Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

BELGELERLE İNANILMAZ VAHŞET!

 

FRANSIZLARIN

GİZLEDİĞİ SOYKIRIM

Hazırlayan: GÜVEN AYKAN

Kitap: Belgelerle inanılmaz Vahşet! Fransızların Gizlediği Soykırım

YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ

Tarih Felsefecisi Güven Aykan, 01.10.1974 yılında Muş/Merkez'de doğdu, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra, 1995 yı­lında, Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü'nü kazan­dı ve 1999 yılında bu okuldan mezun oldu. Aykan, genellikle "Ta­rih Felsefesi" ile meşgul olmuş az sayıdaki bilim insanımızdan biridir.

Aykan'a göre, "tarihin çoğu tahmin, geri kalanı ise peşin hükümden ibarettir." "Tarih Felsefesi'nin ise, meşekkatli ve yeteneğe bağlı bir ilim dalı olduğu, geçmişte ne oldu sorusundan yola çıkarak gelecekte bizleri nelerin beklediği" sorusuna verilen cevap olarak tanımlamıştır. Tarih Felsefesi'nin, "tarih metodolojisini iyi bilerek ve ancak zengin bir ruh anlayışına bağlı olma" anlayışıyla yapılabileceğini savunmuştur. Sürekli olarak "tarihçi ol­mayıp, felsefeden veya diğer bilim dallarından bu dala geçenlerin yaptıkları ilmi bilmedikleri için başarı şansları olmamıştır," ifadesini kullanmış ve do­layısıyla modern Türkiye'de tarih düşüncesi ve eğitiminin geliştirilmesi ge­rektiğine inanmıştır.

Güven Aykan, bilimsel çalışmalarda, Ankara Gazi Üniversitesi'nin dü­zenlemiş olduğu "Türk Ulusu'nun Ortak Değerleri Paydasında Hacı Bek- taş Veli Düşüncesinin Türk inanç ve Kültür Yaşamı'na Etkileri" adlı makale yarışmasında ödül aldı ve bu makale çalışması, Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi'nin Güz 2000 15. sayısında yayınlandı. Mart 2002'de 6179 yer­li ve yabancı bilim insanının da katıldığı, "Uluslararası Türkoloji ve Türk Ta­rihi Araştırmaları Sempozyumu'na" davet edildi. 2003 yılında, "Bir Dönem Osmanlı Kazaskeri Şeyh Bedreddin ve Sözde Varidat Adlı Eserinin Tenki­di" isimli makale çalışmasını yaptı. 2006 yılında yaptığı "Malazgirt Meydan Savaşı ve Sultan Alp Arslan (Ebu Şûca)" isimli film senaryosu ile ülkemizde adeta ihmal edilen "ecdada saygı" kavramını dile getirdi. 2 Aralık 2006'da Adana Seyhan Oteli'nde: "Türk Projesi Tanıtım Konferansı: "Medeniyetle­rin Çatışması mı Yoksa Sonu mu?" adlı konferansını sundu. 2007 yılında yayınlanmamış Adana ili Aladağ ilçesi" adlı akademik kitap çalışmasını ta­mamladı.

Yaklaşık yirmi adede yakın makale çalışması da yapan Aykan, Adana ta­rihini araştıranlar için, bir rehber ve kaynak özelliğine sahip "Adana Alma­nağı" adlı çalışmasını tamamladı ve bu akademik yayın Altınkoza Kültür ve Sanat Yayınları tarafından basıldı.

2010 yılı başında tamamlanan ve İstanbul Ticaret Odası tarafından bası­ma hazırlanan Muş lli'nin tarihsel, kültürel, ekonomik ve turizm değerlerini tanıtım amacıyla "Muş Almanağı"nı hazırladı.

Bitlis Valiliği II Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nce basımı yapılacak olan "Bitlis Almanağı" adlı çalışmayı da tamamlayan Aykan, elinizdeki "Belge­lerle İnanılmaz Vahşet: Fransızların Gizlediği Soykırım" adlı akademik ve bi­limsel çalışmasını tamamlayarak, soykırım yapmakla suçlanan Türkiye'nin uğradığı soykırımı su yüzüne çıkardı.

İÇİNDEKİLER

MUKADDİME................................................................................................................... 9

BİRİNCİ BÖLÜM

İSTİLÂ

TÜRKLER HİÇBİR ZAMAN BU KADAR AŞAĞILANMAMIŞTI! (1096-1098)           13

Fransızların Türk Topraklarına Girişi: İZNİK, ANTAKYA KUŞATMASI VE YAMYAMLIKLAR               14

İKİNCİ BÖLÜM

İNANILMAZ BİR VAHŞET! (1098-1135).......................................................... 33

MAARRA, KUDÜS KUŞATMASI VE YAMYAMLIKLAR

"Fransızların Müslüman-Türkleri ve Çocuklarını Izgara Yapıp Yemesi"              34

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Türk ve Müslüman Arapların Cesetlerinin Fransız

Askerlerince Yendiğini İfade Eden Dönemin Fransız

Kronikçileri ile 17. ve 19. Yüzyıl Tarihçilerinin Fransızca Orijinal Belgeleri         101

SONSÖZ.......................................................................................................................... 129

KAYNAKÇA.................................................................................................................... 133

MUKADDİME

“ Tarihçi olsun olmasın bütün entellektüeller, sahib oldukları “kitapçı aklı” ile, tarihî hadiseleri ve politikaları yorumlamaktan acizdirler, ” İngiliz Şairi Coleridge’in ironik ifadesi


Tarih, geçmiş zamandır. Geçmişte meydana gelen olaylarm hikaye edil­mesinden ibarettir. Bana göre tarih ihtisası dışında olanların, tarihle meşgu­liyeti tamamen abesle iştigaldir. Sırf bu amaçla, entelektüeller ve belirli bir tarih bahsinin uzmanı olmayanlar, tarih hakkında konuşarak, en ufak tabiri ile gevezelik ve ukalalık etmektedirler. Eskiden tarih bu kadar popüler de­ğildi ama [39]Aydınlanma Çağı’nm getirmiş olduğu ideolojik saikler yüzün­den, kötü emellere ve amaçlara hizmet için kullanıldı. İdeolojik saiklerle ve aydınlanma çağının doğurduğu bu modemite hastalığı sadece saçma olsay­dı, hoş görülebilirdi; fakat siyasi kavgalara gevezelik malzemesi ve maze­reti üretmek için istismar edilmesi sebebiyle yaşadığımız dünyanın en saç­ma ve en zararlı hususiyetlerinden biri olmuştur.

Tarih kitapları okuyarak yorumlar yapmak enteller için sadece faydasız değil, ayrıca çok da zararlıdır. Hoşça vakit geçirme maksadıyla bile okun­ması uygun değil; çünkü üzerimizdeki menfi tesiri dünyamıza fevkalade kötü ve tahrip edici zararlara mal olmaktadır. Üstelik aydınlar bunu safi­yetle, samimi kanaatleri olarak ve iyi niyetle tartışıyor olsalar, haydi ney­se. Son üç asır boyunca bu entelektüel zümreler siyaset meraklısı da ol­dular. Özellikle Fransız entelektüelleri, politikacılar gibi güç sahibi olmak sevdasmdalar. Politikacılarla işbirliği yaparak, her biri kendi mensup ol­duğu siyasi kampın hedeflerine göre, halkı politik maksatlar için yönlen­dirmek istiyorlar, böylece kendileri de politikacılara ve materyalist kitlele­re benzediler.

Ortaçağ’m hakikati arayan tahsil-i maarife yönelmiş ilim ve marifet adamlarına hiç benzemeyen, şu veya bu istikamette bir çıkarcılık peşinde, önce kendilerini sonra da halkı aldatmaya yönelmiş bir entelektüel ve po­litik bir sınıftan söz ediyorum. Tolstoy bir ifadesinde: "Kimseye zarar ver­mediği sürece budalalık sevimli bir şeydir" demiş. Hâlbuki çağdaş entel­ektüellerin ve politikacıların tarihle uğraşıp durması sadece zararsız bir budalalık değil. Kendi fikirlerini "samimi kanaat" zannedebilir; ama çağ­daş entelektüellerin ve politikacıların, bu aşın tarih merak ve istismarının arka planında yalnızca çok zararlı bir budalalık değil, ideolojiler ve poli­tik menfaatler tarafından kullanılan ve yönlendirilen bir samimiyetsizlik ve kötü niyet de var. Dünyanın birçok ülkesindeki politikacılar niçin tarih­le bu kadar meşgul oluyor? Fransız İhtilali’nden beri ideolojik sebeplerle; yani bir din karikatüründen ibaret olan ideolojiler adına saçmalamak için.

Bugün, 1789 Fransız îhtilali sonrası tüm dünyaya barış, demokrasi, eşit­lik ve özgürlük gibi kavramları aşılamaya çalışan Fransız Hükümeti’nin, günümüzde sözde Ermeni Meselesi’ni,‘temsilciler meclisinde’ kendilerin­ce haklı görüp kabullenmeleri hadisesi, bana göre öncelikle kendi tarihle­rini sorgulama ihtiyacı şeklinde olmalıdır. Bu amaçla onlara sormak la­zım: Ne zamana kadar politikacılar, tarihi hadiseler üzerinde fikir yürüt­me hakkına sahip oldular? Fransız Temsilciler Meclisi’nde: “-Türkler, Er- menilere soykırım yapmıştır, kabul edenler, etmeyenler?” diye oylama ya­pılıyor. Ne kadar da ilginç! Şunu herkes iyi bilmeli ki, ‘tarih, oylamalar­la değiştirilmez! ’ 2O.asnn en iyi tarih okulu olarak bilinen Fransız Annales Tarih Okulu’ndan hiçbir bilim insanı, bu oylamayı kabul etmemesine rağ­men, Fransız siyasi otoriteleri, Türk Cumhuriyeti Devleti’nin başını ağrıt­mak, uluslar arası arenada küçük düşürmek, İsrail’in, Almanya’dan almış olduğu tazminatı, Türkler tarafından Ermenilere de verilmesini sağlayarak, onların ekonomik gücünü iyileştirmek ve diasporanın Fransız politikacıla­rına alet edilmesini sağlamak için elinden geleni yapıyor.

Eğer Fransa, günümüzden 95 yıl öncesine yani 1915 olaylarına gidip, Türk Milleti’ni hiçbir bilimsel ve akademik delile dayanmayan maksatlar­la rencide ediyor ise, o zaman da ben de bir tarih felsefecisi olarak, gerçek­ten Türkiye’de şu ana kadar kimsenin dile getirmediği ve Fransızların üstü­nü örtmeye çalıştığı gerçek bir katliam ve yamyamlıktan bahsetmek zorun­luluğunu hissediyorum. Amacım Fransa’da yaşayan ve Fransız Temsilci­ler Meclisi’nin aldığı bu kararları onaylamayan Fransız halkını yargılamak değil, ama bu kitabı okuyan herkes okuduklarına inanamayacak. Kitabım­da “Frank” kelimesi yerine anlaşılması için “Fransız” ifadesi kullanılmıştır.

Böyle bir vahşet ve katliam tarih boyunca görülmemiştir. Ölüler pira­mitler halinde yığınlar haline getirilmişti. Fransızların öldürdükleri Türkleri ve Müslüman Arapları parçalara ayırarak cesetlerini yedikleri elde et­tiğimiz belgelerle kanıtlanmıştır. Tarih boyunca yamyamlıklar görülmüş­tür ama insan eti yiyecek kadar hiçbir kıtlık olmamıştır. Maalesef Fransızlar, öldürdükleri Türklerin cesetlerini yemelerini utangaç bir şekilde kıtlı­ğa bağlamışlar. Hâlbuki tüm bunlar, onlar için eğlenceli bir av ve ziyafete dönüşmüştür. Kitabımda anlattığım olayların hiçbiri hayal ürünü veya He-

 

redot türü tarih anlatımı değildir. Yaşanan olayların dehşeti akıl almaz bir biçimdedir. Bu olayları kitabımızda belgeleriyle göreceksiniz. Gerek Arap vakanüvisler ve gerekse Fransız kronikçilerinin belgelerinde, Fransız as­kerlerinin, öldürdükleri Türk ve Müslümanların cesetlerini yedikleri ifade edilmiştir. Bu savaşta, insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman görülmeyen bir vahşete ve yamyamlığa maruz kalan Türk Milleti, günümüzde yapmadı­ğı bir soykırım ile suçlanmaktadır. Mademki Fransa 1915 olaylarını haksız bir şekilde gündeme getirip, Türk Milleti’ni aşağılıyor ise, o zaman ben de bir Türk Tarihçisi olarak, vicdani sorumluluğum gereği Fransızların, öldür­dükleri Türklerin ve Müslüman Arapların cesetlerini yediklerini, tüm Türk Halkı’nın ve dünya kamuoyunun gözleri önüne sermek istiyorum.

Güven AYKAN

<                                                                               29 Mart 2010

BİRİNCİ BÖLÜM

İstilâ

(1096-1098)

TÜRKLER HİÇBİR ZAMAN

BU KADAR
AŞAĞILANMAMIŞTI!

FRANSIZLARIN TÜRK TOPRAKLARINA GİRİŞİ:
“İznik - Antakya Kuşatması ve Yamyamlıklar”

'Anlatacağım olaylar öyle korkunç ki, yıllar boyunca bunlardan bah­setmekten kaçındım. Ölümün, Müslümanların üzerine çöktüğünü ha­ber vermek kolay değil. Ahi Keşke anam beni dünyaya getirmesiydi, ya da keşke tüm bu felaketlere tanık olmadan ölüp gitseydim. Bir gün Al­lah, Hz. Adem'i yarattığından beri, dünyanın böyle bir felaket yaşama­dığı söylenirse, hiç tereddütsüz buna inanın. Çünkü gerçek budur. Tari­hin en meşhur acıları arasında, genellikle Babil Kralı Nebukadnetsar ’ın, İsrailoğulları 'nı katletmesi ve Kudüs un yıkılması sayılır. Ama burada ya­şananların yanında bu hiçbir şeydir. Hayır, mahşer gününe kadar, bu ka­dar büyük felaket bir daha görülmeyecektir kuşkusuz. ”

İbnü ’l Esir, El- Kâmil Fi ’t-Tarih

İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-tarih isimli dev eserinin hiçbir yerinde bu ka­dar dokunaklı bir üslup kullanmaz. Dehşeti, acıyı ve yaşadıklarına ina- namaması, çevrilen her sayfayla birlikte biraz daha taşmaktadır.[40] Fransız ırkına mensup olan Papa II. Urban’m, 1095 yılında, İtalya’nın Piacenza Şehri’nde topladığı ruhani meclise, Bizans imparatoru Alexi’nin mümes­silleri de geldi. Bunlar, Anadolu’ya yerleşen Türkler ve Bizans arasında yalnızca Boğaziçi mâniasmm kaldığını, bu hususun Şark İmparatorluğu için büyük bir tehlike haline geldiğini, tehlikenin batı milletlerini de etki­leyeceğini ileri sürdüler.

Bu ifadeleri dinlerken, meclis azası da ağlıyordu. Bizans’a yardım götü­rülmesi kararı bir sonraki meclise bırakıldı. Meclisin sonbaharda Fransa’da toplanmasını Papa teklif etti. Türkler ve Müslüman Arapların üzerine ya­pılacak seferleri geciktirmenin sebebi ise, Hıristiyan halkın şevkini arttır­mak ve diğer taraftan savaşçılık özellikleri ile tanınmış Fransız Milleti’ni harekete geçirmekti.

Piacenza Meclisi dağıldıktan sonra, Filistin’i Müslümanların elinden al­mak için, papazlar her yerde halkı örgütlediler. İkinci meclis ise, Fransa’nın Clermont Şehri’nde 26 Kasım 1095 yılında toplandı. Papa II. Urban, yük­sek bir kürsüye çıkarak, Haçlı Seferleri yapılmasını söyleyince, binlerce insan hep bir ağızdan, “Allah böyle istiyor, Allah böyle istiyor” diye hay­kırmaya başladılar. Papa ise, Allah böyle olmasını istiyor Bunu Rûhulkuds emrediyor îsa ’nin müdafilerinin çabalarını tahrik edecektir, dedi.[41]

Böylelikle bu başı-bozuk ve ayak takımından ibaret kütleler, muntazam denilen kafilelerden önce hazırlandı. Bunların başında Fransız Keşiş Pierre I’Ermit vardı. Birkaç asilzade ile beraber, papaz, keşiş, haydut ve fahişe ile karışık 60.000’den fazla asker, 1096 yılının ilkbahar ayında Fransa’dan ve Almanya’dan hareket ettiler. Hemen arkalarından 200.000 kişi daha yola çıktı.

Bu askerle yolda iken, geçtikleri Avrupa ülkelerinden onlara katılan başı-bozuk serserilerle daha da artıyordu. Geçtikleri her yeri talan ettiler. Hz. İsa’nın katili olarak nitelendirdikleri Yahudilere yol boyunca işkence ettiler. Verdün ve Ren Irmağı sahillerinde Mainz, Spire ve Worms’ta yaka­ladıkları birkaç bin Yahudi’yi öldürüp mallarını yağmaladılar. Evlerini ya­kıp, tecavüze kalkıştılar. Ama bazıları, mallarım yanlarına alıp aileleri ile birlikte Ren Nehri’ne veya yangın alevlerine atılıp, düşmanın gazabından kurtuldukları gibi, mallarını da yağmalamaktan kurtarmışlardı.[42]

Bu haçlı sürüleri, yaşamak için yağmacılık yapıp, şiddet ile hareket et­tikleri için, geçtikleri yerlerdeki Hıristiyanların yani Sırp, Macar, Bulgar ve Rum halkının lanetini de aldılar.[43]Bulgar Piskoposu Teofilakt, bir dostuna yazdığı mektupta:“Fransızların memleketimizden geçmeleri, bizi o kadar rahatsız etti ki, artık kim olduğumuzu bile bilmez hale geldikl” [44]

İşte yukarıda anlattığımız bu durum, Fransız ve diğer haçlı zihniye­tinin, din hislerinden ziyade şiddetli ihtiras ve yağma düşüncesinde ol­dukları gösterir. Yol boyunca gördükleri Hıristiyanları bile, bir nevi Türk addetmekteydiler.[45] İleri de Türklere neler yapmak istedikleri, bu hareketle­rinden zaten belliydi.

Fransızların çoğunlukta olduğu ve serseri alayı olan bu haçlıların, Bulgaristan’ın Niş Bölgesi’nde işleri yaver gitmeyince 10.000 askerleri öldü. Geri kalanlar ormanlara kaçtılar. Keşiş Pierre I’Ermit ve beraberin­de 30.000 asker kalmıştı. Keşiş Pierre I’Ermit’in yadımcısı olan Gauthier Şans Argent, bu ordunun öncü kolunun başındaydı. Bunlar, İstanbul önle­rine geldikten sonra, kale surları haricindeki bahçeleri, sarayları, kiliseleri ve daha birçok şeyi yağmaladılar.

îbnü’l Kalanisi, Zeylü Tarih-i Dımaşk adlı eserinde Kılıç Arslan’m, is­tilacı olan Fransızların geldiğini haber aldığında, on yedi yaşından bile kü­çük olduğunu bildirmektedir. Kılıç Arslan, çok kalabalık bir Fransız ordu­sunun Konstantinopolis’e (bugünkü İstanbul’a) doğru ilerlediğini Temmuz 1096 yılında haber almıştır.

Fransızların gerçek amaç ve düşünceleri hakkında da bir fikir sahibi de­ğildir. Fakat Fransızların doğuya doğru gelişini de pek hayra yormaz. Bi­zans İmparatoru Aleksios Komnenos, her yeri yağmalayan bu Fransız ço­ğunluklu haçlı askerlerini durdurmak için, Türklerin elinde bulunan Boğa­ziçi ve Anadolu sahillerini ele geçirmelerini tavsiye etti.

Yüzyıllar sonra Türkiye adını alacak bu toprakları ilk ele geçiren Türk, Kılıç Arslan’m babası Gazi Süleyman Şah’tır(Kutalmışoğlu). İç çekişme­ler sebebiyle parçalanmış durumdaki Bizans ordusu, tek başma savaşabile­cek durumda değildi. Ağır zırhlar kuşanmış paralı askerler ve Filistin yol­larına düşmüş hacılar kılığında, Doğu’yu ziyarete gelen Fransızların sayı­sı bayağı kalabalıktır.

1096 yılında, Müslümanlar açısından Fransızlar hiçte bilinmedik in­sanlar değildir. Kılıç Arslan doğduktan sonra yaşlı Selçuklu Emirlerinden, Fransızlarla ilgili haberleri duymuştu. Roussel de Bailleul adındaki biri Bizans üzerine ordusuyla beraber yürümüş ve bunun üzerine Basileus’un gönderdiği bir elçi ile, Kutalmışoğlu Süleyman’dan yardım istemişti. Yapı­lan yardım neticesinde, Türk atlıları Konstantinopolis’e girerek Roussel’i yenmeyi başarmışlardı. BizanslIlar o günden bu yana Fransızlardan kuşku- lansalar da, sürekli kaliteli asker eksiği çeken kendi ordusuna paralı asker­leri almak zorunda kalır.

Üstelik bu paralı askerler içinde sadece Fransızlar olmayıp, Türk sa­vaşçıları da bulunmaktaydı. İşte Kılıç Arslan, Fransızların yaklaştıkları ha­berini, kendi soydaşları olan Türklerden öğrenir (Temmuz 1096). Kendi­sine verilen haberler karşısında şaşırıp kalır. Çünkü gelen Fransızlar, gör­meye alışkın olduğu paralı askerler değildir. Sanki istilacı bir güç tarafın­dan topraklarından kovulmuş bütün bir halk, doğuya doğru hareket etmek­tedir. Sırtlarında ise haç biçiminde yapılmış kumaş parçaları dikili olduğu da belirtilmektedir.[46]

Tehlikenin gücünü kestirmekte zorlanan Kılıç Arslan, casuslarından gözlerini dört açmalarmı ve bu istilacıların en ufak hareketlerini bile ken­disine bildirmelerini istemişti. İznik surlarını sürekli teftiş etmiştir. 1096 yılının ağustos ayında tehlike iyice ortaya çıkar. Bizans gemilerinin taşıdığı Fransızlar, İstanbul’a girerler. Yolları üstündeki Rum Kilisesi’ni yağmak­salar bile, uğradıkları her yerde Türklerin ve Müslümanların kökünü kazı­maya geldiklerini söylerler. Başlarında Pierre l’Ermite diye bir keşiş vardır.

Bizans İmparatoru Aleksios, sayıları bilinemeyecek kadar kalabalık olan bu barbar Fransız ve diğer milletlerden karışık orduyu İznik yakınla­rına Helenopolis (bugünkü Yalova )’e doğru götürüp karargâh kurdurmala­rını sağlamıştı. Sultan Kılıç Arslan’m sarayında ise hummalı bir hareketli­lik göze çarpmaktaydı. Türk atlıları her an yapılacak savaşa hazırdı. Fran- sızlar ise, her sabah binlerce kişilik sürülerle karargâhlarından çıkarak etra- m altını üstüne getiriyorlardı.

Çoğunluğu Fransızlardan oluşan bu barbar ordu, eylül ayı ortasında İznik5 e doğru ilerleyerek, çevredeki tüm köylerin mallarına el koyarak, Türk köylülerini katlettikleri ve hatta Türk çocukların diri diri yakıldıkları ifade edilmektedir.8 Alman Haçlılarının bir kısmı Keşiş Pierre 1’Ermit’ten ayrıldı. 10.000 fazla Fransız askeri, İznik’te dayanılmaz bir işkence başla­tır: Atlarının kanını ve kendi idrarlarını içme noktasına varırlar. Çünkü Kı­lıç Arslan, onların su ihtiyacını kesmişti.

BÖYLE BÎR VAHŞET TARİH BOYUNCA
GÖRÜLMEYECEKTİR!

Frantz Funck Brentano’nun ifadesine göre; vahşi hayvan sürülerinden farksız olan Fransızlar, Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civa­rında yakaladıkları Türk çocuklarını parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı?

İznik, Kılıç Arslan tarafından başarılı olarak savunulsa da, görgü tanığı olan ve bu savaşa bizzat katılan Fulcherius Camotensis10’in ifadesine göre: “Türkler şehri kuşatanları uzaklaştırmak için güçlerini toplamışlardı.11 An­cak adamlarımız (Fransızlar) onları geri püskürttüler. Yaklaşık 200 adam­ları öldürülen Türkler, Fransızların bu kadar güçlü olduklarını gördükle­rinden, tekrar saldırmak için elverişli zamanı beklemek üzere Anadolu iç­lerine çekildiler.”12 Fulcherius Camotensis eserinde devamla: “Bizler ha­ziranın son haftasında kuşatmaya varabildik13 Orduda tahminen altı yüz bin kişi bulunmaktaydı. Bunların yüz bini zırhlı elbise ve miğferle korunu­yordu. Bu hesaplamada, silahla alakası olmayan rahipler, keşişler, kadın­lar ve çocuklarda vardı. Kutsal yolculuk için evlerinden ayrılanların hep­si şu anda yanımızda bulunsaydı, şüphesiz altı milyon savaşçımız olurdu.

Ancak sıkıntılara dayanamayanlar Roma’dan, Macaristan’dan ve Dalmaçya’dan evlerine dönmüşlerdi. Ayrıca bir kısmı da yollarda hastala-

8                   Amin Maalouf, a.g.e., s. 22

9                   Frantz Funck Brentano, a.g.e. pp. 24

10 Fulcherius Camotensis, 1098-1100 senesi arasında Urfa Kontluğu ve Kudüs Haçlı Krallarının ilki (1100 - 1118) olan I. Baudouin’in rahibidir. 1100 yılının sonundan 1127 yılma kadar Kudüs’te kalan, sonrada gözden kaybolan Fulcherius görgü tanıklan tara­fından yazılan ve I. Haçh Seferi’ni anlatan üç Latin kroniğinden (günlük tutan) birinin yaza­ndır. Bkz. Fulcherius Camotensis, Gesta Francorum Iherusalem Peregrinantium 1100(Kutsal Topraklan Kurtarmak: Kudüs Seferi), Fulcherius Kimdir? Çev. îlcan Bihter Barlas, IQ Kül­tür Sanat Yayıncılık, Haziran 2009 İstanbul, s. 17

11 Fulcherius Camotensis bu olayın tarihini 16 Mayıs 1097 olarak verir.

12 Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 65-66

13 Fulcherius Camotensis’in vanş tarihi 3 Haziran 1097’dir.

nıp hayatlarım kaybetmişlerdi. İznik Şehri kuşatması boyunca erzak ihtiya­cımız, İmparatorun gönderdiği gemiler aracılığıyla giderilmişti. Kuman­danlarımız ise savaş aletleri yapılmasını emrettiler. Oklar yaylarla, taşlar ise tormentalarla fırlatılıyordu. Askerlerimiz, düşmanlarımız olan Türkler­le tüm güçleri ile savaşıyorlardı. Şehre sürekli makinelerle saldırıyorduk, ancak surlar çok dayanıklıydı ve kolay kolay zarar görmüyorlardı. Birçok Türk ve Fransız mücadelede hayatlarını kaybediyorlardı. Ancak beş hafta­dan sonra şehrin direncini kırabildik.

Bu arada Türkler de, aracılar vasıtasıyla şehri gizlice İmparatora tes­lim etmişlerdi. İmparator tarafından gönderilen Turcopollerin[47] içeri gir­melerine izin verdiler. Bu askerler şehrin tüm servetini İmparatorun emriy­le onun adına almışlardı. Tüm ganimete el koyan imparator, bizim kuman­danlarımıza hediyeler sunulmasını emretti; altından hediyeler, gümüşler, elbiseler dağıttı ve yayalara tartaron adı verilen bakır paralar verdi. Böy- lece İznik Şehri 19 Haziran 1096 "da teslim oldu.”[48]

Zavallı Türkler, o vahşilerin kurbanı olmak yetmiyormuş gibi, şerlerin­den insanları kurtarmak üzere bir de imha etmek mecburiyetinde kalmış­lardır. Aix la Chapelle[49] (Eks la Şapel) Kilise’si papazlarından olan ve 1121 tarihine kadar yapılmış olan Haçlı Seferleri’ne katılmış olan Albert d’Aix (Albert d’Eks) bir ifadesinde: “Ordudaki baronların ve şövalyelerin kadın­ları, esir olmayı ölmeye tercih ediyorlardı. Savaşın karmakarışık durumun­da, bu kadınların en güzel elbiselerini giyerek, hem güzellikleri, hem cil­veleri sayesinde Türklerin gönüllerini almaya ve hislerine tesir etmeye te­şebbüs ettiler,” diyordu.[50] Demek ki bizim Türkler, Fransız kadınlarını cezp edecek kadar yakışıklı idiler. Dolayısıyla ikinci seferdeki Kraliçe Eleonor olayı da bu hadiseyi teyit etmektedir.

İznik Şehri’nin düşmesinin ardından gördüklerini Zeylü Tarih-i Dımaşk adlı eserinde anlatan İbnüT Kalanisi şöyle demektedir: “Fransızlar, Türk ordusunu kılıçtan geçirdiler. Öldürdüler, yağmaladılar ve pek çok tutsak alıp onları köle olarak sattılar!”[51] İstilacı Fransızlara tek direnen artık do­ğanın kendisidir. Toprağın çoraklığı, dağ patikalarının darlığı ve gölgesiz yollardaki kavurucu sıcaklar Fransızların ilerleyişini biraz yavaşlatmıştı.

Eskişehir’den sonra normal koşullarda bir ayda geçmeleri gereken Anadolu’yu tam yüz günde katedebildiler. Bu arada Türklerin uğradığı ye­nilginin haberi tüm Doğu’ya ulaşmıştı. Şamlı vakanüvis, İslam açısından utanç verici bu olay öğrenildiğinde, tam bir panik yaşandı, diye kaydeder. Korku ve endişe muazzam boyutlara ulaştı. Kalanisi’ye göre, o yaz batı ta­rafında bir kuyruklu yıldız göründü. Yükselişi yirmi gün sürdü, sonra kay­boldu ve bir daha görünmedi. Gelen haberlerin hızla yayıldığı ve Fransız­ların, Eylül ayının ortasından itibaren köylerden geçtikleri ve Antakya’ya doğru hareket ettikleri görülür.[52]

Günümüz Hıristiyan inancının doğuşu ve gelişmesindeki ilk tarihi olay­larda Antakya’nın özel bir yeri vardır. Hıristiyanlığın Kudüs dışına taşma­sından sonra, bugünkü çehresine bürünmesinde dinamik bir rol oynayan üç büyük merkezden (diğerleri Roma ve İskenderiye) biri, belki de birincisi­dir. Pavlos’un Yahudi asıllı Hıristiyanlığı evrensel din haline getiren görüş­leri Antakya’da filizlenmiş ve ilk taraftarlarını da burada bulmuştur.[53]

Kudüs’ün, 70 (M.S.) yılında Titus tarafından harap edilmesi, Antakya’nın Hıristiyan âleminin lideri olmasına sebep oldu. Üçüncü yüz­yılın sonunda Antakya Kilisesi’nin Suriye, Fenike, Arap memleketleri, Fi­listin, Kilikya, Kıbrıs, Kapadokya, Mezopotamya ve İran toprakları üzerin­de 12 metropolitlik ve 137 episkoposluğu yönettiği hususunda, hemen he­men bütün kaynaklar görüş birliği içindedirler.

Bir yandan bu dini statü, diğer yandan coğrafi konum sebebiyle, Roma İmparatorluğu’nun Asya ve Avrupa’daki topraklarının kilit noktasında bu­lunması, Antakya’nın değerini kat kat arttırıyordu. Anadolu, Suriye, Filis­tin ve Mısır üçgeninin ortasında bir liman şehri olması, siyasi, dini ve ticari önemini her zaman korumasını sağlamıştır. Ticari hayatın yanında misyon çalışmalarının buradan idare edilmesi, şehrin gelişimini oldukça hızlandır­mış, dördüncü asrın başlarında şehrin nüfusu yarım milyona ulaşmıştır.

Katliamlara baktığımız zaman, Romalılar II. yüzyılın başından itibaren özellikle Antakya ve çevresinde giriştikleri ve III.-IV. yüzyıllarda katliam­lara dönüşen hareketin sebepleri ne olabilirdi?Araştırmacılar,66.. .Roma İm­paratoru kültü için kurban kesmediklerinden..., Roma tanrılarına ibadetten kaçındıklarından..., putperestlerin hayasız eğlencelerine katılmadıkların­dan..., bayramlarda evlerini süslemediklerinden...vb.” gibi sebepler ileri sürseler de, bunlar temel değil, tâli sebepler olabilir. Zira aynı şeyleri impa-

ratorluğun çeşitli bölgelerinde dağınık halde yaşayan Yahudiler de yapma­dıkları halde, Roma İmparatorluğu onlara bir formül olmuştu.21

Fulcherius Camotensis, kendisinin de bulunduğu ve çoğunluğunu Fran­sızların oluşturduğu Haçlı ordusunun Antakya’ya hareketleri boyunca ya­şadıklarını şöyle ifade etmiştir: “ Türkler, kurtlar gibi uluyor, attıkları ok­lar sağanak şeklinde üzerimize yağıyordu. Tüm bunlar bizi sersemletmiş- ti. Adamlarımızdan çoğu ölmüş ve yaralanmıştı. Bu hiç alışık olmadığımız bir mücadele şekli olduğundan kurtuluşu kaçmakta bulduk.

Gerçek korkuyu bilmeyen Türklerin ise cüreti ve cesareti dikkat çeki­ciydi. Kumandanlarımız Normandie Dükü Robert, Blois Kontu Stephan, Flandre Kontu Robert ve Bohemond, Türklere ellerinden geldiğince kar­şı koymaya çalışırken, bir yandan da şiddetli saldırılara maruz kalıyorlar­dı. Sonunda adamlarımızın dört bir yana dağılmasıyla Türkler öldü. Türk- leri dağlar ve vadiler boyunca takip ettik ve bütün mallarına el koyduk. Or­dumuzda farklı dilleri konuşan adamlar görmek mümkündü. Aramızda ço­ğunlukla Fransızlar, Flemenkler, İngilizler, îskoçlar, îtalyanlar, Rumlar ve Ermeniler bulunmaktaydı.22

21 pkim 1097’de Suriye’nin en büyük şehri olan Antakya Kalesi’nin tepesinden haykırışlar yükselir: “-Geliyorlar! ” îşsiz güçsüz alayı surlara üşüşür, ama çok uzaklarda, ovanın ucunda, Amik Gölü’nün yakınında ne olduğu belirsiz bir toz bulutundan başka bir şey göremezler.

Fransızlar, henüz bir günlük, belki de daha uzun bir yürüyüş mesafesin- dedir ve uzun yolculuklarının ardından biraz durup soluklanmak isteyecek gibi halleri vardır. Yine de bir önlem olarak Antakya Kenti’nin beş ağır ka­pısı hemen kapatılır. Çarşılarda sabahın o bildik uğultusu ansızın dinmiş, esnaf ve müşteriler yerlerinde donup kalmıştır. Kadınlar dualar mırıldan­maktadır. Şehir, korkunun pençesine düşmüştür.23

Antakya Emiri24 Yağısıyan, Fransızların yaklaştığını haber alınca, şe­hirdeki Hıristiyanların ayaklanacağından korktu. O zaman onları şehirden

21 Mehmet Çelik, “Bizans Devleti’nin Antakya ve Yöresinde Giriştiği Kitle Kat­liamları (IV.-VII. Yüzyıllar)”, II. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu Bildirileri- Antakya

21-22 Mayıs 1992, Antakya 1994, s. 1-2

22 Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 69-72

23 Amin Maalouf, a.g.e., s. 32

24 Emir: Bir komutayı, bir yönetimi üstlenen kişi. EmirüT-Müminin: Tüm mümin­lerin, Müslümanların lideri.

 

sürmeye karar verdi.[54] Antakya Şehri, Asi Nehri (Orontes) kenarında, de­nizden yaklaşık 20 km. kadar mesafededir. M.Ö. 300 yılında I. Selevkos[55] tarafından inşa edilmiş ve bunun babasının ismiyle adlandırılmıştır.[56]

Le soulevement la population armenienne et syriaque inquieta grave- ment I’emir d’Antioche, YâgîSiyân\ Emir Yağısıyan, Ermeni ve Süryanile- rin ayaklanmalarından çekinerek ve bunu ciddiye[57] alarak Müslümanlara dı­şarı çıkıp şehri çevreleyen hendekleri temizlemelerini emrederek: “Antakya sîzindir ama ben Fransızlarla olan sorunumuzu çözünceye kadar şehri bana bırakmalısınız,” demişti. Şehir halkı da O’na:“Rzzzm çocuklarımızla, kadınlarımızı kim koruyacak?” dedi. Emir cevap verdi: “Ben sizin yerinize onlarla ilgileneceğim” dedi.

