ÖNSÖZ
GİRİŞ
A. ARAŞTIRMANIN KONUSU VE ÖNEMİ
B. ARAŞTIRMADA İZLENEN YÖNTEM
C. KUR’AN’IN YAHUDİ VE HIRİSTİYAN
KUTSAL METİNLERİNE BAKIŞI
D. KİTAB-I MUKADDES TENKİTÇİLİĞİ
1. Eski Ahit Metin Tenkidi
2. Eski Ahit Yüksek (Hıgher)
Tenkidi
A. Kaynak Tenkidi
B. Form Tenkidi
C. Redaksiyon Tenkidi
3. Yeni Ahid Metin Tenkidi
4. Yeni Ahit Yüksek (Hıgher)
Tenkidi
A. Kaynak Tenkidi
B. Form Tenkidi
C. Redaksiyon Tenkidi
I. KUR’AN’DA AHİRETE İMAN
A. Kur’an Öncesi Araplarda
(Cahiliye) Hayat Ve Ölüm Anlayışı
B. Kur’an Öncesi Araplarda Din Ve
Hayat İlişkisi
C. Kur’an’da Ahiret Anlayışı
1. Kur’an’da Ahiret İle İlgili
Kavramlar
2. Kur’an’da Doktrin Olarak
Ahiret
Ahiret Ve Allah İnancı
Ahiret İnacı ve İnsan
Ahiret Ve Dünya Hayatı
3. Kur’an’da Ahiret İnancının
Fonksiyonelliği
Ahiret İnacı Ve Toplum
Ahiret Ve Risaletin İçeriği
2- KİTAB-I MUKADDES’TE AHİRETE
İMAN
A. Kitab-ı Mukaddeste Ahiret İle
İlgili Kavramlar
B. Eski Ahitte Ve Apokaliptik
Edebiyatta Ahiret Anlayışı
1. Eski Ahit’te Ahiret Anlayışı
A. Eski Ahit’te Doktrin Olarak
Ahiret
Allah Anlayışı Ve Ahiret İnancı
Ahiret Ve Allah’ın Hükümranlığı
Ahiret Ve Yeniden Dirilme
B. Eski Ahit’te Ahiret İnancının
Fonksiyonelliği
Beni İsrail Peygamberleri Ve
Ahiret
Amos
İşaya
Tsefanya
Yeremya
2. Apokaliptik Edebiyat’ta Ahiret
Anlayışı
Apokaliptik Yazıların Özellikleri
Apokaliptikler Ve Mesih Anlayışı
Apokaliptikler Ve İnsanoğlu
Kavramı
C. Yeni Ahit’te Ve Çağdaş
Hıristiyan Teolojisinde Ahiret Anlayışı
a. Yeni Ahit’te Doktrin Olarak
Ahiret
Ahiret Ve Allah’ın Hükümranlığı
Ahiret Ve Kurtuluş
Ahiret Ve Yeniden Dirilme
B. Yeni Ahit’te Ahiret İnancının
Fonksiyonelliği
Ahiret Ve Toplumun Ahlaki Eğitimi
D. Çağdaş Teologlar Arasında
Allah’ın Hükümranlığı Tartışmaları
Sonuç
Kaynaklar
KUTSAL KİTAPLARDA ÖLÜMÖTESİ
Doç. Dr. Mehmet Paçacı:
1959 yılında Bolu’da doğdu. 1977 yılında Ankara İmam-Hatip Lisesi’ni
bitirdikten sonra girdiği Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 1982 yılında
mezun oldu. Akademik çalışmalarına aynı yerde 1983 yılında Tefsir-Hadis Bölümü’nde
araştırma görevlisi ve doktora öğrencisi olarak başladı. 1985 yılında tez konusu
üzerinde araştırmalar yapmak ve Arap dilini geliştirmek amacıyla Suudi
Arabistan Kral Suud Üniversitesi, Arap Dili Enstitüsü’nde bulundu. 1987-1988
yıllannda İngiliz Kültür Heyeti (The British Council) araştırma bursunu
kazanarak İngiltere’de Manchester Üniversitesi, Biblical Theology Bölümü’nde
dersler aldı ve tezi üzerinde araştırmalarda bulundu. 1989 yılında Kur’an’da
ve Kitabı-ı Mukaddesle Ahiret inancı adlı çalışmasıyla doktor ünvanını aldı.
1993-1995 öğretim yılları arasında Malezya (Kuala Lumpur) Uluslararası İslam
Üniversitesi’nde mİsafir öğretim üyesi olarak bulundu. 1994 yılında doçent
unvanını kazandı. 1998 yılında Vatikan’da Pontificia Universitas Gregoriana ve
Pontificio Instittuto Di Studi Arabe E D’Islamistica’da dersler verdi ve
araştırmalarda bulundu. 2000 yılında Almanya-Bamberg Üniversitesi’nde doktora
düzeyinde dersler verdi. Yurt içinde ve dışında çeşitli sempozyumlara katıldı,
bildiriler sundu. Yine yurt içinde ve dışında çeşitli dergilerde makaleleri
yayımlandı. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi
oyarak görev yapmaktadır.
ÖNSÖZ
İnsanın hayatı bu dünyadaki ile sona
mı ermektedir? İnsan doğuyor, belli bir süre yaşıyor ve ölüyor. Öldükten sonra
başka bir hayat var mıdır?
İnsanın ölümü ve ölüm sonrası gibi
konular, onu hayatında iken düşündüren önemli konulardan olagelmiştir. Hatta
bu konu, onun hayat anlayışını da etkilemiştir.
Vahiy, ahireti getirdiği tevhîd
anlayışı içinde ele almıştır. Tarihi boyunca vahiy, hayatını olduğu gibi,
insanın ölümünü ve ölüm sonrasının Kadir-i Mutlak Allah mefhumu doğrultusunda
görmüştür.
Kur’an ahiret inancını tevhid
anlayışının başlıca temellerinden biri olarak ortaya koymaktadır. Bu bakımdan
Ahiret mefhumunun incelenmesi, tevhidin mahiyetini anlama yolunda İsabetli bir
çaba olacaktır.
Yine Kur’an, tevhidin kendinden önceki
örneklerine atıflarda bulunmaktadır ve bize vahiy tarihinin önemli noktalarını
aktarmaktadır. Bugün elimizde bulunan daha önceki vahiy dökümanlarını tevhidi
anlayış doğrultusunda bir değerlendirmeye tutmak, onlarda tevhidin temel
unsurlarından olan ahiret mufhumunun, olması gerektiği hali ile daha sonra kazandığı
şekilleri ortaya koyacaktır. Yine çalışma bu Kitaplarda hala bulunması muhtemel
vahyî bilgiye ait unsurların ortaya konulmasına imkan verecektir.
Çalışma sırasında kullanılan kaynaklar
kullanıldıkları ilk yerlerde tam künyeleri ile verilmiştir. Daha sonraki
kullanımlarda ise kaynaklar kısa adları ile belirtilmiştir. Ansiklopedi ve
sözlük künyeleri de aynı şekilde kullanıldıkları ilk yerlerde verilmiştir. Daha
sonraki kullanılışlarında ise atıflar kaynak isimleri kİsaltılarak
belirtilmiştir. Ancak bu Kitapların tam künyeleri Kaynaklar’da ayrıca
verilmiştir.
Bu çatışmanın hazırlanması sırasında
yol göstericilikleri ve destekleri ile çalışmamın doğru yolda gelişip
sonuçlanmasında çok büyük paya sahip Muhterem danışmanım, Hocam Doç. Dr. Salih
Akdemir’e öncelikle şükranlarımı sunarım. Yine bu çalışmanın gerçekleşmesinde
hiçbir zaman, desteğini esirgemeyen değerli ilim adamı, güzel insan, Hocam
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’na ve bana kütüphanesinden yararlanma fırsatı
veren Muhterem Prof. Dr. Günay Tümer’e, Suudî Arabistan’da bulunduğum süre
içinde kaynak temini konusunda samimi yardımlarını esirgemeyen Dr. Tayyib
es-Suveysîye ve bana orada çalışma fırsatı tanıyan Kıral Suud Üniversîtesi’ne,
yine İngiltere de bulunduğum sürede, nazik desteklerde bulunan Prof. Barnabas
Lindars’a ve bana Manchester Üniversitesi, Teoloji Bölümü’nde araştırma yapma
fırsatı veren İngiliz Kültür Heyeti’ne teşekkürlerimi sunarım.
Mehmet Paçacı Ankara- 1989
GİRİŞ
A. ARAŞTIRMANIN KONUSU VE ÖNEMİ
Hemen her düşünce sistemi, her inanç
sistemi ve küftür geleneği, insanın ölüm ötesi varlığı veya başka bir ifadeyle
onun ahireti konusunda şöyle ya da böyle bir fikir sahibi olmaya gayret
etmiştir.
Söz konusu mefhum için biz Kur’an’dan
aldığımız ahiret kelimesini kullanıyoruz. Bu kelime Arapçadır ve “son” veya “gelecek”[1]
anlamındadır. Semitik bir dil olan İbranice’de bu mefhum için kullanılan
kelimemde aynı kökten gelmektedir. Eski Ahit Peygamberleri bu mana için be
aharıt ha yamim (son veya gelecekteki günlerde) ibaresini kullanmışlardır.[2]
Batı dillerinde ortak olarak kullanılan eskatoloji (eschatology) kelimesi
Yunanca eschatosveya eschata (son olaylar, şeyler) kelimesinden gelmektedir. Bu
kelimelerle, geniş anlamda, hem dünyanın sonu hem de insanın fert olarak ölüm
sonrası hayatı ve bunun yeniden dirilme mükafat ve ceza gibi safhaları ifade
edilmektedir.[3]
Eski Yunan filozoflarından Eflatun ile
ölüm sonrası hayat konusu, felsefenin süreklilik arz eden konuları arasında
yer almıştır.[4]
Eflatun’da ruh ezelidir.[5]
Ona göre ölümsüzlük ruhun basit yapısından, çözülüp dağılmaz oluşundan
gelmektedir.[6]
Aristo’nun ölüm sonrası hayat konusundaki görüşlerini tam olarak anlayabilmek
zor ise de, onun bu konuda düşündüğü ve hatta ona inandığı yaygın olarak kabul
edilmektedir.[7]
Konu İslam filozofları tarafından da
tartışılmıştır. Farabi’ye göre ölüm sonrası hayat, uzun nazari ve ameli çabalar
neticesinde kazanılır.[8]
İbn Sina ise, konuyu dinin konusu olarak değerlendirmekte ve ona bırakmaktadır.
Ona göre, nübüvvetin bu konuda söylediklerini kabul etmenin dışında yapılacak
bir şey bulunmamaktadır.[9]
Ortaçağ boyunca Batı’da felsefenin teoloji ile yakın bir ilişkide olduğunu
biliyoruz. Hatta Aziz Thomas, felsefeyi teolojinin emrine vermiştir. Felsefe
ona göre teoloji yanında ikincil bir durumdadır ve mesela, İnsanın nihai sonu,
dirilmesi, ruhun ve bedenin mükafatlandırılması gibi konular felsefeden ziyade
vahyin açıklık getirebileceği konulardır.[10]
Hegel (1770-1831) ile birlikte
felsefede yeni bir da) olarak ortaya çıkan Din Felsefesi, ölüm sonrası hayat
konusunda yeni yorumlar getirme çabasında olmuştur. Hegel ile bu defa felsefe,
teolojiye karşı üstünlüğünü ilan etmiştir. Burada ölümsüzlük (İmmortality)
konusu felsefi bir seviyede ele alınmaktadır. Bu yaklaşımla ölüm-sonrasının
tecrübe edilebilirliği ve bunun deizme sağlayabileceği destek üzerinde
durulmaktadır.[11]
Vahye dayansın, ya da dayanmasın bütün
dinler ölüm ve ölüm ötesi konusunda bir anlayış oluşturma ihtiyacında
olmuşlardır. Eski Mısır dininde eskatoloji büyük bir yer kaplamıştır. Eski
mısırlılar, yeniden dirilmeye inanmakta idiler. Dirilmeyi mahkeme takib ediyordu.
Günahkarlar ya ikinci bir ölüme ya da ebedi cezaya mahkum ediliyorlardı, iyiler
İse, ya tanrı Re’nin ya da Osiris’in yanında ebediyyen
mükafatlandırılıyorlardı.[12]
Hinduizmin Kitaplarından Satapata Brahmana,
ölünün günahkarı yakan fakat günahsızın kendisinden kurtulduğu iki ateşten
geçtiğinden bahsetmektedir. Yine buna göre günahkar, ateşte acı çeker veya bir
ceza olarak yeniden diriltilir. Upanişad’larda kişinin yaptıklarına karşılık
cennete, cehenneme gönderilmesi veya dünyada tekrar dirilmek gibi, değişik
durumlardan söz edilir.[13]
Budizme’de ise karma,[14]
bir tür hayatta yapılmış davranışların değerlendirilmesi olarak görülebilir.
Kişi buna göre, davranışları karşılığında, ölümden sonra ya yüksek, ya da daha
alçak bir hayata girer. Bu anlayışa göre hayatta bir kesinti yoktur. Yine
Budizm ölüm sonrasına ait cennet ve cehennem gibi kavramlara da yapancı
değildir.[15]
Zerdüştlük, ölünün geçmek durumunda
olduğu bir köprüden söz etmektedir. Bu köprüyü geçtikten sonra kişi yaptıklarının
karşılığını görür. Hürmüz ve Khrimen arasındaki savaş; dirilme, hüküm ve
günahkarın cezalandırılması ile sona erer En son şeytan yok edilir.[16]
Öyle ki ileride de değerlendireceğimiz gibi, birçok dinler tarihi
araştırmacısının Yahudilikte bulunan ahirete ait cennet ve cehennem gibi
dualistik kavramların Zerdüştlük’ten geldiğini iddia etmeleri, Zerdüştlük’te
ahiret inancının işgal ettiği yeri göstermeye yetmektedir.[17]
Semavi dinler dediğimiz, vahye dayanan
dinler ahiret inanana daha çok ağırlık vermişlerdir. Bilindiği gibi bu dinlerin
islam öncesi temsilcileri Yahudilik ve Hıristiyanlıktır. Kur’an bu iki dini,
islam’dan önce tevhid inancını insanlara tebliğ etmiş dinler olarak
görmektedir. Tevrat’ın getirdiği Yahudilik ve incil’in öğrettiği Hıristiyanlık;
temelde Kur’an’ın müjdelediği İslam gibi aynı inançları taşımakta idiler.
Bunlar, zamanın, coğrafyanın ve toplumlann farklı oluşlarından doğan farklılıklar
dışında aynı temel inanç öğelerini öğretmekte idiler. Bu öğeler ise, yine Kur’an’dan
öğrendiğimize göre; temel olarak Allah’ın bir olduğuna ve ahirete imandır.[18]
Kavram olarak bunun ifadesi ise, tevhiddir. Bu suretle hemen anlaşılacağı
üzere ahiret konusu Kur’an’ın öğretisinde önemli bir yer işgal etmektedir. O,
inanç sisteminin en temel iki unsurundan birisidir. Ayrıca bunlar biribirine
son derece bağımlı durumdadırlar. Ahiret inancı olmadan, Allah’a iman
anlamsızdır.
Bilindiği gibi Kur’an Yahudilik ve
Hıristiyanlık için ortak bir kavram kullanmaktadır. Bu, ehlu ‘l-kitâbdır. Kur’an
bununla bu cemaatlerin vahye dayalı birer dökümanları olduğunu ifade etmektedir.
Buna rağmen Kur’an, Kitap Ehli tarafından Tevrat’ın ve İncil’in bazı
kısımlarının unutulduğunu,[19]
gizlendiğini[20]
ve nihayet tahrif edildiğini[21]
de belirtmektedir. Vahiy sahibi bu cemaatler, şu ya da bu sebeple zaman
içerisinde vahyin önerdiği prensiplerden uzaklaşmışlardır. Bu uzaklaşma vahiy
dışı unsurların vahyî anlayışa tesir etmesi ve onu değiştirmesi sonucunda
ortaya çıkmıştır. Sözünü ettiğimiz olumsuz unsurlar cemaatlerin temas ettikleri
değişik kültürler olabildiği gibi, cemaatlerin kendi içlerinde, insani zaaflar
sebebi ile meydana gelen yanlış anlayış ve yorumlar da olabilmiştir. Buna göre
Yahudilik ve Hıristiyanlık dendiğinde, yukarıda bahsini ettiğimiz vahyî bilgi
ile birlikte, vahiy dışı bir gelenek yığınını kendilerinde barındıran dinî
yapılar anlaşılmalıdır. Bu yapılarda gelenek, vahiy üzerinde öylesine
etkilidir ki, vahiy ile geleneği birbirinden ayırabilmek neredeyse imkansız
hale gelmiştir. Vahiy geleneğin tesirine ve yorumuna adeta mahkumdur. İşte bu
sebeple vahyin önerdiği temel ilkeİer yer yer ihmal edilmiş, ya da orijinal
bünyede bulunmaları gereken yerden uzaklaştırılmışlardır. Bu ihmali ve
uzaklaşmayı tesbit etmek ve tevhidin iki ana unsuru olan Allah ve ahiret
inançları ve bunlar arasındaki ilişkiyi saf haliyle ortaya koyabilmek için, Kur’an’a
başvurma zarureti vardır.
Ahiret fikri vahiy geleneğinde nasıl
bir işleve sahip olmuştur. Gerek Kur’an’da, gerekse asıl kaynağını vahiyin
oluşturduğu öteki metinlerde bu sorunun cevabını bulmak mümkündür. Tevhidi
mesajın en başta ısrarla büyük bir canlılık, hareketlilik ve gerilim ile
getirdiği inanç unsuru ahiret olmuştur. Mesela Beni İsrail Peygamberleri’nden
Amos’un getirdiği ilk mesaj, Rabb’in gürültülerle, insanlan zor durumda
bırakacak bir tarzda Beni israil’in dünyasına müdahalede bulunacağı, Şam’ın hiç
bir şekilde bağışlanmıyacağı, günahkarların saraylarının gönderilen ateşle
kavruİacagı vb. şeklindedir.[22]
İsa’dan önce gelen Yahya (a.s.) da, “Tövbe edin, çünkü göklerin melekûtu
yakındır.” mesajı ile Yahudiye çölünden sesini yükselterek gelmiştir. O, Sadukiler’e
ve Ferisiler’e gelecek azabdan söz eder.[23]
İsa (a.s.)’da göklerin melekutunun yakın olduğu ve muhatabların tövbe etmeleri
gerektiği tebliği ile gelmiştir. Yine Muhammed (s.a.s.)’e gelen Mekke devri
ayetlerinde geçen ahiret günü anlatımlarının hesab konusunu ısrarla işlediği
açıkça görülmektedir. Risalet sürecinin en başında ahiret fikri ile muhatabın
dikkati alışageldiği yakın çevresinin ötesine çekilmektedir. Muhatab o güne dek
varlığını, hayatını, ilişkilerini, geleceğini vb. bu dünya ile sınırlamıştır.
Muhataba sunulan bu zorunlu gelecek, yani ahiret, onun dünya ile sınırladığı
bütün bir hayal anlayışını altüst ederek kendisini tanıtır. Tebliğ ile bu türlü
bir karşılaşma muhatabda oldukça derin bir şok etkisi bırakır. Muhatab artık risalet
ortamının iyice içindedir. O şimdi inanmak, inkar etmek meselesi karşısındadır.
Bu gerilimli atmosferi oluşturan ahiret, tevhidî öğretinin yaptırımıdır. Bu, rİsaleün
önerdiği tek ama son derece etkili bir müeyyidedir. Çünkü muhatabın bizzat
kendisini ilgilendirmektedir. Risalet süreci içinde, dini öğretinin şekil
kazanması sırasında, ahiret inancının başka bir görevinden daha söz edilebilir.
Bu da risalet gündeminin belirlenmesidir. Ahîret, kendisi ile birlikte Kadir-i
Mutlak Allah anlayışını zoaınlu olarak gündeme getirmektedir. Risalet sırasına ahiret
inancı tebliğ edilirken, önemle ve aynı yoğunlukla işlenen ve oluşturulan
başka bir konu da Allah inancıdır. “Günahkarların saraylarına” göndereceği ateş
ile cezalandıracak olan Sadukiler’e ve Ferisiler’e azab verecek olan Allah’tır,
muhatabların günahlarından ötürü tövbe etmeye çağırıldıkları varlık Allah’tır.
Böylece risalette Allah anlayışının tanıtılması ve tevhidin vazedilmesi
görevi, muhatab için hem bir doktrin, hem de ona karşı bir yaptırım olma
özelliğine sahip ahiret fikrine verümiş olmaktadır.
Böylece ahiret inancı karşımıza,
özellikle vahyedilmiş dinlerin önemli bir ilkesi olarak çıkmaktadır. Onun dini
bünyeler içerisinde Allah inancı ile oluşturduğu ilişkiyi incelemek, bize bu
bünyelerin yapılarını bütün açıklığı ile görmemizi sağlayacaktır. Diğer yandan
ahiret inancının tebliğler içinde aldığı yerin incelenmesi, bize onun vahiy
tarihî boyunca yerine getirdiği işlevi gösterecektir.
B. ARAŞTIRMADA İZLENEN YÖNTEM
Bu çalışmada izlenen metod Kur’an’ın
ışığı altında belirlenmiştir. Bunun gerekçesi ise, Kur’an’ın vahiy ile
geleneği birbirinden ayırabildiğimiz yegâne vahiy dokümanı oluşudur. Bu sebeple
Kur’an’ın ahiret ya ela söz gelimi dinlerin tarihi hakkında vereceği anlayış,
kesin olarak vahye ait olacaktır. Bu anlayış çizgisinde öncelikle, Kur’an’ın
ahiret hakkında getirdiği mesaj bilmek durumundayız. Ancak dünyanın sonu,
ölümden sonra diriliş ve ceza-mükafat gibi konular Kur’an’ın bütünlüğünden
çıkarılarak yalm bir halde, kendi başına ele alınamazlar. Daha önce de
belirttiğimiz gibi, konumuzla iç içe bir ilişkiye sahip olan ilâh anlayışı da
inceleme konusu yapılmalıdır. Zaten bilindiği gibi, Kur’an’da belli bir konuyu
onun mükemmel ve yoğun bütünlüğünden çıkarıp ayırmak mümkün olamamaktadır. Hele
bu, Tevhid inancının çok önemli bir ilkesi olursa.
Kitab-ı Mukaddesteki dünyanın sonu ve
İnsanın ölürm sonrasına ilişkin inançları incelerken ise, öncelikle yukarıda
belirttiğimiz vahiy ve geleneğin ayrılığı fikri, çalışmamızın her aşamada göz
önünde bulundurulacaktır. Kur’an’da olduğunun aksine, bu Kitapta vahye ve
beşerî geleneğe ait unsurların birbirinden ayrıdedile-bilmesi oldukça zordur.
Bu durum metinlerde görülebildiği gibi, belki de daha baskın ve belirleyici
olarak geleneğin vahye getirdiği yorumlarda açık bir şekilde oıtaya
çıkmaktadır. Sözgelimi Hıristiyanlık bütün bir Kitab-ı Mukaddes’i, İsa (a.s.)’da
zirvesine ulaştığı kabul ediien, Allah’ın kurtarıcı fiili fikri doğrultusunda
yorumlamaktadır. Oysa bu rolü açık ve seçik olarak Kitab-ı Mukaddesin
bütününden istidlal edebilmek, Kitab-ı Mukaddes teologları için bile oldukça
tartışmalı bir konu olmuştur.[24]
İşte bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, Ehl-i Kitap’a ait inançlara Kur’an’ın
ışığı altında yaklaşılmahdır. Böylece, dini bünyelerdekî kuruluş farklılıktan
orijinal tevhid anlayışı ölçü alınarak değerlendirilebilecektir.
Yeri gelmişken Kitab-ı Mukaddes
Tenkidi Disiplininin çalışmamızda alacağı yerden de söz etmek istiyoruz. Kitab-ı
Mukaddes Tenkidi çalışmaları, hem zamanla metinlerde meydana gelen değişiklikleri
belirmeleye çalışır (Lower Criticism), hem de Kitab-ı Mukaddes’in tarihî ve
edebî bağlamını incelemeyi amaçlar (Higher Criticism)[25]
Kitab-ı Mukaddes Tenkidi objektif bir tavırda ilmi metod ve verilerle dökümanları
ele alma çabasındadır. İşte bu sebeple, söz konusu disiplin, konuya
yapacağımız Kur’anî yaklaşımda oluşturduğu malzeme ile bize yardımcı olacaktır.
Burada önemli bir başka konudaki
yaklaşımımızı belirtmek istiyoruz. Esasen bu, bize göre Kur’an’ın dinler
tarihi konusuna yaklaşımıdır. Bilindiği gibi, Kur’an’a göre yeryüzündeki ilk
üyesinden bu yana İnsanoğlu vahiy ile muhatab olmuştur. Ancak insan zamanla
vahiyden uzaklaşmış ve vahyî bilginin yenilenmesi gayesi ile başka tebliğcîier
gönderilmiştir. İnsanın vahyi her bozuşunu yeni bir tebliğcinin onu tazelemesi
takib etmiştir. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve nihayet Muhammed (a.s.) bu görevle
gelmişlerdir. Böylece Kur’an yeni bir dinin doğuşunu, bir öncekinin ıslah edilemiyecek
derecede asıl yapısından uzaklaşmasında görmektedir. Bu sebeple bu anlayış,
dinlerin evrim (evolution) geçirerek meydana geldiği görüşünden tamamen
farklıdır. Şöyle ki; Kur’an temel unsurlar bakımından ilk insan dininin,
sonuncusu kadar mükemmel olduğu anlayışını aktarmaktadır. Çünkü bu dinlerin
kaynağı vahiydir ve Allah’tan gelmektedir. Onların inanç unsurlannda hiç-bir
şekilde farklılık, değişme veya gelişme
görülmez.
Ne var ki, Kitab-ı Mukaddes
teologlarının büyük çoğunluğu onu, yukarıda aktardığımız Kur’an’ın bakış
açısından farklı olarak, evrim teorisi doğrultusunda yorumlama
eğilimindedirler. Bu, söz konusu teorinin felsefi bir görüş olarak 18. yüzyıl
sonları ile 19. yüzyılda doğup gelişmesi ve teoloji disiplinini etkilemesinin
bir neticesidir. Dolayısı ile teori, Kitab-ı Mukaddes’in yorumunda yaygın
olarak kullanılagelmiştir. Esasen Kitab-ı Mukaddes’in Yeni Ahit’e gelinceye
kadar kendi içinde bir gelişim gösterdiği düşüncesi ötedenberi Kitab-ı
Mukaddes Teolojisine yabancı bir düşünce olmamıştır. Her ne kadar evrim
teorisinin karşıtı olarak kabul edilse de temellerini Yahudi nasyonalizminden
ve Hıristiyan Kristosentrizminden (Christocentrism)[26]
alan Heilsgeschichte (Kurtuluş Tarihi) teorisinin, bu anlayışın bir başka
tezahürü olarak görülmesi mümkündür. Allah buna göre, milletini (Beni îsraiî)
zor durumlardan kurtarmak için yeryüzüne belli zamanlarda müdahalede bulunmuş
(Kızıldeniz’in yarılması, Sina’da Musa’ya vahyin gelmesi gibi) ve son olarak da
İsa’da yeryüzüne gelerek onları kurtarmıştır. Tarihin bu şekildeki yorumu, bir
anlamda Kitab-ı Mukaddes’in kendi içinde evrimini öngörmektedir. Bu konuda
başka bir örnek olarak da şu verilebilir; Tevhid içerisinde çok önemli bir yere
.sahip insanın yeniden dirilmesi inancının, Kitab-ı Mukaddes geleneğinde
Zerdüştlük ve Eski Mısır dinlerinin tesiri ve kendi iç gelişimi .sonucunda
oluştuğu yakın zamanlara kadar Kitab-ı Mukaddes teologları arasında genel
kabul bulmuş bir görüş olmuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’an böyle
bir anlayışı hiçbir şekilde kabul etmez. Çünkü ona göre vahiy geleneğinin
herbır halkası bir digerinin mükemmelen aynısıdır. İnanç temellerinde bir
başkalaşım, sözümona bir oluşum veya gelişme söz konusu olamaz.
Yukarıda belirttiğimiz genel
yaklaşımın temellerini açıklamak üzere, şimdi Yahudi ve Hıristiyan Kutsal Kitapları
bağlamında Kur’an’ın fonksiyonunu ortaya koymak istiyoruz. Böylece, Kur’anın
son ve saflığını koruyan yegâne vahiy dokümanı olarak, Tevrat ve İncil
karşısındaki pozisyonunu belirlemiş olacağız. Bu diğer taraftan vahyi bilgi
karşısında Tevrat ve İncil’in pozisyonunun belirlenmesi demektir. Bu bakış
aşısı doğrultusunda Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği’nin değerini yine burada
tartıştık. Ayrıca Ek’te bu konuda okuyucuya daha ayrıntılı bilgi vermeye gayret
ettik.
C. KUR’AN’IN YAHUDİ VE HIRİSTİYAN KUTSAL METİNLERİNE BAKIŞI
Kur’an-ı Kerim Yahudi ve Hıristiyanlar’ı
vahye dayanan birer Kitapları olduğu için Kitap’ı olmayan topluluklardan farklı
bir kategoride değerlendirmektedir. Ehl-i Kitap’ın sahip olduğu Kitaplar, Kur’an’dan
önce insanlara gönderilmiş vahiylerin toplandığı dökümanlardır. Gönderildikleri
zaman ve muhatablar farklı olmakla birlikte onlar aynı kaynaktan
gelmektedirler. O halde bunlar, yani Tevrat, incil ve Kur’an esas itibarı ile
birbirlerinden farklı değillerdir. Kur’an bu düşünceyi son derece açık bir
şekilde ve vurgulayarak belirtmektedir. Allah bir nur ve yol gösterici olarak
Tevrat’ı indirmiştir.[27]
Daha sonra Meryem oğlu İsa (a.s.), Tevrat’ı tasdik ederek gelmiş ve bir nur,
yol gösterici ve koaınanlara bir öğüt olarak İncil’i getirmiştir.[28]
Muhammed (a.s.) de kendisinden önceki Kitapları tasdik eden ve onu koruyucu
olan Kur’an’ı getirmiştir.[29]
Görülüyor ki her Kitap önceki risaletlerin yenilenmesinden başka birşey
değildir. Esasen Tevhid de rasuller ve Kitaplar bakımından imanda bir ayırım
yapmamayı ve bir bütünlüğü sağlamayı öngörmektedir.
“Allah’a,
bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a Yakub’a ve torunlarına
indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene inanırız, onlar arasında bir ayrım
yapmayız. Biz Allah’a teslim olanlarız” deyin.”[30]
Kur’an, muhatablarından inanmış
olmanın gereği olarak bu bütünlüğün sağlanmasını açıkça islemektedir. Bunun
böyle olduğu Kur’an’ın mesajını kabul edenler için ortadadır. Kur’an aynı zamanda
gününün Yahudi ve Hırististiyaniar’ından da Allah’tan kendilerine indirilen Kitaplara
inanmalarını ve onlarla hükmetmelerini istemektedir:
“İçinde
Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem ediniyorlar
da ondan sonra yüz çeviriyorlar. Onar inanmıyorlar.”[31]
“İncil sahipleri, Allah’ın onda indirdiği
ile hükmetsinler....”[32]
Yine Kur’an’a göre, Ehl-i Kitap Muhammed’e (s.a.s.)
indirilen vahye, yani Kur’an’a da inanmak durumundadırlar. Bu, sözünü ettiğimiz
inanç bütünlüğünün sağlanabilmesi için kaçınılmazdır.
“Ey
Kitap Ehli siz Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça
bir esas üzerinde değilsiniz.”[33]
Buradaki ayetlerden Yahudi, Hıristiyan
veya Müslüman olsun her müminin imanında rasuller ve Kitaplar konusunda söz
konusu bütünlüğü kurması ve koruması gerektiği anlaşılmaktadır. Ancak yine
ayetlerde görüyoruz ki Ehl-i Kitap olması gerekenden çok uzak bir tutum
içindedir. Buna göre Ehl-i Kitap Muhammed (a.s.)’e indirilen Kitap’a inanmak
bir tarafa, kendi Kitaplarını ciddiye alıp ona inanıp, onu uygulayacak bir tutum
içinde bile değildirler. Maide Sûresinin 42.ve 43. ayetleri Yahudiler’in bu
tutumunu açıkça ortaya koymaktadır. Yaptıkları her davranış için lüzumlu ya da
lüzumsuz, hatta yapmak İstedikleri yanlış davranışlara mazeret olmak üzere
bile fetva arayışına çıkmayı bir adet haline getirmiş Yahudiler, kendi Kitaplarında
Allah’ın bu konuda hükmü bulunduğu halde bu defa da Muhammed (s.a.v.)’e
gelirler. Gerekli hükmü alırlar fakat sonra ondan da yüz çevirirler. Aslında.
Kur’an’a göre onlar inanmış da değillerdir. Kendi Kitapları dururken hüküm
aramaları, kendi Kitapları ile ciddi oîarak ilgilenmemelerinin bir neticisidir.[34]
“....Yahudiler’den
yalana kulak verenler ve sana gelmeyen bir diğer topluluğa kulak verenler;
kelimeleri yerinden değiştirdiler.”Eğer size bu verilirse alın, verilmezse
bırakın”[35]
derler...
Kur’an’a göre onlar, kendi dinlerini
hafife alan, onun gereklerini yerine getirmeyen kaprislerinin ardına düşen ve Kitap’a
inanmayan insanlardır.[36]
Hatta onlar bir dinin en başta telkin edeceği, temel ahlaki kuralları bile
çiğneyen kişilerdir. “Onlar yalan
söylerler, kötülükte, düşmanlıkta yarışır ve haram yerler.”[37]
Bu tipteki insanların Tevrat ve İncil ile nasıl bir ilişkiye girecekleri de
tahmin edilebilir: “Onlar, kendilerine
hatırlatılanların bir kısmını unuttular,”[38]
“Kitap’ı bile bile gizlediler”[39]
“onu arkalarına atıp az bir değere sattılar.”[40]
Bunun ötesinde Kitap’ı elleri ile yazıp,[41]
“ağızlarını eğip büküp bunların Allah katından olduğunu söylediler”[42]
ve “Allah’ın sözünü değiştirdiler.”[43]
Kitap’larına karşı olumsuzluk içinde
olan Ehl-i Kitap’ın, Allah’ın onlara bildirmediği birtakım inanç unsurlarını
akidelerine almaları kaçınılmaz olacaktır. Bu, Kur’ana göre sınırı ihlal
etmektir.
“Ey
Kitap Ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçeği söyleyin.
Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberi Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan
bir ruhtur. Allah’a ve elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Kendi hayrınız için
buna son verin. Çünkü Allah, yalnız bir tek tanrıdır. O çocuğu olmaktan
münezzehtir”.[44]
Yahudiler de Üzeyir’e isnad ettikleri Allah’ın oğulluğu nosyonu ile diğerleri
kadar ileri gitmişlerdir.
“Yahudiler
“Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler..,”[45]
Aynı şekilde, Kitap Ehli’nin Kitap’ın öğretisinden ayrılarak meydana
getirdikleri dinî anlayışta, imtiyazlılık diyebileceğimiz bir fikr-i sabitin de
büyük önem taşıdığını belirtmek gerekmektedir. “Yahudiler ve Hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz”
dediler..”[46]
Bu insanlar Yahudi veya Hıristiyan
cemaatine mensub olmakla hayatlarını ve geleceklerini garanti altına
aldıklarını düşünmektedirler. Bu cemaatlere mensub olmadıkça doğru yolu
bulmanın mümkün olamayacağını,[47]
kendi cemaatleri dışındakilerin cennete bile giremiyeceklerini iddia
etmektedirler.[48]
Onlara göre cehennem ateşi kendilerine ancak birkaç gün zarar verecektir.[49]
Al-i İmran Suresinin 23 ve 24. ayetleri, Ehl-i Kitap’ın Kitaplarına karşı tavırları
ile oluşturdukları güya dîni anlayış arasındaki ilişkiyi, belirtmek açısından
son derece ilgi çekicidir.
“Baksana
Kitap’dan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralarında hüküm versin diye Allah’ın
Kitap’ına çağırılıyorlar sonra, onların bir kısmı yüz çevirip dönüyorlar. Bu
onların: “Bize ateş yalnızca sayılı birkaç gün dokunacaktır.” demelerindendir.
Uydurdukları şeyler onları dinlerinde aldatmıştır.”[50]
Yukarıda Tevrat, İncil ve Ehl-i Kitap
hakkında örnek olarak verdiğimiz ayetlerden sonra şöyle bir sonuca varmak
mümkün görünmektedir: Kur’an, kendilerine uyulmasını istediği, Tevrat ve İncil
ile Ehl-i Kitap’ın onlara karşı davranışlarını ve bunun sonucunda
oluşturdukları dini anlayışı birbirinden ayırmaktadır. Bir başka deyişle, “Ehl-i Kitap, Tevrat’a ve İncil’e uydukları
için değil, aksine onları inkar ettikleri için yanlış yoldadırlar. Ehl-i Kitap’ın
Allah’ın bildirdiği yoldan ayrılmalarının sebebi Kitap’a inanmamalarıdır.”[51]
İşte bu bakış açısı ile Kur’an, Allah’ın indirdiği Kitapları bir yanda, Yahudi
ve Hıristiyanlar’ın dini anlayışlarını da bir diğer yanda- görmektedir. Bu
ikisi ayrı birer unsurdurlar. Tabii olarak Kur’an Ehl-i Kitap’ın sapıklığının
sebebini kendinden önceki Kitaplarda göremezdi. Bu,Tevhid inancında bulunan Kitapların
bütünlüğü esasına ters bir iddia olurdu, işte Kur’an’ın Yahudi ve Hıristiyanlar’ı
kendi Kitaplarına dönmeye ve onunla amel etmeye çağırması bu bütünlüğün
kurulması bağlamında görülmelidir.[52]
Esasen öyle anlaşılmaktadır ki, Yahudi ve Hıristiyanların Muhammed (s.a.s.)’in
risaletine gösterdikleri olumsuz tepkinin sebebini- de Kur’an, onların kendi Kitaplarına
ve dinlerine olan yanlış tutumlarında görmektedir.
“Onlara
“Allah’ın indirdiğine inanın” dendiğinde “Bize indirilene inanırız “elerler. Kendi
yanlarındaki Tevrat’ı tasdik eder ve gerçek (hakk) olduğu halde, onun
dışmdakini inkar ederler. De ki: “Gerçeklen inanıyor idiyseniz neden daha önce
Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?”[53]
Onlar, Kitaplarını gözardı edip kendi
bildiklerince dinî bir anlayış geliştirmişlerdir. Yine yanlış olarak
oluşturdukları, insanlar arasında imtiyazlı bir yere sahip olma anlayışları
onlann Tevhid’deki bütünlüğü korumalarına mani olmuştur. Aksine bu anlayışa
uygun bir tavır ile risalet geleneğinin son temsilcisine karşı kin beslemeye
varan bir tutum içine girmişlerdir.[54]
Yahudiler de İsa’nın (a.s.) tevhidi mesajına aynı şekilde tepki göstermişlerdi.
Yuhanna’nın şu nakli bunu ne kadar da açık bir şekilde göstermektedir:
Çünkü eğer siz Musa’ya iman etmiş
olsaydınız, bana da iman ederdiniz; zira o benim için yazmıştır. Fakat eğer
onun yazılarına iman etmiyorsanız, benim sözlerime nasıl iman edersiniz.[55]
“Oysa
ortak bir söze inanmaya çağırılmışlardı.”[56]
Bu konuda vardığımız sonucu, Ehl-i Kitap
içerisinde Kitap’a samimiyete bağlanan fertlerin Muhammed’in (s.a.s.) risaletine
gösterdikleri teveccühten bahseden ayetler desteklemektedir.
“Kendilerine
Kitap verdiklerimiz sana indirilenden memnun olurlar..”[57]
“Hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden
geceleri secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyup duranlar vardır. Allah’a
ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten menederler,
iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.”[58]
Ehl-i Kitap’ın ayette tasvir edilen
üyeleri, Allah’ın ayetlerini secdeye vararak okuyacak kadar dini bir yoğunluk
içinde olan ve bunun uzantısı olarak Tevhid’in en temel öğelerini; yani Allah’a
ve ahirete imanı kavrayıp iyi davranışlar içinde olan insanlardır.[59]
Bu insanların risalete karşı gösterdikleri olumlu tepki, anlamlı bir üslubta
Kur’an’da şu şekilde anlatmaktadır:
“Rasul’e
indirileni işittiklerinde, tanıdıkları gerçeklen dolayı gözlerinin yaşla dolup
taşlığını görürsün. Derler ki: “Rabbimiz inandık, bizi şahitlerle beraber yaz.
Biz, Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umarken neden Allah’a ve bize
gelen gerçeğe inanmayalım.?”[60]
Taberi’nin Bakara Suresinin 121.
ayetine getirdiği açıklama bu konuda ulaştığımız neticeyi desteklemektedir.[61]
Ayetler bize açıkça şunu
söylemektedir: Kendilerine inen ayetleri okuyan, ona uyan ve samimiyetle
bağlanan Ehl-i Kitap, risalete de kolayca boyun eğmektedirler. “Zaten onun dışında da değildirler.”[62]
Görülüyor ki Kur’an, Ehl-i Kitap’ı iki genel grup altında mütalaa etmektedir.
Bunlardan biri Tevrat’a ve İncil’e inanmayan, bir diğeri de Kitaplara inanıp
ona uyan insanlardan oluşmaktadır.[63]
Buraya katlar yazdıklarımızı toparlamak
gerekirse: Kur’an tevhidî temelinin gereği olarak Tevrat’ı ve İncil’i
uyulmaları gereken Kitaplar olarak görmektedir. Günün Ehl-i Kitab’ını da Tevrat’a
ve İncile inanıp inanmamalarına göre değerlendirmektedir. Tevrat ve İncil’e
uygun bir hayat yaşamamak yeni risalete karşı da olumsuzluğu doğurmaktadır.
Oysa Kitaplarına samimiyetle bağh Ehl-i Kitap risalete de istenilen olumlu
cevabı vermektedir.
Bu yaklaşımı ile Kur’an, Tevrat’ı ve
İncil’i birer hidayet rehberi olarak görmeketdir. Kur’an onlara inandıkları
takdirde Ehi-i Kitap ‘in doğruyu bulacağını söylemektedir. Nitekim mesela bir
rasûlu tanımlamak için onların Kitaplarında yeterli bilginin bulunduğunu Kur’an
ayetleri belirtmektedirler.
“Allah
katından kendilerine ellerinde bulunanı doğrulayıcı bir elçi gelince, Kitap
verilenlerden bir takımı sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitap’ını
arkalarına attılar.”[64]
“Kendilerine
Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine ele
onlardan bir gurup bile bile hakkı gizler.”[65]
“Bu,
onların risalet konusundaki tevhidi yaklaşımı öğrenecek bir kaynağa sahip
olmaları anlamına gelmektedir. Kaldı ki bize Allah’ın ayetlerinin geceleri
secdeye kapanarak okuyan ve Allah’a ve ahirete inanan, iyiliğe özendiren Ehl-i Kitap’ın
bulunduğu açıkça anlatılmaktadır.”[66]
Ne var ki, Kitab-ı Mukaddes’in Kur’an’da
olduğu tarzda yazıya geçirilmediği ve onun korunduğu gibi vahiy dışı
tesirlerden korunmadığı da bir gerçektir. Bu, Müslüman alimler tarafından
iddia edilip ispat edilebildiği gibi[67]
daha da önemlisi ve dikkate değer olanı, Kitab-ı Mukaddes Tenkidi çalışmaları
neticesinde Hıristiyan ve Yahudi bilim adamlarınca da kabul ve itiraf
edilmektedir.[68]
Bir kere Eski Ahid’in sözlü edebiyat döneminden sonra yazıya geçirilişinin
oldukça gecikmiş olmasının Kutsal Kitap’ın birden fazla ve farklı rivayetlerle
yaşamasının ve metindeki bilinçli değişiklikler bir tarafa, en azından hattat
yanılmalarının doğurduğu hataların tesbiti, söz konusu disiplinin ürünüdür.
Aynı şekilde İnciller İsa’dan çok sonra yazıya geçirildiler ve belki daha da
önemlisi, İsa’nın (a.s.) risalet dili ile saklanmadılar. Bunlar Kitab-ı Mukaddes’in
sıhhati konusunda ilk anda söylenebilecek noktalardır.
Müslüman alimler tahrif[69]
konusu üzerinde yüzyıllar boyunca durmuşlardır. Bu konuda onların iki ana
görüşe sahip olduklarını söylememiz mümkündür. Bunlandan ilki, Tevrat ye İncil’in
metinlerinin tahrif olduğu, ikincisi de tahrifin metinde değil de, manada yani
yorumda gerçekleştiğidir.[70]
Bİz bu konudaki tartışmalara girmeyeceğiz. Zaten müslümanların ifadesi ile
tahrifin Kitab-ı Mukades’te şu ya da bu şekilde gerçekleştiği Yahudi ve
Hıristiyanlar’ca da tesbit edilmiş bir vakıadır. Hatta bu vakıanın tesbitini
bugünkü Kitab-ı Mukaddes’in kendisinde dahi bulabilmekteyiz.
“Ve artık Rabbin yükünü
anmayacaksınız; çünkü herkesin sözü kendi yükü olacak; çünkü siz hay olan Allah’ın,
ordular Rabbinin, Allah’ımızın sözlerini değiştirdiniz.”[71]
Burada dikkat çekmek istediğimiz
nokta, Kur’an’ın Tevrat ve İncil’e bakışı ile vakıa arasında çözümü zor gibi
görünen bir durumun belirmesidir. Bu, Kur’anin bir doğruluk rehberi olarak
Yahudi ve Hırİstiyanlar’a uymalarını emrettiği Tevrat ve İncil’in, insan
unsurunun oldukça etkisinde kalmış Kitaplar şeklinde karşımıza çıkmasıdır.
Ancak ilk bakışta zor gibi görünen bu probleme elimizde bulunan Tevrat ve İncil
nüshalanna ve Kur’an’a başvurarak bir çözüm bulmak mümkündür. Nitekim Mukaddes Kitap’ta
geçtiği şekli ile Musa ve İsa (a.s.) tarafından tebliğ edilmiş olan ahlaki kaidelere
bir göz atacak olursak, hepsinin de Kur’an-ı Kerim’de ufak Üslub farkı dışında,
aynen zikredildiğini görebiliriz.[72]
M. Draz’a göre mahallî ve şartlı bir vecibe olarak kabul edilen Sebt dışında,
Tevrat’ın Çıkış Bölümünde 20. Bab’ta geçen on emrin Kur’an-ı Kerim tarafından
aynen tasdik edildiği görülmektedir.
Tevrat
Kur’an-ı
Kerim
Karşımda başka ilâhların olmayacaktır.
İsra: 17/23
Kendin için oyma put..., yapmayacak
ve onlar önünde secde etemeyeceksin Hacc: 22/30
Rabbinin ismini boşyere ağzına
almayacaksın. Bakara: 2/224;
Maide: 5/89
Babana ve anana hürmet et. İsra: 17/23
Katletmeyeceksin Nisa: 4/29
Zina etmeyeceksin. Nur:
24/30-31
Çalmayacaksın. Maide: 5/38; Mumtahine: 60/12
Komşuna karşı yalan şehadet
etmeyeceksin. Hacc: 22/30
Komşunun hiç bir şeyine tamah
etmeyeceksin. Maide: 5/32[73]
İsa’nın (a.s.) mesajına bu konuya
ilişkin örneği gerçek bir ahlak hazinesi olan Dağdaki Vaaz’dan getirmek yeterli
olacaktır:
İncil Kur’an-ı
Kerim
Ne mutlu ruhta fakir olanlara; çünkü
göklerin melekutu onlarındır
(Matta: V,3) Bakara:
2/212; Al-i İmran: 3/14
Ne mutlu yaslı olanlara; çünkü
onlar teselli edilecekler (Matta: V,4) Bakara: 2/155-157
Ne mutlu halim olanlara; çünkü
onlar yeri miras alacaklar
(Matta: V,4)
Al-i İmran: 3/133434
Ne mutlu salaha acıkıp susayanlara;
çünkü onlar doyurulacaklar.
(Matta: V,6) Casıye: 45/21; Mutaffifin: 83/29-36
Ne mutlu merhametli olanlara;
çünkü onlara merhamet edilecek
(Matta: V,7) Beled: 90/17-18
Ne mutlu yüreği temiz olanlara;
çünkü onlar Allah’ı görecekler
(Matta: V,8)
Şura: 42/89; Kaf: 50/33
Ne Mutlu sulh edicilere; çünkü
onlar Allah oğulları çağırılacaklar.
(Matta: V,9) Nisa: 4/114
Ne mutlu salah uğruna eza çekmiş olanlara;
çünkü göklerin melekutu onlarındır
(Matta: V,10) Bakara: 2/214; Al-i İmran:
3/186[74]
Görülüyor ki, İnsan unsurunun dahline
rağmen, Tevrat ve İncil’de inananları doğruya götürecek unsurlar hala
bulunmaktadır. Aksi takdirde, Kur’an’ın Yahudi ve Hıristiyanlar’ı Kitapları ile
amel etmeye çağırması ve Kitapları ile amel eden Ehl-i Kitap’ı övücü ibarelerle
anması açıklanamazdı. Nitekim bunun Kur’an’da Tevrat için açıkça dile
getirilişini bulmaktayız:
“Doğrusu
Biz yol gösterici ve aydınlatıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a
testim etmiş peygamberler, onunla ve Rabb’e kul olanlar ve bilginler de Allah’ın
Kitap’ından elde mahfuz kalanla Yahudiler’e hükmederlerdi. Onlar bunun şahidi
idiler.”[75]
Şu ayetler de önceki Kitaplar ile Kur’an
arasında hala muhteva bakımından var olması gereken bağın mevcut olduğunu
göstermektedir.
“O,
evvelkilerin Kitabında da vardır: İsrail oğulları bilginlerinin onu bilmesi de
onlar için bir delil değil mi?”[76]
“...Kendilerine
Kitap verdiklerimiz onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu
bilirler. Öyleyse hiç kuşkulananlardan olma.”[77]
Yukarıda anlattıklarımızdan sonra,
Kuran’ın diğer Kitaplar arasındaki konumu üzerinde tekrar durmak yararlı
olacaktır. Esasen, Kur’an’ın kendisinde tevhid tarihi içinde sonra gelen Kitapların
daha öncekilerle oian İlişkisi çerçevesinde bu konu son derece açık olarak
belirtilmiştir. Kur’an önceki Kitapları tasdik eden bir Kitaptır. Kur’an
bununla kalmaz. “O önceki Kitaplar
üzerinde koruyucudur (muhaymin).”[78]
Kur’an’ın bu vasfı, önceki Kitapların maruz kaldığı dış müdahaleler göz önüne
alındığı zaman daha da anlam kazanmaktadır. Kur’an, önceki Kitaplarda bulunan
vahye ait unsurları onaylamakta, daha da ileride, onların koruyuculuğunu
üstlenmektedir.
Kur’an’ın bu konudaki hedefi
tabiatıyla, Ehl-i Kitap’ın Kitaplarına sokmak istedikleri vahiy dışı
anlayışlardır. Kur’an bunları Ehl-i Kitap’ın kapris ve hevesleri olarak
vasıflamakta ve Rasulullah’ı bunlara karşı uyarmaktadır.[79]
Rasul onların kaprislerinin yol açtığı ihtilaflarda kendisine hak olarak
indirilen ile aralarında hükmetmek durumundadır. Başka bir deyişle Kur’an daha
önceki vahiylerin doğru anlaşılmasının teminatıdır. O, Tevrat ve İncil’e Ehl-i
Kitap’ın haksız olarak şu ya da bu şekilde isnad etmek istediği yanlış
anlayışlara karşı bir koruyucu olarak gelmiştir. Böylece o Vahiy’in
değişmezliğinin güvencesidir.
Bilindiği gibi Kur’an, Ehl-i Kitap’ın
Vahye tahmil etmeye çalıştığı Allah’ın oğulluğu veya Allah’ın üçten biri
olduğu gibi nosyonlardan bahsetmektedir.[80]
Kur’an buna karşı çıkarken Ehl-i Kitap’ın din olarak kabul ettiği bütünü tashih
etmektedir. Böylece o daha önceki rasullerin getirdiği Kitapların öğrettiği
Allah’ın dinini tasdik edip koaımak görevini gerçekleştirmektedir.
Kur’an’ın yukarıda bahsettiğimiz
koruyuculuk konumunu bir an için, Kitab-ı Mukaddes Teolojisi’ne bağlı bir
disiplin olarak gelişen Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği ile yan yana koymak
ilginç olacaktır. Çünkü Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği de kendisini, Kitab-ı
Mukaddes’e yüzyıllar boyunca sızmış tesirleri belirlemek amacında bir disiplin
olarak görmektedir.
Batı’da rasyonalizmin doğuşu Kitab-ı
Mukaddes’e karşı libera-list bir yaklaşımın geliştirilmesine sebebiyet
vermiştir. İşte Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği, Kitab-ı Mukaddes’e ortaçağın
aşın tutuculuğu İle 19. yüzyılın liberalizmi arasında bir tutum ile yaklaşmaktadır,
Yani ona bir yandan ortaçağ kilisesi gibi, kutsal bir metin olarak, diğer
taraftan da ona, 19. yüzyıl liberalizminin metodlarını kullanarak
yaklaşmaktadır.[81]
Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği, liberal tenkitçiliğin araçları olan objektif,
rasyonel ve bilimsel prensiplere bağlı kalarak tarihsel metodu uygulamakla
birlikte, kendine has bir tarih anlayışı geliştirmiştir. Buna göre, Kitab-ı
Mukaddes tarihi genel tarihten farklı olarak ele alınmalıdır.[82]
Heilsgeschichte (Kurtuluş Tarihi) adı verilen bu anlayış Kitab-ı Mukaddes’i
bütün insanlığın felahını amaçlayan, koruyucu ve kutsal bir tarih sürecinin
kaydı olarak görmektedir.[83]
Daha açık bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz: Allah kendi milletini, yani İbranileri
seçti ve onları kendi elleri ile uzun bir seyahate çıkardı. Bu yolculuğun
sonunda vakit geldiğinde Allah, Kelimesi İsa’yı (a.s.) gönderdi ve onun
yaşayan ve ölen kişiliği vasıtası ile insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirdi.
Bunun temelinde de Alah’ın kendini, İsa’nın kişiliğinde tezahür ettirmesi (reveal)
anlayışı yatmaktadır. İsa’nın gelişi, buna göre tarihin en önemli olayı, başka
bir ifade ile onun merkezidir. Ondan önce meydana gelmiş olaylar tarihin
önceden belirlenmiş hedefine ulaşmasını sağlayan vasıtalardır. Bu
anlattıklarımızdan açıkça anlaşılmaktadır ki, Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği’nin
nihai anlamda yaptığı, tarihsel metoda, aslında oluşması İznik Konsili’nden (
M.S.325) de önceye giden Hıristiyan dogmasını ispatlatma çabasından başka birşey
değildir.[84]
Disiplinin çelişkisi, bir yandan objektif ve akılcı tarihsel metodu
kullandığını İddia ederken, diğer taraftan Öteden beri sahip olduğu
ön-kabulünü bu metoda tastık ettirme çabasında yatmaktadır. Ayrıca bu anlayış,
Yahudilerin ırkçı milliyetçiliklerine de teolojik bir temel kazandırmaktadır.
Böylelikle onların kendi-merkezcilikleri de sözde ilâhi bir amaca hizmet eder hale
getirilmektedir.[85]
Görülüyor ki Kitab-ı Mukaddes
Tenkitçiliği çalışmalarının temelinde, Heilsgescichte gibi bir anlayış
yatmaktadır. Bu bakımdan, disiplinin Kitab-ı Mukaddes’e yaklaşımı, Kur’an’ın
aynı Kitapa yaklaşımından farklıdır. İlk bakışta amaçta bir yakınlık
görülebilse bile iki yaklaşım tarzı esasta hiçbir benzerlik arzetmemektedir.
Çünkü Tenkitçilik’in tavrı esasta Kur’an’ın indiği dönem Ehl-i Kitap’ının
tavrından hiç te farklı değildir. Yapılmak isetenenin Kur’an’ın tabiri ile
birtakım heveslerin Kitap’a yüklenmek istenmesi çabasından ibaret olduğu açıkça
görülmektedir.
İki yaklaşım tarzını birbirinden
ayıran başka bir husus da, bunların saikleridir. Kur’an, kendinden önceki
Vahİy’i tasdik ederek, onu koruyarak, ona şahid olarak; tavrını tevhidi risalet
hususunda tesis etme saikiyle belirlemektedir. Oysa söz konusu ettiğimiz disiplinin
saiki, 19. yüzyıl liberalizminin Kitab-ı Mukaddes’e yönelttiği tenkitlere cevap
vermektir.
Yine görülüyor ki Kur’an, sonraki Kitapların
kendilerinden öncekilere yaptıkları gibi,[86]
tevhidin vazedilmesi görevi çerçevesinde, Tevrat ve İncil’i tasdik etmekte ve
onlan yanlış anlaşılmaktan korumakta, onlara Kitap Ehli’nin tahmil etmek istediği
ve isteyeceği yanlış anlayışlar hususunda hüküm verme görevini üstlenmektedir.[87]
İşte bu bakımdan önceki vahiy dökümanlarının doğru anlaşılması, Kur’an vahyine
bağımlıdır. Kur’an, Tevrat ve İncil’in, gelenek içinde oluşan kaprislerden
soyutlanarak anlaşılmasının tek yoludur. Çünkü Kur’an, Tevrat, incil ve daha
önceki vahiylerle oluşan vahiy zincirine ait bir halkadır.
Bu yaklaşım doğrultusunda çalışmamızda
önce Kur’an’ın ahiret anlayışı üzerinde duracağız. Böylece tevhidin ahiret
fikrine yaklaşımım ortaya koymaya çalışacağız. Bu bize sahih ahiret anlayışının
nasıl olması gerektiğini gösterecekdir. Kur’an’ın ahiret anlayışı üzerine
eğilirken önce Kur’an’ın muhatab aldığı Cahiliye Arapları arasında yaygın olan
hayat ve ölüm anlayışlarını ele alacağız. Böylece Kur’an’ın nasıl bir kültüre
hitab ettiğini görmüş olacağız. Zaten Kur’an da bu kültürün ahiret anlayışına
atıflarda bulunmaktadır. Kur’an’ın ahiret anlayışına, Kur’an’da çok sayıda ve
çeşitlilikte bulunan ahiret ile ilgili kavramlar ile bir giriş yaptıktan sonra,
bir inanç unsum olarak Kur’an’ın kurduğu sistem içinde ahiretin yerini ve onun
ilişkide bulunduğu ilâh mefhumunu ele alacağız. Ayrıca ahiret İnancının risaletteki
görevini, muhatab üzerindeki ahlakî ve imanı etkisini de ele alacağız.
Kitab-ı Mukaddes’teki ahiret
anlayışını işlemeye, ondaki ahiret ile ilgili kavramları ele alarak
başlayacağız. Eski Ahit ile ilgili kısımda da önce bir doktrin olarak ahireti
ortaya koyduktan sonra onun muhatab üzerinde ne kadar fonksiyonel olduğu
üzerinde duracağız. Apokaliptik Edebiyat, özellikle ahiret anlayışı konusunda
Eski Ahit’in genel karakterinden farklı bir yorum olarak çalışmamızda yer
alacak. Böylece kendisinden sonra Yahudİ-Hıristiyan geleneğinde etkili olan bu
beşerî karakterdeki yorumun Eski ve Yeni Ahit tebliğlerine göre aldığı yeri
göreceğiz. Yeni Ahit’teki ahiret anlayışı da, daha önceki kısımlarla
paralellik içinde, doktrin ve fonksiyonel bir inanç ilkesi olarak ele
alınacaktır. Burada da Kitab-ı Mukaddes teolojisinde eskatolojik bir
karakterde beliren Allah’ın Hükümranlığı kavramı üzerindeki tartışmalara ve
bunların İnciller’e ve bütünüyle Kitab-ı Mukaddes’e getirdikleri yorumlar
değerlendirilecektir. Böylece Yeni ve Eski Ahitlerde tevhidi anlayışa uyan ve
ona ters düşen ahiret anlayışları ortaya konmuş olacaktır.
Yukarıda söylediklerimizden
anlaşılacağı üzere, her bir Kitab’a ait ahiret mefhumlarını bir bütünlük içinde
kabul ettik. Ahiret konusunu ise bir bütün olarak, belli bir eksen etrafında
ele almaya çalıştık. Bu eksen, tevhid inancının temel mefhumları oldu. Konudaki
bütünlüğün korunması kaygısı, alt alta gelen çok sayıda alt-başlıkları olan bir
şekilden daha çok, bir büyük başlık altında konunun bir bütünlük içinde
işlenmesini sağlayan bir şekli gerekli kılmıştır.
Çalışmamızda, İslam, Hıristiyanlık ve
Yahudilik’e ait kutsal metinleri ana kaynak Kitaplar olarak kullandık. Kur’an’daki
ahiret anlayışını incelerken, Kur’an’ın kendisi, tercümeleri, tefsirler, Kur’an
sözlükleri ve çağdaş İslam düşünürlerinin Kur’an öğretisini konu alan Kitapları
çalışmamıza kaynaklık etti.
Yine Kitab-ı Mukaddes’teki ahiret
anlayışını ortaya koyarken onun kendisine başvurmamız gerekiyordu. Bunun için
Türkçe Kitab-ı Mukaddes tercümesini kullandık. Yine bu sırada, Kitab-ı Mukaddes
sözlükleri, tefsirleri ve çoğunlukla çağdaş teologların Tenkitçilik
çerçevesinde geliştirdikleri son yorumları kaynaklarımız oldu. Özellikle son
çalışmaları içeren kaynakları görmeye çalıştık. Eski Ahit’te konumuz gereği
Peygamberler Bölümü’nü ağırlıklı olarak kullandık. Yeni Ahit’te ahiret inancını
ele alırken ise, İsa’nın (a.s.) mesajının genel karakterini hala bulabildiğimiz
Sinoptik İncilleri esas aldık.
Ahiret konusunda, İslam’ın ahiret
anlayışlarını ele alan çalışmalar bulunduğunu biliyoruz. Subhi Salih’in,
Ölümden Sonra Diriliş adı ile Arapça’dan Türkçe’ye çevrilen Kitabı, Kur’an’ın
ve İslam Tarihi içerisinde yer almış çeşitli akımların tefsirlerde ifade
edilen ahiret anlayışını İşlemektedir. Seyyid Kulub, Prof. Dr. Süleyman Ateş
tarafından Türkçe’ye kazandırılan Kur’an’da Kıyamet Sahneleri adındaki Kitabında,
Kur’an’da ahiret konusunu işlerken ortaya koyduğu edebî kudreti işlemektedir.
Batı ‘da son yıllarda yapılan bir araştırma olarak, Jane Idleman Smith, Yvonne
Yazbeck Haddad’ın birlikte yazdıkları, The Islamic Understanding of Death and
Resurreetion adlı eserde, temel olarak klasik ve çağdaş İslam’ın ahiret
anlayışları üzerinde durmaktadırlar. Bunun yanı sıra, yalnız başına Kitab-ı
Mukaddes’in ahiret anlayışını konu alan araştırmalar bulunmaktadır. Nitekim
Bunları çalışmamızda kullandık. Kur’an’daki ve Kitab-ı Mukaddes’teki ahiret
anlayışlarını yan yana getirerek karşılaştıran bir araştırmaya ise
araştırmalarımız sırasında rastlayamadık. Bu da Kur’an’ın öğrettiği katışıksız
tevhid anlayışı doğrultusunda, daha önceki vahiy mahsulü Kitapları
değerlendiren ve onları Kur’an ile karşılaştıran bir çalışmanın önemini daha
da artırmaktadır.
D. KİTAB-I MUKADDES TENKİTÇİLİĞİ
Şimdi, zamanımıza kadar Kitab-ı
Mukaddes’e yapılan en farklı yaklaşım olarak dikkati çeken Kitab-ı Mukaddes
Tenkitçiliği üzerinde daha yakından durmak İstiyoruz. Böylece araştırmamızda
melzemelerini kullandığımız bu disiplini daha yakından tanımış olacağız. Ancak
daha önce özellikle Hıristiyan dünyasında doğup gelişen Tenkitçilik’e gelinceye
kadar Hıristiyanlık’ın Kitab-ı Mukaddes’e bakışını tarihî seyri içerisinde
takib etmek yararlı olacaktır.
Kilise Babalarının karakterini verdiği
dönem, Hıristiyan Teoloji çevrelerinde Hz. İsa’nın insani ve ilâhî yönlerinin
ve Teslis’in unsurları arasındaki ilişkinin tartışıldığı bir dönem olmuştur.
Yine Kitab-ı Mukaddes’in resmi metni bu dönemde oluşmuştur. Bu sırada İskenderiye
Okulu ile Antakya Okulu arasında, Kitab-ı Mukaddes’i yorumlama tarzı üzerine
büyük tartışmalar vardı.[88]
Bir Yahudi filozofu olan Philo tarafından kurulan İskenderiye Okulu, Kitab-ı
Mukaddes’in yorumunda allegorizmi (batınilik) savunmakta idi. Mesela Philo’ya
göre Kitab-ı Mukaddesteki İbrahim ve Sara kişilikleri, akıl ve erdem
anlamlarına gelmekte idi. Aynı şekilde Kilise Babalarından Clement de kutsal
metinlerin esrarlı bir dil ile konuştuğu, anlatmak istediğini semboller,
mecazlar, allegoriler ve kıyası figürlerin arkasına saklayarak anlattığı
görüşündedir. Origen söz konusu yaklaşımını De Principiis adlı Kitabı ile
sistematize ederek bu okulun en seçkin üyesi olmuştur Origen’in İnciller
arasındaki tutarsızlık karşısında çareyi allegorizmde bulmaya çalıştığı
söylenebilir. O, ya İnciller’den birinin bilinçli olarak seçilmesi, ya da
dördünün birlikte kabul edilerek aliegorizm doğrultusunda yorumlanması
gerektiğini söylemiştir. Jerome ve Augustine, hocaları Origen’i allegorizmdeki
ısrarı sebebi ile tenkit etmişlerdir.[89]
Aynı dönemde İskenderiye’deki okul, Antakya’da gelişen liberal-tarihi okul
tarafından şiddetle tenkit edilmiştir. Bu okulun en büyük yorumcularından
Mopsuesüa’lı Theodore. Origen’e bir reddiye yazmıştır. Bu okul, Kitab-ı
Mukaddes’e alınacak Kitaplar konusunda da sıkı bir tavır içinde olmuştur.
Theodor’a göre mesela, Hikmet Edebiyatı (Wisdom Literatüre) tamamı ile İnsanî
kaynağa dayandığı için resmi metne alınmamalıdır. Ona göre, Kronikler,
Ezra-Nehemiah gibi Kitaplar tarih Kitaplarıdır ve resmi Kitab-ı Mukaddes
metninde yerleri yoktur. O, İsa’ya (a.s.) ilâhlık nisbeti konusunda da metne
ve tarihi delillere daha sadık kalmıştır. Theodor’a göre, İsa’nın dirilmesinden
sonra bile Havariler, onu ilâhî birisi olarak görmemişlerdir. Allah’ın Oğlu
ibaresi de hiçbir şekilde Mesih’ten başka bir anlama gelmez. Daha sonraki
Hıristiyanlık’a karakterini veren bu önemli tartışmalar, Theodor’un Kitabının
istanbul Konsülü’nde (M.S.553) yakılması ile nihayete ermiştir. Neticede
İskenderiye Okulu’nun aliegorizm konusundaki
bu tartışmaların galibi olduğunu görüyoruz.[90]
Ortaçağ Kilisesi, Kilise Babaları’nın Kitab-ı
Mukaddesin vahyedildiği (inspiration) yolundaki görüşlerini temel olarak kabul
etmiştir. Bununla birlikte, Kilise’nin takındığı tavır bu görüşe zıt olarak
şekillenmiştir. Kitab-ı Mukaddes dışı gelenek ve papalık Kitab-ı Mukaddes
üzerinde tartışılmaz bir hükümranlık kurmuştur.[91]
Kilise Kitab-ı Mukaddes’i kendi kontrolü altına almış, kendisini onun yorumunu
yapabilecek tek otorite olarak görmüştür. Bunu da sapık eğilimlerin önüne
geçmek adına yapmıştır.[92]
lrenaus ve Tertullian bu tutumun en önde gelen isimleridir. Tertullian’a göre Kitab-ı
Mukaddes Kilise’nin malıdır.[93]
Kilise yorumlarında ise hemen tamamı ile allegorizmi tercih etmiştir.[94]
Buna göre bir metinde dört ayrı mana aranmalı idi. Mesela, Galatyalılar,
Ancak bu dönemde
literalizmin/savunucuları da yetişmiştir. Aziz Thomas Aquinas, Summa Theologia
adlı eserinde kutsal metnin yorumunda literalizmin önemini vurgular. Katolik
Kilisenin en büyük filozof teologlarından olan Aquinas’a göre, Kitab-ı Mukaddes
hakikaten allegorik, moral ve batini anlamlara sahiptir. Ancak literal mana
esas olmalı ve öteki yorumlar bunun üzerine kurulmalıdır.[96]
Reform döneminin en belirgin özelliği, Ortaçağ’da
Kilise’nin Kitab-ı Mukaddes üzerinde kurduğu mutlak otoritenin alabildiğine
tartışmaya açılmasıdır. Mademki Kitab-ı Mukaddes Allah’ın insana vahyidir, her
mümin araya bir vasıta koymaya gerek kalmadan ona doğaldan varabilmelidir.[97]
Leibzig Reddiyesi (Disputation) (1519) ile Luther, Papa’nın ve Konsüller’in
yanılırlığını, hatta bunun ötesinde Kilise’ye otorite veren kaynağın Kitab-ı
Mukaddes olduğu görüşünü ortaya koymuştur.[98]
Eski tefsirlere ve Konsül kararlarına ne kadar ters olursa olsun Reformcular
kendi görüşlerini israr ve inatla ileri sürmüşlerdir. Kilise, Kitab-ı Mukaddes
üzerinde değil, Kitab-ı Mukaddes Allah’ın sözü olduğu için Kilise üzerine hakimdir.[99]
Onlarca Kitab-ı Mukaddesin vahiy oluşu tartışma konusu değildir.[100]
Luther’e göre Kitab-ı Mukaddesin tarihi, literal ve gramatik açılardan
yapılacak tefsirleri, hep İsa’nın Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan mesihlik misyonunu
anlamak için birer vasıtadır. Bu konuda müminin kendi imani tecrübesinin
ötesinde. Kutsal Ruhun aydınlatıcılığı, yol göstericiliği gerekir. Yani Kutsal
Ruh, Kitab-ı Mukaddes’in Mesih Merkezli (Christocentrik) manasını kavrayabilmesi
için, okuyucuya ışık tutmalıdır.[101]
Dikkat çekici bu aydınlatıcılık (illuminaiion) anlayışı onların Kitab-ı
Mukaddes’in Mesih Merkezcilik temasında ısrarlarından ve Kitab-ı Mukaddes
yazarlarının insan oluşlarının farkında oluşlarından ileri gelmektedir.[102]
Reformizmi sistemleştiren John Calvin’e
göre de Kitab-ı Mukaddes, Kutsal Ruh tarafından dikte ettirilmiştir ve Allah’ın
kelamıdır.[103]
Aydınlatıcılık görüşü Calvin’de de görülür.[104]
Ancak o, Kitab-ı Mukaddes’i Mesih Merkezli bir yorumla sınırlama eğilimindedir.
Bu konuda o, okuyucunun, okuma ve yaşama ile elde edeceği imani tecrübeye
öncelik vermiştir.[105]
On sekizinci yüzyılda gelişen
rasyonalizm, başlattığı tartışmalarla bugüne kadar tesirlerini sürdürmüştür.
Bu tesirlerden birisi, daha önce hemen hiç bilinmemiş boyutlarda Kitab-ı
Mukaddes metinlerindeki İnsan rolünün vurgulanması ve yazarların kendilerine
has üslublarının ve bunların metindeki etkilerinin daha ayrıntılı olarak
görülmeye başlanmasıdır. Yine ilk olarak bu sırada Kitab-ı Mukaddes’in
metinleri ele alınırken metnin yazıldığı yer, zaman, dil ve yazar gibi unsurlar
ciddi olarak çalışma konusu edilmeye başlandı.
Bir başka tartışma konusu da, aklın
bir otorite olarak kabul edilmesidir. Rasyonalistler, Kitab-ı Mukaddes’i
bağımsız akıllan ile uyum içinde olması şartı ile kabul etmişlerdir. Bu
tutumları İle rasyonalistler akla, Protestanların Kitab-ı Mukaddes’e,
Katoliklerin de Kilise’ye verdikleri yeri vermeye çalışmışlardır.[106]
Mesela özellikle Alman üniversiteleri Kitab-ı Mukaddes’i Kilise’nin
kontrolünden atıp üniversiteye vermiştir. Bu dönemde teologların inançlarını yeni
baştan ele alıp kurmaları gerekmiştir.[107]
On dokuzuncu yüzyılda gelişen tarihsel
tenkit çalışmaları, on sekizinci yüzyılda kendini gösteren rasyonalizm üzerine
bina edilmiştir. Bu yüzyılın en önemli ismi, Tubingen Okulu adındaki akımın
kurucusu, F.C.Baur’dur. O, Iiegel’in dialektik tarih teorisinin etkisinde
kalmıştır. Bilindiği üzere teoriye göre düşünceler tedrici olarak, tez, antitez
ve sentez safhalarından geçerek oluşurlar.[108]
Buna göre mesela Pavlus’un, ilk teolog olarak Hıristiyanlar’ı şeriatin (Law)
yükümlülüklerinden kurtarması tezdir. Ancak Yahudi-Hıristiyanlık, James ve Peter
ile buna karşı çıkar. Bu da antitezdir. Baur’a göre ikinci yüzyıl Katolik Kilisesi
bu iki zıt görüşü uzlaştırarak ikisinin ortasında bir yere varmıştır. Bu da
sentezdir.[109]
Böylece bu sırada evrim teorisi, biyoloji ve tarih gibi alanlara olduğu gibi,
Kitab-ı Mukaddes tarihine de uygulanmış oluyordu.[110]
J.C.K.Hofmann, J.A.Bengel ve J.T.Beck
gibi isimlerin oluşturduğu Erlangen Okulu ise yukarıdaki anlayışa karşı
çıkarak, Kitab-ı Mukaddes’in başka herhangi bir tarih anlayışından farklı bir
şekilde ele alınması gerektiğini belirttiler. Buna göre Kitab-ı Mukaddes,
temellerini yine oradan alan Heilsgeschichte anlayışı çerçevesinde yorumlanmalıydı.
Çünkü Kitab-ı Mukaddes bütün insanlığın kurtuluşunu hedef alan koruyucu kutsal
tarih sürecinin yazıya geçirilmesinden ibaret idi.[111]
Yirminci yüzyıldaki Rasyonel ve
Liberal yaklaşımın en belirgin özelliği Kitab-ı Mukaddes’i Allah’a ulaşma çabasındaki
insanların sözleri olarak değerlendirmesidir. Modern bilimcilerin ve felsefecilerin
evrim görüşlerini temel alan liberaller Kitab-ı Mukaddes Peygamberleri’ni
çoğunlukla toplumlarının ve komşu toplumların, mitolojilerin, folklorun ve
batıl inançların etkisinde kalmış İnsanlar olarak değerlendirirler. Onlar,
Allah’ın tabiatüstü bir şekilde müdahalesini ve vahyi inkar ederler. Bu
durumda liberal için en yüksek otorite, İnsan aklının ulaştığı en son noktadır
ye bu Kitab-ı Mukaddes üzerinde otoritedir. Bu anlayışa rağmen liberaller, Kitab-ı
Mukaddes’in dinî tecrübeye ulaştırmadaki rolünü ve kapasitesini ısrarla
savunarak onu bu konuda yetkin görmekten geri durmazlar.[112]
Yirminci yüzyıl Kitab-ı Mukaddes
çalışmaları liberalizmin ciddi tenkitlerini de içermektedir. Konservatif
Teologlar, İsa’nın (a.s.) sadece ahlaki bir öğretici olmadığını ve onun
mesihliğini sadece ahlaki planda ele almanın, onu anlamada yetersiz olacağını
savundular. Önceki yüzyıllarda görülmedik bir şekilde Albert Schweitzer ile gündeme
gelen İsa’nın eskatalojik ve apokaliptik misyonu Konservatifler’ce
vurgulanmıştır, Kitab-ı Mukaddes’in tarihi delillere dayandırılması gerektiği
yolundaki tenkitlere karşı onlar Kitab-ı Mukaddes’in bir tarih Kitabı olmadığı,
buna mukabil iman aşılamak için yazılmış bir Kitap olduğu şeklinde cevap
verdiler. Hatta, A. Schiweitzer’e göre, İsa’yı tarihsel bir şahıs olarak
değerlendirmek yardımdan çok dine bir saldırıdır.[113]
Çünkü yine onlara göre, İsa’nın tarihsel kişiliği hakkında bilgi sahibi olmak
mümkün değildir; misyonu hakkında çok az şey bilinmektedir; yaşadığı olayların
sırası bilinememektedir ve ruhsal gelişiminin bir diyagramı çıkarılamamaktadır.
Bu durum karşısında Konservatifler, Kitab-ı Mukaddes’in dini karakterini
önemle vurgulamışlardır. Buna göre, İsa (a.s.) ahlaki bir öğreticiden çok
eskatolojik ve apokaliptik bir misyonu olan Mesih olmalıdır.[114]
On sekizinci yüzyıldan itibaren
meydana gelen gelişmeler sonucunda Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği’ne gelmiş
bulunuyoruz. Ancak daha önce, çoğunlukla bu gelişmelerin dışında kalmış ve
Reform hareketlerinden bu yana rasyonalizmin şiddetli tenkitlerine uğrayan
Roma-Katolik Kilisesi’nin Kitab-ı Mukaddes hakkındaki görüşlerine de bir göz
atmak istiyoruz.
Bunun için Kilise’nin Reform’dan beri
sahip olduğu görüşlerini gözden geçirmek gerekir. 1545’te toplanan Tren
Konsülü, Protestan görüşlere bir tepki mahiyetini taşır. Konsül, Kitab-ı Mukaddes’in
vahy edildiği (İnspiration) ve dikte ettirildiği görüşündedir.[115]
I.Vatikan Konsülü (1869-1870), papanın yanılmazlığına (infallibility), Kitab-ı
Mukaddes’in dikte ettirildiğine, yanlışsız olduğuna ve yalnızca Kilise’nin
yorumunun geçerli olduğuna karar verdi.[116]
Bununla birlikte bazı on dokuzuncu yüzyıl teologları, Kitab-ı Mukaddeste vahyin
sadece doktrin bulunan parçalarında bulunduğunu ileri sürebildiler. XIII. Leo’nun
1893’te Kitab-ı Mukaddes’in bütün yazılış işleminin Allah’ın kontrolünde olduğu
yolundaki açıklaması vahiy anlayışı konusunda bugüne dek süren tartışmalara
yol açmıştır.[117]
II. Vatikan Konsülü’nün (1963-1965) Kitab-ı Mukaddes’in dikte ettirildiği
görüşünden ayrılması ve Kitab-ı Mukaddes’in yazılışında insan unsurunu daha
ciddiye alması ile dikkati çekmektedir. Ancak Konsül’e göre yine da bazı
kısımlar insanlığın selameti için yanlışsızdır.[118]
Son yüzyılın Katolik araştırmacısı Küng, II. Vatikan Konsulü’nden ayn görüşler
geliştirmiştir. Infaltible? An Inguiry adlı Kitabında Papa’nın yanılmazlığı,
Kilise ve Kitab-ı Mukaddes hakkında protestanlara yakın görüşler serdetmiştir.[119]
Tarihi gelişim içerisinde gördüğümüz
gibi, Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği Disiplini, Ortaçağ Kilisesinin aşın
tutuculuğu ile onsekizinci yüzyıl anlarından bu yana sürüp gelen rasyonalizmin
liberal tutumu arasında bir yer belirleme çabasında görünmektedir. Kitab-ı
Mukaddes Tenkitçiliği Kitab-ı Mukaddes’te vahiy dışı unsurların varlığını
kabul etse de, onu kutsal bir metin olarak görmektedir. Bir tarif yapmak
gerekirse şu söylenebilir: Kitab-ı Mukaddes Tenkitçiliği; başka disiplinlere
uygulanan, rasyonel ve bilimsel metodların Kitab-ı Mukaddes dökümanlarına da
uygulanmasından başka birşey değildir.[120]
Ayrıca Kitab-ı Mukaddes ilâhî hakikati insanlara ulaştıran Allah’ın vahyidir
(revelation). Ancak o, bizi aynı zamanda tarihin akışı içinde insanın yaşadığı
tecrübeler sebebi ile birçok çelişkiyi ve uyuşmazlığı içeren çok çeşitli
metinler ile karşı karşıya bırakmaktadır.[121]
Bu bakımdan yapılacak bir İnceleme tarihsel metodu uygulamak durumundadır.
