Hazırlayan: Betül Özel Çiçek
Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Âhir şunu bildim ki cihân hep sen imişsin
Molla Câmî
Geçtiğimiz yüzyılın en önemli entelektüel ve manevî şahsiyetlerinden olan
Frithjof Schuon, ortaya koyduğu “dinlerin aşkın birliği” kavramını
ayrıntıları ile açıklayarak büyük kitleler tarafından tanınmış ve sayılmıştır.
Frithjof Schuon’un “dinlerin aşkın birliği” ile beraber ortaya koyduğu
ve bu kavramı lâyıkı ile tanımlamak için gerekli olan diğer bir kavram ise “religio
perennis”dir. İmanın şeklî öğelerin ötesine geçip “öz”e inmesi gerektiğini
durmadan ifâde eden Schuon, kimilerinin eserlerinden yola çıkarak yaptığı geniş
yorumların aksine mensûp olduğu dinin zahîrî unsurlarına hayâtının sonuna kadar
riâyet etmiştir. Her ne kadar pek bilinmese de Schuon eserlerinde ortaya
koyduğu teorik zemin ile birebir örtüşen bir hayâtı gençliğinden vefâtına kadar
yaşamıştır: Genç yaşta İslâm’a girmiş, Alevîyye tarîkatının bir şeyhi,
Meryemiyye tarîkatının ise kurucusu olmuştur. Çalışmamızda, Frithjof Schuon’ün
bu yönü ele alınırken, eserlerinde derinlemesine tanımlayıp açıkladığı
kavramları nasıl yorumlayarak uyguladığı da gösterilmeye gayret çalışılacaktır.
Bunu yapmaktaki gayemiz, Schuon’ün hem hayâtı boyunca hem de vefâtından sonra
etrafını sarmış olan yanlış anlaşılma bulutunun yoğunluğunu bir nebze olsun
hafifletebilmektir.
Betül ÖZEL ÇİÇEK
Üsküdar, 2007
Frithjof Schuon şüphe yok ki XX. yüzyılın en önemli entelektüel ve manevî
şahsiyetlerinden biridir. Onun husûsiyetini üç noktada özetlemek mümkündür: İlk
olarak, Schuon Tradisyonel Ekol açısından büyük önem arzeder. O, sadece
kendinden önce gelen Tradisyonel Ekol’ün iki büyük şahsiyeti Rene Guenon ve
Ananda Coomaraswamy’nin koydukları ilkeleri birleştirip yeni bir terkip meydana
getirmekle kalmamış, kendi dehâsının mahsülleri olan nadîde eserleri ile de bu
ekolü zenginleştirerek ona yeni bir boyut kazandırmıştır. Otodidakt bir alîm
olan Schuon, sanatçı doğası ve ilim adamı titizliği ile kaleme aldığı
eserlerinde hem felsefî ve metafizik konulara meraklı okuyucuların ilgisini
cezbetmiş hem de ortaokuldan sonra resmî olarak okumaya devam etmemesine rağmen
akademik çevrelerde de neredeyse “kanon” olmuştur. İkinci husûs, Frithjof
Schuon’ün bir müslüman olarak İslâmî entelektüel kültür açısından önemidir. O,
Müslümanlık algısını coğrafî temâyüllerin yahut sathî dinî hamâsetin ötesine
taşıyarak, dini ilk ortaya çıktığı zamanki saflığı ile yaşamak ve anlatmak
ister. Hem bu devrin Müslümanlarına bir zamanlar dinlerinin nişânesi olan ama
şimdi unuttukları erdemlerini hatırlatmış, hem de cihanşümul eserler telîf
ederek İslâm topluluğunun iftihar vesîlelerinden biri olmuştur. Bu iki
husûsiyeti ile bağlantılı olarak Schuon, tasavvuf tarihi açısından da dikkat
çekmektedir. İslâm tasavvufu açısından bakıldığında o Meryemîyye tarîkatının
kurucusudur ve aralarında Tradisyonel Ekol’ün önde gelen temsilcilerinin de
bulunduğu pek çok mürîdi olmuştur. Aynı zamanda, insanlığın dört bir yanını
saran ve kendi kalıplarından başka araçlar vasıtası ile düşünmeye müsâde
etmeyen şeklî kıstasların ötesine geçip insanoğluna içindeki cevheri
hatırlatmış Kadîm’in günümüzdeki son temsilcilerindendir. Bu sebeple de
ezoterik temâyülü olan farklı din mensûpları öğretisinin etrafında
toplanmıştır. Onun “religio cordis” yani kalp dini diyerek tanımladığı
din, dîn-i Hanîf’tir. İbnü’l-Arabî ’nin sevgi dini dediği, Allah’ın
Adem’den bu yana peygamberleri vâsıtası ile insanlığa gönderdiği Fıtrat dini
olan İslâm’dır.
Frithjof Schuon, Türkiye’de de ilgiyle tâkip edilmektedir. 1980’lerin
ortasından itibâren eserleri Türkçe’ye çevrilmeye başlayan Schuon, belirli bir
entelektüel elitin ilgisini çekmiştir. Anadili Fransızca ve Almanca’dan ve
tâkipçilerin yoğunlukla kullandığı İngilizce’den sonra eserleri en çok
Türkçe’ye çevrilmiştir denilebilir. Schuon’e Türkiye’de gösterilen bu
entelektüel ilginin sebebi, Anadolu topraklarının yüzyıllardır çeşitli din, inanış
ve ırktan insanı uyum içinde yaşamasına ve manevî bir özgürlük ortamında birçok
değerli akım ve eserin meydana gelmesine imkân veren kuşatıcı ve koruyucu
yapısından olsa gerektir.
Bu çalışmanın temel sâiki, Frithjof Schuon’ün çok bilinmeyen bir yönünü,
İslâmî kimliğini ve tasavvufî şahsiyetini ortaya koymaktır. Schuon’ün
öğretisini iki temel çerçevede değerlendirmek mümkündür: O, teorik olarak,
Tradisyonel Ekol içinde eserler verip daha geniş kitlelere hitâp ederken,
pratikte bir tarîkat şeyhi olarak daha seçkin bir topluluğa rehberlik etmiştir.
Schuon, hem mesajının evrenselliğini zedelememek hem de gereksiz önyargılardan
sakınabilmek için eserlerinde dinî kimliğini açıklamamıştır. Etrafına
münevverlerin yanısıra, özellikle ömrünün son demlerinde, eserlerini eksik
yorumlayan ve/veya söylemini pratiğe nasıl aktardığını tam anlamıyla idrâk
edemeyen, dinlerin zâhir ve bâtınları ile bir bütün olduğunun farkında olmayan
insanlar da toplanmıştır. Bu insanların sayısı daha az olsa da, yanlışın sesi
doğrudan daha çok çıktığı için, bu grubun temâyüllerinin Schuon’ün öğretisi ile
birebir örtüştüğü kanâati kamuda yaygınlaşmıştır. Schuon’ün ortaya koyduğu
hakîkatlerin etrafındaki bu yanlış anlaşılmalar bulutunun kesifliğini bir nebze
olsun hafifletmek ve onun “dinlerin aşkın birliği”ne yaptığı vurguyu,
Müslüman kimliği üzerinden, dahası bir tasavvuf şeyhi olarak yaptığını hassaten
belirtmek, iletmek istediği mesajın sıhhati açısından âzamî önem arzetmektedir.
Bu sebeple, çalışmamızda Schuon’ün İslamî kişiliğini, İslam dünyası ile olan
ilişkilerini ve en önemlisi tasavvufî misyonu anlatılmaya ve İslâmî/tasavvufî
kimliğinin Gelenekselci duruşuna zemin teşkil ettiğini ve zannedilenin aksine
gündelik yaşamında Gelenekselciliğinin ötesinde ve üstünde olduğunu ifâde
edilmeye çalışıldı. Ayrıca, Schuon’ün, dinin bâtınî yönüne yaptığı vurgunun
zâhirî yönüne verdiği önemi izâle etmediği, eserlerinden, daha önce
yayımlanmamış mektup ve yazılarından ulaşılabilenlerle ortaya konulmaya gayret
edildi.
Schuon Tradisyonel Ekol’le tanındığı için, fikrî bir altyapı oluşturmak
gayesiyle tezin birinci bölümü bu ekolün ortaya çıkış şartlarını ve Schuon’ün
bu ekol içindeki yerine ayrılmıştır. Tradisyonel Ekol’ün iki büyük ismi Rene
Guenon ve Ananda Coomaraswamy’nin entelektüel kişiliklerine değinerek Schuon’un
bu ikisi ile karşılaştırması yapıldı. Mamâfih, tez Schuon’ün tasavvufî kimliği
çerçevesinde şekillendiği için bu konunun ayrıntılarına temas edilmedi. İkinci
bölümde Schuon’ün hayatına, şahsî ilgi ve özelliklerine değinildi. Hayatı kısmında
Shchuon’ün doğum anından son nefesine kadar hikemî yolun bir yolcusu olduğu,
şahsiyeti kısmında ise tâkip ettiği yolun gündelik hayatına, alışkanlık ve
davranışlarına, ilgi ve meraklarına nasıl yansıdığı ortaya konulmaya çalışıldı.
Bu bölümde değinilen bir başka husus da Schuon’ün Müslüman kimliği ve İslâm’ın
çeşitli vecheleri ile olan bağlantısıdır. İkinci bölümün en sonunda ise
Schuon’ün dinlere olan genel ilgisi üzerinden, özelde Kızılderililer ile
alâkasına temâs edildi. Frithjof Schuon’ün tasavvufî yönünün ele alındığı
üçüncü bölüme Schuon’ün Müslüman olmasıyla başlanıldı. Bunun sebebi Schuon’ün
İslâm’ı kabûlünün tasavvufa temâyülü sebebiyle olmasıdır. Bu bölümde Schuon’ün
İslâm’ı kabûl etme sebebinden, Müslüman olduğunu alenen beyan etmemesinin ardında
yatan nedenlere, Alevîyye tarîkatına intisâbından, şeyhliğine, tasavvufî
düşüncelerinden, Meryemiyye tarîkatını kurmasına, Hızır ve Hz. Meryem ile
bağlantısından, gayrimüslim tâkipçileri ile olan ilişkisinden religio
perennis vurgusuna ve dua, zikir, kelime-i şehâdet ve ism-i azam hakkındaki
düşüncelerine yer verilmiştir. Özellikle bu bölümde gerek mürîdleri ile olan
ilişkilerinden bahsederken gerekse tasavvufî fikirlerine değinilirken Schuon’ün
daha önce yayınlanmamış ve tercüme edilmemiş tarîkat içi yazı ve mektuplarından
büyük ölçüde istifâde edilmiştir. Dördüncü ve son bölümde ise Schuon’ün
eserleri konu edinilmiştir. Ezoterik hikmetin izhârı üzerine kısa bir bahisten
sonra Schuon’ün külliyâtına değinilmiştir. Bu bölümün üçüncü kısmında Schuon’ün
İslâm’ı ele aldığı eserlerinden bahsedilmiş, son kısmında ise Schuon
eserlerinin İslâm ülkelerindeki etkisi üzerinde durulmuştur.
Ekler kısmına gelince, Ek - 1’de, Religion of the Heart Essays
Presented to Frithjof Schuon on His Eightieth Birthday kitabının sonundaki
bibliyografyadan faydalanarak hazırlanmış, Frithjof Schuon’ün 1990 yılına dek
çeşitli dillerde yayımlanmış makale ve kitaplarının ayrıntılı bir
bibliyografyası bulunmaktadır. Ek - 2’de Frithjof Schuon, eşi, ailesi ve diğer
Tradisyonelistler’e ait çeşitli fotoğraflar bulunmaktadır. Bu fotoğraflar
arasında Schuon’ün, Guenon’un ve Martin Lings’in İslâmî kıyâfetlerle çekilmiş
fotoğrafların özellikle dikkat çekici olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bu
ekin oluşturulmasında Catherine Schuon’ün özel koleksiyonundan, Patrick Laude
ve Jean- Baptiste Aymard’ın eseri Frithjof Schuon Life and Teachings’den,
Sophia ve Sacred Web dergilerinden, Kenneth Oldmeadow’un kitabı Traditionalism:
Religion in the Light of the Perennial Philosophy’den ve çeşitli internet
kaynaklarından istifâde edilmiştir. Ek - 3’te aynı zamanda eğer isteseydi
hayatını sanatı ile idâme ettirebilecek kadar yetenekli bir sanatçı olan
Schuon’ün kendisine izhâr edilen manevî hikmetleri insanlarla paylaşmanın bir
yolu olarak gördüğü resimlerinden seçmeler bulunmaktadır. Bu resimler arasında
özellikle Hz. Meryem’i ve Müslüman yüzleri çizdiği örnekler dikkat çekicidir.
Ek - 4’te Frithjof Schuon’ün İngilizce ve Fransızca el yazısından örnekler yer
almaktadır. Son olarak Ek - 5’te ise Schuon’ün Spiritual Perspectives and
Human Facts ve Echoes of the Perennial Wisdom isimli eserlerinden
yapılan alıntılar bulunmaktadır. Bu alıntıların kimi çalışmamızla doğrudan
bağlantılı olmasa da eklerde yer almalarında, Schuon’ün bakış açısını daha net
ortaya koymak açısından yarar görülmüştür.
Frithjof Schuon velûd bir yazardır. Çeşitli konularda yazılmış şumullü
bir külliyatı bulunmaktadır. İstanbul kütüphanelerinde, özellikle İSAM’ın ve
IRCICA’nın kütüphanelerinde Schuon’ün eserlerinin çok büyük çoğunluğu
mevcuttur. Biz bu eserlerden âzami derecede istifâde etmeye gayret edilmiş,
bunun dışında, son senelerde yayınlanan ve henüz İstanbul kütüphanelerine
gelmemiş yeni edisyonlar içinse yurtdışından getirilen kaynaklar
kullanılmıştır. Schuon’ün sadece İslâm’a hasrettiği eserleri başka dinler
üzerine yazdığı eserlerden sayıca çok olsa da salt tasavvufu konu edinen eseri
bir tanedir: Le Soufisme: Voile et Quintessence (Paris, Dervy-Livres
Yayınevi, 1980). Bu eserin İngilizce’ye ilk çevirisi 1982 yılında yapılmıştır.
İkinci çevirisi ise geçtiğimiz yıl içinde, James S. Cutsinger tarafından
yeniden gözden geçirilmiş ve Schuon’ün daha önce yayınlanmamış, mürîdlerine
yazdığı mektuplardan ve tasavvuf üzerine yazılarından örneklere yer verilerek
yayınlanmıştır. Her ne kadar bu sırada eserin Türkçe tercümesi yayınlanmış olsa
da çalışmamızda editörlüğünü James S. Cutsinger’ın yaptığı nüsha esâs
alınmıştır. Ekseriyetle faydalandığımız bir başka önemli eser de 2004 yılında
kaleme alınmış, Frithjof Schuon’ün hayatı üzerine en kapsamlı çalışma olan Frithjof
Schuon Life and Teachings’tir. Schuon’ün sâdık tâkipçilerinden
Jean-Baptiste Aymard ile Patrick Laude’un beraber hazırladığı bu eser Schuon
hakkında bugüne kadar bilinmeyen birçok mevzuyu gündeme getirmiş, yanlış anlaşılmaların
olduğu birçok mevzuyu da açıklığa kavuşturmuştur. Schuon’ün üzerinde en çok
durduğu dua kavramına dair yazılarından yapılmış bir derleme, Prayer
Fashions Man isimli eser de çalışmamıza büyük katkı sağlamıştır.
Faydalanılan diğer önemli eserlerden biri de Kenneth Oldmeadow’un kapsamlı
çalışması Traditionalism: Religion in the Light of the Perennial Philosophy’dir.
Bütün bu eserlerden farklı bir yerde duran ve Tradisyonel Ekol’e eleştirel bir
bakış getiren Mark Sedgwick’in Against the Modern World Traditionalism and
the Secret Intellectual History of the Twentieth Century isimli
çalışmasından ihtiyatla faydalanıldı. Kitapların dışında, Sacred Web ve Sophia
dergilerinde özellikle Frithjof Schuon’ün vefâtı üzerine yazılmış makâlelerden
ve Frithjof Schuon özel sayılarından da çok istifâde edildi. Husûsen Seyyid
Hüseyin Nasr’ın “Frithjof Schuon and Islamic Tradition” isimli makalesi
Schuon’ün bir Müslüman olarak resmedilmesinde çok büyük kolaylıklar sağlarken,
Catherine Schuon’ün “Memoirs and Anectodes” isimli makalesi Schuon’ün gündelik
yaşamının İslâm dininin kıstasları ile ne kadar çok şekillendiğini anlamamıza
yardım etmiştir. Martin Lings’in “Rene Guenon and Frithjof Schuon”
isimli makalesi her iki şahıs ile de uzun zaman geçirmiş bir dostlarının gözünden
onların tahlil edilmesini kolaylaştırırken, “Frithjof Schuon An
Autobiographical Approach” isimli makâlesi Schuon’ün şeyh yönünü anlaşılmasına
katkı sağlamıştır. James S. Cutsinger’ın Hz. Meryem üzerine makâlesi “Colorless
Light and Pure Air: The Virgin in the Thought of Frithjof Schuon” Schuon’ün Hz.
Meryem’e bakışını anlaşılmasında faydalı olmuştur.
Girişte
son olarak değinilecek nokta ise tercüme sırasında izlenen esaslardır. Her ne
kadar güzel tercümenin sâdık, sâdık tercümenin güzel olmayacağı söylenmiş olsa
da ele alınan konunun zorluğundan ve çalışmaların büyük kısmının Türkçe’ye ilk
defa aktarılıyor olmasının ağır yükümlülüğünden dolayı yanlışlığa düşmemek için
“sâdık” çeviri, “sanatsal” çeviriye ve edebî ifâdelere tercih edilmiştir.
Çeviri konusunda husûsen belirtmek istediğimiz bir nokta da genel temâyülün
aksine “Tradition” kelimesi karşılığında “din” kelimesinin kullanılmamasıdır.
Patrick Laude’a göre “Tradition” Arapça “ed-dîn” kelimesinin tam karşılığı
iken, Seyyid Hüseyin Nasr “Tradition” kelimesini Farsça’ya “sünnet” şeklinde
çevirdiğini belirtmiştir. Biz de “Tradition”ın “ed-dîn”e karşılık geldiğini
düşünsek de Schuon eserlerinde “Tradition” ile “din” arasında bir ayırımı
özellikle yaptığını bildiğimizden herhangi bir anlam kargaşasına yol açmamak
için “Tradition” kelimesi “Gelenek” olarak çevrilmiştir. Bu konuda Schuon şöyle
der: Bir din, doğuşunda, ilk andan itibâren insanları Allah’a bağlar, fakat ona
(o aşamada) gelenek adı verilemez. Dinin ilk tâbîleri üzerinden iki ya da üç
nesil geçince din bir gelenek hâlini alır. Mustafa Armağan’a göre bu noktada
Schuon ile Guenon’un arasında bir görüş ayrılığı vardır çünkü Guenon geleneği
dinin öncesine yerleştirirken Schuon dine gelenek karşısında öncelik tanır. BİRİNCİ BÖLÜM
TRADİSYONEL
EKOL VE FRITHJOF SCHUON
TRADİSYONEL
EKOLÜN ORTAYA ÇIKIŞI VE FRITHJOF SCHUON
“Eğer Guenon metafizik doktrinlerini açıklayan baş şârih ise ve
Coomaraswamy eşsiz bir âlim ve metafizikî yorumlarını sanatsal şekillerin
yardımı ile ifâde eden bir Doğu sanatı mütehasssısı ise Schuon de insanoğlunu
sarıp sarmalayan hakîkati gözeten ve insanoğlunun varoluşu ile ilgili tüm
meseleleri kutsal bilginin ışığında aydınlatan İlâhî lütfun enerjisinden husûl
bulmuş kozmik akıldır.”
Seyyid Hüseyin Nasr
Yakın zamana kadar Frithjof Schuon’ün hayâtı hakkında olduğu gibi, dinî
kimliği hakkında da çok şey bilinmiyordu. Bunda bir tradisyonelist olmasının
rolü büyüktür. Tradisyonelistler, “Geleneksel bir medeniyette bir kişinin bir
fikrin sahibi olduğunu iddia etmesi neredeyse imkansızdır” diyen Rene
Guenon’dan, “Hakîkat şahsî bir mesele değildir, olamaz da” diyen Frithof
Schuon’e kadar, kişisel hayâtlarına, biyografilerine değil de tekrar açığa
çıkması için gayret sarfettikleri hakîkatlere vurgu yaparlar. Frithjof Schuon de, hayâtı boyunca, eserleri
dünya çapında birçok dile çevrilmiş olsa da umumî bir ilgiden kasten ve tamamen
kaçmıştır. Manevî rehberlik
arayışındakiler dışında hiçkimseye de kendisini kolay ulaşılır kılmamıştır.
Dahası onu yakından tanıyanlar da mahremîyetine saygı duymuş ve hakkında alenen
yazılar yazmamışlardır.
Schuon’un önemini anlamak için zamanlar üstü mesajının mânâsı kadar
ortaya koyduklarının zamanlamasının ne kadar yerinde olduğuna da dikkat
edilmelidir. Schuon’ün eserlerinin hem Batı’nın kimi insanlarındaki manevî ve
entelektüel uyanma sürecinin başladığı hem de Avrupa’da geleneksel metafiziğin
ve otantik ezoterizmin uzun zamanlar boyunca unutulmasının ardından yeniden
dirildiği bir zamanda ortaya çıkması mânidârdır.
Vefâtından önce Schuon’ün halîfesi olan ve Tradisyonelist ekolün önde
gelen temsilcilerinden Seyyid Hüseyin Nasr Tradiyonelist ekolün ortaya çıkışını
ve Schuon’den önceki durumu şöyle özetliyor:
“XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın başlarındaki bu zaman Geleneksel hikmet
çerçevesinden bakanlar için Batı’daki en büyük ruhî yoksunluğun olduğu
zamanlardır, eşyanın derûnî mânâsını, otantik ezoterizmi ve metafiziği
araştıranlar, kendilerini, egemen kültürde tercihlerinin tamamen
maddîleştirilmiş bir din formu, rasyonel ve positivist bir felsefe yahut seküler
bir bilim arasından yapıldığı bir manzarayla karşı karşıya buldular. Bu
araştırmacılar, kadîm günlerin scienta sacrasını nereden bulacaklardı?
Hâl böyle olunca bu insanlar okultist yahut sözde ezoterik oluşumlara
yöneldiler. Bu, Eliphas Levi ve Papus’un, Mme Blavatsky ve Annie Besant’ın
devriydi. Modern Batı’ya has bir fenomen yani o zamanlar otantik ezoterizmle
karıştırılan Okültizm’in yükselişi ortaya çıkmıştı. Batı’da modern dönemle
başlayan Okültizm, tuhaf ve egzantrikten, ruhsal olarak tamamen ifsat edici ve
tehlikeliye kadar birçok figür, etki ve güç üretti ve gidecek başka yeri
olmayan birçoğuna da bağrını açtı.
XX. yüzyılın ikinci ve üçüncü on yıllarında Fransa’da bu okültist
çevrelerin birçoğuyla gençliğinde ilgilenmiş Rene Guenon’un ortaya çıkması ile
büyük bir değişim meydana geldi. Doğu’nun ruhanî otoriteleri ile doğrudan
bağlantısının yanında Allah vergisi metafizik zekâsıyla da Guenon gününün
hatalarının temelini temizleyebildi ve Batı topraklarında gerçek metafiziğin ve
ezoterizm tasavvurunu inşâ edebildi. Ömrünün son yirmi yılını, açıkça Müslüman
olduğunu ilân ederek Kahire’de yaşamış olsa ve öldüğünde oraya gömülse de
1951’de ölümüne kadar Batılı muhâtapları için eserlerini Fransızca yazmaya
devam etmiştir.
1920’lerde, Hint kültür ve sanatının büyük âlimi Ananda K.
Coomaraswamy Guenon’la tanışmış, Geleneksel’in perspektifini kabul etmiş ve
1947’de ölünceye kadar Guenon’la mektuplaşmıştır. Coomaraswamy bir düzine
dili çok iyi biliyordu, Doğu sanatında eşi bulunmaz bir otoriteydi, tüm
boyutları ve muhtelif manifestoları ile Hindu ve Budist dinlerine tamamıyla
vâkıf bir bilim adamıydı. Ayrıca Batı’nın entelektüel ve sanatsal
gelenekleriyle de derinden alâkalıydı. Guenon gibi o da Doğu’da halen vâr olan
ve yaşanan hikmet merkezlerine müracaat ederek gerçek metafizik ve ezoterizmi
yeniden canlandırmak istemiştir. Yine Guenon gibi o da modernizmin hücûmuna
karşı geleneği korumuş ve Doğu ve Batı’daki muhtelif formülasyonlarını çok iyi
bildiği, hakkında birçok defalar belîğ yazılar yazdığı philosophia perennis’
in gâyesini savunmuştur.
Schuon, 1930’ların başlarında yazı yazmaya başladığında bu iki
entelektüel dev, Guenon ve Coomaraswamy, çoktan birçok eser meydana
getirmişlerdi. Guenon’un Fransızca, Coomaraswamy’in genelde İngilizce yazdığı
bu eserlerde geleneğin üstünlüğü, modernizmin eleştirisi, metafizik ve gerçek
ezoterizmin yorumu, kutsal sembollerin anlamı ve çeşitli geleneksel
medeniyetlerin kutsal sanat ve bilimleri, yetkinlik ve açıklıkla ortaya
konmuştu. Nasr’a göre Schuon’ün yazıları, bu külliyâtın mührü gibiydi. Schuon,
kendinden önce gelen bu üstatların mesajını tamamlamış ve mükemmelleşmişti.
Dahası, Schuon, teorik metafizik ve kozmolojinin yanı sıra gerçeğin idrâkinin
etkili ve pratik yönlerine de vurgu yaptı. Yani, onun farkı ve diğer tradisyonelistlerden
ayrı durduğı nokta sadece philosophia perennis yahut sophia perennis’ten
değil, religio perennis’ten de bahsetmesinden geliyordu.
Anlattıklarıyla, dinin merkezî önemini ve ezoterizmin ve geleneksel metafiziğin
dinler çerçevesi içinde kavranabileceğini gözler önüne sermesi önemlidir.
Selefleri gibi o da hakîkatın evrenselliği ve birliği hususunda yazılar yazdı
ve “dinlerin aşkın birliği” terimini ortaya koydu. Bu terim aynı
zamanda, şimdi akademik çevrelerde bile din araştırmaları konusunda meşhur olan
Fransızca ilk eserinin de başlığıydı. Fikirlerine karşı çıkan R. C.
Zaehner’dan, onları tamamen benimseyen Huston Smith’e kadar bilim adamları din
araştırmaları alanında onun çalışmalarını akademik çevrelere tanıttılar.
Yine Nasr’a göre Schuon’ün eserleri, hayâtını yaşadığı yolla birlikte,
okült ile otantik ezoterizm arasındaki karışıklığı ilk ve son olarak nihayete
erdirdi ve ezoterizmin gerçek önemini, değerli eserlerinden biri olan Esoterism
as Principle and Way’de de görülebileceği gibi öne çıkardı. Schuon, aynı
zamanda, Hakîkat’e (The Truth) ulaşıncaya dek dinî bir hayât yaşamış ve
ezoterizmin yolundan gitmiştir. Kendisi dinî bir yol gösterici, bir tarîkatın
başıydı ve Hakîkat’i doğrudan tecrübe etmiş birinin deneyimi ile konuşuyordu.
Ki bu da yine kendisinden önceki Tradiyonelistler’de görülmeyen bir
husûsiyetidir.
Frithjof Schuon’ün, metafizik ve manevî öğretilerin bir külliyâtı olarak
değerlendirilebilecek yazıları, bugün kendisini hâkim relativizm karşısında
silâhsızlandırılmış bulan modern insanın sorularına derin ve tafsîlâtlı
cevaplar verebilecek mâhiyettedir. Yine de hayâtını incelediğimiz zaman
görüyoruz ki Schuon, bilgisini okullardan yahut kitaplardan edinmiş bir
metafizikçi değil, bir tefekkür ve ibadet adamıdır. İç dünyasının bütün
zenginliğini felsefî ve sanatsal ürünleri ile somutlaştıran bir -Rene Guenon
için söylediği ifâde ödünç alınırsa- “doğuştan ârîf’tir. Böyle olunca,
Schuon’ün perspektifi temelde ezoterik ve üniversalisttir.
Mürîdlerinden, eşine ve arkadaşlarına kadar birçok kişinin devamlı
söylediğine göre Schuon reflekslerinde olduğu kadar günlük davranışlarındaki
duruşuyla da birçok yönden başka bir zamana ait bir insan gibi görünürdü. Hâlâ
ondokuzuncu yüzyılla bağlantılı bir ortamda doğup yirmibirinci yüzyılın eşiğinde
ölen Schuon’ün hayâtını inceleyince prensiplerinden şaşmadığını ve günün
modalarına hatta modern hayâtın rahatlıklarına karşı lâkayt tavrından dolayı
genellikle yanlış anlaşılıp yalnız bırakıldığını tesbit etmek mümkündür.
Patrick Laude ve Jean-Baptiste Aymard’ın Schuon’ün eserleri hakkındaki şu
tesbiti de önemlidir; onlara göre Schuon’ün eserleri, sadece “renksiz” hikmet
nokta-i nazarından dünyanın çeşitli hikmet ve inanç doktrinlerini uzlaştırıcı
değil, aynı zamanda bu hikmetin hâl-i hâzırda Hakîkat’e ve eşyanın doğasına
entelektüel, iradî ve animik bir benzeyişle gerçekleştirileceğine işaret
eden bir sentez inşa eder. Schuon’ün kafasındaki “renksiz” hikmetin,
karşılaştırmalı dinler seviyesinden daha çok öze dayalı olduğunu da belirtmek
gerekir. Schoun dinler söz konusu olduğunda hayranlık uyandırıcı bir mukâyeseci
olsa da onunla görüşen kişiler Schuon’ün herşeyden önce gerçek bir ârîf
olduğunu söylerler.
Dinlerin Aşkın Birliği’ne yazdığı girişte Huston Smith, “Schuon’ün
dinler arasındaki ilişkiye yaklaşımında öyle birşey var ki, modern teolojik
sahneye yabancı olma onu alışılmamış bir şekilde erişimi güç hale getiriyor”
der. İster yaklaşım ister
kavramsal dil sebebiyle olsun, Schuon’ün eserlerinin zor anlaşılmakla mâruf
olduğu bir gerçektir. Yine de, zorluğun Schuon’ün kitaplarının özünden ve
dialektiğinden ziyâde - İlahî olanın gizemine, insanın çıkmazlarının
giriftliğine ve sözle ifâde edilemeyenlere rağmen- bu anlaşılmazlığın
entelektüel edilgenliğin bir tezâhürü olmadığı zamanlarda birçok modern okuyucunun
metafizik ve felsefî konulardaki eğitimlerinin yetersizliğinden kaynaklandığı
düşünülebilir. Eserlerinin çok zor olduğu itirazına Schuon eserlerinin
anlaşılmasının profan felsefenin ortalama eserlerinin anlaşılmasından daha zor
olmadığını söyleyerek karşılık vermiştir. Okuyucunun kolaylıkla müşâhade edeceği nokta-i
nazar ise Schuon’ün eserlerinin zorluk düzeyinin ele aldığı konunun, Gerçek’in
(Reality) giriftliğinin bir işlevi olması ve kavramsal virtüözlüğün yahut
“sanat için sanat” şeklinde entelektüel bir yaklaşımın sonucu olmamasıdır.
Ezoterik yaklaşım, -Kutsal formları bir kenara fırlatıp atmaktan ziyâde,
onları cevherlerinin ışığıyla aydınlatan derunî okunması şeklinde- Schuon’ün
okuyucusuna çeşitli akâidlerin metafizik nüvesine götürecek ufuk açıcı bir
dinler fenomelojisi sağlamasına müsâde eder.
TRADİSYONEL EKOL’ÜN İKİ ÖNCÜSÜ RENE GUENON VE ANANDA
COOMARASWAMY
Bütün gelenekselciler, tanım itibârîyle, dinlerin kalbinde ve çeşitli
formlarında yatan Sophia Perennis’in izâhına kendilerini adamışlardır.
Ayrıca kendilerini, her dinî mirasın varlık sebebi olup onun biçimsel
bütünlüğünü garanti eden ve yine aynı vesîle ile ruhanî yetkinliğini emniyete
alan bu formların korunmasına ve aydınlatılmasına hasretmişlerdir.
Rene Guenon, Ananda Coomaraswamy ve Frithjof Schuon Geleneksel ekolü
kurup güçlendirme hususunda farklı ama tamamlayıcı rollere sahiptir. Her biri,
bu akımın kendi özgün sağduyu ve özelliklerine uygun bir işlevini yerine
getirmişlerdir. Guenon, Batı’da Sophia Perennis’in tekrar keşfedilip
yeniden ifâde edilmesine olanak sağlayabilecek temel metafizik ve kozmolojik
prensipleri açık seçik ortaya koyan ilk kişi olması hasebiyle özel bir
konumdadır. Schuon, Guenon’u modern Batı için “en azından doktriner düzeyde
Allah’ın gönderdiği bir mütercim” olarak nitelendirir. Benzer şekilde, Jean-Pierre Laurant da
Guenon’un “kutsal rolü”nden bahseder. Guenon’un “niceliğin egemenliği”ne eleştirisi,
daha sonraki gelenekselciler tarafından ayrıntılı eleştiriler yapılmasına
platform oluşturur. Modernizme tepkisi Guenon’un üstlendiği rolün önemli bir
parçasıdır ve bir tür zemin temizliği yaparak “Modern dünyanın bünyesinde
bulundurduğu halde, onları anlayamadığı için varlıklarını inkâr ettiği ve
inkârının da bu özel mantalitesinin varolmasının devamı için vazgeçilmez bir
şart olduğu bazı en kara enigmalarının” anlaşılmasına imkan tanımıştır.
Guenon velüd bir yazardı. Hayâtı boyunca onyedi kitap yayınladı ve
vefâtından beri de en az sekiz koleksiyon ve derleme ortaya çıkmıştır.
Eserlerinde tekrar tekrar zuhûr eden motifleri ve zihin meşguliyetlerini
sergiler ve bir bakıma hepsi bir bütünü tamamlayan parçalardır. Guenon’un
gelenek algısı eserlerinin anahtarıdır. 1909 kadar erken bir zamanda bile
Guenon’un “Primordial Gelenek, her ırk ve her tarihi döneme uymak için girdiği
farklı şekillere bakılmaksızın esâsen her yerde aynıdır” dediği görülür. İngiliz gelenekselci Gai Eaton’ın tesbit
ettiği gibi Guenon “hâl-i hâzırdaki zaman döngüsünün başında insanlığa
bildirilmiş ama şimdi kısmen kaybolmuş Umûmî bir Gelenek’in varlığına
inanıyordu. Onun esâs derdi bu Gelenek’in ayrıntılı şekillerinden ve çöküş
tarihinden ziyâde onun cevheriyle, insanoğlunun geleneksel doktrinin sağladığı
kanallar vasıtasıyla halen ulaşabildiği saf ve değişmeyen bilgi ileydi.”
Vahyin ve Vahyin muayyen durumunun yol açtığı buhran ve zarûretlerin
belirlediği formlarla ifâde edilen bir gelenekler silsilesinin, özünden
türediği değişmez metafizik ve kozmolojik prensipler serisini cisimleştiren
Gelenek’in varlığı Guenon’un eserlerinde aksiyomatiktir. Bu, tartışmaya müsâde etmeyen, tarihî veya
başka türlü bir “delil” yahut “sunum” gerektirmeyen ilk prensiptir.
Kenneth Oldmeadow’a göre Guenon’un eserleri, 1909’daki ilk yazılarından
bu yana, bütün geleneksel doktrinlere şekil veren zaman ötesi prensiplere yeni
bir ifâde ve uygulama kazandırma denemesi olarak görülebilir. Yazıları çok geniş bir sahâya hükmeder:
Vedanta, Çin geleneği, Hristiyanlık, Sufizm, tüm dünyadaki folklor ve mitoloji,
gnostisizmin gizli gelenekleri, simya, Kabbala ve benzeri. Guenon, her zaman
bunların altında yatan prensipleri açığa çıkarır ve bunların tek Ezelî
Gelenek’in biçimsel manifestoları olduğunu gösterir. Belli anahtar temalar
bütün yazılarında bulunur ve okuyucu şu fikirlerle tekrar tekrar karşılaşır:
metafiziğin tüm diğer doktriner düzenlerden aşkın olması kavramı, metafiziğin
tanımı ve irfânın formülizasyonu, ekzoterik ve ezoterik alanlar arasındaki
ayırım, entelektüel bilginin hiyerarşik üstünlüğü ve şaşmazlığı, modern Batı
ile geleneksel Doğu arasındaki fark, modern Avrupa medeniyetinin manevî iflâsı,
büyük ölçüde Hindu kozmik döngüler doktrininin kaynaklık ettiği döngüsel Zaman
görüşü, evrim-karşıtı tarih görüşü.
Guenon, farklı zaman ve mekânlardan doktrin ve prensipleri bir araya
toplamış ama bu teşebbüsün, birbiriyle uyuşmayan aykırı formların zorla yapay
bir alaşım meydana getirdikleri sinkretik bir teşebbüs değil, şeklen farklı
elementleri aslî, temel birliklerinde tasavvur eden sentetik bir teşebbüs
olduğunu vurgulamıştır. Bu ayrım sadece Guenon’un eserlerinde değil, bir bütün
olarak gelenekselcilikte önemli bir ayrımdır.
Guenon, sadece Doğu’da çeşitli hikemî geleneklerin şu yahut bu şekilde
bozulmadıklarına inanarak devamlı doğu bilgeliklerine yönelmiştir. Bu “Doğuya
Yönelik” duruşu, bugünlerde çok revaçta olan sentimental bir egzotizimle
karıştırmamak gerekir. Coomaraswamy’nin de gözlemlediği gibi: “Eğer Guenon
Batı’nın Doğu metafiziğine yönelmesini istiyorsa bu onların Doğu’da
olmalarından değil metafizik olmalarından kaynaklanır. Eğer “Doğulu” metafizik
“Batılı” metafizikten farklı olsaydı birinden biri metafizik olmazdı.” Guenon’u tercüme edenlerden biri de aynı
noktaya temas etmiştir. Ona göre eğer Guenon Doğu’ya bu kadar sık yöneliyorsa
bunun sebebi Batı’nın şu durumda olmasıdır: “Batı, dikkati başka yönlere
kaydığı için lambalarının ışığının söndüğünü fark etmeyen aptal bâkirelere
benziyor. Nerede yanarsa yansın cevheri aynı olan Kutsal ateşi yeniden
alevlendirmek için, hala yanık tutulan lambalardan yardım istemeleri
gerekmektedir.”
Geleneksel medeniyetlerin zenginliği ile modern Avrupa’nın manevî
yoksulluğu arasındaki fark Guenon’un eserlerinde bir nakarat gibi tekrarlanır.
Bütün eserlerinde Guenon’un misyonu iki taraflıdır: “modern dünyanın krizinin”
metafizik köklerini açığa çıkartmak ve Doğu’da halen canlı olan otantik ve
ezoterik öğretilerin arkasındaki fikirleri açıklamak”.
Guenon’un öncül nedenlerini kabul edenler için, Guenon’un eserleri
Avrupa’nın çöllerinde feryat eden bir ses gibidir. Mamafih, hem Schuon’ün hem
de Perry’in üstüne basa basa belirttiği gibi, peygamberlik devri geçtiği için
Guenon’un işlevi “peygamberî” olarak tanımlanamaz. Schuon: “Doktriner düzlemde
Guenon’un çalışmaları vahdetin bir izini taşıyorlarsa da, bunun şöyle ya da
böyle “peygamberî” bir tabiattan kaynaklanmadığını belirtmek faydasız değildir
-Bu farazîye kabul edilemez ve zaten Guenon tarafından da en başından
reddedilmiştir-. Bu izin kaynağı istisnaî bir döngüsel konjüktürdür. Bu
konjüktürün cismânî çehresi içinde yaşadığımız bu “dünyanın sonu”, uzamsal
çehresi ise (spatial) medeniyetlerin -aynı sebeble - mecburen bir noktada
birleşmesidir.” Hakîkatin entelektüel seviyede idrâkinden emin
olsa da Guenon asla manevî bir lider rolünü üstlenmemiş; kendisine intisâp
etmek istiyenleri defâatle reddetmiştir.
Diğer gelenekselciler gibi, Guenon da eserlerini şahsî “orjinallik” veya
yaratıcı bir deneme olarak algılamamıştır. Tekrar tekrar metafizik sahasında
hiçbir “şahsî itibar”a yer olmadığını vurgulamıştır. Kesinlikle kendisini yeni
bir felsefenin kurucusu yahut yeni bir düşünce ekolünün yaratıcısı olarak
görmemiştir. (Eğer bazen geleneksel ekolden bahsetmek gerekiyorsa bu sadece
öylesi daha uygun olduğu içindir.) Bir arkadaşına yazdığı mektupta Guenon “Bazı
geleneksel fikirleri elimden gelen en iyi şekilde açıklamış olmaktan başka
mârîfetim yoktur” demiştir. Eserlerinden derinden etkilenenler kendisine
hatırlatıldığında sâkin sâkin “Böyle bir temâyül, bizim tarafımızdan anlatılmış
doktrine duyulan hürmettendir. Bunun da şahsî itibarla hiç alâkası yoktur”
demiştir. Guenon’un rolü
unutkan bir dünyaya “görmezden gelinebilen ama çürütülemeyen bir şekilde” ilk
prensipleri hatırlatmak ve kaybolmuş Mutlak mefhûmunu eski haline getirmektir.
Ananda Coomaraswamy, Rene Guenon’dan daha alenî bir kişiydi. Hayâtının
sonuna doğru Coomaraswamy Ahitler, mitoloji, birçok çeşitli kültür ve
geleneklerin doktrin ve sanatları hususunda ustalık seviyesinde bilgiye
sahipti. Şaşılacak derecede engin bilgiye hâiz bir âlimdi, anlaşılması güç bir
düşünür ve seçkin bir dilbilimciydi. Velûd bir yazardı, tüm bibliyoğrafyası
jeolojik çalışmalardan, sanat teorisi ve tarihi, linguistik ve filoloji, sosyal
teori, psikoloji, mitoloji, folklor, din ve metafizik konularında binin üstünde
kalemden oluşur. Üç kıtada yaşamıştır ve bütün dünyada bilim adamları, sahaf ve
antikacılar, sanatçılar, İlâhîyatçılarla hem kişisel hem de profesyonel birçok
temâsta bulunmuştur.
Kenneth Oldmeadow, Coomaraswamy’nin hayâtının ve eserlerinin, fikirlerini
ve yazılarını şekillendiren üç temel ilgi alanına ayrılabileceğini söyler:
günlük hayât ve iş şartlarıyla bağlantılı sosyal ve politik sorular, hâl-i
hâzırın geçmişle, “Doğu”nun “Batı” ile problematik ilişkisi, geleneksel sanat
ve zanâatlere duyduğu hayranlık ki bu hayranlık uçsuz bucaksız ve tutkulu bir ilmî
atılımı da tahrîk etmiştir; ve üçüncü olarak “metafizik inanç ile bir âlime
yakışır engin bilginin eşsiz dengesinde” eriyen dinî ve metafizik sorularla zuhûr eden
bir zihin meşguliyeti. Coomaraswamy’nin entelektüel hayâtını üç “rol”e
ayırabiliriz: Sosyal yorumcu ve Hintbilimci, Asya sanatı tarihçisi, perennial
felsefeci. Bu rollerin her biri hayâtının belirli bir döneminde baskın
olmuştur. Mamafih, önceki ilgileri Coomaraswamy’nin Guenon’un eserleriyle
karşılaşmasından sonra farklı bir karaktere bürünerek tamamiyle geleneksel bir
anlayışa erişmiştir.
Guenon’un Coomaraswamy üzerindeki etkisi kat’idir. Coomaraswamy Guenon’un
yazılarını Heinrich Zimmer üstünden, 1920ler’in sonuna doğru bir zamanda
keşfetti ve birkaç sene sonra şunları yazdı: “Modern Avrupa’da şu anda yaşayan
hiçbir yazar, bütün geçmiş kültürlerin aslî temeli olan ve şimdi medeniyet
olarak nitelendirilmeye lâyık her medeniyet için vazgeçilmez bir esâs sunan
küllî metafizik geleneği tefsîr etmeyi kendine görev bilmiş Rene Guenon’da daha
kayda değer değildir”.
Birçok araştırmacı Coomaraswamy ve Guenon arasında gelişen yaratıcı,
karşılıklı etkilenmeyi ayrıntıları ile anlatmıştır. Yine de, Coomaraswamy’nin arkadaşlarından
birine Guenon’la “metafizik prensiplerde tamamen aynı fikirde” olduklarını
söylediğini belirtmekte fayda vardır. Tabii, bu, fenomenal düzlemde bu
prensiplerin uygulamaları üzerinde bazı fikir ayrılıkları olmasına engel teşkil
etmemiştir.
Coomaraswamy’nin son yıllarının en iyi mahsülleri Vedanta, Katolik âlim
ve mistikler üzerine yazdığı mükemmel eserleridir. Platonik, Hristiyan ve Hindu kutsal sanat
kavramları da rakipsizdir. Bazı eserleri labirenti andırır ve anlaşılması kolay
değildir.
Çoğunluğu teknik ayrıntılar, linguistik ve filolojik inceliklerle doludur
ki bu da kimi okuyucuların sabrını zorlar. Metodolojisi hakkında, bir metafizik
savunucu olarak Coomaraswamy şöyle yazmıştır: “Tamamen ortodoks bir görüş
açısıyla yazıyoruz... Matematiksel kesinlikle konuşma çabasıyla ama asla kendi
kelimelerimizi eklemeden yahut yetkinliğini bölüm ve satırı ile kaynak gösterip
delillendirmeden, iktibas ettiğimiz hiçbir şeyi doğrulamadan yazmıyoruz; bu
yolla tekniğimiz karakter itibârîyle Hindu’dur.”
Coomaraswamy, geleneksel metafizik, kutsal sanat ve dinî kültür
çalışmalarına Guenon’da bulunmayan estetik sezgiyi ve bilimsel eğilimi getirdi.
Kenneth Oldmeadow’a göre, Guenon’un, Reynold’un da gözlemlediği gibi “insan
kültürlerine karşı büyük bir sağduyusu” yoktu. Meadow, bir bakıma Coomaraswamy’ın, Guenon’un
yazdığı prensipleri daha insanî bir seviyeye çektiğini düşünür. Ona göre
Coomaraswamy’ın eserleri bir tarih idrâkini ve insan tecrübesinin farklı ve
müşahhas şartlarına dair bir sezgi izhâr etmiştir ve Coomaraswamy’nin
eserlerinde Guenon’unkilerde eksik olan ve kimi okuyuculara kuramsal ve
seçkinci gelebilecek şahsî bir duruş da vardır. Gai Eaton’un da belirttiği gibi
Guenon’un eserlerinden Coomaraswamy’ninkilere geçmek “aynı ülkede ama çok daha
yumuşak bir iklime geçmek gibidir. Buzlu ışıltı daha sıcak parlaklıkla, tüm
modern şeylere karşı soğukkanlı horgörü tavrı daha insanî bir öfkeyle yer
değiştirir.” Whitall Perry
ikilinin rollerini bir metaforla karşılaştırır: “Guenon, bir haçın dikey ekseni
gibidir. Matematiksel kesinlikle değişmez gerçekliklere ve onların kozmolojik
bilimler sahasındaki âcil uygulamalarına sabitlenmiştir. Coomaraswamy ise yatay
tamamlayıcıdır. Bu gerçekleri sanatların, kültürlerin, mitolojilerin ve
sembolizmlerin uçsuz bucaksız sahasına yayar: bir elinde metafizik hakîkat
diğerinde küllî güzellik.”
1.2.3.Schuon
ile Guenon ve Coomaraswamy’nin Uslüp Farkları
Schuon, kendisinde hem Guenon’un hem de Coomaraswamy’nin özelliklerini
birleştirmiş gibidir. Çalışmaları, Guenon’un yazılarında eksik olan ruhî,
ahlakî ve estetik boyutları da içerir. Jean Tourniac Schuon için şöyle der:
“Başka bir yazar, Frithjof Schuon, kendi payına, Guenon’unkilerden daha
farklı bir çalışmalar serisi halinde geleneksel formların batınî tefsîrini
geliştirmek durumunda kaldı. Eserleri için daha kaliteli bir kumaştan demek
abartı olmaz, çünkü güzellik ve renk Frithjof Schuon’ün çalışmalarında ayırd
edici bir özelliğe sahiptir. Bu eserler, Guenon’un kendilerini aslen sabit,
değiştirilemez prensiplerin işleyişlerini açıklamaya vakfetmiş çalışmalarından
daha “İsevî”dirler.”
Kenneth Oldmeadow Schuon’un çalışmalarının ondan önce gelenlerin
eserlerinde bulunmayan bir simetriye ve şumûllü bir kaliteye sahip olduğunu ve
yazılarında ruhanî bir terapi kalitesi veren bir denge ve doluluk olduğunu
düşünür. Bu bağlamda, Schuon sadece Geleneksel felsefe hakkında yazmaz, ona,
çağın ihtiyaçlarıyla orantılı taze ve doğrudan bir ifâde kazandırır. Oldmeadow
bu konuda şunları söyler:
“Guenon’la aralarındaki fark kullandıkları dilin üslûp ve niteliğinde
kolaylıkla görülebilir. Eğer Guenon’un ifâdelerine “matematiksel” denilebilirse,
Schuon’unkiler de muhtemelen “müzikal” diye tanımlanabilir. Bu, tabiî ki,
doğrulukta bir yetersizliği değil, aksine, Cemâl’in bir boyutunun eklenmesini
imâ eder. Nasr’ın da gözlemlediği gibi Schuon’ün yazıları “Otoriter tonu,
ifâdelerinin açıklığı ve insan dilini en engin hakîkatleri sunmasını mümkün
kılan kimyası ile Sophia Perennis’in eşsiz bir ifâdesini
oluşturuyorlardı”.”
Guenon gibi, Schuon de metafizik ve kozmolojik prensiplere dair sezgisel
bir idrâke sahiptir. Guenon’un akademik saldırılara mahâl verecek kadar
gerçekleri prensiplerin arkasına koyduğunu söyleyen Oldmeadow, okuyucunun kimi
zaman Guenon’un eserlerinde emprik ve tarihî düşüncelerine karşı sabırsızlık ve
horgörü sezebileceğini iddia eder. Ona göre Schuon, prensiplere daha az sâdık
değildir ama insan tecrübesinin zarûret ve değişimlerine ve farklı
medeniyetlerin manevî dokularına karşı daha sağduyuludur. Bu bağlamda,
kendisiyle aynı zamanda Geleneksel sanatın ruhî zenginlikleri hususunda keskin
görüşlü olmayı paylaştığı Coomaraswamy’ye daha yakındır. Zorlu bir eğitim
sürecinden geçmiş Schuon’ün yaklaşımı Coomaraswamy’ninkinden daha az akademik
ve bilimsel olsa da aynı zamanda, teknik, gereksiz ayrıntılara ve hiç durmadan
çoğalan niteliklere daha az boğulmuştur. Schuon bir yazar olarak Guenon ve
Coomaraswamy’den daha akıcı, daha şairâne ve daha dallı budaklı bir anlatıma
sahiptir.
Schuon için Gelenek’in mütaalâsı, herşeyden önce dinin metafizik bir
çerçeve içinde incelenmesi demektir. Guenon’un çalışmaları öze dâir sorulara ve
metafizik hikmetin gizli menşeleri üzerine odaklanmıştır. Coomaraswamy’nin
ilgileri kesinlikle çok çeşitli olsa da büyük çoğunluğu gerçek, güzellik ve
iyiliğin birbirleri ile irtibatlarıyla alâkalı esâs meşguliyetinin altında
toplanmışlardır. Öte yandan Schuon ise manevî hayâtın tüm yönleriyle ilgili
olduğundan, sınırları olmayan bir evrende hareket eder.
Schuon, dinin tüm boyutlarıyla alâkalı yazılar yazmıştır: Kuramsal,
ahlakî, psikolojik, tarihî, sosyal, estetik gibi. O, Eckhart’ın metafizik
bilgiye dair izâhlarının mânâları en gizli incelikleriyle de Avrupalı bir
köylünün basit takvâsıyla da eşit derecede hemhâldir. Ezoterik ile ekzoteriğin
ayrımının açıklanması Schuon’ün eserlerinde esâsı teşkil eder. Onun kitapları,
dinî formların ve teolojik ortodoksilerin meşrû haklarıyla öncüllerine nazaran
daha uyum içindedir. Schuon, dinin ekzoterik ve ezoterik çehrelerini, her
ikisine de hakkını veren bir çerçeveye yerleştirir.
FRITHJOF
SCHUON’ÜN HAYÂTI
HAYÂTI
Tam adı Fred Frithjof Schuon’dür. Etimolojik olarak “Frithjof”
“Düzen/rahat/huzur bozucu” anlamına gelir. Schuon, Frithjof’un mânâsını, diğer
ismi “Alfred”le (Alfred saf-huzur mânâsındaki Fred’ten türetilmiştir) sembolize
edilmiş “gerçek huzur”u yeniden tesis edebilmek için “sahte huzur” ve sahte
eminlikleri ortadan kaldırmak olduğu sözleriyle ifâde eder.
Frithjof Schuon anılarında doğum anı ile ilgili şunlar söyler: “Gece
yarısından beş dakika önce doğmuşum ve tam o anda bir şimşek doğduğum hastaneye
çarpmış. Hastanenin tüm saatleri benim doğum dakikamda durmuşlar. Bu sebeple bu
olayı nakledebiliyorum. Açıkcası, daha sonraki yıllarda, şimdi anlattığım olay
hiç de aklıma gelmeden yazdığım şu dizeleri düşünmeden edemiyorum: ‘Şimşek
Benim, Şarap Sözüm; Atışında Kalbimin, Çarpar Dünya.’”
Kemancı ve Basil Konsevatuarı’nda profesör olan Paul Schuon, Oslo’da
verdiği bir konserde Frithjof Thorsen isimli bir gemi kaptanıyla arkadaş
olmuştu. Bu arkadaşlığın anısına ikinci oğluna fyörtler ülkesinin bu
alışılmadık ismini koydu.
Schuon biraderler çocukluklarının büyük bir bölümünü Basil’de geçirdiler.
Alman İsviçresi’nin kıyısındaki bu şehrin romantizmini takdir eden Schuon, bu
şehri “bir masal şehri” olarak tanımlamıştır. Çocukken, eski, melankolik
sokaklarda, Ren kıyılarında yürümeyi ve yalnız başına yahut arkadaşlarıyla, Ren
nehrine nâzır Pfalz şehrine dair hayâller kurarlardı.
zaman sadece Almanca konuşan Schuon, çocukluğundan beri ifâdesini
özellikle asla unutmadığı peri masalları ve halk türkülerinde bulan bu mistik
ve şiirsel kültürden beslenmiştir. Ayrıca, babası kemanı bir çingene gibi
çalmaktan hoşlandığı için Schuon bu müziğe nostaljik bir ilgiyle bağlanmıştır.
Duyarlılığı onu, doğal olarak “Orta Çağ’la beslenen, şövalye ruhunu taşıyan,
efsunlu ve mistik” Alman romantizmine yönlendirdi. Arkadaşı Hans Küry’ye
yazdığı bir mektupta “Hiç şüphe yok ki,” diyordu, “bu devrin, ondokuzuncu
yüzyılın birçok çocuğu aynı havayı teneffüs etmişlerdi.” Erken yaşta Goethe ve
Schiller’i, sonraları Heine ve benzerlerini okudu. Ama babasının kütüphanesi
başka türlü bir hazineyi saklıyordu. Yetenekli bir müzisyen olan ve fırsat
düştükçe şiir yazan Paul Schuon, latîf ve mümtâz bir şahıstı, bir hayalperest,
doğuştan aristokrat ve Eski Hindistan ve İslâm’ın atmosferine duyarlı, kendine
göre bir mistikti. Ve böylece küçük Frithjof Schuon, babasının kitapları
arasında bu oniki yaşındaki küçüğü büyüleyen Bhagavad
Gîtâ’yı, Kur’ân-ı Kerîm’i, Vedaları, ve babasının akşamları ailesine
okuduğu Binbir Gece Masalları’nı buldu.