Gerçekten de şehirden sürdüklerinin ailelerini korudu ve kimsenin on­ların kılma dokunmasına izin vermedi.[58] Sakalı ağarmaya yüz tutmuş bu Türk emirin elindeki askerlerin sayısı altı-yedi bini geçmez. Oysa Fransız- lar onun karşısında otuz bin savaşçıyla bulunmaktadır. Ama Antakya alın­ması gerçekten olanaksız bir kale konumundadır ki, kale surunun uzunlu­ğu on iki bin metre(iki fersah) ve üç farklı düzeyde yapılmış en az üç yüz altmış burcu vardır. Bu amaçla saldırganlar, Antakya’yı tamamen kuşata- maz ve savunmacı dışarıyla bağlantı kurup, erzak ve diğer ihtiyaçların te­mininde hiç zorlanmazlar.

Eskiden bir Roma Metropolü olan Antakya, zamanla nüfus sayısının ar­tışı ile minareleri, kiliseleri, Kapalıçarşıları ve kaleye doğru yükselen ağaç­lıklı yamaçların üzerine bina edilmiş lüks villalarıyla göz alabildiğine uza­nan, seyyahların (hatta Bağdat ve Konstantinopolis’ten bile gelenler vardı) gözlerini kamaştırmıştır.[59]

Yağısıyan, Antakya surlarının sağlamlığına güvenerek, hiç kaygı duy­muyordu. Ama sonu gelmez surların bir noktasında, saldırganlar bir kapıyı açacak veya bir burcu almalarını kolaylaştıracak bir suç ortağını - geçmiş­te de yaşandığı gibi - bulurlarsa, tüm savunma tedbirleri bir anda anlamı­nı yitirebilir. 1097 yılının güz aylarında Yağısıyan dışında hiçbir yönetici, doğrudan Fransız istilası tehdidini hissetmemiştir.

Komşu ülkelerin, Yağısıyan’a bakış açısı da belliydi. Yağısıyan’m zor durumda kalması, komşuları için o kadar kötü bir şey sayılmazdı. Yağısı- yan ile aralarında problem olan komşu ülkeler, ona yardıma gitmemekte haklılar mıydı? Yağısıyan, gerçekçi bir adam olduğu için, kendisine ıstırap çektireceklerini, yardım için yalvartacaklarını, geçmişteki kurnazlıklarını ve ihanetlerini ödeteceklerini bilir. Sonuç olarak, acımasız bir yaban arısı kovanında sağ kalmaya çalışmaktan başka bir şey yapmamıştır.

Onun yaşadığı Selçuklu Beyleri dünyasmda, kanlı kavgalar hiç sona ermez ve Antakya Valisi de bölgenin öteki emirleri gibi tavır almaya zor­lanır. Kaybedenin yanında yer almışsa, sonu ya ölümdür ya da en azından zindan ve gözden düşmedir. Şansı yaver gider de, kazananın yanını tutar­sa, bir süre zaferinin tadını çıkarır, ödül olarak birkaç güzel cariye alır, son­ra yine canını tehlikeye atacağı bir çatışma içinde bulur kendini. Hayatta kalabilmek için hep doğru ata oynamak gerekir ve aynı ata oynamakta inat etmek hata olur.[60]

Haçlılar şehri dokuz ay muhasara ettiler. Yağısıyan bu sırada büyük kahramanlıklar gösterdi. îleri görüşlü, akıllı ve tedbirli bir zat olduğunu is­pat etti ki, bu vasıflar bir başka emirde görülmemiştir. Haçlıların çoğu yol­larda ölmüştü. Eğer ülkelerinden çıktıkları kadar sayıyı aynen muhafaza et­miş olsalardı, hiç şüphesiz bütün İslâm ülkelerini kaplarlardı.

Yağısıyan bu sırada dışarı çıkardığı Hıristiyanların ailelerini muhafa­za etti, onlara tecavüze yeltenenlere mani oldu. Fransızlar, Antakya önünde uzun süre kalınca burçlardan birinin muhafızıyla gizlice anlaştılar. Bu şa­hıs “Rûzbe/Firuz” adıyla tanınan bir zırh ustasıydı. Haçlılar ona bol miktar­da mal ve pek çok ikta vermeyi vaat ettiler. Rûzbe, vadi tarafındaki burcun muhafızıydı, bu burç vadiye açılan yerde kurulmuştu. Haçlılarla bu mel’un zırh ustası meseleyi aralarında karara bağlayınca, Haçlılar gelip demir par­maklıkları açtılar ve oradan içeri girdiler.

Çok sayıdaki haçlı iplerle yukarı çıktı. Sayıları beş yüze varınca trampet çaldılar. Seher vaktiydi. Halk fazla uykusuzluk ve günlerce beklemekten dolayı yorgun düşmüştü. Yağısıyan uyanıp gelişmeleri sorduğunda kendisi­ne: “Bu boru ve trampet sesleri kaleden geliyor, kalenin ele geçirildiğinden hiç şüphe yok” denildi.

Hâlbuki sesler kaleden değil, ancak o burçtan geliyordu. îçine korku düştü, şehrin kapısını açıp, otuz kölesiyle ardına bakmadan kaçtı. Şehri muhafaza etmekle görevli naibi gelip Yağısı-yan’ı sordu, kaçtığını söyle­yince, o da başka bir kapıdan çıkıp kaçtı. Bu Haçlıların yararına oldu. Eğer bir saat dayansaydı Haçlılar mutlaka mahvolurdu.[61]

Daha sonra Haçlılar kapıdan şehre girdiler, yağmaladılar ve şehirdeki Müslümanları öldürdüler. Bu hadise cemaziyülevvel ayında (nisan-mayıs 1098) vuku buldu. Yağısıyan’a gelince: Sabah olunca aklı başına gel­di. Üzüntüden aklını kaybetmiş gibiydi. Kendine geldiğinde bir kaç fer­sah yol almış bulunuyordu. Yanındakilere: “Ben neredeyim?” diye sordu. Antakya’dan dört fersah uzakta olduğunu söylediler.

Kaçıp kurtulduğuna ve onları şehirden uzaklaştınncaya veya öldürü- lünceye kadar savaşmadığına pişman oldu; ah vah etmeye; ailesini, çocuk­larını ve Müslümanları bırakıp kaçtığı için dövünmeye başladı. Başına ge­len bu felâketin şiddeti sebebiyle kederinden bayılıp atından düştü. Adam­ları onu tekrar ata bindirmek istediler, fakat ayakta duracak ve ata binecek takâti kalmadığını, ölmek üzere olduğunu görünce orada bırakıp gittiler.

Oralarda odun kesmekte olan bir ermeni, Yağısıyan’m yanından geçer­ken son nefesini vermekte olduğunu gördü ve onu öldürdü, sonra da başını kesip Antakya’daki Haçlılara götürdü. Haçlılar bu sırada hileye başvurup Antakya Emîri Yağısıyan’a yardım etmesinler diye Halep ve Dîmâşk Emir­lerine mektup yazarak: “Biz sadece daha önce Rumların elindeki yerleri al­mak üzere geldik, başka yerlerde gözümüz yoktur” demişlerdi.

Bu arada Müslümanlar, Fransızların üzerine yürümeye başladı. Kıvâmüddevle Kürboğa Haçlıların durumunu ve Antakya’yı işgal et­tiklerini duyunca asker toplayıp Suriye’ye hareket etti. Mercidabık’ta bir süre kaldı, Halep kuvvetleri hariç Arâbıyla, Türk’üyle bütün Suriye as­kerleri de burada ona katıldı.

Tutuş’un oğlu Dukak, Atabeg Tuğtekin, Hıms/Humus Hâkimi Cenâhüddevle, Sincar Hakimi Arslantaş, Süleyman b. Artuk ve diğer bü­yük emirler de Kürboğa’ya iltihak ettiler. Fransızlar bunu hemen haber aldı ve üzerlerine büyük bir musibet çöktü. Zayıf ve güçsüz olduklarından ve yanlarındaki yiyeceklerin azlığından dolayı korktular.

Müslümanlar yola devam edip, Antakya önünde konakladılar. Kürbo­ğa yanındaki Müslümanlara çok kötü davrandı, emirleri kızdırdı. Onların bu şartlara ancak kendisi sayesinde katlandıklarını zannederek, onlara kar­şı büyüklük taslaması emirleri gücendirdi, bu sebeple savaş sırasında ona ihanet etmeyi akıllarına koydular, en kritik anda onu yalnız bırakıp perişan etmeye karar verdiler.

Fransızlar Antakya ’yı işgal ettikten sonra, orada on iki gün kaldılar Yiyecekleri kalmamıştı; kuvvetliler hayvanlarını yiyerek karınlarını doyu­rurken, zayıf ve güçsüzler insan leşi ve ağaç yaprağı yiyorlardı. Bu peri­şan hallerini görünce, Kürboğa’ya haber gönderdiler ve şehri terk edip git­mek için emân[62] istediler. Fakat Kürboğa onlara istedikleri emânı vermedi ve: “Siz ancak kılıç zoruyla çıkarılacaksınız,” dedi.

Antakya’nın etrafına yayılıp yağma yapan veya zevk ve eğlenceye da­lan Fransızlar, Türkler tarafından dağıtılıyor veya itlaf olunuyordu. Antak­ya muhasarasının ilk günlerinde iken, Fransız ve diğer haçlı ordusu yanla­rındaki yiyecekleri tükettiklerinden, az zaman içinde açlık musibetine ma­ruz kaldılar. İkişer üçer yüz kişilik gruplar halinde etrafı yağma ettiler. Fa­kat bu sürüler sadece kendi hesaplarına çalışıyorlardı.[63]

Haçlıların yanında Kral Baudouin, Saint Gîlles, Godefroi, Urfa Kontu, liderleri ve Antakya Princepsi Bohemond ile enirine itaat ettikleri bir rahip vardı. Rahip ileri görüşlü bir adamdı: “Antakya’daki bir kilisede Hz. îsâ’ya ait bir mızrak vardır. Fakat kilise muazzam bir binadır; eğer mızrağı bu­lursanız zafer kazanacaksınız, bulamazsanız, mutlaka helak olacaksınız,” dedi. Hâlbuki daha önce mızrağı bulunduğu yere kendisi gömmüş ve izini kaybetmişti. Rahip, Haçlılara oruç tutup tövbe etmelerini emretti.

Onlar da üç gün oruç tutup tevbe ettiler. Dördüncü gün hepsini o yere götürdü, halk ve zanaat erbabı da yanındaydı, her tarafı kazdılar ve rahi­bin söylediği yerde mızrağı buldular. Bunun üzerine onlara: “Zaferle se­vininiz!” dedi. Onlarda beşinci gün şehrin kapısından beşer-altışar kişilik gruplar halinde dışarı çıktılar. Müslümanlar Kürboğa’ya: “Kapının önün­de durup, her çıkanı öldürmen gerekir; çünkü onlar şu anda dağınık olduk­ları için haklarından gelmek kolaydır,” dediler. Fakat Kürboğa: “Öyle yap­mayınız, hepsi çıkıncaya kadar onlara zaman tanıym, sonra öldürürsünüz,” dedi.

Ne var ki, Haçlıların süratle hareket etmeleri onlara bu imkânı vermedi. Müslümanlardan bir grup, çıkan grubu öldürdüler. Kürboğa bizzat gelip, onlara mani oldu ve Haçlıların hepsi dışarı çıkmadan önce öldürülmelerini yasakladı.

Haçlıların hepsi çıkıp Antakya’da onlardan hiç kimse kalmayınca bü­yük bir savaşa tutuştular. Müslümanlar iki sebepten dolayı bozgun halinde geri kaçtılar. Birincisi, Kürboğa’nm başlangıçta onları küçümsemesi ve de­ğer vermemesi, ikinci olarak da, dışarı çıkan Haçlıları öldürmelerine mani olmasıydı.

Böylece Müslümanlar tam anlamıyla bozguna uğradılar. Hiç bir Müs­lüman ne kılıç çekti, ne mızrak ve ne de bir ok attı. En son geri çekilenler Artukoğlu Sökmen ile Cenâhüddevle idi; çünkü bu ikisi pusuda bekliyor­du. Kürboga’da onlarla beraber geri çekildi. Haçlılar bu durumu görünce bunu bir hile zannettiler; çünkü savaş olmadı ki, böylesine bir mağlûbiyet görülsün.

Müslümanları takip etmekten korktular. Mücahitlerden bir grup kaçma­dan, Allah rızası ve şehitlik için savaştılar. Haçlılar binlerce mücahidi öl­dürdüler; karargâhtaki erzakı, malları, eşyaları, hayvanlan, silâhlan ve ga­nimetleri aldılar. Böylece durumları düzeldi ve tekrar eski kuvvetlerine kavuştular.[64]

Antakya’ kan ve ateş içindedir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar çamurlu sokaklarda kaçmaya çalışmakta ama Fransız şövalyeleri, onlan hiç zorlan­madan yakalayıp anında öldürmektedirler. Hayatta kalanlar da dehşet çığ­lıkları yavaş yavaş söner.[65]

Açlık iyice şiddetlendi. Yağmacılık resmi bir şekil aldı. Hatta Noel yor­tusunun merasimini yaptıktan sonra, Tarent Prensi’nin ve Flandr Kontu’nun kumandaları altında olarak etrafa saldırdılar. Birkaç Türk müfrezesini da­ğıtarak, ötede-beride topladıkları yiyecekleri atlara ve katırlara yükleyip karargâha getirdiler.

Her gün yapılan bu akınlar esnasında, haçlı ordusu birçok kayıp ver­mekteydi. Hatta Danimarka Kralı’nm oğlu Suenon, nişanlısı Bourgogne Dukası’nm kızı Florine de yanlarında olduğu halde, gece vakti 1.500 ki­şilik bir ordu ile dolaşmakta iken, Türklerin saldırısına uğrayıp, askerle­ri öldürülmüştü.[66]

Kıtlık ve açlık günden güne etkini göstermişti. Bu sefere katılmış olan Foucher Chartres[67] (Fuşe Şartr) ismindeki papazın ifadesine göre, Fransız­ların çoğunlukta olduğu haçlılar, etrafta yağma etmedik bir şey bırakma­dıklarından ot, ağaç kabuğu ve kökü, at, eşek, deve, köpek, fare ve atların koşumları ve kayışlarını bile yiyorlardı. En üst seviyeye gelen açlık, zaten ahlakı zayıf olan bu Fransızların bütün hislerini yok etti.[68] [69]Büyük bir zevk ve iştahla, Türk cesetlerini yemeye başladılar.

Öyle ki, birazdan aşağıda da belirteceğimiz gibi, “Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden Fransızlara, Hıristiyan din adamı Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: “Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesetlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!”^ Bunun üzerine Fran- sızlar, onun dediğini yaptılar.

Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan Fransızlar, yalnız bu kadarıyla kalmamışlar, Antakya’ya saldırdıklarında yaklaşık on bin Türk’ü boğazla­yarak, bölgedeki bütün camileri yakmışlardı. Nitekim hâdiseyi bizzat göz­leriyle gören Papaz Lemoine, yapılan yağma ve katliamdan bahsederken: “Bizimkiler (Fransızlar) sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihti­yarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün herkes boğazlanamadı. Er­tesi gün bizimkiler geri kalan 10.000 Türk’ü kestiler!” demişti.[70] [71] Brentano eserinde devamla: “Açlık öyle bir hal almıştı ki, Fransızlar, kasaba civarın­daki bataklıklarda on beş günü geçen bir zamandan beri serili duran kok­muş Türk (Müslüman) cesetlerini büyük bir iştahlayiyorlardı.”A1

ÖLDÜRDÜKLERİ TÜRKLERİ MEZARLARINDAN ÇIKARIP YEDİLER!

Aşağıya yazdıklarım, Fransızların milli destanı olarak kabul ettik­leri Chanson d’Antioche (Antakya Destanı)’nin 5. Bölümü’nden alman ve bir Türk olarak bizleri kahreden sözlerdir:

Bu seferlerin düzenleyicisi Asaletli Pierre I’Ermit kendi çadırının önünde otururken;

“Kral Tafur adamları ile çıkageldi,

Bunlar bin kişiden ziyade ve açlıktan şişmiştiler!

Kral Tafur, Pierre I’Ermit’e:

“Tanrı adına bana yol göster!

Zira açlıktan ve zayıflıktan ölüyoruz!” dedi.

Pierre I’Ermit:

“Korkak ve yüreksiz olduğunuzdandır!

Haydi! Şurada ölmüş yatan Türkleri toplayınız,

Tuzlar ve pişirirseniz elbette yenir onlar.”

Kral Tafur:

“Doğru söylüyorsunuz” dedi.

Otaktan ayrıldı, askerlerini çağırdı.

Toplandıklarında on bin kişiden fazla idiler.

Türklerin derileri yüzüldü, bağırsakları çıkarıldı,

Etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.

Doyasıya yediler, ama ekmeksiz olarak.

Bu olayları gören zincire vurulmuş Türkler ise çok korktular,

Et kokusundan hep duvarlara dayandılar.

Yirmi bin putperest (Türkler kastedilmekte) bu acıyı seyretti.

Ağlamadık Türk kalmadı!”

Birbirine şöyle diyorlardı:

“İşte Karnavalın son günü olan ‘Mardi-Gra’ geldi.

Şu Türk eti, zeytinyağında pişmiş, domuz sırtından ve jambondan daha iyidir.

Çayırlarda artık Türk ölüsü bulunmayınca:

Mezarlıklara vardılar, ölüleri çıkardılar,

Hepsini üst üste yığarak bir tepe haline getirdiler.

Çürümüş olan bağırsakları Nehr-ül As’a (Asi Nehri) attılar, Etlerin derilerini yüzüp rüzgârda kuruttular!”[72]

Bu sefaletin bir sonucu olarak, Fransız ve diğer haçlı karargâhı, artık ordu görünümü vermemekteydi. Birçok Fransız bu olaylardan dolayı inle­mekte, bir kısmı ise etrafta köpek leşi gibi şeyler aramakta idi.[73] Sabır ce­saret numunesi olmaları icap edenlerin kaçtığını görenlerin umutsuzluğu son dereceye vardı. Başlarına gelen olaylardan dolayı Fransızların ve di­ğer haçlıların sorumlu tuttuğu kişi olan Keşiş Pierre I’Ermit, bunların fer­yatlarını dinlemek ve sefaletlerine yardımcı olmak istemediği gibi, kendi­leri için son derece mukaddes olan bu seferlerin sonucundan ümidini ke­serek karargâhtan gizlice kaçmıştı. Bu olayı Guibert de Nogent adındaki keşiş?”gökten yıldızlar düşmüş gibi tüm Fransız ve diğer haçlıları şoka dü­şürmüştü” diyerek açıklıyordu.[74]

Bu olayı öğrenen Tancrede, hemen takibe çıktı. Pierre I’Ermit ile Dül­ger Charpentier’i yakalayıp rezil etti. Ordunun korkak bir şekilde kaçtığı­nı Pierre I’Ermit’in yüzüne vurarak, herkesi bu sefere katılmaya yemin et­tirmiş birinin bu davadan asla geri dönemeyeceğine dair, İncil üzerine eli­ni koyarak yemin ettirdi.[75] [76]

Bu gibi olaylar esnasında Fransız karargâhına her gün pek çok yerli gel­mekte ve Fransızların şiddetli sıkıntılarını ve ümitsizliklerini, dönüşte va­tandaşlarına anlatmakta idiler. Bohemond, orduyu bu tehlikeli durumdan kurtarmak için, olayları anlatanları bile isyan ettirecek bir olaya başvurdu. 12. asrın kronikçilerinden ve Suriye’nin Sur Şehri Katolik Metropoliti Gu- illauma (Giyyom) şu şekilde ele almıştır:

“Bohemond, birkaç Türk getirilmesini emretti. Bunları hemen öldürttü. Büyük bir ateş yaktırarak, cesetlerini şişlere geçirtip pişirdikten sonra, ak­raba ve yakınlarını bu Türk etlerini yemeleri için kurulacak sofralara ge­tirilmelerini emretti. Bunun ne demek olduğu kendisine sorulunca: Bugün toplanan mecliste, kumandanların verdikleri karara göre, karargâhta bu­lunacak bütün Türklerin ve ajanlarının böylece pişirilip prenslere ve ordu­ya ikrâm edileceklerinin herkesçe bilinmesi içindir ’ cevabını verdi.”41

Hıristiyan tarihçilerinden Charles Mills ise, Fransa kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohemond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığını şöyle ifade et­mişti:

“Antakya’da Bohemond, birkaç Müslüman-Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, buraya işta­hını tatmin etmek için geldiğini söyledi” diyordu.[77]

Bundan sonra kaçacak olanların da insan öldürenlere mahsus olan ce­zaya çarpılacakları ilan edildi. Fakat bu olaylara şahit olanların ifadelerin­den anlaşıldığı gibi, Fransızlarda ve diğer haçlılarda her türlü ahlaksızlık, çadırlarda dahi kıtlık ile fuhuş, kumar ve her türlü hüküm sürmekte idi. Din adamlarının sözleri bile, Fransızları ve diğer haçlıları durduramıyordu.[78]

Papa’nm murahhası ile papazların bir kısmı, bu taşkınlıkların durdurul­masını istediler. O zamanlar bir deprem olduğundan, bu durumu Allah’ın bir uyarısı olarak gösterip, dua edilmesi ve oruç tutulması Fransızlara em­redildi. Karargâhın etrafında alay tertibinde dolaşarak tövbe kasideleri okundu.

Sarhoş olarak yakalananların saçları kesildi. Din konusunda küfürbaz- lıkta bulunanlarla, kumarbazlara kızgın demirle damga vuruldu. Zina işle­yen bir papaz, çırılçıplak bir şekilde sopa ile dövüldükten sonra, karargâhın içerisinde dolaştırıldı. Fuhuşu tamamen durdurmak için, konulan en şiddet­li cezalar bile etkisiz kaldı. Bütün kadınların ayrı bir yerde bulundurulma­sı kararlaştırıldı. Fakat bu tedbir, engellenmek istenilen cinayetlerden daha çirkinlerinin meydan gelmesine sebep oldu. Kocasız olduğu halde hamile kalan bir kadın görüldüğünde, en ağır işkenceye tabi tutuldu.[79]

3 Haziran 1098 yılının bu kanlı çılgınlığının ortasında bir tek kişi an­cak soğukkanlılığını becermişti. Yorulmak bilmeyen Şemsüddevle’dir bu adam. Antakya istila edilir edilmez Yağısıyan’m oğlu, bir grup savaşçıy­la birlikte kaleye sığınır. Fransızlar defalarca onu oradan çıkarmaya uğraşır ama her defasında ağır kayıplar vererek püskürtülürler.

Fransız komutanlarının en büyüğü, sarışın bir dev olan Bohemond, bu saldırılardan birinde bizzat yaralanır. Başına gelen bu talihsizlikten ders çı­karan Bohemond, Şems’e bir mesaj göndererek, bir geçiş belgesi karşılı­ğında, kaleyi terk etmesini teklif eder. Ama genç emir, bunu gururla red­deder.

Antakya, bir gün mutlaka ona miras kalacağını düşündüğü kendi topra­ğıdır: Son nefesine kadar savaşacaktır. Ne erzakı eksiktir, ne de sivri okları. Habibü’n-Neccar Tepesi’nin üstüne tüm heybetiyle kurulmuş kale, Fran- sızlara aylar boyunca meydan okuyabilir. Eğer surlara tırmanmakta inat ederlerse, binlerce adam yitirebilirler.51

Tüm bu gelişmelere paralel olarak Müslüman ordusu kendilerine gelen yardımlara rağmen, “tek kılıç veya kargı darbesi indirmeden, tek ok atma­dan” dağılır. Fransızlar bunun bir savaş hilesi olduğunu sanıyorlardı. Çün­kü henüz böyle kaçışmaya neden olabilecek bir çatışma olmamıştı. Bu se­beple Müslümanların peşine düşmemeyi tercih ettiler.

Böylece Kürboğa ordularından geriye kalanlarla birlikte sağ salim Musul’a vardı. Tüm ihtirasları ve niyetleri Antakya önlerinde ebediyen da­ğılıp gitmiştir. Kurtarmaya yemin ettiği şehri şimdi Fransızlar çok sağlam bir biçimde ellerinde tutmaktadır. Ve bu durum çok uzun süre böyle de­vam edecektir.

Ama bu utanç gününden sonra ortaya çıkan asıl tehlike, Suriye’de is­tilacıların ilerlemesini durdurabilecek hiçbir kuvvet kalmamasıdır.52 Baudouin’in Papazı olan Fulcherius Camotensis’e göre“7z7m bunlar yaşa­nırken bir an gökyüzünde kızıl bir ışık gördük ve hepimize büyük korku ve­ren o şiddetli depremi hissettik. Depremin yanı sıra bir doğuya doğru uza­nan haç şeklindeki bir beyazlık görmüştük.”53

Fulcherius Camotensis’in ifadesine göre: 1098 senesinde, Antakya'nın civarı Fransızlar ve diğer Haçlılar tarafından tamamıyla soyulmuştu. An­cak açlık nedeniyle çekilen sıkıntı bir türlü bitmiyor, hatta gittikçe artıyor­du. Açlıktan ölmek üzere olan insanlar henüz büyümekte olan fasulye sap­larını, olgunlaşmamış otları tuzlayarak yiyor ve hatta odun olmadığından deve dikenlerini çiğ çiğ yutmaya çalışarak, dillerinin parçalanmasına ne­den oluyorlardı. Ayrıca atları, eşekleri, develeri, köpekleri ve fareleri bile yiyenler vardı. Yoksul olanlar hayvan derilerini ve hububat tohumu olarak kullanılan gübreleri de yiyorlardı.5*

Esir düşen ve hatta teslim olan Türkler bile katledildi. Her şeylerine el konuldu ve yağma edildi. Kadınlara gelince, Kont dö Tulüz’un Papazı’nin

51 Amin Maalouf, a.g.e., s. 44

52 Amin Maalouf, a.g.e., s. 47

53               Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 79

54               Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 79 - 80

 

ifadesine göre, karınlarına birer kılıç batırılmaktan başka bir fenalık ya­pılmadı şeklinde insan hislerinin tamamen tükendiği ifade edilmekteydi.[80]

Anonymi Gesta Francorum et Aliorum Hierosolimitorum adlı eserde: Türk (Müslüman) ölülerin etlerini yiyen Fransızlardan bahsedilmektedir[81] Zorluklarla dolu geçen günlerden sonra yorgun düşen Fransızlar ve atla­rı, Antakya çevresinde dört ay dinlenip, eski sağlıklarına tekrar kavuşmaya çalıştılar. Sonbahara kadar Antakya’da kalmaya karar verdiler.

Orduda baş gösteren hastalıklar, kadınların ve birçok kişinin ölmesi­ne sebep oldu. Yeniden gelmekte olan Fransız ve diğer haçh askerlerinin pek çoğu da aynı akıbete maruz kaldı. Papa’nm vekili olan Puy Piskoposu çektiği acılardan dolayı öldü. Ordunun bir bölümü burada toplanan konşil- de Kudüs’e ilerleyişlerini geciktirmek istediklerini bildirerek, Suriye’nin iç kısımlarına yönelmişlerdi. Bu grubun liderliğini Bohemond ve Kont Ray- mond yapmaktaydı.[82] Diğer prensler ise Antakya civarında kalmaya devam etmişlerdi.[83]

İKİNCİBÖLÜM

İNANILMAZ BİR VAHŞET!

(1098-1135)

MAARRA, KUDÜS KUŞATMASI VE YAMYAMLIKLAR:

“Fransızların Müslüman-Türkleri ve Çocuklarını Izgara
Yapıp Yemesi”

“Burası yabani hayvanların kol gezdiği bir çayırlık mı, yoksa be­nim evim mi, doğduğum yer mi, bilmiyorum! ” Maarralı(Maarratü ’n-nûman)îsimsiz Ozan

Maarralı isimsiz ozanın, bu ıztırap dolu çığlığı basit bir üslup numarası değildir. Acaba, 1098 yılının son günlerinde Suriye’nin Maarra Şehri’nde böylesine korkunç ne yaşanmıştır? Fransızlar bu bölgeye gelmeden önce, şehir sakinleri yuvarlak surlarının içinde, rahat bir yaşam sürüyorlardı. Bağları, zeytinlikleri ve incirlikleri onlara mütevazı bir refah sağlıyordu. Maarra Şehri ise, Halepli Rıdvan tarafından yönetiliyordu. Gözleri gör­meyen Ebu’l-âla el-Maarri ise, Arap edebiyatının en önemli isimlerinden biriydi.[84]

1098 yılının ilk aylarında Maarra sakinleri kendilerinden üç günlük yü­rüyüş mesafesinde olan Antakya savaşını kaygıyla izlemişlerdi. Fransızlar zaferi kazandıktan sonra birkaç köye akınlar düzenlemiş ama Maarra’ya do- kunmamışlardı. Yine de ne olur olmaz şehirdeki bazı aileler orayı terk edip Halep, Humus ve Hama gibi daha güvenli yerlere göç etmeyi düşünmüşler­di. Fransız Komutan Bohemond ve Kont Raymond önce Barra Bölgesi’ni[85] ele geçirmiş, tüm halkını öldürmüş ve her şeye el koymuşlardı.[86] Kasım ayının ortasına doğru binlerce Fransız atlısı gelip şehri kuşatınca, bu kaygı­larında haklı oldukları ortaya çıkar. Maarra’nm nüfusunun bir bölümü kaç­mayı başarsa da, çoğunluk kapana kısılır. Maarra’da ordu yok, sadece bir şehir milisi vardır. Hiçbir askeri tecrübesi olmayan birkaç yüz genç tehli­ke karşısında hemen milise katılır. Korkutucu şövalyelere karşı iki hafta boyunca yiğitçe direnirler. Hatta surların tepesinden saldırganların üzeri­ne içleri arıyla dolu kovanlar fırlatırlar.[87] [88] İbnü’l Esir’e göre bu olaylar şöy­le oluşmuştur:

“Bunun üzerine şehrin surlarının hizasında ağaçtan bir burç yaptılar Çarpışmalar bunun üzerinde cereyan etti, fakat bu yolla Müslümanlara hiç bir zarar veremediler Gece olunca bir grup Müslüman korkuya kapıldı, iç­lerine korku düştü, sızlanmaya başladılar Büyük bir eve kapanırlarsa ken­dilerini koruyabileceklerini zannettiler Surlardan inip, müdafaa ve muha­faza ettikleri yerleri boş bıraktılar Başka bir topluluk da onları görüp aynı şeyi yaptı. Aynı şekilde onların da surlardaki yerleri boş kaldı. Diğer grup­lar da birbirlerini takiben inmeye devam ettiler, sonunda surlar tamamen boşaldı. Haçlılar da merdivenlerle surlara çıktılar Haçlıları surların üze­rinde gören Müslümanlar hayrete düştüler ve evlerine kapandılar.

11 Aralık 1098 akşamı hava çok karanlık ve Fransızlar henüz şehre gir­meyi göze alamamışlardı. Maarra’nm ileri gelenleri, saldırganların başın­daki Antakya’nın yeni efendisi Bohemond’la temasa geçerler. Bu Fran­sız Komutan çarpışmayı kesip bazı binalardan çekilmeleri koşuluyla şehir halkının canlarının bağışlanacağına dair söz verir. Onun bu sözüne inanan Müslüman ve Türk aileler, yaşadıkları evlerinde ve gizlendikleri mahzen­lerinde toplanıp tüm geceyi korkudan titreyerek geçirirler.64 İbnüT Esir’in anlattığına göre Fransızlar sabahın erken saatlerinde gelir ve tam bir kı­yım başlar:

“Fransızlar bunun üzerine üç gün boyunca Müslümanları ve Türkle- ri kılıçtan geçirdiler Maarratü ’n-numân "da yüz binden fazla insan öldür­düler, çok sayıda kadın ve çocuğu da esir aldılar Orayı ele geçirip kırk gün kaldılar, sonra oradan Irka(Arka) ’ya gidip, orayı dört ay muhasara ettiler”65

TÜRKLERİ KAZANLARDA KAYNATIYORLARDI!

Anlatımdaki bu dehşet, kurban sayısı, onlara reva görülen ve düşünül­mesi imkânsız bir imgedir tüm bunlar. Fransız ordularının 1098 yılında Maarra Şehri’nde yaptıkları yamyamlıklar yani Türk ve Müslümanların ce­setlerini yemeleri konusunda dönemin Fransız kronikçilerinin ve Arap va- kanüvislerinin belgelerinde görmek mümkün. Fransız Kronikçi olan ve bu yaşananlara bizzat tanık olan Raoul de Cean’in66 ifadesine göre:

“A Maara, les nötres faisaient bouillir des paıens adultes dans les mar- mites, ilsfccaient les enfants sur des broches et les devoraient grilles.”

“Frankfighters in Maara yvould boil the non- Christians alive and wo- uldplace their children on skews and eat them after barbequing!”

“Maara"da bizimkiler(Fransızlar) yetişkin Türkleri(Mûslümanları) yemek kazanlarında kaynatıyor, çocukları ise şişlere geçirerek kızartıp yiyorlardı.”61

64 Amin Maalouf, a.g.e., s. 50

65 îbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 191

66 Raoul de Cean (1080 - 1120), Gesta Tancredi Expeditione Hierosolymitana, (Pa­paz Tancredi’nin Öyküsü) Savaşa katılan Fransız Kronikçi (Günlük tutucu, tarihi günü günü­ne kaydeden)

67 Amin Maalouf, a.g.e., s. 51

 

Maarra’ya yakın yerlerde yaşayanlar, Fransız Kronikçi Raoul de Cean’in bu itirafını okumasalar da, görüp işittiklerini ömürlerinin sonuna kadar unutamayacaklardır. Çünkü hem yerel ozanlar, hem de sözlü rivayet­ler tarafından yayılan bu vahşetin anıları, silinmesi zor bir Fransız imgesini belleklere kazıyacaktır. Fransızlar hakkında bu görüşler haksız mıdır? batı­lı istilacılar, Müslümanları ve Türkleri öldürdükten sonra, bunların cesetle­rini sadece hayatta kalabilmek için mi yemişlerdir?

Bu yamyamlığı yapanların elebaşlan, 1099 yılında Papa’ya gönder­dikleri mektupta, Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükle­ri Türklerin etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekin­miyorlardı. Fransız Bilim adamı Foucher de Chartres ise önemli bir bel­gesinde: “Maarra’da bizimkiler (Fransızlar), Müslümanları ve Türkleri öldürmüşler, etlerini parçalayarak pişirmişler ve sonra büyük bir iştah­la yemişlerdi,”6* demiş ve daha Türkçe’ye çevirisi yapılmamış: “DIEU LE VEUT! Recit de la primiere croisade 1095 - 1106” adlı eserinde Maarra Katliamı’m şu şekilde dile getirmiştir:

“Bohemond de Taarente, müttefikleri ile birlikte Kasım ayına kadar Antakya ’da kalırlar Bir veba salgını, askerlere bulaşır Papa II. Urban ’ın elçisi Adhemar de Monteil ölmüştür Bu Haçlı Baronlarının yetkisi al­tında olan rekabet kontrol edilebilir ama Haçlı ordusu tehdit altındadır Papa’dan baronlara bir mektup gelir ve miras olarak yerine istedikleri bi­rini gönderir

Kasım 1098 sonuna doğru, Antakya içinde askerler açlıktan ölmekte iken, Maarra ’ya saldırırlar Foucher ve diğer Latin tarihçiler, aç Fran­sız askerlerinin yamyamlık yaptığını söyler Fransız destanına anlatıldığı­na göre Maarra, korkuç bir kuşatma altındadır”[89] [90] Fransızların Türklere ve Müslüman Araplara yaptıkları bu yamyamlık olaylarını orijinal belgeleriy­le kitabımın 3. Bölümü’nde göreceksiniz.

Birinci Haçlı seferi’nin meydana geldiği 1099 yılında, Fransız Kuman­danı Raymond, Maaratü’n-Nu’man şehrini işgal etmiş ve bu esnada yüz binden fazla Müslüman Türk’ü acımasızca katletmişti. Aralarında her tür­lü pislik ve necislik yaygın olduğu için, bu esnada haçlılar arasında şiddet­li bir kıtlık ve salgın baş göstermişti.