Ancak çağdaş tarihi tenkitçilik, tarihin tabiatı hakkında kendine has bir
doktrine sahip olduğu ve bunun kendi içerisinde değerlendirilip anlaşılması
gerektiği düşüncesindedir.[122]
İşte bu noktada liberalizm ile kritikçilik birbirinden ayınlmaktadır. Her ne
kadar tenkitçilik liberalizmin omuzları üzerinde yükselmekte ise de
tenkitçiler, bilimsel yöntemleri daha dikkatli uygulayarak diğerlerinin çoğu
önkabullerini safdışı etmişlerdir.[123]
Sonuç olarak burada yapılan, Eski Ahid ve Yeni Ahid’deki şaşırtıcı
çeşitlilikteki metinleri objektif, rasyonel ve bilimsel prensiplerin ışığı
altında düzene koymak ve aralarında ilişki kurmaktır.[124]
Tenkit çalışmaları, amaç bakımından
genel olarak iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Metin Tenkidi (Textual Criticİsm
veya Lower Critİcism) ve Yüksek Tenkitçilik (Higher Criticİsm) dir. Bunlardan
ilki, yani Metin Tenkidi, Kitab-ı Mukaddes’in nesilden nesile aktarımı
sırasında meydana gelen değişiklikleri tesbit ederek orijinal metine ulaşmaya
çalışır. Diğeri ise, Kitab-ı Mukaddes’i tarihî ve edebî siyak ve sibakı içinde
incelemeyi hedef alır. Bu sebeble dökümanın tarihi, onu kimin yazdığı, dökümanlar
arası ilişkiler gibi somların cevaplarını bulmaya çalışır. Farklı dökümanları
karşılaştırmak ve aralarındaki değişiklikleri ve çelişkileri tesbit etmek Tenkitçilik’in
bu kısmına aittir.[125]
Şimdi Tenkitçilik’in ayrı ayrı Eski Ahid ve Yeni Ahid metinleri üzerinde
yaptığı incelemeler hakkında bilgi vermek istiyoruz.
1. Eski Ahit Metin Tenkidi
Eski Ahit için yapılan Metin Tenkidi,
metinlerin mümkün olabildiğince asıl şeklini ortaya çıkarabilmek amacı ile
gramer, sentax, filoloji gibi disiplinleri kullanarak eski yazmalara ait
değişik versiyonları karşılaştırır.[126]
Arapça’da olduğu gibi, eski İbranice
yazısında sesli harfler kullanılmamakta idi. Yazıdaki bu teknik, bilindiği
gibi farklı okunuşlara ve yanlışlıklara sebep olabilmektedir. Eski Ahid’in
yazım problemlerinden biri budur. Ayrıca yazmaların çoğaltılması sırasında
hattatların yaptığı yanlışlar da zikredilmektedir. Göz kayması sebebi İle
hattatın bir satın atlaması, onu iki kere yazması veya dikle sırasında
kelimelerin hatalı duyulabilmesi bu problemin sebepleri arasında
zikredilebilir.[127]
Bu şartlar altında tenkitçi önce
inceleme konusu Kitabın aslını bulabilmek için onun elde bulunan elyazmalarını
karşılaştırır. Daha sonra, aşın derecede tahrifler orijinale yaklaştıracağı
sanılan değişiklik önerileri ile giderilmeye çalışıdır. Bu sırada mesela
Yunanca, Süryanice tercümeler de kullanılabilir. Bunun sebebi tercümelerin daha
otantik bir metinden yapılmış olduğu varsayımıdır. Ayrıca Ugaritçe, Babilce,
Aramca, hatta Arapça, bugün manaları bilinmeyen İbranice kelimelerin köklerini
ve anlamlarını ortaya çıkarmak için kullanılır.[128]
Yahudiler arasında Eski Ahid’in uzunlu
kısalı nüshaları olagelmiştir. İsa (a.s.) geldiğinde de cemaatler arasında üç
büyük nüsha ailesi bulunmakta idi. Bunlar Babiş, Filistin ve Mısır’da bulunan
cemaatlere ait nüshalardı. Bu ailelere ait nüshalar ailenin bir önceki
üyesinin yanlışlarını taşımakta idi. Aylıca mesela, Babil nüshası, Mısır
nüshasından daha kİsa idi.
M.S. I. yüzyıl sonlarında Yahudi alimler,
bu karışıklığı önlemek için bir araya gelerek doğru kabul ettikleri parçaları
farklı nüshalardan derleyerek standart bir nüsha oluşturdular.[129]
Meydana getirilen bu ibranice nüsha üç kısma ayrılır. İlk kısım İbranice Torah
adı İle anılır, ikinci kısım Peygamberler’dir (İbranice nebiim).Bu kısım da,
Risonim, yani rasuller ve Aharonim yani sonraki rasuller adları ile iki kısma
aynlır. Son olarak Ketubim veya Kutsal Metin adı ile bilinir. En büyük öneme
sahip olan ve diğer bölümlerin değerlendirilmesinde ölçü kabul edilen Torah
bölümünün, M.Ö. 4. yüzyıl sonlarında yazıldığı sanılmaktadır. Zeburlar
dışarıda tutulmak şartı ile Ketubim bölümü en az otoriteye sahip olan kısımdır.[130]
Bu İbranice metine M.S. sekizinci
yüzyıl ile onbirinci yüzyıllar ırasında varlık gösteren “Mazoretler” yani
tefsirciler adı İle anılan fahudi alimler, okumayı kolaylaştırmak üzere yazıya “w”,
“y”, “h” gibi, harfler ve seslileri okumayı sağlayan işaretler (harekeler) yerleştirdiler.[131]
Kur’an için Arapça’da bu sistemin daha önce uygulanmaya başlandığını
biliyoruz.[132]
Ancak Mazoretler’in uyguladığı bu
doğru okuma tekniği, başka problemleri doğurdu. Çünkü onlar bu tekniği kutsal
metinlerin yazıya geçirilişinden en az, bin yıl kadar sonra uygulamakta idiler
ve İbranice’de birçok kelime bu sırada mana hatta gramatik yapı değişikliğine
uğramıştı. İşte Tenkitçiler’in çözmeye çalıştıkları problemlerden birisi de
budur.
Metin tenkitçileri,
karşılaştırmalarında Septugiant (Yunanca), Peşitta (Süryanice), Vulgate (Latince)
ve Targum (Aramice) adlı tercümelerden de yararlanmaktadırlar.[133]
2. Eski Ahit Yüksek (Hıgher) Tenkidi
Tenkitçiler imkanları dahilinde asit
metine yakın bir metin elde ettikten sonra, ikinci bir safha olarak metnin
şekil, muhteva ve üslub açısından değerlendirilmesini yaparlar. Bununla metnin
yazıldığı dönemi, belki yazarını ve onun kullanım alanım belirlemeye
çalışırlar.[134]
Resmi Eski Ahid nüshasının yüzyıllara varan tamamlanış süreci sırasında, ona
karakterini veren şahsiyetleri, metinlerin nasıl değişikliğe uğradığı, aynı kıssanın
kaç versiyonu bulunduğu gibi sorulara cevap aranır.[135]
Bu sırada onlar Kaynak, Form ve Redaksiyon Tarihi Tenkidi gibi yan
araştırmalardan yararlanırlar.
A. Kaynak Tenkidi
Kaynak Tenkidi, resmi metnin
arkasındaki dökümanları ortaya koymayı amaçlamaktadır. Üç yüzyıl öncesine kadar
giden bu metod, Tevrat’taki tekrarların ve çelişkili anlatımların doğurduğu sorulara
cevap bulma amacı ile gelişmiştir.[136]
Bu tenkit çalışmalarının başlangıç
noktası, Musa (a.s.)’nın Tevrat’ın bizzat yazarı olduğu şeklindeki
Yahudi-Hıristiyan ön-kabulünün, 17. yüzyılda T.Hobbes, B.Spinoza, R.Simon gibi
bilimadamlarca soruşturulmaya kadar geri gider. Bu konudaki şüpheler esasen,
12. yüzyıla, Ibn Ezra’ya kadar gitmektedir. Bu konudaki en güçlü delil Musa’nın
kendi ölümünden bahsetmesidir (Tesn. 34/5 vd.)[137]
Tekvin Kitabında, Allah için farklı iki adın kullanılmış olması jean Astruc
(1753)’u Tekvin, Çıkış, Levililer ve Sayılar Kitaplarının iki ya da daha çok
kaynağa dayandığı görüşüne götürdü. Ahid’in bir keresinde Sina’da, bir diğer
anlatımda Horeb’de ahndığının yan yana anlatılması, bir keresinde İbrahim’in,
bir diğerinde tshak (a.s.)’ın karısının kız kardeşi olduğu şeklinde yalan
söylemesi gibi durumlar (Tek.12, 20, 26) da burada zikredilmelidir. 18. ve 19.
yüzyıldaki sıcak tartışmalardan sonra Julius Wellhausen, ilk beş Kitabın dört
farklı kaynağa dayandığı görüşü ile genel bir kabul gördü.[138]
Bu kaynaklar şunlardır:
J harfi ile ifade edilen Yahvist M.Ö.950
E harfi ile ifade edilen Elohist M.Ö.800
D harfi ile ifade edilen Tesniye M.Ö.700
P harfi ile ifade edilen Din adamları M.Ö.550[139]
Buna göre bütün Tevrat Kitapları Davud
(a.s.)’dan sonra yazılmış olmaktadır.
Kaynak tenkidi, tabii olarak Eski Ahid’in
Tevrat dışındaki bölümlerini de içine almaktadır.[140]
B. Form Tenkidi
Tenkitçilerin üzerinde durdukları bir
başka konu ise, yazıya geçirilen metinlerin ardında sözlü bir geleneğin
bulunduğu hakikatidir. Sözlü geleneğin sonraki yazılı metinlere olan etkisini
ilk defa yakından inceleyen H. Günkel, Wellhausen’den farklı olarak sözlü edebiyatın
yazılı olana şekilsel etkisi olduğunu ve onun farklı anlatımların ve farklı
metinlerin sebebi olduğunu ortaya koydu.[141]
Buna göre, her anlatım hayat içinde bir yere sahiptir (Sitz im Leben). Dolayısı
ile araştırmacı bu materyalin ilk formunu (ağıt, şarkı, mektup, vd.)
belirleyebilirse, materyalin oluştuğu dönem ve hayat şartlan hakkında
ipuçlarını bulmuş olur. Daha sonra, orijinale yapılan eklemelerin mahiyetini,
kimler tarafından yapıldığını, gelişmesini ve yazıya geçirilinceye kadar
yüzyıllar boyunca geçirdiği değişiklikleri takip edip belirleyebilir. Bu
bakımdan kimin konuştuğu, dinleyenlerin kim olduğu, ne söylediği, nerede
söylendiği, amacın ne olduğu soruları sürekli sorulur. Bu sorular ile metnin ortaya
çıktığı sosyal siyak ve sibak (Sitz im Leben) oıtaya konur.[142]
C. Redaksiyon Tenkidi
Son yıllarda araştırmacılar, sözlü
dönemlerden ziyade, Eski Ahid metinlerinin yazıya geçiriliş dönemleri üzerine
daha çok eğilir oldular. Metinlerin edisyon zamanlan ve yazarların geldiği
çeşitli gruplar önemle incelenir oldu. Araştırmacılar, yazıcı, hakim, rahîb ve
peygamber guruplarını ve bunların değişik durumlarda ne gibi tepkide
bulunduklarını belirlemek istemektedirler. Onlar toplumu etkileyen olayların,
büyük’ dönüm noktalarının, metinlerde yeniden gözden geçirmelere ve
değiştirmelere yol açtığı görüşündedirler. Mesela M.Ö.586’da Kırallık’ın
kaybedilmesi ve sürgün olaylarının Beni İsrail üzerinde büyük tesirlerde
bulunmuş olmalıdır, îşte Redaksiyon Tarihi Tenkidi, bu gibi dönemlerin metin
üzerindeki etkisini tesbit etmeyi amaçlar.[143]
3. Yeni Ahid Metin Tenkidi
Hıristiyan dünyası, ancak 4. yüzyılın
sonlanna doğru Yeni Ahid’in resmi bir metnine sahip olabilmiştir. Mesela bugüne
ulaşan en eski Yeni Ahid elyazmaları olan Kodeks Sinaiticus ve Kodeks Vatikaus
4. yüzyıla ait dökümanlardır. Bu durumda Yeni Ahid yazarlarının kendi
ellerinden çıkmış elyazmaları olan orijinal bir Yeni Ahid metnine sahip olmak
bir tarafa, bu özellikte bir Yeni Ahid ayetine bile sahip değiliz. Eldeki el
yazmalarını karşılaştırmak başka problemleri doğurmaktadır. Çünkü birbirinin
tamamı ile iki elyazması bulmak mümkün değildir.[144]
Bazı Kilise Babaları bu durumun
farkında idiler. 3. yüzyıl başında Origen (Yakl. 185-254) şu şekilde şikayette
bulunur:
“Elyazmaları arasındaki farklar
büyümeye başladı. Bu, ya bazı hattatların ihmali ya da bazılarının
sapıklıkları sebebi ile meydana gelmektedir. Bunlar ya yazdıklarını gerektiği
gibi kontrol etmemektedirler, ya da kontrol sırasında keyiflerine göre uzatıp kısaltmaktadırlar”[145]
Bugün, 10.000’in üzerinde Yeni Ahid
elyazmasının barındırdığı 200.000 dolayındaki değişik okunuş, metin
tenkitçisinin karşısındadır. Günümüz araştırmacıları, bu durumda hiçbir
elyazmasının Yeni Ahid’in “doğaı” okunuşunu sunamadıgı sonucuna varmış görünmektedir.[146]
Tenkitçiler çalışmaları sınansnda
5.000 kadar Yunanca Yeni Ahid elyazmasını karşılaştırmak durumundadırlar. Bu el
yazmaları üzerine yazıldıkları malzeme, kullanılan yazı çeşidi ve ne için yazıldıklarına
göre sınıflara ayrılmaktadır. Papiri adı ile anılan et yazmaları, papirüs
üzerine yazılmışlardır ve bunlar en eski 80 kadar yazmadan oluşur.[147]
Perşömenler (Perchament) koyun keçi, ya da sığır derisi üzerine yazılmışlardır.
Bunlar nisbeten tam Yeni Ahid metinlerine sahiptirler.[148]
Majuscule’ler büyük harfler ile yazıldıkları için bu adı alırlar. Minuscule’ler
de diğerlerinin tersine küçük harfler ile yazılmışlardır. Ayinlerde kullanılmak
üzere oluşturulan Lectionary’ler de Yunanca yazmalar arasında zikredilir.
Bunların yanısıra Tenkitçi, Latince, Süryanice, Kıptice, Gotça, Ermenice,
Habeşçe ve Gürcüce yapılmış tercümeleri de incelemek durumundadır. Bunlar misyonerler
tarafından yapılmışlardır ve çoğu 2. ve 3. yüzyıla dayandıklarından Yunanca
asıllarının durumlarını yansıtabilecekleri kabul edilmektedir.[149]
Tenkitçiler tarafından kullanılan
metod Fenton John Anthony Hort (1828-92) tarafından geliştirilmiştir. Bu metoda
(Geneological Method) göre yazmalar kendi başlarına bağımsız olmaktan çok bir
rivayet zincirinin bir parçası olarak görülmeli ve incelemede bütün yazmalar
ele alınmalıdır.[150]
4. Yeni Ahit Yüksek (Hıgher) Tenkidi
A. Kaynak Tenkidi
19. yüzyılda, İsa’nın (a.s.) hayatı
konusunda araştırma yapanlar, İnciller arasındaki benzerlikler ve
farklılıkların karışıklığı ile karşı karşıya kaldılar. İnciller tabii olarak
İsa’nın hayatına ait en erken dökümanlar olarak kabul edilmeliydi. Ancak bu
defa araştırmacılar İsa’nın hayatına dair en güvenilir şahitliği İnciller
arasında hangisinin yapması gerektiği problemi ile karşılaştılar. En eski ve
belki de diğerlerine kaynak olmuş olan încil muhtemelen en güvenilir olanı idi.
Bu konudaki sorgulamalar ise, İncil yazarlarının birbirlerine olan
bağımlılıklarının miktarını ve kullandıkları muhtemel kaynakların neler olduğu
gibi soruları ortaya çıkardı. Kaynak Tenkidi o halde, Yeni Ahid yazarının
çalışmasında başka kaynaklar kullanıp kullanamadığını, kullandı ise hangilerini
kullandığını öğrenmek iyin uygulanan bir metod olarak gelişmiştir.[151]
Kaynak Tenkidi araştırmaları,
benzerlikleri sebebi ile bir gurup halinde ele alınan Sinoptik İnciller
üzerinde yoğunlaşmıştır. Markus İncili’nin Matta ve Luka İncilleri’nden daha
uzun oluşu, onda bulunan malzemenin, kullanılan müfredatın ve anlatılan
olayların sırasının benzeşmesi araştırıcıları Markus İncili’nin Matta ve Luka
İncili’nin kaynaklarından birisi olduğu düşüncesine götürdü. Geliştirilen İki
Kaynak Teorisi’ne göre, Matta ve Luka İncilleri’nin ikinci kaynağının “Q” harfi
(Almanca “kaynak” anlamına gelen “Quelle” kelimesinden) ile tanımlanan malzeme
olduğu ileri sürüldü. İleriye başka kaynak teorileri de sürülmüştür ancak İki
Kaynak Teorisi daha çok kabul bulmuştur.[152]
B. Form Tenkidi
Form Tenkidi kelimelere dökülen
tecrübenin değişik formlarının analiz edilmesi olarak tarif edilebilir. Herman
Günkel metodu geliştirmiş yine bir başka Alman, Martin Dibellius ismini koymuştur
(Formgeschihte=Form Tarihi). Burada, Yeni Ahid Kitaplarının herbiri insan
tecrübesinin bir ifadesi olarak görülür ve bunun kendine ait tarihi incelenir.
İnsan tarafından ve onun dili ile yazılmış olmaları, Yeni Ahid Kitaplarını
insan tecrübesinin insan dili ile aktarılmasına ait kurallara tabi kılar. Onun
İkibin yıl önce değişik bir kültür içerisinde yazıldığı da gözden uzak
tutuimamamalıdır.
Form Tenkitçisi, çalıştığı dokümanın
çeşidini belirledikten sonra, onun içinde yazıldığı sosyal yapıyı (Sitz im
Leben) ortaya çıkarmak durumundadır. Tenkitçi dokümana üslubunu ve formunu kazandıran
sosyal yapıyı bilmek ister. Çünkü yazılı olsun sözlü olsun ifadeler ile sosyal
yapılar arasında karşılıklı bir ilişki vardır.[153]
îndllerdeki yazılı formunu kazanmadan önce
ayetler birkaç nesil boyunca sözlü gelenek olarak var olmuş, bu sırada bir
başka dile tercüme edilmiş bir, kültürden bir başkasına aktarılmış, değişikliğe
uğramış, gelişmiştir. Bu yüzden Tenkitçi, bu geleneğin tarihini bilmelidir.
C. Redaksiyon Tenkidi
Bu tenkil yolu elimizdeki Kitaplarda
yazarın kendi katkısının ne olduğunu ortaya koymaya çalışır. Bu çalışma Yeni
Ahid yazarlarının Kitaplarını yazmak için gerekli malzemeyi topladıkları düzenledikleri
ve kafalarındaki belli bir hedefe göre yazdıkları varsayımından yola çıkar.
Tenkitçi, geleneğin karmaşık gelişim tarihine bakmaktan çok, onun çeşisi
parçalarını tek bir çalışmada toparlayan son eser üzerinde yoğunlaşır.
Redaksiyon Tenkidi, Kaynak ve Form
tenkidinin çalışmalarını kullanır. Bir İncil yazarının kendine ulaşan malzemede
seçim yapması, yazarın malzemede yaptığı değişiklikler, daha sonra onu düzenlemesi
ve kendi katkılarını yerleştirmesi gibi konuları inceleme konusu yapar.[154]
I. KUR’AN’DA AHİRETE İMAN
A. Kur’an Öncesi Araplarda (Cahiliye)
Hayat Ve Ölüm Anlayışı
İnsanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden
birini aydınlatarak gelen Tevhid zincirinin son halkası olan Kur’an’ın
getirdiği inanç sistemimde ahiretin yerini incelemeye geçmeden önce, bu
karanlık dönemde hakim olan inançlara ve sosyal yapıya bir göz atmak istiyoruz.
Kur’an bize, müşrik Arapların ölüm,
ölüm ötesi ve dirilme ile ilgili inançlannı açık ve net bir şekiîde
anlatmaktadır:
“Hayat
ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi
yokluğa sürükler’ derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur. Sadece böyle
sanırlar.”[155]
“Bu
dünya hayatımızdan başka birşey yoktur ve biz diriltilmiyeceğiz.”[156]
“İlk ölümümüzden sonra artık birşey
yoktur. Biz ayağa kaldırılıp yayılacak değiliz.”[157]
Kur’an’a göre onlar, ölüm sonrası
hayat konusunda kesin bir olumsuzluk içerisinde bulunmaktadırlar.
“Kur’andaki delillerin yanısıra İslam
öncesi Arap şiiri ve yazıtları, ölüm ve gelecek hayatın varlığı hakkında koyu
bir karamsarlığı koymaktadır. İki Himyer mezarında bulunan aşağıdaki yazıt, İslam’ın
gelişine kadar büyük oranda hakim olmuş bir atmosferin özelliklerini taşıyan
bir örnek olarak görünmektedir.”[158]
“İki Himyer Beyi şu mezarlarda yatan,
Bedenleri bozulmuş, kemikleri çürümüş
Ölümün eliyle düştü onlar, onunla
mahvoldular,
Ölüm, yeryüzünde kimse kaçamaz
acısından onun,
İşte, topraktan yaratıldı doğuşlarında
bedenleri onların
Ve yine toprağa döndü, yerin akında
konduklarında,[159]
Buna göre, ölüm ile İnsanın varlığı
tam bir yokluğa gömülmektedir. Bu ise bir çeşit nihilizmdir. Kabirden sonra
hiç bir şey yoktur düşüncesinden doğan nihilizm.[160]
Öyle görünmektedir ki, bu dünya
hayatının ötesinde bir hayatın varlığı, İnsanların öldükten sonra diriltilip
kaldırılmaları, müşriklerin Kur’an öğretisi içerisinde en sert tepki
gösterdikleri konulardan birisi olmuştur. Kur’an’ın ilk ayetleri ile işlenmeye
başlayan, dirilme, haşr, hesap, Allah ile karşılaşma (liqa’u-llah) gibi öğeler
müşrik Arapları oldukça rahatsız etmiştir.[161]
Yukarıda verdiğimiz ilk ayette,[162]
müşriklerin kendilerini yokluğa sürükleyen şeyin zaman (dehr) olduğunu
söyledikleri aktarılmaktadır. Böyle bir fonksiyonu ile dehr kavramı islam
öncesi Araplar’ın hayata ve ölüme ilişkin inanışlarında önemli bir yer işgal
etmekte idi. Buna göre, insan yeryüzüne geldikten sonra varlığını çok kuvvetli
bir unsura teslim eder, onun yönetimine girer ve bu böylece insanın ölümüne dek
sürer. Ölüm ise, bu unsurun insana indirdiği son darbedir, işte bu unsurun adı
dehrdir.[163]
Bu anlamı ile dehr, İnsanın tekrar dirilmesinin kabul edilmediği bir inanç bütününde
onun varlığına son veren bir unsurdur. “Böylece islam’dan önceki devrin hayat
görüşü, en merkezinde karanlık ve esrarengiz bir düşünce taşır. Bu karanlık
düşünce beşikten mezara kadar ferdin hayatına el atar, onu zulmünün pençesi
altında tutar.”[164]
Ölüm, İslam öncesi Araplar arasında
bir yokoluş olarak kabul edilmiştir. Onlara göre ölüm bir sondur ve sonrası
onları neredeyse hiç ilgilendirmemiştir. Onların çoğuna göre bu dünya hayatından
sonra hiç birşey olamaz. Vücut toprağa gömülünce çürür toz toprak olur, ruh ise
bir rüzgar gibi uçup gider.[165]
“Biz (neyiz), toprağın altında
götürdüğümüz bir vücutla, rüzgarlar gibi uçup giden ruhlardan ibaret değil
miyiz?”[166]
İslam öncesi Araplar arasında hakim
olan bu ölüm anlayışına göre, ölümle beden yok olmaktadır. Ruhun akibeti
hususunda ise kesin, açık-seçik bir inanca rastlayamıyoruz. Bununla birlikte
Draz, müşrik Araplar’ın ruh anlayışları hakkında bize ipucu verebilecek hame
İnanışını şöyle aktarmaktadır: “Elimizde, ölümden sonra ruhun bir çeşit hayat
yaşadığına dair müşrik Araplar’ın mübhem bir fikre sahip olduklarını ileri
sürmeye imkan veren bir takım deliller mevcuttur, inançlarına göre katili bulunup
da intikamı alınmayan bir kişinin ruhu hame kuşu şekline girer, geceleri
maktulun mezarı üzerinde uças ve intikamı alınıncaya kadar durmadan bana içecek
verin, barış; içecek verin’ diye öter ve intikamı alınınca gidermiş.”[167]
Aynı şekilde Cevat Ali’nin, Tarihu’l Arab Kable’l-îslam adlı eserinde şunları
görmekteyiz: “Cahiliye’ye göre ölüm, çeşitli sebeplerle ruhun bedenden
ayrılmasıdır. Bu da bedenin çürümesine yol açar. Ruh normal ve ani ölümde,
burundan ya da ağızdan bedeni terkeder. Ancak, ölüme bir yara sebep olmuş ise,
ruh bu yaradan çıkar. Kişinin öldürülmüş olması halinde, hame adı verilen bir
kuş haline gelir ve mezarın üzerinde dolanmaya başlar. Bu ölünün intikamı
alınıncaya kadar devam eder. Kuş bu sırada mütemadiyen ‘bana su verin’
demektedir. İntikamı alınınca susar... Rivayetler üzerinde daha fazla
durulursa, sadece öldürülen birinin değil, her ölünün ruhunun kuşa dönüştüğü
görülür. Bunların ne kadar böyle kaldıkları, ne yaptıkları ve nereye gittikleri
hakkında ise çok az bilgi vardır.”[168]
Görüldüğü gibi, müşrik Araplardaki bu
ruh anlayışı, hiç bir zaman ba’s, haşrvtt hesahgibi safhaları İhtiva
etmemektedir. Yine ruhun ölümsüz olduğu gibi bir düşünce görülmemektedir.
Ruhun bir süre daha kuş olarak varlık kazandığı hame inanışında bile ruhun bu
varoluşunu sonunda takib edememekte, ne olduğunu ne olacağını bilememekteyiz.
Sonuç olarak, bu da bizi müşrik Araplar’ın, ruhun da insanın bedeni gibi ölüm
ile yok olduğuna inandıkları fikrine götürmektedir.
İslam öncesi Araplar’ın bu konudaki
inanç ve davranışları hakkında bir takım arkeolojik delillerden de söz
edilmektedir. Mesela “Güney Arabistan’da cesetlerin yere gömüldüğünü, bazan da
lahitlere konulduğu ve mezarların taş yığınları ile ya da şahsi Kitapelerle
belirlendiğini gösteren deliller vardır. Kayalık yerlerde, mezarlar kuru nehir
yataklarının iki yakasına yapılıyordu, ya da Hadramut’ta[169]
olduğu gibi ölü, bir kaç odası bulunan bir ev şeklindeki yapılara konuluyordu.
Bu mezarlar içinde mühürler, kıymetli taşlar, muskalar, mutfak eşyası, parfüm
şişeleri gibi çok çeşitli eşya bulunmuştur. Güney Arabistan mezarlarındaki bazı
Kitabelerde yağmura ve akan suya işaret edilmesi, muhtemelen suyun varlığının ölünün
susuzluğunu söndüreceği düşüncesinin varlığı hipotezinin ortaya atılmasına
neden oldu.[170]
Bu İddialar şiirde geçen, sevgililerin mezarlarının yağmurla sulanması
dileğine dayanarak ileri sürülmüştür. Ancak bunun ölülerin serinlemesinden çok,
mezarlık çevresinde yeşilliğin gelişmesi için istenmiş olması daha uygundur.[171]
Bazı mezarlarda yağmur suyunun birikip toplanması için mezar taşında küçük bir
çukur yontulurdu. Bazan da ölüye yemek ve su sağlamak için mezann üzerinde deve
kurban edilirdi.[172]
Arabistan’ın ortasında Yemen’in
kuzeyindeki Hicaz bölgesinde ise, mezarlar kutsal yerlerin bir parçası gibi
görülmekteydi. Burada da mezann başına bir taş dikiliyor, mezar aynı zamanda
taş yığınıyla belirleniyordu. Mezarlara günlük hayatta kullanılan eşyalar konuyordu.
Buralarda bir takım kurban kesme adetleri vardı.[173]
Çokça zikredilen uygulama şöyle idi:
Bir dişi deve veya kısrak mezarın yanında bir yere bağlanır ve aç bırakılarak
ölüme terkedîlirdi. Bu uygulamayı açıklamak üzere ortaya birçok hipotez
atılmıştır. Bunlardan bir tanesi, ölünün hemen gömülüşünden sonraki hayatında
devenin ruhuna bineceğine inanıldığı görüşüdür.[174]
Ancak bütün bu veriler, başka kesin
delillerle destekleneme-mekte ve bizi müşriklerin ruhun ölümsüzlüğüne, öte
dünyaya ve dirilmeye inandıkları sonucuna götürmemekteclir. Aksine bu, konu ile
ilgilenenleri şu şekildeki yorumlara sevketmekteclir: “Ölüye sunulan kurbanların
ve adakların sosyal sorumluluk düşüncesi ile ifa edildiği açıkça görülmektedir.
Ölünün hayatta olanlar için ya da onlar üzerine icra edeceği özel bir güce
sahip olduğunun kabul edildiğini iddia etmek için elimizde hiç bir delil
yoktur. Mezarlara bakmanın ve kurbanlar sunmanın ölünün kefaretini ifa etmekten
çok, birçok eski ve daha yeni kültürde görüldüğü gibi, ölü adına bir hizmet
sunmayı amaçladığı anlaşılmaktadır.”[175]
Görüldüğü gibi ölü ile ilgili olarak yapılanlar ölü için ya da onun ruhu için
değil, tamamıyla hayattakilere yönelik olarak yapılmaktadır.
B. Kur’an Öncesi Araplarda Din Ve Hayat
İlişkisi
Müşriklerin ölüm sonrası inançtan
hakkında yukarıda belirttiğimiz inançlarından sonra, toplumda bu inançlarla
birlikte var olan sosyal ve dini yapıyı söz konusu etmek istiyoruz. Kur’an’ın
Arap Yarımadası’nda inmeye başladığı yer olan Mekke, o dönemde canlı bir
ticaret şehri idi.[176]
Mekke, Yemen, -Suriye ve Habeşistan- Irak arasında işleyen ticaret yollarının
kesiştiği noktada bulunmaktaydı. Mekkeliler önceleri bu ticarette aracılık
yaparlarken sonraları (6.yy) kendileri kervanlar düzenlemeye başlamışlardır.[177]
Bu coğrafi avantajlarını gerektiği gibi değerlendiren Mekkeliler, şehirlerinde
büyük bir sermaye birikimi sağlamışlardı. Bu birikim, belirli ellerde
toplanmıştı ve şehrin yönetimi bu ellerde idi.
Kur’an şehirde belirli kişilerde
toplanan bu zenginliğin toplumsal sonuçlarını oldukça açık ifadelerle
anlatmaktadır, ilk inen surelerinde Kur’an, islam öncesi Arap toplumunda
oluşan bu ekonomik çarpıklık üzerinde özellikle durmaktadır:
“Hayır,
yetime cömert davranmıyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik
etmiyorsunuz. Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. Malı delicesine
seviyorsunuz.”[178]
“Alabildiğine yemin eden, diliyle
iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen,
zorbaya bütün bunların dışında bir de kötülükle damgalanmış kimseye mal ve
oğullan var diye boyun eğmeyesin.”[179]
Bu insanlar şehirde egemenliği
ellerine geçirmişlerdir. Malları vardır, oğulları vardır ve sınırsız bir
yeterlilik (istiğna)[180]
duygusu içinde bulunmaktadırlar. Kendi benlikleri önünde başka hiç bir kayıt
kabul etmez bir haldedirler. Ekonomik menfaatler elde etme yolundaki
taşkınlıkları bir yana, genel ahlak kurallarını bile hiçe sayan bir tavır
içindedirler İkinci ayette geçen “mal ve oğullar” ibaresindeki mal kelimesi, ekonomik
gücü belirtmektedir. Oğullar ise, o gün için Arap toplumunun çok önem verdiği
soyluluğa ve kuvvete işaret etmektedir. Her toplumun ana temelini oluşturan erkek
unsuru, kabile toplumunda da ayakta kalabilmenin, egemenliği elde edip elde
tutabilmenin gereğidir. Giderek bu unsur toplumda insangücü, askeri güç ve
politik güç anlamına gelmektedir.[181]
Mesela Kureyş için bu böyle olmuştur. Kureyş’in bir an için çok önem vermek
zorunda olduğu bu unsurdan yoksun olduğunu kabul etmek, Kureyş’in o anda Mekke’deki
egemenliğini yitirmesi sonucunu gerektirecektir. Böylece iki alanda da gücü
ellerinde bulunduranlar daha sonra şunları söyleyebilme cüretini kendilerinde
bulmuşlardır: “Biz malca ve evlatça daha
çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.”[182]
İslam öncesi Arapların dini portresi
de pek iç açıcı görüntüler vermemektedir. Hz. İbrahim’in hanif dinini[183]
tebliğ edişinden islam’a gelinceye kadar uzun zaman geçmiştir. Bu süre
zarfında “Allah’a ibadet için kurulan
ilk ev olan Kâbe,”[184]
kuruluş amacından uzak amaçlar için kullanılır hale gelmiştir. Mekke’de ve
civannda bulunan kabilelerin her birinin ayn ayrı İlâhları vardı.[185]
Kabe bu putlardan birçoğunu barındırmaktaydı. Kitabu ‘l-Asnam sahibi İbnu’l-Kelbi
bu putlar dünyasını şöyle anlatmaktadır:
“Mekke’li her ev sahibinin bir putu
vardı, evlerinde ona taparlardı. Birisi bir yolculuğa niyetlendiğinde, evinde
yaptığı son iş eliyle ona dokunmak olurdu. Araplar putlara tapmayı çok basitleştirmişlerdi:
Bazıları bir tapınak, bazıları bir put edinmişlerdi. Bir puta veya bir tapınağa
gücü yetmeyen, Kabe’nin veya diğer tapınaklardan birinin önüne hoşuna giden
bir taşı diker, sonra tapınağı tavaf eder gibi onu tavaf ederdi. Bu taşlara
al-Ansab derlerdi. Bunlar heykel şeklinde olursa, yani belli birer sekilileri
olursa bunlara al-Asnam veya al-Avsan derler, onları tavaf etmeğe de ed-Davar
derlerdi.
Birisi bir yolculuk sırasında
konakladığında dört tane taş alır, içlerinden en güzelini seçerek onu İlâh
edinir, üçünü de tenceresine pişirme taşı yapardı, ayrılırken onu orada
bırakırdı. Başka konaklayışlarında da aynı şeyi yapardı.
Araplar bütün bu taşlara kurban keserler,
hayvan boğazlarlardı, böylece onlara tapınırlardı. Bununla birlikte Kabe’nin
hepsine üstünlüğünü tanırlardı: Hac ve Umre için ona giderlerdi. Yolculukları
sırasındaki davranışları da sırf Kabe’deki hareketlerini hatırlayarak, ona olan
derin eğilimlerinden ötürü böyle yapıyorlardı.”[186]
Hz. İbrahim’in Tevhid dinini, Haniflik’i,
bu kadar saptırıp aslını değiştiren islam öncesi Arapları, bütün bunlara rağmen
Allah mefhumunu unutmamışlardı. Nitekim Kur’an bunu çeşitli ayetleri ile
ortaya koymaktadır:
“Andolsun
onlara, “gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler...”[187]
Ayetlerin yamsıra, Cahiliye Arap
şiirinde de Allah inancının izlerini bulmak mümkündür.
“Biz ilk andı Allah evinde içtik,
Yoksa Ğabğab’daki dikili taşlara içerdik.”[188]
Bu inancın geçen zamana, tahriflere
rağmen tamamen silinme-yişinin sebeplerinden birisi de yukarıda verdiğimiz
metnin son kısmından ve yukarıdaki şiirden de sezüebileceği gibi, Kabe’nin varlığı
olmuş görünmektedir.
Burada yeri gelmişken belirtmek
gerekir ki müsteşrikler, müşrikler arasında Allah mefhumunun varlığını,
onların hem soy bakımından hem de dini bakımdan Hz. İbrahim’e dayanan
temellerini görmezlikten gelerek Hicaz ve Kuzey Arabistan’da yaşamakta olan
Hıristiyan ve Yahudi toplumlann tesirine bağlamaya çaba göstermektedirler.[189]
Söz konusu bölgelerde o zaman Yahudi ve Hıristiyan varlığı lartışılamıyacak bir
gerçektir. Ancak bu konuda dış tesirlerden önce, müşrik Arab’ın kendi
inançlarının göz önüne alınarak yola çıkılmasının daha tutarlı olacağı
kanaatindeyiz.[190]
Aksi takdirde, Allah mefhumunun müşrikler arasında söz konusu toplumların
tesiri ile oluştuğunu kabul etmek, eksik inceleme sonucu varılmış bir kanaat
olarak değerlendirilmek durumundadır. Bunun da ilerisinde böyle bir yaklaşım ve
bu yaklaşım çizgisinde yapılan çalışmalar, her ne kadar ilmi görünseler de
ilmi olmayacaklar ve sonuçları da yanlış olacaktır.
Biz burada oldukça açık olan söz
konusu yaklaşımın eksikliğine deliller getirmek yerine, müsteşriklerin
yaklaşımlarına temel olan anlayışlarına bir kaç cümle ile temas etmek
istiyoruz. Esasen bu tutum, -ileriki sayfalarda göreceğimiz gibi- çağdaş
Hıristiyan ve Yahudi teologlarının kendi din anlayışlarının bir uzantısı olarak
karşımızdadır.[191]
Onlar dinlerinin oluşumunu, etkileşim ve evrim (evolution) kanunları
doğrultusunda açıklamaktadır. Aynı mekanizmi, bu defa çoğu Hıristiyan ve
Yahudi teologu olan müsteşriklerin, islam’ın doğuşunda görmek istemeleri, her
noktada bir etkileşim ve tedrici gelişim arayışına gitmelerinden
kaynaklanmaktadır. Müşrik Araplar için kabul edilen bu tesir ve gelişim,
onlara göre daha sonra islam’ın doğuşuna sebep olacaktır.[192]
Halbuki Tevhid’in ana temelleri hiç bir zaman böyle bir mekanizme konu
olmamıştır.
Bu açıklamalardan sonra, Arab’ın çok
tanrılı şirk dininide, putların ve hala varlığını sürdüren Allah mefhumunun
yerlerini incelemeye geçebiliriz. Müşrik inanışına göre, Allah çok sayıdaki
başka ilâhların yanısıra, onların üzerinde en büyük bir ilâhtır. “Allah kainatı, insanları yaratmıştır.”[193]
Ancak, Allah ile birlikte putlar da vardır ve bunlar Allah ile insanlar
arasında şefaatçidir puta tapanları Allah’a yaklaştırıcıdır.
“...
Onlara bizi Allah’a yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz” derler...”[194]
“Onlar Allah’ı bırakarak, kendilerine Tayda da zarar da vermeyen putlara
taparlar: “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” derler...”[195]
Bu noktada müşrik Araplar’ın
inançlarından olan şefaat[196]
üzerinde durulmaya değer bir öge olarak karşımızdadır. Üzerinde uzun
tartışmaların yapıldığı meşhur garanik olayı rivayeti ile siyer Kitaplarına
giren Kureyş’in Kabe’yi tavaf ederken söylediği sözler, o zaman bu kavramın
kullanıldığını bize göstermektedir:
“Lât Hakkı için Uzza hakkı için! Onlar
yüce turnalardır. Onların şefaatine ümit başlanabilir! Üçüncüleri Menat hakkı
için!”[197]
Kur’an şefaat kavramının olumsuz
anlamı üzerinde önemle durmaktadır.[198]
Müşrik Araplar’ın dinindeki anlamı ile kavram, tamamen şirki anlatmaktadır.
Esasen şefaat, hiç bir gerçekliği olmayan putlara müşrikler tarafından
yüklenen bir işlevdir. Başka bir deyişle şefaat, putların varoluş sebebidir.
Böyle bir anlayış içerisinde şefaat, Allah İle kul arasında aracılık yapan
putlara, Allah’a bu aracıları koyanlar lehine karar verme görevinin haksız
olarak yüklenmesi anlamındadır. Başka bir açıdan bu, insan ve Allah arasına
şefaatçılar koyarak bunlar aracılığı ile Allah’a yaklaşmanın ötesinde, O’nun
bu ilişkideki ve dünya işleri üzerindeki hükmünü geçersiz kılma çabasının bir
tezahürüdür. Bu İse Tevhid’in hiç bir zaman tahammül edemiyeceği bir durumdur.
Burada aklımıza şöyle bir sorunun
gelmesi tabiidir: Ahiret’e, yeniden dirilmeye İnanmayan İslam öncesi Araplar’ın
inançları arasında şefaat kavramının nasıl bir yeri olabilir? Gerçekten de
Araplar, daha önce de belirttiğimiz gibi, ba ‘se inanmıyorlardı. Ancak yine
belirttiğimiz gibi şefaat kavramı da inanç sistemlerinde önemli bir yere
sahipti. Bize ilk anda uzlaşmaz gibi görünen bu çelişkili durum, müşrik Araplar’ın
katı ve ısrarlı dünyevilikleri dikkate alındığında hemen çözüme kavuşmakladır.
Böyle bir hayat anlayışı içerisinde, müşrik Araplar’ın şefaatten bekledikleri
yalnızca, bu dünyada umulan bir aracılık ile hayatın zorluklarının giderilmesi,
dünya işlerinin yolunda gitmesini sağlamak olmalıdır. Nitekim bazı
müfessirler,[199]
şefaat kavramının bu boyutuna da işaret etmektedir. Bizim şefaat kavramını
ahiret ile birlikte düşünmemizin sebebi ise, Kur’an’ın kendi tarzı ile konuya
yaklaşmasıdır. Kur’an mesela;
“Rableri’nin
huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. O’ndan başka bir dost
ve aracıları (şefi) yoktur. Umulur ki Allah’tan sakınırlar.”[200]
“Kimsenin kimseden faydalanamıyacağı,
kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği Kimseden bir fidye alınmayacağı ve
yardım görülmeyeceği günden korunun.”[201]
gibi ayetlerde, bir çok konuda olduğu
gibi, dikkatleri son hesaba çekmektedir.[202]
Burada söylemek istediğimiz; Kur’an’ın şefaat kavramını ahiret siyak ve sibakı içinde
kullanmasının, kavramın müşrikler tarafından da aynı şekilde anlaşılmış
olmasını gerektirmiyeceğidir. Ancak müfessirlerimiz arasında kavramı yanlış
siyak ve sibak içinde değerlendirenler olmuştur. Mesela, İbn Cerîr et-Taberî,
En’am Suresinin 94. ayetinin tefsirinde müşriklerin dünyada şefeatçi olarak
kabul ettiklerinin ahirette de şefeatçi olacaklannı sandıkları yorumunu
yapmaktadır.[203]
Oysa dirilmeye ve hesaba inanmayan
müşriklerin sandıkları, bu olmamalıdır. Onlar, Allah’a vasıta olarak
uydurdukları ortaklan yoluyla, dünyadaki işlerinin yolunda gitmesini
sağladıklarını savunmaktadırlar. Kur’an ise, bu zannın doğru olmadığının,
herşeyin ortaya çıkacağı, doğrunun ve yanlışın bilineceği günde anlaşılacağını
ve o günde dünyada iken Allah’a şefaatçi olduğu iddia edilen putların nerede
olduklarının sorulacağını bildirmektedir.[204]
Yukarıda anlattığımız bütün
çarpıklıkları ve yıpranmışlığı ile çok-tanrılı ve hurafelerle dolu bu kültür
bütününe Kur’an Cahiliye adını vermektedir.[205]
Yukarıda belirttiğimiz ana vasıflarıyla bu kültür, müşrik İnsana bir ibadet
kültü vermekte, bir takım dinî, hukukî kurallar koymakta, kısacası onun hayat
tarzını şekillendirmekte idi. Başka hurafeler ve sapıklıklar bir yana, Kur’an’ın
bu yapıda karşı olduğu temel husus, tek ve mutlak güç sahibi Allah mefhumunun
yok edilmesidir. Kur’an’a göre bu, en ufak bir örselenmeye tahammül edemeyecek
kadar hassas, en küçük bir yıpranmaya izin vermeyecek kadar yeni ve canlı
tutulması gereken bir mefhumdur. Müşrik dinine karakterini veren ise, tek ve
mutlak ilahi gücün parçalanmış olmasıdır. Bir tek Hân’ın yani Allah’ın sahip olduğu
güç ve hüküm burada sözde ilâhlara taksim edilmiştir:
Siz ancak sizin ve atalarınızın
taktığı birtakım isimlere tapıyorsunuz. Allah onların gerçekliği hakkında
hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm, yalnız Allahfin’dır. O, yalnız kendisine
kulluk etmenizi emretmiştir. İşte doğru di* $udur. Ama insanların çoğu
bilmezler.[206]
Bunun sonucunda ise, görünürde bir
hüküm boşluğu oluşturulmaktadır. İşte müşriklerin “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek”[207]
şeklindeki alaycı sorularının sebebi, Müşrik inanç sisteminde tek ve mutlak
hükmün sözde ilâhlara dagıtılmışlığının sonucunda ortaya çıkan güç boşluğudur.
Bu tutum ile müşrik Arap esasen taptığı ilâhların güçlü hüküm sahibi ilâhlar
olmadığını kabul ettiğini de göstermiş olmaktadır.
Bu noktada yukarıda bahsettiğimiz
Mekke toplumunun davranış tarzına ve inançlarına, birini diğerinin sebep ve
sonucu olarak gören bir bakış açısı ile yaklaşmak istiyoruz. Ekonomik gücü ele
geçirmiş, aynı zamanda İnsan gücüne sahip Mekke’nin ileri gelenleri, bu durumu
sürdürüp artırmak yolunda her türlü vasıtayı kullanagelmekteydiler. Böyle bir
ortamda, toplumun diğer gumplarının hali, bu hakim güçleri pek ilgilendirmemekteydi.
“Fakat
o, sarp yokuşu geçemedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir
boynu kölelik zincirinden çözmek yahut açlık gününde akraba olan yetimi yahut
hiçbir şeyi olmayan yoksulu doyurmaktır.”[208]
Öyle görünmektedir ki, ilâh mefhumunda
sözünü ettiğimiz boşluğun bulunması, bu güçlü insanların yaranna olmuştur.
Esasen yukarıda şefaat ile ilgili olarak söylediklerimiz de göz önünde
bulundurulacak olursa, sözünü ettiğimiz sahte bir boşluğun bu insanlarca
şuurlu olarak oluşturulduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. Nitekim Kur’an’ın
kıyamette geçeceğini haber verdiği, söz konusu toplumun ileri gelenleri -Kur’an’ın
deyimi ile ‘büyüklük taslayanlar’- ile toplumun zayıfları arasındaki diyalog,
bize bu konuda gerekli ipuçlarını vermektedir.
“...Sen
zalimleri, Rableri huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirlerine atıp
dururken bir görsen! Ezilmişler, büyüklük taslayanlara:” Siz olmasaydınız biz
inanmış olacaktık” derler. Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: “Size
doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? “Hayır;
Böylece onlar, kendilerinin
uydurdukları ve yetki alanlarını kendilerinin belirlediği tanrıları kullanarak
diğer insanlar üzerinde egemenlik tesis etmişlerdi:
“Demek
erkekler sizin, dişiler Allah’ın öyle mi? Öyleyse bu haksız bir paylaşma;
Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah
onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece sanıya ve canlarının
istediğine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden and olsun ki doğruluk rehberi
gelmiştir. Yoksa her umduğu şey insanın mıdır?”[210]
Onlar söz konusu boşluğu Kur’an’ın
tabiri ile hevalarının öngördüğü biçimde, ama sadece bir takım isimlerle
doldurmuşlardır. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinde, insanın sadece “atılan bir sudan”[211]
yaratılmış olduğunun tekrarlanması, kendilerine ilâhlık görevi yükleyen bu
insanlara, ancak bir insan olduklarını hatırlatmak için olsa gerektir. İşte bu
durum bir noktaya kadar bizi tevhidi dinlerin tahrif oluş süreçleri hakkında
aydınlatmaktadır. İnsan, kendisine yol gösteren ve hakikati bildiren vahyi
bilgiyi dikkate almadığı zaman inançlarını ve davranışlarını menfaatleri
doğrultusunda değiştirme yolunu tutmaktadır.
Diğer taraftan bizim için önemli olan
başka bir konu da şudur: İnsanın dünyasını ve inançlarını düzenleme gücünü ve
yetkisini kendinde görebilmesi, bu insanın inançlarında, bilemediğini ve güç
yetiremediğini kabul etmek zorunda olduğu bir alan olan dünya ötesine ve daha
da önemlisi hesaba yer vermemesi sonucunu doğurmaktadır. Müşrik Arapların
dininde böyle bir inancın yer almayışının sebeplerinden biri de böyle bir
materyalizm olmalıdır. Ahireti inkarın sebebi olarak görebileceğimiz dünyaya
bağlılık, aynı zamanda bu inkarı yaşatıp geliştiren başlıca unsur durumundadır.
Dünyaya bağlılık ve ölüm ötesini reddediş birbirlerini doğru orantılı olarak
etkilemekte ve böyle bir anlayış çerçevesinde birbirlerini tamamlamaktadırlar.
Yeniden dirilmeyi reddeden Mekkeliler, bütün gayretleri ile bu dünyada refah
içinde yaşamak isteyen, zeki, kabiliyetli tüccarlar ve dünya arzulu ile dolu
iş adamları olarak karşımızdadırlar.[212]
Son olarak değinmek istediğimiz bir
başka husus da, Cahiliye Arabi’nin bilgi kaynağı meselesidir. Kur’an onların
ahireti ve dirilmeyi inkarlarını aktardığında zaman zaman, bilgi kaynağı
meselesini öne çıkarmaktadır. Böylece Kur’an temel bir noktaya gelmektedir.
Müşriklerin vahiy karşısında ileri sürebildikleri tek kaynak ataları olmuştur
ve bunun dışında hiç bir kaynağa kulak vermemekte ısrar etmişlerdir.[213]
Kur’an ise böyle bir bilgi kaynağını kabul etmemiş müşriklerin inançlarının ve
iddialarının temelsizliğini belirtmiştir. Kur’an’a göre “onlar, atalarından gelen kulaktan dolma malumata uymakta, hevalarına
kapılmakta,[214]
zannetmekte, atıp tutmaktadırlar.”[215]
Kısacası ellerinde bilgi denebilecek ve onlara hakikati bildirecek bir kaynak
yoktur. Sonuç olarak burada, daha önce geldiğimiz noktayı bir kez daha teyid
etmiş olmaktayız: İslam öncesi Araplar, dinlerini kendi ihtirasları ve
kaprisleri (heva ve heves) doğrultusunda, hiç bir ilm olmaksızın
şekillendirmişlerdir.
Cahiliye Arabi yaşadığı hayatın bir
gereği olarak çarpık bir inanç sistemi oluşturmuştur. Bu sistemde ilâh mefhumu
Cahiliye kültürü çerçevesinde belirlenmiştir. Bu çerçevede Allah mefhumu hemen
hemen yok edilmiştir. Burada İnsanı ölümünden sonra diriltecek ve onu hesaba
çekecek kudrete sahip bir ilâh yoktur. Bu şekilde belirlenen bir inanç sistemi ise,
onun sorumsuz yaşam tarzını desteklemektedir.
C. Kur’an’da Ahiret Anlayışı
Vahiy ürünü bir Kitap olarak Kur’an,
aynı kaynaktan gelen kendinden önceki Kitapların oluşturduğu geleneğin son
noktasıdır. Bu son Kitap’ın tebliğcisi Muhammed, Adem’in, Nuh’un, İbrahim’in.
İsmail’in, Musa’nın ve İsa’nın (a.s.) birbirlerini destekleyen tebliğlerini
insanlara yeniden iletmiştir. Bütün diğer tebliğciler gibi Kur’an’ın peygamberi
de, bu aynı geleneğin bir üyesi olarak insanlara, tevhidin asla değişmeyen ana
ilkelerini son defa getirmiştir. Bu değişmezliğin hemen akla gelen iki
gerekçesi şunlardır: İlki, bütün tebliğlerin aynı kaynaktan gelmiş, ikincisi de
bunların aynı muhataba, yani insana iletilmiş olmasıdır. Zaman, mekan ve tebliğciler
değişmiş olsa bile bu iki unsurun aynı kalması, ilkelerin de değişmezliğini
zorunlu kılmıştır. Sözünü ettiğimiz ana ilkeler ise, İnsanın kendisini ve
sonsuza uzanan var oluş imkanını kapsayan iki noktada belirlenmiştir. Bunlar,
Kadir-i Mutlak Allah ve insanın var oluşunu ölüm ötesine götüren ahiret
inançlarıdır:
“Doğrusu
inananlar, Yahudiler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe
inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”[216]
Böylece Kur’an-ı Kerim’in tesis etmek
istediği tevhid dininin esasını başta gelen bu iki büyük doktrin teşkil
etmektedir.[217]
1. Kur’an’da Ahiret İle İlgili
Kavramlar
Şimdi öncelikle bazı temel kavramlara
açıklık kazandırmak istiyoruz. Kur’an’da, gerek insanın ölüm ötesine sarkan
varoluşunun zaman ve mekanını ve gerekse - bu birinci anlama göre daha ağırlıklı
olarak ölüm ötesine ait inancı ifade
etmek için âbira kelimesi kullanılmıştır.[218]
Bu kelime sözlük anlamı olarak son demektir.[219]
Kur’ân-ı Kerîm’de de kelimenin bu anlamda kullanıldığı ayetler vardır: “Huve’l-evvelu ve’l-âhiru”[220]
“el-âhiretu ve’l-ûla”[221]
Bu iki ayette de kelime, tam olarak
ilk manasındaki evvel kelimesinin zıt anlamlısıdır. Ancak kelimenin yine Kur’an’ın
kavram bütünlüğü içinde, sözlük anlamına neredeyse tamamı ile zıt bir anlam
kazanmış olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Buna göre, ahiret kavramı, Kur’an
öğretisinde insanın ölümünden sonraki ebedi, sonu olmayan, gelecekteki hayatını
ifade etmektedir. Ahiret kişinin ölümü ile başka bir deyişle dünyadaki
hayatının sona ermesi ile başlayan yeni, ancak bu defa sonsuz bir hayat
dönemidir.
Teknik anlamda dünyadaki davranışların
ceza ve mükafatının görüldüğü zaman ve mekanı ifade etmek için Kur’an’da
ed-dâru’l-âhira ibaresi veya kısaca el-âhira kelimesi kullanılmaktadır. Bu
mefhum dünya hayatının (el-hayâtu’d-dunyâ)
bu anlamda mukabili olan gelecekteki hayata işaret etmektedir:
“Sakınan
kimselere “Rabbiniz ne indirdi?” denince “iyilik” derler. Bu dünyada iyi davrananlara
iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir. Sakınanların yurdu ne güzeldir!”[222]
Konunun doktrinel tarafı ise, Kur’an’da
çoğunlukla el-yevmu’l-âhir ibaresi ile ifade edilmektedir. Başka bir söyleyişle
ayetlerde bu ibare, daha çok iman söz konusu olduğu zaman kullanılmaktadır,
işaret ettiğimiz bu ayetlerin konusu Allah’a ve Son Gün’e inanılması veya
inanılmamasıdır.
“Kitap
Ehli’nin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın
ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve ahiret gününe
inanırlar...”[223]
“Mallarını
insanlara gösteriş için verip, Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar ve Şeytan
birine bir arkadaş oldu mu, ne kötü bir arkadaştır
o.”[224]
Burada ayetlerin ortak konusu, kişinin
bir inanç olarak ahireti hayat anlayışında dikkate alması ya da almaması
problemidir. Yine “el-âhir”[225]
ve “es-sâd”[226]
kelimelerinin de bu siyak-sibak içinde kullanıldığı yerler bulunmaktadır.
Burada, Kur’an’ın adeta her sayfasına
yerleştirilmiş gelecekteki hayat mefhumunu aktaran belli başlı kelimelerden
olan el-yevm üzerinde de durmak gerekir. Bu zaman biriminin mahiyeti ve Önemi,
ona değişik özellikleri bakımından atıfta bulunan birçok ayetten
anlatabilmektedir:
“Kıyamet
Gününe and ederim.”[227]
“....Doğrusu
Allah’ın yolundan sapanlara, onlara Hesab Gününü unutmalarına karşılık çetin
bir azab vardır.”[228]
Başka birçok ayette de bu vakitte gerçekleşecek
olaylar cümleler uzunluğundaki ifadelerle açıkça belirtilir:
“Ey
inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden
önce..”[229]
“Herkesin
yaptığı iyiliği ve yaptığı kötülüğü hazır bulacağı günü bir düşünün.”[230]
“Yerin
başka bir yede, göklerin başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen
tek Allah’ın huzuruna çıktıkları günde.”[231]
Kuran’da yevme’ izin ibaresi ile de bu
mefhumun vurgulu anlatımları verilmektedir:
“O
gün, inkar edip peygambere başkaldırmış olanlar yerle bir olmayı ne kadar
isterler..””[232]
“O
gün, kim azabdan alıkonursa şüphesiz o kimse rahmete erişmiştir...”[233]
“O
gün, gerçek hükümdarlık Rahman’ındır. İnkarcılar için yaman bir gündür.”[234]
Görüldüğü üzere, sözlükte gün anlamına
gelen el-yevm kelimesi burada farklı bir anlam kazanmıştır.[235]
Gerçekten de bu siyak-sibak içinde kelimenin dünya hayatının sonunda vuku
bulacak olayların zamanını ifade ettiği söylenebilir. Kur’an’da gelecek hayata
ait bu zaman birimi altı çizilerek anlatılmaktadır. Çünkü söz konusu zaman, Kur’an’da
insanın var oluşu bakımından bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Bunda da
mutlak olarak karar verecek olan Allah’tır. Öyleyse insan bu vaktin önemini
kavramalıdır.
Nihayet Kur’an’da ahireti ifade eden
başka bir kelime de es-sâa kelimesidir. Bu kelimenin özelliği, birçok ayette de
ifade edildiği gibi, manasında anilik fikri taşımasıdır. Öyle ki Kur’an’ın da
ifade ettiği gibi bu an ansızın gelecektir. Yine bu anın gerçekleşeceği anı
Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
“İnsanlar
senden saati soruyorlar; deki “onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır; ne
bilirsin, belki de zamanı yakındır.”[236]
Kur’an’da ahiret olayları oldukça
canlı bir şekilde işlenmiştir. Şimdi bu olayları bizzat Kur’an’ın anlatımları
ile görelim. Son Gün geldiğinde, dünyanın kurulduğu günaen beri devam edegelen
düzeni bir anda bozulur. O an (es-sâa) çok kısa bir zamanda olup bitiverir:
“Göklerin
ve yerin gaybı Allah’a aittir. Saat bir göz kırpması veya ondan daha çabuk bir
zaman içinde olur.”[237]
Bu an gerçekleşecek bir vaaddir. Onda
hiçbir şüphe yoktur:
“Gerçekleşecek
olan (el-hâkka) Nedir o gerçekleşecek olan gün? Gerçekleşecek olanın ne
olduğunu sana ne bildirir?[238]
Olay (el-vâkıa) gerçekleştiğinde kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek olan
olayın yalan olmadığı ortaya çıkacaktır.”[239]
Ve artık gelmesi haber verilen gün
bütün gerçekliği ile gelmiştir:
“Gürültü
koparacak olan (el-kâri’a). Nedir o gürültü koparacak olan? Gürültü koparacak
olanın ne olduğunu sen bilir misin? O gün İnsanlar, ateş etrafında çırpınıp
dökülen pervaneye dönecekler. Dağlar, atılmış renkli yüne benzeyecekler.”[240]
“Sür’a
üflendiği zaman ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman,
işte o gün olacak olur. Gök yarılır. O gün düzeni bozulur.”[241]“Sûr’a
üflendiği gün hepiniz bölük bölük gelirsiniz. Gökler kapı kapı açılacaktır.
Dağlar yürütülüp serap olacaktır.”[242]
“O
gün geldiği zaman; insanların ve öteki canlıların yaşadığı ortamda o ana dek
cari olan düzenin bozuluşu ile birlikte ilişkiler de alt üst olmuştur:
O
Gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından
kaçar.”[243]
“Güneş
durulup ışığı kalmadığı zaman Yıldızlar düşüp söndüğü zaman. Dağlar yürütüldüğü
zaman.
Doğurması
yaklaşmış develer başı boş bırakıldığı zaman. Yabani hayvanlar bir araya
toplatıldığı zaman. Denizler kaynaştırıldığı zaman.’[244]
“Tek
bir Sûr ile yerde ve göktekiler düşüverirler. Hemen bir ikincisi ile de
kalkıverirler. Artık Rabb’in huzurundadırlar;
Sûr’a
üflenince, Allah’ın dilediği bir yana, göklerde (ilanlar, yerde olanlar hepsi
düşüp ölür. Sonra Sûr’a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp dururlar.”[245]
“O
gün artık Dîn Günü[246]dür,
Fasl Günü[247]dür:
Tek bir çığlık. Hemen bakıp kalırlar. Şöyle derler: “Vay bize! bu Dîn Günü’dür.
Onlara, işte bu yalanladığınız Fasl Günü’dür denir.”[248]
O gün Hurûc Günü[249]dür:
“O
gün çığlığı gerçekten duyarlar; İşte o gün Hurûc Günüdür.”[250]
O gün Ba’s Günü’dür:
“....And
olsun ki, siz Allah’ın yazısında mevcud ba’s günü ne kadar kaldınız. İşte bu
Ba’s Günü’dür....’[251]
O
gün Feth Günüdür:[252]
“De
ki: Feth Günü inkarcılara ne inanmaları fayda verir ve ne de ertelenirler.”[253]
O gün Kıyamet Günü[254]dür;
“Kıyamet
Günü’ne yemin ederim, pişmanlık çeken nefse yemin ederim. İnsan kemiklerini
bir araya toplayamayız mı sanıyor?
O
gün Telâk Günü[255]dür:
Arş
sahibi, varlıkların en yücesi Allah, telâk gününü, ihtar etmek için kullarından
dilediğine vahyi indirir.[256]
O
gün Cem’ Günü’dür, Teğâbûn Günü[257]dür:
Sizi
Cem’ gününde bir araya getirdiği gün işte o gün Tegâbûn günüdür.[258]
O
gün Hasre Günü[259]dün
Onları
işin bitmiş olacağı Hasre Günü, ile uyar.[260]
O
gün Nuh’un uyardığı Tenâd Günü[261]dür:
Ey
milletim Tenâd Günü’nden sizin hesabınıza korkuyorum.”[262]
O gün Azire Günü[263]dür:
“Onları
Azife Günü ile uyar. O gün yürekler ağıza gelecek ve tasadan yutkunacaklar.”[264]
O gün Hisâb Günü’dür, o gün suçlular
cezasını, doğrular mükafatını bulur:
“İşte
bu güzel bir anmadır. Doğrusu Allah’a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir
gelecek vardır. Kapıları onlara açılmış Adn cennetleri vardır. Orada tahtlara
yaslanmış olarak türlü meyveler ve içecekler isterler. Yanlarında gözlerini
eşlerine dikmiş yaşıt güzeller vardır. İşte bu Hesâb Günü için size söz
verilenlerdir. Doğrusu verdiğimiz bu rızıklar tükenecek değildir. Bu böyle; ama
azgınlara kötü bir gelecek vardır. Cehennem’e girerler; ne kötü bir konaktır!”[265]
O gün insanın hayatında yaptıkları
tartıya konur:
“Tartıları
(mevâzîn) ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa ermiş olanlardır. Tarhları hafif
gelenler, işte onlar kendilerine yazık edenlerdir.”[266]
İnsanın yaptıklarının yazılı olduğu
kitâb açılır ve hesap görülür:
“Kitâb’ı
sağından verilen kişi, kolay geçireceği bir hesaba çekilir....ve arkadaşlarının
yanına sevinçle döner
Ama
amel defteri kendisine arkadan verilen kimse “Mahvoldum” diye bağırır ve çılgın
alevli cehenneme girer.”[267]
Şimdi Cennet’in ve Cehennem’in
kapıları gelenleri karşılamaktadır:
“Rab’lerine
karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük Cennet’e götürürler. Oraya
vardıklarında kapılar açılır.. .İnkar edenler, bölük bölük Cehennem’e sürülür.
Oraya vardıklarında kapılar açılır...”[268]
Orası sosyal ilişkilerin kusursuz
olduğu, gerçek barışın yaşandığı yerdir:
“İyilik
işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır. Naim
cennetlerinde Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır. Onların
büyük kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir. Murassa tahtlarda
karşılıklı olarak yaslanırlar. Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve
dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler,
kadehler, seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır.
Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar. Sadece selama karşılık selam
sözü işitirler. Defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara! Onlar
dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında,
çağlayarak akan su kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol
meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler. Biz ceylan gözlüleri defterleri
sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün
ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.”[269]
Orası “na’îm,”[270]
“a’nâb,”[271]
“adn,”[272]
“firdevs,”[273]
“elfâf”[274]
bahçeleridir. Orası “me’vâdır”,[275]
“mefâzdır”[276]
Cehennem’dekiler ise, sonsuz bir acı
içindedirler. İğrenç yiyeceklerle beslenirler:
“İnsanın
içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan
kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar... Sonra siz ey sapkınlar, yalanlayanlar
doğrusu zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;
Onun üzerine kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya saldırışı
gibi içeceksiniz; İşte onlara Ceza Günü sunulacak konukluk budur.”[277]
Cehennem’dekilerin aralarındaki
anlaşmazlıklar bitip tükenmez:
“İnkarcıların
ileri gelenleri: “İşte bu topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir.
Onlar rahat yüzü görmesin. Behemehal ateşe gireceklerdir” denir. Toplulukta
bulunanlar ise; “Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin; bunu başımıza getiren
sizsiniz; ne kötü bir duraktır!” derler “Rabbimiz! Bunu kim başımıza
getirdiyse, ateşte onun azabını kat kat artır” derler. Şöyle derler: “Kendilerini
dünyada iken kötü saydığımız kimseleri burada niçin görmüyoruz?” “Onları alaya
alırdık; yoksa şimdi gözlere görünmezler mi? İşte cehennemliklerin bu şekilde
tartışmaları gerçektir.”[278]
Kur’an’ın ahiret konusunu işlerken
izlediği üslub dikkat çekicidir. Onun ahiret olaylarını anlatırken diğer
konularda kullandığından farklı bir dil kullandığı hissedilmektedir.
Çoğunlukla İlk dönemde gelen ayetlere ait olan bu üslubun İfadeleri, kısa
fakat anlam bakımından yüklü ve gerilimlidirler.
Kur’an muhatabın dikkatini celb edebilmek
ve onu etkileyebilmek için yalın ifadeler yerine sanatlı bir üslubu seçer.
Vahiy hu üslubla muhatabda vicdani tepkileri uyarır, onun iç hayatında bir hareketlenme
meydana getirir.[279]
İşte Kur’an’da ahiret ile ilgili manzaralar da bu üslub ile ele alınmıştır.
Haberden inşaya, tavsiften konuşmaya geçilir ve muhatab kendini sanki olayların
cereyan etliği sahne içinde bulur. Kur’an bu dünyada muhataba vadettiği ahiret
alemini anlatmıştır. Kur’an dilinde bu alem, sanki bizzat muhatabın gördüğü bir
resim, adeta canlı, bir şahıs haline gelmiştir. Böylece, bu ayetleri okurken,
muhatab kâh son derece heyecanlanır, kâh tüyleri ürperir, kâh korkuyla dolar,
kâh huzur ve güven duyar, kâh ateşin yalımları İle sarılır, kâh cennetin latif
rüzgarlarını hisseder.
Böylece vadedilen günün gelmesinden
önce, onu bu dünyada tanımış olur.[280]
Kur’an’da ahiret için böyle sözünü
ettiğimiz türden sanatlı bir üslubun kullanılmasının başka bir sebebi de, dünya
aleminde iken henüz bilmediği bir alemi muhataba anlatma zarureti olabilir. Bilindiği
gibi, ahiret gerek fiziki gerek sosyal ilişkileri alt üst ederek gelir ve
insanın yaşayacağı yeni ortama kendi düzenini getirir. Dünya-dışı ya da
olağanüstü şartlarda meydana gelecek olayların, olağan bir ortamda, dünyada
yaşayan muhatablara anlatılıyor olması her zamankinden farklı bir anlatım
tarzını gerekli kılacaktır. Bunun başka bir tezahürü de üslubda teşbih
sanatının sıklıkla kullanılmasıdır. Ahiretteki nimetler dünya nimetlerine
benzetilir. îbn Kuteybe’ye göre ahiret nimetleri dünyadakinden çok farklı olsa
da, bunlar muhatabın bildiği nimetlere benzetilerek anlatılmalıdır.[281]
İbn Abbas ise alemler arasındaki farka ilişkin olarak şunu söyler: “dünyada
sadece Cennet’te olan şeylerin isimleri vardır”[282]
Biraz önce doğrudan ayetler ile
aktardığımız ahiret olaylarında bir zamanlama sırası gözetmeye çalıştık. Saat’in
gelmesi ile olaylar başlar, bir çığlık kopar, Sûr’a üflenir ve insanlar ölür,
İkinci Sur’da diriltilip hesaba alınırlar, amelleri tartılır, Kitaplar ellerine
verilir, iyi iş yapmış olanlar Cennet’e, kötü iş yapmış olanlar Cehennem’e giderler.
Ancak belirginleştirmeye gayret ettiğimiz bu safhalar, Kur’an’ın anlatımı
içinde çoğu zaman sırası ile görülmezler. Bu olaylar sanki zaman ve mekan
olarak birbiri içine girmiş gibidirler. Mesela dünyânın sonunda gerçekleşecek
saatten söz edilirken, bir anda cennetliklerin ve cehennemliklerin hallerine
geçilmektedir:
“Saat
geldiği gün, o gün ayrılırlar. İnanıp iyi iş işleyenler, onlar bir bahçe
içinde ağırlanırlar. Fakat küfredip ahiret buluşmasını yalanlayanlar, işte
onlar, azab ile yüz yüze bırakılırlar.”[283]
Aynı şekilde, Saat ve Kıyamet
safhalarının korkunç sahneleri sanki birbiri içine girmiştir;
“Yer,
dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yer ağırlıklarım dışarı çıkardığı ve insan, “Ona
ne oluyor?” dediği zaman! İşte o gün yer Rabbinin ona vahy etmesi ile hallerini
anlatır. O gün insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük
çıkarlar. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük
yapmışsa onu görür.”[284]
Bu nokta tabii olarak tefsirlerde
İfadesini bulmuştur. Nesefi, yukarıdaki ayetin tefsirinde, ayette geçen ‘sarsıntı’nın
zamanı hususunda iki ayrı görüş bulunduğunu belirtmektedir. İlk ve ona göre
diğerinden daha kuvvetli görüşe göre, Saat’in de şartları arasında bulunduğu bu
olay dünyada olacaktır. İkinci görüş ise sarsıntının Kıyamet’te olacağını ileri
sürmektedir. İki görüşün de dayandığı haberler mevcuttur.[285]
2. Kur’an’da Doktrin Olarak Ahiret
Kur’an’da ahiret ile ilgili kavramları
inceledikten sonra ahiretin bir inanç esası olarak ele alınması noktasına
gelmiş bulunmaktayız. Şimdi bize düşen ahiret inancının Kur’an’a göre ne
olduğu, onun öğretisi içerisindeki yeri ve nasıl ele alındığı gibi konuları incelemektir.
Ahiret Ve Allah İnancı
Bu aşamada üzerinde önemle durmak
istediğimiz husus, Kur’an’da ahiretin safhalarını belirten sa’a, mevt, kıyame,
haşr, ba’s, azab, ceza gibi kavramların bir yandan sözlük anlamlarını ifade
ederken, bir yandan da başka bir unsurun yoğun etkisi altında olmalarıdır.
Eskatolojik kavramlar gurubu diyebileceğimiz bu gurup kavramları, Kur’an’ın
anlatım üslubu ve kavram bütünlüğü içerisinde muhatabı, her zaman çok önemli
bir noktaya götürmektedirler. Bu nokta, Allah’ın Hesab Günü’nde, dünyada
yaptıklarından insanı hesaba çekmesi ve bu yargılamada tek otoritenin kayıtsız
şartsız Allah olmasıdır. Öyleyse, yukarıda söz konusu ettiğimiz gibi, ahiret
olaylarını anlatırken Kur’an’ın çoğu kez bir zaman sırası gözetmemesi, onun
üslubunda bir rastgelelik bulunduğundan değildir. Aksine bu şekildeki bir
anlatım tarzı onun belirli bir gayeye sahih oluşundan ileri gelmektedir. Bu
gaye, muhatabın dikkatini Allah’ın hükümran oluşunun en üst seviyede
hissedileceği zamana çekmektedir, işte bu sebeble bu safha diğerlerine göre
daha dikkat çekici bir konumdadır. Bu konu Kur’an’da “Allahu
yahkumu beynekum yevme’l-kıyâmeti[286]
“yevme’l-kıyâmeti yefsılu beynekum”[287]
“summe yunebbi’uhum bimâ amilû yevme’l-kıyâmeti[288]
“velâ yukellimuhumu’llahu yevme’l-kıyâmeti”[289]
gibi ibareler ile doğrudan ifade edilmektedir. Kur’an’da Kıyamet Günü dönüşün
Allah’a olduğunu belirten merci,[290]
O’nunla karşılaşmayı anlatan “likâu’llâh”[291]
ve Allah’ın hesab görmesini ifade eden “hisâb”[292]
gibi kavramlar da bulundukları konumlarda aynı özel yere sahiptirler. Sözünü
ettiğimiz gurup İçerisinde bu nokta öylesine merkezdedir ki, Allah’ın hüküm
vermesinden sonraki nihai safha olan Cennet ve Cehennem’i ele alan anlatımlar
bile, bu odak noktanın etki alanı içerisinde kalmaktadırlar. Çünkü henüz dünya
hayatında olan muhatab için Cennet veya Cehennem’e giden yol bu noktadan
geçmektedir. Diğer taraftan azab ve mükafat bu sebeple vardır.
“Tadın
artık, size azabdan başka bir şey artırmayacağız. Allah’tan korkanlar için de
kurtuluş, bahçeler, bağlar ve göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar, dolu
kadehler vardır. Orada ne boş söz ne de yalan işitmezler. Rabb’inden hesaplan
karşılığı bir bağış olarak. Göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb’i,
Rahman’dır. O’na konuşamazlar bile. O gün ruh ve melekler sıra sıra dururlar.
Rahman’ın izin verdiğinden başkası konuşamaz. Konuşan da doğruyu söyler. İşte
hak gün budur. Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol edinir.”[293]
Ayetin de belirttiği üzere bu noktada
Allah ve insan ilişkisinde kesin olarak Allah’ın hükmü elinde bulundurması,
insanın ise Allah’ın hükmüne boyun eğmesi söz konusudur, insan Rabb’ine dönecek
O’nunla karşılaşacak, Rabb’i Hesab Günü ona dünyada yaptıklarını
bildirecektir. Burada belirlemeye çalıştığımız odak nokta, ahiretin muhatab
bakımından amacını da ortaya koymaktadır. Başka bir açıdan ise bu odak nokta,
baş tarafta sözünü ettiğimiz üzere Kur’an’ın en merkezinde bulunan Kadir-i
Mutlak Allah mefhumunun bir sonucudur.
Kur’an’da “Allah’ın hükmetme gücü ve yetkisini ifade eden köklerin başta geleni,
M.L.K.’dir.”[294]
“Allah mutlak olarak Melik ve Mâliktir.”[295]
“Böylece Allah’ın hükümranlık alanı gökleri ve yeri kaplamaktadır.”[296]
“O Hükümranlığında ortaksızdır.”[297]
“Hükümran oluşun yani mülkün yegane kaynağı O’dur.”[298]
“Allah onu dilediğine verir, dilediğinden alır. Allah Kadîr bir Melik’tir:
De
ki” Mülkün sahibi olan Ulah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip
alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir.
Doğrusu Sen, her şeye Kadir’sin.”[299]
Mutlak olan bu “hükmetme kudreti”[300]
tabiî olarak ahireti içine içine almaktadır, insan varlığı için önemli bir
dönüm noktası olarak ortaya çıkan hisâbda bu kudret en üst noktasına
ulaşmaktadır.
“O
gün insanlar meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. “Bu
gün hükümranlık kimindir?” denir; hepsi: “Gücü her şeye yeten tek Allah’ındır” derler.”[301]
Nitekim Kur’an’da insanın hesabının görülmesi anı, adeta bir hükümdarın tahtına
oturarak, tebası arasında hükmetmesine benzetilerek anlatılmıştır. Bu sahneye
göre Allah, vakti geldiğinde, mutlak Hükümranlık’ında mahkemesini kurar ve
huzura getirilmiş, teslimiyetle orada duran kulların hesaplarını adilen görür.
Bu dramatik anlatımda dekor, figüranlar vd. gibi unsurlar da yer almaktadır.
Allah’ın Gerçek Melik’in iradesini infaz eden kulları yani melekleri vardır.
Sarayda boruya üflenir ve Melik’in mahkemesini kurma vaktinin geldiği
duyurulur, sonra kayıtlar açılır, şahitler getirilir ve mahkeme yapılır. Sonra
cezaya çarptırılanlar bölük bölük cehenneme sürülürler. Orada bekçiler onları
beklemektedir. Diğerleri ise cennete götürülürler. “Bekçiler onları selamlarlar.”[302]
Bu çizilen sahnede boru, yapılanların kaydedildiği Kitap, bekçiler gibi
motifler ve mahkumların saf saf durdurulmaları, getirilip götürülmeleri, sevk edilmeleri,
izin verilmeden konuşamamaları gibi görüntüler ile Mutlak Kadir Melik’in hüküm
verişi, dünyadaki bir mahkemeye benzetilerek anlatılmaktadır.
Allah’ın kudretini ön plana çıkaran
ahiret ile ilgili kavramlardan bir diğeri de ba’sâır. İnsan öldükten sonra
Allah tarafından tekrar diriltilerek hayata döndü itilecektir. Bu kavram
çerçevesinde Allah’ın mutlak yaratıcılığım dikkat çekilmektedir. Böylece
kavram bir yandan ahiret inancının bir parçası ve gereği olarak onunla diğer
yandan ise, ölmüş iken bir insana yeniden hayat verecek bir ilâhı öngördüğünden
Kadir-i Mutlak İlâh mefhumu ile doğaldan alakalıdır. Bu konumu ba’s kavramını,
Allah’a ve ahiret gününe imandan oluşan tevhidi inkar ve kabul münakaşalarının
neredeyse başlıca konusu haline getirmiştir.[303]
Esasen hayatiyetini yitiren, daha
sonra parçalanıp bozulan ve en sonunda toprağa karışan bir bedenin tekrar
hayata dönmesi, eski fonksiyonlarını yeniden kazanması ötedenberi sade insan
mantığını zorlayan bir konu olagelmiştir. Nitekim Kur’an’da insanın bu
konudaki şaşkınlığının, aklının ve bilgi yetersizliğinin kabul edilip
işlendiğini görebilmekteyiz:
Veya
altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi?
“Allah
bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl
ölü bıraktı, sonra diriltti.
“Ne
kadar kaldın ?” dedi. “Bir gün ya da bir günün bir kısmı kadar kaldım” dedi.
“Hayır
yüz yıl kaldın, yiyecek ve içeceğine bak bozulmamış. Eşeğine bak, seni insanlar
için bir işaret kılacağız kemiklere bak, onları nasıl birleştiriyor, sonra
onlara et giydiriyoruz” dedi. Bunu açıkça anlayınca
“Biliyorum,
Allah her şeye kadirdir” dedi”.[304]
Aynı şekilde Kur’an, İbrahim’in
yeniden dirilmeye iman etmesini, onun bu imanını delillendirme arayışını bize
aktarmaktadır, ibrahim’in Rabb’ini araştırıp soruştururken aynı tavır içinde,
kendi kendine yönelttiği somlar ile hakikate ulaşma gayretlerini biliyoruz.[305]
Esasen bu, olayı anlatan ayetlerin de belirttiği üzere, Rabb’inin ona ‘göstermesi’
ile gerçekleşmiştir. Bu ayetlerde anlatılan, tevhidin gereği olan mutlak güce
sahip bir ilâh mefhumu üzerinde bir soruşturma idi. Bir başka yerde bu defa İbrahim’in
ba’s konusunda bir itmi’nân ve sükûnet arayışında olduğunu görmekteyiz:
“İbrahim:
“Rabb’im! ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” dediğinde, Allah,
“yoksa
inanmadın mı?” dedi. İbrahim de
“inandım
fakat kalbim iyice yatsın” demişti.
“O
halde dört kuş al, onları kendine alıştır, sonra her dağa onlardan birer parça
koy. Sonra onları çağır. Koşup sana gelecekler. Allah’ın Aziz ve Hakim
olduğunu bil,” dedi.”[306]
İnanmış bir insanın ve İbrahim’in
masum ve halis niyetle hakikati arayışlarının aksine, ba’s konusundaki
şüphelerini tam tersi bir yönde geliştirerek inkara vardıran ve bu inkarı bir
inanç sisteminin parçası haline getiren tavıralış tabii olarak Kur’an
öğretisinin karşısında yer almak durumundadır. Bu türlü bir tavıralışın
motivleri üzerinde biraz sonra duracağız. Ancak burada daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, konunun tanışmada yer alan iki taraf için de kudret ve hükümranlık
bakımından ele alındığını belirtmek istiyoruz. Bunu yine İbrahim ile
tefsirlerin Nemrut[307]
olduğunu söyledikleri ‘kafir’ arasında geçen tartışmadan bütün açıklığı ile
anlayabilmekteyiz:
“Allah
kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim ile Rabb’i hakkında tartışanı görmedin
mi? İbrahim: “Rabb’im dirilten ve öldürendir” demişti. “Ben de diriltir ve
öldürürüm” dedi; İbrahim, “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de
batından getirsene” dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri
doğru yola eriştirmez.”[308]
Öldükten sonra diriltilme konusu, Kur’an’ın
muhatabları olan Mekke müşriklerinin de istihzaya kadar varan, kesin itirazlarıyla
karşılaşmıştır. Kur’an vahyinin, onlara yaptıklarından Aİiah’a hesap vermek
üzere tekrar diriltileceklerini belirtmesi karşısında, onların cevabı:
“Toprağa
karışıp yok olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?”,[309]olmuştur.
