilerlemesi ve onu izleyen tahriplerle dengelenmiş oldu. 1917 yılında ise Bağdat düştü. Kürt sorunuda İngilizler’in dikkatini çektiğinden, bunlarla temas kurdular. Aralık ayında İngilizler buralara geldiler... İngiliz askerî ve siyasî faaliyeti, burada bozguna uğradı ve bu ciddi durumun Asya müslümanlan üzerinde büyük yankılan oldu. Türklerle mütareke imzala­dıktan sonra İngilizler buna bir cevap olarak Musul’u işgal ettiler, t369)

B.George-Gaulis’in açıklamalarından İngilizler’in batıdan Yunanhlar’ı kullanmış olduk­ları gibi maksatları doğrultusunda da doğudan aşiretlerimizi kullandıklarını anlıyoruz. İngiliz dolaplarından biri olarak sahnelenen ayaklanmanın bir safhası da Musul probleminin çıkarılı­şıdır. Buna göre olayın karakterinde İngiliz çıkarları ve tahriki saklıdır

Metin Toker eserinde; "Çankaya ’da iki eski asker ve yeni devlet adamı, olayın askerî safha­sından ziyade maliyeti üzerinde durdular. Doğu’da İngilizler’in teşvikiyle bir Kürt hareketinin hazırlanmakta olduğundan Hükümetin haberi vardı. Birçok plân ele geçirilmişti., demekte ve ancak İngiliz kışkırtmalarıyla ilgili fazla bilgi vermemektedir.

Tercüman Gazetesi’nde Erol Şadi’nin yayınladığı "Rauf Orbay’ın Hatıraları" isimli seri yazıda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası anlatılırken Şeyh Sait olayının karakterini tayin edici bilgiler arasında şunlar vardır;

"Fethi Bey, Meclis’teyaptığı konuşmada, isyan hadisesi Doğu havalisinin bir kısmında mün­hasır iken, siyasî bir maksatla, İstanbul’da da örfi idare ilânı muvafık olamaz; demişti Hükümet böyle bir sorumluluğu hiç bir veçhile kabul edemeyeceği gibi, kendisinden sonra gelecek kabineye de, bazı arkadaşların arzu ettikleri veçhile İstanbul'da örfi idare ilânını tavsiye edemez. Duru­mun bu şekli alışı üzerine Fethi Bey, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticileriyle temas et­mek lüzumunu duymuştur.

Kâzım Karabekir Paşa, Rauf ve Adnan (Adrvar) Beylerle yapılan toplantıda, Rauf Bey’in ifadesine göre, Başvekil; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programındaki dinî itikatlara hürmetkâr maddesinin, Şeyh Sait ayaklanmasını tahrik ettiği bahanesiyle, fırkayı kendi elimizle da­ğıtmamız istendiğini, tebliğe memur edilmiş olduğunu söylemiştir. Teklif, tepki ile karşılanmıştır. Kâzım Karabekir Paşa, Teklifinizi kabul etmekte mazuruz", demiş ve şöyle devam etmiştir: Çün­kü Fırkamızı kanunî şartlara tamamıyle riayet ederek kurduk Bu bizim elimizde olan bir şeydi Lâkin bunu fesh etmek bizim elimizde olan bir şey değildir Hükümet olarak bütün kuvvet ve kudret sîzdedir. Fırkamızı mutlaka ortadan kaldırmak istiyorsanız, bunu yapmak elinizdedir.'

İsyanın karakterine teşhis konulurken ise şu açıklama yapılmaktadır:

"Olay, Türkiye Cumhuriyeti’nde devrimlere tepki olarak başlayan bir harekettir. Şeyh Sait ayaklanması, halkın "din elden gidiyor" kandırmacası ile kışkırtılmasıydı. Gerçekte ise Şeyh Sa­it’in müstakil bir devlet kurma gayesini taşıdığı anlaşılmaktadır. Sonradan elde edilen belgeler ile ayaklananların üzerinde bulunan yabancı silah ve askerî malzeme, dışardan yardım alındığını, hareketin İngiliz Hükümeti’nin kışkırtması ve malzeme sağlaması sayesinde gerçekleştiğini ortaya koymuştur.

Boris Temkof ise isyanın İngilizler tarafından desteklenmesine rağmen, isyancı askerler ve kullandıkları silahlar Hamidiye Alaylarından kalma idi 374 , demektedir.

Rauf Orbay’a göre, ayaklanma Doğu halkının önemli bir kesiminin desteğini kazanama­mıştır. İsyanla partinin ilişkisi kabul edilemez. Parti programında yer alan "Dini itikatlara hürmetkârdır." ifadesi bölücü faaliyeti, dini alet eden ayaklanmayı, destekledikleri anlamına gelmemelidir.

Bu seri yazı R.Orbay’ın kaleminden çıkmış haliyle değil "inceleme" tarzıyla yayımlandı­ğından, bizim işaret edeceğimiz husus genel açıklamalara yönelik olacaktır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, inkılâpların savunuculuğunu üstlenmiş Halk Fırkası­na rağmen, "Dinî itikatlara hürmetkâr olduğunu", programına almaya lüzum görmüştür. Bu özelliği ile Halk Fırkası’nın daha sağında daha muhafazakârdır. Şeyh Sait ayaklanması ise Halk Fırkası’nın icraatına tepki olarak doğmuş dinî karakterli bir olaydır. Bu noktada orga­nik bağ olmasa dahi, temâlan itibariyle hassasiyet arzeden bir ortak yön vardır.

"Türkiye’yi Titreten Yıllar" isimli seri yazısında Turhan Aytul, ayaklanmanın T.B.M.M. safhasına dair geniş bilgi verirken olayın karakterini belirleyici açıklamalar da yapmaktadır. Bunlardan bazdan:

"Hükümeti devirip halifeyi getirmek, isteyen gizli örgütün başı Şeyh Abdülkadir, Abdülhamid'in gözde adamıydı. Abdülhamid ona Caddebostan’da yalı hediye etmişti. O da, 1925’lerde Abdülhamid’in oğlu Selim Efendi’yi tahta geçirmek istiyordu.

İngiliz Askeri Ataşesi’nin 4 Mart tarihli raporuna atfen 25 Şubat sabahı Bakanlar Kuru­lu toplanarak durumu görüştü. Toplantıdan sonra İçişleri Bakanı Cemil şu demeci verdi -Komplocuların Mart sonunda başlatmayı düşündükleri hareket Şeyh Sait tarafından daha önce başlatılmıştır. Ayaklanma gerici bir nitelik taşımaktadır ve Abdülhamit’in oğlu Selim ta­rafından desteklenmektedir. Ayaklanmalar, Ankara Hükümeti’nin dinsizliği körüklediğini, Halifeyi kovduğu ve kadınları fuhuşa özendirdiğini öne sürmektedir. Şeriatı geri getirmeyi amaçlayan isyancdar halk kesimini de bu propaganda ile kandırmışlardır."  Tanin ve Tevhid gazetelerinin, İngiliz uçaklarının Şeyh Sait’in bildirilerini attıklannı yazması üzerine, İngi­liz Büyükelçisi Lindsay, Dışişleri Bakanlığı’na çektiği şifreli telgrafta, ayaklanmadan önce İn­giltere’den yardım istendiğini, fakat bunların reddedildiğini doğruluyordu.'*   )

Şeyh Sait, duruşmasında; kızlar piyano, erkekler keman çalıyor, sabaha kadar bir arada oturuyormuş... Bunlan hep Sebil-ür-Reşat’ta okuyor ve kızıyorduk. Bu gazeteleri yabancılar da okuyordu. Yalan olsa nasıl yazarlardı... Alın yazım beni bu ayaklanmanın içine soktu. Sebül-ür Reşat ve Tevhid-i Efkâr Gazetelerini okudukça, dinsizlere karşı nefretim artıyordu. Şeriat uğruna ölürsek, öteki dünyaya dinsiz gitmeyeceğiz inancı içindeydik." şeklinde düşün­celerini belirtmiştir.

Bir gazetecinin defterine idam olmadan evvel yazdığı bir notta Şeyh Sait, "Allah ve din uğruna ölüyorum, idam edilmeme üzgün değilim" demekteydi."  ) Olayda gerek Şeyh Sait’in gerekse idam edilen Siirtli gazeteci Kemal Fevzi’ nin savunmasında yaptığı "İstanbul basını, fikir özgürlüğünün örneklerini vermek isterken bir topluluğun hain emellerine alet etmek isteyenlere fırsat vermemiştir..." şeklindeki açıklama da önemli bir husustur.

Bu açıklamalar ışığında olay: İngilizler’den, Padişah yanlılarından destek gören basının, tahrikleriyle sebep oldukları bir gerici harekettir.'* )

Turhan Aytul bu araştırmasında, bu dönemin meclis zabıtları, basını ve konuya dair ya­pılmış açıklamalarla; ayaklanmanın irtica, Padişahlık ve İngiliz desteği arasındaki ilişkiyi ger­çeğine uygun şekli ile belirtmektedir. Bu teşhisin bir kısmına katılan Paul Achkar ise, "îngilizler Kürtler’i Halife’nin yanma çekip Mustafa Kemal’e karşı kullanmaya çalıştı.1 380) demekte­dir.

1919-1926 yıllan arasındaki Türk-İngiliz münasebetlerini inceleyen Ömer Kürkçüoğlu, Şeyh Sait isyanıyla ilgili olarak şu hususlan belirtmektedir:

"1925 Şubatında Doğu Anadolu'daki Kürt ilen gelenlerinden Nakşibendi, Şeyh Sait’in girişti­ği ayaklanma hareketi, Türkiye’nin istikrar ihtiyacını ve dolayısıyla Musul sorununda anlaşmaya varmak zorunluluğunu somut bir biçimde ortaya koydu. Ayaklanmanın dinsel sloganlara dayan­ması, Halifeliğin kaldınlmasının Kürtler’de böyle bir tepki için elverişli ortam yarattığını ortaya koyar. Ayaklanmanın önderi Şeyh Sait’in, "İslâm’ın Türklerle Kürtlerarasındaki tek bağ olduğu; Türkler de kendi geleceklerini düşünmek zorundadır." biçiminde böylediği bildirilen sözleri, bu ka­nıyı güçlendirmektedir. Fakat dinsel sloganların gerisinde "Bağımsız Kürdistan” fikrinin yattığı da anlaşılmaktır.

Halifeliğin kaldırılmış olması, Kürtler’in ayaklanmasında önemli rol oynadığı gibi, Kürt un­surunun çoğunlukta bulunduğu Musul üzerindeki Türk iddiasını da zayıflatmıştır. Milliyetçi dü­şünceye yabancı olan Musul Kürtleri’nin, Türkiye’yi Irak’a tercih ettiklerisöylenebiliyorsa, bunun başlıca nedeni, Halife’yeyani İslam’a olan bağlılıklarıydı. Yukarıda incelediğimiz gibi, Musul so­rununun çözüme kavuşturulmamış olduğu bir sırada Halifeliğin kaldmlması; İngiltere’nin İslâm etkeni dolayısıyla duyabileceği endişeyi gidermek için, ya da öteki nedenlerde alınmış olsa da, so­nuçta Türkiye’nin Musul tezine manevî bir darbe indirmişti. İngiltere’nin Musul’daki bir görevli­si, Halifeliğin kaldırıldığı yolundaki haberi hayretle karşılayıp, inanmakta güçlük çektiklerini yaz­maktadır. Bu İngiliz görevlisi, o zamana kadar "Kürdistan’ı patlamaya hazır bir volkan gibi kay­naştıran Türk propagandasının, Kürtler’in Halife’ye kesin bağlılıklarına dayandırıldığını, Türk­ler’in kendi bindikleri dalı kesmelerinin ise, İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel bir şey olduğunu" belirtmektedir. İngiliz görevlisi, "tabii, bu yeni durumdan kendimiz için yararlanmayı ihmal etmedik" diye eklemektedir. Türk Hükümeti’nin Kürt ayaklanmasına karşı aldığı sert ön­lemler, Musul’daki mahallî Kürt ileri gelenlerinin tepkisine yol açmaktaydı. Bu tepkilerin, İngilte­re bakımından "yararlanmaya"elverişli bir ortam hazırladığı görülüyordu.

Hangi nedene dayanırsa dayansın -hatta Musul sorununda olumlu etkisi olabilir diye alın­mış bile olsaHalifeliğin kaldırılması karan, Kürtler’in ayaklanmasında rol oynadığı için, sonuç olarak Musul bakımından Türkiye’nin aleyhine bir durum yaratmıştır. Bununla birlikte, şu soru da ortaya çıkmaktadır: Kürt ayaklanmasının Musul bunalımı sırasında patlak vermesi, İngiltere yönünden yalnızca bir raslantı mıdır? Yani İngiltere’nin bu olayda doğrudan doğruya bir rolü de yok mudur?

Bu konuda, İngiltere’nin kesin rolünü ortaya koyacak bir belgeye rastlayamadık. Bunun­la birlikte, İngiltere’nin, Kurtuluş Savaşı’nın ilk bölümünde Kürtler’i desteklediği gözönünde tutulduğunda, bu ilişkinin yeniden canlandırılmış olabileceği de düşünülebilir. Sonucu Türki­ye’nin Musul’daki iddiasını zayıflatacak bir ayaklanmayı desteklemesi için, İngiltere’nin yeter­li nedeni var demektir.

İngiltere’nin daha ayaklanma öncesinden, Doğu Anadolu’daki Kürtler arasında birta­kım huzursuzluklar olduğunu bildiği, Mac-Donald’a yollanılan 23 Temmuz 1924 tarihli rapor­da, Doğudaki Kürtler’in bütün mahalli komitelerinin harekete geçmeye hazır oldukları ve İs­tanbul’daki Kürt ileri gelenleriyle görüşmelerde bulunmak üzere tam yetkili bir temsilcileri­nin İstanbul’a gönderildiği bildiriliyordu.

Raporda, bu kürt temsilcinin, Elçilikle görevli Mr. Ryan’la görüşmek istediği Mr. Ryan’ın ise "tabii bunu reddettiği" duyuruluyordu.

Türk basınında, ayaklanmada "İngiliz parmağı olduğu yolunda Ankara çevrelerindeki ka­nının" dile getirilmesi üzerine, İngiliz yetkilileri bunu yalanlamışlardır. 17 Şubat 1925 günü, Mr. Lindsay’ın İstanbul’dan, Dışişleri Bakanı Mr. Austen Chamberlain’e gönderdiği rapora göre, bir Türk yetkilisine, Türk basınında bu yolda çıkan haberlerin doğru olmadığı; İngiliz makamlarına "Kürt gayrı-memnunlarının yaptığı başvuruların kesin olarak cesaretsizliğe uğ­ratıldığı ve her türlü yardımın reddedildiği" bildirilmişti. Mr. Lindsay, Türk makamları ayak­lanmayı bastırdığında, tutuklayacağı kişilerden bu sözünün doğruluğunun saptanacağını da Türk yetkilisine bildirdiğini, bunun üzerine onun da teşekkür edip "zaten İngiliz kışkırtıcılığı­na ilişkin raporlara değer verildiğini sanmadığını" söylediğini ekliyordu. Mr. Lindsay, 23 Mart 1925 tarihli raporunda da, Ankara’da Başbakan İsmet Paşa’ yla görüştüğünde, "iç karı­şıklıkların, Türkiye’yi barış içinde kalkınmak işinden alıkoymasının, İngiltere’nin çıkarlarına uygun düşmediğini" söylediğini bildirmektedir.

Türkiye’deki İngiliz görevlilerinden Binbaşı Harenc’in Büyükelçi Mr. Lindsay’a gönder­diği 21 Nisan 1925 tarihli bir raporda, ayaklanmaya karşı yürüttükleri harekât sırasında Türk makamlarının eline geçen belgelerin, "fiilen yardımları olmasa bile, Irak’taki İngiliz makamla­rının ayaklanmayı benimsediklerini gösterdiğini" yazmaktadır. Rapor, incelenmesi henüz tamamlanmamakla birlikte, bu belgelerin Kürtler’in kendilerinden başka kimseyi suçlayamaya­cağını bildiriyordu. Ertesi gün, 22 Nisan’da, Mr. Lindsay, Londra’ya gönderdiği raporda, An­kara’dan gelen telgrafların, Kürt ayaklanmasında İngiltere’nin kışkırtıcılığının kanıtlandığını yazdığını bildirirken, "Fakat bu suçlamaların 1919 ve 1920 dönemine ait olduğu anlaşılmakta­dır" diye ekliyordu.

Kürt ayaklanmasının Nisan 1925 ortalarında bastırılmasından sonra, İngiltere’nin Tah­ran Büyükelçisi Sir Perey Loraine’nin Londra’ya gönderdiği 7 Ekim 1925 tarihli bir raporda, İngiltere’nin bu ayaklanmadaki tutumuna ışık tutabilir. Raporda, Şeyh Sait’in oğullarından Ali Rıza’nın bağımsız bir Kürt Devleti kurulması yolunda İngiliz Hükümeti’nin desteğini sağ­lamak amacıyla İngiltere’yi ziyaret etmek için Tebriz’deki İngiliz yetkililerine başvurduğu bil­dirilmektedir. Rapora göre, Ali Rıza, Kürtler’in bağımsızlık için savaşa devam edeceklerini söylemiş; Türkiye’deki ayaklanmanın başarısızlığa uğramasının malî güçlükten değil, cepha­ne eksikliğinden ileri geldiğini ileri sürmüştür. Yine, Ali Rıza’nın iddiasına göre, Türkler ileri harekâta geçtiklerinde Fransız malı el bombası, makineli tüfek vs. kullanmışlardır. Ali Rıza, Fransızlar’ın İngiliz yanlısı bağımsız bir Kürt Devleti’ni hiç bir zaman istemeyeceklerini de ileri sürmüştür. Sir Perey Loraine ise, Ali Rıza’ya cevap olarak İngiltere’ye yapmak istediği ziyaretin "yararsız" olacağını ve "İngiltere’nin bağımsızlıktan yana olmadığının" duyurulduğu­nu bildirmektedir.

İngiliz belgelerinde, Kürt ayaklanmasının "doğrudan doğruya Türkiye tarafından plânlan­mış olabileceği" biçiminde bir iddiaya da rastladık. İngiliz Dışişlerinde hazırlanan 4 Mart 1925 tarihli bir raporda, Kürt ayaklanmasını, Ankara'nın şu amaçlarla düzenlemiş olabilece­ği öne sürülmektedir:

Asilerin elebaşlarının, sınırı aşıp "kardeşlerini kurtarmak üzere" Musul’a girmelerini ve sonra da bütün bu bölgeyi Türkiye’ye teslim etmelerini sağlamak.

İrak Kürtleri’nin Türkiye’de başarılı bir ayaklanmayı gerekçe yapıp Türkiye Kürtleri’yle birleştiklerini ilân etmelerini ve sonunda bir bütün halinde Ankara’ya bağlanmalarını sağla­mak.

Veya hiç olmazsa, ayaklanmayı bahane edip Irak sınırına askeri yığmak yapmak.

Raporda, Türkler’in Musul’u, oradaki Kürtler’i İngiliz denetiminde bırakmamak için, al­mak istedikleri belirtiliyordu. Çünkü; Musul Kürtleri, zamanla, İngiliz etkinliğinde, bağımsız bir Kürdistan fikrinin çekirdeğini oluşturabilirlerdi.

Böyle bir Kürt Devleti ise, şimdi Türkiye’nin yönetimi altında bulunan bazı toprakları da elde etmek isteyebilecekti. Bunu yapmasa bile, Türkiye’deki Kürtler’in Türk Hükümeti’ne karşı hoşnutsuzluklarının kaynağını oluşturacaktı. Rapora göre, eğer ayaklanma Ankara’dan düzenlenmişse, Türk askerî birliklerinden çok sayıda "kaçağın", başkaldıranlann arasına katıl­ması, İngiltere’yi şöyle bir haberle karşı karşıya bırakabilecek demektir:" "Başarılı asiler, Mu­sul’daki kardeşlerini kurtarmak kararlılığıyla ve kaçak Türk askerlerinin de yardımıyla, sınırı geçerek, muhtemelen Türkiye’ye teslim etmek üzere, Musul’u ele geçirmek istemektedirler".

Raporda, bir başka olasılığın da, Türkiye’de, Ankara’da desteklenen başarılı bir ayaklan­manın, Irak’taki Kürtler’in de, yine Ankara’nın düzenleyeceği bir biçimde ayaklanmaları için bahane olarak kullanılabileceği öne sürülüyordu. Ayaklanan Irak Kürtleri, Irak’ın boyunduru­ğundan kurtulduklarını ve Türkiye Kürtleri’yle birleştiklerini ilân edecekler ve daha sonra ise topluca Ankara’ya bağlanacaklardır.

Raporda, Türkiye’deki Kürt ayaklanmasının, Türk kuvvetlerinin Irak sınırında yığmak yapıp; sonra da, Türkiye’den kaçan âsileri takip etmek amacıyla Musul’a girmeleri için gerek­çe olarak kullanılabileceği de öne sürülmekteydi.

Nihayet raporda, Türk Hükümeti’nin "gerici ve dinci olarak nitelendirdiği hareketin, Hükümet’e, "Sıkıyönetimin koruyuculuğu altında her türlü muhalif unsuru ayıklamak için ola­nak sağlamış olabileceği" de savunuluyordu/381)

Ö.Kürkçüoğlu, isyanı Doğu Anadolu Türkleri’nin (Kürtlerin) Irak’ı değil de Türkiye’yi seçmiş olmasına, hilâfetin Türkler’de oluşunun sebep olduğunu, Musul Meselesi çözüm bek­lediği bir dönemde Türkler’in hilâfeti bırakmış olmasının İngiltere’nin işine geldiğini; çünkü Kürtler’in ayaklanmasına Türkler’in halifeliği bırakmış olmasının da etkisinin olduğunu, İngil­tere’nin Musul Meselesi nedeniyle bölgedeki ayaklanmayı dolaylı desteklediğini, Türk Hükü­meti’nin ayaklanmayı dolaylı çıkardıkları ve uzun vadeli politikası için desteklemiş olabilece­ği hususlarına dair bilgi verirken olayın karakterini "dinsel sloganların gerisinde bağımsız Kürdistan fikrinin yattığı" şeklinde tanımlamaktadır.

C.Kutschera’da Şeyh Sait isyanında İngilizler’in parmağı olduğu kanaatindedir. Yazar id­diasını Kâmuran Bedirhan’ın 1948 tarih ve 2 saydı Kürt İncelemeler Merkezi Bülteni ve Le Peuple (28 Şubat 1925 Brüksel)’e atıf yaparak açıklamaktadır.  Suat İlhan’da bu kanaatte­dir.

Anadolu’da Müslüman Türk boylarının Hıristiyan Ermeni cemaata karşı birlik olduğu hususu gerçektir. Hıristiyan Batının desteğindeki Ermeniler Anadolu’da hedefini seçerken Müslüman Türkler arasmda boy farklılığı gözetmiyordu. Ancak Doğu Anadolu Türklüğü’nün yani Kürt diye tanımlanan Müslüman aşiretlerin Halifeliği gerekçe gösterip Türkler’in safın­da yer aldığı iddiası fazla tatminkâr görülmemektedir. Zira Araplar da Müslümandır. Hilâfe­ti, temsil eden Türkler’e cephe açabilmişlerdir. Kürtler’in, T.C. Hükümeti’nin safında yer al­ma isteğini soy birliği, tarih birliği, vefa borcu, geleceği daha güvenli görme gibi esaslara bağ­lamak da mümkündür.

Hilâfeti temsil etmeyen T.C. Hükümeti şüphesiz isyancıların daha cesur davranmalarına ve taraftar bulmada şanslı olmalarına yardımcı olmuştur. Halifeye cephe açmış bir Şeyh, müridlerinden dahi destek görmeyebilirdi.

Halifeliğin kaldırılmasındaki zamanlamanın iyi tayin edilmesi hususu da diğer etkenler­le birlikte değerlendirilmelidir. Halifelik müessesesinin ileri bir tarihte kaldırılarak başarıya ulaşma şansı ne nisbette mümkündü? Halifeliği temsil edecek olan T.C. "Misak-ı Millî" dışın­daki İslâm ülkelerinin sorunlarına çözüm araması halinde, T.C. varlığını idame ettirebilecek miydi? İngiliz emparyalizminin Irak’tan çıkarılması için savaşı göze alabilecek T.C. varlığını tehlikeye atmış olmayacak mıydı?

Bütün bu soruların cevabı İngiliz iddialarını geçersiz kılmaktadır. Aydınlık yayınlan, "Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi davası, Savunmada Millî Mesele" isimli yayınında, doğu­daki ayaklanmalara karakter teşhisi koyarken, "Gerici, Şeyh Sait Ayaklanması" şeklinde baş­layan bölümde; "İngiliz emperyalizmi, halâ işgalinde bulunan Irak Kürdistanı’nı ve Musul pet­rollerini elinde tutmak istiyordu. Bu yüzden Türkiye’yi baskı altına alarak Musul Meselesini kendi lehine sonuçlandırmak için Türkiye halklarını bölmeye çalıştı. Türk-Kürt çatışmasını körükledi. 1924’te Nasturi isyanını kışkırttı.

İngiliz işbirlikçisi ve padişah taraftan Kürt Teali mensuplan, Şeyh Sait gibi dinî liderler, aşiret reisleri ve toprak ağalanyla da birleştiler. 1925’te Şeyh Sait isyanını çıkarttılar denil­mektedir. (384)

12 Mart 1970 sonrası yargılanan, Marksist çizgideki TÎİKP’nin görüşünü aksettiren bu kollektif eserde vurgulanan tespite göre, Şeyh Sait isyanı, Kürtler’in millî haklannı ve bağım­sız bir Kürt millî devleti kurulmasını savunan unsurlan da içinde bulundurmasına rağmen ge­rici bir hareketti. Türk ve Kürt halklannın zararına olarak emperyalizmin güçlenmesine hiz­met ediyordu ve Irak Kürdistanı’ nda İngiliz emperyalizminin sömürgeci hakimiyetini güçlen­dirdi.

Eylül 1974 tarihli bu tahlile göre; Şeyh Sait ayaklanması "gerici" idi. İngiliz emperyalizmi siyasî ve ekonomik çıkarları için çatışmayı körüklemişti. Kürt Teali Cemiyeti; İngiliz emper­yalizmi ve padişah yanlısıdır. Ayaklanmada dinî liderler ve toprak ağalan öncülük yapmıştı. TKP ve Komüntern ayaklanmaya gerici nitelikli olduğu için destek olmamıştır. Ayaklanma gerici olmasına rağmen içinde ayn devletin kurulmasını amaçlayan kadrolar da vardır.

Neticede bu gerici hareket Anadolu’nun Müslüman halkının zararına, İngiliz emperyaliz­minin yararına olmuştur.

Komintern kararlarını özetleyen "Aydınlık Yayınları" Komünist Enternasyonal Belgeleri’nin yayınladığı "Kürt Millî Meselesi" isimli yayında Şeyh Sait olayının karakterini belirler­ken;

"Komüntern belgelerinde bir "İngiliz manevrası" olarak değerlendirilen Şeyh Sait isyanı bu şartlarda gerçekleşti. İngiltere kendi işbirlikçilerinin ve feodal unsurların yönetimindeki bu isyan sayesinde Musul üzerindeki taleplerini Türkiye'ye kabul ettireceğini hesaplıyordu.

Komüntern belgeleri, Şeyh Sait isyanının emperyalizme yarayan karakterini açıkça ortaya koymaktadır. Aslında bu isyandan İngiltere’nin bekledikleri, Türkiye’ye boyun eğdirmekten ibaret de değildi. İngiliz emparyalizmi Doğu Anadolu'da kurulacak kukla bir Kürt Devletini Sovyetler Birliği'ne karşı bir üs olarak kullanma plânlan içindeydi.

Şeyh Sait isyanı sırasında Kürtler’in millî haklannı savunan talepler de ileri sürüldü. Ama

Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası, Savunmada Milli Mesele, İstanbul 1974. s. 25-27.

bizzat ayaklanmanın kendisi Kürt millî mücadelesine zarar veriyordu. Şeyh Sait isyanı orta­ya çıktığında, Irak’ da Kürtler emperyalizmin sömürgeci hakimiyetine karşı devrimci bir millî mü­cadele veriyorlardı. Şeyh Sait isyanı Irak’ da sömürgeciliğe karşı mücadele veren Kürt millî hare­ketinin zayıf düşmesine yol açtı Bu ayaklanmanın yöneticileri, Irak Kürtleri üzerindeki İngiliz sö­mürgeci hakimiyetinin genişleyerek Türkiye Kürdistanı ’nı da kapsamasına hizmet ediyordu.

Türkiye'de Şeyh Sait isyanından yararlanmaya çalışan güçler, komprador burjuvazi ve top­rak ağalarının temsilcileri, padişah taraftarları, gerici Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası oldu.

Komüntem ve Türkiye Komünistleri bütün bu nedenlerden dolayı Şeyh Sait isyanını destek­lemediler. Bu isyan, emperyalizmin yerine bir başka ezilen milleti hedef alan hareketlerin millî kurtuluşu sağlayamayacağım ortaya koymuştur.'  demektedir.

Komüntern belgelerine göre: İngilizler’in işbirlikçileri ve feodal ağaların dayanışması ile gerçekleşen Şeyh Sait ayaklanması, İngilizler’in Musul çıkartan için yapılmıştı. İngiltere kuru­lacak kukla bir Kürt Devletini Sovyetler’e karşı kullanabilecekti. Ayaklanmanın içindeki Kürt kadrolara rağmen ayaklanma bu ideolojinin zararına olmuştur. Aynı zamanda bu ideolojinin Irak’taki yandaşlarına da zararlı olmuştu. Türkiye’de bu ayaklanmadan zarar gören; kompra­dor burjuvazi feodal toprak ağalan, padişah taraftarları, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olmuştu. Teşhise göre hareket İngiliz emperyalist desteğinde gerici bir olaydı.

Bünyamih Ateş, "Fıtraten heyecanlı, dinde hassas ve kahraman yapılı Şark insanının his­siyatının tahriklere elverişli olduğunu tespit eden İngilizler isyanı Avrupa’dan desteklemişti... İsyancıların giydikleri yabancı asker elbiselerinin, üzerlerinde yakalanan silah ve cephanele­rin Avrupa’dan yollandığı, bildirilerin Avrupa’da basıldığı anlaşılmıştı." derken isyanın geliş­mesinde İngiliz tahriki olduğunu İngilizler’in, 3 Mart 1924 tarih ve 430 saydı Tevhid-i Tedri­sat Kanunu, 1921 Anayasasında yer alan "Türkiye Devletinin dini, din-i islâmdır" maddesinin değiştirilmesi gibi uygulamaların doğurduğu hassasiyetten ustalıkla yararlandığını belirtmek­te ve "...îngilizler’in Doğu’da çıkan Şeyh Sait ayaklanmasına parmak karıştırmaları oldukça dik­kat çekicidir. Hilâfet ve saltanatın kaldırılmasından ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun mer’iyete girmesinden sonra meydana gelen sızlanma ve şikayetleri tahrik etmek için İngilizler’in harekete geçmeleri enteresandır. Bildirilerin üzerindeki şu ifadeler ilginçtir. Halife sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlar olmaz. Hiç bir halife memleketten çıkarılamaz Şiarımız dindir, şimdiki hükümet dinsizlik neşretmektedir. Şeriat isteyiniz Kadınlar çıplaktır, mekteplerde dinsizlik ilerliyor...”

Asırlarca Müslümanlardan intikam alma amacıyla yaşayan İngilizler’in birden katıksız şeri­atçı ve Müslüman kesilip Şeyh Sait’e Avrupa'dan destek vermeleri gerçekten düşündürücü­dür... ,<386) demektedir.

B.Ateş’in tespitleri; Şeyh Sait olayının dinci-islamcı görünümüne rağmen, temelinde ya­tan gerçek, İngiliz tahrikleri sonucu gelişip şekillendiği şeklindedir.

M.M.Van Bruinessen, yaptığı araştırmada şöyle demektedir:

"Şeyh Sait isyanında İngiliz faktörü tam olarak ortaya konulamamışsa da isyandan, ancak hoşnut olacak millet İngüizler’dir. Irak’ta, Kürtler arasmda, Türkler lehine ve İngilizler aleyhine güçlü Türk propagandasından bizar olmuşlardı. Londra’da Şeyh Sait isyanından dolayı kötü ni­yetli bir memnuniyet vardı. İsyan, Musul olayında büyük bir rol oynayan "Türkler ve Kürtler ırkî ve politik olarak ayrılmaz bir bütündürler” gibi Türk iddialarına karşı bir cevap olmuştur. Bu yüz­den İngilizler’in isyanı kışkırtmalarından Türkler’in şüphelenmesi, hatta açıkça suçlamalarda bu­lunmaları hiç de şaşırtıcı değildi. Üçüncü Entemasyonelde İngiliz emperyalizminin isyanın arka­sında olduğu rahatlıkla kabul edilmişti. "(387)

Ancak İngiltere'nin "Doğu Politikası”dikkate alındığnda "isyandaki İngilizparmağ” konu­sundaki Türk iddiaları pek de tutarsız değildirS

Yakın zamanlar dünya politikasını incelediğimizde gelişmenin seyrini rahatça takip ede­biliriz.

Doğu Anadolu’da geniş bir Ermeni Devleti kurulması fikri, bir kısım aşiretten doğulu Türk aydınların kafasına, T.Cumhuriyeti’nin dışında müstakil bir devlet kurma fikrini soktu. Bu dönemde evvelce kurulmuş olan Kürt Teali Cemiyeti’ne başlangıçta katılan doğulu aydın­lar arasmda istilacı güçlere ve Ermeniler’e karşı sırf mukavemet örgütleri oluşturmak için gi­ren çok kimse vardı. Millî Mücadele başlayınca, bunlar hemen Kuvay-ı Milleyi’nin, Ata­türk’ün yanma geçerken, maksadı bölücülük olanlar bu örgütlerde kalmayı tercih etmişti. Kürt Teali Cemiyeti, "Büyük Ermenistan" projesine şiddetle muhalefet etmiş ve Cumhuri­yet’in ilânından evvel de kapatılmıştı. Ancak 1923’de, Seyit Abdülkadir, Hasenanlı Halit, Ha­cı Musa, Yusuf Ziya bölgenin Türkiye Cumhuriyeti dışmda oluşmasını sağlamak için Azadı teşkilâtını kurdular. Teşkilâta Şeyh Sait ile ailesi, Yusuf Ziya’nm aracılığı ile alınmıştı. Çok geçmeden bölücü organizasyon T.C. karşısmda güçsüzlüğünü hissedip İngilizler’le temasa ge­çecektir.

Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığı Şark Şubesi Memurluğu ile Kürt Bağımsızlık Komite­si Başkanı Seyit Abdülkadir adına temasa geçen bölücüler şu isteklerde bulunmuşlardı:

*

İngiltere bölgede kurulacak emirliği destekleyecek, emirliği, ilgili hükümetlerin hücu­mundan koruyacaktı.

Bölücü güçler 1925 ilkbaharında başlayacak olan ayaklanmada Diyarbakır’ı ele geçire­cek, Musul hududunda İngilizler’le temas sağlayacak.

Teşkil olunacak Emarete Akdeniz’de bir çıkış verilecek.

Emaretin başına Seyit Abdülkadir getirilecek ve kabinesinin teşkili konusunda kendisi­ne karışılmayacaktı. İngiltere, emaretin kurulmasına kadar asilere gerekli silah, cephane ve parayı verecek, fakat bunlar Diyarbakır düştükten ve Musul hududunda temas sağlandıktan sonra verilmeye başlanacak, ilk taksit 250.000 altın olacaktı.

Bölücülerle İngilizler’in dayanışması bununla da kalmıyordu. 29 Mart 1925’te Mr. Temleton İstanbul’u düşürerek Batı Anadolu’yu Ankara aleyhinde direnişe sokmayı öneriyordu. Doğudaki hareket dinî karakterli olduğu için İstanbul halkından da destek bulacaktı. Vilâyet, Kolordu ve Emniyeti basacak asilere, İngilizler silah ve cephane temin edecekti. İstanbul’dan alevlenen ayaklanma Bursa, Konya ve İzmir’e sıçratılacak, Ankara, Şeyh Sait’le meşgul iken iki ateş arasmda kalmış olacaktı. Cumhuriyet ortadan kaldırılırken, İngilizler Vahdettin’i İs­tanbul’a getirecekti. Böylece, bölge halkına bağımsızlık verilmesi, devrimlerin ters yüz edil­meleri ve Vahdettin’in saltanata dönüşü ile tam bir "karşı devrim" gerçekleşmiş olacaktı. Esa­sen Vahdettin’in çevresinde Saltanatçı ve Hilâfetçi bir çevre vardı ve faaliyetleri Cumhuriyet’ten evvel başlamıştı. Açık adı "İlâ-ı Vatan” gizli adı "Müdafaa-i Hukuk Hilâfet-i Kübra" olan bir teşekkül kurmuşlardı. Bükreş’te oluşturulan Hilâfet Komitesi, Şeyh Sait’le anlaşmış, Kürt bağımsızlık hareketini, İstanbul’dan idare eden Seyit Abdülkadir ile de mutabık kalmış­tı. Bu anlaşmaya göre 1926’da patlak verecek ayaklanmaya kadar askerî hazırlık ve propagan­da ile kamuoyunun kazanılması tamamlanmış olacaktır. Doğu’daki ayaklanmalar yâni etnik bölücü hareket dinî bölücülükle birleşecek, Doğu’daki müstakil bir devlet kurulurken hilâfeti ihya etme yolunda dışardan alman yardımdan da istifade edilecekti.

Azadî liderleri, Şeyh Sait’i başlangıçta teşkilâtlarına almamışlardır. Hatta teşkilâta katı­lacak liderlerin arasmda da Şeyh Sait’in adı yoktur.(390) Şeyh Sait, dinî otoritesinden faydala­nılacak paravan bir liderdi. Diğer yandan İngiliz faktörü için en açık delil Diyarbakır'ın muha­sarası sırasında ele geçen belgelerdir. Bu belgeler arasında, İngiltere’den Diyarbakır’a gönde­rilmiş olan bazı eşyalar ve fabrika ilânları üzerinde tespit edilen yazılar ilk akla gelen husus­lardır. Bunların üzerinde yazılan; "Diyarbekir’de Kürdistan Reis-i Hükümetine", "Diyarbekir’de Kürdistan Harbiye Nazırı Efendiye", "Diyarbekir’de Kürdistan Belediye Riyasetine«(39i) başlıklar İngiliz emellerini açıkça ortaya koymaktadır.

İngilizler, Musul ve Kürt meselesini bir arada değerlendiren Mustafa Kemal’in "İstanbul gazetecileriyle İzmit Kasrı Mülâkatı"nda; yaptığı açıklama, Kürt Bağımsızlık Komitesi Başka­nı Seyyit Abdülkadir’in, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Şark Şubesi sorumlusu ile yaptığı pazarlık­ta, Musul hududunda İngilizler’le temas kurulacağını açıklaması çok önemlidir:

"Musul’a gelelim; Musul Vilâyeti hudud-ı millîyemiz dahilindedir. Bu hudud-ı millîye tabiri­ni ben bulmuştum. Mütarekeye esas olacak herhalde bir hududumuz olmak lâzımdır. Bu hudud ne olabilirdi? Bu mesele süngülerimizin bulunduğu mahalli, hudud yapmak hatırıma geldi. Wilson prensiplerinden de mülhem olarak İskenderun ’dan başlayan ve Musul’u da kendi arazimiz içine alan hududa "millî hudud" dedim. Filhakika o zamanlar Musul’un cenubunda bir ordu­muz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelip İhsan Paşa ’yı aldatarak oraya oturmuş. Musul bizim için çok kıymetlidir...   dedikten sonra Mustafa Kemal Paşa, İngilizler’in Mu­sul’da Kürtler’i tahrik ettiklerini, bu tahrikin Türkiye’ye de sıçrayabileceğinin önemi ve bu or­dunun diğer cephesindeki durumumuza dair politikayı etkileyen bilgiler vermiştir.