Fransız Akademisi üyelerinden Frantz Funck Brentano’nun ifadesiyle: “Fransız ordusu Maarra Şehri "nde korkuç katliamlara başlamıştı. Fran­sızlar, Türklerin ve Müslüman Arapların cesetlerini ikiye biçip, altın ara­maya koyulmuşlardı. Diğer bir kısmı da, cesetleri parça parça kesip ve pi­şirip yiyorlardı.”™

Fransız Tarihçi Joseph François Michaud ise: “Ordu Maarra "da erzak- sız kaldı. Barbarlıklarının abartılı bir surette yapılmasından dolayı, Allah cezalandırmak istiyormuş gibi, karınlarını doyurabilmek için, öldürdükle­ri Türk ve Müslüman Arapların cesetlerinden başka hiçbir şey bulamadık­larını ve bu iğrenç mecburiyete pek çok Fransız ve diğer haçlı ordusunun uyduğunu” yazıyordu.

Raymond d’Aguilers’in (Remon d’Agiler) Papazı, buna dair nefret edi­lecek bazı cümleler vermektedir: “Kıtlık öyle bir hal aldı ki, Fransız ve di­ğer haçlı ordusu, on günden beri her yerde görülen bozulmuş cesetleri ve kokmuş etleri oburcasına yiyorlardı,” diyordu.71

Aix (Eks) Başpiskoposu, bu canavarlığı mazur göstererek: “Fransızları bunaltan açlığa, İsa için maruz kaldıklarını ve bu sebebin kendilerini ma­ruz göstereceğini” söyledikten sonra, “Hıristiyan askerler, bu suretle ölü­leri yemekle, Türk ve Müslümanlarla savaş yapmış oluyorlardı”12 diyerek, şaşılacak kadar çirkin bir cümle kullanmıştır.

Fransız ordusunda bulunan ve yaşananlara şahit olan bir Hıristiyan’ın ifadesine göre, insanlıkla hiçbir alakaları bulunmayan bu barbar sürüsü, aç­lıklarını yerde yatan kokmuş Türklerin (Müslümanların) etini yiyerek bas­tırmaya çalışmışlardı:

“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri Türk­lerin butlarından parçalar kopartıp ateşte kızartıyor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı.”™

Edward Peters, The First Crusade (Birinci Haçlı Seferi) adlı kitabında, Foucher de Chartres ’m kroniklerine dayanarak aşağıdaki akıl almaz deh­şeti ifade etmişti:

70                Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 76

71                Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 78

72                Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 1/199-200

73                Amin Maalouf, a.g.e., s. 51

“Halkımız aşırı açlık nedeniyle titremeler yaşamış, bu yüzden Müslü­manların ve Türklerin etlerini parçalara ayırmış ve kavurmuşlar. Ölmüş olan Müslümanların etlerini pişirmiş ve vahşice yemişlerdi.”™

Fransızların barbarlık ve azgınlıkları, tiksindirici iş ve icraatları yalnız bunlarla sınırlı değildi. Frantz Funck Brentano’nun söylediği şu mide bu­landırıcı sahneler, hayvan sürüsünden farksız olan bu medeniyetsiz mille­tin, insanların değil, hayvanların bile yapamayacağı çirkinlikte işlere bulaş­tıklarını göstermektedir:

“Bizimkiler (Fransızlar), susuzluklarını giderebilmek için at ve eşekle­rin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lâğımlara ku­şaklarını ve paçavralarını daldırıp, bunlarda toplanan suyu emerlerdi. Ki­misi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.”15

Yukarıda da ifade edildiği gibi, ilk Haçlı Seferleri’nin önderleri erte­si yıl Vatikan’a, Papa’ya gönderdikleri resmi mektupta yamyamlık (kani- balizm) gerçeğini itiraf edeceklerdir ve bunun nedenini utangaç bir şekilde kıtlığa bağlayacaklardır. Hâlbuki bu iş eğlenceli bir ziyafetle son bulan he­yecan verici bir ava dönüşmüştür ve aslında insanları yemeyi zorunlu kıla­cak bir kıtlık hiçbir zaman olmamıştır.

Fransızlara göre, “ordu Maarra ’da korkunç bir açlığın pençesine düş­müş ve ihtiyaç onları öldürdükleri Türklerin ve Müslümanların cesetleri­ni yemek gibi canavarca bir işe mecbur etmiş!” Ama bu çok kestirme bir açıklamaya benziyor. Çünkü Maarra Bölgesi’nin sakinleri o meşum/kötü kış boyunca sadece açlıkla izah edilemeyecek davranışlara maruz kalırlar.

Bağnaz Fransız askerleri olan Tafurların76, Türk ve Müslüman eti ye­mek istediklerini yüksek bir sesle haykırarak kırlara dağıldıklarını ve ak­şamları avlarının parçalayıp yemek için yaktıkları ateşin başında toplan­dıklarını görürler. Bu yamyamlık ihtiyaç mı yoksa bir bağnazlık mıdır? Tüm bu anlatılanlar son derece gerçek dışı gelse de, tanıklıklarda dile ge­tirilen suçlamalar hem betimledikleri olaylar, hem de hissedilen marazi hava açısından inandırıcıdır. Bu bağlamda, Maarra Savaşı’na bizzat katıl­mış Fransız Kronikçi Albert d’Aix’in77 bir cümlesi dehşet düzeyindeki eri- şilmezliği korumaktadır:

74 Edward Peters, The First Crusade: The Chronicle of Fulcher of Chartres and Ot- her Source Materials, University of Pennsylvania Press, 1998 pp. 84.

75               Frantz Funck Brentano, a.g.e., s. 76-78

76 Tafurlar hakkında bkz. Joshua Prawer (1917-1990), Histoire Royaune franc de Jerusalem, Paris, 1975, Cilt: 1, s. 216

77 Albert d’Aix,(fl. c. 1100) Historia Hierosolymit an ea Expeditionis.

“Les nötres ne repugnaient pas â manger non seulement des Turcs et des Sarrasins tues mais aussi des chiens.”

“Our Armies did not only cannibalize Turks and Müslims, they also ate dogs!”

“Bizimkiler(Fransızlar) sadece öldürülmüş Türk ve Müslümanları de­ğil, köpekleri de yemekten iğrenmiyorlardı!"m Fransız Kronikçi Albert d’Aix, bu cümlesi ile dehşeti ortaya koymasına koyuyor ama kastedilen manayı ise: “Hadi neyse Türk ve Müslümanlar yenir ama, köpeklerde ye­nir mi?” demeye getirmektedir.

. Frenk Kronikçi Raoul de Cean’in başka bir itirafı ise şu şekilde idi:

“D ’autres decoupaient la chair des cadavres en morceaux et les faisai- ent cuire pour les manger.”

“Bizimkiler (Fransızlar), Türk cesetleri parçalara ayırıyorlar, etlerini pişirip yiyorlardı. ""

Kitabında sürekli olarak Türkleri (Müslümanları) aşağılayan, görgü ta­nığı olarak savaşa bizzat katılan ve Urfa Kontu L Baudouin’in papazı olan Fulcherius Camotensis ise Maarra yamyamlığını şu şekilde dile getirmek­tedir: “ Maarra Şehri, taciz edilerekyirmi gün boyunca kuşatıldı. Bu kuşat­ma sırasında adamlarımız (Fransızlar), şiddetli açlığın neden olduğu cin­netle korkunç eziyetler çekmiş ve çevrede yatan ölü Müslümanların (Türk ve Arapların) kalçalarından et parçaları kesmişlerdi. Bu parçaları pişi­rip yemişler, yeteri kadar kızarmamış olan etleri bile vahşice yutmuşlar­dı)" diye devam etmiş ve ben dâhil tüm insanları hayal kırıklığına uğra­tan şu cümleyi kullanmıştır: “Yani bu kuşatma, kuşatanlara daha çok za­rar vermişti.""'19

Doğrusu insan akimın alamayacağı cümleler kullanmış. Fransız Ko­mutan ve Urfa Kontu Baudouin’in papazı olan Fulcherius Camotensis’in yukarıda bahsedilen Türklere yapılan yamyamlığı itiraf etmesine rağmen, Müslümanları aşağılayarak, bu açlık durumunun kendi askerlerine daha çok zarar verdiğini ifade etmesi doğrusu gülünç bir hadisedir. Türk coğ-

78 Joseph Fr. Michaud, Bibliographie des Croisades, Basım: Paris 1817 -1822, Oriji­nal Nüshası: Lausanne Üniversitesi Faculte des lettres (Sanatlar Fakültesi), s. 48,76,183,248 79 Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 96 rafyasını ve kutsal toprakları işgal için, ne Türklerden ve ne de Araplardan bir davet almadılar. Onlar bu topraklara asla davet edilmediler ve davetsiz yamyamlar olarak geldiler.

Steven Runciman ise Haçlı Seferleri üzerine yaptığı çalışmasında, Türk ve Müslüman cesetlerinin Fransızlar tarafından yenilmesini ilginç bir şe­kilde yorumlamıştır: “Maarra Şehri ’rıde ordu kendi başına harekete geçti. Ordu nerdeyse açlıktan kırılıyordu. Çevrede bulunan bütün yiyecek mad­deleri tüketilmişti. İşin tek çıkar yolu olarak yamyamlık kalmıştı.'™ Bu ifa­de gerçekten hem Türk Milleti’ni hem de Müslüman Arapları aşağılama­dır. Üzülerek belirteyim ki, son dönem Fransız bilim insanları, bu yamyam­lık hadiselerini üstü kapalı anlatarak veya hiç anlatmayarak, tamamen ört­bas etmeye çalışıyorlar. Sadece 19. asra kadar bu anlatılara yer verilmiştir.

Fransız Kronikçi Raoul de Cean’in akıl almaz bir cümlesini, bu konu­ya gösterdiği ilgiyle en iyi yazanlardan biri de Kent Sosyologu ünvanı ile çalışmalar yapmış ama tarihe de yönelmiş: Janet Abu Lughod idi. Yazdığı, “Before European Hegemony” (Avrupa Hegemonyası Öncesi) adlı çalış­masında şu şekilde ifade edecektir:

“In Maarra our troops boiledpagan adults in cookingpots they impa- led children on spits and devoured them grilled!"

“Maarra ’da bizim askerlerimiz, çocukları kazığa oturtup kızartmış ve putperest[91] [92] [93] [94] yetişkinleri ise kaplarda haşlayıp kaynatıyorlardı.'™

William of Tyre (Doğum: 1128 - Ölüm:29 Eylül 1186) bir kronikçi ola­rak o dönemde yaşanan dehşeti şu sözleri ile ifade etmekteydi: “ Fransız- lar, Türklerin etlerini kavurmak ve yemek için ortak hareket ediyorlardı!"

Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı, insanlık tarihinin bir benze­rine rastlamadığı, başlı başına bir barbarlık numunesi olan bu katliam, baş­ka bir eserde şu sözlerle anlatılıyordu:

“Katliâm korkunçtu! Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında Fransızlar, sevinçten haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için uzattılar.'™

Birinci Haçlı seferi’ne bizzat iştirak etmiş bir şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hatıralarında bizzat görgü şahidi olarak aktardığı şu bilgi de, en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir:

“Böyle bir katliâmı ve yamyamlığı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek ya­kıldı. Sayılarının ne olduğunu Allah bilir/”[95]

Kanlı katliamlardan bölgenin Yahudi halkı da kendisini kurtaramamış- tır. Aynı yazarın aktardığına göre, Haçlı orduları Kudüs’e girdikleri sıra­da korkunç bir îslam ve Yahudi katliamı yapmışlardır. Arap Vakanüvis İbnü’l Kalanissi şunları yazmaktadır: “Yahudiler havralarında toplandılar ve Fransızlar onları burada diri diri yaktılar.” Hâlbuki Fransızların çoğun­luğunu oluşturduğu Haçlı ordusu gelinceye dek, aynı kentte Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar kardeşçe yaşamışlardır. Böyle bir zulüm, böyle bir vahşet tarih boyunca görülmemişti! 1098 yılında bu bölge, işgal esna­sında adeta bir mezbahaneye dönmüştü.

Kan ve ete doymayan insan kasaplarının katliamı, aradan ne kadar za­man geçerse geçsin bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Bizans İmpa­ratoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen "in Hayatı” adlı kita­bında “Barbarlar” diye tarif ettiği Fransız ve diğer haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müs­lüman ve Türk çocuklarını öldürmek, kızartmak ve yemekti” diyordu. Tho- mas Fuller ise, bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çe­kerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuş­maya başlamamış çocuklar, zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbele­ri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlan­dı.” diyordu.[96]

Alman Tarihçi L. Heeren kendisi de bir Hıristiyan olmasına rağmen, insanlık tarihi boyunca Haçlı ordusundaki Fransızların yaptığı çirkin kat­liamların ve yamyamlıkların bir benzerine rastlanmadığını ifade ederek: “Bunlar Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmi­yor, onlardan daha da barbar olan Hıristiyanlarca yapılıyordu!” demişti.[97]

Savaşa bizzat katılmış olan Fransız Kronikçi Albert d’Aix, bir başka ifade­sinde: “Yemek(açlık) krizine giren Fransızlar Türklerin (Müslümanların) cesetlerini yediler. Ancak daha sürpriz olan ise köpeklerin yenilmesiydi!” demişti.[98] Michaud’m ifadesine göre Maarra Şehrini ateşe vererek, o ateşin üzerinde insanları çıplak ayakla yürüttüler. Müslümanlar ve Yahudiler töv­be gözyaşları içersinde kaldılar. Aradıkları Hz. İsa’nın mezarını bile, Müs- lümanlara olan kin, hırs ve intikam yüzünden unutuyorlardı.[99]

“Avec l’aide des habitants grecs et armeniens, les Turks et musulmans sont massacres!”

“Yunan ve Ermeni halkının yardımı ile, Türkler ve Müslümanları öldürüyorlardı! ”[100]

İnanılması zor ama Papa II Urban bile bu gerçeği gizleyememiş:66Kor­kunç bir kıtlık Maarra ’da orduya bulaştı. Beslenme ihtiyaçlarını zalimce, Müslüman ve Türk cesetlerini yemeleri ile karşıladılar”

“in late 1098 crusaders captured Ma’arat an’Numan, a Syrian city near Aleppo. Christian chronicler Robert the Monk wrote: Our men .... walked through the roads, places, on the roofs, and feasted on the slaughter just like a lioness who had her cubs taken from her. They cut into pieces, and put to death children, the young and the old crumbling under the weight of years. They did that in groups...our men grabbed everybody who fell into their hands. They cut bellies öpen, and took out gold coins. Detestable cupidity of gold! Streams of blood ran on the roads of the city; and everywhere lay corpses. Blinded nations and destined to death; none of that multitude ac- cepted the Christian faith.

(Bohemond) He ordered that ali old women be put to death, and also old men, whose age had rendered useless; then ali the rest he ordered to be take to Antioch to be sold as slaves. This massacre of the Turks took place on 1 December (1098); on Sunday; but on this day not ali work could be ac- complished; so the following day our men killed the rest.”

“1098 yılında Suriye’nin Halep Kenti yakınında Maarratü’n-Numan’da, Hıristiyan Keşiş Robert’in yazdığı kroniklere göre: “ Bizim adamlar (Fran­sızlar) yollar-yerler boyunca çatılarda yürüdüler ve katliamda sanki onlar­dan yavrukurtları alınmış yaban bir dişi aslan gibi sadece yiyip içtiler On­lar, çocukları öldürüp parçalar ve keserlerdi. Yılların ağırlığının altında genç ve yaşlıları parçalıyorlardı. Bizim adamlarımız ellerine düşen herke­se bunları yaptılar. Onlar, karınları yararak keser ve madeni altın paraları alırlardı. Altın, nefret edilecek para hırsı! Kan, akarsular gibi şehrin yolla­rında aktı. Ve her yerde cesetler vardı. Milletler kör ve ölüme mahkûm ol­muş; orada bulunan kalabalığın hiçbirinin Hıristiyanlara olan güveni kal­madı.”

Her seferi, hatta her şehrin yağmasından sonra Fransız ve diğer haçlı or­dusunun aç kalmaları doğrusu dikkate şayandır. İlginçtir ki, hiçbir istilâ or­dusu, bunlar kadar açlık ve gıda sıkıntısı çekmemiştir. İşte bu olaylar, Fran­sızların teşkilatsız ve yalnız yağma ile işlerini yürüttüklerini ve başsız bir insan kalabalığı olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.

(Bohemond), bütün yaşlı kadınların ve faydasız gördüğü yaşlı adamla­rın öldürülmelerini emretti. Sonra Antakya’da kendisine bağlı kalacakla­rın, köle olarak satılmalarını sağladı. Türklere yapılan bu katliamı, 1 Aralık 1098 Pazar günüydü. Ama o gün herkes öldürülemedi; Sonraki gün bizim adamlarımız, kalanları öldürdüler.”

Ebûlala’nm şehri olan Maarra’nm çektiği işkence ancak 13 Ocak 1099’da, yüzlerce Fransız askerlerinin ellerinde meşalelerle sokakları do­laşıp, her evi tutuşturduklarında son bulur. Daha önceden şehir surları taş taş sökülmüştür zaten. Maarra olayı, hem Türkler için hem de Araplar için, yüzyıllar geçse bile, Fransızlarla derin bir uçurum açmıştır. Yine de o an­daki ilk sonuç, dehşetten felç olmuş halk topluluklarının köşeye sıkıştırıl- madıkları sürece direnmekten vazgeçmesidir. Ve arkalarında dumanı tüten harabelerden başka bir şey bırakmayan Fransızlar ve diğer istilacılar, gü­neye doğru yürüyüşlerine yeniden koyulduklarında, Suriyeli emirler onlara hemen armağanlar yüklenmiş elçiler gönderip, iyi niyetleri konusunda gü­vence verir ve ihtiyaç duydukları her türlü yardımı yapacaklarını bildirirler.

Bunlardan ilki, küçük Şeyzer Emirliği’nde hüküm süren Sultan îbn-i Munkîz’dır (Vakanüvis Usâme’nin amcası). Fransızlar, Maarra’dan yola çıktıklarının ertesi günü onun topraklarına girerler. Başlarında, Arap tarih­çilerinin en sık zikrettikleri Fransız Komutan Saint-Gilles vardır. Emir ona bir elçilik heyeti gönderdiği için, hızla anlaşmaya varılır. Sultan, Fransız­ların erzak ihtiyaçlarını üstlenmekle kalmaz, Şeyzer Pazarı’ndan at satın almaya gelmelerine izin verir ve Suriye’nin geri kalanını herhangi bir en­gele takılmadan geçebilmeleri için yanlarına kılavuzlar vereceğini de ha­ber verir.

Bu bölge Fransızların ilerleyişi hakkında, artık hiçbir şeyden habersiz değildir, yol haritaları bilinmektedir. Zaten asıl hedeflerinin Kudüs oldu­ğun, Hz. İsa’nın (r.a.) Kabri’ni ele geçireceklerini yüksek sesle ilan etmiş­lerdi. Kudüs gibi kutsal bir kentin yolu üzerinde bulunan herkes, yaklaşan felakete karşı hazırlık yapmaya başlarlar. En yoksullar, yırtıcı hayvanların, aslanların, kurtların, ayıların ve çakalların yaşadığı çevredeki ormanlara sı­ğınırlar. İmkânı iyi olanlar, memleketin iç kesimlerine doğru göç ederler. Kimileri de en yakınki kaleye sığınırlar.

Zengin Bukayye Ovası’nm köylüleri, Ocak 1099’un son haftasında, Fransız birliklerinin yakmlarda görüldüğünü haber alınca, bu son seçene­ği tercih etmişlerdi. Sürülerini, zeytinyağı ve buğday stoklarını toplayıp Hısnü’l-Ekrâd’a, “Kürtlerin Kalesi”ne doğru çıkarlar. Erişilmesi güç bu doruktaki kale, Akdeniz’e kadar tüm ovaya hâkim bir konumdadır. Kale uzun süredir kullanılmasa da, surları sağlamdır ve köylüler orda korunabi­leceklerini zannederler. Fakat her zaman erzak sıkıntısı çeken Fransızlar, gelip bu kaleyi kuşatırlar.

28 Ocak 1099’da Fransız savaşçıları, Hısnü’l-Ekrâd’m surlarına tır­manmaya başlar. Tamamen perişan duruma düştüklerini anlayan köylüle­rin akima bir savaş hilesi gelir: "Birden kale kapılarını açıp, sürülerinin bir bölümünü dışarı salarlar. Savaşı unutan Fransızların hepsi hayvanların peşine düşer. Safları öyle karışır ki, cesaretlenen Müslüman Türk ve Arap- lar, kaleden huruç edip (çıkarak), Saint-Gilles’in çadırına varırlar. Kaçan sürüden pay kapmak isteyen askerlerin yalnız bıraktığı Fransız komutan, köylülerin eline düşmekten kıl payı kurtulur."

Bu başarıya sevinmiş olan köylüler, Fransızların intikam almak için tekrar döneceklerini de gayet iyi bilmektedirler. Ertesi gün Saint-Gilles, askerlerini surlara doğru gönderdiğinde ortalıkta hiç kimseyi göremezler. Fransızlar, köylülerin bu sefer nasıl bir tuzak hazırladıklarını düşünmeden edemezler. Ama köylüler, en mantıklı yolu seçmiş, gece karanlığından ya­rarlanıp sessizce kaleden dışarı çıkarak oradan kaçmış ve izlerini kaybet­tirmişlerdi.

Bu olaydan kırk yıl sonra Fransızlar, en ürkütücü kalelerinden birini Hısnü’l-Ekrâd’m bulunduğu yerde kurarlar. Yeni kalenin adı da pek değiş­mez: "Ekrad " biraz değişime uğrayarak “ Krat ” ve sonra “ Krak " olarak yapılır. “ Krac des Chevaliers ” (Şövalyelerin Krak’ı) heybetli görünüşüy­le, yiminci yüzyılda bile Bukayye Ovası’m hala tepeden seyretmektedir.[101]

1099 yılı şubatında kale birkaç günlüğüne Fransızların genel karargâhı olur. Çok şaşırtıcı bir gösteriye tanık olunmaktadır. Tüm komşu şehirler­den, hatta bazı köylerden heyetler, arkalarında altın, kumaş ve erzak yüklü katırları çekerek kaleye gelmektedir.

Suriye, siyasi açıdan öylesine parçalanmış bir haldedir ki, en küçük ka­saba bile, bağımsız bir beylik gibi davranmaktadır. Herkes kendini savun­mak ve Fransızların çoğunu oluşturduğu istilacıları pazarlığa oturtmak ko­nusunda özgücünden başka bir şeye güvenemeyeceğini bilmektedir. Hiç­bir emir, hiçbir kadı veya hiçbir ileri gelen, en küçük bir direniş göstermez, yoksa cemaatinin tamamını tehlikeye atacağını bilir. Bu nedenle vatanse­verlik duygularını bir kenara bırakıp, zoraki bir gülümsemeyle armağanla­rını ve saygılarını sunmaya gelirler. Tıpkı bir yerel özdeyiş: “ Bükemediğin bileği öp ve onu bükmesi için A llah ’a yalvar! ” gibi.

Humus Şehri’nin Emiri Cenâhüddevle’nin tavrını da, bilgelik dolu bu sabır belirler. Cesareti ve yiğitliği ile ünlü bu savaşçı, en fazla yedi ay ön­cesine kadar Atabey Kürboğa’nm en sadık dostuydu. İbnüT Esir, Antak­ya önünde, en son kaçanın Cenâhüddevle ve Artukoğlu Sökmen olduğunu söyler.[102] Saint-Gilles’e özen göstererek, her zaman ki armağanlarının dışın­da, çok sayıda at bile hediye eder. Trablusşam Heyeti ise, kuyumcularının imal ettiği ve göz kamaştıran mücevherleri elçiler yoluyla, Suriye sahille­rinin en saygıdeğer emiri Kadı Celâlü’l-Mülk adına Fransızlara “ hoş gel­diniz ” diye takdim ederler.

Fransızlar yaklaştığı sırada, Trablusşam ve yöresi, kadıların bilgeliği sayesinde komşularının imrendiği bir huzur ve ferah çağı yaşamaktadır. Şehir nüfusunun en büyük gururu, muazzam bir bina olan DarüT-îlim’dir. Burada yüz bin eserle dönemin en büyük kütüphanelerinden biri yer al­maktadır. Şehir zeytinlikleri, keçiboynuzu ağaçları, şekerkamışı tarlaları bol bol mahsul veren, dallan yüklü, türlü meyve ağaçlan ile çevrilidir.

İşte bundan dolayı, şehrin başı istilacılarla önce bu bolluk nedeniy­le belaya girecektir. CelâlüT-Mülk, HısnüT-Ekrad’a ulaştırdığı mesajın­da, Saint-Gilles’e ittifak anlaşması yapmak üzere Trablusşam’a bir heyet

gönderme çağrısında bulunur. Amin Maaoluf’a göre affedilmez bir hata­dır bu.92 Gerçekten de bahçeler, saraylar, liman ve kuyumcular çarşısı kar­şısında Fransız elçilerin gözleri öylesine kamaşır ki, Kadı’nm önerileri bir kulaklarından girip öbüründen çıkar.

Fransızlar, Trablusşam’ı ele geçirirlerse, neler yağmalayacaklarını düş­lemeye başlamışlardır. Anlaşılan o ki bu Fransız elçiler, komutanları olan Sain-Gilles’inyanma dönünce de, onun ağzını sulandırabilmek için ellerin­den geleni artlarına koymazlar. Saf saf ittifak önerisine Saint-Gilles’in ve­receği cevabı bekleyen CelâlüT-Mülk, Fransızların 14 Şubat’ta Trablusşam Emirliği’nin ikinci büyük şehri olan Arga’yı93 kuşattıklarını öğrenince şaşı­rıp kalır. Fulcherius Carnotensis5in ifadesine göre:

“1099 senesinde ordu Lübnan Dağı’nın eteğinde bulunan Arka Kalesi ’ne ilerledi. Bu kaleyi almak gerçekten çok zordu. Nitekim Haçlılar da kaleyi beş hafta kuşatmış ancak hiçbir şey başaramamışlardı.94 Bu sıra­da Cebele Kalesi ’ni kuşatmakta olan Dük Godefroi ve Flandre Kontu Ro- bert, Arka Kalesi ’nden yardım isteyen bir mesaj almış ve Cebele yi bıraka­rak ordunun yardımına gitmişlerdi. Arka Kuşatması sırasında şövalye An- selm de Ribemont taşla vurulup öldürülmüştür.”95

Şubat, mart ve nisan ayları geçer ve her yıl olduğu gibi çiçeklenen bağ­ların kokuları Trablusşam’ı güzel bir kokuya büründürür. Hava güzel, Arka Şehri’nden gelen haberler ise daha da güzeldir. Fransızlar Arka Kalesi’ni alamamışlardır. Bu durum Fransız askerlerini şaşırttığı gibi, şehri savunan­ları da oldukça şaşırtmıştır. Gerçi surlar sağlamdır ama Fransızların ele ge­çirdikleri daha büyük şehirlerin surlarından da pek bir farkları yoktur.

Arga/Arka Kalesi’nin asıl gücü, şehir sakinlerinin surlarda bir gedik açılırsa, Maarra veya Antakya’daki kardeşleri gibi hiç kimse sağ kalma- ymcaya dek boğazlanacaklarından ve cesetlerinin yenileceklerinden, sava­şın ilk anından itibaren emin olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu neden­le gece-gündüz nöbet tutmakta, tüm saldırılan püskürtmekte, şehir içine en küçük sızmaya bile izin vermemektedirler.96 Fulcherius Carnotensis’e göre:

92                Amin Amaalouf, a.g.e., s. 54

93                Arga: Bazı kaynaklarda Irka veya Arka diye geçmektedir.

94                Arka Şehri / Kalesi, Trablusşam’m 13 mil kuzeybatısmdadır. Fransızlar, buraya

14 Şubat 1099’da varmışladır. Şehrin kuşatması on iki buçuk hafta sürmüştür: 14 Şubat - 13 Mayıs arası.

95                Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 97

96                Amin Maalouf, a.g.e., s. 54

“Tüm bu yaşananlardan sonra Fransızların çoğunlukta olduğu adam­larımız, bir süre daha bir daha kuşatmayı sürdürmelerine rağmen kaleyi almayı başaramazlarsa, başlarına telafisiz zararlar geleceğine, kuşatma­yı bırakıp ilerlemeye devam etmenin daha mantıklı olduğuna karara verdi­ler Çünkü yollarda ticaret trafiğinin olmadığı hasat zamanı Kudüs 'e ulaş­mak için en iyi zamandı. Hasat vakti her yerde yaşayabilirlerdi, geçimleri Tanrı tarafından sağlanır ve O 'nun liderliğiyle en çok arzu ettikleri hedef­lerine varabilirlerdi. ”[103]

13 Mayıs 1099’da savaş düzenleri bozulan Fransızlar, başları eğik bu­radan ayrılırlar. Üç aylık yıpratıcı bir mücadelenin ardından, direnişçilerin azmi ve inadı üstün gelmiştir. Trablusşam’dan endişe verici bir yavaşlıkla geçen Fransızların öfkeli olduğunu bilen Celâlü’l-Mülk, hemen onlara el­çiler gönderip, seyahatlerinin devamı için iyi dileklerini iletir. Bu iyi dilek­lerinin yanma erzak, altın, birkaç at ve Beyrut’a kadar giden dar sahil yo­lundan geçmelerini sağlayacak kılavuzlar eklemeyi de ihmal etmez.[104] Fulc­herius Camotensis’in ifadesiyle:

“Trablusşam 'dan geçen adamlarımız Cebele Kalesi 'ne vardılar. Nisan ayı idi, hala hasat zamanı yaşanmaktaydı. Uzaklara doğru ilerlemelerini sürdürüp Beyrut Şehri 'nin yakınından geçerek, bizim dilimizde Sidon diye telaffuz edilen şehre rastladılar. Burası Fenikelilerin ülkesi idi. Adamları­mız Sidon'dan Sarepta'ya, buradan da Tyrus'a(Sur) doğru yürüdüler.”[105]

Şeyzer Şehri’nde doğan ve sonra oranın hakimi olan Arap vakanüvis Usâme ibn Munkiz, yaşadıklarını kaydettiği “ Kitâbu 'l-îtibâr (İbretler Ki­tabı)” adh eserinde şöyle yazar:

“Fransızlarla ilgili olaylar, onların halleri sayılıp dökülse, nasıl ki güç ve saldırganlık hayvanların bir üstünlüğü ise, Fransızlar hakkında bilgi sa­hibi olan herkes de onları, savaşta cesaret ve atılganlıktan başka bir üstün­lüğü olmayan hayvanlar olarak görmüştür/”[106]

Bu ifade, Fransızların Suriye’ye geldiklerinde, nasıl bir izlenim orta­ya uyandırdıklarını iyi özetlemektedir. İstilacılar, Benû Ammar’m elinde­ki Cübeyl, yani antik adıyla Byblos gibi şehirlere saldırıp, daha fazla vakit kaybetmeden Nehrü’l-Kelb’e “Köpek Nehri”ne gelirler. Bu nehri geçerek Mısır’daki Fatîmi Halifeliği ile savaş haline girerler. Nisan 1097’de Alek- sios Komnenos’un elçileri, çok kalabalık bir Fransız şövalyeleri kitlesinin Konstantinopolis’e geldiğini ve Küçük Asya’ya geçerek saldırılara başla­dığını haber vermeye geldiklerinde, Babylon’un[107] [108] güçlü adamı olan iriyan ve kuvvetli vezir El-Efdâl Şehinşah memnuniyetini gizlememişti.

Otuz beş yaşında eski bir köle olan ve yedi milyonluk Mısır nüfusunu tek başına idare eden El-Efdâl, “en üstün”Bizans imparatoruna başarı di­lekleri göndermiş ve kendisinin bir dostu olarak seferin gidişatından haber­dar edilmek istediğini bildirmişti. “Bazılarının söylediğine göre, Selçuk­lu Devleti ’nin durmadan genişlemesini gören Mısır Devleti ’nin sultanla­rı korkuya kapılmış ve Fransızlardan Suriye üzerine yürüyüp, kendileriyle Müslümanlar arasında bir tampon bölge oluşturmalarını istemişlerdi. Ama bu düşüncenin gerçek olup olmadığı belli değildir”™2

Fransız Kronikçi Fulcherius Carnotensis’e göre, Fransızlar, Tyrus (Sur)’dan hareketle Ziph Kalesi’ne, Batlamyus’a, Dora yakınlarına ve Filistin’deki Kaysâriye’ye ilerlediler. Burası eski zamanlarda Strato diye adlandırılmaktaydı. Hz. İsa’nın doğduğu zaman Herod’un torunu Herod Agrippa burada feci bir şekilde can vermiş ve vücudu kurtlar tarafından kemirilmişti. Arsuf’a kadar kıyıyı takip eden Fransızlar, buradan bölgenin içine doğru ilerleyip, Ramathan Şehri’ne vardılar. Burası Müslümanlara ait bir şehirdi, ancak halk Fransızların çoğunlukta olduğu Haçlıların yaklaş­tığını duyunca dehşete kapıldılar. Adamlarımız, burada bulunan tahılları hayvanlarına yükleyerek Kudüs’e taşıdılar.

Kudüs Şehri ağaçlardan, şehre bir ok atımlık mesafede olan Silaom de­nen küçük göl hariç, akarsudan ve pınarlardan yoksun dağlık bir bölgede kurulmuştur. Silaom’da bazen yeterli su bulunur, bazen de ufak akıntılar olurdu. Bu küçük kaynak Zeytûn Dağı’nm, kışın Josaphat Vadisi’ne doğru akan Kedron Nehri eteğinde yer alan vadide bulunur. Şehirde bulunan bir­çok sarnıç sayesinde, yağmur suları toplanır ve yeterli su elde edilirdi. Şe­hir dışında da insanlar ve hayvanlar için sarnıçlar bulunurdu.

Şehrin ilginç bir boyutu vardır, ne çok büyük ne de çok küçüktür. Şeh­rin surlarının arasındaki genişlik dört ok atımı mesafesindedir. Şehrin ba­tısında Davut Kulesi, güneyinde Zion Dağı, bu dağ ok atım mesafesinden de yakındır. Doğusunda ise, şehrin bin adım (yaklaşık 1 km) dışında bulu­nan Zeytûn Dağı bulunur. Bahsi geçen Davut Kulesi, dökme kurşunla çev­rilmiş büyük kare bloklarla yükseltilerek sağlam hale getirilmiştir. Yiye­cek ihtiyaçları karşılanan on veya yirmi adam, bu kuleyi korumaktadır.[109]

Kronikçi F. Carnotensis eserinde devamla, “ Süleyman Mabedi[110] adın­daki başka bir mâbed ise, daha büyük ve güzeldi ama ilk bulduğumuz halde kalamadı. Bundan dolayı büyük bir kısmı yok oldu.[111] Şehrin sokaklarında bulunan kanallardan dolayı, her yağmur yağışında, tüm kötü şeyler, pislik­ler yıkanıp temizleniyordu. Roma İmparatoru Hadrian (117-38) zamanın­da Kudüs Şehri[112], Aelius adıyla anılmaktaydı.”[113] Bu sebeplerden ötürü, Kudüs çok önemli ve görkemli bir şehir olma özelliğini devam ettirmiştir.

Kudüs kuşatmasının oldukça zor olduğunu gören Fransızlar ve diğer haçlı ittifakı, tahtadan merdivenler yapıp surlara tırmanmayı gerçekleştir­mek istiyorlardı. Merdivenlerin tamamlanmasından sonra, Fransız komu­tanlar saldırı emrini vermişti. Şafak vaktinde şehre saldırdılar ama merdi­venler yeterli gelmeyince geri çekildiler.

El-Efdâl, el-İftihâr’a, Fransızların Kudüs’ü dini nedenlerden ötürü ele geçirmek istediklerini ne kadar açıklamış olursa olsun, böylesine kör bir bağnazlık, el-İftihâr’ı şaşırtır. Kendisi de inançlı bir Müslüman’dır ama onun Filistin’de savaşmasının nedeni Mısır’ın çıkarlarını korumak ve inkâr etmeye ne gerek var, kendi askeri kariyerini geliştirmektir.

