Hazırlayan: Mehtap İPEK
Çalışmamızda
“Abdülaziz Mecdi Tolun’un Ahmet Süheyl Ünver’e Mektupları ve Tasavvufî
Görüşleri” ortaya konulacaktır. Çalışmamız giriş, dört ana bölüm, sonuç,
kaynakça, sözlük ve asıl metinden oluşmaktadır. Giriş bölümünde İslam’da bir
irşâd metodu olarak kullanılan mektuba dâir bilgilere yer verdik. Birinci
bölümde Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ve eserlerini
ele aldık. İkinci bölümde söz konusu Mektupları n nüsha tavsîfini, dili
ve üslûbunu inceledik. Üçüncü bölümde ise mektuplarda geçen bazı kavramlara ve
bu kavramlardan hareketle Abdülaziz Mecdi Tolun’un tasavvufî görüşlerine yer
verdik. Dördüncü bölümde ise Abdülaziz Mecdi Tolun’un yazmış olduğu Mektupların
transkribesini verdik. Bu bölümde, mektuplardaki okuyamadığımız bazı kelimeleri
aynen verdik.
Sonuç kısmında
çalışmamızla ilgili son tahlillere yer verdikten sonra metne bağlı kalmaya
çalışarak sözlük oluşturduk. Daha sonra sırasıyla kaynakça ve asıl metni
vererek çalışmamızı tamamladık. Çalışmamızın tasavvuf literatürüne az da olsa
bir katkı sağlamasını ümit ederiz.
Gayret bizden tevfik
Allah’tandır...
Mehtap İPEK / Kayseri, Ekim 2018
Tasavvuf geleneğinde
mektuplar şeyh ve mürîdin ilgi alanlarıyla sınırlı kalmıştır. Bu nedenle
sûfîler konuyu dağıtmamaya özen göstermişlerdir. Fakat bazen günlük hayatla
ilgili ve özel sorulara da cevaplar verilmiştir. Rüya yorumlarını da buna dâhil
edebiliriz. Fakat yine de kâl’den çok hâl’e önem verildiğinden,
asıl faydalanma hâl transferi ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Birçok
tasavvuf ehli tarafından bu tür mektup yazma geleneği benimsenmiş ve
tarikatların yaygınlaşmasından sonra da genellikle uzakta olan mürîdlerin
şeyhle irtibatı bu şekilde sağlanmıştır.
Biz bu çalışmada
Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Ünver Defteri’nde 190 numarada kayıtlı olan
Abdülaziz Mecdi Tolun’a ait tasavvufî mektupları ihtivâ eden bir el yazması
eseri inceleyeceğiz. Nitekim bahsi geçen bu eserde Ahmet Süheyl Ünver’in şeyhi,
Abdülaziz Mecdi Tolun da bu mektup geleneğini devam ettirmiştir. Bizim bu çalışmamızdaki
mektuplar, her ne kadar muhatabına yazılmış mektuplar ise de, sadece muhatap
değil muhatabın dışındakiler de bu mektuplardan faydalanabilir. Zira insanların
ortak yönleri ayrı yönlerinden daha fazladır. Ayrıca mektuplar muhatabın
durumuna göre yazılır.
Nitekim mektuplardan
muhatabın hem sosyal ve ilmî seviyesi hem de mânevî gelişimi anlaşılır. Şeyh
birçok mürîdle karşılaşmıştır, dolayısıyla insanı tanımada büyük maharet
sahibidir. Fakat şeyhin asıl ulaşmak istediği insan modeli yetişkin ve
kabiliyetli mürîdlerdir. Nitekim Ahmet Süheyl Ünver de on parmağında on maharet
olan çok kabiliyetli bir insandır. Böyle insanları yetiştirmek, sevk ve idare
etmek oldukça zordur. Zira ilim, makam, ünvan, sosyal statü ve çeşitli
kabiliyetlerin hepsi birer güçtür. Bu kadar çok gücü de zapt u rabt altına alan
mürşidin de manevi gücünün ne kadar yüksek olduğunu da biz buradan anlamış
oluyoruz. Nitekim padişahlara hiç kimse söz geçiremezken mürşidlerin söz
geçirmiş olması da onlardaki bu manevi gücü ve zapt etme özelliğini göstermesi
bakımından oldukça önemlidir. Dolayısıyla tasavvufa hem ulemâ, hem umerâ,
hem de âvam mensup olmuşlar ve hepsi de nefis ve şeytanın ilga ve
telkinlerinden kendilerini ancak bir mürşid yardımıyla kurtarabilmişlerdir. Bu
nedenle en üst seviyedeki ilim adamından ve idareciden, en alt seviyedeki halk
tabakasına kadar birçoğu bu ihtiyacı duymuştur.
Tasavvufun en dikkat
çeken yönlerinden biri de bir geleneğe sahip olmasıdır. Bunlar bu gücü ve
imkânı mensûb oldukları gelenekten almışlardır. Dolayısıyla nev zuhûr şeyler
insanlar üzerinde pek etkili olmamış fakat geleneği olanların insanlar
üzerindeki etkisi daha fazla olmuştur. Dolayısıyla tasavvuf kimi zaman serbest
bırakılıp kimi zaman yasaklanmasına rağmen ağırlığını her asırda göstermiştir.
Devletlerin ve milletlerin sukûn buldukları, yükseldikleri ve en çok zengin ve
etkin oldukları devirlerde de tasavvuf işlevini görmüştür. Bu Osmanlı’nın son
dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok karışık; siyasi, iktisadi,
sosyal olayların çok olduğu dönemlerde de yine aynı etkinliğini sürdürmüştür.
Görülüyor ki tasavvuf geniş zamanda da dar zamanda da insanların bir sığınağı
ve ilham kaynağı olmuştur. Onun verdiği enerjiyle varlık anında sevinmemişler,
yokluk anında da yerinmemişler ve ümitsizliğe düşmemişlerdir.
Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin Mektuplarında kullandığı bir kısım ifadeleri kolay kolay
başka tasavvuf kitaplarında bulamayabiliriz. Dolayısıyla biz bu mektupları her
ne kadar transkribe etmiş olsak da anlam bakımından Osmanlı Türkçesi’ne ve tasavvufî
düşünce dünyasına tam olarak hâkim olamayanlar bu mektuplardaki konuları tam
anlamıyla idrâk edemeyebilirler. Bu sebeple Mektupların yazıldığı
dönemin düşünce dünyasını da göz önünde bulundurarak mektuplarda geçen
ifadeleri çalışmamız boyunca anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Ayrıca bu
mektupların tarihi kronolojiye göre tasnif edilmiş olması da anlaşılmasında
bize yardımcı olmuştur.
Genel olarak
tasavvufî mektupların saklanılması, gizli tutulması da esastır. Yani mektubu
yazan yazdığı mektubu kimseye göstermez, alan da aldığı mektubu kimseye
göstermez. Fakat bunlar kaydı hayatla mukayyeddir. Vefat ettikten sonra bu
mektupların ortaya çıkartılmasında herhangi bir sakınca görülmez. Zira bu
mektuplardan daha sonraki nesillerin de istifade etmesi gerekir. Eğer
hayattayken bunlar ifade edilirse tasavvuftaki sır anlayışına ve özel eğitime
uygun düşmez.
“Abdülaziz Mecdi Hz.
Mektupları 2” adlı eser, muhtevâsı itibariyle genel olarak tasavvufun birçok
konusunu (bazı konular hariç) bir-iki cümle ile kısaca ifade etmiştir. Çünkü
muhatab konuya hâkimdir. Diğer eserlerde sistematik ve ilmî usuller çok
belirgin bir şekilde görülürken, tasavvufî metinlerde ilmî ve sistematik
gayretten ziyade ihlâs ve samimiyet esas alınmıştır. Dolayısıyla konular iç içe
girerek anlatılır. Müstakil olarak anlatılan konular çok nadir olur. Bu metodu
müellif Kur’an ve sünnetten almıştır diyebiliriz. Zira bir ayetin veya bir
hadisin içerisinde birçok konu bir anda işlenir. Mektuplar muhatabın durumuna
göre yazıldığı için bu Mektuplarda bir anda değişen birçok konu ve
ifadelere rastlamaktayız. Çünkü insan halden hale değiştiğinden yazanın da
okuyanın da durumu itibariyle bu hal değişikliği olur. Haller, değişkenlikler
bitip de makamlar başlayınca mektuplar artık pek yazılmaz olur. Çünkü artık
makamlarda durgunluk söz konusu olduğundan mânevî gelişim doğrudan doğruya
muhatabın kendi inisiyatifine, Rabbiyle olan münâsebetine bırakılır. Şeyh artık
onu Rabbine teslim etmiştir ve onun üzerinde artık pek fazla işlem yapmaz.
Muhatab da yeteri
kadar geliştiği için böyle bir şeye de artık ihtiyaç duymaz. Fakat yine de
şeyhine saygı gösterir. Bu edebi ömür boyu muhafaza eder.
Çalışmamızda
“Abdülaziz Mecdi Tolun’un Ahmet Süheyl Ünver’e Mektupları ve Tasavvufî
Görüşleri”ni ortaya koymaya çalışacağız. Cumhuriyetin ilk yıllarında Abdülaziz
Mecdi Efendi’nin ruh ikliminde yetişen Ahmet Süheyl Ünver’in tasavvufi hayatını
da incelememize konu edineceğiz. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, Ahmet Süheyl
Ünver’e yazdığı mektupları ve tasavvufî görüşlerini inceleyerek kültür
tarihimizdeki yerine katkıda bulunmayı hedeflemekteyiz. Böylece “Abdülaziz
Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eserin, ilk kez tarafımızdan çalışılmış olması da
Ahmet Süheyl Ünver’in tasavvufî yönü hakkında bize fikir vermesi açısından önem
arz etmektedir.
Hayatlarında da
gördüğümüz gibi Abdülaziz Mecdi Efendi ve Ahmet Süheyl Ünver, hem kendi
devirlerindeki ilimde derinleşmişler hem de mânevî olarak insanların ilim ve
irfan yolunda ilerlemelerine yardımcı olmuşlardır. Onlar o günün en yüksek ilmî
pâyelerine erişmişlerdir. Bu iki değerli şahsiyetin birbiriyle olan
münasebetini öğrenmemiz açısından “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz. Mektupları 2” adlı
eseri bize bu konuda yol göstermiştir. Onlar, insanlara faydalı olmuşlar ve
nasıl faydalı olunacağı konusunda yol göstermişler ve insanlar için de en iyi
faydayı sağlamışlardır. Onlar, klasik kültürü canlı tutmuşlar ve gelecek
nesillere aktarmışlardır. Böylece nesiller arasında bir köprü vazifesi
görmüşlerdir demek mümkündür.
Tasavvufun hem klasik
dönemini hem de modern dönemini yaşamış olan Abdülaziz Mecdi Efendi ile Ahmet
Süheyl Ünver, yapmış olduğu çalışmalarla ve hayat şekilleri ile eski ve yeni
kültürü birleştirerek tasavvufa katkıda bulunmakla birlikte klasik kültürün de
temsilcileri olmuşlardır denilebilir. Bahsi geçen şahıslar bütün bunların
yanında hem klasik ilimleri bilen hem de modern ilimleri bilen kişilerdir.
Bundan dolayı eser tarafımızca dönem îtibâri ile de değerlendirilmiştir. Çünkü
çalışmamızın konusu olan bu eser, tekkeler ve zâviyeler kapanmadan hemen önceki
döneme ışık tutmaktadır. O yüzden 19. ve 20. yüzyıl dönemini seçtik.
Konuyla ilgili
yapılmış diğer çalışmalara bakıldığında; Osman Nuri Ergin’in “Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti”, adlı eseri, çok şümullü
olmasına rağmen eserde çalışmamızın konusu hakkında çok fazla bilgiye
ulaşılamamıştır.
Osman Nuri Ergin’in
bu eseri sadece Abdülaziz Mecdi Efendi’nin hayatını konu edinmiştir. Ahmet
Güner Sayar’ın “A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri 1898-1986”
adlı eseri, geneli itibâriyle Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ile ilgilidir
diyebiliriz. Ama tezimizin konusu olan bu eser ise hem Abdülaziz Mecdi
Efendi’yi hem de Ahmet Süheyl Ünver’i ilgilendirmektedir. Ayrıca bu iki zâtla
ilgili yapılmış olan diğer çalışmaların konumuzla doğrudan alakası yoktur.
Kısaca ifade edecek olursak çalışmamızın konusu olan eserin orijinal bir kaynak
olduğu düşüncesindeyiz. Böyle bir eserin de çalışmamızla hem yakından alakalı
olması sebebiyle hem de eserin ilim âlemine büyük katkılar sağlayacağı
düşüncesiyle eser üzerinde böyle bir çalışma yapmaya karar verdik.
Tez araştırmasında
takip ettiğimiz yöntem; öncelikle “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz. Mektupları 2”
eserini günümüz harflerine aktardık. Daha sonra eserin içerisinde yer alan
mektupların muhtevâsı hakkında bilgi verdik. Buradan hareketle “vahdet-i vücûd,
insan, kalp, tefekkür, mi’rac ve urûc, aşk, râbıta” kavramlarını da tasavvufî
düşünce ekseninde inceledik. Üçüncü bölümde, Mecdi Efendi’nin mektuplarındaki
bazı ifadelerini anlayabildiğimiz kadarıyla sadeleştirilmiş şekliyle verdik.
Son olarak da Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in hayatını ve
eserlerini ele aldık. Çalışmamız boyunca başvuracağımız temel kaynakların
başında Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in kendi eserleri, lügatler
ve konunun anlaşılmasına faydası olacağını düşündüğümüz tasavvuf literatürü ve
tarihiyle ilgili muhtelif diğer eserler gelmektedir.
Çalışmamızda başka
çalışmalardan yaptığımız alıntıları çift tırnak (“ ”) içinde ve italik olarak
gösterdik. Mektuplarda yazan Rûmî tarihleri www.ttk.gov.tr adresindeki Tarih
Çevirme Kılavuzu sayfasından güncelleştirdik. Mektupların içindeki izah
gerektiren kelimeleri sözlük olarak Ek’ler kısmında verdik. Mektuplarda geçen
ayetlerin yerlerini tesbit etmekle beraber anlamları verilmeyen ayetlerin,
hadislerin, Arapça ve Farsça tabirlerin meallerini dipnotta verdik.
ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN’UN ve AHMET
SÜHEYL ÜNVER’İN
HAYATI VE ESERLERİ
I. ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN’UN HAYATI VE ESERLERİ
1.
Ailesi, Doğumu
ve Eğitim Hayatı
Abdülaziz Mecdi
Efendi, 1281 (Miladi 1865) yılının Haziran ayında Balıkesir’in Okçukara
Mahallesinde doğmuştur. Babası Şeyhülkurrâ ve mûsikişinas Hafız Hasan
Efendi’dir (Ö.1310/1894). Annesi ise Hanife Hatun’dur. Hanife Hatun, Hafız
Hasan Efendi’nin ikinci hanımı, Abacılar kethüdası ulemâdan Hacı Mehmed
Efendi’nin kızıdır. Baba ve anne tarafından seyyid ve şerîftir.
Abdülaziz Mecdî
Efendi’nin ilk hocası olan Hâfız Hasan Efendi, dinî ve fennî ilimlere âşinâ,
edebiyata ve tarihe meraklı, derviş bir zâttır. İlk bilgilerini babasından alan Abdülaziz
Mecdi Efendi, Kur’an’ı da hıfzettikten sonra on dört yaşında rüştiyeye
(ortaokula) başlamıştır. Ortaokulu bitirdikten sonra, dayısı Yahya Nefi
Efendi’den medreselerde okunan aklî ve naklî ilimleri öğrenmiş ve böylece
dayısından icazet almıştır. Yahya Nefi Efendi, müderris ve aynı zamanda
Balıkesir Belediyesi’nde başkâtiptir.
Abdülaziz Mecdi
Efendi, kısa süren eğitim hayatına rağmen Arap dilini bütün incelikleri ile
konuşması, Farsça’ya olan hâkimiyeti, divan edebiyatına vâkıf olması, tasavvufî
hakikatleri anlaması ve birçok konuda kendisini yetiştirmesi özellikle de kendi
göstermiş olduğu gayretiyledir.
Rüşdiye’den mezun
olan Mecdi Efendi, 1884 yılında aynı mektepte muallimliğe başlamıştır. Dokuz yıl muallimlik yapan Mecdi Efendi,
mevcut hükümetin siyasi kararı neticesinde ortaokullar liseye dönüştürülünce ve
daha sonra da bu okulların 12 dağıtılmasıyla açıkta kalmıştır.
Mecdi Efendi,
atamasının yapılabilmesi için çok uğraşmış fakat onun bu çabası bir netice
vermemiştir. Bu yüzden son dönem Osmanlı hukukçularından olan Meclis-i Kebîr-i
Maârif reisi Büyük Haydar
Efendi’nin dostu Baki Efendi’nin faziletli ve olgun bir insan olduğunu duymuş
ve Baki Efendi’ye hitâben hemen oracıkta durumunu anlatan bir manzume
yazmıştır. Yazdığı manzum
beyitlerle bakanlığın dikkatini çeken Mecdi Efendi, imtihana davet edilmiştir.
İmtihan evrakını inceleyen heyet, yazısının güzelliğine, ifadesinin
düzgünlüğüne ve tenkit usûlüne hayran olmuştur. Fakat kısa süren eğitim
hayatından dolayı bu kâğıdın Mecdi Efendi’ye ait olmadığı şüphesi uyanmıştır.
Bu sebeple Abdülaziz Mecdi Efendi ikinci defa imtihana çağrılmıştır.
Mecdi Efendi bu
imtihanda başarılı görülerek, Balıkesir Lisesi Türkçe ve Edebiyat
öğretmenliğine tayin edilmiştir. Fakat Balıkesir Lisesinde ders verilmemiş,
Selânik yahut Şam’a gönderilmek istenmiştir. Aradan iki ay geçmesine rağmen göreve
başlatılmayan Mecdi
Efendi, Meclis-i Kebîr-i Maârif reisi Büyük Haydar Efendi’ye Arapça manzum bir
dilekçe yazmıştır.
Meclis-i Kebîr-i
Maârif reisi Büyük Haydar Efendi’ye hitâben yazdığı bu Arapça manzum dilekçe
ile heyetin dikkatini çeken ve bunun üzerine resmi bir görev verilmek üzere
imtihana çağrılan Mecdi Efendi, bu imtihanında başarılı olduğu için Balıkesir
İdadisi Türkçe ve Edebiyat muallimliğine tayin edildiği kendisine bildirilmiş
fakat Şam’a gönderilmiştir. Altı ay sonra da Girit'te Rum mektepleriyle rekabet
için açılmış olan Mekteb-i Kebir-i İslam'a tayin edilmiştir. Girit’teki Hakikat Gazetesi’nde edebî
makaleleri yayınlanan Mecdi Efendi , o yıllarda Girit valisi Mahmud
Celaleddin Paşa’nın dostluğunu kazanmış fakat Girit İsyanı (1897) sırasında
İstanbul'a dönmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle de Tantavizade Halid Bey adına
Anadolu'da zahire tüccarlığına başlamıştır.
Mecdi Efendi,
tasavvufa yatkın ve bir şeyhe bağlı olmaksızın kendi kendisine bazı evradları
çeken birisi olarak hayatına devam ederken, 37 yaşında ani bir cezbe ve
istiğrak hali yaşamış ve bu nedenle de işini bırakarak memleketi Balıkesir'e
dönmüştür. Bu hali sekiz ay kadar sürmüş, bu süre içerisinde Kadiri Şeyhi Ali
Âşur Efendi’ye sonra da Ahmedt Amiş Efendi kuddise sırruhu’a intisâb etmiştir.
İşte Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, tasavvufî hayatı bunlardan sonra başlamıştır.
Mecdi Efendi’nin
tasavvuf ehline karşı eskiden beri büyük bir muhabbeti olmuştur. Bunlar
içerisinde Abdülkadir Geylâni Hazretlerine karşı ayrı bir sevgisi ve ilgisi
vardır. Kadiri Evrâdı’nı okurken hüngür hüngür ağladığı kaynaklarda yazılmıştır.
Mecdi Efendi,
Balıkesir’de kaldığı süre içerisinde, Balıkesir Hacı Ali Camii’nde bir ay
boyunca vaaz etmiştir. Bu vaazlara halk çok rağbet etmiş, herkes tarafından
onun ilmî derinliği ve üstün zekâsı olduğu kabul edilmiştir.
Bu olay Mecdi Efendi’nin
kendisine olan güvenini artırmış ve hakkındaki yersiz dedikodulara son
vermiştir. Bunun doğal sonucu
olarak da 1908 inkılâbında Balıkesir’den mebus seçilmiştir.
Mecdi Efendi, yaşamış
olduğu bu cezbe halinden bir süre sonra tekrar ticarete başlamış ve 1905'te
Konya ticaret borsası komiserliğine tayin edilmiştir. Orada tanıştığı Sivaslı
Ali Kemali Efendi ve Ayaşlı Şakir adlı iki meczubun onun manevî hayatında derin
tesirleri olduğu bilinmektedir. Konya’da bulunduğu sıralarda Şeyhi Fatih
türbedarı Ahmed Amiş Efendi'ye intisap etmiştir. Mecdi Efendi’nin mâneviyat erleri ile teması
her geçen gün artarak devam etmiştir. Mecdi Efendi, bu mâneviyat erlerinin
birçoğundan feyz almış ve bu sebeple onların meclislerine devam etmiştir.
Mecdi Efendi, şeyhi Ahmed
Âmiş Efendi’nin 1920 yılında vefatına
şahit olmuştur. Şeyhinin cenaze namazını bizzat kendisi kıldırmıştır. Şeyhi Ahmed
Âmiş Efendi türbedarı olduğu Fatih Camii
hazîresine defnedilmiştir.
Mecdi Efendi, 1908’de
Balıkesir milletvekili seçilmiş ve bu görevini dört yıl boyunca sürdürmüştür.
Meşrûtiyet Meclisi’nin en renkli
sîmalarından biri olan Mecdi Efendi, aynı zamanda zabıt kâtipliği de yapmıştır.
Milletvekilliği
süresi dolunca yeniden vekil olamayan Mecdi Efendi, önce Balıkesir’e daha sonra
da ani bir kararla ailesini de alarak Mısır’a gitmiştir. Mecdi Efendi altı buçuk sene Mısır’da bulunmuş
ve bu süreçte siyasetle uğraşmamıştır.
Mısır’da bulunan
Türklerden Cemallettin Efendi ve Gümüşhaneli Dergâhı Şeyhi Dağıstanlı Ömer
Ziyaettin Efendi, Mecdi Efendi’nin en ziyade görüşüp konuştuğu başlıca
kişilerdir.
Din İşleri ve
Vakıflar Bakanlığının 1924 yılında kaldırılması ve mebusluk hayatının bitmesi
üzerine İstanbul'a dönerek Beyazıt’taki evine çekilen Mecdi Efendi,
Cumhuriyet'ten sonra resmi ve özel hiçbir görev kabul etmemiştir. Dinî,
tasavvufî sohbetlerde bulunan ve birçok tasavvufî eser yazan Mecdi Efendi’nin
bu süreci on yedi yıl sürmüştür.* Mecdi Efendi, Tolun soyadını, Soyadı
Kanunu’ndan sonra almıştır.
Abdülaziz Mecdi
Efendi, 1941 yılının Haziran ayında Kitâbü’l-Ma’rife tercümesini yazdırırken
hastalanmış ve doktoru Ahmet Süheyl Ünver’in kontrolünde müşâhede altına
alınmıştır. Bu kısa hastalık döneminden sonra Mecdi
Efendi, 27 Ağustos 1941’de Çarşamba günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenaze
namazı Fatih Camii’nde kılınan Mecdi Efendi’nin naaşı Edirnekapı Şehitliğin’e
defnedilmiştir.34 Mecdi Efendi’nin kabri çok kıymet verdiği İstiklâl Şairimiz
Mehmet Akif Ersoy ve Babanzâde Ahmet Naim’in mezarlarının yakınındadır. Mecdi
Efendi’nin doktoru ve aynı zamanda mürîdi olan Süheyl Ünver bu elemini şöyle
ifade etmiştir:
“Bütün esrar-ı
vahdet mündemiçtir kalb-i Mecdî’de
Çıkar tarih
anınçün bak”35
36
Çalışmamıza konu
edindiğimiz “Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eserde, müellifin hayatına
dair bilgilere rastlamadık.