Bir diğer değerlendirmede şunlar ifade edilmekte idi. İngiltere Musul vilayetinin Irak’a bağlanmasının peşini bırakmadı. Ve "Kraliyet Hava Kuvvetleri" Şeyh Mahmud direnişine son verdi. Buna paralel olarak siyah altını isteyen Mustafa Kemal de gerçek bir yer değiştirme pa­hasına vahşice Piranh Şeyh Sait isyanını bastırdı ve elli üç Kürt şefini astırdı. Milletler Toplu­luğu bu durum karşısında tarafsız kaldı. Anlatıldığına göre Clemenceau’yu elde etmek için uğraşan Lloyd George’a O, şöyle cevap vermiş; "Musul? Nerede bu? İstiyor musunuz? O za­man alınız!", Ve ona orada petrol olduğu teyit edilince, şunu söylemiştir. "Petrol mü? İstedi­ğim zaman benzinliğe giderim". Bu yumuşaklığından dolayı, Fransa, Irak Petroleum Company’nin yüzde yirmibeşini ele geçirmiştir. 16 Aralık 1925 günü, 32 nci toplantısında, Millet­ler Topluluğu Konseyi Musul’u Irak’a bağlamıştır. Sorunu incelemek ile görevlendirilmiş Ko­misyonun raporunun 57. sayfasında: "...Eğer etnik iddiadan bağımsız bir sonuç çıkarılması ge­rekirse, bu nüfusun sekizde beşini oluşturan Kürtler gözönüne alınarak, bizi bağımsız bir Kürt Devleti yaratılmasını tanımaya götürür" denilmekteydi. S.D.N. (Milletler Topluluğu) idareleri, adalet, eğitim ve dil için onlara haklarını garanti etmeyi tanıdı. Fakat Türkiye’de ol­duğu gibi Irak’ta da bu karar ölü olarak kaldı."      )

Türkiye’deki ayaklanmalardan Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim ayaklanmalarını İngiliz belgele­rine göre inceleyen Bilâl N.Şimşir, Şeyh Sait ayaklanması ve İngiliz ilişkilerini, İngiliz arşivi perspektifinden gün ışığına çıkarmaktadır. İngiliz Hükümeti’nin olayları yakından takip ettiği­ni gösteren bu belgelerden hareketle B.Şimşir, isyan hareketinin gelişme şeklif394\ Hüküme­tin aldığı tedbirler    ), Türk basmında konuya verilen yer(396\ ayaklanmanın siyasî ve askerî yorumu  ), İstiklâl Mahkemesi ile ilgili gelişmeler  ) ve diğer belgeleri tanıtmaktadır.

Bunlardan; İstanbul’da İngiliz Diplomatik Temsilcisi Mr. Lindsay’dan, İngiltere Dışişle­ri Bakanı Mr. Chamberlain’a gönderilen 46 numaralı, 27 Şubat 1925 tarihli belge için eserin yazarı; "Şeyh Sait ayaklanmasıyla ilgili olarak, Türk basınının ayaklanma sebebi olarak İngiliz entrikalarını ileri sürdüklerini, İngiltere’nin ayaklanmayı asla teşvik etmediğini, yardım istek­lerini de reddettiği yolunda Türk Dışişlerinin İstanbul’daki temsilcisi Nusret Bey’e izahat verildiği" 399) açıklamasını yapmaktadır. Ancak 21 Nisan 1925 tarihli ek belgede ise; Şeyh Sait ayaklanması, Şeyh’in yakalanması, asilerin teslim olmaları, haberlerin azalması yanında, İstik­lâl Mahkemelerinin çalışma sürelerinin uzatıldığı, doğuda İdari Reform konusunun görüşül­düğü, Şeyh Said’in üzerinde yakalanan belgelerin, ayaklanmanın Irak’taki İngiliz makamların­ca tasvip edildiğini gösterdiği(4fl0)vurgulanmaktadır.

Bu belgeler, İngilizler’in Şeyh Sait olayı ile direkt ilişkisini göstermekten ziyade, olaylara dair yaplan tespitler arasmda İngilizler’in rolü olduğuna dair yapılan açıklamaların teyidi ma­hiyetindedir.

1976 yılında "Doğu Anadolu olayian 1924-1938" başlığı ile Politika Gazetesi’nin yaptığı bir seri yazı İngiliz Arşiv Belgeleri’ni esas almıştır. B.Şimşir’in yayını ile çok benzerlik arzeden bu yayında olayın karakterini tayinde yararlanabilecek hususlar vardır.

Bunlardan Mr. Lindsay’dan Dışişleri Bakanı Mr. Austen Chamberlain’e gönderilen ra­porda; "İngilizler kastedilerek olaylardaki yabancı parmağına gazetelerde yer verildiği ve (ancak raporlardan anlaşıldığına göre, eylemlerin gerçek nedeni din ve Kürt milliyetçiliği olduğu) Şeyh Sait’in İslâmlığın Türk-Kürt arasındaki tek bağ olduğunu, bunun da Türkler tarafindan kopanldığmagöre, Kürtler’in kendi geleceklerini tayin etmeleri gerektiği yolunda bir söylenti işittim...

...Bu mevcut Türk yönetiminin lâik eğilimlerine karşı, bireysel olmayan ilk açık hareket. Bu nedenle de kamuoyu üzerindeki etkileri oldukça derin...,

Başka bir raporda; "Tutucu, İslâmcı bir gazete olan Tevhid-i Efkâr din davasına her za­man sempati beslediği halde, ayaklanma yoluyla bunu sağlama çabasını kınadı...  

"Tanin ve Tevhid; Türk Hükümeti’nin kadınlan fahişeliğe sürüklediğini, dinsizliğin kışkırttı­ğım, oysa Şeyh Sait’in din ve ahlâk yolunda hareket ettiğini belirtip, Şeyh Sait yanlısı bildirilerin İngiliz uçaklan vasıtasıyla dağıtıldığını bildiriyor... '  

"Halen Beyrut’ta sürgünde bulunan Sultan Hamit’in oğlu Selim efendinin Kürtler tarafin­dan hareketin başı olarak ve hatta Kürdistan ’ın gelecekteki padişahı olarak önerildiği burada yay­gın olarak söyleniyor ve Ankara ’da da buna genel olarak inanılıyor'*  denilmektedir.

Bu tespitlere göre; isyan, hilâfetin kaldırılmasına bir tepkidir. Aynı zamanda hilâfet Türk ve Kürtler’in bir arada yaşamalarını sağlayan bağ iken, kaldırılışı Kürtçü harekete yol açmıştır. Lâiklik dinsizlik olarak algılanıp isyana sebep teşkil etmiştir. Olayda Ingiliz parmağı­nın yanısıra Kürtçü Hilâfetçi ittifakı da vardır.

J.B. Villalta, Musul Meselesi sebebiyle Türkiye ile İngiltere arasmda bir gerginliğin baş­ladığım* ), Nasturi isyanı ile İngilizler’in bekledikleri fırsatı elde ettiklerini, Türk uyruklu Nasturi Hıristiyanlarının -başlangıcı V. Yüzyıla kadar uzanırken İstanbul Patriği Nasturiyus’un Hz. Meryem ve Hz. İsa’yı değişik yorumlayışlanndan kaynaklanan bu mezhebin men­suplarınınisyanına Îngilizler’in arka çıktığını belirtmektedir.* )

J.B. Villalta Şeyh Sait olayını anlatırken bölgenin coğrafî, sosyal ve kültürel yapışma de­ğindikten sonra, toprak ağalarının aşiret yapışma yer vermektedir. Onların "hatırı sayılır de­recede bağımsız ve kendi hesaplarına vergi topladıklarını belirtmekte ve "Padişahlar, Doğu illerindeki Hıristiyan uyrukluların fesatlıklarını cezalandırmak için Kürtler’i kullandığından, Ermeniler ve Nasturiler’e karşı yaptıkları savaşlarda bu halkın taassubu canh tutulurdu."* ) demektedir.

Yazar bölge halkı ile ilgili açıklamasında ise "İmparatorluğun doğusundaki halk genel olarak Kürt bilinirse de, Anadolu’nun bu parçasında söz götürmez Türk çoğunluğu yaşamak­tadır ve bu Türkler Kürdistan denen bölgede doğdukla rı için kendilerine Kürt derler"* ) ifa­delerini kullanmaktadır.

Olayın karakterin tayin edebilecek bilgiler arasmda Villalta şu malûmatı vermektedir."... Ankara Hükümeti’nin, din düşmanlığı olarak nitelendirilen lâik eğilimleri, Padişahlığın ve he­le halifeliğin kaldırılması ve alman diğer tedbirler, 20 nci yüzyıldan çok uzakta kalmış bulu­nan Doğu Anadolu’daki halk arasmda kızgınlık yarattı. Hocaların yakınmaları oralarda da duyuldu. Kutsal din, Ankara’daki dinsizlik tarafından saldırıya uğramıştı. Bunlar hiç şüphesiz müminleri şapka giymeye zorlayacaklar. Onları kâfir köpeklere çevirecekler ve kadınlan yü­zü açık olarak dolaşmaya zorlayacaklardı* ). Yazar bu şekilde olaydaki irticaî karakteri be­lirtmiş olmaktadır.

Villalta, olaym yaygınlaşmasında Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nm rolünü ve İngi­liz’lerin tahrikini de belirtmekte ve "150’likler olayı" ile Doğu olaylan arasmda bağ kurmakta­dır.

Henüz yayınlanmamış, inceleme ve derleme eseri ile konuyu irdeleyen S.Sahşık, Nasturî isyanını, Şeyh Sait isyanı için İngilizler’in "bir nabız yoklama olayı" olarak değerlendirmekte­dir. Ona göre bu ön hareketin üç amacı vardı. Bölgedeki Türk asıllı halkın politik tansiyonu­nu ölçmek, İslam’a karşı tedbir olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin imkân ve kabiliyetlerini ölç­mek, halk sınırının tespitinde etkili olmaktı."* )

Aynca S.Scılışık’ın notlarında isyanın karakterine dair bilgi verebilecek açıklamaların arasın­da "Seyit Abdülkadir’in oğlu Seyyit Mehmet’in Diyarbakır’da mahkemedeki ifadesinde; "Hazreti Muhammed’in sülalesinden bir zatın sorumlu tutularak idam edilmesine İslâm dini cevaz verme­mektedir. iddiası dikkati çekmektedir.

Yazar devamla; "Dıştan organize edilen Şeyh Sait silahlı harekâtının politik hedefi yeni kurulmuş olan genç Türkiye Cumhuriyetini yıkmak idi. İslâm dininin kurtarıcısı olarak şahsî nüfuz ve menfaat sağlamak amacıyla, Şeyh Sait aşiret reisleri ve bölge halkına fetva yayınla­mıştı"1413) demekte ve "kurulduğu günden beri dini mübini Ahmedinin temellerini yıkmaya ça­lışan Türkiye Cumhuriyeti reisi Mustafa Kemal ile arkadaşlarının Kuran’ın ahkâmına aykırı hareket ederek Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halifeyi, İslâm’ı sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasını bütün İslâmlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyetin ba­şında olanların mal ve canlarının Şeriatı Gorrai Ahmediye’ye göre helâl olduğu ilân olu­nur"1414) fetva metnini vermektedir. Yazara göre olay, "asırların biriktirdiği kara taassup, ce­halet, aslen Türk olan bu aşiretler üzerine zehirlerini saçarken, düşmanda (İngilizler) boş durmuyor, bu cehalet ve taassuptan faydalanarak geniş ölçülerde vaatlerde bulunuyordu"1415) tarzında özetlenebilir.

15 Şubat-15 Mayıs 1925 tarihleri arasmda cereyan ettiğini belirttiği Şeyh Sait isyanı için S.îlhan, "îngilizler’in teşviki ile başladı" demekte ve isyana katılan aşiretler arasmda; Huyut aşireti (Muş), Hasenan aşireti (Muş), Cıbran aşireti (Muş), Silkan aşireti (Bitlis), Makso aşi­reti (Bitlis), Sinikan aşireti (Siirt), Öztürkân aşireti (Siirt), Penciranan aşireti (Siirt), Malarahme aşireti (Siirt), Zengon aşireti (Hakkâri) Herki aşireti (Mardin)’ni saymaktadır/416)

îngilizler’in "Şark Meselesinde pozisyonunu anlatırken F.Perrone Di San Martıno; "İn­giltere, doğuda, batıda cesaret ve azimle muharebeyi devam ettirmişti Onun İmparatorluk mantalitesi, doğudaki muvaffakiyetin meyvalannın İmparatorluk hudutlannı genişleteceği şeklinde idi. O, Türkiye’nin parçalanmasını zaruri görüyordu. Bunun içindir ki, Mütarekeden sonra da Mezopotamya ’nın büyük bir kısmını işgal ederek Arabistan yarımadasında Filistin, Irak ve diğer memleketler gibi küçük bir çok hükümetler kurmuş, bu arada Fransa’ya da Suriye, Lübnan ve Kilikya’da hâkimiyet kurmayı lütfetmişti 7) demek suretiyle 1917’de Bağdat’ın elimizden çıktı­ğı dönemde İngilizler’in İmparatorluklarını büyütmek için Türkler’in Asya topraklarında hükümetçikler kurdururken Fransa’yı da bu paylaşıma ortak ettiğini anlatmaktadır.

R. Olson1418) nihai değerlendirmesinde ise;         ...        

"1. Musul sorununun çözümlenmesine ilişkin görüşmelerde kolaylık sağlamış ve görüşmeler 5 Haziran 1926’da IrakTürkiye-İngiltere arasmdayapılan anlaşma ile sonuçlanmıştır.

Cemiyet-i Akvam’da Büyük Britanya’dan etkilenen dostlan Türkiye’ye karşı İngiltere’nin güdümünde oluşturdukları Avrupalılık politikası doğrultusunda ve İngiliz emperyalist politikasını benimsemek durumunda kalmışlardır.

Bir diğer sonucu, çok taraflı ilişkilerin Cemiyet-i Akvam’a yansıması veAvrupalı politika­sının Almanya ve SSCB tarafindan yeniden gözden geçirilmesinin istenmesi ve onları diplomatik yönden destekleyen İtalya, Yugoslavya ve Yunanistan’ın Türkiye'ye meydan okumasıdır. Büyük Britanya, Cemiyet-i Akvam ve çok taraflı anlaşmalarla İtalya ve Fransa ile iyi ilişkiler kurmuş, 1925’te Türkiye’ye yönelik izolasyon artmıştı Büyük Britanya ile Türkiye arasındaki imzalanan anlaşma, İtalya ve Fransa’nın Türkiye ile ilişkilerini de olumlu etkilemiş ve 30 Mayıs 1926’da Türkiye ile Fransa arasında dostluk anlaşması imzalanmış ve İtalya ile ilişkiler iyileştirilmiştir.

SSCB, Şeyh Sait isyanının Türkiye’nin bir iç sorunu olmadığını açıkça sergileyerek Kürt milliyetçiliğini ve Horasan’da Rıza Han’ın yönetimindeki Türkmen-Kürt isyanını, 1924-1925’teki olayları desteklemiştir. SSCB’nin; Musul sorununun Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesi­ne karşı olduğu 1925’te açıklık kazanmıştır. Güçlü bir Türkiye, Sovyetler Birliği’nin tngjlizler’e karşı tutumu gereği, zayıf ve yönetebileceği bir devlet olması nedeniyle SSCB’nin daha fazla ilgisi­ni çekerken, Şeyh Sait isyanını bahane ederek bazı Türkler’in ve Sovyet komünistlerinin devrimin ihyasını düşündükleri görülmüştür. Çok kısa bir süre çeşitli ve farklı sebeplerle Büyük Britanya ve Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal'in milliyetçi Türkiye’sini desteklemişlerdir.

Şeyh Sait isyanı, Musul sorununun sonuçlanmasında, Büyük Britanya’nın Iraktaki Sarifian ve Arap milliyetçiliğinin bastırılması politikasının başarılı olmasına ve çarçabuk sonuçlanma­sına yardımcı olmuştur. Mandater güçlerle Irak ve Suriye arasında gizli ilişki kurulmuştur.

Şeyh Sait isyanı, 22 Nisan 1926’da İran ve Türkiye arasında dostluk anlaşması yapılması­na neden olmuş ve 1932’de de son bir sınır anlaşması yapılmıştır. Böylece Türkiye tarafından, İn­giltere’nin gerçekleştirmek istediği Türkiye ile Azerbaycan arasında Kürtler’den oluşturulacak du­varın yıkılması ümit edilmiştir.

İsyan, Türkiye’nin, uluslararası ve iç ilişkilerinde diğer ülkelerin içişlerine taraf olması, Türkler’in amaçlarına yardım etmemesine ve yurtta sulh cihanda sulh politikası izlemesini sağla­mıştır.

Şeyh Sait isyanının kuvveti, Türkiye'yi abandone etmiş ve dış politikasındaki iddialarını gerçekleştirecek hiç bir ümidi kalmamış ve müdahaleci olmayan dış politikaya yönelmiştir.

İsyan, 5 Haziran 1926 anlaşmasının güvenlik önlemlerinin zorlayıcılığı olmadan, güçlü şekilde sonuçlanmasına katkı sağlamış ve Irak’ta "Kürtler için bir Anavatan” yaratılmasına yöne­lik İngiliz politikasını Türkiye’nin zorla da olsa kabul etmesine yardımcı olmuştur. 1926 anlaşma­sı İngiltere ile Türkiye'nin, Irak’ta Kürtler’in otonomilerini kazandığı bir Kürt millî devletinin oluşturulmasını saklı tutuyor ve çok yönlü ilgilerini çekiyordu. Aynı zamanda Kürtler ve Kürt mil­liyetçiliğine karşı farklı politikalan tehditle sürdürüyorlardı.

Şeyh Sait isyanı ve yeni oluşumları Büyük Britanya ile Türkiye arasında geniş kapsamlı yeniden yakınlaşmaya yardan etti. Aslında bu yakınlaşma dahi ana unsurları itibarıyla İngilte­re'nin, Türkiye ile Sovyetler arasında gizli ilişkilerin önlenmesini hedefliyordu.

İsyan; Türkiye’nin Musul vilâyetindeki petrolü ele geçirmesini önledi veya bu arzusunu kısıtladı ve yabancı petrol şirketleri özellikle Amerikalılar tanından, İngiliz İmparatorluğu ama­cını takviye edici güç olarak Büyük Britanya için kullanıldı.

İsyancı kuvvetler, Türk ırkçılığının enerjik cesaretim kırdı, tedirginlik onları iç güvenliği sağlamalarına yöneltti.

İsyan, Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğinin bastırılmasına neden oldu.

Şeyh Sait isyanı, Ortadoğu’daki Müslüman ve diğer Arap ülkelerinde hükümetlerin mu­haliflerince veya diğer hükümetlerce İslam’ın yararına savaşa girişebileceği imajını yok etti keza diğer Müslüman devletlerle işbirliğinde İslâm ’ın kullanılmasının bir ölçü olmayacağını ve ulusla­rarası faktörlerin bu ilişkilerde rol oynadığı ortaya çıktı” yorumunu getirmektedir.

Şeyh Sait isyanının neticeleri için yazarın ileri sürdüğü hususlardan yenilik arz eden hu­sus Anadolu Türkleri’nin en azından komşu ülkelerin Türkler’ine karşı ilgisiz kalmalarını sağ­lanmasıdır. Hakikaten bünyesinde Kürt Türkü bulunan komşu ulusların bünyelerinde aynı za­manda diğer Türk boylarından toplumlar da vardır. İngilizler Musul petrollerinden paylarını almak için Kürt Türkleri’ne ayn bir milliyete mensubiyet şuuru vermek ve onların Türkiye Cumhuriyetine karşı bir tehdit unsuru olmalarım sağlamakla kalmamış diğer Türk boylan ile de Türkiye’nin ilgilenmesini önleyecek bir ortam yaratarak Türkiye’yi uzun süre izole etmesi­ni bilmiştir.

Şeyh Sait olayının uzantılarından olan Ağrı isyanının İran sınırının yeniden düzenlenme­sine yol açtığı hususuna değinmiştik. Hilâfetin kaldırılması olayı ile veya en azından zamanla­ması olayı ile Şeyh Sait olayının çıkışı ve bilhassa sonuçlan gerçek anlamda önemlidir. Bu ko­nuda iç bünyede taraf olma durumunda bulunan Kâzım Karabekir şu açıklamayı yapmakta­dır.

"Öteden beri İmadiye ve Çölemerik civarındaki köylerde (Londra Başpiskoposu murahhası) namıyla İngiliz misyonerleri Nasturiler’i aleyhimize yetiştirmişler ve teşkilâtlandırmışlardır. Bun­lar bize daha çok zorluklar çıkarabilirler. Bundan başka Kürtlük ıslahı için daha ilk tedbirler bile alınmamıştır. Bu hususta benim muhtelif zamanlarda mühim tekliflerim vardır. Bu Kürtlerle de tehlikeli işler yapabilirler. Bunların İstiklâl Harbi'nde pek baş kaldırmamalan bizzat aldığım esas­lı tedbirlerle beraber, küçüklüğümden tanıdığım o muhit, Cihan Harbi’nde de emrimde bulundu­ğundan ve beni yakından tanımalarındandır. Mütareke 'de bana karşı itaatkâr kaldılar. Onlara karşı şahsî itimat da tedbirler kadar tesirli olur. Ne Dahiliye ve ne de Milli Müdafaa vekâletleri onlarla bilerek meşgul değillerdir. Hülâsa askerî muvaffakiyet ümit etmiyorum. İç ve dış siyasî meziyetlerin felâketli bir şekilde sürükleneceğine ise hiç şüphe etmiyorum. Mustafa Kanal Paşa­ya söyledim: Siz Musul’u, belki hilâfeti kaldırmakta acele etmeyerek, herhangi bir şekilde almaya muvaffak olurdunuz, fakat Şark işlerini birinci derecede idare eden bir arkadaşınız sıfatı ile bana haber vermeden bir emrivaki yaptınız. Şimdi bu işe devlet adamlarına yakışmayacak tarzda ve hem de işi benim başıma dolayarak hal yoluna gidiyorsunuz. Ben katkı olarak vazife kabul et­mem, size tavsiyem, bu uçuruma milleti sürüklemeyin, imzaladığınız Lozan Muahedesinin 3. maddesini tekrar tekrar okuyun ve M. Kemal Paşa 'ya da okutun. Bu iş, benden ziyade sizin birin­ci dereceden göreceğiniz bir iştif' 

Bize göre Musul meselesi tamamen bir kimlik tanımı meselesidir. Türk milleti evvelce hazırlıklı olmadığı kimlik konusunda adeta fenersiz yakalanmıştır. İmparatorluktan geçiş yıl­ları itibariyle kimlik belirlenmesinin tam yapılamamış olması ve gerekli terminolojinin gelişti­rilememiş olması mazur görülebilir. Ancak geçen zamana rağmen Türk Devleti ve sosyal bi­linci bu alanda gerekli mesafeyi alamamıştır/420  Geçmişte Türk olan bu insanlarımızın top­raklarıyla birlikte kayıp edilmiş olmaları tamamen gafletimizin bir sonucudur. "Bugün Kürt denilen özbeöz Türk oğlu Türk olan insanımızı nasıl kayıp edip Kürt yaptığımız konusundaki İdarî ve siyasî hatalar artık bilinmektedir/421  İnönü Lozan’da Musul Vilâyeti Türkleri’nin Türk değil, fakat Türkmen oldukları ve dillerinin İstanbul’da konuşulan dilden başka olduğu da iddia etmiştir.

Oysa gerçekte, Musul’da konuşulan Türkçe, Anadolu’da konuşulan Türkçe’nin tıpkısı­dır. Anadolu’da İstanbul Türkçesine eş bir Türkçe konuşan hiç bir yerde yoktur.

Bunun bütün memleketlerde böyle olduğu görülmektedir, şehirden şehire, vilayetten vi­layete aynı dil her zaman biraz değişiklik göstermektedir.

Kaldı ki kesin olan bir şey de vardır. Anadolu Türkleri, Türkmen diye adlandırılan toplu­luk içinde bulunmaktadır; Musul Türkleri’yle, Küçük Asya Türkleri arasmda yapılmak isteni­len ayrım hiç bir sağlam temele dayanmamaktadır.

Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı, Kürtler’in Turan kökenli olduğunu kabul eden, Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır/422  İnönü’nün karşı­sına Lozan’da çıkan gerçeğin benzeri için yeterli hazırlığın olduğu söylenemez.

M.Kemal Atatürk’ün, Kazım Karabekir ve Halit Paşaların komutanlık karakterlerinde özel bir hassa vardır. Bu gibi devlet adamları şahısları ile bütünleşen görevlerini adeta iman­larının vecibesi imişcesine yapan kimselerdir. Komutanlık yaparlarken sadece asker ve sade­ce muharebeyi yöneten kimse değillerdir. Bunların zekâ ve dirayetleri çevrelerindeki halkın psikolojik yapı ve potansiyeli ile bir bütünlük oluşturur.

 

İSYANDA ROL OYNAYAN SOSYAL, İDEOLOJİK, KÜLTÜREL VE DİNÎ FAKTÖRLER, OLAYA KONULAN TEŞHİSLER

İsyanın en önemli özelliğinin sosyal, kültürel ve dini faktörleri ihtiva ettiği şeklindedir. Bu düşüncede olan araştırıcıları ve düşüncelerine aşağıda yer vereceğiz.

İnandırıcılıklarına gölge düşmüş bu tür yayınlardan birisi de "Kurder i Mellersta Ostera och i Exilen"(42$ isimli eserdir. İsveç’te yapılan bu yayın konuyu şu şekilde açıklamaktadır:

",............... İngilizler'in desteğiyle Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktılar. Aynı tarihlerde

Kürtler de bağımsızlık talebiyle bir araya gelmeye başlamıştı. Ancak Kürtler, gelecekteki barış gö­rüşmeleri sırasında davalarının Fransızlar ve İngilizler tarafından ele alınacağı vaadi karşısında daha ileri gitmediler ve Jön Türkler’den General Mustafa Kemal’i desteklediler. Mustafa Kemal Kürtler’e mükâfat olarak şayet onlar iyi bir müslüman olarak hıristiyan Rumlar’a karşı savaşa katılacak olursa, Kürtler ve Türkler için müşterek bir ülke vaad etmişti. Kürtler bunu kabul etti ve Rumlar savaşı kaybettiler ™)...

10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr antlaşmasının 62, 63, 64. maddelerine göre Kürtler ve Ermeniler’e bağımsız devletler kurmak hakkı tanımıştı. Fakat Yunanlılar’ın yenilgisinden sonra 24 Temmuz 1923'te Lozan'da imzalanan barış antlaşmasında Sevr’deki 62, 63, ve 64. madde alınmadı. Kürtler’e sözlü olarak onların sorunlarının daha sonra çözümleneceği söylenildi...

29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti ilân edildi. Yeni hükümet 3 Mart 1924 tarihinde Kürt dilini ve edebiyatını yasakladı. Kürt okulları kapatıldı. Yunanlılar’a karşı yapılan savaşta Ke­mal Atatürk’e yardım eden Kürt şeyhleri, Atatürk’ün teşekkür etmek için düzenlediği bir yemek­ten sonra asıldılar™™)...

Kürtler karşı karşıya kaldıkları duruma Şubat 1925 ’te Şeyh Sait liderliğinde yeni bir isyanla karşılık verdiler. İsyanda onbinlerce kişi öldü. İsyan bir ay sonra bastırıldı. Kaçamayan ise idam edildi... ’<       >.

Bu yayına göre Yunanlılar İngiliz desteğinde Anadolu’ya çıkmışlardı. Bu dönemde İngi­lizler ve Fransızlar Kürtçü hareketi vaadleri ile şekillendirmektedirler. Hareketin insiyatifî ve dinamizmi İngilizler’in elindedir. Anadolu’yu istilâ eden güçler hıristiyan ve onlara karşı Anadolu’yu savunanlar ise ülkenin müslüman halkıdır. Zaferden sonra Anadolu onu savunan­ların ortak yurdu olacaktı. Anadolu’nun istilacı güçlere karşı savunması, Sevr antlaşmasından sonra ve onun bazı ayrıcalık haklan vaad eden maddelerine karşı tepki olarak yapılmıştır. Ya­ni Sevr antlaşmasına karşı güçlenen tepkinin sonucu olan savaşta istilacdann karşısında bu tepkiyi paylaşan Anadolu’nun müslüman halkı vardır.

Bu yayınla ilgili açıklamaya muhtaç iki önemli hususdan birisi Tevhid-i Tedrisat Kanunu­nun yorumudur. 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen bu kanunda evvelce mevcudiyeti iddia edilen Kürt dili ve edebiyatının yasaklanması söz konusu değildir. Kürt şeyhlerinin yemek da­vetinde imha edilmeleri iddiası ise İstiklâl Mahkemeleri gerçeği ile bağdaşmaz. Yazar olayla­rın kronolojisinde de çelişkiye düşmüştür. Zira Takrir-i Sükûn Kanunu 4 Mart 1925 tarihin­de ve İstiklâl Mahkemelerine görevlilerin seçimi ise 7 Mart 1925 tarihinde gerçekleştirmiş­tir. Doğu İstiklâl Mahkemelerinin aldıkları kararlar ise, 29 Haziran 1925’te açıklanmıştır. İs­tiklâl Mahkemelerinde bakılan davalar arasındaki 8 Şubat 1925 tarihli Şeyh Sait olayı vardır. Şeyh Sait ayaklanması İstiklâl Mahkemelerinin kararma tepki değildi Ancak Nasturi isyanı ile Şeyh Sait isyanı arasmda amaç ve faillerinin ayniliği itibariyle bir ortaklık kurulabilirdi

Bu dönemi anlatan Paul Gentizon "Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu" isimli eserinde çiz­diği tiplerde şunları ifade ediyordu:

"Bununla beraber, aynı süre içinde doğu kasabalarında önemli olaylar başgösteriyordu. 1830’da İstanbul’da inkılapçı sultana karşı yapılan gösterilerin benzeri şimdi Kemalist rejim hak­kında tekrarlanıyordu. Şapka giyinmenin zorunlu kılındığı haberinden sonra Sivas’ta yeni başlık­ları yeren ve Türk halkının dinî duygularına hitap eden duvar ilânları görüldü. Erzurum’da bazı isyancılar, çarşıdaki dükkânları kapamaya zorlayarak valinin oturduğu konağa gittiler. Kahrol­sun gâvurlardiye haykırdılar. Gâvur sözcüğü, inancı olmayan yani kâfir anlamındadır ki, bura­da şapka giyinenler için kullanıyordu. Bu durum Ankara yöneticilerinin getirdikleri yenileşme ça­balarına karşı tutuculuğun simgesi idi. Maraş’ta birkaç isyancı, Peygamberin yeşil sancağı bulu­nan camiye girerek kutsal bayrağı ellerine geçirdiler. Sonra onu hükümet konağının penceresine taktılar ve rejime karşı ağır sözlerle saldırıda bulundular. Rize’de hükümet binalarının önünde buna benzer gösteriler oldu ve devlet memurları aşağılandı, hatta dövüldü.

Bu arada haritaya bir göz atarsanız, Erzurum, Sivas, Maraş, Rize, bütün bu şehirlerin Türki­ye’nin doğusunda bulunduğu görülür. Böylece isyanın, ülkenin yeterince gelişmemiş bölgelerinde, Anadolu ’nun geri kalmış yörelerinde meydana geldiği anlaşılır. Buraları, birkaç ay önce Şeyh Sa­it’in din adına, Cumhuriyetin imansız öncülerine, karşı koyduğu yerlerin yakınında bulunuyordu. Türkiye’nin doğusunda yaşamakta olan bu halk geri kalmıştı, cahildi Onların dünya ile ilişkisini sağlayacak ne demiryolu, ne de işe yarar bir karayolu bulunmaktaydı. Anlamına uygun hiçbir okul yoktu. Bu nedenle o bölge halkı moral ve entellektüel olgunluktan yoksundu. Onların başka bir çağdan getirdikleri, artık yeri olmayan inançlar ve dinî tutuculuk yüzyıllar boyunca oluşmuş, artık yıkılması zor bir duruma gelmişti. Ama işin kötü yanı, birçok şahsî yararın bu duruma da­yanması idi. Dervişler, şeyhler, hatta bazı hocalar, büyücüler sihirbazlar, istihareciler bir nevi ma­likâne saydıkları bölgelerinde, Cumhuriyet'in yenileştirme gerçeğine karşı koymakta yarar görüyor­lardı. Bu bakımdan eski sarıklılar, Ankara’dan gelen en İlmî gerçeği bile yanlışlık ve dinsizlikle le­kelemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu tutucu kimseler için üzüntü ve tiksinti, batıdaki hı­ristiyan halklarının yol ve adetlerini benimsemek zorunda olmalarından geliyordu. Uzun süreden beri, sessizce ve gizlice, yeni rejimin, Türk halkını dinsiz duruma getirmeyi amaçladığı fikrini yay­maya çalışıyorlardı. Şapkanın kokusu ise bardağı taşıran son damla oldu. Halkın yığınlar halin­de hükümet konağının pencereleri önüne sürüklenerek yüzlerce kez "gâvurlar” diye haykırışlarla Cumhuriyet insanlarını aşağılamaları işte bu sıradadır.

Ama Şeyh Sait isyanından beri, bu türden olaylarla karşılaşan Ankara yöneticileri, soğuk­kanlılıklarını kaybetmemişlerdi. Millet için tehlikeli duruma geldiği görülen davranışlar, başladığı yerde hemen söndürüldü* .

Görüldüğü üzere, P.Gentizon, ayaklanmanın yenilik düşmanlarınca, inkılapçılara karşı ya­pıldığını, hareketi idare eden dinî otoritelerin ayaklanmayı din motifinden yararlanarak başlattık­larını, yeniliklerin İslâm dini ile bağdaşmadığı iddialarının ağırlık kazandığını, ayaklanma bölge­sinin Türkiye’nin doğusu olduğunu, bu bölgenin kalkınmamış, halkı cahil bir yöre olup bazı din adamlarının "malikhâne” bölgesi olduğunu belirtiyor. Teşhisi ayaklanmanın irtica karakterli ol­duğu şeklindedir.

Gentizon’ayapılacak ilâvede denilebilir ki, Karadeniz’in diğer vilayetleri Rize’den daha zen­gin değildi

Şapka ve Medeni Kanuna Türkiye’nin sadece doğusunda tepki gösterilmemiştir. Şu halde, ir­tica karakterli olan bu ayaklanma emsallerinde olduğu gibidir. Bölgesel değildir.

Aynı düşünceleri paylaşan Lord Kinross eserinde şöyle demektir:

"Derebeyliğe bağlı, başına buyruk, sofu ve hırçın bir azınlık olan Kürtler, Osmanlı hükümet­lerinin başına zaman zaman dert açarlardı. Savaştan sonra, Barış konferasında müttefiklerin ba­ğımsız bir Kürdistan kurmak istemeleri, Kürtler’in özgürlük heveslerini kamçılamıştı. Şimdi de İn­gilizler’in Musul’da ve Irak sınırının ötesinde bulunmasından, merkezî Türk Hükümetine karşı ustaca yararlanıyorlardı. Piran ’da başlayan ve doğu illerine yayılan isyanın elebaşısı Şeyh Sait adında Hınıslı bir aşiret başkanı idi. O bölgedeki Nakşibendî dervişlerinin de başı olan Şeyh Sait, okuma yazma bilmeyen, ilginç görünüşlü bir toprak ağasıydı. Sürülerindeki koyunlun, aşiretinde­ki adamlann topraklannda otlatır, büyütür, dinsel itibarını ve otoritesine güvenerek onlann sırtın­dan geçinirdi. Kendi sülâlesini ötekilerle birleştiren, birtakım evlenmeler yolu, ile nüfûzunu kom­şu dağlarda yaşayan sürü sahibi diğer zengin ailelere de yaymıştı. Ancak şimdi Ankara ’nın yeni 'Türkleşmiş" hükümeti bu derebeylik gücünü tehdit edeceğe benziyordu. Bu gücünü, muhtar bir Kürdistan içerisinde sürdürmek isteyen Şeyh Sait, aşiretini, halifeliğin kaldnlmasına ve Kemalist Hükümetin "kâfirce”siyasetine karşı ayaklanmaya çağırdı. 13 Şubat 1925’te, birkaç haftalık sü­rekli bir propagandadan sonra "Allah’ın Emriyle" isyan ilân etti Yeşil Müslüman sancağı altında­ki kuvvetleri, şeriatı geri getirmek amacıyla, bölgeye yayılarak hükümet binalarını ele geçirdiler. Jandarmaları tutukladılar, önemli Elâzığ ve Diyarbakır şehirlerine yürüdüler. Lâkin Halk Fırka­sı ’nın aşın kanadmdakiler, aksi görüşü savunuyorlardı. Bu ayaklanma bir karşı ihtilâl teşebbüsü olabilir, Doğu illerinden Türkiye’nin başka yerlerine sıçrayarak, rejimi devirmeyi hedef tutan bir hareket halini alabilirdi. Onun için, sıkıyönetim yalnız isyan bölgesinde değil, yurdun her yanında ilân edilmeli, İstanbul’u da kapsamalıydı. Fethi Bey bu teklifi reddetti Karşısındakiler, bunun üzerine ateşlerini Terâkkîperver Fırka’ya yönelttiler ve Fırkanın alevlendirid bir dinsel propagan­da ile, isyanın patlamasına yol açtığım ileri sürdüler."(-428

"Gazi, toplantıya çağırıldı. O da başkanlık odasında bu çağrıyı bekliyordu. Uzun bir konuş­ma yaparak aşınlann tarafını tuttu ve sözlerini şöyle bitirdi: " Milletin elinden tutmak zorunda­yız. İhtilale başlamış olanlar, onu tamamlamalıdırlar". Hükümete güvensizlik teklifi oya sunuldu ve zayıf da olsa, çoğunlukla kabul edildi Fethi Bey daha fazla direnmek istemedi, partinin üstün­den geçip Meclis’ten güvenoyu istemektense, hemen istifasını sunmayı daha uygun buldu. Böyle­ce İsmet Paşa bir kere daha Başvekilliğe getirildi Recep Bey de Milli Müdafaa Vekili oldu. Bu arada Şeyh Sait’le adamlan, dağlık Doğu bölgelerinde ellerinde yeşil sancak, göğüslerinin üzerin­de Kur’an-ı Kerim; bankaları, evleri, dükkânları basıp yakarak 'Hak yolunda' ilerliyorlardı. Türkler’den, Tanrı adına teslim olmalarını istiyorlardı. Vaizler onlara cennette ödüller vaat ediyordu. Yerden ve havadan; Halife’nin kendilerinden fedakârlık istediğini, halifelik olmadan Müslüman­lık da olmayacağnı bildiren beyannameler dağıtılıyordu. Şeriat geri getirilmeli; okullarında dinsi­zdik öğreten, kadınlan yan çıplak gezdiren hükümetin başı ezilmeliydl *429)

"...Şeyh Sait, Kürt istiklâli yerine din davası ile ortaya çıktığı için komşu kabilelerden kendi­ne fazla taraftar toplayamamıştı. Bunlar bir Nakşibendi devivişinin ruhani başkanlığnı kabule yanaşmıyorlardı. Üstelik, bir Kürt devleti için ideal merkez olan Diyarbakır’ı ele geçirmeyi de ba­şaramamıştı. Böylece bütün hesaplar, hükümetin zaferi muhakkak elde edeceğini gösteriyordu. Fakat boyuna yer değiştiren küçük gruplar halinde dağlara sepilen Kürtler, ciddi bir direnme gös­terememekle beraber, pusular kurarak, tepelerden ateş ederek, arkadan ânî saldınlara girişerek harekâtı yavaşlatıyorlardı. Bununla beraber bu kuvvetler teker teker çevrilerek mukavemet yuvala­rı ele geçirildi Şeyh Sait’le suç ortaklan bir ay sonra İstiklâl mahkemesi önüne çıkarıldılar. Savcı­dan başka bütün mahkeme, Millet Meclisi üyelerinden kurulmuştu. Bunlar Kürtler’in yeşil müslü­man bayrağına karşı açık ve sembolik bir protesto niteliğinde olarak, kırmızı beyaz Türk bayrağnın altında yer almışlardı.                                                                  t

Şeyh Sait, dava sırasında sakin davrandı, hatta yargıçlarla şakalaştı. Yalnız, bir müslüman olarak, mahkeme salonundaki film makinelerine itiraz etti, dudaklannı oynatarak bunlara kaşı beddualar mınldandı. Din elden gittiği için isyana kalktığını söyledi. Öteki müslümanlara kılıç kaldırmakla günaha girdiğini kabul etmedi, onlar nasıl olsa imansızdılar, isyanı başarabilmiş ol­sa, medreseleri tekrar açacak, şeriatı geri getirecek, mecelleyi yeniden uygulayacak; yalancının dili­ni, hırsızın elini kesecekti. Kürdistan, yeni baştan, Peygamberin zamanındaki mutluluğuna kavu­şacaktı.  

 

"Şeyh Sait sehpaya çıkarken, mahkeme başkanına gülümseyerek: "Senden hoşlandım dedi Ama kıyamet gününde hesaplaşacağız.    Yurdun hiçbir yerinde, hükümetin çekindiğini söyledi­ği çeşitten, bir sempati belirtisi görülmedi. Komşu vilâyetlerde olsun, başka yerlerde olsun, köylü­ler kendilerini savunmaya hazırlanmışlardı. İstabul’da öğrencilerle hamallar -aydınlarla işçilerbu dinsel gericilik gösterilerini şiddetle protesto ettiler. İsmet Paşa’nın Meclis’te söylediği gibi, Cumhuriyet çocukları seferberlik çağrısına gönülden karşılık vermişlerdi O kadar güçlükle elde edilmiş olan barışı bozmaya yönelen bu teşebbüse kızmışlar, dinin siyaset için kullanılmasına içerlemişlerdi. Gazinin yeni millî cephesi, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan bu ilk buhra­nı, güven verici bir şekilde önlemiş oluyordu."