Kudüs, Allah’ın Hz. Muhammed (S.A.V.)’i, Hz. Musa ve Hz. İsa ile karşılaştırdığı ve miraca çıkardığı kutsal bir şehir olarak bilinir. İşte o za­mandan beri Kudüs, her Müslüman için ilahi vahyin sürekliliğinin simge­si olmuştur. Müminler, Mescidü’l-Aksâ’nm, kare biçiminde evlerine tüm heybetiyle tepeden bakan o muazzam ve ışıl ışıl kubbesinin altında mura­kabeye dalmaya gelir. Fransızların ilahiler söyleyerek düzenledikleri ayin alayları el- îftihâr’ı rahatsız etse de, kaygılandırmaz.

Ancak ikinci haftanın sonuna doğru düşman ateşli bir şekilde, iki bü­yük ahşap kule yapınca, el-îftihâr’m içinde bir endişe oluşmaya başlar. Temmuz’da yüzlerce savaşçıyı, şehir surlarının tepesine kadar taşımaya hazır kuleler dikilmiştir bile. El- îftihâr’m talimatları kesinlik ifade ediyor­du: Makinelerden biri sur yönünde en küçük bir hareket yaparsa, ok yağ­muruna tutulacaktı. Kule yine de yaklaşmayı başarırsa, testilere dökülüp yakılarak, saldırganların üzerine fırlatılan bir petrol ve kükürt karışımı olan Bizans ateşi (Grejuva) kullanılacaktır.

Etrafa yayılan bu sıvı, söndürülmesi güç yangınlar oluşturmaktadır. Alevlerden korunmak isteyen saldırganlar, hareketli kulelerini yeni yüzü­lüp sirkeye batırılmış hayvan postlarıyla kaplasalar da, el-İftihâr’m asker­leri bu ürkütücü silah sayesinde temmuz ayının ikinci haftasına kadar birbi­rini izleyen birçok saldırıyı önler, el-İftihâr’a yardım amacıyla bir söylen­ti dolaşmaktadır: El-Efdâl’m ve birliğinin yolda olduğu haberleri. İki taraf arasında kalmaktan korkan saldırganlar çabalarını tüm hızıyla arttırırlar.[114] [115] [116] İbnü’l-Esir bu olayı söyle anlatmaktadır:

“ Fransızların, yaptığı iki hareketli kuleden biri güneyde, Sion (Zeytin/ Zeytûn)Dağı tarafında, öbürü ise kuzey tarafındaydı. Müslümanlar, birin­ciyi yakıp, içindeki herkesi öldürdüler Ama tam onu yok etmişlerdi ki, yar­dım çağrısı yağan bir ulak /haberci geldi. Çünkü şehir diğer taraftan istila edilmişti. Yani şehir 492 yılının şaban ayının sona ermesine yedi gün kala, bir Cuma günü, kuzey tarafından girilerek ele geçirildi.”™9

Fulcherius Camotensis’e göre: “ Adamlarımız, öğle vakti şehre girdik­ten sonra, surların üstüne bayrak diktiler. Şehrin başka bir köşesinde Müs­lümanlarla savaşan Kont Raymond ve adamları, Müslümanların şehir sur­larının üstünden atladıklarını görerek, onları kovalamış ve katletmeye baş­lamıştı. Bazı Araplar ve Habeşliler, Davud Kulesi ’ne kaçmayı başarmış, geri kalanlar ise kendilerini Hz. İsa ve Hz. Süleyman ’ın mabedine kapa­mışlar ama saldırıdan kurtulamamışlardı.”1

1099 yılının temmuzunda, o korkunç günde el-İftihâr / îftihârüddevle, Davut Kulesi5ne sığınır. Temellerine kurşun dökülmüş bu sekizgen kule, surun en güçlü noktasıdır. El-İftihâr, günlerce dayanabilir ama savaşın kay­bedildiğini bilmektedir. Yahudi mahallesi istila edilmiş, sokaklar cesetlerle kaplanmış ve çatışmalar MescidüT-Aksâ Camii’ne sıçramıştı bile. Bir süre sonra kendisi ve adamları dört bir taraftan çembere alınırlar. Yine de savaş­maya devam eder fakat elinden bir şey gelmez. Çatışma akşamüstü sona erer ve Fatîmilerin beyaz sancağı, ancak sadece Davud Burcu’nun tepesin­de dalgalanmaktadır.

Fransızların saldırıları birden kesilir ve bir haberci yaklaşır. Saint- Gilles’in gönderdiği bu adam, burcu teslim etmeleri halinde hayatlarının bağışlanacağını ve serbestçe gidebileceklerini söyler. Biraz düşünen el- İftihâr’m, Fransızların sözlerinde durmadıklarını daha önceden de bilmek­tedir ama başka da çaresi yoktur ve pazarlığa oturmak zorundadır.

El-îftihâr, Saint-Gilles’in kendisinin ve tüm askerlerinin güvenliğini sağlayacağına şeref sözü vermesi şartıyla, teslim olacağını haberciye bil­dirir. Îbnü’l-Esir bu olayı şöyle anlatır, “ Fransızlar sözlerinin tuttular ve Müslümanların Askalan Limanı ’na doğru gitmelerine izin verdiler” der ve sonra ekler: Kutsal şehir Kudüs "ün halkı kılıçtan geçirildi ve Fransızlar, Müslümanları tam bir hafta boyunca katlettiler Mescidü 7 Aksâ ’nin içinde yetmiş binden fazla Müslüman’ı öldürdüler”[117]

Müslümanların karşı durmayıp itaat etmeleri, Fransızları tatmin etme­di. Kadın, erkek ne bulduysalar öldürdüler. Üç gün boyunca her taraf kana boyandı. Cesetlerin kokması, hastalıkların yayılmasına sebep oldu. Edou- ard Gibbon bu konuda:

“Yetmiş bin Müslüman öldürdüler Yahudileri sinagogda diri diri yaktı­lar Kamâme Kilisesi ’ne giderek dua ettikleri sürece adam öldürmeye ara verdikten sonra, cinayetlerine ve mal yağmasına devam ettiler!” diyordu.[118]

Fulcherius Carnotensis, bu durumu şöyle atlatmaktadır: “Adamları­mız Süleyman Mabedi ’nin çatısından atlayarak kaçmaya çalışan Müslü­manların çoğunu oklarla vurup öldürdüler Bu mabette yaklaşık on bin Müslüman ’ın boynu vuruldu” der ve vahşetin boyutunu şu şekilde özet­ler: “ Burada olsaydınız, ayak bilekleriniz katledilen Müslümanların kan­larıyla lekelenebilirdi. Müslümanların hepsi kadın ve çocuk demeden katledildi.”[119]

Fulcherius Camotensis’in bu sözlerini adeta teyit eden Joseph Franço­is Michaud ise:

“Müslüman kadınlarını, sığınmış oldukları Ömer Camii’nde çocukla­rı ile birlikte ve on bin kadar Müslüman ’ı da Süleyman Mabedi ’nde öl­dürdüler Orada her kim olmuş olsaydı, ayakları topuk kemiklerine kadar ölülerin kanına batardı. Bu cinayetlerden sonra yağmaya devam ettiler! diyordu.[120]

Tarihçi Raimundus aynı sabah mabetlerin bulunduğu mahalleye gider­ken, cesetler ve dizlerine kadar çıkan kan birikintileri içinden geçmek zo­runda kalmıştı. Hıristiyan kan içiciliğinin en üst düzeye ulaştığı ve artık öldürülecek hiçbir Türk ve Müslüman kalmaymcaya kadar her yeri yakıp yıktılar.[121]

Doğrulanması olanaksız rakamlarla oynamaktan çekinen İbnüT- Kalanisi şunu söyler: “ Birçok Müslüman öldürüldü. Yahudiler sinagog­larında ve havralarında toplandılar ve Fransızlar onları orada diri diri yaktılar. Evliyaların anıtlarını ve Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın türbesini yaktılar”[122]

Adamlarımız (Fransızlar), Müslüman-Arapların ve Türklerin, sağken yuttukları altınları ve Bizans sikkelerini, bağırsaklarından çıkarmak için, onları öldürür öldürmez karınlarını deştiler. Yine bu amaçla cesetleri bü­yük yığınlar halinde toplayıp yakarak, küller arasındaki altınları kolaylık­la buldular!

Tankred ise, Hz. îsa’nm Mabedi’ne saldırıp, buradaki altın, gümüş ve değerli taşları ele geçirmişti. Ancak buramn kutsal bir mekân olması nede­niyle aldıklarının hepsini iade etmek zorunda kaldı. Adamlarımız (Fransız- lar) ellerinde yorgun kılıçları ile şehrin her yanını dolaşıp hiç kimseyi ayırt etmiyor, merhamet dileyenleri bile öldürüyorlardı. Müslüman Araplar ve Türkler, tıpkı sallanan dallardan düşen çürük elmalar ve meşe palamutları gibi hayatlarını kaybediyorlardı.

Bu büyük katliamdan sonra Fransızların çoğunlukta olduğu Haçlı ordu­su, evlere girip buldukları her şeye el koydular. Zengin veya fakir olsun tüm Haçlılar girdikleri eve sahip olacak ve binanın içinde buldukları her şey de onların olacaktı. Bu şekilde birçok fakir olan adamımız zenginleşmişti.[123]

Yürütülen katliam tarihte Fransızlar ve diğer haçlı ordularının Kudüs "te yaptığı en büyük katliam ve suçlar arasında yer almaktadır.[124] [125] Katliamı yaptıktan sonra baronlarla birlikte askerler kiliseye ayin için gittiler)19

İstilacıların talan ettiği anıtların arasında, Kudüs’ü Rumların elinden Şubat 63 8’de alan ikince halife(IL Hûlefâ-i Raşîdin) Hz. Ömer İbnüT- Hattab’m anısına yaptırılmış Ömer Camii de vardı. Araplar, Fransızların tavrı arasındaki farklılığı sık sık dile getirmişlerdir: “ Bir gün Hz. Ömer, meşhur beyaz devesinin üstünde Kudüs’e girerken, Kudüs Rum Patriği onu karşılamak için ilerliyordu.

Halife Hz. Ömer, Rum Patriği’ne tüm şehir halkının canlarının ve mal­larının bağışlandığı konusunda güvence verdikten sonra, kendisine Hıris­tiyanların kutsal yerlerini gezdirmesini istedi. Onlar Kıyamet Kilisesi’nde, yani Kutsal Kabir’deyken namaz vakti gelince, Hz. Ömer, ev sahibi olan Rum Patriği’ne namazını kılmak için seccadesini nereye serebileceğim sor­du. Patrik, hemen orada kılabileceğini söyleyince de, Halife Hz. Ömer şu cevabı verdi: “ Ben bunu yaparsam, yarın Müslümanlar ‘Hz. Ömer bura­da namaz kılmıştı’ diyerek buraya sahip çıkarlar.” Ve seccadesini alıp na­mazı dışarıda kılar.

Hz. Ömer gerçekten ileriyi görmüştü. Çünkü onun adının verileceği cami, tam o namaz kıldığı yere yapıldı. Ama Fransız komutanlar ne yazık ki, böyle alçakgönüllü davranmadılar. Zaferlerini anlatılmaz bir Müslüman ve Türk kıyımıyla kutlar, sonra da büyük bir saygı beslediklerini iddia et­tikleri Kudüs Şehri’ni vahşice talan ederler.

Fransızlar sağ kalmış son birkaç Müslüman’ı da pusuya düşürüp öldü­rür ve Kudüs’ün tüm hâzinelerine el koyarken, el-Efdâl’in topladığı ordu da ağır bir yürüyüşle Sina’dan geçmektedir. Yaşanan dramdan ancak yirmi gün sonra Filistin’e varır. Orduya bizzat komuta eden vezir, doğrudan Ku­düs üzerine yürümeye çekinir. Emrinde otuz bine yakın asker olmasına rağ­men, konumunun yeterince güçlü olmadığı düşüncesindedir. Çünkü kuşat­ma için gereken malzemelerden yoksundur ve Fransız şövalyelerin kararlı­lığı da onu korkutmaktadır.

Askerleri ile Askalan’m etrafına yerleşmeye ve düşmanın düşüncesini ölçmek amacıyla Kudüs’e bir elçilik heyeti göndermeye karar verir. Mısır­lı elçiler, işgal altına alınmış Kudüs’te uzun saçlı ve sarı sakallı, iriyarı bir şövalyenin huzuruna götürülürler. Bu şövalye Kudüs’ü ele geçiren Godef- roi de Bouillon’dur. Elçi Fransızlara, Filistin topraklarını terk etmeleri ko­şuluyla bir barış yapılacağı mesajını bildirir. Fransızların verdiği cevap ise, tüm askerlerini toplayıp Askalan üzerine yürümek olur.

O kadar hızlı ilerlerler ki, daha gözcüler onların gelişini haber verme­den Müslümanların ordugâhının yanma varırlar. Îbnü’l-Kalanisi’nin ifa­desine göre: “ Daha ilk çarpışmada Mısır ordusu perişan olur ve Aska­lan Limanı’na doğru geri çekilir. Fransızlar tam katliam yapar, ne piyade, ne gönüllü ve ne de şehir halkı sağ bırakılmaz, hepsi öldürülürler. On bin Müslüman öldürüldükten sonra, ordugâhları yağmalanır.

Ebu Said el-Herevi’nin başını çektiği muhacir topluluğu, Mısırlıların uğradığı bozgunu birkaç gün sonra haber almıştı. Şam Kadısı, Fransızla­rın yeni bir zafer kazandığından habersizdir, ama istilacıların Kudüs, An­takya ve Urfa’yı ele geçirdiğini, Kılıç Arslan ve Danişmend Gazi’yi yen­diklerini ve karşılarına çıkan her şeyi hiç çekinmeden katledip yağmalaya­rak Suriye’yi kuzeyden güneye, boydan boya geçtiklerini bilmektedir. Hal­kının ve imanının hiçe sayıldığını, horlandığını hissetmekte ve Müslüman­ların artık uyanması için yüksek sesle haykırma isteği duymaktadır. Müs­lüman kardeşlerini, uyandırmak, silkelemek ve utandırmak istemektedir.

Şam Kadısı, 19 Ağustos 1099 Cuma günü, beraberindeki muhacirleri Bağdat’taki Ulu Camii’ne götürür ve müminler her yerde öğle namazı için camiye akın ederken, Ramazan ayında olmasına rağmen açık açık oruç bo­zup yemek yemeye başlar. Bir anda çevresinde öfkeli bir kalabalık toplanır, askerler de onu tutuklamak üzere yanma yaklaşır. Ama Ebu Said ayağa kal­kar ve çevresindekilere, “binlerce Müslüman ’ın Fransızlar tarafından kat­ledilmesini ve İslam ’ın kutsal yerlerinin yıkılıp yok edilmesini hiç umursa­mazken, bir kişinin oruç bozmasının onları neden bu kadar tedirgin ettiğini sakince sorar. ” Kalabalığı böylece susturduktan sonra, Suriye’nin ve özel­likle Kudüs’ün üstüne çöken felaketleri ayrıntılarıyla anlatır.[126]

Îbnü’l-Esir bu duruma: “Suriye’den Bağdat’a gelen Muhacirler göz­leri yaşarttılar, kalpleri mahzun ettiler. Cuma günü de halktan, Fransızla- ra karşı yardım istediler. Hem ağladılar, hem de ağlattılar, ” demiş ve şöy­le devam etmiştir: “Bu ulu ve mübarek şehirde Müslümanların başına ge­len musibetleri, erkeklerin öldüğünü, kadın ve çocukların esir alındığını, malların yağmalandığını ve başlarına gelen musibetin şiddetinden dolayı oruçlarını bozduklarını anlattılar [127]

El-Herevi Eylül 1099’da Abbasilerin başkentinden ayrılırken, Sultan Berkyaruk’la görüşememiştir. Çünkü Sultan Berkyaruk, İran’ın kuzeyinde bulanan kardeşi Muhammed ile Bağdat konusunda iktidar mücadelesi ver­mektedir. Sonunda Sultan Berkyaruk, kardeşine karşı uğradığı bozgunlar karşısında, Bağdat’ın otuz ay içinde sekiz kez el değiştirmesine neden olur. Bu durum Fransızların işgal ettikleri topraklarda varlıklarını sağlamlaştı­rırken yaşanmıştır.[128] İbnü’l-Esir bu durumu: “ Sultanlar pek anlaşamıyor­du, Fransızlar ülkeyi bu sayede ele geçirebildiler!” diye anlatmaktadır.[129] Fulcherius Carnotensis’in ifadesine göre: “Kaçarken ağaçlara çıkan düş­manlar[130] oklarla vurularak ölümcül bir şekilde yere düşüyorlardı. Müslü­manların tamamı öldürülmüştü. Kazandıkları zaferler sonucunda düşman çadırlarına giren Fransızlar, pek çok ganimeti ele geçirdiler. Bu ganimet­ler arasında, altınlar, gümüşler, uzun kaftanlar ve değerli taşlar da bulun­maktaydı. Değerli taşlar yaklaşık on iki çeşitti; yeşim, safir, zümrüt, akik, sarı yakut, beril, topaz, kuvars, sümbül ve amatist bu taşlardan bazılarıydı. Ayrıca altın süslü miğferler, değerli yüzükler, harika kılıçlar, hububat ve un da ele geçirilen ganimetler arasındaydı/”[131]

Fransızlar, Türklerden alman şehir ve toprakların dikkatlice korunma­sı düşüncesindeydi. Türklerin bu topraklan geri alması Fransızların, ele geçirdikleri Kudüs’te başlarına bir felaketin gelmesi olarak yorumlanıyor­du. Kont Baudouin bir çok kez Mezopotamya topraklarında Türklere kar­şı savaşmış ve birçok Türk’ün kafasını kesmişti. Oldukça barbar ve gaddar olan, aynı zamanda Müslüman Türk cesetlerini bile yemekten sakınmayan

Bohemond, Kont Baudouin’e henüz tamamlayamadıklan haç yolculuğunu, Kudüs’te bitirmeyi önerdiyse de, bu durum ancak Kont Baudouin işlerini düzenleyerek yapılacağını gösteriyordu.

Ancak Türklerin, onlara kaybettiği yerleri alma girişimi üzerine bu se­yahatleri ertelenmek zorunda kaldı. Tüm işlerini halledip, Kasım ayında yolculuğa başlayan Kont Baudouin, Antakya’yı geçip Lazikiye’ye geldi ve oradan yol için erzak tayin etti. Cebele’den geçip, Banyas Şehri’nin önü­ne gelerek, burada kamp kuran Bohemond’a katıldı. Camotensis’e göre:“ Bohemond "a burada eşlik eden Pis a Başpiskoposu Daimbert’te bulunmak­taydı. Apulia ’dan gelen bir piskopos ise, Baudouin ’e eşlik etmekteydi. Bu­rada bulunan insanların sayısı atlılar, yayalar ve kadınlarda dâhil yirmi beş bini bulmaktaydı! ” [132]

İç bölgelerdeki Müslüman topraklarına varan Fransızlar, yine yiyecek sıkıntısına düşmüş, erzakları tükenmişti. Bölgede ise yiyecek bulamama sı­kıntısına girmişlerdi. Fransızlar askerleri açlık sıkıntısına düşmüş, yolcu­lukları boyunca geçtikleri şeker kamışı tarlaları sayesinde açlıklarını gider­mişti. Fransızlar, aşırı soğuk ve hiç durmadan yağan yağmurdan çok kötü duruma düşmüş ve birçok asker kaybetmişlerdi. Açlık çeken birçok Fransız askeri yine at, eşek, deve[133] ve bunlar yetmediği için öldürdükleri Türk ve Müslümanlara ait cesetlerin parçalarını yanlarına alıp yemeye başlamıştı.

Sonunda Kudüs Şehri’ne varan Fransızlar, Bethlehem bölgesinde bu­lunan Hz. İsa’nın mezarını ve diğer kutsal yerleri ziyaret ederek, Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı dünyaya getirdiği ahır yemliğindeki dualara katıl­mışlardı. Kudüs Şehri’ne vardıklarında, Fransızlar tarafından öldürülen binlerce Müslüman’m çürümüş bedenlerinin kokusu sarmıştı. Bu arada 11 Ağustos 1099’daPapaUrbanus[134] öldü.[135]

Peş peşe yaşanan onca yenilgi, onca hayal kırıklığı ve aşağılamalardan sonra 1100 yılının yaz aylarında Şam Şehri’ne üç beklenmedik haber umut­lan yeşertir. Yalnız el-Herevi’nin etrafındaki dini militanlar arasında değil, çarşılarda, ham ipek, altın simli brokar, damasko kumaş, telkâri kakmalı mobilya satılan kemerlerin önündeki çardakların gölgesinde oturup, yoldan geçenlerin başları üstünden dükkândan dükkâna seslenen esnafın sesinde de güzel günlerin neşeli sözleri vardı. 1100 yılı Temmuz ayının başında ya­yılan ilk söylenti, kısa sürede doğru bilgi olarak kabul edilir: “Trablusşam, Humus ve Orta Suriye’nin tamamı hakkındaki emellerini hiçbir zaman giz­lemeyen yaşlı Saint-Gilles, diğer Fransız komutanlarıyla çatışmış ve ansı­zın bir gemiye atlayıp Konstantinopolis ’in yolunu tutmuştur. Bir daha geri gelmeyeceği konuşulmaktadırF

1100 Temmuzunun sonunda daha da inanılmaz ikinci bir haber gelir ve çok kısa sürede camiden camiye, sokaktan sokağa yayılır. ÎbnüT-Kalanisi bu haberi, Kudüs ’ünyeni efendisi Godefroi, Akka Şehri ’ni kuşatırken isabet eden bir okla vurulup öldü, diye yazmıştır. Filistin ileri gelenlerinden biri­nin Fransız komutana zehirli meyve ikram ettiği de söylenmektedir. Bazı insanlarda, bu komutanın salgın bir hastalığa yakalanıp, eceliyle öldüğünü söylemekteydiler. Ama halk en çok Şamlı vakanüvis ÎbnüT-Kalanisi’nin yazdığı cümleleri benimser. Akkâ Şehri’ni savunan Müslümanlar, oklarıy­la Godefroi ’yi vurmuştur.[136]

Birkaç gün sonra Fransızların en ürkütücü komutanı olarak görülen Dük Bohemond’un esir edildiği haberi duyulunca, bu izlenim doğrula­nır. Fulcherius Carnotensis bu olayı şu şekilde anlatmaktadır: “Bohemond, Antakya ’ya gelmiş ve bu şehri altı ay yönetmişti. Ağustos ’ta ise, adamla­rıyla birlikte Malatya ’ya doğru ilerlerken, (şehrin rehine alışverişi sonu­cunda Hâkimi Gabriel tarafından Bohemond’a teslimi için söz verilmiştir.

Gabriel ise, Malatya’yı 1103 yılma kadar yöneten Ermeni Prensidir. Hem Urfah Thoros’un hem de II. Kont Baudouin’in kayınpederi olmuştur.) Türk Emiri Danişmend Gazi ve emrindeki kalabalık Türkler, ona karşı yola çıktı. Emir Danişmend’in amacı, kendisinden habersiz ilerleyen Bohemond’un yolunu kesmekti. Malatya yakınlarındaki bir köyde halk Bohemond’un üzerine atılmıştı. Adamlarımız (Fransızlar) sayıca az olduklarından cesa­retsizlerdi ve hemen dağılıp kaçtılar. Türkler ise, Bohemond’u yakalayıp esir etmiş ve adamlarının çoğunu ise öldürmüşlerdi.”[137] İbnü’l Kalanisi ise bu durumu şöyle izah ediyor: “ Fransızların Kralı ve Antakya ’nın efendi­si olan Bohemond, Emir Danişmend’in hızla ilerlediğini haberini alınca adamlarını topladı ve Müslüman ordusunu üzerine yürüdü.”[138]

Fulcherius Carnotensis eserinde devamla: “Bu haberi alınca çok üzül­dük Bu yaşananlar üzerine Urfa Dükü Baudouin, Antakya ve Urfa ’dan topladığı adamlarla, düşmanları aramaya başlamıştı. Bohemond, kurnaz­lık gereği esir düşeceğini anlayınca, aralarında daha önceden belirlenen bir işaret olarak, saçındaki perçemlerden bir tutam kesip, sağ kutulan as­kerlerinden birine vermişti. Bu mesajla Bohemond, Baudouin e yardım is­teğini anlatıyordu. Bunu öğrendiğimizde üç gün boyunca peşlerine düştük, onları bulamadık ve hayal kırıklığına uğradık.”[139]

Allah, zaferi Türklere nasip etmişti. Çok sayıda Fransız askeri öldürül­dü. Öldürülenler arasında Ermeni Piskoposları da vardı. Bohemond ve Sa- lemo Kontu Richard[140] esir düşmüş ve zincirlenerek, Anadolu’da bugünkü Tokat Şehri sınırları içinde bulunan Niksar’a götürüldüler.

Fransız istilasının belli başlı üç mimarı olan Saint-Gilles, Godefroi ve Bohemond’un böyle arka arkaya saf dışı edilmesini, herkes ilahi bir işaret olarak görür. Fransızların görünüşteki yenilmezliği karşısında, elden ayak­tan kesilenler, cesaretlerini yeniden toplarlar.

Artık onlara belli bir darbenin indirilme zamanıdır. Bu darbeyi en çok indirmek isteyen de Dukak’tır. Selçuklu Sultanı Dukak, Fransızlara ve di­ğer haçlı ordusuna savaş açamanm gerekli olduğuna 1100 yılının ilkbaha­rında karar verir.

Dukak’a bağlı olan Golan Tepeleri’nden bir Bedevi şefi, mahsulleri­ni yağmalayan ve sürülerini çalan Kudüslü Fransızların, ardı arkası kesil­meyen baskınlarında dert yanınca, Dukak onlara gözdağı verme kararı alır. Mayıs aymda bir gün Godefroi ve onun sağ kolu olan -Bohemon’un yeğe­ni- Tancrede, adamlarıyla birlikte çok verimli geçmiş bir yağmalamadan geri dönerlerken, Şam ordusunun saldırısına uğrarlar.

Yüklendikleri ganimet yüzünden hareketleri ağırlaşan Fransızlar, çatış­mayı göze almaz. Geride birçok ölü bırakarak kaçmayı tercih ederler. Özel­likle Tancrede hayatını zor kurtarır. Fransızlar bunun intikamını almak için harekete geçer. Ancak Dukak, onlarla savaşmayı göze almaz. Dukak’m güç duruma düştüğünü hisseden Tancrede, ona bir elçi göndererek, Hıristiyan olmasını ya da kendisine Şam’ı teslim etmesini bildirir. Bu haber üzerine Selçuklu Sultanı Dukak, elçilerin tutuklanmasını emreder ve öfkelenmiş bir vaziyette elçilere, İslâm’ı kabul etmelerini söyler. İçlerinden biri kabul eder ve diğerleri ise öldürülür.

Godefroi, Tancrede’in askerleriyle buluştuğunda, bu haber yeni duyul­muştur ve her ikisi ellerindeki tüm Fransız askerleri ile on gün boyunca Şam’ın çevresini alt üst ederler. Dukak ise, tüm bu gelişmeler karşısın­da sessiz kalmış, kasırganın dinmesini beklemişti. Dukak’m artık tek bir amacı vardı: Bunun intikamını almak. Bohemond’un esir düşmesi üzeri­ne, beklenen saldırı planını ekim ayında uygulamaya koyacaktır. İbnü’l- Kalanisi’nin ifade ettiğine göre, Godefroi öldürülünce[141], kardeşi olan Urfa Senyörü Kont Baudouin, beş yüz şövalye ve piyade askerleri ile birlikte Kudüs "e doğru yola çıktı. Onun geçeceğini öğrenen Dukak, askerlerini top­ladı ve onun üzerine yürüdü. Onunla Beyrut sahilinde karşılaştı.

Baudouin, her zaman Godefroi’in yerine geçmeyi amaçlamıştı. Baudo- in insanlara karşı acımasızlığı, kıyım yapması ve hiçbir ahlâki kural tanıma­masıyla, oldukça ünlenen bir Fransız Şövalyedir. Urfa’da “kendisini evlat edinen ebeveynlerini” katlederek bu özelliğini ortaya koymuştur. Hem ce­sur, hem de kurnaz bir savaşçıdır. Kudüs’te bulunması, hem Türkler ve hem de Araplar için bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu durumda Baudouin’i kritik bir anda öldürerek veya esir ederek, istilacı Fransız ordusunu başsız bıra­kıp, Fransızların Doğu’daki varlığını tehlikeye düşürmek gerekmektedir.

Baudouin, 24 Ekim’de kuzeyden gelrek Akdeniz kıyısmca ilerler. Ama bundan önce, Fatîmilerle eski sınır olanNehrü’l-Kelb’i (KöpekNehri) geç­mek zorundadır. Bu nehrin denize döküldüğü yerin yakınlarında yol da­ralır, etrafını yalçın tepeler sarar. Pusu kurmak için burada bekleyen Du- kak, askerlerini mağaralara ve ormanlık yamaçlara gizlemiştir. Dukak, Baudouin’i yenerek, tekrar eski ününe geri dönmek istiyordu.[142]

Bu arada Fransızlar, Antakya’dan geçip, Lazikiye, Cebele, Tartus ve Arka yoluyla Trablusşam’a geçmiştir. Trablusşam Emiri Kadı Fahrü’l- Mülk, Dukak’m Şam’da gözü olduğunu bilerek, Lord Baudouin’e yol bo­yunca ihtiyacı olan çadır, ekmek, şarap, bal, et, altın ve gümüş göndermiş, Dukak ve Hıms/Humus Emiri Cenahüddevle’nin kurdukları plan hakkın­da Baudouin’i bilgilendirmişti.[143] Baudouin, bu geçide doğru harekete geç­ti. Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Dukak, okçularının nişan aldığı bu dar sa­hil şeridine girdikleri anda, Fransızların üzerine çökmeye hazırlamaktaydı. Gerçekten de Fransızlar, Yuniye Köyü tarafından görünüp, hiçbir şeyden kuşkulanmıyormuş gibi ilerlemeye devam ettiler. Birkaç adım sonra tuza­ğa düşeceklerdi.[144]

Baudouin’un Papazı olan Fulcherius Carnotensis, bu durumu: 66 îşte düşmanlarımız bizi bu geçitte bekliyordu. Geçidi her tarafından keserek, ordumuzu katletmeyi planlamışlardı. Öncülerimiz, bu geçide yaklaştıkla­rında Türkleri görüp, bunun bir tuzak olduğunu anlayarak, durumu ha­berci aracılığıyla LordBaudouin ’e bildirdiler. Burada dört askerimizi kay­bettik ama düşmana bayağı zarar vermeyi başardık,” diye ifade etmiştir.[145] Fransızlara karşı savaşmayı göze alamayan Türk ve Müslüman askerleri morallerini yitirerek, birbirlerini suçlamışlardı. Bunun üzerine Dukak, as­kerleri ile birlikte Cebel-i Lübnan’a doğru geri çekilirken, Fransızlar sakin bir şekilde Filistin’e doğru yollarına devam ediyorlardı.

Trablusşam Kadısı bilinçli olarak, Baudouin’e yardım etmekle beraber, kendi şehri için asıl tehdit olarak Dukak’ı görmüştü. Amin Maalouf, “Les Croisades Vues Par Les Arabes” adlı tarihi yapıtlara dayalı eserinde, Sel­çuklu Sultanları’m aşağılayan bazı cümlelerde kullanmıştır. İslamiyet’e bu kadar hizmet etmiş bir milletimböylesine kötülenmesi, dorusu yadırgana­cak bir davranıştır.

Emevi siyasi anlayışını ve Arap milliyetçiliğini ön plana atıp, Türkleri kötülemenin, Araplara bir yarar sağlamayacağını da bildirmek isterim. Da­ğınık bir duruma düşmüş İslam ülkeleri, batı dünyası için bir yem konumu­na düşerken, Türklerin İslam Dini’ni koruma ve yüceltme çabalarma des­tek olunması gerekirken, böylesine bir aşağılamayı kınıyorum.

Kudüs Şehri ele geçirildikten sonra, Fransızların çoğu ülkelerine doğ­ru yola çıkmışlardı. Baudouin, tahta çıktığında az bir şövalye mevcuttu. Ancak 1101 yılının ilkbahar aylarında, kalabalık bir Fransız ordusunun Konstantinopolis’te toplandığı bildirilmektedir. Fransızları daha yeni tanı­ma şansını bulan Kılıç Arslan ve Danişmend Gazi, Fransız ordusunun yo­lunu kesmek için güçlerini birleştirirler. Fransız ordusuna karşı Güneydo­ğu Anadolu’da bir tuzak kurmayı denerler.

Sultan Kılıç Arslan, onların geçeceği yolun üstünde bulunan tüm su kaynaklarına zehir katar ve Saint-Gilles komutasındaki yüz bin askerin bo­ğazı geçtiğini 1101’de öğrenir. Adım adım Fransız ordusunu takip eder, önce onların İznik’e uğrayacaklarını tahmin etmektedir. Ama keşif kolla­rı sağlıklı bir bilgi aktarmakta gecikir, bunun üzerine Kılıç Arslan, Fran­sızların izini ancak haziran ayı sonunda, kendi şehri olan Ankara surlarının önünde bulur. Fransızlar Ankara’yı işgal eder ve Türk toprakları çok büyük bir tehdit altındadır artık.

Sultan Kılıç Arslan pusu kurarak, Fransızların Ankara’dan çıkacakla­rı zamanı beklemektedir. Pusu yeri olarak, Merzifon Köyü seçilir. Türk or­dusunun ilk saldırısında, Fransızlar kaçmaya başlar ve bir çoğu öldürülür. Sain-Gilles kaçmayı başarır. Merzifon’daki savaş henüz sona ermiştir ki, haberciler Kılıç Arslan’a, “yeni bir Fransız askeri kolunun Anadolu içleri­ne ilerlemeye başladığını” bildirir. Haç kuşanmış Fransız askerleri, günler­ce yürüdükten sonra, güney yolundaki su kuyularına zehir katıldığını anlar­lar. Sultan Kılıç Arslan, Ağustos ayının sonunda, kuzeydoğu yönünden gel­diğinde, susuzluktan ölmek üzere olan Fransız askerleri imha edilir. Ama her şey bitmemiştir. Fransızların ikinci keşif harekâtının başarısız olması­nın ardından, üçüncü bir keşif kolu daha yola çıkmıştır. Fransız ordusun­da bulunan, kadınlar, yayalar, atlı askerler ve çocuklar tamamen susuzluk­tan çökmüş durumda Konya’nın Ereğli Bölgesi’ne varırlar. Bir su deresi­nin oraya doğru yöneldikleri sırada, Kılıç Arslan’m kurduğu pusu ile karşı karşıya kalırlar. Fransızlar, birbirini izleyen bu üç savaştan sonra, bir daha bellerini doğrultamazlar.[146]

Fransızlar için her zaman en büyük koz: Arap dünyasının uyuşukluğu olmuştur. İbnü’l-Esir bu durumu şöyle ifade etmektedir:

“Fransız Kontu Saint-Gilles, Allah ona lanet etsin, Konya Hükümdarı Kılıç Arslan b. Süleyman b. Kutalmış ile karşılaşmıştı. Saint Gilles ’in ya­nında yüz bin kişi olduğu halde Kılıç Arslan ’in az sayıda kuvveti vardı. İki taraf savaşa tutuştular, sonunda Fransızlar yenildiler ve pek çok kişi esir düştü. Kılıç Arslan ganimetlerle ve hiç tahmin etmediği bir zaferle döndü.

Saint Gilles ise, üç yüz kişiyle yenilmiş bir vaziyette Suriye ’ye gitti, bu­nun üzerine Trablusşam Hakimi Fahrulmülk b. Ammar, Hınıs ’taki (Humus) Valisi Emîr Yabız’a ve MelikDukak’a haber gönderip: ‘ Saint-Gilles böy- lesine az bir kuvvetle dönerken üzerine yürümek için acele etmek doğru bir harekettir» dedi. Humus Valisi bu davete bizzat icabet ederken, Melik Dukâk iki bin savaşçı gönderdi, ayrıca Trablusşam ’dan da yardımcı birlik­ler geldi. Hepsi Trablus önünde toplandılar ve burada Saint-Gilles ile kar­şılaştılar.

