FRANSIZLARIN
GİZLEDİĞİ SOYKIRIM
Hazırlayan: GÜVEN AYKAN
Kitap: Belgelerle inanılmaz Vahşet!
Fransızların Gizlediği Soykırım
Tarih Felsefecisi Güven Aykan, 01.10.1974 yılında
Muş/Merkez'de doğdu, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra, 1995 yılında,
Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü'nü kazandı ve 1999 yılında bu
okuldan mezun oldu. Aykan, genellikle "Tarih Felsefesi" ile meşgul
olmuş az sayıdaki bilim insanımızdan biridir.
Aykan'a göre, "tarihin çoğu tahmin, geri kalanı ise
peşin hükümden ibarettir." "Tarih Felsefesi'nin ise, meşekkatli ve
yeteneğe bağlı bir ilim dalı olduğu, geçmişte ne oldu sorusundan yola çıkarak
gelecekte bizleri nelerin beklediği" sorusuna verilen cevap olarak
tanımlamıştır. Tarih Felsefesi'nin, "tarih metodolojisini iyi bilerek ve
ancak zengin bir ruh anlayışına bağlı olma" anlayışıyla yapılabileceğini
savunmuştur. Sürekli olarak "tarihçi olmayıp, felsefeden veya diğer bilim
dallarından bu dala geçenlerin yaptıkları ilmi bilmedikleri için başarı
şansları olmamıştır," ifadesini kullanmış ve dolayısıyla modern
Türkiye'de tarih düşüncesi ve eğitiminin geliştirilmesi gerektiğine
inanmıştır.
Güven Aykan, bilimsel çalışmalarda, Ankara Gazi
Üniversitesi'nin düzenlemiş olduğu "Türk Ulusu'nun Ortak Değerleri
Paydasında Hacı Bek- taş Veli Düşüncesinin Türk inanç ve Kültür Yaşamı'na
Etkileri" adlı makale yarışmasında ödül aldı ve bu makale çalışması, Hacı
Bektaş Veli Araştırma Merkezi'nin Güz 2000 15. sayısında yayınlandı. Mart
2002'de 6179 yerli ve yabancı bilim insanının da katıldığı, "Uluslararası
Türkoloji ve Türk Tarihi Araştırmaları Sempozyumu'na" davet edildi. 2003
yılında, "Bir Dönem Osmanlı Kazaskeri Şeyh Bedreddin ve Sözde Varidat Adlı
Eserinin Tenkidi" isimli makale çalışmasını yaptı. 2006 yılında yaptığı
"Malazgirt Meydan Savaşı ve Sultan Alp Arslan (Ebu Şûca)" isimli film
senaryosu ile ülkemizde adeta ihmal edilen "ecdada saygı" kavramını
dile getirdi. 2 Aralık 2006'da Adana Seyhan Oteli'nde: "Türk Projesi
Tanıtım Konferansı: "Medeniyetlerin Çatışması mı Yoksa Sonu mu?"
adlı konferansını sundu. 2007 yılında yayınlanmamış Adana ili Aladağ
ilçesi" adlı akademik kitap çalışmasını tamamladı.
Yaklaşık yirmi adede yakın makale çalışması da yapan Aykan,
Adana tarihini araştıranlar için, bir rehber ve kaynak özelliğine sahip
"Adana Almanağı" adlı çalışmasını tamamladı ve bu akademik yayın Altınkoza
Kültür ve Sanat Yayınları tarafından basıldı.
2010 yılı başında tamamlanan ve İstanbul
Ticaret Odası tarafından basıma hazırlanan Muş lli'nin tarihsel, kültürel,
ekonomik ve turizm değerlerini tanıtım amacıyla "Muş Almanağı"nı
hazırladı.
Bitlis Valiliği II Kültür ve Turizm
Müdürlüğü'nce basımı yapılacak olan "Bitlis Almanağı" adlı çalışmayı
da tamamlayan Aykan, elinizdeki "Belgelerle İnanılmaz Vahşet:
Fransızların Gizlediği Soykırım" adlı akademik ve bilimsel çalışmasını
tamamlayarak, soykırım yapmakla suçlanan Türkiye'nin uğradığı soykırımı su
yüzüne çıkardı.
İÇİNDEKİLER
MUKADDİME................................................................................................................... 9
BİRİNCİ BÖLÜM
İSTİLÂ
TÜRKLER
HİÇBİR ZAMAN BU KADAR AŞAĞILANMAMIŞTI! (1096-1098) 13
Fransızların
Türk Topraklarına Girişi: İZNİK, ANTAKYA KUŞATMASI VE YAMYAMLIKLAR 14
İKİNCİ
BÖLÜM
İNANILMAZ BİR VAHŞET! (1098-1135)..........................................................
33
MAARRA,
KUDÜS KUŞATMASI VE YAMYAMLIKLAR
"Fransızların
Müslüman-Türkleri ve Çocuklarını Izgara Yapıp Yemesi" 34
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Türk
ve Müslüman Arapların Cesetlerinin Fransız
Askerlerince
Yendiğini İfade Eden Dönemin Fransız
Kronikçileri
ile 17. ve 19. Yüzyıl Tarihçilerinin Fransızca Orijinal Belgeleri 101
SONSÖZ.......................................................................................................................... 129
KAYNAKÇA.................................................................................................................... 133
“ Tarihçi olsun olmasın bütün entellektüeller, sahib oldukları “kitapçı aklı” ile, tarihî hadiseleri ve politikaları yorumlamaktan acizdirler, ” İngiliz Şairi Coleridge’in ironik ifadesi
Tarih, geçmiş zamandır. Geçmişte meydana gelen olaylarm
hikaye edilmesinden ibarettir. Bana göre tarih ihtisası dışında olanların,
tarihle meşguliyeti tamamen abesle iştigaldir. Sırf bu amaçla, entelektüeller
ve belirli bir tarih bahsinin uzmanı olmayanlar, tarih hakkında konuşarak, en
ufak tabiri ile gevezelik ve ukalalık etmektedirler. Eskiden tarih bu kadar
popüler değildi ama [39]Aydınlanma
Çağı’nm getirmiş olduğu ideolojik saikler yüzünden, kötü emellere ve amaçlara
hizmet için kullanıldı. İdeolojik saiklerle ve aydınlanma çağının doğurduğu bu
modemite hastalığı sadece saçma olsaydı, hoş görülebilirdi; fakat siyasi
kavgalara gevezelik malzemesi ve mazereti üretmek için istismar edilmesi
sebebiyle yaşadığımız dünyanın en saçma ve en zararlı hususiyetlerinden biri
olmuştur.
Tarih kitapları okuyarak yorumlar yapmak enteller için
sadece faydasız değil, ayrıca çok da zararlıdır. Hoşça vakit geçirme maksadıyla
bile okunması uygun değil; çünkü üzerimizdeki menfi tesiri dünyamıza fevkalade
kötü ve tahrip edici zararlara mal olmaktadır. Üstelik aydınlar bunu safiyetle,
samimi kanaatleri olarak ve iyi niyetle tartışıyor olsalar, haydi neyse. Son
üç asır boyunca bu entelektüel zümreler siyaset meraklısı da oldular.
Özellikle Fransız entelektüelleri, politikacılar gibi güç sahibi olmak
sevdasmdalar. Politikacılarla işbirliği yaparak, her biri kendi mensup olduğu
siyasi kampın hedeflerine göre, halkı politik maksatlar için yönlendirmek
istiyorlar, böylece kendileri de politikacılara ve materyalist kitlelere
benzediler.
Ortaçağ’m hakikati arayan tahsil-i maarife yönelmiş ilim ve marifet adamlarına hiç benzemeyen, şu veya bu istikamette bir çıkarcılık peşinde, önce kendilerini sonra da halkı aldatmaya yönelmiş bir entelektüel ve politik bir sınıftan söz ediyorum. Tolstoy bir ifadesinde: "Kimseye zarar vermediği sürece budalalık sevimli bir şeydir" demiş. Hâlbuki çağdaş entelektüellerin ve politikacıların tarihle uğraşıp durması sadece zararsız bir budalalık değil. Kendi fikirlerini "samimi kanaat" zannedebilir; ama çağdaş entelektüellerin ve politikacıların, bu aşın tarih merak ve istismarının arka planında yalnızca çok zararlı bir budalalık değil, ideolojiler ve politik menfaatler tarafından kullanılan ve yönlendirilen bir samimiyetsizlik ve kötü niyet de var. Dünyanın birçok ülkesindeki politikacılar niçin tarihle bu kadar meşgul oluyor? Fransız İhtilali’nden beri ideolojik sebeplerle; yani bir din karikatüründen ibaret olan ideolojiler adına saçmalamak için.
Bugün, 1789 Fransız îhtilali sonrası tüm dünyaya barış,
demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları aşılamaya çalışan Fransız
Hükümeti’nin, günümüzde sözde Ermeni Meselesi’ni,‘temsilciler meclisinde’
kendilerince haklı görüp kabullenmeleri hadisesi, bana göre öncelikle kendi
tarihlerini sorgulama ihtiyacı şeklinde olmalıdır. Bu amaçla onlara sormak
lazım: Ne zamana kadar politikacılar, tarihi hadiseler üzerinde fikir yürütme
hakkına sahip oldular? Fransız Temsilciler Meclisi’nde: “-Türkler, Er-
menilere soykırım yapmıştır, kabul edenler, etmeyenler?” diye oylama yapılıyor.
Ne kadar da ilginç! Şunu herkes iyi bilmeli ki, ‘tarih, oylamalarla
değiştirilmez! ’ 2O.asnn en iyi tarih okulu olarak bilinen Fransız Annales
Tarih Okulu’ndan hiçbir bilim insanı, bu oylamayı kabul etmemesine rağmen,
Fransız siyasi otoriteleri, Türk Cumhuriyeti Devleti’nin başını ağrıtmak,
uluslar arası arenada küçük düşürmek, İsrail’in, Almanya’dan almış olduğu
tazminatı, Türkler tarafından Ermenilere de verilmesini sağlayarak, onların
ekonomik gücünü iyileştirmek ve diasporanın Fransız politikacılarına alet
edilmesini sağlamak için elinden geleni yapıyor.
Eğer Fransa, günümüzden 95 yıl öncesine yani 1915
olaylarına gidip, Türk Milleti’ni hiçbir bilimsel ve akademik delile dayanmayan
maksatlarla rencide ediyor ise, o zaman da ben de bir tarih felsefecisi
olarak, gerçekten Türkiye’de şu ana kadar kimsenin dile getirmediği ve
Fransızların üstünü örtmeye çalıştığı gerçek bir katliam ve yamyamlıktan
bahsetmek zorunluluğunu hissediyorum. Amacım Fransa’da yaşayan ve Fransız
Temsilciler Meclisi’nin aldığı bu kararları onaylamayan Fransız halkını
yargılamak değil, ama bu kitabı okuyan herkes okuduklarına inanamayacak.
Kitabımda “Frank” kelimesi yerine anlaşılması için “Fransız” ifadesi kullanılmıştır.
Böyle bir vahşet ve katliam tarih boyunca görülmemiştir.
Ölüler piramitler halinde yığınlar haline getirilmişti. Fransızların
öldürdükleri Türkleri ve Müslüman Arapları parçalara ayırarak cesetlerini
yedikleri elde ettiğimiz belgelerle kanıtlanmıştır. Tarih boyunca yamyamlıklar
görülmüştür ama insan eti yiyecek kadar hiçbir kıtlık olmamıştır. Maalesef
Fransızlar, öldürdükleri Türklerin cesetlerini yemelerini utangaç bir şekilde
kıtlığa bağlamışlar. Hâlbuki tüm bunlar, onlar için eğlenceli bir av ve
ziyafete dönüşmüştür. Kitabımda anlattığım olayların hiçbiri hayal ürünü veya
He-
redot türü tarih anlatımı değildir. Yaşanan
olayların dehşeti akıl almaz bir biçimdedir. Bu olayları kitabımızda
belgeleriyle göreceksiniz. Gerek Arap vakanüvisler ve gerekse Fransız
kronikçilerinin belgelerinde, Fransız askerlerinin, öldürdükleri Türk ve
Müslümanların cesetlerini yedikleri ifade edilmiştir. Bu savaşta, insanlık
tarihi boyunca hiçbir zaman görülmeyen bir vahşete ve yamyamlığa maruz kalan
Türk Milleti, günümüzde yapmadığı bir soykırım ile suçlanmaktadır. Mademki
Fransa 1915 olaylarını haksız bir şekilde gündeme getirip, Türk Milleti’ni
aşağılıyor ise, o zaman ben de bir Türk Tarihçisi olarak, vicdani sorumluluğum
gereği Fransızların, öldürdükleri Türklerin ve Müslüman Arapların cesetlerini
yediklerini, tüm Türk Halkı’nın ve dünya kamuoyunun gözleri önüne sermek
istiyorum.
Güven AYKAN
< 29
Mart 2010
BİRİNCİ BÖLÜM
İstilâ
(1096-1098)
TÜRKLER HİÇBİR ZAMAN
BU KADAR
AŞAĞILANMAMIŞTI!
FRANSIZLARIN TÜRK
TOPRAKLARINA GİRİŞİ:
“İznik - Antakya Kuşatması ve Yamyamlıklar”
'Anlatacağım olaylar öyle korkunç ki, yıllar boyunca
bunlardan bahsetmekten kaçındım. Ölümün, Müslümanların üzerine çöktüğünü haber
vermek kolay değil. Ahi Keşke anam beni dünyaya getirmesiydi, ya da keşke tüm
bu felaketlere tanık olmadan ölüp gitseydim. Bir gün Allah, Hz. Adem'i
yarattığından beri, dünyanın böyle bir felaket yaşamadığı söylenirse, hiç
tereddütsüz buna inanın. Çünkü gerçek budur. Tarihin en meşhur acıları
arasında, genellikle Babil Kralı Nebukadnetsar ’ın, İsrailoğulları 'nı
katletmesi ve Kudüs un yıkılması sayılır. Ama burada yaşananların yanında bu
hiçbir şeydir. Hayır, mahşer gününe kadar, bu kadar büyük felaket bir daha
görülmeyecektir kuşkusuz. ”
İbnü ’l Esir, El- Kâmil Fi ’t-Tarih
İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-tarih isimli
dev eserinin hiçbir yerinde bu kadar dokunaklı bir üslup kullanmaz. Dehşeti,
acıyı ve yaşadıklarına ina- namaması, çevrilen her sayfayla birlikte biraz daha
taşmaktadır.[40] Fransız
ırkına mensup olan Papa II. Urban’m, 1095 yılında, İtalya’nın Piacenza
Şehri’nde topladığı ruhani meclise, Bizans imparatoru Alexi’nin mümessilleri
de geldi. Bunlar, Anadolu’ya yerleşen Türkler ve Bizans arasında yalnızca
Boğaziçi mâniasmm kaldığını, bu hususun Şark İmparatorluğu için büyük bir
tehlike haline geldiğini, tehlikenin batı milletlerini de etkileyeceğini ileri
sürdüler.
Bu ifadeleri dinlerken, meclis azası da
ağlıyordu. Bizans’a yardım götürülmesi kararı bir sonraki meclise bırakıldı.
Meclisin sonbaharda Fransa’da toplanmasını Papa teklif etti. Türkler ve
Müslüman Arapların üzerine yapılacak seferleri geciktirmenin sebebi ise,
Hıristiyan halkın şevkini arttırmak ve diğer taraftan savaşçılık özellikleri
ile tanınmış Fransız Milleti’ni harekete geçirmekti.
Piacenza Meclisi dağıldıktan sonra, Filistin’i
Müslümanların elinden almak için, papazlar her yerde halkı örgütlediler.
İkinci meclis ise, Fransa’nın Clermont Şehri’nde 26 Kasım 1095 yılında toplandı.
Papa II. Urban, yüksek bir kürsüye çıkarak, Haçlı Seferleri yapılmasını
söyleyince, binlerce insan hep bir ağızdan, “Allah böyle istiyor, Allah
böyle istiyor” diye haykırmaya başladılar. Papa ise, Allah böyle
olmasını istiyor Bunu Rûhulkuds emrediyor îsa ’nin müdafilerinin çabalarını
tahrik edecektir, dedi.[41]
Böylelikle bu başı-bozuk ve ayak takımından
ibaret kütleler, muntazam denilen kafilelerden önce hazırlandı. Bunların
başında Fransız Keşiş Pierre I’Ermit vardı. Birkaç asilzade ile beraber, papaz,
keşiş, haydut ve fahişe ile karışık 60.000’den fazla asker, 1096 yılının
ilkbahar ayında Fransa’dan ve Almanya’dan hareket ettiler. Hemen arkalarından
200.000 kişi daha yola çıktı.
Bu askerle yolda iken, geçtikleri Avrupa
ülkelerinden onlara katılan başı-bozuk serserilerle daha da artıyordu.
Geçtikleri her yeri talan ettiler. Hz. İsa’nın katili olarak nitelendirdikleri
Yahudilere yol boyunca işkence ettiler. Verdün ve Ren Irmağı sahillerinde
Mainz, Spire ve Worms’ta yakaladıkları birkaç bin Yahudi’yi öldürüp mallarını
yağmaladılar. Evlerini yakıp, tecavüze kalkıştılar. Ama bazıları, mallarım
yanlarına alıp aileleri ile birlikte Ren Nehri’ne veya yangın alevlerine
atılıp, düşmanın gazabından kurtuldukları gibi, mallarını da yağmalamaktan
kurtarmışlardı.[42]
Bu haçlı sürüleri, yaşamak için yağmacılık
yapıp, şiddet ile hareket ettikleri için, geçtikleri yerlerdeki
Hıristiyanların yani Sırp, Macar, Bulgar ve Rum halkının lanetini de aldılar.[43]Bulgar
Piskoposu Teofilakt, bir dostuna yazdığı mektupta:“Fransızların memleketimizden
geçmeleri, bizi o kadar rahatsız etti ki, artık kim olduğumuzu bile bilmez hale
geldikl” [44]
İşte yukarıda anlattığımız bu durum, Fransız ve
diğer haçlı zihniyetinin, din hislerinden ziyade şiddetli ihtiras ve yağma
düşüncesinde oldukları gösterir. Yol boyunca gördükleri Hıristiyanları bile, bir
nevi Türk addetmekteydiler.[45] İleri de
Türklere neler yapmak istedikleri, bu hareketlerinden zaten belliydi.
Fransızların çoğunlukta olduğu ve serseri alayı
olan bu haçlıların, Bulgaristan’ın Niş Bölgesi’nde işleri yaver gitmeyince
10.000 askerleri öldü. Geri kalanlar ormanlara kaçtılar. Keşiş Pierre I’Ermit
ve beraberinde 30.000 asker kalmıştı. Keşiş Pierre I’Ermit’in yadımcısı olan
Gauthier Şans Argent, bu ordunun öncü kolunun başındaydı. Bunlar, İstanbul önlerine
geldikten sonra, kale surları haricindeki bahçeleri, sarayları, kiliseleri ve
daha birçok şeyi yağmaladılar.
îbnü’l Kalanisi, Zeylü Tarih-i Dımaşk
adlı eserinde Kılıç Arslan’m, istilacı olan Fransızların geldiğini haber
aldığında, on yedi yaşından bile küçük olduğunu bildirmektedir. Kılıç Arslan,
çok kalabalık bir Fransız ordusunun Konstantinopolis’e (bugünkü İstanbul’a)
doğru ilerlediğini Temmuz 1096 yılında haber almıştır.
Fransızların gerçek amaç ve düşünceleri
hakkında da bir fikir sahibi değildir. Fakat Fransızların doğuya doğru
gelişini de pek hayra yormaz. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, her yeri
yağmalayan bu Fransız çoğunluklu haçlı askerlerini durdurmak için, Türklerin
elinde bulunan Boğaziçi ve Anadolu sahillerini ele geçirmelerini tavsiye etti.
Yüzyıllar sonra Türkiye adını alacak bu toprakları
ilk ele geçiren Türk, Kılıç Arslan’m babası Gazi Süleyman
Şah’tır(Kutalmışoğlu). İç çekişmeler sebebiyle parçalanmış durumdaki Bizans
ordusu, tek başma savaşabilecek durumda değildi. Ağır zırhlar kuşanmış paralı
askerler ve Filistin yollarına düşmüş hacılar kılığında, Doğu’yu ziyarete
gelen Fransızların sayısı bayağı kalabalıktır.
1096 yılında, Müslümanlar açısından Fransızlar hiçte
bilinmedik insanlar değildir. Kılıç Arslan doğduktan sonra yaşlı Selçuklu
Emirlerinden, Fransızlarla ilgili haberleri duymuştu. Roussel de Bailleul
adındaki biri Bizans üzerine ordusuyla beraber yürümüş ve bunun üzerine
Basileus’un gönderdiği bir elçi ile, Kutalmışoğlu Süleyman’dan yardım istemişti.
Yapılan yardım neticesinde, Türk atlıları Konstantinopolis’e girerek Roussel’i
yenmeyi başarmışlardı. BizanslIlar o günden bu yana Fransızlardan kuşku-
lansalar da, sürekli kaliteli asker eksiği çeken kendi ordusuna paralı askerleri
almak zorunda kalır.
Üstelik bu paralı askerler içinde sadece Fransızlar
olmayıp, Türk savaşçıları da bulunmaktaydı. İşte Kılıç Arslan, Fransızların
yaklaştıkları haberini, kendi soydaşları olan Türklerden öğrenir (Temmuz
1096). Kendisine verilen haberler karşısında şaşırıp kalır. Çünkü gelen
Fransızlar, görmeye alışkın olduğu paralı askerler değildir. Sanki istilacı
bir güç tarafından topraklarından kovulmuş bütün bir halk, doğuya doğru
hareket etmektedir. Sırtlarında ise haç biçiminde yapılmış kumaş parçaları
dikili olduğu da belirtilmektedir.[46]
Tehlikenin gücünü kestirmekte zorlanan Kılıç Arslan,
casuslarından gözlerini dört açmalarmı ve bu istilacıların en ufak
hareketlerini bile kendisine bildirmelerini istemişti. İznik surlarını sürekli
teftiş etmiştir. 1096 yılının ağustos ayında tehlike iyice ortaya çıkar. Bizans
gemilerinin taşıdığı Fransızlar, İstanbul’a girerler. Yolları üstündeki Rum
Kilisesi’ni yağmaksalar bile, uğradıkları her yerde Türklerin ve Müslümanların
kökünü kazımaya geldiklerini söylerler. Başlarında Pierre l’Ermite diye bir
keşiş vardır.
Bizans İmparatoru Aleksios, sayıları bilinemeyecek kadar
kalabalık olan bu barbar Fransız ve diğer milletlerden karışık orduyu İznik
yakınlarına Helenopolis (bugünkü Yalova )’e doğru götürüp karargâh kurdurmalarını
sağlamıştı. Sultan Kılıç Arslan’m sarayında ise hummalı bir hareketlilik göze
çarpmaktaydı. Türk atlıları her an yapılacak savaşa hazırdı. Fran- sızlar ise,
her sabah binlerce kişilik sürülerle karargâhlarından çıkarak etra- m altını
üstüne getiriyorlardı.
Çoğunluğu Fransızlardan oluşan bu barbar ordu, eylül ayı
ortasında İznik5 e doğru ilerleyerek, çevredeki tüm köylerin
mallarına el koyarak, Türk köylülerini katlettikleri ve hatta Türk çocukların
diri diri yakıldıkları ifade edilmektedir.8 Alman Haçlılarının bir
kısmı Keşiş Pierre 1’Ermit’ten ayrıldı. 10.000 fazla Fransız askeri, İznik’te
dayanılmaz bir işkence başlatır: Atlarının kanını ve kendi idrarlarını içme
noktasına varırlar. Çünkü Kılıç Arslan, onların su ihtiyacını kesmişti.
BÖYLE BÎR VAHŞET TARİH BOYUNCA
GÖRÜLMEYECEKTİR!
Frantz Funck Brentano’nun ifadesine göre; vahşi hayvan
sürülerinden farksız olan Fransızlar, Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik
civarında yakaladıkları Türk çocuklarını parçalamışlar, etlerini şişlere
geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı?
İznik, Kılıç Arslan tarafından başarılı olarak savunulsa
da, görgü tanığı olan ve bu savaşa bizzat katılan Fulcherius Camotensis10’in
ifadesine göre: “Türkler şehri kuşatanları uzaklaştırmak için güçlerini
toplamışlardı.11 Ancak adamlarımız (Fransızlar) onları geri
püskürttüler. Yaklaşık 200 adamları öldürülen Türkler, Fransızların bu kadar
güçlü olduklarını gördüklerinden, tekrar saldırmak için elverişli zamanı
beklemek üzere Anadolu içlerine çekildiler.”12 Fulcherius
Camotensis eserinde devamla: “Bizler haziranın son haftasında kuşatmaya
varabildik13 Orduda tahminen altı yüz bin kişi bulunmaktaydı.
Bunların yüz bini zırhlı elbise ve miğferle korunuyordu. Bu hesaplamada,
silahla alakası olmayan rahipler, keşişler, kadınlar ve çocuklarda vardı.
Kutsal yolculuk için evlerinden ayrılanların hepsi şu anda yanımızda
bulunsaydı, şüphesiz altı milyon savaşçımız olurdu.
Ancak sıkıntılara dayanamayanlar Roma’dan, Macaristan’dan
ve Dalmaçya’dan evlerine dönmüşlerdi. Ayrıca bir kısmı da yollarda hastala-
8
Amin
Maalouf, a.g.e., s. 22
9
Frantz
Funck Brentano, a.g.e. pp. 24
10 Fulcherius Camotensis, 1098-1100
senesi arasında Urfa Kontluğu ve Kudüs Haçlı Krallarının ilki (1100 - 1118)
olan I. Baudouin’in rahibidir. 1100 yılının sonundan 1127 yılma kadar Kudüs’te
kalan, sonrada gözden kaybolan Fulcherius görgü tanıklan tarafından yazılan ve
I. Haçh Seferi’ni anlatan üç Latin kroniğinden (günlük tutan) birinin yazandır.
Bkz. Fulcherius Camotensis, Gesta Francorum Iherusalem Peregrinantium 1100(Kutsal
Topraklan Kurtarmak: Kudüs Seferi), Fulcherius Kimdir? Çev. îlcan Bihter
Barlas, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Haziran 2009 İstanbul, s. 17
11 Fulcherius Camotensis bu olayın tarihini 16 Mayıs 1097
olarak verir.
12 Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 65-66
13 Fulcherius Camotensis’in vanş tarihi 3 Haziran 1097’dir.
nıp hayatlarım kaybetmişlerdi. İznik Şehri
kuşatması boyunca erzak ihtiyacımız, İmparatorun gönderdiği gemiler
aracılığıyla giderilmişti. Kumandanlarımız ise savaş aletleri yapılmasını
emrettiler. Oklar yaylarla, taşlar ise tormentalarla fırlatılıyordu.
Askerlerimiz, düşmanlarımız olan Türklerle tüm güçleri ile savaşıyorlardı.
Şehre sürekli makinelerle saldırıyorduk, ancak surlar çok dayanıklıydı ve kolay
kolay zarar görmüyorlardı. Birçok Türk ve Fransız mücadelede hayatlarını
kaybediyorlardı. Ancak beş haftadan sonra şehrin direncini kırabildik.
Bu arada Türkler de, aracılar vasıtasıyla
şehri gizlice İmparatora teslim etmişlerdi. İmparator tarafından gönderilen
Turcopollerin[47] içeri girmelerine izin
verdiler. Bu askerler şehrin tüm servetini İmparatorun emriyle onun adına
almışlardı. Tüm ganimete el koyan imparator, bizim kumandanlarımıza hediyeler
sunulmasını emretti; altından hediyeler, gümüşler, elbiseler dağıttı ve
yayalara tartaron adı verilen bakır paralar verdi. Böy- lece İznik Şehri 19
Haziran 1096 "da teslim oldu.”[48]
Zavallı Türkler, o vahşilerin kurbanı olmak
yetmiyormuş gibi, şerlerinden insanları kurtarmak üzere bir de imha etmek
mecburiyetinde kalmışlardır. Aix la Chapelle[49] (Eks la Şapel) Kilise’si
papazlarından olan ve 1121 tarihine kadar yapılmış olan Haçlı Seferleri’ne
katılmış olan Albert d’Aix (Albert d’Eks) bir ifadesinde: “Ordudaki
baronların ve şövalyelerin kadınları, esir olmayı ölmeye tercih ediyorlardı.
Savaşın karmakarışık durumunda, bu kadınların en güzel elbiselerini giyerek,
hem güzellikleri, hem cilveleri sayesinde Türklerin gönüllerini almaya ve
hislerine tesir etmeye teşebbüs ettiler,” diyordu.[50] Demek ki bizim Türkler,
Fransız kadınlarını cezp edecek kadar yakışıklı idiler. Dolayısıyla ikinci
seferdeki Kraliçe Eleonor olayı da bu hadiseyi teyit etmektedir.
İznik Şehri’nin düşmesinin ardından
gördüklerini Zeylü Tarih-i Dımaşk adlı eserinde anlatan İbnüT Kalanisi
şöyle demektedir: “Fransızlar, Türk ordusunu kılıçtan geçirdiler.
Öldürdüler, yağmaladılar ve pek çok tutsak alıp onları köle olarak sattılar!”[51] İstilacı Fransızlara
tek direnen artık doğanın kendisidir. Toprağın çoraklığı, dağ patikalarının
darlığı ve gölgesiz yollardaki kavurucu sıcaklar Fransızların ilerleyişini
biraz yavaşlatmıştı.
Eskişehir’den sonra normal koşullarda bir ayda geçmeleri
gereken Anadolu’yu tam yüz günde katedebildiler. Bu arada Türklerin uğradığı yenilginin
haberi tüm Doğu’ya ulaşmıştı. Şamlı vakanüvis, İslam açısından utanç verici
bu olay öğrenildiğinde, tam bir panik yaşandı, diye kaydeder. Korku ve
endişe muazzam boyutlara ulaştı. Kalanisi’ye göre, o yaz batı tarafında
bir kuyruklu yıldız göründü. Yükselişi yirmi gün sürdü, sonra kayboldu ve bir
daha görünmedi. Gelen haberlerin hızla yayıldığı ve Fransızların, Eylül
ayının ortasından itibaren köylerden geçtikleri ve Antakya’ya doğru hareket
ettikleri görülür.[52]
Günümüz Hıristiyan inancının doğuşu ve gelişmesindeki ilk
tarihi olaylarda Antakya’nın özel bir yeri vardır. Hıristiyanlığın Kudüs
dışına taşmasından sonra, bugünkü çehresine bürünmesinde dinamik bir rol
oynayan üç büyük merkezden (diğerleri Roma ve İskenderiye) biri, belki de
birincisidir. Pavlos’un Yahudi asıllı Hıristiyanlığı evrensel din haline
getiren görüşleri Antakya’da filizlenmiş ve ilk taraftarlarını da burada
bulmuştur.[53]
Kudüs’ün, 70 (M.S.) yılında Titus tarafından harap
edilmesi, Antakya’nın Hıristiyan âleminin lideri olmasına sebep oldu. Üçüncü
yüzyılın sonunda Antakya Kilisesi’nin Suriye, Fenike, Arap memleketleri, Filistin,
Kilikya, Kıbrıs, Kapadokya, Mezopotamya ve İran toprakları üzerinde 12
metropolitlik ve 137 episkoposluğu yönettiği hususunda, hemen hemen bütün
kaynaklar görüş birliği içindedirler.
Bir yandan bu dini statü, diğer yandan coğrafi konum
sebebiyle, Roma İmparatorluğu’nun Asya ve Avrupa’daki topraklarının kilit
noktasında bulunması, Antakya’nın değerini kat kat arttırıyordu. Anadolu,
Suriye, Filistin ve Mısır üçgeninin ortasında bir liman şehri olması, siyasi,
dini ve ticari önemini her zaman korumasını sağlamıştır. Ticari hayatın yanında
misyon çalışmalarının buradan idare edilmesi, şehrin gelişimini oldukça
hızlandırmış, dördüncü asrın başlarında şehrin nüfusu yarım milyona
ulaşmıştır.
Katliamlara baktığımız zaman, Romalılar II. yüzyılın
başından itibaren özellikle Antakya ve çevresinde giriştikleri ve III.-IV.
yüzyıllarda katliamlara dönüşen hareketin sebepleri ne
olabilirdi?Araştırmacılar,66.. .Roma İmparatoru kültü için kurban
kesmediklerinden..., Roma tanrılarına ibadetten kaçındıklarından...,
putperestlerin hayasız eğlencelerine katılmadıklarından..., bayramlarda
evlerini süslemediklerinden...vb.” gibi sebepler ileri sürseler de, bunlar
temel değil, tâli sebepler olabilir. Zira aynı şeyleri impa-
ratorluğun çeşitli bölgelerinde dağınık halde
yaşayan Yahudiler de yapmadıkları halde, Roma İmparatorluğu onlara bir formül
olmuştu.21
Fulcherius Camotensis, kendisinin de bulunduğu
ve çoğunluğunu Fransızların oluşturduğu Haçlı ordusunun Antakya’ya hareketleri
boyunca yaşadıklarını şöyle ifade etmiştir: “ Türkler, kurtlar gibi uluyor,
attıkları oklar sağanak şeklinde üzerimize yağıyordu. Tüm bunlar bizi
sersemletmiş- ti. Adamlarımızdan çoğu ölmüş ve yaralanmıştı. Bu hiç alışık
olmadığımız bir mücadele şekli olduğundan kurtuluşu kaçmakta bulduk.
Gerçek korkuyu bilmeyen Türklerin ise cüreti ve
cesareti dikkat çekiciydi. Kumandanlarımız Normandie Dükü Robert, Blois Kontu
Stephan, Flandre Kontu Robert ve Bohemond, Türklere ellerinden geldiğince karşı
koymaya çalışırken, bir yandan da şiddetli saldırılara maruz kalıyorlardı.
Sonunda adamlarımızın dört bir yana dağılmasıyla Türkler öldü. Türk- leri
dağlar ve vadiler boyunca takip ettik ve bütün mallarına el koyduk. Ordumuzda
farklı dilleri konuşan adamlar görmek mümkündü. Aramızda çoğunlukla
Fransızlar, Flemenkler, İngilizler, îskoçlar, îtalyanlar, Rumlar ve Ermeniler
bulunmaktaydı.22
21 pkim 1097’de Suriye’nin en büyük şehri olan
Antakya Kalesi’nin tepesinden haykırışlar yükselir: “-Geliyorlar! ”
îşsiz güçsüz alayı surlara üşüşür, ama çok uzaklarda, ovanın ucunda, Amik
Gölü’nün yakınında ne olduğu belirsiz bir toz bulutundan başka bir şey
göremezler.
Fransızlar, henüz bir günlük, belki de daha
uzun bir yürüyüş mesafesin- dedir ve uzun yolculuklarının ardından biraz durup
soluklanmak isteyecek gibi halleri vardır. Yine de bir önlem olarak Antakya
Kenti’nin beş ağır kapısı hemen kapatılır. Çarşılarda sabahın o bildik
uğultusu ansızın dinmiş, esnaf ve müşteriler yerlerinde donup kalmıştır.
Kadınlar dualar mırıldanmaktadır. Şehir, korkunun pençesine düşmüştür.23
Antakya Emiri24 Yağısıyan,
Fransızların yaklaştığını haber alınca, şehirdeki Hıristiyanların
ayaklanacağından korktu. O zaman onları şehirden
21 Mehmet Çelik, “Bizans Devleti’nin Antakya ve Yöresinde
Giriştiği Kitle Katliamları (IV.-VII. Yüzyıllar)”, II. Hatay Tarih ve Folklor
Sempozyumu Bildirileri- Antakya
21-22 Mayıs
1992, Antakya 1994, s. 1-2
22 Fulcherius
Camotensis, a.g.e., s. 69-72
23 Amin Maalouf,
a.g.e., s. 32
24 Emir: Bir
komutayı, bir yönetimi üstlenen kişi. EmirüT-Müminin: Tüm müminlerin,
Müslümanların lideri.
sürmeye karar verdi.[54] Antakya Şehri, Asi Nehri
(Orontes) kenarında, denizden yaklaşık 20 km. kadar mesafededir. M.Ö. 300
yılında I. Selevkos[55] tarafından
inşa edilmiş ve bunun babasının ismiyle adlandırılmıştır.[56]
Le soulevement la population armenienne et
syriaque inquieta grave- ment I’emir d’Antioche, YâgîSiyân\ Emir Yağısıyan, Ermeni ve Süryanile- rin ayaklanmalarından
çekinerek ve bunu ciddiye[57] alarak
Müslümanlara dışarı çıkıp şehri çevreleyen hendekleri temizlemelerini
emrederek: “Antakya sîzindir ama ben Fransızlarla olan sorunumuzu çözünceye
kadar şehri bana bırakmalısınız,” demişti. Şehir halkı da O’na:“Rzzzm çocuklarımızla,
kadınlarımızı kim koruyacak?” dedi. Emir cevap verdi: “Ben sizin
yerinize onlarla ilgileneceğim” dedi.