Catherine Schuon, eşinin çocukluğunun bu devresine dair anılarını şöyle
anlatır:
“Akşamları, otelde, Şeyh yazı yazar yahut bana geçmişini anlatırdı.
Anlattıklarından anladığım kadarıyla daha küçükken bile objektifmiş ve kınsız
kılıç gibi keskin bir mantığa sahipmiş. Büyükleri bunun bir gariplik olduğunu
düşünür ve büyüyünce geçer derlermiş. Sadece babası “Frithjof bir gün büyük
biri olacak.” dermiş. Münzevî din adamlarının hikayeleri onu çok etkilermiş ve
bir gün erkek kardeşi ile şöminenin küllerini almışlar, başlarına serpmişler,
yüzlerine ve kıyafetlerine sürmüşler. Sonra bağdaş kurup meditasyon yapmak için
oturmuşlar. Anneleri onların bu halde görüp dehşete düşünce “Biz Hint fakiriyiz
anne! Bizi rahatsız etme!” demişler. Zavallı Bayan Schuon, oğullarının yemek
masalarının ayaklarını kesmeye çalıştıklarını farkedince başka bir şok daha
yaşamış. Şark evlerinin resimlerini gören çocuklar alçak bir masanın etrafında,
minderlerin üstünde oturmanın daha güzel olacağını düşünmüşler. Allah’tan masanın
ahşabı çok sertmiş ve çocuklar bu değerli mobilyaya zarar veremeden sadece bir
parça üstünü çizmeye muvaffak olmuşlar. Şeyh asla gülmezdi ama bu hikayeleri
anlatırken gülmemek için kendini zor tutardı ve ağzından hafif gülme sesleri
kaçardı. Küçük bir çocukken, daha o zamandan dertlerini ona açan ve tavsiye
isteyen küçük arkadaşlarına destek olurmuş ve maceralarında her zaman liderleri
oymuş.”
Katolik kökenli anne-babası, açıkça ibadet etmiyorlarsa da Schuon, çok
dinî bir atmosferde yetiştirildi ve küçük bir çocukken Evangelist bir hocaya
gönderildi. “Bu ilk öğretmenin yalın ve kuvvetli dindarlığı”, onun üzerinde
derin bir etki bıraktı. Bu dindar Lutherci, Schuon’e İncil’in prensiplerini
aşılayabilmiş, Mezmurlar’ın ve İbrahim’in dünyasını ona tanıtabilmiştir. Daha
sonraları çocukluğuna egemen Lutherizm için Schuon “Öncelikleri yalınlık, içe
dönük bir manevîyat ve Tanrı’ya güven olan bu inanış tamamıyle sapkın olamaz.
Çocukluğumun ilk zamanlarında bana bunlardan başka hiçbirşey dokunmadı.”
demiştir (Hans Küry’e mektup, 17 Kasım 1982).
Schuon gençliğinden itibaren kutsal sanatta ve duada teselli aramıştır.
İçine kapanık biri olarak kendini hep bir yabancı gibi hissetmiş,
etrafındakiler tarafından yanlış anlaşılmıştır. Ziyâdesiyle sanatçı tabiatı
ve otantik olana karşı ilgisi onu,
kayıp bir dünyaya açılan pencelere benzettiği kadîm hikmetin izlerini bulmak
için müzelere yönlendirmiştir. “Geleneksel dünyaların mesajlarını görsel olarak
idrâk etmek için saatler harcayabilirim. Benim için görsel idrâk kavramsal
idrâkten önce gelir” (Marco Pallis’e mektup, 8 Haziran 1982).
Bu yüzden, 1919’da, daha oniki yaşındayken Basil’deki Etnoğrafya
Müzesi’nde, kapalı gözleri ve kutsal hareketleri ile bir Buda heykeli onu hisle
doldurmuştu. Çok sonraları bu hislerini “Budizm ve Uzak Doğu ile ilk
karşılaşmamız çocukluğumuzda, iki yanında iki Kwannon heykeli olan varaklanmış
ahşaptan büyük bir Japon Buda heykeli vasıtası ile oldu. Bu görkem ve gizem
imgesi ile ansızın karşılaşınca, Sezar’ın sözüne bir şerh düşmüş ve şunu haykırmıştık:
Veni, vidi, victus sumı” (Geldim, gördüm, fethedildim)” diyerek ifâde
edecektir.
Sıradışı bir ergendi. Dünyanın yüzeyselliği ve absürdlüğü, kötülüğün
çirkinliği ile karşılaşmıştı. Birinci Dünya Savaşı başladığında yedi
yaşındaydı. Çevresinde olup bitenlerin çoğunluğuna bir anlam veremiyordu.
Rüyalarının içine çekildi ve o zaman yazdığı gibi “Aslolan’a, Kutsal’a, Güzel’e
ve Muhteşem’e” ulaşmak için şiddetli bir arzu duydu.
Zevklerinden davranışlarına herşey onu okul arkadaşlarından ayırıyordu.
Yine de onlarla arkadaşlık kurmaktan mutluydu. Dahası, arkadaş olarak sadâkati
sağduyusunun bir karakteristliğiydi. Çocukluk arkadaşları onun gösterişsiz ve
sakin vakârını hep anlatırlar.
Çok küçük yaşta gelecekteki metafiziksel duruşunun özünü belirleyecek
prensipleri kavramıştı. Basil’de arkadaşı Lucy von Dechend ile Zoolojik Bahçeler’de yürürken Senagalli
yaşlı bir ermişle yaptığı kısa konuşma onda “dinlerin aşkın birliği” fikrinin
ortaya çıkmasına sebep olmuş olabilir. Ermiş, kuma bir daire çizmiş ve dairenin
merkezini işaret ederek “Tanrı Merkez’dir, bütün yollar O’na çıkar” demiştir.
Yine aynı zamanlarda, gittiği okulda ileride en iyi arkadaşı ve
Tradisyonel ekolün en önemli yazarlarından olacak Titus Burckhardt ile
tanışmıştır. Gerçek arkadaşlıkları ise 1932 yılında, birbirlerinden habersiz
ilerledikleri manevî yol onları tekrar birleştirince başlayacak ve Titus
Burckhardt’ın 1984’teki ölümüne dek sürecektir.
Schuon babasını kaybettiğinde 13 yaşındaydı (1920). Bu ölüm iki erkek
kardeşi çok üzmüştü. Babalarının
şahsında onları çok iyi anlayan ve onlara en yakın olan insanı kaybetmişlerdi.
Dahası, annesi Mulhouse’daki ailesinin yanına dönme kararı almıştı. Mulhouse,
Alsaz’a bağlıydı ve artık Fransa’nın olmuştu. İki kardeş bu ülke, atmosfer ve
dil değişikliğinden çok etkilendiler. Çocuklarının küçük, iyi Fransız
centilmenleri olarak yetiştirmek isteyen, saygıdeğer birer burjuva olmalarının
hayalini kuran anneleri Margarate Schuon ile araları çok iyi değildi. Aslında,
Frithjof sadece annesinin üvey kızkardeşi Helene ile iyi geçinebiliyordu.
Annesi ve anneannesi ona şapkalar ve papyonlar giydirmek isterken o bunlardan
nefret ediyordu. Mutsuz ve
eski haline özlemle dolarak kendini şiire verdi. O yaşta yazdığı şiirler
ilerideki manevî konumunun da habercisiydi.
Ölümünden kısa bir süre önce babaları her iki oğlunun da Katolik olmasını
istemişti. Erich bu kararı çabucak alırken, Frithjof ancak bir yıl sonra
Katolik olmaya karar verebildi. Frithjof, Katoliklik’in tesbih çekme ve Kutsal
Meryem’in saygıyla ululanması adetlerini çok sevmişti. Kutsal Meryem 1920’de
yazdığı çocukluk şiirlerinden birinde ifâde ettiği gibi bir özlemin cevabıydı:
Gecenin Nefesi
Kadifeden kolun
beni, yukarı, Sana, taşır mı?
Harmanin usulca
inip üstüme örtülür mü?
İmanla tefekkür ediyorum tüm kudsiyetini!
Ruhunun rahiyâsında çiçek açıyorum.
İdrâkime yavaşça
bir kapı araladın;
Tatlı bir iman hafif hafif dalgalanıyor.
(1 Ağustos 1920)
14 yaşında vaftiz edilip Katoliklik’e kabul edilen Frithjof Schuon,
Katolik isimleri François ve Joseph’i aldı. Protestanlık ve Katoliklik hakkında
daha sonraları şöyle yazacaktır: “Bu iki iman formunu da bâtınen tecrübe ettim
ve bunun sonucu olarak, bütün teolojinin ötesinde, bu iki dinin Tanrı ile olan
ilişkisini de tecrübe etmiş oldum. İki kampta da değerli insanlarla
karşılaştım” (Hans Küry’e mektup, Ağustos 7, 1982).
zamanlardan Schuon’ün manevî durumunun habercisi sayılacak bir olay da
şudur: “Schuon ondört yaşındayken, Strazburg Başpiskoposu Kardinal Mercier,
Bayan Schuon’ün kocasının ölümünden sonra iki oğluyla taşındığı Mulhouse’a
gitmiş. Kalabalık, kutsanmak için piskoposluğa giden yolun etrafına toplanmış.
Genç Frithjof ikinci sırada duruyormuş. Başpiskopos yanından geçerken dönüp ona
bakmış ve genç Frithjof piskoposluk yüzüğünü öpebilsin diye birinci sıradaki
insanların kafasının üstünden elini 54 uzatmış.”
Yine de kısa süre sonra, bütün zâhirî ibadeti bıraktı. Kendini rahatsız
ve tatminsiz hissetmesi ve romantizmle karışık melankolisi onun dünyayı olumsuz
bir bakış açısıyla görmesine sebep oldu. Bu dönemde onun gözünde herşey çirkin
ve anlamsızdı. Catherine Schuon bu zamanları şöyle anlatıyor:
“Bütün ruhuyla, doğasının yekpâre parçaları olan özellikleri ve erdemleri
ortaya koyacak bir ortamı arzuluyordu ama genellikle anlayışsızlıkla, alay
yahut küçümseme ile karşılaşıyordu. Sadece günah çıkartmak için gittiği rahip
onu anlıyor gözüküyordu ama dar fikirli Katolik inancı, Hindistan’ın kutsal
metinlerini ve Buddha’nın vaazlarını çoktan okumuş genç Schuon’un Mutlak’a olan
susuzluğunu gidermiyordu. Çok erken yaşlarda Tanrı’nın kendisini bir görevi
tamamlaması için çağırdığını hissetmişti ama hâliyle bunun ne olduğunu
bilememişti. Sezgileri ve emelleri her yerde kapalı kapılarla karşılaşıyordu,
etrafındaki herşey karanlığa boğulmuştu! Hayâtta kalmasını sağlayan şey
sarsılmaz imanı ve Kutsal metinleri okuması idi.”
1923’te 16 yaşındayken, erkek kardeşinin keşişliği seçmesinden sonra
, Frithjof Schuon okulunu bırakıp ailesinin geçimini sağlamak zorunda
kaldı. Böylece tekstil desinatörü oldu. Kendini Eflatun’a ve diğer filozoflara verdi,
ama herşeyden öte ve önce, Bhagavad Gita’yı defalarca, hiç durmadan okudu.
“Neredeyse on sene boyunca Hinduizm beni büyüsü altına almıştı, kelime
mânâsıyla bir Hindu olmadan Vedanta’nın ve Bhagavad Gita’nın dininden başka bir
dini yaşamadım. Bu benim ilk religio perennis tecrübemdi” (Leo Schaya’ya
mektup, 11 Ağustos 1982).
Doğu ile özellikle Hindistan ile alâkalı herşeyle çok ilgiliydi. Bir gün
Lucy von Dechend ona bir kitaptan, Rene Guenon isimli birinin yazdığı Doğu
ve Batı isimli bir kitaptan bahseden bir gazete küpürü verdi.Schuon bu
kitapta zaten insiyâkî olarak hissettiği herşeyin kağıda dökülmüş halini buldu.
Bundan sonra, coşkuyla Guenon’un eserlerini okumaya başladı. Guenon’da “sevdiği
herşeyin derin ve güçlü teorisyeni”ni gören Schuon, henüz bu karşılaşmanın ona
ve diğer birçok insana ne kapılar açacağından habersizdi.
Schuon, gençliğinde bile okültizm’e meyletmemiştir. Onun söylemi daha
ziyâde mistikti ve kişisel günlüklerine bakıldığında büyük bir melankoli,
telâfi edilemez bir yalnızlık, Ebedi Kadın’a duyulan nostalji, Güzel ve Yüce
İyi’ye karşı telâffuz edilemez bir özlem hissedilir. 1924’te, onyedi
yaşındayken şöyle yazmıştır: “Asîl kişinin içinde kül olması gereken Semavî
benliğin doğası dişildir: erkek Ebedî Kadının içinde kül olmalıdır. Aynen
kadının Ebedi Erkeğin içinde kül olması gerektiği gibi.”
Eşinden onyedi yaş küçük olan Catherine Feer (Seyyide Latîfe),
Alman-İsviçreli bir diplomatın kızıydı. Mükemmel Fransızca konuşabiliyordu ve
bir miktar İspanyolca ve İngilizce biliyordu. Tabiatı itibârîyle bir sanatçı ve
kâbiliyetli bir organizatör olan Catherine’in, tarîkatın resmi bir ciddiyete
binmese de düzenli olarak işleyebilmesi için faydalı kurallar oluşturduğu
söylenir. Çift, 1948 yılında,
Schuon 42, Catherine 25 yaşındayken evlenirler. Schuon’ün, Catherine Feer ile
evlenmesinin de İlâhî bir işaret sonrasında olduğu söylenir.
Catherine Schuon, eşine hep Şeyh diye seslenirmiş. Ona olan saygısından
dolayı ünvanından başka birşeyle hitap etmezmiş. İsmini sadece kendi aile
üyelerinin yanında kullanırmış ama bunu elinden geldiğince yapmamaya gayret
edermiş, çünkü bu ona uygun bir davranış olarak gelmezmiş: “Elli yıllık
beraberliğimiz boyunca, ona karşı hürmetkâr bir huşu ve ihtiram göstermediğim
bir an olmadı. Bu hâlim, onun manevî ve ahlakî muhteşemliği, gerek kitaplarını
okuyarak gerekse izhâr ettiği evsafı ile bana gün be gün kendini açık ettikçe
daha da arttı. Özel hayâtımızda Şeyh ifâdesinin arkasına Alman-İsviçre
lehçesinin sevgi ifâde eden -li son ekini eklediğim doğrudur.”
Catherine Schuon, elli yıllık eşi ve şeyhi ile ilk karşılaşmasını ve bu
karşılaşmanın onda uyandırdığı düşünce ve intibaları şöyle anlatıyor:
“Onunla ilk defa 1947’nin baharında karşılaştım. O zaman Lozan’da tek
odalı küçük bir apartman dairesinde yaşıyordu. Dairesi, bir tarafı sedir
ağaçları ve çiçek açan ağaçlarla dolu güzel bir arazi, diğer tarafı girişleri
küçük bahçelerle süslenmiş bir sıra bina ile çevriliydi, trafiksiz dar bir
sokaktaydı. Yanımda Şeyh’in vekillerinden biri vardı. Bu kişi bana Rene
Guenon’un en önemli kitaplarını ödünç vermişti ve niyetimin ciddiyetini ve
hevesimi görünce, bana Frithjof Schuon’den, manevî bir üstad olarak görevinden
ve onun “kardeşlik derneği”nden bahsetmeye rıza gösterdi.
Dördüncü katın zilini çaldık ve Şeyh, kahverengi bir kaftan giyinmiş
halde, kapıyı açtı. Küt küt çarpan kalbim, muhteşem heybeti insanı hemencecik
rahatlatan bir alçakgönüllülükle birleşmiş, sesi hayretlere düşürecek kadar
yumuşak ve berrak bu kişiyi gördüğü anda sükûn buldu. Bana mindere oturmamı
işaret etti ve kendisi de Türkmen halısı örtülü alçak bir sedire oturdu.
Benimle gelen diğer ziyaretçi ise onun yanına yere oturdu. Orada, güzel elleri
dizlerinin üstünde, gözleri yarı kapalı, kavî ve sâkin bir dağ gibi duruyordu.
Arkasındaki duvarda güzel bir Endonezya dokuması asılıydı. Oda, altın rengi bir
perdeyle ikiye bölünmüştü. Bir tarafın ibadet için ayrıldığını tahmin
edebiliyordunuz, balkona bakan geniş tarafta ise sedir ile üstünde Bâkire
Meryem’in görkemli Romanesk bir heykelinin bulunduğu Gotik bir sandık vardı.
Bütün oda, göçebe Afgan halıları ile kaplıydı. Sedirin yanında, pencerenin
yakınındaki fikus (incirgillerden ev içinde yetişen bir ağaç çeşidi) ve iki
açelya, bu mekâna hâkim olan ağırbaşlı ve huzurlu güzelliğe misafirperver bir
nota katıyorlardı.
Anlık bir sükûttan sonra Şeyh, bu yola bağlanmak istemekteki sebeplerimi,
özel bir sorunum olup olmadığını sordu. Tabiî ki sorunlarım vardı ama bu
üstadın salt varlığı ve kimi sözleri ile sanki buharlaşıp kaybolmuşlardı. Daha
sonra bana “Kahve yapmayı biliyor musunuz? Bize kahve yapabilir misiniz?” diye
sordu. Ona hizmetimin dokunmasından büyük bir sevinç duyarak mutfağa gittim.
Eski bir masa, kapı ile pencere önündeki lavabo arasında sıkışıp kalmıştı.
Karşısında, ocak ile mutfak dolabının arasında altı ve üstü kitap ve dosya
yığınları ile dolu bir masa vardı. Cam bir kapı, aynı küçük balkona açılıyordu.
Bu balkonda bir zakkum ağacı büyüyordu ve saksılar dolusu sardunya açmayı
bekliyordu. Herşey temiz ve düzenliydi böylece kahve yapmak için ihtiyacım olan
şeyleri bulmam kolay oldu. Cezveyi ve fincanları bir tepsi içinde götürdüm ve
tepsiyi Şeyh’in önüne koydum. Önünde diz çökerek ve kahve servisi yaparak ona
olan saygımı gösterme imkânı bulduğuma memnun olmuştum. Elimden geldiğince kibar
bir biçimde benim de kahve içmem için yaptığı teklifi reddettim. Bunun üzerine
beraberinde geldiğim kişiye döndü ve birçok şeyin yanısıra “Kedin nasıl?” diye
sordu. Bu mürîdin güzel bir İran kedisi vardı ve kedisinin yakalamaya
çalışmasını izlemek için nasıl sabun köpüğünden baloncuklar yaptığını anlattı.
Şeyh, hafif bir tebessümle “Onları kendin için mi kedin için mi aldın, merak
ediyorum.” dedi. Geri kalanıyla ilgili başka pek birşey hatırlamıyorum. Sadece,
Şeyhin kahvesinin tamamını içmediğini, fincanında kalanları fikusun saksına
döktüğünü hatırlıyorum.
Sonraları bunun, şeyhin bir alışkanlığı olduğunu ve bitkinin de gerçekten
coştuğunu gördüm.
Bu görüşmeden sonra eve geri döndüm. Kalbim tatlı bir sevinçle doluydu.
Zorlu bir sorgulamadan geçeceğimi düşünürken, herşey çok doğal ve naif olmuştu.
Sesinin yumuşak sedası kulaklarımda çınlamaya devam etti ve derin, gizemli
bakışını unutamadım. (Uzun zaman boyunca aslında gri-mavi olan gözlerinin siyâh
olduğunu zannetmiştim.) Birkaç gün sonra, iş dönüşü bindiğim tramvaydan Şeyh’i
gördüm. Sokakta yürüyordu. Elinde, bakkaldan satın aldıklarını taşıdığı bir
file vardı. Yüzündeki dalgın ifâdeye ters düşen seri adımlarla yürüyordu. Daha
sonra birçok defalar tekrarlanacağı gibi, karşı konulması güç kudreti ile dingin
iç dünyâsının büyüleyici birleşiminden çarpılmıştım.
Ama kendime bazı sorular sormaya başlamıştım: Sayısız mürîdi ile, on
yıldan fazla zamandır bir tarîkatın başı olan bir adam nasıl küçücük bir
apartmanda yaşar, gelenlere kapıyı kendisi açar, alışverişini ve daha kim bilir
neleri kendisi yapar? Ayrıca sağlığının çok da iyi olmadığını düşünüyordum.
Sağlık problemleri var mıydı? İyi besleniyor muydu? Bütün bunların cevaplarını
daha sonra aldım.
Şeyh’le ilk görüşmemden sonra, zaman zaman diğer arkadaşlarla birlikte,
zikir toplantılarına davet edildim. Sessizce yenilen basit bir yemekten sonra
-çavdar ekmeği, peynir, meyve ve çay-, Şeyh mürîdleri ile sohbet eder ve
soruları cevaplardı. Böyle anlarda, Şeyh’in ağzından öyle mübârek bir nefes
çıkardı ki neredeyse ondan zuhûr eden nur huzmelerini görüyor gibi olurdum. Fas
kıyafetlerine bürünerek sedirine otururdu, etrafında, yerde yarım ay şeklinde
dizilmiş mürîdleri de benzer kıyafetler giyerlerdi. Kadınlar daha arkada
otururlardı. Şeyh’in giyilmesi için ısrar ettiği geleneksel kıyafetler her
birine vakûr bir hava verirdi. İncecik oyulmuş iki bakır Fas lambası, duvarlara
ve tavana zarîf, dantel gibi desenler yayardı ve biz zikir ederken tütsü kokusu
havaya dolardı. Herşey kutsal Cemâl ve Selâm’dandı ve bu akşamlarda eve hakîkat
şarabıyla sarhoş olarak yürürdüm.”
Bir gün, Şeyh’in makalelerini daktilo eden Lucy von Descend, birkaç
aylığına bir yere gideceği için Catherine’e kendi yerine geçip geçemeyeceğini
sorar, ona daha sonra Eye of the Heart’ın içinde yayınlanacak olan
“Microcosm and Symbol” isimli makalenin müsveddesini verir. Çalışmasını
Çarşamba günleri akşam altıda vermesi ve başka bir makale almasını söyler.
Catherine Schuon, böylece sıklıkla Şeyh’i görebilme ayrıcalığına kavuşur.
Şeyh her defasında Catherine’e makaledeki herşeyi anlayıp anlamadığını
sorarmış, Catherine Schuon de eğer bir paragrafın anlaşılması biraz güç
geldiyse bunu Şeyh’e söylermiş. Schuon de, Catherine’i hayretler içinde
bırakarak ifâdesini değiştirirmiş. Böylesine akıllı bir insanın Catherine gibi
genç bir “çaylak” ı dinlemesi onu çok şaşırtırmış.
Nişanlandıktan sonra hafta sonları göl kenarında yürüyüşlere çıkan çift,
sâkin yüzeyi ve uzaktaki dağların muhteşemliği ile Schuon’ün ruhunun bir
uzantısı haline gelen gölü severlermiş. Schuon, eşine göre, Tanrının varlığını
içine derin derin çekebilmek için sabah erkenden Quai d’Ouchy’ye gider, başka
insanlara çok az rastlarmış. Rastladıkları da kendi gibi inzivâ arayışında
olurmuş: İspanya Kralı XIII. Alphonse, muhterem Tunus Beyi yahut o zamanlar çok
tanınan bir orkestra şefi yahut İsviçre Ordusundan General Guisan. Onlara
başıyla selâm verir, onlar da selâmına karşılık verirlermiş. Yürüyüşleri
sırasında Şeyh nişanlısına Şehadet’in farklı mânâlarını açıklar, kişinin
“ilâh” kelimesini herhangi bir olumlu özellikle değiştirebileceğini söylermiş:
Cemâl’den başka güzellik yoktur, Adl’den başka adalet yoktur vs. En sonunda:
Hakk’tan başka hakîkat yoktur. Catherine Schuon’e göre “Tecellînin metafizik
saydamlığı”ndan (metaphysical transparency of phenomena) çokça bahseden
Schuon’ün herşeyde Allah’ı, Allah’ta herşeyi gördüğü barizdir.
Çocukken Grisons Kanton’undaki İsviçre Milli Parkı’nın güzel resimlerini
görüp oraya gitmek isteyen Catherine Schuon, Şeyh’e evlendikten sonra orada bir
müddet kalıp kalamayacaklarını sorduğunda Schuon de bu isteği kabul etmiş.
Çift, parka sezon başında vardıkları için bir hafta boyunca otelin tek
misafirleri olmuşlar ve koskoca park bütünü ile onlara kalmış. Her gün
çiçeklerle kaplı çayırların tadına vararak, çağıltılı derelerin yanında
dinlenerek, dağ çimenlerin üstünde hoplayıp zıplayan, koşan geyikleri,
kovuklarının önünde çocuklar gibi oynayan çayır farelerini izleyerek uzun
yürüyüşlere çıkmışlar. Bu, her zaman şehirde yaşamış Şeyh için muhteşem bir
deneyim olmuş. Eşi, Şeyhin duyularına sunulan bu şeylerin hepsini bütün varlığı
ile yudumladığını hissediyormuş. Hemen hemen her zaman sessizlik içinde
yürüyorlarmış.
Çam ormanının ortasında bir dere kenarında üstü düz ve geniş bir kaya
parçası keşfetmişler. Şeyh, burada oturup tefekküre dalmaktan hoşlanırmış. Eşi,
Schuon’ü pelerinine sarılmış, gözleri kapalı, tümüyle kendi içine çekilmiş
haliyle Taoist bir manzaradaki bir ermişe benzetir: Bağdaş kurmuş, elleri
dizlerinde, sarsılmaz, haşmetli.
Catherine Schuon bu anı şöyle anlatıyor:
“Bana öyle geliyordu ki ona ne kadar çok bakarsam -derenin karşı
kıyısında oturuyordum- görüntüsü o kadar çok büyüyor ve en sonunda etrafındaki
tabiatın ihtişâmı ile mündemîc oluyordu. Bana göre Şeyh, şüphesiz ki Allah’la
bir olmuştu. Şeyhi bu halde çok az gördüm, çünkü diğer insanların yanında
manevî hallerini saklamaya çalışırdı ve tefekküre dalacağı, ibâdet edeceği
zamanlarda muhakkak odasına çekilirdi. Ama uyurken bu heybetli ifâde yüzünde
yine belirirdi ve böyle bir insanın uyandığında nasıl olup da bizimki gibi bir
dünyada yaşamaya katlanabildiğini merak ederdim.”
Bu tatilde, kimi akşamlar çift bildikleri tüm şarkıları söylerlermiş.
Gelişmiş bir müzik kulağı ve güzel bir sesi olan Schuon komşuların duyması
ihtimâli yüzünden zikir toplantılarında ilâhî söyleyememesine üzülürmüş. Beş
yılın ardından müstakil bir evleri olduğunda en sonunda ilâhî söyleyebilmek
Schuon için büyük bir serbest kalış olmuş ve en güzel ilâhîleri irticalen
söylemiş.
Bâkir doğaya başbaşa kalış, Şeyh için yavaş bir iyileşme sürecinin
başlangıcı idi.
Şeyh, babasının ölümünden bu yana, çirkinlik, adilik, imansızlık
ortamından ve - çalıştığı dokuma deseni atölyesinde de - yaşamak zorunda
kaldığı çevrenin bayağılık ve ahlâksızlığından çok çekmişti. Eşi onu güzelliğe,
ihtişâma, kutsala fazlasıyla duyarlı küçük bir çocuk olarak tanımlıyor: “Bütün
ruhuyla, doğasının yekpâre parçaları olan özelliklerini ve erdemlerini ortaya
koyacak bir ortamı arzuluyordu ama genellikle anlayışsızlıkla, alay yahut
küçümseme ile karşılaşıyordu.”
Grisons Dağları’ndaki misâfirliklerinden sonra, bir apartmanın en üst
katında, üç odalı yeni dairelerine taşınan Schuon çifti başta Catherine
Schuon’ün ailesinin itirâzları ile karşılaşmışlardır. Schuon hakkında onun
sadece bir yazar olduğunu bilen aile, bu evliliğe tamamen karşı çıkmıştı
(“İnsan, isimsiz, parasız, hiçkimselerin anlamadığı bir kitap yazmış ve
hepsinin üstüne de bir peygamberin yüzüne sahip bir adamla evlenmez!”). Yine
de, en sonunda, çifte karşı cömert davranarak evlerine birkaç Berberî kilimi ve
battaniyesi ile asgarî ihtiyâçlarını karşılayacak kadar, hafif ahşaptan
yapılmış rustik mobilyalar alabilmelerini sağlamışlar.
Yıllar geçtikçe ziyâretçilerin sayısı arttı ve Schuonler’in küçük
dairelerinde yaşamaları neredeyse imkansız bir hale geldi. Bu yüzden, Catherine
Schuon’ün akrabalarından tarîkata girmiş ve müşkilâtı farketmiş biri onlar için
bir arazi satın alıp üstüne ev inşâ etme teklîfi ile gelince çift bunu Allah’ın
bir ihsânı olarak görmüş. Lozan çevresinde, üzüm bağları arasında, göle ve dağlara
bakan eski, terkedilmiş bir meyve bahçesi bulunmuş. Şeyh’e çalışmaları için
gerekli huzur ve alanı sağlayan küçük bir cennet bahçesiymiş burası.
Yakın arkadaşları ve Schuon’ün mürîdleri Whitall Perry ve eşi,
Schuonler’in yanındaki araziyi satın alınca bu olayın Schuonler’e birçok yararı
dokundu. Bunlardan biri de yakınlarında bir telefon olması idi. Evinde böyle
bir alet bulundurmak Şeyh’in aklına evinde daktilo bulundurmak kadar az gelse
de ellerinin altında bir telefon bulunması acil görüşmeler için her defasında
şehre inmek zorunda kalan eşinin çok işine yaramış.
Schuon ailesi tamamen izole bir hayât da yaşamıyordu. Catherine Schuon’ün
ifâdesine göre zaman zaman güzel bir egzotik gösteri izlerlerdi: Bali
dansçıları, Kabuki tiyatrosu, hindu dansları yahut Ortaçağ veya bir azîzin
hayâtı üstüne güzel bir film. Şeyh, mürîdlerinin de aynı şeyi yapmalarını
engellemiyordu, çünkü çirkinlik ve saçmalıkla dolu dünyâda, somut bir güzellik
tasavvuruyla ve asîl ve yüce duyguların ifâdesi vâsıtası ile insan ruhu pek çok
şey öğrenebilir ve böylece erdem, ahlak ve ihsâna doğru yönelmeye gayret
edebilir. “Kişi, Hakîkat’ın mâbedine ancak manevî bir hâlle girebilir. Bu hâl,
her şeyden önce şahsîyet güzelliğini icâp ettirir.” Schuon, mürîdlerinden her
zaman ruhlarını güzelleştirmelerini ve davranışları, konuşmaları ve
kıyafetleriyle vakûr olmalarını isterdi.
Schuonler, bazen müzik de dinlerlerdi. Sadece birkaç plakları olsa da
bunlar müziğin manevî ve yüceltici gücünü göstermeleri bakımından iyi seçilmiş
plaklardı. Hindu, Japon ve Bali müziklerine ilâveten Şeyh’in gerçek birer ilhâm
ve Cennet’e açılan kapılar gibi olduklarını söylediği klasik müzik parçaları da
vardı. Mesela, Sibelius’un Lullabysi, Moonlight Sonata,
Beethoven’ın Yedinci Senfonisi, Rodrigo’nun Aranjuez Konçertosu,
Granados’un Goyescası, Borodin’in In the Steppes of Central Asiası.
Ve Çigan müziği. Şeyh’in kemanist babası Rusya ve İskandinavya’da konserler
vermiş, hasseten Doğu Avrupa bestecileri üstünde uzmanlaşmıştı. Kemanı bir
çingene gibi çalabiliyordu. İlginç bir şekilde Schuonler ne zaman çingenelerin
çaldığı bir restorana gitseler, çingeneler Şeyh’e karşı yoğun bir alâka
duyarlarmış. Baş kemanist muhakkak masalarına gelir ve kemanını Şeyh’in
kulaklarında titretirmiş.
Çingene, ağlıyor kemanında ne zamandır -
İsimsiz bir aşk şarkısı,
Yitmiş, işitilmemiş, kaybolmuş içinde gecenin.
Uzak durduğundan özün gönlüne
Bilemedin ne yöne gitmek istediğini
Kaldın gün biterken bir başına.
Tâ ki,
Sana izhâr edene dek nağmesi kemanının
Çözüldüğünü cümlenin, aşkıyla Tanrı’nın
Engine yönelmen gerektiğini.
(Yaz, 1997, Almanca’dan İngilizce’ye çeviri)
Bu minvâl üzere geçen yıllar boyunca Schuonler’in bahçelerindeki ağaçlar
çiçek açtı ve meyvaya durdu. Çayırlıkları çeşit çeşit kırçiçekleri ile, kuşlar
rengârenk şarkıları ile keyif verdiler. Catherine Schuon’e göre herşey âhenk ve
güzellik içinde olabilirdi, eğer şeytan devamlı Şeyh’e eziyet etmek için
beklemede olmasaydı: ayrılıklar, ihânetler, iftiralar birbirini kovaladı.
Catherine Schuon’ün bu konu ile alâkalı yorumu şöyledir:
“Vefânın ve dürüstlüğün kendisinde cisim bulduğu, neredeyse insanüstü bir
affetme/bağışlama kapasitesi olan Şeyh gibi bir adam için, bunlar hakîkaten
tasavvur edilemez hayâl kırıklıkları idi. Sonunda, fiziksel direnci kırıldı ve
çok şiddetli bir astıma yakalandı ve ciddi ciddi tarîkata artık yeni mürîd
kabul etmemeyi ve dünyadan çok uzakta, dağlarda bir yere çekilmeyi düşündü.
Ama Cenab-ı Hak bu duruma müdahale etti ve Şeyh’e en güzel ve en nazik
Elçisini, Şeyh’in her zaman büyük saygı duyduğu Bâkire Meryem’i yolladı. Bâkire
Meryem Şeyh’e cesaret ve yenilenmiş bir kuvvet verdi. Fas’ta, lütûflarla dolu
bir ay kaldıktan sonra, hayâtımız eskiden olduğu gibi devam etti ve yeni mürîd
adayları akın akın kapımızı çaldılar.”
Çiftin hayatı, onbeş sene daha Şark’a ve Garb’a yaptığı verimli geziler,
İsviçre dağlarına sakin ziyaretler için verdikleri fasılalar dışında böylece
geçti.
Schuon ve eşi 1965’den itibâren on yıl boyunca hiç sektirmeden her yıl
Fas’a seyâhat etmişlerdir. Bu seyâhatlerden birinde, Şeyh Hasan isimli bir zâtı
ziyâret eden Schuon, ona tarîkatının bütün yönlerini ve Hz. Meryem ile olan
bağını anlatır. Duydularına çok memnun olan yaşlı Şeyh Hasan, Schuon’ün
hayâtını “Uzak-Batı” da nihayetlendireceğini söyler kendisine.
Catherine Schuon, bu çok tartışılan taşınma kararını şöyle anlatır:
Bir gün Şeyh, Amerika’ya göç etmek için, son derece kat’i, İlâhî bir
işaret aldı. Bu işaret öyle ıstırârî idi ki Amerikan konsolosluğuna yaptığım
bir ziyaretten sonra Şeyh’e Amerika’ya yerleşme ihtimâlimizin hiç bulunmadığını
söylediğimde bir astım krizi geçirdi ve bu durumda Meksika yahut Kanada’yı
denememiz gerektiğini söyledi. Avukat olan Amerikalı bir arkadaşımızın
yardımları sayesinde, engeller aşıldı ve böylece Indiana’nın ormanlarına gitmek
için İsviçre’den ayrıldık. Orada kırk kişilik genç bir insan topluluğu bizi
bekliyordu, bu grup Şeyh’in mürîdlerinden Bloomington’daki Indiana Üniversitesi
profesörü Dr.
Victor Danner’ın yönetimi altında mukâyeseli dinler çalışıyorlardı.
Bu kısmı anlatmak hususunda kaygılarım vardı çünkü İsviçre’den ayrılmamız
hakkında birçok yanlış spekülasyonlar yapıldı. Esâsen, Şeyh, bunun takdîr-i
İlâhî olduğundan emin olmasaydı, hayâtında -ki o zaman yetmiş üç yaşındaydı-
böylesi büyük bir değişiklik yapmazdı. Bu olaydan birkaç sene önce, bize Fas’a
yerleşmemiz önerilmiş, Tanca yakınlarında çok cazip mülkler gösterilmişti. Ama
Şeyh: “Bu kadar önemli bir adım atmam için Semâ’dan bir işaret almam gerek”
demişti. Bloomington’da Şeyh’in eserlerini -biz de bu eserlerin İngilizce’ye
çevrilmesine yardım ettik- basmak üstüne ihtisaslaşan bir yayınevinin kurulması
ile Frithjof Schuon’ün eserleri gittikçe artan sayıda entelektüel tarafından
tanınıp bilinir oldu. Bu entelektüeller takdîrlerini genellikle minnet dolu
mektupları ile iletiyorlardı. Hakîkat’ın tohumu, bu manevî çöle, Amerika’ya
atıldı ve bu da benim için 1980’de gerçekleştirdiğimiz, Atlantik’in diğer
tarafına yaptığımız atlayışın yeterli bir sebebidir. Bütün hayâtı boyunca Şeyh,
sadece tek bir şey istedi: Hakîkat’ı anlatmak, Hakîkat’i resmetmek, Hakîkat’ı
yaşamak.
Böylece Schuon ailesi, 1980 Ekim’inde Lozan’ı terkederek iki sene önce
gezmeye gittikleri Bloomington Indiana’ya taşınırlar. Lozan’ın kalabalık ve gürültülü havasından
sonra küçük bir üniversite kasabası olan Bloomington’ın Schuon üzerinde
rahatlatıcı etkileri olacaktır. Burada, Amerikalı mürîdlerinin ikâmet etmesinin
yanı sıra, Amerikan Kızılderilileri’ne de yakın olmak, doğa ile içiçe olabilmek
Schuon’e iyi gelecek, sadrına inşirâh getirecektir.
Amerika fâsılasında bahsedilmesi gereken birşey de Schuon’e bu zaman
zarfında eski bir mürîdi tarafından atılan iftira ve bunun sonucu ortaya çıkan
davadır. Bu konu hakkında muhtelif söylentiler olsa da resmî kaynaklara göre,
Schuon’ün kabus olarak tanımladığı bu olay şöyle gelişmiştir: Schuon’ün
mürîdlerinden birisi, Schuon’ün zikir meclislerinde üç reşit olmayan genç kıza
sarılarak uygunsuz hareketlerde bulunduğunu iddia etmiştir. İddianın gerçek
olmamasının birçok sebebi vardır, öncelikle iddiada bahsi geçen kişiler, sözü
edilen tarihteki zikir toplantısında mevcut değillerdir. İddia sahibinin
“kurban” olduğunu iddia ettiği üç kız, böyle bir suçlamanın varlığını
reddetmişler ve iddia sahibi aleyhine tanıklıkta bulunmuşlardır. Ayrıca, benzer
zikir meclislerinde bulunmuş yirmi altı kişi de aleyhte şâhitlik etmiştir.
Fakat, bütün bunlara rağmen, dava sahibinin ısrarı üzerine bir ön soruşturma
açılmış, en sonunda baş savcı meseleyi kendi ellerine alarak davayı delil
yetersizliğinden ve davacının şüpheli geçmişinden dolayı (Kaliforniya’da, bir
kadını dövdüğü için sabıka kaydının olması ve bu yüzden bir sene psikolojik
tedavi görmüş olması) geri çekmiştir. Yerel basın Schuon’den özür dilemiştir.
O zaman seksen dört yaşında olan
Schuon, kalp problemlerine rağmen bütün duruşmalarda bulunmuş ve sakîn ve
huzurlu tavrıyla dikkat çekmiştir.
Frithjof Schuon 5
Mayıs 1998’te, Bloomington Indiana’daki evinde müzmin astım hastalığı sebebiyle
son nefesini verdi ve evinin yanındaki ormanlık araziye gömüldü. Schuon,
sabahın erken saatlerinde, büyük bir huzur içinde, neredeyse son anına kadar
bilinci açık şekilde, gençliğinden bu yana hayatını vakfettiği ism-i İlâhî’yi
zikrederek öldü ve İslâmî geleneklere göre gömüldü.
SCHUON’ÜN ŞAHSİYETİ
Schuon’ün Şahsiyetine Genel Bir Bakış
Yakın çevresinin sadece Şeyh diye hitap ettiği Frithjof Schuon, eşi
Catherine Schuon’e göre (Seyyide Latîfe) çocuk gibi masum ve bazen haddinden
fazla iyiliksever ve art niyet gütmeyen yapısı ile rikkat uyandırırdı. Eşine göre Schuon, endişelendirici bir yürek paklığı
ile, kendine söylenenlere inanırdı ve manevî iştiyâka hâiz kişilerin ikiyüzlü
hatta yalancı olabilecekleri gerçeğini gözardı etmeyi tercih ederdi. Frithjof
Schuon, Aziz Thomas’ın, manevî saflıkla alâkalı öyküsünü sıkça naklederdi:
Hikayeye göre keşişin biri Aziz Thomas’a bir boğanın uçtuğunu söyler ve bakması
için onu cama çağırır. Aziz Thomas cama gelince keşiş, ona inandığı için Aziz
Thomas’la alay eder. Bunun üzerine Aziz Thomas: “Yalan söyleyen bir keşiştense
uçan bir boğaya inanmayı yeğlerim” der. Şeyh de, etrafındakilerin söylediğine
göre aynı şekilde davranırdı. Bu saflığı, çalışmamızın ilerleyen
bölümlerinde anlatılacağı üzere arkasından konuşulanlardan ve kendisine atılan
iftiralardan senelerce haberi olmamasından ve öğrendiğinde de duyduklarına
inanamamasından da anlaşılabilir. Nitekim, ömrünün son zamanlarında başına
gelen olaylarda da bu husûsiyetinin payı büyüktür.
Schuon’ün farklı ırklarla alâkalı herşeye karşı her zaman için büyük bir
ilgisi vardı. Asya’daki tüm ırkların, bütün Afrika ve Amerika kabilelerinin
ismini, tarihini, dinlerini, adetlerini bilirdi. Dilleri ve edebiyatları
hakkında fikri vardı; İlyada’dan Yunanca, İlâhî Komedya’dan
İtalyanca mısraları aşkla okur, bir Afrika ninnisi yahut Siyu savaş şarkısı
söyleyebilirdi. Arap dilini ve edebiyatını kolaylıkla öğrenmişti, biraz
Sanskritçe, Japonca ve Çince bilirdi. Tao-Te-Ching’in ilk bölümünü ince
uçlu bir fırça ile ezbere çizebilirdi. Catherine Schuon’ün yorumuna göre
gençliğinden beri elde ettiği bütün bu bilgileri, Avrupa’nın o zamanlar hüküm
süren ve boğucu bulduğu dar fikirli havasından kaçmak için öğrenmişti. Şeyh,
aynı zamanda, bir kalem darbesi ile Çinli, Arap, Kafkas yahut Kızılderili yüzü
çizebilirdi.
İlgisini çekmeyen şeyleri hiç aklında tutmazdı. Kozmoloji bilimlerini en
iyi arkadaşı Titus Burckhart’a bırakmıştı. Astroloji’ye güvenmezdi, ondan
hatalı kanaatlerin de kolaylıkla çıkabileceğini düşünürdü. Herşeyden öte,
kehânetlerde bulunmaya müsamaha göstermezdi. Catherine Schuon’ün anlattığına
göre bir gün bir davet sırasında bu konu gündeme geldiğinde Catherine Schuon’e
“Benim burcum nedir?” diye sormuş. Catherine Schuon ona İkizler burcu olduğunu,
yükseleninin ise Balık olduğunu söyleyince, hafifçe gülümsemiş ve “Peki, bunun
anlamı nedir?” demiş. Catherine Schuon gerisini şöyle anlatıyor. “Ben de bu
bilim hakkında bildiğim ufak tefek bilgiyi kendisine aktardığımda bunu
sessizlikle karşıladı. Bu konuyla o kadar ilgisizdi ki ertesi gün hepsini
unutmuştu.”
Şeyh’in tüm yaratılanlara karşı hürmeti kendini küçük şeylerde gösterirdi.
Meselâ, bir çayırı geçerken papatyalara basmamaya gayret ederdi, serçeler
kaldırımda ekmek kırıntısı yiyorsa onlar uçana kadar bekler yahut onları
rahatsız etmemek için yolunu değiştirirdi. Asla haşerâtı öldürmezdi: eğer bir
örümcek veya kırkayak odasında belirirse, bir su bardağını alıp böceğin üstüne
ters çevirir, bardağın altına bir kartpostal koyar ve böylece hapsettiği
haşereyi pencereden dışarı atardı. Kedileri severdi ve onların uyurken,
düşünceye dalmışken rahatsız edilmesine müsâmaha göstermezdi. Catherine
Schuon’ün anlattığına göre kedileri yazı yazmasını engellemek için masasının
üstüne uzandığında - Şeyh’in deftere gösterdiği ilgiyi kıskanırdı - gerçek bir
problem ortaya çıkardı! Catherine Schuon durumu kurtarmak için yardıma
çağrılırdı ve küçük kediyi ona yasak kanepeden kaldırırdı. Pully’deki yeni
evlerine taşındıktan sonra bir gün Şeyh eşine bahçede çiçek dikmede yardım
ediyordu. Fakat birdenbire durdu, yüzünün rengi soldu ve dedi ki: “Bu işe devam
edemem, toprağı bellerken bir solucanı ikiye böldüm”.
Bazı hayvanlar bu saygı ve sevgiye karşılık verirlerdi. Köpekler
genellikle kuyruklarını sallayarak Şeyhi tâkip ederler yahut o korudukların
evin önünden geçerken havlamayı keserlerdi.
Catherine Schuon, Şeyh ile ilgili, Fas, Rabat’taki hayvanat bahçesinde
hayretlere düşürücü bir sahne anlatır: “Hayvanat bahçesine arkadaşlarımızla
gitmiştik. Ben hanımlarla önden yürüyordum, Şeyh ise beylerle arada belirli bir
mesafede bırakarak tâkip ediyordu. Bir grup palmiye ağacının etrafına yarım
daire şeklinde yerleştirilmiş yarım düzine aslan kafesi vardı. Aslanlar,
annelerini rahat bırakmayan ve kendi aralarında oynayan yavrular hâricinde,
uyuyor gözüküyorlardı. Biz hanımlar, beşinci yahut altıncı kafese ulaşmıştık ki
bütün erkek aslanlar aniden kalktılar ve kükrediler. Şaşırarak bu beklenmedik
taşkınlığın sebebinin ne olabileceğini görmek için arkamızı döndük: Tam o anda
Şeyh, aslan kafeslerinin bulunduğu yere girmişti. Aslanlar onu selamlamak
istemişlerdi! Bu etkileyici karşılama birkaç saniye daha sürdü ve sonra
hayvanlar uykularına geri döndüler.”
Schuonler, benzer bir şeyi, İsviçre’de, Knie Sirki’nin küçük hayvanat
bahçesini ziyaretlerinde de yaşarlar. Yarım düzine filin olduğu bir çadıra
girdiklerinde önceden kendi hallerinde hortumlarını sallayan fillerin
arasındaki dört erişkin, Şeyh yanlarından geçtiğinde onu selamlamak için
birbiri ardına hortumlarını kaldırırlar.
İnsanlara gelince, Şeyh’e karşı genellikle saygıyla yahut saygılı bir
tecessüsle yaklaşırlardı. Vekârı ve düşünceli ifâdesi belirli kimselerin
ilgisini çekerdi. Eşinin anlattığına göre Şeyh, sanki içinde kutsal bir şey
taşıyormuş gibi yürürdü. Aslında bu şey Allah’ı hiç hatırından çıkarmamasıydı.
İnsanlar ona kim olduğunu sorar yahut şiddetli bir nur yaydığını, onun yanında
kendilerini iyi hissettiklerini söylerlerdi. Yahudiler onun haham, Hristiyanlar
piskopos, Müslümanlar büyük bir Şeyh ve bazı Batı Amerikalılar ise Kızılderili
şefi olduğunu düşünürlerdi.
Fas’a bir seyahatlerinde, Fas şehrinin merkezinde yaşayan bir tüccar
tarafından öğle yemeğine davet edilen Schuonler oraya, geleneksel kıyafetler
giymiş olarak giderler. Faslılar arkalarında uzun bir hat oluşturarak eski
şehrin dar sokaklarında çifti tâkip etmeye başlarlar. Şeyh, onlardan kaçmak
için hızını arttırır ama bu fayda etmez. Çifti ev sahiplerinin kapısına kadar
tâkip eden kalabalık onları çıkarken tekrar görebilmek umuduyla sakin bir
şekilde kapının önüne yerleşirler. Aralarından biri Şeyh’in kim olduğunu
sorduğunda hizmetlilerden birinin onun Avrupa’daki tüm Müslümanların başı olduğunu
söylemesi ise durumu iyice zorlaştırır. İkindi namazı vakti girinceye kadar
beklemek zorunda kalan çift ancak herkes camiye gidince otellerine
dönebilirler.
Bir buçuk yıllık askerlik hizmeti sırasında -askerlik Fransız
vatandaşlarına mecburîdir- subaylar da Schuon’e çok saygılı davranmışlar,
sekretarya ve revirde kolay işler vermişlerdir. Askerlik esnâsında bir müddet
odasını bir çingeneyle paylaşan Schuon, bu çingeneden Çingenece nostaljik
şarkılarını öğrenmişti.
Onun bu saygıdeğer alçakgönüllüğü sıradan insanların da alâkasını
celbetmiştir. Nişanlandıktan sonra, Şeyh, nişanlısını son yedi-sekiz senedir
alışveriş yaptığı tüm dükkan sahipleri ile tanıştırmış. Bakkal, kasap,
fırıncının hanımı, çamaşırhanenin sâhibesi, hepsi de samimî bir şekilde tebriklerini
ifâde etmişler. Çok müteessir olan Catherine Schuon şöyle bir yorumda
bulunuyor: “Belki de, kendi yalnızlığına sarıp sarmalanmış bu adam için naif
bir merhamet duyuyorlardı.”
Yine eşinin anlattığına göre Şeyh’in yaşadığı binanın kapıcısı ayda bir
gelip Şeyh’in evini temizlerdi. Şeyh’e karşı gerçekten çok hürmet duyuyordu.
Bir gün Şeyh’e kendisini ve ailesini kutsaması için yalvardı. Şeyh çaresiz
kabul etti ve bir Pazar sabahı Bayan G., kocası ve kızı geldiler ve Şeyh’in
önünde diz çöktüler. Şeyh, onlarla birlikte “Cennetteki Babamız” duasını etti
ve bir takdis duası okurken sağ elini başlarına koydu. Bu küçük aile,
minnettarlıkla dolup taşarak ayrıldılar.
Tabiî, Schuon’ün her zaman için iyi kişilerle karşılaşıp güzel tepkiler
aldığı söylenemez. Eşinin ifâdesi ile kutsalın varlığı aynı zamanda nefret de
uyandırıyordu. Bu yüzden, Şeyh, ona isyân eden, haksız suçlamalarda bulunan
insanlarla alâkalı acı tecrübeler yaşadı. Sokakta serseriler ona karşı
hakaretâmiz sözler söyleyebiliyorlardı. Genelde bunlara aldırmayan Şeyh, tepki
verdiğinde ise saldırganlar ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Catherine Schuon
bu olayların ikisini şöyle anlatır: “Bir defasında Londra’da, Piccadilly
Sirki’nde, durdu, onunla alay eden bir grup gence gözlerini dikti ve Fransızca “Qu’est-ce
que vous vous permettez?” (“Bu ne cüret?”) diye bağırdı. Gençler, yere çakılmış
gibi kaldılar, hareket edemediler ve meydanı geçtikten sonra geriye dönüp
baktığımda aynı noktada hala hareketsiz durduklarını gördüm. Benzer bir şey
Cambridge, Massachusetts’te de oldu. Adamın biri Şeyh’in yanından geçerken
istihzâ ile güldü. Şeyh durdu, hiçbir şey söylemeden gözlerini adama dikti ve
sonra da yoluna devam etti. Arkamızdan yürüyen bir arkadaşımızın söylediğine
göre adam donmuş gibi durduğu yerde kalmış ve biz köşeyi dönünceye kadar elini
kasketinin siperliğinden çekememiş. Allah’tan bu tür olaylar başımıza çok az
geliyordu.”
Küçük çocuklar da kendi kendilerine Şeyh’e selam verir, hatta bazen bunu
anne- babalarının yahut bakıcılarının yanından kaçarak yaparlardı. Bayan
Schuon, sakalın bilinmediği Kızılderililer’de küçük çocukların Şeyh’e Noel Baba
olup olmadığını sorduklarını söylemiştir. Schuon, kendisini çocukların
seviyesine indirmeyi çok iyi bilirdi.
Evlenmelerinden bir süre sonra, Catherine Schuon’ün o zaman sekiz yaşında
olan ikiz kızkardeşleri yeni çifti yeni dairelerinde ziyarete geldiler. Şeyh,
dolabından oyuncaklarla dolu bir kutu aldı ve kutudan büyük bir topaç çıkarttı.
Onu çeviren ipi birkaç kez çekerek topacı döndürdü. Topaç dönerken, Şeyh’in
kızlara “göklerin sesi” diye açıkladığı gizemli bir ses çıkarttı. Sonra, Şeyh,
kutudan bir çıngırak aldı. Bu çıngırak Balili bir müzik topluluğu gibi sesler
çıkartıyordu. Şeyh kızlara bunun “meleklerin müziği” olduğunu söyledi.
Catherine Schuon’ün kardeşleri bu kutsal konseri keyifle dinlediler ve oyunun
havasına kendilerini iyice kaptırarak biri eline topacı aldı, diğeri de
çıngırağı. Şeyh onları bir süre izledi. Kızlara bakmaları için Bali ve
Hindistan hakkında kimi renkli kitaplar getirdikten sonra odasına çekildi.
Catherine Schuon’ün daha sonra Carmelite rahibesi olacak kardeşi Anne, Bayan
Schuon’e “Kocandan hoşlandım. Küçük kızları nasıl eğlendireceğini biliyor”
dedi. Bunun ne kadar yerinde bir tesbit olduğu şu örnekle de sâbittir: Bir gün
Şeyh, ziyaretine gittiği arkadaşının kızının mavi balondan hoşlandığını bildiği
için Lozan’dan Basil’e yaptığı tren yolculuğu boyunca elinde mavi bir uçan
balon tutmakta tereddüt göstermemişti.
Şeyh, küçük erkek çocuklarını da nasıl eğlendireceğini bilirdi. Onlara Kızılderili
eşyaları koleksiyonunu gösterirdi: ok ve yaylar, barış çubuğu, ayı
pençelerinden yapılmış kolye, savaş baltası ve tütün keseleri, kirpi okları
yahut boncuklarla bezenmiş süs eşyaları. Oğlan çocuklarına Kızılderili
şeflerinin yaptığı kahramanlıkları anlatır, anlattıklarını komik küçük
karikatürlerle zenginleştirirdi.
Genel itibârîyle Schuon, insanları memnun etmekten hoşlanırdı, sadece
çocukları değil, büyükleri de ve eğer mantıklılarsa ricaları kolayca kabul
ederdi.
Öte yandan, kendine karşı bu kadar müsâmahakâr olmadığını yaşayışından
görüyoruz. Schuon, çok disiplinli bir hayât sürmüştür. Hayâtı, namaz vakitleri
ile bölümlere ayrılmıştı. Kendine karşı sert davransa da mürîdlerine karşı
hoşgörülü ve anlayışlıydı. Modern dünyanın zorlu çalışma şartlarını yahut
mürîdlerinin sağlık durumunu gözönüne alırdı.
Catherine Schuon,
evlilik süresince bu rutinin hiç değişmediğini ifâde ediyor:
“Şeyh, şafakla kalkar ve ibadetini yapardı. “İbâdet etmediği müddetçe
insan insan değildir” derdi. Basit bir kahvaltıdan sonra, evlenmeden önce de
hep yaptığı gibi göl kıyısında yalnız başına yürürdü. Açık havada yalnız
geçirdiği bu saatlere çok ihtiyacı vardı. Saat onda misafirlerini kabul etmeye
başlardı. Öğleden sonra yaklaşık bir saat dinlenir ve ardından da makalelerini
yahut mektuplarını yazardı. Bütün mektuplarını takdîr edilesi bir sabır ve
cömertlikle cevaplardı, gerektiğinde ele aldığı problemin tüm açılarına ışık
tutmak için bir düzine sayfayı doldurmaktan çekinmezdi. Sık sık gece geç vakite
kadar yazardı ve neyi nasıl ifâde edeceğini
düşünmekten ziyâde Allah’ı zikretmek için odasında oradan oraya yürürdü.