Saint-Gilles askerlerinden yüz kişiyi Trablus kuvvetlerine, yüz kişiyi de Dımaşk/Şamlıların askerlerine karşı çıkardı ve kendisi de elli kişiyle kaldı. Humus askerleri haçlı askerleriyle karşı karşıya gelince mağlûp oldular ve geri dönüp kaçtılar, Dımaşk askerleri de onları takip ettiler. Trablus halkı­na gelince, bunlar Saint-Gilles ’in üzerlerine gönderdiği yüz kişiyle sava­şa girdiler. Bunu gören Saint-Gilles ’de kalan iki yüz kişiyle onların üzeri­ne saldırdı ve birlikte Trablus kuvvetlerini mağlûp ettiler, onlardan yedi bin kişiyi öldürdüler.”[147]

Selçuklu Emiri Dukak, Trablusşam Kadısı FahrüT-Mülk’ün, Fransız- lara daha önceden sağladığı destekten ötürü, FahrüT-Mülk’e güveni sar­sılmış ve ona gereken yardımı istediği ölçüde sağlamamıştı. Müslüman­ların birbirlerine yaptıkları bu ihanetler sonucunda, Fransızlar Trablusşam Kontluğu’nu kurdular.

Mayıs 1102’de, Vezir el-Efdâl’in oğlu Şeref’in(Şerefu’l-Meâli) komu­tasındaki yirmi bin kişilik Mısır ordusu, Filistin’e gelmiş ve Yafa Limanı yakınındaki Remle’de, Baudouin’in askerlerini ani bir baskınla çembere almıştı. Baudouin’un vücudunun bir kısmı yandı ve ancak sazlıklar arasına saklanmak kaydıyla hayatını kurtardı. Fransız şövalyelerinin çoğu öldürü­lür ve tutsak edilir. Eğer Mısır ordusu isteseydi, o gün kesinlikle Kudüs’ü rahatlıkla onların elinden alırdı. Bu durumu Îbnü’l-Esir şöyle anlatır:

“Şeref ’in (Şerefü 'l-Meâli) askerleri ona şöyle dediler: ‘ Haydi gidip Kudüs'ü alalım!'Başkaları ise şöyle dediler: ‘ Önce Yafayı alalım!' Şe­ref bir türlü karar veremiyordu. Şeref böyle tereddüt ederken, Fransızlara yardım olarak denizden takviye kuvvetleri geldi ve Şeref Mısır 'a, babasının yanına dönmek zorunda kaldı!"[148]

Kahire Hâkimi, ertesi yıl tekrar saldırıya geçer, sonraki yıllarda öyle. Ama talihsizlik peşini bırakmaz. Bir kez Mısır donanması ve kara ordusu birbirine girer. Bir diğerinde seferin komutanı kaza sonucu ölünce, birlik­ler kargaşa içine girer.[149] Îbnü’l-Esir, bu olayı şöyle anlatır:

“Cesur ama aşırı batıl inancı olan biriydi. Falında attan düşüp öle­ceğini söylediler. Beyrut Valiliği'ne atanınca, atının toynakları kaymasın diye sokaklardaki tüm taşları söktürdü. Fakat ecel gelince sakınmak fay­da etmedi, mağlûp olduğu savaşta atı onu üzerinden attı ve yere düşerek Öldü. Haçlılar Sa 'düddevle 'nin çadırını ve Müslümanlara ait eşyaları ele geçirdiler!"[150] El-Efdâl’in birbirini izleyen seferlerinin hepsi, kimi şansız­lıktan, kimi hayal gücü kıtlığından, kimi de cesaretsizlikten dolayı hüsran­la sonuçlanır. Bu sırada Fransızlar rahat bir şekilde Filistin’i kuşatmaya de­vam ederler.

Fransızlar, Hayfa ve Yafa’yı aldıktan sonra Mayıs 1104’te Akkâ Limanı’na saldırırlar. Yardım almaktan umudunu kesen Mısırlı Vali, Fran- sızlardan kendisinin ve şehir halkının bağışlanmasını ister. Baudouin, on­lara dokunmayacağına söz verir. Ama Müslümanlar mallarını da taşıyarak şehirden çıkar çıkmaz Fransızlar onlara saldırır, her şeylerini yağmalar ve çoğunu öldürürler. El-Efdâl, bu aşağılamanın öcünü almaya yemin eder.

Her yıl Fransızların üzerine güçlü bir ordu gönderecek, ama her sefe­rinde yeni bir felaket yaşanacaktır. Kuzeyde de Fransızları yok olmaktan, Müslüman emirlerin ihmalkârlığı kurtarır. Ağustos 1100’de Bohemond esir edildikten sonra, Antakya’da kurduğu prenslik tam yedi ay boyunca başsız ve ordusuz kalır, ama komşu sultanlardan ne Rıdvan, ne Kılıç Arslan, ne de Danişmend Gazi bu durumdan istifade etmeyi akıl eder. Fransızların An­takya için naip belirlemesine fırsat sunmuş olurlar. Onlarda Bohemond’un yeğeni Tancrede’i seçer.[151]

Fransız Kronikçi Fulcherius Carnotensis, Tancrede’in Antakya naibi seçilmesini şöyle yorumlamıştır:

“Antakyalılar gönderdiği temsilcilerle Tancrede’e şu mesajı iletmiş­lerdi: ‘Tancrede, oyalanmadan buraya gel. Senin ve bizim efendimiz olan Lord Bohemond esaretten kurtulup dönene kadar, Antakya ’ya ve ona bağ­lı olan topraklara sahip çıkarak bizleri yönet. Sen onun akrabası olan sağ­duyulu, mükemmel bir savaşçısın ve bizlerden daha kuvvetlisin. Kuşkusuz topraklarımızı da bizden daha iyi koruyabilirsin...’Antakya halkının bu teklifini kabul eden Tancrede ise, sahip olduğu Hayfa ve Taberiye şehir­lerini Kral Baudouin ’e teslim ederek, 9 Mart 1101 ’de[152] [153] [154] şehre doğru yola çıktı.”141

Tancrede, her yeri yağmalar. Halepli Rıdvan, kendisine uzlaşma teklif eder. Kibirli hareket eden Tancrede, Halep’teki Ulu Camii’nin üstüne koca­man bir haç yerleştirmesini ister. İlginçtir ki, Halepli Rıdvan, onun bu iste­ğini yerine getirir. İslam dünyasını bu denli küçük düşürmek, ilerde sıkın­tıları da beraberinde getirecektir.

1103 yılının ilkbaharında, Bohemond’un emellerini gayet iyi bilen Danişmend Gazi, yine de hiçbir siyasi karşılık beklemeden, onu serbest bırakır. Bohemond’tan 100 bin dinar fidye ve Antakya’nın eski efendisi Yağısıyan’m esir kızını serbest bırakmasını ister. İbnüT-Esir bu duruma ol­dukça öfkelenmiş durumdadır: “Bohemond, hapisten çıkınca Antakya ’ya döndü. Böylece kendi halkını cesaretlendirdi. Ödediği fidyeyi de çevredeki şehirlerin halkından almakta hiç gecikmedi. Müslümanlar, Bohemond’un yakalanmasının sağladığı faydayı unutturan bir zarara uğradılar”14*

Fulcherius Camotensis ise Bohemond’un serbest kalmasını şu şekil­de anlatmıştır:

“Bu dönemde Lord Bohemond hakkından çok güzel haberler yayılmak­taydı. Bohemond, Türk esaretinden kurtulmuştu.[155] Esaretten nasıl kurtul­duğunu, Antakya halkının onu sevinçle karşılayışını ve geçmişte yönettiği toprakları nasıl yeniden ele geçirdiğini habercilerle bizlere bildirdi.

Üstelik Bohemond, Tanered’in İstanbul'daki imparatorun adamların­dan zorla ele geçirdiği Lazikiye Şehri'ni de teslim almıştı. Tancred'e de kendi topraklarından uygun bir bedel vererek, onu şefkatle yatıştırdı.[156]

Bohemond, masraflarını yerel halka ödettirdikten sonra, topraklarını genişletmeye çalışır. 1104 ilkbaharında Antakya ve Urfa Fransızları, Har­ran Kalesi’ni almak için harekete geçerler. îbn-i Cübeyr’e göre Harran, hiç­bir özelliği olmayan, fırın gibi oldukça sıcak ve çırılçıplak bir ovanın or­tasında terk edilmiş bir bölge görüntüsü vermektedir. Ama burası stratejik bir öneme sahiptir.

Fransızlar burayı ele geçirirlerse, ilerde Musul ve Bağdat’ı da tehdit edebilirlerdi. Şehrin düşmesi demek, Halep’in çembere alınması demek­ti. Bilinmesi gerekir ki, bu istilacılar oldukça cüretlidirler. Türk ve Müslü­man Araplar arasındaki bölünmeler, onların işlerini daha da rahat yapma­larına imkân sağlıyordu.

Birbirlerine adeta düşman olan Sultan Berkyaruk ve Sultan Muhammed kardeşler arasındaki çekişme, Bağdat’ın iki de bir el değiştirmesine neden oluyordu. Musul Şehri’nde Atabey Kürboğa vefat etmiş ve halefi olan Türk Emiri Çökülmüş kendini bir türlü kabul ettirememişti. Harran’da meydan gelen bu kaos, valinin öldürülmesi, şehrin ateşe verilmesi ve kana gömül­mesi ile neticelenmişti. Musul Şehri’nin yeni efendisi Çökürmüş ile kom­şusu olan eski Kudüs Valisi Artukoğlu Sökmen ise savaşa tutuşmak üze­reydiler.

Artukoğlu Sökmen, Çökürmüş 'ün öldürdüğü bir yeğeninin intikamı­nı almak istiyordu ve iki taraf da çarpışmaya hazırlanıyordu. Ama Ibnü 'l Esir 'in dediği gibi, “ Fransızlar tam bu esnada Harran üzerine yürüyor­lardı. " İşte bu haber karşısında, Harran 'ı kurtarmak amacıyla kuvvetleri­ni birleştirme kararı aldılar Her ikisi de yaşamlarını Allah uğruna feda et­meye hazır olduğunu ve Allah ’ın zaferinden başka bir şeyi umursamadık­larını açıkladılar Bir araya geldiler, ittifak gereği mühür bastılar ve Fran­sızlar üzerine gitmeye başladılar Çökürmüş ’ün üç bin Türkmen atlısı, Ar- tukoğlu Sökmen ’in ise yedi bin Türkmen atlısı vardı.

1104 yılında bu iki dost beyler, Fırat Nehri’ne bağlı olan kollardan Be- lih Çayı kıyısında, Fransızlarla karşılaştılar. Türk savaş taktiği uygulanır burada: Bozkır Taktiği. Tam kaçarlarmış gibi yaparlar ve Fransızların ken­dilerini takip etmelerine izin verirler. Sonra komutanlarının bir işaretiyle, atlarını çevirerek düşmana dönüp, Fransızlan kılıçtan geçirirler.

Bohemond ve Tancrede, esas asker kalabalığından ayrılmış ve Müslü­manların kalabalığından ayrılmış ve Müslümanları arkadan vurmak için tepenin arkasına gizlenmişlerdi. Ama kendi adamlarının yenildiğini görün­ce, yerlerinden kıpırdamaya karar verdiler. Geceyi beklemeye ve kaçma­ya koyuldular. Peşlerine düşen Müslümanlar silah arkadaşlarından birço­ğunu öldürüp, esir ettiler. Bohemond ve Tancrede de yanlarında ancak altı atlı ile canlarını zor kurtardılar.

Harran’daki bu savaşa Fransız komutanlar arasında II. Baudouin’de bulunmaktaydı. Kudüs Kralı’nm kuzeni olan II. Baudouin, onun ardından Urfa Kontluğu’nun başına geçmiştir. Baudouin’de kaçmaya çalışır, ama atı Belih Çayı’nm yakınındaki bir geçitten geçerken çamura saplanır. Artu- koğlu Sökmen’in adamları onu yakalar ve efendilerinin çadırına götürürler. Îbnü’l-Esir’in ifadesine göre, bu hadise, müttefikinin, Artukoğlu Sökmen’i kıskanmasına neden olur.

Çökürmüş’ün adamları ona şunu dedi: “Onlar bizim yanımızdan gani­metlerle ayrılırken bizim halkın ve Türkmen’lerin nazarındaki itibarınız ne olur?” Böyle diyerek onu Kont Baudouin’u ele geçirmeye teşvik ettiler, o da adamlarını gönderip, Kont Baudouin’i Sökmen’in çadırından aldırttı.

Sökmen geri dönüp meseleyi öğrenince, Çökürmüş’ün yaptıkları çok zoruna gitti, adamları da savaş için hazırlanmışlardı, fakat Artukoğlu Sök­men onları geri çevirdi ve: ‘Müslümanların bu gazadan duydukları sevinç bizim aramızdaki ihtilaf yüzünden kedere dönmesin. Düşmanları Müslü- manlara güldürerek öfkemi gidermek istemem,’ dedi. Hemen harekete ge­çip Haçlıların silâhlarmı ve sancaklarını aldı. Adamlarına onların elbisele­rini giydirip, onların atlarına bindirdi. Haçlıların bulunduğu sabahtan (me­tinde Şeyhân) kalelerine doğru ilerledi. Haçlılar, her defasında kendi adam- larınm zaferle döndüğünü zannederek, onları karşılamaya çıktılar, Sök­men de onları öldürüp kaleleri ellerinden aldı, bu şekilde bir kaç kaleyi ele geçirdi.”[157]

îbnü’l -Kalanisi, alışılmadık bir sevinçle Harran Zaferi’ni yorumlar:

“Müslümanlar açısından eşsiz bir zafer oldu. Fransızların moralleri bozuldu, sayıları azaldı, saldırı ve silah kapasiteleri düştü. Müslümanla­rın maneviyatı güçlendi, dinlerini savunma coşkuları arttı. İnsanlar bu za­ferden ötürü birbirlerini tebrik ettiler ve başarının Fransızlardan uzaklaş­tığına emin oldular. ”

Gerçekten de Fransızlardan birinin, üstelikte önde gelenlerinden biri­nin morali, Harran Bozgunu ile altüst olur. Bu kişi Bohemond’dur. Bir­kaç ay sonra bir gemiye binip[158] İtalya’ya gider. Fulcherius Carnotensis, Bohemond’un bu durumunu şöyle anlatır:

“1105 yılında kendi topraklarını Tancrede "e teslim etmiş olan Bohemond, az sayıda gemisiyle, deniz aşıp Apulia ’ya geçti.[159] Bu yolculuk esnasında, Kudüs Patriği Daimbert de ona eşlik etmişti.

Daimbert’in bu yolculuğa katılma sebebi, şikâyetlerini ve kralın ona verdiği zararı Papa ’ya bildirmek için Roma ’ya gitmek istemesiydi. Daim­bert, istediklerini elde etmiş, ancak yolda hayatını kaybettiğinden, kutsal topraklara geri dönememişti.”

İşte bu zaferden sonra, Fransızların doğuya doğru yürüyüşü sonsuza kadar durmuştur. Fransızlara karşı galip geldikten sonra, hep birlikte Urfa üzerine yürüyeceklerine, aralarında çıkan tartışma yüzünden ayrılırlar. Ar- tukoğlu Sökmen, birkaç kaleyi ele geçirir. Çökülmüş ise, Tancrede’in bas­kınına maruz kalır ve birçok askeri ölür. Genç ve güzel bir prenses ise esir düşer.

Musul Valisi için bu prenses öyle önemlidir ki, Bohemond ve Tancrede’e haber gönderip, prensese karşılık Urfa Kontu II. Baudouin’i serbest bırak­maya veya on beş bin altın dinar fidye ödemeye hazır olduğunu bildirir. Amca ve yeğen fikir alışverişinde bulunduktan sonra, Çökürmüş’e para­yı alıp, silah arkadaşlarını tutsak olarak bırakmayı tercih ettikleri haberini gönderirler. Baudouin’in tutsaklığı üç yıldan fazla sürecektir. Musul Emiri, anlaştığı bedeli ödeyecek, prensesini geri alacak ve Baudouin’i de yanında esir tutmaya devam edecektir.

Bu olaylardan dört yıl sonra, 1108 yılının Ekim ayında, iki ordu karşı karşıya gelmiştir. Tancrede’in bin beş yüz şövalye ve piyade askerleri, baş­larıyla burunlarını örten miğferler takmış, kılıçlarını, gürzlerini veya ağız­lan iyice eğelenmiş baltalannı sımsıkı kavramış beklemekteydiler. Yanla- nnda Halepli Rıdvan’ın gönderdiği uzun örgülü altı yüz Türk süvarisi bek­liyordu. Karşı tarafta, Mısır Emiri Cavlî ve onun üç tümene ayrılmış, iki bin kişilik ordusu: Solda Araplar, sağda Türkler ve ortada Fransız şövalye­leri. Bu şövalyelerin arasında Urfa Kontu Baudouin ile onun kuzeni ve Teli Beşir’in efendisi Jocelin de vardı.[160]

Antakya’daki dev savaşa katılanlar, on yıl sonra Atabey Kürboğa’nm ardıllarından bir Musul valisinin Urfa’nm Fransız kontlarından biriyle itti­fak yapıp, Antakya’nın Fransız prensiyle, Halep’in Selçuklu sultanına kar­şı omuz omuza savaşacaklarını düşünebilirler miydi? Gerçekten de Fran- sızlar, Müslüman beylerin karşılıklı katliam oyununa ortak olmakta gecik­memişlerdi.

Müslümanlar arasmda sayısız çatışma yaşandığı gibi, Fransızlar ara­sında da çeşitli kavgalar çıkmıştı. Baudouin, Musul’da esir iken, Tancrede Urfa’ya el koymuştu. Bu amaçla Tanrede, Baudouin’in serbest kalması için hiç acele etmiyordu. Hatta Çökürmüş’ün, onu elinde mümkün olduğu ka­dar uzun süre tutması için çeşitli oyunlar oynamıştı.

Ama bu emir, 1107’de devrilince, Kont Baudouin, Musul’un yeni efen­disi Cavlî’nin eline geçti. Cavlî, çok zeki bir Türk’tü ve iki Fransız komu­tanın arasındaki çekişmeyi iyi biliyor ve bundan faydalanabileceğini düşü­nüyordu.

Cavlî, Baudouin’i serbest bıraktı, ona kaftanlar, soylu giysiler armağan etti ve onla anlaşma yaptı. Ona şunları söyledi: “Urfa’daki fief’iniz[161] teh­dit altmda, benim de Musul’daki konumum hiç iyi değil. Birbirimize yar­dım edelim.” Urfa Kontu Baudouin’in Papazı olan Fulcherius Camotensis, bu durumu şöyle anlatmıştır:

"Aşağı yukarı beş yıl[162]zincire vurulduktan sonra, Baudouin fidye kar­şılığı serbest bırakılmıştı. Baudouin ’in hapisten kurtulmasında ona en çok yardım eden Joscelin idi. Kurtulduktan sonra Urfa’ya dönen Baudouin, Tancrede ve adamlarının engellemesi yüzünden şehre girememişti. Sonuç­ta bu olay Baudouin ’in üstünlüğü ile sonuçlandı. Çünkü daha önce Lord Bohemond’un aracılığıyla yapılan bir anlaşma vardı. Bu anlaşmaya göre Baudouin, herhangi bir zamanda, herhangi bir şekilde esirlikten kurtulur­sa, toprakları tartışmasızca ona iade edilecekti. Ancak anlaşmaya uyulma­yınca bu iki müttefik, Tancrede karşı savaşa giriştiler.

Tancrede ’in özürleri ve barış için yalvarışları, Baudouin ve Joscelin ’i asla yatıştırmamıştı. Joscelin, yedi bin Türk’ü toplayıp savaşa hazırlıksız olan Tancrede’i ve beş yüz adamını, bu Türklerin yardımı deyendi.[163]

Ancak Urfa halkı oluşan zararı görünce, karşılıklı fikirlerin alınıp, an­laşma imzalanmasına aracılık yapmışlardı.”[164]*

Îbnü’l-Esir ise, Fransızların delirmiş olduklarını ifade ederek, bu duru­mu oldukça ilginç olarak yorumlamaktadır:

"Bu sorunu kendi aralarında çözemeyince, onlar için bir tür imam ye­rine geçen patrik arabuluculuk yapmayı denedi. Piskoposlardan ve papaz­lardan oluşan bir komisyon atadı ve bu komisyon yaptığı soruşturma so­nucunda Tancrede’in amcası Bohemond’un ülkesine geri dönmeden önce ona, Baudouin esir olmaktan kurtulursa, Urfa ’yı ona geri vermesini bil­dirdiğini saptadı. ’ Bunun üzerine Tancred, bunu kabul etmek zorunda kal­dı ve Baudouin, Urfa’yı geri aldı.”[165]

Yukarıda bahsettiğimiz olaylar nedeniyle morali bozulan Bohemond, Avrupa’ya gitti.[166] Orada Kral I. Philip’in (1060-1108) Constance adlı kı­zıyla evlenmiş ve onu Apulya’ya getirmişti. Constance’den iki oğlu oldu. Oğullarından biri öldü, babasının adını alan ikinci oğlu ise mirasçısı ola­rak kaldı.[167]

Bahsedilen zaferi Tancrede’in iyi niyetinden ziyade, Cavlî’nm işe ka­rışmasından duyduğu korkuya bağlayan Baudouin, topraklarındaki tüm Müslüman esirleri serbest bırakır ve hatta herkesin içinde îslam Dini’ne küfreden, bir Hıristiyan görevliyi de idam eder. Kont Baudouin ve Emir Cavlî arasındaki bu tuhaf ittifak, sadece Tancrede’i öfkelendirmez.

Sultan Rıdvan da Antakya Prensi Tancrede bir mektup yazarak, onu Emir Cavlî’nm emellerine ve kalleşliğine karşı uyararak şöyle der: "Emir Cavlî, Halep "i ele geçirerek, Fransızların Suriye ’de daha fazla tutunama- malarını sağlamak istiyor T İşte bu yüzden iki ordu Teli Beşir’de karşı kar­şıya gelmişti.162

28 Şubat 1105’te Şövalye Kont Raymond, Trablusşam Şehri önündeki kalesinde ölmüştü. Yeğeni Guillaume-Jourdain onun yerine geçmişti. Ni­san ymda ise Halep Meliki Rıdvan163, topladığı ordusuyla Antakya Hüküm­darı Tancrede’e karşı savaşmak niyetiyle harekete geçti. Tancrede ordusuy­la harekete geçti ve Artah önlerindeki düşmana saldırdı. Bu savaşta Türk­ler yenildi ve birçoğu öldürüldü. Tancrede, buradaki ölü Türklerin atlarının çoğunu almıştı. Ayrıca kaçan kralın sancağını da aldı. Halepli Rıdvan kaç­mış, ezilmiş ve gururu kırılmıştı.164

Ama Fransızlar bununla da kalmazlar. 1108’de Kudüs Şehri düştüğün­den beri giriştikleri en geniş kapsamlı yayılmacılığın arifesindedirler. Sa­hil şeridinin tüm büyük şehirleri bir tehdit altındadır ve burada yaşayan ye­rel halk kendisini savunamamaktadır. İlk olarak Saint-Gilles, 1103 yılında Trablusşam’m etrafına yerleşmiş ve bir kale yaptırmıştı.165 Hiçbir kervan, Saint-Gilles’in askerleri tarafından yolu kesilmeden, Trablusşam’a giremi­yor ve çıkamıyordu.

Kadı Fahrü’l-Mülk, başkentini oldukça kötü bir duruma sokan Saint- Gilles Kalesi’ni yıkmak istiyordu. Eylül 1104’te Trablusşam garnizonu, Kadı Fahrü’l-Mülk’ün komutasında topluca huruç/hareket eder. Birçok Fransız askeri öldürülür ve kalenin bir kısmı yakılır. Saint-Gilles de bu ya­nan damlardan birinin üstünde kapana kısılır. Ağır yanıklar içinde kurtul­maya çalışsa da, beş ay içinde dayanılmaz acılar içinde ölür.

162 Amin Maalouf, a.g.e., s. 79

163 Halepli Rıdvan, Selçuklu Emiri Tutuş’un oğludur. Babasını mirası için hak iddia etmiş, ancak sadece Halep’i elde edebilmiştir.

164 Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 163-164

165             îyi korunan Saint-Gilles Kalesi (Kal’ at Sancil),21. asırda bile Trablusşam

Şehri’nin merkezinden halen görünmektedir.

Bu can çekişme döneminde Kadı Fahrü’l-Mülk, Saint-Gilles5in elçile­rin görmek ister ve onlara şu şekilde bir pazarlık önerir: “Kalenize saldır­mayacağız ama buna karşılık siz de yolcu ve mal geliş-gidişini bir daha en­gelleyemeyeceğinize söz verin!” Bu teklif kabul edilir. Aslında iki tarafta birbirlerini iyi gözetlemektedirler.

Fransızlar, Cenova veya Konstantionpolis’ten bir Hıristiyan donanma­sı geleceğini ve onların yardımıyla kuşatılmış şehre karşı saldırıya geçe­ceklerini zannetmektedirler. Bu arada aynı durum Trablusşam halkı için­de geçerlidir. Onlarda bir yardım beklemektedirler. Mısır’dan, Trablusşam Kadısı’na yardım gelebilir ama aralan açıktır. Kadı Fahrü’l-Mülk, maa­lesef Suriye’de hiçbir müttefike güvenmez. Başka yerden yardım bulma­sı gerekmektedir.[168]

Kadı Fahrü’l-Mülk, 1104 yılında yapılan Harran Savaşı’nda, Fransızla- ra karşı göstermiş olduğu başarısından dolayı, Artukoğlu Sökmen’den yar­dım istedi ve bu yardım karşılığında çok büyük miktarda altın vermeyi vaat eder. Bu teklifi kabul eden Artukoğlu Sökmen, büyük bir ordu hazırlayarak yola çıkar, Trablusşam’a az bir süre kala, anjin hastalığına yakalanır ve ya­taktan kalkamaz. Askerleri dağılır. Bu durumda Kadı Fahrü’l-Mülk ve hal­kının moralleri sıfıra iner.

1105 yılında Selçuklu Sultanı Berkyaruk, verem hastalığından dola­yı vefat eder. Selçuklu Sultanı’nin ölmesi, kardeş kavgasına da son verir. Çünkü Fransızlar, bu durumdan hep istifade etmişlerdi. Selçuklu idaresini tek başına ele geçirecek olan Sultan Muhammed îbn Melikşâh, Müslüman­ların kurtarıcısı olarak ilan edilir.

Trablusşam Kadısı Fahrü’l-Mülk, Selçuklu Sultanı Muhammed îbn Melikşâh’tan yardım üstüne yardım ister. Ama bir türlü yardım göremez. Bu arada Saint-Gilles’in yerine geçen kuzeni Cerdagne Kontu, ‘es-Serdani’ kuşatılanlar üzerindeki baskıyı arttırır. Trablusşam halkı çok büyük zor­luklar çekmeye başlar: Sur’a, Humus veya Şam’a göç etmeye başlarlar. Fahrü’l-Mülk’e ihanet içerisinde olanlarda mevcuttur. Bu ihanetçiler iste­nir ama geri verilmez. Fakat bir gün sonra, bu ihanetçilerin cesetleri düş­man ordugâhının içinde bulunur.

Kadı Fahrü’l-Mülk, kendisine hiçbir yardım gelmemesi üzerine, biz­zat kendisi beş yüz atlı ve yaya askerlerden bir grupla, Selçuklu Sultanı Muhammed İbn Melikşâh’m ve Halife el-Mustazhirbillah huzurunda içine

düştüğü sıkıntılı durumu ifade etmeye çalışmak istemektedir. Beraberin­de birçok değerli hediyeler de getirmiştir. Şam’da mola verirken, kendisi­ni Dukak’m lalası olan Atabey Tuğtekin karşılar. Her ikisi arasında iyi iliş­kiler olmamasına rağmen, Tuğtekin, onu iyi karşılar, onuruna ziyafet verir.

Daha sonra Bağdat’a geçen Kadı FahrüT-Mülk, burada çok iyi karşıla­nır. Sultan Muhammed îbn Melikşâh ve beraberindeki heyet, Kadı Fahrü’l- Mülk’ü ve Trablusşam Halkı’nı, Fransızlara karşı gösterdikleri cihat dü­şüncelerinden övmektedir. Kadı FahrüT-Mülk, Fransızlara karşı, Selçuklu Sultam’ndan yardım isteyince, Sultan önde gelen birkaç emirine, Fahrü 7- Mülk’le birlikte gidip şehri kuşatmaları, püskürtmesi için ona yardım et­melerini emreder

Ibnü’l- Kalanisi, bu orduya yolda Musul "a da uğrayıp bu şehri Cavlî’nın elinden alma ve bu iş tamamlanır tamamlanmaz Trablusşam ’a doğru yola devam etme görevini verdi. Bunun üzerine FahrüT-Mülk şok olur, çünkü bunu çözmek yılları alabilir. Musul, Bağdat’ın kuzeyinde, Trablusşam ise tam batısmdadır. Eğer bu ordu, bu kadar uzun bir yoldan dolaşırsa, başken­tini kurtarmak için, asla zaman yetişmeyecek demektir. Kadı FarüT-Mülk, Trablusşam her an düşebilir, diye ısrar eder.

Ama Selçuklu Sultan’ı adeta kulaklarını tıkamıştır. Selçuklu Devleti’nin çıkarları öncelikle Musul meselesini çözmekte yatmaktadır. FahrüT-Mülk ise, Selçuklu Sultanı Muhammed îbn Melikşâh’m danışmanlarına ağırlık­larınca altın vermeyi taahhüt eder ama sonuç bir şeyi değiştirmez. FahrüT- Mülk, Selçuklu Sultanlığı’ndan ayrıldıktan sonra yola koyulur. Artık Trablusşam’ı elinde tutamayacağına inanmıştır. Kendisinin bilmediği bir haber ise, Trablusşam’m Fransızların eline geçtiği haberidir.

Trablusşam Kuşatması esnasında Kudüs ve Urfa Kralı Baudouin ve Tancrede de oradaydılar. Trablusşam Kuşatmasına görgü tanığı olan Fulc­herius Carnotensis şöyle der:

“Kudüs’ün ele geçirilmesinden on bir sene sonra167yani 1109’da, Kont Raymond’un oğlu Bertrand, Cenevizlilerin yaklaşık yetmiş savaş gemisin­den oluşan donanmasını da yanına alarak, Trablusşam ’a gitmişti. Amacı şehri kuşatmak ve babasından kendisine miras yoluyla kalan Trablusşam ’a sahip çıkmaktı.

167 Fulcherius Carnotensis, ilk sene olarak 1099’u dikkate almıştır.

Şehri kuşatır kuşatmaz Bertrand ve akrabası Guillaume-Jourdain ara­sında problem yaşanmaya başlamıştı. Guillaume-Jourdain, Trablusşam yakınlarındaki Hacılar Tepesi Kalesi’nde yaşıyordu ve Kont Raymond’un ölümünden[169] sonra şehre o sahip çıkmıştı.

Bertrand ise, ‘ miras yoluyla gelen haktan dolayı bu şehir benim ol­malı. Çünkü Trablusşam ’ı kuşatan babam, şehri almak için Hacılar Tepe­si diye adlandırılan bu güçlü kaleyi inşa ettirmiş ve onun ölümünden son­ra Trablusşam’a benim sahip olmamı vasiyet etmişti, ’diyordu. Guillaume- Jourdain ise ona, ‘Ama bu şehir benim olmalı ve adalet de budur. Çünkü Kont Raymond’un ölümünden beri ben, kendi kuvvetlerimle buradaki düş­manları kontrol altına alarak şehri elimde tuttum ve şehrin çevresindeki toprakları ele geçirmek için çok çalıştım’ diyerek karşılık veriyordu.

Bu büyük anlaşmazlık devam ederken, Guillaume-Jourdain kuşatma­dan çekildi. Bertrand adamlarıyla şehri kuşatmıştı. Guillaume-Jourdain ’in tek isteği ise Bertrand’ın ölmesiydi.” Carnotensis eserinde devamla, “ gü­vensizlikler içinde mücadele ettiler, kesinliklere karşı güvensizdiler. Şehri henüz ele geçiremedikleri halde, umutları için birbirlerine giriyorlardı.[170] [171]

Bu sorunlar üzerine kuşatmaya gelen Baudouin, aynı yıl Askalan, Bey­rut ve Sayda Limanları’nı kuşatmak için deniz gücüne ihtiyacı olduğundan, Cenevizlilerden kendisine yardım etmelerini istemişti.

Baudouin, bahsedilen iki taraf arasında barışı sağlayacakken, Guillaume-Jourdain öldürüldü. Bir gece ata binerken pusuya düşürüle­rek okla vurulan bu adamın ölümü sır olarak kalmıştı. Bertrand ise, Kral Baudouin’in sadık vasah olarak kaldı. Tüm bunlar olurken şehrin kuşatma­sı sürüyordu. Müslümanlar etrafı sarılmış ve anlaşma yapmaya mecbur kal­mışlardı. Anlaşma şartlarını Fransız Kronikçi Fulcherius Carnotensis şöyle ifade eder: 66Müslümanlar öldürülmeyecek ve istedikleri yere gidebilecek­lerdi. Bu anlamayla birlikte Kral ve adamlarının şehrin bir bölümüne gi­rişlerine izin verildi.”™

Kralın çevresindekiler bu anlaşmaya uymalarına rağmen, Cenevizli­ler ipler ve merdivenlerle surlara tırmanıp şehre girmiş ve gördükleri tüm Müslümanları öldürmüşlerdi. [172](26 Haziran 1109)[173]

Fransızlar ikinci bir av olarak Beyrut Şehri’ni gözlerine kestirdiler. Sır­tını Cebel-i Lübnan’a dayamış olan bu şehir, özellikle sur dışı Mezraatü’l- Arab ve Resü’n-Nebi mahalleleri tarafından çam ormanlarıyla çevrilidir ve kuşatmaya gelenler, burada savaş makineleri için gereken odun ve keres­teyi bulacaklardır.

Beyrut hiçbir açıdan Trablusşam’m görkemine yaklaşamaz ve müteva­zı villalarını mermer kalıntıları antik Berytus topraklarını hâlâ serpiştiril­miş duran Roma saraylarıyla kıyaslamak çok zordur.

1100 yılının Şubat ayında, beş bin kent sakini ile Fransızlara karşı ken­di imkânlarıyla mükemmel savaşacaklar ve onlarm ahşap kulelerini birbi­ri ardına yok edeceklerdir. İbnüT-Kalanisi bu durumu: “Fransızlar bundan daha zorlu bir savaşla hiç karşılaşmamışlardı, bir daha da karşılaşmaya­caklardır! ” diye ifade eder. Ama maalesef bu şehir 13 Mayıs’ta Fransızla­rın eline geçer ve yine görülmemiş bir katliam yaparlar. Öyle ki, sivil-asker dinlemeden tüm Müslümanları öldürürler.

Fransız Kronikçi Fulcherius Camotensis, Beyrut’un Fransızlarca ele geçirilmesini şöyle anlatır:

“1100 yılının şubat ayında, ülke kış yağmurlarına teslim olduğunda, Kral Baudouin, Beyrut Şehri ’ni kuşatmak için yola koyulmuştu. Trablus­şam Kontu Bertrand da onun yardımına geldi. Tahminimce yetmiş beş gün boyunca şehir dört bir yandan kuşatıldıktan ve gemilerimiz[174] [175] düşmana yar­dım için toplanan gemilerce limanda abluka altına alındıktan sonra, Fran- sızlar ve diğer haçlı birliklerimiz ahşap kuşatma kulelerini dayayıp çekil­miş kılıçlarıyla hücuma geçtiler. Şehre girdikten sonra da, kaçan Müslü­manların peşine düşüp, hepini kestiler ve tüm mallarına da el koydular.”™

Ertesi yaz, bir Fransız Kralı hac ziyaretini gerçekleştirmek ve İslam topraklarında savaşmak üzere, asker dolu altmıştan fazla, gemisiyle deniz- yolundan çıkageldi. Kudüs’e doğru yönelince Baudouin onu karşılamaya çıktı ve Sayda Limanı’m, Fenikelilerin antik Sidon’unu, denizden ve kara­dan kuşattılar.

Fransız istilasının başlarında, şehir halkı büyük bir cesaret göstermesine rağmen yürekleri savaşmaya yetmez. Çünkü geleceklerinden korkuyorlar­dı. Bu nedenle kadı, şehir ileri gelenlerinden oluşan bir heyet Baudouin’e göndererek canlarının bağışlanmasını istediler. Baudouin de bu isteği ka­bul etti. Maalesef şehir, 4 Aralık 1110’da teslim oldu. Bu kez bir katliam değil ama zaten muhacirle dolup taşan Sur ve Şam Şehirleri’ne kitlesel bir göç yaşanacaktır.

