Ahmet Hamdi Şirvani’nin “Makaletü’l-Urefa Fi
Mesaili’l-Hükema” Adlı Eserinin
Sadeleştirilmesi ve Değerlendirilmesi
Mahmut ÖZCAN
GİRİŞ
AHMET HAMDİ ŞİRVANİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
Hayatı, eserleri ve ilmi şahsiyeti hakkında yeterli bilgi
bulamadığımız Ahmet Hamdi Şirvani’nin doğum tarihiyle ilgili birbirine yakın
iki değişik tarih tespit etmekteyiz. Şirvani’nin Seyahatname (Hindistan, Svat,
Afganistan) adlı eserini yayına hazırlayan ve Ahmet Hamdi Şirvani’nin,
kendisinin büyük dedesi olduğunu söyleyen Fatma Rezzan Hürmen, eserin baş
tarafında Şirvani’nin doğum tarihi olarak M.1828 tarihini vermektedir.
Fakat
Şirvani’den çok kısa olarak bahseden Ansiklopedi kaynaklarında doğum tarihi
olarak 1831 yılı verilmiştir. Biz bu tarihlerden Fatma Rezzan Hürmen Hanımın
verdiği 1828 tarihini kendisinin büyük dedesi olması hasebiyle tercih etmek
istiyoruz.
1828 tarihinde Şirvan’da dünyaya gelen Ahmet Hamdi Şirvani yerleşmek için
İstanbul’a gelmiştir. Burada medrese öğrenimi görerek müderris olmuştur. Ayrıca
Encümen-i Teftiş’te üyelik ve başkanlık, Meclisi-i Maarif’te üyelik yapmıştır.
Zamanın Padişahı Sultan II. Abdülhamid tarafından
Hindistan’a Şehbender (Konsolos) olarak gönderilmiştir. Dönüşte anılarını
Seyahatname (Hindistan, Svat, Afganistan) adlı eserinde toplamıştır.
Şirvani, Arapça, Farsça ve Fransızca lisanlarına vakıf
olduğu gibi, devrinin ileri gelen simalarındandır.
Ahmet Hamdi Şirvani’nin İstanbullu bir hanım olan eşinden
bir oğlu ve iki kızı Türkiye’de dünyaya gelmiştir. Oğlu Tevfik Hamdi Biren
parlak bir talebelik hayatından sonra önemli görevlerde bulunmuştur. Kudüs
mutasarrıflığından sonra Selanik, Konya, Yemen, Bursa ve Ankara valiliklerinde
bulunmuş daha sonraları ise Şura-yı Devlet Reisi ve maliye vekili olarak vazife
görmüştür.
Eşi Emine Naciye Hanım da, zamanının kültürlü, zeki ve
kabiliyetli kişiliklerindendi. İçinde yaşadığı çağın arz ettiği bütün
zorluklara rağmen kabiliyetlerini geliştirme imkanı bulabilmiştir. Bu bağlamda
o sıralarda kurulmakta olan Sanayi-i
Nefise Mektebi için Avrupa’dan getirilen ressam Salvatore
Valeri’den resim dersleri almış ve bir portre ressamı olarak başarılı tablolar
meydana getirmiştir. Ahmet Hamdi Şirvani İstanbul’da M.1890 yılında
vefat etmiştir.
Yine Ahmet Hamdi Şirvani’nin kaleme aldığı Seyahatname
(Hindistan, Svat, Afganistan) isimli eserini yayına hazırlayan Fatma Rezzan
Hürmen Hanım, Şirvani’nin bu Seyahatname ile on dokuz adet eserinin olduğunu
haber vermekte fakat bu eserlerin isimlerinden ve içeriklerinden
bahsetmemektedir. Çok yönlü bir ilim
ve devlet adamı olarak dikkatimizi çeken Şirvani’nin çeşitli ilimlere ait bazı
eserlerinden bahsedilmektedir. Biz bu eserlerden, “Seyahatname (Hindistan, Svat
ve Afganistan)”, “Suveri Kevakip” ve bu çalışmamıza esas aldığımız
“Makaletü’l-Urefa fi Mesaili’l- Hükema” adlı eserlerini elde etmiş bulunuyoruz.
Onun için bu eserlerin içeriğinden kısaca bahsedeceğiz. Fakat sadece isimlerini
tespit edebildiğimiz eserlerini ise kronolojik sıralamayı esas alarak sunmaya
çalışacağız.
Ahmet Hamdi Şirvani’nin tespit edebildiğimiz ve elde
ettiğimiz bazı eserleri şunlardır:
1-Usul-ü Coğrafya (Coğrafya Usülü) (1866)
2-Teshilü’l-Aruz Ve’l-Kavafı Ve’l-Bedayi.) (1872)
3-Tercüme-i Makamat-ı Hariri (Hariri’nin Hikayelerinin
Tercümesi) (1873)
4-Hülasatü’l-Feraiz fi Halli’l-Gavamiz (Feraiz Özeti)
(1874)
5-Belagat-ı Lisan-ı Osmani (Osmanlıca’nın incelikleri)
(1876)
6-Türkçe (Osmanlıca) Özet Mantık (1882)
7-Türkçe (Osmanlıca) Özet Fıkıh Usulü (1884)
8-Seyahatname (Hindistan, Svat, Afganistan (1883): Bu eser
Şirvani’nin Hindistan’a konsolos olarak gönderilmesinden sonra buradan dönerken
kaleme almış olduğu bir eserdir. Bu eser İstanbul’da Mahmut Bey Matbaası’nda
basılmıştır. Şirvani, kitabının önsüzünde Sultan II. Abdülhamid Han tarafından
fevkalade bir vazife ile Hindistan’a gönderilmiş olduğundan bahsetmekte ve bu
seyahat esnasında ziyaret ettiği şehirler, karşılaştığı kişiler ve şahit olduğu
hadiseleri not ederek İstanbul’dan ayrıldığı günden itibaren gördüğü yerleri
akıcı bir üslup ile kaleme almıştır.
Eserinde, ülkemizde fazla tanınmayan Hindistan, Svat ve
Afganistan’ın şehirlerini buralarda yaşayan değişik millet ve dinlere mensup
toplulukları geniş bir şekilde anlatmış, bu memleketlerin halklarının örf ve
adetlerini, çeşitli mezhep ve törenlerini bu din saliklerinin her birinin
ibadet şekli ile mabetleri hakkındaki gözlemlerini sadakatle kaydetmiştir.
Bu eser Fatma Rezzan Hürmen tarafından yayına hazırlanmış
olup, Arma Yayınlarının Tarih-Anı Dizisi arasında, İstanbul’da 1995 yılında
basılmıştır.
9-Suveri Kevakip (Yıldızların şekilleri): Astroloji
ağırlıklı bir astronomi eseridir. Şirvani bu eserinde burçlardan ve burçları
meydana getiren yıldızların sayı ve şekillerinden bahsetmektedir. Mesela bunlardan
ikizler burcunun on sekiz adet yıldızdan meydana geldiğini, başları kuzeybatı
ayakları güneydoğuya doğru uzanan,birbirine sarılmış iki çocuk şeklinde
belirdiğini söylemektedir. Bunun gibi hangi burcun hangi yıldızlardan
oluştuğunu kaç adat yıldızdan meydana geldiğini nasıl bir şekil oluşturduğunu,
kendi zamanındaki astronomi bilgilerine dayanarak aktarmaya çalışmıştır.
Bu eser, Tasvir-i Efkar Gazetesi matbaasında 15 Ramazan
1284 (M.1868)’ te basılmıştır.
10-Makaletü’l-Urefa fi Mesaili’l-Hükema (Filozofların
Meseleleriyle ilgili Ariflerin söyledikleri): Adından da anlaşılacağı üzere,
Şirvani bu eserinde filozofların üzerinde durduğu bir çok meseleyi arifler
dediği tasavvufçuların görüşleriyle özellikle Gazali, İbn Arabi ve Sühreverdi
gibi kelamcı ve sufi filozof karakterli şahısların görüşleriyle karşılaştırmalı
bir tarzda ele almıştır.
Eser Türkçe (Osmanlıca) olup, yer yer Arapça ibareler ve
Farsça rubai ve manzumelerden müteşekkildir ve seksen dört sayfadır. Eser,
Tasvir-i Efkar Gazetesi Matbaası’nda, 15 Muharrem 1285 (M.1869)’de basılmıştır
I . BÖLÜM
“MAKALETÜ’L-UREFA
Fİ-MESAİLİ’L HÜKEMA”ADLI ESERİN SADELEŞTİRİLMESİ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
İlâhi âlemi süsleyen güneş ilâhi birlik ufuklarından doğup
bütün aydınlığıyla cisimler (nâsût) âleminin uzayını süsleyince, Ceberrût
âleminin nurları ve melekût âleminin ayları, o aydınlıktan, ışık (nur) alarak
mele-i âlânın etrafını aydınlatmışlardır. Doğru yolu bulan akıl sahipleri ve
maneviyâta önem veren kişilerde bu birlik sırrını ve hakikat nurunu görmüşler
ve o yöne yönelmişlerdir. Nefsâni istekler ve şüphe örtüleri onların buluşma ve
kavuşmalarını engeller ise, aklı selimin ve doğru şeriatın kılavuzluğunda,
maddi gölgelemeleri atarak ve nefsâni tutkuları kaldırarak nurların aydınlık
silsilesine katılmışlar, iyilerin iplerine tutunarak ilme’l yakin mertebesine
ulaşmışlar ve cennetin en yüksek tabakasına nâil olmuşlardır. (İşte bu)
Büyüklerin ve velilerin sözleriyle tertip edilmiş ve düzenlenmiş, bazı
şüpheleri ve tehlikeleri kaldırmak için; bir mukaddime, üç bâb ve bir sonuç’tan
meydana gelen “Filozofların meseleleriyle ilgili Ariflerin sözleri” adlı bir
risâledir.
(S.(3)
Anlayış ve basiret sahibi kimseler ve ilim erbabı uyanık kimselere gizli
ve kapalı olmadığı üzere ilmi ve ameli felsefe, insanın güçü yettiği nispette,
evrendeki eşyanın hakikatini ve özelliklerini gerektiği gibi incelemesi ve
davranışlarda şer’i ahlaka ve mükemmel nizama uymasıdır. Yüce ve güzel bir ilim
olan bu ilimin gayesi, insanın nefsini, ilmi mükemmelliklerle ve ameli faziletlerle
mükemmelleştirmektir. Bu ise görünür menfaatler ve manevi faydalar elde
edilmesine sebep olduğundan, delalet eder ki; ezeli lütuf ve inayetin gereği
olarak, âlemin düzeninin mükemmelleşmesi ve insanoğlu için gerekli olan
tebliğden başka, büyük nebi ve resullerden bazılarının, yaşamlarının bir
meyvesi olarak bu yüce ilim dünyaya armağan olunmuştur.
(S.(4)
“Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır
verilmiştir”.9 ayeti kerimesi bu yüce ilmin şânını bildirmekte,
“Andolsun biz Lokman’a, Allah’a şükret
diye hikmet verdik..'”
10 ayeti ise bu ilmin, şükredilmesi gereken bir nimet olduğuna, ve
faziletli yüce ilâhi makamdan geldiğine açık bir şekilde işaret etmektedir.
böylece bu ilmin kaynağı ve başlangıcının ilahi olduğu ortaya çıkmaktadır. Yine
bu ayetler açıkça bildirmese de bilinen bir hususta Lokman hazretleri uzun
ömürlü olması cihetiyle dört yüz Peygambere kavuşmuştur. Bu peygamberlerin
sohbetlerinde bulunarak ve onların eserlerinden faydalanarak bir çok bilgi ve
hikmeti öğrenmiştir.
Mesela en eski ve ilk peygamberlerden biri olan Hz. İdris,
hem bir peygamber hem de çeşitli bilgi ve hikmetlere sahip bir kraldır. Yine Riyazi
ilimler denilen Matematik ve Astronomi ilimlerini filozofların ileri
gelenlerinden olan Pythagoras, kuvvetle bildirildiği üzere Hz. Süleyman b.
Davud’dan öğrenmiştir. (S.5) Velhasıl felsefi ilimlerin,
peygamberlerin eseri olduğu bu nakledilen haberlerin ve basiret sahibi
akılların şahitliği ile sabit olmakta ve apaçık belirmektedir. Kaldı ki ameli
hikmet (pratik felsefe) iki kısım olup, birincisi; zihinde ve hariçte veyahut
yalnız hariçte ve dolayısıyla akledilen eşya ile ilgilidir. Diğeri zihnen ve
haricen heyula (madde) ve suretten (şekil) yoksun olan eşya ile ilgilidir.
Birinci kısım hikmetten bahseden filozoflar, Tabiiyyun ve
Riyaziyyun’dur. Bunlar hesap kurallarını ve ölçüm aletlerini kullanarak mutlak
manada (heyulâni) maddi işlerin keyfiyeti ve eşyanın hallerini güçleri yettiği
kadar anlamaya çalışırlar. İkinci kısımdan bahseden filozoflar ise İlahiyyun ve
İşrakiyyun’dur. Bunlar ruhani yaşantılar, nurani yalnızlıklar yoluyla, mücerret
(soyut) nurların hallerini ve melekut âleminin sırlarını anlamaya çalışırlar.
Yani riyazetin (nefsi terbiye etme) gücü ve gizli mücâhedeler yoluyla beden
zindanından ve vehmin vahşetinden uzaklaşıp; beşeri nefslerin donatılmış olduğu
bir çok ilim ile donanmış, insani idrak ve akıl ile mükemmel olan Rabbü’n-
Nev’i İnsani (İnsan Türünün Efendisi) ve nurani akılların fazileti ve
yardımıyla (S.6) melekut âleminin sırlarına ve mücerret nurların
keyfiyetine vakıf olurlar. Bunların durumlarıyla ilgili olarak şöyle
denmektedir: “Onlar her ne kadar bedenen yeryüzünde olsalar da aydınlanmış
ruhlarıyla gökyüzüne yükselmektedirler,”
Şimdi felsefe ilmi her ne kadar aslında nebilerin ve
peygamberlerin eseri ve onların bildirdiği şeylerden ise de fakat bazı
zamanlar, fikirlerin bir birine katılması, sarmaş dolaş olması, bazen
(fikirlerin) bir birini desteklemesi, bazen de çatışması sonucu tabii ve ilahi hikmete
dair bazı meselelerin asli unsurlarında ve köklerinde, kuvvetle sabit şeriata
aykırı hususların olduğu açıktır. İşte zikredilen bu meseleler Kelamcılar ve
Filozoflar arasında tartışma ve itirazlara sebep olmuştur. Nitekim İmam Gazzali
“Tehafütü’l-Felâsife” adlı kitabında, filozof ile kelamcılar arasındaki
ihtilafın keyfiyetini beyan etmiştir. Filozofların dine aykırı olan sözlerini
ise üç kısımda ifade etmiştir. Bunlar kısaca şöyledir. Filozofların
Vacibü’l-Vücud’un zâtı hususunda; konusu olmayan cevherdir, demeleri.
Kelamcıların itirazları buradaki mücerret lafzadır. (S.7) Ama
yaratıcının sıfatları, cesedlerin haşri (tekrar diriltilmesi) âlemin hudusu
(sonradan yaratılması) kıyamet günü ve ahiret ile ilgili hususlarda onlar
(filozoflar) ile tartışmak ve onların söylediklerini çürüterek susturmak
lazımdır. Zira onlar zikredilen bu hususların hepsini bilerek inkar ederler.
Fakat bu hususlardan başka usulü dinden (dinin asıllarından) ve zarurât-ı
diniyyeden (dinen zaruri olan şeyler) bir asıla zıt olmayan, hesap kuralları ve
gözlem aletleriyle kesin olduğu sabit olan işlerle ilgili olarak söylediklerine
bir kimse, filozoflar ile mücadele etmek dinin gereklerindendir ve onların bu
söyledikleri de ayet ve hadislere uygun değildir dese; o kimse (kelam) ekolünü
zayıflatmış ve dini katletmiş olur. Çünkü zikredilen bu hususlar geometri ilmi
ile kesinlik kazanmıştır. Dolayısıyla kesin ve yakini olan ilimlerden sayılan
bu ilmin verilerine muhalefet etmek, şer-i şerifte bir problem meydana getirir.
Çünkü din kesin olan şeye hiçbir zaman muhalif olmaz. Bu suretle zikredilen bu
son hususlarda onlara uymak gerekir. Ayrıca âlemin hudusu (sonradan olduğu)
ispat edildikten sonra (S.8) âlemin şekli (suret, hal, durum) nasıl
olursa olsun onun (âlemin) bir yapıcısı olduğu ve kuvvet sahibi bir yaratıcının
eseri olduğu kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Zaten amacımız da budur.
Şimdi bu risalede İmam Gazali’nin işareti üzere, ilk önce
Hükemâ’nın İsbat-ı Vâcib (Tanrı’nın İspatı) babından olan delillerine ve özellikle
bu hususlarda Kelamcılar ile aralarında geçen tartışmaların lafzi
tartışmalardan ibaret olduğuna değinilecektir. Daha sonra İslam alimleri ve
Mutasavvıfları’nın tecrübe ettikleri melekût âleminin sırları ve mücerret
(soyut) nurlara işaret edilecektir. Bundan sonra şer’i ilimler sistemine göre,
yaratıcının zatının irade sıfatıyla muttasıf olduğu ispat edilecek ve âlemin
hudusu, kıyamet ve yeniden diriliş hususlarında, irade sıfatının gerekli
olduğuna işaret edilecektir. Daha sonra Hükemâ-ı Riyaziyyûn’un gözlem aletleri
ve hesap kurallarıyla yapmış oldukları araştırma ve incelemeler imkana göre
ayetlere ve hadislere tatbik edilecek, iki taraf arasındaki anlaşmazlık
giderilecek, asıl bölüm tamamlanacaktır. En
son ise mübüvvet (peygamberlik), mucizeler veliliğin
keyfiyeti ve fevkalade olaylardan biraz bahsedilerek risale tamamlanacaktır.
9)
.9) Tabiiyyun
(Tabiatçı) filozofların söylediklerini, İslam âlimlerinin söyledikleriyle
uzlaştırma, Sâni (yaratıcı)’nın sıfatları ve Vâcibü’l-Vûcud’un ispatı
hususundaki şüpheleri, kelamcılar ve İslam alimlerinin sistemleri ile giderme
ve mutasavvıfların kabulleri doğrultusunda Tanrı’nın zâtına işaret etme gibi
konulara değinilecektir. Yine aynı bölümde ilk olarak İslam alimlerinin
delillerinin de zikredildiği sunuş bölümü yer alacaktır.
Birinci Görüş: Tabiatçı filozoflara göre, âlemin ihtiva
ettiği bütün eşya, tabiatın türlü halleri sayesinde devam etmektedir. Bütün
yaradılışlar, birbirine yardım etmek ve yardım edilmek suretiyle meydana gelir.
Böylece âlemdeki bütün haller, şekillerin bir birine dönüşmesi şeklinde cereyan
eder. Nitekim hayvanlar ve bitkiler arasında birbirine hizmet etme ve hizmet
edilme, ihtiyaç duyma, muhtaç olma ve nedensellik olduğu gibi diğer türler
arasında da bu keyfiyet geçerlidir.
Cevap: Maddi suretler arasında cereyan eden bu keyfiyet,
yani âlemin çeşitli safhalarının ihtiva ettiği yaratılış nakışları ve türlerin
silsilesi, hikmet mührü ile mühürlenmiş bir top mükemmel haller veyahut,
ustalıkla süslenmiş ve şaşılacak alametleri bulunan bir puthane mesabesinde
olması, (S.10) kısa akıllı ve geri kalmış tabiatçıların bunlara çok açık
bir şekilde vasıl olmaları onları, (tabiatçıları) yaratma ve yaradılışın
sırlarından gafil bırakmıştır. Zira, çeşitli yaradılışlar arasında mevcut olan
bu alaka ve bağ delalet eder ki; müşahede edilen bütün izler ve alametler hakim
ve alim bir zatın fiilidir. Eğer böyle bir zatın ustalığını bir an için kabul
etmesek dahi bu durumda bu tabiatların (yaradılışların) üstünde ve suret veren
bir diğer tabiatın bulunması gerekir. Bu tabiata da âlem denilirse, Zat-ı Bari
(Tanrı)’ye meşru olmayan bir isim vermiş oluruz. Tıpkı İslam alimlerinin Zat-ı
Sani (Tanrı)’e “konusu olmayan cevher” demeleri gibi.
İkinci Görüş: Hayvan türü arasında gözlenen beğenilmeyen
zalimce sıfatların varlığı, aynı şekilde hayvan türünün etkilediği varlıklarda
da bu sıfatların varlığını gerektirir. Bu ise Zat-ı Bari’nin noksan sıfatlardan
uzak olmasına zıt bir keyfiyettir. Bu sebepten dolayı bir yaratıcının ispatı
hususunda eşyanın kendi tabiatıyla var olduğunu ve varlığını devam ettirdiğini
kabul etmek zorundayız.
Cevap: Hayvan türü arasında cereyan eden bu keyfiyetin (S.11)
yani kuvvetlilerinin zayıflarına olan fark ve üstünlüğü, âlemin hem üstün
hem de bayağı niteliklerle yaratılmış olmasının bir gereğidir. Bu işin (âlemin
bu şekilde yaratılmasının) sırrı ve sebebi ise şudur: Âlem yaratıcının gölgesi
ve eseri olduğu için Zat-ı Vacib’in celal sıfatının açığa çıktığı üstün ve yüce
sıfatlar insan ve hayvan kuvvetlerinde ve çeşitli mertebelerdeki akıllarda ve
nurlarda belirmiştir. Nitekim Müteellihin (İlahiyatçı filozoflar)’in
ıstılahında, kuvvetli nur, üstün gelen (yok eden) nur, zayıf nur ise yenilen
(yok olan) nur şeklinde isimlendirilir. Mesela kuvvetli nur zayıf nuru yok eder
(üstündür). Bunlardan anlaşılmaktadır ki zikredilen bu sıfatlar, illetler
silsilesinde mertebelerine göre meydana çıkarlar. Hayvaniyet mertebesi ki
şehevani ve karanlık nefsani hazlara yenik düşen bir ruhtur. Meydana getirdiği
fiilleri ve amelleri zalim ve haksız bir şekilde görünür. Lakin insan
türünde,zikredilen bu özellikler (şehvet ve nefsani arzular) uygun yerde
kullanılırsa övülen sıfatlar, adaletli ve doğru davranışlar haline dönüşür.
Şayet uygun yerde kullanılmazsa yırtıcı hayvan misali zalim ve haksız sıfatlar
şeklinde ortaya çıkarlar ki aydınlık şeriat’ın ve ayetlerin iniş sebebi
insanlar arasında hakkaniyet ve adalet seremonisi icra etmek içidir. (S.12) Bu
durumda hayvanların birbiri hakkında olan haksızlık ve zulümleri Zat-ı Bari’ye
hiçbir surette noksanlık getirmez. Belki de zikredilen bu tabiatların
(huyların) yaratılmış varlıklar arasında yürürlükte olmasında ve devam
etmesinde nice gizli sırlar ve manevi haller vardır ki onda biri bile bize
zahir olmamıştır.
Üçüncü Görüş: Bu cismani âlemi Zat-ı Bari, sırf yokluktan
mı var etmiştir? Yoksa kendi zatından mı sudur etmiştir? Âlemin sırf yokluktan
var olması mümkün değildir. Çünkü olmayan bir şeyin kendisini önceleyen bir
madde olmaksızın var olması aklen imkansızdır. O halde âlem, Tanrının zatından
meydana gelmiştir. Bu ise cismani âlemin, Zat-ı Bari’nin bir parçası olmasını
gerektirir. Bu ise saf tevhide aykırı bir husustur.
Cevap: Âlemin ilk yaratılmaya başlandığı anlarda, Allah’u
Teâla’nın kudretiyle evvela yeşil bir cevher yaratılması veyahut parlak bir
nurun bir şekilde (S.13) Suduru (taşması) ve bundan da varlıkların belli
bir hiyerarşi üzere varlığa çıkması şeklinde özetlenebilecek varsayımın
imkansızlığı dini kitaplarda tafsilatıyla açıklanmıştır. Zikredilen bu
varsayımın imkansızlığı araştırmacılar tarafından kolayca anlaşılacağından, biz
burada daha fazla değinmeyeceğiz. Tabiatçı filozofların kaza ve kaderi
inkarlarından dolayı görüşlerinde meydana gelen çelişkilerinin ve Zat-ı Vâcib
hususundaki şüphe ve tereddütleriyle ilgili bütün görüşleri ve sözlerinin,
şaşkın düşüncelerinden ve kıt akıllarından kaynaklandığı ortaya çıkmıştır.
Mesela, insan ömrünün uzun veya kısa olmasının vücut
azalarının kuvvetli veya zayıf olmasına bağlılığını kabul edip, tabiatın fail
olduğuna inanmamız gerekirken bazı eksik azalıların ve özürlülerin, sağlam
kişilerden uzun ömürlü olduğuna şahit olmamız bizi bundan alıkoymaktadır. Oysa
ki belli bir düzen ve intizam içinde ve adet olduğu üzere var olan ve varlığa
çıkabilecek olan oluşlar, sağlam fikir ve akıl sahibi birinin eseri olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu düzenliliğin aksine bazı şeyler ortaya çıktığında da
bazı büyüklerin (Bedenden sıyrılınca Allah’ı bildim) (S.14) demeleri
gibi, âlemdeki bütün işleri düzenleyen ve yürüten bir müdebbirin olduğuna
inanmaları gerektir.
İsbat-ı Vâcib (Zorunlu Varlığın İspatı) hususunda üç türlü
akli ihtimal vardır;
Bunlar vâcip, mümteni (muhal), mümkündür.
Vâcib: Zatı varlığını gerektirendir. (varlığı, zatının
gereği olandır.)
Mümteni: Zatı yokluğunu gerektirendir. (yokluğu, zatının
gereği olandır.)
Mümkün: Zatı ne varlığını, ne de yokluğunu gerektirendir.
(zatı,varlığını ne gerekli kılar ne de iptal eder.) Başka illetler ve
sebeplerden dolayı meydana gelirler.
Sebep; bir şeyin varlığını gerekli kılan şeydir. Sebep iki
kısımdır. Birincisi basit sebep olup, parçalardan meydana gelmeyen sebeptir.
İkincisi ise bileşik sebep olup,parçalardan meydana gelmiş olan sebeptir.
Mesela:fail, zaman, mekan, kabiliyet (potansiyellik) gibi parçalar.
Bir şeyin varlığı vâcib olmaz ise meydana gelmez. Eğer li
zatihi vâcib (zatı gereği zorunlu) olursa Vâcibü’l-Vücud’dur. Eğer li-gayrihi
vâcib (başkasından dolayı zorunlu) olursa mümkündür. Mümkünün var olabilmesi
için varlığını yokluğuna tercih eden (S.15) bir sebebin bulunması
gerekir. Sebep, tamamıyla bulunduğu vakit mümkün, gecikmeksizin meydana gelir.
Ancak sebebin parçaları bütünüyle bulunmazsa mümkün meydana gelmez. Belki bütün
parçalar tamamlanıncaya kadar beklemede kalır. Şimdi bu felsefi kural
anlaşıldıysa, bundan itibaren filozofların Vâcibü’l- Vücud (Zorunlu Varlık)’un
ispatı hususundaki akli delillerinden bazılarına yer verelim.
1-Birinci Delil (Eski filozofların delili):
Bir an için dış dünyadaki özellikler ve hallerden
sıyrıldığımızda, her bir fıtrat şahadet eder ki, gerçekten bir varlık vardır.
Eğer buna vâcip dersek, bu halde bir şey gerekmez, Eğer bu (varlık) mümkün ise
bir müessir (sebep)’e muhtaçtır. Zikredilen bu sebepler de mümkündür dersek
devr ve teselsül / kısır döngü meydana gelir. Oysaki devr ve teselsül kesin bir
şekilde imkansızdır. O halde hariçteki varlıkları meydana getiren bu varlığa
Vâcibü’l Vücud (Varlığı Zorunlu) olan varlık dersek amaç gerçekleşmiş olur.
Devr ve Teselsülün (sebepler ve sonuçlar zincirinin sonsuza
değin gitmesinin) imkansızlığı: Mesela müessir (sebep) mümkün olursa, bu sebep
dahi bir müessire (sebep) muhtaç olur. Bu halin sonsuza değin sürmesiyle teselsül
meydana gelir. Eğer hep aynı sebep ve sonuç üzerinde dönülürse bu da devr’e
sebep olur. (S.16) Devr ve teselsül ise imkansızdır. İmkansızlığa sebep
olan nesne dahi imkansızdır. Devr: İki şeyden her birinin diğerine sebep
olmasıdır. Mesela; zikredilen bu müessir (sebep) ilk mümkünün sebebi olsa, bu
ilk mümkün de sebebin sebebi olsa bu surette ikisinden her biri diğerine sebep
olmuş olur. Yani bir şeyin kendi varlığına kendisinin sebep olması ve böylece
kendisinin yine kendisinden önce olması demektir ki, bu da imkansız bir şeydir.
Teselsül: Sonsuz şekilde varolan bütün olayların bir birine düzenli bir şekilde
sebep olmasıdır ki, ince anlayış sahibi kimseler için imkansızlığı açıktır.
2-İkinci Delil (Sonraki Bazı Filozofların Delili):
Bu âlemin bütün parçalarında geçerli olan ve gözlenen
sebep-sonuç ilişkisi bütünüyle düşünüldüğünde, düzenli suretteki (şekil) bir
teselsüle merkez (konu) olurlar. Zikredilen bu suret (oluşlar) meydana
gelebilmek için cüzlerine muhtaç olduğundan mümkündür. Her bir mümkünün varlığını
yokluğuna tercih eden ve var kılan bir sebep gereklidir. Bu sebep, bütün bu
suretlerin (oluşların) kendisi olmaz. Çünkü sebebin varlığının sonuçun
varlığından önce olması gerekir. Şayet böyle olmasa, bütün bu (S.17) suretlerin
(oluşların) kendisi, yine kendinden önce olmasını gerektirir. Yine aynı şekilde
bu oluşlar topluluğunun parçalarından biri de bu oluşlar topluluğunun varlığına
sebep olamaz. Zira zikredilen bu son şıkta oluşlar topluluğunun sebebi kabul
edilen parça, suretler topluluğunun diğer parçalarının her birinin de sebebi
olacağı için, bu parçanın hem kendi kendisinin hem de kendisinin sebebi olan
diğer sebepler zincirinin sebebi olması gerekir. Oysa ki her iki şıkkın
(ihtimalin) imkansızlığı zaruridir. O halde sebepler-sonuçlar zinciri halinde
cereyan eden bu suretler (oluşlar) topluluğu, kendi dışında bir başka sebebe
muhtaçtır. Bu sebep ise varlığı zatının gereği olan Vâcibü’l- Vücud (varlığı
zorunlu olan)dur.
3-Üçüncü Delil (Bazı büyük bilginlerin delili):
Mümkünün varlığı, kendi zatından olmadığı için varlığında
müstakil olmadığı gibi, “var olmayan var edemez” kaidesince diğerini var etmede
dahi müstakil olamaz. Zira var etme mertebesi var olma mertebesinden sonradır.
Buna göre bütün varlıklar mümkündür diye iddia edilecek olsa hiçbir şeyin var
olmaması gerekir. Böyle bir şeyin imkansızlığı ise gayet açıktır. Böyle bir
imkansızlık ise Zat-ı Vâcib’in varlığını gerektirir.
