Giriş
Bu
bölümün, bir önceki bölümle açık bir ilişkisi bulunmaktadır. Bu bölümün gaybe
iman konusu ile ilgisi ise, nebevi yani Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve
sellem'in nakletmiş olduğu kıssaların, Kur'an-ı Kerim'de yer alan kıssalara
benzemesi açısındandır.
Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'de Hz. Nuh (a.s)'un kıssası ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
"Ey
Muhammed! Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de
daha önce bunları bilmezdiniz."[1]
Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Meryem (a.s)'in bakımını kimin üzerine alacağının
belirlenmesi için kur’a çekilmesi olayı ile ilgili olarak da şöyle buyurmaktadır:
"Ey
Muhammed! Bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil
olacak diye kalemlerini atarlarken, sen yanlarında değildin. Çekişirlerken de
orada bulunmadın."[2]
Yüce
Allah'ın, önceki ümmetlerle ilgili olarak naklettiği kıssalara inanılması,
gaybe iman konusuna girmektedir. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın
bize nakletmiş olduğu kıssalar da öyledir. Kur'an-ı Kerim'de yer alan kıssalar,
gerçek olmalarının yanısıra, eğitici, inançta kararlılığı sağlayıcı ve örnek
niteliğindedirler.
Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Peygamberlerin
başlarından geçenlerden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekişirmemizi
sağlar. Sana bu belgelerle gerçek, inananlara da öğüt ve hatırlatma
gelmiştir."[3]
Hz. Peygamber
salla'llâhü aleyhi ve sellem'in nakletmiş olduğu kıssalarda da bu özellikler
bulunmaktadır.
Biz
bu bölümde iki başlığa yer vereceğiz:
Birincisi:
Kısasın (kıssaların) mutlak manadaki mahiyetleri ve bunların nakledilmesi ile
neyin amaçlandığı hakkındadır.
İkincisi:
Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem'in nakletmiş olduğu kıssalar (nebevi
kıssalar) hakkındadır.
Kıssaların
Mutlak Manaları Ve Amaçları
Kıssa
(kısas) ile bir olay ve bir hikayenin anlatılması anlamı kastedilir. Bu şekilde
olayların nakledilmesi ve anlatılmasında herhangi bir mahzur yoktur.
Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed!
Biz bu Kur'an-ı Kerim'i vahyederek sana en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa
daha önce sen bunlardan habersizdin."[4]
Uydurma
hikayelerin anlatılmasının caiz olup olmadığı konusunda fıkıhçılar arasında
görüş ayrılığı bulunmaktadır.
Hanefî
fakihleri mavi sinek masalı ve benzeri türden masalların anlatılmasını caiz
görmüşlerdir. Şer'i ıstılahta kıssa kelimesi, yerine göre vaaza, yerine göre
mutlak manada yönlendirme ve tebliğ işine, yerine göre cuma hutbesine ve yerine
göre de bir konuda fetva vermeye kalkışma işine denilir. Çünkü bunların
ardından karşılıklı konuşmalar ve başkalarına nakledilecek bir kıssa halini
alan gelişmeler gelir.
Şüphesiz
şeriat, yukarıda sayılan dört işle ilgili kıssaların (şer'i uygulamaların),
bunlardan doğacak iyi ya da kötü sonuçlar gözönünde bulundurularak belli bir
düzene konulmasını istemiştir. Zaman olur bir bid'atçi insanlara vaaz eder,
zaman olur bir insan başkalarını fitneye yöneltir ve zaman olur bid'atçi ya da fitneye çağıncı bir kimse cuma
hutbesi okur. Cuma hutbesini okuyan kişinin kimliği açıklık kazanmayınca, bu
durum karışıklığa yol açabilir. Yine fetva vermeye ehil olmayan birinin fetva
vermeye kalkışması, insanları sapıklığa götürmesine yol açabilir. Dolayısıyla
sayılan bütün olaylarda ihtiyatlı davranılması gerekir. Bu nedenle şeriat,
sayılan dört işin, ancak o işi üstlenmeyi hakeden kişilere verilmesini gerekli
görmüştür. Bunu hakeden kişi ise ya emirin bizzat kendisi veya onun hakka
binaen görevlendirmiş olduğu kişidir.
İslam'a
göre emirlikte esas ölçü, fıkıhtır. Yani bir kimsenin emirliğe getirilebilmesi
için en başta aranan şart bu makamın gerektirdiği derecede fıkıh bilgisine
sahip olmasıdır.
Hz.
Ömer (r.a) şöyle söylemiştir:
"Üst
mevkilere, yöneticilik görevlerine gelmeden önce fıkıh öğrenin."
Eğer
emir (yani devlet başkanı), fıkıh bilgisine sahip değilse, o zaman hüküm
yetkisi kimin elinde olacaktır? Fıkıh bilgisine sahip olan ilim adamının mı,
yoksa bu bilgiden yoksun cahil veliyyu'l-eminin (devlet başkanının) mi?
İbni
Abbas (r.a)'ın görüşüne göre, İslam ümmetinde hüküm yetkisine en layık olanlar
fakihlerdir.
Bundan
dolayı konu ile ilgisi açısından diyoruz ki: Eğer yöneticilik görevini ilim
sahibi, fakih ve adil biri üstlenirse vaaz, yönlendirme, cuma hutbelerinin
okunması ve fetva verilmesi işlerini o düzenler. Bu işleri ya bizzat kendisi
üstlenir veya başkalarını bu işleri yürütmek üzere görevlendirir. Eğer devlet
yönetiminde böyle biri bulunmazsa, o zaman söz konusu işleri bu alanlarda,
kendilerini yetişiren şeyhlerinden (alimlerden) icazet (yetki) almış kimselerin
yürütmeleri gerekmektedir. İlim adamlarının bu alanlarda icazet (yetki) verme
hakları vardır. Bu iş ise kişileri vaaz, yönlendirme, hutbe okuma ve fetva
verme konusunda görevlendirme yerine geçer.
Raşid
halifeliğin kaybedilmesinden bu yana, bu konuda yetkinin kimin elinde olduğu
üzerinde ilim adamları ile yöneticiler arasında tartışma vardır. Yöneticiler
kendilerinin yönetim gücünü ellerinde tutmaları sebebiyle söz konusu işlere
müdahale etme yetkisini ellerinde bulundurduklarını ileri sürmekte; ilim
adamları ise hak kılıcını ellerinde tutmaları sebebiyle bu yetkinin asıl kendi
ellerinde olduğunu belirtmektedirler.
Biz
şeriatın hükmü açısından, yöneticilerin hak ve adalet ile söz konusu işlere
müdahele etmeleri durumunda onların hükümlerinin uygulanacağına inanıyoruz.
Onların bu işler için görevlendirdikleri kimseler de Allah katında sevap ve
ecir alacaklardır.
Hak
ve adalet üzere olan, ilim sahibi ve ilimleri ile amel eden şeyhlerden icazet almış olan kimselerin önlerine
de sözü edilen işlerde görev almak için kapı açılırsa, onların da bu alanlarda
görev almaları mümkündür. Onların icazetleri de kendi açılarından, yetkili
kişiler tarafından görevlendirilme mahiyeti
taşır.
Bundan
dolayı hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur:
"İnsanlar
arasında emir ya da (emirin görevlendirdiği) memur dışında kimse vaaz (kasas)
işini yürütemez."[5]
Bir
kimse şeyhlerinden icazet aldıktan sonra hem emir, hem de me'mur sıfatlarını
kazanmış olur.
Sayılan
dört işin dışındaki işler için bizzat şeriat tarafından bütün müslümanlara
yetki verilmiştir. Bilakis her müslüman hak bildiğini başkalarına da öğretmekle
emrolunmuştur. Her müslüman, bir ayet de olsa, şeriattan bildiğini başkalarına
tebliğ etmelidir. Tam bir anlayış içinde (basiretle) başkalarını Allah'a
çağırmalıdır. Yine bütün müslümanlar iyiliği emir, kötülükten nehiy ve insanları
hayra davetle görevlendirilmişlerdir. Bu sayılan görevlerin tümü, her
müslümanın yerine getirmesi istenilen görevlerdir. Bunlar için birinden izin istemeye
gerek yoktur.
Yukarıda
sözü edilen dört görevle ilgili yetkilerin emir ile memura özel kılınması,
İslam toplumunun belli bir düzene kavuşturulması amacını taşıyan
uygulamalardandır. Böylelikle kişi, hakkı olmayan bir yetkiyi elde etmeye
uğraşamayacak ve böylece toplumun düzenini bozamayacaktır. Her insan ölçüsünü
bilecektir. Nefislerin taşkınlıklarının önüne geçilecek ve kişiler arzuları
doğrultusunda, gösteriş, kendilerini kabul ettirme tutkusu içinde istedikleri
gibi konuşma firsatı bulamayacaklardır. Bu uygulama ile insanların doğrudan
uzak hükümler ortaya atmalarının ve bunları insanların arasında yaymalarının
önüne geçilmiş olacaktır.
Konu
İle İlgili Rivayetler
849- Ebu Davud, Avf bin Malik, el-Eşcai
(r.a.)'den rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Vaaz
(kasas) işini ya emir, ya memur veya kendini bir şey sanan biri yerine
getirir."[6]
Dersler
Ve Öğütler
İbnul-Esir
şöyle söylemiştir:
"Kasas
işini ya emir, ya memur yerine getirir."
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem bu hadisi şerifinde kasas ile hutbeleri
kasdetmiştir. Şöyle ki: Hutbe okuma işini emirler (yöneticiler) bizzat
kendileri üstlenirlerdi. Bu hutbelerde insanlara ibretli olaylar anlatır ye
vaaz ederlerdi. Me'mur ise emirin görevlendirmesi ve imamların seçmeleri ile bu
iş için tayin edilen kişidir. Bu iş için genellikle insanların kendisinden
memnun olduğu ve üstün meziyetli, fazilet sahibi kişileri görevlendirirler.
Bunların dışında kalan kimselerden söz konusu görevi yürütmeye kalkanlar ise
gösterişçi ve kendilerini bir şey sanan kuruntu içindeki şahıslardan başkaları değildir.
Kendini bir şey sanan kuruntu içindeki kişi, yetkililerden biri kendini
görevlendirmeden başkanlık arzusu ile, söz konusu görevi yürütmeye kalkar. O
bu teşebbüsü ile gösteriş yapmakta ve böbürlenmektedir. Yukarıdaki hadisi
şerifte, kasas ile şer'i hükümler konusunda fetva verme anlamının kastedildiği
de söylenmiştir."
Yüce
Allah, ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minler
toptan savaşa çıkmamalıdırlar. Her topluluktan bir taifenin, dini iyi öğrenmek
ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere (savaştan) geri kalmaları
gerekli olmaz mı?" [7]
Bu
ayeti kerime, fıkıh bilgisi elde etmiş olan birinin başkalarına da bu bilgiyi
öğretmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu iş için izin alınmasına gerek
yoktur. Eş'arilerin İlim cüz'ünde nakletmiş oldukları hadisi şerif de buna
işaret etmektedir. Söz konusu hadisi şerifte şöyle denilmektedir:
"Komşularını
bilgilendirmeyen kimselere ne oluyor da, bu görevi yerine getirmekten geri
kalıyorlar..."[8]
Yüce
Allah'ın şu ayeti kerimesi de buna işaret eder:
"Allah,
kendilerine kitap verilenlerden "onu insanlara açıklayacaksınız ve
gizlemeyeceksiniz" diye söz almıştı." [9]
Yüce
Allah, alim kişiden bildiğini başkalarına öğretmesi, bilgisiz kişiden de
bilmediklerini öğrenmesi üzere söz almıştır. İşte bu öğretme ve öğrenme işinin
yürütülmesi için bir kimsenin iznine gerek yoktur. Sadece bu işi yürütecek
kişinin güvenilir ve sağlam biri olup olmadığının bilinmesi açısından ilim
adamlarından icazet almış olmasına ihtiyaç duyulur. Bununla birlikte bu işe
ehil kişiler tarafından ilim öğretimi ve onlardan ilim tahsil edilmesi için
kimsenin özel izin gerekmemektedir.