Müşriklerin bu ilkel, alaycı tavırlarının arkasında ifade etmek istedikleri
temel inanç, kendilerini diriltecek güçte bir ilâhın bulunmadığıdır. Bunu Kur’an’ın
onların ağzından aktardığı, “men yubyî’l-’ızâme ve biye ramım”[310]
cümlesi açık olarak ortaya koymaktadır, işte müşriklerin ahireti inkar ederken
itirazlarım doğrudan doğruya ve bir bütün olarak ahiret İnancına değil de,
ölünün tekrar diriltilmesi konusu üzerinde yoğunlaştırmış olmalarının sebebi
bu noktada yatmaktadır. Ancak diğer taraftan onlar, böylece ahiret doktrinini
de inkar etmiş olmaktadırlar.[311]
Çünkü Kur’an ölümden sonra dirilme ile soyut bir şekilde değil, fakat Hüküm Günü
ve sonra verilecek mükafat ve mücazat sebebi ile ilgilenmekledir.[312]
Şöyle söylüyorlardı: “Biz öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını
olduğumuzda, bizler mi bir daha diriltileceğiz?” ‘Önceki atalarımız da mı?” De
ki, “Şüphesiz Öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün belirli bir vaktinde
toplanacaklardır.” [313]
Müşrik inançları göz önüne alındığı
zaman, yeniden dirilmeye yöneltilen bu itiraz, bir bütün olarak sistem
içerisinde tutarlı görünmektedir. Çünkü onlara göre Allah, ilk yaratmadan
sonra bir kenara çekilmiş ve dünyadaki işlerini ortağı putlara devretmiştir.[314]
Görevleri şefaatçilik olan bu putların fonksiyonları ise müminlerinin dünyalık
menfaatlerine göre belirlenmiştir. Böyle bir hayat anlayışının ortaya
çıkardığı, “şüpheci ve günlük tecrübeye çok bağlı olan bir şahsın, tamamen
dağılmış olan bir insan vücudunun tekrar eski şeklini alarak yeniden hayata
dönebileceğine kolayca inanması herhalde beklenemezdi.”[315]
Ancak söz konusu ettiğimiz ortaklı
inanç sistemi ve buna paralel olarak var olan dünya anlayışı karşısında
Kadir-i Mutlak bir Ilâh’ın varlığını koyduğunuz zaman bu sistem ve anlayış tümü
ile anlamını yitirmektedir. Çünkü böylece, bundan böyle ölülere hayat
verebilecek kudrette bir İlâh ile karşı karşıyayız. Bu ilâh daha önce de insanı
yaratan ve şimdi ona nimetlerini sunan
ilâhtır:
“İnsan
kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım
kesildi ve kendi yaratılışını unutup bize mİsal verdi: “Çürümüş kemikleri kim
diriltecek?” dedi. De ki, “Onları ilk defa yaratan diriltecek, O her yaratmayı
bilendir. “Size yeşil bir ağaçtan alev çıkarandır. Ondan ateş yakarsınız.
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya kadir olamaz mı? Elbette
kadirdir. O, yaratan ve bilendir. O’nun buyruğu, bir şeyi istedi mi ona, “ol” demektir,
hemen oluverir. Herşeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine
döndürüleceğiniz Allah yücedir.”[316]
“Ey
İnsanlar! Öldükten sonra tekrar diriltilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne
olduğunuzu size açıklamak için, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra
pıhtılaşmtş kandan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten
yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; Sonra
sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız.
Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken
birşey bilmez olur. Yeryüzünü görürsünüz ki kupkurudur; fakat Biz ona su
indirdiğimiz zaman harekete geçer, “kabarır, her güzel bitkiden çift çift
yetiştirir. Bunlar, yalnız Allah’ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini,
şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah’ın kabirlerde olanıdirilteceğini
gösterir.”[317]
Bu noktada şirk anlayışının tam aksine
Kur’an’daki ahiret inancının varlığını ilâh mefhumunun bütünlüğünde ve
kapsayıcıhğında görebilmek zor olmayacaktır. İlâh mefhumu, Kur’an öğretisinin
eri merkezindeki konu olması bakımından, Kur’an’ın ilk inen ayetlerinden son
ayetlerine kadar vahyin başlıca konusu olmuştur. Diğer konular değişen şartlara
göre, değişen yoğunluklarda öne çıkmış veya daha geride kalmışlardır. Mesela
ahiret inancı son derece dikkat çekici ve canlı bir üslub ile mutlak güç
sahibi ilâh anlayışının yanısıra, İlk vahiy döneminin en yoğun olarak işlenen
konusudur. O halde, Kur’an’ın şu andaki kainatın (kosmos) tamamıyla bozulacağını,
yerin ve göklerin alt üst olacağını, yeryüzünün sarsılacağını anlatan, “Bütün yeryüzü, kıyamet günü O’nun
avucundadır. Gökler O’nun sağ elinde dürülecektir.”[318]
Ve “insanlar dağılmış çekirgelere
dönerler, dağlar atılmış yüne benzerler”[319]
gibi ayetleri de aslında Allah’ın mutlak gücünü anlatmaktadırlar.[320]
Ahiret temel bir İnanç olarak ağırlığını her dönemde hissettirse de, özellikle
kemiyet bakımından daha sonra yerini Medine’de öne çıkan hukuki konulara
bırakmıştır, ilâh mefhumunun önemi ise bir azalma olmaksızın hep aynı yüksek
noktada kalmıştır. Buna göre, Kur’an’ın ortaya koyduğu teolojide en önde ve
herşeyden Önce Allah vardır.[321]
“Kainattaki her varlık Allah’ın dileği
ile O’nun gücü ile O’nun hükmü altında vardır.”[322]
“O’nun dileği gücü ve hükmü altında varlıklarım sürdürürler ve yine aynı
şartlarda varlıkları son bulur.”[323]
“Böylece Allah, tlk’tir ve Son’dur.[324]
Ancak O’nun varlığı başlangıçsız ve sonsuzdur.”[325]
“Bu şartların dışında hiçbir yaratılışın
varlığından söz edilmez. Güce mutlak olarak Allah sahiptir. O’nun egemenliği
bir bütün olarak kendisine aittir. Bir ortağı, bir benzeri bir yardımcısı
yoktur. O birdir, tektir.”[326]
Ahiret İnacı ve İnsan
Kur’an’a göre insan hayatı da bu Yüce
Güce tabidir. [327]
“İnsan üzerinde yaşadığı dünyanın
toprağından yaratan ve belli bir süre için yeryüzüne yerleştiren O’dur.”[328]
“Allah insana ruhundan üflemiş ona hayat
vermiştir. Ona göz kulak, kalp veren,[329]
yerde ve gökte ne varsa insan İçin yaratan ve nihayet yeryüzünde halife kılan O’dur.”[330]
“Allah insanı yeryüzüne indirmiş ona
çevresindeki varlıkların isimlerini öğretmiştir.”[331]
“İnsana bütün bu nimetlerin verilmesi ve
daha da önemlisi onun kendisine yapılan bu iyiliklerin farkında olacak, onları
kullanacak ve değerlendirecek bir kabiliyette yaratılması ona öteki yaratıklara
bahşedilmeyen bir üstünlük ve şeref getirmiştir.”[332]
“Bu ise, beraberinde insana ağır bir
sorumluluk da yüklemiştir.”[333]
Böylece insan Allah’a karşı sorumludur. Allah ve İnsan ilişkilerinde insanın
durumu ‘abâ olmaktan ibarettir, İnsan dünyadaki hayatında Allah’ın dileğine
göre hareket etmelidir. Bu insana gösterilen doğru yoldur.
“İnsan
kendisine sunulan şerefli durumuna rağmen doğruya otomatik olarak yönelecek bir
kabiliyette değildir.”[334]
“Ancak o kendisine verilen kabiliyetlerle doğruyu yanlıştan ayıracak bir
yapıda yaratılmıştır.”[335]
“Bu yüzden insan Rabb’inin kendisine gösterdiği doğru yolu tutmalı ve O’na kul
olmalıdır. Ancak diğer taraftan insan yapısının başka bir boyutu da, insanın
kendisine yapılan iyiliklere karşı nankör,[336]
hırslı,[337]
aceleci,[338]
cimri,[339]
bir yapıda yaratılmış olmasıdır. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır,[340]
cahildir[341]
ve ce-delden çok hoşlanır,[342]
mala son derece düşkündür.”[343]
Kur’an’a göre insan yukarıda sayılan
vasıfları ile yapısında birbirine zıt iki özelliği barındırmaktadır, insan en
güzel şekilde yaratılmıştır[344]
Ancak “insan aşağıların aşağısına da
çevrilebilir.”[345]
Allah insanı ilim elde edebilmesi için ve bu ilmi kendi iyiliğine kullanabilmesi
için gerekli irade ve idrak ile teçhiz etmiştir. İşte İnsanın denenmesi bu
noktada işin içine girmektedir: Şimdi insan, bilgisini iyilik için mi yoksa
kötülük için mi kullanacaktır? “Başarı” için mi yoksa “kaybetmek” için mi
sarfedecektir? Ya da (Kur’an’ın dediği gibi) “yeryüzünde iyilik yapmak için mi, yoksa fesat çıkarmak için mi harcayacaktır”.[346]
İnsan bu iki durumdan birini seçme yetki ve kabiliyetine sahip kılınmış bir
yaratık olarak, yaptığı seçimin sonuçlarından ötürü Rabb’ine karşı sorumludur.
“İnsanı
karışık nutfeden yarattık. Onu denemekteyiz, çünkü biz onun görmesi ve işitmesini
sağladık. Ona yol gösterdik, ister şükreder, isterse nankörlük.”[347]
İnsanın ahiret hayatını incelerken
ilgi alanımızın sınırları bu noktada, yani insanın sorumluluğu noktasında
başlamaktadır. Bu alan insanın Rabb’ine, O’nun kendisine yaptığı iyiliklerin hesabını
vermesini içine almaktadır. Yukarıda anlattıklarımızdan sonra burada, Kur’an’ın
inanç sistemindeki ahiret ve ilâh mefhumları arasında var olan mekanik
ilişkiye değinmek istiyoruz. Ahiret ile ilgili olarak sözünü ettiğimiz alanın,
kesinlikle hiçbir noktayı dışında bırakmayan Kur’an’ın ilâh mefhumunun
sınırları içinde bulunduğunu ve bu yüzden ondan bağımsız olarak ele
alınamıyacağını görmekteyiz. Böylece, Kur’an’da ahiret mefhumunun karakterini
ilâh mefhumunun belirlediğini söyleyebiliriz. Buradaki ilişkiye bir an için
ahiret mefhumunu ilah mefhumundan bağımsız olarak düşünüp ahiret tarafından
bakacak olursak, kendimizi yine Kur’an’ın Kadir-i Mutlak, Tek, Allah mefhumu
ile karşı karşıya buluruz. Bu başka bir ifade ile şu demektir: Kur’an’da Kadir-i
Mutlak bir ilâhın varlığı sorumlu bir yaratık olarak İnsanın yaptıklarından
hesap vermesini gerektirmektedir. Diğer taraftan böyle bir ahiret mefhumu,
Kadir-i Mutlak bir İlâhı gerekli kılmaktadır, ilâh ve ahiret mefhumları
arasındaki bu çeşit bir ilişki ise, karşılıklı bir gereksinim (istilzam) ilişkisi arzetmektedir.
Bu defa bu ilişkiye, insan unsurunu da
katacak olursak aynı yakın beraberlik ile yine karşılaşırız. Bu ilişki müminin
kalbinde de dengeli bir şekilde kurulmalıdır. Bunlar birer inanç unsuru olarak
birlikte bulundukları zaman imanı oluşturmaktadırlar. “... Ahirete iman, Allah’ın
varlığına iman ile birlikte vardır (concomitant). Ahirete imanın ihmal edilmesi
imanın bütününü ortadan kaldırmaktadır. Bu inancın yokluğu, Alîm Yaratıcı’yı
inkardır ve O’na iman ile bağdaştırılamaz.”[348]
Başka bir ifade ile imanın bu unsurlarından birini inkar, hemen o anda diğer
unsuru da inkar anlamına gelmektedir.
“Tanrınız
tek bir Tanrı’dır. Ahirete inanmayanların kalbleri bunu inkar eder, onlar
büyüklük taslarlar.”[349]
Allah’a ve ahirete iman birer inanç
unsuru olarak birbirlerini bütünlerlerken, diğer inanç noktalarını da
kapsamaktadırlar. Nitekim bunun ifadesini klasik tefsirlerde görebilmekteyiz.
Müfessir Nesefî, Bakara Suresinin 8. ayetini tefsirinde, bu noktayı şu şekilde
ifade etmektedir: “Onlar bu sözü
söylemekle ( Allah’a ve ahiret gününe inandık) imanın iki tarafına; önüne ve
sonuna sahip olduklarını sandılar. Çünkü itikadi meselelerin tamamı, mebde’ve.
me’âd konulan ile ilgilidir. Bunlardan birincisi Yaratıcı’nın, O’nun sıfatlarının,
isimlerinin bilgisini kapsar. Diğeri ise,
kabirden kaldırılıp neşredilme, sırat, mizan ve öteki ahiret olaylarının
bilgisini içine alır.”[350]
Görüldüğü gibi Kur’an’da ahiret
kavramı, Allah kavramı ile paralel ve birbirini bütünleyen bir ilişki
oluşturmaktadır. Ahiret kavramı ile ilişkili olan bir başka önemli kavram daha
bulunmaktadır. Bu dünyâ kavramıdır. Ancak bu defa arada bir zıtlık ilişkisi
vardır. Bu noktada, bu ilişki üzerinde durarak ahiret kavramının bir başka ve
önemli bir boyutunu belirginleştirmek istiyoruz. Hemen burada tekrar bu
ilişkinin de bütün Kur’an öğretisine karakterini veren Allah mefhumunun
egemenliği altında bulunduğunu bir kez daha hatırlatmadan edemiyoruz. Böylece işlemeye
çalıştığımız ilişki bütünün Allah, insan, dünya ve ahiret gibi, dört ana öğeden
oluştuğunu söyleyebiliriz.
Ahiret Ve Dünya Hayatı
Dünya kelimesi ‘yaklaşmak’ anlamındaki
D.N.V. kökünden alınan ism-i tafdîl ednânın müennesi olarak ‘en yakın’
anlamına gelmektedir.[351]
Kur’an’da dünya kavramı, insanın yaşadığı mekanı ifade eden ‘ard kelimesinden
farklı olarak zaman unsurunu da içermektedir. Kavram Allah’ın var olduğu bir
sistemde, insanın ecel ile sınırlanan arzdaki varedilişini, fiillerini ve onun
sorumluluğunu, kısaca onun arzdaki hayatını ifade etmektedir. Başka bir ifade
ile “bu kelime Kur’an’da varlık, oluş alemini gösterir ki, bu Allah ve insan
diye iki kutuplu bir daire olarak sembolize edilebilir.”[352]
Bunun için kelime Kur’an’da çoğu zaman tek basma değil de, ibareleşmiş olarak
el-hayâtu’d-dunyâ şeklinde bir sıfat tamlaması içinde geçmektedir. Böylece bu
ibare ile kastedilen, bugün insanın içinde bulunduğu, ona en yakındaki, fiilen
yaşadığı hayat olmaktadır. Yani ibare, tam olarak yakın hayat veya şimdiki
hayat, bu hayat şeklinde anlaşılmalıdır.[353]
Bu anlamı ile dünya kelimesi, ahiretin zıt anlamlısı olarak kullanılan el-ûlâ[354]
ve el-âcile[355]
gibi kelimeler ile eş anlamlı olmaktadır.[356]
Dünya ve ahiret kavramlarının Kur’an’daki
asıl görüntüleri ise, yine ilişkiler mekanizmasına insan unsuru dahil
edildiğinde ortaya çıkar. Bu yüzden ahiret kavramı da el-hayâtu’l-âhire
şeklinde görülebilmektedir. Bununla şu kastedilmekledir: Dünya ve ahiret
kavramları arasında biri diğerine aykırı oluşan ilişkiyi incelerken, öncelikle
insanın yapısında bulundurduğu zaaf ve erdemleri ve bunların insanda meydana
getirdiği gerilimi dikkate almak gerekmektedir. Dünya ve ahiret, kendi
tabiatında birbirine zıt olarak varolan özellikleri barındıran insanın
ilgisine ve seçimine birer obje olarak sunulmuştur. Bu ikisinin fonksiyon alanı
insan platformudur tnsan bu iki seçenekten birini tercih etmek konumunda bulunmaktadır
ve onun bu seçiminde, taşıdığı aykırı eğilimleri, biri diğerine rakip olarak
faal ve yönlendirici durumdadır. “İşte bu da, Kur’an’ın tüm sistemindeki ruhsal
gerginlik havası yaratan büyük faktörlerden biridir.”[357]
Bu iki nesne (dünya-ahiret) ve özne
(insan) arasındaki ilişkiye daha yakından bakacak olursak, ortaya şöyle bir
görüntünün çıktığını farketmekteyiz. Kur’an’da dünya ve ahirete, insanın zevki
ve faydası açısından yaklaşılmıştır. İnsanın acı ve zorluklardan kaçan tabiatı
da bunu gerekli kılmaktadır. Yani, dünya ve ahiret dendiğinde ilk olarak insana
sunduğu fayda kastedilir. Dünya insana arzuladığı menfaati “(arad)”[358]
sunmaktadır. Dünyada faydalanma “(metâ)”[359]
vardır. “Ahiret ise hayrın sunulduğu
yerdir.”[360]
“İnsan dünya ve ahıretin sevabını
arzulamaktadır.”[361]
“İkisinin de acılarından kaçmaktadır.”[362]
“Dünya kadınları, oğulları, altını, gümüşü, atları, develeri, ekinleri”[363]
“ve daha birçok nimetleri”[364]
ile insanın önüne serilmiştir. “Ahiret
ise, altlarından ırmaklar akan bahçeler, tertemiz eşler,”[365]
“altın bilezikler, çeşit çeşit elbiseler,”[366]
“yiyecekler, meyveler ve içkiler vadetmektedir.”[367]
Böylece dünya ve ahiret insanın karşısında ulaşılması gereken birer hedef gibi
durmaktadırlar. Bu bakış açısı altında dünya ve ahiret birbirlerinden farksız
gibidirler. Ancak Kur’an’da bu iki objenin özelliklerini karşılaştırdığımız
zaman, son büyük farkların varlığı ile karşılaşırız. “Ahiretin nimetleri yanında dünya nimetleri geçici bir faydalanma,”[368]
“oyun ve eğlence”[369]
içindir, hatta bunların gerçeklikleri bile yoktur.[370]
Oysa ahiretin nimetleri ebedi, hakiki nimetlerdir.”[371]
İşte yukarıda insanda oluştuğunu
söylediğimiz gerilim bu iki hedefin farklı yapıda oluşundan ve insanda farklı
özellikleri harekete geçirmesinden meydana gelmektedir. Yukarıdaki özellikleri
ile dünya yani şimdiki hayatının nimetleri insanın aceleciliğine, mal
düşkünlüğüne, cimriliğine, bencilliğine ve şehvetine mutabakat etmektedir. Ahirete
yani sonraki hayata ulaşmak ise, tam tersine insanın bu zaaflarını, bu yakın
hayatı boyunca, erdemleriyle yenmesini gerektirmektedir.
“Kadınlara,
oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe aşırı sevgi beslemek insanlara güzel
gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Oysa gidilecek yerin
güzeli Allah katındadır.”[372]
“İnsan
kendisinin hemen önünde, onu her an çağırmakta olan bu yakın nimetlerin
aldatmacasına karşı sabırlı olmalıdır. Çünkü dünya birçok kişi için çoğu zaman
daha yüce ve istikbale ait hedefler pahasına, onu ayartıverecek kadar yakında
görünen daha aşağı değerler ve gündelik oyalanmalardır.”[373]
Yukarıda anlattıklarımız dünya ve
ahiret nimetlerinin değerleri konusunda şöyle bir soru sormamıza sebep
olabilir. Dünya kötü, buna mukabil ahiret ramidir? Bu sorunun cevabı için Kur’an’a
yöneldiğimizde, böyle bir soru sorulabilmesirîin bile mümkün olmadığını
görebilmekteyiz. Dünya nimetleri Allah tarafından yaratılmış ve arzdaki
varoluşu sırasında İnsanın kullanımına sunulmuştur.
“Yerde
olanların hepsini sizin için yaratan O’dur.”[374]
“Dünya
hayatında Allah insana, temiz dünya nimetleri,”[375]
“güzel bahçeler,”[376]
“meyvalar, salkımlı hurma ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu otlar,”[377]
gökten indirdiği suyla ekinler, zeytin ağaçları, üzümler,[378]
etinden, derisinden, tüylerinden, gücünden yararlanılan hayvanlar,[379]
“atlar, katırlar, merkepler,”[380]
“çeşitli renklerde bal üreten arılar,”[381]
“saf içimi kolay süt,”[382]
“insanların yüklerini taşıyan gemiler,”[383]
“kendilerinde huzura kavuştukları ve aralarında birbirlerine karşı sevgi ve
şevkat var ettiği eşler,” “onlardan oğullar ve torunlar vareder. Bu O’nun
varlığının delillerindendir.”[384]
Esasen Allah’ın verdiği nimetleri saymak mümkün değildir.[385]
Allah’ın dünyada insana bahşettiği
dünya güzellikleri birçok ayette sayılıp dökülmektedir. Bunlar O’nun
yüceliğinin ve insanlara olan rahmetinin işaretleri olarak görülmektedir.[386]
Dünya’nın güzelliklerinin isteneceği merci ise O’dur:
“Rabb’imiz!
Bize dünyada iyiyi (basene), ahirette de iyiyi ver, bizi ateşin azabından koru”
diyenler vardır.”[387]
Görülüyor ki, Kur’an’a göre dünya
nimetleri bizatihi kötü değildirler.[388]
Dünyanın maddi ve zevk veren değerlerinden yararlanmak, insan İçin masum bir
davranıştır.[389]
Aslında Kur’an’ın en önemli gayelerinden birinin insanın dünya nimetleri ile
olan ilişkilerini düzenlemek olduğunu hatırlamak bile bunu anlayabilmek için
yeterlidir. Çünkü Kur’an dünyaya sırt çevirmek yerine onunla ilgilenmeyi, onu
düzenlemeyi özendirmektedir. Bu doğrultuda Kur’an insanın dünya hayatının bütün
yönlerine ait düzenlemeler getirmektedir.[390]
İnsanın dünya nimetleri ile ve insanın insan ile olan bütün ilişkilerine Kur’an’ın
ahlaki boyuttan, hukuki boyuta kadar düzenlemeler getirmiş olması, onun dünyayı
insanın varoluşundan soyutlamayan bir anlayışa sahip olduğunun en belirgin delilidir.
Kur’an bu anlayışla dine bağlılığı dünyadan vazgeçmede değil, aksine onunla
ilgilenmede ve onu kendi öngördüğü doğrultuda düzenlemede görmektedir.[391]
Dünya nimetleri aynı zamanda iyilik
yapan kullara mükafat olarak vadedilecek değerde nimetlerdir.
“Haksızlığa
uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret eden kimseleri, and olsun ki, dünyada
güzel hasene[392]
bir yerde yerleştiririz...”[393]
Ne var ki, Kur’an’ın dünya ve ahiret
nimetleri arasında bir kategori farkı gözettiği de gözden kaçırılmamalıdır.
Dünya güzel nimetlerini yeryüzünde oldukları sürece insanlara sunmaktadır. Onlar
iyidirler, ancak, ahiret nimetleri daha iyidirler, kalıcı ve ebedidirler. Kur’an’da
dünya ve ahiretin birlikte zikredildiği hemen her yerde aradaki bu fark ısrarla
ortaya konmaktadır:
“....Bu
dünyada iyi davrananlara iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir...”[394]
“Dünya
süreli bir nimetlenmedir (‘arad)[395],
nimetleri geçici güzelliklerdir. (Meta)”[396],
“Oysa ahiret daha üst derecede bir iyi; hayrdır[397]
ve kalıcıdır (ebqâ).”[398]
Bir anlamda zaten Kur’an’ın amacı bu farkı muhatablara bildirmektir. Dünya
nimetleri insanın gözü önündedirler, ama geçicidirler, ideal ve kalıcı olanlar
ise ileridedir. İnsan kendisinin hemen önünde ve onu her an çağırmakta olan bu
yakın nimetlerin çekiciliğine karşı gelecekte sahip olabileceği, kalıcı ve
ideal güzellikleri elde etmek için ihtiyatlı ve dikkatli olmak durumundadır.
Doğrusu Kur’an’ın yerdiği ve dolayısı
ile karşı çıktığı dünya ya da onun nimetleri değil, onlar için ahireti gözardı
eden anlayıştır.
“Hayır,
hayır: ey insanlar! Sizier, çabuk elde edeceğiniz dünya nimetlerini
seversiniz. Ahireti bırakırsınız.”[399]
Başka bir ifade ile iyi olan, insanın
dünya ve ahireti birlikte algılaması ve onlara verilmesi gereken değeri
verebilmesidir denebilir. Bunun zıttı olan kötü ise, insanın sadece dünyaya
veya sadece ahîrete yönelmesidir.[400]
Kur’an insanın varoluşunun
değerlendirilmesinde bir parçalanmışlığa izin vermemekledir. Kur’an’ın uygun
gördüğü değerlendirme insanın ahiretinin gözardt edilmemesini içermekle
birlikte, onun dünyasının da unutulmamasını gerektirmektedir. Bir diğer ifade
ile dünya ve ahiret bütün olarak algılanmaktadır. Bu anlamda ne dünya, ahiret
için; ne de ahiret, dünya için alternatif değildir. Bu bütünlüğün güzel
ifadesini şu ayette görebiliriz:[401]
“...Böbürlenme!
Allah şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerde,
ahiret yurdunu da gözet, dünyadaki payını da unutma; Allah’ın sana yaptığı
iyilik gibi, sen de iyilik yap; ...,”[402]
Burada dikkat edilirse verilenler,
dünya nimetleridir. Söz konusu olan Karun’un anahtarları zorlukla taşınacak
kadar ağır olan hazinesidir. Ama onun bunlarda ahiret yurdunu gözetmesi, onun
bu nimetlere yüz çevirmesi anlamına gelmemektedir. “Dünya payı unutulmamalıdır. Çünkü eldekilerin saçılıp savrulması
kötülüğün başı olan şeytanın işidir.”[403]
“Onun kullanımında ne cimrilik yapılmalı
ne de dağıtıp tutumsuz davranmalıdır.”[404]
Dünya nimetlerinin insanlar tarafından yararlanılmasının mübahlığı bir tarafa,
bunların kullanımlarını yasaklayıcı tavırlar Kur’an’da kuvvetli bir eleştiri
ile karşılaşırlar. “Allah’ın kendilerine
verdiği nzıklan haram sayanlar” sapılmışlardır. Bu ilim dışı, heva ve hevese
uyularak yapılan bir iştir.”[405]
“Allah’ın insanların kullanımına açtığı temiz dünya nimetlerini onlara
yasaklamak O’nun koyduğu sınırlan aşmaktır.”[406]
“De
ki: “Allah’ın kulları İçin yarattığı ziynet ve temiz rızıklan haram kılan
kimdir?” “Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız
onlar içindir” de. Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun
açıklıyoruz.”[407]
İşte Kur’an’ın istediği insanın
dünyadaki süresi belirli (ecelun musemmâl bir varoluşundan sonra, daha kalıcı,
ebedi bir başka varoluşu dikkate almasıdır. İnsan bunları birbirinden
ayırmamalıdır. Kur’an bu anlayışı ile maddi olan ile manevi olanın ilişkisini
olması gerektiği şekilde kurmaktadır.[408]
Bu noktada salt dünya arzusunun
insanda doğurduğu sonuçlar üzerinde durmak gerekir. Kur’ana göre temel ahlaki
kurallardaki sapmalardan başlayarak doktrinlerdekine kadar varan sapmaların
temelinde bu dengenin bozulması bulunmaktadır. Ahirete inanmayanlar ve
inananlar Kur’an’da bir aykırılığı ortaya koymaktadırlar. Bu iki taraf, iki
ayrı hayat anlayışım ve varoluş algılamasındaki farkları temsil etmektedirler.
Böylece bunlar, iman-küfür, tevhid-şirk gibi derin bir zıtlık
sergilemektedirler. Şimdiki hayata bağlanmak ve zaafları tatmin etmek peşinde
olan insanda “istiğna,”[409]
“istikbâr”[410]
“fahr”[411]
“tuğyan,”[412]
gibi davranış tarzları oluşmaktadır. Sonsuz bir dünya arzusu, insanın bitmez tükenmez
arzularını karşılama isteği, İnsanın kendisi dışındaki her türlü gücü ve
otoriteyi reddetmesine yol açmaktadır. Bu yüzden “Cahiliye’nin dünya görüşü homocentrik
idi. Burada insan başköşeyi işgal ederdi. Onun karşısında durabilecek hiç bir
kavram yoktu.[413]
Bu noktada ahireti inkar, Allah’ı inkar ile tekrar yan yanadır. Başlangıçta
belki sadece ahlaki düzeyde tavırahşlar olarak belirginleşen dünya arzusu, sonraları
insanın ve hayatın algılanışında derin değişikliklere sebep olabilmektedir.
Esasen kişi bu noktada ortaya koyduğu davranışı ile içten içe bir taraf seçimi
yapmış bulunmaktadır. Kur’an insan davranışlarının arkasında belli inanmaların
bulunduğu; bu inanmaların ise içerikleri doğrultusunda belli davranışları
doğurduğu bilincini açıkça işlemektedir. Buna göre ahireti inkâr edenler, bu
doğrultuda belli bir takım başka inanışlar ve davranışlar sergilemektedirler. “Ahirete inanmayanlar kötülük
örnekleridirler.”[414]
Onlar İblis’e uyarlar.”[415]
“Ahirete inanmayanlar yoldan sapmaktadırlar.”[416]
“Büyüklenirler.”[417]
“Mallarını insanlara gösteriş için sarfederler.”[418]
“Zekat vermezler.[419]
Onların kalbi Allah’ın bir olduğunu inkar ederler.[420]
Peygamberlerin getirdiği mesajı ve yeniden dirilmeyi inkar ederler.[421]
Allah’ın yolundan alı koyarlar.[422]
Buna karşılık ahirete inananlar, Rabb’lerine boyun eğerler.[423]
Geceleri secdeye kapanırlar, Allah’ın ayetlerini okurlar, iyiliklere koşarlar.[424]
Gaybe inanırlar, infak ederler.[425]
“Namaz kılar, zekat verirler.”[426]
“İyi iş işlerler”[427]
“Rasulullah’a gelene ve önceki Kitaplara inanırlar. Allah yolunda cihad
ederler.”[428]
İnsanın ahireti inkarı, Kur’an’ın
getirdiği bütün öğretiyi inkar ile özdeş bir anlama sahiptir. Bu insanın bütün
ilgi alanını kendi zaafları ile sınırlaması, hayatını ve hayat anlayışını bu
doğrultuda şekillendirmesi demektir. Yukarıda söylediklerimiz ile bağlantı
kuracak olursak bu, insanın hayatını parçalamak anlamındadır.
Sözünü ettiğimiz ahireti inkar eden
anlayış, İnsanın varoluşunu dünya hayatı ile kısıtlamaktadır. Buna göre insan
için başka bir varoluş söz konusu değildir. Onun varlık sahası sadece
dünyadaki hayatıdır. Halbuki gerçekte insanın varoluşu dünyadaki ile sınırlı
değildir. İnsanın varoluşu, ölüm sonrası hayat ile dünya ötesine geçer. Bu,
insanın aşkınlık boyutundaki varoluşudur denilebilir. Bu aşkınlığın kaynağı
Allah’tır. O, varlık aleminde hiç birşeyi dışarıda bırakmayan Mutlak Kudreti
ile insana ölümünden sonra yeniden hayat vererek sonu olmayan bir varoluşu
bahşetmektedir. Böylece varoluş Yaratıcı’nın sahip olduğu başka bir boyuta,
zaman ötesine geçer. Bu aşkınlık ile son bir anda sonsuzluk anlamı kazanmaktadır.
Bu anlayışta ölüm, bir son değil, daha gerçek bir hayata, varoluşa geçiştir,
işte, insanın bu aşkın varoluşu Kur’an’da ahiret ile ifade edilmektedir.[429]
Kur’an’ın Cahiliye ile örneklediği
ahireti kabul etmeyenler anlayış, hayal konusunda tam bir karamsarlığa sebep
olmaktadır.
Çünkü “hayat ancak bu dünyadaki hayattır”[430]
“Dünyadakinden başka varoluş yoktur.
Ölümle herşey bitmiştir.”[431]
Böylece dünyadaki hayatın bir takım güzellikleri bir süre için elde etmekten
başkaca bir manası yoktur. Ölümün korkunç ve yokedici karaltısı ise zaten bu
güzellikleri insan için anlamsızlaştırmaktadır. Halbuki Kur’an ahiret ile
dünyadaki varoluşa bir amaç kazandırmaktadır. İnsan artık ölüm ile yok
olrdayacaktır. Aksine ölüm sonsuz bir varoluşa geçiştir. Kur’an böylece
dünyadaki varoluşa bir gaye ve anlam kazandırırken, insanın Ölüm ile yok
olduğunu kabul eden anlayışın onun üzerine örttüğü karamsarlığı, iyimserliğe
tahvil etmektedir.[432]
Kur’an’ın insanın tabiatı konusundaki
anlayışı da bununla tamamıyla uygunluk içindedir. Çünkü insan ruhtan ve
bedenden oluşmaktadır, ama bunlar birbirinden ayrı, birbirlerine aykırı olarak
insanı meydana getirmezler. Bunlar bir uyum içinde bir arada bulunduklarında
insan dediğimiz varlık var demektir. Ruh ya da bedenden biri diğerine karşı bir
üstünlüğe sahip değildir. Mesela Yunan’da ruh, bedenden daha üstün kabul
edilmekte İdi. Hatta daha da ileride insan ruh ile özdeşti, beden ise geçici
bir ilave idi; başka bir ifade iie, ‘beden ruhun mezarı’ idi.[433]
Oysa Kur’an ruh ve bedeni iki ayrı unsur olarak gören ikiciliği (dualizm),
kabul etmez. Çünkü ona göre insan bütün, yaşayan ve tam olarak fonksiyonel olan
bir varlıktır. Kur’an’dakİ nefs kelimesi bir bütün olarak bu varlığı ifade
etmektedir. Bu kelime ruh anlamında olmaktan ziyade kişi, şahıs veya İnsanın
derin benliği, yani bedenden ayrı veya onun dışında olmayan, insanın canlı
gerçekliği anlamındadır. Aslında nefs, insanın en iç benliğini ve şahsiyetini
meydana getiren, belirli bir hayat ve akıl merkezi ile mücehhez bir bedendir.[434]
Görülüyor ki Kur’an insanda ruhu ve bedeni birbirinden ayrı birer unsur olarak
görmemektedir.[435]
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz,
insanın ahiret hayatı konusuna yaklaştığımızda, onun dünya hayatı ile de karşı
karşıya kalmaktayız. Buradaki önemli sorular, insanın varoluşunun bu iki safhasına
nasıl baktığı ve bu bakışın onun yapısı, yaratılışı, yaratılış amacı ile ne
kadar mutabakat halinde olduğu sorularıdır. Kur’an iyiyi, yaratılıştaki bu
mutabakatın, uygunluğun ve bütünlüğün korunmasında görmektedir. Buna mukabil
kötü tavırların ve inanırların kaynağı, bu mutabakatın kaybedilmesinde ve
dolayısıyla insanın hayatının parçalanmış bir şekilde ele alınmasında
bulunmaktadır, insanın dünyası ve ahireti de Allah’a bağlıdır. “Allah’tan
başka herşey Allah’a bağımlıdır.”[436]
Yaratılıştaki, amaçtaki ve varoluştaki bütünlüğün sağlanışı Tek, Kadir-i Mutlak
olan Allah’ın varlığı sebebi ile vardır. Kur’an, Allah’ın İnsan için ne kadar
zorunlu olduğunu öğretir. Allah’ı hatırlama hayatın bütün parçalarının ve insan
faaliyetlerinin her birinin uygunlukla tamamlanıp birleştiği şahsiyetin
bütünleşmesini sağlar. Diğer taraftan, Allah’ı unutma ise parçalanmış varoluş,
dinden uzak yaşantı demektir.[437]
3. Kur’an’da Ahiret İnancının
Fonksiyonelliği
Vahiy bir topluma geldiğinde öncelikle
onun durumunu dikkate almış ve topluma hitabıyla, onu bulunduğu yapıdan
istediği yapıya getirmeyi amaçlamıştır. Vahiy indiği ilk günden itibaren
muhatab edindiği toplumda olumlu bir değişikliği hedeflemiştir. Bunun için
orada değiştirilmesi gereken yanlan tek tek ele almış, onları işlemiş ve
hedeflediği özellikleri onlara kazandırmıştır. Vahyin bir topluma hitabı ile
onda bir başkalaşım ve gelişim sürecinin başladığı görülebilir. İşte vahyin risalet
vasıtasıyla topluma aktarılışı sırasında onun en temel konularından birisi
olan ahiret inancının önemli bir fonksiyonu olduğu görülmektedir. Bu fonksiyon,
hem toplumun inanç ve davranış bütünlüğü içinde istenilen noktaya çekilmesinde,
hem de bu noktada tutulmasında görülebilir.
Ahiret İnacı Ve Toplum
Kur’an’ın bu eğitimi nasıl yaptığını
anlayabilmek için indiği toplumun başlangıçtaki durumunu hatırlamak yerinde
olacaktır. Bunun için Kur’an’ın bize çizdiği o dönemin insan tiplerine bakmak
yeterlidir. Alak Suresi’nden sonra ikinci olarak indiği kabul edilen Kalem
Suresi’nde anlatılan insan, kovuculuk etmekte, iyiliğe engel olmakta, bolca
yemin etmektedir. Üstelik zorbadır. Aynı zamanda bu insan, gücün sembolü ve
gerekleri olan mala ve oğullara sahiptir.[438]
Aynı surenin devamında bahçe sahibi kardeşler benzeri bir tip oıtaya
koymaktadırlar:
“Bahçe
sahipleri daha
Fecr Suresi’nde benzeri ifadelerle bu
insanlarda kişileşen cahiliye ahlakının diğer özelliklerini görebilmekteyiz:
“Hayır;
yetime karşı cömert davranmıyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize
özenmiyorsunuz. Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. Malı pek çok
seviyorsunuz.”[440]
Aynı şekilde diğer surelerde aktarılan
özellikler şöyledir:
“Mal
toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay
haline! Malının kendisini ölümsüz kılacağını sanır.”[441]
“Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle
oradakileri de sayacak kadar oldunuz.”[442]
“Dini
yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse
işte odur.”[443]
“...Cimrilik
eden, kendini Allah’tan müstağni sayan en güzel sözü yalanlayan....”[444]
Kur’an’ın bize anlattığı bu özelliklerin
Mekke’de o dönemde yaygın olarak kabul bulmuş ve o toplumda fertlerin
özendirildiği insan tipine ait olduğu söylenebilir. Bu tip, her anlamda güç
birikimini kendisinde toplayabilmek için toplumun diğer üyelerine karşı
sorumsuzlaşmış, zayıf üyelerine karşı ise acımasızlaşmışlardır. Bu insan hem
güç birikiminin elde ediliş yollarında, hem de bunun korunması ve
artırılmasında kendisini bağımsız kabul etmektedir ve hiç bir sınır
gözetmemektedir. Bahçe sahibi kardeşlerin şu sözleri bunun ifadesidir:
“Bugün
hiç bir düşkün kimse yanınıza sokulmasın”[445]
Kur’an o zamanki Mekke ahalisinin
kendisinden nasıl emin bir yaşantı içinde bulunduğunu bize aktarmaktadır. Onlar
kurdukları hayat tarzının sağlam, sonu gelmeyecek olduğu düşüncesi içindedirler.
Bu sebeple yukarıda örneklerle verdiğimiz davranışları ortaya koymada ve
bunları sürdürmede bir mahzur görmemektedirler. Kur’an, bu lüks içindeki hayat
tarzını T.R.F. kökü ile ifade eder.[446]
Mutrefûn, dünyanın zevklerine dalıp
gitmiş, gücü ve zenginliği ile çalım satar olma konusunda toplumda örnek teşkil
eden ve bu konuda toplumun önünde gelen bir sınıftır. Bu yüzden de bulundukları
toplumun diğer fertlerinin özenme duygularını besleyecek bir durum ortaya
koyarlar.[447]
Bunlar bu yapılan ile toplumun bozulmasındaki önemli unsurlardandır.[448]
Hatta bu sınıf, kendisini toplumun uyacağı inançları da belirlemede yetkili
görebilmektedir.
Çünkü onlar, bundan önce dünyada nimet
içinde bulunurlar (mutrafûn) iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı.
Şöyle söylerlerdi: “Öldüğümüzde, toprak
ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?” “Önce gelip geçmiş
babalarımız mı?”[449]
Bu insan tipi, daha önce insanın
zaafları olarak belirlediğimiz ve onun şimdiki hayatının çekiciliğine tekabül
eden özelliklerinin sonuna kadar ileriye götürülmesinin ürünüdür. Burada bütün
insani erdemlerin, yakındaki (dünya) faydalanmalar ve arzular adına
bastırılması söz konusudur. Ahlakî boyuttaki bu tavıralışlar hiçbir konuda hiç
bir otoritenin kabul edilmemesinin tezahürüdür. İnsan yeterince büyük, (istikbâr),
ve kendi kendine yeterli görülmektedir (istiğnâ). Doktrin boyutunda bu,
insanın yaptıklarından ötürü sorgulanmasına yol açabilecek her türlü olayın (ahiret)
ve buna güç yetirebilecek her türlü otoritenin (Allah) inkarını doğurmaktadır.
Oysa Allah insanı yok iken
varetmîştir. Sonra O, insanı yine yok edecek ve yaptıklarının hesabını almak
için yine var edecektir.[450]
Bu anlayış yukarıdaki anlayışın zıttıdır. Burada insan Allah tarafından
yaratılmış ve dünya hayatında yaptığı işlerinden ikinci varoluşu sırasında
sorgulanacak bir varlıktır.”[451]
Yukarıdaki yanlış anlayış bir Yaratıcı’nın (hâlıq) ve Sorgulayıcının (hasib)
varlığı ile tamamı ile altüst olmaktadır.
Burada ahiret doğru anlayışın insan
hayatında gerektiği gibi kurulması ve sürdürülmesi için gerekli bir yaptırım
olarak ortaya çıkmaktadır.“İnsan Rabb’ine
döndürülecektir.”[452]
“Yola gelmeyenler zebanilere teslim edileceklerdir,”[453]
“ahiret azabı dünyadakinden daha büyüktür,”[454]
“onlar için ağır boyunduruklar, Cehennem, boğazı tıkayan bir yiyecek ve can
yakan azab vardır,”[455]
“o gün onlara verilmiş nimetlerden sorguya çekilecekler,”[456]
“sonra da ateşle kaplanacaklar.”[457]
Burada artık insan sorumsuz kendi merkezli bir varlık değildir.”[458]
Hesab vereceği, kendisini dize getirecek bir Kudret vardır. Öyle ise insan
ahiret hakikatini ciddiye almalı ve hayat tarzına buna uygun olarak yön
vermelidir. İşte vahiy insanı bu canalıcı yerinden yakahyarak istediği noktaya
getirmenin sürecini başlatmış olmaktadır.
Vahiy başlangıcında bu önemli npktayı
unutan muhataba, bunu dikkat çekici bir tarzda anlatır. Vahiy adeta onu
sarsarak bu noktaya dikkatini çekmeye çalışmaktadır. Vahyin bu ilk döneminde,
ölüm, kıyamet olayları, Sûr, hesaba götürülme, Cehennem ve Cennet manzaraları
çok etkileyici bir tarzda verilmektedir.
Bu dönemde bu dikkat çekici ve uyarıcı
ahiret görüntüleri ile vahiy, muhatabları o ana kadar hayatlarına biçim veren
düşünce ve inançlarından koparmayı ve en başta Allah’ın hakimiyetine dayanan
bir inanç kurmayı hedef almaktadır.
Muhatabların yani Mekke müşriklerinin
ilahları, dünyaya bağlılıkları, mal ve oğul arzuları ebedilik arzuları,
hevalan bu dönem vahyinin hedefleridir. Kur’an bu İnsanların samları üzerine
kurdukları yapının derinlerdeki temellerini hedefleyerek konuya yaklaşmaktadır.
Onlar, “gökte olanın onları yerin dibine
geçirivermesinden, yine gökte olanın başlarına taş yağdırmasından emin olmamalıdırlar,”[459]
“oyalanmaya dalmamalılar[460]
“hesaba çekilmeyi unutmamalılar,”[461]
“azabi uzak-görmemeliler.”[462]
Çünkü aksi takdirde sağlam sandıkları düzenin bir gerçekliği olmadığını onlara
bildirecek an (sa’a) gelecektir:
“O
gün gök bir çalkanış çalkanır, dağlar bir yürüyüş yürür ki, yalanlayanların
vay haline o gün.”[463]
“Olacak
vak’a olduğu zaman, onun oluşunu yalanlayacak çıkmaz.”[464]
“Yer şiddetle sarsıldığı, dallar serpildikçe serpildigi, dağılan toz duman
haline geldiği ..., zaman.”[465]
“Biz
onu yakın görüyoruz. O gün gök, erimiş bakır gibi olur. Dağlar, alılmış pamuğa
döner. Dost dostun halini sormaz. Birbirlerine gösterilirler. Suçlu ister ki, o
günün azabından kurtulmak için fidye versin. Oğullarını, ailesini, kardeşini,
kendisini barındıran sülalesini ve yeryüzündekilerin hepsini...”[466]
“Göz
kamaştığı, Ay tutulduğu, Güneş ve Ay bir araya toplandığı zaman, o gün insan “Kaçacak
yer neresi?” der. Hayır, sığınacak yer yok. O gün varıp durulacak yer ancak
Rabb’in huzurudur. İnsanın yapıp öne sürdüğü geri bıraktığı her şey kendisine
haber verilir. Daha doğrusu insan kendi nefsini görür. Bir takım özürler ortaya
atsa da.”[467]
“Sur’a
üflendi. İşte onlar kabirlerden Rab’lerine koşuyorlar. Dediler:
“Vah
bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman’ın vaclettiği şey budur.
Demek peygamberler doğru söylemiş .”O sadece korkunç bir sesten ibarettir.
Onlar hemen toplanmış huzurumuza getirilmişlerdir. O gün, hiç kimseye bir
haksızlık yapılmaz ve siz ancak yaptığınızın cezasını çekersiniz.”[468]
Bir süreç olarak görmeye çalıştığımız risaletin
bu noktasında, muhatabın ileriye sürebileceği bütün itirazlar temelinden
yıkılmaktadır. Şimdi Kur’an’ın güçlü anlatımı içinde, onun yukanda sergilenen
olayların her an için gerçekleşeceği korkusu içinde olduğunu söylemek
mümkündür. O, bir şok içinde yaşmaktadır. Bu noktada artık gündemi iyiden iyiye
risalet oluşturuyor olmalıdır ki, muhatab,
şöyle bir soru sormaktan kendini alamaz:
Diyorlar ki, “Eğer doğru iseniz bu va’d ne zaman?”[469]
Ancak vahiy, yarattığı şok etkisinin kozunu kullanmayı sürdürmektedir:
“İnsanlar
sana saati soruyorlar. De ki:
“Onun
bilgisi Allah’ın yanındadır.”
Ne
bilirsin, belki o saat yakındır.”[470]
Yukarıdaki şokun, şimdi bu bilinmezlik
ile son derece kaplayıcı bir gerilime tahavvül etliği söylenebilir, Bu gerilim
ortamı, öncekilerin durumlarından örneklerle desteklenir:
“Onlardan
önce Nuh kavmi de yalanlamıştı... Biz de yerden boşalan bir su ile göğün
kapılarını açtık. Yeri kaynaklar halinde fışkırttık... Benim azabım ve
ihtarlarını nasılmış?”[471]
“Ad da yalanladı, azabım ve ikazların nasıl oldu? Biz onların üstüne uğursuz mu
uğursuz bir günde uğultulu kasırgayı saldık. Sanki kökleri sökülmüş hurma kütükleri
imişler gibi, insanları koparıp deviriyordu.”[472]
“Semud
da irfanları yalanladı... Biz onların üzerine tek sayha gönderdik; ağılcının topladığı
kuru ot gibi kırılıp döküldüler.”[473]
“Lut
kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de üstlerine bir fırtına gönderdik...
“Firavun
kavmine de ikazlar gelmiştir.”[475]
“Şimdi
sizin kafirleriniz onlardan hayırlı mı? Yoksa Kitaplarda sizin için bir beraet
mi var? Yoksa biz birbirimize yardım eden topluluğuz mu diyorlar? O topluluk
bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklar, o Saat’te karşılaşacaklardır. O Saat
cidden feci ve acıdır. Suçlular bir sapıklık ve çılgınlık içindedirler.”[476]
Kısacası, kurduğu düzenin oldukça
sağlam olduğu zannı ile “istiğna”[477]
“istikbâr”,[478]
“tuğyan”[479]
“fahr”[480]
“tecbir”[481]
“bağy”[482]
gibi davranışlar ortaya koyan insanın Kur’an’a göre bunlar için bir dayanağı
yoktur. Çünkü kurduğu düzen onun sandığı gibi sağlam bir yapıda değildir:
“Hepsini
günahı ile yakaladık. Onlardan kiminin üstüne taş yağdıran bir fırtına gönderdik,
kimini korkunç ses yakaladı, kimini yere batırdık, kimini de boğduk. Allah
onlara zulmetmiyordu, aksine onlar kendilerine zulmediyorlardı. Allah’tan başka
dostlar edinenler örümceğe benzerler. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke
bilselerdi.[483]
Bu ayetleri ile Kur’an gerçekten de
muhatablarının kendisini dikkate almalarını sağlamıştır. Önceki azgın kavimlere
gelen bu azab şekillerinden biri onların başına da her an gelebilirdi. Önceki
kavimlerin ansızın gelen azablarla yok edilmeleri, onlara habersizce gelecek saate
örnek teşkil etmektedir.
Burada her ne kadar kavimlere toplu
olarak azab edilmesi söz konusu ise de, tarih içerisinde toplumların yok
edilmeleri ve dünyanın sonunda bütün bir kainatın yok edilmesi, nihai olarak
ferdi ilgilendirdiği için, bunların fert bakımından bir fark oluşturduğu
söylenemez.[484]
Çünkü her iki durum da ferdin dünya hayatının sonunu getirmektedir. Böylece
vahiy bir topluma hitabederken, aslında muhatab seçilen toplumun tek tek
fertlerini yönlendirmektedir. Kur’an’ın bu mealdeki ayetleri ile yarattığı
ortam, ölümü İnsanın varoluşunun sonu olarak gören bir anlayışa sahip insanlar
için son derece endişelendirici olmuştur. Ancak Kur’an’ın muhatab fertlerde
meydana getirdiği bu derin endişe, onların öteden beri tanıdıkları yokoluş
korkusundan tamamı ile farklıdır. Çünkü İnsanın ahireti konusunda Kur’an’ın
bütün tezi temelde, insanın ölümü sonrasında yüce bir kudret tarafından mahkeme
edilmesi, iyilerin mükafatlandırılmaları, kötülerin ise mahkum edilmeleri
anlayışı üzerine oturmaktadır.[485]
Bu anlayış dünyadaki insan varoluşuna bir mana kazandırmasının yanısıra,
yarattığı gerilim ile Kur’an’ın muhatabını iyiye doru yönlendirmesinde en
önemli bir etken olmaktadır.[486]
Ayrıca Cennet ve Cehennem sahnelerinin
canlı anlatımları da, bu yönlendirmenin vazgeçilmez bir unsurdur. “Cennet sakinleri, dikensiz sedir ağaçları,
salkımları sarkmış muz ağaçlan, uzamış gölgeler altında, çağlayan akarsu,
kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen meyvalar arasında, yüksek
döşekler üzerindedirler. Bakire, eşlerine düşkün, yaşıt ceylan gözlüler onlar
içindir.”[487]
“Cennetlerin
altından ırmaklar akar.”[488]
“Orada
kaynaklar, çeşmeler fışkırır.”[489]
“Hiç
bozulmayan süt ırmakları, leziz şarap ve berrak bol ırmakları vardır.”[490]
“Selsebil
çeşmesinden”[491]
“misk kokulu testtim adlı içecekten içerler.”[492]
“Cennet
sakinleri atlastan,”[493]
“nakışlı kumaşlardan elbiseler giyerler”[494];
“Onlara hizmet için aralarında inci gibi genç delikanlılar dolaşır.”[495]
“Orada sadece selam selam sözlerinin işitileceği, hiç bir boş sözün
duyulmayacağı görkemli bahçede[496]
ne kötülük, ne yorgunluk”[497]
“ne üzüntü, ne korku vardır.”[498]
“Cehennem’dekiler
ise, aşırı sıcaklık ve kaynar su içinde serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir
dumanın gölgesindedirler.”[499]
“Esasen Cehennem içindekilerin derisini
soyup kavuran, suçluların zincire vurulup gizlerinin kavrulduğu”[500]
“ateş dolu bir çukurdur.”[501]
“Onlar Cehennem’in yakacağı olarak”[502]
“yüzükoyun,”[503]
“katrandan elbiseler giydirilmiş halde sürünürler.”[504]
“Dünyada iken biriktirdikleri altın
gümüş mücevherler, Cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve
sırtlan dağianacaktır.”[505]
“Cehennemlikler, ihmal edilmiş, unutulmuş, terkedilmiş ve yardımsız
kalmışlardır.”[506]
“Allah onlardan rahmetini, müsamahasını, affını esirgemiştir.”[507]
Kur’an’ın ahiret mefhumu ile muhatabı
etkileme ve onu iyiye yönlendirme hususunda yaptıklarını özetleyecek olursak
şunu söyliyebiliriz: Kur’an Mekke cahiliye toplumunu içinde yaşadığı yanlış
konumunda saat ve azab temaları ile tedirgin etmektedir. Başka bir deyişle onu rahat
dünyasında rahat edemez hale getirmektedir. “O
an yaklaştıkça yaklaşmaktadır ve onu Allah’tan başka ortaya koyacak yoktur.
Muhatah bunu hafife almamalı artık oyalanmamalı, gülmek yerine ağlamalıdır.”[508]
İkinci safhada ise, toplum bir yandan mükafat vadi ile istenilen noktaya
çekilirken, ceza korkusu ile istenilmiyen noktalardan itilmektedir. Bu bakımdan
ahiret bu fonksiyonu ile zıt iki hareketi içeren bir motivdir. Ancak bu iki
hareket aynı yönde olduğundan birbirlerine engel olmak yerine biri diğerine
güç katmaktadırlar.
Böylece Kur’an ahiret inancı ile
insanın dünya hayatı üzerinde son derece etkili, dinamik bir mekanizma
kurmaktadır. Bu mekanizmanın, Allah tarafından fertler[509]
Ve toplumlar için[510]
tayin edilmiş ecelin bitimini belirleyen Saat’in bilinmezliği ve çok yakında
geleceği fikri üzerine kumlu olduğunu söylemek mümkündür. Her geçen saniye
insan o ana daha da yaklaşmaktadır. O an insanın başına her zaman, ansızın
çıkıp gelebilir. O yalnızca Allah tarafından bilinebilir ve onu gerçekleştirmek
O’nun kudretindedir. O halde insan ölüm sonrasında mükafat görmek için dünya
hayatında iyi işlere koşmalı cezadan korunmak için ise, her fırsatı
değerlendirip kötülük etmekten kaçmalıdır. Bu dinamik mekanizma insan hayatında
bu şekli ile kurulduğu zaman sonsuz bir canlılık ve enerji ortamı
oluşturmaktadır. Bu yapı kendi kendini besleyen ve denetleyen, yorulmayan bir
özelliğe sahiptir. Çünkü kötülüklerden kaçış bilinçsiz ve sadece bir kaçış
değildir. Aksine bu kaçış aynı zamanda bilinçli olarak iyiye doğru koşma
anlamı taşımaktadır. Ahiret dünyadaki insan için varılması kaçınılmaz, bu
bakımdan kazanılma zorunluluğu bulunan aşkın bir hedeftir.
Bu yüzden ahiret inancı, Kur’an’da
dünya hayatından uzakta kalmaz, aksine onun son derece içindedir. Ahlakî yönde
bu kendisini açıkça göstermektedir. İnsanın bu dünyada yaptığı hareketler bu
düşüncenin etkisi altındadır. Bu düşünce ahlaki değerin kaynağıdır.[511]
Bu konunun mihveri, Allah’ın her şeyin tek ve mutlak hakimi olacağı, bütün
insanların Allah’ın huzurunda baş eğmiş olarak sessiz duracağı, hüküm günü
kavramıdır. Böyle bir anın geleceği devamlı olarak insanların gözleri önünde
tutulmalı ki, bu inanç insanları hayatta hafiflik ve dikkatsizlik yerine tam
bir istek ile hareket etmeğe yöneltsin.[512]
İnsandaki bütünleşmiş ahlaki davranışın bu nazik dengesine Kur’an takva adını
verir ve belki de bu, Kur’an’daki en önemli kelimedir. Takva kelimesinin kökü “birşeye
karşı korunma, muhafaza etme” anlamına gelmektedir. Nitekim kelimenin Kur’an’da
bu sözlük anlamtnda kullanıldığı yerler bulmak mümkündür.[513]
O halde takva bir kimsenin kendisini davranışlarının zararlı ve kötü
neticelerinden koruması, bunun için de fayda getirecek, iyi davranışlarda
bulunması demektir.[514]
ittikâ da birşey vasıtası ile kendini savunmadır. İnsan kendisine doğru geldiğini
anladığı tehlikeyi önlemek için kendisi ile tehlike arasına bir engel koyar.[515]
Bu da onun iyi davranışlarıdır.
Gördüğümüz gibi Risalet’in başlıca
konularından biri olarak ahiret, mesajın şekillenişinde önemli derecede
fonksiyoneldir. Kur’an mesajını mesela uyarma (inzâr) ve müjdeleme (tebşît) olarak
adlandırmaktadır. Burada da yukarıda gördüğümüz ikilik görülmektedir. Vahiy,
Allah’ın günahkarlara vereceği azaba karşı bir uyarı, iyilere verilecek
nimetlerin de müjdelenmesidir.
Bu zulmedenleri uyarmak, iyilere İse
müjde olarak gönderilmiş, Arapça tastık edici bir Kitap’dır.[516]
Bu mesajı getiren elçi de bir uyarıcı
ve müjdeleyicidir.[517]
Bu mesajın muhatabın kendisinde bir zemine oturtulması ve olgunlaştırılması
yine ahiret fikrine yüklenmiş bir görev olarak görünmektedir. “Kur’an kendilerine okunduğu zaman ona boyun
eğmeyenler can yakıcı azab ile müjdelenmelidirler.”[518]
“Kendilerine gelen elçinin öğütünü kabul
etmeyenlerin hesabını Allah üzerine almaktadır.”[519]
“Yalanlamış olanların o gün vay haline.”[520]
Bundan başka mesela, Kur’an’daki iyi,
kötü, hidayet, dalalet, havf recâ, iman, küfür, mümin, kafir gibi kavramların
istisnasız tamamı ahiret düşüncesinin anlamlandırmasına muhtaçtırlar. Yukarıya
bir kısmını sıraladığımız, zıtları ile birlikte görülmesi gereken kavram
gurupları dışında mesela ayet[521]
veya zikir[522]
gibi eşleri olmayan kavramlar da Kur’an’ın mesajı içindeki anlamlan bakımından
ahiret mefhumuna son derece bağımlıdırlar. Öyle ise risaletin, hedeflediği
amacına doğru yol alırken izlediği yolun ahiret mefhumunun hazırladığı zemin
üzerinden geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Ahiret Ve Risaletin İçeriği
Bu bakımdan ahiret mefhumu, risaletin
içeriğinin oluşturulmasında olduğu kadar, onun en temel konularının
teşekkülünde de etkili bir görev üstlenmektedir. Risaletin temel konularını
şöyle belirlemek mümkündür. Allah’a, ahirete iman ve iyi işler yapmak.
Görüldüğü gibi Kur’an ayetlerinde dile getirilen bu konular üç öğeden
oluşmaktadır. Bakara Suresinin 68. ayetini ele alacak olursak görürüz ki, söz
konusu temel konular, ceza ve mükafat bağlamında verilmektedir. Yine dikkat
edecek olursak bu temel konuların kendisine ahiret fikri de dahildir:
“Şüphesiz
iman edenler, Yahudi olanlar, Hıristiyan ve Sabitlerden Allah’a ahiret gününe inanıp
iyi iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir.”[523]
Vahyin ilk döneminde ahiret mefhumunun
yoğun bir şekilde gündemde tutulduğunu söylemiştik. Fakat aynı zamanda bu siyak
sibak içerisinde Mutlak güç sahibi Allah mefhumu da aynı şekilde vurgulanarak
işlenmiştir. Kur’an’daki ahiret kavramının mahiyeti tekrar hatırlanacak olursa
bunun gayet tabii, hatta gerekli oluduğu görülür. Ahiret Kur’an içinde Allah
mefhumunun gereken yerini alması, onun anlatılması konusunda gerekli bir
konumda bulunmaktadır, ilk dönem vahyindeki, saat, beis, kıyamet, hesab, azâb,
mükafat, cennet ve cehennem anlatımları, tek ve yegane Kadir-i Mutlak Allah
fikri etrafında dönüp dolaşmaktadır, insanın hesaba çekileceği hususu bütün bu
olayların özellikle odağını teşkil eder. Ahiret hesab gününün gelmesidir ve bu
Allah’a dönüş demektir. Bütün bunlar, Allah mefhumunu gerektiği gibi işleyerek,
onu olması gerektiği yere oturtan ifadelerdir.[524]
Böylece başlangıçta, Allah mefhumu ahiret bağlamı içerisinde risaletin
merkezine oturtulurken diğer kavramlar da ona göre ve ona bağımlı olarak
yerlerini almaktadırlar. Mesela insan bunlardan biridir. İnsanın Cahiliye
kültürünün merkezinde olduğu göz önünde tutulursa, bu örnek daha da anlam
kazanacaktır. Böylece hayatın ve varoluşun merkezinde yalnız ve yalnız onu
elincie tutan Allah vardır:
“Canı
çıksın o insanın, o ne nankördür.
Allah
onu hangi şeyden yaratmıştır.
Onu
meniden yaratıp merhalelerden geçirerek ona şekil vermiştir....
Sonra
onu öldürür ve kabre koyar, Sonra onu tekrar diriltir..,”[525]
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Kur’an’ın
ana konularından birisi de muhatabı iyi işler yapmaya çağırmaktır. Yukarıda Kur’an’ın
bunu ahiret ortamı içinde nasıl yaptığını göstermeye çalışmıştık. Kur’an’ın
aynı zamanda iyi ve kötünün tanımlanmasında da ahireti fonksiyonel kıldığı
gözlemlenmektedir, iyinin mükafat, kötünün de ceza göreceği bir ahiret
anlayışında bu kavramların manalarının ahiret siyak ve sibakı içerisinde
belirlenmesi tabiidir.[526]
Kur’an iyi davranışların kaynağı
olarak, Allah’a teslim olmayı ve iman etmeyi görmektedir. En yüce iyi iman,
bunun tam tersi de inkardır. Kötü davranışların kaynağında da küfür
görülmektedir.[527]
Böylece Allah ve O’nun insanları hesab gününde yargılayacağı inancının en yüce
iyi olarak belirlenmesi yanlış olmayacaktır. Bu inanç karşımıza, “iyiliklere koşmak”,[528]
“infak etmek”,[529]
“zekat vermek”,[530]
“Rabb’e boyun eğmek”[531]
gibi davranışlar olarak çıkarken, bu inancı reddetme, “Şeytan’a uyma”,[532]
“büyüklenme,”[533]
“zekat vermeme”[534]
ve “kötülük örneği olma”[535]
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dikkat edilirse yukarıda saydığımız
davranışların iyi veya kötü olarak tanımlanmaları, yine Kur’an’ın ahiret
mefhumu itibarı iledir. Ahiret, bu mahiyeti ve durumu ile bir değer yargısı
olmaktadır.[536]
Bir davranışın sulh, birr, ma’ruf hayır, basene, tayyib veya helâl olarak
adlandırılması değer sisteminin Kur’an’daki şekilde kurulmasına bağlıdır. Ahireti
kaldırdığımız bir ortamda, mesela çevrenin hoşnutluğunu kazanmak amacının
dışında yapılan bir mâli yardım, son derece anlamsız olacaktır. Oysa Kur’an’da
Allah’ın azasını veya öteki hayattaki mükafatını amaçlayan bu mali davranış,
en yüce iyiden kaynaklanan bir davranış olarak olumlu bir manaya sahiptir.
Nitekim, Kur’an’da iyiler yaptıkları mali yardımı şöyle anlatırlar:
“Biz
sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür
beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabb’imizden
korkarız”...[537]
Aksi takdirde bu davranış, fesâd,
münker, şer, seyyi, fahşâ, habis veya haram olarak tanımlanacaktır.[538]
Ahiretin risalet içindeki
fonksiyonelliği bakımından şimdiye kadar iki ayrı görevinden söz ettik.
Bunlar, muhatabda imanın oluşturulması ve olgunlaştırılması, diğeri de imanın
temel konularının risalet sürecinde tesis edilmesidir. Ahiret bu görevlerini
özellikle ilk dönemlerde gerçekleştirmiştir. Bunlardan başka risalet içerisindeki
konumu sebebiyle ahiret fikrinin yüklendiği bir görev daha vardır. Bu da, gerek
muhatabda oluşturulan teslimiyet bilincinin ve gerekse oluşturulan risalet muhtevasının
risalet sürecinin sonuna kadar korunması ve geliştirilmesi görevidir. Bu da
diğer görevlerinde olduğu gibi, ahiretin tevhid içindeki yerinin tabii bir
gereği olarak karşımızda bulunmaktadır.
Gerçekten de risaletin sonraki
dönemlerinde Saat’in ürkütücü manzaraları, başlangıçta olduğu sıklıklıkta
gündemi oluşturmamaktadır. Ancak insanın davranışlarından sorumlu tutulacağı
ve karşılığını göreceği mefhumu her an gündemde tutulmuş bir konu olmuştur.[539]
Ayrıca Cennet ve Cehennem anlatımlarında bir manevileşmeden bahsedebilmek
mümkün görünmektedir. Mekke’de nazil olan surelerden sonra, Medine dönemine
yaklaştıkça somuttan soyuta doğru bir anlatım üslubu göze çarpmaktadır.
Mesela, müminlere verilecek cennet nimetlerinin tasvirlerinnin yerine Medine’de
ndvân kavramı ile ifade edilen ilâhî hoşnutluktan bahsedilmektedir.[540]
Öyleyse ahiret mefhumunun daha sonraki dönemlerde dahıı az ele almışından
ziyade, bu konuda dini düşüncenin tekamülünden söz edilebilir.[541]
Bu da ahiret mefhumunun dikkat çekmeye çalıştığımız görevine uygun düşmektedir.
Yukarıda verilen örnek bir başka
noktayı daha aydınlatmaktadır, O da risaletin sonraki dönemlerinde Allah
mefhumunun korunmasında ve hatta gelişmesinde ahiret mefhumunun etkili olmasıdır.
Bu mefhum doğru iş işleyen müminlerin işlerini kabul edip karşılık olarak,
Cennet nimetlerini veren bir Allah mefhumundan daha ileridedir. Burada,
yukarıdaki alışverişin ötesinde kul ile Yaratıcı’sı arasında karşılıklı
hoşnutluğa varan bir ilişki görülebilmektedir:
“Rab’leri
katini onların mükafatı altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada
ebedi olarak kalacaklardır.
Allah
onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Bu, Rabbi’ne saygı
gösterene mahsustur.”[542]
Yine ahiret mefhumunun yaptırım
özelliği, hukuk alanında da görülmektedir. Daha önce dünyadaki yaptırım
bakımından birer öğüt olarak kalan ahlaki düzenlemeler, Medine döneminde siyasi
otoritenin kurulması ile bu defa hukuki yaptırımlar şeklinde ortaya
çıkmaktadırlar. Burada hemen akla zina ve hırsızlık edenler için öngörülen
haddim gelmektedir. Ancak bu cezaları söz konusu eden ayetler okunduğunda
mükafat ve ceza verecek Mutlak Kadir Allah’ın elinde ahiret mefhumu, nihaî,
aşkın kaçınılmaz bir yaptırım olarak yine eski konumunu korumaktadır. Esasen
haddin tespiti, onu uygulayacak siyasî makamın otoritesi, uygulamaların
doğruluğu ve onun nihaî değerlendirilmesi Allah’ın kudreti kapsamındadır:
“Yaptıklarından
ötürü erkek hırsız ve kadın hırsızın Allah tarafından ibret verici bir ceza
olarak ellerini kesin.
Allah
Güçlü’dür, Hakim’dir. Ettiği zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse bilsin ki,
Allah onun tevbesini kabul eder.
Allah
şüphesiz Bagışlayan’dır merhametli olandır. Göklerin ve yerin hükümranlığının
Allah’ın okluğunu bilmiyor musun? Dilediğine azab eder, dilediğini bağışlar.
Allah her şeye Kâdir’dir.”[543]
Üzerinde durularak belirtilen yasaklar
için Kur’an’da bir cezanın belirlenmediği de vakidir. Burada ceza Şeytan’ın
çarptığı gibi diriltilmek ve Cehennem’de ebediyyen bırakılmaktır:
“Faiz
yiyenler mahşerde ancak şeytanın çaptığı kimsenin çarptığı gibi kalkarlar. Bu,
onların “zaten alışveriş de faiz gibidir” demelerindendir. Oysa Allah alış
verişi helal, faizi haram kıldı. Kime Rabb’inden bir öğüt gelir de faizcilikten
geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah’a aittir. Kim faizciliğe
dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır.”[544]
Bunun ötesinde ahiret mefhumu, Kur’an’da
hukuk içerisine bir yaptırım olarak girmektedir. Li’ân bunun en güzel örneğini
teşkil etmektedir:
“Karılarına
zina isnad edip de kendilerinden başka şahidleri olmayanların sahiciliği,
kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah’ı dört defa şahid tutmasıyla olur.
Beşincisinde, eğer yalancılardan ise Allah’ın lanetinin kendisine olmasını
diler. Kocasının yalancılardan olduğuna Allah’ı dört defa şahit tutması, cezayı
kadından savar. Beşincisinde, kocası doğrulardan ise kendisinin Allah’ın
gazabına uğramasını diler.”[545]
Aslında bütün bunlar, Kur’an’in hukuku
insanın imanına ve vicdanına yerleştirmeyi amaçladığını göstermektedir, insan
hukuki yaptırımların ötesinde, yaptıklarının karşılığını vereceği, kaçınılmaz
bir adalete hesap vereceği bilincine çağırtmaktadır.
2- KİTAB-I MUKADDES’TE AHİRETE İMAN
A. Kitab-ı Mukaddeste Ahiret İle İlgili
Kavramlar
Kitab-ı Mukaddes’te ahiret fikri için
kullanılan ibare, ‘aharit ha yamimdir. Bu, “zamanın sonu”, “ahir zaman”
anlamına gelmektedir. Yine İbranice be ‘aharit ha yamîm, “gelecekte”, “gelecek
zamanda”, anlamına gelir. Ancak ibare, her zaman eskatolojik bir anlam
taşımayabilir.[546]
‘Peygamberlerde ise bu ibare genel olarak eskatolojik bir anlama sahiptir.[547]
“Çünkü sizin için düşünmekte olduğum
düşünceleri, ben bilirim, Rab diyor, kötülük düşünceleri değil ancak sonunuzda
size ümit vermek için selamet düşünceleridir.”[548]
Kitab-ı Mukaddes Teolojisi’nde bu
dünyanın sona ermesi ve ölüm sonrası hayat fikirlerini ifade etmek için Yunanca
eschatology kelimesi daha çok kullanılmaktadır. Bu fikir tabiatı ile çok eski
olmakla birlikte terim 19. yüzyıla aittir. Nitekim kavram Kitab-ı Mukaddes’teki
kullanımından türetilmiştir.[549]
Yunanca esehatos, “son” veya esehata “son şeyler” anlamındaki kelime kökünden
gelmektedir. 19. yüzyıldan önce teolojide bu mefhum yalnızca ölüm, hüküm,
cennet ve cehennem konularını ihtiva ediyordu. Yirminci yüzyılda ise, İsa’nın
(a.s.) mesajındaki Allah’ın Hükümranlığı fikri ve bu fikrin eskatolojik yorumu
vurgulanarak işlenmiştir.[550]
Yahve’nin Günü veya Rabb’in Günü de
ahirete işaret eden ibarelerdir. Özellikle Peygamberler tarafından bu manada
kullanılmıştır.[551]
Amos, Işaya, T.sefenya, Yeremya, Hezekiel gibi Peygamberler, Yahve’nin Günü’nün
Beni israil için bir Hüküm Günü olacağını belirtmişlerdir. O gün bir yıkım
günü, korkunç bir gün olacaktır. O günde suçlular yok edilecek,[552]
iyiler mükufatiandırılacaktır.[553]
O gün kızgınlık günü olacaktır.
“Milletler arasında hüküm verecek; Yer
leş ile dolacak; çok memleketlerde baş olanı ezecektir.”[554]
“Yıldızlar yok olacak, güney kararacak, ay ısıtmayacaktır.”[555]
Yeni Ahit’te insanoğlu’nun Günü[556]
Eski Ahit’teki Yahve’nin Günü kavramının motifleri ile anlatılmıştır.[557]
Eski Ahit’te kişinin öldükten sonra
gideceği karanlık bir diyardan bahsedilir.[558]
Bu mekan, Şeol’dur. Bu Eski Ahit’e özgü bir kavramdır. Burası yerin
derinliklerinde bulunmaktadır.[559]
Oraya girenlerin oradan çıkması mümükün değildir.[560]
Orası bir umutsuzluk ve yok oluş yeri olarak görülmüştür. Orası zengin, fakir,
kral, köylü, büyük, küçük, efendi, köle herkesin gireceği bir yerdir.[561]
Orada kimse hatırlanmaz.[562]
Cehennem (İbranice Gehenna) ismi Kudüs’ün
Güney’inde bulunan bir vadiden alınmıştır. Bu vadinin adı “Hinnomoğullarınm
Vadisi” anlamındaki Ge-hinnom idi. Eski Ahit’te bu vadi lanetlenmişitir. Çünkü
kültsel din mensupları burada insan adaklar kurban etmekteydiler.[563]
Yeremya buranın Ölülerin, kokuşmuşluğun yeri olacağını belirtmiştir.[564]
İşaya’da ise burası Allah’a karşı gelenlerin cesetlerinin atılacağı bir yer
olarak anlatılmaktadır.
“Ve çıkacaklar ve bana karşı günah
işlemiş adamların leşlerine bakacaklar; çünkü onların kurdu ölmez, ve onların
ateşi sönmez; ve bütün beşerin menfuru olacaklar.”[565]
Kavramın bu anlamının Apokaliptik
dönemde işlendiği ve ge-lişliği görülmektedir. Cehennem ateş çukuru ve karanlık
bir yerdir. Orada suçlulara demir zincirler vardır.[566]
Yeni Ahit’te Cehennem bir ateş mekanı
olarak anlatılır.[567]
“O sönmeyen bir ateştir.”[568]
“İnsanların atıldığı bir çukurdur.”[569]
“Orası günahkarların ruh ve bedenlerinin yok edildikleri bir yerdir.”[570]
Yine Yeni Ahit’te Cehennem kavramı zikredilmeden günahkarların azab edilişi
manzaralarından söz edilir. “Günahkarlar ebedi ateşte cezalandırılacaklardır.”[571]
“Orası Şeytan ve onun yardımcıları için hazırlanmıştır.”[572]
“Orası sanki bir hapishanedir.”[573]
“Orada ağlama, sızlanma, diş gıcırtısı vardır.”[574]
Cennet kavramı için İbranice’de bahçe
anlamına gelen garı kelimesi bulunmaktadır. Yetmişler tercümesinde bu kelime
Aden Bahçesi, Paradeisos şeklinde tercüme edilmiştir.[575]
Aslında bu kelime de büyük bahçe, kırallık bahçesi anlamına gelen Eski Persçe
pairi-daeza kelimesinden gelmektedir. Kavramın eskatolojik anlamı Peygamberler’de
görülmektedir.
“Çünkü Rab Sion’u teselli etti; bütün
harabelerini teselli etti ve çölünü Aden, ve bozkırını Rabb’in bahçesi etti;
orada meserret ve sevinç, şükran ve terennüm sesi bulunacak.”[576]
Kavram eskatolojik anlamını
Apokaliptik dönemde daha da pekiştirmiştir.[577]
Yeni Ahit’te ise Luka Cenneti iyilerin, tevbe edenlerin müminlerin gideceği
bir yer olarak görmektedir.[578]
Allah’ın Hükümranlığı kavramı da bir mükafat mekanı anlamını ihtiva etmektedir.
Orası iyilerin gireceği bir yerdir.[579]
Orada ebedi bir hayat vardır.[580]
B. Eski Ahitte Ve Apokaliptik
Edebiyatta Ahiret Anlayışı
1. Eski Ahit’te Ahiret Anlayışı
A. Eski Ahit’te Doktrin Olarak Ahiret
Daha önce Kur’an’da Ahiret ve ilâh
anlayışları arasında bulunduğunu gördüğümüz direk ilişkiyi bugün elimizde
bulunan Eski Ahit’te de görmekteyiz. Eski Ahit eskatolojisi tamamıyla monoteist
ilâh anlayışının belirleyici etkisi altındadır. Esasen Eski Ahit’in karakterini
tek İlâh’ın hükümranlığı anlayışı verir. Var olan herşey O olduğu için ve O’nun
dilemesi ile vardırlar. Allah her türlü varlığın temelidir. Bu yüzden Allah
kavramının Eski Ahit’te hiç bir şekilde tartışmaya ve ispatlanmaya tahammülü
yoktur ve Allah fikri hiç bir zaman bir problem olmamıştır. O bir dizi akıl
yürütmenin ürünü değildir. Aksine Eski Ahit’te O her şeyin başlangıcıdır.[581]
Allah Anlayışı Ve Ahiret İnancı
Eski Ahit’te Allah’a verilen isimler,
yalnızca bir takım isimler olmaktan ibaret değildir. Bu isimler Allah’ın
özelliklerine işaret ederler.[582]
E. Jacob Eski Ahit Hân’ının yaşayan bir ilâh (el bay, ‘elohim hayyim) olduğunu
vurgularken, Eski Ahit’te anlatılan İlâh’ın bu karakterini belirtmeye
çalışmaktadır. Mc. Kenzie de Eski Ahit’te İlâh’ı gerçekten en iyi bir şekilde
anlatan kavramın bu olduğu üzerinde durmaktadır. Çünkü ona göre bu kavram O’nun
gerçekliğini, aktivitesini, iradesini ve insanın ve bütün öteki yaratıklara
olan aşkınlığını ifade etmektedir.[583]
Yahve gerçek ve yaşayan bir İlâh’tır:
“...O ancak bir kütük. Tarşiş’ten
dövülmüş gümüş levhalar ve Ufaz’dan altın getirilir, üstadın ve kuyumcu
ellerinin işidir; lacivert ve erguvanı onların esvabı içindir; hepsi hünerli
adamların işidir. Fakat Rab hak Allah’tır, Hay olan Allah ve ebedi Melik O’dur;
öfkesinden dünya titrer ve gazabına milletler dayanmaz.”[584]
“Yahve hayatın kaynağıdır. Hayatı (nefes)
insana O vermiştir.”[585]
Eski Ahit ilâh kavramı için İbranice
şu isimleri kullanmaktadır. ‘el, ‘elohim ve ‘eloah. El kelimesi Semitik
dillerde ortak olarak ilâh için kullanılan bir kelimedir (Akatça, İlu, Arapça,
ilâh vd.) . Elohim form olarak da ve genellikle mana olarak da çoğuldur. Fakat
hem Yahve için, hem de diğer ilâhlar için tekil anlamda kullanılmatadır.
Etimoloji El ve Elohim kepmelerinin
manaları hakkında bize bir İpucu vermemektedir. Ancak birçok yorumcu ve
sözlükçü, kelimenin İlâh için kullanılışından yola çıkarak onun güç kuvvet
anlamına geldiği kanaatındadırlar. Çünkü bu mananın ilâh kavramının
vazgeçilmez gerekliliği olduğu kabul edilmektedir.[586]
El kelimesi isim tamlamalarında, daha belirli bir anlamda kullanılmaktadır: Babalarınızın
El’i[587]
İsrail’in El’i,[588]
Yakub’un El’i,[589]
ebediliğin El’i,[590]
ve semavatın El’i[591]
gibi.