4-İslam Âlimleri’nin Getirdiği Deliller İle
Vâcib’ül-Vücud’un Açıklanması:
(S.(18) Âlemi mahsusa has olan araz ve
cevherlerin her birinde muhtemel iki cihet olup biri imkan diğeri ise hudûs
cihetidir. Bunlardan her biriyle Vâcibü’l-Vücud ıspat edilebilir.
a-Birinci Cihet: Cevherlerin İmkanı İle İspat:
Şöyle ki; Bu âlemin ihtiva ettiği yüce cirmler ve bayağı
(adi) cisimler; cevher’i ferdlerden yani atomlardan oluşmaları cihetiyle
parçalarına muhtaç oldukları için mümkündürler. Mümkün oldukları takdirde ise
varlıklarında müstakil olamadıklarından, hariçte bir müessirin varlığı
gereklidir. O ise Vâcibü’l-Vücud’dur.
b-İkinci Cihet: Cevherlerin Hudus’u İle İspat:
Şöyle ki; Bu âlemin ihtiva ettiği bütün cevherler hadistir.
Yani yoktan var olmuştur. Her hadis ise aklın şehadeti ile bir yoktan yaratanın
varlığını gerektirir. Nitekim Hz. İbrahim hakikat makamında “Batanları (yok
olanları) sevmem, buyurmuşlardır.11
c-Üçüncü Cihet: Arazlar’ın Hudus’u İle İspat:
(S.(19) Şöyle ki bu âlem’in içinde yer alan
unsuri (basit maddi) cisimlerin hepsinin sürekli bir oluş ve değişim içinde
olmaları, kendi dışlarında ezeli ve ebedi, oluş ve değişimden uzak bir müessirin
varlığını gerektirir. Özellikle insan bedeni ve hayvan cisminin yaratılışı
esnasında, nutfe’nin mudga’ya (et parçası), mudga’nın alaga’ya,
(S.(20)Şöyle ki, Bu âlemdeki cirmler, aynı
cins cevheri fertler (Atomlar)’dan terkipleri cihetiyle, bir birine benzeyen
parçalar (homojen) olduklarından, zat-ı itibariyle diğerlerinden ayrı ve farklı
olmazlar. Ancak her bir cisim kendisine has sıfatlar ve farklı şekillerle
diğerlerinden ayrılırlar ve farklılaşırlar. Bu surette bunlara bir muhassıs
(her şeye kendine özel varlığını veren) gereklidir. Bu muhassıs mümkün
olmayacağından Vacıbü’l-Vücud olması zaruridir. Nitekim Hz.Musa (a.s) “Ey her
şeye yaradılışını veren sonra da doğru yola ileten Rabbimiz.” buyurdular, yani,
çeşitli hikmet ve menfaatlara mebni özel görüntüsünü, belli şeklini veren.
5-Tasavvuf Ehli’nin Vacibu’l-Vücûd Hakkındaki Sözleri:
Bilinmelidir ki hakikat bilgisi ve mutlak zorunlu varlığın
ispatı hususunda burhanlar ve deliller getirme yolunu benimseyen kimselere
“Kelamcı” denir. Kelam ilmini bilmek farz-ı kifaye olup, bir beldede yalnız bir
kişinin dini iyice anlayıp inkarcıları susturmak için bu ilmi öğrenmesi
yeterlidir Yoksa bütün nasları öğrenmek ve özellikle hiçbir kimsenin sadece bu
ilimle devamlı olarak (S.21) uğraşması gerekmez. Nitekim İmam-ı Malik
sürekli olarak Kelam ilmiyle uğraşanlar hakkında şöyle demiştir: “Bidat ve heva
ehlinin şahitliği caiz değildir. Bunlar ise hangi mezhepten olursa olsun
kelamcılardır.” İmam-ı Ahmed b.Hanbel ise “Kelam alimleri zındıktırlar.” İmam-ı
Ebu Yusuf ise” Kim Kelam ilmini talep eder ise zındık olur” buyurmuşlardır. Bu
takdirce, görüşleri makbul, yolları hakikat yolu olan sûfi sistem ki salikleri
tarikat ve hakikat ehlidirler. Bu yüce cemaat mücahede yolu ile toprak gibi
âlemin en aşağı noktasından, felekler gibi âlemin en yüce bir noktasına terakki
edip, en aşağı ve yok olmaya mahkum beşeriyete en yüce melekûti âlemi tercih
ederek parıltılı ışınlar ve alevler yayan bir kandil olurlar. “Allah
dilediği kimseyi nuruna iletir”12 ayetine uygun olarak, tarikat
(seyr-i süluk) ehli, mele-i âla (yüce âlem)’da doğru yola girmiş ve yine
mutmainler (kalbinde zerre kadar şüphesi olmayan) yüce bir âlemde bir araya
gelip yüce derecelere ve üstün mertebelere vasıl olmuşlardır. Bundan dolayı
işlerin öncesini ve sonuçlarını, eşyaların hakikatini, ortaya çıkmalarından
önce müşahede ederler. Bu yüce ve bilge kimselerin ileri (sezgisel) hakikatlere
duyarlı olduklarından ispat-ı vâcip hususunda her ne kadar kuvvetli deliller ve
açık kıyaslar olsa bile yine esas kıyasın zan ve (S.22) tahminden öteye
geçemeyeceği, düşünce ve fikirlerin ise yine tahmin ve takdirden öteye
geçemeyeceği kanaatindedirler. Bu yüzden bu deliller insan kalbini ve insan
nefsini bütün şüphelerden, vehim ve hayalin boş gürültülerinden emin kılmaz.
Haşa ki, Kelamcıların büyükleri inançlarını deliller ve kıyaslarla mı
doğrulamışlar? Belki onlar var olan nurlarını Nurlar Nuru’nun kandilinden
alarak nurlandırılmışlardır. Nitekim Necmeddin Kübra şöyle demiştir: “Kalpte
ortaya çıkan ve nefsin yalanlamaktan aciz kaldığı şeyler sayesinde Allah’ı
bildim” yine Şeyh-ı Ekber (İbn Arabî) hazretleri ise şöyle demiştir: “Mücahede
yapmayan için müşahede yolu açık değildir” Yani ilme’l- yakin derecesine ve
hakka’l-yakin mertebesine ulaşıp deliller ile bir şeyleri ispatlamak yeterli olmayıp,
belki riyazet ve mücahedenin kuvveti vasıtasıyla beşer ruhları kutsal cila ile
parlayarak bir anlayışlılık (kabiliyet) hasıl olur. Zira Zat-ı Vâcib’in yüce
makamı, o derece yücedir ki, güçlü ve inatçı bir düşünce ve fikirle celal ve
cemalinin sır perdesinin etrafına erişmek bile kolay değildir. Veyahut rüzgar
gibi hızlı bir akıl ve hayal gücüyle dahi hakikatini anlamak mümkün değildir.
(S.(23)
Ululuk örtüsüyle örtünmüş (gizlenmiş) ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık
haliyle münferit, aşkınlığı ortaya çıkışında gizli şiddeti kavgasında gizlidir.
Nitekim “Bir şey kendi sınırlarını aşarsa zıt bir şekilde tekrar başa döner”
sözü buna şahittir. Zatının delili sıfatları olup sıfatları dahi zatının
içindedir. Celali cemaline aşık cemali dahi celalinde içkindir.
(S.(24) Şunu bilmek gerekir ki, bu makamda
gerek aşk ve gerekse güzel namıyla mutlak hakikate ve mücerret (soyut) zata
işaret edilmektedir. Terimlerde tam bir berraklık yoktur. Çünkü, zikredilen
hakikat zamanın anlarında gizli olduğundan, aşık ile maşuk’un ise vahdet ve
izzet kisvesi altında birbirine benzeyip ortaya çıktıklarına hal erbabının zevk
ve müşahedeleri delalet etmektedir. Lisan ise bu bap’ta susmuştur. (Gruplar
toplandı. Nur nur içinde gizlendi ve yüce bir meclisten şöyle nida edildi:
Dikkat edin! Allah’tan başka her şey batıldır. (yalandır).
İnsanın varlığının sırları, nurlar âleminin açıklanması,
cesetlerin diriltilmesi ve Bari Teâlanın iradi sıfatlarının ispatı, küçük
kıyamet, büyük kıyamet ve insan ruhlarının mükafat ve cezayı hissetmesi gibi
konuları içeren dört makale
1.
Birinci
Makale: İnsanın Varlığının Sırları.
Şunu bilmek gerekir ki insanın varlığının sırları (S.25)
gizli bir husustur. Filozoflar insan varlığının hakikatini keşfetme ve
anlama hususunda hayretler içinde susa kalmışlardır. Nitekim Hoca Hafız Şirazi
bu manaya işaret için buyurmuştur ki: Bazı filozoflar hakikati araştırmak için
insana bitkilere ve hayvanlara hal diliyle yaradılış keyfiyetlerini sorarak
derler ki, (Kimsin? Nereden geliyorsun? Ne yapacaksın? Ne olacaksın?) Bu
sorular öyle sorulardır ki âlemdeki varlıkların hepsine de sorulsa cevaba gücü
yetmez. Bitkilere hangi iyilik sizi meydana getirdi? Bunca çiçek ve kokuyu
topraktan nasıl meydana getirdiniz? Diye sordum. O rabbani kuvvetle meydana
gelmiş dilsiz ve şuursuz olan varlıklar benim bu beyhude sorularımı cevapsız
bıraktılar. Hayvanlarda, bitkilerden fazla olarak, his, hareket ve beraber
yaşamalarını görüp onlara da aynı soruları sordum. Hayvanlarda bitkiler gibi
beni bilgisiz bıraktılar.
(S.26) İnsan türünün
şu çeşitli sınıfları tek bir soydan mı türemiştir? Veyahut farklı asıllardan mı
türemiştir? Bu hususları filozoflar araştırmış ve farklı görüşlerle bir
birlerine muhalif olmuşlar ise de, sözleri muteber sonraki bazı filozoflar
eserlerinde, filozofların görüşlerini belirttikten sonra, son olarak,
zikredilen bu hususların Tabiiyyun’a meçhul kaldığını kabul ettikleri gibi,
insana emanet edilmiş nefs-i natıka v.s gibi manevi kuvvelerin dahi ruhani
lezzetlerinden bütün Tabiiyyun’un damakları acımıştır. Bilgisizliklerine karar
vererek, filozofların, hakkında bilgi sahibi olmadıkları birçok mesele beyan
etmişlerdir.
Buna göre, demek oluyor ki zikredilen bu sırlar, dini
yönleriyle araştırılmaya layık hususlardır. Bu bölümde Kur’an ayetlerine ve hadislere
tabi olarak çeşitli sınıf insanların hepsinin bir soydan türemiş olduğuna karar
verip insana emanet edilmiş olan manevi sırlar ve ilahi nurların araştırılıp
öğrenilmesinde ehl-i zevkin ve ashab-ı şuhudun müşâhedelerine uymanın
gerekliliğine işaret edilecektir. (S.27) Şimdi zikredilen bu sırlardan
ilk önce araştırılmaya ve incelenmeye uygun olan sır, her insanın kendi nefsini
bilmesidir. Zira, nefsini bilme veyahut hikmet, bilgeliğe ulaştırır ki,
faydalarını tek bu ibare altında toplamak mümkün değildir. Bu faydaların en
aşikarı ise nefsi bilmek vasıtasıyla efendilerin efendisini bilmeye ve Nurların
Nuru’nu idrak etmeye nail olmaktır. Nitekim Hadis-i Kudsi’de “Ey insan!
Nefsini bil Rabbini bilirsin’ denilmiştir.
Yine bu manayı ifade için Hz. Ali de buyurmuştur ki; “ Nefsini bilen Rabbini
bilir” Müteellihin’den Eflatun ise “zatını bilen ilahını bilir” demiştir.
Aristo ise “Nefsi bilmek, bütün bilgileri elde etmeye sebeptir” Şunu bilmek
gerekir ki; insanın bedeninde ilahi nurlardan ve sırlardan ruh-ı mücerret
denilen kuvvetli bir yönetici ve manevi bir mutasarrıf olduğu gibi bütün
hayvanlarda bitkilerde ve cansız nesnelerde de bu sır (ruh) mevcuttur. Cansız
nesnelerdeki hareketsizlik ve kurulma, bitkilerdeki beslenme ve büyüme ve
hayvanlarda bunlara ilave olarak ortaya çıkan his ve hareketin gerçek sebepleri
bu sırlar (ruhlar)’dır. (S.28) Bu hali bazı filozoflar açık bir şekilde
beyan etmişlerdir: Muhakkak bu cismani âlemin fertlerinin her birinin soyut bir
nefsi vardır. Fakat bu nefs bitkilerde gizlidir. Cansız nesnelerde ise daha
gizlidir. Bunun sebebi ise bu âlemdeki türlerin (her birinin) zati
nuraniyetlerindeki kuvvetlilik ve zayıflığa göre feyz almada da durumlarının
farklı olmasıdır.
Kaldı ki türlerin (cinslerin) mertebelerinin farklı
olmasının sebebini şu şekilde açıklamışlardır. Âlemde eşsiz bir şekilde
ılımlılık (ölçülülük) olmakla beraber, mevalid- i selaseden (Maden, bitki ve
hayvan) hangisi ılımlılığa daha yakın ise feyz (taşma) ona fazlasıyla, hangisi
de ılımlılıktan (ölçülülükten) uzak ise ona da noksan bir şekilde olmuştur.
Şöyle ki hayvan türlerinin mizaçları ılımlılığa diğerlerinden daha yakın olduğu
için beslenme, büyüme, duyu ve hareketi meydana getiren tabii ruh, hayvani ruh
ve nefsani ruhun üçünü de bulundururlar. Bu cinsin en şerefli türü insandır ki,
insana bu ruhların yanı sıra, bütün şeyleri idrak edebilme, akletme, düşünme
hislerini ihdas eden nurani bir akıl feyz olunmuştur. Ama bitkilerin mizacı
bütün bu (özelliklerden) uzak olduğu için, yalnız beslenmeye ve büyümeye etki
eden tabii ruh feyz olunmuştur. Nesneler daha uzak olduğu için (S.29) nesnelere
taşan ruh en zayıf ve etkisi en gizli olandır. Nefsani ruh, hayvani ruh ve
tabii ruh bunların hepsi unsurların her birinin yöneticisi ve idarecisi olan
mücerret (soyut) ruhun eseri oldukları Müteellih filozoflar için sabit ve belli
olduğu gibi, bütün Urefa (Arifler) ve müşahede ehli için de zikredilen bu
keyfiyet geçerlidir. Şimdi bu mücerret ruhlar, manevi bir sır ve ilah bir emir
olup hakikatini kimse bilemez. Allah’u Teâlâ’da şöyle buyurmaktadır. “Sana Ruh’dan
soruyorlar. Deki Ruh Rabbimin emrinden bir iştir.” Fakat ruhların en
şereflisi ve nefslerin en aydınlığı olan Nefs-i Natıka’nın varlığına dair
Müteellih filozofların ortaya koydukları delillerden biri şudur: Her bir insan
kendisinden haber verirken “ben” diye haber verir. İşte kişinin “ben” dediği
şey cismi değildir. Şayet böyle olmasaydı, vücut azaları eksik olan kimselerin,
azaları noksan olduklarından benliklerinin de noksan olmaları gerekirdi.
Halbuki böyle kimselerin benlikleri arasında hiçbir fark yoktur. Aynı şekilde
bu ruh bedenin kuvvelerinden de değildir. (S.30) Çünkü insan bazı
hallerde kuvvelerinin her birinden gafil olur ama gerek uyanıkken gerek
sarhoşken ve gerekse uykudayken nefsi hatırından gitmez. Şimdi demek oluyor ki
insanın nefsi, bedeninden ve kuvvetlerinden farklı ve cisimsel özelliklerinden
uzak bir sırr-ı Subhâni’dir. Ruh, bedenlere dahil değildir, bedenlerden
dışarıda da değildir. Bilakis bedenleri arzulayan bir ilişki vardır. Bu aynen
aşığın sevgilisini arzulamasında ortaya çıkan ilişki gibidir. Filozoflardan bir
fırkaya göre ise ruh cismanidir yani cisimlere sirayet eden latif buhar
gibidir. Bunlar cahil haşişilerden başkası değildir. Onların görüşleri de
haktan uzak ve sapıktır. Bunlar Tanrıyı da parçalardan meydana gelen cisimler
gibi zannetmişlerdir. Bunlar haktan çok uzak bir sapıklık içerisindedirler.
Bütün Müteellih (ilahiyatçı) filozoflar hatta filozofların
meşhurlarından ve ileri gelenlerinden ve filozofların babası Hermes,
Phytagoras, Eflatun ve bunların (S.31) emsali olan sözlerine itibar
edilebilir bir çok filozof, ittifak etmişlerdir ki; Âlem-i Nasut (cisimler
âlemi)’da mevcut olan yıldızların, maddelerin ve türlerden her bir türün Âlemi
Melekût’ (yüce soyut âlem)’da insaf sahibi bir Rabb-i Nev’i vardır. Bunlar
kendilerine ait özel türler üzerinde yöneticidirler. Bedenlerde yeme, içme,
uyuma, doğma ve ruhlarda ilmi ve ameli mükemmellik ile meydana gelen üstünlük
v.s. hepsi bu tümel ruhani idareciler sayesindedir. Bu idarecilerin cüzleri
dahi vardır ki cisimsel suretlerin her bir parçasında müessir olurlar. Hatta
Peygamberimizin bazı sözlerinde dahi buna işaret vardır. Nitekim buyrulmuştur
ki “Her damlanın meleği ile beraber yağmur meleği bana geldi”
Hatta
Tavus kuşunun kanadında ki çeşitli renklerin ve ilginç şekillerin ve hakeza
bütün suretlerin ve şekillerin Rabb-i Nev’leri vardır. İşte zikredilen bütün bu
suretler, Rabb-i Nev’lerindeki nurani aydınlanmanın ve manevi soylarının
görüntüsü ve gölgesidirler. Aynı şekilde miskü anber gibi güzel kokulu şeylerde
bulunan bütün çiçek ve meyve kokuları Rabb-i Nev’lerinde bulunan nurani
suretlerinin gölgesidirler ki maddesel suretlerinde açığa çıkmıştır. (S.32) Önceki
bazı kimseler zikredilen bu Rabb-i Nev’leri ilah zannıyla politeizme
(çoktanrıcılık)’e inanmışlar ve doğru yoldan sapmışlardır. Bazı din büyükleri
burada geçen bu görüşü destekler mahiyette beyanda bulunmuşlardır. İnsan
azalarındaki kuvveleri melaike zannetmişlerdir. Hatta vehim kuvvetine (vesvese,
şüphe, zan) şeytani kuvvedir demişlerdir. Çünkü her bir kuvvet insana boyun
eğerken vehm kuvveti insana boyun eğmez. Hz. Adem’e bütün meleklerin secde
etmesi, İblis’in secde etmemesi bundan ibarettir. Hatta bu anlamda bazı
peygamber sözleri de vardır. Mesela “Her insan şeytanıyla beraber doğar”
yaklaşık anlamındaki sözleri bu anlama işaret eder. Zira vehm kuvveti daima
akıl ile çelişir. Mesela ıssız bir yerde ölü ile beraber olan bir adama aklı
güven verirken, vehmi korkutur. Şeyh-i Ekber hazretleri dahi Füsusu’l Hikem’de
Fasl-ı İlyasiye’de vehm kuvvetinin insan ruhuna tasallutu ve üstünlüğünü
açıklama babında demiştir ki (Vehm, İnsan bünyesinde en büyük otoritedir.
Şeriatlar Onun için nazil olmuştur. (Şeriatlar)teşbih ve tenzih yapmışlardır.
(Yani) vehm’i dikkate alarak tenzih, aklı dikkate alarak da teşbih yapmıştır.)
(S.33) Kaldı ki
ilahiyatçı filozofların sistemlerinin gerektirdiği üzere, zevk ve müşahededen
mahrum olan zahir ehline Erbab-ı Enva’ın cirimlerde olan etkisini anlatmak için
şöyle bir delil ileri sürmüşlerdir. Mesela, sürekli gelişen değişen cisimlerde,
bitkilerde ortaya çıkan çeşitli fiiller ve sayısız eserlerin, şuursuz olan
basit bir kuvvetten sudur etmesi, “Birden ancak bir çıkar” kaidesi hükmünce
mümkün olmadığı gibi, bütün bu eserleri bizim aklımız dahi tam kavrayamadığı
için bu eserlerin bizlerden kaynaklanması da imkansızdır. O halde hem objektif
hem de sübjektif olarak kendilerini hissettiren bunca eser diğer bir şeyin
etkisiyle meydana gelmiştir. Bu şey ise Erbab’ı Enva’dır. Müteellih
(İlahiyatçı) filozofların bu iddialara vakıf olmaları, riyazet-i kamile ile
karanlık suretlerden (bedenlerden) kurtulmaları sebebiyledir. Ayrıca doğru
müşahedeleri ve kesin gözlemleri, müşahede ve zevkleri miktarınca bütün
ilahiyatçı filozoflar ve İşrakiyyûn bu görüşte ittifak etmişlerdir. Bu zevk ve
şuhud ise maneviyat’ın kuvvetli bir delili ve gizli burhanıdır. (S.34) Nasıl
ki Batlamyus ve bunun gibi, feleklerdeki işleri ve hareketleri gözetleyen,
maddesel gözlemleri ve ölçümleri yapan şahısların bu gözlemlerine
güveniliyorsa, ve hatta böyle kimselere tabi olunuyor ve bu kimselerin
gözlemlerine dayanılarak, Astronomi ve Hey’et ilmi gibi bazı ilimler
kuruluyorsa, nasıl olurda peygamberlerin ve filozofların halvet hallerindeki
ruhani gözlemlerine dayanan sözlerine güvenilmiyor.
Eflatun kendinden haber vererek “Ben, bedenin (maddenin)
karanlığından sıyrıldığım zamanlarda Erbab-ı Enva’ı müşahede ederdim.”
demiştir. Farisi (İran’lı) filozoflar bu Rabbu’n-Nev’lerin bir çoğuna isim dahi
vermişlerdir. Mesala: Rabbu’l- Mâ: Hurdad, Rabbu’l- Eşcâr: Murdad, Rabbu’n-Nar:
Erdibehişt olarak adlandırılır İşte bu Erbab’ı Envâ’a işaret kastıyla,
hakikatlerin kaşifi, bütün yaratıkların en faziletlisi yani âlemin süruru, adem
oğlunun övüncü Hz. Muhammed (SAV) hazretleri: “Denizlerin meleği ve dağların
meleği bana geldi” buyurmuştur. Tabiiyyûn, Erbab’ı Enva’ dan
tabiat olarak bahsederler. Mesela Aristotales şöyle demektedir: Yüce nurlardan
bir cevher, bir çok bilgi ve hakikatle ilgili şeylerden bana bahsetti. Bende
ona sen kimsin? Dedim. O da bana “Ben senin Tam Tabiatınım” dedi.
(S.35) Şimdi bu
Erbab’ı Enva’lar ve kutsal cevherler, görünüşte her ne kadar faal (etkin)
zannedilirse de, gerçekte bunlar Zat-ı Vâcib’in (var etme) cömertlik vasıtaları
ve feyz bağlantıları olup, güçlünün yanında zayıfın varlığı nasıl fark edilmezse
ve yine kuvvetli bir nurun parıldaması anında zayıf nurun aydınlatmasından ve
parlamasından söz edilmezse bunun gibi, üstün olan bir Vâcib Zât’ın kuvveti
yanında vâsıtadan başka bir şey olmayan bu nurlar ve akıllarda maddi suretlere
feyz ederler. Zira var olan her şey varlığını Zât’ı Vâcip’ten alır. Bu nurâni
vasıtalar dahi onun varlığının gölgesi ve nurunun parıltısıdır. Sufilerden keşf
ehlinin de dediği gibi: “İlahi feyz, sebepli olan varlıklara vasıtalar ile
ulaşır.”
Dolayısıyla zikredilen Erbab’ı Enva’lar, Allah’u Teâlâ’nın
var ettiği şeylerin tesirini (etkisini) yine var ettiklerine ulaştırması ve
zât’ının yaratma vasıtaları olması cihetiyle bizlere nispetle yakın olsalar da,
sebepler mertebesine nazaran uzaklardır. Allah’u Teâlâ’nın da buyurduğu gibi “Biz
ona şah damarından daha yakınız.” Bu ayetteki benzetmeden de
anlaşılacağı üzere, Zât-ı Vâcib’in nuru son derece şeffaf ve duru olup (S.36)
karanlıktan ve yoğunluktan uzak ve âridir. Ayrıca diğer nurların katı
cisimler ve cirmlerle manavi münasebetleri cihetiyle nuraniyetleri azaldığı
için, Nuru’l- Envar olan Vâcip Teâla’nın zâti (özsel) aydınlatması yanında bu
diğer nurlar parlamaz (tutulur) ve yok olurken, Zât’ı Vâcip’in nuru meydana
çıkmış ve açılmıştır. Nitekim renklere bakılacak olursa, beyaz ve berrak olan
renk görme kuvvetine diğerlerinden daha yakın gözükür. Zât’ı itibariyle
uzakların en uzağı, sınırsız şiddetteki tesirli nuru itibâriyle yakınların en
yakını olan o zat bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.
Müteellih, (İlahiyatçı) filozoflar kendi sistemlerine göre
zâhir ehline anlatmak için, Erbab-ı Envâ’ın en üst ve en alt tabakalarına
nispetle şöyle bir benzetme daha yaparlar: Geniş bir boşlukta yanan büyük bir
ateşin alevinin kaynağı gayet şeffaf ve aydınlık olup lakin orta tarafları kaynağından
uzaklığı nispetinde şeffaflığı azalmıştır. En sonu ise dumanla karışık ve
etrafa yayılmış (S.37) bir şekilde görünürse de gerçekte özsel varlığı
olmayıp kaynağının nuru ile sınırlı bir varlığı ve aydınlığı vardır. Nuri
demiştir ki: Kimin nefsi ki yoğun (kesif) ise o mahluk
(yaratık) diye isimlendirilir. Nefsi şeffaf olan ise gerçek varlıktır. Şurası
gizli kalmamalıdır ki, bu Erbab-ı Enva’lar ilahi isimlerin nurâni sırları olup
bunlardan Rabbu’n Nev’i İnsani, zâti (özsel) işrakı (aydınlığı) yönüyle Nuru’l
Envârâ diğer nurlardan daha yakın olduğu gibi, eşrefi mahlukat olan insanın
terbiyecisi olması hasebiyle Eşrefi Envar’ı Melekûtiyedir. Felsefe dilinde buna
Faal Akıl, Din dilinde ise Ruhu’l-Kuds denir.
Zikredilen bu nurlar, mertebelerine göre altlarındakileri
ve üstelerindekileri hazır bir ilimle bilirler ve tam bir şekilde kuşatırlar.
Bu nurlar Allah’ın etrafında “O melekleri, arşın etrafında rablerini hamd
ile tesbih ederlerken görünsün” ayetin mantığınca
(anlamınca), saf ve tertemiz bir şekilde mele-i âlâ’da “Ey Rabbiniz seni
tesbih ederiz ve senin bildirdiğinde başka bizim bilgimiz yoktur...”21 diyerek âcizliklerini itiraf edip yüce âlemin varlıkları
olmuşlardır.Müteellih (İlahiyatçı) filozofların da dediği gibi; soyut
cevherlerden her bir ferd, kendilerine özel bir yaratılış verdiği için
yaratıcılarına hamd ettikleri gibi davranışlarıyla da onu tesbih ederler.
Allah’u Teala’nın şu sözü buna işaret eder “Bizden herkesin belli bir makamı
vardır”
3.
Üçüncü
Makale: İrade Sıfatı’nın İspatı, ve Bâri Teâlâ’nın Kudretinin Mükemmelliğine
Dâirdir. (S.38)
Kaza ve kader bahsindeki kıt görüşleri Tabiiyyûn’u (Arada
yalpalayıp duranlar ne bunlara bağlanırlar ne de onlara....) (ayetinin belirttiği
gibi) içinden çıkılması güç bir tereddüte ve şaşkınlığa zorladığı gibi, âlemin
yaratılışı bölümünde (Bilinmeyeni bilinene kıyas) yoluyla olan fasid kıyasları
(... .Allah birini saptırırsa artık onun için bir yol bulamazsınız.)
ayetinde
de belirtildiği gibi onları dalâlet vâdisine atmıştır. Şöyle ki, yaratıcının
yaratmasını, yaratılmışların yaratmasına kıyas ederek, Bâri Teâla şu âlemi
İrâdi olarak mı yoksa zorunlu olarak mı yarattı? Sorusunu sorup; eğer
iradesiyle yarattıysa âlemin yaratılması yaratıcının varlığından sonra
olacağından, âlem yaratılıncaya kadar kudret’i Bâri’de bir pasiflik meydana
gelecektir. Yok eğer zorunlu olarak yaratmışsa, tıpkı güneşten ışınların zuhuru
gibi, âlemde yaratıcının kendisinden sudur (taşma) etmiştir. O halde her iki
durumda, zorunlu olma ve zorunlu kılma yönleriyle, yaratıcının kudretinde kusur
ve noksanlık meydana getirir.
Cevap: Âlemin yaratılışı bölümünde geçen görüşte, her ne
kadar böyle bir şey insanın aklına gelse de, İslam alimleri ve müteellih
filozoflardan her biri bu iki ihtimalden birinin gerekliliğini savunarak, bir
çok delil ile iddialarını ispatlamışlardır. (S.39) Burada, filozoflar
ile kelamcıların görüşlerini bildirip kısaca delillerinin bazılarına
değineceğiz. Ayrıca, âlemin yaratılışının ne şekilde olduğuna ve kelamcıların
bu husustaki görüşlerinin filozofların görüşlerinden daha doru olduğuna
değinilecektir.
Filozoflar, âlemin yaratıcıdan zorunlu olarak çıktığını
kabul etmişlerdir. Bu kabullerinden dolayı da yaratıcının kudretinde bir
noksanlık ve kusur meydana gelmeyeceğini savunmuşlardır. Yani Vâcip Teala’nın
zorunlu fail olması, irade ve kudret sıfatlarıyla muttasıf olmasına zıt
değildir. Şöyle ki Allah’ın fiili ezelidir. Yani yaratmada ve feyz’de
pasiflikten uzaktır. Dilediği şeyi, zati bir önceliği bulunan irade sıfatı ile
ezelde, belli bir nizam ve düzenle meydana getirmiştir. Filozofların bu kabulü
her ne kadar kural olarak doğruysa da, âlemin ezeliliğini gerektirdiği için
kelamcılar bu görüşü tecviz etmemişlerdir. Kelamcılar, âlemin, irade sahibi bir
failin yaratığı olduğunu ispat ettikleri gibi, böyle bir yaratma modelinde
açığa çıkacağı varsayılan, yaratmada pasiflik şüphesini de bir çok delil ile
geçersiz kılmışlardır. Özetle yaratıcının ezeli iradesi, mümkünatın gelecekte
yaratılmasına taalluk etmiş ve yaratmada bir pasiflik söz konusu olmadan âlem
yaratılmıştır.
