Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN’UN AHMET SÜHEYL ÜNVER’E MEKTUPLARI VE TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ




Hazırlayan: Mehtap İPEK

ÖNSÖZ

Tasavvufa dair kütüphanelerimizde birçok yazma eser mevcuttur. Bu yazma eserlere yönelik yapılan çalışmalar her geçen gün artmakla birlikte, yapılan bu çalışmaların yeterli olmadığı da âşikardır. Bu sebeple biz de, Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Ünver Defteri’nde 190 arşiv numarası ile kayıtlı, içeriği itibariyle tasavvufî mektuplardan oluşan “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz. Mektupları 2” isimli bir yazma eser üzerinde çalışmaya karar verdik. Bu eserle ilgili yaptığımız araştırma neticesinde “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz. Mektupları 2” eserindeki “2”nin birinci cildine rastlamadık.

Çalışmamızda “Abdülaziz Mecdi Tolun’un Ahmet Süheyl Ünver’e Mektupları ve Tasavvufî Görüşleri” ortaya konulacaktır. Çalışmamız giriş, dört ana bölüm, sonuç, kaynakça, sözlük ve asıl metinden oluşmaktadır. Giriş bölümünde İslam’da bir irşâd metodu olarak kullanılan mektuba dâir bilgilere yer verdik. Birinci bölümde Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ve eserlerini ele aldık. İkinci bölümde söz konusu Mektupları n nüsha tavsîfini, dili ve üslûbunu inceledik. Üçüncü bölümde ise mektuplarda geçen bazı kavramlara ve bu kavramlardan hareketle Abdülaziz Mecdi Tolun’un tasavvufî görüşlerine yer verdik. Dördüncü bölümde ise Abdülaziz Mecdi Tolun’un yazmış olduğu Mektupların transkribesini verdik. Bu bölümde, mektuplardaki okuyamadığımız bazı kelimeleri aynen verdik.

Sonuç kısmında çalışmamızla ilgili son tahlillere yer verdikten sonra metne bağlı kalmaya çalışarak sözlük oluşturduk. Daha sonra sırasıyla kaynakça ve asıl metni vererek çalışmamızı tamamladık. Çalışmamızın tasavvuf literatürüne az da olsa bir katkı sağlamasını ümit ederiz.

Gayret bizden tevfik Allah’tandır...

Mehtap İPEK / Kayseri, Ekim 2018

GİRİŞ

Mektup, peygamberimiz’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra günümüze kadar başta tebliğ ve irşad olmakla birlikte diğer birçok konularda bir vasıta olarak kullanılmıştır. Bu mektup geleneği haddi zatında insanlık tarihinde çok ve çeşitli maksatlarla kullanılmıştır. Fakat biz daha ziyade tasavvufî alana odaklandık ve tezimiz gereği bu alanın dışına taşmadık. Tasavvuf alanında Mektûbât ismiyle birçok eser telif edilmiştir. Bunlara Cüneydi Bağdâdî, İmam­ı Rabbânî, muasırı Aziz Mahmûd Hüdâyi, Kuşadalı İbrahim Halvetî ve Esad Erbili gibi zatların Mektûbât’larını örnek verebiliriz.

Tasavvuf geleneğinde mektuplar şeyh ve mürîdin ilgi alanlarıyla sınırlı kalmıştır. Bu nedenle sûfîler konuyu dağıtmamaya özen göstermişlerdir. Fakat bazen günlük hayatla ilgili ve özel sorulara da cevaplar verilmiştir. Rüya yorumlarını da buna dâhil edebiliriz. Fakat yine de kâl’den çok hâl’e önem verildiğinden, asıl faydalanma hâl transferi ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Birçok tasavvuf ehli tarafından bu tür mektup yazma geleneği benimsenmiş ve tarikatların yaygınlaşmasından sonra da genellikle uzakta olan mürîdlerin şeyhle irtibatı bu şekilde sağlanmıştır.

Biz bu çalışmada Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Ünver Defteri’nde 190 numarada kayıtlı olan Abdülaziz Mecdi Tolun’a ait tasavvufî mektupları ihtivâ eden bir el yazması eseri inceleyeceğiz. Nitekim bahsi geçen bu eserde Ahmet Süheyl Ünver’in şeyhi, Abdülaziz Mecdi Tolun da bu mektup geleneğini devam ettirmiştir. Bizim bu çalışmamızdaki mektuplar, her ne kadar muhatabına yazılmış mektuplar ise de, sadece muhatap değil muhatabın dışındakiler de bu mektuplardan faydalanabilir. Zira insanların ortak yönleri ayrı yönlerinden daha fazladır. Ayrıca mektuplar muhatabın durumuna göre yazılır.

Nitekim mektuplardan muhatabın hem sosyal ve ilmî seviyesi hem de mânevî gelişimi anlaşılır. Şeyh birçok mürîdle karşılaşmıştır, dolayısıyla insanı tanımada büyük maharet sahibidir. Fakat şeyhin asıl ulaşmak istediği insan modeli yetişkin ve kabiliyetli mürîdlerdir. Nitekim Ahmet Süheyl Ünver de on parmağında on maharet olan çok kabiliyetli bir insandır. Böyle insanları yetiştirmek, sevk ve idare etmek oldukça zordur. Zira ilim, makam, ünvan, sosyal statü ve çeşitli kabiliyetlerin hepsi birer güçtür. Bu kadar çok gücü de zapt u rabt altına alan mürşidin de manevi gücünün ne kadar yüksek olduğunu da biz buradan anlamış oluyoruz. Nitekim padişahlara hiç kimse söz geçiremezken mürşidlerin söz geçirmiş olması da onlardaki bu manevi gücü ve zapt etme özelliğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.  Dolayısıyla tasavvufa hem ulemâ, hem umerâ, hem de âvam mensup olmuşlar ve hepsi de nefis ve şeytanın ilga ve telkinlerinden kendilerini ancak bir mürşid yardımıyla kurtarabilmişlerdir. Bu nedenle en üst seviyedeki ilim adamından ve idareciden, en alt seviyedeki halk tabakasına kadar birçoğu bu ihtiyacı duymuştur.

Tasavvufun en dikkat çeken yönlerinden biri de bir geleneğe sahip olmasıdır. Bunlar bu gücü ve imkânı mensûb oldukları gelenekten almışlardır. Dolayısıyla nev zuhûr şeyler insanlar üzerinde pek etkili olmamış fakat geleneği olanların insanlar üzerindeki etkisi daha fazla olmuştur. Dolayısıyla tasavvuf kimi zaman serbest bırakılıp kimi zaman yasaklanmasına rağmen ağırlığını her asırda göstermiştir. Devletlerin ve milletlerin sukûn buldukları, yükseldikleri ve en çok zengin ve etkin oldukları devirlerde de tasavvuf işlevini görmüştür. Bu Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok karışık; siyasi, iktisadi, sosyal olayların çok olduğu dönemlerde de yine aynı etkinliğini sürdürmüştür. Görülüyor ki tasavvuf geniş zamanda da dar zamanda da insanların bir sığınağı ve ilham kaynağı olmuştur. Onun verdiği enerjiyle varlık anında sevinmemişler, yokluk anında da yerinmemişler ve ümitsizliğe düşmemişlerdir.

Abdülaziz Mecdi Efendi’nin Mektuplarında kullandığı bir kısım ifadeleri kolay kolay başka tasavvuf kitaplarında bulamayabiliriz. Dolayısıyla biz bu mektupları her ne kadar transkribe etmiş olsak da anlam bakımından Osmanlı Türkçesi’ne ve tasavvufî düşünce dünyasına tam olarak hâkim olamayanlar bu mektuplardaki konuları tam anlamıyla idrâk edemeyebilirler. Bu sebeple Mektupların yazıldığı dönemin düşünce dünyasını da göz önünde bulundurarak mektuplarda geçen ifadeleri çalışmamız boyunca anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Ayrıca bu mektupların tarihi kronolojiye göre tasnif edilmiş olması da anlaşılmasında bize yardımcı olmuştur.

Genel olarak tasavvufî mektupların saklanılması, gizli tutulması da esastır. Yani mektubu yazan yazdığı mektubu kimseye göstermez, alan da aldığı mektubu kimseye göstermez. Fakat bunlar kaydı hayatla mukayyeddir. Vefat ettikten sonra bu mektupların ortaya çıkartılmasında herhangi bir sakınca görülmez. Zira bu mektuplardan daha sonraki nesillerin de istifade etmesi gerekir. Eğer hayattayken bunlar ifade edilirse tasavvuftaki sır anlayışına ve özel eğitime uygun düşmez.

“Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eser, muhtevâsı itibariyle genel olarak tasavvufun birçok konusunu (bazı konular hariç) bir-iki cümle ile kısaca ifade etmiştir. Çünkü muhatab konuya hâkimdir. Diğer eserlerde sistematik ve ilmî usuller çok belirgin bir şekilde görülürken, tasavvufî metinlerde ilmî ve sistematik gayretten ziyade ihlâs ve samimiyet esas alınmıştır. Dolayısıyla konular iç içe girerek anlatılır. Müstakil olarak anlatılan konular çok nadir olur. Bu metodu müellif Kur’an ve sünnetten almıştır diyebiliriz. Zira bir ayetin veya bir hadisin içerisinde birçok konu bir anda işlenir. Mektuplar muhatabın durumuna göre yazıldığı için bu Mektuplarda bir anda değişen birçok konu ve ifadelere rastlamaktayız. Çünkü insan halden hale değiştiğinden yazanın da okuyanın da durumu itibariyle bu hal değişikliği olur. Haller, değişkenlikler bitip de makamlar başlayınca mektuplar artık pek yazılmaz olur. Çünkü artık makamlarda durgunluk söz konusu olduğundan mânevî gelişim doğrudan doğruya muhatabın kendi inisiyatifine, Rabbiyle olan münâsebetine bırakılır. Şeyh artık onu Rabbine teslim etmiştir ve onun üzerinde artık pek fazla işlem yapmaz.

Muhatab da yeteri kadar geliştiği için böyle bir şeye de artık ihtiyaç duymaz. Fakat yine de şeyhine saygı gösterir. Bu edebi ömür boyu muhafaza eder.

Çalışmamızda “Abdülaziz Mecdi Tolun’un Ahmet Süheyl Ünver’e Mektupları ve Tasavvufî Görüşleri”ni ortaya koymaya çalışacağız. Cumhuriyetin ilk yıllarında Abdülaziz Mecdi Efendi’nin ruh ikliminde yetişen Ahmet Süheyl Ünver’in tasavvufi hayatını da incelememize konu edineceğiz. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, Ahmet Süheyl Ünver’e yazdığı mektupları ve tasavvufî görüşlerini inceleyerek kültür tarihimizdeki yerine katkıda bulunmayı hedeflemekteyiz. Böylece “Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eserin, ilk kez tarafımızdan çalışılmış olması da Ahmet Süheyl Ünver’in tasavvufî yönü hakkında bize fikir vermesi açısından önem arz etmektedir.

Hayatlarında da gördüğümüz gibi Abdülaziz Mecdi Efendi ve Ahmet Süheyl Ünver, hem kendi devirlerindeki ilimde derinleşmişler hem de mânevî olarak insanların ilim ve irfan yolunda ilerlemelerine yardımcı olmuşlardır. Onlar o günün en yüksek ilmî pâyelerine erişmişlerdir. Bu iki değerli şahsiyetin birbiriyle olan münasebetini öğrenmemiz açısından “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz. Mektupları 2” adlı eseri bize bu konuda yol göstermiştir. Onlar, insanlara faydalı olmuşlar ve nasıl faydalı olunacağı konusunda yol göstermişler ve insanlar için de en iyi faydayı sağlamışlardır. Onlar, klasik kültürü canlı tutmuşlar ve gelecek nesillere aktarmışlardır. Böylece nesiller arasında bir köprü vazifesi görmüşlerdir demek mümkündür.

Tasavvufun hem klasik dönemini hem de modern dönemini yaşamış olan Abdülaziz Mecdi Efendi ile Ahmet Süheyl Ünver, yapmış olduğu çalışmalarla ve hayat şekilleri ile eski ve yeni kültürü birleştirerek tasavvufa katkıda bulunmakla birlikte klasik kültürün de temsilcileri olmuşlardır denilebilir. Bahsi geçen şahıslar bütün bunların yanında hem klasik ilimleri bilen hem de modern ilimleri bilen kişilerdir. Bundan dolayı eser tarafımızca dönem îtibâri ile de değerlendirilmiştir. Çünkü çalışmamızın konusu olan bu eser, tekkeler ve zâviyeler kapanmadan hemen önceki döneme ışık tutmaktadır. O yüzden 19. ve 20. yüzyıl dönemini seçtik.

Konuyla ilgili yapılmış diğer çalışmalara bakıldığında; Osman Nuri Ergin’in “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti”, adlı eseri, çok şümullü olmasına rağmen eserde çalışmamızın konusu hakkında çok fazla bilgiye ulaşılamamıştır.

Osman Nuri Ergin’in bu eseri sadece Abdülaziz Mecdi Efendi’nin hayatını konu edinmiştir. Ahmet Güner Sayar’ın “A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri 1898­-1986” adlı eseri, geneli itibâriyle Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ile ilgilidir diyebiliriz. Ama tezimizin konusu olan bu eser ise hem Abdülaziz Mecdi Efendi’yi hem de Ahmet Süheyl Ünver’i ilgilendirmektedir. Ayrıca bu iki zâtla ilgili yapılmış olan diğer çalışmaların konumuzla doğrudan alakası yoktur. Kısaca ifade edecek olursak çalışmamızın konusu olan eserin orijinal bir kaynak olduğu düşüncesindeyiz. Böyle bir eserin de çalışmamızla hem yakından alakalı olması sebebiyle hem de eserin ilim âlemine büyük katkılar sağlayacağı düşüncesiyle eser üzerinde böyle bir çalışma yapmaya karar verdik.

Tez araştırmasında takip ettiğimiz yöntem; öncelikle “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz. Mektupları 2” eserini günümüz harflerine aktardık. Daha sonra eserin içerisinde yer alan mektupların muhtevâsı hakkında bilgi verdik. Buradan hareketle “vahdet-i vücûd, insan, kalp, tefekkür, mi’rac ve urûc, aşk, râbıta” kavramlarını da tasavvufî düşünce ekseninde inceledik. Üçüncü bölümde, Mecdi Efendi’nin mektuplarındaki bazı ifadelerini anlayabildiğimiz kadarıyla sadeleştirilmiş şekliyle verdik. Son olarak da Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in hayatını ve eserlerini ele aldık. Çalışmamız boyunca başvuracağımız temel kaynakların başında Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in kendi eserleri, lügatler ve konunun anlaşılmasına faydası olacağını düşündüğümüz tasavvuf literatürü ve tarihiyle ilgili muhtelif diğer eserler gelmektedir.

Çalışmamızda başka çalışmalardan yaptığımız alıntıları çift tırnak (“ ”) içinde ve italik olarak gösterdik. Mektuplarda yazan Rûmî tarihleri www.ttk.gov.tr adresindeki Tarih Çevirme Kılavuzu sayfasından güncelleştirdik. Mektupların içindeki izah gerektiren kelimeleri sözlük olarak Ek’ler kısmında verdik. Mektuplarda geçen ayetlerin yerlerini tesbit etmekle beraber anlamları verilmeyen ayetlerin, hadislerin, Arapça ve Farsça tabirlerin meallerini dipnotta verdik.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN’UN ve AHMET SÜHEYL ÜNVER’İN
HAYATI VE ESERLERİ

I. ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN’UN HAYATI VE ESERLERİ

A.    HAYATI

1.    Ailesi, Doğumu ve Eğitim Hayatı

Abdülaziz Mecdi Efendi, 1281 (Miladi 1865) yılının Haziran ayında Balıkesir’in Okçukara Mahallesinde doğmuştur. Babası Şeyhülkurrâ ve mûsikişinas Hafız Hasan Efendi’dir (Ö.1310/1894). Annesi ise Hanife Hatun’dur. Hanife Hatun, Hafız Hasan Efendi’nin ikinci hanımı, Abacılar kethüdası ulemâdan Hacı Mehmed Efendi’nin kızıdır. Baba ve anne tarafından seyyid ve şerîftir.

Abdülaziz Mecdî Efendi’nin ilk hocası olan Hâfız Hasan Efendi, dinî ve fennî ilimlere âşinâ, edebiyata ve tarihe meraklı, derviş bir zâttır.  İlk bilgilerini babasından alan Abdülaziz Mecdi Efendi, Kur’an’ı da hıfzettikten sonra on dört yaşında rüştiyeye (ortaokula) başlamıştır.  Ortaokulu bitirdikten sonra, dayısı Yahya Nefi Efendi’den medreselerde okunan aklî ve naklî ilimleri öğrenmiş ve böylece dayısından icazet almıştır. Yahya Nefi Efendi, müderris ve aynı zamanda Balıkesir Belediyesi’nde başkâtiptir.

Abdülaziz Mecdi Efendi, kısa süren eğitim hayatına rağmen Arap dilini bütün incelikleri ile konuşması, Farsça’ya olan hâkimiyeti, divan edebiyatına vâkıf olması, tasavvufî hakikatleri anlaması ve birçok konuda kendisini yetiştirmesi özellikle de kendi göstermiş olduğu gayretiyledir.

2.    Memuriyet Hayatı

Rüşdiye’den mezun olan Mecdi Efendi, 1884 yılında aynı mektepte muallimliğe başlamıştır.    Dokuz yıl muallimlik yapan Mecdi Efendi, mevcut hükümetin siyasi kararı neticesinde ortaokullar liseye dönüştürülünce ve daha sonra da bu okulların 12 dağıtılmasıyla açıkta kalmıştır.

Mecdi Efendi, atamasının yapılabilmesi için çok uğraşmış fakat onun bu çabası bir netice vermemiştir. Bu yüzden son dönem Osmanlı hukukçularından olan Meclis-i Kebîr-i Maârif reisi  Büyük Haydar Efendi’nin dostu Baki Efendi’nin faziletli ve olgun bir insan olduğunu duymuş ve Baki Efendi’ye hitâben hemen oracıkta durumunu anlatan bir manzume yazmıştır.  Yazdığı manzum beyitlerle bakanlığın dikkatini çeken Mecdi Efendi, imtihana davet edilmiştir. İmtihan evrakını inceleyen heyet, yazısının güzelliğine, ifadesinin düzgünlüğüne ve tenkit usûlüne hayran olmuştur. Fakat kısa süren eğitim hayatından dolayı bu kâğıdın Mecdi Efendi’ye ait olmadığı şüphesi uyanmıştır. Bu sebeple Abdülaziz Mecdi Efendi ikinci defa imtihana çağrılmıştır.

Mecdi Efendi bu imtihanda başarılı görülerek, Balıkesir Lisesi Türkçe ve Edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Fakat Balıkesir Lisesinde ders verilmemiş, Selânik yahut Şam’a gönderilmek istenmiştir.  Aradan iki ay geçmesine rağmen göreve

başlatılmayan Mecdi Efendi, Meclis-i Kebîr-i Maârif reisi Büyük Haydar Efendi’ye Arapça manzum bir dilekçe yazmıştır.

Meclis-i Kebîr-i Maârif reisi Büyük Haydar Efendi’ye hitâben yazdığı bu Arapça manzum dilekçe ile heyetin dikkatini çeken ve bunun üzerine resmi bir görev verilmek üzere imtihana çağrılan Mecdi Efendi, bu imtihanında başarılı olduğu için Balıkesir İdadisi Türkçe ve Edebiyat muallimliğine tayin edildiği kendisine bildirilmiş fakat Şam’a gönderilmiştir. Altı ay sonra da Girit'te Rum mektepleriyle rekabet için açılmış olan Mekteb-i Kebir-i İslam'a tayin edilmiştir.  Girit’teki Hakikat Gazetesi’nde edebî makaleleri yayınlanan Mecdi Efendi , o yıllarda Girit valisi Mahmud Celaleddin Paşa’nın dostluğunu kazanmış fakat Girit İsyanı (1897) sırasında İstanbul'a dönmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle de Tantavizade Halid Bey adına Anadolu'da zahire tüccarlığına başlamıştır.  

3.    Tasavvufî Şahsiyeti

Mecdi Efendi, tasavvufa yatkın ve bir şeyhe bağlı olmaksızın kendi kendisine bazı evradları çeken birisi olarak hayatına devam ederken, 37 yaşında ani bir cezbe ve istiğrak hali yaşamış ve bu nedenle de işini bırakarak memleketi Balıkesir'e dönmüştür. Bu hali sekiz ay kadar sürmüş, bu süre içerisinde Kadiri Şeyhi Ali Âşur Efendi’ye sonra da Ahmedt Amiş Efendi kuddise sırruhu’a intisâb etmiştir. İşte Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, tasavvufî  hayatı bunlardan sonra başlamıştır.

Mecdi Efendi’nin tasavvuf ehline karşı eskiden beri büyük bir muhabbeti olmuştur. Bunlar içerisinde Abdülkadir Geylâni Hazretlerine karşı ayrı bir sevgisi ve ilgisi vardır. Kadiri Evrâdı’nı okurken hüngür hüngür ağladığı kaynaklarda yazılmıştır.

Mecdi Efendi, Balıkesir’de kaldığı süre içerisinde, Balıkesir Hacı Ali Camii’nde bir ay boyunca vaaz etmiştir. Bu vaazlara halk çok rağbet etmiş, herkes tarafından onun ilmî derinliği ve üstün zekâsı olduğu kabul edilmiştir.

Bu olay Mecdi Efendi’nin kendisine olan güvenini artırmış ve hakkındaki yersiz dedikodulara son vermiştir.  Bunun doğal sonucu olarak da 1908 inkılâbında Balıkesir’den mebus seçilmiştir.

Mecdi Efendi, yaşamış olduğu bu cezbe halinden bir süre sonra tekrar ticarete başlamış ve 1905'te Konya ticaret borsası komiserliğine tayin edilmiştir. Orada tanıştığı Sivaslı Ali Kemali Efendi ve Ayaşlı Şakir adlı iki meczubun onun manevî hayatında derin tesirleri olduğu bilinmektedir. Konya’da bulunduğu sıralarda Şeyhi Fatih türbedarı Ahmed Amiş Efendi'ye intisap etmiştir.  Mecdi Efendi’nin mâneviyat erleri ile teması her geçen gün artarak devam etmiştir. Mecdi Efendi, bu mâneviyat erlerinin birçoğundan feyz almış ve bu sebeple onların meclislerine devam etmiştir.

Mecdi Efendi, şeyhi Ahmed Âmiş  Efendi’nin 1920 yılında vefatına şahit olmuştur. Şeyhinin cenaze namazını bizzat kendisi kıldırmıştır. Şeyhi Ahmed Âmiş  Efendi türbedarı olduğu Fatih Camii hazîresine defnedilmiştir.

4.    Siyasî Hayatı

Mecdi Efendi, 1908’de Balıkesir milletvekili seçilmiş ve bu görevini dört yıl boyunca sürdürmüştür.  Meşrûtiyet Meclisi’nin en renkli sîmalarından biri olan Mecdi Efendi, aynı zamanda zabıt kâtipliği de yapmıştır.

Milletvekilliği süresi dolunca yeniden vekil olamayan Mecdi Efendi, önce Balıkesir’e daha sonra da ani bir kararla ailesini de alarak Mısır’a gitmiştir.  Mecdi Efendi altı buçuk sene Mısır’da bulunmuş ve bu süreçte siyasetle uğraşmamıştır.

Mısır’da bulunan Türklerden Cemallettin Efendi ve Gümüşhaneli Dergâhı Şeyhi Dağıstanlı Ömer Ziyaettin Efendi, Mecdi Efendi’nin en ziyade görüşüp konuştuğu başlıca kişilerdir.

Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığının 1924 yılında kaldırılması ve mebusluk hayatının bitmesi üzerine İstanbul'a dönerek Beyazıt’taki evine çekilen Mecdi Efendi, Cumhuriyet'ten sonra resmi ve özel hiçbir görev kabul etmemiştir. Dinî, tasavvufî sohbetlerde bulunan ve birçok tasavvufî eser yazan Mecdi Efendi’nin bu süreci on yedi yıl sürmüştür. Mecdi Efendi, Tolun soyadını, Soyadı Kanunu’ndan sonra almıştır.

Abdülaziz Mecdi Efendi, 1941 yılının Haziran ayında Kitâbü’l-Ma’rife tercümesini yazdırırken hastalanmış ve doktoru Ahmet Süheyl Ünver’in kontrolünde müşâhede altına alınmıştır.        Bu kısa hastalık döneminden sonra Mecdi Efendi, 27 Ağustos 1941’de Çarşamba günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenaze namazı Fatih Camii’nde kılınan Mecdi Efendi’nin naaşı Edirnekapı Şehitliğin’e defnedilmiştir.34 Mecdi Efendi’nin kabri çok kıymet verdiği İstiklâl Şairimiz Mehmet Akif Ersoy ve Babanzâde Ahmet Naim’in mezarlarının yakınındadır. Mecdi Efendi’nin doktoru ve aynı zamanda mürîdi olan Süheyl Ünver bu elemini şöyle ifade etmiştir:

Bütün esrar-ı vahdet mündemiçtir kalb-i Mecdî’de

Çıkar tarih anınçün bak”35

36

Çalışmamıza konu edindiğimiz “Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eserde, müellifin hayatına dair bilgilere rastlamadık.

B.    ESERLERİ

Osman Nuri Ergin, Abdülaziz Mecdi Efendi’nin eserlerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığına bağışlamıştır. Mecdi Efendi’nin, Osman Nuri Ergin’in tertip ettiği risâle ve kitaplardan oluşan toplam on dokuz adet eseri vardır.”

Abdülaziz Mecdi Efendi’nin eserleri ile ilgili başka çalışmalarda  detaylı bilgi verildiği için biz burada eserlerinin sadece isimlerini vermeyi uygun gördük. Bu eserler şunlardır:

“İnsân-ı Kâmil, İnsân-ı Kâmil Tercümesi, Din-i Muhammedî, Divan, Kavâid-i Fârisiyye, Risâle-i Edebiyye, Bedâyi', Esrarnâme, Hakikat-i İnsaniyye Tercümesi, Salât- ı Feyziyye Tercümesi, Tecelliyât-ı İlahiyye Tercümesi, Vahdet-i Vücûd Tercümesi, Kitabü'l-Ma'rife Tercümesi, Meratibü'l-Vücûd Tercümesi, Istılahatü's-Sûfiyye Tercümesi, Amerika’dan Sorulan Suallere Cevaplar ve Sohbetnâme’dir.”

11.  AHMET SÜHEYL ÜNVER’İN HAYATI VE ESERLERİ

A.    HAYATI

1.   Ailesi, Doğumu ve Çocukluğu

Ahmet Süheyl Ünver, 17 Şubat 1898 yılında Kadir Gecesi’nde İstanbul Haseki’de dünyaya gelmiştir. Babası, Tırnovalı Mustafa Enver Bey’dir. Mustafa Enver Bey, II. Abdülhamid dönemi Posta ve Telgraf Nezâreti İstanbul Muhâberât-ı Umûmiyye müdürüdür. Annesi, Safiye Rukiye Hanım’dır. Safiye Rukiye Hanım, 19. yüzyılın ünlü hattatlarından Mehmed Şevki Efendi’nin kızıdır.

2.    Eğitim Hayatı ve İlmî Şahsiyeti

Ahmet Süheyl Ünver, ilk ve orta öğreniminden sonra 1920 yılında Mekteb-i Tıbbiyye’yi bitirmiştir. Hekimlik ihtisasına 1921-1923 yılları arasında önce cildiyede başlamış, daha sonra da dâhiliyede devam etmiştir. Bu arada aileden gelen kabiliyetlerini geliştirmek maksadıyla çeşitli sanat dallarında çalışmalar yapmıştır. Hat, tezhip ve ebru ustalarıyla tanışmış ve zamanın meşhur hocalarından meşk etmiştir.

Süheyl Ünver, “hayat-ı sanatımda ilk merhalem” olarak nitelediği Medresetü'l- Hattatin'e başlamıştır.  

Bu arada karakalem ve sulu boya ile resim yapmayı da öğrenmiştir. İstanbul’un çeşitli tarihi eserlerinin ve tarihi köşelerinin resimlerini yapmıştır. Hekimlik ile sanatı hayatı boyunca devam ettirmiştir. Bu arada şeyhi Abdülaziz Mecdi Efendi’nin sohbetlerine devam etmiştir.   Onun hayatında hekimlik için ihtisasa gittiği Paris önemli bir yer tutar. Orada da hekimlik çalışmalarıyla sanat çalışmalarını bir arada yürütmüştür.

Müze ve kütüphanelerde rastladığı eserlerdeki tezhip ve minyatürlerden Türk süslemesinin nâdide örneklerini istinsah etmiştir. Ayrıca Türk-İslâm tıbbına dair yazma eserler üzerine ciddi çalışmalar yapmıştır. 1929 yılında Paris’ten döndükten sonra üç aylığına Avusturya’ya gitmiş ve oradaki kütüphanelerindeki yazma eserleri ve müzelerde bulunan Türk eserlerini tespit etmiştir. 1930’da da İstanbul Tıp Fakültesi’nde akademik hayata geçmiştir. İlim ve sanat çalışmalarını aralıksız devam ettirmiş ve bu arada da Tıp Tarihi Enstitüsü’nü kurmuştur. Enstitünün çıkardığı dergide, telif ve tercüme ilmî makaleler yayınlanmış ve 1939’da profesör olmuştur.  Süheyl Ünver, İstanbul’daki tarihî eserlerin tespitinde çok önemli rol oynamış ve birçok tarihî eserin kurtarılmasına vesile olmuştur.

Türk Tarih Kurumu aslî üyeliği de yapmış olan Süheyl Ünver, 1951’de gittiği Mısır’da birçok müze ve tarihi yerleri görme fırsatı bulmuş, orada da Türk-İslam kültürünün izlerini takip etmiş ve elde ettiği dökümanları ülkemize getirmiştir. Çok kıymetli ve eşsiz birçok eserin bulunduğu kütüphane ve arşivini Tıp Tarihi Enstitüsü’ne bağışlamıştır. Böylece “Dr. Ahmet Süheyl Ünver Arşivi ve Kütüphanesi” kurulmuştur.  Bağdat’a da gitmiş, oradan da birçok tarihi malzeme toplamış ve ilmî incelemelerde bulunarak Türkiye’ye dönmüştür.

Daha sonra gittiği Amerika’da misafir profesörlükte bulunmuş ve orada da tıpla ilgili dersler vermiştir. Görüldüğü gibi ilim ve sanat dolu bir hayat yaşamış, 1954’te de ordinaryüslüğe yükseltilmiştir. Katıldığı kongreler ve sunduğu tebliğleri onun ilim ve sanat yönünün bütün dünyaca bilinmesine imkân sağlamıştır. Ülkemize ve insanlığa çok değerli çalışmalarıyla örnek bir şahsiyet olmuştur.

3.    Abdülaziz Mecdi Efendi ile Tanışması ve Tasavvufî Şahsiyeti

Ahmet Süheyl Ünver, 1920’li yılların öncesinde de tasavvuf ehliyle görüşmüş ve sohbet etmiştir. Özellikle 1920’li yılların öncesinde, Mevlevî kültürüne, kendini daha yakın hissetmiştir. Bu yakınlık onu zamanın Mevlevî büyüklerini tanımaya yönlendirmesine rağmen  o, kimseye intisâb etmemiştir.

Süheyl Ünver hakkında Ahmed Âmiş  Efendi şöyle demiştir:  “...Bu çocuk büyür gider, beni unutmaz.”  Ahmed Âmiş  Efendi’nin bu sözüne rağmen bu mümkün olmamıştır.

Süheyl Ünver, 23 yaşındayken Ahmed Âmiş  Efendi vefat etmiş ve onun cenaze namazını Abdülaziz Mecdi Efendi kıldırmıştır. Ahmed Âmiş  Efendi’nin vefat haberini alan Süheyl Ünver, bir araştırma içerisine girerek bazı bilgiler elde etmiştir. Abdülaziz Mecdi Efendi, Ahmed Âmiş  Efendi’nin cenazesinde etkili ve güzel bir konuşma yapmıştır. Bu etkili hitâbetin tesirinde kalan Süheyl Ünver’in kalbinde bir heyecan meydana gelmiştir. Çünkü daha önce Süheyl Ünver bir arkadaşı ile yolda giderken Mecdi Efendi’yi tesadüfen tanımıştır. O, bu tanışmada Mecdi Efendi’nin arkadaşı hakkında bir müjde verdiğini ve bunun da hemen bir hafta içinde gerçekleştiğini biliyordu. Fakat onun, cenaze namazını kıldıracak kadar Âmiş Efendi’ye olan yakınlığını daha önce hiç kimseden duymamıştır. Kısaca o, Mecdi Efendi hakkında, herkesin bildiği şeyler haricinde bir şey bilememiştir.  Bu süreçte Süheyl Ünver’in zihninde, Mecdi Efendi’nin Ahmed Âmiş  Efendi’ye muhakkak bir intisâbının olduğu fikri uyanmıştır.

Süheyl Ünver, Abdülaziz Mecdi Efendi’yle tanışmasının hikâyesini bir defterinde detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ayrıca Osman Ergin, bu tanışma faslını isim vermeden eserinde ayrıntılı olarak ele almıştır.

Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, ‘Süheyl’e başlıklı manzum davetiyesindeki ; ‘Edeb tavrıyla gel’e bir dipnot düşmüştür. İlk sahifede beyan olunduğu üzere bu davete derhal icâbet edilmiştir.  Süheyl Ünver, Mecdi Efendi ile ilk defa Yeni Camii’de sohbet etmiştir.  Böylece o, yaşamış olduğu bu özel anları ve Mecdi Efendi ile olan sohbetini, özlü bir biçimde değerlendirmiş ve “içimden tam Müslüman olma yoluna girdim”  demiştir.

Süheyl Ünver’in, Abdülaziz Mecdi Efendi ile olan bu sohbetleri, baba-oğul ilişkisini de beraberinde getirmiştir. Çünkü 1920’li yılların başında bir sohbetinde Mecdi Efendi Süheyl Ünver’e şöyle demiştir:

“... Zahirî baban (Mustafa Enver Bey) tevellüd-ü tabiîliğe sebep oldu. Mecdi dedikleri fakîr-i manevî de rûhî tevellüde bâis oluyor. Acaba bunun hakkı daha büyük mü olacak dersin? Hiç şüphe mi var?”

Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin bu iltifatlarına aynı şekilde cevap vermiş ve bir cezbe hâliyle 1920-1925 yılları arasında şiirler yazmıştır. Süheyl Ünver’in bir ‘Divân’ının olması da bunu göstermektedir.  Abdülaziz Mecdi Efendi, yapmış olduğu çoğu sohbetinde herkesin içinde veya Süheyl Ünver’e iltifatlar ederek ona teveccühte bulunmuştur.

Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin rehberliğindeki bu manevî yolculuğunda birçok mânevî dereceler elde etmiş ve Mâksûd’a vâsıl olacağı hissini taşımıştır. Aynı zamanda birçok tasavvuf erbâbıyla da görüşmeye devam etmiş ve Mecdi Efendi öncesinde olduğu gibi kimseye bende olmamıştır.  Süheyl Ünver, bu duygularını “Dünyaya bu zevât-ı âliyenin zamanında beni istifaza için gönderen Tanrı’ya şükrederim.”  sözüyle ifade etmiştir. Süheyl Ünver’in, Adülaziz Mecdi Efendi’nin rehberliğindeki mânevî eğitimi 23 yıl sürmüştür.

Süheyl Ünver’in tasavvufî şahsiyetinin oluşmasında ve manevî dereceler elde etmesinde Abdülaziz Mecdi Efendi’nin çok büyük tesiri olmuştur. Hatta o, kendisinin yetişmesinde birçok hocasının emeği olduğunu söyledikten sonra kabiliyetlerini geliştiren ve ona öncülük eden şu altı zâtın ismini yazmıştır:

Ressam Ali Rıza Bey, Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Abdülaziz Mecdi Tolun, Prof. Dr. Marcel Labbe, Prof. A. Gabriel ve Dr. Rıfat Osman.

Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin vefatından sonra da bu mânevî yolcuğunda ilerlemeye devam etmiştir. Yalnızlığı kalabalığa tercih eden Süheyl Ünver’in, Mecdi Efendi ile olan sohbeti özellikle 1921-1925 yılları arasındaki heyecanı ve cezbe hali daha sonra yerini derin bir sessizliğe bırakmıştır. Vaktinin neredeyse tamamını çalışmalarına ayıran Süheyl Ünver, insanlar arasında mânevî hallerinin bilinmemesine de çok önem vermiştir.

1980’li yıllarda rahatsız olmasına rağmen çalışmalarını aksatmadan sürdüren Süheyl Ünver , 14 Şubat 1986’da Cuma günü ebedî âleme göç etmiştir. Cenaze namazı, 17 Şubat 1986’da Pazartesi günü öğle namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınmıştır. Naaşı Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ne defnedilmiştir.  

Süheyl Ünver, şöyle vasiyette bulunmuştur:

“Beni sakın öldü sanmayın. Bütün hayatımın yaşanmış seneleri Süleymaniye Kütüphanesi’nde Türk kültür arşivimle binlerce not ve hatıra defterlerimin içinde. Mündericat ve resimlerim emrinize amade. Ben hayatımda Tanrımın lütfu, büyüklerim, eş ve dostlarımın teveccüh ve dualarıyla cidden bahtiyar bir ömür sürdüm. Darısı dostlar başına.

Boş vakit geçirmeyip benim gibi her şeyi değerlendirin. İnanın ki diğer insanları bıktıracak kadar çok yaşarsınız. Boş geçen her vakit sizleri ölüme götürür. Acıyın kendinize.

B.    ESERLERİ

Başka çalışmalarda Ahmet Süheyl Ünver’in eserleriyle ilgili detaylı bilgi verildiği için biz burada kısaca bahsetmeyi uygun gördük. Ahmet Süheyl Ünver’in basılmış eserleri hakkında bilgi sahibi olabilmek için onun bibliyografyalarını incelemek gerekmektedir.

Bu bibliyografyalar 1920-1981 yıllarını kapsayan beş çalışmadan meydana gelmektedir. Süheyl Ünver’in 1920-1951 yılları arasındaki yayınlarını kapsayan ilk iki çalışma Osman Ergin tarafından hazırlanmıştır. Üçüncüsünü Gönül Özdemir, 1930-1969 yılları arasında sadece yabancı dillerde yayınlanan çalışmalarını derleyerek yapmıştır. Dördüncüsü Gönül Özdemir, Belma Tanyeri ve Tülay Ölez tarafından derlenmiş olup, Süheyl Ünver’in 1933-1971 yılları arasındaki yayınlarını içermektedir. Bibliyografyalarının beşincisi ise Dr. Cevat Yalın tarafından yapılan Süheyl Ünver’in 73 1972-1981 yılları arasındaki yayınlarını kapsamaktadır.

1998 yılında Aykut Kazancıgil, kızı Gülbün Mesara ve Ahmet Güner Sayar; Süheyl Ünver’in en kapsamlı bibliyografya çalışmasını yayınlanmıştır.  Süheyl Ünver’in toplam 2101 eseri vardır.

Bu eserlere; kitap, makale, bildiri ve gazete yazıları da dâhildir. Bu eserlerden 1835’i Türkçe, 266 yayının 166’sı Fransızca, 70’i İngilizce ve 25’i ise Almanca’dır. Ayrıca İtalyanca, İspanyolca, Arapça ve Urduca yayınlanmış birer yayını da bulunmaktadır.

Süheyl Ünver’in 20’ye yakın olan yayınları ise 1982 yılından sonradır. Vefatından sonra bunlardan 4’ü yayınlanmıştır. Aynı zamanda bibliyografyalarında yer almayan makalelerinin kesin olmayan sayısı ise 200 civarındadır. Bu sebeple Süheyl Ünver’in 1920-1986 yılları arasında basılmış yayınlarının sayısı 2300’ü bulmaktadır.

Bu yayınların hâricinde farklı konularda birçok dosya ve defterler hazırlayan    Ahmet Süheyl Ünver’in Türk Tarih Kurumu’ndaki ve Süleymaniye Kütüphane’sindeki dosyalarının toplamı 45377, Süleymaniye Kütüphane’sindeki defterlerinin toplamı ise 1116’dır

 

İKİNCİ BÖLÜM

“ABDÜLAZİZ MECDİ HZ. MEKTUPLARI 2” ESERİNİN ŞEKİLSEL TANITIMI

2.1.    Nüsha Tavsîfi

“Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” eseri, Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Ünver Defter’inde 190 arşiv numarası ile kayıtlıdır. “Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” ile ilgili Süleymaniye Kütüphanesi’nde katalog bilgisi tam olarak verilmediği için Mektupların cilt-yazı ebâdı ve cilt-kâğıt özellikleri hakkında tam bir bilgiye sahip değiliz. Mektuplarda herhangi bir zedelenme ve imlâda mürekkep dağılması yoktur. Dolayısıyla mektuplar gayet okunaklıdır. Mektuplarda kullanılan yazı türü rikadır ve bu mektuplar toplamda 22 varaktır. Her sayfasında satır sayısı sabit olmayıp değişkenlik göstermektedir. Varakların yapraklarının baş tarafına Arapça rakamlarla sayfa numarası yazılmıştır. Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin farklı şahsiyetlere yazdığı mektupları da defterinde toplamış, bunların arasına kendisine yazılanları da ilâve etmiştir.

Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e bu mektupları bazen postayla bazen de şahıslar aracılığı ile göndermiştir. Örneğin 1. Mektup’ta “İstanbul Evkâf İdaresinde Mimar Muzaffer Vasıtasıyla Doktor Süheyl Bey’e verilecektir” şeklindeki ibâre, yine 8. Mektup’ta yer alan “İstanbul Heyet-i Fenniyyesi’nde inşaat kâtiblerinden Râfet Beyzâde Burhâneddin vâsıtasıyla Medâris-i İlmiyye doktoru Süheyl Bey’e”, ibâresi ve dahi 9. Mektup’ta yer alan “Haseki’de bostan hamamında 36 numaralu hanede Doktor Ahmet Süheyl Bey’e” ibâresi gibi.

Mektuplar çeşitli usûllere göre tasnif edilir. Mecdi Efendi’nin bu mektupları tarihî kronolojiye göre tasnif edilmiştir.

Mecdi Efendi’nin Süheyl Ünver’e yazmış olduğu bu mektupların tarihleri 2a’da yazmaktadır. Mektuplar, 23 Mart 39 (Miladi 1923) yılında yazılmaya başlanmış, 27 Şubat 340 (Miladi 1924) tarihinde son bulmuştur. Süheyl Ünver bu mektupların sahifelerinin yıpranmaması için 2b’de şu notu düşmüştür: “İş bu mecmua kıymettâr açılırken sahifelerin uçlarından açılması ve yazıların üzerine ellerin temas etmemesi müştâk-ı feyzi rabbani olanlardan rica olunur.”

Mecdi Efendi’nin Süheyl Ünver’e yazmış olduğu mektupların sayısı 21’dir. Mektuplara, “Mektup 1”den “Mektup 6”ya kadar mektup numarası yazılarak başlanırken 8b’de “Mektup 7” yerine “Numara 7” ibâresi yazılmıştır. Daha sonra mektupların sayısı “Mektup 17”ye kadar sırasıyla belirtilmiştir. Mektup 17’den sonra ise kalan 4 mektuba herhangi bir numaralandırma yapılmamıştır. 20b’de “Said, Süheyl, Refik, Burhaneddin, Şefik, Mustafa Salim Efendilere” ibaresi yazılmıştır. Mecdi Efendi her mektubun sonunda mektupların bazılarına “Abdülaziz Mecdi” bazılarına ise “Ayn Mim” harflerini yazmış bazılarına ise sadece tarih yazmıştır. Mektuplar her ne kadar Abdülaziz Mecdi tarafından Süheyl Ünver’e yazılmış olsa da mektuplarda Süheyl Ünver’in yazmış olduğu bazı notlar da vardır: Örneğin 2b’de yer alan “Mürşid-i âli kaderim, merkezi daire-i vücûdum, nur-u feyyaz kalbim, şems-i tâbânım, pederim Abdülaziz Mecdi Efendi Hazretlerinin Ankara’da umur-u şeriyye ve evkâf müsteşâr-ı âliyyine şeref bahş iken abd-ü kemterleri bu fakir pür taksîre göndermek lütfunda bulundukları mekâtib-i reşâdet penah efhamileridir.” ibâre, Mektup 2’de 8b’de yer alan Reşadetlu faziletlu peder-i mükerremimiz, şeyhi muazzamamız Mecdi Efendi hazretleri 15 gün mezuniyetiyle ve memuren şeriyye vekâleti müsteşârlığından der-saadeti 6 Mayıs 339 (Miladi 6 Mayıs 1923) tarihinde şerefyâb kılarak 21 Mayıs 339 (Miladi 21 Mayıs 1923) tarihinde tekrar Ankara’ya mahalli memuriyet vâlâlarına avdet buyurdular. 22 Mayıs 39 (Miladi 22 Mayıs 1923). Daru’l-Hilâfetü’l-Âliyye Medreseleri Tabibi Süheyl.” ibâresi ile 22a’da yer alan “Mürşid-i müfahham, Şeyh-i mükerrem, üstad-ı muazzamımız Abdulaziz Mecdi Efendi hazretleri şerefbahş oldukları Umur-u Şeriye ve Evkaf Vekâleti Müşteşar-ı alininden bir ay mezuniyetle der saadeti baladaki mektubdan tebşir buyurdukları gibi teşrif iderek 29 Şubat 340 (Miladi 29 Şubat 1924). Cuma günü biz fakir kullarını bizzat buyurdular. Devlethanelerine kadar götürdük. Birkaç gün sonra da Mart 340 (Miladi Mart 1924) evailinde-i şeriye vekaletinin ilgası gibi cezri ıslahatda da makam-ı müsteşarileri de lağv edilmiş olduğundan şimdi halka-i muhabbetine dahil olanlara rızık, faziletle meşgul olarak millet ve memlekete hayırlı neticeler virecek dualarda bulunmakdadırlar. 1 Mart 340 (Miladi 1 Mart 1924) el-fakir Doktor Ahmet Süheyl” ibâresidir.

2.2.     Dil ve Uslûbu

Biz bu çalışmamızın “Mektuplarda Geçen Tasavvufî Meseleler” adlı üçüncü bölümünde muhtevâyı ayrıntılı olarak ele aldığımız için burada kısaca üslubundan bahsetmeyi uygun gördük.

“Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2”  eseri muhtevâsı itibariyle genel olarak tasavvufî mektuplardan oluşmaktadır. Mektup yazma geleneneğinin birçoğunda olduğu gibi Abdülaziz Mecdi Efendi’nin yazmış olduğu bu mektuplar da mektubun kendine has dil ve uslûbuyla yazılmıştır. Döneminin en renkli sîmalarından biri olan Mecdi Efendi Mektupları nda, kalıplaşmış birçok ifadenin ve hitap şeklinin dışında kendine has bir uslûb kullanmıştır. Mektupların muhataba ulaştırılma şekli de önemlidir. Bu mektuplardaki hitap şekilleri de farklıdır. Abdülaziz Mecdi Efendi, Mektuplarında Süheyl Ünver’in bazen sıfatını bazen ismini bazen de ünvanını kullanarak hitap etmiştir. Hitap şekilleriyle ilgili burada mektuplardan bazı örnekler aşağıdaki gibidir:

“Nur’u-l Fuâdım Süheyl’im” ,

“Zâde-i ruhum” ,

“Süheylim, oğlum semeretü’l-fuâdım”

“Süheyil Kalbi Mecdiye” ,

“Semere-i şecere-i vücûdum Süheyl’im” ,

“Ey kalbimin nur-u kadim ve cedidi”  ,

şeklindedir.

 

Bu mektuplarda, muhatapların hem mânevî ve uhrevî hem de ailevî, ticârî ve resmî işleriyle ilgili bilgilere yer verilmiş ve böylece muhataplara rehberlik edilmiştir. Mektuplarda genel hatlarıyla yer yer takdir ve tenkitler de açıkça ifade edilmiş; memnuniyet ve teşvik eden ifadelere de ağırlık verilmiştir. Mecdi Efendi, kendi şahsıyla ilgili özel duygu ve düşüncelerini de mektuplarında ifade etmiştir. Zaman zaman bazı ayet ve hadislerin dışında bazı ehil kimselerin sözlerine ve şiirlerine de yer vermiştir. Bazı kelime ve kavramların daha iyi anlaşılması için geniş bilgilendirme yoluna da gitmiştir. Mektuplar, Osmanlı Türkçe’si ile yazılmasının yanı sıra Arapça ve Farsça ibâreleri de içermektedir. Mektuplarda, bu Arapça ve Farsça ibârelerin çok az tercümesi verilmiş, diğer ibârelerin ise o dönemin düşünce dünyası buna vâkıf olduğu için izâha gerek duyulmamıştır. Örneğin 17. Mektup’ta yer alan “...Geçen bir vecize göndermiş idim. Şimdi o icmalin tafsilini yazıyorum. Ekser uşşak Hüda muhabbeti şaraba, kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda nağme sera olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab satan mecusun piri dimekdir.

Gerçinin cilve kune bağçe-i bade füruşe

Hakir vib deri meyhane kenem müşir kanera

Beytindeki bade füruşdan maksad, yine mürşiddir. Bağçe mecusizade dimekdir. Bu meyhanecinin çerağı böyle cilve iderse kirpiklerimi meyhane kapusuna süpürke yaparım. Yani mürşidin yeni mürîdlerinden bu yolda eseri füyuzat zuhur iderse anın bab-ı feyz meabının eşiklerine arz-ı hürmet ve tazim eylemeğe kipriklerimle süpürmeğe mecbur olurum. Meşhur aşık-ı billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i hamriyeside o kabildendir. Bunun matlaı bizim henüz 36 beyitde kalan envar-ı süheyliye de bir noktada ser name ittihaz olunmuşdur. Geçenki mektubumdaki kıta-i arabiye (sahib-i ibn Abbad) keder ilmi maaninin mûcididir.

Türkçesi kadeh son derecede rakık ve berrak şarabda öyle her ikisinin rıkkat ve safiyeti yekdiğerine müşahebetle tefrik edilemeyecek suretdedir. Güya şekl-i meri yalnız şarabdan ibaret olub kadeh hiç yok gibi yahud o şekil-i meri yalnız berrak bir kadeh olub şarab hiç yok gibi. Bu manaya göre bununla kasd olunan manay-ı maksudu kolay anlarsın.” İbaresidir. Bazı mektuplarda ise kısa ve rumuzlu ifadelere yer verilmiştir. Zira belli bir seviyeye ulaşamayanların boş yere zamanları ve zihinleri meşgul edilmek istenmemiştir.

Abdülaziz Mecdi Efendi’nin Mektuplarında kullandığı bir kısım ifadeleri kolay kolay başka tasavvuf kitaplarında bulamayabiliriz. Dolayısıyla biz bu mektupları her ne kadar transkribe etmiş olsak da anlam bakımından Osmanlı Türkçesi’ne ve tasavvufî düşünce dünyasına tam olarak hâkim olamayanlar bu mektuplardaki konuları tam anlamıyla idrâk edemeyebilirler. Bu sebeple Mektupların yazıldığı dönemin düşünce dünyasını da göz önünde bulundurarak mektuplarda geçen ifadeleri çalışmamız boyunca anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Ayrıca bu mektupların tarihi kronolojiye göre tasnif edilmiş olması da anlaşılmasında bize yardımcı olmuştur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.1.    MEKTUPLARDA GEÇEN TASAVVUFÎ MESELELER

3.1.1.    Vahdet-i Vücûd

Vahdet-i vücûd denilince akla ilk gelen Muhyiddin ibnü’l-Arabî’dir. Onun yaklaşımına göre hakikatte, “Vücûddayalnız Hakk vardır”. Buna göre Vahdet-i vücud, mâsivallahı Hakk’a tabi kılmaktan ibarettir. Batı’daki panteizm anlayışı ise Hakk’ı mâsivallah’a tabi kılmaktadır. Dolayısıyla ikisi birbirinin tamamen zıddıdır. Panteizm’de inkâr, Vahdet-i vücûdda ise tasdik vardır.   Yani “Sadece Allah vardır; O’ndan başka bir varlık yoktur” esasına dayanan vahdet-i vücûd, kesrette vahdet, vahdette kesrettir. Bu anlayışa göre her şey Bir’den doğuyor veya her şey Bir’e dayanıyor. Vahdet-i vücûdun izahını yaparken her şeyin Bir olan Allah’tan zuhûr ettiği ve her şeyin O’na rucu’ edeceği ifadesi kullanılabilir. Mecdi Efendi Mektuplarında vahdet-i vücûda temas edip geçmiş ve bu konunun üzerinde fazla durmamıştır. Ancak tevhid konusunu, akaide uygun bir şekilde Mektuplarından bazılarında incelemiştir. Zira bu konuyu herkes anlayıp idrak edemez. “Yüksel ki yerin bu yer değildir”  ifadesi de bu durumu göstermektedir. Mecdi Efendi’nin “Yüksel ki yerin bu yer değildir”  ifadesi şöyle yorumlanabilir: Mecdi Efendi Süheyl Ünver’e, nefsinin mertebelerini geçerek şehâdet âleminden kurtulup misal âlemine yükselmesini yani Bir’liğe ulaşıncaya kadar yükselmeye devam etmesini ve “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et”  ayetinde de ifade edildiği gibi son nefese kadar, Allah’a kavuşuncaya dek o yolda oyalanmaması gerektiğini tavsiye etmiştir. Süheyl! Eğer bulunduğun mevkide kalırsan eksik olursun ve vahdete erişemezsin. Yunus Emre’nin deyimiyle:

“Göçtü kervan kaldık dağlar başında”  gibi olursun, demiştir.

Mecdi Efendi, Mektuplarında vahdeti şöyle anlatır: “Zaten vahdette kesret ve kesrette vahdet, ikisi de sonuçta birbirinin ayn’ıdır ve aynı noktada birleşirler.”  Mecdi Efendi’nin bu ifadesi şöyle yorumlanabilir:

Kur’ân-ı Kerîm’deki “Yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin Zât’ı bâki kalacak.”  ayeti Mecdi Efendi’nin bu ifadesini daha iyi anlamamız açısından örnek verilebilir. Allah vücud’dur. Bu sebeple âlemde bulunan her şey vücud’un birer tecellisidir. Yani bizatihi varolan bir şey değildir. Fakat âlemdeki tüm varlıklar (ayn) kendi özelliklerine de sahiptirler. Vahdette kesreti bir ışık hüzmesine benzetebiliriz. Yani ışık hüzmesinden geçerek gök kuşağı misâli yansıyan her renk, bizâtihi varolan bir şey değil, fakat ışığın varlığıyla aksedendir.

Mecdi Efendi, mektubunda vahdeti şöyle anlatmaya devam eder:

“Aradan çıkardım. İki ten bir beden yahud iki bedende bir şulezen ‘gel keyfim gel’.”

Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri, Yunus Emre’nin “Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaratan”  sözüyle yorumlanabilir.

Şirki bırakıp Bir’liğe yani Tevhid’e geçmek lazım. Çünkü ikilik yok, Bir’lik var. Belli bir eğitimden geçtikten sonra o Bir’liğe ulaşılıyor. Yani ikilik ortadan kalkıyor. Allah’a tam teslimiyet “... Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan (Kahhâr olan) Allah’ındır.”  ayetinde de belirtildiği gibidir. Nitekim peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “...Beni göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle başbaşa bırakma!..”  buyurmuştur. Mecdi Efendi, vahdete ulaşanlar için “Gel keyfim gel” der ve mektubuna şöyle devam eder:

“Allah’a ulaşan kimsenin ufku açılır, önündeki engeller kalkar ve o kimse ulaşabileceği en yüksek mertebelere ulaşır.”  Çünkü Allah o kulunun artık “... işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı.”  olmuştur. Böylece bir kulun ulaşabileceği en yüksek makamlara bu şekilde ulaşmış olur. En yüksek makam ise cennette Allah’ın cemâliyle müşerref olmaktır. Zira sevgili peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın lütfu olmadan kimsenin cennete giremeyeceğini  buyurmuştur.

Mecdi Efendi, yukarıdaki 9. mektubunda şöyle devam eder:

“Her şeyde mutasarrıf-ı hakiki Hak’tır.”

Burada “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.”  ve "...Sen atmadın, Allah attı...”  ayetlerine atıfta bulunulmuştur. Çünkü her şeyde, bütün tasarruf Allah’a aittir. Nitekim Elmalılı M. Hamdi Yazır, Tefsiri’nin dibâcesine şu dua ile başlamıştır:

“...Sen duyurmazsan, ben duyamam.

Sen söyletmezsen, ben söyleyemem.

Sen sevdirmezsen, ben sevemem...”

Mecdi Efendi’nin yine bir başka mektubundaki ifadesi şöyledir:

“Hakiki vücûd Hakk’ın olup O’ndan başkasına vücûd nisbet-i izâfidir. Bunun manasını manevî bir zevk ile idrâk ederler.”   Bu mektupta Mecdi Efendi, “Allah vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu”  hadisinde de ifade edildiği gibi hakiki varlığın Allah olduğunu, diğerlerinin varlığının ise Allah’a bağlı olduğunu ifade etmektedir. Yani her şey nisbîdir, insan ne yaparsa yapsın hepsi Sonsuz’a varır. Dolayısıyla o yüksek mertebelere çıkamayan kimse bu mertebeleri idrak edemez. “Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur”  ayetinde de ifade edildiği gibi buradaki idrakten maksat, kalbî anlayıştır.

Bunu da ancak manevî bir zevk ile anlarlar. Mecdi Efendi’nin ifadesiyle “Hakikat sözün bittiği yerden başlar.”  Belirli bir mertebeden sonra söz biter ve geriye kalan ise sadece haldir.

Büyük bir edib şair olduğu halde aczini ifade eden Mehmet Âkif Ersoy dahi bunu şöyle ifade eder:

"Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!

Ağlarım,ağlatamam;hissederim,söyleyemem

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!”

İnsan kendinden geçince hiçbir eşyayı görmez. Yani insan, manevî sarhoşluğun sonucunda Allah’tan başkasını görmez hale gelir. İlâhî aşk şarabından içip sarhoş olanlar, kendini ilâhî aşk’ta kaybederler. Yunus Emre, bunu aşağıdaki şu dörtlüğünde çok güzel anlatır:

“Ne varlığa sevinirim,

Ne yokluğa yerinirim,

Aşkın ile avunurum,

Bana Sen’i gerek Sen’i”

Bu hâle bir nevi ölmeden evvel ölmek de denilebilir. Bu durum şu şiirde anlatılmıştır:

“Cam inceldi ve şarap şeffaflaştı

Durumları bir oldu, birbirine benzedi

Sanki şarap var, kadeh yok

Sanki kadeh var, şarap yok”

Yani bu mertebeye ulaşan kimse için ayrılık ve gayrılık ortadan kalkar. Burada yarısı su ile dolu bir bardak örneği de verilebilir. Yani bardağın yarısı boş veya yarısı dolu derken bardak doğru şekilde tarif edilmiş olur.

Mecdi Efendi yine bir başka mektubunda ise şöyle der: “Vadi-i mukaddese girenler na‘leyni hül‘ ederler. Fahla‘ n‘aleyk  buna işaretdir.”

Mecdi Efendi’nin bu sözünden şu sonuca varılabilir: Tam bir teslimiyet içinde olanlar, Allah’a vâsıl olduklarında kendi varlıklarını terk ederler. Bu mektupta “Fahla’ n’aleyk” ayetine atıfta bulunulmuş ve Süheyl Ünver’e dünyevî ve maddî bütün varlığını tamamen terketmesi gerektiği tavsiye edilmiştir. Bunu bir nevi yılan gömleğine benzetebiliriz. Yani yılanın gömleğinden sıyrılıp çıktığı gibi Süheyl sen de tamamen varlığından çık ve bir daha dünyaya değer verme! İşte o zaman Hakk’a vâsıl olursun, ikilik ortadan kalkar, demeye çalışmıştır.

Abdülaziz Mecdi Efendi’nin bahsetmiş olduğu bu manevî yüksekliğe ermeden ve dahi Allah vergisi de olmadan bu mektuplardaki ifadeler tam olarak idrak edilemez. Çünkü ‘Tatmayan bilmez’ sözünden de anlaşıldığı üzere tasavvuf kâl değil hâl ilmidir.

3.1.2.    İnsan

"Allah insanı en güzel şekilde”  ve “mükerrem olarak yarattı”  ayetleriyle "kenzi mahfi"  ve "insanı kendi suretinde yarattı"  hadisi şerifi ve benzerleri göz önünde bulundurulunca, yaratıklar içerisinde yaratıcının yanında insanın değerinin yüksek olduğu hemen anlaşılır. Tasavvuf erbabı insanın yaratıcısıyla olan ilişkisini “Kendini bilen Rabb'ini bilir” sözünden hareketle esas almıştır. Buna göre insanı ve yaratıcısını tanımada çok büyük derin tefekkürler ortaya konmuştur.   Bu girizgâhtan hareketle tasavvuf geleneği içerisinde birçok önemli isimle birlikte Abdülaziz Mecdi Tolun'u da zikredebiliriz. Dolayısıyla Mecdi Efendi’nin hem yazdığı kitaplarda hem de mektuplarında bu konuya temas ettiğini görmekteyiz.

Allah’ın sayısız güzel isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ettirildiği varlık insandır. Dolayısıyla Allah’a yaklaşmak ve O’ndan uzaklaşmamak insanın birinci gaye ve hedefi olarak görülür.  Nitekim “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”  ayeti ile insanın Allah’ın halifesi  olarak yaratılmış olması da bu hedefin nihai bir sonucudur. Bu sebepledir ki; tasavvuf erbabı insan-ı kâmil üzerinde çok durmuştur. Aynı tasavvufî gelenekten gelen Mecdi Efendi de, insanın değerini ve kıymetini, insanla Allah ilişkisini mektuplarında ifade etmiştir.  İnsan kâinatın gözbebeğidir. İnsan cisim olarak kâinatın içinde küçük bir yer tutar ama değer ve kıymet olarak hepsinin üzerinde bir yere sahiptir. Nitekim “Göklerde ve yerde olan her şey insanın emrine verilmiştir ( insana musahhar kılınmıştır)”    ayeti de insanın kıymetini ve değerini ifade etmektedir.

Mecdi Efendi, insanın değerini mektuplarında şöyle ifade eder: “O âlemlere mânevî olarak git ve bu suretle rûhen bir bak. Bundan sonra sen iyilerin ve âriflerin baş tacı olmak şerefini hakkıyla elde et. Bu makama sidretü’l-müntehayı’l-ârifin derler. Akl-ı küllün cenâh-ı zerini bundan bâlâya doğru açılamaz yanar derler.

Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri şöyle anlaşılabilir:

Ahsenü’l-hâlikîn  olan Allah, bu sıfatını en yüksek seviyede eşref-i mahlukât  olarak yarattığı insanda tecelli ettirmiştir. Sûretine de sîretine de çok üstün özellikler verilen insanın yaratılışı çok özeldir. Bu nedenle insanın yapması ve yapmaması gereken şeyleri de bilmesi ve ona göre bir hayat yaşaması gerekir. Böyle bir yaşam tarzı insanın manevî derecesinin yükselmesine vesile olur. Her geçen gün, bir önceki güne göre daha ileriye doğru bir yol almak gerekir. Nitekim “İki günü müsâvî olan ziyandadır”  hadisi bize bu konuda rehberlik etmektedir. Bu hadisten hareketle, Mecdi Efendi’nin mektubundaki bu ifadesinden kastı amel açısından değil de, mârifet açısındandır denilebilir. Aynı zamanda Kur’an’da da kulların dereceleriyle ilgili birçok ayeti kerimeler vardır. Fakat şurası da bir gerçektir ki; belli bir sınırın ötesine geçilmeye müsade edilmiyor. Yani varılacak son sınır bellidir ve bu sınıra sidretü’l-müntehayı’l- ârifin denilir. Burası da âriflerin gideceği son noktadır. Mecdi Efendi, bu mektubunda Süheyl Ünver’e bu son sınıra ulaşmasını tavsiye etmektedir. Fakat Cebrail’in (a.s) sevgili peygamberimize (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buradan sonrasına gidemem, yanarım  dediği gibi ârifler de bu son noktadan sonrasına gidemezler. Allah mekândan münezzehtir. İnsanın ise hem dünyada hem de ahirette bir yeri ve mekânı vardır.

Fakat insanın asıl yeri Allah katında olanıdır. Mecdi Efendi, bu yüce makama erişmeyi tohum ve ağaç istiaresiyle anlatmaktadır.  İnsan kâinâtın özeti, çekirdeği mesabesindedir.  İnsan olmadan yeryüzünün bir değer ifade ettiğini söyleyemeyiz. Çünkü her şey insana hizmet için yaratılmış, insan ise Allah’a kulluk için yaratılmıştır. “...‘Yere muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır’...”  ayetinden de anlaşıldığı üzere her şey insanın kulluğuna hizmet etmektedir.

3.1.3.    Kalp

Mecdi Efendi, mektuplarında kalbi bir aynaya benzetmiştir.  Dolayısıyla tasavvuf ehli, kalp temizliğine çok önem vermiş ve kalbi nazargâhı ilâhi olarak görmüştür. Şemseddîn Sivâsi’nin de dediği gibi:

Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecelli ede Hâkk,

Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan

Yani insan kalbini ne kadar çok temizlerse Cenâb-ı Hak o kalpte o kadar tecelli eder. Mecdi Efendi, onuncu mektubunda kalbi anlatırken “mânevî dürbün” tabirini kullanmıştır. Bu ibârede Allah’a yakınlaşmanın ve uzaklaşmanın kalp ile olduğu ifade edilmiş olmalıdır.

Mecdi Efendi’nin kalple ilgili mektuplarındaki ifadesi şöyledir:

“O kalb, o arşu’r-rahman, Allah’ın mukaddes tecellîlerinin indiği yerdir. Kulun Allah katındaki derecesi kalbiyle alakalıdır. Çünkü Allah kalbe nazar eder.”

Mecid Efendi’nin, bu mektupta kalbe “Arşu’r-rahman” demesi de bundan ileri gelmektedir denilebilir. Yani her şeyin bir merkezi vardır. Kâinatın merkezi arş olduğu gibi insan vücûdunda da mukaddesâtın merkezi kalptir. Yani insan-âlem benzerliği düşünüldüğünde; kâinat büyük âlem, insan ise küçük âlemdir.  “Ben yere göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım”  hadisi kutsisi ve “Rahman, Arş’a istivâ etmiştir.”  ayeti de bu bağlam çervesinde ele alınabilir.

Şayet kulda bu hadis tecellî ederse, Allah da kulunun kalbine istivâ etmiş gibi olur, böylece kalp, Arşu’r-Rahman seviyesine yükseltilmiş olur. “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz  hadisi dahi kalbin Allah katındaki önemini, değerini ve yüceliğini gösterir. “Ey Kâbe! Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! Ama nefsim elinde olan Allah a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, kanıyla müminin hürmeti (saygınlığı) senin hürmetinden daha yücedir. ”  diyen Rasullullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da bu hadisi konumuzla bağlantılı olması açısından önem arzeder.

Bu kâmil insanın tasfiye olunmuş kalbi, artık aşk ve muhabbetle dolmuş ve Rabbinden razı olmuştur. Nitekim Mecdi Efendi bu durumu şöyle izah eder: “La es-elüküm aleyhi ecren ille’l- meveddete fil kurba  sırrı tecelli etti. Bu muhabbet kalbe yerleşince, sonunda Rıza meydana gelir. Rızayı, Zât tecellîsi takip eder.”

Allah’ın veli kullarını sevmek, Allah’ı sevmeye götürür. Fakat kulları ve tüm yaratılmışları Allah’ı sever gibi sevemeyiz. Bu sevginin O’nun çizdiği sınırlar dâhilinde olması gerekir. “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...”  ayetinde de ifade edildiği gibi Allah’ın yarattıklarını Allah için seven insan, muhabbetullah’a vâsıl olur. İnsanlar içerisinde sevilmeye en lâyık olanlar ise peygamberlerdir. Nitekim Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek imandandır.”  hadisi de burada zikredilebilir.

Mecdi Efendi’nin, bir başka mektubundaki ifadesi ise şöyledir:

“... Ben, kendinde hiçbir şey olmayanların, tamamen varlıktan çıkanların bendesiyim.”  

Mecdi Efendi bu cümlede, kendinde varlık hissetmeyen; fenâfillah, bekâbillah ve cemu’l-cem makamına erişmiş kişileri sevdiğini ve takdir ettiğini ifade ediyor.

Mecdi Efendi, yine aynı mektubuna devamla şöyle der: “Aklımın bahtlı olması, kalbime şah olmasındandır.”

Mecdi Efendi’ye göre akıl; asıl sermâyesini, gücünü ve ışığını kalpten almaktadır. Zira Allah, imanı olmayanlara beyinsizler ve akletmeyenler  demiştir. Mecdi Efendi bu ifadesiyle, hem aklına hem de kalbine değer vermiştir. Fakat o, kalbi selîm sahiplerinin aynı zamanda en akıllı insanlar olduğunu da ifade etmiştir. Böylece o, akıl ile kalbi birleştirmiş ve bunların birbirinin yardımcısı ve destekçisi oduğunu ifade etmiştir. Abdülaziz Mecdi Efendi kalp tabiri yerine gönlü de kullanarak, gönül sâfiyetini şu mısra ile izah eder:

“Gönül çok yücedir. Onda varlık ve mekân olmaz.”

Mecdi Efendi, diğer mektubunda ise şöyle der:

“Ürettiğim ve imâl ettiğim şeyler tamamen rûhî ve kalbîdir. Yani maddi ve dünyevî değildir.”

Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e muhtemelen şunu demek istemiştir: Süheyl! Sen benim gönlümün eserisin, gönlümden bir parçasın. Senden dünyevî hiçbir menfaatim yoktur.