Gerçekten de şehirden sürdüklerinin ailelerini
korudu ve kimsenin onların kılma dokunmasına izin vermedi.[58] Sakalı ağarmaya yüz tutmuş bu
Türk emirin elindeki askerlerin sayısı altı-yedi bini geçmez. Oysa Fransız- lar
onun karşısında otuz bin savaşçıyla bulunmaktadır. Ama Antakya alınması
gerçekten olanaksız bir kale konumundadır ki, kale surunun uzunluğu on iki bin
metre(iki fersah) ve üç farklı düzeyde yapılmış en az üç yüz altmış burcu
vardır. Bu amaçla saldırganlar, Antakya’yı tamamen kuşata- maz ve savunmacı
dışarıyla bağlantı kurup, erzak ve diğer ihtiyaçların temininde hiç
zorlanmazlar.
Eskiden bir Roma Metropolü olan Antakya,
zamanla nüfus sayısının artışı ile minareleri, kiliseleri, Kapalıçarşıları ve
kaleye doğru yükselen ağaçlıklı yamaçların üzerine bina edilmiş lüks
villalarıyla göz alabildiğine uzanan, seyyahların (hatta Bağdat ve
Konstantinopolis’ten bile gelenler vardı) gözlerini kamaştırmıştır.[59]
Yağısıyan, Antakya surlarının sağlamlığına
güvenerek, hiç kaygı duymuyordu. Ama sonu gelmez surların bir noktasında,
saldırganlar bir kapıyı açacak veya bir burcu almalarını kolaylaştıracak bir
suç ortağını - geçmişte de yaşandığı gibi - bulurlarsa, tüm savunma tedbirleri
bir anda anlamını yitirebilir. 1097 yılının güz aylarında Yağısıyan dışında
hiçbir yönetici, doğrudan Fransız istilası tehdidini hissetmemiştir.
Komşu ülkelerin, Yağısıyan’a bakış açısı da belliydi.
Yağısıyan’m zor durumda kalması, komşuları için o kadar kötü bir şey
sayılmazdı. Yağısı- yan ile aralarında problem olan komşu ülkeler, ona yardıma
gitmemekte haklılar mıydı? Yağısıyan, gerçekçi bir adam olduğu için, kendisine
ıstırap çektireceklerini, yardım için yalvartacaklarını, geçmişteki
kurnazlıklarını ve ihanetlerini ödeteceklerini bilir. Sonuç olarak, acımasız
bir yaban arısı kovanında sağ kalmaya çalışmaktan başka bir şey yapmamıştır.
Onun yaşadığı Selçuklu Beyleri dünyasmda, kanlı
kavgalar hiç sona ermez ve Antakya Valisi de bölgenin öteki emirleri gibi tavır
almaya zorlanır. Kaybedenin yanında yer almışsa, sonu ya ölümdür ya da en
azından zindan ve gözden düşmedir. Şansı yaver gider de, kazananın yanını tutarsa,
bir süre zaferinin tadını çıkarır, ödül olarak birkaç güzel cariye alır, sonra
yine canını tehlikeye atacağı bir çatışma içinde bulur kendini. Hayatta
kalabilmek için hep doğru ata oynamak gerekir ve aynı ata oynamakta inat etmek
hata olur.[60]
Haçlılar şehri dokuz ay muhasara ettiler.
Yağısıyan bu sırada büyük kahramanlıklar gösterdi. îleri görüşlü, akıllı ve
tedbirli bir zat olduğunu ispat etti ki, bu vasıflar bir başka emirde
görülmemiştir. Haçlıların çoğu yollarda ölmüştü. Eğer ülkelerinden çıktıkları
kadar sayıyı aynen muhafaza etmiş olsalardı, hiç şüphesiz bütün İslâm
ülkelerini kaplarlardı.
Yağısıyan bu sırada dışarı çıkardığı
Hıristiyanların ailelerini muhafaza etti, onlara tecavüze yeltenenlere mani
oldu. Fransızlar, Antakya önünde uzun süre kalınca burçlardan birinin muhafızıyla
gizlice anlaştılar. Bu şahıs “Rûzbe/Firuz” adıyla tanınan bir zırh ustasıydı.
Haçlılar ona bol miktarda mal ve pek çok ikta vermeyi vaat ettiler. Rûzbe,
vadi tarafındaki burcun muhafızıydı, bu burç vadiye açılan yerde kurulmuştu.
Haçlılarla bu mel’un zırh ustası meseleyi aralarında karara bağlayınca,
Haçlılar gelip demir parmaklıkları açtılar ve oradan içeri girdiler.
Çok sayıdaki haçlı iplerle yukarı çıktı.
Sayıları beş yüze varınca trampet çaldılar. Seher vaktiydi. Halk fazla
uykusuzluk ve günlerce beklemekten dolayı yorgun düşmüştü. Yağısıyan uyanıp
gelişmeleri sorduğunda kendisine: “Bu boru ve trampet sesleri kaleden geliyor,
kalenin ele geçirildiğinden hiç şüphe yok” denildi.
Hâlbuki sesler kaleden değil, ancak o burçtan
geliyordu. îçine korku düştü, şehrin kapısını açıp, otuz kölesiyle ardına
bakmadan kaçtı. Şehri muhafaza etmekle görevli naibi gelip Yağısı-yan’ı sordu,
kaçtığını söyleyince, o da başka bir kapıdan çıkıp kaçtı. Bu Haçlıların
yararına oldu. Eğer bir saat dayansaydı Haçlılar mutlaka mahvolurdu.[61]
Daha sonra Haçlılar kapıdan şehre girdiler, yağmaladılar ve
şehirdeki Müslümanları öldürdüler. Bu hadise cemaziyülevvel ayında (nisan-mayıs
1098) vuku buldu. Yağısıyan’a gelince: Sabah olunca aklı başına geldi.
Üzüntüden aklını kaybetmiş gibiydi. Kendine geldiğinde bir kaç fersah yol
almış bulunuyordu. Yanındakilere: “Ben neredeyim?” diye sordu. Antakya’dan dört
fersah uzakta olduğunu söylediler.
Kaçıp kurtulduğuna ve onları şehirden uzaklaştınncaya veya
öldürü- lünceye kadar savaşmadığına pişman oldu; ah vah etmeye; ailesini, çocuklarını
ve Müslümanları bırakıp kaçtığı için dövünmeye başladı. Başına gelen bu
felâketin şiddeti sebebiyle kederinden bayılıp atından düştü. Adamları onu
tekrar ata bindirmek istediler, fakat ayakta duracak ve ata binecek takâti
kalmadığını, ölmek üzere olduğunu görünce orada bırakıp gittiler.
Oralarda odun kesmekte olan bir ermeni, Yağısıyan’m
yanından geçerken son nefesini vermekte olduğunu gördü ve onu öldürdü, sonra
da başını kesip Antakya’daki Haçlılara götürdü. Haçlılar bu sırada hileye
başvurup Antakya Emîri Yağısıyan’a yardım etmesinler diye Halep ve Dîmâşk Emirlerine
mektup yazarak: “Biz sadece daha önce Rumların elindeki yerleri almak üzere
geldik, başka yerlerde gözümüz yoktur” demişlerdi.
Bu arada Müslümanlar, Fransızların üzerine yürümeye
başladı. Kıvâmüddevle Kürboğa Haçlıların durumunu ve Antakya’yı işgal ettiklerini
duyunca asker toplayıp Suriye’ye hareket etti. Mercidabık’ta bir süre kaldı,
Halep kuvvetleri hariç Arâbıyla, Türk’üyle bütün Suriye askerleri de burada
ona katıldı.
Tutuş’un oğlu Dukak, Atabeg Tuğtekin, Hıms/Humus Hâkimi
Cenâhüddevle, Sincar Hakimi Arslantaş, Süleyman b. Artuk ve diğer büyük
emirler de Kürboğa’ya iltihak ettiler. Fransızlar bunu hemen haber aldı ve üzerlerine
büyük bir musibet çöktü. Zayıf ve güçsüz olduklarından ve yanlarındaki
yiyeceklerin azlığından dolayı korktular.
Müslümanlar yola devam edip, Antakya önünde konakladılar.
Kürboğa yanındaki Müslümanlara çok kötü davrandı, emirleri kızdırdı. Onların
bu şartlara ancak kendisi sayesinde katlandıklarını zannederek, onlara karşı
büyüklük taslaması emirleri gücendirdi, bu sebeple savaş sırasında ona ihanet
etmeyi akıllarına koydular, en kritik anda onu yalnız bırakıp perişan etmeye
karar verdiler.
Fransızlar Antakya ’yı işgal ettikten sonra, orada on iki
gün kaldılar Yiyecekleri kalmamıştı; kuvvetliler hayvanlarını yiyerek
karınlarını doyururken, zayıf ve güçsüzler insan leşi ve ağaç yaprağı
yiyorlardı. Bu perişan hallerini görünce,
Kürboğa’ya haber gönderdiler ve şehri terk edip gitmek için emân[62] istediler.
Fakat Kürboğa onlara istedikleri emânı vermedi ve: “Siz ancak kılıç zoruyla
çıkarılacaksınız,” dedi.
Antakya’nın etrafına yayılıp yağma yapan veya zevk ve
eğlenceye dalan Fransızlar, Türkler tarafından dağıtılıyor veya itlaf
olunuyordu. Antakya muhasarasının ilk günlerinde iken, Fransız ve diğer haçlı
ordusu yanlarındaki yiyecekleri tükettiklerinden, az zaman içinde açlık
musibetine maruz kaldılar. İkişer üçer yüz kişilik gruplar halinde etrafı yağma
ettiler. Fakat bu sürüler sadece kendi hesaplarına çalışıyorlardı.[63]
Haçlıların yanında Kral Baudouin, Saint Gîlles, Godefroi,
Urfa Kontu, liderleri ve Antakya Princepsi Bohemond ile enirine itaat ettikleri
bir rahip vardı. Rahip ileri görüşlü bir adamdı: “Antakya’daki bir kilisede Hz.
îsâ’ya ait bir mızrak vardır. Fakat kilise muazzam bir binadır; eğer mızrağı bulursanız
zafer kazanacaksınız, bulamazsanız, mutlaka helak olacaksınız,” dedi. Hâlbuki
daha önce mızrağı bulunduğu yere kendisi gömmüş ve izini kaybetmişti. Rahip,
Haçlılara oruç tutup tövbe etmelerini emretti.
Onlar da üç gün oruç tutup tevbe ettiler. Dördüncü gün
hepsini o yere götürdü, halk ve zanaat erbabı da yanındaydı, her tarafı
kazdılar ve rahibin söylediği yerde mızrağı buldular. Bunun üzerine onlara:
“Zaferle sevininiz!” dedi. Onlarda beşinci gün şehrin kapısından beşer-altışar
kişilik gruplar halinde dışarı çıktılar. Müslümanlar Kürboğa’ya: “Kapının önünde
durup, her çıkanı öldürmen gerekir; çünkü onlar şu anda dağınık oldukları için
haklarından gelmek kolaydır,” dediler. Fakat Kürboğa: “Öyle yapmayınız, hepsi
çıkıncaya kadar onlara zaman tanıym, sonra öldürürsünüz,” dedi.
Ne var ki, Haçlıların süratle hareket etmeleri onlara bu
imkânı vermedi. Müslümanlardan bir grup, çıkan grubu öldürdüler. Kürboğa bizzat
gelip, onlara mani oldu ve Haçlıların hepsi dışarı çıkmadan önce
öldürülmelerini yasakladı.
Haçlıların hepsi çıkıp Antakya’da onlardan hiç
kimse kalmayınca büyük bir savaşa tutuştular. Müslümanlar iki sebepten dolayı
bozgun halinde geri kaçtılar. Birincisi, Kürboğa’nm başlangıçta onları
küçümsemesi ve değer vermemesi, ikinci olarak da, dışarı çıkan Haçlıları
öldürmelerine mani olmasıydı.
Böylece Müslümanlar tam anlamıyla bozguna
uğradılar. Hiç bir Müslüman ne kılıç çekti, ne mızrak ve ne de bir ok attı. En
son geri çekilenler Artukoğlu Sökmen ile Cenâhüddevle idi; çünkü bu ikisi
pusuda bekliyordu. Kürboga’da onlarla beraber geri çekildi. Haçlılar bu durumu
görünce bunu bir hile zannettiler; çünkü savaş olmadı ki, böylesine bir
mağlûbiyet görülsün.
Müslümanları takip etmekten korktular.
Mücahitlerden bir grup kaçmadan, Allah rızası ve şehitlik için savaştılar.
Haçlılar binlerce mücahidi öldürdüler; karargâhtaki erzakı, malları, eşyaları,
hayvanlan, silâhlan ve ganimetleri aldılar. Böylece durumları düzeldi ve
tekrar eski kuvvetlerine kavuştular.[64]
Antakya’ kan ve ateş içindedir. Erkekler,
kadınlar ve çocuklar çamurlu sokaklarda kaçmaya çalışmakta ama Fransız
şövalyeleri, onlan hiç zorlanmadan yakalayıp anında öldürmektedirler. Hayatta
kalanlar da dehşet çığlıkları yavaş yavaş söner.[65]
Açlık iyice şiddetlendi. Yağmacılık resmi bir
şekil aldı. Hatta Noel yortusunun merasimini yaptıktan sonra, Tarent
Prensi’nin ve Flandr Kontu’nun kumandaları altında olarak etrafa saldırdılar. Birkaç
Türk müfrezesini dağıtarak, ötede-beride topladıkları yiyecekleri atlara ve
katırlara yükleyip karargâha getirdiler.
Her gün yapılan bu akınlar esnasında, haçlı
ordusu birçok kayıp vermekteydi. Hatta Danimarka Kralı’nm oğlu Suenon,
nişanlısı Bourgogne Dukası’nm kızı Florine de yanlarında olduğu halde,
gece vakti 1.500 kişilik bir ordu ile dolaşmakta iken, Türklerin saldırısına
uğrayıp, askerleri öldürülmüştü.[66]
Kıtlık ve açlık günden güne etkini göstermişti.
Bu sefere katılmış olan Foucher Chartres[67] (Fuşe Şartr) ismindeki papazın
ifadesine göre, Fransızların çoğunlukta olduğu haçlılar, etrafta yağma etmedik
bir şey bırakmadıklarından ot, ağaç kabuğu ve kökü, at, eşek, deve, köpek,
fare ve atların koşumları ve kayışlarını bile yiyorlardı. En üst seviyeye gelen
açlık, zaten ahlakı zayıf olan bu Fransızların bütün hislerini yok etti.[68] [69]Büyük bir
zevk ve iştahla, Türk cesetlerini yemeye başladılar.
Öyle ki, birazdan aşağıda da belirteceğimiz
gibi, “Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden Fransızlara, Hıristiyan din
adamı Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: “Açlığınızın sebebi
korkaklığınızdır. Türk cesetlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha
lezzetli olur!”^ Bunun üzerine Fran- sızlar, onun dediğini yaptılar.
Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan Fransızlar,
yalnız bu kadarıyla kalmamışlar, Antakya’ya saldırdıklarında yaklaşık on bin
Türk’ü boğazlayarak, bölgedeki bütün camileri yakmışlardı. Nitekim hâdiseyi
bizzat gözleriyle gören Papaz Lemoine, yapılan yağma ve katliamdan
bahsederken: “Bizimkiler (Fransızlar) sokakları dolaşıyor, rastladıkları
çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün herkes
boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalan 10.000 Türk’ü kestiler!”
demişti.[70] [71] Brentano
eserinde devamla: “Açlık öyle bir hal almıştı ki, Fransızlar, kasaba civarındaki
bataklıklarda on beş günü geçen bir zamandan beri serili duran kokmuş Türk
(Müslüman) cesetlerini büyük bir iştahlayiyorlardı.”A1
ÖLDÜRDÜKLERİ TÜRKLERİ
MEZARLARINDAN ÇIKARIP YEDİLER!
Aşağıya yazdıklarım, Fransızların milli destanı
olarak kabul ettikleri Chanson d’Antioche (Antakya Destanı)’nin 5. Bölümü’nden
alman ve bir Türk olarak bizleri kahreden sözlerdir:
Bu seferlerin
düzenleyicisi Asaletli Pierre I’Ermit kendi çadırının önünde otururken;
“Kral Tafur
adamları ile çıkageldi,
Bunlar bin
kişiden ziyade ve açlıktan şişmiştiler!
Kral Tafur,
Pierre I’Ermit’e:
“Tanrı adına
bana yol göster!
Zira açlıktan ve
zayıflıktan ölüyoruz!” dedi.
Pierre I’Ermit:
“Korkak ve
yüreksiz olduğunuzdandır!
Haydi! Şurada
ölmüş yatan Türkleri toplayınız,
Tuzlar ve
pişirirseniz elbette yenir onlar.”
Kral Tafur:
“Doğru söylüyorsunuz” dedi.
Otaktan ayrıldı, askerlerini çağırdı.
Toplandıklarında on bin kişiden fazla idiler.
Türklerin derileri yüzüldü, bağırsakları
çıkarıldı,
Etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.
Doyasıya yediler, ama ekmeksiz olarak.
Bu olayları gören zincire vurulmuş Türkler ise
çok korktular,
Et kokusundan hep duvarlara dayandılar.
Yirmi bin
putperest (Türkler kastedilmekte) bu acıyı seyretti.
Ağlamadık Türk kalmadı!”
Birbirine şöyle diyorlardı:
“İşte Karnavalın
son günü olan ‘Mardi-Gra’ geldi.
Şu Türk eti, zeytinyağında
pişmiş, domuz sırtından ve jambondan daha iyidir.
Çayırlarda artık Türk ölüsü bulunmayınca:
Mezarlıklara vardılar, ölüleri çıkardılar,
Hepsini üst üste yığarak bir tepe haline
getirdiler.
Çürümüş
olan bağırsakları Nehr-ül As’a (Asi Nehri) attılar, Etlerin derilerini yüzüp
rüzgârda kuruttular!”[72]
Bu sefaletin bir sonucu olarak, Fransız ve diğer haçlı
karargâhı, artık ordu görünümü vermemekteydi. Birçok Fransız bu olaylardan
dolayı inlemekte, bir kısmı ise etrafta köpek leşi gibi şeyler aramakta idi.[73] Sabır cesaret
numunesi olmaları icap edenlerin kaçtığını görenlerin umutsuzluğu son dereceye
vardı. Başlarına gelen olaylardan dolayı Fransızların ve diğer haçlıların
sorumlu tuttuğu kişi olan Keşiş Pierre I’Ermit, bunların feryatlarını dinlemek
ve sefaletlerine yardımcı olmak istemediği gibi, kendileri için son derece
mukaddes olan bu seferlerin sonucundan ümidini keserek karargâhtan gizlice
kaçmıştı. Bu olayı Guibert de Nogent adındaki keşiş?”gökten yıldızlar düşmüş
gibi tüm Fransız ve diğer haçlıları şoka düşürmüştü” diyerek açıklıyordu.[74]
Bu olayı öğrenen Tancrede, hemen takibe çıktı. Pierre
I’Ermit ile Dülger Charpentier’i yakalayıp rezil etti. Ordunun korkak bir
şekilde kaçtığını Pierre I’Ermit’in yüzüne vurarak, herkesi bu sefere
katılmaya yemin ettirmiş birinin bu davadan asla geri dönemeyeceğine dair,
İncil üzerine elini koyarak yemin ettirdi.[75] [76]
Bu gibi olaylar esnasında Fransız karargâhına her gün pek çok
yerli gelmekte ve Fransızların şiddetli sıkıntılarını ve ümitsizliklerini,
dönüşte vatandaşlarına anlatmakta idiler. Bohemond, orduyu bu tehlikeli
durumdan kurtarmak için, olayları anlatanları bile isyan ettirecek bir olaya
başvurdu. 12. asrın kronikçilerinden ve Suriye’nin Sur Şehri Katolik
Metropoliti Gu- illauma (Giyyom) şu şekilde ele almıştır:
“Bohemond, birkaç Türk getirilmesini emretti. Bunları hemen
öldürttü. Büyük bir ateş yaktırarak, cesetlerini şişlere geçirtip pişirdikten
sonra, akraba ve yakınlarını bu Türk etlerini yemeleri için kurulacak
sofralara getirilmelerini emretti. Bunun ne demek olduğu kendisine sorulunca:
Bugün toplanan mecliste, kumandanların verdikleri karara göre, karargâhta bulunacak
bütün Türklerin ve ajanlarının böylece pişirilip prenslere ve orduya ikrâm
edileceklerinin herkesçe bilinmesi içindir ’ cevabını verdi.”41
Hıristiyan tarihçilerinden Charles Mills ise, Fransa kralı
I. Philippe’nin torunu olan Bohemond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığını şöyle
ifade etmişti:
“Antakya’da Bohemond, birkaç Müslüman-Türk
esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere
seslenerek, buraya iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi” diyordu.[77]
Bundan sonra kaçacak olanların da insan öldürenlere mahsus
olan cezaya çarpılacakları ilan edildi. Fakat bu olaylara şahit olanların
ifadelerinden anlaşıldığı gibi, Fransızlarda ve diğer haçlılarda her türlü
ahlaksızlık, çadırlarda dahi kıtlık ile fuhuş, kumar ve her türlü hüküm
sürmekte idi. Din adamlarının sözleri bile, Fransızları ve diğer haçlıları
durduramıyordu.[78]
Papa’nm murahhası ile papazların bir kısmı, bu
taşkınlıkların durdurulmasını istediler. O zamanlar bir deprem olduğundan, bu
durumu Allah’ın bir uyarısı olarak gösterip, dua edilmesi ve oruç tutulması Fransızlara
emredildi. Karargâhın etrafında alay tertibinde dolaşarak tövbe kasideleri
okundu.
Sarhoş olarak yakalananların saçları kesildi. Din konusunda
küfürbaz- lıkta bulunanlarla, kumarbazlara kızgın demirle damga vuruldu. Zina
işleyen bir papaz, çırılçıplak bir şekilde sopa ile dövüldükten sonra,
karargâhın içerisinde dolaştırıldı. Fuhuşu tamamen durdurmak için, konulan en
şiddetli cezalar bile etkisiz kaldı. Bütün kadınların ayrı bir yerde
bulundurulması kararlaştırıldı. Fakat bu tedbir, engellenmek istenilen
cinayetlerden daha çirkinlerinin meydan gelmesine sebep oldu. Kocasız olduğu
halde hamile kalan bir kadın görüldüğünde, en ağır işkenceye tabi tutuldu.[79]
3 Haziran 1098 yılının bu kanlı çılgınlığının ortasında bir
tek kişi ancak soğukkanlılığını becermişti. Yorulmak bilmeyen Şemsüddevle’dir
bu adam. Antakya istila edilir edilmez Yağısıyan’m oğlu, bir grup savaşçıyla
birlikte kaleye sığınır. Fransızlar defalarca onu oradan çıkarmaya uğraşır ama
her defasında ağır kayıplar vererek püskürtülürler.
Fransız komutanlarının en büyüğü, sarışın bir dev olan
Bohemond, bu saldırılardan birinde bizzat yaralanır. Başına gelen bu
talihsizlikten ders çıkaran Bohemond, Şems’e bir mesaj göndererek, bir geçiş
belgesi karşılığında, kaleyi terk etmesini teklif eder. Ama genç emir, bunu
gururla reddeder.
Antakya, bir gün mutlaka ona miras kalacağını düşündüğü
kendi toprağıdır: Son nefesine kadar savaşacaktır. Ne erzakı eksiktir, ne de
sivri okları. Habibü’n-Neccar Tepesi’nin üstüne tüm heybetiyle kurulmuş kale,
Fran- sızlara aylar boyunca meydan okuyabilir. Eğer surlara tırmanmakta inat
ederlerse, binlerce adam yitirebilirler.51
Tüm bu gelişmelere paralel olarak Müslüman ordusu
kendilerine gelen yardımlara rağmen, “tek kılıç veya kargı darbesi indirmeden,
tek ok atmadan” dağılır. Fransızlar bunun bir savaş hilesi olduğunu
sanıyorlardı. Çünkü henüz böyle kaçışmaya neden olabilecek bir çatışma
olmamıştı. Bu sebeple Müslümanların peşine düşmemeyi tercih ettiler.
Böylece Kürboğa ordularından geriye kalanlarla birlikte sağ
salim Musul’a vardı. Tüm ihtirasları ve niyetleri Antakya önlerinde ebediyen dağılıp
gitmiştir. Kurtarmaya yemin ettiği şehri şimdi Fransızlar çok sağlam bir
biçimde ellerinde tutmaktadır. Ve bu durum çok uzun süre böyle devam
edecektir.
Ama bu utanç gününden sonra ortaya çıkan asıl tehlike,
Suriye’de istilacıların ilerlemesini durdurabilecek hiçbir kuvvet
kalmamasıdır.52 Baudouin’in Papazı olan Fulcherius Camotensis’e
göre“7z7m bunlar yaşanırken bir an gökyüzünde kızıl bir ışık gördük ve
hepimize büyük korku veren o şiddetli depremi hissettik. Depremin yanı sıra
bir doğuya doğru uzanan haç şeklindeki bir beyazlık görmüştük.”53
Fulcherius Camotensis’in ifadesine göre: 1098 senesinde,
Antakya'nın civarı Fransızlar ve diğer Haçlılar tarafından tamamıyla
soyulmuştu. Ancak açlık nedeniyle çekilen sıkıntı bir türlü bitmiyor, hatta
gittikçe artıyordu. Açlıktan ölmek üzere olan insanlar henüz büyümekte olan
fasulye saplarını, olgunlaşmamış otları tuzlayarak yiyor ve hatta odun
olmadığından deve dikenlerini çiğ çiğ yutmaya çalışarak, dillerinin
parçalanmasına neden oluyorlardı. Ayrıca atları, eşekleri, develeri, köpekleri
ve fareleri bile yiyenler vardı. Yoksul olanlar hayvan derilerini ve hububat
tohumu olarak kullanılan gübreleri de yiyorlardı.5*
Esir düşen ve hatta teslim olan Türkler bile katledildi.
Her şeylerine el konuldu ve yağma edildi. Kadınlara gelince, Kont dö Tulüz’un
Papazı’nin
51 Amin
Maalouf, a.g.e., s. 44
52 Amin
Maalouf, a.g.e., s. 47
53 Fulcherius Camotensis, a.g.e., s.
79
54 Fulcherius Camotensis, a.g.e., s.
79 - 80
ifadesine göre, karınlarına birer kılıç
batırılmaktan başka bir fenalık yapılmadı şeklinde insan hislerinin
tamamen tükendiği ifade edilmekteydi.[80]
Anonymi Gesta Francorum et Aliorum
Hierosolimitorum adlı eserde: Türk (Müslüman) ölülerin etlerini yiyen
Fransızlardan bahsedilmektedir[81] Zorluklarla
dolu geçen günlerden sonra yorgun düşen Fransızlar ve atları, Antakya
çevresinde dört ay dinlenip, eski sağlıklarına tekrar kavuşmaya çalıştılar.
Sonbahara kadar Antakya’da kalmaya karar verdiler.
Orduda baş gösteren hastalıklar, kadınların ve
birçok kişinin ölmesine sebep oldu. Yeniden gelmekte olan Fransız ve diğer
haçh askerlerinin pek çoğu da aynı akıbete maruz kaldı. Papa’nm vekili olan Puy
Piskoposu çektiği acılardan dolayı öldü. Ordunun bir bölümü burada toplanan
konşil- de Kudüs’e ilerleyişlerini geciktirmek istediklerini bildirerek,
Suriye’nin iç kısımlarına yönelmişlerdi. Bu grubun liderliğini Bohemond ve Kont
Ray- mond yapmaktaydı.[82] Diğer
prensler ise Antakya civarında kalmaya devam etmişlerdi.[83]
İKİNCİBÖLÜM
İNANILMAZ BİR VAHŞET!
(1098-1135)
MAARRA, KUDÜS KUŞATMASI VE YAMYAMLIKLAR:
“Fransızların Müslüman-Türkleri ve Çocuklarını Izgara
Yapıp Yemesi”
“Burası yabani hayvanların kol gezdiği bir çayırlık mı,
yoksa benim evim mi, doğduğum yer mi, bilmiyorum! ” Maarralı(Maarratü
’n-nûman)îsimsiz Ozan
Maarralı isimsiz ozanın, bu ıztırap dolu
çığlığı basit bir üslup numarası değildir. Acaba, 1098 yılının son günlerinde
Suriye’nin Maarra Şehri’nde böylesine korkunç ne yaşanmıştır? Fransızlar bu
bölgeye gelmeden önce, şehir sakinleri yuvarlak surlarının içinde, rahat bir
yaşam sürüyorlardı. Bağları, zeytinlikleri ve incirlikleri onlara mütevazı bir
refah sağlıyordu. Maarra Şehri ise, Halepli Rıdvan tarafından yönetiliyordu.
Gözleri görmeyen Ebu’l-âla el-Maarri ise, Arap edebiyatının en önemli
isimlerinden biriydi.[84]
1098 yılının ilk aylarında Maarra sakinleri
kendilerinden üç günlük yürüyüş mesafesinde olan Antakya savaşını kaygıyla
izlemişlerdi. Fransızlar zaferi kazandıktan sonra birkaç köye akınlar
düzenlemiş ama Maarra’ya do- kunmamışlardı. Yine de ne olur olmaz şehirdeki
bazı aileler orayı terk edip Halep, Humus ve Hama gibi daha güvenli yerlere göç
etmeyi düşünmüşlerdi. Fransız Komutan Bohemond ve Kont Raymond önce Barra
Bölgesi’ni[85] ele
geçirmiş, tüm halkını öldürmüş ve her şeye el koymuşlardı.[86] Kasım ayının ortasına doğru
binlerce Fransız atlısı gelip şehri kuşatınca, bu kaygılarında haklı oldukları
ortaya çıkar. Maarra’nm nüfusunun bir bölümü kaçmayı başarsa da, çoğunluk
kapana kısılır. Maarra’da ordu yok, sadece bir şehir milisi vardır. Hiçbir
askeri tecrübesi olmayan birkaç yüz genç tehlike karşısında hemen milise
katılır. Korkutucu şövalyelere karşı iki hafta boyunca yiğitçe direnirler.
Hatta surların tepesinden saldırganların üzerine içleri arıyla dolu kovanlar
fırlatırlar.[87] [88] İbnü’l
Esir’e göre bu olaylar şöyle oluşmuştur:
“Bunun üzerine şehrin surlarının hizasında
ağaçtan bir burç yaptılar Çarpışmalar bunun üzerinde cereyan etti, fakat bu
yolla Müslümanlara hiç bir zarar veremediler Gece olunca bir grup Müslüman
korkuya kapıldı, içlerine korku düştü, sızlanmaya başladılar Büyük bir eve
kapanırlarsa kendilerini koruyabileceklerini zannettiler Surlardan inip,
müdafaa ve muhafaza ettikleri yerleri boş bıraktılar Başka bir topluluk da
onları görüp aynı şeyi yaptı. Aynı şekilde onların da surlardaki yerleri boş
kaldı. Diğer gruplar da birbirlerini takiben inmeye devam ettiler, sonunda
surlar tamamen boşaldı. Haçlılar da merdivenlerle surlara çıktılar Haçlıları
surların üzerinde gören Müslümanlar hayrete düştüler ve evlerine kapandılar.
11 Aralık 1098 akşamı hava çok karanlık ve
Fransızlar henüz şehre girmeyi göze alamamışlardı. Maarra’nm ileri gelenleri,
saldırganların başındaki Antakya’nın yeni efendisi Bohemond’la temasa
geçerler. Bu Fransız Komutan çarpışmayı kesip bazı binalardan çekilmeleri koşuluyla
şehir halkının canlarının bağışlanacağına dair söz verir. Onun bu sözüne inanan
Müslüman ve Türk aileler, yaşadıkları evlerinde ve gizlendikleri mahzenlerinde
toplanıp tüm geceyi korkudan titreyerek geçirirler.64 İbnüT Esir’in
anlattığına göre Fransızlar sabahın erken saatlerinde gelir ve tam bir kıyım
başlar:
“Fransızlar bunun üzerine üç gün boyunca
Müslümanları ve Türkle- ri kılıçtan geçirdiler Maarratü ’n-numân "da yüz
binden fazla insan öldürdüler, çok sayıda kadın ve çocuğu da esir aldılar Orayı
ele geçirip kırk gün kaldılar, sonra oradan Irka(Arka) ’ya gidip, orayı dört ay
muhasara ettiler”65
TÜRKLERİ KAZANLARDA KAYNATIYORLARDI!
Anlatımdaki bu dehşet, kurban sayısı, onlara
reva görülen ve düşünülmesi imkânsız bir imgedir tüm bunlar. Fransız
ordularının 1098 yılında Maarra Şehri’nde yaptıkları yamyamlıklar yani Türk ve
Müslümanların cesetlerini yemeleri konusunda dönemin Fransız kronikçilerinin
ve Arap va- kanüvislerinin belgelerinde görmek mümkün. Fransız Kronikçi olan ve
bu yaşananlara bizzat tanık olan Raoul de Cean’in66 ifadesine göre:
“A Maara, les nötres faisaient bouillir des
paıens adultes dans les mar- mites, ilsfccaient les enfants sur des broches et
les devoraient grilles.”
“Frankfighters in Maara yvould boil the non-
Christians alive and wo- uldplace their
children on skews and eat them after barbequing!”
“Maara"da bizimkiler(Fransızlar)
yetişkin Türkleri(Mûslümanları) yemek kazanlarında kaynatıyor, çocukları ise
şişlere geçirerek kızartıp yiyorlardı.”61
64 Amin Maalouf, a.g.e., s. 50
65 îbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1.
Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 191
66 Raoul de Cean (1080 - 1120), Gesta Tancredi Expeditione
Hierosolymitana, (Papaz Tancredi’nin Öyküsü) Savaşa katılan Fransız Kronikçi
(Günlük tutucu, tarihi günü gününe kaydeden)
67 Amin Maalouf, a.g.e., s. 51
Maarra’ya yakın yerlerde yaşayanlar, Fransız Kronikçi Raoul
de Cean’in bu itirafını okumasalar da, görüp işittiklerini ömürlerinin sonuna
kadar unutamayacaklardır. Çünkü hem yerel ozanlar, hem de sözlü rivayetler
tarafından yayılan bu vahşetin anıları, silinmesi zor bir Fransız imgesini
belleklere kazıyacaktır. Fransızlar hakkında bu görüşler haksız mıdır? batılı
istilacılar, Müslümanları ve Türkleri öldürdükten sonra, bunların cesetlerini
sadece hayatta kalabilmek için mi yemişlerdir?
Bu yamyamlığı yapanların elebaşlan, 1099 yılında Papa’ya
gönderdikleri mektupta, Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükleri
Türklerin etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlardı.
Fransız Bilim adamı Foucher de Chartres ise önemli bir belgesinde: “Maarra’da
bizimkiler (Fransızlar), Müslümanları ve Türkleri öldürmüşler, etlerini
parçalayarak pişirmişler ve sonra büyük bir iştahla yemişlerdi,”6*
demiş ve daha Türkçe’ye çevirisi yapılmamış: “DIEU LE VEUT! Recit de la
primiere croisade 1095 - 1106” adlı eserinde Maarra Katliamı’m şu şekilde dile
getirmiştir:
“Bohemond de Taarente, müttefikleri ile birlikte Kasım
ayına kadar Antakya ’da kalırlar Bir veba salgını, askerlere bulaşır Papa II.
Urban ’ın elçisi Adhemar de Monteil ölmüştür Bu Haçlı Baronlarının yetkisi altında
olan rekabet kontrol edilebilir ama Haçlı ordusu tehdit altındadır Papa’dan
baronlara bir mektup gelir ve miras olarak yerine istedikleri birini gönderir
Kasım 1098 sonuna doğru, Antakya içinde askerler açlıktan
ölmekte iken, Maarra ’ya saldırırlar Foucher ve diğer Latin tarihçiler, aç Fransız
askerlerinin yamyamlık yaptığını söyler Fransız destanına anlatıldığına göre
Maarra, korkuç bir kuşatma altındadır”[89] [90] Fransızların Türklere ve Müslüman Araplara yaptıkları bu
yamyamlık olaylarını orijinal belgeleriyle kitabımın 3. Bölümü’nde
göreceksiniz.
Birinci Haçlı seferi’nin meydana geldiği 1099 yılında,
Fransız Kumandanı Raymond, Maaratü’n-Nu’man şehrini işgal etmiş ve bu esnada
yüz binden fazla Müslüman Türk’ü acımasızca katletmişti. Aralarında her türlü
pislik ve necislik yaygın olduğu için, bu esnada haçlılar arasında şiddetli
bir kıtlık ve salgın baş göstermişti.