Yüce
Allah, ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizden
iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat
bulunsun."[10]
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem da şöyle buyurmuştur:
"Bir
ayet de olsa benden duyduğunuzu tebliğ edin." [11]
Bundan
dolayı hadisleri şerh eden ilim adamlarının çoğunluğu yukarıdaki hadisi şerifte
kestedilen anlamın, cuma hutbesinin okunması veya fetva verme işi olduğunu
belirtmişlerdir.
Ancak
bu tahsisin de tahsise ihtiyacı var. Yani yukarıdaki hadisi şerifin ortaya
koyduğu hükmün belli bir alana özel kılınmasının da ayrıca tahsise ihtiyacı
vardır. Çünkü söz konusu uygulama, ancak doğru çizgide, adalet üzere hükmeden
ve İslam'ın hükümlerini arı, duru hali ile bütün kitlelere uygulama amacı
taşıyan İslami bir yönetimin bulunması halinde mümkün olacaktır. Ama işler
karıştığında, (ortada böyle bir yönetim olmadığında) söz konusu yetkinin ilim
adamlarından peygamberlerin varisi sıfatı taşıyanlara özel kılınması gerekir. O
zaman bu ilim adamlarından icazet alınır ve emir yetkisi de onların eline
verilir. Ancak böyle bir uygulama, yerine göre karışıklığa sebep olabilir. Bu
itibarla yönetimin temelde iyilik (ma'ruf) sayılan ölçüye uygun olarak verdiği
kararı kabul ederiz. Ama içerisinde sapma, batıla yöneliş ve sapıklığa çağrı
bulunan kararların alınması durumunda, ilim adamlarının hak olan sözü
söylemeleri imkanı olursa, bütün (şer'i) konularda icazet ve emir yetkisi ilim
adamlarına verilir.
Biz ilim
ve davet çalışmalarında birinin iznine ihtiyaç olmadığı görüşünü taşımakla
birlikte, ilim adamlarının icazet uygulamalarına yeniden hayatiyet
kazandırılması yolunu tercih ediyoruz. Bu durumda kimse güvenilir bir ilim
adamından icazet almadan ilim öğretimi, eğitim, davet, fetva verme ve cuma
hutbesi okuma işlerine girişmeyecektir. Bu şekilde izni ve icazeti gerektirecek
işlerin içine alelade çıkışlar, olağanüstü durumlar, günübirlik uygulamalar, zorunluluk
halleri, iyiliği emir ve kötülükten nehyin vacib olması halleri ve tebliğin
vacib olduğu haller girmez. İşlenilmesi vacib olan bir iş için birinin iznine
veya icazetine gerek yoktur.[12]
850- Taberani, Ubade bin Samit (r.a)'den
şu şekilde rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Vaaz
(kasas) işini ya emir, ya memur veya kendini bir şey sanıp tekellüfe giren biri
yerine getirir."[13]
851-
Ahmed, Abdulcebbar
Havlani (r.a)'nin şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın ashabından biri Mescid'e (Mescid-i Nebevi'ye)
girdi. O sırada Ka'b içeride vaaz ediyordu. Gelen kişi: "Bu kimdir?"
diye sordu. "Ka'b vaaz ediyor" dediler. Bunun üzerine içeri giren
şahabı şöyle söyledi:
"Ben
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın şöyle buyurduğunu duydum:
"Vaaz
(kasas) işini ya emir, ya memur veya kendini bir şey sanan biri yerine
getirir,"
Ravi
dedi ki:
"Bunun
haberi Ka'b (r.a)'a ulaştı. Bir daha da öyle oturup vaaz ettiği görülmedi." [14]
Bir
Açıklama
Ka'b
(r.a) alim biri idi. Dolayısıyla vaaz etmek onun hakkıydı. Ancak o insanların
meseleyi karıştırabilecekleri korkusu ile kendi içtihadını terketmiştir.
852- İbni Mace, Abdullah bin Ömer
(r.a)'den rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem zamanında da, Hz. Ebu Bekir (r.a) zamanında da,
Hz. Ömer (r.a) zamanında da kasas (vaaz) uygulaması yoktu."
Bir
Açıklama
Burada
kasas ile, vaaz anlamı kastedilmektedir. Yukarıdaki hadisten anlaşıldığına
göre, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın, Hz. Ebu Bekir (r.a)'in ve
Hz.Ömer (r.a)'in zamanlarında vaaz meclisleri oluşturma uygulamaları yoktu. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem ve ondan sonraki iki halife, insanları sadece
yönlendirmek için konuşmalar yapıyorlardı.[15]
853- Buhari, Abdullah bin Ömer (r.a)'den
rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Benden
bir ayet de olsa tebliğ edin. İsrailoğullarından da hikayeler anlatabilirsiniz.
Bunda mahzur yoktur. Kim benim hakkımda kasıtlı olarak yalan uydurursa,
cehennemden varacağı yere hazırlansın."[16]
854- Taberani, İbni Mes'ud (r.a)'un şöyle
söylediğini rivayet etmiştir:
"İnsanları
bıktırmayın ki, onlar da zikirden bıkarlar."[17]
855- Ahmed, Şa'bi (r.a)'nin şöyle söylediğini
rivayet etmiştir:
"Hz.
Aişe (r.a), Medine halkına vaaz eden İbni Ebi's-Saib'e şöyle söyledi:
"Üç
konuda ya benim dediğimi tutacaksın, ya da ben sana bunları zorla
yaptıracağım." İbni Ebi's-Saib:
"Nedir
onlar, ben senin dediğini tutarım, ey mü'minlerin annesi." dedi. Hz. Aişe
(r.a) de söyle cevap verdi:
"Duada
seci (kafiye) yapmaya çalışma. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem ve
ashabı bunu yapmazlardı. İnsanlara her cuma günü bir kere vaaz et. Eğer kabul
etmezsen iki kere vaaz et. Bunu da kabul etmezsen en fazla üç kere vaaz et.
Sakın insanları bu Kitap'tan bıktırma. Kendi aralarında konuşan bir topluluğun
arasına girip de onların sözünü keserek konuşmaktan da sakın. Ancak onları
kendi hallerine bırak. Eğer sana yönelip senin konuşmanı isterlerse, o zaman
konuşmaya başla."[18]
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın Naklettiği Kıssalar
856-
Ebu Davud, Abdullah
bin Amr bin As (a.s)'ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem, bize sabahlara kadar İsrailoğullarından kıssalar
anlatırdı. Bu arada sadece farz namazı için kalktığı olurdu"[19]
857- Ahmed, İmran bin Husayn (r.a)'ın
şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem bize bütün gece boyunca İsrailoğullarından
kıssalar anlatırdı. Bu arada sadece farz namaz için kalktığı olurdu."
Bir
Açıklama
Bu
hadisi İbni Huzayme de rivayet etmiş ve şöyle söylemiştir:
"Anlaşılana
göre Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, bazen yatsı namazından sonra
sahabilerine İsrailoğullarının peygamberlerine karşı gelmeleri ve onlara iman
etmemeleri yüzünden dünyada çarptırıldıkları cezalardan ve yüce Allah'ın
ahirette onlara ne gibi azaplar hazırladığından öğüt almaları amacıyla onların
kıssalarını anlatırdı. Buna göre bir kimsenin, yatsı namazından sonra
dinleyicisine dini ile ilgili konularda yarar sağlayacak bilgileri aktarması
caizdir. Çünkü Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, yatsı namazından sonra
müslümanların gerek dinle ilgili, gerek dünya ile ilgili meselelerinden
herhangi bir mesele üzerinde sohbet ederek, onlara yakın veya uzak zamanda
yarar sağlayacak şeyler anlatırdı.
Yine
sahabilerinin yararlanmaları için İsrailoğullarının kıssalarını da anlatırdı.
Yukarıdaki hadisi şerif, yatsıdan sonra konuşmasının mekruhluğunun gerek din,
gerekse dünya için bir yarar sağlamayacak sözler açısından olduğunu ortaya
koymaktadır. Benim anladığıma göre Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem
yararsız gece sohbetlerini mekruh görmüştür. Çünkü bu gibi sohbetler, kişiyi
gece ibadetinden alıkoyar. Şöyle ki, bir kimse gecenin ilk vakitlerinde uzun
sohbetlerde bulunursa, son vaktinde de üzerine uyku ağırlığı basar ve ibadet
için uyanamaz, uyanabilse de rahat ve huzurlu bir ibadet yapamaz."[20]
858- Buhari, Ebu Hurayre (r.a)'den şu
şekilde rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Davud'un
oğlu Süleyman "Ben bu gece yüz kadınla ilişkide bulunacağım ve her biri
Allah yolunda savaşacak bir oğlan çocuğu doğuracak" diye söyledi. Bir
melek kendisine "İnşallah de" diye hatırlatmada bulundu. Ancak o
unuttu ve bunu söylemedi. Sonra söylediği kadar kadınla ilişkide bulundu. Ama
bir kadının dışında hiçbiri çocuk doğurmadı. O kadın da yarım (sakat) bir çocuk
doğurdu."
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Eğer
"inşallah" demiş olsaydı, yeminini bozmuş olmazdı [21]ve
ihtiyacını gidermesi açısından da daha uygun olurdu."[22]
859- Müslim, Suheyb (r.a)'in şöyle
söylediğini rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Sizden
öncekilerde bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca
krala;
"Ben
artık yaşlandım, bana bir genç gönder de kendisine sihir öğreteyim" dedi.
Kral da ona, kendisine sihir öğretmesi üzere bir genç gönderdi. Bu gencin sihirbaza gitmek için geçtiği yolun
üzerinde bir rahib vardı. Genç, bu rahibe uğradı ve onun konuşmalarını dinledi.
Genç bundan sonra sihirbaza giderken bu rahibe uğrar ve yanında otururdu.
Sihirbazın yanına vardığında da sihirbaz kendisini döverdi. Genç bu durumu
rahibe bildirdi. Rahib de:
"Sihirbazdan
korktuğun zaman "ailem geç kalmama sebep oldu" de. Ailenden
korktuğun zaman da "Sihirbaz geç kalmama sebeb oldu" de" diye
söyledi. O böyle gidip gelmeye devam ederken, bir gün insanların önünü kesmiş
büyük bir hayvanla karşılaştı. Genç bunu görünce: "Sihirbazın mı, yoksa
rahibin mi daha üstün olduğunu bugün göreceğim" dedi ve eline bir taş
alarak şöyle söyledi:
"Ey
Allah'ım, eğer rahibin uygulaması senin katında sihirbazın uygulamasından daha
üstün ise şu hayvanı öldür de insanlar geçsinler." Sonra taşı attı ve
hayvanı öldürdü, insanlar da geçtiler. Sonra rahibin yanına geldi ve olayı
kendisine bildirdi. Rahib de kendisine şöyle söyledi:
"Ey
yavrum! Bugün sen benden üstünsün. Senin başına benim düşündüğüm bazı şeyler
gelecek. Sen bazı zorluklarla karşılaşacaksın. Bir zorlukla karşılaşırsan
benim yerimi seni zorlayanlara öğretme."
