5. Bir Türk Mimari Şaheseri Olarak Ahmed Yesevî Külliyesi
Ahmed Yesevî’nin Türkistan’ın bugün Kazakistan olarak bölünmüş
bölgesindeki Yesi (Bugün Türkistan adı verilmiştir) şehrinde bulunan
türbesinin de yer aldığı külliye geçmiş asırlarda olduğu gibi halen de Türk
dünyasının en önemli manevî merkezlerinden biridir.
Batı seferinden 1403 yılında başkenti Semerkand’a zaferlerle dönen Emîr
Timur, yanında bulunan devlet yöneticilerinden Mevlana Abdullah Sadr’ı Ahmed
Yesevî’ye ait kabrin üzerine muhteşem bir türbe yapımıyla görevlendirir ve
türbe yapımına ilişkin esasları belirler. Emîr Timur büyütülerek yeniden inşa
edilmesini emrettiği küçük Yesevî türbesi yerine inşa edilecek külliyenin ana
ölçülerini de kesin bir şekilde bizzat kendisi tespit etmiştir. Hattâ yazılı
kaynakların da desteklediği bir rivayete göre bizzat türbe yapılacak yeri
belirlemiş ve türbenin projesinin düzenlenmesine katıldığı gibi külliye
temellerinin işaretlenmesi için yapılan kazıya da fiilen çalışarak katılmış;
mimar ve diğer yapı ustalarına kesin talimatlar vererek de külliye yapımına
önemli katkılarda bulunmuştur.
O dönem Türkistan’ın en ünlü mimarı Hoca Hüseyin Şirazî adlı bir mimar
tarafından külliyenin inşama başlanır. Devrin mimari şaheserlerinden olan
türbenin yapımı iki yılda büyük ölçüde tamamlanır. Eser, Emîr Timur’un
direktifi ile kabir üzerindeki türbeye eklemlenen mescid, dergâh, mutfak ve
diğer hizmet binaları ile beraber büyük bir külliye halini alır. Türkistan’da
bir benzer daha bulunmayan bu san’at anıtı daha sonra Şeybanî hanlarından
Abdullah Han tarafından tamir olunmuştur.
Külliye Vakfiyesi:
Bu muazzam eserin tamamlanmasından sonra tekrar Yesi’ye ziyarete gelen
Emîr Timur, Yesi kentinin yoksullarının ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere birçok
sadakada bulunur; ayrıca türbenin ve müştemilâtındaki dergâhın ihtiyaçları için
de türbeyi çepeçevre kuşatan geniş bir araziyi ve Türkistan’daki sulama
kanallarının gelirlerini vakfiye olarak tesbit eder.
Emîr Timur’un emri üzerine gelirleri Ahmed Yesevî Türbesi’ne gitmek üzere
tahsis edilen Yesi şehri yakınlarındaki sulama kanallarını ve arazileri
gösteren bir vakıf senedi (= vakıfname) tanzim edilmiştir. Bu vakıf
senedi görevlilerin listesi ile bu görevlilerin geçimi ve türbedeki bakım ve
tamir çalışmalarının gerçekleştirilmesi için öngörülen harcamaları da ihtiva
ediyordu. Ahmed Yesevî’nin kardeşinin torunlarından olan Mir Ali Hoca Şeyh, ilk
vakıf mütevellisi olarak atanmıştı. İlk olarak Hazret Dervîş Ali’nin görevlendirildiği
‘hatib’ makâmına Han için dua ve niyâzda bulunma sorumluluğu da tevdi
edilmişti. Bütün bunlar Emîr Timur’un Ahmed Yesevî’ye duyduğu saygı O’nun
manevî tasarrufuna olan inancını açıkça göstermektedir.
Emîr Timur, bütün hayatı boyunca en büyük isteği olan Çin’i fethetme
niyeti ile çıktığı seferinin ilk menzillerinden birisinde Otrar’da 1405
Şubat’ında fetih arzusunu gerçekleştiremeden ölünce büyük ölçüde tamamlansa
bile bazı mimari eksiklikleri kalmış olan Yesevî Külliyesi yapımına ara
verildi.
Timur devrinde tamamlanamayan ana girişin inşaatı, 15831598 yıllarında
Buhara Emîri Abdullah Han tarafından devam ettirildi. Bu sırada kemer
tamamlanırken inşa edilen iç duvar da üst kısmındaki olağanüstü niş ve
galerisiyle beraber ortaya çıkmıştı. Abdullah Han zamanında kurulan iskeleden
kalan tahta destekler günümüze kadar ulaşmıştır. Giriş kemerinin kilit taşının
altında eğer türbe hasara uğrarsa tamir bedelini karşılayacak değerde bir küre
şeklinde mahfazanın asılı bulunduğu rivayet edilir.
Ahmed Yesevî Türbesi’nin mimari özellikleri konusundaki en önemli bilgi
kaynağı olan Naim-Bek Nurmuhammedoğlu’nun hazırladığı ve Kazakistan’ın o
günkü başkenti Almatı’da 1980 yılında yirmibin tirajla ve üç dilde (Kazak
Türkçesi, Rusça, İngilizce) yayınlanan Ahmed Yesevî Türbesi adlı esere göre,
1864’de General Chernyayev kumandasındaki Çarlık Rusyası orduları tarafından
Yesi şehri ele geçirilince Rus komutanı Albay Veryovkin, şehri kuşatması
sırasında bir sığınak ve müstahkem kale haline gelerek direniş merkezi yapılan
Ahmed Yesevî Türbesi’ni top ateşine tutturarak ağır bir zarara uğratmıştır.
Bugün bile külliyenin güney cephesi duvarında bu top atışlarının yol açtığı
maddi hasarın izlerini müşahede etmek mümkündür.
Türbe tarih boyunca çeşitli defalar tamirat geçirmiş; ancak bazı
tamiratlarda külliyenin sanat değerine zarar verecek uygulamalarda
bulunulmuştur. Külliye’nin 1884-1886 yıllarındaki tamir çalışmaları sırasında
Bakır kazanlı oda, kabir odası ve mescidde duvarları mozaik panelden itibaren
dekore eden duvar süslemeleri, badanalanarak kapatılmıştır.
16-19. yüzyıllar arasında Yesi şehri, Kazak Hanları’nın taht şehri olarak
kabul edildiğinden 16. yüzyıldan itibaren külliyenin çeşitli bölümleri yüksek
mertebedeki kişiler için kabristan olarak kullanılmağa başlanmış ve Kazak
Türklerinden bazı ileri gelenler de türbe çevresinde defnedilmişlerdir.
Semerkand’daki tahtının korunmasında Emîr Timur’un öz torunlarından Ebû Saîd
Han’a askerî yardımda bulunan Abdulhayr Han da Yesevî külliyesinde defnedilmiştir.
Külliye avlusundaki Rabiga Sultan Begim kubbesi altında ise zor zamanındaki
dostane yardımına karşılık Emîr Ebû Saîd tarafından kadirşinaslık nişanesi
olarak Abdulhayr Han’a nikâh edilen Uluğ Beğ’in kızı ve Emîr Timur’un en büyük
kız torunu olan Rabiga Sultan yatmaktadır. 1898’de yıkılan Rabiga Sultan
Türbesi’nin tuğlaları resmî inşaatlarda kullanıldı. Sovyet döneminin son
yıllarında yapılan onarım ile Rabiga Sultan Begim’in Yesevî külliyesinin doğu
yönündeki kabri üzerine eski haline benzetilen yeni bir türbe inşa edilmiştir.
Ahmed Yesevî Türbesi içerisinde yer alan tarihi kıymete haiz birçok eşya
Sovyet döneminde adeta yağmalanmış; başta Leningrad (yeniden Petersburg adı
verilmiştir) Hermitage müzesi olmak üzere değişik müzelere dağıtılmıştır.
Türbe içinde yer alan ve yedi ayrı metalin alaşımından dökülmüş olan kazan
bizzat Stalin’in emriyle 1934 yılında götürüldüğü bir sergiden türbeye geri
getirilmeyerek Leningrad Hermitage müzesine konmuştur. Son dönemde Kazakistan
makâmlarının gayreti ile türbeye ait tarihi materyalin iadesi sağlanmış ve bu
arada döküm kazan da 18 Eylül 1989 tarihinde yeniden türbedeki yerini almıştır.
Sovyet Rus yönetimi altındaki yıllarda Türkistan’daki Yesevî
Külliyesi’nin Türkistan’ın çeşitli yerlerinden gelen çeşitli Türk boylarından
müslümanlar nezdindeki itibarı -bu uğurda çok gayret edilmesine rağmenyok
edilememiştir. Sovyet yönetiminin her türlü dini yönelişe karşı en düşmanca
bir politikayı uyguladığı yıllarda da Yesevî Külliyesi Yesevîyye yolunun
merkezi durumunda olup her yıl belli zamanlarda Yesi’de bir araya gelen çeşitli
Türk boylarından müslümanlar bir hafta süreyle zikir ve ibadet yapmaktaydı.
Ahmed Yesevî’nin manevî otoritesini yıkamayan Rus yönetimi Yesevî türbesinin
de bulunduğu külliyeyi “Kültür-park” adı altında bir ateizm(=dinsizlik) müzesi
haline getirip dinî maksatlı ziyareti ve dergâhta herhangi bir şekilde ibadet
edilmesini yasaklamasına rağmen Türkistan müslümanları külliyeyi asliyetine
uygun olarak yaşatma azmini sürdürmüşlerdir.
Bu arada dergâh içinde yer alan tarihi kıymete haiz birçok eşya da başta
Leningrad (yeniden Petersburg adı verilmiştir) Hermitage müzesi olmak üzere
değişik müzelere dağıtılmıştır. Türbe içinde yer alan ve yedi ayrı metalin
alaşımından dökülmüş olan iki ton ağırlığındaki ve üçbin litre su alma
kapasitesindeki döküm kazan bizzat Stalin’in emriyle 1934 yılında götürüldüğü
bir sergiden getirilmeyerek Leningrad Hermitage müzesine konmuştur. Son
dönemde Kazakistan makâmlarının gayreti ile türbeye ait tarihi materyalin iadesi
sağlanmış ve bu arada döküm kazan da 18 Eylül 1989 tarihinde yeniden türbedeki
yerini almıştır.
Son yılların sağladığı fırsatlar sonunda Ahmed Yesevî Türbesi’nin asli
maksadına ve fonksiyonuna uygun bir ziyaretgâh olarak yeniden ihyası yolunda
önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların önemli bir kısmını oluşturan
restorasyon çalışmalarını yerine getirmeyi Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı
taahhüt etmiş ve 1993 yılı başında Vakıflar Genel Müdürlüğü restorasyon
çalışmasını fiilen başlatmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde örneği olmayan
ve bu sebeble pek çok idari-mali güçlük ile zaman zaman sekteye uğratılan bir
çalışma ile türbenin restorasyonu ancak 2000 yılında tamamlanmıştır.
Restorasyonun bitmesi vesilesiyle 2000 Ekim ayında Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Ahmed Necdet Sezer ve Kazakistan Cumhuriyeti Başkanı Nursultan
Nazarbay-ev’in de katıldıkları üst düzey katılımlı bir resmi tören yapılmıştır.
Ahmed Yesevî’nin Türkistan’ın bugün Kazakistan adlandırılan bölgesindeki
Yesi (bugün Türkistan adı verilmiştir) şehrinde bulunan türbesi etrafında
teşekkül eden külliye Türk dünyasının bugünkü en önemli manevî merkezlerinden
biri olduğu gibi son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler devam ederse gelecekte de
Türk dünyasının manevî birliğini temsil eden odak noktası olma misyonuna, yeni
boyutlar kazanarak devam edecektir.
Kazakistan’da ortaçağ mimarîsinin aşılamamış şaheseri olan ve Çimkent
bölgesindeki Türkistan şehrinde 15. asır başında inşa edilen Ahmed Yesevî
Türbesi’nin bulunduğu türbe kompleksi -külliye-, önceki devirlerin birçok
mimarî oluşumunun bir arada uygulandığı muazzam bir yapıdır.
Yazılı kaynaklarda eski Yesi’de şimdiki muhteşem türbenin yerinde, bir
velî olarak hayranlık duyulan, Pîr Ahmed Yesevî’nin kabri üzerinde önceleri
küçük bir türbe olduğu kayıtlıdır. Ahmed Yesevî 1166 yılında ölümünden sonra
büyük bir törenle defnedildiği küçük türbesi, kısa zaman içerisinde müslüman
halkın ziyaret yerlerinden biri oldu.
Ahmed YesevîTürbesi’nin bir kutsal ziyaret yeri olarak şöhretinin artması,
Moğol istilâsının harab ettiği geniş Sir-Derya (= Seyhun) bölgesinin kültürel
merkezleri olan Sir-Derya boyu yerleşimlerinin -özellikle Türkistan
şehrinin1330’larda hayatiyetine yeniden kavuşması olgusu ile açıklanmıştır.
Burada en önemli sebep Yesi şehrinin; sakinleri Moğol kuşatmasına yedi ay
süreyle direnerek büyük bir kahramanlık örneği göstermiş olan ünlü Otrar
şehrine elli kilometre mesafede ve yakın komşu olması görünmektedir.
Türkistan şehrinde Ahmed Yesevî’nin kızı Gevher Hatun ile damadı Fakih
Hoca’nın türbeleri, Arab Baba mescidi ve birçok başka tarihî eserler de
vardır. O devirde Yesi şehir halkının büyük çoğunluğunu dervîş, tüccar ve
sanatkârların oluşturduğu belirtilmiştir. Hiç şüphesiz Ahmed Yesevî’nin kabri
bölge sakinleri ve uzaklardan gelen ziyaretçiler için adak adama ve adakların
gerçekleşmesi halinde tekrar ziyaret ile kurban kesilerek şükür arz etme
mahalli ve böylece de İslâm dünyasındaki ziyaret yerleri arasında en saygınlarından
birisi oldu. Altınorda hanlarından Toktamış’ın manevî olduğu kadar maddi yönden
de zenginleşen Yesi şehrine sık sık saldırdığı ve bu arada beklendiği şekilde
büyük bir ziyaret yeri haline gelen Ahmed Yesevî Türbesi’ni de yağmaladığı
bilinmektedir.
Emîr Timur devrinde Türkistan’da inşa edilen büyük mimarî yapıların tüm
özelliklerini Ahmed YesevîTürbesi’nde izlemek mümkündür. Bütün Türkistan’ı
emri altında birleştiren Emîr Timur’un yaptırdığı önemli mimari yapılar,
hakanın gücünü göstererek yüceltmeyi ve kurduğu devletin büyüklüğünü
yansıtmayı hedefleyen göz kamaştırıcı süslemeleri, sağlam bir şekilde inşa
edilen portalleri, geniş kubbeleri ve çini mozaiklerle bezenen zengin
dekorasyonu ile muhteşem bir anıt-yapı stilinin ortaya çıkışına öncülük
etmişlerdir.
Ahmed Yesevî Türbesi’nin sadece bir kabir anıtı olmayıp aynı zamanda bir
mescid, bir medrese, bir dergâh olduğu ve eğitim; ibadet ve zikir başka işler
için kullanılan yaşayan bir külliye olarak inşamdan günümüze kadar yüzyıllardır
-Sovyet dönemindeki bir ara kesit devri istisna sayılmalıdırfonksiyonunu
sürdürdüğü hatırlanmalıdır. Ahmed Yesevî Türbesi’nin özgünlüğü daha önceleri
muhtelif maksatlar için düşünülen ve ayrı ayrı olarak inşa edilen binaların bu
külliyede ayrı hizmetleri aynı çatı altında vermek üzere kompoze edilmesidir ki
bu tasarım şüphesiz ki o devrin mimarisinde bir ilerlemeyi gösteriyordu.
Emîr Timur 1389-1391, 1394-1395 yıllarındaki kanlı muharebelerde
Altınorda kuvvetlerini imha etti ve başkentleri olan Saray-Berke’yi de ele
geçirdi. Emîr Timur, yine bu sıralarda Moğolistan Hanı Hazır Hoca Han’ın kızı
Tükel HanımT eşi olarak seçmişti ve nikâh için hazırlıklar yapıyordu. Gelinin
onuruna Semerkand’a ‘Dil-Kuşa’ (= Gönül Hoşnutluğu) adını verdiği bir büyük
anıt park kurulmasını emreden Emîr Timur, gelin alayını karşılamak üzere çıktığı
yolda Cinas yerleşkesi yakınındaki Ahangeran’da duran Emîr Timur, oradan
geçtiği Yesi şehrinde Ahmed Yesevî’nin türbesini ziyaret edip dua etti ve
türbenin türbedarı ile dergâhta ikamet eden Yesevî dervişlerine birçok
armağanlar verdi.
Emîr Timur zaferine şükranının işareti olarak Ahmed Yesevî’nin zamanın
yıpratması ile belli bir ölçüde eskiyen mütevazı’ türbesinin yerinde yeni ve
muazzam bir külliyenin inşama karar verdi. Belgelere göre 1396 yılı Eylül’ünde
Seyhun nehrini geçerek Ahmed Yesevî’yi ziyaret için Yesi’ye gelen ve 12.
yüzyılda inşa edilen eski türbeyi gözden geçiren Emîr Timur, eski türbenin
yıkılarak aynı yerde yeni ve muhteşem bir türbenin yapılmasını emretti.
Timur, türbe inşaatının takib ve denetimini yanında bulunan Dîvânının
vakıf işleriyle ilgili üyesi Mevlana Abdullah Sadr’a tevdi etti ve derhal
başlanan türbe inşaatı hızla ilerledi. Emîr Timur, döneminde Türkistan’ın en
ünlü mimarı olan Hoca Hüseyin Şirazî’yi başmimar olarak görevlendirir ve
külliyenin inşama başlanır. Yapı ustaları külliyenin ana ve tali bölümleri inşa
edilirken mimarî çizimlerden yararlandılar ve o zamanki mimari anlayışta bir
yenilik olarak yapının bir maketini de kullandılar. Külliyenin mimarî üniteleri
ve ince detaylarının şaşkınlık verici bir kesinlikle gerçekleştirilmesi ve
muazzam uyumunu açıklamak ancak bu sayede mümkün olabilmektedir.78
18.
yüzyıl ortalarında
Türkistan’da İlmî bir seyahat yaparak, o arada Yesevî külliyesini de ziyaret
etmiş olan Ujfalvy’nin verdiği bilgiye göre, bu külliye tam anlamıyla bir
mimarî şaheseridir. Gerek Bekçurin, gerek Schuyler bu camii yalnız Türkistan
şehrinin başlıca anıtı değil, belki bütün dünyadaki mimarî şaheserler arasında
yer alabilecek bir san’at eseri olarak gösterirler.
19.
yüzyılda Türkistan’a giden
Eugene Schuyler’in “Türkistan Seyahatnamesi” adlı eserinde hayran
olduğu Yesevî Külliyesi’ni şöyle anlatmaktadır:
“Şeyh Ahmed Yesevî’nin türbesi muhteşem bir binadır. Türbeyi örten
kubbe çok muazzam görünüyor. Bu büyük türbenin arka tarafına kavun şeklinde
kubbesiyle bir diğer ufak mescid ilave edilmiştir. Camiin kapısı çok büyük ve
kemerli olarak en az yüz ayak yüksekliğindedir. Yanından penceresiz ve uçları
çentikli olmak üzere iki yuvarlak kule yükseliyor. Kemerli geçitte, çok
san’atkârâne işlenmiş iki katlı büyük bir tahta kapı vardır ki, üstünde
şahnişinli bir pencere göze çarpar. Bunlar, binanın Şeybanîlerden Abdullah Han
zamanında yeniden yapıldığı zamana rastlar. Külliyenin duvarları iyi pişmiş
dört köşeli tuğladan çok ustalıkla yapılmıştır. Çiniler, velev pek bozulmuş bir
halde olsa bile, yine yalnız yan ve arka taraflarda kalabilmiştir ve kubbeyi
süsleyen mavi tuğlaların hemen hepsi düşmüştür. Kubbedeki kufî yazıların ancak
bir kısmı okunabiliyor. Beyaz zemin üzerine mavi renkte ve çok san’atlı bir
surette yazılmış olan bu iri yazılar, binanın içerisini bir kat daha
güzelleştirmektedir.
Harap hâlinde bile bu kadar muazzam görünen bu bina, ilk zamanında kim
bilir nasıl bir harika idi? Zelzeleler vesâir bin türlü şeyler bu binayı
oldukça harap etmiş ve duvarlardaki çatlaklar adi sıva ile doldurulmuştur.
Anlaşıldığına göre, camiin ön kısmı, layıkıyla ikmal olunmamıştır; çünkü
vaktiyle iskele hizmetini gören keresteler duvarlarda hâlâ duruyor ve
üzerlerinde leylek yuvalan bulunuyor.