Şimdi, bu tartışmalardan biran için uzaklaşıp, şu
yaratılmış olan varlıklardaki ince hikmete ve şaşırtıcı sanatlara hakkıyla
bakıldığında, şuursuz olan bir tabiattan böyle mükemmel bir sanatın çıkmasını
akıl mümkün görmemektedir. İnsan türü dahi irade sahibi bir fail olduğu halde,
bunca yaratılmışların da güç, kuvvet ve irade sahibi bir failin ve yaratıcının
yaratmasıyla olmaları pek tabiidir. Bunun böyle olmaması için ancak ki sonucun
sebepten üstün olması gerekir. Halbuki her bir sonuç sebebinin gölgesi ve
suretidir. Bunun böyle olduğu herkesçe kabul edilir. Bazı filozoflar ise her
bir sebebin, meydana getirdiği şeyle vasıflanmasının gerekli olmadığını iddia
ederek şöyle bir misal getirmektedirler. Mesela; Güneşte sıcaklık olmadığı
halde, cirmlerde sıcaklık meydana getirmiştir. İşte bunun gibi, hakikatte
güneş, cirmlerin ısısının tam sebebi olmayıp, belki güneş ışınları cirmlerde
gizli olan veya etrafında var olan ateş parçalarının açığı çıkmasına bir vasıta
olmaktadır. Böylece zikredilen bu delilin geçersiz olduğu açığa çıkmıştır.
(Vâcibü’l Vücud her yönüyle birdir. Zıt olan iki şeyden en üstün olanı onun
içindir. Eksik olan bir varlık nasıl mükemmellik verebilir? Aklı selim sonucun
sebepten üstün olamayacağına hükmetmektedir (S.41) Fakat durum bunun tersinedir.
Gözle görülen şeyler insanı şu sonuca vardırıyor. (Onun için) sebebin, sonuç
ile (gerektirdiği şeyle) muttasıf olması gerekmez. Tıpkı Güneş gibi, Güneş
yakıcı olmadığı halde ısıtır.
İnsan türü yaratıcının mükemmel sıfatlarına ve isimlerine
sahip olup, bu isim ve sıfatlarla şereflendiğinden ve mutlak Zat’ın gölgesi ve
sıfatlarının sureti makamında bulunduğundan hadisi şerifte (Allah Ademi
sûreti üzere yaratmıştır.) buyrulmuştur.
4.
Dördüncü
Makale: Cesedlerin Haşri, Yeniden Diriliş ve Kıyametle İlgilidir.
Filozofların reisi Ebu Ali İbn Sina demiştir ki:
Bilinmelidir ki, Ahiret Şeriat tarafından kabul edilmiştir. Şu anda ve sonsuza
kadar da bizlerde şüpheler oluşsa da ahiretin ispatı Peygamberliği tasdik ve
şeriat yoluyla mümkündür.
Şunu bilmek gerekir ki, İbn Sina, cesetlerin tekrar
diriltilmesi ve öldükten sonra dirilmenin keyfiyetinin yaratıcının irade ve
kudret sıfatlarının eseri olduğu hususunda yine oluşlar âleminin (dünyanın)
yoktan meydana geldiği hususunda uyarıda bulunmakta ve İslam alimlerinin
iradeyi esas alan görüşlerini kabul etmektedir. (S.42) “Bu bölümde geçen
haberlerin doğruluğu ise peygamberin konuyla ilgili sözlerini kabule bağlıdır.”
der. Yoksa yaratmanın gerekliliğini ve âlemin ezeliliğini kabul eden
filozofların bu iddialarını ispat etmede ve hakikatini kavramada fikirleri,
vehm ve hayalleri yetersizdir. Gerçektende öyledir. Nitekim sonraki bazı
filozoflar âlemin ezeliliğine zıt, iddialarını ispata yetmeyecek surette,
kıyametin vaktini tahmin etme ve öldükten sonra dirilmeyle ilgili gayr-ı meşru
bir surette demişlerdir ki; yaratmanın ilk aşamasında su, bütün yeryüzünü
kaplamıştı. Yani dünya diğer cirmler gibi dairevi şekilde olup sonraki
zamanlarda burçların bulunduğu sekizinci felek kutupları, dünya kutupları olan
dokuzuncu felek kutuplarından yirmi üç buçuk derece eğilerek ayrılmıştır. Bu
cihetle burçların bulunduğu daire (yörünge) dahi dokuzuncu felek’in ortasından
geçen ekinoks çizgisi ile, yukarda zikredilen miktarca benzer olduğu ve eğik
bir açıyla kesiştiğinden Güneşin ve Esir’in yeryüzüne etkisi artmıştır. Böylece
madde ayrılma ve birleşme yeri olup yeryüzünden belli bir miktar (belirerek)
açılarak hayvanata ve insan türüne mekan olarak yaratılmıştır.(S.43) Yine
mümkündür ki bazen iki kutbun uyumu ile iki yörüngenin birleşmesi
gerçekleşebilir. Bu durumda ilahi kudret suyu asli suretine (başlangıçtaki
haline) döndürerek, bütün yeryüzünü su ile kaplayabilir ve insanlar, hayvanlar
suda boğularak ölürler sonrada yine iki yörüngenin benzeşmesiyle insan
cesedinde “Deki onları ilk defa yaratan diriltecektir ...” ayetinin sırrı açığa
çıkıp bir diğer insan türü yaratılıp haşrolunabilir.
Şimdi, bütün yeryüzünün su ile kaplı olması kaide olarak
doğru ise de zikredilen kutupların önceleri birleşik (mutabık) olmaları
sonradan ise ayrılmaları hakikate uygun değildir. Muhtemeldir ki kutbu âlem
senede bir daire çizerek yerini her zaman değiştirmekte ve yine bütün eğim
boyunca on sekiz sene ve sekiz ay müddetinde artma ve azalma ile suretini
değiştirmesinden hareket ederek, delil getirmiş olabilirler. Yoksa yeryüzünü
suyun kaplamasıyla (S.44) meydana gelen olaya helak ve kıyamet ve ikinci
kerede suyun çekilmesiyle meydana gelen yaratma olayına haşr demek caiz
değildir. Belki suyun her tarafı kaplamasıyla meydana gelen boğulma olaylarına
(helaka) tufan denilebilir.
Bu gibi olayların ortaya çıkması ise kutupların ve
yörüngelerin intibakına bağlı olmayıp bahsi gelecek olan gezegenler dizininin
ihtiva ettiği eğri daireleri kesen cirmlerin, yeryüzüne aşırı yakınlaşmasından
meydana gelen med - cezir ile deniz sularının kabarması sonucu, yer yüzünün
sularla dolması ve bir tufanın meydana gelmesi şeklinde olabilir. Hatta
Geometri kuralından çıkarılan bir sonuca göre; âlemin görünen taraflarında
mevcut olan gezegenler dizininin dahilinde bulunan ve bunun gibi cirmlerin,
eğri dönüşlerinden biri, Dünyaya ve diğer gezegenlerden birine çarparsa bu
çarpışan gezegenlerin yok olmasıyla, zikredilen bu gezegenler dizinindeki düzen
bozulur ve her bir gezegen bir tarafa saçılabilir. Bu durumda âlemde
(yeryüzünde) tufandan daha büyük olaylar ve bozulmalar meydana gelebilir.
Bu olaylar ve değişimler her ne kadar âlemin hudusuna
(sonradan olduğuna) ve kıyametin olacağına açık bir delil ise de yine kıyametin
bizzat kendisi diyemeyiz. Çünkü kıyamet oluş ve bozuluş (kevn ve fesad)
âleminin bütünüyle yok oluşunu gerektirir (S.45) Ne vakit ki, tevhid
güneşinin doğudan doğması ve birlik nurunun başka bir yerden yükselip çokluk
ordusunun gücü, “Bugün mülk kimindir? O tek ve kahhar olan Allah’ın!
(Allah’ın gücüne) yenilmiş, Allah’dan başka
bütün varlıklar bu imkanlar alanından kaybolmuştur. Fena fiilah’ın manası “Yeryüzünde
bulunan her şey yok olacaktır.” Bu ayette belirtildiği gibi ortaya çıkınca,
beka billah’ın hakikati ise “Sadece celal ve ikram sahibi Rabbi’nin yüzü
(Zatı) baki kalacaktır.” âyetinin sırrında belli olunca, büyük kıyâmet
meydana gelecektir ki, mükemmel ebediyet (beka) mutlak yok oluşu
gerektirecektir. Ayette de belirtildiği gibi ‘.... O’nun yüzün (Zatı)den
başka her şey helak olacaktır....”
Nefs-i Natıka ile beden arasında geçici bir istek ve arzu
bağı olduğundan bedenin yok olması Nefs-i Natıka’nın (Ruh)’da (S.46) yok
olmasını gerektirmez. Yine bedenler ruhların âletleri olduğu için yok olup
çürüdükten sonra mükafat ve cezanın idraki gibi bir maksatla tekrar iade
edilmesine lüzum görülmeyeceği gibi (yok olan bir şeyi, olmayan bir şeyi iade
etmek imkansızdır) akli önermesi gereğince bozulmuş
cisimlerin (bedenlerin) iadesini bütün filozoflar alken
imkansız zannetmişlerdir. Hatta bu hususta varit olan Kur’an naslarının da,
halkın (avam) anlayacağı bir şekilde yani bazı ruhani ve manevi şeylerin somut
benzetmeler ve temsiller yoluyla açıklanmış olduğunu zannetmişlerdir. Keza
Müteellihin (ilahiyatçılar)’e göre: Bedenlerin yok olmasından ibaret olan küçük
kıyametin vukuundan sonra günahkar nefisler kötü ve karanlık bir halde
olacaklar ve hissetme kuvvetleri giderilerek duyusal lezzetlerden mahrum
bırakılacaklardır. Nurlar âlemi bu nefsler için yok olacaktır. Yani saf, temiz
ve berrak ruhlar, nefsani kötülüklerle karıştığından kutsal nurlar âleminden
uzaklaşarak, karanlıklar içinde şaşkın ve yapayalnız bir vaziyette
kalacaklardır. Yine aynı şekilde zulmetin (karanlığın) gereği olarak korku,
ümitsizlik, dehşet ve inleyip sızlamak vb. gibi azaplara uğrayacaklarıdır.
İşlemiş oldukları (S.47) kötü amelleri ve kötü ahlakları da böcek, akrep
gibi haşerelere dönüşüp sonsuza kadar kendilerine eşlik edecektir. Fakat kuvve-i
nazariye (ilmi düşünce gücü), kulluk edebi salih ameller ve temiz fiillerle
arınan ve yücelen ve bu dünyanın bütün tasalarından uzaklaşan saf ve temiz bir
ruh ile yücelen üstün nefisler, kutsal yaratıcının etrafında hakiki sevgili
olan işrak sahibi tabiata, zevklerin ve aydınlanmanın kaynağına vasıl olurlar.
Sürekli olarak, göz nimetlerini görürler ve kulak nimetlerini işitirler. Yasak
olmayan lezzetler bu şerefli kişilerin kalbinin istifadesine sunulur. Böylece
kişiler meleklik mertebesine (ki pislik ve kir tabiatından uzak olarak akli
menzillerdeki bir hayal ile diri olmaktır) yükselmekle eksik yanlarından
kurtulurlar ve yok olup gitme tehlikesinden korunmuş olurlar. Sonsuzluk giysisi
ile şereflenmiş olan varlıklara, ruhani bir şekilde birleşerek âlemin yöneticileri
derecesine yükselirler.
Akıl gücü nasıl ki fiziki güçten daha mükemmel ve üstünse
bunun gibi, akli zevk (lezzet) de hissi lezzetten daha lezzetli ve daha
güzeldir. (S.48) Akli lezzetlerin en üstünü ve en güzeli ise, Zat’ı Vâcibü’l-Vücud’u
müşahede etmek ve çok şefkatli olan Zat’la (Tanrı) ile kavuşmaktır ki ne hissi
ve ne de akli lezzetle kesinlikle mukayese edilmez. Nitekim müşahede ehli bu
dünyada dahi akli lezzeti hissi lezzetlere tercih ederek manevi nurlardan
faydalanır ve rahmani feyzlere dalarlar. Ruhâni (manevi) zevkleri inkar
edenler. Duyusal (hissi) lezzetlerden başkasından zevk almayan avam (seçkin
olmayan) kimselerdir. Bu manevi lezzetleri inkar etmek tıpkı iktidarsız bir
kimsenin cimanın lezzetini inkar etmesi gibidir. Müteellihin (ilahiyatçılar)
ise hissi lezzetlerden faydalandıkları gibi bu ruhani (manevi) lezzetlerden de
bol bol nasiplenerek seçkinleşmektedirler. Yine efendilerin efendisi (SAV)’in
buyurduğu gibi: ‘Ben Rabbimin yanında barındırılıyor, yediriliyor, ve
giydiriliyorum”
Allah’u Teâlâ’da şöyle buyurmaktadır “Allah’ın, göğsünü
İslam’a açtığı kimse rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Kelamcılardan Ebu
Hamid İmam Muhammed Gazali, İmam Rağıb el-Isfehâni, Ebu Yezid Debusi ve
Tasavvufçular yine Mutezile ve (S.49) İmâmiye’nin çoğuna göre ilahi
emirler sadece Nefsi Natıka için varit olduğu gibi, mükafat ve ceza keyfiyeti
de yine sadece bu nefse aittir. Yine bunlar Haşr, Cennet ve Cehennemin tamamen
cismani (maddi) olduğunu, mükafat ve cezanın da tamamen akli olduğunu iddia
etmektedirler. Yine bunlara göre insan Nefs-i Natıka’dan ibaret bir varlıktır.
Nefs ise gerek tabiat olaylarının idraki ve nimetlerin algılanması gerekse
uhrevi acıların ve zulümlerin duyumsanması için duyum gücüne sahip bir bedene
muhtaçtır. Nefsin, işte ilk varlığında bağlı olduğu bu bedene, eski bir
münasebeti ve uygunluğu vardır. Bu nedenle, ikinci var olmada Allah’u Teâlâ’nın
da gücüyle, bu ilk beden aynen iade edilir.
Ancak âlem-i berzahta kişinin dünyadayken kazanmış olduğu
salih amelleri veyahut faydasız amelleri bir beden şekline dönüşecektir.
Nefsin, işte bu geçici bedene bağlanmasıyla berzah âlemindeki mükafat ve
cezanın idraki sağlanacaktır. Zikredilen bu bedene Tasavvuf ıstılahında
“Beden-i Mükteseb” denilir. Muhyiddin İbn Arabi’nin ifadelerinden birisi
şöyledir: Arkadaşlarımızdan bir gurup şöyle demiştir; Ölen bir kişi öldükten
sonra bu dünyadan ayrılır. Berzah âlemine intikal edince berzahi ( geçici)
bedenlere sahip olurlar. (S.50) Bu bedenlerin sureti öyledir ki, insan
bu bedendeyken kendisini uykuda zanneder. Oysaki o ölmüştür. Orası ise
berzahtır. Sonra kıyamet günü, tıpkı dünyada olduğu gibi, asıl bedenler yeniden
diriltilir.
İmam-ı Fahreddin Razi hazretleri buyurmuştur ki: Ashâb-ı
şeriattan, zikredilen bu görüşü kabul edenler, Felsefe ile Din’in arasını
birleştirmek gayesiyle dediler ki : Aklen de sabittir ki, ruhların ve
nefislerin mutluluğu, varlıklarının kaynağı olan Bari Teâlâ’yı bilmeleri ve
sevmeleriyledir. Bedenlerin kurtuluşu ve rahatı ise cismani (maddi) nimetleri
elde etmesiyledir. Durum böyle olunca Nefsi Natıka’nın hem akli hem de hissi
idrak bakımından mükemmellik derecesine ulaşması yani bu iki mutluluğu bir
arada tutması imkansızdır. Çünkü Nefsi Natıka yönetici âlemden ayrılmakla ilk
varlığında, ilk önce bir bedene bağlanmıştır. Böylece asli vatanından ayrılmış
ve maddi bir sınırlılıkla sınırlanmıştır. Bu ise Nefsi Natıka’da bir gevşeklik
ve zayıflık meydana getirmiştir. Şöyle ki: Nefs, hissi lezzetlerle meşgul olsa
manevi lezzetlerden mahrum olacaktır. Manevi lezzetlerle meşgul olsa hissi
nimetlerden mahrum olacaktır. (S.51) Oysaki ikinci varlığında yani
bedenin yok olmasından sonra, geçici yaşantılarının izlerinden kurtulmuş olarak
asli vatanı olan kutsal âleme döner. Burada, zati (özsel) olarak daha önceden alışık
olduğu nurlar âleminin nuruna kavuşmakla güç ve kuvvet kazanır. Aynı zamanda
maddi bedeniyle önceki alakası sebebiyle, ikinci defa bu ilk bedeniyle bağlantı
kurduğunda, gevşeklik ve zayıflıktan kurtulmuştur. Artık hissi ve akli
idraklere hazır ve amade olarak, maddi ve manevi bu iki mutluluğun arasını
gerektiği gibi bir araya getirmeye muktedir olur.
Ulvi (yüce) ve sufli (değersiz) cirmlerin durumlarının
açıklanmasından sonra; önceki filozofların kendi hesap kuralları ve gözlem
aletleriyle incelemiş oldukları fakat ciddi araştırmacılar nezdinde hadislere
ve ayetlere ters düşen bulgulara değinilecektir.
Hüccetü’l-İslam İmam Gazali İhyâ-i Ulûmu’d-Din de şöyle
demektedir: Kişi akli ilimlerle şer’i ilimlerin bir birine zıt olduğunu ve bunların
arasını birleştirmenin mümkün olmadığını zanneder. Oysaki böyle bir zan, kör
bir kişinin zannıdır. Böyle düşünenden Allah’a sığınırım. Bilakis böyle düşünen
bir kimse için, şer’i ilimlerin bazısı bazısına bile zıttır. Akli ve şer’i
ilimlerin arasını uzlaştırmaktan aciz olduğu için zıtlığın dinde olduğunu sanır
ve buna da hayret eder. Kılın hamurdan sıyrıldığı gibi dinden sıyrılır. (S.52)
Oysaki bu kişinin acizliği nefsindeki kibirden ve dinindeki eksiklikten
kaynaklanmaktadır. Böyle bir kişinin durumu şu kör gibidir. Körün biri bir eve
girer ve evdeki kaplara takılarak tökezler. Orada bulunanlara şöyle der: Yola
bırakılan bu kaplara da ne oluyor? Niçin yerine koymuyorsunuz? Oradakiler ise
şöyle der: Kaplar yerinde duruyor fakat sen körlüğünden yolu bulamıyorsun.
Hayret sana körlüğünden dolayı tökezlediğini düşünmüyorsun da, senden
başkasında kusur arıyorsun. İşte bu misal dini ilimlerin akli ilimlere
nispetinin misalidir.
1.
Birinci
Makale:Küçük Parçaların Birleşmesiyle Cisimlerin Oluşmasını Açıklamaya Dairdir.
Filozoflardan bazıları, mevcut maddelerin oluşuma girmesi
ve basit cisimlerin başkalaşması ve birbiriyle karışıp iç içe girmesi
sonucunda, diğer mevcutların meydana geldiğini kabul etmişlerdir. Âlemin
görünen her safhasında birleşik cisimler mevcuttur. Basit cisimlerin birbirini
etkilemesi olayı hariçte pek nadir olan bir hadisedir. Aynı şekilde ateş
yeryüzü maddelerinde gizlidir. Bu maddelerdeki ateş, başka bir ateşle veya
güneş ışınlarıyla karşılaştığında meydana çıkar. (S.53) Veyahut ateş, Küre-i
Esir’den, çarpışmak suretiyle aşağı inmiş ve havayla karışmıştır. Müessir
(etkileyen) olması dolayısıyla cirmleri etkileyen bir sebep olmuştur. Ateşin bu
niteliğinden dolayı yeryüzü maddelerinin ısınması gerçekleşir. Şimdi zikredilen
bu fikir gereğince cirimlerin oluşumu şu şekilde cereyan eder: Zikredilen bu
bileşik (cisimler) hariçte ince parçalar ve bitişik ufak parçalar olup zaman,
zaman bunlardan üstün ve çok olan topluluk, diğeriyle homojenliği nispetinde
birleşir. Böylece üstün ve fazla olan miktarın belli olduğu fakat bu içkin
parçaların tabiatında yeni bir cisim ortaya çıkar. Buna göre karışık şeylerde
az çok her türlü maddenin bulunması gerekir. Bu kaideye dayanarak yeryüzünün
ilk oluşumu alevli (kızgın) bir maddedendir. Asırların geçmesiyle, bu madde
toprak suretini kazanmış ve böylece ateş yeryüzü maddeleriyle karışmıştır.
Allah bilir ki sem’i deliller cümlesinden olan bu olaya,
Aynel-Mââni de nakledilen tercüme hadisin manasında ve aslında, dolaylı olarak
işaret vardır. (S.54) Zikredilen bu kitapta, yeryüzü cirmlerinin oluşumu
ve semanın (gökyüzü) yaratılışı hususunda, Farsça olarak bir hadis
nakledilmiştir. Şimdi, yeryüzü maddelerinin bileşik parçalardan oluştuğu ve
ateşin bunlarda gizli olduğu ve özellikle yeryüzünün kızgın bir maddeden meydana
geldiği mezkur hadis-i şeriften irfan ehline belli olacağı aşikardır. Fakat bu
oluşum olayıyla ilgili iki ifade arasında fark bulunabilir. Çünkü filozofların
ifadesi felsefe kurallarına göre, hadisin tarz ve tertibi ise şeriat üslubu
üzere vaki olmuştur. Kaldı ki mezkur hadisin haberi “ sonra duman (gaz)
halinde bulunan göğe yöneldi ..”,33 ayeti
kerimesinin haberi üzeredir. Gökyüzünün, yeryüzünün yaratılmasından sonra
yaratılması hususunda, buhar ve duman türünden yaratılmış olup olmaması
hususunda, felsefe kitaplarında bir şey yoktur. Ancak bazı filozoflar
33 Fussilet, 41/11 yeryüzünün döndüğü ve Esir denen maddenin bizzat
(zati) hareket ettiği hususuna değinmiş olmakla beraber, gökyüzüne dair
bahisleri yoktur.
(S.55) Fakat bazıları
da yeryüzünü (dünyayı) sakin zannetmişlerdir. Esir’in farklı hareketler üzere
görünmesini ise, saplanmış oldukları feleklerin hareketine bağlamışlardır.
Meçhul tabiatlar üzere, soğan ve kabuğu gibi birbiriyle iç içe girmiş ve her
biri diğerini içine alan yarıksız ve pürüzsüz yedi felek ispat etmişlerdir.
Yalnız gezegenlerin hareket kanunlarındaki düzeltme ve değişikliklerden dolayı
meydana gelen sıkıntılara değinmenin gereğine de inanmışlardır. Bu görüş her ne
kadar “ O Allah ki yedi göğü yarattı...” ayetine ve bu türden
diğer ayetlere uygun olsa da, gökyüzünün şeffaflığı veya uzaklığı yönüyle
idrakinde, gözlem aletlerinin ve hesap kanunlarının dahli olmadığından, bu
husus da iki grubun görüşlerini, ne inkar etmeliyiz, ne de zikri geçen hususları
bir yönüyle de olsa kabul etmeliyiz. Bize düşen, ayetlerin bildirdiği üzere
yedi göğün varlığını kabul etmektir. Çünkü her ne kadar semâvât (yedi gök)
duman ve buhar türünden yaratılmış olsa da şu andaki varlığı ve tabakalarının
nasıl olduğu Allah’ın ilmine bağlı bir keyfiyettir.
2.
İkinci
Makele: Yeryüzü ve İçindekilerinin Dört Aşamada Oluşumuna Dairdir.
(S.(56) Bazı filozoflara göre; Yeryüzünün zati
oluşumu, yüzeyinde ve derinliklerinde bulunan madenler, bitkiler ve denizde
yaşayan hayvanların meydana gelişi ve yaratılışı iki aşamada olmuştur. Karada
yaşayan hayvanların meydana gelişi ve yaratılışı ise diğer iki aşamada olmuş ve
bu yolla yeryüzü kemal derecesine ulaşmıştır. Şimdi zikredilen bu görüş
gereğince, yeryüzü ve içindekilerin tamamı dört aşamada oluşmuştur. Bu görüş “De
ki: Siz mi arzı iki günde yaratana nankörlük ediyor ve O’na eşler koşuyorsunuz
? O âlemlerin Rabbidir. Arza, üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı
Ondan bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarını (bitkilerini
ve ağaçlarını) tam dört günde düzene koydu” ayeti kerimesinin
yüce manasına uygundur. (S.57) Ancak zikredilen âyet, bildirilen kanuna
ve yukarda geçen görüşe uygun olarak, her ne kadar hikmet üslubu üzere vaki
olsa da, zikredilen aşamalara felsefe dilinde dört devr (zaman,an) denilir. Din
dilinde ise dört gün denilmiştir. Kadı Beydâvi yukarda zikredilen âyette geçen
“iki gün” ibaresinin tefsirinde şöyle demiştir: İki aşama veya iki gün
miktarında ve her aşamada yaratılacak her şeyi en hızlı bir şekilde yarattı. “Onda
bereketler yarattı” ibâresinin tefsirinde ise şöyle demiştir: Hayvan ve bitki
türlerinin yaratılmasından daha fazla ve daha üstün nice hayırlar. Yine “dört
gün” ibaresinin tefsirinde de şöyle demektedir: Tamamı dört günde olmuştur.
Sanki, bunların hepsi dört günde olmuştur denilmektedir.
Zikredilen bu görüş sonucunda, yeryüzü ve üzerinde görünen
bütün eşyanın ve ruh sahibi varlıkların, hâdis ve yoktan var oldukları ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla bu görüş, bu husustaki Kur’an ayetlerine ve nakli
delillere diğer filozofların görüşlerinden daha uygundur. Ayrıca âlemin hudusu
maddesindeki âyetin hükmüne de daha uygundur.
3.
Üçüncü
Makale: Altı Yaşam Sırrının Ortaya Çıktığı Su Maddesinin Açıklanmasına Dâirdir.
(S.58) Filozoflara
göre su, basit bir cirm değildir. Yani hariçte bir çok parçanın birleşmesi ve
karışmasıyla meydana gelmiştir. Bu cihetle bütün su türleri her durumda canlı
moleküllerden ve ruhtan yoksun değildir. Yine bunun gibi, canlı vücutlarının
maddesi olan spermler ve menide dahi, diğer sular gibi canlı moleküller
mevcuttur. Hatta bu canlı moleküllerin gözlem aletleriyle gözlenmesi ve
müşahede edilmesi mümkündür. Bu mesele doğru olduğu takdirce su, “Her canlı
şeyi sudan yarattık, halâ inanmıyorlar mı” ayeti kerimesinin
bütün sırrına nâil olması cihetiyle, bütün sularda bu hayat (canlılık) özelliği
mevcuttur. Dolayısıyla bu birleşik (kompose) keyfiyetin gözlemlenebilir olması
ve belki de suyun tek tek bütün parçalarının canlı moleküllerden ibaret olması
şaşılacak bir durum değildir.
Bunun gibi, ilahi takdir ve sınırsız irade sebebiyle, insan
ve hayvanın meydana gelmesinde ve emanet edilmiş bu hayatın maddesi olan
spermlerde ve menide dahi bu canlılık unsurunun bulunması muhakkaktır. Allah’u
Teâlâ’nın da buyurduğu gibi “Rabbin, adem oğullarından, onların bellerinden
zürriyetlerini almış ve: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye onları kendi
nefislerine şahit tutmuştur. Onlarda: “Evet (buna) şahidiz!” dediler”
(S.59)
İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber demiştir ki: Allah,
Adem (a.s)i, yarattığında sırtını sıvazladı ve oradan kıyamet gününe kadar
yaratacağı (insanların) ruhlarını çıkardı ve: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
dedi. O gün, kıyamet gününe kadar olacak olan bu ruhlarda hemen hep birden:
“Evet, (Sen bizim Rabbimizsin)” diye nida ettiler.
Bu hâdise, Allah’u Teâlâ’nın Adem’in sırtından bütün
insanlığı çıkardığı anlamında değildir. Bilakis Adem (as)’in sırtından sadece
kendi sulbünden olacak çocukları çıkarmıştır. Onların sırtından da kendi
çocuklarını çıkarmış ve bu böylece silsile halinde sonuna kadar devam
edecektir. Spermlerde mezkur ruhun bulunmasını, (Allah’u Teâlâ Ruhları,
bedenlerden bin yıl önce yarattı) hadisi şerifinin sıhhatiyle
kıyaslandığında ve yine “Sonra, onu sonraki bir yaratmayla yarattık”
ayeti
kerimesinden de ruhun bedenin yaratılmasından sonra yaratılmadığı
kastedildiğinde, veya saç, diş v.b gibi yaratılması sonra olan şeyler
kastedildiğinde, bedenlerin yaratılışı hadisesi açıklanan bu delillerle muhalefet
etmez. Kadı Beydavi tefsirinde “Sonra onu sonraki bir yatmayla meydana
getiriverdik” âyetiyle ilgili olarak şöyle demektedir. Buradan kasıt bedenin
şekli yapısının tamamlanması veya ruh üflenmesidir. Ruhu’l Beyan tefsirinde ise
âyette geçen “ diğer (sonraki) yaratma” ibaresinden kasıt ruhun üflenmesidir,
denilmektedir.
Şurası bilinen bir gerçektir ki bu âlemin bütün fertleri
daima oluş ve bozuluş üzeredir. Bazı varlıkların ömrü göz açıp kapama kadar
kısa iken bazı varlıkların ömrü ise daha uzun bir müddettir. Mesela az zaman
müddetinde fâni olan insan fertlerinin manevi yöneticisi olan ruhların, asli
kaynakları olan Külli Nefs’e ve en büyük ruha kavuşmaları, büyük bir denizin
suyundan doldurulan kapların dolu olduğu sırada kırılıp tekrar bu denize
karışmalarına benzetilebilir. Fakat insan bedenlerinde idareci olan ve ilahi
hitap ile mükellef olan bu nefsler (ruhlar), zulmetin (karanlığın) yeri olan
bedenlerle ve cisimlerle uzun müddet ilişkilerinden dolayı, isyan ve
itaatsizliğe sebep olacak bir şekilde yüce nurlar âlemini unutmuş, gösteriş ve
çirkefliğe meyletmiştir. Onun için, beden yok olduktan sonra bu ruhların Külli
Nefs’e ve Yüce Ruh’a dönmeleri önlenir. Karanlıkların karanlığı olan cehennem
de çok dehşetli ve korkulu bir şekilde azap ve acı çekerler. (S.61) Muhyiddin
İbn Arâbî’nin de dediği gibi arkadaşlarımızdan bir gurup şöyle demektedir:
Ruhlar cesetlerden ayrıldığı ve maddeden bütünüyle soyutlandığı zaman
asıllarına (ana kaynağa) dönerler. Bu, tıpkı güneşin parlak cisminden doğan
ışınların, güneşe doğru tekrar yükselmeleri gibidir.