Bu
genç, anadan doğma körleri ve ala (haras) hastalığına yakalanmış olanları
iyileştirirdi. Yine diğer hastalıklara yakalanmış olanları iyileştirirdi. Yine
diğer hastalıklara yakalanmış insanları da tedavi ederdi. Kralın dostlarından
gözleri kör olmuş biri bunu duydu ve pek çok hediye ile gelerek:
"Eğer
beni iyileştirirsen, buradaki hediyelerin tümü senin olacak" diye söyledi.
Genç de:
"Ben
kimseye şifa veremem. Şifayı ancak Allah verir. Eğer Allah'a inanırsan O'na dua
ederim. O da sana şifa verir" dedi. Adam iman etti ve Allah da ona şifa
verdi. Sonra adam kralın yanına gitti ve eskiden oturduğu gibi yanına oturdu.
Kral:
"Senin
tekrar görmeni kim sağladı?" diye sordu. O da "Rabbim" diye
cevap verdi. Bunun üzerine kral:
"Senin
benden başka Rabbin mi var?" diye sordu. Adam da:
"Benim
Rabbim de, senin Rabbin de Allah'tır" dedi. Böyle deyince kral onu tutup
işkence etmeye başladı ve kendisine yardımcı olan gencin adını söyleyinceye
kadar işkenceye devam etti. Bunun üzerine bu genç getirildi. Kral gence:
"Ey
oğlum! Sen sihrini körleri ve ala (baras) hastalığına yakalanmış olanları
iyileştirecek kadar ilerlettin mi?" diye sordu. Genç:
"Ben
kimseye şifa veremem, şifayı ancak Allah verir" diye cevap verdi. Bunun
üzerine kral onu da tutup işkence etmeye başladı ve rahibin yerini öğretinceye
kadar işkenceye devam etti. Sonra rahib getirildi ve kendisine: "Dininden
dön" denildi. Rahib kabul etmedi. Bu sefer, kral bir testere istedi ve
testereyi başının tepe noktasına koydu. Buradan kafasını biçerek ikiye ayırdı.
Sonra
kralın yakın arkadaşı getirildi. Ona da: "Dininden dön" denildi. O da
kabul etmedi. Kral onun da tepe noktasından aşağıya başını testere ile biçerek ikiye
ayırdı.
Sonra
genç getirildi. Ona da: "Dininden dön" denildi. O da kabul etmedi.
Kral bunun üzerine genci adamlarından bir guruba teslim etti ve:
"Siz
bu genci filanca dağın yanına götürün. Dağın üstüne doğru çıkarın. Dağın tam
tepesine vardığınızda kendisine dininden dönmesini teklif edin. Eğer dönmezse
oradan aşağıya yuvarlayın" dedi. Adamlar genci alıp götürdüler, onu dağın
tepesine çıkardılar. Genç:
"Ey
Allah'ım, beni onların elinden dilediğin şekilde kurtar!" diye dua etti.
Ardından dağ titredi, kralın adamları yuvarlandılar ve genç yürüyerek kralın
yanına geldi. Kral genci görünce: "Arkadaşların ne oldu?" diye sordu.
Genç: "Allah beni onların elinden kurtardı" dedi. Bunun üzerine kral,
genci adamlarından bir başka guruba teslim etti ve:
"Bunu
bir sandala bindirin. Denizin tam ortasına kadar götürün. Eğer dininden
dönerse döner, aksi halde denizin içine atın" dedi. Adamlar genci alıp
götürdüler. Genç yine:
"Ey
Allah'ım, beni onların elinden dilediğin şekilde kurtar!" diye dua etti.
Bunun üzerine sandal sallandı, adamlar denize düşüp boğuldular ve genç yürüyerek
kralın yanına geldi. Kral genci görünce:
"Arkadaşların
ne oldu?" diye sordu. Genç:
"Allah
beni onların elinden kurtardı" dedi. Sonra krala:
"Sen
benim söylediğimi yapmadan beni öldüremezsin" dedi. Kral:
"Peki
ne yapmam gerekir?" diye sordu. Genç şöyle söyledi:
"İnsanları
düz bir alanın üzerinde toplayacaksın. Sonra beni bir kütüğe bağlayacaksın.
Sonra benim ok torbamdan bir ok alıp onu yayın içine yerleştireceksin. Sonra
da "Şu gencin Rabbi olan Allah'ın adıyla deyip" oku atacaksın. Sen
eğer böyle yaparsan beni öldürebilirsin."
Kral
bunu öğrenince, insanları düz bir alanın üzerinde topladı. Genci de bir kütüğe
bağladı. Ardından gencin ok torbasından bir ok aldı ve "Şu gencin Rabbi
olan Allah'ın adıyla"' diyerek attı. Ok gencin tam şakağına geldi. Genç de elini şakağının üzerine, okun isabet
ettiği yere koyup öldü. İnsanlar bu manzarayı görünce:
"Gencin
Rabbine iman ettik, gencin Rabbine iman ettik, gencin Rabbine iman ettik"
dediler. Bunun üzerine kralın yanına gidilerek:
"Gördün
mü, sakındığın neydi? Vallahi, koktuğun başına geldi! İnsanlar iman
ettiler" denildi. Bu kez kral yolların kenarlarına kuyular (uhdud) kazılmasını
emretti. Kralın emri üzerine kuyular kazıldı. İçerisinde ateşler yakıldı. Kral
adamlarına:
"Kim
dininden dönmezse, onu bu ateşlerin içine atın" dedi. Adamları da onun
söylediğini yaptılar. Bu arada bir kadın getirildi. Kadının kucağında da küçük
bir çocuk vardı. Kadın kuyunun içine düşmekten çekindi ve biraz tereddüt gösterdi.
O sırada çocuğu kendisine:
"Anneceğim,
sabret! Sen hak üzeresin" diye seslendi."
Tirmizi'nin
rivayetine göre de ravi şöyle söylemiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem, ikindi namazını kıldığında sessizce bir şeyler
söyledi. Kendisine:
"Ey
Allah'ın Resulü! Sen ikindi namazını kıldığında sessizce bir şeyler
söyledin!" denildi. O da şöyle buyurdu:
"Peygamberlerden
birisi ümmetinin çokluğu ile ucba kapıldı ve "Kim bunlara karşı
durabilir?" dedi. Yüce Allah da: "Onlardan, benim kendilerini cezalandırmam
ile, başlarına bir düşman musallat etmem arasında bir tercih yapmalarını
iste" diye vahyetti. Onlar da Allah'ın cezasını tercih ettiler. Yüce Allah
da onların başına ölümü musallet etti ve bir günde yetmiş bin kişi öldü."
Ravi
bu hadisi rivayet ettiğinde şu ikinci hadisi de rivayet ederdi. Bu hadiste
bildirildiğine göre Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Eski
krallardan bir kral ve bu kralın kendisi için kehanette bulunan bir kahini
vardı. Kahin:
"Bana
anlayışlı -yahut 'kavrayışlı' dedi- ve zeki bir genç bulun da kendisine şu
bildiğim ilmi öğreteyim. Ben öleceğim ve sizin içinizde bu ilmi bilen birinin
bulunmaması sebebiyle bu ilmi kaybedeceğinizden endişe ediyorum" dedi. Sonra
onun için söylediği özelliklere sahip bir genç buldular. Ona söz konusu kahinin
yanına gitmesini ve kendisinden sahip olduğu ilmi almasını emrettiler. Genç o
kahinden sahip olduğu ilmi almaya başladı. Bu gencin izlediği yolun üzerinde de
bir havraya (mabede) çekilmiş bir rahip bulunuyordu. -Hadisin ravilerinden olan
Ma'mer şöyle söylemiştir: "Sanıyorum o zamanın havra (mabed) görevlileri
müslüman oluyorlardı"- Genç, bu rahibin yanından her geçişinde ona bir
şeyler soruyor ve bu yüzden kahinin yanına geç gidiyordu. Bundan dolayı kahin
gencin ailesine:
"Sizin
çocuğunuz benim yanıma çoğu zaman gelmiyor" diye haber gönderdi. Genç de
olayı rahibe bildirdi. Rahib kendisine:
"Eğer
sana kahin "Nerede kaldın?" diye sorarsa ,"Ailemin yanında
idim" de, ailen "Nerede kaldın" diye sorarsa, o zaman da
kendilerine kahinin yanında olduğunu bildir" diye söyledi. Genç böyle
gelip giderken, önlerini bir hayvan kesmiş olan kalabalık bir insan topluluğuna
rastladı. -Bazıları bu hayvanın aslan olduğunu söylemişlerdir- Genç eline bîr
taş alarak:
"Ey
Allah'ım! Eğer rahibin dediği doğru ise senden şu hayvanı öldürmeni
diliyorum" dedi ve taşı attı. Böylece hayvanı öldürdü. İnsanlar: "Bu
hayvanı kim öldürdü?" diye sordular. Sonra: "Şu genç" dediler.
İnsanlar duruma hayret ederek:
"Bu
genç kimsenin bilmediği bir ilme sahiptir mutlaka" diye konuştular. Bu
olayı kör biri duydu ve gencin yanına gelerek:
"Eğer
sen benim gözümü açarsan, sana şöyle şöyle şeyler vereceğim" dedi. Genç:
"Senden
bunları istemiyorum. Ama eğer, sen yeniden görmeye başlarsan, görmeni sağlayana
iman edecek misin?" diye sordu. Adam: "Evet" dedi. Bunun üzerine
genç, Allah'a dua etti. Allah da onun görmesini sağladı. Bu kör adam da Allah'a
iman etti. Bu olayın haberi krala ulaştı. Bunların tümü kralın yanına
götürüldüler. Kral kendilerine:
"Sizin
her birinizi ayrı bir öldürüş şekli ile öldüreceğim" dedi. Rahibi ve daha
önce kör olan adamı yanına çağırdı. Bunların birinin kafasına tepe noktasından
testere koyup kafasını biçerek öldürdü. Diğerini daha farklı bir öldürüş şekli
ile öldürdü. Sonra gencin getirilmesini emretti ve:
"Bunu
şöyle şöyle dağın tepesine götürüp aradan başının üstüne atın" dedi.
Kralın adamları genci alıp tarif ettiği dağa doğru götürdüler. Tam onun istediği
yere vardıklarında dağdan aşağıya doğru yuvarlanmaya başladılar. Söz konusu
gencin dışında hiç kimse kalmaksızın o adamların hepsi dağdan aşağıya
yuvarlandı. Genç daha sonra geri döndü.
Bu
kez kral, onu denizin ortasına götürülüp denize atılmasını emretti. Kralın
adamları genci denize götürdüler. Yüce Allah, gençle birlikte bulunanları boğdu
ve genci kurtardı. Bunun üzerine genç, krala şöyle söyledi:
"Sen
beni bir yere bağlayıp üzerime ok atmadan ve okunu atarken de "Gencin
Rabbi olan Allah'ın adıyla" demeden beni öldüremezsin" dedi. Kral da, onun bir yere bağlanılmasını emretti
ve sonra da: "Gencin Rabbi olan Allah'ın adıyla" diyerek üzerine ok
attı. Ok isabet edince genç elini şakağına götürdü ve sonra öldü. İnsanlar da:
"Bu
genç kimsenin bilmediği bir ilme sahipti. Biz bu gencin Rabbine inanıyoruz"
dediler. Bunun üzerine krala:
"Sen
üç kişinin, sana muhalefet etmesinden mi korkuyordun? Bak şimdi bütün insanlar
sana muhalefet ediyor!" denildi. Kral da kuyular eştirdi ve içerisine
odun ve ateş attırdı. Daha sonra insanları toplatıp:
"Kim
dininden dönerse onu bırakırız, kim de dönmezse onu ateşin içine atarız"
dedi ve insanları bir bir bu ateş kuyularının içine atmaya başladı."