Külliyenin ortasında ve muazzam kubbenin altında büyük bir salon ve
medrese vardır. Kubbe, yüz ayaktan fazla yüksekliktedir. Gerek bu kubbe ve
gerek altındaki dehliz, dâhilde, Elhamra’dakine benzer nakışlı mermerlerle
süslüdür. Sağda ve solda, Orta-orda’ya ve Küçük-Ordalara mensup çeşitli Kazak
hükümdârlarının mezarlarını içine alan odalar vardır. Bunlar arasında meşhur
Albay Han’ın mezarı da bulunur. Odalardan birisi mescid olup, sırf Cuma
namazına mahsustur. Binanın arkasındaki küçük kubbenin altında Ahmed Yesevî ile
ailesinin mezarları bulunur49. Etrafı kabirlerle çevrilmiş uzun bir
koridorun sonunda mukaddes bir kuyuyu içine alan bir oda vardır.
Hoca Ahmed’in mezarı bitişiğinde Emîr Timur’un torunu Rabia Sultan
Begim’in kabri vardır. Bu Sultan Rabia, Uluğ Bey’in kızı olup, Ebû’l-Hayr Han’la
izdivaç edip, 1485’de ölmüştü. Oğullarından biri de yanında yatar. Birinci
odanın bütün duvarlarında ekseriya Kur’an âyetleri veyahut kısa birtakım
dualardan ibaret olan sayısız kitabeler vardır. Bu kitabelerden biri, rivayete
göre Hokand Han’ı Muhammed Ali Han tarafından yazılmıştır ki, bu Han 1842’de
Buhara Emîri tarafından öldürülmüştür.
Bu odanın ortasında bir mesned üzerinde en az 50.000 sişelik su alacak
kocaman bir metal döküm kazan vardır. Kapının önündeki etrafı duvarla çevrili
küçük bir bahçede sayısız kabirler ve üzerlerinde kitabeleri havi mezar taşları
vardır. Büyük avlunun bir köşesinde çok zarif küçük bir cami vardır. Bunun
limon şeklinde olan kubbesi, mavi çinilerle örtülüdür. Yerli an’ane, bu
mescidin, pek genç iken ölen Rabiga Begim adına, Emîr Timur tarafından
yaptırıldığını göstermekte ise de bu, tarihi bakımdan, yanlıştır; çünkü Rabiga
Sultan Begim ondan seksen sene sonra ölmüştür. Bu mescide ‘Cami-i Hazret’ ve
Türkistan şehrine de bu camii havi bulunmasmdan dolayı ‘Hazret-i Türkistan’
veya sadece ‘Hazret’ de derler. 6.000 kadar nüfusu olan bu harap ve terk
edilmiş şehirde bundan başka önemli birşey yoktur. Mimarî üslûbu noktasından,
bu eser, Emîr Timur zamanında Orta Asya’da vücuda getirilmiş başka mimarî
âbideleriyle aynı esas hatları haizdir. ”
Schuyler, Türkistan’da Rus istilâsının başladığı yıllarda, Türkistan’da
seyahat ederken Yesi’ye de uğramış ve Ahmed Yesevî’nin halk arasında yaşatılan
bir menkıbesini daha kaydetmiştir: Menkıbeye göre, Ahmed Yesevî, Cami-i
Hazret’in minaresine çıkıp başından beyaz sarığını çıkararak halka gösterir.
Türkistan halkı, bu zuhurâttan şehrin yakında Ruslar eline geçeceği anlamını
çıkarırlar ve buna dayanarak, Rus askerine karşı direniş göstermezler. Bununla
beraber, yine aynı seyyah önceki yazdıkları ile çelişkili bir şekilde, Cami’-i
Hazret Orta-Asya’daki bütün cami’lerden daha kutsal sayıldığı için, Rus
istilâsından önce bütün âlimler ve şehir halkı burada toplanıp üzerlerine
musallat olan Rus belâsının def’i için Allah’a niyâz ettiklerini de yazar.
Yesevî Külliyesinin Teknik Özellikleri
Projenin hesap işlemlerinde yarım ve çeyrek modüller vasıtasıyla
gerçekleşen bir inşaat tatbikatı yapılmış ve modüler sistem, Ahmed Yesevî
Türbesi yapımında geniş ölçüde kullanılmıştır. Modüler sistem, mimarî birimlerin
boyutlarının belirlenmesinde, iç ve dış bölümlerin orantılı olarak
gerçekleştirilmesinde, kapı, pencere açıklıkları ve dehliz girişlerinin
orantılı şekilde belirlenmesinde ve kemer, niş, kubbe ve çıkıntılı kısımların
inşaatında tatbik edilmiştir. Yer planında iki boyutlu ve uzay tasarımında üç
boyutlu olarak külliye inşaatı bölümlerinin muhteşem orantısı, kare şeklindeki
kenarların uyumluluğu ve ana bölümün eksen alınmasıyla belirlenmiştir.
Ahmed Yesevî Türbesi kusursuz ve iyi dengelenmiş bir yer planına
sahiptir. Giriş portalleri ve kubbeleri ile Ahmed Yesevî Külliyesi yer
planında 46,5 metre x 65 metre ölçülerinde muazzam bir dikdörtgen yapıdır. Bina
giriş yüzü güneydoğuya ve buna uygun olarak yan yüzleri güneybatı ve
kuzeydoğuya yönelik olarak inşa edilmiş ve külliyede mevcut olan bütün bölümler
ayrı ayrı tasarlanmıştır.
Türbenin ana giriş cephesinde her bir yanında iki kule ile yaklaşık 50
metre eninde olan ve kemer açıklığı 18,2 metreye ulaşan büyük bir portali ve
irili-ufaklı birkaç kubbesi vardır.
Külliye’de merkezi bölümün çevresinde çeşitli kullanım maksatları için
planlanmış otuzbeşten fazla bölme yer alır. Binanın altısı birbirine bağlanan
sekiz koridoru da iki katlı olup külliyenin tamamını bağımsız bölümlere
ayırmaktadır. Bu devasa kompleksin yer planı, sekiz oda grubundan ibaret
simetrik kütleler ve onların asimetrik detaylarını ihtiva eder.
Türbenin dış duvarlarının kalınlığı genellikle 1,5-2 metre arasındadır,
ancak merkezî bölümün duvarlarında duvar kalınlıkları 3 metreyi bulur. Ana
portalde, her iki yandan minareler tarafından kuşatılmış sağlam bir kemer
vardır. Girişteki bu kemerin genişliği 50 metre, açıklığı 18,2 metre ve
yüksekliği 37,5 metredir. Külliye giriş cephesinin eni ise, kulelere kadar
36,36 metredir.
Kemer burçları portalin tamamlanmamış yan kanatlarını örten bir üçgen
gibidir. Kemerin üst bölümü çinilerle kaplanmamıştır ve portal inşaatı bir
bütün olarak bitirilememiştir. Külliyenin görkemli kapı girişindeki ahşap
iskele kalıntıları bu yarıda kalmışlığın somut kanıtı olarak görülmektedir.
Bütün külliyenin odak noktası Hazret-i Pîr-i Türkistan’ın Kabir
Odası’dır. Derinleştirilerek bir yarım bir hücre biçimine getirilmiş niş
şeklindeki bölmeden ve oyma bir tahta kapıdan geçilerek Ahmed Yesevî’nin
sandukasını konuk eden “Gorhane” adı ile de bilinen kabir odasına
geçilir.
Kabir Odası’nın merkezinde Ahmed Yesevî’nin sandukası vardır. Açık yeşil
yeşime benzer bir taştan yapılmış olan 3,25 x 1,2 x 2 metre boyutlarındaki
sandukanın çıkıntılı köşeleri zarif bir şekilde oyulmuş ve köşe sütunları
bükülmüştür.
Ahmed Yesevî’nin sandukasının bulunduğu kabir odası kenarları yer
planında 7,2 metre olan bir kare şeklindedir ve iki kubbe ile kapatılmıştır.
Kabir odası duvarlarında bulunan dört sığ niş ve köşelerdeki sarkıtlarla
süslenmiştir. Kabir odasının sağ ve solunda 10 m. x 8 m. ölçülerinde iki
büyükçe oda ve ilave olarak daha birçok başka odalar da mevcuttur. Türbenin
kubbeleri ve duvarları çinilerle bezenmiştir.
Kabir odası bir çift kubbeye sahiptir ve Muhammed Hanefî Portali olarak
bilinen kuzeydoğu tarafından incelikli bir tezyinat ile bezeli bir kapı
görülür. Kabir Odası’nı taçlandıran ikili kubbeden içte olan kubbe yapısını
oluştururken, dıştaki kubbe sadece dekoratiftir.
Kabir Odası kubbesinin ayakları, köşelerdeki dört yayılmış destek
üzerinde ve bir kasnak şeklinde yükseltilmiştir. Odanın kubbesinin
kirişlerinin sathı, palmiye yaprağı şeklinde bir mozaik ve bitki dalı şeklinde
madalyonlarla bezenmiştir. Kubbenin silindiri ve çatısının destek bölümleri
ilgi çekici süsleme ve yazılarla bezeli renkli çinilerle kaplanmıştır. En
dışta, çapı 19 metre olan çatılmış kubbenin dış yüzünde 52 dilim vardır.
Dilimlenmiş kubbenin tam yüksekliği 21 metredir. Kubbenin kasnağı üzerinde koyu
mavi sırlanmış tuğladan yapılmış, büyük bir kufi kitabe vardır.
Sathı, müstesna bir şekilde fevkalade güzel olan kuzey portalinin
sütunlarının dörtte üçü altıgen çinilerle kaplanmıştır ve çeng şeklindeki sütun
başları maviye boyanmıştır. Direkler, kemer altları ve iç duvar mozaiklerle zarif
bir şekilde bezenmişlerdir.
Kabir odası zemini Tebriz mermeri ile kaplanmıştır.
Bakır kazanlı oda ve Kabir odasının Sefer Usta’nın bir çalışması olan
tahta oyma kapıları, estetik yönden gerçekten eşsizdir. Kabir Odası’nın oyma
kapısı zarif fildişi kaplamalarla bezenmiştir. Orta Asya ve Kazakistan’da çok
erken çağlardan beri var olan ağaç oymacılığı cami tezyinatında destek
sütunları üzerinde ve evlerde kapı eşikleri ve pencere kafeslerinde
uygulanmıştır. Ağaç oymacılığının en eski şekilleri, muhtemelen keçe çadırlar (=yurtlar)ın
ağaçtan kapıları, sandıklar ve kepçe, kâse, tas, tabak gibi gündelik ev
aletleri yapımında kullanılmıştır.
Kapının demirden çerçevesi altın yazılarla kaplanmıştır. Kapının
üzerinde Türbe’nin, Emîr Timur’un arzusu ile inşa edildiğine işaret eden bir
kitabenin yer aldığı bir taş plaka vardır. Önceki devirlerde yüksek
makâmlardaki idareci kişiler ve vecd derecesindeki kıdemli mürîdlerin
kuzeydoğu portalinin oyma kapısından Kabir Odası’na girişine müsaade edildiği
kaydedilmiştir. Sadece Bakır Kazanlı Oda’ya girmesine izin verilen halkın geri
kalanı türbeyi Kabir Odası’nın kapısından müşahede ile yetinmiş olmalıydılar.
Külliyenin ana mekânı olan ‘zikir meydanı’na giriş muhteşem portal
kemerleri arasındandır. Ziyaretçi, merkezî bölüme doğru ana giriş ön kapısının
kemerleri arasından geçerek 18,2 metrelik çapı ile halen Orta Asya ve
Kazakistan’da mevcut en büyük tuğladan yapılma kubbeyi taşıyan “Bakır Kazanlı
Oda”’ya girer. Zikir meydanında yedi metalin karışımından dökülmüş bir kazan
bulunduğundan bu bölüme ‘bakır kazanlı oda’ denilegelmiştir. Merkezî bölümdeki
Bakır Kazanlı Oda, kare şeklinde olup tek bir kubbe ile örtülmüş olan ve kare
şeklindeki zikir meydanının birbirine eşit kenarları 18,18 metredir.
Külliyenin ana mekânı; zikir meydanı olarak kullanılan ‘bakır kazanlı
oda’nın kubbesinin ebadı 24,8 metre, çevresi 78,8 metredir. Buradaki kubbenin
çapının iç ölçümü 18,2 metre iken dış yüzeyden çapı 20,5 metreye ulaşmaktadır.
Külliyenin merkezî bölümü olan “bakır kazanlı oda” üzerindeki kubbenin yerden
en yüksek noktasında ulaştığı 37,5 metrelik irtifa binanın içeriden yüksekliğini
de verir. Bir sekizgen üzerindeki kubbe ayakları, aşağıda sarkıtlar tarafından
gizlenmiş durumdaki ve bir kare üzerine oturan payandalarla desteklenmiştir.
Bakır kazanlı oda, kabir odası ve mescid duvarları içeriden alt kısmında
1,5 metre yüksekliğinde açık mavi altıgen çinilerden oluşan parlak bir çini
tabaka ile kaplanmış ve ilave edilen mozaik madalyonlarla bezenmiştir. Zemine
yakın seviyede kolay oyulabilen bir taştan yaprak şeklinde nakışlar oyulmuş bir
kuşak bulunuyordu.
Kabir Odası’mn nişindeki orijinal mozaik panel ve yine bu bölümdeki
parlak renkli çini sütunların dörtte üçü günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.
Rivayete göre iki ton ağırlığındaki ve üçbin litre su alma kapasitesindeki
dökümden bu dev kazanın, altı şamdanın ve iki kapı halkasının dökümünde demir,
çinko, kurşun, kalay, bakır, gümüş ve altın olmak üzere yedi metalden bir
alaşım (bir tür bronz) kullanılmıştır.
Kara bakır kazan, Türkistan şehrinin 25 kilometre kuzeyindeki Karnak
nahiyesinde Tebrizli Servereddin’in oğlu Abdul-Azîz Usta tarafından dökülmüştü.
Bakır kazanlı odanın ortasında duran, iki ton ağırlığında, ağız kısmında çapı
2,45 metre olan ve altmış kova su alabilen dökme kara bakır kazanda hafif
olarak tatlılandırılmış su bulunurdu. Dervişlerin tedavi edici olduğunu
söyledikleri, şifalı olduğuna inanılan bu kutsanmış su, Cuma namazı sonrasında
inananlara dağıtılırdı.
Külliyenin güneybatı bölümünde yer alan ve son derecede ilginç bir
mimarî yapı olan külliye mescidi, duvarlarındaki dört niş sayesinde
genişletilmiş bir bölümdür. İlave duvar kemerlerinin genişletici yardımı ile
zeminde kare haline getirilen mescid, kasnağında onaltı pencerenin yer aldığı
iki küçük kubbeye sahiptir. Yer planında çok köşeli çapraz bir bölme olarak
görülen mescidin kapısı Bakır Kazanlı Oda’ya ulaşan bir koridora açılır. Planda
altı köşeli yıldıza benzeyen mescidin köşelerinde yer alan garip şekilli
sarkıtlar, destekleyici kemerlerin alt bölümüne asılmıştır. Mescidin duvarları,
altıgen şeklinde açık mavi sırlanmış çiniler ile kaplanmıştır.
Mescidin güney tarafında yer alan Kâ’be’ye yönelik 3.5 x 2.5 metre
ölçülerindeki müzeyyen mihrab Mescide spesifik bir ihtişam katar. Yüzeyi mozaik
ve bitki desenli renkli çinilerle bezeli olan mihrab sivri kemeri ile bir niş
yapısında olup açık ve koyu mavi renkte mozaik zemin üzerinde beyaz harflerle
Kur’an’dan âyetlerin yer aldığı dikdörtgen şeklinde dekoratif bir çerçeve ile
çevrelenmiştir. İşlemelerinde altın kullanıldığına dair izler bulunan dikdörtgen
çerçevenin bütün yüzeyi zengin bir şekilde bitki desenleriyle süslenmiştir.
Mescidin mihrabının iki tarafında İsfahanlı bir san’atkâr tarafından 1494’de
yapılmış çok büyük iki şamdan vardı.
Bu Mescid’de cumaları yapılan ibadetler günümüze kadar devam etmiştir:
Cuma namazı bittikten sonra, öğle vakti keçe ve kamış hasırlar, halılar
üzerinde mihraba yönelik halkada sıkışık olarak sıralanılarak oturulur,
dervîşler yüksek ama disiplinli bir tonda seslenerek ‘zikir töreni’ni
başlatırlardı: “Hüvel Hayy’ül Kayyum..!” ve dervişlerin arka tarafında
ayakta duran mürîdler Hoca Ahmed’in Hikmetleri’nden bölümleri makâmla bir
ağızdan koro halinde okurlardı. Bu büyük koronun sesi türbe duvarlarının çok
ötelerinden işitilebilirdi.
Yesevî Külliyesi Müştemilâtı
Bakır kazanlı odadan iki katlı sekiz koridor yoluyla kabir odası hariç
bütün bölümlere geçilebilir. Bu koridorlar, yapıyı her biri muhtelif maksatlar
için tasarlanmış odalara sahip sekiz bölüme ayırır. Külliyede büyük Aksaray ve
küçük Aksaray’ların yanı sıra daha birçok hücreler de mevcuttur.
Güneydoğu bölümünde alt katında çıkmaz nişlerle sonlanan uzun geçitler ve
üst katında galerilerden oluşan ve geleneksel Türkistan pilavı başta olmak
üzere tekke yemeklerinin hazırlandığı “halım-hane” (mutfak) yer alır.
Külliyenin kuzeydoğu bölümünde su bulunan bir oda ‘kudukhane’
(kuyu odası), kuzeybatı kısmında ise iki uzun geçitte yerleşmiş büyük Aksaray
vardır.
Güneybatı ve kuzeydoğu kısımlarında tasarımdakinden farksız olarak küçük
Aksaray, ‘kitabhane’ ve iki katlı hücrelerin yer aldığı iki katlı bölüm
yer alır. Kitabhane bölümü çok sayıda kitap ihtiva ederdi.
Türbenin güneydoğusunda erbain çıkartmak üzere kırk gün oruç tutmak ve
niyetlerinin kabulü için dua etmek isteyenler için “halvethane” denilen
yeraltı hücreleri bulunmaktadır. Kitabe bu yeraltı hücrelerinin ilk olarak
Ahmed Yesevî’nin yaşadığı sıralarda görüldüğünü ve daha sonraları yeniden
yapıldıklarını bildirmektedir.
Daha sonraları külliyenin batı tarafında mescide bitişik olarak bir “taharethane”
(abdest yeri) de yapıya eklenmiştir.
Kitabhane ve Aksaray bölümleri transvers kemer ve yan kemerler ile
örtülmüştür ki bu örtme tekniği küre ve koni şeklinde çatılar ile kemerli
türbe ve eyvanların kuruluşunu sağlamıştır. Bu bölümlerdeki tavanlarda
kemerleri destekleyen bölmeler arası elemanlar son derecede geliştirilmiş
mimari yeniliklerdir. Kubbe altındaki alanın çapraz biçimi, duvarlardaki
nişlerin genişletilmesi ve derinleştirilmesi ile elde edilen ananevi bir
tarzdır.
Ana bölümler olan Bakır kazanlı oda, Kabir odası ve Mescid’de iki katlı
kemer altı alanlar yoktur; bu bölümlerin her birinde duvar merkezlerinde yer
alan dörder niş vardır. Kubbenin iç yüzleri ardıç ağacından desteklere
tutturulmuş ilgi çekici şekiller sergileyen sarkıtlarla dekore edilmiştir.
Kubbe zeminini içten maskeleyen bu sarkıtlar kubbenin bakiyesi olan ayaklar
üzerine yayılır. Harikulade kemerler ve at nalı şeklindeki trigonal kirişler,
ana kapı yanındaki toplantı salonunun yanlarındaki kare şeklindeki hücreleri
örten altıgen şeklindeki küçük ve düz çatılan da destekler. Küçük Aksaray ve
Kitabhane bölümleri de at nalı biçiminde kirişler desteğinde çatılmıştır.
Türbenin dış duvarları boydan boya üç bölüme ayrılmıştır: Duvarın orta
kısmında girih adı verilen büyük bir geometrik motif ve bazı işlemeli
yazılar; üst bölümde epigrafik bir tezyinat ve en alt kısımda ise kaideyi
oluşturan 1,85 metre yükseklikte bir taş panel vardır. Duvar kaidesi ortasına
çini yerleştirilmiş sarı kireç taşından inşa olunmuş ve çini levhalar ile
şekillendirilmiş bir desen ile dekore edilmiştir.