Yetmişler Nüshası’nda, En Yüce
şeklinde karşılanan Elyon (sessiz harflerle 7, ‘ly, ‘lyn) ismi, Eski Ahit’te
pek sık kullanılmaktadır. Buna çoğunlukla şiirsel metinlerde rastlanmaktadır.[592]
Eski Ahit’te İlâh güçlü, yaratıcı,
hakim bir İlâh’tır. Bu ilâh şu âna hükmettiği gibi, geçmişe hükmetmiştir,
geleceğe de hükmedecektir.[593]
O bütün yeryüzüne hükmetmektedir.[594]
O bütün kavimlerin hükümdarıdır.[595]
Bu ilâh şu anda hükümdar olmakla birlikte O’nun gelecekte de hükmedeceği bir
gün gelecektir.[596]
O an, O’nun ilâhî varlığı kendisini tartışmasız bir şekilde hissettirecektir. O’nun
izzetinin bilgisi suların denizleri kapladığı gibi kaplayıcı olacaktır.[597]
Daha sonraları, özellikte geç dönem
Yahudiliği’nde ve Yeni Ahit’te ve Hıristiyanlık’ta çok kullanılan Allah’ın
Hükümranlığı ibaresi Eski Ahit’te bulunmamaktadır. Bununla birlikte Allah’ın hükümdar,
hakim olduğu, Melik olduğu merhumu Eski Ahit’te bulunmaktadır.[598]
İbranice- hükümranlık, kırallık anlamına gelen malkut kelimesi hükümran olmak,
hüküm sürmek anlamındaki malak kelimesinden türetilmiştir. Malkutkelimesi
mekandan çok güce, kuvvete işaret etmektedir, Bu bakımdan kelime mücerred bir
isimdir. Eski Ahit’te kelime, lamamı ile sektiler bir anlamda siyasi kırallıklara
delalet etmektedir.[599]
Bununla birlikte malkut kelimesi ile Allah’ın şu anda hükmetmesine, O’nun
hükümranlığına işeret edildiği yerler de vardır.
“Senin hükümranlığın (malkut) ebedi
hükümranlıktır. Ve saltanatın bütün devirlerce sürer.”[600]
“Rab tahtını göklerde kurdu: Ve Onun
hükümranlığı herkes üzerine hakimdir.”[601]
Böylece söz konusu ibare, Allah’ın
Melik olarak hükmettiği hükümranlığına işaret etmektedir. Hükümranlık terimi
burada Allah’ın yarattığı kainat ve ahid aldığı milleti üzerindeki saltanatını
ve kudretini belirtmektedir.[602]
Bu kavram böylece Yahve’nin en yüce, en kudretli, en övülmeye değer olduğunu
ve yücelik, izzet ve kudrete sahip yegâne varlık olduğunu ifade etmektedir.[603]
“Ya Rab, büyüklük ve ceberut ve cemal
ve zafer ve haşmet senindir; çünkü gökte ve yerde olan herşey senindir;
Ya Rab, hükümranlık senindir. Ve sen,
baş olarak her şeyden yükseksin. Ve servetle izzet senden geiir ve sen herşeye
hakimsin ve kudretle ceberut senin elindedir ve herkesi büyültmek ve
kuvvetlendirmek senin elindedir. Ve şimdi, ey Allah’ımız, biz sana şükrederiz
ve güzel ismine hamdederiz.”[604]
Canlı ve kudretli bir ilâh mefhumu,
Eski Ahit’te İstiva Mezmur-ları (Enthronement Psalms) tabir edilebilecek
Mezmurlar’da dikkat çekici bir şekilde belirtilmektedir. Bu Mezmurlar Yahve’nin
yüce tahtına oturarak hükümran oluşunu ilan ederler: 47/6 vd.; 93/1 vd.; 96/10;
97/1; 98/6; 99/1. Bu, O’nun kudretini ve üstünlüğünü belirtmektedir. Bu
Mezmurlar aynı zamanda hem milletlerin, hem de tabiatın Yahve’ye boyun eğişini
ifade ederler.[605]
Hükümranlık’ının bir gereği olarak Yahve yaratıkları üzerinde adaletle hüküm
verir.
“...Çünkü O geliyor, çünkü yere
hükmetmeğe geliyor; Dünyaya adaletle ve kavmlara kendi hakikati ile
hükmedecek.”[606]
Yahve’nin bu güçlü hükümranlığı,
yaratılıştaki düzende vu bu düzenin idamesinde de görülmektedir.[607]
S. Mowinckel ve J. Gray gibi bazı
teologlar, söz konusu ettiğimiz Mezmurlar’la İsrail’deki, sonbahar bayramİan
arasında bir ilişki kurmuşlardır. Özellikle Sigmund Mowinckei, Babil’de tanrı
Marduk’un yeni yıl bayramı sırasında yapılan hükümranlığının tanınması
törenleri ile, Beni israil’deki sonbahar bayramları arasında bir kıyas
kurmaktadır. Yine J. Gray, Ras Şamra’da[608]
bulunan dökümanlar ışığında Baal[609]
miti ile bu Mezmurlar arasında bir ilişki kurmaktadır. Ras Şamra’da bulunan dökümanlar.
M.Ö. 14. yüzyılda Kenan’da sonbahar bayramlarında kullanılan metinlerdi.[610]
Bu metinlere göre, Suriye-Kenan dünyasında melek unvanını taşıyan Yüce İlâh
mefhumu bulunmaktaydı.[611]
Bu açıklamalardan sonra bizim şöyle bir sonuca varmamız mümkün görünmektedir:
Allah’ın yaratılmış varlıklar üzerinde Melik olduğu fikri Suriye-Kenan dinî
dünyasına kadar geri gitmektedir. Ancak Kitab-ı Mukaddes teologlarının bu
verilerle varmayı amaçladıkları sonuç kendi anlayışları doğrultusunda olmuştur.
Buna göre onlar, İsrail öncesi uygulamaların ve mefhumların İsrail’in dinine
kaynaklık ettiği onu etkilediği sonucuna varmışlardır.[612]
Bizim vardığımız sonuç ise, vahiy tarihi anlayışımız doğrultusunda olmuştur.
Buna göre, Allah’ın yegâne hükümdar olduğu fikri, İsrail öncesine ait vahiy
öğretisinin bir ürünüdür.
Eski Ahit’te dinamik bir İlâh
anlayışını aktaran fikirlerden bir başkası da, Yahve’nin dünyaya gelerek
müdahalelerde bulunan bir ilâh olmasıdır. Yahve aşkın bir llâh’tır, ancak bu O’nu
yere müdahalede bulunmaktan alıkoymaz. O yeryüzüne gelir ve hükmünü icra eder.
Beni israil’in tarihini içeren Eski Ahit bunun örnekleri ile doludur. Beni
İsrail ile Sina’da yapılan ahitleşme bunlardan biridir. Bu olay O’nun dünyaya
ve kullarına karşı kayıtsız kalmadığını göstermektedir:
“Ya Rab, Seir’den çıktığın zaman, Edom
kırından ilerlediğin zaman, Yer titredi, gökler de damlattılar. Evet, bulutlar
su damlattılar. Rabb’in önünde dağlar, O Sina’da İsrail’in Allah’ı Rabbin
önünde sarsıldı...”[613]
Allah’ın müdahalesi sırasında
yeryüzünün ve göklerin sarsılması Allah’ın izzetini göstermekle kalmamakta,
aynı zamanda onların Allah’a olan bağımlılıklarını da göstermektedir. Çünkü
yaratılanlar fanidir, geçicidir.
Yahve’nin dünyanın sonunda yapacağı
müdahale de, O’nun gelmesi şeklinde ifade edilmiştir. Bunun yanısıra O’nun bu
müdahalesi O’nun hüküm vermesi de demektir:
“Dünyayı kuvvetle sarsmak için Rab
kalktığı zaman, heybetinin yüzünden ve haşmetinin celalinden kayaların
kovuklarına ve yalçın kayaların yarıklarına girmek için, o gün insanlar
tapınsınlar diye kendilerine yapılan putlarını ve altın putlarını köstebeklere
ve yarasalara atacaklar.”[614]
“Çünkü işte kötülüklerden ötürü
dünyada oturanları cezalandırmak için Rab yerinden çıkıyor...”[615]
Eski Ahit eskatolojisinin, ondaki ilâh
mefhumundan kaynaklandığı görülmektedir. Allah, hem Beni israil’in Melik’i hem
yeryüzünün Melik’idir. O hepsini yönetmektedir ve dünyaya müdahalede bulunma
hakkını elinde bulundurmaktadır. Daha önceleri Wellhausen’in ileri sürdüğü bir
yoruma göre eskatoloji, ancak sürgün sonrası İsrail’de görülebilen, son
dönemlere ait bir fikir olarak görülmekteydi. Bu varsayım doğrultusunda,
sürgün öncesi dönemlere ait eskatolojik pasajlar otantik kabul edilmemekte idi.
Ancak son zamanlarda teologların çoğu Eski Ahİt’te eskatolojinin kaynağının
ondaki ilâh mefhumu olduğunu kabul etmektedirler.[616]
Mesela E. jaoob, İsaya’da Yahve’nin kendini tarifini dikkate alarak eskatolojinin
kaynağını araştırmaktadır; “Ben Rab, bilinci ve sonuncularla beraber ben oyum.”[617]
“...Ben oyum: İlk benim, son benim”[618]
Böylece O, dünyanın sonunda bulunacaktır ve yine O’nun varlığı sonsuzdur.
Çünkü dünyanın sonundaki müdahalesi O’nun hükmünün sonu olmayacaktır.[619]
Yine ona göre, Mowinckel’in iddia ettiğinin aksine eskatoloji Beni israil’in
yaşadığı hayal kırıklıklarından doğmamıştır.[620]
Mowinckel’e göre, İsrail’in Babil sürgününden sonra Filistin’e döndüğünde
yeniden toparlanma beklentilerinin gerçekleşmemesi bir hayal kırıklığının
doğmasına sebep olmuştu. Allah’ın milleti, bir türlü hükümranlığını elde
edememekte idi. Bu dünyanın kötü görülmesine ve eskatolojik beklentinin
doğmasına sebep oldu. Bunda İran dualizminin de etkisi görülmelidir. Böylece
bu dünyâ ve gelecek olan hayat, birbirinden kesin bir çizgi ile ayrılmış olmaktadır:
Bu dünya (ha ‘olam haz-zeh) ve gelecek dünya (ha ‘olanı hab-bah).[621]
Burada teologlar dualistik olan eskatolojik anlayış ile, yani iki alemi
birbirinden kesin çizgiyle ayıran anlayış ile Peygamberler’e ait olduğunu
kabul ettikleri eskatolojik anlayışı birbirinden ayırmak istemektedirler.
Peygamberler’in anlayışına göre Hükümranlık tarih içerisinde kurulacak Davud
soyundan bir melik israil’e hükmedecek, dünyaya barış gelecektir. Onlara göre
ibrani Peygamberleri’nin beklentisi tarihî, milliyetçi ve bu dünyaya aittir.
Buna karşılık apokaliptik eskatoloji adı ile de anılan diğer anlayış,
Hükümranlık’ın kötülüklerle doldurulmuş dünyanın ötesinde kurulacağını kabul
etmektedir. Bu transandantal bir Hükümranlıktır ve tarihi olaylarla değil,
Allah’ın olağanüstü olaylarla müdahalesi ile kurulacaktır.[622]
Ancak son zamanlarda apokaliptik eskatolojinin köklerini yabancı kaynaklarda
gören az sayıda araştırmacı kalmıştır. Çünkü, dünyanın sonunda bu dünyanın
yıkılması ile başka yeni bir alemin kurulacağı fikrinin Eski Ahit Peygamberleri’nde
zaten bulunduğu görülebilmiştir. Bu bakımdan apokaliptik eskatolojinin kökleri
Peygamberlerde bulunmaktadır. Yine kullanılan dil ve kavramlar üzerinde yapılan
incelemeler de, bu anlamda bir eskatolojik anlayışa Beni İsrail’in çok önceden
sahip olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır.[623]
Ancak bu alemi kötülüklere boğulmuş, gelecek alemi ise, bunların yok olacağı
yer olarak gören anlayış ile Peygamberlerin anlayışları arasındaki farkı gözden
uzak tutmamak gerekir.[624]
Nitekim Stanley B. Frost yaptığı
çalışmayla Yahudi düşüncesinde dört ayrı gelecek anlayışının bulunduğunu
göstermiştir. Bunların ilk ikisi tamamı ile tarihî olayların normal akışı içinde
oluşacak ve Beni İsrail’e başarı ve barış getirecek olan Daha İyi Çağ (Better
Age); sonraki gelişmeler sonucu oıtaya çıkmış apokaliptik ve tarilı ötesine ait
bir alem bekleyişini ifade eden Gelecek Çağ (Age to Comeldir. Bu Eski Ahit’te
bulunmamaktadır. Son ikisi ise peygamberler tarafından işlenen Altın Çağ (Golden
Age) ve Sonraki Çağ (Future Age)dir.[625]
Altın Çağ tarihe olağanüstü şekilde yapılan bir müdahalenin sonucunda meydana
gelir. Tarih sona ermiştir. Ancak hayat değişik bir karakterde devam
etmektedir. Sonraki Çağ ise şu an ile büyük bir zıtlık içermesine karşın, bu
dünyaya ait transandantal olmayan bir bekleyiştir.[626]
Buna göre dünyanın sonunda meydana gelecek korkunç olaylarla yeni bir dünyanın
kurulması anlamında eskatoloji, Eski Ahit’te sürgün öncesi Peygamberler dönemine
kadar götürülmektedir.
Ahiret Ve Allah’ın Hükümranlığı
Sürgün öncesi peygamberlerden Arnos’un
yaşadığı dönemde Beni İsrail dünyevi bir hükümranlık, başarı ve izzet
beklentisi içinde idiler. Ancak Amos aynı görüşü paylaşmıyordu. O’nun görevi
Beni İsrail’in yaşadığı boş iyimserliği ve kendine güveni yıkmak idi. Amos o
günün, O’nun (Yahve) Günü’nün kesinlikle halkın beklentisinden farklı olacağını
söyledi:
“Rabb’in Günü’nü isteyenlerin vay başına!
Rabb’in Günü’nü niçin istiyorsunuz?
O ışık değil karanlıktır.
Nasıl ki adam aslanın önünden kaçar da
karşısına ayı çıkar.
Yahut eve gelir de elini duvara dayar
ve onu yılan sokar. Rabb’in Günü ışık değil, karanlık olmayacak mı?
Evet, koyu karanlık ve onda parıltı
yok.”[627]
Yahve’nin Günü, yokedici kesin bir
hüküm günü olacaktır:
“Bundan ötürü yer titremiyecek mi?
Ve onda oturan her adam yas tutmayacak
mı?
Evet, bütün yer Irmak gibi yükselecek,
Mısır’ın Irmağı gibi kabarıp yine
inecek.
Ve onda vaki olacak ki, Rab Yehova diyor,
Öğleyin güneşi batıracağım ve
Güpegündüz diyarı karartacağım,”[628]
Amos böylece O Gün’ün bir son, tarihin sonu olacağını anlatmaktadır.[629]
Burada Yahve sonun Rabbi’dir.[630]
İşaya daha kaplayıcı bir azabdan
bahsetmektedir:
Rab heybetinin yüzünden
Ve haşmetinin celalinden kayaya gir
Ve toprakta gizlen. Adamın yüksek
bakışları alçaltılacak
Ve insanların gururu iğdirilecek.
Ve o günde yalnız Rab yükselecek.
Çünkü bütün gururlu
Ve yüksek olanlara karşı ve
yükseltilmiş
Ve yüksek olanlara karşı,
Ve yükseltilmiş olanlara karşı
Ve Lübnan’ın yükseltilmiş yüce erz
ağaçlarının hepsine karşı
Ve Başan’ın bu meşe ağaçlarına karşı
Ve bütün yüksek ağaçlara karşı
Ve bütün yükselmiş tepelere karşı
Ve her yüksek kuleye karşı
Ve bütün Tarşiş gemilerine karşı
Ve güzel görünen bütün şeylere karşı
Ordular Rabbi’nin bir günü olacak
Ve adamın yüksekliği iğdirilecek
Ve insanların yüceliği alçaltılacak
Ve o günde yalnız Rab yükselecek
Ve putlar bütün bütün ortadan kalkacak
Ve dünyayı kuvvetle sarsmak için Rab
kalktığı zaman, heybetinin yüzünden
Ve haşmetinin celalinden insanlar
kayaların mağaralarına
Ve toprağın inlerine girecekler.”[631]
Tsefenya ela, Kuzey’den gelen barbar
akınlarının gündemde olduğu bir sırada aynı amaç için savaş motifini
kullanmaktadır:
“O gün gazali günüdür, sıkıntı ve
darlık günü, harabiyet ve viranlık günü, karanlık ve karaltı günü, bulutlar ve
koyu karanlık günü, duvarlı şehirlere karşı yüksek köşe kulelerine karşı horu
ve naralar günüdür.”[632]
“O Gün İbranilerin dışındaki
kavimlerin de toplanacağı bir gündür. O zaman hüküm bütün bir yeryüzünü
kaplayacaktır:
Bundan ötürü ava kalkacağım güne
kadar, beni bekleyin, Rabb’in sözü; Çünkü hükmüm milletleri toplamaktır, ta
ki, ülkeler üzerine gazabımı, kızgın öfkemin hepsini dökmek İçin onları bir
araya getireyim; Çünkü bütün dünya kıskançlığımın ateşi ile yutulacaktır.”[633]
Tsefenya Yahve’nin günahkar kavim
üzerindeki hükmünü anlatırken onu bir kurbana benzetmektedir:
“Rab Yahova’nın önünde sus, Çünkü Rabb’in
günü yakındır; çünkü Rab kurban hazırladı, çağırdıklarını takdis etti.”[634]
Yeremya’da da mutlak manada
eskatolojik cümleler bulunmaktadır. O kainatı başlangıçtaki kaosuna ve
karanlığına döndürecek nihai bir son beklemektedir:
“Yere baktım ve işte, ıssız ve boş ve
göklere baktım ve ışıkları yoktu. Dağlara baktım ve işte titriyorlar ve bütün
tepeler sarsılıyordu. Baktım ve işte adam yok ve göklerin bütün kuşları
kaçmışlar.
Baktım ve işte semereli bir tarla bir
çöl olmuş ve bütün şehirleri Rabb’in önünde ve kızgın öfkesi karşısında
yıkılmıştır.”[635]
Görüldüğü gibi Peygamberler
eskatolojiyi bütün kavimleri, bütün kainatı kapsayacak bir hüküm günü olarak
görmüşlerdir. Yahve bu “Son’un Rabbi’dir.[636]
Çok eskiden beri Aliah’ın mutlak anlamda hükmedişinin dünyada cari olan
düzenin büyük bir değişikliğe uğraması ile gerçekleşeceği anlayışı
bulunmaktadır.[637]
Burada, Eski Ahit’te eskatolojik
olayları anlatan dilin sembolik mi yoksa literal mi olduğu konusunda kısaca
durmak istiyoruz. Gerçekten de Eski Ahit’le dünyanın sarsılışını, göklerin
çöküşünü vb. anlatan şiirsel dilin sembolik olduğunu söylemek mümkündür. Son
olayların anlatılmaz büyüklüğü bu dil yoluyla aktarılmaktadır. Ancak burada
dikkat edilmesi gereken husus; bu sembolik dil vasıtasıyla Eski Ahit İlâh’ının
izzetinin, yüceliğinin ve yaratılmışlar üzerindeki aşkmlığının anlatılmakta
oluşudur. Bu bakımdan burada anlatılanlar tamamı ile sembolizme indirgenemezler.
Eskatolojik Gün’ü anlatan bu ifadeler Allah’ın yüceliğini, kudretini ve tabii
ki, yaratılmışların Yaratıcı’ya olan bağımlılıklarını anlatmaktadır.[638]
Yukarıda anlattıklarımızdan sonra
şunları söyleyebiliriz. Sürgün öncesi Peygamberler döneminde Beni İsrail,
dünyevi bir Hükümranlık beklentisi içinde idi. Davud’un devrindeki gibi bir
saltanat özlemi çekiyordu. îsrail düşmanları karşısında kesin bir zafer
kazanmayı arzu ediyordu.[639]
Ancak Peygamberler bu beklentilerin tersine kapsayıcı bir azab bildirisi ile
geldiler. Onlar dünyevi bir Hükümranlık yerine, yakında gelecek bir hüküm
gününe dikkat çektiler. Bu mesajın hareketli bir üslubla vurguladığı husus,
Eski ıit’te anlatılan İlâh’ın kudret ve iradesi, O’nun hükümran oluşudur.[640]
Daha önce yapıldığı gibi Allah ve ahiret mefhumları arasındaki ilişki
bakımından bir değerlendirme yapılacak olursa şunu söylemek mümkündür. Eski
Ahit’te öğretilen ilâh mefhumu, aktardığımız eskatolojik anlayışı
gerektirmektedir. Aynı zorunluluk diğer taraftan da söz konusudur. Yani söz
konusu eskatolojik anlayıştan yola çıkıldığında kudretli bir İlâh anlayışı ile
karşılaşılacaktır. Bu bakımdan Eski Ahit’te anlatılan İlâh’ın Hükümranlığı
dünyevî olduğu kadar, aşkın olmak durumundadır. Çünkü O yegâne Yaratıcı,
Hakîm, Melik’tir. O, İlk ve Son’dur. E. Jacob, Eski Ahit’teki bu ilâh fikrini
söyle vurgular: Allah kavramı, Eski Ahit’te o kadar normaldir ki, orada O’nun
varlığının ispatı veya bu kavramın gelişmesi fikrini bile bulamayız. O,
başlangıçtan beri oradadır. Bu bir dizi akıl yürütme sonucunda ulaşılmış bir
fikir değildir. Bu bakımdan Eski Ahit’te dünyanın sonu fikri karakterini
tamamıyla Allah anlayışından almaktadır.[641]
Burada konumuzu değiştirmeden önce Kitab-ı
Mukaddes teologlarının, Hükümranlık konusundaki yaklaşımlarına değinmek
yerinde olacaktır. Onlar Allah’ın tarih içerisindeki olaylar yoluyla kendi
hükmünü icra etmesini ve dünyanın sonunda Allah’ın Hükümranlığı’nı kurmasını,
Kurtuluş Tarihi (Heilsgeschichte) anlayışı ve Mesih’in buradaki görevi
doğrultusunda görmektedirler. Tarihe Allah bizzat müdahalelerde bulunmaktadır.
Dünyaya gelmektedir, Beni israil’i kurtarmaktadır ve günahkar kavimleri
cezalandırmaktadır. Sonunda da Mesih’te yeryüzüne gelerek nihai kurtuluşu gerçekleştirecektir.
Hükümranlık’ın eskatolojik olaylarla kurulacağını kabul eden yaklaşımı da bu
anlayış içine yerleştirmek mümkündür. Yani Mesih, Hükümranlık’ı Gelecek Çağ’da
kuracaktır. Te-ologiara göre böylece yeni bir alemde Allah’ın kavmi ve dünya
kurtuluşa erecektir. Bu gayri mükemmel bir alemden mükemmel bir aleme geçiştir.
Allah’ın bu son gelişi dünyanın da kurtuluşudur ve bu yeni dünya gelecekte
kurulacak Hükümranlık’ın yeridir. Çünkü bu dünya insanların günahları ile o
kadar kirlenmiştir ki, son kurtuluş için Allah’ın, kudreti ile yere bu şekilde
yönelmesi gereklidir. Kurtuluş için günahtan annmış bir yaratılış, Allah’ın
aşkınlığı ve yüceliği, böyle farklı bir eskatolojik müdahaleyi gerektirmektedir.[642]
İşte bu teologlar yukarıda aktardığımız Peygamberlere ait eskatolojik pasajlan
bu çerçevede yoaımlamaktadırlar.
Ahiret Ve Yeniden Dirilme
Çalışmamız boyunca sürekli dikkat
çektiğimiz Allah ve ahiret mefhumları arasındaki gereklilik ilişkisinin bariz
olarak görüldüğü bir başka yer de yeniden dirilme konusudur. Bir dini sistemde
öldükten sonra dirilme fikrinin bulunabilmesi, orada dirilmeyi gerçekleştirecek
bir kudretin varlığını gerektirmektedir. Bu bakımdan böyle bir gücün varlığını
gördüğümüz Eski Ahit’te öte dünya ve sonraki hayat anlayışını incelerken
yeniden dirilme mefhumunu aramamız sonuçsuz bir çaba olmayacaktır
kanaatindeyiz. Nitekim bu konuya eğilen Kitab-ı Mukaddes teologlarına önderlik
eden başlıca çıkış noktası bu tarz bir düşünce olmuştur. Ancak burada aşılması
gereken bir engel bulunmaktadır. Her nasılsa ilk dönemlere ait Eski Ahit Kitaplarında
yeniden dirilme fikrine dair bir iz bulunmadığı ileri sürülegelmiştir. Bu
fikrin sonralan Yahudilik’te daha açık olarak görüldüğü söylenmiştir. Bu
nedenle bu fikrin varlığı, yokluğu veya meydana gelip gelişmesi üzerinde
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şimdi bir yandan, sözünü eniğimiz temel mefhumlar
arasındaki ilişkinin Eski Ahit’te nasıl şekillendiğini görürken, bir yandan da
konu ile ilgili görüşler üzerinde de duracak ve bunları tartışacağız.
Yeniden dirilme düşüncesine Eski Ahit’te,
sonraki dönemlerde yer verildiği görüşü üzerinde neredeyse bir mutabakat söz
konusudur. Bu fikrin açıkça görüldüğü yer, M.Ö. 200 yıllarına götürülebilen
Danyal Kitabı’nın 12. babıdır. Bu Kitabı bir iki yüzyıl daha geriye
götürebilen araştırmacılar varsa da bunlar azınlıktadırlar.[643]
Buna göre ölüm bir son ve insan varlığının yok olması demektir. Bu fikre delil
olarak da şu ayetler verilmektedir: “Çünkü mutlaka öleceğiz ye yere dpk-ülüp
yine toplanmayan su gibiyiz...”[644]
“ (İnsan) ebediyyen yoktur, kendi pisliği gibi,”[645]
insan sen “topraktansın ve toprağa döneceksin”[646]
Eski Ahit’te insana canlılık veren
unsura ruh adı verilir, insan canlı bir bedendir. Ibranice ruah kelimesinin
asıl manası Allah’ın Ruhu’dır. Bu bütün canlılara canlılık kazandıran prensiptir.[647]
insan, Allah’ın kendi nefesini ona üflemesi ile hayat bulur.
“Ve Rab Allah yerin toprağından adamı
yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşıyan can oldu.[648]
İnsana üflenen bu nefes emanettir.”[649]
“Allah onu geri alabilir. Yüzünü gizlersin, onlar şaşırırlar; soluklarını
alırsın ölürler. Ve topraklarına dönerler.”[650]
Eski Ahit, insanı canlı bir bütün
olarak kabul etmektedir. Bu bakımdan nefes, yani nefs bir “bütün olarak İnsan
varlığını” ifade etmektedir. Nefes kavramı ruhu ve bedeni ile bir bütün olarak
insanı ifade etmektedir. Nefes bu insanın her parçasındadır. Onun ciğerlerinde,
yüreğinde, etindedir. Diğer taraftan insanın nefsi onun bedeninin bütün
karakterini taşır. Böyle bir anlayışta insanın nefsinin bedeninden daha üstün,
daha ilâhî olduğu veya bedeninin daha aşağı bir unsur olduğu düşüncesine yer
yoktur. Bu anlayış doğaıltusunuda ölüm, insanı bir bütün olarak meydana getiren
unsurların dağılması veya insan varlığının daha canlı birtakım parçalarının
diğerlerinden kaçıp hürriyetine kavuşması, ya da insanın bir varoluş biçiminden
diğer birine geçmesi değildir. Aksine insanın ölümü, onun vanlığmın bir bütün
halinde canlılığını yitirmesi demektir.[651]
Eski Ahit’te ölünün gittiği yer
Şeoldür. Şeol, yerin altında ölülere ait karanlık bir yerdir. Bu kelimenin
nereden geldiği kesin olarak belirlenebilmiş değildir. Kelimenin çukur
anlamına gelen şa al kelimesinin yumuşatılmış bir şekli olduğu ileri
sürülmüştür. Başka bir iddiaya göre, Asurca suâlu kelimesinin karşılığıdır.
Şeol üstteki aydınlık ve hayat aleminin zıddıdır. Orası derin Şeoldür.”[652]
“Orası karanlıklar alemidir, orada ışık karanlıktır.”[653]
“Yerin ve denizlerin derinliklerindedir.”[654]
Kabir çoğunlukla şeolun ağzı olarak nitelendirilmiştir. Şeol bazan da defin
yeri olarak görülmüştür.[655]
“Şeol’dekiler artık ne dünyaya geri dönebilirler, ne de dünyadaki olaylardan
bir haber alabilirler.”[656]
Bu kesin olarak dünyadaki hayatın sonudur. Şeol’dekiler için Allah’ı
yüceleyerek O’na yaklaşma ümidi kalmamıştır.[657]
“Çünkü yaşayanlar biliyorlar ki,
öleceklerdir; fakat ölüler bilmezler ve artık onlar için ücret yoktur;...., ve
güneş altında yapılan bir şeyde onlar için ebediyyen pay yoktur.”[658]
“İşlemek için elinin bulduğu her ne
ise onu kuvvetinle işle, çünkü gitmekte olduğun ölüler diyarında iş ve
düşünce, bilgi ve hikmet yoktur.”[659]
“Şeol’e herkes girecektir ve orada
herkes birdir.”[660]
“Şeol bir cezalandırma veya mükafatlandırma yeri değildir. Oraya iyiler de
kötüler de gidecektir.”[661]
Yukarıdaki gibi bir ölüm ve Şeol
mefhumu karşısında yeniden dirilme fikrinin kaynağının ne olduğu üzerinde
farklı görüşler ileri sürülmüştür. Genel olarak bu fikrin varlığı bir, evrim
bir gelişim ve bir etkileşim meselesi olarak görülmüştür. Bu konuda dış
kültürlerin tesirleri ve Beni israil’in kendi dini tecrübelerindeki değişim ve
gelişim tartışma konusu edilmiştir.[662]
Şeol İnsanın varacağı son nokta olarak görülmektedir. Bunun ötesinde insanın
varolması mümkün değildir. O halde yeniden dirilme fikri nasıl olup da söz
konusu edilebilmektedir.
Yeniden dirilme konusunda muhtemel dış
tesirler bakımından üç coğrafi ve kültürel kaynaktan söz edilmektedir. Bunlar:
Mezopotamya, Kenan, ye İran’dır.
Mezopotamya’da söz konusu olduğunda
araştırmacılar, Marduk adı verilen ilâhın yeniden dirilmedeki başlatıcı rolü
ile Yahve arasında bir paralellik kurmaktadırlar. Yine bunlar Mezopotamya’da
ölen ve yeniden dirilen tanrı Marduk ve tanrılar mitinin ve bu konudaki belli
kültsel törenlerin varlığından yola çıkarak Eski Ahit’te yeniden dirilme
fikrinin bulunuşunu açıklamaya çalışmaktadırlar.
İkinci bir kaynak olarak Kenan
gösterilmektedir. Burada da ölen ve yeniden kalkan tanrı Baal mitinin, İsrail’deki
bu İnanca temel teşkil edebileceği söylenmiştir. Öyle görünmektedir ki, 1920’lerde
ortaya çıkarılan Ugaritçe yazmaların okunmasıyla İsrail’in bazı dini
uygulamaları ve bazı kavramları Kenan’dan aldığının ortaya konulması bu görüşe
temel olmuştur.
Ancak yukarıda aktardığımız iki öneri
de, Eski Ahit’in ilâh anlayışındaki farklılık dikkate alınarak geri
çevrilebilmiştir. Ölüp, nevruzda tekrar dirilen bir ilâh anlayışı Kitab-ı
Mukaddes’te bulunmamaktadır. Bunun ötesinde Kitab-ı Mukaddes, Yahve’yi ölüme
güç yetirebilen bir ilâh olarak tanıtmaktadır.[663]
Yahudiler’in sürgün sırasında iran’daki
Zerdüştlükten etkilendikleri bir başka görüş olarak ileri sürülmüştür. Çünkü
Zerdüşt metinlerinde insanın bedenen yeniden dirilmesi fikri bulunmaktadır.
Zerdüştlük’te insan tabiatı, Eski Ahit’te olduğu gibi bir bütün olarak ele
alınmamaktadır. Bu nedenle dirilme insanı meydana getiren elemanların bir
araya toplanması şeklinde görülmektedir. Diğer taraftan Zerdüşt metinlerinin
yası konusunda bir görüş birliği sağlanabilmiş değildir. Bunların Eski Ahit
metinlerinden önce mi, sonra mı yazıldıkları tartışılan bir konudur.[664]
Yeniden dirilme hakkında yürütülen ve
ileri sürülen düşüncelerde Eski Ahit’in ilâh mefhumu, dikkat çekici bir
şekilde ileriye çıkmaktadır. Eski Ahit’teki yeniden dirilme fikrini, onun kendi
İçinde geçirdiği gelişme sonucunda ortaya çıkmış bir inanç olarak gören
yaklaşımın üzerinde önemle durduğu nokta budur. İsrail’in İnançlarında bir kere
monoteizm belirdikten sonra, ister bu dünyaya ait olsun isterse öteki dünyaya
ait olsun, bütün İnançlar er ya da geç monoteizm üe uyum İçine getirilmeli idi.
Ancak bu görüşe göre eskatolojik inançların bu değişimi diğer inançlardan
fazla vakit almıştır. Monoteizmin meydana gelişi ile teolojik ve eskatolojik
ilişkiler temelinden bir değişiklik geçirmiştir. Çünkü Yahve Yaratıcı ve bütün
yeryüzünün ilâh’ı kabul edildikten sonra bu dünyada veya ötedünyada insanın
bütün varoluşu, tabii olarak O’nun hükmü altına girecektir. İnsanın bu
dünyadaki hayatı ve gelecek hayatı ilâhî kudrete muhtaçtır.
Ancak yeniden dirilme fikrinin önünde
bir engel olarak duran Şeol anlayışının aşılması kolay olmadı. Charles R.H.’a
göre monoteizm ile bu putperest anlayışı arasında uzun süren bir mücadele
oldu. Sonunda Yahvizm bu putperest anlayışı ortadan kaldırdı. Yahvizm diğer
taraftan, Allah anlayışından yola çıkarak fertte bir hayat şuuru geliştirdi. Bu
anlayış neticesinde, doğru kulların veya azizlerin yeniden dirilmeleri fikri
doğdu. Buna göre günahkarların yeniden dirilmeleri mümkün değildi.[665]
Gördüğümüz gibi yukarıdaki açıklamada
yeniden dirilme fikrinin dayandığı yegâne nokta, Tek İlâh anlayışının
varlığıdır. P, Badham’ın bu konuda vardığı sonuç şöyle olmuştur: Eski Ahit’teki
insan anlayışına baktığımız zaman, insanın kabrin ötesinde bir hayata geçmesi
mümkün görünmemektedir. Ancak oradaki ilâh anlayışına ve İlâh ile insan
arasındaki ilişki göz önüne alınırsa, bunun insanın gelecekte bir hayatı
olması gerektiği sonucuna götürmesi gerekir ve götürmüştür de.[666]
Eski Ahit’te yeniden dirilme fikrinin
varlığını ne bir lakını dış etkilere, ne de Eski Ahit’in kendi içindeki
gelişmelere bağlamayan başka bir yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşım Leonard j.
Greenspoon’a aittir. Ona göre Kitab-ı Mukaddes’teki yeniden dirilme fikri
basitten, karmaşığa doğru gelişen bir fikir olarak ele alınmamalıdır. Aksine,
tarihî ve teolojik ortam doğrultusunda değişik vurgularla ele alman bir fikir
olarak ele alınmalıdır. Bu fikir her zaman Kitab-ı Mukaddes’te bulunmuştur.[667]
Yine ona göre, Allah fikri olmaksızın yeniden dirilmeye İman anlamsızdır.
Buradaki Han’ın Özelliği O’nun kudreti ve bu kudretin devamlılığıdır.[668]
Greenspoon’a göre, ölünün tekrar dirilmesi inancının Kitab-ı Mukaddes’te şu ya
da bu şekilde bulunduğunu kimse inkar edemez.[669]
O, bütün görüşünü Yahye’nn İlâhî Savaşçı sıfatı üzerine kurmaktadır. Bu, Çıkış
15/3’te en açık bir şekilde ifade edilmektedir.[670]
“Rab cenk eridir. (yhwh ‘yş mlhmh)
İsmi Yehova’dır.”
Rab, Beni israil’in kutsal
savaşlarında onlarla birlikte düşmanlarına karşı savaşır. Onİara yardım eder.
Fakat bu yardım bir takım şartları gerektirir. Beni Israil haddi aşmamalıdır.
Aksi takdirde yani, Yahve’den yüz çevirdiği takdirde bozgun onları
beklemektedir:
“İsrail suç etti, hem onlara
emrettiğim ahdimi bozdular; hem tahsis olunan şeyden aldılar, hem çaldılar,
hem gizlediler, hem de eşyaları arasına koydular. Bundan dolayı İsrail
oğulları düşmanlarının önünde duramıyorlar; düşmanlarının önünde sırtlarını
çeviriyorlar, çünkü onlar lanetli oldular, eğer tahsis olunan şeyi aramızda yok
etmezseniz, bir daha sizinle beraber olmayacağım...”[671]
“İlâhî Savaşçı, aynı zamanda semavî
varlıkların Rabbi’dir. Yıldızlar O’nun emrinde savaşırlar ve bütün tabiat O’nun
emri altındadır,”[672]
“... Kimdir o izzet Melik’i? Kudretli
cebbar olan Rab’dir. Ey kapılar, başlarınızı yükseltin; Ve yükselin, ey ebedi
kapılar, Ve izzet Melik’i girecek. Kimdir O izzet Melik’i, Ordular’ın Rabbi;
İzzet Melik’i O’dur.”[673]
Yahve tabiata düzen getirir, taSıiatm
azgın güçierini dize getirir:
“Ya rab, Ordular’ın Allah’ı
Senin gibi kudretli olan kimdir ya
Rab.
Sadakatin de çevrendedir.
Denizin gururuna sen hükmedersin;
Dalgalar kabardıkça sen yatıştırırsın.
Gökler senindir, yer de senin;
Dünya ve onun dolusu- onları sen
kurdun.
Şimal ve cenub, onları sen yarattın”[674]
Yahve aynı zamanda ölümü sonsuza kadar
ortadan kaldıracak olandır:
“Ölümü ebediyyen yuttu ve Rab Yehova
bütün yüzlerden gözyaşlarını silecek;”[675]
Greenspoon’a göre, Yahve’nin kudretini
gösteren bu özellikleri ortak bir noktada birleştiren ve bunları birbirine
bağlayan özellik O’nun İlâhî Savaşçı oluşudur. Yani Savaşçı olarak O, tabiat
üzerine hakimdir. O tabiatı düzene koyar, ölüme hükmeder. Mezopotamya mitolojisindeki
tabiata tabi olarak ölen ve yeniden dinlen ilâhın aksine Yahve ölü insan
bedenlerini tekrar kaldıracak güce sahiptir.[676]
Yahve’nin tabiata yönelmesi ile tabiatta bir uyanış, kendine gelme, canlanma,
hareketlenme meydana gelir:
“Sular seni gördü, ey Allah; Sular
seni görüp korktular; enginler de titredi. Bulutlar su boşalttılar;”[677]
İşte Greenspoon’a göre, insanın
dirilişi de muzaffer İlâhî Savaşçı Yahve’nin ölmüş olan tabiata verdiği emirle
dirilmesi gibi olacaktır. Yani tabiatın bir parçası, onun gibi bir yaratılmış
olan İnsanda da Yahve’nin verdiği emrin bir etkisi görülmelidir:
“O zaman körlerin gözleri açılacak,
Sağırların da kulakları açılacak, O zaman topal adam geyik gibi sıçrayacak ve
dilsizin dili terennüm edecek;”[678]
Yazar daha önce yapılageldiginin
aksine, bu görüşünü delillendirmeye Eski Ahit’te en geç döneme delilden
başlayarak geriye doğru gider:
“Ve yerin toprağında uyuyanlardan birçoğu,
bunlar ebedi hayata ve şunlar utanca ve ebedi nefrete uyanacaklar.”[679]
Burada vurgulanmak istenen nokta
yalnızca satîhlerin değil, günahkarlarında ölüm uykusundan uyanacakları
hususudur. Yazar’a göre, Danyal Kitabı’nın yazarı bu ifadesini İşaya 26/14 ve
19. ayetlere dayandırmaktadır:
“Onlar ölülerdir dirilmezler;
gölgelerdir, kalkmazlar; bundan ötürü onları yokladın ve helak ettin, onların
anılmasını da bütün bütün yok ettin. Senin ölülerin dirilecekler; benimkilerin
cesetleri kalkacaklar. Ey sizler, toprak içinde yatanlar, uyanın ve terennüm
edin; çünkü çiğlerin otların çiği gibidir ve yer ölülerini dışarı atacak.”
Greenspoon çoğunlukla sürgün sonrası
döneme atfedilen, İşaya Apokalipsi adı ile anılan İşaya 24-27’yi, P. Hanson ile
birlikte M.Ö. altıncı yüzyıla yerleştirmektedir.[680]
Ona göre Daniel 12/2 ile İşaya 26/19 abında açık benzerlik, “toprakta yatanların
uyanıp” kalkmalarıdır. Danyal Kitabı’nın yazarı bu ayetleri mutlaka görmüş
olmalıdır.[681]
Yeremya 51/39 ve 57. ayetlerde Babilliler’in
yaptıkları kötülüklere karşılık ebedi “uykuya dalacakları ve bir daha
uyanmıyacakları” şeklindeki ifadeler de yazara göre, Yeremya’nın Eski Ahit’te
bulunan yeniden dirilme fikrinden tamamı İle haberdar olduğunu göstermektedir.[682]
Hezekiel’deki Kum Kemikler Vizyonu da
yazarın delilleri arasındadır:
“Rabb’in eli üzerimde idi ve Rabb’in
Ruhu’nda beni dışarı çıkardı ve beni vadinin ortasına koydu; ve kemiklerle dolu
idi. Onların üzerinden her yandan beni geçirdi; ve işte, ovanın yüzünde
kemikler pek çoktu; ve işte, çok kurumuşlardı. Ve bana dedi: Ademoğlu, bu
kemikler dirilebilir mi? Ve ben Ya Rab Yehova, sen bilirsin dedim. Ve bana
dedi: Bu kemikler üzerine peygamberlik et ve onlara de: Kuru kemikler, Rabb’in
sözünü dinleyin Rab Yehova bu kemiklere şöyle diyor: “İşte sizin içinize soluk
koyacağım ve dirileceksiniz. Ve üzerinize adaleler koyacağım ve üzerinize et
bitireceğim ve sizi deri ile kaplıyacağım ve içinize soluk koyacağım ve
dirileceksiniz ve bileceksiniz ki, ben Rabb’im. Ve bana emrolunduğu gibi
peygamberlik ettim; ve ben peygamberlik ederken bir gürültü oldu ve işte, bir
sarsıntı; ve kemiği kemiğine olmak üzre, kemikler birbirlerine yaklaştılar. Ve
baktım ve işte, üzerlerinde adaleler vardı ve et bitti ve üstten onların
üzerini deri kapladı; fakat onlarda soluk yoktu. Ve bana dedi: Yele
peygamberlik et, peygamberlik et, adem oğlu ve yele de: Rab Yehova şöyle diyor:
Ey soluk, dört yelden gel, öldürülmüş olan bu adamlar üzerine üfle de
ditilsinler Ve bana emrettiği gibi peygamberlik ettim ve soluk onlann içine
girdi ve dirildiler ve ayaklan üzerine dikildiler, çok çok büyük bir ordu.”[683]
Yazara göre, bazı teologlara kabul
edildiği gibi buradaki ifadeleri sadece sürgünde zillet içinde bulunan İsrail’in
yeniden gücünü toplaması anlamında ele almak yanlıştır. Hezekiel burada,
sürgün sırasında gücünü kuvvetini yitiren İsrail’e eski gücünün Yahve
tarafından tekrar verilebileceğini anlatmak istemiştir. Ancak Hezekiel bunu
Yahve’nin kuru kemiklere nasıl et giydirdiğini ve can verebildiğini anlatarak
yapmıştır. Dirilme fikrini İsrail’in kavim olarak dirilişi için kullanmıştır.
Buradaki ortak nokta ise Yahve’nin cansızlığa can verebilecek güçte olmasıdır.
Bu benzetmenin yapılabilmesi ise, Hezekiel’in muhatablarının yeniden dirilme
fikrini iyi bildiklerini göstermektedir.[684]
İşaya 53’te salih bir kulun çektiği
eziyetler ve onun ölümü anlatılmaktadır. Aynı babın 10-12. ayetlerinde ise bu
kulun öldükten sonra ilâhî mahkemede nasıl yükseltildiğini anlatmaktadır:
“.... Canının emeği semeresini görecek
ve doyacak salih kulum bir çoklarını kendi bilgisi ile salih kılacak; ve
fesatlarını kendisi yüklenecek Bundan dolayı büyüklerle beraber ona pay
vereceğim, ve çapul malını zorluklarla beraber paylaşacak; çünkü o canını ölüme
döktü....”[685]
İşaya bu salih kulun ölüm uykusundan
nasıl kaldırıldığından söz etmemektedir. Çünkü İşaya, muhatabları tarafından
yeniden dirilme mefhumunun bilindiğini kabul etmektedir. Mefhum kapalı olmuş
olsaydı, o takdirde bir açıklama yapmak gereği doğacaktı.[686]
I ve II Kırallar Kitapları’nda
anlatılan biri İlya diğeri de Elişa’ya ait iki kıssa bu konuda delil olarak
ileri sürülmüştür:
“... Ve bıı şeylerden vaki oldu ki ev
sahihi kadının oğlu hasta düştü; ve hastalığı çok ağır oldu, öyle ki kendisinde
nefes kalmadı.... Ve çocuğun üzerine üç kere uzandı (îlya) ve Rabb’e çağırıp
dedi;
“Ya Allah’ım Rab, sana yalvarırım, bu
çocuğun canı içine dönsün.” Ve Rab İlya’nın sesini işitti; ve çocuğun canı
kendi içine döndü ve çocuk dirildi...”[687]
“II Kırallar’da anlatılan kıssanın
sonunda Elişa ölmüştür, ama Allah’ın savaşçısı olarak yeryüzünde O’na hizmet
etmeyi sürdürmektedir:
Ve Elişa öldü ve onu gömdüler.
Ve Moab çeteleri yıl haslarında
memlekete akın ederlerdi. Ve vaki oldu ki, bir adamı gömerlerken, işte bir çete
gördüler; ve o adamı, Elişa’run kabrine attılar; ve adam düşüp Elişa’nın
kemiklerine dokununca dirildi, ve ayakları üzerine dikildi.”[688]
Bu kıssalar en azından M.Ö. 7. yüzyıl’da
geniş bir kabul görmüştür. Aksi ileri sürülmedikçe söz konusu kıssaları bu
peygamberlerin kendilerinin yaşadığı, 9. yüzyıla kadar geri götürebiliriz.
Dolayısı ile bu iki Kitap’ta anlatılan kıssalar bize oldukça erken döneme ait
inanır ve adetler hakkında bilgi verebilmektedir.[689]
Yine erken döneme ait deliller
üzerinde durulacak olursa, 8. yüzyıla ait Hoşea 6/1-3’teki ayetleri zikretmek
gerekir:
“Gelin ve Rabbe dönelim; çünkü o
parçaladı ve bizi o iyi edecektir; o vurdu ve bizi o saracak. İki gün sonra
bizi diriltecek: Üçüncü günde bizi ayağa kaldıracak ve onun önünde yaşayacağız.
Bilelim, Rab bilgisinin ardına düşelim; onun çıkması tan gibi gerçektir ve bize
yağmur gibi, yeri sulayan son yağmur gibi gelecektir.”
Burada kullanılan yeniden dirilme ile
ilgili ifadeler, İlya ve Eli-şa’nın dirilme kıssalarının Hoşea’nm yaşadığı 8.
yüzyıl’da iyi bilindiğini bize göstermektedir.[690]
Yine bizi 9. yüzyıla, belki de daha
öncesine götürecek iki pasajın da burada zikredilmesi uygun olacaktır.
Bunlardan biri Tesniye’de geçen Musa’nın İlâhisi’nin[691]
bir parçası olan 32/39’dur
“Şimdi görün ki, ben oyum. Ve nezdimde
ilah yoktur; Ben öldürürüm ve ben diriltirim; Ben yaralarım ve ben sağaltırım. Ve
benim elimden kurtulan yoktur.”
Hanna’ya ait duanın[692]
I Samuel 2/6-7’de zikredilen bir parçası, bir önceki delil kadar eskidir:
“Rab öldürür ve diriltir. Ölüler
diyarına şeol indirir ve çıkarır Rab fakir eder ve zengin eder; Hem alçattır,
hem yükseltir.”[693]
Greenspoon sonuç olarak şunları
söyler: Eski Ahit’le incelenen dirilme fikri, 9. yüzyıl ile 2. yüzyıllar
arasına ait metinlere yayılmış durumdadır. Bu inanç özellikle 9. 8. ve 6.
yüzyıllarda çokça ifade edilmiştir.[694]
Burada Eski Ahit’te yeniden dirilme
fikrini göstermeyi amaçlayan iki ayn girişimden daha söz etmek istiyoruz. Bunların
ikisi de linguistik yaklaşımlardır. Bunlar konuya eskatolojik kavram alanı
İçinde kabul ettikleri kelime ve kelime guruplarını tahlil ederek
yaklaşmaktadırlar.
Bunlardan ilk olarak söz edeceğimiz
çalışma John F. A. Sawyer tarafından yapılmıştır. Bu semantik bir çalışmadır.[695]
Yazarın ele aldığı kelimeler aslında yaşamak, ayağa kalkmak, uyanmak gibi
gündelik kelimelerdir. Ancak bu kelimelerin gerek linguistik ve gerekse tarihî
siyak ve sibakı dikkate alınırsa eskatolojik anlamlarının da bulunduğu görülür.[696]
Yaşamak (bayahibr) kelimesi birçok
yerde dirilmek ve diriltmek anlamına gelmektedir.[697]
Yine bu kökün başka müştakları, ebedi bayat anlamına gelmektedir.[698]
Diğer taraftan kelime, ölümsüzlük[699]
ölüm, kabir, toprak gibi kelimelerle de ilişkilidir. Dirilme ile ilgili
semantik alanın bir diğer önemli gurubu da kalkmak, dikilmek anlamındaki
kûmibr kelimesidir.[700]
Yine aynı anlama gelen amedibr kelimesi burada zikredilmelidir. Başka bir
gurup, uykudan uyanma anlamına gelen kelimelerden oluşmaktadır. Heqîşibr[701]
ve ne’urib[702]
bu gurubun başlıca kelimeleridir. Görme ile ilgili kelimeler de ölüm uykusundan
uyanıp sonsuzluğu temaşa etmek anlamlarıyla bu guruba dahildir.[703]
Bu alanın diğer iki gurubundan biri geri gelmek, geri getirmek[704]
anlamına gelen, diğeri de yeşermek, sürgün vermek, çiçeklenmek[705]
anlamına gelen kelimelerden oluşmaktadır.[706]
Daha sonra yazar, yeniden dirilmekle
ilgili olarak bilinen üç Eski Ahit ayeti üzerindeki açıklamalarıyla bu
görüşünü desteklemektedir.
“Bunun için, kötüler hüküm gününde ve
günahkarlar salihler cemaatinde durmazlar (qîmibr).”[707]
Burada paranteze alınan kalkmak,
durmak anlamındaki kelime, salihlerin hüküm gününde yeniden dirileceğini ifade
etmektedir.
“Ben ise bilirim ki, Kurtarıcım
diridir (hay), Ve sonunda (eharon) toprağın üzerinde dikilecektir (qûm). Ve
benim derim, bu beden yok olduktan sonra (we eher). O zaman etim olmaksızın
Allah’ı göreceğim. Ben onu kendimden yana göreceğim Ve gözlerim onu görecek (ra’ah)
ve bir yabancı gibi değil.”[708]
Yazara göre burada kullanılan kelimelerden
açıkça görülmektedir ki; bu ifadeler erken tarihî siyak ve sibakları içinde
yeniden dirilme fikrini işlemekteydiler.
“Canının emeği semeresini görecek (ra’ah)
ve doyacak (şaba’)[709]
salih kulum birçoklarını kendi bilgisi ile salih kılacak.”[710]
Yine bu ayette kullanılan kelimeler,
Mezmurlar 27/15 ve İşaya 26/19 gibi başka bir kaç yerde olduğu gibi, ölüm
sonrası hayatı ifade etmektedir. Yazara göre, bu ayetlerin ölümsonrası hayata
ve yeniden dirilmeye işaret ettiğini ister çağdaş olsun, isterse eski çağda
yaşamış olsun ancak bir Saduki inkar edebilir. Oysa bu ifadelerin bir Saduki
gibi anlamaya hiç bir sebep bulunmamaktadır. Ayrıca yazar, Eski Ahit’te bulunun
bu fikrin Allah’ın topraktan ve kabirdeki çürümüş bedenden yeni bir insan
yaratabileceğine olan inancın ifadesi olduğunu da belirtmektedir.[711]
Linguistik çerçevedeki ikinci çalışma
Mitchell Dahood S. J. tarafından yapılmıştır.[712]
Yazar çalışmasında önce teologların yeniden dirilme konusunda önyargılı
tutumları sebebiyle, metinlerin açık manalarını nasıl görmezlikten geldikleri
üzerinde örnekleriyle durmaktadır, ilk ele aldığı ayet, Süleyman’ın
Meselleri Kitabı’ndan alınmıştır:
Kötü adam kendi kötülüğü ile yıkılır.
Fakat ölümünde (bemoto) salihin sığınacak yeri vardır.”[713]
Söz konusu önyargılı teologlara göre
burada ölüme işaret eden kelime bir yanlışlık eseri olarak bu şekilde
okunmuştur. Kelimenin bu şekli ve manasıyla kabul edilmesi mümkün değildir.
Çünkü söz konusu Kitabın yazıldığı dönemde İsrail yeniden dirilme fikrine sahip
değildi. Buna göre kelime bütünlüğünde veya masumluğunda anlamındaki betummo
şeklinde okunmalıdır.[714]
Dahood teologların aynı Kitabın 16/2’deki
ayetinin eskotolojik manasını benzeri hilelere sığınarak nasıl görmezlikten
geldiklerini anlatmaktadır.
İnsanın bütün yolları kendi gözünde
temizdir. Fakat ruhları tartan (token rûhot) Rab’dir.
Yahve’nin ruhları tartması fikrinin, Kitap’ın
yazarı tarafından Mısır dininden alındığı ileri sürülmüştür. Çünkü Mısır
dininde hüküm verişi sırasında tann Osiris’in önüne ölünün kalbinin getirilip
tartılması fikri bulunmaktadır. Dolayısıyla Süleyman’ın Meselleri Kitabı’nda
bu ayet aslında olmadığı halde her nasılsa ona sonradan yerleştirilmiştir ve
bir istisnadır.[715]
Oysa Dahood’a göre aynı Kitabın 21/2 ve 24/12. ayetlerinde yürekleri tartan Rab
(token libbot) ibaresinin bulunuşu, bu fikrin bir istisna olarak yalnızca l6/2’de
görülmediğini göstermektedir.[716]
Üçüncü örnek yine aynı Kitaptan seçilmiştir:
Aşağıda olan ölüler diyarından
ayrılsın diye, Hikmetli adam için (ebedi) hayat (hayyim)[717]
yolu yukarı doğru gider.[718]
Yine burada da eskatolojik bir anlama
işaret etmekte olan aşağı ve yukarı kelimelerinin bu ibareye sonradan eklendiği
ileri sürülmüştür. Çünkü gelişmiş bir fikir olan ahirdin böyle erken döneme
ait bir Kitapta bulunması mümkün görülmemiştir.[719]
Dahood daha sonra, açıkça ya da imaen ölümsüzlük
ve yeniden dirilme fikrine işaret eden ayetleri sıralamaktadır. İlk gurup
içinde, hem hayat hem de ebedi hayat anlamına gelen hayyim kelimesinin
bulunduğu ayetlerden oluşmaktadır.
“Ebedi hayat (hayyim) yolunu bana bildirirsin;
Sevinçler tokluğu senin önündedir; Sağında daima nimetler vardır.”[720]
Daha sonra ele alınan guruptaki
adetlerde gelecek veya gelecek hayat anlamındaki aharît kelimesi
bulunmaktadır:
... Çünkü akibet (aharit) selamet
ehlinindir. Fakat asiler piflikte yok olacaklar; Kötülerin sonu kesilecektir. [721]
Ebedi hayat aynı zamanda bir kutlama
sofrası, büyük bir sevinç olarak tavsif edilmektedir.[722]
Ebedi hayatta Rab temaşa edilecektir:
“Ben ise, salahla senin yüzünü
göreceğim; Dirildiğim zaman didarına doyacağım”.[723]
Bazı pasajlarda ise önderlik etmek
(hidayet) anlamındaki nahah kelimesi, Cennet’e iletmek anlamına gelmektedir:
“Öğüdünle bana yol gösterirsin Ve
sonra beni izzetle alırsın.”[724]
Dahood uyanmak ve kalkmak anlamına
gelen qîs fiilinin yeniden dirilme anlamına da geldiği düşüncesindedir.[725]
Yukarıda aktardığımız çalışmalar
göstermektedir ki, yakın zamana kadar tekrar edilegelen Eski Ahit’te ölüm
sonrası hayat fikrinin M.Ö. ikinci yüzyıla ait olan Danyal’a gelinceye kadar
görülmediği önyargısı aşılma yolundadır. Bu çalışmalar, şimdiye kadar kabul
edilen görüşün aksine, yeniden diriime fikrinin Eski Ahit tarihinde çok
öncelere ait olduğunu hatta, başlangıçtan beri orada bulunduğunu
göstermekledirler. Buna göre, Eski Ahit’le yeniden dirilme fikri, ne dış
tesirler sonucu meydana gelmiş ve ne de kendi evrimi sonucunda onaya çıkmış bir
inançtır. Bunun dayandığı en önemli inanç ise. Kudretli Tek İlâh inancıdır
Burada yeniden dirilme fikrini Eski Ahit’te aynı temel noktadan yola çıkarak
arayan teologlarla mutabakat halinde olduğumuzu belirtmeliyiz. Çünkü daha önce
de belirttiğimiz gibi vahyin temel inanç öğeleri olan Allah ve ahiret hiç bir
zaman tesir, gelişim veya evrim gibi oluşumlara tabi olmamışlardır. Bunlar
vahyin başından sonuna kadar, muhataba yani insana öğrettiği inançlar
olmuşlardır. Bunlar İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde da vardı.[726]
Vahyin geliş amacı budur. Bu inançlar vahyin temel konulan olmuşlardır. Aksi
takdirde vahiy anlamsız hale gelirdi.
Eski Ahit’te dirilme bedenen dirilme
olarak görülmüştür. Bunun sebebi ondaki İnsan anlayışıdır. İnsan bedeni ve
ruhu ile bir bütün olarak insandır. Yunan düşüncesinde olduğu gibi, ruhun bedenden
kaçıp kurtulması (soteria) fikri burada yoktur.[727]
İnsanın bedeni onun günahkar oluşu ile zorunlu bir bağımlılık içinde değildir.
Bu bakımdan onun bedeni bu fikrin kendisi kendisinden kaçıp kurtulacağı bir
şey değildir. Yine Eski Ahit’teki dünya anlayışı, insan anlayışı ile paralellik
içindedir. Yunan dualizmi burada da görülmez. Bu bakımdan dünya hiç bir zaman
bizatihi kötü görülmemiştir. Dünya gerçek kimliğini bulabilmek için insanın
kaçıp kurtulması gereken bir şey değildir. Çünkü Allah dünyayı yarattığı zaman
onu iyi kılmıştır:
“Ve Allah ontan (insanları) mübarek
kıldı; ve Allah, onlara dedi: Semereli o!un ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun ve
onu tabi kılın ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve yer üzerinde
hareket eden her canlı şeye hakim olun.”
“Ve Allah dedi: İşte, bütün yeryüzü
üzerinde olup tohum veren her sebzeyi ve kendisinde ağaç meyvası olup tohum
veren her ağacı size verdim; size yiyecek olacaktır ve yerin her hayvanına ve
göklerin her kuşuna ve kendisinde hayat nefesi olup yeryüzünde sürünen her
şeye bütün yeşil otu yiyecek olarak verdim; ve böyle oldu. Ve Allah yaptığı
lıerşeyi gördü ve işte çok iyi idi.”[728]
İnsan ve tabiat varlıklarını Allah’a
borçludurlar. Tabiat, Allah’ın izzetini göstermektedir.[729]
İnsanın ve tabiatın nihai hedefi, Allah’ı yüceltmektir. Böylece dünya insanın
kaçması gereken kötü, günah dolu bir yer değildir. Böyie bir anlayışta dünya
insanlığın hizmetine sunulmuştur. Diğer taraftan insan, dünya nimetlerini
Allah’a kulluk için kullanacaktır. İkisi de böylece ortak yaratıcılarına karşı
uyumluluk içinde görevlerini yerine getireceklerdir.[730]
Sonuç olarak Eski Ahit’in, merkezinde
Kudretli Tek İlâh anlayışı görülmektedir. Dolayısıyla, buradaki diğer
mefhumların da bu ilâh anlayışı doğaıltusunda karakter kazanıp şekillenmiş
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Eslu Ahitin insan, tabiat, dünya anlayışlarına
temasımız sırasında bunu gördük. Konumuz olan ahiret mefhumunun da bu ilâh
anlayışını ne kadar yansıttığını gördük. Diğer mefhumlar gibi ahiret mefhumu
da, Eski Ahit’teki uluhiyet anlayışı doğrultusunda karakter kazanmıştır. Ahir
zamanı dünyada bir başarı, egemenlik çağı olarak bekleyen Beni İsrail’in
aksine, Peygamberler bir hüküm günü mesajı ile gelmişlerdir. Yeniden dirilme
fikrinin ise kudretli ilâh anlayışı temeli üzerinde tesis edilme yönündeki
çalışmalar sürerken, bu fikrin kendisi adeta Eski Ahit teolojisi içinde bir
yeniden dirilme yaşamaktadır. Aslında vahyin başta gelen konularından biri olan
ahiret inancı her zaman onda bulunmuştur. Hz. İsa yeniden dirilmeyi inkar eden
devrinin Sadukiler’ine Tekvin 3/6’ya atfen verdiği cevapta bunu vurguluyor olmaktadır:
“Fakat ölülerin kıyam ettikleri
meselesine gelince,
Musa’nın Kitabındaki Çalı Fıkrasında
Allah’ın ona:
“Ben İbrahim’in Allah’ı, İshak’ın
Allah’ı ve Yakub’un Allah’ıyım diye nasıl söylediğini okumadınız mı?”[731]
B. Eski Ahit’te Ahiret İnancının
Fonksiyonelliği
Benî İsrail’e eskatolojik bir mesajla
gelen Peygamberler’in Kitaplarında bu mesajın fonksiyonel tarafını anlayabilmek
için, önce muhatablann o mesajdan önceki durumunu görmek yerinde olacaktır. Bu
dönemde Kuzey Kırallığı yani İsrail, en parlak çağını yaşamaktadır. İsrail
bölgenin güçlü devleti olarak görünmektedir.[732]
İsrail dışarıya karşı bu başarıyı yaşarken içeride de alabildiğine lüks ve
zenginlik içinde bir hayat sürmektedir. Görülmedik bir servet ve paranın salın
alabileceği her türlü lüks bulunmakta idi. Ancak diğer tarafta çok acı ve
umutsuz bir fakirlik yaşanmakta idi, Toplum kokuşmuş bir maddecilik içinde ve
son derece hasta idi. Vicdan’ın bulunmadığı açgözlülüğün ve mal hırsının hakim
olduğu, malın İnsandan ve Allah’tan üstün görüldüğü bir ortam bulunmakta idi.
Din de yozlaşmış, kokuşmuş bir halde idi. Tapınaklar dolup taşmakta idi.[733]
Fakat din mekanik bir alış veriş haline getirilmişti. Kutsal olan şeyler satın
alınabiliyordu. Din büyük ahlaksızlıklara izin veriyor, göz yumuyordu.[734]
Yine din devletin hizmetine verilmişti ve ona karşı hiçbir eleştiride
bulunmuyordu.[735]
Beni İsrail Peygamberleri Ve Ahiret
İsrail’in bir kavim olarak güçlü ve
başarılı oluşu, onda boş bir kendine güven duygusunun doğmasına da sebep
olmuştu.[736]
Beni İsrail her zaman gelecekte büyük şeylerin olacağı beklentisi içinde
olmuştur. Onlar Allah’ın kavmi olduklarına inanmışlardır. Bu yüzden, Allah’ın
tarihe belirlediği gayenin gerçekleşmesine, yani Beni İsrail’in izzet içinde
hükümran oluşuna doğru gittiğine İnanmışlardır. Bu yüzden Yahve’nin Günü’nün,
Hükümranlık’ın kurulacağına ve onlara zafer getirecek gün olacağına
inanmışlardır. Bu anlayış doğrultusunda israil, kendisine son derece güvenerek
Allah’ın Hükümranlığının kendisine zafer getireceği beklentisi içinde
olmuştur.[737]
Amos
İşte Amos, böyle bir topluma hitab
etmişti. Amos, adını taşıyan Kitabın anlattığına göre aslında bir çobandır.[738]
Ancak daha sonra Allah tarafından kendisine İsrail’i uyarma görevi verilmiştir[739].
Amos kavminin hastalıklarını onun yüzüne açıkça vurmaktan çekinmemiş
zenginlerin sorumsuzluklarını ve ahlaksızlıklarını bütün açıklığı ile şöyle
anlatmıştır:
“Bunu dinleyin, sizler ki yoksulu
yutmak istiyorsunuz ve memleketin fakirlerini helak ediyorsunuz ve diyorsunuz:
Ne vakit aybaşı gelecek ki, zahire satalım? Ve ne vakit Sebt günü gelecek ki,
satılığa buğday çıkaralım, efayı (bir zahire ölçüsü birimi) küçültelim ve
şekali (bir tartı ölçüsü birimi ve hileli teraziler kullanalım da fakirleri
gümüşle ve yoksulları bir çift çarığa satın alalım ve buğdayın süprüntüsünü satalım.”[740]
“Ey hakkı pelin otuna döndürenler ve adaleti yere atanlar... Kendilerini kapıda
azarlayan adamdan nefret ediyorlar ve doğrulukla söyliyenden nefret ediyorlar,
Bundan ötürü, mademki fakiri ayak allına alıyorsunuz ve ondan buğday
hediyeleri kopanyorsunuz, yonulmuş taştan evler yaptınız, fakat onlarda
oturmıyacaksınız; güzel bağlar diktiniz, fakat onların şarabını içmiyeceksiniz...
Ey salihi sıkıştıranlar, rüşvet alanlar ve kapıda yoksulların hakkını saptıranlar”[741]
“... Salihi, paraya ve yoksulu bir
çift çarığa sattılar, onlar ki, yoksulların başı üzerindeki toz toprağa can
atarlar ve hakirlerin yolunu saptırırlar ve mukaddes ismini kirletmek için bir
adamla babası aynı genç kadına giderler.”[742]
Amos, İsrail’in hanımefendilerini
ineklere benzetmektedir:
“Ey sizler, Samiriye dağındaki Başan
inekleri, fakirleri sıkıştıran, yoksulları ezen, efendilerine: Getir de içelim
diyen kadınlar, şu sözü dinleyin...!”[743]
Peygamber, ileri gelenlerin mütref
hayatlarını ayrıntılarıyla dile getirmektedir:
“Sîonda kaygısız olanlara ve Samriye
dağında emniyette bulunanlara, milletlerin birincisinin tanınmış adamlarına,
İsrail evinin kendilerine baş vurduğu o adamlara ne yazık!...
Ey sizler, fil dişi yataklar üzerinde
yatanlar ve sedirleri üzerinde uzananlar ve sürüden kuzular ve ahırın içinden
buzağılar alıp yiyenier, satır sesi ile boş türküler söyliyenler, Davud imiş
gibi kendileri için musiki aletleri icat edenler, taslarla şarap içenler ve
âlâ yağlar sürünenler ve Yusuf’un kırgını üzerine kederlenmiyenler.”[744]
Dinin ruhundan uzaklaşılmış, din
mekanikleştirilmiştir. Hatta din, Allah’a bir isyan, kutsallığa bir saldırı
haline gelmiştir, ibadetler riyadan öte birşey değildir:
“Beyt-ele gelin de günah işleyin.
Gügala gelin de günah artırın ve her
“Bayramlarınızdan nefret ediyorum,
onları hor görüyorum ve bayram toplantılarınızdan hoşlanmam. Yakılan takdimelerinizi
ve ekmek takdimelerinizi bana arzetseniz de razı olmıyacağım ve besili
hayvanlarınızdan selamet cekd ime Serine bakmayacağım. İlâhilerin gürültüsünü
benden uzaklaştır; çünkü santurların ahengini de dinlemeyeceğim. Ancak hak
sular gibi ve adalet kuvvetli ırmak gibi aksın.”[746]
Amos’un bu tenkitleri toplumda ve din
adamları zümresine ciddi bir darbe indirmiş olmalıdır. Dini kuruma bağlılık,
mekanik olarak yapılan ibadetler ve dini kurallara bağlılık gösterileri hiçbir
zaman, hayatın her yönünde Allah’ın İradesine gönülden bağlanmanın yerine
konulamaz. Amos dini kurumun iman ile ahlakı birbirinden ayırdığını
vurgulamaktadır. Din ve kurumları artık toplumun maddeci yapısının bir
parçası, hatta ona güç veren bir kaynağı haline gelmiştir. Din artık
toplumdaki mutref sınıfın hizmetindedir ve toplumda zayıf kalmışların,
yoksulların ve hakkını arayanların üzerinde bir kabus gibidir, işte böyle bir
topluma Amos, bir azab, bir saat ve hüküm bildirisi getirmiştir:
“Ve dedi: Rab Sion’dan gümürdiyecek ve
Yaruşalim’den sesini yükseltecek ve çobanların otlakları yas tutacaklar ve
Karmelin tepesi kuruyacak.”[747]
“Şam’ın,[748]
Gaza’nın,[749]
Sur’un,[750]
Edom’un,[751]
Ammon’un oğullarının,[752]
Moab’ın,[753]
Yahuda’nın[754]
ve İsrail’in[755]
“üç hatta dört kat cinayetlerinden ötürü cezaları geri alınmayacak”.
“Demet dolu araba nasıl yeri ezerse,
işte ben de olduğunuz yerde sizi öyle ezeceğim. Ve çabuk koşan kaçamıyacak ve
kuvvetli adam kendi kuvvetini gösteremiyecek ve yay çeken ayakta duramayacak ve
ayağı tez olan kendisini kurtaramıyacak ve ata binen canını kurtaramıyacak ve
yiğitler arasında yürekli adam o gün çıplak kaçacak, Rabbin sözü.”[756]
“İsrail oğulları ve Samiriye’de sedir
köşesinde ve yatağın ipekli yastıkları üzerinde oturanlar” aslanın ağzından
artakalan “iki bacak ve bir kulak parçası” gibi kalacaklar.[757]
İsrail’in cinayetlerinden ötürü yoklandığı gün, kışlık evler, yazlık evler ve fildişinden
evler yok olacak.”[758]
“Bütün meydanlarda ve dağlarda figan kopacak”[759]
“O gün sarayın türküleri ulumalara dönecek”[760]
“İsrail’in günahlarından ötürü; yer titremiyecek mi, ve onda oturan her adam
yas tutmayacak mı? Evet, bütün yer ırmak gibi yükselecek, Mısır’ın Irmağı gibi
kabarıp yine inecek........”
“Rab Yahve diyor, öğleyin güneşi
batıracağım ve güpegündüz diyarı karartacağım.”[761]
“O gün Rabbin hükmünden kurtuluş
olmayacak, İsrailoğulları nereye kaçsalar, bulunup çıkarılacaklar.”[762]
“Bela bize erişmez” diyenler o gün öleceklerdir.”[763]
“İsrail kızı düştü, bir daha kalkamayacak;
toprağı üzerine serilmiş, onu kaldıran yok.”[764]
Amos muhatablarını bu hüküm günü
mesajının etkisi ile, uykularından uyandırmaya çalışmıştır. Son derece lüks ve
refah içinde bir hayat yaşayan, dünya hayatına kalın iplerle bağlı olan insanların
bu bağlardan kurtarılması ancak böyle şok etkisi yaratacak bir mesaj ile
sağlanabilirdi. Kuzey Kırallığında kurulan materyalist, dünyaya oldukça bağlı,
haksızlıklar üzerine kurulmuş bir düzenden insanların dikkatlerini
ayırabilmek, ancak bu düzenin bir anda altüst olabileceğini, yok olabileceğini
ortaya koyabilmek üe mümkün olurdu. Çünkü muhatab, o kadar bu düzenle ilgili
idi ki, varlığını adeta onunla özdeşleştirmiş durumdaydı. Amos’un yaptığı,
yüce bir kudrete dayandırdığı mesajının yaptırım gücünü dikkatlere sunmak
olmuştur. Bunun için Beni İsrail sadece gelecekte vuku bulacak olaylarla tehdid
edilmemiştir. Aynı zamanda, ona kendi başına gelen, kendisinin bizzat yaşadığı
cezalardan ve önceki kavimlerin cezalandırılmasından da örnekler verilmiştir.
“Allah Sodom ve Gomora’yı nasıl alt
üst etti ise, öylece aranızda şehirler alt üst ettim ve ateşten kurtarılan
yarı yanmış odun parçası gibi idiniz ve bana dönmediniz, Rabbin sözü.”[765]
“İsrail’i en çok sarsan ifadeler ise
herhalde, Yahve’nin Günü’ünün İsrail’e izzet değil, zillet getireceğini
bildiren pasajlar olmuştur. Çünkü İsrail Yahve’nin seçilmiş kavmi olarak o
günü, kendine güven içinde hasretle bekliyordu:
Rabbin gününü isteyenlerin vay başına!
Rabbin gününü niçin istiyorsunuz?
Rabbin günü ışık değil karanlık
olmayacak mı? Evet koyu karanlık, ve onda parıltı yok.”[766]
Amos, son gün mesajı ile muhatabların
ilgilerini, onların canalıcı noktaları üzerine giderek yakaladıktan sonra,
şimdi, kurtuluşun nerede olduğunu onlara göstermeli idi:
“Kötülüğü değil iyiliği arayın ki
yaşıyasınız ve böylece Rab, orduların Allah’ı, dediğiniz gibi sizinle beraber
olur. Kötülükten nefret edin ve iyiliği sevin ve kapıda hakkı pekiştirin; belki
Rab, orduların Allah’ı Yusuf un bakiyesine lütfeder.”[767]
Amos burada iyiliğin ne olduğunu açıklamaya
girmemiştir. Buna da gerek yoktur, çünkü o Beni İsrail’e gelen ilk uyarıcı
değildir. Onun bir hatırlatmada bulunması yeterlidir. Diğer taraftan zaten,
eskatolojik mesajında kötünün ne oluduğunu açıkça belirtmektedir.
Onun getirdiği bildirinin eskatolojlk
tarafının fonksiyonelliğini burada görmekteyiz. Muhatab, azab ve hüküm korkusu
ile kötülükten uzaklaştırılırken, kurtuluş haberi ile iyiliğe özendirilmektedir.
Böylece muhatabda mesajın etkisi ile sağlanması hedeflenen ahlakilik
oluşturulmaktadır.[768]
Amos’un mesajının önemli ahlaki
yönlerinden birisi de, onun Beni İsrail’i, Allah ile arasındaki misakın
bilincine varmaya çağırmasıdır. İsrailoğulları bütün tarihi boyunca Allah’ın
seçilmiş kavmi oldukları inancını taşımıştır. Allah onları korumuş, yüceltmiştir
ve bu böylece devam edecektir. Seçilmiş kavim olarak İsrail’in geleceğe, Allah’ın
düşmanlarının yok edileceği Yahve’nin Günü’ne umut ve güvenle bakmaya hakkı
vardır. Onun için korkacak birşey yoktur. Ancak İsrail burada misakın
karşılıklı olduğunu unutmaktadır. Mîsak kavmin yalnız Allah’a ibadet etmesini
ve bütün insan ilişkilerinde, onun Şeriat’ine boyun eğmesini gerektiriyordu.
İsrail bunu unuttu. Mîsak’ın ahlaki yanı giderek kayboldu. Mİsak ve diğer
kavimlere üstün kılınmış olmak mekanik bir hale getirildi. Mi-sak’ın getirdiği
sorumluluklar hatırlanmış olsa bile bu, gerçek anlamlarını kaybetmiş olarak,
ibadethanelerde bol bol kurban kesmek, adaklar adamak şeklinde anlaşılır oldu.
Böylece Allah ile Beni İsrail arasındaki sözleşme, bütün işlevini yitirmiş bir
hale geldi. Mîsak bir ırkçılık ve birtakımf ibadet kültlerini ifa etmekten
ibaret oldu. İşte Amos, böyle bir mİsak fikrini redederek geldi. Allah’ın Beni
İsrail’e olan nimetini ve ondan aldığı ahdi onlara yeniden hatırlattı. Bu
ahdin gerçek manasını onlara anlattı:
Ve ben sizi Mısır diyarından çıkardım
ve Amorinin memleketini mülk edinmek için talde kırk yıl size yol gösterdim ve
oğullarınızdan peygamberler ve Amitlerinizden Nezirler çıkardım.[769]
Amos’a göre Allah ile arasında bir mİsakın
bulunması, Beni İsrail’in şımarmasını gerektirmemektedir. Aksine, onun
omuzlarına iki kat sorumluluk yüklemektedir. Hatta mİsaka rağmen İsyan, günahı
daha da büyük kılar, Allah’ın hükmü önünde aslında İsrail de dahil, bütün
kavimler birdir:
“Benim için Habeşlerin oğullan gibi
değil misiniz ey İsrailoğulları? Rabb’in sözü, İsraili Mısır diyarından ve
Filistîleri Kaftor’dan, Suriyelileri de Kir’den çıkarmadım mı? İşte, Rab Yahve’nin
gözleri bu suçlu ülkenin üzerindedir ve onu toprağın yüzü üzerinden söküp
atacağım.”[770]
İsrailoğullarının diğer kavimler
arasından seçilmesi sorumluluk içindir. Yoksa seçkin bir ırk ya da soy yoktur:
Yeryüzünün bütün aşiretlerinden yalnız
sizi tanıdım, bundan dolayı bütün fesatlarınızı sizin üzerinizde yoklayacağım.[771]
İsrail Kırallığı da, Allah’ın Kırallığı değildir. Allah’ın Hükümranlığı olamazdı
çünkü o, Allah’ın Şeriat’ini çiğnemişti ve misakı bozmuştu. İsrail Kıralhğı
şimdi Allah’ın hükmü altında idi.[772]
Yüklendiği görevin başlangıcında Amos’un
getirdiği hüküm ve son gün mesajının fonksiyonel oluşunu, inanç esaslarının
tesis edilmesi ve pekiştirilmesi bakımından da değerlendirmek gerekli
görünmektedir. Dünya hayatı ve onun zevklerine bağlanmış İsrail’e, Rabb’i ve O’nun
kudretini hatırlatmak gerekliydi. Hüküm günü mesajı ile kötülükten
uzaklaştırılıp iyiliğe yöneltilen toplumun böylece ahlakilik kazanması
sağlanmış olmaktadır. Bunun yanısıra onun inançlarının da pekiştirilmesi
gereklidir.
Allah’ın İsrail’e verdiği nimetleri
nasıl hatırlattığını yukarıda görmüştük. İsrail bu pasajlarla Allah’tan başka
hiç hirşeye ve kimseye kulluk etmeye hakkı olmadığını hatırlamaya çağırılır.
Yine Allah mutlak kudrete sahip olan her şeye boyun egdirendir:
“Ey İsrail, Allah’ını karşılamaya
hazır ol. Çünkü işte, dağlara biçim veren ve yeli yaratan ve düşüncesi ne
olduğunu insana bildiren, tam karanlık eden ve dünyanın yüksek yerleri üzerine
ayak basan O’nun ismi Rabb’dir, orduların Allah’ıdır.”[773]
“O Allah, Ülker burcunu ve Oriyon
burcunu yaratmıştır. Ölüm gölgesini sabaha çevirir, gündüzü
Amos’un anlattığı kudretli Allah
fikrini onun eskatolojik mesajında da görmek gerekir. Çünkü orada Allah
günahlanndan ötürü kavimleri adaleti İle yargılayacak, cezalandıracak, boyun
eğdire-cektir. O’nun hükmü geldiğinde yer sarsılacak ve onun düzeni bozulacaktır
ve bütün bunlara güç yetirebilecek olan yalnızca Allah’tır.
İşaya
Amos’tan daha sonraki bir tarihte
gelen İşaya döneminde de İsrail aynı hastalıklara mübtela idi. Toplum
zenginlik, şımarıklık ve lüks içinde mütref bir hayat yaşıyordu.[776]
Yine toplumdaki zayıflar bir hak gözetilmeksizin güçlüler tarafından
eziliyordu, önde gelenler hırsızlık ediyor, rüşvet ve hediye peşinde koşuyor,
öksüzün hakkını vermiyor, dul kadının davasını görmüyorlardı.[777]
Bu işleri meşrulaştırmak için kanunu alet edip fetvalar çıkarıyorlardı.[778]
Toplumun önünde gidenler onu sapıklığa götürüyordu, Ona doğruyu gösterenler
İse, konuşturulmuyordu.[779]
Yine sunulan adaklar, aybaşı ve sebt günü ibadetleri anlamlarını yitirmişti.