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem daha sonra şöyle buyurdu:
"Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
"Hazırladıkları
hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup iman etmiş
kimseleri dinlerinden döndürmek için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı
çıksın. Bu inkarcıların iman edenlere kızmaları, sadece onların, göklerin ve
yerin hükümranlığı kendisinin elinde bulunan ve övünmeye layık ve güçlü olan
Allah'a iman etmiş olmalarındandı."[23]
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem:
"Sözü
edilen genç ise toprağa gömüldü" diye buyurdu."
Ravi
dedi ki:
"Bu
gencin Hz. Ömer (r.a) zamanında, öldürüldüğü zaman koyduğu gibi, parmağı
şakağında olarak çıkarıldığı söylenmiştir." [24]
Bir
Açıklama
"Sihirbazdan
korktuğun zaman 'ailem geç kalmama sebep oldu' de. Ailenden korktuğun zaman da
'Sihirbaz geç kalmama sebep oldu' de" sözü, zorluk ve zulüm dönemlerinde,
kişinin kendini koruyabilmesi için sözle ilgili cevazların oldukça geniş
tutulabileceğine işaret etmektedir.
"Rahibin
yerini öğretinceye kadar işkenceye devam etti" ifadesinden şu
anlaşılmaktadır: Hadiste kendisinden söz edilen gencin, rahibin yerini öğretmemesi
üzere tavsiyede bulunmasına rağmen, onun yine de rahibin yerini öğretmesi
gösteriyor ki, kendisine en çok güvenilen oldukça sadık ve samimi kişiler bile,
işkence ve baskı altında veli kulların öldürülmesine yol açabilecek sırları
açığa vurabilirler. Ancak söz konusu gencin, rahibin sırrını açığa vurduğu
halde, onun Allah katındaki derecesi düşmemiş ve onun bu olaydan sonra da kerametler göstermeye devam etmiştir.
Bu şartlar altında sırları açığa vuranın, mazur olduğuna bu olayda işaret
edilmektedir.
Hadisi
şerifte, davet fıkhı açısından büyük önem arzeden pek çok ibret bulunmaktadır.
Bu ibretler, özellikle, günümüzde pek çok İslam ülkesinde yaşanan şartlar
açısından önemli ipuçları vermektedir.
860- Müslim, Ebu Hureyre (r.a)'den şu
şekilde rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Üç
kişinin dışında beşikte iken konuşabilen olmamıştır. Bunlardan birisi Meryem
oğlu İsa (a.s)'dır. Biri de Cureyc'e nisbet edilen bebektir. Cureyc ibadete
düşkün bir adamdı. Kendisi için bir mabed edinmişti. Orada bulunuyordu. Bir
keresinde namaz kıldığı sırada annesi yanına geldi ve: "Ey Cureyc!"
diye seslendi. Cureyc:
"Ey
Rabbim! Biri annem, biri namazım (yani "ikisinden birini tercih etmek
dumundayım -Çeviren)" dedi ve sonra namazına devam etti. Sonra annesi
gitti. Ertesi gün olunca annesi yine geldi ve: "Ey Cureyc!" diye
seslendi. Cureyc:
"Ey
Rabb'im! Biri annem, biri namazım" dedi ve sonra namazına devam etti.
Annesi yine çekilip gitti. Ertesi gün olunca annesi yine geldi ve: "Ey
Cureyc!" diye seslendi. Cureyc:
"Ey
Rabbim! Biri annem, biri namazım" dedi ve sonra namazına devam etti. Bunun
üzerine annesi:
"Ey
Allahım! Fahişe kadınların yüzlerini görmeden onun canını alma" dedi.
İsrailoğulları Cureyc'i ve ibadete düşkünlüğünü aralarında konuşur oldular.
Onların aralarında güzelliği ile tanınan fahişe bir kadın vardı. Bu kadın:
"İsterseniz
ben onu yoldan çıkarırım" dedi. Kadın Cureyc'in yanına gitti, ama Cureyc
kendisi ile ilgilenmedi. Kadın bunun üzerine, onun mabedinde yatıp kalkan bir
çobanın yanına gitti ve onun kendisi ile ilişki kurmasını sağladı. Çoban da
onunla ilişkide bulundu ve kadın hamile kaldı. Çocuğu doğurunca da "Bu
çocuk Cureyc'dendir" dedi. Adamlar Cureyc'in yanına gelip onu mabedinden
indirdiler. Mabedi de yıktılar ve kendisini dövmeye başladılar. Cureye:
"Size ne oluyor?" dedi. Adamlar:
"Sen
şu fahişe ile zina etmişsin. O da senden çocuk doğurdu" dediler. Cureyc:
"Bebek nerede?" diye sordu. Bebeği getirdiler. Cureyc:
"Beni
bırakın bir namaz kılayım" dedi. Namazını kıldı. Namazını bitirince,
babeğin yanına geldi ve karnına vurup: "Ey oğlancık! Senin baban
kimdir?" dedi. Bebek de "Filanca çobandır" diye söyledi. Bunun
üzerine Cureyc'in başına toplanmış olanlar onu öpmeye, okşamaya başladılar ve:
"Senin
için altından bir mabed inşa edeceğiz" dediler. O da:
"Hayır.
Önceden olduğu gibi kerpiçten inşa edin" dedi. Onlar da o şekilde inşa ettiler.
Bir
keresinde de bir bebek annesinin göğsünden süt emerken, yanlarından gösterişli
bir atın üzerinde güzel giyimli, yakışıklı bir adam geçti. Bebeğin annesi bu
adamı görünce:
"Ey
Allah'ım! Benim oğlumu da şu adam gibi eyle" diye dua etti. Bunun üzerine
çocuk süt emmeyi bırakıp adama doğru döndü, ona baktı ve:
"Ey
Allah'ım! Beni onun gibi eyleme!" dedi. Sonra yeniden annesinin memesine
dönerek emmeye devam etti."
Ravi
dedi ki:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın bunu anlatırken, çocuğun nasıl emdiğini
göstermek için şehadet parmağını ağzına götürmesini şu an görüyor gibiyim. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem bu şekilde ağzına şehadet parmağını götürüp emmeye
başlamıştı."
Ravi
daha sonra Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın söylediklerini aktarmaya
devam ederek şöyle bildirdi:
"Sonra
bir cariyeyi döverek oradan geçirdiler. Etrafındakiler kadını bir yandan
dövüyor, bir yandan da: "Zina ettin, hırsızlık yaptın" diye
söylüyorlardı. Kadın ise sadece:
"Allah
bana yeter, o ne güzel vekildir (hasbine'llahu ve ni'me'l-vekil)" diyordu.
Bebeğin annesi bu manzarayı görünce, "Ey Allah'ım, benim oğlumu bunun gibi
eyleme" diye dua etti. Bebek tekrar emmeyi bırakıp dövülen kadına doğru
baktı ve:
"Ey
Allah'ım! Beni bunun gibi eyle!" dedi. Bunun üzerine aralarında konuşma
başladı. Annesi:
"Hayret
doğrusu! Güzel görünümlü bir adam geçti. Ben: "Ey Allah'ım! Benim oğlumu
da şu adam gibi eyle" dedim. Sense: "Ey Allah'ım,' Beni onun gibi
eyleme!" dedin. Sonra şu cariyeyi döverek ve "Zina ettin, hırsızlık
yaptın" diyerek getirdiler. Ben: "Ey Allah'ım, benim oğlumu bunun
gibi eyleme" dedim. Sense: "Ey Allah'ım! Beni bunu gibi eyle!"
dedin" diye konuştu. Çocuk da şöyle söyledi:
"O
gördüğün adam baskıcı, zalim biriydi. Bu yüzden: "Ey Allah'ım! Beni onun
gibi eyleme!" dedim. Kendisine "Zina ettin, hırsızlık yaptın"
dedikleri şu kadın ise, zina etmemiş, hırsızlık yapmamıştı. Bu yüzden: "Ey
Allah'ım! Beni bunun gibi eyle!" dedim."[25]
861-
Ahmed, Ebu Hureyre
(r.a)'den rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İsrailoğullarının
içinde bir tüccar vardı. Bu tüccar bazen eksik, bazen fazla verirdi. Sonra:
"Bu ticaretin içinde bir hayır yok. Ben bundan daha hayırlı bir ticarete
başlayacağım" dedi ve kendisi için bir mabed yaptırarak orada rahibliğe
başladı."[26]
862- Tirmizi, Ebu Vail (r.a)'den rivayet
etmiştir. O da Rebi'a'dan (yani Rabi'aoğulları kabilesinden) Haris bin Yezid
el-Bekri'nin şöyle söylediğini bildirmiştir:
"Medine'ye
geldim ve Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın yanına gittim. Vardığımda
Mescid (Mescidi Nebevi) O'nun adamları ile dolmuştu. Siyah bayraklar
sallanıyordu. Bilal (r.a), Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın önünde
kılıç sallıyordu.
"Bu
insanların meselesi nedir?" dedim.
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem, Amr bin As (r.a)'ı Rabi'a tarafına göndermek
istiyor" dediler. Ben de:
"Ad
toplumunun elçisi gibi olmaktan Allah'a sığınırım" dedim. Resulullah
"Ad
toplumunun elçisi nedir?" diye sordu. Ben:
"Bilen
birine rastladın" diyerek şöyle cevap verdim: "Ad toplumunda kıtlık
baş gösterince, başvezirlerini yağmur duasında bulunması üzere gönderdiler. Bu
başvezir Bekr bin Muaviye'nin yanında misafir oldu. Bu adam ona şarap içirdi ve
iki şarkıcı kadına onun karşısında şarkı söylettirdi. Daha sonra söz konusu
başvezir Mehre dağlarına gitmek üzere yola çıktı. Buraya varınca:
"Ey
Allah'ım! Ben tedavi etmekte olduğum bir hasta için veya feda etmek istediğim
bir esir için gelmedim. Kulunu dilediğin şekilde sula! Onunla birlikte Bekr bin
Muaviye'yi sula! Ki bu kul, onun içirdiği şaraptan dolayı ona teşekkür
etmektedir" diye dua etti. Bundan sonra biri kırmızı, biri beyaz, biri
siyah üç bulut ortaya çıktı. Kendisine "Şu bulutlardan dilediğini
seç!" denildi. O da siyah bulutu seçti. Bunun üzerine ona: "Götür bu
incecik helak edici tozları ki, bunlar Ad toplumundan kimseyi sağ bırakmayacaktır"
denildi."
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem da şöyle buyurdu:
"Onun
üzerine gönderilen rüzgar, şu halkadan -yani yüzük halkasından-daha fazla
değildi."
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem daha sonra şu ayeti kerimeyi okudu:
"Ad
kavminde de ibret alınacak şeyler vardır. Onlara köklerini kesen bir rüzgar gönderdik. Üzerinden geçtiği
hiç bîr şeyi bırakmıyor, onu çürütüp kül gibi ediyordu." [27]
863- Buhari, Ebu Hureyre (r.a)'den
rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın bildirdiğine göre, İsrailoğullarından bir adam,
yine İsrailoğullarından birinden bin dinar istedi. Adam:
"Kendilerini
bu işe şahit tutacağım bazı şahitler getir" dedi. Para isteyen kişi ise:
"Şahit
olarak yüce Allah yeter" diye söyledi. Bu kez adam: "Öyleyse kefil
getir" dedi. Para isteyen yine: "Kefil olarak da Allah yeter"
diye konuştu. Adam:
"Doğru
söyledin" dedi ve istediği miktarda parayı belli bir süre için bu adama
verdi. Parayı alan adam deniz yolculuğuna çıktı, ihtiyacını gördü. Sonra
borcunu belirlemiş oldukları tarihte alacaklısına ulaştırmak amacıyla bir binek
aracı aradı, ama bulamadı. Bu kez bir tahta buldu. Tahtanın içini oydu. Bu oyuk
yere bin dinarı yerleştirdi, bir de alacaklısına bir mektup yazıp koydu. Sonra
o oyuğun üzerini kapatıp, düzledi ve bu tahtayı denizin yanına getirdi.