Türbenin üç cephesinde üst kenarı takip eden kuşak şeklindeki epigrafik
tezyinatı oluşturan hat yazıları Kur’an-ı Kerim’in 6. En’am sûresinden alınmış
olan 59-63. âyetleri ihtiva eder:
6:59. Gaybm anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan baskası
bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışmda bir yaprak bile
düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne
varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.
6:60. Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne
işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi
dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadir. Sonunda O,
yaptıklarınızı size haber verecektir.
6:61. O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size
koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli
melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.
6:62. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler.
Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nündür ve O hesap görenlerin en çabuğudur.
6:63. De ki: Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden)
sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O’na gizli gizli yalvararak “Eğer bizi bundan
kurtarırsan and olsun şükredenlerden olacağız” diye dua edersiniz.79
Yazı fırınlanmış tuğla rengi bir zemin üzerinde sırlanmış küçük çinilerle
şekillendirilmiştir. Tezyinat bölgesi parlak çiniden iki kenar ile
sınırlanmıştır. Bu tezyinat alanının yüksekliği kenarlar katılmadan 2,37 metre
ve kenarlarla beraber 2,62 metredir. Yazılar, mavi çinilerden işlenmiş ve mor
renkte sırlanmış tuğla ile çevrelenmiştir.
Binanın her iki arka köşesi, taş kaide ve epigrafik tezyinat bölgesi
arasında yerleştirilmiş silindir şeklindeki sütunların dörtte uçunu barındırır.
Bu sütunlar da kufî yazılı kitabelere sahiptir. Taş kaide ve epigrafik tezyinat
arasındaki duvarların oluşturduğu pürüzsüz alan, fırınlanmış tuğlalardan
yapılmış ve koyu mavi bir süs kuşağı ile donatılmıştır. Orta bölüm bazı zikir
ve dualardan ibaret olan açık mavi kufi yazılarla donatılmıştır: “Allah,
Muhammed, Elhamdülillah, Allahüekber, Lailahe İllallah...”
Duvarların yapımında bütün renklendirilmiş çiniler düşey planda yer
alırken, sırlanmamış olan tuğlalar yatay olarak duvarın cephesini oluşturmak
üzere yerleştirilmişlerdir. Bu işlemeli cepheler, bütün bina etrafında aynı
seviyede olmak üzere taş destekleyici kaidenin bir bandı tarafından desteklenmiştir.
Parlak renkli çiniler, bütün pencere boşluklarını, İlyâs Han Nişi olarak
bilinen kuzeydoğu cephesindeki niş kemerini, Muhammed Hanefî portali olarak
bilinen kuzeydoğudaki giriş kemerini ve Bakır kazanlı oda’nın bütün
cephelerindeki kemerlerin etrafını çevreler.
Türbenin kuzeydoğu cephesinde İlyâs Han nişi üstünde epigrafik
tezyinatın sonlandığı yerde bulunan koyu mavi çiniler üzerinde Ahmed Yesevî
Türbesi’nin üç cephesinin tamamını çinilerle bezeyen usta olan “Şiraz’lı Hoca
Haşan” ibaresi ve Hicrî 800 tarihi bulunmaktadır. Kabir odasının üzerinde
çatılı kubbe kasnağının üst kenarındaki bir altıgen çini üzerinde de kubbeyi
kaplayan çinilerin döşenmesinden sorumlu olduğu anlaşılan mozaik san’atkârı
Şiraz’dan Şems AbdulvehhabTn adının kaydedildiği bir kufî yazı yer almaktadır.
Bakır Kazanlı Oda, Kabir Odası ve Mescid duvarları alt kısmında 1,5
metre yüksekliğinde açık mavi altıgen çinilerden oluşan parlak bir çini tabaka
ile kaplanmış ve ilave edilen mozaik madalyonlarla bezenmiştir. Zemine yakın
seviyede kolay işlenebilen bir taştan imal edilen yaprak şeklinde nakışlar
oyulmuş bir kuşak bulunuyordu. Kabir Odası’nın nişindeki orijinal mozaik panel
ve yine bu bölümdeki parlak renkli çini sütunların dörtte üçü günümüze kadar
ayakta kalabilmiştir.
Bir zamanlar bakır kazan, bazılarının uçlarında hilal ve âyet yazılı
küçük levhalar olarak dökülen âlemler ve tepelerinde kadim Türk geleneğine
uygun olarak atkuyruğundan imal edilen püsküller bulunan on mızrak (=tuğ)
tarafından çevrelenmişti.
Türbedeki dervişler, Türkistan’ın her yerinden gelen ziyaretçilerden
isteyenlere büyü, nazar gibi istenmeyen işlere karşı koruma sağladığına
inanılan “uğur tılsımları” verirdi; sonraları bu tılsımlara 18. yüzyılda Hoca
Han Usta tarafından yapılan ve merkezinde “Hazret Sultan Hoca Ahmed” ibaresi
oyulmuş bir yuvarlak mühürün bağlandığı bilinmektedir. Bu mühürün orijinali
Tataristan’daki Kazan Devlet Üniversitesi tarafından 1896 yılında
arşivlenmiştir. Şiraz’dan Taceddin’in oğlu kakmacı İzzeddin Hoca’nın imzasını
taşıyan altın ve gümüş kaplamalı, bronz kabartmalı kapı tokmakları ve halkaya
benzer şekildeki şamdanlar tatbikî sanatların güzel örnekleridir. Kabir
Odası’nın iç kapılarındaki dökme halkalardan birisi yapıldığı tarih olan H.797
(M. 1395) tarihini taşır. Bronz şamdanlar üzerindeki yazılar da yapıldıkları
tarih olan H. 20 Ramazan 799 (M. 17 Haziran 1397) tarihini gösterir. Bu
tarihler türbenin yapım tarihi hakkındaki çelişkili rivayetlerin sağlaması
için önem taşır.
6. Yesevîyye Tarîkatı: Yesevîlik Yolu
Birçok yönüyle Türklere has bir tarîkat sayılabilecek Yesevîlik,
Nakşbendîlik’in ortaya çıkmasına kadar Türk ülkelerinin en yaygın tarîkatı
olarak hüküm sürmüştür. Nakşbendîlik Buhara’da ortaya çıkıp bütün Türkistan’da
hızla yayıldıktan sonra -Nakşbendîlik’in Yesevîlik’le silsileler arasındaki
ilişki dolayısıyla Ahmed Yesevî’nin ününe hiçbir halel gelmemekle
beraberbilhassa Mâverâünnehir Türkleri arasında büyük bir yer edindi ve bir
asır kadar sürede Horasan ve Hârezm’e de yayıldı. Şah-ı Nakşbend’in zuhurundan
sonra Nakşbendîyye tarîkatı, Türkistan Türkleri arasında çok yayılmış, daha
önce gelişen Yesevîyye tarîkatının nüfuz sahasını bir anlamda daraltmıştır.
Ancak Nakşbendîlik’in Türkistan’da egemen olduğu asırlarda da, Yesevî
şeyhlerinin Türk dünyasının her tarafında faaliyetlerine devam ettikleri
görülmektedir. Genel çizgileriyle Yesevîlik ile büyük bir farkı bulunmayan
Nakşbendîyye’nin bütün Orta Asya ve daha sonra Afganistan, Hindistan, Kazan,
Orta Doğu ve nihayet Anadolu’da çok geniş bir coğrafyada yayılıp benimsenmesi
Yesevî dervişlerinin daha önceden bu iklimlerde yaptıkları faaliyete bağlı
olarak kolaylaşmıştır.
Yesevîlik yolunun takibçilerinin mensub olduğu tarîkat, literatürde ‘Yesevîyye’
olarak bilinmekle beraber, Ahmed Yesevî’nin ‘Hazret Sultan’ lakâbından mülhem
olarak ‘Sultâniyye’ ve cehrî zikir yapmaları sebebiyle ‘Cehrîyye’
olarak da adlandırılmıştır. ‘Yesevîyye’ mürşîdlerinin çoğunlukla Türk
olması sebebiyle Hazînî gibi bazı müellifler tarafından ‘Silsile-i Meşâyıh-ı
Türk’ olarak da adlandırıldığı görülmektedir. Yesevîyye silsilesinden olan ve
sadece Türkçe sohbet ettiği için ‘Türkçü Ata’ olarak anılan bir Yesevî
şeyhinin kabrinin Muhammed Salih Hoca isimli müellifin “Tarih-i Cedide-i
Taşkend” kitabında bugünkü Özbekistan’ın başkenti Taşkend’in Çağatay kapısı
semtinde önemli ziyaretgâh olarak kaydedilmesi Yesevîlik yolunun Türk
karakteri ile ilgili önemli bir belgidir.80 (Yakın dönem
mürşîdlerinden olan Abdullah Dağıstanî’nin de, 1936’da yerleştiği Şam’daki
Cebel-i Kasiyyun dağındaki dergâhında 1973 yılında vefat edene kadar -Arab
olsun, Türk olsuntüm ziyaretçilerine Türkçe sohbet verdiği bilinir.)
Ahmed Yesevî’nin esaslarını belirlediği Yesevîyye tarîkatı, Nakşbendîyye
tarîkatından başka, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan Kübrevîyye,
Mevlevîyye; Bektaşîyye tarîkatları ile Hind yarımadasında yaygın olan Çiştîyye
gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir.
Buhara’dan ayrılarak bir mürşîd olarak doğduğu topraklara dönen Ahmed
Yesevî derin bir kavrayış ile atayurdu Türkistan’daki insanların manevî
ihtiyaçlarını anlamağa çalışmış, bozkırın rûhânî açlığının giderilmesi için
gerekli olan ruhî donanımı oluşturmağa yönelmiştir. Manevî kişiliğinin
teşekkül ettiği çevrenin niteliği dikkate alındığında kolayca anlaşılacağı gibi
Ahmed Yesevî’nin tasavvufî irşad faaliyetinde uyguladığı metodun başarısı
teslim edilmelidir. Şeriat hükümlerine sıkı sıkıya bağlı; uzak görüşlü, sağlam
muhakemeli kâmil bir Türk mutasavvıfı olan Ahmed Yesevî zâhir ve bâtın
ilimlerinde zamanının bütün ricalinden ileride idi. Mürîd ve muhîblerin81
irşad çalışmalarından kalan bütün vaktini ibadet ve taat ile geçirdiği
bilinmektedir.
Şeriat hükümlerine karşı bazen dikkatsizce hareket eden, cezbesi galip
büyük bir kısım sûfîlerden sâdır olan ve onların zâhir âlimleri tarafından
suçlanmasına yol açan fikirler ve temayüller Yesevî geleneğinde kendisine yer
bulamamıştır. Dîvân-ı Hikmet dikkatle incelenirse hikmetlerinde halkı
şüphelere düşürecek itikadları sarsacak aykırılıklar bir yana şeriatı küçümseyen
en ufak bir îmaya, gizemli bir yapılanmayı doğuracak özel imgelemelere dahi
rastlanmaz.
Bir kısım İran sûfîlerinin eserlerinde görülebilen hülûl, tenâsüh gibi
aykırı fikirleri çağrıştıran ibareler Hazret Sultan Yesevî’nin şiirlerinde
yoktur. Bir vakit namaz kılmayanın kâmil bir mü’min olamayacağını söyleyecek
derecede dinî kurallara bağlılık gösteren Hazret Sultan Yesevî, her hikmetinde
günahlarından bahsederek istiğfar eyler, Rabb’inin büyüklüğünü yâd edip tevazu
ile mağfiret diler; yahut cennet ve cehennem hallerinden, sûfîyâne menkıbelerden
bahseder. Vahdet felsefesine en çok daldığı, “Allah ile Birliktelik”
makâmından, “Ölmeden Ölmek” sarayından, “Allah’ta yok oluş” deryasından en çok
bahsettiği zaman bile şerîat sınırlarını unutmaz.
Yesevî’nin etrafında o kadar çok mürîd toplanabilmesinde, din
ilimlerindeki derin bilgisi kadar, şerîat sınırlarını korumaktaki
hassasiyetinin de etkisi vardır. Bu sınırlar çerçevesinde belirlediği
tarîkatının esaslarındaki basitlik ve kesinlik dikkat çekicidir.
Tasavvufu bilinemez, anlaşılamaz bir gizem yumağı olmaktan çıkarıp her
insanın anlayabileceği ve gereklerini yerine getirebileceği popüler bir akıma
dönüştürmesi ve halkın tamamen anladığı bir dil ile, alıştığı bir söyleyiş ile
hitab etmesi de Yesevîyye tarîkatının bir üstünlüğü olarak kaydedilmelidir.
Yesevîyye tarîkatının, tarihî kaynaklardan çıkartılan esaslarına dikkatle
bakıldığında Hazret Sultan Yesevî’nin bıraktığı tasavvufî mirasın niteliği
ortaya çıkar. Yesevîyye bütün müminlere farz olan ibadetlerin ötesinde nafile
olarak adlandırılan namaz, oruç, zikir, halvet ve diğer bütün ibadetler yanı
sıra ayrıntılı olarak tarif edilen riyâzetler ile nefsin terbiyesini ve mutmaîn
olma yollarını göstermiştir.
Yesevî Yolunun Teorik Esasları: Şeriat-Tarikat-Hakikat
Buradaki bilgilerin nakledildiği Mir’âtü’l-kulûb
risâlesindeki tasnife göre Ahmed Yesevî tasavvufî yolunu klasik
şeriat-tarîkat-hakikat üçlemesi ile açıklamakta ve bunu Hz. Rasûlullah
(s.a.v.)’den rivayet edilen “Şerîat söylediğim sözlerim, tarîkat yaptığım
fiillerim (işlerim), hakîkat ise halimdir.” sözlerine dayandırmaktadır.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) şerîat söylediğim sözlerdir demekle yetindi,
tarîkat söylediğimdir demekle yetinmedi, yaptığım işlerdir dedi. Bu hadisin
yorumu şöyledir: Demişlerdir ki: Hz. Rasûlullah (s.a.v.) mi’rac gecesinde Allah
(c.c.) ile vâsıtasız olarak doksan bin konuda sözleşti. Otuz bini şeriatla,
otuz bini tarikatla ve otuz bini hakîkatla ilgili idi. Hakk Teâlâ’dan fermân
geldi ki: “Şerîat sözlerini mü’min, kâfir ve fâsık herkese anlat. Tarîkat
sözlerini dileyen ve taleb edenlere anlat, ama hakîkatı aslâ kimseye söyleme...
”
Hz. Hâce Ahmed Yesevî’den çok önceleri, Âdem (a.s.)’a şerîat verildi.
Sıra İbrâhim (a.s)’a gelince tarîkat verildi, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e
gelince hakikat verildi. O zaman Hz. Rasûlullah (s.a.v.) münâcâtta bulundu:
“İlâhî! Bu hakîkatla yürümek zordur. Ümmetlerim bu yolla amel edemez, âsî
olurlar, deyince Allah Teâlâ (c.c.) fermân buyurdu: “Senin ümmetlerine şeriatı,
tarikatı ve hakikati verdim. İsterlerse ikisinden yürüsünler. Ama ey Muhammed
(s.a.v.)! Hakikati herkese söyleme, ancak ârif82 ve âşık olanlara
açıl, söyle. Çünkü bu anlatılamayacak sır ilmidir, dil ile anlatma...” dedi.
Şerîat îmânı, tarîkat îmânı ve hakikat îmânı nasıl olur? diye sorulursa cevap
olarak de ki: Şerîat îmânı, kelime-i tayyibe “Lâ ilâhe illallâh” okumak;
tarîkat îmânı, Allah Teâlâ (c.c.)’dan korkmak ve hakikat îmânı, dürüstlük ve
samimiyet ile Hakk Teâlâ (c.c.)’ya yönelmektir.
SultânüT-ârifîn Ahmed Yesevî “Şerîat, zahiren uzuvlarla amel etmek;
tarîkat, kalp ile amel etmek; hakîkat ise sır (kalbin içindeki cevher, gönül)
ile amel etmektir.” sözü ile bu izahı genişletir. Burada Mir’âtü’l-kulûb^
risalesini esas alarak bu üçlü tasnifi temel alarak Yesevî yolu, ortaya
konulacaktır:
Bu Mir’âtü’l-kulûb risâlesinin yazılmasının sebebi şu idi ki, tüm
sûfîler, sabah ve akşam belki sürekli zikir halkasında doğru bir hâl içinde
iken, günlerden bir gün Hazret Sultân Ahmed Yesevî’ye: “Şeyhlik ve mürîdlik
hakkında ve bu yüce silsilenin sülük (usûlü) ve tarîkatı konusunda bilgi
verseniz, sizden sonra ehl-i tarîkata hâtıra kalır”, diye arzettiler. Sonra bu
risâleye Mir’âtü’l-kulûb adı verildi yani ‘Gönüller Aynası’. Her kim
aynaya baksa yüzünü görür ve gayb aynası olsa onu da (= gaybı da) görür. Binâenaleyh
her kim bu kitabı okusa ve kendi kusurunu görüp bilse, onu telâfiye çalışıp
tevbe ve istiğfâr ile benliğinden geçse, ümit edilir ki Allah Teâlâ o kusur ve
günâhı afveder. Her sâlik ki bu risâleyi okusa veya okuyandan dinleyip amel
etse, kalp gözünü açsa, onsekiz bin âlemdeki acâîb ve garîblikleri görse,
kıyâmette -inandık ve tasdîk ettikAllah Teâlâ Zülcelâl (c.c.) ile
buluşup keyfiyetsiz olarak VechullahT görse, (bu) hiç acâîb ve garîb (bir hâl)
olmaz.
SultânüT-ârifîn Yesevî, muhabbet, yakıcı ateş ve şevk diyerek bu Mir’âtü’l-kulûb
risâlesini üç bölüm üzerine binâ ettiler. Zîrâ Hak Teâlâ, “kullarım bana
yaklaşsın”, deyip din ve İslâm yolunu bahşetti. O yola üç isim verdi. Birinci
şerîat, ikinci tarîkat, üçüncü hakîkat. Bu sebeple (bu risâle) üç bölüm üzerine
binâ edildi.
Şerîat Hakkında SultânüT-ârifîn Ahmed Yesevî der ki: Kendisine
uyulan önder insanlar şerîat önderleri, tarîkat önderleri ve hakîkat önderleri
olarak üç kısımdır. Şerîat önderleri âlimler ve sultanlardır. Eğer âlimler ve
sultanlar şerîatta emredilene uyup yasaklanandan sakınır ve başkalarına da (bu
emir ve yasakları anlatıp) emrederlerse doğru yoldan şaşmazlar. Onlara uyanlar
da şaşmazlar. Eğer bu şartlarla birlikte olmazlarsa, şerîat yolundan saparlar.
SultânüT-ârifîn Hz. Hâce Ahmed Yesevî buyururlar ki: Şerîat, uzuvlarla
yani zahirle amel etmektir. Uzuvlarla (bi’l-erkân) kelimesinden
maksad, farz, vâcib, sünnet ve edeblerin tümü olur. Ama şerîatla yürürüm deyip
iddiâda bulunanlar, müslüman olarak adlandırıldılar. İddiâlara mâneviyât
gerekir. O mâneviyât da şudur ki, Hakk Teâlâ (c.c.)’nın emri kullarına iki
şekilde olur: Emredilen iyi işler (farz) ve yasaklanan kötü işler (haram).
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz;
iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz” buyurdu. Mü’min ve müslüman diye
adlandırılanlar, tüm emredilenleri yerine getirip yasaklananlardan sakınsalar,
şerîatta iddiâları doğru, mü’min ve müslümanlıkları da dürüst olur. Hakk Teâlâ
(c.c.)’nın hakîkî kulları olurlar.
Eğer (insan) emredileni yerine getirmez, yasaklanandan sakınmaz ise,
mü’min ve müslümanım diye iddiâsı yalandır ve kendisi yalancıdır. Emredilen
şudur ki, dîne uygun olan herşeyi kabul etmek ve başkalarına da onu emretmek.
Yasaklanan şudur ki, küfür, nifâk, şüphe, şirk, kendini beğenmek, gösteriş
yapmak, zulmetmek, haram yemek, yalan söylemek, gıybet yapmak, zinâ etmek,
içki içmek, uyuşturucu bitki (beng) yemek ve mü’minlere haksız yere zulmetmek.
Bir kişi nehyedilen bir kötülüğü yapıyor olsa, ona engel olmak gerekir.
Eğer eliyle gücü yetmese diliyle, diliyle gücü yetmese gönlüyle o kişiye buğzu
olsun (ki bu sonuncusu) îmânın zayıflığındandır. Eğer mü’min o (kötülüğü) görüp
engel olmasa, onu yapanın günahına ortak olur.