Lord Kinross’da tanımında Şeyh Sait’i derebeyi, güçlü Nakşibendî şeyhi olarak tanımla­dıktan sonra, hareketi Halifeliğin kaldırılmasına tepki, kâfir kabul ettiği Kemalistler’e karşı Allah'ın emri gereği verilmiş mücadele, İslâmî bir hareket olarak belirtiyor. Şeyh Sait muvaf­fak olması halinde, Halifelik getirilerek şeriat ve mecellenin uygulamasına geçilecek, hükü­metin dinsiz icraatına son verilecekti. Öldürülen insanlar için günah işlenmemiştir. Zira bun­lar, imansız olarak kabul edilmektedirler. Öldürülmelerine Türk oldukları veya Kürt hareke­tine mani oluşları sebep teşkil etmemiştir.

L. Kinross’un yanıldığı hususlar da vardır. Kürtler yazarın belirttiği gibi İlmî anlamda ol­madığı gibi, hukukî anlamda da azınlık değildir. Lozan Türkiye’deki azınlıkları belirlemiştir. Bunlar Rum, Yahudi ve dinî cemaat olarak kabul edilmiş Ermeniler’dir. Şeyh Sait din davası yerine Kürt istiklâli için ortaya çıksaydı, dinî çevrelerden kesinlikle bu derece destek göre­mezdi. Bir İslâm din adamının islâmiyette yasaklanmış kavmiyetçilik adına mücadelesi onay­lanamazdı. Aynca özellikle aşiretlerde ayn bir millî mensubiyet duygusu yoktu ve gelişmemiş­ti. Şeyh Sait, mücadelesinde kullandığı bayrak iddia edildiği gibi Kürtler’in değil o dönem islâmiyetçilerin sembolüdür.

" Modem Türkiye’nin Doğuşu" isimli eserinde B. Lewis Doğu konusunu enine boyuna incelerken konumuzla ilgili şu açıklamayı yapmaktadır :

" Kürt ayaklanmasını, Allahsız Cumhuriyeti devirmeyi ve Halife’yi geri getirmeyi isteyen derviş ve şeyhler yönetmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal, tekkelerini kapatarak, birlikleri­ni dağıtarak ve toplantılarını, âyinlerini ve özel kıyafetlerini yasaklayarak, dervişlere karşı ha­rekete geçti. "

B.Lewis, ayaklanmanın doğulu tarikat mensuplarının önderliğinde yürütüldüğünü, çıkış noktasmı dine karşı olduğunu kabul ettikleri Cumhuriyet yönetimine tepkinin teşkil ettiğini berterek, irticaî bir hareket olduğu teşhisini koymaktadır. M.Kemal’in bu gerici hareketi kö­künden halletmek için tekkeleri kapattığını belirtmektedir. Yazara göre tekkeler isyanların, isyancıların organize güçler haline gelmelerine yol açan örgüt merkezleridir. Ayaklanmaların sadece Doğu’da olmadığını, ne tekke ve ne de zaviyelerle ilgili kanunun, sadece Doğu illeri için geçerli olmadığı gerçeği de ayaklanmanın etnik karakterli olmadığını göstermektedir.

Metin Toker, olayda İngiliz kışkırtmasından bahsetmekle birlikte, isyanın daha çok dinî sebeplerden kaynaklandığını ve yayıldığını kabul etmektedir. Konuyla ilgili olarak eserinde şöyle demektedir;

" Şeyh Sait bir Kürt lideri gibi davranmaktan ziyade bir "karşı ihtilaTin ilk darbecisi gibi hare­ket ediyordu ve açtığı bayrak, hilâfet bayrağıydı, şeriat bayrağıydı.  434\..

"... Zira gelen haberlerden anlaşılıyordu ki mahallî jandarma, yakın tanıdığı, bildiği asilerin üzerine ateş açmıyor, hatta bazıları onlara katılıyordu. Köylüler de bunu görünce, zaten "din uğru­na savaş"parolasıyla ilerleyen Şeyh Sait kuvvetlerine kapılarını açıyorlardı."  .

"...Hükümet adına Başbakan Fethi Bey, milletvekillerine durumu anlattı, olayın irticaî bir is­yan olduğunu bildirdi Şeyh Sait’in beyannâmesini gruba okudu. Beyannâmesinde Sait, müstakil bir Kürdistan ’ın kurulacağını müjdeledikten başka Halifenin döneceğini, Şeriatın tekrar toplum hayatına hakim olacağını, dinsiz olan mevcut hükümetin ortadan kaldırılması gerektiğini bildiri­yordu. " (436)

Metin Toker, olayın tegâhlayıcısı olarak İngiliz Hükümeti’ni görmektedir. Şeyh Sait’i et­nik bir hareketin lideri olarak değil bir karşı devrimci olarak nitelendirmekte, din adına bay­rak açtığını belirtmektedir.

Mahmut Goloğlu " Devrimler ve Tepkileri" isimli eserinin Şeyh Sait ayaklanması bölü­münde konumuzla ilgili şu bilgiyi vermektedir :

"....İslâm dininin en bağnaz ve tutucu olanlarını içinde toplamış olan Nakşibendi tarikatı­nın en çok etkili olduğu doğu bölgesinde; hükümetin dinsizliği, milletin dinsizliğe götürüldüğü, di­nin kaldırılmak istenildiği, dinin yitirilmekte olduğu, bunu önlemek gerektiği gibi söylenti ve pro­pagandalarla devrim tepkilerinin belki de en büyüğü denebilecek olan ayaklanma başladı." 

Ayaklanma sebebi ve zavallı halkın kandırılması konusuna gelince; ayaklananların elinde yakalanan belgelere ve öldürülenlerin üzerinde çıkan bit mektuba göre, güya Türkiye Cumhuriye­ti Hükümeti o bölgede sekizyüz kişinin öldürülmesine emir vermiş. Şeyh Sait’de bunların içinde imiş. Bundan kurtulmak içinde zaten yapılması gizlice niyet edilmiş ve hazırlanmış olan ayaklan­mayı biran önce yapmak gerekmiş. Ayaklanmanın amacı şeriatı sağlamakmış 17.2.1925 günlü bir raporda deniyor ki; olay padişahlığı, hilâfeti, şeriatı ve Abdülmecit'in oğullarından birinin sal­tanatını sağlamak gibi gerici bir propaganda perdesinin altında Kürtçülüktür. Genel durum bu­dun.... Fakat mütemadiyen ötede beride dolaştıkları işitilen ve tutulmayan tanınmış Kürtçüler halkı eyleme geçmek için kışkırtmaktadırlar..."  

Dış sorunların çözülmek üzere olduğu şu sırada, içerde çıkan bu ayaklanmaların kaynak ve sebeplerini aradığımız zaman, birçok şeyler akla gelebilir. Fakat isyancılar ve tertipçiler halka bu etkenleri açıklamamışlardır. Halka söylenenler uydurmalardan ibaretti. Din yok ediliyormuş Tan­rıda, dinin yeniden canlandırılması için Şeyh Sait’i görevlendirmiş. Şeyh Sait’in de kendine bir Peygamber süsü verdiği öteki belgelerden anlaşılıyor..." '*

...Anayasamızın 2. maddesi gereğince Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, İslâm dinidir. Böyle ol­duğu kışkırtıcı ve tertipçilerce de bilindiği halde ihtilâl çıkarmak, ayaklanmak ve Türk milletini öteden beri muhtaç olduğu huzur ve sessizliği bozmak için halkın din duygulan sömürülmüştür. Din ve dinin kutsal kavranılan araç edilerek halkı, millet, vatan ve Cumhuriyete karşı kışkırtan­lar hakkında şiddetli kanun hükümleri koymak gerektiği bir kez daha ortaya çıkmıştı..

24.2.1925 tarihinde Meclise verilmesi kararlaştınlan kanun tasarısında; "insanlığı mutlu et­mek için konulan ve yayılan kutsal dinler; tarihin akışında aşın haksız ve kötü isteklerin karşılan­masına araç edilmek gibi amaçlarla tam tersine bir akıbete düşürüldüler. Denilebilir ki, insanlık en dayanılmaz, en kanlı yaşantı dönemlerini talihin acı bir sonucu ile din ve dinin kutsal kavram­ları için yapılan çalışmalann arasına yazdı. Tarihin, elleri satirli katil ve zorba taç sahipleri mace­racıları, türedikleri kötülüklerine, zorbalıklarına, dinleri dayanak göterecek kadar Tanrı buyrukla­rından yararlanmak yollarını buldular. Söylenmesi çok üzücüdür ki; insanlığa mutluluk ve yüksel­me kılavuzu olarak Tanrı katından indirilmiş olan kutsal dinler, kötülükler altındaki insanların kutsal haklarını kesin bir kararlılıkla meydana çıkarma aracı olan devrimlerin, amansız düşma­nı olan kötüler elinde gericilik için kullanıldı. Siyasete alet edilmiş olan dinlerin insanlık yaşantı­sındaki etkisi bundan başka bir sonuç vermemiştir. Yüksek esaslarına rağmen İslâmlıkta, uzun yıllar kötüailelerin elinde kan dökücü, istibdat idarelerinin gerekçesi olarak gösterildi.

Sonuçta, dinin istismarım önlemek için hazırlanan kanunun birinci maddesinde; "Dini ve dinin kutsal kavramlarını siyasi amaçlara esas ya da alet etmek için demekler kurulması yasaktır. Bu tür dernekleri kuranlar ya da bu derneklere girenler vatan haini sayılırlar..." de­nilmiştir/442) t

Goloğlu’nun incelemesinde ayaklanmanın, dini istismar ederek güçlenen gerici bir olay olduğu, az çok Kürtçülük muhtevasının da bulunduğunu görüyoruz. Halktan, ayaklanmadaki dış tahrikler saklanılmıştır. Anayasa’nın 2. maddesine rağmen halkın cehaleti sonucu asile­rin, hükümetin din politikasını istismar edebildikleri, din istismarının yenilenilerek benzeri olayların takrarına fırsat vermemek için hükümetin kalıcı tedbirler aldığı, Şeyh Sait ayaklan­masına tepkilerin Doğu vilayetleri halkı ve din adamlarından da geldiğini görüyoruz. Kısaca  özetlersek Goloğlu’na göre, olayın karakteri irticai ve bölücüdür.

"Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, I" isimli eserinde Şadillili Vedat, Genel­kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı’nın bu konudaki yayınlarını büyük ölçü­de esas almıştır. Ayaklanmanın karakterini tayin edebilecek bilgi veren bölümünde;

"Başlangıçta-İslâm şeriatı-adma başlatılan isyan, kısa bir zaman sonra İngilizler’in yerli ajanlarından Seyid Abdülkadir, İhsan Nuri, Cibranlı Halit, Hasenanlı Halit, Yusuf Ziya gibi is­yanda önemli rol oynayan şahıslarla, isyanın asıl maksadından saptırmış ve bir Kürt devletinin kurulması yönüne doğru kaydırılmıştır. Şeyh Sait daha sonra durumu anladı ise de birşey yapa­madı, Nitekim, istiklâl Mahkemesinde verdiği ifadesinde de Şeyh Sait,-Kürt Devletikurma şek­lindeki yorumlan şiddetle reddedecek ve İslâm için direndiğini söyleyecekti. S44® tarzında bir açık­lama vardır.

Ş.Vedat’a göre ayaklanma Şeriat uğruna yapılmıştır. Yani dinî karakterlidir. Olaya et­nik bölücü karakter vermek isteyenler İngiliz yanlısı kimselerdir ve ayaklanmayı başlatan lide­rin tercihi olmasına rağmen seçilen bu yolu Şeyh Sait reddetmiştir. Olay büyük ölçüde dinî karakterlidir.

"Doğu tileri ve Varto Tarihi" isimli eserinde M. Şerif Fırat, Şeyh Sait ayaklanmasına yer ayırıp ayrıntılı bilgi vermiştir.

Yazar, ayaklanmaya Mondros Mütarekesi ve Sevr antlaşmasının cesaret verdiğini, bir kı­sım Şafii ve Nakşibendi Şeyh ve ağalarının 1919’dan beri var olan ayn bir devlet kurma fikri­nin, Kürt Teâlî Cemiyeti organizesiyle ayaklanma şeklinde patlak verdiğini, ayaklanmadan sonra dağlarda çeteler kuran eşkiyanın asayişi bozduğunu belirtmektedir. "İrtica fikri üzerine perde çekilerek yütülen bu siyasî faaliyetin" çeşitli Türk boylarından kopmuş asilere Kürt di­ye hitap edilmesinden kaynaklandığını, bu hatalı ve gerçek dışı tanımlamanın Yavuz Sultan Selim ve Abdülhamit’in millî duyguları, din ve hilâfet uğruna feda etmelerinden güç aldığını, Yavuz’un Şiiliği ve Şah İsmail’i durmak için doğu illerimizdeki dağlı Türkler’e Kürt ve Doğu illerimize Kürdistan ismini takışı, Anadolu’dan doğuya aşiret nakledişi, Sultan Hamit’in salta­natını sürdürmek için Türk aşiretlerine Kormancı adını takarak onlardan 36 Hamidiye alayı kurup "siz benim evlatlarım ve Kürtlerimsiniz" deyişi, bölge halkına yanlış mesajlar vermişti. Bu duygular, Kürt Teali Cemiyeti mensuplarının işlerine yaramıştır. Türklüğe mensubiyetten uzaklaşan bu aşiretlerin zamanla kendilerini Kürt, Seyyit, Abbasî, Halidî, Emevî silsilesine kadar götürmelerine yol açmıştır. Bu yanlış düşünce olayların kaynağını teşkil eden dinî taas­supla birleşmişti.

Yazar ayaklanmaya iştirak edenlere dair bilgi verirken de; ayaklanmaya sonradan katılanlar, ayaklanmaya karşı devlet güçlerinin yanında yer alanlar ve başlangıçtan beri ayaklan­manın içinde olanlar şeklinde döküm vermektedir.

Ayaklanmanın sevk ve plânlamasını" Emir’ül-Mücahidin" adı ile liderlik yapan Şeyh Sa­it’in kayınbiraderi olan Cibranlı Halid’in yaptığı isyancıların işine, Cumhuriyetin ilânının ya­radığını, Cumhuriyetten sonra Saltanat ve Hilâfetin kaldırılışı, başlattıkları propagandaya uy­gun düştüğünü, Hasenanh Halit’in ise gerçek bir derebeyi olduğunu, vaktiyle dört aşiret çı­karmış olan yüzlerce süvariye hükmeden, Tuzla ile Malazgirt köylerinin âşannı alan, aynca Hasenanh aşiretinden de yüzlerce süvari çıkaran güçlü ve azdı bir derebeyi iken menfaatleri­nin elinden alındığını, her aşiret liderinin kendi aşireti ile bölgesinden ayaklanmaya katılma karan aldığını, Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’nın Haleb’den dönerken muhtarlardan aldığı bağlı­lık mazbatasını, Cemiyet-i Akvam’a Taşnak-Hoybun aracdığıyle göndereceğini belirtmekte­dir. (*“)

Şeyh Sait’in, "kurulduğu günden beri dini mübini Ahmedînin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ile arkadaşlarının Kur’an'ın ahkâmına aykırı hareket ederek Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve hatifey-i İslâmî sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün islâmlar üzerinde farz olduğunu, Cumhuriyetin başında bulunanla­rın ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriatı Gorrayi Ahmediye’ye göre helâl oduğu... ’ 45  şeklindeki fetvasından sonra bu mealde vaazlar verip konuşmalar yaptığı, Alevî aşi­retlerinin bu cihada katılmadıklan, Şeyh Sait’in isyana katılmalannı sağlamak için direnen Hormek aşireti rüessasından Halil, Veli ve Haydar ağalara yazdığı mektupta; "....dini mübin-i Ahmediyi kâfir olan Mustafa Kemal’in yed-i zulmünden tahlis etmek gazabı niyetiyle şuşara hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden Lâilâheillâllah üzerinde farz olunduğunda minelkadim memleketimizde büyük bir gayret ve şecaât sahibi olan müslüman aşiretlerimizin de şeriatı gurrayı Ahmediyeye ve bu cihadı ekbere ittifak ede­ceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyülhü’l-ensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhetlerin elinden kurtaralım, size istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükümet bizi de kendisi gibi din­siz yapacaktır. Bunlara cihat farzdır. Yu-kâtibû fi-sebîlu’Ilah 4. Kanunisani 1341 Emirrel mü­cahidin Elseyit Muhammed Saidi Nakşibendi."(44Ğ) dediğini, Şeyh Sait’in "Emirelmücahidin" ve "Nakşibendi" ünvanını kullanarak zımmen halifeyi ve İslâmiyet! temsil etmeyi, Darahini’yi hilâfet merkezi ve Nakşibendiliği hilâfet tarikatı yapmayı amaçlamış olduğunu belirtiyor­du/447)

Yazar ayaklanmayla ilgili bölgeye ait bütün yazışmaların belgelerini neşretmiştir. Bunlar­dan 27 Şubat 1341 Ankara çıkışlı Kaymakam Abdurrahman ve Binbaşı Tahsin Beylere Türki­ye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal, imzasıyla yazılan telgrafta :

"Şeriat perdesi altında Cuhuriyet ve vahdetimize vaki olan süikast teşebbüsünün karşısındaki vatanperverâne vefedakârâne hissiyatınız şayanı şükran ve takdirdir. Pek ulvî mücadelemizde aynı hissiyat ve imanla devam buyrulacağından eminim. İrtica heyet ve teşebbüslerine karşı halkımı­zın her taraftan gönderdikleri lanet ve nefret hisleri muvacehesinde hainlerin yakın zamanda ta­mamen cezalarını bulacaklarına itimadım katidir. Cümleye selâm ve hürmetler'*  denilmekte­dir.

Yazarın açıklamalarından, ayaklanmanın Nakşî ve Kadîrî taassubundan kaynaklandığı, etnik bölücü hareketin bu potansiyelden yararlanmayı amaçladığı, etnik farklılık zihniyetinin teme­lini Osmanlılar’ın hilâfeti alışları ile başlayıp Abdülhamit’in Hamidiye Alaylarım kuruşu ile geliştiğini, Taşnak-Hoybun’un bölücü harekete diplomatik alanda destek olduğunu, Alevî Türk aşiretlerinin ayaklanmada devletten yana destek sağladığını görmekteyiz.

M. Şerif Fırat’a göre olayda etnik bölücülüğün payı olmasına, derebeylerin çıkar kavgasının rolü bulunmasına rağmen, ayaklanma büyük ölçüde dinî taassup karakterlidir.

Celâl Bayar’la röportaj yapan Kurtul Altuğ, yakın dönemlerin bu önemli devlet adamının ağ­zından Doğu isyanları ile ilgili düşüncelerini tespit etmiştir. Yapılan bu röportajda, Celâl bayar, doğu meselesi ve isyanlarla ilgili olarak şunları anlatmaktadır :

" Dersim isyanı tamamen Kürtler’in siyasî düşünceleridir. Bunlar ne anarşisttir, ne şudur ne budur. Bunlar doğrudan doğruya müstakil Kürt hükümeti kurmak isterler. Bugün de bu istekler kuv­vetlenmiş şekildedir. Büyük Millet Meclisi’nin vazifelerinden birisi de Sevr Muahedesi’nin şartları­nı ortadan kaldırmaktır. Yunanlılar’ın Anadolu’ya çıkışlannın sebebi Sevr Muahedesi’ni cebren bize tatbik ettirmekti. İngilizler’e söz vermişlerdi. Dersim hakkında da muhtariyet meselesi vardır. Kürt meselesi diye bir mesele geniş bir şekilde konferansda geçmedi Ermeni meselesi vardı. Ermeniler daha kuvvetliydiler. Kürtçülük meselesi hafif telâkki ediliyordu. Fakat İngilizler Türki­ye’yi zayıf bırakmak istiyorlardı. Hem idaresi zayıf olsun istiyorlardı, hem de bölmek... Lloyd George çok düşmandı bize. Dersindiler tıpkı Yunanlılar gibi kendi menfaatlerine harekete geçtiler ve ikiye bölündüler. Kürtçülük gayesini muhafaza ederek bizimle beraber olanlar var. Misak-ı Milli­ye Muahedesi’yle oraya istisnai olarak bir muhtariyet verilmiştir. Otonomi olarak... Seyit Abdulkadir isminde bir Kürt Şeyhi vardı. Onu İngilizler, Irak Hükümeti ile bizim hudut arasında bir ye­re sokup tampon olarak kullanmak istiyorlardı. O Şeyh vasıtasıyla Irak’la bizim aramızda bir tampon bölge yapmak istiyorlardı. O da Kürtler’in bulunduğu yerde çalışmak istiyordu. İstanbul Hükümeti’de bunu kabul etmişti. İngilizler bunu istiyor. Halifede bunu istiyordu. Hürriyet Ve İti­lâf Fırkası da bunu istiyor. Aralarında bir anlaşma yapmışlardır. O ittifaknâme benim arşivimde vardır. Dersim ayn, Abdulkadir ayn, sonra Şeyh Sait isyanı, meselâ Kürtler’den Lütfi Fikri vardır. Bu Avrupa’da tahsil etmiş bir adam. Şerif paşa Stockholm'de bizim sefirimizdi Genç bir adam, babası da Yunan muharebesi, Teselya Muharebesi olduğu zaman Abdülhamit’in hariciye nazın.

Tesefya’da muzaffer olduk, işte öyle bir hariciye vekili.. İşte Şerif Paşa böyle bir adamın oğlu, İt­tihat ve Terakki, Meşrutiyet’i ilân ettiği vakit de, kendisinin daha mühim mevkilere geçmesini iste­di Halbuki bulunduğu, mevkii kendisine çok görülüyor, oradan içerledi; sonra da Kavalalı Meh­met Ali Paşa ailesinden bir kadınla evlendi, oradan büyük servete sahip oldu. Muhalefete geçti. Ondan sonra hain-i vatan oldu. Müstakil bir Kürdistan işgal etmek için alenen meydana çıktı.

Lütfi Fikri’den bahsediyorum. O vakit bazı gençler onunla beraber oldular. Şerif Paşa ya Sü­leyman Nazif "Boş herif” derdi... Şerif Paşa, Lütfi Fikri’yi de Lozan Konferansında bu meseleyi müdafaa etmek için yanma almak istedi. Lütfü Fikri de Meclis’in muhaliflerinden... Ben İz­mir’de değilken İzmir’den vapurla İskenderun’a, oradan da memleketlerine gitmek istemişler. Bi­zim o zamanın gençleri, İttihat ve Terakkiye muhalif diye bunları yuhalamışlar... Adam ısrarlı bir muhalif, demokrasi anlayışı başka...

Lütfi Fikri, Şerif Paşa’ya cevap veriyor " Müstakil bir Kürdistan değil, müstakil bir Kürdis­tan değil, müstakil bir Ermenistan meselesi değil, eğer bir Osmanlı meselesi müdafaa etmeyi ka­bul ederse en çok o zaman kendisiyle giderim diyor. Bunun üzerine adam yükseldi Atatürk’ün aleyhinde bir yazı yazmıştı. Atatürk O’nu mahkemeden kurtardı. Demek isterim ki muhalif olan Kürt münevverlerinden bu "boş herife de muarız olanlar çoktu. Süleyman Nazif de Diyarbakırlı’dırve o muarızdır. Binaenaleyh Anadolu’da elimizden çıkıyordu.

Gelelim Dersim Hareketine : Dersimliler Büyük Millet Meclisi açıldığı vakit oraya mebus göndermediler. Atatürk bu vilâyetten beş tane mebus istedi İstanbul Meclisi Mebusanı’ndan da benim bulunduğum, kendisine iltihak edenleri kabul etti. Dersimliler ne olur ne olmaz diye me­buslarını seçtiler. Fakat Meclis’e gelip vazifeye başlamadılar. Atatürk’ün otoritesinin Meclis’e ve memlekete vaziyet ettiğini görünce, içlerinden bazılan geldiler, o gelenlerin içinde isim söylemek doğru olmaz, temiz adamlar da vardı; İngilizler’in casuslun da vardı. Bir Deli Halit Paşa vardı. Onu sonra Meclis’te öldürdüler. O havalide kumandanlık yapmış. Tanıyor hepsini. Ellerinde mazbatalan var. Halit Paşa gülüyor, " a sende mi buradasın?" diye alay ediyordu. Asıl müfrit olanlan Büyük Millet Meclisi ile birlikte Koçkiri’de teşkilât yaptılar.

Kürtlük hesabına en idealistleri orada toplandılar. Sivil asker bütün kuvvetleriyle orada top­landılar. Orada mühim bir kuvvet teşekkül etti. Koçkiri’de isyan etti. Ben o zaman Hariciye’ye ve­kâlet ediyordum. Meclis tetkikatı yapmayı da bana havale ettiler. Bir Erkân-ı Harp Yüzbaşısına Afyon Mebusunu Hükümet namına tetkikata memur ettim. O gitti tetkikat yaptı raporunu verdi "Buradaki isyanm sebebi Sevr Muahedesinin tatbikini temin etmektir" dedi Yani nasıl Yunanlı­lar İngilizler’in desteği ile nasıl Sevr Muahedesinin tatbikini istemişlerse, Dersim isyanı’nın bir kı­sım halkı da İngilizler’in parasıyla yahut da desteği ile Koçkiri isyanını başlatmıştır. Irak tarafin­dan da Abdülkadir, İngilizler’in parasına dayanarak tampon bir prenslik yapmak istemiştir. Son­ra onu da astılar...,   

" Şeyh Sait’in gayesi Babı-âlinin zihniyetini taşıyan ve bunu marifetli bir iş sanan -ki halâ böyleleri varadamların telkini ile hakiki şekli anlaşılmamıştır. Hatta mahkemenin karan bile, telkin edilmiş değiştirilsin diye... O bir Kürt İslâm Devleti kurmak istemiştir. Şimdi nasıl İran’da­ki o adam, Humeyni kuruyor... Şeyh Sait bunu yapmak istemiştir. Bu üç mıntıkayı birbirine birleştiriverir, demek kİ Anadolu’nun yansı gitmiştir. Kürt meselesi bu.... Politikası bu... Koçgiri ben­ce hepsinden mühimdir. Yunanlılar’a karşı durmak için nasıl tedbir alıyor isek, orada da aynı su­rette teşkilât yaptık. Esasen Yunanlılar’a karşı durmak için kuvvetimiz kâfi geldi Bunlarda ayn­ca çıktı başımıza... Koçgiri de biranda merkez yapıldı. Komutanlığına size önce bahsettiğim Nu­rettin Paşa’yı kumandan tayin ettiler. O başardı o işi. Sonra Giresun’dan 1200 kişi ile gelen To­pal Osman çok yakın dostumdur,-cahil bir adamdıbüyük gayretleri oldu. O 1200 kişisi de Ata­türk’ün muhafızı olarak Çankaya’da muhafaza edilmiştir. Koçgiri'de çok ciddi muharebeler ol­du. İki taraftan da çok telefat verildi ve sıkıştırdılar bizi. Yunanlılar, Eskişehir'den öbürleri de öbür taraftan,l(450)

Celal Bayar’ın konu ile ilgili açıklamaları meseleyi başka açılardan da ele alabileceklere kolaylık olması için özellikle geniş olarak alınmıştır. Bayar’a göre Dersim olayı Kürtler’in si­yasî düşüncelerinin tezahürüdür. Müstakil Kürt Devleti kurmaya matuftur. Bugünkü faaliyet onun devamıdır. Sevr Muahedesi’nden güç almaktadır. Konferans’da geniş bir şekilde geçme­miş olmasına rağmen, İngilizler bölgede bir tampon devlet düşünmektedirler. Böylece hem Türk idaresini zayıf düşürecekler ve hem de güçleri ikiye bölmüş olacaklardır. Bölücü kadro­lar da kendi içlerinde ikiye ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı Misak-ı Millî içerisinde hak talep ederken diğer kısmı Misak-ı Milli’ye taraftar değildi. Dersim’de kurulacak tampon bölge için : İstanbul Hükümeti, İngilizler, Halife, Hürriyet ve İtilâf Fırkası hemfikirdirler ve aralarında anlaşma olmuştur. Güneydoğulu entellektüellerin içinde bölücü harekete liderlik yapmak is­teyen Şerif Paşa’nın politikasına ve tutumuna karşı olanlar da vardır.

Celal Bayar’a göre, Şeyh Sait olayının "hakiki şekli” anlaşılmamış olmakla beraber, Şeyh Sait bir Kürt İslâm Devleti kurmak istemiştir. Şeyh Sait’in 1925’lerde yapmak istediğini Humeynî günümüzde yapmaktadır.

Celâl Bayar’ın teşhisine göre her iki ayaklanmada bölücü karakterlidir. Bunlardan Şeyh Sait ’in öncülük yaptığı hareket başarıya ulaşması halinde kurulacak devlet, islâmi karakterli olacaktır. Humeynî hareketinin karakterini taşımaktadır. Günümüzdeki bölücü hareket bu is­yanlarla başlatılan hareketin devamıdır. Humeynî hareketi ile Şeyh Sait olayının "arayış" ve "reaksiyon" olarak ortak yönleri olabilir. Ancak İran İslâm Devrimi hareketi sadece İran için değil İslâm Âlemi için yola çıkarılmış bir kurtuluş hareketi olduğu iddiasındadır. Şeyh Sait olayının amaçlan arasmda bu tür enternasyonal bir hedef yoktur. Şeyh Sait ve Dersim ayak­lanmalarının bugünkü bölücü hareketin geçmişi olarak tanımlanmaları ise yapısal karakterle-

Kurtul Altuğ, a.g.m., Tercüman, 13 Ekim 1986.

ri itibariyle mümkün değildir. Şeyh Sait olayı dinî karakterli bir olgu ise, Marksist karakterli günümüz bölücü hareketinin nasıl başlangıcı olabilir? Seyit Rıza olayında ise feodal ağanın öncülüğü vardır. Yani Marksist kadroların engel olarak gördükleri güç. Ancak, her iki döne­me ait olaylarda müşterek olan yanlar vardır. Aynı bölgeleri coğrafya olarak seçmek, aynı et­nik zeminde faaliyet yürütmek ve "ayrılıkçı" karakter taşımak gibi.

Bruinessen Şeyh Sait olayını anlatırken olayın karakterini tayin edici açıklamalarının yanısıra üzerinde durulması gereken başka açıklamalar da yapmaktadır. Yazar "..isyanın görü­nürdeki nedeni modem Türkiye’de uyulmayan islâmi prensiplerin saygı göreceği bağımsız bir Kürt Devleti kurmaktı/451) demek suretiyle C. Bayar’m olayla ilgili yaptığı açıklamayı ade­ta tekrar etmiş olmaktadır.

Yazar Şeyh Sait olayını, 1880’de Ubeydullah Nehru’nun başlattığı olayla karşılaştırır­ken, Azadi örgütünün Şeyh Sait’in halk üzerindeki dinî nüfuzundan yararlandığını, Şeyh Sa­it’in ise askerî hareketlerin liderliklerini de üstlendiğini belirtmektedir.(452) 1961-1975 yıllan arasındaki Barzanî olaylan ile Şeyh Sait olayı karşılaştırılırken de Barzanî hareketinin devam­lılık kazanmasında, Kürdistan Demokratik Parti, gibi bir örgütün adeta Azadî’nin yerini al­mış olması üzerinde durulmaktadır.

Bruinessen, olayın incelenmesinde, yaşayanların bilgilerinden de yararlanmıştır. Bunlar­dan Melâ Hesen Hisyar’ın şahadetine başvurmuştur. Bu şahıs, Şeyh Sait isyanına katılmadan evvel Türk ordusunda teğmendir. İsyan suçlusu olarak mahkûm olmuşken affa uğramış, bu defa Ağrı isyanına katılmıştır. Daha sonra Suriye’ye geçmiştir. Bu şahsın olaylara ulusal kur­tuluş zaviyesinden bakması ve bu istikamette açıklama yapması doğaldır. Zira bölücü ideolog­ların günümüzde, geçmişteki olaylara dair koydukları teşhisin dışında kalıp, farklı düşünmele­ri pek mümkün değildir.

Bruinessen, Şeyh Muhammed İsa Şeyda için; babası Cibran kabilesi aktif şeyhlerinden iken, annesi ile bir süre hapsedildiğini, annesinin Türk olması üzerine serbest bırakıldığını ile­ri sürmektedir. Ancak, tutuklamada Kürt olmak ölçü olarak alınmış olsa idi, Doğu Anado­lu’dan tutuklanacak halka cezaevi binası yeter miydi? t

Bruinessen, Arif Bey’den bahsederken O’nun, 1925 yılında devlet memurluğu yapan bir ziraat mühendisi olduğunu belirtmiştir. Arif Bey bu okulun ilk mezunu ve memuriyetinin de ilk yılını yaşıyor olsaydı bile; Türkiye’de ziraat yüksek mühendisi olabilmek için asgari 15 yıl daha beklemesi gerekirdi/453) Zira o yıllarda bu fakülte henüz kurulmamıştı. Bu türden hata­lara rağmen, eser bu konuda yapılan en ciddi çalışmalardandır.

Yazarın propaganda maksatlı yayınların dışında tuttuğu kaynaklan arasmda sıraladığı, Zinnor Silopi (Kadri Bey Cemil Paşa), Ekrem Paşazade ve M.Nuri Dersimi hareketin ulusal kurtuluş niteliğini kazanmasını isteyen; Hormekli M.Ş.Fırat ise, karşı görüşte olan ideologlar­dır. Olayı yaşamış sade, doğulu vatandaştan Bruinessen (kendisinin de belirttiği gibi) doğuya gelmediği için dinleyememiştir. Bunların kanaatine göre, isyanı ve sonrasını yaşamak tam bir felaketti. Din adamlarının kanaatini bize göre de; iki bölümde ele almak gerekir. Sathi şafîler arasmda Şeyh Sait’i halâ saygıyla yadeden çıkabilmektedir. Diğer tarafta tarikat, tekke ve tasavvuf bilgileri derinlik kazanmış çevrelerin görüşü, "hareket İslâm kanı dökülmesine ve si­yasileşmeye tamayül ettiği için hata edilmiştir. Derinliği olan bir şeyh bunu görebilmeliydi" şeklindedir.

Doğu Anadolu, burada cereyan eden olaylar, buranın halkı ve bu halkın kültürü ile ilgili Batıklarca yapılan yayınların büyük çoğunluğu birbirlerinin kopyası ve çok kere politik muh­tevalı iken; Bruinessen’in eseri için bunu söylemek mümkün değildir. Bu önemli eser; Şeyh Sait olayının karakterine konulacak teşhis için Kürt kesiminde gelişen milliyetçi akımının sey­rinin bilinmesi gerektiğini haklı olarak belirtiyor. Bizim de katıldığımız bu görüşü yazardan takip ederken yer yer açıklamalar yapacağız.

Bruinessen, Kürt millî hareketini, Ahmedî Hanî’nin Mem û Zin isimli eserinin, Cumhu­riyetten sonraki Türkçe baskılarında tahrifat yapıldığına 454  dair üzerinde tartışmalar olan bölümüyle başlatmaktadır. Günümüzdeki anlamda bir millî hareket olmasa dahi, Bedir Han Bey’e değinmekte, daha sonra Şeyhler döneminin tahliline geçmektedir.

"Kürt" kavramının ağırlık kazandığı bu dönem anlatılırken;

"Önceleri Kürtlük, oldukça çelişkili bir kavramdı. Konuşulan yere ve konuşan kişiye bağlı ola­rak değişik gruplar için kullanılıyordu. Meselâ Kurmanç "Kürt" deyimi, Kürt kabile mensuplan için kullanılıyor ve bu onlan Türkler’den ve şehirli OsmanlIlardan ayırmak veya hıristiyan çiftçi­lerden ayırmak için yapılabiliyordu. Zaza şivesini veya güney şivelerini kullananlan belirtmek için veya Kürt çiftçisini ağalarından veya Osmanlı idarecilerinden farklı olarak düşündürmek istendi­ğinde kullanılabiliyordu.

Aynı dili konuşan ve şeytana tapanlar diye horlanan Yezidiler müslüman Kürtler’ce, Kürt kabul edilmiyorlardıS'3'5  Öte yandan birçok kabile başkanı ve bazen bütün kabileler gerçek veya uydurma Arap kökenli olduklarım gururla söylüyorlardı. Devlet hizmetinde olanlarla, şehirliler kendilerini Osmanlı kabul ediyorlardı. Onlar için Kürt adı (Türk'te de olduğu gibi) geri kalmışlı­ğın ve barbarlığın simgesiydift5  demektedir.

"Kürt" admın çeşitli tahlillerle geldiği anlama ve geçirdiği aşamalara dair Türkiye’de de M. Eröz’ün 457) İ. Kafesoğlunun(458\ H.Z. Koşay(459)’ın M.F. Kırzıoğlu’nun(460), H. Çay’ın  ve diğerlerinin yaptığı araştırmaları biliyoruz. Bu araştırıcılara göre bu kelime, Türk’ün bir boyu, Türkler’in belirli bir coğrafyadaki ismi, yaşama şekilleri farklılık gösteren Türkler, ya­bancı kültürel tesirler altında kalmış Türkler vb. anlamına gelmektedir. Hayri Başbuğ*462) ise Zazalar’ın kesinlikle Kurmançlar’la bir bağı olmayacağı kanaatindedir. Zaza ve Kurmanç toplumlannm sosyal olaylara çok farklı tepkiler verdiği sonucunu ise N.Erdentuğ’un 463) yönetti­ği bir doktora çalışmasından öğrenmekteyiz.

Bruinessen, islâmda; kabul edilen aile ve kabileden büyük tek toplumun ümmet olduğu­nu, müslümanlann dışında, Ortodoks, Gregoryan ve Yahudilerin belli kanunî haklarının oldu­ğunu, Sünniler ile Alevilerin arasmda mücadelenin bulunduğunu, Halifeliğin Sünni olan Arap, Türk, Kürt v.b.nin birleşmesinden yana olduğunu, İslâm hareketinin başlatıcısı II. Abdülhamit’in (1876-1909) bütün sünni tebanm sadakatini kazandığını, Kürtler’in sultan ve hali­feye bağlı olduğum/464 , 1904’de oluşturulan ve neredeyse Cibran ve Hasenan aşiretlerinden meydana gelen Alayların mensuplarına yönelen Kürtçü cereyanların, onların İslâm halifesine olan bağlılıkları sonucu tesirsiz kaldığını, belirtmektedir. 1924’te halifeliğin kaldırılması üzeri­ne Doğu bölgesinde milliyetçilik duygularının başladığını, Ermeni olayları ile kısmen boşalan Doğu bölgesinin Kürt devleti kurulma temayülünü artırdığını, Avrupa’nın Osmanlı toprağın­daki etnik unsurları milliyetçiliğe ittiğin/465), Osmanlıcılık akımının yaygınlaştığını, Abdülhamit’e karşı geliştirilen anayasacı, Osmanlıcılığa taraftar ve siyasi özgürlükçü Genç Türkler kadrosunun içinde Türk olmayan müslümanlann çoğunlukta olduklannı açıklamaktadır. Bu arada Abdullah Cevdet ve İshak Sukûti’nin de iki Kürt aydmı olarak büyük rol oynadıklarını, zamanla Genç Türkler hareketinin, Türkçülükten etkilenmeye başladığını, imparatorluktaki hıristiyan milletlerde milliyetçilik hareketinin gelişmesinin Türkçü hareketi kamçıladığını, 1908’deki Genç Türk devriminden sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin şoven Türk milliyetçili­ğini saklamaya gerek görmediğini, diğer müslüman milletlerin milliyetçiliğinin bir noktada bu siyasî akıma tepki olarak geliştiğini, özgürlük ve önemli eşitlikleri vaad eden bu ortamın, İmparatorluğa 6 ay içerisinde büyük topraklar kaybettirdiğini, tutumu sertleşen İttihat ve Terakki’nin kaybedilen topraklan almak için Almanya ve Avusturya’nın yanında devleti 1914’de harbe soktuğunu, Kafkasya ve Orta Asya Türklüğünün kurtarılmasının amaçlandığı­nı, 1915 Mayısında Türk birliklerini arkadan vurmamalan için Doğu Anadolu’daki Ermeni­ler’in bölgeden boşaltıldıklarını, 1916 yılında Ruslar’ın Doğu Anadolu’yu işgali üzerine bölge müslümanlarının çevreye dağıldığını, 1917’de İngilizler’in Doğu Anadolu istikametinde Mu­sul ve Kerkük’e kadar geldiğini, Bolşevik isyanmın çıkması üzerine geri çekilen Ruslar’ın si­lahlarını Ermeniler’e bıraktığını, 1917’de Güney Kafkasya’da Ermeniler AzerbaycanlIlar ve Gürcüler’den oluşan Cumhuriyeti, Osmanlılar’ın tanıdığını, bu Cumhuriyet’le Anadolu’daki Ermeniler’in aralarındaki müslümanlan katlettiğini, 1918’de Diyarbakır ve Erzincan’dan do­ğuya ilerleyen Osmanlı ordusuna Kürtler’in sürekli yardımcı olduğunu, belirtmektedir.