Ardından da şöyle söyledi:
"Ey
Allah'ım biliyorsun ki, ben filancadan borç para istemiştim, o da benden kefil
istemişti ama ben "Kefil olarak Allah yeter" demiştim. O da bunu
kabul etmişti. Yine benden şahit istemişti. Ama ben "Şahit olarak Allah
yeter" demiştim ve o bunu da kabul etmişti. Ben bu adamın borcunu
vaktinde eline ulaştırmak için araç aradım ama bulamadım. Şimdi bu parayı sana
emanet ediyorum."
Bunu
söyledikten sonra tahtayı denizin içine attı ve kendisi, memleketine gidebilmek
için bir binek aracı araştırmak üzere oradan ayrıldı. Buna borç vermiş olan
adam da, kendisine alacağını getiren bir araç olabileceği beklentisi ile
çıkmıştı. O sırada alacağı parayı içinde taşıyan tahta önüne geldi. Adam bu
tahtayı odun olarak kullanmaları için ailesine götürmek üzere aldı. Sonra tahtayı
biçti ve içinden para ile mektup çıktı. Daha sonra borç para almış olan adam
bin dinar para ile birlikte geldi ve:
"Vallahi,
senin borcunu vaktinde ulaştırmak için ne kadar uğraştım. Ama şu beni getiren
araçtan önce bir araç bulmam mümkün olmadı" diye söyledi. Borç vermiş olan
adam da:
"Yüce
Allah, senin tahtanın içine koyup göndermiş olduğun parayı bana ulaştırdı. Sen
o elindeki bin dinarını gönlün rahat bir şekilde al götür" dedi."[28]
864- Buhari ve Müslim, Abdullah bin Ömer
(r.a)'den rivayet etmişlerdir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Sizden
öncekilerden üç kişilik bir topluluk yola çıktı. Gecelemek arzusu ile bir
mağaraya çekildiler. Onlar mağarada iken dağdan kopan büyük bir kaya parçası
mağaranın önüne düşerek ağzını kapattı. Birbirlerine:
"Sizi
bu kayadan, ancak iyi işlerinizle dua etmeniz kurtarabilir" dediler.
İçlerinden biri dedi ki:
"Ey
Allah'ım! Benim yaşlı annem ve babam vardı. Akşam olunca ben onlardan evvel
gerek çoluk çocuğumdan ve gerekse kölelerimden birine bir şey içirmezdim. Bir
gün hayvanlarımı otlatacak ağaçlık bir yer arama arzusu beni uzaklara götürdü.
Onlar uyuyuncaya kadar geri dönemedim. Onların akşam sütlerini sağdım ama eve
vardığımda kendilerinin uyumuş olduklarını gördüm. Kendilerini uyandırmayı ve
onlardan evvel çoluk çocuk ve kölelerime akşam sütü içirmeyi hoş görmedim.
Çocuklarım ayaklarımın etrafında ağlaşırken, ben süt bardağı elimde olarak
onların uyanmalarını gözeterek şafak sökünceye kadar bekledim. Sonunda
uyandılar ve akşam sütlerini içtiler. Ey Allah'ım! Ben şu yaptığımı senin rızan
için yapmış isem, şu kayanın üzerimize kapanmasından dolayı içine düşmüş
olduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar."
Bu
dua ile birlikte kaya biraz aralandı. Ancak henüz çıkmaya güç yetiremiyorlardı.
İkincisi şöyle dedi:
"Ey
Allah'ım! Benim amcamın bir kızı vardı. O bana insanların en sevimlisi idi. Ona
yaklaşmak istedim. Fakat o benden çekindi. Sonunda kıtlığın ortaya çıktığı
yıllardan birinde o kendiliğinden bana geldi. Kendisini bana teslim etmesi
şartı ile ona yüzyirmi altın verdim. İstediğimi yaptı. Ona karşı arzumu
gerçekleştirmeye imkan bulduğumda, "Ben, senin haksız bir şekilde
bekaretimi bozmana müsaade etmiyorum" dedi. O bana kadınların en sevimlisi
olduğu halde kendisi ile ilişkide bulunmadım, ondan uzaklaştım ve vermiş olduğum
altınları da kendisine bıraktım. Ey Allah'ım! Eğer ben şu işimi senin rızan
için yapmış isem, bizi içinde bulunduğumuz sıkıntıdan kurtar!"
Bu
dua ile kaya biraz daha aralandı. Fakat henüz o aralıktan dışarı çıkmaya güç
yetiremiyorlardı. Üçüncüsü de şöyle dua etti:
"Ey
Allah'ım! Bir takım ücretliler tutmuştum. Birisi dışında tümünün ücretlerini
ödedim. O bir kişi ise hakkını almadan çekip gitti. Onun parasını çalıştırıp
çoğalttım. Öyle ki onunla bir hayli mal birikti. Bir zaman sonra bana geldi ve:
"Ey Abdullah (veya "Ey Allah'ın kulu!") bana ücretimi ver"
dedi. Ben de: "Şu gördüğün deve, sığır, koyun ve kölelerin tümü
senindir" dedim. O: "Ey Abdullah (veya "Ey Allah'ın
kulu!") benimle alay etme!" dedi. Ben: "Seninle alay
etmiyorum" dedim. Bunun üzerine onlardan bir şey bırakmaksızın mallarının
hepsini alıp sürdü, götürdü. Ey Allah'ım! Eğer ben şu yaptığımı senin rızan
için yaptı isem, içinde bulunduğumuz şu sıkıntıdan biti kurtar"
Bundan
sonra kaya tamamen açıldı ve o üç kişi de mağaradan yürüyerek çıktı."
Bir
başka rivayette bildirildiğine göre Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
"Sizden
öncekilerden üç kişi yolda yürürlerken üzerlerine yağmur bastırdı. Bundan
dolayı bir mağaraya sığındılar. Onlar içerde iken mağaranın ağzı üzerlerine
kapandı. Birbirlerine:
"Sizi
şu içine düşmüş olduğunuz durumdan ancak sadakat kurtarır. Her bir kişi daha
önce sadakatle işlemiş olduğu bir işle dua etsin dediler." Birisi şöyle
dua etti:
"Ey
Allah'ım! Bilirsin ki, benim kendisiyle bir ferak (elli kg. kadar) pirinç
karşılığında çalışması üzere anlaşmış olduğum ücretli bir işçim vardı. Bu işçi
hakkını almadan çekip gitmişti. Ben bu elli kilo pirinci alıp ektim. Bu o kadar
gelir sağladı ki, onunla sığırlar aldım. Bu işçi daha sonra ücretini almak
üzere yanıma geldi. Ben: "Şu sığırları al götür" dedim. Adam:
"Benim sende sadece bir ferak pirinç alacağım var" dedi. Ben:
"Al şu sığırları götür. Bunlar o bir ferah pirincin geliri ile
alındı" dedim. Adam da bunları alıp götürdü. Eğer ben bu işi senin
korkunla yaptı isem, bizi içinde bulunduğumuz durumdan kurtar."
Bunun
üzerine (mağaranın ağzına düşmüş olan) kaya açıldı."
Hadisin
kalan kısmı anlam itibariyle yukarıda verilmiş olan rivayete yakındır.[29]
Buhari
ve Müslim, bu hadisi daha değişik şekilleri ile de rivayet etmişlerdir.
Bu hadisi,
Ebu Davud da, daha kısa bir şekilde rivayet etmiştir. Onun rivayetinin metni
şöyledir:
"Ravi
(Abdullah bin Ömer r.a) şöyle söyledi:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın şöyle buyurduğunu duydum:
"Kim,
üzerinde başkasının bir ferak (elli kilo kadar) pirinç hakkı kalmış adam gibi
olabilirse, öyle olsun." Yanındakiler:
"Üzerinde
başkasının bir ferak pirinç hakkı kalmış olan adam kimdir, ey Allah'ın
Resulü?" diye sordular..."
Bunun
arkasından sığındıkları mağaranın ağzına, dağdan kaya düşen kişilerle ilgili
hadis nakledilmektedir. Orada bildirildiğine göre:
"Mağaraya
sığınan kişilerin her biri "İşlemiş olduğunuz amellerin en güzel olanını
anın" diye
söyledi." Üçüncü kişi de şöyle söyledi:
"Ey
Allah'ım! Biliyorsin ki, ben bir ferak pirinç ücret vermek üzere birini işçi olarak
tutmuştum. Akşam olunca ücretini kendisine sundum ama almak istemedi ve çekip
gitti. Ben onun ücretini değerlendirdim. Hatta onunla sığırlar biriktirdim ve
başlarına da çobanlar koydum. Sonra adam benimle karşılaştı ve: "Hakkımı
ver" dedi. Ben de "Şu sığırların ve çobanların yanına git ve onları
al" dedim. O da gidip aldı, götürdü." [30]
865- Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre
(r.a)'den rivayet etmişlerdir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İsrailoğullarından
biri, ala (baras) [31]hastalığına
yakalanmış, biri kel, biri de kör üç adam vardı. Yüce Allah, onları imtihan
etmek istedi. Kendilerine bir melek gönderdi. Melek baras (ala) hastalığına
yakalanmış olan adama gelerek:
"Senin
için en sevimli olan şey nedir?" diye sordu.
"Güzel
bir rengimin, güzel bir derimin olması ve insanların beni çirkin görmelerine
sebep olan şu durumumun benden gitmesi" diye söyledi. Melek bu adamı
okşadı, üzerindeki çirkinlikler gitti ve kendisine güzel bir deri verildi.
Bundan sonra melek adama:
"Senin
için malların en sevimlisi hangisidir?" diye sordu. Adam: "Deve"
diye cevap verdi, -yahut: "Sığır" diye cevap verdi. Burada tereddüt
eden kişi, hadisin ravilerinden İshak'tır. [32]Ancak ala hastalığına
yakalanmış olan kişi ile kel olan adamdan birisi kendisi için en sevimli olan
malın deve, diğeri de sığır olduğunu söylemiştir- Bu adama (yahut söz konusu
iki kişiden deve isteyene - Çeviren) on aylık gebe bir deve verildi. Sonra
melek onun için:
"Yüce
Allah bu deveyi sana bereketli kılsın" diye dua etti. Daha sonra melek
başı kel olan adamın yanına vardı. Ona da:
"Senin
için en sevimli olan şey nedir?" diye sordu. O da:
"Güzel
bir saçımın olması ve insanların beni çirkin görmelerine neden olan şu kelliğin
benden gitmesi" diye cevap verdi. Bunun üzerine melek adamın başını
sıvazladı ve adamdan kellik gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek:
"Senin
için en sevimli olan mal nedir?" diye sordu. O da: "Sığır" dedi.