Bunlardan tarîkat önderleri şeyhler ve sûfîler; riyâzât ve çile çekip
gönül âlemlerini açsalar, yetmiş makâmdan geçip gâib ruhlar ve meleklerle
sohbet etseler, tarîkat yolundan sapmazlar. Şu tür büyüklere tâbi olanlar da
sapmazlar. (Ama onlar) bu şartlarla birlikte olmazlarsa tarîkat yolundan
saparlar, onlara uyanlar da saparlar. Sûfî Muhammed Dânîşmend der ki: Hangi
şeyh yetmiş makâmdan geçmeden şeyhlik ve önderlik iddiâsında bulunsa iddiası
bâtıl (geçersiz) olur.
Tarîkat Hakkında Hz. Hâce Ahmed Yesevî şöyle buyurdular:
Allah Teâlâ, o Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e emretti ki: “İbrahim’in doğru
dînine tâbi ol!” Ve yine emretti ki: “(Siz de) onun doğru dînine tâbi
olunuz.” Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), kâinâttaki herkesin (ve herşeyin)
önderi idiler. İbrahim'in dînine uyun demekte hikmet nedir? Cevap: Allah en
iyisini bilir, hikmet odur ki, İbrâhim (a.s)’ı “atanız” diye
zikretti. Oğul, ataya tâbi olur. Pekiyi, İbrâhim (a.s)’ı “atanız” diye
zikretmesinin hikmeti nedir? Cevap: İbrâhim (a.s)’dan önce tarîkat verilmedi.
İlk tarîkat İbrâhim (a.s)’a verildiği için “atanız” dedi. Haberde
nakledilir ki: Ruhların aslı, Muhammed (s.a.v.)’dir ve cesedlerin aslı Âdem
(a.s)’ın cesedidir. Tenler (bedenler) atası, Âdem (a.s)’ın tenidir, demişler. En
iyisini bilen Allah’tır. Hz. Muhammed (a.s)’ın rûhundan önce ruh yaratılmadı
ve dahi Âdem (a.s)’ın zâtından önce beden yaratılmadı. Bu sebeple Hz.
Rasûlullah (s.a.v.)’in rûhu ruhların atası oldu. Âdem (a.s.)Tn bedeni de
bedenlerin atası oldu.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular:“Söz, fiil ve hâlleri yönünden,
kavmi içindeki şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir. „ İşte mürîd, böyle
bir şeyhe bağlansa bu uygundur. Ve böyle bir şeyh, inkârcı ve münâfıklara doğru
yolu göstermek için kerâmet gösterse bu câiz olur.
Şeyhle mürîdin hâli şuna benzer ki, bâliğ olmamış (küçük) oğlana annesi
nasıl şefkatle davranırsa, şeyh de mürîdi merhamet ve muhabbetle öyle terbiye
eder.
Ahmed Yesevî’den Sûfî Muhammed Dânîşmend şöyle nakleder: (İnsanda)
kalb-i selîm olmadıkça tarîkata girmesi câiz olmaz. Her kim dört deryâdan
geçse, kalb-i selîm olur: 1. Dünya deryâsı, 2. Halk deryâsı, 3. Şeytan deryâsı,
4. Nefs deryâsı. Bu deryâlar için gemi gerekir, gemisiz geçilmez.
Birinci Dünya deryasının gemisi zühd, yiyeceği kanâat, âlimi (veya
bilgisi) horlanıp küçümsenmek, gemisinin demiri sabırdır.
İkinci Halk deryâsı, onun gemisi ümîdi kesmek ve uzlet, gemi demiri
ayrılık, oturuşu halvettir (yalnızlık).
Üçüncü Şeytan deryâsının gemisi zikir, yiyeceği tesbîh, demiri korku ve
ümit, oturuşu muhabbettir.
Dördüncü Nefs deryâsı, gemisi açlık ve susuzluk, yiyeceği aşk, demiri
zevk, oturuşu şevktir. İşte bu deryâlardan geçen kimse tarîkat yoluna lâyık
olup kalb-i selîm elde eder.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular: Tarîkat, benim fiillerim; yani
yaptığım işlerdir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.) gecelerde aslâ uyumazlardı. Zikir
ve tesbîhten bir ân bile uzak kalmazlardı. Sadece gündüz öğle vaktinde kaylûle
uykusu yaparlardı. Yemeği az yerdiler.
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular: “Gözlerim uyur ama kalbim uyumaz. „
Yani, göz uyur ve gönül uyumaz.
Hz. Dâvûd (a.s.) Hakk (c.c.)’a yalvarıp dedi ki: İlâhî! Dünyâda sultan
denen kulların var ve onların hazîneleri var. Pekiyi, senin hazînen nerdedir?
Mevlâ azze ve celle’den fermân geldi: “Ey Dâvûd! Benim hazînem, mü’min
kullarımın gönülleridir. Dünyâda sultan denen kullarım hazînelerine zaman
zaman bakarlar. Yâ Dâvûd! Ben o gönül hazîneme hergün üçyüz altmış kere
bakarım”. Binâenaleyh, bu özellikteki gönül belki Kâ’be’den daha üstün olur,
onun için Kâ’be’yi Hz. İbrâhim binâ etti, gönlü ise Rabbü’l-Celîl binâ etti. Bu
görünen Kâ’be’ye tüm yaratıklar nazar eder ama gönle (sadece) Hak Teâlâ nazar
eder.
İşte o önder (şeyh) ki, bu özellikteki gönül âlemini açsa ve yetmiş
makâmdan geçse, onun şeyhlik yapması kabûl edilir. Eğer bu özellik olmadan
önder olsa yalancıdır. Böyle şeyhten sakınmak gerekir. Gönül âlemi açılmış olan
bir mürşîd-i kâmilin nazarı müridin üzerine düşse, o mürîd bayılıp yıkılır.
Şeyh Ahmed Yesevî nakleder ki: Yetmiş makâmın ilmini bilmek gerek, ondan
sonra Mevlâ azze ve celle’den yardım gelirse (yüksek) makâma ulaşır.
SûfîMuhammed Dânîşmend der ki: Keşfu’l-kubûr (kabrin içindekileri
görmek) ve keşfu’l-kulûb (kalbin içindekileri görmek) bu makâmlar
cümlesindendir. Bunlar (diğer makâmlardan) daha küçük olanlardır. Bu kıyâs ile
(bu şekilde), bir kimse yetmiş makâmdan geçse, sonra şeyhlik makâmına oturup
mürîd edinmesi, zarûret hâlinde adak alması ve ihtiyaç hallerinde velîlik hâli
makâmından haber vermesi ve (kerâmet) göstermesi câiz olur ve kabul edilir.
Böyle yetmiş makâmdan geçmeden ve gönül âlemini açmadan bir şeyh mürîd edinse
ve (şeyh gibi) davransa bu câiz olmaz.
Hakîkat Hakkında Hazret Sultan Ahmed Yesevî dedi ki: Hakîkat,
gönülle amel etmektir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.), “Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol”M âyetinden korkup, “Hanîf olarak (Doğru yola
yönelerek) İbrahim’in dînine uy”85 âyeti ile amel etti. (Hakk’a)
mi’racı buldu, yetmiş bin makâmdan geçti ve Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e yetmiş
makâmda âyet geldi. (Hakk Teâlâ) yetmiş bin hicâbı, yetmiş makâm içine koydu.
Yetmiş makâmı da yedi yakîn (kesin ve gerçek bilgi) içine koydu. Bunlar
isme’l-yakîn, resme’l-yakîn, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn,
hakîkat-ı hakka’l-yakîn ve Hakk-ı Hakka’l-yakîndir. Bu yedi yakîni de mücâhede
(çaba ve çile) ile koydu. Mücâhedeyi de HakTeâlâ’nın inâyeti (lütfü ve yardımı)
içine koydu.
Allah Teâlâ’nın kelâmı: “Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım
dileriz,, diye fermân gelince Hz. Rasûlullah (s.a.v.) Hz. Mevlâ azze ve
celle’den inâyet dileyip mücâhede etti. Yetmiş bin makâmı geçti, hakîkata girdi
ve onun varlığını gördü. Gönül mi’racı yaptı. Beden miracı da ondan haber
verir. Bilesin ki, Hz. Hz. Rasûlullah (s.a.v.), miracda Rabbu’l-izzet’e
varıncaya kadar elli mertebe aştı.
1.
Akıl, 2. O’nun (Hakk Teâlâ)
varlığını bilmek, 3. O’nun (Hakk Teâlâ) kâinâttan önce var olduğunu bilmek, 4.
O’nun (Hakk Teâlâ) bâkî olduğunu ve yok olmayacağını bilmek, 5. O’nun (Hakk
Teâlâ) Diri olduğunu ve ölmeyeceğini bilmek, 6. O’nun (HakkTeâlâ) Âlim olduğunu
bilmek, 7. O’nun (Hakk Teâlâ) Kâdir olduğunu bilmek, 8. O’nun (HakkTeâlâ)
İşitici olduğunu bilmek, 9. O’nun (Hakk Teâlâ) Görücü olduğunu bilmek, 10.
O’nun (Hakk Teâlâ) Dilediğini bilmek, 11. O’nun (Hakk Teâlâ) Fâil (iş yapan)
olduğunu bilmek, (12. metinde eksik), 13. Emredici olduğunu bilmek, 14.
Benzerinin olmadığını bilmek, 15. Doğurmadığını ve doğurulmadığını bilmek, 16.
O’nun (Hakk Teâlâ) yerine geçecek birşeyin olmadığını bilmek, 17. Hikmet sâhibi
olduğunu bilmek, 18. Doğru sözlü (samîmî) olduğunu bilmek, 19. Hiçbir şeye
ihtiyacının olmadığını bilmek, 20. Peygamberler gönderdiğini bilmek, 21.
Kalpleri ülfet ettirdiğini söyleyen olduğunu bilmek, (22. metinde eksik) 23.
Kabirlerden diriltenin O olduğunu bilmek, 24. O’nun, iyilik yapanları
fiillerinden dolayı sevdiğini bilmek, 25. Kulların günâhlarını affettiğini
bilmek, 26. Âdil olduğunu bilmek, Tl. Niyet, 28. Sabır, 29. Yakîn, 30.
Havf, 31. Recâ, 32. Hayâ, 33. Hilm, 34. Şerh (Kalbin Açılması), 35. Tasdik,
36. îtikad, 37. İhlâs, 38. İstiâne (Yardım İsteme), 39. Temkin, 40. Kabûl, 41.
Tevekkül, 42. Tefviz (İşleri Allah’a Havâle Edip Râzı Olma), 43. Zühd, 44.
Nasihat, 45. Şefkat, 46. Velâyet, 47. İlim, 48. Kerâmet 49. Rahmet (50. metinde
eksik) (mertebeleridir)
(Hz. Rasûlullah) bu mertebeleri aşınca niyetine ve maksadına ulaştı. Hak
Teâlâ’dan tüm ikramları gördü. Öyle ki gönül ve gönül sâhibi Hz. Rasûlullah
(s.a.v.) için hiç bir perde kalmadı. Lütuf ve şevk yakınlığı ile Hakk’a iki yay
mesâfesinden daha yakın oldu. Bu, (vuslata) eren önceki mutasavvıfların
görüşüdür.
SultânüT-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî (rahimehullah)’dan Sûfî Muhammed
Dânîşmend, nakleder ki: Mukarreb olup Hakk’a yakınlık makâmında duran kişi,
Hak Teâlâ’nın cemâli ile müşerref olur. Nitekim Hz. Rasûlullah (s.a.v.): “Gönül
gözümle cemâli müşahede ettim,, dedi ve beden (baş) gözüyle görmedim, dedi.
Ama inkârcı ve münâfıklar şöyle dediler: (Böyle) mi’rac nasıl olur, yedi
kat göğü bir saatte kat etmek, O’nun ilginçliklerini görmek, Cennet’i seyredip
ilginç yerlerinde dolaşmak, ayrıca Arş, Kürsî, Levh ve kalemi görmek, O’nunla
vâsıtasız doksan bin kelâm konuşmak ve kurbet makâmında durup cemâl-i İlâhîyi
müşâhede eylemek, bu işler imkânsızdır, dediler.
“Hakîkatla yürüyorum” deyip iddiâ edenler ve “Hakk’a yakın
şeyh” diye adlandırılan kimseler, bu hakîkat konusunda anlatılan yetmiş
makâmı geçip, yetmiş bin perdeyi aşıp hakîkata girse ve Rasûlullah (s.a.v.)’in
gördüklerini görseler, (o zaman) mânevî hâlleri düzgün ve iddiâları doğru
olur. Hakk’a yakınlık ve şeyhlik onlara câiz olur. Ama hakîkat konusunda
anlatılan yetmiş makâmı geçmeden, yetmiş bin perdeyi aşmadan ve Hz. Rasûlullah
(s.a.v.)’in gördüklerini görmeden, bir kimse “ben Hakk’a ulaşıyorum” diye
iddiâda bulunsa, iddiâsı yalan, kendisi yalancı ve Tanrı’ya düşman olur.
Nitekim buyurdular: “Yalancı, Allah’ın düşmanıdır.,, Nebîyy-i zîşan
(s.a.v.) buyurdu: “Her iddianın bir mânâsı (içeriği ve özü) vardır. Mânâsı
olan kişi doğru, olmayan ise yalancıdır. İnsanlara öyle bir zaman gelecek ki
iddiâ çok ama mânâ (ve mâneviyât) az olacak. Kim bir şeyi iddiâ eder ama
karşılığını bulundurmazsa, o yalancıdır.,, (Rasûlullah doğru söyledi.)
Ey Dervîş! Şeyhlik dâvâsında bulunan kimsenin, kırk yıl bir mürşîd-i
kâmilin hizmetinde bulunmuş, çile çekip ondan icâzet almış olması gerekir.
(Aksi takdirde) onun mürîd edinmesi ve hediye alması haram ve bâtıldır. Şerîata
aykırı iş yapan kişi dinden çıkar, tarîkata aykırı iş yapan da merdûd olur,
reddedilir. Ve her kim tevbe etmeden dünyâdan göçerse Cehennem’de azap görür.
Bundan Allah’a sığınırız.
Hikâye: Günlerden bir gün Şeytan aleyhil-la’ne (Allah’ın laneti ona) ,
Hızır (a.s)’a dedi ki: “Bilesin ki, ben mü’minlere günâhı kolaylaştırırım,
namazı terketmek, dînen suç istemek ve dünyevî arzulara heves gibi konulara
onları teşvik eder özendiririm. Kalplerini bozarım ama onlar kendilerini
başkalarına sâlih, zâhid ve müslüman olarak gösterirler. Hakîkatta Mevlâ Teâlâ
katında münâfık olurlar, benim arzum da hâsıl olur”. Hızır (a.s.) dedi ki: Bu
sözleri Şeytan’dan işittim ve Rasûlullah (s.a.v.)’e söyleyince efendimiz çok
ağladılar ve şöyle buyurdular: “Ey Hızır (a.s)! Bunun çâresi şudur: O mel‘ün
kul, mü’minin gönlüne bozuk düşünceleri salar. Mü’min sünnet ve farz namaz
arasında kelime-i temcîdi (La Havle Vela Kuvvete İlla Billahi çok
okusun. Ardından şu duâyı okusun: “Ey Allah’ım! Lâ ilâhe illallah
Muhammedü’r-Rasûlullâh kelâmı hürmetine, şirk, nifak ve bedbahtlığın saadete
galip gelmesi hâllerinden sana sığınırım. Müşrikler beğenmese de, (Allah Teâlâ
(c.c.), Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’i), bütün dinlerden üstün kılmak üzere hidâyet
ve hak din ile gönderdi.”
Bunun (vesvesenin) mânâsı şudur: Şeytan, namaz içinde vesvese verse,
namaz kılanın gönlü istikrarsız olup birçok şeyi düşünür, rükû, secde,
teşbihler ve namazın tüm şartlarını yerine getiremez, riyâdan daha beter bir
yola sapar ve tüm tâatı geçersiz olur. İşte namaz kılan kişiyi böyle bir hâl
kuşatırsa şu kelime-i temcidi çok okusun: Allahım! Bizi koru, utandırma,
riyâdan ve hevâya uymaktan koru, rızân ve rahmetinle hâlis olarak tâatma
muvaffak eyle, ey merhametlilerin en merhametlisi.
Hakikat önderleri ise Hakk’a yakın olan ârifler ve şeyhlerdir. Hakk’a
yakın olan ârif kullar ve şeyhler, hakîkaten Allah’tan başka herşeyden
vazgeçip gönüllerini sırra ulaştırırlarsa maksadlarına erişip hakikat yolundan
sapmazlar. Onlara tâbi olanlar da sapmazlar. Eğer bu şartlar içinde bulunmazlarsa
hakikat yolundan sapıp gâye ve maksada ulaşamazlar.
Fakr konusuna Menbau’l-Ebhâr kitabında özel bir yer veren Hazînî, Hz.
Rasûlullah’tan “El-fakrü mâlî ve’l-fukarâ ‘i lyâlî” kudsî hadisini nakleder.
Hazînî, bu hadisi “Akıl katında mal ile kastedilenin mendûb (= iyi görülen) ve
mahbûb (= güzel bulunan), lyâl ile kastedilenin ise mergûb (= beğenilen) ve
matlûb (= istenilen) olması uygun ve mümkündür.” sözleriyle açıklamağa çalışır
ve ardından ”El-fakrü fahrî ve ene eftehiru bihi” hadisini de kaydedip
“Ne güzel fakr dereceleri ve ne güzel gönlü uyanık Allah fukarasının makâmları”
diyerek fakrı ve Allah fukarâlarını över.
“Fakr Hz. Rasûlullah’m, o yollar kılavuzunun övüncüdür. Fakr her
durumda istiğna (= Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamak)dır. Fakr
ihtiyaç ve zaruret içinde bulunmak değildir. Fakr yoksul olmak ve eğilip
bükülmek (= i’vicâc) değildir. Fakr eski hırka giymeye arzu duymak değildir.
Fakr, doğrusu şu ki, bunların hepsinin birleşimidir. Fakr Allah’tan gayrı her
şeyi silip gidermektir. Fakr dilencinin sandığı durum da değildir. Fakr
dilencilik etmekten uzak durmaktır. Yüce Allah bu yüzden “Fakr benim malimdir’
demiştir. Fakr eri eğer dilencilik ederse ‘Bu nasıl fakr eri?’ deme; her güç iş
fakr yanında kolay sayılır. Fakr, sahibinden inkisar (= güçsüzlük, yetersizlik)
ister, inkisar için ise ihtiyar (= Allah’ın kendisi için istediğini ister,
seçtiğini seçer, yeter bulduğunu yeter bulur hâle gelmek) arzu etmek gerekir. ”
Hazînî, Fakr konusuna getirdiği bu açıklamadan sonra, Bâyezîd-i Bistâmî
ile ilgili şu rivayeti aktarır:
Şeyh Bâyezîd Bistâmî, Yüce Tanrı’ya: “Ey Rabbim! Katında değerli olan
nedir ki Bâyezîd kulun onu yanında getirsin? “ diye sormuş, Tanrı da “Ey
Tayfur! Üç değerli şey benim hâzinemde yoktur, eğer sen getirebilirsen candan
alıcısı olurum. “ diyerek cevap vermiş. Bu cevap karşısında şaşırıp kalan,
ne diyeceğini bilemeyen Bâyezîd bir süre hayret ve düşünce ummanının
derinliklerine daldıktan sonra: “Ey hayrete düşenlere kılavuzluk eden
Tanrım! Senin hâzinende eksik olmaz, değerli ne varsa hepsi mevcuttur. “ demiş.
0 gücüne güç yetmez bağışlayıcı Tanrı bunun üzerine: “Evet öyledir, ama
istek ve dilek (= niyâz ü îsâr) mücevheri, güçsüzlük ve yetersizlik (= acz ü
inkisâr) incisi ve yalvararak isteme ve bağışlanmayı dileme (= tazarru’ u
i’tizâr) takısı hâzinemde bulunmaz. Seçme mücevherler pazarına getirip işe
yaramaz sayılmaması için bu incileri ete geçirmeye özge dalgıç, bu cevherleri
işlemeye uzman hakkâk gerek, “demiş.
Hazînî, Hak Teâlâ katında değerli sayılan bu üç mücevherin (niyâz ü
îsâr, acz ü inkisâr, tazarru’ u i’tizâr) -meskenet kelimesini de fakr
anlamında kullanarakfakr ile elde edileceğini dile getirir.