Her gün, Kur’ân’dan en az bir sayfa okurdu ve mezmurları okumayı da çok severdi - 23.80, 63. , 77. ,
103.83 ve 124.84 mezmurlar okuduğu zamana en çok tercih
ettiği mezmurlardı.
Mez.77: 2
Sıkıntılı günümde Rab'be yönelir,Gece hiç durmadan ellerimi açarım,Gönlüm
avunmaz bir türlü.
Mez.77: 3 Tanrı'yı anımsayınca inlerim,Düşündükçe içim
daralır. *
Mez.77: 4 Açık tutuyorsun göz kapaklarımı,Sıkıntıdan
konuşamıyorum.
Mez.77: 5 Geçmiş günleri,Yıllar öncesini düşünüyorum.
Mez.77: 6 Gece İlâhîlerimi anacağım,Kendi kendimle
konuşacağım,İnceden inceye soracağım:
Mez.77: 7 "Rab sonsuza dek mi bizi reddedecek?Lütfunu
bir daha göstermeyecek mi?
Mez.77: 8 Sevgisi sonsuza dek mi yok oldu?Sözü geçerli değil
mi artık?
Mez.77: 9 Tanrı unuttu mu acımayı?Sevecenliğinin yerini öfke
mi aldı?"
Mez.77: 10
Sonra kendi kendime, "İşte benim derdim bu!" dedim,"Yüceler
Yücesi gücünü göstermiyor artık."
Mez.77: 11 RAB'bin işlerini anacağım,Evet, geçmişteki
harikalarını anacağım.
Mez.77: 12 Yaptıkları üzerinde derin derin düşüneceğim,Bütün
işlerinin üzerinde dikkatle duracağım.
Mez.77: 13 Ey Tanrı, yolun kutsaldır!Hangi ilah Tanrı kadar
uludur?
Mez.77: 14 Harikalar yaratan Tanrı sensin,Halklar arasında
gücünü gösterdin.
Mez.77: 15 Güçlü bileğinle kendi halkını,Yakup ve Yusuf
oğullarını kurtardın.
Mez.77: 16 Sular seni görünce, ey Tanrı,Sular seni görünce
çalkalandı,Enginler titredi.
Mez.77: 17 Bulutlar suyunu boşalttı,Gökler gürledi,Her yanda okların
uçuştu.
Mez.77: 18 Kasırgada gürleyişin duyuldu,Şimşekler dünyayı
aydınlattı,Yer titreyip sarsıldı.
Mez.77: 19 Kendine denizde,Derin sularda yollar açtın,Ama
ayak izlerin belli değildi.
Mez.77: 20 Musa ve Harun'un eliyleHalkını bir sürü gibi
güttün.
Mez.103: 1 RAB'be övgüler sun, ey gönlüm!O'nun kutsal adına
övgüler sun, ey bütün varlığım!
Mez.103: 2
RAB'be övgüler sun, ey canım!İyiliklerinin hiçbirini unutma!
Mez.103: 3
Bütün suçlarını bağışlayan,Bütün hastalıklarını iyileştiren,
Mez.103: 4
Canını ölüm çukurundan kurtaran,Sana sevgi ve sevecenlik tacı giydiren,
Mez.103: 5
Yaşam boyu seni iyiliklerle doyuran O'dur,Bu nedenle gençliğin kartalınki gibi
tazelenir.
Mez.103: 6
RAB bütün düşkünlereHak ve adalet sağlar.
Mez.103: 7
Kendi yöntemlerini Musa'ya,İşlerini İsrailliler'e açıkladı.
Mez.103: 8
RAB sevecen ve lütfedendir,Tez öfkelenmez, sevgisi engindir.
Mez.103: 9
Sürekli suçlamaz,Öfkesini sonsuza dek sürdürmez.
Mez.103: 10
Bize günahlarımıza göre davranmaz,Suçlarımızın karşılığını vermez.
Mez.103: 11
Çünkü gökler yeryüzünden ne kadar yüksekse, Kendisinden korkanlara karşı
sevgisi de o kadar büyüktür.
Mez.103: 12
Doğu batıdan ne kadar uzaksa, O kadar uzaklaştırdı bizden isyanlarımızı.
Mez.103: 13
Bir baba çocuklarına nasıl sevecen davranırsa, RAB de kendisinden korkanlara
öyle sevecen davranır.
Mez.103: 14
Çünkü mayamızı bilir, Toprak olduğumuzu anımsar.
Mez.103: 15
İnsana gelince, ota benzer ömrü, Kır çiçeği gibi serpilir;
Mez.103: 16
Rüzgar üzerine esince yok olur gider, Bulunduğu yer onu tanımaz.
Mez.103:
17-18 Ama RAB kendisinden korkanları sonsuza dek sever, Antlaşmasına uyan
Ve
buyruklarına uymayı anımsayan soylarına adil davranır.
Mez.103: 19
RAB tahtını göklere kurmuştur, O'nun egemenliği her yeri kapsar.
Mez.103: 20
RAB'be övgüler sunun, ey sizler, O'nun melekleri, O'nun sözünü dinleyen,
Söylediklerini yerine getiren güç sahipleri!
Mez.103: 21
RAB'be övgüler sunun, ey sizler, O'nun bütün göksel orduları, İsteğini yerine
getiren kulları!
Mez.103: 22
RAB'be övgüler sunun, Ey O'nun egemen olduğu yerlerdeki bütün yaratıklar!
RAB'be övgüler sun, ey gönlüm!
Mez.124: 1
RAB bizden yana olmasaydı, Desin şimdi İsrail:
Ya alçak bir Fas sinisinde, yere oturarak yahut da mutfakta, yemeğimizi
sessizce yerdik. “Kişi nimete hürmet etmelidir” diyen Şeyh, her zaman yemek
yerken tefekküre dalardı. Masada insanların konuşalarına müsâmaha göstermezdi
ve ziyaretçilere ayıp olmasın diye sorularına cevap verdiğimde “Yemek
yemelerine müsâde et” derdi. Bu ifâde masadaki herkesin susmasını sağlamak için
yeterli olurdu. Oturduğunda asla arkasına yaslanmazdı, zaten hiç sandalyemiz de
yoktu, sadece iki tane taburemiz vardı. Biri çalışma masası diğeri ise mutfak
için. Bundan başka da birkaç tane Fas minderimiz vardı. Doğu usulü hayâta
alışkın olmayan misafirlerimiz için iki tane açılır kapanır bahçe sandalyesi de
tedârik etmiştik. İhtiyaç hâsıl olduğunda koyduğumuz köşeden onları çabucak
alıyorduk. Hayâtının sadece son aylarında Şeyh misafirlerini kabul etmek için
koltuğa oturmaya razı oldu ama yine de elinden geldiğince orada oturmamaya
çalışıyordu. Sadece soğuk su ile yıkanırdı. Üç kalp krizi ile zayıf düşmesine
rağmen her zaman düz ve dik bir şekilde yürürdü. Alışkanlıklarının bazısının
her zaman fakir olmasından kaynaklandığı doğru olsa da diğer bir taraftan da bu
alışkanlıklar zâhid tabiatı ile uyum içindeydiler. Yaptığı herşeyi iyi yapardı,
acele etmeden, mütefekkîr bir tavırla... alışkanlıklarından biri de,
yemeklerden sonra kendi fincanı yahut bardağını hemen yıkamasıydı. Ayrıca,
sabah ibadetlerini bitirir bitirmez yatağını yapardı.”
Schuon, çalışırken anlatacağı bir konu hakkında bilgi sahibi olmak
istediğinde, kitapçı arkadaşlarına gider, bir kitap ödünç alır, bir iki gün
sonra da geri götürürdü. Yahut, ihtiyacı olan şeyi orada, kitapçıda okurdu.
Catherine Schuon’e göre sanki kitabı onun için bir melek açıyormuşçasına
aradığı bilgi kitabı açar açmaz önüne gelirdi. Böylelikle, işine yaramayacak
şeyleri araştırıp okumakla vakit kaybetmezdi. Ama hatalarla karşılaştığında,
her zaman hazır ve nazır olan ferâsetinin kılıcını kullanarak onlarla acımadan
mücâdele ederdi. “Hakîkatın hakkından daha üstün hak yoktur.” sözü onun şiârı
gibiydi. Tabiî, açıksözlülüğü ona sadece arkadaş kazandırmıyordu. Bazen,
dünyada neler olup bittiğini öğrenmek gâyesiyle bir gazete alırdı; ama politikacılar
tarafından yapılan hatalar onu o kadar rahatsız ederdi ki bu alandan uzak
durmayı tercih ederdi.
Catherine Schuon eşinin çalışma üslubunu ise şöyle anlatıyor:
“Makâlelerini bir seferde, birkaç gün içinde yazar ve ancak daktiloya
çekildikten sonra onları yeniden düzenlerdi. Bunun ardından, Şeyh’in elyazısı
ve düzeltmeleri her zaman gâyet düzgünse de yayınevi için herşey açık seçik
olsun diye düzeltilen metni tekrar daktilo etmeniz gerekirdi. Başlığına önceden
karar vererek yayınlanması için asla kitap yazmamıştır. O, sorunlara cevap
vermek yahut ruhânî bir gereklilikten dolayı yazmıştır. Makâleler bir kitap
oluşturacak sayıya geldiğinde, onları belirli bir düzen içine koyar ve oluşan
bütüne bir isim verirdi. Bu kuralın tek istisnâsı İslâm’ı Anlamak ve
belki de ilk eseri, ana tezini ve bütün yapıtlarının esâs fikirlerini içeren Dinlerin
Aşkın Birliği’dir.
Aynı zamanda, sayfa ardına sayfayı muhtelif konular üstüne aforizma
şeklindeki düşünce ve tefekkürleri ile doldururdu. Bunlar, Spiritual
Perspectives and Human Facts’in taslağı oldular. Bir gün, masasında çeşitli
renklerde bir çok şeffaf bant bulunuyordu. Tüm renklerin neyi sembolize
ettiğini ve bunların mânâsını bana anlattı. Sonra, bana dışarının manzarasına
teker teker bu bantların ardından baktırdı ve her birinin bende yarattığı
izlenimi teker teker sordu. Sarı neşelendirirken mor üzüntü veriyordu, mavi
gizemli ve soğuk, yeşil huzurlu, kırmızı ise kesifliği ve harâreti ile
korkutucu idi.
Başka bir gün, bana astronomiden bahsetti. Bu konu onu büyülüyor olmalıydı,
çünkü uzay boşluğunu somut bir şekilde anlayabilmemiz için bir çok hesaplamalar
yapmıştı. Bana, kendi yerküresini gösterdi ve dedi ki: “Eğer Dünya bu
büyüklükte olsaydı, Ay bir elma büyüklüğünde olurdu ve Dünya’dan sekiz metre
uzaklıkta olurdu. Güneş, Sauvabelin’de (Lozan’ın yukarısında bir tepe) bir
apartman olurdu, Venüs Katedral’in olduğu yerde bulunur; Dünya’dan dokuz kez
büyük olan Jüpiter ise Cenevre (Leman) Gölü’nün ortasında olurdu. Eğer Güneş
büyük bir elma olsaydı, Dünya ondan on metre uzaklıkta bir hardal tanesi
olurdu. Güneş sistemi ancak yarım kilometreyi kaplardı ve etrafında Avrupa
kıtasından daha büyük bir uzay boşluğu olurdu.” Bana Samanyolu’ndan, Büyük
Galaksi Sistemi’den bahsetti. Başım dönmüştü. Daha başdöndürücü olan ise sonraları
kitaplarının da ikisinde üstünde duracağı, bana söylediği şu sözlerdi: “Modern
insan, muazzam bir tiyatroya dâhil olduğundan habersizdir. Öyle bir tiyatro ki
bize çok sağlam gelen Dünya, bu tiyatroda bir örümcek ağı hükmündedir... Modern
insan, bu dünyanın içinden yıkılabileceğini, maddenin bir dönüştürülme
süreciyle “içe” geri akabileceğini, bütün uzayın havası boşalmış bir balon gibi
sönebileceğini göremez.” (Logic and Transcendence, “Concerning the
Proofs of God” bölümü) Yahut yine, Esma’ül-Hüsna’dan ve özellikle el-Âhir
isminden bahsederken: “Eğer, kişi, el-Âhir isminin zuhûru ile alâkalı aşağı
yukarı somut bir fikir geliştirmek isterse, buna maddenin infilâkını önceden
tahayyül etmek suretiyle şâhit olabilmelidir. Bu tür kuvvetli ve anî bir
değişiklik yahut varoluşa dair böyle bir cezir Tanrı’nın zuhûrunun nişanıdır.
Kişi, önceden Sur’un -Ezelî Sedâ’nın bu anîden hücûm eden yırtıcı- sesini
duyabilmeli ve bu duyusal kainâtın parçalanmasını ve dönüşümünü
görebilmelidir.” (Form and Substance in Religions, “The Cross Time-
Space in Quranic Onomatology” bölümü) Düşüncede bu kozmik tiyatroya şahit oldum
ve bütün bu tasvîr ettiklerini nereden resmettiğini hayretler içinde merak
ettim. Teorik bilgiden yola çıkarak konuşuyormuş gibi görünmüyordu,
söyledikleri doğrudan bir farkındalık ve deneyimle söylenmiş gibiydi. Bana,
aynen bir meleğin yaptığı gibi, Kainât’ın semâları arasında en yükseğe kadar
uçan bir adam izlenimi verdi. Bu izlenim, onu daha yakından tanıyıp eserleri
ile daha yakından hemhâl oldukça aklıma tekrar tekrar gelecekti.”
1950’lerde, Şeyh resim yapmaya tekrar başladı. Kitapları, mektupları,
mürîdleri için hazırladığı rehber metinleri, şiirleri ile mürîdleri için manevî
ve semavî kapıları açmayı ve vermeyi asla ihmal etmedi. Resimleriyle de erdemleri
açıklamayı yahut varlığın derecelerini anlatmak istedi. Model olarak genellikle
bir yandan aralarında erkeksi asâletin zirve noktalarının bulunduğu eski zaman
Ova Kızılderililerini (Şeyh’in bu Kızılderililer’in bir düzine fotoğrafını
gönderdiği Guenon Şeyh’e şöyle yazmıştı: “Bunlar gerçekten de fevkalade
yüzler.”) ve diğer yandan da alemşümûl Peygamberlerin Annesi yahut dişil Logos
vechesi ile dişil kutsallığın zirvesi olan Kutsal Bâkire’yi almıştı. Bu sebeple
Şeyh’in resimlerinin, bu tür tezâhürlere açık kişiler üzerinde ulvî ve manevî
etkisi olmuştur.
Şeyh, soğukkanlılığı ve pratik mantığı ile de bilinir. Bir şeyi elinden
düşürecek olsa, onu yarı yolda, daha yere düşmeden yakalar yahut halıya mum
damlasa, damlaların üstüne yağlı kağıt koyar, düz tabanlı bir tencerede su
ısıtır, ısınan tencereyi mum damlalarının üstüne yerleştirirdi. Balmumu hemen
halıdan kağıda geçerdi. Şeyhin bu haline bir başka örneği eşi şöyle anlatıyor:
“Bir gün, Batı Amerika’dan getirdiğimiz Kızılderili çalısını dikebilmek için meyve
bahçemizde düz bir alan açmıştık. Ama düzinelerce kuş gelip yeni hazırladığımız
bu yerde yetişsinler diye ektiğim tohumları yemeye başladılar. Bu durumu Şeyh’e
şikayet edince Şeyh sanki bir ziraatçiymişçesine: “Git, komşumuzdan biraz saman
iste ve tohum ektiğin yerleri samanla ört” dedi. Söylediği teknik etkili
olmuştu.”
Lakin, alçakgönüllülük onun tabiâtının temeliydi - başka türlüsü
olamazdı- ve birçok durumda arkadaşlarının tavsiyesini almayı severdi.
Şeyh, başka bir çağın insanı idi, gündelik olayların değil daha çok
ideaların dünyasında yaşıyordu. Eşine göre Neşideler Neşidesi’desinki şu
mısraların vücut bulmuş hali gibiydi Schuon: “Ben uyuyordum ama yüreğim
uyanıktı.” Schuon de bu
halini kendi kelimeleri ile şöyle açıklıyor: “Tanrı Varlık’tır. Bizde sevdiği
de, varlığın vechesidir. Tanrıyı tefekkür ettiğimizde varolmaktan sükûn ve
güven bulmalıyız.” Mamafih, etrafında olup bitenlerden de her zaman haberdâr
olurdu. Arkadaşları ile seyahat ederken, bazen onun dâhil olmadığı sohbetler
olurdu. Ama birinin aptalca bir kelam etmesi onun bir kartal gibi bu hatayı
düzeltmek için üstüne düşmesine yeterliydi. Aynı şey, kendisine bir soru
sorulduğunda da geçerliydi. Cevap hiç tereddütsüz, en ufak bir duraklama
olmadan gelirdi.
Yanında, makâleleri için fikirleri yahut ifâdeleri not ettiği küçük bir
defter taşırdı. Eğer olur da not defterini yanına almayı unutursa, eşine
kendisine şu şu cümleyi yahut kelimeyi hatırlatmasını söylerdi. Bir gün
Catherine Schoun’e yine “Eve dönünce bana bumerang kelimesini hatırlat.” dedi.
“Bumerang?” “Evet, Bumerang.” Akşam, ne yazdığını merak ederek çalışma odasına
giden eşi şu notu görmüştü: “Asıl görevi onu terketmekken, insanın neden
dünyâya yerleştirildiği sorusuna şu cevabı veririz: Bu, Tanrı’ya geri dönecek
birisi olması içindir. Yani, Mümkinât (All-Possibility), Tanrı’nın sadece
kendini yansıtmasını değil aynı zamanda Ona geri dönmenin esaretten kurtarıcı
mutlak saadetini de tahakkuk ettirmesini gerektirir. Aynen, bumerangın yapısı
itibârîyle kendisini fırlatana geri dönmesi gibi, insanın da İlâhî Aslı’na geri
dönmesi yapısı itibârîyle alnına yazılmıştır. İstese de istemese de insan aşkın
olana mahkum edilmiştir.
Kendisine atılan iftiralara, hakkında söylenen yalanlara neredeyse hiç
sert tepki göstermeyen Schuon, eşinin anlattığına göre gökgürültülü ve
yıldırımlı fırtınaları severdi. Bu fırtınaları balkonundan izlerdi. Ne kadar
şimşek çakarsa ve gök gümbürderse o kadar mutlu olurdu. “Tanrının Gazabı beni
teselli ediyor ve bana nefes aldırıyor.” derdi. Catherine Schuon eşinin bu huyunu
şu şekilde yorumluyor: “Fevkalâde iyi yürekliliğinin yanı sıra karakterinde
kişiye Beethoven’ı düşündüren volkanik bir husûsiyet de vardı. Doğu’daki
herhangi bir manevîyat üstadının sorgu suale çekilmeden yapabileceğinin aksine
hiçkimseyi asla kapı dışarı edemeyecek olması ona çok çektirmişti. Batı’da bu
mümkün değildi ve bu da onun hasta olmasına sebep olan nedenlerden biriydi.
Fırtınalar onun için bir gün gerçekleşeceğini bildiği İlâhî Adalet’in bir
tezâhürüydü.”
Bir
Müslüman Olarak Schuon
Daha önce de anlatıldığı gibi Schuon İslâm’ın Batı’daki topraklarında ve
Arap dünyasında çokça dolaşmıştır. İdrâki ziyâdesiyle açık bir insan olduğundan
İslâm toplumunun yapısı ve özellikle Mağrip’te geleneksel toplumu oluşturan
çeşitli sınıflardan insanlar hakkında derin ve ayrıntılı bilgiye hâiz olduğu
söylenir. Nasr, Schuon kendilerine sıklıkla İslâm dünyasında en çok sûfîlerden,
sonra ulemâ sınıfından ve sonra pazarlardaki dindar zanaatkar ve tüccarlardan
hoşlandığını söylediğini ifâde etmiştir. Schuon’ün ayrıca nerede olurlarsa
olsunlar göçebelere karşı büyük bir sevgisi olduğu ve İslâm medeniyetindeki
büyük manevî önemlerini hakkıyla takdîr ettiği de bilinir.
Yani, toplamda, şunu rahatlıkla iddia edebiliriz: İslâm ve İslâm
medeniyeti hakkında Schuon’ün bilmediği, üzerinde çalışıp bâtınî mânâsına nüfuz
etmediği pek az şey vardı. Varlığı, eserlerinden çok daha fazla İslâmî
geleneğin evrenine dalışını gösterirken kalbi şeklî olmayanla ilgilenir ve aklı
İlâhî ilhamların kalbinde yatan ve şeklî düzleme ait her şeyi aşan
pürmetafizikten ve ezoterizmden bahsederdi.
Bu mevzu ile alâkalı olarak Seyyid Hüseyin Nasr’ın şöyle bir iddiası
vardır: “Eğer Schuon’ün basılmış kitapları ve makalelerinin yanısıra basılmamış
metinlerini sayarak tüm yazılarını dikkate alırsak, bakış açısı her zaman
evrensel ezoterizm ve sophia perennis merkezli olsa da İslâmî gelenek
hakkında diğer tüm dinlerden daha fazla yazdığını görürüz. Yazılarının ana
metni sadece geleneksel metafiziğin tefsîrini ve dinlerin bâtınî çalışmasını
içermez, aynı zamanda İslâm’ın sayısız yüz ve yönünün, ana manevî ve
entelektüel akımlarının en derin bâtınî bakış açısından emsalsiz açıklamasını
da verir.”
Seyyid Hüseyin Nasr’dan nakille Schuon’ün, İslâm dinine girişinin
hikâyesi şöyledir: “Bir gün ne yapacağını merak ederken, Allah’a şöyle dua
ederek söz verir; belli bir günde, öğlene kadar Sema’dan bir işaret gelirse o
işaretin ima ettiği dine girecektir. O gün, dairesinden onikiye çeyrek kala
çıkar ve işlek bir ana caddeye doğru yürür. Öğleye tam beş dakika kala, tamamen
İslâmî kıyafetler giymiş Kuzey Afrika askerlerinden oluşan bir bölük at
sırtında meydanı geçerler. Paris’in orta yerinde gerçekleme ihtimali çok az
olan bu işaretin mânâsı bellidir ve Schuon Tanrı’ya olan sözünü tutmaya karar
vererek hemen İslâm’ı kabul eder.”
Bundan sonra Paris camisine sıklıkla devam eder. Hayâtının bu aşamasından
itibaren Schuon evinde İslâmî kıyafetler giymeye başlamıştır. Bu İslâmî
kıyafeti, özellikle de Mağribî tarzda olanını hayâtı boyunca giydiğini, Mağribî
üslûbuyla hat yazmayı öğrendiğini, yetenekli bir sanatçı olduğundan hattının da
çok güzel olduğunu ve bilenlerle Arapça konuştuğunu da yine Nasr’dan
öğreniyoruz.
Nasr, Schuon’ün İslâmî elbiseler giymesinin arkasındaki sebebi şöyle
anlatır:
“1957’de, Schuon’le Lozan yakınlarındaki evinde ilk defa
karşılaştığımızda, her zaman olduğu gibi, tamamen geleneksel Mağrip
elbiselerine bürünmüştü. Bize, birçok kişinin Avrupa’nın ortasında neden
ısrarla geleneksel İslâmî elbiseler giydiğini merak ettiğini söylemiş ve bunun
sebebinin İslâm Peygamberi’nin bereketinin böyle bir elbisenin içinden aktığını
ve bu bereketin tam mânâsıyla ancak böyle bir elbisenin içinde tecrübe edilmesi
olduğunu söylemişti. Bu kıyafetleri giymek kişinin varlığına Muhammedî bereketi
getirir ve ibadet ve zikirleri kolaylaştırır. Aynı zamanda da Schuon’ün içinde
yaşadığı ve mürîdlerine de özel yaşam alanlarında ve tabiî ki hepsinden önce
evlerinde ve ibadete ayırdıkları odalarında mümkün olduğu derecede
oluşturmalarını istediği geleneksel İslâmî ortamın yaratılmasına yardımcı
olur.”
1932’de uzun aylar geçirdiği ve en önemlisi Şeyh Ahmed el-Alevî’ye
intisâp ettiği Cezayir’e seyahati genelde İslâm’la, özelde ise Mağrib’in
geleneksek ortamı ile olan bağını güçlendirmiştir. 1934’te yine Cezayir ve
Fas’a seyahat etmiş, 1938’de ise Rene Guenon ile tanışmak için Mısır’a
gitmiştir. 1960’larda Fas’ı tekrar tekrar ziyaret edecektir. Aynı tarihlerde
iki kez de Türkiye’ye, Kuşadası’na Meryem Ana’yı ziyaret etmeye gitmiştir.
Mekke’ye hacc için hiç gitmemiş olsa da mürîdlerinin bu kutsal yolculuğu
yaptığını öğrendiğinde çok sevindiğini ve bazen bâtınî olarak kendinin de hacca
gittiğini söylediğini yine aynı kaynaktan öğreniyoruz. Yani, Schuon İslâm
dünyasını özellikle de Mağrib’i şahsen tanırdı ve hakkında birinci elden
bilgisi vardı.
Hem eşi Catherine Schuon anılarında anlattıklarından hem de
İngiltere’deki mukaddemi Martin Lings ile Amerika’daki mukaddemi Seyyid Hüseyin
Nasr’ın anlattıklarından yola çıkarak Schuon’ün özel hayâtının da esâsen,
Batı’nın kalbinde yaratılmış bir geleneksel İslâmî ortamın tekrar yaratılması
ile oluşmuş bir atmosfer olduğunu anlıyoruz. Nasr bu durumu şöyle açıklıyor:
“Schuon’ün İsviçre’deki evinin içi, en güzel geleneksel Mağrip evlerinin
içi gibiydi, ve bu evin içinde kişi kendini İslâm dünyasının geleneksel atmosferinde
hissederdi. Ama bunun sebebi sadece evin İslâm sanatının örnekleri ile dolu
olmasından kaynaklanmıyordu. Schuon’ün günleri farz namazla bölümlere
ayrılmıştı ve gençliğinde sadece Ramazan’da değil, Peygamber’in sünnetini tâkip
ederek başka birçok günde de oruç tutardı. Neredeyse her gün Kur’an okurdu.
İslâm’a girdiği andan itibaren, dininin ekzoterikten en ezoteriğine kadar
pratiklerini yerine getirerek Müslüman olarak yaşadı. Daha önce de bahsedildiği
gibi, ezoterizmin ve evrensel metafiziğin en büyük sözcülerinden olması,
formlar sathında Müslüman olmasını etkilememiştir. Hristiyanlık, Hinduizm,
Budizm, Şamanizm ve diğer dinler hakkında belâgatle yazılar yazsa da
tâkipçileri için onun ismi Şeyh İsa Nureddin Ahmet’ti, başka bir şey değildi.
Ve öldüğünde de geleneksel uygulamalara sıkı sıkı bağlı kalınarak İslâmî
törenle defnedilmiştir”.
Kur’ân-ı Kerîm
Schuon, Kur’ân’ı iyi bilirdi ve Arapçasından düzenli olarak hemen hemen
her gün okurdu. Özellikle Kur’an’ın sonundaki ve ortasındaki sûrelere düşkün
olduğu söyleniyor. Husûsen, Fatiha’dan sonra ilk ezberlediği sûre olan Vâkıa
sûresini severdi. Günlük vaazında sıklıkla belli başlı bilinen Kur’ân
ayetlerini kullanan Schuon zamanının büyük kısmını Kutsal Metnin bâtınî
mânâsını çalışmaya ayırırdı. Nasr’a göre bu mânâ, ona evvelin ilham ile
yazılmış ezoterik tefsîrlerini okumaktan ziyâde iç-sezi ile gelirdi. Tabiî ki,
Schuon mevzubahis tefsîrleri, Kâşanî’nin tefsîrinin yanı sıra Gazâlî’nin
tefsîrini yahut daha genel tefsîrlerden olan Beyzâvî’nin tefsîrlerini de
bilirdi. Schuon’ün İslâm’ı Anlamak eserindeki Kur’ân’la ilgili bölümü
Kutsal Metin üzerine yapılmış,
geleneksel Sufi tefsîrlerinin ayarında bir tefsîrdir denilebilir.
Hz. Peygamber
Schuon’ün hakîkat-i Muhammedîyye ile bağlantısını, velâyetinin nurunu
buradan alışının etkilerini, bu hakîkatin günlük hayâtta yansımalarına birçok
insan vasıtasıyla şahit olmuş biri olan Nasr’dan şöyle dinliyoruz:
“İslâm dünyasında doğanlar ve mutasavvıfların Muhammedî Bereket dediği
hakkında somut tecrübesi olanlar, ittifak halinde, Schuon’ün evine onunla
tanışmaya gittiklerinde, bu bereketin varlığını hemen hissettiklerini ve
onun karıştırılamaz rahiyâsını aldıklarını belirtmişlerdir. Kendisi ile bir
müddet yazıştıktan sonra Lozan’da onunla ilk defa karşılaştığımızda da biz de
aynı tecrübeyi yaşadık. İran’da aralarında bazı tasavvuf şeyhleri de bulunan
birçok mübarek insanla karşılaştığımızdan ve İslâm’ın kutsal mekânlarının
çoğunu ziyaret ettiğimizden, Lozan’ın dışında, Leman Gölü’ne bakan dar bir
sokaktaki evinde ilk kez karşılaştığımızda ondan yayılan bu Muhammedî bereketin
güçlü varlığı bizi tamamıyle hayretler içinde bırakmıştı. Açıkça görülüyordu
ki, bütün dinlerin kalbindeki cihanşümûl hakîkati açıklama hususundaki evrensel
yükümlülüğüne rağmen, Schuon İslâmî gelenekte, husûsen de tasavvufun toprağına
kök salmıştı. Bu kök olmadan, kitaplarında ve yazılarında belâgatle bahsettiği
hakîkatleri idrâk edip uygulayacağı bir tarîkatı asla kuramazdı.”
Schuon, Hz. Peygamber ile alâkalı da ayrıntılı bilgiye vâkıftı. Onun
hayâtı ile ilgili geleneksel rivayetleri ve kişiliği hakkında yazılanları
klasik kaynaklardan biliyordu. Nasr’a göre Peygamber’in bâtınî hakîkatine
vukûfu yine doğrudan ve “varoluşçu” idi, çünkü o hakîkat-ı Muhammedi ile
tarih-ötesinde karşılaşmıştı. Batı’daki herkesten daha fazla, Müslüman olmayan
topluluğa Peygamberin Müslümanlar için anlamını ve onlar tarafından neden bu
kadar çok sevildiğini anlattı. Schuon’ün Peygamber hakkındaki birçok çalışması,
“The Mystery of Prophetic Substance (Peygamberi Özün Gizemi)” isimli makâlesinde toplanmıştır. Schuon’ün
Peygamberimiz hakkındaki tespitlerinden en çarpıcılarından biri şöyledir:
“İslâm’ın onun zihninin bir ürünü olduğunu varsayarsak, eğer Peygamber
isteseydi, kendisinin de Allah’ın oğlu olduğunu, Araplar’ın seçilmiş bir millet
olduğunu, kendisinin, dört büyük meleğin, bazı pagan tanrılarının ve muhtemelen
eşlerinden bir ikisinin Tanrıyla beraber içinde olacağı bir kült
geliştirebilirdi. Eğer Batı’da kendisine peşinen isnâd edilen karaktere sahip
olsaydı, bunu hemen yapardı. Böyle yapmaması, iki şeyin isbatıdır: mutlak
dürüst bir karakter ve gerçekten Tanrı’dan gelen bir çağrı. Bu ikisi, insanî
vasıf ve İlâhî müdâhale, ihtiyacen bir araya gelmiştir çünkü mesajı taşıyan
mesajla uyum içinde olmalıdır. ... Peygamber’in mutlak dürüst, saf, doğru,
sufli merakları olmayan ve cömert kişiliği sıradan beşeri vasıfları aşan
oranlardadır.”
Mürîdlerinin söylediğine göre Schuon, Peygamberi görmek için geleneksel duaları
okumuştur ve duaları defalarca kabul olmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz makale Peygamber’in
bâtınî hakîkati üstüne yazılmış en önemli eserlerdendir. Schuon Peygamber’in
sünnetini iyi bilirdi ve onu tatbik etmeye gayret eder, yazılarında da sık sık
hadislerden alıntılar yapar, genelde İslâmî hayâtta, özelde tasavvufta sünnetin
mânâsı üzerine yazardı.
Tasavvuf Büyükleri
Yine aynı kaynaktan Schuon’ün İslâm’ın kutsal ve dinî tarihi ile de
yakından haberdâr olduğunu öğreniyoruz. Schuon aralarından özellikle Hz. Ali’yi
sevdiği dört halîfeden başka, Şeyh Ahmet el-Alevî gibi tasavvufun büyük
üstadları üzerinde de çalışmış ve onları takdîr etmiştir. Bu üstadlardan
bazıları: Cüneyd, Arap sufi şair Nifferî, Şeyh Ebu’l-Hasan el-Şâzelî ve
aralarında İbn Meşîş, Ebu Medyen, İbnü’l-Arabî ve tabiî ki kendi manevî üstadı
Şeyh el-Alevî bulunan birçok diğer Mağribli şeyh. Schuon, kendi üstadı Ahmet
el-Alevî’ye surhomme (süperman) derdi, hayâtının sonuna kadar da
şeyhinin eserlerinden alıntılar yapmaya devam etti. Schuon, İbnü’l-Arabî ’yi de
severdi ve gençliğinde onun şiirlerinden bazılarını Fransızca’ya tercüme
etmişti, ama İbnü’l-Arabî ’yi bütün İslâmî ezoterizmle özdeşleştirmeyi ve böyle
yapan kimi Guenoncuların fikirlerini reddetmişti.
İbnü’l-Arabî ’ye Şeyh’ü-l Ekber diyerek saygısını belli eden Schuon yine de
onun kimi görüşlerinin pürüzlü olduğunu düşünüyordu, nitekim halîfesi Valsan’la
görüş ayrılıklarından biri de İbnü’l-Arabî ’yi İslâmî ezoterizmle özdeşleştiren
tavırdı:
“Bazen öyle oluyor ki fukara, yetkin doktriner ve metodik
tâlimatlar bulacaklarına inanarak ilhamlarını, birbirine kesinlikle eşit
olmayan her çeşit sûfî eserlerden alıyor. Esâsen, bizim için yetkin olan şey
sadece aslî olan, yani bu sebeple sophia perennis ile çakışan şeylerdir.
Fukara itirazsız bir şekilde İbnü’l-Arabî ’nin bizim için herşeyden önce
gelen mutlak bir otorite olduğuna inanıyorlar. Ama işin aslı böyle değildir,
çünkü fazîletleri yahut itibârı ne olursa olsun bu yazar çok pürüzlüdür. Kimi
zaman, en yumuşak ifâdeyle şüphe götürür fikirler sardeder. Sûfîler
birbirlerinin fikirlerinin aksini iddia ederler, diğer tüm geleneksel manevîyat
yollarında olduğu gibi bakış açısında çeşitli farklılıklar - Âlimlerin ihtilafı
rahmettir - yahut idrâkte ve zekâda eşit olmayan kabiliyetler vardır. Herkes
kelimenin tam mânâsı ile jnanin değildir. Ben de bu yüzden sözkonusu makaleyi tarîkatımızın
bakış açısını tanımlamak için müracat noktaları sağlamak amacıyla yazdım. Bu
bakış açısı, bir sentez olduğundan karakteri itibârîyle kesinlikle “özel”dir,
her şey kendine münhasır zamanda gelir. Allah kerimdir.”
1950’lerin sonundan itibaren, Nasr vasıtasıyla Farslı tasavvuf
üstadlarının eserleri ile tanışan Schuon, özellikle Mevlânâ’ya, Şebistârî’ye,
Câmî’ye bağlandı ve Mevlânâ’nın tasavvuftaki en evrensel velî olduğu kanaati
onda hasıl oldu.
İslamî İlimler
Schuon’un İslâmî entelektüel ve manevî gelenekte bilmediği pek az alan
vardı. Kendisinin de çok katkısı olan İslâmî metafiziğin çeşitli
formülasyonlarını bilirdi. Aynı zamanda geniş makalesi “en-Nûr” örneğinde
de görülebileceği gibi melek bilim ve kozmoloji hakkında geleneksel kaynaklarla
yakın bağını ortaya çıkaracak şekilde yazılar yazmıştır. Dahası, İslâmî eskatologyanın birçok örneğine
temas ederek kimi zaman onları diğer dinlerin eskatologyalarıyla karşılaştırmış
kimi zaman da sonrası hallerin çokluğu ile alâkalı nisbeten daha zor İslâmî
doktrinleri açıklamaya çalışmıştır.
Ehl-i Sünnet ve Şia
Schuon aynı zamanda Sünnîlik ile Şiîlik arasındaki ayrımların da
farkındaydı. Şia’ya ilgi göstermeyen Guenon’un aksine, Şiîlik’le ve özellikle
Şiîliğin ezoterik doktrinleri ile yakından ilgiliydi. Hz. Ali ve Hz. Fatımâ’nın şahsîyetleri de onun
için büyük bir ilgi kaynağıydı ve 1960’larda onlarla alâkalı uzun bir makale
yahut bir kitap yazmayı planladığını ve bu konuyla alâkalı işe yarar bütün
referans kaynaklarını kendisine yollanmasını kendisinden istediğini Nasr haber
vermektedir. Kolaylıkla kullanılabilinecek kaynakların nâ-mevcûdiyeti onun bu
fikirden sonunda vazgeçmesinin sebebi olmuştur. Bunun yerine, Sünnîlik ve
Şia’nın ilişkisi hakkında onların Peygamberin varlığından çıkan iki boyut
olduğunu ve ikisinin de İslâmî ortodoksiye ait olduğunu belirten derin ifâdeler
bulunduran makalesi “Seeds of a Divergence”ı yazmıştır.
Kelâm ve Felsefe
Bir metafizikçi ve ezoterist olarak Schuon’ün Kelâm’ın problemleri ve
tartışmaları hakkında ne kadar bilgili olduğunu da biliyoruz. Onun, Kelâm’a
olan ilgisi “voluntarism”ini (ahlâkî gönüllülük) sıklıkla tartıştığı ,
tezlerinin güçlü yönlerini ve zayıflıklarını ve İslâm filozofları ile
mücadelelerini ortaya koyduğu Eş’âri ekolüne ilişkindi. İki ekol tarafından
tartışılan özgür irade, kadercilik, yahut dünyanın “yaratılmışlık”ı yahut
“sonsuzluk”u meselelerinin teolojik seviyede çözümlenebilir olmadığını, ancak
pür metafizik seviyesinde çözülebileceğini göstermiştir. Schuon’ün bir diğer özelliği
de İslâm felsefesini iyi bilmesidir. Schuon, İslâm filozoflarının ârîfler yahut
gnostiklerle aynı aileye ait olduklarını söyleyerek Eş’âriler’e karşı
filozofların yanında yer alırdı. Felsefe aleyhtarı bir mutasavvıf değildi,
bilakis birçok yönden Sühreverdî gibi İşrâkî bir filozofa 11. ve 12. yüzyılın
sûfîlerinden daha anlayışlıydı.
İslam Sanatı
Schuon’ün İslâm’la olan ilgisi tasavvuf ve felsefe ile sınırlı değildi.
Aynı zamanda, İslâm sanatının çeşitli formlarıyla alâkalı da derin bilgiye
sahipti. Özellikle Mağrip sanatına karşı ilgiliydi, bu sanatın Kuzey
Afrika’daki Arap toplumunun ilk yüzyıllarındaki özelliklerini yansıtan
saflığından etkileniyordu. İran sanatını da Müslüman Hindistan’daki gözalıcı
mimari anıtları da çok beğenirdi. Hem Arapça hattı ki kendi hattı da çok
güzeldi, hem de Arap şiirini severdi. Sadece kendi ana dili Almanca’da değil
İngilizce’de de şair olan Schuon, eski zaman Arap sûfî şiirlerinin geleneğini
devam ettirerek daima manevî temalardan bahsettiği Arapça şiirler de yazmıştır.
İslam ümmetin yaptığı müzikten de hoşlanırdı, herşeyden önce Kur’ân tilâveti ve
ezandan, ve ardından da klasik Arap, Fars ve Türk müziklerinden, özellikle de
Mevlevî gelenekten gelen müziklerden hoşlanırdı.
Schuon’ün dinlere karşı olan ilgisi, ilk temel eseri Dinlerin Aşkın
Birliği’nin başlığında da çocukluğundan beri çeşitli dinlere karşı tavrında
da aşikârdır. Dışarıdan bakıldığında, Guenon’un aksine mânevî rehberlik
vazîfesi ile de sorumlu olan Schuon’ün, dinlerin zâhiri ve bâtını hakkında
Guenon’dan daha çok yazı yazmış olması şaşırtıcı görülebilir. Schuon bunu
kısmen mürîdlerini aydınlatmak için, onların Tanrı’nın yollarını daha iyi idrâk
edebilmeleri için yapmıştır. Kısmen de kendisi için yapmıştır. Martin Lings’e
bir defasında söylediği gibi Schuon eğer sevmediği bir dinle karşılaşırsa onu
sevene kadar rahat etmezdi. Ona göre dinler Tanrı’nın büyük âyetlerindendi
ve hepsine hayret ve hayranlıkla yaklaşmak gerekiyordu. Güçleri yettiğince
mürîdlerinden de dinlere karşı bu tavrı takınmalarını isteyen Schuon’ün meselâ
ilk gençlik yıllarından itibâren Hinduizm’e büyük ilgisi olduğu bilinmektedir.
Daha önce de zikredildiği gibi ilk religio perennis tecrübesini bir Buda
heykelinin karşısında yaşamıştır. (Budizm - Hinduizm meselesinde Rene Guenon
ile bir fikir anlaşmazlığına düştükleri bilinmektedir. Lâkin, çalışmamızın
sınırlarını aşan bu meseleye değinmeyeceğiz). Schuon’ün Hristiyanlık’ın çeşitli
mezhepleri yahut Yahudilik hakkında tavrı da aynı şekildedir (Hatta, ilerideki
bölümlerde üstünde kısaca duracağımız gibi Guenon ile Schuon’ün Hristiyan
mistisizmi hakkında da görüş ayrılıkları olduğu bilinmektedir).
Kızılderililer’e karşı ilgisi ise genelde dinlere olan ilgisi bağlamında
değerlendirilebilir. Özelde ise Schuon’ün Kızılderililer’e ilgisi, onların
Fıtrat’a olan yakınlıkları, Tabîat ile ilişkileri, Dua’ya verdikleri önem ve
nisbeten el değmemiş husûsiyetlerinden kaynaklanmaktadır denilebilir. Schuon’ün
Kızılderililer’e verdiği özel önemi, resimlerinde ana öğe olarak onları sıkça
kullanmasından da anlaşılır.
1947’den itibaren Schuon ile Guenon’un mektuplaşmalarında bir başka konu,
Kuzey Amerika Yerlileri’nin manevî hayâtı sıklıkla yer alacaktır. Joseph Epes
Brown, Schuon’e yakınlığı ile bilinen Amerikalı bir etnolojist, Schuon’ün
isteği üzerine yaşlı Siyu şifacısı Kara Geyik (Black Elk) ile görüşmüştür.
Çocukluğundan beri Kızılderililer’in “savaşçı kahramanlıkları” ve “dindar
görünümleri”nden etkilenen Schuon, Brown ve Benjamin Kara Geyik aracılığı ile
Kara Geyik ile mektuplaşmıştır. Schuon, ayrıca Brown’un da topladığı malzemeyi
yayınlamasında onu cesaretlendirmiştir.
Schuon, Kızılderililer’e olan ilgisini hem yazılarında hem de
resimlerinde belirtmiştir. Bir sene Amerika kalmış ve orada bir Kızılderili
şefinden evlilik teklifi almış babaannesi, ona ve abisine Kızılderili sevgisini
ilk aşılayan insan olmuştur. Kara Geyik’le ve Joseph Epes Brown’un vasıtası ile
başka Kızılderililer ile olan ilişkilerinde Schuon, Kuzey Amerika Ova
Kızılderilileri’nin kadîm ve cevherî manevîyatlarına büyük bir alâka gösterdi.
Bu alâkanın neticesinde gözardı edilen bu geleneğin gerçek temsilcileri ile
doğrudan görüşmek istedi. 1953’te, Paris’te, Reginald Laubin’in
yönetmenliğindeki Crow dansçıları ile Avrupa ve Orta Asya turnesine çıkmış
Thomas Yellowtail ile görüştü. Böylece aralarında yıllar geçtikçe daha da
sağlamlaşacak bir dostluk oluştu.
1959 yılında Schuon ailesi Amerika’ya ilk yolculuklarını yaptılar. İlk
önce Siyu kabilesini ziyaret eden Schuon, orada Şef Kırmızı Bulut’un torunu ile
buluştu. Bu kişi Schuon’e Wambali Ohitika (Cesur Kartal), Catherine Schuon’e de
Onpahi Ske Win (Antilop Dişli Kadın) isimlerini vererek onları kabileye kabul
etti. Daha sonra, başka Kızılderili yerleşim bölgelerini de ziyaret eden Schuon
ailesi, Kara Geyik’in oğlu Benjamin Kara Geyik’le, Thomas Yellowtail ve ailesi
ile görüştüler.
Bu iki aylık ziyaretin en önemli noktası, çiftin iştirakçi gözlemciler
olarak bir Güneş Dansı’na katılmış olmalarıdır. Bu dehşetli kozmik dramayı
Schuon Memoirs and Meditations eserinde “Tanrı’nın zikri, kesretten ve
zâhirden arınma, Tek ve Hakk olanla bir olma” olarak tanımlıyor. Bu törenden
sonra Lakota’daki Siyu kabilesi tarafından da kabul edildiler. Frithjof Schuon
Wichahpi Wiyakpa (Parlak Yıldız) adını alırken karısı Wowan Winyan (Sanatçı
Kadın) ismini aldı.
Schuon’ün bu gezide iki günlük tuttuğu söyleniyor. Bu günlüklerin ilkinde
Schuon Kızılderili hayâtı ile alâkalı ayrıntılı gözlemlerini yazıyordu, ikinci
günlüğü ise uzak diyarlara bu yolculuğun içinde tetiklediği manevî mülâhazaların
yer aldığı “Sûfî Günlük”tü. Bu yolculuktan döndükten kısa bir süre sonra “The
Metaphysics of Virgin Nature” (Vahşi Doğanın Metafiziği) isimli bir makale
yazdı. İlk önce Etudes Traditionnelles’de yayınlanan bu makale, daha
sonra The Feathered Sun isimli kitabının bir bölümünü oluşturacaktı. Schuon, büyük ihtimalle, bir
Kızılderili kabilesine kabul edilmiş ilk tasavvuf şeyhiydi. Martin Lings
Schuon’ün Kızılderili kabilesine katılımı ile Kızılderililerin onun mürîdlerine
verdiği isimden de bahseder: “Schuon fiziksel olarak kartala o kadar benziyordu
ki onu kabilelerine kabul eden Siyu Kızılderilileri Schuon’ün müntesiplerini
“kartalın halkı” diye adlandırdılar.”
Bu arada 1961’de Schuon’ün en bilinen kitaplarından biri olan İslâm’ı
Anlamak yayınlandı. Bu kitap, Schuon’ün sadece bir konuya hasrettiği ender
kitaplardandır. İslâm’ı Anlamak’tan kısa bir süre önce de Budizm, Yoga
ve Şintoizm üstüne kitabı Images de l’Esprit yayınlanmıştı.
Schuon ve eşinin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Kızılderili arkadaşlarını
bir dahaki ziyaretleri 1961 yılında oldu. Yine Kızılderililer’in önde gelen
ruhânî liderleri ile tanışma fırsatı bulan Schuon ailesi, Güneş Dansı’nı tekrar
izleme olanağı elde etti.
1968’te Schuon Etudes Traditionnelles’te Güneş Dansı ile alâkalı
başka bir makale yayınladı. Bu makale daha sonra genişletilerek Esoterism as
Principle and as Way isimli kitabın bir bölümünü oluşturdu.
Schuon bir mektubunda Kızılderili dünyasından şöyle bahseder:
“Kızılderili dünyası öncelikle kadîm doktrinin doğa fenomeninde okunmasıdır ...
ardından da doğanın Yüce Ruh’u her yerde gösteren ve heryerin O’nunla dolu
olduğu kutsal ve kadîm yuva olarak algılanmasıdır.” Aynı şekilde Indiana’da yaşamaya başladıktan
sonra her sene kendisini ziyaret eden Crow kabilesinden bir şaman olan Thomas
Yellowtail hakkında Schuon bir defasında Martin Lings’e kimilerinin bu
ziyaretleri şaşırtıcı bulduğunu ama bunun açıklamasının çok basit olduğunu
söylemişti. Kendi ifâdesiyle: “Yellowtail, doğası itibârîyle din adamı olmanın
derinden bilincinde ve bende de aramızdaki tüm zâhirî farklılıklara rağmen aynı
bilinci seziyor.”
Frithjof Schuon, Language of the Self isimki kitabında Kızılderili
inancı ile ilgili şöyle bir açıklamada bulunur:
Batı’da ikamet eden, toprağı ve bitki örtüsünü kuraklık ve ölüme karşı
koruyan Şimşek-Kuş’un (Wakinyan-Tanka) gözlerinden şimşekler çaktırdığı,
kanatları ile gökgürültüsü çıkardığı söylenir. Bu, Sina Dağı’ndaki şimşekler,
gökgürültüsü ve kesif bir sisle ortaya çıkan (Exodus, XIX 16) vahyi andıran bir
benzetmedir. Hepsinden daha da çarpıcı olan bu vahyin bir kaya üstünde
gerçekleşmiş olmasıdır ki Kızılderili mitolojisinde “Kaya”, “Şimşek-Kuş” ile
bağlantılıdır. Kızılderili geleneğinin şimşek ve yağmurun hâmili “Batı Rüzgarı”
ile Wakan-Tanka’nın kozmik bir vechesinin “melekî” (angelic) yahut “yarı-
kutsal” (semi-divine) bir müşahhaslaştırılması olan “Kaya”nın arasında bir
sembolik bağlantı kurması şaşırtıcı gelebilir. Ama bu bağlantı makul bir
bağlantıdır, çünkü kayada da fırtınalarla aynı tamamlayıcı vecheler toplanmıştır:
Yıkıcı sertliği nedeniyle dehşet vechesi ve aynen yağmur gibi toprağın
susuzluğunu gidermek için pınarlara hayât vermesiyle Rahmet (Grace) vechesi.
Schuon, Kızılderililer’de bahsettiği kaya ve şimşek mefhumlarını ise İslâm’ı
Anlamak eserinde Kabe ve cihatla karşılaştırır: Mutlak (Absolute) -yahut
Mutlak’ın bilinci- böylece (İslâm’da) ruhta kaya ve şimşek özelliklerini husul
ettirir. Kaya, merkez olan Kabe ile temsil edilir. Şimşek ise kutsal savaşın
(cihat) kılıcıyla temsil edilir ki o da çevreyi ifâde eder.
Schuon’un, Ova Kızılderilileri’nin manevî hazinesi üstüne yazdığı
yazıları, bazı resimlerinin reprodüksiyonları ile birlikte The Feathered
Sun: Plains Indians in Art and Philosophy’de (1990) bir araya getirildi.
Kendi tecrübelerine doğrudan atıflarla yapısının teşekkül etmesinden dolayı bu
kitabın Schuon’ün en kişisel kitabı olduğu söylenebilir. Ruhânî bir teşkilatın ve alışılmamış
derecede güzel ve asil bir yaşam biçiminin kayboluşu dokunaklı bir üslupla
kitapta hem metnin hem de imgelerin içine işlenmiştir. Crow ve Siyu
kabilelerinin “medeniyetin” tedrîcen artan tecavüzüne karşı kahramanca
direnişlerini hatırladığımızda, Schuon’ün bu iki kabileye kabul edilmesi
gerçeğinin yüreklere dokunan hususîliğini görürüz. Dahası, yerlileri yüceltmek
için bahsettiği o özelliklerde Schuon’ün kendisi de görülebilir: “Metânetli ve
mücadeleye hazır bir kahramanlık ve keşişçe bir tahammül, Ova ve Orman
Kızılderilileri’ne aynı zamanda hem kartalvarî hem de güneşsel bir ihtişam
ihsân eylemiştir”.
Schuon’ün doğa aşkı tüm eserlerine yansır. Bu, eşiyle, Ova
Kızılderilileri’nin yanında bulunduğu iki dönemde daha da belirginleşmiştir.
“Schuon için, el değmemiş doğa, edebi hakîkatin ve ezelî gerçeğin bir mesajını
taşır. İnsanoğlunun doğanın içine dalması, ruhun, modern insanın körelttiği bir
boyutunu tekrar keşfetmesi demektir.” Schuon Kızılderililer’in doğanın derslerini
kabulu bağlamında şunu söylemiştir:
“Vahşi Doğa kutsal yoksunluk ve aynı zamanda manevî çocuksulukla sarar
kişiyi. Bıkmadan usanmadan hakîkat ve Cemâli anlatan açık bir kitap gibidir.
İnsan kendi desîselerinin ortasında en kolay şekilde yozlaşır. İnsanı tamâhkar
ve günahkar yapanlar da onlardır. Ne galeyâna gelen ne de yalanı bilen Bakir
Doğa’yla yakınlaşırsa, Doğa’nın kendi gibi mütefekkir kalma umudu olabilir.”
FRITHJOF
SCHUON’ÜN TASAVVUFÎ YÖNÜ
Doğu’ya Temâyülü ve İslâm’ı kabul edişi
Yirmibir yaşındaki Frithjof Schuon askerliğini yapmak için onsekiz
aylığına yaşadığı yerden ayrıldı. Besançon’da emir eri olarak vazîfe yaptı.
Vazîfesi ona atların bakımı ile uğraşmasını ve geceleri rahatlıkla kışladan
çıkabilmesini sağlıyordu. Kışlada, kendisini kışladaki diğer askerlerden daha
yakın hissettiği Kuzey Afrikalılar ile dostluk kurdu. Bu temasları sayesinde
Arapça öğrenme ve Yemen gibi bir vahâya gitme arzusunun doğduğu şüphesizdir.
Askerî hizmeti sırasında, başka şeylerin yanısıra, Milarepa’nın ve
Ramakrishna’nın hayâtlarını okumuş, düşüncelerini yazmış ve sonra bunları
arkadaşlarına mektupla iletmişti. Bu, Almanca yazdığı ve ilk kitabı olan Leitgedanken
zur Urbesinnurg (Guiding Thoughts for Primordial Meditation) kitabının
başlangıcıydı. Bu kitabıyla Schuon, gece ilerleyen bir buzkıran gibi, idrâkiyle
hakîkatini kavradığı ve başkalarının da anlamasını istediği nûra doğru giden
yolu temizlemeye çalışmıştı.
Askerlik vazîfesini ifâsından sonra ve 1929’daki ekonomik buhranın
eşiğinde, Schuon Paris’e yerleşti ve kendine orada tekstil desinatörü olarak iş
buldu. Malî durumu hala çok iyi değildi ama o buna kayıtsızdı. Yahudi bir
arkadaşından Arapça öğrendi ve camiide dersler aldı ama yoğun ilgisine rağmen
ciddi olarak İslâm’a girmeyi henüz düşünmüyordu. Yine de 9 Nisan 1931’de
arkadaşı Jenny’ye yazdığı mektubunda Arapça hatla yazdığı Besmele-i Şerifle
başlamıştı. Bu mektupta Guenon’dan üstâd diye bahsetmektedir.
Birkaç ay sonra yine Jenny’ye yazdığı bir mektupta “İslâm altından
gözleri ile bana bakıyor. Beni zehriyle kemiren bu iğrenç atmosfere dayanmaktan
bîtab düşmüşüm, İslâm’ın içine dönüşü olmayacak bir şekilde dalacak mıyım?
Herşey takdir-i İlâhî” der.