Burada iki farklı görüş mevcuttur. Bir gurup demektedir ki:
Tıpkı nehrin kıyısında duran bir kaptaki suyun o nehrin suyundan farklı
olmaması ve o kabın kırılmasıyla suyun tekrar nehre dönmesi gibi, Külli Ruh’un
kendi zatından çıkarak ayrılan bu ruhlar da Külli Ruh’un kendisinden farklı
değillerdir. Burada kaplar cisimlere benzetilebilir. Kaplardaki su ise Külli
Ruh’tan birer parça olan ruhlara benzetilebilir. Diğer bir grupta şöyle
demektedir: Ruhlar cisimlerle olan yakın ilişkilerinden dolayı, iyi yada kötü
bir surete bürünürler. Maddi cisimlerinden ayrıldıklarında ise bu kazanılmış
suretler dolayısıyla farklılaşmışlardır. Tıpkı kaptaki suyun, kapta kaldığı
müddet süresinde renk, koku ve tad vb bazı hallerinin değişmesi gibidir.
Kaptaki bu su, kabından ayrıldığı zaman renk, koku ve tat gibi kazanmış olduğu
özellikleri kendi zatında yer etmiştir. Allah’u Teâlâ’da işte ruhları kazanmış
oldukları bu suretler üzere muhafaza eder. Bu görüş bazı filozoflar tarafından
da kabul edilmektedir.
Filozoflara göre bu mümkün âlem sınırları, hareketleri ve
görünürde olmayıp itibarı olan diğer yönleriyle beşer duyularından ve
idrakinden uzak olup sınırsız ve sonsuz bir görünüm (alan)dür. Bu âlem, enine
ve boyuna irili ufaklı cirimlerle doludur. Küresel cisimlerin en büyüğü ise
güneş olup, gökyüzü cirimlerinin ışık kaynağıdır. Güneş kendi etrafında döndüğü
gibi, etrafında bulunan dünya ve bunun gibi diğer gezegenlerin merkezi
konumundadır. Bu gezegenler, güneşin yörüngesinde hareket ederler ve güneşin
ışığıyla aydınlanırlar. İşte güneşin ve diğer gezegenlerin hepsinin oluşturduğu
bu sisteme, güneş sistemi veya gezegenler düzeni denir.
Ey insanlar Allah kaç felek yarattı ki
Güneşler,
aylar ve yıldızlar (durmadan) akıp gitmekte
Arş ile kastedilen ise, sınırları ve ölçüsü Allah’u
Teala’nın ilimde saklı olan, sınırsız takdirlerinin ve yaratıklarının ortaya
çıktığı bir mülk ve yedi geniş alandır. Nitekim Kürsi’den dahi mecaz-ı mürsel
yoluyla mülk kastedildiği dilciler ve tefsirciler tarafından kabul edilmiştir.
(S.(64)Şimdi hadiste zikredilen kandillerden
birisi ışık ve ısı dağıtan bu güneştir ki, yeryüzü, ve diğer cismani şeyler ile
semavi cirimlerden oluşan bir sistemdir. Fakat diğer sistemlerde ne türlü
cirimlerin ve şeylerin olduğuna dair Allah’u Teâlâ’dan başka kimsenin bilgisi
yoktur. (Zatını ve sıfatlarını idrak etmenin faziletiyle, akılları, yaratılmış
olan şeylerin etkisinden kurtaran zât, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.)
5.
Beşinci
Makale: Küresel Cirimlerin Hareketlerinin Açıklanmasına Dairdir.
Filozoflara göre, bütün küresel cirimler hem merkezlerinden
dışa doğru bir itim gücüne hem de merkezlerine doğru bir çekim gücüne sahiptir.
Bu çekim ve itim hadisesi cirimler arasında sürekli devam eden bir vakıadır.
Fakat büyük cirmin çekim güçü küçük cirme daha fazla tesir etse de yine de
küçük cirim, kendi imkanı ölçüsündeki kuvvetli tabiatı ve ikinci dereceden daha
az bir kuvvetle, bu çekime engel olur. (S.65) Güneş ki en büyük kürevi
cirimlerden ve en ulu cisimlerdendir. Etrafında bulunan küresel cirimleri
çekmekte, bu cirimlerde kendi güçleri nispetinde bu çekimi itmektedir. Bu
hadise sonucunda zikredilen bu cirimlerde sayısız hareketler ve çeşitli
dönüşler meydana gelir. Bu hareketler ise günlük, senelik ve asırlık
hareketleri oluştururlar.
Allah bilir ki bu husus dahi “Geceyi, gündüzü, güneşi,
ayı yaratan odur. (Bunların) her biri bir yörüngede yüzmektedir.”
ayeti’nin mefhumuna uygundur. Kadı Beydâvi bu
âyetin tefsirinde şunları söylemektedir. Ayette geçen “küllün” (hepsi)
kelimesinden kasıt “küllühüm” (onların hepsi)” demektir. Yine bu “küllün”
kelimesindeki tenvin muzafun ileyh’deh bedeldir. “yesbahûn” (yüzerler)
kelimesinde zamir yerine geçen çoğul vav’ı ise güneşlere ve aylara işaret
etmektedir.
Şimdi cevâmiü’l-kelim ve sırf hikmet olan bu ayeti kerime,
Arz’ın etrafındaki boşlukta yer alan cisimler ve yıldızlar hakkında sayısız
durumlardan ve daha bir çok hususundan haber vermektedir.
Bu ayeti kerime ilk olarak, zikredilen bu cirimlerin zati
hareketlerini ve yayılıp genişleyen seyirlerini haber vermektedir. İkinci
olarak güneşlerin ve ayların çokluğunu ima etmektedir. Nitekim yukarıda da
açıklandığı üzere filozoflara göre: Sabit yıldızların bazıları da aynen bu
güneş gibi dünyaya sıcaklık ve ışık vermekte, yörüngelerinde ise nice
yıldızlar, aylar ve kuyruklu yıldızlar yer almaktadır.
(S.(66) Üçüncü olarak, zikredilen güneşlerin
diğer yıldızlar gibi kendi merkezlerinden kaynaklanan hareketleri olduğunu ima
etmektedir. Bundan başka “Güneşte kendi istikrar bulacağı yer için akıp
gider” ayeti dahi bu hususu açıklamaktadır. Dördüncü
olarak, “Yesbahûn” kelimesi akıllı ve şuurlu varlıklara mahsus olan çoğul
kipinde gelmiştir. Bu durum da ayet gezegenlerin seyir ve hareketlerinin, şuur
sahibi varlıkların özelliklerinden olan çekim ve itim hadiseleriyle oluştuğunu
ima etmektedir.
Nitekim keşf sahibi kimseler gerek maddi ve gerekse maddi
olmayan bütün varlıklara, sürüp giden yaşamın ve ansızın ortaya çıkan aşkın
sırrıdır. Derler. (S.67)
Yine şeyh Ebu Ali İbn Sina ve diğer büyük hükemâ,
varlıktaki aşk sırrını ispat için demişlerdir ki: Bütün mevcudat, ilk varlık
almalarından tutunda, ikinci olarak, mükemmellik kazanıp da ilk başlangıçlarına
teşbihi bir şekilde talip olmaları, aşk vasıtasıyladır. Dolayısıyla bütün
eşyada aşk olması gerektiği gibi, bu görüş üzere aşkın bilinci gerektirmesi
cihetiyle, eşya ve mevcudatta aşktaki mertebeleri üzere bilinç olması gerekir.
Filozoflar demiştir ki: Kuvve halinde olan her şey sonra
kuvve halinden fiile çıkar. Kuvve halinde olan bir şeyin uygun bir fiile
dönüşmesi diğer bir yönüyle kemal (yetkinlik)’dir. Kemal ise iki kısma ayrılır.
(S.68) Birincisi, kendisiyle türün bilfiil tür olduğu yetkinlik.
İkincisi, türün eylemleri için kullanılan yetkinliktir. Mesela cisim için nefs
ve kendi türüne ait sureti (şekli), ilk kemaldir. Beslenme, büyüme, üreme ve
iradi hareket ise ikinci kemaldir.
6.
Altıncı
Makale: Âlemlerin Çokluğunu Açıklamaya Dairdir.
Filozoflara göre: Gökyüzünde ışık dağıtan çeşit çeşit
cirimler ve bütün bu sayısız yıldızlar, karanlık, sert ve katı cirimler olup
sistemlerinin merkezinde bulunan ışıklı güneşlerden nur ve ışık alarak, dünya
(yeryüzü) gibi her biri karanlığa ve aydınlığa mahal olan müstakil birer âlem
olurlar. Hatta bu âlemlerde hayvanların ve ruh sahibi varlıkların bulunması
muhtemeldir. Allah bilir ki zikredilen bu husus “Hamd âlemlerin rabbi olan
Allah’a dır.” ayetinden de
anlaşılmaktadır. Çünkü “âlem” kelimesi şuur sahibi varlıklara mahsus olan cem-i
sigasıyla gelmiştir.
Nitekim âlemlerin çokluğunu durumlarını ve keyfiyetlerini
ima hususunda bir çok haber olduğu gibi hadisçiler tarafından, Hz.Peygambere
ait çeşitli rivayetlerde zikredilmiştir. (S.69) İbn Abbas’dan rivayet
edilmiştir ki, Allah’u Teâlâ’nın yetmiş bin âlemi vardır. Bunlardan insanlar ve
cinler yalnız bir âlemdir. Bunlardan dört büyük melek ve melekler ise diğer bir
âlemdir. Bunlardan başkası hakkında Allah’u Teâlâ’dan başka kimsenin bilgisi
yoktur. Yine Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir ki: Allahu Teâlâ’nın kırk
bin âlemi vardır. Dünya, doğusundan batısına kadar bu âlemlerin sadece bir tanesidir.
Veheb bin Münibe hazretlerinden rivayet edilmiştir: Allah’u Teâlâ’nın on sekiz
bin âlemi vardır. Dünya bunlardan bir tanesidir. Yine Ka’b bin Ahbar
hazretlerinden rivayet edilmiştir ki: Âlemlerin sayısı (rabbinin askerlerini
ondan başka kimse bilmez) haberine uygun olarak, Allahu Teâlâ’dan başka
kimsenin malumu değildir.
Mukatil ibn Süleyman hazretlerinden rivayet edilmiştir ki:
Eğer âlemin tefsir edilmesi gerekseydi, her ciltte biner sayfa olmak üzere, bin
ciltlik bir kitap yazmak gerekirdi. Yine Hz.Peygamber (a.s.) dan rivayet
edilmiştir ki: Hak Teâlâ hazretleri otuz tane bu Dünya genişliğinde beyaz
bir arz yaratmış ve mahluklarla doldurmuştur. Bunlar, göz açıp kapama müddeti
kadar dahi olsa Hak Teâlâ’ya isyan eden mahlukların varlığını bile bilmezler.(S.70)
Orada bulunanlar dediler ki : Ya Rasulallah! Onlar Adem evladından mıdır?
Hz. Peygamber buyurdu ki: Onlar Adem’in yaratılmasını dahi bilmezler.
Sonra “ve
daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır” ayetini okudu.
Rü’yetullah hakkında Musa’nın sorulduğu şey şöyle rivayet
edildi: Hz. Musa baygın bir vaziyetteydi. Ondan perde kaldırıldı. Yetmiş bin
tane Tur dağı gördü. Her bir dağın üzerinde Musa diyordu ki: Ey rabbim bana
kendini göster! Şimdi âlemler ne kadar çok olursa olsun “Bizim buyruğumuz
yalnız bir tektir. Bir göz açıp yumma gibidir” ‘Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, bir
tek kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir’ ayeti kerimeleri
gereğince bunların hepsinin yaratılması, ilahi kudrete, yetkin ve sınırsız
yaratmaya nispetle, tek bir kişinin yaratılması gibidir.
Bu âlemin her tarafında her ne kadar ruh sahibi varlıklar
olsa da kainatın efendisi Hz.Muhammed’in, bütün mümkünatın en üstünü ve bütün
kainatın en şereflisi olduğu, herkes tarafından kabul edilen bir husustur. Zira
Hakikat-i Muhammediye’nin idrakinde, beşer idraki ve insan aklı acizdir.
Gezegenlerde ve semavi cirimlerde akıl sahibi varlıklar olduğu kabul edilecek
olsa zikredilen bu hakikat onları dahi kapsar. Şu söylenen şey ne güzeldir:
Allah’a hamd olsun ki, güzel tecellilerle habibinin yüzünü nurlandırdı.
(S.71) Lütufların ve kemalin en son haddiyle onda nurunu inci gibi dizdi.
Ona eliyle şekil verdi ve onun yaratılışını düzeltti. Henüz Adem zikredilen bir
şey değilken, O, varlığın hazinesiydi ve varlık hazinesinin anahtarıydı.
Makam-ı Mahmûd ve Livâü’l hamd sahibiydi. Bu makamların mertebelerinin dili
adete şöyle demektedir: Ben her ne kadar suret (görünüş) itibariyle Adem’in
oğluysam da, manen benim babalığımın şahidi vardır.
E- SONUÇ
Peygamberlik, Velayet ve Mucizenin Açıklanması Hakkındadır:
(S.72) Daha önce
zikredildiği üzere Nefs-i Natıka, soyut nurlar ve yüce cevherlerden olup bedeni
kuvvetlere ve cismani heykele (suret) alakaları yönüyle kendi hususi âleminden
inmiş ve sufli âlemde boş işlerle meşgul olmuştur. Yani bedeni kuvvetler ve
beşeri ilişkiler onu daima sufli âleme doğru çekmiş ve Nefs nurlar âleminin
füyüzâtından feyz alamamış ve sırlar bütününün bilgisinden istifade
edememiştir.
Fakat kişinin kabiliyeti ölçüsünde veya riyazet ile, üstün
olan maddi kuvvet zayıflayınca Nefs, kuvve-i işrak ve nuraniyette bulunduğu
cihetle bazı kereler asli vatanı ve zati mercii olan kutsal âleme kavuşur.
(S.73) Bu kutsal âlemde nurani fertlerle ruhani bir birleşme gerçekleşir.
Böylece Nefs, hakikatlerle ve bilgilerle karşılaşır. Evrendeki gizli ve
görünmeyen şeylerin sırlarıyla donanır.
Soyut nefs için zikredilen bu haller, zahir ehli için genel
olarak uyku halinde ortaya çıkar. Nefsleri kuvvetli kimselerde ise uyanıkken
dahi ortaya çıkar. Çünkü bunların duyulur (maddi) âlemden sıyrılıp kutsal
âlemle buluşmaları sıradan bir hadisedir. Sıradan diğer nefsler için uykuda
vukû bulan haller, durumların ve ihtiyaçların kendilerini meşgul etmediği
kuvvetli nefsler için, duyuların sağlamlığıyla beraber uyanıkken dahi vuku
bulur. Onlardan başkası da bu kapasitede değildir.
Nitekim resimli bir yüzey (levha)’in karşısında bulunan
aynalar veya parlak bir madde, bu resimli yüzeyin kendisinde yansıması yoluyla
resimliymiş gibi olursa, işte bunun gibi soyut insan nefsi de temizliğini ve
nuraniliğini koruduğu sürece, geçmiş hallerin ve gelecek olayların kendilerinde
göründüğü kutsal ve yüce nurlarla akli ve ruhani bir birleşme yoluyla bu
hallere muttali olurlar. Mahallinde zikrolunduğu üzere Nefs-i Natıka (S.74) nurların
iniş derecelerinden olmasıyla, bizzat ilim ve oluş bilgilerinden ve duyulur
şeylerin idrakinden uzak bulunmuşlardır. Bedeni kuvvetler ve cismani aletler
aracılığıyla, mahsus (duyulur) şeyleri idrak ettikleri gibi üzerlerinde bulunan
mücerret (soyut) nurlardan ve kutsal akıllardan da feyizlenerek ve faydalanarak
maneviyata vakıf olurlar. Yine bedeni kuvvetler vasıtasıyla idrak edilen
şeylerin farklı suretlerinin, duyuların kaynağı olan hissi müştereğe (ortak
duyuya) yansıması ve buna göre tasarruf kuvvetinin fiilde bulunması gibi, nefs
de gaybi (bilinmeyen) şeylerin ve manevi şeylerin yansımasıyla donanır. Bu
yansımaları hayal gücü, uygun şekillerle benzeştirmek suretiyle duyulur
(mahsus) âlemi şekillendirir. Bu duruma sembolik anlatımlarla işaret edilir.
Şimdi bu sembolik anlatımlar kabilinden olarak nefs,
(bazen) kendisini gayet güzel ve şeffaf bir vaziyette veya son derece yüce ve
büyük olan garip ve acaip suretlerde durumlarda yalvarırken veya konuşurken
müşahede eder. Nitekim âlemin övüncü ve insanoğlunun neşe kaynağı olan Peygamber
efendimiz buyurmuştur ki: (S.75) “Bazı kereler melek insan suretine
bürünürdü” yani sahih hadiste, Hz.Peygamberin Cebrail’i Dıhyetü’l Kelbi
suretinde defalarca gördüğü, rivayet olunmuştur. Dıhye hazretleri sahabe
arasında güzelliğiyle bilinen bir kimseydi. Yine “Andolsun (Muhammed) onu
apaçık ufukta görmüştür “ ayet-i kerimesinin ifadesince haberde de varid
olmuştur ki Onu (Cebrail) sanki doğu ve batı ufuklarını kaplamış gibi
görmüştür. Yani peygamberimiz Cebrail’i doğu ile batı arasını kuşatmış gibi görmüştü.
Mesela yine bu sembolik (temsili) şeyler kabilinden olarak nefs, bazen hiç
kimseyi görmediği halde, düzgün manalar içeren ardışık sesler duyar. Nitekim
Peygamberimiz, vahyin inişinin ilk vakitlerinde, çıngırak sesi gibi geliyor.
Buyururlardı.
Bazı kerelerde Nefs-i Natıka’ya, düzgün ibareler ve
sözlerle yazılmış sahifeler gibi şeyler aşikar olur. Nitekim büyük
peygamberlerden bazılarına suhuf denen sayfalar ve levhalar nazil olurdu. (S.76)
Yine bu bağlamda, gaybi (gizli) hususlar, sözlere ait şekillere ve
sembollere bürünmeksizin, nefs aynasında direk tecelli eder. Bazı kerelerde
nefs yükselen ve alçalan hayaller müşahede eder. Bunlar soyut akılların ve
nurların maddi (dünyadaki) gölgeleridir. Kişinin, ruhani durumlarını ve manevi
hallerini, bir tür benzetme yoluyla, bu iniş ve çıkışlar halinde müşahede
etmesinden ibarettir. Yoksa zikredilen bu akıllar, soyut şeyler olup, cisim
olmanın gereklerinden olan iniş ve çıkışlardan uzaktır. Bu sembollerin ve
benzetmelerin hakikati ve ne türlü şeyler oldukları, teellühte (ruhaniyyet ve
metafizik) otorite olan müşahede ehline gizli değildir.
Zikredilen bu sembolik hallerin mahsus (duyulur) âlemde ki
örneği, kulağın (işitmesi) ve işittiği şeyler ile olan ilişkisi ve gözün
(görmesi) ve gördüğü şeyler ile olan ilişkisi gibidir. Belki, ilim, hayat,
kudret, semi (işitme), basar (görme), İrade ve kelam (konuşma) gibi, yedi ilahi
sıfatın benzerlerinin insanın kuvvetlerinde bulunması gibidir. (S.77) Yine,
bu gerçek ve sadık rüyâlar da sembol (temsil) ve hayal benzeri şeylerdir. Nefs
duyulardan ve var oluşsal kaygılardan uzak ve rahat olunca, yani uyku halinde,
bir çok manayı ve hakikati uygun suretler (görüntüler) halinde müşahede ve
idrak eder. Fakat bazı rüyalar da vardı ki şeytanın vesvesesinden, hayal
gücünden, boş ve beyhude evhamlardan ve düşüncelerden kaynaklanır. Bazen de
fazla yemekten ve gıdaları fazla karıştırmaktan kaynaklanabilir. Bunlara ise
karmaşık rüyâlar veya hülyalar denilir ki tâbiri (yorumu) mümkün değildir.
Bazen de, akli nurlar cihetiyle yüce âlemlerle beraber
bulunan müteellihin (ilahiyatçılar) ve mutasavvıflar (tasavvufehli)’ın
nefslerinde (ruhlarında), kutsal neşe ve zevkin belirmesinin hemen akabinde,
hissi müşterek (ortak duyu)’de güneşin nurundan daha parlak ve aydınlık olan
rabbani mukaddes nurlar tecelli eder ve parlar. Bunun sonucunda nefslerde,
nihayetsiz ilimler ve yetkin güçler hasıl olur. Her bir varlık türü kendilerine
köle olur. Kozmik varlıkların (fiziksel varlıkların) yüce ilk prensiplere (yüce
ruhlar) boyun eğmesi gibi, bunlarında emir ve nehiylerini kabul edip, itaat
ederler. Zikredilen bu nurlara Nur’u Şâk (yırtan nur) yani daha çok ilim ve
kudret atfedilir. Nitekim demir haddizatında soğuk tabiatlı olup, ateşle
buluşması ve yakınlığı cihetiyle (S.78) o derece sıcaklık ve şekil kazanır
ki, aynen ateş gibi soğuk cisimleri yakar ve yok eder. Aynen bunun gibi kozmik
(fiziki âlem) varlıklar, yüce âlemin yöneticilerine boyun eğdikleri gibi, Bari
Teâlâ’nın kutsal nurundan dolayı aydınlanan ve parlayan aydınlık ruhlara da
boyun eğerler. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Şimdi, akıl, basiret ve
anlayış sahiplerinin, peygamberliğin gerçekliğine ve mucizelerin imkanına
inanmaları gerekir. Zira bu âlemin düzeninin mükemmelleşmesi ve insanoğluna
gerekli olan şeylerin kolaylaşması için, merhamet ve adalet ilkelerine dayanan
kanunlar ve nizamlar vaz eden bir nebi ve rasülün varlığı, ezeli lütüf ve
merhametin bir gereğidir. Filozoflara göre nübüvvet ise, Nefsi Natıka’nın
(insan ruhu) birçok bilgi ve hakikatlere vakıf olması, yüce faziletlerle donanması,
ilahi âlemden destek ve yardım görmesi ve diğer türlerin yapmaktan aciz
oldukları fiillerle seçkinleşmesidir.
Nefs için, ilk yetkinliğe benzeyen bu yetkinlik, saygınlığı
ve yüceliği için gereklidir ki Allah’u Teâla’nın dostlarının maneviyat
cihetlerinin gönderilerek, diğerlerine beraberlerindekileri ve
üzerlerindekileri öğretmek ve anlatmakla, insan nefslerini mükemmelleştirir ve
beşer akıllarını tamamlarlar.
(S.(79)Bütün bu hususlar, geçen mevzuların da
delaletiyle mümkünattandır. Bütün nebiler ve resuller bir yönüyle beşer
nefslerini mükemmelleştirmek ile görevli ve her bir nefs için maddi ve manevi
işleri gözetmekle gönderilmiş olduklarından, her bir nefsin tabiatları
(mizaçları) oranında faydalanabilmesi için gizli manaları ve ince hakikatleri
ata sözleri gibi mecazi anlamlarla söylerler.
Nitekim bütün efendilerin efendisi Hz.Muhammed (SAV)
buyurmuştur ki: “Biz, bütün nebiler, insanların akıllarına (anlayış
kabiliyetine) göre konuşunuz” Yine bazı nebi sözlerinden olan “Şu
benzetmeyle meseleyi açmak istiyorum” sözü dahi bu manaya işaret eder. Allahu
Teâlâ ise buyurmuştur ki: “Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama
onları, bilenlerden başkası düşünüp anlamaz”
Şer’i kanunları tamimiyle hakikatlerine irca eden ve
çeviren, mana ve hakikatleri şekli örtüler altından çıkarıp, keşfolunmasını
sağlayan, nübüvvet ve velayetin (ikisinin birden) kendisinde ortaya çıktığı ve
peygamberlik mührünün kaynağı olan Feraklit’i azam (o büyük nebi) hayatını,
insanlığın saadeti için vekil kılmıştır.
(S.(80) Nitekim Hazreti Mesih (a.s)
buyurmuştur ki: (Ben babama gideceğim, babanız size , te’vili ve her şeyi
öğretecek ve haber verecek olan ve benim ismimle gelecek olan Faraklit’i
gönderecek) Yani ben rabbimize gidiyorum. Sizler için Feraklit yani hak ile
batıl arasını ayıran ve velayetin (veliliğin) kaynağı (başlangıcı) olan, yetkin
bir nebi gönderilecek. Benim Allah’tan getirdiğim şer’i kanunların hakikati,
onun Allah’tan getirdiği şeriat ile açıklanacak ve belli olacaktır. Yine benim
sizlere emanet ettiğim şeri kanunların zahirini hem söz hem de fiilen
hakikatlerine irca ederek anlatacak ve öğretecektir. Onun ismi de benim gibi
Mesih’dir. Yani o nebi dahi daha çok ilim ve kudret olan Nur’u Şakk ile
donanmış olsa gerektir. Hazreti Mesih’in bu Feraklit tabirinden kastı Muhammed
(SAV) hazretleridir. Çünkü Feraklit lafzı İbranice olup, manası hak ile batıl
arasını ayıran ve nübüvvet ve velayetin (ikisinin birden) ortaya çıktığı nebi
demektir.
(S.(81) Yine Hz.İsa’nın bu sözünde açıkça
belirtilmese de, anlaşılan bir husus da şudur ki her bir nebi ve veli, nebilik
ve velilik nurlarını nurların kandili olan ve apaçık bir şekilde parlayan ve
görünen Muhammedi nurdan almışlardır.Yine (Tenzil), ince hakikatleri sembolik
(temsili) bir surette ispata derler. Risalet ve nübüvvet sırrının
özelliklerindendir. (Te’vil), şer’i kanunların lafızlarını (zahirini) mana ve
hakikatlerine irca ve iadedir. (Beyan) ise, hakikatlerin üzerini örtülerden ve
gizliliklerden açmaktır.
Bunların hepsi aynı zamanda velayet sırrının
özelliklerindedir. İşte bu cihetle her bir nebide velayet sırrı ve her bir
şeriatta tenzil ve te’vil özelliklerinin bulunması aşikardır. Hz.Muhammed
(SAV)’de zikredilen bu velayet sırrı daha mükemmel bir şekilde bulunduğundan dolayı
kendi zamanlarında (yaşam müddetinde) bu te’vil ve beyan özellikleri de son
mertebesine ulaşmıştır.
Bazıları Faraklit’den, velayetin, kendisiyle başladığı
peygamberi kastetmiştir. Yine te’vil’in özelliği gereğidir ki, Hak cihetinden
desteklenen üstün şeriati, önceki peygamberlerin şeriatlarını da açıklayan
gayet açık ve latif bir şeriattır. Yine bunun gibi bir çok mana ve kavramları
içine alan beliğ ibareler ve fasih sözler (S.82) faydalı olmakla
beraber, mükemmel bir kolaylık ve cömertlikle ehline muradını (kastını) ifade
eder. Peygamberlik dili, sonlarda (sona ererken) beyan’ın en son mükemmelliğine
ulaşmıştır. Peygamberimizin de dediği gibi “Cevamiu’l kelim (Bir çok manayı
içinde barındıran veciz ifadeler) bana verildi ve sizlere hoş görülü ve
kolaylaştırıcı olarak gönderildim.” Hz.Mesih’in daha
önce de geçtiği gibi “ O, size her şeyi bildirecek” demesindeki kasıt dahi bu
manadır. Şurası da gizli kalmamalıdır ki, Şeriatı Ahmedi’nin hakikatlerinin ve
Muhammedi sözlerin inceliklerinin, gizlilikten, kendi zamanından sonraları için
de uzak olacağı şu ayet-i kerimeden anlaşılmaktadır. “O halde sana Kur’an-ı
okuduğumuz zaman onun okunuşunu izle sonra onu açıklamakta bize düşer”
Demek oluyor ki, Onun varlığında, velilik ile risalet ve
nübüvvet bir aradaydı. Onun varlığından sonra risalet ve nübüvvet son bulmuşsa
da zamanın gerektirdiklerine nazaran velilik menzili baki kalmıştır. Yine bütün
nebi ve rasüllerin Faraklit’i olmakla önceki indirilenlerin ve şeriatların
zahirini güçlüklerden arındırmıştır. (S.83) Risaletin ve nübüvvetin şanı
ve hali gereği, anlayış sahiplerine gizli kalmayan, bazı ince manalar,
kendisinin üstün şeriatında da temel konu olmuş, velayet (velilik) ve özel bir
nübüvvetle (Feraklit) şereflenmiş O zât’ın izah ve açıklamalarına bırakılmıştır.
Nitekim kendi zamanlarından sonra (asrı saâdetlerinden
sonra)’da büyük evliyâlar ve âlimler, şeriatının inceliklerini ve dinin
hakikatlerini keşfetmek ve açıklamak için gayret sarf etmişlerdir.
AHMED
HAMDİ ŞİRVANİ’NİN FELSEFİ GÖRÜŞLERİNİN TAHLİL VE
DEĞERLENDİRMESİ
Çalışmamızın bu bölümünde, birinci bölümde sadeleştirmesini
sunduğumuz “Makaletü’l-Urefâ fi Mesâili’l-Hükema” adlı eserinden hareketle,
Şirvani’nin felsefi görüşlerini tahlil etmeye ve değerlendirmeye çalışacağız.
Değerlendirmelerimizi, İslam dünyasında yetişmiş Kindi,
Farabî, İbn Sina, Gazali, Sühreverdi, İbn Arabi gibi filozofların görüşleriyle,
karşılaştırmalı bir şekilde yapmaya dikkat edeceğiz. Bazı yerlerde de konunun
içeriğine göre diğer filozofların görüşlerine de yer vermeye çalışacağız.
Yine değerlendirmelerimizi, Felsefeyle doğrudan ilgisi olan
konular ve Şirvani’nin temas ettiği noktalar üzerinde yoğunlaştırıp diğer
hususlarda ise fazla detaya girmeyeceğiz.
Değerlendirmemize ilk olarak Şirvani’nin felsefeden ne
anladığını tespit etmekle başlamak istiyoruz. Zira bir düşünürün ve ilim
adamının felsefeden ne anladığını tespit etmeden “felsefi meselelerle ilgili
diğer görüşlerinin sağlıklı bir değerlendirmesinin yapılmayacağı kanaatindeyiz.
Şirvâni felsefeyi (hikmet) şöyle tanımlamaktadır. Felsefe:
Bilgi ve eylem açısından insanın güce yettiği nispette evrendeki eşyanın
hakikatini ve özelliklerini gerektiği gibi incelemesi ve davranışlarında şer’i
ahlâka uymasıdır. Sonucunda ise insanın hem bilgi hem de davranış bakımından
olgunlaşmasıdır.
Felsefe’nin genel-geçer bir tarifini yapmak adeta
imkansızdır. Çünkü filozof sayısı kadar farklı felsefe tanımı yapılabilir.
Böyle olmakla birlikte bu kadar farklı tanımlar arasında ortak noktalarda yok
değildir.
Mesela, ilk İslam filozoflarından Kindi (Ö.870) felsefeyi
şöyle tarif etmiştir. Felsefe, insanın gücü nispetinde varlığın hakikatini
bilmesidir.
Farabî (Ö, 950)’ye göre felsefe, varlık olarak varlığın
bilgisidir.
İbn Sina (Ö.1037) ise felsefeyi şöyle tarif etmiştir:
Felsefe yada hikmet, bir nazar sanatıdır, insan varlığın sahip olduğu şeylerin
bilgisini ve zorunlu olarak yapılması gereken fiillerin bilgisini bu sanattan
alır. Kuşku yok ki insanın nefsi bu bilgilerle değerlenir, olgunlaşır.