Osman Nuri Ergin,
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin eserlerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk
Kitaplığına bağışlamıştır. Mecdi Efendi’nin, Osman Nuri Ergin’in tertip ettiği
risâle ve kitaplardan oluşan toplam on dokuz adet eseri vardır.”
Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin eserleri ile ilgili başka çalışmalarda detaylı bilgi verildiği için biz burada
eserlerinin sadece isimlerini vermeyi uygun gördük. Bu eserler şunlardır:
“İnsân-ı Kâmil,
İnsân-ı Kâmil Tercümesi, Din-i Muhammedî, Divan, Kavâid-i Fârisiyye, Risâle-i
Edebiyye, Bedâyi', Esrarnâme, Hakikat-i İnsaniyye Tercümesi, Salât- ı Feyziyye
Tercümesi, Tecelliyât-ı İlahiyye Tercümesi, Vahdet-i Vücûd Tercümesi,
Kitabü'l-Ma'rife Tercümesi, Meratibü'l-Vücûd Tercümesi, Istılahatü's-Sûfiyye
Tercümesi, Amerika’dan Sorulan Suallere Cevaplar ve Sohbetnâme’dir.”
11.
AHMET
SÜHEYL ÜNVER’İN HAYATI VE ESERLERİ
1.
Ailesi, Doğumu
ve Çocukluğu
Ahmet Süheyl Ünver,
17 Şubat 1898 yılında Kadir Gecesi’nde İstanbul Haseki’de dünyaya gelmiştir.
Babası, Tırnovalı Mustafa Enver Bey’dir. Mustafa Enver Bey, II. Abdülhamid
dönemi Posta ve Telgraf Nezâreti İstanbul Muhâberât-ı Umûmiyye müdürüdür.
Annesi, Safiye Rukiye Hanım’dır. Safiye Rukiye Hanım, 19. yüzyılın ünlü
hattatlarından Mehmed Şevki Efendi’nin kızıdır.
2.
Eğitim Hayatı
ve İlmî Şahsiyeti
Ahmet Süheyl Ünver,
ilk ve orta öğreniminden sonra 1920 yılında Mekteb-i Tıbbiyye’yi bitirmiştir.
Hekimlik ihtisasına 1921-1923 yılları arasında önce cildiyede başlamış, daha
sonra da dâhiliyede devam etmiştir. Bu arada aileden gelen kabiliyetlerini
geliştirmek maksadıyla çeşitli sanat dallarında çalışmalar yapmıştır. Hat,
tezhip ve ebru ustalarıyla tanışmış ve zamanın meşhur hocalarından meşk
etmiştir.
Süheyl Ünver, “hayat-ı
sanatımda ilk merhalem” olarak nitelediği Medresetü'l- Hattatin'e
başlamıştır.
Bu arada karakalem ve
sulu boya ile resim yapmayı da öğrenmiştir. İstanbul’un çeşitli tarihi
eserlerinin ve tarihi köşelerinin resimlerini yapmıştır. Hekimlik ile sanatı
hayatı boyunca devam ettirmiştir. Bu arada şeyhi Abdülaziz Mecdi Efendi’nin
sohbetlerine devam etmiştir. Onun hayatında hekimlik için ihtisasa gittiği
Paris önemli bir yer tutar. Orada da hekimlik çalışmalarıyla sanat
çalışmalarını bir arada yürütmüştür.
Müze ve
kütüphanelerde rastladığı eserlerdeki tezhip ve minyatürlerden Türk
süslemesinin nâdide örneklerini istinsah etmiştir. Ayrıca Türk-İslâm tıbbına
dair yazma eserler üzerine ciddi çalışmalar yapmıştır. 1929 yılında Paris’ten
döndükten sonra üç aylığına Avusturya’ya gitmiş ve oradaki kütüphanelerindeki
yazma eserleri ve müzelerde bulunan Türk eserlerini tespit etmiştir. 1930’da da
İstanbul Tıp Fakültesi’nde akademik hayata geçmiştir. İlim ve sanat
çalışmalarını aralıksız devam ettirmiş ve bu arada da Tıp Tarihi Enstitüsü’nü
kurmuştur. Enstitünün çıkardığı dergide, telif ve tercüme ilmî makaleler
yayınlanmış ve 1939’da profesör olmuştur. Süheyl Ünver, İstanbul’daki tarihî eserlerin
tespitinde çok önemli rol oynamış ve birçok tarihî eserin kurtarılmasına vesile
olmuştur.
Türk Tarih Kurumu
aslî üyeliği de yapmış olan Süheyl Ünver, 1951’de gittiği Mısır’da birçok müze
ve tarihi yerleri görme fırsatı bulmuş, orada da Türk-İslam kültürünün izlerini
takip etmiş ve elde ettiği dökümanları ülkemize getirmiştir. Çok kıymetli ve
eşsiz birçok eserin bulunduğu kütüphane ve arşivini Tıp Tarihi Enstitüsü’ne
bağışlamıştır. Böylece “Dr. Ahmet Süheyl Ünver Arşivi ve Kütüphanesi”
kurulmuştur. Bağdat’a da
gitmiş, oradan da birçok tarihi malzeme toplamış ve ilmî incelemelerde
bulunarak Türkiye’ye dönmüştür.
Daha sonra gittiği
Amerika’da misafir profesörlükte bulunmuş ve orada da tıpla ilgili dersler
vermiştir. Görüldüğü gibi ilim ve sanat dolu bir hayat yaşamış, 1954’te de
ordinaryüslüğe yükseltilmiştir. Katıldığı kongreler ve sunduğu tebliğleri onun
ilim ve sanat yönünün bütün dünyaca bilinmesine imkân sağlamıştır. Ülkemize ve
insanlığa çok değerli çalışmalarıyla örnek bir şahsiyet olmuştur.
3.
Abdülaziz
Mecdi Efendi ile Tanışması ve Tasavvufî Şahsiyeti
Ahmet Süheyl Ünver,
1920’li yılların öncesinde de tasavvuf ehliyle görüşmüş ve sohbet etmiştir.
Özellikle 1920’li yılların öncesinde, Mevlevî kültürüne, kendini daha yakın
hissetmiştir. Bu yakınlık onu zamanın Mevlevî büyüklerini tanımaya
yönlendirmesine rağmen o,
kimseye intisâb etmemiştir.
Süheyl Ünver
hakkında Ahmed Âmiş Efendi şöyle
demiştir: “...Bu çocuk
büyür gider, beni unutmaz.” Ahmed Âmiş Efendi’nin bu sözüne rağmen bu mümkün
olmamıştır.
Süheyl Ünver, 23
yaşındayken Ahmed Âmiş Efendi vefat
etmiş ve onun cenaze namazını Abdülaziz Mecdi Efendi kıldırmıştır. Ahmed Âmiş Efendi’nin vefat haberini alan Süheyl Ünver,
bir araştırma içerisine girerek bazı bilgiler elde etmiştir. Abdülaziz Mecdi
Efendi, Ahmed Âmiş Efendi’nin
cenazesinde etkili ve güzel bir konuşma yapmıştır. Bu etkili hitâbetin tesirinde
kalan Süheyl Ünver’in kalbinde bir heyecan meydana gelmiştir. Çünkü daha önce
Süheyl Ünver bir arkadaşı ile yolda giderken Mecdi Efendi’yi tesadüfen
tanımıştır. O, bu tanışmada Mecdi Efendi’nin arkadaşı hakkında bir müjde
verdiğini ve bunun da hemen bir hafta içinde gerçekleştiğini biliyordu. Fakat
onun, cenaze namazını kıldıracak kadar Âmiş Efendi’ye olan yakınlığını daha
önce hiç kimseden duymamıştır. Kısaca o, Mecdi Efendi hakkında, herkesin
bildiği şeyler haricinde bir şey bilememiştir. Bu süreçte Süheyl Ünver’in zihninde, Mecdi
Efendi’nin Ahmed Âmiş Efendi’ye muhakkak
bir intisâbının olduğu fikri uyanmıştır.
Süheyl Ünver,
Abdülaziz Mecdi Efendi’yle tanışmasının hikâyesini bir defterinde detaylı bir
şekilde anlatmıştır. Ayrıca Osman Ergin, bu tanışma faslını isim vermeden
eserinde ayrıntılı olarak ele almıştır.
Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin, ‘Süheyl’e başlıklı manzum davetiyesindeki ; ‘Edeb
tavrıyla gel’e bir dipnot düşmüştür. İlk sahifede beyan olunduğu üzere bu
davete derhal icâbet edilmiştir. Süheyl Ünver, Mecdi Efendi ile ilk defa Yeni
Camii’de sohbet etmiştir. Böylece o, yaşamış olduğu bu özel anları ve
Mecdi Efendi ile olan sohbetini, özlü bir biçimde değerlendirmiş ve “içimden
tam Müslüman olma yoluna girdim”
demiştir.
Süheyl Ünver’in, Abdülaziz
Mecdi Efendi ile olan bu sohbetleri, baba-oğul ilişkisini de beraberinde
getirmiştir. Çünkü 1920’li yılların başında bir sohbetinde Mecdi Efendi Süheyl
Ünver’e şöyle demiştir:
“... Zahirî
baban (Mustafa Enver Bey) tevellüd-ü tabiîliğe sebep oldu. Mecdi dedikleri
fakîr-i manevî de rûhî tevellüde bâis oluyor. Acaba bunun hakkı daha büyük mü
olacak dersin? Hiç şüphe mi var?”
Süheyl Ünver, Mecdi
Efendi’nin bu iltifatlarına aynı şekilde cevap vermiş ve bir cezbe hâliyle
1920-1925 yılları arasında şiirler yazmıştır. Süheyl Ünver’in bir ‘Divân’ının olması
da bunu göstermektedir. Abdülaziz Mecdi Efendi, yapmış olduğu çoğu
sohbetinde herkesin içinde veya Süheyl Ünver’e iltifatlar ederek ona teveccühte
bulunmuştur.
Süheyl Ünver, Mecdi
Efendi’nin rehberliğindeki bu manevî yolculuğunda birçok mânevî dereceler elde
etmiş ve Mâksûd’a vâsıl olacağı hissini taşımıştır. Aynı zamanda birçok
tasavvuf erbâbıyla da görüşmeye devam etmiş ve Mecdi Efendi öncesinde olduğu
gibi kimseye bende olmamıştır. Süheyl Ünver, bu duygularını “Dünyaya bu
zevât-ı âliyenin zamanında beni istifaza için gönderen Tanrı’ya şükrederim.”
sözüyle ifade etmiştir. Süheyl
Ünver’in, Adülaziz Mecdi Efendi’nin rehberliğindeki mânevî eğitimi 23 yıl
sürmüştür.
Süheyl Ünver’in
tasavvufî şahsiyetinin oluşmasında ve manevî dereceler elde etmesinde Abdülaziz
Mecdi Efendi’nin çok büyük tesiri olmuştur. Hatta o, kendisinin yetişmesinde
birçok hocasının emeği olduğunu söyledikten sonra kabiliyetlerini geliştiren ve
ona öncülük eden şu altı zâtın ismini yazmıştır:
Ressam Ali Rıza Bey,
Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Abdülaziz Mecdi Tolun, Prof. Dr. Marcel
Labbe, Prof. A. Gabriel ve Dr. Rıfat Osman.
Süheyl Ünver, Mecdi
Efendi’nin vefatından sonra da bu mânevî yolcuğunda ilerlemeye devam etmiştir.
Yalnızlığı kalabalığa tercih eden Süheyl Ünver’in, Mecdi Efendi ile olan
sohbeti özellikle 1921-1925 yılları arasındaki heyecanı ve cezbe hali daha
sonra yerini derin bir sessizliğe bırakmıştır. Vaktinin neredeyse tamamını
çalışmalarına ayıran Süheyl Ünver, insanlar arasında mânevî hallerinin
bilinmemesine de çok önem vermiştir.
1980’li yıllarda
rahatsız olmasına rağmen çalışmalarını aksatmadan sürdüren Süheyl Ünver ,
14 Şubat 1986’da Cuma günü ebedî âleme göç etmiştir. Cenaze namazı, 17 Şubat
1986’da Pazartesi günü öğle namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınmıştır.
Naaşı Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ne defnedilmiştir.
Süheyl Ünver, şöyle
vasiyette bulunmuştur:
“Beni sakın
öldü sanmayın. Bütün hayatımın yaşanmış seneleri Süleymaniye Kütüphanesi’nde
Türk kültür arşivimle binlerce not ve hatıra defterlerimin içinde. Mündericat
ve resimlerim emrinize amade. Ben hayatımda Tanrımın lütfu, büyüklerim, eş ve
dostlarımın teveccüh ve dualarıyla cidden bahtiyar bir ömür sürdüm. Darısı
dostlar başına.
Boş
vakit geçirmeyip benim gibi her şeyi değerlendirin. İnanın ki diğer insanları
bıktıracak kadar çok yaşarsınız. Boş geçen her vakit sizleri ölüme götürür.
Acıyın kendinize.
Başka çalışmalarda
Ahmet Süheyl Ünver’in eserleriyle ilgili detaylı bilgi verildiği için biz
burada kısaca bahsetmeyi uygun gördük. Ahmet Süheyl Ünver’in basılmış eserleri
hakkında bilgi sahibi olabilmek için onun bibliyografyalarını incelemek
gerekmektedir.
Bu bibliyografyalar
1920-1981 yıllarını kapsayan beş çalışmadan meydana gelmektedir. Süheyl
Ünver’in 1920-1951 yılları arasındaki yayınlarını kapsayan ilk iki çalışma
Osman Ergin tarafından hazırlanmıştır. Üçüncüsünü Gönül Özdemir, 1930-1969
yılları arasında sadece yabancı dillerde yayınlanan çalışmalarını derleyerek
yapmıştır. Dördüncüsü Gönül Özdemir, Belma Tanyeri ve Tülay Ölez tarafından
derlenmiş olup, Süheyl Ünver’in 1933-1971 yılları arasındaki yayınlarını
içermektedir. Bibliyografyalarının beşincisi ise Dr. Cevat Yalın tarafından
yapılan Süheyl Ünver’in 73 1972-1981 yılları arasındaki yayınlarını
kapsamaktadır.
1998 yılında Aykut
Kazancıgil, kızı Gülbün Mesara ve Ahmet Güner Sayar; Süheyl Ünver’in en
kapsamlı bibliyografya çalışmasını yayınlanmıştır. Süheyl Ünver’in toplam 2101 eseri vardır.
Bu eserlere; kitap,
makale, bildiri ve gazete yazıları da dâhildir. Bu eserlerden 1835’i Türkçe,
266 yayının 166’sı Fransızca, 70’i İngilizce ve 25’i ise Almanca’dır. Ayrıca
İtalyanca, İspanyolca, Arapça ve Urduca yayınlanmış birer yayını da
bulunmaktadır.
Süheyl Ünver’in 20’ye
yakın olan yayınları ise 1982 yılından sonradır. Vefatından sonra bunlardan 4’ü
yayınlanmıştır. Aynı zamanda bibliyografyalarında yer almayan makalelerinin
kesin olmayan sayısı ise 200 civarındadır. Bu sebeple Süheyl Ünver’in 1920-1986
yılları arasında basılmış yayınlarının sayısı 2300’ü bulmaktadır.
Bu yayınların
hâricinde farklı konularda birçok dosya ve defterler hazırlayan Ahmet Süheyl Ünver’in Türk Tarih Kurumu’ndaki
ve Süleymaniye Kütüphane’sindeki dosyalarının toplamı 45377, Süleymaniye
Kütüphane’sindeki defterlerinin toplamı ise 1116’dır
“ABDÜLAZİZ MECDİ HZ. MEKTUPLARI 2”
ESERİNİN ŞEKİLSEL TANITIMI
“Abdülaziz Mecdi Hz.
Mektupları 2” eseri, Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Ünver Defter’inde 190
arşiv numarası ile kayıtlıdır. “Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” ile ilgili
Süleymaniye Kütüphanesi’nde katalog bilgisi tam olarak verilmediği için Mektupların
cilt-yazı ebâdı ve cilt-kâğıt özellikleri hakkında tam bir bilgiye sahip
değiliz. Mektuplarda herhangi bir zedelenme ve imlâda mürekkep dağılması
yoktur. Dolayısıyla mektuplar gayet okunaklıdır. Mektuplarda kullanılan yazı
türü rikadır ve bu mektuplar toplamda 22 varaktır. Her sayfasında satır sayısı
sabit olmayıp değişkenlik göstermektedir. Varakların yapraklarının baş tarafına
Arapça rakamlarla sayfa numarası yazılmıştır. Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin
farklı şahsiyetlere yazdığı mektupları da defterinde toplamış, bunların arasına
kendisine yazılanları da ilâve etmiştir.
Mecdi Efendi, Süheyl
Ünver’e bu mektupları bazen postayla bazen de şahıslar aracılığı ile
göndermiştir. Örneğin 1. Mektup’ta “İstanbul Evkâf İdaresinde Mimar Muzaffer
Vasıtasıyla Doktor Süheyl Bey’e verilecektir” şeklindeki ibâre, yine 8.
Mektup’ta yer alan “İstanbul Heyet-i Fenniyyesi’nde inşaat kâtiblerinden Râfet
Beyzâde Burhâneddin vâsıtasıyla Medâris-i İlmiyye doktoru Süheyl Bey’e”,
ibâresi ve dahi 9. Mektup’ta yer alan “Haseki’de bostan hamamında 36 numaralu
hanede Doktor Ahmet Süheyl Bey’e” ibâresi gibi.
Mektuplar çeşitli
usûllere göre tasnif edilir. Mecdi Efendi’nin bu mektupları tarihî kronolojiye
göre tasnif edilmiştir.
Mecdi Efendi’nin
Süheyl Ünver’e yazmış olduğu bu mektupların tarihleri 2a’da yazmaktadır.
Mektuplar, 23 Mart 39 (Miladi 1923) yılında yazılmaya başlanmış, 27 Şubat 340
(Miladi 1924) tarihinde son bulmuştur. Süheyl Ünver bu mektupların
sahifelerinin yıpranmaması için 2b’de şu notu düşmüştür: “İş bu mecmua
kıymettâr açılırken sahifelerin uçlarından açılması ve yazıların üzerine
ellerin temas etmemesi müştâk-ı feyzi rabbani olanlardan rica olunur.”
Mecdi Efendi’nin
Süheyl Ünver’e yazmış olduğu mektupların sayısı 21’dir. Mektuplara, “Mektup
1”den “Mektup 6”ya kadar mektup numarası yazılarak başlanırken 8b’de “Mektup 7”
yerine “Numara 7” ibâresi yazılmıştır. Daha sonra mektupların sayısı “Mektup
17”ye kadar sırasıyla belirtilmiştir. Mektup 17’den sonra ise kalan 4 mektuba
herhangi bir numaralandırma yapılmamıştır. 20b’de “Said, Süheyl, Refik,
Burhaneddin, Şefik, Mustafa Salim Efendilere” ibaresi yazılmıştır. Mecdi Efendi
her mektubun sonunda mektupların bazılarına “Abdülaziz Mecdi” bazılarına ise
“Ayn Mim” harflerini yazmış bazılarına ise sadece tarih yazmıştır. Mektuplar
her ne kadar Abdülaziz Mecdi tarafından Süheyl Ünver’e yazılmış olsa da
mektuplarda Süheyl Ünver’in yazmış olduğu bazı notlar da vardır: Örneğin 2b’de
yer alan “Mürşid-i âli kaderim, merkezi daire-i vücûdum, nur-u feyyaz kalbim,
şems-i tâbânım, pederim Abdülaziz Mecdi Efendi Hazretlerinin Ankara’da umur-u
şeriyye ve evkâf müsteşâr-ı âliyyine şeref bahş iken abd-ü kemterleri bu fakir
pür taksîre göndermek lütfunda bulundukları mekâtib-i reşâdet penah
efhamileridir.” ibâre, Mektup 2’de 8b’de yer alan Reşadetlu faziletlu peder-i
mükerremimiz, şeyhi muazzamamız Mecdi Efendi hazretleri 15 gün mezuniyetiyle ve
memuren şeriyye vekâleti müsteşârlığından der-saadeti 6 Mayıs 339 (Miladi 6
Mayıs 1923) tarihinde şerefyâb kılarak 21 Mayıs 339 (Miladi 21 Mayıs 1923)
tarihinde tekrar Ankara’ya mahalli memuriyet vâlâlarına avdet buyurdular. 22
Mayıs 39 (Miladi 22 Mayıs 1923). Daru’l-Hilâfetü’l-Âliyye Medreseleri Tabibi
Süheyl.” ibâresi ile 22a’da yer alan “Mürşid-i müfahham, Şeyh-i mükerrem,
üstad-ı muazzamımız Abdulaziz Mecdi Efendi hazretleri şerefbahş oldukları
Umur-u Şeriye ve Evkaf Vekâleti Müşteşar-ı alininden bir ay mezuniyetle der saadeti
baladaki mektubdan tebşir buyurdukları gibi teşrif iderek 29 Şubat 340 (Miladi
29 Şubat 1924). Cuma günü biz fakir kullarını bizzat buyurdular.
Devlethanelerine kadar götürdük. Birkaç gün sonra da Mart 340 (Miladi Mart
1924) evailinde-i şeriye vekaletinin ilgası gibi cezri ıslahatda da makam-ı
müsteşarileri de lağv edilmiş olduğundan şimdi halka-i muhabbetine dahil
olanlara rızık, faziletle meşgul olarak millet ve memlekete hayırlı neticeler
virecek dualarda bulunmakdadırlar. 1 Mart 340 (Miladi 1 Mart 1924) el-fakir
Doktor Ahmet Süheyl” ibâresidir.
Biz bu çalışmamızın
“Mektuplarda Geçen Tasavvufî Meseleler” adlı üçüncü bölümünde muhtevâyı
ayrıntılı olarak ele aldığımız için burada kısaca üslubundan bahsetmeyi uygun
gördük.
“Abdülaziz Mecdi Hz.
Mektupları 2” eseri muhtevâsı
itibariyle genel olarak tasavvufî mektuplardan oluşmaktadır. Mektup yazma
geleneneğinin birçoğunda olduğu gibi Abdülaziz Mecdi Efendi’nin yazmış olduğu
bu mektuplar da mektubun kendine has dil ve uslûbuyla yazılmıştır. Döneminin en
renkli sîmalarından biri olan Mecdi Efendi Mektupları nda, kalıplaşmış
birçok ifadenin ve hitap şeklinin dışında kendine has bir uslûb kullanmıştır.
Mektupların muhataba ulaştırılma şekli de önemlidir. Bu mektuplardaki hitap
şekilleri de farklıdır. Abdülaziz Mecdi Efendi, Mektuplarında Süheyl
Ünver’in bazen sıfatını bazen ismini bazen de ünvanını kullanarak hitap
etmiştir. Hitap şekilleriyle ilgili burada mektuplardan bazı örnekler aşağıdaki
gibidir:
“Nur’u-l
Fuâdım Süheyl’im” ,
“Zâde-i ruhum”
,
“Süheylim,
oğlum semeretü’l-fuâdım”
“Süheyil Kalbi
Mecdiye” ,
“Semere-i
şecere-i vücûdum Süheyl’im” ,
“Ey
kalbimin nur-u kadim ve cedidi” ,
şeklindedir.