Mecdi Efendi, bir diğer mektubunda ise, “Sana mektupları kalbimle yazdığımdan zâhiri ifadeyi bugün gönlüm istemedi.”  diyerek mektubun muhatabının doktor olması hasebiyle tıbbî kalpten manevî kalbe geçiş yapar. Müridler, şeyhlerinin kalp çocuğudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Peygamber’in hanımları ise annelerinizdir”  ve “Mü’minler kardeştir”  buyurmuştur. Sevgili peygamber’imiz de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ben size babanız mesabesindeyim.”  demiştir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e ‘Sen benim gönlümden bir parçasın’ demiştir. Çünkü tasavvuf ehline göre doğum ikiye ayrılır. Birincisi vilâdeti ûlâ’dır ki bu normal doğumdur. İkincisi ise vilâdeti sânî’dir. Bu da şeyhin kalbinin mânevî eseridir. Yani şeyhin mânevî baba olması, mürîdin ise onun mânevî evlâdı olmasıdır. Vilâdeti sânî’nin kalpten kalbe olması gerekir. Mecdi Efendi, her ne kadar sözle bir şeyler anlatmaya çalışıyorsam da; ‘tatmayan bilmez’, kalem ve söz her şeyi ifade edemiyor kanaatini serdeder. Kısaca Mecdi Efendi, ikimizin arasında kalem dahi yabancıdır demek istemiş ve ‘İşte bu defa bu kadar oğlum!’ diyerek mektubuna son vermiştir. Söz gelimi Mehmet Âkif Ersoy’un;

“Değmesin mâbedime nâmahrem eli”  mısrası da bu mahremiyeti çok güzel ifade eder.

Mecdi Efendi’ye göre, Allah yolu rehbersiz olmaz. Eğer böyle olsaydı Allah, peygamberler göndermezdi. Biz her ne kadar gözümüzle (basarımızla) ve basîretimizle (kalp gözümle) Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini ve sonsuz gücünü idrak ediyor olsakta; Verese-i Enbiyâ olan bir mürşid ile gözümüz ve gönlümüz dört açılıyor.

Böylece hakikatleri daha iyi ve net anlıyoruz. Mecdi Efendi, bu düşüncelerini aşağıdaki şu şiirinde güzel bir şekilde şöyle ifade etmiştir:

“Hüsnün etmiştir beni bir âşık-ı şöhret şiâr

Kâmekârım ben senin aşkınla her dem kâmekâr

Bîcihet herhangi semte eylesem atf-ı nigâh

Nur vechin dîdeme olmaktadır pertevnisar

Sîne sînâ şeklini ahzeyledi feyzin ile

Nârımı nur eyledin ey dilber-i âli vekâr

Yok benim gönlümde senden başka dürlü bir vücûd

Her nigârın nuru senden rû nümâ dârî nigâr

Sırr-ı eşya müncelidir zerre zerre dîdeme

Başka bir hâlet dilimde oldu şimdi ber karar

Bir velinin bâdesinden nûş idup bir kâse aşk

Vecd ile oldum ser bâbında mest-i hûşyâr

Cûş ider derya gibi gönlümde zevk-i intibâh

Kâmekârım ben ânın feyziyle her dem kâmekâr”

Mecdi Efendi Mektuplarında Allah’ın razı olacağı bir gönüle sahip olmayı ifade eden ve bu görüşlerini destekleyen söz ve şiirlerden de alıntı yapmıştır.

3.1.4.      Tefekkür

Cenâb-ı Hak, kullarından abdest, namaz, oruç ve benzeri ibadetleri istediği gibi tefekkürü, tezekkürü, tedebbürü, te’akkulu ve tefekkuhu da istemiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, “Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”  ve “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.”  gibi ayetleri ve peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem), “Bir saat tefekkür, bir sene ibadete denk”  ve “Bir saatlik tefekkür, bir gece ibadetten hayırlıdır.”  hadisleri göz önünde bulundurulunca, kainattaki her şeyin insanı tefekküre sevkettiği söylenebilir.

Mecdi Efendi, tefekkür bahsini mektubunda şöyle izah etmiştir:

“ ‘La tetefekkeru fi zatillahi bel tetefekkeru fi alaillah’  hadisinden hareketle Allah’ın Zâtını tefekküre kalkışmak doğru değildir...”  Mecdi Efendi’nin yukarıdaki bu cümleleri şöyle yorumlanabilir:

Mânevi yolculukta, Allah’ın zâtı dışında her şey bizi tefekküre sevkeder. Bu hadisten anladığımız kadarıyla; nasıl ki Cebrail (a.s), miraç hâdisesinde sevgili peygamberimize (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yanarım dediyse, sâlik de takatinin ve sınırlarının üzerine çıkmamalıdır.

Bu takatin ve sınırların üzerine çıkmaya yanma tabiri kullanılmıştır. Yani kuralına uygun yapılmayan tefekkür, insanı meczup yapabilir. Dolayısıyla meczuplar, elde ettikleri mânevî derecenin daha ilerisine gidemezler. Sâlikin meczup olmaması için de mânevî yolculuğunda bir şeyhe ihtiyaç vardır. Böylece şeyh, bir nevi regilatör görevi yapmış olur. Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e mertebeleri geçerken acele etmemesi gerektiğini tavsiye etmiştir. Çünkü fiili ve rûhî mertebeleri kademe kademe geçmek gerekir. Bir anda yüksek gerilime çarpan kimse gibi olmamalıdır. Zaten Allahın zatı, vahdeti vücudda A’ma mertebesi veya Ehadiyet olarak adlandırılır ve hiçbir şekilde bilgimize açık değildir. Ancak vahidiyet yani esma ve sıfat mertebesi ilk taayyün olup, bize açık olduğu söylenebilir.

Son olarak ise Allah’ın yaratmış olduğu her şeyi, sadece görmek, duymak, dokunmak gibi beş duyu organıyla algılamak yeterli değildir, bir de onlar üzerinde tefekkür etmek gerekir. Bu Allah’a olan imanı kuvvetlendirir, zihni ve ruhu açar. Dolayısıyla insanın asıl ufkunu açan tefekkürdür. Zikir ve tefekkür insanın mânevî dereceler elde etmesine vesiledir. Bu mânevî derecelerin de sonu olmadığı için, bunların artık belli bir seviyeden sonrası da isimlendirilmemiştir.

3.1.5.    Mi’rac ve Urûc

Mecdi Efendi, mi’rac ve urûc bahsini, 27 Aralık 1923 tarihli mektubunda şöyle ele almıştır:

“Mi’rac ile urûc lugaten ikisi de bir manada müstamel ise de mazhar olduğum terakki-i mânevî mi’rac değil urûcdur. Urûc mânevîdir. Mukabili hazret-i halkıyeye rücûdur.”  Mecdi Efendi, mi’racı peygamberimize (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tahsis etmiş ve ruhani yükseliş olarak yorumlamıştır. Nitekim aşağıdaki sözünde bu açıkça görülmektedir. Ayrıca urûc ile halktan Hakk’a yükselmeyi kasdetmiştir. Mukabilinden bu anlaşılmaktadır.

Mecdi Efendi, mi’rac ve urûc bahsini bir diğer mektubunda ise şöyle ele anlatmıştır:

Mi’rac ile urûc lugaten bir manada ise de ehlullahın seyir ve sülûk-i manevisinde hâsıl olan irtikayı mâneviye urûc dinilub mi’râc dinilmez. Mi’rac Seyyidül Enbiya ve Evliya Efendimiz’e mahsus bir iltifat-ı azim-i ilahidir.

Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri şöyle anlaşılabilir:

Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberlerin mi’racı  olduğu gibi velilerin de urûcu  vardır. Çünkü onlar da peygamberlerin izini takip etmişlerdir. Bu lütûflar çalışmakla elde edilen şeyler değildir; bilakis Allah vergisiyledir. Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mi’racı, hem bedenen hem de rûhendir, fakat veliler sadece urûc yaparlar. Velilerin urûcu ise mânevîdir. “ ...(iyi) kullarımın arasına gir...”   ayetinde de belirtildiği gibi sâlik mânevî halinden normal hâline döner. Yani sâlik, urûca başlarken mânevî bir hal yaşamış olmasına rağmen yine de normal bir insan olarak hayatına devam eder ve bu mânevî urûc bittikten sonra, yine eski haline rucû eder.

Son olarak ise; Mecdi Efendi’nin yukarıdaki ifadelerinden hareketle, peygamberlere has olan tabirleri veliler için kullanmamak gerektiğini düşündüğü söylenebilir.

3.1.6.    Aşk

Mecdi Efendi, aşk bahsine mektubunda şöyle değinmiştir:

“...Ekser uşşâk Hüdâ muhabbeti şaraba, kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda nağme sera olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab satan mecusun piri dimekdir.

Gerçinin cilve kune bağçe-i ba’de fürûşe

Beytindeki ba’de fürûşdan maksad, yine mürşiddir. Bağçe mecûsîzâde dimekdir... Meşhur aşık-ı billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i hamriyeside o kabildendir.”

Mecdi Efendi’nin, bu cümlelerinin şu manayı ifade ettiği görülmektedir:

Geleneğimizde, beşeri aşktan ilâhî aşka geçişin en güzel örneği Leyla ve Mecnun hikâyesidir. Bu kıssadan maksat, beşeri aşkta kalmayıp ilâhî aşka geçmektir. Mecdi Efendi’nin yukarıda kullanmış olduğu şarap, meyhane, meyhanenin sahibi gibi benzetmelerin hepsi birer semboldür. Burada şaraptan maksat ilâhi aşktır. Piyaleden yani kadehten maksat kalptir. Ba’de fürûştan (“ilâhî aşk şarabını sunan kâmil mürşid” ) maksad mürşid, meyhaneden maksat ise tekkedir. Âşıktan maksat kul, mâşuktan maksat ise Allah’tır. Allah ile kul arasındaki muhabbete şarap denmiştir. Fakat günümüz insanları çok maddeci olduğu için bu ve benzeri ifadeler, bu tarz insanlara çok da tesirli olmayabiliyor. Hâlbuki mektuplarda geçen bu ifadeler temsilidir. Gerçekte ise ne meyhaneci vardır ne de meyhane vardır.

“Allah misâl vermekten çekinmez”  ayetine istinâden ehlullah da birçok ince ve derin manaları temsili olarak anlatmıştır. Ehlullahın dünyevî şarapla, meyhaneyle ve mecûsîlerle uzaktan yakından ilgileri olmamıştır.

3.1.7.    Râbıta

Mecdi Efendi, mektuplarında râbıtayı Allah’ın bir sırrı olarak tanımlar ve buna sıkça değinir. Dolayısıyla Süheyl Ünver’e rabıtaya çok önem vermesini ve dikkatle titizlik göstermesini tavsiye eder. Mecdi Efendi, “Râbıta bir sırrı âzîmi ilâhidir.”   diyerek, onun mânevî gelişimdeki önemine işaret eder ve râbıtasız bu yolun menziline varılamayacağını belirtir. Nitekim bu Mecdi Efendi’nin Mektuplarındaki şu ifadelerinden de anlaşılabilir:

“Râbıta bir sırrullahtır ve her şeyi halletmenin en kısa yoludur. Râbıtadan kıl kadar dahi olsa ayrılmadan doğru yolda devam et.”  “Râbıta, râbıta, râbıta sırrîde yarar.”

Mecdi Efendi’nin bu cümleleri şöyle yorumlanabilir:

Râbıta doğrudan doğruya şeyhle mürîdi bağlar ve araya başka bir şey girmez. Yani mürîd râbıta ile şeyhinden feyz alır. Mecdi Efendi, mademki râbıtaya sır demiştir, bu sebeple râbıtayı daha fazla açıklamaya gerek yok denilebilir.

Mecdi Efendi’nin bir başka mektubundaki ifadesi şöyledir:

“Sen Süheyl sehlü’l-mürûr yollardan gidiyorsun. Elini tutmuş rehberin vardır. Bu yolun Burak-ı îsâli ( ulaştırıcı vasıta) muhabbettir. (Burak, Allah’a ulaşmada bir vasıtadır. Nasıl ki peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) burakla Allah’a gittiyse, biz de muhabbetle Allah’a gideriz.) Muâmelât-ı zâhiriyye ve bâtiniyyeni mütevâzin olarak icrâdaki mesleğinle devam et.”

Mecdi Efendi’ye göre mürîd, râbıta ile şeyhinin elinden tutmuş ve onun rehberliğinde mânevî bir yolculuğa çıkmıştır. Maddî sahalarda bir rehbere, ustaya veya hocaya ihtiyaç olduğu gibi, mâneviyatta da aynı ihtiyaç vardır. Mecdi Efendi bu mektubunda, Süheyl Ünver’e hem tarikat yolunda hem de Tıp alanında ilerlemesi tavsiye etmiştir. Yani elin kârda, gönlün yârda olsun ki hem dünyevî hem de uhrevî işlerinde mesafe katedebilesin demiştir. “Allah'ım! Bize dünyada iyilik ve güzellik, ahirette de iyilik, güzellik ver. Bizi ateş azabından koru”  ayeti mûcibince hem dünyanın hem de ahiretin imârını tavsiye etmiştir.

Mecdi Efendi’nin, yine bir başka mektubundaki ifadesi şöyledir:

“Benim İzzeddin ile refikası Tevhide’nin mektupları da geldi. Hubb-i iştiyak ile okudum. Onlara da bâlâdaki cevabı söyle. Her ikisinin izdiyâd-ı inşirâhı râbıtadadır, söyle!”

Mecdi Efendi’ye göre rabıta insanı geliştirir, insanın içinin sırların mahzeni olmasına ve gönül huzuru bulmasına vesile olur. Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’den kendi nâmına diğer mürîdlerle ilgilenmesini istenmiştir. Aynı zamanda bu ifadelerden Süheyl Ünver’in üstâdının nâmına halife olduğu yani onun temsilcisi olduğu da anlaşılabilir.

Mecdi Efendi’nin, Süheyl Ünver’e yetki verdiğini gösteren mektuplarındaki şu ifadelerini de ayrıca verecek olursak:

“Şefik’e verdiğin nasihat, benden söylenmiş gibidir.”

“Kâmekâr’a yazdığın mektub hakikaten bir mürşid ağzından çıkacak sözlere benziyor. Elveledü sînvu ebîhi  derler aferin Süheyl.”

“Geriye çekildi şimdi gönlümü yapmak için bana bedel senin elini öpsün girerse belki çıkamazmış girsunda çıkabilirse onu göreyim benden mektub istiyor. Ona mektubum sensin, canlı mektub himmeti senden beklesun benden sana senden ona bi’n-netice 181

benden ona mektubun bu fıkrasını yaz eline ver.”

“...hanesi nerede ise oraya gidub hacet var ise hem maddi hem manevi olmak üzere muayene ider ve kendisiyle görüşürsün.”

Tasavvuftaki genel anlayışa göre bir şahsın, diğer bir diğer şahsa râbıta yapabilmesi için belli bazı özellikleri taşıması gerekir. Belli özellikleri taşımayan kişilere kat’iyen râbıta yapılmaz, şâyet yapılacak olursa hem râbıta yapan hem de yapılan şahıs perişan olabilir. Dolayısıyla bu işte, icâzetli ve ehil olmak esastır. Mecdi Efendi’nin bu konuyla ilgili anlayışı da tasavvuftaki bu genel anlayışa uygundur. Mecdi Efendi, râbıta yapılacak bu vasıftaki bir mürşidi 9 Aralık 1923 tarihli mektubunda şöyle tarif eder: “...Yahu bana ne ünvanlar veriyorsunuz. Ne ulvi kemâlât isnad idiyorsunuz. Beni benden çok mu biliyorsunuz. Anladık babanızım mürşid didiğin en büyük bir şey olsa lütfu ilâhîye mazhar bir (veli) dir. Veli didiğin büyüye büyüye bab-ı ilâhîde abd-i has olur. En büyük şerefi ubudiyetidir. Neden size feyiz ve kemal irişur ise bu, bana değil Rabbime racidir. Bütün kudret bütün azamet ona yani mabud celilü’ş-şanıma aiddir. Yalnız bir noktada hakkın var bu bedensel ayrılığa dayanamıyorum diyorsun ben de de öyle. Rabbim istediği gibi engelleri kaldırarak, gönlümün en büyük arzusu olan seninle yüz yüze buluşmayı ve görüşmeyi nasib etsin.”

Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri şöyle yorumlanabilir:

Tasavvufta en yüksek makam, kulluk makamı olarak kabul edilir. Zira kelime-i şehâdette önce Allah’ın kulu sonra Rasûlü denilir. Yani kulluk, risâletten önce gelmiştir. Mecdi Efendi’nin bu mektubundaki ifadeleri ‘siz bana ne kadar üstün vasıflarla hitap etmiş olsanız dahi bana Allah’ın kulum demesi yeter!’ şeklinde anlaşılabilir. Mecdi Efendi, kemâlâta ermeyenlerden uzak durulması gerektiğini tavsiye etmiş, kendisinin râbıtaya ehil ve lâyık olduğunu kapalı bir ifadeyle anlatmıştır. Son olarak ise bu mektupta maddi beraberlikten ziyâde mânevî beraberliğin önemi vurgulanmış fakat maddi olarak da beraber olma özlemi dile getirilmiştir.

Abdülaziz Mecdi Efendi, kâmil ve mükemmil bir şeyhe yapılan râbıtanın nihâyetini; “Gerçekte Allah’ın has kuluna yapılan râbıta, Allah’a râbıtadır.”  sözüyle izah eder. Çünkü şeyhe râbıta, haddi zâtında Allah’a râbıtadır. Nitekim Kur’an’da “Peygamber’e itaat, Allah’a itaattir.” , "...Bana yönelenlerin yoluna uy...”  buyrulmuştur.

Peygamberimiz de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “...Benim görevlendirdiğim kimseye itaat, bana itaattir...”  buyurmuştur. Kâbe’ye yönelen de haddi zâtında Allah’a yönelmiştir.

“... O’na yaklaşmaya vesile arayın...”  ayeti de konunun daha iyi anlaşılması için örnek gösterilebilir. Vesileyi, elçiyi kabul etmeyen baştan peygemberleri ve melekleri kabul etmemiş olur. Çünkü Kur’an-ı Kerim, melek ve peygemberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aracılığı ile kabul olunmuştur. Burada sevgili peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elçiliği söz konusudur. “.iyilik ve takva üzere yardımlaşın...”  “.Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin tavanız ( Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.”  ayetlerinde de geçtiği üzere bunların hepsi Allah için yapılınca, Allah’a ibadet edilmiş olur. Çünkü Allah yerine koymak ayrı, Allah’a ulaşmaya aracı olmak ayrıdır. Yani burada esas olan ibadetlerin Allah için yapılmış olmasıdır.

Mecdi Efendi, müridin dua ederken râbıtasını kuvvetli yapması gerektiğini şöyle tavsiye eder: “Yalnız Beylerbeyi’nde mukim olduğunu bildiğin Baha Bey’e git ve söyle hasta olan oğluna okur iken bana karşı râbıtasını kuvvetli yapsın.”

Mecdi Efendi, ayet-i celîleleri tefsir ederken râbıtalı olmanın önemine şöyle değinir: “Velehü’l-Kibriyâu fi’s-semâvâti ve’l-ardi ve hüve’l-azizü’l-hakîm ’i sırr-ı râbıtada tefsir it kalbin sırrı’s-sürur ile dolar.”

Mecdi Efendi’nin bu ifadesi bize, ayetlerin şeyhe rabıta halindeyken tefekkür edilmesi gerektiği hususunda fikir vermektedir. Belli bir mânevî seviyeye geldikten sonra râbıta terkedilir, murâkabe başlar. Kalp doğrudan doğruya Arşu’r-Rahman’a açılır ve oradan feyz alır. Yani râbıta daimi değildir, geçici bir süre mürîdi yetiştirmek için bir eğitim usûlü olarak uygulanır. Yani rûhî bir eğitim metodudur, ibadet değildir. Ayrıca Mecdi Efendi’nin bu ifadelerinden ve tavsiyelerinden yola çıkılarak şu söylenebilir ki; Ahmet Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’den hilafet almıştır. Bu Mecdi Efendi’nin, Süheyl Ünver’den kendi adına tasavvufî ders vermesini ve bu dersi tarif etmesini istemesinden anlaşılabilir.

Mecdi Efendi:

“Ben (Edeb-i Muhammedî) ye riâyetkâr bir adamım.”  

diyerek edebini, “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin  buyurulan peygamberimizden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aldığını ifade etmiştir.

Mecdi Efendi, Allah’a ve Rasûl’üne (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olan sevgisini ve bağlılığını ise şu beyitlerle ve sözlerle ifade eder:

“Gerçi aşkınla senin, derya gibi cûş eylerim

Mahz-ı lütfunla lisânım gayra hâmûş eylerim.”

Yine bir başka beytinde;

“Sana bakmak müteazzir görünür böyle ki eşk

Sana bakdık da dolar dîde-i giryânımıza”

Yine bir başka mektubunda ise;

“Ne buldumsa seni sevmekle buldum ey muallâ nur. Seni sevmekte var zevk-i ferâvan Ya Rasulallah Üveysiyim. Âteş deryâlarından yüzerek lütf-i ilâhî ile kûy-i cinan sahillerine irişdim.”  

Mecdi Efendi, şeyhi Ahmed Âmiş  Efendi’den hilâfet almıştır. Mecdi Efendi’nin bu ifadesi muhabbet açısındandır. Veysel Karânî, peygamberimizi (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görmeden ona iman etmiş ve mânevî dereceler elde etmiştir. Şeyhini görmeden mânen yükselenlere de üveysi denilir. Fakat Mecdi Efendi’nin burada meşrebinin üveysi olduğunu açıkça ifade etmesi peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) içindir. Yani Mecdi Efendi burada şunu demek istemiştir:

Ya RasulAllah! Ben seni görmedim, ben senin zamanında yaşamadım ama ben seni çok seviyorum. Veysel Karânî nasıl ki seni görmeden sana (salla'llâhü aleyhi ve sellem) âşık olduysa, ben de onun gibi sana âşığım!

Sevginin islamda ve tasavvufta, insanı olgunlaştırdığı ve hedefe ulaştırdığı bilinir. Zira sahabelere peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Kişi sevdiğiyle beraberdir199 buyurunca sahabeler, en sevinçli günümüz peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu hadisi irâd ettiği gündür demişlerdir. Dolayısıyla sevgi olmadan Allah’la, rasûlüyle (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve Allah’ın dostlarıyla irtibat kurmak mümkün değildir.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

“ABDÜLAZİZ MECDİ EFENDİ HZ. MEKTUPLARI 2”
ESERİNİN TRANSKRİBİ

ABDÜLAZİZ MECDİ HZ. MEKTUPLARI 2

(Sayfa) 1

GÖNDERMEK LÜTFUNDA BULUNDUKLARI MEKTUPLARIN TARİHLERİ

ADED

1 23 Şubat 339 (Miladi 23 Şubat 1923) Efendimiz 26 Şubat 39 (Miladi 26 Şubat

1923)’da mahalli memuriyetlerine gittiler.

2 21 ve 23 Şubat 339(Miladi 21 ve 23 Şubat 1923)....Efendimiz hazretleri şeriye

müsteşarlığından mezunen 6 Mayıs 39 (Miladi 6 Mayıs 1923) ’da dersaadeti teşrif buyurarak 21 Mayıs 39 (Miladi 21 Mayıs 1923)’da avdet ettiler.

3..4 Haziran 39 (Miladi 4 Haziran 1923)...Efendimizin ikinci defa Ankara’ya avdetlerinde aldım.