İhvân-ı Safa’nın felsefeyle ilgili tarifleri ise şöylece
özetlenebilir. Felsefe, külli bir ilimdir. Varlığın (eşya) hakikatini,
sebep ve sebeplilerini, her varlık türünün yapısal özelliğini ve niçin
yaratıldığını bilmektir. Bütün bunları insanın gücü ölçüsünde külli bir bilgiyle
kuşatmaktır. İşte külli fazilet (olgunluk) bu sayede elde edilir. Felsefe’nin başı, ilimleri sevmektir; Ortası
insanın gücü oranında varlıkların hakikatini tanımasıdır; Sonu ise ilme uyan
şeyleri söylemek ve yapmaktır.
İbn Arabi’ye (Ö,1240) göre felsefe’nin tanımı, nesnelerin
hakikatlerini oldukları gibi bilmek ve onların varoluşları ile hüviyetleri
konusunda hüküm vermek suretiyle insan ruhunun olgunlaşmasıdır.
Molla Sadra (Ö.1640) ise felsefeyi şöyle tanımlamaktadır.
Felsefe, eşyanın temel hakikatinin bilgisi ve burhan üzerine kurulu (zanna
dayalı olmayan) varlıklar ile ilgili yargı, yahut taklit aracılığıyla
imkanlarının elverdiği oranda insanın ruhunun mükemmelleşmesidir.
Daha öncede belirttiğimiz gibi felsefeyi tek bir tanımda
ifade etmek çok güçtür. Fakat, burada bir çok ünlü filozof’un felsefe
tanımlarını ve bu arada Şirvani’nin yapmış olduğu felsefe tanımını da dikkate
alarak, bu felsefe tanımlarındaki ortak hususları şu şekilde tespit edebiliriz.
1-Nesnelerin veya eşyanın mahiyet ve hakikatini bilmektir.
2-İnsanın, gücü nispetinde varlığın sebebini açıklamaya
çalışmasıdır.
3-İnsanın hem düşünce hem de davranışlarında bu hakiki
bilgiyi amaç edinmesidir.
4-Sonucunda ise insanın hem bilgi hem de davranış açısından
mükemmelleşmesidir.
Şirvani, felsefenin vahiy ve nübüvvet temeline dayanan bir
ilim olduğunu belirttikten sonra şunları kaydetmiştir. “Hikmeti dilediğine
verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir.” ve yine “Andolsun
biz Lokmana Allah’a şükret diye hikmeti verdik...” ayeti kerimeleri bu ilmin kaynağının ilahi
olduğunu ortaya koymaktadır. Yine bu ayetler açıkça bildirmese de bilinen bir
hususta şudur: Lokman (a.s) uzun ömrü hasebiyle dört yüz peygambere
kavuşmuştur. Bu peygamberlerin sohbetlerinde bulunmuş ve onların eserlerinden
faydalanmış, bir çok bilgi ve hikmeti öğrenmiştir. Yine en eski ve ilk
peygamberlerden biri olan Hz. İdris (Hermes) hem bir peygamber hem de çeşitli
bilgi ve hikmetlere sahip bir Kral’dır. Yine Riyazi ilimler denilen Matematik
ve Astronomi ilimlerini, filozofların ileri gelenlerinden olan Pythagoras
Hz.Süleyman’dan öğrenmiştir.
Felsefe’nin doğuş yeri ve kaynağı ile ilgili araştırmacılar
birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bir çok felsefe tarihçisine göre felsefe’nin doğuş yeri ve
kaynağı tam olarak tespit edilebilmiş değildir. Bazı felsefe tarihçileri
felsefe’nin vatanı olarak Yunan’ı göstermektedir. Hatta felsefeyi eski Yunan kabilelerinden bir
tanesi olan, denizcilik ve tüccarlıkla uğraşan İonia’lıların yarattığı bir
başka iddiadır. Bazıları da felsefenin ana vatanı olarak Eski
Mezopotamya bölgesini ve bir kısmı da eski Mısır’ı göstermektedir. İlk İslam
filozoflarından bir tanesi olan Ebu Bekr Zekeriyya er-Razi (Ö.925) felsefenin
kaynağını tam manasıyla rasyonalist bir temele oturtarak, bilgiye ulaşmanın tek
yolunun ise nübüvvete ihtiyaç hissetmeksizin, felsefi birikimi edinmek ve ona
ilavelerde bulunmak olduğuna inanarak, bilginin yegane kaynağının insan aklı
olduğunu telkin etmiştir. İlmi otoritenin de nebilere değil, matematik, tıp,
mantık, ve astronomi kitaplarını insanlığın hizmetine sunmuş Grek(eskiYunan)
bilginlerine dayandırılması gerektiğini savunmuştur.
Şirvâni’nin de yukarda geçen pasajda belirttiği gibi
felsefenin son tahlilde vahiy ve nübüvvet temeline dayandığını iddia edenlerde
vardır.
Bu iddiayı savunanlara göre, ilk İslam filozofları
Helenistik döneme ait bazı rivayetleri ciddiye alıyorlar ve eski Yunan
filozofları’nın “Hikmet”i Ortadoğudan tevarüs ettiklerini düşünüyorlardı.
Mesela, Tabakat türü pek çok kaynakta zikredildiği üzere- Empedokles, hikmeti
Hz. Davud zamanında Suriye- Filistin topraklarında yaşayan Lokman Hekim’den
almıştır; yine Pythagoras, Mısırda Hz. Süleyman’ın talebelerinden fizik ve
matematik okumuş; geometriyi ise Mısırlılardan öğrenmişti. Kısacası bu
filozoflar Doğuda vahiy ve nübüvvet temelli bu ilimleri öğrenerek Grek
dünyasına aktarmışlardır. Dolayısıyla Grek felsefesi araştırmalarında bulunmak
bir bid’at değil, yitirilmiş hikmetin yeniden bulunuşu ve ihya edilişi anlamına
geliyordu.
İslam düşünce tarihinde, İhvanu’s Safa (X.yy), Amiri
(Ö.992), Amiri’nin hocası Ebu Zeyd el-Belhi (Ö.934), Gazali (Ö.1111), Molla
Sadra (Ö.1640) gibi bir çok düşünür de felsefenin vahiy ve nübüvvet temeline
dayanan bir ilim olduğunu savunmuşlardır. Mesela bunlardan Amiri’ye göre
hikmetle vasıflanan ilk kişi olan Hz. Lokman, Davud zamanında Şam’da
yaşamıştır. Şam, filozoflar yurdu Yunan beldeleriyle komşuydu. Böylece Şam Beni
İsrail’in nebevi geleneği ile Grek felsefesi arasında bir köprü teşkil ediyordu.
Nitekim Empedokles hikmeti Lokman’dan almıştır. Yine Gazali’ye göre ilimlerin
hatırlama (tezekkür) dışında bir yolla ortaya çıkması mümkün değildir. Bu
ilimler adeta aklın tabiatında zımnen mevcuttur. Fakat onları varlığa çıkaracak
bir sebeple zuhur etmektedirler. Bu hatırlatıcı her ilim bakımından ve her
şartta nebi’dir. Çünkü bütün ilimler hikmet denilen en kapsamlı ve büyük
bilgiye dahildir. Bu hikmet, esasları ve kaynağı itibariyle vahye irca
olunabilir. Söz konusu durum her ilim için aynen geçerlidir.
Felsefe’nin vahiy ve nübüvvet temeline dayanan yani ilahi
kaynaklı olduğunu savunanlardan bazılarına göre ise felsefeden ilk defa
bahseden kişi batılılarca Agathedemon diye isimlendirilen Şit Peygamberdir.
Bununla birlikte Hermes ile özdeşleştirilen İdris Peygamberi de felsefe’nin
kurucusu şeklinde tanıtanlar bulunmaktadır. Hatta bunlara göre Hermes (İdris)
filozofların babası olarak kabul edilmektedir.
Burada yeri gelmişken Hermesçilik anlamına gelen Hermetik
felsefe ve İslam dünyasına girişiyle ilgi bazı önemli bilgileri de sunmanın
faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Hermes’in bizzat kendisine özgü düşünce sistemi ve onun
adıyla anılan düşünce ekolüne hermetik felsefe denilmektedir. Hermes’e
atfedilen müthiş bir yazılı gelenek ve devasa bir literatür oluşmuştur ki, bir
kısmı günümüze Arap ve Yunan kaynakları olmak üzere iki yoldan ulaşmıştır. Bu
literatürün içeriği ise eski Mısır medeniyetinde Gramer, Mantık, Hitabet,
Aritmetik, Geometri, Müzik ve Astronomi olmak üzere kutsal kabul edilen yedi
serbest ilimden oluşmaktadır. Yedi kutsal sanat da denilen bu yedi ilim daha
sonra ortaya çıkan bütün bilimlerin de kaynağı olmuştur. Hermetik literatürün
bir çok bilimin ve özellikle antik Yunan felsefesinin kaynağı oluşu pek çok
araştırmacının da savunduğu bir fikirdir. Örnek vermek gerekirse, Kardinal
Francesco Patrizzi, Greklerin tüm felsefi sistemlerinin, Phytagorasçıların
mistik matematiğinin, Platon’un etik ve teolojisi’nin, Aristoteles ve
Stoacıların fiziğinin bu hermetik literatürden alıntı olduğunu iddia
etmektedir. Ona göre, hermetik felsefe antik Yunan felsefesinden çıkma değilse,
şurası kesindir ki, antik Yunan felsefesi hermetik felsefeden çıkmadır.
Bazılarına göre Hermetik felsefe (düşünce) sistemi İslam
düşüncesine meşşailikten önce girmiş ve Hermes’de müslüman düşünürlerin bir
çoğu tarafından “Filozofların Atası” olarak kabul edilmiştir. Ancak
Hermesçilik, H.IV.yy’dan sonra etkisini kaybetmeye başlamışsa da özellikle
batıni ve İsmaili felsefeciler ile H.VI.yy’da Sühreverdi (Ö.1191)’nin İşrak
Mektebinde etkisini devam
ettirmiştir.
Hermetik düşünce, hakikatin araştırılmasına adanmış bir
felsefedir. Ancak bu düşünce sistemine göre hakikatin araştırılması sadece akıl
ile değil, bir iç aydınlanma ya da kalbe doğan bir sezgi ile olur. Bu sebeple
hermetik felsefe, ilham edilmiş bir hikmet (hikmet-i ledünniye) yani vahiy ve
nübüvvet temeline dayanan bir felsefe olarak tanımlanmaktadır.
Müslüman düşünürlerden Kindi, Farabî ve İbn Sina gibi
meşşai filozofların da Hermetik düşünceden etkilendiği yolunda çeşitli iddialar
olsa da Hermetik filozof
olarak adlandırılmaya en layık olan Şehabeddin es-Sühreverdi ve Hermetik
felsefe de onun kurmuş olduğu İşraki ekoldür. Her ne kadar İşraki felsefe
çeşitli kaynaklardan etkilenmiş bir felsefe ekolü olsa da Sühreverdi kendisini
el-hikmetü’l-Ledünniye (İlahi hikmet) ve el-hikmetü’l- Atika (Antik hikmet)
dediği kaynakların yeniden birleştiricisi olarak görüyordu. Yine Sühreverdi’ye
göre hikmet veya teosofi, Allah tarafından, Orta Çağlarda Doğuda olduğu gibi
Batının bazı Okullarında da felsefe ve bilimlerin kurucusu kabul edilen İdris
Peygamber veya Hermes aracılığıyla İnsana gönderilmiştir. Bu hikmet ise
sonradan iki kola ayrılmış, biri eski İran’a diğeri de eski Mısır’a ve oradan
Yunan’a geçmiş ve bu iki koldan da kendisine ulaşmış ve kendisinin de aslında
yeni bir şey söylemediğini iddia etmiştir.
C- FELSEFE
VE FİLOZOFLARIN KISIMLARI
Şirvâni nazari (teorik) felsefeninin kısımları olan
ilimleri şu iki genel çerçeveye göre belirlemiştir.
1)
Zihinde
ve hariçte (dışarıda) bulunan veya yalnız dışarıda bulunan ve dolaylı bir
şekilde akledilen şeylerle ilgili felsefe. Bu felsefe dalıyla meşgul olanlar
Tabiiyyün (Tabiatçılar) ve Riyaziyyün (Matematikçiler) dir.
2)
Hem
zihnen hem de haricen madde ve suret (şekil)den yoksun olan soyutlarla ilgili
felsefe. Bu felsefe dalıyla meşgul olanlar ise İlahiyyün (Metafizikçiler) ve
İşrakiyyün (İşrakiler)’dir
Şirvani’nin yapmış olduğu bu ayrım, varlık alanları dikkate
alınarak yapılan bir ayrımdır. Burada birinci bölüm dışarıda mevcut olan ya da
zihinde var olan varlık alanıyla ilgilidir. Biz bu bölüme, Fizik ve matematik
ilimlerini dahil edebiliriz.
İkinci bölüm ise hem zihinde ve hem de duyulur alanda
maddeden ve şekilden yoksun olan varlık alanını kapsamaktadır. Biz bu bölüme
ise genelde Metafiziği ve özelde ise Teoloji ve Metafiziği dahil edebiliriz.
İslam dünyasında yetişen, Kindi, Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd
gibi bazı ünlü filozoflar da felsefeyi ve felsefi ilimleri varlık alanlarını
dikkate alarak bir tasnife tabi tutmuşlardır. Şirvani’nin yapmış olduğu bu
tasnif bu filozofların özellikle nazari (teorik) felsefe için yapmış oldukları
tasnifi içermektedir.
Şimdi bu filozofların yapmış olduğu felsefi ilimler
tasnifini fazla detaylara girmeden özetlemeye çalışalım.
İlk İslam filozoflarından bir tanesi olan Kindi felsefi
ilimlerden kabul ettiği Fizik, Metafizik ve Metematik ilimlerinin mevzularını
şöyle aktarmaktadır: ilimleri birbirinden ayıran yahut onları birbiriyle
ilişkilendiren mevzularıdır. Çünkü varlık alanlarıyla ilmi alanlar birbirlerine
tekabül ederler. Şu halde Fizik ilimler duyulur, Somut ve değişen varlığın
cüz’i bilgisini Metafizik ise akledilir, soyut ve değişmez varlığın Külli
bilgisini vermektedir. Matematik ilimler ise mevzuunu Ontolojik bir karşılıktan
ziyade metodolojik bir zorunluluktan alır.
Felsefi ilimleri, “İhsaul Ulüm” adlı müstekil bir eserde
ilk defa detaylı bir şekilde tasnife tabi tutan Farabi ise felsefi ilimleri ilk
önce 1) Teorik 2) Pratik 3) Alet ilimleri diye üçe ayırmakta ve daha sonra
genel hatlarıyla bunların altında yer alan ilimleri şu şekilde sıralamaktadır.
1)Teorik (nazari) ilimler: a) Metafizik b) Matematik c)
Fizik
2)Pratik (ameli) ilimler: a)Ahlak b)Siyaset c)Ev İşleri
3)Alet ilimleri: a)Lisan ilmi b)Mantık ilmi
İbn Sina ise yine felsefeyi, nazari (teorik) ve ameli
(pratik) olmak üzere ikiye ayırmakta; Nazari (teorik) ilimleri ise:
Fizik,Matematik ve Metafizik olmak üzere üç kısma ayırmaktadır.
İbn Rüşd (Ö.1198) felsefeye mensup ilimleri iki grupta
incelemektedir: Gayesi yalnızca “bilmek” olanlar, ve Gayesi yalnızca “yapmak”
olanlar; yani nazari (teorik) ve ameli (pratik) ilimler. Nazari ya da Külli
dediği kısma Metafizik’i dahil etmekte, ameli veya cuz’i dediği kısma ise fizik
ilimler (el-ilmu’t-tabii) ve matematik ilimler (el- ilmu’r-riyazi) dahil
etmektedir.
Gazali ise felsefi ilimleri genel hatlarıyla altıya
ayırmaktadır. Bunlar: Matematik, Mantık, Fizik, Metafizik, Siyaset ve Ahlaktır.
Filozofları ise,
1)Materyalistler (ed-Dehriyyün) 2) Naturalistler
(et-Tabiiyyün) 3) Metafizikçiler (el- İlahiyyün) şeklinde üç gruba ayırmıştır.
Şirvâni ise daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi
filozofları ilgilendikleri varlık alanlarına göre bir sınıflandırmaya tabi tutmaktadır.
Ona göre filozoflar: 1) Tabiiyyün (Tabiatçılar) ve Riyaziyyun (Matematikçiler)
2) İlahiyyün (Metafizikçiler) ve İşrakiyyün (İşrakiler). Olmak üzere genel
olarak iki guruba ayrılmaktadır.
Biz, Şirvani’nin yapmış olduğu bu sınıflandırmayı diğer
bazı filozoflarında görüşleri doğrultusunda biraz daha açmak istiyoruz.
1.
Tabiiyyün
(Tabiatçılar) ve Riyaziyyün (Matematikçiler):
Bunların ilkçağ yani Yunan felsefesindeki temsilcileri,
Thales, Anaximenes, Anaximondros’dur. Aristo’nun fizikçiler adı altında
topladığı bu düşünürler deney ve gözlemden hareketle açıklamada bulunan ilk
filozoflardır. Bunlar, tabiatın kaynağının ne olduğu sorusunu ortaya atar ve
tabiatın nasıl oluştuğunu açıklamaya çalışırlar. Dünyanın şekli ve yapısı ile
Güneşin yıldızların mahiyet ve yapıları, dünya ile yıldızlar arasındaki
münasebet meselesi üzerine düşünceler ileri sürerler.
Yine İlk Çağ’da Fisagorcular, genel olarak matematik
Astronomi vb gibi matematik ilimlerin kurucular, olarak kabul edilmiştir.
Bunlar her şeyin aslının sayılar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her şeyin aslında
bulunan başlıca gerçeklik adetlerdir. Alem’in özünü matematik nispetlerde ve
özellikle sayılarda buluyorlardı. Böylece Fisagorcular bilgiyi matematik
düşünceden ibaret görüyordu.
İslam dünyasında da ilk felsefe hareketi Sokrat’tan önceki
yunan filozoflarının etkisi ile doğmuş olan Tabiat felsefesidir. Bu felsefeye
mensup olan filozoflar ise Thales, Empedokles, Demokritos vb. Sokrat’a kadar
olan filozoflardır. İslam dünyasında bu Tabiat felsefesini kuran Ebu Bekr
Zekeriyya er-Razi (Ö.926)olarak kabul edilir. Bunlar deney ve tümevarım
metotlarını kullanan ve bilginin yalnız duyulara dayandığını ileri süren
İslam’ın ilk deneycileridir. Bunlar İnsan bilgisini yalnızca maddi dünya ile sınırlı
görüyorlardı. Bununla birlikte
Tabiatçılar, maddi dünyanın dışında ve karşısında yer alan bazı metafizik
gerçekleri yani Ruhu ve Allah’ı kabul ediyordu. Bir kısmı ise sadece Allah’ı
kabul ediyordu. Nitekim Gazali bunlar hakkında şu bilgileri vermektedir. Bunlar
daha çok tabiat alemini araştırmışlardır. Bu çalışmaları sırasında canlılarda,
Allah’ın eşsiz hikmetlerini görüp, onun varlığını itiraf etmişlerdir. Fakat bu
filozoflar, tabiat üzerinde çok araştırma yaptıkları için, canlıyı tutan
güçlerin normal mizaçtan kaynaklandığı hususunda büyük etki altında
kalmışlardır. Bunlara göre bir şey yok olduğunda, onun artık geri döndürülmesi
düşünülemez. Bu durumda nefis ölür ve bir daha dönmez Böylece, ahreti, cenneti,
cehennemi, kıyameti ve hesap vermeyi inkar etmişlerdir.
Şirvâni’ye göre de bu Tabiatçı filozoflar, deney ve gözlem
yoluyla maddi işlerin keyfiyetini ve eşyanın hallerini anlamaya çalışırlar.
İslam dünyasında ayrıca Materyalistelr (ed-dehriyyün) denen
bazı filozoflar da çıkmıştır. Bunlar da Gazali’nin belirttiğine göre en eski
filozoflar cümlesindendir. Bunlar alemi idare eden ve her şeye kadir olan bir
yaratıcının varlığını kabul etmemişlerdir. Onlara göre alem öteden beri
kendiliğinden mevcuttur. Canlının meniden; meninin de canlıdan meydana
geldiğini, bunun ebedi olarak böylece devam edeceğini iddia etmişlerdir.
Maddeciler de bilginin kaynağını duyular, bilginin sahasını
da duyulur (mahsus) dünya ile sınırlı görmüşlerdir. Bununla birlikte İslam
dünyasında genel olarak ateist ve materyalist düşünce akımlarını temsil eden
dehriyye (Maddeciler), belirgin şahsiyetlerin oluşturduğu bir felsefi akımı
ifade etmesi yanında çeşitli felsefe akımlarındaki inkarcı tezlerinde ortak
adıdır.
Maddeci düşünürlerin, İslam alemindeki en meşhur düşünürü
ise İbn Ravendi (Ö.910)dir. Özetle bunlar Allah’ı inkar etmeleri, yeniden
dirilişi reddetmeleri, alem’in ezeli olduğunu düşünmeleri, tabiat’ı bir fail
olarak kabul etmeleri ortak görüşleridir.
Şirvani Tabiiyyün (Tabiatçılar) adı altında inkarcı
filozofları ve tezleri kastetmiştir. Çünkü bir yerde şöyle demektedir: Tabiatçı
filozoflara göre bu alemin ihtiva ettiği bütün eşya tabiatın türlü halleri
sayesinde devam etmektedir. Bütün yaradılışlar bir birine yardım etmek ve
yardım edilme (sebep-sonuç) ilişkisi içerisinde meydana gelir. Hayvan, bitki ve
bütün türler arasında bu keyfiyet geçerlidir.
Oysaki çeşitli yaradılışlar arasında mevcut olan bu alaka
ve bağ, müşahede edilen bütün izler ve alametler Hakim ve Alim bir zat’ın
fiilidir.
2.
İlâhiyyûn
(Metafizikçiler) ve İşrâkiyyûn (İşrakiler)
Metafizik (Metaphysica) aslen yunanca olup “sonra” veya
“öte” anlamına gelen “meta” kelimesiyle, fizik anlamına gelen “physica”
kelimesinden, türetilmiş bir kelimedir. O halde anlamı “Fizikötesi” demektir.
Fakat deyim olarak “Fizikötesi” nin ilmi demektir ki teorik (nazari) felsefenin
önemli bir dalıdır. Aristo’nun fizikötesini konu edindiği eserine “Metafizik”
adı verilmiştir. Bu ilme böyle bir ad verilmesinin sebebi ikidir: Birincisi
konusu yönünden çünkü konusu “Fizik ötesi”, “fizik sonrası” varlıktır.
İkincisi, tahsili ve tedrisi yönünden, yani en son tahsil ve tedris
edilmesinden dolayı İslam Felsefesindeki felsefi veya kavramsal metafizik
geleneği özellikle Aristo’nun bu Metafizik adlı eserinin tercümesiyle
başladığından, İslam da bu ilme verilen adlar Aristo’nun bu ilim için
kullandığı isimlerin Arapça’ya çevrilmesiyle karşılanmıştır. Mesela İslam
kültüründe Metafizik için, bu kelimenin kelimesi kelimesine çevirisi olan “Mâ
Ba’det-Tabia” en çok kullanılan deyimdir. 94
Aristoteles Metafiziği; varlığı varlık olarak ele alıp
temellendirmek isteyen, onun ilk ve son prensiplerini bulmaya çalışan bir ilim
olarak tanımlamaktadır.
Ancak Tanrı’nın kendisi, bütün sebeplerin sebebi de
olduğundan Aristo Metafiziği aynı zamanda teoloji adını da alır. Bu ilk felsefe
genelin bilgisidir. Deneme dünyasında algılanan tek tek varlıkların hepsi, bu
genele götürülüp ancak bu genel yoluyla kavranabilir.
İslam filozoflarının metafizik için yapmış oldukları
tarifler de Aristo’nunkine benzer. Mesela Kindi Metafiziği: Değişmeyen varlığın
bilgisi olarak tanımlamaktadır. yine
Farabî, Metafiziğin konusunu belirlerken, genel (Tümel) varlık ilmi olarak
tarif etmektedir: “özel ilimler” kendilerini varlığın bir veya birkaç bölümüne
hasretmişlerdir. Mesela Fizik, fiziki özelliklere sahip varlığın ilmidir.
Matematik, varlığın sayısal ve cemiyetleriyle ilgili ilmidir. Metafizik ise
böyle bir sınırlama tanımaz. Sahası tüm gerçeklik yani varlıktır. O halde
Farabî’ye göre Metafizik, “varlığın varlık olarak” ilmi veya incelenmesidir.
İbn Sina ise metafizikle ilgili şu bilgileri vermektedir.
Metafizik: Fizik,
Matematik ve bunlara ilişkin şeylerin ilk sebeplerini,
sebeplerin sebebi ve ilkelerin ilkesi olan şanı yüce Allah’ı araştıran bir
ilimdir. Konusu ise duyulur nesnelere ilişkin bilgi türü olmadığı gibi, varlığı
duyulur nesnelere dayalı olan bilgi türünün de bu ilmin konusu olması mümkün
değildir. O halde bu ilmin konusu ancak hayal gücü ve
O halde Metafizik, gerek Aristo ve gerekse Kindi, Farabî ve
İbn Sina gibi müslüman filozoflara göre yapısı itibariyle maddeden ayrı
varlıkları konu almaktadır. Filozoflara göre maddeden ayrı varlık iki sınıftır.
Birincisi, tabiatı itibariyle maddeden ayrı ve madde ile hiç ilişkisi olmayan
varlıktır, Mesela Allah’ın ve Melekler’in varlığı bu kısma girer ; ikincisi
ise, yine tabiatı itibariyle maddeden ayrı fakat madde ile ilişkisi olan
varlıktır. İnsan Ruhu gibi varlıklar ise bu kısma dahildir.
Şirvani de Metafizikle ilgili bu genel kabulü benimsemiş
görünmektedir. Çünkü Şirvani metafiziği, zihnen ve haricen madde ve suret
(şekil)den yoksun olan soyut şeylerle ilgili bir felsefe dalı olarak kabul
etmektedir.
Metafizikle ilgili bu kısa ve özet bilgiden sonra
Şirvani’nin İlahiyyün (Metafizikçiler) ve İşrakiyyun (İşrakiler) dediği
filozoflar ve ekollerle ilgili açıklamalarda bulunabiliriz.
İlahiyyûn (Metafizikçiler): Gazali gibi bazı klasik
yazarların da belirttiği gibi, Eflatun (Platon)’un hocası Sokrat, Aristoteles’in
hocası Eflatun ve Aristoteles gibi sonraki Yunan filozoflarıdır. Bunların
ardından giden Müslüman filozoflardan Kindi, Farabî, İbn Sina, vb. gibi, daha
çok bu Yunan filozofları tarzında felsefe yapanları da bu gruba dahil
edebiliriz.
Çünkü bu filozoflar, diğer tabiatçı filozoflar gibi tabiat
felsefeleriyle de uğraşmalarına rağmen, en az tabiat felsefesi kadar metafiziğe
de önem vermişlerdir. Hatta fizikle metafiziğin birbirlerinden ayrılamayacağını
kabul etmişlerdir.
İslam da ki Metafizikçi filozoflar da tabiatçılar gibi
tabiat felsefesiyle uğraşmışlardır. Fakat aralarındaki önemli farklardan
birisi, Metafizikçilerin teist olmasıdır. Yani tabiatçılar gibi sadece Allah’ın
varlığını değil dinler veya inançların öngördüğü vahiy, peygamberlik ve ahiret
hayatı gibi meseleleri reddetmeyen kimselerdir. Tabiatçılar ise daha öncede
belirtildiği üzere deist yani sadece Allah’ın varlığını kabul edip başka hiçbir
metafizik gerçek kabul etmeyen kimselerdir.
İşrakiyyün (İşrakiler):
İslam Felsefesi’nin genelde kabul edilen iki büyük ekolü Meşşailik ve
İşrakilikdir. İslam Felsefesini Gazali öncesi felsefe hareketleri ve Gazali
sonrası felsefe hareketleri diye iki ana döneme ayıracak olursak, Gazali öncesi
döneme biraz öncede belirttiğimiz gibi Metafizikçiler olarak adlandırılan
Kindi, Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd gibi büyük filozofları ve bu filozofların yer
aldığı Aristocu Meşşai felsefe ekolünü yerleştirebiliriz. Gazali sonrası döneme
ise özgünlüğü bakımından Sühreverdi ve kurmuş olduğu İşraki felsefe ekolünü yerleştirebiliriz.
Şimdi bu iki büyük ekolü kısaca tanıtmaya çalışacağız.
İşrakilik, hakikatin akılla değil, riyazet ve mücahede
yoluyla yani nefsi arındırma suretiyle doğrudan doğruya sezgi veya bir iç
aydınlanmayla elde edileceğini savunan, genelde Aristoculuk, özelde Meşşailiğe
ikinci bir aksülamel olarak doğan bir felsefi akımdır. İkinci bir aksülamel
denmesi, daha önce Gazali tarafından hiçbir özel ad taşımaksızın yapılan
itirazdan dolayıdır.
Bilgi meselesinde mantık ve akıl yürütme metoduna karşı
olan İşrakiliğin, bilgi kaynakları olarak akıl üstü keşf, ilham ve sezgiye
büyük değer verdiği görülmektedir. 107
İşrakiliğin kurucusu olan Sühreverdi ve sonra gelen
takipçileri, kendilerini ilahi kaynaklı bir hikmetin (hikmet-illedünniye)
temsilcileri olarak kabul etmişlerdir. Bu ilmi yeni felsefeyi (hikmeti)
metafizik alemden elde ettiklerini iddia etmişlerdir. Kendilerine ait fikirleri
savunurken daha önce de kısmen işaret ettiğimiz gibi bunun kaynağının Hermes
(İdris) Peygamber olduğunu ve kendilerinin yeni bir şey söylemediğini,
söylediklerinin daha öncede Hermes başta olmak üzere çeşitli müteellih
filozoflar tarafından söylendiğini iddia etmişlerdir. Mesela Sühreverdi kendi
silsilesini Asklepios, Pythagoras Empedokles, Platon, Zünnün-ı Mısri ve Sehl
et- Tusteri yoluyla Hermes ve Agathedemon (Şit)’a dayandırdığı iddia
edilmektedir. Bu iddiaya göre Sühreverdi’nin kendisi yeni bir şey söylemiş
değildir. Söylediği her şey Allah tarafından Hermes’e vahyedilen bilgilerdir.
Kendisi sadece bu bilgilerin aktarıcılığı görevini yapmaktadır.
Acaba Sühreverdi bu bilgiyi nasıl elde etmiştir. Keşf ve
ilham yoluyla mı? Yoksa Hermes’e ait olduğu iddia edilen Kitaplardan mı? Ya da
Sühreverdi de üstadları gibi metafizik alemle irtibat kurmak suretiyle mi bu
bilgilere ulaşmıştır? Hikmetü’l İşrak’ta Sühreverdi Ruhi murakabe ve tasavvufi
süluk yoluyla kendisine keşf olunan bilgilerden elde ettiği hakikatleri
yazdığını iddia etmektedir.
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre Sühreverdi kendisine
bildirilen İşraki hikmeti, Ruhani veya nurani alem ile ittisal etmek suretiyle
elde etmiştir.