Fransız Akademisi üyelerinden Frantz Funck Brentano’nun
ifadesiyle: “Fransız ordusu Maarra Şehri "nde korkuç katliamlara
başlamıştı. Fransızlar, Türklerin ve Müslüman Arapların cesetlerini ikiye
biçip, altın aramaya koyulmuşlardı. Diğer bir kısmı da, cesetleri parça parça
kesip ve pişirip yiyorlardı.”™
Fransız Tarihçi Joseph François Michaud ise: “Ordu
Maarra "da erzak- sız kaldı. Barbarlıklarının abartılı bir surette
yapılmasından dolayı, Allah cezalandırmak istiyormuş gibi, karınlarını doyurabilmek
için, öldürdükleri Türk ve Müslüman Arapların cesetlerinden başka hiçbir şey
bulamadıklarını ve bu iğrenç mecburiyete pek çok Fransız ve diğer haçlı
ordusunun uyduğunu” yazıyordu.
Raymond d’Aguilers’in (Remon d’Agiler) Papazı, buna dair
nefret edilecek bazı cümleler vermektedir: “Kıtlık öyle bir hal aldı ki,
Fransız ve diğer haçlı ordusu, on günden beri her yerde görülen bozulmuş
cesetleri ve kokmuş etleri oburcasına yiyorlardı,” diyordu.71
Aix (Eks) Başpiskoposu, bu canavarlığı mazur göstererek: “Fransızları
bunaltan açlığa, İsa için maruz kaldıklarını ve bu sebebin kendilerini maruz
göstereceğini” söyledikten sonra, “Hıristiyan askerler, bu suretle ölüleri
yemekle, Türk ve Müslümanlarla savaş yapmış oluyorlardı”12
diyerek, şaşılacak kadar çirkin bir cümle kullanmıştır.
Fransız ordusunda bulunan ve yaşananlara şahit olan bir
Hıristiyan’ın ifadesine göre, insanlıkla hiçbir alakaları bulunmayan bu barbar
sürüsü, açlıklarını yerde yatan kokmuş Türklerin (Müslümanların) etini yiyerek
bastırmaya çalışmışlardı:
“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce
öldürdükleri Türklerin butlarından parçalar kopartıp ateşte kızartıyor ve daha
tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı.”™
Edward Peters, The First Crusade (Birinci Haçlı Seferi)
adlı kitabında, Foucher de Chartres ’m kroniklerine dayanarak aşağıdaki akıl
almaz dehşeti ifade etmişti:
70 Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 76
71 Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 78
72 Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 1/199-200
73 Amin Maalouf,
a.g.e., s. 51
“Halkımız aşırı açlık nedeniyle titremeler yaşamış, bu
yüzden Müslümanların ve Türklerin etlerini parçalara ayırmış ve kavurmuşlar.
Ölmüş olan Müslümanların etlerini pişirmiş ve vahşice yemişlerdi.”™
Fransızların barbarlık ve azgınlıkları, tiksindirici iş ve
icraatları yalnız bunlarla sınırlı değildi. Frantz Funck Brentano’nun söylediği
şu mide bulandırıcı sahneler, hayvan sürüsünden farksız olan bu medeniyetsiz
milletin, insanların değil, hayvanların bile yapamayacağı çirkinlikte işlere
bulaştıklarını göstermektedir:
“Bizimkiler (Fransızlar), susuzluklarını giderebilmek için
at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları
lâğımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp, bunlarda toplanan suyu
emerlerdi. Kimisi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.”15
Yukarıda da ifade edildiği gibi, ilk Haçlı Seferleri’nin
önderleri ertesi yıl Vatikan’a, Papa’ya gönderdikleri resmi mektupta yamyamlık
(kani- balizm) gerçeğini itiraf edeceklerdir ve bunun nedenini utangaç bir
şekilde kıtlığa bağlayacaklardır. Hâlbuki bu iş eğlenceli bir ziyafetle son
bulan heyecan verici bir ava dönüşmüştür ve aslında insanları yemeyi zorunlu
kılacak bir kıtlık hiçbir zaman olmamıştır.
Fransızlara göre, “ordu Maarra ’da korkunç bir açlığın
pençesine düşmüş ve ihtiyaç onları öldürdükleri Türklerin ve Müslümanların
cesetlerini yemek gibi canavarca bir işe mecbur etmiş!” Ama bu çok
kestirme bir açıklamaya benziyor. Çünkü Maarra Bölgesi’nin sakinleri o
meşum/kötü kış boyunca sadece açlıkla izah edilemeyecek davranışlara maruz
kalırlar.
Bağnaz Fransız askerleri olan Tafurların76, Türk
ve Müslüman eti yemek istediklerini yüksek bir sesle haykırarak kırlara
dağıldıklarını ve akşamları avlarının parçalayıp yemek için yaktıkları ateşin
başında toplandıklarını görürler. Bu yamyamlık ihtiyaç mı yoksa bir bağnazlık
mıdır? Tüm bu anlatılanlar son derece gerçek dışı gelse de, tanıklıklarda dile
getirilen suçlamalar hem betimledikleri olaylar, hem de hissedilen marazi hava
açısından inandırıcıdır. Bu bağlamda,
Maarra Savaşı’na bizzat katılmış Fransız Kronikçi Albert d’Aix’in77
bir cümlesi dehşet düzeyindeki eri- şilmezliği korumaktadır:
74 Edward Peters, The First Crusade: The Chronicle of
Fulcher of Chartres and Ot- her Source Materials, University of Pennsylvania
Press, 1998 pp. 84.
75 Frantz
Funck Brentano, a.g.e., s. 76-78
76 Tafurlar hakkında bkz. Joshua Prawer (1917-1990), Histoire
Royaune franc de Jerusalem, Paris, 1975, Cilt: 1, s. 216
77 Albert d’Aix,(fl. c. 1100) Historia Hierosolymit an ea
Expeditionis.
“Les nötres ne repugnaient pas â manger non
seulement des Turcs et des Sarrasins tues mais aussi des chiens.”
“Our Armies did not only cannibalize Turks and
Müslims, they also ate dogs!”
“Bizimkiler(Fransızlar) sadece öldürülmüş
Türk ve Müslümanları değil, köpekleri de yemekten iğrenmiyorlardı!"m Fransız Kronikçi Albert d’Aix, bu cümlesi ile dehşeti
ortaya koymasına koyuyor ama kastedilen manayı ise: “Hadi neyse Türk ve
Müslümanlar yenir ama, köpeklerde yenir mi?” demeye getirmektedir.
. Frenk Kronikçi Raoul de Cean’in başka bir
itirafı ise şu şekilde idi:
“D ’autres decoupaient la chair des cadavres
en morceaux et les faisai- ent cuire pour les manger.”
“Bizimkiler (Fransızlar), Türk cesetleri
parçalara ayırıyorlar, etlerini pişirip yiyorlardı. ""
Kitabında sürekli olarak Türkleri
(Müslümanları) aşağılayan, görgü tanığı olarak savaşa bizzat katılan ve Urfa
Kontu L Baudouin’in papazı olan Fulcherius Camotensis ise Maarra yamyamlığını
şu şekilde dile getirmektedir: “ Maarra Şehri, taciz edilerekyirmi gün
boyunca kuşatıldı. Bu kuşatma sırasında adamlarımız (Fransızlar), şiddetli
açlığın neden olduğu cinnetle korkunç eziyetler çekmiş ve çevrede yatan ölü
Müslümanların (Türk ve Arapların) kalçalarından et parçaları kesmişlerdi. Bu
parçaları pişirip yemişler, yeteri kadar kızarmamış olan etleri bile vahşice
yutmuşlardı)" diye devam etmiş ve ben dâhil tüm insanları hayal
kırıklığına uğratan şu cümleyi kullanmıştır: “Yani bu kuşatma, kuşatanlara
daha çok zarar vermişti.""'19
Doğrusu insan akimın alamayacağı cümleler
kullanmış. Fransız Komutan ve Urfa Kontu Baudouin’in papazı olan Fulcherius
Camotensis’in yukarıda bahsedilen Türklere yapılan yamyamlığı itiraf etmesine
rağmen, Müslümanları aşağılayarak, bu açlık durumunun kendi askerlerine daha
çok zarar verdiğini ifade etmesi doğrusu gülünç bir hadisedir. Türk coğ-
78 Joseph Fr. Michaud, Bibliographie des Croisades, Basım:
Paris 1817 -1822, Orijinal Nüshası: Lausanne Üniversitesi Faculte des lettres
(Sanatlar Fakültesi), s. 48,76,183,248 79 Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 96 rafyasını ve
kutsal toprakları işgal için, ne Türklerden ve ne de Araplardan bir davet
almadılar. Onlar bu topraklara asla davet edilmediler ve davetsiz yamyamlar
olarak geldiler.
Steven Runciman ise Haçlı Seferleri üzerine yaptığı
çalışmasında, Türk ve Müslüman cesetlerinin Fransızlar tarafından yenilmesini
ilginç bir şekilde yorumlamıştır: “Maarra Şehri ’rıde ordu kendi başına
harekete geçti. Ordu nerdeyse açlıktan kırılıyordu. Çevrede bulunan bütün
yiyecek maddeleri tüketilmişti. İşin tek çıkar yolu olarak yamyamlık
kalmıştı.'™ Bu ifade gerçekten hem Türk Milleti’ni hem de Müslüman
Arapları aşağılamadır. Üzülerek belirteyim ki, son dönem Fransız bilim
insanları, bu yamyamlık hadiselerini üstü kapalı anlatarak veya hiç
anlatmayarak, tamamen örtbas etmeye çalışıyorlar. Sadece 19. asra kadar bu
anlatılara yer verilmiştir.
Fransız Kronikçi Raoul de Cean’in akıl almaz bir cümlesini,
bu konuya gösterdiği ilgiyle en iyi yazanlardan biri de Kent Sosyologu ünvanı
ile çalışmalar yapmış ama tarihe de yönelmiş: Janet Abu Lughod idi. Yazdığı,
“Before European Hegemony” (Avrupa Hegemonyası Öncesi) adlı çalışmasında şu
şekilde ifade edecektir:
“In Maarra our troops boiledpagan adults in cookingpots
they impa- led children on spits and devoured them grilled!"
“Maarra ’da bizim askerlerimiz, çocukları kazığa oturtup
kızartmış ve putperest[91] [92] [93] [94]
yetişkinleri ise kaplarda haşlayıp kaynatıyorlardı.'™
William of Tyre (Doğum: 1128 - Ölüm:29 Eylül 1186) bir
kronikçi olarak o dönemde yaşanan dehşeti şu sözleri ile ifade etmekteydi: “
Fransız- lar, Türklerin etlerini kavurmak ve yemek için ortak hareket
ediyorlardı!"
Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı, insanlık
tarihinin bir benzerine rastlamadığı, başlı başına bir barbarlık numunesi olan
bu katliam, başka bir eserde şu sözlerle anlatılıyordu:
“Katliâm korkunçtu! Öldürülenlerin kanları sokaklarda
akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında Fransızlar,
sevinçten haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için
uzattılar.'™
Birinci Haçlı seferi’ne bizzat iştirak etmiş bir
şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hatıralarında bizzat görgü şahidi olarak
aktardığı şu bilgi de, en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir:
“Böyle bir katliâmı ve yamyamlığı o güne kadar hiç kimse ne
duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek
yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Allah bilir/”[95]
Kanlı katliamlardan bölgenin Yahudi halkı da kendisini
kurtaramamış- tır. Aynı yazarın aktardığına göre, Haçlı orduları Kudüs’e
girdikleri sırada korkunç bir îslam ve Yahudi katliamı yapmışlardır. Arap
Vakanüvis İbnü’l Kalanissi şunları yazmaktadır: “Yahudiler havralarında
toplandılar ve Fransızlar onları burada diri diri yaktılar.” Hâlbuki
Fransızların çoğunluğunu oluşturduğu Haçlı ordusu gelinceye dek, aynı kentte
Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar kardeşçe yaşamışlardır. Böyle bir
zulüm, böyle bir vahşet tarih boyunca görülmemişti! 1098 yılında bu bölge,
işgal esnasında adeta bir mezbahaneye dönmüştü.
Kan ve ete doymayan insan kasaplarının katliamı, aradan ne
kadar zaman geçerse geçsin bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Bizans İmparatoru
Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen "in Hayatı” adlı kitabında
“Barbarlar” diye tarif ettiği Fransız ve diğer haçlıların sergiledikleri
vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman
ve Türk çocuklarını öldürmek, kızartmak ve yemekti” diyordu. Tho- mas
Fuller ise, bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları
için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar,
zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle
bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.[96]
Alman Tarihçi L. Heeren kendisi de bir Hıristiyan olmasına
rağmen, insanlık tarihi boyunca Haçlı ordusundaki Fransızların yaptığı çirkin
katliamların ve yamyamlıkların bir benzerine rastlanmadığını ifade ederek:
“Bunlar Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmiyor,
onlardan daha da barbar olan Hıristiyanlarca yapılıyordu!” demişti.[97]
Savaşa bizzat katılmış olan Fransız Kronikçi
Albert d’Aix, bir başka ifadesinde: “Yemek(açlık) krizine giren Fransızlar
Türklerin (Müslümanların) cesetlerini yediler. Ancak daha sürpriz olan ise
köpeklerin yenilmesiydi!” demişti.[98] Michaud’m ifadesine göre
Maarra Şehrini ateşe vererek, o ateşin üzerinde insanları çıplak ayakla
yürüttüler. Müslümanlar ve Yahudiler tövbe gözyaşları içersinde kaldılar.
Aradıkları Hz. İsa’nın mezarını bile, Müs- lümanlara olan kin, hırs ve intikam
yüzünden unutuyorlardı.[99]
“Avec l’aide des habitants grecs et armeniens, les Turks et
musulmans sont massacres!”
“Yunan ve Ermeni halkının yardımı ile, Türkler ve
Müslümanları öldürüyorlardı! ”[100]
İnanılması zor ama Papa II Urban bile bu gerçeği
gizleyememiş:66Korkunç bir kıtlık Maarra ’da orduya bulaştı. Beslenme
ihtiyaçlarını zalimce, Müslüman ve Türk cesetlerini yemeleri ile karşıladılar”
“in late 1098 crusaders captured Ma’arat an’Numan, a Syrian
city near Aleppo. Christian chronicler Robert the Monk wrote: Our men ....
walked through the roads, places, on the roofs, and feasted on the slaughter
just like a lioness who had her cubs taken from her. They cut into pieces, and
put to death children, the young and the old crumbling under the weight of
years. They did that in groups...our men grabbed everybody who fell into their
hands. They cut bellies öpen, and took out gold coins. Detestable cupidity of
gold! Streams of blood ran on the roads of the city; and everywhere lay
corpses. Blinded nations and destined to death; none of that multitude ac-
cepted the Christian faith.
(Bohemond) He ordered that ali old women be put to death,
and also old men, whose age had rendered useless; then ali the rest he ordered
to be take to Antioch to be sold as slaves. This massacre of the Turks took
place on 1 December (1098); on Sunday; but on this day not ali work could be
ac- complished; so the following day our men killed the rest.”
“1098 yılında Suriye’nin Halep Kenti yakınında
Maarratü’n-Numan’da, Hıristiyan Keşiş Robert’in yazdığı kroniklere göre: “ Bizim
adamlar (Fransızlar) yollar-yerler boyunca çatılarda yürüdüler ve katliamda
sanki onlardan yavrukurtları alınmış yaban bir dişi aslan gibi sadece yiyip
içtiler Onlar, çocukları öldürüp parçalar ve keserlerdi. Yılların ağırlığının
altında genç ve yaşlıları parçalıyorlardı. Bizim adamlarımız ellerine düşen
herkese bunları yaptılar. Onlar, karınları yararak keser ve madeni altın
paraları alırlardı. Altın, nefret edilecek para hırsı! Kan, akarsular gibi
şehrin yollarında aktı. Ve her yerde cesetler vardı. Milletler kör ve ölüme
mahkûm olmuş; orada bulunan kalabalığın hiçbirinin Hıristiyanlara olan güveni
kalmadı.”
Her seferi, hatta her şehrin yağmasından sonra
Fransız ve diğer haçlı ordusunun aç kalmaları doğrusu dikkate şayandır.
İlginçtir ki, hiçbir istilâ ordusu, bunlar kadar açlık ve gıda sıkıntısı
çekmemiştir. İşte bu olaylar, Fransızların teşkilatsız ve yalnız yağma ile
işlerini yürüttüklerini ve başsız bir insan kalabalığı olduklarını açıkça
ortaya koymaktadır.
(Bohemond), bütün yaşlı kadınların ve faydasız
gördüğü yaşlı adamların öldürülmelerini emretti. Sonra Antakya’da kendisine
bağlı kalacakların, köle olarak satılmalarını sağladı. Türklere yapılan bu
katliamı, 1 Aralık 1098 Pazar günüydü. Ama o gün herkes öldürülemedi; Sonraki
gün bizim adamlarımız, kalanları öldürdüler.”
Ebûlala’nm şehri olan Maarra’nm çektiği işkence
ancak 13 Ocak 1099’da, yüzlerce Fransız askerlerinin ellerinde meşalelerle
sokakları dolaşıp, her evi tutuşturduklarında son bulur. Daha önceden şehir
surları taş taş sökülmüştür zaten. Maarra olayı, hem Türkler için hem de
Araplar için, yüzyıllar geçse bile, Fransızlarla derin bir uçurum açmıştır.
Yine de o andaki ilk sonuç, dehşetten felç olmuş halk topluluklarının köşeye
sıkıştırıl- madıkları sürece direnmekten vazgeçmesidir. Ve arkalarında dumanı
tüten harabelerden başka bir şey bırakmayan Fransızlar ve diğer istilacılar, güneye
doğru yürüyüşlerine yeniden koyulduklarında, Suriyeli emirler onlara hemen
armağanlar yüklenmiş elçiler gönderip, iyi niyetleri konusunda güvence verir
ve ihtiyaç duydukları her türlü yardımı yapacaklarını bildirirler.
Bunlardan ilki, küçük Şeyzer Emirliği’nde hüküm
süren Sultan îbn-i Munkîz’dır (Vakanüvis Usâme’nin amcası). Fransızlar,
Maarra’dan yola çıktıklarının ertesi günü onun topraklarına girerler. Başlarında,
Arap tarihçilerinin en sık zikrettikleri Fransız Komutan Saint-Gilles vardır.
Emir ona bir elçilik heyeti gönderdiği için, hızla anlaşmaya varılır. Sultan,
Fransızların erzak ihtiyaçlarını üstlenmekle kalmaz, Şeyzer Pazarı’ndan at
satın almaya gelmelerine izin verir ve Suriye’nin geri kalanını herhangi bir engele
takılmadan geçebilmeleri için yanlarına kılavuzlar vereceğini de haber verir.
Bu bölge Fransızların ilerleyişi hakkında, artık hiçbir
şeyden habersiz değildir, yol haritaları bilinmektedir. Zaten asıl hedeflerinin
Kudüs olduğun, Hz. İsa’nın (r.a.) Kabri’ni ele geçireceklerini yüksek sesle
ilan etmişlerdi. Kudüs gibi kutsal bir kentin yolu üzerinde bulunan herkes,
yaklaşan felakete karşı hazırlık yapmaya başlarlar. En yoksullar, yırtıcı
hayvanların, aslanların, kurtların, ayıların ve çakalların yaşadığı çevredeki
ormanlara sığınırlar. İmkânı iyi olanlar, memleketin iç kesimlerine doğru göç
ederler. Kimileri de en yakınki kaleye sığınırlar.
Zengin Bukayye Ovası’nm köylüleri, Ocak 1099’un son
haftasında, Fransız birliklerinin yakmlarda görüldüğünü haber alınca, bu son
seçeneği tercih etmişlerdi. Sürülerini, zeytinyağı ve buğday stoklarını
toplayıp Hısnü’l-Ekrâd’a, “Kürtlerin Kalesi”ne doğru çıkarlar. Erişilmesi güç
bu doruktaki kale, Akdeniz’e kadar tüm ovaya hâkim bir konumdadır. Kale uzun
süredir kullanılmasa da, surları sağlamdır ve köylüler orda korunabileceklerini
zannederler. Fakat her zaman erzak sıkıntısı çeken Fransızlar, gelip bu kaleyi
kuşatırlar.
28 Ocak 1099’da Fransız savaşçıları, Hısnü’l-Ekrâd’m
surlarına tırmanmaya başlar. Tamamen perişan duruma düştüklerini anlayan
köylülerin akima bir savaş hilesi gelir: "Birden kale kapılarını açıp,
sürülerinin bir bölümünü dışarı salarlar. Savaşı unutan Fransızların hepsi
hayvanların peşine düşer. Safları öyle karışır ki, cesaretlenen Müslüman Türk
ve Arap- lar, kaleden huruç edip (çıkarak), Saint-Gilles’in çadırına varırlar.
Kaçan sürüden pay kapmak isteyen askerlerin yalnız bıraktığı Fransız komutan,
köylülerin eline düşmekten kıl payı kurtulur."
Bu başarıya sevinmiş olan köylüler, Fransızların intikam
almak için tekrar döneceklerini de gayet iyi bilmektedirler. Ertesi gün
Saint-Gilles, askerlerini surlara doğru gönderdiğinde ortalıkta hiç kimseyi
göremezler. Fransızlar, köylülerin bu sefer nasıl bir tuzak hazırladıklarını
düşünmeden edemezler. Ama köylüler, en mantıklı yolu seçmiş, gece karanlığından
yararlanıp sessizce kaleden dışarı çıkarak oradan kaçmış ve izlerini kaybettirmişlerdi.
Bu olaydan kırk yıl sonra Fransızlar, en ürkütücü
kalelerinden birini Hısnü’l-Ekrâd’m bulunduğu yerde kurarlar. Yeni kalenin adı
da pek değişmez: "Ekrad " biraz değişime uğrayarak “ Krat
” ve sonra “ Krak " olarak yapılır. “ Krac des Chevaliers ”
(Şövalyelerin Krak’ı) heybetli görünüşüyle, yiminci yüzyılda bile Bukayye
Ovası’m hala tepeden seyretmektedir.[101]
1099 yılı şubatında kale birkaç günlüğüne Fransızların
genel karargâhı olur. Çok şaşırtıcı bir gösteriye tanık olunmaktadır. Tüm komşu
şehirlerden, hatta bazı köylerden heyetler, arkalarında altın, kumaş ve erzak
yüklü katırları çekerek kaleye gelmektedir.
Suriye, siyasi açıdan öylesine parçalanmış bir haldedir ki,
en küçük kasaba bile, bağımsız bir beylik gibi davranmaktadır. Herkes kendini
savunmak ve Fransızların çoğunu oluşturduğu istilacıları pazarlığa oturtmak konusunda
özgücünden başka bir şeye güvenemeyeceğini bilmektedir. Hiçbir emir, hiçbir
kadı veya hiçbir ileri gelen, en küçük bir direniş göstermez, yoksa cemaatinin
tamamını tehlikeye atacağını bilir. Bu nedenle vatanseverlik duygularını bir
kenara bırakıp, zoraki bir gülümsemeyle armağanlarını ve saygılarını sunmaya
gelirler. Tıpkı bir yerel özdeyiş: “ Bükemediğin bileği öp ve onu bükmesi
için A llah ’a yalvar! ” gibi.
Humus Şehri’nin Emiri Cenâhüddevle’nin tavrını da, bilgelik
dolu bu sabır belirler. Cesareti ve yiğitliği ile ünlü bu savaşçı, en fazla
yedi ay öncesine kadar Atabey Kürboğa’nm en sadık dostuydu. İbnüT Esir, Antakya
önünde, en son kaçanın Cenâhüddevle ve Artukoğlu Sökmen olduğunu söyler.[102]
Saint-Gilles’e özen göstererek, her zaman ki armağanlarının dışında, çok
sayıda at bile hediye eder. Trablusşam Heyeti ise, kuyumcularının imal ettiği
ve göz kamaştıran mücevherleri elçiler yoluyla, Suriye sahillerinin en
saygıdeğer emiri Kadı Celâlü’l-Mülk adına Fransızlara “ hoş geldiniz ”
diye takdim ederler.
Fransızlar yaklaştığı sırada, Trablusşam ve yöresi,
kadıların bilgeliği sayesinde komşularının imrendiği bir huzur ve ferah çağı
yaşamaktadır. Şehir nüfusunun en büyük gururu, muazzam bir bina olan
DarüT-îlim’dir. Burada yüz bin eserle dönemin en büyük kütüphanelerinden biri
yer almaktadır. Şehir zeytinlikleri, keçiboynuzu ağaçları, şekerkamışı
tarlaları bol bol mahsul veren, dallan yüklü, türlü meyve ağaçlan ile
çevrilidir.
İşte bundan dolayı, şehrin başı istilacılarla
önce bu bolluk nedeniyle belaya girecektir. CelâlüT-Mülk, HısnüT-Ekrad’a
ulaştırdığı mesajında, Saint-Gilles’e ittifak anlaşması yapmak üzere
Trablusşam’a bir heyet
gönderme çağrısında bulunur. Amin Maaoluf’a
göre affedilmez bir hatadır bu.92 Gerçekten de bahçeler, saraylar,
liman ve kuyumcular çarşısı karşısında Fransız elçilerin gözleri öylesine
kamaşır ki, Kadı’nm önerileri bir kulaklarından girip öbüründen çıkar.
Fransızlar, Trablusşam’ı ele geçirirlerse, neler yağmalayacaklarını
düşlemeye başlamışlardır. Anlaşılan o ki bu Fransız elçiler, komutanları olan
Sain-Gilles’inyanma dönünce de, onun ağzını sulandırabilmek için ellerinden
geleni artlarına koymazlar. Saf saf ittifak önerisine Saint-Gilles’in vereceği
cevabı bekleyen CelâlüT-Mülk, Fransızların 14 Şubat’ta Trablusşam Emirliği’nin
ikinci büyük şehri olan Arga’yı93 kuşattıklarını öğrenince şaşırıp
kalır. Fulcherius Carnotensis5in ifadesine göre:
“1099 senesinde ordu Lübnan Dağı’nın eteğinde bulunan Arka
Kalesi ’ne ilerledi. Bu kaleyi almak gerçekten çok zordu. Nitekim Haçlılar da
kaleyi beş hafta kuşatmış ancak hiçbir şey başaramamışlardı.94 Bu
sırada Cebele Kalesi ’ni kuşatmakta olan Dük Godefroi ve Flandre Kontu Ro-
bert, Arka Kalesi ’nden yardım isteyen bir mesaj almış ve Cebele yi bırakarak
ordunun yardımına gitmişlerdi. Arka Kuşatması sırasında şövalye An- selm de
Ribemont taşla vurulup öldürülmüştür.”95
Şubat, mart ve nisan ayları geçer ve her yıl olduğu gibi
çiçeklenen bağların kokuları Trablusşam’ı güzel bir kokuya büründürür. Hava
güzel, Arka Şehri’nden gelen haberler ise daha da güzeldir. Fransızlar Arka
Kalesi’ni alamamışlardır. Bu durum Fransız askerlerini şaşırttığı gibi, şehri
savunanları da oldukça şaşırtmıştır. Gerçi surlar sağlamdır ama Fransızların
ele geçirdikleri daha büyük şehirlerin surlarından da pek bir farkları yoktur.
Arga/Arka Kalesi’nin asıl gücü, şehir sakinlerinin surlarda
bir gedik açılırsa, Maarra veya Antakya’daki kardeşleri gibi hiç kimse sağ
kalma- ymcaya dek boğazlanacaklarından ve cesetlerinin yenileceklerinden, savaşın
ilk anından itibaren emin olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle
gece-gündüz nöbet tutmakta, tüm saldırılan püskürtmekte, şehir içine en küçük
sızmaya bile izin vermemektedirler.96 Fulcherius Carnotensis’e göre:
92
Amin
Amaalouf, a.g.e., s. 54
93
Arga:
Bazı kaynaklarda Irka veya Arka diye geçmektedir.
94
Arka
Şehri / Kalesi, Trablusşam’m 13 mil kuzeybatısmdadır. Fransızlar, buraya
14 Şubat 1099’da varmışladır. Şehrin kuşatması on iki buçuk
hafta sürmüştür: 14 Şubat - 13 Mayıs arası.
95
Fulcherius
Carnotensis, a.g.e., s. 97
96
Amin
Maalouf, a.g.e., s. 54
“Tüm bu yaşananlardan sonra Fransızların
çoğunlukta olduğu adamlarımız, bir süre daha bir daha kuşatmayı sürdürmelerine
rağmen kaleyi almayı başaramazlarsa, başlarına telafisiz zararlar geleceğine,
kuşatmayı bırakıp ilerlemeye devam etmenin daha mantıklı olduğuna karara verdiler
Çünkü yollarda ticaret trafiğinin olmadığı hasat zamanı Kudüs 'e ulaşmak için
en iyi zamandı. Hasat vakti her yerde yaşayabilirlerdi, geçimleri Tanrı
tarafından sağlanır ve O 'nun liderliğiyle en çok arzu ettikleri hedeflerine
varabilirlerdi. ”[103]
13 Mayıs 1099’da savaş düzenleri bozulan
Fransızlar, başları eğik buradan ayrılırlar. Üç aylık yıpratıcı bir mücadelenin
ardından, direnişçilerin azmi ve inadı üstün gelmiştir. Trablusşam’dan endişe
verici bir yavaşlıkla geçen Fransızların öfkeli olduğunu bilen Celâlü’l-Mülk,
hemen onlara elçiler gönderip, seyahatlerinin devamı için iyi dileklerini
iletir. Bu iyi dileklerinin yanma erzak, altın, birkaç at ve Beyrut’a kadar
giden dar sahil yolundan geçmelerini sağlayacak kılavuzlar eklemeyi de ihmal
etmez.[104] Fulcherius
Camotensis’in ifadesiyle:
“Trablusşam 'dan geçen adamlarımız Cebele
Kalesi 'ne vardılar. Nisan ayı idi, hala hasat zamanı yaşanmaktaydı. Uzaklara
doğru ilerlemelerini sürdürüp Beyrut Şehri 'nin yakınından geçerek, bizim
dilimizde Sidon diye telaffuz edilen şehre rastladılar. Burası Fenikelilerin
ülkesi idi. Adamlarımız Sidon'dan Sarepta'ya, buradan da Tyrus'a(Sur) doğru
yürüdüler.”[105]
Şeyzer Şehri’nde doğan ve sonra oranın hakimi
olan Arap vakanüvis Usâme ibn Munkiz, yaşadıklarını kaydettiği “ Kitâbu
'l-îtibâr (İbretler Kitabı)” adh eserinde şöyle yazar:
“Fransızlarla ilgili olaylar, onların
halleri sayılıp dökülse, nasıl ki güç ve saldırganlık hayvanların bir üstünlüğü
ise, Fransızlar hakkında bilgi sahibi olan herkes de onları, savaşta cesaret
ve atılganlıktan başka bir üstünlüğü olmayan hayvanlar olarak görmüştür/”[106]
Bu ifade, Fransızların Suriye’ye geldiklerinde,
nasıl bir izlenim ortaya uyandırdıklarını iyi özetlemektedir. İstilacılar,
Benû Ammar’m elindeki Cübeyl, yani antik adıyla Byblos gibi şehirlere
saldırıp, daha fazla vakit kaybetmeden Nehrü’l-Kelb’e “Köpek Nehri”ne gelirler.
Bu nehri geçerek Mısır’daki Fatîmi Halifeliği ile savaş haline girerler. Nisan
1097’de Alek- sios Komnenos’un elçileri, çok kalabalık bir Fransız şövalyeleri
kitlesinin Konstantinopolis’e geldiğini ve Küçük Asya’ya geçerek saldırılara
başladığını haber vermeye geldiklerinde, Babylon’un[107] [108] güçlü adamı olan iriyan ve
kuvvetli vezir El-Efdâl Şehinşah memnuniyetini gizlememişti.
Otuz beş yaşında eski bir köle olan ve yedi milyonluk Mısır
nüfusunu tek başına idare eden El-Efdâl, “en üstün”Bizans imparatoruna
başarı dilekleri göndermiş ve kendisinin bir dostu olarak seferin gidişatından
haberdar edilmek istediğini bildirmişti. “Bazılarının söylediğine göre,
Selçuklu Devleti ’nin durmadan genişlemesini gören Mısır Devleti ’nin sultanları
korkuya kapılmış ve Fransızlardan Suriye üzerine yürüyüp, kendileriyle
Müslümanlar arasında bir tampon bölge oluşturmalarını istemişlerdi. Ama bu
düşüncenin gerçek olup olmadığı belli değildir”™2
Fransız Kronikçi Fulcherius Carnotensis’e göre, Fransızlar,
Tyrus (Sur)’dan hareketle Ziph Kalesi’ne, Batlamyus’a, Dora yakınlarına ve
Filistin’deki Kaysâriye’ye ilerlediler. Burası eski zamanlarda Strato diye
adlandırılmaktaydı. Hz. İsa’nın doğduğu zaman Herod’un torunu Herod Agrippa
burada feci bir şekilde can vermiş ve vücudu kurtlar tarafından kemirilmişti.
Arsuf’a kadar kıyıyı takip eden Fransızlar, buradan bölgenin içine doğru
ilerleyip, Ramathan Şehri’ne vardılar. Burası Müslümanlara ait bir şehirdi,
ancak halk Fransızların çoğunlukta olduğu Haçlıların yaklaştığını duyunca
dehşete kapıldılar. Adamlarımız, burada bulunan tahılları hayvanlarına
yükleyerek Kudüs’e taşıdılar.
Kudüs Şehri ağaçlardan, şehre bir ok atımlık mesafede olan
Silaom denen küçük göl hariç, akarsudan ve pınarlardan yoksun dağlık bir
bölgede kurulmuştur. Silaom’da bazen yeterli su bulunur, bazen de ufak
akıntılar olurdu. Bu küçük kaynak Zeytûn Dağı’nm, kışın Josaphat Vadisi’ne
doğru akan Kedron Nehri eteğinde yer alan vadide bulunur. Şehirde bulunan birçok
sarnıç sayesinde, yağmur suları toplanır ve yeterli su elde edilirdi. Şehir
dışında da insanlar ve hayvanlar için sarnıçlar bulunurdu.
Şehrin ilginç bir boyutu vardır, ne çok büyük ne de çok
küçüktür. Şehrin surlarının arasındaki genişlik dört ok atımı mesafesindedir.
Şehrin batısında Davut Kulesi, güneyinde Zion Dağı, bu dağ ok atım
mesafesinden de yakındır. Doğusunda ise, şehrin bin adım (yaklaşık 1 km)
dışında bulunan Zeytûn Dağı bulunur. Bahsi geçen Davut Kulesi, dökme kurşunla
çevrilmiş büyük kare bloklarla yükseltilerek sağlam hale getirilmiştir. Yiyecek
ihtiyaçları karşılanan on veya yirmi adam, bu kuleyi korumaktadır.[109]
Kronikçi F. Carnotensis eserinde devamla, “
Süleyman Mabedi[110] adındaki
başka bir mâbed ise, daha büyük ve güzeldi ama ilk bulduğumuz halde kalamadı.
Bundan dolayı büyük bir kısmı yok oldu.[111] Şehrin sokaklarında bulunan
kanallardan dolayı, her yağmur yağışında, tüm kötü şeyler, pislikler yıkanıp
temizleniyordu. Roma İmparatoru Hadrian (117-38) zamanında Kudüs Şehri[112], Aelius
adıyla anılmaktaydı.”[113] Bu
sebeplerden ötürü, Kudüs çok önemli ve görkemli bir şehir olma özelliğini devam
ettirmiştir.
Kudüs kuşatmasının oldukça zor olduğunu gören
Fransızlar ve diğer haçlı ittifakı, tahtadan merdivenler yapıp surlara
tırmanmayı gerçekleştirmek istiyorlardı. Merdivenlerin tamamlanmasından sonra,
Fransız komutanlar saldırı emrini vermişti. Şafak vaktinde şehre saldırdılar
ama merdivenler yeterli gelmeyince geri çekildiler.
El-Efdâl, el-İftihâr’a, Fransızların Kudüs’ü
dini nedenlerden ötürü ele geçirmek istediklerini ne kadar açıklamış olursa
olsun, böylesine kör bir bağnazlık, el-İftihâr’ı şaşırtır. Kendisi de inançlı
bir Müslüman’dır ama onun Filistin’de savaşmasının nedeni Mısır’ın çıkarlarını
korumak ve inkâr etmeye ne gerek var, kendi askeri kariyerini geliştirmektir.
Kudüs, Allah’ın Hz. Muhammed (S.A.V.)’i, Hz.