Bu mektuplarda,
muhatapların hem mânevî ve uhrevî hem de ailevî, ticârî ve resmî işleriyle
ilgili bilgilere yer verilmiş ve böylece muhataplara rehberlik edilmiştir.
Mektuplarda genel hatlarıyla yer yer takdir ve tenkitler de açıkça ifade
edilmiş; memnuniyet ve teşvik eden ifadelere de ağırlık verilmiştir. Mecdi
Efendi, kendi şahsıyla ilgili özel duygu ve düşüncelerini de mektuplarında
ifade etmiştir. Zaman zaman bazı ayet ve hadislerin dışında bazı ehil
kimselerin sözlerine ve şiirlerine de yer vermiştir. Bazı kelime ve kavramların
daha iyi anlaşılması için geniş bilgilendirme yoluna da gitmiştir. Mektuplar,
Osmanlı Türkçe’si ile yazılmasının yanı sıra Arapça ve Farsça ibâreleri de
içermektedir. Mektuplarda, bu Arapça ve Farsça ibârelerin çok az tercümesi
verilmiş, diğer ibârelerin ise o dönemin düşünce dünyası buna vâkıf olduğu için
izâha gerek duyulmamıştır. Örneğin 17. Mektup’ta yer alan “...Geçen bir vecize
göndermiş idim. Şimdi o icmalin tafsilini yazıyorum. Ekser uşşak Hüda muhabbeti
şaraba, kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda
nağme sera olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab
satan mecusun piri dimekdir.
Gerçinin cilve
kune bağçe-i bade füruşe
Hakir vib deri
meyhane kenem müşir kanera
Beytindeki bade
füruşdan maksad, yine mürşiddir. Bağçe mecusizade dimekdir. Bu meyhanecinin
çerağı böyle cilve iderse kirpiklerimi meyhane kapusuna süpürke yaparım. Yani
mürşidin yeni mürîdlerinden bu yolda eseri füyuzat zuhur iderse anın bab-ı feyz
meabının eşiklerine arz-ı hürmet ve tazim eylemeğe kipriklerimle süpürmeğe
mecbur olurum. Meşhur aşık-ı billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i
hamriyeside o kabildendir. Bunun matlaı bizim henüz 36 beyitde kalan envar-ı
süheyliye de bir noktada ser name ittihaz olunmuşdur. Geçenki mektubumdaki
kıta-i arabiye (sahib-i ibn Abbad) keder ilmi maaninin mûcididir.
Türkçesi kadeh son
derecede rakık ve berrak şarabda öyle her ikisinin rıkkat ve safiyeti
yekdiğerine müşahebetle tefrik edilemeyecek suretdedir. Güya şekl-i meri yalnız
şarabdan ibaret olub kadeh hiç yok gibi yahud o şekil-i meri yalnız berrak bir
kadeh olub şarab hiç yok gibi. Bu manaya göre bununla kasd olunan manay-ı
maksudu kolay anlarsın.” İbaresidir. Bazı mektuplarda ise kısa ve rumuzlu
ifadelere yer verilmiştir. Zira belli bir seviyeye ulaşamayanların boş yere
zamanları ve zihinleri meşgul edilmek istenmemiştir.
Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin Mektuplarında kullandığı bir kısım ifadeleri kolay kolay
başka tasavvuf kitaplarında bulamayabiliriz. Dolayısıyla biz bu mektupları her
ne kadar transkribe etmiş olsak da anlam bakımından Osmanlı Türkçesi’ne ve
tasavvufî düşünce dünyasına tam olarak hâkim olamayanlar bu mektuplardaki
konuları tam anlamıyla idrâk edemeyebilirler. Bu sebeple Mektupların
yazıldığı dönemin düşünce dünyasını da göz önünde bulundurarak mektuplarda
geçen ifadeleri çalışmamız boyunca anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Ayrıca bu
mektupların tarihi kronolojiye göre tasnif edilmiş olması da anlaşılmasında
bize yardımcı olmuştur.
3.1.
MEKTUPLARDA
GEÇEN TASAVVUFÎ MESELELER
Vahdet-i vücûd
denilince akla ilk gelen Muhyiddin ibnü’l-Arabî’dir. Onun yaklaşımına göre
hakikatte, “Vücûddayalnız Hakk vardır”. Buna göre Vahdet-i vücud,
mâsivallahı Hakk’a tabi kılmaktan ibarettir. Batı’daki panteizm anlayışı ise
Hakk’ı mâsivallah’a tabi kılmaktadır. Dolayısıyla ikisi birbirinin tamamen
zıddıdır. Panteizm’de inkâr, Vahdet-i vücûdda ise tasdik vardır. Yani “Sadece Allah vardır; O’ndan başka
bir varlık yoktur” esasına dayanan vahdet-i vücûd, kesrette vahdet,
vahdette kesrettir. Bu anlayışa göre her şey Bir’den doğuyor veya her şey Bir’e
dayanıyor. Vahdet-i vücûdun izahını yaparken her şeyin Bir olan Allah’tan zuhûr
ettiği ve her şeyin O’na rucu’ edeceği ifadesi kullanılabilir. Mecdi Efendi Mektuplarında
vahdet-i vücûda temas edip geçmiş ve bu konunun üzerinde fazla durmamıştır.
Ancak tevhid konusunu, akaide uygun bir şekilde Mektuplarından
bazılarında incelemiştir. Zira bu konuyu herkes anlayıp idrak edemez.
“Yüksel ki yerin bu yer değildir” ifadesi de bu durumu göstermektedir. Mecdi
Efendi’nin “Yüksel ki yerin bu yer değildir” ifadesi şöyle yorumlanabilir: Mecdi Efendi
Süheyl Ünver’e, nefsinin mertebelerini geçerek şehâdet âleminden kurtulup misal
âlemine yükselmesini yani Bir’liğe ulaşıncaya kadar yükselmeye devam etmesini
ve “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et” ayetinde de ifade edildiği gibi son nefese
kadar, Allah’a kavuşuncaya dek o yolda oyalanmaması gerektiğini tavsiye
etmiştir. Süheyl! Eğer bulunduğun mevkide kalırsan eksik olursun ve vahdete
erişemezsin. Yunus Emre’nin deyimiyle:
“Göçtü kervan
kaldık dağlar başında” gibi olursun, demiştir.
Mecdi Efendi, Mektuplarında
vahdeti şöyle anlatır: “Zaten vahdette kesret ve kesrette vahdet, ikisi de
sonuçta birbirinin ayn’ıdır ve aynı noktada birleşirler.” Mecdi Efendi’nin bu ifadesi şöyle
yorumlanabilir:
Kur’ân-ı Kerîm’deki “Yeryüzünde
bulunan her şey yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin Zât’ı bâki
kalacak.” ayeti Mecdi
Efendi’nin bu ifadesini daha iyi anlamamız açısından örnek verilebilir. Allah vücud’dur.
Bu sebeple âlemde bulunan her şey vücud’un birer tecellisidir. Yani
bizatihi varolan bir şey değildir. Fakat âlemdeki tüm varlıklar (ayn)
kendi özelliklerine de sahiptirler. Vahdette kesreti bir ışık hüzmesine
benzetebiliriz. Yani ışık hüzmesinden geçerek gök kuşağı misâli yansıyan her
renk, bizâtihi varolan bir şey değil, fakat ışığın varlığıyla aksedendir.
Mecdi Efendi,
mektubunda vahdeti şöyle anlatmaya devam eder:
“Aradan
çıkardım. İki ten bir beden yahud iki bedende bir şulezen ‘gel keyfim gel’.”
Mecdi Efendi’nin bu
ifadeleri, Yunus Emre’nin “Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaratan”
sözüyle yorumlanabilir.
Şirki bırakıp
Bir’liğe yani Tevhid’e geçmek lazım. Çünkü ikilik yok, Bir’lik var. Belli bir
eğitimden geçtikten sonra o Bir’liğe ulaşılıyor. Yani ikilik ortadan kalkıyor.
Allah’a tam teslimiyet “... Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her
şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan (Kahhâr olan) Allah’ındır.” ayetinde de belirtildiği gibidir. Nitekim
peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “...Beni göz açıp kapayıncaya
kadar (da olsa) nefsimle başbaşa bırakma!..” buyurmuştur. Mecdi Efendi, vahdete ulaşanlar
için “Gel keyfim gel” der ve mektubuna şöyle devam eder:
“Allah’a ulaşan
kimsenin ufku açılır, önündeki engeller kalkar ve o kimse ulaşabileceği en
yüksek mertebelere ulaşır.” Çünkü Allah o kulunun artık “... işiten
kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı.” olmuştur. Böylece bir kulun ulaşabileceği en
yüksek makamlara bu şekilde ulaşmış olur. En yüksek makam ise cennette Allah’ın
cemâliyle müşerref olmaktır. Zira sevgili peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) Allah’ın lütfu olmadan kimsenin cennete giremeyeceğini buyurmuştur.
Mecdi Efendi,
yukarıdaki 9. mektubunda şöyle devam eder:
“Her şeyde
mutasarrıf-ı hakiki Hak’tır.”
Burada “Oysa Allah
sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.” ve "...Sen atmadın, Allah attı...”
ayetlerine atıfta
bulunulmuştur. Çünkü her şeyde, bütün tasarruf Allah’a aittir. Nitekim Elmalılı
M. Hamdi Yazır, Tefsiri’nin dibâcesine şu dua ile başlamıştır:
“...Sen
duyurmazsan, ben duyamam.
Sen
söyletmezsen, ben söyleyemem.
Sen
sevdirmezsen, ben sevemem...”
Mecdi Efendi’nin yine
bir başka mektubundaki ifadesi şöyledir:
“Hakiki vücûd Hakk’ın
olup O’ndan başkasına vücûd nisbet-i izâfidir. Bunun manasını manevî bir zevk
ile idrâk ederler.” Bu mektupta Mecdi Efendi, “Allah vardı ve
O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu” hadisinde de ifade edildiği gibi hakiki
varlığın Allah olduğunu, diğerlerinin varlığının ise Allah’a bağlı olduğunu
ifade etmektedir. Yani her şey nisbîdir, insan ne yaparsa yapsın hepsi Sonsuz’a
varır. Dolayısıyla o yüksek mertebelere çıkamayan kimse bu mertebeleri idrak
edemez. “Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerdeki kalpler
(kalp gözleri) kör olur” ayetinde de ifade edildiği gibi buradaki
idrakten maksat, kalbî anlayıştır.
Bunu da ancak manevî
bir zevk ile anlarlar. Mecdi Efendi’nin ifadesiyle “Hakikat sözün bittiği
yerden başlar.” Belirli bir
mertebeden sonra söz biter ve geriye kalan ise sadece haldir.
Büyük bir edib şair
olduğu halde aczini ifade eden Mehmet Âkif Ersoy dahi bunu şöyle ifade eder:
"Aczimin
giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım,ağlatamam;hissederim,söyleyemem
Dili
yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!”
İnsan kendinden
geçince hiçbir eşyayı görmez. Yani insan, manevî sarhoşluğun sonucunda
Allah’tan başkasını görmez hale gelir. İlâhî aşk şarabından içip sarhoş
olanlar, kendini ilâhî aşk’ta kaybederler. Yunus Emre, bunu aşağıdaki şu
dörtlüğünde çok güzel anlatır:
“Ne varlığa
sevinirim,
Ne yokluğa
yerinirim,
Aşkın ile
avunurum,
Bana Sen’i
gerek Sen’i”
Bu
hâle bir nevi ölmeden evvel ölmek de denilebilir. Bu durum şu şiirde
anlatılmıştır:
“Cam
inceldi ve şarap şeffaflaştı
Durumları
bir oldu, birbirine benzedi
Sanki
şarap var, kadeh yok
Sanki
kadeh var, şarap yok”
Yani bu mertebeye
ulaşan kimse için ayrılık ve gayrılık ortadan kalkar. Burada yarısı su ile dolu
bir bardak örneği de verilebilir. Yani bardağın yarısı boş veya yarısı dolu
derken bardak doğru şekilde tarif edilmiş olur.
Mecdi Efendi yine bir
başka mektubunda ise şöyle der: “Vadi-i mukaddese girenler na‘leyni hül‘
ederler. Fahla‘ n‘aleyk buna
işaretdir.”
Mecdi Efendi’nin bu
sözünden şu sonuca varılabilir: Tam bir teslimiyet içinde olanlar, Allah’a
vâsıl olduklarında kendi varlıklarını terk ederler. Bu mektupta “Fahla’
n’aleyk” ayetine atıfta bulunulmuş ve Süheyl Ünver’e dünyevî ve maddî bütün
varlığını tamamen terketmesi gerektiği tavsiye edilmiştir. Bunu bir nevi yılan
gömleğine benzetebiliriz. Yani yılanın gömleğinden sıyrılıp çıktığı gibi Süheyl
sen de tamamen varlığından çık ve bir daha dünyaya değer verme! İşte o zaman
Hakk’a vâsıl olursun, ikilik ortadan kalkar, demeye çalışmıştır.
Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin bahsetmiş olduğu bu manevî yüksekliğe ermeden ve dahi Allah vergisi
de olmadan bu mektuplardaki ifadeler tam olarak idrak edilemez. Çünkü ‘Tatmayan
bilmez’ sözünden de anlaşıldığı üzere tasavvuf kâl değil hâl
ilmidir.
"Allah
insanı en güzel şekilde” ve
“mükerrem olarak yarattı” ayetleriyle "kenzi mahfi" ve "insanı kendi suretinde
yarattı" hadisi
şerifi ve benzerleri göz önünde bulundurulunca, yaratıklar içerisinde
yaratıcının yanında insanın değerinin yüksek olduğu hemen anlaşılır. Tasavvuf
erbabı insanın yaratıcısıyla olan ilişkisini “Kendini bilen Rabb'ini bilir”
sözünden hareketle esas almıştır. Buna göre insanı ve yaratıcısını tanımada çok
büyük derin tefekkürler ortaya konmuştur. Bu girizgâhtan hareketle tasavvuf geleneği
içerisinde birçok önemli isimle birlikte Abdülaziz Mecdi Tolun'u da
zikredebiliriz. Dolayısıyla Mecdi Efendi’nin hem yazdığı kitaplarda hem de
mektuplarında bu konuya temas ettiğini görmekteyiz.
Allah’ın sayısız
güzel isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ettirildiği varlık insandır.
Dolayısıyla Allah’a yaklaşmak ve O’ndan uzaklaşmamak insanın birinci gaye ve
hedefi olarak görülür. Nitekim “Ben insanları ve cinleri ancak
bana ibadet etsinler diye yarattım.” ayeti ile insanın Allah’ın halifesi olarak yaratılmış olması da bu hedefin nihai
bir sonucudur. Bu sebepledir ki; tasavvuf erbabı insan-ı kâmil üzerinde çok
durmuştur. Aynı tasavvufî gelenekten gelen Mecdi Efendi de, insanın değerini ve
kıymetini, insanla Allah ilişkisini mektuplarında ifade etmiştir. İnsan kâinatın gözbebeğidir. İnsan cisim
olarak kâinatın içinde küçük bir yer tutar ama değer ve kıymet olarak hepsinin
üzerinde bir yere sahiptir. Nitekim “Göklerde ve yerde olan her şey insanın
emrine verilmiştir ( insana musahhar kılınmıştır)” ayeti de insanın kıymetini ve değerini ifade
etmektedir.
Mecdi Efendi, insanın
değerini mektuplarında şöyle ifade eder: “O âlemlere mânevî olarak git ve bu
suretle rûhen bir bak. Bundan sonra sen iyilerin ve âriflerin baş tacı olmak
şerefini hakkıyla elde et. Bu makama sidretü’l-müntehayı’l-ârifin derler. Akl-ı
küllün cenâh-ı zerini bundan bâlâya doğru açılamaz yanar derler. ”
Mecdi Efendi’nin bu
ifadeleri şöyle anlaşılabilir:
Ahsenü’l-hâlikîn
olan Allah, bu sıfatını en yüksek
seviyede eşref-i mahlukât olarak yarattığı insanda tecelli ettirmiştir.
Sûretine de sîretine de çok üstün özellikler verilen insanın yaratılışı çok
özeldir. Bu nedenle insanın yapması ve yapmaması gereken şeyleri de bilmesi ve
ona göre bir hayat yaşaması gerekir. Böyle bir yaşam tarzı insanın manevî
derecesinin yükselmesine vesile olur. Her geçen gün, bir önceki güne göre daha
ileriye doğru bir yol almak gerekir. Nitekim “İki günü müsâvî olan
ziyandadır” hadisi bize
bu konuda rehberlik etmektedir. Bu hadisten hareketle, Mecdi Efendi’nin
mektubundaki bu ifadesinden kastı amel açısından değil de, mârifet açısındandır
denilebilir. Aynı zamanda Kur’an’da da kulların dereceleriyle ilgili birçok ayeti
kerimeler vardır. Fakat şurası da bir gerçektir ki; belli bir sınırın ötesine
geçilmeye müsade edilmiyor. Yani varılacak son sınır bellidir ve bu sınıra
sidretü’l-müntehayı’l- ârifin denilir. Burası da âriflerin gideceği son
noktadır. Mecdi Efendi, bu mektubunda Süheyl Ünver’e bu son sınıra ulaşmasını
tavsiye etmektedir. Fakat Cebrail’in (a.s) sevgili peygamberimize (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) buradan sonrasına gidemem, yanarım dediği gibi ârifler de bu son noktadan
sonrasına gidemezler. Allah mekândan münezzehtir. İnsanın ise hem dünyada hem
de ahirette bir yeri ve mekânı vardır.
Fakat insanın asıl
yeri Allah katında olanıdır. Mecdi Efendi, bu yüce makama erişmeyi tohum ve
ağaç istiaresiyle anlatmaktadır. İnsan kâinâtın özeti, çekirdeği mesabesindedir.
İnsan olmadan yeryüzünün bir değer
ifade ettiğini söyleyemeyiz. Çünkü her şey insana hizmet için yaratılmış, insan
ise Allah’a kulluk için yaratılmıştır. “...‘Yere muhakkak benim iyi kullarım
varis olacaktır’...” ayetinden de anlaşıldığı üzere her şey insanın
kulluğuna hizmet etmektedir.
Mecdi Efendi,
mektuplarında kalbi bir aynaya benzetmiştir. Dolayısıyla tasavvuf ehli, kalp temizliğine
çok önem vermiş ve kalbi nazargâhı ilâhi olarak görmüştür. Şemseddîn Sivâsi’nin
de dediği gibi:
“Sür
çıkar ağyârı dilden, tâ tecelli ede Hâkk,
Pâdişâh konmaz
saraya, hâne mamûr olmadan”
Yani insan kalbini ne
kadar çok temizlerse Cenâb-ı Hak o kalpte o kadar tecelli eder. Mecdi Efendi,
onuncu mektubunda kalbi anlatırken “mânevî dürbün” tabirini kullanmıştır. Bu
ibârede Allah’a yakınlaşmanın ve uzaklaşmanın kalp ile olduğu ifade edilmiş
olmalıdır.
Mecdi Efendi’nin
kalple ilgili mektuplarındaki ifadesi şöyledir:
“O kalb, o
arşu’r-rahman, Allah’ın mukaddes tecellîlerinin indiği yerdir. Kulun Allah
katındaki derecesi kalbiyle alakalıdır. Çünkü Allah kalbe nazar eder.”
Mecid Efendi’nin, bu
mektupta kalbe “Arşu’r-rahman” demesi de bundan ileri gelmektedir denilebilir.
Yani her şeyin bir merkezi vardır. Kâinatın merkezi arş olduğu gibi insan
vücûdunda da mukaddesâtın merkezi kalptir. Yani insan-âlem benzerliği
düşünüldüğünde; kâinat büyük âlem, insan ise küçük âlemdir. “Ben yere göğe sığmam, mü’min kulumun
kalbine sığarım” hadisi
kutsisi ve “Rahman, Arş’a istivâ etmiştir.” ayeti de bu bağlam çervesinde ele alınabilir.
Şayet kulda bu hadis
tecellî ederse, Allah da kulunun kalbine istivâ etmiş gibi olur, böylece kalp,
Arşu’r-Rahman seviyesine yükseltilmiş olur. “Allah sizin suretlerinize ve
mallarınıza bakmaz” hadisi dahi kalbin Allah katındaki önemini,
değerini ve yüceliğini gösterir. “Ey Kâbe! Sen ne güzelsin ve kokun da ne
güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! Ama nefsim elinde olan Allah a
yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, kanıyla müminin hürmeti (saygınlığı)
senin hürmetinden daha yücedir. ” diyen
Rasullullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da bu hadisi konumuzla bağlantılı
olması açısından önem arzeder.
Bu kâmil insanın
tasfiye olunmuş kalbi, artık aşk ve muhabbetle dolmuş ve Rabbinden razı
olmuştur. Nitekim Mecdi Efendi bu durumu şöyle izah eder: “La es-elüküm
aleyhi ecren ille’l- meveddete fil kurba sırrı tecelli etti. Bu muhabbet kalbe
yerleşince, sonunda Rıza meydana gelir. Rızayı, Zât tecellîsi takip eder.”
Allah’ın veli
kullarını sevmek, Allah’ı sevmeye götürür. Fakat kulları ve tüm yaratılmışları
Allah’ı sever gibi sevemeyiz. Bu sevginin O’nun çizdiği sınırlar dâhilinde
olması gerekir. “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” ayetinde de ifade edildiği gibi Allah’ın
yarattıklarını Allah için seven insan, muhabbetullah’a vâsıl olur. İnsanlar
içerisinde sevilmeye en lâyık olanlar ise peygamberlerdir. Nitekim
Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah için sevmek ve Allah
için buğzetmek imandandır.” hadisi de burada zikredilebilir.
Mecdi Efendi’nin, bir
başka mektubundaki ifadesi ise şöyledir:
“... Ben,
kendinde hiçbir şey olmayanların, tamamen varlıktan çıkanların bendesiyim.”
Mecdi Efendi bu
cümlede, kendinde varlık hissetmeyen; fenâfillah, bekâbillah ve cemu’l-cem makamına
erişmiş kişileri sevdiğini ve takdir ettiğini ifade ediyor.
Mecdi Efendi, yine
aynı mektubuna devamla şöyle der: “Aklımın bahtlı olması, kalbime şah
olmasındandır.”
Mecdi Efendi’ye göre
akıl; asıl sermâyesini, gücünü ve ışığını kalpten almaktadır. Zira Allah, imanı
olmayanlara beyinsizler ve akletmeyenler demiştir. Mecdi Efendi bu ifadesiyle, hem
aklına hem de kalbine değer vermiştir. Fakat o, kalbi selîm sahiplerinin aynı
zamanda en akıllı insanlar olduğunu da ifade etmiştir. Böylece o, akıl ile kalbi
birleştirmiş ve bunların birbirinin yardımcısı ve destekçisi oduğunu ifade
etmiştir. Abdülaziz Mecdi Efendi kalp tabiri yerine gönlü de kullanarak, gönül
sâfiyetini şu mısra ile izah eder:
“Gönül çok yücedir.
Onda varlık ve mekân olmaz.”
Mecdi Efendi, diğer
mektubunda ise şöyle der:
“Ürettiğim ve imâl
ettiğim şeyler tamamen rûhî ve kalbîdir. Yani maddi ve dünyevî değildir.”
Mecdi Efendi, Süheyl
Ünver’e muhtemelen şunu demek istemiştir: Süheyl! Sen benim gönlümün eserisin,
gönlümden bir parçasın. Senden dünyevî hiçbir menfaatim yoktur.
Mecdi Efendi, bir
diğer mektubunda ise, “Sana mektupları kalbimle yazdığımdan zâhiri ifadeyi
bugün gönlüm istemedi.” diyerek mektubun muhatabının doktor olması
hasebiyle tıbbî kalpten manevî kalbe geçiş yapar. Müridler, şeyhlerinin kalp çocuğudur. Nitekim Cenâb-ı
Hak, “Peygamber’in hanımları ise annelerinizdir” ve “Mü’minler kardeştir” buyurmuştur. Sevgili peygamber’imiz de
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ben size babanız mesabesindeyim.” demiştir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı
gibi Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e ‘Sen benim gönlümden bir parçasın’ demiştir.