Fransızlar, on yedi ay gibi çok kısa bir süre olarak tarihe geçecek olan Trablusşam, Beyrut ve S ayda gibi Arap dünyasının en önemli şehirlerin­den üçünü alıp yağmalamış, şehirde yaşayan tüm Müslümanları ve Türk- leri katletmiş, emirleri, kadıları, kanun adamlarını öldürmüş veya sürgüne göndermiş, camileri ise tamamen yakmışlardır.[176] [177]

Fulcherius Camotensis’in ifadesine göre: “Beyrut’u da alan Kralımız Kudüs ’ e giderek, oradan da Mezopotamya ’da bulunan Ur fa Şehri ’ni kuşa­tan Türklere karşı sefer hazırlıklarına başlar. Tüm bunlar olurken, birkaç gece kuyruğu güneye doğru uzanan bir kuyruklu yıldız gördük. Hazırlıkla­rını tamamlayan Tancrede ise, toplayabildiği kadar çok adamını toplayıp, Antakya ’da birkaç gün bekledikten sonra kral ile Fırat Nehri ’nin karşısın­da güçlerin birleştirdi.

Fırat Nehri ’ni geçen ordumuz karşılarında Türkleri bulmuştu. Türkler, kralın gelişini görebilmek için birlikleri ile bölgeyi tarıyorlardı. Ancak mü­dahalede bulunmadılar. Türkler, adamlarımızı yormaya çalıştılar. Bu du­rum karşısında kralımız, Urfa ’ya giderek yiyecek tedarik etmeye karar ver­mişti. Fırat Nehri’ne dönen adamlarımız yavaş yavaş küçük sallarla karşı­ya geçerken, Türklerin saldırısına uğradılar. Yaya askerlerimizin çoğu esir edilip Iran ’a götürülmüştü. Adamlarımız bu amaçla kararlaştırdıkları geri dönmeye karar verdiler. Tancrede Antakya ’ya, kral ise Kudüs ’e gitmişti.”™

Yaz gelince güçlerini bir araya toplayan Türkler, Hıristiyanları bu top­raklardan çıkarmak amacıyla Kudüs’e doğru yola çıkmış ve Fırat Nehri’ni geçmişlerdi. Antakya Bölgesi’ni sağlarında bıraktıktan sonra da Suriye’den, Dımaşk’tan, Sûr ve Kaysâriye arasındaki Banyas’tan geçerek yolculukla­rına devam ettiler. Kral Baudouin ise düşmanlarının ilerleyişini haber ala­rak ordusunu hazırlayıp yola koyulmuştu. Celile Denizi’nin güney ucunda­ki Zebulun ve Naftali arazileri boyunca ilerleyen Türklerin, buradaki Jor ve Dan akarsuları tarafından etrafları çevrildi. Burada iki köprü arasında du­ran bir ada vardı. Köprülerin girişleri çok dar olduğundan, bu adaya yerle­şenler gerçekten çok emniyette olur, kimse onlara saldırmazdı. Türkler de çadırlarını kurduktan sonra, bu köprülerden birinin karşısına tuzak hazırla­maları için iki bin adam göndermişlerdi.

Fransızlar, bahsedilen köprüye yaklaştığında kendilerine doğru gelen beş yüz kadar Türk’ü gördüler. Fransızlar paldür-küldür Türklere saldırın­ca, tuzağa düştüler ve burada gizlenen Türkler, Fransızları bozguna uğrattı­lar. Kral Baudouin, sancağını, mobilya ve gümüş kaplarla dolu çadırını bı­rakarak kaçtı. Fransız şövalyelerinin yaklaşık otuzu ve yaya askerlerin bin iki yüzü öldürüldü. Türkler 28 Haziran 1113 ’te Fransızları dağıttılar.

O zamana kadar orduya katılmamış olan Richard’m kardeşi Antakya hükümdarı Roger da, Kral Baudouin’in çağırması üzerine yardımına koştu. Fransızlar, Türklere yakın bir yerde ordugâh kurmuşlardı. îki taraf da bir­birlerini gözetliyorlardı. Türk liderleri Mevdud, Dîmaşk Emiri Tuğtekin’i akrabalık bağı ile kendisine bağlamıştı. Mevdud büyük bir gücü idare edi­yordu. Tuğtekin’in ise sayısız bir ordu emrindeydi.

Türkler ovaya, Fransızlar tepeye yerleşmişlerdi. [178] [179]İki tarafta birbirleri­ne saldıramıyorlardı. Yaz sıcaklığı iki tarafı birden etkilemişti. Türkler, ül­kelerini istila için gelmiş olan Fransızların bu yaptıklarına karşılık, onla­ra göz açtırmamaya gayret göstererek, Nablus’a saldırmış, şehirlerini ha­rap etmişlerdi.

Arap ve Müslüman olan Askalanlılar, sayıları az olmasına rağmen Kudüs’e ilerlemiş. Şehir surlarının yakınlarında bulunan haşatı yakmışlar­dı. Fransızların surlarda bulunan askerlerini ise oklarla yaralamış, ancak kendi adamlarının çoğu da ölümcül bir şekilde yaralanmışlardı.

“Türkler 1115 yılında Fırat Nehri ’ni geçerek, Suriye ye girdiler ve An­takya ile Dımaşk arasındaki Şeyzer önünde kamp kurdular. Dımaşk Atabeyi Tuğtekin ise bunu öğrendiğinde Türklerin Hıristiyanlardan aşağı kalır yanı olmadıklarını anlamıştı,"113 der Fransız Kronikçi. Fulcherius Carnotensis, TuğtekinTe ilgili yapmış olduğu tespitinde doğru isabet etmiştir. Hemen hemen bağımsız konumda olan Tuğtekin, kendi çıkarları gereği Suriye’de yaşayan Fransızlarla anlaşma yapmaya karar vermiştir.

Kral Baudouin, Antakya’da bir elçinin verdiği bilgi doğrultusunda sa­vaş için ordusunu hazırlamış ancak Türkler, gelenleri Dımaşklılar ve An-

takyalılar zannedip mağaralara saklanmışlardı. Bu olaylardan sonra Aska- lanlılar, Kudüs topraklarının askerlerinden yoksun olduklarını bildiklerin­den Yafa Şehri’ne saldırdılar. Karadan ve denizden kuşatılan bu şehirde, kadırgaları, savaş gemileri erzaklarla dolu yük gemileri olmak üzere yakla­şık yetmiş gemiden oluşan Mısır Donanması da bulunmaktaydı.

Askalanlılar yanlarında getirdikleri merdivenlerle surlara tırmanmışlar ama püskürtülmüşlerdi. Şehrin giriş kısmını ateşe vermenin dışında, hiçbir şey yapamayan Askalanlılar, Kudüslülerin Yafa Şehri’nin halkına yardıma gelecekleri amacıyla, duyacakları korkudan dolayı geri çekildiler. Bir kıs­mı kara yolu ile Askalan’a, bir kısmı ise deniz yolu ile Sur Şehri’ne dön­müşlerdir.

22 Ağustos 1115 ’te Askalanlılar, ani bir saldın yaparak, düşmanı hazır­lıksız yakalayıp yok edeceklerini düşündükleri için Yafa Şehri’ne döndüler. Ama Askalanlılar, maalesef tekrar başarısız olmuşlar, birçok Müslüman öl­dürülmüş, mallarına ve atlarına el koyulmuştu.[180]

1116’da Antakyalı Roger, Halep’e giden tüm yollan denetim altına al­dıktan sonra, şehir çevresindeki başlıca hisarlan peşin sıra ele geçirir ve hiçbir direnişle karşılaşmadan, Mekke’ye giden tüm hacılardan vergi al­maya başlar. 1117 yılı nisanında Halep Haremağası Lûlû’nun ölmesi üze­rine iktidarı ele geçiren yeni köle, kimseye söz dinletemez ve Antakyalı Roger ’ den yardım ister. Acayip bir kaos yaşanmaya başlamıştır. Fransızlar, şehri kuşatmaya çalışırken, askerler kendi aralarında güya kaleyi ele geçir­mek için çarpışmaktadırlar.

Metin Kutusu: 179İbnü’l-Haşeb, fazla vakit kaybetmeden harekete geçer. Şehrin ileri ge­lenlerini toplar ve önemli bir konuyu tartışmaya açar. Halep bir sınır şehri olarak, Fransızlara karşı cihadın öncülüğünü mutlaka üstlenmeli ve bu ne­denle yönetimini güçlü bir Emire, belki de bizzat sultana teslim etmelidir ki, kendi kişisel çıkarlarını İslâm’dan daha çok önem veren yerel bir dere- beyin boyunduruğuna bir daha girmesi. Bu öneri kabul edilir ama bazı çe­kincelerde ileri sürülür. Çünkü Halepliler bölgecilik konusunda çok kıs­kançtırlar. Adaylar gözden geçirilir. Ve İlgazi şehre davet edilir. İlgazi ilk olarak, Sultan Rıdvan’ın kızı ile evlenir, bu davranış şehirle yeni efendisi arasmda birliği sağladığı gibi, îlgazi’nin de meşruiyetini ifade etmek bakı­mından önemlidir.[181]

1118 yılının Mart ayında Kudüs Kralı Baudouin, Faramia diye adlan­dırılan şehre[182] saldırıp, orayı yağmalamış ve sonrada şehrin yakınında bu­lunan Nil, Yahudilerin Gihon dediği nehir civarında dolaşmaya gidip, ar­kadaşlarıyla keyfine bakmıştı. Bazı şövalyeler balık avlayıp, bunları şehrin yakınlarındaki kampa taşıyıp yiyorlardı. Bu arada Kral Baudouin, eski ya­ralarının tekrar nüksettiğini hissetti ve ciddi şekilde hastalandı.[183]

Bu hastalık haberi, Kral Baudouin’in adamlarına duyurulduğunda, he­men hızlıca Kudüs’e dönülmeye karar verilmişti. Ancak Baudouin, ata bi- nemeyecek durumda olduğundan, onun için çadır direklerinden bir tah­tırevan hazırlandı.[184] Laris Köyü’ne[185] ulaştıklarında Kral Baudouin çok­tan ölmüştü ve hastalıktan bedeni neredeyse eriyip gitmişti. Aslında bana göre, Türk-îslâm dünyasına yaptığı o kadar kanlı işkencelerin bedeliydi bunlar. Baudouin’in bağırsakları çıkarılıp tuzlanarak bir tabuta konuldu ve aceleyle Kudüs’e götürüldü. Carnotensis’e göre, Kral Baudouin’in cena­zesi Kudüs’e getirildiğinde, tüm Fransızların ile Haçlıların, Süryanilerin ve Müslümanların ağladıkları görülmüştü.[186] Kudüs Kralı Baudouin, daha önce ölen kardeşi Dük Godeffioi’nin yanma Golgotha’ya gömülmüştür.[187]

Kral Baudouin’in ölümü, İslam dünyasında sevinçle karşılanmıştı. Öyle ki, bu sırada İlgazi, Antakya Kralı’na bir darbe vurmak amacıyla ordusunu toplar. Fransız istilası başladıktan yirmi yıl sonra, Kuzey Suriye’nin baş­kenti ilk defa savaşmak isteyen bir komutana sahip olur. 28 Haziran 1119 Cumartesi günü, Halep Emiri’nin ordusu, Antakya ordusuyla iki şehrin he­men hemen ortasına denk gelen Sarmeda Ovası’nda karşı karşıya gelir. Kuru ve sıcak bir rüzgâr olan hamsinin taşıdığı kumlar askerlerin gözleri­ne vurmaktadır. Antakya ordusu kılıçtan geçirildi. Cesetlerin arasında ka­fası burun hizasında ikiye bölünmüş Sir Roger’de vardı.

Ulu Cami ’de saf tutmuş Müslümanlar, öğlen namazını bitirdikleri sıra­da, zafer haberini getiren haberci Halep ’e vardı. O zaman batı tarafından büyük bir uğultu işitildi ama hiçbir savaşçı ikindi namazından önce şeh­re dönmedi.

Halep halkı günlerce zaferi kutlar. Şarkılar söylenir, koyun­lar kesilir. Meydanlar, İlgazi’nin şanını övmek söylenecek kasideler­le çınlar: “Allah "tan sonra sensin bizim güvencemiz!” Halepliler yıllardır Bohemond’un, Tancrede’in ve sonra Antakyah Roger’in saçtığı dehşeti ya­şamış ve pek çok Türk ve Müslüman şehit edilmişti. Böyle bir kader gü­nünü beklemeyi onlara reva görmemek lazım.îlgazi’nin bu zaferi, Türk ve Arap dünyasında büyük bir sevinçle karşılanır. Çünkü geçmişte İslam’a böyle bir zafer nasip olmamıştı.

Kral Baudouin’in ölümünden sonra, el-Efdal bir daha belini doğrulta- maz. Hakimiyeti elinden kaçırır ve üç yıl sonra Kahire’nin bir sokağmda öldürülür.[188] Baudouin’in yerine ise Urfa Kontu II. Baudouin geçer.[189]

İlgazi’nin, hiç vakit kaybetmeden, başlarında prens ve ordu kalmayan Antakya üzerine yürümesi beklenmektedir. Zaten Antakya’yı zorla ele ge­çirdikten sonra orada yirmi bin Müslüman Türk’ü öldürüp, açlıklarını bun­ların cesetleriyle doyuran Fransızlar, İlgazi’nin tekrar saldıracağından çok korkmakta ve şehrin savunması için hazırlıklar yapmaktaydılar.

Antakya’da yaşayan Fransızların, şehrin korunması için aldıkları önlem boşunadır. Çünkü İlgazi, geçirdiği rahatsızlık nedeniyle çok şiddetli ağrı­lar çekmektedir. Ancak yirmi gün sonra iyileşecek ve Kudüs’ün yeni Kra­lı II. Baudouin’in ordusuyla Antakya’ya ulaştığı haberini alacaktır. Ancak rahatsızlığı sürekli nükseden İlgazi, bu acılarına üç yıl dayanabilir ve so­nunda vefat eder.

İlgazi’nin ölümünden sonra yerine yeğeni olan Belek geçer. Türk-İslam dünyasının kahraman ilan ettiği Belek, 1122 yılının Eylül ayında düzenle­diği bir baskınla, II. Baudouin’in yerine Urfa Kontu olan Jocelin’i ele geçi­rir. İbnüT-Esir’e göre: “Jocelin, esir alınıp bir deve derisine kondu ve üze­ri dikildi. Jocelin’den Urfa’yı teslim etmesi istendi, fakat o bunu kabul et­medi. Jocelin, çok miktarda mal ve çok sayıda esir vermesi şartıyla serbest bırakılmasını teklif etti, fakat Belek bu teklifi kabul etmedi. Jocelin’i Har- put Kalesi’ne götürüp, orada hapsetti. Teyzesinin oğlu Guillaume /Galeran denilen kişi de Jocelin ile beraber esir alınmıştı. Aynı şekilde şövalyelerden birçoğu da esir düşmüştü. Belek, bunları da Jocelin ile birlikte hapsetti.[190]

Antakyalı Roger5den sonra, Urfa’ya Kont olarak atanan Jocelin’de esir düşmüştür. Bu durumdan endişelen Kudüs Kralı, kuzeye bizzat çıkmaya karar verir. Urfa şövalyeleri onu Jocelin’in tuzağa düştüğü yere, Fırat kıyı­sındaki bataklık bir alana götürürler. Oranın yakınlarında geceyi geçirmek için kamp kurar ve ertesi sabah doğan avlamak için ava çıkar ama sessiz­ce yaklaşan Belek ve adamları, kamp yaptıkları alanı çembere alırlar. Ku­düs Kralı II. Baudouin, silahlarını atar ve o da esir edilir.(l 8 Nisan 1123)

Camotensis’e göre, bu haber Kudüs’teki halka yani bizlere ulaştıktan sonra herkes gelip Akka Şehri önünde toplanmış ve ne yapılması gerektiği hakkında tavsiyeler alındıktan sonra da, Kaysâriye ile S ayda hakimi olan Eustace’yi ülkenin lideri ve vasisi seçmeye karar vermişlerdi. Kudüs Patri­ği Gormond ve ülkenin büyük adamları, esir krallarının kaderi ile ilgili bir kesinlik duyana kadar geçerli olacak olan bu karara varmışlardı.[191]

Belek, bu başarılarından dolayı, 1123 yılı Haziran’mda zafer alayıyla Halep’e girer. Bir zamanlar dayısı İlgazi’nin yaptığı gibi, o da Rıdvan’ın kızı ile evlenir. Hiçbir vakit yitirmeden ve bir kez olsun savaşlarda yenil­meden, Fransızların Müslüman Araplardan ve Türklerden zorla ele geçir­diği çevredeki tüm yerleri geri almaya kalkışır. Kırk yaşında olan bu Türk Komutan’m askeri dehası, kararlılığı, Fransızlarla her türlü uzlaşmayı red­deden tutumu, sadeliği ve kanaatkârlığı kadar, birbirini izleyen zaferleri de diğer Müslüman emirlerin şaşırtıcı değersizliğinden bıçakla ayrılmış gibi­dir, der Lübnanlı Yazar Amin Maalouf.[192]

Kral II. Baudouin’in esir edilmesine rağmen, Fransızların yeniden ku­şattığı Sur Şehri, bu kez on iki yıl önceki kuşatmadan daha kötü durumda­dır. Çünkü Sur Şehri, deniz tarafından da ablukaya alınmıştır. 1123 yılının ilkbahar aylarında (tahminen Mayıs ayı) yüz yirmiden fazla savaş gemisin­den oluşan heybetli bir Venedik filosu, Filistin sahillerinin açığında görü­nür. Camotensis bu durumu şöyle ifade eder:

"Mısırlıların biri karadan, diğeri de denizden gelmek üzere iki koldan oluşan ordularıyla Askalan ’a vardıklarını duyduğumuzda Mayıs ayının or- tasındaydık. Hızlıca küçük gemiler hazırlandıktan sonra, Venedik donan­masına haberciler gönderip, onları uyarmaya ve şimdiden başlamış olan kriz için hızlıca bize yardıma gelmelerini rica etmeye karar verdik.”[193]

Venedik donanması gelir gelmez Mısır donanmasını yok eder. Şubat 1124 yılında ganimetin paylaşılması hususunda Kudüs’le bir anlaşma im­zalayan Venedikliler, Sur Limam’nı ablukaya alırlar. Bu arada Fransız or­dusu da şehrin doğusuna ordugâh kurar. Şehrin sonu vahim gözükmektedir.

Gerçi Sur Halkı iyi savaşmış ama daimi başarı alamamıştır. Fatımi do­nanmasının başına gelen felaket denizyoluyla her türlü yardımı olanaksız kılmıştır. Sur Şehri halkının en büyük zafiyeti içme suyu sıkıntısıdır. Bu durum küçük sandallarla telafi edilmesine rağmen, Venediklilerin ablukası öyle sıkıdır ki, halk hiçbir şey yapamamaktadır.

Mısırlılardan yardım alamayacaklarını bilen Sur Halkı, bu kez yüzü­nü Türk Emiri Belek’e çevirmiştir. Bu sırada Belek, kendisine bağlı olan vasallanndan birinin isyan etmesi üzerine Menbiç’i[194] kuşatmaktadır. Sur Halkı’nm yardım çağrısı üzerine, kuşatmayı yaverlerinden birine bıraka­rak Sur Şehri’nin yardımına gider. 6 Mayıs 1124 yılında, Fransızlara kar­şı Sur Halkı’na yardıma gitmeden önce hisarın çevresinde son teftişe çıkar:

“Belek, mancınıkların kurulacakları yerleri belirlemek için, kafasında tolgası ve kolunda kalkanıyla Menbiç Kalesi ’ne yaklaştı. Emirlerini verir­ken surlardan atılan bir ok, sol köprücük kemiğinin tam altından bedeni­ne saplandı. Oku kendi eliyle çıkardıktan sonra küçümseyerek ok’un üstü­ne tükürdü ve mırıldanarak şöyle dedi: ‘Tüm Müslümanlar için Öldürücü bir darbe bul’dedi ve sonra vefat etti.” Belek doğruyu söylemişti. Çünkü ölüm haberi Sur Halkı’na ulaştığında, şehir sakinleri umutlarını tamamen yitirir ve teslim olmaktan başka bir şey düşünmezler.[195]

Amin Maalouf’un aksine Belek’in ölümünü Fransız Kronikçi Fulc­herius Carnotensis şöyle anlatır: “Belek, Menbiç’i kuşattığında, haberci­ler Jocelin ’e haber vermiş ve Jocelin ’de Menbiç ’e gitmişti. Çok geçmeden beklenen savaş oldu. Belek arbede de ölümcül bir şekilde yaralandı, ölmek üzere iken bir kenara doğru çekildi. Adamları onu böyle görür görmez kaç­maya başladılar. Ama çoğu kurtulamadı. Savaştan sonra düşman atlıları­nın üç bininin katledildiği bildirilmişti.

Jocelin’in, Belek’in öldüğünü mü, yoksa bir yolunu bulup kurtulduğu­nu kesin olarak araştırmak istemişti. Bunun için adamlarından, onun cese­dini bulmalarını istemişti. Ölülerin arasında dolaşıp büyük bir dikkatle ce-

setleri inceleyen adamlar meşhur zırhındaki işaretlerden Belek’i fark ettik­lerinde aralarından biri Belek’in başını koparıp, Jocelin ’e verdikten sonra ödülü olan kırk nomismata’yı almıştı.”[196]

Sur Halkı, 7 Temmuz 1124 yılında iki sıra asker arasından geçerek, Fransızlar tarafından hırpalanmadan dışarı çıktı. Askerlerin ve sivillerin hepsi şehri terk etti, geride sadece kötürümler kaldı. Birkaç muhacir Şam’a giderken, geri kalanlar ülkeye dağıldı. Belek’in ölümünden sonra, Halep’te onun yerine İlgazi’nin oğlu Timurtaş geçer. Timurtaş, esir düşen Kudüs Kralı II. Baudouin’i yirmi bin dinar karşılığında serbest bırakır. II. Baudo­uin serbest bırakıldıktan sonra Halep’in kapılarına dayanır. Şehrin savunul­ması tamamen İbnüT-Haşeb’e kalır. Şehrin kurtarılması için Timurtaş’tan yardım ister ama gönderdiği haberci zindana attırılır.

Başka bir çare bulamayan Îbnü’l-Haşeb, Musul Valisi olarak göre­ve yeni atanan yaşlı bir Türk Komutan olan Porsuk’tan yardım ister. Dü­rüstlüğü, dindarlığı, siyasi becerisi ve hırsıyla ün salmış olan Türk Komu­tan Porsuk, Kadı İbnüT-Haşeb’in davetini kabul eder ve derhal yola çıkar. Porsuk’un önderliğindeki Türk kuvvetlerinin 1125 yılı ocak ayında şehrin önünde görülmesi ile Fransızlar çadırlarını bırakıp kaçarlar. İbnüT-Haşeb, Porsuk’u dışarıda karşılamış ve düşmanın takip edilerek imha edilmesini bildirmişti. Ancak at sırtında uzun yol alan Porsuk, bunu yapamayarak yeni mülkünü bir an önce ziyaret etmek düşüncesine kapılmıştır.

Beş yıl önce İlgazi’nin yaptığı gibi, o da kazandığı bu üstünlüğü daha ileriye taşımayı göze alamayacak ve düşmanın toparlanmasına istemeye­rek de olsa zaman sağlayacaktır. 1125 yılında Halep ve Musul arasında oluşturulan ittifak, kısa bir süre sonra kibirli olan Fransızların başarılarına kafa tutabilecek bir devletin temellerini oluşturuyordu.

İbnüT-Haşeb, kararlılığı ve şaşırtıcı azmiyle şehrini sadece işgalden kurtarmamış, istilacılara karşı yürüyecek büyük cihat komutanlarının yolu­nu açmıştır. Ama Kadı İbnüT-Haşeb, 1125 yılında bir yaz günü öğlen nama­zından sonra Halep Ulu Camii’den çıkarken, derviş kılığına girmiş bir Haş- şaşin tarafından öldürülür. İntikam hırsı ile yürüyen Haşan es-Sabbah’m kurduğu bu tarikat, İslam dünyasına kötü bir darbe vurmuştur. Nitekim bu tarikat, Şiiliğe karşı mücadelenin önderi olan NizamüT-Mülk’ün de 14 Ekim 1092’de hançerlenerek öldürülmesini sağlamıştı. İbnüT-Esir’e göre, Nizamü ’l-Mülk öldürülünce, Selçuklu Devleti parçalandı.

Selçuklu Devleti bu olaydan sonra bir daha asla birliğine kavuşama­yacak, tarihin kilometre taşları artık fetihlerden değil, sonu gelmez vera­set kavgalarından oluşacaktır. Tüm müslümanlann nefret edip baskı yaptı­ğı Haşşaşinler, hem Selçuklulara, hem de Nizar’m katili el-Efdâl’e bozgun üstüne bozgun yaşatan Fransızların çoğunlukta olduğu Hıristiyan ordusu­nun gelişinden oldukça memnun bile gözükmektedirler.

İbnüT-Haşeb’e göre, Haşşaşinler ile istilacı Fransızlar arasındaki suç ortaklığının ihanetten bir farkı yoktur. 26 Kasım 1126 yılında da Halep ve Musul’un güçlü Türk Komutanı Porsuk bile Haşşaşinlerin korkunç intika­mına maruz kalır.

1127 yılının sonbaharında şehir kargaşaya gömülmüşken, Fransızlar ye­niden surların önünde belirir. Antakya’nın başında yeni bir prens vardır: Öl­dürdüğü Türk (Müslüman) cesetlerini hiç iğrenmeden yiyen Bohemond’un genç oğlu vardır. Adını ve taşkın karakterini babasından devralmıştır. Ha- lepliler hemen ona haraç ödemeye koşarken, içlerinden en bozguncuları, on sekiz yaşındaki bu sarışın devi, şehrin yeni fatihi olarak görmeye baş­lamıştır bile.

Şam’da da durum en az bu kadar dramatiktir. Yaşlı ve hasta Atabey Tuğtekin’in Haşşaşinler üzerinde bir denetimi kalmamıştır. Haşşaşinler’in kendi silahlı milisleri vardır, idare onların elindedir ve onlara can-ı gönül­den bağlı olan Vzir el-Mezdegâni, Kudüs’le çok yakın bir ilşki içindedir. II. Baudouin’de, Suriye’nin başkenti olan Şam’ı alarak, şanına şan katmak düşüncesini artık gizlememektedir. Haşşaşinler’in şehri Fransızlara teslim etmesini durduran tek güç ise yaşlı Türk Emiri Tuğtekin’dir.

1128 yılında Tuğtekin’in iyice hastalanması ve yatalak olması, çeşit­li entrikaların çıkmasına oluşmasına yol açmıştır. Yerine halef olarak oğlu Börü’yü seçtikten sonra 12 Şubat 1128’de son nefesini verir. Şehri koru­yan ünlü Türk Emir Tuğtekin’in ölümünden sonra, Şamlılar artık şehirleri­nin Fransızların eline geçmesinin bir an meselesi olduğuna inanırlar. Yüz yıl sonra Arap tarihinin bu en kritik dönemini ele alan Îbnü’l-Esir şöyle yazmıştır:

"Türk Emir Tuğtekin "in ölümüyle, Fransızlarla başa çıkabilecek tek adam da ortadan kalkmış oluyordu. Fransızlar artık tüm Suriye yi işgal edebilecek konuma geldiler. Ama Rahim olan Allah, Müslümanlara acıdı.”[197]

Haşşaşinlerin liderlerinin öldürülmesinden sonra tüm Haşşaşinler kısa sürede ortadan kaldırıldı. Bu basit bir iktidar mücadelesi değildi. Suriye’nin başkentini artık ufukta görünür hale gelmiş bir tehlikeden kurtarmak söz konusu olmuştur. El-Mezdegâni, Fransızlara Sur Şehri’ne karşılık Şam’ı vaat eden bir mektup göndermişti. İki taraf arasında anlaşma yapılmış ve hatta bu değiş-tokuşun bir Cuma günü bile yapılması kararlaştırılmıştı. Ha­kikaten baktığımız zaman II. Baudouin, askerleri ile ansızın şehir surları­nın önünde görünmüş ve silahlı Haşşaşinler, Fransızlara şehrin kapılarını açmıştır. Haşşaşinler Ulu Camii’nin tüm çıkışlarını kapatıp, Müslümanla­rın dışarıya çıkışlarını engellemişlerdi. Bu amaçla Börü, elini hızlı tutarak, bu veziri ortadan kaldırmış, Şam Halkı’na da Haşşaşinlere karşı saldırabi- leceklerinin işaretini vermişti. Haşşaşinler ve müttefikleri el-Mezdegâni, hem halkın giderek artan düşmanlığı hem de Börü ile çevresinin tavırları karşısında kendilerini Şam’da tehdit altında hissediyorlardı. Üstelik Fran­sızların her ne pahasına olursa olsun şehri ele geçirmeye kararlı olduklarını biliyorlardı. Tarikat aynı anda birden çok cephede savaşmak yerine, kendi­lerine Sur gibi kutsal bir şehri ayarlamayı düşünmüşte olabilir.

Katliamdan kurtulan az sayıdaki Batîni, II. Baudouin’in himayesinde Filistin’e yerleşecek ve onlara Hermon Dağı’nm eteklerinde bulunan ve Kudüs-Şam yolunu denetleyen güçlü Banyas Kalesi’ni teslim edeceklerdir. Zaten katliamdan birkaç hafta sonra Şam Şehri etrafında güçlü bir Fransız ordusu görülür. Fransız ordusunda, Filistin’den, Antakya’dan, Urfa’dan ve Trablusşam’dan gelen on bin kadar atlı ve yaya asker, ve ayrıca Fransa’dan yeni gelmiş, Şam Şehri’ni almaya geldiklerini yüksek sesle haykıran yüz­lerce asker de bulunmaktadır.

İçlerinde en fanatik Fransız şövalyeleri Templiler (Tapınak Şövalyele- ri)Tarikâti idi. Bu dini ve aynı zamanda askeri tarikat on yıl öncesinde Filistin ’de kurulmuştu. Elinde istilacılara karşı koyabilecek kadar askeri olmayan Börü, saldırıyı önlemeleri konusunda yardım etmeleri halinde bir­kaç Türk göçebe birliğine ve bölgedeki birkaç Arap aşiretini yardıma çağı­rır. Tuğtekin’in oğlu Börü, bu askerlere fazla güvenemeyeceğini bilir, çün­kü ganimeti yağmalama düşüncesine kapılabileceklerinden çekinmektedir. Habercilerden, binlerce Fransız askerinin, zengin Guta Ovası’m yağmala­maya çıktıklarını öğrenir. Hiç tereddüt etmeden hemen ordunun tamamını, Fransızların üzerine gönderir ve onları kuşatır. Bazı Fransız şövalyeleri at­larına binmeye bile fırsat bulamaz.

Türkler ve Araplar sevinçli bir şekilde, ganimet yüklü bu başarının ar­dından, Fransızları kendi ordugâhlarında vurmaya karar verir. Şafak vak­ti ile yola çıkan Türk ordusu, ilerde gökyüzüne yükselen duman bulutları­nı görünce, Fransızların orda olduklarını zannetmişler ama yaklaştıkların­da, Fransızların yük hayvanları kalmadığından, taşıyamadıkları teçhizat­larını ve malzemelerini ateşe verdikten sonra kaçmış olduklarını görürler.

II.   Baudouin, tüm bunlara rağmen, Şam Şehri’ne yeni bir saldırıya geç­mek üzere askerlerini toplar ama adeta tufan şeklinde bastıran yağmurdan dolayı, Fransızların ordugahı tam bir bataklığa dönüşür. Fransız askerle­ri saplandıkları bataklıklardan çıkamaz. Bu arada ölüm korkusunu hisse­den II. Baudouin, geri çekilmeye karar verir. Börü’ye, tahta çıktığında pısı­rık biri olarak bakılmıştı, ancak Şam Şehri’ni iki beladan, Fransızlardan ve Haşşaşinlerden kurtarmayı sağlamıştı.

III. Baudouin, uğradığı bu başarısızlıklardan sonra, ele geçirmek iste­diği şehre karşı bir saldırıyı göze alamamıştır. Börü ise, Şam’a iş arama­ya gelen iki kişi tarafından 1131 yılının mayıs ayında hamamdan dönerken hançerlenir ve ağır yaralanır. Yarasının tedavisi için uzmanlar çağrılır. Uz­manların tedavisi ile iyileşen Börü, at binmeye karar verince yarası tekrar açılır ve 1132 yılının Haziran ayında on üç ay süren korkunç ağrıların ar­dından vefat eder. Börü’yü öldüren Haşşaşinler, bir kez daha intikamları­nı almışlardır.[198]

Tüm bunlardan sonra Halep’e ve Musul’a yeni bir lider atanır: Atabey İmâdeddin Zengi. İbnü’l-Esir Zengi için, Allah'ın Müslümanlara arma­ğanı[199] ifadesini kullanmıştır. 18 Haziran 1128’de törenle Halep Şehri’ne girerken hakkında bilinenler pek cesaret verici değildi. Şanını, bir önce­ki yıl Bağdat Halifesi’nin, Selçuklu hamilerine karşı giriştiği bir isyanı bastırarak kazanmıştır. 1118 yılında Mustazhir vefat etmiş, tahtı oğlu el- Müsterşidbillah’a kalmıştı.

El-Müsterşid, küçümsediği Muhammed’in oğlu Mahmud’a sık sık İran’a geri dönmesini tavsiye etmektedir. Araplar, uzun süredir üzerlerinde egemenlik kurmuş yabancı askerlere, Türklere karşı başkaldırmaktadırlar. Bu muhalefetle başa çıkamayan Sultan, o sırada zengin Basra Limanı’nm valisi olan Zengi’den yardım ister. Zengi’nin müdahalesi belirleyici olur: Bağdat yakınında yenilgiye uğrayan halifenin askerleri silahlarını teslim eder ve EmirüT-müminin de daha iyi günlerin beklentisi içinde sarayına kapanır. Zengiyi bu yardımından dolayı ödüllendirmek isteyen sultan, bir­kaç ay sonra ona Musul ve Halep Valiliği ’ni verir.

Yorulmak bilmeyen bir Türk savaşçı olan Zengi, on sekiz yıl boyun­ca Suriye’yi ve Irak’ı dolaşacak, çamurdan korunmak için yere saman se­rip uyuyacak, kimileriyle savaşacak, kimleriyle antlaşma yapacaktır. Zen­gi, geniş topraklarının üzerindeki çok sayıdaki sarayından birinde rahat bir yaşam sürmeyi asla düşünmez! Çevresinde cariye ve dalkavuklar yok, tec­rübeli danışmanlar vardır. Bağdat’ta, İsfahan’da, Antakya’da, Kudüs’te, Şam’da ve kendi evinde yani Halep ve Musul’da nelerin olup bittiğini bile­bilen önemli bir haberci ağma sahiptir.

Şimdiye kadar Fransızlarla savaşan orduların aksine, ordusu birbirini asla satmayacaktır. Önemli bir disiplin uygular ve en küçük bir hata yapanı cezalandıracaktır. Türk Atabeyi Zengi, başkalarına ne kadar katı ise, ken­di nefsine de öyle davranır. Bir şehre geldiğinde surların dışında kendi ça­dırında yatar ve kendisine sunulan saraylara başını çevirip bakmaz bile.

Ünlü Türk Komutan Zengi, kadınların ve özellikle de asker eşlerinin namusları konusunda hassastı. Bu bakımdan iyi bekçilik yapılmazsa, sefer­lere çıkan asker kocalan uzun süre evde olmadıkları için, hızla kötü yola sapacaklarını söylerdi. Azim ve devlet şuuru gibi önemli vasıfları içinde bulunduran bu Türk komutanın özellikleri, Arap dünyasının öteki yönetici­lerinde olmayan özelliklerdi.

Halep Şehri’ne gelir gelmez ilk olarak îlgazi ve Belek’in de dul eşi olan Sultan Rıdvan’ın kızıyla evlenir. Babası Aksungur’un mezarını şehre taşı­yarak, Sultan Mahmud’dan Suriye’nin tamamı ve Kuzey Irak üzerinde tar­tışmasız yetki tanıyan resmi bir evrak alır. Tüm bu davranışlarıyla Zengi, gelip geçici basit bir maceracı değildir. Kendisi öldükten sonra da sürecek bir devletin kurucusu olduğunu açıkça gösterir.