Musa ve Hz. İsa ile karşılaştırdığı ve miraca çıkardığı kutsal bir şehir olarak
bilinir. İşte o zamandan beri Kudüs, her Müslüman için ilahi vahyin
sürekliliğinin simgesi olmuştur. Müminler, Mescidü’l-Aksâ’nm, kare biçiminde
evlerine tüm heybetiyle tepeden bakan o muazzam ve ışıl ışıl kubbesinin altında
murakabeye dalmaya gelir. Fransızların ilahiler söyleyerek düzenledikleri ayin
alayları el- îftihâr’ı rahatsız etse de, kaygılandırmaz.
Ancak ikinci haftanın sonuna doğru düşman
ateşli bir şekilde, iki büyük ahşap kule yapınca, el-îftihâr’m içinde bir
endişe oluşmaya başlar. Temmuz’da yüzlerce savaşçıyı, şehir surlarının tepesine
kadar taşımaya hazır kuleler dikilmiştir bile. El- îftihâr’m talimatları
kesinlik ifade ediyordu: Makinelerden biri sur yönünde en küçük bir hareket
yaparsa, ok yağmuruna tutulacaktı. Kule yine de yaklaşmayı başarırsa,
testilere dökülüp yakılarak, saldırganların üzerine fırlatılan bir petrol ve
kükürt karışımı olan Bizans ateşi (Grejuva) kullanılacaktır.
Etrafa yayılan bu sıvı, söndürülmesi güç yangınlar
oluşturmaktadır. Alevlerden korunmak isteyen saldırganlar, hareketli kulelerini
yeni yüzülüp sirkeye batırılmış hayvan postlarıyla kaplasalar da, el-İftihâr’m
askerleri bu ürkütücü silah sayesinde temmuz ayının ikinci haftasına kadar
birbirini izleyen birçok saldırıyı önler, el-İftihâr’a yardım amacıyla bir
söylenti dolaşmaktadır: El-Efdâl’m ve birliğinin yolda olduğu haberleri. İki
taraf arasında kalmaktan korkan saldırganlar çabalarını tüm hızıyla
arttırırlar.[114] [115] [116] İbnü’l-Esir
bu olayı söyle anlatmaktadır:
“ Fransızların, yaptığı iki hareketli kuleden biri güneyde,
Sion (Zeytin/ Zeytûn)Dağı tarafında, öbürü ise kuzey tarafındaydı. Müslümanlar,
birinciyi yakıp, içindeki herkesi öldürdüler Ama tam onu yok etmişlerdi ki,
yardım çağrısı yağan bir ulak /haberci geldi. Çünkü şehir diğer taraftan
istila edilmişti. Yani şehir 492 yılının şaban ayının sona ermesine yedi gün
kala, bir Cuma günü, kuzey tarafından girilerek ele geçirildi.”™9
Fulcherius Camotensis’e göre: “ Adamlarımız, öğle vakti
şehre girdikten sonra, surların üstüne bayrak diktiler. Şehrin başka bir
köşesinde Müslümanlarla savaşan Kont Raymond ve adamları, Müslümanların şehir
surlarının üstünden atladıklarını görerek, onları kovalamış ve katletmeye başlamıştı.
Bazı Araplar ve Habeşliler, Davud Kulesi ’ne kaçmayı başarmış, geri kalanlar
ise kendilerini Hz. İsa ve Hz. Süleyman ’ın mabedine kapamışlar ama saldırıdan
kurtulamamışlardı.”1™
1099 yılının temmuzunda, o korkunç günde el-İftihâr /
îftihârüddevle, Davut Kulesi5ne sığınır. Temellerine kurşun dökülmüş
bu sekizgen kule, surun en güçlü noktasıdır. El-İftihâr, günlerce dayanabilir
ama savaşın kaybedildiğini bilmektedir. Yahudi mahallesi istila edilmiş,
sokaklar cesetlerle kaplanmış ve çatışmalar MescidüT-Aksâ Camii’ne sıçramıştı
bile. Bir süre sonra kendisi ve adamları dört bir taraftan çembere alınırlar.
Yine de savaşmaya devam eder fakat elinden bir şey gelmez. Çatışma akşamüstü
sona erer ve Fatîmilerin beyaz sancağı, ancak sadece Davud Burcu’nun tepesinde
dalgalanmaktadır.
Fransızların saldırıları birden kesilir ve bir
haberci yaklaşır. Saint- Gilles’in gönderdiği bu adam, burcu teslim etmeleri
halinde hayatlarının bağışlanacağını ve serbestçe gidebileceklerini söyler.
Biraz düşünen el- İftihâr’m, Fransızların sözlerinde durmadıklarını daha
önceden de bilmektedir ama başka da çaresi yoktur ve pazarlığa oturmak
zorundadır.
El-îftihâr, Saint-Gilles’in kendisinin ve tüm
askerlerinin güvenliğini sağlayacağına şeref sözü vermesi şartıyla, teslim
olacağını haberciye bildirir. Îbnü’l-Esir bu olayı şöyle anlatır, “ Fransızlar
sözlerinin tuttular ve Müslümanların Askalan Limanı ’na doğru gitmelerine izin
verdiler” der ve sonra ekler: Kutsal şehir Kudüs "ün halkı kılıçtan
geçirildi ve Fransızlar, Müslümanları tam bir hafta boyunca katlettiler Mescidü
7 Aksâ ’nin içinde yetmiş binden fazla Müslüman’ı öldürdüler”[117]
Müslümanların karşı durmayıp itaat etmeleri,
Fransızları tatmin etmedi. Kadın, erkek ne bulduysalar öldürdüler. Üç gün
boyunca her taraf kana boyandı. Cesetlerin kokması, hastalıkların yayılmasına
sebep oldu. Edou- ard Gibbon bu konuda:
“Yetmiş bin Müslüman öldürdüler Yahudileri
sinagogda diri diri yaktılar Kamâme Kilisesi ’ne giderek dua ettikleri sürece
adam öldürmeye ara verdikten sonra, cinayetlerine ve mal yağmasına devam
ettiler!” diyordu.[118]
Fulcherius Carnotensis, bu durumu şöyle
atlatmaktadır: “Adamlarımız Süleyman Mabedi ’nin çatısından atlayarak
kaçmaya çalışan Müslümanların çoğunu oklarla vurup öldürdüler Bu mabette
yaklaşık on bin Müslüman ’ın boynu vuruldu” der ve vahşetin boyutunu şu
şekilde özetler: “ Burada olsaydınız, ayak bilekleriniz katledilen
Müslümanların kanlarıyla lekelenebilirdi. Müslümanların hepsi kadın ve çocuk
demeden katledildi.”[119]
Fulcherius Camotensis’in bu sözlerini adeta
teyit eden Joseph François Michaud ise:
“Müslüman kadınlarını, sığınmış oldukları Ömer Camii’nde
çocukları ile birlikte ve on bin kadar Müslüman ’ı da Süleyman Mabedi ’nde öldürdüler
Orada her kim olmuş olsaydı, ayakları topuk kemiklerine kadar ölülerin kanına
batardı. Bu cinayetlerden sonra yağmaya devam ettiler! diyordu.[120]
Tarihçi Raimundus aynı sabah mabetlerin bulunduğu mahalleye
giderken, cesetler ve dizlerine kadar çıkan kan birikintileri içinden geçmek
zorunda kalmıştı. Hıristiyan kan içiciliğinin en üst düzeye ulaştığı ve artık
öldürülecek hiçbir Türk ve Müslüman kalmaymcaya kadar her yeri yakıp yıktılar.[121]
Doğrulanması olanaksız rakamlarla oynamaktan çekinen İbnüT-
Kalanisi şunu söyler: “ Birçok Müslüman öldürüldü. Yahudiler sinagoglarında
ve havralarında toplandılar ve Fransızlar onları orada diri diri yaktılar.
Evliyaların anıtlarını ve Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın türbesini yaktılar”[122]
Adamlarımız (Fransızlar), Müslüman-Arapların ve Türklerin,
sağken yuttukları altınları ve Bizans sikkelerini, bağırsaklarından çıkarmak
için, onları öldürür öldürmez karınlarını deştiler. Yine bu amaçla cesetleri büyük
yığınlar halinde toplayıp yakarak, küller arasındaki altınları kolaylıkla
buldular!
Tankred ise, Hz. îsa’nm Mabedi’ne saldırıp, buradaki altın,
gümüş ve değerli taşları ele geçirmişti. Ancak buramn kutsal bir mekân olması
nedeniyle aldıklarının hepsini iade etmek zorunda kaldı. Adamlarımız
(Fransız- lar) ellerinde yorgun kılıçları ile şehrin her yanını dolaşıp hiç
kimseyi ayırt etmiyor, merhamet dileyenleri bile öldürüyorlardı. Müslüman
Araplar ve Türkler, tıpkı sallanan dallardan düşen çürük elmalar ve meşe
palamutları gibi hayatlarını kaybediyorlardı.
Bu büyük katliamdan sonra Fransızların çoğunlukta olduğu
Haçlı ordusu, evlere girip buldukları her şeye el koydular. Zengin veya fakir
olsun tüm Haçlılar girdikleri eve sahip olacak ve binanın içinde buldukları her
şey de onların olacaktı. Bu şekilde birçok fakir olan adamımız zenginleşmişti.[123]
Yürütülen katliam tarihte Fransızlar ve diğer haçlı
ordularının Kudüs "te yaptığı en büyük katliam ve suçlar arasında yer
almaktadır.[124] [125]
Katliamı yaptıktan sonra baronlarla birlikte askerler kiliseye ayin için
gittiler)19
İstilacıların talan ettiği anıtların arasında, Kudüs’ü
Rumların elinden Şubat 63 8’de alan ikince halife(IL Hûlefâ-i Raşîdin) Hz. Ömer
İbnüT- Hattab’m anısına yaptırılmış Ömer Camii de vardı. Araplar, Fransızların
tavrı arasındaki farklılığı sık sık dile getirmişlerdir: “ Bir gün Hz. Ömer,
meşhur beyaz devesinin üstünde Kudüs’e girerken, Kudüs Rum Patriği onu
karşılamak için ilerliyordu.
Halife Hz. Ömer, Rum Patriği’ne tüm şehir halkının
canlarının ve mallarının bağışlandığı konusunda güvence verdikten sonra,
kendisine Hıristiyanların kutsal yerlerini gezdirmesini istedi. Onlar Kıyamet
Kilisesi’nde, yani Kutsal Kabir’deyken namaz vakti gelince, Hz. Ömer, ev sahibi
olan Rum Patriği’ne namazını kılmak için seccadesini nereye serebileceğim sordu.
Patrik, hemen orada kılabileceğini söyleyince de, Halife Hz. Ömer şu cevabı
verdi: “ Ben bunu yaparsam, yarın Müslümanlar ‘Hz. Ömer burada namaz kılmıştı’
diyerek buraya sahip çıkarlar.” Ve seccadesini alıp namazı dışarıda kılar.
Hz. Ömer gerçekten ileriyi görmüştü. Çünkü onun adının
verileceği cami, tam o namaz kıldığı yere yapıldı. Ama Fransız komutanlar ne
yazık ki, böyle alçakgönüllü davranmadılar. Zaferlerini anlatılmaz bir Müslüman
ve Türk kıyımıyla kutlar, sonra da büyük bir saygı beslediklerini iddia ettikleri
Kudüs Şehri’ni vahşice talan ederler.
Fransızlar sağ kalmış son birkaç Müslüman’ı da pusuya
düşürüp öldürür ve Kudüs’ün tüm hâzinelerine el koyarken, el-Efdâl’in
topladığı ordu da ağır bir yürüyüşle Sina’dan geçmektedir. Yaşanan dramdan
ancak yirmi gün sonra Filistin’e varır. Orduya bizzat komuta eden vezir,
doğrudan Kudüs üzerine yürümeye çekinir. Emrinde otuz bine yakın asker
olmasına rağmen, konumunun yeterince güçlü olmadığı düşüncesindedir. Çünkü
kuşatma için gereken malzemelerden yoksundur ve Fransız şövalyelerin kararlılığı
da onu korkutmaktadır.
Askerleri ile Askalan’m etrafına yerleşmeye ve düşmanın
düşüncesini ölçmek amacıyla Kudüs’e bir elçilik heyeti göndermeye karar verir.
Mısırlı elçiler, işgal altına alınmış Kudüs’te uzun saçlı ve sarı sakallı,
iriyarı bir şövalyenin huzuruna götürülürler. Bu şövalye Kudüs’ü ele geçiren
Godef- roi de Bouillon’dur. Elçi Fransızlara, Filistin topraklarını terk
etmeleri koşuluyla bir barış yapılacağı mesajını bildirir. Fransızların
verdiği cevap ise, tüm askerlerini toplayıp Askalan üzerine yürümek olur.
O kadar hızlı ilerlerler ki, daha gözcüler onların gelişini
haber vermeden Müslümanların ordugâhının yanma varırlar. Îbnü’l-Kalanisi’nin
ifadesine göre: “ Daha ilk çarpışmada Mısır ordusu perişan olur ve Askalan
Limanı’na doğru geri çekilir. Fransızlar tam katliam yapar, ne piyade, ne
gönüllü ve ne de şehir halkı sağ bırakılmaz, hepsi öldürülürler. On bin
Müslüman öldürüldükten sonra, ordugâhları yağmalanır.
Ebu Said el-Herevi’nin başını çektiği muhacir topluluğu,
Mısırlıların uğradığı bozgunu birkaç gün sonra haber almıştı. Şam Kadısı,
Fransızların yeni bir zafer kazandığından habersizdir, ama istilacıların
Kudüs, Antakya ve Urfa’yı ele geçirdiğini, Kılıç Arslan ve Danişmend Gazi’yi
yendiklerini ve karşılarına çıkan her şeyi hiç çekinmeden katledip yağmalayarak
Suriye’yi kuzeyden güneye, boydan boya geçtiklerini bilmektedir. Halkının ve
imanının hiçe sayıldığını, horlandığını hissetmekte ve Müslümanların artık
uyanması için yüksek sesle haykırma isteği duymaktadır. Müslüman kardeşlerini,
uyandırmak, silkelemek ve utandırmak istemektedir.
Şam Kadısı, 19 Ağustos 1099 Cuma günü, beraberindeki
muhacirleri Bağdat’taki Ulu Camii’ne götürür ve müminler her yerde öğle namazı
için camiye akın ederken, Ramazan ayında olmasına rağmen açık açık oruç bozup
yemek yemeye başlar. Bir anda çevresinde öfkeli bir kalabalık toplanır,
askerler de onu tutuklamak üzere yanma yaklaşır. Ama Ebu Said ayağa kalkar ve
çevresindekilere, “binlerce Müslüman ’ın Fransızlar tarafından katledilmesini
ve İslam ’ın kutsal yerlerinin yıkılıp yok edilmesini hiç umursamazken, bir
kişinin oruç bozmasının onları neden bu kadar tedirgin ettiğini sakince sorar.
” Kalabalığı böylece susturduktan sonra, Suriye’nin ve özellikle Kudüs’ün
üstüne çöken felaketleri ayrıntılarıyla anlatır.[126]
Îbnü’l-Esir bu duruma: “Suriye’den Bağdat’a gelen
Muhacirler gözleri yaşarttılar, kalpleri mahzun ettiler. Cuma günü de halktan,
Fransızla- ra karşı yardım istediler. Hem ağladılar, hem de ağlattılar, ”
demiş ve şöyle devam etmiştir: “Bu ulu ve mübarek şehirde Müslümanların
başına gelen musibetleri, erkeklerin öldüğünü, kadın ve çocukların esir
alındığını, malların yağmalandığını ve başlarına gelen musibetin şiddetinden
dolayı oruçlarını bozduklarını anlattılar [127]
El-Herevi Eylül 1099’da Abbasilerin başkentinden
ayrılırken, Sultan Berkyaruk’la görüşememiştir. Çünkü Sultan Berkyaruk, İran’ın
kuzeyinde bulanan kardeşi Muhammed ile Bağdat konusunda iktidar mücadelesi vermektedir.
Sonunda Sultan Berkyaruk, kardeşine karşı uğradığı bozgunlar karşısında,
Bağdat’ın otuz ay içinde sekiz kez el değiştirmesine neden olur. Bu durum
Fransızların işgal ettikleri topraklarda varlıklarını sağlamlaştırırken
yaşanmıştır.[128] İbnü’l-Esir
bu durumu: “ Sultanlar pek anlaşamıyordu, Fransızlar ülkeyi bu sayede ele
geçirebildiler!” diye anlatmaktadır.[129] Fulcherius
Carnotensis’in ifadesine göre: “Kaçarken ağaçlara çıkan düşmanlar[130] oklarla vurularak ölümcül
bir şekilde yere düşüyorlardı. Müslümanların tamamı öldürülmüştü. Kazandıkları
zaferler sonucunda düşman çadırlarına giren Fransızlar, pek çok ganimeti ele
geçirdiler. Bu ganimetler arasında, altınlar, gümüşler, uzun kaftanlar ve
değerli taşlar da bulunmaktaydı. Değerli taşlar yaklaşık on iki çeşitti;
yeşim, safir, zümrüt, akik, sarı yakut, beril, topaz, kuvars, sümbül ve amatist
bu taşlardan bazılarıydı. Ayrıca altın süslü miğferler, değerli yüzükler,
harika kılıçlar, hububat ve un da ele geçirilen ganimetler arasındaydı/”[131]
Fransızlar, Türklerden alman şehir ve toprakların
dikkatlice korunması düşüncesindeydi. Türklerin bu topraklan geri alması
Fransızların, ele geçirdikleri Kudüs’te başlarına bir felaketin gelmesi olarak
yorumlanıyordu. Kont Baudouin bir çok kez Mezopotamya topraklarında
Türklere karşı savaşmış ve birçok Türk’ün kafasını kesmişti. Oldukça
barbar ve gaddar olan, aynı zamanda Müslüman Türk cesetlerini bile yemekten
sakınmayan
Bohemond, Kont Baudouin’e henüz
tamamlayamadıklan haç yolculuğunu, Kudüs’te bitirmeyi önerdiyse de, bu durum
ancak Kont Baudouin işlerini düzenleyerek yapılacağını gösteriyordu.
Ancak Türklerin, onlara kaybettiği yerleri alma girişimi
üzerine bu seyahatleri ertelenmek zorunda kaldı. Tüm işlerini halledip, Kasım
ayında yolculuğa başlayan Kont Baudouin, Antakya’yı geçip Lazikiye’ye geldi ve
oradan yol için erzak tayin etti. Cebele’den geçip, Banyas Şehri’nin önüne gelerek,
burada kamp kuran Bohemond’a katıldı. Camotensis’e göre:“ Bohemond "a
burada eşlik eden Pis a Başpiskoposu Daimbert’te bulunmaktaydı. Apulia ’dan
gelen bir piskopos ise, Baudouin ’e eşlik etmekteydi. Burada bulunan
insanların sayısı atlılar, yayalar ve kadınlarda dâhil yirmi beş bini
bulmaktaydı! ” [132]
İç bölgelerdeki Müslüman topraklarına varan Fransızlar,
yine yiyecek sıkıntısına düşmüş, erzakları tükenmişti. Bölgede ise yiyecek
bulamama sıkıntısına girmişlerdi. Fransızlar askerleri açlık sıkıntısına
düşmüş, yolculukları boyunca geçtikleri şeker kamışı tarlaları sayesinde
açlıklarını gidermişti. Fransızlar, aşırı soğuk ve hiç durmadan yağan
yağmurdan çok kötü duruma düşmüş ve birçok asker kaybetmişlerdi. Açlık çeken
birçok Fransız askeri yine at, eşek, deve[133] ve bunlar yetmediği için
öldürdükleri Türk ve Müslümanlara ait cesetlerin parçalarını yanlarına alıp
yemeye başlamıştı.
Sonunda Kudüs Şehri’ne varan Fransızlar, Bethlehem
bölgesinde bulunan Hz. İsa’nın mezarını ve diğer kutsal yerleri ziyaret
ederek, Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı dünyaya getirdiği ahır yemliğindeki dualara
katılmışlardı. Kudüs Şehri’ne vardıklarında, Fransızlar tarafından öldürülen
binlerce Müslüman’m çürümüş bedenlerinin kokusu sarmıştı. Bu arada 11 Ağustos
1099’daPapaUrbanus[134] öldü.[135]
Peş peşe yaşanan onca yenilgi, onca hayal kırıklığı ve
aşağılamalardan sonra 1100 yılının yaz aylarında Şam Şehri’ne üç beklenmedik
haber umutlan yeşertir. Yalnız el-Herevi’nin etrafındaki dini militanlar
arasında değil, çarşılarda, ham ipek, altın simli brokar, damasko kumaş,
telkâri kakmalı mobilya satılan kemerlerin önündeki çardakların gölgesinde
oturup, yoldan geçenlerin başları üstünden dükkândan dükkâna seslenen esnafın
sesinde de güzel günlerin neşeli sözleri vardı. 1100 yılı Temmuz ayının başında
yayılan ilk söylenti, kısa sürede doğru bilgi olarak kabul edilir: “Trablusşam,
Humus ve Orta Suriye’nin tamamı hakkındaki emellerini hiçbir zaman gizlemeyen
yaşlı Saint-Gilles, diğer Fransız komutanlarıyla çatışmış ve ansızın bir
gemiye atlayıp Konstantinopolis ’in yolunu tutmuştur. Bir daha geri gelmeyeceği
konuşulmaktadırF
1100 Temmuzunun sonunda daha da inanılmaz
ikinci bir haber gelir ve çok kısa sürede camiden camiye, sokaktan sokağa
yayılır. ÎbnüT-Kalanisi bu haberi, Kudüs ’ünyeni efendisi Godefroi, Akka
Şehri ’ni kuşatırken isabet eden bir okla vurulup öldü, diye yazmıştır.
Filistin ileri gelenlerinden birinin Fransız komutana zehirli meyve ikram
ettiği de söylenmektedir. Bazı insanlarda, bu komutanın salgın bir hastalığa
yakalanıp, eceliyle öldüğünü söylemekteydiler. Ama halk en çok Şamlı vakanüvis
ÎbnüT-Kalanisi’nin yazdığı cümleleri benimser. Akkâ Şehri’ni savunan
Müslümanlar, oklarıyla Godefroi ’yi vurmuştur.[136]
Birkaç gün sonra Fransızların en ürkütücü
komutanı olarak görülen Dük Bohemond’un esir edildiği haberi duyulunca, bu
izlenim doğrulanır. Fulcherius Carnotensis bu olayı şu şekilde anlatmaktadır: “Bohemond,
Antakya ’ya gelmiş ve bu şehri altı ay yönetmişti. Ağustos ’ta ise, adamlarıyla
birlikte Malatya ’ya doğru ilerlerken, (şehrin rehine alışverişi sonucunda
Hâkimi Gabriel tarafından Bohemond’a teslimi için söz verilmiştir.
Gabriel ise, Malatya’yı 1103 yılma kadar
yöneten Ermeni Prensidir. Hem Urfah Thoros’un hem de II. Kont Baudouin’in
kayınpederi olmuştur.) Türk Emiri Danişmend Gazi ve emrindeki kalabalık
Türkler, ona karşı yola çıktı. Emir Danişmend’in amacı, kendisinden habersiz
ilerleyen Bohemond’un yolunu kesmekti. Malatya yakınlarındaki bir köyde halk
Bohemond’un üzerine atılmıştı. Adamlarımız (Fransızlar) sayıca az olduklarından
cesaretsizlerdi ve hemen dağılıp kaçtılar. Türkler ise, Bohemond’u yakalayıp
esir etmiş ve adamlarının çoğunu ise öldürmüşlerdi.”[137] İbnü’l Kalanisi ise bu durumu
şöyle izah ediyor: “ Fransızların Kralı ve Antakya ’nın efendisi olan
Bohemond, Emir Danişmend’in hızla ilerlediğini haberini alınca adamlarını
topladı ve Müslüman ordusunu üzerine yürüdü.”[138]
Fulcherius Carnotensis eserinde devamla: “Bu haberi
alınca çok üzüldük Bu yaşananlar üzerine Urfa Dükü Baudouin, Antakya ve Urfa
’dan topladığı adamlarla, düşmanları aramaya başlamıştı. Bohemond, kurnazlık
gereği esir düşeceğini anlayınca, aralarında daha önceden belirlenen bir işaret
olarak, saçındaki perçemlerden bir tutam kesip, sağ kutulan askerlerinden
birine vermişti. Bu mesajla Bohemond, Baudouin e yardım isteğini
anlatıyordu. Bunu öğrendiğimizde üç gün boyunca peşlerine düştük, onları
bulamadık ve hayal kırıklığına uğradık.”[139]
Allah, zaferi Türklere nasip etmişti. Çok sayıda Fransız
askeri öldürüldü. Öldürülenler arasında Ermeni Piskoposları da vardı. Bohemond
ve Sa- lemo Kontu Richard[140] esir düşmüş
ve zincirlenerek, Anadolu’da bugünkü Tokat Şehri sınırları içinde bulunan
Niksar’a götürüldüler.
Fransız istilasının belli başlı üç mimarı olan
Saint-Gilles, Godefroi ve Bohemond’un böyle arka arkaya saf dışı edilmesini,
herkes ilahi bir işaret olarak görür. Fransızların görünüşteki yenilmezliği
karşısında, elden ayaktan kesilenler, cesaretlerini yeniden toplarlar.
Artık onlara belli bir darbenin indirilme zamanıdır. Bu
darbeyi en çok indirmek isteyen de Dukak’tır. Selçuklu Sultanı Dukak,
Fransızlara ve diğer haçlı ordusuna savaş açamanm gerekli olduğuna 1100
yılının ilkbaharında karar verir.
Dukak’a bağlı olan Golan Tepeleri’nden bir Bedevi şefi,
mahsullerini yağmalayan ve sürülerini çalan Kudüslü Fransızların, ardı arkası
kesilmeyen baskınlarında dert yanınca, Dukak onlara gözdağı verme kararı alır.
Mayıs aymda bir gün Godefroi ve onun sağ kolu olan -Bohemon’un yeğeni-
Tancrede, adamlarıyla birlikte çok verimli geçmiş bir yağmalamadan geri
dönerlerken, Şam ordusunun saldırısına uğrarlar.
Yüklendikleri ganimet yüzünden hareketleri
ağırlaşan Fransızlar, çatışmayı göze almaz. Geride birçok ölü bırakarak
kaçmayı tercih ederler. Özellikle Tancrede hayatını zor kurtarır. Fransızlar
bunun intikamını almak için harekete geçer. Ancak Dukak, onlarla savaşmayı göze
almaz. Dukak’m güç duruma düştüğünü hisseden Tancrede, ona bir elçi göndererek,
Hıristiyan olmasını ya da kendisine Şam’ı teslim etmesini bildirir. Bu haber
üzerine Selçuklu Sultanı Dukak, elçilerin tutuklanmasını emreder ve öfkelenmiş
bir vaziyette elçilere, İslâm’ı kabul etmelerini söyler. İçlerinden biri kabul
eder ve diğerleri ise öldürülür.
Godefroi, Tancrede’in askerleriyle
buluştuğunda, bu haber yeni duyulmuştur ve her ikisi ellerindeki tüm Fransız
askerleri ile on gün boyunca Şam’ın çevresini alt üst ederler. Dukak ise, tüm
bu gelişmeler karşısında sessiz kalmış, kasırganın dinmesini beklemişti.
Dukak’m artık tek bir amacı vardı: Bunun intikamını almak. Bohemond’un esir
düşmesi üzerine, beklenen saldırı planını ekim ayında uygulamaya koyacaktır.
İbnü’l- Kalanisi’nin ifade ettiğine göre, Godefroi öldürülünce[141], kardeşi olan Urfa
Senyörü Kont Baudouin, beş yüz şövalye ve piyade askerleri ile birlikte Kudüs
"e doğru yola çıktı. Onun geçeceğini öğrenen Dukak, askerlerini topladı
ve onun üzerine yürüdü. Onunla Beyrut sahilinde karşılaştı.
Baudouin, her zaman Godefroi’in yerine geçmeyi
amaçlamıştı. Baudo- in insanlara karşı acımasızlığı, kıyım yapması ve hiçbir
ahlâki kural tanımamasıyla, oldukça ünlenen bir Fransız Şövalyedir. Urfa’da
“kendisini evlat edinen ebeveynlerini” katlederek bu özelliğini ortaya
koymuştur. Hem cesur, hem de kurnaz bir savaşçıdır. Kudüs’te bulunması, hem
Türkler ve hem de Araplar için bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu durumda
Baudouin’i kritik bir anda öldürerek veya esir ederek, istilacı Fransız
ordusunu başsız bırakıp, Fransızların Doğu’daki varlığını tehlikeye düşürmek
gerekmektedir.
Baudouin, 24 Ekim’de kuzeyden gelrek Akdeniz
kıyısmca ilerler. Ama bundan önce, Fatîmilerle eski sınır olanNehrü’l-Kelb’i
(KöpekNehri) geçmek zorundadır. Bu nehrin denize döküldüğü yerin yakınlarında
yol daralır, etrafını yalçın tepeler sarar. Pusu kurmak için burada bekleyen
Du- kak, askerlerini mağaralara ve ormanlık yamaçlara gizlemiştir. Dukak,
Baudouin’i yenerek, tekrar eski ününe geri dönmek istiyordu.[142]
Bu arada Fransızlar, Antakya’dan geçip, Lazikiye, Cebele,
Tartus ve Arka yoluyla Trablusşam’a geçmiştir. Trablusşam Emiri Kadı Fahrü’l-
Mülk, Dukak’m Şam’da gözü olduğunu bilerek, Lord Baudouin’e yol boyunca
ihtiyacı olan çadır, ekmek, şarap, bal, et, altın ve gümüş göndermiş, Dukak ve
Hıms/Humus Emiri Cenahüddevle’nin kurdukları plan hakkında Baudouin’i
bilgilendirmişti.[143] Baudouin,
bu geçide doğru harekete geçti. Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Dukak, okçularının
nişan aldığı bu dar sahil şeridine girdikleri anda, Fransızların üzerine
çökmeye hazırlamaktaydı. Gerçekten de Fransızlar, Yuniye Köyü tarafından
görünüp, hiçbir şeyden kuşkulanmıyormuş gibi ilerlemeye devam ettiler. Birkaç
adım sonra tuzağa düşeceklerdi.[144]
Baudouin’un Papazı olan Fulcherius Carnotensis, bu durumu: 66
îşte düşmanlarımız bizi bu geçitte bekliyordu. Geçidi her tarafından keserek,
ordumuzu katletmeyi planlamışlardı. Öncülerimiz, bu geçide yaklaştıklarında
Türkleri görüp, bunun bir tuzak olduğunu anlayarak, durumu haberci
aracılığıyla LordBaudouin ’e bildirdiler. Burada dört askerimizi kaybettik ama
düşmana bayağı zarar vermeyi başardık,” diye ifade etmiştir.[145] Fransızlara
karşı savaşmayı göze alamayan Türk ve Müslüman askerleri morallerini yitirerek,
birbirlerini suçlamışlardı. Bunun üzerine Dukak, askerleri ile birlikte
Cebel-i Lübnan’a doğru geri çekilirken, Fransızlar sakin bir şekilde Filistin’e
doğru yollarına devam ediyorlardı.
Trablusşam Kadısı bilinçli olarak, Baudouin’e yardım
etmekle beraber, kendi şehri için asıl tehdit olarak Dukak’ı görmüştü. Amin
Maalouf, “Les Croisades Vues Par Les Arabes” adlı tarihi yapıtlara
dayalı eserinde, Selçuklu Sultanları’m aşağılayan bazı cümlelerde kullanmıştır.
İslamiyet’e bu kadar hizmet etmiş bir milletimböylesine kötülenmesi, dorusu
yadırganacak bir davranıştır.
Emevi siyasi anlayışını ve Arap milliyetçiliğini ön plana
atıp, Türkleri kötülemenin, Araplara bir yarar sağlamayacağını da bildirmek isterim.
Dağınık bir duruma düşmüş İslam ülkeleri, batı dünyası için bir yem konumuna
düşerken, Türklerin İslam Dini’ni koruma ve yüceltme çabalarma destek olunması
gerekirken, böylesine bir aşağılamayı kınıyorum.
Kudüs Şehri ele geçirildikten sonra, Fransızların çoğu
ülkelerine doğru yola çıkmışlardı. Baudouin, tahta çıktığında az bir şövalye
mevcuttu. Ancak 1101 yılının ilkbahar aylarında, kalabalık bir Fransız
ordusunun Konstantinopolis’te toplandığı bildirilmektedir. Fransızları daha
yeni tanıma şansını bulan Kılıç Arslan ve Danişmend Gazi, Fransız ordusunun yolunu
kesmek için güçlerini birleştirirler. Fransız ordusuna karşı Güneydoğu
Anadolu’da bir tuzak kurmayı denerler.
Sultan Kılıç Arslan, onların geçeceği yolun üstünde bulunan
tüm su kaynaklarına zehir katar ve Saint-Gilles komutasındaki yüz bin askerin
boğazı geçtiğini 1101’de öğrenir. Adım adım Fransız ordusunu takip eder, önce
onların İznik’e uğrayacaklarını tahmin etmektedir. Ama keşif kolları sağlıklı
bir bilgi aktarmakta gecikir, bunun üzerine Kılıç Arslan, Fransızların izini
ancak haziran ayı sonunda, kendi şehri olan Ankara surlarının önünde bulur.
Fransızlar Ankara’yı işgal eder ve Türk toprakları çok büyük bir tehdit
altındadır artık.
Sultan Kılıç Arslan pusu kurarak, Fransızların Ankara’dan
çıkacakları zamanı beklemektedir. Pusu yeri olarak, Merzifon Köyü seçilir.
Türk ordusunun ilk saldırısında, Fransızlar kaçmaya başlar ve bir çoğu
öldürülür. Sain-Gilles kaçmayı başarır. Merzifon’daki savaş henüz sona ermiştir
ki, haberciler Kılıç Arslan’a, “yeni bir Fransız askeri kolunun Anadolu
içlerine ilerlemeye başladığını” bildirir. Haç kuşanmış Fransız askerleri,
günlerce yürüdükten sonra, güney yolundaki su kuyularına zehir katıldığını
anlarlar. Sultan Kılıç Arslan, Ağustos ayının sonunda, kuzeydoğu yönünden geldiğinde,
susuzluktan ölmek üzere olan Fransız askerleri imha edilir. Ama her şey
bitmemiştir. Fransızların ikinci keşif harekâtının başarısız olmasının
ardından, üçüncü bir keşif kolu daha yola çıkmıştır. Fransız ordusunda bulunan,
kadınlar, yayalar, atlı askerler ve çocuklar tamamen susuzluktan çökmüş
durumda Konya’nın Ereğli Bölgesi’ne varırlar. Bir su deresinin oraya doğru
yöneldikleri sırada, Kılıç Arslan’m kurduğu pusu ile karşı karşıya kalırlar.
Fransızlar, birbirini izleyen bu üç savaştan sonra, bir daha bellerini
doğrultamazlar.[146]
Fransızlar için her zaman en büyük koz: Arap dünyasının
uyuşukluğu olmuştur. İbnü’l-Esir bu durumu şöyle ifade etmektedir:
“Fransız Kontu Saint-Gilles, Allah ona lanet etsin, Konya
Hükümdarı Kılıç Arslan b. Süleyman b. Kutalmış ile karşılaşmıştı. Saint Gilles
’in yanında yüz bin kişi olduğu halde Kılıç Arslan ’in az sayıda kuvveti
vardı. İki taraf savaşa tutuştular, sonunda Fransızlar yenildiler ve pek çok
kişi esir düştü. Kılıç Arslan ganimetlerle ve hiç tahmin etmediği bir zaferle
döndü.
Saint Gilles ise, üç yüz kişiyle yenilmiş bir vaziyette
Suriye ’ye gitti, bunun üzerine Trablusşam Hakimi Fahrulmülk b. Ammar, Hınıs
’taki (Humus) Valisi Emîr Yabız’a ve MelikDukak’a haber gönderip: ‘ Saint-Gilles
böy- lesine az bir kuvvetle dönerken üzerine yürümek için acele etmek doğru bir
harekettir» dedi. Humus Valisi bu davete bizzat icabet ederken, Melik Dukâk iki
bin savaşçı gönderdi, ayrıca Trablusşam ’dan da yardımcı birlikler geldi.
Hepsi Trablus önünde toplandılar ve burada Saint-Gilles ile karşılaştılar.
Saint-Gilles askerlerinden yüz kişiyi Trablus kuvvetlerine,
yüz kişiyi de Dımaşk/Şamlıların askerlerine karşı çıkardı ve kendisi de elli
kişiyle kaldı. Humus askerleri haçlı askerleriyle karşı karşıya gelince mağlûp
oldular ve geri dönüp kaçtılar, Dımaşk askerleri de onları takip ettiler.