Çünkü tasavvuf ehline göre doğum ikiye ayrılır. Birincisi vilâdeti ûlâ’dır ki
bu normal doğumdur. İkincisi ise vilâdeti sânî’dir. Bu da şeyhin kalbinin
mânevî eseridir. Yani şeyhin mânevî baba olması, mürîdin ise onun mânevî evlâdı
olmasıdır. Vilâdeti sânî’nin kalpten kalbe olması gerekir. Mecdi Efendi, her ne
kadar sözle bir şeyler anlatmaya çalışıyorsam da; ‘tatmayan bilmez’, kalem ve
söz her şeyi ifade edemiyor kanaatini serdeder. Kısaca Mecdi Efendi, ikimizin
arasında kalem dahi yabancıdır demek istemiş ve ‘İşte bu defa bu kadar oğlum!’
diyerek mektubuna son vermiştir. Söz gelimi Mehmet Âkif Ersoy’un;
“Değmesin
mâbedime nâmahrem eli” mısrası da bu mahremiyeti çok güzel ifade
eder.
Mecdi Efendi’ye göre,
Allah yolu rehbersiz olmaz. Eğer böyle olsaydı Allah, peygamberler göndermezdi.
Biz her ne kadar gözümüzle (basarımızla) ve basîretimizle (kalp gözümle)
Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini ve sonsuz gücünü idrak ediyor olsakta;
Verese-i Enbiyâ olan bir mürşid ile gözümüz ve gönlümüz dört açılıyor.
Böylece hakikatleri
daha iyi ve net anlıyoruz. Mecdi Efendi, bu düşüncelerini aşağıdaki şu şiirinde
güzel bir şekilde şöyle ifade etmiştir:
“Hüsnün etmiştir beni
bir âşık-ı şöhret şiâr
Kâmekârım ben senin
aşkınla her dem kâmekâr
Bîcihet herhangi
semte eylesem atf-ı nigâh
Nur vechin dîdeme
olmaktadır pertevnisar
Sîne sînâ şeklini
ahzeyledi feyzin ile
Nârımı nur eyledin ey
dilber-i âli vekâr
Yok benim gönlümde
senden başka dürlü bir vücûd
Her nigârın nuru
senden rû nümâ dârî nigâr
Sırr-ı eşya
müncelidir zerre zerre dîdeme
Başka bir hâlet
dilimde oldu şimdi ber karar
Bir velinin
bâdesinden nûş idup bir kâse aşk
Vecd ile oldum ser
bâbında mest-i hûşyâr
Cûş ider derya gibi
gönlümde zevk-i intibâh
Kâmekârım ben ânın
feyziyle her dem kâmekâr”
Mecdi Efendi Mektuplarında
Allah’ın razı olacağı bir gönüle sahip olmayı ifade eden ve bu görüşlerini
destekleyen söz ve şiirlerden de alıntı yapmıştır.
Cenâb-ı Hak,
kullarından abdest, namaz, oruç ve benzeri ibadetleri istediği gibi tefekkürü,
tezekkürü, tedebbürü, te’akkulu ve tefekkuhu da istemiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, “Onlar
ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı
anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle
derler): Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru!” ve “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime
hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri
anlar.” gibi ayetleri ve
peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem), “Bir saat tefekkür, bir sene
ibadete denk” ve “Bir
saatlik tefekkür, bir gece ibadetten hayırlıdır.” hadisleri göz önünde
bulundurulunca, kainattaki her şeyin insanı tefekküre sevkettiği söylenebilir.
Mecdi Efendi,
tefekkür bahsini mektubunda şöyle izah etmiştir:
“ ‘La tetefekkeru fi
zatillahi bel tetefekkeru fi alaillah’ hadisinden hareketle Allah’ın Zâtını tefekküre
kalkışmak doğru değildir...” Mecdi Efendi’nin yukarıdaki bu cümleleri şöyle
yorumlanabilir:
Mânevi yolculukta,
Allah’ın zâtı dışında her şey bizi tefekküre sevkeder. Bu hadisten anladığımız
kadarıyla; nasıl ki Cebrail (a.s), miraç hâdisesinde sevgili peygamberimize
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) yanarım dediyse, sâlik de takatinin ve
sınırlarının üzerine çıkmamalıdır.
Bu takatin ve
sınırların üzerine çıkmaya yanma tabiri kullanılmıştır. Yani kuralına
uygun yapılmayan tefekkür, insanı meczup yapabilir. Dolayısıyla
meczuplar, elde ettikleri mânevî derecenin daha ilerisine gidemezler. Sâlikin
meczup olmaması için de mânevî yolculuğunda bir şeyhe ihtiyaç vardır. Böylece
şeyh, bir nevi regilatör görevi yapmış olur. Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e
mertebeleri geçerken acele etmemesi gerektiğini tavsiye etmiştir. Çünkü fiili
ve rûhî mertebeleri kademe kademe geçmek gerekir. Bir anda yüksek gerilime
çarpan kimse gibi olmamalıdır. Zaten Allahın zatı, vahdeti vücudda A’ma
mertebesi veya Ehadiyet olarak adlandırılır ve hiçbir şekilde bilgimize açık
değildir. Ancak vahidiyet yani esma ve sıfat mertebesi ilk taayyün olup, bize
açık olduğu söylenebilir.
Son olarak ise
Allah’ın yaratmış olduğu her şeyi, sadece görmek, duymak, dokunmak gibi beş
duyu organıyla algılamak yeterli değildir, bir de onlar üzerinde tefekkür etmek
gerekir. Bu Allah’a olan imanı kuvvetlendirir, zihni ve ruhu açar. Dolayısıyla
insanın asıl ufkunu açan tefekkürdür. Zikir ve tefekkür insanın mânevî
dereceler elde etmesine vesiledir. Bu mânevî derecelerin de sonu olmadığı için,
bunların artık belli bir seviyeden sonrası da isimlendirilmemiştir.
Mecdi Efendi, mi’rac
ve urûc bahsini, 27 Aralık 1923 tarihli mektubunda şöyle ele almıştır:
“Mi’rac ile urûc
lugaten ikisi de bir manada müstamel ise de mazhar olduğum terakki-i mânevî
mi’rac değil urûcdur. Urûc mânevîdir. Mukabili hazret-i halkıyeye rücûdur.” Mecdi Efendi, mi’racı peygamberimize
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) tahsis etmiş ve ruhani yükseliş olarak
yorumlamıştır. Nitekim aşağıdaki sözünde bu açıkça görülmektedir. Ayrıca urûc
ile halktan Hakk’a yükselmeyi kasdetmiştir. Mukabilinden bu anlaşılmaktadır.
Mecdi Efendi, mi’rac
ve urûc bahsini bir diğer mektubunda ise şöyle ele anlatmıştır:
“Mi’rac
ile urûc lugaten bir manada ise de ehlullahın seyir ve sülûk-i manevisinde
hâsıl olan irtikayı mâneviye urûc dinilub mi’râc dinilmez. Mi’rac Seyyidül
Enbiya ve Evliya Efendimiz’e mahsus bir iltifat-ı azim-i ilahidir.
Mecdi Efendi’nin bu
ifadeleri şöyle anlaşılabilir:
Peygamberimizin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberlerin mi’racı olduğu gibi velilerin de urûcu vardır. Çünkü onlar da peygamberlerin izini
takip etmişlerdir. Bu lütûflar çalışmakla elde edilen şeyler değildir; bilakis
Allah vergisiyledir. Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mi’racı,
hem bedenen hem de rûhendir, fakat veliler sadece urûc yaparlar. Velilerin
urûcu ise mânevîdir. “ ...(iyi) kullarımın arasına gir...” ayetinde de belirtildiği gibi sâlik mânevî
halinden normal hâline döner. Yani sâlik, urûca başlarken mânevî bir hal
yaşamış olmasına rağmen yine de normal bir insan olarak hayatına devam eder ve
bu mânevî urûc bittikten sonra, yine eski haline rucû eder.
Son olarak ise; Mecdi
Efendi’nin yukarıdaki ifadelerinden hareketle, peygamberlere has olan tabirleri
veliler için kullanmamak gerektiğini düşündüğü söylenebilir.
Mecdi Efendi, aşk
bahsine mektubunda şöyle değinmiştir:
“...Ekser uşşâk Hüdâ
muhabbeti şaraba, kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi
bu yolda nağme sera olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir
şarab satan mecusun piri dimekdir.
Gerçinin cilve kune
bağçe-i ba’de fürûşe
Beytindeki ba’de
fürûşdan maksad, yine mürşiddir. Bağçe mecûsîzâde dimekdir... Meşhur aşık-ı
billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i hamriyeside o kabildendir.”
Mecdi Efendi’nin, bu
cümlelerinin şu manayı ifade ettiği görülmektedir:
Geleneğimizde, beşeri
aşktan ilâhî aşka geçişin en güzel örneği Leyla ve Mecnun hikâyesidir. Bu
kıssadan maksat, beşeri aşkta kalmayıp ilâhî aşka geçmektir. Mecdi Efendi’nin
yukarıda kullanmış olduğu şarap, meyhane, meyhanenin sahibi gibi benzetmelerin
hepsi birer semboldür. Burada şaraptan maksat ilâhi aşktır. Piyaleden yani
kadehten maksat kalptir. Ba’de fürûştan (“ilâhî aşk şarabını sunan kâmil
mürşid” ) maksad mürşid, meyhaneden maksat ise tekkedir. Âşıktan
maksat kul, mâşuktan maksat ise Allah’tır. Allah ile kul arasındaki muhabbete
şarap denmiştir. Fakat günümüz insanları çok maddeci olduğu için bu ve benzeri
ifadeler, bu tarz insanlara çok da tesirli olmayabiliyor. Hâlbuki mektuplarda
geçen bu ifadeler temsilidir. Gerçekte ise ne meyhaneci vardır ne de meyhane
vardır.
“Allah misâl
vermekten çekinmez” ayetine istinâden ehlullah da birçok ince ve
derin manaları temsili olarak anlatmıştır. Ehlullahın dünyevî şarapla,
meyhaneyle ve mecûsîlerle uzaktan yakından ilgileri olmamıştır.
Mecdi Efendi,
mektuplarında râbıtayı Allah’ın bir sırrı olarak tanımlar ve buna sıkça
değinir. Dolayısıyla Süheyl Ünver’e rabıtaya çok önem vermesini ve dikkatle
titizlik göstermesini tavsiye eder. Mecdi Efendi, “Râbıta bir sırrı âzîmi
ilâhidir.” diyerek, onun mânevî gelişimdeki önemine
işaret eder ve râbıtasız bu yolun menziline varılamayacağını belirtir. Nitekim
bu Mecdi Efendi’nin Mektuplarındaki şu ifadelerinden de anlaşılabilir:
“Râbıta bir
sırrullahtır ve her şeyi halletmenin en kısa yoludur. Râbıtadan kıl kadar dahi
olsa ayrılmadan doğru yolda devam et.” “Râbıta, râbıta, râbıta sırrîde yarar.”
Mecdi Efendi’nin bu
cümleleri şöyle yorumlanabilir:
Râbıta doğrudan
doğruya şeyhle mürîdi bağlar ve araya başka bir şey girmez. Yani mürîd râbıta
ile şeyhinden feyz alır. Mecdi Efendi, mademki râbıtaya sır demiştir, bu
sebeple râbıtayı daha fazla açıklamaya gerek yok denilebilir.
Mecdi Efendi’nin bir
başka mektubundaki ifadesi şöyledir:
“Sen Süheyl
sehlü’l-mürûr yollardan gidiyorsun. Elini tutmuş rehberin vardır. Bu yolun
Burak-ı îsâli ( ulaştırıcı vasıta) muhabbettir. (Burak, Allah’a ulaşmada bir
vasıtadır. Nasıl ki peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) burakla
Allah’a gittiyse, biz de muhabbetle Allah’a gideriz.) Muâmelât-ı zâhiriyye ve
bâtiniyyeni mütevâzin olarak icrâdaki mesleğinle devam et.”
Mecdi Efendi’ye göre
mürîd, râbıta ile şeyhinin elinden tutmuş ve onun rehberliğinde mânevî bir
yolculuğa çıkmıştır. Maddî sahalarda bir rehbere, ustaya veya hocaya ihtiyaç
olduğu gibi, mâneviyatta da aynı ihtiyaç vardır. Mecdi Efendi bu mektubunda,
Süheyl Ünver’e hem tarikat yolunda hem de Tıp alanında ilerlemesi tavsiye
etmiştir. Yani elin kârda, gönlün yârda olsun ki hem dünyevî hem de uhrevî
işlerinde mesafe katedebilesin demiştir. “Allah'ım! Bize dünyada iyilik ve
güzellik, ahirette de iyilik, güzellik ver. Bizi ateş azabından koru” ayeti mûcibince hem dünyanın hem de ahiretin
imârını tavsiye etmiştir.
Mecdi Efendi’nin,
yine bir başka mektubundaki ifadesi şöyledir:
“Benim İzzeddin ile
refikası Tevhide’nin mektupları da geldi. Hubb-i iştiyak ile okudum. Onlara da
bâlâdaki cevabı söyle. Her ikisinin izdiyâd-ı inşirâhı râbıtadadır, söyle!”
Mecdi Efendi’ye göre
rabıta insanı geliştirir, insanın içinin sırların mahzeni olmasına ve gönül
huzuru bulmasına vesile olur. Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’den kendi nâmına diğer
mürîdlerle ilgilenmesini istenmiştir. Aynı zamanda bu ifadelerden Süheyl
Ünver’in üstâdının nâmına halife olduğu yani onun temsilcisi olduğu da
anlaşılabilir.
Mecdi Efendi’nin,
Süheyl Ünver’e yetki verdiğini gösteren mektuplarındaki şu ifadelerini de
ayrıca verecek olursak:
“Şefik’e verdiğin
nasihat, benden söylenmiş gibidir.”
“Kâmekâr’a yazdığın
mektub hakikaten bir mürşid ağzından çıkacak sözlere benziyor. Elveledü sînvu ebîhi
derler aferin Süheyl.”
“Geriye çekildi şimdi
gönlümü yapmak için bana bedel senin elini öpsün girerse belki çıkamazmış
girsunda çıkabilirse onu göreyim benden mektub istiyor. Ona mektubum sensin,
canlı mektub himmeti senden beklesun benden sana senden ona bi’n-netice 181
benden ona mektubun
bu fıkrasını yaz eline ver.”
“...hanesi nerede ise
oraya gidub hacet var ise hem maddi hem manevi olmak üzere muayene ider ve
kendisiyle görüşürsün.”
Tasavvuftaki genel
anlayışa göre bir şahsın, diğer bir diğer şahsa râbıta yapabilmesi için belli
bazı özellikleri taşıması gerekir. Belli özellikleri taşımayan kişilere
kat’iyen râbıta yapılmaz, şâyet yapılacak olursa hem râbıta yapan hem de
yapılan şahıs perişan olabilir. Dolayısıyla bu işte, icâzetli ve ehil olmak
esastır. Mecdi Efendi’nin bu konuyla ilgili anlayışı da tasavvuftaki bu genel
anlayışa uygundur. Mecdi Efendi, râbıta yapılacak bu vasıftaki bir mürşidi 9
Aralık 1923 tarihli mektubunda şöyle tarif eder: “...Yahu bana ne ünvanlar
veriyorsunuz. Ne ulvi kemâlât isnad idiyorsunuz. Beni benden çok mu
biliyorsunuz. Anladık babanızım mürşid didiğin en büyük bir şey olsa lütfu
ilâhîye mazhar bir (veli) dir. Veli didiğin büyüye büyüye bab-ı ilâhîde abd-i
has olur. En büyük şerefi ubudiyetidir. Neden size feyiz ve kemal irişur ise
bu, bana değil Rabbime racidir. Bütün kudret bütün azamet ona yani mabud
celilü’ş-şanıma aiddir. Yalnız bir noktada hakkın var bu bedensel ayrılığa
dayanamıyorum diyorsun ben de de öyle. Rabbim istediği gibi engelleri
kaldırarak, gönlümün en büyük arzusu olan seninle yüz yüze buluşmayı ve
görüşmeyi nasib etsin.”
Mecdi Efendi’nin bu
ifadeleri şöyle yorumlanabilir:
Tasavvufta en yüksek
makam, kulluk makamı olarak kabul edilir. Zira kelime-i şehâdette önce Allah’ın
kulu sonra Rasûlü denilir. Yani kulluk, risâletten önce gelmiştir. Mecdi
Efendi’nin bu mektubundaki ifadeleri ‘siz bana ne kadar üstün vasıflarla hitap
etmiş olsanız dahi bana Allah’ın kulum demesi yeter!’ şeklinde anlaşılabilir.
Mecdi Efendi, kemâlâta ermeyenlerden uzak durulması gerektiğini tavsiye etmiş,
kendisinin râbıtaya ehil ve lâyık olduğunu kapalı bir ifadeyle anlatmıştır. Son
olarak ise bu mektupta maddi beraberlikten ziyâde mânevî beraberliğin önemi
vurgulanmış fakat maddi olarak da beraber olma özlemi dile getirilmiştir.
Abdülaziz Mecdi
Efendi, kâmil ve mükemmil bir şeyhe yapılan râbıtanın nihâyetini; “Gerçekte
Allah’ın has kuluna yapılan râbıta, Allah’a râbıtadır.” sözüyle izah eder. Çünkü şeyhe râbıta, haddi
zâtında Allah’a râbıtadır. Nitekim Kur’an’da “Peygamber’e itaat, Allah’a
itaattir.” , "...Bana yönelenlerin yoluna uy...” buyrulmuştur.
Peygamberimiz de
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “...Benim görevlendirdiğim kimseye itaat,
bana itaattir...” buyurmuştur.
Kâbe’ye yönelen de haddi zâtında Allah’a yönelmiştir.
“... O’na
yaklaşmaya vesile arayın...” ayeti de konunun daha iyi anlaşılması için
örnek gösterilebilir. Vesileyi, elçiyi kabul etmeyen baştan peygemberleri ve
melekleri kabul etmemiş olur. Çünkü Kur’an-ı Kerim, melek ve peygemberimiz
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) aracılığı ile kabul olunmuştur. Burada sevgili
peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elçiliği söz konusudur. “.iyilik
ve takva üzere yardımlaşın...” “.Onların etleri ve kanları asla Allah’a
ulaşmaz. Fakat O’na sizin tavanız ( Allah’a karşı gelmekten sakınmanız)
ulaşır.” ayetlerinde de
geçtiği üzere bunların hepsi Allah için yapılınca, Allah’a ibadet edilmiş olur.
Çünkü Allah yerine koymak ayrı, Allah’a ulaşmaya aracı olmak ayrıdır. Yani
burada esas olan ibadetlerin Allah için yapılmış olmasıdır.
Mecdi Efendi, müridin
dua ederken râbıtasını kuvvetli yapması gerektiğini şöyle tavsiye eder: “Yalnız
Beylerbeyi’nde mukim olduğunu bildiğin Baha Bey’e git ve söyle hasta olan
oğluna okur iken bana karşı râbıtasını kuvvetli yapsın.”
Mecdi Efendi, ayet-i
celîleleri tefsir ederken râbıtalı olmanın önemine şöyle değinir:
“Velehü’l-Kibriyâu fi’s-semâvâti ve’l-ardi ve hüve’l-azizü’l-hakîm ’i
sırr-ı râbıtada tefsir it kalbin sırrı’s-sürur ile dolar.”
Mecdi Efendi’nin bu
ifadesi bize, ayetlerin şeyhe rabıta halindeyken tefekkür edilmesi gerektiği
hususunda fikir vermektedir. Belli bir mânevî seviyeye geldikten sonra râbıta
terkedilir, murâkabe başlar. Kalp doğrudan doğruya Arşu’r-Rahman’a açılır ve
oradan feyz alır. Yani râbıta daimi değildir, geçici bir süre mürîdi
yetiştirmek için bir eğitim usûlü olarak uygulanır. Yani rûhî bir eğitim
metodudur, ibadet değildir. Ayrıca Mecdi Efendi’nin bu ifadelerinden ve
tavsiyelerinden yola çıkılarak şu söylenebilir ki; Ahmet Süheyl Ünver, Mecdi
Efendi’den hilafet almıştır. Bu Mecdi Efendi’nin, Süheyl Ünver’den kendi adına
tasavvufî ders vermesini ve bu dersi tarif etmesini istemesinden anlaşılabilir.
Mecdi
Efendi:
“Ben (Edeb-i Muhammedî) ye riâyetkâr
bir adamım.”
diyerek edebini, “Sen
elbette yüce bir ahlak üzeresin” buyurulan peygamberimizden (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) aldığını ifade etmiştir.
Mecdi Efendi, Allah’a
ve Rasûl’üne (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olan sevgisini ve bağlılığını ise
şu beyitlerle ve sözlerle ifade eder:
“Gerçi aşkınla senin,
derya gibi cûş eylerim
Mahz-ı
lütfunla lisânım gayra hâmûş eylerim.”
Yine
bir başka beytinde;
“Sana bakmak
müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana bakdık da dolar
dîde-i giryânımıza”
Yine
bir başka mektubunda ise;
“Ne buldumsa seni
sevmekle buldum ey muallâ nur. Seni sevmekte var zevk-i ferâvan Ya Rasulallah
Üveysiyim. Âteş deryâlarından yüzerek lütf-i ilâhî ile kûy-i cinan sahillerine
irişdim.”
Mecdi Efendi, şeyhi Ahmed
Âmiş Efendi’den hilâfet almıştır. Mecdi
Efendi’nin bu ifadesi muhabbet açısındandır. Veysel Karânî, peygamberimizi
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) görmeden ona iman etmiş ve mânevî dereceler elde
etmiştir. Şeyhini görmeden mânen yükselenlere de üveysi denilir. Fakat Mecdi
Efendi’nin burada meşrebinin üveysi olduğunu açıkça ifade etmesi peygamberimiz
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) içindir. Yani Mecdi Efendi burada şunu demek
istemiştir:
Ya RasulAllah! Ben
seni görmedim, ben senin zamanında yaşamadım ama ben seni çok seviyorum. Veysel
Karânî nasıl ki seni görmeden sana (salla'llâhü aleyhi ve sellem) âşık olduysa,
ben de onun gibi sana âşığım!
Sevginin islamda ve
tasavvufta, insanı olgunlaştırdığı ve hedefe ulaştırdığı bilinir. Zira
sahabelere peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Kişi sevdiğiyle
beraberdir”199 buyurunca sahabeler, en sevinçli günümüz
peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu hadisi irâd ettiği gündür
demişlerdir. Dolayısıyla sevgi olmadan Allah’la, rasûlüyle (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) ve Allah’ın dostlarıyla irtibat kurmak mümkün değildir.
“ABDÜLAZİZ MECDİ EFENDİ HZ.
MEKTUPLARI 2”
ESERİNİN TRANSKRİBİ
ABDÜLAZİZ MECDİ HZ. MEKTUPLARI 2
GÖNDERMEK LÜTFUNDA
BULUNDUKLARI MEKTUPLARIN TARİHLERİ
ADED
1
23 Şubat 339 (Miladi 23 Şubat 1923) Efendimiz 26 Şubat 39 (Miladi 26 Şubat
1923)’da mahalli
memuriyetlerine gittiler.
2
21 ve 23 Şubat 339(Miladi 21 ve 23 Şubat 1923)....Efendimiz hazretleri şeriye
müsteşarlığından
mezunen 6 Mayıs 39 (Miladi 6 Mayıs 1923) ’da dersaadeti teşrif buyurarak 21
Mayıs 39 (Miladi 21 Mayıs 1923)’da avdet ettiler.