Bayram toplantıları fesat kaynağı olmuştu. Bunlar nefrel edilecek hale
gelmişti. Kanla dolu eller makbul olmayacak dualara kaldırılıyordu.[780]
Toplumda fesat çıkaranlar, “kötüye
iyi, iyiye kötü diyenler’“, “karanlığı ışık, ışığı karanlık yerine koyanlar” bu
isyanlarını alaycılığa kadar götürüp, “Acele etsin, işini çabuk yapsın da
görelim: ve İsrail Kudusü’nün öğüdü/yaklaşıp gelsin ki onu bilelim”[781]
diye meydan okuyabiliyorlardı. “Kendilerine belâ erişmeyeceğini” iddia
edebiliyorlardı.[782]“
İstiğna ve istihbar içinde idiler. Oysa hiç gelmeyeceğini sandıkları hüküm çok
yakında idi:
“Uluyun çünkü Rabbin günü yakındır,
her şeye kadir olan tarafından bir yıkım gibi geliyor. Bundan ötürü bütün eller
gevşeyecek.”[783]
“O gün bütün yürekler eriyecek. Meydan
okuyanlar o gün şaşkın şaşkın birbirlerine bakacaklar, yüzleri alev alev
olacak. O gün gazabla kızgınlıkla gelecek. O gün geldiği zaman yıldızlar,
yıldız kümeleri ışıklarım vermiyecekler, güneş doğunca kararacak, ay
ışımayacak. Mağrurlar alçaltılacak. Gökler titreyecek, dünya yerinden
oynayacak.”[784]
O gün Rab dava etmek için, hüküm vermek için gelecek. O gün kavmin ihtiyarları
ve reisleri muhakemeye girecek.”[785]
İşaya’daki bu hüküm günü mesajı yine
muhataba iyi ve kötü anlayışını yeniden gözden geçirmeye çağırmaktadır. İsrail
kurtulmak için tövbe edip doğru yola gelmelidir, yoksa kırılacaktır.[786]
Salih için iyilik olacak, o işlerinin semeresini görecek. Kötülere ise kötülük
olacak, ne yaptı ise kendisine o yapılacaktır.[787]
Beni İsrail kurtulmak istiyorsa yıkanıp temizlenmeli, kötülükten vazgeçmeli,
iyilik etmeyi öğrenmeli, adaleti aramalı, ezilmiş olana doğruluk etmeli,
öksüzün hakkını korumalı, dul kadının davasına bakmalıdır.[788]
“O hüküm gününün tek sahibi Rabb’dir.
O gün Rabb’ın heybetinden ve haşmetinden insanlar kaçacak yer bulamayacaklar.”[789]
“O gün adalet ile yükselecek olan Kuddus olan Allah’tır.”[790]
“Yegane korkulacak olan O’dur.”[791]
“Yücetilmeye layık olan, ismine hamdedilecek olan O’dur.”[792]
Tsefanya
Tsefanya’nın mesajında da Hüküm Günü
fikrinin aynı işlevlerini görmek mümkündür. Tsefanya tebliğine ürkütücü ve çok
yakında gelecek büyük bir günün bildirisi ile başlar. O gün Rab, toprağın
üzerindeki her şeyi silip süpürecek; insanı, hayvanı, balıkları, kuşları, Rabb’i
aramamış, sormamış olanları ve O’ndan başka İlâh edinenleri.[793]
Rabb’in günü çok yakındadır. O gün gazab günüdür, sıkıntı ve darlık günüdür,
harabiyet ve viranlık günü, karanlık ve karaltı günü, duvarlı şehirlere yüksek
kulelere karşı savaş günüdür.”[794]
“Rabb’in hüküm verdiği gün haksızca mal yığanların gümüşleri de, altınları da
onları kurtaramayacak.”[795]
Çünkü onlar mütref hayatları içinde yaşarken kendilerini ilâhlaştıran ve Allah’a
meydan okuyabilecek kadar ileri giden insanlardır. “Rab iyilik de etmez,
kötülük de etmez” diyebilmektedirler. Onlar şenlik ve emniyet içinde
bulunmakta, “ben varım benden başka yok” demektedirler.[796]
Alabildiğine bir istiğna hali göstermektedirler. Onlar zorbalıkla ve hile ile
mal toplamaktadırlar. Dini liderleri şahsiyetlerini yitirmiş, Şeriat’i
yozlaştırmışlardır.[797]
Beni İsrail, yakındaki Rabb’in Günü
gelmeden önce “gün saman ufağı gibi geçip gitmeden önce” Rabb’ini doğruluğu,
alçakgönüllülüğü aramalıdır. Belki Rabb’in azabından böylece kurtulur,[798]
“Söz dinlemeli, ders almalı, Rabb’e dayanmalı, O’na yaklaşmalıdır.”[799]
“Kudreti ve haşmeti ile o gün hükmünü verecek olan Rab, Adil’dir, haksızlık
etmez.”[800]
“O kendisinden korkulacak olandır.”[801]
Yeremya
Bir başka Eski Ahit Peygamberi Yeremya
da, Rabbden geleni sözle uyarmak için kavmine gelir.[802]
Beni İsrail onun döneminde Allah ile arasındaki ahdi unutmuş, sapıklığa
dalmıştı. Yeremya Allah’ın ona olan nimetlerini hatırlatarak tebliğine başlar.
Allah onları Mısır diyarından çıkarmış verimli topraklara yerleştirmiş,[803]
ancak Beni İsrail daha sonra Allah’ın nimetlerini unutmuştur. Başka ilâhların,
ona bir yarar vermiyen şeylerin ardına düşmüştür.[804]
Rabb’e isyan etmiş “kulluk etmem”demiştir.[805]
“Ağaçları, taşları ilâh edinip, Rabb’a sut çevirmiştir. Zorda kaldigında ona
yardım edemeyecek şehirlerin sayısınca ilâhları olmuştur.[806]
Onlar yaptıkları işlerde Rabb’in adını anıyorlarsa da aslında inanmıyorlardı.”[807]
“Karınları doyunca, bölük bölük zinaya koşuyorladı. Besili aygırlar gibi komşularının
karılarına kişniyorlardı.”[808]
“Zulmetmek için kuşçuların pusuda yattıkları gibi bekliyorlardı. Hile ile
büyüyüp zengin oluyorlar, semirip parlıyorlardı. Kötü işlerde taşkınlık
ediyorlar, kendi işleri yolunda gitsin diye öksüzün hakkını korumuyorlar,
yoksulların hakkını vermiyorlardı.”[809]
“Yanlış sözlere uyup çalıyor, adam
öldürüyor, zina ediyor, yalan yere yemin ediyor, başka ilâhların ardına
gidiyorlar sonra da Allah’ın evine gelip kurtulduklarını iddia ediyorlardı.”[810]
“Dini önderler entrikalar çeviriyorlardı.”[811]
“İbadetleri anlamını yitirmişti.”[812]
“Kendilerine azab edilmiyeceği
kuruntusuna kapılmışlardı. Kendilerine son derece güveniyorlardı. Açık bir
istiğna içinde idiler. Rabb’i inkar ettiler, üzerlerine kötülük gelmeyeceğini,
kılıç, kıtlık görmiyeceklerini söylediler.[813]
Kendilerini efendi edinciller, uyanlara kulak vermediler, htikbar
gösteriyorlardı.”[814]
“Oysa onların bu söyledikleri sadece
bir vehimdir. Şehirleri viran olacak, oturan kalmayacaktır.”[815]
“Yer ıssız ve boş bırakılacak, göğün ışıkları kalmayacaktı; Dağlar, titreyecek
sarsılacak, insanlar yok edilecek, kullar görünmeyecek, bütün şehirler Rabb’in
önünde, O’nun öfkesi karşısında yıkılıp gidecektir.”[816]
“Öyleyse Rabb’den yüz çevirmiş Beni
İsrail kurtulmak için O’na yönelmek zorundadır.”[817]
“Çünkü doğru yolu ancak O gösterebilir.”[818]
“İsrail yüreğini kötülüklerden yıkamak[819]
hakikati aramak, hakkı gerçekleştirmek durumundadır. Ancak böyle olursa bağışlanacaktır.”[820]
İsrail’in bu başına gelenler onun
kendi suçlarından ötürüdür. Kendi işlerinin karşılığını görmektedir.[821]
Ancak gözleri olup görmiyen, kulakları olup işitmiyen, akılsız ve anlayışsız
kavim bunu bilmez.[822]
Onlar kendilerine iyilik ulaşmasını, kendi yaptıkları ile önlemektedirler.[823]
Rab herkese işlerine göre karşılığını verir.[824]
Rabb’e güvenen için müjde vardır. O kişi su kenarına dikilmiş, köklerini salmış
bir ağaç gibidir. O kuraklıktan kaygılanmaz ve meyve vermekten geri durmaz.[825]
“Beni İsrail Rab Allah’tan
korkmalıdır.”[826]
“Allah ebedi Melik’tir.” “Öfkesinden dünya titrer ve gazabına milletler
dayanmaz.”[827]
“Rab, milletin zulmünden ötürü ondan öc alacak olandır.”[828]
Yukarıda örneklerle aktardığımız ceza
günü, hesab günü bildirisi ile gelen Beni İsrail Peygamberleri bu kadar
değildir. Hoşea,[829]
Yoel,[830]
Obadya,[831]
Mika[832]
da bu bildiriyi getiren peygamberler arasında sayılmalıdırlar. Beni İsrail’e
ceza günü mesajı ile gelen bu uyarıcılar onun Allah’a olan isyanına,
başkaldırısına ve kendi merkezciliğine karşı çıkmaktadırlar. Rabb’in Günü
isyanın ve başkaldırının üzerine oturduğu’ bir hayat anlayışına karşı
gelmektedir. O gün, günahkar kavmin istiğnasına, ve istikbarına karşıdır. Onun
hiç bitmeyecek sandığı, sonunda kendisine başarı ve güç getireceğine inandığı
mütref hayatını reddetmektedir. Onun haksızlıklarını ve yolsuzluklarını inkar
etmektedir. Rabbin Günü fikri günahkar kavmin kurduğu düzeni bir anda yok
etmek üzere gelmektedir. Böylece bu mesaj muhatabı can evinden yakalamaktadır.
Çünkü o, bu karakteri ile muhatabın bütün varoluşunu kavramaktadır.
Peygamberlerin mesajında apokaliptik
eskatolojide olduğunun aksine, bu önemli günün vakti belli değildir. Ancak o
çok yakındadır. Her an gelebilir.[833]
Bu husus, mesajın muhatab üzerindeki etkisini son noktasına çıkarmaktadır. O
gün yalnızca Rabb’in kudretinde ve O’nun bilgisinde gelecektir.[834]
Burada zaten önemli olan o günün zamanı değil, fakat muhatabın davranışlarında
iyiye yönelmesini sağlamaktır.[835]
Muhatab, davranışlarına bir ahlaküik
kazandırmak durumundadır. Yine o, inançlarını gözden geçirip doğru olana
yönelmelidir. İşte burada Hüküm Günü mesajının biri ahlaki alanda, diğeri de
doktrin alanında iki önemli fonksiyonu ortaya çıkmaktadır.
Beni İsrail, işlediği suçlardan vaz
geçmek, tövbe etmek, Allah’a yönelmek zorundadır. O doğruluğu aramalı yanlıştan
uzaklaşmalı, tekebbürü bırakıp, alçak gönüllülüğe koşmalıdır. Aksi takdirde en
korkunç şekillerde yeryüzünden silinecektir. Onun Rab ile ahitleşmiş olması,
diğer kavimlerin üzerine çıkarılmış olması ona bir fayda vermeyecektir. Asıl
olan Rabb’e yönelmek, O’na kulluktur. Yoksa bir ırka, boya, soya, mensub olmak
değildir. Doğru olan, Rabb’e yönelen kurtulacaktır.[836]
Beni İsrail başka ilâhlara tapmaktan
vaz geçmeli; ağaçlara, taşlara, sapık kavimlerin ilâhlarına yönelmemeli, Allah’a
olan inancını yenilemelidir. Çünkü onlann bir gücü yoktur. Onlar Hüküm Günü
geldiğinde ona bir yardımda bulunamıyacaklardır. Oysa kurtuluş Kadir olan
Allah’a yönelmektedir. O hükmünde Adil’dir. O, Kuddûs’tür. Hamdedilmeye yegane
layık olan O’dur. O Hüküm Gününün tek hakimidir. Kudretli Allah mefhumu böylece
Hüküm Günü mesajının ana konusunu teşkil eder.
2. Apokaliptik Edebiyat’ta Ahiret
Anlayışı
Geç Yahudilik dönemini oluşturması ve
Hıristiyanlık üzerindeki önemli etkileri sebebi ile çalışmamızda Apokaliptik
Edebiyat’a yer ayırmamız gerekmektedir. Apokaliptik anlayışı aynı zamanda
muharref ahiret inancının bir örneği olarak da görmek mümkündür, ilâh ve
ahiret doktrinlerinin birbirlerini nasıl şekillendirdiklerini yine burada da,
göstereceğiz. Önce, kaynaklardan öğrendiğimiz Apokaliptik’i aktaracak, sonra
tezimiz doğrultusunda değerlendirmesini yapacağız.
Apokalips, Yunanca apokalypsis
kelimesinden gelmektedir. Kelimenin manası örtülü birşeyi açmak, birşeyin
örtüsünü kaldırmaktır. Burada ise Allah veya ilâhî irade hakkındaki gizli bir
gerçeği açıklamak anlamındadır. Bu kavram, Yahudilik ve Hıristiyanlık içindeki
bir hareketi ifade etmektedir. Buna göre Allah, çok yakında gelecek dünyanın
sonu hakkındaki sırları, bazı kişilere halka anlatmaları için açıklamıştır. Bu
kişiler söz konusu gizlilikleri, vizyonlar aracılığı ile öğrenirler ve yazıya
geçirirler. İşte bu vizyonların aktarıldığı Kitaplara Apokaliptik Kitaplar adı
verilmektedir.[837]
Apokaliptik Kitapların herkes tarafından kabul
edilmiş bir listesi ve sıralaması yoktur. Ancak apokaliptik özellik taşıyan Kitaplar
şu şekilde sıralanabilir:
1- Danyal Kitabı.
(M.Ö.165).
2- I İdris (Enok), 1-36,
37-71, 72-82, 83-90, 91-108. (yakl.
M.Ö. 164 ve sonrası)
3- Jübileler Kitabı,
(yakl. M.Ö. 150)
4- Kahinelerin
Kehanetleri, Kitap III. (yakl.
M.Ö. 150 ve sonrası)
5- XII Büyük
Peygamberin Ahirleri. (M.Ö.2. yy.’in ikinci yarısı)
6- Süleyman’ın
Mezmurları. (yakl. M.Ö. 48)
7- Musa’nın
Sanıları. (M.S. 6-30)
8- İşaya’nın
Şehadeti.
9- Adem ile Havva’nın
Hayatları veya Musa’nın Apokalipsi (M.S. 70 öncesi)
10- İbrahim’in
Apokalipsi, 9-32 (yakl. M.S.70-100)
11- İbrahim’in
Ahdi (M.S.l. yy.)
12- II İdris (Enok)
veya İdris’in Sırları (M.S.l.yy.)
13-
Kahinelerin Kehanetleri. Kitap IV (yakl.
M.S.80)
14- II Esdras (=4
Ezra), 3-M (yakl. M.S.90)
15- II Baruk veya
Baruk’un Apokalipsi (M.S. 90 sonrası)
16- 111 Baruk
(M.S.2.yy) i
17- Kahinelerin
Kehanetleri, Kitap V (M.S. 2. yy)
Bu Apokaliptik Kitaplar üstesi, Ölü
Deniz yazmalarının katılması ile daha uzadı. 1947 ilâ 1956 yılları arasında
Ölü Deniz kıyısındaki Kumran Vadisi’nde bulunan mağaralarda ortaya çıkarılan
bu yazmalar, Ahitler arası döneme büyük ışık tutmaktadır.[838]
Kumran yazmaları da şöyle
sıralanabilir:
1- İşaya, Hoşea,
Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya ve Mezmur 37’nin Tefsirleri.[839]
2- Tsadoki Dökümanı
(veya Şam Dokümanı)
3- Disiplin El Kitabı
(veya Cemaatin Kuralları)
4- Toplanmanın
Kuralları
5- Dualar Rulosu
6- Şehadetler
Rulosu (veya Mesihi Antoloji)
7- Şükran
İlâhileri (veya Mezmurlar)
8- Işığın
Çocukları’nm Karanlığın Çocukları’na Karşı Savaşı (veya Son Savaşın Kuralları)[840]
9- Sırlar Kitabı
10- Son Günlerin
Midraşı
11- Yeni Kudüs’ün
Tavsifi
12- Bir Meleksel
Ayin
13- Nabonidus’un
Duası ve Sözde Danyal Apokalipsi
14- Bir Apokrif
Çıkış
M.Ö. 200 ilâ M.S. 100 yılları
arasındaki üç yüzyıl içerisinde oluşturulan bu edebiyatın Yahudilik üzerinde
etkili olduğu gibi,[841]
Hırisliyanlık’ının oluşumunda da oldukça etkili olduğu söylenmelidir.
Apokaliptik Literatür’ün ilk Hıristiyanlık’ı ve Hıristiyan Teolojisi’ni
anlamadaki önemini Ernst Kâseman şöyle ifade etmektedir: Apokaliptik Hıristiyan
teolojisinin anasıdır.[842]
Bu edebiyatı söz konusu dönem Yahudilerİ’nin felaketlerle dolu tarihlerinin
değişik bir tarzda anlatılması olarak değerlendirmek mümkündür. Yahudiler
Babilliler tarafından esir edilmişler daha sonra, yine Pers kırallarının isteği
ile Kutsal Topraklar’a dönmüşlerdi. Makkabi’lerin idaresinde kısa süren
bağımsızlıklarından sonra Hasmonîlerin[843]
Romalılar’a bağlı zalim idareleri altında ezildiler. Daha sonra Yahudilerin
bağımsızlık umutları, bizzat Romahlar’ın çizmeleri altında ezildi. Kutsal Şehir
ve Mabed Romalıların idaresine girdi. Bu çekilmez acılarla tarih,
putperestlerin egemenlikleri ile dolu idi. Fakat diğer taraftan Yahudiler bu
dünyayı kudreti ile yaratan ve her şeyi idare eden bir Allah’a inanıyorlardı.
Bekledikleri Allah’ın dünyevî Hükümranhk’ı
bir türlü kurulmuyor, buna karşıkık putperest kırallıklar Allah’ın milletini
her seferinde eziyorlardı. Bu karmaşık durum Allah’ın Hükümranlığı konusundaki
umuda yeni bir tarz yorumu gerektiriyordu. İşte Apokaliptik literatür bu yorumu
sağlayarak, ihtiyaca cevap vermiştir. Kritikçilere göre Apokaliptik edebiyata
vucud veren temel sebep bu olmuştur.[844]
Apokaliptik Yazıların Özellikleri
Apokaliptik Edebiyat’ın kendine has
karakteri üzerinde dururken, o dönemde etkili olan Helenistik kültürün
tesirinden de söz etmek gerekmektedir. Helenistik dönem genellikle, Büyük İskender’den
(M.Ö.336-323) Yunan ve Roma kültürlerinin o zamanki bütün medeni topraklara
yayıldığı üç yüzyıllık döneme ad olarak kullanılmaktadır. İskender’den önce
Pers imparatorluğu Babil’i ele geçirmiş ve oranın birçok inançlarını, âdetlerini
ve dilini benimsemişti. İskender Pers İmparatorluğu’nu fethedip Hindistan’a
geçtiğinde, Batı ile Doğu kültürlerini bir araya getirmiş oldu. Bu iki kültürün
karşılaşması sonucunda meydana gelen Helenizm, orada bulunan Yahudilik’i
etkilemiştir. Helenizm’den yalnızca sürgündeki Yahudiler etkilenmemişlerdir
Filistin’dekiler de Helenistik kültürle karşı karşıya idiler. Bu bakımdan her
ne kadar apokaliptik yazarlar Yahudilik dışı unsurlara karşı olmuşlarsa da,
ister istemez Yunan ve Pers kültürlerinden etkilenmiş olmalıdırlar.[845]
Hatta apokaliptikler vasıtası ile putperestliğin sayısız masal unsurlarının,
daha da ileride mitolojinin tamamının Yahudi ve Hıristiyanlık’a girdiği iddia
edilmektedir.[846]
Bu şartlar altında meydana gelen
Apokaliptik Edebiyat’ın kendine has bir takım özellikleranden bahsetmek
mümkündür. Bu Kitapların edebi özellikleri üzerinde çeşitli görüşler ileri
sürülmekle birlikte[847]
genel olarak dört özellik üzerinde karar kılınmıştır. Apokaliptikler batını
karaktere sahip, edebi şekil olarak yazılı, sembolik bir dil kullanan ve yazar
adları müstear (pseudonymous) olarak konulmuş Kitaplardır. Şimdi bunlara kısaca
sırası ile temas etmek istiyoruz.[848]
Hıristiyan teologlar Peygamberler’deki
vahiy ile apokaliptikçilerdeki vahiy anlayışları arasında bir ayırım yaparlar.
Onlara göre Allah, iradesini Peygamber’ler’de vahyin başlıca aracı olan Kelime
yoluyla bildirir. Allah’ın dinamik mesajı, O’nun kelimesi, Peygamberler’in
tecrübelerinin merkezini oluşturmaktadır. Diğer taraftan, Peygamberler’in
vizyon ve rüya aracılığı İle vahiy aldıklan olmuştur. Ancak bu tecrübeler asıl
vahye açıklık getirici mahiyettedirler. Bunlar vahyin kendisi değillerdir.[849]
Bu anlamdaki bir vahiy anlayışı Hıristiyanlar’a aittir. Yahudiler’de insan
şekline giren melek, vizyonlar ve rüyalar ile gelen sözlü vahiy anlayışı
bulunmaktadır.[850]
Apokalipsler’de, ilâhî gizlilikler, çoğunlukla rüyalar ve vizyonlarla
öğrenilir. Bunlarda vizyon yegane vahiy yolu olarak kabul edümiştir.[851]
Bunlar aracılığı ile yazar kötülüklerin giderilmesinin yolunu öğrenir veya bir
meleğin önderliğinde göklerde bir seyahate çıkar ve kendisine yerdeki
varlıkların manaları öğretilir. Vizyon, onu gören kişinin dönemine kadar dünya
tarihini ihtiva edebilir veya gelecek olayların bir dökümü yapılır ve böylece
Allah’ın Hükümranhğı’nın gelişi öğrenilebilir. Bundan başka hüküm doğrunun
mükafatlandı olması, kolunun cezalandırılması gibi olaylarda da görülebilir,[852]
Apokaliptik Kitaplardan üçünde (I İdris,
Jübileler, XII Büyük Peygamberin Ahilleri) mesela semavi levhalardan bahsedilmekledir.
Bu levhalardaki sırlar, zaman zaman okumaları ve gizli tuttukları Kitaplarına
bunları aktarmaları için bazı ayrıcalıklı kişilere açılır. I İdris’te
anlatıldığına göre, bu levhalarda insanların bütün amellerinin kayıtları
vardır.[853]
Bunlar bütün dünya tarihini önceden anlatmaktadırlar.[854]
Yeryüzüne gelecek bütün zulümler bunlarda anlatılmaktadır.[855]
Benzeri konular diğer iki Kitapta da bulunmaktadır.[856]
Apokaliptik yazarlar, kendilerinden
çok önce gelmiş bazı kişilerin yazıya geçirdiği, fakat kendilerine gelinceye
kadar gizli kaldığını iddia ettikleri vizyonları da aktarmaktadırlar. Onlara
göre bu gizli Kitaplara yalnızca kendileri sahip olabilmektedir.[857]
Birtakım gizli bilgilerin elde
edilmesi fikri, aynı döneme ait Ölü Deniz yazmalarında da görülmektedir. Ancak
burada Apokalipsler’de olduğundan farklı bir anlayış vardır. Apokalipsler’de bu
gizli bilgiler doğrudan vizyonlar vasıtası ile açıklanır. Kumran yazmalarında
yazarlar, Kutsal Ruh’un önceki vahiylerin gizli manalarının yorumlamaları için
kendilerine ilham ettiğini iddia etmektedirler. Allah sırlarını Peygamberler’e
bildirmiştir. Ancak bu sırlar, Esenelerin kumcusu, Doğruluk Üstadı (Teacher of
Righteousness) dünyanın sonunda gelene kadar açıklanmadan kalmışlardır. Şimdi
Kutsal Ruh’un ilhamı ile Doguluk Üstadı bu sırlara nüfuz etmekte ve dünyanın
sonunda olacakları anlayıp öğrenmektedir.[858]
Apokaliptik Kitaplarda anlatılan
vizyonların gerçekliği üzerinde çokça durulmuştur. Bu Kitapları yazanlar
gerçekten bu vizyonları görmüş, yaşamışlar mıdır? Nitekim bunların büyük
çoğunluğunun hayal muhsulü, sunî, düzmece hikayeler olduğu ileri
sürüimekteefir. Ancak bunlar arasında gerçekleşmiş bir vecd halini aktaranların
var olabileceği de kabul edilmekledir.[859]
Apokalips yazarlarının ikinci
özelliği, onların mesajlarını yazılı olarak aktarmalarıdır. Eski Ahit
Peygamberleri ile karşılaştırılırca bu özellik daha iyi anlaşılır. Peygamberler
kendilerine gelen mesajı halka sözlü olarak anlatmışlardır. Bir tebliğci
olarak İnsanlara bizzat giderek, onlara mesajlarını aktarmışlardır. Bu
mesajlar daha sonra ya kendileri ya öğrencileri, ya da daha sonraki takipçileri
tarafından yazıya geçirilmiştir. Ancak apokalips yazarlar mesajlarını tamamı
ile yazılı olarak aktarmışlardır.[860]
Onların halk arasına girip tebliğ yaptıklarını bilmiyoruz. Onlar tebliğciden
çok, yazardırlar.[861]
Apokaliptik edebiyat, anlatmak
istediği konular sebebi ile son derece sembolik bir dil kullanmıştır. Bu onun
bir başka edebi özelliğidir. Hayal ürünü olan bu alabildiğine fantastik
anlatımlar, son derece sembolik bir dil ile yazılmıştır. Bu dil onu Eski Ahit’ten
ayıran bir özellik olmaktadır. Bu sembolizmin kısmen Eski Ahit’ten alındığı
söylenebilir.[862]
Ancak bunların çoğunluğunun kökleri eski efsanelere dayanmaktadır. Eski Ahit’teki
sembolik ifadelerden ayrı olarak burada sembolik di! yoluyla tarih
anlatılmaktadır. Danyal’ın vizyonunda gördüğü döıt korkunç canavar döıt büyük
imparatorluğu anlatmaktadır.[863]
Bunlar Babil, Med, Pers ve Yunan imparatorluklarıdır.[864]
Yine Danyal’da altın, gümüş, pirinç ve demir Allah’ın Hükümranlığı’ndan önce
gelecek dört millete işaret etmektedir.[865]
Ezra’da[866]
anlatılan oniki kanatlı, üç başlı ve karşılıklı sekiz kanatlı kartal Roma ile
ilgili tarihi olaylara işaret etmektedir.[867]
Başka bir çeşit sembolizm de sayılarla yapılır. Bu Kitaplarda 3,4,7,10,12 ve
bunların çarpanları sürekli yer alır. Bunların bir kısmı Eski Ahit’te Babil ve
Pers kaynaklarında bulunmaktadır. Fakat apokalipslerde bunlar ayrı bir yere
sahiptirler. Özellikle 70 ve 7 sayılan bunlar arasında önemlidir.[868]
Son edebi özellik, Apokalips
yazarlarının Kitaplarını kendilerine değil de, Eski Ahit şahsiyetlerinden
birine isnad etmeleridir. Bunlar daha önce yaşamış önemli bir ismi dikkatlice
seçmişler ve yazdıklarını ona isnad etmişlerdir. Yazdıklarının inanılır olabilmesi
için de seçtikleri kişiden sonra yaşayan şahsiyetlerden söz etmemeye özen
göstermişlerdir.
Bunun için bir kaç sebep
düşünülmüştür. Bu yazarların yaşadıkları dönemdeki baskıdan korunabilmek için
bu yola başvurdukları ileri sürülmüştür. Ancak bu konuda ileri sürülen
görüşlerden en çok taraftar bulanı, Kitapların daha çok kişi tarafından okumasını
sağlamak için bu yolun seçilmelidir. Geçmişte saygı görmüş bir kişinin ismi
ile yazmak, yazılanlara bir otorite kazandıracaktı.[869]
Apokaliptik yazarlar, yalnızca mesela
bir peygamberin ismini kullanmamışlar, aynı zamanda ismini kullandıkları
peygamberin zamanından kendi zamanlarına kadar olan sürenin tarihini bir önceden
haber verme şeklinde yeniden yazmışlardır. Bu sözümona kehanet, yazann kendi
dönemine kadar izlenebilmektedir. Ancak, tarihî olayların arkası kesilince
Hükümranlık’a dair belirtiler ortaya çıkmaktadır.[870]
Apokalips yazarlarının Kitaplarında
görülen edebi özelliklerden sonra bu yazarların dünya görüşlerini yansıtan
birtakım özellikleri üzerinde duracağız.
Apokalîpsler’de, İnsanın yaşadığı
dünya ile Allah’ın kuracağı dünya arasında kesin bir ayrılık vardır. Şimdiki
dünya günahlar ile dolu bir dünyadır. Gelecekte Allah’ın kuracağı dünya,
bunlardan kurtulmuş olacaktır. Apokalips yazarları, Eski Ahit’te bulunan Şeytan
figürünü ve benzeri kötü figürleri geliştirerek çok belirgin bir dualizm
geliştirmişlerdir.[871]
Ancak, Eski Ahit’te bu ayrılık hiç bir zaman kesin ve mutlak olmamıştır. Bu Kitaplar
şeytanî güçlerin başlarındaki büyükleri önderliğinde, insanı ve onun yaşadığı
dünyayı kontrolleri alûna aldığı şeklinde bir resim çizmektedirler.[872]
Apokaliptik edebiyat, bu dualîstik
anlayış sebebi ile bu çağ ve gelecek çağ kavramlarını işleyerek bu iki kavram
arasında derin bir ayrılık meydana getirmiştir. Gelecek çağ mefhumu farklı Kitaplarda
farklı şekillerde anlaşılabilmiştir. Çoğunlukla ilk dönemlerdeki Kitaplarda
Mesihî Hükümranlığın ve Altın Çağ’ın tarihin sonunda yeryüzünde kurulacağı
düşüncesi yer almıştır. Buna göre Allah ya da O’nun Mesih’i tarafından bir
mahkeme kurulacak, burada kötüler ve Beni İsrail’in düşmanları
cezalandırılacaktır. Sonra ölüler ebedi Hükümranlık’ta yer almak üzere
diriltileceklerdir.[873]
Bir başka düşünceye göre, Hükümranlık kurulurken yer ve gök yenilenecek,
hükümranlık hem yerde hem de gökte kurulacaktır.[874]
Mesihî Hükümranlık fikri bu Kitaplarda vurgulu bir şekilde aktarılmıştır.
Mesih, bu dünyada ortaya çıkacak ve gelecek çağın oluşmasına sebebiyet
verecektir. Mesihî Hükümranlık’ın sonunda mahkeme ve dirilme gerçekleşecektir.
Bu Hükümranlık, daha sonra gökte kurulacak ve elledi olacak olan gelecek çağın
başlangıcı olacaktır. Özellikle son dönem Apokaliptikleri’nde, bu çağ ile
gelecek çağ arasına bir Mesihî Hükümranlık dönemi konulmuştur.[875]
Kumran Cemaati eskatolojisinde de
dualistik bir anlayış göze çarpmaktadır. Onlara göre çok yakında kurulacağını
bekledikleri Allah’ın Hükümranlık’ı yenilenmiş dünyada olacaktır.[876]
Aslında ne Apokaliptik, ne de Kumran
edebiyatının temel monoteizmi bırakmadığı iddia edilmektedir. Mesela başlıca
şeytan figürlerinden olan Belial’ın yaratıcısı Allah’tır ve onu yine Allah yok
edecektir.[877]
Ancak onlar, dünyaya kötülerin hakim olmasını, kötü ruhların ve Seylan’ın
egemen olması şeklinde açıklamışlardır. Danyal’in Ahit’i, yazıldığı zamanı
düşmanın hükümranlığı şeklinde tarif etmektedir.[878]
Disiplin El Kitabı[879]
Ve Savaş Yazmaları[880]
da benzeri bir şekilde dünyayı Belial’ın egemenliği[881]
şeklinde adlandırırlar.[882]
Tenkitçiler, sembolizm konusunda Eski
Ahit ile apokaliptik edebiyat arasındaki farklılığın büyük oluşunu dış tesirlere
bağlamakladırlar. Bu farklılığı o dönemde Helenizm ve Pers kültürünün etkisi
ile açıklamakladırlar. Özellikle şeytanlar ve melekler konusundaki
farklılıklar Pers Kültürü çerçevesinde değerlendirilmektedir.[883]
Apokaliptik yazarlar bu dünya
konusunda açık bir pesimizm gösterirler. Çünkü bu dünya yukarıda da sözünü
ettiğimiz gibi şeytanî güçlere terkedilmiştir. Şeytani güçlerin yok edilmesi
tamamı ile geleceğe bırakılmıştır. Dünya düzeitilemiyecek kadar kötüdür. Bu
yüzden doğru kulların yapabileceği tek şey sabırla olanlara boyun eğmektir.
Bütün umutlar, dünyanın sonunun gelmesine ve Allah’ın Hükümranlığı’ın kurmasına
bağlanmıştır.[884]
Mesela IV Ezra’ya göre tek umut gelecektedir. Bütün acıların sonu gelecek
çağdadır.[885]
Bu yüzden doğru kullar, kötülüğün gelecekte yok olacağına kesinlikle inanarak
dünyada insanlann öldürülmesinden ve kötülüklerden rahatsız olmamalıdırlar.[886]
Bu Kitaplarda, tarihin önceden
belirlendiği ve olup bitenlerin buna göre meydana geidiği düşüncesi de
görülmektedir, Doğru kullar kurtuluşu hak etmiş bile olsalar, önceden
belirlenmiş olaylar gerçekleşmedikçe o gelmeyecektir. Bu anlayış neticesinde
kudretli bir Allah mefhumu da ihmal edilmiştir. Buna göre bizzat Allah bu
olumsuzluklara müdahale etmek için kendisinin tayin ettiği olayların olup
bitmesini beklemeliydi.[887]
Apokaliptik Kitaplar genellikle önceden belirlenmiş olayların gerçekleştiğini
ve artık sonun gelmek üzere olduğunu iddia etmektedirler.[888]
Apokaliptik yazarlar, dünyanın sonunun
geldiğini gösteren birtakım alametlerin görüleceği konusunu da işlemişlerdir.
Bu alametlerden biri milletlerin birbirlerine karşı korkunç bir savaşa
kalkmalarıdır.[889]
Milletler biribirlerine girecekler, önderlerin akılları karışacak,[890]
insanlar birbirinden nefret edecek, aptallar başa geçecek, insanları kargaşaya
sokacaklar ve birçokları kılıçtan geçirilecek.[891]
İnsanlarda şefkatsizlik oluşacak, bebeklerini, çocuklarını vicdansızca
terkedecekler[892]
kendi kardeşlerini, oğullarını torunlarını güneşin doğuşundan halısına kadar
katledecekler.[893]
Bunun yanısıra depremler[894]
kıtlıklar[895]
ve yokedici bir ateş olacak.[896]
Gizli güçler tabiatı ellerine geçirecekler. Ekili yerler bir anda ekilmemiş
gibi olacak. Dolu anbarlar ansızın boş bulunacak.[897]
Meyvalar zamanında yetişmeyecek[898]
şarap ve yağ bulunmayacak[899]
yağmur yağmayacak[900]
Allah gökleri pirinç gibi, yeri de demir gibi yapacak. İnsanlar ne
ekebilecekler ne de sürebilecekler.[901]
Korkunç ve garip şeyler olacak.
Tahtadan kan damlayacak, taşlar konuşacak, raflar tuzlanacak, geceleri garip
konuşmalar duyulacak, yerden alevler fışkıracak, vahşi hayvanlar yerlerini
terkedecekler, kadınlar korkunç yaratıklar doğuracaklar[902]
Hamileler üç dört ayda doğuracak ve yeni bebekler raksetmeye başlayacaklar.[903]
Apokalipsler’de dine bağlılık
genellikle Şeriat’e bağlılıkla tarif edilmiştir. Bu da ahlaki alanda bir
kısırlık meydana getirmiştir. Oysa Peygamberler’in Kitaplarında Beni İsrail
sürekli tevbe etmeye, günah işlemekten vazgeçip Allah’a yönelmeye
çağırılmıştır. Allah’ın azabının günahkarlara geleceği, doğru kulların ise
mükafatlandırılacağı söylenmiştir. Apokaliptik yazarların problemi ise, Beni
israil’in tamamını doğru bir topluluk olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır,[904]
Din, insanın yapması istenen şeyleri yerine getirmesinden ibarettir, iman ve içtenlik
bu anlayışa yabancı bir kavramdır. Bu Baruk Kitabı’nda açıkça görülebilir.[905]
Bu yüzden onlar ahlakî telkine son derece az yer vermişlerdir.[906]
Apokalipsler arasında Danyal,
Peygamberler’e daha yakın görünmektedir. Ona göre, İsrail yalnızca Allah’ın
ahitleştiği kavim olduğu için kurtulacak değildir. Allah’ın ahdi şartlıdır ve
Allah’ın rahmeti O’nıı seven ve O’nun emirlerine uyanlar için söz konusudur.
Beni israil Şeriat’i unuttu ve peygamberleri ihmal etti ve bu günahları
yüzünden de azab çekmeyi hak etti:
“Ve Allah’ım Rabb’e dua ettim ve
itiraf edip dedim: Alı, ya Rab, kendini sevenlerle ve emirlerini tutanlarla
ahdi ve inayeti koruyan, büyük ve korkunç Allah’a biz suç ettik ve sapıklık
ettik ve kötülük isledik ve senin emirlerinden ve hükümlerinden saparak âsi
olduk.”[907]
Danyal’de ahlakî telkin putperest bir
kirala, Nabukadnezar’a kadar ulaşır;
“Bundan dolayı ey kıral, öğüdüm sana
makbul olsun ve salâhla suçlarım ve düşkünlere acımakla fesatlarını kırıp at;
belki rahatın uzatılır.”[908]
Bu nokta genellikle apokalipslerde görülmeyen
bir özelliktir.[909]
Apokaliptikler Ve Mesih Anlayışı
Apokaliptik edebiyat dünyanın sonunda
Allah’ın göndereceği bir kurtarıcı mesih (redeemer) kişiliği geliştirmiştir.[910]
Bu anlamdaki mesihiik mefhumu daha sonra hıristiyan teolojisinde önemli bir yere
sahip olmuştur. Şimdi kavramın apokaliptik edebiyatta geliştirilen anlamına
geçmeden önce Eski Ahit’teki kullanışına temas etmek istiyoaız. Bu ise iki
mesih anlayışı arasındaki farkı ortaya koymamıza yardımcı olacaktır.
Eski Ahit’te meşiah, bir sıfat olarak
kutsal yağ ile yağlanmış anlamına gelmektedir. Kelime çoğunlukla İsrail kırallarının
tahta oturduklarında yağ ile yağlandıklarını anlatmak için kullanılmıştır. Bu
işlem, kıralın dînî ve kutsal fonksiyonları bulunan kırallık makamına geçişi
sırasında yapılırdı. Bir din adamı tarafından yapılan bu işlem ile kirala
kutsal bir kişilik kazandırılırdı. Böylece kral Allah’ın adına hükmederdi.
Yahve’nin mesihi ifadesi din adamları için,[911]
kırallar için[912]
ve muhtemelen peygamberler için”[913]
kullanılmıştır. Bu yağlanma, kısaca dini bir makama atama işlemi olarak
görülebilir. Atanan kişi, kutsama sebebi ile diğer insanlardan farklıdır ve bir
kutsallığa sahiptir.[914]
Bazan kutsal yağ ile kutsanmamış da olsalar, Allah bazı kişilerin kendisinin
mesihi olduklarını belirtebilir. Bunlar belli bir misyon için seçilmiş
kişilerdir. Yahudiler’i topraklarına kavuşturan Pers kıralı Sirus bunlardan
biridir.[915]
Beni İsrail’in büyük ataları[916]
ve İsrail’in kendisi”[917]
Allah’ın mesihi olarak adlandırılmıştır.[918]
Eski Ahit Peygamberler’inde Kitab-ı
Mukaddes teologlarının mesihle ilgili beklentiler cümlesinden olarak ele aldıkları bir başka kişilik
bulunmaktadır. Bu kişi geleceğe kurulacak Hükümranlık’ta, altın çağda, Beni İsrail
içinde mümin kalabilenlere (remnant) kıral olacak, çerdeki öteki kavimleri
yargılayacak, barış ve adalet ile hükmedecektir. Bu kişiliğin, II Samuel 7/12’de
Allah’ın Davud’a verdiği kıratlığın sonsuza kadar süreceği sözünün yarattığı
bir beklenti sonucunda doğduğunu söylemek mümkündür. Benî israil hep bu sözün
Davud’un krallığının tekrar kurulması şeklinde gerçekleşeceğini beklemiş fakat
tarih bunun tam tersini göstermiştir. Gelecekte hükmedecek bu kral kişiliğinin
sürekli olarak Davud’a, onun soyuna isnad edilmesinin sebebi de budur.
Başka bir takım pasajlarda gelecek ile
ilgili beklentiler daha az belirgindir. Bunlar daha çok Hükümranlık’ın ve
kralın ideal özellikleri üzerinde durmaktadırlar. Bu kral olağanüstü bir güce
sahip olacak ve düşmanlarını alt edecektir.[919]
Beni İsrail’e barış getirecek[920]
Yahve’nin gücü ile hükmedecektir.[921]
O, adalet ve doğrulukla kırallığını sürdürecek[922]
ve fakirlerin koruyucusu olacaktır.[923]
Ancak yukarıdaki kral tiplerini çizen
ifadelerin hiç birisinde me-şiah kelimesi kullanılmamıştır. Kullanıldığı
yerlerde ise sadece hükümran olan kırallara işaret edilmekledir. Sonuç olarak
diyebiliriz ki Eski Ahit’te meşkıh kelimesi eskalolojik son günlerde gelecek ve
Allah’ın Hükümranlığını kuracak kişiliğe delalet eden teknik terim olan mesih
anlamında hiç kullanılmamıştır. Görüldüğü gibi hu iki anlam biribirinden son
derece farklıdır.[924]
Kelimeye yüklenen eskatolojik anlam,
Yahudilik’in sonraki dönemlerine, bir başka deyişle apokaliptik edebiyata
aittir. Hıristiyanlık’ın da apokaliptik anlayışla paylaştığı bu sonraki mesih
tanımının nasıl meydana geldiği üzerinde duralım şimdi de. Mesih kavramındaki
bu değişim, yukarıda zaman zaman belirttiğimiz Beni İsrail’in tarihinde
geçirdiği zor durumlar ve ilişkide olduğu kültürler çerçevesinde
değerlerdirilmektedir.[925]
Teknik bir terim olarak Mesih, Apokaliptik eserlerde Allah’ın Hükümranlığı’nın
kuruluşunda görev almak üzere Allah tarafından seçilmiş eskatolojik bir
kişiliği ifade etmektedir.[926]
Makabiler ve Hasmoniler zamanında
Yahudiler arasında, Allah’ın bu amacı yerine getirecek bir kişiyi göndermek
üzere olduğu beklentileri yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu iki hanedan da Davud
sülalesinden değil, Levi sülalesinden idiler. Bu umutlar özellikle Makabiler’den
halkın güvenini kazanmış Simon üzerinde yoğunlaşmıştı. Simon M.Ö. 142 yılında
bütün halk tarafından önder ve sonsuza kadar başrahib olarak ilan edilmişti.[927]
Ancak Levi kabilesinden gelen bu hanedanların daha sonraları sekuiarize olmaları,
ahlaksızlığa sapmaları onlarda görülen umutların sönmesine yol açtı. Ancak kurtarıcı
bir mesihin geleceği beklentisi devam etti. Bu defa Davud sülalesinden bir
eskatolojik mesihin geleceği beklentisi apokaliptik edebiyatın başlıca
konuianndan birisi haline geldi.[928]
Bu Kitaplar arasında, Davud sülalesinden gelecek Mesih konusunu işleyen en
önemli iki Kitap Süleymanm Mezmurları ve XII Büyük Peygamberin Ahitleri’dir.
Davud soyundan gelecek mesihi konu alan en önemli kaynak Süleyman’ın meselleri
M.Ö. 1. yüzyılın ortalarına, yanı Pouıpei tarafından Hasmoni hanedanına son
verilmesi dönemine rastlamaktadır. Burada Davud soyundan kurtarıcı Mesih’in,
yani geleceğin ideal kıralının Allah’tan islendiği görülmektedir.[929]
Bu ideal hükümdarın hükümranlığının merkezi Kudüs olacak ve görevini yerine
getirmesi için gerekli bütün güç, Allah tarafından kendisine verilecektir.
Tebasına doğrulukla[930]
ve hikmet[931]
ile hükmedecektir. Onları temizleyecek ve doğru kullar olmalarını
sağlayacaktır.[932]
Aralarında kötülüğün barınmasına izin vermeyecektir. Onun tebası mübarek ve
Allah’ın oğullan olacakttr.[933]
o, günahtan arınmış olacaktır ve Allah onu Kutsal Ruh’u ile destekliyeçektir.[934]
O ne silaha, ne altına ve gümüşe güvenmiyecek, yalnızca Allah’a güvenecektir.[935]
O aynı zamanda kötü hükümdarları dağıtacaktır.[936]
Kafir toplumları sözleri ile yok edecektir.[937]
Kilise’nin ilk dönemi ile aralarında
birçok bakımdan benzerliklerin bulunduğu belirtilen Esseneler[938]
de benzeri bir mesih mefhumuna sahiptirler.[939]
Kumran cemaati Tesniye 18/15-18’e atfen eskatolojik bir peygamber bekleyişi
içinde olmuştur.[940]
Dünyanın sonunda gelecek böyle bir peygamber anlayışının izleri, ilk Kilise’nin
İsa’nın (a.s.) kişiliğini yorumlamasında görülebilmektedir.[941]
İkinci eskatolojik kişilik din adamı özelliğine sahip ve cemaati kutsayacak
Harunî Mesih’tir (Messiah of Aaron). Kumran cemaati aynı zamanda kral özelliğine
sahip bir Davudî Mesih beklemekte idiler. Bu mesih Yeni İsrail’in başına
geçecek, dünyanın sonunda yapılacak savaşta ordunun başında olacak ve evrensel
bir kral olacaktır. Gerek Essenîler’de gerekse İlk Hıristiyanlık’ta, Mesih
dünyanın sonunda ebedi bir hükümranlığı kurmak için gelecektir. Aynı şekilde
kral özelliğinde elinde kılıç ile yeryüzünde veya kainattaki günahkar unsurları
yok edecek bir mesih anlayışı ikisinde de görülür. Yine ikisinin mesih
beklentileri hem din adamı, hem de peygamber özelliği taşırlar.[942]
Yukarıda anlattığımız Apokalips ve
Kumran eserlerinin mesih anlayışları ile Hıristiyanlık’ın mesih anlayışı
arasındaki benzerlik, Hıristiyanlık’in daha başlangıçta bu anlayışlardan
etkilenmiş olabileceği düşüncesini doğurmaktadır. Özellikle bu konudaki
Sinoptik İncil metinlerinde[943]
İsa’nın (a.s.) kendisinin çekimser, daha da ileride açıkça olumsuz[944]
bir tavır takınmış olduğunun görülmesi konuyu daha dikkat çekici bir hale
getirmektedir.[945]
Nitekim Cullmann gerek Mesihlik ile ilgili terminolojiyi ve gerekse,
Yahudilerin mesih beklentileri konusundaki belli mefhumları, İsa’ya ilk Kilise’nin
isnad ettiği sonucuna vardığını belirtmektedir. İlk Hıristiyanlık Kilise’nin
kiralı olarak Davud’un Oğlu ve dünyanın sonunda gelecek kurtarıcı mesih
kişiliğini vurgulamıştır.[946]
Esasen ona göre, Eski ve Yeni Ahit’ler arasındaki bütünlüğün ve devamlılığın
temin edilmesi de buna bağlıdır. Eski Ahit ile Beni İsrail’e verilen misyonu, İsa’nın
(a.s.) mesih kişiliğinde tamamlanmaktadır. Bunun için, her ne kadar İsa, mesih
olarak adlandırılmayı reddetmiş olsa da, Yahudilik’teki mesih kavramının İsa’ya
isnad edilebilecek en az bir yönü bulunmalıdır. Bu da, Eski Ahit ile İsa’nın
yerine getirmesi gereken görevi arasındaki devamlılığı sağlayacak bir yön
olmalıdır. Başka bir deyişle Heilsgeschichte kurulmalıdır.[947]
Apokaliptikler Ve İnsanoğlu Kavramı
Apokaliptik Edebiyat’ın eskatolojik
şahsiyetlerinden bir diğeri ele İnsanoğludur. Bu ibare Eski Ahit’in Hezekiel Kitabı’nda
peygamber olarak Hezekiel’e işaret etmektedir.[948]
Mezmurlar’da İse bu ibare, insanın Allah karşısındaki aczi anlatılırken
kullanılmaktadır.[949]
İbarenin Aramcası bârenaşa şeklindedir. Bâr kelimesi, oğul enaşa ise insan
anlamındadır.[950]
Bu ibarenin İbranice’de karşılığı ise ben adamdır.[951]
Apokaliptik Edebiyat’ta, İnsanoğlu ibaresinin
ilk bulunduğu yer Danyal 7/13’dir. Kilab’ın 7. babında Danyal bir vizyonundan
söz etmektedir. Burada Danyal birbiri ardına dört korkunç canavarın denizden
çıktığını görür”. Bu canavarlar dört imparatorluğu temsil etmektedir. Daha
sonra yazar, “Insanoğlu’na benzer birisinin göğün bulutlan ile” geldiğini
görür. Ona egemenlik, başarı, hükümranlık verilecek, bütün fopluluklar bütün
uluslar, bütün diller ona hizmet edecektir. Onun egemenliği ebedi olacak, asla
bitmeyecektir ve hükümranlığı yakılmayacaktır.[952]
Buradaki İnsanoğlu ibaresinin belli bir şahsa delalet etmesi pek mümkün görünmemektedir.
Daha uygun düşen açıklama, İnsanoğlu’nun insanlığı temsilen Allah’ın gücü ile
canavarların temsil ettiği şeyleri altetmesidir. Ancak dana sonraki Yahudilik
buradaki İnsanoğlu ibaresine bir ferdiyet atfetmek, onunla belli bir kişiliğe
işaret etmek eğilimine sahip olmuştur.[953]
Bundan sonra İnsanoğlu ibaresinin
kullanıldığı apokaliptik Kitap I İdris’tir. Burada İnsanoğlu Seçkin Kişi,[954]
Doğru Kişi[955]
veya Mesih[956]
adları ile anılmıştır. İnsanoğlu burada insanlıktan önce varolmuş semavi bir
şahsiyet olarak kabul edilmektedir. Yüzü insana benzemektedir, fakat kutsal
melekler gibidir.[957]
Allah onu dünya yaratılmadan önce ebediyyen seçmiştir.[958]
İnsanoğlu kainatın gizli bilgisine sahiptir. O gizli bilgiye hükmeder.[959]
Doğru Kişi, salih kullara görününce zaman gelmiş demektir.[960]
Büyük bir insan topluluğu onunla savaşmak için toplanır. Bunun üzerine
insanoğlu büyük bir dağ yapar ve üstüne uçar.[961]
Daha sonra düşmanı ağzından püsküren ateş ile yok eder[962]
Bütün şan ve şerefi ile Allah’ın tahtına oturur. Hatta Allah, kendi kudretini
paylaşması için ona izin verecek ve tahtına yine kendisi oturtacaktır.[963]
Bütün kötüler onun önünden geçeceklerdir.[964]
Buna karşılık o, doğruları koruyup kurtaracaktır.[965]
İbare Hıristiyanlık sonrası
apokaliptik eserlerde de görülmekledir. Bunlar II Esdras, II Baruk, Kabinelerin Kehanetleri V gibi Kitaplardır. Ancak bunlar bu
konuda I İdris kadar önemli değildirler.[966]
İnsanoğlu ibaresinin bir şahsiyete
işaret ettiği düşüncesinin kaynağı çoğunlukla Yahudi dışı unsurlarda
aranmaktadır. Çünkü ibaredeki anlam değişikliğinin açıklanmasında iç unsurlar
yeterli görünmemektedir.[967]
Apokaliptik eserlerde görülen bu semavi İnsanoğlu kişiliği, Yahudiler’in
geleneksel olarak bekledikleri mesihî kişilik ile çok az bir benzerliğe
sahiptir. Eski Ahit’te bu kişilik için yukarıda anlatılan özelliklerin çoğunun
köklerini bulmak mümkün değildir. Buna mukabil, birçok araştırmacı insanoğlu
şahsiyetinin sürgün-sonrası Helenistik dünyada oldukça yaygın olan ilk insan
veya Semavî insan şahsiyetine son derece dikkat çekici bir şekilde benzediğini
iddia etmektedirler. Bu iki şahsiyetin birçok özelliği birbirinin aynıdır. Bu
yüzden insanoğlu kişiliğinin aslı o zamanın mitolojisinde aranmalıdır. Bu
efsane değişik yerlerde değişik adlarda ortaya çıkmıştır. Adapa, Ea-Oannes,
Soashyant, Gayomart vb. adlarla anılan figürün insanoğlu figürünün prototipi
olduğu iddia edilmiştir. Bu isimlerin hepsi şu ya da bu tarzda ilk İnsan ya da
Semavi insan kişiliğini ifade etmektedirler. Bu kişilik yarı İlâhî, kozmolojik
ve eskatolojik özellikleri olan birisidir. Son derece hakîm, ideal bir
insandır. Yaratılışta dahli olduğu gibi, son günde de hakim olarak
bulunacaktır. Bütün insanlığın ruhları onda bulunmaktadır ve ona geri
dönecektir. Böyle bir kişilik merhumunun izleri, İran, Mezopotamya ve Babil
dinî geleneklerini bağdaştıran Kaide kaynaklarına kadar götürülmektedir.[968]
Hıristiyanlık’la İnsanoğlu kavramı
önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü încillere göre İsa’nın (a.s.) kendisine
atfettiği yegane unvan budur. Bu bakımdan Kristolojik tartışmalarda bu kavram
üzerinde önemle durulmaktadır. Esasen burada Kristoloji’nin problemi, bu
kavramın Hıristiyanlık öncesi Yahudilikle olduğu gibi bir unvan olup
olmadığıdır. Bu unvan, Mesih, Rabb, Allah’ın Oğlu, Koruyucu gibi öteki
Kristolojik unvanlarla birlikte Hıristiyanlık öncesi kültürdeki manası ile
alınıp İsa’ya atfedildiği zaman, ona ilâhî bir kişilik isnad edilmektedir.[969]
Bu ibarenin dünyanın sonunda gelecek kurlana bir şahsiyetin unvanı olup olmadığı
tartışmaları. 1896’ya kadar gitmektedir. H. Ueizmann Aıanıca, bâr enetşanm,
Yunanca huios tou antbropou ibaresinin bir unvan olup olamıyacağını soruşturmuş,
sonunda bunun “Helenistik Kilise tarafından sonradan ihdas edildiği kanaatine
varmıştır.[970]
G. Vermes bârenaşa ibaresinin unvan olduğunun ispatlanmasının mümkün
görünmediğini belirtmektedir. Konuşan kişi bunu idyomatik bir kullanım olarak
kendine işaret etmek için kullanır Özellikle alçakgönüllülük ve hürmet sebebi
ile kendinden direk olarak bahsetmek islediği zaman yapar.[971]
R. Leivestad tarafından aynı tarihlerde yapılan bir başka çalışma G. Vermes’in
görüşünü tamamlamıştır. O İnsanoğlu ibaresini İsa’nın (a.s.) bir tevazu ifadesi
olarak kullandığını, onunla kendisinin bir insan, beşer olduğunu belirttiğini
söylemektedir.[972]
Sinoptik İnciller’de insanoğlu
ibaresinin kullanıldığı ayetler üç gurupta incelenmektedir. Bunlar Dünyevî
insanoğlu (The Eaıthly Son of Man) ayetleri,[973]
Çile Çeken İnsanoğlu (The Suffering Son of Man)[974]
ve Apokaliptik insanoğlu ayetleridir.[975]
Bu ayetlerin İsa’nın kendisine mi ait olduğu, yoksa İncil geleneğine tarihinin
belli bir döneminde mi katıldığı problemi ısrarla tartışılmıştır.[976]
Cullmann ve onun gibi öteki tutucu teologlar bu pasajların tamamının otantik
olduğunu söylemektedirler.[977]
A, Schweitzer ve J. jeremias, apokaliptik ayetlerin otantik olduğunu
savunmaktadır. Bultmann ve Bornkamm gibileri apokaliptik ayetlerin otantik
olduklarını söylemekle birlikte, İsa’nın bunlarla kendisinden başka birini kastettiğini
söylemektedirler. E. Schweitzer’in başta bulunduğu bir gurup araştırmacı da
Dünyevî İnsanoğlu ayetlerinin otantik olduğunu iddia etmektedir.[978]
Yine Hıristiyan teologlardan Perrin bu konuyu tartışırken iki ihtimal ortaya
koymaktadır. Ya İsa (a.s.) kendisinin eskatolojik anlamda insanoğlu olduğunu
söylemeksizin böyle birisinin geleceğinden söz etmiş, ancak ilk Kilise bunu İsa’ya
isnad etmiştir. Ya da İlk Kilise, yeniden dirilişi Mezmur 110/l ve Danyal 7/13’ün
tesirinde yoaımlayarak, bir kurtarıcı beklentisi içine girmiştir. Halbuki İsa
eskatolojik bir yargılayıcının geleceğinden bahsetmemişti. Penin bu
ihtimallerden ikincisini kabul etmektedir. Ona göre bunun sebebi, hem İsa’nın
mesajında böyle bir beklentinin önemli bir yeri olmayışı, hem de Apokaliptik
İnsanoğlu ayetlerinin hiç birinin otantikük testini geçemeyişleridir. Buna
mukabil, bunlar ilk Hıristiyanlık’ın tipik karakterini ortaya koymaktadır. Ona
göre, Matta ve Luka Incilleri’nin iki kaynağından biri olduğu kabul edilen
geleneğin oluşturucusu ilk Hıristiyan Cemeaati (Q Cemaati), İsa’nın gökten
İnsanoğlu kişiliğinde güçlü bir şekilde yeniden gelerek eskatolojik
yargılamayı gerçekleştireceğini beklemiştir.[979]
Oysa İsa, Sinoptik İnciller’de insanoğlu’nun ikinci bir defa gelişinden hiç
söz etmez. O hiçbir zaman “ben tekrar geleceğim” dememiştir.[980]
Bu da, Apokaliptik Edebiyatın Q Cemaati üzerindeki tesirini göstermektedir.
Lirdars bu tesiri konuya linguistik
açıdan yaklaşarak ortaya koymaktadır. Ona göre, bâr enaşa ibaresinin Yunanca’ya
incil yazarları tarafından ho huios tou antbropou şeklinde çevrilmeleri kasıtlı
bir harekettir. Bunun sebebi, Danyal 7/13’te geçen mesihî özelliğe sahip
İnsanoğlu şahsiyetini İsa’ya atfetmektir. İbarenin bu şekildeki çevirisi tam
bir tercümedir Ancak Danyal Kitabı’ndaki ibareyi çağrıştırmaktadır. Bu tavır
ile Hz. İsa’nın kendisini, kendi sözleri ile mesihî bir kişilik olarak
tanıtması sağlanmıştır. Bu çevirinin kasıtlı olduğu şu şekilde
delillendirilebilir: İnciller’de bâr enaşa ibaresinin yalnızca anthropos (insan)
şeklinde çevrildiği yerler bulunabilmektedir.[981]
Buradan şu sonuca varılabilir. Mesihî bir yoruma götüren İnsanoğlu ayetleri
muhtemelen Aramca asıllarına dayanmamaktadır. Bu bakımdan İsa’nın bu konudaki
bazı sözlerinde geçen İnsanoğlu ibaresi, sözlük anlamı dikkate alınarak insan
veya adam şeklinde okunabilir ve anlaşılabilir:
“Ve İsa ona dedi: Tilkilerin inleri ve
gök kuşlarının yuvaları vardır; fakat İnsanoğlu’nun başını yaslıyacak yeri
yoktur.”[982]
“İnsanoğlu yiyerek ve içerek geldi:
İşte, obur ve ayyaş adam, mültezimlerin ve günahkarların dostu diyorlar.”[983]
Aynı işlem, Mt. 12/32 (=Lk.12/10) ‘e
uygulandığı zaman; İsa’nın (a.s.) insan olarak kendisinin aleyhinde
konuşulmasının affedileceğini buna mukabil ona Allah’tan bir görev İle gelen
Kutsal Ruh aleyhinde bulunulmasının affediîemiyeceğini kastettiğini söylemek
mümkündür.
“Kim İnsanoğluna karşı söz söylerse,
ona bağışlanacaktır; fakat kim Ruhulkudüse karşı söylerse, ne bu dünyada, ve ne
de gelecekte ona bağışlanmıyacaktır.”[984]
Markos’a dayanan Acı Çeken İnsanoğlu
ayetleri de Markus’un İsa hakkındaki inancının izlerini taşımaktadır. Markus
onun Mesih olduğuna inanıyordu. Bu yüzden İsa’nın da Mesih gibi acı çekmesi,
öldürülmedi’’ve tekrar gelmesi ve nihayet göğe yükselmesi gerektiğine inanıyordu.[985]
Özellikle İnsanoğlu’nun öldürüldükten üç gün sonra dirileceğini belirten
pasajlar[986]
Markus’un kendi inancını aktarmaktadır. Bunlar aynı zamanda Pavlus’un Korintoslular’a
Birinci Mektubu 15/3-4’de ifadesini bulan İsa’nın mesihliğini tasdik eden
pasajlarda etkisini göstermektedir. Bunun dışında Markus İnsanoğlu’nun
düşmanlarına teslim edildiği[987]
ve İnsanoğlu’nun hizmet etmeye ve hayatını birçokları için vermeye geldiği[988]
ifadeleri ile de İsa’nın görevi sırasında karşılaştığı zorlukları anlatmayı
amaçlamış olmalıdır. Bu ifadelerin acı çeken ve kendini feda eden Mesih
şeklindeki yorumu İlk Kilise’ye aittir. Çünkü bu şekildeki bir yorum ilk defa I
Korintoslular 15/3 vd. da görülmektedir.
Danyal 7/13 pasajının açık tesiri, İsa’nın
(a.s.) İkinci gelişine işaret ettiği iddia edilen pasajlarda da kendisini
göstermektedir. Buna göre ölümünden sonra göğe yükseltilmiş Mesih, ebedi Hükümranlık’ı
kurmak üzere gelecektir. Bu pasajlarda Eski Ahit’te bulunan dünyanın sonunda
Allah’ın müdahalesine işaret eden Rabbin Günü mefhumunun Danyal 7/13 doğrultusunda
İsa’ya atfedildiğini görüyoruz:
“Fakat şunu bilin ki, eğer ev sahibi
hırsızın hangi nöbette geleceğini bilse idi, uyanık durup evini deldirmeğe
bırakmazdı. Bunun için siz de hazır olun; zira sanmadığınız saatte İnsanoğlu
gelir.”[989]
“İsa da onlara dedi: Doğrusu size
derim; İnsanoğlu her şeyin yenilenmesinde, izzetinin tahtına oturacağı zaman,
siz ki benim ardımca gelenlersiniz, siz ele İsrail’in on iki sıptına
hükmederek on iki taht üzerinde oturacaksınız.[990]
Aynı eğilim Markos’ta da görülmektedir:
Çünkü bu zina ve günah işleyici nesil içinde
kim benden ve sözlerimden utanırsa, İnsanoğlu da Babası’nın izzetinde mukaddes
melekleriyle geldiği zaman, ondan utanacaktır.”[991]
“O zaman İnsanoğlu’nun büyük kudret ve
izzetle bulutlarda geldiğini göreceklerdir.”[992]
İsa da dedi: “Benim ve İnsanoğlu’nun
Kudret’in sağında oturduğunu ve gökün bulutları ile geldiğini göreceksiniz.”[993]
Bunun örneklerini yine Pavlus’un Mektuplarında görmemiz mümkündür.[994]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi
apokaliptik eserlerin yazıldığı dönem, Beni İsrail Peygamberleri’nin gelişinin
kesilmesi ile başlamaktadır. M.Ö.200
ile M.S.100 yılları arasındaki üçyüzyıl içerisinde M.Ö.’ ki dönem, başka bir
deyişle geç Yahudilik dönemi apokaliptik karakterdeki edebiyatın oluştuğu
dönemdir. îsa’nm (a.s.) gelişine kadar süren bu fetret dönemi, Yahudiler’in
büyük zorluklarla karşılaştıkları dönemlerden biridir. Bu sırada kendini
gösteren apokaliptik eserler, Yahudiler’in bu sıradaki hayat anlayışlarının
belli bir şekilde ifade edilmesidir. Bunlar belki karşılaşılan zor durumlara
karşı toplumun direncini artırmak, -kurtuluş umudunu yaşatmak amacını
gütmekteydiler. Ancak onların tarzı ve öğretileri Peygamberler’inkinden farklı
oldu. Apokaliptik yazarlar tabiî olarak Peygamberlerin mesajlarındaki
motifleri kullandılar. Ne var ki, bu motifler, apokaliptiklerde farklı bir
siyak-sibak içinde kullanıldı. Apokaliptİk’in özellikle üzerinde durduğu konu
eskatoloji, yani dünyanın sonudur. Apokaliptik yazarların eskatolojisi de Peygamberler’inkinden
farklı bir karakter göstermektedir. Burada daha önce de bilirttiğimiz gibi,
Helenistik kültür oldukça etkilidir, işte bu bakımdan apokaliptik eserlerde vahiy
dışı unsurların tesiri yoğun olarak görülebilmekledir.
Bu karakteri itibarı ile apokaliptik
tebliğ pasif bir özellik taşımaktadır. Buna mukabil Peygamberler, dönemlerinin
değerlerini yeni baştan belirleyerek gelmişlerdir. Her şey yeniden ele alınır
ve gereken tarafa yönlendirilir. Apokaliptik bildirinin ise böyle bir değerlendirmeyi
yapamadığı görülmektedir. O döneminin beklentilerine, yine döneminin
malzemeleri ile cevap vermeye çalışmıştır. Bu malzeme önceki Kitapları
olabildiği gibi, büyük çapta Helenistik mitoloji olabilmiştir. Bu yüzden genel
olarak o yönlendirmeden, yani aktif bir tavıralıştan çok pasif bir tavır
içindedir. Başka bir deyişle apokaliptikler, döneme ait kültürün etkisi
altındadırlar ve bu kültüre katılmış durumdadırlar. Anlatmak istediklerini
Peygamberler’inkinden farklı bir şekilde aktardıkları, anlatım yollarının özellikleri
ile açıklıkla oltadadır. Onlar anlattıklarını gördüklerini iddia ettikleri
iyonlara dayandırmaktadırlar. Yazdıklarını itibarlı Eski Ahit şahsiyetlerine
isnad etmekledirler Belirtmek istediklerini, son derece şifreli bir sembolizm ile
gizlerler ve sayısal şifrelerle konuşurlar.
Yine Peygamberler’in yapmadığı bir
yolla, tebliğlerini yazılı olarak yapmışlardır. Onlar toplumun içindedirler
fakat kim oldukları bilinmez. Hatta ne söylemek istedikleri açık açık
bilinemez. Halbuki Peygamberler bizzat konuşarak ve açıklayarak topluma
tebliğlerini getirmişlerdir.
Apokaliptik yazarlar bu dünya ile
gelecek dünyayı kesin bir ayrılık içinde görmüşlerdir. İki dünya ayrılığı Eski
Ahit Peygamberler’inde de görülebilir. Ne var ki apokaliptik eserlerde bu iki
dünyanın barışmazlığı söz konusudur. Bu dünya kötülüklerle doludur ve Şeytan’a
teslim edilmiştir. Gelecek dünya ise, Allah’ın Hükümranlığı’nın kurulacağı
yerdir. Burada tezimizi tekrar hatırlamak yerinde olacaktır, ilâh ve ahiret
anlayışları arasında birbirini tamamlayan, birbirlerini oluşturan bir ilişki
bulunmaktadır. Apokaliptik dönemde bu ilişkinin yanlış bir şekilde
oluşturuluşunun bir örneği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Belirttiğimiz gibi,
Apokaliptik Edebiyat’ta öğretilen ilâhın hükmetme gücü bu dünyada askıya alınmıştır.
Bu ilâh gelecekte hükmedecektir. Şu andaki hayat kötü güçlere bırakılmıştır.
Bu ilâh artık mutlak bir kudrete sahip değildir. Onun kudreti sınırlı bir
kudrettir. Bu ilâh bütün kozlarını geleceğe saklamaktadır.
Böyle bir ilâh anlayışı karşısında
gelecek veya ahiret anlayışının buna uygun bir şekilde oluşması beklenmelidir.
Şeytani güçlerin elinde bulunan bu dünyanın sonu insan için bir kurtuluş[995]
olacaktır. Gelecek, bu kurtuluş için saklanan araçların ve güçlerin ardarda
görüneceği bir zaman olacaktır. Mesih ve İnsanoğlu bu sırada gelecekler
Hükümranlık bu sırada nihayet kurulabilecektir. Daha önce de temas ettiğimiz
gibi, dinî bünyelerin kendileri İçinde bir tutarlılık oluşturma eğilimleri
bulunmaktadır. Buna göre, önceleri hiç bir eskatolojik anlama sahip olmayan
Mesih kavramı, sözünü ettiğimiz dönemde tamamı ile eskatolojik bir kişiliğin
adı olmuştur. İlâhın ahir zaman için seçtiği bu kişilik, onun yetkili bir
şahsiyeti olarak dünyaya gelip onu kötü güçlerden kurtaracak ve bu ilâhın
hükümranlığını kuracaktır. Yine aynı doğrultuda İnsanoğlu kavramı
geliştirilmiştir. Bu da başka bir kurtarıcı kişiliktir. Apokaliptik Edebiyatta
adı insanoğlu olmakla birlikte insanüstü, hatta ilâhî bir kişilik olan bu
insanoğlu ahir zamanda gelecek hükümranlığı kuracaktır. İnsanoğlu bunun da ötesinde
ilâhın tahtına oturacak ve yaratılmışların hükmünü verecektir.
Burada yine apokaliptik İlâhın gücünün
sınırlandığını görüyoruz. İnsanoğlu hüküm sırasında ilâhın tahtına
oturtulmaktadır. Buradaki ilâh, hükmetme yetkisini de bu eskatolojik kişiliğe
bırakmak durumunda bırakılmıştır. Bu eskatolojik kişiliğe yüklenen görev bunu
gerekli kılmaktadır. Ahir zamanda bulutların arasından Çıka gelip kurtuluşu
getirecek ve Hükümranlık’ı kuracak olan bir şahsiyetin Hükümranlık tahtına oturup
hükmetmesi beklenmelidir. Bu sonuç, kurtuluşun ahir zamana itilmesi, şu anın
Şeytan’a bırakılması ve ilâhın gücünün sınırlanması şeklindeki bir inançlar gurubu
çerçevesinde düşünülmelidir. Dünyanın’ sonuna bırakılan kurtuluşu sağlayacak ve
Hükümranlık’ı kuracak olan kudret, bu Hükümranlıkla hükmetmelidir de.
Dünya hayatının kötü güçlere
bırakılmasının bir başka sonucu da, apokaliptik anlayışta hayat hakkında derin
bir pesimizmin ortaya çıkmasıdır. Yaşanılan hayat, bu kötü güçlerden nasıl
olsa kur-tarılamıyacaktır. Nasıl olsa tarihte ne olup biteceği bellidir. Öyle
ise, doğru kullar bu güçlere boyun eğmelidirler. Hatta apokaliptik İlâhın bile,
bu olayların geçmesini beklemekten başka çaresi yoktur. Cahiliye hayat
anlayışında bulunan dünya hakkındaki pesimizm ile apokaliptik pesimizm bir paralellik
göstermektedir. Cahiliye’de de hayat dehr denilen karanlık esrarengiz bir gücün
tahakümü altındadır Ondan kurtuluş yoktur. Bu iki anlayış arasındaki fark belki
apokaliptik anlayışta, dünyanın sonunda bir kurtuluş ışığının görünmesidir.
Belki de bu farklılık yüzündendir ki, iki pesimizmin doğurduğu sonuç da farklı
olmakladır. Cahiliye’de hayat hakkındaki pesimizm dünya nimetlerine karşı aşırı
bir atılganlığı doğurmaktadır. Çünkü bunları elde etmek için bir başka hayat boyutu
yoktur. Apokaliptik anlaşyışta ise söz konusu pesimizm, hayat hakkında aşırı
bir pasifliğe yol açmaktadır. Çünkü kötünün yok olacağı bir kurtuluş vakti
gelecektir.
Bu anlayış içerisinde eskatoloji
fonksiyonelliğini de yitirmiş görünmektedir. Dünyada olacaklar bellidir. Aynı
şekilde eskatolojik anın gelişi de birçok alametle haberdar olunacak bir şey
haline gelmiştir. Bu yüzden eskatolojik an insan üzerindeki bütün gerilimini
yitirmiş durumdadır. Oysa orijinal vahyin getirdiği anlayışta bu son derecede
gizli tutulan bir vakittir. Ahir zamanın, şu an üzerindeki bütün etkisi bu
bilinmezlikte yatmaktadır. Adeta iki hayatın bütünlüğünü bu bilinmezlik
sağlamaktadır. Apokaliptik anlayış ise bunun aksine iki hayatı ayıran
çizgileri özellikle belirginleştirmektedir. Çünkü gelecek hayata varmak için,
kurtuluşa ulaşmak için belirlenmiş alametlerin sırası ile gelmesini beklemekten
ötede birşey yapmanız gerekmemektedir. Buradaki hayata katılmanız gereksizdir.
Bunun zaten bir yararı da olmayacaktır. Dünya kötülerin hükümranlığındadır.
Kurtuluş geleceği b&nen bir vakittir ve bu vaktin ne zaman geleceği de
alametler ile belirlenmiştir.
Diğer taraftan bu görüntüsü ile
apokaliptik anlayış ahlaki kısırlık içerisindedir. Burada, Eski Ahit
Peygamberler’inde görülen ahlakî telkin özelliği görülmemektedir. Bu, yukanda
gördüğümüz gibi mümin kavramının ahlakî özellik içermeyen yanlış tarifinden
kaynaklanmaktadır. Burada aynı zamanda nasyolanist yön de unutulmamalıdır.
Buna göre Şeriat’e uyan Beni İsrail kurtuluşu hak etmiştir. Onun artık
gerçekleşmesi bir yazgı olan kurtuluşu beklemesinden başka yapacak işi yoktur.
C. Yeni Ahit’te Ve Çağdaş Hıristiyan
Teolojisinde Ahiret Anlayışı
a. Yeni Ahit’te Doktrin Olarak Ahiret
İsa’nın (a.s.) mesajında ahiret mefhumunu
ele alırken öncelikle Allah’ın Hükümranlığı kavramı ile karşı karşıya
kalmaktayız. İnciller’de çok kullanılan bu kavram, Allah’ın mutlak hakim
oluşunu irade etmektedir. O’nun hakimiyeti tabii olarak bu dünyayı ve gökleri
kapladığı gibi, bit dünyanın sonunu ve gelecek dünyayı, ahireti de
kaplamaktadır. O’nun bu saltanatı zamanın ve mekanın üzerindedir. Yani
aşkındır. Burada dikkat edilirse temel inanç ilkeleri olarak gördüğümüz Allah
ve ahiret inançları, söz konusu kavram ile yan yana getirilmektedir: Bu kavram
bir yandan Allah’ın kudretini ifade ederken, aynı zamanda O’nun hüküm verişini
belirtmektedir. İşte İsa, Markos’a göre kavmine yönelttiği ilk mesajında
Allah’ın saltanatıyla hüküm vereceği vaktin yakında olduğunu bildirerek
gelmiştir.
“Vakit tamam oldu ve Allah’ın
Hükümranlığı yakındır, tövbe edin ve İncil’e iman eyleyin.”[996]
Ahiret Ve Allah’ın Hükümranlığı
Sinoptik İnciller’de görebildiğimiz
kadarıyla İsa, Eski Ahit’tekinden farklı bir ilâh mefhumu getirmemiştir. İnciller’deki
“Allah, İbrahim’in, İshak’ın, Yakub’un Allah’ıdır.”[997]
“O göğün ve yerin Rabbi’dir.”[998]
“Rab Allah Birdir. O’ndan başkası yoktur.”[999]
O Kuddûs’tür.[1000]
“Kudretlidir.”[1001]
“O tahtını göklere kurmuştur.”[1002]
O her şeye kadirdir.[1003]
“O iradesini yerine getirir.”[1004]
“İnsanları erkek ve dişi olarak yaratan O’dur.”[1005]
“Güneş’i doğduran, yağmuru yağdıran O’dur.”[1006]
“İnsanları ve diğer canlıları rızıklandıran O’dur.”[1007]
“O kendisine kulluk edilecek olandır.”[1008]
“Kullar O’nu bütün yürekleri ile bütün canlan ile bütün fikirleri ve kuvvetleri
ile sevmelidirler.”[1009]
“O kendisinden korkulacak olandır.”[1010]
“Kendisine hamdedilecek olan O’dur.”[1011]
“O Hüküm Günü ameller hakkında hüküm verecektir.”[1012]
İsa’nın (a.s.) mesajının Allah’ın
Hükümranlığı mefhumu üzerine kurulduğu düşüncesi teologlarca çoğunlukla kabul
edilmiş durumdadır. Vaftizci Yahya’nın hapsedilmesinden sonra İsa, Allah’ın
Hükümranlığı’nı haber vererek tebliğine başlamış ve sürekli olarak onu
anlatmıştır.
Sinoptik İnciller’deki bazı ifadelere
göre Allah’ın Hükümranlığı şu anda bulunmaktadır, İsa, Hükümranlık’ın âna ait
bir gerçeklik olduğunu bildirirken, o dönemin Yahudiliği’nde görülmeyen bir
anlayışı öğretmiş olmaktadır.[1013]
Hükümranhk’ın hâzıra ait bir gerçeklik olduğunu belirten pasajlardan ilginç
bir tanesi Matta 12/28 (= Lk. 11/20) ‘ daki Hz. İsa’nın mecnunlardan cinleri
kovması ile ilgili olanıdır.
“Fakat cinleri Allah’ın Ruhu ile
çıkarıyorsam, bu halde Allah’ın Hükümranlığı üzerinize gelmiştir.”
İsa (a.s.) bu sözleri, kendisine
getirilen mecnunları iyi etmesini, cinlerin başı Beelzebul’un marifeti ile
yaptığını söyleyen Ferisiler’e karşı söylemiştir. O bu ifadesi ile mecnunları
cinlerinden Allah’ın kudreti ile kurtardığını belirtmekte ve Ferisiler’in iftiralarına
cevap vermektedir. Buna göre Allah’ın Hükümranlığı, İnsanlar üzerine gelmiş
bulunmaktadır.[1014]
Söz konusu ifadede ‘gelmiştir’ şeklinde çevrilen Yunanca ephthasen kelimesinin
tam anlamı üzerinde iddialı tartışmalar yürütülmüştür. Çünkü bu ifade
Hükümranhk’ın gelecekte bir değişimle meydana geleceği fikrine aykırı
düşmektedir. Bu fikri savunan teologlardan mesela M. Dibelius, bu kelimenin
yakınlığı ifade ettiğini kabul etmektedir. Ona göre, İsa’nın kendi sözlerinden,
onun büyük işler yaptığının ve Allah’ın Hükümranlığı’nın yakında olduğunu
bildirdiğinin bilincinde olduğunu anlamaktayız. Allah kötülük ve eksikliklerle
dolu şu andaki varoluşu, iyilik ve hayra tebdil etmeye başlamıştır. Hükümranlık
gelmemiştir ama alâmetlerini göstermektedir ve çok yakındadır.[1015]
Diğer taraftan Dodd, Gerçekleşmiş Eskatoloji[1016]
anlayışı dorultusunda, Hükümranlık’ın şu anda bulunduğunu vurgulamaktadır.[1017]
Hükümranlık’ın an içinde olduğunu
belirten başka bir pasaj da Luka 17/20-21’de bulunmaktadır. Perisiler’in İsa’ya
Allah’ın Hükümranlığı ne zaman geliyor şeklindeki sorularına o;
“Allah’ın Hükümranlığı gözle görülerek
gelmez, Ne de işte burada! Yahut Orada! Diyeceklerdir; Çünkü işte, Allah’ın
Hükümranlığı içinizdedir/aranızdadır.”
Şeklinde cevap verir. Yine buradaki
içinizdedir veya aranızdadır şeklinde çevrilebilecek Yunanca entos humön
ibaresi üzerinde uzun uzun tartışılmıştır. Daha çok tercih edilen mana
aranız-dadır olmuştur. Bunun başlıca sebeplerinden birisi İsa’nın (a.s.) sıkça
tenkit ettiği Ferisiler’e “Allah’ın Hükümranlığı içinizdedir” demesinin uygun
olmayacağı düşüncesidir.[1018]
Perrin ise bu konudaki tercihini İsa’nın tncİller’in başka hiç bir yerinde
Hükümranlık’tan bu tarzda bahsetmemesi düşüncesi üzerine kurmaktadır.[1019]
Yine İnciller’deki bazı meseller
Hükümranlık’ın hali hazırda mevcut olduğuna işaret etmektedir. Matta 13/44-46’da
yer alan iki mesel, Hükümranlık’a girebilmek için kişinin bütün varını yoğunu
feda etmesinin değeceğini anlatmaktadır:
Göklerin Hükümranlığı tarlada saklı
bir hazineye benzer. Onu bir adam bulup gizledi ve sevinçle gitti; bütün varını
satıp o tarlayı satın aldı. Yine, Göklerin Hükümranlığı güzel inciler ariyan
bir tacire benzer ve o, değerli büyük bir inci bularak gitti, bütün varını satıp
inciyi satın aldı.
Teologlara göre, Kule Yapan Adam ve
Savaşa Giden Hükümdar mesellerinde İsa; kendisinin şakirdi olmanın, kişinin
ancak bütün varlığından vazgeçmesi ile mümkün olabileceğini anlatırken Allah’ın
Hükümranlığı’nın hali hazırda bulunduğunu ima etmektedir.[1020]
Havariler İsa’ya Göklerin Hükümranlığında en büyük kimdir diye sorduklarında,
o bir küçük çocuk çağırır ve “kim bu çocuk gibi kendini alçaltırsa Göklerin
Hükümranlığı’nda en büyük odur.” cevabını verir.[1021]
Yine İsa, dua etsin diye kendisine getirilen çocukları azarlayan Havarileri’ne
“küçük çocukları bırakın ve bana gelmekten onları alıkoymayın; çünkü Göklerin
Hükümranlığı bu gibilerindir.” der.[1022]
Bu ibarelerle İsa’nın (a.s.) Allah’ın Hükümranlığı’nın anda olduğunu İma ettiği
kabul edilmektedir.’’[1023]
Sinoptik İnciller’de, Allah’ın
Hükümranlığı’nın gelecekte vuku bulacak eskatolojîk bir olay olarak anlatıldığı
yerler de bulunmaktadır. Hükümranlık’ın bu yönü hüküm ve yapılanların
karşılığını görme gibi mefhumları daha açık bir tarzda içermektedir. Mesela
burada imanları yüzünden ileri gelenler, zenginler tarafından hor görülenler
Allah’ın Hükümranlığında imanlarının karşılığını alacaklar ve sevineceklerdir.