Şubat 1932’de birdenbire işini kaybeden Schuon, Avrupa’nın tadına yeteri
kadar baktığını düşünerek, parasız ve ümidini yitirmiş bir şekilde Cezayir’e
çekilmeye karar verir. Ayın 21’inde arkadaşı Oesch’e yazdığı mektupta şunları
söyler: “Biskra’ya (çölde bir vaha) ölmek için değil, Tek’in muradı
doğrultusunda arınmak için gidiyorum. Artık hiçbir şeye ihtiyacım yok. Belki de
hiç duyulmamış bir şarkı gibi buharlaşır uçarım. Batı bir tekerlek gibi
üstümden geçti ve kaburga kemiklerimi kırdı. Bundan sonra artık daha fazla
tâviz yok. Sadece yaşayanların ve ölülerin efendisi Yüce Tanrı var.”
Mâmâfih, planladığı bu yolculuk birkaç ay ertelenecekti. Arkadaşlarının
ısrarı üzerine düşünmek için bir süre Basil’e gitmeye karar veren Schuon, önce
Belçika’daki erkek kardeşinin yanına gitti ve onun da etkisiyle Avrupa’yı
sonsuza dek terketme kararı kesinleşti.
Bir ay sonra Albert Oesch’e yazdığı çok önemli bir mektupta şöyle
yazmıştır:
“Tanrı’ya giden yolun Mekke’den geçtiğini hiç söyledim mi? Eğer,
Benasres’ten geçen yolla, Mekke’den geçen yol arasında herhangi bir aslî fark
varsa, nasıl olur da Tanrı’ya “Mekke üzerinden” ulaşmayı dileyip böylece İsa ve
Vedanta’ya ihanet edeceğimi düşünürsün? Hangi şekilde, en ulvî manevî yol
Mekke’den yahut Benares’ten yahut Lhasa’dan yahut Kudüs’ten yahut Roma’dan
geçer? Sırf Nirvana değil de Fenâ dendiği için Mekke’nin Nirvanası Benares’in
Nirvanasından farklı mıdır? Sana tekrar bizim ya -aynen İsa’nın suyun üstünde
yürümesi gibi- formları aşan ve Allah ile Brahma arasında ayırım yapmayan
ezoteristler ve metafizikçiler olduğumuzu yahut da balığın suda yaşadığı gibi
formlarda yaşayan ve Mekke ile Benares arasında bir ayrım yapan ekzoteristler,
“teologlar”, yahut en iyi ihtimalle mistikler olduğumuzu söylemem mi
gerekiyor?” (15 Mayıs 1932)
Bu mektubun önemi sadece Schuon’ün fikirlerini değil, bütün bir
Tradisyonel ekolün doktrinini birkaç satırda özetlemesinden gelir. Bu mektuptan
birkaç hafta sonra Schuon önce Basil’e sonra da Lozan’a gitti. Lozan’da
Arapçasını ilerletti ve ona Fatihâ’yı öğreten bir İranlı hoca ile tanıştı. En
sonunda Mulhouse’a gitti, orada maaşı çok iyi bir teklifi aldı, ama kararını
vermiş olduğu için bu teklifi reddetti.
Kasım ayında bir vasiyet olarak gördüğü kitabı Leitgedanken zur
Urbesinnung’ın son tashihlerini yaptı ve Marsilya’ya gitti. Lucy von
Dechend onunla orada buluştu ve Schuon’ün yolculuğuna yardım etmek için kendi
şahsî eşyalarını satarak elde ettiği parayı Schuon’e verdi. Limanda yürürlerken
Schuon ve Lucy Arap asıllı, Hac Şûtî Muhammed isimli bir gemiciyle
karşılaştılar. Bu gemici onları Çin’e gitmek üzere olan bir gemide, gemicilerin
yaptığı küçük bir zâviyeyi ziyaret etmeye davet etti. Gemiciler,
Mustaganem’deki bir tarîkatın mensupları olduklarını söylediler. Bu, Schuon’ün
Alevî tarîkatını ilk duyuşuydu. Gemiden ayrıldıktan sonra bir kahvede
Hindistanlı bir adamla karşılaştılar. Hâlâ Hindistan’a gitmeyi düşünen Schuon,
bu adamla konuştuğunda onun Hintli bir Müslüman olduğunu ve Mustaganem’den,
Şeyhi Ahmed el-Alevî’nin dergâhından
geldiğini öğrendi. Ertesi gün Hac Şûtî ikiliyi Vieux Limanı’nın yakınında
Yemenli dervişlerin toplandığı bir zâviyeye götürdü. Onlar da yaşlı
şeyhin mürîdleriydiler ve Mustaganem’e gitmesi için Schuon’ü
cesaretlendirdiler.
Bunun üzerine Vehrân’a doğru yola çıkan Schuon, oraya vardığında atmosfer
değişikliğinin hemen farkına vardı. Geleneksel kıyafetleri olmadığı için bir
dükkana girerek bunları tedârik etti. Bu dükkanın sahibi Arap hakkında Titus
Bruckhardt’a yazdıkları onun İslâm ve Araplar hakkındaki düşüncelerini
hülâsalandırır. Bu mektupta Schuon dükkanın sahibi için İslâm’ın vücûd bulmuş
haliydi ve sadece yüzü bile insanın ihtidâ etmesini sağlamaya yeterliydi
demiştir.
Mekke’den henüz dönmüş yaşlı şeyhin sağlık durumuna rağmen Mustaganem’e
geldiğinin ertesi günü Schuon huzura kabul edilmiştir. Schuon’ün Ahmed el-Alevî
hakkındaki izlenimleri şöyledir:
“Böyle manevî bir rehberle karşılaşmayı insan, yirminci yüzyılın
ortasında bir ortaçağ azizi yahut Yahudi babasıyla tanışmakla
karşılaştırabilir. Günümüzün büyük tasavvuf şeyhlerinden Şeyh el-Hacc Ahmet Ebû
Abbas ibn Mustafa el-Alevî’nin bıraktığı intibâ buydu. Kahverengi bir cebellâ
giymiş ve beyaz sarık takmıştı, gümüş rengi sakallıydı, ileriyi gören gözleri
ve uzun elleri vardı. Ellerinin hareketleri Şeyhin bereketi ile doluydu.
Efendimiz Halil İbrahim’in zamanından saf ve arkaik bir ambiyası dışarı
yansıtıyordu. Zayıf, yumuşak bir sesle konuşuyordu, kelimeler damla damla
düşüyordu. Gözleri iki mezar lambası gibiydi, önlerindeki nesneler ne olursa
olsun sadece tek doğruyu görüyorlardı
Ruhu, İlâhî ismin zikrin içinde saklı hududsuz gizemlerine dalmıştı...
Şahsından gerçek ötesi bir şeyler yayılıyordu, soyut sadeliği içinde öyle uzak,
öyle kapalı ve öyle tahmin edilemezdi ki. Bir velîye, bir lidere, yaşlı bir
adama, ölmek üzere olan birine karşı duyulan bir hürmet etrafını sarmıştı.”
Schuon çağımızın velîlerinden biri olan şeyhi için şöyle yazmıştır: “Bu medeniyetin
yüzyıllardan beri hayât damarı olan bir ideali temsil eden biri. Böyle biri ile
karşılaşmak, hem de 20.yüzyılın ortasında, bir Ortaçağ azizi yahut Yahudi
bilgesiyle yüzyüze gelmek gibi.”
İlginç bir şekilde, zâviyeye varışından hemen sonra Schuon’ün eline Rene
Guenon’un Lucy von Dechend vasıtasıyla iletilmiş bir mektubu ulaşır. Bu
mektupta Guenon, Schuon’e hâlâ Cezayir’e gitmeyi planlıyorsa kendi ismini
vererek Şeyh Ahmed el- Alevî’ye gitmesini tavsiye etmiştir.
Schuon, Şeyh Ahmed el-Alevî’nin yanında dört ay kaldı ve 1933 yılının
Şubat ayında Şeyhin kendisi tarafından, Şeyhin mukaddemi Adda Bin Tounes’in yanında tarîkata kabul
edildi. Burada kendisine İsa Nûreddin ismi verildi.
Aralarında Alevîyye tarîkatından da kimselerin olduğu kimileri, bu
intisâbın gerçekliği sorgulamışlardır. Bu intisâbın çeşitli delilleri
gösterilebilir. Bunlardan en önde geleni ise o zamanlar Alevîyye tarîkatının
etkili bir mensubu olan Abdullah Reda (heykeltraş Alphonse Izard) isimli şahsın
Titus Burckhardt’a yazdığı 15 Şubat 1955 tarihli mektuptur. Bu şahıs tarîkatın
resmi yayın organı olan Les Amis de l’Islâm’ın (İslâm Dostları) uzun
süre başında bulunmuştur. Mektubunda geçen ifâdeler şöyledir: “Sidi İsa
Nûreddin’in ismi geçtiğine göre, onun zamanın mürşîdi Şeyh Ahmed el-Alevî’ye
intisâb etme hikayesini anlatmama müsâde edin. Hikâyemin şahitleri de vardır,
bu şahitler güzel ve saf tarîkatımızın büyüklerindendir. Sidi İsa Nûreddin
elini muhterem Sidi Ahmed el- Alevî’nin elinin içine koydu...”
Jean-Baptiste Aymard, Frithjof Schuon Life and Teachings isimli
kitabın kendine ait olan ilk bölümünde Alevîyye tarîkatının hâl-i hâzırdaki
temsilcisinin Schuon’ün intisâbının Şeyh Ahmed el-Alevî’ye değil de onun halefi
şeyh Adda bin Tounes’e 1935’te olduğunu iddia etmesinin esef verici olduğunu
belirtir. Seyyid Hüseyin Nasr ise Schuon’ün Alevî tarîkatına Şeyh Ahmet
el-Alevî elinden intisâbına dair son zamanlarda dile getirilen şüpheleri izale
etmek için şunları söyler:
“Schuon nasıl manevî
bir rehbere susadığını ve böyle birini bulamazsa
çöle çekilmeye karar verdiğini nakleder. Fakat kaderin elleri onu
Cezayirli büyük tasavvuf şeyhi Ahmed el-Alevî’nin karşısında çıkartır.
Geçmiş yıllarda, bazı iftiracılar Schuon’ün Şâzelî-Alevî tarîkatı ile
olan bağlantısına ve bu tarîkatın silsilesinde olması gerçeğine şüphe düşürmek
istediler. İlk önce şunu söyleyelim: Schuon’ün Ahmed el- Alevî’ye intisâb
etmediğini kanıtlar hiçbir delil yoktur. Aksine, yıllar içinde, birçok Faslı ve
Cezayirli fukara Schuon’ün büyük şeyh Ahmed el-Alevî’nin elinden icâzet
aldığına şehâdet etmiştir.
1960’larda Alevî tarîkatının Suriye kolunun bir kısım mensupları ile
tanıştık. Bu kişiler bize Şeyh İsa’nın nasıl olduğunu sordular ve yaşlı
fukara’nın onlara Şeyh İsa’nın 1932’de Mustaganem’e gelişinin ve Şeyh Ahmed
el-Alevî tarafından tarîkata kabul edilişini ve yine Şeyh Ahmed el-Alevî
tarafından ilk halvetine sokuluşunun hikayesini anlattıklarını naklettiler.
Sadece üç sene önce Fas’ta da Şeyh İsa’dan haber soran yaşlı Şâzelîlerden yine
benzer hikayeler duyduk.
Schuon’ün mukaddem olarak seçilmesine gelince, gerçeklere rağmen eğer
iftiracılar durumdan şüpheye düşüyorsa,bu inkâr silsileyi zedelemez. Birçok
tarîkatten birçok fakir mukaddem yahut halîfe olarak tayin edilmedikleri halde
sonradan takdir-i İlâhîyle şeyh olmuşlardır. Klasik tasavvuf tarihi, özellikle
de sonraki zamanların tasavvufunda yaygın olan çeşitli işlevlerin henüz
varolmadığı ilk yüzyıllar bu tür hikayelerle doludur. Her hâlükârda bir mürşîd
yahut şeyhin hakîki doğası mürîdlerinin kalitesi ile ölçülür. Ağaç verdiği
meyveye göre değerlendirilir.
Bu bağlamda, şunu da söyleyebiliriz ki 1938’de Kahire’deyken Schuon aynı
zamanda Kadirîyye tarîkatına da intisâb etti. İbnü’l-Arabî gibi bilinen belli
başlı tasavvuf önderlerinin örneğinde olduğu gibi, birden çok yere bağlıydı.
Schuon bize ayrıca Alevîyye’ye intisâb ettikten hemen sonra “yeşil peygamber”
diye de bilinen, İslâm’da hiç kesilmeyen silsilevî işlevi temsil eden Hızır ile
karşılaştığını söylemiştir. Bu karşılaşmanın Schuon’ün kendi Hızır neşvesi ile
alâkasız olması imkansızdır.”
Cezayir’deki Fransız otoriteleri bir Fransız’ın Araplar’ın arasında
durmasına çok da sıcak bakmamışlardır. Bu sebepten Schuon’ü ve yaşlı Şeyhi
soruşturmaya çağırmışlardır. Şeyh sağlık durumundan dolayı ifâde vermek için
yerine bir temsilci göndermiştir. Bu sorgulamaları takiben ve tarîkatın
durumunu zorlaştırmamak için Schuon ziyaretini kısa kesmiş ve Fransa’ya geri
dönmüştür.
Schuon intisâbını müteakip, henüz Mustaganem’deyken, Guenon’un da yazdığı
Le Voile d’Isis mecmuasına Şeyh Ahmed el-Alevî’ye ithâf ettiği bir
makale gönderir. Bundan sonra Schuon bu mecmuaya devamlı olarak makale
göndermeye devam eder. Birkaç sene boyunca Schuon’un buraya yolladığı makaleler
hep İslâmî çağrışımlarla dolu olacaktır. İslâm’ın “tamamıyle fıtrî yalınlığı”
(entirely primordial simplicity) sayesinde Schuon’ün harâretle istediği
“yeniden doğuşu” başlamıştı. Tabiî ki bunda İslâm’ın fıtrat dini olmasının
önemi büyüktür. Schuon de, Guenon da, eğer Hristiyan kalsalardı evrensel
mesajlarını tam anlamı ile ifâde edemezlerdi. Ayrıca, Guenon’un Schuon’un
intisâbına hem teorik hem de pratik faydaları açısından çok sevindiği bilinir.
Schuon Avrupa’ya döndükten hemen sonra eski okul arkadaşı Titus
Burckhardt ile karşılaştı ve onunla İslâm, Mağrip ve Guenon hakkında uzun bir
sohbet etti. Burckhardt daha sonraları bu konuşmanın kendisini nihaî kararlara
götürdüğünü söylemiştir. Arkadaşının tavsiyesi ile Fez’e giden Burckhardt orada
bir kış boyu kalmış ve Arapça öğrenmiştir. Sûfî çevrelere katılmak için birkaç
sonuçsuz girişimde bulunmuş ve en sonunda Ahmed el-Alevî’nin tarîkatına yakın
bir Şâzelî kolu olan Darkavîyye tarîkatına intisâb etmiştir.
Schuon Paris’te, Louis Massignon, Emile Dermenghem ve Muhammed el-Fâsî
ile tanışmış, Guenon ile mektuplamaya devam etmiştir. Bu arada, Mustaganem’den
dönüşü daha bir sene olmamışken, 11 Temmuz 1934’te, Schuon sıradışı bir manevî
hâl yaşadığını anlatır. Paris’te kaldığı küçük otel odasında Bhagavad Gita’yı
okumaya dalmışken, İsm-i İlâhînin başdöndürücü şiddet ve yoğunlukla kendisinde
tecellî ettiğini hisseder. Daha sonra İsim’in “bir kartalın avının üstüne
atladığı gibi” kendi üstüne atladığını söyleyecektir.
Üç gün boyunca bu tecellî içinde titreşir. Sen nehri kıyısında yürürken
herşeyin “şeffaf, akıcı ve nihâyetsiz” olduğu hissini yaşar. Bir kaç gün sonra
Cezayirli arkadaşlarından Şeyh Ahmed el-Alevî’nin aynı günde, 11 Temmuz 1934’te
vefât ettiğini 129 öğrenir.
Schuon’ün İslam’ı Seçme Sebebi
Schuon’ün İslâm dini ve İslâm dünyası ile olan bağına değinmeden önce, şu
soruyu soralım. Schuon, neden kendisine form olarak İslâm’ı seçmiştir? Bu
sorunun cevabını ararken Schuon’ün İslâm’ı seçtiğini ifâde ederken özellikle
“ihtida” kelimesini kullanmaktan kaçınmasına yapılan vurguyu gözönüne almak
gerekir.
Jean-Baptiste Aymard, Schuon’ün neden İslâm’ı seçtiği sorusuna şöyle
cevap verir: Hristiyanlık’ı reddetmek gibi bir isteği yahut düşüncesi olmayan
Schuon, İslâm’a ihtida etmek değil, tasavvuf aracılığıyla hikemî bir yola
bağlanmak ister. Benzer
şekilde, James S. Cutsinger da Schuon’ün Hristiyanlık’ı reddedip İslâm’a ihtida
etmediğini, tarîkata intisâbının, genç bir adam olarak Batı Kilisesi’nde
bulamadığı manevî form arayışının sonucu bir davet meselesi olduğunu ve
Schuon’ün geleneksel Hristoloji doktrininin yahut diğer aslî Hristiyan
hakîkatlerinin amansız bir savunucusu olarak kalması yahut Hristiyan Doğu’ya
özel bir yakınlık hissetmesi ile çelişmediğini öne sürer. 1996 yılının Ocak
ayında yazdığı bir mektupta Schuon, İslâm’ı seçmesi ile alâkalı olarak şunları
yazmıştır: “Kablen bir metafizikçi olarak, küçüklüğümden beri Advaita
Vedanta’ya ve Advaita Vedanta’nın onayladığı bir bilinçlenme yoluna
özel bir ilgim olmuştu. Bu yolu -tam ve ezoterik mânâsıyla- Batı’da bulamadığım
ve kast hukukundan dolayı bir Hindu gurusu olmam mümkün olmadığı için başka
yerlere bakmam gerekti. İslâm bu metodu Sufizmde de facto içerdiğinden
en sonunda Sufi bir rehber aramaya başladım, zâhirin şekli benim için önemli
değildi.”
Martin Lings, Rene Guenon ve Frithjof Schuon’ün İslâm’ı seçme sebeplerini
ve bir tradisyonelist olarak bir dinden diğerine geçişi nasıl algıladıklarını,
ihtida ifâdesinin neden yetersiz ve yersiz kaldığını şu şekilde anlatır:
“Hinduizm ve Yahudilik’e kıyasla dışlarından gelenleri içlerine kabul
edenler Doğu’da Budizm ve Batı’da Hristiyanlık’tır. Kur’ân ise bize
Müslümanlar’ın “vasat ümmet” olduğunu hatırlatır. İslâm’ın Doğu ile Batı
arasında bir nevi köprü olduğu açıktır ve bu da söz konusu mesajın
evrenselliğinin lehinedir. Dahası, Sufizm, İslâm’ın batınî çehresi, ağırlıklı
olarak bir ilim yoludur ve Kur’ân’ın da sıradan Müslüman’ın kapasitesinin çok
ötesine giden enginliği ile amansız bir üniversalisttir. Dinî formlardaki bu
iki değişiklik ve Schuon’ün mürîdlerinin halleri de kelimenin gündelik
kullanımı itibârîyle “ihtida” olarak adlandırılamaz, çünkü önceki din yeni
edinilen din kadar sevilir ve saygı duyulur. Başlangıç noktamız olan
misyonerleri ise böyle ihtimaller aşar. Schuon’ün kitabı Dinlerin Aşkın
Birliği’nde ortaya konan hakîkati önkabulümüz bizi bu hakîkatten çıkan kimi
tartışmalar hususunda ümitlendiriyor ve Schuon de bizi hayal kırıklığına
uğratmıyor. Hindular’ın Hristiyanlık’a ihtida etme teşebbüsleri hakkında
şunları yazıyor: Brahmanlar, binlerce yıldır süregelen, sayısız nesile manevî
destek sağlamış, çağımıza değin hikmetin ve kutsallığın çiçeklerini açtırmış
bir dini tamamen terketmeye davet ediliyorlar. Bu sıradışı isteği
meşrûlaştırmak için öne sürülen argümanlar ne mantıken ikna edici ne de isteğin
çapına nisbetle uygunluk gösteriyor: Bu yüzden Brahmanların kendi manevî
miraslarına sadık kalmak için sahip oldukları sebepler,
onları oldukları şeyi bırakmaya ikna etmek için çabalayan sebeplerden
mutlak bir şekilde daha güçlüdür. Hindu bakış açısından, Brahmanik geleneğin
hudutsuz hakîkati ile Hristiyan karşı-argümanlarının yetersizliği arasındaki
oransızlık eğer Tanrı dünyaya sadece tek din göndermek istemiş olsaydı, bu
dinin namına ileri sürülen argümanların bu kadar güçsüz yahut sözde “kafirler”
diye tabîr edilenlerin iddialarının ise bu kadar güçlü olamayacağını isbâta
kâfîdir. ”
Schuon’ün İslâm’ın sahte bir din olduğu iddiasını tekzibi de aynı şekilde
dinlerin aşkın birliğini ve her dinin özünün aynı hikmet menbâından gelmesi
sebebiyle birinin diğerini yalanlayamayacağını ifâde eder: “Tanrının sadece
insan icadı olan bir dinin insanlığın bir bölümünü ele geçirmesine, bin yılı
aşkın bir zaman zarfında dünyanın çeyreğinde devam etmesine ve böylece samimi
ve coşkun ruh yığınlarının sevgisine, inancına ve umuduna ihanet etmesine
müsâde etmesi... Bu İlâhî Rahmet’in yahut başka bir ifâde ile Küllî İmkân’ın
yasalarına aykırıdır.”
Schuon’ün İslâm’ı nasıl algıladığı, kendine form olarak İslâm’ı seçmiş
bir tradisyonelist, Hikemî yolda ilerlemek için İslâm’a girmiş bir yolcu,
Müslüman bir manevî rehber olarak İslâm’ın neresinde durduğu, ilk bakışta
dışarıdan bir gözlemcinin kafasını karıştırabilir. Schuon, perenyal din
algısını öne çıkararak kendini sadece tek bir dinin hikemî cevherini kabul edip
diğerlerini reddedenlerden yani “ihtida” edenlerden ayırır, lâkin bunu yaparken
bağlı olduğu geleneğin formunu reddetmeden diğer geleneklerin de benzer şekilde
önemli olabileceğini söyler:
Bizi Müslüman-doğanlardan yahut ihtida etmiş bireylerden ayıran şey - “psikolojik” olarak
diyebiliriz - evrensel metafiziğin (Advaita Vedanta, Şehadet,
Risalât’ül-Ahadiyye) ve ism-i İlâhî’nin evrensel tarîkinin (japa-yoga,
nembetsu, zikr, niyâz-ı kalp) zihnimizde kablen (a priori) temerküz
etmesidir. İşte bu iki unsur hasebiyle biz geleneksel bir formun içindeyiz, bu
form -nazarîyyede İslâm değilse de- İslâm’dır. Bu iki hâkim kaynaktan neşet
eden evrensel ortodoksi bizim şeriat ve genel itibârîyle İslâm
yorumumuzu belirler. Bu, ayın yerkürede bulunmadığı halde okyanusları
etkilemesi gibidir, ayın yokluğunda, denizin hareketleri akıl almaz ve “gayr-ı
meşrû” olacaktır. Ona bağlı “onomatological” bilim gibi, evrensel metafiziğin de
söylediklerinin üstümüzde nihaî bir hükmü vardır, bu gerçek bizi bir defasında
“İslâm’ı de-İslâmîze etmek” ithamı ile karşı karşıya bırakmıştır. Yaptığımız,
İslâmîzm’in dışında, Asya’nın metafizik gelenekleri tarafından formüle edilmiş
prensiplerin kasti tatbîki değildir, bizim durumumuzda ruhânî otorite - yahut
onun aracı olan öz - hakîkatın tüm huzmelerinin, kaynakları ne olursa olsun,
bir kesişim noktası haline gelir.
Kişi şunu daima gözönünde bulundurmalıdır: Esâsen bakış açılarının
eşyanın doğasını yansıttığı söylenebilecek Asya’nın metafizik geleneklerinin
evrensel otoritesi, - böyle bir tercih vukû bulduğunda- monoteistik dinlerin
genelde daha “teolojik” otoritesine takaddüm eder. Böyle bir tercih vukû
bulduğunda dedim, çünkü bâriz bir şekilde bu tür şeyler bazen ezoterizmde de
aslî sembolizmde de olabilir. Lâkin, hiçkimse Semitik doktrinlerde böyle bir
tercihin olmayacağını, onların düzenleme ve kurallarının dogmatik, ahlâkî ve
sosyal uygunluk gözönünde bulundurularak belirlendiğini inkâr edemez. Ama bu
hüküm saf İslâm için, onun cevher doktrininin ve temel sembolizminin hâkimiyeti
için geçerli olamaz; yani Şehadet “dünya batıl ve Brahma haktır”
ve “sen O’sun” (tat tvam
asi) veya “Ben Brahma’yım” (aham Brahmasmi) demekten başka birşey değildir. Bu, hem bu
dünyanın hakîki olmayışının hem de Kâdir-i Mutlak’ın (Supreme Identity) saf
ifâdesidir. Aynı şekilde, diğer erkân-ı din de, perhiz ve sanata dair
yasakların oluşturduğu aslî kurallar gibi, bâriz bir şekilde, idrâk ve tasavvur
destekleri meydana getirirler. Bize göre bu destekleri evrensel metafizik -yahut
“Ortak Gelenek”- genişletip izâh ederek aydınlatabilir ama ilgâ edemez.
Evrensel hikmet, zikrin diğer bütün dinî ritüel ve ayinleri kapsadığını ve
onlarının yerine geçtiğini ifâde ettiğinde bu, şeriat yahut sünneti
bir çeşit inhisârî karma-yogaya dönüştürmeye çalışanlara karşı nihâî ve kat’î
otoritedendir. Bu otorite bizim, çoğu Şiî’nin câiz bulmadığı kıyas ve ictihadla
sonuçlara varmamıza bile izin verir. Yahut, eğer muayyen Müslüman bir pir, her
zikirden önce abdest alıp iki rekat namaz kılmamızı söylerse, japa-yoganın
evrensel ve antiformalist
otoritesi bu şeyhin otoritesine takaddüm eder, en azından bizim durumumuzda bu
böyledir. Öbür taraftan, eğer Hindu yahut Budist bir pir, bir resmin önünde japa
yapma emri verirse, belirtmeye
bile gerek yok ki İslâmî sembolizmin hükmü, bizim için evrenselliğin her tür
meselesinden ayrı olarak, bu emre takaddüm edecektir, çünkü şekil şekildir ve
şekillerin bazıları zarûrîdir ve zarûrî olmaları hasebiyle ruhun evrenselliğini
yeniden birleştirirler.
Bu ifâdelerin akla şu soruyu getirmesi normaldir: Müslümanlar inançları
gereği İslâm’ın en son gelen din olması hasebiyle, bütün dinlerden üstün ve
ekmel olduğuna inanırlar. Bir Müslüman olarak Schuon bu inanç ile “dinlerin
aşkın birliği”ni nasıl bağdaştırır? Schuon bu sorunun cevabını İbnü’l-Arabî
örneği üzerinden şöyle verir:
“İbnü’l-Arabî hakkında, bir zamanlar biri Sufizm’in geleneksel
evrenselliği (traditional universality) kabul edip etmediğini sormuştu,
İbnü’l-Arabî ’nin, İslâm’ın tüm dinlerin mihveri olduğunu söylemesinden dolayı
bu düşünceyi reddedeceğini varsaymıştı. Şimdi, her geleneksel form
diğerlerinden belirli bir hususta üstündür ve kendi geleneği adına konuşan kişi
daima bu hususu kasteder. Sâir geleneksel formların kabulünde önemli olan şey
bu kabulun -eksoterik olarak hayret verici- keyfiyetidir, biçimi yahut derecesi
değil. Aslında, Kur’ân, bu düşünce şeklinin prototipini şöyle sunar: Bir
yandan, bütün Peygamberler’in eşit olduğunu söyler, diğer taraftan ise
bazılarının diğerlerinden üstün olduğunu söyler. Bu, İbnü’l-Arabî ’nin yorumuna
göre, her peygamberin sadece kendisine ait bir özelliğinden ötürü diğerlerinden
üstün olması demektir. İbnü’l-Arabî , Müslüman bir medeniyete aitti ve manevî
idrâkini İslâmî berekete ve Sûfî şeyhlerine dolayısıyla İslâmî forma
borçluydu. Bu sebeple, eşyanın bu vechesine rabtedilmiş bir pozisyonda durmak
durumundaydı. Mevzû bahis vechede, İslâmî form diğer formlardan üstündü. Eğer
bu izâfî üstünlük gerçekten var olmasaydı, yüzyıllardır Müslümanlığı seçen
Hindular’ın böyle yapmaları için müsbet bir sebep olmazdı. İslâm’ın Sanatana
Dharma’ nın bu mahayuga ’daki son formunu
oluşturması,
kendisinden önceki formlardan bir şekilde üstün olduğunu ortaya koyarken
Hinduizm’in de aynı şekilde, en kadîm geleneksel form oldugu halde, halen
yaşıyor olması kendisinden sonraki formlara kıyasla belli bir üstünlüğü yahut
“merkezîlik”i oldugu ortaya koyar. Burada bir çelişki yoktur çünkü her örnekte
değerlendirilecek ilişkiler farklıdır.”144
Schuon, din ve hikmet ilişkisini, birbirlerine olan ihtiyaçlarını şu
şekilde açıklar: “Her insanın emprik Beni olduğu için Hikmet, Din’den belli bir
ölçüde desteğe ihtiyaç duyar, ama bu ârifin dogmatik ve voluntaristik (ahlâkî
gönüllülük) bir egzoterizme ihtiyacı olduğu mânâsına gelmez. Onun ihtiyacı olan
şey tabiî egonun doğasını tatmin edecek kutsal bir öğretidir, başka bir
ifâdeyle şeklî ve törensel bir çerçeve ve bu çerçeveyle beraber selâmet getiren
ve esirgeyici bir berekettir.”
Burada, tasavvufun sathî algılanışına dair bir eleştirisini dile getirir:
“Şüphesiz ortalama Sufizm, Hikmet’i Din’e indirgemeye, Din’i de Hikmet’in
seviyesine çıkartmaya meyyâldir. Ama Sufizm, kendi içinde bu
sınırlandırmalardan kaçan bir boyutu gerekli olarak barındırsa da bu tür
sınırlandırmalar dinî bir toplumda doğal hatta kaçınılmazdır.”
Bütün bu din seçimi ve uygulanışı, bir dini seçip diğerlerinin hikemî
gerçekliğini reddetme veya tüm dinlerin cevherine inip onlara saygı duyma
hususlarında Schuon’ün şu sözü meseleyi özetler ve Schuon’ün bütün bu
tartışmalara nisbetle nerede durduğunu gösterir niteliktedir: “Ârif, formdan
beri değildir ama önyargıdan beridir, O hanîftir ve Onun dini Fıtrattır.”
Martin Lings’e göre Guenon’un aksine ezoterik bir vazifesi olan Schuon’ün
her din hakkına bütünüyle, bâtınî veçhesi kadar zahirî veçhesini de ele alarak
Guenon’un yazdığından daha fazla yazı yazmış olması beklenmedik birşey olarak
karşılanabilir. Lings Sçhuon’ün bunu kısmen mürîdlerinin aydınlanması için
yaptığını düşünür, çünkü bilginin bir yönü tamamîyle, eşyanın İlâhî tasarrufunun
kesin idrâkini talep eder. Ling’in kısmen demesinin sebebi Schuon’ün bunu kendi
tatmini için de yapmış olmasıdır, çünkü Schuon bir defasında Lings’e: “Eğer
sevmediğim bir din olursa onu sevinceye kadar rahat etmem.” demiştir. Onun için
dinler Tanrı’nın âyetlerindendir, her birini bir mucize gibi görmek gerekir ve
bu tavrı takınmalarını kapasiteleri ölçüsünde mürîdlerinden de istemiştir.
Nitekim, İslâm’ı tercih ediş nedenini Kara Geyik’in oğluna yazdığı 1947
tarihli bir mektupta aşağıdaki gibi özetler: “Tanrı’da yaşamak istemiştim.
Tanrı’yı sadece sevmek değil, aynı zamanda da bilmek istemiştim ve bizim
zamanımızın Hristiyanlık’ı bize sadece Tanrı’yı sevmeyi öğretiyor, asla bilmeyi
değil. Bir de, kısa bir zaman içinde Tanrı’nın bana bir vazife vereceğini de
biliyordum. Bu sebeple, Tanrı’yı bilmek için -çünkü bu doğamın bir ihtiyacıydı
ve Tanrı da her kulunun kendisine ona verdiği doğaya uygun olarak ibadet
etmesini ister- bu kutsal bilgiyi, Araplar’ın arasındaki mübarek bir insanda,
Ahmed el- Alevî’de buldum. O benim manevî rehberimdi ve birçok mürîdi vardı.
Orada aradığımı buldum: Tanrı’yı bilmek ve Tanrı’yı bilmenin araçları”.
Spiritual Perspectives and Human Facts isimli eserinde Schuon
Hristiyanlık ile İslâm arasında şöyle bir ayırım yapar: Hıristiyanlık eşsiz ve
menentsiz gerçeği öğretmek amacıyla yola çıktığından mucize üstüne kurulmuştur.
İslâm ise sadece bütün dinlerin özde öğrettiğini öğretmek için yola çıkmıştır,
mümkün her dinin şeması gibidir. Bu sebeple bâriz olan üstüne kurulmuştur.
İslâm’da fikir her şeydir, Müslüman fikrin hakîkatini, kurtarma yetkinliğinden
ayrıştırmayı hayal dâhi edemez. Form itibârîyle Hristiyanlık’ın sevgi yolunu
desteklemesi öngörülmüştür. İslâm ise formu itibârîyle irfanla işbirliği
içindedir, çünkü mihveri kevnî hakîkat, Şehâdet’tir ve Allah sevgisini Tevhîdî
irfân aracılığı ile kapsar. Bu sebeple Müslüman ârif-billâhtır ve burada aşk
bilginin yarı-insanî, yarı-semavî zevki şeklinde ortaya çıkar.
Böylece İslâm Schuon’e geleneksel bir çerçeve, bir ortam, “aynı zamanda
hem aslî hem de basit” bir din sunmuş oldu. Şeyh Ahmed el-Alevî’nin mesajı diye
adlandırdıkları arasında en çok zikrin ve halvetin üstünde durdu. Bu ikili
hayâtının son günlerine değin hem hayâtının hem de öğretilerinin merkezinde
durdu.
Schuon’ün Müslüman olduğunu Eserlerinde Beyân Etmemesi
1960’ların sonlarında, Schuon’ün manevî bir rehber olarak etkisi
büyümüştü. Tarîkatı için, bu konuda aşırı yorumları olan Mark Sedgwick’in iddia
ettiği gibi gizli bir oluşum diyemezsek de kendilerin çok da açığa koymadıkları,
sadece gerçekten bu yola girmek isteyenleri aralarına aldıkları biliniyor.
Gözlemlediğimiz kadarıyla, bugün de tarîkat, daha önce mensuplarının başlarına
gelen kötü olaylar sebebiyle olmalı, özellikle Frithjof Schuon hakkındaki
soruları cevaplama hususunda son derece yardımsever olsa bile, tarîkat
oluşumunun işleyişlerini anlatmakta çekimserdir. Bunda, birazdan üzerinde
durulacağı üzere, Indiana’daki zâviyede yaşanan ihanet ve iftiraların payı
büyük olsa gerek. Yine de eklemek gerekir ki, birçok insan, ancak Frihtjof
Schuon vefât ettikten sonra onun Müslüman olduğunu, dahası, tasavvufî bir
tarîkatın kurucusu ve önderi olduğunu, tarîkattaki isminin Şeyh İsa Nureddin
Ahmet el-Şâzilî el-Alevî el-Meryemî olduğunu öğrendi. Bunun sebeplerinden en
önemlisi de Schuon’ün dışarıdan gelen sempatizanlara karşı tavrıydı. Seyyid
Hüseyin Nasr’dan öğrendiğimiz kadarıyla herhangi biri ona dininin ne olduğunu
sorduğunda dininin religio cordis yahut perenyal din olduğunu
söylerdi ki, Nasr’a göre bu cevap İbnü’l-Arabî ’den Mevlânâ’ya tüm tasavvuf
büyüklerinin verdiği bir cevaptır. Nitekim, İbnü’l-Arabî ’nin Tercümânü’l-Eşvâk
isimli eserinde yer alan bir şiir Schuon’ün öğretisini de Nasr’ın iddiasını da
doğrular:
Bütün sûretleri kabûl edecek bir hâle geldi kalbim benim
Ceylanların otlağına döndü, rahiplerin manastırına
Putların tapınağına, hacıların Kâ’be’sine döndü kalbim,
Tevrat’ın kutsal levhalarına, mukaddes Kur’ân’ın sayfalarına
Hangi yöne yönelirse yönelsinler aşk kervanları
Ben Aşk dinini uyguluyorum dinimdir, imanımdır, inanıyorum aşka.
Cutsinger, Schuon’ün manevî bir rehber ve metafizik üzerine eser veren
bir teorisyen olarak iki vazifesini keskin sınırlarla ayırmasının ve okurlarına
manevî görevinden bahsetmemesinin meşrûiyetini, öğretisinin üniversalist
doğasına bağlar. Andrew
Rawlinson da Schuon’ün tarîkatının içine kapanık olmasının sathî sebebinin o
günün şartlarında Avrupa’da böyle bir oluşumun hoş karşılanmayacağı gerçeği
olarak gözükse de aslî sebebinin Ezelî Hikmetin insanları zaten kendisine
çekmesi ve bir forma sokulmaya ihityaç duymaması olduğunu ifâde eder.
Schuon, Şeriat, Tarikat ve Hakîkat
Schuon’ün formların üstünde, onları aşan hakîkate yaptığı vurgu, iddia
edilenin aksine kendi ait olduğu formun gereklerini yerine getirmesine engel
değildi. Hatta, aksine bunlara riâyet etmede, eşi ve mürîdlerinin
anlattıklarından anlaşıldığı kadarıyla âzami dikkat ve titizlik gösteriyordu.
Schuon, eserlerinde özünü ayrıntıları ile anlattığı saf ezoterizm ve
mârîfetle (gnosis) şüphesiz ki alâkalıydı. Hem bir tradisyonelist hem de bir
mutasavvıf olarak İslâmî ezoterizm ile ezoterik İslâm arasındaki ince
farklardan da bahsetmiştir. Ezoterik İslâm’dansa İslâmî ezoterizme karşı daha
büyük ilgisi vardır. Sufism: Veil and Quintessence isimli, salt
tasavvufa hasrettiği tek eserinin 2007 edisyonunun Ekler kısmında Schuon’ün
tasavvufla alâkalı, daha önce yayınlanmamış mektup ve yazıları bulunur. Daha
çok tarîkat içi yazışmalardan oluşan bu metinlerin birinde Schuon İslâmî
ezoterizm ile Ezoterik İslâm arasındaki ayırımı şöyle yapar:
“İslâmî ezoterizm” derken ezoterizmin önce, İslâm’ın sonra gelmesini
kastediyoruz: başka bir deyişle, ezoterizm yegane cevherdir, kendi kendine
yeterlidir ve İslâm da form yahut çerçevedir, başka form ve çerçeveler de
vardır.
“Ezoterik İslâm” derken ise, tam tersine İslâm’ın önce, ezoterizmin sonra
gelmesini kastediyoruz: başka bir deyişle, İslâm İlâhî vahiydir ve bu sebeple
esâstır ve ezoterizm onun a posteriori -tecrübeye bağlı olarak-
algılanmış özü, ruhudur, İslâm’ın verdiği özdür, İslâm bu sebeple gnosis’in
conditio sine qua nonudur -o olmaksızın var olamayacağıdır-. Eşyaya bu
şekilde bakıldığında, İslâm ezoterizmin başlama noktasıdır, bir önceki
perspektife göre ise, başlama noktası metafiziktir, metafizik kendisine şu
yahut bu ekzoterik çerçeveyi seçer - eğer hali hazırda zaten bir tanesinin
içinde bulunmuyorsa- çünkü bu son durumda mevzû bahis olan gerçek bir seçimden
ziyâde zaten varolan bir çerçeveden istifâde etme meselesidir. Ama, her ne şart
altında olursa olsun, gnosisin yolu, asla antropomorfist, voluntarist,
bireyci ve sentimental bir teolojiyi yahut aynı tür bir legalizmi kendisine
başlangıç noktası olarak tayin etmez.
İslâmî ıstılâha göre: Yolun (Tarîkat) başlangıcı ekzoterik
kanunlar (Şeriat) yahut ezoterik hakîkat (Hakîkat) mıdır? Bütün
mesele ezoterizmin derecesini bilmekte yatar, eğer ezoterizm safsa, başlangıç
noktası Bilgi’den zuhûr etmiş bir unsur olmalıdır.
Bu ayrımına rağmen Schuon, bu ikisinin birleştiği bir yer olduğunu da
belirtiyordu. Onun söylemi her zaman için Hakîkat’i merkeze koyduğundan,
ezoterizmin, ekzoterizmden çıkmadığını, hem ezoterizmin hem de ekzoterizimin
ikisinin de kaynağı olan Hakîkat’ten husûl ettiğini, hakîkî bir manevî yolda
tâlim etmenin, ekzoterik boyutu ve onun temrînlerini kabulü gerektirdiğini
açıkça yazmıştır. Yani hem Tarîkat hem de Şeriat Hakîkat’ten,
ikisinin de kaynağı olandan neşet ederler, birbirlerinden neşet etmezler. Ama Tarîkat’a
girmek için kişi ilk önce Şeriatı kabul etmeli ve uygulamalıdır.
Schuon’ün de eskinin belli başlı mutasavvıfları gibi mürîdlerinden istediği
buydu.
Schuon’ün, daha geniş bir konseptte saf ezoterizmden ve kalb dininden
bahsetmesi bir müslüman olduğunu ve İslâmî geleneğin ilkelerini, klasik
Tasavvufta özellikle de Mevlânâ olduğu gibi ekzoterik ritüel ve törenlerin
bâtınî yahut ezoterik mânâlarını her zaman vurgulayarak hem şeriat hem de
tarîkat boyutunda yerine getirdiğini düşünmekten alıkoymuş olabilir. Shankara
ekolünün metafizik formülasyonlarına ve Kuzey Amerika Yerlilerinin
geleneklerine olan ilgisini sıklıkla dile getirmesi ve çok sevdiği ve kişisel
olarak ilgilendiği Kızılderili formlarının husûsiyetleri üzerine düşünceleri
dışarıdan gelenler kadar etrafındaki bazı kişiler tarafından da değişik
yorumlanmış ve özellikle de hayâtının sonunda, bir çok insanın Schoun’un
öğretilerinin İslâmî karakterinden şüpheye düşmelerine sebep olmuştur. Halbuki
Schuon dinin önemi ve formel yapısına uymanın gerekliliği hakkında şunları
söyler:
“Kişinin ruhî arınması kablen (a priori) ve temelden din ile
yapılmalıdır: iyileştiren Hakîkat’tır, samimiyetimiz ve şevkimiz bu iyileşmeye
katkıda bulunur. Eğer dinin tanım itibârîyle bize başlangıç dengesini ihsân
edebileceğinin farkına varırsak ve eğer herşeye rağmen, düzeltilmesi gereken
bir hata yahut ruhî bir asimetri -bu başlangıç dengesinin çerçevesi içinde-
bizimle kalıyorsa, mesela artistik düzenin ikincil dayanaklarını -bu dayanaklar
özelde İslâm’la, genelde ise manevî vakarla uyumlu iseler- kullanmayı
düşünebiliriz. Fakat, bir kez daha belirtmeliyiz ki bu tür dayanaklarla
başlamak söz konusu değildir, çünkü kişinin kendine manevî bir yol çizmesi
münhasıran manevî ve geleneksel unsurlar üstüne kurulmalıdır. Kişi yola Allah
korkusu ile başlamalıdır. Ezoterizm düzeyinde şunu söyleyebilirim ki anormal
kişi kabul edilmez ve normal bir insanın da psikolojik bir tedaviye ihtiyacı
olmaz; ekzoterizm düzeyinde şunu söyleyebilirim ki din doğasının özü itibârîyle
sahip olduğu yeterli kaynaklarla nefsin muvâzenesi için kâfîdir.”
Mamafih, Schuon’ün sıradan Müslüman ile sûfîyi ayırdığını da görmekteyiz.
Bunu şu sözleri ile ifâde eder: “Ezoterizm şekli itibârîyle değil, doğası
itibârîyle saklıdır. Sıradan Müslüman Sufizm’in aslî doğasını anlayamaz ama
onun varlığından da bîhaber değildir, eğer kendi dininin inançlarına ters düşen
bir kimse değilse tasavvufun Allah’ı arayanların yolu olduğunu, bu ilmin,
soyut, bazen paradoksal ve kolayca erişilmeyen bir ilim olduğunu bilir” .
Ayrıca, tâkipçilerinden, Schuon’ün defalarca, ısrarla ve vurguyla,
Kızılderili kültürü, sanatı ve dini gibi meselelelere olan sevgi ve ilgisinin
şahsî bir temâyül olduğunu, kurduğu ve temeli ehl-i sünnet ve İslâm akaidi olan
tarîkatla hiçbir ilgisi olmadığını söylediğini öğreniyoruz. Schuon, ölümünden sonra arkasından yazılan
birçok yazıda da açık seçik görüleceği üzere son günlerine kadar, İslâmî
geleneğe yürekten bağlı kalmıştır, ibâdetlerini edip Kur’ân okumuştur.
Kur’ân’da vahyedildiği üzere Allah’ın ismini zikri, ölüm anına dek
dudaklarından düşmemiştir. Bu meselenin üzerinde hassaten durulmalıdır, zira,
tradisyoneslitlerin Hikemî Gelenek’e yaptıkları vurgu, dünyayı günümüzde içine
düştüğü kaostan kurtarabilecek mâhiyettedir. Önde gelen tradisyonelistlerin ise
kendilerine form olarak İslâm’ı seçmeleri ve bu formun esâslarına sonuna kadar
bağlanmaları dikkate değerdir.
Yapılması gereken bir başka vurgu da, manevî bir rehber de olduğu için
özellikle Schuon etrafında dönen, yanlış bir algılamadır. Gerek Schuon’ün ezelî
hikmete ve yürek dinine yaptığı vurgu, gerekse hikmetin formları aşan
özelliğini öne çıkarması, kimi insanları, herkesin bir formdan bir forma, bir
dinden bir dine istenilen keyfiyette geçiş yapılacağı düşüncesine sevketmiştir.
Buna en güzel karşılığı Schuon, bir mürîdinin ifâdelerini düzeltirken verir:
“L.’in mektuplarından birinde şöyle bir ifâde görünce şaşırdım: “Bir
Müslüman olarak hiçkimseye karşı mesûl değilim, bundan dolayı da menfaatime en
uygun ne ise onu yapmakta tamamen serbesttim.” Bu cümlenin sahibi,
mensuplarının kendisinden ayrılmasına müsâde eden tek bir geleneksel formun
olmadığından habersiz gözüküyor. Mesela, ait olduğu kasttan sürülmeden Müslüman
olması bir Hindu için mümkün değildir ki bu da sosyal ölüme denktir. Bir dinin
başka bir dine geçiş yapmaya müsâde etmediğini tekrar etmeye gerçekten de gerek
var mı? İslâm hukuku irtidadı idam ile cezalandırır; bu sebeple kişinin
nasıl İslâm’a göre, “Müslüman olma” özelliğinden dolayı bağımsız olduğunu
düşündüğünü anlayamıyorum. Ezoterizme gelince -İslâmî yahut başka türlü-,
geleneksel bir formun hariçte tutulmasının mümkün olmadığı istisnaî vakalar olabilir,
yani ezoterizm böylesi bir değişimde irtidattan başka bir husûsiyet
gösterebilir. Yine de, ezoterizmde kişinin şeyhine bağlı olduğu ve onsuz hiçbir
şey yapamayacağı da açıktır. L. fakir olmak için müslüman oldu, müslüman
olmak için fakir olmadı. Bu sebeple de,
bir fakir olarak kişinin “Müslüman” olarak “özgürlük”ünden
bahsetmesi daha da mantıksızdır. Şu da unutulmamalıdır ki, geleneksel form
değişiminin meşru olması için ilk şart, sebebin “teknik” uygunluklardan biri
olması gerektiğidir. Değişim, L ve M in durumunda olduğu gibi saf ve basit bir
dönüşüm, ihtida değildir. Başka bir deyişle, bu dönüşüm gerçekten bir formdan
diğerine geçiş olarak değerlendirilmelidir, hatadan hakîkate bir geçiş olarak
değil.”
ALEVÎYYE TARÎKATI İLE İRTİBATI
Vedantik üçleme Sat-Cit-Ânanda, Schuon’ün her zaman üstünde
durduğu gibi, en girift meseleleri çözecek anahtar kavramdır. Bu kavramları manevî bir rehberi tanımlamak
için kullanmıştır. Bu rehber “öncelikle ‘Varlık’ın (Sat) gerçekliğini, ikinci
olarak ‘Hakîkat’in yahut bilincin (Cit) gerçekliğini ve son olarak da
‘muhabbetin, tevhîdin, saadet’in gerçekliğini” (Ananda) temsil etmeli ve
yaymalıdır.
Dışarıdan bakıldığında Schuon bir şeyh ve metafizikçi olarak Sat
ve Cit’in özelliklerini taşır. Daha yakından ise, onun aynı zamanda bir âşık
olduğu da görülür. Bu da Ananda’ya tekâbül eder. Schuon’ün dinî ismi İsa
Nureddin Ahmed de onun bu üç boyutluluğunu ortaya koyar. İsa ismi, tamamen
ezoterik bir tabiatı olan, şeklî olmayan hikmetin temsilcisi Meryemî bereketle
nurlanmış manevî rehberliğine işaret ederken, Şeyh Ahmed el-Alevî’nin ona
verdiği Nureddin ismi onun entelektüel kapasitesine işaret eder. Aynı zamanda
Rasûl-ü Ekber, Seyyidü’l-Âşıkîn Hz. Muhammed’in ismi olan Ahmed ismi ise
Schuon’ün âşık-ı sâdık olma vasfına işaret eder ki bu vasfı varlığının özünden
gelir. Bu aşk hali eserlerinden ışık gibi yayılır ve onun bu kadar ikna edici
olmasının da sebebidir. Patrick
Laude’a göre bu üç boyutun uyumlu birleşimi Schuon’ün nevi şahsına münhasır
olmasının sebebidir. Schuon’ün Kızılderili isimleri Cesur Kartal ve
Parlak Yıldız’ın da Sat ve Cit vechelerini gösterdiğini ifâde
eden Laude, Schuon’ün hatıralarında Parlak Yıldız ismi için şöyle söylediğini
aktarır: “Bu isim bende iki şey uyandırıyor. Birincisi, Kur’ân’da Nur ayetinde
geçen kevkeb-ı dürri (parlayan yıldız) ikincisi ise Kutsal Meryem’in
ismi Stella Matutina”.
Schuon’ün kendisini sadece tek bir rehberin öğretileri ile
tanımlamadığını biliyoruz. O temiz olan her kaynaktan beslenen bir pınardı.
Patrick Laude, Schuon’ün manevî kişiliğinin Sat-Cit-Ananda üçlüsü
üstünden şöyle açıklıyor: Laude’a göre Schuon’ün manevî kişiliğinin Cit
yönü, Schuon’u metafizikle tanıştırması ve bu konulardaki dehası hasebiyle Rene
Guenon’dur. Schuon, Guenon’a yazdığı ilk mektuplarda ona “Muhterem ve Sevgili
Efendim” diye hitap etmiştir. Michel Valsan’a yazdığı bir mektupta da
Guenon’dan “benden çok uzun yüzyıllar önce yaşayabilecek olan bir doktrinler
hâmisi” şeklinde bahsetmiştir. Tarîkatını kurduktan birkaç sene sonra, bir saygı
nişânesi olarak, Guenon’a Şeyh ismini veren ilk kişi de Schuon’dür.
Schuon’ün doğasının Sat yönüne gelince, bu da, Şeyh Ahmed
el-Alevî’nin kişiliği ile rezonans halindedir. Schuon, “manevî miras”ının bir
bölümünü ondan almıştır. Schuon yaşlı Şeyhe intisâb ettiğinde, Şeyh onun manevî
babası olmuştur ve Schuon hayâtının sonuna kadar kendini şeyhine minnettâr
hissetmiştir. Mustaganem’den Fransa’ya dönmeden birkaç gün önce Lucy von
Dechend’e yolladığı 13 Ekim 1933 tarihli mektupta şöyle yazar: “Artık, muhterem,
mübarek şeyhimden ayrılmalıyım. Ellerinin dokunuşundaki rahmeti asla
unutmayacağım.” Birçok defalar, Şeyh Ahmed el-Alevî’nin zikir ve manevîyat
üzerine mesajının Guenonyen mesajın İlâhî bir tamamlayıcısı olduğunu
söylemiştir. Michel Valsan’a yazdığı 9 Ekim 1960 tarihli mektupta ise şöyle
der: “Şeyh Ahmed el-Alevî’yi hiç tanımadınız ve onun benim için anlamını
gerçekten bilemezsiniz. O iki kez ruhuma mührünü bastı.” Schuon burada iki kez
derken muhtemelen intisâbını ve 11 Temmuz 1934’te Şeyh’in vefât ettiği gün
ism-i İlahî’nin kendinde tecellî etmesini kastediyor olmalıdır. Schuon’ün
şeyhine muhabbeti tek taraflı değildi. 1967’de Fas’ta karşılaşılan yaşlı bir
mürit Şeyh’in Avrupalı mürîdine karşı olan sevgisini halen hatırlıyordu. 1950lerde, mürîdi Martin Lings, Şeyh
Ahmed el-Alevî’nin biyografisini yazarken bu süreci adım adım tâkip eden
Schuon, Lings’e birçok öneri ve düzeltmelerle yardım etti.
Son olarak, tabiatının Ananda veçhesi ile alâkalı olarak da
görülüyor ki Schuon, Hz. Hızır ile bağlantılıdır. Memories and Meditations isimli
eserinde Mustaganem’e, 1933’teki ilk gidişi esnasında hiç kimsenin tanımadığı
bir kişi ile karılaşmasını anlatır. Schuon zâviyenin önünde dururken, çok uzun
ve esmer tenli, siyah abayeli, kırmızı çöl süvarisi botları giyen bilinmeyen
bir adam ona gelmiş ve yemeklerine katılarak fukaranın arasına oturmuş. Yüzü
çok ciddiymiş ve Schuon’ü gücü ve muhteşemliği ile etkilemiş. Bütün varlığından
gizemli, büyüleyici bir güç yayılıyormuş. Schuon odasına gitmek için
kalktığında yabancı da kalkmış, ona gözlerini kırpmadan bakmış ve alnından
öperek anlayamadığı birkaç şey söylemiş. Çok sarsılan Schuon, odasına girmiş.
Üzüntü ile karışık anlaşılması güç bir tatminsizlik duygusu yaşıyormuş. Sonra,
sanki dışarıdan bir güç onu çekiyormuşçasına odasının eşiğine çıkmış ve uzakta
yayılan ovaya ve denize bakarak düşünmeye başlamış. Büyük bir arınma isteği
içinde hasıl olmuş ve gelecek hakkında hayallere dalmış. Tam o esnada yabancı
zâviyeden çıkmış ve Schuon’ün önünde durmuş. “Mavi-siyah bakışları ile”
Schuon’ü delip geçerek ona bakmış ve birden Schuon’ün elini intisâb töreninde
tutulduğu gibi tutarak Kehf Suresinin 66. ayetini üç defa Arapça tekrar ettirmiş. Sonra, ilk önce Arapça sonra Fransızca birkaç
kelime söylemiş: “Vous, je vous connais depuis lontemps” (Seni, seni
uzun zamandır tanıyorum. Hoşçakal ve teşekkürler.) ve uzun, hafif, enerji dolu
adımlarla yanından ayrılmış. Schuon daha sonra Guenon’a bu kişinin kendisi
üzerinde Şeyh Ahmed el-Alevî’den bile daha fazla etkisi olduğunu söyleyecektir.