Ahmed-i Yesevî’nin, Fakr-nâme isimli sülük risalesinde fakr (ve meskenet)
konusunda yazdıklarını şöyle aktarır:
“Mürîd eğer toplumun ileri gelenlerinden olursa, mücâhede ve riyâzât
eserlerinden ne kadar yüksek kerâmetler elde etmiş ve yüce makâmlara erişmiş
olursa olsun, o kişi bu durumuna güvenmemelidir. Zillet (= nefsini hor görmek;
hor görülmek, aşağılanmak) için boynuna zenbil astırıp kendi gibi olanların
kapısına göndermek, dilencilik ettirmek gerek. Eğer bunu yapmaktan sevinç ya
da nefret duymazsa mürşîdlik etmesi ve kendisine halifelik yetkisi verilmesi
yerinde olur, aksi takdirde doğru olmaz. “
Hazînî, Ahmed Yesevî’nin fakr hakkındaki bu sözlerini aktardıktan sonra,
birçok maneviyat ulusu (= veli ve mürşîd)nun, inkisar ve i’tizâr hâllerini
korumak için dilencilik yolunu seçtiklerini, çünkü fakr kitabının
başlangıcının ve girişinin ilk sözlerinin fena (= yokluk, hiçlik), hâl
sahiplerinin dilenciliklerinin ise olgunluğun son noktası, Hak’la birlikte olma
(= ermişlik) makâmı olduğunu söyler, hemen arkasından, “Olgunlaştırıcı
olgun kimse(= kâmil-i mükemmil)nin dilencilik etmesi helâl; eğer şeyhi
görevlendirmemişse, kendisinden mertebece aşağıda bulunanların dilencilik etmeleri
ise haram ve günahtır. “ şeklinde bir yargı ekler. Hazînî, bu hükmünü Ebû
Hüreyre’den rivayet edilmiş fakr ve dilencilik konusundaki bir hadis ile
destekler:
“Hz. Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ‘Cennetin sultanları, dünyada bir topluluğun içine
girmek istediğinde izin verilmeyen, bir kadınla nikâhlanmak istediğinde kabul
edilmeyen, konuştuğunda kimsenin kulak vermediği, boş ve saçma sayarak
sözlerini kendisinden başka kimsenin dinlemediği saçları karmakarışık,
üstlerinde kat kat yamalı hırka bulunanlardır. Bu dilencilerin fakrı
yeryüzündeki bütün insanlara bölüştürülse ışığının genişliği hepsini kaplamaya
yeter, belki de yeryüzüne fazla gelir. ”
Hazînî bu hadisten sonra parantez içine alınmış açıklamayı getirerek fakr
ile ilgili bir de âyeti verir: “Dilenciyi incitme, (çünkü onu Hakîm ve
Kadîr olan Hak göndermiştir, Hak gezdirir) ve Hak Teâlâ’nm vermiş olduğu
nimetlere şükr eyle.86 El açanı hor görme, yakınlık göster;
dilenciye bağışta bulun, ahilik et. Bu da, sayısız nimet bağışlayıcı Hz.
Allah’ın bağışladığı nimetlere karşı şükürdür.”
Özellikle el açıp isteyene yapılacak bağışın Hakk’ın nimetlerine karşı şükür
olduğu yolundaki yorum, ardından daha ileri bir yorumla pekiştirilir: “Cömertliğini
dilenciden esirgeyen, sahip olduğu nimet ve bolluğun şükrünü esirgemiş olur:
bu da elden uçup gitmesine yol açar... ’,S7
Dîvân-ı Hikmet’in Kazan baskısı ve Taşkent taşbasmalarının mukaddimesinde
Fakr-nâme olarak adlandırılan ve Ahmed Yesevî’nin tarîkat âdâbını şematik
olarak özetleyen bir risale de vardır.
Yesevîlik Yolunun Dört Kapı Kırk
Makamı
Fakr-nâme’ye göre Yesevîlik yolu dört kapı ve her kapıda on adet olmak üzere
toplam kırk makâmdan oluşur yani, Yesevîyye dört kapıdan geçilerek ulaşılan
kırk makâmdan ibarettir. Bu dört kapı ve bu kapılardan dâhil olunan makâmlar
şöyle sıralanır:88
I.Kapı: Şeriattır ki, içerdiği on makâm şunlardır: Hak Teâlâ’nın
varlığına, birliğine, Zât’ına ve sıfatlarına iman; Namaz kılmak; Oruç tutmak;
Zekât vermek, Hacc yapmak; Mülayim (yumuşak söz) söylemek, İlim öğrenmek, Hz.
Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetlerini eksiksiz uygulamak; Emr-i bil-ma’ruf ve
Nehy-i anil-münkeri eksiksiz yerine getirmek.
2.
Kapı: Tarîkattır ki,
içerdiği on makâm şunlardır: Pîr huzurunda tevbe eylemek ve biat alarak
tarîkata girmek; Havf ve recâ (Allah’ın gazabından korku ve rahmetinden ümid)
arasında yaşar olmak; tarîkatın evrâdını vaktinde ve eksiksiz yerine getirmek;
Pîrin hizmetinde olmak, Pîrin huzurunda icâzet (izin) almadan konuşmamak;
Pîr’in uyarı ve nasihatlerine kulak vermek; izni ile konuşmak); mâsivâdan
tecrid olmak (Allah rızasından gayrısından uzak durmak) ; tefrid olmak
(Allah’ın huzurunda olma şuuruna varmaktır.
3.
Kapı: Marifettir ki,
içerdiği on makâm şunlardır: Fenâfillahı hedef almak; Dervişliğe razı olmak,
Halkın ezasına tahammül eylemek, Helâl ve temiz lokma talebinde olmak; Hakk’ın
marifetine müşteri olmak; Şeriat ve tarîkatın değerini bilmek; Dünyayı terk
eylemek, Âhireti tercih eylemek seçmek; Varlığın mahiyetinden haberdâr olmak,
Hakikatin sırlana vâkıf olmak...
4.
Kapı: Hakikattir ki, Hakk
Teala yolunda olmak; Helâl ve haramı, iyi ve kötüyü bilmek; Haram lokmaya el
değdirmemek; Yiyeceğini Hakk yolunda sebil eylemek; Kimseye eziyet vermemek;
Fakirliğin münkiri olmamak; tarîkattaki seyr ü sülûkunda azimli ve sâdık olmak;
mürşîdinden başka herkesle sırrını paylaşmamak; Şeriat, tarîkat, marifet ve
hakikat makâmlarının farkını bilerek amel işlemek; ve nihayet Hakk’a vuslat ile
seyr-i fillahta karar kılmaktır.
Yesevî şeyhleri derler ki: Dervîş üç şeyi sürekli vird edinmelidir:
Birincisi açlık ve susuzluk, İkincisi uykusuzluk, üçüncüsü zikr-i hafî
yani kalp ile zikir. Bu üçünü beraberce yapmak gerekir. Eğer biri eksik olsa
dervîş murâdına erişemez. Yani oruç gününü bu şekilde geçirmek gerekir.
Önce, günde bir lokmanın yarısını yemek ve zikirden bir an bile uzak
kalmamak için bir gece gündüz uykusuz kalmak gerekir.
Bu bir gece gündüz uyanık kalmadan sonra, üç günde bir lokma taâm yeyip
üç gece gündüz uyumaz ve zikirden gâfil kalmaz. Bu üç gün uykusuzluktan sonra
kötü ruhlar görünmeye başlar. Mürîd onlara hiç iltifât etmemeli.
Sonra beş günde bir lokma yemek yeyip beş gün uyumaz. Sonra gönlünün toz,
bulanıklık ve zulmeti görünmeye başlar.
Sonra her yedi günde bir lokma taâm yeyip yedi gece gündüz uyumaz, göz
açıp kapayıncaya kadar bile zikirden gâfil olmaz. Bundan sonra keşfu’l-kulûb
(kalpleri okuma) makâmı açılır.
Sonra bu usûl ile dokuz gece gündüz uykusuz kalır. Bundan sonra
keşfu’l-kubûr (kabrin içindekileri görme) makâmı açılır.
Sonra onbir gece gündüz uykusuz kalır, keşf-i ervâh-ı tayyibe (iyi
ruhları görme) makâmı açılır.
Sonra onüç günde bir lokma taâm yeyip gece gündüz uykusuz kalsa,
keşfu’l-melâike (melekleri görme) makâmı açılır.
Sonra onbeş gece gündüzde bir lokma taâm yeyip gece gündüz uykusuz
kalsa, keşf-i zü’l-celâl (HakTeâlâ’yı müşâhede) açılıp murâdı hâsıl olur. Eğer
böyle onbeş günde maksadı hâsıl olmasa, kırk günde hâsıl olur. Eğer kırk günde
hâsıl olmasa altmış günde elbette hâsıl olur. Eğer bunda da hâsıl olmasa üçyüz
altmış gün gece böyle (perhiz) yapmalıdır.
Eğer (yine) murâdı hâsıl olmazsa, kendi kusurudur. Kendi kusuruna bakıp
tevbe istiğfâr edip duâ ve yalvarış ile meşgul olmalıdır. Ama HakTeâlâ’nın
vaadinden ümitli olmak gerekir ki: Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz89.
Eğer bu dünyada hâsıl olmasa âhirette hâsıl olur deyip korku ve ümit içinde
itâat ve ibâdetle meşgul olur.
Şeyh Muzaffer Deryâî şöyle dedi: “Yedi yıl Hâce Hızır (a.s)’ın sohbetinde
bulundum. Gavsların Gavsı, Hızır (a.s.), İlyâs (a.s.) ve Kutub başta olmak
üzere tüm gayb erenler, abdâllar ve evtâdlar hepsi şöyle deyip duâ ediyorlardı:
“İlâhî! Emrini tutmayan, tâat ve ibâdet etmeyen, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in
sünnetine uymayan, günah ve fesad içinde yürüyen kullarına hidâyet ve tevbe
nasîb eyle!,, Yine şöyle duâ ediyorlardı: “İlâhî! Belâ, sıkıntı ve türlü
eziyetlerle mübtelâ olan kullarına acıyıp eziyetlerini def et! ” Ve
onların duâları kabul olup yoldan sapmış olanlar doğru yolu buluyorlardı.”
İşte ey dervîş! Bil ki, tüm peygamberler, velîler, yaşayan, ölmüş, gâib ve
hâzır tüm seçkin kullar duâ ile meşgul imişler. Bu konudan Hz. Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle haber verir: “Sâlihler olmasaydı, zâlimler helâk olurdu.”
Mir’âtüTKulûb’un nakline göre Hz. Pîr Haşan Basrî (rahimehullah) der ki:
SultanüTÂrifîn Bâyezîd Bistâmî’ye kadar tüm şeyhler altmış günde bir lokma
yemek yerler, bu altmış gece gündüzde uyumazlardı. Hakk Teâlâ’yı (c.c.)
zikredip göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa zikirden ayrı kalmazlar, sonra
gönül âlemleri açılırdı. Şeyh Bâyezîd Bistâmî’den Hâce Ahmed Yesevî’ye kadar
diğer şeyhler kırk günde bir lokma yemek yediler ve kırk gece gündüz
uyumadılar. Uyuyup zikirden uzak kalmadılar. Sonra gönül âlemleri açıldı. Hakîm
Süleyman (k.s) kırk gün böyle yaptı. Mahmûd Hâce, yirmidokuz gün ve Zengî Ata,
ondokuz gün böyle yaptılar.
Şeyh Kimdir?
Yesevî mürşîdlerinden İshâkAta’nın eseri Hadîkâtü’l-ârifîn’de şeyhlik,
“halkı Hakk’a davet etmek”, “bütün insanlara şefkatli olmak” olarak tarif
edilir. Mir’âtü’l-Kulûb’a göre Sultânü’l-ârifîn Ahmed Yesevî der ki: (Bir
kişi) yetmiş makâmdan geçmeden şeyhlik iddiasında bulunsa o hemen kâfir olur. Sadr
Ata Risâlesi’nde nakledilir ki: Bir kişi gönül âlemi açılmadan Gavs ve
Gavslar, Hızır (a.s.) ve İlyâs (a.s.) başta olmak üzere gayb erenleri ile
sohbet etmeden ve onlardan icâzet almadan şeyhlik iddiâsında bulunsa yalancı,
bidatçı ve Şeytan’dır, demişler.
Eğer bir kimse bu adı geçen gayb erenleri ve ruhlarından icâzet alıp
şeyhlik makâmında mürîd ve dostlarıyla halvete otursa, böyle şeyhi gayb erenler
terbiye edip tarîkatı öğretirler ve ona yardımcı olurlar. Ayrıca mürîd ve
dostları da bu halvetten vecd ve feyz elde ederler. Bu hâle sekr makâmı derler.
O makâmda sâlike bazı şeyler zuhûr eder. Gayb makâmından ne gelse buna tecellî
eder veya şeyh denen kişi mürîdin üçyüz altmış damarından hangisinin râzı,
hangisinin râzı olmadığına vâkıf olur. İşte, şeyh denen kimse mürîdi terbiye
edip murâdına ulaştırabiliyorsa, onun mürîd edinmesi câiz ve uygun olur. Eğer
mürîdi maksada ulaştıramıyorsa, mürîd edinmesi câiz olmaz. Kıyâmet gününde
hesap yerinde cevap vermesi gerekir. (Şeyhlik yapması câiz) ve helâl olsa
hesap; haram olsa azap görmesi gerekir. Ama gönül âlemi açılsa ve yetmiş makâma
ulaşsa, o gönül Mevlâ azze ve celle’nin nazar ettiği yer olur.
Hadîkâtü’l-ârifîn’de Ahmed Yesevî’nin şöyle dediği aktarılır: “Şeyh
Hızır gibi, mürîd de Mûsâ (a.s) gibi olmalıdır. Şeyh ne emretse mürîd o emri
yerinme getirme konusunda sabretmelidir. ”
Velâyet Nedir?
Velînin, velî olduğunu bilip bilemeyeceği konusunda şeyhler arasında
fikir ayrılığı vardır. Bazıları: Velî olduğunu bilebilir, der. Bazıları ise:
Bilemez, der. Zîrâ şu hadis buna delâlet eder: “Kubbelerimin altında öyle
velîlerim vardır ki, onları benden başkası bilemez.,, Alâmet olunca
(kendisinin) velî olduğunu bilebilir. Bazıları, dokuz, bazıları kırk, bazıları
yedi ve bazıları da üç alâmet ile velî olduğunu bilebilir dediler. Eğer alâmet
üçten az olursa o kişi velî olamaz. Birincisi, o kişide dünya sevgisi
olmamalıdır. İkincisi, açlık ve susuzlukla nefsini öldürmüş olması gerekir.
Üçüncüsü geceleri uyanık olması gerekir.
Az yemek, çok kanâat etmek, az uyumak, çok uykusuz kalmak, az konuşmak,
çok zikretmek ve diri (aktif) olmak gibi alâmetler bir kişide olsa, ümid
edilir ki o velîlerdendir. Şeyh diye adlandırılan ve tarîkat yolunda yürüyoruz
diye iddiâ edenler, (eğer) yetmiş makâmdan geçip, gönül âlemlerini açıp, gayb
erenler, şeyhler ve ruhlardan icâzet alırlar ve tarîkatta iddiaları doğru
olursa, şeyhlik makâmına oturmaları câiz olur.
Baba [Mâçîn] Risalesi’nde şöyle derler: Şerîat, tarîkat ve hakîkat
sâhibi diye adlandırılan kimselere gereken, doğru yoldan sapıp yolunu kaybeden
sohbet (tartışma) ehlini doğru yola getirmek için teşvik edip onlara tevbe
tavsiye etmektir. Şeyh, o yolunu kaybetmiş insan için hidâyet diler, üç gün üç
gece onun için duâ eder. Eğer bu süre içinde doğru yola girmezse beş gün
riyâzât ve çile çekmesi gerekir. Eğer beş günde de tevbe etmezse yedi gün böyle
yapması gerekir. Bu kıyas ile kırk güne kadar çile çekip yanlış yolda olanları
doğru yola getirmelidir ki şeyhlik onun için câiz olsun.
Sûfî Muhammed Dânîşmend, Hz. Pîr Haşan Basrî’den nakleder: Sohbet üc
türlü olur: Birincisi kîl u kâl ile şerîat konusunda; İkincisi hâl, velîlik,
himmet ve olgunluk ile tarîkat konusunda; üçüncüsü sır (gönül) ve hâl ile
hakîkat konusunda sohbet. Binâenaleyh şerîat, tarîkat ve hakîkat sahibi
olanlara gereken şey, tevâzû ile riyâzât (perhiz) ve çile çekip duâ ve niyâz
ederek, inkârcı, münâfık ve yoldan çıkmışları doğru yola sokmak ve tevbe ettirmektir.
Eğer tevbe etmezlerse, Allah Teâlâ tevfîk (ve hidâyet) verinceye kadar
sabretmektir.
SultânüT-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî derler ki: Gönül âleminin kusuru
çoktur. Bulanıklıkları da şunlardır: Dünya sevgisi, hırs, hased, öfke,
düşmanlık, isyan, unutkanlık, kendini beğenme, riyâ ve gösteriş yapma. Bu tür
yasaklanan şeylerden biri mürîdin gönlünde bulunursa, o maksadına ulaşamaz.
Mürîd olup murâdına ulaşmak isteyen, seven olup sevdiğini arayan kimseler gönül
âleminin kirlerini yok edip perhiz ile çile çekseler, ayrıca şeyh yardım ve
Mevlâ Teâlâ inâyet etse, o zaman murâdları hâsıl olur.
Eğer deseler ki: Nur kaç kısımdır? Cevap olarak de ki: Üç kısımdır.
Birincisi nûr-i zât, İkincisi nûr-i sıfât, üçüncüsü nûr-i hâk (toprak nûru).
Nûr-i zât, Allah Teâlâ’nın nûrudur. Nûr-i sıfât, Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v.)’in nûrudur. Nûr-i hâk, insanoğlunun bu dünyada gördüğü mülk nûrudur.
Tasavvufun ‘Olmazsa Olmaz’ Gerekleri:
Yesevî âdâbına ait kaynak eserlerin yazarı olan Hazînî’ye göre, “Zikreden
Allah’a vuslata giden yolda nefsini ezerek zilleti tercih eder, dervîş girdiği
tasavvuf yolunda baş olma hırsını ve dünyalık makâmları daha yolun başında
ardına atmıştır.” Hazînî’nin, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr adlı risâlesinde
belirttiğine göre “Sûfîlik, yani dervişlik ve şeyhlik için 4 şart gereklidir.
Bunlar aslında bir tarîkatın varlığı için olmazsa olmazlardır; eğer biri
olmazsa beklenen mutluluk elde edilemez.” diyen Ahmed Yesevî’ye göre mübtediler
mürûru, mutavassıtlar südûru ve müntehiler zuhuru dört şarta bağlıdır:84
Birinci Şart: Zaman
Yesevî’ye göre tasavvufî çalışma için ilk şart ‘zaman’dır. Talipler
arasında ve memleket içinde işsizlik ve ihmali gerektiren bir usanç olmaması
için, zamanın ârızalarından mâsun olmak lazımdır. Hazînî, önce, ‘zaman’dan,
karşı çıkıp direnenlere yöneticilerin engel olduğu, inkâr yoluna sapıp da
yobazca davrananların sesinin güç sahiplerince susturulduğu ‘güvenli bir zamanın
( =zamân-ı âmân)’, başka deyişle ‘güvenli bir ortamın’ anlaşılması gerektiğini
açıklar ve konuyu ayrıntılandırır. Söyledikleri özetle şunlardır:
“Güvenliği sağlamaya çalışmak, kötülüklerin önüne geçmek, Özellikle
mürîdlere kendilerini güven içinde hissedecekleri bir zaman süreci sağlamak ve
yardım etmek yönetme gücünü elde bulunduranlar için yerine getirilmesi
kaçınılmaz bir yükümlülüktür. Hakk’a giden yolun işlerliği, bu yola düşenlerin
güvenle yol almaları, inkarcılardan incinmemeleri, kendilerine doğruluk ve
ilerleme kapılarının açılması, riyâzât erlerinin dergâha gidip orada erbain ve
itikâf gibi kulluk hizmetlerinde bulunabilmeleri, özetle her tarîkatin su gibi
akıp gitmesi’ güvenli bir zamanda mümkün olabilir, bunun da yönetenlerce
sağlanması gerekir. Bir yönetici, buyruğuyla bu gerekliği yerine getirdiğinde
yönetimi altında bulunan yer düzene kavuşur, düzenli olur. ”
İkinci Şart: İhvan
Bir tarîkatin yaşaması için gerekli şartlardan İkincisi ihvan (= mürîd
kardeşler)’dır. İhvan; Arabça ‘ahî’ kelimesinin çoğulu olarak ‘kardeşler’
demektir. Kur’an-ı Kerim’in 49. Hucurât sûresinin 10. âyetinde, (49:10) “inananların
kardeş oldukları” beyan buyurulur. Tarîkatta ise din kardeşliği üzerine bir
de yol kardeşliği katılmıştır ve tarîkat ehli, birbirini kardeşin ötesinde
yakın sayar, saymalıdır.