Trablus halkına gelince, bunlar Saint-Gilles ’in üzerlerine gönderdiği yüz
kişiyle savaşa girdiler. Bunu gören Saint-Gilles ’de kalan iki yüz kişiyle
onların üzerine saldırdı ve birlikte Trablus kuvvetlerini mağlûp ettiler,
onlardan yedi bin kişiyi öldürdüler.”[147]
Selçuklu Emiri Dukak, Trablusşam Kadısı FahrüT-Mülk’ün,
Fransız- lara daha önceden sağladığı destekten ötürü, FahrüT-Mülk’e güveni sarsılmış
ve ona gereken yardımı istediği ölçüde sağlamamıştı. Müslümanların
birbirlerine yaptıkları bu ihanetler sonucunda, Fransızlar Trablusşam
Kontluğu’nu kurdular.
Mayıs 1102’de, Vezir el-Efdâl’in oğlu
Şeref’in(Şerefu’l-Meâli) komutasındaki yirmi bin kişilik Mısır ordusu,
Filistin’e gelmiş ve Yafa Limanı yakınındaki Remle’de, Baudouin’in askerlerini
ani bir baskınla çembere almıştı. Baudouin’un vücudunun bir kısmı yandı ve
ancak sazlıklar arasına saklanmak kaydıyla hayatını kurtardı. Fransız
şövalyelerinin çoğu öldürülür ve tutsak edilir. Eğer Mısır ordusu isteseydi, o
gün kesinlikle Kudüs’ü rahatlıkla onların elinden alırdı. Bu durumu Îbnü’l-Esir
şöyle anlatır:
“Şeref ’in (Şerefü 'l-Meâli) askerleri ona şöyle dediler: ‘
Haydi gidip Kudüs'ü alalım!'Başkaları ise şöyle dediler: ‘ Önce Yafayı alalım!'
Şeref bir türlü karar veremiyordu. Şeref böyle tereddüt ederken, Fransızlara
yardım olarak denizden takviye kuvvetleri geldi ve Şeref Mısır 'a, babasının
yanına dönmek zorunda kaldı!"[148]
Kahire Hâkimi, ertesi yıl tekrar saldırıya geçer, sonraki
yıllarda öyle. Ama talihsizlik peşini bırakmaz. Bir kez Mısır donanması ve kara
ordusu birbirine girer. Bir diğerinde seferin komutanı kaza sonucu ölünce,
birlikler kargaşa içine girer.[149]
Îbnü’l-Esir, bu olayı şöyle anlatır:
“Cesur ama aşırı batıl inancı olan biriydi. Falında attan
düşüp öleceğini söylediler. Beyrut Valiliği'ne atanınca, atının toynakları
kaymasın diye sokaklardaki tüm taşları söktürdü. Fakat ecel gelince sakınmak
fayda etmedi, mağlûp olduğu savaşta atı onu üzerinden attı ve yere düşerek
Öldü. Haçlılar Sa 'düddevle 'nin çadırını ve Müslümanlara ait eşyaları ele
geçirdiler!"[150] El-Efdâl’in birbirini izleyen seferlerinin hepsi, kimi
şansızlıktan, kimi hayal gücü kıtlığından, kimi de cesaretsizlikten dolayı
hüsranla sonuçlanır. Bu sırada Fransızlar rahat bir şekilde Filistin’i
kuşatmaya devam ederler.
Fransızlar, Hayfa ve Yafa’yı aldıktan sonra Mayıs 1104’te
Akkâ Limanı’na saldırırlar. Yardım almaktan umudunu kesen Mısırlı Vali, Fran-
sızlardan kendisinin ve şehir halkının bağışlanmasını ister. Baudouin, onlara
dokunmayacağına söz verir. Ama Müslümanlar mallarını da taşıyarak şehirden
çıkar çıkmaz Fransızlar onlara saldırır, her şeylerini yağmalar ve çoğunu
öldürürler. El-Efdâl, bu aşağılamanın öcünü almaya yemin eder.
Her yıl Fransızların üzerine güçlü bir ordu gönderecek, ama
her seferinde yeni bir felaket yaşanacaktır. Kuzeyde de Fransızları yok
olmaktan, Müslüman emirlerin ihmalkârlığı kurtarır. Ağustos 1100’de Bohemond
esir edildikten sonra, Antakya’da kurduğu prenslik tam yedi ay boyunca başsız
ve ordusuz kalır, ama komşu sultanlardan ne Rıdvan, ne Kılıç Arslan, ne de
Danişmend Gazi bu durumdan istifade etmeyi akıl eder. Fransızların Antakya
için naip belirlemesine fırsat sunmuş olurlar. Onlarda Bohemond’un yeğeni
Tancrede’i seçer.[151]
Fransız Kronikçi Fulcherius Carnotensis, Tancrede’in
Antakya naibi seçilmesini şöyle yorumlamıştır:
“Antakyalılar gönderdiği temsilcilerle Tancrede’e şu mesajı
iletmişlerdi: ‘Tancrede, oyalanmadan buraya gel. Senin ve bizim efendimiz olan
Lord Bohemond esaretten kurtulup dönene kadar, Antakya ’ya ve ona bağlı olan
topraklara sahip çıkarak bizleri yönet. Sen onun akrabası olan sağduyulu,
mükemmel bir savaşçısın ve bizlerden daha kuvvetlisin. Kuşkusuz topraklarımızı
da bizden daha iyi koruyabilirsin...’Antakya halkının bu teklifini kabul eden
Tancrede ise, sahip olduğu Hayfa ve Taberiye şehirlerini Kral Baudouin ’e
teslim ederek, 9 Mart 1101 ’de[152] [153] [154] şehre doğru yola çıktı.”141
Tancrede, her yeri yağmalar. Halepli Rıdvan, kendisine uzlaşma
teklif eder. Kibirli hareket eden Tancrede, Halep’teki Ulu Camii’nin üstüne
kocaman bir haç yerleştirmesini ister. İlginçtir ki, Halepli Rıdvan, onun bu
isteğini yerine getirir. İslam dünyasını bu denli küçük düşürmek, ilerde sıkıntıları
da beraberinde getirecektir.
1103 yılının ilkbaharında, Bohemond’un emellerini gayet iyi
bilen Danişmend Gazi, yine de hiçbir siyasi karşılık beklemeden, onu serbest
bırakır. Bohemond’tan 100 bin dinar fidye ve Antakya’nın eski efendisi
Yağısıyan’m esir kızını serbest bırakmasını ister. İbnüT-Esir bu duruma oldukça
öfkelenmiş durumdadır: “Bohemond, hapisten çıkınca Antakya ’ya döndü.
Böylece kendi halkını cesaretlendirdi. Ödediği fidyeyi de çevredeki şehirlerin
halkından almakta hiç gecikmedi. Müslümanlar, Bohemond’un yakalanmasının
sağladığı faydayı unutturan bir zarara uğradılar”14*
Fulcherius Camotensis ise Bohemond’un serbest kalmasını şu
şekilde anlatmıştır:
“Bu dönemde Lord Bohemond hakkından çok güzel haberler
yayılmaktaydı. Bohemond, Türk esaretinden kurtulmuştu.[155]
Esaretten nasıl kurtulduğunu, Antakya halkının onu sevinçle karşılayışını ve
geçmişte yönettiği toprakları nasıl yeniden ele geçirdiğini habercilerle
bizlere bildirdi.
Üstelik Bohemond, Tanered’in İstanbul'daki imparatorun
adamlarından zorla ele geçirdiği Lazikiye Şehri'ni de teslim almıştı.
Tancred'e de kendi topraklarından uygun bir bedel vererek, onu şefkatle
yatıştırdı.[156]
Bohemond, masraflarını yerel halka ödettirdikten sonra,
topraklarını genişletmeye çalışır. 1104 ilkbaharında Antakya ve Urfa
Fransızları, Harran Kalesi’ni almak için harekete geçerler. îbn-i Cübeyr’e
göre Harran, hiçbir özelliği olmayan, fırın gibi oldukça sıcak ve
çırılçıplak bir ovanın ortasında terk edilmiş bir bölge görüntüsü vermektedir.
Ama burası stratejik bir öneme sahiptir.
Fransızlar burayı ele geçirirlerse, ilerde Musul ve
Bağdat’ı da tehdit edebilirlerdi. Şehrin düşmesi demek, Halep’in çembere
alınması demekti. Bilinmesi gerekir ki, bu istilacılar oldukça cüretlidirler.
Türk ve Müslüman Araplar arasındaki bölünmeler, onların işlerini daha da rahat
yapmalarına imkân sağlıyordu.
Birbirlerine adeta düşman olan Sultan Berkyaruk ve Sultan
Muhammed kardeşler arasındaki çekişme, Bağdat’ın iki de bir el değiştirmesine
neden oluyordu. Musul Şehri’nde Atabey Kürboğa vefat etmiş ve halefi olan Türk
Emiri Çökülmüş kendini bir türlü kabul ettirememişti. Harran’da meydan gelen bu
kaos, valinin öldürülmesi, şehrin ateşe verilmesi ve kana gömülmesi ile
neticelenmişti. Musul Şehri’nin yeni efendisi Çökürmüş ile komşusu olan eski
Kudüs Valisi Artukoğlu Sökmen ise savaşa tutuşmak üzereydiler.
Artukoğlu Sökmen, Çökürmüş 'ün öldürdüğü bir yeğeninin
intikamını almak istiyordu ve iki taraf da çarpışmaya hazırlanıyordu. Ama Ibnü
'l Esir 'in dediği gibi, “ Fransızlar tam bu esnada Harran üzerine yürüyorlardı.
" İşte bu haber karşısında, Harran 'ı kurtarmak amacıyla kuvvetlerini
birleştirme kararı aldılar Her ikisi de yaşamlarını Allah uğruna feda etmeye
hazır olduğunu ve Allah ’ın zaferinden başka bir şeyi umursamadıklarını
açıkladılar Bir araya geldiler, ittifak gereği mühür bastılar ve Fransızlar
üzerine gitmeye başladılar Çökürmüş ’ün üç bin Türkmen atlısı, Ar- tukoğlu
Sökmen ’in ise yedi bin Türkmen atlısı vardı.
1104 yılında bu iki dost beyler, Fırat Nehri’ne bağlı olan
kollardan Be- lih Çayı kıyısında, Fransızlarla karşılaştılar. Türk savaş
taktiği uygulanır burada: Bozkır Taktiği. Tam kaçarlarmış gibi yaparlar ve
Fransızların kendilerini takip etmelerine izin verirler. Sonra komutanlarının
bir işaretiyle, atlarını çevirerek düşmana dönüp, Fransızlan kılıçtan
geçirirler.
Bohemond ve Tancrede, esas asker kalabalığından ayrılmış ve
Müslümanların kalabalığından ayrılmış ve Müslümanları arkadan vurmak için
tepenin arkasına gizlenmişlerdi. Ama kendi adamlarının yenildiğini görünce,
yerlerinden kıpırdamaya karar verdiler. Geceyi beklemeye ve kaçmaya
koyuldular. Peşlerine düşen Müslümanlar silah arkadaşlarından birçoğunu
öldürüp, esir ettiler. Bohemond ve Tancrede de yanlarında ancak altı atlı ile
canlarını zor kurtardılar.
Harran’daki bu savaşa Fransız komutanlar arasında II.
Baudouin’de bulunmaktaydı. Kudüs Kralı’nm kuzeni olan II. Baudouin, onun
ardından Urfa Kontluğu’nun başına geçmiştir. Baudouin’de kaçmaya çalışır, ama
atı Belih Çayı’nm yakınındaki bir geçitten geçerken çamura saplanır. Artu-
koğlu Sökmen’in adamları onu yakalar ve efendilerinin çadırına götürürler.
Îbnü’l-Esir’in ifadesine göre, bu hadise, müttefikinin, Artukoğlu Sökmen’i
kıskanmasına neden olur.
Çökürmüş’ün adamları ona şunu dedi: “Onlar bizim yanımızdan
ganimetlerle ayrılırken bizim halkın ve Türkmen’lerin nazarındaki itibarınız
ne olur?” Böyle diyerek onu Kont Baudouin’u ele geçirmeye teşvik ettiler, o da
adamlarını gönderip, Kont Baudouin’i Sökmen’in çadırından aldırttı.
Sökmen geri dönüp meseleyi öğrenince, Çökürmüş’ün
yaptıkları çok zoruna gitti, adamları da savaş için hazırlanmışlardı, fakat
Artukoğlu Sökmen onları geri çevirdi ve: ‘Müslümanların bu gazadan duydukları
sevinç bizim aramızdaki ihtilaf yüzünden kedere dönmesin. Düşmanları Müslü-
manlara güldürerek öfkemi gidermek istemem,’ dedi. Hemen harekete geçip
Haçlıların silâhlarmı ve sancaklarını aldı. Adamlarına onların elbiselerini
giydirip, onların atlarına bindirdi. Haçlıların bulunduğu sabahtan (metinde
Şeyhân) kalelerine doğru ilerledi. Haçlılar, her defasında kendi adam- larınm
zaferle döndüğünü zannederek, onları karşılamaya çıktılar, Sökmen de onları
öldürüp kaleleri ellerinden aldı, bu şekilde bir kaç kaleyi ele geçirdi.”[157]
îbnü’l -Kalanisi, alışılmadık bir sevinçle
Harran Zaferi’ni yorumlar:
“Müslümanlar açısından eşsiz bir zafer oldu.
Fransızların moralleri bozuldu, sayıları azaldı, saldırı ve silah kapasiteleri
düştü. Müslümanların maneviyatı güçlendi, dinlerini savunma coşkuları arttı.
İnsanlar bu zaferden ötürü birbirlerini tebrik ettiler ve başarının
Fransızlardan uzaklaştığına emin oldular. ”
Gerçekten de Fransızlardan birinin, üstelikte
önde gelenlerinden birinin morali, Harran Bozgunu ile altüst olur. Bu kişi
Bohemond’dur. Birkaç ay sonra bir gemiye binip[158] İtalya’ya gider. Fulcherius
Carnotensis, Bohemond’un bu durumunu şöyle anlatır:
“1105 yılında kendi topraklarını Tancrede
"e teslim etmiş olan Bohemond, az sayıda gemisiyle, deniz aşıp Apulia ’ya
geçti.[159] Bu yolculuk esnasında,
Kudüs Patriği Daimbert de ona eşlik etmişti.
Daimbert’in bu yolculuğa katılma sebebi,
şikâyetlerini ve kralın ona verdiği zararı Papa ’ya bildirmek için Roma ’ya
gitmek istemesiydi. Daimbert, istediklerini elde etmiş, ancak yolda hayatını
kaybettiğinden, kutsal topraklara geri dönememişti.”
İşte bu zaferden sonra, Fransızların doğuya
doğru yürüyüşü sonsuza kadar durmuştur. Fransızlara karşı galip geldikten
sonra, hep birlikte Urfa üzerine yürüyeceklerine, aralarında çıkan tartışma
yüzünden ayrılırlar. Ar- tukoğlu Sökmen, birkaç kaleyi ele geçirir. Çökülmüş
ise, Tancrede’in baskınına maruz kalır ve birçok askeri ölür. Genç ve güzel
bir prenses ise esir düşer.
Musul Valisi için bu prenses öyle önemlidir ki,
Bohemond ve Tancrede’e haber gönderip, prensese karşılık Urfa Kontu II.
Baudouin’i serbest bırakmaya veya on beş bin altın dinar fidye ödemeye hazır
olduğunu bildirir. Amca ve yeğen fikir alışverişinde bulunduktan sonra,
Çökürmüş’e parayı alıp, silah arkadaşlarını tutsak olarak bırakmayı tercih
ettikleri haberini gönderirler. Baudouin’in tutsaklığı üç yıldan fazla
sürecektir. Musul Emiri, anlaştığı bedeli ödeyecek, prensesini geri alacak ve
Baudouin’i de yanında esir tutmaya devam edecektir.
Bu olaylardan dört yıl sonra, 1108 yılının Ekim ayında, iki
ordu karşı karşıya gelmiştir. Tancrede’in bin beş yüz şövalye ve piyade
askerleri, başlarıyla burunlarını örten miğferler takmış, kılıçlarını,
gürzlerini veya ağızlan iyice eğelenmiş baltalannı sımsıkı kavramış
beklemekteydiler. Yanla- nnda Halepli Rıdvan’ın gönderdiği uzun örgülü altı yüz
Türk süvarisi bekliyordu. Karşı tarafta, Mısır Emiri Cavlî ve onun üç tümene
ayrılmış, iki bin kişilik ordusu: Solda Araplar, sağda Türkler ve ortada
Fransız şövalyeleri. Bu şövalyelerin arasında Urfa Kontu Baudouin ile onun
kuzeni ve Teli Beşir’in efendisi Jocelin de vardı.[160]
Antakya’daki dev savaşa katılanlar, on yıl sonra Atabey
Kürboğa’nm ardıllarından bir Musul valisinin Urfa’nm Fransız kontlarından
biriyle ittifak yapıp, Antakya’nın Fransız prensiyle, Halep’in Selçuklu
sultanına karşı omuz omuza savaşacaklarını düşünebilirler miydi? Gerçekten de
Fran- sızlar, Müslüman beylerin karşılıklı katliam oyununa ortak olmakta gecikmemişlerdi.
Müslümanlar arasmda sayısız çatışma yaşandığı gibi,
Fransızlar arasında da çeşitli kavgalar çıkmıştı. Baudouin, Musul’da esir iken,
Tancrede Urfa’ya el koymuştu. Bu amaçla Tanrede, Baudouin’in serbest kalması
için hiç acele etmiyordu. Hatta Çökürmüş’ün, onu elinde mümkün olduğu kadar
uzun süre tutması için çeşitli oyunlar oynamıştı.
Ama bu emir, 1107’de devrilince, Kont Baudouin, Musul’un
yeni efendisi Cavlî’nin eline geçti. Cavlî, çok zeki bir Türk’tü ve iki
Fransız komutanın arasındaki çekişmeyi iyi biliyor ve bundan
faydalanabileceğini düşünüyordu.
Cavlî, Baudouin’i serbest bıraktı, ona kaftanlar, soylu
giysiler armağan etti ve onla anlaşma yaptı. Ona şunları söyledi: “Urfa’daki
fief’iniz[161] tehdit altmda, benim
de Musul’daki konumum hiç iyi değil. Birbirimize yardım edelim.” Urfa Kontu
Baudouin’in Papazı olan Fulcherius Camotensis, bu durumu şöyle anlatmıştır:
"Aşağı yukarı beş yıl[162]zincire
vurulduktan sonra, Baudouin fidye karşılığı serbest bırakılmıştı. Baudouin ’in
hapisten kurtulmasında ona en çok yardım eden Joscelin idi. Kurtulduktan sonra
Urfa’ya dönen Baudouin, Tancrede ve adamlarının engellemesi yüzünden şehre
girememişti. Sonuçta bu olay Baudouin ’in üstünlüğü ile sonuçlandı. Çünkü daha
önce Lord Bohemond’un aracılığıyla yapılan bir anlaşma vardı. Bu anlaşmaya göre
Baudouin, herhangi bir zamanda, herhangi bir şekilde esirlikten kurtulursa,
toprakları tartışmasızca ona iade edilecekti. Ancak anlaşmaya uyulmayınca bu
iki müttefik, Tancrede karşı savaşa giriştiler.
Tancrede ’in özürleri ve barış için yalvarışları, Baudouin
ve Joscelin ’i asla yatıştırmamıştı. Joscelin, yedi bin Türk’ü toplayıp savaşa
hazırlıksız olan Tancrede’i ve beş yüz adamını, bu Türklerin yardımı deyendi.[163]
Ancak Urfa halkı oluşan zararı görünce, karşılıklı
fikirlerin alınıp, anlaşma imzalanmasına aracılık yapmışlardı.”[164]*
Îbnü’l-Esir ise, Fransızların delirmiş olduklarını ifade
ederek, bu durumu oldukça ilginç olarak yorumlamaktadır:
"Bu sorunu kendi aralarında çözemeyince, onlar için
bir tür imam yerine geçen patrik arabuluculuk yapmayı denedi. Piskoposlardan
ve papazlardan oluşan bir komisyon atadı ve bu komisyon yaptığı soruşturma sonucunda
Tancrede’in amcası Bohemond’un ülkesine geri dönmeden önce ona, Baudouin esir
olmaktan kurtulursa, Urfa ’yı ona geri vermesini bildirdiğini saptadı. ’ Bunun
üzerine Tancred, bunu kabul etmek zorunda kaldı ve Baudouin, Urfa’yı geri
aldı.”[165]
Yukarıda bahsettiğimiz olaylar nedeniyle morali bozulan
Bohemond, Avrupa’ya gitti.[166] Orada Kral
I. Philip’in (1060-1108) Constance adlı kızıyla evlenmiş ve onu Apulya’ya
getirmişti. Constance’den iki oğlu oldu. Oğullarından biri öldü, babasının
adını alan ikinci oğlu ise mirasçısı olarak kaldı.[167]
Bahsedilen zaferi Tancrede’in iyi niyetinden ziyade,
Cavlî’nm işe karışmasından duyduğu korkuya bağlayan Baudouin, topraklarındaki
tüm Müslüman esirleri serbest bırakır ve hatta herkesin içinde îslam Dini’ne
küfreden, bir Hıristiyan görevliyi de idam eder. Kont Baudouin ve Emir Cavlî
arasındaki bu tuhaf ittifak, sadece Tancrede’i öfkelendirmez.
Sultan Rıdvan da Antakya Prensi Tancrede bir mektup
yazarak, onu Emir Cavlî’nm emellerine ve kalleşliğine karşı uyararak şöyle der:
"Emir Cavlî, Halep "i ele geçirerek, Fransızların Suriye ’de daha
fazla tutunama- malarını sağlamak istiyor T İşte bu yüzden iki ordu Teli
Beşir’de karşı karşıya gelmişti.162
28 Şubat 1105’te Şövalye Kont Raymond, Trablusşam Şehri
önündeki kalesinde ölmüştü. Yeğeni Guillaume-Jourdain onun yerine geçmişti. Nisan
ymda ise Halep Meliki Rıdvan163, topladığı ordusuyla Antakya Hükümdarı
Tancrede’e karşı savaşmak niyetiyle harekete geçti. Tancrede ordusuyla
harekete geçti ve Artah önlerindeki düşmana saldırdı. Bu savaşta Türkler
yenildi ve birçoğu öldürüldü. Tancrede, buradaki ölü Türklerin atlarının çoğunu
almıştı. Ayrıca kaçan kralın sancağını da aldı. Halepli Rıdvan kaçmış, ezilmiş
ve gururu kırılmıştı.164
Ama Fransızlar bununla da kalmazlar. 1108’de Kudüs Şehri
düştüğünden beri giriştikleri en geniş kapsamlı yayılmacılığın
arifesindedirler. Sahil şeridinin tüm büyük şehirleri bir tehdit altındadır ve
burada yaşayan yerel halk kendisini savunamamaktadır. İlk olarak Saint-Gilles,
1103 yılında Trablusşam’m etrafına yerleşmiş ve bir kale yaptırmıştı.165
Hiçbir kervan, Saint-Gilles’in askerleri tarafından yolu kesilmeden,
Trablusşam’a giremiyor ve çıkamıyordu.
Kadı Fahrü’l-Mülk, başkentini oldukça kötü bir duruma sokan
Saint- Gilles Kalesi’ni yıkmak istiyordu. Eylül 1104’te Trablusşam garnizonu,
Kadı Fahrü’l-Mülk’ün komutasında topluca huruç/hareket eder. Birçok Fransız
askeri öldürülür ve kalenin bir kısmı yakılır. Saint-Gilles de bu yanan
damlardan birinin üstünde kapana kısılır. Ağır yanıklar içinde kurtulmaya
çalışsa da, beş ay içinde dayanılmaz acılar içinde ölür.
162 Amin Maalouf, a.g.e., s. 79
163 Halepli Rıdvan, Selçuklu Emiri Tutuş’un oğludur.
Babasını mirası için hak iddia etmiş, ancak sadece Halep’i elde edebilmiştir.
164 Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 163-164
165 îyi
korunan Saint-Gilles Kalesi (Kal’ at Sancil),21. asırda bile Trablusşam
Şehri’nin merkezinden halen görünmektedir.
Bu can çekişme döneminde Kadı Fahrü’l-Mülk,
Saint-Gilles5in elçilerin görmek ister ve onlara şu şekilde bir
pazarlık önerir: “Kalenize saldırmayacağız ama buna karşılık siz de yolcu
ve mal geliş-gidişini bir daha engelleyemeyeceğinize söz verin!” Bu teklif
kabul edilir. Aslında iki tarafta birbirlerini iyi gözetlemektedirler.
Fransızlar, Cenova veya Konstantionpolis’ten
bir Hıristiyan donanması geleceğini ve onların yardımıyla kuşatılmış şehre
karşı saldırıya geçeceklerini zannetmektedirler. Bu arada aynı durum
Trablusşam halkı içinde geçerlidir. Onlarda bir yardım beklemektedirler.
Mısır’dan, Trablusşam Kadısı’na yardım gelebilir ama aralan açıktır. Kadı
Fahrü’l-Mülk, maalesef Suriye’de hiçbir müttefike güvenmez. Başka yerden
yardım bulması gerekmektedir.[168]
Kadı Fahrü’l-Mülk, 1104 yılında yapılan Harran
Savaşı’nda, Fransızla- ra karşı göstermiş olduğu başarısından dolayı, Artukoğlu
Sökmen’den yardım istedi ve bu yardım karşılığında çok büyük miktarda altın
vermeyi vaat eder. Bu teklifi kabul eden Artukoğlu Sökmen, büyük bir ordu
hazırlayarak yola çıkar, Trablusşam’a az bir süre kala, anjin hastalığına
yakalanır ve yataktan kalkamaz. Askerleri dağılır. Bu durumda Kadı
Fahrü’l-Mülk ve halkının moralleri sıfıra iner.
1105 yılında Selçuklu Sultanı Berkyaruk, verem
hastalığından dolayı vefat eder. Selçuklu Sultanı’nin ölmesi, kardeş kavgasına
da son verir. Çünkü Fransızlar, bu durumdan hep istifade etmişlerdi. Selçuklu
idaresini tek başına ele geçirecek olan Sultan Muhammed îbn Melikşâh, Müslümanların
kurtarıcısı olarak ilan edilir.
Trablusşam Kadısı Fahrü’l-Mülk, Selçuklu
Sultanı Muhammed îbn Melikşâh’tan yardım üstüne yardım ister. Ama bir türlü
yardım göremez. Bu arada Saint-Gilles’in yerine geçen kuzeni Cerdagne Kontu,
‘es-Serdani’ kuşatılanlar üzerindeki baskıyı arttırır. Trablusşam halkı çok büyük
zorluklar çekmeye başlar: Sur’a, Humus veya Şam’a göç etmeye başlarlar.
Fahrü’l-Mülk’e ihanet içerisinde olanlarda mevcuttur. Bu ihanetçiler istenir
ama geri verilmez. Fakat bir gün sonra, bu ihanetçilerin cesetleri düşman
ordugâhının içinde bulunur.
Kadı Fahrü’l-Mülk, kendisine hiçbir yardım
gelmemesi üzerine, bizzat kendisi beş yüz atlı ve yaya askerlerden bir grupla,
Selçuklu Sultanı Muhammed İbn Melikşâh’m ve Halife el-Mustazhirbillah huzurunda
içine
düştüğü sıkıntılı durumu ifade etmeye çalışmak
istemektedir. Beraberinde birçok değerli hediyeler de getirmiştir. Şam’da mola
verirken, kendisini Dukak’m lalası olan Atabey Tuğtekin karşılar. Her ikisi
arasında iyi ilişkiler olmamasına rağmen, Tuğtekin, onu iyi karşılar, onuruna
ziyafet verir.
Daha sonra Bağdat’a geçen Kadı FahrüT-Mülk, burada çok iyi
karşılanır. Sultan Muhammed îbn Melikşâh ve beraberindeki heyet, Kadı Fahrü’l-
Mülk’ü ve Trablusşam Halkı’nı, Fransızlara karşı gösterdikleri cihat düşüncelerinden
övmektedir. Kadı FahrüT-Mülk, Fransızlara karşı, Selçuklu Sultam’ndan yardım
isteyince, Sultan önde gelen birkaç emirine, Fahrü 7- Mülk’le
birlikte gidip şehri kuşatmaları, püskürtmesi için ona yardım etmelerini
emreder
Ibnü’l- Kalanisi, bu orduya yolda Musul "a da
uğrayıp bu şehri Cavlî’nın elinden alma ve bu iş tamamlanır tamamlanmaz
Trablusşam ’a doğru yola devam etme görevini verdi. Bunun üzerine
FahrüT-Mülk şok olur, çünkü bunu çözmek yılları alabilir. Musul, Bağdat’ın
kuzeyinde, Trablusşam ise tam batısmdadır. Eğer bu ordu, bu kadar uzun bir
yoldan dolaşırsa, başkentini kurtarmak için, asla zaman yetişmeyecek demektir.
Kadı FarüT-Mülk, Trablusşam her an düşebilir, diye ısrar eder.
Ama Selçuklu Sultan’ı adeta kulaklarını tıkamıştır.
Selçuklu Devleti’nin çıkarları öncelikle Musul meselesini çözmekte yatmaktadır.
FahrüT-Mülk ise, Selçuklu Sultanı Muhammed îbn Melikşâh’m danışmanlarına
ağırlıklarınca altın vermeyi taahhüt eder ama sonuç bir şeyi değiştirmez.
FahrüT- Mülk, Selçuklu Sultanlığı’ndan ayrıldıktan sonra yola koyulur. Artık
Trablusşam’ı elinde tutamayacağına inanmıştır. Kendisinin bilmediği bir haber
ise, Trablusşam’m Fransızların eline geçtiği haberidir.
Trablusşam Kuşatması esnasında Kudüs ve Urfa Kralı Baudouin
ve Tancrede de oradaydılar. Trablusşam Kuşatmasına görgü tanığı olan Fulcherius
Carnotensis şöyle der:
“Kudüs’ün ele geçirilmesinden on bir sene sonra167yani
1109’da, Kont Raymond’un oğlu Bertrand, Cenevizlilerin yaklaşık yetmiş savaş
gemisinden oluşan donanmasını da yanına alarak, Trablusşam ’a gitmişti. Amacı
şehri kuşatmak ve babasından kendisine miras yoluyla kalan Trablusşam ’a sahip
çıkmaktı.
167 Fulcherius
Carnotensis, ilk sene olarak 1099’u dikkate almıştır.
Şehri kuşatır kuşatmaz Bertrand ve akrabası
Guillaume-Jourdain arasında problem yaşanmaya başlamıştı. Guillaume-Jourdain,
Trablusşam yakınlarındaki Hacılar Tepesi Kalesi’nde yaşıyordu ve Kont
Raymond’un ölümünden[169] sonra şehre o sahip
çıkmıştı.
Bertrand ise, ‘ miras yoluyla gelen haktan
dolayı bu şehir benim olmalı. Çünkü Trablusşam ’ı kuşatan babam, şehri almak
için Hacılar Tepesi diye adlandırılan bu güçlü kaleyi inşa ettirmiş ve onun
ölümünden sonra Trablusşam’a benim sahip olmamı vasiyet etmişti, ’diyordu.
Guillaume- Jourdain ise ona, ‘Ama bu şehir benim olmalı ve adalet de budur.
Çünkü Kont Raymond’un ölümünden beri ben, kendi kuvvetlerimle buradaki düşmanları
kontrol altına alarak şehri elimde tuttum ve şehrin çevresindeki toprakları ele
geçirmek için çok çalıştım’ diyerek karşılık veriyordu.
Bu büyük anlaşmazlık devam ederken,
Guillaume-Jourdain kuşatmadan çekildi. Bertrand adamlarıyla şehri kuşatmıştı.
Guillaume-Jourdain ’in tek isteği ise Bertrand’ın ölmesiydi.” Carnotensis eserinde devamla, “ güvensizlikler içinde
mücadele ettiler, kesinliklere karşı güvensizdiler. Şehri henüz ele
geçiremedikleri halde, umutları için birbirlerine giriyorlardı.[170] [171]
Bu sorunlar üzerine kuşatmaya gelen Baudouin,
aynı yıl Askalan, Beyrut ve Sayda Limanları’nı kuşatmak için deniz gücüne
ihtiyacı olduğundan, Cenevizlilerden kendisine yardım etmelerini istemişti.
Baudouin, bahsedilen iki taraf arasında barışı
sağlayacakken, Guillaume-Jourdain öldürüldü. Bir gece ata binerken pusuya
düşürülerek okla vurulan bu adamın ölümü sır olarak kalmıştı. Bertrand ise, Kral
Baudouin’in sadık vasah olarak kaldı. Tüm bunlar olurken şehrin kuşatması
sürüyordu. Müslümanlar etrafı sarılmış ve anlaşma yapmaya mecbur kalmışlardı.
Anlaşma şartlarını Fransız Kronikçi Fulcherius Carnotensis şöyle ifade eder: 66Müslümanlar
öldürülmeyecek ve istedikleri yere gidebileceklerdi. Bu anlamayla birlikte
Kral ve adamlarının şehrin bir bölümüne girişlerine izin verildi.”™
Kralın çevresindekiler bu anlaşmaya uymalarına
rağmen, Cenevizliler ipler ve merdivenlerle surlara tırmanıp şehre girmiş ve
gördükleri tüm Müslümanları öldürmüşlerdi. [172](26 Haziran 1109)[173]
Fransızlar ikinci bir av olarak Beyrut Şehri’ni gözlerine
kestirdiler. Sırtını Cebel-i Lübnan’a dayamış olan bu şehir, özellikle sur
dışı Mezraatü’l- Arab ve Resü’n-Nebi mahalleleri tarafından çam ormanlarıyla
çevrilidir ve kuşatmaya gelenler, burada savaş makineleri için gereken odun ve
keresteyi bulacaklardır.
Beyrut hiçbir açıdan Trablusşam’m görkemine yaklaşamaz ve
mütevazı villalarını mermer kalıntıları antik Berytus topraklarını hâlâ
serpiştirilmiş duran Roma saraylarıyla kıyaslamak çok zordur.
1100 yılının Şubat ayında, beş bin kent sakini ile
Fransızlara karşı kendi imkânlarıyla mükemmel savaşacaklar ve onlarm ahşap
kulelerini birbiri ardına yok edeceklerdir. İbnüT-Kalanisi bu durumu: “Fransızlar
bundan daha zorlu bir savaşla hiç karşılaşmamışlardı, bir daha da karşılaşmayacaklardır!
” diye ifade eder. Ama maalesef bu şehir 13 Mayıs’ta Fransızların eline
geçer ve yine görülmemiş bir katliam yaparlar. Öyle ki, sivil-asker dinlemeden
tüm Müslümanları öldürürler.
Fransız Kronikçi Fulcherius Camotensis, Beyrut’un
Fransızlarca ele geçirilmesini şöyle anlatır:
“1100 yılının şubat ayında, ülke kış yağmurlarına teslim
olduğunda, Kral Baudouin, Beyrut Şehri ’ni kuşatmak için yola koyulmuştu.
Trablusşam Kontu Bertrand da onun yardımına geldi. Tahminimce yetmiş beş gün
boyunca şehir dört bir yandan kuşatıldıktan ve gemilerimiz[174] [175] düşmana yardım için
toplanan gemilerce limanda abluka altına alındıktan sonra, Fran- sızlar ve
diğer haçlı birliklerimiz ahşap kuşatma kulelerini dayayıp çekilmiş
kılıçlarıyla hücuma geçtiler. Şehre girdikten sonra da, kaçan Müslümanların
peşine düşüp, hepini kestiler ve tüm mallarına da el koydular.”™
Ertesi yaz, bir Fransız Kralı hac ziyaretini gerçekleştirmek
ve İslam topraklarında savaşmak üzere, asker dolu altmıştan fazla, gemisiyle
deniz- yolundan çıkageldi. Kudüs’e doğru yönelince Baudouin onu karşılamaya
çıktı ve Sayda Limanı’m, Fenikelilerin antik Sidon’unu, denizden ve karadan
kuşattılar.
Fransız istilasının başlarında, şehir halkı büyük bir
cesaret göstermesine rağmen yürekleri savaşmaya yetmez. Çünkü geleceklerinden
korkuyorlardı. Bu nedenle kadı, şehir ileri gelenlerinden oluşan bir heyet
Baudouin’e göndererek canlarının bağışlanmasını istediler. Baudouin de bu
isteği kabul etti. Maalesef şehir, 4 Aralık 1110’da teslim oldu. Bu kez bir
katliam değil ama zaten muhacirle dolup taşan Sur ve Şam Şehirleri’ne kitlesel
bir göç yaşanacaktır.
Fransızlar, on yedi ay gibi çok kısa bir süre
olarak tarihe geçecek olan Trablusşam, Beyrut ve S ayda gibi Arap dünyasının en
önemli şehirlerinden üçünü alıp yağmalamış, şehirde yaşayan tüm Müslümanları
ve Türk- leri katletmiş, emirleri, kadıları, kanun adamlarını öldürmüş veya
sürgüne göndermiş, camileri ise tamamen yakmışlardır.[176] [177]
Fulcherius Camotensis’in ifadesine göre: “Beyrut’u
da alan Kralımız Kudüs ’ e giderek, oradan da Mezopotamya ’da bulunan Ur fa
Şehri ’ni kuşatan Türklere karşı sefer hazırlıklarına başlar. Tüm bunlar
olurken, birkaç gece kuyruğu güneye doğru uzanan bir kuyruklu yıldız gördük.