Bu sırada, Fransızlar arasında anlaşmazlık çıktığı görülür. Bu durum, Fransızlar da olağan bir şey değildi. Hatta aralarında savaştıkları ve bir­çok ölünün olduğu bildirilmekteydi. Kudüs Kralı II. Baudouin’in kızı Ali­ce, kendi babasına karşı, Zengi’ye bir ittifak önerisi sunar. Bu ilginç du­rum 1130 yılının Şubat ayında, kuzeye savaşa giden Antakya Prensi II. Bohemond, Emir Danişmend’in oğlu Gazi’nin kurduğu bir pusuya düşün­ce başlar. I. Bohemond da bundan yaklaşık otuz yıl önce Danişmend’e esir düşmüştü.

Babası gibi şanslı olmayan II. Bohemond, savaşta ölür ve özenle tahnit- lenip[200] gümüş bir kutuya konan sarışın başı, armağan olarak halifeye gön­derilir. II. Bohemond’un ölüm haberi Antakya’ya ulaşınca, dul eşi Alice tam anlamıyla bir darbe düzenler. Antakya’da Ermeni, Rum ve Süryanile- rin de desteğini alarak, buranın kontrolünü eline geçirir ve Zengi ile temas kurar. Hiç Avrupa görmemiş Ermeni bir anneden doğma bu genç prenses, kendini doğulu hissetmektedir.

Kızının isyan ettiğini öğrenen Kudüs Kralı II. Baudouin, hemen ordu­sunun başına geçip kuzeye doğru gider. Antakya’ya varmadan kısa bir süre sonra, tesadüfen bir şövalyeye denk gelir. Bu şövalyenin bindiği beyaz at, Alice tarafından Zengi’ye armağan olarak gönderilen attır. Ve bir de haber­cinin elinde, Alice’nin Zengi’den yardım isteğini ve metbulugunu tanıma­ya söz verdiğine dair bir mektup da vardır. II. Baudouin, bu haberciyi astı­rır ve Antakya’ya doğru yola devam ederek, şehri geri alır. Alice, bir direni­şin ardından teslim olur. Babası onu Lazkiye Limam’na sürgüne gönderir.

Kısa bir süre sonra 1131 yılında Kudüs Kralı II. Baudouin ölür. Birçok kez Müslümanların eline düşen II. Baudouin, hep hileler yoluyla kurtul­muştu. Onun ölümüyle Fransızlar, en bilgili siyasetçilerini ve idarecileri­ni kaybeder. Onun ardından krallık, Anjou Kontu’na geçer. Ama kaliteli bir kral olmayan Anjou, Fransızları kargaşa ve çalkantıya sürükledi.[201]

IV.. Kudüs Krah olan Foulque d’Anjou, Antakya Prensesi Alice’in ab­lası Melisande ile evlenmiştir. Kızıl saçlı ve bodur adam Anjou, doğuyu iyi tanımamaktadır. Baudouin’in de, Fransız prenslerinin çoğu gibi, erkek mi­rasçısı yoktu. Sağlık koşullan ve doğunun yaşama koşullarına ayak uydu­ramamalarından dolayı bebek ölümleri sık sık yaşanmaktadır. Hele özel­likle erkek bebek ölümleri daha da çok görülmektedir. Anjou’nun siyasi yetenekleri zayıftı. Çünkü Fransızlar arasında anlaşmazlık doruk noktası­na çıkmıştı.

Anjou, Kudüs krah olur-olmaz, Alice’nin başını çektiği isya­nı zar zor bastırır. Sonrada Filistin’de ayaklanma sesleri yükselir. Karısı Melisande’nin, genç bir şövalye olan Hughes du Puiset ile bir aşk ilişkisi sürdüğü yönünde dedikodular çıkar. Bu amaçla kendini tehdit altında his­seden Hughes, Askalan’a gidip Mısırlılara sığınır. Mısırlılar da onu son de­rece iyi karşılar. Enirine verilen Fatımi askerleri ile Yafa Limanı’m ele ge­çirir. Ama birkaç hafta sonra oradan kovulacaktır. Fransızlar arasında evli-

lik kurumunun kutsallığı ile kıskançlık ve namus konusundaki düşüncele­ri bile oldukça şaşırtıcıdır. Bu konuda Arap Vakanüvis Usame ibn Munkîz şöyle tespitler yapmıştır:

“Fransızlar, kıskançlık ve hassasiyetten tamamen yoksundur. Biri, karı­sıyla birlikte yürürken, başka bir adamla karşılaşsa, karşılaştığı adam ka­rısını eliyle bir kenara çekip konuşabiliyor. Koca da sohbet bitene kadar karısını bekler. Sözün uzaması halinde, karısını adamla baş başa bırakıp ve çeker gider?"

İşte bizzat tanık olduğum örnek diyerek devam eder sözüne Şeyzer Emiri Munkîz:

“Nablus "a gidişlerimde daima Mu ’iz adlı, evi Müslümanlar için misa­firhane özelliğinde olan adam da kalırdım. Evin yola bakan pencereleri vardı. Pencerelerin karşısında, yolun öte yakasında tüccarlara şarap satan bir Fransız evi vardı. Şişeye biraz şarap doldurur ve ‘ evet, tacirler! Bu şa­rabın fıçısı yeni açıldı. Almak isteyenler filan yerde bulabilirler ’ diye bağı­rarak çevrede dolaşırdı. Fransız ’in bu ilana karşılık aldığı ücret, şişesin­deki şaraptı. Bir gün bu Fransız eve gitti ve karısının yatağında bir adam gördü. Adama, ‘ karımın odasına ne cesaretle girdin? ’diye sordu. Adam, ‘ yorgundum, dinlenmek için girdim ’ diye cevap verdi. Fransız, ‘ ama yata­ğıma nasıl girdin?’ diye sordu. Öteki cevap verdi: ‘ Serilmiş bir yatak bul­dum ve girip uyudum ’ Ama ’ dedi Fransız, ‘ karımda seninle birlikte uyu­yor! ’ ‘Doğru ’ diye cevap verdi öteki, ‘ ama yatak onun. Onu kendi yatağı­nı kullanmaktan nasıl men edebilirdim? ’ Fransız, ‘ dinim hakkı için ’dedi, ‘ bunu bir daha yapacak olursan, bozuşuruz. ” Fransız itirazının ve kıskanç­lığının ifadesi bundan ibaretti.201

Fransızların ahlaklarına dair en güzel örneğini ise şu şekilde anlatır Şeyzer Emiri:

“Yanımızda Salim adlı bir hamamcı vardı. Aslen Maarra’lıydı. Baba­mın hamamından sorumluydu?" Şu hadiseyi o bana anlattı der ve devam eder:

“Geçimimi sağlamak için Maarra’da bir hamam açmıştım. Bu hama­ma bir Fransız şövalyesi geldi. Fransızlar hamamda peştamal takılmasın­dan hoşlanmazlar. Bu Fransız, peştamalımı belimden çekip ve attı. Ete­ğimin traşlı olduğunu görünce, aynı şeyin kendisine de yapılmasını iste-

201 Usame İbn Munkîz, a.g.e., s. 171-172

di. Ben de yaptım. Sonra, ‘ Salim! ’ dedi, ‘dinim hakkı için, aynısını mada­ma da (el-dâmâ) yap!’ (Adam bu sözüyle karısını kastediyordu, dâmâ, on­ların dilinde kadın anlamına gelir.) Adamlarından birine, ‘ madama söyle­yin buraya gelsin ’dedi. Adam, çıkıp kadını hamama getirdi. Şövalye tekrar etti, ‘ bana ne yaptıysan, ona da yap!’ Ben de, kocasının gözleri önünde, söyleneni yaptım. Sonunda adam bana teşekkür etti ve hizmetime karşılık bana para verdi.” Şeyzer Emiri Usame îbn Munkîz, bu durumu şu sözleri ile bitirir: “Şu tezada bakın! Bunlarda ne kıskançlık vardır, ne de hamaset. Ancak cesurdurlar. Gerçi cesaret de, kötü bir üne sahip olmaktan kaçınma gayretinin ürününden başka bir şey değildir/”[202]

1132 yılının Aralık ayında Anjou, Yafa’yı yeniden işgal etmek için as­ker toplarken, Börü’nün oğlu ve Şam’ın yeni lideri olan genç Atabey İsma­il, bir baskınla Haşşaşinlerin üç yıl önce Fransızlara teslim ettiği Banyas Kalesi’ni ele geçirir.[203] Ama bu durum sadece bir eylem olarak kalır. Zira Müslümanlar kendi içlerinde anlaşmazlıklar yaşamaktadırlar. İşte tüm bun­lar, Fransız istilacılarının bile içine düştüğü sıkıntıyı bile görmelerini en­geller.

Zengi’nin dostu ve müttefiki olan Sultan Mahmud, yirmi altı yaşında öl­müş ve Selçuklu Devleti’nde tekrar veraset kavgaları başlamıştı. Emirü’l- müminin bu durumdan yararlanıp kafayı diker. Taht üzerinden hak iddia edenlerin hepsine, camilerde adına hutbe okutma sözü vererek, durumun gerçek hakemi konumuna yükselir. Zengi, durumu kaygı takip eder. Asker­lerini toplayarak, el-Müsterşid’e beş yıl öncesinden bile en ağır yenilgiyi tattırmak üzere Bağdat’a yürür. Ama halife onu Dicle Nehri üzerindeki Tik- rit Şehri’nin yakınında, Abbasilerin başkentinin kuzeyinde binlerce kişilik bir ordunun başında karşılar. Zengi’nin askerleri kılıçtan geçirilir ve Ata­bey Zengi tam yakalanacak iken, bir askeri tarafından kurtarılır. Bu müda­haleyi yapan Tikrit Valisi Eyyub’tur. Tikrit Valisi Eyyub, Atabey Zengi’nin Musul’a dönmesine yardım eder.

Zengi, bu yardımı asla unutmayacaktır. Hem Eyyub’a hem de yıllar sonra onun yerine gelen oğlu Yusuf’a karşı daima dostluk besleyecektir. Genç Yusuf ise, tarihte Selahaddin Eyyubi adıyla tanınır. El-Müsterşid, Zengi’ye karşı kazandığı zaferle, şanının doruğuna çıkmıştır. Kendilerini tehdit altında hisseden Türkler, taht üzerinde hak iddia edenlerin sayısını bire indirir ve Mahmud’un kardeşi Mesud’un etrafında birleşirler. 1133 yı­lının ocak ayında, yeni sultan tacını EmirüT-müminin elinden almak için Bağdat’a gider.

Abbasi Halifesi el-Müsterşid, yanında bulunan emirlerin kendisini terk etmesi sonucu, iki yıl önce tacını taktığı Sultan Mesud’un eline düşer. Sul­tan Mesud ise, el-Müsterşid’i iki ay sonra öldürtecektir. Zengi ise, Suri­ye işleri ile doğrudan ilgilenemez. 1135 yılı ocak ayında Börü’nün oğlu ve Şam Emiri İsmail’den hemen gelip şehri teslim almasını bildiren bir haber gelmezse, herhalde Abbasi başkaldırısı kesin bir biçimde ezilinceye kadar Irak’tan ayrılmazdı.

İsmail, mesajında söyle diyordu: “Eğer bir gecikme olursa, Fransız- ları çağırıp Şam’ın içindeki her şeyle birlikte onlara teslim etmek zorun­da kalacağım ve şehir sakinlerinin dökülecek kanının vebali de İmadeddin Zengi’nin boynuna kalacaktır!” Canından korkan ve sarayının her köşesin­de pusuya yatmış bir katil gördüğünü zanneden İsmail, başkentini terk edip Zengi’nin himayesi altında, tüm malını ve eşyalarını daha önceden gönder­diği, şehrin güneyindeki Serhad Kalesi’ne sığınmaya kararlıdır.

Aslında Börü’nün oğlu İsmail, saltanatında iyi işler yapmıştı. Banyas Kalesi’ni geri alması bunu göstermektedir. Kibirlidir ve gençliğinden ola­cak ki, babasının ve dedesi Tuğtekin’in danışmanlarını dikkate almamıştır. Şam halkı ise, İsmail’in açgözlü olmasına ve vergileri artırmasına çok öf­kelenmektedir. Dedesi Tuğtekin’in himayesinde çalışmış bir köle tarafın­dan bir suikaste uğrar ama kıl payı kurtulur. Bu olaydan sonra birçok kişiyi haksız yere öldürtmeye başlar İsmail, hatta öz kardeşi Sevinç’ten bile kuş­kulanıp onu bir zindana atıp, açlıktan ölmesine göz yumar.

Tüm bu yaşananlardan sonra İsmail’in içine intikam korkusu girmiş ve bu amaçla, Şam’ı Zengi’ye teslim ederek Serhad Kalesi’ne çekilmeye ka­rar vermiştir. 1135 yılında İsmail tarafından şehrin Zengi’ye teslim edil­mesinin yankıları, tüm şehir halkını rahatsız etmiş, şehrin ileri gelenleri, İsmail’in annesi Zümrüd Sultan’a bu durumu anlatmaya kalkışmıştı. Züm­rüd Sultan’m, İsmanil’in bu yaptıklarına hayret etmesi ve onun hemen hiç acımadan hizmetkârları tarafından öldürülmesini emretmişti. İsmail, öldü­rüldükten sonra tüm Şam halkı sevince boğulmuştu. Valide Sultan Zümrüd, öz oğlunu, Şam Şehri’ni Zengi’ye teslim etmemesi için mi öldürdü? Aslın­da soru çelişkilidir. Zira Valide Sultan Zümrüd, bundan üç yıl sonra Şam Şehri’ni işgâl etmesi için Zengi’ye yalvarmış ve hatta onunla evlenmişti.[204] [205] İbnü’l-Esir’e göre: "Zümrüd, İsmail'in baş danışmanının metresiydi ve oğ­lunun, aşığını öldürmeyi ve belki de kendisini cezalandırmayı tasarladığını öğrenince harekete geçip böyle bir suikasti yapmıştı.”2®5

30 Ocak 1135 yılında Şam’ı ele geçirmek üzere yola koyulan Zengi, İsmail’in öldüğünden habersizdir. Şam’a vardıktan sonra, şehrin kendisi­ne teslim edilmesini ister. Ama şehir halkı sonuna kadar şehri savunacak­larına kararlıdır. Şehir Halkı’nm başında Tuğtekin’in eski silah arkadaşla­rından Muineddin Unar vardır. Bu Türk Bey’i, Zengi ile birkaç kez karşı karşıya gelir ve çok az süren bir çatışmadan sonra uzlaşma teklifini sunar.

Mart 1135’te Atabey Zengi, Şam’dan ayrılır. Çünkü askerleri yıpran­mıştır. Askerlerinin morallerini yükseltmek için kuzeye doğru gider ve şa­şırtıcı bir süratle dört Fransız kalesini ele geçirir. Bu kaleler arasında hiç kuşku yok ki, Fransızların yaklaşık yüz bin Müslüman ve Türk’ü öldür­dükten sonra, güya açlıktan dolayı cesetlerini yedikleri Maarra da vardır. Tüm bu başarılara rağmen itibarı zedelenmiş olan Zengi, ancak iki yıl son­ra, Şam Şehri önünde yaşadığı yenilgiyi unutturmayı başaracaktır. Ona bu başarıyı yani itibarını tekrar kazanmasını sağlayan da, Muineddin Unar ’ dır.

Tüm bu olaylardan sonra Fransızların önderliğinde ve diğer milletle­rin katılımı ile gerçekleştirilen haçlı seferleri Türk-İslam dünyasını alt-üst etmiştir. Yaşanan acı ve ıstıraplar tahmini güç bir gerçeği ifade etmektey­di. Bir insan hangi millete mensup veya hangi dine ait olursa olsun, İznik, Antakya’ya yapılan vahşet ve Türk-İslam milletlerinin cesetlerini yenmesi tarifi mümkün olmayan bir acıyı ortaya koymaktadır.

Kudüs bahsinde gösterildiği gibi Halife Hz. Ömer’in 636 yılında Kudüs’ü aldıktan sonra, Hıristiyan halka verdiği berat ahkâmı ile Fran­sızların vahşetini karşılaştırınca, bu istilacılara ve kurbanlarına acıma­mak mümkün değil. Kudüs idaresi için Katolik papazları bir patriği seçip, onun kral olarak tanınmasını teklif etmişlerdi. Fakat bu iddiayı abartılı bu­lan şövalyelerin ısrarı üzerine, Krallığa Godefroi de Bouilon seçilmiş ve ‘Kamâme Savunucusu’ unvanını almıştı.

Cismani hükümdarlığı elde edemeyen Katolik papazları, Ortodoks mezhebini şiî göstererek, Kudüs Patrikliği’nin gelirlerini ve hüküm verme yetkisini zorla elde ettiler. Bundan başka, Kudüs ve Yafa Şehirleri’nin dört­te birine de sahip oldular. Yerli Hıristiyanlar, güya kendilerini kurtaranların (Fransız ve diğer haçlıların) demirden yapılmış boyunduruğu altına girdik­ten sonra, Türk-İslam milletlerinin hoşgörülü muamelesinden mahrum kal­dıklarına teessüf ettiler.[206]

Katolik papazları doymak bilmediklerinden, yalnız maddi menfaat te­mini ile uğraşıyorlardı. Kiliseleri yağmalayarak, piskopos ve papaz tayini ile meşgul bulunuyorlardı. Bu suretle Ortodoks papazları Latin papazları­nın hırsına feda edildi.[207] Fransız ve diğer milletlere ait haçlıların davet et­tiği söylenen Ortodoks Patriği Simeon’un yerine, ahlakı oldukça şüpheli olan ve İngiltere Kralı Guillaume’nin büyük oğlu Normandiya Dükü’nün rahibi olan Amould, Kudüs Patrikliği’ne seçilmiş ve tahta oturmuştu. Seçi­min ertesi günü, şafakla beraber çanlar çalındı. Dua okunduktan sonra, halk kiliseden çıkıp, hemen silahlanıp Kudüs üzerine yürümekte olan Mısırlıla­ra karşı koymak üzere batı kapısından dışarı çıktı.

Godefroi bunları yönetmekte olup, yeni patrik dahi İsa’nın asıldığı id­dia edilen çarmıhı taşımakta idi. Papazların bir kısmı ile kadınlar, çocuklar Keşiş Pierre I’Ermit’in idaresi altında olmak üzere Kudüs’te kaldılar. Bu zihniyet, sürü halinde, mukaddes bilinen makamları gece-gündüz dolaşa­rak, Allah’ın mağfiretini ve Türk-İslam dünyasının yok olmasını niyaz et­mekteydiler.

Fransızların yoğunlukta olduğu haçlı ordusu ile Türk-İslam orduları karşı karşıya gelmiş ve çarpışmışlardı. Haçlılar, Mısırlıların ilk saflarını yardıktan sonra, Dük Robert bunların büyük sancağını ele geçirmişti. Bu haber üzerine Mısırlılar geri çekilmeye başladılarsa da, Godefroi, şövalye­lerin başında olarak, şiddetli hücum ile taburlarını dağıttı. İşte o zaman kat­liam dehşet seviyesine ulaştı. Çöle kaçabilenler sefalet içinde oldular. Bun­dan dolayı Fransızlar, yeni düşmanlarının Türklere nispetle pek az korku­lacak derecede korkak olduklarını gördüler.[208]

Fransız ve diğer milletlerinin katılımı ile gerçekleştirilen haçlı seferle­rinin birincisi bu şekilde sonuçlandı. Avrupah tarihçiler, ilk haçlı seferinin 600.000 kişiye mal olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunların geçtikleri yer­lerde Macar, Bulgar ve Rum halkı ile Türk ve Arap halkıpın uğradığı zarar elbette Fransızların zararından çok fazladır. Mal zararını ise hiç katmadım.

Bütün bu vahşiliklerin, Hz. İsa’nın kabrini kurtarmak için yapıldığı, Hı­ristiyanlarca söylenilse bile, bu gerçek dışıdır. Keşiş Pierre I’Ermit, 1110 yı­lında Avrupa’ya döndü. Yanında pek çok kutsal emanet getirdi. Belçika’da Huy civarında yaptırdığı manastıra yerleşip, 8 Temmuz 1115’te öldü. Ül­kelerine dönen Fransız ve diğer milletlere ait haçlılar, değerli ganimetle­ri de yanlarında getirdiler. Mesela bir şişe içinde Meryem Ana’nm (Hz. Meryem) sütünün bir damlası, diğer bir şişede Tevrat’ın rivayetine göre

Mısır’da yaşamış Zulümât’m (karanlığın) az bir miktarı, düşünmek hassa­siyetinden mahrum edilmiş halkın ibadetine sundular.[209]

Bu arada birinci haçlı seferi sırasında Fransızlar, Suriye ve Filistin’de dört devlet kurdular:

Kudüs Krallığı: 1099 yılından 1187 yılma kadar 88 yıl devam etmiş ve Selâhaddin Eyyûbi tarafından tekrar ele geçirilmiştir.

Edessa (Urfa) Kuntluğu: Godefroi’in kardeşi Baudouin tarafından 1098 yılında kurulmuştur. Baudouin, Türklere esir düşüp Sivas’a gönde­rilmiş ve 1103 yılında bir Ermeni (Jocelin) fidye ödeterek esirlikten kurtul­masını sağlamıştı. Urfa ve çevresi 1144 yılında Türkler tarafından ele geçi­rilmiş ve Fransız hâkimiyeti ancak 46 yıl devam edebilmiştir.

Antakya Prensliği: 1098 yılında gerek Kudüs’ten ve gerekse Bizans’tan bağımsız olarak Bohemond tarafından kurulmuştur. Burada yaklaşık kırk bin Müslüman Türk’ün cesedi Fransızlarca yenmiştir. Bu­radaki hâkimiyetleri 1268 yılma kadar, yani 170 yıl devam etmiş ve Mısır Sultanı Baybars’m gösterdiği üstün çaba ile ele geçirilmiştir.

Trablus Kontluğu: 1108 yılında Cenevizliler gemisi ile gelen Saint- Gilles, şehri muhasara altına almış ve 1109 yılında ele geçirmiştir. Etraf yağma ve tahrip edildi. Şehirde yün, ipek ve keten dokumakta üstat olan dört bin fazla amele vardı. Bu sanat Fransızlar tarafından ihmal edilmiş ve yok olmuştur. Şehrin kütüphanesinde îran, Arap ve Rum edebiyatına ait eserler mevcut olup, yüz hattat bunları daima çoğaltmakla görevli idi­ler. Şehrin kadısı, değerli kitap bulmak üzere her yere adamlar göndermek­teydi. Şehir Fransızların eline geçtikten sonra, bu kütüphane yakıldı.[210] Bu Fransız zihniyetinin, böyle cahil ve tutucu olmasından dolayı, sonuç olarak yapacakları iş elbette böyle vahşilikler ve yamyamlıklardır.

Fransız Tarikatları:

Filistin’de tutunmakta en ziyade alakadar olan kilise erkânı, teşkilata ve keşiş unsuruna dayanmaktaydı. Bu maksatla oluşturulan 3 tarikata giren­ler, Türkler ve Araplara karşı savaşacaklarına yemin ederlerdi.[211]Askeri ta­rikatlar, Haçlıların Kudüs’e yerleşmesinden sonra kurulmuştur. Kudüs’ün geri alınmasından sonra, biri Rodos Adası’na, biri Almanya’ya ve biri de Fransa’ya çekilmiştir.

1101 Seferleri: -

Birinci Haçlı Seferleri sırasında Haçlılar Kudüs’e gelinceye kadar, Türklere dehşetli ölümler yaşatmışlardı. Öyle ki, İznik’te yaklaşık 20 bin Türk cesedi ile karınlarını doyurmuşlardı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 40 bin Türk’ün cesedini ise Antakya ve çevresinde yemişlerdi. Maarra’da bu oran hayli artmaktadır. Fransız Kronikçileri ve Arap Tarihçilerinin rakam­ları bu gerçeği yansıtmaktadır: Tam 100 bin kişiyi katlettiler ve cesetlerini yediler. Türk ve Müslüman cesetleri yemek istediklerini haykıran Fransız Tafurlannı önceden bahsetmiştik.

Daha Antakya’dan hareket etmeden Avrupa’dan yardım istediler. Bu hususta gönderdikleri mektuplar, Kiliseler de okunup, Hıristiyan halk dol­duruşa getirildi. Kudüs’ün alınması, dini duygularını daha da hareketlen­dirdiğinden yeni bir sefer peşine düştüler. Almanya İmparatoru’nun akra­bası olan Poitiers (Puatie) Kontu IX. Giyyom başa geçti.

Gerek İtalya’da ve gerekse Almanya’da, Haçlıların şevk ve istekleri, bi­rinci haçlı seferinden daha da artmış oldu. Yalnız Lombardiya’dan 100.000 Hıristiyan bu sefere çıktı. Kıt’alara Bavyera Dukası Wolf ve İmparator­luk İmrahoru Konrad kumanda etmekteydiler. Avusturya Kontesi İda dahi, bunlara refakat etti. Savua Kontu ile papazlara ihsanda bulundukları gibi, diğer zenginler dahi kilise ve manastır yaptırdılar.[212]

Birinci Ordu:

Birinci ordu Lombardlardan oluşuyordu. Halkı Hıristiyan olan Bulgaristan’dan ve Bizans eyaletlerinden geçerken, önceki Haçlılar gibi yapmadıkları taşkınlık ve soygunculuk kalmadı. İstanbul’da büyük karışık­lıklar çıkardılar ve çok büyük kitle ölümlerine neden oldular. Bizans sara­yına saldırmışlar, fakat İmparator Aleksios Komnenos’un onlara yalvarıp, hediyeler vermesi neticesinde, ancak uzaklaşabilmişlerdi.

Orduları, İzmit ve Hersek civarına karargâh kurdu. Oraya İmrahor Kon­rad idaresinde bulunan Alman askerleri ve Laon- Soissons (Suason) pisko­poslarının idaresinde Fransız Haçlıları geldi. Her Haçlı ordusunda olduğu gibi, bu ordu da, hacı, papaz, keşiş, kadın ve çocuklardan oluşmakta olup, 260.000 kişi idiler.[213]

Metin Kutusu: 212Kudüs’e gitmeden önce Bağdat’ı ve Horasan Eyaleti’ni işgal edecekle­rini söyleyecek kadar cahil idiler. Fakat bu düşünceyi oluşturanların gizli

amacı, iki yıl önce Türklere esir düşüp, Sivas’a sürgüne gönderilmiş olan Urfa Kontu Baudouin’i kurtarmaya çalışmaktı. 1101 yılı mayıs ayında Fransızların çoğunlukta olduğu Haçlılar yola çıkıp, doğuya doğru giderek yiyecek sıkıntısı çekmeksizin ve düşmana tesadüf etmeksizin yollarına de­vam edebildiklerinden, gururları tamamen arttı.[214]

21 Haziran’da Ankara müstahkem mevkiine geldiler. Kaleyi aldılar ve orada yaşayan Türk Halkı’nı kılıçtan geçirdiler.[215] Oradan Çankırı’ya gitti­ler, fakat orayı alamayıp yollarına devam ettiler. O sırada sefalet baş gös­terdi. Türkler, Fransızları ve diğer Haçlıları bunaltmaya başladılar ve istila­cılar birkaç kısma ayrıldılar. Fakat alman her türlü tedbire rağmen, yollar­da ölmekteydiler. Kısımlara ayrılmış istilacılar tekrar birleşti ve biraz rahat buldu. Onların tabiriyle, kıtlık günden güne artmakta iken, Fransız ve diğer Haçlılar Osmancık Ovası’na geldiler. Merzifon’a doğru yola çıkmaya ha­zırlandıkları sırada, büyük bir savaş olacağını Milano Piskoposu ilan etti.

Elinde tuttuğu ve Saint Ambroise’e ait olduğunu ilan ettiği kolu göste­rerek orduyu dolaştı. Reymon dö Sen Jil dahi Antakya’da bulunduğu söy­lenen Mukaddes Mızrağı, bu amaçla gezdirdi. Bütün haçlıların günahla­rını itiraf ameliyesine tabi tutulduğundan, papazlar bu husus ile pek ziya­de meşgul oldukları gibi, İsa namına günahkârları affetmek sayesinde dahi haçlıların ümitsizliğini değiştirdiler.

Ordudaki her millet ayrı savaşa girdi. Önce Lombardlar, Türklerin hü­cumuna karşı durdular. Fakat birkaç saat sonra çadırlarına döndüler. Bu­nun üzerine Konrad Almanlarla beraber hücuma geçti. Ancak adeta bir ok yağmuruna uğramış gibi bitap düşüp, İtalyanlara bağlı olarak geri çekildi­ler. Bunlara müteakip Burgonyalılar ileri atıldılarsa da, onlarda sonradan geri döndüler.[216]

Başlarında Kont de Blois ile Laon Piskoposu olduğu halde Fransızla- ra sıra geldi. Bunlar da akşamüstü takatsiz bir şekilde döndüler. En sonun­da Raymond dö Sen Jil askerleri ile beraber ilerledi. Fakat bütün süvariler ölünce, Türklerin takibinden kurtulmak üzere yüksek bir tepeye çekildi.[217]

Gece olunca iki ordu birbirinden iki mil uzaklıktaki karargâhlarında toplandılar. Raymond’un adamları ile beraber Sinop’a doğru kaçtığı ha­beri birden bire Hıristiyanların arasına yayıldı. Kaçabilecek halde olanla­rın hepsi birden karargâhtan uzaklaştılar. Sabah olunca Türkler, Hıristiyan çadırlarına hücum ettiler. Bu çadırlarda ancak yaşlı kadınlar, bakire kızlar, çocuklar ve hastalar kalmıştı. Kaçan kocalarının ve akrabalarının bırakmış olduğu bu kadınlar, Türklerden başka kimse kalmadığını görünce ve bun­ların ellerine düşeceklerini anlayınca, ne derecede ümitsiz olduklarını apa­çık anladılar. Bu halk kütlesini Türklerin gaddarlığından koruyacak kimse bulunmadığını anlamakta ve Albert d’Aix’in ifadesine göre, Türklerin hoş görülmeyen perçemleri ile yabani manzaraları, siyah ve pis bir durumda bulunan cinlere benzemekteydi. Albert d’Aix’in bu cümlesi, çirkin bir ifti­radır ve onların küçüklüklerini göstermektedir.

1 Temmuz 1096 yılında, İnönü Savaşı’nda Fransız ve diğer Haçlılar ye­nilince, kanlarının ve kızlarının süslenerek Türkler ile buluşmaya hazırlan­dıkları hatırlanacak olursa, Albert d’Aix’in yukarıdaki cümlesinin manasız olduğu anlaşılır. Bundan başka, Fransızları ve diğer Haçlıları, Anadolu’ya Türkler davet etmedi. Kaçan Fransız ve diğer Haçlılar, analarını, karıları­nı ve kızlarını Osmancık’ta Türklerin insafına ve merhametine bırakmış ol­duklarından, nefret ve hakarete yalnız kendileri müstahaktır.[218]

Türkler bu tahripkâr ve korkak Fransız ve diğer Haçlıları takip ettiler. Joseph François Michaud diyor ki: “Üç mil boyunca arazide, gerek kaçan­lar, gerek kovalayanlar, altın paralar, altın ve gümüş kap-kacak ve ipek ku­maşlar üzerinden geçiyorlardı. Ziynete ilişkin bulunan bu eşya üzerinden katil alametleri görünmekteydi. Sinop ’a doğru uzanan bütün yerlerde, Hı­ristiyan kanının dökülmediği hiçbir ova, hiçbir geçit ve boş bir yer yoktu T

Türklerin, Anadolu’ya ve egemenlik kurdukları diğer Arap coğrafyası­na, Fransız ve diğer Haçlıları çağırmadıklarını bilinmektedir. Bu gibi istila­cıların İnönü’nde, Antakya’da, Maarra’da ve Kudüs’te ne gibi iğrenç hare­ketlerde bulunarak Türklerin cesetlerini yediklerini ve her tarafa kaçarken yerlere atılan eşyanın haydutlukla elde edilmiş olduğunu Joseph Franço­is Michaud’un hatırlamaması, bir tarihçinin yapabileceği en büyük hatadır.

Fransız tarihçileri, bu sebeple açlıktan, yorgunluktan ve umutsuzluktan dolayı ölenlerin 160.000 kişi olduğunu söylerler. Ama bunların bir kısmı kaçtığı gibi, önemli bir kısmı da Türklere esir düşüp canlarını kurtarmış ve insani bir muameleye tabi tutulmuşlardı.

İkinci Ordu:

Kont dö Növer ve Kont dö Burj idaresi altındaki Haçlılar, 1101 yılının mayıs ayında İstanbul’a gelip, İzmir’e doğru yollarına devam etmişlerdi. 15.000 silahlı askerden oluşan bu ordu arasında, öncekilerde olduğu gibi, pek çok keşiş, kadın, çocuk ve silahsız halk kitleleri mevcut bulunuyor­du. İki haftada Ankara’ya geldiler. Lombardlar kitlesinin akıbetinden haber alınca, güneye doğru harekete geçtiler.[219]

Türk Selçuklu Devleti’nin merkezi olan Konya’yı birkaç gün muhasa­ra ettikten sonra, yollarına devam ettiler. Ereğli civarında Türkler görün­dü. Kont dö Növer’in kardeşi olup, ordunun bayrağını elinde taşıyan Ro- ber, kaçmaya ön ayak oldu. Onu örnek alarak, diğer reisleri dahi Adana’ya doğru kaçmaya başladılar. Haçlıların çadırları, malları Türklerin eline geç­ti. Fransız Tarihçi Joseph François Michaud bu durumu: “Binlerce kadının ve çocuğun barbarların (Türkleri kastetmekte) eline düşüp, Horasan "a gö­türüldüğü” şeklinde ifade etmektedir.[220]

Üçüncü Ordu:

Bu ordu Giyyom dö Puatu idaresinde olup, Clermont (Klermont) Piskoposu, Bavyera Dukası Wolf ve AvusturyalI Kontes îda dahilinde idi. İstanbul’a gelmişlerdi. Ancak, o zamanın tarihçilerinin dediği gibi, “Anadolu ’ya gidenler, mezara gitmiş demek olup, bir daha geri deneme­diklerinden” önceki birlikler hakkında bilgi alamadılar. Haçlıların bir kıs­mı Anadolu milletlerini, “batı milletlerini yutan geniş bir mezar” diye ifa­de ettiklerinden, Filistin’e denizden gitmek arzusunda bulunuyorlardı. Di­ğer bir kısmı dahi, Bizans İmparatorluğu’nun Haçlılar’ı denizde takip ede­rek öldüreceği fikrini ileri sürmekteydi.

Tarihçi Ekkard (Von Urach) diyor ki: “ En üzüntülü tereddütlerin sonu­cu baba kızından, kardeş kardeşinden, dost dostundan ayrılmakta ve canı­nı kurtarmak için umut edenlerin durumu, ölmek hususunda duyulacak acı­dan daha şiddetliydi. Kimi gemi ile gitmek, kimi Rumeli ’ye dönmek, bazıla­rı da gemiye bindikten sonra denize açılıp kaçınmak istedikleri ölüme doğ­ru gitmek hususlarını seçtiler!” Alman haçlıları arasında bulunan bu tarih­çi, bir süre tereddüt ettikten sonra, pek çok arkadaşla beraber gemiye bi­nip Yafa’ya gitti.[221]

İçinde pek çok kadın, erkek, çocuk ve ihtiyar bulunan bu ordu, ekin biçme zamanında İzmit’e geldi. İlk Haçlıların yolunu takip ederek, Konya

Ereğli’sine varınca, Türklerle karşılaştı. Şiddetli çarpışmadan sonra, Haç­lılar kaçmaya başladılar. Birkaç kont, baron ve dük dağlara sığınarak kar­talabildi. İki yerinden ok ile yaralanan Dük dö Vermandua, Tarsus’a ka­dar gidebildi ve orada öldü. Gerek muharebe sırasında, gerek kaçarken Kontes îda ile pek çok tanınmış aileden gelen kadınlar ve kızlar kayboldu. Bazı tarihçiler Kontes İda’yı atların ezdiğini, bazıları da Türkler tarafından Horasan’a götürüldüğünü belirtirler.[222]

Batılı tarihçiler, ikinci ve üçüncü ordulardaki kitlelerin uğradıkları akı­betler hakkında söylemediklerini bırakmıyorlar. Mesela ikinci ordu Haçlı­ları için anlattıklarına bakılırsa, Türkler merhametsiz ve acımasız olmala­rına nazaran, Fransız ve diğer haçlı ordularının seçme kişilerden olduğunu, yanlarında da ırz ve namus numunesi olan kadınlar ve keşişler bulunduğu şeklinde idi. Bu tarif, çok üzücü bir tariftir. Zira Türklerin, merhamet dü­şüncesi hiçbir millette yok denecek kadar azdır. AvusturyalI Kontes İda’nm da, Horasan’a götürüldüğü ayrıca ilave ediliyor.