3..4 Haziran 39 (Miladi
4 Haziran 1923)...Efendimizin ikinci defa Ankara’ya avdetlerinde aldım.
4..12 Haziran 39
(Miladi 12 Haziran 1923)
5..21 Haziran 39
(Miladi 21 Haziran 1923)
6..29 Haziran 39
(Miladi 29 Haziran 1923)
7..8 Temmuz 39
(Miladi Temmuz 1923)
8..15 Temmuz 39 (Miladi
15 Temmuz 1923)
9.. ..8 Ağustos 39
(Miladi 8 Ağustos 1923)
10....19 Ağustos 39
(Miladi 19 Ağustos 1923)
11..16 Eylül 39
(Miladi 16 Eylül 1923)
12..27
Teşrîn-i Evvel 339 (Miladi 27 Ekim 1923) ...Efendimizi sırf ziyaret
maksadıyla 8 Teşrîn-i
Sânî (Miladi 8 Kasım)’de Ankara’ya gidup 15 Teşrîn-i Sânî (Miladi 15 Kasım)’de
İstanbul’a döndüm.
13 ..27 Teşrîn-i
Evvel 339 (Miladi 27 Ekim 1923)
14....23 Teşrîn-i
Sânî 39 (Miladi 23 Kasım 1923)....Efendimizi bade ziyaret Ankara
? müjde aldım.
15....1 Kanun-i Evvel
39 (Miladi 1 Aralık 1923)
16.. ..30 Kanun-i
Evvel 39 (Miladi 30 Aralık 1923) )
17....3 Kanun-i Sânî
340 (Miladi 3 Ocak 1924)
18..6 Kanun-i Sânî
340 (Miladi 6 Ocak 1924)
19..11 Şubat 340
(Miladi 11 Şubat 1924)
20..27 Şubat 340
(Miladi 27 Şubat 1924)..Efendimiz bu tarihte İstanbul’a teşrif buyurdular. 29
Şubat sene 340 (Miladi 29 Şubat sene 1924).
Mürşid-i âli kaderim,
merkez-i daire-i vücûdum, nur-u feyyaz-ı kalbim, şems-i tâbânım, pederim
Abdülaziz Mecdi Efendi Hazretlerinin Ankara’da umûr-u şer’iyye ve evkâf
müsteşâr-ı âliyyine şeref bahş iken abd-i kemterleri bu fakîr pûr taksîre
göndermek lütfunda bulundukları mekâtib-i reşâdet penâh efhamileridir.
23 Şubat 339 (Miladi
23 Şubat 1923)
Dâru’l-Hilafeti’l-
Âliyye Medreseleri Tabibi
Süheyl
29 Şubat 340 (Miladi
29 Şubat 1924) tarihinde Efendimiz Hazretleri dersaadeti teşrif buyurdular.
İş bu mecmua
kıymettâr açılırken sahifelerin uçlarından açılması ve yazıların üzerine
ellerin temas etmemesi müştâk-ı feyz-i rabbânî olanlardan rica olunur.
Mektup 1
İstanbul Evkâf
İdaresinde Mimar Muzaffer vasıtasıyla Doktor Süheyl Bey’e verilecektir.
Hû
Abdülaziz Mecdi
Nûr’u-l Fuâd’ım
Süheyl’im
Senden üç, Şu‘arâ-yı
Devlet azasından Baha Bey’den üç, Sa‘idden iki, Burhaneddin’den iki, mûmâ
ileyhin Sadâret-i sâbıka’daki Mehmed (Muhammed) Ali’den bir, Refik’den bir,
Şefik’ten bir, mülkiye talebesinden Sabit’den bir mektup geldi. Hakkımda
lüzumundan ziyade izhar-ı hürmet olunuyor. Henüz meşguliyetim tahaffuf etmedi.
Ayru ayru mektup yazmağa vaktim müsaid değil. Biraz daha işim kesb-i hiffet
ederse o zaman ayrı ayrı yazarım. Ma eğer mektub nenvisim ayb-ı ma meken.
Dermiyane râz-ı müştakan kalem na mahremest. Bana hulus-i kalb ile mektub yazanların
istifadesi şudur. Mektubun vasıl olduğu günün gicesinde meşagilden azadelikle
ferağ-ı kalb hâsıl olduğu zaman Cenab-ı Hak’tan kendileri için inkişâf-ı
füyûzât duası yaparım. Hareket-i kalbiyemi muhabbetle memzuc bir haletle
initâfa sevk etmiş olurlar. Şunu demek istiyorum ki mektub yazanlara karşı
kalben cevab veririm. İşte o kadar. Balada esamisi muharrer efendilere böylece
anlat.
Yalnız Beylerbeyi’nde
mukim olduğunu bildiğin Baha Bey’e git ve söyle hasta olan oğluna okur iken
bana karşı rabıtasını kuvvetli yapsın. Ben oğluna vakit vakit duadan hali
değilim. Mehmet Ali ile Burhaneddin içun çalışıyorum. Fakat buradan İstanbul’a
yazılmış henüz cevab gelmemiş tekid ettirdim.
Cevab geldiğinde
cevaz-ı istihdam kararı verilecek badehu memuriyet verilecek. Dâhiliyede münhal
az. Mehmet Ali içun maarife söylemiş idim. Ders veririz dediler. Fakat cevaz-ı
istihdam kararı lazım diyorlar. Her ne ise lutf-u ilahi garîbdir. Refik ruhen
pek parlaktır. Burhaneddin eyu fakat ibaratında gayri caiz.
Kelimat mündericdir.
Senin ruhen bu kadar ittilaların olduğu halde tâbiratta ileri gidiyorsun.
Fakir, Cenab-ı Hakk’ın bab-ı kibriyasında bir kıtmirim. Fakir bir abd-i
hakirim. Azamet ve kudret-i zatiyesine nisbetle bir zerre-i naçizim. Cenab-ı
Hak o zerreden şumus-u azime tevlid etse o kudret o azamet yine Hakka racidir.
Kadir-i Mutlak Hazretleri fuyuzât-ı maddiye ve maneviyenizi müzdâd buyursun
Âmin bi hürmeti’n-Nebiyyi’l-Emin ve’l-hamdülillahi rabbi’l-âlemin.
23 Mart 39 (Miladi 23
Mart 1923)
Şeriyye Müsteşârı Abdülaziz Mecdi
(Soldaki:)
Hastahanede Muhammed Ali’den bir şey yazmıyorsun. Cevad galiben yazı yazmasını
bilmiyor. Onlara da selam.
(Sağdaki:) Benim
İzzeddin ile refikası Tevhide’nin mektupları da geldi. Hubb-i iştiyak ile
okudum. Onlara da bâlâdaki cevabı söyle. Her ikisinin izdiyâd-ı inşirâh-ı
rabıtadadır, söyle!
Mektub: 2
Guraba Hastahanesi
Etıbba-yı Hâzikasından Süheyl Bey oğlumuza
Hû
Süheyl Bey’e
Oğlum!
Senin 21, 27 Mart; 1,
13 Şubat 39 (Miladi 1,13 Şubat 1923) tarihli mektuplarınla mesnevi şeklinde bir
manzumen musanni’ bir yazı takımı, sonra bir tesbih, Şevki Efendi hattıyla bir
besmele-i şerife geldi. Burhan’nın 31 Mart tarihli mektubu, Tevhide ve
İzzeddinin 3 kıta mektubu, Cevâd’ın 18 Mart ve 1 Nisan iki kıta mektubu, doktor
Salim’in hastahanesindeki Mehmed Ali’nin Şefik ile biraderi Refik’in
mektupları, Said’in vecazetname-i aşkı, Salim’in niyazname-i şevki, Sabit’in 12
Nisan tarihli mektubu dahi vasıl oldu. İhtimal ki gelip de şu dakika-i tahrirde
nüshası elime geçmiş mektub da vardır. Çünki bir buçuk ayda cevab yazamadığım
mektubların adedi (120) den fazladır. Bahaddin Bey’in de senin oraya gittiğini
mansur pek neş’eli bir mektubu dahi gelmiş idi. Şimdi dinle:
Besmele-i şerife pek
hoşuma gitti. Peder-i büzürg-vânyın hattı enfesü’l hututdur. Evradımı senin
tesbih ile okuyorum. Biaenaleyh her zaman hem elimde hem dilimdesin. Kalemleri
de kullanıyorum. İstanbul’da iken odamın her tarafında senin levhalar gözüme
ilişirdi. Burada da gerek oda ve gerek dairede kullandığım kalemler senin ve
çektiğim tesbih yine senindir. Maddi ve manevi fuyûzâtın müzdâd ve kalbin
muhabbetullah ile âbâd olsun. Cevâd’ın gözlerinden öperim. Sözleri pek düzgün
değilse de kalbi düzgündür. Muhabbeti müzdâd olsun. (Sayfa) 7) Burhan’ın
yaldız (renkli) mektubu kâtibânedir. Fart-ı muhabbetle bazı hezevatı vardır.
Maddi ve ma’nevî mesrûr olsun. Tevhide ve İzzeddin pek müştakâne yazıyorlar.
İkisinin de derdi sırf manevîdir. Cenâb-ı Hak inkişâfât-ı kalbiyelerini
artırsın. Doktor Salim’in ki basit olmakla beraber selâmet-i kalbe işarettir.
Hak manevîyâtını maddiyâtına galib etsin. Mehmed Ali vadi-i hayret niyaz
mendidir. Cenâb-ı vâhibu’l- âmâl muvazene-i tammesini mucibu-u eltâf ile
kendisini tesrir etsin. Şefik, adeta bir rengi muhabbetle müzeyyen görünmeye
başladı. Her şeyden evvel mutad-ı kadîmi olan suallerden ferâgat etsin. Daha
ziyade nâil-i fuyuzât olur. Refik, kalb-i metin ve mekiniyle meydan-ı
muhabbetin bir şehvar-ı müzeyyen el-etvarıdır. Kuvvetli rabıtası var. Said
sermest neşvedir.
Meserret-i
kalbiyyesiyle eşk-rîz-i inbisat olmakda hakkı vardır. Neşvesi müzdad olsun. Gözlerinden öperim. Hoca
Salim birdenbire parlayan bir ziyayı muhabbettir.
Meserretle o da
demâ-rîz neşvedir. Şimdiye kadar cevabımı alamadığından Ramazan münasebetiyle
bir tarafa gitmiştir. Allah kalbi gibi kesesini de doldursun. Sabit, Orhan
Şemseddin Bey’le görüşmesini soruyor.
Pekâla, Avrupa’ya
tahsile gideceğini yazıyor. Hak muvaffak etsin. Vezâif memurete âid
meşguliyetim çoktur. Ayrı ayrı cevab yazmağa vaktim müsaid değil. Onun içün
böyle kara cümle şeklinde bir cevabnâme yazdım. Baha Bey’i görür isen
inkişâfât-ı kalbiyyesine dua ettiğimi söyle. Cenâb-ı Şâfi-i Hakiki oğluna şifa
ihsan buyursun. Ramazan’ın on beşinde izin alarak İstanbul’a gelmek
niyetindeyim. Ve mâ tevfîkî illa billâh.
El-
Fakîr İleyhi Teâla 21 Nisan 39 (Miladi 21 Nisan 1923)
Abdülaziz Mecdi
(Sayfa)
8 Hû
Mektubu yazdıktan
sonra senin 10 Nisan 39 (Miladi 10 Nisan 1923) tarihli mektubunla topkapulu
Mehmed Ali’nin mufassal ve zuhûrât-ı Hâki bir, Burhan’ın tebrik-i Ramazandan
bâhis bir, Mehmed Ali’nin bir cümle-i vecize-i teslimiyetten ibaret bir, Şefik
ile Refik’in birer, Sabit’in Ramazan tebrikini mutazammın bir, Said’in nuranur
aşk ile mâlî bir, Nazmi Bey’in telif ve tab eserine âid bir, mektubu geldi.
Mehmed Ali ile Burhan’a maddeten bir hizmet edemediğimden sıkılmağa başladım.
Belki bu sıkıntı yerinden oynamayan tâlilerini oynadı. Diğer Mehmed Ali’nin
işini oraya vardığımda halledelim.
Muallimlik içun
İzmir’e müracat eyu olmuş. Sa‘id’e cevablarım kalbidir. Nazmi Bey’in eseri
yazdığı gibi bize gelirse elden gelen muâvenet diriğ olunmaz.
Şefik’e verdiğin
nasihat, benden söylenmiş gibidir. Refik’in mektubuna cevab iç sahifede
mesturdur. Kalemi, usul-i tahrirde biraz tutkundur.
Hak lisan-ı kalemini
andelib-i belağat eylesin. Validesine selam söylesin. Sen de hem validene hem
de hemşirene ikisine de selam söyle. Receb’in oğluna olan mektubu da geldi.
Kendisine kimsenin yed-i ezâsı mes etmesin diye dua ettim. Allahümme lâ mencee
velâ melcee minke illa ileyke Allahümme biyedike melekûtü külli şeyin ve ente
âlâ külli şeyin kadir. Allahümme ya mukallibe’l-kulûbi ve’l ebsâri, hallis
ibâdeke’s- sâlihîn. Ve’l-hamdülillahi rabbi’l-âlemîn.
23 Nisan 39 (Miladi
23 Nisan 1923)
Abdülaziz
Mecdi
Hû
Reşadetlu faziletlu
peder-i mükerremimiz, şeyhi muazzamamız Mecdi Efendi hazretleri 15 gün
mezuniyetiyle ve memuren şeriyye vekâleti müsteşârlığından der-saadeti 6 Mayıs
339 (Miladi 6 Mayıs 1923) tarihinde şerefyâb kılarak 21 Mayıs 339 (Miladi 21
Mayıs 1923) tarihinde tekrar Ankara’ya mahalli memuriyet vâlâlarına avdet
buyurdular.
22 Mayıs 39 (Miladi
22 Mayıs 1923)
Dari’l-Hilâfeti’l-Âliyye
Medreseleri Tabibi
Süheyl
Mektub
: 3
Medâris
Doktoru Ahmed Süheyl Bey’e yeden bi-yedin verilecektir.
Hû
Süheyl’im!
28 Mayıs 39 (Miladi
28 Mayıs 1923) tarihli nemîka-i irfan penâhîleri cevabıdır:
Mektubunuz gönlüme
büyük bir inşirah bahş etti. Çünki her kelimesinden her cümlesinden bûy-i
feyizi muhabbet duydum.
Cenâb-ı Hak, feyyâz-ı
mutlak hazretleri âhiren mukaddimâtı icra edilen irtibat-ı sûriyi dahi
irtibat-ı manevî kadar feyizdâr eylesin. Havl-i bî kudretimde nigeran-ı fuyûzât
olan ve muhabbet-i şedide-i kalbiyeleri hikâye buyurulan şaban aşk-ı ilâhinin
kulubunî sahibe’l-kulûb olan hazreti mennân envâr-ı irfân ile tâbân ederek
hakkımda hüsn-ü zanlarını karîn-i hakikat eylesin. ( Ene indî zannî abdî bî)
sırrını nümâyân vâfık-ı sağîremden
şumus şâşâdar îkanlar peyda ederek dâimü’l-lemân etsin. Kable’l- îd ve
bade’l-îd bu havaliyyi feyz-i bârân-ı Rabbânî sîrab-ı kerem eylediğinden
lehu’l-hamd etrafın cuşu baharı gıbta-i bahş-i ezmandır. Mâlumu ârifâneleri
olduğu üzere ehlullah günü kesif ve günü latif âlemlerinden geçerek
nefehâtü’l-üns ile neşvedâr olduklarından bu âlem-i suriye irtibatları pek
zayıftır. Binâenaleyh bade’l-vusûl devam eden hayat-ı beşeriyyeleri kendileri
için olmayub beni-i beşere hizmet-i maneviyyede bulunmak içindir. Enbiyânın rütbeleri
ise daha âlidir. Risâlet meâb Efendimizin rahmetelli’l- âlemîn olması bu manaya
matuftur. Mamâfih nugât-ı sâireden de rahmetelli’l-âlemîndir. Bunları tizkârdan
maksad, halkın (sayfa) 10 ahvâl-i umumiyyesini tetkik ve mucib-i ina ve
meşakkat olan ne gibi şeyler var ise onların indifa’ ve inkişâfı içün derûni ve
binaenaleyh gayr-i mesmu sayhalarla bârigâh-ı ehadiyyete niyazdan âdem-i
feragatine işarettir. Said tezyid-i malumâta gayret etsin. Hali hazırdaki
vazifesi buna pek müsaiddir. Cümlesinin gözlerinden yanımda gibi öperim.
İstasyonda çektiğiniz fotoğraflardan göndermeyecek misiniz? Validene Sâre’ye
Mesât’e selam ve hayır dua bu kere mezunen hanenizi şenlendiren bizim
Resmiyede. bâki, Bâki mebâd her ki nehâhed bekay-ı tû. Ve’s-selamü alâ menittebea’l-Hüdâ
4
Haziran 39 (Miladi 4 Haziran 1923) Rabıta bir sırr-ı ‘azîm-i ilâhidir.
Müsteşâr
El-
fakîr ileyhi tealâ
Abdülaziz
Mecdi
Mektub:
4
Doktor
Süheyl Bey’e verilecektir.
Hû
Süheylim!
Sana ben harem-i
ilâhiden çıkan sâdâlar gibi ifadelerle müzeyyen 3 Haziran 39 (Miladi 3 Haziran
1923) tarihli mektubunuzu aldım. Aradaki neşidenin birinci beyti:
Gerçi aşkınla senin,
derya gibi cûş eylerim
Mahz-ı lütfunla
lisânım gayra hâmûş eylerim.
Olsa daha hoş olacak,
diğerleri hoştur. Mamafih sözün erişmediği şeye nazaran sözlerin hepsi boştur.
Girdiğin kapuyu unutmamaktaki sebât-ı sâlikâne ve şükür güzâri-i mürîdâne
şâyân-ı takdirdir. Rabıta bir sırrullahtır. Her şeyin hallinin tarik-i
aksarıdır. Rabıtadan ser mu adem-i inhiraf. Neşen müzdâd, zevk-i manevî ile
kalbin âbâd olsun. Gözlerinden öperim. Validene, eniştene, Sâre’ye Mesât’e
selam.
Bâki sıhhat, selamet,
devam-ı zevk-i meserret.
12
Haziran 39 (Miladi 12 Haziran 1923) El- fakîr ileyhi tealâ
Abdülaziz
Mecdi
Tevâzu ayn-ı
rifattir. Anın çun sunu yezdâni
Makamgâhını bâlây-ı
çeşm-i izzet etmiştir
Burhan’ın gözlerinden
öperim. Mektubunu aldım. Bütün halk ile muamelede bâlâdaki beyti rehber-i
harekât ittihâz etsin. Bu bilhassa mültezemimdir.
Mektup:
5
Kart
vizitleri arkasına yazılmıştır
Medâris-i
ilmiyye tabibi Süheyl Bey’e
Hû
Süheyl’e
Süheylim!
Hikmet,
bir hoca, vasıf ile gelen mektupların galiba 4 oldu. Sana mektupları kalbimle
yazdığımdan zâhiri ifadeyi bugün gönlüm istemedi. Yalnız Mevlânâ’nın Hüsâmettin
Çelebi’ye söylediği deh-i Çelebi ne dest-i tö ne lebb-i vu çeşm-i mest-i tö
hatırımdan geçti. Dermiyân râz-ı müştekân kalem nâmahremest işte bu defa bu kadar oğlum
21
Haziran 39 (Miladi 21 Haziran 1923)
(Sayfa)
13
Mektub:
6
Allah
Doktor
Ahmed Süheyl Bey’e
Hû
Süheyl’e
Süheyl’im!
24,
26 Haziran 39 (Miladi 24, 26 Haziran 1923) tarihli mektupların geldi.
Mustafay-ı sâlisin ilsâk olunan hatt-ı ta‘lîki pek parlaktır.
Yahu çocuklar siz
âdeta adam gibi söz söylemeye başladınız. Benim kabirden aksetmiş gibi sesler
duyuyorum. Ne oluyor biraz daha mı değiştik.
Yüksel ki yerin bu
yer değildir. E ente em ene
haze’l-aynu fi’l-ayni hâşâke hâşâyi min isbât-ı isneyn diyenlere demsaz-ı vahdet mi olmak istiyorsun.
12 Haziran 39 (Miladi 12 Haziran 1923) tarihli cevâbnâme-i vecîzemin vusûlundan
Said bahsettiği halde senden şimdiye kadar bir şey zûhur etmedi. Halbuki sana
da var idi. Gözlerinden öper ve haneniz halkına selam ederim oğlum.
29
Haziran 39 (Miladi 29 Haziran 1923)
El-
Fakîr ileyhi Teâla Abdülaziz Mecdi
Muzafferin mektubunda
vazife-i tabâbetine âid bazı vesâyâ îrâd etmiş idim ondan sor. Arkadaşlarının
hepsine selam söyle Evlâd!
Numara 7
Medâris-i İlmiye
Tabîbi Süheyl Bey’e verilecektir
Allah
Süheyl’e
Zâde-i ruhum
Resmî ile gönderilen
29 Haziran 339 (Miladi 29 Haziran 1923) tarihli aşknâme ile - Ya Mahbûbe’l-Âşıkîn-
levhası ve tahayyür ve niyaz rehberili müşir diğer levha ve saat talikine
mahsus levha-i menkûşe ve aklâm-ı maktûa ve mürekkep vâsılı dest-i memnuniyet
oldu. İhtiyar-ı külfete lüzum olmadığı mâlum ârifâneleri olmakla beraber bu
nevi vesâil ve dâviyenin bâis-i tezkir ve câlib-i teveccüh kalb-i münir olması
bâbındaki debi kadimden münbaistir zan olunur. Şems-i vahdetin bir zerre-i
nâcizi olan bu abd-i âcizi uyûn-u nâs’ta ayn-ı şems gibi göstermesi Hakk’ın
ezeli cilvelerindendir.
Hakikat sözün bittiği
yerden başlar. Bu böyle olmakla beraber sözsüz de hiçbir şeyi olmadığındandır
ki Hazret-i Mevlânâ (bişnev ezney) diye başladığı manzûme-i azîme-i
ilâhiyyesinde evvelâ istimâ’yı emretmiş ve insân-ı kâmilden kinâye olan (ney)
den 24 bin 200 küsür beyitlik koca bir söz kitabı meydana getirmiştir.
Demek oluyor ki söz
de bir şeydir. Bunun harfsiz savtsız olanı Kitab-ı Mübîn kalbde; harf ve savt
ile olanı kitap gûnde tecelli eder. Şunu demek istiyorum ki mekâtib ve vâride-i
âhiredeki sözlerin eskilerden daha âli ve hakâyık ile daha mâlidir. Onun içün
geçenki ecvibe-i vecîzelerimden birisinde - Yahu çocuklar siz âdeta adam gibi
söz söylemeye başladınız - diye latîfe etmiş idim. Tabiatı şiiriyyen günden
güne terakki etmektedir. Mamafih gazelinin bazı noktalarına yaymıştım Ber
vech-i âtî îrâd ediyorum. İkinci beytin ikinci mısra-ı şöyle:
Gönüldür pek muallâ
anda kevn olmaz mekân olmaz
(Sayfa) 15 Ve
üçüncü beytin ikinci mısraında: (mısra) yerinde (mücellâ) dördüncü beytin
birinci mısraında (mekâna) yerinde ( beyâna). Ve yedinci beytin ikinci
mısraında : (vuslat-ı nâgehân) yerinde (vuslatta zaman) ve dokuzuncu beytin
ikinci mısraında : (sözüyle ben) yerinde ( bu merkezde) denilse daha hoş olur.
{ve’l-hâsıl size olan muhabbetimi hürmetlerimi tekrîmâtımı lâyıkıyla beyandan
âcizim} dediğin hoşuma gitti. Sende ve bende olan serâir-i kalbiyyeye vâkıf
olan Hak’tır. Herkes ve bâhuhus evliyâullah ânın bâb-ı azameti
sedde-kudsiyesinde birer derbân ve bir mest-i nâtuvândır. Burada biraz tevakkuf
ederek içimden de söylendim.