4..12 Haziran 39 (Miladi 12 Haziran 1923)

5..21 Haziran 39 (Miladi 21 Haziran 1923)

6..29 Haziran 39 (Miladi 29 Haziran 1923)

7..8 Temmuz 39 (Miladi Temmuz 1923)

8..15 Temmuz 39 (Miladi 15 Temmuz 1923)

9.. ..8 Ağustos 39 (Miladi 8 Ağustos 1923)

10....19 Ağustos 39 (Miladi 19 Ağustos 1923)

11..16 Eylül 39 (Miladi 16 Eylül 1923)

12..27 Teşrîn-i Evvel 339 (Miladi 27 Ekim 1923) ...Efendimizi sırf ziyaret

maksadıyla 8 Teşrîn-i Sânî (Miladi 8 Kasım)’de Ankara’ya gidup 15 Teşrîn-i Sânî (Miladi 15 Kasım)’de İstanbul’a döndüm.

13 ..27 Teşrîn-i Evvel 339 (Miladi 27 Ekim 1923)

14....23 Teşrîn-i Sânî 39 (Miladi 23 Kasım 1923)....Efendimizi bade ziyaret Ankara

? müjde aldım.

15....1 Kanun-i Evvel 39 (Miladi 1 Aralık 1923)

16.. ..30 Kanun-i Evvel 39 (Miladi 30 Aralık 1923) )

17....3 Kanun-i Sânî 340 (Miladi 3 Ocak 1924)

18..6 Kanun-i Sânî 340 (Miladi 6 Ocak 1924)

19..11 Şubat 340 (Miladi 11 Şubat 1924)

20..27 Şubat 340 (Miladi 27 Şubat 1924)..Efendimiz bu tarihte İstanbul’a teşrif buyurdular. 29 Şubat sene 340 (Miladi 29 Şubat sene 1924).

(Sayfa) 2

Mürşid-i âli kaderim, merkez-i daire-i vücûdum, nur-u feyyaz-ı kalbim, şems-i tâbânım, pederim Abdülaziz Mecdi Efendi Hazretlerinin Ankara’da umûr-u şer’iyye ve evkâf müsteşâr-ı âliyyine şeref bahş iken abd-i kemterleri bu fakîr pûr taksîre göndermek lütfunda bulundukları mekâtib-i reşâdet penâh efhamileridir.

23 Şubat 339 (Miladi 23 Şubat 1923)

Dâru’l-Hilafeti’l- Âliyye Medreseleri Tabibi

Süheyl

29 Şubat 340 (Miladi 29 Şubat 1924) tarihinde Efendimiz Hazretleri dersaadeti teşrif buyurdular.

İş bu mecmua kıymettâr açılırken sahifelerin uçlarından açılması ve yazıların üzerine ellerin temas etmemesi müştâk-ı feyz-i rabbânî olanlardan rica olunur.

(Sayfa) 4

Mektup 1

İstanbul Evkâf İdaresinde Mimar Muzaffer vasıtasıyla Doktor Süheyl Bey’e verilecektir.

Abdülaziz Mecdi

Nûr’u-l Fuâd’ım Süheyl’im

Senden üç, Şu‘arâ-yı Devlet azasından Baha Bey’den üç, Sa‘idden iki, Burhaneddin’den iki, mûmâ ileyhin Sadâret-i sâbıka’daki Mehmed (Muhammed) Ali’den bir, Refik’den bir, Şefik’ten bir, mülkiye talebesinden Sabit’den bir mektup geldi. Hakkımda lüzumundan ziyade izhar-ı hürmet olunuyor. Henüz meşguliyetim tahaffuf etmedi. Ayru ayru mektup yazmağa vaktim müsaid değil. Biraz daha işim kesb-i hiffet ederse o zaman ayrı ayrı yazarım. Ma eğer mektub nenvisim ayb-ı ma meken. Dermiyane râz-ı müştakan kalem na mahremest.  Bana hulus-i kalb ile mektub yazanların istifadesi şudur. Mektubun vasıl olduğu günün gicesinde meşagilden azadelikle ferağ-ı kalb hâsıl olduğu zaman Cenab-ı Hak’tan kendileri için inkişâf-ı füyûzât duası yaparım. Hareket-i kalbiyemi muhabbetle memzuc bir haletle initâfa sevk etmiş olurlar. Şunu demek istiyorum ki mektub yazanlara karşı kalben cevab veririm. İşte o kadar. Balada esamisi muharrer efendilere böylece anlat.

Yalnız Beylerbeyi’nde mukim olduğunu bildiğin Baha Bey’e git ve söyle hasta olan oğluna okur iken bana karşı rabıtasını kuvvetli yapsın. Ben oğluna vakit vakit duadan hali değilim. Mehmet Ali ile Burhaneddin içun çalışıyorum. Fakat buradan İstanbul’a yazılmış henüz cevab gelmemiş tekid ettirdim.

Cevab geldiğinde cevaz-ı istihdam kararı verilecek badehu memuriyet verilecek. Dâhiliyede münhal az. Mehmet Ali içun maarife söylemiş idim. Ders veririz dediler. Fakat cevaz-ı istihdam kararı lazım diyorlar. Her ne ise lutf-u ilahi garîbdir. Refik ruhen pek parlaktır. Burhaneddin eyu fakat ibaratında gayri caiz.

(Sayfa) 5

Kelimat mündericdir. Senin ruhen bu kadar ittilaların olduğu halde tâbiratta ileri gidiyorsun. Fakir, Cenab-ı Hakk’ın bab-ı kibriyasında bir kıtmirim. Fakir bir abd-i hakirim. Azamet ve kudret-i zatiyesine nisbetle bir zerre-i naçizim. Cenab-ı Hak o zerreden şumus-u azime tevlid etse o kudret o azamet yine Hakka racidir. Kadir-i Mutlak Hazretleri fuyuzât-ı maddiye ve maneviyenizi müzdâd buyursun Âmin bi hürmeti’n-Nebiyyi’l-Emin ve’l-hamdülillahi rabbi’l-âlemin.

23 Mart 39 (Miladi 23 Mart 1923)
Şeriyye Müsteşârı Abdülaziz Mecdi

(Soldaki:) Hastahanede Muhammed Ali’den bir şey yazmıyorsun. Cevad galiben yazı yazmasını bilmiyor. Onlara da selam.

(Sağdaki:) Benim İzzeddin ile refikası Tevhide’nin mektupları da geldi. Hubb-i iştiyak ile okudum. Onlara da bâlâdaki cevabı söyle. Her ikisinin izdiyâd-ı inşirâh-ı rabıtadadır, söyle!

(Sayfa) 6

Mektub: 2

Guraba Hastahanesi Etıbba-yı Hâzikasından Süheyl Bey oğlumuza

Süheyl Bey’e

Oğlum!

Senin 21, 27 Mart; 1, 13 Şubat 39 (Miladi 1,13 Şubat 1923) tarihli mektuplarınla mesnevi şeklinde bir manzumen musanni’ bir yazı takımı, sonra bir tesbih, Şevki Efendi hattıyla bir besmele-i şerife geldi. Burhan’nın 31 Mart tarihli mektubu, Tevhide ve İzzeddinin 3 kıta mektubu, Cevâd’ın 18 Mart ve 1 Nisan iki kıta mektubu, doktor Salim’in hastahanesindeki Mehmed Ali’nin Şefik ile biraderi Refik’in mektupları, Said’in vecazetname-i aşkı, Salim’in niyazname-i şevki, Sabit’in 12 Nisan tarihli mektubu dahi vasıl oldu. İhtimal ki gelip de şu dakika-i tahrirde nüshası elime geçmiş mektub da vardır. Çünki bir buçuk ayda cevab yazamadığım mektubların adedi (120) den fazladır. Bahaddin Bey’in de senin oraya gittiğini mansur pek neş’eli bir mektubu dahi gelmiş idi. Şimdi dinle:

Besmele-i şerife pek hoşuma gitti. Peder-i büzürg-vânyın hattı enfesü’l hututdur. Evradımı senin tesbih ile okuyorum. Biaenaleyh her zaman hem elimde hem dilimdesin. Kalemleri de kullanıyorum. İstanbul’da iken odamın her tarafında senin levhalar gözüme ilişirdi. Burada da gerek oda ve gerek dairede kullandığım kalemler senin ve çektiğim tesbih yine senindir. Maddi ve manevi fuyûzâtın müzdâd ve kalbin muhabbetullah ile âbâd olsun. Cevâd’ın gözlerinden öperim. Sözleri pek düzgün değilse de kalbi düzgündür. Muhabbeti müzdâd olsun. (Sayfa) 7) Burhan’ın yaldız (renkli) mektubu kâtibânedir. Fart-ı muhabbetle bazı hezevatı vardır. Maddi ve ma’nevî mesrûr olsun. Tevhide ve İzzeddin pek müştakâne yazıyorlar. İkisinin de derdi sırf manevîdir. Cenâb-ı Hak inkişâfât-ı kalbiyelerini artırsın. Doktor Salim’in ki basit olmakla beraber selâmet-i kalbe işarettir. Hak manevîyâtını maddiyâtına galib etsin. Mehmed Ali vadi-i hayret niyaz mendidir. Cenâb-ı vâhibu’l- âmâl muvazene-i tammesini mucibu-u eltâf ile kendisini tesrir etsin. Şefik, adeta bir rengi muhabbetle müzeyyen görünmeye başladı. Her şeyden evvel mutad-ı kadîmi olan suallerden ferâgat etsin. Daha ziyade nâil-i fuyuzât olur. Refik, kalb-i metin ve mekiniyle meydan-ı muhabbetin bir şehvar-ı müzeyyen el-etvarıdır. Kuvvetli rabıtası var. Said sermest neşvedir.

Meserret-i kalbiyyesiyle eşk-rîz-i inbisat olmakda hakkı vardır.  Neşvesi müzdad olsun. Gözlerinden öperim. Hoca Salim birdenbire parlayan bir ziyayı muhabbettir.

Meserretle o da demâ-rîz neşvedir. Şimdiye kadar cevabımı alamadığından Ramazan münasebetiyle bir tarafa gitmiştir. Allah kalbi gibi kesesini de doldursun. Sabit, Orhan Şemseddin Bey’le görüşmesini soruyor.

Pekâla, Avrupa’ya tahsile gideceğini yazıyor. Hak muvaffak etsin. Vezâif memurete âid meşguliyetim çoktur. Ayrı ayrı cevab yazmağa vaktim müsaid değil. Onun içün böyle kara cümle şeklinde bir cevabnâme yazdım. Baha Bey’i görür isen inkişâfât-ı kalbiyyesine dua ettiğimi söyle. Cenâb-ı Şâfi-i Hakiki oğluna şifa ihsan buyursun. Ramazan’ın on beşinde izin alarak İstanbul’a gelmek niyetindeyim. Ve mâ tevfîkî illa billâh.

El- Fakîr İleyhi Teâla 21 Nisan 39 (Miladi 21 Nisan 1923)

Abdülaziz Mecdi

(Sayfa) 8

Mektubu yazdıktan sonra senin 10 Nisan 39 (Miladi 10 Nisan 1923) tarihli mektubunla topkapulu Mehmed Ali’nin mufassal ve zuhûrât-ı Hâki bir, Burhan’ın tebrik-i Ramazandan bâhis bir, Mehmed Ali’nin bir cümle-i vecize-i teslimiyetten ibaret bir, Şefik ile Refik’in birer, Sabit’in Ramazan tebrikini mutazammın bir, Said’in nuranur aşk ile mâlî bir, Nazmi Bey’in telif ve tab eserine âid bir, mektubu geldi. Mehmed Ali ile Burhan’a maddeten bir hizmet edemediğimden sıkılmağa başladım. Belki bu sıkıntı yerinden oynamayan tâlilerini oynadı. Diğer Mehmed Ali’nin işini oraya vardığımda halledelim.

Muallimlik içun İzmir’e müracat eyu olmuş. Sa‘id’e cevablarım kalbidir. Nazmi Bey’in eseri yazdığı gibi bize gelirse elden gelen muâvenet diriğ olunmaz.

Şefik’e verdiğin nasihat, benden söylenmiş gibidir. Refik’in mektubuna cevab iç sahifede mesturdur. Kalemi, usul-i tahrirde biraz tutkundur.

Hak lisan-ı kalemini andelib-i belağat eylesin. Validesine selam söylesin. Sen de hem validene hem de hemşirene ikisine de selam söyle. Receb’in oğluna olan mektubu da geldi. Kendisine kimsenin yed-i ezâsı mes etmesin diye dua ettim. Allahümme lâ mencee velâ melcee minke illa ileyke Allahümme biyedike melekûtü külli şeyin ve ente âlâ külli şeyin kadir. Allahümme ya mukallibe’l-kulûbi ve’l ebsâri, hallis ibâdeke’s- sâlihîn. Ve’l-hamdülillahi rabbi’l-âlemîn.

23 Nisan 39 (Miladi 23 Nisan 1923)

Abdülaziz Mecdi

Reşadetlu faziletlu peder-i mükerremimiz, şeyhi muazzamamız Mecdi Efendi hazretleri 15 gün mezuniyetiyle ve memuren şeriyye vekâleti müsteşârlığından der-saadeti 6 Mayıs 339 (Miladi 6 Mayıs 1923) tarihinde şerefyâb kılarak 21 Mayıs 339 (Miladi 21 Mayıs 1923) tarihinde tekrar Ankara’ya mahalli memuriyet vâlâlarına avdet buyurdular.

22 Mayıs 39 (Miladi 22 Mayıs 1923)

Dari’l-Hilâfeti’l-Âliyye Medreseleri Tabibi

Süheyl

(Sayfa) 9

Mektub : 3

Medâris Doktoru Ahmed Süheyl Bey’e yeden bi-yedin verilecektir.

Süheyl’im!

28 Mayıs 39 (Miladi 28 Mayıs 1923) tarihli nemîka-i irfan penâhîleri cevabıdır:

Mektubunuz gönlüme büyük bir inşirah bahş etti. Çünki her kelimesinden her cümlesinden bûy-i feyizi muhabbet duydum.

Cenâb-ı Hak, feyyâz-ı mutlak hazretleri âhiren mukaddimâtı icra edilen irtibat-ı sûriyi dahi irtibat-ı manevî kadar feyizdâr eylesin. Havl-i bî kudretimde nigeran-ı fuyûzât olan ve muhabbet-i şedide-i kalbiyeleri hikâye buyurulan şaban aşk-ı ilâhinin kulubunî sahibe’l-kulûb olan hazreti mennân envâr-ı irfân ile tâbân ederek hakkımda hüsn-ü zanlarını karîn-i hakikat eylesin. ( Ene indî zannî abdî bî)  sırrını nümâyân vâfık-ı sağîremden şumus şâşâdar îkanlar peyda ederek dâimü’l-lemân etsin. Kable’l- îd ve bade’l-îd bu havaliyyi feyz-i bârân-ı Rabbânî sîrab-ı kerem eylediğinden lehu’l-hamd etrafın cuşu baharı gıbta-i bahş-i ezmandır. Mâlumu ârifâneleri olduğu üzere ehlullah günü kesif ve günü latif âlemlerinden geçerek nefehâtü’l-üns ile neşvedâr olduklarından bu âlem-i suriye irtibatları pek zayıftır. Binâenaleyh bade’l-vusûl devam eden hayat-ı beşeriyyeleri kendileri için olmayub beni-i beşere hizmet-i maneviyyede bulunmak içindir. Enbiyânın rütbeleri ise daha âlidir. Risâlet meâb Efendimizin rahmetelli’l- âlemîn olması bu manaya matuftur. Mamâfih nugât-ı sâireden de rahmetelli’l-âlemîndir. Bunları tizkârdan maksad, halkın (sayfa) 10 ahvâl-i umumiyyesini tetkik ve mucib-i ina ve meşakkat olan ne gibi şeyler var ise onların indifa’ ve inkişâfı içün derûni ve binaenaleyh gayr-i mesmu sayhalarla bârigâh-ı ehadiyyete niyazdan âdem-i feragatine işarettir. Said tezyid-i malumâta gayret etsin. Hali hazırdaki vazifesi buna pek müsaiddir. Cümlesinin gözlerinden yanımda gibi öperim. İstasyonda çektiğiniz fotoğraflardan göndermeyecek misiniz? Validene Sâre’ye Mesât’e selam ve hayır dua bu kere mezunen hanenizi şenlendiren bizim Resmiyede. bâki, Bâki mebâd her ki nehâhed bekay-ı tû.  Ve’s-selamü alâ menittebea’l-Hüdâ

4 Haziran 39 (Miladi 4 Haziran 1923) Rabıta bir sırr-ı ‘azîm-i ilâhidir.

Müsteşâr

El- fakîr ileyhi tealâ

Abdülaziz Mecdi

(Sayfa) 11

Mektub: 4

Doktor Süheyl Bey’e verilecektir.

Süheylim!

Sana ben harem-i ilâhiden çıkan sâdâlar gibi ifadelerle müzeyyen 3 Haziran 39 (Miladi 3 Haziran 1923) tarihli mektubunuzu aldım. Aradaki neşidenin birinci beyti:

Gerçi aşkınla senin, derya gibi cûş eylerim

Mahz-ı lütfunla lisânım gayra hâmûş eylerim.

Olsa daha hoş olacak, diğerleri hoştur. Mamafih sözün erişmediği şeye nazaran sözlerin hepsi boştur. Girdiğin kapuyu unutmamaktaki sebât-ı sâlikâne ve şükür güzâri-i mürîdâne şâyân-ı takdirdir. Rabıta bir sırrullahtır. Her şeyin hallinin tarik-i aksarıdır. Rabıtadan ser mu adem-i inhiraf. Neşen müzdâd, zevk-i manevî ile kalbin âbâd olsun. Gözlerinden öperim. Validene, eniştene, Sâre’ye Mesât’e selam.

Bâki sıhhat, selamet, devam-ı zevk-i meserret.

12 Haziran 39 (Miladi 12 Haziran 1923) El- fakîr ileyhi tealâ

Abdülaziz Mecdi

Tevâzu ayn-ı rifattir. Anın çun sunu yezdâni

Makamgâhını bâlây-ı çeşm-i izzet etmiştir

Burhan’ın gözlerinden öperim. Mektubunu aldım. Bütün halk ile muamelede bâlâdaki beyti rehber-i harekât ittihâz etsin. Bu bilhassa mültezemimdir.

(Sayfa) 12

Mektup: 5

Kart vizitleri arkasına yazılmıştır

Medâris-i ilmiyye tabibi Süheyl Bey’e

Süheyl’e

Süheylim!

Hikmet, bir hoca, vasıf ile gelen mektupların galiba 4 oldu. Sana mektupları kalbimle yazdığımdan zâhiri ifadeyi bugün gönlüm istemedi. Yalnız Mevlânâ’nın Hüsâmettin Çelebi’ye söylediği deh-i Çelebi ne dest-i tö ne lebb-i vu çeşm-i mest-i tö hatırımdan geçti. Dermiyân râz-ı müştekân kalem nâmahremest  işte bu defa bu kadar oğlum

21 Haziran 39 (Miladi 21 Haziran 1923)

(Sayfa) 13

Mektub: 6

Allah

Doktor Ahmed Süheyl Bey’e

Süheyl’e

Süheyl’im!

24, 26 Haziran 39 (Miladi 24, 26 Haziran 1923) tarihli mektupların geldi. Mustafay-ı sâlisin ilsâk olunan hatt-ı ta‘lîki pek parlaktır.

Yahu çocuklar siz âdeta adam gibi söz söylemeye başladınız. Benim kabirden aksetmiş gibi sesler duyuyorum. Ne oluyor biraz daha mı değiştik.

Yüksel ki yerin bu yer değildir.  E ente em ene haze’l-aynu fi’l-ayni hâşâke hâşâyi min isbât-ı isneyn  diyenlere demsaz-ı vahdet mi olmak istiyorsun. 12 Haziran 39 (Miladi 12 Haziran 1923) tarihli cevâbnâme-i vecîzemin vusûlundan Said bahsettiği halde senden şimdiye kadar bir şey zûhur etmedi. Halbuki sana da var idi. Gözlerinden öper ve haneniz halkına selam ederim oğlum.

29 Haziran 39 (Miladi 29 Haziran 1923)

El- Fakîr ileyhi Teâla Abdülaziz Mecdi

Muzafferin mektubunda vazife-i tabâbetine âid bazı vesâyâ îrâd etmiş idim ondan sor. Arkadaşlarının hepsine selam söyle Evlâd!

(Sayfa) 14

Numara 7

Medâris-i İlmiye Tabîbi Süheyl Bey’e verilecektir

Allah

Süheyl’e

Zâde-i ruhum

Resmî ile gönderilen 29 Haziran 339 (Miladi 29 Haziran 1923) tarihli aşknâme ile - Ya Mahbûbe’l-Âşıkîn- levhası ve tahayyür ve niyaz rehberili müşir diğer levha ve saat talikine mahsus levha-i menkûşe ve aklâm-ı maktûa ve mürekkep vâsılı dest-i memnuniyet oldu. İhtiyar-ı külfete lüzum olmadığı mâlum ârifâneleri olmakla beraber bu nevi vesâil ve dâviyenin bâis-i tezkir ve câlib-i teveccüh kalb-i münir olması bâbındaki debi kadimden münbaistir zan olunur. Şems-i vahdetin bir zerre-i nâcizi olan bu abd-i âcizi uyûn-u nâs’ta ayn-ı şems gibi göstermesi Hakk’ın ezeli cilvelerindendir.

Hakikat sözün bittiği yerden başlar. Bu böyle olmakla beraber sözsüz de hiçbir şeyi olmadığındandır ki Hazret-i Mevlânâ (bişnev ezney) diye başladığı manzûme-i azîme-i ilâhiyyesinde evvelâ istimâ’yı emretmiş ve insân-ı kâmilden kinâye olan (ney) den 24 bin 200 küsür beyitlik koca bir söz kitabı meydana getirmiştir.

Demek oluyor ki söz de bir şeydir. Bunun harfsiz savtsız olanı Kitab-ı Mübîn kalbde; harf ve savt ile olanı kitap gûnde tecelli eder. Şunu demek istiyorum ki mekâtib ve vâride-i âhiredeki sözlerin eskilerden daha âli ve hakâyık ile daha mâlidir. Onun içün geçenki ecvibe-i vecîzelerimden birisinde - Yahu çocuklar siz âdeta adam gibi söz söylemeye başladınız - diye latîfe etmiş idim. Tabiatı şiiriyyen günden güne terakki etmektedir. Mamafih gazelinin bazı noktalarına yaymıştım Ber vech-i âtî îrâd ediyorum. İkinci beytin ikinci mısra-ı şöyle:

Gönüldür pek muallâ anda kevn olmaz mekân olmaz

(Sayfa) 15 Ve üçüncü beytin ikinci mısraında: (mısra) yerinde (mücellâ) dördüncü beytin birinci mısraında (mekâna) yerinde ( beyâna). Ve yedinci beytin ikinci mısraında : (vuslat-ı nâgehân) yerinde (vuslatta zaman) ve dokuzuncu beytin ikinci mısraında : (sözüyle ben) yerinde ( bu merkezde) denilse daha hoş olur. {ve’l-hâsıl size olan muhabbetimi hürmetlerimi tekrîmâtımı lâyıkıyla beyandan âcizim} dediğin hoşuma gitti. Sende ve bende olan serâir-i kalbiyyeye vâkıf olan Hak’tır. Herkes ve bâhuhus evliyâullah ânın bâb-ı azameti sedde-kudsiyesinde birer derbân ve bir mest-i nâtuvândır. Burada biraz tevakkuf ederek içimden de söylendim.

Mektubunun son sahifesinin ibtidâlarında daha âli ezvâk-ı vecdiyye mevcuttur. Oralara âid teşrihat kâfiyyeyi râbıta ve muhabbette ara. Resminin oradan buraya avdetine ve bundan mütevellid tesirat ve teesürata müteallik ifadeler tenezzülâta aiddir. Hâdisât-ı kevniyyeye mütealliktir. Kalbim o nevi şeyleri duymaz.