Horasan’ın dağlar ve bataklıklar ile çevrili olarak dünyanın diğer mem­leketlerinden ayrı bulunduğu ve Hıristiyan esirlerin hayvan sürüleri gibi ahırlara kapatıldığını Fransız Kronikçi Albert d’Aix söylüyor.[223] Fakat Al­bert d’Aix ne kadar ilginçtir ki, bu haberleri kimden aldığını da yazmıyor. Aldıkları esirleri hizmetlerinde kullanmadıktan veya öldürmedikten sonra, üç aylık mesafedeki yere götürüp, orada beslemek gibi aptalca bir hareke­te Türklerin niçin giriştiklerini düşünmeyen ve düşmanlarına karşı bu türlü iftiralarda bulunarak insanları birbirine düşüren tarihçiler kadar, insaniyete zarar veren hiçbir istila ordusuna tesadüf olunamaz.

Hatta anlattıkları adeta bir masala dayanan bir olay var. Mesala Kon­tes îda, bir Türk Emiri’ne esir düşüp, onunla izdivaç yapmış ve meşhur îmâdeddin Zengi’yi doğurmuş. Fransız ve diğer haçlı zihniyetinin bu ifa­desi, îmâdeddin’in cevheri ve kıymetli annesinin, AvrupalI bir Hıristiyan kadınının kanından olduğunu söyleyerek böbürlenmek ve Türk’ü küçült­mek için kullanılmıştır.[224]

ÜÇÜNCÜBÖLÜM

Fransız Kronikçileri ile

17. ve 19. Yüzyıl Tarihçilerinin

Fransızca Orijinal Belgeleri
































SONSÖZ


Son sözümün ilk sözü şudur: Hepinizin bildiği gibi, yamyamlıktan söz açılınca, vaktiyle Afrika’nın iç kesimlerinde yaşayan bazı ilkel kabileler akla gelir. Ama tarihin sayfalarını karıştırırsanız, Avrupahların bu konuda ne kadar ileride olduklarını görürsünüz. Öyle ki, bırakın sadece insan avla­yıp yemeyi, Türklerin ve Müslümanların defnedilmiş cesetlerini bile çıka­rıp yemişler ve bunun ticaretini bile yapmışlardır. İnsan haklarından dem vuran Fransa ve diğer Avrupalı ülkelerin geçmişleri kitabımızda ayrıntıla­rıyla ele alınmıştır. Öyle ki, günümüzde sinemalarda oynattıkları “vampir filmlerinin” kökeninde bile bunların nasıl bir kan emici olduklarının anla­mak mümkün.

1096 yılında Anadolu topraklarına ayak basan Fransız ve diğer Hıris­tiyan yandaş ülkeler, vahşi hayvan sürülerinden farksız idiler. İznik’te ya­kaladıkları Müslüman-Türk çocuklarını parçalıyor, etlerini şişlere geçi­rip ateşte kızartıyor, sonra da vahşi ağızları ile etleri silip süpürüyorlardı. Ben bu kitap çalışmasına başlamadan önce hep şunu merak ettim: “Aca­ba Fransızların, Müslüman-Türklerin cesetlerini yediklerini bizimkiler mi uyduruyor?” Sonra araştırdım baktım ki, hayır! Hiçbir Türk tarihçisi, bu konuyu gündeme bile getirmemiş. Rahmetli Hocamız Prof. Dr. Işın De- mirkent bile en azından tevazu gereği “tarihin bu arka odasını” ele alma­mıştı. Hâlbuki kitabımız boyunca göreceksiniz ki, Fransızların binlerce Müslüman-Türk’ü öldürdükten sonra cesetlerini yediklerini ele alan tama­mıyla Fransız kronikçileri, bilim insanları ve Arap tarihçileridir.

Fransızların, Müslüman-Türkleri öldürdükten sonra cesetlerini yeme­lerini anlatan bu anlatılar, 1847 yıllarına kadar devam etmiştir. Ama 19. asrın ortalarından itibaren günümüze kadar, tüm Fransız bilim insanla­rı, Müslüman-Türklerin cesetlerini yediklerine dair bir tek ifade bile kul­lanmamıştır. Üstünü örtmeye ve gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu konuda önemli bir çalışma yapan Fransız Bilim İnsanı Rene Grousset (1885 -1952) yazmış olduğu üç ciltlik Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) adlı çalışmasında bu konuyla ilgili tek bir cümle bile kullanmamıştır. Kitabı­mızda ele aldığımız gibi, Steven Runciman (1903 -2000) bile yazmış oldu­ğu üç ciltlik Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) adlı kitabında sadece: “Açlık hüküm sürüyordu...Yamyamlık tek çözüm yoluydu!” gibi basitçe bir ifade dışında, bu tarihi lekeyle ilgili başka söz kullanmaz.

Josepf François Michaud’m (1767- 1839) yazdığı Histoire des Croisa­des (Haçlı Seferleri Tarihi) adlı kitabında ve yine aynı yazarın Bibliograp- hie des Croisades (Haçlı Seferleri Bibliyografyası) adlı kitabında, o döne­mi yaşayan Kronikçi Fulcher Chartres’m (1059- 1127) Jeanne Menard ta­rafından düzenlenmiş olan DIEU LE VEUT! Recit de la primiere croisa- de 1095 - 1106 (inşallah! Birinci Haçlı Seferinin Öyküsü) adlı eserinde ve yine o dönemin bizzat şahidi olan Fransız Kronikçi Fulcherius Camoten- sis (Latin kaynaklarında adı Fulcher de Chartres olarak geçer: 1059-1127) “Gesta Francorum Jerusalem Peregrinantium” (Kudüs Seferi: Kutsal Top­rakları Kurtarmak) adlı eserinde, Amin Maalouf (1949- ...) “Les Croisa­des Vue Par Les Arabes” (Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri) adlı çalış­masında, Arap Vakanüvis Usame Ibn Munkîz’m “KitabuT-îtibar” (İbret­ler Kitabı) adlı kitabında, Richard le Pelerin’in düzenlediği “The Chanson d’Antioche” (Antakya Destanı) adlı çalışmasında, Îbnü’l-Esir’in “el-Kâmil fit-Tarih” adlı eserinde ve daha buraya ismini almadığım birçok kayıtta, Fransızların, öldürdükleri Türk ve Müslümanların cesetlerini yedikleri ka­yıt altına alınmıştır.

Antakya kuşatması sırasında başlarındaki ünlü papaz Pierre I’Ermit’in tavsiyesine uyarak, şehit Türk askerlerinin cesetlerini toplamış, tuzlamış, pişirmiş ve kendilerine ziyafet çekmişlerdi. Halep’in Maarra Kenti’ni ele geçirdikten sonra, güya baş gösteren açlıkta ise, birkaç haftadır bataklıklar­da kalan “kokmuş Müslüman-Türk cesetlerini” toplayıp yemişlerdi. Aslın­da Avrupahlarm yamyamlığı, Haçlı seferlerinin başlangıcıyla ortaya çık­mış değil. Onlar; bu seferlerden 70 yıl önce kendi dindaşlarının da icabı­na bakmışlardı. Nitekim, 1026 yılında Fransa’da yaşanan “kıthk”ta, anor­mal bir şekilde insan ölümü meydan gelmiş, açılan geniş çukurlara yüzler­ce ölü doldurulmuştu. Sağ kalanlar bunları yağmalıyor, götürdükleri ceset­lerle karınlarını doyuruyorlardı. Çocuklara elma ve yumurta vererek onla­rı kandırıyorlar ve sonra bu çocukları öldürdükten sonra cesetlerini yiyor­lardı. Hatta Fransız’ın biri, Toumus Pazan’nda pişmiş insan eti bile satma­ya kalkışmıştı.

Hele Mâcan denilen bölge civarındaki ormanda yaşayan bir adamın ku­lübesinde görülen manzara büsbütün tüyler ürperticiydi. Oradaki kilise­ye gelenleri kandırıp götüren bir adam, yediği 48 kişinin kafasından bir koleksiyon oluşturmuştu. Orta Çağ’da yaşanan bu dehşet verici olaylar, Yeniçağ’da Amerika’nın keşfinden sonra inanılmaz bir boyut kazandı. Gir­dikleri her bölgeye ölüm yağdıran İspanyol işgalciler de, çok geçmeden yamyamlığa başladılar. Ve insan etinin tadını alınca, işi ticarete bile dök­tüler. Tüm bunları da Fransız dostlarından öğrenmişlerdi. Sırf insan eti sa­tan kasaplarda, katledilen Kızılderililerin çeşitli uzuvları çengellere asıla­rak teşhir ediliyordu. Parayı verenler isterse tamamını, isterse parça parça Kızılderili etini yiyebiliyordu.

Ne dersiniz, batı medeniyetinin temelinde insan haklan düşünce­si mi, yoksa insan etleri yeme gerçeği mi yatıyor? İğrençlikler bitmez ki, Antakya’da yaptıkları yapan Fransızların yolu Maarra Kenti’ne düşer ve şehre girer girmez istila başlıyor. Frantz Funck Brentano’nun da dediği gibi, savaşacak gücünü kaybeden halk teslim oldu. Muhasarayı idare et­miş olan Bohemond, Müslümanlann ve Türklerin eşleri ve çocukları ile beraber, kıymetli mallarını da alarak, kale kapısına iltica etmeleri haberi­ni gönderdi. Ancak bu takdirde canlarını ve mallarını kurtaracaklarını ifa­de etti. Fakat bu söz, bir hileden ibaretti. Zira Fransızların başını çektiği bu karışık barbar ordu, Maarra’ya girer girmez adeta kudurmuşçasma katlia­ma ve yağmaya başladılar. Kuyular ve her yer araştırılarak, bütün mallara el konuldu. Bohemond’un sözlerine uyarak birçok kişini malları alınmış, bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da esir olarak satılmak üzere Antakya’ya gönderilmişti.

Antakya, Maarra Kenti’ne yetmeyen bir şehirdi. Peki Maarra Kenti ne­reye yetmeyecekti? Kudüs’e! Kudüs’te ise elbette tam bir soykırım ola­caktı. Fulcherius Camotensis’in de belirttiği gibi, “Müslüman kadınların sığınmış oldukları Ömer Camii’nde, çocukları ile beraber on bin kadar Müslüman’ı da, Süleyman Mâbedi’nde öldürdüler.” Burada olsaydınız di­yerek devam ediyor Fransız kronikçi Carnotensis, “ayak bilekleriniz öldü­rülen Türklerin ve Müslüman Arapların kanıyla lekelenebilirdi!”

O tarihlerde Türk-İslam Dünya’sı bu acıyı çekerken, insanlara adil dav- ranılması gerektiği konusunda nutuk atan Papalık makamı ne yapıyor­du? Kendilerine Godefroi de Boullon’den gelen, aşağıdaki mektubun içe­riğinden hiç de rahatsız olmadıklarını belli ediyorlardı: “ Kudüs’te Müs- lümanlara neler yapıldığını öğrenmek isterseniz, bilginiz olsun ki, Süley­man Mabedi’nin kapısı önünde ve içinde, bizimkiler atlarıyla, Müslüman­ların kanlarını dizlerinde görüyorlar.”Bu zalim kıyımlar yukarıda da bah­settiğimiz gibi, insanlık tarihi boyunca görülmemiştir ve görülmeyecek de. Fransızların Türk ve Müslüman milletlere yaptığı bu kıyımlar sade­ce, Türk eti yemeleri için Kral Tafur’a akıl veren Pierre I’Ermit’m çadırını kurduğu Antakya Şehri’ne mahsus olmamış, Türklerin Kalesi olan Maarra Kenti’nde, Kudüs’te ve çok az bir zaman öncesinde Cezayir ve Ruanda’da yaşanmıştır.

Aç gözlü Hıristiyan Batı Dünyası’nm gözü doymak nedir bilmiyor? Önüne çıkanı katlediyor. Mefisto ise parmağını sallıyor! Kimi milletler tah­rife uğramış kitapların, insan hevesiyle donanmış sayfalarını, ilahi talimat bilerek insana böcek sıfatıyla bakmakta ve zulümlerini bu şekilde tamam­lamaktadırlar. Kimi milletlerde dünya jandarmalığına soyunarak, insan ka­nından adalet sayfaları yazmaya çalışmaktadır.

En samimi ve dürüst bir ifadeyle söyleyecek olursak, doğrusu dünya, Osmanlı adaletinin susuzluğu içinde kıvranmaktadır. Bugün balkanlara ve ortadoğuya baktığınız zaman hep karışıklık görülmekte. Bunun tek bir se­bebi var, yepyeni bir “Osmanlı modelinin” oralarda hâkim olmaması. Eğer balkanlarda ve ortadoğuda barış ve huzur istiyorsak, bu Osmanlı modeli­ni uygulamamız lazım. Ama maalesef bu gerçekleşemiyor. Eğer ki des­tanlar, kaybettikleri kimliklerinden yeni birer kimlik kazanacak iseler, bir daha dünyaya gelmesi mümkün olmayan Osmanlı çağını ve destanlarını bir daha gözden geçirmeliler. Ne Maarra, ne Süleyman Mabedi, ne Ömer Camii’nde akan kanlar ve ne de Antakya’da Türk ve Müslüman cesetleri­ni domuz jumbonundan daha leziz bulan barbar başları Kral Tafur’un adı­na yazılan destanlar.

Türk Milleti’ni işlemediği bir suçla “siyasi menfaat gereği” suçlayıp, kendilerine pay çıkaran ey batılı ülkeler: Kendi tarihinize bir bakın, geç­mişiniz ne durumda acaba? Hiçbir ülkenin geçmişinde ne yapılmış, ne ya­pılmamış diyerek bunları gün ışığına çıkartıp, kendimi de asla yüceltmem! Ama şerefli bir milletin evladı olarak diyorum ki, iddialarınızda haklı ise­niz: Buyurun o zaman istediğiniz arşivleri açalım! Ermeni yasa tasarısını “temsilciler meclisinde” kabul eden ey Fransa! Çok önemli bir akademik kuruluşunuz olan “Fransız Bilimsel Araştırmalar Merkezi (CNRS)”ni ne­den herkese açmıyorsunuz? Müslüman-Türk insanlarını öldürdükten son­ra, bunların cesetlerini yediklerinizi, neden kendi okullarınızda okutmu­yorsunuz? Şerefli bir tarihiniz varsa, çekinmeyiniz. 20. asırda kurduğunuz Annales Tarih Okulu, tarihçilerinizin yetiştiği en iyi okul değil mi? Akade­misyenlerinizi neden dikkate almıyorsunuz? Birçok batılı ülkenin temsil­ciler meclisine getirilen, “Sözde Ermeni Soykırımı” acaba batılı ülkelerce ne derece bilinmektedir? Ben size söyleyeyim: “Bırakın soykırım ile ilgi­li akademik bir cümle veya belge sunmayı, Ermenistan’ın dünyanın nere­sinde olduğunu bile bilmezler!” Normalleşme ve yakın ilişkilerin kuruldu­ğu bir dönemde, ne tezattır ki, diaspora ve ilgili ülkelerin siyasi rantçıla­rı boş durmuyor! O zaman ben de diyorum ki, kitabımda anlattığım olay­ların gerçek olmadığını iddia edin. Edemezsiniz, çünkü kendi bilim insan­larınız bunları söylüyor. Ama nedense kendi bilim adamlarınıza bile “doğ­ruyu söylüyorlar diye, yargılama kararı çıkarıyorsunuz!” O zaman kendi bilimsel kuruluşlarınızı kapatın, ne amaçla kullanıyorsunuz bu kuruluşla­rı? Bu dünyada olmasa bile, mutlaka öteki yaşamda Allah’ın huzurunda el­bette hesabınızı vereceksiniz. İşte orada adalet vardır ve kimseye haksız­lık edilmez...

Güven AYKAN               
Tarih Felsefecisi

KAYNAKÇA

1-           Amin Maalouf, Les Croisades Vues Par Les Arabes (Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri), Çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., 5. Baskı İs­tanbul 2009

2-           Charles Mills,“ Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) ”, Depelafol Libraire 1836

3-           Edouard Gibbon, Histoire de la Decandence et de la Chute de I’Empire Romain, Mairet et Foumier, Paris, MDCCCXLI

4-           Albert Malet et Jules Isaac, Professeurs agreges d’Histoire: Le Moyen Age, Classe de IVeme, Paris 1926

5-           Frantz Funck Brentano(1862-1947), Les Croisades (Haçlı Sefer­leri), Editör : Flammarion, Paris 1934

6-           Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem Peregrinan- tium 1100(Kutsal Toprakları Kurtarmak: Kudüs Seferi), Çev: İlcan Bih- ter Barlas, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul Haziran 2009

7-           Joseph François Michaud, de I’Acedemie Française: Histoire des Croisades, Augmentee d’un appendice, Delagrave, Paris 1849

8-           Pierre Von Paassen, Why Jesus Dead?, New York 1949 (Dial Pres ine) 9- Mehmet Çelik, “Bizans Devleti’nin Antakya ve Yöresinde Giriş­tiği Kütle Katliamları (IV.-VII. Yüzyıllar)”, II. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu Bildirileri- Antakya 21-22 Mayıs 1992, Antakya 1994

10-        Steven Runciman, Kutsal Toprakların Davetsiz Misafirleri: Haç­lı Seferleri I, Editör: Tanıl Yaşar, Noktakitap Yay., 1. Baskı Ekim 2005 11- Rene Grousset, Histoire des Croisades I. 1095-1130 L’anarchie Musulmane, Perin, Tempus fr. n° 6, Paris 2002

12-        İbnüT Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, Çev: Ahmet Ağırakça - Mertol Tulum, Bahar Yayınları, İstanbul 1986

13-        Richard Le Pelerin, La Chanson d’Antioche (Fransız Milli Desta­nı), Bibliographie Üniversite de Gand, 1862 Paris

14-        Raoul de Cean (1080 - 1120), Gesta Tancredi Expeditione Hiero- solymitana, (Papaz Tancredi’nin Öyküsü)

15-        Foucher de Chartres (1059-1127), DIEU LE VEUT! Recit de la primiere croisade 1095 - 1106, Avant-Propos et Dossier etabli par Jean- ne Menard, Cosmopole Publications - Diffiısions Marcus, Les Croisade Des Barons, Paris 2009

16-        Edward Peters, The First Crusade: The Chronicle of Fulcher of Chartres and Other Source Materials,University of Pennsylvania (USA) Press 1998

17-         Albert d’Aix,(fL c. 1100) Historia Hierosolymit an ea Expeditionis

18-         Joseph Fr. Michaud, Bibliographie des Croisades, Basım: Paris

*             1817-1822, Orijinal Nüshası: Lausanne Üniversitesi Faculte des lettres

(Sanatlar Fakültesi)

19-        Janet Abu Lughod, Before European Hegemony (Avrupa Hege­monyası Öncesi); OUP 1989

20-        G.E. Perry, The Middle East: Fourteen Islamic Centuries. (Orta­doğu: 14. Yüzyılda İslâm), 2d ed., Englewood Cliffs, NJ 1992

21-        T.G. Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân, Tercüme:Yakup Üstün, İstanbul 1979

22-        Thomas Fuller (1608-1661) The History Of The Holy War (Kut­sal Savaş Tarihi), London 1840, Califomia University Libraries (Kalifor­niya Üniversitesi Kütüphanesi)

23-        Amold Hermann Ludwig Heeren, “Essai sur I’influence des Cro­isades (Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme), Çev: Charles Villers, Paris 1808

24-        Râşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, Editör: Ahmed Yüksel Özemre, Kaknüs Yay., İstanbul Eylül 2002

25-        Usâme ibn Munkiz, Kitâbu’l-İtibâr (İbretler Kitabı), Çev: Yusuf Ziya Cömert, Kitabevi Yay., İstanbul 2008

26-        Zoe Oldenbourg, Les Croisades, Collection Folio Histoire Publi­cations, Gallimard 1965



*                 Tarih Felsefecisi

[40]               Amin Maalouf, Les Croisades Vues Par Les Arabes (Arapların Gözüyle Haçlı Se­

ferleri), Çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., 5. Baskı İstanbul 2009, s. 217

[41] Edouard Gibbon, Histoire de la Decandence et de la Chute de I’Empire Romain, Mairet et Fournier, Paris, MDCCCXLI, pp. 2/643

[42]               Edouard Gibbon, a.g.e. pp. 2/648

[43] Albert Malet et Jules Isaac, Professeurs agreges d’Histoire: Le Moyen Age, Clas- se de IVeme, Paris 1926, pp. 4 / 251

[44]              Frantz Funck Brentano (1862 - 1947), Les Croisades (Haçlı Seferleri), Editör :

Flammarion, Paris 1934, pp. 20

[45] Frantz Funck Brentano, a.g.e. pp. 21

[46]                Amin Maalouf, a.g.e., s. 21

[47]              İmparator Aleksios Komnenos’un Türk kökenli ücretli askerlerine Turcopol de­

nilmektedir.

[48] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 66-67

[49]              Şimdiki Almanya’nm Aachen Şehri.

[50] Joseph François Michaud, de I’Acedemie Française: Histoire des Croisades, Augmentee d’un appendice, Delagrave, Paris 1849, pp. 1/119

[51] Amin Maalouf, a.g.e., s. 31

[52] Amin Maalouf, a.g.e., s. 31-32

[53] Pierre Von Paassen, Why Jesus Dead?, New York 1949 (Dial Pres ine), pp. 241

[54] Amin Maalouf, a.g.e., s. 33

[55]               Antakya Kralı’nın oğlu. Bkz. Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 76

[56] Steven Runciman, Kutsal Toprakların Davetsiz Misafirleri: Haçlı Seferleri I, Editör: Tanıl Yaşar, Noktakitap Yay., 1. Baskı Ekim 2005, s. 203

[57] Rene Grousset, Histoire des Croisades I. 1095 - 1130 L’anarchie Musulmane, Paris, Perin, Tempus fr. n° 6, 2002, pp. 137

[58] Amin Maalouf, a.g.e., s. 33

[59] Amin Maalouf, a.g.e., s. 34

[60] Amin Maalouf, a.g.e., s. 35

[61] îbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birin­ci Yılı Olayları, Çev: Ahmet Ağırakça - Mertol Tulum, Bahar Yayınlan, İstanbul 1986, s. 189

[62] Emân: Korkusuzluk, emniyet, güven.

[63] Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/149

[64] İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 190

[65] Amin Maalouf, a.g.e., s. 44

[66] Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/151

[67] Foucher Chartres, Latin kaynaklarında, Fulcherius Carnotensis diye geçiyor. Ama gerçekten böylemi bilmiyoruz. Bunu bir dipnotumuzda da belirttik. 1058 yılında Chartres’de doğup, yaklaşık 1127 yılında da ölen Fransız rahip ve tarihçidir. Gesta Francorum Jerusalem Peregrinantium adlı eserinde bu olayları anlatmıştır. Ama Alman Tarihçi Heinrich Hagenma- yer, Fulcherius Camotensis’in 1095 yılında dünyaya geldiğini ele almış. Bkz. Heinrich Ha- genmeyer, Fulcheri Carnotensis (Historia Hierosolymitana), Cari Winters Üniversitesi 1913.

[68]               Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp.  57

[69]               Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp.  76

[70]               Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp.  57

[71]               Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp.  78

[72] Richard Le Pelerin, La Chanson d’Antioche (Fransız Milli Destanı), Bibliograp- hie Üniversite de Gand, 1862 Paris, 5. Bölüm, s. 196-200

[73]               Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/152

[74]               Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/153

[75]               Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/153

[76]               Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/155

[77] Charles Mills, “ Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) ”, Depelafol Lib- raire 1836, pp. 66-183.

[78]               Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/154

[79]               Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/154

[80] Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 71                                                                                       '■

[81]               Bkz. Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 80, 112. Dipnot.

[82]               Bkz. Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 96 Dipnot 178: 28 Haziran 1098 Kürbo-

ğa Bozgunu’ndan sonra Haçlı Prensleri, İmparator Alexsios’a haber gönderip, 1 Kasım’da onların araşma katılması durumunda Antakya’nın onun olacağını bildirmişlerdi. Bohemond ve Kont Raymond, Kudüs’e ilerleyişi ertelemek istemişlerdir. Çünkü Bohemond, Antakya Şehri’ni kendisi ele geçirmek istemekte, Raymond ise Aleksios Komnenos’un haklarını ko­rumak istemektedir.

[83] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 95-96

[84] Amin Maalouf, a.g.e., s. 49

[85] Barra / Bahreyn Bölgesi, Antakya’nın 42 mil güneydoğusunda, Maarratü’n- numan ise Bahreyn’in 8 mil doğusunda bulunmaktadır. Bahreyn Bölgesi Kont Raymond ta­rafından işgal edilmiştir. Bkz. Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 96

[86] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 96

[87] Amin Maalouf, a.g.e., s. 50

[88] İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm , Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 191

[89] Foucher de Chartres (1059-1127), DIEU LE VEUT! Recit de la primiere croi­sade 1095 - 1106, Avant-Propos et Dossier etabli par Jeanne Menard, Cosmopole Publicati- ons - Diffusions Marcus, Les Croisade Des Barons, Paris 2009, pp. 183-186

[90] Foucher de Chartres, a.g.e., pp. 183-184

[91] Steven Runciman, a.g.e. s. 248

[92]                Raoul de Cean’in “Putperest” kelimesinden kastettiği Müslümanlar yani Türklerdir.

[93]                Janet Abu Lughod, Before European Hegemony (Avrupa Hegemonyası Öncesi);

OUP 1989, pp. 107

[94] G. E. Perry, The Middle East: Fourteen Islamic Centuries. (Ortadoğu: 14. Yüzyıl­da İslâm), 2d ed., Englewood Cliffs, NJ, 1992, s. 78

[95]               T. G. Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân, Tercüme: Yakup Üstün, İs­

tanbul 1979, s. 37

[96] Thomas Fuller (Doğum: 1608 - Ölüm: 16 Ağustos 1661) The History of the Holy War (Kutsal Savaş Tarihi), London 1840, Califomia University Libraries (Kaliforniya Üni­versitesi Kütüphanesi) c. 1, Bölüm 1., s. 24-46, 6 Mart 1639’da kaleme aldığı kitabında bun­lara değinmiştir.

[97] Amold Hermann Ludwig Heeren, “Essai sur I’influence des Croisades (Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme), Çev: Charles Villers, Paris 1808, s. 414

gi Joseph Fr. Michaud (1767-1839), Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi), Paris 1825-1829, C. 1, Provenance(Kaynak): gallica.bnf.fr, s. 373

[99] Joseph Fr. Michaud, a.g.e., s. 376

[100] Foucher de Chartres, a.g.e., pp. 175

[101] Amin Maalouf, a.g.e., s. 51-53

[102] İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 190

[103] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 97

[104] Amin Maalouf, a.g.e., s. 54-55

[105] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 97-98

[106]            Usâme ibn Munkiz, Kitâbu’l-îtibâr (İbretler Kitabı), Çev: Yusuf Ziya Cömert,

Kitabevi Yay., İstanbul 2008, s. 167

[107] Fransızlar, Kahire Şehri’ne “Babylon” demektedirler.

[108] Amin Maalouf, a.g.e., s. 55

[109] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 98-100

[110] Fulcherius, Süleyman Tapınağı’nın, Hz. Süleyman tarafından yaptırılmadığını iddia ediyor.

[111] El-Aksâ, İslam Dini için en önemli üçüncü kutsal mekandır.

[112] Kudüs Şehri’ne: Ulema el-Kuds, Beytü’l-Makdis veya el-Beytü’l-Mukaddes is­mini takmışlardır.

[113] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 101-102

[114] Amin Maalouf, a.g.e., s. 59

[115] îbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 195

[116] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 104

[117] îbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 195

[118] Edouard Gibbon, a.g.e. pp. 2/670

[119] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 104

[120] Albert Malet et Jules Isaac, a.g.e. pp. 4/258

[121] Steven Runciman, a.g.e., s. 272-273

[122]             Amin Maalouf,a.g.e, s. 60-61

[123] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 105

[124] Zoe Oldenbourg, Les Croisades, Collection Folio Histoire Publications, Galli- mard 1965, pp. 219

[125] Zoe Oldenbourg, a.g.e., pp. 224

[126] Amin Maalouf, a.g.e., s. 61-62

[127]             İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 195

[128] Amin Maalouf, a.g.e., s. 64

[129]       , İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı

Olayları, s. 195

[130]            Fulcherius’un, düşmanlardan kastettiği Müslüman Araplar ve Türklerdir.

[131] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 109

[132] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 111-112, Yalnız Camotensis’in verdiği rakamlar biraz abartılıdır.

[133] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 113

[134]            Papa n. Urbanus 1095 yıhnda Clermont Konsili’nde yaptığı konuşması ile Haçlı

S eterleri’nin icra edicisi olarak bilinmektedir.

[135] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 114-115, Camotensis, Papa Urbanus’un ölüm tarihini yanhş olarak vermiştir. Urbanus’un ölüm tarihi 29 Temmuz 1099’dur.

[136] Amin Maalouf, a.g.e., s. 67

[137] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 117-118

[138] Amin Maalouf, a.g.e., s. 68

[139] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 118

[140] Steven Runciman, a.g.e., s. 305

[141] Godefroi 18 Temmuz”da ölmüştür. Bkz. Fulcherius Camotansis, a.g.e., s. 119, Godefroi, Kutsal Mezar Kilisesi’nde toprağa verildi. Bkz. Steven Runciman, a.g.e., s. 298

[142]             Amin Maalouf, a.g.e., 69-70

[143] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 122

[144]             Amin Maalouf, a.g.e., s. 70

[145] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 123

[146] Amin Maalouf, a.g.e., s. 71-72

[147] İbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Beşinci Yılı Olayları (1101-1102), s. 25

[148] Îbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Beşinci Yılı Olayları (1101-1102), s. 38

[149] Amin Maalouf, a.g.e., s. 73-74

[150] Îbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Beşinci Yılı Olayları (1101-1102), s. 38

[151] Amin Maalouf, a.g.e., s. 74-75

[152] Amin Maalouf, Tancred’in Antakya’yı teslim almasını Mart 1102 olarak ifade ediyor: Bkz. a.g.e., s. 75

[153] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 133-134

[154] Amin Maalouf, a.g.e. s. 75

[155] Bohemond, Melik Gazi Gümüştekin tarafından 1100 yılında Sivas Şehri’nde esir edilmişti. 3 Mayıs 1103’te de serbest bırakılmıştır.

[156] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 157

[157] İbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Yedinci Yılı Olayları (1103-1104), s. 44

[158] Amin Maalouf, a.g.e., s. 77

[159]              1104 yılının sonbaharında Antakya’dan yola çıkan Bohemond, 1105 yılının ocak

ayında İtalya’nm Bari Bölgesi’ne varmıştır.

[160]            Amin Maalouf, a.g.e., s. 77-78

[161]            Fief: Tımar, zeamet

[162] Kont Baudouin, 1104 yılında esir edilmiş, 1108 yılının ağustos ortalarında ser­best bırakılmıştır.

[163]              1108 yılının Eylül ayında Teli Başir yakınlarında gerçekleşen bu savaş, bir taraf­

ta Tancrede, diğer tarafta ise Baudouin, Joscelin ve düşmanlan olan Türklerin müttefik olma­sı ilginç olarak yorumlanmaktadır. Frkat Türkler, bu savaşta, her iki Fransız komutanın gö­rüş aynlıklanndan istifade etmek için böyle bir girişimde bulunmuşlardır.

[164] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 162

[165]            Amin Maalouf, a.g.e., s. 79

[166]              1104 yılının sonbaharında Apulia’dan aynlan Bohemond, 1106 yılının başında

Fransa’ya ulaşır.

[167] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 163

[168] Amin Maalouf, a.g.e., s. 81

[169] Kont Raymond, 28 Şubat 1105’te ölmüştür.

[170] Fulcherius Canotensis, a.g.e., s. 175-176

[171]             Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 177

[172]             Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 177

[173] İbnü’l-Kalanisi’ye göre, Trablusşam’m Fransızların eline geçişi 12 Temmuz

1109 olarak belirtilmiş. Bkz. Amin Maalouf, a.g.e. s. 84

[174] Bu gemiler Ceneviz’den gelen ve Trablusşam’m ele geçirilmesinde de yardımcı olan gemilerdir. Cenevizliler, savaşçı adamlarla dplu kırk gemi gönderir.

[175] Fulcherius Camotensis, a.g.e. s. 177-178

[176] Amin Maalouf, a.g.e., s. 85-86

[177] Fulcherius Camotensis, a.g.e. s. 178-179

[178] Bu tepe Taberiye Şehri’nin batısındadır. Bkz. İbnü’l-Kalanisi, The Damascus Chronicle, pp. 136

[179] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 190.

Fulcherius Camotensis, a.g.e. s. 191

Amin Maalouf, a.g.e., s. 95-96

[182]             Bu şehir, Süveyş Kanalı’nin yaklaşık on mil doğusunda bulunan Farama

Şehri’dir.

[183] Kral Baudouin, bu yarayı 1103 yılında almıştı.

[184]             25 Mart Pazartesi günü.

[185] Bu şehir Farama’nm elli mil doğusundadır. Îbnü’l-Esir’e göre ise, bu şehir el- Ariş diye ifade edilmektedir.

[186] Baudouin, Fransız’dır. Kendi dindaşlarının onun ölümüne üzülmesi ifadesi doğ­ru olabilir, ancak Müslümanların onun ölümüne üzülmesi söz konusu olamaz. Carnotensis, bu ifadeyle, Papazı olduğu Baudouin’in ölümüne duygusal yaklaşmaktadır.

[187] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 199-200

[188] Amin Maalouf, a.g.e., s. 96-97

[189] Urfa Kontu II. Baudouin (1100-18), Godefroi’nin ve I. Baudouin’in kuzeni olan Rethel Kontu I. Hugue’nin oğludur.

[190] İbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 3. Bölüm, Hicretin Beş Yüz On Beşinci Yılı Olayları (1121-1122), s. 6

[191] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 217

[192] Amin Maalouf, a.g.e., s. 98

[193] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 217

[194] Fransızlar bu şehre Hierapolis demişler.

[195] Amin Maalouf, bu bilgiyi Kemaleddin’e göre verir ve doğru olan bilgide budur. Bkz. Amin Maalouf, a.g.e., s. 99

[196]            Camotensis’in verdiği bilgi yanlıştır. Zira Jocelin’in, Belek’e olan düşmanlığı ve onu

tutsak tutması böyle bir yanlış bilgiye yol açmıştır. Bkz. Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 241

o p
OJ

[197] Amin Maalouf, a.g.e. s. 100-106

[198] Amin Maalouf, a.g.e., s. 109-112

[199] Îbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 3. Bölüm, Hicretin Beş Yüz Yirmi İkinci Yılı Olayları (1128), s. 44

[200] n. Bohemond öldrüldükten sonra vücudunun bozulmaması için ilaçlanmıştır. Bu usule tahnitlenme denir. Eski Mısır’dan beri bu uygulama yapılmıştır.

[201] Amin Maalouf, a.g.e., s. 112-114

[202] Usame îbn Munkîz, a.g.e., s. 172

[203]            Amin Maalopuf, a.g.e. s. 115

[204] Amin Maalouf, a.g.e., s. 117-119

[205] İbnü’l-Esir, a.g.e., 11. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Beş Yüz Yirmi Dokuzuncu Yılı Olayları ( 1134-1135 ), s. 12

[206] Edouard Gibbon, a.g.e. pp. 2/671

[207] Râşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, Editör: Ahmed Yüksel Özemre, Kak- nüs Yay., İstanbul Eylül 2002, s. 61

[208] Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/254

[209] Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 92

[210] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/305

[211] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/490 ve ayrıca Bkz. Edouard Gibbon, a.g.e. pp. 1/293

Râşid Erer, a.g.e. s. 64-65

Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/262

[214] Râşid Erer, a.g.e. s. 65

[215] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/263

[216] Râşid Erer, a.g.e. s. 66

[217] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/265

[218] RâşidErer, a.g.e. s. 67

[219] Râşid Erer, a.g.e., s. 68

[220] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/267

[221] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/267

[222]             Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/268

[223]             Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/268

[224] Râşid Erer, a.g.e., s. 70


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to