İşrakiler’in Ruhun feleklerin nefsleri, yıldızlar ve ilk
prensipler ile birleşmesinin mümkün olduğunu savunmalarının bir başka sebebi
ise Türlerin Efendisi ile ilgili görüşleridir. Buna göre İnsan Ruhunun bir eşi
(arketip, ilkörnek) ulvi alemde bulunmaktadır. Ruh bu alemde bulunduğu süre
içerisinde öbür eşi ile birleşmeyi arzulamakta ve bu yüzden bazen rüyada bazen
de uyanık iken onunla görüşmek suretiyle ulvi alemden bilgi almaktadır. Bu
bağlamda Şirvani de İşrakilerle ilgi şunları söylemektedir. Bunlar, Ruhani
yaşantılar (riyazet) ve nurani yalnızlıklar yoluyla mücerred nurların hallerini
ve meleküt alemin sırlarını anlamaya çalışırlar. Yani riyazetin gücü ve gizli
mücahedeler yoluyla beden zindanından ve vehmin vahşetinden uzaklaşıp, beşeri
nefslerin donatıldığı bir çok ilim ile donanmış, insani idrak ve akıl
bakımından mükemmel olan insani Rabbu’n-Nev (İnsan Türünün Efendisi)
ve
Nurani akıllar’ın fazileti ve yardımıyla meleküt alemi’nin sırlarına vakıf
olurlar.
Sonuç olarak İşrakilik, Ruhi arınmayı, ilham ve sezgiyi
esas almakla birlikte temelde eklektik ve teosofik bir sistem olarak kabul
edilmektedir. Kaynakları arasında kadim İran Hikmeti, Hermetizm, Pisagor,
Eflatun, Plotinus; İslam filozoflarından İbn Sina, Gazali, ve Sühreverdi’nin
her vesileyle isimlerini büyük bir hayranlıkla andığı Bayezid-i Bistami,
Hallac-ı Mansur ve Sehl b. Abdillah et-Tusteri gibi İslam Sufileri
bulunmaktadır.
İşrakilik daha sonraları asıl hakimiyetini ve gerçek
taraftarlarını İran’da bulmuştur. Bu felsefe akımının İran’daki en meşhur
takipçileri İbn Kemmune (Ö.1284),
Celaleddin Devvani (Ö.1501), ve Molla Sadra Şirazi (Ö.1640)
gibi şahsiyetlerdir. Bu ekolün etkisi günümüze kadar İran’da süregelmiştir.
D-TANRI’NIN İSPATI (İSBAT-I VACİP)
Tanrı’nın varlığı hakkında geleneksel ya da klasik
diyebileceğimiz delil ve argümanları kaynakları bakımından şu üç ana grupta
toplayabiliriz.
1)
Sırf
akıldan çıkarılan ontolojik delil
2)
Dış
alemden çıkarılan deliller
a)
Kozmolojik
deliller (Hudûs ve İmkan)
b)
Teleolojik
delil (Nizam ve gaye delili)
3)
İnsanın
manevi veya Ruhi aleminden çıkarılan deliller
a)
Dini
tecrübe delili
b)
Ahlak
delili
Şirvani, Tanrı’nın ispatı hususunda Kozmolojik deliller
olarak bilinen ve daha önce de çeşitli filozoflar tarafından ifade edilmiş olan
delillerden, önceki filozofların, sonraki filozofların delilleri şeklinde
bahsetmektedir.
Kozmolojik delili “alem delili” şeklinde adlandırmak
mümkündür. Adından da anlaşılacağı gibi, kozmolojik delil, “kozmoz”dan yani
“alem”den Tanrının varlığına gitmeye çalışan bir delildir. Aslında “Kozmolojik
delil” diye tek bir istidlal şeklinden ziyade “Kozmolojik deliller” ailesinden
söz etmek daha uygun olur. Çünkü aralarındaki ortak noktalara rağmen oldukça
farklı ifade şekillerine sahip çok sayıda delille karşı karşıyayız. Bunlardan
bir kısmı “sonlu varlıklar (havadis) kavramını, bir kısmı “hareket ve değişme”
kavramlarını, bazıları “imkan” ve “zorunluluk” kavramlarını akıl yürütmenin
merkezine koyarak yol almaya çalışır. Yine bir kısmı “İlk sebep” fikrini
bazıları ise “Yeter sebep” fikrini bazıları da “Teselsülün imkansızlığı”
fikrini temel almıştır.
Şirvani’de ilk olarak, varlığın, vacip, mümkün ve muhal
şeklindeki ayrımına dayanan imkan delilinden bahsetmekte ve bu alemin bütünüyle
mümkünler alanı olduğunu söyledikten sonra; aslında bir nevi bu imkan delilin
farklı ifade ediliş şeklileri sayabileceğimiz ve yukarda da temas ettiğimiz
gibi, bazısında “Devr ve teselsülün imkansızlığı” fikrinin, bazısında ise “ilk
sebep” fikrinin öne çıktığı delilleri aktarmaktadır.
Yine Şirvani; İslam alimlerinin delilleri dediği ve cevher
ve arazların her birinin hudus (oluş)’u ile Tanrı’nın ispat ediliş şeklin den
de uzunca bahsetmektedir.
Ayrıca Şirvani, Tasavvuf ehli’nin Isbat-ı vacip hakkındaki
görüşleri diye zikrettiği ve dini tecrübe delili diye bilinen delilden
bahsetmektedir.
Bizim bu bölümde Tanrı’nın İspatı ile ilgili bütün deliller
incelememiz mümkün olmadığı için, bunlardan sadece Şirvani’nin değindiği
delillerin kısa açıklamalarını yapmakla yetineceğiz.
Bunlar, “Kozmolojik deliller” içerisinde en yaygın olan
“imkan delili” ve “hudus delili” ile “Dini tecrübe” delili olarak bilinen
delildir.
Şirvâni ilk önce Vâcip’in, mümkünün ve muhal’in tariflerini
vermektedir. Buna göre:
Vâcip; Varlığı zâtının gereği olandır.
Mümkün; Zatı ne varlığını ne de yokluğunu gerektirendir.
Muhal (Mümteni); Yokluğu zatının gereği olandır.
Bir şeyin varlığı, Vacip (zorunlu) değilse meydana gelmez.
Eğer li-zatıhi vacip (zat’ı gereği zorunlu) ise vacibü’l vücud’dur.
Eğer li-gayrihi vacip (Başkasından dolayı zorunlu) ise yine
mümkündür. Mümkünün var olabilmesi için ise, varlığını yokluğuna tercih eden
bir sebeb’in (müreccih) bulunması gerekir. Bu ise varlığı kendi zat’ı gereği
zorunlu olandan başkası olamaz.
Aslında varlığın bu şekilde ayrımına dayanan bu delil İslam
düşüncesinde Farabî ile temellendirilip İbn Sina ile tam bir sisteme kavuşmuş
olan ve onların varlık felsefelerine dayanan Ontolojik kanıta dayanmaktadır. Buna göre varolanlar: Varlığı
zorunlu (vacibü’l vücud) ve varlığı zorunsuz (mümkinü’l vücud) diye
ayrılıyordu. Vacip varlığın yokluğunu düşünmek, zihin için bir çelişki
doğurduğu halde,
varolmak için başkasına muhtaç olan mümkün varlığın,
varlığı ve yokluğu imkan dahilindeydi. Bu ikinci tür varlık kategorisinin
varolmalarını geriye doğru sonsuzca sürüp giden sebeplerle açıklayamayız. Yani
bu sebepler varlığı kendinden ve zorunlu olan bir varlıkta (Tanrı) son
bulmalıdır. Burada da görüldüğü gibi bu yorum “illiyet” ve “teselsülün” batıl
olduğu gibi iki temel ilkeye dayanmaktadır.
Farabî’nin bu delili ifade edişi ise şu şekildedir. Bu
alemde önceden bulunmayıp da sonradan varolan her şeyin varlığı mümkündür. Eğer
onların varlığı muhal olsaydı zaten varlık alanına çıkmazdı. Şayet varlığı
zorunlu olsaydı daima varolurlardı. Farabî buradan hareketle zorunlu ve
zorunsuz varlıklar arasında kesin bir ayrım yapar. Zorunsuz varlıkların bir
başlangıcı ve bir sebebi vardır. Onların sebepsiz bir var olanda son bulmaları
gerekir. Yani var olmaya başlayan bir şey, var oluşunu bir sebebine tesirine
borçludur. Bu sebep de ya mümkündür veya değildir. Eğer mümkün ise, varlığını
bir başka sebepten almış olmalıdır. Ve bu böyle devam eder. Ancak birbirini
meydana getiren mümkün varlıklar silsilesi sonsuzca devam edemez. Dolayısıyla
sebepler ve sonuçlar zincirinin varlığını bizatihi kendisinden alan bir sebepte
durması gerekir.Bu da ilk sebep (Tanrı)dır.
Burada da görüleceği üzere Farabî imkan delilini bir “ilk
sebep”e ulaşacak şekilde formüle etmiştir.
İbn Sina’da ise bu delil, filozofun sisteminin doğal bir
sonucu olarak ortaya çıkar “Sebeplilik delili” diye formüle edilmiştir.
Farabî’nin delili ifade edişinin aynen tekrarı ve biraz daha geliştirilmiş
şekilde ifade edilişidir. Onun için biz burada konuyu daha fazla
uzatmadan Hudus (oluş) deliline geçmek istiyoruz.
Şirvani, Kelamcıları kastederek İslam alimlerinin delilleri
diye bahsettiği, cevher ve arazların her birinin hudusu (oluşu) ile de Allah’ın
ispat edileceğini bildirmektedir.
Buna göre bu alemin ihtiva ettiği bütün cevherler hadistir.
Yani yoktan var olmuştur. Her hadis ise aklın şehadeti ile bir yoktan yaratanın
varlığını gerektirir yine bu alemdeki cirmler veya cisimler aynı cins
atomlardan (Cevher-i Fert) terkipleri cihetiyle homojen parçalar olduklarından,
her bir cisim diğerinden ancak arazlar vasıtasıyla ayrılırlar. Dolayısıyla
arazlar da hadistir.
Bu delil, daha çok kelamcıların itibar ettiği, kozmolojik
delillerin en meşhurudur. Tanrıdan başka varolan her şey anlamında alem,
varlığının başlangıcı bulunmayan, varlığı başka bir şeye dayanmayan olarak
kadim ve bunun zıddı bir terim olan hadis veya muhdes kavramları etrafında
formüle edilmektedir. Delil şöyle bir akıl yürütmeye dayanır.
Her sonradan olan (hadis) yani yok iken var edilen,
varlığından önce yokluk (adem) bulunan şey, var olmak için bir sebebe
muhtaçtır.
Alem, yani Allah’tan başka var olan her şey hadistir.
Öyleyse onun da var olmasının (hudus) bir sebebi olması
gerekir ki o’da Tanrıdır.
Bu akıl yürütme öncelikle, alemin sonradan var olduğu
(hadis) ve dolayısıyla bir sebebe muhtaç bulunduğu biçimde iki temel önermeye
dayanır.
Peki alem hadis midir? Ve bunu nereden bileceğiz? Bu konuda
Bakıllani (Ö.1012), Cüveyin (Ö.1085) gibi kelamcılar cevher ve araz
kavramlarını devreye sokmakta ve alemin hadis olduğunu bu iki kavrama dayanarak
ispat etmeye çalışmaktadırlar.
Burada, Kelam ilminde ileri sürülen cevher (atom) ve araz
kavramlarından bahsetmek meselenin anlaşılması bakımından faydalı olacaktır.
Cevher anlayışı, İslam dünyasında ilk defa Kelamcılarca
geliştirilmiştir. Buna göre Cevherler (atomlar) yok iken var edilirler. Oluş
cevherlerin birleşme ve ayrılmasıyla meydana gelir. Fakat oluş da mekanik bir
zorunluluk ve sebeplilik yoktur. Zira böyle bir kabul ilahi iradenin hürlüğü
ile çelişir. Cevherler belli sayıdadır, dolayısıyla alem sonludur ve boşlukta
durmaktadır. Cevherlerin niteliği yoktur. Onlara sadece hareket ve sükun nispet
edilebilir. Birbiriyle birleşen cevherler cisimleri meydana getirirler, ve
cevherler ancak cisim halinde birleştikleri zaman renk, tat, koku.. vb.
arazları alırlar. Arazlar ise duyu yanılmasından ibaret olmayıp fiilen
mevcuttur. Ancak cisim arazsız, araz da cisimsiz olamaz. Cevherler tıpkı nokta
gibi boyutsuz ve hacimsizdirler ancak onların birleşik hali olan cisim üç
boyuta sahiptir ve uzayda yer kaplar. Cevher-i Fert deyimi ise atomcu
felsefenin kelamda etkin olmasıyla birlikte cevher yerine kullanılan bir deyim
olmuştur.
Dolayısıyla kelamcılar, böyle sonlu ve birbirine muhtaç
cevher ve araz anlayışıyla, alemin hudusunu (oluş) ispat etmeye, yaratılmış,
sonlu ve sınırlı bir alem anlayışına ulaşmayı hedeflemişlerdir.
Alemin hadis olduğu meselesinde Gazali ise şöyle der:
Alemin unsurları (cisimleri) hareket ve sükundan müstağni kalamaz. Hareket ve
sükun ise hadistir, bu durumda hadis olanlardan uzak kalamayan bir şeyin de
hadis olması gerekir. Hareket ve sükunun hadis olduklarını göstermek için çaba
harcamaya gerek yoktur; Çünkü düşünmesini bilen herkes bu durumu kavramadan
edemez.
Hudus deliline her ne kadar kelamcılar daha çok sahip
çıkmış ve genelde kelam delili olarak bilinse de İslam düşüncesi tarihinde bazı
filozoflar tarafından da kullanılmıştır. Mesela ilk İslam filozoflarından olan
Kindi, ve felsefi dini bir cemaat olan İhvan-ı Safa bu delili kullanmıştır.
Nitekim Kindi, “alemin hudusu” veya “alemin zamanlı olması”
kavramlarına dayanarak Allah’ın varlığını kanıtlamak ister. Hudûs delilindeki
temel mantıktan, yani alemin kadim olmayıp sonradan icat edildiği, dolayısıyla
var edilen her şeyin bir yaratıcısının olması gerektiği esasından hareketle
filozof, alemin hadis olduğunu tespit ettiği birkaç temel önermeden hareketle
onun sonsuz olamayacağı prensibine bağlar. Zira, zaman ve hareketin sonlu
olması alem’in hadis olduğuna ve varlığı kendinden bir yaratıcının (muhdis)
bulunduğuna delildir.
Şirvani’nin, Tasavvuf ehlinin İsbat-ı Vacibü’l Vücud
hakkındaki görüşleri diye zikrettiği; mistik tutum, dini tecrübe tasavvufi
hal.. vb. kavramlarla ifade edilen ve Tanrı kanıtlamalarında irrasyonel ve daha
güvenilir bir yol olarak sunulan bu delili Şirvani
şu şekilde özetlemektedir.
Tasavvuf ehli, ön (ileri, sezgisel) hakikatlere duyarlı
olduklarından, İsbat-ı Vacip hususunda her ne kadar kuvvetli deliller ve açık
kıyaslar olsa bile yine esas kıyasın zann ve tahminden öteye gidemeyeceği
kanaatindedirler. Bu yüzden bu deliller insan kalbini bütün bütün şüphelerden
emin kılamaz. Onun için deliller ile bir şeyleri ispatlamak, veya inancı
deliller ile doğrulamak her zaman için gerekli ve yeterli değildir. Riyazet ve
mücahadenin kuvveti vasıtasıyla beşer ruhları kutsal bir cila ile parlayarak
bir anlayışlılık kabiliyeti hasıl olur, Zira Zat-ı Vacip’in makamı o derece
yücedir ki güçlü ve inatçı bir düşünce ve fikirler celal ve cemalinin sır
perdesinin etrafına bile erişmek kolay değildir. Onun için sezgisel
hakikatlerle de Allah bilinebilir . Mesela, Necmeddin Kübra şöyle demiştir:
“Kalpte ortaya çıkan ve nefsin yalanlamaktan aciz kaldığı şeyler sayesinde
Allah’ı bildim” Şeyh-i Ekber (İbn Arabi) ise şöyle demiştir: “Mücahede yapmayan
için müşahede yolu açık değildir”
O halde, hal erbabının zevk ve müşahedeleri yani hakikatin
doğrudan müşahede edilmesi İsbat-ı Vacip hususunda başka bir yoldur.
Şirvani’nin bu şekilde bahsettiği ve dini tecrübe delili
olarak bilinen bu yöntem felsefe tarihinde bir çok tartışmalar da beraberinde
getirmiştir. Mesela böyle bir müşahedenin mahiyeti, kaynağı, değeri, ifade
edilebilir mi, edilemez mi, Tanrının ispatı hususunda geçerli bir delil midir?
vs. Meseleyi bütün detayı ile incelemek
çalışmamızın kapsamını aşacağı için bu konuda Gazali’nin düşüncelerine yer verip
konuyu daha fazla uzatmak istemiyoruz. Çünkü bu konunun İslam düşünce
tarihindeki en mühim temsilcisi Gazalidir.
Bu konuda Gazali’nin değerlendirmeleri dikkat çekicidir.
Gazali’ye göre sezgi, insanı Allah’ın varlığına inandıran bir güçtür. Tasavvuf
ehli öğrenmekle elde edilen bilgiye değil de ilhamdan kaynaklanan bilgiye
meyleder. Onun için de, ilim okumayı, yazılmış eserleri tahlil etmeyi ve
onlardaki delilleri araştırmayı arzu etmezler. Aksine bilgi elde etmek için
metod; nefs mücahedesi, kötü sıfatları yok etmek, her şeyden ilişkiyi kesmek ve
bütün varlığı ile Allah’a yönelmektir. Bu gerçekleştiğinde Allah kulunun
kalbine hakim ve sahip olur. Bilgi nurları ile onun kalbini aydınlatmaya kefil
olur. Allah kalbe hakim olunca oraya rahmet rahat akar ve nur kalpte parlar,
melekut sırrı ona açılır. Rahmet lütfüyle birlikte kalpten perde kalkar ve
ilahi esrarın hakikatleri kalpte parlamaya başlar. Dolayısıyla dünya ile ilgiyi
kesmek, riyazet ile ruhu yüceltmek, ilahi sırların ve hikmet kapılarının
insanın önünde açılmasına, ilahi gerçeklerin zahir olmasına yeterlidir, ve
burada Gazali mistik bilginin en mühim ayrıcı özelliğini tekrarlayarak; bu tür
bilgi, kuldan Tanrıya doğru olmayıp aksine, kulun ruhsal hazırlığından sonra
Tanrı’nın kendisini ona tanıtması biçiminde cereyan ettiği kanaatini belirtir.
Kısaca, nefsi-ruhi arınmayla, şahsi tecrübeyi esas kabul
eden bu metod, belli önermeler şeklinde ifade edilemeyen ve başkasına da
aktarılıp öğretilme imkanı da bulunmayan ve tecrübeyi yaşayan kişinin kendisini
bağlayan bir yol olarak ortaya konur. Bu halin dışardan gözlenmesi de mümkün
değildir.
E-
TANRI-YARATMA İLİŞKİSİ VE YARATMADA İRADE SIFATININ ROLÜ
Şirvani, bu alem sırf yok (madum) dan mı yaratılmıştır?
Yoksa Tanrı’nın kendi zat’ından mı sudur etmiştir? Şeklinde ki sorularla ifade
edilen ve ilki İslam Kelamcıları tarafından savunulan “yoktan yaratma” modelini
açıklayan, ikincisi ise Farabî ve İbn Sina gibi meşşai filozoflar tarafından
savunulan “sudur” teorisini açıklayan, soruları sorduktan sonra şöyle devam etmektedir.
Filozoflar, alemin sırf yok (madum)’tan var olmasını
imkansız görürler. Çünkü olmayan bir şeyin kendisini önceleyen bir madde
olmaksızın var olması alken muhaldir. Filozoflar alemin yaratıcıdan
zorunlu olarak çıktığını (Sudur) kabul ederler. Onlara göre Vacip Teala’nın
zorunlu fail olması, onun irade ve kudret sıfatıyla muttasıf olmasına zıt
değildir. Çünkü Allah’ın fiili ezelidir. Dolayısıyla yaratmada ve feyzde bir
pasiflikte söz konusu olmaz. O, dilediği şeyi, zati bir önceliği bulunan irade sıfatıyla,
ezelde ve belli bir düzenle meydana getirmiştir.
Şirvani, kanaatimize göre bazı dini kaygılardan dolayı
filozofların bu görüşlerini, kabul etmemektedir. Çünkü ona göre filozofların bu
kabulü her ne kadar kural olarak doğruysa da alemin ezeliliğini gerektirdiği
için kabul edilemez. Kelamcılarda bu görüşü bunun için kabul etmemişlerdir.
Kelamcıların bu husustaki görüşleri Kur’an naslarına daha uygun ve isabetlidir.
Kelamcılara göre bu alem irade sahibi bir failin eseridir. Yaratıcının ezeli
iradesi mümkünatın zaman içinde bir noktada yaratılmasına taalluk etmiştir.
Şirvani’nin kısaca temas ettiği bu mesele aslında İslam
düşünce tarihinde Tehâfütler tartışması olarak bilinen tartışmaların birinci
meselesi olan, Tanrı alemi nasıl yarattı? sorusuyla ifade edebileceğimiz meselenin
özetinden ibarettir.
Konuyu bütün detayı ile işlememiz mümkün
olmadığında burada filozofların savunduğu yaratma modeli (Sudur) ve
kelamcıların savunduğu yaratma modelini (yoktan yaratma) bu görüşleri
savunurlarken dayandıkları temel argümanları fazla detaylara girmeden
ortaya koymaya
çalışacağız.
Filozoflar tarafından savunulan ve aslında ilk çağ
filozoflarından biri olan Plotinus’un görüşlerinden kaynaklanan Sudur
teorisinin İbn Sina’daki formu şu şekilde özetlenebilir.
Tanrı zorunlu, bir ve basit bir varlık olarak
nitelendirilir. Fakat bu zorunlu olarak var olan varlık (Tanrı), öteki şeyleri
bir kasta bağlı olarak meydana getirmez, zira bu durumda kendisinden daha
aşağıda olan bir şey (amaç) için çalışıyor demektir. Halbuki bu durumda ilahi
zat’a çokluk karışmış olurdu. Aksine ilk etki, yani salt akıl, O’nun kendi
kendisini düşünmesinden zorunlu olarak çıkar. Tanrı’nın kendisini bilmesinden
meydana gelen bu ilk akıl (İbn Sina’nın varlık sınıflamasındaki vacip li
gayrihi yani başkasından dolayı zorunlu olan varlığa tekabül eder.) kendisini
meydana getirenin aksine, başlı başına ancak mümkün bir varlıktır. İşte sisteme
çokluk kazandıran şeyde bu akıl’dır. Bu akıl üç varoluş durumu kabul eder.
Birincisi, bizatihi zorunlu olarak Tanrı’nın varlığını görür. Sonra, kendi
varlığını zorunlu kılınmış varlık olarak görür. Son olarak da kendi varlığını
sadece mümkün ve yaratıcısından çok farklı olarak tanır. Bu üç bilme etkinliği
“birden ancak bir çıkar” şeklinde ki ilkeyi koruyarak, sadece üç şeyin
varlığını meydana getirir öteki aklın, Ruhun ve feleğin Buna göre öteki
varlıkların yaratılışını izah eden üçlü bir diziye sahibiz. İkinci akıl’da
birincisinin yaptığına benzer bir düşünme sürecini taklit eder ve böylece
üçüncü aklın, öteki Ruhun ve bir feleğin (küre), ama bu kez sabit yıldızlar
küresinin ortaya çıkmasına yol açar. Ardı ardına gelen akılların düşünmeleri
vasıtasıyla süreç devam eder ve gezegenler, güneş ve ay’da son bulur. Her biri
aklı, Ruhu ve bedeniyle ancak ay-altı dünyasında bir sona ulaşır. Yani içinde
yaşadığımız oluş ve yok oluşlar dünyasında. Onuncu yada sonuncu akıl faal akıl
olup bir kürenin sahip olduğu Ruh ve bedene sahip değildir. Fakat insani
Ruhları ve dünyadaki dört unsuru ortaya çıkaran odur.
Filozoflar böyle bir yaratma anlayışını her şeyden önce şu
üç sebepten dolayı savunmuşlardır. 1) Her şeyden önce yoktan yaratma anlayışı
bazı güçlükler doğurmaktadır. Zira ilk olarak yaratma kavramı, Tanrı’da bir
değişmeyi gündeme getirmekte bu da Allah’ın mükemmelliği ve mutlaklığı
anlayışıyla çatışmaktadır. 2)Yoktan yaratmada temel dayanaklarından biri olan
irade, bir anlamada ilahi varlıkta eksikliği çağrıştırmaktadır. 3)Bu alem bir
çokluktan yani birbirinden tamamen farklı unsurlardan ibarettir. Çokluk sırf
birlik olan Tanrıdan nasıl çıkmış olabilir?
Kelamcılar ise Tanrı’nın dünyayı yoktan yarattığını kabul
etmektedir. Öte yandan, insan tecrübesine göre yoktan yaratma veya bir şey
meydana getirme mümkün görünmemektedir. Bu yoktan yok doğar (ex nihilo nihil)
yani yoktan hiçbir şey meydana gelmez şeklinde Yunan felsefesinin bir ön kabulü
olarak da ifadelendirilmiştir. O halde yoktan yaratma nasıl olmuştur.
Kelamcılar bu yoktan yaratma meselesini şöyle izah eder:
İlk önce atom, yer kaplama (tehayyüz) ve boşluk kavramlarından kalkılarak
yokluk kavramına ulaşılmaktadır. Kelamcılar duyulur dünyadan aşkın aleme atom
ve boşluk kavramları ile geçiyorlar. Atom ve boşluk ile alemin sonradan meydana
geldiğini, alemin sonradan meydana gelmesi ile de yaratıcı’nın varlığını ve alem’in
ezeli olmadığının ispat etmiş oluyorlar. Çünkü atomlar yer kaplar, yer kaplama
ise boşluktur, boşluk ise yokluktur (adem), Şu halde atomun kapladığı boş mekan
yokluk oluyor. Böylece de atomun yokluktan bağımsız olması mümkün olmuyor. Atom
daima boş mekana muhtaçtır. Atomun muhtaç olduğu boş mekan yani yokluk (adem)
atomdan öncedir. Öyleyse eşyanın ilk maddesi olan atomlar yoktan meydana
gelmiştir.
Kelamcılardaki yoktan yaratma fikri, alemin Tanrı’nın bir
parçası veya onun sıfatlarının ve tavırlarının bir bütünü olmasını dışta
bırakır. Yine yaratma doktrini zaman, mekan, enerji madde, hayat ve insanlardan
oluşan kainatın mutlak olarak sadece Allah’ın hür iradesine bağlı olduğunu
varsayar. İlahi yaratmada iradilik geleneksel olarak yoktan yaratma doktriniyle
ifade edilir.
Burada yeri gelmişken yaratma probleminde en çok tartışılan
irade sıfatı ve yaratmadaki rolü ile ilgili filozofların ve kelamcıların
görüşlerini karşılaştırmalı bir şekilde incelemeye çalışalım.
Filozofların dünyayı ve dünyanın Allah’la olan ilişkisini
algılama biçimlerinde irade’nin oynadığı rol, kelamcılarınkinden farklıdır.
Filozoflarda Allah’ın bir iradeye sahip olduğunu kabul ederler Ancak
kelamcılarda bu irade, varlık ile Allah arasında bir zaman sağlama fonksiyonu
icra ederken, filozoflarda böyle bir kabulün imkansızlığı savunulur. Bir
anlamda filozoflarda irade fiilin tam illeti kabul edilmektedir. Yani irade
objesiyle birlikte varolur ve irade gerçekte irade, edilen şeyden başka bir şey
değildir.
Zira filozoflara göre, var edilen şey zamanın her hangi bir
anında meydana gelmemiş, bütün zaman boyunca var olmuştur, ve kendinden önce
bir yokluk geçmemiştir. Ancak varlığın ezeliliği İbn Sina ve Farabî’de zat
yönünden değil zaman yönündedir. Bunun dikkate alınması zorunludur. Zira Farabi,
dünyanın zat yönünden ezeliliğine inanmanın Tanrıya inanmakla çelişik olduğunu
söylemektedir.
Filozofların alemin ezeliliğini kabul ettikleri iddiası ise
onların “Alemin zaman bakımından bir başlangıcı yoktur” prensibine
dayanmaktadır. Bu prensibi Farabi şöyle açıklar: Alem bir evin veya bir
hayvanın tedricen meydana gelişi gibi meydana gelmiş değildir. Evin kısımları
zaman bakımından bir birinden öncedir. Oysa zaman feleğin hareketinin
sonucundan meydana gelmiştir.
Öyleyse alemin zaman bakımından bir başlangıcı yoktur.
Allah müriddir ve ezelden beri alemin failidir. Çünkü Allah ile alem arasına
Allah’ın fail olarak bulunmadığı bir an düşünmek mümkün değildir... Allah’ın
iradesi zat yönünden bir şeyden öncedir. Fakat bir anda meydana gelirler: Bir
şeyin meydana gelmesi zaman yönünden Allah’ın iradesinden geriye kalmaz.
Ayrıca yaratmayı illet-malul ilişkisi içinde ele alan
filozoflar irade sıfatı üzerinde fazla durmazlar. Çünkü illet-malul ilişkisinde
iradenin işaret edilebilecek rolü bu sürecin gerçekleşmesine Allah’ın muhalefet
etmemesi yani rıza göstermesidir.
Bir çok filozofun irade sıfatı üzerinde fazla
durmayışlarının bir diğer sebebi de Allah’ın ilmiyle ilgili görüşleridir. Zira
Onlara göre Allah’ın bilmesi yaratmasıdır.
Bilme hemen objesini var kılan bir bilmedir. Bu yaratıcı
bilme, taalluk ettiği şeyi meydana getirir. Allah’ın bu bilmesine de fiili
bilme yani aktif bilme denmektedir.
Kelamcıların savunduğu yoktan yaratma doktrinin de ise
irade sıfatı çok önemli bir yer teşkil eder. Özellikle hudus delili üzerinde
fazla duran kelamcılar mürit ve müreccih bir varlığı gerektirdiği için alemi
söz konu ettikleri her yerde iradesiyle hareket eden bir faili’de ele
almışlardır. Zira hem varlığı hem de yokluğu mümkün olan bir şeyin var
olabilmesi için varlık imkanının tercih, belli bir zamanda varlığa çıkışının da
tahsis edilmesi gereklidir. Bu tercih ve tahsis de ancak bu tahsis anını bilen
ve O anda harekette bulunmayı dileyen mürit (irade sahibi) bir Tanrı’nın
varlığıyla izah edilebilir.
F- TÜRLERİN EFENDİLERİ (ERBABU’L ENVÂ)
Bu terim Arapça “Rabb” ve “Nev” kelimelerinden meydana
gelen bir terim olup, “Rabb”; Efendi, terbiye eden, idare eden, başkan, bir
şeyin sahibi, besleyen, ıslah eden nimet veren gibi anlamlara gelmektedir.
“Nev” kelimesi ise: Çeşit, tür, ve sınıf gibi anlamlara
gelmektedir. Terim olarak ise, şahısları muhtelif olan eşyaya delalet eden bir
isimdir.