Ahmed’e 23 Haziran’da yüzüğün takıldığı bildiriliyor. Tarafınca tahassül edecek zincir­i muhabbetin bir halka-i nura nur zâhirisi olsun. (Latîfe) be adam Ankara’daki bir adamın elini ayağını öpeceğine kendi yanında yakın olan elini ve ayağını öpsen olmaz mı? Mecdî dediğin adam kim oluyor ki bu sultansız âna bende olasınız. O da sizin gibi bir bende-i ilâhidir. Burada bizimle yeni münâsebet peydâ eden tabiri âharla bana

intisâb eden kâmekâr nâmında bir adam lisanından söylediğim gazeli sana gönderiyorum.

O kadar parlak olmamakla beraber rehrevân-ı râh-ı ilâhisinde sabah seferi terennümatından olduğu içün gönderiverdim. Gazel şudur:

Hüsnün etmiştir beni bir âşık-ı şöhret şiâr

Kâmekârım ben senin aşkınla her dem kâmekâr

Bîcihet herhangi semte eylesem atf-ı nigâh

Nur vechin dîdeme olmaktadır pertevnisar

(Sayfa) 16

Sîne sînâ şeklini ahzeyledi feyzin ile

Nârımı nur eyledin ey dilber-i âli vekâr

Yok benim gönlümde senden başka dürlü bir vücûd

Her nigârın nuru senden rû nümâ dârî nigâr

Sırr-ı eşya müncelidir zerre zerre dîdeme

Başka bir hâlet dilimde oldu şimdi ber karar

Bir velinin bâdesinden nûş idup bir kâse aşk

Vecd ile oldum ser bâbında mest-i hûşyâr

Cûş ider derya gibi gönlümde zevk-i intibâh

Kâmekârım ben ânın feyziyle her dem kâmekâr

Gel keyfim gel- müessir perde pûş-i kibriyâ âsâr-ı hayrette - Senin ve hep arkadaşlarının gözlerinden öperim. Ve’s-selam alâ meni’t-tebe‘a’l- Hüdâ

8 Temmuz 39 (Miladi 8 Temmuz 1923)

Ayn. Mim

1 Temmuz 39 (Miladi 1 Temmuz 1923) tarihli mektub da geldi. Söz ne kadar çok olsa söz bir Allah bir elfâz ve manî dönüp dolaşub bu neticede karar buluyor.

(Sayfa) 17

Mektub: 8

 Süheyl’e

İstanbul Heyet-i Fenniyyesi’nde inşaat kâtiblerinden Râfet Beyzâde Burhâneddin vâsıtasıyla Medâris-i İlmiyye doktoru Süheyl Bey’e

Allah

Medâris-i İlmiyye doktoru Süheyl Bey’e

Süheyl’im!

Medâris talebesine eczâyı tıbbiye itâsı hakkındaki vesâyâ-yı fakîrâneme cevâben yazdığın mektub ile 5 Temmuz 39 (Miladi 5 Temmuz 1923) tarihli mektubun geldi. Sana mektub yazmağı hatırıma getirince - sana bakmak müteazzir görünür böyle ki eşk. Sana bakdık da dolar dîde-i giryânımıza- beyti hutûr etti. Hikmetini bilemem. Mânevî bir hayalin veya cemâlin zuhûruna mı daldır.

Süheyl’im deki: (mim) i zamîri izâfi olarak almakda mâna doğru çıkmazsa zamîr-i nısbî olarak tefekkürü maksada daha yakîn delil olur. O zaman infisâl-i ittisâlime iftirâk visâle müngalib olur. Adâd ne kadar çok ne kadar nâmütenâhi olsa hepsinde vâhid mevcûd ve diğer adâd vahidin teaddüdüyle maduddur. Hakikat-ı mecâzdan zirve-i hakikate terakki edenlerin nazarında eşyanın vücûdu madumdur.

Vücûd-u hakiki Hakk’ın olup andan başkasına vücûd nisbet-i izâfidir. Bunun manasını zevk-i manevî ile idrâk ederler.

Gelelim içeriden dışarıya: Medâris’in iâşe meselesi pek mühimdir. İşârınız vechile virilen gıda nâkısdır. Ancak evkâfın da senede elli iki bin liradan fazla virmeye tahammülü yokdur. Bu hususda bir çâre taharri etmekteyim. Muvaffaku’l-a‘mâl teysir iderse çâre-i hâl bulunur.

(İnne meal usri yüsrâ).  Refîk’in bir mektubu geldi. Birinci çıkmış mülâzım-ı sâni olmuş. Efendi’nin didiği gibi (tâ benim istediğim de bu idi) müstakbeli mâddeten ve manen ziyâdâr olsun.(Sayfa) 18 Sana mektub yazarken emek çekmem hafif yazarım meselâ geçenlerde Bahâ Bey’e biraz canlı bir mektub yazmış idim. Hafif yazdığımın sebebi var. Hem içeriden hem dışarıdan çifte ateş olmasın dirim.

Hayât-ı maneviyemde sırru’l-esrâra müteallik olmayarak vicâhî canlı sözler söylediğim vardır. Fakat yazdığım yokdur. Ben (Edeb-i Muhammedî) ye riâyetkâr bir adamım.

Ne buldumsa seni sevmekle buldum ey mualla nur. Seni sevmekte var zevk-i ferâvan Ya RasulAllah üveysiyim. Âteş deryâlarından yüzerek lütf-i ilâhî ile kûy-i cinan sahillerine irişdim. Benim içün lisân-ı kalem nâmahremdir. Mamulâtım rûhî ve kalbîdir. Bununla sana işâret tarifiyye yokdur. Sen Süheyl sehlü’l-mürûr yollardan gidiyorsun. Elini tutmuş rehberin vardır. Bu yolun Burak-ı îsâli muhabbettir. Muâmelât-ı zâhiriyye ve bâtiniyyeni mütevâzin olarak icrâdaki mesleğinle devam et. İnne’l- âkibete li’l- müttekîn.  İttikâ esrâr-ı kalbiyyeyi ifşâdan tehâşîdir. Artık yeter oğlum susuyorum haneniz halkına selam.

15 Temmuz 39 (Miladi 15 Temmuz 1923) Ayn. Mim

(Sayfa) 19

MEKTUB 9:

Hasekide bostan hamamında 36 numaralı hanede Doktor Ahmed Süheyl Bey’e

Doktor Süheyl’e

Şule-i Şemsi Rabbani:

3 ve 17 ve 17 zerin sümbül 23 ve 29 Temmuz 339 (Miladi 23 ve 29 Temmuz 1923) tarihli mektublarına cevabdır:

Talebele-i Ulumun iâşe işini ehemmiyetle teemmül idiyoruz. Esbabına tevessül olunmuştur. Netice-i Hayriye memul kavidir. Bu zahiri sözüm bitdi.

17 tarihlinin birisi cevabdan müstağnidir. Diğer mektuplar envar-ı Süheyliyenin birer huzme-i bediası ve harem-i lâhut kudüse doğru uşşâkın zaruri olarak salıverdiği bir nevi nağme-i refiasıdır. Bu nevi sadaları zat baht âleminde bu ve ondan bi nişan olan ve alet tarafdaki her dürlü velvele-i mevcudat-ı izafiyeye bakmak istemeyen sükkan-ı haram hassa ismai idebilmek hünerdir. Onlar sema arzusunu izhar itmedikçe ismaa çare mefkuddur. Hasenatü’l ebrâr seyyiat’ül mukarrebin tabaka-i salisenin en neşve aver en şaşa kemter gülistanlarının safahat-ı bediasını seyr-u temaşa idiyoruz. Lezzat-ı maneviyenin en tarab-feza bedayii buradadır. Bu dil-firib menazırı hoşça temaşa itmek ve isti‘cal itmiyerek etraf ve eknafı lüzumu kadar vasi‘ nazarlardan geçirmek lazımdır.

17 tarihlideki gazelin parlaktır. Yalnız son beyitdeki (Lutf-u Mevlâdır) yerinde ( Lutf-u Mevlâsın ) dinse daha hoş olur. Şimdi 17 tarihli mektubunu bir daha okudum. Her kelimesi âlem-i manadan doğmuş bir ziyayı bedi. Aferin Süheyl. Sulb-u kalbimden.

(Sayfa) 20 kadd-i mezk âlem-i vücud olduğun gün bu kadar düzgün bir ferzend-i manevi olacak ki itminanım olmakla beraber bu günkü derecede değil idi. Siz bana hakkın eltaf-ı mahsusasındansınız oh ne ala şey. Aradan çıkardım. İki ten bir beden yahud iki bedende bir şulezen “gel keyfim gel” (irince Lutf-u hak bir başka istidat olur peyda).

Çıkar elbetde sahn-ı sinesinden nur-u rabbani nikâhımdan çıkan bir şule kalb-i yare düşmüştür. Ey bab-ı Ali caddesi vadi-i ayün mü idin. Sulhami Bayramın tebrikinde pek hoş yazmışsın. Hakikata bu sulh-u âlem içun bir rahmet-i umumiye oldu. Bizim eski Çukur’u evvel selamlığında sevindiğim kadar sevindim.

Her şeyde mutasarrıf-ı hakiki Hak’tır. Bayram hediyesi olsun diye (cananın) redifli bir gazel ile birde arabiyyü’l- ibare sulh hutbesi yazdım.

Gazeli size Recep Ferdi gönderecekdi. Hutbeyi Laz Hafız Sadeddin Hacı Bayram Veli (kaddesallahu sırreh) Camiinde o meşhur olan nağme dil-firîbiyle okudu. 29 tarihli neva name-i ilahide coştukça çoşmussun. Henüz beşikden çıkarak yürümeye başlamış çocuk değil isen de üç yaşındaki bir sabi hakikatte bu derece nutk-u beliği zaman-ı rüşde büluğunda göstereceği etvar-ı aliyenin büyük bir beraat istihlalidir.

Mamafih beyne’l-ihvan yek diğere karşı lazime-i tevazu ifa bence bilhassa mültezemdir. (şems olsa semada nur-u fadlın. Hakilere mail-i visal ol) dediğimi unutma. Ene seyyidü veled-i âdeme velâ fahra  hadisinin manasını izah etmiş idim. Bu kadar kâfi 19

19 bizim şeriyeyi memurin müdürü Vasfı Efendi taliki gayet eyu yazıyor.(Aherli kâğıt) olursa sana levha yazarım dedi. Biraz ahirli kâğıt gönder. Mehmet Ali’nin maaşını iki bin yapmışlar pek keyiflidir. Her ne ise buraya gelmek hakkında hayırlı oldu dimekdir. Bizim Receb Ferdi de beraet kazanmış müterakim maaşatının itası emrini de vermişler İstanbul’a avdet etdi. Talii açık olsun. Mektublarımın hamili odur. Validene, Sare’ye, Mesât’e, iki küçüğe selam gözlerinden öperim Süheyl’im.

8 Ağustos 39 (Miladi 8 Ağustos 1923) ayın. mim

(Sayfa) 21

Rezin sünbüleli varakalı, işaret-i mahsusa-i yühevvidândandır, diyorlar hele bir kere sor. Tevhide’nin mektubunu bugün aldım. İzzeddin içun çalışayım. Sonra neticeyi yazarım, Hû

11 Ağustos 39 (Miladi 11 Ağustos 1923) tarihli mektub da geldi cevabını ayruca yazarım yalnız gazelin lafzı ve manası parlak vezni yok -failatun feilatun feilatun fa’lün- olacak bu yolda tashihen gönder. Tesviye den dolayı Receb Ferdi teehhür etdi. Mektublarda onun içun geru kalmış idi. Bugün posta ile gönderdim. 14 Ağustos 339 (Miladi 14 Ağustos 1923)

 

(Sayfa) 22

Mektub 10:

İstanbul: Haseki’de bostan hamamında 36 numaroda Doktor Süheyl Bey’e.

Mirât-ı Mücellayı İrfan

Envarı lâmia-i kalbiye de zinetnümayı temessül olan ayatu beyyinat içinden manzur dide-i basiret olan bir levha-i garâyi bedia, unvan-ı irfan fahır olmak üzere hattı zerin maneviyetiyle neveşte oldu.

Murad ve mürîdin iki zıyadar ayine-i esrar olduğu yetkin olunur yahud nuru’l-kamer müstefadün mine’ş-şems  sırrınca mah-ı nura nur kalbin şems-ü pür envar-ı ruhdan iktibas nuraniyetindeki tekemmül telkin olunursa mirâtının esrar-ı tekabülat ve tenekkülatı mefhum-u kalb habîr olur. ( Dilin ayinedir hakka o mirâta cihan âşık) diyen sevdazede-i İlahi hatibü’l-leyl değil belki muhatab âşık pür meyildir.

Kalb, nazar-ı tahlil-i etibbadaki şekl-i sanavberi olmayub bu fasıle-i asliyenin lisan-ı nebahatinde bir fetile-i kudsiye-i ilahiyedir. O bir fetiledir ki ziyasına münazım-ı şemsiye gibi bin encem-i ziyadar, bin envar olmakla iftihar eder. Ziyasındaki saykal lemân râî ve mer’iyi rüyet ve iraye kadir bir nuraniyet-i bedia olmakla ana mirât ziyadar dahi dinebilir. İşte o sır hidayeye mirât demekle muhatıp ve muhatabı tenvir etmek istedim.

Bu mirâtın bir hassasıde nazzarelik vazifesini ifasıdır.

Dürbün-ü maneviyet dimek olan iş bu nezzare, o âlem nura’n-nur-u azametin şahinşah zi şekve ve şevketini gösterir. Bendeyim her gedaya ey Mecdi. Baht-ı aklım kalbe şah olalı (Sayfa) 23 Beytini söylediğim zaman kasd ittiğim ruh-u sultanı bugün söylemek istediğim şahinşah zî-kudretin pişgah cemalinde secde-i tazim usulüne aşina bir uşak olmak vazifesini bile hüsn-ü ifa idemez.

İşte o şehinşah-ı kadir otağ (barigah) azamet ve iclâlini kemal-i lütfu ve kereminden bu fakirin ruh-u sultanisi üstünde yani fevk-ı manevisinde kurmuştur. Binaenaleyh ubudiyet-i mahza ile mümtazım. La ilahe illallah elmelikü’l-müteal. Şu halde abd-ı has ilahiye rabıta sahibi abde rabıtadır.

12 Ağustos 39 (Miladi 12 Ağustos 1923) tarihli mektubunun feyz-i neşvesiyle yazdığım bu mektubu tasavvur ve tasvir ve anın üstündeki hads ile de yazmadım. Yani zuhurdur izhar değil. Pür şaşa ber füruş ile insibaba başlayan maaniyi bundan ziyade yazmağa izin olsaydı. Daha hayli teheyyüât-ı hakikiye sahilleri tekvin olurdu. Artık susdum. Bizim Kâmekâr Uluğbey’in sana karşı muhabbeti vardır.

Kendisi Kütahya Maarif başkâtibidir, muhabere it. Üç gün mukaddem taahüdlü olarak gönderdiğim mektuba ihvana da verilmek üzere mektublar lutfetmişdim vusulünü yazınız oğlum Süheyl’im nurum.

Sene 19 Ağustos 39 (Miladi 19 Ağustos 1923) Ayın. Mim

İzmitden tenezzühgâh-ı Saadet’den 16 Ağustos 39 (Miladi 16 Ağustos 1923) tarihli feristade-i rah-ı muhabbet kılınan mektubunuz reşide-i dest-i meveddet ve inıtafat bedia-i kalbiyeye vesile-i hareket oldu oğlum.

Mektubumun bir suretini Kâmekar’a gönder.

(Sayfa) 25

Mektub 11

Allah

Medaris-i İlmiyeTabib-i Edibi Süheyl Bey’e mahsusdur.

Süheyil Kalbi Mecdiye

Süheylim:

21, 21, 22 Ağustos; 2, 6 Eylül 39 (Miladi 2, 6 Eylül 1923) mektublarınıza cevabdır:

Müfredat-ı kâinat kadar maani-i kesireyi ihtiva iden şu mektubların her cümlesine ayrı ayrı cevab yazmak afakın mezahir nâmahdudasından cüstü cû hakikata benzeyeceği içun o yola sapmayarak fakir, fezleke-i avâlim-i İlahiye olan kalb-i kamiledeki hulasa-i tecelliyatı takliden biraz kısa yazmak istiyorum. Bununla çoğu azaltmak yahut azı çoğaltmak maksud olmayub yalnız sırrı muktezayı deruni icabınca hareketden ibaretdir. Zaten vahdet-i kesretin kesret ve vahdetin ayn-ı tamı olduğuna nazaren neticedeki hatt-ı iltisakda yine birleşiyoruz dimekdir.

Evvela dide-i bînây-ı basiretini, ruhsarı tâbnâk nebahetini öperim.

Buradaki dide ile ruhsar bir cemal kemal-i manevi olmakla cûşişine kalbi şairden cüş ü huruş iden maani-i rakıkanın bu nisab-ı feyz-i vahdetten nasibe-i şan u şerefi yokdur. La yemessehu illel mutahherun  selsebil irfanından ağzını pak itmeyenlerin şifah-ı habaseti o dideye o ruhsara dudağını dokunduramaz. Saniyen kûşe-i arifanelerine şu hüdâyı kalbiyi isma itmek isterim ki kellimu’n-nase alâ kaderi ukûlihim  hakikat-ı âlîye hikmet-i celilesi maddi ve manevi bütün umur ve muâmelata (Sayfa) 26 Kabil-i tatbik ve müeddayı desîî bilhassa cedir tetkik olduğundan bilumum muhavere ve musahabelerde nazar-ı intibahdan dûr tutulmasun. Tevazu hakkında geçenlerde lüzumu kadar söz yazıldığından tekrarı balda olsa tat vermez.

Aharlı kağıtlar, kalemler, kağıtlar, zarflar, levha altlık, Mushaf nişaneliği geldi. Aharlı başka istemez kalemde çoğaldı. Size verilmek üzere Said’e ufak bir levha-i farisiye gönderdim. Bizim Kâmekâr’la bab-ı muhabereyi açtığınızı odasında yazdın mübarek olsun. Kâmekâr’a yazdığın mektub hakikaten bir mürşid ağzından çıkacak sözlere benziyor. Elveledü sînvu ebîhi  derler aferin Süheyl.

22 Ağustos 39 (Miladi 22 Ağustos 1923) mektubunuz heyeman ve istiğrak enmuzecidir. Bu haleti zevk itmemiştik. O gice tecelli itmiş. Senin hiçbir zaman istiğraka tabiri diğerle sekri samedaniyye düşdüğünü istemem. O mektubum dursun tekrar okuma. Onu okuyacak zaman gelir. Rezin sümbüleli varaka kavm-i atika mahsusdur.

Mehmet Ali hala hal-i cezbdedir. Bana bir istiğfarname göndermiş ben kim oluyorum. Nihayetü’n-nihaye bir abd -ı has-ı ilahi. Bir şerefim varsa ubudiyet-i mahzadır.

Kendisine bir nasihatname yazarak daire-i akla rücua davet itdim.

Kalb meydana çıkar mı? Sende pek tazimkarane yazıyorsun. Adeta kendime bir kıymet vereceğim geliyor. Hesab-ı kati ne oluyor, daha vermemiş mi idin. Sacidu rabbi’l-aziz yerinde mescudu rabbi’l-aziz yazılmış o sehiv sana değil kaleme racidir. Mamafih bu 2 Eylül mektubunun aksam-ı bakiyesi pek parlakdır adeta ilhamname gibi. Yalnız rabıtanın ulviyyatını gösteren satırları okurken hatırımdan (ha şunu bildin) geçdi güldüm. Mektubları ekseriya hal-i tenezzülde yazarım. Yüksek mektub istiyor musun? Rabıta, rabıta, rabıta sırrîde yarar. Hanenizdeki küçük ve büyük benat Hava’ya selam ve dua. Artık bu kadar söz kafi oğlum Süheyl’im nurum.

16 Eylül 339 (Miladi 16 Eylül 1923) Ayın. Mim

(Sayfa) 27

Cevad yanımdadır. Yakında 20 yahud 25 lira maaş aslı ile münasib bir mahale tayin idiliyor. Kendisine olan muhabbetime noksan târî değildir. 19 Mayıs 37 (Miladi 19 Mayıs 1921) ‘de Süheyle söylediğim gazel burada yokdur. Suretini gönder hatt-ı destimle yazub göndereyim. Cevad bir timsal-i zılli (fotoğraf) verdi hoşuma gitdi. Sizde birer tane gönderin.

Velehül Kibriya-u fi’s-semavati ve’l-ardi ve hüve’l-azizü’l-hakîm i sırrı rabıta da tefsir it kalbin sırrı sürur ile dolar.

(Sayfa) 28

MEKTUB 12

İSTANBUL Süheyil, Said

 

Süleymaniye Kütübhanesi’nde İzmirli İsmail Hakkı Bey Kütübhanesi hafız kütübi Said Bey vasıtasıyla Doktor Süheyil Bey’e

Ey kalbimin nur-u kadim ve cedidi

16, 26 Eylül; 6, 11, 16, 18, 21 Teşrin-i evvel 39 (Miladi 6, 11, 16, 18, 21 Ekim 1923) tarihli mektubların ile 25 Eylül Mehmet Ali ye yazdığın sureti, gönderdiğin müzehhebat ve müressemat geldi.

Dinle;

16 tarihlinin mukaddematı bir sahib-i kalb ifadâtıdır. O kalb, o arşu’r-rahman mühbit-i tecelliyat-ı kudsiye olsun ve olmak derece-i süluk itibariyle tabiidir.

Manzumenin üçüncü beytindeki (hep) zaiddir. Size mahrem olacaklara delil olmakda ayruca bir zevk: bunun üstünde iyice düşündüm. Keyfiyet kemiyete muraccahtır. Mehmed Ali’ye yazdığın mektub, manen ve nasihaten pek yüksekdir. Bununla sende amel it.

26 Eylül: sünbülistan maani-i nefehatı meşam canınıza biraz baygınlık getirdiğini gösteren evail-i beyanatdan sarf-ı nazar, salikin sebha-i lisan ihlâsı olması lazım gelen teslimiyet, havatim ifadâtı tezyin itmiş. Fotoğraf geldi simayı irfanın iki cazibedar gonca-i melahatı olan gözler bilhassa manzuru dide-i dikkatim oldu. Bakdığı her şahsın amak-ı hafayasına nüfuza mazhar olsun diye dua ittim. Hatt-ı taliki tezhib bir kalbi pür nuru tezhib kadar hoş olmuş.

Metin Kutusu: 219Aşağıdan yukarıya doğru giden yolda kün kesif, kün latif, can sonra canan yukarıdan aşağıya gelirken evvela canan sonra can ilâ âhirihi yahud hepsi canan ile cananın füyüzat-ı zılalı. Bu bizim hesab, halkın canı da cananı da kendi düşüncesine göredir. Ya mey yahut ney yahut müştehiyat-ı nefsiyyeden bir şey “Eferaeyte menittehaze ilahehu hevâhu”  ilâ âhiri’l-ayeti. (Sayfa) 29 6 Teşrinievvel 39 (Miladi 6 Ekim 1923) tarihli olan bir mektub değil bir kitabdır. Tarihçe-i intisab diye yazdığın bu macerayı muhabbet, numune nüma ibretdir.