Mektubunun son
sahifesinin ibtidâlarında daha âli ezvâk-ı vecdiyye mevcuttur. Oralara âid
teşrihat kâfiyyeyi râbıta ve muhabbette ara. Resminin oradan buraya avdetine ve
bundan mütevellid tesirat ve teesürata müteallik ifadeler tenezzülâta aiddir.
Hâdisât-ı kevniyyeye mütealliktir. Kalbim o nevi şeyleri duymaz.
Ahmed’e 23 Haziran’da
yüzüğün takıldığı bildiriliyor. Tarafınca tahassül edecek zinciri muhabbetin
bir halka-i nura nur zâhirisi olsun. (Latîfe) be adam Ankara’daki bir adamın
elini ayağını öpeceğine kendi yanında yakın olan elini ve ayağını öpsen olmaz
mı? Mecdî dediğin adam kim oluyor ki bu sultansız âna bende olasınız. O da
sizin gibi bir bende-i ilâhidir. Burada bizimle yeni münâsebet peydâ eden
tabiri âharla bana
intisâb eden kâmekâr
nâmında bir adam lisanından söylediğim gazeli sana gönderiyorum.
O
kadar parlak olmamakla beraber rehrevân-ı râh-ı ilâhisinde sabah seferi
terennümatından olduğu içün gönderiverdim. Gazel şudur:
Hüsnün
etmiştir beni bir âşık-ı şöhret şiâr
Kâmekârım
ben senin aşkınla her dem kâmekâr
Bîcihet
herhangi semte eylesem atf-ı nigâh
Nur
vechin dîdeme olmaktadır pertevnisar
(Sayfa)
16
Sîne
sînâ şeklini ahzeyledi feyzin ile
Nârımı
nur eyledin ey dilber-i âli vekâr
Yok
benim gönlümde senden başka dürlü bir vücûd
Her
nigârın nuru senden rû nümâ dârî nigâr
Sırr-ı
eşya müncelidir zerre zerre dîdeme
Başka
bir hâlet dilimde oldu şimdi ber karar
Bir
velinin bâdesinden nûş idup bir kâse aşk
Vecd
ile oldum ser bâbında mest-i hûşyâr
Cûş
ider derya gibi gönlümde zevk-i intibâh
Kâmekârım
ben ânın feyziyle her dem kâmekâr
Gel
keyfim gel- müessir perde pûş-i kibriyâ âsâr-ı hayrette - Senin ve hep
arkadaşlarının gözlerinden öperim. Ve’s-selam alâ meni’t-tebe‘a’l- Hüdâ
8
Temmuz 39 (Miladi 8 Temmuz 1923)
Ayn. Mim
1 Temmuz 39 (Miladi 1
Temmuz 1923) tarihli mektub da geldi. Söz ne kadar çok olsa söz bir Allah bir
elfâz ve manî dönüp dolaşub bu neticede karar buluyor.
Mektub: 8
Süheyl’e
İstanbul Heyet-i
Fenniyyesi’nde inşaat kâtiblerinden Râfet Beyzâde Burhâneddin vâsıtasıyla
Medâris-i İlmiyye doktoru Süheyl Bey’e
Allah
Medâris-i İlmiyye doktoru Süheyl Bey’e
Süheyl’im!
Medâris talebesine
eczâyı tıbbiye itâsı hakkındaki vesâyâ-yı fakîrâneme cevâben yazdığın mektub
ile 5 Temmuz 39 (Miladi 5 Temmuz 1923) tarihli mektubun geldi. Sana mektub
yazmağı hatırıma getirince - sana bakmak müteazzir görünür böyle ki eşk. Sana
bakdık da dolar dîde-i giryânımıza- beyti hutûr etti. Hikmetini bilemem. Mânevî
bir hayalin veya cemâlin zuhûruna mı daldır.
Süheyl’im deki: (mim)
i zamîri izâfi olarak almakda mâna doğru çıkmazsa zamîr-i nısbî olarak
tefekkürü maksada daha yakîn delil olur. O zaman infisâl-i ittisâlime iftirâk
visâle müngalib olur. Adâd ne kadar çok ne kadar nâmütenâhi olsa hepsinde vâhid
mevcûd ve diğer adâd vahidin teaddüdüyle maduddur. Hakikat-ı mecâzdan zirve-i
hakikate terakki edenlerin nazarında eşyanın vücûdu madumdur.
Vücûd-u hakiki
Hakk’ın olup andan başkasına vücûd nisbet-i izâfidir. Bunun manasını zevk-i
manevî ile idrâk ederler.
Gelelim içeriden
dışarıya: Medâris’in iâşe meselesi pek mühimdir. İşârınız vechile virilen gıda
nâkısdır. Ancak evkâfın da senede elli iki bin liradan fazla virmeye tahammülü
yokdur. Bu hususda bir çâre taharri etmekteyim. Muvaffaku’l-a‘mâl teysir iderse
çâre-i hâl bulunur.
(İnne meal usri
yüsrâ). Refîk’in bir mektubu
geldi. Birinci çıkmış mülâzım-ı sâni olmuş. Efendi’nin didiği gibi (tâ benim
istediğim de bu idi) müstakbeli mâddeten ve manen ziyâdâr olsun.(Sayfa) 18 Sana
mektub yazarken emek çekmem hafif yazarım meselâ geçenlerde Bahâ Bey’e biraz
canlı bir mektub yazmış idim. Hafif yazdığımın sebebi var. Hem içeriden hem
dışarıdan çifte ateş olmasın dirim.
Hayât-ı maneviyemde
sırru’l-esrâra müteallik olmayarak vicâhî canlı sözler söylediğim vardır. Fakat
yazdığım yokdur. Ben (Edeb-i Muhammedî) ye riâyetkâr bir adamım.
Ne buldumsa seni
sevmekle buldum ey mualla nur. Seni sevmekte var zevk-i ferâvan Ya RasulAllah
üveysiyim. Âteş deryâlarından yüzerek lütf-i ilâhî ile kûy-i cinan sahillerine
irişdim. Benim içün lisân-ı kalem nâmahremdir. Mamulâtım rûhî ve kalbîdir.
Bununla sana işâret tarifiyye yokdur. Sen Süheyl sehlü’l-mürûr yollardan
gidiyorsun. Elini tutmuş rehberin vardır. Bu yolun Burak-ı îsâli muhabbettir.
Muâmelât-ı zâhiriyye ve bâtiniyyeni mütevâzin olarak icrâdaki mesleğinle devam
et. İnne’l- âkibete li’l- müttekîn. İttikâ esrâr-ı kalbiyyeyi ifşâdan tehâşîdir.
Artık yeter oğlum susuyorum haneniz halkına selam.
15 Temmuz 39 (Miladi 15 Temmuz 1923) Ayn. Mim
MEKTUB
9:
Hasekide
bostan hamamında 36 numaralı hanede Doktor Ahmed Süheyl Bey’e
Hû
Doktor
Süheyl’e
Şule-i Şemsi Rabbani:
3 ve 17 ve 17 zerin
sümbül 23 ve 29 Temmuz 339 (Miladi 23 ve 29 Temmuz 1923) tarihli mektublarına
cevabdır:
Talebele-i Ulumun
iâşe işini ehemmiyetle teemmül idiyoruz. Esbabına tevessül olunmuştur. Netice-i
Hayriye memul kavidir. Bu zahiri sözüm bitdi.
17 tarihlinin birisi
cevabdan müstağnidir. Diğer mektuplar envar-ı Süheyliyenin birer huzme-i
bediası ve harem-i lâhut kudüse doğru uşşâkın zaruri olarak salıverdiği bir
nevi nağme-i refiasıdır. Bu nevi sadaları zat baht âleminde bu ve ondan bi
nişan olan ve alet tarafdaki her dürlü velvele-i mevcudat-ı izafiyeye bakmak
istemeyen sükkan-ı haram hassa ismai idebilmek hünerdir. Onlar sema arzusunu
izhar itmedikçe ismaa çare mefkuddur. Hasenatü’l ebrâr seyyiat’ül mukarrebin
tabaka-i salisenin en neşve aver en şaşa kemter gülistanlarının safahat-ı
bediasını seyr-u temaşa idiyoruz. Lezzat-ı maneviyenin en tarab-feza bedayii
buradadır. Bu dil-firib menazırı hoşça temaşa itmek ve isti‘cal itmiyerek etraf
ve eknafı lüzumu kadar vasi‘ nazarlardan geçirmek lazımdır.
17 tarihlideki
gazelin parlaktır. Yalnız son beyitdeki (Lutf-u Mevlâdır) yerinde ( Lutf-u
Mevlâsın ) dinse daha hoş olur. Şimdi 17 tarihli mektubunu bir daha okudum. Her
kelimesi âlem-i manadan doğmuş bir ziyayı bedi. Aferin Süheyl. Sulb-u
kalbimden.
(Sayfa) 20 kadd-i
mezk âlem-i vücud olduğun gün bu kadar düzgün bir ferzend-i manevi olacak ki
itminanım olmakla beraber bu günkü derecede değil idi. Siz bana hakkın eltaf-ı
mahsusasındansınız oh ne ala şey. Aradan çıkardım. İki ten bir beden yahud iki
bedende bir şulezen “gel keyfim gel” (irince Lutf-u hak bir başka istidat olur
peyda).
Çıkar elbetde sahn-ı
sinesinden nur-u rabbani nikâhımdan çıkan bir şule kalb-i yare düşmüştür. Ey
bab-ı Ali caddesi vadi-i ayün mü idin. Sulhami Bayramın tebrikinde pek hoş
yazmışsın. Hakikata bu sulh-u âlem içun bir rahmet-i umumiye oldu. Bizim eski
Çukur’u evvel selamlığında sevindiğim kadar sevindim.
Her şeyde
mutasarrıf-ı hakiki Hak’tır. Bayram hediyesi olsun diye (cananın) redifli bir
gazel ile birde arabiyyü’l- ibare sulh hutbesi yazdım.
Gazeli size Recep
Ferdi gönderecekdi. Hutbeyi Laz Hafız Sadeddin Hacı Bayram Veli (kaddesallahu
sırreh) Camiinde o meşhur olan nağme dil-firîbiyle okudu. 29 tarihli neva
name-i ilahide coştukça çoşmussun. Henüz beşikden çıkarak yürümeye başlamış
çocuk değil isen de üç yaşındaki bir sabi hakikatte bu derece nutk-u beliği
zaman-ı rüşde büluğunda göstereceği etvar-ı aliyenin büyük bir beraat
istihlalidir.
Mamafih beyne’l-ihvan
yek diğere karşı lazime-i tevazu ifa bence bilhassa mültezemdir. (şems olsa
semada nur-u fadlın. Hakilere mail-i visal ol) dediğimi unutma. Ene seyyidü
veled-i âdeme velâ fahra hadisinin manasını izah etmiş idim. Bu kadar
kâfi 19
19
bizim şeriyeyi memurin müdürü Vasfı Efendi taliki gayet eyu yazıyor.(Aherli
kâğıt) olursa sana levha yazarım dedi. Biraz ahirli kâğıt gönder. Mehmet
Ali’nin maaşını iki bin yapmışlar pek keyiflidir. Her ne ise buraya gelmek
hakkında hayırlı oldu dimekdir. Bizim Receb Ferdi de beraet kazanmış müterakim
maaşatının itası emrini de vermişler İstanbul’a avdet etdi. Talii açık olsun.
Mektublarımın hamili odur. Validene, Sare’ye, Mesât’e, iki küçüğe selam
gözlerinden öperim Süheyl’im.
8 Ağustos 39 (Miladi
8 Ağustos 1923) ayın. mim
Rezin sünbüleli
varakalı, işaret-i mahsusa-i yühevvidândandır, diyorlar hele bir kere sor.
Tevhide’nin mektubunu bugün aldım. İzzeddin içun çalışayım. Sonra neticeyi
yazarım, Hû
11 Ağustos 39 (Miladi
11 Ağustos 1923) tarihli mektub da geldi cevabını ayruca yazarım yalnız gazelin
lafzı ve manası parlak vezni yok -failatun feilatun feilatun fa’lün- olacak bu
yolda tashihen gönder. Tesviye den dolayı Receb Ferdi teehhür etdi. Mektublarda
onun içun geru kalmış idi. Bugün posta ile gönderdim. 14 Ağustos 339 (Miladi 14
Ağustos 1923)
Mektub 10:
İstanbul: Haseki’de
bostan hamamında 36 numaroda Doktor Süheyl Bey’e.
Hû
Mirât-ı Mücellayı
İrfan
Envarı lâmia-i
kalbiye de zinetnümayı temessül olan ayatu beyyinat içinden manzur dide-i
basiret olan bir levha-i garâyi bedia, unvan-ı irfan fahır olmak üzere hattı
zerin maneviyetiyle neveşte oldu.
Murad ve mürîdin iki
zıyadar ayine-i esrar olduğu yetkin olunur yahud nuru’l-kamer müstefadün
mine’ş-şems sırrınca mah-ı
nura nur kalbin şems-ü pür envar-ı ruhdan iktibas nuraniyetindeki tekemmül
telkin olunursa mirâtının esrar-ı tekabülat ve tenekkülatı mefhum-u kalb habîr
olur. ( Dilin ayinedir hakka o mirâta cihan âşık) diyen sevdazede-i İlahi
hatibü’l-leyl değil belki muhatab âşık pür meyildir.
Kalb, nazar-ı
tahlil-i etibbadaki şekl-i sanavberi olmayub bu fasıle-i asliyenin lisan-ı
nebahatinde bir fetile-i kudsiye-i ilahiyedir. O bir fetiledir ki ziyasına
münazım-ı şemsiye gibi bin encem-i ziyadar, bin envar olmakla iftihar eder.
Ziyasındaki saykal lemân râî ve mer’iyi rüyet ve iraye kadir bir nuraniyet-i
bedia olmakla ana mirât ziyadar dahi dinebilir. İşte o sır hidayeye mirât
demekle muhatıp ve muhatabı tenvir etmek istedim.
Bu mirâtın bir
hassasıde nazzarelik vazifesini ifasıdır.
Dürbün-ü maneviyet
dimek olan iş bu nezzare, o âlem nura’n-nur-u azametin şahinşah zi şekve ve
şevketini gösterir. Bendeyim her gedaya ey Mecdi. Baht-ı aklım kalbe şah olalı (Sayfa)
23 Beytini söylediğim zaman kasd ittiğim ruh-u sultanı bugün söylemek
istediğim şahinşah zî-kudretin pişgah cemalinde secde-i tazim usulüne aşina bir
uşak olmak vazifesini bile hüsn-ü ifa idemez.
İşte o şehinşah-ı
kadir otağ (barigah) azamet ve iclâlini kemal-i lütfu ve kereminden bu fakirin
ruh-u sultanisi üstünde yani fevk-ı manevisinde kurmuştur. Binaenaleyh
ubudiyet-i mahza ile mümtazım. La ilahe illallah elmelikü’l-müteal. Şu halde
abd-ı has ilahiye rabıta sahibi abde rabıtadır.
12 Ağustos 39 (Miladi
12 Ağustos 1923) tarihli mektubunun feyz-i neşvesiyle yazdığım bu mektubu
tasavvur ve tasvir ve anın üstündeki hads ile de yazmadım. Yani zuhurdur izhar
değil. Pür şaşa ber füruş ile insibaba başlayan maaniyi bundan ziyade yazmağa
izin olsaydı. Daha hayli teheyyüât-ı hakikiye sahilleri tekvin olurdu. Artık
susdum. Bizim Kâmekâr Uluğbey’in sana karşı muhabbeti vardır.
Kendisi Kütahya
Maarif başkâtibidir, muhabere it. Üç gün mukaddem taahüdlü olarak gönderdiğim
mektuba ihvana da verilmek üzere mektublar lutfetmişdim vusulünü yazınız oğlum
Süheyl’im nurum.
Sene 19 Ağustos 39
(Miladi 19 Ağustos 1923) Ayın. Mim
İzmitden
tenezzühgâh-ı Saadet’den 16 Ağustos 39 (Miladi 16 Ağustos 1923) tarihli
feristade-i rah-ı muhabbet kılınan mektubunuz reşide-i dest-i meveddet ve
inıtafat bedia-i kalbiyeye vesile-i hareket oldu oğlum.
Mektubumun bir
suretini Kâmekar’a gönder.
Mektub 11
Allah
Medaris-i İlmiyeTabib-i
Edibi Süheyl Bey’e mahsusdur.
Hû
Süheyil Kalbi Mecdiye
Süheylim:
21, 21, 22 Ağustos;
2, 6 Eylül 39 (Miladi 2, 6 Eylül 1923) mektublarınıza cevabdır:
Müfredat-ı kâinat
kadar maani-i kesireyi ihtiva iden şu mektubların her cümlesine ayrı ayrı cevab
yazmak afakın mezahir nâmahdudasından cüstü cû hakikata benzeyeceği içun o yola
sapmayarak fakir, fezleke-i avâlim-i İlahiye olan kalb-i kamiledeki hulasa-i
tecelliyatı takliden biraz kısa yazmak istiyorum. Bununla çoğu azaltmak yahut
azı çoğaltmak maksud olmayub yalnız sırrı muktezayı deruni icabınca hareketden
ibaretdir. Zaten vahdet-i kesretin kesret ve vahdetin ayn-ı tamı olduğuna
nazaren neticedeki hatt-ı iltisakda yine birleşiyoruz dimekdir.
Evvela dide-i bînây-ı
basiretini, ruhsarı tâbnâk nebahetini öperim.
Buradaki dide ile
ruhsar bir cemal kemal-i manevi olmakla cûşişine kalbi şairden cüş ü huruş iden
maani-i rakıkanın bu nisab-ı feyz-i vahdetten nasibe-i şan u şerefi yokdur. La
yemessehu illel mutahherun selsebil irfanından ağzını pak itmeyenlerin
şifah-ı habaseti o dideye o ruhsara dudağını dokunduramaz. Saniyen kûşe-i
arifanelerine şu hüdâyı kalbiyi isma itmek isterim ki kellimu’n-nase alâ kaderi
ukûlihim hakikat-ı âlîye
hikmet-i celilesi maddi ve manevi bütün umur ve muâmelata (Sayfa) 26 Kabil-i
tatbik ve müeddayı desîî bilhassa cedir tetkik olduğundan bilumum muhavere ve
musahabelerde nazar-ı intibahdan dûr tutulmasun. Tevazu hakkında geçenlerde
lüzumu kadar söz yazıldığından tekrarı balda olsa tat vermez.
Aharlı kağıtlar,
kalemler, kağıtlar, zarflar, levha altlık, Mushaf nişaneliği geldi. Aharlı
başka istemez kalemde çoğaldı. Size verilmek üzere Said’e ufak bir levha-i
farisiye gönderdim. Bizim Kâmekâr’la bab-ı muhabereyi açtığınızı odasında
yazdın mübarek olsun. Kâmekâr’a yazdığın mektub hakikaten bir mürşid ağzından
çıkacak sözlere benziyor. Elveledü sînvu ebîhi derler aferin Süheyl.
22 Ağustos 39 (Miladi
22 Ağustos 1923) mektubunuz heyeman ve istiğrak enmuzecidir. Bu haleti zevk
itmemiştik. O gice tecelli itmiş. Senin hiçbir zaman istiğraka tabiri diğerle
sekri samedaniyye düşdüğünü istemem. O mektubum dursun tekrar okuma. Onu
okuyacak zaman gelir. Rezin sümbüleli varaka kavm-i atika mahsusdur.
Mehmet Ali hala hal-i
cezbdedir. Bana bir istiğfarname göndermiş ben kim oluyorum. Nihayetü’n-nihaye
bir abd -ı has-ı ilahi. Bir şerefim varsa ubudiyet-i mahzadır.
Kendisine bir
nasihatname yazarak daire-i akla rücua davet itdim.
Kalb meydana çıkar
mı? Sende pek tazimkarane yazıyorsun. Adeta kendime bir kıymet vereceğim
geliyor. Hesab-ı kati ne oluyor, daha vermemiş mi idin. Sacidu rabbi’l-aziz
yerinde mescudu rabbi’l-aziz yazılmış o sehiv sana değil kaleme racidir.
Mamafih bu 2 Eylül mektubunun aksam-ı bakiyesi pek parlakdır adeta ilhamname
gibi. Yalnız rabıtanın ulviyyatını gösteren satırları okurken hatırımdan (ha
şunu bildin) geçdi güldüm. Mektubları ekseriya hal-i tenezzülde yazarım. Yüksek
mektub istiyor musun? Rabıta, rabıta, rabıta sırrîde yarar. Hanenizdeki küçük
ve büyük benat Hava’ya selam ve dua. Artık bu kadar söz kafi oğlum Süheyl’im
nurum.
16
Eylül 339 (Miladi 16 Eylül 1923) Ayın. Mim
Cevad yanımdadır.
Yakında 20 yahud 25 lira maaş aslı ile münasib bir mahale tayin idiliyor.
Kendisine olan muhabbetime noksan târî değildir. 19 Mayıs 37 (Miladi 19 Mayıs
1921) ‘de Süheyle söylediğim gazel burada yokdur. Suretini gönder hatt-ı
destimle yazub göndereyim. Cevad bir timsal-i zılli (fotoğraf) verdi hoşuma
gitdi. Sizde birer tane gönderin.
Velehül Kibriya-u
fi’s-semavati ve’l-ardi ve hüve’l-azizü’l-hakîm i sırrı rabıta da
tefsir it kalbin sırrı sürur ile dolar.
MEKTUB 12
İSTANBUL
Süheyil, Said
Süleymaniye
Kütübhanesi’nde İzmirli İsmail Hakkı Bey Kütübhanesi hafız kütübi Said Bey
vasıtasıyla Doktor Süheyil Bey’e
Hû
Ey kalbimin nur-u
kadim ve cedidi
16, 26 Eylül; 6, 11,
16, 18, 21 Teşrin-i evvel 39 (Miladi 6, 11, 16, 18, 21 Ekim 1923) tarihli
mektubların ile 25 Eylül Mehmet Ali ye yazdığın sureti, gönderdiğin müzehhebat
ve müressemat geldi.
Dinle;
16 tarihlinin
mukaddematı bir sahib-i kalb ifadâtıdır. O kalb, o arşu’r-rahman mühbit-i tecelliyat-ı
kudsiye olsun ve olmak derece-i süluk itibariyle tabiidir.
Manzumenin üçüncü
beytindeki (hep) zaiddir. Size mahrem olacaklara delil olmakda ayruca bir zevk:
bunun üstünde iyice düşündüm. Keyfiyet kemiyete muraccahtır. Mehmed Ali’ye
yazdığın mektub, manen ve nasihaten pek yüksekdir. Bununla sende amel it.
26 Eylül: sünbülistan
maani-i nefehatı meşam canınıza biraz baygınlık getirdiğini gösteren evail-i
beyanatdan sarf-ı nazar, salikin sebha-i lisan ihlâsı olması lazım gelen
teslimiyet, havatim ifadâtı tezyin itmiş. Fotoğraf geldi simayı irfanın iki
cazibedar gonca-i melahatı olan gözler bilhassa manzuru dide-i dikkatim oldu.
Bakdığı her şahsın amak-ı hafayasına nüfuza mazhar olsun diye dua ittim. Hatt-ı
taliki tezhib bir kalbi pür nuru tezhib kadar hoş olmuş.
Aşağıdan
yukarıya doğru giden yolda kün kesif, kün latif, can sonra canan yukarıdan
aşağıya gelirken evvela canan sonra can ilâ âhirihi yahud hepsi canan ile
cananın füyüzat-ı zılalı. Bu bizim hesab, halkın canı da cananı da kendi
düşüncesine göredir. Ya mey yahut ney yahut müştehiyat-ı nefsiyyeden bir şey
“Eferaeyte menittehaze ilahehu hevâhu” ilâ âhiri’l-ayeti. (Sayfa) 29 6
Teşrinievvel 39 (Miladi 6 Ekim 1923) tarihli olan bir mektub değil bir
kitabdır. Tarihçe-i intisab diye yazdığın bu macerayı muhabbet, numune nüma
ibretdir.