Cezayir’den ayrılmak üzereyken, aynı kişiyi Schuon, Vehrân’da, küçük bir
camide cemaatle namaz kılarken görür. Yine aynı kıyafeti giymiş olan yabancı,
Schuon’ün yanına oturur ve Schuon adet gereği onun omzunu öper. Yabancı
Schuon’ün elini tuttuğunda Schuon yine aynı alışılmadık bir gücün yayıldığını
hisseder. Yabancının tesbihâtı da alışılagelmediktir. Bir yüksek sesle,
sonrasında alçak sesle tesbih çeker. Schuon yabancının yanında otururken içinin
güvenle dolup taştığını hisseder. Yabancı, Schuon’e dönerek “Allah’la bir olan
için insanlar önemini kaybeder, onlara ihtiyacı kalmaz. O her yerde Allah’a
yakındır, onun vatanı hiçbir yerdir ve her yerdir.” Schuon, bu sözlerin ruhuna kazındığını ve bu
gizemli adama karşı sonsuz bir güven duymasını sağladığını ifâde eder. Schuon
bu şahsa ismini sorduğunda, yabancı bir an tereddüt eder, gülümser ve isminin
önemli olmadığını ama insanların ona Ahmed diye hitâp ettiklerini söyleyerek
ayağa kalkıp gitmeye koyulur. Schuon, ona sarılır ve yabancının elini ve omzunu
öper, yabancı da aynısını Schuon’e yapar. Schuon, sanki büyülenmiş gibi
“içlerinde bulundukları mescidin sadece ikisi için inşa edildiğini, inşa
edildiği andan beri bu anı beklediğini ve bu an geçtikten sonra artık
yıkılabileceğini” hisseder.
Derinden etkilenmiş bir şekilde, Schuon, yabancıyı tekrar görmek ister.
Ertesi gün, Schuon abdest almak üzereyken aynı kişi tekrar belirir, Schuon’e
seslenerek gülümser, selam verir ve zâviyeye girer. Çabucak abdest almayı
bitiren ve hâlâ ellerinden su damlarken zâviyeye giren Schuon mekânın bomboş
olduğunu ve yabancının kaybolduğunu görür.
Schuon bu gizemli yabancı ile bir daha karşılaşmaz ama bu kısa
karşılaşmalarının üstündeki etkisi çok derin olur. Çok sonraları, Michel
Valsan’a yazdığı bir mektupta (22 Haziran 1961) şöyle diyecektir: “Teorik
nedenlerden ötürü, Mustaganem’de tanıştığım mübârek insanların kıymetini yeteri
kadar idrâk edememiştim ve bir gün içimdeki herşey yerle bir olabilirdi. Ama
sonra, esrarlı Ahmed belirdi ve beni bir bakışla, bir kelime ile, bir hareket
ile kurtardı.”
Patrick Laude, tüm bu bilgilerin ışığında, Schuon’ün Hızır’ın
mürîdlerinden olduğunu iddia eder. Bunun için, tasavvuf tarihi boyunca Hızır
fenomenini inceleyen Corbin’in ifâdelerinden destek alır. Hızır, tüm
mürîdlerine kendisi gibi olmanın yani âb-ı Hayât’a , hakîkate ulaşmanın,
şeriata üstün gelen ve lafzî dinden ayrılan ezoterik hakîkati öğrenmenin yolunu
öğretir. Hızır, tüm mürîdlerini, kendi bâtınî cennetlerine ve Allah’ın onlara
göre tecellîsine yönlendirir, böylece üstlerine eman ve ihlas gelir. Ali Vefa
“her şeyh, kendi kutsiyetlerinin ruhlarında yansımasında Hızır’ın sesini duyar,
aynen her peygamberin Cebrâil’in şeklinde kendi nebevî vazifesinin özünü
anlaması gibi. Bu idrâk sadece ruha değil, duyulara da yayılır.”
Schuon’ün üstünde uzun yıllar uğraştığı Leitgedanken zur Urbesinnung
adlı ilk kitabı 1935’te, Almanca olarak Zürich’te yayınlanır. Kitabın ismi
Hakîkat Üstüne Tefekkür İçin Rehber Düşünceler şeklinde tercüme edilebilir.
1935 Martında, Schuon Mustaganem’e geri döndü. Müteveffa mürşidin evlilik
yoluyla yeğeni Halîfe Sidi Adda Ben Tounes Şeyh Ahmed el-Alevî’nin yerini
almıştı. Bu ziyaret esnasında Şeyh Adda Schuon’e mukaddemlik makâmını tevcih
etti. Schuon’ün intisâbı meselesinde olduğu gibi bu meselede de kimi ihtilaflar
vardır. Bazıları mukaddemlik makâmını Schuon’ün kendisinin Şeyh Adda’dan
istediğini iddia eder. Jean- Baptiste Aymard, Şeyh Adda’nın, Şeyh Ahmed
el-Alevî’nin dileği mûcibince, bu kararı aldığını ve kararın Schuon’ün girdiği
uzun ve terbiye edici bir halvetin ardından verildiğini söyler. Şeyh Adda’nın
Schuon’e mukaddemlik vermesinin sebebinin mürşîdinin dileğini yerine getirmiş
olması, Schuon ilerideki bâriz bir şekilde tarîkat ile arasına mesafe koyacak
olmasına rağmen, Şeyh Adda’nın ondan halîfeliğini almamasının da sebebidir.
Jean- Baptiste Aymard’a göre muhtemeldir ki Şeyh Adda, Schuon’ün Müslüman bir
misyoner olmasını ummuştur. O günün Cezayir gazetelerinde çıkan haber ve
fotoğraflar da bu umudu doğrular mâhiyettedir.
Schuon’ü mukaddemi ilan eden Şeyh Adda, adet gereği, yeni mukaddeme
elleriyle imzaladığı bir icâzet verir. Bu icâzette şunlar deniyordur:
“... Bu din kardeşimiz hakkında bildiklerimiz ışığında yukarıda
söylenenleri değerlendirerek, kendi insanları, Avrupalılar arasında İslâm’ı
yayması, Tevhid’i iletmesi için onu yetkilendirdim.”
Mustaganem’de kaldıktan sonra bir süre arkadaşı Titus Burckhart’ın
yanına, Fez’e giden Schuon dönüşünde Guenon’dan, yeni makâmını tebrik eden
sıcak bir mektup alır. İntisâbın herşeyin anahtarı olduğunu düşünen Guenon,
Schuon’ün mukaddemliğini, kendisine gelip geleneksel ezoterik bir oluşuma
katılmak istediklerini belirten birçok kişi için bir fırsat kapısı olarak görür
ve yazıştığı insanların birçoğuna Schuon ile irtibata geçmelerini öğütler.
Lâkin, sadece yirmisekiz yaşında olan mukaddem, bu sâliklerden bazılarının
gösterişli hâlleri ile nasıl başa çıkacağını bilemez. Jean-Pierre Laurant’a
yazdığı bir mektupta şöyle der: “Genç bir adam için intisâb etmek isteyen ve
bâriz şekilde de intisâb etmeye elverişli olduklarını düşünen orta yaşlı hatta
çok yaşlı insanlar hakkında hüküm vermek yahut da hüküm veriyormuş gibi yapmak
öylesine zor ki. Reddedilen az sayıda kişi mukaddem için bitmek tükenmek
bilmeyen zorluklar anlamına geliyor.”
Bu süreçte Schuon’e bağlı üç grup oluşur. Basil’deki grup Schuon’ü tâkip
eden çok sayıda arkadaşından, Amiens’deki grup ise orada desinatör olarak iş
bulan Schuon’ün doğrudan otoritesi altında oluşmuştur. Lozan’da da bir grup
vardır. Mukaddem, şehirden şehire tavsiyelerde bulunmak ve tâlim ve tedrisat
için dolaşmaktadır. Sâliklerin ıslâh ve terbiyesi için, tarîkatın formu ve
doktrini hakkında bilgiler içeren birçok mektup yazdı. Basil’e dönen Titus
Bruckhardt Fez’de edindiği uzmanlıkla bu konuda ona büyük destek verdi.
Bu dönem, Fransa için de ekonomik buhranların olduğu zor bir dönemdir.
Schuon’ün de sıklıkla maaşını düzenli alamadığı, bu sebeple, özellikle de her
hafta trenle şehirden şehire dolaşması gerektiği için zorluk çektiği, hatta
arkadaşlarından borç para aldığı bilinmektedir. Bir süre sonra, Alsas’daki
Thann mevkinde daha iyi maaşlı bir iş bulan Schuon, böylece İsviçre’ye daha
yakınlaşmış ve Mulhouse’daki aile evlerinde kalmaya başlamıştır. Ama bu
zamanlar Schuon için sıkıntılı zamanlardır. Ailesi ile yaşadığı çatışmalar onu
yormuştur ve her şeyi terkedip gitmeyi tekrar düşünmeye başlamıştır. Hatta, bir
ara Tahiti’ye yerleşme fikrine iyice ısınmıştır ama adada iki ay kaldıktan
sonra bu fikirden vazgeçmiştir. Aynı zamanlarda, çok az yaptığı birşeyi yapıp
dinlerin evrenselliği hakkında Basil’de birkaç konferans vermiştir. Bu
konferanslar Schuon’e değerli bir arkadaş ve sırdaş, sonraları ise birçok
kişiye kıymetli manevî öğütler verecek bir kişi kazandırmıştır. O zaman henüz
19 yaşında olan Leo Schaya, Schuon’den manevî yolculuğunda kendisine rehberlik
etmesini istemiştir.
Neredeyse aynı zamanda, Michel Valsan, Guenon’un eserlerini zaten çok iyi
bilen ve ona karşı sınırsız bir hayranlık besleyen bir Romanyalı, Paris’e
gelmişti. Parlak, çok güçlü
şahsîyetli birisi olarak nakledilen Valsan’ın kendisini çok mağdur eden zararlı
psişik etkilerden rahatsız olduğu söylenir. Schuon’ün grubundan haberdar olunca
Schuon’le iletişime geçen Valsan, bunun ardından iki seneliğine kendi ülkesine
geri dönmüş. Bu zamanı Arapça öğrenerek ve İslâm üzerinde çalışarak
değerlendirmiş ve sonra Romanya Konsolosluğunda görev alarak Paris’e temelli
dönmüştür. Önde gelen bir Arapça âlimi ve Fransa’da İbnü’l-Arabî çalışmalarının
gerçek bir öncüsü olmuştur.
1936 yılının sonunda, manevî bir olay işlerin gidişatını değiştirmiştir.
Şüphe ve şevksizlik dolu bir dönem, bir nevi karanlık bir dönem geçirdiği ifâde
edilen Schuon’ün, bir sabah Şeyhlik vazifesinin kendisine verildiğinin
büyüleyici ve hakîki eminliği ile uyandığı söylenir. Aynı gece birçok arkadaşı
da onunla alâkalı rüyalar görürler. Rüyaların hepsi de Semâ’dan ona verilen
yeni makâm üzerinedir. Schuon’ün bu ihsânı bir kutsamadan ziyâde bir yük olarak
gördüğü söylenir. Daha sonraları bu makâmın ona çok erken verildiğini ama
“seçme imkanının bulunmadığını” ifâde edecektir.
İlginç bir şekilde, aynı seneler Schuon’ün mutsuz bir aşka adım attığı
zamanlardır. Çocukluk arkadaşlarından birinin kızkardeşine aşık olan Schuon,
söylenene göre, bu çok güzel genç hanımın tutarsızlıklarından, bir yakın bir
uzak durmalarından, kararsızlıklarından çok yaralanmıştır. Yaklaşık on sene süren ve söz konusu hanımın
bir başkasıyla evlenmesi ile nihâyetlenen bu mâcera, birçok açıdan ilginçtir.
Daha sonraları Schuon kaderin kadın eliyle kendini bir şekilde terbiye ettiğini
söyleyerek aynı anda hem manevî bir rehber hem de âşık-ı sâdık olduğu bu çifte
hayâtın kendisini bir metafizikçi yahut ezoterist olarak ileride kendisini
bekleyen gurur ve kibirden kurtardığını ve günlük hayâtın gerçeklerini aklında
tutmasını sağladığını ifâde etmiştir.
Genç şeyhin yeni görevinin tüm sonuçlarını üstlenmesi için
cesaretlendiren Guenon’dur. Bunun sonucunda Schuon, Mustaganem’den
uzaklaşmıştır. İkilinin bu dönem daha da sık yazıştığı bilinmektedir.
Schuon’ün, Şeyh Adda’nın halîfesi olarak Alevîyye tarîkatından ayrılıp
bağımsızlığını ilan etmesini meşrûiyeti hakkında birçok soru da sorulmuş,
intisâbının bile düzmece olduğu iddia edilmiş, bu durum üstüne tartışılmış
hatta şu anda bile internette bulanabilenecek tasavvuf forumlarında Frithjof
Schuon’ün şeyhliğinin doğası sorgulanmıştır. Bunlara Şeyh İsa’nın mürîdleri
şöyle cevap verirler: “Geleneksel olarak bir şeyhe makâm insanlar tarafından
değil, Tanrı tarafından verilir. Öte yandan, halîfeye makâm insanlar tarafından
verilir. Bu sebeple, halîfe, mukaddem yahut naib kendisini o makâma atayan Şeyh
tarafından yine o makâmdan alınabilir. Öte yandan bir şeyhin şeyhliği elinden
alınamaz. Schuon’ün intisâbı Şeyh Ahmed el-Alevî’yedir, onun halefine değil, bu
da Schuon’e de facto bir bağımsızlık verir.”
Şeyh İsa’nın mürîdlerinden Titus İbrahim Burckhardt, Şeyh Adda’nın halefi
Şeyh el-Mehdî’ye 1954’te yazdığı mektupta şöyle der: “Allah, Şeyh Ahmed
el-Alevî’nin mürîdleri arasından istediği kadar mürşîd çıkartabilir. Aynı
şekilde, bir fakîre de, onu kendi şeyhinin halefinden bağımsız hale getirecek
bir makâm verebilir. Sizin de bildiğiniz gibi, Şeyh İsa, tarîkata Şeyh Ahmed
el-Alevî’ye intisâb ederek kabul edilmişti. Şeyhinin vefâtından sonra tarîkatın
adabınca Mustaganem’e gelerek muhterem babanızın öğretilerini dinledi. Babanız,
Sidi İsa’dan, kendisine de insitâb etmesini istememiştir çünkü eskinin
Sûfîleri arasında kural böyledir. Şüphesiz ki mürîdlerinin mürîdleri ona
bir soru sormaya geldiklerinde “Gidip kendi efendinize sorun” diyerek onları
yollayan Darkâvî’nin hikayesini biliyorsunuzdur”. Guenon da 24 Nisan 1934’te Schuon’e yazdığı
mektupta aşağı yukarı şöyle şeyler ifâde eder: “Şeyh Ahmet’ten başkasına manevî
olarak hesap vermen gerekmediğini düşünmekte haklısın.”
İlginç olan bir başka nokta da, Şeyh Adda’nın Schuon’ün bağımsızlığını
hiç sorgulamamış olmasıdır. Guenon’un da birçok defalar bu bağımsızlığın
meşrûiyetini vurgulamış ve silsilenin bozulmadan devam ettiğini ifâde etmiştir.
Bir mektubunda Avrupa’da Mustaganem’de böyle şeyler hiç bilinmediği için, asla
anlaşılamayacak konular olmasının ne büyük tâlihsizlik olduğunu söyleyen
Schuon’e tamamen katıldığını ifâde etmiştir. Bu sebeple Şeyh İsa’nın mürîdleri
Guenon’un bu ayrılığa sevindiğini de iddia ederler.
Guenon aynı şekilde, Şeyh İsa’nın bir mukaddemi olan Michel Valsan vakti
geldiğinde ayrılıp kendi şeyhliğini ilan ettiğinde, aynı şekilde onun da
eyleminin meşrûiyetini tasdik etmiştir. Schuon’ün mürîdleri bunun, Schuon’ün
durumu hakkında yapılan bazı spekülasyonların kesilmesine vesîle olduğunu ifâde
ederler. Nitekim Guenon Schuon’e yazdığı 1950 tarihli bir mektupta şöyle der:
“Gerekli ve yeterli şart, gerçek bir silsilenin bir temsilcisi olmaktır, bütün
bu meşrûiyet meselesinin aslı budur.”
Frithjof Schuon ile Rene Guenon’un ilk karşılaşmaları 1938 yılında,
Schuon Kahire’ye gidince oldu. Schuon 31 yaşındaydı, Gueon ise 52. Bu ziyaret
esnasında Schuon, Guenon’un zihnen yorgun düştüğü kanaatine hasıl olmuş ve
Guenon’la alâkalı en meşhur sözlerinden birini sarfetmiştir: “Dehâsından
bîhaber gözüküyordu, dehâsı da ondan bîhaber gözüküyordu.” Guenon’un kendisini her gün ziyaret eden
Schuon’ün gelişinden çok memnun olduğu ve ziyaretlerini tekrarlamasını rica
ettiği de sonrasında Schuon’e gönderdiği mektuplardan bellidir.
Schuon’ün Kahire ziyaretinin tek önemi Guenon’la görüşmesi değildir.
Seyyidnâ Hüseyin Camii’nin semtinde, el-Ezher Üniversitesi’nin yanında kalan
Schuon, burada iki kıymetli Şeyh ile tanışır. Bu şeyhlerden biri, Şeyh
Abdurrahim ona “Tasavvuf bir zevktir” derken diğer şeyh, Şeyh Haggâg onu Kadirî
tarîkatına kabul etmiştir. Böylece Schuon, kendisinden önceki birçok tasavvuf
büyüğü gibi, birden fazla tarîkattan feyz almıştır.
1939 yılının Ağustos ayında iki İngiliz mürîdi ile Hindistan’a gitmiştir.
Yolda Kahire’de durarak Guenon’u
tekrar ziyaret etmişlerdir. Bu ziyaret esnasında Schuon, Guenon’un manevî varlığının
muhteşemliğini, şahsından yayılan ihsânı hissettiğini belirtir.
Grup Bombay’a vardıkları anda İkinci Dünya Savaşı’nın başladığını
öğrenirler. Fransız vatandaşı olan Schuon, hemen ülkesine geri dönmek
mecburiyetindedir. Ülkeye varır varmaz askere alınan Schuon, 1940’ta Almanlar’a
esir düşer. Alsazlı olduğu için onu da Alman sayan Almanlar Schuon’ü serbest
bırakırlar. Eğer kaçmazsa zorla Alman ordusuna yazılacağını anlayan Schuon,
İsviçre’ye kaçar, iki haftalık hapis cezasından sonra Lozan’a yerleşir. Aylar
süren bürokratik işlemlerden sonra 1941 yazında oturma izni alır.
Aynı yılın Haziran ayında, bir mürîdinin cömertliği sayesinde Chemin de
Lucinge’de bir apartman dairesine yerleşir. Burada yaklaşık on sene kalır. Ev
olarak rahat edebildiği ve kendisine uyan ve hitâp eden geleneksel bir ambiyans
yaratabildiği ilk mekândır burası. Schuon’un kırk sene kalacağı İsviçre’ye
dönüşü, hayâtında yirmi sene kadar önce başlamış bir dönemin sonu ve manevî ve
entelektüel anlamda bereketli bir dönemin başlangıcıdır.
Mukaddemi Michel Valsan’ın Ayrılması
İkinci Dünya Savaşı sırasında arkadaşlar sık görüşemiyorlar, mektuplar
serbestçe iletilemiyordu. Paris’te, Michel Valsan, Romanya konsolosluğunda
çalışmasından dolayı, Guenon’la nisbeten daha çok mektuplaşabiliyordu. Bu
zaman, Valsan’ın, şartların zorlaması ile belli bir özerklik kazandığı zamandı
aynı zamanda.
Schuon’ün, duaya, özü kabuktan, cevheri formdan önceye alarak yaptığı
vurgu hâliyle herkese göre değildi. Schuon’ün mürîdlerinin “büyük takva sahibi
ve İslâm’ın, İbnü’l-Arabî tarafından ifâde edilen şekilleriyle manevî
usullerinin kendi voluntaristik doğasına çok uygun olduğu ve kendi ifâdesiyle
Guenon’un şaşmaz bir pusula olduğunu düşünen bir insan” şeklinde tanımladığı
Michel Valsan’ın, Schuon’ün dua ve zikir üstüne yoğunlaşan öğretilerine olumsuz
tepki verdiği ve Guenon’a Schuon’ün perspektifini eleştiren mektuplar yazdığı
bilinmektedir.
Yaygın düşüncenin aksine, Guenon şeyh ile halîfe arasındaki
anlaşmazlıkları düzeltmeye gayret etmiş, onlara anlaşma yolunu tavsiye
etmiştir. Her ne kadar Schuon ile Valsan aralarında oluşan yanlış anlaşılmaları
çözmek için karşılıklı gayret sarfetseler de hem devam eden savaşın iletişim
vasıtalarını baltalaması ve insanları izole edilmiş bölgelere hapsetmiş olması
hem de Valsan’ın fevrî yapısı ve üçüncü şahısların katkıları durumu neredeyse
içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
Valsan’ın Guenon’a yazdığı mektuplardan anlaşıldığı kadarıyla, Schuon’e
dair temel iddia ve eleştiri noktaları mürîdlerden kimileri için şer’i
hükümlerin esnetilmesidir. Mesela, bazı mürîdler Ramazan’da oruç tutarken
bazılarının tutmaması veya farz namazların saatlerinde yapılan değişiklikler
yahut abdest almadaki değişiklikler buna verilen en yaygın örneklerdir. Gerçi
bu eylemlerin her birinin yapılmasının arkasında bir sebep olsa da Valsan,
Schuon’ün bu esnemeleri “Batı’daki hayât şartlarına uymak için ekzoterik
formalitelerde yapılan adaptasyonlar” olarak nitelemesinin meşrûiyetine karşı 187
çıkar.
1940’ların Avrupası’nın, bu henüz, işçiler ve göçmenler yoluyla İslâm’la
tanışmamış ve savaş öncesi müsâmahasızlığın diz boyu olduğu Avrupa’nın
tehlikeli ortamı düşünüldüğünde, Schuon’ün bazı mürîdlerinin bazı amellerde
esnetmeye gitmeleri ve Schuon’ün buna müsâde etmesi belki anlaşılabilir.
1948 yılının Ocak ayında Dinlerin Aşkın Birliği’nin yazılması
Schuon’un yazılı eserlerinin başlangıcı sayılabilir. Bu eserin önsözünde Schuon
şöyle der: “Eğer ‘aşkın birlik’ ifâdesi kullanılmışsa bu dinî formların
birliğinin tamamen bâtınî ve manevî bir yolla ve hiçbir dinî forma özel bir
önyargı duymadan gerçekleştirilmesi mânâsına gelir. Bu formlar arasındaki
düşmanlık, tek evrensel hakîkati, renklerin arasındaki düşmanlığın renksiz
hakîkatin yayılışını etkilemesinden daha fazla etkilemez”. Aynı önsözde Schuon,
Guenon’dan da bahsederek metheder.
Fakat, 1948’de Hristiyan ritüellerinin ezoterik mânâları kaybedip
kaybetmedikleri konusu hususunda Guenon ve Schuon fikir ayrılığına düşerler ve
bu konu ilişkilerini biraz zor bir duruma sokar. Yine de, yaygın görüşün
aksine, üçüncü tarafların yanlış anlaşılmalara katkılarına ve Hristiyanlık ve Budizm konusundaki fikir
ayrılıklarının sebep olduğu tatsızlıklara rağmen ikili, eski samimîyetlerini
istedikleri kadar muhafaza edemeseler de Guenon’un vefâtına kadar mektuplaşmaya
devam ederler.
Görünen odur ki, Hristiyanlık hususunda Guenon’un tarafını tutan Michel
Valsan’ın (Sidi Mustafa) eleştirel tutumunun da durumun iyileşmesine bir
katkısı olmamıştır. Schuon, o zamanlar, tarîkatın farklı bir kolunun Valsan’ın
etrafında oluşmasını istiyordu ve prensipte Valsan’ın ayrılık kararını
onaylamıştı. Yine ifâdelerden Valsan’ın asabî yapısı itibârîyle Schuon’ün
tâkipçileri tarafından halîfelik makâmına pek de uygun görülmeği anlaşılıyor.
Guenon’un da daha önce zikrettiğimiz gibi bu karar onayladığı ve bu görüşünü
Schuon’e bildirdiği biliniyor. Guenon’un ölümünden kısa bir süre önce
Valsan’dan bir mektup aldığı, lakin bu mektubu açmayı reddederek Kontes
Valentine de Saint Point’e verdiği söylenir.
7 Ocak 1951’de Guenon’un ölümünden çok etkilenen Schuon, Valsan ile
uzlaşmaya varmak istemiştir. Valsan, Schuon’ün bu isteğine cevap olarak nasihat
ve ihtarlarla dolu, mektup şeklinde 25 sayfalık uzun bir ithamnâme
göndermiştir. Schuon’ün bu mektubun üslûbundan çok incindiği söylenir.
Valsan’ın, mektubundan itibâren geçerli olan bağımsızlığı neticesinde
Paris’teki ihvân ikiye bölünmüştür.
Bu olaydan birkaç ay sonrasına kadar Schuon, dört seneden beri arkasından
Guenon’a yapılan eleştirilerin boyutundan haberdar olmamıştır. Bunları
öğrendiğinde kendisini “ihânete uğramış” hisseden Schuon’ün arkadaşlarından
birine yazdığı şu mektup mânidardır: “Her olan Hakîkat’e bir kapıdır. Allah,
nefisle, O’nu bir örtüp bir gösteren perdeyle oynadığı gibi oynar. Beni hakir
görebileceklerini hissedenlere kızgındım; sonra, Hacc suresini okurken şu
ayetlere rast geldim: ‘Eğer seninle münakaşa ve mücadeleye girerlerse Allah
yaptığınızı çok iyi bilmektedir de. Allah Kıyamet gününde ihtilaf etmekte
olduğunuz konulara dair aranızda hüküm verecektir’ ve içimi büyük bir rahatlama kapladı” Bu
mektuptaki ifâdeler bile Schuon’u İslâm’ın formundan uzaklaşmak ile
suçlayanlara cevap olarak kâfî gözükmektedir.
Valsan’ın gibi birçok kişi Schuon’ü İslâm’dan ayrılmakla hatta Schuon’ün
ifâdeleri ile “İslâm’ı de-İslâmîze etmek”le suçlamıştır. Bu suçlamalara Seyyid Hüseyin Nasr, Catherine
Schuon ve Martin Lings yeterli gözüken cevaplar vermişlerdir. Schuon’ün İslâmî
kimliğinin ayrıntılarına da önceden değinmiştik. Fakat, bu suçlamalar
yapılırken gözden kaçırılan bir hususu bize Jean-Baptiste Aymard hatırlatıyor:
“Schuon’e iftira atanların birçoğunun bilmediği bir şey vardır. Valsan’ın
grubunun ayrılışından birkaç sene sonra, 1958’de, Valsan’ın Lozan’a gelmiş ve
son derece alçakgönüllü bir tavırla bütün olanlar için özür dilemiş ve kendi
grubunu tekrar Schuonki ile birleştirmeyi önermiştir. Mütehassıs olsa da Schuon
bu teklifi kabul etmemiştir”.
Schuon bu teklifi reddetmesinin sebebini Leo Schaya’ya yazdığı 3 Ekim
1958 tarihli mektupta şöyle açıklar: “Sidi Mustafa’nın diktiklerini sökmek
istemedim.” Yani Schuon, gönülden Guenonyan olan ve kendi bakış açısına karşı
mütereddit bulunan insanları otoritesi altına almayı dilememiştir. Yine de,
eşiyle birlikte Paris’e bu grubu ziyarete gittiklerinde, Valsan’ın mürîdleri
onları otellerinin kapısında ellerinde bir buket çiçekle karşılamışlardır.
Kimi konularda görüş ayrılıkları devam etse de bu andan sonra Schuon ile
Valsan arasındaki ilişki bir daha bozulmamış ve Valsan’ın Kasım 1974’teki
vefâtına kadar da sürmüştür. Aymard’ın iddiasına göre, Martin Lings de dahil
olmak üzere, Valsan’ın Lozan’a birçok defalar geldiğine ve geldiğinde Schuon
ile ilişkisinin yürekten ve samimî olduğuna şahitlik edecek birçok kişi
bulunmaktadır.
Valsan’ın şeyhi Schuon’den ayrıldıktan yedi sene sonra geri dönüp özür
dilemesi, bununla da yetinmeyerek kendi tarîkini Schuon’ünkine tekrar katmak
istemesi, herşeyden öte, Schuon’ün İslâmî kişiliğine yönelik suçlamaları ve
tarîkatının İslâmî husûsiyetlerinin kayboluşuna dair ithamların geçerliliğini
izale eder görünümdedir. Nitekim, eğer Schuon, Valsan ve diğerlerinin iddia
ettiği gibi hâl üzere olsaydı, takvada ileri olduğu Schuon’ün mürîdlerince bile
söylenen Valsan kendi grubunu tekrar Schuon’ünki ile birleştirmek arzusunda
olmazdı. Görünen o ki, vaktinde bu suçlamaların en ağırlarını yapan Valsan’ın
fikirlerinden nedâmet getirmesinin sebebi, savaş zamanının psikolojisi gerilmiş
zihinlerin, bir de iletişim eksikliğinden kaynaklanan sorunlar yüzünden
Schuon’ün zaten herkesin kolaylıkla anlayamayacağı ve birçok kişiye yenilikçi
gelen öğretisini o vakitler tam idrâk edememesi ama aradan zaman geçince
Schuon’ün iyi niyet ve samimîyetini, serdettiği fikirlerini sathının olmasa
bile özünün din-i Hanîf olan İslâm’ın özünden ayrı olmadığının farkına
varmasıdır. Zaten tasavvuf tarihi de öğretilerinin özü yanlış anlaşılan ve bu
sebeple halkın suçlamalarına maruz kalan büyüklerle dolu değil midir? Schuon’ün
religio perennisi öne çıkarmasının, bununla yetinmeyip bu kavramı bir
adım ileri götürerek religio cordis’e olan vurgusunun ilk etapta anlaşılmaması
normal karşılanabilir. Bu entelektüel havsala kadar, idrâki, standart
düşüncenin dışına çıkmaya da zorlayıcı bir eylemdir ki en aklı başında ve iyi
niyetli insanda bile bu sürecin zamanla gelişmesi anlaşılabilirdir. Burada,
belki eleştirilecek nokta, ehl-i tasavvuf olarak mürşîde itaat, hüsn-ü zannı
muhafaza etme, karşı çıkarken bile mûtedil olma vs. gibi üslûp meselelerinin
bir halîfeye yakışmayabilecek tarzda ele alınmış olmasıdır.
CEZAYİR’DEKİ ALEVÎYYE TARÎKATI İLE İLİŞKİLERİN KOPMASI
1953 yılında Spiritual Perspectives and Human Facts isimli
kitabının basılması, Schuon için başka bir dönüm noktası oldu. Bu tarihten
sonra Schuon’ün eserleri bir külliyât haline gelmeye başlayacaktır. Yine aynı
zamanlarda Schuon mürîdleri için tarîkatlarının manevî yöntemlerini her yönüyle
anlatan açıklayıcı ve nüfuz edici metinler yazmaya başlamıştır. Tahmînen 1200 -
1400 sayfa olan bu metinler Almanca yazılmış, sonradan da Memories and
Meditations ismiyle İngilizce’ye çevrilmiştir. Mürîdler, aldıkları izin
nisbetince bu yazılardan bir kısmını, son yıllarda artan bir sıklıkla, kamuya
açıklasalar da, tarîkatın özel işleyişine ait bu metinler tarîkat üyelerinden
başkalarının okuması için değildir. Bu metinlerin içeriği Schuon’ün
otobiyografisinden, hatırâ ve anılara, tarîkatın nasıl işleyeceğine dair
direktiflerden, vaaz ve virdlere, soru-cevaplardan mektuplara kadar
değişmektedir. Genelde birer ikişer sayfa olan bu metinleri Schuon daimâ Arapça
hattıyla Şeyh İsa Nûreddin el-Alevî el-Meryemî diyerek imzalamıştır.
Bu yıllarda Schuon’ün malî durumu da yavaş yavaş düzelmektedir. Eşinin
akrabalarından birinin cömertliği sayesinde, artık küçük apartman dâirelerinde
değil de kendileri için inşâ edilmiş mütevâzi ama konforlu bir evde yaşamaya
başladılar. 1954 yılı aynı zamanda 26 sene sürecek uzun bir seyahatler
serisinin de başladığı yıl olmuştur. Schuon ailesi birçok Batı Avrupa ülkesine,
Yunanistan’a, Türkiye’ye, Fas’a ve en sonunda Amerika’ya gideceklerdir.
1954 yılının Ağustos ayında Gırnata, Kurtuba ve İşbiliyye’yi ziyaret
eden, ardından da Fas’a giden Schuon, burada 17. yüzyıldan zenci bir Sûfî olan,
hiç durmadan Allah’ı zikreden ve dağlarda yaşayan Şeyh’ü-l Vâfi’nin mezarını
ziyaret edip duada bulunmuştur.
Bu sene Schuon’ün çeşitli din ve kültürlerden önemli şahsîyetlerle
iletişime geçtiği senedir. Swami Ramdas, Krishna Bai, Manibhai Patel, Brahma
Hari Prasad Shastri, Rus Başrahibi Fr. Anthony Bloom, Fr. Sophronios, Japan
Shojun Bando, Sohaku Ogata gibi Zen üstadları, Lobsang Lhalungpa gibi Tibet
keşişleri kâh Schuon’ü evinde ziyaret etmişler kâh Schuon onları ziyarete
gitmiştir.
Schuon, Hazret İnayet Han’la da görüşmüştür. Hazret İnayet Han Ticanî
tarîkatının önemli üyelerinden Hacc Ömer Li ile Şeyh İsa’nın evine gelerek,
halvete girmeden önce onun hayır duasını almak istemiştir.
Yine aynı yıl içinde, 1954’te, Schuon, Şeyh Adda bin Tounes’in oğlu, genç
Şeyh el-Mehdi ve Mustaganem’deki tarîkatın üç temsilcisini Lozan’daki evinde
kabul etmiştir. Cezayir’le ilişkiler Schuon’ün ayrılığından sonra samimi ama
uzak kalmıştı. Ölümünden kısa bir süre önce, Şeyh Adda, Schuon’e çok dostça bir
mektup yazmıştı. Yıllar içinde gelip giden ziyaretçiler de ilişkilerin kopmadan
belirli bir mesafede durmasını sağlıyorlardı. Aymard’a göre genç şeyhin emeli
bağları sağlamlaştırmak kadar Schuon’ün Avrupalı fukarasını kendi tarîkatına
dahil etmekti.
Titus Burckhardt arkadaşı Paul Gervy’ye yazdığı 22 Temmuz 1954 tarihli
mektupta gerçekleşen dua meclislerinden bahsederek şöyle der: “En son mecliste,
Şeyh el- Mehdî, Şeyh İsa’dan bir vaaz vermesini rica etti ama şeyh
alçakgönüllülüğünden reddetti. Bunun üzerine ben, Şeyh el-Mehdî’ye, Şeyh
İsa’nın en son vaazlarından birini okumayı teklif ettim, Şeyh İsa da bana izin
verdi. Vaazı okumayı bitirdikten sonra Şeyh el-Mehdî kalktı, cübbesini çıkartıp
Şeyh İsa’nın omuzlarına koydu ve Peygamberin ashâbından, hem O’nun zamanında
hem de O’ndan sonra yaşayanlardan bahsetti ve Şeyh İsa’nın da onların en
sonuncularından olduğunu söyledi.”
Ama aynı mektupta Burckhardt, Cezayirli fukarada yaygınlaştığını gördüğü
modernizme karşı temâyülden korktuğunu belirtmiştir. Genç şeyhin, Schuon ve
Burckhart’a pan-İslâmîk ve hegemonik gelen yaklaşımını ki Burckardt, bu
yaklaşımın Lozan’ı terkettikten ve özellikle Londra’ya gittikten sonra ortaya
çıktığını söyler, Schuon temsil ettiği düşünce itibârîyle onaylamamıştır.
Dahası, Cezayir’deki tarîkatın temsilcileri Schuon ve mürîdlerinin Les Amis
de l’Islâm dergisine aktif olarak katkıda bulunmalarını istemişlerdir. Bu
derginin propagandacı ve Burckhardt’ın -teosofi, Sufizm ve az biraz modern
felsefeyi birbirine karıştıran- diyerek tanımladığı basitleştirici içeriği
Schuon’ün de Burckhardt’ın da ilgilerine hitap etmiyordu. Bir süre devam eden
mektuplaşmalardan sonra mentalite ve görüş farklılıklarının ilişkileri devam
ettirmeye çalışmanın imkansız hale getirdiği ortaya çıktı.
FRITHJOF SCHUON’UN HZ. MERYEM’E VERDİĞİ ÖNEM VE
MERYEMÎYYE TARÎKATI’NIN KURULMASI
Regina Coeli
Fazlasın bir sembolden
Yakınsın bana kandan ve kalpten
Havasın beni yaşatan
Arındıran, hikmetli kılan
Tatlı ve dingin
Esen Sema’dan.
Fazlasısın seni tasvir eden kelimelerin
Şanın için söylediğimiz tüm kutsal ezgilerin
Sarhoş olduğumda vecdinle
Yaratmamıştı daha Tanrı
Yaprağını asmanın.
1965’ten başlayarak Schuon on sene boyunca hâlâ geleneksel kalabilmiş
ambiyanstan keyif aldığı ve yaşlı fukara ile karşılaşmaktan hoşlandığı Fas’a
gitmiştir. 1965 Mart’ındaki ilk yolculuğunda, özellikle zor bir zamandan
geçerken ve astımdan muzdaripken Marsilya Limanından bindiği gemi manevî bir
tecrübenin de mekânı oldu. Onda tecellî eden bu hal doğrudan Kutsal Bâkire ile
alâkalıydı.
Çocukluğundan beri Hz. Meryem’e büyük hürmet besleyen Schuon, kendine
ihsân edilen bu Meryemî bereketi kendi yaklaşımının doğruluğunun tasdîki olarak
algıladı çünkü Hz. Meryem İslâm’a göre de üstün bir konumdaydı. Burada,
Aymard’ın özellikle temâs ettiği nokta, Schuon’ün “renksiz hikmet” nokta-i
nazarından hürmet ettiği Hz. Meryem’in Hristiyanlık’ın Bâkire Meryem’i değil,
ama Logos’un -anaç ve bâkire- dişi yönü olmasıdır.
Schuon, henüz çocukken, Roma Katolik’i olduğunda bu yeni ambiyansta
Meryem’le iki şekilde karşılaşmıştı: önce, “büyük ve güzel, arka fonu altın
yaldızlı bir Bizans ikonu”nun karşısında ve ikinci olarak tesbîh çekerken “daha
önce hiç yapmadığı bir birşeyi yapıp Meryem’le konuşarak”. Daha sonraları,
yirmili yaşlarında İslâm’a girdiğinde, bu ibadeti haliyle bırakacaktı ve manevî
ilgisi senelerce başka yönlere akacaktı. Ama o zaman bile Hz. Meryem’in devam
eden takdîsinin belirtileri vardı. Schuon, Rahman ve Rahîm isimlerinin zikrini
yaptığı bir zamanı hatırlıyor: “Bu iki ismi, sadece Tanrı’yı düşünerek ve
herhangi bir doktriner perspektiften bağımsız olarak zikrediyordum. Birden,
güçlü bir Varlık hissettim, içinde sıcaklık, letâfet, aşk, merhamet vardı ve o
anda Kutsal Bâkire’yi düşünmediğim halde, gelenin o olduğunu anladım. Uzun bir
süre bu lütuf hali devam etti ve ben sanki bu halden sarhoş olmuş gibiydim.”
Bu olay, sonradan gelecek daha büyük bir tecrübenin habercisi gibidir
çünkü 1965 Martında, Hz. Meryem, Schuon’e daha derin ve kesin bir şekilde
görünür. Fas’a giden gemideki kabininde yalnız başına, bir çiçek buketine
bakarken başından geçenleri şöyle dile getirir: “Kendi kendime belli zorlukları
açıklamaya çalışıyordum ve Cennet’le alâkalı hayal edilebilecek şeyleri
tahayyül ediyordum. Sanki uyanıkken rüyada gibiydim, bilincimde Cennet’in
görüntüleri dışında hiçbir şey yoktu. Sonra birdenbire, Rahmet-i İlâhî beni
öyle değişik bir şekilde sardı ki... Tanımlayamayacağım ama Kutsal Bâkire
olduğunu bildiğim dişil bir formda bana derunumdan yaklaştı.”
Yine aynı gezi esnasında, Fas’ın şehirlerinden Tetevan’da kalırken ikinci
bir tecrübe daha yaşar: “Tahayyül edilmemiş bir lütuf bana yeni baştan, yine
manevî bir ihsân şeklinde geldi ve bu Cennet’ten gelen, kadîm dişilikten
dışarıya çağlayan teselli” bütün gerçekten İlâhî tecrübeler gibi Schuon’e artık
“yeni bir insan” olduğunu, daha iyiye doğru değiştiğini hissetmesini sağladı:
“Sanki Cenâb-ı Hakk tarafından işaretlenmiş gibiydim. Sanki O’ndan gelen,
beraberinde bir vazife de getiren, hususî ve esirgeyici bir bulutun içinde
yaşıyordum.” Schuon, daha sonra, bu anların kendisine Hz. Meryem’le aralarında
“mistik bir bağ” ve “manevî evlat edinilme” sağladığını, bu evlat edinme ve
koruma ile Kutsal Bâkire’nin mürîdlerinin de hâmisi olduğunu söyleyecektir. Tarîkatının
ismi de bu sebeple Meryemîyye’dir.
Schuon Memoirs and Meditations’da bu olayı sonradan şöyle anlatır:
“Geçmişe bakınca gemideki ve Tetavan’daki olayı şu kelimelerler
açıklayabilirim: Semavî Güzellik hem derde devadır hem de kutsaldır. Latîfliği
ile iyileştirir, bütün hüznü ve bütün acıyı çözer. Kutsallığı ile dönüştürür,
tüketici düşüncelerin ve baştan çıkarıcı merakın üstesinden gelir. Hatıranın
hareketsiz ışığını ve şevkin sarhoş edici akımını ihsân eder; o parıldayan
altın ve çınlayan şaraptır. Ben onun hafızaya kazınmış görüntüsünün
yankılandığı bir 204 aynayım.”
Schuon, Hz. Meryem’i Hikmet’in -aslî ve kadîm- ekmel sembolü olarak
düşünür. Bu sembol, kutsallığın şekil-ötesi mesajında hıfzedici İsmet’i ve
lütfedici Rahmet’i birleştirir ya da manevî yöntem açısından bakılırsa fakr ile
zikri birleştirir ki Schuon’ün fakr ile zikre verdiği yeri ileride
açıklayacağız.
Bu zamandan sonra Schuon, ruhunun bir ifâdesi olarak, resimlerini sadece
Meryemî suretlerin tasvirine adadı. Bu resimlerin ilham kaynağı ise Hristiyanî
yahut Avrupaî olmaktan ziyâde Hindu ve şaktikti. Esmer-tenli portreler
tasavvufî geceyi simgeler, (Neşideler Neşidesi’ndeki Süleyman’ın Neşidesi
bölümünde bulunan “Esmer ama güzelim” mısrasına atıfla), kutsal ve batınîdirler
(yalnızlığın tefekküre daldıran ve huzur veren yönünü uyandırırlar), bazen
kısmen çıplaktırlar (hakîkat perdelerinin kalkmasına ve azad eden lütfa
atıfla).
Leo Schaya’ya yazdığı 27 Aralık 1982 tarihli mektubunda Schuon “Eğer bana
Kutsal Bâkire’nin resimleri neden çizdiğim sorulursa, cevabım manevî bir
tasavvuru nakletmek böylelikle başkalarına da bu tasavvuru erişilebilir hale
getirerek bu tasavvura ortak olmalarını mümkün kılmak içindir” der. Aynı amaçla
Schuon, Kutsal Bâkire’nin şerefine Arapça tasavvufî şiirler de yazmıştır.
James Cutsinger Schuon’ün Hz. Meryem’le alâkalı fikirlerine ayrıntısı ile
değinir. Daha önce basılmamış, mürîdlerine mahsus hazırladığı bir metninde
Schuon şöyle der: “Efendimiz Meryem’in bizden istediği her zaman halvette
olmamızdır. Dünyanın orta yerinde, hayâtın içinde... Öyle bir halvet olmalıdır
ki bu kendimizi İlâhî nura bıraktığımız anda, altın renginde bir sis gibi,
gittiğimiz her yere gelerek bizi koruyucu bir rahmet bulutuymuşcasına
sarmalıdır. Bu hâldeyken, insan bu dünyanın geçici şeyleri için merak duymaz,
sadece bu manevî fakrın küçük altın bahçesinde kalmakla ilgilenir. Çünkü
Efendimiz Meryem, kristal gibidir. İçine anlamsız yahut saf olmayan hiçbir şey
nüfuz edemez. Bu sebeple Kur’ân onun kalbini kastederek bâkire olduğunu söylemiştir.
Kur’ân’ın 66. Sûresindeki “Ona kendi Ruhumuzdan üfledik” ifâdesi ile Hz. İsa’nın oluşumu anlatan âyetin
üstünde duran Schuon “nefes ifâdesi hem ihsânın yakınlığı hem de inceliğini
ortaya koyar, derinliğini yahut sınırsızlığını...” diyerek Kutsal Bâkire ile
Tanrı arasındaki avatarik bağlantının da altını çizer.
Schuon’ün Kutsal Meryem’le alâkalı dikkat çekici bir ifâdesi de Hz.
Meryem ile İslâm Peygamberini karşılaştırmasında ortaya çıkar. Schuon, iki dinî
geleneğin, Hristiyanlık ve İslâm’ın formal tasarrufunda, Hz. Meryem ile Hz.
Peygamber’in benzer konumlarda olduğunu iddia eder: “Peygamber’in işlevi
paralel şekilde ve sembolik olarak Bâkire Meryem’inkine benzerdir. Bâkire
Meryem de Vahy’in mekânıdır”. “Ruh’ü-l Kudüs aracılığı ile gebe kalmış” Meryem
“Yardımcı-Kurtarıcı” ve “Semaların Melikesi”dir. “Aynı Ruh’tan nefes almış” Hz.
Muhammed ise Rahmet Peygamberi ve Seyyidü’l- Kevneyn’dir. Schuon, bu
benzerliklere farklı bir boyut daha getirerek, Kutsal Bâkire’nin lekesiz ve
tertemiz ve sadece fiziksel açıdan bakılacak olursa bâkire olduğunu,
Peygamber’in ise havariler gibi ümmî olduğunu yani, insanî bilgiden ya da insan
mertebesinden elde edilen bilgiden âri olduğunu söyler.
Sadece bu benzerliklerin bile Kutsal Meryem’in bir peygamber olduğunu
söylemeye yeteceğini iddia eden Schuon, bunun için başka deliller de ortaya
koyar:
“Mesela, Meryem’den, diğer peygamberlerle beraber, Enbiya Sûresi’nde
bahsedilmiştir. Burada hikâyesi incelikle ve övgüyle ele alınmıştır ki bu da
sıradan bir velî için tasavvur edilemez”. Bu ifâde şekli daha ziyâde,
Peygamber’in kendisinin Meryem’i tanımlarken kullandığı “Cennet hanımlarının
efendisi” tanımı ile uyum içindedir. Schuon sözlerine şöyle devam eder: “Bütün
bunlar, eğer bir kanıt gerekseydi, Meryem’in mukaddes makâmının yani bir
Nebîyye olma vasfının delilidir.”
Tabiî, Schuon burada her zamanki titizliği ile okuyucularına (ki
Cutsinger bu bilgilerin çoğunluğunu daha önce basılmamış metinlerden aldığını
ifâde ettiğine göre bu metinler muhtemelen Schuon’ün mürîdlerine hasraten
yazdığı, tarîkat içi metinlerdir ve muhâtabı da mürîdleridir,) şu uyarıda
bulunmayı ihmal etmiyor: “Bir hadîse göre hiçbir kadın resul olmamıştır. Ama bu
hadîste söylenmek istenen yeni bir düzen getiren peygamberliktir (resulluktur)
yani İslâm’a göre Nebîyye tanımının Meryem’e uymaması için bir sebep yoktur.”
Cutsinger, Schuon’ün Meryemî temâyülünü bir tâkipçisi olarak şöyle
açıklar:
“Belirli bir dinin ekzoterik otoritelerinin ve bazen ‘averaj Sufizm’ diye
adlandığı sufizmin şeyhlerinin aksine Schuon ‘eşyanın doğasına’, fıtrata ya da
kadîm şekle sadakatinde tamamen özgürdü ve bu özgürlüğün manevî alanında Kutsal
Bâkire’nin tamamen kevnî ve İlâhî olanı izhâr eden zâtî hakîkatinin, ondan
övgüyle bahseden bütün dinlerin doktriner sınırlarını aştığını farketti. Schuon
bu sebeple Meryemî olduğunu söyledi ve bu ışık altında, kurduğu tarîkatın
Meryemî karakteri anlaşılabilir. Schuon’ün ifâdesine göre, eşyanın doğası
üzerine yaptıkları ısrar, Hz. Meryem’le olan bağlantılarını açıklar ve meşrû
kılar çünkü bakış açıları evvelen metafiziki, ezoterik, kadîm ve kevnîdir ve bu
sebeple tarîkatları tasavvufî gelenek uyarınca Meryemîyye Tarîkatı olarak
adlandırılmaya hak kazanmıştır.”
En bâriz şekilde, bu “Meryemî kevnîlik” Meryem’in Semitik dinler arasında
mukadder bir bağlantı olmasında görülebilir. Schuon’e göre Hz. Meryem “Semitik
tek- tanrılı dinlerdeki Kutsal’nin tek dişilleştirilmesi olduğundan bütün bu
dinlerin hepsinde de olmak durumundaydı. Bu sebeple de Yahudilik’te bir
peygamber olarak sağlam kişiliği ile, Hristiyanlık’ta Yardımcı-Affedici işlevi
ile eşsiz ve kıyas kabul etmez bir konumdadır. Böylece, İslâm’da da eşsiz ve
kıyas kabul etmezdir ve orada kendini rahat hisseder aynen Hz. İsa’ya kadar ve
o da dahil olmak üzere, tüm Semitik peygamberlerin de İslâm’da kendilerini
rahat hissettikleri gibi.”
Schuon, Meryem’in “tek bir renk ya da tek bir koku” olmadığını, “renksiz
ışık ve saf hava” olduğunu yazar. Bu sebeple “özünde, bütün formlardan üstün,
hepsinin üstüne taşarak akan, hepsini kucaklayan ve yeniden bütünleştiren
merhamet dolu Kemâl ile tanımlanır. Kozmik dengenin mükemmel numunesi ve “bütün
kutsal ruhların modeli” olarak şahsen, Hakîkatin, semboller perdesinin ardında
gizlenmiş çıplak ve yaşayan gerçeğin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Böylece kişi
Kutsal Bâkire’yi öğrenmeye başlayınca, eğer peçesini indirmeye lütfederse, Atma
ile Maya arasındaki bütün karışıklıklara fâik olarak neyin Ne olduğunu tam
mânâsıyla bilir. Çünkü Hz. Meryem, Zât’ı, özü ifâde eder, Zât bütün form ve
tahditlerin ötesindedir ve böylece sınırlandırmalardan azad edicidir. “Bu,” der
Schuon, “dişil Prensip’in yüce boyutudur ve kalp bunu ifâde edilemez bir
şekilde ama tam olarak Kutsal Bâkire’de tefrik edebilir”.
İslâm’ın Metafizik Boyutları eserinde Schuon, Kur’ân’da geçenler
dışında Hristiyanlık hakkında bir bilgisi olmayan Mağribli bir şeyhin
kendisine, Meryem’in Rahmet’in müşahhaslaşmış hâli olduğunu, bu sebeple
çağımızın özellikle kendisine verilmiş olduğunu, Meryem’in özünün -tacının-
Rahmân ve Rahîm isimleri olduğunu ve Meryem’in Besmele’nin insan şeklinde
zuhûru olduğunu söylemiştir.
Schuon yayınlanmamış metinlerinden birinde Hz. Meryem hakkında şunları
söyler: “Peygamberler yasaları getirirler, Kutsal Bâkire bu yasaların kökünde
olanı getirir. Bu sebeple de bütün Peygamberlerin anasıdır.” Schuon ayrıca
Meryem’in Ümmü’l-kitap olduğunu, çünkü onun “bütün kitapların şekil-ötesi özü
ya da ilk cevher olan Logos, saf Râhmet” olduğunu ifâde eder. Bu sebeple “öze
dair yakarışı, sonsuz manevî gıdayı, Zikri öğretir ve zikrin insanlaşmış halidir.
Hz. Meryem, dünyadayken saklıydı ve bir peygamberin bilinmeyen annesiydi,
Cennet’te ise o, bütün peygamberlerin nurlu annesidir ve bu sebeple de
dünyadayken eşi bir insan değil, Ruh’ul-Kudüs’tü.” Başka bir yerde de Schuon
şunlar ekler: “Her peygamber, Hz. Meryem de dahil olmak üzere, Logosla
tanımlanır ve aynı zamanda insan olduğu halde, Logosa açılan kapıdır.
Her peygamberin bir mesajı vardır, Meryem’in mesajı bir taraftan oğlu, diğer
taraftan da bütün mesajların ifâde edilemeyen özüdür.”
Kutsal Bâkire’nin güzelliğinden bahsettiği başka bir yerde şöyle der: Hz.
İsa’nın dünyanın bütün üzüntülerini üstüne alması gibi, Hz. Meryem’de dünyanın
bütün güzelliklerini kuşatır. Güzelliği ile kendisini dünyanın önüne koyar ki
dünya bizi daha fazla güzelliği ile baştan çıkartmasın, bizi böylece güzelliği
ile korur. Güzelliği aracılığı ile bizim Allah’ı sevmemizi ve dünyayı
unutmamızı sağlar, o, Tanrı’nın sevgisinin ve Güzellik’inin bir ışık
huzmesidir.
Schuon, Esoterism as Principle and as Way kitabında da Hz. Meryem’den
şöyle söz eder: “Kutsal Bâkire hem açık hem kapalıdır. Erişilemez ve âli
cenaptır. Güneşi giyinmiştir çünkü Hakîkat’ın ihtişamı Cemâl’i giyinmiştir. Ve
O, kara ama güzeldir çünkü onu örten duvak hem kapalı hem de şeffaftır ya da
(başka bir ifâdeyle) çünkü erişilmezliğin erdemiyle kapandıktan sonra
merhametin erdemiyle açılır.”
Martin Lings, Schuon’ün tarîkatının Meryemîyye ismini almasını ve
Schuon’ün mürîdlerinin Hz. Meryem’in neden kendilerini seçtiğine dair
sordukları sorulara verdiği cevabı şöyle anlatıyor:
Afrika Alevîlerinden ayırd edilebilmek için Şeyh’ten şeyhinin isminin
sonuna başka bir isim eklemesini rica ettik. Bize, kendi isimlerinden birini
vereceğini düşünüyorduk fakat bizi şaşırtarak şöyle söyledi: “Bizim tarîkatımız
Meryemîyye’dir”. Bize birçok defalar, Hz. Meryem’in ona bizi kendisi için
seçtiğini açıkça ifâde ettiğini ve bizim koruyucu azîzemizin Hz. Meryem
olduğunu söyledi, hatta “Onu seçen biz değildik, o bizi seçti” diyecek kadar
ileri gitti. Bir gün “Hz. Meryem bizi niye seçti?” diye soruldu Şeyh’e. Bunu
bilmemizin gerekli olmadığını söyledi. Ama başka bir olayda, aynı soru
tekrarlandığında şöyle dedi: “Bunun muhtemel bir cevabı şudur: Hz. Meryem,
Davud’un hânesinden bir Yahudi prensesiydi, aynı zamanda Hristiyanlık’ın
kurucusunun annesiydi ve o İslâm’da kadınlar hiyerarşisinin en zirvesinde
durur. Bu üç dinin üçünü de, genel itibârîyle dini de sever, aynen bizim gibi.
Dahası, erkek ve kadınlarımızın büyük çoğunluğu Yahudi kökenlidir, büyük bir
kısmı Hristiyan kökenlidir ve birçoğu da Müslüman olarak doğup
yetiştirilmişlerdir ve biz bu üç dini birbirinden ayıran özelliklerine
odaklanmak yerine bu üç dinde nelerin ortak olduğu ile daha ilgiliyiz, aynen
onun gibi. Yani bir anlamda, onun topraklarındayız.” Ama aslında, bize kendi ismini
vereceğini düşünmekle yanılmamıştık çünkü genel kabul gördüğü gibi tasavvufta
her büyük mutasavvıf Peygamberin esrarengiz bir uzantısı olmasının yanı sıra
İslâm’dan önce gelmiş manevî nurlardan birinin de uzantısıdır.
Ve bir gün Şeyh’e kendisinin de şeyhi gibi Hz. İsa’nın uzantısı olup
olmadığı sorulduğunda “Hayır, Ben Meryemîyim” demiştir.