İmparatorluğun parçalanması, Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti dönemlerin­de bölge ve bölgenin halkına dair de bilgi veren yazar; Kürt politik demeklerine dair bilgi ve­rirken; 1908’de Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti veya Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucu­larının arasında, Mehmet Şerif Paşa, Emin Ali Bedirhan ve Şeyh/Seyyid Abdülkadir’in bu­lunduğunu, bunların Osmanlılıktan yana olduklarını, dernek kurucularından üç kişinin bir Kürt okulu ve basımevi kurduklarını, Kürdistan isimli bir dergi çıkardıklarını, Said-i Kürdî’nin de bu kadroda yer aldığını, İstanbul’da hamallık yapan büyük bir Kürt toplumunun bulun­duğunu, 1912 yılında daha az aristokrat olan Kürt Öğrenci Demeği Hevi’nin kurulduğunu, bunların milliyetçiliğinin Genç Türkler’in milliyetçiliğini andırdığını, Kürt halkı ile ilişkileri­nin çok sınırlı olduğunu, 1914’de savaşın başlaması üzerine dağılan kadro ile Hevi’nin kapan­dığını, 1914’de Mehmet Şerif Paşa’nın İngilizlerle, Kâmil ve Abdürrezzak’ın, Bedirhan ailesi­nin Ruslarla temas kurması üzerine Erzurum ve Bitlis valiliklerine getirildiklerini, aynı aile­den Halil’in Osmanlı idaresince Malatya’ya Vali yapıldığını./     anlatmaktadır.

Kürt Terakki ve Teavün Cemiyetini kuran, yazarın da belirttiği gibi Mehmet Şerif Paşa, Baban ailesindendi. 1890larda imparatorluğu Stockholm’de temsil eden Sultan Abdülhamit yanlısı Genç Türkler’e karşı olan bir kimseydi. Şeyh Seyyid Abdülkadir, Nehrî şeyhi Ubeydullah’ın oğlu ve Osmanlı Senatosu’nun başkanıydı. Buna göre imparatorluğun yönetimine Türk Kürtleri de ortaktılar.

Bruinessen’in yaptığı açıklamalardan geniş bir özetleme yapmakla, o dönemin olayları­na dair yabancı bir araştırmacının gözlemlerini aktarmak istedik. Said-i Nursî, o dönemin Kürtçü örgütleri ve Kürtçü yayın organları için ayrıca açıklama yaptığımızdan bunların tahlili­ne geçmiyoruz.

Şevket Süreyya, Şeyh Sait olayını "Tek Adam Mustafa Kemal” isimli eserinde ele almak­tadır. Olayın karakterini tayin edici bilgiler arasında.

"....Nastâri ayaklanmaları dolayısıyle yapılan tahkikatta ve isyandan sonra Irak’a kaçmış olan bazı Kürt asıllı subaylar dolayısıyla mahkeme, Şeyh Sait’in de ifadesini almıştı Hulâsa Şeyh Sait zaten şüpheli ve tedirgindir. Bu tahkikat da işe karışınca, büsbütün ürktü. Kendi bölgesinde hazırlıklara giriştiNihayet, 13 Şubat 1925'te telgraf hatlarını kestirdi İsyan ettiğini ilân etti. Genç, Çapakçur, Hani, Palu Hükümet konaklarına baskınlar yapıldı Jandarma müfrezeleri esir edildi. Fakat dikkati çeken nokta şuydu ki, isyan bir millî hareket, yani Kürtlük, Kürt istiklâli gibi sloganlarla değil "dini kurtarmak, şeriatı kurmak"gibi dumanlı, sınırlan belirsiz tahriklerle başla­dı İsyan bir hafta gibi kısa bir zaman içinde bazı vilâyetlere yayılmakla beraber, daha ziyade bir

"beyler, şeyhler" isyanı olarak kaldı. Bu beylerin, şeyhlerin iradelerine bağlı olarak isyana sürükle­nen kulların, müritlerin önemli yekûnlara varmasına rağmen, bir halk hareketi halini almadı. Kürtlerle meskûn bütün bölgelerde, millî bir hareket haline gelmedi Bu sebeple bazı yazarların kullandığı ifadeye rağmen Şeyh Sait isyanını, bir Kürt isyanı olarak vasıflandırmak zordur.

Elazığ İstiklâl Mahkemesi’ndeki ifadelerinde Şeyh Sait bu davasını şöyle özetledi "Hilâfet kaldırılmıştır. Zamanın imamı kalmamıştır. Halbuki zamanın imamına biat etmeden ölen Müs­lüman, Peygamberin şefaatinden mahrum kalır.

Vaktiyle Şeyhülislâmlık dairesi olan binada şimdi kızlarla Romanya Üniversitesinden gelen hıristiyan öğrenciler beraber oturup çay içmişlerdir (Bu bina kız mektebi haline getirilmişti ve o sı­rada bir Romen talebe grubu bu mektebi ziyaret etmişti). Dinin dünya işlerinden ayrılması caiz değildir. Islâm ulemasına göre dinin, dünya işleri ile ilgili hükümleri (Şeriatını), tıpkı ibadet gibi­dir. " açıklamaları yapmakta, Kürt ve Kürtçe için bilgi verirken de; "Bu durumu, Kürtler’in etnik yapılan (meselâ aşiret hayatı) ve sosyal şartlarla izaha çalışmak mümkündür. Aşiretti toplamlar­da ise millî duygu zaten gelişmez Sonra şu bir gerçektir İd, Kürtler, kendi aralarında, büyük farklı­lıklar gösteren kollara bölünmüşlerdi Bu bölüntüler arasında dil birliği de tam değildir. Dr.Fritz’in Kürtler eserinde Prof Veber’den nakledilen şu cümle çok ilgi çekicidir: "Kürt dili, bir dil kanşımı değildir. Belki bir kelime karışımıdır". Anlaşıldığına göre Kürt dili, tam bir millet dili olmak­tan ziyade, şekli kaybolmuş, istilâlann ve göçlerin etkisi altında ve zaman içinde oluşmuş, fakat bu oluşumda da bir etimolojik birlik sağlayamamış, daha çok Ari Fars kaidelerine yatkın bir dil karışımı olsa gerektir. Ama o kadar yetersiz şekillenmiştir ki, Dr.Fritz’e göre, fiiller bile teşekkül edememiştir. Ona göre Kürtçe’de fiiller, daha çok isim sayılabilir. Hatta bu dil karışıklığının, aslı hangi dil ise, onunla olan bağlan da kaybolmuştur. Meselâ gene ona göre, Kürt kabileleri arasın­da müşterek olan kelimeler de değişiktir. Kürtler’in vatanı sayılan İran yaylasına veya yukarı Asur ovalarına ait kelimeler olmayıp, Türk, Arap, Fars gibi, Kürtler’in daha sonra yerleştikleri bölgeler­den veya karıştıkları milletlerden derlenmişyaıbancı kelimelerdir. Dr.Fritz’in, Birinci Dünya Har­binden önce, Petersburg akademisi tarafından yayınlanan "Kürtçe-Farsça-Almanca Lûgat”tan naklettiğine göre, bu lûgatta derlenen 8307 kelimeden, 3080’i aslen Türkçe ve eski Türkmen, 2000’i yeni Arapça, 1030ü yeni Farsça, 124O’ı Zend (eski Farsça), 370’i Pehlevi, 220’si Ermeni, 108’i Keldani ve ancak 30ü asıl ve eski Kürtçedir(l). Eğer bu böyleyse, 8307 kelimenin 3080’i Türk, 264O’ı Fars dil şubelerine ait oluyor demektir. Bu son rakam, elbette ki şaşırtıcıdır. O za­man bu sonuç şu demektir ki, etnik, antropolojik bakımdan ortada, genellikle aynı hatları taşı­yan kalabalık bir halk topluluğu olduğuna inanılamaz "(4Ğ9) yorumlan yer almaktadır.

Şevket Süreyye Aydemir’e göre, ayaklanmanın "Kürt istiklâli" gibi bir karakteri yoktur. Ayaklanma "dini kurtarmak, şeriatı kurtarmak" maksadıyla yapılmıştır. Ayaklanma "bir halk hareketi değil" beyler ve şeyhler isyanıdır. Ayaklanmaya katılan aşiretler "kendi aralannda büyük farklılıklar gösteren kollara bölünmüştür".

 Dil konusunda da "Kürt dili, bir dil karışımı değildir. Belki bir kelime karışımıdır. Anla­şıldığına göre Kürt dili, tam bir millet dili olmaktan ziyade şekli baybolmuş, istilâların ve göç­lerin etkisi altında ve zaman içinde oluşmuş, fakat bu oluşumda da bir etimolojik birlik sağla­yamamış bir dil karışımı olması gerekmektedir." şeklinde düşüncelerini belirten Ş.S.Aydemir, "Ayn bir millet karakteri göstermeyen Kürtler’in yaptığı ayaklanma, millî haklarının elde edil­mesi maksadına matuf değildir şeklinde kanaatmı vurgulamaktadır.

A.Safrastian’m eserinin inceleme sahamıza giren bölümünde, bilinenlere ilâveten üzerin­de durulacak bazı açıklamalar yapmaktadır:

".....Piranlı Şeyh Sait’in liderliği altında ve emekli subayların komutasında mühimmat depo­lan kuruldu ve 25 Mart 1925’te Kürtler genel isyanı başlattılar. Kürdistan dışında Türkler de bu isyana yardımcı oldular.... Şeyh Said, Türk karargâhına resmen çağınlmıştı. O bu hileli oyundan kuşkulanıp 21 Mart 1925 tarihinde başlatacağı isyanı 7 Mart 1925’te sadece birkaç yüzü bulan güçlü koruyuculan ile başlatmayı plânladı.

...Fransız mandası altındaki Suriye demiryolundan geçen Türkler, taze kuvvetler getirerek Kürt kuvvetlerinin geriye sarkmasını önlemişlerdi Böylece Kürt kuvvetleri stratejik mevkilerinden çekilince güçlü pozisyonlun sarsıldı... Kürtler, Ağn dağının zaptedilmez nitelikli doğal mevzilerine çekildiler ve Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri de Kürtler’in yanında yer alarak destek verdiler... ’<470)

Safrastian, isyanı yönetenin Şeyh Sait ile askerî harekâtta görev alanların emekli su­bay oldukları ve evvelce silah depo ettiklerini belirttikten sonra, 7 Mart’ta patlak veren eşkiya takibinin sebep olduğu olayı farklı yorumlamaktadır. Şeyh Sait’in icap etmesi istenilen ma­kam ise şahitliği münasebetiyle Devletin Adliyesidir. Şıvan’m Diyarbakır muhasarası için be­lirttiği stratejik hatanın 1926’da Ağn’da yapılmadığını görüyoruz. Ermenistan ve Azerbay­can'ın isyancılara desteği konusu ise ilk defa bu kaynakta geçmektedir. Ancak bu iddiaların doğruluğunu teyid edecek bilgi yoktur.

3.2. a. OLAYA DİNÎ ÇEVRELERİN BAKIŞ AÇISI

Şeyh Sait olayının çıkarılış sebebi ve zamanlamasının iç politik çekişmeleri bir sonucu ol­duğunu düşünenler arasında Burhan Bozgeyik de vardır. O’nun bu konudaki kanaatine göre; olaylardan önce T.B.M.M’nde iki grup oluşmuş, Atatürk birinci grubun başındadır. İkinci grup, İnönü’nün Lozan’daki tutumunu onaylamamaktadır. Rauf Orbay Hükümeti, Lozan’da İnönü’ye imza yetkisi vermemiştir. Yetkiyi İnönü’ye Cumhurbaşkanı Atatürk verecektir. Ata­türk, 29 Ekim 1923’te, o dönemde Cumhurbaşkanı iken CHP Başkanlığını da yürütmekte­dir/

Bu konudaki görüşlerini anlatırken B.Bozgeyik; "Gece gündüz yapacağı devrinden düşü­nen M.Kemal, böylesine dişli muhaliflerin olduğu bir mecliste düşündüklerim gerçekleştiremeye­ceğini çok iyi bilmekteydi Bu bakımdan yalanlama; -Kız gibi bir Meclis yapalımdiyordu. Bu ha­yalini gerçekleştirmek için, erken genel seçime gidilmesinin plânını yaptı ve plânını gerçekleştirdi Seçimden hemen önce Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurdurdu (9 Ağustos 1923). İkinci Meclis 11 Ağustos 1923 'te toplandığında, TBMM ve CHP reisine kök söktürecek şahsiyetlerden geriye par­makla sayılacak azınlıkta muhalif kimselerin kaldığı görülecekti. Onlarda bileklerinin hakkıyla, söke söke seçimi kazanıp Meclise gelmişlerdi

TBMM ve CHF Reisi M. Kemal, 29 Eltim 1923 'te Cumhurbaşkanı olacaktı. Ama, CHF Re­isi sıfatını taşımaya devam edecektir.

M.Kemal devrimleri birer birer devreye sokmaya başlayacaktı. İlk önce 3 Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Bakanlıkları kaldıracak, Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarılacaktı. Yine aynı ta­rihte halifelik kaldırılacak ve Osmanlı hanedanına mensup olanların bir daha dönmemek üze­re yurtdışına çıkarılmaları kararlaştırılacaktı." demektedir. O’na göre Şeyh Said isyanı bütün bu hesapların beklenildiği gibi çıkmayışı ile izah edilebilir.(472)

B.Bozgeyik’in yaklaşımına; Atatürk, devrimleri ve dönemindeki TBMM çalışmalarının tek yanlı yorumunun bir sonucudur, diyebiliriz.

B.Bozgeyik, a.g.m.; Ayrıca, bak, Olaya Dinî çevrelerin yaklaşımına dair tahlillerde diğer sosyal ve kültürel faktörlerin genel tahliline yer verilirken, genel açıklamalar getirilmiş­ken, bu bölümde konu özelde incelenmiştir.

Şeyh Sait olayı döneminin Sebil-ür-Reşat çizgisini temsil eden günümüzdeki basm çevre­lerine göre; Lozan Antlaşmasının arkasında Türkiye’de din mefhumunu öldürecek bir anlaş­ma vardı/473) Hilâfetin kaldırılma pazarlığı yapılmıştı/474) Şeyh Said isyanını, İngilizler Lo­zan’da masaya kuvvetli oturabilmek ve Musul konusunda güç kazanmak için çıkartmıştı/475) Devrim Kanunları, Takrir-i Sükûn Kanunu sayesinde çıkarılmıştı. Bunlar Lozan'ın ardındaki gizli anlaşmanın sonucu verilen tavizlerin mahsulü idi/476) Terâkkîperver Cumhuriyet Fırka­sı, Lozan’ı, Halifeliğin kaldırılışı ve Halk Fırkası’nın icraatını benimsemeyenler tarafından kurulmuştu. T.Cumhuriyet Fırkası, Musul’u "Misak-ı Milli" huduttan içinde mütalâa ediyor­du. İngiltere Türkiye’yi üyesi dahi olmadığı Cemiyet-i Akvam konseyi’ne götürmekle Musul konusunda oyuna getirmişti. Bu görüş sahipleri devamla; Musul ve Kerkük, İngilizler ve Irak’a terkedilirken bu toprakların tapusu halâ Sultan II. Abdülhamid ve ailesi üzerine kayıtlı göründüğünü/477) Şeyh Said ayaklanmasına yolaçan İngilizler’in, Türk ordusunun isyanla meş­guliyetini sağlayarak, Musul’a gidip hakkımızı atmamıza mani olduklarım Şeyh Sait olayı alet ve bahane edilerek gazeteler ile birlikte T.C. Fırkası’nın da kapatıldığını, 17 Haziran 1926’da CHF Başkanı ve Cumhurbaşkanı M.Kemal’e suikast yapılacağı bahane edilerek İs­tiklâl Mahkemelerinin tevkifata başladığını, T.C.F. milletvekillerinden Kemal (Afyonkarahisar), Besim (Mersin), Bekir Sami (Tokat), Halis Turgut (Sivas) Mustafa (İzmit), Ali Fuat Pa­şa (İstanbul) Rahmi (Trabzon), Muhtar (Trabzon), Kâzım Karabekir Paşa (İstanbul), Necati (Bursa), Osman Nuri (Bursa) tevkif edildiklerini, amacın CHF karşısındaki muhalefetin orta­dan kaldırılması olduğunu belirtmektedirler/479)

Şeyh Said olayında devletin ajan provakatör kullandığı da iddia edilmiştir/480  Ancak Menemen olayı ile benzeştirilerek yapılan bu iddianın sağlıklı kabul edilmesi kesinlikle müm­kün değildir. Şeyh Sait olayı Musul tavizinin verilmesine vesile olmuştur. Binlerce memleket evlâdı ölmüştür. Bu isyanın bir devamı olan Ağrı isyanı ile Küçük Ağn İran’a bırakılmak zo­runda kalınmıştır. T.C. devlet bütçesi 2 yıl üst üste açık vermiştir. Meydana gelen sosyal yara­nın tedavisi halâ yeterince mümkün olmamıştır. Bütün bunlara rağmen Hükümet neden olay­lara vesile olacak tutum takınsın, bu mümkün görülmemektedir.

Şeyh Said olayının dinî karakteri konusunda günümüz Sovyet Şark bilimcileri de hemfi­kir değildir. Hasretyan, isyana "millidir",  481) teşhisini koyarken, Prof.Xudoye Mihoyan belge­leri yeterli bulmamakta, "Kürt isyanlarının millî veya dinî olup olmadığı bilinmediğinden Kürt tarihi doğru yazılamıyor" 482) demektedir.

Yakın Tarih Ansiklopedisinin görüşlerini paylaşmak pek mümkün değildir. Evvelâ İngi­lizler Musul konusunda savaşı göze almışlardır. Musul konusunda fazla ısrarlı davranmamız savaşı göze almamızı gerektirecektir. Diğer yandan Türk ordusu ise siyasete karışmıştı. Türk inkilâplan her vasatta tehlike ile karşı karşıya idi. Atatürk’ün ideali olan Türkiye Cumhuriye­ti suya düşebilirdi. Daha önemli kararlar için ihtiyaç duyulan birlik ve beraberlik sağlanmak idi. Y.T.Ansiklopedisi’nin iddiasının aksine Atatürk’ün muhalifleri, özellikle Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası Atatürk’ün prensiplerini benimsiyorlardı. Atatürk, Terâkkîperver Cum­huriyet Fırkası’nın kuruluşuna muhalefet etmemiş, kuruluşunu, anlayışla karşılamıştı. Bu par­ti de kendisinden beklenileni vermiş; rejime bağh, inkilâplarm savunucusu, yapılacak hizmet­lerin destekleyici, iktidara gelmek için siyaset yapmayî düşünmeyen, sadece murakâbesiz kal­mış Meclis’de murakâbe görevini yapmak için kurulmuş bir parti olduğunu göstermişti.

Nitekim Hayat Karabekir Feyzioğlu’nun şu açıklaması iktidardaki Mustafa Kemal Ata­türk ile muhalefetteki Kâzım Karabekir arasındaki zihniyet ortaklığını belirtmeye yeter:

"Rivayet olunur ki Atatürk hasta yatağında "Karabekir'i getirin, görüşüp helallaşmak istiyo­rum" demiş. Atatürk'ün ölümünden önce kimse gelip bunu bana söylemedi Babam; çağırtmadı, gitmedim"derdi. Baba, çağırsaydı gidermiydin diye sorduğumda, O’nun bana yaptıkları etrafının tesiriyledir. O bizim sevdiğimiz Başkomutanımız, cihat arkadaşımızda O, M.Kemal’dir. Çağrılın­ca gidilir. Benim en yakın arkadaşımdır. 

"Kürdistan Orta Doğu’nun Taksime Uğramış Milleti" isimli eserinde S.S.Gavan, Şeyh Sait olayına dair kanaatini açıklarken;

"24 Temmuz 1923'te de Lozan Muahedesi imza edildi Bunun beşinci maddesiyle, ekalliyet­lerin haklarının Türkler tarafından korunacağı tespit ediliyordu. Ekaliyetlerin haklan bildirilme­mişti Fakat bu bile Türk müstemlekecileri için fazla idi Türkler zahiri kıymetleri ve ekaliyet hak­lan için verilen talimatı yerine getirmemekle kalmayıp mütecaviz bir tavır takındılar. Kürtler’in kültür müesseseleri kapatıldı ve Kürt liderleri tevkif edildi Bundan sonra trajik ve feci hadiseler takip etti Kürtler isyan ettiler ve Türkler’in şiddetli hamlelerine karşı durmadan mücadele ettiler. Hele 1925'te Harputlu Şeyh Sait Piranî’nin liderliği altında cereyan eden hareketler umumi bir is­yan halini aldı....,l(484) iddialarında bulunmaktadır.

Lozan antlaşmasındaki ekalliyetlerin açıklanması S.S.Gavan’ın yanılgısını ortaya çıkar­maya yetecektir. Lozan’a göre ekalliyetler Yahudi, Rum ve Ermeniler’dir. Bunların arasında Kürtler yoktur. Lozan, Kürtler’i ekalliyet kabul etmemiştir. Onlar ilmen olduğu gibi hukuken de ekalliyet değildi. Bu milletin aslî unsurları idiler. Şeyh Sait isyanı döneminde kapatılan Kürtçü örgüt yoktur. "Kürtler’in kültür müesseseleri" tabiri de, Palu’da dünyaya gelip Hı­nıs’da ikâmet eden Şeyh Sait’e Harputlu denilmesi gibi izaha muhtaçtır.

Richard Sim "Kürdistan’ın Tanınma Çabaları" isimli eserinde Şeyh Sait olayı ile ilgili açıklama yaparken;

"Türk Silahlı Kuvvetleri, uzun süreden beri Kürt muhalifleri ile uğraşmaktadır. İstiklal Sava­şı sırasında ve bu savaştan sonra (1919-1923) Türk subaylar, Kürtler’in milliyetçi emellerini şid­detle baskı altında tutmuşlardır. Bu acaib bir gelişmedir. Zira bağımsızlık hareketi sırasında Kürt­ler’e faal rol verilmiştir. Herşeyden önce, Türk subaylan tarafından düzenlenen ve eğitilen Kürt birlikleri Menşevik Gürcistan’ı ve Daşnak Ermenistan'ı yenmişlerdir. Doğu’daki tehdid ortadan kaldırıldıktan sonra, Kürtler Anadolu'da Yunanlılar’a karşı kazanılan Türk zaferine katkıda bu­lunmuşlardı, Bir ulus olarak tanınmamaları üzerine Kürtler müteaddit defa isyan etmişlerdir. Bunlardan en ciddi olanı 1925yılında başlamıştır.

1925 isyanı esas itibariyle dini nitelikle olduğu halde, bundan sonra Türkiye’deki Kürt hare­keti daha milliyetçi bir hale gelerek diğer Kürtler ile bağlantı kurmuşlardır... "  iddiasındadır.

R.Sim, Şeyh Sait olayının dinî bir olay olduğunu, zamanla gelişen yeni olayların Kürtçü muhtevayı iyiden iyiye kazandığını belirtmektedir. Sim, izahında bir takım yanılgılara düş­mektedir. Onun ifadesine göre Türkler’e ait olan ve bünyesinde Kürt bulunmayan bir yöne­tim vardır. Kürtler ona göre adeta başka bir coğrafyadaki, başka bir toplumun insanlarıdır.

Halbuki istilacılardan temizlenen Anadolu’da bu iki isimle anılan toplum birlikte yaşıyorlar­dı. Ortak değerleri vardı ve aynı amaç için ortak düşmanla dövüşüyorlardı. Doğu ve batı cep­hesindeki yabancı güçlere ortak cephe açmaları doğaldı. Nitekim istilâdan kurtulan yurtların­da birlikte yaşamaktadırlar. Kendi yönetimlerini sürdürüyorlar. Bu yönetimde rol veren ve rolü olan değişik etnik kesimlerden değildirler.

R.Sim’in vurguladığı çok önemli husus ise; Kürt "Türk'' aşiret birliklerinin Menşevik Gürcü ve Taşnak Ermeni cephesinde1  ve daha sonra Yunan cephesinde gösterdikleri ya­rarlılıklardır. Bu hizmetlerinde Halit Paşa yönetiminde, Pontus cephesinde gösterdikleri fe­dakârlıklar da bilinmektedir.

Konuyla ilgili Joyle Blau’un iddiaları arasında; ”1923 Temmuzunda imzalanan Lozan Antlaşması, Türkler ve bilhassa Mustafa Kemal için büyük bir zaferdir. Türkler’in, Kürtleriçin gi­riştiği taahhütler yerine getirilmemiştir. 1924'ten itibaren, Kürdistan'da Kürt dilinin konuşulması yasaklanmıştır (İstanbul’da Mondros Mütarekesi’nden sonra Emir Emin Ali Bedirhanî, Emin Ali Bey ve Kâmuran Ali Bedirhan, Senatör Abdülkadir ve daha başkaları Kürt Teâli Cemiyeti’ni kurmuşlardır; daha sonra Kürt Millet Fırkası ve Kürt Teşkilâtı Cemiyeti meydana getirilmiştir. Mustafa Kemal İstanbul'u ele geçirir geçirmez, bütün bu teşkilâtlan dağıtmıştır). Mahallî yetkili­lerce, milliyetçi ve liberal fikirlere sahip olmakla tanınan Kürt şeflerine ve entelektüelleri bulun­dukları mıntıkalardan dağıtılmıştır.

Bu tutuma karşı tepki olarak, Cibranh aşireti reisi Yüzbaşı Halit Bey (Albay) ve Şeyh Sait ta­rafından 1925 Şubatında silahlı bir mukavemet tertiplenmiştir. Subaylardan, kabile şeflerinden ve Kürt entelektüellerinden bu harekete iştirak edenler olmuştur. Türk Hükümeti muhtar bir Kürt Hükümeti kurulması amacı ile bu ayaklanmanın yapıldığını bildiriyordu. İşgal edilen bölge­lerde savaş hali ilân edilmiş ve büyük latalar gönderilmiştir. Bastırma esnasında çok fazla şiddet kullanılmış ve Goyonlar ile Zakho’nun kuzeyindeki ayaklanmaya iştirak etmeyen diğer kabileler­de aynı şiddet hareketine maruz kalmışlardır..."(487) şeklinde ifadeler yer almaktadır.

Joyle Blau’nun tarafsız davrandığı pek söylenemez. Lozan barışı Türkler’in zaferi ise elbetteki onun bu mücadeledeki ortaklarından ve aslî unsurlarından Kürtler’in de zaferidir. 1924 yılında Türkiye’de konuşulacak diller itibariyle çıkarılmış bir kanun ve geçmişteki uygu­lamaya rağmen yapılmış özel bir yasaklama var mıdır? Dağıtıldığı belirtilen Kürt Teâlî Cemi­yeti, Kürt Millet Fırkası ve Kürt Teşkilâtı Cemiyetinin kapatılmalarının tarihi ve mahiyeti id­dia edildiği gibi değildir.

Joyle Blau gibi incelediğimiz H.C.Armstrong’un Mustafa Kemâl isimli eserinde, ayak­lanma bölgesinde alınan tedbirler için mübalağa yapılmaktadır. Ayaklanmaya katılmayan aşiretlerin de cezalandırıldığı iddia olunmaktadır. Halbuki hükümet devletten yana olan bölge aşiretleri ile daimî yazışma halindedir. Bu yazışma metinleri H.C.Armstrong’u yalanlamakta­dır. Nitekim yazar aynı şekilde binlerce insanın asıldığını iddia etmekte, halbuki ölüme mah­kûm edilen asi lider sayısı ise 48’dir.

J.Blau’ye göre isyan "ulusal kurtuluş hareketi" karakterlidir. Gerekçesi ise Türkler’in vaadlerinde durmamış oluşlarıdır. Bunu Türk hükümeti bilmektedir.

Jean Pierre Viennot, "Kürdistan Parçalanmış Millet" isimli eserinin ilgili bölümünde:

"................. Türkiye. ile Batılılar arasında kurulan yeni kuvvet dengesinin diplomatik tezahürü

olan Lozan Antlaşmasından sonra Kürtler’e karşı ifrat derecesine varan bir Türkleştirme ve erit­me politikası takip edilmeye başlanmıştır. Kürt dilinde yayınların yasaklanması, Kürt Cemiyeti­nin imhası vb. Takip edilen bu politika üç büyük Kürt ayaklanmasına sebep olmuştur. 1925’te di­nî ideolojinin tesiriyle vuku bulan ve millî hedefler yanında halifeliğin ihdası gayesini de güden Şeyh Sait isyanı... "  iddialarına yer vermektedir.

J.P,Viennot, Şeyh Sait olayını hazırlayan sebeplerin arasında, Türk Hükümetinin Türk­çü politikası olmakla beraber olay dinî ideolojinin tesiriyle, halifeliğin ihdası ve Kürt millî ide­oloji maksadıyla yapılmıştır kanaatindedir.

J.P.Viennot’un Türkleştirme teşhisi ile tanımladığı olayların sağlık derecesi için o dö­nemdeki millî eğitim ve millî kültür politikaları için mevcut olan birikime bakılması zarureti vardır. Millî devlet olan T. Cumhuriyeti’nde aşiretler kültürüne yer verilebilir miydi?

Alar Kuutmann’a göre; 1925 Şeyh Sait olayları Kürtler’in Lozan Antlaşmasının kendile­rine birşey getirmediğini anlamaları ve "1 Mart 1924’de Kürt okulları, demekleri, gazeteleri, dinî kuruluşların yasaklanmasına tepki olarak patlak verdi. Kürt milliyetçi hareketi, Kürt li­derlerinin teşkilâtlandığı Kürt istiklâl Cemiyeti etrafında organize oldu. Hareketin başına ge­çen Şeyh Said, Piran Bölgesi’nin dinî lideri idi/489)

AKuutmann’a göre bu toplumun yaşadığı bölgede merkezî hükümetlerin izin verdiği ye­gâne bağımsız kurum din olduğu için isyanlar din adamlarının liderliğinde çıkabilmiştir. Ya­zar Şeyh Said olayı ile bugün İran’da İmam Humeyni’nin yürüttüğü siyasî liderlik arasında ka­rakter ortaklığı bulmaktadır.

Bu konuda yazar liderlerin siyasî etkisinin, geleneksel Kürt toplumundaki sosyal pozis­yonlarından kaynaklandığını, "mela"’nın halkla aynı maddî şartlar altında yaşadığını, devlet­ten maaş almadığını, köy halkının geçimini sağladığını, dinî hizmet götürmek ve moral verme­nin yanı sıra; anlaşmazlıkları çözmek, toprak ve başlık parası ihtilâflarını halletmek gibi ha­kimlik görevleri de yaptığını, politik ve millî bilinci gelişmiş bir Kürt için faaliyette bulunma­nın ve destek sağlamanın yolunun melâ’dan geçtiğini belirtmektedir. Daha sonraki açıklamalarında Türk ve İran hükümetlerinin din adamlarına maaş bağlamak ve başka görevler de vermek suretiyle onların bağımsızlıklarına el attığını belirtmektedir.

Kuutmann’ın teşhisleri üzerinde durulmalıdır. Evvelâ molla (mela) müessesesi, sadece bu bölgenin müslüman halkına ait değil, molla, imam, hoca genel anlamda müslüman din adamı karşılığıdır. Kırsal kesimde de farklı yapı arzetmez. Bunların halkla olan ilişkilerinde sağladığı güç, İslâm toplumunda din adamının işlevinden gelmektedir. Ancak din adamları­nın bölgede yegâne güç oldukları bugün de bu gücün aynen devam ettiği Şeyh Sait ile Şeyh İz­zettin Huseyni’nin ayniliğini ileri sürmek zordur. Zira her iki ülkede de bilindiği gibi ayrılıkçı birçok hareket vardır ve bunların yönetimi sadece dinî liderlerde değildir.

Yazarın teşhisine, mollalara malettiği hareketi, genel dinî karakterli bir olay olarak ta­nımlayarak katılmak mümkündür. Yazar Molla olgusu ile "Şeyh" ve "Seyit" olgusunu esas al­mış olmalı. Ayaca Şeyhlik müessesesinin yetki alanına giren aşiretler itibariyle şeyhlik-aşiret ağalığı ilişkisini de tahlilinde dikkate almamış olmalı. Bölgede özellikle 1925’li yıllar itibariy­le dinî alt yapının ağırlığını hissettirdiği, mahallî din adamlarının (ki bunların hemen hemen hepsi tarikatlar vasıtasıyla bir şeyhe bağlıdırlar. Bu arada Nakşibendilik en güçlü tarikat iken, Şeyh Said bu tarikatın başındadır.) halk üzerinde nüfuz sahibi oldukları, siyasî ve milli­yetçi hareketlerin bu güçlerden istifade etmeyi ihmal etmedikleri hususu bir gerçektir.

Nurşen Mazıcı, Şeyh Sait olayına karakter teşhisi koyarken; olayın karakterine dair sürü­len iddialardan "Meclise karşı bir ayaklanma" ve "hilâfet muhalefeti" özelliğinin olmadığını, asıl mahiyetinin çetecilik, haydutluk olduğunu belirtmekte ve Batıdaki ulusçuluk hareketinin bir yansıması olabileceği ihtimaline de değinmektedir:

"....Şeyh Sait isyanını Meclis’e karşı bir ayaklanma, bir hilafet muhalefeti olarak niteleyen çe­şitli araştırmacılara karşın bizce bu olayın bu tür bir niteliği yoktur.

Doğu’da başlatıldığı için bağımsız Kürdistan arayışı, tutucu bir görüş olduğundan hilâfet sa­vunucusu, savsaklanan bir bölgede isyanın başlaması sosyal ve ekonomik karakterli bir olay gibi görünürse de, çetecilik veya bir haydutluk olayının, mahiyeti büyük olaylarla boyut kazanmasıdır. Nitekim 1920-1930 yıllarına deyin bu tür ayaklanmalara sık sık rastlanmaktadır. Batıdaki ulus­çuluk akımlarının bir yansıması olasılığı olabilir.... ' 491)

A.Kabaklı konuya daha değişik bir yorum getirmektedir. O’na; "Terâkkîperver Cumhuri­yet Fırkası, CHF’nın bu pervasız gidişatına karşı, demokrasiyi ve millî değerleri korumak niyetiyle kurulmuştur. Amacı, Kemal’in şahsında ve eski "Müdafaa-yı Hukuk"ün devamı olan CHF’de ansızın belirip gittikçe artmakta olan toptancı dikta eğilimlerini dizginlemektirf492!..

Terâkkîperver Fırka’yı kuranlar arasında, bazı eski "İttihat ve Terâkkî"ciler de vardır. Onla­rın bulunması bu partiyi "yemek” için ayrı  bir bahane olmuştur. İktidar gazeteleri, "TCF"yi "İtti­hatçılıkla işbirliği" yapmakla suçlayıp Atatürk'ü tahrik de etmişlerdir

Takrir-i Sükun Kanunu’nu çıkarmak için en önemli fırsat ise 13 Şubat 1925’te başlayıp 15 Nisan’da, asilerin teslim olması ile sona eren Şeyh Said isyanı’dır"

Orhan Türkdoğan, Şeyh Sait olayının karakterine teşhis koyarken onun irticaî bir hare­ket olduğunu belirtir ve o dönemdeki Nakşibendi reaksiyonunun bir parçası olduğunu açık­lar:

"Manisa’da Nakşibendî tarikatına mensup olan Giritli Mehmet ve arkadaşlarının, tekke ve tarikatların kapatılmasına tepki olan ayaklanmaları, 1925yılının Şubatında Nakşibendi tarikatı­nın en yoğun olduğu doğu bölgesinde patlak veren Şeyh Sait ayaklanması ile ortak noktalar taşır. Doğu ayaklanmasının baş yöneticisi olan Nakşibendi Şeyhi Sait; dinin elden gittiği gerekçesi ile eyleme geçti. Ana hedef yurtiçi ve yurtdışı tahrik noktalarından Kürt milliyetçiliği için, devletin ve hükümetin çok yönlü sorunlarla yoğun olduğu biranda, doğuda bazı illeri de içine alan bağımsız bir Kürt devleti kurmaktı.

Kürt milliyetçiliğinin din maskesi altında bir direnmesi olan Doğu isyanı, aynı zamanda Türk ulusu ile bütünleşmemiş önemli bir etnik grubun doğuda siyasal huzursuzluklann kaynağı olabileceğini göstermektedir. Bunun için de toplumsal bütünleşmenin en iyi biçimde sağlanması­nın ancak eğitim yolu ile kitlelerin ayaklandınlması olduğu gereğine inkılâbın lideri işaret etmiş­tir. Nitekim 27.4.1925 günü Ankara Türk Ocağı merkezinde, Mustafa Kemal Ocaklılara şöyle hi­tap ediyordu: "Bu sosyal olgular hep batı memleketlerinde toplanmıştır. Şimdi doğu, bu boşluğun cezasını çekmektedir. Türk Cumhuriyeti’nin inkılâbı ocaklara dayanmaktadır. Doğu’daki hare­ket çok mutlu bir sonuçla bitmiştir. Bu seferki uğraşma bir ülke savaşı olarak tanınacaktır. Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa ülküleri uğrunda asil bir gayeyle savaşmış bulunuyorlar. ”

Gerçekten, kılık-kıyafette değişmeler, yazı inkılabı, yeni alfabenin kubulü, Türkçenin yurdun her bölgesinde devlet dairelerine, okullara uygulanması yurt içinde bazı etnik gruplan huzursuz kılmıştır. Bunlar dışardaki soydaşlarıyla kültür bağlannın kopanlmasına göz yumamazlardı. Bu anlamda olmak üzere, Menemen olayı, aslında Şeyh Sait hareketinin batıdaki bir uzantısı gibi­dir!4*)

Türkdoğan; Nakşibendi hareketini adeta bir merkezin yönlendirmesi gibi değerlendir­mektedir. Nakşibendilikle Kemalizm arasındaki çelişki şüphesiz batıda olduğu gibi doğu da var olması doğaldır. Ancak bir merkezden yönlendirildiklerini söyleyecek bir tesbite sahip de­ğiliz. Bununla beraber 1950’li yıllarda Kars’ta tanıdığım Rize’li bir Nakşibendi’nin Şeyh Said olayında, Şeyh Said’e hak verdiğini hatırlıyorum.

Türkdoğan, Şeyh Said olayının Nakşibendi karakterine değindikten sonra, bu tarikatın Kürtçülük İçin maske olarak kullanıldığını belirtiyor. Nakşibendiliğin ırkçı siyasete paravan olarak kullanmaya uygun olduğu kanaatinde de değilim. Kürtçüler tarafından istifade edilmek istenilmiş olabilir veya İngilizler bu iki anti-Kemalist hareketi birleştirmek istemiş olabi­lirler.

Atatürk’ün, Türk millî birliği ülküsünde, Türk oldukları gerçeğine inandığı Kürtler’i, sosyo-kültürel açıdan ele almak istediğini biliyoruz. O’nun üniter devlet hedeflemesinde ortak millî kültür amaçlanmıştı. Bu konuya incelememizin Atatürk’le ilgili özel bölümünde yer ver­dik.

Şeyh Sait olayına, Kürtçü bir muhteva kazandırmak isteyen bir grup aydının, Cumhuri­yet ilkelerine reaksiyon göstermeleri; "Misâk-ı Millî dışındaki Kürtler’le kültürel bağlarının kopması" hususu mudur? Hiç sanmıyoruz. Evvela siyasî Kürtçülük bugün daha o şuura vara­mamışken, böyle yaygın bir ortak ideolojiden o dönemde bahsedemeyiz. Bununla beraber Kürtler’in kimlik sorunları, bugün hâlâ önemini muhafaza ederken, Türkiye Kürtleri’nin Türklüğünden bahsederken Ortadoğu’nun diğer Kürtler’ini dışlamak mümkün değildir.

C.Kutschera, isyanının karakterini tayine yarayabilecek açıklamasında, Kürtler’in Os­manlI Sultan ve hâlifesine fanatizme varan bağlılığı ve İstanbul’da faaliyet gösteren Kürt milli­yetçilerinin üzerinde durmaktadır. <497)

Şeyh Sait olayını, "Şeyh Said’in kıyâmı islâmi bir harekettir" teşhisi ile açıklayan çevre­ler, Cumhuriyet hükümetini islâmiyete karşı, dış güçlerle işbirlikçilik yapmakla suçlamakta­dırlar. Onlara göre Şeyh Said, İslamiyet bayrağını yüceltmek için İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalizmine karşı meydan okuyan Şeyh Sunûsî neviinden bir liderdir. O’nun mücadelesi­nin karakterini; ölümünden evvel kendisine bir gazetecinin verdiği deftere yazmış olduğu, "Al­lah Yolunda öldürülenlere, ölü demeyin. Bilâkis onlar diridirler. Lâkin siz onun şuurunda değilsi­niz... ' '’hadisiyle açıklamaya çalışmaktadırlar.