Şems-i muhabbetde
küsuf, cüziyeye uğradığı zaman kalbinin feryad name-i şekvasıdır. Feveran
zıyayı biraz kısmak istediğim anın hüzün namesidir. Küsufun inkişafı sabahu’l-
hayır müsadetinin duhayı inşirâhı oldu. Bu seriu’z-zeval olan safahat-ı
zemaniyeye takdim itmiş esbab vardır. Maziye karışan hali teşrih ile tekrir,
mesaliki ehlullahdan değildir. 11 Teşrin (Miladi 11 Ekim)’de mevzu bahis olan
Rıza Bey resmini divara astım. İhtisasımın haricinde olan bu eseri meharet benim
dahi calib-i nazar-ı tahsinim oldu. Diğer iki resim dahi pek güzeldir.
Enfiyenin sarısı diğerinden daha eyudur. Bu Tahsin dâhil daire-i ihtisasım
olmagla tahsin-i hakikidir.
Tercüme-i hal parçası
da geldi. Cenab-ı Şakir hakkındaki bu tercüme tamamıyla makrûn-u hakikat
olmamakla beraber, müşarünileyhe aid bir eser-i hürmetdir. Ben fart-ı meşağıl
ile kendi tarih-i veladetimi bile unuttum.
Nerede kaldı ki
Şakirin veladet ve vefat günleri baksan a bir aydır cevab bile yazamadım.
İstediğin gazel hatt-ı destimle muharrer olarak melfufdur.
Cereyan-ı muhabbet
değişdi muhbiyyet mahbubiyete tebdil-i mevki eyledi. Naz çeken nazenin oldu.
Çünkü zeman sabavette geçdi. Lezzeti muhabbeti ihsas hâsıl oldu. La es- elüküm
aleyhi ecran ille’l- meveddete fil kurba sırrı tecelli itdi. Bu muhabbet-i cedide,
imalathane-i kalbde senelerce tahlilat-ı kimyeviye gördükden sonra netice-i
tahlilde (Rıza) hülasasını çıkarır. Rızayı sırrı zat tecellisi takib eder. Bu
yeni muhabbetin lezzeti eskisinden çok faikdir. Çünkü muhabbet maziyendeki
lezzet az çok gaflet ile memzuc idi.
Sence olduğu kadar
bence de mucib-i şeref olan mühriyet-i zahiriyeyi meydana getirmek içun hayli
uğraşdım. Veled-i sulbi veled-i kalbi mahiyetinde olmadığından husul-u emel
dağdar-ı halel oldu. Bunu ıslah içun beyne’n-nisa tarefeyn arasında belki
vasıta-i hayriye zuhur ider. Kati rüşte bence merda olmadığı halde meseleyi
ihtiyarlarına terk-i zaruret hâsıl oldu. Kudret-i külliye Hak’dan olduğu halde
insanların irade-i cüziyesine rabt edile ef‘âle (Sayfa) 30 Döndü kaldı
ne ideyim ki şıkk-ı vücudumdur. Mamafih Mesât ki talii açıkdır. Mergubiyet
tecellisine mazhariyeti vardır.
Sendeki mülakat
iştiyakı buradan gönderilmişdir. Hak, imkân-ı maddi esbabını tesire kadir
olduğundan masarifi mekasid haricinde zuhurat olursa gelirsin görüşürüz. Hatt-ı
fasıldan aşağıdaki ibarat 18, 21 tarihli mektuplara cevabdır. İkrar ve
teslimiyet-i cedide tebdil mecra iden macera icabıdır. Eltaf-ı İlahiye den
ümidi derim ki kutsiyete müntehi olur. Yani feyz-i mukaddesden feyz-i akdese geçer.
Gel keyfim gel gerçi canandan dil-i Şeyda içun kam isterim. Sorsa canan
bilmezem kâm-i dil şeyda nedir. ( eyler beni) redifli gazel, bî bedeldir.
Vadi-i mukaddese girenler naleyni hül‘ ederler. Fahla‘ na‘leyk buna işaretdir. Dünya ve mâfihâ ukba ve mâfihâ
olsa gerekdir. Şimdi benim gazeli tekrar oku! Validene hemşirelerine küçüklere
selam senin de ilahi gözlerinden öperim. Artık bu kadar söz kâfi oğlum 27
Teşrin-i evvel 39 (Miladi 27 Ekim 1923) Ayın. Mim
İhvanına yazılan
mektubların suretlerini almağı rızalarına bırak
Tecelliyat mütenevvi
vü namütenahi ve her şahsa göre muhtelifdir.
Radıyallahu anhum ve
radû anh zâlike limen haşiye rabbeh ayetinin tefsiri ve tevilini güzelce tefekküre
başla
Mektub 13
İstanbul
Hasekide bostan
hamamı sırasında 365 numarolu hanede mukim Doktor Süheyil Bey’e mektubdur.
Hû
Süheylim, oğlum
semeretü’l-fuâdım
25 Haziran 39 (Miladi
25 Haziran 1923) tarihli mektubunuzu bugün aldım. Vakıanın ulviyet hüzn-ü
engizini lisan-ı salike yakışır bir tarz-ı beyan ile tasvir itmişsin!
Bence ismi Saadet
olan Mesât kızıma acıdım. Suni olmadığı halde bu garib muameleye uğradı (
elhayr-u ma vakaa ) diyerek az sabırdan çok mükâfat bekleyelim. Akreb-i evkatta
arzusu vechile gülsün ve süruru ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyesi ber vefk-i dilhah
hâsıl olsun. Validen feleğin kerem ve serdini görmüşdür. Vasıatül sadırdır
onunda akibeti müzdad olsun bizim resminin refika-i Şefika’sına da selam ve
dua. Küçüklerin kemal-i şefkatle gözlerinden öper ve devam afiyetlerine dua
eylerim. Sülûke ve dersin değişdiğine dair yazdığım mufassal mektubu bu sabah
hareket iden odacı Ârif efendiye virmiş idim. İçinde ihvanına da mektub vardır
gözlerinden öperim. 27 Teşrin-i evvel 339 (Miladi 27 Ekim 1923)
Ayın. Mim
Mektub 14
İstanbul
Haseki’de Bostan Hamamı
sırasında (36) numarolu hanede şeref mukim Doktor Süheyl Bey’e mahsus
mektubdur.
Hû
Süheylim
1 Teşrin-i Sani
(Miladi 1 Kasım) tarihli mektubun ile Ankara istasyonundan karta Eskişehir’den
ve İstanbul’dan 'itara? ittiğin iştibak namelere cevabdır:
1 Teşrin-i Sani 39
(Miladi 1 Kasım 1923) mektubu latifül uslubun münderecatına esnayı mülakattaki
münavemat-ı şifahiye ile tafsil-i cevab virildiğinden tekrar cevab tahririnden
müstağni görülmüşdür. Gözyaşlarıyla yazılan diğer üç iştiyakname münderecatını
kalb sinamasında temaşa iderken perde-i hafayada beni tasvir iden.
Sineni hubb-u nebiden şuledar feyz
kıl: gül açılsun eyle icra sahne-i gülzara su
Ağladıkça ben nebî aşkıyla çağlar
sinesi: sanki aşıkdır benimle Ahmed-i muhtara su
Beyitlerimde meşhud-u
basiret olmakda idi. Bu yolda hakiki meserret gözyaşlarından tevellüd ider.
Kalbin gülşen-i sürur olsun oğlum. Ahval-i kalbiyenin lisana sükûtu deb-i maruf
değil ise de Ankara istasyonundan trenin hareketi esnasında vedâa aid hareket-i
kalbiyenin kalbimdeki ihtizazat-ı latifesi pek hoşuma gitdiğini beyandan
kendimi alamam. Aferin evlad!
Sadet meselesini
Kemal’e yazdım ve bu işin neticelenmesi benim reyime talik olunmuşdur. Ve bunda
büyük hayır görüyorum didim. Bütün bütün emir suretinde olmasun diye muvafık gördüğün
takdirde hemen Süheyle müracaat it ve bana neticeyi bildir. Didiğim gibi
kadınlığa müteallık hususatda terbiye-i beytiyyenizi sena ittim.
Henüz cevab-ı
zahirisi gelmedi. Rufekana selam ve duamı tebliğ it artık cevab zamanı geldi.
Hepsine ayrı ayrı cevab vireceğim. Selimin ilacıyla Şefika’nın ilacı geldi.
Haneniz halkına bilhassa Saadet’e selam ider ve senin ilahi gözlerinden öperim
Süheyl’im. 23 Teşrin-i Sani 39 (Miladi 23 Kasım 1923)
Ayın.
Mim
Mektub
15
Hû
Ferzendi pak-ı manevi Doktor Süheyle
Hû
Süheylim Ferzendi
pakım nur tabnakim
24 Teşrin-i Sani 339
(Miladi 24 Kasım 1923) tarihli mektubunu çeşm-i iştiyak ile birkaç defa okudum.
Okudukça inşirahım zevkim iştiyakım artdı. En hoşuma giden tabirin şudur.
Mülakat ile iştiyakım müntafi olmadı bilakis sakin duran ateşi karışdırmanız
iştiyakımı artırdı: senin teşbihin vechile ateş aşk-ı zülâl muhabbeti ebhira
mütekasifeye inkilab itdirdiği gibi muhabbet asli’l-usul olub iştidat ile aşka,
aşk-ı izdiyad ile vecde, vecd-i rıza ile vücuda münkalib olur.
Ve in min şeyin illa
ındena hazainühü vema nünezziluhü illa bikaderin malum ayet mübeccele-i ilahiyesi misdak münifince
hazain-i ilahiyeden dökülecek füyuzat hisab-ı maluma tabidir. Kaide-i tederrüc
ve tekâmül bu mebhas-ı celilede hükümrandır. “la tetefekkeruu fi zatillahi bel
tetefekkeruu fi alâillahi” hadisinden müsteban olan men’i peygamberi
durub dururken mesela zatullahı tefekküre kalkışmak doğru değildir.
Niam ve eltaf-ı
ilahiyeyi ve taayyünü evvelde sernümayı zuhur-u manevi olan ruhdan bil ibtida
letaif ve kesaif avalimini düşünmek doğrudur. Çünki akl-ı küllün daire-i vesia-
i ihatasındadır.
Ruhu tefekkür bir
şeyin nefsini idrak kabilinden olub letaif ve kesaif ise madunda ve binaenaleyh
taht-ı heymenedir.
Bu üç âlemi istediğin
gibi tekrar tekrar seyir ve seyahat ile bu suretle sertac-ı ebrar ve arifin
olmak şerefini hakkıyla ihraz it. Bu makama sidretül müntehayıl arifin dirler.
Akl-ı küllün cenah-ı zerini bundan balaya doğru açılamaz yanar dirler. Bu son
tabiri germiyan oğluna da yazdım. Her ne ise isticale hacet yokdur.
Şimdiye kadar
seyahat-i maneviyenin sayebanlar altında devam itdiğini yazıyorsun. Bundan
sonrası da öyle olsun. Yolda ne muhavvef giceler ne de girdablar vardır.
Pekâlâ, lutf-u ilahi ile ale’d-devam neşve ve sürur ve inşirah ile vasıl-ı ser
menzil olmakda müstebad değildir. Kes nedanest ki menziline canan gücaset.
Ankar hest ki banın çekes mi ayed. Cananın menzil-i manevisi nerededir. Bunu
kimse bilemedi. Şu kadar var ki bir çâk sesi geliyor. O çâk seside bu hususda
söylenen kelimat-ı aliye ve çıkarılan asvat- ı samiye olsa gerekdir. Her ne ise
sen şu iştiyakı artır. Bakalım da belki dilhah vechile bizi İstanbula çekersin
bende (Sayfa) 34 Doya doya seninle görüşürüm. Artık şiiri ilerletdin
menzumatın düzgündür. Füyuzatın müzdad olsun yine tekrar edeyim ilmu leduniden
gaye, mehasin-i ahlakiyedir. Buna ale’d-devam ihtimam it. Sonra tababete aid
vezaifi ifa ise bilhassa ibadetdir. İhtiyar taksir etmeye gelmez. Şeyh
Abdulbaki Efendiye arz-u hürmet iderim. Kusura bakmasun cevab viremediğim
fart-ı meşagıldendir.
Doktor
Kemal’den henüz bir cevab çıkmadı ihtimal sana yazdı. Haneniz halkına selam
gözlerinden iştiyak ile öperim Süheyl’im.
1
Kanun-u evvel 39 (Miladi 1 Aralık 1923)
Hû
İstanbul
Evkaf
Müdiriyetinde inşaat katiblerinden Rafet Beyzade
Burhaneddin
Bey vasıtasıyla Doktor Süheyil Bey’e
Hû
Süheylim!
Rakkazzücacu
ve rakkati’l-hamru
Feteşabeha
ve teşakele’l-emru
Fekeennema
hamrun vela kadehun
Vekeennema
kadehun vela hamrun226
İster ruh ile bedene,
ister aşk ile ruha, ister iki tarafın muhabbetine, ister iki ruhun ittihadı
manevisine, ister aşığın kalbi kavisine. Mamafih maneviyatdan hiçbir şeyi
mahsus ile kabil-i temsil değildir. Başka mufassal mektub yazacağım kalbin safi
bedenin hafif olsun.
30 Kanun-u evvel 39 (Miladi 30 Aralık
1923)
226
Dörlüğün tercümesi şöyledir: “Cam inceldi ve şarap şeffaflaştı
Durumları
bir oldu, birbirine benzedi Sanki şarap var, kadeh yok Sanki kadeh var, şarap
yok”
Beş
mektub vesaire geldi. Ayın. Mim
MEKTUB 17 MÜKERRER
Hû
İstanbul
Haseki’de Bostan
Hamamı sırasında (36) numarolu hanede
Doktor Süheyl Bey’e
Hû
Süheylim!
Bir ay içinde gelen
mektubların- selami mektubundaki tahşiye ile beraber- altıdır. Geçen bir vecize
göndermiş idim. Şimdi o icmalin tafsilini yazıyorum. Ekser uşşak Hüda muhabbeti
şaraba, kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda
nağme sera olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab
satan mecusun piri dimekdir.
Gerçinin cilve kune
bağçe-i bade füruşe
Hakir vib deri
meyhane kenem müşir kanera
Beytindeki bade
füruşdan maksad, yine mürşiddir. Bağçe mecusizade dimekdir. Bu meyhanecinin
çerağı böyle cilve iderse kirpiklerimi meyhane kapusuna süpürke yaparım. Yani
mürşidin yeni mürîdlerinden bu yolda eseri füyuzat zuhur iderse anın bab-ı feyz
meabının eşiklerine arz-ı hürmet ve tazim eylemeğe kipriklerimle süpürmeğe
mecbur olurum. Meşhur aşık-ı billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i
hamriyeside o kabildendir. Bunun matlaı bizim henüz 36 beyitde kalan envar-ı
süheyliye de bir noktada ser name ittihaz olunmuşdur. Geçenki mektubumdaki
kıta-i arabiye (sahib-i ibn Abbad) keder ilmi maaninin mûcididir.
Türkçesi kadeh son
derecede rakık ve berrak şarabda öyle her ikisinin rıkkat ve safiyeti
yekdiğerine müşahebetle tefrik edilemeyecek suretdedir. Güya şekl-i meri yalnız
şarabdan ibaret olub kadeh hiç yok gibi yahud o şekil-i meri yalnız berrak bir
kadeh olub şarab hiç yok gibi...
Bu manaya göre
bununla kasd olunan manay-ı maksudu kolay anlarsın.
29 Teşrin-i Sani 39
(Miladi 29 Kasım 1923) tarihli iştiyaknamen ahval-i kalbiyeyi tasvirde ne kadar
bedayia bürünmüşdür. Kâmekâr ile sende garib bir hassai beyan var. Maneviyatı
tasvirde ne kadar meani-i cedide-i ulviye icad idiyorsunuz. Sulb-u pak-i
ruhumdan doğan evlad-ı maneviyenin reşehat-ı bedia-i kalemiyesini gördükçe
dikkat ve rikkatle okuyorum.
Bir ah lafzına bu
kadar maaniyi sığdırmış cidden sezadar takdir bir eseri aşk-ı bi nazirdir. (Sayfa)
36 Medresetü’l-Hattatîn’e altun saat hediyesi kaziyesini gazete parçasında
okudum. Elinde saat resmide gördüm. Küçük çocukların mekteblerde mükâfat aldığı
manzarası gözümden geçdi. Güldüm. Selami’ye söyle vaktiyle yakın gel didim.
Geriye çekildi şimdi
gönlümü yapmak için bana bedel senin elini öpsün girerse belki çıkamazmış
girsunda çıkabilirse onu göreyim benden mektub istiyor. Ona mektubum sensin,
canlı mektub himmeti senden beklesun benden sana senden ona bi’n-netice benden
ona mektubun bu fıkrasını yaz eline ver.
İçtima yerinde
yazılan 9 Kanun-u evvel 39 (Miladi 9 Aralık 1923) tarihli mektubun yine ah
mahdudun meddi muttasılı yahu bana ne unvanlar veriyorsunuz. Ne ulvi kemalat
isnad idiyorsunuz. Beni benden çok mu biliyorsunuz. Anladık babanızım mürşid
didiğin en büyük bir şey olsa lütfu ilahiye mazhar bir (veli) dir. Veli didiğin
büyüye büyüye bab-ı ilahide abd-i has olur. En büyük şerefi ubudiyetidir. Neden
size feyiz ve kemal irişur ise bu, bana değil Rabbime racidir. Bütün kudret
bütün azamet ona yani mabud celilü’ş-şanıma aiddir. Yalnız bir noktada hakkın
var bu ıktırak-ı suriye dayanamıyorum diyorsun bende de öyle Rabbim istediği
gibi mevani-i izale buyurarak dilhah-ı âli vechile mülakat-ı suriye dahi hâsıl
oluverir. Rabbim esbabını teheyyü buyursun. Hiş çed çak mektubuyun alt
tarafları pek ateşnak bu kadar ateşli yazma istitafi niyaz-i latif …buru?
Belki Allah’ın bir hikmet muvakkatası var.
Hadisat-ı müstakbele
husul-ü sürurunabais olur. 11 Kanun-u evvel 39 (Miladi 11 Aralık 1923)
vecazetnamesi yine aşk ve feryadın ve iştiyak-ı visalin tetabi izafatıdır.
Kalb-i safinin muzafatı şikayatı ve şikayatın ifadatıdır. Devam-ı niyaz ise
atii karibdeki mülakatın ayatıdır. “ gel keyfim gel “ tabirini irad
zamanlarının alamatıdır.
22 Kanun-u evvel 39
(Miladi 22 Aralık 1923) tarihli olan bir belagatname-i beyan bir bedayi name-i
irfandır.
Bir de manzume-i
garra ve neşide-i ulya ile müveşşah olması tarz-ı ifade ve tarık-ı niyaza başka
bir revnak bahşetmişdir.
Ne canibde kadem
basdın yüzüm ol yerde fereş olsun
Ne yerde saye saldın
hak olam ol rehgüzar üzere
Öylemi hay kuzu hay,
hay yavru hay, senin hâk olacağın yere ayağımla basmam, kudretim olursa o hâki
tac-ı ruusi rical eylerim.
Hâk ol ki hüda mertebeni eyleye âli
Tacı sırrı âlemdir o kim hâk-i
kademdir.
27 Kanun-u evvel 39
(Miladi 27 Aralık 1923) tarihli olan ilahi namesini bir âlem vecda vecd maziye
daldırmağa sebeb oldu. Seyr-i manevi esnasında mahza kerem ve lütf-u ilahi ile
mazhar olduğum makam-ı ubudiyeti devre-i seneviyesi münasebetiyle tebrik
idiyorsunuz. Mirac ile uruc lugaten ikiside bir manada müstamel ise de mazhar
olduğum terakki-i manevi mirac değil urucdur. Uruc manevidir. Mukabili hazret-i
halkıyeye rücudur. Cenab-ı Hak feyyaz-ı mutlak itdiğin duaları kabul buyursun.
Âmin bi hürmeti seyyidil mürseliin. Lutf-u ilahiden dilerim ki hakkımda hüsn-ü
zan ile irad
olunan tavsifat-ı
âliye ve evsaf-ı mahsusa-i aliyeye de mazhar olurum leyse minallahi
bimüstenkirin en yecmeal alemu fi vahidin la ilahe illallahul melikül müteal.
Resmi beyle
gönderilen dilber dudağı geldi. İhtiyari zahmet buyurulmuş hoş âmedinin tezhibi
pek hoşdur, zarifdir dil garibdir. Cevad ayda ne kadar enfiye çektiğimi sormuş
ne diyeyim. Geçen gönderdiğinden bir eksik. Böyle enfiyede parasız gelirse
artık durmayub çekmeli.
Validene
hemşirelerine selam küçüklerin gözlerinden öperim. Saadet’in husul-u saadet
karibesine duahânım.
3
Kanun-u Sani 340 (Miladi 3 Ocak 1924) Ayın. Mim
Hû
Said, Süheyl, Refik,
Burhaneddin, Şefik, Mustafa Salim Efendilere
Geçen sene (20
Cemaziyel evveli) (Miladi 30 Ocak 1921) de mahza lütuf ve kerem-i ilahi ile
makam-ı ubudiyetle taltif buyurulduğumu tahdis-i nimet kabilinden olarak
söylemiş idim.
Hakkımdaki hüsn-ü zan
icabından olmalıdır ki bunun sene-i devriyesinde bir tizkâr-ı hüsün olmak üzere
akd-i ictima olunarak mevlüdü nebevi kıraat olunmuş ve ruhu’l- seyyidü’l-enama
arz-u hacat idilmişdir.
Mirac ile uruc
lugaten bir manada ise de ehlullahın seyir ve süluk-u manevisinde hâsıl olan
irtikayı maneviye uruc dinilub miraç dinilmez. Mirac seyyidül enbiya ve evliya
efendimize mahsus bir iltifat-ı azim-i ilahidir. Ana nisbetle müftehir olan
benim gibi kıtmiran bab-ı risalete ana bende olmak şerefi kâfidir. Bu hususun
beyanıyla beraber fail-i füyuzat-ı maneviye olmanız duasını yâd iderek
hepinizin gözlerinden öperim oğullarım 3 Kanun-u Sani 340 (Miladi 3 Ocak 1924)
Ayın. Mim
Allah
İstanbul
Süleymaniye
Kütübhanesinde İzmirli İsmail Hakkı Bey Kütübhanesi hafız kütüb-i Said Efendi
vasıtasıyla Doktor Süheyl Bey’e
Ankara’dan
Hû
Oğlum Süheyl’im
Ankara mebus-u
muhteremi Beypazarlı Hilmi Bey İstanbul’da bahçe kapuda Anadolu hanında numaro
^ de Türk şirketindedir.
Yanına Salim’i yahud
başka bir doktor alarak mezkür şirkete gidersen orada ise idarehanesinde değil
ise hanesi nerede ise oraya gidub hacet var ise hem maddi hem manevi olmak
üzere muayene ider ve kendisiyle görüşürsün. Esnayı musahabetde kutbu rabbani,
kandil-i Sübhani Beypazarı Ali Efendi hazretlerinin merkadini dahi tarif
eylersin. Kayda aid aramızda konuşulmuş bazı hususat vardır. Bu zat bizim Akça
şehirli Salim Efendi’ye mecelle şerhi cild 18 alıvermiş ve bizim Abdullah
Zihni’ye teslim itmişdir. Kitabın mahallince teslimini dahi bildirsin işte bu
kadar oğlum.