Diğerleri ise aklayacaklardır
“İsa gözlerini şakirtlerine kaldırıp
dedi: Ne mutlu size fakirler: çünkü Allah’ın Hükümranlığı sizindir.
Ne mutlu size, Bmldi aç olanlar; çünkü
tok olacaksınız. Ne mutlu size, şimdi ağlıyanlar; çünkü güleceksiniz. İnsanoğlu’ndan
dolayı insanların sizden nefret edecekleri ve sizi cemiyetlerinden
ayıracakları, size hakaret eyliyecekleri, adınızı kötü diye yayacakları vakit
ne mutlu sizlere. O günde sevinin ve sevinçten sıçrayın; çünkü işte, gökte
karşılığınız büyüktür; çünkü onların babalan da peygamberlere böyle ederlerdi.
Fakat vay size ey zenginler çünkü siz tesellinizi almışsınız. Ey şimdi tok
olanlar vay, vay size çünkü yas tutacak ve ağlayacaksınız. Bütün insanlar sizin
için iyi söyledikleri vakit vay size çünkü onların babaları yalancı
peygamberlere de böyle ederlerdi.”[1024]
“Allah için evler, kardeşler,
ebeveynler, tarlalar feda edenler, bunların yüz katını alacak ve ebedi hayatı
miras alacaktır. Birçok birinci gelecek de, sonuncu olacaktır. Sonuncularsa
birinci olacaktır.”[1025]
Dağdaki Vaaz’da da Allah’ın
Hükümranlığı gelecekte vuku bulacak bir olay olarak anlatılır. Burada Hüküm
Günü mefhumu da işlenmektedir: “ya Rab, ya Rab diyen her adam Göklerin Hükümranlığına
girebilecektir. Allah’ın iradesini yerine getirenler oraya girerler. O gün birçokları
gelip yaptıklarını hatırlatmaya çalışacaklar fakat tanınmayacaklar bile.[1026]
Ebedi hayata ve Allah’ın Hükümranlığı’na
girmek, gelecek hayata girmekle eş anlamlı olarak görülmüştür. İsa (a.s.), “ebedi
hayatı miras almak için” ne yapması gerektiğini soran zengin bir adama neyi
varsa satmasını ve fakirlere dağıtmasını öğütlemektedir. Böyle yaparsa adamın
göklerde hazinesi olacaktır.[1027]
Sonra İsa serveti olanların Allah’ın melekutuna nasıl zor gireceklerini bir
meselle belirtmektedir:
“Çünkü devenin iğne deliğinden
geçmesi,
Zenginin Allah’ın Hükümranlığına
girmesinden daha kolaydır.”[1028]
Allah’ın gelecekteki Hükümranlığı aynı
zamanda, İblis’in ve etrafındaki1erin ebedi olarak cezalandırılmalarını ve yok
edilmelerini de kapsayan bir anlama sahiptir. Onlar kendilerine hazırlanmış
ebedi ateşe atılacaklardır.[1029]
Yine Tarlanın Deliceleri meseli şöyledir.
“İyi tohumu eken İnsanoğlu’dur; tarla
ise dünyadır ve iyi tohum Hükümranlık’ın oğullarıdır; ve deliceler şeririn
oğullarıdır. Onlan ekmiş olan düşman İblis’tir hasattaki dünyanın sonudur; ve
orakçılar meleklerdir. Daha sonra deliceler toplanıp ateşe atılacaktır. O
zaman salihler ise, Allah’ın Hükümranlığı’nda güneş gibi parlayacaklardır.”[1030]
İsa’nın mesajının önemli özelliklerinden
birisi de, Allah’ın Hükümranlığı kavramını evrenseli eş tirmesidir. Çünkü
dönemin Yahudilik’i, Hükümranlık’ı öncelikle millî üstünlüğün kurulması şeklinde
anlamakta idi. İsrail Hükümranlık kurulduğu zaman düşmanlarını altedecek ve
egemenliğini kuracaktı. Hükümranlık esasen İsrail’in Hükümranlığı olacaktı.
Ancak İsa (a.s.), Hükümranlık’ı bütün insanlığın katılabileceği bir ortam
olarak anlatmıştır. İsrail’in beklentisinin aksine İsa, onun Hükümranlıktan
atılacağından söz etmiştir. “Şarktan ve garbdan, şimal ve cenuptan Allah’ın
Hükümranlığı’nda insanlar gelip İbrahim, İshak ve Yakub ile otururken, Beni
İsrail dışarı karanlığa atılacaktır.”[1031]
“Allah’ın Hükümranlığı, Yahudilerden yalınıp onun meyvelarıni yetiştirecek
kavme verilecektir.”[1032]
İsa, öğretisinde Hükümranlık’in ne
zaman kurulacağının belli olmadığını da bildirmiştir. O ansızın gelecektir.
Çünkü o gün ya da saatin geleceğini ne melekler ne de İsa bilebilir. O’nun
vaktini ancak Allah bilebilir.[1033]
Hükümranlık’ın alâmetlerini gözleyip, hesaplamalarda bulunan apokaliptik
yaklaşımın aksine, İsa’nın Öğretisinde Hükümranlığın vakti önceden bilinemez, O
Allah’ın mutlak kudreti ve bilgisine aittir.[1034]
Yukarıda aktardığımız metinlerle Allah’ın
Hükümranlığının hem hâli, hem de geleceği kapsadığı fikrinin Sinoptik înciller’de
bulunduğu gösterilmiş olmaktadır.[1035]
Herman Ridderbos’a göre İsa’nın mesajında müstakbel ve hal, birbirine ayrılmaz
bir şekilde bağlıdır. Biri diğerinin gerekli tamamlayıcısıdır.[1036]
Perrin’e göre ise, aslında,
Hükümranlık’ın halde mi, gelecekte mi ya da her ikisinde mi olduğu veya olacağı
soruları yanlış sorulardır. Çünkü Allah’ın Hükümranlığı İsa’nın mesajında
yoğun bir sembol olarak görülmelidir. Bu yüzden sorulması gereken sorular
Hükümranlık’ın nasıl bir sembol olduğu ve neyi temsil ettiği sorularıdır. Ona
göre İsrail çok önceden Allah’ın bir Melik olarak hükmetmesi fikrine sahipti,
öyleyse bu mefhumun İsrail’in kültüründe derin kökleri bulunmaktadır. Allah’ın
Hükümranlığı sembolü bu mefhuma delalet etmektedir, işte İsa bu mesajını çok eskiye
giden Allah’ın Melik ve Hükümran olduğu mefhumu üzerine oturtmuş bu mefhumu
gününün İnsanlarına aktarmıştır.[1037]
Hıristiyanlık’ta, Allah’ın
Hükümranlığı tartışmalarının neden zaman konusu mihverinde yapıldığı ve
çoğunlukla bunun ötesine gidilemediği üzerine değinmek istiyoruz. Bunun sebebi
görebildiğimiz kadarıyla incil metinlerinden çok Hıristiyan’ın tarihi algılayışı
ve yorumlayışmdan kaynaklanmaktadır, Tarih, Allah’ın kurtarıcı işlevinin
gerçekleştiği geçmişteki zamanı ifade etmektedir. O aynı zamanda halde ve
gelecekteki olaylarda da aktif durumdadır.[1038]
Bir Hıristiyan’a göre, daha önceleri Beni İsrail Peygamberleri’nde bir umut
olarak beliren Allah’ın kurtarıcı Hükümranlığı, İsa’da (a.s.) gerçekleşmiş
olmaktadır.[1039]Ancak
Sinoptik İnciller’de Hükümranhk’ın hala gelecekte olduğunu belirten ifadeler
bulunmaktadır. Kurtarıcı İsa geldiği halde, eskatolojik gelecek gerçekleşmemiştir.
Hıristiyan’ın bu noktada çözülmez hale gelen problemi İsa’ya, gelmesi hep
beklenen kurtarıcı Mesih görevi yüklenmiş olmasında görülebilir. Burada
Hıristiyanlık’ın, apokalipslerde öne çıkarılan mesİhi beklenti atmosferinin
tesirinde kaldığını söylemek durumundayız. Allah’ın Hükümranlığını kuracak
şahsiyet, yani beklenen Mesih gelmiştir, fakat yine onun kendi mesajında
Hükümranlık’ın hala gelecekte vuku bulacak bir yanı vardır. N. Perrin yukarıda
aktardığımız görüşü ile bu çıkmazdan kurtulmuş görünmektedir.
Allah’ın kudreti İle hükmedişi fikrî
de yine bu mesihi beklentinin tesiri altında kalmıştır. Allah, tarihte
kurtarıcı işleri ile vahyini gerçekleştirmiştir. Fakat yine de O’ndan gelecekte
mesihi bir kurtuluşu gerçekleştirmesi beklenmektedir. Yani her halükarda olması
kararlaştırılmış gelecekte gerçekleşecek bir kurtuluş bulunmaktadır. Bu, Allah’ın
diğer kurtarıcı işlerinden farklı olacaktır. Bu yüzden Allah’ın mesihi
kurtuluştan önceki hükümran oluşu, mesihi kurtuluşta gerçekleşecek
Hükümranlığına göre ikincil durumda kalmaktadır. Çünkü mesihî kurtuluş İsa’da
gerçekleşen bir olaydır. Bu bakımdan Allah’ın kudretini dünyadan soyutlayan ve
onu şeytani güçlere terkeden apokaliptik anlayışın tesiri burada da görülmektedir.
Faruqi’ye göre de sahip olduğu bu anlayış ile Hıristiyan, Allah’ın mutlak
Kadîr, Alîm, Hakîm ve Rahîm oluşu fikrine ters düşmektedir. Hıristiyan’a göre
Allah, insanı kurtarmak için tarihe, Beni İsrail’in tarihine bir plan çizmiş,
bu planı uygulamış ve İsa (a.s.) ile bu planı hitamına erdirmiştir. Oysa
kainatı yoktan var eden Allah’ın İnsanı kurtarmak için böylesi hilelere veya
vesilelere ihtiyacı yoktur.[1040]
Esasen Allah’ın Hükümranlığı kavramı
ile İsa’nın bütünüyle tebliğ ettiği dini ve onunla bağdaştırılabilecek her
fikri ve konuyu ifade ettiğini söylemek mümkündür. İsa’nın çokça kullandığı ve
çoğunlukla birçok manayı bir anda ifade ettiğini söyliyebileceğimiz bu kavrama
ait anlamların kavranmasında size en büyük yardımı onun tebliğinin mensub
oluduğu geleneğin sağlayabileceği kanaatindeyiz. İsa’nın öğretisi içindeki bu
kavram, Adem, Nuh, İbrahim ve Musa’dan, Muhammed’e (a.s.) uzanan vahyî bir
geleneğin siyak ve sibakında değerlendirilmelidir.
Allah’ın Hükümranlığı’nın, Mt. 6/9-10
= Lk. ll/2’de Allah’ın ismini takdis eden ve O’nu yücelten dua ifadelerinde
Allah’ın kudreti ve iradesi anlamına geldiğini söylememiz mümkündür.
İsa muhatablarına nzık ve giyecek
temini konusunda bir kaygı duymamalarını, çünkü bunların temininin Allah’a ait
olduğunu belirttikten sonra, onları Allah’ın Hükümranlığını aramaya çağırmaktadır.
Böyle yaparlarsa, onlara bütün bu kaygısını çektikleri şeyler fazlası ile
verilecektir.[1041]
Burada Allah’ın Hükümranlığı kavramının geniş anlamda O’nun dînini ifade
ettiğini söylemek mümkündür. Yine kavram, O’nun vahyi veya O’nurv hoşnutluğu
anlamlarına da gelebilir. Ayetin Luka’daki paralelinde bulunmayan “O’nun...
salahını arayın” ibaresini kullanışından yola çıkarak, Matta’nın Allah’ın
Hükümranlığı kavramının buradaki manasına bir açıklama getirmek amacında
olduğunu söyleyebiliriz.[1042]
Matta 21/31’deki ifadelerde Allah’ın Hükümranlığı dahil olunacak, girilecek
bir nesne olarak görülmektedir:
“.....Vergi mültezimleri ve fahişeler
Allah’ın Hükümranlığı’na sizden önce giriyorlar.”
Burada Allah’ın Hükümranlığı, İsa’nın
(a.s.) tebliğinin tamamını ve O’nun getirdiği dini ifade etmektedir. Nitekim
daha sonraki ayette geçen; “vergi mültezimleri ve fahişeler ona inandılar,
siz......inanmadınız” ibaresi bu manayı teyid eder mahiyettedir.
Yine Mt.23/13’te geçen Allah’ın
Hükümranlığı kavramının aynı manaya geldiği söylenebilir:
“Lakin
vay başınıza Yazıcılar ve Ferisiler, İkiyüzlüler! Çünkü siz göklerin Hükümranlığını
insanların yüzüne kapıyorsunuz, zira kendiniz girmiyorsunuz girenleri de
bırakmıyorsuzun ki girsinler.”[1043]
Başkâhinler ve Ferisiler kastedilerek
Allah’ın Hükümranlığı’nın muhalabdan alınıp onun meyvalannı yetiştirecek bir
millete verileceği ifadesini,[1044]
kavramın geniş manada din, mesaj, tebliğ anlamını gösteren başka bir delil
olarak sunmak mümkündür.[1045]
Matta’nın 13. Bab’da ardarda aktardığı
mesellerde İsa, Allah’ın Hükümranlığı’nı muhatablarına açıklamaya
çalışmaktadır. Bu mesellerde Hükümranlık’i, söylendikten sonra olumlu ve
hayırlı etkileri görülen söz olarak anlamak mümkündür. Ekinci Meseli’nde bu
iyi sözün farklı muhatablardaki farklı tesirleri ele almaktadır. Mu-hatab,
Hükümranlık’in sözüne kulak verip onu anlamak duru-mundadır. Aksi takdirde
kötülük onun yüreğine ekilen iyiliği giderir.[1046]
Bu söz, adeta yol kenarına ekilmiş ekin gibidir. Kayalıklar üzerine ekilmiş
olan ise hemen gelişir, büyür fakat kökleri çok zayıf olduğu için, en ufak bir
dış tesirde zedelenir. Dünyanın kaygısı, zenginliğin aldatıcılığı içinde kalan
iyi söz ise, dikenler arasına ekilmiş ekine benzer. Böyle bir söz semeresiz
olur. İşitilip anlaşılan ve semeresini veren bu söz bire yüz, bire altmış bire
otuz, veren ekine benzer.[1047]
İsa bir sonraki meselde de Hükümranlık’ı
iyi tohum eken kişiye benzetmektedir:
İsa onların önüne başka bir mesel
koyup dedi: Göklerin Melekut’u, tarlasına iyi tohum eken bir adama benzer;
fakat adamlar uyurken, onun düşmanı gelerek buğdayların arasına delice ekip
gitti. Ve ekin büyüyüp semere verdiği zaman, deliceler de göründü. Ve ev
sahibinin hizmetçileri gelip ona dediler: Efendi sen tarlana iyi tohum ekmedin
mi? Öyle ise delice nereden oldu? Ve hizmetçilere:
“Bunu bir düşman yapmıştır” dedi.
Hizmetçiler de ona:
“Öyle ise isîer misin gidip onları
toplıyalım?” Dediler. Fakat o dedi:
“Hayır, belki deliceleri toplarken, onlarla
beraber buğdayı da sökersiniz. Hasada kadar bırakın, ikisi beraber büyüsün;
hasat vaktinde ben orakçılara diyeceğim: Önce deliceleri toplayın ve yakmak için
onları demet yapın; fakat buğdayı ambarıma toplayın.”[1048]
İsa daha sonra bu meseldeki bütün
unsurları açıklamaktadır, iyi tohumu İsa ekmiştir. Tarla ise dünyadır. İyi
tohum Hükümranlık’ı kabul edenlerdir. Deliceler ise, şerrin ardına düşenlerdir.
Onlan iblis ekmiştir. Hasat dünyanın sonudur. Orakçılar meleklerdir. Çünkü
onlar sapkınlığa ve fesada sebep olmuşlardır. Salihler ise Hü-kümranlık’ta
güneş gibi parlayacaklardır. Esasen bu meselde bütün bir dinin; onun tebliğ
edilişinin, iyi ve kötünün mücadelesinin ve sonda hesabın görülmesinin
aktarıldığı açıkça görülmektedir. Bu mücadelede iyi olan tarafı hükümranlık
ifade etmektedir. O, iyi söz, iyi sözü söyleyen, ona uyanlar ve sonunda mükâfat
anlamındadır.
Yine Allah’ın Hükümranlığı, bir adamın
tarlasına attığı küçük bir hardal tohumuna benzetilmektedir. O başlangıçta
küçücük bir tanedir ama büyüyüp gelişince diğer sebzelerden daha büyük olur ve
kulların dallarına yuva yaptığı bir ağaç haline gelir.[1049]
Allah’ın Hükümranlığı başka bazı
ifadelerde gelmesi çok yakında olan bir olaydır. Vakit tamamdır. Muhatab için
boyun eğmekten başka çare yoktur.[1050]
Havariler onun yakınlığını insanlara anlatmaktadırlar.[1051]
Onun zamanı bilinmez ve gelişi gözle görülmez,[1052]
O gün insanların üzerine ansızın gelecektir. Onun için dua ederek uyanık
bulunmalıdırlar.[1053]
Bu ifadelerde bu defa Allah’ın Hükümranlığı kavramı saat manasına gelmektedir.[1054]
Matta 13/47-50’de aktarılan Denize
Atılan Ağ meseli ise Hükümranlık’ın hüküm manasını ifade etmektedir:
Yine Göklerin Hükümranlığı denize
atılan ve her çeşitten toplayan bir ağa benzer; dolduğu zaman onu kıyıya
çektiler ve yere oturup iyileri kaplara koydular, fakat kötüleri dışarı
attılar. Dünyanın sonunda böyle olacaktır; melekler gelip kötüleri salihlerin
arasından ayıracaklar; onları fırın ateşine atacaklar; orada ağlayış ve diş
gıcırtısı olacaktır.[1055]
“Allah’ın Hükümranlığı aynı zamanda
mükafat yeri, ahiret yurdu anlamına da gelmektedir. Allah’ın Hükümranlığında
şarktan, garbtan birçokları İbrahim, İshak ve Yakub ile oturacaklardır.”[1056]
“Orası salihlerin mirası olacaktır.”[1057]
“Oraya girebilmek iyi işler yapıp Cehennem’den kurtulmakla mümkündür.”[1058]
“Orada ebedi bir hayat vardır.”[1059]
“Hükümranlık uğruna ev, eş, kardeşler, ana, baba, çocuklar bırakmış olanlar
orada bunların karşılığını kat kat alacaktır.”[1060]
Allah’ın Hükümranlığının bütün
manalarını şu meselde bir arada görmek mümkündür:
Göklerin Hükümranlığı oğlunu düğün
yapan kirala benzer ki, düğüne davetli olanları çağırmak için hizmetçilerini
gönderdi. Onlar gelmek istemediler. Kral davetlilere söyleyin: İşte, ben
ziyafetimi hazırladım, sığırlarını, besili davarlarım kesildi, herşey hazırdır,
düğüne gelin, diyerek yine başka hizmetçiler gönderdi. Onlar aldırış etmeyip
biri kendi tarlasına, bir başkası da ticaretine gitti; ve artakalanları onun
hizmetçilerini tutup hakaret ettiler ve öldürdüler. Fakat kıral öfkelenip
ordularını göndererek bu katilleri helak etti, şehirleri yaktı. O zaman hizmetçilerine
dedi: Düğün hazırdır, fakat çağırılmış olanlar değerli değildi. İmdi, dört yol
ağızlarına gidin, ve kimleri bulursanız düğüne çağırın. Hizmetçiler de yollara
doldu. Kıral konuklan görmek için girdiği zaman, orada düğün esvabı giymemiş
bir adam buldu. Ve ona dedi: Arkadaş üzerinde düğün esvabı olmıyarak buraya
nasıl girdin? Ve onun dili tutuldu. O vakit Kıral hizmetçilerine dedi: Onun
ayaklarını ve ellerini bağlayın ve kendisini dış karanlığa atın; orada ağlayış
ve diş gıcırtısı olacaktır. Zira çağırılanlar çok fakat seçilenler azdır.[1061]
Bu meselde kral, kainatın mutlak Melik’ini
temsil etmektedir. Hizmetçiler İnsanları nimetlere çağıran Melik’in
elçileridir. Ancak muhatablar bu nimetlere karşı pek istekli değildirler ve
çağrıyı kabul etmezler. Hatta elçilere zulmederler. Bunun üzerine cezalandırılırlar.
Daha sonra elçiler yine insanları davet ederler ve birçoklarını davete
getirirler. Fakat daveti kabul eder görünüp onun icaplarını yerine
getirmeyenler de vardır. Bunlar da Hükümranlık’tan dışarı atılıp
cezalandırılırlar.
Ahiret Ve Kurtuluş
Görüldüğü gibi İsa’nın (a.s.)
mesajında Allah’ın Hükümranlığı, onun kurtarıcı Mesih olarak gelip insanlığı
kurtarması fikri ile ilişkili olmamalıdır. İsa (a.s.), kendisinden önceki
peygamberler ve sonra gelen son Peygamber Muhammed (s.a.s.) gibi Allah’ın dinini
tebliğ etmiştir. Onun yaptığı Allah’ın yolundan uzaklaşan kavmini O’nun yoluna
çağırmaktır. Gerçekten de Allah’ın Hükümranlığı mesajı bir kurtuluş mesajıdır,
fakat bu hiç de diğer peygamberlerin muhatablarını kurtuluşa çağıran mesajından
farklı bir karaktere sahip değildir. Onun kurtuluş mesajı muhatabı Şeytan’ın iğvasından,
dünyanın aldatıcılığından sonra da Allah’ın azabından kurtarmasında görülür,
İsa’ya gönderdiği mesajı vasıtası ile Allah, günahlarından tevbe edip
kendisine dönen kullarını ebedi bir hayatla mükafatlandırmaktadır. İşte İsa’nın
tebliğinde Allah’ın Hükümranlığı bütünü ile bu anlamdaki bir kurtuluştan
başkaca bir şeyi ifade etmemektedir. Hükümranlık böylece zaman itibarı ile ânı,
geleceği, hatta geçmişi kaplamaktadır. Nitekim Faruqi’ye göre, Hükümranlık’ın,
ne Yahudi tutuculuğunun özlemle beklettiği dünyevi krallığın yeniden ihyası
ile ne de Roma İmparatorluğu’nun ezici gücü karşısında çaresizliğe düşmüş
kölelerin geliştirdiği bu dünyadan soyutlanmış eskatolojik bir beklenti ile bir
ilgisi yoktur. Yahudi tutuculuğunun aksine İsa, Hükümranlık’ı manevi bir
ortam, iradi olarak Allah’a yönelme ve bağlanma olarak anlatmıştır. Başka bir
ifade İle Hükümranlık dünya hayatını aşarak onun ötesindeki yüksek ahlaki
değerlerin peşinden koşmaktır. İyiliği istemek, ahlaki değeri aramak ve Allah’ın
hükmüne boyun eğmek, Hükümranlık elde etmek demektir. İsa yaptıkları ve hayatı ile
bunun mükemmel bir örneğini vermişti. O kendini tamamı ile ahlaki olmaya
adamıştır. O insanın dünya da nasıl yaşaması, nasıl davranması gerektiğini
öğretmek için gelmiştir. İşte İsa’nın kurtuluştan anladığı bu idi.”[1062]
İsa’nın insanlığı kendisinden
kurtarmaya çalıştığı günah ise, onun geçici dünyanın, yani düşük değerlerin
ardından tatmin olmazcasına koşuşturması ile düştüğü hatadır. Eğer insanın
tatmin olmazlığı sürekli bir günah hali yaratacak kadar mayasının böylesine
ayrılmaz bir özelliği ise böyle bir kurtuluş zaten gerçekleşmiş olamazdı. Çünkü
tabiattan, fıtrattan kaçmak mümkün değildir. İsa bir insan olarak kendi
hayatında, insanın iyiye doğru bir tavır değişikliği oluşturabileceğini, yani
kurtuluşun yolunu göstermiştir.[1063]
Hıristiyan Adem’in Allah’ın emrine
karşı gelişini insanlığın bir günahı olarak kabul etmektedir. Adem’in günâhı
iyinin ve kötünün bilgisine sahip olan bilgi ağacının meyvesinden tatması idi
ve bu günah insanın mayasında vardı ve irsi idi. Böylece Hıristiyan, insanı
düşmüş ve kendini kurtaramayacak bir varlık olarak görmektedir. Hiç bir
hikmet, hiç bir çaba onu kaldırmaya yeterli değildir. Hatta bu düşüşü Allah
emrettiği için mümkün olabilecek ahlaki bir kurtuluş çabası ahlak dişidir,
insanın bu günahı böylesine temel, değişmez bir düşüş olarak kabul edildiği içindir
ki, insanı kurtarmak için insanüstü ilâhî bir çaba gerekli görülmüştür. İşte
bunun için Allah bir plan yapmış ve bunu gerçekliştirmek için tarihte bir dizi
olayı başlatmıştır. Bu ilâhî plan İbrahim ile başlar, ibrani tarihi ve
Peygamberler ile gelişir ve İsa’da zirvesine ulaşır.[1064]
Hıristiyan, İsa’nın getirdiği kurtuluşu
bir mesaj, ders, öğrenme konusu olabilecek bir düşünce sistemi veya inanç
olarak görmemektedir. Fakat onun gelişinin kendisi kurtuluştur. O insanı
bizatihi kurtarmak için gelmiştir, O’nun yaptığı, kurtuluşu mümkün kılmak
veya Cennet’e götüren doğru yolu göstermek olmamıştır. Fakat o, bizatihi ve
nihai olarak kurtuluşu gerçekleştirmiştir. Kurtuluş bir gerçekliktir, bir
olaydır, İsa’nın misyonu bir mesaj değildir, fakat bir olaydır. Onun tarihi
bir olay olarak gerçekleştirdiği bir iştir.[1065]
Hırİstiyana göre İsa’nın kendisi mesajdır, yani vahiydir. Dolayısı ile vahiy
Allah’ın sözü değil O’nun bir işidir.[1066]
Ahiret Ve Yeniden Dirilme
Yukarıda, İsa’nın muhatablarına
anlattığı Allah’ın Hükümranlığı mesajını ilk insan ve peygamberden, sonuncu
peygambere kadar uzanan vahiy geleneği içinde değerlendirmeye çalıştık. Burada
yine Allah ve ahiret inançları arasındaki açık ayrılmazlığı gördük. Bu çizgi
içinde değerlendiğildiği zaman ahiret inancının önemli konularından biri de
yeniden dirilmedir. Yine vahyin kaynaklığını yaptığı bir dini sistemde yeniden
dirilme fikri, Kadir, Adil, Hâkim Allah inancının zorunlu bir sonucu olarak
bulunmaktadır. Nitekim vahyin izlerini taşıyabilecek dökümanlar olarak
Sinoptik İnciller’e baktığımızda, yeniden dirilme fikrinin çok tabii bir tarzda
bir ön kabul olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz.
Sinoptik İnciller’de ölüm ötesi hayat,
tartışmasız bir şekilde kabul edilmiştir. Öyle ki vurgulanma veya tartışma
gereği bile duyulmamıştır, İsa’nın getirdiği bildiride, yeniden dirilme insan
kaderinin ayrılmaz bir parçası olarak görülmüştür. Çünkü Allah’ın kudreti
yalnızca bu dünya hayatı ile sınırlı değildir ve ölüm sonrasını da içine
almaktadır.[1067]
Sinoptik İnciller’de yeniden dirilme
fikrinin bulunuşuna en açık delil, İsa (a.s.) ile yeniden dirilmeye inanmayan
Sadukiler arasında geçen bir konuşmayı aktaran metindir. Bu karşılaşmayı her üç
Sinoptik İncil de aktarmaktadır. Bu karşılaşmada muarızlar tarafından
tebliğleri sırasında rasulleri zor duruma sokmak amacı ile özellikle sorulan
soruların bir örneğini görmekteyiz.[1068]
Bu durum adeta risalet geleneğinin özelliklerinden birisidir, işte Sadukiler İsa’ya
gelerek dünya hayatı şartları içinde mantığı zorlayan bir soru yönelterek onu
zor durumda bırakmak, hatta kendi arzuları doğrultusunda bir cevap almak
istemişlerdi. Sadukiler, varsayımcı bir yaklaşımla şöyle bir soru sormuşlardı:
Kıyamet yoktur diyen Sadukiler ona
geldiler ve kendisine sorup dediler:
“Ey muallim, Musa bize yazmıştır ki,
eğer bir adamın kardeşi ölüp karısını bırakır ve çocuk bırakmışsa, kardeşi onun
karısını alıp kardeşine zürriyyet yetiştirsin. Yedi kardeş vardı; birincisi
bir karı aldı ve ölüp zürriyyet bırakmadı. İkincisi kadını aldı ve ölüp
zürriyet bırakmıyarak öldü; üçüncüsü de böyle; yedisi de zürriyet bırakmadılar.
Hepsinden sonra da kadın öldü. Kıyamette onlardan kimin karısı olacaktır?
Çünkü yedisi de onu aldılar.”
İsa’nın bu konudaki cevabı çok
açıktır:
“....Siz şundan, Kitapları ve Allah’ın
kudretini bilmediğinizden sapıtmıyor musunuz?”[1069]
İsa cevabında iki önemli noktayı ilgi
çekici bir tarzda öne çıkararak bu soruyu sormaktadır. Bu noktalardan ilki Kitaplardı.
İsa bununla kendisinin de mensub olduğu vahiy geleneğine dikkat çekmektedir.[1070]
Sadukiler yeniden dirilme konusundaki inançları ile vahiy çizgisinden
uzaklaşmışlardır. Oysa İsa bu ifadesi ile yeniden dirilmenin daha önceki Kitaplarda
da belirtildiğini ve bunu, kendisinin de kabul ettiğini söylemek istemektedir.
İsa’nın soru-cevabının ikinci olarak vurguladığı husus Allah’ın kudretidir. Bilindiği
gibi bu husus çalışmamızın başından beri Allah ve ahiret inançlarını yan yana
ele almamızı zorunlu kılmış olan husustur. İsa cevabında yeniden dirilmenin
kaynağının Allah’ın kudreti olduğunu belirtmektedir. İsa sözlerinin devamında
Çıkış Kitabı’ndan bir pasaj[1071]
aktararak yine bu iki noktayı birkez daha vurgulamaktadır:
“Allah tarafından size; “Ben İbrahim’in
Allah’ı Ishak’ın Allah’ı ve Yakub’un Allah’ıyım” diye söyleyen sözü okumadınız
mı?”[1072]
Yine İnciller’de öte dünyada
salihlerin mükafadandırılacağından, günühkarların ise cezalandırılacağından söz
eden pasajlar da yeniden dirilme fikrinin delilleri olarak kabul edilmelidir.
İsa tnuhatablarını fakirleri ve sakatları doyurmaya çağırdaktan sonra, bu işin
ecrinin ötedünyada salihlerin arasında verileceğini belirtmektedir.[1073]
Mt.l3/41-43’te sapkınlığa sebep olanların, fesat işleyenlerin fırın ateşine alılarak
cezalandırılacağı, salihlerin ise Hükümranlık’ta güneş gibi parlayacakları
belirtilmektedir. Yine dünyanın sonunda melekler kötüleri salihlerin arasından
ayıracaklar ve onları fırın ateşine atacaklardır.[1074]
Görüleceği üzere bu ifadelerde öte dünyada hem kötülerin, hem de iyilerin
dirileceğine işaret bulunmaktadır. Yine şu ifadeler mümini ile kafiri ile
insanlığın diriltileceğini göstermektedir:
“Nineve ahalisi hüküm günü bu nesil
ile beraber kalkıp onu mahkum edecekler;”[1075]
“Doğru iş yapmış, Allah’ın övgüsünü
kazanmış olanlar, onlar için hazırlanmış Hükümranlık’a mirasçı olacaklardır.
Buna mukabil iyi iş yapmamış olanlar, ebedi azaba çarptırılacaklardır.”[1076]
Yukarıda yeniden dirilme fikrine
işaret eden pasajlarda işlenen başka bir konu da hüküm, hüküm günü- fikridir,
iyiler ve kötülerin belirlenip birbirlerinden ayrılacağı yaptıklarına göre
karşılıklarını alacakları bir gün fikri bu ifadelerde görülmektedir. Son verdiğimiz
örnekte bu olay dramatik bir görüntüde aktarılmaktadır. Mutlak hüküm sahibi tahtına
oturur ve hükmü ile kötüleri ve iyileri birbirinden ayrır; “koyunlar sağ
tarafa, keçiler de sol tarafa konur,” Daha sonra iyilerin yaptıkları, tek tek
serdedilir. Savunmalar alınır ve herkese yaptığına göre karşılığı verilir.[1077]
İnciller’de yeniden dirilme konusunda
bahsedilebilecek başka pasajlar da, İsa’nın kendisinin dirileceğini ifade eden
pasajlar ve İsa’nın yeniden dirildiğini belirten pasajlardır. Birinci guruptaki
ifadelerde İsa her insan gibi tekrar diriltileceğim belirtmiş olmalıdır.[1078]
İkinci guruba ait ifadelerin otantikliği ve ne kadar tarihi yansıttığı
tartışmalı bir konu olarak karşımızdadır. Diğer taraftan bu konunun ele
alınışı, konuya bizimkinden farklı bir bakış açısına ait bir çabadır.[1079]
Yeni Ahit’in Sinoptik İnciller’in
dışında kalan kısmına bakıldığında görülür ki, bu kısmı Allah Merkezli (Theocentrik)
olmaktan çok Mesih Merkezli (Cbristocentric) bir anlayışın daha fazla tesirindedir.
Bu anlayışın Sinoptik İnciller’deki etkisi, mesela İnsanoğlu ayetlerinde
kolayca görülebilmektedir. Bu anlayış İsa’nın mesajının merkezine kendinin
geliştirdiği İsa Mesih şahsiyetini koymaktadır. Bunun açıklıkla görülebildiği
yer ahiret konusudur.[1080]
Pavlus tarafından sistemleştirilen bu anlayışa göre Allah’ın kurtarıcı işi, Allah’ın
Hükümranlığının gelecek çağda kumlusuna kadar oluşum halindedir. O zamana kadar
dünyada günah, kötülük ve ölüm vardır. Mesih’in misyonu ile gelecek çağ, yeni
çağ gelmiş ve insanlık kurtulmuştur.[1081]
Mesih’in gelişi ile insanlar karanlığın saltanatından kurtulmuştur.[1082]
Mesih mesihîleri şimdiki kötü dünyadan kurtarmıştır.[1083]
Bu Mesih Merkezli yaklaşım, Mesih’in ikinci
defa yeryüzüne gelmesi fikrini de içermektedir. Teknik olarak bu fikir bulunuş,
bir yerde bulunma anlamına eğelen parousia kelimesi ile ifade edilir. Bu husus
Pavlus’un mektuplarının hepsinde görülür. İsa Mesih zuhur edecektir.[1084]
Kurtuluş bu an gelinceye kadar tam olarak gerçekleşmemiştir.[1085]
O dualarında Aramca maranatha! (ya Rab gel!) ibaresi ile Mesih’i çağırır.[1086]
İsa’nın tekrar geleceği fikrinin, İsa’nın öğretisini yeniden yorumlayarak bu
yorumu ona isnad eden Pavlus’a ait olduğu geleneksel bir görüş haline
gelmiştir. Nitekim Sinoptik İnciller’e dikkatlice bakıldığında, İsa’nın hiç
bir şekilde kendisinin ikinci gelişinden söz etmediği görülmektedir. İsa’nın
öğretisinde Pavlus’un şu sözlerinin bir benzeri bulunamaz:
Allah’ı bilmiyenlerden ve Rabb’imiz
İsa’nın İncil’ine itaat etmiyenlerden intikam alarak Rab İsa’nın, kuvvetinin
melekleri ile ateş alevinde gökten zuhurunda, sizi sıkıştıranlara sıkıntı ile
ve size, sıkıntı çekenlere, bizimle beraber rahatla eklemek Allah indinde
doğrudur.[1087]
Aslında Pavlus’un Mesih şahsiyetine,
böylece İsa’ya isnad ettiği özellikler, Eski Ahid’de Allah’a ait özellikler
olarak karşımıza çıkmaktadır.[1088]Buna,
dikkati çeken T.F. Glasson olmuştur. Erken Kilise vaazlarda, konuşmalarda ve
yazılarda İsa’dan Rab diye söz etmiştir. Bu yüzden bazı Eski Ahit ayetlerini
İsa için kullanırken, bunlardaki Yahveh ismini Rab diye çevirmişler bununla da
İsa’yı kastetmişlerdir. Böylece Eski Ahit’de Yahve’nin izzetle geleceğini ve
adalelerle hükmedeceğini belirten ayetler İsa’ya isnad edilmişlerdir.[1089]
Söz konusu anlayış doğrultusunda hüküm
de Mesih ve onun ikinci gelişi ile yakından alakalandırılmışım. Kulların
işlerinin doğru veya yanlış olduğu, Mesih İsa’nın gelişi ile belli olacaktır.[1090]
“Allah, Mesih İsa vasıtası ile” insanların gizli şeylerine hükmedecektir.[1091]
Hatta Mesih kendisi hüküm verecektir.
“Çünkü Mesih’in hüküm kürsüsü önünde
hepimizin görünmesi gerekir; ta ki herkes gerek iyi gerek kötü, yaptığı şeylere
göre bedende yapılan şeyleri alsın.”[1092]
Yeniden dirilme mefhumu da, aynı Mesih
Merkezli anlayış doğrultusunda ele alınmıştır. Buna göre insanın yeniden
dirilmesi olayının imkanı Allah’ın kudreti ile ilgili olamaktan çok, İsa’nın yeniden
dirilmesi ile ilgilidir. Mesih’in dirilmesi fikri bu anlayıştaki yeniden
dirilme mefhumunun merkezini oluşturmaktadır. Çünkü buna göre Mesih’in yeniden
dirilmesi, inananların dirilmesinin garantisidir. Mesih ebediyyen dirildiği
içindir ki, inananlar da ebediyyen dirileceklerdir.[1093]
“İmdi eğer Mesih ölülerden kıyam etti
diye vazolunuyorsa, aranızda bazıları nasıl ölülerin kıyamı yoktur, diyorlar?
Fakat ölülerin kıyamı yok ise Mesih de kıyam etmemiştir.”[1094]
Pavlus’un bu farklı çizgisini
anlayabilmek için, onun İsa’nın öğretisini kabul ettiğini iddia ettiği
tarihten önceki hayatını dikkate alma gereği duyulmuştur. Gerçekten de onun
düşünce yapısında Yahudi olmasının izlerinin yanı sıra, Helenizmin ve
gnostisizmin etkilerini görmek zor olmamıştır. Pavlus Helenistik kültürün canlılığını
sürdürdüğü Tarsus’ta dünyaya gelmiş ve orada yetişmişti.
Onun kullandığı üslub, bulunduğu Yunan
çevrenin etkisini açıkça göstermektedir. Ayrıca o, İsa’nın mesajını Helenistik
kültüre uygun bir tarzda anlatmak için de, bilinçli bir çaba göstermiştir. Bu
bakımdan, ilk Hıristiyan teologu olarak görülmek istenen Pavlus’un düşüncesi
bu arkaplan doğrultusunda anlaşılmalıdır.[1095]
Dördüncü İncil’in yazarında da benzeri
kaygıları görmek mümkündür. Yuhanna’nın kendi İncil nüshasında Sinoptik İncilleri
yeniden yorumladığı kabul edilmektedir. Bu yorum, İskenderiye felsefesi ve
Efes’teki ilk Hıristiyan Kilisesi’nin anlayışı doğrultusunda olmuştur.[1096]
Sinoptikler’de görülmeyen parousia
mefhumu burada görülmektedir. Mesih havarileri yanına almak için tekrar gelecektir.[1097]
Kısa bir süre sonra havariler onu, Mesih de onları tekrar görecektir.[1098]
Dünyanın sonuna işaret eden gün kavramı da burada Mesih’in tekrar gelip
havarilerin, İsa’nın (a.s.) ve Baha’nın birleştiği (communion) zamana delalet
etmektedir.[1099]
O gün acı değil mutluluk getirecektir.[1100]
Yuhanna’da bedenen yeniden dirilme
fikri görülmektedir.[1101]
Ancak yine Mesih’in bu olaydaki merkezî rolü inkar edilemez. Ölüler onun sesini
işitecekler ve dirileceklerdir.[1102]
Diğer taraftan İsa’nın yeniden dirilmesi, yeniden dirilme fikrinin kaynağı
olarak görülmektedir.[1103]
O gün hükmetme yetkisi de Baba
tarafından Oğu’la verilmiştir. Yeniden dirilenler onun hükmüne uğrayacaklardır:
“Ve hükmetmek salahiyetini ona verdi,
çünkü İnsanoğlu’dur. Buna şaşmayın; çünkü Saat geliyor, o Saat’te kabirlerde
olanların hepsi onun sesini işitecekler.”[1104]
İşte bütün bunlar Yuhanna’ya ait İncil’in,
o günün yaygın anlayışlarım yansıttığı görüşünün ileri sürülmesine yol
açmaktadır.[1105]
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, Allah
ve ahiret inançları arasındaki doğru türden bir ilişkiyi, teosentrik anlayışı
yansılan Sinoptik İnciller’de görebilmemiz mümkündür. Burada anılan ilişki,
Allah’ın Hükümranlığı kavramı çerçevesinde ele alınmıştır. Sinop tikler’de yeniden
dirilme fikrinin de teosentrik anlayış, doğrultusunda ele alındığını söylemek
mümkündür. Buna karşılık, Yeni Ahit’in geri kalan kısmının ilk Kilise’ye ait
Kristosentrik anlayışın etkisinde olduğu görülmektedir. Bu kendini Mesih,
hüküm ve yeniden dirilme mefhumlarında açıkça
göstermektedir.
B. Yeni Ahit’te Ahiret İnancının
Fonksiyonelliği
Ahiret inancının ferdin
davranışlarının ahlakîlik kazanmasında, onun iyi değerlere yönelişinde olan
etkisini İsa’nın mesajında da görmekteyiz. Gelecek dünyadaki hayatının nasıl
bir hayat olacağı, ferdi son derece ilgilendiren bir hususutur. Gelecek hayatın
şartları bu dünya hayatında belirlenmektedir. Gelecek hayatın şartlarının
ferdin önüne, buradaki hayatında konulmasıyla onun davranışlarının ahlakîlik
sınırları içinde gerçekleşmesi beklenmektedir. Sahih bir ahiret inancı dini
yapıdaki İnanç unsurlarının sahih bir şekilde oluşmasının da sebebi olmaktadır.
Ahiret doktrini dinin tebliğ edilişi sırasında, onun müminde doğru birtarzda
kurulmasını sağlayacaktır. Çünkü ahiret inancı aynı zamanda dinîn temel konusu
olan Kadir Allah inancı ile birlikte varolabilmektedir. Ahiret dinin
yaptırımıdır ve bu yaptırım gücünü Kadir Allah’tan almaktadır.
Ahiret Ve Toplumun Ahlaki Eğitimi
İsa’nın tebliğine başladığı sıralarda
Filistin’deki Roma hakimiyeti devam etmekte idi. Yörede Roma imparatorluğu’na
bağlı Yahudi valiler hükmetmekteydi. Bunlar Romalılara yaranmak için halka
zulüm ediyorlardı. Diğer taraftan halkta Romalılar’a karşı düşmanlık büyümekte
idi.[1106]
Bu Roma valilerinden Herod’un keyfi zulümlerinden biri İnciller’de yer
almaktadır. Bu zulmün kurbanı, İsa’dan önce tebliğ görevini yerine getiren
Vaftİzci Yahya’dır. Yahudi vali, kardeşinin karısı Herodias ile evlenmek
istiyordu. Fakat Yahya bunun caiz olmadığını söylüyordu. Herod bu yüzden onu
öldürmek istemiş, fakat halkın tepkisinden koktuğu için onu hapsetmekle
yetinmişti. Fakat Herodias’in doğum günü töreni sırasında onun “kızı ortada
oynadı ve Herod’un hoşuna gitti, Bunun üzerine Herod, her ne isterse vereceğini
and edip ona vadetti” Kız annesinin isteği üzerine Yahya’nın başını isteyince,
onun başını tepsi içinde getirmekten çekinmedi.[1107]
Yine o dönemde iki önemli Yahudi
mezhebi bu bulunmaktadır. Bunlardan biri Ferisilerdir. Kendilerine karşıt
olanların verdiği bu isim, Aramca’da ayrılmışlar anlamına gelmektedir. Bu gurup
M.Ö. 2. yüzyılda ortaya çıkmıştı ve Şeriat’ın sıkı bir şekilde uygulanmasından
yana idiler.[1108]
Diğer bir gurup ise Sadukiler idi. Bunlar da M.Ö. 2. yüzyıla dayanan dinî-politik
bir guruptur. Çoğunlukla rahipler sınıfına mensub kişilerden oluşmaktaydılar. İsa
geldiği sırada yönetim ile uzlaşma halinde bulunmakta idiler. Çünkü sosyal ve
politik bir takım statüler kazanma amacında idiler.[1109]
Yine İnciller’den öğrenebildiğimize
göre, İsa’nın ve daha önce Vaftizci Yahya’nın geldiği dönemde Filistin’de dinî
ve sosyal bir bozukluk ve sapkınlık söz konusudur. Dine ve onun kurallarına
sıkı sıkıya bağlı olduğunu iddia eden Sadukiler ve Ferisiler bu kokuşmuşluğu
temsil etmekteydiler. İsa Mescid’de verdiği vaazında bunu çok açık bir şekilde
onların yüzlerine vurmaktadır: Din adamları Musa’nın makamına oturmuşlardır.
Söylerler fakat söyledikleri ile amel etmezler. Onlar İnsanların omuzlarına
taşıyamayacakları yükler koyarlar, fakat kendileri parmaklarını
kımıldatmazlar. Yaptıkları işleri ise riya için yaparlar. Bunun için de dikkat
çekici elbiseler giyerler. Ziyafetlerde üst yeri, havralarda baş yerleri kaparlar.
Çarşı ve meydanlarda İnsanlar arasında makamları yüzünden sayılmayı severler.[1110]
Dinî değerleri satışa çıkarmışlardır:
“Kim mabed üzerine and ederse birşey
değildir, fakat kim mabedin altını üzerine and ederse borçlu olur diyen kör
kılavuzlar vay başınıza. Siz ey budalalar hangisi daha büyüktür, altın mı yoksa
altını mukaddes kılan mabet mi? Ve kim mezbah üzerine and ederse birşey
değildir, fakat mezbah üstündeki takdime üzerine and eden borçlu olur dersiniz.
Siz ey körler, hangisi daha büyüktür. Takdime mi, yoksa takditvey mukaddes
kılan mezbah mı?”[1111]
Onlar münafıklık ederler. Belki
nanenin anasonun ve kimyonun ondalığını verirler ancak Şeriat’in adalet, merhamet
ve iman gibi temel prensiplerini bir kenara bırakırlar.[1112]
İsa onlara söyle hitab etmektedir:
“Ey kör kılavuzlar siz küçük sineği süzerek
ayırırsınız, fakat deveyi yutarsınız.”[1113]
Onlar ikiyüzlüdürler çünkü bardağın ve
çanağın dışını temizlerler, fakat onların içi soygunculuk ve taşkınlıkla
doludur.[1114]
Onlar belki peygamberlerin ve salihlerin türbelerini donatırlar ama kendilerine
gelen uyarıcıları öldürenlerin oğullarıdırlar. Babalan gibi onlara zulmederler[1115].
İsa onlara daha önce İşaya’nın kavmine söylediği sözleri[1116]
hatırlatır:
“Bu kavm dudakları ile beni sayarlar,
Fakat onların yüreği benden uzaktır. Ve talimat olarak insan emirlerini
öğrenip, boş yere bana taparlar.”[1117]
Onlar Allah’ın emirlerinin özüne bir
takım başka şeyler koymuşlardır. İsa’nın şakirtlerinin ellerini yıkamadan
yemek yediklerini gören Ferisiler ve Yazıcılar koşup İsa’ya bunu şikayet
ederler:
“İhtiyarların ananesini senin
şakirtlerin niçin bozuyorlar.”[1118]
Oysa İsa (a.s.) için ataların dini
değil Allah’ın dini önemli idi:
“Siz niçin kendi ananeniz ile Allah’ın
emrini bozuyorsunuz.” Zira Allah dedi:
“Babana ve anana hürmet et”[1119]
ve:
“Babaya yahut anaya kötü söyliyen
mutlaka öldürülsün”[1120]
“Fakat siz diyorsunuz: Kim babasına
yahut anasına: Benden sana faide olacak şey vakfedilmiştir derse babasına
hürmet etmiyecektir. Ve siz ananeniz ile Allah’ın sözünü bozmuş oldunuz.”[1121]
Aslında yıkanmamış etlerle yemek yemek
insanı kirletmez, fakat İnsanı kirleten kötü yüreği, bu yürekten çıkan “kötü
düşünceler, katiller, zinalar, fuhuşlar, hırsızlıklar, yalan şehadetler ve
küfürlerdir.”[1122]
Yine Sebt günü yasağı gerçek manasını
yitirmiştir. Din adamlarının insanlar üzerinde dindarlık tasladıkları bir
ibadet haline gelmiştir. Çünkü onlar Kitab’ı bilmiyorlardı. Oysa onların
insanlara karşı merhametli ve bağışlayıcı olmaları gerekiyordu.[1123]
Onların bu yüzeysellikleri Sebt günü eli kurumuş bir adamı iyileştirdiği için
İsa’yı itham edecek kadar ileriye gitmiştir.[1124]
İşte böyle bir toplum yapısına karşı önce
Vaftizci Yahya ve daha sonra da İsa şu mesaj ile gelmişlerdir:
“Tevbe edin, çünkü Göklerin
Hükümranlığı yakındır.”[1125]
Muhatab yukarıda aktardığımız halinden
vaz geçmeli tevbe etmelidir. Çünkü bir Hüküm Günü, davranışların
değerlendirildiği an çok yakınpadır.
Yahya’nın çağrısında korkutucu bir
saatin ve hükmün yaklaştığı fikri açıktır, o kendisine Ürdün nehrinde vaftiz
olup tevbe etmeye gelen Saduki ve Ferisiler’e şöyle hitab etmektedir:
“Ey engerekler nesli, gelecek öfkeden
kaçmayı size kim öğretti. Şimdi tevbeye yaraşır bir semere çıkarın.”[1126]
Çünkü İbrahim’in soyundan olmak onlara
bir şey kazandırmayacaktır.[1127]
Yahya hükmün yakınlığını ve günahkarlar için ne kadar korkunç olduğunu şöyle
anlatmaktadır:
“Zaten balta da ağaçların kökü dibinde
yatıyor; İmdi iyi meyva vermiyen her ağaç kesilir ve ateşe atılır.”[1128]
Tevbe için su ile vaftiz eden
kendisinden sonra daha kudretli birisi gelecek, fakat o ateş ile vaftiz
edecektir. Öyleyse insanlar bir an önce tevbe edip İmana dönmelidirler, İsa’nın
bir Hüküm Günü’ne karşı muhatabı uyaran bildirisi şu ifadelerde daha dikkat çekicidir:
“....İsa kudretli işlerinin bir
çoğunun yapmış olduğu şehirleri azarlamağa başladı. Çünkü onlar tevbe
etmediler: Vay sana ey Horazin vay sana ey Beytsayda çünkü sizde vaki olan
kudretli işler Sur ve Sayda’da vaki olsaydı, onlar çoktan çul ve külde tövbe
ederlerdi. Fakat size derim: Hüküm Günü sizden ziyade Sur ve Sayda’ya kolaylık
olacaktır. Ve sen, ey Kefernahum, sen gök kadar mı yükseltileceksin? Ölüler
diyarına kadar ineceksin. Çünkü sende yapılmış olan kudretli işler Sodom’da
yapılmış olsaydı o bugüne katlar dururdu. Ancak ben size derim: Hüküm Günü
senden ziyade Sodom diyarına kolaylık olacaktır.”[1129]
“Tövbe etmedikleri takdirde muhatablar
helak olup gideceklerdir.”[1130]
İsa havarilerine de, insanlara tebliğ
ederken Hüküm Günü’nün yakın olduğunu, kendilerini dinleyip tevbe etmezlerse
azabın onları acı bir şekilde yakalayacağını anlatmalarını öğütler.
Vaftizci Yahya ve İsa (a.s.) bu tevbe
mesajı ile insanlarda ve onların kalblerinde ahlakî ve dinî bir değişimi
hedeflemektedirler. Bunun motivi ise çok yaklaşmış olan ve her an daha da
yaklaşmakta olan bir Hüküm Günü’dür.[1131]
Bu açık ve güçlü çağrı ile muhatabın dikkati tebliğe çekilmektedir. Bu çağrı o
güne kadar muhatabın sürmekte olduğu ve kendi kendine memnun olduğu hayatını
hedeflemektedir. Muhatab her ne kadar razı olsa da bu hayat onun insan olarak
duyması gereken sorumlulukların yer almadığı bir hayat tarzıdır. Bu mesaj ile
muhatab yaşayageldiği hayat içinde sarsılır ve uyandırılmaya çalışılır. Çünkü
çok yakında vuku bulacak olay, onun varlığını ilgilendirmektedir. Öyleyse
muhatab varlığını kurtaracak bir tavır almalıdır. Bunun için muhatab iyiliğe
yönelmelidir.[1132]
İsa’nın Dağdaki Vaaz’da söyledikleri, toplumun ileri gelenlerinin -ki İsrail
toplumunda bunlar din adamları veya dini sahiplenen insanlar olmuştur- diğer
insanlara karşı müsamahasızlıkları, dinî kuralları bu mekaniklik anlayışı
içinde değerlendirmeleri karşısında ele alınmalıdır. İsa orada, toplumun
ezilmişlerine, mütevazi İnsanlara, doğruluğu arayanlara, merhametli olanlara, yüreğini
temizlemişlere, doğruluk adına eza çekmiş olanlara ötedünyada büyük mükafatlar
müjdeler ve onları teselli eder.[1133]
Bu insanların sahib olduğu özellikler dinin ahlakî temelini oluşturan
özelliklerdir. Bunlar dine içtenlik ve gönülden bağlılık unsurlarını getiren
özelliklerdir. Dini yalnızca İnsanların omuzlarına yüklenen bir kurallar
yığını olmaktan kurtaran özelliklerdir.[1134]
İsa Beni İsrail’e Peygamberler’in daha önce getirdikleri Şeriat’i
hatırlatmaktadır. Çünkü gök ve yer durdukça ondan en küçük bir nokta bile yok
olmayacaktır. Onun emirlerinden en küçüğünü bile kim bozarsa gelecek hayatta
alçaltılacaktır. Kim de yerine getirirse, yüeeltilecektir. Çünkü o,
Peygamberlerin öğretisini yıkmaya değii, tamam etmeye gelmiştir.[1135]
Ancak o, muhatablarından bu kuralları yerine getirmenin ötesinde birşeyler istemektedir.[1136]
Bu kadarını zaten Ferisiler yapıyorlardı.[1137]
Onlar gönülsüz, ruhsuz olarak bu emirleri yerine getiriyorlar, sonra da
insanlara gösteriş yapıyorlar, bu işleri ile onlar üzerine tahakküm etmeye kalkıyorlardı.
İsa muhatabiarından Allah’a, O’nun dinine gönülden bağlanmalarının
gerektirdiği işler istedi. İsa onlara “katletmeyeceksin”[1138]
emrini hatırlattı. Fakat daha ileride kardeşine kızanın hükme müstahak
olacağını, ona hakaret edenin Cehennem ateşine atılacağını söyledi. Kardeşi ile
barışık olmayanın sunduğu kurbanların kabul edilmeyeceğini belirtti. Yine
kişinin hasmı ile kısa zamanda uyuşmanın yollarını aramasını öğütledi.[1139]
Yine o “Zina etmeyeceksin” emrini[1140]
hatırlatmaktadır. Ancak bunun ötesinde kişiler, kadınlara kötü bakmaktan
sakınmalıdırlar. Çünkü bu da bir zinadır. Eğer kişinin sağ gözü veya sağ eli
günah işlemesine sebep oluyorsa onları kesip atmalıdır. Çünkü Cehennem ateşi
uzuvsuz kalmaktan daha kötüdür.[1141]
Belki de kuralların arkasına gizlenip kadınlara zulmedenleri hedefleyerek
boşanma konusundaki emirleri hatırlatmaktadır:
“Kim karısını boşarsa, ona boş kağıdı
versin”[1142]
denilmiştir. “Fakat ben size derim ki, zinadan başka bir sebeple karısını
boşayan adam onu zaniye eder ve kim boşanmış kadınla evlenirse, zina eder.”[1143]
İsa “yalan yere and” etmeme[1144]
yasağı üzerinde de konuşurken, muhatablarını hiç and etmemeye çağırır:
“Ne gök üzerine, çünkü o Allah’ın
tahtıdır; ne yer üzerine, çünkü O’nıın ayaklarının basamağıdır. Ne de Yaruşelim
üzerine çünkü o, büyük şehirdir. Başın üzerine andetmeyeceksin, çünkü sen bir
tek saçı ak yahut kara edemezsin Anca sözünüz; Evet, evet. Hayır, hayır olsun,
bunlardan ziyadesi şerirdendir.”[1145]
“Göz yerine göz, diş yerine diş”[1146]
emrini hatırlattıktan sonra, muhatabianna merhametli ve affedici olmalarını
Öğütler. Onları sadaka ve ödünç vermeye çağırır.[1147]
Son olarak “Sen komşusunu seveceksin”[1148]
emrini hatırlatır. İsa bu emrin ötesinde muhatablanndan kendilerine ezâ
edenlere duada bulunmalarını ister. Onlara kardeşleri selamlamaktan başka
hasımlara da selam vermeyi öğütler.[1149]
Başka bir yerde bir fakih İsa’yı
denemek için şu soruyu sormaktadır:
“Şeriat’te büyük emir hangisidir?” İsa’nın
ona verdiği cevap şudur:
“Allah’ın Rabbi bütün yüreğinle, bütün
canınla, bütün fikrinle seveceksin.”[1150]
İsa dinin ve güzel ahlakın temelini
oluşturan bu büyük ve birinci emirden sonra, ikinci olarak insanları
bencillikten ayıran ve diğergamlığın ifadesi olan şu emri söyler:
“Komşunu kendin gibi seveceksin.”[1151]
Muhatablar, başkalarının ne yapmalannı
bekliyorlarsa, onlar da başkalarına aynı şeyi yapmalıdırlar.[1152]
Çünkü yapılanların karşılığını ziyadesi ile verecek Allah’tır.[1153]
İsa dini ruhsuz bir bünye haline
getirmiş, kendilerinden başkalarında sürekli kusurlar, günahlar arayan ve
diğer insanları suçlayıp mahkum eden zamanının ham sofularına Şeriat’in özünü
anlatmaya çalışmaktadır:
“Fakat size derim ki, malıelten daha
büyüğü buradadır. Fakat siz “Ben kurban değil merhamet isterim”[1154]
sözünün ne demek olduğunu bilmiş olsaydınız, suçsuzları mahkum etmezdiniz.”[1155]
Onlar günahkar kabul ettikleri
insanları dışlamışlardı. “Vergi mültezimleri ve günahkarlar” gelip İsa (a.s.)
ve havarileri ile aynı sofraya oturduklarında onları tenkid ettiler. İsa o
zaman aynı rahmet çağrısını hatırlattı. Çünkü o günahkarları kurtarmaya gelmişti.[1156]
Muhatablar yaptıkları kulluğu gösteriş
için yapmamalıdırlar. Bu işleri kalblerine sindirmelidirler. Sadaka
verdiklerinde sol el, sağ elin ne yaptığımı bilmemelidir. Çünkü onun
karşılığını Allah verecektir.[1157]
Yine oruç tuttuklarında ikiyüzlüler gibi surat asmamalıdırlar. Böyle yapanlar
oruçlarının karşılığını böylece alırlar. Fakat onlar işlerinin karşılığını
Allah’tan beklemelidirler.[1158]
Onlar insanlara karşı bağışlayıcı olmalıdırlar. Böyle olurlarsa Allah’ta
onları bağışlayacaktır.[1159]
Kendilerine yeryüzünde değil, gökte hazineler biriktirmelidirler. Çünkü oradaki
ebedî, kalıcı, güvelerin ve pasın yiyemiyeceği bir hazinedir, insanlar
kalplerini dünyanın geçici güzelliklerine karşı olan sevgiden arındırmalıdırlar.
Çünkü:
“Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez,
çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever. Yahut da birini tutar, ötekini
hor görür. Siz Allah’a ve mummona (zenginlikl kulluk edemezsiniz.”[1160]
Bu dünyadaki hazinelerden vazgeçip, mallarını
satıp fakirlere verenlerin göklerde hazineleri olacaktır.[1161]
Böyle yapmayan zenginlerin Allah’ın Hükümranlığı’na girmeleri devenin iğne
deliğinden geçmesinden zor olacaktır.[1162]
Dünyada canını kurtarmaya çalışıp İsa’ya uymayanlar canlarını
kaybedeceklerdir. Oysa ona uyanlar canlarını kurtaracaklardır. Dünyayı kazanıp
canı yitirmek neye yarar.[1163]
Muhatabkır ebedi hayata giden yolun zorluklarına katlanmak durumundadırlar:
“Dar kapıdan girin; zira helake
götüren kapı geniş ve yol enlidir; ve ondan gidenler çoktur. Çünkü hayata
götüren kapı dar ve yol sıkışıktır ve onu bulanlar azdır.”[1164]
Yeryüzünde ne yaparlarsa karşılğını
gelecek hayatta bulacaklardır:
“Doğrusu size derim: Yeryüzünde her ne
bağlarsanız, gökte bağlanmış olur; ve yeryüzünde her ne çözerseniz gökte
çözülmüş olur.”[1165]
“İnkar edenler Cehennem ateşinden,[1166]
ölümden sonra Cehennem’e atacak olandan korkmalıdırlar.”[1167]
Böylece tebliğ sürecinde muhataba,
ahiret siyak ve sibakı içinde yapması ve yapmaması gereken şeyler
anlatılmaktadır. Muhatab o zamana kadar olan tavırlarını değiştirmelidir. Tevbe
etmelidir. Çünkü aksi takdirde kaplayıcı bir azab çok yakında onları helak
edecektir. Muhatab mesajda yeniden hatırlatılan iyiliklere yönelmelidir.
Kötülüklerden kaçınmalıdır. Çünkü yaptıklarından sorumlu tutulacaktır. O Hüküm
Günü’nde “açılmayacak örtülü, bilinmeyecek gizli bir şey” kalmayacaktır.
Karanlıkta söylenen her-şey aydınlıkta işitilecek, iç odalarda kulaklara
söylenen şeyler ilan edilecektir.[1168]
Bu yüzden kullar dinlediklerine dikkat etmelidirler. Ölçtüklerine dikkat
etmelidirler. Çünkü ölçtükleri ile ölçüleceklerdir. Kimde bir hayır varsa ona
verilecektir. Kimde yoksa var sandığı kendisinden alınacaktır.[1169]
Hayır işlemeyenler “ebedi azaba, fakat salihler ebedi hayata gideceklerdir.”[1170]
İsa böylece diğer peygamberlerde
olduğu gibi ahiret doktrininin yönlendirici gücü ile tebliğini muhataba
sunmaktadır. Ahiret, bu bakış açısı altında bir motiv olarak karşımızdadır,
insanın yaptıklarından sorgulanacağı iyiliklerinin güzel karşılığını, kötü
işlerinin de cezasını çekeceği fikrinin doğrudan inasanın davranışlarını hedef
aldığı açıktır. Böylece bu fikir, onu davranışlarında ahlakî olmaya
götürmelidir.[1171]
Öncelikle insanın davranışlarından ötürü sorguya çekileceği fikri, onda
yaptıklarının bilincinde olma özelliğini meydana getirmektedir. Ayrıca yapılanların
karşılığını görme fikri, davranışların ahlakî bir hedefe yönelmesini
sağlamaktadır.[1172]
Kişi cezalandırılma korkusu ile kötülüklerden uzaklaşmakta, mükafat umudu ile
iyiliğe yönelmektedir. Tevhidi mesajın karşısına bu defa Ferisi ve Sadukiler’de
raüşahhaslaşan bağnazlık, riyakarlık ve mekanik bir din anlayışı çıkmıştır, İsa’nın
ve Yahya’nın mesajında önce, dindarlık taslayan bu insanlar tevbe etmeye
çağırılır. Çünkü aslında günah içindedirler ve çok yakındaki Hüküm Günü’nün
azabı ile yok olacaklardır. Bu mesaj muhatabı tedirgin etmeye ve varlığı
konusunda kaygılandırmaya yeterlidir. Tebliğde iyi ve kötü davranışların
afhiret bağlamında anlatılması ise tebliğin muhatab üzerinde etki bırakmasına
neden olur. Ahiret’in yönlendiriciliği, yaptırım özelliği burada işlevini
yerine getirme durumundadır. Tevhidi mesajlarda yahn olarak ahiret inancı ile
meydana gelen bu etki Hüküm Günü’nün çok yakında olduğu, fakat hiç bir şekilde
zamanının bilinemez oluşu ile daha da yoğun bir hal almaktadır.[1173]
İsa’nın getirdiği mesajı aktarma iddiasında olan İnciller’de ahiretin bu
özelliklerini bulabilmekteyiz. Hüküm Günü’nün çok yaklaştığı Vaftizci Yahya’nın
ve İsa’nın ilk mesajlarında görülebilmektedir.[1174]
Yine İsa Hüküm Günü’nün bilinmezliğini söyler. “O gün ve saat hakkında” ne gökteki
melekler ne de İsa’nın kendisi bir şey bilmektedir. O anı yalnızca Allah
bilmektedir. Bu konuda Nuh tufanı misal olarak verilmektedir. Tufan gelmeden
önce insanlar gündelik işlerini görürler, yerler, içerler, evlenirlerdi ve
tufan onların üzerine ansızın geliverdi.[1175]
Lut’un kavmine de aynı şey olmuştu. Onlar da hiç birşeyden habersiz, günlük
hayatlarını yaşarlarken gökten ateş ve kükürt yağmıştı.[1176]
Saat de onların bilemedikleri bir günde bilmedikleri bir anda geîecektir.[1177]
İşte bu bilinmezlik ve yakınlık muhatab üzerinde çözülmez bir gerilim
yaratmaktadır. Bu adeta kendi kendine sürekli enerji yükleyen bir sisteme de
benzetilebilir. Muhatab sürekli iyiliğe yönelmeli, bu halini korumalıdır. Çünkü
her an, o hüküm vakti gelebilir. Muhatab bu yüzden sürekli uyanık
bulunmalıdır:
“İmdi uyanık olun: Çünkü Rııbb’inizin
hangi gün geleceğini bilmezsiniz.”[1178]
Muhatab bu hayatın kaygıları ile
sarhoşluğa düşmemelidir:
“Fakat sakının da humar, sarhoşluk ve
bu hayatın kaygıları ile yürekleriniz fazla ağırlaşmasın ve o gün sizin
üzerinize bir kement gibi ansızın gelmesin; çünkü bütün yeryüzünde oturanların
hepsinin üzerine gelecektir. Fakat vaki olacak bütün bu şeylerden
kaçabileceğiniz İnsanoğlu’nun[1179]
önünde durabileceğiniz diye her an dua ederek uyanık durun.”[1180]
İsa aynı prensip doğrultusunda belki
de apokaliptik geleneğinden alışık oldukları bir tutumla Saat’ın alâmetlerini
soran Saduki ve Ferisiler’e bir cevap vermez.[1181]
Ortaya koymaya çalıştığımız ortam
içerisinde muhatab belli bir hedefe doğru yöneltilmiş olmaktadır. Tebliğin
oluşturduğu bu ortamda o, ahiret fikri ile kötü davranışlardan koparılmakta, iyiliğe
doru yöneltilmektedir. Hüküm Günü’nün çok yakında oluşu onu bu hedefe doğru
itmekte iken, onun vaktinin bilinmezliği muhatabı bu hedefe çekmektedir. Hüküm
Günü muhatabı itmektedir çünkü çok yakındadır, her an ansızın gelebilir. Bu
yüzden o, mümkün olduğu kadar söz konusu hedefe yönelmelidir. O günün bilinmezliği
onu aynı hedefe çekmektedir, çünkü yine de o ilende gelecektedir. Halâ iyi
davranışlarda bulunmak için zaman vardır.
Hüküm Günü ve onun çok yakında olduğu
ve bilinmezliği hususlarının işlenişi sırasında tebliğde başka bir temel konu
daha ele alınmaktadır. Bu da, tebliğin istediği doğrultuda bir ilâh
anlayışıdır. Tebliğ sırasında muhatabın dünyadaki hayatını belirlemeyi hedefleyen
ahiret inancı işlenirken, bir yandan da onu bütünleyen bir ilâh anlayışı
işlenmekledir. Tebliğin konusu itibarı ile ahiret inancı bütün yaptırım gücünü,
Mutlak Kadir Allah inancından almaktadır. Ancak görülmesi gereken bir başka
husus da, böyle bir ilâh anlayışının, sorumluluklarından kaçan yeryüzündeki
insanı, kötü davranışlarından uzaklaştırmak, iyiliğe yöneltmek için
gerçekleşen tebliğin siyak ve sibakında işlenmesidir.
Dağdaki Vaaz’da[1182]
içtenlikle dine bağlılık istenirken, kendisine yonelinecek, davranışların
hesabını görecek, iyilikleri ödüllendirip[1183]
göğe tahtını kurmuş olan ve yere hükmeden[1184]
yegâne varlığın Allah olduğu Öğretilmektedir. Kulluk ona yapılmalı karşılık da
O’ndan beklenmelidir.[1185]
Zaten karşılık verecek de yalnız O’dur.[1186]
Gelecek hayata hazırlık olacak davranışlarda bulunmak Allah’a kulluk ile eş
anlamlıdır.[1187]
Hüküm Günü yalnızca O’nun bilgisinde O’nun kontrolündedir ve O kudreti ile
Hüküm Günü hükmedecektir.[1188]
Böylece tepnğ süreci içerisinde
muhatab, doğru davranışlara çağırılırken bu davranışlara temel olacak doktrinel
bütünlük kurulmaktadır.
İsa da tebliğinin en başında getirdiği
Hüküm Günü fikri ile mesajının yaptırım unsurunu ortaya koymuştur. Bu fikir
yine onun mesajının odağı olan Allah’ın Hükümranlığı kavramının muhtevası
içerisinde bulunmaktadır. Bu fikir ile İsa, bir yandan yozlaşmış ve
mekanikleşmiş bir dinî hayatı yeniden kurmakta, diğer taraftan da dinî bünyenin
inanç prensiplerini yenilemektedir.
D. Çağdaş Teologlar Arasında Allah’ın
Hükümranlığı Tartışmaları
Hıristiyan teologların son yüzyılda Kitab-ı
Mukaddes eskatolojisine getirdikleri yorumlara bir göz atmaya geçmeden önce,
onların bir bütün olarak Kitab-ı Mukaddes’i nasıl değerlendirdiklerini kısaca
hatırlatmak istiyoaız. Hıristyan Kitab-ı Mukaddes teologlarına göre Yeni Ahit,
Eski Ahit’te vuku bulacağı haber verilen olayların (prophesies)
gerçekleşmesidir. Burada iki aşamalı bir tarih anlayışı söz konusudur: İlk
olarak vuku bulacak olaylar haber verilmekte (prophecy) sonra da bu haberler
gerçekleşmektedir. Ancak bu tarih anlayışı içerisinde merkez ve belirleyici
nokta, İsa’(a.s.)nın gelişidir. O’nun doğumu, hayati ölümü ve tekrar dirilmesi
tarihi kontrol eden faktördür.[1189]
Böylece Hıristiyan Kitab-ı Mukaddes teologları İsa’nın gelişini ve onun Allah’ın
Hükümranlığı mesajını, bu doğrultuda değerlendirmektedirler. Buna göre Eski
Ahid Peygamberler’inin de Önceden haber verdikleri gibi Allah, Hz. İsa’nın
gelişi ile birlikte insanın kurtuluşunu gerçekleştirmiş bulunmaktadır.
Çağdaş teologlara göre İsa’nın (a.s.)
tebliğinin merkezinin Allah’ın Hükümranlığı mesajı oluşturmakladır. Onlar bu
konuda görüş birliği içindedirler. İsa Galile’ye gelir ve tebliğine Allah’ın
Hükümranlığı’nın yakında gerçekleşeceğini bildirmekle başlar. Dolayısı ile muhatabların
bir an önce tevbe edip imana gelmeleri gerektiğini ifade eder.[1190]
Bu çağrı Allah’ın kudreti ve ahiretin çok yakında olduğu bildirilerini
taşımaktadır.
Ne var ki, son yüzyılda Kitab-ı
Mukaddes teolojîsinide belki de en çok tartışılan[1191]
bu mesajın yorumunda teologlar bir birliğe varamamış görünmektedirler. Mesela,
yukarıda işaret ettiğimiz İsa’yı tarihin merkezine oturtan görüş, özellikle bu
yüzyılın başında Allah’ın Hükümranlığı üzerine getirilen dikkate değer
yorumlarda görülmemektedir. Bunlar İsa’yı eskatolojik bir kurtarıcıdan çok, bir
ahlakî tebliğci olarak görmektedirler. Liberal olarak bilinen bu görüşün önde
gelen teologlarından Albrecht Ritschl’e (1822-1889)’e göre Allah’ın
Hükümranlığında eskatoloji önemli bir yere sahip değildir. Hükümranlık
evleviyetle dünyaya aittir; şu andadır. Ona göre Hükümranlık dünyada Allah’a
boyun eğmekle kurulabilir ve onun kurulmusı insana aittir, İsa’nın görevi ise
büyük bir ahlakî tebliğci ve örnek olarak Hükümranlık’ı kurmaktır. Ona göre Hükümranlık
İnsanlığın ahlakî olarak organize edilmesidir.[1192]
“Kurtuluş (redemption) kurtarıcının işlevidir. Allah’ın Hükümranlığının
kurulması için gösterilmesi gereken aktivite ise kurtulacak ferdin işlevidir.”[1193]
Yine bir liberal olarak bilinen Adolf
von Harnak (1851-1930) da aynı görüşü savunmaktadır, İsa’nın Allah’ın
Hükümranlığı mesajı iki kutupludur. Bir kutupta Hükümranlık gelecekte vuku
bulacak bir olay olarak görülmekledir. Diğerinde ise o, şu anda vuku bulmakla
olan bir olaydır.[1194]
Ancak ona göre bu iki kutuptan hangisinin İsa’nın mesajında daha önemli
olduğunu ayrıca bizim belirlememiz gerekmektedir. Harnak’a göre, Allah’ın
düşmanlarını yok etmesiyle gelecekte vuku bulacak Hükümranlık, İsa’nın mesajında
kabuğu (husk) teşkil eder. Fakat Allah’ın şu anda hükümran olduğu anlayışı
masajın özüdür (kernel). Hükümranlık ferde gelmekle kurulmuş olur. O,
fertlerin kalplerini Allah’ın yönetmesidir.[1195]
Görüldüğü gibi bu liberal teologlar,
Alah’ın Hükümranlığında İsa’nın eskatolojik bir görevi olmadığı, aksine onun
öncelikle ahlakî bir öğretici okluğu görüşündedirler.
İsa’nın ve Allah’ın Hükümranlığının
tanımı üzerinde yoğunlaşan tartışmalarda daha sonra Tutucu (conservative)
tarafın ağır bastığı görülmektedir. Tartışmalar İsa’nın eskatolojik bir görevi
olup olmadığı ve Allah’ın Hükümranlığının şu anda mı, yoksa gelecekte mi
olduğu mihveri üzerinde gelişmiştir.
Tutucu teologların görüşlerine
geçmeden önce, Liberaller’in yukarıda arzettiğimiz yorumları ile Kur’an’ın bu
konudaki görüşüne sağladıkları yakınlaşmadan söz etmek istiyoruz. Bilindiği
gibi, Kur’an İsa’yı bir rasûl olarak tanıtmaktadır. “İsa da diğer rasuller gibi Allah’ın kendisine gönderdiği vahyi
toplumuna bildirme görevini üstlenmiş bir elçidir.”[1196]
Liberal teologlar İsa’yı (a.s.) bir ahlakî tebliğci olarak görmekle Kur’an’ın
bu İsa tarifine yaklaşırlar. Buna göre, İsa’nın insanları kurtarıcılığı, onun
insanlara getirdiği öğretisinde görülmektedir. Yoksa İsa’ya eskatolojik
anlamda bir kurtarıcılık hamledilmemelidir. İsa’nın tanımı konusundaki bu
olumlu yaklaşım, onun Allah’ın Hükümranlığı mesajının da Kur’an’a daha yakın
bir anlayış çerçevesinde yorumlanması sonucunu doğurmaktadır. Çünkü bu
teologlar İsa’ya ahlakî öğreticilik dışında bir görev isnad etmemektedirler.
Allah’ın Hükümranlığının eskatolojik anlamda kurulmasında onun kendisinin, İsa
olarak bir görevi, fonksiyonu yoktur. Bu bakımdan Hükümranlık öncelikle Allah’ın
dünyadaki Hükümranlığı’dır. İnsanın Allah’a boyun eğmesi ile kurulmuş olur.
Başka bir deyişle Hükümranhk’ın kuaılması bir kurtancı olarak İsa’nın işi deyil
Allah’a boyun eğen ferdin iyidir. Bilindiği gibi, Kur’an’da Hükümranlık mutlak
olarak Allah’a aittir. Dünyada ya da ahirette mutlak Melik O’dur. İnsanlardan
beklenen kul olarak Allah’a boyun eğmek O’nun hükmünü tanımaktır.[1197]
Ne var ki, Hıristiyan teologların
genel olarak benimsediği Heilsgeschichte anlayışına göre İsa tarihin merkez
kişisidir. Kitab-ı Mukaddes’in doğru anlaşılabilmesi İsa’nın bu şekilde
tanımlanmasına bağlı bulunmaktadır. Allah, milletine tarihin çeşitli
zamanlarında yardım etmiş, onları çeşitli şekillerde kurtarmıştır (redemption).
Allah gelecekte de, bizzat kendisini bildirerek (reveatı milletini nihaî
olarak kurtaracaktır. Bu Beni İsrail Peygamberleri’nin umudu ve vadidir.[1198]
İşte İsa’nın mesihîgörevi bu umudun ve vadin gerçekleşmesidir. Onun yeryüzüne
bu misyonu ile gelişi, Allah’ın Hükümranlığı ‘nın nihaî olarak kurulmasıdır.[1199]
Allah’ın Hükümranlığı hakkında
yukarıda görüşlerini ana hatları ile serdettiğimiz liberal teologlara, aynı
yıllarda şiddetli tenkitler gelmiştir. Bunlardan ilki Johannes Weiss
(1863-1914) tarafından yapılmıştır. Weiss’e göre İsa yalnızca bir ahlakî
öğretmen değildir. Aksine o kendisinin tarihin önemli bir dönüm noktasında
bulunduğuna ve eskatolojik bir kurtuluşun habercisi olduğuna inanmakta idi.
Allah’ın Hükümranlığı tedrici bir evrim sonucunda değil, fakat Allah’ın
tarihin akışına müdahalesi sonucunda kurulacaktır ve bu onun önceki
müdahalelerinden farklı olacaktır. Buna göre Hükümranlık İnsanın görevi
değildir. Aksine tamamı ile Allah’ın bir işidir.[1200]
Weiss’in görüşleri daha sonra Albert Schweitzer (1875-1966) tarafından
savunulmuş ve geliştirilmiştir. Schweitzer’e göre, eskatoloji yalnızca onun
mesajını değil bütünü ile onun hayatını kaplamaktadır. Bu yüzden onun yorumu
Tutarlı Eskatoloji (Consistent Eschatology) adı ile anılmaktadır.[1201]
İsa (a.s.), Allah’ın Hükümranlığı’nın gelecekte olduğu fikrini Yahudi
apokaliptik literatüründen almıştır. Hükümranlık tartışmalarında bir dönüm
noktası olan Quest of The Historical fesus adlı çalışmasında ileri sürdüğü bu
görüşü ile o, İsa’nın kendi şartlan içinde değerlendirilmesi gerektiğini
savunmaktadır. O, zamanındaki yorumlan 19. yy.’in liberal anlayışı İle
yapılmış çalışmalar olarak görmektedir. Yine ona göre, “İsa’nın şahsının ve
hayatının tarihi olarak ortaya konulması, dine bir yardım değil, aksine ona bir
saldırıdır... müşahhas tarihi bir şahsiyet olarak İsa, zamanımıza yabancı kalır.”[1202]
Schweitzeıy İsa’nın Allah’ın Hükümranlığı “nın an içinde bulunmadığına fakat
onun son derece yakında olduğuna İnandığı görüşündedir. Fakat ona göre, İsa’nın
bütün hayatını adadığı bu apokaliptik rüya bir türlü gerçekleşmemiştir.[1203]
Yorumuyla Tutarlı Eskatoloji anlayışı
içinde yer alabilecek olan Bultmann’a göre ise, İsa’nın tecrübesindeki merkezi
gerçeklik çok güçlü bir Allah şuurudur. Buna göre Allah mutlak olarak iradesini
yerine getirir ve O mutlak bir hakimdir. Bultmann İsa’nın “eskatolojik
mesajının temeli, ondaki Allah ve insani varoluş mefhumudur yoksa, dünyanın
sonunun hemen yakında olması değildir.” demektedir.[1204]
Ona göre eskatoloji gelecekte vuku bulacak birtakım olaylar demek değildir. İsa
Mesih’in gelişi, hatta onun kendisi eskatoiojik olaydır. İşte bu yüzden
Bultmann’u yaklaşımı Tutarlı Eskatoloji içine yerleştirilebilmektedir.