Osmanlı İmparatorluğu dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitim ve öğretim, Vakıf­lar ve Şer’iye Bakanlığı tarafından yapılıyordu. 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanu­nu ile bu görev Milli Eğitim Bakanlığına verildi. Evvelce Rüştçe ve İdadî dışında medreseler­de Kürtçe eğitim vardı. 1925’te 637 saydı kanunla ilkokullarda Türkçe eğitim-öğretim mecbu­rî oldu. Şeyhlik, tekke ve cami eğitiminin kaldırdması ile Kürtçe eğitimde kaldırılmış ol­du/4")

Armstrong, isyancdarın "Ankara’nın dinsiz Cumhuriyetini yıkalım, Sultan ve halife çok yaşasın" sloganları ile hareket ettiğini, Peygamberin yeşil bayrağı altında İslamiyet’i kurtar­mak ve dinsiz Türkler’i yenmek için yola çıktıklarını, Atatürk’ün, olayların arkasmda İngiliz desteğinin olduğunu belirttiğini ifade etmektedir. Armstrong ayrıca, Kâzım Karabekir’in Şeyh Sait’e mektup yazdığını, içinde suç unsuru tespit edilemeyen bu mektubun kaçıncı mektup olduğunun bilinmediğini, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat'ın komutanları oldukları birliklerin başından isyandan iki hafta evvel alındıklarını iddia etmektedir/501)

Armstrong’un, "Peygamberin yeşil bayrağı" diye tanımladığı Şeyh Sait’in kullandığı bay­rak hakikaten İslamiyet’i temsil için açılmıştı. Bazı iddialarda ileri sürüldüğü gibi Kürtçüler’in bayrağı değildi. Hilâfetin kaldırılmasında İngiliz baskısı olduğu iddiaları da vardır. Bu iddia pek mantığa uygun gelmemektedir. "Hilâfet kaldınlmasa idi Şeyh Sait isyan etmezdi, Şeyh Sait isyan etmeseydi Musul meselesinde kayba uğramazdık." mantığı Türk milletinin o dönemindeki millî politikası ile taban tabana zıttır. Musul’un kaybına ve Doğuda isyanm çık­masına Kemalist güçler neden taviz vermiş olsunlar. Bu iddiaların sağlıklı olamayacağını Ata­türk’ün İngilizler’le ilgili açıklamalarından da anlıyoruz. Kâzım Karabekir tarafmdan Şeyh Sa­it’e müteaddit mektupların yazılmış olduğu iddiası da çok önemlidir. Ancak böyle bir mektu­bun varlığına şahit olamadık. İstiklâl Mahkemelerinde Kâzım Karabekir’in yargılaması döne­minde bu tür mektupların olması halinde, iddia makamının veya savunmanın bu mektupları kullanması muhakkaktı.

Olayı, yaşayan görgü tanıklarından bizzat derleyen Akyürekli; "Bugün halen Cibranhlar’m içinde "Şeyhler Tertelesi" olarak anılan bu hadisede yer alan hiç bir Cibranlı ve hiç bir din adamının isyana Kürdistan fikriyle iştirak etmediği" kanaatındadır. Bu gerçeği ben, isya­na fiilen katılıp günümüzde yaşayan birçok yaşlı insandan bizatihi duydum. Akyürekli derledi­ği bu hatıra neviinden bilgiler ışığında Şeyh Sait isyanıyla ilgili şu bilgileri vermektedir:

”1925 isyanı dışında devletine bağlılığında hiç bir zaman kuşku duyulmayan Cibranlılar; gü­nümüzü 12 Eylüle getiren bölücü fikirlere hiç mi hiç iltifat etmemişlerdir. Bilâkis bunlara karşı mücadele etmekle şerefli bir görevi yerine getirmekten kaçınmamışlardır. 1925 ayaklanmasına ka­tıldıkları için zaman zaman suçlanan bu aşiretin, 1917 yılında Rus ordularına karşı verdikleri beş bini aşkın şehitle vatan müdafaasındaki başarılarının da ele alınması gerekir. Meseleye bu açıdan baktığımız zaman Cibranlılar’ın vatan ve millet birliği için gösterdikleri çaba ve hizmetleri­nin 1925 isyanına katılmaları ile kıyaslandığında, bu isyanı unutturacak kadar çok olduğu görü­lür.

Bölgede yaptığımız incelemede, ayaklanmayı yaşayan insanlann ifadelerinden ortaya çıkan netice ise şöyledir: ‘Ayaklanmanın liderleri arasında Cibranlı Halit Bey de bulunuyordu. Gaye is­yan değildi. Önce Ankara’ya bir mektup yazılarak şeriatın uygulanılması istenecek, daha sonra başka çarelere başvurularak şeriatın mutlaka yeniden tesisine çalışılacaktı. İşte bu hazırlıklar sü­rerken bölgede yaşayan Hormek ve Lolan aşiretleri Cibranlılar'la aralarındaki husumetten dolayı durumu devlet ricaline daha başka bir şekilde intikal ettirmeye muvaffak olmuşlardı. Neticede is­yan bir oldu bitti ile başladı’...

"İsyan başlangıcında, Karlıova, Varto ve Bulanık ilçelerinde duruma hakim olan Cibranlılar kısa zamanda yaptıkları hatayı anlayarak isyandan vazgeçmişlerdi. Neticede Miralay Halit ve daha birçok Cibranlılar’ın hayatıyla ödediği bu ayaklanma bastırılmıştı... "t502*

M. Akyürekli olayı yaşayan ve halen hayatta olanlardan aldığı bilgi ile olayın çıkışına hilâ­fetin ve İslâm hukukunun kaldırılmasının yol açtığını, Cumhuriyet’in getirdiği bu yeniliğe kar­şı olan tepkinin bütün yurt sathında ortak ve yaygın bir kanaat olduğunu, 600 yıllık alışkanlı­ğın muhafazakâr karakterli Cibranh aşiretinde daha fazla etkili olduğunu, Şeyh Sait’in bu or­tamdaki birçok din adamından birisi olduğunu, kesinlikle ulusal ayrıcalık türünden bir fikri­nin olmadığını, şeyhlerin ve komutanların aşiret halkı üzerindeki nüfuzunun istismar edildiği­ni, asilerin isyana katılmalarının devlete ihanet anlamına gelmemesi gerektiğini, zira aşiretle­rin I. Cihan Harbinde ve Kurtuluş Savaşında büyük fedakârlıklar gösterdiklerini anlatmakta­dır.

Yazarın tespitleri ciddî şekilde düşündürücü mahiyettedir. Şeyh Sait’in bu derece geniş bir alanı etkilemiş olması sadece şeyh olsa da, şahsî gücünden kaynaklanmış olamaz. Diğer şeyhlerin de katıldıkları ve onların reaksiyonuna da yol açan gerçekler vardı. İskilipli Atıf Hoca’nın Şeyh Sait istiyor diye, hoşnutsuzluk gösterdiğini düşünmek mümkün değildir. Bu ara­da Hormek ve Lolan aşiretleri halkının Alevi inançlı Türkler’den meydana geldiği unutulma­malıdır. Ankara’ya yazıldığı belirtilen belgenin bulunması yazarın vurguladığı gerçeğin önemi­ni artıracaktır.

Ancak yazarın Cibranh Albay Halit’e koyduğu, "Şeyh Sait olayına şeriat için katılmış bir kimse" teşhisini kabullenmek zordur. Zira isyana etnik bölücü muhteva kazandıran örgüt Azadi’dir ve Albay Halit bu örgütün bayrak adamıdır.

Messoud Fany’nin 1933 yılında Paris’te tamamladığı "Kürt Ulusu ve Sosyal Gelişmesi" isimli doktora tezi konuya biraz daha değişik yaklaşmaktadır. Messoud Fany meseleyi şu şe­kilde izah etmektedir: "Sorunu ele almadan önce, bu hareketin sadece Ankara yönetimine, da­ha açıkçası Gazinin reformlarına karşı olmadığını belirtmek gerekir. Halifeliğin kaldırılması, lâik rejimin benimsenmesi, tekkelerin kapatılması, tarikatların kaldırılması, şeyh, derviş baba, mürid, çelebi, sihirci ve diğer sıfatların kaldırılması halkta genel bir hoşnutsuzluğa neden olur. Temel olarak İslâm hukukuna dayalı hukukun yerini, İsviçre medenî hukukunun alması, fesin yerine şapkanın geçmesi, harf değişimi ve Mustafa Kemal’in en idealist taraftarlarına kadar şok yara­tan bir dizi reformları onları muhalefete iter. Sonunda İsmet Paşa -Gazi’nin tek ve son sırdaşıyönetimin sorumluluğunu üzerine alır.

Muhalefetin taraftarları ve yöneticileri arasında, hareketlerinde samimî olan çok az kişinin bulunduğunu burada ilâve etmek gerekir mi? Gerisi de Gazi’nin başarılarında gözü olanlar ve onu kıskananlardır. Atatürk’ün reformları onlar için böylece iyi bir bahane olur ve halkın dinî duygularını yönetime karşı kışkırtmaya koyulurlar.

Mahmut Akyürekli, Cibran Aşireti ve Karlıova Tarihi. 1983-84 Fırat Ün. Fen-Ed.Fak. Tarih Bölümü bitirme tezi, Gayri Matbu, s. 18-20.

Gazeteler arasında polemik gösteriler ve milletvekilleri arasında kanlı saldırılar, Gazi’nin po­litikasına, kişiliğine bile üzücü komplolarla devam etmiştir. Bu arada Cumhuriyet Hükümeti enerjisini bir an kaybetmedi ve bütün muhalefeti kırarak sona erdirdi

Rejimden hoşnut olmayanlar için bir tek yol kalıyordu, bu da ülkede genel bir ayaklanma

Çok fanatik, adet ve geleneklerine bağlı olan Kürtler yeni rejime karşı Türkler’den daha ça­buk ayaklandılar. Zaten Türkiye genel bir muhalefet tarafindan işlenmişti.

Reformlar radikaldi yönetim ülkeyi tamamen modem bir devlet haline mümkün olan en kı­sa zamanda getirmek için hiç bir şey karşısında geri durmuyordu.

Gerçekten tarih bugüne kadar Mustafa Kemal kadar kararlı ve cesur bir reformcu kaydetme­miştir. Mustafa Kemal alışıla gelmiş düşüncelerin sahiplerini ürkütebilecek derecede bir kavrayış çabukluğuna sahipti. Nihayet kitlenin öfkesi bir Kürt lideri olan Şeyh Sait’in ayaklanması ile ya­zıldı. Bu zavallı adam, muhalifler tarafından iyice cesaretlendirildikten sonra, yok olup gitti. Genç Cumhuriyetin gücü bu isyanı bastırmakta gecikmedi

Askeri operasyonu Kürdistan ’da bir dizi yönetimle ilgili reform takip etti. Asiler sert bir bi­çimde cezalandırıldı. Şeflerinin etkisi kesin olarak kırıldı.

Daha sonra bölgeye, emrinde özel bir yönetim teşkilâtı olan geniş görevlerle, bir genel müfet­tiş atandı.

Bu arada, asilerin cezalandırılmasındaki sertlik ve rejimdeki katılık tepkilere yol açar. Bu operasyondan kişisel olarak zarar gören bazı Kürt subaylar, Türk ordusundaki görevlerini terk ederler ve Kürt güçlerini düzenlemeye başlarlar. Böylece isyan kışın başlar ve ümitsiz bir biçimde bir süre devam eder. '*

Yazar, Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924), lâik rejimin benimsenmesi (10 Nisan 1928) (Laik devlet karakterinin açıklığa kavuşturulması), Tekkelerin kapatılması (2 Eylül 1925 Tekke ve zaviyelerin ve türbelerin kapatılması), Şeyh, Derviş, Baba, Mürit, Çelebi Sihirci ve diğer sıfatların kaldırılması (30 Kasım 1925, Türbedarlık ve bazı ünvanlann men ve ilga­sına dair kanun) ile 13 Şubat 1925-31 Mayıs 1925 tarihlerindeki Şeyh Sait olayını iltisaklamaktadır. O’na göre 17 Şubat 1925 Medenî Kanununun kabulü, 25 Kasım 1925 Şapka Kanu­nu, 1 Kasım 1928 Yeni Türk Harflerinin kabul ve tatbike konulması ile ilgili kanunun TBMM’nden geçmesi gibi yenilikler, Şeyh Sait olayı ile ilgili bulunurken, ayaklanmaların hep­si bir bütün olarak alınmaktadır. Bu genellemede İnkılâpların bir kısmının Şeyh Sait olayın­dan sonra cereyan etmiş olması doğaldır.

O’na göre; 12-28 Eylül 1924’teki Nesturî ayaklanması, 9-12 Ağustos 1925’teki Reşkotan ve Raman Tedip Harekâtı, 1925-1937 Soran ayaklanmaları, 16 Mayıs-17 Haziran 1926, I. Ağrı ayaklanması, 7 Ekim-30 Kasım 1926 Koçuşağı Ayaklanması, 26 Mayıs-25 Ağustos 1927

Mutki ayaklanması, 13-20 Eylül 1927 D. Ağn harekâtı, 7 Ekim-17 Kasım 1927 Bicar Tenkil Hareketi, 22 Mayıs-3 Ağustos 1929, Asi Resul ayaklanması, 14-27 Eylül 1929 Tendürük Ha­rekâtı, 26 Mayıs-9 Haziran 1930 Savur Tenkil Harekâtı, 20 Haziran-Eylüi başı 1930 Zeylân ayaklanması, 16 Temmuz-10 Ekim 1930 Oramar ayaklanması, aynı etki gösterilen tepkinin safhalarıdır.

Atatürk’ün reformlarına Türk kesimindeki gerici reaksiyon kendini gösterdiği sıralarda, daha fanatik oldukları için bu reaksiyon Kürt kesimde ayaklanma şeklini almıştır. Ancak Şeyh Sait isyanını izleyen Ağn isyanı gibi olaylara, menfaatlerini kayıp eden emekli subaylar yol açmıştır. Diğer yandan aşiret yapısının hakim olmadığı Türkiye’nin diğer kesimlerinde de bu ve bundan sonraki dönemde cereyan eden aynı karakterli olayların varlığı bilinmektedir. Meselâ Fani, Şeyh Sait olayının sadece Gazinin reformlarına karşı duyulan tepkiden doğma­dığını, halifeliğin kaldırılması, lâik rejimin benimsenmesi, tekkelerin kapatılması, tarikatların kaldırılması, şeyh, derviş, baba, mürid, çelebi, sihirci ve diğer sıfatların kaldırılmasının halkta genel bir hoşnutsuzluk yarattığını, İslâm hukukunun yerini İsviçre medeni hukukuna bırakma­sı, kıyafet ve harf devrimlerinin M.Kemal’in en idealist arkadaşlarında bile şok tesiri yaptığı­nı, yeni rejimden hoşnut olmayanlar Gazi’ye yaptıkları muhalefetle bir noktaya yaramayınca isyan etmek zorunda kaldıklarım, Kürtler adet ve geleneklerine daha bağlı oldukları ve fana­tik bir yapıya sahip oldukları için daha çabuk ayaklandıklarını, Şeyh Sait’in, Gazi’nin muhalif­leri tarafmdan iyice cesaretlendirilmesi üzerine, kitlenin öfkesine asiler ayaklanarak sözcü­lük ettiğini, belirtmektedir. M.Fani’ye göre olayda ulusal motif yoktur.

Kürt Türkleri’nin geleneklerine bağlı oldukları bir gerçektir. Ancak, onlar için fanatik teşhisinin konulması bize göre sağlıklı değildir. Şeyh Sait, Kürt lideri de değildir. Kürt Türkle­ri arasmda çıkmış bir dinî liderdir. Kürtçü aydınların Şeyh Sait’i cesaretlendirdiği bir gerçek­tir. Ancak Atatürk’ün yakın arkadaşlarından iken Atatürk’e muhalefet edenlerin Şeyh Sait ile direkt temas kurdukları söylenemez. Atatürk’ün yakın dava arkadaşları için böyle bir teş­hisi genelleştirilmek, yenilik hareketlerine ve millî birliğe aykırı bir girişim olarak düşünmek mümkün değildir. Bu arada doğudaki sosyal yapının aşiret ilişkileri içinde oluşu batı Anado­lu’ya nazaran onlara toplu hareket imkânı sağladığı da bir gerçektir.

Olayı yaşayanlardan derlediği bilgilerle açıklayan Yılmaz Akbulut; isyancıların, din, tö­re, örf ve adetlerine düşkün bölge halkını, "din elden gidiyor" sloganı ile istismar ettiklerini, Cumhuriyet’le getirilen yeniliklerin istismarcıların işlerini kolaylaştırdığını, daha evvel Kürt­çü propagandalarla sahneye çıkan propagandistlerin etkili olamayınca bu defa din motifini kullandıklarını, Cibranlı Halit ve Bitlisli Yusuf un aşiret ağaları, şeyhler ve müridlerini Şeriat perdesi altında örgütlediklerini, Kürt İstiklâl Komitesini; Seyyit Abdülkadir, Hacı Musa, Hasenanlı Halit ve Yusuf organize etmişlerken Şeyh Sait’i daha sonra aralarına aldıklarını belirt­mektedir. (504)

Yılmaz Akbulut; Bingöl Tarihi, Bingöl 1984 (Gayri Matbu) s.81.

Y.Akbulut’a göre "Şeyh Sait, Erzurum vilâyetinin emri ile, ifade vermek için Hınıs mer­kezine götürülmüş, orada verdiği ifadede, Yusuf Ziya ile işbirliği yapmadığını, Yusuf Ziya’nın kendisinden para istediğini, ona para vermediğini, bunun üzerine kendisine iftira edildiği­ni söylemiştir. Bunun üzerine Hınıs Kaymakamı Mansur Bey’in Şeyh Sait’in manevî etkisi al­tında kalarak ifadesine inanıp Erzurum iline bir telgraf çektiğini, telgrafında Şeyh Sait’in çok yaşlı bir kişi olduğunu ve kötü bir ihtirasının bulunmadığını bildirerek kendisini serbest bırak­mıştır/505)

Akbulut’a göre, Şeyh Sait oğlu Ali Rıza’yı İstanbul’a Seyyit Abdülkadir’e göndermiştir. Ali Rıza, Hınıs’a dönüşünde "Doğunun hiç bir yerinde askerî birliğin olmadığını ve bu durum­da her aşiretin kendi bölgesini işgal edebileceğini ve bu bölgedeki muhtarlıklardan birer maz­bata olarak Taşnak Hoybun Cemiyeti aracılığıyla Cemiyet-i Akvam’a gönderilmelerini" iste­mişti. Bu münasebetle Şeyh Sait isyan hareketine Diyarbakır’dan başlanılmasını telkin edi­yordu. Yazar devamla Ali Rıza’nın Büyük Millet Meclisi’nde bulunan diğer aşiret ağalan, ho­calar ve beylerle görüşme yaptığını ve onlar tarafından da Ali Rıza’nın bu plânlarının makul karşılandığını ve bu yüzden harekete geçilmek zamanı geldiğini belirtmektedir/506) Daha son­ra Şeyh Sait Mustafa Kemal aleyhtan ve İslamiyet yanlısı fetvasını dağıtmıştır.

Akbulut, devamla; Varto ve Kiğı’daki Hormek beyleri ve bir takım Alevî aşiretlerinin is­yan fikrine katılmamaları üzerine Şeyh Sait’in, Hormek ağalarına mektup yazarak din ve na­mus uğruna verdikleri mücadeleye katılmaları halinde mezhep farklılığı gözetmeden kendile­rine istediklerini vereceklerini vaad ettiğini belirtmektedir/507)

Yazar olayları yaşamış olan Selim Varol Güneş ve Cevdet Akbulut’dan dinledikleri ile olayın karakterini tayin eden bilgiler de verirken; Bingöllüler’in, Şark cephesinde ve Kurtuluş Savaşında devletin emrinde fedakâr vatandaşlar iken, isyan olayına atılmalarının kandırılmış olmaları ve cahil halkın üzerindeki din adamlarının nüfuzundan kaynaklandığını belirtmekte­dir/508)

Yazar, Şeyh Sait olayı 1925 tarihinde olmuşken, bu olaydan evvel başlayan Kürt-Ermeni dayanışmasını gündeme getirmektedir. Gerçi, münferit dayanışma örnekleri ve bilhassa ya­yın organlarının kullanıldığı biliniyordu.

N.F.Kısakürek olayın bu bölümünde de şu teşhisi koymaktadır; "Piran hadisesi üzerine, derin bir şeriat kâbusu ve din korkusu yaşayan hükümette hiç bir dikkat ve anlayış tavrı pey­dahlanmadığı gibi, Şeyh’de de bu davanın şartlarına ve doğuracağı neticelere dair herhangi bir basiret ve takdir gözü açılmamıştır

N.F.Kısakürek, Ali Fethi Beyden aldığı şu alıntıyı aktarmakta: "Hadise mahallîdir ve kü­çük bir saha içinde küçük bir imkân ele geçirilmiş olmasından öteye bir kıymet ve ehemmiyet belirtmemektedir. Onu büyütüp topyekûn millete karşı bir hükümet yumruğu indirilmesine vesile di­ye kullanmamalıdır. Dava mahallî kuvvetlerin İdarî, siyasî incelikleriyle çözümlenebilir. İki taraf­tan da akacak kanın Müslüman kanı olduğu ve hak hangi tarafta olursa olsun böyle bir hareke­tin millete derin bir teessür aşılayacağı ve dış düşmanlara fırsat hazırlayacağı unutulmamalıdır ve daha sonra şu açıklamayı yapmaktadır/510  "Heyhat ki, hiç kimseye Şeyh Sait’in yanlışını, millet kalbindeki ebedî doğruyu söküp atmak yolunda bir istismar vesilesi yapmak hakkı olmadı­ğını, hatırlayan ve hatırlatan yoktur. O fena yaptı diye dine fenalık etmek kudret ve salâhiyeti hiç bir fanide hayal edilemez, diye düşünen yok.... n(-5n)

Olayın İngiliz desteği ve Kürtçülük faaliyetleri ile ilgili konusunda ise Kısakürek; "Onun İngilizler’in adamı ve müstakil Kürtçülük ideoloji peşinde olduğu şeni bir yalandır. Öyle olsa idi ilk başarılanmn ardından cenup vilâyetleri istikametine doğru sarkar. Irak Kürtleri ve İngilizlerle irtibat kurar ve davasına, gerilerini ve yardım kaynaklarını sağlamış olarak belli başlı bir çevre içinde girmiş olurdu... '1512) demekte ve "Mahkemede vereceği cevaptan da anlaşılacağı gibi Kürt­çülük gayreti İngilizlerle irtibat zilleti isnat etmek vicdansızlık'15131..., "Seyyid Abdülkadir ile Şeyh Sait arası münasebet iddiası büsbütün saçma"15141 şeklinde kanaatini belirtmektedir.

İstiklal mahkemelerinde cereyan eden yolsuzluklara Atatürk’ün el koyup suçluları cezalandırışına da(5LS) yer veren yazar, konuya girerken sorduğu soruya şu cevabı veriyor "Şeyh Sa­it zorla itilmiş olmasına rağmen din hikmetleri bakımından pekâlâ mukavemet edebileceği ve mukavemet etmekle mükellef bulunduğu hadiselerin, tek sorumlusu olmakla beraber, bilmeyerek uyandırdığı ve artık hep uyanık kalmasına sebep olduğu ejderhanın yine bizzat mazlumu­dur... "( demektedir.

Girişim Dergisi’ne göre; Şeyh Sait olayı "kıyam" ile tanımlanabilir. Hükümetin aldığı tedbirleri islamiyete aykırı bulan Şeyh Sait ayaklanmıştır. Geçmişten geleceğe İslâmî birikimi yok etmek için hükümet sert önlemler almıştır. Hükümet iç kamuoyuna hareketin ulusal bir hareket ve dış kamuoyuna gerici bir hareket olduğunu açıklamakla gerçeği saptırmıştır. Hare­ketin kesinlikle Kürtçülük’le ilgisi yoktur. Şeyh Said’le ilgili özel bir sayı yayınlayan dergi, ola­yın canlı tanıklarından olan Muş-Varto-Goma Gargo köyünden Hacı Ahmet ve Mehmet Çağ­layan ile görüşme yapmıştır. Ayrıca tarihçi Sadık Albayrak’m da kanaatini almıştır. Bunların ve Şeyh Sait’in tanımı A.Melik Fırat’ın olaya dair teşhisleri Şeyh Sait’in bir İslâm mücahidi ol­duğu ve İslâmiyet adına mücadele verdikleri şeklindedir.  

"Anayasa ve Din" başlıklı dizi yazısında Bünyamin Ateş, Şeyh Sait olayının dinî karakte­rindeki tahrik ve teşvikin müsebbibi olarak İngilizler’i görmektedir, isyancıların silah ve giysi­lerinin Avrupa’dan gönderildiğini belirttikten sonra, yurtdışında bastırılmış bildirilerde; "Hali­fe sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlar olmaz Hiç bir Halife memleketten çıkarılamaz. Şiarımız dindir. Şimdiki hükümet dinsizlik neşretmektedir. Şeriat isteyiniz. Kadınlar çıplaktır. Mektepler de dinsizlik ilerliyor" denildiğini vurguluyor.

Hamza Eroğlu, Şeyh Sait olayında karşı ihtilâli hazırlamakla görevli Vahdettin’İn parma­ğı olduğu kanaatindedir. Kürtçü hareketin başlama dönemi olarak da Osmanlı imparatorlu­ğunun parçalanmasını görmektedir. Olayda Ingiliz parmağınında olduğuna inanan yazar, Te­râkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın padişahçı, şeriatçı ve ne kadar muhalif varsa hepsini içi­ne aldığı inancındadır. Mete Tuncay bu konuda daha geniş bilgi vermektedir.

Hamza Eroğlu isyana "Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tehdit eden büyük bir inkı­lâba karşı ihtilal hareketi..."  ) teşhisi koyarken, Neşet Çağatay'ın "bir dinci tepki olarak or­taya çıkmış olan bu isyan, 17 Kasım 1924’te kurulmuş bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi tarafmdan desteklenmişti"      ) teşhisini de aktarmaktadır. Çağatay'ın bu teşhisine de katılan H. Eroğlu; Vahdettin ve taraftarları, İlâ-i Vatan Teşkilâtı, Bükreş’te kurulan Hilafet Kongresi ile iltisaklamaktadır. O’na göre kadro Kürt Teâlî Cemiyeti ile ilişkilidir. Bu cemi­yet, Kürt İstiklâl Komitesi’nin Cumhuriyet’ten evvelki kurulan ilk örgütlerinden biridir.

H.Eroğlu isyancıların İngilizler’den destek gördüğü kanaatini açıklarken, Mete Tuncay, silâh şirketlerinin, bölgeye, isyancılara silah şevketmiş olmasının, İngilizler’i isyancıların ya­nında göstermek için yetmeyeceği kanaatindedir.

Mete Tuncay, İsyanın karakterini araştırırken olayın dinsel bir giysi altında ulusal bir başkaldırı olduğu"   şeklinde kanaatini belirtmekte ve "....İsmet Paşa 'tun ve arkadaşlarının olayı dinsel gericilik ve karşı devrim diye görmeleri ve göstermeleri, Doğudaki bastırmayla sınırlı kalmayacak daha genel bir karşı hareketi haklı kılmak amacıyla açıklanabilir*' demektedir. Ayrı­ca, Asım Us’un anılarından yaptığı; "...arasında fikir ihtilâfı vardı. İsmet Paşa Kürt isyanının di­nî bir hareket olduğu fikrinde idi. Reşit ise millî bir hareket olduğu fikrinde idi. Fakat bu maksa­dını ifade etmek isterken, kendisinin de söylemek istemediği tarzda insan kullanmıştır. Sonradan pişman olmuştur dedi'4524* şeklindeki alıntı ile fikrini kuvvetlenmeğe çalışmıştır. Böylece yapı­lan resmî açıklamalarda da olayın karakterine konulan teşhisin politik süzgeçten geçirildiğini görmekteyiz.

M.Tuncay; M.Toker’e göre ayaklanma irtica, B.Cemal’e göre karşı devrim, Toynbee’e göre millî, Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası milletvekili Rüştü Paşa’ya göre, yönetim hata­sı, Raşit Hakkı Uluğ’a göre hükümetin rol oynadığı bir isyan olduğu şeklindeki iddialara da yer vermektedir/525-1

Şeyh Sait olayına dinî çevrelerden Alevi-Bektaşî Müslüman halkın bakış açısı da, olayın karakterinin tayininde önemli bir boyuttur. Bu konuda Baki Öz;

"Şeyh Sait olayıyla Dersimliler’in bir ilkleri yoktur. Ne var ki Dersim aşiretleri Şeyh Said’çiler yoluyla olayın içine sürekli çekilmeye çalışılmıştır. Aralarında bölge ve etnik bağ olduğu ileri sürülerek Dersimin ayaklanmaya girmesini istemişlerdir. Çünkü Dersim Aleviliği önemli bir po­tansiyel güçtür. Şeyh Sait bölgedeki aşiret başkanlanna mektuplar gönderiyor, bildiriler dağıtıyor, adamlarını göndererek çağrıda bulunuyordu. Bölge halkıysa aralarındaki etnik ve mezhepsel far­kın bilincindeydi. Bu nedenle kışkırtmalara pek gelmiyorlardı. Bölgedeki bu gerici özlü hareketi, ilk önce gizli bir mektupla Gazi Mustafa Kemal'e bildiren Varto’daki Hormek aşiretinin aydınla­rı olmuştu. Şeyh Sait'çilerin Dersim Alevileri’ni olaya çekmek için çabalarını gören tarikat mürşit­lerinden MalatyalI Ağuçanlı Doğan Dede oğlu Hüseyin Efendi, Dersim aşiretlerini uyarmış, ayak­lanmacılara silahla karşılık vermelerini sağlamıştı. Bunun üzerine Hiran, İzolAlevileri ve Ohî bu­cağındaki Necip Ağa, Pertek'teki ayaklanmacıları kuşatıp, bölgeden çıkarmış ve Palu’daki Kâ­zım Beyin fırkasının önüne düşürmüşlerdi. Hormek aşireti milis gücü oluşturarak ayaklanmacıla­ra saldırmış, bölgelerinden çıkmalarını sağladıkları gibi, askeri birliklerin bizzat yardımlarına gi­derek, Ankara güçleriyle ortak biçimde Şeyh Sait'çilere karşı savaş vermişlerdi Dersim aşiret başkanlan toplanarak Şeyh Sait’çilere karşı uyanık olunmasını, bölgeye sızmaların önlenmesini, An­kara Hükümeti’ninyanmda yer alınmasını kararlaştırmışlardı. Ankara Hükümeti ve Mustafa Ke­mal bu tutumun bilincindeydi Yaran olan aşiret başkanlanna ve bölge Alevi halka Ankara Hü­kümeti temsilcileri (M.Kemal, Erzurum Valisi Zühtü Bey, III. Ordu müfettişi Kâzım Bey, XI. Fır­ka komutanı Mirliva Osman Nuri, Kiğı Kaymakamı Osman Nuri, Hınıs Müfreze komutanı Kay­makam Osman vb.) yardımlanndan övgüyle söz etmiş ve teşekkür tel yazılan göndermişlerdi Bunlar Dersim Alevi halkın M.Kemal’in yanında oluşunun, ulusal Hükümetin zor dönemlerinde yanlannda yer alarak güç oluşturduğunun belge ve kanıtlandır.

Ama ne var ki Dersindiler ne ölçüde titiz davranırlarsa davransınlar Şeyh Sait’çüerden uzak kalamadılar, onlan bölgelerinden uzak tutamadılar. Ayaklanmanın bastınlmasından sonra bir­çok Şeyh Sait’çi Dersim’e kaçarak gizlendi. Aleviler'in geleneğinde, sığınanı korumak vardı. Sığın­malar sonucu zaman zaman olaylar yaratıldı. Bunlan kovuşturmak ve yakalamak için bölgeye jandarma girdi ve baskı yaptı. Özgür yaratılıştı, belli kurallara gelemeyen Dersim Alevileri jandar­maya tepki duydu. Bölgedeki feodal yapının korunması, aşiretler arası çekişmeler, çağdaş olanak­ların ve kalkınmanın bölgeye gitmeyişi Dersim olayını doğurdu. Dersim ayaklanması önceden dü­şünülen plânlı-projeli bir eylem değildi Olaylar ve koşullann bu yönde gelişmesi Dersim ayaklan­masına neden olmuştur.

Alevi halk ayaklanmanın şiddet kullanılarak bastırılmasında ve kıyımlardan dolayı Ata­türk’e dargın ve kırgın değildir. Bu olaydan Atatürk’ün ilgisi olmadığı kanısındalar. Olayı basla, zulüm ve kıyım biçimine dönemin Başbakanı Celal Bayar’ın dönüştürdüğünü düşünmektedirler. Bu arada Atatürk hastaydı ve devlet işleriyle ilgilenmiyordu. Olayın bir kıyıma dönüştüğünden Atatürk’ün haberi olmamıştır, demektedirler ki doğruluk payı büyüktür. Bu anlayışları Atatürk’e karşı sınırsız sevgi, bağlılık ve tutkularından kaynaklanıyordu.

Atatürk, tepkiyi popülist din temsilcüeri olan tarikat ve dervişlerden değil, ulemadan bekli­yordu. Çünkü ulema devletle iç içe örgütlenmiş, Osmanlı Devleti’nin resmî dinsel ideolojisini üre­tiyor ve temsil ediyorlardı. Halifelik-padişahlık’a karşı olmakla Atatürk bu kesimi karşısına almış oluyordu. Ulemanın toplumsal ve siyasal temeli yıkılıyordu. Toplumun ve devletin gözünde Sünni ideolojiyi üreten ve temsil eden ulema, din adamları olarak görülüyordu. Atatürk’se ulemayı ve gerici "din adamlarını Türk Devriminin bağrına saplanmış kara saph bıçak" olarak görüyordu. 1924’lerin lâkleştirici düzeltimleri bu nedenle dervişlere değil, ulemaya yönelikti Ne var ki lâikli­ğe karşı tepki ulemadan çok, dervişlerden geldi Çünkü derviş kurumlan, kurulu düzenden bağım­sız, merkezden uzak, daha özgür ve muhalefete alışık kuramlardı. Emperyalizmin de el atmasıyla bu tür derviş kuruluşlun "şeriat perdesi" altında tepki merkezleri oldular. Ne var ki Alevi-Bektaşi derviş kuruluşlun bu noktadun du öteki popülist din kurumlunndan ayn yol izlediler. Sünni popü­list din kurumlan Osmanlı Sarayı ve Halifeliğin uydu kurumlan olmalanna karşın, Alevi-Bektaşiler Osmanlı yönetimince aşağılanan, kıyılan ve yasaklanan popülist din kurumlan olmuşlardı. Şe­riatçı kuruluşlar Panislâmizm siyasasına aracı olurken, Alevi-Bektaşi kuruluşlar Panislâmizm ve Halifeliğe ters düşmüş, Genç Türk-İttihat ve Terakki çizgisinde kalmışlar ve M.Kemal’le bağlaş­ma içerisine girmişlerdi Lâikliği ve Cumhuriyeti düşünce yapılanna uygun bulmuş ve Cumhuri­yet ilkeleriyle lâikliğin savunuculan olmuşlardı. Halifeliğin yıkılmasında Aleviler, Atatürk için te­mel dayanaktı, "  dernektedir.

Görüldüğü gibi Şeyh Sait olayının din boyutu katmerli olmuştur. İsyanın lideri din adına sahneye çıkmıştır. İsyanı destekleyen İngiltere tahrikinde etkili olabilmek için islâmlardan da­ha islâmcı davranmıştır. Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası, parti tüzüğündeki malûm madde itibariyle, dini kullanarak isyana arka çıkmakla itham edilmiştir. Hilâfet ve saltanat yanlılar din kisvesi ile sahnededirler. Aşiret birliklerini devletin karşısına götüren de devletin dinden ayrılmış olması iddiasıdır. Bize göre de Şeyh Sait isyanı gövdesinin, büyük parçası ve gerçek emeli itibariyle dinî bir uyarıdır.

OLAYA MARKSİST ÇEVRELERİN BAKIŞ AÇISI

Marksist çevrelerin Şeyh Sait olayı için getirdikleri yorum tek değildir. Ayrıca farklı ör­gütsel çevrelerin teşhisi değişik iken, bu çevrelerin görüşlerinde de zaman içinde değişmeler

Baki Öz, Kurtuluş Savaşında Alevi-Bektaşiler, İstanbul, 1990, s.36-39.

olmuştur. "Olayda rol oynayan sosyal kültürel ve dinî faktörler" bölümünde genel izahlar mü­nasebetiyle Marksist yaklaşıma yer verilmişken, bu bölümde özel izahlar getirilmiştir.

S.A.Şıvan’a göre Şeyh Sait isyanı, "Türkleştirme tatbikatına ve diğer asimilasyon zorla­malarına karşı" ( tepkiden doğmuştur. Türkleştirme konusunda Kürtçü hareketin kendi dö­nemindeki belli başlı siyasî, ideolojik liderlerinden olan Dr.Ş.M.Sekban mücadelesinin son döneminde, "Esasen değişik tarzda, milletlerin massedilmesi bir devridaimidir. Bu sosyal bir olay olup, aralıksız devam eder. Ama Türkiye'deki Kürtler'in hali bu değildir. Burada mevzuubahis olan şey mass etme veya kaynaştırma işlemi değil, sadece aynı ırktan iki kavmin birleşmesidir" di­yecektir/528)

Şıvan; ayaklanmanın başarısızlığını anlatırken de "Kürt halk kuvvetlerinin sonuca ulaşa­mamasının en önemli ve başta gelen nedeni, uygulanan asken stratejinin yanlışlığıdır. Elindeki yan muntazam ve çok eksik teçhizattı kuvvetlerle, genellikle dağlık yada muntazam ordu birlikle­ri için gayri müsait olan arazi parçalannda, hükümet kuvvetlerini oyalayarak zaman kazan­mak... ve bu arada kadrolarını pekiştirmek yerine, hareketin başlarında kazanılan büyük askeri zaferlerin cazibesine kapılarak, savaşın ovaya intikali ve hele Diyarbakır'ın muhasara edilmesi... şüphesiz küçümsenmeyecek askeri stratejik hatalardı"   dernektedir. Şıvan’a göre Şeyh Sait 1925’lerde kır gerillası taktiği uygulamakta idi. Böylece bu stratejinin uygulanmasına 50-60 yıl evvel başvurulmuş olacaktı.

İsyanm strateji konusunda C.Kutschera’da bazı yorumlar getirmekte ve "isyanın ileri saf­halarında kırsal kesim ile şehir merkezlerindeki halk, isyanın hedefleri konusunda ihtilâfa düştü­ler. Şehir merkezleri destek sağlamazlarken, isyancılara karşı tavır aldılar" demektedir. İsya­nın ileri safhaları asilerin Diyarbakır kapılarına dayandığı dönemdir.

D.M.Yadgar, isyanm başarısızlığını, isyanm komutanlar tarafmdan değil de din adamla­rı tarafından yönetilmesi ve cahil halkm çok kıyam yapıp talana katılması ile izah etmekte­dir/531)

S.A. Şıvan çelişkiyi, farklı kabul ettiği Türk ve Kürt milliyetleri üzerine inşa ederken, U.Heyd bu kanaatta değildir. O, Kemalist ideolojinin Türkçü, milliyetçi, bütünleştirici karak­teri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya ve bu bölgenin insanını da dışlamıyordu. "Türk ulusçulu­ğunun gelecekteki düşünce önderi Gökalp’in doğum yeri Güneydoğudur/532)diyordu.

Hasretyan’a göre, Şeyh Sait hareketinin ulusal bir hareket olduğunu söylemek mümkün ve gereklidir. (533) Bu görüşü Dr.K.M.Ahmed’de paylaşmaktadır. (534) Şeyh Sait hareketine ulusal bir hareket yorumu getirenler Türk ve Kürt’ün ayn milliyetler olduğu kanaatini taşı­yanlardır.

G.Sasuni hareketin niteliğine dair açıklama yaparken hareketin yabancı desteği görme­miş, gerici karakteri olmayan, "T.C. Hükümetinin Avrupalılaşma hamlesine karşı bir hareket olarak gösterilmesinde" maksat bulunan bir hareket olduğunu belirtiyor. Sovyetler Birliği ve bu S.B. Komünist Partisinin isyanı Kemalist Devrime yönelik gerici bir hareket olarak göster­mesinin çok acı olduğunu açıklıyor/535

"Kurtuluş" olarak tanınan ideolojik kesim, Şeyh Sait olayını değerlendirirken; "Şeyh Sait hareketinin niteliği üzerinde tartışma olmasına rağmen, genellikle ister hakim sınıfların ol­sun, isterse devrimci geçinen bir çok çevrenin olsun, üzerinde görüş birliğine vardıkları bir nokta; bu hareketin gerici bir hareket olduğu ve hilâfeti getirmeyi amaçladığıdır. Ayrıca hare­ketin arkasında büyük ölçüde İngiliz emperyalizminin olduğu iddiası da öne sürülmektedir" dedikten sonra Üçüncü Enternasyonalin belgelerinden şu açıklamayı çıkarmaktadırlar; ”Mus­tafa Kemal’e ve Ankara Hükümeti’ne karşı Kürdistan ’daki Şeyh Sait ayaklanması Moskova tara­fından, Türk gericiliğinin İngiliz emperyalizmi ile ittifak halinde bir geri dönüş girişimi olarak de­ğerlendirilmektedir... Ayaklanma büyük toprak ağalarının hakim olduğu doğu illerinde patlak verdi. İsyancıların arkasında Musul meselesinde, yani petrol meselesinde çıkan olan İngiltere bu­lunuyordu.. Ayaklanmanın başında Şeyh Sait bulunmaktadır. Ayaklanma dinî ve millî nedenlere bağlanmak isteniyor. Kürtler bir yandan Kemalistler’in 3 Mart 1924 tarihinde kaldırdıktan halife­liği geri getirme, öte yandan bağımsız bir Kürdistan kurmak için ayaklandılar... İngiliz parasının ve İngiliz silahlarının bu ayaklanmada büyük bir rol oynadığı açıktır... Kürt ayaklanması, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki yeni bir saldın manevrasıdır". )

Getirilen eleştiride, bu hareketin başını şeyh ve toprak ağalarının çekmiş olmasının, ha­reketin gerici karakterini gösteremeyeceğini, İngiliz emperyalizminin harekete çıkarları için ilgi duymuş olmasının, harekete olan etkisinin kanıtı sayılamayacağını, Şeyh Sait olayına bir takım feodal güçlerin öncülük yapmasının yanı sıra, harekete karşı olan bu tür güçlerin de bu­lunduğunu, Şeyh Sait hareketinin gerici yanlarının yanı sıra ulusal baskıya tepki karakteri de taşıdığını belirtmektedir/537 .