 

Şems-i muhabbetde küsuf, cüziyeye uğradığı zaman kalbinin feryad name-i şekvasıdır. Feveran zıyayı biraz kısmak istediğim anın hüzün namesidir. Küsufun inkişafı sabahu’l- hayır müsadetinin duhayı inşirâhı oldu. Bu seriu’z-zeval olan safahat-ı zemaniyeye takdim itmiş esbab vardır. Maziye karışan hali teşrih ile tekrir, mesaliki ehlullahdan değildir. 11 Teşrin (Miladi 11 Ekim)’de mevzu bahis olan Rıza Bey resmini divara astım. İhtisasımın haricinde olan bu eseri meharet benim dahi calib-i nazar-ı tahsinim oldu. Diğer iki resim dahi pek güzeldir. Enfiyenin sarısı diğerinden daha eyudur. Bu Tahsin dâhil daire-i ihtisasım olmagla tahsin-i hakikidir.

Tercüme-i hal parçası da geldi. Cenab-ı Şakir hakkındaki bu tercüme tamamıyla makrûn-u hakikat olmamakla beraber, müşarünileyhe aid bir eser-i hürmetdir. Ben fart-ı meşağıl ile kendi tarih-i veladetimi bile unuttum.

Nerede kaldı ki Şakirin veladet ve vefat günleri baksan a bir aydır cevab bile yazamadım. İstediğin gazel hatt-ı destimle muharrer olarak melfufdur.

Cereyan-ı muhabbet değişdi muhbiyyet mahbubiyete tebdil-i mevki eyledi. Naz çeken nazenin oldu. Çünkü zeman sabavette geçdi. Lezzeti muhabbeti ihsas hâsıl oldu. La es- elüküm aleyhi ecran ille’l- meveddete fil kurba  sırrı tecelli itdi. Bu muhabbet-i cedide, imalathane-i kalbde senelerce tahlilat-ı kimyeviye gördükden sonra netice-i tahlilde (Rıza) hülasasını çıkarır. Rızayı sırrı zat tecellisi takib eder. Bu yeni muhabbetin lezzeti eskisinden çok faikdir. Çünkü muhabbet maziyendeki lezzet az çok gaflet ile memzuc idi.

Sence olduğu kadar bence de mucib-i şeref olan mühriyet-i zahiriyeyi meydana getirmek içun hayli uğraşdım. Veled-i sulbi veled-i kalbi mahiyetinde olmadığından husul-u emel dağdar-ı halel oldu. Bunu ıslah içun beyne’n-nisa tarefeyn arasında belki vasıta-i hayriye zuhur ider. Kati rüşte bence merda olmadığı halde meseleyi ihtiyarlarına terk-i zaruret hâsıl oldu. Kudret-i külliye Hak’dan olduğu halde insanların irade-i cüziyesine rabt edile ef‘âle (Sayfa) 30 Döndü kaldı ne ideyim ki şıkk-ı vücudumdur. Mamafih Mesât ki talii açıkdır. Mergubiyet tecellisine mazhariyeti vardır.

Sendeki mülakat iştiyakı buradan gönderilmişdir. Hak, imkân-ı maddi esbabını tesire kadir olduğundan masarifi mekasid haricinde zuhurat olursa gelirsin görüşürüz. Hatt-ı fasıldan aşağıdaki ibarat 18, 21 tarihli mektuplara cevabdır. İkrar ve teslimiyet-i cedide tebdil mecra iden macera icabıdır. Eltaf-ı İlahiye den ümidi derim ki kutsiyete müntehi olur. Yani feyz-i mukaddesden feyz-i akdese geçer. Gel keyfim gel gerçi canandan dil-i Şeyda içun kam isterim. Sorsa canan bilmezem kâm-i dil şeyda nedir. ( eyler beni) redifli gazel, bî bedeldir. Vadi-i mukaddese girenler naleyni hül‘ ederler. Fahla‘ na‘leyk  buna işaretdir. Dünya ve mâfihâ ukba ve mâfihâ olsa gerekdir. Şimdi benim gazeli tekrar oku! Validene hemşirelerine küçüklere selam senin de ilahi gözlerinden öperim. Artık bu kadar söz kâfi oğlum 27 Teşrin-i evvel 39 (Miladi 27 Ekim 1923) Ayın. Mim

İhvanına yazılan mektubların suretlerini almağı rızalarına bırak

Tecelliyat mütenevvi vü namütenahi ve her şahsa göre muhtelifdir.

Radıyallahu anhum ve radû anh zâlike limen haşiye rabbeh  ayetinin tefsiri ve tevilini güzelce tefekküre başla

(Sayfa) 31

Mektub 13

İstanbul

Hasekide bostan hamamı sırasında 365 numarolu hanede mukim Doktor Süheyil Bey’e mektubdur.

Süheylim, oğlum semeretü’l-fuâdım

25 Haziran 39 (Miladi 25 Haziran 1923) tarihli mektubunuzu bugün aldım. Vakıanın ulviyet hüzn-ü engizini lisan-ı salike yakışır bir tarz-ı beyan ile tasvir itmişsin!

Bence ismi Saadet olan Mesât kızıma acıdım. Suni olmadığı halde bu garib muameleye uğradı ( elhayr-u ma vakaa ) diyerek az sabırdan çok mükâfat bekleyelim. Akreb-i evkatta arzusu vechile gülsün ve süruru ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyesi ber vefk-i dilhah hâsıl olsun. Validen feleğin kerem ve serdini görmüşdür. Vasıatül sadırdır onunda akibeti müzdad olsun bizim resminin refika-i Şefika’sına da selam ve dua. Küçüklerin kemal-i şefkatle gözlerinden öper ve devam afiyetlerine dua eylerim. Sülûke ve dersin değişdiğine dair yazdığım mufassal mektubu bu sabah hareket iden odacı Ârif efendiye virmiş idim. İçinde ihvanına da mektub vardır gözlerinden öperim. 27 Teşrin-i evvel 339 (Miladi 27 Ekim 1923)

Ayın. Mim

(Sayfa) 32

Mektub 14

İstanbul

Haseki’de Bostan Hamamı sırasında (36) numarolu hanede şeref mukim Doktor Süheyl Bey’e mahsus mektubdur.

Süheylim

1 Teşrin-i Sani (Miladi 1 Kasım) tarihli mektubun ile Ankara istasyonundan karta Eskişehir’den ve İstanbul’dan 'itara? ittiğin iştibak namelere cevabdır:

1 Teşrin-i Sani 39 (Miladi 1 Kasım 1923) mektubu latifül uslubun münderecatına esnayı mülakattaki münavemat-ı şifahiye ile tafsil-i cevab virildiğinden tekrar cevab tahririnden müstağni görülmüşdür. Gözyaşlarıyla yazılan diğer üç iştiyakname münderecatını kalb sinamasında temaşa iderken perde-i hafayada beni tasvir iden.

Sineni hubb-u nebiden şuledar feyz kıl: gül açılsun eyle icra sahne-i gülzara su

Ağladıkça ben nebî aşkıyla çağlar sinesi: sanki aşıkdır benimle Ahmed-i muhtara su

Beyitlerimde meşhud-u basiret olmakda idi. Bu yolda hakiki meserret gözyaşlarından tevellüd ider. Kalbin gülşen-i sürur olsun oğlum. Ahval-i kalbiyenin lisana sükûtu deb-i maruf değil ise de Ankara istasyonundan trenin hareketi esnasında vedâa aid hareket-i kalbiyenin kalbimdeki ihtizazat-ı latifesi pek hoşuma gitdiğini beyandan kendimi alamam. Aferin evlad!

Sadet meselesini Kemal’e yazdım ve bu işin neticelenmesi benim reyime talik olunmuşdur. Ve bunda büyük hayır görüyorum didim. Bütün bütün emir suretinde olmasun diye muvafık gördüğün takdirde hemen Süheyle müracaat it ve bana neticeyi bildir. Didiğim gibi kadınlığa müteallık hususatda terbiye-i beytiyyenizi sena ittim.

Henüz cevab-ı zahirisi gelmedi. Rufekana selam ve duamı tebliğ it artık cevab zamanı geldi. Hepsine ayrı ayrı cevab vireceğim. Selimin ilacıyla Şefika’nın ilacı geldi. Haneniz halkına bilhassa Saadet’e selam ider ve senin ilahi gözlerinden öperim Süheyl’im. 23 Teşrin-i Sani 39 (Miladi 23 Kasım 1923)

Ayın. Mim

(Sayfa) 33

Mektub

15

Ferzendi pak-ı manevi Doktor Süheyle

Süheylim Ferzendi pakım nur tabnakim

24 Teşrin-i Sani 339 (Miladi 24 Kasım 1923) tarihli mektubunu çeşm-i iştiyak ile birkaç defa okudum. Okudukça inşirahım zevkim iştiyakım artdı. En hoşuma giden tabirin şudur. Mülakat ile iştiyakım müntafi olmadı bilakis sakin duran ateşi karışdırmanız iştiyakımı artırdı: senin teşbihin vechile ateş aşk-ı zülâl muhabbeti ebhira mütekasifeye inkilab itdirdiği gibi muhabbet asli’l-usul olub iştidat ile aşka, aşk-ı izdiyad ile vecde, vecd-i rıza ile vücuda münkalib olur.

Ve in min şeyin illa ındena hazainühü vema nünezziluhü illa bikaderin malum  ayet mübeccele-i ilahiyesi misdak münifince hazain-i ilahiyeden dökülecek füyuzat hisab-ı maluma tabidir. Kaide-i tederrüc ve tekâmül bu mebhas-ı celilede hükümrandır. “la tetefekkeruu fi zatillahi bel tetefekkeruu fi alâillahi”  hadisinden müsteban olan men’i peygamberi durub dururken mesela zatullahı tefekküre kalkışmak doğru değildir.

Niam ve eltaf-ı ilahiyeyi ve taayyünü evvelde sernümayı zuhur-u manevi olan ruhdan bil ibtida letaif ve kesaif avalimini düşünmek doğrudur. Çünki akl-ı küllün daire-i vesia- i ihatasındadır.

Ruhu tefekkür bir şeyin nefsini idrak kabilinden olub letaif ve kesaif ise madunda ve binaenaleyh taht-ı heymenedir.

Bu üç âlemi istediğin gibi tekrar tekrar seyir ve seyahat ile bu suretle sertac-ı ebrar ve arifin olmak şerefini hakkıyla ihraz it. Bu makama sidretül müntehayıl arifin dirler. Akl-ı küllün cenah-ı zerini bundan balaya doğru açılamaz yanar dirler. Bu son tabiri germiyan oğluna da yazdım. Her ne ise isticale hacet yokdur.

Şimdiye kadar seyahat-i maneviyenin sayebanlar altında devam itdiğini yazıyorsun. Bundan sonrası da öyle olsun. Yolda ne muhavvef giceler ne de girdablar vardır. Pekâlâ, lutf-u ilahi ile ale’d-devam neşve ve sürur ve inşirah ile vasıl-ı ser menzil olmakda müstebad değildir. Kes nedanest ki menziline canan gücaset. Ankar hest ki banın çekes mi ayed.  Cananın menzil-i manevisi nerededir. Bunu kimse bilemedi. Şu kadar var ki bir çâk sesi geliyor. O çâk seside bu hususda söylenen kelimat-ı aliye ve çıkarılan asvat- ı samiye olsa gerekdir. Her ne ise sen şu iştiyakı artır. Bakalım da belki dilhah vechile bizi İstanbula çekersin bende (Sayfa) 34 Doya doya seninle görüşürüm. Artık şiiri ilerletdin menzumatın düzgündür. Füyuzatın müzdad olsun yine tekrar edeyim ilmu leduniden gaye, mehasin-i ahlakiyedir. Buna ale’d-devam ihtimam it. Sonra tababete aid vezaifi ifa ise bilhassa ibadetdir. İhtiyar taksir etmeye gelmez. Şeyh Abdulbaki Efendiye arz-u hürmet iderim. Kusura bakmasun cevab viremediğim fart-ı meşagıldendir.

Doktor Kemal’den henüz bir cevab çıkmadı ihtimal sana yazdı. Haneniz halkına selam gözlerinden iştiyak ile öperim Süheyl’im.

1 Kanun-u evvel 39 (Miladi 1 Aralık 1923)

Mektub 16

İstanbul

Evkaf Müdiriyetinde inşaat katiblerinden Rafet Beyzade

Burhaneddin Bey vasıtasıyla Doktor Süheyil Bey’e

Süheylim!

Rakkazzücacu ve rakkati’l-hamru

Feteşabeha ve teşakele’l-emru

Fekeennema hamrun vela kadehun

Vekeennema kadehun vela hamrun226

İster ruh ile bedene, ister aşk ile ruha, ister iki tarafın muhabbetine, ister iki ruhun ittihadı manevisine, ister aşığın kalbi kavisine. Mamafih maneviyatdan hiçbir şeyi mahsus ile kabil-i temsil değildir. Başka mufassal mektub yazacağım kalbin safi bedenin hafif olsun.

30 Kanun-u evvel 39 (Miladi 30 Aralık 1923)

226 Dörlüğün tercümesi şöyledir: “Cam inceldi ve şarap şeffaflaştı

Durumları bir oldu, birbirine benzedi Sanki şarap var, kadeh yok Sanki kadeh var, şarap yok”

Beş mektub vesaire geldi. Ayın. Mim

(Sayfa) 35

MEKTUB 17 MÜKERRER

İstanbul

Haseki’de Bostan Hamamı sırasında (36) numarolu hanede

Doktor Süheyl Bey’e

Süheylim!

Bir ay içinde gelen mektubların- selami mektubundaki tahşiye ile beraber- altıdır. Geçen bir vecize göndermiş idim. Şimdi o icmalin tafsilini yazıyorum. Ekser uşşak Hüda muhabbeti şaraba, kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda nağme sera olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab satan mecusun piri dimekdir.

Gerçinin cilve kune bağçe-i bade füruşe

Hakir vib deri meyhane kenem müşir kanera

Beytindeki bade füruşdan maksad, yine mürşiddir. Bağçe mecusizade dimekdir. Bu meyhanecinin çerağı böyle cilve iderse kirpiklerimi meyhane kapusuna süpürke yaparım. Yani mürşidin yeni mürîdlerinden bu yolda eseri füyuzat zuhur iderse anın bab-ı feyz meabının eşiklerine arz-ı hürmet ve tazim eylemeğe kipriklerimle süpürmeğe mecbur olurum. Meşhur aşık-ı billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i hamriyeside o kabildendir. Bunun matlaı bizim henüz 36 beyitde kalan envar-ı süheyliye de bir noktada ser name ittihaz olunmuşdur. Geçenki mektubumdaki kıta-i arabiye (sahib-i ibn Abbad) keder ilmi maaninin mûcididir.

Türkçesi kadeh son derecede rakık ve berrak şarabda öyle her ikisinin rıkkat ve safiyeti yekdiğerine müşahebetle tefrik edilemeyecek suretdedir. Güya şekl-i meri yalnız şarabdan ibaret olub kadeh hiç yok gibi yahud o şekil-i meri yalnız berrak bir kadeh olub şarab hiç yok gibi...

Bu manaya göre bununla kasd olunan manay-ı maksudu kolay anlarsın.

29 Teşrin-i Sani 39 (Miladi 29 Kasım 1923) tarihli iştiyaknamen ahval-i kalbiyeyi tasvirde ne kadar bedayia bürünmüşdür. Kâmekâr ile sende garib bir hassai beyan var. Maneviyatı tasvirde ne kadar meani-i cedide-i ulviye icad idiyorsunuz. Sulb-u pak-i ruhumdan doğan evlad-ı maneviyenin reşehat-ı bedia-i kalemiyesini gördükçe dikkat ve rikkatle okuyorum.

Bir ah lafzına bu kadar maaniyi sığdırmış cidden sezadar takdir bir eseri aşk-ı bi nazirdir. (Sayfa) 36 Medresetü’l-Hattatîn’e altun saat hediyesi kaziyesini gazete parçasında okudum. Elinde saat resmide gördüm. Küçük çocukların mekteblerde mükâfat aldığı manzarası gözümden geçdi. Güldüm. Selami’ye söyle vaktiyle yakın gel didim.

Geriye çekildi şimdi gönlümü yapmak için bana bedel senin elini öpsün girerse belki çıkamazmış girsunda çıkabilirse onu göreyim benden mektub istiyor. Ona mektubum sensin, canlı mektub himmeti senden beklesun benden sana senden ona bi’n-netice benden ona mektubun bu fıkrasını yaz eline ver.

İçtima yerinde yazılan 9 Kanun-u evvel 39 (Miladi 9 Aralık 1923) tarihli mektubun yine ah mahdudun meddi muttasılı yahu bana ne unvanlar veriyorsunuz. Ne ulvi kemalat isnad idiyorsunuz. Beni benden çok mu biliyorsunuz. Anladık babanızım mürşid didiğin en büyük bir şey olsa lütfu ilahiye mazhar bir (veli) dir. Veli didiğin büyüye büyüye bab-ı ilahide abd-i has olur. En büyük şerefi ubudiyetidir. Neden size feyiz ve kemal irişur ise bu, bana değil Rabbime racidir. Bütün kudret bütün azamet ona yani mabud celilü’ş-şanıma aiddir. Yalnız bir noktada hakkın var bu ıktırak-ı suriye dayanamıyorum diyorsun bende de öyle Rabbim istediği gibi mevani-i izale buyurarak dilhah-ı âli vechile mülakat-ı suriye dahi hâsıl oluverir. Rabbim esbabını teheyyü buyursun. Hiş çed çak mektubuyun alt tarafları pek ateşnak bu kadar ateşli yazma istitafi niyaz-i latif buru? Belki Allah’ın bir hikmet muvakkatası var.

Hadisat-ı müstakbele husul-ü sürurunabais olur. 11 Kanun-u evvel 39 (Miladi 11 Aralık 1923) vecazetnamesi yine aşk ve feryadın ve iştiyak-ı visalin tetabi izafatıdır. Kalb-i safinin muzafatı şikayatı ve şikayatın ifadatıdır. Devam-ı niyaz ise atii karibdeki mülakatın ayatıdır. “ gel keyfim gel “ tabirini irad zamanlarının alamatıdır.

22 Kanun-u evvel 39 (Miladi 22 Aralık 1923) tarihli olan bir belagatname-i beyan bir bedayi name-i irfandır.

Bir de manzume-i garra ve neşide-i ulya ile müveşşah olması tarz-ı ifade ve tarık-ı niyaza başka bir revnak bahşetmişdir.

Ne canibde kadem basdın yüzüm ol yerde fereş olsun

Ne yerde saye saldın hak olam ol rehgüzar üzere

Öylemi hay kuzu hay, hay yavru hay, senin hâk olacağın yere ayağımla basmam, kudretim olursa o hâki tac-ı ruusi rical eylerim.

Hâk ol ki hüda mertebeni eyleye âli

Tacı sırrı âlemdir o kim hâk-i kademdir.

(Sayfa) 37

27 Kanun-u evvel 39 (Miladi 27 Aralık 1923) tarihli olan ilahi namesini bir âlem vecda vecd maziye daldırmağa sebeb oldu. Seyr-i manevi esnasında mahza kerem ve lütf-u ilahi ile mazhar olduğum makam-ı ubudiyeti devre-i seneviyesi münasebetiyle tebrik idiyorsunuz. Mirac ile uruc lugaten ikiside bir manada müstamel ise de mazhar olduğum terakki-i manevi mirac değil urucdur. Uruc manevidir. Mukabili hazret-i halkıyeye rücudur. Cenab-ı Hak feyyaz-ı mutlak itdiğin duaları kabul buyursun. Âmin bi hürmeti seyyidil mürseliin. Lutf-u ilahiden dilerim ki hakkımda hüsn-ü zan ile irad

olunan tavsifat-ı âliye ve evsaf-ı mahsusa-i aliyeye de mazhar olurum leyse minallahi bimüstenkirin en yecmeal alemu fi vahidin la ilahe illallahul melikül müteal.

Resmi beyle gönderilen dilber dudağı geldi. İhtiyari zahmet buyurulmuş hoş âmedinin tezhibi pek hoşdur, zarifdir dil garibdir. Cevad ayda ne kadar enfiye çektiğimi sormuş ne diyeyim. Geçen gönderdiğinden bir eksik. Böyle enfiyede parasız gelirse artık durmayub çekmeli.

Validene hemşirelerine selam küçüklerin gözlerinden öperim. Saadet’in husul-u saadet karibesine duahânım.

3 Kanun-u Sani 340 (Miladi 3 Ocak 1924) Ayın. Mim

(Sayfa) 38

Said, Süheyl, Refik, Burhaneddin, Şefik, Mustafa Salim Efendilere

Geçen sene (20 Cemaziyel evveli) (Miladi 30 Ocak 1921) de mahza lütuf ve kerem-i ilahi ile makam-ı ubudiyetle taltif buyurulduğumu tahdis-i nimet kabilinden olarak söylemiş idim.

Hakkımdaki hüsn-ü zan icabından olmalıdır ki bunun sene-i devriyesinde bir tizkâr-ı hüsün olmak üzere akd-i ictima olunarak mevlüdü nebevi kıraat olunmuş ve ruhu’l- seyyidü’l-enama arz-u hacat idilmişdir.

Mirac ile uruc lugaten bir manada ise de ehlullahın seyir ve süluk-u manevisinde hâsıl olan irtikayı maneviye uruc dinilub miraç dinilmez. Mirac seyyidül enbiya ve evliya efendimize mahsus bir iltifat-ı azim-i ilahidir. Ana nisbetle müftehir olan benim gibi kıtmiran bab-ı risalete ana bende olmak şerefi kâfidir. Bu hususun beyanıyla beraber fail-i füyuzat-ı maneviye olmanız duasını yâd iderek hepinizin gözlerinden öperim oğullarım 3 Kanun-u Sani 340 (Miladi 3 Ocak 1924)

Ayın. Mim

(Sayfa) 39

Allah

İstanbul

Süleymaniye Kütübhanesinde İzmirli İsmail Hakkı Bey Kütübhanesi hafız kütüb-i Said Efendi vasıtasıyla Doktor Süheyl Bey’e

Ankara’dan

Oğlum Süheyl’im

Ankara mebus-u muhteremi Beypazarlı Hilmi Bey İstanbul’da bahçe kapuda Anadolu hanında numaro ^ de Türk şirketindedir.

Yanına Salim’i yahud başka bir doktor alarak mezkür şirkete gidersen orada ise idarehanesinde değil ise hanesi nerede ise oraya gidub hacet var ise hem maddi hem manevi olmak üzere muayene ider ve kendisiyle görüşürsün. Esnayı musahabetde kutb­u rabbani, kandil-i Sübhani Beypazarı Ali Efendi hazretlerinin merkadini dahi tarif eylersin. Kayda aid aramızda konuşulmuş bazı hususat vardır. Bu zat bizim Akça şehirli Salim Efendi’ye mecelle şerhi cild 18 alıvermiş ve bizim Abdullah Zihni’ye teslim itmişdir. Kitabın mahallince teslimini dahi bildirsin işte bu kadar oğlum.

6 Kanun-u Sani 340 (Miladi 6 Ocak 1924) Abdulaziz Mecdi

(Sayfa) 40

Allah

Doktor Süheyl’e verile

Semere-i şecere-i vücudum Süheyl’im.

İmar-ı Rabbaniden inficar iden hakayık-ı vücudiyenin mertebe-i evlayı şerefindeki taayünât-ı evveliye sakf-ı refii ilahisinde nakıştıraz beyan olmağa başladın.