“Bütün makâmâtta ve halvet ve erbainlerde şevki mucib olmak için,
fakr-ü fenaya talib hakikî ihvan da bulunmalıdır. ” diyen Hazînî, ‘İhvan’ın
nasıl olması, ne gibi niteliklere sahip bulunması gerektiğini de ayrıntılı
olarak açıklar:
“İhvan ‘elverişli ve yaraşır (= sâlih)’, ‘edepli (= müstahyî)’ ve
‘sakalı bitmiş yetişkin (= mültehî)’ olmalı, ‘gönül bağıyla bağlı (inâbet
ehli)’, ‘nefis ve kötü istek (=nefs ü hevâ) bağından kurtulmuş’, ‘iki yüzlülük
( =zerk ve riyâ) hastalığına tutulmamış’ olmak gibi temel niteliklere sahip
bulunmalıdır. Mürîdlerin bir araya gelişleri ‘öte dünya ile ilgili bir sakınma
( =tavakku’-ı uhrevî)’ sebebine dayanmalı; bu yolun yolcuları sema
ettiklerinde feryatları, dünya ile ilgili kazanç elde etmek amacıyla edilen
feryat türünden olmamalıdır. Sohbetleri Allah için, toplantıları ‘göz açıklığı
(= intibah)’ elde etmek uğruna olmalıdır. Dervîş, sakallı ve dindar olmalı,
Hanefî mezhebine mensup bulunmalıdır. Henüz sakalı bitmemiş yaşta (= emred)
olmamalı, kötü huy ve davranışlar (= nefrîn-şiâr) edinmiş bulunmamalıdır. ”
Hazînî, daha önce sıraladığı mürîd olma şartlarından özellikle birini
öne çıkararak, üzerinde ısrarla durur:
“Bir mecliste sakalı henüz bitmemiş yaşta bir oğlan (= emred) varsa,
o mecliste bulunanlar kazanç elde edemezler. Sakalı bitmiş ( = mültehî) ve din
hükümlerine bağlı ( = dîn-şiâr) yoldaş iste; gönül çekici güzel isteme. ”
der.
Üçüncü Şart: Mekân
Ahmed Yesevî’ye göre Salîklerde tefrika-i hatır olmamak ve evrâd ile
meşgul bulunmak için evvela mekânın ma’mur olmağı lazımdı yani, tarîkat
hizmetlerinin sürdürülmesi için olmazsa olmaz bir başka şart ‘mekân’dır.
Hazînî âvam90 denilen ve tasavvufî bilgiye sahip olmayan genel halk
kitlesinin dervişlere rahatsızlık vermemeleri için özel mekânların gereğini şu
sözlerle dile getirir:
“Mekân, havâss91 (= seçkin) kimselerin oturacakları korunmuş
bir mülk, kimsenin ilişip dokunmayacağı özel bir meskendir. Burası her türlü
temizlik ihtiyacını gidermek, kulluk etmenin gereklerini yerine getirmek için
olması beklenen şeylere sahip olmalı; içinde zikir yapılıp dualar okunmasına,
tarîkat âdabının yerine getirilmesine kimse karışmamalı; yapılan her türlü
kulluk çalışmaları ve gerçekleştirilen tecrübelerin devamı ile bunları yerine
getirenlerin korunup gözetilmesi, toplantıların güven içinde yapılması,
dileyen ve dilenen arasında gerçekleşen birlikteliğin bozulmaması için yazın
ve kışın râz ve i niyaz erlerinin barınmasına elverişli olmalıdır. Mekânsızlığı
elde etmek için mekân lâzımdır; nitekim Hz. Rasûlullah (s.a.v.) mescid ve
mihrabı bu sebeple yapmıştır. “
Dördüncü Şart: Rabt-ı Sultan (=Sultan Himayesi)
Son şart Hakk’a ulaşma yolundaki etkinlikler ve çalışmaların güç
sahiplerinin koruma ve desteğine muhtaç bulunmasıdır. Sultan’a bağlılık da
lazımdır ki, Sultan’a bağlılık, irfan sahipleri arasında rüçhanı mucib olur.
Bundan maksat:
“Zamanın sultanının şeyhe bağlanması (mürîd olması), onunla
ilişiğinin (irtibatının) bulunmasıdır; çünkü dış dünyanın çekiciliğine
kapılmış olanların inkârından, gönülleri bulanık kimselerin büyüklük taslayıp
dikilmelerinin önüne geçilmesinden, nefsine savaş açmışların el üstünde
tutulmalarından, gönlü sırlar dünyasına açılmışların huzurlarının
bozulmamasmdan, sıradan halkın rağbet göstermesinden, seçkinlerin korunup
kollanmasından, yoksulların görülüp gözetilmesinden, iyilerin
güçlendirilmesinden sultanlar ve hakanlar sorumludur. Hak erleri yanında, şeyhe
bağlanmış sultanların ilgileri (= nazarları) değerlidir ve karışmaları yarar
sağlayıcıdır; uzayıp gelen silsilelerin gelişmesini sağlar, geçer akça olan
tarikatların güçlenmesine yardımcı olur.
Ahmed Yesevî’ye göre, hakikî bir sûfînin riyâzet ve mücâhedeye alışması,
yeme-içme ni’metinden, halvet ve şehvet ve işretten uzak kalması lazımdır;
dünya alâyişini bırakarak, teveccüh ve murakabeyi kendisine san’at kılmalıdır
ki, halis Sûfî olabilsin; bu yüzden, Yesevîyye tarîkatinde salîkler için üç
türlü mücâhede ve riyâzet ta’yin edilmiştir. Onlara göre, nafile orucu üçüncü
güne varırsa, bâtından gubar ve zulmet kalkar; beşinci güne varırsa,
mugayyebât-ı cin ve ervah-ı tayyibe musahhar olur; altıncı güne varırsa, gönül
deryalarının pınarları açılır ve akmağa başlar; eğer dokuzuncu güne varırsa,
kalblerin ve kabirlerin keşfi hâsıl olur; lâkin bütün bu riyâzet ve
mücâhedeler, şeyhin izin ve tensibiyle olmalıdır, öyle olmazsa, fayda değil,
aksine mazarrat hâsıl olur.
Mürşîdlik ve postnişinlik erkânı altıdır: 1. İlm-i din-ü yakîn, 2.Hilm-i
mübîn-i metîn, 3.Sabr-ı cemîl, 4.Rıza-yı Celîl, 5.İhlâs-ı halîl, 6.Kurb-i cezil.
Tarîkat ehlinin özellikleri altıdır: 1. Ma’rifet-i Hak, 2. Sahavet-i
mutlak, 3. Sıdk-ı muhakkak, 4. Yakîn-i müstağrak, 5. Tevekkül-i rızk-ı muallâk,
6. Tefekkür-i müdekkak.
Tarîkatin Vacipleri de altıdır: 1. Taleb-i sahib-kemal ve tekarrüb-i
Zü’1-Celal, 2. Şevk-i visal-i La-Yezal, 3. Havf-i mülk-i bî-zeval fiTeyyamı
v’el-leyal, 4. Recâ fi külli ahval, 5. Zikr ‘ale’d-devam, 6. Fikr-i tevessül-i
Hayy-i Müte’al.
Tarîkatin Sünnetleri yine altıdır: 1. Cemaatla namaz, 2. Seherlerde
uyanıklık, 3. Devam-ı vuzu’, 4. Huzur-ı bi’Uah, 5. Zikr-i bi’Uah, 6. Suleha ve
muktedaya itaat.
Tarîkatin Müstehabları da altıdır: 1.Sürür ve beşaşetle misafir
gözetmek, 2. Kendi halince misafir kabul etmek, 3. Misafir ne kadar fazla
durursa ganimet bilmek, 4. Misafirliği uzatmak, 5. Misafir ne isterse yapmağa
çalışmak, 6. Ahmed Yesevî’ye ve şeyhe dua etmek.
Tarîkat âdâbı da kezalik altıdır: 1. İki dizi üzerine çöküp tevazu’ ve
edeble oturmak, 2 Kendisini herkesten alçak görmek, 3. Herkesi kendinden efdal
görmek, 4. Cümle şeyhleri ve azîzleri bilip karşılarında sakinâne durmak, 5.
Şeyhler meclisinde destursuz söz söylememek, 6. Kendi şeyhinin ve başka
şeyhlerin velâyet sırlarını ve kerâmet rumuzlarını hatırasında saklamak.
Yesevîlere göre, salîklerin tarîkinin müntehası ve mücahidlerin
merhalelerinin gayesi fakr yoludur. Hazînî, bu yolun meşakkatlarını şu suretle
anlatıyor : “Fakr yolunda lâ yu’ad vela yuhsâ seferler olur. Ol cümle
seferlerden âlem-i batın ve kişver-i gaybü’1-gayb içinde üçyüzaltmış derya ve
kırkdört berzah ve perde ve hicablar açılır ve her berzah ve perde ve hicab
tahtından ve zımnından ve zuhurundan kırkdört yol çıkar ve dokuz taht ve her
taht üzre bir müstakil sultan-ı müteemmil emrü ferman ve hükmeder. Çün ol
tahtgâh ve sultanlardan geçilse, iki azîm kapı ve refîü’l-bünyan Bâb-ı hümayun
ve der-i meymun zuhur eder ve herbir kapı ve bâb-ı hümâyûn ve der-i meymûn
karşısında üç derya-yı mehîb ve ‘amik mevc urur. Bu kapı ve derya-yı mevvâcdan
‘ubur olup geçilse, nagâh bir kubbe peyda olur ve altı yol ki onsekizbin alem,
ol altı yolun başında mütahayyir ve mütegayyir ve muztar kalmışlar fakr ü fena
ile. İş bu menâzil ve merâhil beyâbân-i fakr ü fena ki mehip ve acîbdir;
muktedasız ve kılavuzsuz sülük ve ‘ubur ve mürûr kılmak müteazzir ve muhaldir.
Bu menâzili geçmeyince fakr idrak olunmaz.
Yesevîlik Uygulamaları: Yesevîyye Usulü; Âdâb ve Erkânı:
Bütün tarikatlarda olduğu gibi, Yesevîyye tarîkatinin de esas hatları
bakımından diğer tasavvuf mesleklerinden farksız olmakla beraber, birtakım
adabı vardır.
Yesevîyye tarîkatine giren müridin uymağa mecbur olduğu adâb on esas
olarak tasnif edilmiştir:
1.
Hiç kimseyi
şeyhinden efdal bilmemek ve ona mutlak surette teslîmiyyet göstermek lazımdır;
çünkü mürşîd huzurunda bütün gün türlü türlü yemekler yemek ve geceleri uyku
ile geçirmek batın yolunu kapamaz; lâkin şeyhinden ayrılıp kendi rızası ile
siyam ve kıyama kalkan, üryan ve giryan geçinen dervîşin terakki yolu kapanır.
2.
Mürîdzekîve müdrik
olmalıdır ki, şeyhin rumuz ve işarâtını anlayabilsin.
3.
Şeyhin her türlü söz
ve fiillerine razî ve itaat eder olmak lazımdır.
4.
Şeyhin bütün
hizmetlerinde ağır-canlı değil, çevik ve çolak olmalıdır ki, rızası hasıl
olsun; çünkü Rızau’llah onun zımnindadır.
5.
Sözünde sadık,
va’dinde sağlam olmalıdır ki, şeyhin mizacı değişip, redde sebep olmasın ve hiçbir
zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, bu, hüsranı mucibdir.
6.
Vefalı ve biat
akdinde metin olmak gerekir.
7.
Mürîd, bütün mal ve
mülkünü şeyhine dağıtmağa hazır olmalıdır. Batın gözü başka surette açılamaz.
8.
Şeyhin sırlarını
tutarak, bunların ifşasından sakınmalıdır.
9.
Şeyhin bütün teklif,
va’z ve nasihatlarını gözönüne alıp, hiçbir vakit ihmal ve kaçamak yoluna
sapmamalıdır.
10.
Visal-i İlahî için
şeyh yolunda canını ve başını vermeğe hazır olmalı, dostuna dost, düşmanına
düşman geçinmeli, gerekirse, şeyhin ihtiyacını yerine getirmek için, kendisini
köle gibi sattı rabilmelidir.
İntisâb: Yesevîlik’te tasavvufî eğitim intisapla başlar.
Ünlü Yesevî mürşîdlerinden İsmâîl Ata’nın oğlu Hoca İshâk Ata’nın HadîkâtüTârifîn’de
tarif ettiği intisab töreni şu şekildedir: Şeyh, mürîd olmak niyetiyle gelen
kişinin elini tutar. Tevbe etmesini ve Allah’a yönelmesini tavsiye ederek şu
tevbe virdini üç kez okur: “Estağfirullâhe’llezî lâ ilahe illâ Hû
el-Hayye’l-Kayyûm ve es’elühü’t-tevbe”. Sonra eline bir makas alır ve: “Yâ
eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhâ” (Kur’an-ı Kerîm, Tahrîm
sûresi, 66:8) âyetini okur.93 Ardından mürîdin saçından, önce sağ,
sonra sol, sonra da orta taraftan olmak üzere saçından ikişer-üçer adet keser.
Sonra mürîde farz namazlara ilâve olarak nâfile namazlarını kılmayı, günlük
zikir dersi olan evrâdını aksatmadan yerine getirmesini, her konuda mürşîdinden
izinsiz hareket etmemesini tavsiye eder.94
Yesevîlik teferruatına dair -fakat tarîkatin hususiyetlerini göstermek
bakımından çok önemlibazı tafsilât:
“Yesevîyye tarîkında her mülakatta selam verilirken sol elin arkası yere
konularak, sağ eli kendi sırtında çenber yapmak adettir. Dervîş, sol ayağını
yere koyar, sol yüzünü de yere koyarak, sağ ayağını kurbanlık koyun gibi
ökçeden uzatır. Tazarru’ ve inkisar ile Pîr’in huzurunda yüz teessürle kusurunu
söyler. Nihayet Tekbîr ile Pîr yetişir ki, onun kurbanlık koyun suret ve
hey’etini (mûtu kablen temûtu) [= ölmeden önce ölünüz] keyfiyetine
eriştirir; nasıl ki şerî’at-i mutahhare’de büyükten küçüğe selam sünnettir,
yoksa bunun aksi değil. Eğer Hazret-i Pîr, onun kusurunu söylemezse, cevap
olarak kurban Tekbîrini tevfîr ederler. Dervîşin, pîrin Tekbir’i eda ni’metine
teşekkür olarak, yine kusurlarının afvını eda ederken vasıflandırıldığı
tarzda, sol eliyle çekilip gitmesi lazımdır; eğer elinde birşey varsa, niyâz
ederek arzeder; eğer hazır birşey yoksa niyâz etmesi kafidir. Batın yolunu feth
için kusurlarının afvını dilemesi ve bu suretle, iktida ettiğinin karşısında
niyâz etmesi kurb-i ilahî’yi mûcibtir. İktida ettiğinin, anun niyâzına karşılık
duası icabete makrûndur. Sûfî-i salîk, taksir ve niyâz kapısında mukîm ve
müstakim olmadıkça, icabet kapısı ve kurbet dergâhı anun yüzüne açılmaz ve onun
muradı yüz göstermez; nasıl ki, Ahmed Yesevî, “Niyâz yol açar” demiştir.
Bir Başka Mürşîde İntisab: Sûfî Muhammed Dânîşmend der ki:
Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî’den şöyle işittim ki: Mürîd, bir şeyhe
intisâb ettikten sonra gidip başka bir şeyhe intisâb etmesi (uygun) olmaz. Ama
şâyet bu şeyh (hakîkî) mürşîd değilse ve mürîdi maksada ulaştıramıyorsa, mürîd
de başka şeyhe gidip hizmet etse ve o mürşîd sâyesinde murâdı hâsıl olsa bu
câiz olur. Ama şeyhten izin almak gerekir.
“İcazet bir kişiye, hizmet bin kişiye... ”
Şu deyim Yesevîler arasında ünlenmiştir: “İcazet bir kişiye, hizmet
bin kişiye...” Şeyhin, mürîdine emir ve tavsiyelerde bulunması, onu
makâmdan makâma ulaştırıp yükseltmesi vâcibtir. Mürîdin de, şeyhin
emrettikleriyle amel etmesi gerekir. Haberde gelir ki: “Nebi’ye yüklenen,
sâdece açık-seçik duyurmaktır.,, Hz. Rasûlullah (s.a.v.), Hakk Teâlâ’nın
emrini nasıl ümmetine ulaştırdıysa, şeyh de Hakk Teâlâ (c.c.) emrini
mürîdlerine öyle ulaştırır ki onları (yüksek) makâma ulaştırsın. Muhammed
Mustafa (s.a.v.) gece gündüz ümmeti hakkında kaygılanıp beşbin defa ağladığı
gibi, şeyh olan kimse de gece gündüz yalvarıp mürîdin murâdına ulaşmasını
diler. Nitekim Hakk Teâlâ fermân buyurur: Allah Teâlâ’nın kelâmı:“Her kim
Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş (sâlih amel) yapsın.,, Yani şeyhten
emretmek, mürîdden yapmak; Mevlâ’dan lütuf, şeyhten himmet (mânevî yardım).
Bunlar yerine gelirse, mürîd murâdına ulaşır.
Yine (asıl) maksada geldik. Eğer şeyh, (hakîkî) mürşîd olsa ve mürîdi
maksada ulaştırsa (uygundur). Eğer mürîdi murâdına ulaştıramıyorsa şeyhlik makâmında
oturması câiz olmaz. Şeyh, mürîdin elini tutsa (mürîd edinse), din için edinir.
Eğer dünya için mürîd edinirse bu yanlış (ve fâsid) olur, câiz olmaz.
Ruhanî bîat: Tasavvuf tarihine bakıldığında mesafelerin
uzaklığı başta olmak üzere fizikî engeller nedeni ile mürşîde ulaşıp biât
alamayan talihlerin bîatının ruhânî bir kabûl ile alınabileceğinin örnekleri
görülebilir. Ruhânî intisâbın iyi bilinen örnekleri olarak mektub ile mürşîdin
bîat taleb eden mürîd adayına bîatını kabul ederek yazdığı ve zikir tarifi
içeren cevâbî mektublar gösterilebilir. Üveysîyyet denilen usûlde ise
genellikle fizikî bir görüşme olmadan rüyada alınan bir bîat sözkonusu
olabilir.
Son yıllarda iletişimin aldığı yeni şekillenme sonucunda mürîdlerin
on-line olarak bîat aldıkları gibi seyr ü sülûklarına ışık tutan rüyalarının
yorumunu da e-mail yolu ile iletip cevabını alabilmektedirler.95
Hatta herkesin bulunduğu yerden katılımı ile on-line “Hatm-i Hâcegân” dahi
düzenlendiğine tanık olunabilir.
Yesevîyye yolunda da özellikle Sovyet döneminde ateist baskının zirveye
ulaştığı yıllarda mürşîd-mürîd ilişkileri fiziken neredeyse imkânsız hâle
getirilince, “rûhânî biat” ile talihlerin Yesevîyye yoluna kabul edilmeleri
uygulaması geliştirilmiştir. Mürîd rûhânî yol ile intisabda doğrudan doğruya
Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevî ruhâniyetine yönelerek tarikatına kabul
edilmesini taleb eder ve günlük Yesevîyye evrâdını aksatmaksızın uygulayacağına
dair kendi kendine söz verir. Komünizmin ağır baskı döneminde ortaya çıkan bu
uygulama sayesindedir ki Yesevîyye yolunu sürdüren münferit -ve münzevîYesevî
dervişlerinin Yesevîyye mirasını günümüze kadar getirebilmeleri mümkün
olmuştur. Bu uygulamanın ilginç bir sonucu ise tarihen aynı merkezden çıkan ve
Hâce Yusuf Hemedânî’de birleşen Yesevîyye ve Nakşbendîyye tarikatlarının tekrar
iç içe geçmesi olmuştur.96
Yesevîyye Yolunda Namazla ile İlgili Tavsiyeler:
Tasavvuf yoluna girmeğe niyet eden bir kişinin günlük beş vakit namazını
hiçbir şekilde ihmal edemeyeceği bilinmektedir. Günlük farz namazları dışında
Yesevîyye olarak bilinen tasavvuf yoluna intisâb eden dervîşin kılması tavsiye
edilen nafile namazların vakitleri ve nasıl ifa edileceği hususunda kayda
girmiş kurallar sözkonusudur. Mir’âtüTKulûb ve CevâhirüTEbrâr gibi Yesevîlik yolunun
temel metinlerinde bu bahiste çok ayrıntılı bilgiler verildiği görülmektedir.97
Teheccüd Namazı: Mevlâ azze ve celle fermân buyurdu: “Ey
örtünüp bürünen (Rasûlüm)! Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin)
yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt.,, Yani ey Muhammed (s.a.v.)! Seni
eziyet için yaratmadım. Gece ortasında itâat et. Arttırma ve (fazlalık) yapma.