Hazırlıklarını tamamlayan Tancrede ise, toplayabildiği kadar çok adamını
toplayıp, Antakya ’da birkaç gün bekledikten sonra kral ile Fırat Nehri ’nin
karşısında güçlerin birleştirdi.
Fırat Nehri ’ni geçen ordumuz karşılarında
Türkleri bulmuştu. Türkler, kralın gelişini görebilmek için birlikleri ile
bölgeyi tarıyorlardı. Ancak müdahalede bulunmadılar. Türkler, adamlarımızı
yormaya çalıştılar. Bu durum karşısında kralımız, Urfa ’ya giderek yiyecek
tedarik etmeye karar vermişti. Fırat Nehri’ne dönen adamlarımız yavaş yavaş
küçük sallarla karşıya geçerken, Türklerin saldırısına uğradılar. Yaya
askerlerimizin çoğu esir edilip Iran ’a götürülmüştü. Adamlarımız bu amaçla
kararlaştırdıkları geri dönmeye karar verdiler. Tancrede Antakya ’ya, kral ise
Kudüs ’e gitmişti.”™
Yaz gelince güçlerini bir araya toplayan
Türkler, Hıristiyanları bu topraklardan çıkarmak amacıyla Kudüs’e doğru yola
çıkmış ve Fırat Nehri’ni geçmişlerdi. Antakya Bölgesi’ni sağlarında bıraktıktan
sonra da Suriye’den, Dımaşk’tan, Sûr ve Kaysâriye arasındaki Banyas’tan geçerek
yolculuklarına devam ettiler. Kral Baudouin ise düşmanlarının ilerleyişini
haber alarak ordusunu hazırlayıp yola koyulmuştu. Celile Denizi’nin güney
ucundaki Zebulun ve Naftali arazileri boyunca ilerleyen Türklerin, buradaki
Jor ve Dan akarsuları tarafından etrafları çevrildi. Burada iki köprü arasında
duran bir ada vardı. Köprülerin girişleri çok dar olduğundan, bu adaya yerleşenler
gerçekten çok emniyette olur, kimse onlara saldırmazdı. Türkler de çadırlarını
kurduktan sonra, bu köprülerden birinin karşısına tuzak hazırlamaları için iki
bin adam göndermişlerdi.
Fransızlar, bahsedilen köprüye yaklaştığında kendilerine
doğru gelen beş yüz kadar Türk’ü gördüler. Fransızlar paldür-küldür Türklere
saldırınca, tuzağa düştüler ve burada gizlenen Türkler, Fransızları bozguna
uğrattılar. Kral Baudouin, sancağını, mobilya ve gümüş kaplarla dolu çadırını
bırakarak kaçtı. Fransız şövalyelerinin yaklaşık otuzu ve yaya askerlerin bin
iki yüzü öldürüldü. Türkler 28 Haziran 1113 ’te Fransızları dağıttılar.
O zamana kadar orduya katılmamış olan Richard’m kardeşi
Antakya hükümdarı Roger da, Kral Baudouin’in çağırması üzerine yardımına koştu.
Fransızlar, Türklere yakın bir yerde ordugâh kurmuşlardı. îki taraf da birbirlerini
gözetliyorlardı. Türk liderleri Mevdud, Dîmaşk Emiri Tuğtekin’i akrabalık bağı
ile kendisine bağlamıştı. Mevdud büyük bir gücü idare ediyordu. Tuğtekin’in
ise sayısız bir ordu emrindeydi.
Türkler ovaya, Fransızlar tepeye yerleşmişlerdi. [178] [179]İki tarafta
birbirlerine saldıramıyorlardı. Yaz sıcaklığı iki tarafı birden etkilemişti.
Türkler, ülkelerini istila için gelmiş olan Fransızların bu yaptıklarına
karşılık, onlara göz açtırmamaya gayret göstererek, Nablus’a saldırmış,
şehirlerini harap etmişlerdi.
Arap ve Müslüman olan Askalanlılar, sayıları az olmasına
rağmen Kudüs’e ilerlemiş. Şehir surlarının yakınlarında bulunan haşatı
yakmışlardı. Fransızların surlarda bulunan askerlerini ise oklarla yaralamış,
ancak kendi adamlarının çoğu da ölümcül bir şekilde yaralanmışlardı.
“Türkler 1115 yılında Fırat Nehri ’ni geçerek, Suriye ye
girdiler ve Antakya ile Dımaşk arasındaki Şeyzer önünde kamp kurdular. Dımaşk
Atabeyi Tuğtekin ise bunu öğrendiğinde Türklerin Hıristiyanlardan aşağı kalır
yanı olmadıklarını anlamıştı,"113 der Fransız Kronikçi. Fulcherius Carnotensis, TuğtekinTe
ilgili yapmış olduğu tespitinde doğru isabet etmiştir. Hemen hemen bağımsız
konumda olan Tuğtekin, kendi çıkarları gereği Suriye’de yaşayan Fransızlarla
anlaşma yapmaya karar vermiştir.
Kral Baudouin, Antakya’da bir elçinin verdiği bilgi
doğrultusunda savaş için ordusunu hazırlamış ancak Türkler, gelenleri
Dımaşklılar ve An-
takyalılar zannedip mağaralara saklanmışlardı. Bu
olaylardan sonra Aska- lanlılar, Kudüs topraklarının askerlerinden yoksun
olduklarını bildiklerinden Yafa Şehri’ne saldırdılar. Karadan ve denizden
kuşatılan bu şehirde, kadırgaları, savaş gemileri erzaklarla dolu yük gemileri
olmak üzere yaklaşık yetmiş gemiden oluşan Mısır Donanması da bulunmaktaydı.
Askalanlılar yanlarında getirdikleri merdivenlerle surlara
tırmanmışlar ama püskürtülmüşlerdi. Şehrin giriş kısmını ateşe vermenin
dışında, hiçbir şey yapamayan Askalanlılar, Kudüslülerin Yafa Şehri’nin halkına
yardıma gelecekleri amacıyla, duyacakları korkudan dolayı geri çekildiler. Bir
kısmı kara yolu ile Askalan’a, bir kısmı ise deniz yolu ile Sur Şehri’ne dönmüşlerdir.
22 Ağustos 1115 ’te Askalanlılar, ani bir saldın yaparak,
düşmanı hazırlıksız yakalayıp yok edeceklerini düşündükleri için Yafa Şehri’ne
döndüler. Ama Askalanlılar, maalesef tekrar başarısız olmuşlar, birçok Müslüman
öldürülmüş, mallarına ve atlarına el koyulmuştu.[180]
1116’da Antakyalı Roger, Halep’e giden tüm yollan denetim
altına aldıktan sonra, şehir çevresindeki başlıca hisarlan peşin sıra ele
geçirir ve hiçbir direnişle karşılaşmadan, Mekke’ye giden tüm hacılardan vergi
almaya başlar. 1117 yılı nisanında Halep Haremağası Lûlû’nun ölmesi üzerine
iktidarı ele geçiren yeni köle, kimseye söz dinletemez ve Antakyalı Roger ’ den
yardım ister. Acayip bir kaos yaşanmaya başlamıştır. Fransızlar, şehri
kuşatmaya çalışırken, askerler kendi aralarında güya kaleyi ele geçirmek için
çarpışmaktadırlar.
İbnü’l-Haşeb, fazla vakit kaybetmeden harekete geçer. Şehrin
ileri gelenlerini toplar ve önemli bir konuyu tartışmaya açar. Halep bir sınır
şehri olarak, Fransızlara karşı cihadın öncülüğünü mutlaka üstlenmeli ve bu nedenle
yönetimini güçlü bir Emire, belki de bizzat sultana teslim etmelidir ki, kendi
kişisel çıkarlarını İslâm’dan daha çok önem veren yerel bir dere- beyin
boyunduruğuna bir daha girmesi. Bu öneri kabul edilir ama bazı çekincelerde
ileri sürülür. Çünkü Halepliler bölgecilik konusunda çok kıskançtırlar.
Adaylar gözden geçirilir. Ve İlgazi şehre davet edilir. İlgazi ilk olarak,
Sultan Rıdvan’ın kızı ile evlenir, bu davranış şehirle yeni efendisi arasmda
birliği sağladığı gibi, îlgazi’nin de meşruiyetini ifade etmek bakımından
önemlidir.[181]
1118 yılının Mart ayında Kudüs Kralı Baudouin, Faramia diye
adlandırılan şehre[182] saldırıp,
orayı yağmalamış ve sonrada şehrin yakınında bulunan Nil, Yahudilerin Gihon
dediği nehir civarında dolaşmaya gidip, arkadaşlarıyla keyfine bakmıştı. Bazı
şövalyeler balık avlayıp, bunları şehrin yakınlarındaki kampa taşıyıp
yiyorlardı. Bu arada Kral Baudouin, eski yaralarının tekrar nüksettiğini
hissetti ve ciddi şekilde hastalandı.[183]
Bu hastalık haberi, Kral Baudouin’in adamlarına
duyurulduğunda, hemen hızlıca Kudüs’e dönülmeye karar verilmişti. Ancak
Baudouin, ata bi- nemeyecek durumda olduğundan, onun için çadır direklerinden
bir tahtırevan hazırlandı.[184] Laris
Köyü’ne[185]
ulaştıklarında Kral Baudouin çoktan ölmüştü ve hastalıktan bedeni neredeyse
eriyip gitmişti. Aslında bana göre, Türk-îslâm dünyasına yaptığı o kadar kanlı
işkencelerin bedeliydi bunlar. Baudouin’in bağırsakları çıkarılıp tuzlanarak
bir tabuta konuldu ve aceleyle Kudüs’e götürüldü. Carnotensis’e göre, Kral
Baudouin’in cenazesi Kudüs’e getirildiğinde, tüm Fransızların ile Haçlıların,
Süryanilerin ve Müslümanların ağladıkları görülmüştü.[186] Kudüs Kralı Baudouin, daha
önce ölen kardeşi Dük Godeffioi’nin yanma Golgotha’ya gömülmüştür.[187]
Kral Baudouin’in ölümü, İslam dünyasında sevinçle
karşılanmıştı. Öyle ki, bu sırada İlgazi, Antakya Kralı’na bir darbe vurmak amacıyla
ordusunu toplar. Fransız istilası başladıktan yirmi yıl sonra, Kuzey Suriye’nin
başkenti ilk defa savaşmak isteyen bir komutana sahip olur. 28 Haziran 1119
Cumartesi günü, Halep Emiri’nin ordusu, Antakya ordusuyla iki şehrin hemen
hemen ortasına denk gelen Sarmeda Ovası’nda karşı karşıya gelir. Kuru ve sıcak
bir rüzgâr olan hamsinin taşıdığı kumlar askerlerin gözlerine vurmaktadır.
Antakya ordusu kılıçtan geçirildi. Cesetlerin arasında kafası burun hizasında
ikiye bölünmüş Sir Roger’de vardı.
Ulu Cami ’de saf tutmuş Müslümanlar, öğlen namazını
bitirdikleri sırada, zafer haberini getiren haberci Halep ’e vardı. O zaman
batı tarafından büyük bir uğultu işitildi ama hiçbir savaşçı ikindi namazından
önce şehre dönmedi.
Halep halkı günlerce zaferi kutlar. Şarkılar
söylenir, koyunlar kesilir. Meydanlar, İlgazi’nin şanını övmek söylenecek
kasidelerle çınlar: “Allah "tan sonra sensin bizim güvencemiz!”
Halepliler yıllardır Bohemond’un, Tancrede’in ve sonra Antakyah Roger’in
saçtığı dehşeti yaşamış ve pek çok Türk ve Müslüman şehit edilmişti. Böyle bir
kader gününü beklemeyi onlara reva görmemek lazım.îlgazi’nin bu zaferi, Türk
ve Arap dünyasında büyük bir sevinçle karşılanır. Çünkü geçmişte İslam’a böyle
bir zafer nasip olmamıştı.
Kral Baudouin’in ölümünden sonra, el-Efdal bir
daha belini doğrulta- maz. Hakimiyeti elinden kaçırır ve üç yıl sonra
Kahire’nin bir sokağmda öldürülür.[188] Baudouin’in yerine ise Urfa
Kontu II. Baudouin geçer.[189]
İlgazi’nin, hiç vakit kaybetmeden, başlarında
prens ve ordu kalmayan Antakya üzerine yürümesi beklenmektedir. Zaten
Antakya’yı zorla ele geçirdikten sonra orada yirmi bin Müslüman Türk’ü
öldürüp, açlıklarını bunların cesetleriyle doyuran Fransızlar, İlgazi’nin
tekrar saldıracağından çok korkmakta ve şehrin savunması için hazırlıklar
yapmaktaydılar.
Antakya’da yaşayan Fransızların, şehrin
korunması için aldıkları önlem boşunadır. Çünkü İlgazi, geçirdiği rahatsızlık
nedeniyle çok şiddetli ağrılar çekmektedir. Ancak yirmi gün sonra iyileşecek
ve Kudüs’ün yeni Kralı II. Baudouin’in ordusuyla Antakya’ya ulaştığı haberini
alacaktır. Ancak rahatsızlığı sürekli nükseden İlgazi, bu acılarına üç yıl
dayanabilir ve sonunda vefat eder.
İlgazi’nin ölümünden sonra yerine yeğeni olan
Belek geçer. Türk-İslam dünyasının kahraman ilan ettiği Belek, 1122 yılının
Eylül ayında düzenlediği bir baskınla, II. Baudouin’in yerine Urfa Kontu olan
Jocelin’i ele geçirir. İbnüT-Esir’e göre: “Jocelin, esir alınıp bir deve
derisine kondu ve üzeri dikildi. Jocelin’den Urfa’yı teslim etmesi istendi,
fakat o bunu kabul etmedi. Jocelin, çok miktarda mal ve çok sayıda esir
vermesi şartıyla serbest bırakılmasını teklif etti, fakat Belek bu teklifi
kabul etmedi. Jocelin’i Har- put Kalesi’ne götürüp, orada hapsetti. Teyzesinin
oğlu Guillaume /Galeran denilen kişi de Jocelin ile beraber esir alınmıştı.
Aynı şekilde şövalyelerden birçoğu da esir düşmüştü. Belek, bunları da Jocelin
ile birlikte hapsetti.[190]
Antakyalı Roger5den sonra, Urfa’ya
Kont olarak atanan Jocelin’de esir düşmüştür. Bu durumdan endişelen Kudüs
Kralı, kuzeye bizzat çıkmaya karar verir. Urfa şövalyeleri onu Jocelin’in
tuzağa düştüğü yere, Fırat kıyısındaki bataklık bir alana götürürler. Oranın
yakınlarında geceyi geçirmek için kamp kurar ve ertesi sabah doğan avlamak için
ava çıkar ama sessizce yaklaşan Belek ve adamları, kamp yaptıkları alanı
çembere alırlar. Kudüs Kralı II. Baudouin, silahlarını atar ve o da esir
edilir.(l 8 Nisan 1123)
Camotensis’e göre, bu haber Kudüs’teki halka
yani bizlere ulaştıktan sonra herkes gelip Akka Şehri önünde toplanmış ve ne
yapılması gerektiği hakkında tavsiyeler alındıktan sonra da, Kaysâriye ile S
ayda hakimi olan Eustace’yi ülkenin lideri ve vasisi seçmeye karar vermişlerdi.
Kudüs Patriği Gormond ve ülkenin büyük adamları, esir krallarının kaderi ile
ilgili bir kesinlik duyana kadar geçerli olacak olan bu karara varmışlardı.[191]
Belek, bu başarılarından dolayı, 1123 yılı
Haziran’mda zafer alayıyla Halep’e girer. Bir zamanlar dayısı İlgazi’nin
yaptığı gibi, o da Rıdvan’ın kızı ile evlenir. Hiçbir vakit yitirmeden ve bir
kez olsun savaşlarda yenilmeden, Fransızların Müslüman Araplardan ve
Türklerden zorla ele geçirdiği çevredeki tüm yerleri geri almaya kalkışır.
Kırk yaşında olan bu Türk Komutan’m askeri dehası, kararlılığı, Fransızlarla
her türlü uzlaşmayı reddeden tutumu, sadeliği ve kanaatkârlığı kadar,
birbirini izleyen zaferleri de diğer Müslüman emirlerin şaşırtıcı
değersizliğinden bıçakla ayrılmış gibidir, der Lübnanlı Yazar Amin Maalouf.[192]
Kral II. Baudouin’in esir edilmesine rağmen,
Fransızların yeniden kuşattığı Sur Şehri, bu kez on iki yıl önceki kuşatmadan
daha kötü durumdadır. Çünkü Sur Şehri, deniz tarafından da ablukaya
alınmıştır. 1123 yılının ilkbahar aylarında (tahminen Mayıs ayı) yüz yirmiden
fazla savaş gemisinden oluşan heybetli bir Venedik filosu, Filistin
sahillerinin açığında görünür. Camotensis bu durumu şöyle ifade eder:
"Mısırlıların biri karadan, diğeri de
denizden gelmek üzere iki koldan oluşan ordularıyla Askalan ’a vardıklarını
duyduğumuzda Mayıs ayının or- tasındaydık. Hızlıca küçük gemiler hazırlandıktan
sonra, Venedik donanmasına haberciler gönderip, onları uyarmaya ve şimdiden
başlamış olan kriz için hızlıca bize yardıma gelmelerini rica etmeye karar
verdik.”[193]
Venedik donanması gelir gelmez Mısır
donanmasını yok eder. Şubat 1124 yılında ganimetin paylaşılması hususunda
Kudüs’le bir anlaşma imzalayan Venedikliler, Sur Limam’nı ablukaya alırlar. Bu
arada Fransız ordusu da şehrin doğusuna ordugâh kurar. Şehrin sonu vahim
gözükmektedir.
Gerçi Sur Halkı iyi savaşmış ama daimi başarı
alamamıştır. Fatımi donanmasının başına gelen felaket denizyoluyla her türlü
yardımı olanaksız kılmıştır. Sur Şehri halkının en büyük zafiyeti içme suyu
sıkıntısıdır. Bu durum küçük sandallarla telafi edilmesine rağmen,
Venediklilerin ablukası öyle sıkıdır ki, halk hiçbir şey yapamamaktadır.
Mısırlılardan yardım alamayacaklarını bilen Sur
Halkı, bu kez yüzünü Türk Emiri Belek’e çevirmiştir. Bu sırada Belek,
kendisine bağlı olan vasallanndan birinin isyan etmesi üzerine Menbiç’i[194]
kuşatmaktadır. Sur Halkı’nm yardım çağrısı üzerine, kuşatmayı yaverlerinden
birine bırakarak Sur Şehri’nin yardımına gider. 6 Mayıs 1124 yılında,
Fransızlara karşı Sur Halkı’na yardıma gitmeden önce hisarın çevresinde son
teftişe çıkar:
“Belek, mancınıkların kurulacakları yerleri
belirlemek için, kafasında tolgası ve kolunda kalkanıyla Menbiç Kalesi ’ne
yaklaştı. Emirlerini verirken surlardan atılan bir ok, sol köprücük kemiğinin
tam altından bedenine saplandı. Oku kendi eliyle çıkardıktan sonra
küçümseyerek ok’un üstüne tükürdü ve mırıldanarak şöyle dedi: ‘Tüm Müslümanlar
için Öldürücü bir darbe bul’dedi ve sonra vefat etti.” Belek doğruyu söylemişti. Çünkü ölüm haberi Sur Halkı’na
ulaştığında, şehir sakinleri umutlarını tamamen yitirir ve teslim olmaktan
başka bir şey düşünmezler.[195]
Amin Maalouf’un aksine Belek’in ölümünü Fransız
Kronikçi Fulcherius Carnotensis şöyle anlatır: “Belek, Menbiç’i
kuşattığında, haberciler Jocelin ’e haber vermiş ve Jocelin ’de Menbiç ’e
gitmişti. Çok geçmeden beklenen savaş oldu. Belek arbede de ölümcül bir şekilde
yaralandı, ölmek üzere iken bir kenara doğru çekildi. Adamları onu böyle görür
görmez kaçmaya başladılar. Ama çoğu kurtulamadı. Savaştan sonra düşman
atlılarının üç bininin katledildiği bildirilmişti.
Jocelin’in, Belek’in öldüğünü mü, yoksa bir
yolunu bulup kurtulduğunu kesin olarak araştırmak istemişti. Bunun için
adamlarından, onun cesedini bulmalarını istemişti. Ölülerin arasında dolaşıp
büyük bir dikkatle ce-
setleri inceleyen adamlar meşhur zırhındaki
işaretlerden Belek’i fark ettiklerinde aralarından biri Belek’in başını
koparıp, Jocelin ’e verdikten sonra ödülü olan kırk nomismata’yı almıştı.”[196]
Sur Halkı, 7 Temmuz 1124 yılında iki sıra asker arasından
geçerek, Fransızlar tarafından hırpalanmadan dışarı çıktı. Askerlerin ve
sivillerin hepsi şehri terk etti, geride sadece kötürümler kaldı. Birkaç
muhacir Şam’a giderken, geri kalanlar ülkeye dağıldı. Belek’in ölümünden sonra,
Halep’te onun yerine İlgazi’nin oğlu Timurtaş geçer. Timurtaş, esir düşen Kudüs
Kralı II. Baudouin’i yirmi bin dinar karşılığında serbest bırakır. II. Baudouin
serbest bırakıldıktan sonra Halep’in kapılarına dayanır. Şehrin savunulması
tamamen İbnüT-Haşeb’e kalır. Şehrin kurtarılması için Timurtaş’tan yardım ister
ama gönderdiği haberci zindana attırılır.
Başka bir çare bulamayan Îbnü’l-Haşeb, Musul Valisi olarak
göreve yeni atanan yaşlı bir Türk Komutan olan Porsuk’tan yardım ister. Dürüstlüğü,
dindarlığı, siyasi becerisi ve hırsıyla ün salmış olan Türk Komutan Porsuk,
Kadı İbnüT-Haşeb’in davetini kabul eder ve derhal yola çıkar. Porsuk’un
önderliğindeki Türk kuvvetlerinin 1125 yılı ocak ayında şehrin önünde görülmesi
ile Fransızlar çadırlarını bırakıp kaçarlar. İbnüT-Haşeb, Porsuk’u dışarıda
karşılamış ve düşmanın takip edilerek imha edilmesini bildirmişti. Ancak at
sırtında uzun yol alan Porsuk, bunu yapamayarak yeni mülkünü bir an önce
ziyaret etmek düşüncesine kapılmıştır.
Beş yıl önce İlgazi’nin yaptığı gibi, o da kazandığı bu
üstünlüğü daha ileriye taşımayı göze alamayacak ve düşmanın toparlanmasına
istemeyerek de olsa zaman sağlayacaktır. 1125 yılında Halep ve Musul arasında
oluşturulan ittifak, kısa bir süre sonra kibirli olan Fransızların başarılarına
kafa tutabilecek bir devletin temellerini oluşturuyordu.
İbnüT-Haşeb, kararlılığı ve şaşırtıcı azmiyle şehrini
sadece işgalden kurtarmamış, istilacılara karşı yürüyecek büyük cihat
komutanlarının yolunu açmıştır. Ama Kadı İbnüT-Haşeb, 1125 yılında bir yaz
günü öğlen namazından sonra Halep Ulu Camii’den çıkarken, derviş kılığına
girmiş bir Haş- şaşin tarafından öldürülür. İntikam hırsı ile yürüyen Haşan
es-Sabbah’m kurduğu bu tarikat, İslam dünyasına kötü bir darbe vurmuştur.
Nitekim bu tarikat, Şiiliğe karşı mücadelenin önderi olan NizamüT-Mülk’ün de 14
Ekim 1092’de hançerlenerek öldürülmesini sağlamıştı. İbnüT-Esir’e göre, Nizamü
’l-Mülk öldürülünce, Selçuklu Devleti parçalandı.
Selçuklu Devleti bu olaydan sonra bir daha asla birliğine
kavuşamayacak, tarihin kilometre taşları artık fetihlerden değil, sonu gelmez
veraset kavgalarından oluşacaktır. Tüm müslümanlann nefret edip baskı yaptığı
Haşşaşinler, hem Selçuklulara, hem de Nizar’m katili el-Efdâl’e bozgun üstüne
bozgun yaşatan Fransızların çoğunlukta olduğu Hıristiyan ordusunun gelişinden
oldukça memnun bile gözükmektedirler.
İbnüT-Haşeb’e göre, Haşşaşinler ile istilacı Fransızlar
arasındaki suç ortaklığının ihanetten bir farkı yoktur. 26 Kasım 1126 yılında
da Halep ve Musul’un güçlü Türk Komutanı Porsuk bile Haşşaşinlerin korkunç
intikamına maruz kalır.
1127 yılının sonbaharında şehir kargaşaya gömülmüşken,
Fransızlar yeniden surların önünde belirir. Antakya’nın başında yeni bir prens
vardır: Öldürdüğü Türk (Müslüman) cesetlerini hiç iğrenmeden yiyen Bohemond’un
genç oğlu vardır. Adını ve taşkın karakterini babasından devralmıştır. Ha-
lepliler hemen ona haraç ödemeye koşarken, içlerinden en bozguncuları, on sekiz
yaşındaki bu sarışın devi, şehrin yeni fatihi olarak görmeye başlamıştır bile.
Şam’da da durum en az bu kadar dramatiktir. Yaşlı ve hasta
Atabey Tuğtekin’in Haşşaşinler üzerinde bir denetimi kalmamıştır.
Haşşaşinler’in kendi silahlı milisleri vardır, idare onların elindedir ve
onlara can-ı gönülden bağlı olan Vzir el-Mezdegâni, Kudüs’le çok yakın bir
ilşki içindedir. II. Baudouin’de, Suriye’nin başkenti olan Şam’ı alarak, şanına
şan katmak düşüncesini artık gizlememektedir. Haşşaşinler’in şehri Fransızlara
teslim etmesini durduran tek güç ise yaşlı Türk Emiri Tuğtekin’dir.
1128 yılında Tuğtekin’in iyice hastalanması ve yatalak
olması, çeşitli entrikaların çıkmasına oluşmasına yol açmıştır. Yerine halef
olarak oğlu Börü’yü seçtikten sonra 12 Şubat 1128’de son nefesini verir. Şehri
koruyan ünlü Türk Emir Tuğtekin’in ölümünden sonra, Şamlılar artık şehirlerinin
Fransızların eline geçmesinin bir an meselesi olduğuna inanırlar. Yüz yıl sonra
Arap tarihinin bu en kritik dönemini ele alan Îbnü’l-Esir şöyle yazmıştır:
"Türk Emir Tuğtekin "in ölümüyle, Fransızlarla
başa çıkabilecek tek adam da ortadan kalkmış oluyordu. Fransızlar artık tüm
Suriye yi işgal edebilecek konuma geldiler. Ama Rahim olan Allah, Müslümanlara
acıdı.”[197]
Haşşaşinlerin liderlerinin öldürülmesinden sonra tüm
Haşşaşinler kısa sürede ortadan kaldırıldı. Bu basit bir iktidar mücadelesi
değildi. Suriye’nin başkentini artık ufukta görünür hale gelmiş bir tehlikeden
kurtarmak söz konusu olmuştur. El-Mezdegâni, Fransızlara Sur Şehri’ne karşılık
Şam’ı vaat eden bir mektup göndermişti. İki taraf arasında anlaşma yapılmış ve
hatta bu değiş-tokuşun bir Cuma günü bile yapılması kararlaştırılmıştı. Hakikaten
baktığımız zaman II. Baudouin, askerleri ile ansızın şehir surlarının önünde
görünmüş ve silahlı Haşşaşinler, Fransızlara şehrin kapılarını açmıştır.
Haşşaşinler Ulu Camii’nin tüm çıkışlarını kapatıp, Müslümanların dışarıya
çıkışlarını engellemişlerdi. Bu amaçla Börü, elini hızlı tutarak, bu veziri
ortadan kaldırmış, Şam Halkı’na da Haşşaşinlere karşı saldırabi- leceklerinin
işaretini vermişti. Haşşaşinler ve müttefikleri el-Mezdegâni, hem halkın
giderek artan düşmanlığı hem de Börü ile çevresinin tavırları karşısında
kendilerini Şam’da tehdit altında hissediyorlardı. Üstelik Fransızların her ne
pahasına olursa olsun şehri ele geçirmeye kararlı olduklarını biliyorlardı.
Tarikat aynı anda birden çok cephede savaşmak yerine, kendilerine Sur gibi
kutsal bir şehri ayarlamayı düşünmüşte olabilir.
Katliamdan kurtulan az sayıdaki Batîni, II. Baudouin’in
himayesinde Filistin’e yerleşecek ve onlara Hermon Dağı’nm eteklerinde bulunan
ve Kudüs-Şam yolunu denetleyen güçlü Banyas Kalesi’ni teslim edeceklerdir.
Zaten katliamdan birkaç hafta sonra Şam Şehri etrafında güçlü bir Fransız
ordusu görülür. Fransız ordusunda, Filistin’den, Antakya’dan, Urfa’dan ve
Trablusşam’dan gelen on bin kadar atlı ve yaya asker, ve ayrıca Fransa’dan yeni
gelmiş, Şam Şehri’ni almaya geldiklerini yüksek sesle haykıran yüzlerce asker
de bulunmaktadır.
İçlerinde en fanatik Fransız şövalyeleri Templiler
(Tapınak Şövalyele- ri)Tarikâti idi. Bu dini ve aynı zamanda askeri tarikat on
yıl öncesinde Filistin ’de kurulmuştu. Elinde istilacılara karşı
koyabilecek kadar askeri olmayan Börü, saldırıyı önlemeleri konusunda yardım
etmeleri halinde birkaç Türk göçebe birliğine ve bölgedeki birkaç Arap
aşiretini yardıma çağırır. Tuğtekin’in oğlu Börü, bu askerlere fazla
güvenemeyeceğini bilir, çünkü ganimeti yağmalama düşüncesine
kapılabileceklerinden çekinmektedir. Habercilerden, binlerce Fransız askerinin,
zengin Guta Ovası’m yağmalamaya çıktıklarını öğrenir. Hiç tereddüt etmeden
hemen ordunun tamamını, Fransızların üzerine gönderir ve onları kuşatır. Bazı
Fransız şövalyeleri atlarına binmeye bile fırsat bulamaz.
Türkler ve Araplar sevinçli bir şekilde, ganimet yüklü bu
başarının ardından, Fransızları kendi ordugâhlarında vurmaya karar verir.
Şafak vakti ile yola çıkan Türk ordusu, ilerde gökyüzüne yükselen duman
bulutlarını görünce, Fransızların orda olduklarını zannetmişler ama
yaklaştıklarında, Fransızların yük hayvanları kalmadığından, taşıyamadıkları
teçhizatlarını ve malzemelerini ateşe verdikten sonra kaçmış olduklarını
görürler.
II.
Baudouin,
tüm bunlara rağmen, Şam Şehri’ne yeni bir saldırıya geçmek üzere askerlerini
toplar ama adeta tufan şeklinde bastıran yağmurdan dolayı, Fransızların
ordugahı tam bir bataklığa dönüşür. Fransız askerleri saplandıkları bataklıklardan
çıkamaz. Bu arada ölüm korkusunu hisseden II. Baudouin, geri çekilmeye karar
verir. Börü’ye, tahta çıktığında pısırık biri olarak bakılmıştı, ancak Şam
Şehri’ni iki beladan, Fransızlardan ve Haşşaşinlerden kurtarmayı sağlamıştı.
III.
Baudouin,
uğradığı bu başarısızlıklardan sonra, ele geçirmek istediği şehre karşı bir
saldırıyı göze alamamıştır. Börü ise, Şam’a iş aramaya gelen iki kişi
tarafından 1131 yılının mayıs ayında hamamdan dönerken hançerlenir ve ağır
yaralanır. Yarasının tedavisi için uzmanlar çağrılır. Uzmanların tedavisi ile
iyileşen Börü, at binmeye karar verince yarası tekrar açılır ve 1132 yılının
Haziran ayında on üç ay süren korkunç ağrıların ardından vefat eder. Börü’yü
öldüren Haşşaşinler, bir kez daha intikamlarını almışlardır.[198]
Tüm bunlardan sonra Halep’e ve Musul’a yeni bir lider
atanır: Atabey İmâdeddin Zengi. İbnü’l-Esir Zengi için, Allah'ın
Müslümanlara armağanı[199] ifadesini
kullanmıştır. 18 Haziran 1128’de törenle Halep Şehri’ne girerken hakkında
bilinenler pek cesaret verici değildi. Şanını, bir önceki yıl Bağdat
Halifesi’nin, Selçuklu hamilerine karşı giriştiği bir isyanı bastırarak
kazanmıştır. 1118 yılında Mustazhir vefat etmiş, tahtı oğlu el-
Müsterşidbillah’a kalmıştı.
El-Müsterşid, küçümsediği Muhammed’in oğlu Mahmud’a sık sık
İran’a geri dönmesini tavsiye etmektedir. Araplar, uzun süredir üzerlerinde
egemenlik kurmuş yabancı askerlere, Türklere karşı başkaldırmaktadırlar. Bu
muhalefetle başa çıkamayan Sultan, o sırada zengin Basra Limanı’nm valisi olan
Zengi’den yardım ister. Zengi’nin müdahalesi belirleyici olur: Bağdat yakınında
yenilgiye uğrayan halifenin askerleri silahlarını teslim eder ve EmirüT-müminin
de daha iyi günlerin beklentisi içinde sarayına kapanır. Zengiyi bu yardımından
dolayı ödüllendirmek isteyen sultan, birkaç ay sonra ona Musul ve Halep
Valiliği ’ni verir.
Yorulmak bilmeyen bir Türk savaşçı olan Zengi, on sekiz yıl
boyunca Suriye’yi ve Irak’ı dolaşacak, çamurdan korunmak için yere saman serip
uyuyacak, kimileriyle savaşacak, kimleriyle antlaşma yapacaktır. Zengi, geniş
topraklarının üzerindeki çok sayıdaki sarayından birinde rahat bir yaşam
sürmeyi asla düşünmez! Çevresinde cariye ve dalkavuklar yok, tecrübeli
danışmanlar vardır. Bağdat’ta, İsfahan’da, Antakya’da, Kudüs’te, Şam’da ve
kendi evinde yani Halep ve Musul’da nelerin olup bittiğini bilebilen önemli
bir haberci ağma sahiptir.
Şimdiye kadar Fransızlarla savaşan orduların aksine, ordusu
birbirini asla satmayacaktır. Önemli bir disiplin uygular ve en küçük bir hata
yapanı cezalandıracaktır. Türk Atabeyi Zengi, başkalarına ne kadar katı ise,
kendi nefsine de öyle davranır. Bir şehre geldiğinde surların dışında kendi çadırında
yatar ve kendisine sunulan saraylara başını çevirip bakmaz bile.
Ünlü Türk Komutan Zengi, kadınların ve özellikle de asker
eşlerinin namusları konusunda hassastı. Bu bakımdan iyi bekçilik yapılmazsa,
seferlere çıkan asker kocalan uzun süre evde olmadıkları için, hızla kötü yola
sapacaklarını söylerdi. Azim ve devlet şuuru gibi önemli vasıfları içinde
bulunduran bu Türk komutanın özellikleri, Arap dünyasının öteki yöneticilerinde
olmayan özelliklerdi.
Halep Şehri’ne gelir gelmez ilk olarak îlgazi ve Belek’in
de dul eşi olan Sultan Rıdvan’ın kızıyla evlenir. Babası Aksungur’un mezarını
şehre taşıyarak, Sultan Mahmud’dan Suriye’nin tamamı ve Kuzey Irak üzerinde
tartışmasız yetki tanıyan resmi bir evrak alır. Tüm bu davranışlarıyla Zengi,
gelip geçici basit bir maceracı değildir. Kendisi öldükten sonra da sürecek bir
devletin kurucusu olduğunu açıkça gösterir.
Bu sırada, Fransızlar arasında anlaşmazlık çıktığı görülür.
Bu durum, Fransızlar da olağan bir şey değildi. Hatta aralarında savaştıkları
ve birçok ölünün olduğu bildirilmekteydi. Kudüs Kralı II. Baudouin’in kızı Alice,
kendi babasına karşı, Zengi’ye bir ittifak önerisi sunar. Bu ilginç durum 1130
yılının Şubat ayında, kuzeye savaşa giden Antakya Prensi II. Bohemond, Emir
Danişmend’in oğlu Gazi’nin kurduğu bir pusuya düşünce başlar. I. Bohemond da
bundan yaklaşık otuz yıl önce Danişmend’e esir düşmüştü.