Schuon’e göre Hz. Meryem insanlığa iletilen bütün mesajların özüdür.
Bundan dolayı “Peygamberlerin annesi”dir. Bu sebeple evrensel ve üstün Hikmet Religio
Perennis ile özdeşleşmiştir. Hz. Meryem’in mesajı “mafsalsız” ve tanım
itibârîyle kânun-ötesi olduğundan kendi içinde Logos’tur (Bebek İsa ile
sembolize edilir), Fıtrattır, ezelî ve ebedî Hikmet’tir. Bu mesajın
şekil-ötesi tabiatı, saf kudsîyetinin, cevherî ve ezelî Hakîkat ile ahenk
içinde olmasının bir göstergesidir.
Patrick Laude’a göre Logos’un dişil vechesi olan Hz. Meryem, Fakrın,
Tanrı’ya teslimiyetin, Zikrin ve Halvetin arketipik bir
müşahhaslaştırmasıdır. Schuon’ün bu üçüne verdiği husûsi önemi de göz
önüne aldığımızda, Schuon’ün perspektifi ile özel râbıtasının sebepleri daha
iyi idrâk edilebilir.
TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Dua, Zikir, Kelime-i Şehâdet ve İsm-i Âzam
Schuon, 27 Aralık 1942’de, halvete çekilmiş dua ederken, bir lütuf olarak
kabul ettiği, manevî bir hâl yaşar: kendisine, nefes-i Ruh üflenmiştir yani
büyüleyici bir tecellî ile -birdenbire idrâkinde bir açıklık şeklinde- manevî
metodunun temel çerçevesini oluşturacak şeyler izhâr edilmiştir. Schuon, kamuya
açık yazılarında bu hâl ile alâkalı kasten çok az şey söylediğinden, sadece
mürîdleri arasında dolaşan eseri hâricinde bu tecellînin ayrıntıları hakkında
bilgi bulunmamaktadır. Yine de, bu konuyla alâkalı bilgiler, Schuon’ün basılı
eserlerinin hepsinde bulunmaktadır. Stations of Wisdom isimli eserinin en son bölümü ile Hristiyan
mürîdlerinden James Cutsinger’ın Frithjof Schuon’ün dua ile alâkalı yazılarını
toplayarak edisyonunu yaptığı Prayer Fashions Man (Dua kula şekil verir) isimli kitabı bu konuda
ayrıntılı bilgiler içerir. Bu kitabın başlığı olan ifâde Schuon’ün Spiritual
Perspectives and Human Facts kitabının en son paragrafından alınmıştır:
“Kul, dua eder ve dua kula şekil verir. Velî, duanın ta kendisidir, Semâların
ve yerin buluşma mekânına dönüşür ve bu surette kainâtı içine alır. Bütün kainât
onunla birlikte dua eder: sonsuzluğa değen doruklarda kokusunu yayan bir
çiçekle ya da bir kuşun tasasız şarkısında... Duada yaşayan, boşa
yaşamamıştır.”
Schuon, sadece mürîdlerinin istifâdesi için yazdığı, çoğunlukla birer
sayfadan oluşan yazılarından “Cevherler Silsileri” isimli olanında
insan-dua-Tanrı ilişkisini şöyle özetler: Dünyanın özü/cevheri insandır.
İnsanın özü dindir. Dinin özü duadır. Duanın özü zikirdir. Kur’an ayetinin
mânâsı burada yatar: Allah’ı zikretmek herşeyden üstündür. Eğer bir insanın ömründen sadece
birkaç lahza kalmışsa, Allah’ı zikretmekten başka hiçbir şey yapamaz. Böylece
duanın, dinin ve insanlık halinin tüm taleplerini yerine getirmiş olur.
Schuon açısından ezoterik doktrin, ruhî tahakkukun münâsip bir metoduyla
sonuçlanmalıydı. Şeyh Ahmed el-Alevî’nin izini tâkip eden Schuon, dinî
ibâdetlerin meşrûiyetlerini ancak zikrullahı teşvik ettikleri sürece
sağlayabileceklerini ifâde etmekten hoşlanırdı. Decartes’in “Düşünüyorum o
halde varım” (Cogito Ergo Sum) cümlesini “Varım o halde dua ediyorum.” (Sum
Ergo Oro) şeklinde yeniden yorumlayan Schuon, zikrullah üstüne şeyhinden
öğrendiklerini şöyle ifâde eder:
“Şeyh Ahmed el-Alevî’ye göre, dinî pratiklerin derûnî mânâsı ve varolma
sebepleri Allah’ı hatırlamaktır. Bu, bütün şeriat, bütün dogmalar, bütün
pratikler zikrde ikame eder demektir. Kişi, şartlar sebebiyle Kanun’un
(Şeriat) belirli bir buyruğunu yerine getirmekten alıkonabilir ama kişi
Tanrı’yı hatırlamaktan asla alıkonamaz.
Şeriat zaman içinde izhâr edilmişken, Hakîkat’ın başlangıcı
yoktur, o, dünyanın yaratılmasından önce de vardı. Şeriat, Hakîkat’e
mecburdur ama Hakîkat, Şeriat’e mecbur değildir. Spiritus
autem ubi vult 227 spirat.”
Schuon ve tâkipçileri “Kalbin duası”nın yaşadığımız çağ için en uygun
manevî metod olduğunu düşünürler. Şematik bir biçimde Schuoncü temalar insan
doğasının üç temel alanından -İrade, Aşk ve Bilgi’den- doğan ruhânî niyetlerle
tanımlanmıştır: Terk ve Ameliye, Sukûnet ve Şevk, İdrâk ve Tevhîd. Tefekkürün
bu altı temasının amacı ilhâm edilen İsmin zikrine başlamak yahut ona eşlik
etmektir. Böylece, İlâhî sıfatların birer ifâdesinden başka birşey olmayan aslî
manevî ve ahlakî erdemlerin işleve konması öne çıkar. Schuon’ün dua ve zikir
hakkında söylediği şeylerin en önemlilerinden biri de, zikrin doğal bir
sonucunun fakr olmasıdır. Schuon’ün anahtar formülasyonlarından birine göre,
“Fakr olmadan zikir olmaz.” Leo Schaya’ya 23 Mart 1983’te yazdığı mektupta
Schuon şöyle demiştir: “Zikrullah bizim vatanımızdır, bizi mesut edecek
yuvadır.” Hans Küry’ye 17 Ocak 1981’de yazdığı mektupta da şöyle demiştir:
“Tekrar bir ilüzyondur. Çünkü gerçekte, devamlı tekrar ettiğimiz dua aslında
tek bir duadır. Tekrar zamanın içine yerleştirilmişken duanın kendisi -Allah’ın
ismi- Ebediyetin içindedir. Tekrar yoluyla biz, fânî varlıklar olarak Nihaî’de
yer alırız. Eylemlerimizle fânîyizdir biz, kalbimizle ebedî. Tekrar insana
mahsustur, Yüce İsme yahut onun zikrine değil çünkü o Allah’tan gelir. İnsan bu
yüceliğe “bir kere”liğine katılabilir, katılmalıdır da. Ancak mûkim olduğu
makâmdan dolayı duasını tekrarlamak durumundadır. İnsan bunu anladığı zaman,
büyük bir teselli ve bir çeşit özgürlük bulur: Ne zaman kendisini değersiz
olduğunu yahut Allah için hiçbir şey yapmadığını düşünürse, Yüce
İsmin tekrarıyla kendisini Allah’ın huzuruna çıkartsın. Kalb ile İsmin
buluşması herşeydir, İsim kalptedir, kalp isimdedir”.
Schuon’e göre tasavvufun tanımı da birebir zikrullah ile bağlantılıdır.
Nitekim, mürîdlerine yazdığı mektupların birinde tasavvufu ayrıntısı ile şöyle
tanımlar:
Tasavvuf nasıl tanımlanmalıdır? Bir Sufi, Tasavvufun “fakr”
olduğunu, diğeri “oruç tutmak” olduğunu, bir başkası ise “beş vakit namaz
kılmak ve ölümü beklemek” olduğunu söylemiştir. Bunlar, dindar fikrî
çağrışımlardır ama tanım değillerdir.
Eğer bize Tasavvuf’un ne olduğunu sorarlarsa, biz Tasavvuf’un
(1) Hak ile bâtılın birbirinden ayrılması (2) Hakk’ın her daim hatırda
tutulması ve (3) Ruh güzelliği, Hakk’a tabiî olmak olduğunu söyleriz.
Hakk ile batıl arasındaki ayırım: el-Hakk, Hakîkat ile el-hicab,
örtü arasında; la ilahe illallah. Bu Kur’an’da bahsi geçen Hikmet’tir:
“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verirse ona pek çok hayır verilmiş
demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar”.
Hakk’ın her daim hatırlanması: Zikrullah. Kur’an’ın da dediği gibi
Allah’ı anmak ibadetlerin en büyüğüdür.
Ruh güzelliği, Hakk’a tâbî olmak: Çünkü Allah Güzel olanı sever- Cemâl,
çünkü Cemâl Allah’ın Kemâl’ini (infinitude), İnsicâm’ını, İyilik’ini, ve
Rahmet’ini (beatitude: Rıdvan, Rahmet, Tûba) gösterir. Allah ruh Güzellik’ini
hassaten sever çünkü bâtın zâhire, ebedî fâniye takaddüm eder. Hadis: Allah
güzeldir, Güzel’i sever.”
İddia edilenin aksine Schuon, zikri öne çıkardığında bunu ait olduğu
geleneksel forma gelen vahyin kaynağına dayandırarak yapıyordu:
“Allah de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar” Böylece Zikr, ruhun
çıkmazlarının ve dertlerinin, ağırlık ve dağınıklık hallerini kısaca sebepleri
afâkî yahut zâtî olsun, çözülmez gözüken dâhilî problemleri kördüğümünü keser,
atar.
Yani, Zikr makrokozmozda olduğu kadar mikrokozmozta da bulunan,
dünyada olduğu kadar ruhta da bulunan aşağı maya’nın içinden çıkılmaz ve
absürd düğümünü keser.
İnsan kendi anlamsızlığıyla olduğu kadar dünyanın anlamsızlığıyla
mücâdele eder ve bizim sıkıntıda olmamızı ve Tanrıyı unutmamızı isteyen düşman
bizi “fâsid dairede dönüp durmak” diye adlandırılan, muğlak hallerin içine bizi
sokarak bu durumu istismar eder. Bizim anlamadığımızı Tanrı anlar ve biz de bu
gerçeğe Allah diyerek ve bütün müphem, farazî, muğlak, halledilemez
şeyler hususundaki tartışmalara sırtımızı dönerek şehâdet ederiz. Her
halükârda, mayada her zaman anlaşılamaz bir nokta olduğunu bilmek
lazımdır: bu nokta yüksek düzeylerde hikmet olarak müşâhade edilir, aşağı
düzeylerde ise saçmalık olarak; her iki durumda da Allah deriz.
Allah demek İman ve Tevekkül göstermektir. Çünkü Allah,
herşeyin cevabıdır; ruh bir sorudur ve ism-i İlâhî cevaptır; ruh bir yara,
ism-i İlâhî merhemdir.”
Zikrin fakra bağlı olmasını ise Schuon şöyle açıklar: “Kelime sükûtu
gerektirir: gürültünün ortasında kelime duyulamaz. Kelime ne kadar asilse
sessizlik o kadar kesîf olmalıdır. Bu sebeple zikr fakrı icap ettirir. Allah
ismi tam mânâsıyla yalnızca eğer ruh onun için kendini yok ederse telaffuz
edilebilir. Nefsin fenâsının olduğu yerde ismet vardır. Nefs, Tanrının
yarattığı hâle döndüğünde iffetlidir: günahlar mahrumiyet ve sıkıntıdır ya da
üstüste binmiş kusurlardır. Nefs-i kadîm (primordial soul) -fena ve sükûn
bulmuş- içinde “mücevher” (mani) bulunan “nilüfer”dir (padma); bu
nilüferi Kutsal Bâkire tecessüm ettirir. O, salatı taşıyan selamdır.
O, İlâhî Kelime’yi (logos), İsim’i barındıran kutsal “sükût”tur (hesychia)
. Ama hakîkatte, bu “sükût” hayâttır: “Esmerim ama güzelim.” Bırakın düşmüş nefis sükut etsin -vacare
Deo- ve böylece sıfat-ı
İlâhîyye onda aksetsin. O sıfatlar ki nefis onların izlerini özünde taşır.
Hakîkat ve Cemâl kutsal sükûta giden yollardır: bize cennetteki özümüzü
hatırlatırlar. Bu sükût hakîkat ve Cemâlden teşekkül ettiği için aslında çokluk
olan yokluktur.”
Schuon, Tevhid, Zikr ve Fakr üçlüsü içinse şunları söyler:
“Tevhid, Zikr, Fakr. “Birliğe şehadet”, “Tanrı’yı hatırlamak”,
“Yoksunluk”; yani, Hakîkat, Tarîkat, Erdem.
Erdemle “Yokunluk” arasındaki ilişki nedir? Yoksun olmak, hiçbir desise
yapmadan, hiçbir şekilde mağrur bir hal almadan Tanrı’nın bizi yarattığı olmak
demektir, Fıtrat’a, Kadîm Doğamıza uygun kalmamızdır.
Kur’ân der ki: “Ey insanlar! Allah’a nazaran siz fakirsiniz, Allah
Ganîdir...” Bu, mahluk sahip
olduğu herşeyi -özelliklerini ve becerilerini- a priori tüm iyiliklerin
kaynağı ve bütün meziyetlerin ona ait olduğu Hâlık’tan almıştır. İşte bu
yüzden, erdem “neysek o olmak”tır denilebilir, yaratıcı irâde bizi nasıl
yarattıysa.
Tevhid, Zikr, Fakr. Bir yanda, bir şey var bilmemiz gereken:
Gerçek (Hakîki); istememiz gereken: İyi (Hayr); ve sevmemiz gereken: Güzel
(Cemîl). Diğer yanda aynı anda hem bilmemiz, istememiz, sevmemiz gereken,
Hakîki, İyi ve Güzel olan bir şey var: Hakîkat, Tarîkat ve Erdem. Kişi
Hakîkat’i bilir ama aynı zamanda onu ister ve sever de çünkü o aynı zamanda bir
Güzellik ve İyiliktir.”
“Vurgu, metafizikî hakîkate ve ism-i İlahî’ye yapılmalıdır;” diyen
Schuon, şöyle devam eder: “bu, aynen ipliğin kumaşın içinden geçmesi gibi bütün
geleneksel formların içinde dolaşan “din”dir. Doktriner yani aklî kaynağın
delili ile kişi inancı anlamalı ve İsimde ve İsimle, benliğimizin ta kendisi
olan imanı/emanı (inner certitude)
bulmalıdır.” 242
Schuon’e göre soyut mefhumlardan somut bilince geçmek gereklidir. Bu, riyâdan samimîyete geçiştir. Allah’ın
herşeyden önce geldiğini ve öte dünyanın bu dünyadan daha iyi olduğunu söyleyen
birçok kişi sanki bunu kabul etmemiş gibi davranırlar ki en alışılageldik
riyâkârlık budur.
Schuon’ün İslâm’da en sevdiği şey İlâhî ilkenin gerçekliğinin birliği
doktrininin Mutlak, Küllî ve Kâmil olarak ortaya konulmasıdır. Bunu, Eflatun’un
iyilik idesi ile denk görür. Schuon, ilk Şehâdeti, La ilahe illallah’ı
bütün metafiziğin en mükemmel formülasyonu olarak görür. İki Şehadet üstüne de
yazılmış derin tefsîrlerin müellefi olan Schuon, ikinci Şehadet’i Muhammeden
Rasulallah’ı ilk Şehâdet’in illa’sına bağlar ve İlâhî İlke’den neşet eden
bütün eşyanın hakîkatinin formülasyonu olarak mânâsını ortaya koyar. Schuon’ün
tasavvuf temrinleri diğer bütün İsim ve münâcatları kendi umde ve esâslarına
masseden ve yekpâre kılan Şehâdet ve İsm-i Azam etrafında dönerken, Schuon’ün
sûfî metafiziğinin teorik tefsîri ise daima Şehâdet’te şamil olan merkezî
hakîkate geri döner. Schuon aynı zamanda Şehadet’in ve Şehadet’in sonundaki
İsm-i Azam’in hakîkati ile yaşamış ve nefes almıştır. Bununla birlikte, Schuon,
varoluşsal olarak da metafizikî olarak da İslâm evreninde böylesi önemli bir
yere hâiz İlâhî Esma’nın dünyasında yolculuk etmiştir. Birçoğunun mânâsı ve
kudreti hakkında yazmış ve bazı Esma’nın birbirleri ile karşılaştırıldığında ve
zâhiren bakıldığında çelişiyormuş gözüken anlamlarından doğan metafiziki ve
teolojik meselelere temas etmiştir. Yetkin makalesi “Kur’ânî İlâhî Esma
Doktrininde Kainatın Boyutları”nda el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın
dörtlüsünün en derûnî anlamlarına temas etmiştir. Bu makale, “ilm-i Esma-i
İlâhî”de Schuon’un bilgi derecesine şehâdet eder.
Schuon zikir ile Kelime-i Şehadet arasındaki bağı da öyle kurar: Schuon’e
göre Şehâdet sadece Gerçek ve sahte arasındaki farkı değil ki bu onun
metafizikî anlamıdır, aynı zamanda bu dünya ile öte dünya, Hatırlamak ile
gaflet arasında bir seçimi de ifâde eder. Nefy sahteyi yahut bu dünyayı
-fâniliğin dünyası- yahut gafleti ifâde ederken İsbat Gerçeği yahut öte
dünyayı -ebediyyetin dünyası- yahut Hatırlamayı (zikretmeyi) ifade eder. Nefy
de la kelimesi dünyanın ayırıcı, sahte ve fâni tarafını sembolize eder. İlaha,
katılımcı, sembolik, birleştirici tarafa, yani içlerinden kutsal arketiplerin
yansımasına müsâde eden eşyaya atıftır. Bu sembolizm, bizi doğası itibâriyle
Tanrı’ya yakınlaştıran herşeyi sarar. Bu değerlerin objektif yahut subjektif,
tabii yahut ruhani olması farketmez. İsbat’ta illa kelimesi
yaratılmış cüzün semavi öte dünya içinde sembolleşmesidir. Allah ismi
ayan beyan Yaratılmamışı ifâde eder. Zikir “dünyevi cennet” iken, cennetin
miftâhı da bu dünyayı cennet kılmaktır. Dünyevi güzellik gâfili dünyaya
bağlar ve zâkiri dünyadan ayırır, zâkiri Cennet’e yaklaştırır
çünkü zâkir dünyevi güzelliğin İlâhi Rahmetin bir izhârı olduğunu
bilir ve Rahmetin dünyevi izhârında bile ne kadar güzel olduğunu
gördüğünden dünyayı değil Rahmeti seçer. İnananlar arasında zâkirun,
gâfilunun aksine Şehâdeti samimiyetle kabul edenlerdir. Manevi
samimiyeti kavrayabilmesi için nefsin soyut mefhumlardan somut bilince geçmesi
gereklidir: Cennet’e imân etmek yeterli değildir, bir şekilde onda yaşamak
gereklidir. Kişi bunu Zikirde ve Zikir’le yapabilir. Zikir
Cennet’in bir uzantısı ve öngörüsüdür, yahut daha derin ve doğru bir ifâdeyle, Zikir,
Rahmetin aynı cevherinden sudûr ettiği için bu İlâhi ikametgâh ile
özdeştir. Çünkü Tanrı’nın İsmi’nin olduğu yerde Rahmet vardır, Cennet
vardır.
Schuon, şekli yapısından yola çıkarak zikir ve zâkir için şöyle der: “Bir
fakir gözlerini kapayıp İsmi telaffuz ettiğinde -ne şartta olursa olsun
ama Tanrı’nın önünde, insanların önünde değil- çok mükemmel bir şeyi idrâk eder
yahut izhâr eder çünkü bu iki eylem yahut tavır bütün tarîkatı temsil eder.”
Schuon’e göre zikir esnasında gözleri kapamak
aslında dünyayı dışarıda tutmaktır, İsm’i telaffuz etmekse Tanrı’yı tasdik
etmektir. Maya’yı dışarıda tutup Atma’yı kabul etmektir. Gözleri
kapamak Şehâdet’teki Nefy’dir (la ilahe); İsmi telaffuz etmek ise
İsbat’tır (illallah). Bir elde tesadüflerin inkırâzı, diğerinde ise
Varlık’ın zuhûru. Bu Fakr ve Zikirdir ve bu sebeple bu iki unsur
bütün Yol’u kapsarlar. Nefy (yahut Fakr): “Esmerim...(Karayım)” İsbat
(yahut Zikir): “ ama
güzelim”. Aynı şekilde: “Uyurum ama
kalbim uyanıktır.”
Hakk, Kalb, Fakr, Zikr dörtlüsüyle ilgili şunu söyler: Fakr,
Hakk ve Kalb’i birleştirir, çünkü edilgen Kemâl (Fakr)
Hakîkatın yani Hakk’ın bir sonucu olarak ve Kalb yoluyla idrâk
edilir. Benzer şekilde, Zikir, Hakk ve Kalbi aynı sebep
için birleştirir ama faal Kemal’e, Zikr’e tatbik edilir.
Havf, Muhabbet, Mârîfet üçlüsü içinse: Faal çakışma Fakr/Zikr
Haşyet yahut Gayret ile; Aşk veya Lütuf ile; Bilgi yahut İsbat ile yahut aynı
anda üçüyle birlikte ve herhangi bir boyutsal yahut şeklî niyetten beri şekilde
vukû bulabilir, der.
Schuon’e göre belli kutsal imgelerde -özellikle Buddha’nınkilerde-
tanrılaştırılmış Adem’in gözleri kapalı ve göğsü çıplak olmasının sebebi zâhirî
olanın kendini açıkca göstermemesi ve bâtınî olanın kendini izhâr etmesidir.
Dünyanın kendini açıkça göstermemesi (yahut inkırâzı) ve Kalb’in yahut Zat’ın
kendini izhâr etmesi (yahut dışa vurması)dir. Zâhirî olanın içselleştirilmesi
bâtınî olanın dışa vurumuna tekâbül eder. İlk fiil Fakr’a, ikinci fiil Zikr’e
karşılık gelir.
Schuon’ün bütün kitapları, özellikle de daha teklifsiz ve son zamanlarda
yazılanları, duaya atıflarla doludur. Nadir gerçekleşen röportajlarının birinde
genel olarak
insanlığa mesajı sorulduğunda demiştir ki: “Dua. İnsan olmak Tanrı’yla
bağlantılı olmak demektir. Hayâtın bunsuz bir anlamı yoktur. Dua ve güzellik de
tabii çünkü biz bulutların üstünde değil şekillerin içinde yaşıyoruz. Önce
ruhun güzelliği sonra da etrafımızdaki sembollerin güzelliği.”
1965 senesinin başlangıcı Schuon’ün religio perennis kavramını
ortaya koyduğu zamandır. Schuon’ü diğer gelenekselcilerden ayıran temel unsur religio
peremnis kavramı üstünde çalışmış olmasıdır diyebiliriz. Schuon religio
perennis’ten ilk önce Etudes Traditionnelles’de yayınlanan bir
makalesinde bahsedecektir. Bu makale daha sonra Light on the Ancient Worlds
kitabında bir bölüm haline gelmiştir. Hz. Meryem’in yukarıda bahsettiğimiz
ihsânının hemen bu makâlenin yayınlanmasının ardından gelmesini Schuon, gittiği
yolun doğruluğunun tasdîki olarak yorumlamıştır. Schuon, bu makâlesinde,
“görünmez” yahut “kökteki din” dediği olguya karşı yaklaşımını açıklamıştır. Bu
din her yerde mevcuttur, bir taraftan Hâkk ile bâtılın birbirinden ayrılması
üzerine diğer taraftan Hâkk’a dâir tevhîdî ve kalıcı bir vurgunun üzerine
kurulmuştur. Bu, İlim ve Aşk’ın tek bir Hakîkat’ten gelen çift taraflı
hareketidir ve sonunda bizi başlangıç noktasına, “Peçenin Sırrı”na geri
götürür. 1967 yılında yazdığı bir mektupta Schuon şöyle der: “Dini idrâk
etme meselesine gelince, biz bütün dinleri, sadece belirli bir formla yahut
bazı fiilî husûsiyetlere göre değil de aynı zamanda şeklin ötesindeki
özleriyle, yani çokluklarının ve farklılıklarının mânâsıyla berâber idrâk
ediyoruz. Bu, mârifet’in (gnosis), religio perennisin alanıdır, burada
dogmaların hâricî zıtlıkları açıklanır ve çözülür.” Aynı mektupta Schuon, Hz. Meryem’in Rahmân ve
Rahîm isimlerinden menbâını alan, religio perennisin Besmele’sinin
müşahhaslaşmış hâli olduğunun kendisine bildirildiğini de belirtir.
Schuon’e göre religio perennis aynı zamanda religio cordis’tir,
kalp dinidir, idrâkin ve bâtının yoludur.
Schuon’ün ifâdeleri, religio perennis’in yeni ritüel ve yeni
kurtuluş yolları ile yeni bir din olduğu şeklinde yanlış bir yoruma yol
açmamalıdır. Aksine religio perennis, tanım itibârîyle aslî ve ezelî
olduğundan onunla alâkalı hiçbir şey yeni değildir. İnhisârî bir formlar
sistemi olan religio perennisin doğasının özü ile zıt düşmeden kendini
bir din şeklinde dışa vurması mümkün değildir. Bazı araştırmacıların, Schuon’ün
religio perennis kavramını açıklarken farkedemedikleri budur. Religio
perennis esâs itibârîyle dâhilî bir gerçekliktir, izhâr edilmiş ve resmî
bir din değildir. Mamâfih, bu
bâtınî dinin temelleri herhangi bir dinin aslî sembollerine sıkı sıkıya bağlı
olsa da, mensubunun, ait olduğu zâhirî dinin ibadet ve hükümlerini yeni bir
ışık altında görmesini sağlar. Bu bâtınî din, doğrudan ilham olunmuş yahut
başka manevî iklimlerden ödünç alınmış, kişinin kendi geleneksel dini çerçevesi
ile alâkası olmayan formları birleştirebilir. Bu, Semâ’dan yeni formlar
indiğinde yahut belli bir kültürel ambiyansta manevî ihsânın yeni törensel
araçları oluştuğunda mistisizm tarihinde defalarca olmuştur. Meselâ diye sorar
Schuon, Mevlevîlerin semâsı ile ekzoterik İslâm’ın ne alâkası vardır?
Schuon religio perennis şöyle de tanımlar: “Religio perennisin
iki katlı tanımı - Hakk ile batılın ayrımı, Hakk üstünde birleştirici ve kalıcı
bir yoğunlaşma- aynı zamanda her din ve bütün manevîyat yolları için ortodoks
şartları açıklar. Bir medeniyet ancak “görünmeyen” yahut “alttan akan ve temel
teşkil eden” dinin religio perennisin üstüne kurulduğu ölçüde
manevîyatlı ve sağlıklıdır. Yani, ifâdelerinin ya da formlarının Şekil-
Ötesinin aralarından ışıldamasına izin verdiği ve Öz’e yöneldikleri ölçüde yani
kayıp bir
Cennet’i hatırlamak için araçlar olarak hizmet ettikleri ve aynı zamanda,
daha ziyâde ezelî bir Mutlak Saadet’in habercisi oldukları müddetçe.”
1957’de Schuon’ün iki kitabı daha yayınlandı: Sentiers de Gnose ve
Castes and Races. Sentiers de Gnose’da Schuon, üniversalist
yaklaşımının yanısıra bilginin, hakîki irfânın önemini tekrar ortaya koyar.
Schuon’ün belirttiğine göre irfan, “farklı dinlerin birlik noktasıdır” ve idrâk
gerçekte “hatırlama”dır, sonradan “edinilebilecek” birşey değildir. İrfan
“Zât’ın dili” dir çünkü “bâtınen her din tek Zâtın ve onun dünyevî izhârının
doktrinidir. Aynı zamanda da fâni nefsin ortadan kaldırılması için yahut
kişiliğimizin “İlâhî prototip”te gizemli bir şekilde mündemiç olmak için bir
yoldur.”
Schuon, neden traditio ifâdesi yerine religio ifâdesini
kullanmıştır? Schuon’ün religio ifâdesini tercih etmesinin sebebi “religionun
insanı Allah’a bağlaması ve tüm varlığını adamasıdır” öte yandan traditio
“daha zâhirî ve bazen de parçalı bir gerçekliğe matuftur ve daha geçmişe dönük
bir bakış açısını imâ eder”. Arapça’daki din kelimesi bu iki
kelimeyi de kifâyetle karşılar kanaatindeyiz.
SCHUON’ÜN GAYRİMÜSLİM TÂKİPÇİLERİ ÜZERİNE
Schuon’ün gayrimüslim tâkipçileri olması meselesi üzerine de çok
konuşulmuştur. Özellikle de ekzoterist İslâm’ın savunucuları arasından
Schuon’ün gayrimüslim tâkipçilerine karşı çıkanlar, bu davranışını hoş
görmeyenler çıkabilmektedir. Yine de bu karşı çıkış sadece tasavvuf şeyhi
Frithjof Schuon’ün gayrimüslim muhibbânı olmasına ekzoterik müslümanların itiraz
etmesi ile sınırlı kalmamıştır. Frithjof Schuon’un Hristiyan bir tâkipçisi
olduğunu anladığımız James Cutsinger’ın Advice to the Serious Seeker kitabının
önsözünden ve yine Cutsinger’ın Hristiyanlık üzerine Schuon fikirlerinden yola
çıkarak yazdığı makâlelerden anlıyoruz ki ekzoterik Hristiyanlar da
Cutsinger’ın Schuon’ün tâkipçisi olmasına çok sıcak bakmıyorlardı.
Burada, belirtilmesi gereken bir konu şudur: Schuon’e karşı en sıkı
eleştiriler yapan Sedgwick bile, Schuon’ün tarîkatına gayrimüslim mürîdler kabul
etmediğini söyler. Yani yaygın kanının aksine, Schuon’ün gayrimüslim
tâkipçileri İslâm’a girmeden Alevîyye/Meryemîyye tarîkatına girmiş değillerdir.
Schuon, kimi gayrimüslimlerin zikir meclislerini bir köşeden izlemesine izin
verse yahut onların manevi gelişimleri ile özel olarak ilgilense de, onları
asla tarîkata almamıştır.
Lâkin, ekzoterik dindarlara değişik hatta belki kabul edilemez
gelebilecek bu hususta, mesajı ve öğretileri gözönüne alınınca Schuon’ün
gayrimüslim insanlara da yol göstermekten başka türlü davranması kendi
öğretilerine ters düşmek olur kanaatindeyiz. Schuon, formları çiğneyip ezmeden,
kırmadan ama formlara da takılıp kalmadan, onları aşarak, dinlerin formel
kabuklarının içindeki özlerinin hakîkat birliğinden bahseder. Ezoterik bir
oluşumun yetkin rehberi olarak, herhangi bir dinin ezoterik yolunda ilerlemek
isteyen sâliklere de yol gösteriyor olması, ortaya koyduğı religio perennis
doğrultusunda hareket ettiğini gösterir. Bu, ait olduğu geleneksel formu
çiğnemek yahut onu hiçe saymaktan ziyâde bir mürşîd olarak zaten din-i hanîf
üzere olduğunu gördüğü insanların gönülden bağlı oldukları dinlerini
değiştirmeleri için baskı yapmamaktır. Schuon bunu, “Amacımız, Tanrı ile
barışık kullarını ihtida ettirmek değildir” şeklinde açıklar. Schuon’ün bu
konuya bakışı anlatacak aydınlatıcı bir ifâdesi de aşağıdaki olabilir:
Hakîkat, farkına varmamız gereken şekilsiz bir ışık gibidir, varlığımızın
derinliklerindedir. O zaman, doktriner formülasyonlar her şeyin ötesinde hataya
karşı çekilmiş setler olacaklardır. Gerekli olan tek şey, kalbin temizlenmesi
ve onu örten hatalardan kurutlmasıdır. Şekle sokulmayan ve hududu olmayan
Hakîkat, muhtelif doktriner formülasyonlara sebebiyet verebilir, sadece bir
okuldan diğerine değil, hatta bir Ârîfin öğretileri arasında bile. İbnü’l-Arabî
’nin eserleri buna örnektir. Bu çeşitlilik sadece doktriner ifâdelerin
göreceliliğini değil, onların aynı zamanda da geleneksel Ortodoksluk içindeki
spontanlığını ve bağımsızlığını da ispat eder.
Öte yandan, Schuon’ün Cutsinger örneği üzerinden gayrimüslim
tâkipçilerine baktığımızda, ifâdelerinde, yazılarında İslâm dininin şeklî
husûsiyetlerine, Peygamber Efendimiz’e yahut İslâmî geleneğin gereklerine karşı
çıkmadıkları, İslâm dininin pratiklerini uygulamasalar bile, bunlara karşı
saygı, kabulleniş ve muhabbet ile baktıkları kanaatine hâsıl olmaktayız.
Schuon, iddia edilenlerin aksine, İslâm’ın formel özelliklerini de
küçümsememiştir, hatta müslüman kimliği ile alâkalı bölümde anlattığımız gibi
bu formun gereklerine eski zaman müslümanları kadar riâyet etmiş, mürîdlerinden
de ellerinden geldiğince bu özelliklere riâyet etmelerini istemiştir. Öte
yandan belirtmek gerekir ki her ne kadar Schuon, kendisine rehberlik ricasıyla
gelenlere illâ dinlerini değiştirmelerini söylemiyorsa da Martin Lings’in kendi
ağzından anlattığı ihtidâ hikayesinden öğrendiğimiz kadarıyla tarîkata intisâb
etmek için gelen Lings’e, “Bize katılmak istiyorsan, İslâm’a girmelisin”
demiştir. Hem bu örnek, hem
de Schuon’ün mürîdanının çok büyük çoğunluğunun Müslüman olması yahut sonradan
Müslümanlık’ı seçmiş olması Schuon’ün gayrimüslim tâkipçilerinin istisnaî
olduklarının da bir göstergesi olabilir. Seyyid Hüseyin Nasr, Schuon’ün
gayrimüslim tâkipçileri olması hususunda İbnü’l- Arabî ve Mevlânâ’yı örnek göstererek,
bu tasavvuf büyüklerinin de gayrimüslim mürîdleri olduğunu söylemiştir. Bunun, günümüzde de bir örneği, birebir olmasa
da, Halvetî - Cerrâhî şeyhi Muzaffer Özak’ın tarîkatına kabul ettiği
gayrimüslim “muhîbbân”dır.
Titus Burckhardt, bakış açısı tek bir formel yahut geleneksel çerçeveyle
sınırlı bir şeyhin tam bir rehber olamayacağını, tüm formları reddeden bir
şeyhin yalancı bir şeyh olduğunu ifâde ederek ekler: “Tabiî ki gerçek bir şeyh
pratikte kendi geleneğinden başka geleneklere yabancı olabilir yahut gerçek bir
şeyh geleneksel formları aslî cevherlerine indirebilir ki indirir de”.
Mamaafih, Schuon’ün bu davranışının, Guenon’la anlaşmazlığa düştüğü
hususlardan biri olduğunu belirtmekte yarar bulunmaktadır. Guenon, en başından
böyle bir ihtimali egale eder çünkü Hristiyanlık’ın esâs olarak ezoterik bir
doğası olduğunu kabul etmez. Schuon’ün ise konuya bakışı daha üniversalisttir.
Yine de, eğer mürîdleri tarîkata girmeden önce İslâm olmuşsa bunun sebebini
İslâm’ın fıtrata en uygun din olmasında aramak gerekir.
Bu konuyla alâkalı Schuon, Logic and Trancendence kitabının “The
Nature and Function of the Spiritual Master” (Manevî Önderin Doğası ve Görevi)
bölümünde bir mürşîdin otoritesini kendi dininin sınırları dışına uzatıp
uzatamayacağı konusunda şunları söylemiştir: “Bu nazik ve tehlikeli bir konudur
çünkü mürşîdin manevîyatının çok yüksek olması gerekir. Bu konunun nazik ve
tehlikeli olmasının bir sebebi de sözkonusu mürşîd için kendisininkinden başka
bir geleneksel dünyaya ait olguların doğruluğunu ispat etmenin muhtemel
zorluğudur. Bu durumda yabancı bir bereketin aracı olarak işlev görecektir ki
bu da tam olarak şekiller dünyasını somut bir şekilde aşan bir manevîyat
gerektirir. Somut bir şekilde dememizin sebebi, üniversalist laf kalabalığının
ayrı bir şey, Öz’e dair tasavvur ve tahakkukun ayrı bir şey olmasıdır.”
Buradaki ifâdeleri ile Schuon, bir mürşîdin başka dinden bir tâkipçiyi
kabul etmesinin netameli bir konu olduğunu ve belirli şartlara bağlı olduğunu
belirtiyor. Bu şartlar şunlardır: İlk önce mürşîdin manevîyatının formlar
dünyasının sınırlarını aşacak kadar yüksek olması ve ikinci olarak mürîdinin
ait olduğu geleneğin ezoterimine hâkim olması, o geleneğe ait olgulara vâkıf
olması. Bu da hem kitabî hem de irfanî mânâda derin bilgi gerektiren bir
meseledir.
1958 yılında Schuon’ün başka bir kitabı, Stations of Wisdom
basıldı. Bu kitabında Schuon, “ortodoksinin şartları” meselesi diye
adlandırdığı ve ileride de üstünde yazacağı bir konu ile muayyen, açık bir
formda hakîkatın ifâdesi ile temeldeki cevherî, kevnî ve şekil-ötesi hakîkat
arasındaki ilişkiyi ele almaya başladı. Bu kitabın özellikle “Orthodoxy and
Intellectuality” bölümündeki bir tesbîti dinlerin aşkın birliği ve formel
ayrılıkları hususunda Schuon’ün düşüncelerini özetler niteliktedir: “Dogmatik
form, derinliği ölçülerek ve evrensel içeriği tahmin edilerek ve azametli ve
ikonoklastik ‘saf hakîkat’ adına o formu inkâr edilmeyerek aşılır”. Schuon bu
eserinin en başından niyetinin “hakîkatleri hikemî bir iklime yerleştirmek” olduğunu
açıklar ve “Mutlak’a dair bilincin insan idrâkinin bir imtiyazî özelliği”
olduğunu vurgulayarak, duanın ve bu bilincin nihâî aracı olan zikrin önemini
tekrar ortaya koyarak tasavvuftaki makâmata atıfla “hikmet makâmları” ismini
verdiği metafizik temeli açıklar. Buradaki ifâdeleri ile de bir formu bilmeden,
onun derinliğine vâkıf olmadan o formu aşmanın mümkün olmadığını bir kez daha
anlıyoruz. “Ben şişeyi çaldım taşa. Namusu, arı neylerem?” diyen Yunus’un
aşkınlığına benzer bir aşkınlıktır bu. Elbette, Yunus edepsiz yahut namussuz
değildir, namus ve edep kavramlarının temsil ettiği özün o kadar derinine
inmiştir ki artık içinde bulunduğu hâli tanımlamak, ruhunu doyurmak için,
ağzına hakîkatin bir kaşık balı çalınmış bir insan olarak formel dünyanın kalıplarının
sınırları dışında bir şeylere ihtiyacı vardır.
Schuon’ün zikir meclislerine kimi zaman, bazı Hristiyan tâkipçilerin
yahut Marco Pallis gibi Budistlerin ve Mudumbai Ramachandran gibi Hindular’ın
bir köşede, sessiz durarak iştirak ettikleri de söyleniyor. Bu tıpatıp
benzemese de Osmanlı’nın son zamanlarında, tekke ve zâviyelere zikir
törenlerini seyretmek için gelen gayrimüslim yabancılara ayrılan loca
mekânizmasını hatırlatıyor.
FRITHJOF
SCHUON’ÜN ESERLERİ
EZOTERİK HİKMET’İN ALENEN İZHÂRI
Schuon’ün eserlerini tanıtmadan önce, Schuon’ü yazmaya meylettiren temel
sâikler konuşulmalıdır. Aynı sebepten ötürü Kenneth Oldmeadow, Schuon’ün
eserlerini tanıtmadan önce, şu soruyu sorar: “Daha önce onları anlayan
azınlığın koruduğu ve hâriçten açıklanamayan Hikemî gerçekler şimdi kamuya
arzediliyor. Nasıl oluyor da bu insanlık tarihinin en dinle alâkasız ve en az
dindar döneminde dinî gelenekler tarafından korunmuş Ezoterik Hikmet, daha önce
hiç olmadığı kadar açıkça ve geniş bir satıhta ulaşılabilir bir hale geliyor?”
Guenon ve Schuon gibi gelenekselciler bazı ezoterik öğretilerin üstündeki
perdenin kaldırılmasını, üzerinde düşünerek ve sağduyulu bir şekilde
yapmışlardır. Schuon, vaktiyle karanlığa saklanmışların neden şimdi ışığa
çıkartıldıklarını tartışırken “Bunda kesinlikle doğal olmayan bir şey var. Ama
bunun sebebi, bu gerçeklerin açıklanması vakasında değil, çağımızın genel
şartlarında yatar. Bu şartlar, dünyevî insanlığa ait devâsâ, döngüsel bir
dönemin -Hindu kozmonojisine göre bir maha-yuganın- sonuna işaret eder. Ve bu
yüzden, zıtlar birbirini çeker sözünün mûcibince, söz konusu döngüye dahil
herşeyin öyle yahut böyle izhâr edilmesi ve önemli noktaların tekrar
yinelenmesi gerekmektedir. Böylece, kendi içlerinde olağandışı olan şeyler,
biraz önce bahsettiğimiz şartların mantığında gerekli hale gelebilirler” der.
Daha faydacı bir bakış açısıyla bakıldığında ise şunları ifâde eder:
“Kabul edilmelidir ki, zamanımızdaki ruhî kargaşa öyle bir boyuta ulaştı ki
sözü edilen hakîkatlerle ilişkiye girdiklerinde belli insanlara prensipte
gelebileceğini düşündüğümüz zarar, aynı hakîkatlerden diğerlerinin
kazanacakları ile telâfî ediliyor.”
Oldmeadow sorusuna şöyle cevap verir: “Son zamanlarda ezoterik doktrinler
öyle sık intihâl edilip çarpıklaştırıldı ki, bize Kabbalistik atasözü “Hikmet’i
unutmaktansa ifşâ etmek hayırlıdır”ı hatırlatan Schuon ve bu meselelerde konuşma yetkisinde olan
diğer gelenekselciler “Gerçek ezoterizmin ne olduğu ve ne olmadığı”na dair kimi
şeyleri açıklamak durumunda kaldılar.”
Schuon içinde olduğumuz zamanları ve ekzoterizmin girebileceği çıkmazı
şöyle özetler: “Ekzoterizm, sınırları yahut hâriçte tuttukları dolayısıyla
nazik bir şeydir. Tarihte öyle bir an gelir, bütün tecrübeler, seçkincilikleri
ile ilgili iddiaları tadil etmek durumda kalır ve bir seçimin eşiğine gelirler:
Ya daha üst yolla, ezoterizm ile bu sınırlandırmalardan kaçacaklardır yahut
daha aşağı bir yolla dünyevî ve yokedici bir liberalizme 269 gömüleceklerdir.”
Buna çözüm olarak ise ezoterizmi önerir: “Değişik dinlerin zâhirî ve
fazlasıyla abartılmış uyumsuzluklarının, çağdaşlarımızın çoğunun dine karşı
olan güvenini sarstığı bir zamanda” , dinlerin batınî birliğinin
açığa çıkartılması aciliyet arzeder. Bu da ancak ezoterizmle
gerçekleştirilebilir. Farklı ekzoterizmlerin açık muvâcehesi, kadîm
medeniyetlerin imhâsı, seküler ve bayağı ideolojilerin zorbalığı, bunların
hepsi, ancak geleneksel ezoterizmlere müracaat edilerek karşılanabilecek, çağın
en zarurî ihtiyaçlarından doğan husûsî ve tuhaf şartların belirlenmesinde bir
rol oynar.
Bir umut, bu iklimde ve “bütün manevî formların derunî ve ebedi birliği”
ni teyit eden sağlam bir metafizik altyapı oluşturulursa farklı dinler
materyalizmin ve düzmece spiritualizmin sel baskınlarına karşı tek bir set
haline gelebilirler.
Okült doktrinlerin, birçok yönden onları anlamaya yetecek donanıma sahip
olmayan bir topluluğa teşhîrinin tehlikeleri ve müphem riskleri, tüm dünyadaki
geleneksel ezoterizmin temsilcileri için aynı sorunlara sebep olmuştur. Joseph
Epes Brown, geleneksel Siyu hikmetinin ifşâsını Schuon’ünkilere çok benzer
ifâdelerle anlatıyor: “O günlerde hâlâ aralarında yaşayan birkaç yaşlı adam bir
döngünün sonuna yaklaşıldığını söylediler. Her yerde insanlar, başlangıçta
kendilerine bildirilen gerçekleri anlamamaya, hatta dahası, onları farketmemeye
başladıklarında bu bilgiyi, açığa, gün ışığına çıkartmaya müsâde vardır hatta
bu tercih edilen bir şey haline gelir. Çünkü doğası itibârîyle hakîkat kendini
bayağılaştırılmaktan korur ve bu yolla ona derinden nüfûz edebileceklere
ulaşılabilmesi imkan dâhiline girer.
Oldmeadow’a göre, Siyu’nun son birkaç ruhbanı ile Schuon gibi
gelenekselcilerin bu meseleyi aynı şekilde görmeleri rastlantı değildir.
Schuon’ün basılmış eserleri görkemli bir külliyât oluştururlar ve bu
kadar geniş bir alanda çalışan birinden doğal olarak bekleyeceğimiz yüzeysellik
ve basitleştirmelerden uzak, geniş bir dinî ve metafizik konular silsilesini
kapsarlar.
Belirli dinler üstüne yaptığı çalışmalar, sözkonusu dinlerin âlimlerinden
ve mensuplarından saygı kazanmıştır. Yirmiden fazla kitap yazmasının yanısıra Etudes
Traditionnelles, Islâmic Quarterly, Tomorrow, Studies in Comparative Religion
ve Sophia Perennis gibi dergilerin de verimli bir katılımcısıdır. Büyük
eserlerinin çoğunluğu Fransızca yazılmış olsa da İngilizce’ye de çevrilmiştir.
Schuon’ün yazıları, değişmeyen metafizik prensiplerle yönetilmişlerdir.
Bir “gelişme” yahut “evrim” sergilemezler, eserlerinde daha ziyâde aynı
prensipler çeşitli üst- bakışlarla yeniden ifâde edilirler ve farklı
fenomenlerle bağlantılı hale getirilirler. Onun için kitabî bilgi tanımı uygun
değildir, bilgilerini kitaplardan öğrenmediği bellidir. Schuon, özellikle de
savaştan önce, çok gezmiş ve bütün büyük dinî geleneklerin temsilcileri ile
yakın ilişkiler kurmuştur. İrfanî gelenekler ve dinî manifestolar hakkında
sadece geniş, ansiklopedik bir bilgisi yoktur. Bunları, neredeyse sezgisel
diyebileceğimiz bir şekilde anlar. Bu alandaki yazılarının bir muâdili yoktur.
Schuon’ün bütün eserleri, dinin ezoterik boyutlarını izâhatıyla,
mitolojik ve dinî formlara nüfûzuyla ve bütün geleneksel hikmetleri ifâde eden
prensiplere karşı ya lakaytlık yahut açıkça düşmanlık sergileyen modernizme
eleştirisiyle, geleneksel metafizik prensiplerinin yeniden tasvip ve tasdîkiyle
alâkalıdır.
Schuon’ün genel duruşu yahut daha iyi bir ifâde ile Schuon’ün üstüne
aldığı duruş, çünkü “Hakîkat kişisel bir mesele değildir, olamaz da” İngilizce’ye aktarılan ilk kitabı, The
Transcendent Unity of Religions’da (1953) açıklanmıştır. Bu kitap hakkında
T. S. Eliot, “Doğu ve Batı dinlerinin mukâyeseli incelenmesi hususunda bu
kitaptan daha etkileyicisine rastlamadım.” demiştir. Bu kitap, emsalsiz bir şekilde, dinî
geleneklerin ekzoterik ve ezoterik boyutları arasındaki farklılığı tafsîlâtı
ile anlatır. Ve tüm orta yolu tâkip eden, ortodoks dinlerin metafizik birleşme
noktasını açığa çıkararak doğru düzgün kurumsallaştırılmış dinî bir ekumenizm
için tutarlı ve aksi iddia edilemez bir temel oluşturmuştur. Ki bu temelin de
tek muhtemel temel olduğu iddia edilebilir.
Schuon’ün kitaplarından dördü İslâm dininin çeşitli yönlerinin üstünde
yoğunlaşır: Understanding Islâm (1963); Dimensions of Islâm
(1969); Islâm and the Perennial Philosophy (1976); Sufism: Veil and
Quintessence (1981). Hem Christianity/Islâm: Essays on Ecumenic
Esotericism (1985) hem de In the Face of Absolute kitapları
Hristiyan ve İslâm geleneklerinin vechelerini inceler. Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm’ı
Anlamak hakkında “Onun çalışmasının bir Avrupa dilinde Müslümanlar’ın neden
İslâm’a inandığını ve İslâm’ın nasıl dinî ve ruhî olarak insanın tüm
ihtiyaçlarını karşıladığını anlatan en mümtâz eserdir” der. Schuon’ün tüm eserlerinde Sûfî bir râhiya
bulunsa da çalışması hiçbir şekilde sadece İslâmî mirasla sınırlandırılamaz.
İki büyük çalışması Hinduizm ve Budizm’e odaklanır: Language of the Self
(1959) and In the Tracks of Buddhism (1969). In the Tracks of
Buddhism’in tekrar gözden geçirilmiş ve genişletilmiş versiyonu World
Wisdom Books tarafından 1993’te Treasures of Buddhism adıyla
basılmıştır. Language of the Self ise maalesef uzun zaman tekrar
basılmamıştır. Başka dinlere ve mitolojik inançlara öyle çok da devamlı bir
ilgi göstermemiş olsa da Schuon’ün eserlerinde, yerkürenin dört bir yanından
her türlü dinî fenomen ve doktrinle alâkalı aydınlatıcı referanslar
bulunmaktadır.
Spiritual Perspectives and Human Facts (1954) manevî erdemler
üzerine düşünceler, Vedanta ve kutsal sanat üzerine çalışmaları içeren darb-ı
mesellerden oluşmuş denemelerdir. Oldmeadow bu kitap hakkında şöyle der:
“Bu kitabı ilk okumamla alâkalı en bâriz hatıram, onun kristalleşmiş
güzelliğini sezinlemekten başka, Schuon’ün bütün geleneksel sanatları idâre
eden prensiplerle Ortaçağ sonrası dünyada “sanat” adı altında anılan ve uzun
zamandır “ne aşkın fikirleri ne de engin meziyetleri ortaya çıkaramayan” debdebe, saçmalık ve acayipliklerin arasındaki
zorlayıcı karşıtlığın farkına varmamdır. Schuon’ün, sanat üstüne yazıları
sıklıkla, gözalıcı vecizelerle tezyin edilmiştir. Böylesi keskin ve tesirli biz
sözü kim unutabilir? -Ortaçağ’dan kalma bir katedralin önünde
durunca insan kendini dünyanın merkezine yerleştirilmiş gibi hisseder.
Rönesans, Barok yahut Rokoko dönemlerine ait bir kilisenin önünde ise sadece
Avrupa’da olduğunu...-”
Gnosis: Divine Wisdom (1959), Logic and Transcendence
(1976) and Esoterism and Principle and as Way (1981) isimli kitapları
metafiziksel prensipler üzerine kapsamlı ve sarîh tartışmaları içerirler. İlk
kitap Hristiyan geleneği üstüne berrak bir bölüm içerirken Logic and Transcendence
ise Schuon’ün modern Batı’nın tanrısız ideolojilerinin bazıları üstüne sarîh
bir reddîyesini içerir. Schuon’ün relativizm, rasyonelizm, konkretizm,
varoluşçuluk, saykaloeizm gibi karakter itibârîyle modern felsefeleri eksiklik
ve ümitsizlikle ithamı, kitabın son bölümleri şu pasajla doruk noktasına
ulaşır:
“Bu muammalar ve bocalayışlar dünyasındaki insanın yapması gereken en
önemli şeyler nedir sorusuna verilecek cevap yapılması gereken dört şey yahut
gözden asla kaybedilmemesi gereken dört cevher olduğudur: Birincisi, kişinin
Hakîkatı kabul etmesidir. İkincisi onu aklından hiç çıkartmamasıdır. Üçüncüsü
Hakîkat’e ve Hakîkat’in daimî bilincine aykırı olan herşeyden uzak durmasıdır
ve dördüncüsü bunlara uymak için icap eden ne varsa yapmasıdır.”
Schuon, Logic and Transcendence en kapsayıcı ve temsil gücü yüksek
eseri olduğunu söylemiştir. Bu üstünlük belki bugün, Schuon’ün ezoterizmin
doğası üzerine en fazla mütâla edilerek yazılmış açıklamasını içeren Esoterism
as Principle and as Way ve metafiziksel sentezin en yetkili eseri olan Survey
of Metaphysics and Esoterism (1986) ile paylaşıyor denilebilir. Bu eser,
Schuon’ün Fransızca yazdığı iki eserin In the Tracks of the Perennial
Religion (1981) ve Summary of Integral Metaphysics (1985)
İngilizce’de bir araya getirilmiş halidir. Form and Substance in Religions (1975)
ise Esoterism as Principle and as Way gibi önemli eserlerdir ve her biri
kendi alanında ayrı bir yetkinlik ve olgunluğa hâizdir.
Esoterism as Principle and as Way Schuon’ün gerçek ezoterizm ile
ne kastettiğini açıkça ifâde etmesini sağlamıştır. İnanılagelen Okült
fantazilerinin çok dışında olan bu tanıma göre gerçek ezoterizm farklı dinî
formlarının perdesini yırtar, kevnî ve bu sebeple şekil ötesi olduğundan
dolaylıdır.
Stations of Wisdom, genel itibârîyle, belirli dinî ve manevî
usullerin keşfi üzerinedir ama Gelenekselci duruşu anlamada fevkalade öneme
sahip “Orthodoxy and Intellectuality” isimli bir makale de içindedir. Light
on the Ancient Worlds Helenist- Hristiyan diyaloğu, Şamanizm, manastır
hayâtı ve religio perennis gibi konularda çeşitli makaleler içerir.
From Divine to the Human, Amerika’da ik yazdığı eserlerdendir
(1981) ve Logic and Transcendence gibi metafizik ve epistemoloji
üzerinedir. 1984’te In the Face of Absolute yayınlanmıştır. The
Feathered Sun 1990 yılında, Thomas Yellowtail tarafından yazılmış uzunca
bir önsözle ve Schuon’ün resimleri ile donatılmış olarak basılmıştır. Schuon’ün
en son eserlerinden bazıları To Have a Center (1990), Roots of the
Human Condition (1991), The Play of Masks (1992), Echoes of
Perennial Wisdom (1990) ve The Transfiguration of Man (1995)dir.
Schuon’ün son eserleri, hiç durmadan daha da birleştirici ve şâirane bir üslup
ve ustaca kotarılmış hafif dokunuşlar sergiler. Bu kitaplardaki diğer bölümler,
idrâk, integral antropoloji, sanat ve dua üzerinedir. Dua, Schuon’ün hayâtının
son zamanlarında gittikçe daha da üzerinde durduğu bir konu olmuştur. Echoes
of Perennial Wisdom (1992) eserlerinin pek çoğundan alınmış vecizelerin
antolojisidir. Son yılların en dikkate değer olayı ise muhtemelen İngilizce
neredeyse 100 şiir içeren Road to the Heart (1995)’ın basımıdır. Bu
şiirlerde, Schuon’ün diğer yazılarında açıklanan prensip ve görüşlerinin en
sade ve özlü şekilde lirik bir sese kavuştuğunu görürüz.
Bu kitaplara ilaveten, daha önce bahsettiğimiz dergilerde etkileyici bir
makaleler dizisi vardır. Birçok belli başlı makalesi The Sword of Gnosis
(Penguin, 1974)de yayınlanmıştır. Bir diğer dikkate şayan olay da The
Essential Writings of Frithjof Schuon (1986) ün basımıdır. Bu kitap,
Schuon’ün çalışmalarında en önemli makâlelerden bazılarını içermekle kalmaz,
daha önce yayınlanmamış birçok yazıyı da barındırır. Antolojinin editörü Seyyid
Hüseyin Nasr’dır. Nasr’ın giriş yazısı Schuon’ün eserlerinde yinelenen tema ve
prensiplerin kimini tanıtır ve Schuon’ün çalışmalarını, geleneksel bakış
açısıyla ilk defa karşılaşan okuyucular için anlamlı bir bağlama yerleştirir.