İşte bu fermân buyurulduktan sonra Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) gecenin üçte
birini ibâdet ile geçirmeye başladılar. “Ve seninle olanlardan bir grup”.
Yani (Hak Teâlâ) o tâife ki, seninle olsa yani sana bey’at edip senin gibi amel
etseler, onlar da senin gibi gecenin üçte birini uyanık durup itâatla
geçirsinler diye fermân buyurunca, Rasûlullah (s.a.v.) (s.a.v.) böyle yaptı ve
ashâbına da öyle (ibâdet) yapmalarını emretti. Ashâb da öyle yaptı.
Sûfî Muhammed Dânîşmend dediler ki: Hâce Ahmed Yesevî lütfedip
buyururlar: Tarîkat, kalp ile amel etmektir. Yani tarîkat, gönül ile
amel etmektir ve gönül âlemi gözünü açmaktır. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)
bu konudan şöyle haber verirler: “Allah Teâlâ’nın nur ve zulmetten yetmiş
bin perdesi vardır. Eğer bu perdeleri açsaydı, baktığı herşey yanardı.,,
Şüphesiz, Hakk Teâlâ (c.c.) azze ve celle’nin nurdan ve karanlıktan yetmiş bin
hicâbı vardır. Eğer bunları açsa, gözünün nûru her nereye ulaşsa kesinlikle
onu yakardı.
Ve (ayrıca) âlem-i kübrâ (büyük âlem) ve âlem-i suğrâ (küçük âlem)
vardır. Gözle görünmeyen nesneler âlem-i kübrâdadır. Ama ehl-i tasavvufa göre,
kişinin gönül âlemi açılsa onsekiz bin âlemi apaçık görür, tıpkı âlem-i suğrâda
göründüğü gibi. Ama gönlü açmak için sert çile çekmek gerek.
SultânüT-ârifîn Ahmed Yesevî’den, Sûfî Muhammed Dânîşmend, nakleder ki: (Bir
kimsenin) şerîatı tamam olmadan tarîkat yoluna girmesi (doğru) olmaz. (Kişi)
benlikten geçip yokluğa (fena) erişse, dünyâyı terk etse, sonra tarîkata girse
(caiz) olur. Nitekim Hz. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular: “Ölmeden önce
ölünüz. „ (Hz. Rasûlullah doğru söyledi).
Dervîş teheccüd namazını onattı rekât olarak kısa sûreler okumak
suretiyle kılmalıdır; zira uzun sûrelerle kılmak herkesin işi değildir.
Teheccüd namazının her rekâtında üç adet İhlâs sûresi okunabileceği de
kaydedilmiştir.
Teheccüd namazı kılındıktan sonra, iki defa kelime-i temcîd ve üç defa
salâvat-ı hams okumalıdır. Bundan sonra hazin sesle ve tazarru’ ve teellümle
101 kere “Estağfiru’llah” ve beş kere de “Hasbi Rabbi Cellallah, Mafi kalbi
Gayrullah” ve 5 kere istiğfar, 3 kere kelime-i istiğfar (“Estağfirullah elazîm
ve etûbu ileyh...”), yüksek sesle ve kemal-i şiddetle 101 kelime-i Celal
(“Allah”) okunur.
Sonra Zikr-i erre (Bkz. Zikr-i erre) ile iştigal olunur. Bu zikri
öyle kuvvet ve şiddetle eda etmelidir ki, dervîş terlesin; zîra sûfîlerin
anlayışına göre tarîkat cünûbü ancak bu suretle temizlenebilir.
Sonra eğer gecenin uzunluğu müsait ise, Yasin, MüzzemmiP, A’lâw,
İnşirah100, Kadr101, Kureyş'0' sûreleri
tilavet edilir.
Seher zamanında Cenab-ı Hakk’a sûz-ü güdazla münacat makbûl-i İlahî
olur.
Sabah Namazının sünneti kılındıktan sonra farza başlamadan
sağ yana yatılıp yüz kıbleye dönük olarak tefekkür-ü mevt yapılır. Bu esnada
Tâhâ sûresinin 55.103 (20:55); Bakara sûresinin 156.104,
(2:156) ve Mü’min sûresinin 12.105, (40:12) âyetleri okunur.
Hazret-i Enes (r.a.)’den rivayet edilen bir hadis-i şerife göre: “Her
kim sabah namazını cemaatla kılar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar zikr ile
meşgul olur ve sonra yine iki rek’at kılarsa, bir hac ve tam umre ecri gibi
ecre mazhar olur. ”
Bu sebeple, sabah namazını takiben teşbih ve tehlil ve kıraat ve hatm
ve dua ve musafahadan sonra, kemal-i niyaz ve tazarru’ ile iki rek’at İsrak
namazı kılınır.
İşrak Namazı: İki rekâtın her rek’atmda, Fâtiha’dan
sonra bes İhlâs sûresi okunur.
İstihare Namazı: Ek sûre olarak ilk rekâtte Kâfi run10b
sûresi ve İkincisinde ihlâs sûresi okunması sureti ile iki rek’at Istihâre107
namazı kılınır.
Kuşluk Namazı: Dört
rek’atlık kuşluk namazının ilk rekâtınJ >
da Duha, ikinci rekâtında İnşirah, ücüncü rekâtında ve dördüncü
rekâtında Mu’avvezeteyn108 (Felâk sûresi + Nâs sûresi) okunur.
Öğle Namazı: Öğle (= Zuhr) namazının dört rek’atlık sünnetinde
dört “Kul...” (Kafirûn, İhlâs, Felâk, Nâs sûreleri) okunur.
İkindi Namazının dört rekâtlık sünnetinde ise -ilk
rek’atta dört, İkincide üç, üçüncüde iki, dördüncüde bir olmak suretiyleon Asr109
sûresi okunur.
Akşam olup ortalık kararınca, kabrin karanlık ve
yalnızlığı hatırlanarak dua ve recâ edilir.
Akşam Namazı güneşin hemen batınımda kılınır.
Cıyabî Cenaze Namazı: Akşam Namazının farz ve sünneti
kılındıktan sonra namaz tesbihatı yapılır. Hemen ardından son gün mağrib ile
maşrık arasında ölüp de üzerilerine cenaze namazı kılınamayan mü’minler için
gıyabî cenaze namazı kılınır.
Evvabîn Namazı: 2 rekâtta selam ile toplam 6 rekât nafile
namaz kılınır. Sonrasında 3 kelime-i şehâdet ile 101 istiğfar okunur. Duadan
sonra Haşruo sûresinin son iki âyeti
(Huvellahüllezi...) ardından 3 İhlâs ve 1 Mu’avvizeteyn (Felâk sûresi + Nâs
sûresıj okunur. 10 Kelime-i tevhid ve 10 Salâvat-ı şerife okunur; dua ile
aksam namazı tamamlanır.
Yatsı Namazı sonrasında Bakara sûresinin son iki âyeti (
Amenerrasûlu...) okunur.
Vazife-i büzürgan olan beş malum sûre, her beş vakit namazdan sonra
tilavet edilmelidir; eğer bu müyesser olmazsa bir Fatiha ve bir Âyete’l-Kürsf"
ve üç İhlâs sûresi okumalıdır ki, rahmet ve mağfiret sebebi olsun.
Yesevîyye’de Zikir Uygulamaları
Sabah Namazı sonrasında, 25 “Subhanallah”, 25 “Elhamdülillah”,
25 “Allahuekber” ve 25 “La ilâhe llla’llah” tekrar olunur. 101 İsm-i Celal
(“Allah”) çekilir ve aşk ve şevk ve heyecanla Zikr-i erre (“Allah”,“Hayy”-“Hu”)
zikrine devam olunur. Zikr-i Erre’de belirli bir sayı söz konusu olmayıp bu
cezbeli zikri kişi yalnız başına ve “Allah-Hu” lafzı ile yapıyorsa 1000-1500
kez tekrarı tavsiye edilir. Günlük İsm-i Celal (“Allah”) zikrinde 3000 ile
yetinilmesi yeterli bulunmuştur. Zikr-i erre sırasında Hikmet bilen bir veya
birkaç dervîsin Yesevî hikmetlerinden birisini sesti olarak okuması zikir
meclisindeki feyzi, coşkuyu arttıracak ve Rabbânî zevki derinleştirecektir.
(Bkz. Zikr-i erre)
Bundan sonra, hazz-ı nefs ile murakabe edilir ve kemal-i ta’zimle
Yâsin sûresi tilâvet olunur.
Cenab-ı Hakk’a istiğfar edilir. Şeyhlerin ve abâ ve ecdâdın ruhlarına
Fâtiha okunur. Meclis ehli ile musafaha edilir.
İkindi Namazı edasından sonra tevazu ve tazarru ile 71
Estağfurullah, 101 İsm-i Celal (“Allah”) çekilerek Zikr-i erre (“Allah ”,
“Hayy”“Hu”)ile iştigal olunur.
Sabah ve ikindi zikirleri mescidde cemaat ile birlikte cehrî olarak icra
edilirken Yesevî dervişinin şahsi zikri olan günlük evradını tek başına sakin
ve huzurlu bir ortamda yerine getirmesi istenir.
Sabah ve ikindi namazı sonrası Yesevîlikte zikir için en bereketli
vakitler olarak tavsiye edilmekle beraber günlük evrâd akşam namazı ile
başlayan günün her saatinde yapılabilir.
Yesevîyye Dervişinin Cünlük Zikirleri : Evrâd"y
Zikre başlayacak olan Zâkir113 abdest aldıktan sonra temiz ve
sâkin bir yerde, -mümkün isekıbleye yönelmiş olarak oturur. Kalbini bütün başka
düşüncelerden boşaltır. Nefsini kırmak ve dünyevî ihtiraslarını kovmak, için
bir gün öleceğini, hesaba çekileceğini düşünür.
Allah’ın anma nimetinin kendisine nasib olmasından dolayı kalben hamd
edip zikre başlar.
Niyet: “Niyet eyledim Rabb-ı Hâlık’ımın Zât-ı İlâhiyyesini
zikretmeğe “ diye niyet edip zikre başlar.
Euzû Besmele114 (E’uzübillahi mineş-şeytanirracîm
Bismillâhirrahmanirrahîm) ile başlanıp Kelime-i şehâdet115 (Eşhedü
en Lâ ilahe llla’llah ve eşhedü enne Muhammedün-Rasûlullah) ( 3 defa
okunarak) okunması suretiyle ile tecdid-i imân116 yapılır.
İstiğfar117 kelimesi (Estağfirullah) 71 defa
okunur.
Fâtiha Sûresi: 1 adet okunur.
İhlâs Sûresi: 3 adet okunur.
Kelime-i Tevhid118: “Lâ ilahe İlla’Hah” 33 defa
(sonuncusuna Muhammedün-Rasûlullah eklenir)
Salavât-ı şerife119: (“Allahümme salli ala
Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sellim...” 33 defa tekrarlanır.
1.
Bağışlama: “Okunanlardan
hâsıl olan sevâbı, öncelikle Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in, âl-i âbâ ve ashâbının,
enbiyâullahm latif ruhlarına; sonra bütün evliyâullahm ve özellikle İbrahim
Ata, Arslan Baba, Hâce Yusuf Hemedânî ile SûfîMuhammed Dânişmend, Hakîm Ata,
Zengî Ata, Sadr Ata, Bedr Ata,Seyyid Ata, Gözlü Ata, HazînîAta, Ayhoca İşan ve
Sultan Ahmed Aktaşî ile bugüne kadar yaşamış olan bütün Yesevîyye silsilesi
mürşîdlerinin ruhlarına ve bilhassa Imam-ı Tarikat Pîr-i Yeseviyye Hazret
Sultan Hâce Ahmed Yesevî’nin ruhuna armağan ettim. Vâsıl eyle ya Rabbî...
Velhamdülillahi Rabbil âlemîn el-Fatiha”
Fâtiha Sûresi: 1 adet okunarak günlük zikrin giriş kısmı bitirilir.
Rabıta: 3-5 dakika Hz. Rasûlullah (s.a.v.) rabıtası121
yapılır. (Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in bilyeleri göz önüne getirilerek
Ruhâniyyet-i Muhammedi’ye yönelerek feyz almak üzere oturulur. (Görünüşü
gözönüne getirilmeden yalnız huzurlarında olunduğu düşünülerek Ruhâniyet-i
Muhammedi’ye yönelmek de yeterlidir. Hangisi kolay ve huzurlu oluyor, hangisinden
daha fazla feyz alınıyorsa onu tercih etmek uygundur. İlk zamanlarda rabıtaya
başlamadan önce istiğfar ve salâvât okunabilir; rabıtaya alışkanlık ve
yatkınlık meydana geldikten sonra buna gerek kalmaz.) Hz. Rasûlullah (s.a.v.)
rabıtasında güçlük çekiliyorsa Ka’be-i Muazzama rabıtası yapılabileceği
bildirilmiştir.
Rabıtanın sonunda, “İlahî ente maksûdî ve rızake matlûbî a’tmî
mahabbeteke ve ma’rifeteke ve’1-vusûle fi Hazretike (= Allah’ım maksudum
Şensin, isteğim de Senin rızandır, muhabbetini ve marifetini, Zâtı’na vuslâtı
bana lütfet...) duası ile Hakk’a yönelinir.
Kelime-i Tevhid: “La ilâhe İlla’ilah” zikri çâr-darb122
usulü ile 301 defa çekilir.
Salavât-ı şerife: (“Allahümme salli ala Muhammedin ve alâ âli
Muhammedin ve sellim...” 101 defa tekrarlanır.
Kelime-i Temcid120: (La havle velâ kuvvete illâ
Billah) 33 defa söylenir.
2.
Bağışlama: “Okunanlardan
hâsıl olan sevâbı, öncelikle Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in, âl-i âbâ ve ashâbmın,
enbiyâullahm latif ruhlarına; sonra bütün evliyâullahm ve özellikle Ibrahîm
Ata, Arslan Baba, Hâce Yusuf Hemedânî ile SûfîMuhammed Dânîşmend, Hakîm Ata,
Zengî Ata, Sadr Ata, Bedr Ata,Seyyid Ata, Gözlü Ata, HazînîAta, Ayhoca İşan ve
Sultan Ahmed Aktaşî ile bugüne kadar yaşamış olan bütün Yesevîyye silsilesi
mürşîdlerinin ruhlarına ve bilhassa İmam-ı Tarikat Pîr-i Yesevîyye Hazret
Sultan Hâce Ahmed Yesevî’nin ruhuna armağan ettim. Vâsıl eyle ya Rabbî...
Velhamdülillahi Rabbil âlemîn el-Fatiha”
Fâtiha Sûresi: 1 adet okunarak günlük zikir tamamlanır.
***
Evrâd ile İlgili Bazı Hususlar:
Yukarıda belirtilen zikir kişinin kendi özel zikri olup sabah ve ikindi
namazları sonrasında cemaat ile yapılan zikir buna dahil değildir. Günlük özel
zikir (evrâd) yerine getirilip silsileye armağan edildikten ve böylece zikir
sona erdikten sonra Allah (c.c.)’dan vatan ve milletin ve bütün İslam
beldelerinin huzur ve esenliği için yakarışta bulunulması ve Yesevî dervişinin
kendi ata-babalarının ve ana-ninelerinin ruhlarının da yapılan zikirden fayda
bulmaları için dua eklenmesi de mümkündür.
Olağanüstü -ve kaçınılması mümkün olmayanbir mazeret ve engel çıkarsa
veya çok ağır bir hastalık hali sözkonusu ise, zikir, en az dereceye (ondabire
kadar) indirilebilir. Fakat, dervişin zikrini hiç bir suretle ve sebeple
tamamen kesintiye uğratmaması gerekir. Çünkü söz verilen belirli bir zikir ve
virdin kesintiye uğratılması zikir feyzinin kesintiye uğratılmasına yol açar.
Böyle bir kesinti sonuçta sâlikin ahdinin ortadan kalkması ve tasavvufî biatim
ve silsileye intisâbım bozma tehlikesine yol açar.
Günlük evrâd bir defada okunabileceği gibi (tavsiye edilir) şartlar öyle
gerektiriyorsa gün içerisinde birkaç bölüme ayrılarak da tamamlanabilir. Her
Yesevî müridinin tarikat bağının devamı için günlük evrâdın ilk kısmını mutlaka
ve mutlaka hergün ifa etmesi gerekir. Çok zorunlu hallerde günlük evrâdın
ikinci kısmı yapılmayabilir. Fakat manevî seyrin ilerlemesi ve kemâle ulaşmak
için günlük evrâdı tam ve düzenli olarak yerine getirmekte titiz
davranılmalıdır.
Günlük Zikir uygulaması kişinin özel durumuna ve vaktine, iş ve gücüne,
zaman ve imkânına uygun olarak yerine getirilmelidir; fazla zikir yapacağım
diye uğraşılmamalıdır. Şartlarına uyarak zikri tekrarlamak, sürekli gayret ve
çaba göstere göstere sonucu elde etmek gerekir. Bu sonuç, sülük mertebelerinin
en yücesi olan “fenâfillah ve bekâbillah”dır. Bu mertebeye eren, bu yüce basamağa
ulaşan gerçek anlamıyla Allah’ın velisidir, Allah dostudur. Allah ve Rasûlü’nün
sevgilisidir. Mukarrebîndendir, Allah’a yakın olanlardandır.
Ruhdan gelen arzu ve özlemle olmak şartıyla, mürşîd tarafından
belirlenen belirli sayıda zikir görevinin özenle yerine getirilmesinden sonra,
mürîd istenilen zamanda ve yerde, (Kur’an-ı Kerîm’in tarifi ile ayakta iken,
otururken, yatarken, yürürken, uyurken....) fazla zikir yapabilir ve nafile
ibadet hükmündeki bu zikir aynı nûr olur. Çünkü: zikre nûr, zikirden gaflete
zulmet; zikir ehline (zikir edenlere) canlı ve diri; zikirden gafillere ölü
denilmiştir.
Günümüzde bazı insanların merak güdüsü ile edindikleri tasavvufî
kitaplarda yer alan zikir tariflerinden yola çıkarak tekbaşlarına çok fazla
sayıda zikirleri yapma çabasına girdikleri ve bunun sonunda bazı manevî
sıkıntılara düştükleri bilinmektedir. Bu aşırı miktardaki zikir bir de yine
bilinçsiz ve kontrolsüz bir şekilde riyâzet uygulamaları (yemek ve uykuyu
azaltmak) ile birleştirildiğinde -nâdir de olsa, bazenağır tıbbî sonuçlar
oluşturan durumlar da ortaya çıkabilmektedir. Bu şekilde zikreden bir kişinin
kalbinde hareket; vücudunda hararet, ruhunda acı ve sıkıntı, davranışlarında
uyumsuzluk, bedeninde rahatsızlık, uykusuzluk, aklında karışıklık,
fikirlerinde anormallik ortaya çıkarsa, hemen zikri azaltması gerekir.
Sıkıntıları zikri azaltmakla geçmezse, geçici bir süre için zikri tamamıyla
bırakmak, farzlar, vacipler, sünnetlerle yetinmek önerilir. Zikir azaltılır ve
hatta bırakılırken aynı zamanda Hz. Rasûlullh2a yönelerek salavât-ı şerîfeyi
çoğaltmak gerekir. Bu şekilde bir yaklaşımla ruhani denge ayarlanarak düzelme
sağlanır. Bir süre geçtikten sonra yavaş, yavaş zikre tekrar başlanır. Aşırı
miktarda zikri ile sıkıntıya düşenlerin hergün 7-11 kez İnşirah (Elem
neşrahleke...) sûresi okumaları da faydalı olur.123
***
Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icrâ edilen zikre, zikr-i erre (=
bıçkı zikri) adı verilir ki, Yesevîyye tarîkatının ve sülük zincirleri Ahmed
Yesevî’ye ulaşan Türk mutasavvıflarının özelliklerinden birisi de, Zikr-i Erre
adı ile ünlenen bu zikirdir. Zikr-i erre, Farsça’da bıçkı (=testere) zikri
demektir.124
Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup zikredenin
hançeresinden bıçkı sesine benzer birer ses, sâdece boğazdan testere sesini
andıran bir hırıltı çıktığı için, bu isim verilmiştir. İlk kez Zekeriyya
Peygamber (a.s.)Tn dilinden döküldüğü ifade edilen gayet cezbeli cehrî (=
sesli) zikir olan ve “Hayy” ve “Hu” esmalarının tekrarına dayanan “Erre”
zikrinde dervîşin boğazından çıkan zikir sadası, adeta bir testere bıçkısının
bir kütüğü biçerken ileri gidiş-geri gelişlerinde çıkardığı sese benzer olduğu
için “bıçkı” zikri olarak adlandırılmıştır. Hazînî bu zikrin, Hazret Sultan
Ahmed Yesevî’ye ilk kez Hızır (a.s.) tarafından öğretildiğini ve dervîşi terletecek
kadar şiddetle tatbiki gerektiğini ifade etmektedir. Hazînî bu zikrin dervîşi
terletecek kadar şiddetle tatbiki gerektiğini ifade etmekte ve bu zikri yapan
dervîşin “karınca iken ejder” olacağını da söylemektedir.