Adama gebe bir inek verildi. Melek:
"Yüce
Allah bunu senin için bereketli kılsın" diye dua etti. Sonra kör olan
adamın yanına gitti ve:
"Senin
için en sevimli olan şey nedir?" diye sordu O da:
"Yüce
Allah'ın bana gözlerimi vermesi ve benim onlarla insanları görmem" diye
cevap verdi. Sonra melek ona:
"Senin
için en sevimli olan mal hangisidir?" diye sordu. O da: "Koyun"
diye cevap verdi. Melek bu adama doğurgan bir koyun verdi. Bir müddet sonra
deve ve sığır sahiplerinin devesi ve sığırı yavruladı. Koyun sahibinin de
koyunu kuzuladı. Bu suretle deve sahibinin bir vadi dolusu devesi, sığır
sahibinin bir vadi dolusu sığırı, koyun sahibinin de bir vadi dolusu koyunu
oldu. Daha sonra aynı melek, ala (baras) hastalığından kurtarılmış olan adama
ilk zamanki hali ve görünüşü (yani adamın hastalıktan iyileşmeden önceki hali -
Çeviren) üzere gelip göründü ve: "Ben fakir ve garip bir kişiyim. Memleketime
ulaşma imkanlarım kesildi ve yolda kaldım. Artık bu imkanları elde etmem ve
yoluma devam edebilmem önce Allah'ın, sonra senin yardımın ile mümkün
olabilecektir. Şimdi ben, sana güzel bir renk, güzel bir vücut ve bir çok malı
veren Allah rızası için, üzerine binip yoluma devam edebilmek amacıyla, senden
bir deve istiyorum" dedi. Bunun üzerine eskiden ala (baras) hastalığına
yakalanmış olan bu adam ona:
"Dağıtılacak
hak çoktur (öyle her gelene bir deve veremem)" dedi. Melek de ona:
"Ben
seni tanıyor gibiyim. Sen daha önce insanların kendisinden tiksindikleri baras
hastalığına yakalanmış adam değil misin? Sen fakirdin ve Allah sana bu kadar
mal verdi" dedi. Eskiden ala (baras) olan bu adam da meleğe:
"Ben
bu mala atadan ataya intikal ile varis oldum" dedi. Melek de ona:
"Eğer sen bu sözünde yalancı isen, Allah seni eski haline çevirsin"
dedi.
Daha
sonra melek, ilk zamanla görüntüsü ile (yani adamın iyileşmeden önceki
görüntüsü üzere) kel adamın yanına vardı. Ona da ala tenli adama söylediği
şeyleri söyledi. Bu adam da birincisi gibi karşılık verdi. Melek:
"Bu
sözünde yalancı isen, Allah seni önceki haline çevirsin" dedi. En son da,
eski görünüş ve hali üzere eskiden kör olan adama geldi:
"Ben
yoksul bir adamım. Yolcuyum. Memleketime ulaşma imkanlarım kesildi ve yolda
kaldım. Artık bu imkanları elde etmem ve yoluma devam edebilmem önce Allah'ın,
sonra senin yardımın ile mümkün olabilecektir. Şimdi ben, sana gözlerini geri
verip görmeni sağlayan Allahın rızası için, kendisinden yararlanıp yoluma
devam edebilmek amacıyla, senden bir koyun istiyorum." dedi. Önce kör olan
adam da şöyle söyledi:
"Ben
önceden kör idim. Yüce Allah bana gözlerimi verip görmemi sağladı. Sen
dilediğini al, dilediğini bırak. Allah'a andolsun ki, şanı yüce olan ulu Allah
hakkı için, bugün aldığın hiç bir şeyde sana zorluk çıkarmayacağım." Melek
de:
"Malın
senin olsun. Siz bir imtihandan geçirildiniz. Allah senden razı oldu. İki
arkadaşına da gadab etti." dedi."[33]
866- Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre
(r.a)'den rivayet etmişlerdir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Bir
adam başka birinden bir arazi satın aldı. Araziyi satın alan adam bu satın
almış olduğu arazide, içinde altın olan bir küp buldu. Kendisinden araziyi
satın almış olduğu adama:
"Benden
şu altınını al. Ben senden sadece araziyi satın aldım, yoksa altını satın almış
değilim" dedi. Araziyi satan adam da:
"Ben
sana araziyi de, içindekileri de sattım" dedi. Bunun üzerine bir adamın
hakemliğine başvurdular. Hakemlik yapan adam:
"Sizin
çocuklarınız var mı?" diye sordu. Biri:
"Benim
bir oğlum var" dedi. Diğeri de:
"Benim
bir kızım var" dedi. Hakemlik eden adam da:
"Oğlanla
kızı evlendirin, bu bulduğunuz altından onlar için harcamada bulunun. Bir
kısmını da sadaka olarak dağıtın" diye söyledi."[34]
867-
Buhari ve Müslim,
Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet etmişlerdir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İsrailoğullarından
bir topluluk kayboldu. Bunların nereye gittikleri bilinmiyor. Ben bunların
fareden başka bir şey olduklarını sanmıyorum. Görmüyor musunuz, bunlara deve
sütü verildiğinde içmiyor ama koyun sütü verildiğinde içiyorlar."
Ebu
Hureyre (r.a) dedi ki:
"Ben
bu hadisi Ka'b (r.a)'a rivayet ettim. "Sen bunu Rasûlüllah salla'llâhü
aleyhi ve sellem'tan duydun mu?" diye sordu. Ben: "Evet" dedim.
O bana birkaç söz söyledi. Ben de: "Tevratı'ı okuyayım mı?" diye
söyledim."
Bir
Açıklama
İbni
Hacer şöyle söylemiştir:
"Ben
bunların fareden başka bir şey olduklarını sanmıyorum":
Bu
kısmı İbni Şirin daha değişik bir ibare ile rivayet etmiştir. Onun
rivayetindeki ifade şöyledir:
"Fareler
(yahudilerden) çevrilmişlerdir (mesholunmuşlardır.) Bunun işareti, önlerine
koyun sütü konulduğunda içmelerine rağmen, deve sütü konulduğunda
içmemeleridir."
"Sen
bunu Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'tan duydun mu?" diye
sordu:"
Müslim'in
rivayetinde "Ka'b (r.a), Ebu Hureyre (r.a)'ye "Sen bunu Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'tan duydun mu?" diye sordu" seklinde
geçmektedir.
"Tevrat'ı
okuyayım mı?":
Bu,
muhataba karşı çıkmak amacıyla sorulmuş olan bir sorudur. Müslim'in
rivayetinde: "Tevrat, benim üzerime mi indirildi?" diye geçmektedir.
Orada bildirildiğine göre Ebu Hureyre (r.a), ehli kitaptan rivayet
nakletmezdi. Bu şekilde ehli kitaptan rivayet nakletmeyen bir sahabi, kişisel
düşünce ve içtîhad ile bilinemeyecek bir şey söylediğinde, onun bu sözünün
merfu hadis olduğuna hükmedilir. Ka'b (r.a)'ın, Ebu Hureyre (r.a)'nin
rivayetine itiraz etmemesi, onun vera sahibi olduğunu göstermektedir. Bunun
yanısıra bu iki sahabiden hiç birine İbni Mes'ud (r.a)'un rivayet etmiş olduğu
hadisi şerifin ulaşmamış olduğu anlaşılmaktadır.
İbnu
Mes'ud (r.a) şöyle söylemiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın yanında maymunlardan ve domuzlardan söz edildi.
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem da şöyle buyurdu:
"Yüce
Allah, insanlardan hayvanlara dönüştürülmüş olanların nesillerini devam
ettirmemiştir. Onların soyları tamamen kesilmiştir. (İnsanlardan dönüştürülme)
maymunlar ve domuzlar bundan önceki zamanlarda yaşamışlardı."
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın: "Ben bunların fareden başka bir şey
olduklarını sanmıyorum" sözü de bu hadisi şerifin ifade ettiği anlam
çerçevesinde yorumlanabilir. Şöyle ki, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın,
önceleri bu farelerin yahudilerden dönüştürülme olduklarını sandığı, ancak
daha sonra öyle olmadıklarını öğrenmiş olduğu söylenebilir.
İbni
Mes'ud'un rivayet etmiş olduğu hadisi şerif sahihtir. Yüce Allah, herhangi
toplumu başka bir şekle dönüştürdü ise, daha sonra o toplumu yok etmiştir.
Dünyada yaşayan hayvan türlerinin herbinin müstakil soyları vardır ve bu
türlerin hiçbiri, başka canlılardan dönüştürülme değildir. Bu hususun Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem tarafından bildirildiği anlaşıldıktan sonra, ona
gerek farelerin ve gerekse diğer canlıların başka canlılardan dönüştürülme
olmadıklarına dair kesin bilgi (ilmi yakın) gelmiş olduğu ortaya çıkmıştır.
Çünkü O'nun bu yöndeki açıklaması, temelde kıyasa dayanmaktadır. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem bu yöndeki açıklamasını kendi kişisel içtihadına
dayandırmıştır."[35]
868- Ahmed, Muaz bin Cebel (r.a)'den
rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Hz.
Musa (a.s) zamanında birisi müşrik, diğeri müslüman olan iki adam neseplerini
saydılar. Müşrik olan adam, nesebini saymaya başlayıp:
"Ben
filan oğlu filanım" diyerek dokuz dedesini sıraladı. Sonra da arkadaşına:
"Sen de nesebini say bakalım, annesi olmayan" dedi. Bu adam da:
"Ben
filanoğlu filanım. Bunlardan öncekilerden ise uzağım" dedi. Hz. Musa (a.s)
insanların arasından seslenerek onları bir yere topladı. Sonra da şöyle
söyledi:
"Sizin
ikinizin arasında hüküm verilmiştir. Dokuz dedesine varıncaya kadar sayan kişi:
Sen cehennemde onların onuncusu olacaksın. Ve sadece kendi anası ile babasını
söylemekle yetinen kişi; sen de; İslam ehlinden bir kimsesin."[36]
869- Abdullah bin Ahmed, Ubeyy bin Ka'b
(r.a)'den rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem zamanında iki adam (birbirlerine karşı)
neseblerini saydılar. (Yani biri birine karşı nesebi ile övünmeye kalkıştı.)
Bunlardan birisi:
"Ben
filan oğlu filanım. Ey annesi olmayan adam sen kimsin?" dedi. Bunun
üzerine Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Hz.
Musa (a.s) zamanında iki adam neseplerini saydılar (birbirlerine karşı
nesepleri ile övünmeye kalktılar.) Adamlardan birisi "Ben filan oğlu filanım"
diyerek dokuz dedesini sıraladı. Sonra da arkadaşına: "Sen kimsin ey
annesi olmayan kişi?" dedi. Bu adam da: "Ben İslam dininden olan
filanın oğlu filanım" diye söyledi. Bunun üzerine yüce Allah, Hz. Musa
(a.s)'ya şöyle vahyetti:
"Şu
birbirlerine karşı neseplerini sayan iki kişi var ya, o dokuz dedesine
varıncaya kadar sayan kişiye (de ki): "Cehennemde onların onuncusu olacaksın".
Cennete girmiş iki kişiye kendini nisbet edene (de de ki): "Sen cennette
onların üçüncüsü olacaksın."[37]
870- Ahmed, Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet
etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İsrailoğullarından
birbirleri ile kardeşleşmiş iki adam vardı. Bunlardan birisi günahkardı.