Schuon’ün sekseninci yaşgünü için hazırlanan festschrift “armağan kitap”
Religion of the Heart 1991’de, Nasr ve William Stoddart’ın editörlüğünde
basılmıştır. Bu kitap, Schuon’ün eserlerinin bir bibliyoğrafyasını da içerir.
Schuon’ün 1933’te basılan ilk makalesi İslâm’la alâkalıdır ve “L’aspect
ternaire de la Tradition monotheiste” başlığını taşır. İki sene sonra 1935’te
basılan ilk küçük kitabı yine İslâmî temalarla ilgilidir ve başlığı De
Quelques aspects de l’Islâm’dır. Almanca yayınlanan ve tefekkürleri üzerine
olan dördüncü kitabı Leitgedanken zur Urbesinnung da yine 1935’te
Mustaganem’de yazılmış ve Şeyh Ahmet el-Alevî’ye ithaf edilmiştir. Tage und Nachtebuch isimli Almanca
şiirlerinin antolojisi Arapça başlıklı ve Sûfî temalarıyla alâkalı birçok şiir
içerir.
İslâmî temalara bu alâka, Schuon’ün İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle gün
yüzüne çıkmaya başlamış büyük eserlerinde de devam edecektir. İlk büyük
doktriner kitabı Dinlerin Aşkın Birliği’nde İslâm’ın merkezî bir rolü
vardır. Ondan sonra gelen iki kitabı The Eye of the Heart ve Spiritual
Perspectives and Human Facts de benzer şekilde, büyük ölçüde İslâmî öğelere
temas ederler ve bu iki kitabın hassaten İslâm ve Sufizm’e adanmış bölümleri
vardır. Doğrudan İslâm’la ilgilenen kitaplarını bir kenara koyarsak Schuon’ün
bütün kitaplarında durum benzerdir, mesela öğretilerini özetleyen eser Esoterism
as Principle and as Way, Sufizm başlıklı bir bölümle nihayetlenir. Approches
du phnnomene religieux’un ise en uzun bölümü İslâm’a ayrılmıştır.
Başlığı İslâm yahut Sufizm ifâdelerini içeren eserlerine gelirsek,
bunların en kayda değeri Dinlerin Aşkın Birliği ile birlikte yazarın en
çok bilinen eserlerinden olan İslâm’ı Anlamak’tır. Schuon’ün hiçbir
kitabı ne bu kitap kadar çok satmıştır ne de dünya çapında yayılmıştır. Hiçbir
Batı dilinde bir kitap bu kitap kadar İslâm’ı Batı kamuoyuna açıklamak ve İslâm
ile Hristiyanlık arasında derin bir anlayış köprüsü kurmak hususunda başarılı
olabilmiştir. Nasr’a göre bu kitabın bir başka özelliği de Senagal’den
Malezya’ya İslâm dünyasındaki etkisi, özellikle de Batı eğitimi almış, dinleri
hakkında öğrenecek çok şeyleri olan kimselerin kafalarında Batı’nın İslâm’a
saldırılarından mütevellit şüphelerin yokedilmesine katkısıdır. İslâm’ı
Anlamak Arapça’ya, Farsça’ya, Türkçe’ye, diğer büyük İslâm dillerine
çevrilmiştir. Eserin Fransızca ve İngilizce varyasyonları da İslâm dünyasında
büyük ölçüde okunmuştur.
Schuon’ün özellikle İslâmî başlıkları olan diğer eserleri, Sufizmin özünü
ve öğretilerini Tasavvuf: Kabuk ve Öz ve konusunun mahîrane ele alınışı
olan Christianity and Islâm: Essays on Esoteric Ecumenism -ki bu konuya
Schuon Roots of the Human Condition’da şematik olarak geri dönecektir-
kitabını içerir. 1980’de yayınlanan Tasavvuf: Kabuk ve Öz’de Schuon,
İslâmî ezoterizmin ifâdelerinde ekzoterizme yapılan fazla vurguyu ve pür
metafiziğin alanına etnik ve teolojik sentimentalizmin el uzatmasını eleştirir.
Bunun sonucunda, “averaj Sufizm” diye tanımladığı, tezat ve dinde ifratlarla
dolu tasavvufî yazılarda kusurlar bulur. Christianity and Islâm: Essays on
Esoteric Ecumenism isimli kitabı ise Schuon’ün bu iki dini de ne kadar iyi
bildiğini tekrar ortaya koyar.
Schuon neredeyse tüm eserlerinde İslâm’a, tasavvufa ve bunların
terminolojisine atıflarda bulunur. Schuon’ün bazı eserlerinde salt İslâm ve
tasavvuf üzerine olan bölümler şöyledir: Roots of the Human Condition
isimli eserinde İslâm ile alâkalı iki bölüm vardır, bunlar “Pillars of İslam -
Sophia Perennis” ve “Outline of the Islamic Message”dır. In the Face of the
Absolute isimli eserinin üçüncü bölümü tamamîyle İslâm’a ve tasavvufa
ayrılmıştır. Bu bölümün başlıkları sırasıyla şöyledir: “Islam and the
Consciousness of the Absolute”, “Observation on Dialectical Antinomism”,
“Diversity of Paths”, “Transcendence and Immanence of the Spiritual Economy of
Islam”, “Concerning Delimitaitons in Moslem Spirituality”, “The Mystery of the
Prophetic Substance”, “The Two Paradises”. Survey of Metaphyscis and
Esoterism isimli eserinde ise İslâmi ezoterizm ile alâkalı şöyle bir başlık
bulunmaktadır: “Enigma and Message of Islamic Esoterism”. Hristiyanlık’ı ve İslâm’ı
mukâyeseli anlattığı ve en önemli eserlerinden olan Christianity and Islam:
Essays on Esoteric Ecumenism de üçüncü kısmı İslâm’a ayrılmıştır. Bu
bölümün başlıkları ise şöyledir: “The Idea of Best in Religions”, “Images of
Islam”, “Dilemmas of Moslem Scholasticism”, “Paradise as Theophany”, “Atomism
and Creation”, “On the Divine Will”. Schuon’ün öğretisini yetkin bir şekilde
anlattığı önemli eserlerinden Logic and Transcendence’da ise tasavvufla
alâkalı üç değerli yazısı bulumaktadır: “The Servant and Union”, “Nature and
Function of the Spiritual Master”, The Saint and the Divine Image”.
Ayrıca, İngilizce’de, İslâm’la alâkalı makalelerinin toplandığı iki eser
de vardır. Bunlar İslâm’ın Metafizik Boyutları ve İslâm ve Ezelî
Hikmet’tir. Bu kitapların Fransızca orjinalleri yoktur ama başka İslâm
dillerine de tercüme edilmişlerdir. Kişi tüm bu eserleri ve diğer
kitaplarındaki İslâmî temalarla alâkalı sayısız pasajları gözönüne aldığında,
Schuon’ün sophia perennis’i ve geleneksel doktrinleri genelde sunarken
İslâm konusunda ne kadar çok eser yazdığının da farkına varıyor.
Bu eserlerin hem Batı’da hem de İslâm dünyasındaki etkisi üstten bir
bakışın ortaya koyabileceğinden çok daha fazladır ve sadece bu konuya mahsus
çalışmalar Schuon’ün etkisinin derinliğini ve boyutunu ortaya çıkarabilir.
Eğer, sadece Schuon’ün kendi eserleri değil de, Titus Burckhardt, Martin Lings,
Gai Eaton, Victor Danner, Leo Schaya, Jean-Lois Michon, Roger Dupaquier,
William Chittick, Sachiko Murata, Vincent Cornell ve Batı dillerinde İslâm
hakkında yazmış, hepsi de Schuon’ün eserlerinden derinden etkilenmiş diğer
birçok yazarı düşünürsek Schuon’ün eserlerinin Batı dillerinde çalışılmış
hâliyle İslâm’ın algılanışının çeşitli boyutları üzerindeki geniş etkisi açığa
kavuşabilir.
İSLÂM DÜNYASINDA
SCHUON’ÜN ESERLERİNİN YANKISI
Schuon, İslâm dünyasının diğer yerlerinden daha çok Kuzey Afrika ile
yakından bağlantılı olsa da, Seyyid Hüseyin Nasr’ın kimi makâlelerini tercüme
etmesi ve eserlerinde yazılarını geniş çaplı tartışması neticesinde ellilerin
sonu ve altmışların başından itibaren ilk defa İran’da tanındı. Tedrîcen,
eserleri, Guenon’un, Burckhardt’ın, Lings’in eserleri ile beraber, hem Batı
eğitimi almış İranlılar hem de geleneksel medreselerde eğitilmişlerden bir
kısım âlimin ilgisini celbetti. Bu temâyül bugüne kadar, umumî tartışmanın
açıkça ortaya çıkardığı üzere, Schuon’ün ve yukarıda ismi geçen kişilerin
düşüncelerinin İran’da hâlihâzırdaki entelektüel söylemin bir parçası olmasıyla
devam etmiştir. Nasr, Schuon’ün ve tradisyonel yazarların İran’daki etkisi
üzerine şunları söyler: “Kırk sene önce Guenon’un ve Schuon’ün anladığı mânâda
“gelenek”in tercümesi olarak kullandığımız Sünnet’ten bahseden ve
felsefeyle, dinle yahut sanatla iştigâl ettiklerinde bakış açılarının sünneti
yahut geleneksel olduğunu beyan eden büyük bir genç İranlı âlim nesli
bulunmaktadır. Bunun sebebi büyük çoğunlukla bu âlimlerin üzerinde Guenon ve
Schuon’ün yazılarının doğrudan yahut bizim eserlerimiz aracılığı ile yahut bazı
talebe ve arkadaşlarımızın Farsça eserlerinin 284 etkisidir.”
Türkiye’de de benzer şekilde Schuon’ün eserleri, kendisiyle sıkı sıkıya
ilişkilendirilen yazarlarınkilerle birlikte, yetmişlerin sonu ve seksenlerin
ortasında okunmaya başlandı ve şimdi Türkçe’de içlerinde Schuon’ün de kitaplarının
olduğu bir geleneksel eserler kitaplığı oluştu. Dahası, İran’da olduğu gibi
Türkiye’de de Schuon’ün Müslüman kimliği sağlığında da biliniyordu, ve insanlar
ondan genelde Şeyh Ahmed el- Alevî’nin Batı’da yaşayan ârîf-i billah bir
mürîdi olarak söz ediyorlardı. Guenoncu mânâda bir “entelektüel elit” İran’da,
Pakistan’da ve Malezya’da olduğu kadar belli başlı diğer İslâm ülkelerinde ve
Türkiye’de de oluşmuştu. Bu elitin kökleri İslâmî tasavvufî geleneğe dayanıyordu,
bakış açıları evrenseldi ve modern dünyanın doğasının tamamîyle farkındaydılar.
Bu elitin oluşmasında geleneksel ekolün, özellikle de Guenon ve Schuon’ün
eserlerinin katkısı vardı.
Schuon’ün Türkçe’ye çevrilen ilk kitabı, Mahmut Kanık’ın çevirdiği İslâm’ı
Anlamak’tır. Schuon’ün
Türkçe’ye çevrilmiş ikinci kitabı ise, tercümesini Yavuz Keskin’in yaptığı Dinlerin
Aşkın Birliği’dir. Tercümesini Mahmut Kanık’ın yaptığı İslâm’ın
Metafizik Boyutları ise Schuon’ün Türkçe’ye çevrilmiş üçüncü kitabıdır.
1996 yılında basılan bu kitap,
Schuon’ün Dimensions of Islâm, L’Oeil de Coeur, Forme et Substance dans les
Religions, Logique et Transcendance ve Perspectives Spirituelles et
Faits Humains isimli eserlerinden derlenmiş bölümlerin çevirisidir.
Schuon’ün Türkçe’ye çevirilen dördüncü kitabı Islâm and Perennial Philosophy
isimli eserinin tercümesidir. Schuon’ün
vefât ettiği 1998 yılında çevrilen bu kitabın tercümanı ise Şahabettin
Yalçın’dır. 1997 yılında ise yine aynı tercüman tarafından Schuon’ün birçok
eserinden parçalar biraraya getirilerek Varlık, Bilgi ve Din isimli bir
derleme oluşturulmuştur. 2006
yılı, Schuon eserleri açısından münbit bir senedir. Senenin başında, Schuon’ün
salt tasavvuf üzerine tek kitabı Tasavvuf: Kabuk ve Öz Veysel Sezigen
tarafından tercüme edilmiştir. 20006
Aralık ayında ise Nurullah Koltaş’ın Frithjof Schuon’ü vecize türü yazılarını
biraraya getirerek oluşturduğu Yansımalar isimli eser yayınlanmıştır.
Türkiye’de ayrıca Schuon üstüne yüksek lisans seviyesinde iki tane
akademik çalışma da yapılmıştır. Bu tezlerin ilki 1998 yılında Sadettin Sağ
tarafından, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne sunulan,
danışmanlığını Doç. Dr. Zeki Özcan’ın yaptığı “Frithjof Schuon’de Din Kavramı”
isimli tezdir. İkinci tez ise, Nurullah Koltaş tarafından, 2003 yılında, Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne sunulmuş “Frithjof Schuon, Hayâtı,
Eserleri ve Tasavvufa İlişkin Görüşleri” isimli tezdir.
Pakistan
Pakistan’da Schuon’ün ve Schuon’le yakından alâkalı olanların eserlerine
ilgi altmışların başında, Seyyid Hüseyin Nasr tarafından verilen tebliğler ve
basılan makalelerle başladı. Kısa zamanda müteveffa A. K. Brohi, müteveffa
Muhammed Ajmal gibi Pakistan’ın bir kısım önemli entelektüel figürleri
geleneksel bakış açısının tâkipçileri oldular. İran’da olduğu gibi Pakistan’da
da geleneksel bakış açısı genel entelektüel söylemin içinde yer almaya başladı.
Schuonünkiler de dahil olmak üzere birçok geleneksel eserin mahalli Pakistan
nüshaları halinde Suheyl Akademisi tarafından basımı hem Schuon’ün hem de onun
ekolünden olanların etkisinin yayılmasında önemli bir rol oynadı. Bir
süreliğine Lahor’da, Riwayat adıyla Urduca geleneksel bir dergi de
yayınlandı. Bu dergide Schuon açıkça Şeyh İsa Nureddin el-Alevî diye tanıtıldı
ve önde gelen Pakistanlı âlimler arasında da bu isimle bilinir. Bu ülkede bir
süreliğine de İngilizce gelenekselçi bir dergi Studies in Tradition
ismiyle yayınlandı. Bu dergide Schuon’ün çalışmaları da basıldı.
Malezya
Benzer bir durum aynı bolluk ve genişlik derecesinde olmasa da Maley
dünyasında da görülebilir. Endonezya’da ve özellikle Malezya’da bir kısım âlim,
geleneksel bakış açısıyla eğitim görmüşler ve bu görüş dünyanın bu yakasında da
iyi bilinir. Dahası, Schuonünkiler de dahil olmak üzere, tradisyonelist ekolün
bir kısım eserleri hem Maleyce’ye hem de Endonezyaca’ya tercüme edilmiştir. Bu
ülkelerde bugün mevzu edilen gelenek ve modernizm arasındaki çekişme ve
medeniyetler diyaloğu meselelerinde Schuon’ün sesi genellikle arka plandan
duyulabilir. Bu ses, yüksek sesle formüle edileni belirleyici bir rol oynar.
Arap dünyasının Dar’ül-İslâm’ın merkezinde olmasına ve Schuon’ün de İslâm
dünyasının bu bölgesiyle diğer bölgelerinden daha yakın olmasına rağmen,
Schuon’ün eserleri Arap ülkelerinde İslan dünyasının diğer ülkelerinden daha az
ve geç anlaşılmıştır. Schuon’ün İslâm’ı Anlamak kitabının tercümesi Arap
dünyasında güzel karşılanmış olsa da Schuon yeni yeni eserlerini başarı ile
Arapça’ya aktarabilecek -hem bu eserleri tercüme etme hem de onun tarafından
açıklanmış doktrin ve fikirleri Arapça’da yazmak için yeterli- yetkinlikte
tercümanlara kavuşabildi. Mısır gibi Arap dünyasının entelektüel merkezi olan
bir ülkede bile bu eksiklik bârizdir. Kuzey Afrika’ya gelince, nisbeten genç
bir kuşağın Schuon’ün öğretilerinin tesiri altına girmesi, onun Fransızca
eserleri aracılığı ile olmuştur. Bu arada Fas ve Cezayir’de ve aynı zamanda
Suriye’de, yaşlı tarîkat mensupları tarafından Şeyh Ahmed el-Alevî’nin mürîdi
ve sonradan Şâzelî-Alevî tarîkatının bir şeyhi Sidi İsa olarak hatırlanmaya
devam edilmiştir.
Bütünüyle, Schuon’ün ve tâkipçilerinin İslâm dünyasındaki etkisi zâhirî
davranışlardan çok varlık alemindedir. Mevzu bahis doktrin ve tefsîrler
hareketin doğrudan kaynağı olmaktan ziyâde varlıkları ile aydınlatan ışıklar
gibilerdir. Sathî bir şekilde dışarıdan yapılan araştırmalarla zâhirî fiiliyâta
ve tepkilere bakılarak Schuon’ün evrensel etkisini küçümseme hatasına
düşülmemelidir. Söz konusu olan etkinin ortada olduğu kesindir, bu etki güçlü
ve sabittir, toplum üstünde büyük niceliksel etkisi olan kişilerin entelektüel
ve manevî hayâtlarının derûnî katmanlarına temas edecek şekilde de dönüştürücü
yollara da hâizdir.
Schuon’ün mesajı tabiî ki bir kısım Hristiyan ve Yahudi, Budist ve Hindu
ve hatta belirli bir manevî oryantasyonu olmayan fakat hakîkat arayışı içinde
olan kişiler üzerinde de etkili oldu. Ama Batı’da yaşadığı ve Avrupa dillerinde
yazdığı halde en büyük etkisinin -özellikle de fikirlerine Amerika ve
İngiltere’deki ile Türkiye ve İran’daki entelektüel ilgiyi karşılaştırdığımızda
ortaya çıkacağı gibi- İslâm dünyasında olduğunu söylemek abartılı olmaz. Nasr’a
göre bu fenomenin sebebi Schuon’ün iç hakîkatinde ve varlığından olduğu kadar
yazılarından da yayılan Muhammedî bereketle beslenmesinde yatar.
Bu bölümü, Nasr’ın
Schuon hakkında söyleyeceği şu son sözlerle bitirelim:
Şüphesiz Schuon çocukluğundan itibaren istisnâî bir şahsîyetti ve İslâm’ı
kucaklamadan önce de, daha ergenlik çağındayken, derin metafizik sezilere
sahipti. Tanrı ona metafizik gerçekleri erken yaştan itibaren kavrayabilecek
bir idrâk vermişti. Ama Schoun’ün de Alman Romantizmi ile alâkalı yazdığı gibi
doğru entelektüel sezgi yaşayan bir geleneğin çerçevesi içinde beslenmezse
işlevsiz kalır. Schuon’ün örneğinde, Tanrı, Schuon’ün ve Semâ’dan ona
gelenlerin içinde gelişip besleneceği ve meyveye duracağı gelenek olarak
İslâm’ı seçmişti. Onun manevî bir rehber ve Şâzelî tarîkatından bir şeyh
olmasına, Şâzelî Alevî Meryemi tarîkatını kurmasına ve az bulunur ve kıyas
kabul etmez eserlerini yazacak bakış açısını sağlayan manevî hal ve makâmlara
erişmesine sebep olan şey İslâm ve Muhammedî berekettir. İslâm aleminin dışında
da bir işlevi vardır tabii ki Schuon’ün. Bu işlev diğer dinlerin bâtınî
hakikatlerini ve tevhîdlerini açığa çıkartmak -ki Kur’ân’ın da ana temalarından
biri budur -, sophia perennisin ve ezoterizmin sadece teoride
değil manevî fiiliyatta da gerçek önemini ortaya koymak, nefsin doğası ve
sahici bir manevî hayâtın unsurları hakkında büyük bir derinlikle konuşmak,
modern dünyaya dair kapsamlı bir eleştiri sunmak, tasavvur ve idrâkin doğru
usulünü yeniden inşâ etmek ve Müslüman olmayan tâkipçileri kabul etmektir. Yine
de, onun, ne kadar istisnâî bir metafizikî bir görüşe ve aslî hikmetin
genişliğine hâiz olsa da İslâmî ezoterik geleneğin bir ürünü olan bir tasavvuf
Şeyhi olduğuna şüphe yoktur. Schuon’ün İslâmî olmayan boyutları dâhi Sufizmin
insanlığa gelen son büyük vahyin ezoterizmi olması ve aynen İslâm’ın işlevinin
kendinden önce gelen tüm açığa çıkmış hakîkatleri yekpâre hale getirmek olması
gibi Sufizmin de içinde ezoterizmin bütün ihtimallerini kapsamdığı gerçeğinin
ışığında anlaşılabilir.
Bazıları hayâtının en son demlerinde etrafını saran olaylardan ötürü
Schuon’ü İslâmî formun ötesine geçmiş bir figür gibi sunmaya çalışsalar da
Schuon ölene kadar İslâmî geleneğe köklerinden bağlıydı ve formlar dünyasında
yaşarken formlar dünyasının ötesinde yahut formlar düzleminin dışında
yaşanamayacağını hatta “öte”nin bile kişinin bu dünyada içinde yaşadığı gelenek
tarafından belirlendiğini herkesten daha çok bilirdi. Sadece Nihâî Öte, ötenin
ötesinde, bütün ayrımların ötesinde yatan Tevhîd-i Âlâ’da (Ehadiyye) bütün
formlardan berîdir. Schuon Tevhîd doktrininin büyük bir müfessiriydi ve
ehliyetli olanları bütün gerçek dinlerde kendini izhâr eden bu Tevdide ulaşmaya
yönlendirecek manevî bir rehberdi. Onun durumunda, İslâm’ın Tevhid’e vurgusuyla
kendini tam anlamıyla İslâm’da zahir kılan Tek (el-Ehad) Schuon’ü Zât’ına
ulaştıracak hakîkatin ifâdesi için araç olarak seçmiş, onu manevî bir rehber
olması için beslemiş, onu ünsiyet nefesi ile alıştırmış, ona hakîkat-i
Muhammedî’yi izhâr edip Muhammedî bereketin varlığından akmasını sağlamıştır.
Bu sebeple de Schuon’ü Şeyh İsa Nurettin Ahmet diye tanıyanlar, artık öldüğü
için sadece Allah dostlarının arkasından edilen şu duayı onun için ediyorlar:
Radiyallahu anhû ve annâ bihî.
Frithjof Schuon geçtiğimiz yüzyılın en önemli entelektüel ve mânevî
şahsiyetlerindendir. Rene Guenon’ün öncülüğünü yaptığı, Ananda Coomaraswamy’nin
akademik bir çehre kazandırdığı Tradisyonel Ekol’ün üçüncü mihenk taşıdır.
Ondan önceki Tradisyonel Ekol’ün âlimleri, Guenon ve Coomaraswamy, doktrini öne
çıkarırken Schuon doktriner meselelelere ek olarak manevî pratiğin ve manevî
erdemlere ulaşmanın merkezî öneminin de üstünde durmayı ihmâl etmemiştir. Bu bağlamda, Schuon’ü diğer
Tradisyonelistler’den ayıran özelliği, ilk baş yapıtının da ismi olan “dinlerin
aşkın birliği” kavramını ortaya koyması kadar, İbnü’l-Arabî ’nin sevgi dini
dediği, tüm dinlerin altında yatan aslî ve saklı dine, Religio Perennis’e
de yaptığı vurgudur. Nasıl Rene Guenon’un eserleri, Schuon için
hissettiği ama bilgisini idrâk düzeyine çıkartamadığı olguların üzerindeki
perdeleri kaldırdıysa Frithjof Schuon’ün de eserleri kendisinden sonra gelen
Tradisyonelistler’in her birinin etkilendiği ve onların içindeki hikmetlerle
yollarını şekillendirdikleri başucu kaynakları olmuştur.
İsviçre, Basil’de doğan Schuon, öğrenim dilinin Almanca olduğu Basil’deki
ilk eğitiminden sonra Mulhouse’a taşındı. Orada Fransızca eğitim gördü.
Böylece, sonraki yıllarında öğretisini ifâde etmek için ana araçlar olarak
kullanacağı iki dile de mükemmel bir vukûfiyet kazandı. Fransız ordusunda
hizmet verdikten sonra, İslâm’ı kabul etti ve Arapça öğrendi. Ardından Kuzey
Afrika’ya seyahat ederek Cezayirli büyük şeyh Ahmed el-Alevî ile tanıştı. Daha
sonra ise Kahire’ye giderek Rene Guenon ile görüştü. Rene Guenon’un eserleri,
Schuon’ün ilk baştaki sezgilerini ve modern dünyanın doğası, gelenek,
geleneksel hakîkatin birliği ve metafizik hususunda Allah vergisi bilgisini
doğrulayan eserlerdir. İkinci Dünya Savaşı’ndaki olumsuz deneyimlerinden sonra,
Schuon burada kırk yıl boyunca geleneğin hakîkatini açıklayacağı, Şeyh Ahmet
el-Alevî tarafından icâzeti verilerek Şâzeliyye tarîkatının kolu olarak kurduğu
bir tarîkatın önderliğini yürüteceği Lozan’a yerleşti. 1960’larda, Kutsal
Bâkire’nin kendisine görünmesinden sonra 1930’larda Avrupa’da kurduğu tarîkata
Meryemîyye ismini de ekledi. Mürîdlerince bilindiği şekliyle Şeyh Îsâ Ahmet
Nûreddîn eş-Şâzelî ed-Darkâvî el-Alevî el-Meryemî sadece Avrupa ve Amerika’dan
değil, İslâm dünyasının dört bir yanından da mürîdleri kabul etti. Ayrıca,
Hristiyan, Budist ve Hindu tâkipçileri de vardı. Amerika Yerlileri’nin ezelî
geleneklerinin güzelliğine gönülden bağlanan Schuon, 1960’larda iki kere onları
ziyarete gitti. Daha sonra ise Avrupa’yı temelli terkederek 1982’de Amerika’nın
Orta-Batısına yerleşti. Günlerinin geri kalanını Bloomington, Indiana’da
geçirdi. Burada, etrafında kopan kargaşaya rağmen, o sukûnetle ve etrafında
olan bitenden kendini uzak tutarak büyük eserler yazmaya ve manevîyata
uzak-yakın sayısız kadın ve erkeğe rehberlik yapmaya devam etti.
Frithjof Schuon’ün kendisine form olarak İslâm’ı seçmesinin sebebi,
ezoterik hikmetin hâl-i hâzırda en müsait pratik alanının İslâm tasavvufu
olduğunu düşünmesinden kaynaklanmıştır. Hristiyanlık’ın formel anlamda
sıkışmışlığının kendi içinde uyandırdığı ruhî tatminsizlik dolayısı ile başka
formlar üzerinden bir arayışa girmiş ve kendisi için en uygun formel alanın
İslâm tasavvufu olduğuna karar vermiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nüans
Schuon’ün İslâm’a girişinin bir ihtidâ yahut bir dini diğerinden üstün kılarak
tercih ediş hareketi olmamasıdır. Bu, daha ziyâde cevherî hikmeti fıtrata
uygun bir şekilde özümseyebilmek için kendisine bir kabuk arama ihtiyacından
kaynaklanan bir tercihtir. Lâkin, bu nüansı belirtirken de çok düşülen bir
hataya düşmemek lâzımdır: Bir kere kendisine form olarak İslâm’ı belirledikten
sonra Schuon bu dinin zâhirî ve hukûkî tüm gereklerine dört elle sarılarak
muhabbet ve hassâsiyetle yerine getirmiş, manevî rehberliğini yaptığı
insanlardan da aynı titizliği ve bağlılığı beklemiştir. Onun İslâm dini ve
İslâm dünyası hakkındaki bilgisi ve bunlara karşı bağlılığı tartışılmazdır. Bu
bağlamda Schuon’ün öğretisinin kaynağı şekillendiren İslâmî kimliğinin
yetkinliğinden ve etkinliğinden şüpheye düşmemek, yaygın kanaatin aksine
Schuon’ün özü öne çıkarmasının forma bağlı kalmasına engel olmadığının farkına
varmak lâzımdır.
Tasavvufî vukûfiyeti derin olsa da Schuon, tasavvufta tek damardan da
beslenmemiştir. Kendi şeyhi Ahmed el-Alevî’nin eserleri kadar, tasavvuf
klasikleri üzerinde de tartışılmaz bir birikimi olsa da öğretisinin temeline
tek bir sûfîyi koymamıştır. Meselâ,
Guenonyen temâyülün tersine -her ikisine de derin bir hürmet beslese de-
Mevlânâ’ya İbnü’l-Arabî ’den daha yakın durur.
Uzun hayatı boyunca Schuon, sahne ışıklarından uzak durmuş ve daima
mesajının herşeyden önce geldiğini, aslî olduğunu vurgulamıştır. Öğretisini iki
koldan iletmiştir: Öğretisinin teorik zeminini yansıttığı eserleri ile
metafizikî konulara ilgili dünyanın dört bir yanından birçok insana ulaşırken,
bir tasavvuf şeyhi olarak da pratikte, daha seçkin bir topluluğa hitap
etmiştir. Fransızca yazdığı sayısız eseri, kitapları ve makaleleri (bazı
şiirleri, önceden yazdığı bir risâlesi ve otobiyografisi hâricinde) onu kısa
zamanda metafiziği derinlemesine anlamakla, dinin ezoterik ehemmiyetiyle ve
özgün bir manevî hayatın şartlarıyla ilgilenenler arasında meşhur yapmıştır. “Dinlerin
aşkın birliği” yorumu, özgün metafizik, geleneksel antropoloji, geleneksel
sanat doktrinleri, ezoterizm ve spiritualizm ve modern dünyayı derinlemesine
eleştirisi hem Batı’da hem Doğu’da, mürîdleri dışında sayısız insan üstünde
etkili olmuştur.
Schuon’ün tasavvuf tarihi açısından önemi sadece Meryemîyye tarîkatının
kurucusu olmasından gelmez. Schuon, aynı zamanda “dinlerin aşkın birliği”ne
ve “religio perennis”e yaptığı vurgu ile, günümüzde şeklî kıstasların
girdabında boğulmuş Müslümanlar’a da kaybettikleri kadim değerlerini
hatırlatmıştır.
Schuon sadece bir metafizikçi değil aynı zamanda hem ressam hem de şair,
şayân- ı dikkat bir sanatçıydı. “Formların metafizik transparanlığı”nı
anlama yeteneği ile Schuon, fıtratın en bozulmamış halinde yaşadıkları
için büyük saygı duyduğu Amerikan Yerlileri’ne ait temaları tasvîr eden sayısız
resim yapmıştır. Hz. Meryem aracılığı ile kendine izhâr edilen sırları ehil
insanlara anlatabilmek için ince Meryem portreleri nakşetmiştir. Schuon’ün
neredeyse sadece Kızılderililer’i ve Hz. Meryem’i resmetmesi ezoterik hikmetin
eril ve dişil yönlerine yaptığı vurgudan kaynaklanır. Schuon ayrıca,
gençliğinde Almanca iki cilt şiir yazmış, hayatının son zamanlarında
öğretilerini hem metafizik hem de pratik alanda şiirsel bir biçimde anlatan
hacimli bir koleksiyon kaleme almıştır. Bunun yanısıra İngilizce ve klasik
tasavvuf geleneğine göre Arapça şiirler yazmıştır.
Schuon’ün bizim için önemli husûsiyetlerinden biri de muhtelif dinî
formların derûnî anlamlarını ve aşkın birliklerini açıklarken ortodoksiyi
korumanın ve tek bir ortodoks geleneği tâkip etmenin önemini vurgulamasıdır.
Mürîd ve tâkipçilerinin iddiasına göre bir okur, Schuon’ün eserlerini derûnî
bir kategorik zorunlulukla müteharrik otantik bir manevî yol seçmeden ve onu
sadâkatle tâkip etmeden okuyup lâyıkıyla anlayamaz. Tâkipçilerine göre
Schuon’ün yazıları gerçekte sadece nazarî metafizik bilginin meyveleri değil
aynı zamanda esâsen en âli nizâmın tasavvurudur.
Schuon, arkasında altmış beş
yıllık entelektüel ve manevî aktif faaliyetten sonra sadece bir tarîkat değil,
derinlikleri kadar evrensellikleriyle de göze çarpan geniş bir yazı küllîyâtı
da bıraktı. Bu küllîyât, aynı anda evrensel, aslî, ortodoks ve manevî öneme
sahip öğretileri içerir. Malezya’dan İsveç’e, Amerika’dan Güney Afrika’ya kadar
etkisi yayılmıştır ve yazıları hâl-i hâzırda birçok dile çevrilmiştir.
EKLER
EK 1 Frithjof Schuon’ün Çeşitli Dillerdeki
Bibliyoğrafyası (1990’a Kadar)
Leitgedanken zur Urbesinnung, Zürih, Orell Füssli Yayınevi, 1935.
Sulamith (şiir), Berlin, Urs Graf Yayınevi, 1947.
Tage- undNachtebuch (şiir), Berlin, Urs Graf Yayınevi, 1947.
Das Ewige im Verganglichen (Titus Burckhardt’ın Regards sur les
mondes anciens çevirisi), Weilheim, Oberbayern, Otto Wilhelm Barth
Yayınevi, 1970.
Von der inneren Einheit der Religionen (De l'Unite
transcendante des religion’ın yazarı tarafından çevirisi), Interlaken,
Ansata-Yayınevi, 1979.
Den Islam Verstehen — Eine Einführung in die innere Lehre und die
mystische Erfahrung einer Weltreligion (Comprendre l'Islam’ın Irene
Hoening ve Harald von Meyenburg çevirisi), Otto Wilhelm Barth Yayınevi, 1988.
Urbesinnung — Das Denken des Eigentlichen (Leitgedanken zur
Urbesinnung’un gözden geçirilmiş edisyonu), Freiburg-im-Breisgau, Aurum Yayınevi,
1989.
"Zum Verstandnis des İslam", Kairos (Salzburg), Sayı 2,
1959.
"Religio Perennis", Antaios (Stuttgart), 1966.
"Keme Tatigkeit ohne Wahrheit", Zeitschrift für
Ganzheitsforschung (Viyana), Cilt 15, Sayı III, 1971.
"Wesen und Amt des geistigen Meisters", Zeitschrift für
Ganzheitsforschung, Cilt 17, Sayı 11, 1973; ayrıca INITIATIVE 65 içinde,
Freiburg-im Breisgau, Herderbücherei, 1986.
'Von den Gottesbeweisen ", Zeitschriftfür Ganzheitsforschung,
Cilt 18, Sayı III, 1974. "Verstehen und Glauben", Zeitschrift für
Ganzheitsforschung, Cilt 19, Sayı II, 1975.
"Der Widerspruch des Relativismus", Zeitschrift für
Ganzheitsforschung, Cilt 19, Sayı III, 1975.
"Wirklicher und scheinbarar Rationalismus", Zeitschrift für
Ganzheitsforschung, Cilt 19, Sayı IV, 1975.
'Von den Formen der Kunst", Zeitschriftfür Ganzheitsforschung,
Cilt 21, Sayı III, 1977.
"Sophia Perennis", Wissende, Verschwiegene, Eingeweihte
{Hinführung zur Esoterik) içinde, INITIATIVE 42, Freiburg-im-Breisgau,
Herderbücherei, 1981.
"Der Mensch als Bild" (Fransızca’dan Hans Küry tarafından
tercüme), INITIATIVE 46 içinde, 1982.
"Das Geheimnis der prophetischen Substanz" (Fransızca’dan Hans
Küry tarafından tercüme), INITIATIVE 50 içinde, 1982.
"Der Sinn für das Heilige" (Fransızca’dan Rolve Pietsch
tarafından tercüme), INITIATIVE 67içinde, Freiburg-im-Breisgau, Herderbücherei,
1986.
"Das Werk", Rene Guenon - eine Einführung in sein Werk
içinde, Braunschweig, Aurum Yayınevi, 1990.
De Quelques aspects de l'Islam, Paris, Chacornac Yayınevi, 1935.
De l'Unite transcendante des religions, Paris, Gallimard Yayınevi,
1948; yeni bir bölüm eklenerek gözden geçirilmiş edisyonu, Paris, Editions du
Yayınevi, 1979; eklemelerle üçüncü edisyonu, Paris, Editions Maisonneuve &
Larose Yayınevi, 1989.
L 'Oeildu coeur, Paris, Gallimard Yayınevi, 1950; gözden
geçirilmiş ikinci edisyon, Paris, Dervy-Livres Yayınevi, 1974.
Perspectives spirituels et faits humains, Paris, Cahiers du Sud
Yayınevi, 1953.
Sentiers de gnose, Paris, La Colombe Yayınevi, 1957.
Castes et races, Lyon, Derain Yayınevi, 1957; gözden geçirilmiş
ikinci edisyon, Paris, Dervy-Livres Yayınevi, 1979.
Les Stations de la sagesse, Paris, Buchet/Chastel-Correa Yayınevi,
1958
Images de l'Esprit, Paris, Flammarion Yayınevi, 1961.
Comprendre l'Islam, Paris, Gallimard Yayınevi, 1961; ikinci
edisyon, Paris, Editions du Seuil Yayınevi , 1976.
Regards sur les mondes veens, Paris, Editions Traditionnelles
Yayınevi, 1965.
Logiqueet transcendance, Paris, Editions Traditionnelles Yayınevi,
1970.
Forme et substance dans les religions, Paris, Dervy-Livres
Yayınevi, 1975.
L'Esoterismecomme principe etcomme voie, Paris, Dervy-Livres
Yayınevi, 1978.
Le Soufisme: voile et quintessence, Paris, Dervy-Livres Yayınevi,
1980.
Christianisme/Islam, Milan, Arche; Paris, Dervy-Livres Yayınevi,
1981.
Du Divin a lhumain, Paris, Le Courrier du Livre Yayınevi, 1981.
Sur les traces de la Religion pereme, Paris, Le Courrier du Livre
Yayınevi, 1982.
Approches du phenomene religieux, Paris, Le Courrier du Livre Yayınevi,
1984.
Resume de metaphysique integrale, Paris, Le Courrier du Livre
Yayınevi, 1985.
Avoir un centre, Paris, Maisonneuve & Larose Yayınevi, 1988.
Racines de la condition humaine, Paris, Les Editions de la Table
Ronde Yayınevi, 1990.
Les Perles du pelerin, Paris, Les Editions du Seuil Yayınevi,
1990.
"L'aspect ternaire de la Tradition monotheiste", Voile
d'Isis (Paris), Haziran, 1933.
"Shahadah et Fatihah", Voile d'Isis, Temmuz, 1933.
"L'Oeil du coeur", Voile d'Isis, Kasım, 1933.
"Reflexions sur le symbolisme de la pyramide", Voile d'Isis,
Şubat, 1934.
"Transgression et purification", Voile d'Isis, Haziran,
1934.
"Iman, Islam et Ihsan", Voile d'Isis, Ağustos-Eylül,
1934.
"Christianisme et Isiâm", Voile d 'Isis, Ağustos-Eylül,
1934.
"La demonstration des voies", Voile d'Isis,
Ağustos-Eylül, 1934.
"Poemes soufis de Mohyiddin Ibn Arabi", tercüme ve notlar :
Frithjof Schuon, Voile d'Isis, Ağustos-Eylül 1934.
"De l'Oraison", Voile d'Isis, Mart 1935.
"Rahima-hu'Llah" (Şeyh el-Alevî
üstüne), Cahiers du Sud (Paris) (Marsilya), Ağustos- Eylül, 1935.
"Ed-Din", Etudes Traditionnelles,
Mart, 1936.
"Du Sacrifice", Etudes
Traditionnelles, Nisan, 1938.
"Du Christ et du Prophete", Etudes
Traditionnelles, Ağustos-Eylül, 1938.
"Considerations generales sur les
fonctions spirituelles", Etudes Traditionnelles, Kasım- Aralık,
1939.
"Les dimensions conceptuelles", Etudes
Traditionnelles, Ocak, 1940.
"L'integration des elements
psychiques", Etudes Traditionnelles, Şubat, 1940.
"De l'Exoterisme", Etudes Traditionnelles,
Mart, 1940.
"Predestination et Ciltonte libre",
Etudes Traditionnelles, Nisan, 1940.
"Communion et invocation", Etudes
Traditionnelles, Mayıs, 1940.
"La Vierge Noire de Czenstochowa",
Etudes Traditionnelles, Mayıs, 1940.
"De l'Alliance", Etudes
Traditionnelles, Haziran, 1940.
"Transcendance et universalite de 1
esoterisme", Etudes Traditionnelles, Ekim-Kasım, 1945.
"La question des formes d'art", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Şubat, 1946
"De la connaissance", Etudes
Traditionnelles, Mayıs ve Temmuz-Ağustos, 1946.
"Qu'est-ce que 1'elite
intellectuelle?", Etudes Traditionnelles, Ekim-Kasım, 1946.
"Des modes de la realisation
spirituelle", Etudes Traditionnelles, Nisan-Mayıs, 1947.
"En-Nur", Etudes Traditionnelles,
Haziran, 1947.
"Fatalite et progres", Etudes
Traditionnelles, Temmuz-Ağustos, 1947.
"Christianisme et Bouddhisme", Etudes
Traditionnelles,Ocak-Ağustos, 1948.
"Mysteres christiques ", Etudes
Traditionnelles,Temmuz-Ağustos, 1948.
"Le sens spirituel du travail", Etudes
Traditionnelles, Eylül, 1948.
"Aperçus sur la tradition des Indiens de
l'Amerique du noırd", Etudes Traditionnelles, Mart, Nisan-Mayıs,
Haziran, ve Ekim-Kasım, 1949.
"De l"humilite", Etudes
Traditionnelles, Mart, Nisan-Mayıs, ve Haziran, 1950.
"L'enigme Ramakrishna-Vivekanvea", Etudes
Traditionnelles, Temmuz-Ağustos ve Eylül, 1950.
"Amour et connaissance", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Şubat, 1951.
"L'Oeuvre" (de Rene Guenon), Etudes
Traditionnelles, Temmuz-Kasım, 1951.
"Definitions (en ce qui concerne Rene
Guenon) ", France-Asie (Saigon), Ocak, 1953.
"Les vertus spirituelles selon Saint
François d'Assise", Etudes Traditionnelles, Nisan- Mayıs, 1953.
"Des stations de la sagesse", France-Asie
(Saigon), Haziran-Temmuz, 1953.
"Caracteres de la mystique
passionnelle" (de Saint Jean de la Croix), Etudes Traditionnelles,
Temmuz-Ağustos ve Eylül, 1953.
"Nature et arguments de la foi", Etudes
Traditionnelles, Aralık, 1953.
"Le Yoga comme principe spirituel",
Yoga: Science de l'homme integral içinde, ed. Jacques Masui, Paris,
Cahiers du Sud, 1953.
"Introduction ", Les Rites
secrets des Indiens Sioux içinde, yazar Kara Geyik, Paris, Payot, 1953.
"Principes et criteres de l'art
Normatif", France-Asie (Saigon), Mart, 1954.
"L'ame de la caste", Etudes
Traditionnelles, Mart ve Nisan-Mayıs, 1954.
"Orthodoxie et intellectualite", Etudes
Traditionnelles, Temmuz-Ağustos ve Eylül, 1954.
"Que peutdonner l' Orient a
l'Occident?", France-Asie (Saigon), Aralık, 1954.
"De la 'Priere sur le Prophete'", Etudes
Traditionnelles, Haziran, 1955.
"Le sens des races", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Şubat, 1956.
"Ya-t-il une 'mystique
naturelle'?", Etudes Traditionnelles, Nisan-Mayıs, 1956.
"Vicissitudes des temperaments
spirituels", France-Asie (Saigon), Haziran-Temmuz, 1956.
"La gnose, langage du Soi", Etudes
Traditionnelles, Temmuz-Ağustos, 1956.
"L'Esprit symboliste", Etudes
Traditionnelles, Haziran, 1957
"Apercus sur le Shinto", Etudes Traditionnelles,
Ekim-Kasım ve Aralık, 1957.
"Signification spirituelle du Prophete", France-Asie
(Saigon), Eylül 1958.
"Generalites sur le Koran", Etudes Traditionnelles,
Mart-Nisan, 1960.
"Symbolisme et alchimie des sentiments", Etudes
Traditionnelles, Eylül-Ekim, 1960.
"Une Metaphysique de la nature vierge", Etudes
Traditionnelles, Eylül-Ekim, 1960.
"L'homme dans l'univers", Etudes Traditionnelles,
Kasım-Aralık, 1960.
"Reflexions sur le sentimentalisme ideologique", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Şubat, 1961.
"La croix 'temps-espace' dans l'oNomatologie koranique", Etudes
Traditionnelles, Ocak- Şubat ve Mart-Nisan, 1961.
"Tresors du Bouddhisme", France-Asie/Asia (Tokyo),
Mayıs-Haziran, 1961.
"Sur les traces de Maya", Etudes Traditionnelles,
Mayıs-Haziran, Temmuz-Ağustos ve Eylül-Ekim 1961.
"Chute et decheance", Etudes Traditionnelles,
Temmuz-Ağustos ve Eylül-Ekim, 1961.
"Verites et erreurs sur la beaute ", Etudes Traditionnelles,
Mart-Nisan, 1962.
"Le mystere du Bodhisattva", Etudes Traditionnelles,Temmuz-Ağustos
ve Eylül-Ekim, 1962.
"Remarques sur un probleme eschatologique", Etudes
Traditionnelles, Mayıs-Haziran, 1962.
"Les cinq Presences divines", Etudes Traditionnelles
Temmuz-Ağustos ve Eylül-Ekim, 1962.
"Dialogue entre Hellenistes et Chretiens", Etudes
Traditionnelles, Kasım-Aralık, 1962.
"L'Homme et la certitude", Etudes Traditionnelles,
Ocak-Şubat, 1963.
"L'Argument de la Substance", Etudes Traditionnelles,
Mart-Nisan, 1963.
"Le rythme ternaire de l'esprit", Etudes Traditionnelles,
Mayıs-Haziran, 1963.
"Des preuves de Dieu", Etudes Traditionnelles,
Temmuz-Ağustos ve Eylül-Ekim, 1963.
"Chamanisme Peau-Rouge", Etudes Traditionnelles,Temmuz-Ağustos,
Eylül-Ekim ve Kasım-Aralık, 1963.
"Regards sur les mondes anciens", Etudes Traditionnelles,
Ocak-Şubat ve Mart-Nisan, 1964.
"Le Serviteur et l'union", Etudes Traditionnelles, Mayıs
- Haziran, 1964.
"Le Delivre et l'image divine", Etudes Traditionnelles,
Temmuz-Ağustos ve Eylül-Ekim, 1964.
"Propos sur la naivete", Etudes Traditionnelles,
Kasım-Aralık, 1964.
"Religioperennis", Etudes Traditionnelles, Ocak-Şubat,
1965
"Quelques difficultes des textes sacrees", Etudes
Traditionnelles, Mayıs-Haziran ve Temmuz-Ağustos, 1965.
"Note sur Jung", "Cosmologie et science moderne"
içinde, yazar Titus Burckhardt, Etudes Traditionnelles,
Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos, 1965, sayfa 146.
"Le Commveement supreme", Etudes Traditionnelles,
Eylül-Ekim, 1965.
"Usurpations du sentiment religieux", Etudes Traditionnelles,
Aralık, 1965.
"Remarques sur le symbolisme du sablier ", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Şubat, 1966.
"L'imposture du psychologisme" Etudes Traditionnelles,
Mart-Nisan, 1966.
"Le message koranique de Seyyidnâ İssa", Etudes
Traditionnelles, Mayıs-Haziran, 1966.
"Syntheses des Pâramitas", Etudes Traditionnelles,
Temmuz-Ağustos ve Eylül-Ekim, 1966.
"Nature etfonction du maitre spirituel", Hermes (Paris),
1967.
"Le Demiurge dans la mythologie Nord-americaine", Etudes
Traditionnelles Ocak-Şubat, 1967.
"Note sur l'element feminin dans le Mahâyana", Etudes
Traditionnelles, Mart-Nisan, 1967.
"Des concomitances de l’amour de Dieu", Etudes
Traditionnelles, Mayıs-Haziran, 1967.
"L'impossible convergence", Etudes Traditionnelles,
Eylül-Ekim, 1967.
"L'Hyperbolisme dans la rhetorique arabe", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Şubat, Mart- Nisan, Mayıs-Haziran ve Temmuz-Ağustos,
1968.
"La Sagesse virginale", Etudes Traditionnelles,
Mart-Nisan, Mayıs-Haziran ve Temmuz- Ağustos, 1968.
"Quelques aperçus sur le phenomene mohammedien", Etudes
Traditionnelles, Eylül-Ekim ve Kasım-Aralık, 1968.
"La Danse du soleil", Etudes Traditionnelles, Eylül-Ekim
ve Kasım-Aralık, 1968.
"Remarques critiques sur des theses acharites", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Şubat, Mart- Nisan, Mayıs-Haziran, ve Temmuz-Ağustos,
1969.
"Le voeu de Dharmakara", Etudes Traditionnelles,
Eylül-Ekim, 1969.
"A propos d'un paradoxe de la Divine Comedie", Etudes
Traditionnelles, Kasım-Aralık, 1969.
"Comprendre et croire", Etudes Traditionnelles,
Ocak-Şubat, 1970.
"En marge des improvisations liturgiques", Etudes
Traditionnelles, Mart-Nisan, 1970.
"La dialectique orientale et son enracinement dans la foi", Etudes
Traditionnelles, Eylül- Ekim ve Kasım-Aralık, 1970.
"La marge humaine", Etudes Traditionnelles, Eylül ve
Kasım 1970, Ocak, Şubat, Mart- Nisan ve Mayıs-Haziran, 1971.
"Rumeurs, medisances et veri tes", Etudes Traditionnelles,
Ocak-Şubat, 1971.
"Remarques sur des rois de France", Etudes Traditionnelles,
Temmuz-Ağustos, 1971.
"Remarques sur l'enigme du Köan", Etudes Traditionnelles,
Ocak-Şubat, 1972.
"Les deux Paradis", Etudes Traditionnelles, Mart-Nisan,
1972
"Images d'Islam", Etudes Traditionnelles,
Mayıs-Haziran,Temmuz-Ekim ve Kasım-Aralık, 1972.
"Le double ecueil", Etudes Traditionnelles, Mart-Nisan
1973.
"Atmâ-Mâyâ", Etudes Traditionnelles, Mayıs-Ağustos 1973.
"Remarques sur la Sounna", Etudes Traditionnelles,
Eylül-Ekim, 1973.
"Le Mystere des deux natures", Etudes Traditionnelles,
Kasım-Aralık, 1973.
"Paradoxes de l'expression spirituelle", Revue Philosophique
(Paris), 1974.
"La question des theodicees", Etudes Traditionnelles,
Mart-Nisan, 1974.
"A propos des reliques", Etudes Traditionnelles,
Eylül-Ekim, 1974.
"Le fruit defendu", Etudes Traditionnelles,
Nisan-Haziran, 1975.
"Un homme de la Tradi tion" (röportaj), Question de...
(Paris), Sayı. 8, 3. sayı, 1975.
"Criteriologie elementaire des apparitiones celestes", Sophia
Perennis (Tahran) Cilt. I, Sayı. 2, Sonbahar, 1975; Etudes
Traditionnelles, Ocak-Mart, 1976.
"Le probleme de la possibilite", Sophia Perennis, Cilt.
II, Sayı. 1, Bahar 1976.
"Le mystere du voile", Sophia Perennis, Cilt. II, Sayı.
2, Sonbahar, 1976.
"Le Paradis comme theophanie", Etudes Traditionnelles,
Ocak-Mart, 1977.
"La religion du coeur", Sophia Perennis, Cilt. Ill,
Sayı. 1, Bahar, 1977.
"Alternances dans le monotheisme semitique", Etudes
Traditionnelles, Nisan-Eylül, 1977.
"Le probleme des divergences morales", Etudes
Traditionnelles, Ekim-Aralık, 1977.
"Les degres de l'art", Sophia Perennis, Cilt. III, Sayı.
2, Sonbahar, 1977.
"L'enigme de l'epiclese", Etudes Traditionnelles,
Ocak-Mart, 1978.
"Consequences decoulantdumystere de la subjectivite", Sophia
Perennis, Cilt IV, Sayı. 1, Bahar, 1978; Etudes Traditionnelles,
Nisan-Haziran, 1979.
"Erre homme, c'est connaitre", Sophia Perennis, Voi, IV,
Sayı. 1 Bahar, 1978.
"Il n'y a pas de droit sacre a l'absurdite", Etudes
Traditionnelles, Nisan-Haziran, 1978.
"Nature et role du miracle", Etudes Traditionnelles,
Ekim-Aralık, 1978.
"Le sens du sacre", Etudes Traditionnelles, Ocak-Mart,
1979.
"Refuser ou accepter le message", Etudes Traditionnelles,
Temmuz-Eylül, 1979, Ekim- Aralık, 1979, Ocak-Mart, 1980.
"L'esoterisme quintessentiel de l'Islam", Etudes
Traditionnelles, Nisan-Eylül, 1980.
"Le jeu des Hypostases", Etudes Traditionnelles,
Ekim-Aralık, 1980.
"L'idee du 'meilleur' dans l’ordre confessionnel", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Mart, 1981, Nisan-Haziran, 1981, Temmuz-Eylül, 1981.
"Les deux problemes", Etudes Traditionnelles,
Ekim-Aralık, 1981.
"Sedes Sapientiae", Etudes Traditionnelles, Ocak-Mart,
Î982.
"Le mystere de la Substance prophetique", Etudes
Traditionnelles, Nisan-Haziran, 1982, Temmuz-Eylül, 1982.
"L'Intuition decisive", Etudes Traditionnelles,
Ekim-Aralık 1982.
"Sur les traces de la Notion de l'eternite", Etudes
Traditionnelles, Ocak-Mart 1983.
"Le probleme des delimitations dans la spiritualite musulmane",
Etudes Traditionnelles, Nisan-Haziran, 1983.
"Ambigui'te de l'element emotionnel", Etudes
Traditionnelles, Temmuz-Eylül, 1983.
"Anonymat des vertus", Etudes Traditionnelles (Paris),
Ekim-Aralık 1983.
"Failles dans le monde de lafoi", Etudes Traditionnelles,Ocak-Mart,
1984.
"Le mystere du visage hypostatique", Etudes Traditionnelles,
Nisan-Haziran 1984.
"Notes sur le vetement des Indiens Peaux-Rouges", Etudes
Traditionnelles, Temmuz-Eylül 1984.
"Quelques critiques", (de l'oeuvre de Rene Guenon), Les
Dossiers H: "Rene Guenon" içinde, L'Age d'Homme, Lozan, 1984.
"A propos de quelques critiques", (de l'oeuvre de Rene Guenon),
Etudes Traditionnelles, Ekim-Aralık, 1984 (feuillet complementaire).
"A propos d'une image" (de Rene Guenon), Etudes
Traditionnelles, Ekim-Aralık, 1984 (feuillet complementaire).
"Note sur Rene Guenon", Rene Guenon, Les Cahiers de l ’Heme
içinde, Paris, 1985.
"Primaute de l'intellection", Connaissance des Religions,
(Nancy), Cilt. 1, Sayı. 1, Haziran, 1985.
"Degres et dimensions du theisme", Connaissance des
Religions, Cilt. 1, Sayı. 2, Aralık, 1985.
"David, Shankara, Honen", Connaissance des Religions,
Cilt. 1, Sayı. 3, Aralık, 1985.
"Tour d'horizon d'anthropologie intergrale", Connaissance
des Religions, Cilt. 1, Sayı. 4, Mart, 1986.
"'Notre Pere qui etes aux cieux'", Connaissance des
Religions, Cilt. 2, Sayı. 1, Haziran, 1986.
"Avoir un centre" (premiere partie), Connaissance des
Religions, Cilt. 2, Sayı. 2, Eylül 1986.
"Avoir un centre" (suite et fin), Connaissance des Religions,
Cilt. 2, Sayı. 3, Aralık, 1986.