Bülbül-ü dilfüruz lâhut olanların nefehat-ı sükûtu kabil-i taklid olmayan ve tasvir ve tasvirden bâlâter olan terennümatdır. İrtifaı azimü’ş-şanına mebni o sadayı lahuti bu sahne-i nasuti henüz çınlatmamışdır. Cenah-ı feyiz itilası menkuş-u bedayi-i tayinat olan andelib-i irfan ise seninle hem nağme-i beyandır. Onun ervahı sermest iden safir dil-gîr seni teshir, senin sadayı dil- firibinde anı teshir eylemişdir. Bunun enmuzec-i beligi 5 Kanun-u Sani 340 (Miladi 5 Ocak 1924) tarihli iştiyaknamendir. Mantıku’t- tayrı bilenler bu sadayı dilnevaze hayran olsalar yeri vardır.

İnsandan la mekâna, la mekândan feyz-i celil insana yol bulan ashab-ı kulub, nuvatdan şecereyi şecereden nuvati tevlid ile vücub ve imkân arasında bir fasl-ı müştereki teşbih icad iderek teşhiz zihin ve kad ve bu suretle kandil hakikatı ikad itmişlerdir. 14 Kanun-u Sani 340 (Miladi 14 Ocak 1924) belagatnamen o tasavvurat cümlesindendir.

Bundaki temenni-i mülakatı ümid iderim ki bir aya varmadan husulpediz olarak mucib-i mübahat olur. Bu mektubda hın-ı mülakatda halledilebilecek bazı rumuz-u kelamiye vardır. Beypazarlı Ali Efendi Hazretleri kitabe-i yazarı azamet şana merhumu natıkdır. Hemşehrisi olan Hilmi Bey makberenin tecdid ve tamiri sözünü virmişdir.

24 Kanun-u Sani 340 (Miladi 24 Ocak 1924) daki manzume, 5 Şubat’daki neşide gibi garam ruhu şevahid-i aliyesindendir. Kalbdeki muhabbet şiirinde badi-i fesahat ve belagat oldu. Manzumatında an be an terakki görürüm. Bundan ilerusunu mülakata taalluk idiyorum. Gözlerinden öperim. Hanenizdeki cemaate de selam ve hayır dua

11 Şubat 340 (Miladi 11 Şubat 1924) Ayın. Mim

(Sayfa) 41

Allah

İstanbul

Haseki’de Bostan Hamamı sırasında 36 numarolu hanede

Doktor Süheyl Bey’e

Süheyl’im

İki mektubunu aldım bunlara cevabım şifahi olacakdır. Çünkü bu lutfa ve kereme Teâla yazını ki Pençşembe günü buradan hareket idiyorum. Bir ay mezuniyetim vardır. Said ve Refik’in mektubları da gelmişdir. İştiyak ile gözlerinden öper ve Cuma günü mülakat temenni eylerim oğlum.

27 Şubat 340 (Miladi 27 Şubat 1924)

Ayın. Mim

Mürşid-i müfahham, Şeyh-i mükerrem, üstad-ı muazzamımız Abdulaziz Mecdi Efendi hazretleri şerefbahş oldukları Umur-u Şeriye ve Evkaf Vekâleti Müşteşar-ı alininden bir ay mezuniyetle der saadeti baladaki mektubdan tebşir buyurdukları gibi teşrif iderek 29 Şubat 340 (Miladi 29 Şubat 1924)

Cuma günü biz fakir kullarını bizzat buyurdular. Devlethanelerine kadar götürdük.

Birkaç gün sonra da Mart 340 (Miladi Mart 1924) evailinde-i şeriye vekaletinin ilgası gibi cezri ıslahatda da makam-ı müsteşarileri de lağv edilmiş olduğundan şimdi halka-i muhabbetine dahil olanlara rızık, faziletle meşgul olarak millet ve memlekete hayırlı neticeler virecek dualarda bulunmakdadırlar.

Metin Kutusu: Doktor Ahmed Süheyl1 Mart 340 (Miladi 1 Mart 1924) el-fakir

SONUÇ

Bir iletişim ve bilişim aracı olan mektup, hayatın hemen hemen her alanında kullanılır. Mektubun tasavvufta da ayrı ve önemli bir yeri vardır. Bu iletişimde söz ve yazı, zâhirî iletişim kategorisinde değerlendirilir ki mektuplarda, karşılıklı görüşme ve bir araya gelme de böyledir. Bir de bâtînî veya kalbî iletişim vardır. Bunda da râbıta, ilham ve rüya gibi yöntem ve yollar devreye girer. Bilhassa bu son yöntemde aşk ve muhabbet, sadâkat ve samimiyet, ihlâs ve istikâmet çok büyük yer tutar. Bu ikinci yöntemi kullanabilmek için iman, ibâdet, ahlâk ve muâmelât konularında iyi yetişkin olmak gerekir. Başka bir ifadeyle aklı selîm ve kalbi selîm sahibi olmak gerekir. Bu konular ile ilgili çalışmamızın konusu olan mektuplarda da birçok örneklere rastlamaktayız. Bu sebepledir ki şeyh-mürîd ilişkilerini sadece bu mektuplarla tam ve net olarak ortaya koyamayız. Diğer metodların da bilinmesi gerekmektedir.

Artık günümüz şartlarındaki internet, mesajlaşma mektubun yerini tutmamaktadır. Mecdi Efendi ve Süheyl Ünver her ne kadar insanları, onların anlayışlarına göre irşat etmiş olsalar da o dönemin şartları yazılan bu mektupların içeriğini etkilemiştir. İmam-ı Rabbani, uzak İslam ülkesi olan Hindistan’da değişik din ve mezheplerin olduğu dönemde yaşamış ve bu dönemde Mektûbât’ını yazmıştır. İmam-ı Rabbani, bu mektuplarını siyasî, ilmî ve akademik olarak kaleme almıştır. Aziz Mahmut Hüdâyi ise Osmanlı topraklarının çok geniş olduğu, padişahlık sisteminin düzenli bir şekilde devam ettiği ve aynı zamanda tekkelerin ve zâviyelerin açık olduğu bir dönemde mektuplarını yazmıştır. Mecdi Efendi ise mektuplarını devletle ilgili değilse de daha çok kişilerle ilgili bir gayret içinde yazmıştır. Çünkü bu dönem tekkelerin ve zâviyelerin kapanmasına yakın olduğu ve modern ilmin ilerlediği bir dönemdir. Bu sebeple çalışmamızın konusu olan mektuplar daha çok şahsı, mânevî yönden yetiştirmeye yöneliktir. Yani siyaset veya mezhep yönelikli değildir.

Tasavvuf ilminin temel kavramlarının çok ve sık kullanıldığı bu mektuplarda, mânevi gelişimin önemine ve eğitimine dair geleneksel ve kişisel bilgiler verilerek bir nevi güncelleştirme yapılmıştır denilebilir. Yetişmekte olan insanlara rehberlikte en çok bizim tarihimizde tasavvuf ve tarikatlarda bu usûlün kullanıldığını biliyoruz. Nitekim Abdülaziz Mecdi Efendi’nin mektuplarında şer‘i ilimlere dair bilgiler, iş‘âri (tasavvufî) bilgilerle mezcedilmiş durumdadır. Bu mektuplarda, bilginin yerli yerinde kullanılmasına ve yeni bilgilerin elde edilmesine teşvikle alakalı ifadelere rastlıyoruz. Doğrudan âyet ve hadisler yanında verilen bilgilerin kaynakları da gösteriliyor. Biz bütün bunlardan, bu mektupların ilmî, fikrî ve ahlâkî yönden büyük değer taşıdığı kanaatindeyiz.

Şeyh-mürid ilişkisini kısmen görmüş olduğumuz bu mektuplarda Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’i mektuplarıyla irşat etmekle kalmamış aynı zamanda irşat vazifesinin usûlünü ve lüzûmunu anlatmıştır. Böylece Mecdi Efendi, diğer ihvana da Süheyl Ünver üzerinden tavsiyede bulunmuştur. Çalışmamızın konusu olan bu eser tekkeler ve zâviyeler kapanmadan önceki döneme ışık tutmaktadır. Mecdi Efendi hakkında ve bu konu hakkında çalışma yoktur. Yani irşat zamandan zamana ve mekândan mekâna göre değişmektedir. Mecdi Efendi, kendi zamanının en uygun âlet ve edevâtını kullanmıştır. Osman Nuri Ergin, “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti” adlı geniş çaplı eserinde böyle bir konuya değinmemiştir.

Biz tezimize konu olan mektupları ele alırken, görünen ve görünmeyen kaynaklarının tesbitine özel çaba sarfettik. Bu sebeple de yayınlanmış birçok eseri gözden geçirdik. Böylece anlaşılamayan bir hususun kalmamasına özen gösterdik ki, bu mektuplardan muhataplarının dışındaki diğer okuyucular da yeteri kadar faydalansın. Tarikatlardaki meşrep farklılıkları bilinen bir gerçektir. Bu mektuplardan anlaşıldığına göre, halvetî tarikatine göre yetişme ve yetiştirilme metodu benimsenmiştir. Biz bunu “Halk içinde Hakk ile olma” şeklinde de söyleyebiliriz. Nitekim mektubun yazarı da muhatabı da halk içinde aktif görev yapan kişilerdir. Resmî görevlerini aksatmadan mânevî gelişimlerini gerçekleştirmişler ve bunda da bir hayli başarılı olmuşlardır. Bunu çalışmamızın temel kaynağı olan mektupların satır aralarında çok açık olarak görmekteyiz.

Tezimizde ele aldığımız mektuplar, Abdülaziz Mecdi Efendi tarafından Ahmet Süheyl Ünver’e yazılmıştır. Çalışmamızda giriş, dört ana bölüm ve sözlük vardır. Birinci bölümde Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ve eserleri hakkında bilgilere yer verdik. İkinci bölümde söz konusu Mektupların nüsha tavsîfini, dili ve üslûbunu inceledik. Mektuplar muhtevâsı itibariyle genel olarak tasavvufun birçok konusunu (bazı konular hariç) bir-iki cümle ile kısaca ifade etmiştir. Mektuplarda konuyla ilgili olarak ayetlere, hadislere ve tasavvufî bazı şiirlere yer verilmiştir. Mecdi Efendi, Mektuplarında kendine has bir uslûb kullanmıştır.

Üçüncü bölümde ise mektuplarda geçen kavramlar ve bu kavramlardan hareketle Abdülaziz Mecdi Tolun’un kimi tasavvufî görüşlerine değindik. Mecdi Efendi, Mektupları nda; insan, râbıta, muhabbet, vahdet-i vücûd, kalp, gönül, raziye, marziye, sülûk, aşk, muhabbet, vecd, rıza, mirac ve urûc kavramlarına değinmiştir. Fakat biz mektuplarda değinilen kavramları birkaç başlık altında topladığımızda Abdülaziz Mecdi Efendi’nin ağırlıklı olarak değindiği şu yedi meseleyi ele aldık: “vahdet-i vücûd, insan, kalp, tefekkür, mi’rac ve urûc, aşk, râbıta.” Bu nedenle biz kavramları da bu mektuplar çerçevesinde ele aldık. Böylece Abdülaziz Mecdi Tolun’un, İbn Arabî düşüncesi çizgisinde olduğunu görmüş olduk. Anlaşıldığına göre müellifin yaşamış olduğu tecrübeler ve üstatları, müellifi ve Ahmet Süheyl Ünver’i İbn Arabî düşüncesine sevketmiş olabilir.

Dördüncü bölümde Abdülaziz Mecdi Efendi’nin yazmış olduğu Mektupların transkribesi mevcuttur. Son olarak da eserden hareketle bir sözlük oluşturduk. Biz bu çalışmamızı elimizden geldiği kadar mektuplarla sınırlı tutmaya çalışmış olsak da çalışmamızda başka eserlere de atıfta bulunduk. Bu konular üzerinde araştırma yapacak olanların her iki yöntemle de geniş ve derin bakış açılarıyla konuyu izah etmesi gerekmektedir. Eğer yaptığımız bu çalışma Abdülaziz Mecdi Efendi’ye ve Ahmet Süheyl Ünver’e az veya çok hizmet etmişse, inanıyorum ki onların rûhâniyetleri memnun ve mesrur olmuştur.

Tasavvuf daha ziyâde rivâyet veya geleneksel yöntemlerle kendi tarihini ortaya koyar. Tasavvufun bizzat içinde olanlarla, tasavvuf araştırmacıları belli ortak noktalarda buluşmuş olsalar da yine de bu duyguyu tatmayan bilmez, bu işler satır işi değil sadır işidir hakikatini daima göz önünde bulundurmak gerekir. Biz o atmosfere girmeye ve üçüncü bir kişi olarak onların hâllerine vâkıf olmaya çalıştık. Umarım bu konuda bizden istenen şeyi ortaya koyduk. Bizden evvel, benzeri çalışmalar yapanların kaynaklarından faydalandık. Onların da her birine teşekkür ve minnet borcumuz vardır.

 

KAYNAKÇA

Aydemir,

Yaşar, Klasik Şiirimizde Aşk ve Sadâkât, Turkish Studies, International Periodical For the Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic Summer 2010.

Aydın,

Uğur, Dünün Aydınları, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 24, İstanbul 1984.

Azamat,

Nihat, Abdülaziz Mecdi Efendi mad., TDV İslam Ansiklopedisi,

İstanbul 1988, cilt: 1.

Cebecioğlu,

Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka yayınları, İstanbul 2005.

Chittick,

William, Hayal Âlemleri: İbn Arabi ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, çev. Mehmet Demirkaya, Kaknüs Yay., İstanbul 1999.

Chittick,

William, “Varolmanın Boyutları”, (Çev. Turan Koç), İnsan Yay., İstanbul 1997.

Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, İbn Arabî'de Ma'rifetin İfadesi, İnsan Yay., İstanbul 2007.

Çakmaklıoğlu, M.Mustafa, Muhyiddin İbnü’l-Arabî (560-638/1165-1240), Et-

Demirdaş,

Tedbîrâtü’l-İlâhiyye Fî Islâhı Memleketi’l- İnsâniyye, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2006, Yıl 7, sayı 17.

Öncel, Fatih Türbedarı Tırnovalı Ahmed Âmiş  Efendi (Ö. 1338/1920) ve İrşad Metodu, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara 2012, sayı 24, cilt 1.

Develioğlu,

Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat (Eski ve Yeni Harflerle), Doğu Yayınları, Ankara 1970.

El-Cîlî,

Abdülkerim, İnsân-ı Kâmil, Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, İz Yay.

İstanbul 2015.

Ergin,

Osman, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul 1942.

 

Enver,

Behnan Şapolya, Osmanlı Sultanları Tarihi, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul 1961.

Gürlek

Dursun, “Dünyanın En Bahtiyar Adamı” Abdülaziz Mecdî Tolun, Kubbealtı Akademi Mecmuası, İstanbul Ocak 2003, Yıl: 32, Sayı: 1.

Gürlek,

Dursun, Ayaklı Kütüphâneler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2008.

Güven,

Mustafa Salim, “Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Mektupları Üzerine Bir Değerlendirme”, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, cilt: X, sayı: 19.

Isfahânî,

Rağıb, ElMüfredâtfî Ğaribi ’--Kur’ân, Mısır 1888.

İbn Arabî,

Tedbîrât-ı İ-âhiyye Tercüme ve Şerhi” (Çev. Ahmet Avni Konuk, Yayına Haz. Mustafa Tahralı), İz yay., İstanbul 1992.

İbn Manzûr,

Lisânü’l-Arab, Beyrut 1967,C.6.

Kara,

Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul 2010.

Karaata,

Ceylan Akgün, Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver'in Türk süsleme sanatı eğitimine katkıları, Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Geleneksel Türk Sanatları Eğitimi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2006.

Karataş,

İbrahim, Balıkesirli Abdülaziz Mecdî ve Divanı ( İnceleme- Metin), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları (Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı) Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2015.

Kemal

Nâmık; Gariper, Cafer, Nâzım Hikmet’in Bakışıyla Nâmık Kemal, Yeni Türk Edebiyat Araştırmaları, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2013, Yıl 5, Sayı 10, s. 86-87.

Kılıç,

Ali İhsan, Abdülaziz Mecdi Tolun'un Ta'rifât'taki Tasavvufi Istılahlar Tercümesi, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2013, Yıl 14, Sayı 31, s.186.

 

Küçük,

Osman Nuri, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil, İnsan Yay., İstanbul 2011.

Luis Ma’lûf,

El-Müncid, Beyrut 1960.

Memişoğlu,

Erdem, Fâtih Sertürbedârı Ahmed Âmiş  Efendi (k.s) Hazretlerinden ve Abdülaziz Mecdi Tolun Bey ’den Seçme Hatıralar ve Rivayetler, Bilgi İmaj Yay., Ankara 2004.

Mesara,

Gülbün; Kazancıgil, Aykut ve Sayar, Ahmet Güner, A. Süheyl Ünver Bibliyografyası, İşaret Yayınları, İstanbul 2017.

Mutçalı,

Serdar, Arapça-Türkçe Sözlük, Dağarcık Yay., İstanbul 1995.

Okay,

Cüneyd, İttihat ve Terakki içinde Antimason Bir Grup ve Lideri Abdülaziz Mecdi Efendi, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 33, Eylül 1996.

Olgun,

Talat, Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı, Eserleri ve Tasavvufi

Görüşleri, Erciyes Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2013.

Öngören,

Reşat, “Mektup” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul

2004, cilt: 29.

Özköse,

Kadir, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yay., Ankara 2012.

Sami,

Şemseddin; Kamus-i Türki, 1-2, H. 1312.

Sayar,

Ahmet Güner Ünver, Ahmet Süheyl mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2012, cilt: 42.

Tekmen,

Zeynep Dürdane, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Mecmûatül-İrfâniyye ’si ( Metin Transkribe ve Tahlil), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tasavvuf Tarihi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2013.

Toprak,

Burhan, Yunus Emre Divanı, Odunpazarı Belediyesi Yay., İstanbul 2006.

Türer,

Osman, Tasavvufî Düşüncede İnsan, Tasavvuf, İlmi ve Akademik araştırma Dergisi, Ankara 2001.

 

Uludağ,

Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995.

Unat,

Ekrem Kadri, Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver (1898-1986), Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986.

Uysal,

Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Kitap Yay, Konya 2001.

Uz,

M. Ali; Baha Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velileri, Konya 2004.

El- Aclûnî,

Keşfü’l- Hafâ.

Ali el- Karî, el- Masnû’.

İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn.

Şemseddîn-i Sivasî, Dîvân, Süleymaniye Kütüphanesi Uşşâkî Tekkesi Bölümü.

Yunus Emre, “ Yûnus Emre Dîvânı ”, (Haz. Mustafa Tatcı), Akçağ Yay., Ankara 1990.

EKLER

SÖZLÜK

A- B

Âbâd olmak: Huzura kavuşmak, zenginleşmek

Andelib: Bülbül

Aver: getiren, taşıyan

Bârigâh: İzinle girilebilecek yüce makam

Bâlâter: Pek yüksek, daha yüksek

Bûy: Koku

C-D-E

Çâk: yarma, yırtma, parçalama

Dâviye: yankı

Demâ-rîz: Gözyaşı döken, ağlayan

Dermiyan: Söylemek

Demsaz: Arkadaş, dost, sırdaş.

Derbân: kapıcı

Diriğ olunmaz: esirgenmez

Dil-gîr: Gönül tutan, kalbe sıkıntı veren, gücenik, kırgın

Dilhah: Gönül isteği, gönül dileği

Dil-firîb: gönül aldatan, cazibeli, alımlı.

E- F

Ebhirâ: (Buharın çoğulu) buhar, râyihâ

Eknaf: (Etrafla aynı manada) canibler, yanlar, taraflar.

Eşk-rîz: Gözyaşı döken

Fetile: lamba fitili

Ferâvan: Bol, çok

Ferzend: Oğul

G- H

Garam: Aşk, sevda, şiddetli arzu

Gûnde: tarz, gidiş, sıfat, yol

Garrâ: 1. alnında beyaz bir lekesi, akıtması olan [at ve sâire],

(bkz: gurre) 2. ak, parlak, güzel, gösterişli

Gedâ: Dilenci, yoksul

Hezevat: Hezeyanlar Cedir: layık, münasip, uygun

Heyemân: âşıklık

Hûşyar: Akıllı, aklı kendisine yar olan

Huzme: demet

Hüzn-ü engizin: Hüzün meydana getiren

K-L

Kabil-i tatbik: Uygulanabilir, yapılabilir

Kadd: Boy

Kûy-i cinan: sevgilinin bulunduğu yer

M- N

Meşam: burun, koku alacak yer

Müştehiyat: iştahı çeken, lezzetli şeyler

Müfahham: saygı değer

Müterakim: Biriken

Müstebâd: Uzak görülen, olacağı sanılmayan

Müntafi: Sönmek

Müstebân: Açık, anlaşılır

Mısdak: Bir şeyin doğu olduğu ispat eden şey, ölçüt

Müveşşah: süslenmiş, süslü

Mest: sarhoş Mezk: Yırtma, yarma

Müşir: (Yazı ile) bildiren

Müştakan: Özleyen

Münhal: Boş

Mekin: vakarlı

Nağme ser: Öten, türkü söyleyen

Nâtuvan: Zayıf, kuvvetsiz

Nenvisim: Yazmak

Neşve: Sevinç, hafif sarhoşluk

Neveşte olmak: yazılmak

Niyaz mendi: Yalvaran

Nigar: resim, sevgili

Nigeran: Baka kalan

Nigâh: Bakma, göz atma

Nümâyân: Görünen, meydanda

İnsibâb: Dökülme

İclâl : (celâl'den) 1. büyültme, saygı gösterme, ikram. 2.büyüklük, kudret ve kuvvet.

İnsıbâb: (sabâbet'den) Dökülme

İnıtafat: temâyül, bir tarafa dönme

İştibak: şiddetli arzu

İlsâk: Bir şeyi diğer bir şeye yapıştırmak, bitişmek, kavuşma, kavuşturulma.

İnbisat: İç açılması, iç ferahlaması, yayılma, genişleme

indifağ: Ortadan kalkma

İna: mihnet, meşakkat

İstitafi: Yardım, şefkat, merhamet dileme

P-R

Pertevnisar: Ziya veren, nurlandıran, ışık veren

Raz: Sır

Reşâdet penah: kendisine sığınanları koruyan.

Rehrevân-ı râh-ı ilâhisinde: Allah yolunda gidenlerin

Reşehat: Sızıntılar, damlalar

Rûnûma: Yüz gösteren, meydana çıkan, yüz görümlüğü

S-Ş

Sanavberi: Kozalak şeklinde, koni biçiminde

Şaşa: Parlaklık, gösteriş, yaldız.

Şulezen: Işıklı, alevli, aydınlık

Sahn-ı sînesinden: Sînesinin ortasından

Sulhami: sulhu koruyan

Saykal: Parlak, cilâlı

Ser mu: Kıl kadar az bir şey

Sedd: Engel, perde, kapanma, tıkanma

Sîne sînâ: Sînâ yarımadasından bahsedilmiş

Şevke: şikâyet

Şevket: Büyüklük, azamet

T- V-Y-Z

Tâbân: Işıklı, parlak

Tâbnâk: Parlak, ışıklı

Tahşiye: Haşiye, not yazma

Tahassül: Netice olarak çıkma, hâsıl olma

Tarab-feza: Neşeyi artıran, içe ferahlık veren

Târî: ansızın çıkan, birden bire görünen

Teessürât: Üzüntüler, acılar, kederler

Teheyyü: Hazırlanma

Tehâşî: Korkup çekinme, sakınma

Teehhür etmek: Gecikmek

Tekâbülât: karşı karşıya, yüz yüze gelmeler

Tenekkülât: yer değiştirmeler

Zeman sabavet: Çocukluk zamanı

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to