6 Kanun-u Sani 340
(Miladi 6 Ocak 1924) Abdulaziz Mecdi
Allah
Doktor Süheyl’e
verile
Hû
Semere-i
şecere-i vücudum Süheyl’im.
İmar-ı Rabbaniden
inficar iden hakayık-ı vücudiyenin mertebe-i evlayı şerefindeki taayünât-ı
evveliye sakf-ı refii ilahisinde nakıştıraz beyan olmağa başladın.
Bülbül-ü dilfüruz
lâhut olanların nefehat-ı sükûtu kabil-i taklid olmayan ve tasvir ve tasvirden
bâlâter olan terennümatdır. İrtifaı azimü’ş-şanına mebni o sadayı lahuti bu
sahne-i nasuti henüz çınlatmamışdır. Cenah-ı feyiz itilası menkuş-u bedayi-i
tayinat olan andelib-i irfan ise seninle hem nağme-i beyandır. Onun ervahı
sermest iden safir dil-gîr seni teshir, senin sadayı dil- firibinde anı teshir
eylemişdir. Bunun enmuzec-i beligi 5 Kanun-u Sani 340 (Miladi 5 Ocak 1924)
tarihli iştiyaknamendir. Mantıku’t- tayrı bilenler bu sadayı dilnevaze hayran
olsalar yeri vardır.
İnsandan la mekâna,
la mekândan feyz-i celil insana yol bulan ashab-ı kulub, nuvatdan şecereyi
şecereden nuvati tevlid ile vücub ve imkân arasında bir fasl-ı müştereki teşbih
icad iderek teşhiz zihin ve kad ve bu suretle kandil hakikatı ikad itmişlerdir.
14 Kanun-u Sani 340 (Miladi 14 Ocak 1924) belagatnamen o tasavvurat cümlesindendir.
Bundaki temenni-i
mülakatı ümid iderim ki bir aya varmadan husulpediz olarak mucib-i mübahat
olur. Bu mektubda hın-ı mülakatda halledilebilecek bazı rumuz-u kelamiye
vardır. Beypazarlı Ali Efendi Hazretleri kitabe-i yazarı azamet şana merhumu
natıkdır. Hemşehrisi olan Hilmi Bey makberenin tecdid ve tamiri sözünü
virmişdir.
24 Kanun-u Sani 340
(Miladi 24 Ocak 1924) daki manzume, 5 Şubat’daki neşide gibi garam ruhu
şevahid-i aliyesindendir. Kalbdeki muhabbet şiirinde badi-i fesahat ve belagat
oldu. Manzumatında an be an terakki görürüm. Bundan ilerusunu mülakata taalluk
idiyorum. Gözlerinden öperim. Hanenizdeki cemaate de selam ve hayır dua
11 Şubat 340 (Miladi 11 Şubat 1924) Ayın. Mim
Allah
İstanbul
Haseki’de Bostan
Hamamı sırasında 36 numarolu hanede
Doktor Süheyl Bey’e
Hû
Süheyl’im
İki mektubunu aldım
bunlara cevabım şifahi olacakdır. Çünkü bu lutfa ve kereme Teâla yazını ki
Pençşembe günü buradan hareket idiyorum. Bir ay mezuniyetim vardır. Said ve
Refik’in mektubları da gelmişdir. İştiyak ile gözlerinden öper ve Cuma günü
mülakat temenni eylerim oğlum.
27 Şubat 340 (Miladi 27 Şubat 1924)
Ayın. Mim
Mürşid-i müfahham,
Şeyh-i mükerrem, üstad-ı muazzamımız Abdulaziz Mecdi Efendi hazretleri
şerefbahş oldukları Umur-u Şeriye ve Evkaf Vekâleti Müşteşar-ı alininden bir ay
mezuniyetle der saadeti baladaki mektubdan tebşir buyurdukları gibi teşrif
iderek 29 Şubat 340 (Miladi 29 Şubat 1924)
Cuma günü biz fakir
kullarını bizzat buyurdular. Devlethanelerine kadar götürdük.
Birkaç gün sonra da
Mart 340 (Miladi Mart 1924) evailinde-i şeriye vekaletinin ilgası gibi cezri
ıslahatda da makam-ı müsteşarileri de lağv edilmiş olduğundan şimdi halka-i
muhabbetine dahil olanlara rızık, faziletle meşgul olarak millet ve memlekete
hayırlı neticeler virecek dualarda bulunmakdadırlar.
1
Mart 340 (Miladi 1 Mart 1924) el-fakir
Artık günümüz
şartlarındaki internet, mesajlaşma mektubun yerini tutmamaktadır. Mecdi Efendi
ve Süheyl Ünver her ne kadar insanları, onların anlayışlarına göre irşat etmiş
olsalar da o dönemin şartları yazılan bu mektupların içeriğini etkilemiştir.
İmam-ı Rabbani, uzak İslam ülkesi olan Hindistan’da değişik din ve mezheplerin
olduğu dönemde yaşamış ve bu dönemde Mektûbât’ını yazmıştır. İmam-ı Rabbani, bu
mektuplarını siyasî, ilmî ve akademik olarak kaleme almıştır. Aziz Mahmut
Hüdâyi ise Osmanlı topraklarının çok geniş olduğu, padişahlık sisteminin düzenli
bir şekilde devam ettiği ve aynı zamanda tekkelerin ve zâviyelerin açık olduğu
bir dönemde mektuplarını yazmıştır. Mecdi Efendi ise mektuplarını devletle
ilgili değilse de daha çok kişilerle ilgili bir gayret içinde yazmıştır. Çünkü
bu dönem tekkelerin ve zâviyelerin kapanmasına yakın olduğu ve modern ilmin
ilerlediği bir dönemdir. Bu sebeple çalışmamızın konusu olan mektuplar daha çok
şahsı, mânevî yönden yetiştirmeye yöneliktir. Yani siyaset veya mezhep
yönelikli değildir.
Tasavvuf ilminin
temel kavramlarının çok ve sık kullanıldığı bu mektuplarda, mânevi gelişimin
önemine ve eğitimine dair geleneksel ve kişisel bilgiler verilerek bir nevi
güncelleştirme yapılmıştır denilebilir. Yetişmekte olan insanlara rehberlikte
en çok bizim tarihimizde tasavvuf ve tarikatlarda bu usûlün kullanıldığını
biliyoruz. Nitekim Abdülaziz Mecdi Efendi’nin mektuplarında şer‘i ilimlere dair
bilgiler, iş‘âri (tasavvufî) bilgilerle mezcedilmiş durumdadır. Bu mektuplarda,
bilginin yerli yerinde kullanılmasına ve yeni bilgilerin elde edilmesine
teşvikle alakalı ifadelere rastlıyoruz. Doğrudan âyet ve hadisler yanında
verilen bilgilerin kaynakları da gösteriliyor. Biz bütün bunlardan, bu
mektupların ilmî, fikrî ve ahlâkî yönden büyük değer taşıdığı kanaatindeyiz.
Şeyh-mürid ilişkisini
kısmen görmüş olduğumuz bu mektuplarda Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’i
mektuplarıyla irşat etmekle kalmamış aynı zamanda irşat vazifesinin usûlünü ve
lüzûmunu anlatmıştır. Böylece Mecdi Efendi, diğer ihvana da Süheyl Ünver
üzerinden tavsiyede bulunmuştur. Çalışmamızın konusu olan bu eser tekkeler ve
zâviyeler kapanmadan önceki döneme ışık tutmaktadır. Mecdi Efendi hakkında ve
bu konu hakkında çalışma yoktur. Yani irşat zamandan zamana ve mekândan mekâna
göre değişmektedir. Mecdi Efendi, kendi zamanının en uygun âlet ve edevâtını
kullanmıştır. Osman Nuri Ergin, “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı
ve Şahsiyeti” adlı geniş çaplı eserinde böyle bir konuya değinmemiştir.
Biz tezimize konu
olan mektupları ele alırken, görünen ve görünmeyen kaynaklarının tesbitine özel
çaba sarfettik. Bu sebeple de yayınlanmış birçok eseri gözden geçirdik. Böylece
anlaşılamayan bir hususun kalmamasına özen gösterdik ki, bu mektuplardan
muhataplarının dışındaki diğer okuyucular da yeteri kadar faydalansın.
Tarikatlardaki meşrep farklılıkları bilinen bir gerçektir. Bu mektuplardan
anlaşıldığına göre, halvetî tarikatine göre yetişme ve yetiştirilme metodu
benimsenmiştir. Biz bunu “Halk içinde Hakk ile olma” şeklinde de
söyleyebiliriz. Nitekim mektubun yazarı da muhatabı da halk içinde aktif görev
yapan kişilerdir. Resmî görevlerini aksatmadan mânevî gelişimlerini
gerçekleştirmişler ve bunda da bir hayli başarılı olmuşlardır. Bunu
çalışmamızın temel kaynağı olan mektupların satır aralarında çok açık olarak
görmekteyiz.
Tezimizde ele
aldığımız mektuplar, Abdülaziz Mecdi Efendi tarafından Ahmet Süheyl Ünver’e
yazılmıştır. Çalışmamızda giriş, dört ana bölüm ve sözlük vardır. Birinci
bölümde Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ve eserleri
hakkında bilgilere yer verdik. İkinci bölümde söz konusu Mektupların
nüsha tavsîfini, dili ve üslûbunu inceledik. Mektuplar muhtevâsı
itibariyle genel olarak tasavvufun birçok konusunu (bazı konular hariç) bir-iki
cümle ile kısaca ifade etmiştir. Mektuplarda konuyla ilgili olarak ayetlere,
hadislere ve tasavvufî bazı şiirlere yer verilmiştir. Mecdi Efendi, Mektuplarında
kendine has bir uslûb kullanmıştır.
Üçüncü bölümde ise
mektuplarda geçen kavramlar ve bu kavramlardan hareketle Abdülaziz Mecdi
Tolun’un kimi tasavvufî görüşlerine değindik. Mecdi Efendi, Mektupları
nda; insan, râbıta, muhabbet, vahdet-i vücûd, kalp, gönül, raziye, marziye,
sülûk, aşk, muhabbet, vecd, rıza, mirac ve urûc kavramlarına değinmiştir. Fakat
biz mektuplarda değinilen kavramları birkaç başlık altında topladığımızda
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin ağırlıklı olarak değindiği şu yedi meseleyi ele
aldık: “vahdet-i vücûd, insan, kalp, tefekkür, mi’rac ve urûc, aşk, râbıta.” Bu
nedenle biz kavramları da bu mektuplar çerçevesinde ele aldık. Böylece
Abdülaziz Mecdi Tolun’un, İbn Arabî düşüncesi çizgisinde olduğunu görmüş olduk.
Anlaşıldığına göre müellifin yaşamış olduğu tecrübeler ve üstatları, müellifi
ve Ahmet Süheyl Ünver’i İbn Arabî düşüncesine sevketmiş olabilir.
Dördüncü bölümde
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin yazmış olduğu Mektupların transkribesi
mevcuttur. Son olarak da eserden hareketle bir sözlük oluşturduk. Biz bu
çalışmamızı elimizden geldiği kadar mektuplarla sınırlı tutmaya çalışmış olsak
da çalışmamızda başka eserlere de atıfta bulunduk. Bu konular üzerinde araştırma
yapacak olanların her iki yöntemle de geniş ve derin bakış açılarıyla konuyu
izah etmesi gerekmektedir. Eğer yaptığımız bu çalışma Abdülaziz Mecdi Efendi’ye
ve Ahmet Süheyl Ünver’e az veya çok hizmet etmişse, inanıyorum ki onların
rûhâniyetleri memnun ve mesrur olmuştur.
Tasavvuf daha ziyâde
rivâyet veya geleneksel yöntemlerle kendi tarihini ortaya koyar. Tasavvufun
bizzat içinde olanlarla, tasavvuf araştırmacıları belli ortak noktalarda
buluşmuş olsalar da yine de bu duyguyu tatmayan bilmez, bu işler satır işi
değil sadır işidir hakikatini daima göz önünde bulundurmak gerekir. Biz o
atmosfere girmeye ve üçüncü bir kişi olarak onların hâllerine vâkıf olmaya
çalıştık. Umarım bu konuda bizden istenen şeyi ortaya koyduk. Bizden evvel,
benzeri çalışmalar yapanların kaynaklarından faydalandık. Onların da her birine
teşekkür ve minnet borcumuz vardır.
|
KAYNAKÇA |
Yaşar, Klasik
Şiirimizde Aşk ve Sadâkât, Turkish Studies, International Periodical For the
Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic Summer 2010. |
|
Aydın, |
Uğur, Dünün
Aydınları, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 24, İstanbul 1984. |
Azamat, |
Nihat,
Abdülaziz Mecdi Efendi mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1988,
cilt: 1. |
Cebecioğlu, |
Ethem, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka yayınları, İstanbul 2005. |
Chittick, |
William, Hayal
Âlemleri: İbn Arabi ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, çev. Mehmet
Demirkaya, Kaknüs Yay., İstanbul 1999. |
Chittick, |
William, “Varolmanın
Boyutları”, (Çev. Turan Koç), İnsan Yay., İstanbul 1997. |
Çakmaklıoğlu,
M. Mustafa, İbn Arabî'de Ma'rifetin İfadesi, İnsan Yay., İstanbul 2007.
Çakmaklıoğlu,
M.Mustafa, Muhyiddin İbnü’l-Arabî (560-638/1165-1240), Et-
Demirdaş, |
Tedbîrâtü’l-İlâhiyye
Fî Islâhı Memleketi’l- İnsâniyye, Tasavvuf İlmi ve
Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2006, Yıl 7, sayı 17. Öncel, Fatih
Türbedarı Tırnovalı Ahmed Âmiş Efendi
(Ö. 1338/1920) ve İrşad Metodu, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara 2012,
sayı 24, cilt 1. |
Develioğlu, |
Ferit; Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lügat (Eski ve Yeni Harflerle), Doğu Yayınları, Ankara 1970. |
El-Cîlî, |
Abdülkerim,
İnsân-ı Kâmil, Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, İz Yay. İstanbul 2015. |
Ergin, |
Osman, Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul
1942. |
Enver, |
Behnan Şapolya, Osmanlı
Sultanları Tarihi, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul 1961. |
Gürlek |
Dursun, “Dünyanın
En Bahtiyar Adamı” Abdülaziz Mecdî Tolun, Kubbealtı Akademi Mecmuası,
İstanbul Ocak 2003, Yıl: 32, Sayı: 1. |
Gürlek, |
Dursun, Ayaklı
Kütüphâneler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2008. |
Güven, |
Mustafa Salim,
“Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Mektupları Üzerine Bir Değerlendirme”, Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, cilt: X, sayı:
19. |
Isfahânî, |
Rağıb,
ElMüfredâtfî Ğaribi ’--Kur’ân, Mısır 1888. |
İbn
Arabî, |
Tedbîrât-ı
İ-âhiyye Tercüme ve Şerhi” (Çev. Ahmet Avni
Konuk, Yayına Haz. Mustafa Tahralı), İz yay., İstanbul 1992. |
İbn
Manzûr, |
Lisânü’l-Arab,
Beyrut 1967,C.6. |
Kara, |
Mustafa, Tasavvuf
ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul 2010. |
Karaata, |
Ceylan Akgün, Ord.
Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver'in Türk süsleme sanatı eğitimine katkıları,
Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Geleneksel Türk Sanatları
Eğitimi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2006. |
Karataş, |
İbrahim, Balıkesirli
Abdülaziz Mecdî ve Divanı ( İnceleme- Metin), Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları (Türk İslam Edebiyatı Anabilim
Dalı) Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2015. |
Kemal |
Nâmık; Gariper,
Cafer, Nâzım Hikmet’in Bakışıyla Nâmık Kemal, Yeni Türk Edebiyat
Araştırmaları, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2013, Yıl
5, Sayı 10, s. 86-87. |
Kılıç, |
Ali İhsan,
Abdülaziz Mecdi Tolun'un Ta'rifât'taki Tasavvufi Istılahlar Tercümesi, Tasavvuf:
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2013, Yıl 14, Sayı 31, s.186. |
Küçük, |
Osman Nuri,
Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil, İnsan Yay., İstanbul
2011. |
Luis
Ma’lûf, |
El-Müncid,
Beyrut 1960. |
Memişoğlu, |
Erdem, Fâtih Sertürbedârı
Ahmed Âmiş Efendi (k.s) Hazretlerinden
ve Abdülaziz Mecdi Tolun Bey ’den Seçme Hatıralar ve Rivayetler, Bilgi
İmaj Yay., Ankara 2004. |
Mesara, |
Gülbün; Kazancıgil,
Aykut ve Sayar, Ahmet Güner, A. Süheyl Ünver Bibliyografyası, İşaret
Yayınları, İstanbul 2017. |
Mutçalı, |
Serdar, Arapça-Türkçe
Sözlük, Dağarcık Yay., İstanbul 1995. |
Okay, |
Cüneyd, İttihat ve
Terakki içinde Antimason Bir Grup ve Lideri Abdülaziz Mecdi Efendi, Toplumsal
Tarih Dergisi, Sayı 33, Eylül 1996. |
Olgun, |
Talat, Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı,
Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri,
Erciyes Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2013. |
Öngören, |
Reşat, “Mektup” mad., TDV İslam
Ansiklopedisi, İstanbul 2004,
cilt: 29. |
Özköse, |
Kadir,
Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yay., Ankara 2012. |
Sami, |
Şemseddin;
Kamus-i Türki, 1-2, H. 1312. |
Sayar, |
Ahmet
Güner Ünver, Ahmet Süheyl mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul
2012, cilt: 42. |
Tekmen, |
Zeynep
Dürdane, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Mecmûatül-İrfâniyye ’si ( Metin
Transkribe ve Tahlil), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Tasavvuf Tarihi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2013. |
Toprak, |
Burhan,
Yunus Emre Divanı, Odunpazarı Belediyesi Yay., İstanbul 2006. |
Türer, |
Osman,
Tasavvufî Düşüncede İnsan, Tasavvuf, İlmi ve Akademik araştırma
Dergisi, Ankara 2001. |
Uludağ, |
Süleyman,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995. |
Unat, |
Ekrem
Kadri, Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver (1898-1986), Edebiyat Fakültesi
Basımevi, İstanbul 1986. |
Uysal, |
Muhittin,
Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Kitap Yay, Konya 2001. |
Uz, |
M.
Ali; Baha Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velileri, Konya 2004. |
El-
Aclûnî, |
Keşfü’l-
Hafâ. |
Ali
el- Karî, el- Masnû’.
İmam-ı
Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn.
Şemseddîn-i
Sivasî, Dîvân, Süleymaniye Kütüphanesi Uşşâkî Tekkesi Bölümü.
Yunus
Emre, “ Yûnus Emre Dîvânı ”, (Haz. Mustafa Tatcı), Akçağ Yay., Ankara
1990.
SÖZLÜK
Âbâd
olmak: Huzura kavuşmak, zenginleşmek
Andelib:
Bülbül
Aver:
getiren, taşıyan
Bârigâh:
İzinle girilebilecek yüce makam
Bâlâter:
Pek yüksek, daha yüksek
Bûy:
Koku
Çâk:
yarma, yırtma, parçalama
Dâviye:
yankı
Demâ-rîz:
Gözyaşı döken, ağlayan
Dermiyan:
Söylemek
Demsaz:
Arkadaş, dost, sırdaş.
Derbân:
kapıcı
Diriğ
olunmaz: esirgenmez
Dil-gîr:
Gönül tutan, kalbe sıkıntı veren, gücenik, kırgın
Dilhah:
Gönül isteği, gönül dileği
Dil-firîb:
gönül aldatan, cazibeli, alımlı.
Ebhirâ:
(Buharın çoğulu) buhar, râyihâ
Eknaf:
(Etrafla aynı manada) canibler, yanlar, taraflar.
Eşk-rîz:
Gözyaşı döken
Fetile:
lamba fitili
Ferâvan:
Bol, çok
Ferzend:
Oğul
Garam:
Aşk, sevda, şiddetli arzu
Gûnde:
tarz, gidiş, sıfat, yol
Garrâ:
1. alnında beyaz bir lekesi, akıtması olan [at ve sâire],
(bkz:
gurre) 2. ak, parlak, güzel, gösterişli
Gedâ:
Dilenci, yoksul
Hezevat:
Hezeyanlar Cedir: layık, münasip, uygun
Heyemân:
âşıklık
Hûşyar:
Akıllı, aklı kendisine yar olan
Huzme:
demet
Hüzn-ü
engizin: Hüzün meydana getiren
Kabil-i
tatbik: Uygulanabilir, yapılabilir
Kadd:
Boy
Kûy-i
cinan: sevgilinin bulunduğu yer
Meşam:
burun, koku alacak yer
Müştehiyat:
iştahı çeken, lezzetli şeyler
Müfahham:
saygı değer
Müterakim:
Biriken
Müstebâd:
Uzak görülen, olacağı sanılmayan
Müntafi:
Sönmek
Müstebân:
Açık, anlaşılır
Mısdak:
Bir şeyin doğu olduğu ispat eden şey, ölçüt
Müveşşah:
süslenmiş, süslü
Mest:
sarhoş Mezk: Yırtma, yarma
Müşir:
(Yazı ile) bildiren
Müştakan:
Özleyen
Münhal:
Boş
Mekin:
vakarlı
Nağme
ser: Öten, türkü söyleyen
Nâtuvan:
Zayıf, kuvvetsiz
Nenvisim:
Yazmak
Neşve:
Sevinç, hafif sarhoşluk
Neveşte
olmak: yazılmak
Niyaz
mendi: Yalvaran
Nigar:
resim, sevgili
Nigeran:
Baka kalan
Nigâh:
Bakma, göz atma
Nümâyân:
Görünen, meydanda
İnsibâb:
Dökülme
İclâl
: (celâl'den) 1. büyültme, saygı gösterme, ikram. 2.büyüklük, kudret ve kuvvet.
İnsıbâb:
(sabâbet'den) Dökülme
İnıtafat:
temâyül, bir tarafa dönme
İştibak:
şiddetli arzu
İlsâk:
Bir şeyi diğer bir şeye yapıştırmak, bitişmek, kavuşma, kavuşturulma.
İnbisat:
İç açılması, iç ferahlaması, yayılma, genişleme
indifağ:
Ortadan kalkma
İna:
mihnet, meşakkat
İstitafi:
Yardım, şefkat, merhamet dileme
Pertevnisar:
Ziya veren, nurlandıran, ışık veren
Raz:
Sır
Reşâdet
penah: kendisine sığınanları koruyan.
Rehrevân-ı
râh-ı ilâhisinde: Allah yolunda gidenlerin
Reşehat:
Sızıntılar, damlalar
Rûnûma:
Yüz gösteren, meydana çıkan, yüz görümlüğü
Sanavberi:
Kozalak şeklinde, koni biçiminde
Şaşa:
Parlaklık, gösteriş, yaldız.
Şulezen:
Işıklı, alevli, aydınlık
Sahn-ı
sînesinden: Sînesinin ortasından
Sulhami:
sulhu koruyan
Saykal:
Parlak, cilâlı
Ser
mu: Kıl kadar az bir şey
Sedd:
Engel, perde, kapanma, tıkanma
Sîne
sînâ: Sînâ yarımadasından bahsedilmiş
Şevke:
şikâyet
Şevket:
Büyüklük, azamet
Tâbân:
Işıklı, parlak
Tâbnâk:
Parlak, ışıklı
Tahşiye:
Haşiye, not yazma
Tahassül:
Netice olarak çıkma, hâsıl olma
Tarab-feza:
Neşeyi artıran, içe ferahlık veren
Târî:
ansızın çıkan, birden bire görünen
Teessürât:
Üzüntüler, acılar, kederler
Teheyyü:
Hazırlanma
Tehâşî:
Korkup çekinme, sakınma
Teehhür
etmek: Gecikmek
Tekâbülât:
karşı karşıya, yüz yüze gelmeler
Tenekkülât:
yer değiştirmeler
Zeman sabavet: Çocukluk zamanı