"Aproposd'une ambiguite onto-cosmologique", Connaissance des
Religions, Cilt. 2, Sayı. 4, Mart, 1987.
"L'homme en face du Souverain Bien", Connaissance des
Religions, Cilt. 3, Sayı. 4, Mart, 1988.
"Dimensions salvatrices", Connaissance des Religions,
Cilt. 4, Sayı. 1/2, Haziran-Eylül, 1988.
"Mahâshakti", Connaissance des Religions, Cilt. 5, Sayı.
1, Haziran, 1989.
"De l'intelligence", Connaissance des Religions, Cilt.
5, Sayıs. 2/3, Eylül-Aralık, 1989.
"De 1'intention ", Connaissance des Religions, Cilt. 5,
Sayı. 4, Mart, 1990.
"Lejeu des masques", Connaissance des Religions, Cilt.6,
Sayı. 2-3, Eylül - Aralık, 1990.
The Transcendent Unity of Religions (çev. Peter Townsend), Londra,
Faber, 1953; gözden geçirilmiş edisyon, Wheaton, Illinois, TPH Quest, 1984; The
Theosophical Publishing House, 1993.
Spiritual Perspectives ve Human Facts (çev. Macleod Matheson),
Londra, Faber, 1954; ikinci baskı, Londra, Perennial Books, 1970; yeniden
tercüme P. N. Townsend tarafından, Londra, Perennial Books, 1987.
Gnosis:Divine Wisdom (çev. G. E. H. Palmer), Londra, John Murray,
1959; ikinci baskı, Londra, Perennial Books, 1978.
Language of the Self (çev. Marco Pallis ve Macleod Matheson),
Madras, Ganesh, 1959.
Stations of Wisdom (çev. G. E. H. Palmer), Londra, John Murray,
1961; ikinci baskı, Londra, Perennial Books, 1980; gözden geçirilmiş tercüme,
Bloomington Indiana, World Wisdom Books, 1995.
Understanding Islam (çev. Macleod Matheson), Londra, Allen &
Unwin, 1963, ve daha sonraki basımlar; Baltimore, Penguin Books, 1972; Londra,
Unwin & Hyman, 1986; gözden geçirilmiş tercüme, Bloomington Indiana, World
Wisdom Books, 1994, 1998.
Light on the Ancient Worlds (çev. Lord Northbourne), Londra,
Perennial Books, 1965; Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1984.
In the Tracks of Buddhism (çev. Marco Pallis), Londra, Allen &
Unwin, 1968; Unwin & Hyman, 1989; yeni tercüme, Treasures of Buddhism
adıyla, Bloomington Indiana, World Wisdom Books, 1993.
Dimensions of Islam (çev. Peter Townsend), Londra, Allen &
Unwin, 1969.
The Sword of Gnosis (ed. Jacob Needleman) (baş katılımcı),
Baltimore, Penguin Books, 1974; ikinci edisyon, Londra, Arkana, 1986.
Logic and Transcendence (çev. Peter Townsend), New York, Harper
& Row, 1975; ikinci baskı, Londra, Perennial Books, 1984.
Islam and the Perennial Philosophy ( terc. Peter Hobson), Londra,
World of Islam Festival Publishing Company, 1976.
Esoterism as Principle and as Way (çev. William Stoddart), Londra,
Perennial Books, 1981; Bloomington, Indiana, 1982.
Sufism: Veil and Quintessence (çev. William Stoddart),
Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1981.
Castes and Races (çev. Marco Pallis ve Macleod Matheson), Londra,
Perennial Books, 1982.
From the Divine to the Human (çev. Gustavo Polit ve Deborah
Lambert), Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1982.
Christianity/Islam - Essays on Esoteric Ecumenism (çev. Gustavo
Polit), Bloomington, Indiana, World Wisdom Books,1985.
The Essential Writings of Frithjof Schuon (ed. Seyyid Hüseyin
Nasr), Warwick, New York, Amity House, 1986.
Survey of Metaphysics and Esoterism (çev. Gustavo Polit),
Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1986.
In the Face of the Absolute, Bloomington, Indiana, World Wisdom
Books, 1989, 1994.
The Feathered Sun, - Plains Indians in Art and Philosophy,
Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1990.
To Have a Center, Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1990.
Roots of the Human Condition, Bloomington, Indiana, World Wisdom
Books, 1991.
Images of Primordial ve Mystic Beauty, Bloomington, Indiana, World
Wisdom Books, 1992.
Echoes of Perennial Wisdom, Bloomington, Indiana, World Wisdom
Books, 1992.
The Play of Masks, Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1992.
Road to the Heart, Bloomington, Indiana, World Wisdom Books, 1995.
The Transfiguration of Man, Bloomington, Indiana, World Wisdom
Books, 1995.
The Eye of the Heart, Bloomington, Indiana, World Wisdom Books,
1997.
İngilizce Makaleleri
"Christianity and Islam", Triveni (Madras), Cilt. VIII,
1935; The Arab World (New York), Cilt. 1, Sayı. 3, 1945.
"Concerning Forms in Art", Art ve Thought içinde (Ananda
K. Coomaraswamy’in şerefine hediye kitap), Londra Luzac, 1947.
"The Stations of Wisdom", Asia (Saigon), Cilt. III,
Sayı. 10, Eylül, 1953.
"The Sacred Pipe of the Red Indians", Asia, Cilt. III,
Sayı. 12, Kasım, 1953.
"Yoga as a Spiritual Principle", Asia, Cilt. IV, Sayı.
15, Aralık, 1954.
"The Nature ve Arguments of Faith", Islamic Quarterly
(Londra), Cilt. II, Sayı. 3, Ekim, 1955.
"Understanding the Koran", Islamic Quarterly, Cilt. V,
Sayı. 1, Nisan, 1958.
"Studies in Shinto", France-Asie/Asia (Tokyo), Cilt.
XVII, Sayı. 164, Kasım-Aralık, 1960.
"Invocation of the Divine Name", Kalyana Kalpataru
(Gorakhpur, Uttar Pradesh, Hindistan), Ekim, 1961.
"Treasures of Buddhism", The Middle Way (Londra), Cilt.
XXXVI, Sayı. 3, Kasım, 1961.
"Some Notes on the Shamanism of North America", Tomorrow
(Londra), Cilt. II, Sayı. 4, Sonbahar, 1963.
"Reflections on Ideological Sentimentalism", Tomorrow,
Cilt. 12, Sayı. 1, Kış, 1964.
"The Ancient Worlds in Perspective", Tomorrow, Cilt. 12,
Sayı. 2, Bahar, 1964.
"Truths and Errors concerning Beauty", Tomorrow, Cilt.
12, Sayı. 4, Sonbahar, 1964.
"Dialogue between Hellenists and Christians", Tomorrow,
Cilt. 13, Sayı. 1, Kış, 1965.
"The Delivered One and the Divine Image", Tomorrow,
Cilt. 13, Sayı. 2, Bahar, 1965.
"Some Observations on a Problem of the Afterlife", Tomorrow,
Cilt. 13, Sayı. 3, Sonbahar, 1965.
"The Symbolist Outlook", Tomorrow, Cilt. 14, Sayı. 2,
Bahar, 1966.
"The Psychological Imposture", Tomorrow, Cilt. 14, Sayı.
2, Bahar, 1966.
"Some Observations on the Symbolism of the Hourglass", Tomorrow
(Londra), Cilt. 14, Sayı. 3, Yaz, 1966.
"The Demiurge in North American Mythology", Tomorrow ,
Cilt. 14, Sayı. 4, Sonbahar, 1966.
"Keys to the Bible", Studies in Comparative Religion
(Londra), Cilt. 1, Sayı.l, Kış 1967; ayrıca The Sword of Gnosis içinde.
"Nature ve Function of the Spiritual Master", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 1, Sayı. 2, Bahar, 1967; Journal of Oriental
Research (Madras), Ciltler. XXXIV-XXXV, 1964-1966.
"The Impossible Convergence", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 1, Sayı. 4, Sonbahar, 1967.
"The Sun Dance", Studies in Comparative Religion, Cilt.
2, Sayı. 1, Bahar, 1968.
"Usurpations of Religious Feeling", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 2, Sayı. .2, Bahar, 1968.
"The Wisdom of the Virgin", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 2, Sayı. 3, Yaz, 1968.
"His Holiness ve the Red Indian", Sankara ve Shanmata
içinde, Madras, 1969.
"Dilemmas in Theological Speculation", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 3, Sayı. 2, Bahar, 1969; Islamic Quarterly,
Cilt. XVII, Sayılar. 1 8c 2, Ocak ve Haziran, 1973.
"Understanding and Believing", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 3, Sayı. 3, Yaz, 1969; ayrıca The Sword of Gnosis
içinde.
"Note Activity without Truth", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 3, Sayı. 4, Sonbahar, 1969; ayrıca The Sword of Gnosis
içinde.
"On the Ancient Wisdom in Africa", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 3, Sayı. 4, Sonbahar, 1969 ( F. S. ismiyle).
"Dharmakara's Vow", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 4, Sayı. 1, Kış 1970.
"Concerning a Paradox in the Divine Comedy", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 4, Sayı. 2, Bahar, 1970.
"The Spiritual Virtues according to St. Francis of Assisi", Studies
in Comparative Religion, Cilt. 4, Sayı. 3, Yaz, 1970.
"On the Margin of Liturgical Improvisations", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 4, Sayı. 4, Sonbahar, 1970; ayrıca The Sword
of Gnosis içinde.
"Oriental Dialectic and its Roots in Faith ", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 5, Sayı. 1, Kış, 1971.
"Remarks on the Enigma of the Koan", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 5, Sayı. 2, Bahar, 1971; ayrıca The Sword of Gnosis
içinde.
"The Fluman Margin", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 5, Sayı 3 & 4, Yaz ve Sonbahar, 1971; ayrıca The Sword of Gnosis
içinde.
"Remarks on some Kings of France", Studies in
Comparative-Religion, Cilt. 6, Sayı. 1, Kış, 1972.
"Man ve Certainty", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 6, Sayı. 2, Bahar, 1972.
"Realization", Studies in Comparative Religion, Cilt. 6,
Sayı. 2, Bahar, 1972.
"The Two Paradises", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 6, Sayı. 3, Yaz 1972.
"Remarks on the Sunna", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 6, Sayı. 4, Sonbahar, 1972. "Concerning the Proofs of God", Studies
in Comparative Religion, Cilt. 7, Sayı. 1, Kış, 1973.
"The Contradiction of Relativism", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 7, Sayı. 2, Bahar, 1973.
"Atmâ-Mâyâ", Studies in Comparative Religion, Cilt. 7,
Sayı. 3, Yaz, 1973.
"The Double Pitfall", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 7, Sayı. 4, Sonbahar, 1973.
"The Problem of the Theodicies", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 8, Sayı. 1, Kış, 1974.
"The Mystery of the Two Natures", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 8, Sayı. 2, Bahar, 1974.
"Form ve Substance in the Religions", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 8, Sayı. 3, Yaz, 1974.
"The Seeds of a Divergence", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 8, Sayı. 4, Sonbahar, 1974.
"Comment on Jung", "Cosmology ve Modern Science"
içinde, yazar Titus Burckhardt, Sword of Gnosis içinde, sayfa 177.
Ayrıca Mirror of the Intellect içinde, yazar Titus Burckhardt (Quinta
Essentia, Cambridge,İngiltere; State University of New York, Albany; 1987),
sayfa 66-67.
"Letter on Existentialism", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 9, Sayı. 2, Bahar, 1975.
"On Relics", Studies in Comparative Religion, Cilt. 9,
Sayı. 3, Yaz, 1975.
"What Sincerity is and is not", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 9, Sayı. 4, Sonbahar, 1975.
"The Three Dimensions of Sufism", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 10, Sayı. 1, Kış, 1976.
"Celestial Apparitions", Studies in Comparative Religion,Cilt.
10, Sayı. 2, Bahar, 1976.
"Foundation of an Integral Aesthetics", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 10, Sayı. 3, Yaz, 1976.
"The Degrees of Art", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 10, Sayı. 4, Sonbahar, 1976.
"The Problem of Sexuality", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 11, Sayı. 1, Kış, 1977.
"The Mystery of the Veil", Studies
in Comparative Religion, Cilt. 11, Sayı. 2, Bahar, 1977. "Alternations
in Semitic Monotheism", Studies in Comparative Religion, Cilt. 11,
Sayı. 3, Yaz, 1977.
"Consequences Flowing from the Mystery of Subjectivity", Studies
in Comparative Religion, Cilt. 11, Sayı. 4, Sonbahar, 1977.
"Aspects of the Theophanic Phenomenon of Consciousness", Cilt.
12, Sayı 1 & 2, Kış- Bahar, 1978.
"A Belated but Still Timely Word about the Encyclical Populorum
Progressio", Studies in Comparative Religion, Cilt. 12, Sayı 1
& 2, Kış-Bahar, 1978.
"Travel Meditations", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 12, Sayı 1 ve 2, Kış-Bahar, 1978.
"Paradoxical Aspects of Sufism", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 12, Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar 1978.
"Hamlet", Studies in Comparative Religion, Cilt. 12,
Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar, 1978.
"The Quintessential Esoterism of Islam", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 13, Sayı 1 & 2, Kış-Bahar, 1979.
"To be Man is to Know", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 13, Sayı 1 & 2, Kış-Bahar, 1979.
"Sophia Perennis", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 13, Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar, 1979.
"The Characteristics of Passional Mysticism", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 13, Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar, 1979.
"Outline of a Spiritual Anthropology", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 14, Sayı 1 ve 2, Kış-Bahar, 1980.
"Concerning the Notion of Eternity", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 14, Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar, 1980.
"Sedes Sapientiae", Studies in Comparative Religion,
Cilt. 14, Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar, 1980.
"Islam and the Consciousness of the Absolute", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 15, Sayı 1 ve 2, Kış-Bahar, 1983.
"A Message on South American Indian Religion", Studies in
Comparative Religion, Cilt. 15, Sayı 1 ve 2, Kış-Bahar, 1983.
"The Ambiguity of Exoterism", Studies in Comparative
Religion, Cilt. 15, Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar, 1983.
"The Ambiguity of the Emotional Element",
Studies in Comparative Religion, Cilt. 15, Sayı 3 ve 4, Yaz-Sonbahar,
1983.
"Dimensions of Omnipotence", Studies
in Comparative Religion, Cilt. 16, Sayı 1 ve 2, 1984.
"The Primacy of Intellection", Studies
in Comparative Religion, Cilt. 16, Sayı 3 ve 4, 1985. "Summary of
Integral Metaphysics", International Philosophical Quarterly (New
York), Cilt. 26, Sayı. Haziran, 1986.
"The Spiritual Significance of the
Substance of the Prophet", Islamic Spirituality içinde, (ed. Seyyid
Hüseyin Nasr), New York, Crossroad, 1987.
"Transgression ve Purification", Avaloka
(Grand Rapids, Michigan), Aralık, 1990.
"The Perennial Philosophy", The
Unanimous Tradition içinde (ed. Ranjit Fernando), Institute of Traditional
Studies, Colombo, Sri Lanka, 1992.
Dell'Unita trascendente delle Religioni
(çev. N. ve S. Dallaporta Xidias), Bari, Laterza, 1949; Unita trascendente
delle Religioni (çev. G. Jannaccone ve M. Magnini), Roma, Edizioni
Mediterranee, 1980.
L'Uomo e la Certezza (çev. G.
Cantoni), Turin, Boria, 1967.
Comprendere l'Islam (çev. G.
Jannaccone ve M. Magnini), Milan, Arche, 1976.
Le Stazioni della Saggezza (çev. N.
Dallaporta Xidias), Roma, Edizioni Mediterranee, 1981.
Il Sufismo: Velo e Quintessenza (çev.
G. Jannaccone), Roma, Edizioni Mediterranee, 1982.
L'Occhio del Cuore (çev. S. Dallaporta
Xidias), Roma, Edizioni Mediterranee, 1982.
L'Esoterismo come Principio e come Via,
(çev. G. Jannaccone), Roma, Edizioni Mediterranee, 1984.
Forma e Sostanza nelle Religioni,
(çev. M. Magnini), Roma, Edizioni Mediterranee, 1984.
Sulle tracce della Religione perenne
(çev. G. Jannaccone), Roma, Edizioni Mediterranee, 1988.
Dal Divino all'Umano (çev. G.
Jannaccone), Roma, Edizioni Mediterranee, 1989.
Cristianesimo/Islam (çev. G.
Jannaccone), Roma, Edizioni Mediterranee.
Sguardi sui Mondi antichi (çev. N.
Flori dia, D. Nason, ve C. Ranghiero), Roma, Edizioni Mediterranee.
"Del Cristo e del Profeta", Rivista
di Studii Iniziatici (Napoli), Cilt. XX, Sayı 4-6, Temmuz- Aralık, 1946.
"Del Sacrificio", Rivista di
Studii Iniziatici, cilt. XXI, Sayı. 1-3, Ocak-Temmuz, 1947 ve Cilt. XXI,
Sayı. 4-5 Ağustos-Ekim, 1947.
"Il Significato spirituale del
lavoro", Rivista di Studii Iniziatici, Cilt. XXI, Sayı. 4-5,
Ağustos-Ekim, 1947.
"I Modi della Realizzazione spirituale",
Rivista di Studii Iniziatici, Cilt. XXI, Sayı. 6, Kasım-Aralık, 1947.
"Fatalita e Progresso ", Rivista
di Studii Iniziatici, Cilt. XXII, Sayı. 1, Ocak-Haziran, 1948.
"Misteri Cristici", Rivista di Studii Iniziaiici, Cilt. XXII,
Sayı 4-6, Temmuz-Aralık, 1948. "Cristianesimo e Buddhismo", Rivista
di Studii Iniziatici, Cilt. XXIII, Sayı 1-3, Ocak- Haziran, 1949.
"Della Conoscenza", Rivista di
Studii Iniziatici, Cilt. XXIII, Sayı 4-6, Temmuz-Aralık, 1949.
'Vedanta e Vedantisti", Rivista di
Studii Iniziatici, Cilt. XXIV, Sayı 1-3, Ocak-Haziran 1950 ve Cilt. XXIV,
Sayı. 4-6, Temmuz-Aralık, 1950.
"Il Demiurgo nella Mitologia
Nord-americana", L'Aquila e il corvo nel Mondo degli Uomini rossi
içinde, yazar Antonio Medraon ve Frithjof Schuon, girişi yazan E. Castore,
Parma, Edizioni di AR, 1979
De la unidad transcendente de las religiones, Buenos Aires,
Anaconda, 1949; (yeni terc. Manuel Garda Vino), Madrid, Heliodoro, 1980.
Sobre los mundos antiguos (çev. Jesûs Garda Varela), Madrid, Taurus,
1980.
El esoterismo como principio y via (çev. Manuel Garda Vino),
Madrid, Taurus, 1982.
Tras las huellas de la religion perenne (çev. Esteve Serra), Palma
de Mallorca, Jose de Olaneta, 1982.
Castasy razas (çev. Francese Gutierrez y Esteve Serra), Palma de
Mallorca, Jose de Olaneta, 1983.
Comprender el Islam (çev. Esteve Serra), Palma de Mallorca, Jose
de Olaneta, 1987.
Perlas del pelegrion (der. Thierry Beguelin ve terc. Esteve
Serra), Palma de Mallorca, 1990.
"A proposito de una paradoja de la Divina Comedia", Graa
l (Madrid), 1977.
"Del misterio de la subjectividad", Cielo y Tierra
(Barcelona), Sayı. 1, 1982.
"La espiritualidad de San Francisco de As^s", Cieloy Tierra,
Sayı. 3, 1982-1983.
"Rechazar o aceptar la Revelacion", Cielo y Tierra,
Sayı. 12,1985.
Da Unidade Transcendente das Religioes (çev. F. G. Galvâo), Sâo
Paulo, Livraria Martins Editora, 1953; gözden geçirilip yeniden tercüme edilmiş
edisyon, Lizbon, Publicaçöes Dom Quixote.
Esoterismo comoPrincipio e como Caminho (çev. Setsuko Ono), Sâo
Paulo, Editora Pensamento, 1987.
Compreender o Islao (çev. Emanuel Lourenço Godinho), Lizbon,
Publicaçöes Dom Quixote, 1989.
Isla: O Credo e a Conduta (çev. ve ed. Roberto S. Bartholojr. ve
Arminda Campos) ; "Isla" (Understanding Islam’dan bir bölüm)
ve Frithjof Schuon’ün "O Esoterismo quintessencial do Isla"
makalesini içerir. Rio de Janeiro, Editora Imago, 1990.,
Portekizce
Makaleler "Cristianismo
e Budismo", Thot (Sao Paulo), Sayı. 54, 1990.
Tidlös Besinning i besinninglös Tid - ur Frithjof Schuons Werk
(Frithjof Schuon’ün eserlerinden alıntılar), der. ve terc. Kurt Almquist,
Stockholm, Natur och Kultur, 1973.
Kammia Drasterioteta choris ten Aletheia ("No Activity
without Truth") kai Oi Ekdeloseis tesTheias Arches (çev. G.
Paiges), Atina, Bibliotheque "Sphinx", 1981.
İslam’ı Anlamak, terc. Mahmut Kanık,
İstanbul 1988, İz Yayınları.
Dinlerin Aşkın Birliği, terc. Yavuz
Keskin, Ruh ve Madde Yayınları. İstanbul 1992.
İslam’ın Metafizik Boyutları, terc.
Mahmut Kanık, İstanbul 1996, İz Yayınları.
İslam ve Ezeli Hikmet, terc.
Şahabettin Yalçın, İstanbul 1998, İz Yayınları.
Varlık, Bilgi ve Din, ed. İsmail Taşpınar, terc. ve derleme
Şahabettin Yalçın, İstanbul 1997, İnsan Yayınları.
Tasavvuf Kabuk ve Öz, terc. Veysel Sezigen, İstanbul 2006, İz
Yayıncılık.
Yansımalar, terc. ve derleme: Nurulllah Koltaş, Hece Yayınları,
İstanbul 2006.
Arapça Eserleri
Hatta nafhama'1-islam (Understanding Islam’ın Salah al-Sawi
ve Seyyid Hüseyin Nasr tarafından tercümesi) Dâr al-Muttahidah li'l-Nashr (The
United Publishing House), Beyrut, 1980.
Tafahhum-i haqaq-i İslam
(Understanding İslam)
Maleyce / Endonezyaca Eserleri
Memahami Islam (Understanding Islam’ın
Anas Mahyuddin tarafından tercümesi), Penerbit Pustalca Bveung, 1983.
Titik Pertemuan Agama-Agama (The
Transcendent Unity of Religions’ın tercümesi), Jakarta, 1986.
EK 5 Frithjof
Schuon’den Alıntılar
Spiritual
Perspectives and Human Facts Eserinden
Metafizik: Metafizikî bilgi ayrıdır, onun zihinde idrâki ayrı.
Metafizikî bilgi kalpteki ilâhî tohumdur. İnsanlığın karanlığında nur-u
İlâhî’nin izidir. Mutlak ile muğlak arasındaki bağdır. (s.9)
Hakîkat: Her hakîkat ispatlanabilir ama her ispat her akıl için
kabul edilebilir değildir. (s.9)
Şeytan: Sadece Tanrıya inanmak kâfî değildir, şeytana da
inanmalıyız. Günümüzde şeytan mantığın yerine yanlış bir psikoloji,
psikolojinin yerine de yanlış bir mantık koyuyor. (s.19)
Philosophia Perennis: Comte yahut Schopenhauer gibi ondokuzuncu
yüzyıl düşünürleri modası geçmiş ve eski gözükebilirler, tıpkı aynı dönemin
tiyatro yazarları ve ressamları gibi. Ama philosophia perennis’in
sözcüleri, ikibin sene önce yazmış yahut dünyanın son gününde yaşamış dâhi
olsalar, her zaman hakîkatın akıl ile ifâde edilmesinden mütevellit bir tazelik
ve esnekliğe sahip olurlar. Gerçek hikmet, tıpkı gerçek sanat gibi zamanla
aşınıp paslanmaz. Kavramsal görecilik kör ve ağır bir sahte-gerçeklikte yer
alabilmek için hakîkatı lağveder. (s.20)
Doğu ve Batı Medeniyetleri: Her medeniyet çöküştedir ama farklı
şekillerde. Doğu’nun çöküşü pasif, Batı’nınki aktiftir.
Doğu’nu çöküşünün nedeni artık düşünemiyor olmasıdır, Batı’nınkisi ise
haddinden fazla ve yanlış düşünüyor olmasıdır.
Doğu hakîkatın üstünde uyurken Batı hatalarda yaşıyor. (Batı’dan kastımız
geleneksel Hristiyanlık değil, Hristiyan olarak etiketlensin etiketlenmesin
sadece modernizmdir. Bu mânâda Batılı, sahte-gelişmenin psikozu ile bozulmuş
Doğulu ve diğer Avrupalı olmayanları da kapsar.) (s. 22)
Batılı insan diğerlerine sadece kâşif dehâsı bakımından üstündür. Batı
ihtişâmını makineleri ile değil katedralleri ile ortaya koymuştur. (s. 23)
İnsanî kıymetin tek kesin kriteri kişinin Kâdir-i Mutlak’a karşı
tavrıdır. Bu bakış açısından değerlendirildiğinde söylenebilecek en ılımlı şey
Batılı insanın hiç bir üstünlüğü olmamasıdır. (s. 23)
Yaratıcı dehâ -ve özellikle mûcit dehâ- saf akılla yahut asâletle
karıştırılmamalıdır. Zencilerin, şüphesiz bir Dantesi yahut Taç Mahal’i yoktur
ama onların da ermişleri vardır ve Allah indinde önemli olan da budur.
(Muhakkak büyük devlet adamları ve savaşçılar da yetiştirdiler ama yazılı
edebiyatın yokluğunda bunların isimleri ya sadece mahallî hafızalarda kaldı
yahut tamamen unutuldu.) (s. 23)
Kadîm medeniyet tarafından sunulan hürriyet nitelikli ve gerçekçidir.
Nicel ve idealist modern hürriyet kavramı anlam itibârîyle kötülüğe özgürlüğü
ve bütün hürriyetleri lağvetme özgürlüğünü imâ eder. (s. 23)
Güzellik: Güzellik ilâhî nîmetin bir yansımasıdır. Tanrı Hakîkat
olduğuna göre, onun nîmetinin yansıması da bütün güzelliklerde bulunabilecek,
saadetin ve hakîkatın karışımıdır. (s. 28)
Sanat: Sanat hem insanî hem de ilâhî bir yapıya sahip olmalıdır.
Kutsal sanat ruhânî mevcûdiyetler için bir araçtır. O aynı zamanda hem
Tanrı, hem melekler hem de insan için yapılır. Diğer taraftan profan sanat ise
sadece insan içindir ve bu gerçek yüzünden insana ihanet eder.
Kutsal sanat insana kendi özünü, tabiatı Tanrıyı sevmek olan cevherini
bulmasına yardım eder. (s. 31)
Sanat saf ve yalın ideografi (düşünyazım) olmamaya başladıktan sonra
hiçbir şeyin kendisini ondan saptıramayacağı bir vazîfesi olur. Bu vazîfe,
kurtarıcı hakikatler olsun, kozmik nitelikler olsun manevî değerleri
nakletmektir. (s. 35)
Kasten bireysel olan ve dehânın önyargısı üstüne kurulu sanat ne aşkın
fikirleri ne de engin faziletleri dışa vurur: sadece şahsi olguları
nesnelleştirir. (s. 36)
Şiir: Şiir, samimiyetle ruh güzelliğini, güzellikle samimiyeti
anlatmalıdır. (s. 36)
Modern şiir, güzellik ve samimiyetten yoksundur. Güzellikten yoksundur
çünkü şairlerin benlikleri -yahut şimdilerde şiir yerine geçen şeyi
üretenlerin- güzellikten yoksundur. Samimiyetten yoksundur çünkü alışılmadık
ifadeler bulmak için yapılan sun’î ve kıymetsiz arayış doğallığı dışlar. Şiir,
artık şiir olmaktan çıkmış, sahte taşlarla yapılmış soğuk ve cansız bir
mücevhere, güzel ve hakîki olanın zıt kutbunun titiz ve tafsilâtlı bir
detaylandırması haline gelmiştir. İlham perisi artık ilham vermediğinden -bunu
yapması a priori reddedilmiştir çünkü modern insanın en son isteyeceği
şey saf gözükmektir- ihtizazlar benlikte ateşlenir ve parçalara ayrılır. Aynı
şeyler modern müzik için de geçerlidir. (s. 36)
Dante yahut bazı halk şairleri gibi metafizik, mistik şairler ve aynı
zamanda da Sûfî şairler, manevî olguları ruhlarının güzelliğiyle ifâde ettiler.
Bu, metod meselesinden çok manevî ihsan meselesidir çünkü sıradan insanlığın
ufkunun çok ötesinde hakîkatleri formüle etmek her kişinin kârı değildir.
Mesele, sadece sembolik bir terminolijiyi şiire yerleştirmek bile olsa bunu
yanlış yola sapmadan ancak gerçek bir şair yapabilir. Kişi, Vita Nuova’nın,
Kaside-i Hamriyye’nin, Ömer Hayyam’ın rubâilerinin simgevî niyeti
hususunda ne düşünürse düşünsün, bu tür eserlerin şiir kalitesini bile isteye
inkâr etmek mümkün değildir. Sanatsal bakış açısından değerlendirirsek, bu
kalitedir ki mevzu bahis niyeti meşrûlaştırır. Dahası, şiirin aynı sembiyozu ve
sembolizmi ilahi ilhâmın “Neşideler Neşidesi” gibi prototiplerinde de bulunur.
(s. 37)
Bazen Şark medeniyetlerinin öldüğünü ve artık şiir de üretmedikleri
söylenir. Haklılar, öldüğünü itiraf etmek yaşıyor numarası yapmaktan iyidir.
Mimârî:Tapınak, saray yahut ev olsun, bir bina, belirli bir
geleneksel perspektifle uyumlu bir şekilde gözlenirse kainatı -yahut belli bir
dünyayı yahut mikrokozmosu- temsil eder. Bu sebeple, duruma göre bina aynı
zamanda “mistik vücûd”u, kastı yahut aileyi de temsil eder. Elbise ya manevî
yahut sosyal hassayı yahut ruhu hâriçte bırakır. Bu iki yön birleştirilebilir.
Giyinme çıplaklığın, ruhun bedenin yahut manevî hassanın -din adamlarınınki
gibi mesela- hayvanî tabiatın zıddı olması gibi zıddıdır. Giyinme çıplaklıkla
birleşirse -Hindular’da olduğu gibi mesela-, çıplaklık nitelikli ve kutsal
boyutuyla zuhûr eder. (s. 38)
Bizans, Roman ve erken Gotik sanatları teolojilerdir: Tanrı’nın varlığını
ifşâ ederler, yahut onu belli bir seviyede gösterirler. Sözde Hristiyan sanatı
ise resmen Rönesans’ın sadece insanı arayan ve gösteren neo-paganizmi ile
başlamıştır. (s. 38)
Geleneksel bir şaheserde insanı ilk çarpan şey eserin vukûfiyetidir. Bu
vukûfiyet, giriftliği ve sentez gücü ile şaşırtır, sarıp sarmalayan, nüfûz eden
ve coşturan bir vukûfiyettir bu.
İnsanî bazda, bazı Rönesans sanatçıları muhteşemdir ama bu ihtişâm
kutsalın ihtişâmı yanında küçük kalır. Kutsal sanatta dehâ saklıdır, hakim olan
gayri şahsî, geniş ve gizemli vukûftur. Kutsal sanatın bir eseri sonsuzluğun
râhiyasını, mutlağın izini taşır. Kişisel yetenek onun içinde disipline olur;
bir bütün olarak geleneğin yaratıcı hassası ile mündemic olur. Bu, insanî
zenginliklerle bırakın fâik olmayı ikâme bile edilemez.
İslam Sanatı: İslam sanatı mücerret ama aynı zamanda şairâne ve
zariftir, itidal ve görkemle örülmüştür. Mağrib’in üslûbu belki Türk yahut Fars
üslubundan daha erkeksi ve muktedirdir ama diğer ikisi, özellikle de Fars
üslûbu bunu telâfi edecek kadar çok yönlüdür. (s. 40)
İslam sanatı, bitki örtüsünün neşeli bolluğunu kristallerin saf ve soyut
keskinliği ile birleştirir: girişik bezemelerle süslü bir minber hem bir
bahçeye hem de kartanelerine birşeyler borçludur. Mâhiyetlerin bu terkibi,
fikirler hendesesinin sûretlerin alevi altında saklandığı Kur’ân’da çoktan
görülmüştür. (s. 41)
Tevhîd fikriyle devamlı meşgul olan İslam, bir boyutuyla da çölün
sadeliğini, beyazlığını ve haşinliğini ortaya koyar. Bu, sanatta, tezyinâtın
billur hazzı ile münâvebe eder. Araplar’ın beşiği, çöl ve vaha manzaralıdır.
Müslüman sanatı, sanatın sonuçlarını taklit etmeden -en geniş manasıyla-
yaratıcı usûllerini uygulayarak tabiatı nasıl tekrar etmesi gerektiğini çok
vazıh bir yolla gösterir
Elbise: Elbisenin neredeyse mimârî kadar öneme hâizdir. Araplar
erkek giysisinde erkeksiliği ve asâleti ortaya koyarken, İslam’ın kadının
ziynetlerini örtmesi gerektiği inancından dolayı kadın kıyafetine önem
vermemiştir. Hindu dehâsı ise “zevce-anne” yi kutsallaştırarak güzelliği,
dişilliği ve vekârıyla eşi bulunmaz bir hanım giysisi ortaya koymuştur. (s. 41)
İsa’nın Yükselişi: Dört İncil de bize İsa dua ettiğinde gözlerini
Semâ’ya yönelttiğini söyler: Kitâb-ı Mukaddes aynı zamanda İsa’nın göğe nasıl
yükseldiğini ve nihâyetinde bir bulut tarafından nasıl gizlendiğini de anlatır.
Bu, eşyanın doğasıyla birebir uyum içindedir: dünyadan bakınca Tanrı kesinlikle
“yüksek”tedir, gerçekte ise bu alemde hiçbir yerde değildir. Eğer, İsa’nın
yükselmesi gerektiyse bu onun hala zâhirin mülküne ait olmasındandır,
görünmediği anda yükselmesine de gerek kalmamıştır, bu âlemin dışına çıkmıştır.
Bu bulut, bu örtü, sembolik olarak -ve sembolizm eşyanın doğasındandır- şeklî
tecellîden şekiller-üstü tecellîye geçişi (yaratılmıştan yaratılmamışa gibi)
işâret eder. (s. 42)
Velî ve Mûcize: Evliyânın mûteber hayat hikâyelerini okuduğumuzda,
kadimde ve Orta Çağ’da mucizelerin sık tekerrürü - neredeyse kolaylığı
diyebiliriz- ile şaşkına döneriz. Eğer, daha sonraki -ve özellikle de bizim-
zamanımızdaki velîler, daha az mûcizevî bir ortamda yaşıyorlarsa, bunun sebebi
tüm kozmik çevrenin büyük mûcizelerin sıklıkla tekerrür etmesine vesile olacak
semavî, ilahî hakîkatlerden ziyadesiyle uzak ve ilâhî lütuftan fazlasıyla
mahrum olmasıdır. Eğer, bizim çağımızdaki bir velî Orta Çağ’da yaşasaydı, suyun
üstünde pekâlâ yürüyebilirdi. Eğer bu velî, şimdi, herşeye rağmen suyun üstünde
yürürse, -ki böyle bir varsayım çelişkilidir- olayların mukadder inkişâfının
devam etmesini tehlikeye atar; dünyanın sonunu getirir ve İlâhî planın
tamamlanmasını imkansız hale getirir.
Kutsal Dağ: Kutsal dağ, Tanrıların tahtı, bu uzay-mekanda
değildir, görülebilir ve dokunulabilir olduğu halde. (s. 48)
Kâbe: Böyle bir mekanda bulunan kişi, mekanın ötesine geçmiştir ve
kutsal mekanların şekle sahip olmayan İlkörnek’i ile fiilen yeniden bütünleşmiş
olduğunu farkeder. Kutsal toprağa dokunan “hacı” gerçekte şekil-ötesi boyutta
yürür ve bu boyutta arınır, paklanır. Bu mekanlarda günahlardan arınmanın
sebebi budur. (s. 48)
Kimi coğrafî özellikler, mesela yalçın dağlar, tabiî simgelemleri
dolayısıyla kadîmin azametli kutsal mekanları ile bağlantılılardır. Bu sebeple
birçok farklı insan topluluğu -ve özellikle de gelenekleri “mitsel” yahut
“fıtrî” formda olanlar- “Tanrıların gazabını” harekete geçirmekten korktukları
için dağların en zirve noktasına tırmanmaktan kaçınırlar.
Altın devrin insanı için bir dağa tırmanmak Cevher’e yaklaşmak demekti.
Günümüzde dağa - ve artık dünyanın merkezi olan bir dağ da kalmadı- zirveyi
fethetmek için tırmanılıyor.
Tırmanmak artık manevî bir eylem değil, insanın yozlaşması, hayvanî yönü
ile kendini tanrılaştırması. Semânın gizemli bir şekilde doğada hazır olan
kapıları, onun önünde kapalıdır. (s. 48)
Hakîkat ve İyilik: Başkaları kaybederken, “cenneti kazanmak”
fikrine öfkelenen insanlar var. Bu, diğergâmlığın çok ötesinde yatan problemin
esas temelini unutmaktır. Sorulması gereken tek soru, bizim özümüzün özünde
hakîkat ve ihsanı sevmek mi, onlardan nefret etmek mi istediğimizdir. Başka bir
deyişle, hakîkat ve iyilik aşkı tarafsız incelenmesi gereken ontolojik bir
aksiyomdur. (s. 56)
Hristiyanlık: Form itibârîyle Hristiyanlık’ın sevgi yolunu
desteklemesi öngörülmüştür. İslâm ise formu itibârîle irfanla işbirliği
içindedir çünkü mihveri kevnî hakikat, Şehâdet’tir ve Allah sevgisinin Tevhîd
irfanının aracılığı ile kapsar. Bu sebeple Müslüman ermiş, ârif-i billâhtır ve
burada aşk bilginin yarı-insanî, yarı-semavî zevki şeklinde ortaya çıkar. (s.
70)
Hakîkat: Hakîkat, farkına varmamız gereken şekilsiz bir ışık
gibidir, varlığımızın derinliklerindedir. O zaman, doktriner formülasyonlar her
şeyin ötesinde hataya karşı çekilmiş setler olacaklardır. Gerekli olan tek şey,
kalbin temizlenmesi ve onu örten hatalardan kurtulmasıdır. Şekle sokulmayan ve
hududu olmayan Hakîkat, muhtelif doktriner formülasyonlara sebebiyet verebilir,
sadece bir okuldan diğerine değil, hatta bir ârifin öğretileri arasında bile.
İbnü’l-Arabî ’nin eserleri buna örnektir. Bu çeşitlilik sadece doktriner
ifadelerin göreceliliğini değil, onların aynı zamanda da geleneksel Ortodoksluk
içindeki spontanlığını ve bağımsızlığını da ispat eder. (s. 77 - 78)
İsa: Sûfîlerin öğretisine göre İsa sadece bir ezoterizm (hakîkat)
getirmiştir.
Echoes
of Perennial Wisdom Eserinden
Allah ve kul: Kulu, Hikmet-i İlahî’den ayıran, sadece ince bir
çizgidir. Allah, kuluna sonsuz yakınlıktadır ama kul Allah’tan sonsuz uzaktır.
Bu çizgi, kulun önünde, elleri ile kazması gereken bir dağ gibi yükselir. Kul,
toprağı kazar, ama boşuna; dağ yerinden kıpırdamaz. Kul yine de Allah’ın ismini
anarak kazmaya devam eder. Ve, dağ ortadan kayboluverir. Zaten hiç orada
olmamıştır. (s. 1)
Ârîf-i Billâh: Ârîf-i billâh için her yıldız, her çiçek
metafiziksel olarak Edebî ve Ezelî’nin kanıtıdır. (s. 12)
İman: İman, Allah’a “Evet!” demektir. İnsan Allah’a evet dediğinde
Allah da insana evet der. (s. 13)
Kâfir: Kâfir, dünyada, sadece gördüğüne inanır. Mümin, cennette
inandığı her şeyi görür. (s. 14)
Akıl : Akıl, imanı zedelemedikçe/yok etmedikçe güzeldir. İman
akılla zıt düşmedikçe güzeldir. (s. 25)
Allah korkusu : Kişi Allah’tan korkmadan onu sevemez, komşusunda
saygı duymadan onu sevemeyeceği gibi. Allah’tan korkmamak O’nun rahmetinin
tecellîsine engel olmaktır.
Özünde, temelinde Allah korkusu olmayan, mânen hiçbir şey değildir çünkü
korkunun noksanlığı bilginin noksanlığındandır. (s. 27)
Cennet : Cennet, Allah’ın olduğu yerdir. Allah’a yakın olun ki
olduğunuz yer cennet olsun. (s. 40)
Kitaplar
el-Alevî, Ahmed., Tasavvufun Hakikatı,
İbrahim Doğu (çev.), İnsan Yayınları, İstanbul 2005.
, ve Fatıma el-Yeşrutiyye, Two Who
Attained Twentieth- Century Sufi Saints:Shaykh Ahmad al-‘Alawi & Fatima
al-Yashrutiyya, Leslie Cadavid (çev.), Lousville KY: Fons Vitae, 2005.
Armağan, Mustafa, Gelenek ve Modernlik
Arasında, İstanbul: İz Yayıncılık, 1998.
Aymard, Jean-Baptisme ve Patrick Laude, Frithjof
Schuon Life and Teachings, Gillian Harris, William Stoddart, John
Monastra, Helen Komen ve Deborah Casey (çev.), Newyork: State University of New
York Press, 2004.
Bastriocchi, Marco., "The Last Pillars
of Wisdom”, S. Durai Raja Singam (ed.), Ananda Coomaraswamy: Remembering and
Remembering Again and Again içinde, özel basım, Kuala Lumpur, 1974.
Brown, Joseph Epes., The Sacred Pipe,
University of Oklahoma Press, 1953.
Burke, Ömer Michael., Sufiler Arasında,
İstanbul: İnsan Yayınları, 2004.
Coomaraswamy, Ananda., "Eastern Wisdom
and Western Knowledge", The Bugbear of Literacy, Londra: Perennial
Books, 1979.
Cutsinger, James., “Introduction”, Frithjof
Schuon, Prayer Fashions Man içinde, James S. Cutsinger (ed. ve
der.), Mark Perry, Jean-Pierre Lafouge, Deborah Casey ve James S. Cutsinger
(çev.), Indiana: World Wisdom Books, 2005.
Eaton, Gai., The Richest Vein,
Londra: Faber & Faber, 1949.
İbnü’l-Arabî , Muhyiddin., Özün Özü,
İsmail Hakkı Bursevî (çev.), Kırkambar Kitaplığı İstanbul 2005.
, Arzuların Tercümanı
(Tercümânü’l-Eşvâk), Mahmut Kanık (çev.), İstanbul: İz Yayıncılık, 2006.
İmam Nevevî, Riyâzü’s Sâlihîn, M.
Yaşar Kandemir, İsmail Lütfi Çakar, Raşit Küçük (çev.), İstanbul: Erkam
Yayınları, 1998.
Guenon, Rene., Crisis of the Modern World,
A. Osborne, M. Pallis, R. Nicholson (çev.), Londra: Luzac, 1945.
, The Symbolism of the Cross, Angus
Macnab (çev.), Londra: Luzac, 1958.
, The Reign of Quantity and the Signs
of the Times, Lord Northbourne (çev.), Baltimore: Penguin, 1972.
Lings, Martin., Yirminci Yüzyılda Bir
Veli, Ufuk Uyan ve Bekir Şahin (çev.), İstanbul: Yeryüzü Yayınları, 1982.
Lipsey, Roger., Coomaraswamy; His Life and
Work, Princeton: Princeton University Press, 1977.
Naravane, V.S., "Ananda Coomaraswamy: A
Critical Appreciation", S. Durai Raja Singam (ed.), Ananda Coomaraswamy:
Remembering and Remembering Again and Again içinde, özel basım,
Kuala Lumpur, 1974.
Nasr, Seyyid Hüseyin., Ideals and
Realities of Islâm, Lonra: Allen & Unwin, 1973.
, “Preface”,
Frithjof Schuon, Islam and the Perennial Philosophy içinde, D.M.
Matheson (çev.), , Londra: World of Islâm Festival Company Ltd., 1976.
, Knowledge and
the Sacred, New York: Crossroad, 1981.
ve William Stoddart
(ed.), Religion of the Heart Essays Presented to Frithjof Schuon on His
Eightieth Birthday, Washington DC: Foundation for Traditional Studies,
1991.
, Bilgi ve
Kutsal, Yusuf Yazar (çev.), İstanbul: İz Yayınları, 2001.
, “Foreword”,
Jean-Baptisme Aymard ve Patrick Laude, Frithjof Schuon Life and Teachings içinde,
, Gillian Harris, William Stoddart, John Monastra, Helen Komen ve Deborah Casey
(çev.), Newyork: State University of New York Press, 2004.
Oldmeadow, Kenneth., Traditionalism:
Religion in the Light of the Perennial Philosophy, Colombo: The Sri
Lanka Institude of Traditional Studies, 2000.
Perry, Whitall., "The Man and His
Witness", S. Durai Raja Singam (ed.) Ananda Coomaraswamy: Remembering
and Remembering Again and Again içinde, özel basım, Kuala Lumpur,
1974.
Raja Singam, S. Durai. (ed.), Ananda
Coomaraswamy: Remembering and Remembering Again and Again içinde, özel
basım, Kuala Lumpur, 1974.
Sedgwick, Mark., Aganist the Modern World
Traditionalism and the Secret Intellectual History of the Twentieth Century,
New York: Oxford University Press, 2004.
Schuon, Frithjof., Light on the Ancient
Worlds, Lord Northbourne (çev.), Londra: Perennial Books, 1965.
, Dimensions of
Islâm, Peter Townsend (çev), Londra: George Allen & Unwin, 1970.
, Logic and
Transcendence, Peter Townsend (çev.), Londra: Perennial Books, 1975.
, Islam and the
Perennial Philosophy, D.M. Matheson (çev.), Londra: World of Islâm
Festival Company Ltd., 1976.
, Gnosis: Divine
Wisdom, G. E. H. Palmer (çev.), Londra: Perennial Books, 1979.
, Esoterism as
Principle and as Way, William Stoddart (çev.), Londra: Perennial
Books, 1981.
, Lights on the
Ancient World, Lord Northbourne (çev.), Indiana: World Wisdom Books, 1984.
, Logic and
Transcendence, Peter Townsend (çev.), Londra: Perennial Books, 1984.
, Christianity/Islâm,
Gustavo Polit (çev), Indiana: World Wisdom Books, 1985.
, İslâm’ı Anlamak, Mahmut Kanık (çev.),
İstanbul: İz Yayınları, 1988.
, In the Face of the Absolute, Indiana:
World Wisdom Books, 1989.
, Treasures of Buddhism, Indiana:
World Wisdom Books, 1989.
, From the
Divine to the Human, Gustavo Polit ve Deborah Lambert (çev.), Indiana:
World Wisdom Books, 1990.
, The Feathered
Sun, Indiana: World Wisdom Books, 1990.
, Dinlerin Aşkın
Birliği, Yavuz Keskin (çev), İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları. 1992.
, Echoes of
Perennial Wisdom, Indiana: World Wisdom Books, 1992.
, The Play of
Masks, Indiana: World Wisdom Books, 1992.
, The
Transcendent Unity of Religions, Peter Townsend (çev.), Huston
Smith, “Introduction”, Wheaton: Quest, 1993.
, The Garland, Indiana:
World Wisdom Books, 1994.
, Road to the
Heart, Indiana: World Wisdom Books, 1995.
, The Transfiguration
of Man, Bloomington: World Wisdom Books, 1995.
, İslâm’ın
Metafizik Boyutları, Mahmut Kanık (çev), İstanbul: İz Yayınları 1996.
, Varlık, Bilgi
ve Din, İsmail Taşpınar (ed.), Şahabettin Yalçın (der. ve çev.), İstanbul:
İnsan Yayınları, 1997.
, İslâm ve Ezelî
Hikmet, Şahabettin Yalçın (çev), İstanbul: İz Yayınları, 1998.
, Spiritual
Perspectives and Human Facts, P. N. Townsend (çev.), Lahore: Suhail
Academy, 2001.
, Stations of Wisdom, G. E.
H. Palmer (çev), Lahore: Suhail Academy, 2001.
, Form and Substance in the Religions, Mark
Perry ve Jean- Pierre Lafouge (çev.), Indiana: World Wisdom Books, 2002.
, Prayer Fashions Man, James
S. Cutsinger (ed. ve der.), Mark Perry, Jean-Pierre Lafouge, Deborah Casey ve
James S. Cutsinger (çev.), Indiana: World Wisdom Books, 2005.
, Sufism: Veil and Quintessence A New
Translation with Selected Letters, James S. Cutsinger (ed.), Mark Perry,
Jean-Pierre Lafouge ve James S. Cutsinger (çev.), Indiana: World Wisdom Books,
2006.
, Tasavvuf: Kabuk ve Öz,
Veysel Sezigen (çev.), İstanbul: İz Yayınları, 2006.
, Yansımalar, Nurulllah Koltaş
(der. ve çev.), İstanbul: Hece Yayınları, 2006.
Valsan, Michel., İslâm Medeniyeti ve Batı, Işık Örgüder
(çev.), İstanbul, İnsan Yayınları, 1995.
Süreli Yayınlar
Ringgenberg, Patrick., “Frithjof Schuon:
Providence and Paradoxes”, Sacred
Web, nu. 7, Haziran 2001
Fitzgerald, Michael., “Frithjof Schuon: Providence without Paradoxes”, Sacred
Web, nu. 8, Aralık 2001.
Schuon, Catherine., “Frithjof Schuon: Memories and Anectodes”, Sacred
Web, nu. 8, Aralık 2001.
Schuon, Frithjof., “Rene Guenon: Definitons”, Sophia, vol.
1, nu. 2, Kış 1995.
Lings, Martin., “Frithjof Schuon: An Autobiographic Approach”, Sophia,
Vol. 4, nu. 2, Kış 1998.
Nasr, Seyyid Hüseyin., “Schuon and Islâmic Tradition”, Sophia,
vol. 5, nu. 1, Yaz 1999.
Lings, Martin., ‘Rene Guenon and Frithjof
Schuon’, Sophia, vol. 5, nu. 2, Kış 1999.
Perry, Whitall., "The Bollingen
Coomaraswamy Papers and Biography", Studies in Comparative Religion vol.
11, nu. 4, 1977.
Perry, Whitall., "Coomaraswamy: The Man,
Myth and History", Studies in
Comparative Religion, vol. 12, nu. 3, 1978.
Pallis, Marco., "A Fateful Meeting of Minds", Studies in
Comparative Religion vol. 12, nu. 4, 1978.
Schaya,Leo., ‘The Mission of Elias’, Studies in Comparative Religion,
vol.14, nu. 3, 1980.
Casey, Deborah., "The Basis of Religion and Metaphysics: An
Interview with Frithjof Schuon", The Quest, vol. 9, nu. 2, Yaz
1996.
İnternet Kaynakları
Ahmed el-Alevî. (t.y.).
http://www.tasawuf.ws/biography/BiographyEnglish00.html, (23 Mart
2007).
Alsaz (t.y.). http://www.ville-ales.fr, (13 Şubat
2007).
Basil (t.y.). http://www.basel.ch/en/basel/basel city, (13 Şubat
2007).
Cutsinger, James S., “Colorless Light and
Pure Air: The Virgin in the Thought of Frithjof Schuon”, Sophia, Vol. 6,
Sayı 2, Kış 2000.
http://www.cutsinger.net/pdf/colorless light
and pure air.pdf (29 Ekim 2006)
Fitzgerald, Micheal., “Review of Aganist the
Modern World Traditionalism and the Secret Intellectual History of the
Twentieth Century”, Religio Perennis Org., http://www.religioperennis.org/documents/Fitzgerald/Sedgwick.pdf, (18 Nisan
2007).
Hesykhia (t.y.). http://www.theoi.com/Daimon/Hesykhia.html, (18 Aralık 2006).
Hesychazm (t.y.). http://orthodoxwiki.org/Hesychasm, (18 Aralık
2006).
İslami Eflatunculuk (t.y.).
http://savitrieralearningforum.blogspot.com/search?updated-min=2006-01
-
01T00%3A00%3A00%2B05%3A30&updated-max=2007-01-
01T00%3A00%3A00%2B05%3A30&max-results=50.
(4 Ekim 2006).
Japa (t.y.). http://en.wikipedia.org/wiki/Japa, (11 Nisan
2007).
Japayoga (t.y.). http://www.susankramer.com/japamantra.html, (11 Nisan
2007).
Karma Yoga (t.y.). http://www.dlshq.org/teachings/karmayoga.htm#karmayoga,
(11 Nisan 2007).
Mahavakya (t.y.). http://www.giriraja.org.au/sanskrit/glossary l m.htm,
(5 Mart 2007).
Manvatara. (t.y.). http://www.punditravi.com/concept of ages in hinduism.htm, (11 Nisan 2007).
Marie/Maryam
http://66.249.91.104/translate
c?hl=en&u=http://jm.saliege.com/schuonmarie.htm&prev=/s
earch%3Fq%3DMaryamiyyah%26hl%3Den%26rlz%3D1 B2GGGL enTR204TR204, (11 Şubat
2007)
Mezmurlar (t.y.). http://www.sevivon.com/show symbol.asp?id=3, (15 Kasım
2006).
Mezmurların metni (t.y.). http://incil.info/incil-eskiceviri/ adresinden alınmıştır. (15 Kasım 2006).
Mukaddem (t.y.). http://en.wikipedia.org/wiki/Tijaniyyah adresinden alınmıştır. (21
Mayıs 2007).
Neşidelerin metni (t.y.).http://www.sosyomat.com/etiket/ne%C5%9Fideler- ne%C5%9Fidesi,
(12 Şubat 2007).
Neşideler Neşidesi (t.y.).
http://www.kutsalkitap.org/index.php?option=com
magazine&func=show article&id=126, (12 Şubat 2007).
Oldmeadow, Kenneth., “A Sage of Our Times”, Religio
Perennis Org., http://www.religioperennis.org/documents/Oldmeadow/sage.pdf, (8 Kasım
2006).
Onomatology (t.y.). http://www.yde.yildiz.edu.tr/tts/tts-dizelgeler/tts-kt-o.htm, (5 Mart
2007).
Osho, Philosophia Perennis, vol.1,
bölüm 5, s. 75.
http://www.oshoworld.com/onlinebooks/BookXMLMain.asp?BookName=discourse+series
/philosophia%20perennis%20vol1.txt, (5 Aralık 2006).
Rawlinson, Andrew., “A History of Western
Sufism”, Diskus, Vol. 1, Sayı 1, 1993, s. .45-83, http://web.uni- marburg.de/religionswissenschaft/journal/diskus/rawlinson.html, (25 Nisan
2007).
Regina Coeli, Catholic
Encyclopedia, (t.y.). http://www.newadvent.org/cathen/12718b.htm , (8 Mart 2007).
Rhineland (t.y.). http://en.wikipedia.org/wiki/Rhineland, (13 Şubat
2007).
Sanatan Dharma(t.y.). http://guruji.narod.ru/sanmarg.html,
(11 Nisan 2007).
Schuon’ün 1997’ye kadar olan kısmî bibliyografyası,
(t.y.).
http://www.aucegypt.edu/faculty/sedgwick/trad/bibliog/Frithjof
Schuon.htm. (18 Mayıs 2007)
Swabia (t.y.). http://en.wikipedia.org/wiki/Swabia, (13 Şubat
2007).
Tattva-jnanin (t.y.). http://www.babylon.com/definition/Tattva-jnanin/English,
(7 Mayıs 2007).
Trappistler (t.y.). http://www.trappist.net., (13 Şubat 2007).
Vacare Deo (t.y.). http://www.pluscardenabbey.org/oblate-letter-archive-may-
1998.asp, (18 Aralık 2006).
Valais. (t.y.). http://www.about.ch/cantons/valais.html, (13 Şubat 2007).
You are that. (t.y.). http://youarethat.org/foundations/yat.htm, (5 Mart 2007).
Diğer Kaynaklar
Kalın, Dr. İbrahim., Bilim ve Sanat Vakfı, özel görüşme, 23 Aralık 2006.
Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali,
Heyet, Kral Fahd Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu, 1991