Diğeri ise ibadete düşkün biriydi, ibadete düşkün kişi arkadaşını sürekli
günahta görürdü ve: "Günahlarını biraz azalt" derdi. Bir gün, gene
günahını işlerken gördü ve:
"Şu
günahım biraz azalt (Günah işlemekten artık vazgeç)" dedi. Bunun üzerine
günahkar adam diğerine:
"Beni
Rabbimle başbaşa bırak. Sen benim üzerime gözetici olarak mı gönderildin?"
dedi. Onun böyle söylemesi üzerine uyarıda bulunan adam:
"Vallahi,
Allah seni bağışlamaz, -yahut "Allah seni cennete sokmaz"- dedi. Daha
sonra her ikisinin de canları alındı ve alemlerin Rabbinin huzurunda biraraya
geldiler. (Yüce Allah), o ibadete düşkün olan adama:
"Sen
benim ne yapacağımı biliyor muydun, yoksa benim elimde olanın üzerinde
tasarrufla bulunma gücüne mi sahiptin?" diye buyurdu. Günahkara da:
"Git,
benim rahmetimle cennete gir" diye buyurdu. Diğeri için ise "Onu cehenneme
götürün" diye buyurdu."[38]
Bir
Açıklama
İbadete
düşkün kişi, yüce Allah hakkında kendi kafasına göre hüküm vermeye
kalkıştığından dolayı azaba çarptırılmıştır, yoksa günahkara karşı çıkmasından
dolayı değil. Günahkara karşı çıkılması vaciptir. Bu olaydan bizim çıkaracağımız
edep ölçüsü ise şudur: Günah işleyenlerin böyle günah işlemelerine karşı
duracağız, ancak yüce Allah'ın onlara nasıl muamelede bulunacağı konusunda
kafamızdan hüküm vermeyeceğiz.
871- Buhari, Habbab (r.a)'dan şu şekilde
rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Sizden
önceki dönemlerde bir adam alınır, onun için yerde bir kuyu kazılırdı ve adam
bu kuyunun içine konurdu. Sonra testere getirilerek başının üstüne konur ve başı bununla ikiye
ayrılırdı. Ancak bu uygulama onu dininden döndüremezdi. Yine demirden
taraklarla bir adamın kemiklerine ve sinirlerine varıncaya kadar üzerindeki
bütün etleri taranırdı, ancak bu uygulama onu dininden döndüremezdi. Vallahi,
yüce Allah bu dini tamama (kemale) erdirecektir. Öyle ki, San'a'dan bineği
üzerinde yola çıkan bir adam, yüce Allah'tan ve koyunlarına kurt düşmesinden
başka hiç bir şeyden korkmaksızın Hadramevt'e kadar ulaşabilecektir. Ancak
sizler acele ediyorsunuz"[39]
872- Ahmed, Abdullah bin Mes'ud (r.a)'dan
rivayet etmiştir:
"Tevhid
inancına sahip olmak dışında hiçbir iyilik işlememiş olan bir adam vardı.
Kendisine ölüm gelince, ailesine:
"Beni
alın ve siyah kömür halini alıncaya kadar cesedimi yakın. Sonra bu cesedimi
öğütün ve cesedimin tozlarını rüzgarlı bir günde denize savurun" diye
söyledi. Ailesi de onun söylediğini yaptı. Sonra kendini yüce Allah'ın kabzasında
(huzurunda, hükmü altında) buldu. Yüce Allah ona:
"Seni
böyle bir şeyi yaptırmaya yönelten neydi?" diye sordu. Adam da:
"Senin korkun" diye cevap verdi. Bunun üzerine yüce Allah onu bağışladı."
Bir
Açıklama
Bu
hadisin değişik rivayetleri vardır. Bazı rivayetleri Sahihi Müslim'de mevcuttur.
İlim adamları bu hadisle ilgili olarak değişik görüşler ortaya atmışlardır.
İfadeden anlaşıldığına göre, bu hadiste kendisinden söz edilen adama, peygamberlerin
hidayetleri hakkında yeterli hüccet olabilecek derecede tam ve mükemmel bir
bilgi ulaşmamıştı. Sadece peygamberlerin getirdiği hidayetlerin
kalıntılarından, yüce Allah hakkında tam anlamıyla doğru olmayan bazı inançlar
edinmesini sağlayacak miktarda bir şeyler ulaşmıştı. Ancak Allah'a imanın
temeline sahipti.
Kişiyi
peygamberlerin tebliğlerinden habersiz kalması durumunda, şirkten ve küfürden
kurtarmaya yetecek olan inanç, Allah'ın birliği ve varlıklar aleminin tek
yaratıcısı olduğu inancına sahipti. Yüce Allah da, onun Allah'tan korkma
konusunda iyi niyet taşıması ve kendisine sağlıklı bir yolla, ilahi şeriat
hakkında yeterli bilginin ulaşmış olmaması dolayısıyla, doğrudan uzak evhamların
inancına karışmasını bağışlamıştır. En doğrusunu ise ancak yüce Allah bilir.
Hadisin bazı rivayetlerinde, onun inancına evham karıştığını gösteren bir ifade
yer almaktadır. Bu rivayetlerin açıklanması konusunda herhangi bir problem söz
konusu değildir.[40]
873- Ebu Ya'la, Abdullah (r.a)'ın şöyle
söylediğini rivayet etmiştir:
"Malı
çok olan bir adam vardı. Kendisine ölüm gelince ailesine:
"Eğer
benim söyleyeceğimi yapmayı kabul ederseniz, ben de size çok miktarda malı
miras olarak bırakırım" dedi. Ailesi "Evet, kabul ederiz"
dediler. O da şöyle söyledi:
"Ben
öldüğümde beni yakın. Sonra cesedimi öğütün. Sonra rüzgarlı bir gün olunca, bu
kül parçalarını bir dağın tepesine çıkarıp oradan aşağıya savurun. Eğer Allah
beni eline alabilirse, beni bağışlamaz."
Adamın
söyledikleri yapıldı. Ancak daha sonra vücudunun parçaları Allah'ın huzurunda
toplandı. Yüce Allah, adama: "Seni böyle yaptırmaya yönelten neydi?"
diye buyurdu. Adam:
"Senin
korkun, ey Rabbim!" diye cevap verdi. Yüce Allah da: "Git. Seni bağışladım"
diye buyurdu."
Bir
rivayette şöyle denilmiştir:
"Adam
mezar kazıyıcısı idi (yani mezarları kazıp, içlerindeki ölülerle birlikte
konulan malları çalardı.) Allah'tan korkması ile bağışlandı."[41]
Bir
Açıklama
Adamın
sözü ve yaptığı iş yüce Allah'ı hakkıyla bilemediğini göstermektedir. Olur ki,
bu adam, sahih bir dinden bazı kalıntıların devam ettiği bir fetret döneminde
(vahyin kesilmiş olduğu bir dönemde) yaşamıştır. Yüce Allah da, bu kişinin, hak
dinden geriye kalan bazı şeylere sahip olması ve şanı yüce olan Allah'tan
korkması nedeniyle onu bağışlamıştır.
874-
Bezzar, Abdullah bin
Mes'ud (r.a)'dan şu şekilde rivayet etmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İsrailoğulları,
Hz. Musa (r.a)'dan sonra başlarına birini halife olarak tayin ettiler. Bu kişi
bir gece, ay ışığında, Beyti Makdis'in (Mescidi Aksa'nın) üzerinde namaz
kılmaya durdu. Daha önce yapmış olduğu işleri hatırladı. Sonra çıktı ve ip ile
aşağıya sarktı. İp Mescid'e asılı olarak kaldı, adam ise gitti. Daha sonra
yola çıktı ve denizin kenarında bulunan bir topluluğun yanına geldi. Bu insanlar
kerpiç döküyorlardı. Onlara "Bu kerpici nasıl döküyorsunuz?" diye sordu.
Onlar da öğrettiler ve bu adam oradaki insanlarla birlikte kerpiç döktü.
Bu
kişi elinin emeği ile kazandığını yerdi. Namaz vakti gelince de namazını
kılardı. Orada bulunan insanlar başkanlarına, "Bizim içimizde şöyle şöyle
bir kişi var" diye haber götürdüler. Başkan bu kişiye adam gönderdi. Ama
bu kişi başkanın yanına gitmek istemedi. Böyle üç kere haber gönderdi. Sonunda
başkan kendisi, bineğinin üzerinde geldi. İsrailoğullarının halifesi, başkanı
görünce kaçtı. Başkan da onu takib etti ve arkasından yetişti. Kendisine:
"Beni
bekle, seninle biraz konuşmak istiyorum" dedi. (Halife olan) adam durdu.
Başkan kendisi ile konuştu. Beriki de kendisinin durumunu bildirdi ve
kendisinin daha önce kral olduğunu, ancak Rabb'inin korkusu ile kaçtığını
söyledi. Bunun üzerine başkan: "Sanıyorum, ben de sana uyacağım"
dedi. Ardından başkan da ona uydu ve birlikte Allah'a ibadet ettiler. Sonunda
Mısır'ın Rumeyle semtinde vefat ettiler."
Abdullah
(r.a) şöyle söyledi:
"Eğer
ben orada olsaydım, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem'ın tarifi üzere bu
iki kişinin mezarını bulabilirdim."[42]
875- Buhari ve Müslim, Ebu Said Hudri
(r.a)'den rivayet etmişlerdir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İsrailoğullarının
içinde doksandokuz adam öldürmüş biri vardı. Sonra (durumunu) soruşturmak için
yola çıktı. Bir rahibin yanına gitti ve ona "Benim için tevbe imkanı var mıdır?" diye
sordu. O da: "Hayır" cevabını verdi. Adam bu rahibi de öldürdü. Sonra
soruşturmaya devam etti. Bir adam kendisine: "Şöyle söyle bir köye
git" dedi. Yolda kendisine ölüm geldi. Göğsünü gitmek istediği yöne
çevirdi. Azap melekleri ile rahmet melekleri onun hakkında tartışmaya girdiler.
Yüce Allah, berikilere: "Siz yaklaşın", ötekilere de "Siz de
uzaklasın" diye vahyetti. Sonra "Aradaki mesafeyi ölçün" diye
buyurdu. Adamın gitmek istediği yöne (diğer tarafa göre) bir karış daha yakın
olduğunu gördüler. Bu yüzden adamın günahları bağışlandı."[43]
876-
Taberani, Ebu Abdi
Rabb (r.a)'den rivayet etmişir. O da, Muaviye bin Ebu Süfyan'ın hutbede şu
hadisi naklettiğini bildirmiştir:
"Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Bir
adam kendi nefsi hakkında fazla ileri gitmişti (yani çok günah işlemişti.) Bu
kişi bir adamla karşılaştı ve: "Şu değeri (yani senin muhatabın olan şu
kişi) doksandokuz adamı ve tümünü de haksız olarak öldürdü. Şimdi benim için
bir tevbe imkanı var mı?" diye sordu. Adam "Hayır" dedi. Bunun
üzerine soru soran adam onu da öldürdü ve sonra bir başkasının yanına gitti.
Ona da:
"Şu
diğeri (yani senin muhatabın olan şu kişi) doksandokuz adamı öldürdü ve tümünü
de haksız olarak öldürdü. Şimdi benim için bir tevbe imkanı bulabilir
misin?" diye sordu. Adam:
"Ben
eğer sana "Yüce Allah, kendisine tevbe edenlerin tevbesini kabul etmez"
dersem, yalan söylemiş olurum. Şöyle bir yerde Allah'a ibadet eden bir topluluk
var. Sen de onların yanına git ve onlarla birlikte Allah'a ibadet et"
dedi. Adam onların yanlarına gitmek üzere yola çıktı ve giderken yolda öldü.
Rahmet melekleri ile azap melekleri başında toplandılar. Yüce Allah, onlara bir
melek gönderdi. Melek:
"İki
yer arasındaki mesafeyi ölçün. Adam hangi tarafa daha yakınsa o taraftan
demektir" diye söyledi. Ölçtüler ve adamı tevbe edenlerin köylerine birkaç
karınca boyu mesafe daha yakın buldular. Bundan dolayı günahları bağışlandı."[44]
Bir
Açıklama
Her
halükarda müslümanın, Allah için kardeşleri olmalıdır. Bunun yanısıra
müslümanın, ilim adamlarıyla ve sadakat sahibi veli kullarla bağlantısı olmalıdır.