Fertlerin bir karar vererek iman etmeleri eskatolojik varoluştur. Bu dünyanın
ötesine gitmek, ölümü geçip hayata varmaktır.[1205]
Onun bu şekildeki eskatolojik yaklaşımı Egzistansiyalist Eskatoloji adı ile de
anılmaktadır. Yine ona göre İsa’nın eskatolojik anlatımları zahiren değerlendirilmemelidir.
Mesela, “İnsanoğlu’nun bulutlar üzerinde geri döneceği”[1206]
şeklindeki ifadeler mitolojik anlatımlardır.[1207]
Ancak bu mitolojide temel olan, Allah’ın mutlak hükümran olduğu düşüncesidir.
Schweitzer’in Tutarlı Eskatolojisine
karşı bir tepki olarak Charles Harold Dodd (1884-1973) kendi tezini ortaya
koymuştur. Ona göre İsa, yaşadığı anda Hükümranlık’ın var olduğuna, Hükümranlık’ın
kendi tebliğinde gerçekleştiğine inanmakla idi. Bu yüzden onun eskatolojisi
Gerçekleşmiş Eskatolojidir (Realized Eschatologyif[1208]
Dodd’a göre, Eski Ahid Peygamberleri’nin haber verdiği Allah’ın Hükümranlığı,
böylece İsa’nın gelişinde gerçekleşmiştir. Böylece “ahir zaman olayları,
gelecekten şu ana gelmiş, bir beklenti olmaktan çıkıp gerçekliği olan bir
tecrübe olmuştur.”[1209]
Ona göre ilk Hıristiyanlık İncil’i eskatolojinin gerçekleşmesi olarak anlamıştır.[1210]
Eskatolojinin geleceğe ait olduğu düşüncesi ise ona göre, Yahudi apokaliptik
literatüründen gelmektedir.[1211]
Allah’ın Hükümranlığı hakkında Weiss
ve Schweitzer’den sonra gördüğümüz görüşler iki ana gurupta toplanabilir.
Bunlardan ilki, Hükümranlık’i gelecekte vuku bulacak eskatolojik bir hadise
olarak görmektedir (Tutarlı Eskatoloji)[1212]
Diğer bir görüşe göre Hükümranlık, Allah’ın şimdiki zamana hükmetmesidir (Gerçekleşmiş
Eskatoloji)”[1213]
Ancak, Yeni Ahit Teolojisi’nde gittikçe güç kazanan görüşe göre Hükümranlık
hem şu andadır, hem de gelecekte vuku bulacaktır
Bu konuda etkili olmuş The Kingdom of
God and the Son of Man adlı Kitabında Rudolf Otto Allah’ın Hükümranlığı’nı, O’nun
iradesinin yerine getirildiği, O’nun hakim olduğu semavi, tarih-üstü bir
hakimiyet ortamı olarak görmektedir. Ona göre İsa, Allah’ın semada Şeytan’a
karşı zafer kazandığına[1214]
ve Hükümranlığını hali hazırda semada gerçekleştiğine inanmakta idi.[1215]
Hükümranlık, yalnızca eskatolojik bir hakimiyet anlamına gelmemektedir. O aynı
zamanda, muzaffer ve ezici bir kudret anlamındadır.[1216]
İşte İsa, bu mucizevi olağanüstü Hükümranlık’ın yeryüzüne gelişini ilan etmektedir.[1217]
Böylece eskatolojik kurtuluşu sağlayan Hükümranlık, ilahî bir kudret olarak
yeryüzüne müdahale etmektedir.[1218]
Otto’ya göre, Hükümranlık’ın şu anda varoluşu semada gerçekleşmekte, yeryüzüne
ise İsa ile gelmektedir. Buna göre, Allah’ın Hükümranlığı’nın yeryüzünde
gerçekleşmesi İsa’nın (a.s.) gelişine bağlanmaktadır İşte Hükümranlık’ın
eskatolojik tarafı budur.
Önceki çalışmalarında Hükümranlık’ın
eskatolojik tarafına yer vermeyen T.VC. Manson’un The Sayings offesus acili
daha sonraki Kitabında, Rudolf Otto’nun tesiri görülmektedir. Burada o, Allah’ın
Hükümranhğı’nda kişinin tecrübesinden ziyade, Allah’ın fiilini görme
eğilimindedir. Allah’ın Hükümranlığı, Allah’ın iradesinin yeryüzünde
gerçekleşmesidir. Ancak Allah’ın iradesi kendisini “İnsana yönelik ilâhi bir
fiil” şeklinde ifade etmektedir.[1219]
İsa’nın gelişi, Hükümranlık’ın yeryüzüne gelmesi demektir.[1220]
Hükümranlık, İsa’nın işinde kudretini göstermektedir. Allah’ın Hükümranlığı
tarihte yeni bir dönem yaratarak Şeriat’ın ve Peygamberlerin yerini almıştır.[1221]
İsa’nın gelişi ile Hükümranlık yeryüzüne gelmiştir, ancak o aynı zamanda
olağanüstü güçleri kaçınılmaz olarak sonunda mükemmelliğe (consummation)
ulaşacak şekilde harekete geçirmiştir. Şu anda yeryüzünde bulunan Hükümranlık’ın
tamamlanışı, tarlaya atılan tohumun hasada hazır hale gelişi gibidir. Tohumun
nasıl büyüyüp hasada hazır hale geldiğini çiftçi bilemez. Bu Allah’a aittir,
işte semavi güçler, tabiaün gizli güçleri kadar gerçektirler ve yeryüzünü
kaçınılmaz sona, tamamlanışa (consummation) doğru götürmektedirler. Hükümranlık
gelecekteki tamamlanışa doğru yol alan şu ana ait bir gerçektir.[1222]
Kümmel ise, Hükümranhk’ın anda ve
gelecekte oluşunu yalnızca İsa’da görmektedir. İsa’nın beklediği eskaton,
geleceğe ait eskatolojik bir dönemdir. Ancak îsa, çok yakında ansızın (imminent)
gelecek bir Hükümranlık beklemiştir ve Kümnıel’e göre, eskaton kendisini İsa’da,
onun yaşadığı anda göstermiştir. Kümmel ısrarla, İsa’nın eskatolojik
Hükümranlığı’n çok yakında olduğuna inandığını belirtmektedir.[1223]
Gelecek Hükümranlık böylece, İsa’nın kendisinde aktivitesine an içinde
başlamıştır.[1224]
İsa’nın fiili, eskatolojik tamamlanışı (consummation) şimdiki zamana
getirmiştir. Bu yüzden de, İsa eskatolojik mesajın merkezinde yer almaktadır.[1225]
Kümmel aynı zamanda apokaliptik ile
eskatolojiyî birbirinden ayırmaktadır. Apokaliptik ona göre, gelecekteki
şartların ve olayların anlatımı, resmedilmesidir. Eskatoloji ise çok yakındaki
hüküm karsısında insanın kaderi İle ilgilenmektedir. Eskatoloji insanı
geleceğe hazırlar. İsa’nın Hükümranlık’ın çok yakında geleceğini haber verişi
e.skatolojik bir vaattir, yoksa apokaliptik bir anlatım değildir.[1226]
Bu mesaj ile insanlar Allah’ın önceden belirlediği sona hazırlanmaya
çağırılmışlardır.[1227]
A.N.Wilder’e göre İsa, ötedünyaya
cteğil bu dünyaya aittir. îsa, kendi gelişinde zirvesine doğru ilerleyen bir
hareket görmekte idi. İsa dünyada gerçekleşecek yeni ve devrimsel bir düzeni
haber vermekte idi ve mesajının önemini ve adiliğini anlatmak İçin apokaliptik
diti kullandı. Bu yeni düzenin peygamberi ise kendisi jdi.[1228]
Ancak İsa, apokaliptik yazarlarda olduğu gibi, apokaliptik dili zahirî olarak (literally)
kullanmamıştır.[1229]
Apokaliptik, son noktasına doğru hareket halinde olan tarihsel krizi anlatmak
için kullanılan sembolik bir dildir.[1230]
İsa, önceden bilinmez ve hayal edilmez fakat gelmesi kesin olan mahkemeyi ve
Hükümranlığı haber vermektedir. Bu gelecek ve Allah’ın işi, âna ait ahlakî
sorumluluk üzerine son derece büyük bir yük ve acilıyet yüklemektedir.[1231]
Wilder’e göre eskatoloji mittir ve bilinmeyen geleceği temsil eder. Bununla
birlikte o, Allah’ın Hükümranlık’ını ifade etmektedir.[1232]
Gelecek İsa’nın bilgisi ötesindedir. Fakat o, apokaliptik kavramları, ahiretin
Allah’ın kudretinde olduğuna olan kesin inancını ifade etmek için
kullanmıştır.[1233]
Kurtuluş Tarihi (Heilsgeschichte)
anlayışının önemli temsilcilerinden olan Oscar Cullmann’a göre ise İsa Mesih’in
gelişi Eski Ahit’in eskatolojik umutlarının gerçekleşmesidir. İsa, son günlerin
yaşanmakta olduğuna veya yeni çağa girildiğine inanmakta idi. Hükümranlık’ın
gelecekte mükemmelen tamamlanacağı fikri de onun tebliğinde bulunmakta idi.[1234]
Bu görüşleri üe Cullmann, Hükümranlığın an içinde ve gelecekte olduğu
görüşündedir. Yine ona göre, tarihin dönüm noktası İsa’nın gelişidir.[1235]
Ancak, büyük eskatolojik olaylar halâ gelecektedir. Bunun için Cullmann İsa’nın
ikinci defa gelişini (parousia) beklemekledir. O, Yeni Ahit’in Kurtuluş Tarîhi’nde
teşkil ettiği dönemi, İsa’nın göğe yükselmesi (ascension) ile onun dönüşü
arasındaki zaman olarak görmektedir.[1236]
Ladd, Hükümranlığın an içinde ve
gelecekte olduğu şeklindeki yorumunu Allah’ın dinamik Hükümranlığı düşüncesi
üzerine kurmaktadır. İsa ona göre yaşadığı anda Allah’ın Hükümranlığının var
oluşunu, Eski Ahid Peygamberlerinin önceden verdikleri haberin kendi misyonu
ve şahsında bir gerçekleşmesi olarak tebliğ etmiştir.[1237]
Allah’ın Hükümranlığı insanlar arasında kendi hükmünü kurmak aktivitesidir ve
Hükümranlık insanlık tarihine, İsa ile Şeytan’ı altetmek, insanı ondan
kurtarmak ve İnsanı Allah’ın Hükümranlığı altına getirmek için gelmiştir.
Hükümranlık aynı zamanda tarihin sonunda mükemmelen tamamlanacaktır. Buna göre
Allah’ın Hükümranlığı iki büyük anı içerir: Tarih içinde gerçekleşme (fulfillment)
ve tariftin sonunda tamamlanma (consummation). [1238]
Norman Perrin de İsa’nın öğretisinde
Allah’ın Hükümranlığının hem anda, hem de gelecekte olduğunu savunan teologlar
arasında yer almaktadır. Hükümranlık Allah’ın tarihe ve insan tecrübesine olan
dinamik ve kudretli müdahalesidir. İsa’nın öğretisi, Allah’ın bu kurtarıcı
fiilinin kendisinin gelişinde vuku bulduğunu anlatmaktadır. Bununla birlikte
Perrin, Allah’ın Hükümranlığının an içinde oluşunun ferdî tecrübeye bağlı
olduğunda ısrar etmektedir.[1239]
Hükümranlık, Allah’ın Melik oluş fiilinin, tarihe ve İnsan tecrübesine
müdahalesi ile kendisini ortaya koyar.[1240]
Kişinin Allah’ın Hükümran oluş fiilini tecrübe edebilmesi için imana sahip
olması gerekir, yani kişi kendisini tamamı ile Allah’a teslim etmelidir. Hükümranlık
böylece kişisel bir tecrübe olur. İşte İsa’nın öğretisinde Hükümranlık an
içindedir demek, onun müminin şahsî hayatında bir tecrübe olarak var olması ve
yaşaması demektir.[1241]
Perrin’e göre İsa, kendi tebliğinin sonunda vuku bulacak bir kriz beklemiştir.
İsa, tebliği sırasında başlayan bir tamamlanışı gözlemiştir ve bu tamamlanışın
çeşitli yönlerine öğretisinde işaretlerde bulunmuştur. Ancak bu sonun gerçek
tabiatı hakkında onun açık bir beyanı olmamıştır.[1242]
Yukarıda Teologlar’ın Allah’ın
Hükümranlığı konusundaki görüşlerini ana hatları ile özetlemeye çalıştık.[1243]
Görüldüğü gibi bu konu teologların çözmeleri gereken bazı problemlerle karşı
karşıya bulunmaktadır. N. Perrin bu konuda Hıristiyan Teolojisi’nin çözüm
getirmesi gereken meseleleri üç önemli soru ile şöyle belirlemektedir.
1-)
Allah’ın Hükümranlığı İsa’nın öğretisinde apokaliptik bir kavram mıdır?
2-)
Hükümranlık anda, ya da gelecekte midir? Yoksa her ikisinde midir?
3-)
İsa’nın öğretisinde eskatoloji’nin ve etiğin ne gibi bir ilişkisi vardır?[1244]
Eesasen burada teologlarca üzerinde
ısrarla durulan konu, İsa’nın (a.s.) gelişinde Allah’ın kurtarıcı aktivitesi (redemptive
activitiy) anlayışının eksiksiz bir şekilde gösterilebilmesidir. Bu çaba sırasında
teolog Kitab-ı Mukaddes metinleri ile uyum İçinde olmak zorunluluğu ile karşı
karşıyadır. Diğer taraftan teolog, aynı metinlerden yola çıkan ve 19.
yüzyıldan bu yana tesirlerini sürdüren liberal tutuma da tatmin edici cevaplar
vermek durumundadır.
Büyük oranda meselenin zorluğu Allah’ın
Hükümranlığı konusunda tnciller’deki farklı ifadelerin bir bütünü tamamlayan
parçalar olarak ele alınması yerine, birbirlerinden bağımsız olarak görülmelerinden
kaynaklanmaktadır. Bunlar ise, dört ana gurup halinde sınıflandırmak mümkündür.
Bunların birincisi Allah’ın
Hükümranlığı’nı soyut manada Allah’ın saltanatı ve hakimiyeti olarak ifade
eden pasajlardır. Bunlar, azınlıktadır.[1245]
İkinci bir gurup pasaja göre Allah’ın Hükümranlığı, doğruların gireceği,
gelecekte vuku bulacak apokaliptik bir düzendir.[1246]
Üçüncü gurupta Hükümranlık insanlar arasında bulunmaktadır. O, dünyada faal
durumdudır. İnsanlar onu aramalıdırlar.[1247]
Dördüncü gump parajlar, Hükümranlık’ı -insanın girmekte olduğu bir ortam olarak
tanıtmaktadırlar. Genellikle tenkitçiler, yukarıda saydığımız manalardan
birisini seçerek alıp diğerlerini de, onun doğrultusunda açıklamaya
çabalamışlardır.[1248]
Bu yüzden de konuya ikna edici bir açıklama getirebilmekte güçlük
çekmişlerdir.[1249]
Şimdi, Allah’ın Hükümranlığı konulunda
yukarıda sıraladığımız üç ana problem üzerinde duralım. İncillerde anlatılan
Allah’ın Hükümranlığı apokaliptik bir kavram mıdır? Bu konu teologları oldukça
meşgul etmiştir. Eski Ahit Peygamberleri ile Hz. İsa arasındaki dönemde
oldukça etkili olmuş hatta bu etkisini Hz. İsa’dan sonra da sürdürmüş olan
Apokaliptik edebiyat, (M.Ö.200-M.S. 100) Hz. İsa’nın mesajında da etkili olmuş
mudur? Hz. İsa apokalipsçiler arasında mı görülmelidir, yoksa o getirdiği mesaj
bakımından Beni İsrail Peygamberleri gibi bir peygamber midir?
Apokaliptik literatür, dünyanın
sonunda olacak olayları değişik bir üslub ile işlemiştir. Apokaliptik yazarlar,
çok yakında olduğuna inandıkları dünyanın sonuna ilişkin olayları kaleme
almışlardır. Onlara göre bu yazdıkları Allah tarafından kendilerine bildirilmiştir.[1250]
Diğer taraftan Hz. İsa da mesajında, dünyanın sonu ile ilgili olaylardan söz
etmiştir.[1251]
Bu durumda Hz. İsa’nın getirdiği Allah’ın Hükümranlığı mesajı, apokaliptik
literatür geleneği içinde değerlendirilebilir mi? Apokaliptik edebiyatın
oldukça sembolik üslubu ile İnciller’in üslubu karşılaştırdığında, Hz. İsa’nın
mesajının Beni İsrail Peygamberleri arasında yer alması gerekmektedir. Çünkü
apokaliptik yazarların gayrı tabiî bir yazı dili kullandıkları, yazdıklarını
Peygamberler’in Kitapları imiş gibi göstermek için onların isimlerini Kitaplarına
verdikleri bilinmektedir. Hz. İsa’nın mesajında bu teknikler görülmez.
Yukarıda sorduğumuz soruya bu şekilde bir cevap verilebilir.[1252]
Ancak teologlara göre tatmin edici cevap, Allah’ın kurtarıcı fiilinin tarih
boyunca tezahürü ve Allah’ın Hükümranlığı’nın kurulması anlayışı içinde aranmak
durumundadır. Meseleye bu acıdan bakıldığı zaman Hz. İsa, tarihî bir perspektif
içine konulmakta ve onun Allah’ın Hükümranlığı mesajı Beni İsrail
Peygamberlerimin verdiği haberin gerçekleşmesi olmaktadır, Apokaliptik edebiyat
bu anlamda tarihî bir perspektif kabul etmediği için, Hz. İsa’nın ve bu edebiyatın
eskatolojîleri birbirlerinden ayrı olarak değerlendirilmelidirler.
Bu doğrultudaki başka bir görüşe göre,
Hz. İsa mesajında birtakım apokaliptik kavramları kullanmış olsa bile, onun
öğretisi zaman ve Hükümranlık konusundaki apokaliptik spekülasyonlardan
uzaktır.[1253]
Diğer taraftan, Hz. İsa’nın (a.s.) eskatolojisini apokaliptik olarak görenler
ise, apokaliptik mesajın karakterinde Allah’ın tarihe yaptığı kurtarıcı
müdahalesini bulmayı ihmal etmemektedirler. Allah, son kurtuluş için dünyaya
bizzat müdahale edecek ve Hükümranlığı’nı kuracaktır. Onlara göre bu mefhum
apokaliptiğin ayrılmaz özelliğidir ve İsa’nın mesajı bu yüzden apokaliptiktir.[1254]
İkinci önemli tartışma konusu Allah’ın
Hükümranlığı’nın zamanıdır. Hükümranlık şu an kurulmuş mudur, yoksa gelecekte
mi kurulacaktır. İnciller’deki belirli gurup ayetlerden yola çıkan Weiss ve
Schweitzer gibi araştırmacılar, onun gelecekte olduğunu, bir diğer gurup
ifadeden yola çıkan Dodd gibileri ise, onun anda olduğunu söylemektedirler.
Ancak bu tek taraflı görüşler teologları ikna edememişlerdir.[1255]
Özellikle Kitab-ı Mukaddes’te bulunan Allah mefhumundan yola çıkan teologlar,
Allah’ın Hükümranlığı’nın hem anda hem de gelecekte olması gerektiğini savunmaktadırlar.
Eski Ahit’te Allah bütün varlığın hakimidir. O her yerde ve her zaman hakimdir.
Ayrıca Allah, dünyanın sonunda da Hükümranlığı’ın kurmak için nihai bir
müdahalede bulunacaktır.[1256]
Hz. İsa da aynı Allah mefhumunu tebliğ etmişti. Eski Ahit’in Allah mefhumunu İsa
devam ettirmekte idi. İsa da İbrihim’in, İshak’ın Yakub’un (a.s.),[1257]
yerin ve göklerin hakimi,[1258]
olan Musa’ya ve Beni İsrail Peygamberleri’ne hükmünü bildiren Allah’ı
anlatmakta idi.[1259]
Esasen bu Allah mefhumu, Kur’an ile birlikle devam etmiştir. Hz. Muhammed de
İbrahim’in İshak’ın Yakub’un İsa’nın (a.s.) Allah mefhumunu tebliğ etmiştir.[1260]
Ne var ki, Hükümranlık’ın anda ve
gelecekte olduğunu savunan Yeni Ahid Teologları kendilerini, kurtarıcı
aktivite anlayışı ile yukarıdaki Allah mefhumunu bağdaştırma zorunluluğunda
hissetmişlerdir. Allah tarih içirişinde kavmini kurtarmak amacı ile aktif
olmuştur. Yine O, tarih içindeki kurtarıcı aktîvitesini İsa’da sürdürmektedir.
Bu Allah’ın Hükümranlığı’nın anda oluşudur. Allah tarihin sonunda, gelecekte
kurtarıcı gücünü ve yüceliğini tekrar gösterecektir. Bu da Hükümranlık’ın
gelecekte oluşunu ifade etmektedir.[1261]
Bu anlayş ise, İnciller’de bulunmasa bile, Allah’ın kurtarıcı aktivetesini
tamamlamak üzere İsa’nın ikinci defa yeryüzüne getirilmesini (Parosia)
gerektirmiştir.
Allah’ın Hükümranlığı konusundaki
üçüncü probleme gelince; Teologlar burada, Hz. İsa’nın getirdiği mesajda
bulunan etik ve eskatolojik unsurların birbirleri ile olan ilişkilerini
tartışmaktadırlar. Hz. İsa’nın mesajı tabii olarak insanı doğru davranışlara
yönelten ifadeler taşımaktadır. Hatta bunlar oldukça çoktur. Aynı şekilde onun
mesajının eskatolojik yönü de ortadadır. Bu bakımdan bu iki yön arasında bir
ilişki olmalıdır. Bu ilişkiyi onun Allah’ın Hükümranlığı’nın çok yakında
olduğu ve bu sebeple muhatapların tevbe etmeleri gerektiğini belirten çağrısı
güzel, bir şekilde ortaya koymaktadır[1262].
Eskatolojinin yönlendirici özelliği etikte her zaman görülmektedir. Esasen
merkez nokta eskatolojinin kendisi değil, Allah’ın iradesi ve O’nun
hükmetmeğidir.[1263]
Ancak yine burada, onlara göre İsa’nın Hükümranlık’in kurulmasındaki özel yeri
gözden uzak tutulmamalıdır. Allah’ın kurtarıcı aktivitesi Eski Ahit’te Şeriat
olarak kendini göstermişti. Hükümranlık’a boyun eğmek İsa ile birlikte Şeriat
ile değil, bundan böyle onun misyonundaki Allah’ın kurtarıcı fiili vasıtası
ile gösterilecektir.[1264]
İşte Allah’ın İsa’da kendini gösteren kurtarıcı fiili, Hükümranlık’ı kurarak
insanı Şeytan’dan kurtarmaktadır. Hükümranlık Şeytan’in hükümranlığını sona
erdirmektedir.[1265]
Ancak Hükümranlık’ın kuruluşunda eskatolojiye önemli bir yer vermeyen liberal
yorum, ferdin dinî tecrübesini öne çıkarmaktadır. Bu görüşleri ile onlar, aynı
zamanda İsa’nın eskatoiojik misyonunu diğerleri kadar önemli görmemektedirler.
Allah’ın Hükümranlığı hususundaki
yorumlarında teologların, Allah’ın iradesini, O’nun hükmetmesini vurgulayan bir
anlayış ortaya koyabildikleri görülebilmektedir. Yukarda işaret ettiğimiz her
üç tartışma noktasında da bu gözlemlenmektedir. Bu husus gerek Hz. İsa’nın
Allah’ın Hükümranlığı mesajının karakteri, gerek onun kapladığı zaman-mekan ve
gerekse onun ahlakî yönü hususlarında görülmüştür. Ancak yine gördüğümüz gibi,
bu görüşlerde hiçbir zaman Hz. İsa’da kurtarıcı aktivitenin ifası fikri ihmal
edilmemiştir. Esasen bu görüşlerin bir Kristosentrizm anlayışı temelinde geliştirildiği
gözden uzak tutulmamalıdır. Burada îsa Mesih, genel olarak dinî sistemin
temelini oluşturmaktadır. Buna göre, önce İsa ‘Allah’ın Kelamı’dır’. Bu,
teologun vahiy anlayışını belirlemektedir. İsa bir insan olduğu, bu yüzden de
tarih içinde bir olay olduğundan, ilâhî vahiy bir olay olmalıdır. Vahiy Allah’ın
söylediği bir şey değil, fakat O’nun yaptığı birşeydir. Böylece İsa, Allah’ın
bir fiili olarak vahyedilmiş kelamdır. O tarihi bir olaydır. Onun her parçası,
her yaptığı ilâhidir. Çünkü o ilâhtır. Bu yüzden vahiy, Allah’ın kendisini
mükemmel olarak, mükemmel olan bir şahsiyette bildirmesidir.[1266]
İsa’, mükemmel şahsiyet ve mükemmel tarihtir.[1267]
Görüldüğü gibi Hıristiyan teolojisinin
merkezine her şeyden önce İsa Mesih oturtulmuştur. Bütün bir sistem İsa’ya
isnad edilen kimlik doğrultusunta düzenlenmiştir.[1268]
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Hükümranlık tartışmalarında Allah’ın iradesinin
ve hükmünün vurgulanışı ise, yine bu anlayış çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Başka bir deyişle Hıristiyan teologların Allah’ın hakim oluşu hakkındaki
değerlendirmeleri, Teosentrik bir çerçeveden çok Kristosentrik bir çerçevede
değerlendirilmek durumundadır.
Yine oluşturulan bu İsa mefhumu yanısıra
sistemde, Kadir-i Mutlak bir ilâh mefhumundan söz edilemez. Çünkü sistemdeki
ilâh, İsa Mesih’e mecbur edilmiştir.
Yine bu yüzdendir ki, Hz. İsa’ya kadar
olan vahiy geleneği bu anlayış doğrultusunda tekrar düzenlenmeli idi. Buna göre
Eski Ahit, yukarıda açıkladığımız manadaki vahyin kaydedilmesidir. Yani orada
Allah’ın kelamı, anlatılan olaylar, metinde hayatları ve işleri anlatılan
şahsiyetlerdir. İşte vahiy bu olaylardır. Hıristiyan teologlar Yahudi
metinlerinde anlatılan olaylara bakıp işte bunlar Allah’ın tarihteki
fiilleridir demektedirler. Allah, kendini bildirebilmek (reveal) ve amacını
yerine getirebilmek için tarihi sonuna kadar düzenlemiş ve önceden
belirlemiştir. Allah bir halkı, Beni israil’i seçmiş ve onları elleri ile uzun
bir yolculuğa çıkarmıştır. Bu yolculuğun sonunda, zaman geldiğinde, “kelimesi
İsa Mesih’i göndermiştir. İşte Beni İsrail’in tarihi, Heilsgeschichte yani
Kurtuluş Tarihi’dir. İsa’nın faeden belirlenmiş bir dizi tarihi olaylar ağı
sonunda gelişi Hıristiyan teologlarca tarihin en büyük olayıdır.[1269]
Oysa Eski Ahid’den bu düşünceyi intaç etmek mümkün görünmemektedir. Ayrıca
böyle bir sonuca varmak, Eski Ahit Teoloji’sini hıristiyanlaştırmaktan başka
birşey değildir.[1270]
Bu şekildeki bir değerlendirme diğer taraftan Yahudiler’in milliyetçiliklerine,
kendi merkezciliklerine teolojik bir anlam da sağlamaktadır. Çünkü onların bu
tutumları artık ırkçı milliyetçilik değil, fakat ilâhî amaca hizmet eden bir
şey olmaktadır.[1271]
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
Alah’ın Hükümranlığı tartışmalarında etkili olan Hıristiyan Kitab-ı Mukaddes
teologları temel olarak Heilsgescibchte teorisini benimsemektedirler. Onların
yapmak istediği, bu anlayış doğrultusunda İsa’ya isnad edilen kurtarıcılık
misyonunu çelişkisiz ve eksiksiz bir şekilde kurmaktır. Allah’ın hakim oluşu
da, İsa’nın bu mesihî görevi doğrultusunda düşünülmektedir. Onlara göre, bunun
için bütün bir Kitab-ı Mukaddes de bu anlayışa uygun olarak yorumlanmalıdır.
Sonuç
Çalışmamız sırasında Kur’an’ın, Eski
ve Yeni Ahitlerin öngördüğü ahiret anlayışını ortaya koyduk. Yine bu sırada
Cahiliye’nin ölüm sonrası hayat konusundaki anlayışını işledik. Apokaliptik
Edebiyat’ta ve Yahudi geleneği içinde Eski Ahit’in eskatolojik yönünün beşerî
bir yaklaşımla yorumlanıgını gördük. Çağdaş Teologların, Allah’ın Hükümranlığı
üzerindeki tartışmaları ise bize, Kitab-ı Mukaddes’in bütününün çağdaş
Hıristiyan eskatoiojisi açısından yorumlanışını göstermiştir.
Çalışmada kökleri vahyi dökümanlara
dayanan söz konusu dinî bünyelerdeki ahiret inançları incelenirken, bu
bünyelerin kaynağının aynı olduğu temel yaklaşımı takib edilmiştir. Bu sebeple
de önce bu temel yaklaşımın karakterini ortaya koyabilmek amacıyla, Kur’an’ın
ahiret anlayışı ele alınmıştır. Çünkü Kur’an, vahyî bilgiye bütün saflığı ile
ulaşabildiğimiz yegane döküman olarak elimizdedir. Kur’an söz konusu edildiği
zaman, sadece vahiy akla gelmemektedir. Ancak Eski Ahit veya Yeni Ahit ele
alındığı zaman bu Kitapların içinde bulundukları dinî gelenekler ister istemez
inceleme alanına girmek durumundadır. Çünkü bu Kitaplar vahye dayanmakla
birlikte, kendi oluşturdukları dinî geleneklerinin etkisi altında
bırakılmışlardır. Bunların metinlerine onları çevreleyen kültürlerinin
unsurları girmiştir. Bunun da ötesinde bu metinlerin yorumu onları kaplayan
kültür çevresinin siyak ve sibakında yapılmıştır. Bu durumda bu dökümanları
vahyin öngördüğü bağlam içerisinde anlamak ve yorumlamak, ancak vahyî bilgiyi
saflığı ile aktarabilen bir başka döküman ile mümkün hale gelmiştir. İşte, Kur’an’ın
Kitab-ı Mukaddes açısından fonksiyonu ve anlamı budur. Zaten Kur’an da önceki
vahiy metinleri üzerinde koruyucu (muhaymin) olduğunu belirtmektedir. Kur’an
olmaksızın önceki vahiy metinlerinin vahyî bağlam içerisinde anlaşılmaları
mümkün değildir. Çünkü ancak Kur’an ile anılan metinlerdeki vahiy ürünü unsurlar
ile vahiy dışı unsurları biribirinden ayırabilmek mümkündür. Hatta metinlerdeki
şeklî değişiklikler bile o kadar önemli olmamaktadır. Çok daha önemli olan
husus, metinlerin bütünü ile olmaları gerekenden farklı bir ortam içerisine
yerleşterilmeleridir. Bu mesela İran, Yunan, Helenistik kültür ortamları
olabilmiştir. Bu noktada metinlerin suretlerinin değişmesi, ya da değişmemesi
pek önem arzetmemektedir. Metinleri bütünü ile kaldırıp bir başka siyak-sibak
içine yerleştirmekle metindeki kavramlar bir önceki bağlam içerisinde ifade ettikleri
manalardan çok farklı manaları ifade eder hale getirilmişlerdir. İşte Kitab-ı
Mukaddes tarihi boyunca vahiy bağlamından koparılarak, farktı ortamlara
yerleştirilmiştir. Bu yüzden, bu Kitaptaki ahiret inancı gibi önemli bir konu
işlenirken Kur’an’ın yolgöstericiliği kaçınılmaz olmuştur.
Kur’an’da ahiret inancının önemli bir
yer işgal ettiği, öncelikle bu inanç ve onun çeşitli yönleri için kullanılan
kavramların çokluğu ve çeşitliliği ile ortaya çıkmaktadır. Ancak Ahiret
anlayışı ve ona ait kavramlar, Kur’an’ın merkezinde bulunan Kadir-i Mutlak
Allah mefhumunun etkisi altındadırlar. Aslında bu mefhum sadece ahiret
mefhumuna değil, vahyin bütününe karakterini veren temel mefhumdur. Bu
bakımdan Kur’an Teosentrik bir karakterdedir. Allah’ın kudretini en vurgulu bir
tarzda ortaya koyan inanç usum ise Kur’an’da ahirettir. Allah Dîn Günü’nün
sahibidir. Kainatı içinde yaşadığımız güzende yaratan Allah, saat geldiği zaman
yeni bir düzen kurmak üzere onu bozacaktır. Allah, insanları kudreti ile yeniden
diriltecektir. Sonra onlar hakkında hükmünü verecektir. Bütün bu olayların tek
faili Allah’tır.
Bir inanç unsuru olarak ise ahiret,
Allah’a iman ile birlikte Tevhid inanç sisteminin temelini oluşturmaktadır. Bu
iki inanç unsuru, birlikte olduklarında var olabilmektedirler. Sistemden bu
İkisinden birini çıkardığınız zaman, diğeri de anlamını yitirmektedir. Kadir-i
Mutlak Allah’a iman olmadan ahirete imanın bir manası yoktur. Çünkü insanı
yeniden diriltecek onun hakkında hüküm verebilecek bir kudret yoktur artık. Bu
durumu Cahilî-maddeci anlayışta görmekteyiz. Yine ahiret inancı olmaksızın
Kadir-i Mutlak Allah’a iman anlamsızlaşmaktadır. Çünkü sistemdeki ilâh kudretli
ve adil bir ilâh değildir, insan da dünya hayatında yaptıklarının karşılığını
alamayacaktır.
Tevhidi sistem içerisinde insanın
dünya ve ölümsonrası ahiret hayatı bir bütün olarak, bir uyum içinde ele
alınmıştır. Dünya hayatı, ahiret hayatına karakterini vermektedir, insanın
ahiret hayatında rahat içinde veya sıkıntı içinde olması dünya hayatındaki, hayat
tarzına bağlıdır. Yine ahiret hayatı, insanın dünya hayatı üzerinde etkilidir.
Ahiret hayatının bilincinde olarak insan, dünya hayatına yön vermektedir Yoksa
yalnızca dünya hayatını öne çıkararak dünyada insanın zaaflarına tekabül eden
yakındaki maddi zevklere yönelmesi, diğer taraftan ahiret hayatını öne
çıkararak, dünya hayatının nimetlerine sırt çevirmesi, tevhidi anlayışın
dışında kalmaktadır. Oysa İnsan dünya ve ahirettekî varoluşunu birlikte ele almalıdır.
Kitab-ı Mukaddes’te ahiret mefhumu için
aharit ha yamim ibaresi veya daha çok çağdaş teolojideki kullanımı ile Yunanca
eskatoloji kavramı kullanılmaktadır. Çağdaş Kitab-ı Mukaddes Teolojisi 18.
yüzyılla başlayan rasyonalist hareketlerin tesiri altında kalmıştır. Bu
disiplin karakterini büyük ölçüde Kitab-ı Mukaddes Tenkidi çalışmalarıyla
kazanmaktadır. Bu çalışmaların tarihleri boyunca Eski ve Yeni Ahitler’e nüfuz
etmiş, asıla ait olmayan unsurları tesbil etme yolunda teknik bir baharı
ortaya koyduğu, bu yolda bir çok konuda tek tek önemli katkılarda bunduğu
inkar edilmemelidir. Nevar ki bu çalışmalar, temel anlayış itibarı ile
Yahudi-Hıristiyan dini geleneğinin temel dogmaları doğrultusunda yürütülmüştür.
Modern Teoloji’de geliştirilen Heilsgeschichte (Kurtuluş Tarihi) teorisi, anılan
temel dogmaların tasdikinden ibarettir. Buna göre Allah, kavmini, Beni İsrail’i
seçmiş ve onu tarihinin zor dönemlerinde dünyaya yaptığı müdahalelerle
kurtarmıştır. En sonunda da Mesih İsa’da gelerek insanlığı kurtarmıştır. Bu
bakımdan temel yaklaşım itibarı ile Çağdaş Teoloji, Tenkit çalışmaları
vasıtası ile Kitab-ı Mukaddes’i vahyî-tevhidî bir siyak-sîbak içine oturtma
çabasından uzaktır. Bunun için yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi Kur’an’ın yol
göstericiliğine ihtiyaç vardır.
Eski Ahit’te ahiret mefhumunun Kadir’i
Mutlak Allah mefhumu doğrultusunda karakter kazanmasının görülmesi gerekiyordu.
Çünkü tevhidi yaklaşımı öğrendiğimiz Kur’an bize bunu öğretmektedir. Nitekim
gerek doğrudan Eski Ahit’in kendisine, gerekse Tenkit çalışmalarının sağladığı
malzemeye yönelindiğinde bu görülmüştür. Beni israil Peygamberleri,
kavimlerini sürekli olarak çok yaklaşmakta olan korkunç bir Hesab Günü’nün
azabı ile uyarmışlardır. Diğer yandan, ahiret ve kudretli ilâh anlayışları
birlikte söz-konusu olduğu zaman dikkate alınması gereken bir başka mefhum da
yeniden dirilmedir. Özelikle son yıllar içerisinde konu üzerinde yapılan
çalışmalar, Eski Ahit’te yeniden dirilme fikrinin dış etkiler sonucu çok
sonraları oluştuğu yolundaki iddiaların aksine, söz konusu fikrin baştan beri
orada bulunduğunu göstermeye gayret etmektedirler. Bu çabaların temel çıkış
noktası ise, Eski Ahit’te Kudretli İlâh mefhumunun bulunuşudur. Bu noktada,
Kur’an’ın ve Kitab-ı Mukaddes Teolojisi’nin son çalışmalarının yaklaşımı, ilgi
çekici bir şekilde aynı noktada çakışmaktadır.
Eski ve Yeni Ahitler arasında bir
dönemde ortaya çıkan Apokaliptik Edebiyat’ın konusu çoğunlukla eskatoloji
olmuştur. Apokaliptik Edebiyat karakteri itibarı ile dualistiktir. Buna göre,
bu çağ ile gelecek çağ birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır. Bu çağ kötülüğe
bırakılmış, adeta lanetlenmiştir. İyilikler ise gelecek çağa bırakılmıştır.
Allah mefhumu da bu anlayışa uygun olarak oluşmuştur. Allah bu çağı
değiştirilebilecek kudrette değildir. Böyle bir dünya ve ahiret anlayışı, Beni
israil’in söz konusu dönemde büyük zorluklar ve hayal kırıklıkları geçirmesine
ve Helenizm’in tesirine bağlanmaktadır. Yine bu dönem daha sonra ilk
Hıristiyan Kilisesi Teolojisi’nde çok önemli olan Mesih ve insanoğlu
kavramlarının eskatolojik kurtarıcı anlamlarını kazandıkları dönem olmuştur.
Aslında Eski Ahit içerisinde hiç de bu siyak ve sibakta kullanılmayan kavramlar,
bu dönemde ahir zamanda gelecek ve Allah’ın Hükümranlığı’nı kuracak, Beni İsrail’i
kurtaracak birer kurtarıcı figür olarak tarif edilmişlerdir. Apokaliptik Edebiyattaki
ahiret anlayışı, muharef bir anlayış olarak karşımızdadır.
Yeni Ahİt’e geldiğimizde Allah’ın
Hükümranlığının çok yakında olduğu ve İnsanların tevbe etmeleri gerektiği
mesajı ile karşılaşmaktayız. Tevhidi yaklaşım doğrultusunda bu kavram oldukça
kapsamlı bir anlam ifade etmektedir. Öncelikle kavram, Allah’ın Mutlak olarak
hükmedişine işaret etmektedir. O’nun kudreti geçmişi, anı ve geleceği
kaplamaktadır. Esasen Hz. İsa, masajında bu kavramı tebliğ ettiği dini ve
onunla bağdaşabilecek her fikri ifade için kullanmıştır. Bu önemli kavram Allah’ın
hükmünü ortaya koyacağı Hüküm Günü mefhumunu da içermektedir. O, çok yakında
olan bu Hüküm Günü’nü insanlara hatırlatır mahiyettedir. Böylece bu kavramla
Allah’ın Mutlak Kudreti ve dünyanın sonunda hükmünü ortaya koyusu birlikte ifade
edilmiştir. Sinoptik İnciller’de yine temel olarak insanın öldükten sonra
dirilişinin imkanı, doğru bir şekilde Allah’ın kudretinde görülmektedir. Oysa
Yeni Ahit’le Sinoptik Inciller’in dışında kalan kısımda kendini gösteren
Kristosentrik yaklaşımda yeniden dirilmenin imkanı Mesih’in yeniden
dirilmesinde görülmekledir.
Son yüzyılda, Kitab-ı Mukaddes
Teolojisi’nde Allah’ın Hükümranlığı kavramı üzerinde yoğunlaşan tartışmalarla
Mesih İsa’nın eskatolojik görevi gündemde gelmiştir. Bu tartışmalarda
Hıristiyanlık tarafından Hz. İsa’ya hamledilen kurtarıcılık rolü ve onun mahiyeti
işlenmiştir. Bu rol, Mesih’i tarihin merkezine oturtan bir anlayış çerçevesinde
görülmek istenmiştir. Hükümranlık’ın gerçekleşmesinin İsa’da görülmek istenen
mesihî-eskatolojik şahsiyete bağlı kılınması, İnciller’de ilk bakışta farklı
manalara İşaret eden İfadelerin anlaşılmasında problemler doğurmaktadır. İsa’nın
gelişi ile Hükümranlık gerçekleşmiş midir, yoksa gelecekte mi gerçekleşecektir.
İsa’nın me.sihî eskatolojik Hükümranlık mesajı nasıl değerlendirilmelidir ve
onun fonksiyonu nedir? Bunlar aslında Sinoptik İnciller’in, daha da ileride
bütün Kitab-ı Mukaddes’in Heilsgeschichte anlayışı çerçevesinde Mesih-merkezli
olarak yorumlanışınm ortaya çıkardığı sorulardır.
Dünyanın sonu, o anın ürkütücürtığü ve
insanların dünyada yaptıklarının karşılığını görmeleri fikri, incelediğimiz her
üç Kitaba ait risaletleri ilgilendiren bir konu olmuştur. Allah’ın azabını, hükmünü
göstereceği zaman, ansızın gelecek ve o gün günahkarlar için korkunç olacaktır.
Bu asaletlerin hemen başlangıçta vurguladıkları bir fikir olmuştur. Bu şekilde risaletler,
muhatablarına varoluşlarının başka bir boyutunu ve her iki boyuta da hakim
olan Mutlak Kudret sahibi İlâh’ın varlığını bildirmiş veya hatırlatmışlardır.
Bu mesaj muhatabın dünya hayatındaki davranışlarının ahlakîlik kazanmasını
amaçlamaktadır. Ansızın gelecek ve yalnızca Allah’ın bildiği o an, insan
yaptıklarının karşılığını verecektir. Öyleyse insan o an gelmeden
davranışlarını doğru bir yön vermelidir. Diğer yandan Allah’ın mutlak
hakimiyeti fikri bu mesaj ile işlenmiştir. O gün karar verecek olan yalnızca
Allah’tır.
Bu sonuca ulaşmak Yeni ve Eski
Ahitlerin Kur’an’ın öngördüğü siyak ve sibak içerisinde değerlendirilmesi ile
mümkün olmaktadır. Oysa Eski Ahit’in Apokaliptik anlayış doğrultusunda ele
alınması çok farklı sonuçları doğurmuştur. Dünya ve ahiret kesin bir çizgi ile
birbirinden ayrılmıştır. Dünya Şeytan’a, kötülüğe terkedilmiş, gelecek hayat
İse, Allah’ın hükmedeceği yegane boyut olarak görülmüştür. Muhatabda bu yüzden
dünya hayatı hakkında derin bir pesimizm duygusu oluşmuştur. Bütün beklentiler
gelecek hayata aktarıldığı için, burada dünyanın sonunu beklemekten başka
yapılacak bir şey kalmamıştır. Onun vakti üzerinde yapılan spekülasyonlar,
ahiret fikrinin bütün dinamizmini yok etmiştir. Son an burada artık Allah’a ait
bir bilgi değil, apokaliptik yazarların bir takım alametlerle ve
hesaplamalarla bilebilecekleri bir bilgi olmuştur. Bu pasif ve pesimist ahiret
anlayışı, bir takım kurtarıcı figürler de oluşturmuştur. Mesih ve insanoğlu
kavramlarına, asıllarında bulunmadığı halde eskatolojik kurtarıcı anlamı
hamledilmiştir. Bunlar ya da bu isimleri taşıyan kişi ahir zamanda gelerek
müminleri kurtaracak ve Allah’ın Hükümranlığı’nı kuracaktır.
Bu daha sonra Hıristiyanlık’ etkilemiş
bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Başka bir ifade ile ilk Kilise’den
başlayarak Hıristiyanlık Yeni Ahiti bu anlayış doğrultusunda yorumlamaktan
kurtulamamıştır. Bunu son yüzyılda Allah’ın Hükümranlığı üzerine yapılan
tartışmalarda görmek mümkündür. Hz. İsa’ya isnad edilen eskatolojik
kurtarıcılık görevi Hıristiyanlığın temel konusu olmuştur. Heilsgescbichte
teorisi ile de bu anlayış bütün Kitab-ı Mukaddes’i içine alan bir yorumla
ortaya çıkmaktadır. Mesih’in kurtarıcılık görevi, bütün Kitab-ı Mukaddes
tarihi boyunca görülen Allah’ın kurtarıcı aktivitesinin bir tamamlanışı olarak
yorumlanmıştır. Tarihin merkezinde ise Mesih’in gelişi olayı vardır. Bu
anlayışla Yeni Ahit’in Mesih merkezli yorumu sürdürülmektedir.
Kaynaklar
1.
Ahbot, Walter M., (ed), The Doçutnents of’Vatican II, New York: The America Press,
1966.
2.
Abidu’I-Abraş, Divan, Beyrut, 1958, IX.
3.
Ajijola, Al Haj A.D., The Essence of Faith in islam, Lahor,
1982.
4.
Ali, Cevad, Tarihu’l-Arab Kable’l-İslam, Bağdat,
1956.
5.
Albright, W Foxwell. From Sttme Âge to Christianitiy,
London: Humprey Milford,1940.
6.
Allegro, John, Tim Dead Sea Scrolls, Penguin: Middlesex,
1964.
7.
Ameer Ali, Syed, The Spirit of islam, London: W.H. Ailen and
Co., 1891.
8.
Aranikian, M.H., “Tahrst” or Alteration of the Bible
According to the Moslems, Müslim World, XIV, 1924, s.64-84.
9.
Andrea, Tor, Mohammed the Man and His Faith, 2.
ed.terc. Theophil Menzel, London, George Ailen Unwin, 1956.
10.
Ateş Süleyman, Kur’ân-ı Kerîm’in Yüce Meali ve
Çağdaş Tefsiri, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1982.
11.
Aydın, Mehmet, Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı
Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, (Yayınlanmamış Doçentlik Tezi) Ankara:
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1979.
12.
Aydın, S. Mehmet, Din Felsefesi, İzmir, Dokuz Eylül
Üniversitesi, 1987.
13.
Baab, Otto, The Theology of the Old Testamet,
Nashwille: Abingdon, 1949.
14.
Badham, Paul, The Christian Belief About Life After
Death, London: Macmillan, 1976.
15.
Barr, James, The Question of Religious Influence;
The Case ot’ Zoroastrinanism, Judaism and Chrîstianity, Journal of the American
Academy of Religion, LII/2, 201-235.
16.
Barth, Karl, The Doctrine of the Word of God,
1959.
17.
el-Beydavî, Nasıruddîn, Abdullah b. Ömer, Envâru’t-Tenzîl
ve Esrâru’t-Te’vîl, (Mecmûatun mine’t-Tefâsîr), Beyrut: Dâru İhyâi’t Turâsi’l-Arabî,
tarihsiz.
18.
Boadt, Lawrence, Reading the Old Testament, New York:
Paulist Press, 1984.
19.
Box, G.H. The Ezra Apocalypse, London: Pitman, 1912.
20.
Brandon.S.G.F., “Baal”, A DictUmary of Comperative
Religion, London, Weidenfeld and Nicolson, 1970.
21.
Brandon.S.G.F., “Eschatology”, A Dictionary of Comperative
Religion, London, Weidenfeld and Nicolson, 1970.
22.
Brandon.S.G.F., “Hasrnoneans”, A Dictionary of
Comperative Religion, London,Weidenfeld and Nicolson, 1970.
23.
Brandon.S.G.F., “Maccabees”, A Dictionary of
Comperative Religion, London, Weidenfeld and Nicolson, 1970.
24.
Brandon.S.G.F., “Ras Shamra”, A Dictionary of
Comperative Religion, London, Weidenfeld and Nicolsan, 1970.
25.
Brandon.S.G.F., “Belial (Beliar)”, A Dictîonary of
Comperatim Religion, Landon, Weidenfeld and Nicolson, 1970.
26.
Brîght, John, The Kingdom of God, New York: Abingdon,
1952.
27.
Brown, Colin, “Resurrection” The New International Dictionaıy of Netv
Testament Theology, ed. Colin Broown, Exeter, 1975, 259-175.
28.
Brown, Colin, “Kingdom”,The New International
Dictionaıy of Netv Testament Tbeology, ed. Colin Broown, Exeter, 1975.
29.
Bruce, F.F., Siblical Exegesis in the Oumran
Texîs, Grand Rapids:Eerdmans, 1959.
30.
Bucaille, Maurice, Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Blim, terc.
Suat Yıldırım, İzmir: Türkiye Öğretmenler Vakfı, 1984.
31.
Bultmann, R. Jesus Christ and Mythology, New York: Scribner,
1958.
32.
Bultmann, Netv Testament and Mythology İn Kerygma and Mytb,
ed. M.W. Bartsch, New York; Harper and Row, 1961.
33.
Bultmann, Primitive Christianity in İts Contemporary Setting,
terc. R.H. Fuller London: Thames and Hudson, 1956.
34.
Bultmann, Tbeology of the Netv Testament, I, II, terc., K. Grobel, New York:
Scribner, 1951.
35.
Cate, Patric, O’Hair, Eacb Other’s Scripture, The
Müslim Views of the Bible and the Christians’ Views of the Qur’an, The Hartford
Seminary Foundadion, Ph. D. 1974, London: University Microfüms International,
1978.
36.
Caton-Thompson, Gertrude The Tombs and Moon temple of
Hureidha (Hadramaut), Oxford: University Press, 1944.
37.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1979.
38.
Cevheri, İsmail b. Hammâd, es-Sıbâh, Mısır, 1377.
39.
Charles, R.H., Religioııs Development Bettveen the
Old and Netv Testament, London; Oxford University Press,1948.
40.
Collins, Raymond, F., Introduction to the New Testament,
London: SCM, 1983.
41.
Cross, F.Moore, The Ancient Library of Qumran and
Modern Biblical Studies, Connecticut: Greenwood, 1956-57.
42.
Cullmann, Oscar, The Chistology of The Nem Testament,
terc. Shirley C. Guthrie, Charles A.M. Hail, Pennsylvanîa: Westminster, 1963.
Christ and Time, tere, Floyd V. FiLson, Philadelphia, Westminster, 1950.
43.
Cullmann, Oscar, The Neıv Testament An Introduction
for the General Reader, Philadelphia:- Westminster, 1968.
44.
Cullmann, Oscar, Salvation İn History, tere, S.G. Sowers,
New York: Harper and Row, 1967.
45.
Dahood, Mitchell, S.J., The Anchor Bible, PSALMS III 101-150, Introduction I-III, New
York;Duubleday and Company, 1970.
46.
Davidson, A.B., “Eschatology” Hastings Dictionary of
Bible and Encyclopeclia Biblica, ed. James Hastings, New York: Scribners, 1908.
47.
Derveze, İzzet, Kur’an Cevap Veriyor, tere. Abdullah
Baykal, İstanbul: Yöneliş, 1988.
49.
Dibelius, Martin, The Sennon on the Mount, New York:
Charles Seribner, 1940.
50.
Dodd, CH., The Apostolik Preaching and its Developments,
London: Hodder and Stoughton, 1951.
51.
Dodd, CH., Bible Today, Cambridge: University Press, 1949.
52.
Dodd, CH., The Parables of the Kingdom, London: Nisbet,
1935.
53.
Draz, M. Abdullah, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, tere,
Salih Akdemir, Ankara: Mim, 1983.
54.
Draz, M. Abdullah, Dustûru’l-Ahlâk fi’l-Kur’ân, Beyrut,
1985.
55.
Duppont-Sommer, A. The Essene Writingsfrom Qumran
tere. G. Vermes, Oxford: Blackwell, 196l.
56.
Ebu’l-Huseyn, Ahrfted b. Fâris b. Zekeriyya, Mu’cemu
Mekâyisu’l-Luğa, Mısır: Halebî? 1266.
57.
Edwards, Rem, B., Reason and Religion, an Introduction
to the Philosophy of Religion,New York:Hacourt Brace, 1972.
58.
Eichrodt, Waker, Old Testament Theology, 1,11, terc,
J.A.Baker, London: S.C.M., 1961.
59.
Faris, Nabih Amin, The Antiauities of South Arabia,
Princeton: University Press, 1938.
60.
Faruqi, İsmail Ragi, ‘A Comparison of the Islamic and
Christian Approaches to Hebrew Scripture’, The Journal of Bible and Religion, XXXI, 1963,
no: 4, 283-293.
61.
Faruqi, İsmail Ragi, On Arabism, Uruba and Religion,
Djambatan, Amsterdam, 1962.
62.
Faruqi, İsmail Ragi, Tawhid, its Relevancefor Thought And
Life, Malezya, 1983.
63.
Feine, P. -Die Theologie des Neuen Testaments, 1951.
64.
Fîrûzâbâdî, eş-Şîrâzî, el-Kâmûsu’l-Muhit, Mısır, 1306.
65.
Frost, S. Briçe, Old Testament Apocalyptic its Origin
and Grotvth, London: Epworth Press, 1952.
66.
Gardner, Clinton E., Biblical Faith and Social Ethics, New
York: Harper and Row, 1960.
67.
Gilmour, S. Maclean, ‘How Relevant is the Ethic of Jesus?’,
The Journal of Religion, 1941, XXI, 258-264.
68.
Glasson, T. Francis, The Second Advent, London, 1945.
69.
Grant Robert; Tracy, David, A Short History of the
Interpretatum of the Bible, 2. ed. Philadelphia: Fortress Press, 1984.
70.
Gray, John, The Biblical Doctrine of the Reign of
God, Edinburgh; T. And T Clark, 1979.
71.
Greenspoon, Leonard, J., ‘The Origin of the Idea of
Resurrection, Transitions in
Transformation’, Turning Point in Biblical Faith, ed. Baruch Halpern,
John D. Levenson, Indiana, 1981.
72.
Guy, H A., The New Testament Doctrine of ‘Last Things’,
Oxford: University Press, 1948.
73.
Haddad, Yvonne Yazbeek; Smith, Jane Idleman, The Islamic
Understanding of Death and Resutrection, Albany: SUNY 1981.
74.
Hanson, P.D., ‘Old Testament Apoealypse Reexamined’,
ed. Hanson, P. D., Visionaries and Their Apocalypses, London: S.P.C.K., 1983-
75.
Von Harnak, Adolf, What is Cbıistiarıity, terc,
T.B. Saunders, 3. ed. New York: Putnam, 1904.
76.
el-Hazin, Ali b. Muhammed b. İbrahim, Lubûbu’t-Te’vil fî-
Ma’âni’t-Tenzil, (Mecmûatun mine’t-Tefâsîr),
Beyrat: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
tarihsiz.
77.
Hoekema, The Bible and Tbe Future, Michigan: Eerdmans,
1979.
78.
Holmström, F., Dos Eschatalogische Denken der
Gegemuart Güterslosh: Bertelsmann, 1936.
79.
Hooke, S.H., The Resurrection of Christ, London: Darton,
Longman and Todd, 1907.
80.
Hughes, H. Maldwyn, The Etbics of Jeıvisb Apocriphal
Literatüre, London: Culley, tarihsiz.
81.
Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, terc, Süleyman
Ateş, Ankara: Kevser, 1975.
82.
Izutsu, Toshihiko, Kur’an ‘da Dini ve Ablaki Kavramlar,
İstanbul: Pınar, tarihsiz.
83.
İbn Kesir, İsmail ed-Dımeşkı, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim, Beyrut:
Daru’l-Marife,1388/1969.
84.
İbun’l-Kelbi, Kitabu’l-Asnam, terc. Beyza Düşüngen,
Ankara: Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi, 1969. 85. İbn Kuteybe, ed-Dîneverî, Te’vilu Muşkili’l-Kur’an, Kahire:
Daru’t-Turâs, 1393/1973.
86.
İbn Manzûr, Cemaluddîn Muhammed, Lisânu’l-Arabil-Mubît,
Beyrut, Dâru’s Sadr, tarihsiz.
87.
İbn Sina, Necat, Kahire 2. baskı, 1938.
88.
Jacob, Edmond, Theology of the Old Testament, İng.,
terc, Arthur W. Heathcote ve Philip J. Allock, London:Hodder and Stoughton,
1974.
89.
Kaseman, Ernst, “On the Subject of Primitive
Christian Apokaliptik”, New Testament Questions of Today’de Philadelphîa:
Fortress, 1969, 108-37.
90.
Koehler, Ludwig, Old Testament Theology, terc, A.S.
Todd, London: Lutterworth, 1957.
91.
Kohler, Kaufman, “Eschatology”, The Jewish
Encyclopedia, ed. Isidor, Singer, London: Funk and Wagnalls, 1901.
92.
Kurtubî, Abdullah Muhammed b.Ahmed, el-Câmi li-Ahkûmi’l-Kur’an,
Kahire, 1939.
93.
Kutluay, Yaşar, İslam ve Yahudi Mezhepleri, Ankara:
Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi, 1965.
94.
Kutub, Seyyid, Kur’an’da Kıyamet Sahneleri, Cennet,
Cehennem, terc. Süleyman Ateş, Ankara: Hilal, tarihsiz.
95.
Küçük, Abdurrahman; Tümer, Günay, Dinler Tarihi, Ankara:
Ocak, 1988.
96.
Kümmel, Werner Georg, Promise and Ftılfilment, Tbe
Kscbatohgical Message of jesus, London: S.C.M., 1971
97.
Küng, Hans, Infaüîble? An Inauiry, tere, Edward
Quin, London: Collins, 1971.
98.
Ladd, George Eldon, The Presence of The Future, London:
S.P.C.K., 1980
99.
Ladd, George Eldon, A Theology of the Nep Tesiament,
London: Luttervvorth, 1975.
100.
Leivestad, R. Der apocalyptische Menschensobn ein Theologiscbes
Phantom, ASTl, VI,1968, idem, Exit tiıe Apocalyptic Son of Man, New Testament
Studies, XVIII. 1971-2.
101.
Lewis, Conrad, Rome and the Study of Şcripture, 5.
baskı. ed. rev.; St. Meinrad, Indiana: GraU Publications, 1953
102.
Lietzmann, H., Der Menshenson: ein Beitrag zur
Neutestamentliche The-ologid 1896.
103.
Lindars, B., Tne New Look on The Son of Man’,
Bulletin of The John Rylands University Library of Manchester’de, 63, 1980-81.
104.
Mac Culloch, J.A., “Eschatology”, Encyclopedia of Religion an
Ethics, ed. James Hastiogs, New York:
Seribner, 1951.
105.
Mac Gregor, Geddes, The Vatikan Revolution,
Boston: Beacon Press, 1957.
106.
Manson, T.W., The Sayings of Jesus, London: S.CM.,
1949-
107.
Marshall, LH: The Challenge of Netu Testament
Ethics, New York: Macmillan, normal 1947, 1946.
108.
Martin Achard, Robert, From Death to Life, terc. J.P.
Smith, Edinburg: Oliver and Boyd, 1960,
109.
Mc Kenzie John, A Theoleogy of the Old Testament, New
York: Doubleday and Company, 1974.
110.
Mc Kenzie John, Dictionary of the Bible, New York:
Macmillan, 1965.
111.
Mitton, C. Leslie, “Life after Death: VH’, The Life
After-Life in the New Testament”, Fxpository Times’da 76, 1964-65.
112.
Moore, George Foot, fudaism, London: Oxford, 1946.
113.
Moulton, J.H., Zoroastrianism, Amsterdam: Philo,
1972;
114.
Mowinckel, Sigmund, Psalmenstudien II, Dos Tbronbesteigungstenfest Jahıvas und der
Ursprung der Eschatologie, 1922.
115.
Mowinckel, Sigmund, He That Cometh, terc. G.W. Anderson,
Oxford: B Lackwells, 1956.
116.
en-Nesefî, Abdullah b. Mahmûd, Medâriku’t, Tenzil
ve Hakâiku’t-Te’vîl (Mecmûatun mine’t-Tefâsîr), Beyrut: Dâru İhyâi’Turâsi’l-
Arabî, tarihsiz.
117.
Noth, Martin, The History of lsrael, London, 1960.
118.
Nöldeke, Theodor, “Arabs (Ancient)”, Encyclopedia of
Religion and Fthics, ed. James Hastings, New York: Scribner, 1951, I, 659-73.
119.
Oesterley, W.O.E., Robinson; Theodore, M., An.
Introduction to the Otel Testament, New York: Meridian, 1960.
120.
Oesterley, W.O.E., The Book of Proverbs: Witb Introduction
and Notes, London, 1929.
121.
Otto, Rudolf, The Kingdom of God and the Son of
Man, terc. Floyd V. Filson
ve Bertarn Lee Woolf, London, 1943.
122.
Pedersen, Josh, İsrael, lts Life and Culture, I,II, Copenhagen, 1929.
123.
Perrin, Narman, “Apocalyptic Christianity”, Visionarl.es anda Their
Apocatypses,ed. Paul D. Hanson, London: S.P.C.K., 1983, 121-145.
124.
Perrin, Narman, Jesm and the Language of the Kingdom,
Symbol and Metbapbor in New Testament Interpretation, London: S.C.M., 1976.
125.
Perrin, Narman, Kingdom of God in Teaching of jesus,
London: S.C.M, 1973.
126.
Von Rad. G., Old Testament Theology, 1,11, London: S.C.M.,
1975.
127.
Ragıb el-İsfehânî, el Müfredat fî Garîbi’l-Kur’ân,
tahkik, Muhammed Seyyid Keylânî, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, tarihsiz.
128.
Rahman, Fazlur, Ana Konularıyla Kur’an, terc,
Alparslan Açıkgenç, Ankara: Fecr, 1987.
129.
Richards, H J.
The First Easter, Connecticut: Twenty-Third Publîcations, 1986.
130.
Ridderbos, Herman, The Corning of the Kingdom, terc,
H.de Jonste, ed. Raymond O. Zorn, Philadelphia: The Persbyterian and Reformed, 1962.
131.
Ritschl, A., The Cbristian Doctrine
ofJustification and a Reconciliation, ed, H.R.Mackintosh ve A.B. Macaulay, 2.
ed., New York: Scribner, 1902.
132.
Robinson, Theodore, N.,
Oesterley, W.O.E., An Introduction to the old Testament, New York: Meridian,
1960.
133.
Robinson, H.Wheeler, İnspiration and Revelation in the Old
Testament, Oxford: Clarendon, 1946.
134.
Rowley, H.H., The Faith of Israel, London: S.C.M.,1956
135.
Rowley, H.H., The Grotvth of the Olde Testament,
London: Hutchison, 1967.
136.
Rowley, H.H., Tbe Relevance of Apocatiyptic,
London: Lutterworth, 1944.
137.
Rowley, H.H., The Relevance of the Bihle, London: J.Clarke
and Co., 1941
138.
Russel, D.S. The Method and Mesage of Jewish
Apocafyptic, Fhiladelphia: Westminster, 1964.
139.
Ryckmans, G. “Les Religions Arabes Preislamiques”,
Historire General des Religions, 1947, no:4, 307-32. 140. Sarıkçıoğlu, Ekrem, Dinlerde Mehdi İnana ve Tasavvurları,
Erzurum: Atatürk Üniversitesi, İslami ilimler Fakültesi Doçentlik Tezi, 1976.
141.
Salih, Subhi, Ölümden Sonra Diriliş, Cennet
Cehennem, terc. Şerafettin Gölcük, İstanbul: Sırdaş, 1976. 142. Saunders, T.B., terc, Adolf von Harnak, What is Christianity, 3.ed.
NewYork: Putnam, 1904.
143.
Sawyer, F.A. John, Hebrew Words for the Resurection of
the Death, Vetııs Testamentum’da, XXIII, 1973, 218-314.
144.
Schmidt, W.H., Introduction to the Old Testament,
tere. Matthew O’Connel, London-.SCM, 1984.
145.
Schroeder,H.J., Canons and Decrees of ıhe Gouncil of
Trent, St. Louis; B.Herder Book
Co., 1941.
146.
Schweîtzer, A., The Quest of the Historical jesus,
London: Black, 1911.
147.
Sicistânî, Ebû Bekr, Nuzbetul-Kulûb fî Tefsîri Ganhil-Kur’ân,
Beyrut, tarihsiz,
148.
Smith, Jane Idleman, Haddad, Yvonne Yazbeck, The Islamic Understanding
of Death and Resurrection, Albany: SUNY, 1981.
149.
et-Taberî, Muhammed İbn Cerîr, tamiu’l-Beyan an Te’vili’l-Kur’an,
Mısır: Halebî, 1373/1954.
150.
et-Tâhir Ahmed ez-Zâvî, Tertîbu’l-Kâmusi’l-Muhît, Mısır:
Halebî, tarihsiz.
151.
Tanyu, Hikmet “Yahudiliğin Kutsal Kitapları ve
Esasları, İlmî inceleme ve Tenkidi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat/Fakültesi
Dergisi, Ankara, l4 (1966), s.95-124.
152.
Tracy, David; Grantg Spbert, A Sbort History of the
Interpretation of the Bible, 2. ed. Philadelphia: Fortress Press, 1984.
153.
Toy, C.H., A Criticaland Exegetical Commentary on the Book
of Proverbs, Edinburgh, 1904.
154.
Vermes, G, fesus thefeuı, 1973.
155.
Volz, Paul, Das NeujahrfestJahıves, (Laübhutten fest),\9l2.
156.
Vriezen, TC, An Outline of Old Testament Tbeolugy,
Oxford: Blackwell, 1970.
157.
Vriezen, TC, “Prophecy and Eschatology,
Supplements to Vetus Testamentum, I, 1953, 199-229.
158.
Watson, W. “Theology of the Old Testament”, A New Catholic
Commentary on Holy Scripture, Nelson. 159.
Watt, W. Montgomery, Hz. Muhammed Mekke’de, terc, Rami Ayaş, Azmi Yüksel,
Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1986.
160.
Watt, W. Montgomery, Muhammad at Makka, Oxford: University
Press, 1972.
161.
Watt, W. Montgomery, What is Islam,2.ed., London: Longmans,1979.
162.
Weiss, Johannes, Die Predigt jesu vom Reich Gattes, 2.
ed.,Göttingen:Vandenhoeck and Ruprecht, 1900. 163. Welch, Adam. C, Kings and The Prophets of Israel, London:
Luttenvoıth, 1952.
164.
Welch, Adam. C, Visions of the End, London: Clark,
1922.
165.
Wilder, Amos, N., Eschatology and Ethics in the
Teaching of fesus, New York Harper, 1950.
166.
Whybray, R. N., Wisdom in Proverbs.- The Concept of Wisdom
in Proverbs 1-9, London, 1965.
167.
Zafrulla Han, Muhammed, Islam, Its Meaningfor
Modern Man, London, 1962.
168.
ez-Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, Tefsîru’l-Kesşaf an
Hakâiki’t-Tenzîl, tahkik, Muhammed Mursî Amir, Kahire: Dâru’l-Mushaf,
1393/1973.
[1] Müfredat, “âhir”, s, 13. Ragıb el-İsfehânî. el
Müfredat fi Garibi'l-Kur'ân tahkik, Muhammed Seyyid Keylânî, Beyrut;
Dâru'l-Ma'rife, tarihsiz.
[2] Kohler, Kaufman, “Eschatology”, The Jewish
Encyclopedia, ed. lsidor, Singer, London: Funk and Wagnalls,1901, V,209.
[3] Brandon,S.G.F..
“Eschatology”, A Dictionary of Comperative Religion, London,Weidenfeld and Nicolson, 1970, s. 263.
[4] Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi, 1987, .s.187.
[5] Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, s.198
[6] Mac Culloch J.A. “E.schatoIogy”, Encyclopedia of
Religion and Ethics, ed.James Hastings, New York: Scribner, 1951,V, 375.
[7] M. Aydın, Din Felsefesi, s. 198.
[8] M. Aydın, Din Felsefesi, s.199-
[9] Necat, Kahire Z. baskı, 1938,s. l63-4, zikr. M. Aydın.
Din felsefesi, s.187.
[10] Edwards,Rem, B., Reason and Religion,-an Introduction
to the Philosophy of Religion,New-York: Hacourt Brace, 1972, s.73.
[11] Edwards, s.345.
[12] Brandon, S.G.F. “Eschatology” D.C.R., s. 262.
[13] Mac Culloch, E.K.E.,V,3V5.
[14] Karma, en basit anlamda kişinin yaptıklarının
karşılığını görmesi fikrini ifade eder. Geniş bilgi için bkz.Tûmer-Küçük Dinler
Tarihi,?..6l.
[15] Bkz. Mac Culloch, ERE., V.375.
[16] Brandon, S.G.F.,”Eschatology” D.C.R.,s.265.
[17] Bkz. Russel, D.S.
Tbe Method and Mesage of Jetvish Apocalyptic, Philadelphia: Westminster,
1964, s.257 vd.
[18] Maide: 5/69; Al-i İmran: 3/114.
[19] Maide: 5/14.
[20] Maide: 5/15; Ayr. bkz. Dodd, C.D., Bible Today,
Cambridge: University Press, 1949, s. 24.
[21] Nisa: 4/46; Maide: 5/13.
[22] Amos, l/2-3 vd.
[23] Mat. 3/2 vd.
[24] Bkz. McKenzie, John, A Theology of the Old Testament,
New York: Doubleday and Company,1974, s. 268.
[25] Bkz. Dodd, Bibie Today, s. 24; Collins, Raymond, E,
Introduction to the Nem Testament, London: SCM, 1983. s. 116.
[26] Faruqi, “A Comparison, of the Islamic and Chrisüan
Approaches to Hebrew Scripture”, The Journal of the Bible and Religion,
XXX1,1963, no: 4, 283-293. s 285.
[27] Maide: 5/44.
[28] Maide: 5/46; Benzer bir ifadeyi Mt. 5/17'de görmek
mümkündür: “Sanmayın ki, ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmaya geldim; ben
yıkmaya değil, fakat tamam etmeye geldim.”
[29] Maide: 5/48.
[30] Bakara: 2/136 Ayr. Bkz.Al-i İmran: 3/84
[31] Maide: 5//43.
[32] Maide: 5/47.
[33] Maide: 5/68; Ayr. bkz. Maide: 5/66.
[34] Maide: 5/4l-43; Bkz. Mecmûatun mine't-Tefasir, II,290;
İbn Kesir, İsmail ed-Dımeşkî, Tefsîru'l-Kur'âni’l-Azîm Beyrut: Daru’l-Marife,
1388/1969, 11, 58.
[35] Maide: 5/4l; Ayr. bkz. Maide: 5/43
[36] Nisa: 4/44; Maide: 5/77,
[37] Maide: 5/6l-63.
[38] Maide: 5/13.
[39] 2Bakara: 2/42; Maide: 5/15; Al-i İmran: 3/71.
[40] Al-i İmran: 3/187.
[41] Bakara: 2/79.
[42] Al-i İmran: 3/78.
[43] Maide: 5/75; Nisa: 4/46; Maide: 5/13-41.
[44] Nisa: 4/171.
[45] Tevbe: 9/30; Ayr. bkz., Bakara: 2/ll6.
[46] Maide: 5/18.
[47] Bakara: 2/135.
[48] Bakara: 2/111.
[49] Bakara: 2/80.
[50] Al-i İmran: 3/23-24.
[51] Al-i İmran: 3/23-24.
[52] Al-i İmran: 3/23,24; Maide: 5/43-47-66-68,
[53] Bakara: 2/91.
[54] Bakara: 2/90-105; Al-i İmran: 3/120.
[55] Yh. 5/46-47.
[56] Al-i İmran: 3/64-109.
[57] Ra'd: 13/36.
[58] Al-i İmran: 3/113-114; Ayr. bkz. 17/107-109; Al-i
İmran: 3/199.
[59] Nisa: 4/199
[60] Maide: 5/83-84.
[61] el-Taberî, Muhammed İbn. Cerîr. Camili’l-Beyun an
Te'vil-i-Kur'an, Mısır: Hatebî, 1373/1954, I, 522.
[62] Kasas: 28/52-55.
[63] Ehl-i Kitab'ın bu değişik karakterlerinin çizilmesi
bakımından Ai-i İmran Suresinin 75. ayeti burada zikredilmelidir: “Kitap Ehli arasında kanlarla emanet bıraksan
onu sana ödeyen, bir dinar emanet etsen tepesine dikilmedikçe onu sana
ödemeyen vardır. Bunu “Ümmilere kargı bize bir sorumluluk yoktur” dedikleri
için yapıyorlar ve Allah'a karşı bile bile yalan söylüyorlar.”
[64] Bakara: 2/101.
[65] Bakara: 2/146.
[66] Bkz. Al-i İmran: 3/113-114.
[67] Müslüman alimlerin bu konuda getirdiği tenkitler
hakkında geniş bilgi için bkz Dr. Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlığa
Karsı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konulan (Yayınlanmamış Doçentlik Tezi),
Ankara:A.İJ.İ.F.,1979.
[68] Bkz. Kitab-ı Mukaddes Tenkidi çalışmaları hakkındaki
kısım.
[69] Bkz.Ananikian.M.H.,”Tahrif or Alteration of the Bİble
According to the Moslems”, Müslim Worid, XIV, 1924, s. 64-84.
[70] Bkz. Aydın, Mehmel, Rediyeler, s. 147-185 (tez) vd.
[71] Yer. 23/36.
[72] Draz, M. Abdullah, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru,
tere, Salih Akdemir, Ankara: Mira, 1983, s. 96.
[73] Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 96, 97.
[74] Draz, Kur'an 'm Anlaşılmasına Doğru, s. 99.
[75] Maide: 5/44: Dkz. ez-Zemahşerî, Muhammet! b. Ömer,
Tefsiru'l-Kesşaf an Hakâiki't'Tenzîl, tahkik, Muhammed Mursî Amir, Kahire:
Dâru'l-Mushaf, 1393/1973. II, 28.
[76] Şuara: 26/196-197; Ayr. bkz. Ra'd: 13/43.
[77] En’am: 6/114: Ayr. bkz. Ra'd: 13/43.
[78] Maide: 5/48; el-Beydâvi, Nasıruddîn, Abdullah b.
Ömer, Envâru't-Tenzîl ve
Esrûru't-Te'vîl,(Mecmûatun mine't-Tefasîr), Beyrut; Dâru
Îhyâi't-Turâsi'1-Arabî, tarihsiz, I, 246; en-Nesefî, Abdullah b. Mahmûd,
Medâriku’t Tenzil ve Hakâiku't-Te'vîl (Mecmûatun mine't-Tefâsîr), Beyrut: Dâru
İhyâi'Turâsi'l-Arabî, tarihsiz, Mecmuu 't-Tefasir, 1, 246; Zemahşerî, Keşşaf,
II. 30.
[79] Bakara: 2/120; Ra'd: 13/37.
[80] Nisa: 4/171; Tevbe: 9/30; Bakara: 2/l 16.
[81] Dodd, Bible Today, s. 26 vd.
[82] Dodd, Bible Today, s. 26.
[83] Ladd, George Eldon, A Theology of the New Testament,
Lundon: Lutterworth, 1975, s. 16.
[84] Faruqı, Comparison, s. 285.
[85] Faruqi, Comparisan, s. 28S.
[86] Yh, 5/46.
[87] Maide: 5/48,
[88] Cate, Patric O'Hair, fiacb Other's Saipturc, The
Müslim Views of the Bible and the Christians' Views of the Qur'an: The
Harrtford Seminary Foundadion. Ph. D. 1974, Landon: Universily Microfilms
International, 1978. s. 30.
[89] Grant Roberî; Tracy, David, A Short History of the
Interpretation of tbe Bible, 2. ed. Philadelphia: Fortress Press,1984 s. 53,
60.
[90] Grant-Tracy, A Short History, s. 53-68.
[91] Cate, Patric O'Hair, Hacb Other's, s, 31.
[92] Bkz. Dodd, Bible Today, s. 20.
[93] Grant-Tracy, A Short History, s. 73 vd.
[94] Cate, Patric O'Hair, Each Otber's, s. 31.
[95] Grant-Tracy, A Short History, s. 85-
[96] Grant-Tracy, A Short History, s. 87.
[97] Dodd, Bible Today, s. 21.
[98] Cate, Patric O'Hair, Each Otber's, s. 33.
[99] Grant-Tracy, A Short History, s. 93 vd.
[100] Barth, Kari, The Doctrine of the Wordof God, 1959, I,
520.
[101] Grant-Tracy, A Short Hist. s. 93-
[102] Cate, Patric O'Hair, Each Other's, s. 32.
[103] Barth, Tbe Doctrine, I, 74.
[104] Barth, The Doctrine, I, 79.
[105] Grant-Tracy, A Short History, s, 93 vd.
[106] Cate, Patric O'Hair, Each Other's, s,33.
[107] Grant-TracyT A Short History, s. 110 vd.
[108] Grant-Tracy, A Short History, s. 112.
[109] Ladd, Theolology, s. 15
[110] Dodd, Bible Today 26
[111] Ladd, Tbeohyogy, s. 16
[112] Cate, Patric O'Hair, Each Other's, s. 37, 38
[113] Schweitzer, A., The Quest of' the Histurical Jesus,
Londoti; Black, 1911, s. 399.
[114] Grant-Tracy, A Short History, s. 127.129.
[115] Schroeder, H.J., Canons and Decrees of tbe Oıuncilof
Trent, St. Louis: B. Herder Book Co',1941, .s. 17.
[116] Mac Grcgor, Gecldes, The Vatican RevuluHon, Boston;
Beacon Press. 1957. s. 173.
[117] Lewis, Conrad, Home and tbe Study of Scripture, 5.
baskı. ed. rev.; St. Meinrad, Indiana: Grail Publications, 1953, s. 24.
[118] Abbot,Walter M., (ed.), The Documenls of Vatikan II,
New York:The America Press, 1966. s. 114, 127.
[119] Küng, Hans, İnfallible?An lnquiry, terc., Edward Quin,
London, Collins, 1971.
[120] T)oM, Bible Today, s. 23.
[121] Dood, Bible Today, s. 12.
[122] Bkz. Rowley, H.I-L, Tbe Grmotb ofthe Oid Testament, 3.
ed. London: Hutchi-son, 1967, s. 49 vd.
[123] Dodd, Bible Today, s. 26 vd.
[124] Dodd, Bible Today, s. 25-
[125] Bkz. Dodd, Bible Today, s.24; Ayr. Bkz. Collins, s.
116.
[126] Soggin, Alberto J., Introduction to the Old Testament,
London: SCM,1976, s.33.
[127] Boadt, Lawrence, Reading the Old Testament.. New York:
Paulist I'ress, 1984, s. 71.
[128] Boadt, Reading, s. 72.
[129] Boadt, Reading, s. 73.
[130] Soggin, Introduction, s. 13,16; Bu konuda geniş bilgi
için bkz. Tanyu, Hikmet “Yahudiliğin Kutsal Kitapları ve Esasları, ilmî
İnceleme ve Tenkidi”, A.O.İ.F. Ankara, 14 (1966), s. 95-124.
[131] Bkz. Lambdin, Thomas O., Intruduction to Bible Hebrew,
London: Darton, Longman and Todd, 1985, s.XXV; Soggin, Introduction, s. 19-
Böylece mesela q-t-l kelimesinin qatel(İbranice) (katil)mi qatal (öldürdü] şeklinde mi okunacağı belirlenmiş oldu. Boadt, Reading,
s. 74.
[132] Bkz. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara,1979, s.
88 vd.
[133] Bilgi için bkz. Boadt, Reading, s.74,vd; Soggin,
Introduction, s. 24 vd.
[134] Soggin, Introduction, s, 34.
[135] Boadt, Reading, s. 80 vd.
[136] Boadt, Reading, s. 81.
[137] Schmldt, W.H., Introduction to the Old Testament,
terc. Matthetv O'Connel, London: SCM.1984, s. 46.
[138] Boadt, Reading, s.81 vd.
[139] Schmidt, Introductions, 50, Ayr. Bkz. Bucaille,
Maurice, Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, terc. Suat Yıldırım, İzmir: Türkiye
Öğretmenler Vakfı,1984,
[140] Bunun için bkz. ltowley, Growth; Örnek için bkz.
Boadt, s. 83.
[141] Soggin,
Introduction, s. 6l.
[142] Boadt, Reading, s. 84, vd.
[143] Boadt, Reading, s. 85, vd
[144] Collins, Introduction, s. 75.
[145] Zikr. Collins, Introduction, s. 76.
[146] Collins, Introduction, s. 77.
[147] Collins, Introduction, s. 80.
[148] Cullmann, Oscar, The New Testament An Introduction far
tbe General Reader, Philadelphia: Westminster, 1968, s.13.
[149] Collins,
Introduction, s. 82-86.
[150] Collins, Introduction, s. 91.
[151] Collins, Introduction, s.117-122.