Nuri Dersimi de Şeyh Sait hareketinin bir ulusal kurtuluş hareketi olduğu kanaatinde­dir. Bu görüşü C.Aladağ’da paylaşmaktadır/538) Şeyh Sait hareketi konusunda açıklamayapan Marksist Kürtçü yayınlar çok kere aynı şeyleri tekrar etmişlerdir.

SSCB’nin 1925’lerdeki Türkiye politikası ve Türk-Sovyet ilişkilerinin de bir sonucu sayı­labilecek olan o dönemdeki Sovyetler’in Şeyh Sait olayı karşısındaki tutumları, ulusal devrim stratejisi ağırlıklı Kürtçü teorisyenlerin tepkisine yol açmıştır. Bütün Marksist Kürtçü örgüt­lerdeki kanaata göre, Kürdistan işgal edilerek sömürgeleştirilmiştir.

Kürdistan diye teşmil edilen Doğu Anadolu’yu da içine alan bölgeyi Türkiye-îran-Irak ve Suriye’nin bölüşmüş olduğunu ileri süren zihniyet bu paylaşımın Türkiye, İngiltere, Fransa ve İran arasmda yapılmış bazı anlaşmalarla tahakkuk ettiğini iddia ederlerken bu antlaşmala­rın; Nisan 1916 Sykes-Picot, Nisan 1917 StJean de Maurienne Anlaşması, Ocak 1919 Paris, Nisan 1920 San Remo Konferansları, Ağustos 1920 Sevr Antlaşması, Şubat 1921 Londra, Mart 1922 Paris Konferansını kastetmektedirler.(S39)

Sovyet dış politikası; TBMM Hükümetinin İtilâf Devletleri ile arasındaki anti-emperyalist mücadele itibariyle, Türk Hükümetine sempati duyabiliyordu. Bakû Kongresinde halkla­rın haklan başlığı ile gündeme getirilip uzun süre gündemde kalacak olan konunun kapsamın­da Türk milletinin Kürt kesimi de vardır.

SSCB, TBMM’nden sosyalist bir gelecek beklerken,Panislâmist harekette, henüz nihaî şeklini almamış olan Kuvay-ı Milliye hareketini kendi bünyesinin bir parçası olarak düşün­mekte ve bu düşünce tarzının bir sonucu olarak da Kürt diye tanımlanan Türkî unsuru, kade­rini Panisâmist politikada aramaktadır.

Gelişmenin bu yakasını anlatırken O.Koloğlu; Ahmet Şerifin müslüman gruplan bağdaş­tırmak ve halifeye karşı ayaklanmamak gerekçesi ile Harekât-ı Milliye’ye uzak durmalarını ikna etmek görevini üstlendiğini, Sebilürreşad ve İtilaf Devletleri yanlısı Bosphore gazeteleri­nin 11.5.1921 tarihli nüshasındaki yazılarda Ahmet Şerifin Sivas’taki hutbesinin cihad çağa­sı mahiyetinde olduğunu, 20.4.1921 tarihli New York Times ile 21.4.1921 tarihli İngiliz Ti­mes gazetelerine göre "Ankara Meclisi Şeyh Sünûsî’yi Mezopotamya tahtına aday gösterdi ve o da yola çıktı" haberini verdiğini    ), 1921 yılı Ramazan ayını Diyarbakır’da geçiren Ah­met Şerifin "Musul bölgesindeki kanşıklıklann arttığı ve Türk, Arap, Kürt unsurlann değişik kışkırtmalar sonucu çatışmalara girebileceği..." ihtimaline binaen önleyici tedbirler için giri­şimlerde bulunduğunu, "hatta Ahmet Şerifin Diyarbakır’daki bu günler arasında bir kongre toplamayı planladığını" ileri sürenlerin de olduğunu belirtmektedir.

Erzurum (23 Temmuz 1919) ve Sivas (4-12 Eylül 1919) kongrelerinden 2 yıl sonra ve Di­yarbakır’da yapılması tasarlanan bu kongrede İslâm mücahidi sıfatıyla bir Arap sahnededir. Bu hususta yaptığı nakilde O.Koloğlu, "Şuray-ı Ahmediye tarafından düzenlenen bir Panislâm Konferansı, Haziran ayı sonunda Diyarbekir’de Sûnusî şeyhinin başkanlığı altında topla­nacaktı. Konferans değişik müslüman aşiretlerinin Ankara’nın savaşına pratik işbirliği temel­lerini atmak ve aynı zamanda, Kürtler’le olduğu gibi, Ankara hükümetine karşı aşiretlerle ba­rışı kurmak amacını güdüyordu"  ) demektedir.

14.6.1921 tarihli Hâkimiyeti Milliye Gazetesi ise Mustafa Kemal’in Ahmet Şerife gön­derdiği bayram tebrikinde "îslâmın amacına yönelik olan savaşın başarısı için dualarını niya2"(542) etmektedir.

Bu açıklamalar M.Kemal’in Musul meselesinin ne tür problemlerle gündeme geleceğini, bu problemlerin üstesinden gelebilmek için hangi imkânların seferber edilmesi gerektiğini dü­şünmüş olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Ancak M.Kemal kafasındaki Türkiye Cumhuriye­ti idealine rağmen bu imkânlarla ilişkisini daha fazla uzatıp başan şansım zorlayabilir miydi? Musul meselesinde İngiliz diplomasisinin, "Hilâfetin kaldırılışını kendi açımızdan hayret ve sevinçle karşıladık" tarzındaki açıklaması M.Kemal’in kafasındaki T.C. modelini bilememiş olmalarıyla yakından ilgilidir.

Ahmet Şerifin Musul meselesinin çözümü için Türk-Arap-Kürt ittifakı önerdiği dönem­de, Arap milliyetçilerinin evvelce tohumunu ektikleri Arap ırkçılığı, meyvelerini çoktan ver­meye başlamıştı.(S43)

Delilovan’ın Xorteki Kurd, "Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi" isimli siyasî muhtevalı eserinin "Şeyh Sait isyanı" bölümünde;

"Türk, burjuvazisinin fiilen 1924’te uygulamaya başladığı dil, kültür ve politik baskı, Kürt ulus hareketini daha fazla bilinçlendiriyordu. Mevcut baskının Kürt millî bilincinde yaptığı etkisi­nin bir sonucu olarak, bu dönemde birçok aydın ve subaylarının Albay Halit Bey’in etrafında top­lanarak, dil özgürlüğü ve politik haklarını istemek üzere faaliyete geçtiğini görüyoruz. Türk burju­vazisi sınıf çıkarları gereği Kürt ulusuna yönelttiği baskıyı uygulamak için Kürdistan’da kurduğu askerî ve polis örgütü ile faal elemanlan tabi tuttuğu işkence ve faaliyete yönelttiği insanlık dışı ta­kip şekilleri ile bu meşru kültür hareketini silahlı ayaklanma şekline soktu....

Bu isyanın millî karakteri ve sürüklediği geniş halk kitleleri ile arz ettiği tarihî anlam, Türk toprak burjuvazisinin dikkatinden kaçmıyordu. Bu ihtilâlin Türk toprak burjuvazisi tarafindan anlaşılan derin manası, Diyarbakır’da kurulan "İstiklâl Mahkemesi” savcısının şu sözlerinden açıkça anlıyoruz; -Kürt isyanını doğuran amaç ve fikir Suriye ve Filistin’i ana vatandan ayıran amaç ve fikrin aynıdır. Şeyh Sait isyanından dolayı bazılarının hükümetin idari yolsuzluklarına, bir kısmının da halifeliğin savunmasını bahane ederek meydana çıkmış bulunuyorsunuz. Fakat bir noktada hepiniz berabersiniz. Bu da bağımsız bir Kürdistan yaratmak amacıdır.-

Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi reisinin dediği gibi, Şeyh Sait isyanının oluşunda, ileri sürü­len bahaneler, ister "halifeliğin müdafaası” ve isterse "Şapka inkılâbı" olsun, hareketin kapsanu tamamen milli idi; bağımsız bir Kürdistan kurmak amacına yönelmişti Fakat, bu kapsam dış ve iç nedenlerle Türk toprak burjuvazisinin ideolojik değişikliğine maruz kalmıştır. Adı geçen isyan, "mürteci derebeylik hareketi” "devtimlere muhalif" bir hareket gibi gösterilerek Türk ve dünya kamuoyuna yanlış olarak yansıtılmıştır. İlmî görüşten yoksun bazı Kürt burjuva milliyetçileri de bu ideolojik sapıklığın etkisinde kalarak Şeyh Sait isyanının muhtevasını görememişler ve böylece yanlış bir yorumu desteklemek durumuna düşmüşlerdir. Şeyh Sait isyanının yöneticileri arasında eski derebeyleıin ve şeyhlerin bulunması, ayaklanmanın da küçük burjuvazinin devrimleri döne­mine rastlaması bu yanlış görüşün yayılıp tutulmasında önemli rol oynamıştır..

Delilovan’a göre Türk ve Kürt olarak ayn kesimler olarak tanımladığı taraflardan birin­cisinin İkincisine "dil, kültür ve politik baskı" yapmış oluşu ayaklananlara bilinç verici bir tah­rik unsuru olmuştur.

Baskı altında tutulduğu iddia edilen dil; iç homogenliği, eğitim ve kültür dili olabilme se­viyesi, genel dil özellikleri itibariyle taşıdığı değer izaha ve tartışmaya muhtaçtır/545

Delilovan’a göre Türk burjuvazisi sınıfsal çıkarları için baskı uygulamıştır. Bu maksatla bölge­de askerî ve polis örgütünü faaliyete geçirmiştir. Böylesi bir iddia, o dönem Türkiye’sinin emek-sermaye ilişkilerini askerî birliklerin konumunu ve polis teşkilâtının yaygınlığı ile görev alanını bilmeyişi ile izah edilebilir.

Yazar ayaklanmayı "millî" karakterli gösterebilmek için döneme ait açıklamalardan alıntı yap­maktadır. Ayaklanmanın karakterinin değişik yansıtılmasını bir takım faktörlere bağlamakta ve bu faktörler üzerinde durmaktadır.

Verilen bilgiler arasında ayaklanma ve onun devamı olan olaylarda çok köyün tahrip olduğu, 8758 evin yıkıldığı, 15.206 kişinin öldüğü ve 500.000 kişinin ise iskâna tabi tutulduğu anlatıl­maktadır.

Yazar olayın karakterini tahlile geçmeden fikrî bir alt yapı geliştirmekte, tahlillerini ide­olojik zeminde ele alırken okuyucuya kültür yapısı itibariyle farklı iki topluluğun mevcudiyeti­ne dair bazı telkinlerde bulunmaktadır. Meselâ İsmet Paşanın Lozan konferansında "Türkler ve Kürtler arasmda hiçbir fark yoktur, farklı diller konuşmalarma rağmen bu iki ulus; ırk, din ve gelenek bakımından bir tek blok teşkil ederler" tarzında yaptığı açıklamaya karşı görüş ge­tirmeye ihtiyaç duymuştur.

Şeyh Sait isyanında, Sovyet Rusya’nın ve Türk Komünistlerinin rolünü arayanlar ve Takrir-i Sükûn Kanunu’nun suç kapsamına giren isyancılar ile, Nazım Hikmet ve arkadaşları ara­sında bağ kuran yaklaşım tarzına tanık olabilecek tek belge Enternasyonal Basm Haberleri­nin neşrettiği bazı yazılar ile bu yazıları konu alan diğer yazılardır. 3. sayı bültende; "Ayaklan­ma büyük toprak ağalarının hâkim olduğu Doğu illerinde patlak verdi. İsyancıların arkasın­da, Musul meselesinde, yani petrol meselesinde çıkarı olan İngiltere bulunuyordu. Ayaklanmanın başladığı tarih, ilk olarak Musul meselesinin, milletler cemiyetinin bir komisyonu tara­fından araştırıldığı, ikinci olarak hükümetin zaman zaman toprak ürünümüze yüzde sekseni bulan aşan kaldırmayı plânladığı bir döneme rastlıyordu. Ayaklanma, bölgedeki ulaşım zor­lukları, kötü hava şartlan ve sınıf mücadelesi yüzünden güçlükle bastırıldı. Şehir küçük burju­vazisi ile orta burjuvaziye ve köylülüğün bir kısmına dayanan Kemal hükümetinin büyük top­rak ağalığına, yobazlığa ve İngiliz emperyalizmine karşı sınıf mücadelesi, tayin edici bir aşa­maya girmiş bulunuyor.

Şüphesiz Enternasyonal Basın Haberlerinin bu tarz yaklaşımı, isyancı çevre ile Entemasyonal’in kadrolan arasmda bugün de bu yaklaşımın olduğunu göstermez. Marksistlerin Şeyh Sait olayına bakış açılarına dair bilgi verdiği bölümde bu husus daha geniş ele alınmıştır. E.B. Haberleri, bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere Enternasyonal, Kemalist kadroyu; isyancılara karşı, toprak ağaları, yobazlık ve İngiliz emperyalizmine mücadele içerisinde göstermektedir. Toprak ağasma karşı olan aynı güç, feodaliteye karşı olan N.Hikmet’i, aynı konunun kapsa­mında ve aynı suç gerekçesi ile yargılamış olamaz. Takrir-i Sükûn Kânunu’nun muhtevasma giren farklı suçların işlenmiş olması söz konusudur. Bu suçlarm müşterek noktalarının bulun­ması, N.Hikmet’in isyanı tahrik ettiği hükmünü çıkarmak için yetmez. Shaw’un isyanlardaki Komünist ve gerici tahrikini birleştirmesini anlamak zordur.

Shaw ise isyanı anlatırken; "1925 başlarında Güneydoğu Anadolu’da Kürtler’in başlattığı ciddi bir ayaklanma görüldü. Bölücülük aracı olarak Ermeniler’i kullanamayan Rus Komünistle­riyle, hükümetin dinî ve lâik politikalarına muhalefetlerini göstermek isteyen Türk muhafazakâr­ları isyanı kışkırtmışlardı. Şeyh Sait’in önderliğinde Diyarbakır bölgesini yakıp yıkan isyancılar Elazığ ve diğer küçük kentleri de yağma ettiler. Hareket İstanbul ve diğer bölgelerdeki tutucu grup­lar arasında sempati uyandırmaya başlayınca Mustafa Kemal bunun Cumhuriyet’e karşı genel bir tepki odağı olmaması için kararlı bir biçimde üstüne yürüdü................................ Böylece o an için Kürtler’in ve gericilerin hareketleri önlenmiş oldu.

"..... 12 Ağustosta Vatan Gazetesi kapatıldı, kurucusu ve başyazarı Ahmet Emin YALMAN tutuklandı, ancak daha sonra her iki işlem de geri alındı. Aynı gün Ankara istiklâl mahkemesi ünlü komünist şairi Nâzım Hikmet ile bazı arkadaşlarını komünizm propagandası yapmaktan mahkûm etti..' 548) şeklinde düşüncelerini belirtmektedir.

1927 ve 1928 yaz aylarında doğuda cereyan eden isyanlarda da Komünist ve gericilerin tahrikinin olduğunu belirten Shaw, isyanlarda Komünist tahrikinin olduğu teşhisini hangi ve­riye göre koyduğunu belirtmemektedir. Gerçi N.Hikmet’in Kürtler konusundaki kanaati An­kara Hükümetinin görüşü ile tamamen zıttır Z549) Ancak N.Hikmet ve arkadaşlarının bu olayla ilgisi bizim için meçhuldü. N.Hikmet’in tutuklanış sebebi Komünizm faaliyetleridir. Yaza­rın olaya destek verdiğini belirttiği Rus Komünistleri ve desteklerinin şekli de bilinmemekte­dir.

Shaw’a göre hükümetin dinî ve lâik politikasına, muhaliflerin desteği başlayan Şeyh Sait olayı, bölgedeki tutucuların arasmda sempati ile karşılanmıştı. Komünistlerin yanı sıra gerici­lerin de desteğini görmüştü.

Boris Temkof, Şeyh Sait ayaklanmasının Ankara Hükümetinin Türkçü tutumu ve vaatle­rinden dönmesi nedeniyle başladığını anlatmakta ve Atatürk’ün; isyancıların İngiltere tarafm­dan desteklendiğini, İngilizler’in Türkler’e karşı daima aşiretlerden istifade ettiğini, Birinci Cihan Savaşında da ajanları vasıtasıyla aşiretleri isyana teşvik ettiklerini, İngiltere’yi bu tutu­ma sevkeden amilin Musul ve petrol yatakları olduğunu açıklayan konuşmasma atıf yaparak (550).

"Kürt milliyetçilerinin elindeki silahlar İngiltere’den değil, Türk ordusundan alınan silahlar­dı. Fakat Kürtler’e karşı anti-emperyalist mahiyette olduğuna dair bir mazeret beyan etmek lüzu­munu hissediyordu..." 55  demektedir.

Doğudaki isyancı aşiretlerin silahlan nereden temin edilmişti. Bu aşiretlerin büyük ço­ğunluğunun yakın geçmişte Hamidiye Oğuz Süvari Alaylarında askerlik yaptıklarını, Ermeni isyanları ve Şark Cephesinde Ruslar’a karşı bazen düzenli ordunun yerine ve bazen de onun yanmda görev aldıklarını Bayram Kodaman’dan öğrenmekteyiz. Mehmet Arif Bey ise 1897’de aşiretlerin teçhizat bakımından çok zayıf olduklarını açıklamaktadır. M.Ş. Fırat bu silahların bir kısmının Hamidiye Alayları dönemine ait olduğu kanaatindedir.

İngilizler’in aşiretlerle ilgisinin olaylardan çok önce başladığını, harekât başardı olup gü­neydeki İngiliz birlikleri ile asilerin teması sağlanabilse idi asilere İngilizler’in vaat ettiği yar­dımın arasmda silahda bulunduğunu biliyoruz. 1963 ydında Bulgaristan Vatan Cephesi Halk Meclisi adına yapdmış bir yayın olan Boris Temkofun eserinde emperyalizmin desteği saptırdmıştır. Bize göre Atatürk’ün aşiretlerde baş gösteren isyanı bastırması, onun anti-emperyalist mücadelesinin bir devamı idi. Zira isyancı aşiretler emperyalist İngiltere’den güç alarak anti-emperyalist Atatürk’e cephe alırlarken, emperyalizmin saflarına geçmiş oldular. Bu ne­denle Doğu ayaklanmaları anti-emperyalist değil, emperyalizmin Türk milletinin doğusunda­ki uzantısı karakterini taşımaktadır. Nitekim, Lozan’daki Türk heyeti, aşiretlerden katdan de­legelerinde temsil edddiği T.B.M.M’ni yani Ankara Hükümetini temsil ediyorlardı.

isyan yıllarını anlatan Rus yazarların açıklamaları, o dönemin dış politikası, Türk-SSCB ilişkilerine dair bilgi vermenin yanı sıra Bolşevik fikir adamlarının Cumhuriyet Halk Fırkası ile Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın genel politikalarım yorumlayışlanna dair de bilgi vermektedir. Dönemin konumuzu ilgilendiren olayları ile ilgili olarak, Paraşkev Paruşev;

"Fırtınalı olayların ardı kesilmemiştir. Anadolu ’nun doğu bölgesinde bir Kürt ayaklanması baş gösterir. İsyanı Şeyh Sait adında biri yönetmektedir. Aynı anda Londra’da, Lozan’da sona er­dirilmiş olan Musul sorununu yeniliyordu. Bütün bu olaylar bir süre Ankara'yı oyalayacaktır.” de­dikten sonra, Türk iç politikasındaki anlaşmazlığı; "Mustafa Kemal ile daha sonra Terâkkî­perver Cumhuriyet Fırkası’nı kuracak olan arkadaşları arasındaki ihtilâfı, Mustafa Kemal’in ödün vermeyen kişiliği, bakışlarının çok ileriye yönelmiş oluşu, geriye dönüş bilmeyen yapısı" ile izah etmekte; M.Kemal’in radikal reformlar yapma ve tutuculuğu aşma girişimlerine, Te­rakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın M.Kemal’in çok yakın arkadaşı olan dört yöneticisi "Türk ulusu on yıl süren savaşlardan yorulmuştur" şeklinde muhalefetiyle açıklıyordu/555)

Her iki siyasî partinin ekonomi politikalarının da farklı olduğuna işaret ederken P.ParuŞev;

"....Mustafa Kemal, bu ulusun batılı bir liberalizme değil gerçekçi bir politikaya ihtiyaç duy­masına güvenmektedir. Ulusun gerilikten ve yüzyıllar süren durgunluktan kurtulabilmesi için güç­lü bir el tarafından yönetilmesi gerekmektedir" demekte Terâkkîperver C.Fırkası’nın görüşlerim açıklarken de ".....Dörtlerin görüşlerini paylaşan birkaç İstanbul gazetesi de sert bir dille Anka­ra’nın aceleci davranışlarını eleştirmeye koyuluyor...Z556)

... Yeni Partinin programı Halk partisinden gözle görülebilecek ölçüde ayrıdır. Batılı Burjuva devletini örnek alan Terâkkîperver Cumhuriyet Fırkası özel girişim özgürlüğünden ve yabancı ser­mayenin teşvik yedirmesinden yanadır.

...İstanbul gazetelerinden birinin belirttiğine göre; acılar dan ve özgürlük yokluğundan doğan-parti yalnız altı ay yaşayabilmiştir. Kapatma kararında parti yöneticilerinin Kürt ayaklanma­sında parmaklan olduğu suçlaması bulunmaktadır.

Millet Meclisinde iki akım belirmiştir. Bir grup isyana önem vermemekte ve ayaklanmanın bilinen yollarla bastınlabileceğine inanmaktadır. Öteki grup ise baş kaldırmanın çevreye yayıla­rak bir karşı devrime yol açacağından kuşkulanmaktadır. Kürt ayaklanmasını duyan İsmet Bey Ankara’ya gelmiştir. O, ayaklanmanın demir yumrukla bastırılması düşüncesindedir. Mustafa Kemal de onu desteklemektedir. Millet Meclisinde bu iki görüş taraftarlan arasında bir çatışma başlar. Sonunda Ali Fethi hükümetine güvensizlik oyu verilir...

İki ay sonra Ordu ayaklanmayı bastırır. Ayaklanmanın önderleri, başta Şeyh Sait olmak üzere mahkeme önüne çıkarılırlar. Şeriata uygun davrandıklarını ileri sürerek suçlarını kabul et­mezler. Sonunda Diyarbakır’ın büyük camisi önünde dokuz kişi ipe çekilir.558) şeklinde dönemin siyasi olaylarını yorumlamaktadır.

Yazar Sovyet perspektifinden isyanın şeriat adına yapıldığı teşhisini koyarken toprak mülkiyeti konusunda da:

"Hükümet Doğudaki bazı büyük toprak sahiplerini sürgün etme kararım aldı. Bu yan fe­odal mülkiyet sahiplerinin yok edilmesinin tam zamanıdır... demektedir.

Şeyh Sait olayının dinî karakteri hakkında Mustafa Kemal ile Sovyet Elçisi Aralov’un arasmda geçen konuşma Atatürk’ün bu olaydaki tutumunun iyi anlaşılması bakımından çok önemlidir. Atatürk, Türkiye’deki işçi ve çiftçi kesimlere dair bilgi verip alınacak tedbirlere da­ir malûmat verdikten sonra her iki ülkenin devrimlerini karşılaştırmış; "Rusya’da durum baş­kaydı. İşçi sınıfı devrimden önce örgütlenmişti. Dinin halk üzerindeki etkisi Türkiye’deki ka­dar güçlü değildir. Sizde dinsel bağnazlık yoktu. Bunu göz önünde tutmak zorundayız." de­miştir.

Paruşev, Şeyh Sait olayını dinî karakterli bulurken, alman tedbirlerin kesin ve tavizsiz oluşunu, Türkiye’yi hayalindeki noktaya getirmek isteyen liderlerin güçlü kişiliği ile izah et­mektedir. O’na göre Atatürk’ün tavrı aynı zamanda feodaliteye karşıdır. İngiliz emperyaliz­mi ise Musul’daki menfaatleri için sahnededir.

SAİD-İ NURSİ KÜRTÇÜLÜK VE ŞEYH SAİT OLAYI

1925 ayaklanmasının lideri olan Şeyh Said, İngiliz Muhîbler Cemiyeti Başkanı olan Said Molla ve Nurculuk akımının lideri olan Said-i Nursî ile zaman zaman karıştırılmıştır. Her üçünün de adaş olmaları, Molla, şeyh ve din bilgini oluşları bu karışıklığa yol açabilmiştir. Ay­rıca her üçü için de Kürtçü oldukları iddiaları ileri sürülmüştür.

Said-i Nursî’nin Kürtçü fikir ve faaliyetleri üzerinde çok durulmuştur. Onun, döneminde cereyan eden olayların, bilhassa doğu bölgesinde yaşananlarm büyük bir kısmının içinde onu da görmekteyiz. Biz bu olay ve düşüncelerin Şeyh Sait’le İlgili olanlarma ve onun Kürtçülük’le ilişkisine yer verip, tespitlerimizi karşılaştıracağız.

O’nun Kürtçü olduğu kanaatini taşıyanlar; bir dönem "Kürdî" soy ismini kullanmış olma­sı; doğu aşiretlerine teşmil edilen mahalli kıyafetle dolaşması, "Kürt Süvari Birliği Komutanı" tarzında bir ifadenin kimliğinde bulunması, Kürtçü siyasî yayın organlarında yazılarının yayın­lanmış olması, nesir ve şiirlerinde Kürt ve Kürdistan kelimesinin sık geçmiş oluşu yanında Abdülhamid’e verdiği doğuda kurulmasına istediği Üniversitede Kürtçe’de okutulabileceğini belirtmesi, üzerinde durmuşlarda. Karşı görüşte olanlar ise; iddialara izah getirirlerken Sa­id-i Nursî’nin mensubu bulunduğu İttihad-ı İslâm ideolojisinde ırkçılık sayılan Kürtçülüğün yer alamayacağını belirtmişlerdir. Said-i Nursî’nin; eserlerinde Kürtçüler’den kendisine gelen Kürtçü teklifleri, nasıl reddettiğine dair yaptıkları açıklamalar üzerinde durmuşlardır.

Said-i Nursî 1873 senesinde Bitlis’in Hizan ilçesinin İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğmuştur   Bu çevrenin halkı İdris-i Bitlisî’nin tarihindeki bilgilere göre; Cengiz Han isti­lasının önüne kattığı Harzem-Horasan Türkmenleri’ndendir. Cengiz Han döneminde buraya iskân olmuşlardır. İran’daki Safevî Türk Devletinin kuruluşundan sonra devamlı Fars kültü­rünün tesirinde kalmışlardır/562) Dillerine giren Farsça kelime ve dil kuralları bu döneme ait­tir. (

Bölgedeki ağızların bu özelliğini Balsan şu şekilde açıklamaktadır: "Kürt lisanı bir diya­lekt olup, Farsça’ya daha çok benzemekle beraber, Arap ve Türk terimlerinin de karışmasın­dan ibaret olup, kendine has bir telaffuzu vardır/

Şerefname(565) ve Fritische’e   göre 1500-1600 tarihlerinde bölgede hâkimiyet süren Hizan Beyleri Türkmen’dirler. Hizan Beyliğini, üç Türkmen kardeş yönetmektedir. Bunlar­dan büyük kardeş Hizan; ortanca Nuks ve küçük kardeş de İsbayerd nahiyesini yönetmiştir. dönemin Isbayerd’i giderek İsparit ve o dönemin Nuks’u da zamanla Nurs olmuştur. Said-i Nursî Harzem-Horasan Türkmenleri’nden Bil’in torunlanndandır. Zamanla Fars kül­türü etki altına giren bu Türkmen hanedanı bölgede uzun süre hâkimiyet sürmüştür. Bunlar­dan Gırdıkan beyleri, Hizan beylerinin devamıdır. Gırdıkan, Hızan’a bağlı bir köy idi.

Said-i Nursî soy ismi olan Nursî’yi doğum köyü olan Nurs’dan almıştır/567) Diğer yayın­lar da bu kanaattedirler/568)

Fritische’e göre, Hizan şehri İslamiyet döneminde kurulmuştur. Bölge halkının dillerin­de yaygın olan rivayetlere göre bu şehrin kurucusu Tebriz-Meraga Türkmen hükümdarıdır. Hülagû Han’ın güvenilir bir danışmanı olan ve Hülagü Han tarafindan ülkenin merkezi hali­ne getirilmek üzere Merağa’yı yeniden kuran Hoca Nasrettin’in, bu kaleyi ve şehri de o sıra­da kurmuş olması muhtemeldir. Aynı kaynağa göre Hizan kelimesi Oğuz Han’dan bozulma olup Oğuz Han demektir/569)

S.Nursî’nin yedi göbek atasını sayanlar(570) dedelerinin arasında birkaç Mirza’nm olduğu­nu tespit etmiştir. B.Berk bu konuda bilgi verirken Said-i Nursî’nin babasmın ismi Mirza’dır. Bu isim daha çok Azeri Türkleri’nde, bey, ağa, karşılığı olarak kullanılan bir tabirdir. Said-i Nursî’nin Türk Ocaklarına sık sık geldiği bir dönemde, H.S.Tanrıöver’e Said-i Nursî, dedesi­nin isminin Kumral olduğunu Türkçe’de bu kelimeye rastlamadığını söyleri.

Said-i Nursî’ye talebelerinin "Kurdî" veya "El-Kürdî" demesine Said-i Nursî’nin sebep ol­duğu 572), bu tutumu ile de bölücülük yapmış olduğu kanaatinde olanlar da vardır/573) Said-i Nursî’nin Kürtler’e ait olduğu ileri sürülen kıyafetlerle büyük şehirlerde dolaşması "onun Kürdistan Teali Cemiyeti taraftan olduğu" teşhisine yol açmıştır/574) O dönemde Said-i Nur­sî’nin çekilen resimlerinin altında onun Kürt veya Kürdistan süvari alayının birliğinin komuta­nı olduğu belirtilmektedir/575) Aynca S.Nursî’nin pasaportunun kıtası sütunun da "Kürt süva­ri alayı" yazılı olduğunu biliyoruz/576) Ancak pasaportu veren resmî makamın "Kürdistan" ta­biri kullanmada sakınca görmemiş oluşu, o dönemdeki İdarî taksimatta kullanılan terminolo­jiden kaynaklanmaktadır. Keza yazılarında "Kürdî" kelimesini kullanmış olması, bir Osmanlı aydını için ırkçılık anlamına gelmiyordu. Nitekim; Ali Dede Bosnavî, Abdullah Ahad Hersekî, Ali İbn-i İbrahim Dağıstanî, Müstakim Nuri Karamanî, Mehmet Feyzi Trablusî gibi eya­let isimleri ile şahıs isimleri zikrolunmuştur. Bugünkü Doğu Anadolu’yu içine alan eski Türk­men ülkes/577), Osmanlılar’ın bir döneminde "Kürdistan" olarak isimlendirilmiştir/578)

Said-i Nursî, kendisine yöneltilen "Kürt", "Kürtçü" ithamına kendi savunmalarında da açıklık getirmektedir. Sultan Hamid’e yaptığı Doğu’da açılacak üniversite konulu müracaat ile, Kürtçülük yaptığı gerekçesi ile hakkında açılan davada, Askerî Mahkeme’de Ferik Şakir Paşa’nın, etnik kimlik muhtevalı sorusuna cevaben; "Ben Osmanlı’yım, Benim Kürtlüğüm doğduğum ve büyüdüğüm yerin halkına verilen isim dolayısıyladır." 579) demek suretiyle ken­dini farklı bir milliyete mensup olarak hissetmediğini hatta Kürtlüğünde farklı milliyet anla­mına gelmediği kanaatini açıklamıştır. mensubu bulunduğu inanç sisteminin gereği olarak; kendisine yakınlık ve uzaklık için "salih'lik ve "fasık'lığı ölçü alıyordu/581) Kürtçülüğe kesinlikle karşı olduğu anlaşılmaktadır. Mektubat isimli eserinde salih Kürtler’in duacıları arasında çoğunluğu teşkil etmelerine rağ­men, "Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurlardan addedilen mahdut birkaç dinsiz ve mezhepsiz..."   tabiri ile de tercihini açıklamıştır. O’na göre Kürtçüler; mahdut dinsiz ve imansızdır­lar.

Soy ismi olarak "Nursî" yerine "Kürdî"yi kullanjmş oluşu da, onunla ilgili iddialardan, üzerinde çok durulan bir nokta olmasına yol açmıştır. "İki mekteb-i, Musibetin Şehadetnamesi" isimli kitabına imza olarak Molla Said-i Kürdî’yi koymuştu/583) Bir dönem "Said Kürdi  lakabını kullanmıştır  Bu duruma açıklık getirmek isterken S.Nursî şu açıklamayı yapacak­tır: "İsmim Said Nursi iken her tekrarlamada Said Kürdi ve "Bu Kürt" diye beni öyle yok edi­yorlar... Aleyhime bir his uyandırmak istiyorlar" demektedir B.Berk, O’nun Kürdî soy is­minden vazgeçişini Teşkilâtı Mahsusa’da görev alması ile izah etmektedir

Said Nursî’ye zamanın Kürt organizasyonlarından; Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti, Hoybun, Azadî, Kürt İstiklâl Partisi gibi kuruluşların bünyesinde göremiyoruz. Ancak, Z.Silo­pi O’nu Kürdistan Teali Cemiyetine aza kaydedenlerden olduğunu belirtmektedir/587) Döne­min bu örgütlere ait yayın organlarından; Hevi, Kürt Teâvün ve Terâkki Gazetesi, Roja Kürd gibi yayın organlarından imzasına da rastlamıyoruz. Ancak onu Kürt aydmı olarak gösterip ondan hareketle Kürt kültürünün varlığı üzerinde duran yayınların onun yazılarından alıntı yaptığını görüyoruz. Bu tür kuruluşlardan Kürt Teâli Cemiyeti’nin başlangıçta Osmanlı ana­yasası ve Osmanlılık idealine bağlı olduğu bilinmektedir/588) Hatta Said Nursî’nin Abdülhamit’e verdiği ve eğitim dillerinden birisinin de Kürtçe olmasını istediği, Van’da kurulacak üni­versite ile ilgili dilekçesinde, Doğu’da yaygınlaşmaya başlayan misyoner okullarının da tahrik­çi rol oynadığı düşünülebilir. İki mektebi Musibetin Şahadetnamesi isimli eserinde, "Ey Selahaddin Eyyubî’nin nesli aslan yürekli Kürtler.." denilmesi ve "her Kürde tavsiye ederiz" ibare­sinin bulunmas/589) onun kürtçülüğü ile izah edilmek istenilmiştir. Bu ifade İslam birliği için Kürtler’e seslenmiş olmak için de kullanılmış olabilir. Nitekim felsefesinde "bütün müminler kardeştir", esprisi vardır/590-1 Zira S.Eyyubî’nin babası Kürt ve annesi Türkmen idi. Ordu ve devlet geleneği tamamen Türk sistemine uygundur. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşma­sı için özellikle Haçlı seferleri konusunda Eyyubîler ile Selçuklular aynı ideali paylaştılar/591) Ermeniler’e karşı halkı organize ettiği ve bölgede kurulması muhtemel Ermeni devletine kar­şı çıktığı S.Nursi’nin bir şiiri onun Kürtçülüğünü göstermemesi gerekir. K.Asaf ile Mevlanazade Rıfat Bey arasında geçen bir konuşmada Mevlanazade Rıfat Bey, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığını ve Doğu bölgesinde Ermenistan kurulacağından bahisle Kürdistan fik­rini Said Nursî’ye açar. S.Nursî verdiği cevabında; "Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı bile feda ederim" der/592)

Nitekim Amerikan Komiseri’nin Doğu Anadolu’da büyük bir Ermenistan plânladığını söylemesi üzerine Said Nursî, Amerikan gemilerinin Kürdistan dağlarına çıkamayacağını zi­ra Kürdistan’m sahilde olmadığını belirterek 593) emperyalizmin Ermeni tasarısına tavır ko­yar. Bu olay Kürdistan Teâlî Cemiyeti’nin kurulmasından sonra olmuştur. Amerikan heyetine Seyyid Abdülkadir, Emin Ali Bedirhan Bediüzzaman Said-i Kürdî ve Dr. Şükrü Mehmet (Sekban) birlikte gitmiştir/5945

Said-i Nursî, Ittihad-ı İslâm yanlısı faal bir aydındır. Bu siyaseti izleyen grubun yayın or­ganlarında yazılan neşrediliyordu. Bu çevrenin yayınlan arasmda Volkan, Tanin, İkdam, Ser­besti, Mizan, Misbah, Şark ve Kürdistan isimli yayınlar sayılabilir/5955 Bu grubun karşısında Türkçüler vardır/5965 Said Nursî’nin Türkçü olmayışı, O’na Kürtçülüğün yakıştırılmış olmasın­da payı olabilir. Aynca S.Nursî’nin Kemalist İdeoloji ile de ciddi uyumsuzluklan vardır. Aynca Volkan gazetesinde Said Nursi’nin ezanın Türkçe okunmasına karşı çıkmış olması da Türkçe değil Kürtçe ezandan yana olduğunu göstermez/5975 Onun mensubu bulunduğu fikrî ekol; milliyetle dini aynı kabul ediyordu. Irkçılığa dayanan milliyetçiliğe karşı id/5®5 ve Said Nursî’nin doğu konusundaki düşüncelerini değerlendirirken içerisinde bulunulan dönemin olaylarının iyi değerlendirilmesi ve onun klâsik anlamda bir Türkçü olmadığının hatırda tutul­ması gerekir. Van’da kurulmasında yarar gördüğü üniversite konusunu da bu şartlarda düşün­mek gerekir. S.Nursî, Abdülhamit’e verdiği dilekçede; "Lisan-ı Arabî vacip, Kurdî caiz., Türkî lâzım kılmak.." ifadesini kullanmış olması onun Kürtçü olduğunu gösterir mi? Zira ehem­miyet sıralamasında Arapça’yı ön plâna almıştır. Türkçe’yi de ihmal etmemiştir. Doğu Türk­lüğünün eğitiminde yüzyıl evvelki şartlar düşünülür ise; bölgeye ilmin girmesinde; eğitim ve bilim dili olmamasına rağmen Kürtçe üzerinde de durulmuş olunabilir/5995

Bir tespite göre O, İki Mektebi Musibet isimli eserinde Halil Hayatî için; Kürtçe dil ça­lışmalarına olan müsbet katkısı ile millî bir hizmet yaptığından bahisle onu övmüştür. Onun attığı temelin geliştirilmesini tavsiye etmiştir/6005 Ancak bilindiği gibi hatıralar İlmî araştırma­larda kaynak olarak alınırken onların çok kere yazarlarının şahsi kanaatlerini yansıttıkları göz önünde tutulur. Said-i Nursî kendisi ile ilgili bu ithamı müteaddit defalar yazılı olarak reddetmiş iken bize göre kendi ifadesinin esas alınması gerekir. Nitekim E.Cemil Paşaya gö­re Said Nursî 1919’da İstanbul’da faaliyet gösteren Kürdistan Cemiyeti’nin idare heyetine ve üyeliğine girmemiştir/6015

Şeyh Sait isyanının; ileriye sürülen sebeplerinden birisi de, Türk silahlı kuvvetlerindeki bir kısım komutanların yaşayışının, İslamiyet’e uymayışıdır. Şeyh Sait’in isyanının evvelinde Said Nursi’ye de aynı gerekçe ileri sürülerek isyana kalkması teklifi yapılır. Teklifi reddeden S.Nursi; bir kaç subayın Osmanlı ordusunu temsil edemeyeceğini, onların tutumunu sebep sa­yıp isyana katılamayacağını, evliya yatağı olan Türk ordusuna karşı gelinemeyeceğini belirtir.   İsyana katılması için kendisine teklif getiren Kör Hüseyin Paşa’ya da; isyana sokacağı­nız insanlar bu milletin evladandır. Askerler senin benim çocuklarundır. Kimi, kime kırdınyorsunuz, demiştir/603) Keza 10 Ekim 1908 tarihinde İstanbul’daki Aşiret Hanı’na giderek, boykottaki doğulu hamallara yaptığı konuşmada; devlete baş kaldırmakta hatalı davrandıklannı, Türk devletinin onların şanlı babalan olduğunu, iyi evladın ataya asi olmaması gerektiği­ni, içerisinde bulunulan kritik dönemde, devlete daha çok bağlı olmak gerektiğini belirtir/604)

Kürdistan Teâlî Cemiyeti’nin Osmanlılıksan yana olduğunu, Kürdistan isimli bir dergi çıkardıklarını, derginin kadrosunda Said-i Nursî’nin de bulunduğunu 605) hususu Said-i Nursî’nin Türk düşmanı ve Kürt ırkçısı olduğunu, Said-i Nursî’ye ait yukandaki ifadelerden son­ra, iddialara devam etmek yetmez. Ayrıca O’nun Türkler’e methiyeleri ve Türk düşmanlığın­dan sakınılması gerektiğine dair açıklamaları da bilinmektedir606)

Said Nursî’nin Kürtçülüğü için denilebilir ki; O’nun doğup büyüdüğü bölgeye XIX. yy.da emperyalizmin, Kürdistan ve halkı içinde Kürt teşhisi koyup, Kürtlüğü kendisine dava edi­nen bir takım aydınların yetişmesine de yardımcı olmuştu. Bu gelişmeye; İmparatorluğun par­çalanmakta oluşu, Doğu bölgesinin Ermeniler’e verilmek istenmesi, Türkçü hareketin bazen reaksiyonlara da yol açabilecek tutumları sebep teşkil edebilmişti. Bu ortamda; Said Nursî, kurtuluşu İslâm birliğinde görenlerdendi. O’na göre, Osmanlı İmparatorluğu ihya edilmeli­dir. O klasik anlamda Türkçü değildi ama Kürtçü de değildi. Yukandaki izah ışığında ve bu anlamda, Doğu bölgesinde dünyaya gelmiş bir Osmanlıcı idi. Bölgenin, o dönemdeki ismin­den dolayı Kürdistanlı ve bölge halkına yapay olarak verilen isimden ötürü de Kürt’tü.