Böylece kişi, Allah için samimi kardeşlik ilişkisi kurmanın ve Allah dostları
ile birlikte olmanın faziletine kavuşur. Buna fenalığın yaygınlık kazandığı ve
fitnelerin çoğaldığı dönemlerde daha çok ihtiyaç duyulur.
Müslüman
bu gibi dönemlerde ibadet düşkünü fazilet sahibi insanlarla bir arada bulunmaya
çalışmalıdır. Allah'dan sonra kişiyi fenalıklara düşmekten koruyacak olan
budur. Bununla birlikte görünüşe aldanıp ibadet düşkünü ve salih olduklarını
sandığı, ancak gerçekte itikadları düzgün olmayan, bozuk bir inanca sahip olan
yahud bid'at amelleri işleyen kimselerden de uzak durmalıdır.
Yine
ibadetlerini hakkıyla yerine getirmeyen, dilleriyle bazı iddialarda bulunmalarına
rağmen işlemekte oldukları amelleri bu iddialarını yalanlayan kimselerden de
uzak olmaya çalışmalıdır.
[1] Hud: 11/49.
[2] Ali İmran: 3/44.
[3] Hud: 11/120.
[4] Yusuf: 12/3. Kısas: Kıssa
kelimesinin çoğuludur. Bu kelime hikaye, masal ve bir olayın anlatılması
anlamına geldiği gibi, aşağıda geleceği üzere şer'i ıstılahda değişik
anlamlarda kullanılmaktadır. Başkasına haksız bir muamelede bulunan kimseye
yaptığının aynısı ile ceza verilmesi demek olan "kısas" kelimesi de
bu kökten türemedir. Buradan hareketle "kısas" kelimesi şeriat
ıstılahında geniş bir kullanım alanı bulmuş ve devletçe organize edilmesi
gereken işlerin yürütülmesi gibi genel bir anlam da kazanmıştır. Aşağıda sözü
edilen dört iş için kıssa adının kullanılması, kelimenin bu anlamı
itibarıyladır.
[5] Ebu Davud -(3/323)
Kitabu'l-İlm. Kısas babı. İbni Mace (2/1235) 33-Kitabu'l-Edeb. 40-Kısas babı
[6] Said Havva, El Esas Fi’s
Sünne, Aksa (İslam Akaidi) Yayınları: 9/103-104.
[7] Tevbe: 9/122.
[8] Mecmau'z-Zevaid (1/164)
Müellif bu hadisle ilgili olarak şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "Bunu
Taberani, Kebir'de rivayet etmiştir. Ravileri arasında Bukeyr bin Ma'ruf
vardır. Buhari "Ona güvenilmez" demiştir. Ahmed bin Hanbel de onu bir
rivayetinde sika, bir başka rivayetinde ise zayıf olarak göstermiştir. İbni
Adiyy ise: "Sanıyorum ondan hadis rivayet edilmesinde bir mahzur
yoktur" demiştir. "La be'se bih" derecesinde bir ravidir. Hadis
rivayetinde bir ravi hakkında "la be'se bin" denirse, onun sika ve
saduktan sonra geldiği ancak temel konularla ilgili değil de teferruatla
ilgili rivayetlerinin değerlendirilebileceği anlaşılır. (Çeviren)
[9] Ali İmran: 3/187.
[10] Ali İmran: 3/104.
[11] Buhari (6/469) 60-
Kitabu'l-Enbiya. 50- İsrailoğullarından nakledilen kıssalarla ilgili bab.
Timizi (5/40) 42- Kitabu'l-İlm. 13- İsrailoğulları ile ilgili hadisler babı.
[12] Ebu Davud (3/323)
Kitabu'l-İlm. Kısas babı. Bu hadis sahihtir.
[13] Mecmau'z-Zevid (1/190)
Müellif: "Bunu Taberani Kebir'de rivayet etmiştir. İsnadı hasendir"
demiştir.
[14] Ahmed (4/233)
Mecmau'z-Zevaid (1/190) Müellif: "Bunu Ahmed rivayet etmiştir. İsnadı
hasendir" demiştir.
[15] İbni Mace (2/1235) 33-
Kitabu'l-Edeb. 40- Kıssalar babı. İsnadı hasendir.
[16] Buhari (6/469) 60- Kitabu'l-Enbiya.
50- İsrailoğulları hakkında anlatılanlar babı.
[17] Mu'cemu'l Kebir (9/135)
Mecmau'z-Zevaid (1/91) Müellif: "Bunu Taberani, Kebir'de rivayet etmiştir.
İsnadı sahihtir" demiştir
[18] Ahmed (6/217)
Mecmau'z-Zevaid (1/191) Müellif: "Bunu Ahmed rivayet etmiştir. Ravileri,
Sahih'te isimleri bulunan ravilerdir. Bunun bir benzerini de Ebu Ya'la rivayet
etmiştir" demiştir. Said Havva, El Esas Fi’s Sünne, Aksa (İslam Akaidi)
Yayınları: 9/104-108.
[19] Ebu Davud (3/322)
Kitabu'l-İlm. İsrailoğullarından söz edilmesi babı
[20] Ahmed (4/437)
Mecmau'z-Zevaid (8/264) Müellif: "Bunu Ahmed rivayet etmiştir. İsnadı
hasendir" demiştir.
[21] Hadisin başka
rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Hz. Süleyman, burada yemin ifadesi
kullanmıştır. Bundan dolayı onun istediği sonucun ortaya çıkmaması yemini bozması
olarak değerlendirilmiştir.
[22] Buhari (9/339) 67-
Kitabu'n-Nikah. 119- Bir adamın "(hanımlarımı) gezeceğim (yani
"onlarla ilişkide bulunacağım") demesi ile ilgili bab.
[23] Buruc: 85/4- 8.
[24] Müslim (4/2299) 53-
Kitabu'z-Zuhd ve'r-Rikak. 17- Uhdud ashabının hikayesi babı. Tirmizi (5/437)
48- Kitabu't-Tefsir. 77- Buruc suresi babı.
[25] Müslim (4/1976) 45-
Kitabu'l-Birr ve's-Sıla. 2- Anne babaya itaate, nafile ibadetten Çok önem
verilmesinin gerektiği babı
[26] Ahmed (2/434) Mecmau'z-Zevaid
(10/286)
[27] Tirmizi (5/391) 48-
Kitabu't-Tefsir. 52- Zariyat suresi babı. Bu hadis hasendir. Zariyat: 51/41-
42.
[28] Buhari (4/469) 39-
Kitabu'l-Kefale. 1- Borç için kefil tutulması babı.
[29] Buhari (6/505) 60-
Kitabu'l-Enbiya. 53- Mağaraya sığınmış olan kişilerle ilgili hadisi şerif babı.
[30] Buhari (4/449) 37-
Kitabu'l-İcare 13- Ücrctle adam tutma babı. Müslim (4/2099) 48- Kitabu'z-Zikr
ve'd-Dua. 27- Mağaraya sığınan üç kişinin hikayesi babı. Ebu Davud (3/256)
Kitabu'l-Buyu. Bir kimsenin başka birinin malı ile (onun adına) ticarette
bulunması babı. Ebu Davud'un verdiği metin datıa kısa (muhtasar)dır.
[31] Baras hastalığı: İnsanın
derisi üzerinde bazı beyazlıkların ortaya çıkmasına sebep olan bir hastalıktır.
[32] Burada İshak diye kastedilen
kişi Abdurrahman bin Ebu Amre'den rivayet eden İshak bin Abdullah Ebu
Talha'dır. İshak hadisin baştan ve sondan üçüncü ravisidir. İshak'ın
kendisinden bu hadisi almış olduğu Abdurrahman ise Ebu Hureyre (r.a)'den
rivayette bulunan ravidir.
[33] Buhari (6/500) 53-
Kitabu'l-Enbiya. 51- Baraslı, kör ve kel adamla ilgili hadis babı. Müslim
(4/2275) 53- Kitabu'z-Zuhd. 10- Şeyban bin Ferruh'un rivayeti babı.
[34] Buhari (6/512) 60-
Kitabu'l-Enbiya. 54- Ebu'l-Yeman'ın rivayet etmiş olduğu hadis babı. Müslim
(3/1345) 30- Kitabu'l-Akdiye. 11- Hakemin birbirleri ile münakaşaya giren iki
kişinin arasını buluşturmasının müstehab olduğu babı. İbni Mace (2/839) 18-
Kitabu'l-Lukata. 4- Bir hazineye rastlayanın ne yapması gerektiği ile ilgili
bab.
[35] Buhari (6/350) 59- Kitabu
Bed'i'l-Halk. 15- Müslümanın malının en hayırlısının ganimet yoluyla elde
edilen mal olduğu babı. Müslim (4/2294) 53- Kitabu'z-Zuhd ve'r-Rekaik. 11-
Fareler ve onların (insanlardan) meshedilme oldukları babı.
[36] Ahmed (5/241)
Mu'cemu'l-Kebir (20/139) Mecmau'z-Zevaid (8/85) Müellif: "Bunu Taberani ve
Mu'az'dan mevkuf olarak Ahmed rivayet etmiştir. Taberani'nn isnadlarından
birindeki raviler, Sahih'te isimleri bulanan ravilerdir. Ahmed'in ravileri de
öyledir" demiştir.
[37] Ahmed (5/128)
Mecmau'z-Zevaid (8/85) Müellif: "Bunu Abdullah bin Ahmed rivayet etmiştir.
Ravilerinin Yezid bin Ziyad bin Ebi'l-Ca'd dışında kalan ravileri, Sahihte
isimleri bulunan ravilerdir" demiştir
[38] Ebu Davud (2/323) Ebu Davud
(4/275) Kitabu'l-Adab, Taşkınlıktan alıkoyma babı. Bu hadis sahihtir.
[39] Buhari (6/619) 61-
Kitabu'l-Menakıb. 25- Peygamberliğin alemetleri babı. Ahmed (5/109)
[40] Ahmed (1/398)
Mecmau'z-Zevaid (106194) Müellif: "Bunu Ahmed rivayet etmiştir ve İbni
Mes'ud (r.a)'a dayandırılan rivayet sahihtir" demiştir.
[41] Mecmau'z-Zevaid (10/194)
Müellif: "Bunu Ebu Ya'la iki ayrı senetle rivayet etmiştir. Her ikisinin
de ravileri, Sahih'te isimleri bulunan ravilerdir" demiştir. Ahmed (5/383)
Ahmed, bunu Muaviye bin Hayde'den rivayet etmiştir. Ravileri sikadırlar.
[42] Keşfu'l-Estar (4/267)
Mu'cemu'l-Kebir (10/216) Mecmau'z-Zevaid (10/218) Müellif: "Bunu Bezzar ve
Kebir ile Evsat'ta Taberani rivayet etmiştir. İsnadı hasendir" demiştir.
[43] Buhari (6/512) 60-
Kitabu'l-Enbiya. 54- Ebu'l-Yeman'ın rivayeti babı. Müslim (4/2119)
49-Kitabu't-Tevbe. 8- Adam öldürenin tevbesinin kabul edilmesi babı.
[44] Mecmau'z-Zevaid (10/211)
Müellif: "Bunu Taberani iki ayrı isnadla rivayet etmiştir. Birisinin Ebu
Abdi Rabb dışında kalan ravileri, Sahih'te isimleri bulunan ravilerdir. Söz
konusu kişi ise sikadır. Ebu Ya'la da benzer bir metinle bu hadisi rivayet
etmiştir" demiştir.