Kelime anlamlarını ayrı ayrı verdiğimiz Raabbu’n Nev ve
(çoğ.Erbabu’l- Envâ)terimi, Türlerin Rabbi, Türlerin Efendisi, Türlerin Terbiye
edicisi ve Türlerin Koruyucusu gibi anlamlara gelmektedir.
Türlerin Efendisi fikriyle ilgili olarak Şirvani şu
bilgileri vermektedir.
Şirvaniye göre; bütün müteellih (İşraki) filozoflar, hatta
meşhur filozoflar (meşşailer), stoocı (esatin) filozoflar ile, filozofların
babası Hermes, Phythagoros ve Eflatun ve bunlar gibi sözlerine güvenilir bir
çok filozof ittifakla bildirmiştir ki; Alem-i Nasut (cisimler alemi)’da mevcut
olan yıldızların, maddelerin ve türlerden her bir türün Alem’i Meleküt (İlahi
alemde)da ihsan sahibi bir Rabbu’n-Nev’i (Türünün Efendisi) vardır. Bunlar
kendilerine ait türler üzerinde yöneticidirler ( Müdebbir). Cisimlerde ortaya
çıkan mükemmellikler ve Ruhlarda ortaya çıkan ilmi ve ameli mükemmelliklerin
hepsi bu Tümel Ruhani idareciler sayesindedir. Hatta bu Tümel Ruhani
idarecilerin cüzleri dahi vardır ve cisimsel suretlerin her bir parçasında
müessir olurlar. Hatta Tavus kuşunun kanadındaki çeşitli renklerin ve ilginç
şekillerin ve hakeza bütün suretlerin birer Rabbu’n Nev’i vardır. Hatta
Peygamberimizin bazı sözlerinde dahi buna işaret vardır. Nitekim buyurmuştur ki
“Her damlanın meleği ile beraber yağmur meleği bana geldi İşte zikredilen bütün bu suretler Rabbu’n
Nev’lerindeki manevi soylarının görüntüsü ve gölgesidir.
Yine Şirvanı’nin iddiasına göre, Müteellih (İşraki)
filozoflar; Türlerin Efendisi denilen bu varlıkları riyazet-i kamile yoluyla
müşahede etmişlerdir. Hatta Eflatun: “Bedenin karanlığından sıyrıldığım
zamanlarda Erbab-ı Enva’ı müşahede ederdim “demiştir. Onun için nasıl ki
Batlamyus gibi maddesel gözlemler ve ölçümler yapan şahısların bu gözlemlerine
güveniliyorsa ve hatta bu gözlemlere dayanılarak bazı ilimler kuruluyorsa
peygamberlerin ve eski hükemanın halvet hallerindeki bu Ruhani gözlemlerine
dayanan sözlerine de güvenilmelidir.
Şirvâniye göre, Türlerin Efendileri görünüşte her ne kadar
faal (etkin) zannedilirse de gerçekte bunlar Zat-ı Vacib’in var etme vasıtaları
ve feyz bağlantılarıdır. Bu nurani vasıtalar Zat-ı Vacib’in varlığının gölgesi
ve nurunun parıltısıdır. Sufilerden keşf ehlinin de dediği gibi “İlahi feyz,
sebebli olan varlıklara vasıtalar ile ulaşır.” Dolayısıyla Erbab-ı Enva’lar
Allah’ın yarattığı şeylerin etkisini yine var ettikleri şeylere ulaştıran
vasıtalardır. Dolayısıyla Nurul envar olan vacip zat’ın nurunun yanında bu
vasıtaların nuru sönüktür.
Yine Şirvani Rabü’n Nev’lerin en alt ve en üst
tabakalarını, müteellih filozofların şöyle bir benzetmeyle anlattıklarından
bahsetmektedir. Buna göre, geniş bir boşlukta yanan büyük bir ateşin alevinin
kaynağı gayet şeffaf ve aydınlık olup, orta tarafları kaynağından uzaklığı
nispetinde daha az şeffaf ve biraz daha sönüktür. Nihayet en sonu ise dumanla
karışık ve etrafa yayılmış bir şekilde görünürse de gerçekte zati (özsel) bir
varlığı olmayıp, kaynağından kendisine ulaşan nur ile sınırlı bir varlığı ve
aydınlığı vardır.
Şirvaniye göre, Rabbu’n Nev’i insani (İnsan türünün
Efendisi) zati aydınlığı yönüyle Nurul-Envara (Tanrı) diğer nurlardan daha
yakındır. Yine insan türünün Efendisi yaratılmışların en şereflisi olan insanın
terbiyecisi olması hasebiyle yüce
nurların en şereflisidir. Felsefe
dilinde buna Faal Akıl, din dilinde ise Ruhu’l Kuds
Şirvani, Türlerin Efendisi adı verilen varlıkların melekler
olduğunu söylemektedir.
Biz burada Şirvani’nin temas ettiği hususlar esas olmak
üzere, Rabbu’n Nev çoğulu Erbabu’l Enva yani Türlerin Efendisi ile ilgili biraz
daha fazla bilgi vermek istiyoruz.
Türün Efendisi veya Türlerin Efendisi felsefi bir terim
olarak özellikle Hermetik-İşraki felsefede kullanılan bir terimdir. Türlerin
Efendisi fikri, İslam felsefesine Sühreverdi tarafından yerleştirilmekle
birlikte farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Bu konuda bilgi veren filozofların
görüşlerinden hareketle bu terimi şöyle tanımlamak mümkündür. Türlerin
Efendisi, ister misal, ister felekler, isterse cisimler aleminde olsun, her
varlık türünün koruyucusu ve gözeticisi olan varlıklara verilen bir isimdir. Yani
Türlerin Efendisi bir varlığın meydana gelmesinde etkin olmayan; ancak onların
bir etkin varlık tarafından meydana getirilmiş olan varlıklarını devam
ettirmekle görevlendirilmiş bulunan varlıklardır.
Yönetici konumunda ki bu varlıklara, yöneticileri oldukları
varlık türlerine göre farklı adlar verilmiştir. Mesela, insan türünün
Efendisinin adı, dini terminalojide Cebrail veya Kutsal Ruh, felsefi
terminolojide ise Faal Akıl’dır. Bundan dolayı bu varlıklara “İnsan Türünün
Efendisi” (Rabbu’n-Nev’il insan)de denilmektedir. Diğer türlerinde benzer
şekilde efendileri bulunmaktadır. Ancak bu varlıklara ya ait oldukları türlerin
adına izafeten veya eski İran dili olan Pehlevice adlar verilmektedir. Mesela,
su türünün Efendisine “Rabbu’l Ma” veya Pehlevice ‘Hurdad’ ateş türünün
Efendisine “Rabbu’n Nar” veya “Erdıbehişt” maden türünün Efendisine
‘Rabbu’l-Meadin’ veya “Şehriyor” vb. gibi adlar verilmektedir Bu isimler aynı
zamanda zerdüştlük’te Ruhani varlıkları adlandırmak için kullanılmaktadır.
Mesela zerdüştlük’te Erdıbehişt, Tanrının ilk yarattığı varlık olan Behmen’den
sonra yaratılan ikinci, Şehriyor üçüncü, Hurdad beşinci ve Murdad ise altınca
varlığa verilen isimdir.
Türlerin Efendisi hakkında ilk derli toplu bilgiyi
Sühreverdi vermektedir. Ancak Sühreverdi Türlerin Efendisini “Rabbu’n Nev”
teriminden başka “Sahibu’t Tılsım”, “Sahibu’n-Nev” ve “Sahibul-Esnam” gibi
isimlerle de adlandırmıştır.
Sühreverdiye göre, Türlerin Efendisi, Yüce Kahir nurlardan
tamamen ayrı varlıklar olup, sabit küreler denilen alemin altında bulunan
felekler, basit unsurlar ve mürekkep varlıkların yöneticileri olan ve nurani
suretleri bulunan varlıklardır.
Yine Sühreverdi’ye göre Türlerin Efendisi fikri, Şit,
Empedokles ve Hermes’e kadar uzanır. İşte bu Peygamber ve filozofların bahsettikleri
Ruhani varlıklar Türlerin Efendisi olan varlıklardır. Bu varlıklar yöneticisi
oldukları varlıklar gibi cismani varlıklar değillerdir.
Sühreverdi’nin bu fikirleri, kendisinden sonra gelen, İbn
Kemmüne (Ö.1284), Molla Sadra, Mir Damad (Ö.1631), Muhammed Kasani en-Neragi
(Ö.1794) gibi İranlı İşraki filozoflar tarafından da benimsenmiş ve
savunulmuştur.
Şirvani’ye göre Ruh, İlahi nurlardan bir nur ve soyut bir
varlık olarak bedenler üzerinde yöneticilik vasfına sahip bir varlıktır.
Ruh, bitkilerde, hayvanlarda ve cansız nesnelerde (madde)
dahi vardır.
Şirvani bu durumu bazı filozofların şu şekilde
açıkladığından bahsetmektedir. Buna göre: Bu cismani alemin fertlerinin her
birinin bir Ruhu vardır. Fakat bu Ruh bitkilerde gizlidir. Cansız nesnelerde
ise daha gizlidir. Bunun sebebi ise, Külli Ruh’tan her bir türe feyz olunan
Ruhun, bu türlerin mizaçlarındaki zayıflılık ve kuvvetliliğe göre olmasıdır.
Buna göre; maden, bitki, hayvan bunlardan hangisi ılımlığa daha yakın ise feyz
(taşma) ona daha fazla, hangisi de bu ılımlılık tabiatından daha uzak ise feyz
ona noksan bir şekilde olmuştur. Şöyle ki; Hayvan türü’nün mizacı ılımlılığa
diğerlerinden daha yakın olduğu için, beslenme, büyüme, duyum ve hareketi
meydana getiren tabii ruh, hayvani ruh ve nefsani ruh’un üçünü de kendisinde
bulundurur. Bu türün en şerefli varlığı insandır. İnsanda bu Ruhların yanı
sıra, bütün şeyleri idrak edebilme, akletme, düşünce kuvvetlerini ihdas eden
nurani bir akıl feyz olunmuştur. Bitkilerin mizacı ise ılımlılığa biraz daha
uzak olduğu için, yalnızca beslenme ve büyümeye etki eden tabii Ruh feyz
olunmuştur. Cansız nesneler ise, bütün bu özelliklerden çok daha uzak olduğu
için, nesnelere feyz olunan Ruh en zayıf ve etkisi en gizli olandır.
Yine Şirvani’ye göre, bütün bu Ruhlar, müteellih
filozoflar, arifler ve müşahede ehli’nin ittifakla bildirdiği gibi Külli
mücerred bir Ruh’un eseridir. Ama yine de son tahlilde bu Ruhların hepsi,
manevi bir sır ve ilahi bir emir olup hakikatini kimse bilmez. 166
Nitekim Allah’u Teala da şöyle buyurmaktadır. “Sana Ruh’dan soruyorlar deki:
Ruh Rabbimin emrindedir.
Ayrıca Şirvani, İnsani Ruh’un (Nefs-i-Natıka), bedenlerden
ve bedeni kuvvetlerden farklı ve maddesel özelliklerden uzak bir varlık
olduğuna dair şöyle bir delil zikretmektedir: Her bir insan kendisinden haber
verirken “Ben” diye haber verir. İşte kişinin bu “Ben” dediği şey, bedeni
değildir. Çünkü vücut azaları tam olan bir kimse ile vücut azaları eksik olan
kimsenin benlikleri arasında hiçbir fark yoktur. Aynı şekilde Ruh bedenin her
hangi bir kuvveti de değildir. Çünkü insan bazı hallerde kuvvetlerinden gafil
olur. Ama gerek uyanıkken, gerek sarhoşken ve gerekse uykudayken nefsi
hatırından gitmez.
İnsanın hakikati ve Ruh meselesinde, İslam düşünürleri iki büyük
fırkaya ayrılmışlardır. Birinci gurup Ruhun soyutlanmasını inkar etmiş ve Ruhun
mahiyet hakkında ileri sürdükleri farklı faraziyelerle yine kendi aralarında
bazı mezheplere ayrılmışlardır. Mesela bazılarına göre Ruh, dengeli kandan
ibarettir. Bazılarına göre ise, nefesten yani havadan ibarettir. Bazılarına
göre ise Ruh mahiyet itibariyle duyumsanan cesede muhalif ve fakat gül suyunun
gülde zeytin yağının zeytin tanesinde gezindiği gibi, duyumsanan bedene sari
olan nurani, ulvi, diri ve hareketli bir cisimdir.. .vb.
İslam aleminde kelamcıların muhakkikleri denilen kişilerle,
Kindi, Farabî, İbn Sinâ, İhvan-ı Safa vb gibi filozoflar ve mutasavvıflardan
bir takım kişiler de buna karşılık Ruh veya nefs’in, beden veya bedenin
kuvvetleri gibi maddi şeylerden farklı, soyut şeylerden olduğunu kabul
etmişlerdir.
Şirvani’de Ruh’un özellikle bedeni kuvvetlerden ve maddi
şeylerden ayrı soyut bir varlık olduğunu belirterek, kanaatimize göre İhvan-ı
Safa’nın “Külli Ruh” Teorisinden bahsetmiştir. Yine özellikle insani Ruh’un
bedenden ve bedeni kuvvetlerden ayrı soyut bir şey olduğunu ispatlamak için
ise, İbn Sina’nın nefs’in varlığını kanıtlamak için kullandığı delillere benzer
bir delil kullanmıştır. Onun için biz burada İhvan-ı Safa’nın Ruh teorisinden
ve İbn Sina’nın delillerinden kısaca bahsetmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
İhvân-ı Safa’nın “Münfail (Edilgin) Akıl” da dediği Külli
Nefs, muhit felekten yeryüzünün merkezine kadar bütün alemi içeren
“Külli-mutlak cisim” ile bütünleşmiş “Alem Ruhu” niteliğindedir. O, aynen insan
Ruhunun bütün bedene nüfuz edip onu yönetmesi gibi, güçleri bütün aleme
yayılmış yapısıyla “özü gereği canlı, bilkuvve bilen, doğal olarak etkin, basit
Ruhani bir cevherdir.” Özü gereği canlıdır, çünkü Tanrı Akıldan sonra, Akıl
aracılığıyla onu yaratmıştır. Akılda, gizli bütün varlıkların suretlerini ve
Tanrıdan gelen feyz ve faziletleri ona intikal ettirir.
İlk madde ve sonra
nesneler dünyası ile irtibat kurup bunu sürdürecek olan Külli Nefs’dir. 171
Külli Nefsin “bilme” ve “etkin olma” özelliklerini ise
İhvan, onun iki gücü olarak yorumlar. Bu iki gücü ile Külli Nefs, güneşin
havanın bütün cüzlerine nüfuz etmesi gibi, bütün aleme nüfuz eder. O, etkin
gücüyle verdiği bütün şekil, renk vs. ile cisimleri olgunlaştırıp tamamlar,
Bilen gücü ile ise, kendinden kuvve halinde bulunan feyz ve faziletleri bilfiil
hale getirerek kendi zatını mükemmelleştirir. Külli Nefs, bünyesindeki
faziletleri, Cüz’i Nefsler’e bir defada feyazan ettirir. Cüz’i Nefsler’i ise ihvan,
madde, bitki ve hayvan (insan ve hayvan)ın bedenlerine nüfuz etmiş nefsani
güçler olarak tanımlar. Onları harekete geçirip yöneten hep o ruhani güçlerdir.
Ancak Cüz’i Nefsler’e ait türlerin, bu feyazanı birden kabule güçleri yetmez de
zamanla ve mizaçları oranında kabul ederler.
Yine İhvan-ı Safa’ya göre, Cüz’i Nefsler’in Külli Nefs’ten
gelen feyezanı kabul edişleri, onların madde ile ve bedeni arzular ile olan
ilişkisine bağlıdır. Yani hangisi maddeden ve maddenin yoğunluğundan daha
uzaksa ona o derece ruh feyezan eder. Cüz’i Ruhlar, madde denizinden
kurtuldukları ölçüde bu faziletlere açık, Külli Nefs’e yakın olurlar Buna göre,
insan faziletleri kabul edebildiği, Külli Nefs’e yakınlaşabildiği ölçüde
mutludur. Bu durumdaki insan “kuvve olarak melektir” artık, ölümden sonra Külli
Nefs ile birleşince ise “bil-fiil melek” olur.
İhvan-ı Safa’nın bu Külli Nefs kavramı, insan nefsinin
evrensel nefsin özel bir hali olduğu, Cüz’i Nefsler’in ölümden sonra Külli
Nefs’e dönmeleri ve Cüz’i Ruhların Külli Nefs’teki bu hayatlarının öteki dünya
denilen şeyden ibaret olduğu, vb. gibi hususlar İbn Arabi tarafından da kendi
sisteminin gerektirdiği bazı ufak değişiklikler hariç tutulursa aynen kabul
edilmiştir.
İkinci olarak, Şirvani’nin kısaca temas ettiği ve İbn Sina’nın
nefs’in varlığını ve cisimlerden farklı bir şey olduğunu kanıtlamak için
kullandığı delillerden sadece bir tanesini zikretmek istiyoruz.
Buna göre İbn Sina, nefs konusunu ele alırken ilk önce onun
varlığını ispatlayarak işe başlar. Onun bu konudaki “Boşluktaki insan” delili
meşhurdur. Ancak onun bu delili çok meşhur ve genelde bilinen bir
delil olduğu için biz burada Şirvani’nin temas ettiği delile de benzeyen başka
bir delile yer vermek istiyoruz.
İbn Sinâ şöyle der: Eğer bu cisim, sadece bedenin bütünden
ibaret olsaydı, ondan bir şey eksilince kendi varlığımızın, var olan bir şey
olarak bilincinde olamazdık. Fakat bu böyle değildir. el, ayak, veya
organlarımdan herhangi birinin varlığını bilmesem dahi “ben” yine “ben” olurum.
Bilakis bunların bana tabii olduğu düşünüyorum ve kesinlikle biliyorum ki, bu
organlar ihtiyaç durumlarında kullandığım aletlerdir. Eğer bu durumlar
olmasaydı, o aletlere ihtiyaç duymazdım.
Buradan anlaşılacağı üzere Şirvani, ruhun bedenden ve
bedeni kuvvelerden farklı soyut bir cevher olduğu,maddi bir varlık olmadığı
kanaatindedir.
Ölümden sonraki hayat, bu hayat’ın mahiyeti bedenlerin
tekrar diriltilmesinin imkanı... vb gibi hususları içeren mead problemiyle
ilgili olarak Şirvani, bazı filozofların, kelamcıların ve mutasavvıfların
görüşlerini genel hatlarıyla özetlemiştir. Biz burada Şirvani’nin özetle
sunduğu bu görüşleri zikredip daha fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Fakat yine,
uygun gördüğümüz yerlerde bazı açıklamalarda bulunup, bazı yerlerde de
dipnotlarla kaynaklara işaret etmeye çalışacağız.
Şirvaniye göre bütün filozoflar, beden yok olduktan sonra
tekrar iadesini aklen imkansız görmüşlerdir. Çünkü beden ile Ruh arasında
geçici bir istek ve arzu bağı vardır. Yine bedenler Ruhların aletleri olduğu
için, yok olup çürüdükten sonra mükafat ve cezanın idraki gibi bir maksatla
tekrar iadelerine lüzum yoktur. Yine onlara göre cismani dirilişle ilgili
naslar ise halkın anlayacağı bir tarda somut benzetmelerle 177 gelişmiştir.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, filozofların
etkilendiği Yunan düşüncesi dualist bir insan anlayışını benimser, Kur’an da
böyle bir dualiteyi ortaya koyar, Fakat filozoflar ölümsüzlüğün taşıyıcısı
olarak Ruh’a önem atfederler. Çünkü onlara göre Ruh, bedenin sureti, bedenin gücü,
bedenin kıvamıdır. Durum böyle olunca Ruhun maddi dünyadaki aletinden ibaret
olan bu maddi bedenin yok olduktan sonra Ruhun bekası ve ölümsüzlüğü gibi bir
maksatla iadesi gereksizdir.
Buna karşılık Kur’an’da ve klasik Sünni anlayışta bedene
yetkinliğin, dolayısıyla uhrevi mutluluğun veya cezanın ayrılmaz bir unsuru
olarak önem atfedilmiştir.
Farabî’ye göre de mead problemi, Ruhun ölümsüzlüğüyle
alakalıdır. Farabî’ye göre Ruh veya nefs, İbn Sina’da olduğu gibi, özü gereği
maddeden soyut ve özü gereği ölümsüz bir cevher değildir. Aksine varlığını
zorunlu olarak maddi bir taşıyıcı üzerinde gerçekleştirir. Buna göre nefs
kendisini bu beden vasıtasıyla gerçekleştirmelidir. Fakat bu arada nefs’in en
son mutluluğa ulaşmasının yegane yolu da soyut varlıklarınkine benzer bir
varlık statüsü kazanmak, yani Faal Akıl mertebesine yükselmektir. Bu ise ancak,
İnsan varlığında kendinden aşağıda olan cisim, madde ve araz gibi başka hiçbir
şeye muhtaç olmaksızın, cisimlerden bağımsız olarak gerçekleşmek ve bu olgunluk
üzere sürekli kalmakla olur. Bu ise insanın bu dünyadan tabii bir ölümle
ayrılmasından sonra gerçekleşebilir. Çünkü Ruh ile bedenin kesin ve sürekli
olarak birbirinden ayrılması ancak ölümle mümkün olabilir.
Şu halde Farabî’ye göre; ölümsüzlüğü veya en son mutluluğu
elde etmenin yegane yolu, insani nefsin, bedensel varlığa ihtiyaç duymayacak
bir soyutluk statüsü kazanmasıdır. Yine ona göre insani nefs, yetkinliği olan
aklın derecelerinden maddi akıl düzeyinde kalmayıp bil-fiil akıl ve müstefad
akıl derecelerine yükselince; yani Faal Akıl derecesine yaklaştıkça ölümden
sonra kendi başına varolabilecek bir varlık statüsü kazanır. Fakat müstefad
akıl derecesine ulaşmış bir Ruh madde karşısında elde edilen soyutlukla Faal
akıl’a daha yakın olduğu için, bil-fiil akıl’a nazaran daha tam ve daha
güçlüdür.
Netice olarak mead problemiyle ilgili olarak Farabî’de şu
iki temel konum belirmektedir: 1) Maddeden bağımsız olarak kendilerini
gerçekleştiren Ruhlar, bedenin yok olup gitmesinden sonra da ferdiyetlerini
muhafaza ederek ebedi bir mutluluk veya ebedi bir azap içerisinde varlıklarını
sürdürürler. 2) Maddi bağıntılarından sıyrılamayan Ruhlar ise, cisimsel
varlığın kaderini paylaşırlar, madde ile birlikte yok olup giderler. Öte yandan Farabî’ye göre Ruh, bu yeni hayatında kendi
benliğinin bilincinde olarak bireysel varlığını koruyacaktır. Yani Ruh,
bedenden ayrıldıktan sonra bir başka Ruhla (Faal akıl) bütünleşerek değil
ferdiyetini koruyarak ölümsüzdür. Bu ilke onun sisteminde açıkca kabul
edilmiştir. Aynı şekilde bu görüşün doğal bir uzantısı olarak Farabî, öte
dünyada yaşanacak olan bireysel acıdan ve mutluluktan da söz etmektedir. 182
Şirvani’nin burada ikinci olarak, Müteellih filozoflar
genel tabirini kullanarak zikrettiği görüş, Sühreverdi’nin mead ile ilgili
görüşlerine benzemektedir. Onun
için biz burada Şirvani’nin sunduğu şekilde bu görüşü özetlemekle yetineceğiz.
Buna göre: Bedenlerin yok olmasından sonra, günahkar
nefisler kötü ve karanlık bir durumda olacaklardır. Nurlar aleminden
uzaklaşmışlar ve karanlıklar içinde şaşkın ve yapayalnız bir vaziyette
kalmışlardır. Salih amellerle ve temiz fiillerle arınan ve yücelen ve maddi
dünyanın bütün tasalarından uzaklaşan saf ve temiz bir ruh ise kutsal yaratıcının
etrafında, zevklerin ve aydınlanmanın kaynağına vasıl olurlar. Bu mertebe
meleklik mertebesidir ki sonsuzluk giysisi ile şereflenmiş olan soyut
varlıklara ruhani bir şekilde birleşerek yüce alemin yöneticileri derecesine
yükselirler
Şirvani, hem cismani, hem de ruhani dirilişi kabul eden
kelamcılardan İmam Gazali, Ragıp el-Isfahani, Ebu Zeyd ed-Debusi, Mutezilenin
ilkleri, Tasavvufçuların ve İmamiye’nin çoğunun görüşlerini ise şu şekilde
özetler.
İlahi emirler sadece Nefs-i Natıka için varid olduğu gibi
mükafat ve ceza keyfiyeti de yine sadece bu nefs’e aittir. Nefs-i Natıka ise
gerek tabii olayların idraki ve gerekse nimetlerin algılanmasında duyum gücüne
sahip bir bedene muhtaçtır. Aynı şekilde uhrevi acıların ve zevklerin
duyumsanması için de bir bedene muhtaçtır. Nefs’in işte bu ilk varlığında bağlı
olduğu bedene eski bir münasebeti ve uygunluğu olduğu için, ikinci varlığında
da Allah’u Teala’nın gücüyle bu beden aynen iade edilir. 185 Fakat
burada şunu belirtmek istiyoruz ki Gazali’ye göre; eski ilk bedenin aynen
iadesi önemli gözükmemektedir. Ona göre cesetlerin haşri gerçekleşecektir. Bu
ise nefs’in bir bedene döndürülmesiyle mümkündür. Bu beden ise ister evvelki
bedenin maddesinden oluşmuş olsun, isterse başka bir maddeden oluşmuş olsun, hatta
isterse yeniden icat olunan bir maddeden teşekkül etmiş bulunsun sakıncası
yoktur. Çünkü beden, nefsin elemler ve lezzetlerle haz duyması için sıradan bir
alettir. Bu alet bulunmadığı zaman bu haz ve elem duyma mümkün olmaz. Haşr’da
ise nefs’in, evvelkinin aynısı olmasa da benzeri bir bedene döndürülmesiyle de
bu haz ve elem duyma vuku bulabilir.
Şirvani, mead ile ilgili, tasavvufçuların özellikle
vahdet-i vücut taraftarlarının görüşlerini ise şu şekilde özetlemektedir.
Tasavvufçulara göre ruhlar, cesetlerden ayrıldığı ve
maddeden bütünüyle soyutlandıkları zaman asıllarına dönerler. Tıpkı güneşin
parlak cisminden doğan ışınlarının, güneşe doğru yükselmeleri gibidir. Yine
insan ruhlarının asli kaynakları olan Külli Nefs’e kavuşmaları, büyük bir
denizin suyundan doldurulan kapların, kaplar kırıldıktan sonra tekrar bu denize
kavuşmaları gibidir. Daha öncede
belirttiğimiz gibi böyle bir anlayış; yani Külli Nefs anlayışı ve diğer
ruhların bu Külli Ruh’un bir parçası olduğu ve ölümden sonra bunların hepsinin
Külli Ruh’a tekrar dönmesi ilk olarak İhvan-ı Safa’da görülmektedir. Daha sonra
ise böyle bir görüşü İbn Arabi’de de tespit etmekteyiz. Özellikle İbn Arabi,
mead’dan bütün ferdi nefslerin bir evrensel (Külli) nefs’te bir araya gelmesini
anlar. Tasavvuf ehli’nin bu anlayışı bazen de deniz
ve dalga benzetmeleriyle anlatılmaktadır. Buna göre insan ruhu Zat-ı Bari’nin,
Külli Ruhun bir şe’ninden başka bir şey değildir. İnsan, bir deniz olan mutlak
varlığa nisbetle bir dalga gibidir. İşte bu dalga tasavvufçulara göre ruhun tam
ve açık bir örneğidir. Bu dalga sonsuz ve sınırsız bir denizden çıkmıştır.
Hiçbir konuda kendisini doğuran kaynaktan farklı değildir.
Şirvani, tasavvufçulardan bazılarının ise bu görüşe şu
şekilde itiraz ettiklerini kaydetmiştir.
Bunlara göre, evet ruhlar her ne kadar Külli Ruh’un birer
şe’ni olsa da artık bu ruhlar cisimlerle olan yakın ilişkilerinden dolayı iyi
ya da kötü bir surete bürünmüşler ve ferdileşmişlerdir. Tıpkı kaptaki suyun
kapta kaldığı müddet süresince renk koku, tad ... vb. gibi bazı hallerinin
değişmesi gibidir. Allah’u Teala işte ruhları kazanmış oldukları bu suretler ve
haller üzere muhafaza eder.
Ruhların, ölümsüzlüğünü ferdi olarak sürdüremeyeceği
kanaatini taşıyan filozoflardan birisi de İbn Rüşd’dür. Ona göre de ruh tıpkı
ışığa benzer; ışık aydınlanan nesnelerin bölünmesiyle bölünür ve bu nesneler
ortadan kalkınca da tekleşir. Aynı ilişki ruhla beden arasında da geçerlidir.
Son olarak burada, Şirvani’nin İbn Arabi’nin görüşü olarak
zikrettiği fakat İbn Arabi’nin mead ile ilgili fikirleri arasında
rastlayamadığımız ve kime de ait olduğunu tespit edemediğimiz “Beden-i
Müktesep” anlayışını özetlemek istiyoruz.
Buna göre; berzah aleminde, kişinin dünyadayken kazanmış
olduğu iyi ya da kötü amelleri bir beden şekline dönüşecektir. Berzah
alemindeki mükafat ve cezanın idraki bu bedenle sağlanacaktır. Sonra kıyamet
günü tıpkı dünyada olduğu gibi asıl (ilk) bedenler yeniden diriltilecektir.
I-
PEYGAMBERLİK (NÜBÜVVET) VELÂYET VE MUCİZE
Şirvani, Makaletü’l-Urefa fi Mesaili’l-Hukema, adlı
eserinin son bölümünü peygamberlik, velilik ve mucizeye ayırmıştır. Şirvani,
mücizeyle ilgili yeterli bir bilgi vermezken peygamberlik ve velilik ile ilgili
ise sistematik, derli toplu bir bilgi sunmamıştır. Fakat yine de onun sunmuş
olduğu bilgilerin şu temel hususlarda yoğunlaştığını tespit edebiliriz.
Şirvani’ye göre peygamberlik gereklidir. Zira bu alemin
düzeninin mükemmelleşmesi için, insanoğluna gerekli olan şeylerin kolaylaşması
için, merhamet ve adalet ilkelerine dayanan kanunlar ve nizamlar va’z eden bir
nebi ve resulün varlığı, ezeli lütuf ve merhametin bir gereğidir.
Şirvani’ye göre nebi vahyi, maddi dünyanın karanlığından
sıyrılmış bir ruh ile elde eder. Buna göre peygamberlerin bilgisi sezgisel
bilgidir. Peygamberler bu bilgiyi nebilik yönü ile değil velilik yönü ile elde
ederler. Peygamberler, yüce alemden aldıkları bu bilgiyi (vahyi) hayal gücü
(tahayyül) vasıtasıyla sembolik anlatımlara dönüştürürler. Yine Şirvani’ye göre
her peygamberde nübüvvet ve velilik diye iki yön bulunur. Bütün nebiler ve
veliler, nebilik ve velilik nurunu ise Muhammedi nurdan almışlardır. Son
peygamber Hz. Muhammed’de de velilik ve nübüvvet bir aradadır. Ondan sonra
risalet son bulmuştur. Zamanın gereklerine nazaran velilik ise devam 193 etmektedir.