O’nun Kürt Teali Cemiyeti’nin "Bediüzzaman Said Molla" ismiyle üç numaralı üye ola­rak kayıtlı bulunuşu 607) bu cemiyetin ilk kuruluş döneminde, bugünkü anlamda bölücü bir ku­ruluş olmayışı ve üyelerinin içinde Kürt ırkçılığına karşı olanların bulunduğu da düşünülür ise, bu kayıta rağmen O’nun için "Kürtçü" diyemeyiz.

Said Nursî’nin "Frenk meşreplilerin Türkçülüğü ile ilgim yoktur" 608) deyişine, bazı yazar­larımız onun Kürtçü oluşu ile izah etmişlerdir/609) Bu teşhise de katılmak mümkün değildir. Bu ifadenin sahibine Türk düşmanı denilebilir mi?

Said Nursî’nin Frenk mekteplilerin Türklüğü ile ilgisi yoktur. Bu gerçek O’nun Türk düş­manı olduğunu yukarıda da belirttiğimiz gibi göstermez zira o Türkçülerin İmparatorluğun parçalanmasına yol açacağı kanaatindedir.

"Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et, senin milletin İslamiyet’le imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil, tefrik etsen muhsin.

Bu mehafiz, zemin yüzünde hiç bir kuvvetle  bilinmediği halde, sen şeytanların vesveseleleri ile, desiseleri ile mefahiri kalbinden silme.. ifadesi ona aittir.

Amerikan temsilciliğinde yapılar/   ) konuşma S.Nursî’ye aittir. Ancak ifade doğuda Er­meni devleti kurulmak istendiği döneme aittir. Doğuda Ermeni devleti kurulması kaçınılmaz olunca Kürt olmasa dahi birlikten yana olan her Osmanlı aydını Kürt Devletine razı gelecek­tir. S.Nursî’nin bu iki ifadesi birlikte düşünüldüğü zaman "Türk ve Kürt ırkçılığı" yapılmasın anlamı çıkmaktadır.

Molla Said Nursi (Kürdi)nin fikir kimliğine, Kürtçü görünüş kazandıran bir bilgiyi de Robert Olson’da görmekteyiz. R.Olson, Molla Said-i Nursî (Kürdi)yi, Kürtler’in İslamcı lider­lerinden olarak tanımladıktan sonra Azadî’nin daimi kadrosuna dair bilgi verirken de; Molla Said Kürdî’nin 1924 Eylül başlarında İstanbul’dan Bitlis’e geçtiğini belirtmekte, ancak O’nun Azadî ile organik bağı olduğuna dair bilgi vermemektedir. Van’ın Azadî teşkilâtından bahse­derken de Molla Abdülmecit Efendinin, Azadînin Van şubesi başkanı olduğunu ve Molla Sa­id Kürdi’nin kardeşi olduğunu açıklamaktadır. Bize göre yazarın bahsettiği Molla Said Kürdi ile incelemeye aldığımız Bediüzzaman Molla Said Nursi (Kürdi) aynı şahıstır. Her ne kadar M.Said Nursi’nin kardeşinin Azadi mensubu oluşu onun Kürtçü olduğunun kesin kanı­tı sayılmaz ise de, kardeşinin Azadî mensubu oluşu, göz ardı edilemez. Anılan şahsın evlen­mediği ve çocuğunun olmadığı bilinirken kardeşleri hakkındaki bilgi Hayriye Hanım, Abdul­lah, Mehmet, Abdülmecit, Mercan şeklinde olup, Abdülmecit isimli kardeşi vardır. Azadî veya Şeyh Said çevresinden Abdülmecit ismine rastlanılmamıştır.

Atatürk-Şeyh Said ve Said Nursî (Kürdi) konularını bir arada inceleyen kaynaklardan bi­risi de Anna Masala’ya ait iken tesbit ettiğimiz bu kaynağ. temin edemedik.

Said Nursî Doğulu, İttihat-ı İslâm yanlısı bir aydındı. Kürtçü harekete şu veya bu şekilde ilişkisi bulunan kimselerle ilişkisi olmuştur. Ancak kesinlikle Kürtçü olmadı. Onun Kürtçüler’e az çok itibar ettiği dönem doğunun Ermeniler’e verilmek istenildiği dönemdi. O, ilkin Osmanlı birliğinden yana oldu. Dağılan İmparatorluğun doğu parçasını Ermeniler kapmak is­teyince onlara karşı da mücadele verdi.

Said Nursî, Atatürk Devrimleri’nin büyük çoğunluğunu benimsememişti. Ayrıca Osman­lılık zihniyetinin yerini ırkçı anlamda Türkçülüğün almasına da karşı idi. Fakat Türk-Kürt kavgasının çıkması kardeş kanı dökülmesine de taraftar değildi.

3.2.d. ATATÜRK, KÜRTÇÜ HAREKET VE ŞEYH SAİT OLAYI

Mustafa Kemal Atatürk; Şeyh Sait olayından evvel, olay döneminde ve olaydan sonra, Türkiye Cumhuriyetinin Reisi Cumhur’u olarak; bu olaylarda haliyle taraf ve en yetkili merci­nin başındadır. Atatürk’ün, Şeyh Sait olayının karakterleri arasında sayılabilecek; Hilâfeti ve Saltanatı yeniden getirmek, bölücü karakteri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milleti ile bir bütün oluşuna aykın hareket etmek, emperyalizme alet güçlere fırsat vermek, iç siyasetin Cumhuriyet’in temel ilkelerini tehlikeye düşürebilmesi gibi tehditlerin karşısında olması, ka­rakterinin ve eserine sahip çıkma mecburiyetinin bir sonucu idi. Atatürk’ün; Şeyh Sait olayı münasebetiyle gösterdiği aksiyon ve reaksiyonları resmî sıfatıyla yaptığı icraatında, TBMM’nde, iktidar ve muhalefetle olan ilişkilerinde, ilgili Bakanlık ve kuruluşlara verdiği talimatlar­da, basma yaptığı açıklamalarda görmekteyiz. Bu bilgiler olayın seyri süresinde ele alman sa­fahat içerisinde verilmiştir. Atatürk’ün devlet anlayışı, inkılâp ve ilkeleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni getirmek istediği nokta; Şeyh Sait’in amaçlan arasındaki bütün muhtevaya aykın idi. An­ti-emperyalist, çağdaş, demokratik, bağımsız ve lâik, ülkesi ve milleti ile bir bütün oluşturan Türkiye özlemi ile; Şeyh Sait olayının taşıdığı mesajlar, temelde birbirine aykın idi. Bu husus­larda incelemeye alman belgeler ilgili metinde ele alınmıştır. Atatürk ve Şeyh Sait olayı bölü­münde; daha ziyade Atatürk döneminde, Doğu’da görevli olduğu yıllarda yaşanılan ve Şeyh Sait olayı ile bağıntısı bulunan tespitler üzerinde durmak istiyoruz. Atatürk’ün etnik kimlik olarak "Kürt"’ten ne anladığını açıklayacağız.

Mustafa Kemal’in kafasındaki Misak-ı Milli oluşurken, Türkiye Cumhuriyetinin Güney­doğu sının da, M.Kemal’in ordu ile birlikte Adana’ya geçtiği yıllarda şekillenmeye başlamış­tı. M.Kemal İmparatorluğun Halep, Şam gibi çevrelerinde de, sürdürülmeye başlanılan Kürt­çü hareketi ve hareketi yönlendirenleri biliyordu. O’nun Ekrem Cemil Paşa’ya gösterdiği hüs­nü kabul bölgenin eşraf ve aşiretlerini çok iyi tanıması ile izah edilebilir  ) M.Kemal Paşa, Bitlis’in Rus’lardan alınışında, birliklere kumanda ederken, bölgedeki Sipkan ve Hasenan aşi­retleri M.Kemal Paşa organizesinde büyük yararlılıklar gösterdiler. Bu başarılan onun Diyar­bakır’a 2. Ordu komutanı olarak getirilmesini sağlayacaktır. M.Kemal bu dönemde Diyarba­kır’da çok etkili bir çevre edinir. Cemil Paşa ailesi ile karşılıklı ziyaretlerde bulunmaktadır. Cemil Paşa ailesi ve benzeri birçok aile içerisinden çıkan münferit fanatikleri saymazsak; Türk milletine bu yıllarda büyük hizmet vermişlerdir. M.Kemal 16. Kolordu Komutanı sı­fatıyla 1916 yılında Bitlis cephesine gelmişti. Bu dönemde Çanakkale’den dönen İzzet Paşa ve Erkânı Harb Binbaşı İsmet Bey (İnönü), Diyarbakır’da Cemil Paşa’nın konağında misafir edilirler/617) Paşa (Paşo) ailesi Kurtuluş Savaşında hemen hemen bütün cephelerde şehit ver­miştir. İbrahim Paşa 1915 yılında Erzurum’da Rus kurşunuyla şehit olmuştur. Ekrem Cemil Paşa (paşa)nın diğer bir amcası, keza Rus kurşunu ile bir yıl evvel 1914’te aynı cephede şehit olmuştur. İstanbul Harbiyesi mezunlarından Naim Paşa (Paşo), Alay komutanı rütbesi ile sa­vaşırken Çanakkale’de şehit olmuştur. Şemsettin Paşa (Paşo) Bağdat cephesinde şehit düştü­ğü zaman İstihkâm İhtiyat Zabiti idi.

Mustafa Kemal Paşa 14 Nisan 1916 tarihinde Silvan’da 16. Kolordu komutanlığı görevi­ne başlayınca Mirliva rütbesini taşımaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın bu görevi döneminde halkla kurduğu iyi ilişkiler, karargâhının kurulduğu tepeye halkın kutsal bir alan gibi bakması­na yol açmıştır. Burada Sadık Bey isimli bir şahısla kankardeş olmuş, daha sonra da Sadık be­yin oğlunun kirvesi olmuştur. Aynca yedi şehit vermiş bir ailenin kızım evlatlık olarak almak istemiştir. Bu yavru ve Silvan’h çocuklann sevgilisi olmuştur. Silvan’dan unutulamayan komu­tan intibası bırakarak ayrılmıştır/618)

Mustafa Kemal Silvan’da eşraf ve ulema ile de yakın ilişkiler içerisinde olmuştur. Bazan gece yanlarında diyaloga girdiği şehrin müftüsü Abdurrahman El-Hüseyni ile aralarında ge­çen ibret verici görüşmeler ve Atatürk’ün gösterdiği takdir duygulan halk arasında halâ söylenilmektedir/619)

Kürtçü hareketin siyasî tarihinde önemli yeri olan ve bir dönem Mustafa Kemal’in tevec­cühüne mazhar olan E.Cemil Paşa (Paşo), Genç cephesinde Rus topçusundan yara almıştır. Kadri Paşa (Paşo) Şeria nehri cephesinde İngilizler’e karşı savaşırken 1918’de birliği ile bir­likte teslim olmak zorunda kalmıştır/620)

Mustafa Kemal Paşa Diyarbakır yerli halkının liderleri ile kardeşlik seviyesi bağlar kurmas/621) O’na Erzurum ve Sivas kongrelerinde büyük yarar sağlayacaktır.

Diyarbakır’da Kuvvay-i Milliye adına faaliyet gösterecek ilk milis hareketlerinin, M.Ke­mal Paşa ile başladığı söylenebilir. Zira M.Kemal Paşa, Karargâhının muhafazasına mahsus taburu; aşiretlerden seçtiği gençlerden meydana getirmişti. Bunlar mahalli elbiseler giyiyor­lardı ve tam teçhizattı idiler. Komutanlıklarını Tuncelili Hoşap Hayri Bey yapıyordu. M.Ke­mal 8-10 yaşlarında babası şehit olmuş iki aşiret mensubu çocuğu evlatlık edinmişti. Aşiret kı­yafetleri ile temiz pak giyinmiş bu iki çocuk, sürekli M.Kemal Paşa’nın yanında olurdu/622) M.Kemal Paşa’nm bölge aşiretlerine gösterdiği bu yakın ilgi onun Kürt olduğu söylentilerine bile yol açabilmişti. Bazı çevrelere göre de, Mustafa Kemal; "Bir türlü geçinemediği İttahatve Terâkki Cemiyeti erkânı, bilhassa Enver ve Cemal Paşalar harpten sonra işbaşında kalsa­lardı, Mustafa Kemal Paşa Kürtler’den gördüğü derin muhabbet ve dostluktan istifade ede­rek; kendisi için bir Kürdistan teşkilini akimdan geçiriyordu" 23) 1918-1920 yıllan arasmda Koçgiri, Zaza, Divriği, Kangal, Refahiye, Hafik, Dumurcuk yöresi aşiretleri Ermeni-emperyalist ilişkilerinden ciddi kaygılar duymaya başladılar. Doğu Anadolu’da kurulacak bir Erme­nistan’dan ciddi şekilde endişe duyuyorlardı. İmparatorluk parçalanırken bölgede yaşayan Müslüman halkın durumu ne olacaktı. Osmanlı mülkü sürekli kapışılıyordu. Osmanlı yöneti­mine bağlı muhtar Kürt idaresi fikri doğuyordu. Taban bulamamış olsa da bu fikri taşıyanlar da vardı. Bu fikirler Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa’ya açıldı/624) M.Kemal Paşa, konu ile yakın­dan ilgilenmektedir. Müdafai Hukuk Cemiyeti’nin Diyarbakır’da açılmasına, Sivas Kongre­sinde karar verilir. Daha sonra, M.Kemal Paşa’nın dinsiz olduğu propagandası Doğu Anado­lu aşiretleri arasmda yaygınlaştırılır ve isyanların tohumlan atılmaya başlanılır.

Mustafa Kemal, Diyarbakır’da bulunduğu sürede bu tür gazi ve şehidi bol nüfuslu aile­lerle dialog kurmada zorluk çekmiyordu. Atatürk 1919 yılı içerisinde Birsulu Ömer Ağa’ya, Muşarh Resul Ağa’ya, Şeyh Abdülbaki Kefrevî (Küfrevi), Şeyh Mahmut’a, Şeyh Ziyaettin’e, Şırnakh Abdurrahman Ağa’ya mektuplar yazdı/625) Diyarbakır’ın büyük çoğunluğu onun hay­ranı idi. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde aşiretlerden bu derece büyük destek görmesini kur­duğu ilişkiler ve taşıdığı mefkûrenin bölge aydını tarafından da paylaşılmasındandı/626) O yıl­ların bölgede ismi müessir olan Cıbran aşiretinden Miralay Halit Bey de Mustafa Kemal’in politik dehası, kararlılığı, yönetim gücü ve strateji bilgisi karşısında hayranlık duymakta ve M.Kemal’i desteklemektir/627) M.Kemal’in Türk-Kürt kardeşliği, ayniliği, gelecekte de nimet­lerden eşit istifade edecekleri tarzındaki açıklamaları; Kürtçü aydınlar tarafmdan ileride, Türk ve Kürt milliyetlerinin farklılığı ve Kürtler hakkında vaat olarak yorumlanmıştır.

1918-1919 yıllarında M.Kemal; Doğu ve Güneydoğu’da kendisini tamamen kabullendirmişti. Özellikle Sivas ve Erzurum’da kaldığı yıllarda Cibranh Halit Bey’le ve diğer Hafit bey­lerle, Haydaran aşireti reisi Hacı Mustafa Bey’le, Haydaran aşireti liderlerinden Nuh Bey’le, Silvan beylerinden Sadık Bey’le çok sağlam ortak ideal bağlan kurmuştu. M.Kemal; Erzurum hududundan başlayarak, Elazığ, Malatya, Tunceli, Ürfa, Antep, Maraş’ı ilçeleri ile birlikte dolaştı. Kurtuluş Savaşı için çok sağlam ilişkiler kurdu. Bölgede sadece Koçgiri aşireti muha­lefet ediyordu.(Ğ28)

Anadolu’nun birçok yerinde Kuvvay-ı Milliye organize olurken Diyarbakır’da Müdafaai Milliye’nin başına Cemil Paşa (Paşo) ailesinden Cemil Paşazâde Mustafa Bey gelmişti. 80 yaşındaki bu mücahit ruhlu lider Mustafa Kemal ile tam bir mutabakat içinde idi.

Şüphesiz M.Kemal ve Diyarbakır Müdafaai Milliye kadrosuna karşı olanlar da vardı. Ta­raflar zaman zaman bir araya geliyor, tartışmalar da çıkıyordu. Kuway-ı Milliye hareketine muhalif olan gruba E.C.Paşa (Paşo) liderlik edenlerdendi.

Mustafa Kemal Türk milletini bir bilek ve Türk boylarını da bu bileğe bağlı parmaklar olarak görüyordu. Kürtler bu parmaklardan biri idi. Anadolu’yu da içine alan bu topraklarda diğer Türk unsurlarla birlikte Türk tarihini ve Türk vatanını yapmışlardı/ -* Kuvvay-ı Milli­ye döneminde kurulan Red-i İlhak cemiyetleri ve bunların faaliyetlerinin kesifleştiğini görü­yoruz. Diğer yandan Kuvvay-ı Milliye hareketine güç veren cemiyetler bütün şubeleri ile batı­dan çok önce doğuda kurulmuştu.  Tabiri caizse Milli Mücadele öncelikle Doğu ve Güney­doğu Anadolu’da başlamıştır.

Atatürk’ün Doğu politikası    ) Türkiye Cumhuriyeti idealinin bir parçası idi. Biz incele­memizin bu bölümünde daha ziyade O’nun doğu bölgelerimizde geçirdiği mücadele yıllan üzerinde durduk.

Atatürk’ün Kürtler için federatif bir yönetim düşündüğü konusundaki iddiaların ilmi bir önemi yoktur. Bu konunun tartışılması geçmeden Atatürk’ün Kürt kimliğinden ne anladığı üzerinde duralım.

Atatürk 26 Eylül 1932 tarihli "Diyarbakır" isimli mahalli gazetede yayınlanan ve Kürt kimliği konusundaki görüşünü de içeren beyanatında diyordu ki;

"Ben Türk elinin kahraman bir bucağındayım, yazık ki oraya Bekir-diyan diyorlar. Fakat özünde Türk diyarı idi Bekir, sonradan ona âlem olmuş, fakat biz öz diyarımızın ne olduğunu bi­liriz. Bizim diyarımız Oğuz Türkü’nün has kaynağıdır, biz de büyüce kaynağın çocuklarıyız

Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınla­tan Türk’ün yüzüdür.

Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve MakedonyalI hep bir ır­kın evlatları, hep aynı çevrelerin damarlarıdır.

Bizim yeni işimiz budun Bu damarlar birbirini duysun ve birbirini tanısın”

Bu ifadeleri ile Atatürk, Kürt kimliğini Türk olarak kabul etmiş oluyordu. Atatürk bu ko­nuşmayı yaptığı günlerde Diyarbekir’in fahri hemşehrisi olmuş ve Diyarbekir ismi değiştirile­rek Diyarbakır olmuştur.

Nitekim Lozan’a İnönü’yü gönderirken Atatürk O’na bir Kürt kimliği yorumu vermekte­dir. Bu yoruma göre Kürtler Türkmenler kadar Türk’türler 634  Bu görüş Kuvvay-ı Milliye’nin milli görüşüdür. Nitekim Atatürk ve İnönü’nün ifadelerinde görülen bu anlamı ve görüşü Ha­lit Paşa da paylaşmıştır/635

Atatürk’ün Doğu politikasını eleştirenler, O’nun Kürtler’e bir kısım federatif haklar va­at etmiş iken bu vaadinde durmadığını ileri sürerler. Ancak Atatürk bu tür zihniyet taşısa idi inkılâplarının bir çoğunu yapmaması gerekirdi. Herşeyden önce dönemindeki ayaklanmala­rın bir kısmı çıkmamış olurdu. Musul büyük bir ihtimalle millî sınırlar içinde kalırdı. Ancak bu ne kadar sürerdi. Bir kısım Atatürk muarızları, Takrir-i Sükûn Kanunu’nu yersiz bulurlar. Batı emperyalizmi ile işbirliği yapıp Ortadoğu’daki Osmanlı mülkünü İran, Irak ve Suriye ile paylaştığını ileri sürerler. Bu görüşü daha ziyade Kürtçüler benimsemektedir. Anadolu’da ve bilhassa Doğu Anadolu’da milli iradenin yerinde temsil edilmediğini iddia ederler. Şimdi sıra­sı ile bu konuları irdeleyelim.

Mustafa Kemal için Şeyh Sait olayının ehemmiyetinin belirlenmesi, Mustafa Kemal’in idealinin bilinmesi ile mümkündür. O her şeyin üstünde tuttuğu Türkiye Cumhuriyeti mefkûresini taşıyordu. Kafasındaki Türk devletinin idare şekli, sınırlan, yenilikleri dünya milletleri ailesindeki yeri O’nun hedefi idi. Bu tercihlerin O’nun zihninde oluşması Cumhuriyet’i ilânı, inkılâpların yapılması, millî sınırların çizilmesi dönemlerinden çok evvel başlamıştı. Hedefine ulaşmak için yararlanacağı kadro ve izleyeceği yolu da belirlemişti. Bu arada taviz veremeye­ceği değerleri ve hedefi için gözden çıkarabilecekleri de azçok belli idi. Bundan sonra hasım tarafm hangi kozu oynayacağı tarihî gelişmenin seyrine kahyordu. Şuna inanıyoruz ki Türki­ye Cumhuriyeti 1925 yılında 20 yaşında olsa idi. Atatürk bu isyana ve getirdiği zararlara ma­ni olurdu.

2000’e Doğru "Haftalık haber636 Yorum Dergisi’nin 30 Ağustos 5 Eylül 1987 gün ve 35 sayılı nüshası, 5680 sayılı Basın Kanununa, 10.11.1983 gün ve 2950 saydı Kanunla eklenen "Ek-Madde I"in hükmü gereği yayından önce toplatdmış bu husus gerek basından gerekse ka­muoyunda, çeşitli değerlendirmelerin yapdmasına sebep olmuştur.

Mezkûr dergi, TTK’ca yayınlanmamış bulunan tutanak’tan mehaz göstermek suretiyle "Atatürk" "Kürtler’e Özerklik" manşeti de 8-15. sahifelerînde bir yayın yapmıştır.

Bu yayında "Kürt Meselesi":

Ahmet Emin Bey-Kürt meselesine temas buyurmuştunuz. Kürtlük, meselesi nedir? Dahili bir mesele olarak temas buyurursanız çok iyi olur. Gazi Paşa-Kürt meselesi; bizim yani Türkler’in menfaatine olarak da katiyyen mevzuubahis olamaz. Çünkü malumaliniz bizim hudut-u milliyemiz dahilinde mevcut Kürt anasır o suretle tevattun etmiştir ki pek mahdut yerlerde hali kesafettir. Fakat kesafetlerini kaybede kaybede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut olmuştur İd Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye'yi mahvetmek lâzımdır. Fara­za, Erzurum’a kadar gider. Erzincan’a, Sivas’a kadar giden Harput'a kadar giden bir hudut ara­mak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşairini nazar-ı dikkatten hariç tutmamak lâ­zım gelir. Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise benim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türki­ye'nin halkı mevzuu bahis olurken, onları da beraber ifade lâzımdır. İfade olunmadıkları za­man, bundan kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima varittir. Şimdi TBMM hem Kürtler’in ve hem de Türkler’in sahib-i selahiyet vekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatle­rini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayn bir hu­dut çizmeye kalkışmak doğru olmaz” şeklinde verilmektedir.

Bu konuşmada söz konusu edilen 20.1.1337 (1921) gün ve 85 sayılı Kanunla kabul edi­len "Teşkilât-ı Esâsiye KanumT'nun "idare" başlıklı bölümde yer alan ve vilayet başlığı ile sıra­lanan 11-12 ve 13.ncü maddeleri idarenin esasını, 14 ncü maddesi ise Vilâyetin başında TBMM’nin vekili ve mümessili olmak üzere bir Valinin bulunacağını amirdir.

Mezkûr maddeler aynen aşağıda olduğu gibidir:

"Madde 11Vilâyet mahallî umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Haricî ve dahi­lî siyaset, şer ’î, adlî ve askerî unsur, beynelmilel İktisadî münasebet ve hükümetin umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyete şamil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce vaz edilecek kavanin mucibince Evkaf, Medariş, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muave­neti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralannın selâhiyeti dahilindedir.

"Madde 12Vilâyet şüralan vilâyetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir. Vilâyet şûralannın içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti senede iki aydır.

"Madde 13Vilâyet şûrası, azası meyanında icra amiri olarak bir reis ile muhtelif şuabatı idareye memur azadan teşekkül etmek üzere bir idare heyeti intihab eder. İcra selâhiyeti daimi olan bu heyete aittir."

1921 Anayasası(637)’nda yer almış bulunan bu hükümler 20.4.1340 (1924) gün ve 491 sa­yılı kanunla kabul edilen 1924 Anayasası(638)’nda yer almamıştır. Nitekim bu anayasanm altın­cı fasıl "Mevaddı Müteferrika Vilâyet" başlıklı 89. madde "Türkiye coğrafî vaziyet ve İktisadî münasebet nokta-i nazarında vilâyetlere, vilâyetler kazalara, kazalar nahiyelere münkesemdir ve nahiyeler de kasaba ve köylerden terekküb eder.

Madde 90Vilâyetler şehir, kasaba ve köyler hükmi şahsiyeti haizdir.

'Madde 91Vilâyetler unsuru tevsii mezuniyet ve tefkiri vezaif esası üzerine idare olu­nur".

Gene 1924 Anayasası’nın 88 nci maddesinde "Türkiye ahalisine din ve ırk. farkı olmaksı­zın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlâk olunur.

"Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye'de doğup ta memleket dahilinde ikâmet ve sinni rüşte vusülünde resen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.

Türklük sıfatı kanunen muayyen olsa ahvalde izale edilir."

Dergide bahse konu edilen "Atatürk’ün Gazetecilerle İzmit'te yaptığı görüşme 16-17 Ocak 1923 tarihinde olmuştur. Şimdi aynı tarihlerde Lozan’da devam etmekte olan Lozan Barış Antlaşması görüşmelerine bir göz atmakta fayda bulunmaktadır.

23 Ocak 1923 tarihli sah günü yapılan oturumun (21) sayılı Tutanağı

"Konu: Türkiye'nin Asya’da Güney Sının, Musul Sorunu"

...Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür: Oysa, bu iddiayı, Kürtler’in Turan kö­kenli olduğunu kabul eden, Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır.

Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, gerek gelenek ve görenek bakımından, Kürtler, hiç bir yönden Türkler’den farklı değildirler; Ayn diller konuşmakla birlikte bu ilâ halk soy, inanç ve görenek bakımından tek bir bütün meydana getirmektedirler...

(b) Kürtler’in Türkler’le birlikte yaşamak istemedikleri iddiası hiç de doğru değildir.

Gerçekten, yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından, gelenek ve göre­nek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürt­ler’in kendi istekleriyle Türk yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağla­dıklarını tarih göstermektedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türkler’in olduğu kadar Kürtler’in de Hükümeti­dir; çünkü, Kürtler’in gerçek ve meşru temsilcileri. Millet Meclisi’ne girmiştir ve Türkler'in temsilci­leriyle aynı ölçüde ülkenin Hükümetine ve Yönetimine katılmaktadırlar.

Son savaşlarda Kürtler’in kötü dövüşmüş olduklarının söylenmesine gelince, Türk Temsilci Heyeti, Dünya Savaşına ve Bağımsızlık savaşma katılmış Türk ordusunun bütün komutanlarının yurdun kurtuluşu için Kürt halkının yaptığı hizmetleri ve katlandığı fedakârlıktan saygı ve hayran­lıkla belirttiklerini söylemeyi bir ödev bilmektedir... Yunanlılar’ın tam bir bozgunuyla sonuçlanan saldında, aynı amaca varmak ve aynı ülküyü gerçekleştirmek için Kürtler’le Türkler tam bir işbir­liği içinde çalışmışlardır.

Kürtler, Türkiye 'de her zaman yurttaşlık haklarından yararlanmışlardır; siyasal ve sosyal ba­kımlardan, her zaman işbirliği yaptıkları Türk Hükümetini hiç bir zaman yabancı bir hükümet saymamışlardır. Büyük Millet Meclisi'nde Milletvekilleri vardır. Hükümet ve yönetim işlerine etki­li olarak katılmaktadırlar".

Yukarıda aldığımız Kürtler hakkındaki düşünceleri daha çoğaltmak ve örneklemek mümkündür. Ancak, burada vurgulamayı istediğimiz husus, 1923’lü yılların başında hem Ata­türk, hem İnönü gibi devlet yönetiminde söz sahibi olan kişilerin, Kürtler’i Türkler’den ayır­madığı gerçeğidir. Ancak mahut dergi konuyu saptırdığı ve amacının "Atatürk Kürtler’e Özerklik vaad etti" başlığı ile verdiği haberin yanlış yorumlanarak ideolojik propagandaya ze­min hazırlamak olduğudur. Günün tarihine bir göz atmak gerekirse, 23 Nisan 1920’de TBMM açılmış, 29 Ekim 1923’te ise Cumhuriyet ilân edilmiş ve 20 Nisan 1924’de ise yeni Anayasa kabul edilmiştir. Bir geçiş dönemi yaşanmakta ve yeni devletin temeli atılmaktadır. Yöneticiler Devlet ilkeleri­ni saptamakta ve yeni problemlerin çıkmasını arzu etmemektedirler. İşte verilen beyanatları bu şartlar altında değerlendirmek gerekmektedir.

Nitekim 1921 tarihli Geçici Anayasa’da yer alan mahallî özerklik kavramma Cumhuriyet’in ilânını müteakip hazırlanan 1924 Anayasası’nda yer verilmemiş ve merkezî otorite esa­sı kabul edilmiştir.

1921 Anayasası’nın 11 nci maddesinde yer alan husus  );

"Evkaf (Vakıf), Medaris (Medreseler), Maarif (Eğitim), Sıhhiye (sağlık), İktisat, Ziraat, Nafia ve Muavenet gibi konulan kapsamakta, bunun şekil ve şartlan ise Büyük Millet Mecli­sinden çıkarılacak olan Kanunlara göre olacağı" belirtilmek suretiyle ortaya konulmaktadır.

Aynca Atatürk konuşmasında "bir nevi mahallî muhtariyetler teşekkül edecektir" cümle­siyle, kanunen bağımsız, halklara özgürlük, müstakil idare gibi kavramlan kastetmemiş, bu­günkü anlamıyla il özel idaresini, belediyeleri ifade etmiştir.

Kaldı ki görüşmesinin sonunda iki halkın da bir bütün olduğu ve Türkiye’nin halkı söz konusu edildiğinde, tek ifade ile bir bütün Türkiye halkının kastedildiğini vurgulamış ve ayrı bir hudut çizmenin doğru olmadığını kesinlikle belirtmiştir.

Bugün de her Türk vatandaşının gerek mahallî idarelerde gerek belediyelerde ve gerek­se her türlü kamu kurum ve kuruluşlarında görev almalarında hukukî bir engel bulunmamak­tadır.

Atatürk’ün Şeyh Sait olayında sert tepkiler aldığını ileri sürerek, uygulamasını yerenle­re, Atatürk Nutuk’da cevap verirken Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarmak ve İstiklâl Mahkemeleri’ni kurmak zorunda olduğunu, bu uygulamanın inkılâpların kalıcılığı için zarurî oldu­ğunu, bu geçici tedbirlerin nitekim giderek kaldırıldığını belirtmekte ve Takrir-i Sükûn Kanu­nu için "...Türk Milletini medenî dünyada lâyık olduğu mevkiye yükseltmek ve Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün daha ziyade takviye etmek ve bunun için de istik­lâl fikrini öldürmek*  ) isteyenlere tedbir olarak çıkarıldığım belirtmektedir.

Atatürk’ün Şeyh Sait isyanını yorumlayışı, kafasındaki Türkiye Cumhuriyeti modelinin bir parçasıdır. O’nun Türkiye Cumhuriyeti ideali fikir olarak da kafasında sistemleşmiştir. Şeyh Sait isyanına emsal bir yorum getiren ve Atatürk’e Sovyet modeli bir devrim telkin et­meğe kalkan Sovyet hâriciyesine cevaben Atatürk, Türkiye ile Rusya’yı sınıflı toplum özellik­leri ve halkın inanç yapısı itibariyle karşılaştırıp, Rusya’daki devrim türünden bir devrimin Türkiye’de yapılmayacağını belirtir.

Atatürk 27.4.1925 tarihinde Türk Ocakları’nda yaptığı konuşmada, Şeyh Sait ayaklan­masının bastırılması sonucu alman neticeden memnuniyetini bildirir ve inkılâplarının Türk Ocakları’na dayandığını ve verilen savaşın bir "Ülkü" savaşı olduğunu açıklar.

Atatürk İstanbul’da gazetecilerle yaptığı bir sohbette, Musul’un millî sınırlar içinde ol­ması gerektiğini ancak, İhsan Paşa’nın İngilizler’in oyununa gelmesi sonucu elimizden çıktığı­nı belirtmektedir.

Paul Achkar Beyrut’ta yayınlanan L’orient de Jour adlı gazetenin 12 Ağustos 1972 tarih­li ilâvesinde "Kürdistan ve Dağlar Halkının Uzun Gezisi" isimli yazısında. " Mustafa Ke­mal’in İngiliz, Fransız ve Yunan istilâsına karşı Türk ve Kürtler’i aynı amaç için mücadeleye sevkettiğini, İngilizler’in Kürtler’i Halife’nin yanına çekme uğraşlarının sonuç vermediğini, her iki halkın tam bir ittifak oluşturduklarını, M.Kemal’in Kürtler’e Sevr Anlaşması’nm vaad ettiği topraklardan daha geniş topraklar vaad ettiğini, Lozan Antlaşması’nın Kürtler’i unut­muş olmasının onları silaha sarılmaya sevkettiğini" belirtmektedir.

Yaptığı açıklamalar için kaynak göstermeyen gazeteci yazar, M.Kemal’in Kürtler’e müs­takil toprak vaadinde bulunduğunu nereden aldığını da açıklamamaktadır. Emperyalizme karşı bu bölgeden savaşa katılan halkın halen bu bölgede meskûn bulunduğunu da unutuyor.

Bir diğer önemli nokta da şudur. Sevr antlaşması yenik Türk milleti’nin emperyalizm ta­rafından parçalanması anlaşmasıdır. Kürtler ise Türk milletinin alt kültür kesimlerinden olup, hassasiyet arz eden bir Türk toplumudur. Sevr’de galip olan taraf bu hassasiyeti kendi çıkartan için istismar etmiştir. Lozan antlaşması ise, galip Türk milletinin anlaşmasıdır. Türk milleti millî çıkarlarını doğal olarak korumak durumundadır. Bu menfaatler Kürtler dahil bü­tün millete aittir. Emperyalizm Lozan’a rağmen hassasiyetleri istismara devam ederken, em­peryalizmle hesaplaşıp başarı sağlamış Türk milletinin bölgesel hassasiyete boyun eğmesi beklenemezdi. Nitekim isyancılarla hesaplaştı... Bu hesaplaşma sırasında isyan bölgesinde de önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Bunları sıraladığımızda şu enteresan gerçeklerle karşı­laşıyoruz:

"Kısa sürede, kırsal kesimle şehirler arasında fikir ayrılığı baş gösterir. Diyarbakır’da şehrin ileri gelenlerinden bir bölümü Mustafa Kemal yönetimine katılmışlardır. Bunlar: Halk Partisi Başkanı Pirinçcizade Sıtkı, Ankara’daki Millet Meclisi’ndeki bölgenin üç milletvekili, İçişleri eski Bakanı Pirinçti zâde Fevzi Bey, Müftüzâde Şerif ve Zülfizade’dir.

Bu arada, komplodan haberdar olduğu kesin olan Cemil Paşazâde kabilesi de isyana ka­rışmamıştır.

Diğer taraftan, 1919’da düşmanla işbirliği yapmakla suçlanan büyük ağabey Kasım’da te­dirgin olmamak için Şubat ayında açık bir şekilde İstanbul’a gitmiştir.

Ayrıca kabilenin diğer bir mensubu Mehmet Bey ise, isyanın bastırılmasında görev al­mıştır. Köylerindeki savaşçıların başına geçerek, yasal güçlerin yanmda Şeyh Sait taraftarları­na karşı savaşmıştır. "(646)

Bütün bu güçlükleri sırasıyla ortadan kaldıran Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafmdan kurulan Devlet, Anadolu’da temellenmiştir/   )

Diyarbakır’da isyanın hedefleri konusunda çıkan ihtilafın sebepleri önemlidir. Diyarba­kır Türk kültür merkezlerinden birisidir. Aydın aileleler Atatürk’ü ve fikirlerini yakından ta­nıma fırsatı bulmuşlardı. Bu bakımdan kıyam temelleri üzerine inşaa edilmiş, İngiliz destekli ve şeyhlerin yönettiği bir ayaklanmaya destek vermemeleri doğaldı.

SONUÇ:

Müslüman Türk toplumunun Anadolu tarihindeki geçmişinde bir takım meseleler ve bunların ayaklanmalar şeklinde tezahürleri de olmuştur. Değişen sosyo-ekonomik etkenler olayları yakından etkilemiştir. Olayların Doğu Anadolu’da cereyan edenleri, XVIIL yy’da Bab-ı Ali ile bölgeye yapılan tayinlerdeki aşiret kökenli yöneticiler arasındaki hoşnutsuzluk­tan kaynaklanmıştır. Kürtler’i Türklüğün dışında mütalâa edip, bu toplumun ayn bir ırka mensubiyetini bir ideoloji olarak benimseyen hareket, Sevr anlaşması ile şekillenip güç kazan­maya başlamıştır. Bu dönemde bölgede kurulan mahallî teşekküller, Anadolu’nun diğer ke­simlerinde kurulan kuruluşlarda olduğu gibi bölgenin mahallî savunmasını amaçlamışlardır. Ermeniler’e Doğu Anadolu’nun verilmeyeceği ve bölgesel güçlerin, ortak savunma için mer­kezî otoriteye bağlanmasından sonra, Kürt Teali Cemiyeti’nin birçok üyesi Kuvva-i Millîye kadrolarına katılmıştı. Bununla beraber kendisini Kürt hissedenler ve bunların başlattıkları bir mücadele de vardı.

Atatürk inkılâpları sıralandıkça bin yıllık alışkanlığından kopmak zorunda kalan halkta tepkiler başlıyordu. Ancak bu tepkiler belirli bir yörede değil Anadolu’nun birçok yerine mahsustu. Üstelik bu alışkanlıklar dinî mahiyetli idi. Bu özelliklerini, değiştirmelerini çok zor­laştırıyordu. Bu özellikler din adamlarının ekonomik çıkarları ile bir bütün oluşturuyordu. Di­nî ve ekonomik güç siyasî nüfuzu doğuruyordu. Aşiretler kendi güvenliğini sağlama bakımın­dan adeta başlarına buyruk bir hayat tarzı yaşıyorlardı. Atatürk inkılâplarının karşısına dinî sloganlarla çıkıp cahil halkı harekete geçirmek zor değildi.