[152] Coilins, Introduction, s. 126-133 vd; Örnek için bkz.
Collins, Introduction, s. 148-151; ayr. İleri sürülen diğer hipotezler için
bkz. Culimann, New Testament, s. 26 vd.
[153] Collins, Introduction, s.156-170.
[154] Collins, Introduction, s. 204-205.
[155] Casiye: 45//24.
[156] En’am: 6/29.
[157] Duhan: 44/34-35.
[158] Smith, Jane Idleman; Haddad, Yvonne Yazfoeck, The
Islamic Understandtng of Deatb and liesurrection, Albany, SUNY, 1981, s. 147.
[159] Faris, Nabih Amin, The Anttquitiesof Soutb Arabia,
Princeton: Princeton University Press, 1938. s. 16 zikr. Smith-Haddad, s. 147.
[160] Izutsu, Toshihiko, Kur'an'da Allah ve insan, terc,
Süleyman Ateş, Ankarai Kevser.1975, s. 83.
[161] Alak: 96/8;
Tekasür: 102/8.
[162] Casiye: 45/24.
[163] Izutsu, Allah ve iman, s.118 vd.
[164] Izutsu, Allah ve İman, s. 119, Ayr. bkz. Smith-Haddad,
Islamic Undentanding, s. 2.
[165] Izutsu, Allah ve insan, s. 117.
[166] Abidu'l-Abraş, Divan, Beyrut, 1958, s IX, 21, Zikr,
Izutsu, Allah ve iman, s 117.
[167] Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 85-6.
[168] Ali, Cevad, Tarihti'l-Arab Kable'l-İslam, Bağdat,
1956, V, 279, 80.
[169] Caton- Thompson. Gertrude, The Tombs and Moon tertipte
of Hureidba (Hadramaut), Oxiford: Univ. Press, 1944, s. 933, zikr jane-Hadad,
Islamic Understandîng, s. 149.
[170] Ryckmans.G., “Le.s Religîons Arabes Preislamiques”,
Historire general des Religions, 4, 1947,307-32, s.332. Zikr. Jane-Hadad,
s.149.
[171] Nöldeke Theodor. “Arabs (Ancient)”, Eneydopudia of
Religion and Ethics, ed. James Hastings, New York: Scribner,1951, 1,672.
[172] Ryckmans, s.332. Zikr. Smith-Haddad, Islamic
Undestanding, s. 231, Mezarlarda ve çevrelerinde bu yapılanların ölünün ruhunu
hoşnut etmekten çok mezarların ziyaretini çekici kılmak olabileceği
düşünülebilir.
[173] Nöldeke, “Arabs (ancient)”, ERE, I, 672,
[174] Smith-Haddad, Islamic Understandirıg. s. 151
[175] Smith-Haddad, Islamic Understanding, s.151.
[176] Kureyş: 106/1-2.
[177] Watt, W. Montgomery, Mubanımad at Makka, Oxford:
University Press, 1972, s.3.
[178] Fecr: 89/17-20
[179] Kalem: 68/10-14. Ayr. Bkz. Beled: 90/6; Leyl: 92/8;
Hümeze: 104/1-3.
[180] Alak: 96/6-7.
[181] İsra: 17/6.
[182] Sebe: 34/35
[183] Bakara: 2/135.
[184] Al-i İmran: 3/96.
[185] Geniş bilgi için bkz. Îbnu'l-Kelbi, Kitabu'l-Asnam,
terc. Beyza Düşüngen, Ankara, A.Ü.I.F., 1969.
[186] ibnu'l-Kelbi, Kitabu'l-Asnam, s. 39.
[187] Lokman: 31/25. Ayr. Bkz. Zümer: 39/38; Zuhruf; 43/43
Zümer: 39/9; Ankebut: 29/6l.
[188] Îbnu'l-Kelbi, Kitabu'l-Asnam, s. 33.
[189] Bkz. Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan. s. 79; Watt,
Muhammad, s. 27.
[190] Prof. Dr. Süleymann Ateş, T. Izutsu'dan Kur'an 'da
Allah ve insan adıyla yaptığı tercümede yazarın bu konudaki iddialarına karşı
yaptığı açıklamaları ile gerek yazara, gerekse aynı iddiada bulunan
müsteşriklere yeterli cevabı vermektedir. Bkz. s. 93-5.
[191] Mesela, Kitab-ı Mukaddes teologlarına göre, ahiret
inana ilk Yahudilik'te yoktu. Zerdüstlük'ün etkisi ile bu dine girdi ve kendi
içinde tedrici bir gelişim göstererek son durumunu kazandı. Bkz. ilgili kısım.
[192] Müsteşrik Tor Andrea, müşrik araplarda, Allah
mefhumunun varlığı hakkındaki malum fikrin birçok konuyu açıklamakta yetersiz
kaldığı görüşünün müsteşrikler arasında bir zemin kazandığını belirtmektedir.
Bu yeni görüşe göre, birçok ilâhla birlikte, onların başında ve yaratıcı
olarak Allah'ı kabul eden müşriklerin dini, Arap yarımadasına ait yerel ve
ilkel bir din idi. Ancak görüleceği gibi, bu yeni görüş ile daha önceki
arasında temelede bir farklılık bulunmamaktadır. Bu görüşe göre de bu defa,
müşriklerdeki Allah mefhumu geçireceği evrimle gelişmesi öngörülen ilkel bir
mefhumdur. Söz konusu için bkz. Andrea, Tor, Mohammed the Man and His Faith, 2.
ed. terc. Theophil Menzel, London, George Ailen Unwin, 1956, s. 24 vd.
[193] Ankebut: 29/61-63
[194] Zümer: 39/3.
[195] Yunus: 10/18.
[196] Şefaat, Ş-F-A kökünün masdandır. Tekin zıddı, çift
anlamındadır. Eşlik etmek, vasıta olmak anlamına gelmektedir. Geniş bilgi için
bkz. İbn Manzür, Cemalud-dîn Muhammed, Lisânu'l-Ambi't-Muhit, Beyrut, Dâru's
Sadr, tarihsiz. VlII, 183-5.
[197] İbnu'l-Kelbi. Kitabu'l-Asnam, s.32.
[198] Bkz. En’am: 6/18; Yunus: 10/18; Rum: 30/13; Zümer: 39/43.
[199] Nesefi, Medarik, 111,238, Kurtubî ele aynı gürümü
aktarır: el-Cami li-Ahkâmi'l-Kur'an, Kahire,1939, III,322.
[200] En’am: 6/51.
[201] Bakara: 2 /48.
[202] Nitekim dünya mal ve oğulları ile övünen ve istiğna
içinde bulunan insanları anlatan Sebe: 34/35'teki ayetten hemen sonra aynı
Sûrenin 37. ayetinde konu ahirete getirilmekte ve bu güçlerin Allah'a yakınlık
sağlamada hiç bir etkisinin olmadığı belirtilmektedir.
[203] Taberî, Camiu'l-Beyan, VII, 278.
[204] En’am: 6/94. el-Hazin, Ali b. Muhammed b. İbrahim.
Lııbâbu't-Te'vil fi Ma'âni't-Tenzil, (Mecmûatun mine't-Tefâsir), Beyrut, Dâru
İhyâi't-Turâsi'l-Arabî, tarihsiz. II, 449.
[205] Al-i İmran /154; Maide: 5/50: Ahzab: 33/33.
[206] Yusuf: 12/40;
Ayr. Bkz., Necm: 53/23; A’raf: 7/71.
[207] Yasin: 36/78.
[208] Beled: 90/11-16.
[209] Sebe: 34/31-33; Ayr. bkz. Ahzab: 33/67; Mümin: 40/47;
İbrahim: 14/21.
[210] Necm: 53/21-24.
[211] Kıyamet: 75/37; Tarık: 86/6.
[212] Izütsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 83.
[213] Maide: 5/104; Zuhruf: 43/22-24.
[214] Rum: 30/29.
[215] Enam: 6/148.
[216] Maide: 5/69, Bkz. Ateş, Süleyman, Kur'an'ı Kerim 'in
Yüce Meali ve Çağdaş Tefsiri, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
I, 77.
[217] Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 88.
[218] Bakara: 2/4; Nisa: 4/38.
[219] Ragıb, Müfredat, “ahir” Ts.l3; et-Tâhir Ahmed ez-Zavi,
Tertîbu'l-Kamusi’l-Mubît; Mısır, Halebî. tarihsiz, s. 121.
[220] Hadid: 57/3.
[221] Necm: 53/25.
[222] Nahl: 16/30;
Ayr. Bkz. Bakara: 2/94; Araf: 7/l69;
İbrahim: 14/27.
[223] Ai-i İmran: 3/113-114.
[224] Nisa: 4/38; Ayr. Bkz. Bakara: 2/264; Tevbe: 9/19;
Haşr: 59/22.
[225] Hud: 11/19; Bakara: 2/4; Nahl: 16/60.
[226] Furkan: 25/11; Mu'min: 40/59.
[227] 75 Kıyamet/1.
[228] Sad: 38/26; Ayr. Bkz, Fatiha: 1/3; Secde: 32/29; Şura:
42/7; Murselat: 77/13.
[229] Bakara: 2/254.
[230] Al-i İmran: 3/105.
[231] İbrahim: 14/48; Ayr. Bkz. Al-i İmran: 3/166-8; Hud:
11/105;
[232] Nisa: 4/42.
[233] En’am: 6/l6.
[234] Furkan: 25/26.
[235] Bkz,, Ragib, Müfredatla,”, s. 247.
[236] Ahzab: 33/63; Ayr. Bkz.Yusuf: 12/107; Lokman: 31/34;
Zuhruf: 43/85.
[237] Nahl: 16/77; Ayr. Bkz. Yusuf: 12/107.
[238] Hakka: 69/1-3.
[239] Vakıa: 56/1-3; Ayr. Bkz. Kehf: 18/21.
[240] Karia: 105/1-5.
[241] Hakka: 69/13-16.
[242] Nebe: 78/18-20.
[243] Abese: 80/34-36.
[244] Tekvir: 81/1-6.
[245] Zümer: 39/68; Ayr. Bkz.Yasin: 36/53.
[246] Ceza Günü, Hesab Günü. Bkz. Sicistânî, Ebû Bekr,
Nuzhetu'l-Kulûb fi Tefsiri Gariîbu'l-Kur'ân, Beyrut, tarihsiz, s.l
[247] İyinin ve kötünün ayrıldığı Gün, Bkz. Ltsanu'l-Arab,
XI, 521.
[248] Saffat: 37/19-20.
[249] Kabirlerden ölülerin çıktığı Gün, Bkz. Lisanu'l-Arab,
11,249.
[250] Kaf: 50/42.
[251] Kaf: 50/56.
[252] Hüküm Günü, Bkz. Lisanu't-Arab, 11,539.
[253] Secde: 32/29.
[254] Diriliş Günü, Bkz. Lisanu'l-Arab, XII, 506.
[255] Karşılaşma Günü. Bkz. Sİcistânî, Nuzhe, s. 394.
[256] Mumin: 40/15.
[257] Davranışlarclaki kusurların ortaya konacağı Gün. Sİcistânî, Nuzhe, s, 473
[258] Tegabun: 64/9.
[259] Pişmanlık, yakınma Günü, Bkz. Beydavî, Envar, IV, 159;
Hazin, Lubab, IV, 159; Nesefî, Medarik, IV, 159.
[260] Meryem: 19/39.
[261] Çağrı günü. Bkz. Sicistânî, Nuzhe, s. 395
[262] Mu'min: 40/32.
[263] Kıyamet günü. Bkz. Sicistânî, Nuzhe, s.94; Ayr Bkz.
Fîrûzâbâdî, eş-Şîrâzî, el-Kâmûsul-Muhît, Mısır, 1306, 1/141.
[264] Mu'min: 40/18.
[265] Sad: 38/49-57.
[266] Müminun: 23/102-103; Ayr. Bkz. Karia: 101/6-9.
[267] İnşikak: 84/7-12; Ayr. Bkz. Zümer: 39/69
[268] Zümer: 39/ 71,72; Ayr. Bkz. Sad: 38/50-56.
[269] Vakıa: 56/10-38.
[270] Bkz. Maide: 5/65.
[271] Bkz. En’am: 6/99.
[272] Bkz.Tevbe: 9/72.
[273] Bkz. Nebe: 78/l6.
[274] Bkz.Nebe: 78/35.
[275] Bkz.Secde: 32/19.
[276] Bkz.Kehf: 18/107.
[277] Vakıa: 56/42-44-51-56 Ayr. Bkz. Saffat: 37/62-64; Sad:
38/57; Muzzemmil: 73/12-13.
[278] Sad: 38/60-64.
[279] Kütub, Seyyid, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, Cennet,
Cehennem, tere. Süleyman Ateş, Ankara, Hilal, tarihsiz, s.I3
[280] Kutub, Kur'an'da Kıyamet, s.48 vd. Kars., Derveze,
izzet, Kur'an Cevap Veriyor, terc. Abdullah Baykal, İstanbul,1988.s317 vd.
[281] İbn Kuteybe,
ed-Dîneverî, Te'vil Muskili'l-Kur'an,
Kahire, Daru't-Turâs. 1393/1973, .s. 80, Ayr. likz., s. 69.
[282] İbn Kuteybe, Te'vil, s.80; Ayr. Bkz., Derveze, Kur'an
Cevap Veriyor, s.321; - Ameer Ali Syed,
The Spirit of İslam,London,1946, s.198 vd.; Kars., Watt, W. Montgomery
What is islam, 2. ed., London, Longmans, 1979, s. 220 vd.
[283] Rum: 30/14.
[284] Zilzal: 99/1-8.
[285] Nesefî, Medarik, VI/554; Ayr. Bkz. İbn Kesîr, Tefsir,
III/203; Zemahşerî Keşşaf, IV/75.
[286] Hac: 22/69; Ayr. Bkz. Bakara: 2/113; Nisa: 4/141.
[287] Mumtahine: 60/3; Ayr. Bkz. Hac: 22/17; Secde: 32/25.
[288] Mucadele: 58/7; Ayr. Bkz.Yunus: 10/93; Maide: 5/l4.
[289] Bakara: 2/174; Ayr. Bkz. Al-i İmran: 3/77.
[290] R.C.'A. kökünün yurca ûn, turca ûn gibi müştakları ile
birlikte: En'am: 6/36; Zuhruf: 43/85.
[291] Yunus: 10/45; Rad: 13/2; Kehf: 18/ll0.
[292] Al-i İmran: 3/19; Nur: 24/2; Mumin: 40/17.
[293] Nebe: 78/30-39.
[294] Bkz. Ta-ha: 20/114; Müminun: 23/115; Vakıa: 56/23.
[295] Fatiha: 1/4.
[296] Bkz. Al-i İmran: 3/189; Maide: 5/17; Fetih: 48/14.
[297] Bkz. İsra: 17/111; Furkan: 25/2.
[298] Zumer: 39/6; Fatır: 35/13.
[299] Al-i İmran: 3/26-27.
[300] Bkz.Müminun: 23/88.
[301] Mu'min: 40/16; Ayr. Bkz. En’am: 6/73; Yasin: 36/83;
Mülk: 67/1-2.
[302] Bkz. Zümer: 39/68-74.
[303] Rahman, Fazlur, Ana Konularıyla Kur'an terc, Alparslan
Açıkgenç, Ankara, Fecr, 1987, s. 240.
[304] Bakara: 2/259; Bkz. Zemahşerî I/148- Beydavî 1/405.
[305] En’am: 6/75-78.
[306] Bakara: 2/260; Bkz. Beydâvî, Envar, 1/410 vd.;
Zemahşerî, Keşşaf, 1/149; Neşe-fi, Medarik, 1/405 vd.
[307] Bkz.İbn Kesîr, Tefsir, 1/313; Nesefî, Medarik, 1/405;
Beydavî, Envar, 1/405.
[308] Bakara: 2/258.
[309] Secde: 32/10.
[310] Yasin: 36/78.
[311] Karş. “Çürüyen bedenler hakkındaki soru, şüphesiz, Hz.
Muhammed'in muhalifleri arasında yaygındı, çünkü bu onlara göre,
eskatolojik inanışın bütününe etkili bir
itiraz gibi görünüyordu.” Watt, W.M, Hz. MuhammedMekke'de, tere, Rami Ayaş,
Azmi Yüksel, Ankara, A.Ü.İ.F., 1986, s.132.
[312] Watt, Kz. Muhammed Mekke'de, s. l32.
[313] Vakıa: 56/47-50.
[314] Smith-Haddad, telamic Understanding, s.2,
[315] Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru,*. 86.
[316] Yasin: 36/77-K3.
[317] Hacc: 22/5-7; Ayr. Bkz. Kıyamet: 75 /36-40.
[318] Yasin: 36/67.
[319] Karia: 101/4-5.
[320] Rahman, s.232, Ayr. Bkz., 5,44 vd.
[321] Kars. Smith-Haddad, Islamic Understanding, s.2.
[322] Yasin: 36/82, Ayr. Bkz. Bakara: 2/117; Al-i İmran: 3/47.
[323] Nisa: 4/l; 6 Enam /2;
Nahl: 16/70.
[324] Hadid: 57/3.
[325] Necm: 53/25.
[326] İhlas: 112/1-5.
[327] Kars. Watt, Islam, s.48; Ayr. Bkz. Smith-Haddad,
Islamic Understanding, s. 4.
[328] En’am: 6/2.
[329] Secde: 32/9.
[330] Bakara: 2/29-30.
[331] Bakara: 2/31
[332] Ahzab: 33/72; Haşr: 59/21.
[333] İnsan: 76/1-3; Hud: 11/7.
[334] Bkz. Rahman, s.260.
[335] Bkz.Rahman, s.254.
[336] İbrahim: 14/34.
[337] Mearic: 70/19.
[338] İsra: 17/11.
[339] İsra: 17//100.
[340] Yasin: 36/77-78.
[341] Ahzab: 33/72.
[342] Kehf: 18/54.
[343] Adiyat: 100/8.
[344] Tin: 95/4.
[345] Tin: 95/5.
[346] Rahman, s.53.
[347] İnsan: 76/2-3.
[348] Zafrulla Han, Muhammed, islam, Its Mecıning fer Modern
Man, Loncion, 1962. s. 184.
[349] Nahl: 16/22.
[350] Nesefî, Medettik, I, 55; ayr. bkz. Beydavî, Envar, 1,
55.
[351] Ebu'l-Huseyn, Ahmed b. Fâris b. Zekeriyya, Mucemu
Mekâyisu'l-luğa Mısır, Halebî, 1266,
11/302; Fîrûzâbâdî, eş-Şîrâzî, el-Kâmûsu'l-Mubît, Mısır, 1306, IV/330; Cevheri, İsmail b.
Hammâd, es-Sıbâh, Mısır, 1377, VI/2341.
[352] Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s.78.
[353] Burada bir noktaya temasta yarar görmekteyiz.
Türkçe'ye yapılan bazı Kur'an tercümelerinde dünyâ kelimesinin bu asıl
manasının aktarılamadlgını müşahade etmekteyiz,
el-hayâtu'd-dunyâ tamlaması hazan yeryüzündeki hayat, bazan da aslında
terkibin bir tercümesi sayılmayacak 'dünya hayatı' şeklinde Türkçe'ye
aktarılmaktadır. Bu tercümelerde kelimenin Türkçe'deki anlamından hareketle,
bir mekan olarak algılama eğilimi vardır. Halbuki Kur'an'daki kullanımda farklı
olarak, bu kavram için zaman öğesi hemen tamamı ile baskındır. Bu ibarenin
İşaret ettiğimiz şekilde anlatılması ile gelecek bayat, sonraki hayat olarak
çevrilebilecek el-hayâtu'd-dunyâ ibaresi arasında gereken aykırılığın oluşması
sağlanmaktadır. Bu noktayı Kur'an'ın kavram bütünlüğünün korunması bakımından
önemli görmekteyiz.
[354] Bkz. Naziat: 79/25; Leyl: 92/13; Duha: 93/4.
[355] Bkz. İsra: 17/18; Kıyamet: 75/20; İnsan: 76/27.
[356] Karş. Rahman, s, 228.
[357] Izutsu, Kur'an'da Allah ve insan, s. 81.
[358] Nisa: 4 /98; Enfal: 8/67.
[359] Bakara: 2/37; Al-i İmran: 3/14.
[360] A'la: 87/17; Duha: 93/4.
[361] Al-i İmran: 3/148; Nisa: 4/134.
[362] Tevbe: 9/74; Nur: 24/19.
[363] Al-i İmran: 3/14; Şura: 42/11.
[364] Nahl: 16/14; Kehf: 18/46.
[365] Bakara: 2/l5.
[366] Kehf: 18/31.
[367] Saffat: 37/41-47.
[368] Al-i İmran: 3/185; Araf: 7/24.
[369] Enam: 6/ 32; Ankebut: 29/64
[370] Hadid: 57/20.
[371] Nisa: 4/122; Maide: 5/119; Ayr., bu konuda bkz. Draz, M. A., Dusturu'l-Ahlâk
fi'l-Kur'ân, Beyrut, 1985. s. 345.
[372] Al-i İmran: 3/14.
[373] Rahman, s.228.
[374] Bakara: 2/29.
[375] Nahl: 16/114.
[376] Neml: 27/60.
[377] Rahman: 55/1143; Nahl: 16/67.
[378] Nahl: 16/10-11.
[379] Nahl: 16/80.
[380] Nahl: 16/5-8.
[381] Nahl: 16/68-69
[382] Nahl: 16/66; Müminun: 23/21.
[383] Müminun: 23/22; Zuhruf: 43/12 vd.
[384] Nahl: 16/72; Rum: 30/21.
[385] Nahl: 16/18.
[386] Nahl: 16/7; Neml: 27/60; Rum: 30/21.
[387] Bakara: 2/201.
[388] Bkz. Faruqi, Tawhid, Fts Relevance for Thought And
life, Malezya, 1983, s.169.
[389] Faruqi, Tawhid, s, 2l95
[390] A’raf: 7/157.
[391] Bkz. Faruqi, Tawhid, s, 196 vd.
[392] Bkz. Zemahşerî, Keşşaf, III, 149.
[393] Nahl: 16/41; Ayr. Bkz. Nisa: 4/100; Zümer: 39/10.
[394] Nahl: 16/30; Ayr. Bkz. Kasas: 28/60; Zümer: 39/10;
Şura: 42/36; A'la: 87/16.
[395] Araf: 7/169; Enfal: 8/67.
[396] Al-i İmran: 3/; Nisa: 4/77.
[397] Yusuf: 12/57;
Nahl: 16/95.
[398] Ta-Ha: 20/131; Kasas: 28/60.
[399] Kıyamet: 75/20-21.
[400] Rahman, s. 90.
[401] Faruqi, Tawhid, s. 189.
[402] Kasas: 28/77.
[403] İsra: 17/26-27.
[404] İsra: 17/29.
[405] En'am: 6/140-119
[406] Maide: 5/87.
[407] A’raf: 7/32.
[408] Faruqi, Tawhid, s. 192
[409] Bkz. Maide: 5/11.
[410] Bkz. Furkan: 25/21,
[411] Bkz. Nisa: 4/37-39.
[412] Bkz. Saffat: 37/41.
[413] Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s.70.
[414] Nahl: 16/60.
[415] Sebe: 34/21.
[416] Muminun: 23/74.
[417] Mumin: 40/27.
[418] Nisa: 4/38.
[419] Fussilet: 41/7.
[420] Nahl: 16/22.
[421] Muminun: 23/32 vd.
[422] Hud: 11/19; İbrahim: 14/3
[423] Zümer: 39/9.
[424] Al-i İmran: 3/114.
[425] Bakara: 2/4.
[426] Al-i İmran: 3/4; Neml: 27/3
[427] Kehf: 18/110.
[428] Bakara: 2/4.
[429] Kars. Watt, islam, s. 48, 53, 219-20.
[430] Casiye: 45/24.
[431] En’am: 6/29; Duhan: 44/34-35.
[432] Karş. Smith-Haddad, Islamic Understanding, s.3;
Ajijola, Al Haj A.D., The Essence of Faith in Islam, Lahor, 1982, s, 256 vd.
[433] Watt, islam, s.49; Ayr. Bkz. Rahman, Ana Konularıyla,
s. 6 8 vd.
[434] Rahman, Ana Konularıyla, s. 235.
[435] Rahman, Ana Konularıyla, s. 70.
[436] Rahman, Ana Konularıyla,, .s. 44.
[437] Rahman. And Konularıyla, s. 22.
[438] Kalem: 68/10-14.
[439] Kalem: 68/17-18.
[440] Fecr: 89/17-20.
[441] Hümeze: 104/1-3.
[442] Tekasür: 10271-2.
[443] Maun: 107/1-3.
[444] Leyl: 92/8-10.
[445] Kalem: 68/23/24.
[446] Mu'minun: 23/33; Enbiya: 21/13; Ayr. Bkz. Fîruzâbâdi
Tamus, “T.R.F.”, I, 366.
[447] Sebe: 34/34.
[448] Hud: 11/116; İsra: 17/16
[449] Vakıa: 56/45-48.
[450] Bakara: 2/28.
[451] Mülk: 67/24.
[452] Alak: 96/8.
[453] Alak: 96/18.
[454] Kalem: 68/33.
[455] Müzzemmil: 73/12-13.
[456] Tekasür: 102/8.
[457] Hümeze: 104/8-9.
[458] Kars., Izutsu, Kur'an'da Allah ve insan s 70.
[459] Mülk: 67/16-17.
[460] Tur: 52/12.
[461] Nebe: 78727.
[462] Mearic: 70/6.
[463] Tur: 52/9-11.
[464] Vakıa: 56/1-6.
[465] Vakıa: 56/1-6.
[466] Mearic: 70/7-14.
[467] Kıyamet: 75/7-15.
[468] Ya-Sin: 36/51-54.
[469] Ya-Sin: 36/48; Ayr. Bkz. Yunus: 10/48; İsra: 17/51:
Enbiya: 21/38; Neml: 27/71.
[470] Ahzab: 33/64; Ayr. Bkz. A'raf: 7/187; Ta-Ha: 20/15;
Zariyat: 51/12; Mearic: 70/42-46.
[471] Kamer: 54/9-17.
[472] Kamer: 54/18-20.
[473] Kamer: 54/23-32.
[474] Kamer: 54/33-40.
[475] Kamer: 54/41-42.
[476] Kamer: 54/43-47; Ayr, Bkz. Tevbe: 9 /11-14; Necm:
53/50-55; Hakka: 69/1-9; Buruc:
85/17-20; Fecr: 89/6-10.
[477] Maide: 5/l1.
[478] Furkan: 25/21.
[479] Saffat: 37/4l.
[480] Nisa: 4/37-39
[481] Mumin: 40/35.
[482] Bakara: 2/90.
[483] Ankebut: 29/40-4l.
[484] Kars.,Müfredat ,”sâca” s. 247.
[485] Bkz. Izutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İstanbul,
Pınar, tarihsiz, s.82.
[486] Naziat: 79/36 -41.
[487] Vakıa: 56/28-39.
[488] Buruc: 85/11.
[489] Gaşiye: 88/12.
[490] Muhammed: 47/15.
[491] İnsan: 76/18.
[492] Mutaffîfin: 83/27-28.
[493] İnsan: 76/21.
[494] Duhan: 44/53.
[495] İnsan: 76/19.
[496] Vakıa: 56/25.
[497] Vakıa: 56/88-89.
[498] Ahkaf: 46/13.
[499] Vakıa: 56/52-54.
[500] İbrahim: 14/49-50.
[501] Karia: 101/10-11.
[502] Cinn: 72/15.
[503] Neml: 27/90.
[504] Furkan: 25/34.
[505] Tevbe: 9/34-35
[506] Sebe: 34/54; İsra: 17/39; Casiye: 45/34.
[507] Ankebut: 29/23; Muhammed: 47/34; Al-i İmran: 3/77.
[508] Necm: 53/57-62.
[509] En’am: 6/2; A’raf: 7/34; Nahl: 16/6l- Ta-Ha: 20/129.
[510] Yunus: 10/49; Hicr: 15/4-5.
[511] Izutsu, Kur'an 'da Allah ve İnsan, s,82.
[512] lzutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s.222; Ayr. Bkz.
Andrea, Mohammed, .s. 60.
[513] Tur: 52/27; Mu'min: 40/9-45; İnsan: 76/11.
[514] Bkz. Rahman, Ana konularıyla, s. 91-92.
[515] Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 223.
[516] Ahkaf: 46/12; Ayr. Bkz. Nahl: 16/89; Enbiya: 21/45;
Neml: 27/2; Şura: 42/7.
[517] Maide: 5/19; A’raf: 7/188; Hud: 11/2.
[518] İnşikak: 84/20-24.
[519] Gaşiye: 88/21-26.
[520] Murselat: 77/28-34-37-40-47.
[521] Zariyat: 51/37.
[522] Bkz. Kamer: 54/32-40.
[523] Bakara: 2/62.
[524] Smith-Haddad, Islamic Understanding, s. 12.
[525] Abese: 80/17-23.
[526] Bkz. Leyl: 92/12-13.
[527] Draz,M., Düstûru 1-Ahlâk f'i'l-Kur'ân, Beyrut, 1985,
s. 283.
[528] Al-i İmran: 3/114.
[529] Bakara: 2/4.
[530] Al-i İmran: 3/4.
[531] Zumer: 39/9.
[532] Sebe: 34/21.
[533] Mümin: 40/27.
[534] Fussilet: 41/7
[535] Nahl: 16/60.
[536] Draz, Dusturu'l-Ahlâk, s, 341.
[537] İnsan: 76/9-10.
[538] Bu kavramlar hakkında geniş bilgi için bkz. Izutsu,
Kur'an'da Ahlakî Dini Kavramlar, s. 268 vd.
[539] Bkz. Faruqi,
Tawhid, s. 2M dn. S; Ayrıca Bkz. Smith-Haddaci, Islamic Understanding,
s. 17.
[540] Al-i İmran: 3/15; Tevbe: 9/72; Kadir: 98/8.
[541] Salih, Subhi, Ölümden Sonra Diriliş, Cennet Cehennem,
terc. Şerafettin Gölcük, İstanbul, Sırdaş, 1976. s. 17 vcl.
[542] Beyine: 98/8; Kars. Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına
Doğru, s. 168: Andrea, s.71
[543] Maide: 5/38-40.
[544] Bakara:2/275,
[545] Nur: 24/6-9.
[546] Tes. 4/30; 31/29.
[547] “Eschatology'' Encyclopedia Judaica, Jarusalem,
1971.VI/861.
[548] Yer.29/11.
[549] lşa.2/2; Mik. 4/1.
[550] Wainwright, Geoffery,”Eschatology”, A Dictionary of
Christian Spirituality, ed. Gordon S. Wakefidd. London: SCM, 1983, s.135.
[551] Bkz. Amos, 5/18-20; İşaya 2/12 vd; 5/18 vd; 8/8-10;
22/5; Tsef. 1/7,14; Yer. 9/24: 3/29-30; Hez. 14/12.
[552] İsa. 24/23; 25/5-8.
[553] İşaya 27/1.
[554] Mez. 110/6.
[555] İşaya 13/9-10.
[556] Lk.17/24-30.
[557] McKenzie, “Eschatology”, Dictionary of the Bible, New
York: Macmillan, 1965, s. 181.
[558] Ey. 10/21-22.
[559] Ey.11/8; 26/5; Tes. 23/22; Mez. 86/13; 88/7.
[560] Ey.10/21; 21/32-33
[561] Ey.26/6; Hez. 32/18-32.
[562] Ey. 24/20.
[563] II. Kır. 23/10; II Tar. 28/3; 33/6; Yer. 7/31; 19/2 vd.
[564] Yer. 2/32; 19/6 vd.
[565] İşaya 66/24.
[566] I, İdris, 27/2; 90/26.
[567] Mt. 5/22; 18/9.
[568] Mk. 9/43.
[569] Mt. 5/29 vd. Mk. 9/45, 47; Lk. 12/5.
[570] Mt. 10/28.
[571] Mt. 18/8.
[572] Mt. 25/41.
[573] Mt. 5/15-26.
[574] Mt. 8/12, 13/42; 50/22; bkz. Mc Kenzie, “Gehenna”,
Dictionary, s, 299
[575] Tekvin, 2-3.
[576] İşaya 51/3; Ayr. bkz. tşa.11/6-9; Hez. 36/35.
[577] IV Ezra 4/7; 7/36;
İdris 42/3; 65/10.
[578] Lk. 23/43. Ayr. Bkz. McKenzie, Taradise”, Dictionary,
s .637.
[579] Mt. 25/34.
[580] Lk. 12/32-34.
[581] Jacob, Edmond, Theohgy oftbe Old Testament, İng.,
terc, Arthur W. Heathcote ve Philip J. Allock, London; Hodder and Stoughton,
1974. s.37 vd.
[582] Watson, W. 'Theology of the Old Testament”, A New
Catholic Commentary on Holy Scripture, Nelson, s.132. Ayr. bkz. Mc. Kenzie,
Dictionary. s. 316
[583] Mc. Kenzie, “God,” Dictionary, s, 317
[584] Yer. 10/9-10.
[585] Yer. 38/16.
[586] Tekvin,3/5; 23/6; Çık. 4/20
[587] Tekvin,49/25
[588] Mez. 68/36
[589] Mez. 146/5
[590] Tekvin, 21/33
[591] Mez.136/26; Bkz. Mc. Kenzie, “God”, Dictionary, s. 316
[592] Say. 24/16; Tes. 32/8; II Sam. 22/14; Bkz. Watson, A New Cotbolic Cummentory s.
133.
[593] Vriezen, T.C.. An Outline of Old Testament Tbeology,
Oxford: Blackwelf, 1970, s. 430.
[594] Mez. 47/2
[595] Yer.10/7; Mez. 47/3; 99/2
[596] Say. 24/23; 33/22; Zek. 14/9 vd. Bkz. Ladd, George
Eldon, The Presence of The l'uture, London: S.P.C.K., 1980. .s. 46
[597] İşaya 11/9; Hah. 2/14; Bkz. Jacob, s. 317
[598] Bkz. Bright, John, The Kingdom of God, New York,
Abingdon, 1952, s.18
[599] Bkz. I Sam. 20/31; I Kır. 2/12; I Tar. 23/2; II Tar. 11/17; Yer. 49/34; Dan. 4/3
[600] Mez.145/13
[601] Mez.103/19
[602] Dodti, The Parables ofthe Kingdom, Landon, Nisbet,
1935, s. 34-35
[603] Otto, s. 34
[604] I Tar.29/n/13; Ayr. Bkz. Mez. 145/11-19; 103/19
[605] Mez. 47/3 vd.
[606] Mez. 96/13; Ayr. bkz. 97/8; 98/9; 99/4.
[607] Mez. 93/2; 96/5,10.
[608] Suriye'nin Kuzeyinde, Akdeniz kıyısında bir bölgenin
ismidir. Burada Kenan-lar'a ait Ugarit adında bir şehir ve çok sayıda dinî
doküman bulunmuştur. Bkz. Brandon, S.G.F., “Ras Shamra”, D.C.R., s. 626.
[609] Kenan'da ilâhın adıdır. Mitolojiye göre bu ilâh
Bahar'da hayatın canlanışı ile canlanır. Sonbaharda hayatın ölüşü ile
ölür. Bkz. Brandon, S.G.F., “Baal”, D.C.R., s. 124.
[610] İsrail'deki Sonbahar bayramları ve İstiva Mezmurları
ile İsrail dışındaki benzeri bayramlar arasında bir ilişki olduğu teorisini ilk
defa P. Volz ileri sürmüştür. Bkz. Volz. P., Das Neujahrfest Jahwes,
(Laübhutten fest),1912, 1- 209; Ayr. Bkz. Mowinckel, Sigmund, Psalmenstudien II, Das Thronbesteigungstenfest Jabıvas und der Urspmng der
Eschatologie, 1922, Zikr. Gray, John,
The Biblical Doctrine of Reign of God, 1979,
Edinburgh.
[611] Bkz. Brown, Colin, “Kingdom”, The New International
Dictionary of New Testament Theology, ed. Colin Broown, Exeter, 1975, s.
373-76.
[612] Bkz. Gray, The Priblical Dodrine, s. 3, 48.
[613] Hak.5/4-5; Ayr. Bkz. Tes. 33/2-5, Hah. 3/3,10-13
[614] İşaya 2/20-21.
[615] İşaya 26/21; Bkz. Ladd, Presence, s.48 vd.
[616] Bkz. Baab, O., Tbe Theology of the Old Testamet,
NashvwilleAbingdon, 1949, s.179; Robinson, H.W., Inspiration and Ravelation in
(be Old Testamvnt, Oxford: Clarendon., 1946, s. 32; Ladd, Presences, 48.
[617] İşaya 41/4.
[618] İşaya 48/12.
[619] lacob, s.,54,318
[620] Jacob, s.317 vd.
[621] Movvinekel, Sigmund, He That Cometh, terc. G.W.
Anderson, Oxford: Blackwells, 1956, s. 263 vd.; Ayr. Bkz. Bultmann, R.,
Primitive Christianity in its Contemporaty Setting, tere. R.H. Fuller, London,
1956, s. 82,
[622] Rkz. Russel, The Metod, s.263-271.
[623] Jacob, s. 319.
[624] Hanson, 1J.O., Old Testament Apocalyp.se Reexamined, ed. Hanson, R D., Visionaries and Their
Apocalypses, London: S.P.C.K., 1983. .s. 39
[625] Age to Come' ve 'Future Age' arasında bir karışmayı
önleyebilmek için ikinci terim 'Sonraki Çağ' olarak çevrilmiştir,
[626] Frost, S.B., Old Testament Apocalyptic its Oriğin and
Growth, London: Epworth Press, 1952. s/48-114; 236 vd. Ayr. Bkz. Vriezen, T.C.,
Troplıecy and Eschatology', Supplements to Vetus Testamentum, I. 1953, s.222,
Zikr. Ladd, Presence: s.56.
[627] Amos 5/18-20.
[628] Amos 5/8-10
[629] Bkz. Frost. s.47-49
[630] Bkz. North, C.R., Old Testament Interpretation of
History, London, 1946, s.127
[631] İşaya 2/10-20: Hkz. Frost. s. 49; Noıth, s.127
[632] Tsef. 1/15-16
[633] Tsef. 3/8; Ayr. Bkz. Tsef. 1/2-3, 18; L. Koehler
Tsefenya'yı Rabb'ın hüküm verişini bütün yeryüzünün ve üzerindekilerin mahvedileceği
günü bildiren ilk peygamber olduğu kanaatindedir. Old Testament Tbeology,
tere, A.S. Todd, London 1957, s. 222 vd.
[634] Tsef. 1/7
[635] Yer. 4/23-26
[636] Bkz. Frost, Old Testament Apolyptic, s. 50 vd
[637] Jacob, Theology, s. 318
[638] Ladd, Presence, s. 62.
[639] Frost, old Testament Apocalyptic, s. 237.
[640] Bkz, Eichrodt,
Walter, Old Testament Theohgy, 1,11, terc, J.A.Haker. London, S.C.M., 1961, s.
481.
[641] Jacob, Theulapy, s. 37.
[642] Bkz. Ladd, Presence, s. 60 vd., 114 vd.
[643] Bkz. Greenspoon, Leonard, J., The Origin' of the Idea
of Resurrection, Transitions in Transformation”, Turning Point in Biblical
Faith, ed. Baruch Halpern, John D. Levenson, İndiana, 1981, s. 247.
[644]
[645] Eyub. 20/7,
[646] Tekvin, 3/19.
[647] Eichrodt, Old Testoment, II, 47.
[648] Tekvin, 2/7; Bkz. Eyub, 33/4.
[649] Tekvin, 6/3.
[650] Mez. 104/29; Ayr. bkz. Vaiz 12/7; bkz. Badham, Paul,
The Christian Belief About Life After Death, London: Macmillan, 1976, s. 3 vd.
[651] Bkz. Greenspoon,' The Origin’ s. 249 vd. Ayr. bkz.
Pedersen, Israel, Its Life and Culture, I, II, Copenhagen, 1929, s. 171-180.
[652] Mez. 86/13; 63/9.
[653] Eyub 10/22.
[654] Eyub 26/5.
[655] İşaya, 14/11; Hez.32/23; Bkz.Davidson, A.B.,
“Eschatulogy” , Hastings Dictonary of Bible and Encyctopedia Biblica, ed. James
Hastings, New York Scribners, 1908, II, 740.
[656] Eyub 7/9;l4/12; 10/21-22; Vaiz 9/5.
[657] İşaya, 38/18
[658] Vaiz 9/4-5.
[659] Vaiz 9/10.
[660] Eyub 3/17 vd.
[661] Charles, R.H., Religious Development Between tbe Old
and New Testament, London:Oxford University Press. 1948, s. 50.
[662] Bkz. Greenspoon, The Origin, s. 248.
[663] Tes. 32/39; I Sam. 2/6.
[664] Bkz. Greenspoun, The Origin s. 257 vd. Ayr. Bkz.
Martin Achard, From Dcatlı to Life, Edinburg, Oliver and Boyd, 1960, s.192 vd.
Zerdüştlüğün tesiri ve bir değerlendirmesi için Bkz. Barr, James, “The
Question of Heligious Influence; The Caseot Zoroastrinanism, Judaism and
Christianity”, J. A A.R., LII/2. s.
201-235.
[665] Chaıies, s. 100-112; Ayr. bkz. Badham, s. 5-17.
[666] Badham, Tbe Cbristian Behel, s. 17.
[667] Gremsponn, Tik; Origini' s. 25S vd.
[668] Greenspoon, The Origini' s. 261.
[669] Greenspoon, The Origini' s. 253
[670] Ayr. Bkz. Yeş. 23/3; 24/8.
[671] Yeş.7/11-12 vd.
[672] Mez, 18/9-14; II Sam. 22.
[673] Mez. 24/8-10.
[674] Mez. 89/8-12; Ayr. Bkz. İşaya 51/9 vd.
[675] İşaya 25/8.
[676] Greenspoon, 'The Origin' s. 275 vd.
[677] Mez. 77/16 vd. Ayr. Bkz. çık, 15/6, 8, 10, 12.
[678] İşaya 35/5-6; bkz. Greenspoon, 'The Orijin' s. 276
[679] Dan. 12/2.
[680] Bkz. Hanson, 'Old Testament Apocaypse' s. 51.
[681] Greenspoon, 'The Origin' s. 284.
[682] Greenspoon, 'The Origin' s. 2H9.
[683] Hez. 37/1-14.
[684] Greenspoon, The Origin' s. 293.
[685] İşaya 53/11-12.
[686] Greenspoon, The Origin' s. 295 vd.
[687] I Kır. 17/17-22.
[688] II Kır. 13/20-21
[689] Greenspoon, s, 297-306
[690] Greenspoon, s. 307 vd.
[691] Tes. 31/30-32/47
[692] I Sam. 2/1-10
[693] Greenspoon, The Origin s. 310.
[694] Greenspuon, The Origin s. 319
[695] Sawyer, F.A. John; Hebrew Words for the Uesurection of
the Death; Vetus Testamenium, XXIII, 1973,
218-234.
[696] S-.ıwyer, Habrew Words, s. 218.
[697] İşaya 26/14; Tes. 32/39.
[698] Bkz. Dan. 12/2.
[699] Sül. Mes. 12/28.
[700] Mez. 88/11: tşa. 26/14.
[701] Dan. 12/2.
[702] Eyub. 14/12.
[703] Mez. 17/15.
[704]
[705] Mez. 72/16.
[706] Sawyer, s. 220-225.
[707] Mez. 1/5.
[708] Eyub 19/25-27.
[709] Yazar bu kelimeyi “mutmain olacak” şeklinde tercüme
etmektedir.
[710] İşaya, 53/11.
[711] Sawyer, 'Hchrew Words' s. 230-234.
[712] Dahood, Mitchell, S.J., The Ancbor Bible, PSALMS III 101-150, Ne w
York, Doubleday and Company, 1970, Introduction
I-III.
[713] Sül. Mes. 14/32.
[714] Bkz. Toy, C.H., A Critical and Exegetical Commentary
on tha Book uf Proverbs, Edinburgh, 1904, s.300; Oesterler, W.O.E. The Book uf
Proverbs; With Introduction and Notes, London, 1929, s. 116, Zikr, Dahood, s.
XLIII-XLIV.
[715] Whybray, R. N., Wüdom in Proverbs: Tbe Concepl uf
Wîsdom in Proverbs 1-9, London, 1965, s.24, Zikr.Dahood,s. XLIV.
[716] Dahood, The Ancber s.XLIV.
[717] Daha sonra görüleceği gibi, yazar, hayat anlamındaki
hayyim kemesini ebedi hayat şeklinde anlamaktadır.
[718] Sül. Mes. 15/24.
[719] Oesterky, 'ff.O.E., The Book uf Proverbs. s.123 Zikr.
Dahood, The Ancher s. XLV.
[720] Mez. 16/11;. Ayr. Bkz. Mez. 21/5; 27/13; 30/6;
36/10;56/14; 69/29; 116/8-9; 133/3;
142/6; Sül. Mes. 8/35-36; 12/28; 15/24.
[721] Mez. 37/37-38; Ayr. Bkz. Mez.109/13; Say.23/10; Sül.
Mes.23/18; 24/14; 24/20
[722] Mez. 23/4,5,6; 43/3.
[723] Mez. 17/15; Ayr. Bkz. Mez. 21/7; 27/4,13; 41/13; 61/8;
63/3; 140/14.
[724] Mez. 73/24; Ayr. Bkz. Mez. 5/8; 23/3; 61/2; 139/24;
143/10.
[725] Dahood, The Ancher s. XLI-L. Bkz. Mez. 139/18; İşaya
26/19; Dan. 12/2; Sül. Mes. 6/22.
[726] A'la: 87/18-19.
[727] Pedersen, s. 334.
[728] Tekvin, 1/28-31.
[729] Mez. 19/1.
[730] Welch, A.C, Kings and The Propbets israel, London:
Clark, 1922. Ayr, bkz. Uıckl. Presence, 59-64.
[731] Mk.12/26; Kars.
A'la: 8718-19; Bkz. Brown, C., Resuirection
'D.NJ.T, Exeter,1975, Ed. Colin
Broown.
[732] Oesterley, W.O.E., Robinson. Theodore, N. An
Introduction to the Old Testament, Newv York, Meridian, 1960, s. 363.
[733] Amos, 4/4-y, 5/21-23.
[734] Amos, 2/6-8; Hoş. 4/4-41.
[735] Amos, 7/10-13.
[736] Amos, 6/13.
[737] Briğht, s.59 vd.
[738] Amos, 1/1.
[739] Amos, 3/8; 7/15.
[740] Amos, 8/4-7.
[741] Amos, 5/7-13.
[742] Amos, 2/6-8.
[743] Amos. 4/1.
[744] Amos, 6/1,3-6.
[745] Amos. 4/4-5.
[746] Amos, 5/21-24.
[747] Amos, 1/2.
[748] Amos, 1/3-5.
[749] Amos, 1/6.
[750] Amos, 1/9-10.
[751] Amos, 1/11-12.
[752] Amos, 1/13 -15
[753] Amos, 2/1-3
[754] Amos, 2/4-5.
[755] Amos, 2/6-8.
[756] Amos, 2/13.
[757] Amas, 3/12
[758] Amos, 3/15
[759] Amos, 5/16-17.
[760] Amos, 8/3.
[761] Amos, 8/8-10.
[762] Amos, 9/1-4.
[763] Amos, 9/10.
[764] Amos, 5/2.
[765] Amos, 4/11; Ayr. Akz. 4/6-10; 2/9
[766] Amos, S/18,20.
[767] Amos, 5/14. Ayr. bkz, 5/6,8.
[768] Karş. Bright, s. 65; Moore, George Foot, Judaism,
London. Oxford, 1946 s, 89 vd.
[769] Amos, 2/10-11.
[770] Amos, 9/7-8.
[771] Amos, 3/2; Bright, s. 64 vd.
[772] Amos, Bright, s.67.
[773] Amos, 4/13.
[774] Amos, 5/8.
[775] Amos, 9/6.
[776] İşaya 3/16-23.
[777] İşaya 1/23.
[778] İşaya 10/1-3.
[779] İşaya 9/15-16.
[780] İşaya 9/15-16.
[781] İşaya 5/18-23.
[782] İşaya 28/14-22.
[783] İşaya 13/6.
[784] İşaya 13/7-13; Ayr. bkz. 2/10-17; 5/24-25.
[785] İşaya 3/13-14.
[786] İşaya 1/27-28.
[787] İşaya 3/10-11.
[788] İşaya 1/16-17.
[789] İşaya 2/19-20.
[790] İşaya 5/15-16; 6/3.
[791] İşaya 8/13.
[792] İşaya 25/1.
[793] Tsef. 1/1-6.
[794] Tsef. 1/7; 14-16.
[795] Tsef, 1/11-18,
[796] Tsef, 2/15.
[797] Tsef. 3/4.
[798] Tsef. 2/2-4.
[799] Tsef. 3/2.
[800] Tsef. 3/5.
[801] Tsef. 3/7.
[802] Yer. 1/7-10; 7/1.
[803] Yer. 2/4-7; 11/1-8.
[804] Yer. 2/8, 11-13.
[805] Yer. 2/20-25.
[806] Yer. 2/26-28.
[807] Yer. 5/2.
[808] Yer. 5/7-9.
[809] Yer. 5/26-29.
[810] Yer. 7/8-10.
[811] Yer. 5/30-31.
[812] Yer. 6/19.
[813] Yer. 5/12.
[814] Yer. 2/31.
[815] Yer. 4/11.
[816] Yer. 4/23-26.
[817] Yer. 3/14; 22-24.
[818] Yer. 4/1.
[819] Yer. 4/14.
[820] Yer. 5/1.
[821] Yer. 4/18.
[822] Yer. 5/21.
[823] Yer. 5/25.
[824] Yer. 17/10.
[825] Yer. 17/7-8.
[826] Yer. 2/19.
[827] Yer. 10/10.
[828] Yer. 9,29.
[829] Hoş. 2/3-4; 4/14.
[830] Yad, 1/15.
[831] Obad. 15
[832] Mika, 1/3-4.
[833] Bkz. İşaya, 13/9; Tsrf. 1/7,14; Yoel, 1/15;3/14;
Obad.15
[834] Yoel, 1/15
[835] Kars, von Rnd. G., Old Testament Theology, I,II, London, S.CM.. 1975, s. 99; Jacob, s. 318, Ladd,
Presence, s.74 vd.
[836] Bkz. İşaya, 19/20-23.
[837] Russel, s. 36; Ayr. bkz. Perrin,
N..'Apocalyptic-Christianity”,
Visionaries and Their Apocalypses,ed. Paul D. Hanson. London, S.P.C.K.,
1983, s. 121
[838] Russel, s. 38; Ayr. .bkz. Allegro, John, Tbe Deud Sea
Scrolls, Penguin; Middlesex, 1964.
[839] 'Mezmurlara Tefsir' şeklinde işaret edilecektir.
[840] 'Savaş Yazmaları' seklinde ibaret edilecektir.
[841]Ancak yahudi otoriteler, bu kitapların yahudîlik
tarafından tanınmadığını hatta bunları reddetme gereği bile duymadıklarını
ifade etmektedirler. Özellikle
apokaliptiğin Yahudi eskatolojisinin birincil kaynağı olduğunu ileri süren tarihçileri
reddetmekledirler. Moore, judaism s.127.
[842] 'On the Subject of Primitlve Christian Apocaiyptlc',
New Testament Questions of Today, Philadelphia: Fortress, 1969, 108-37, Zikr.,
Hanson, s. 7.
[843] Maakabiler ve Hasmoniler M.Ö. 2. ve 1. yüzyıllara ait
iki Yahudi hanedanıdır. Bkz
Brandon, S.G.F.,
“Husmtmeans”, D.C.R.,s.32O; Brandon,
“Maccabees”, D.CM., .s, 4l6.
[844] Perrin, Apocalyptic Christianity, s.121-122; Ayr. bkz,
Ladd. Presence, s. 77.
[845] Russel, The Methods. 18 vd.
[846] Albright, W. Foxwell, From Stone Age ta
Christianitiy, London: Humprey Milford,
1940, s.
[847] Russel, The Metbod, s. 104 vd.
[848] Russel, The Metbod Rtkmekers, 106.
[849] Ladd. Presence, s. 80.
[850] Moore, I, 237; McKenzie, Tlieology, s. 69.
[851] Box, G.H. The Ezra Apocalypse, London: Pitman, 1912,
s. LXVII.
[852] Russel, The Methods. 107; Ladd. Presence, s. 80.
[853] I İdris, 81/2
[854] I İdris, 93/2
[855] I İdris, 106/19: 107/1
[856] Jübileler, 32/21-2; 5/13; XII Büyük Pey. Ahirleri: Aşer'in Ahid'i 7/2; 2/10; Levi'nin Ahid'i 5/4
[857] Russel, The Metbod, s.108 vd.
[858] Bruce, F.F., Biblical Exegsis in the Qummn Texts.
Grahd Rapids: Eerdmans, 1959, s. 7-17,
[859] Box, The Ezra, s. LXVII.
[860] Russel, The Metbod, s. 118.
[861] Uıdd, Presence, s. 84.
[862] Bakz. Yer. 13/1-11; Hez.37; Hoş, 1; Zek. 6/1-8.
[863] Darı. 7/4-7.
[864] Bkz. Russel, Tbe Metbod, .s. 86.
[865] Dan. 2.
[866] IV Ezra, 11.
[867] Ladd, Presence, s. 86.
[868] Russel, The Metbod, s. 127. 226.
[869] Russeİ, Tbe Metbod, s.130.
[870] Ladd, Presence, s. 85.
[871] Rowley, H.H., The Faith of Israel, London, S.C.M.,
1956, s. 80.
[872] Russel, The Method, s. 257.
[873] Bkz. Dan. 2, 7; İdris, 10, 90.
[874] Bkz. Musa'nın Apokalipsi 10.
[875] ldris, 91,93, 103-4; II İdris, 32,33; Baruk, 29. Bkz.
Russel The Metbods.285-297
[876] Mezmurlara Tefsir, 37. Bkz. Duppont-Sommer, The Essene
Writings from Qumran terc. G. Vermes, Oxford, Blackwell, 1961, s. 272.
[877] Savaş Yazmaları, 13/11.
[878] 6/4.
[879] 1/17; 2/19.
[880] 14/9
[881] Beliar da denir 'alçak' veya'günahkar' anlamına
gelmektedir. Apokaliptiklerde ve Yeni Ahit'te özel isim olarak kullanılmıştır.
Bkz. Brandon, S.G.F.,”Belial (Beliar)” D.G.R., s. 134.
[882] Ladd, Presence, s. 89.
[883] Kusst'l, s. 258; Rowley, The Faklı., s. 80; Moore, II. 394 vd
[884] Ladd.Presence s.95 vd; Rowley, H.H.,The Relevance of
Apocaliyptîc, Lonclon: Lultervvorth, 1944, s. 36; Wek”h, Atlara C. Visions of
the End, London, Clark, J922, s. 43.
[885] 4/26-32; 7/50; 8/1-3.
[886] 7/60,61,131; B/38,55.
[887] İdris 81/1-3: 103/1-2,
[888] Bkz. Lndd, Presence, s. 97,vd.; Russel, s. 224-234.
[889] II Baruk 48/32-37.
[890] II Esdras, 9/3.
[891] II Baruk, 70/3 vd.
[892] I İdris, 99/5.
[893] 1 İdrLs, 100/1-2.
[894]
[895]
[896]
[897] II Esdras 6/22.
[898] I İdris 80/3.
[899] Jub. 23/18.
[900] I İdrLs 80/2.
[901] Bkz. Kabinelerin Kehanetleri
[902] II Esdras 5/5-9
[903] II Esdras 6/21.
[904] Ladd, Presence, s. 99.
[905] Hughes, H
Maldwyn, The Ethics of Jewish Apucriphal Literatüre, London: Culley,
tarihsiz,
[906] İdris ve XII Büyük Peygamberin Ahidleri buna istisna
teşkil ederler.
[907] Dan. 9/4-5.
[908] Dan. 4/27.
[909] Ladd. Presence, s. 100.
[910] Perrin. Apocalyptic Cbtistianity, s. 128.
[911] Lev, 4/3: 6/22.
[912] 1 Sam. 24/6, 10; 26/16; II Sam. 1/14; 19/21: 23/1.
[913] I Kır. 19/16.
[914] I Tar. 16/22.
[915] İşaya 45/1.
[916] Mez. 105/15.
[917] Hah. 3/13.
[918] Ladd, Theofogy, Russel, Tbe Metbod s. 304 vd;
Cullmann, Oscar, The Chistalogy of The New Testament, terc. Shirley C. Guthrie,
Charles A.M. Hail, Pennsylvania, 1963, s. 113 vd; Sarıkçıoğlu, Ekrem, Dinlerde
Mehdi İnancı ve Tasavvurları, Erzurum, Atatürk Üniversitesi, İslami İlimler
Fakültesi Doçentlik Tezi,1976, s, 14.
[919] İşaya 9/6 vd.
[920] İşaya 9/6; Zek. 9/9.
[921] Mik. 5/4.
[922] İşaya. 9/7; 11/1 vd. Yer. 23/5 vd,
[923] Zek. 9/9.
[924] Russel, The Method. s. 305 vd,; Ayr. bkz. Cullmann,
Ohristology, s. 114; McKenzie, Theology,
.s. 267.
[925] J.H Moulton. Geleceğe ait bir kurtarıcı kişiliğinin
dikkat çekici bir benzerlik olarak Zaratustra'da da bulunduğunu belirtmektedir.
Zoroastrianism, 1972; Ayr. bkz. Cross,
F.Moore. The Ancient Library vf Qumran and Modem Biblical Studies. Connectîcut,
Greenwood, 1956-57, 55 vd.
[926] Russel, The Metbod, s. 308.
[927] 1 Makkabiler,l4/41; Jübileler, 31/13-15.
[928] Charles, Religions Develogment, s. 80 vd.; Russel, .s.
310-16.
[929] 17/23, 36.
[930] 17/28 vd.; 35; 18/8.
[931] 17/42: 18/8.
[932] 18/8.
[933] 17/28 vd.
[934] 17/41-42.
[935] 17/37 vd.. 44.
[936] 17/24.
[937] 17/27; Bkz. Russel, The Method, .s. 318.
[938] Esseneler, M.Ö. 2. yüzyılda ortaya çıkmış zühde önem
veren bir Yahudi mezhebiydi. Bkz. Tümet, Günay; Küçük, Abdurrahman. Dinler
Tarihi, Ankara: Ocak, 1988.
[939] Bu konuda Bkz. Cross. s. 146-180; Perrin. Apacaliptic
Christianity, s. 129 vd.
[940] Bkz. Şahadetler Rulosu
[941] Cross. s. 165.
[942] Cross, s. 166.
[943] Mk. l4/6vd.; 15/2 vd.; 8/27 vd. ve paralelleri.
[944] Mk. 8/33.
[945] Bkz. Cullmann, Christology, s. 117-26; Ladd. Tbeohtgy,
s.140.
[946] Cullmann, Christology, s.135 vd.
[947] Cullmann, Christology, s. 126,134.
[948] Hezek. 2/1,3,6,8,; 3/1, 34.
[949] Mez. 8/4 vd.
[950] Cullmann, Christology, s.138.
[951] Bkz. Russel, The Methods.340; İbarenin anıpçası ise
ibnu âdemdir. Bkz. Faruqi. I.Ragi, On Arabism, Uruba and Religion, Djambatan,
Amscerdam,1962, s.77.
[952] Dan. 7/13-14.
[953] Russel, s.327.
[954] 40/5; 45/3; 49/2; 51/3.
[955] 38/2.
[956] 48/10.
[957] 46/1.
[958] 48/6.
[959] 62/6.
[960] 38/2.
[961] 13/5-7.
[962] 13/10.
[963] 51/8; 38/2 vd.
[964] 69/29
[965] 62/13; 51/2.
[966] Russel, s.328 vd.
[967] Russel, s.345.
[968] Russel, .s.346..
[969] Lindars, B., 'The New Look on The Son of Man',
Bulletin of The John Rylands University Library of Manchester, 63. 1980-81. s.
437.
[970] Lietzmann, H., Der Memhemum: cin Beitrag zıır
Neutestamentliche Theologie, 1896, s. 51vd. Zikr. Lindars,1 The New Look' s.
438.
[971] Vermes. G Jesus the jew, 1973. s. 160-91: Zikr.
B.Undars, The New look' s.439.
[972] Leivestad, H. Der apocalyptische Menschensohn ein
Theologisches Phantom, ASTI, VI, 1968, idem, Ixcit the Apocalyptic Son of Man,
NTS, XVIII. 1971-2, 243-67; Zikr. Lindars, s. 440.
[973] Mk. 2/10; 27. Mt. 8/31; 8/20; 13/37; 16/13; 1-k. 6/22;
19/10; 22/48.
[974] Mk. 8/31; 9/9. 12, 31; 10/33, 45; 12/40; 14/21,41 ve
paralelleri.
[975] Mk. 8/38; 13/26. 62; Lk. 12/8, 40; 17/22, 24, 26. 30;
18/8; 21/36; Mt. 10/23; 13/41; 16/28; 19/28; 24/30, 39.
[976] Bkz. Ladd, Theology, 149 vd.
[977] Cullmann, Christology, s. 137 vd.
[978] Bkz. Ladd, Theology, s. 151 vd.
[979] Lk. 12/8-9; Bkz. Perrin, Apocalyptic Christianity, s.
133 vd.
[980] Cullmann, Christology, s. 160.
[981] Bkz. Mk. 2/27; 7/15, 18, 20; 10/9; Mt. 12/12.43
[982] Mt. 8/20=Lk. 9/58.
[983] Mt. 11/19-Lk. 7/34.
[984] Ayr. bkz. Mk. 8/38; Mt. 10/22 vd.= Lk. 12/8 vd.
[985] Lindars, Tbe New Look s. 441-47.
[986] Mk. 8/31; 9/31; 10/33 vd.
[987] Mk. 9/31; 10/33; 14/21,41.
[988] Mk. /45.
[989] Mt. 43-44=Lk. 12/39 vd
[990] Mt. 19/28.
[991] Mk. 8/38.
[992] Mk. 13/26.
[993] Mk. 14/62.
[994] 1 Sel. 5/2; I Kor. 1/8; VS: 11 Kor. 1/44 vb.
[995] Bu kavram, bütün-bir Kitab-ı Mukaddes teolojisi
bağlamında düşünülmelidir.
[996] Mk. 1/15.
[997] Mk. 12/26.
[998] Mat. 11/25; 5/34-35.
[999] Mk. 12/29-33
[1000] Mt. 6/9.
[1001] Lk. 1/49.
[1002] Mt. 6/24.
[1003] Mt. 19/26.
[1004] Lk. 1/37.
[1005] Mt. 6/6.
[1006] Mt. 5/45.
[1007] Mt. 6/26.
[1008] Mt. 6/24.
[1009] Mt. 12/29-33.
[1010] Mt. 10/28.
[1011] Mt. 6/1,4.
[1012] Mt. 11/20-24; 12/41.
[1013] Dockl, Parables, s.49.
[1014] Guy, H A., Tbe Neıv Testament Doctrine of 'Last
Things', Oxford, University Press,1948, s. 44.
[1015] Dibelius, Manin, The Sermon on tbe Mount, New York,
Charles .Scribner, 1940 s.72 vd.; Ayr. bkz.Theology of the New Testament, I, II, terc. T K. Grobel, New York, Scribner, 1951, 1,7.
[1016] Bu ve Hükümranlık hakkındaki diğer kavramlar ivin,
ilgili kısma bkz.
[1017] Dodd, Parables, s.43 vd.; Ayr. bkz. Ferrin, Norman,
Kingdom of God in Teaching of jesus, London, S.C.M., 1973-, s. 171,178.
[1018] Kümmel; Promise and Fulfilment, The Eschatological
Message ofjesus, London, S.C.M.,1974, s.33vd. Ayr. bkz. Otto, Rudolf,
TheKingdum uf Godand the Son of Man, terc. Floyd V.Filson; Bertam Lee Woolf,
London, 1943, s.131, 137; Ladd, G.E.,Theology, s. 68.
[1019] Perrin, Kingdom, s.175,187.
[1020] Luk. H/25-33.
[1021] Mt. 18/1-4.
[1022] Mt. 19/14.
[1023] Hoekema, The Bihle and The Futum, Michigan, Eerdmans,
1979. s.48 vd.; Perrin, Kingdom, s.
74-78.
[1024] Luk. 6/20-26.
[1025] Mt. 19/29-30; Ayr. bkz.23/12; Luk.14/11; 18/14.
[1026] Mt. 7/21-23.
[1027] Lıık. 18/18 vd; Mt. 19/16 vd
[1028] Luk. 18/25; Mt. 19/24.
[1029] Mt. 25/41.
[1030] Mt. 13/36-43.
[1031] Mt. 8/11-12; Lk.13/28-29
[1032] Mt. 21/43; Perrin, Kingdom 1963: s. 83 vd. Ayr. bkz.
Ladd, Thelology, s. 64 vd.; Hoekem;, s.
49; Guy, s. 48-50.
[1033] Mk. 13/32.
[1034] Bkz. Perrin, Kingdom, s.177 vd.
[1035] Bkz. Perrin, Kingdom, S.İ85.
[1036] Ridderbos, Herman, Tbe Corning of the Kingdom, terc.
H.de Jonste, ed. Raymond O. Zorn, Philadelphia, The Persbyteriand and Reformed,
1962. 1962, S.520 vd.
[1037] Bkz. Perrin, N, Jesus and tfae Langııage of the
Kingdom, Symbol and Metbap-borin New Testamem Interpretation, London, S.C.M.,
1976., s.196499
[1038] Bkz. Perrin, Kingdom, s.l6 vd; von Rad, 1,99-119.
[1039] Bkz. Ladd, Presence, s. 320.
[1040] Faruqi, Uruba, s. 97.
[1041] Mt. 6/33 = Lk.12/31.
[1042] Karş,. Ladd, Presence, s. 215; J.B.C, 11/74.
[1043] Karş. Al-i İmran: 3/99; A’raf: 7/86; Enfal: 8/36;
Tevbe: 9/34.
[1044] Mt. 21/33-46.
[1045] Kars. Tevbe: 9/39; 47/38; 70/41; Ayr. bkz. Ladd,
Presence, s. 266
[1046] Mt. 13/19.
[1047] Mt. 13/18-23; Kars., İbrahim: 14/24.
[1048] Mt. 13/24-30.
[1049] Mt. 13/31-31.
[1050] Mk. 1/15; Mt. 3/2.
[1051] Lk. 10/9.
[1052] Lk. 17/20.
[1053] Lk. 21/31-32.
[1054] Karç. Hicr: 15/85; Taha: 20/15; Ahzab: 33/63; Şura:
42/17; Kamer: 54/46.
[1055] Ayr. bkz. Mt.18/23-35; 25/14-30.
[1056] Mt. 8/11 = Lk. 13/28-29.
[1057] Mt. 25/34.
[1058] Mk. 9/47.
[1059] Lk. 12/32-34.
[1060] Lk. 18/29-30
[1061] Lk. 14/15/24.
[1062] Faruqi, Uruba, s. 66vd.
[1063] Faruqi, Uruba, s. 67.
[1064] Faruqi, Uruba, s. 89-90.
[1065] Faruqi, Uruba, s. 95.
[1066] Faruqi, Comparison, s. 285.
[1067] Bkz, Mitton, C. Leslie, Life after Death VII, Tlıe Life After in the New Testament, Expository Times,
76,1964-65, s. 332.
[1068] Bkz. Enfal: 8/187; Kehf: 18/85; Taha: 20/105; Ayr.
bkz., Mt. 22/15,34; Lk. 20/21.
[1069] Mk. 12/18-25; Mt. 22/23-29.
[1070] Ayr. bkz. Mt.5/17.
[1071] Çıkış, 3/6.
[1072] Mt. 22/31-32; Mt.2/26 Kars., Mitton, Life After s. 333; Hooke, S.H, The
Resurrection of Christ, London, Darton,Longman and Todd, 1967 s. 23 vd.
[1073] Lk.l4/13-l4.
[1074] Mt.13/49-50.
[1075] Mt.12/41 = Lk.11/32.
[1076] Bkz. Mt. 25/34,46.
[1077] Mt. 25/31-46; 31- ayette mahkemeyi yönetenin İnsanoğlu
yani İsa olarak aktarılması ve Matta'daki İnsanoğlu kavramının kullanımının
otantikliği konusunda bkz.Lindars, The
New Look s. 455 vd.
[1078] Bkz. Mk. 8/31 vd. = Mt. 16/21 vd; Lk.9/22, Ayr. bkz.
Mt.9/31,32; Mt.20/7 vd.; Lk. 18/31 vd.
[1079] Badham, İsa'nın cesedinin canlanıp kalktığına işaret
eden pasajları reddetmektedir. Badham, Paul, Tbe Christian BeliefAbout Life
After Death, London: Macmillan, 1976,
s. 38; Ayr. Bkz.
Richards, HJ.,The First Easter,
Connecticut. Twenty-Third Publications. 1986. s. 39 vd. Brown, C,
‘Resurrection', D.N.T.T., Exeter. 1975, s. 293 vd.
[1080] Ladd, Theology, s. 551.
[1081] Ladd, Theology, s. 396 vd.
[1082] Kol.1/13.
[1083] GaI.1/3.
[1084] I Kor. 1/6.
[1085] Kom.13/11; Fil. 3/20.
[1086] I Kor. 16/22.
[1087] II Sel. 1/6-8.
[1088] İşaya 26/20 vd.; Hab.2/3
[1089] Glasson, T.Francis, The Secund Advent, London, 1945,
.s. 163 vd. Zikr., Guy, The Netv Testament Doct. s, 111.
[1090] I Kor. 4/5.
[1091] Rom. 2/16.
[1092] II Kor. 5/10; Bkz.
Hoekema, The Bible, s. 255 vcl.
[1093] Bkz. Hoekema, The Bible. s, 245 vd.
[1094] I Kor. 15/12-13.
[1095] Bkz. Ladd, Theology, s. 360 vd.
[1096] Guy, .s.159; Ayr. bkz. Ladd, Theulogy, s. 215.
[1097] Yh.14/3.
[1098] Yh.l6/16; 19/22.
[1099] Yh.14/20.
[1100] Yh. 16/22
[1101] Yh. 11/24..
[1102] Yn. 5/25.
[1103] Yh. 20/25-27;
Bkz. Ladd, Theology, s. 305 vd.
[1104] Yh. 5/27.
[1105] Bkz. Guy, The New Testament Doct, s. 170.
[1106] Daha geniş bilgi için, bkz. Noth, Manin, The History
of Israel, London, 1960, s.412- 454.
[1107] Mt. 14/1-12.
[1108] Bkz.Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, s.128.
[1109] Bkz.Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, .s.128..
[1110] Mt. 23/13.
[1111] Mt. 23/16-19.
[1112] Mt. 23/23.
[1113] Mt. 23/24.
[1114] Mt. 23/27-28.
[1115] Mt. 23/29-36.
[1116] İşaya 29/13.
[1117] Mt. 15/7-9.
[1118] Mt. 15/2,
[1119] Mt. 20/12.
[1120] Mt. 21/17.
[1121] Mt. 15/3-6.
[1122] Mt. 15/19-20.
[1123] Mt. 12/1-8.
[1124] Mt. 12/9-14; Mk. 3/1-6; Lk .6/6-11.
[1125] Mt. 3/2; 4/17: Mk. 1/15.
[1126] Mt. 3/7-8.
[1127] Mt. 3/9.
[1128] Mt. 3/10.
[1129] Mt.11/20-24; Ayr. bkz. Lk. 10/13-16; Mt. 12/41-44.
[1130] Bkz. Lk.13/1-5.
[1131] Bkz. Wilder, Amos, N., Eschatohgy and F.thics in the
Teachîng of jesus, New York: Harper, 1950. s. 76, 81.
[1132] Mt. 5/20.
[1133] Mi. 5/3-12.
[1134] Bkz. Faruqi, Uruba, s. 63 vd.
[1135] Mt. 5/17-19.
[1136] Martin Dibelius'a göre, İsa'nın Dağdaki Vaazında,
muhatabına köklü ve mutlak emirler yöneltmesinin sebebi, onun bu dünyayı değil
gelecek dünyayı hedef almasıdır. Dibelius'un bu yaklaşımı onun Allah'ın
Hükümranlığını geleceğe ai bir olay olduğu fikri doğrultusunda anlamak gerekir.
Ancak yine de ahlakiliği bu hayattan soyutlayacak bu anlayışı anlamak mümküm
değildir. Dîbelius, Martin, The Sermon on tbe Mount, New York: Charles
Scribner, 1940, s. 65; Ayr. Kars. Gilmour. S. Maclean, ‘How Relevant is the
Ethic of Jesus?’, The Journal of Religion, 1941, XXI, s. 253-264.
[1137] Mt. 5/20.
[1138] Çık. 20/13.
[1139] Mt. 5/21-26.
[1140] Çık. 20/14.
[1141] Mt. 5/27-30,
[1142] Tes. 24/1,3.
[1143] Mt. 5/31-32.
[1144] Lev. 19/12.
[1145] Mt. 5/33-37.
[1146] Çık. 21/24.
[1147] 5/38-42.
[1148] Çık. 21/24; Lev. 24/20.
[1149] Mt. 5/43^7.
[1150] Tes. 6/5.
[1151] Mt. 23/34-40.
[1152] Mt. 7/12.
[1153] Mt. 7/11.
[1154] I Sam. 21/6.
[1155] Mt. 12/6-7.
[1156] Mt. 8/10-13.
[1157] Mt. 6/2-4.
[1158] Mt. 6/16-18.
[1159] Mt. 6/14-15.
[1160] Bkz. Mt. 6/19-24.
[1161] Mt. 19/21; Lk. 18/22.
[1162] Kars. Araf: 7
/40.
[1163] Mk. K/35.
[1164] Mt. 7/13-14; Karş. Beled: 90/10-19.
[1165] Mt. 18/18.
[1166] Mt. 23/33.
[1167] Lk. 12/4-8.
[1168] Lk. 12/2-3; Mt.10/26.
[1169] Mk. 4/22 = Lk.8/17.
[1170] Mt. 25/46.
[1171] Kars. Murshall, L.H.,The Challenge of New Testament
Ethics, New York, Macmillan, 1947, .s. 204,206.
[1172] Karş. Wikler, Eschatology, s.133.
[1173] Karş.Gardner, Clinton E., Biblical Faith and Social
Ethics, New York: Harper and Row ,1960, B.60.
[1174] Ayr. bkz. Mt. 24/33
[1175] Mt. 24/36-39
[1176] Lk. 17/28-32.
[1177] Mt. 24/50.
[1178] Mt. 24/42; Ayr. bkz. 24/44.
[1179] İnciller'de insanoğlu kavramının bu şekildeki
kullanımı üzerinde bkz. Lindars New look s.437-462,
[1180] Lk. 21/M-36.
[1181] Mt. 16/1-4; Ayr. bkz.-12/38-45.
[1182] Mt. 5.
[1183] Mt.
[1184] Mt. 5/34-35.
[1185] Mt. 6/1.
[1186] Mt. 6/18.
[1187] Mt. 6/19-24.
[1188] Lk. 17/22-37; Kars. Wilder, Eschotology, s.133.
[1189] Dodd, Bible Today,. 19-20.
[1190] Mk. 1/14-15, Mi. 4/23.
[1191] Hoekema, The Bibles.288; Ladd, Presence, s. 3.
[1192] Ritschl, A.T The Cbristian Doctrine of Jusliftcation
and a Reconciliation, ed., H.R.Mackintosh
ve A.B. Macaulay, 2. ed., New York, Scribner, s. 13.
[1193] Ritschl, The Christian Doctrine, s. 29.
[1194] Von Hamak, Adolf, What is Christianity terc,
T.B.Saunders, 3. ed. New York, Putnam, 1904, s. 53.
[1195] Harnack, What is Christianity, s.54-57.
[1196] Maide: 5/75.
[1197] Bkz. ilgili kısım.
[1198] Ladd, Presence, 51 vd.
[1199] Ladd, Theology, 181 vd.
[1200] Weiss, Johannes, Die Predigt Jesu vom Reicb Guttes,
2.ed.,Göttingen, Vandenhock and Ruprecht,1900, zikr. Perrin, Kingdom, S.18;
Ayr. Wess'in görüşleri için bkz. Perrin, Kingdom, 16-23.
[1201] Perrin, Kingdom, s. 34.
[1202] Schweltzer, The Quest, s.399,
[1203] Bkz.Schweitzer, The Quest, s.357 vd. Schweitzer'in
Konsistent Eskatolojisi ile liberal bir Kristoloji oluşturduğu, hatta Tutucu
anlamda bir eskatolojiden ziyade Ritschl’den de ileri bir ahlakçılığı
savunduğu ileri sürülmüştür. Bkz. Holmström, E,
Pus Eschatctiogische Denken der Gegenwart, Güterslosh, Bertelsmann, 1936, s.89, Zikr, Hoekema, The
Bihle, s. 292.
[1204] Bultmann, it.,
Theohgy of the New Testament, terc.,K. Grobel, New York, Scribner. 1951,
I, 23.
[1205] Bultmann, R., Jesus Cbrist and Mythology, New York,
Scribner, 1958, s. 80.
[1206] 1 Sel. 4/15 vd.
[1207] Bultmann,R., New Testament an Mythotogy Kerygma and
Myth, ed. M.W., Bartsch, New York, Harper and Row, s.4 vd.
[1208] Perrin, Kingdom, s.'58.
[1209] Docld,
Parables, s. 50.
[1210] Docld, C.H.,The Apostulik Preacbing and its
Devetopments, London, Hodder and Stoughton, 1951., s. 210.
[1211] Dodd, Aposloiik Preaching, s. 80-81.
[1212] Bu eskatolojik anlayışı savunan diğer teologlar için
bkz. Ladd, Presence, s.5-11.
[1213] Bu görüşü savunanlar için bkz. Ladd, Presence,
s.11-23.
[1214] Bkz. Lk.10/8
[1215] Otto, Rudolf, The Kingdom of God and the Son of Man,
terc. Floyd V.Filson; Bertam Lee Woolf, London, 1943.. 3.105.
[1216] Otto, The Kingdom, s. 98.
[1217] Otto, The Kingdom, s. 103.
[1218] Otto, The Kingdom, ,s. 72.
[1219] Ladd, Presence, s. 28.
[1220] Manson, T.W.. Tbe Sayings of Jestıs, London, S.C.M.,
1949, s. 345.
[1221] Manson, The Sayings, s. 134.
[1222] Manşon, The Sayings, s. 305.
[1223] Kümmel,Werner Georg:Promise and Fulfilment, The
Eschatological Message of jeus London, S.C.M., 1974. s. 105.
[1224] Kümmel, Promise, s. 107 vd.
[1225] Kümmel, Promise, s. 108.
[1226] Kümmel, Promise, s. 95.
[1227] Kümmel, Promise, s, 125.
[1228] Wiicler, Amos, N., Eschatology and Ethics in the
Teaching of Jesus, New York. Harper, 1950. s. 59.
[1229] Wilder Eschotology, s. 26 vd.
[1230] Wilder, Eschotology,, s. 60.
[1231] Wikief, Eschotology, s. l6l.
[1232] Wilder, Eschotology, s. 21,26.
[1233] Wilder Eschotology, s.51 vd.
[1234] Culimann, O., Cbrist and Time terc, Floyd V. Filson, Philadelphia, Westminster, 1950. s. 83.
[1235] Cullmann, Christ and Time, .s. Tl.
[1236] Cuilmann, O., Salvation in History, terc, S.G. Sowers,
New York, Harper and Row, 1967, s. 169.
[1237] Ladd, Presence, s. Yll.
[1238] Ladd, Presence, s. 218.
[1239] Perrin, Kingdum, s. 185.
[1240] Perrin, Kingdom, s. 187.
[1241] Perrin, Eschotology, s. 187.
[1242] Perrin, Kingdom, s. 190.
[1243] Bu konuda daha fazla bilgi ve tenkit için bkz. Perrin,
Kingdom, Ayr. bkz. Ladd. Presence, s. 3-42. Hoekema, The Bible, s. 288-316.
[1244] Perrin, Kingdom. s. 158,
[1245] Lk. 19/12, 15; 23/42; Yh. 18/36.
[1246] Mk. 9/47; 10/23-25; 14/25; Mt. 8/11= Luk. 18/28.
[1247] Mk. 10/15; Mt. 6/33; Lk. 12/31; Mt. 11/12; 12/28;
Lk.17/21.
[1248] Ladd, Presence, s. 123.
[1249] Bkz. Perrin, Kingdom, s. 159.
[1250] Perrin, Apocalyptiv Christianity, s. 121.
[1251] Mt. 24/27; 25/34-46. Lk. 17/24; Mk. 13/27; 10/30
[1252] Bkz. Ladd, Presence, s. 315-17.
[1253] Bkz. Ladd, Presence, s. 318.
[1254] Bkz. Perrin, Kingdom, s. % vd, 184. Ayr. bkz., Ladd,
Presence, s. 41, 318-19.
[1255] Perrin, Kingdom, s. 159.
[1256] Ladd, Presence, s. 172.
[1257] Mk. 12/26.
[1258] Mt. 11/25; 5/34 vd.
[1259] Mt. 5/17; Yuh. 5/44 vd. Kars. P. Feine, -Die Theologie
des Neuen Testaments, 1951, s,15. Zikr. Ladd, Presence, s.173.
[1260] Maide 4/163.
[1261] Ladd, Presence, s.172-73.
[1262] Mark. 1/15. Bkz. Ladd. Presence, s. 278 vd,
[1263] Bkz, Ladd, Presence, s. 285 vd.
[1264] Perrin, Kingdom, s. 204-6; Ladd, Presence, s. 285.
[1265] Ladd, Presence, s, 228.
[1266] Rowley, H.H., The Relevance of the Bible, London, J.
CIarke and Co.,1941, s.25.
[1267] Faruqi, Comparison, s. 285.
[1268] Faruqi, Comparison, s. 285.
[1269] Faruqi, Comparison, s. 285.
[1270] Bkz. Mc Kenzie, Theology, s. 286.
[1271] Faruqi, A., Comparison, s. 285.