Babası gibi şanslı olmayan II. Bohemond,
savaşta ölür ve özenle tahnit- lenip[200] gümüş bir kutuya konan
sarışın başı, armağan olarak halifeye gönderilir. II. Bohemond’un ölüm haberi
Antakya’ya ulaşınca, dul eşi Alice tam anlamıyla bir darbe düzenler. Antakya’da
Ermeni, Rum ve Süryanile- rin de desteğini alarak, buranın kontrolünü eline
geçirir ve Zengi ile temas kurar. Hiç Avrupa görmemiş Ermeni bir anneden doğma
bu genç prenses, kendini doğulu hissetmektedir.
Kızının isyan ettiğini öğrenen Kudüs Kralı II.
Baudouin, hemen ordusunun başına geçip kuzeye doğru gider. Antakya’ya varmadan
kısa bir süre sonra, tesadüfen bir şövalyeye denk gelir. Bu şövalyenin bindiği
beyaz at, Alice tarafından Zengi’ye armağan olarak gönderilen attır. Ve bir de
habercinin elinde, Alice’nin Zengi’den yardım isteğini ve metbulugunu tanımaya
söz verdiğine dair bir mektup da vardır. II. Baudouin, bu haberciyi astırır ve
Antakya’ya doğru yola devam ederek, şehri geri alır. Alice, bir direnişin
ardından teslim olur. Babası onu Lazkiye Limam’na sürgüne gönderir.
Kısa bir süre sonra 1131 yılında Kudüs Kralı
II. Baudouin ölür. Birçok kez Müslümanların eline düşen II. Baudouin, hep
hileler yoluyla kurtulmuştu. Onun ölümüyle Fransızlar, en bilgili
siyasetçilerini ve idarecilerini kaybeder. Onun ardından krallık, Anjou
Kontu’na geçer. Ama kaliteli bir kral olmayan Anjou, Fransızları kargaşa ve
çalkantıya sürükledi.[201]
IV.. Kudüs Krah olan Foulque d’Anjou,
Antakya Prensesi Alice’in ablası Melisande ile evlenmiştir. Kızıl saçlı ve
bodur adam Anjou, doğuyu iyi tanımamaktadır. Baudouin’in de, Fransız
prenslerinin çoğu gibi, erkek mirasçısı yoktu. Sağlık koşullan ve doğunun
yaşama koşullarına ayak uyduramamalarından dolayı bebek ölümleri sık sık
yaşanmaktadır. Hele özellikle erkek bebek ölümleri daha da çok görülmektedir.
Anjou’nun siyasi yetenekleri zayıftı. Çünkü Fransızlar arasında anlaşmazlık
doruk noktasına çıkmıştı.
Anjou, Kudüs krah olur-olmaz, Alice’nin başını
çektiği isyanı zar zor bastırır. Sonrada Filistin’de ayaklanma sesleri
yükselir. Karısı Melisande’nin, genç bir şövalye olan Hughes du Puiset ile bir
aşk ilişkisi sürdüğü yönünde dedikodular çıkar. Bu amaçla kendini tehdit
altında hisseden Hughes, Askalan’a gidip Mısırlılara sığınır. Mısırlılar da
onu son derece iyi karşılar. Enirine verilen Fatımi askerleri ile Yafa
Limanı’m ele geçirir. Ama birkaç hafta sonra oradan kovulacaktır. Fransızlar
arasında evli-
lik kurumunun kutsallığı ile kıskançlık ve
namus konusundaki düşünceleri bile oldukça şaşırtıcıdır. Bu konuda Arap
Vakanüvis Usame ibn Munkîz şöyle tespitler yapmıştır:
“Fransızlar, kıskançlık ve hassasiyetten
tamamen yoksundur. Biri, karısıyla birlikte yürürken, başka bir adamla
karşılaşsa, karşılaştığı adam karısını eliyle bir kenara çekip konuşabiliyor.
Koca da sohbet bitene kadar karısını bekler. Sözün uzaması halinde, karısını
adamla baş başa bırakıp ve çeker gider?"
İşte bizzat tanık olduğum örnek diyerek devam eder sözüne Şeyzer Emiri Munkîz:
“Nablus "a gidişlerimde daima Mu ’iz
adlı, evi Müslümanlar için misafirhane özelliğinde olan adam da kalırdım. Evin
yola bakan pencereleri vardı. Pencerelerin karşısında, yolun öte yakasında
tüccarlara şarap satan bir Fransız evi vardı. Şişeye biraz şarap doldurur ve ‘
evet, tacirler! Bu şarabın fıçısı yeni açıldı. Almak isteyenler filan yerde
bulabilirler ’ diye bağırarak çevrede dolaşırdı. Fransız ’in bu ilana karşılık
aldığı ücret, şişesindeki şaraptı. Bir gün bu Fransız eve gitti ve karısının
yatağında bir adam gördü. Adama, ‘ karımın odasına ne cesaretle girdin? ’diye
sordu. Adam, ‘ yorgundum, dinlenmek için girdim ’ diye cevap verdi. Fransız, ‘
ama yatağıma nasıl girdin?’ diye sordu. Öteki cevap verdi: ‘ Serilmiş bir
yatak buldum ve girip uyudum ’ Ama ’ dedi Fransız, ‘ karımda seninle birlikte
uyuyor! ’ ‘Doğru ’ diye cevap verdi öteki, ‘ ama yatak onun. Onu kendi yatağını
kullanmaktan nasıl men edebilirdim? ’ Fransız, ‘ dinim hakkı için ’dedi, ‘ bunu
bir daha yapacak olursan, bozuşuruz. ” Fransız itirazının ve kıskançlığının
ifadesi bundan ibaretti.201
Fransızların ahlaklarına dair en güzel örneğini
ise şu şekilde anlatır Şeyzer Emiri:
“Yanımızda Salim adlı bir hamamcı vardı.
Aslen Maarra’lıydı. Babamın hamamından sorumluydu?" Şu hadiseyi o bana anlattı der ve devam eder:
“Geçimimi sağlamak için Maarra’da bir hamam
açmıştım. Bu hamama bir Fransız şövalyesi geldi. Fransızlar hamamda peştamal
takılmasından hoşlanmazlar. Bu Fransız, peştamalımı belimden çekip ve attı.
Eteğimin traşlı olduğunu görünce, aynı şeyin kendisine de yapılmasını iste-
201 Usame İbn
Munkîz, a.g.e., s. 171-172
di. Ben de yaptım. Sonra, ‘ Salim! ’ dedi,
‘dinim hakkı için, aynısını madama da (el-dâmâ) yap!’ (Adam bu sözüyle karısını
kastediyordu, dâmâ, onların dilinde kadın anlamına gelir.) Adamlarından
birine, ‘ madama söyleyin buraya gelsin ’dedi. Adam, çıkıp kadını hamama
getirdi. Şövalye tekrar etti, ‘ bana ne yaptıysan, ona da yap!’ Ben de,
kocasının gözleri önünde, söyleneni yaptım. Sonunda adam bana teşekkür etti ve
hizmetime karşılık bana para verdi.”
Şeyzer Emiri Usame îbn Munkîz, bu durumu şu sözleri ile bitirir: “Şu tezada
bakın! Bunlarda ne kıskançlık vardır, ne de hamaset. Ancak cesurdurlar. Gerçi
cesaret de, kötü bir üne sahip olmaktan kaçınma gayretinin ürününden başka bir
şey değildir/”[202]
1132 yılının Aralık ayında Anjou, Yafa’yı yeniden işgal
etmek için asker toplarken, Börü’nün oğlu ve Şam’ın yeni lideri olan genç
Atabey İsmail, bir baskınla Haşşaşinlerin üç yıl önce Fransızlara teslim
ettiği Banyas Kalesi’ni ele geçirir.[203] Ama bu durum sadece bir eylem
olarak kalır. Zira Müslümanlar kendi içlerinde anlaşmazlıklar yaşamaktadırlar.
İşte tüm bunlar, Fransız istilacılarının bile içine düştüğü sıkıntıyı bile
görmelerini engeller.
Zengi’nin dostu ve müttefiki olan Sultan Mahmud, yirmi altı
yaşında ölmüş ve Selçuklu Devleti’nde tekrar veraset kavgaları başlamıştı.
Emirü’l- müminin bu durumdan yararlanıp kafayı diker. Taht üzerinden hak iddia
edenlerin hepsine, camilerde adına hutbe okutma sözü vererek, durumun gerçek
hakemi konumuna yükselir. Zengi, durumu kaygı takip eder. Askerlerini
toplayarak, el-Müsterşid’e beş yıl öncesinden bile en ağır yenilgiyi tattırmak
üzere Bağdat’a yürür. Ama halife onu Dicle Nehri üzerindeki Tik- rit Şehri’nin
yakınında, Abbasilerin başkentinin kuzeyinde binlerce kişilik bir ordunun
başında karşılar. Zengi’nin askerleri kılıçtan geçirilir ve Atabey Zengi tam
yakalanacak iken, bir askeri tarafından kurtarılır. Bu müdahaleyi yapan Tikrit
Valisi Eyyub’tur. Tikrit Valisi Eyyub, Atabey Zengi’nin Musul’a dönmesine
yardım eder.
Zengi, bu yardımı asla unutmayacaktır. Hem Eyyub’a hem de
yıllar sonra onun yerine gelen oğlu Yusuf’a karşı daima dostluk besleyecektir.
Genç Yusuf ise, tarihte Selahaddin Eyyubi adıyla tanınır. El-Müsterşid,
Zengi’ye karşı kazandığı zaferle, şanının doruğuna çıkmıştır. Kendilerini
tehdit altında hisseden Türkler, taht üzerinde hak iddia edenlerin sayısını
bire indirir ve Mahmud’un kardeşi Mesud’un etrafında birleşirler. 1133 yılının
ocak ayında, yeni sultan tacını EmirüT-müminin elinden almak için Bağdat’a
gider.
Abbasi Halifesi el-Müsterşid, yanında bulunan emirlerin
kendisini terk etmesi sonucu, iki yıl önce tacını taktığı Sultan Mesud’un eline
düşer. Sultan Mesud ise, el-Müsterşid’i iki ay sonra öldürtecektir. Zengi ise,
Suriye işleri ile doğrudan ilgilenemez. 1135 yılı ocak ayında Börü’nün oğlu ve
Şam Emiri İsmail’den hemen gelip şehri teslim almasını bildiren bir haber
gelmezse, herhalde Abbasi başkaldırısı kesin bir biçimde ezilinceye kadar
Irak’tan ayrılmazdı.
İsmail, mesajında söyle diyordu: “Eğer bir gecikme olursa,
Fransız- ları çağırıp Şam’ın içindeki her şeyle birlikte onlara teslim etmek
zorunda kalacağım ve şehir sakinlerinin dökülecek kanının vebali de İmadeddin
Zengi’nin boynuna kalacaktır!” Canından korkan ve sarayının her köşesinde
pusuya yatmış bir katil gördüğünü zanneden İsmail, başkentini terk edip
Zengi’nin himayesi altında, tüm malını ve eşyalarını daha önceden gönderdiği,
şehrin güneyindeki Serhad Kalesi’ne sığınmaya kararlıdır.
Aslında Börü’nün oğlu İsmail, saltanatında iyi işler
yapmıştı. Banyas Kalesi’ni geri alması bunu göstermektedir. Kibirlidir ve
gençliğinden olacak ki, babasının ve dedesi Tuğtekin’in danışmanlarını dikkate
almamıştır. Şam halkı ise, İsmail’in açgözlü olmasına ve vergileri artırmasına
çok öfkelenmektedir. Dedesi Tuğtekin’in himayesinde çalışmış bir köle tarafından
bir suikaste uğrar ama kıl payı kurtulur. Bu olaydan sonra birçok kişiyi haksız
yere öldürtmeye başlar İsmail, hatta öz kardeşi Sevinç’ten bile kuşkulanıp onu
bir zindana atıp, açlıktan ölmesine göz yumar.
Tüm bu yaşananlardan sonra İsmail’in içine intikam korkusu
girmiş ve bu amaçla, Şam’ı Zengi’ye teslim ederek Serhad Kalesi’ne çekilmeye karar
vermiştir. 1135 yılında İsmail tarafından şehrin Zengi’ye teslim edilmesinin
yankıları, tüm şehir halkını rahatsız etmiş, şehrin ileri gelenleri, İsmail’in
annesi Zümrüd Sultan’a bu durumu anlatmaya kalkışmıştı. Zümrüd Sultan’m,
İsmanil’in bu yaptıklarına hayret etmesi ve onun hemen hiç acımadan
hizmetkârları tarafından öldürülmesini emretmişti. İsmail, öldürüldükten sonra
tüm Şam halkı sevince boğulmuştu. Valide Sultan Zümrüd, öz oğlunu, Şam Şehri’ni
Zengi’ye teslim etmemesi için mi öldürdü? Aslında soru çelişkilidir. Zira
Valide Sultan Zümrüd, bundan üç yıl sonra Şam Şehri’ni işgâl etmesi için
Zengi’ye yalvarmış ve hatta onunla evlenmişti.[204] [205] İbnü’l-Esir’e göre: "Zümrüd,
İsmail'in baş danışmanının metresiydi ve oğlunun, aşığını öldürmeyi ve belki
de kendisini cezalandırmayı tasarladığını öğrenince harekete geçip böyle bir
suikasti yapmıştı.”2®5
30 Ocak 1135 yılında Şam’ı ele geçirmek üzere yola koyulan
Zengi, İsmail’in öldüğünden habersizdir. Şam’a vardıktan sonra, şehrin kendisine
teslim edilmesini ister. Ama şehir halkı sonuna kadar şehri savunacaklarına
kararlıdır. Şehir Halkı’nm başında Tuğtekin’in eski silah arkadaşlarından
Muineddin Unar vardır. Bu Türk Bey’i, Zengi ile birkaç kez karşı karşıya gelir
ve çok az süren bir çatışmadan sonra uzlaşma teklifini sunar.
Mart 1135’te Atabey Zengi, Şam’dan ayrılır. Çünkü askerleri
yıpranmıştır. Askerlerinin morallerini yükseltmek için kuzeye doğru gider ve
şaşırtıcı bir süratle dört Fransız kalesini ele geçirir. Bu kaleler arasında
hiç kuşku yok ki, Fransızların yaklaşık yüz bin Müslüman ve Türk’ü öldürdükten
sonra, güya açlıktan dolayı cesetlerini yedikleri Maarra da vardır. Tüm bu
başarılara rağmen itibarı zedelenmiş olan Zengi, ancak iki yıl sonra, Şam
Şehri önünde yaşadığı yenilgiyi unutturmayı başaracaktır. Ona bu başarıyı yani
itibarını tekrar kazanmasını sağlayan da, Muineddin Unar ’ dır.
Tüm bu olaylardan sonra Fransızların önderliğinde ve diğer
milletlerin katılımı ile gerçekleştirilen haçlı seferleri Türk-İslam dünyasını
alt-üst etmiştir. Yaşanan acı ve ıstıraplar tahmini güç bir gerçeği ifade
etmekteydi. Bir insan hangi millete mensup veya hangi dine ait olursa olsun,
İznik, Antakya’ya yapılan vahşet ve Türk-İslam milletlerinin cesetlerini
yenmesi tarifi mümkün olmayan bir acıyı ortaya koymaktadır.
Kudüs bahsinde gösterildiği gibi Halife Hz. Ömer’in 636
yılında Kudüs’ü aldıktan sonra, Hıristiyan halka verdiği berat ahkâmı ile Fransızların
vahşetini karşılaştırınca, bu istilacılara ve kurbanlarına acımamak mümkün
değil. Kudüs idaresi için Katolik papazları bir patriği seçip, onun kral olarak
tanınmasını teklif etmişlerdi. Fakat bu iddiayı abartılı bulan şövalyelerin
ısrarı üzerine, Krallığa Godefroi de Bouilon seçilmiş ve ‘Kamâme Savunucusu’
unvanını almıştı.
Cismani hükümdarlığı elde edemeyen Katolik papazları,
Ortodoks mezhebini şiî göstererek, Kudüs Patrikliği’nin gelirlerini ve hüküm
verme yetkisini zorla elde ettiler. Bundan başka, Kudüs ve Yafa Şehirleri’nin
dörtte birine de sahip oldular. Yerli Hıristiyanlar, güya kendilerini
kurtaranların (Fransız ve diğer haçlıların) demirden yapılmış boyunduruğu
altına girdikten sonra, Türk-İslam milletlerinin hoşgörülü muamelesinden
mahrum kaldıklarına teessüf ettiler.[206]
Katolik papazları doymak bilmediklerinden, yalnız maddi
menfaat temini ile uğraşıyorlardı. Kiliseleri yağmalayarak, piskopos ve papaz
tayini ile meşgul bulunuyorlardı. Bu suretle Ortodoks papazları Latin papazlarının
hırsına feda edildi.[207] Fransız ve
diğer milletlere ait haçlıların davet ettiği söylenen Ortodoks Patriği
Simeon’un yerine, ahlakı oldukça şüpheli olan ve İngiltere Kralı Guillaume’nin
büyük oğlu Normandiya Dükü’nün rahibi olan Amould, Kudüs Patrikliği’ne seçilmiş
ve tahta oturmuştu. Seçimin ertesi günü, şafakla beraber çanlar çalındı. Dua
okunduktan sonra, halk kiliseden çıkıp, hemen silahlanıp Kudüs üzerine
yürümekte olan Mısırlılara karşı koymak üzere batı kapısından dışarı çıktı.
Godefroi bunları yönetmekte olup, yeni patrik dahi İsa’nın
asıldığı iddia edilen çarmıhı taşımakta idi. Papazların bir kısmı ile
kadınlar, çocuklar Keşiş Pierre I’Ermit’in idaresi altında olmak üzere Kudüs’te
kaldılar. Bu zihniyet, sürü halinde, mukaddes bilinen makamları gece-gündüz
dolaşarak, Allah’ın mağfiretini ve Türk-İslam dünyasının yok olmasını niyaz etmekteydiler.
Fransızların yoğunlukta olduğu haçlı ordusu ile Türk-İslam
orduları karşı karşıya gelmiş ve çarpışmışlardı. Haçlılar, Mısırlıların ilk
saflarını yardıktan sonra, Dük Robert bunların büyük sancağını ele geçirmişti.
Bu haber üzerine Mısırlılar geri çekilmeye başladılarsa da, Godefroi, şövalyelerin
başında olarak, şiddetli hücum ile taburlarını dağıttı. İşte o zaman katliam
dehşet seviyesine ulaştı. Çöle kaçabilenler sefalet içinde oldular. Bundan
dolayı Fransızlar, yeni düşmanlarının Türklere nispetle pek az korkulacak
derecede korkak olduklarını gördüler.[208]
Fransız ve diğer milletlerinin katılımı ile
gerçekleştirilen haçlı seferlerinin birincisi bu şekilde sonuçlandı. Avrupah
tarihçiler, ilk haçlı seferinin 600.000 kişiye mal olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bunların geçtikleri yerlerde Macar, Bulgar ve Rum halkı ile Türk ve Arap
halkıpın uğradığı zarar elbette Fransızların zararından çok fazladır. Mal
zararını ise hiç katmadım.
Bütün bu vahşiliklerin, Hz. İsa’nın kabrini kurtarmak için
yapıldığı, Hıristiyanlarca söylenilse bile, bu gerçek dışıdır. Keşiş Pierre
I’Ermit, 1110 yılında Avrupa’ya döndü. Yanında pek çok kutsal emanet getirdi.
Belçika’da Huy civarında yaptırdığı manastıra yerleşip, 8 Temmuz 1115’te öldü.
Ülkelerine dönen Fransız ve diğer milletlere ait haçlılar, değerli ganimetleri
de yanlarında getirdiler. Mesela bir şişe içinde Meryem Ana’nm (Hz. Meryem)
sütünün bir damlası, diğer bir şişede Tevrat’ın rivayetine göre
Mısır’da yaşamış Zulümât’m (karanlığın) az bir
miktarı, düşünmek hassasiyetinden mahrum edilmiş halkın ibadetine sundular.[209]
Bu arada birinci haçlı seferi sırasında
Fransızlar, Suriye ve Filistin’de dört devlet kurdular:
Kudüs
Krallığı: 1099 yılından 1187 yılma kadar 88
yıl devam etmiş ve Selâhaddin Eyyûbi tarafından tekrar ele geçirilmiştir.
Edessa (Urfa)
Kuntluğu: Godefroi’in kardeşi Baudouin
tarafından 1098 yılında kurulmuştur. Baudouin, Türklere esir düşüp Sivas’a
gönderilmiş ve 1103 yılında bir Ermeni (Jocelin) fidye ödeterek esirlikten
kurtulmasını sağlamıştı. Urfa ve çevresi 1144 yılında Türkler tarafından ele
geçirilmiş ve Fransız hâkimiyeti ancak 46 yıl devam edebilmiştir.
Antakya
Prensliği: 1098 yılında gerek Kudüs’ten ve
gerekse Bizans’tan bağımsız olarak Bohemond tarafından kurulmuştur. Burada
yaklaşık kırk bin Müslüman Türk’ün cesedi Fransızlarca yenmiştir. Buradaki
hâkimiyetleri 1268 yılma kadar, yani 170 yıl devam etmiş ve Mısır Sultanı
Baybars’m gösterdiği üstün çaba ile ele geçirilmiştir.
Trablus
Kontluğu: 1108 yılında Cenevizliler gemisi ile
gelen Saint- Gilles, şehri muhasara altına almış ve 1109 yılında ele
geçirmiştir. Etraf yağma ve tahrip edildi. Şehirde yün, ipek ve keten dokumakta
üstat olan dört bin fazla amele vardı. Bu sanat Fransızlar tarafından ihmal
edilmiş ve yok olmuştur. Şehrin kütüphanesinde îran, Arap ve Rum edebiyatına
ait eserler mevcut olup, yüz hattat bunları daima çoğaltmakla görevli idiler.
Şehrin kadısı, değerli kitap bulmak üzere her yere adamlar göndermekteydi.
Şehir Fransızların eline geçtikten sonra, bu kütüphane yakıldı.[210] Bu Fransız
zihniyetinin, böyle cahil ve tutucu olmasından dolayı, sonuç olarak yapacakları
iş elbette böyle vahşilikler ve yamyamlıklardır.
Fransız
Tarikatları:
Filistin’de tutunmakta en ziyade alakadar olan
kilise erkânı, teşkilata ve keşiş unsuruna dayanmaktaydı. Bu maksatla
oluşturulan 3 tarikata girenler, Türkler ve Araplara karşı savaşacaklarına
yemin ederlerdi.[211]Askeri tarikatlar,
Haçlıların Kudüs’e yerleşmesinden sonra kurulmuştur. Kudüs’ün geri alınmasından
sonra, biri Rodos Adası’na, biri Almanya’ya ve biri de Fransa’ya çekilmiştir.
1101
Seferleri: -
Birinci Haçlı Seferleri sırasında Haçlılar Kudüs’e
gelinceye kadar, Türklere dehşetli ölümler yaşatmışlardı. Öyle ki, İznik’te
yaklaşık 20 bin Türk cesedi ile karınlarını doyurmuşlardı. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi 40 bin Türk’ün cesedini ise Antakya ve çevresinde
yemişlerdi. Maarra’da bu oran hayli artmaktadır. Fransız Kronikçileri ve Arap
Tarihçilerinin rakamları bu gerçeği yansıtmaktadır: Tam 100 bin kişiyi
katlettiler ve cesetlerini yediler. Türk ve Müslüman cesetleri yemek
istediklerini haykıran Fransız Tafurlannı önceden bahsetmiştik.
Daha Antakya’dan hareket etmeden Avrupa’dan yardım
istediler. Bu hususta gönderdikleri mektuplar, Kiliseler de okunup, Hıristiyan
halk dolduruşa getirildi. Kudüs’ün alınması, dini duygularını daha da
hareketlendirdiğinden yeni bir sefer peşine düştüler. Almanya İmparatoru’nun
akrabası olan Poitiers (Puatie) Kontu IX. Giyyom başa geçti.
Gerek İtalya’da ve gerekse Almanya’da, Haçlıların şevk ve
istekleri, birinci haçlı seferinden daha da artmış oldu. Yalnız Lombardiya’dan
100.000 Hıristiyan bu sefere çıktı. Kıt’alara Bavyera Dukası Wolf ve İmparatorluk
İmrahoru Konrad kumanda etmekteydiler. Avusturya Kontesi İda dahi, bunlara
refakat etti. Savua Kontu ile papazlara ihsanda bulundukları gibi, diğer
zenginler dahi kilise ve manastır yaptırdılar.[212]
Birinci Ordu:
Birinci ordu Lombardlardan oluşuyordu. Halkı Hıristiyan
olan Bulgaristan’dan ve Bizans eyaletlerinden geçerken, önceki Haçlılar gibi
yapmadıkları taşkınlık ve soygunculuk kalmadı. İstanbul’da büyük karışıklıklar
çıkardılar ve çok büyük kitle ölümlerine neden oldular. Bizans sarayına
saldırmışlar, fakat İmparator Aleksios Komnenos’un onlara yalvarıp, hediyeler
vermesi neticesinde, ancak uzaklaşabilmişlerdi.
Orduları, İzmit ve Hersek civarına karargâh kurdu. Oraya
İmrahor Konrad idaresinde bulunan Alman askerleri ve Laon- Soissons (Suason)
piskoposlarının idaresinde Fransız Haçlıları geldi. Her Haçlı ordusunda olduğu
gibi, bu ordu da, hacı, papaz, keşiş, kadın ve çocuklardan oluşmakta olup,
260.000 kişi idiler.[213]
Kudüs’e gitmeden önce Bağdat’ı ve Horasan Eyaleti’ni işgal
edeceklerini söyleyecek kadar cahil idiler. Fakat bu düşünceyi oluşturanların
gizli
amacı, iki yıl önce Türklere esir düşüp,
Sivas’a sürgüne gönderilmiş olan Urfa Kontu Baudouin’i kurtarmaya çalışmaktı.
1101 yılı mayıs ayında Fransızların çoğunlukta olduğu Haçlılar yola çıkıp,
doğuya doğru giderek yiyecek sıkıntısı çekmeksizin ve düşmana tesadüf
etmeksizin yollarına devam edebildiklerinden, gururları tamamen arttı.[214]
21 Haziran’da Ankara müstahkem mevkiine geldiler. Kaleyi
aldılar ve orada yaşayan Türk Halkı’nı kılıçtan geçirdiler.[215] Oradan Çankırı’ya gittiler,
fakat orayı alamayıp yollarına devam ettiler. O sırada sefalet baş gösterdi.
Türkler, Fransızları ve diğer Haçlıları bunaltmaya başladılar ve istilacılar
birkaç kısma ayrıldılar. Fakat alman her türlü tedbire rağmen, yollarda
ölmekteydiler. Kısımlara ayrılmış istilacılar tekrar birleşti ve biraz rahat
buldu. Onların tabiriyle, kıtlık günden güne artmakta iken, Fransız ve diğer
Haçlılar Osmancık Ovası’na geldiler. Merzifon’a doğru yola çıkmaya hazırlandıkları
sırada, büyük bir savaş olacağını Milano Piskoposu ilan etti.
Elinde tuttuğu ve Saint Ambroise’e ait olduğunu ilan ettiği
kolu göstererek orduyu dolaştı. Reymon dö Sen Jil dahi Antakya’da bulunduğu
söylenen Mukaddes Mızrağı, bu amaçla gezdirdi. Bütün haçlıların günahlarını
itiraf ameliyesine tabi tutulduğundan, papazlar bu husus ile pek ziyade meşgul
oldukları gibi, İsa namına günahkârları affetmek sayesinde dahi haçlıların
ümitsizliğini değiştirdiler.
Ordudaki her millet ayrı savaşa girdi. Önce Lombardlar,
Türklerin hücumuna karşı durdular. Fakat birkaç saat sonra çadırlarına
döndüler. Bunun üzerine Konrad Almanlarla beraber hücuma geçti. Ancak adeta
bir ok yağmuruna uğramış gibi bitap düşüp, İtalyanlara bağlı olarak geri
çekildiler. Bunlara müteakip Burgonyalılar ileri atıldılarsa da, onlarda
sonradan geri döndüler.[216]
Başlarında Kont de Blois ile Laon Piskoposu olduğu halde
Fransızla- ra sıra geldi. Bunlar da akşamüstü takatsiz bir şekilde döndüler. En
sonunda Raymond dö Sen Jil askerleri ile beraber ilerledi. Fakat bütün
süvariler ölünce, Türklerin takibinden kurtulmak üzere yüksek bir tepeye
çekildi.[217]
Gece olunca iki ordu birbirinden iki mil uzaklıktaki
karargâhlarında toplandılar. Raymond’un adamları ile beraber Sinop’a doğru
kaçtığı haberi birden bire Hıristiyanların arasına yayıldı. Kaçabilecek halde
olanların hepsi birden karargâhtan uzaklaştılar. Sabah olunca Türkler, Hıristiyan
çadırlarına hücum ettiler. Bu çadırlarda ancak yaşlı kadınlar, bakire kızlar,
çocuklar ve hastalar kalmıştı. Kaçan kocalarının ve akrabalarının bırakmış
olduğu bu kadınlar, Türklerden başka kimse kalmadığını görünce ve bunların
ellerine düşeceklerini anlayınca, ne derecede ümitsiz olduklarını apaçık
anladılar. Bu halk kütlesini Türklerin gaddarlığından koruyacak kimse
bulunmadığını anlamakta ve Albert d’Aix’in ifadesine göre, Türklerin hoş
görülmeyen perçemleri ile yabani manzaraları, siyah ve pis bir durumda bulunan
cinlere benzemekteydi. Albert d’Aix’in bu cümlesi, çirkin bir iftiradır ve
onların küçüklüklerini göstermektedir.
1 Temmuz 1096 yılında, İnönü Savaşı’nda Fransız ve diğer
Haçlılar yenilince, kanlarının ve kızlarının süslenerek Türkler ile buluşmaya
hazırlandıkları hatırlanacak olursa, Albert d’Aix’in yukarıdaki cümlesinin
manasız olduğu anlaşılır. Bundan başka, Fransızları ve diğer Haçlıları,
Anadolu’ya Türkler davet etmedi. Kaçan Fransız ve diğer Haçlılar, analarını,
karılarını ve kızlarını Osmancık’ta Türklerin insafına ve merhametine bırakmış
olduklarından, nefret ve hakarete yalnız kendileri müstahaktır.[218]
Türkler bu tahripkâr ve korkak Fransız ve diğer Haçlıları
takip ettiler. Joseph François Michaud diyor ki: “Üç mil boyunca arazide,
gerek kaçanlar, gerek kovalayanlar, altın paralar, altın ve gümüş kap-kacak ve
ipek kumaşlar üzerinden geçiyorlardı. Ziynete ilişkin bulunan bu eşya
üzerinden katil alametleri görünmekteydi. Sinop ’a doğru uzanan bütün yerlerde,
Hıristiyan kanının dökülmediği hiçbir ova, hiçbir geçit ve boş bir yer yoktu T
Türklerin, Anadolu’ya ve egemenlik kurdukları diğer Arap
coğrafyasına, Fransız ve diğer Haçlıları çağırmadıklarını bilinmektedir. Bu
gibi istilacıların İnönü’nde, Antakya’da, Maarra’da ve Kudüs’te ne gibi iğrenç
hareketlerde bulunarak Türklerin cesetlerini yediklerini ve her tarafa
kaçarken yerlere atılan eşyanın haydutlukla elde edilmiş olduğunu Joseph François
Michaud’un hatırlamaması, bir tarihçinin yapabileceği en büyük hatadır.
Fransız tarihçileri, bu sebeple açlıktan, yorgunluktan ve
umutsuzluktan dolayı ölenlerin 160.000 kişi olduğunu söylerler. Ama bunların
bir kısmı kaçtığı gibi, önemli bir kısmı da Türklere esir düşüp canlarını
kurtarmış ve insani bir muameleye tabi tutulmuşlardı.
İkinci Ordu:
Kont dö Növer ve Kont dö Burj idaresi altındaki Haçlılar,
1101 yılının mayıs ayında İstanbul’a gelip, İzmir’e doğru yollarına devam
etmişlerdi. 15.000 silahlı askerden oluşan bu ordu arasında, öncekilerde olduğu
gibi, pek çok keşiş, kadın, çocuk ve silahsız halk kitleleri mevcut bulunuyordu.
İki haftada Ankara’ya geldiler. Lombardlar kitlesinin akıbetinden haber alınca,
güneye doğru harekete geçtiler.[219]
Türk Selçuklu Devleti’nin merkezi olan Konya’yı birkaç gün
muhasara ettikten sonra, yollarına devam ettiler. Ereğli civarında Türkler
göründü. Kont dö Növer’in kardeşi olup, ordunun bayrağını elinde taşıyan Ro-
ber, kaçmaya ön ayak oldu. Onu örnek alarak, diğer reisleri dahi Adana’ya doğru
kaçmaya başladılar. Haçlıların çadırları, malları Türklerin eline geçti.
Fransız Tarihçi Joseph François Michaud bu durumu: “Binlerce kadının ve
çocuğun barbarların (Türkleri kastetmekte) eline düşüp, Horasan "a götürüldüğü”
şeklinde ifade etmektedir.[220]
Üçüncü Ordu:
Bu ordu Giyyom dö Puatu idaresinde olup, Clermont
(Klermont) Piskoposu, Bavyera Dukası Wolf ve AvusturyalI Kontes îda dahilinde
idi. İstanbul’a gelmişlerdi. Ancak, o zamanın tarihçilerinin dediği gibi, “Anadolu
’ya gidenler, mezara gitmiş demek olup, bir daha geri denemediklerinden”
önceki birlikler hakkında bilgi alamadılar. Haçlıların bir kısmı Anadolu
milletlerini, “batı milletlerini yutan geniş bir mezar” diye ifade
ettiklerinden, Filistin’e denizden gitmek arzusunda bulunuyorlardı. Diğer bir
kısmı dahi, Bizans İmparatorluğu’nun Haçlılar’ı denizde takip ederek
öldüreceği fikrini ileri sürmekteydi.
Tarihçi Ekkard (Von Urach) diyor ki: “ En üzüntülü
tereddütlerin sonucu baba kızından, kardeş kardeşinden, dost dostundan
ayrılmakta ve canını kurtarmak için umut edenlerin durumu, ölmek hususunda
duyulacak acıdan daha şiddetliydi. Kimi gemi ile gitmek, kimi Rumeli ’ye
dönmek, bazıları da gemiye bindikten sonra denize açılıp kaçınmak istedikleri
ölüme doğru gitmek hususlarını seçtiler!” Alman haçlıları arasında bulunan
bu tarihçi, bir süre tereddüt ettikten sonra, pek çok arkadaşla beraber gemiye
binip Yafa’ya gitti.[221]
İçinde pek çok kadın, erkek, çocuk ve ihtiyar bulunan bu
ordu, ekin biçme zamanında İzmit’e geldi. İlk Haçlıların yolunu takip ederek,
Konya
Ereğli’sine varınca, Türklerle karşılaştı.
Şiddetli çarpışmadan sonra, Haçlılar kaçmaya başladılar. Birkaç kont, baron ve
dük dağlara sığınarak kartalabildi. İki yerinden ok ile yaralanan Dük dö
Vermandua, Tarsus’a kadar gidebildi ve orada öldü. Gerek muharebe sırasında,
gerek kaçarken Kontes îda ile pek çok tanınmış aileden gelen kadınlar ve kızlar
kayboldu. Bazı tarihçiler Kontes İda’yı atların ezdiğini, bazıları da Türkler
tarafından Horasan’a götürüldüğünü belirtirler.[222]
Batılı tarihçiler, ikinci ve üçüncü ordulardaki kitlelerin uğradıkları
akıbetler hakkında söylemediklerini bırakmıyorlar. Mesela ikinci ordu Haçlıları
için anlattıklarına bakılırsa, Türkler merhametsiz ve acımasız olmalarına
nazaran, Fransız ve diğer haçlı ordularının seçme kişilerden olduğunu,
yanlarında da ırz ve namus numunesi olan kadınlar ve keşişler bulunduğu
şeklinde idi. Bu tarif, çok üzücü bir tariftir. Zira Türklerin, merhamet düşüncesi
hiçbir millette yok denecek kadar azdır. AvusturyalI Kontes İda’nm da,
Horasan’a götürüldüğü ayrıca ilave ediliyor.
Horasan’ın dağlar ve bataklıklar ile çevrili olarak
dünyanın diğer memleketlerinden ayrı bulunduğu ve Hıristiyan esirlerin hayvan
sürüleri gibi ahırlara kapatıldığını Fransız Kronikçi Albert d’Aix söylüyor.[223] Fakat Albert
d’Aix ne kadar ilginçtir ki, bu haberleri kimden aldığını da yazmıyor.