Padişahlık; zihniyet, menfaat, siyaset ve kurumlan ile Kemalist harekâtın karşısmda idi. Taraflara mensup kadroların başlattığı mücadelede, aşiretler İstanbul Hükümeti’nin safında yer alıyordu.

İngilizler, İstanbul Hükümeti’nin yanında ve menfaatlerine set çekmek isteyen Ankara Hükümeti’nin karşısında idi. Musul Meselesi, Kemalist güçlere, yeni bir baskı unsurunu ge­rektirdi. İngilizler içlerinde Kürtçüler’inde bulunduğu ve giderek Kürtçü bir hareket karakte­ri verilmek istenen menfaat ve cehalet kökenli dinî harekete Kemalist güçleri zayıf düşürebil­mek için arka çıktılar.

Lozan Barış Antlaşmasının Türkiye’nin dış politikasında sadece denge sağladığı, Türki­ye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Musul’un Türkiye’ye iadesi konusundaki kararma İngiltere’­nin fırsat ve imkân vermek istemediği bilinmektedir. 1924’te İstanbul’da toplanan Türk-İngiliz Konferansı’nda çözüm getirilmeyince, dava Milletler Cemiyeti’ne götürülmüştü. Türkiye Musul’da yaşayan bir kısım Kürt diye tanımlanan halkın; ırk, din ve milliyet bakımından Türk olduğu, bölgenin Türkiye’ye verilmesi gerektiğini savunuyor, iddiasının ispatı için de so­ruşturma komisyonunun yerinde inceleme yapmasını öneriyordu. Milletler Cemiyeti plebisi­te karar verdi. İktisadî bağlantısı Musul’un Bağdat’a kalmasını düşündürüyor ise de yerli hal­kın ırk, din ve milliyet bakımından oylarını Türkiye lehinde kullanması muhtemeldi. Bunu se­zen İngiltere, Doğu Anadolu ve Musul halkı üzerinde tahrik operasyonları başlattı. Kürt ge­nel adı altında tanımlanan aşiretlerden Ortadoğu’da bir devlet oluşturulamayacağuu anlayan İngiltere, halkı ayaklandırmayı seçti.

Dış müdahalenin asıl sebebi Musul Meselesi olmakla beraber İngiltere; o dönemde Sovyetler’le dost olan Türkiye’nin denge politikasında Sovyetler yanlısı bir güç olmasını istemedi­ği Türkiye’yi, zora sokmak da istemiş olabilir.

Olayın dış ülkeler itibariyle karakteri İngiliz emperyalizminin bölge halkını, çıkartan için tahrik edip, ayaklanmayı Türkler’e karşı baskı unsuru olarak kullanması şeklindedir. Mu­sul meselesinin görüşüldüğü dönemde İngiltere bu olayı destekleyip büyütmek suretiyle böl­ge halkının Türk yönetiminden memnun olmadığını dünyaya göstermek istemiştir. İngiltere, iç ayaklanmalarla meşgul bir Türkiye’nin İngiliz istekleri karşısında dirençsiz kalmasını amaç­lamıştır.

Şeyh Sait kendisini Tanrının İslâm dinine hizmet için görevlendirdiğine ve İlâhî bir kişili­ği olduğuna inanmaktadır. Üstlendiği dinî görevi ile saptırılan ve vecibeleri yerine getirilme­yen İslamiyet için mücadele vermektedir. İslâmiyetten ayrılış olarak nitelendirdiği husus Ata­türk devrimleri ve bu devrimlerin uygulanması için getirilmiş organizasyon değişikliği ile bu değişikliğin günlük hayata yansıyışıdır. Mücadelesini dinî mücadele esasları üzerine inşa et­mektedir. Hilâfet geriye getirilip, şeriât nizamının uygulanması sağlanarak, hizmet tamamlan­mış olacaktır. Bu karakteri ile Şeyh Sait ayaklanması; geriye dönücü anti-demokratik ve anti-Cumhuriyetçi, teokrasi yanlısı bir harekettir. Geriye dönüşe dinî devlet özlemi sebep oldu­ğundan, bütün bu özlemlerin karşısında Atatürkçü hareket olduğundan, isyan anti-Atatürkçü bir harekettir. Atatürk ve devrimlerine karşı, hilâfet ve saltanatı alternatif olarak savundu­ğundan, şeriâtçı ve saltanatçı karaktere sahiptir.

Özetlenerek denilebilir ki, Kemalist hareket, aşiretlerin dinî liderlerinin zihniyetlerine aykırı olduğu ve menfaatlerine dokunduğu için bu zümreler din karakterli bir patlamaya se­bep oldular. Kürtçülüğü ideoloji edinmiş bazı entellektüeller bu menfaat kökenli ve fakat di­nî karakterli hareketin potansiyelinden yararlanmak isteyip, rengini değiştirmek istediler. Ve­sile arayan İngilizler ayaklanmanın birçok safhasında'destek sağladılar.

Şeyhlik müessesesi ile, halkı cahil ve fakir olan Doğu Anadolu’da otorite ağı kuran, içer­den ve dışardan destek, tahrik ve teşvik gören bu çevrenin bir "Şeyh Sait" çıkarması ve ayak­lanmış olması sürpriz sayılmamalıdır. Bu ayaklanmanın önlenebilirliği açısından konuya ba­kıldığında ve Kemalist hareketin tutumunun tahlilinde şu gerçekle karşılanılmaktadır. Ata­türk devrimleri halka götürülürken yeterli kalitede ve miktarda götürücü bulunamamıştır. Halkın devrimlere karşı tepkisi günü birlik ve bölgelere göre tespit edilerek, toplumun nabzı kontrol edilip, gerekli tedbirler getirilememiştir. Bölücü hareketin; Atatürk’ün ölümünden sonra gelişmesi ise, Atatürk’le başlatılan dinamik tedbirlerin sürdürülememiş oluşu ile izah edilebilir.

BİBLİYOGRAFYA

Kaynaklar:

T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, İş Bankası Yayınlan, Ankara 1985.

ATAŞE ARŞİVİ Dördüncü Umum Müfettişliği 17 Tümen Komutanlığından Yazılan Yazının Ekindeki Seyit Rıza’nın Mektubu,

A: 2750, D: 301, F.l.

Düstur.

Telif Eserler:

ACHKAR, Paul "Kürdistan ve Dağlar Halkının Uzun Gezisi", L’Orient de Jour, Beyrut 12 Ağustos 1972.

AĞAOĞLU, Samet, Kuvayı Milliye Ruhu, İstanbul 1944.

AHMAD, Feruz İttihatçılıktan Kemalizm’e, Çev: Fatmagül Berktay. İstanbul 1986.

AKBULUT, Yılmaz Bingöl Tarihi, Bingöl, 1984 (Gayri Matbu 200 Sahife).

AKGÜN, Seçil Halifeliğin Kaldınlması ve Lâiklik (1924-1928), Ankara 1986.

AKŞİN, Sina İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1983.

AKTAY, Yaşar "PKK’dan İsyan Çağrısı* Güneş, 26.3.1991.

AKYÜREKLİ, Mahmut Cıbran ve Karlıova Tarihi, 1983-84, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fak. Tarih Bölümü Bitirme Tezi (Gayri Matbu 140 sahife)

ALBAYRAK, Sadık "Olay Ne İngiliz Oyunudur, Ne De Türkçülere Karşı Bir Kürtçü İsyanıdır*, Girişim, Sayt: 47 (Ağustos 1989), s. 15-17.

ALDAN, Mehmet "Siirt" Türk Dili, Sayı: 456 (Aralık 1989), Sh. 288-295.

ALTAY, Fahrettin 10 Yıl Savaş (1912-1922) ve Sonrası, İstanbul 1970.

ALTUö, Kurtul "Celâl Bayar Anlatıyor, Kilit Olayların Perde Arkası", Tercüman, 9-24 Temmuz 1986.

AMASYALI, Sadullah "Basm, Siyasi Gündem, İktidar", Zaman, 26 Kasım 1987.

ANDONCÂNÎ, Cihangir Daşnak-Haybun, Kahire 1930.

ANSARI, Javed "Kürdistan", Arabia (The İslamic Word Rewiews, Nu. 6 London 1982).

ARFA, Haşan The Kurds of Historical and Political Study, New York-Toronto, 1966.

ARIKOĞLU, Damar (Zamir) Hatıralar, İstanbul 1961.

ARSLANOĞLU, Cem Ender Cenubîgarbî Kafkas Hükümeti Muvakkata-i Milliyesi, Ankara, 1986.

ARVASİ, İbrahim Tarih-i Hakikatler, "İbrahim Arvas’m Hatıraları" Ankara 1960.

AŞAN, Aziz Şeyh Sait Ayaklanması, İstanbul 1991.

AŞAN, M. Beşir Elazığ, Tunceli ve Bingöl İllerinde Türk İskân İzleri (XI-XIIL Yüzyıllar), Ankara 1989.

ATAÖV, Türkkaya A Brief Glance of the Armenian Question, Ankara 1984.

ATATÜRK, M. Kemal Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I-JI2. Bas. C.IV: Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C.V: Tamim ve Telgraflar, Ankara: Türk İnkılâp Tar. Ens. Yay. 1961-1972.

ATATÜRK, M. Kemal Nutuk (Söylev, Vesikalar/Belgeler), C.H, Ankara 1989.

ATAY, Falih Rıfkı Çankaya, İstanbul 1980.

ATEŞ, Bünyamin "Anayasa ve Din" Yeni Nesil, 4 Ocak 1987.

ATEŞ, Bünyamin "Anayasa ve Din" Yeni Nesil, 30 Ocak 1987.

AVRİYANOF, P. Ondokuzuncu Asırda Türkiye-Rusya-tran Muharebeleri, İran-Rus Türk Kürtleri’nin Vaziyet-i Hazıralar!, Ankara 1926.

AYBARS, Ergun İstiklal Mahkemeleri, Ankara 1982.

AYBARS, Ergun Yalan Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988.

AYDEMİR, Ş.Süreyya Tek Adam Mustafa Kemal, C.I-HI, İstanbul 1965.

AYDEMİR, Ş.Süreyya İkinci Adam t.tnönü, C.I-HI, İstanbul 1984.

AYRIM, Ali Yalan Anıların Romanı, İstanbul 1978.

AYTUL, Turhan "Türkiye’yi Titreten Yıllar", Milliyet, 26-27/6/1979

BABANZADE, Nedim tslamda Irkçılık ve Milliyetçilik (İslam’da Davayı Kavmiyet), Ankara 1979.

BALSAN, François Les Surprises Du Kurdistan, Collection Voyages, Aventures, 1944.

BARDAKÇI, İlhan Bir İmparatorluğun Yağması, İstanbul

BARDAKÇI, Cemal Şeyh Said İsyanı, İstanbul 1955.

BASGÜN, Necla Türk Ermeni İlişkileri, Ankara 1970.

BAŞBUĞ, Hayri İki Türk Boyu ve Kurmançlar, Ankara 1984.

BAŞBUĞ, Hayri Göktürk-Uygur-Zaza-Kurmanç Lehçeleri, Ankara 1984.

BAŞBUĞ, Hayri Yezidilik İnancı, İstanbul 1987.

BAŞTAV, Şerif "Sabirler", Belleten, C.5 Sayı 17-18, Ankara 1941.

BAŞAR, Zeki Ermenilerden Gördüklerimiz, Ankara 1974.

BAYKAL, B.Sıtkı Heyet-i Temsiliye Kararlan, Ankara 1974.

BAYKARA, Tuncer “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kuruluşunu Hazırlayan Durum ve Olaylar", H.Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi, Türkiye'de Demokrasi Hareketleri Konferansı, Özel Sayı: C.4, sayı I, Ankara 1986.

BAYRAM, Sadi Kaynaklara Göre Güneydoğu Anadolu’da Proto-Türk İzleri, İstanbul 1990.

BAYUR, Hikmet Türkiye Devletinin Dış Siyasası, İstanbul 1942.

BEDÎRHAN, A.B. Türkiye Reisi Cumhuru G.M.Kemal Paşa Hazretlerine Açık Mektup (1933), Ankara 1978.

BEGÜL, Ayşe "Mustafa Kemal Paşa Silvan’da İken", Kara Amid Dergisi, S. 15, Ankara 1982.

BELLİ, Mihri Türkiye Toplum Yapısı, Ulusal Sorun Kürt Davası, Stockholm,' 1984.

BERK Bekir İlmi ve Hukukî Açıdan Nurculuk Davası, İstanbul 1971.

BERK Bekir "Nurculuk Hakkında Mülakat", Yeni İstiklâl Dergisi, 23.5.1966. Sh. 241.

BERLE, Adolf A. İktidar, Trc. Nejat Muallimoğlu, İstanbul 1980.                                 ,

BERTHE, Georges Gaulis Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, (trc. Cenap Yazansoy), İstanbul 1981.

BEŞİKÇİ, İsmail Kürtlerin Mecburî İskânı, İstanbul 1977.

BİLGİN, M.Sıraç Barzani, İstanbul 1992.

BLAU, Joyle "Kürt Meselesi" Çağımızın Müslüman Dergisi, Tarihi ve Sosyolojik İncelemeler (4.rue de Pascale Brüksel 4) 1963.

BOIS, FatherTomas The Kurds, London 1966.

BORAK Sadi Atatürk Gençlik ve Hürriyet, İstanbul 1960.

BOZARSLAN, Mehmet Emin İslamiyet Açısından Şeyhlik, Ağalık, Ankara 1964.

BOZARSLAN, Mehmet Emin Jin, Kürtçe, Türkçe Dergisi, 1918-1919 C.I. L’ppsala 1985.

BOZGEYİK Burhan "Şeyh Said’in İçyüzü", Yeni Nesil, 10 Ocak 1989.

BRUİNESSEN, M.M. Van Popular İslam Kurdish Nationalizm and ruval revolt The Rebellion of Shaikh Said in Turkey (1925), Rcligion and ruval revolt, Manchester, 1982.

BRUİNESSEN, M.M. van Agha, Shaikh and State, Utrecht 1978.                                                                   

BULUT, Faik Belgelerle Dersim Raporları, İstanbul 1992.

BULUT, Faik Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991.

CEBESOY, A.Fuad Ali Fuad Cebesoy’un Siyasi Hatıraları, C.II İstanbul 1957.

CEBESOY, A.Fuad "İlk Muhalefet Partisini Ben Kurdum", Hayat Tarih Mecmuası, Şubat 1965, Sayı I.

CEMAL, Behçet Şeyh Said İsyanı, İstanbul 1955.

CILIZOĞLU, Tanju "Çağlayangil’in Anılan" Güneş, 18-19 Ağustos 1989.

CIWAN, M. "Şeyh Sait Ayaklanması" 1925 Kürt ayaklanması (Şeyh Sait Hareketi), Uppsala, Jina Nu Yayınlan, 1985, Sh. 46-75.

CLASON, Elin Kurder i Mellersta östem Och i Esilen, Mototo 1986.

CLEVGET, V. LaTurquie (Armond Colin, 1938) Pources Precisions

ÇAY, M.AbdulhalÛk "Anadolu’nun Türkleşmesi I, Selçuklu Öncesi", Türk Kültürü Dergisi

ÇAY, M.AbdulhalÛk "Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Kültürel Yapısı", Atatürk Milliyetçiliği Sempozyumu (11-12 Ocak 1985)

ÇAY, Abdulhaluk-KALAFAT, Yaşar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kuvay-i Milliye Hareketleri, Ankara 1990.

ÇAYCI, Abdurrahman Küçük Türk-İslam Ansiklopedisi, "Atatürk" Maddesi İstanbul 1981.

ÇETINER, Yılmaz "Şeyh Sait İsyanı 2 Ayda Nasıl Bastınldı" Milliyet, 3 Temmuz 1987.

DAMACI, Raci "Halit Paşa (Deli Halit)’ya Ait Hatıralar", Tarih Coğrafya Dünyası, Sayı: 3 (30 Mayıs 1961) s.113-117.

DERK, Kınnane, The Kurds and Kurdistan, London 1978.

DERSİMİ, Nuri Kürdistan Tarihinde Dersim, Halep 1952.

DESCHNER, Gunther Saladins Söhne Das Betrogene Volk der Kürden, Zürich 1980.

DOĞRU, Mecit "Türkiye'de Macar Yer Adlan” BTTD., Sayı 8, Ekim 1985.

Doğu Araştırma Merkezi Tehdit Araştırma Grubu "Yakın Tarihimizde Arap Gizli Teşkilatlan", BTTD, Sayı: 25-26-27-28-29-31-32-34 Mart-Aralık 1987.; "Doğu Anadolu’daki olaylar (1924-1938) Politika "BTTD 18 Ocak-26 Şubat 1977.

DUGUID, S. The Politics of Unity, Hamidion Policy in Eastem Anatolia" Middie Eastem Studies 9/2: 139-156, 1973.

DURAN, Tülay "Müdafaai Hukuk Örgütlerinin Yeniden Güçlendirilmesi ve Düzenlenmesi", BTTD, S.34, Aralık 1987 Sh. 24-27.

DUVERGER, Maurice Siyasi Partiler, Çev: E.Özbudun, 2.Bas., Ankara 1974.

EDİP, Eşref Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk-Tenkid ve Tahlil, İstanbul 1963.

EĞİLMEZ, C.Tayyar(Anlatan) "Cumhuriyette İlk Teşkilatlı Muhalefet: Terakkiperverler Hareketi", Millet, C.6-8, Sayı: 149-150, 152-162, 164-189. Tef: L-37.

EDEN, Nuri Y.K. Zazalara Dair, Tanıtım, S. 127-128, Şubat-Mart 1990, Sh. 14-15.

EMZEN, Müeyyet Musul Vilayetinde Türk Aşiretlerinin Durumu ve İki Belge, BTTD, S.6 Ağustos 1985, Sh. 42-46.

ERÖZ, Mehmet Hıristiyanlaşan Türkler, Ankara 1983.

ERÖZ, Mehmet Kürtlerin Menşeyi, Türkmenlerin Kürtleşmesi, İstanbul 1966.

ERÖZ, Mehmet Kürt Adı Üzerine, TKD, S. 256, Ağustos 1984.

ERDOST, Muzaffer İ. Şemdinli Röportajı, İstanbul 1987.

EROĞLU, Hamza Türk İnkılap Tarihi, İstanbul 1982.

DEMÎROĞLU, Faiz Van’da Ermeni Mezalimi (1895-1920), Ankara 1989.

FANI, Mesud La Nation Kürde et son Revolution Sociale, Paris 1933.

FELEK, Burhan "Mavi Gözlü Kürtler", Milliyet, 12 Nisan 1979.

FIRAT, M.Şerif Doğu tileri ve Varto Tarihi, Ankara 1983.

FIRATLI, Nesimi "Şeyh Sait İsyanı ve Kürt Ulusal Haklan Konusunda 1926’da Başvekil İsmet Paşa’ya gönderilen Mektup" Deng, Sayı: I (Aralık 1989), s. 32-35.

FRITISCHE, Kürtler, Tarihi ve İçtimai Tetkikat, İstanbul 1916.

GAVAN, S.S. Kürdistan, Divided Nation of The Middle East, Foreword by, Emir Kamuran Ali Bedir-Khan, London 1958.

GENÇLER, Ahmet Diyarbakır ve Çevresinde Sosyalleştirilmiş Sağlık Hizmetlerini Etkileyen Toplumsal ve Kültürel Faktörler, (Doktora Tezi) Dicle Üniversitesi, Diyarbakır 1974.

GENTIZON, Paul Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Ankara 1983.

GHASSEMLOU, Abdurrahman Kürdistan and the Kurds, Publishing House of the Czechaslovak Akademy of Sciences-London 1965.

GİRİTLİ, İsmet "Atatürkçülük İdeolojisi" Atatürk Araştırma Dergisi, Kasım 1984, C.I, Sayı: I.

GOLOĞLU, Mahmut Türkiye Cumhuriyeti, Kitap 5, Ankara 1971.

GOLOĞLU, Mahmut Erzurum Kongresi, Ankara 1968.

GOLOĞLU, Mahmut Sivas Kongresi, Ankara 1969.

GOLOĞLU, Mahmut Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Ankara 1972.

GÖKBİLGİN, Tayyib Milli Mücadele Başlarken, C.I, Ankara 1959.

GÖKDEMİR, Ender Cenub-i Garbi Kafkas Hükümeti, Ankara 1989.

GÖLDAŞ, İsmail Kürdistan Teali Cemiyeti, İstanbul 1991.

GÖZÜBÜYÜK, Ş.-S.Kili Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1957.

GÖZÜBÜYÜK, Ş.-Z.Sezgin 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri, Ankara 1947.

GÜLENSOY, Tuncer Kurmanç ve Zaza Türkçeleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara 1983;

GÜLENSOY. Tuncer Doğu Anadolu Osmanlıcası, Etimolojik Bir Sözlük Denemesi, Ankara 1982.

GÜNEŞ, İhsan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel Yapısı (1920-1923), Eskişehir 1985.

GÜZEL,A-SEFEROĞLU.Ş.K. Atatürk ve Milli Birlik, Ankara 1988.                                          

HANİOĞLU, M.Ş. Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul 1981.

HASRETYAN, M. "Kürdistan Ayaklanması Millidir", Amıanç, Sayı: 88 Ocak 1989, s. 1-3.

HASRETYAN, M.A-K.M. Ahmed-M.Civan 1925 Kürt Ayaklanması (Şeyh Sait Hareketi) Uppsala, 1925.

"Hesen Hişyar’ın Anılan, 63 Yıl Sonra Şeyh Said Direnişi", Kürdistan Press (Sweden, Mayıs 1987), s. 10-11.

HEYD, Uriel Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (Çev: G.K. Günay), Ankara 1979.

HOURANİ, Albert "Shaıkh Khalid and the Naqshbandi Order" In Islamic Philosophy and the Classical Tradition, Ed. Albert Hourani, S.M.Stem, and Vivian Brown, 89-109.

İĞDEMİR, Uluğ Heyet-i Temsiliye Tutanakları, Ankara 1975.

İLERİ, Rasih Nuri "Şeyh Sait Ayaklanmasının İnceleniş Yöntemi", Toplumsal Kurtuluş, Sayı: 9(Mart 1985).

İLHAN, Suat 8. Kolordu Bölgesindeki İsyanlar, Harp Akademileri Komutanlığı Yayını, İstanbul 1971.

İNAN, An Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara 1982.

İPEKÇİ, Abdi İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul 1981.

IŞIKLAR, Abdullah İslam Irkçılığı Menetmiştir, İstanbul 1963.

KABAKLI, Ahmet Temellerin Duruşması, İstanbul 1990.

KAFESOĞLU, İbrahim Türk Bozkır Kültürü, Ankara 1987.

KAFESOĞLU, İbrahim Türk Milli Kültürü, Ankara 1984.

Kadri Cemil Paşa Doza Kurdistan, Kürt Milletinin 60 Yıllık Esaretten Kurtuluş Savaşı Hatıraları, İstanbul 1991.

KANDEMİR, F. İzmir Suikastının İç Yüzü, C.2,4, bas., İstanbul 1955

KANDEMİR, F. Siyasi Dargınlıklar, C.I-III, İstanbul 1955.

KANDEMİR, F. Siyasi Cinayetler, İstanbul 1955.

KALAFAT, Yaşar Doğu Anadolu’da Esiri Türk İnançlarının İzleri, Ankara 1990.

KALAFAT, Yaşar Anadolu’yu Parçalamaya Matuf tç ve Dış Süreli Yayınlar, Ankara 1990.

KAPLAN, Mustafa "Hassas Şark Meselesi", Yeni Nesil, 16.2.1985.

KARA, Mustafa Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1977.

KARAOSMANOĞLU, Y.Kadri Politika’da 45 Yıl, İstanbul 1984.

KARPAT, Kemal Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul 1967.

KAŞGARLI, Mehlika Doğu ve Güneydoğu Anadolu Uygarlığına Giriş, Ankara 1983.

KAYA, Ahmet "İlk Kürt Gazetesi Kürdistan", İkibine Doğru, 19 Mayıs 1991, s. 50-52.

KAYA, Şerafettin Kürt Sorunu, İsveç 1989.

KURFALI (KÜFRELİ), Kasım Nakşibendiliğin Kuruluşu ve Yayılışı, İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fak.Doktora Tezi, Tez No:140, Kayıt No: 337,19.10.1949.

KILIÇ, Ali Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, Sel Yay. İstanbul 1955.

KINNANE, Derek The Kurds and Kurdistan, Oxford 1964.

KIRZIOĞLU, M.Fahrettin Kars Tarihi, İstanbul 1953.

KIRZIOĞLU, Fahrettin Kars İli Çevresinde Ermeni Mezalimi, Ankara 1970.

KIRZIOĞLU, Fahrettin "Altay-Sayan, Horasan-Afgan, Dağıstan, Tunaboyu ve Dicle Bölgesindeki Kürt Uruğu Kollan: Dicle Kürtleri (Kurutaçlar) arasında Afrasyab ile Dede Korkut Oğuznameleri", Altaistler Kongresi (21-26 Ekim X1973 Ankara) Bildirileri, Ankara 1979.

KIRZIOĞLU, Fahrettin Dağıstan-Aras-Dicle-Altay ve Türkistan Türk Boylarından Kürtler, Ankara 1984.

KISAKÜREK, N.Fazıl Son Devrin Din Mazlumlan, İstanbul 1974.

KIZILKAYA, Muhsin "Dünden Yanna Kürtler", Güneş, 14 Mart 1991

KIZILTEPE, Y. Milletler Cemiyeti Belgelerinden Musul-Kerkük Sorunu ve Kürdistan Paylaşımı, İstanbul 1991.

KINROSS, Lord Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Çev: N.Sander, 8.Bas. İstanbul 1981.

KOCADAĞ, D. Lolan Oymağı ve Yakınçağ Tarihi, Yalova 1987.

KOCATÜRK, Utkan Atatürk, Ankara 1987.

KOÇAŞ, Sadi Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, Ankara 1967.

KOÇAŞ, Sadi Kürtlerin Kökeni ve Güneydoğu Anadolu Gerçeği, Ankara 1990.

KODAMAN, Bayram, Sultan II. Aldülhamit Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987.

KOLOĞLU, Orhan Mustafa Kemal’in Yanında İki Libyah Lider, Ahmet Şerif-Sülayman Boruni, Ankara 1981.

Komünist Enternasyonal Belgeleri, Kürt Milli Meselesi, İstanbul 1977.

KONUKÇU, Enver Ermenilerin Yeşilyayla’daki Türk Soykırımı (11-12) Mart 1918), Ankara 1990.

KORU, Fehmi "Şeyh Said’le Bir Gün" Zaman, 6 Ekim 1989.

KOYLAN, Hasip Kürtler ve Şark İsyanları I., Şeyh Sait tsyanı, T.C. İçişleri Bakanlığı Yayınlarından, Ankara 1946.

Kürdistan Tarihi ve Kürt Ulusal Hareketleri, Numberg 1970, (Kurtuluş)

KUSHNER, Davit Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1918), (Çev: Ş.Ş. Türet-R. Ertem,-F. Erdem) İstanbul 1979.

KUUTMANN, Alar Om Kurder, Ltabhnköping, İsveç 1984.

KUTAY, Cemal Halit Paşa, Ali Çetinkaya Vuruşması, İstanbul 1955.

KUTAY, Cemal Çağımızın Bir Asr-ı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi, İstanbul 1980.

KUTAY, Cemal "Fethi Okyar’ın Hayatı ve Hatıraları, Üç Devirde Bir adam", Tercüman, 7 Nisan 1979.

KUTLAY, Naci İttihat-Terakki ve Kürtler, Stockholm 1900.

KUTSCHERA, Chris Le Mouvement National Kürde, Flammarion, Paris 1979.

KÜRKÇÜOĞLU, ÖmerTürk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978.

KÜRŞAT, Cengiz "Cumhuriyetimizin Korunması (Doğu İsyanları) III.” BBTD, Sayı: 71, (Ocak 1991) s. 15-20.

Kürt Milli Meselesi, Aydınlık Yayınlan, İstanbul 1977.

LEWIS, Bemard Modem Türkiye’nin Doğuşu, Çev: M.Kırath 2. Bas. Ankara 1984.

MALMİSANÜ, Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, İstanbul 1991.

MAURİES, Rene Le Kurdistan Ou La Mort, Paris 1967.

MARDİN, Şerif "İdeology and Religion in the Turkish Revolution", İnt. J.Middle East Studies, 2 (1971), s.197-211.

MAZICI, Nurşen Belgelerle Atatürk Döneminde Muhalefet (1919-1926), İstanbul 1984.

MELEK, Kemal İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu (1890-1920), İstanbul 1983.

MELEK, Kemal Doğu Sorunu ve Milli Mücadelenin Dış Politikası, İstanbul 1978.

MİHOYAN, Şakire "Kürt Tarihi Doğru Yazılmıyor”, Armanç, Sayı: 88, Ocak 1989, Sh. 5.

MUHAMMED, Mevlana İslam Yayılış Tarihi, İstanbul 1971, C.2.

MUMCU, Uğur Kürt-İslam Ayaklanması, 1919-1925, Ankara 1991

MUMCU Uğur “Said-i Kürdi”, Cumhuriyet, 17.3.1990.

MUMCU, Uğur "Kürt İslam Sentezi", Cumhuriyet, 15.3.1991.

MUMCU, Uğur "Kazım Karabekir Anlatıyor”, Cumhuriyet, 10.6.1990-30.6.1990.

MURAD, İlhan "İstiklâl Mahkemelerinin Belgeleri Nerede Sahi?" Zaman, 26 Haziran 1990.

MÜFTÜOĞLU, Mustafa "Türkiye’de Dünden Bugüne Siyasi Partiler”, Yeni Nesil Gazetesi, 10.3.1983-5.4.1983, (21 Bölüm)

MÜRSEL, S. "Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bcdi-üz Zaman Said Nursi*, Yeni Nesil, 9.11.1988.

NEBİOĞLU, M.Ali İşaratı Gaybiye ve Ayniye, Ankara 1964.

NEZİHİ, M.Etnin Nurculuk Hakkında Bir Mülakat, İstanbul

NİKİTIN, Bazil Kürtler, C. 2 (Çev: H.D. ve A.S.) İstanbul 1978.

NURSÎ, B.Said İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul 1976.

NURSÎ, B. Said Münazarat, İstanbul 1977.

NURSÎ, B.Said Şualar, İstanbul 1959.

O’BALLANCE, EdgarThe Kurdish Refoit (1961-1971) London 1971.

OKÇU, Hüseyin "Şeyh Sait Kıyamı", Girişim, Aylık Haber Dergisi Sayı: 47 (Ağustos 1989) s. 7-14.

OKANDAN, R.Galip Umumi Amme Hukuku Dersleri, İstanbul 1955.

OKYAR, A.Fethi Üç Devirde Bir adam, İstanbul 1980.

OLSON, Robert The Emergence Of, Kurdish Nationalism and the Sheıkh Said Rebellion, 1880-1925, Austin 1989.

OSMANOÖLU, Cenap "Elazığ’da Şeyh Said İsyant", Yeni Fırat, Aylık Fikir ve Sanat Der., S. 18, Aralık 1963, s. 13-15.

ÖGEL, B„ ERÖZ, M., YILDIZ, H.D., KODAMAN, B.Türk Milli Bütünlüğü tçinde Doğu Anadolu, Ankara 1985.

ÖZGEEVREN, A. Süreyya Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklâl Mahkemesi,

ÖKE, Mim Kemal Pantürkizm ve Panislamizm, Tercüman, 26 Aralık 1986-2 Ocak 1987 (4 bölüm)

ÖKE, Mim Kemal "Glasnost Türkiye’de", Tercüman, 8.11.1987.

ÖKE, Mim Kemal İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu Siyaseti ve Binbaşı E.W.C. Noel’in Faaliyetleri (1919), Ankara 1968.

ÖZ, Baki Kurtuluş Savaşı’nda Alevî-Bektaşiler, İstanbul 1990.

ÖZTURK, Kâzım Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü (1920-1973); Ankara 1973.

ÖZTUNA, Yılmaz "Osmanlı Tarikatları", Tercüman, 11.10.1987.

PAŞA (PAŞO), E.Cemil Muhtasar Hayatım, Brüksel 1989.

PAMUKÇU, Ebubekir Dersim-Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, İstanbul 1992.

PARUŞEV, Paraşkev Atatürk, Demokrat Diktatör, (Trc. Naime Yılmazer). İstanbul 1973.

POLAT, N.Mustafa Tahfet-ür-reddiye, Erzurum 1964.

RAMBOUT, Lucien Kürdistan (1918-1946), İstanbul 1988.

RAMBOUT, Lucien Çağdaş Kürdistan Tarihi, Trc. Rohani, İsveç 1975.

RAWLİNSON, A. "Advantures in the Near East (1919 -1922)" 3. Baskı (Londra/New York, 1924)

ROHAT, "Unutulmuşluğun Bir Öyküsü Said-i Kürdi", Dengeh, Sayı: 4 (1990), s.17-35.

ROTH, Jürgen Geographie der Unterdruckten Die Kürden, Hamburg 1978.

SABRİ, Mustafa Tuhfetür Reddiye Alâ Mezhebi Saiyidal Kurdiyye, Ankara 1964.

SAFRASTİAN, Arshak Kurds and Kürdistan, London 1948.

SALIŞIK, S. Kürtçülüğün İçyüzü, İstanbul 1976 (Gayri Matbu 147 daktilo Sahifesi)

SARAY, Mehmet Atatürk’ün Sovyet Politikası, İstanbul 1987.

SASUNİ, Garo Kürt Ulusal Hareketleri ve Ermeni-Kürt İlişkileri (15.yy.dan günümüze), (Çev: Bedros Zorteryan, Memo Yet­kin), Stockholm 1986.

SCHMİDT, Dana Adams Journey Among Bröve Men, Boston 1964.

SEFEROĞLU, Ş.K 101 Soruda Türklerin Kürt Boyu, Ankara 1982.

SEFEROĞLU, Ş.K Millet ve Milli Birlik Bilinci, Ankara 1985.                                      «

SEFEROĞLU, Ş.K "Milli Mücadele Yıllarında Kürt "Türk” Ermeni İlişkileri, İstanbul 1990.

SEFEROĞLU, Ş.K "Kürt Meselesi Nedir" BTTD, S.47, Ocak 1989, S.77-80.

SEFEROĞLU, Ş.K "Türkiye Cumhuriyetinin Yasal Bütünlüğü ve Siyasal Partilerin Tutumları" Türk Dünyası Araştırmaları,S.64.

SEFEROĞLU, Ş.K "Süreli Yayınlar ve Milli Birlik", Türkiye, S.6-7-8 (Aralık 1989 Ocak-Şubat 1990)

SEFEROĞLU, Ş.K "Atatürk ve Milli Kültür Birliği" 19 Mayıs Eğitim Fakültesi Der., S.4, Aralık 1989, Sh. 205.

SEFEROĞLU, Ş.K "Bir Zamanlar Bir Kars Vardı", Azerbaycan, S.272, Sh.63-69.

SEKBAN, M.Ş. Kürt Meselesi, Ankara 1979.

SEVGEN, Nazmı "Yaşayışları Şimdiye Kadar Gizli Kalmış Bir Aşiret Zazalar" Türk Dünyası Dergisi, S.14-15-16-17, İstanbul 1950.

SEVGEN, Nazmı "Hakkari ve Nasturiler", Bıru, İstanbul

SEZEN, Yümni Günümüzde İslamiyet ve Milliyetçilik, İstanbul 1978,

SHAW, E.Kural Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, I-II, Trc. Mehmet Harmancı, İstanbul 1983.

SİLOPİ, Zinnor Doza Kürdistan, Beyrut 1968.

SİM, Richard Kürdistan: The Search for Recognition Conflict Studies, The Institute for the Study of Conlict No. 124, November, 1980.

SİYASİ MESELELER GRUBU "Lozan Konferansında Musul ve Kürt Meselesi", BTTD, S.30, Ağustos 1987, Sh.46-52.

SÜSLÜ, Azmi Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990.

ŞADİLLİLİ Vedat Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, I, Ankara 1980.

ŞAHİN, Tahir Erdoğan Erzincan Tarihi II. Cilt, Erzincan, Hayra Hizmet ve Dayanışma Vakfı, Erzincan 1987.

ŞAHİNER, Necmettin Bilinmeyen Tarafları İle Bediuzzaman Said Nursi, 3. Baskı, İstanbul 1974.

ŞEHİDOĞLU, Süreyya "Cumhuriyet Döneminde İç Ayaklanmalar", Kemalist Ülkü, Siyasi Edebi Aylık Sanat ve Fikir Der., Anka­ra 1987.

ŞEREFHAN, Şerefname, (Çev. M.E.Bozarslan), İstanbul 1971.

ŞEŞEN, Ramazan Selahaddin Devrinde Eyyubiler Devleti (Hicri 569-589/Miladi 1174-1193), İstanbul 1983.

"Şeyh Sait Kıyamı", Qıyam, Sayı: 4 (Ocak 1987), S. 4-5.

ŞİMŞİR, Bilal İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu (1924-1938), Ankara 1975.

ŞİVAN, S.A., Kürt Millet Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilali, Stockholm 1985.

"Şeyh Said-Silahlı Miting", Rızgan, Aylık Politik ve Kültür Dergisi, s. 1-2,21 Mart21 Nisan 1976.

TANJU, Sadun Atatürk’ün Yanındakiler, Karşısındakiler, İstanbul 1981.

TEMKOF, Boris Kurdistan, (Vatan Cephesinin Halk Meclisi Neşriyatı), Sofya 1964.

TEVETOĞLU, Fethi "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” Türk Kültürü, Sayı: 264, Nisan 1985.

TOGAN. Z.V. Umumi Türk Tarihine Giriş, 3.Bsk. İstanbul 1981.

TOKER, Metin Şeyh Sait ve İsyanı, Ankara 1968.

TORİ, Nergize Kawa Efsanesi, İstanbul 1992.

TUNAYA, T.Zafer Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, 2. Bask. İstanbul 1981.

TUNAYA T.Zafer Türkiye’de Siyasî Partiler, İstanbul 1952.

TUNCAY, Mete Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara 1981.

TUNCAY, Mete Türkiye’de Siyasî Partiler (1859-1952), İstanbul 1952.

TURAN, Osman Doğu Anadolu’daki Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973.

TÜKİN, Füruzan Hüsrev Türkiye’de Siyasî Partiler ve Siyasî Düşüncenin Gelişmesi (1839-1965), İstanbul 1965.

TÜRKAY, Cevdet Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı, tmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar, İstanbul 1979.

Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genel Kurmay Başk. Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başk. Yayımı, Ankara 1972.

Türkiye Cumhuriyete Hükümetleri, C.I. Başbakanlık Yay. Ankara 1978.

T.C. Dışişleri Bak. Cumhuriyetin İlk On Yılı ve Balkan Paktı (1923-1934), Türkiye Dış Politikasında 50. Yıl Serisi, Ankara 1974.

Türkiye ihtilalci İşçi Köylü Partisi Davası, Savunmada Millî Mesele, İstanbul 1974.

TÜRKDOÖAN, Orhan "Tepedeki Adam Mustafa Kemal" Atatürk Üniversitesi 50. Yıl Armağanı, Ayn Basım, S. 421-431.

TÜRKMEN, Zeynep Türk Milli Birliği ve TKP, Ankara 1984.

TÜRÜN, Faik "Emekli Örgen. Faik Türün’ün Mektubu", Türk Kültürü Dergisi, Ocak 1983, Ankara.

ULUBELEN, Erol Ingiliz Belgeleriyle Türkiye, Ankara 1968.

UTKAN, Kocatürk Atatürk ve Türk Devrimleri Kronolojisi, 1918-1938, Ankara 1973.

UZEL, Sahir İstiklal Savaşımız Esnasında Kürtçülük Cereyanlan ve Irak-Revanduz Hareketi, "Resmi vesaike Müstenit Harp Tari­hi", Genkur. Harp Tarihi Bşk. Kütüphanesi arşivi, İstiklal seksiyonu, No. 215.

VİENNOT, Jean Pierre Kürdistan, Parçalanmış Millet, Ankara 1971.

VİLLALTA, Jorge Blanca Atatürk, (Çev. Em.Kur.Alb.Fatih Özsu), Ankara 1982.

YADGAR, D.M. "San-Fransisco Konferansı Murahhas Heyeti Reisine Rapor", 30.3.1945 (57 Daktilo Sahifesi, Gayri Matbua)

YALMAN, Ahmet Emin Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C.3, İstanbul 1970.

YAMAKOĞLU, Cihan Devlet Olmak İçin, Ankara 1985.

YILDIZ, Haşan Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler, İstanbul 1991.

YILMAZÇELİK, İbrahim "1840-1850 Yıllarında Harput, Türk Dünyası Araştırmaları", Sayı 52, Şubat 1988, S. 128.

YUNUS, Nadi Birinci Büyük Millet Meclisi, İstanbul 1955.

ZİYA, Gökalp Yeni Hayat-Doğru Yol, Haz. Müjgan Cumbur, Ankara 1976.

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to