Buradan da anlaşılacağı üzere Şirvani nübüvvet ve velayet
konusunu daha çok eklektik bir tarzda ele almaktadır. Buna göre bir yandan
Farabî ve İbn Sina gibi filozofların konuyla ilgili görüşlerinde merkezi bir
yer teşkil eden, peygamberdeki tahayyül yetisine, diğer yandan ise İbn Arabi’de
tespit ettiğimiz peygamberlik-velayet ilişkisine değinmiştir. Onun için biz
burada Farabî ve İbn Sina gibi meşşai filozofların görüşleriyle, tasavvufi
felsefenin önemli temsilcisi İbn Arabi’nin konuyla ilgili görüşlerine
değinmenin konuya açıklık getirmesi için yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Nübüvvet-velilik ve mucize meselesi, İslam filozoflarını
yakından ilgilendiren konuların başında gelmektedir. İslam dünyasında bazı
filozoflar (Metaryalistler ve Tabiatçılar) hariç, tüm İslam filozofları
Peygamberliği ve mucizeyi kabul ve tasdik etmişlerdir.Fakat bu iki kavramın
mahiyetleri hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bizim bütün bu görüşleri incelememiz mümkün olmadığı için
biraz önce’de belirttiğimiz gibi Farabî, İbn Sina ve İbnl Arabi’nin
görüşleriyle yetinmek istiyoruz.
Farabî’ye göre nübüvvet, Faal Akıl ile tahayyül ve tasavvur
yetisi vasıtası ile temas kurmaktır. Nasıl ki filozof, Faal Akıl ile akıl
vasıtasıyla bir ittisal meydana getirirse, nebi de bu ittisali tahayyül yetisi
ile gerçekleştirir. Nebi bu şekilde vahyin kaynağına ulaşır.
Nebilik, ruhta bir kutsi kuvve ile temayüz eder. Bu, ruhun
öyle bir halidir ki, ruh o hali kazanır kazanmaz hiçbir kıyas silsilesine lüzum
kalmaksızın feyzi birden ve aniden kavrar. Halbuki filozofların bilgisi bir
çaba ve gayret neticesinde elde edilir. Peygamberlik tahayyül, filozofluk ise
akıl gücüne dayanır. Bu yönüyle filozof peygamberden üstündür. Peygamberin
hayal gücü ile filozofun aklının bir araya gelmesi sonucu mükemmellik meydana
gelir. Farabî’ye göre felsefi bilgiler ile vahyi bilgilerin kaynağı aynıdır ki
o da Faal Akıl’dır. Peygamberlerde yaratılıştan gelen büyük ve yüksek bir
yatkınlık vardır. Bu yatkınlık sayesinde önce münfail (edilgen) aklı sonrada
müstefad (kazanılmış) aklı elde eder. Böylece Faal Akıl ile bağlantı kurar. Bu
bağlantı neticesinde kendisi ile Faal Akıl arasında herhangi bir aracı kalmaz.
Bu duruma ulaşan kişiye doğrudan vahiy gelir Böylece Peygamber kutsal güç
(el-kuvve el-kutsiye) derecesine ulaşmış olur. Buradan da anlaşılmaktadır
ki, Farabî’ye göre Peygamberlik, sonradan kazanılmış ameli bir yetidir.
Yine Farabî’ye göre, Peygamberler metafizik ve nazari
ilimleri bilemezler Fakat onlar sezgi güçleri sayesinde pratik amel ve ahlakta
deha sahibidirler. Peygamberlerin görevleri, makullere ait gerçekleri cahillere
sembollerle anlatmaktır. Bu görevlerini yaparken mucize göstermeleri şarttır.
İbn Sina ise nübüvvet öğretisini, sosyo-politik ve
epistemolojik olmak üzere iki zemin üzerinde temellendirmektedir.
İlk olarak nebi, ilahi inayet gereği, toplumsal hayatın
belirli bir düzen içerisinde sürekliliğinin sağlanabilmesi için çeşitli
kanunlar koyan ve bu kanunları adalet ilkesine uygun şekilde tatbik eden adil
bir yöneticinin bulunması gerekir. Bu yönetici, sahip olduğu çeşitli yetenekler
ve özellikler nedeniyle ay altı alemin en üstü varlığı olan nebidir.
Nebi , toplumsal düzenin devamı için gereken kuralları
Tanrı’dan alır ve onları insanlara açıklar. İnsanların bu kanunları ve
açıklamaları kabul etmeleri için nebi’nin Özellikle iki konuda ısrarcı olması
gerekir: Tanrı’nın varlığı ve birliği ile ahiret hayatı. Bu iki alana ait
bilgiler halkın anlayacağı dilde olmalıdır ki onlar mutlak bir otoriteyi kabul
etsinler ve gelecek hayatla ilgili ümidi içlerinde taşıyabilsinler.
Bütün bu amaçların gerçekleşebilmesi için nebi’nin sahip
olduğu akli seviye en üst derecede olmalıdır. Nebinin sahip olduğu bu akli
dereceye ise “Kutsi Akıl” denilir. O, bu gücüyle bilgiyi, Faal Akıl’dan doğrudan
doğruya alır. Ayrıca nebi sahip olduğu üstün mütehayyile gücü sebebiyle vahyi bir takım
sembol ve benzetmeler şeklinde ifade edebilir.
Burada İbni Sina’nın mucizeyle ilgili görüşlerine de kısaca
temas etmek istiyoruz.
İbn Sina’ya göre mucize, nebinin bir takım cisimler
üzerindeki etkisinden çok onun sahip olduğu bilgiyle ilgili bir durumdur.
Filozofa göre mucizenin üç çeşidi vardır: Birincisi; nebinin sahip olduğu
kutsal güç sayesinde bilgiyi Faal Akıl’dan aracısız ve zamansız olarak alması (bilginin
üstünlüğüyle ilgili). İkincisi; nebinin birtakım gaybi bilgilere sahip
olmasıdır. Üçüncüsü ise; genel anlamda tabii varlık alanının doğal akışına
nebinin ettiği müdahaleleri içermektedir. Bu ise nebideki mütehayyile gücünün
hareket yetisi ve bedenlerle, cisimler üzerindeki etkisiyle ilgilidir.
Burada son olarak İbn Arabi’nin görüşlerine, özellikle
Şirvani’nin temas ettiği noktaları göz önünde bulundurarak yer vermek
istiyoruz.
İbn Arabi konuyu peygamberlik velayet ilişkisi açısından
ele almaktadır. İbn Arabi’ye göre peygamberlerde hem nübüvvet hem de velayet
yönü bulunmaktadır. Onların velayet yönü nübüvvet yönünden daha üstündür. Çünkü
eygamberler ilahi vahyi nebilik yönü ile değil velilik yönü ile olmaktadır.
Ayrıca risalet (nebilik) bitmiştir fakat velayet (velilik) devam etmektedir.
Allah hakkında peygamberlere verilen bilgilerin en yücesi, peygamberler ve
velilerin en sonuncusu olan Hz.Muhammed’e verilmiştir. Peygamberler bu ilmi
velayet kandilinin ışığı vasıtasıyla alırlar. Risaletin sona ermesinin sebebi, Allah’ın
isimleri arasında “Nebi” ve “Resul” isimlerinin bulunmayışıdır. Fakat Allah’ın
isimleri arasında “Veli” ismi bulunduğu için, velayet makamı sona ermemiştir.
Hz.Muhammed’den sonra artık devir, İbn Arabi’nin Nübüvvet-i
Amme dediği yeni bir şeriat vaz’ının bulunmadığı devirdir ki bu da velayetten
başka bir şey değildir.
İbn Arabi’nin konuyla ilgili görüşlerinden bilinmesi
gereken noktalardan bir tanesi de Hatemü’l Enbiya (Nebilerin Mührü) ve Hatemü’l
Evliya (Velilerin Mührü) meselesidir.
İbn Arabi’ye göre Hatemü’l Evliya hakikate ulaşması
bakımından, peygamberlerden daha yüksektir. Çünkü hakikati öyle bir kaynaktan
alır ki, peygambere vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır.
İbn Arabi, Hatemü’l Enbiya ile Hatemü’l Evliyayı şu şekilde
kıyas eder: Hz. Adem’den Hz.Muhammed’e kadar tüm peygamberler ilmini
Hz.Muhammed’in ışığından almışlardır.
Bu Hz. Peygamberin: “Adem henüz su ile toprak arasında iken
ben peygamberdim” hadisi ile sabittir. Diğer peygmberler ancak ümmetlerine
gönderildikten sonra nebi olmuşlardır. Hatemü’l Evliya’da veli iken Adem su ile
toprak arasında idi. Diğer veliler ise ancak velilik şartlarını kazandıktan
sonra veli olmuştur.
Şu halde son nebinin veliliği yönünden sonucu veliye
(Hatemü’l Evliya) nisbeti, diğer resul ve nebilerin Hz.Peygambere nisbeti
gibidir. Bu itibarla Hatemü’l Enbiya, hem veli, hem nebi ve hem de resüldür.
Hatemü’l Enbiya, hem veli, hem nebi ve hem de resüldür. Hatemü’l Evliya ise
irfanı aslından olan varistir.
Buradan da anlaşıldığı gibi Şirvani, nübüvvet velilik
ilişkisinde İbn Arabi’nin görüşlerini benimsemiştir. Yalnız, peygamberdeki
tehayyül yetisi ve bu yeti vasıtasıyla peygamberin vahyi sembolik anlatımlara
dönüştürdüğü hususunda Farabi ve İbn Sina gibi filozoflara katılmaktadır.
Şirvâni, Felsefe ve Din ilişkisini daha önce de
değindiğimiz felsefe anlayışı çerçevesinde ele almıştır. Buna göre Hikmet
(Felsefe) ilmi her ne kadar peygamberlerin eseri ve vahiy mahsulü olsa da bazı
zamanlar fikirlerin bir birine karışması, iç içe girmesi; bazen de birbirini
desteklemesi ve çatışması sonucu tabii ve ilahi hikmete dair bazı meselelerin
asli unsurlarında ve kökeninde şeriata aykırı bazı hususlar ortaya çıkmıştır.
Şirvani, şeriata aykırı bu hususları İmam-ı Gazali’nin “Tehafütü’l Felasife”
adlı eserinde alemin ezeliliği, Tanrı’nın bilgisi ve cesetlerin haşri olmak
üzere üç noktada topladığını bildirdikten sonra şunu söylemektedir.
Filozofların, bu üç noktadan başka dinin asıllarına zıt olmayan ve özellikle
hesap kuralları ve gözlem aletleriyle kesinliği sabit olan şeylerle ilgili
söylediklerini kabul etmek gerekir.
İslam kültüründeki hikmet tasavvurunun hakikat tasavvuruyla
ilgisi vardır. Bu iki terim, yukarıda Şirvani’nin de temas ettiği gibi bazı
düşünürlerce nebevi bir menşe kavramında birleştirilmektedir. Bu durumda nebevi
bilginin hakikati ve hikmeti boyutunda ihtilaf olmadığı için felsefe ve din
ilişkisi diye bir problem oluşmamakta veya problem olduğu varsayılsa bile bunun
akıl-nakil veya felsefe-din çatışmasından dolayı değil, uzun yılların geçmesi
ve fikirlerin birbirine karışması sonucu olduğu ileri sürülmektedir.
Mesela, konuyu bu şekilde ele alan düşünürlerden
Taşköprülüzade (Ö.1561) kendi dönemindeki din-felsefe çatışması tartışmalarını
şöyle çözmektedir: Felsefi ilimlerin, Şer’i ilimlerle çatıştığını kesinlikle
sanma. Durum böyle değildir. Uzlaşmazlık önemsiz hususlardadır. Bazı hususlar
ise zahirde çatışıyor görünmekteyse de bunları derinlemesine araştırırsan
göreceksin ki birbirleriyle uzlaşıp kucaklaşmaktalar.
Kitap-Hikmet, nakil-akıl, din-felsefe ilişkilerinde
problem, hikmet (felsefe) ile salt beşeri planda ortaya konan bilgiler
kastedildiği zaman ortaya çıkmaktadır. Felsefeyi, insani bir entellektüel çaba
olarak kabul eden düşünürler, Felsefe-din ilişkisi diye bir problemle
uğraşmışlar ve bir şekilde uzlaştırma yoluna gitmişlerdir. Biz burada ilk önce
Kindi’nin uzlaştırma tarzına bir göz attıktan sonra problemi en sistematik bir
tarzda ele alan İbn Rüşd’ün görüşlerine değineceğiz.
Kindi’ye göre felsefe, insani bir entellektüel çabadır.
İnsanın bilme kapasitesi ve araçlarıyla sınırlıdır. Ancak hakikati araştırmanın
en elverişli yöntemine dayanmaktadır. Hiçbir din ve kültürün tekelinde olmadığı
gibi başka kültürlerin, hakikatin ifadesi sayılabilecek birikimi, rahatça tevarüs
edilebilir. Çünkü bu birikim çeşitli kültürlere mensup filozofların çağlar boyu
yanlışları eleyip, doğruları derinleştirerek oluşturduğu müşterek bir
birikimdir. Söz konusu bu karakteri, felsefenin son sözü söyleyemediği,
söyleyemeyeceği anlamına gelir. Felsefi araştırmanın ucu açıktır. Hiçbir
filozof nihai hakikati temsil eden bir sistem kuramaz. Sistemi yanlışlar ihtiva
edebilir. Ancak doğruların birikmesi için felsefe tarihinin bir yönüyle
yanlışlıklar tarihi gibi yoluna devam etmesi doğal karşılanmalıdır. Felsefi
doğruların bu birikimi, onu vahyi yorumlamada en anlamlı beşeri imkan
derecesine yükseltir. Ancak bu, hiçbir şekilde felsefi delillerin vahyi
delillerden üstün olduğu anlamına gelmez. Tam tersine vahiyle gelen deliller,
beşerin mantıki idrakini aşan ama onunla ters de düşmeyen delillerdir ve kesin
olarak vahiy, felsefeden üstün, mutlak, kapsamlı ve etkilidir.
Burada görüleceği üzere Kindi dinin lehine bir tutumla
meseleyi çözmek istemiştir.
Konuyu en detaylı bir şekilde işleyen düşünürlerden İbn
Rüşd “Faslu’l Makal” adlı eserini sadece bu meseleye ayırmıştır. Biz de İbn
Rüşd’ün meseleyi çözüş tarzını bu eserinden aktarmaya çalışacağız.
İbn Rüşd’e göre felsefe hikmettir. Kur’an ise hikmetin
öğrenilmesini ve alınmasını vacip kılmaktadır. Felsefe gerçeğin bilgisi ve
gerçeğin işlenmesidir. Dinin amacı da gerçeğe inanmak ve gerçeğin bilgisine
göre davranışta bulunmak hususunda kılavuzluk etmek, öneri ve uyarıda
bulunmaktır. Öyleyse gayeleri bakımından din ile felsefe arasında bir fark yoktur.
Ancak din ile felsefenin bu amaca kılavuzluk etme yöntemleri farklı olabilir.
Farklı yöntemlerle, ayrı yoldan aynı amaca ulaşmak insan tabiatının ve bize
verilmiş olan bu dünyanın kaçınılmaz kıldığı bir hizmettir. Farklı yol ve
yöntemler, farklı hakikatleri değil, aynı hakikatin değişik vechelerini gün
ışığına çıkarır.
İbn Rüşd, İslam dininde dört delil olarak kabul edilen
Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’a dayanarak akıl yürütmenin ve çıkarım yapmanın
vacip olduğunu kaydeder. O halde akıl yürütmek, çıkarım yapmak yoluyla
bilgilenmek felsefenin yöntemidir, ve felsefenin öğrenilmesi de vaciptir.
Aksini ileri sürmek, nazar (akıl yürütme) ve itibarı (çıkarım) emreden ayetleri
görmezlikten gelmek demektir. Oysa Kur’an-ı delil kabul edenlerin böyle bir
yola başvurmaları beklenemez. Öyleyse sistemli bir tefekkürden ibaret olan akıl
yürütme ve çıkarımda bulunma yöntemini emreden Kur’an ayetlerine göre Burhanı
kullanmak vaciptir. Burhan yolu da filozofların yoludur. Bu yol gerekli alt
yapıya sahip olmayan kimselere yani halka kapalı tutulmalıdır. Fakat gerekli
altyapıya sahip kimseleri ise bu yoldan mahrum etmek, şeriatın insanları
Allah’ı tanımak için çağırdığı hakikat kapısından geri çevirmektir.
Felsefe okudukları için sapıttıkları sanılan birtakım
kimseler var diyerek, erbabını felsefe okumaktan alıkoymak demek, bir kimse su
içerken öldü diye ihtiyacı olanları su içmekten menetmek demektir. Su içerken
ölmek nadir ve arızi bir durumdur. Buna karşılık susuzluktan ölmek doğal ve
zaruri bir durumdur.
Özetle şeriat haktır ve hak olanı bilmeye götüren düşünceye
davet etmektir. Biz Müslümanlar biliriz ki delil ve burhana dayanan bir düşünce
tarzı şeriatın getirdiğine aykırı bir sonuç doğurmaz. Şeriat haktır. Felsefe de
haktır. Hak, hakka zıt olamaz, tam tersine hak, hakka uygun olur ve ona
tanıklık eder.
Yine İbn Rüşd’e göre, şeriat tarafından belirtilip dış
görünüşüyle burhana aykırı olan hiçbir husus yoktur ki iyice incelendiğinde
şeriatta dış yönüyle bu burhana tanıklık edecek ve delil olacak başka bir metin
bulunmasın Dolayısıyla şeriatın lafızlarının tamamını zahiri manada anlamak
zaruri olmadığı gibi nasların tümünü te’vil sureti ile zahiri manalarının
dışına çıkarmakta olmaz.
İbn Rüşd’e göre Fıkıhçı ve Kelamcıların sözgelimi
Gazali’nin filozofları dışlarken kullandığı malzemelerden en önemlisi “İcma’ya
aykırılık” iddiasıdır. İbn Rüşd, kendisi de her şeyden önce bir fıkıhçı olarak,
nazari alanlarda genel bir icma’nın gerçekleşmediğini ve gerçekleşmesi
imkanının olmadığı görüşündedir. Bu görüşüne gerekçe olarak da Al-i İmran
suresi üçüncü ayetini delil göstermektedir. Buna göre “öyle konular vardır ki
bunları sadece ilimde ilerlemiş olanlar bilir” Demek oluyor ki, bazı
bilginlerin, bütün bildiklerini halka açıklamadığı açıktır. Bu durumda herkesin
bildiğini tümüyle ortaya koyduğunu ve bu bilgilerle her bir filozofun ya da
düşünürün diğeriyle ittifak ettiği sonucuna asla gidilemez. Öyleyse nazari
alanda genel bir icmadan söz etmek ve buna dayanarak filozofları dinden
çıkmakla itham etmek ve felsefi metinleri okumaktan men etmek hakkına kimse
sahip değildir.
Din-felsefe ilişkisini, felsefeye
karşı takınılan negatif bir tavırdan sonra ve felsefe- nin din dışı ilan
edilmesinden sonra ele alan İbn Rüşd’ün problemi çözüş tarzı ise felsefeye dini
açıdan bir meşruiyet kazandırma çabası şeklinde olmuştur
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yaşamış ve önemli
görevlerde bulunmuş olan Şirvani, aynı zamanda Mantık, Felsefe, İslam Hukuku,
Coğrafya, Astronomi, Edebiyat gibi bir çok alanda eser yazmıştır. Bu da bize
onun çok yönlü bir ilim ve devlet adamı olduğunu göstermektedir.
Osmanlı düşünürlerinin bir çoğunda olduğu gibi Şirvani’de
kendinden önceki ve kendi zamanındaki Osmanlı ilim ve düşünce hayatının
etkisinde kalmıştır. Yani özellikle Gazali’nin filozofları ve felsefeyi din
dışı saymasından sonra etkili olan ve cazibesini artıran felsefeleşmiş bir
tasavvuf ve bu geleneğe kaynaklık eden İşraki felsefe çerçevesinde meselelere
yaklaşmıştır. Filozofların görüş beyan ettiği her konuda ilk önce filozofların
bu görüşlerini özetlemiş daha sonra ise Gazali, Sühreverdi ve İbn Arabi gibi
sufi filozof karakterli düşünürlerin görüşlerini belirterek bunların
görüşlerinin daha doğru olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bunu yaparken yer yer
ayet, hadis ve bazı rivayetlerle bu görüşleri desteklemiştir. Bazı meselelerde
ise filozofların görüşlerinin kural olarak doğru olduğunu fakat dini anlayışa
uygun olmadığı için kabul edilemeyeceğini söylemiştir.
Şirvani’nin orjinal bir görüşünü tesbit edemedik. Ancak
değerlendirmelerimiz sonucunda ulaştığımız kanaati şu şekilde özetlemek
istiyoruz. Şirvani yaratma meselesi, mead meselesi ve ilahi bilgi hususlarında
kelamcıların özellikle Gazali’nin görüşlerini benimsemiştir. İlahi kaynaklı ve
kadim bir felsefe anlayışıyla, ayrıca Türlerin Efendisi (melek) anlayışında
işrakilerin görüşlerini benimsemiştir. Ruhun bedenden ve bedeni kuvvelerden
ayrı soyut bir cevher olduğunu kanıtlarken İbn Sina’nın ruh kanıtlamasını Külli
Ruh teorisiyle ise İhvan-ı Safa’nın ve İbn Arabi’nin görüşlerini benimsemiştir.
Tanrının ispatı hususunda ise dini tecrübe deliline önem vermiştir. Nübüvvet ve
velilik meselesinde ise İbn Arabi’nin görüşlerini benimsemiştir. Alem ile
ilgili görüşleri ise filozofların görüşlerinden çok kendi zamanının astronomi
ilmine dayanmaktadır. Ahlakla ilgili bir görüşünü ise tespit edemedik. Bütün bu
hususlar bize göstermektedir ki, Şirvani her ne kadar bağımsız bir filozof
değilse de birçok felsefi meseleye hakim bir düşünürdür. Yine felsefi
meselelerde daha çok Gazali’nin, Sühreverdi’nin ve İbn Arabi’nin görüşlerine
değer vermesi onun bir mutasavvıf olduğu kanaatini bizde uyandırmaktadır.
Osmanlı devletindeki düşünce geleneği ve sistemi hakkında
bazı yargılara varılabilmesi açısından bir örnek olabilecek bu çalışmayı da
dikkate alarak şunu söyleyebiliriz. Osmanlı devraldığı ilmi ve fikri mirası
koruma, anlama ve tahlil etme konusunda son derece başarılı olurken sosyal,
siyasi, psikolojik bir çok nedenlerin yanı sıra Gazali ve İbn Arabi gibi
düşünürlerin bir çok hususta artık son noktayı koyan aşılamaz düşünürler olarak
telakki edilmesi sonucu düşünce donmuş, bilgi kalıplaşmış ve sadece bu
düşünürlerin taklit edilmesiyle yeni düşüncelere ve sentezlere ulaşılmamıştır.
AFFİFİ, Ebu’l Alâ, Muhyiddin
İbnü’l Arabi’de Tasavvuf Felsefesi, çev.Mehmet Dağ,
İstanbul,1999.
ALTINTAŞ, Hayrani, “Dehriyye”,
D.İ.A, C. IX, İstanbul, 1994.
ARİSTOTELES, Metafizik, çev,
Ahmet Arslan, İstanbul,1996.
ATAY, Hüseyin, Farabi ve İbn
Sina’ya Göre Yaratma, Ankara, 1974.
AYDIN, Mehmet S., “Farabi”nin
Ruhun ölümsüzlüğüne Dair Görüşü ile İlgili Bazı
Yanlış Anlamalar” (İslam Felsefesi Yazıları içinde), İstanbul., 2000.
AYDIN, Mehmet S., Din Felsefesi,
İzmir, 2001.
AYDINLI, Yaşar, Farabi’de
Tanrı-İnsan İlişkisi, İstanbul, 2000.
BAYRAKTAR, Mehmet, İslam
Felsefesine Giriş, Ankara, 1997.
BİRAND, Kâmıran, İlkçağ Felsefesi
Tarihi, Ankara, 2001.
BUHARİ, Ebu Abdillah Muhammed b.
İsmail, el-Camiu’s-Sahih, I-VIII, Beyrut, 1991.
CORBİN,
Henry, İslam Felsefesi Tarihi / Başlangıçtan İbn Rüşd’ün Ölümüne, çev:
Hüseyin Hatemi, İstanbul, 1994.
ÇUBUKÇU,
İbrahim Agah, İslam Felsefesinde Allah’ın Varlığının Delilleri, Ankara,
1987.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 2002. DÜZGÜN, Şaban Ali, Nesefi ve
İslam Filozoflarına Göre Allah-Alem İlişkisi, Ankara,
1998.
EL CEVZİYYE, İbn Kayyim, Kitabu’r
Ruh (Türkçesi: Şaban Haklı), İstanbul, 1993.
EL-UKAYLİ, Ebu Cafer, Duafau’l-Ukayli,
Beyrut, 1984.
ERDOĞAN, İsmail, Hermetik İslam
Düşüncesinde Türlerin Efendisi ve Kamil Tabiat
Anlayışı, Ankara, 2004.
............... , “İslam Filozoflarına
Göre Nübüvvet ve Mucize”, F.Ü.İ.F.D., S.1, Elazığ, 1996.
............... , "İşrakiliğin
İslam Felsefesi İçerisindeki Yeri ve Kaynakları”, F.Ü.İ.F.D, S.8,
Elazığ, 2003.
FAHRİ, Macit, İslam Felsefesi
Tarihi, çev, Kasım Turhan, İstanbul, 1998.
FARABİ, “Eflatun
ile Aristoteles’in Görüşlerinin Uzlaştırması”, çev. Mahmut Kaya, (İslam
Filozoflarından Felsefe Metinleri içinde) , İstanbul, 2003.
................... , İlimlerin Sayımı,
çev:Ahmet Ateş Ankara 1986.
GAZALİ, “Dalaletten Kurtuluş”,
çev. Mahmut Kaya, ( İslam Filozoflarından Felsefe
Metinleri İçinde)
İstanbul, 2003.
GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi,
İstanbul.1985.
GÜNALTAY, M. Şemseddin, Antik
Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, İstanbul, 2001.
................... , Felsefe-i Ülâ /İsbat-ı
Vacip ve Ruh Nazariyeleri, İstanbul.1994.
HUCVURİ, Hakikat Bilgisi,
(haz.Süleyman Uludağ), İstanbul, 1982.
İBN HACER, el-Askalani, Lisanu’l
Mizan, Beyrut, 1986.
İBN HANBEL, Ahmed, Müsned,
I-X, Beyrut, 1991.
İBN RÜŞD, Faslu’l Makal,
haz.Süleyman Uludağ, İstanbul, 1985.
İBN SİNA, “Aklî
Bilimlerin Bölümleri”, çev. A.Kamil Cihan, E.Ü.İ.F:D, Sayı:10, Kayseri,
1998.
.................. , eş-şifa / Metafizik Üzerine, çev. Mahmut
Kaya, (İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri İçinde) , İstanbul., 2003.
İBN TULUN, eş-Şezeretü
fi’l-ehadis el- Müştehira, Beyrut, 1993.
İBNÜ’L ARABİ, Füsus’ül-Hikem,
çev. Nuri Gencosman, İstanbul, 1994.
İHVAN-I SAFA,
“İhvan-ı Safa Risâleleri”, çev. Mahmut Kaya, (İslam Filozoflarından
Felsefe Metinleri İçinde), İstanbul., 2003.
İMAM-I RABBANİ, Mektubat, I,
213 (mektup no: 234)
İZMİRLİ, İsmail Hakkı, Yeni İlm-i
Kelam, haz. Sabri Hizmetli, Ankara, 1981.
İZUTSU, Toshihiko, İbn Arâbi’nin
Füsus’undaki Anahtar Kavramlar, çev.Ahmet
Yüksel Özemre,
İstanbul, 1999.
KAYA, Mahmut, İslam
Filozoflarından Felsefe Metinleri, İstanbul , 2003.
KİNDİ, “Aristoteles’in
Kitaplarının Sayısı Üzerine” ,çev. Mahmut Kaya, (Felsefi
Risaleler İçinde),
İstanbul, 1994, aynı müellif “İlk Felsefe Üzerine”.
.................. , “İlk Felsefe Üzerine”, çev. Mahmut Kaya
,(İslam Filozoflarında Felsefe Metinleri İçinde), İstanbul, 2003.
KOMİSYON, ‘Ahmet
Hamdi Şirvani’ Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, İstanbul,
1986.
.................. , ‘Ahmet Hamdi Şirvani’ Meydan
Larousse, İstanbul, 1973..
KUTLUER, İlhan, İslam’ın Klasik
Çağında Felsefe Tasavvuru, İstanbul, 1996.
LEAMAN, Oliver, Ortaçağ İslam
Felsefesine Giriş, çev. Turan KOÇ, Kayseri, 1992.
MÜSLİM, Ebu Huseyn Müslim el-Haccac,
el-Camiu’s-Sahih, (Nevevi Şerhi ile Birlikte)
I-IV, Kahire,
Trz.
NASR, S.Hüseyin, “Şihabeddin
Sühreverdi el-Maktul”, çev. Alper Tuğsuz, (Klasik
İslam Filozofları ve Düşünceleri),
edit. M. M. Şerif, İstanbul, 2000.
................. , İslamda Düşünce ve
Hayat, çev. Fatih Tatlılıoğlu, İstanbul, 1988.
................. , Molla Sadra ve
İlahi Hikmet, çev: Mustafa Armağan, İstanbul, 1990.
................. , Üç Müslüman Bilge,
çev. Ali Ünal, İstanbul, 2003.
NESÂÎ, Ebu Abdurrahman Ahmed b.
Şu’ayb, Sünen, I-IX, Beyrut, 1988.
PEKER, Hidayet, İbn Sina’nın
Epistemolojisi, Bursa, 2000.
SÜHREVİRDÎ, el-Meşâri,
ve’l-Mutarahat, (Mecmua fi’l-Hikmeti’l-İlahiyye), haz.
Henry
Corbin, İstanbul,
1945.
ŞAHİN, Hasan, İslam Felsefesi
Tarihi Dersleri, Ankara, 2000.
ŞİRVÂNİ, Ahmet Hamdi, Makaletü’l
Urefa fi-Mesâili’l Hükemâ, İstanbul, 1285.
................. , Seyehatname
(Hindistan, Svat, Afganistan) haz.Fatma
Rezzan Hürmen,
İstanbul, 1995.
TAŞKÖPRÜLÜZADE, Mevzuatü’l- Ulum,
sad. Mümin Çevik, I-II, İstanbul, 1975.
TAYLAN, Necip, Düşünce Tarihinde
Tanrı Sorunu, İstanbul ,1998.
................. , İslam Düşüncesinde
Din Felsefeleri, İstanbul, 1994.
TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa, Sünen,
I-V, Beyrut, 1988.
UYSAL, Enver, İhvân-ı Safa
Felsefesinde Tanrı ve Âlem, İstanbul,1998.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, İslam
Felsefesi, İstanbul, 1998.
YÖRÜKAN, Yusuf Ziya, Şihabeddin
Sühreverdi ve Nur Heykelleri, haz. A.Kamil
Cihan, İstanbul,
1998.