Aldıkları esirleri hizmetlerinde kullanmadıktan veya öldürmedikten sonra, üç
aylık mesafedeki yere götürüp, orada beslemek gibi aptalca bir harekete
Türklerin niçin giriştiklerini düşünmeyen ve düşmanlarına karşı bu türlü
iftiralarda bulunarak insanları birbirine düşüren tarihçiler kadar, insaniyete
zarar veren hiçbir istila ordusuna tesadüf olunamaz.
Hatta anlattıkları adeta bir masala dayanan bir olay var.
Mesala Kontes îda, bir Türk Emiri’ne esir düşüp, onunla izdivaç yapmış ve
meşhur îmâdeddin Zengi’yi doğurmuş. Fransız ve diğer haçlı zihniyetinin bu ifadesi,
îmâdeddin’in cevheri ve kıymetli annesinin, AvrupalI bir Hıristiyan kadınının
kanından olduğunu söyleyerek böbürlenmek ve Türk’ü küçültmek için
kullanılmıştır.[224]
ÜÇÜNCÜBÖLÜM
Fransız Kronikçileri ile
17. ve 19. Yüzyıl Tarihçilerinin
Fransızca Orijinal
Belgeleri
SONSÖZ
Son sözümün ilk sözü şudur: Hepinizin bildiği gibi, yamyamlıktan söz açılınca, vaktiyle Afrika’nın iç kesimlerinde yaşayan bazı ilkel kabileler akla gelir. Ama tarihin sayfalarını karıştırırsanız, Avrupahların bu konuda ne kadar ileride olduklarını görürsünüz. Öyle ki, bırakın
sadece insan avlayıp yemeyi, Türklerin ve Müslümanların defnedilmiş
cesetlerini bile çıkarıp yemişler ve bunun ticaretini bile yapmışlardır. İnsan
haklarından dem vuran Fransa ve diğer Avrupalı ülkelerin geçmişleri kitabımızda
ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Öyle ki, günümüzde sinemalarda oynattıkları
“vampir filmlerinin” kökeninde bile bunların nasıl bir kan emici olduklarının
anlamak mümkün.
1096 yılında Anadolu topraklarına ayak basan Fransız ve
diğer Hıristiyan yandaş ülkeler, vahşi hayvan sürülerinden farksız idiler.
İznik’te yakaladıkları Müslüman-Türk çocuklarını parçalıyor, etlerini şişlere
geçirip ateşte kızartıyor, sonra da vahşi ağızları ile etleri silip
süpürüyorlardı. Ben bu kitap çalışmasına başlamadan önce hep şunu merak ettim:
“Acaba Fransızların, Müslüman-Türklerin cesetlerini yediklerini bizimkiler mi
uyduruyor?” Sonra araştırdım baktım ki, hayır! Hiçbir Türk tarihçisi, bu konuyu
gündeme bile getirmemiş. Rahmetli Hocamız Prof. Dr. Işın De- mirkent bile en
azından tevazu gereği “tarihin bu arka odasını” ele almamıştı. Hâlbuki
kitabımız boyunca göreceksiniz ki, Fransızların binlerce Müslüman-Türk’ü
öldürdükten sonra cesetlerini yediklerini ele alan tamamıyla Fransız
kronikçileri, bilim insanları ve Arap tarihçileridir.
Fransızların, Müslüman-Türkleri öldürdükten sonra
cesetlerini yemelerini anlatan bu anlatılar, 1847 yıllarına kadar devam
etmiştir. Ama 19. asrın ortalarından itibaren günümüze kadar, tüm Fransız bilim
insanları, Müslüman-Türklerin cesetlerini yediklerine dair bir tek ifade bile
kullanmamıştır. Üstünü örtmeye ve gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu konuda önemli
bir çalışma yapan Fransız Bilim İnsanı Rene Grousset (1885 -1952) yazmış olduğu
üç ciltlik Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) adlı çalışmasında bu
konuyla ilgili tek bir cümle bile kullanmamıştır. Kitabımızda ele aldığımız
gibi, Steven Runciman (1903 -2000) bile yazmış olduğu üç ciltlik Histoire des
Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) adlı kitabında sadece: “Açlık hüküm
sürüyordu...Yamyamlık tek çözüm yoluydu!” gibi basitçe bir ifade dışında, bu
tarihi lekeyle ilgili başka söz kullanmaz.
Josepf François Michaud’m (1767- 1839) yazdığı Histoire des
Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) adlı kitabında ve yine aynı yazarın
Bibliograp- hie des Croisades (Haçlı Seferleri Bibliyografyası) adlı kitabında,
o dönemi yaşayan Kronikçi Fulcher Chartres’m (1059- 1127) Jeanne Menard tarafından
düzenlenmiş olan DIEU LE VEUT! Recit de la primiere croisa- de 1095 - 1106
(inşallah! Birinci Haçlı Seferinin Öyküsü) adlı eserinde ve yine o dönemin
bizzat şahidi olan Fransız Kronikçi Fulcherius Camoten- sis (Latin
kaynaklarında adı Fulcher de Chartres olarak geçer: 1059-1127) “Gesta Francorum
Jerusalem Peregrinantium” (Kudüs Seferi: Kutsal Toprakları Kurtarmak) adlı
eserinde, Amin Maalouf (1949- ...) “Les Croisades Vue Par Les Arabes”
(Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri) adlı çalışmasında, Arap Vakanüvis Usame
Ibn Munkîz’m “KitabuT-îtibar” (İbretler Kitabı) adlı kitabında, Richard le Pelerin’in
düzenlediği “The Chanson d’Antioche” (Antakya Destanı) adlı çalışmasında,
Îbnü’l-Esir’in “el-Kâmil fit-Tarih” adlı eserinde ve daha buraya ismini
almadığım birçok kayıtta, Fransızların, öldürdükleri Türk ve Müslümanların
cesetlerini yedikleri kayıt altına alınmıştır.
Antakya kuşatması sırasında başlarındaki ünlü
papaz Pierre I’Ermit’in tavsiyesine uyarak, şehit Türk askerlerinin cesetlerini
toplamış, tuzlamış, pişirmiş ve kendilerine ziyafet çekmişlerdi. Halep’in
Maarra Kenti’ni ele geçirdikten sonra, güya baş gösteren açlıkta ise, birkaç
haftadır bataklıklarda kalan “kokmuş Müslüman-Türk cesetlerini” toplayıp
yemişlerdi. Aslında Avrupahlarm yamyamlığı, Haçlı seferlerinin başlangıcıyla
ortaya çıkmış değil. Onlar; bu seferlerden 70 yıl önce kendi dindaşlarının da
icabına bakmışlardı. Nitekim, 1026 yılında Fransa’da yaşanan “kıthk”ta, anormal
bir şekilde insan ölümü meydan gelmiş, açılan geniş çukurlara yüzlerce ölü
doldurulmuştu. Sağ kalanlar bunları yağmalıyor, götürdükleri cesetlerle karınlarını
doyuruyorlardı. Çocuklara elma ve yumurta vererek onları kandırıyorlar ve
sonra bu çocukları öldürdükten sonra cesetlerini yiyorlardı. Hatta Fransız’ın
biri, Toumus Pazan’nda pişmiş insan eti bile satmaya kalkışmıştı.
Hele Mâcan denilen bölge civarındaki ormanda
yaşayan bir adamın kulübesinde görülen manzara büsbütün tüyler ürperticiydi.
Oradaki kiliseye gelenleri kandırıp götüren bir adam, yediği 48 kişinin
kafasından bir koleksiyon oluşturmuştu. Orta Çağ’da yaşanan bu dehşet verici
olaylar, Yeniçağ’da Amerika’nın keşfinden sonra inanılmaz bir boyut kazandı.
Girdikleri her bölgeye ölüm yağdıran İspanyol işgalciler de, çok geçmeden
yamyamlığa başladılar. Ve insan etinin tadını alınca, işi ticarete bile döktüler.
Tüm bunları da Fransız dostlarından öğrenmişlerdi. Sırf insan eti satan
kasaplarda, katledilen Kızılderililerin çeşitli uzuvları çengellere asılarak
teşhir ediliyordu. Parayı verenler isterse tamamını, isterse parça parça
Kızılderili etini yiyebiliyordu.
Ne dersiniz, batı medeniyetinin temelinde insan haklan
düşüncesi mi, yoksa insan etleri yeme gerçeği mi yatıyor? İğrençlikler bitmez
ki, Antakya’da yaptıkları yapan Fransızların yolu Maarra Kenti’ne düşer ve
şehre girer girmez istila başlıyor. Frantz Funck Brentano’nun da dediği gibi, savaşacak
gücünü kaybeden halk teslim oldu. Muhasarayı idare etmiş olan Bohemond,
Müslümanlann ve Türklerin eşleri ve çocukları ile beraber, kıymetli mallarını
da alarak, kale kapısına iltica etmeleri haberini gönderdi. Ancak bu takdirde
canlarını ve mallarını kurtaracaklarını ifade etti. Fakat bu söz, bir hileden
ibaretti. Zira Fransızların başını çektiği bu karışık barbar ordu, Maarra’ya
girer girmez adeta kudurmuşçasma katliama ve yağmaya başladılar. Kuyular ve
her yer araştırılarak, bütün mallara el konuldu. Bohemond’un sözlerine uyarak
birçok kişini malları alınmış, bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da esir olarak
satılmak üzere Antakya’ya gönderilmişti.
Antakya, Maarra Kenti’ne yetmeyen bir şehirdi. Peki Maarra
Kenti nereye yetmeyecekti? Kudüs’e! Kudüs’te ise elbette tam bir soykırım olacaktı.
Fulcherius Camotensis’in de belirttiği gibi, “Müslüman kadınların sığınmış
oldukları Ömer Camii’nde, çocukları ile beraber on bin kadar Müslüman’ı da,
Süleyman Mâbedi’nde öldürdüler.” Burada olsaydınız diyerek devam ediyor
Fransız kronikçi Carnotensis, “ayak bilekleriniz öldürülen Türklerin ve
Müslüman Arapların kanıyla lekelenebilirdi!”
O tarihlerde Türk-İslam Dünya’sı bu acıyı çekerken,
insanlara adil dav- ranılması gerektiği konusunda nutuk atan Papalık makamı ne
yapıyordu? Kendilerine Godefroi de Boullon’den gelen, aşağıdaki mektubun içeriğinden
hiç de rahatsız olmadıklarını belli ediyorlardı: “ Kudüs’te Müs- lümanlara
neler yapıldığını öğrenmek isterseniz, bilginiz olsun ki, Süleyman Mabedi’nin
kapısı önünde ve içinde, bizimkiler atlarıyla, Müslümanların kanlarını
dizlerinde görüyorlar.”Bu zalim kıyımlar yukarıda da bahsettiğimiz gibi,
insanlık tarihi boyunca görülmemiştir ve görülmeyecek de. Fransızların Türk ve
Müslüman milletlere yaptığı bu kıyımlar sadece, Türk eti yemeleri için Kral
Tafur’a akıl veren Pierre I’Ermit’m çadırını kurduğu Antakya Şehri’ne mahsus
olmamış, Türklerin Kalesi olan Maarra Kenti’nde, Kudüs’te ve çok az bir zaman
öncesinde Cezayir ve Ruanda’da yaşanmıştır.
Aç gözlü Hıristiyan Batı Dünyası’nm gözü doymak nedir
bilmiyor? Önüne çıkanı katlediyor. Mefisto ise parmağını sallıyor! Kimi
milletler tahrife uğramış kitapların, insan hevesiyle donanmış sayfalarını,
ilahi talimat bilerek insana böcek sıfatıyla bakmakta ve zulümlerini bu şekilde
tamamlamaktadırlar. Kimi milletlerde dünya jandarmalığına soyunarak, insan kanından
adalet sayfaları yazmaya çalışmaktadır.
En samimi ve dürüst bir
ifadeyle söyleyecek olursak, doğrusu dünya, Osmanlı adaletinin susuzluğu içinde
kıvranmaktadır. Bugün balkanlara ve ortadoğuya baktığınız zaman hep karışıklık
görülmekte. Bunun tek bir sebebi var, yepyeni bir “Osmanlı modelinin” oralarda
hâkim olmaması. Eğer balkanlarda ve ortadoğuda barış ve huzur istiyorsak, bu
Osmanlı modelini uygulamamız lazım. Ama maalesef bu gerçekleşemiyor. Eğer ki
destanlar, kaybettikleri kimliklerinden yeni birer kimlik kazanacak iseler,
bir daha dünyaya gelmesi mümkün olmayan Osmanlı çağını ve destanlarını bir daha
gözden geçirmeliler. Ne Maarra, ne Süleyman Mabedi, ne Ömer Camii’nde akan
kanlar ve ne de Antakya’da Türk ve Müslüman cesetlerini domuz jumbonundan daha
leziz bulan barbar başları Kral Tafur’un adına yazılan destanlar.
Türk Milleti’ni işlemediği
bir suçla “siyasi menfaat gereği” suçlayıp, kendilerine pay çıkaran ey batılı
ülkeler: Kendi tarihinize bir bakın, geçmişiniz ne durumda acaba? Hiçbir
ülkenin geçmişinde ne yapılmış, ne yapılmamış diyerek bunları gün ışığına
çıkartıp, kendimi de asla yüceltmem! Ama şerefli bir milletin evladı olarak
diyorum ki, iddialarınızda haklı iseniz: Buyurun o zaman istediğiniz arşivleri
açalım! Ermeni yasa tasarısını “temsilciler meclisinde” kabul eden ey Fransa!
Çok önemli bir akademik kuruluşunuz olan “Fransız Bilimsel Araştırmalar Merkezi
(CNRS)”ni neden herkese açmıyorsunuz? Müslüman-Türk insanlarını öldürdükten sonra,
bunların cesetlerini yediklerinizi, neden kendi okullarınızda okutmuyorsunuz?
Şerefli bir tarihiniz varsa, çekinmeyiniz. 20. asırda kurduğunuz Annales Tarih
Okulu, tarihçilerinizin yetiştiği en iyi okul değil mi? Akademisyenlerinizi
neden dikkate almıyorsunuz? Birçok batılı ülkenin temsilciler meclisine
getirilen, “Sözde Ermeni Soykırımı” acaba batılı ülkelerce ne derece
bilinmektedir? Ben size söyleyeyim: “Bırakın soykırım ile ilgili akademik bir
cümle veya belge sunmayı, Ermenistan’ın dünyanın neresinde olduğunu bile
bilmezler!” Normalleşme ve yakın ilişkilerin kurulduğu bir dönemde, ne
tezattır ki, diaspora ve ilgili ülkelerin siyasi rantçıları boş durmuyor! O
zaman ben de diyorum ki, kitabımda anlattığım olayların gerçek olmadığını
iddia edin. Edemezsiniz, çünkü kendi bilim insanlarınız bunları söylüyor. Ama
nedense kendi bilim adamlarınıza bile “doğruyu söylüyorlar diye, yargılama
kararı çıkarıyorsunuz!” O zaman kendi bilimsel kuruluşlarınızı kapatın, ne
amaçla kullanıyorsunuz bu kuruluşları? Bu dünyada olmasa bile, mutlaka öteki
yaşamda Allah’ın huzurunda elbette hesabınızı vereceksiniz. İşte orada adalet
vardır ve kimseye haksızlık edilmez...
Güven AYKAN
Tarih Felsefecisi
KAYNAKÇA
1-
Amin
Maalouf, Les Croisades Vues Par Les Arabes (Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri),
Çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., 5. Baskı İstanbul 2009
2-
Charles
Mills,“ Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi) ”, Depelafol Libraire
1836
3-
Edouard
Gibbon, Histoire de la Decandence et de la Chute de I’Empire Romain, Mairet et
Foumier, Paris, MDCCCXLI
4-
Albert
Malet et Jules Isaac, Professeurs agreges d’Histoire: Le Moyen Age, Classe de
IVeme, Paris 1926
5-
Frantz
Funck Brentano(1862-1947), Les Croisades (Haçlı Seferleri), Editör :
Flammarion, Paris 1934
6-
Fulcherius
Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem Peregrinan- tium 1100(Kutsal Toprakları
Kurtarmak: Kudüs Seferi), Çev: İlcan Bih- ter Barlas, IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul Haziran 2009
7-
Joseph
François Michaud, de I’Acedemie Française: Histoire des Croisades, Augmentee
d’un appendice, Delagrave, Paris 1849
8-
Pierre
Von Paassen, Why Jesus Dead?, New York 1949 (Dial Pres ine) 9- Mehmet Çelik,
“Bizans Devleti’nin Antakya ve Yöresinde Giriştiği Kütle Katliamları (IV.-VII.
Yüzyıllar)”, II. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu Bildirileri- Antakya 21-22
Mayıs 1992, Antakya 1994
10-
Steven
Runciman, Kutsal Toprakların Davetsiz Misafirleri: Haçlı Seferleri I, Editör:
Tanıl Yaşar, Noktakitap Yay., 1. Baskı Ekim 2005 11- Rene Grousset, Histoire
des Croisades I. 1095-1130 L’anarchie Musulmane, Perin, Tempus fr. n° 6, Paris
2002
12-
İbnüT
Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci
Yılı Olayları, Çev: Ahmet Ağırakça - Mertol Tulum, Bahar Yayınları, İstanbul 1986
13-
Richard
Le Pelerin, La Chanson d’Antioche (Fransız Milli Destanı), Bibliographie
Üniversite de Gand, 1862 Paris
14-
Raoul
de Cean (1080 - 1120), Gesta Tancredi Expeditione Hiero- solymitana, (Papaz
Tancredi’nin Öyküsü)
15-
Foucher
de Chartres (1059-1127), DIEU LE VEUT! Recit de la primiere croisade 1095 -
1106, Avant-Propos et Dossier etabli par Jean- ne Menard, Cosmopole
Publications - Diffiısions Marcus, Les Croisade Des Barons, Paris 2009
16-
Edward
Peters, The First Crusade: The Chronicle of Fulcher of Chartres and Other
Source Materials,University of Pennsylvania (USA) Press 1998
17-
Albert
d’Aix,(fL c. 1100) Historia Hierosolymit an ea Expeditionis
18-
Joseph
Fr. Michaud, Bibliographie des Croisades, Basım: Paris
* 1817-1822, Orijinal Nüshası: Lausanne Üniversitesi Faculte
des lettres
(Sanatlar Fakültesi)
19-
Janet
Abu Lughod, Before European Hegemony (Avrupa Hegemonyası Öncesi); OUP 1989
20-
G.E.
Perry, The Middle East: Fourteen Islamic Centuries. (Ortadoğu: 14. Yüzyılda
İslâm), 2d ed., Englewood Cliffs, NJ 1992
21-
T.G.
Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân, Tercüme:Yakup Üstün, İstanbul
1979
22-
Thomas
Fuller (1608-1661) The History Of The Holy War (Kutsal Savaş Tarihi), London
1840, Califomia University Libraries (Kaliforniya Üniversitesi Kütüphanesi)
23-
Amold
Hermann Ludwig Heeren, “Essai sur I’influence des Croisades (Haçlı
Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme), Çev: Charles Villers, Paris 1808
24-
Râşid
Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, Editör: Ahmed Yüksel Özemre, Kaknüs Yay.,
İstanbul Eylül 2002
25-
Usâme
ibn Munkiz, Kitâbu’l-İtibâr (İbretler Kitabı), Çev: Yusuf Ziya Cömert, Kitabevi
Yay., İstanbul 2008
26-
Zoe
Oldenbourg, Les Croisades, Collection Folio Histoire Publications, Gallimard
1965
[40] Amin
Maalouf, Les Croisades Vues Par Les Arabes (Arapların Gözüyle Haçlı Se
ferleri),
Çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., 5. Baskı İstanbul 2009, s. 217
[41] Edouard Gibbon, Histoire de la Decandence et de la Chute
de I’Empire Romain, Mairet et Fournier, Paris, MDCCCXLI, pp. 2/643
[42] Edouard
Gibbon, a.g.e. pp. 2/648
[43] Albert Malet et Jules Isaac, Professeurs agreges
d’Histoire: Le Moyen Age, Clas- se de IVeme, Paris 1926, pp. 4 / 251
[44] Frantz
Funck Brentano (1862 - 1947), Les Croisades (Haçlı Seferleri), Editör :
Flammarion,
Paris 1934, pp. 20
[45] Frantz Funck Brentano, a.g.e. pp. 21
[46] Amin
Maalouf, a.g.e., s. 21
[47] İmparator
Aleksios Komnenos’un Türk kökenli ücretli askerlerine Turcopol de
nilmektedir.
[48] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 66-67
[49] Şimdiki
Almanya’nm Aachen Şehri.
[50] Joseph François Michaud, de I’Acedemie Française: Histoire
des Croisades, Augmentee d’un appendice, Delagrave, Paris 1849, pp. 1/119
[51] Amin Maalouf, a.g.e., s. 31
[52] Amin Maalouf, a.g.e., s. 31-32
[53] Pierre Von Paassen, Why Jesus Dead?, New York 1949 (Dial Pres
ine), pp. 241
[54] Amin Maalouf, a.g.e., s. 33
[55] Antakya
Kralı’nın oğlu. Bkz. Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 76
[56] Steven Runciman, Kutsal Toprakların Davetsiz Misafirleri:
Haçlı Seferleri I, Editör: Tanıl Yaşar, Noktakitap Yay., 1. Baskı Ekim 2005, s.
203
[57] Rene Grousset, Histoire des Croisades I. 1095 - 1130
L’anarchie Musulmane, Paris, Perin, Tempus fr. n° 6, 2002, pp. 137
[58] Amin Maalouf, a.g.e., s. 33
[59] Amin Maalouf, a.g.e., s. 34
[60] Amin Maalouf, a.g.e., s. 35
[61] îbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih 10. Cilt 1. Bölüm,
Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, Çev: Ahmet Ağırakça - Mertol
Tulum, Bahar Yayınlan, İstanbul 1986, s. 189
[62] Emân: Korkusuzluk, emniyet, güven.
[63] Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/149
[64] İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 190
[65] Amin Maalouf, a.g.e., s. 44
[66] Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/151
[67] Foucher Chartres, Latin kaynaklarında, Fulcherius
Carnotensis diye geçiyor. Ama gerçekten böylemi bilmiyoruz. Bunu bir
dipnotumuzda da belirttik. 1058 yılında Chartres’de doğup, yaklaşık 1127
yılında da ölen Fransız rahip ve tarihçidir. Gesta Francorum Jerusalem
Peregrinantium adlı eserinde bu olayları anlatmıştır. Ama Alman Tarihçi
Heinrich Hagenma- yer, Fulcherius Camotensis’in 1095 yılında dünyaya geldiğini
ele almış. Bkz. Heinrich Ha- genmeyer, Fulcheri Carnotensis (Historia
Hierosolymitana), Cari Winters Üniversitesi 1913.
[68] Frantz
Funck Brentano, a.g.e., pp. 57
[69] Frantz
Funck Brentano, a.g.e., pp. 76
[70] Frantz
Funck Brentano, a.g.e., pp. 57
[71] Frantz
Funck Brentano, a.g.e., pp. 78
[72] Richard Le Pelerin, La Chanson d’Antioche (Fransız Milli
Destanı), Bibliograp- hie Üniversite de Gand, 1862 Paris, 5. Bölüm, s. 196-200
[73] Joseph
François Michaud, a.g.e. pp. 1/152
[74] Joseph
François Michaud, a.g.e. pp. 1/153
[75] Joseph
François Michaud, a.g.e. pp. 1/153
[76] Joseph
François Michaud, a.g.e. pp. 1/155
[77] Charles Mills, “ Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri
Tarihi) ”, Depelafol Lib- raire 1836, pp. 66-183.
[78] Joseph
François Michaud, a.g.e. pp. 1/154
[79] Joseph
François Michaud, a.g.e. pp. 1/154
[80] Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 71 '■
[81] Bkz.
Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 80, 112. Dipnot.
[82] Bkz.
Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 96 Dipnot 178: 28 Haziran 1098 Kürbo-
ğa
Bozgunu’ndan sonra Haçlı Prensleri, İmparator Alexsios’a haber gönderip, 1
Kasım’da onların araşma katılması durumunda Antakya’nın onun olacağını
bildirmişlerdi. Bohemond ve Kont Raymond, Kudüs’e ilerleyişi ertelemek
istemişlerdir. Çünkü Bohemond, Antakya Şehri’ni kendisi ele geçirmek istemekte,
Raymond ise Aleksios Komnenos’un haklarını korumak istemektedir.
[83] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 95-96
[84] Amin Maalouf, a.g.e., s. 49
[85] Barra / Bahreyn Bölgesi, Antakya’nın 42 mil
güneydoğusunda, Maarratü’n- numan ise Bahreyn’in 8 mil doğusunda bulunmaktadır.
Bahreyn Bölgesi Kont Raymond tarafından işgal edilmiştir. Bkz. Fulcherius
Carnotensis, a.g.e., s. 96
[86] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 96
[87] Amin Maalouf, a.g.e., s. 50
[88] İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm , Hicretin Dört Yüz
Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 191
[89] Foucher de Chartres (1059-1127), DIEU LE VEUT! Recit de la
primiere croisade 1095 - 1106, Avant-Propos et Dossier etabli par Jeanne
Menard, Cosmopole Publicati- ons - Diffusions Marcus, Les Croisade Des Barons,
Paris 2009, pp. 183-186
[90] Foucher de Chartres, a.g.e., pp. 183-184
[91] Steven Runciman, a.g.e. s. 248
[92] Raoul
de Cean’in “Putperest” kelimesinden kastettiği Müslümanlar yani Türklerdir.
[93] Janet
Abu Lughod, Before European Hegemony (Avrupa Hegemonyası Öncesi);
OUP 1989,
pp. 107
[94] G. E. Perry, The Middle East: Fourteen Islamic Centuries.
(Ortadoğu: 14. Yüzyılda İslâm), 2d ed., Englewood Cliffs, NJ, 1992, s. 78
[95] T. G.
Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân, Tercüme: Yakup Üstün, İs
tanbul
1979, s. 37
[96] Thomas Fuller (Doğum: 1608 - Ölüm: 16 Ağustos 1661) The
History of the Holy War (Kutsal Savaş Tarihi), London 1840, Califomia
University Libraries (Kaliforniya Üniversitesi Kütüphanesi) c. 1, Bölüm 1., s.
24-46, 6 Mart 1639’da kaleme aldığı kitabında bunlara değinmiştir.
[97] Amold Hermann Ludwig Heeren, “Essai sur I’influence des
Croisades (Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme), Çev: Charles Villers,
Paris 1808, s. 414
gi Joseph Fr.
Michaud (1767-1839), Histoire des Croisades (Haçlı Seferleri Tarihi), Paris
1825-1829, C. 1, Provenance(Kaynak): gallica.bnf.fr,
s. 373
[99] Joseph Fr. Michaud, a.g.e., s. 376
[100] Foucher de Chartres, a.g.e., pp. 175
[101] Amin Maalouf, a.g.e., s. 51-53
[102] İbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 190
[103] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 97
[104] Amin Maalouf, a.g.e., s. 54-55
[105] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 97-98
[106] Usâme ibn
Munkiz, Kitâbu’l-îtibâr (İbretler Kitabı), Çev: Yusuf Ziya Cömert,
Kitabevi
Yay., İstanbul 2008, s. 167
[107] Fransızlar, Kahire Şehri’ne “Babylon” demektedirler.
[108] Amin Maalouf, a.g.e., s. 55
[109] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 98-100
[110] Fulcherius, Süleyman Tapınağı’nın, Hz. Süleyman tarafından
yaptırılmadığını iddia ediyor.
[111] El-Aksâ, İslam Dini için en önemli üçüncü kutsal mekandır.
[112] Kudüs Şehri’ne: Ulema el-Kuds, Beytü’l-Makdis veya
el-Beytü’l-Mukaddes ismini takmışlardır.
[113] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 101-102
[114] Amin Maalouf, a.g.e., s. 59
[115] îbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 195
[116] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 104
[117] îbnü’l Esir, a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 195
[118] Edouard Gibbon, a.g.e. pp. 2/670
[119] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 104
[120] Albert Malet et Jules Isaac, a.g.e. pp. 4/258
[121] Steven Runciman, a.g.e., s. 272-273
[122] Amin
Maalouf,a.g.e, s. 60-61
[123] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 105
[124] Zoe Oldenbourg, Les Croisades, Collection Folio Histoire
Publications, Galli- mard 1965, pp. 219
[125] Zoe Oldenbourg, a.g.e., pp. 224
[126] Amin Maalouf, a.g.e., s. 61-62
[127] İbnü’l
Esir, a.g.e., 10. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı Olayları, s. 195
[128] Amin Maalouf, a.g.e., s. 64
[129] , İbnü’l Esir,
a.g.e., 10. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Dört Yüz Doksan Birinci Yılı
Olayları,
s. 195
[130] Fulcherius’un,
düşmanlardan kastettiği Müslüman Araplar ve Türklerdir.
[131] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 109
[132] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 111-112, Yalnız Camotensis’in
verdiği rakamlar biraz abartılıdır.
[133] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 113
[134] Papa n.
Urbanus 1095 yıhnda Clermont Konsili’nde yaptığı konuşması ile Haçlı
S
eterleri’nin icra edicisi olarak bilinmektedir.
[135] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 114-115, Camotensis,
Papa Urbanus’un ölüm tarihini yanhş olarak vermiştir. Urbanus’un ölüm tarihi 29
Temmuz 1099’dur.
[136] Amin Maalouf, a.g.e., s. 67
[137] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 117-118
[138] Amin Maalouf, a.g.e., s. 68
[139] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 118
[140] Steven Runciman, a.g.e., s. 305
[141] Godefroi 18 Temmuz”da ölmüştür. Bkz. Fulcherius
Camotansis, a.g.e., s. 119, Godefroi, Kutsal Mezar Kilisesi’nde toprağa
verildi. Bkz. Steven Runciman, a.g.e., s. 298
[142] Amin
Maalouf, a.g.e., 69-70
[143] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 122
[144] Amin
Maalouf, a.g.e., s. 70
[145] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 123
[146] Amin Maalouf, a.g.e., s. 71-72
[147] İbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Beşinci Yılı Olayları (1101-1102), s. 25
[148] Îbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Beşinci Yılı Olayları (1101-1102), s. 38
[149] Amin Maalouf, a.g.e., s. 73-74
[150] Îbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Beşinci Yılı Olayları (1101-1102), s. 38
[151] Amin Maalouf, a.g.e., s. 74-75
[152] Amin Maalouf, Tancred’in Antakya’yı teslim almasını Mart
1102 olarak ifade ediyor: Bkz. a.g.e., s. 75
[153] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 133-134
[154] Amin Maalouf, a.g.e. s. 75
[155] Bohemond, Melik Gazi Gümüştekin tarafından 1100 yılında
Sivas Şehri’nde esir edilmişti. 3 Mayıs 1103’te de serbest bırakılmıştır.
[156] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 157
[157] İbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 2. Bölüm, Hicretin Dört Yüz
Doksan Yedinci Yılı Olayları (1103-1104), s. 44
[158] Amin Maalouf, a.g.e., s. 77
[159] 1104
yılının sonbaharında Antakya’dan yola çıkan Bohemond, 1105 yılının ocak
ayında
İtalya’nm Bari Bölgesi’ne varmıştır.
[160] Amin
Maalouf, a.g.e., s. 77-78
[161] Fief:
Tımar, zeamet
[162] Kont Baudouin, 1104 yılında esir edilmiş, 1108 yılının
ağustos ortalarında serbest bırakılmıştır.
[163] 1108
yılının Eylül ayında Teli Başir yakınlarında gerçekleşen bu savaş, bir taraf
ta Tancrede, diğer tarafta ise
Baudouin, Joscelin ve düşmanlan olan Türklerin müttefik olması ilginç olarak
yorumlanmaktadır. Frkat Türkler, bu savaşta, her iki Fransız komutanın görüş
aynlıklanndan istifade etmek için böyle bir girişimde bulunmuşlardır.
[164] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 162
[165] Amin
Maalouf, a.g.e., s. 79
[166] 1104
yılının sonbaharında Apulia’dan aynlan Bohemond, 1106 yılının başında
Fransa’ya ulaşır.
[167] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 163
[168] Amin Maalouf, a.g.e., s. 81
[169] Kont Raymond, 28 Şubat 1105’te ölmüştür.
[170] Fulcherius Canotensis, a.g.e., s. 175-176
[171] Fulcherius
Carnotensis, a.g.e., s. 177
[172] Fulcherius
Carnotensis, a.g.e., s. 177
[173] İbnü’l-Kalanisi’ye göre, Trablusşam’m Fransızların eline
geçişi 12 Temmuz
1109
olarak belirtilmiş. Bkz. Amin Maalouf, a.g.e. s. 84
[174] Bu gemiler Ceneviz’den gelen ve Trablusşam’m ele
geçirilmesinde de yardımcı olan gemilerdir. Cenevizliler, savaşçı adamlarla
dplu kırk gemi gönderir.
[175] Fulcherius Camotensis, a.g.e. s. 177-178
[176] Amin Maalouf, a.g.e., s. 85-86
[177] Fulcherius Camotensis, a.g.e. s. 178-179
[178] Bu tepe Taberiye Şehri’nin batısındadır. Bkz.
İbnü’l-Kalanisi, The Damascus Chronicle, pp. 136
[179] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 190.
[182] Bu şehir,
Süveyş Kanalı’nin yaklaşık on mil doğusunda bulunan Farama
Şehri’dir.
[183] Kral Baudouin, bu yarayı 1103 yılında almıştı.
[184] 25 Mart Pazartesi
günü.
[185] Bu şehir Farama’nm elli mil doğusundadır. Îbnü’l-Esir’e
göre ise, bu şehir el- Ariş diye ifade edilmektedir.
[186] Baudouin, Fransız’dır. Kendi dindaşlarının onun ölümüne
üzülmesi ifadesi doğru olabilir, ancak Müslümanların onun ölümüne üzülmesi söz
konusu olamaz. Carnotensis, bu ifadeyle, Papazı olduğu Baudouin’in ölümüne
duygusal yaklaşmaktadır.
[187] Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 199-200
[188] Amin Maalouf, a.g.e., s. 96-97
[189] Urfa Kontu II. Baudouin (1100-18), Godefroi’nin ve I.
Baudouin’in kuzeni olan Rethel Kontu I. Hugue’nin oğludur.
[190] İbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 3. Bölüm, Hicretin Beş Yüz
On Beşinci Yılı Olayları (1121-1122), s. 6
[191] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 217
[192] Amin Maalouf, a.g.e., s. 98
[193] Fulcherius Camotensis, a.g.e., s. 217
[194] Fransızlar bu şehre Hierapolis demişler.
[195] Amin Maalouf, bu bilgiyi Kemaleddin’e göre verir ve
doğru olan bilgide budur. Bkz. Amin Maalouf, a.g.e., s. 99
[196] Camotensis’in
verdiği bilgi yanlıştır. Zira Jocelin’in, Belek’e olan düşmanlığı ve onu
tutsak tutması böyle bir yanlış bilgiye yol açmıştır. Bkz.
Fulcherius Carnotensis, a.g.e., s. 241
o p
OJ
[197] Amin Maalouf, a.g.e. s. 100-106
[198] Amin Maalouf, a.g.e., s. 109-112
[199] Îbnü’l-Esir, a.g.e., 10. Cilt 3. Bölüm, Hicretin Beş Yüz
Yirmi İkinci Yılı Olayları (1128), s. 44
[200] n. Bohemond öldrüldükten sonra vücudunun bozulmaması için
ilaçlanmıştır. Bu usule tahnitlenme denir. Eski Mısır’dan beri bu uygulama
yapılmıştır.
[201] Amin Maalouf, a.g.e., s. 112-114
[202] Usame îbn Munkîz, a.g.e., s. 172
[203] Amin
Maalopuf, a.g.e. s. 115
[204] Amin Maalouf, a.g.e., s. 117-119
[205] İbnü’l-Esir, a.g.e., 11. Cilt 1. Bölüm, Hicretin Beş Yüz
Yirmi Dokuzuncu Yılı Olayları ( 1134-1135 ), s. 12
[206] Edouard Gibbon, a.g.e. pp. 2/671
[207] Râşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, Editör: Ahmed
Yüksel Özemre, Kak- nüs Yay., İstanbul Eylül 2002, s. 61
[208] Joseph François Michaud, a.g.e. pp. 1/254
[209] Frantz Funck Brentano, a.g.e., pp. 92
[210] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/305
[211] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/490 ve ayrıca Bkz.
Edouard Gibbon, a.g.e. pp. 1/293
[214] Râşid Erer, a.g.e. s. 65
[215] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/263
[216] Râşid Erer, a.g.e. s. 66
[217] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/265
[218] RâşidErer, a.g.e. s. 67
[219] Râşid Erer, a.g.e., s. 68
[220] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/267
[221] Joseph François Michaud, a.g.e., pp. 1/267
[222] Joseph François
Michaud, a.g.e., pp. 1/268
[223] Joseph
François Michaud, a.g.e., pp. 1/268
[224] Râşid Erer, a.g.e., s. 70