14. yüzyılda Semerkand civârında yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre, Hoca Ahmed
Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikirle meşgul oluyordu. Ancak Türkistan
bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış
ve zikr-i erre adındaki sesli ve etkili zikri başlatmıştır.125
XVII. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî (ö.
1109/1697) Yesevî dervişlerinin bazen “Allah”, bazen “Hay”, bazen de ikisiyle
birlikte “Hay, Allah” diye zikrettiklerini, zikir esnâsında şevkin artması
üzerine nefes alıp verirken zikreden kişilerin gırtlağından testere sesine
benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin başına testere koyup onun
arzularını kesiyorlarmış gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazı
zamanlarda ise “Hû” zikri ile meşgûl olduklarını ifâde etmiştir.
Müellifi bilinmeyen ve Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn
ismiyle anılan Çağatay Türkçesi’yle yazılmış bir eserde ise Yesevîler’in
zikrinin altı türünden bahsedilir: 1. İsm-i zât zikri: “Allah” diye
zikretmektir. Bu zikir, “Allah Hû, Allah Hû, Yâ Hû, Allah Hû” şeklinde de icrâ
edilir. 2. İsm-i sıfat zikri: “Hay âh, Hay âh” diye zikretmektir. Bu zikir öğle
namazından sonra ayakta (kıyâmî) icrâ edilir, “Hay” ve “âh” derken beş parmak
yumulur. 3. Düşere zikri: “Hay, âh, Allah, Hay, Hû” ve “Hay, Hayyen, Hû Allah;
Hay, Hayyen, Hû Allah” diye zikretmektir. 4. Zikr-i Hû: “Hû, Hû, Hû Allah; Hû,
Hû, Hû Allah” diye zikretmektir. 5. Zikr-i çaykun: Zikir vaktinde ritim, âhenk
ve mûsikînin bir arada ve uyum içinde devam etmesi için zâkirin elinde çıngırak
gibi bir âleti hareket ettirmesi, “çak”-“çak” diye ses çıkarmasıdır. “Hû (çak),
Hû (çak)” diyerek zikredilir. 6. Çehâr darb (Çâr-Darb) : “Hay, âh âh âh, Hay,
Hû; Hay, âh âh, âh, Hay, Hû” diye zikretmektir. Bu altı zikir usûlüne ek olarak
bir de “zikr-i kebûter” (güvercin zikri) vardır ki “Hû, Hû” diye icrâ
edilir.
Hazînî’nin kaydettiğine göre, Şehr-i Sebz vilâyetine bağlı Uluğ Miten’in
Nenek nahiyesinin ‘Şeh’ adlı köyünde medfûn olan ünlü mürşîd Şeyh Ahmed
Beşiri’nin güvenilir kaynaklara dayanarak yer vermiş olduğu, evliyâ
menkıbeleri, kerametlerine ve makâmlarına dair risalesinde erre zikri
konusundaki soruya Ahmed Yesevî’nin verdiği cevabı aktarır. Bu risaledeki
kayda göre, Ahmed Yesevî’ye erre zikrinin ne olduğu sorulunca “Hak niceliği ve
nasıllığı olmayandır, eşsiz ve benzersizdir; bu zikir de, bunun gibi,
nasıllıktan uzak ve benzeri olmaktan ıraktır...” diye yanıtlamıştır.
Yesevîlik yolu hakkındaki bilgilerimizin çoğunluğunu eşsiz eserlerine
borçlu olduğumuz Hazînî, erre zikri’nin ‘Hakk’a lâyık bir zikir’, ‘benzersiz
bir sır’ olduğunu ifade eder ve “Yesevîyye şeyhlerinin istilâhlarında Yüce
Allah’ı zikretmekle kast edilen bu erre zikridir. Diğer adları tekrarlamak
biçiminde yapılana ‘telkin’ derler, zikir demezler. Bundan ötürü gece ve
gündüz, sürekli olarak bu tür zikir yapılır ve bununla Tanrı katına ulaşma
mutluluğuna erişilir.” der. Hazînî, Erre zikri ile ilgili çok ilginç bir
rivayeti MenbâüTEbhâr risâlesine kaydetmiştir:126 “Anlatıldığına
göre, Münkir ve Nekir zikir ateşiyle yanıp ölen bir iman erinin uzuvlarını
koklamaya başlarlar. Bu kişi: ‘Ey melekler! Onları bırakınız, asıl olan
kalbimdir, ona bakmak gerek’ der. Meleklerin delil istemesi üzerine zikir
yapan bu imanlı kişi öyle bir ateşli “âh” çeker ki kıvılcımları yedi
katlı göğün katlarını deler, arştan geçip mekânsızlık âleminde yok olur. Bunun
üzerine melekler dehşet içinde kalıp bölük bölük kaçışmaya başlarlar. Bu
inançlı zikir eri hâl diliyle şöyle seslenir: ‘Ey sorgu melekleri! Yetmiş
seksen yıl bu ateşin içimin ocağında bulunmasından korkmadım. Utanın, bir
kıvılcımdan darmadağın olup kaçmak istiyorsunuz. ”
Hazînî, MenbâüTEbhâr eserinde Yesevîlik yolunun kusursuz ve mürîdlerinin
kemâle ermesi için her yönden yeterli olduğunu kaydeder. Hazînî Yesevîyye’nin
bu üstünlüğü hurûf-ı mukattaâ (=Bazı Kur ‘an sûreleri başındaki anlamı
bilinmeyen rumuzlu harfler) gibi gönlü teselli edici nitelikte olduğunu
belirttiği Yesevîliğe özel bir zikir olan Zikr-i errenin etkisiyle
ilişkilendirir. Hazîni, zikr-i erreyi bütün Yesevî mürşîdi, maneviyat
kılavuzlarının bildiğini söyler ve “Bu zikir Tanrı katında Hazret Sultan
Yesevî’nin kendi işi olmakla birlikte nice tarîkat öncüleri zikr-i erreyi özel
zikir olarak benimsedi. Türk, Tacik, Hindli ve Arab erre zikri ile coştu, ondan
zevk aldı.” der ve bu zikrin bambaşka bir zikir olduğunu, nice seçkin
kimselerin onu seçtiğini ileri sürer, meydana getirdiği yararlar açısından
birçok niteliğine değindikten sonra da bu tür zikrin Yesevîyye tarîkatını diğer
tarîkatlardan ayıran bir ayrıcalık olduğunu söyler.127 Zikr-i Erre
(=bıçkı zikri) üzerinde ısrarla durarak insan rûhânîyeti üzerindeki derin
etkisini vurgulamaya yönelik değerlendirmeler yapan Hazînî, bu zikrin harfsiz yapılan
bir ‘ruh zikri’ olduğunu, nice arifin bu etkili zikirle kendinden geçtiğini, bu
feyzli zikri yapanın ‘elest kadehinin katıksız şarabı ile sarhoş’ olduğunu,
ilk uygulayanı olduğu kabul edilen Zekeriya Peygamber (a.s.)Tn bu zikirle
tanındığını, Hz. Davud (s.a.)Tn da erre zikri yaptığını, nice mürşîdin bu
doğru yolda yürümekle bilindiğini söyler.
Hazînî, her varlığın kendi dilince Allah’ı andığını, birçok Allah
dostunun ‘âh zikri’ de denen erre zikrini yaptığını, bu zikri yapanların
Allah’ı istediklerini söyledikten sonra kendine seslenir ve “Hüzünle gece ve
gündüz bu ‘erre’ zikrini yap ki kalbinin aynası parlasın, o aynada bütün
gizlileri bilen (= AllâmüTguyûb) Yüce Tanrı görünsün. Aynanı kötü isteklerin
pasından arındır, benliğini bu zikirle paramparça et.” der ve Hakk âşıklarının
ededurdukları duanın Tanrı Teâlâ’yı zikretmek olduğunu, bu zikrin en keskin
olanının da “Lâ ilahe İllallah”tan başka bir kelime olmadığını kaydeder.
Hazînî, kimi arif ve âlimlerin de zikr-i erre hakkında “Tanrı katına ulaştırıcı,
‘giderek artan hızda ve uzun süreli olarak (= şedd ü medd ile)’ gösterilen bu
çaba (= mücâhede) İsm-i Â’zam (= Tanrı’nın en büyük adı) ile gerçekleştirilir;
çünkü onun sesçe türlü nitelikleri olan harfler, türlü anlamları bulunan
kelimelerle bir ilgisi yoktur, o yalnızca Tanrı övgüsüne yöneliktir; Tanrı’nın
öteki güzel adları (= esmâüThüsnâsı)nda söylenme sırasında harflerin sırası
değişebilir, kelimelerin anlamları bozulabilir; bu çok özel zikirde ise böyle
bir durum söz konusu olmaz, o Yüce Tanrı’ya en uygun ve yaraşır olandır.”
dediklerini kaydeder. “Sevenlerin zikri remiz ve işarettir; sevilen, harfi ve
sözü sevmez. Erre zikri insanın iç dünyasının mimarıdır, iç dünya onunla
bezenip şenlenir. Zira Zikr-i erre mahv-ü fena îras ve fakr-ü beka ihdas
eder. Bu zikir zikredeni nefsinden, onun kötü isteklerinden kesmiş, ona
güzellik vermiştir. ” gibi görüşler ileri sürer.
Zikr-i Erre Hakkında Rivayetler
16. yüzyılda Semerkand bölgesinde yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre, Hoca
Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikirle meşgul oluyordu. Ancak Türkistan
bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini
anlayınca Hz. Hızır (a.s.)Tn kendisine tavsiyesi ile münferit olarak
yapageldiği zikr-i erre adındaki bu sesli ve etkili zikrin cemaat halinde
uygulamasını başlatmıştır.
MENKIBE
Hızır (a.s.), her zaman neşeli ve
gönlü ferah bulurken, birgün sohbet etmeğe geldiği Ahmed Yesevî 'yi sıkıntılı
ve üzüntülü görmüş. Hayretle ve şaşırarak bunun sebebini sordu : “Şu gerçek ki,
her gün dünyayı yedi kez dolanır, bir iyi yoldaş, sohbet ortağı ararım; senden
daha iyi birisini bulamadığımdan hep seninle yoldaşlık ederim. Bu yüce hâllere
ve makâmlara erişmiş iken böyle kederlenmenin sebebi nedir? ” Nedendir bu
üzüntü? Ahmed Yesevî Hz. Hızır (a.s.) 'ın bu sorusuna şu yanıtı vermiş: “Günlerdir
mürîdlerimi ağır bir kabz hali sardı: kalblerinde bir sıkıntı belirdi ve
huzurlarını bozdu. Rufekâ ve fukaranın bâtınlarını kasâvet kabzetmiş: izalesini
imkânsız gördüğüm için kederli ve sıkıntı içinde kalmışım. Bunu gidermek mürşîd
için kaçınılmaz bir görev olduğu hâlde kabz hallerini üzerlerinden kaldırmayı
başaramadım. İşte üzüntümün sebebi budur: bu yüzden kederlendim. ”
Hızır (a.s.), Yesevî’den bu yanıtı alınca, “Ahh, Ahhhh!” diye
zikrullah’a başlar ve Hazret Sultan Yesevî’ye zikr-i erreyi böylece tarif
edip mürîdlerine bu etkili zikri yaptırmasını salık verir. Bunun üzerine Hz.
Hızır (a.s.) Ahmed Yesevî, Hz. Hızır (a.s.)’m dediği gibi erre
zikrini yaptırdığında o sıkıntılı kabz hali ortadan kalkıp mürîdlerin kalbleri
bast haline geçmiş. Zikr-i erre ile mürîdlerdeki kasavet yok olduktan sonra
bu erre zikri, Hazret Sultan’m emirleri ile, bütün Yesevîsilsilesine de vird
oldu. ”
İşte Yesevîyye tarîkatindeki Zikr-i Erre’nin temeli ve mahiyeti ve
Yesevîlik uygulamasına girmesi, menkıbeye göre, böyledir Yesevîyye tarîkatının
Cehriyye’den sayılmasının nedeni de budur.
Bu rivayeti CevâhirüTEbrâr’da kaydeden yazan Sultan Ahmed Hazînî, Ahmed
Yesevî’nin o günden sonra sürekli olarak zikr-i erre yaptırdığını, bu zikr-i
errenin Hazret Sultan’dan sonra da sürdürüldüğünü, kendi çağına
gelinceye kadar gelmiş nice ulular tarafından zikr-i erre uygulandığını ekler
ve kıyamete kadar sürüp gitmesi dileğinde bulunur.
Hâzinî, Cevâhiru’l-Ebrâr’da bu rivayeti -Hızır (a.s.)’m Yesevîyye
yoluna Erre zikrini emanet edişinişu mısralarla anlatıp özetlemektedir:128
Her mürîdin nefs ü hevasının başına ilahi zikir olan Erre (bıçkı)
zikrini o çekti.
Hızır (a.s.) Vedûd (Allah)’un
ilhamıyla ona Erre zikrini telkin etti.
Erre çeken o devrin Ebû Yahya’sı ki O’nun yanında cihanın güneşleri
zerre gibidir.
Erre zikri her aynanın cilasıdır; O’nun cemali her aynaya ayna
olmuştur.
Sevgisinin görünümü kalblerde ayna gibidir; gaybı bilen Allah O’nun
cilasını gösterdi.
Ayın ve güneşin rasat aleti olduğu gibi Erre zikri gencin de yaşlının
da nur bağışlayıcısıdır.
(...)
O azîz (Yesevî) bir gün kederliydi; O’nun çevresindeki dervîsler de
kalben daralmıştı.
Hızır (a.s.) geldi ve “Ey din serveri” , dedi: “Bu kasavet ne zamana
kadar sürecek?”
Dedi ki: “Dervişlerin kalbi darlıkta, ben de bu sebeple gama battım,
ey şefkatli!
Onların kalb darlıkları ne zaman geçerse, benim gönlümden de bu gam
çıkar.
Bunu geçirmekte çaresiz kaldım, ey elçi! Sen bunu bizden geçir... ”
O ulu Hızır bu hali işitince dedi ki: “Sen de harfsiz olarak benim
gibi söyle.
Gönül cilası olan bu özel zikir kalbi vesveseden kurtarır.
Bu zikir niteliksiz zikirdir ve Allah derdine devadır. Bu zikir
Allah’ın vaslma layıktır...”
O pak Hızır Erre ( bıçkı) zikrini öğretti; böylece o dertliden gam
kalktı.
Zikredenler bu zikirle coşup taştılar, karınca iken ejder oldular.
Erre zikrinin feyzine bağlanınca, gönül sayfalan gamdan arındı.
Böylece Erre zikri O’ndan gelen vird ve çok velî bu zikre sakird oldu.
Ne hoş bir Hızır telkini ve öğretisi! Bu, Hızır’ın tayin ettiği Hakk
zikrinin ta kendisidir.
Gönül aynasının cilası bu bizim zikrimizdir; Erre zikri (ilahi)
Kibriya denizinin dalgasıdır.
O, ruh çölündeki sevgilidir; ruh bu zikirle manevî fethlere mazhar
olur,
“Ahh” de, “Allah” de. “Hayy” ve “Hu” de; O’nun yadı ile gözyaşı
dökerek feryad et.
Vay o gözyaşı döken, o dertli olgun, o ciğeri yanık ne güzel dedi.
Kime her iki âlemde de feryad ve gam lazımsa feryadını ancak O’na hoş
gelir.
Helva satan çocuk* ağlamadıkça Allah’ın bağış denizi nasıl dalgalanıp
coşsun?
(*Hazînî, Şeyh Sadi’nin Gülistanındaki bir hikâyeye telmihte
bulunuyor.)
Çocuk ağlamayınca (memede) süt nasıl kıpırdar; bulut ağlamayınca
çimen nasıl güler?
Erre zikri inleme, feryad ve “ah”tır. O, gâh “Hayy” ve “Hu”, gâh
“Allah”, gâh da “Ahh”tır.
Gönül göğü zikrin şimşeği ile şerha şerha olunca zikre gark olan
zikrettiği (Allah’ı) bulur.
Erre zikri öncesizlik denizinin coşmasıdır; ondan dolayı daima avuca
vuslat incisi gelir.
Erre zikrinin özellikleri anlatmakla bitmez; başı fakr ve sonu fenâ
makâmıdır.
Zikr-i erre’nin feyzine ve etkilerine dair birçok rivayet vardır:
Türkistanlı Şeyh Mevdûd mürîdlerinden ‘Parlak kasideler yazarı, Dîvân sahibi
bir şair, zahirî bilgilerde seçkin, Mâverâünnehir’de bâtını bilgilerde eşsiz
bir âlim’ olan Halvetî Şeyhi Mahmud Zaverânî, Semerkand nahiyelerinden birinde
Hoca Ubeydullah Ahrâr’a yakın bulunuyordu. Hoca Ubeydullah AhrârTn beğendiği
bir mürşîd olan Halveti şeyhi Mahmûd-ı Zâverânî’nin, erre zikri hakkındaki
değerlendirmesine göre “Erre zikri ‘Âhh’, ‘âhhh’ denilerek yapılan bir
zikirdir, bağrı yanık dervişler benliklerini ve ruhlarını arındırmak için onu
seçmişlerdir.”
‘Sesli ve sessiz zikir erenlerinin önde geleni’ Mahmûd-ı Zâverânî’nin
Telkînat-ı cehriyyesinin velvelesi ve zikr-i erre’sinin gulgulesi, Ubeydullah
AhrârTn murakabe ve zikr-i hafiyyesine muarız olduğundan, bundan vazgeçmesi
için mahsus mektup yazdı. Şeyh Mahmud Zaverânî, AhrârTn bu mektubunu alır almaz
öpüp başına koydu ve ciğer yakıcı bir “ahhhh” çekerek, öyle bir zikr-i erre’ye
ve telkînat-ı cehriyeye başladı ki, Ubeydullah AhrârTn mektubu getiren adamla
sair ihfa tarafdarları dehşet ve hayret içinde kaldılar. Ubeydullah Ahrâr, bu
halden gücenip, ihya-yı leyi ve İsti hâre ile onu tebdîle çalıştı; lâkin bir
türlü muktedir olamadı ve nihayet O’nun mağlup değil, galip olduğunu i’tiraf
büyüklüğünü gösterdi. Görüşüp mahabbet ettiler; aralarında kuvvetli bir dostluk
hâsıl oldu.
Hazînî burada ünlü Yesevîyye şeyhi Mevdûd Şeyh’in önde gelen
halîfelerinden Kemâlüddîn-i İkânî ile Hoca Ubeydullah Ahrâr arasında geçmiş
olan bir olayı aktarır. Ubeydullah Ahrâr muasırı olan Yesevî mürşîdi Şeyh
Mevdûd İkânî’den bu zikri yapmalarını rica eder ve istifade ettiklerini
bildirir; maksad Ubeydullah Ahrâr’ın erre zikri konusundaki görüşünün olumlu
olduğunu duyurmaktır:
MENKIBE
“Nakledildiğine göre. Şeyh Mevdûd-ı
Türkistânî'nin halifesi olan Kemâlüddîn-i İkânî, Semerkand yakınlarındaki
Aliâbâd kasabasında doğup büyümüş, orada yetişip ün kazanmış bir mutasavvıftı.
Ubeydullah Ahrâr, Horasan 'dan Taşkend 'e geldiği zaman, onunla çok defa
mülakatta bulunmuştu. Sıradan-seçkin, yoksul-zengin pek çok kimse Kemâlüddîn-i
İkânî'nin manevî etkisinde kalmış, biat alarak tarikatına bağlanmıştı. Bunun
üzerine kimi bozguncular baş kaldırdılar ve ortalığı karıştırarak karşı
çıktılar Özellikle 'Seyfullah'adındaki bir kendini bilmez, dervişleri sevmez
bir kolluk görevlisi (= muhtesib) adı geçen şeyh hakkında birtakım çirkin
yakıştırmalar duyup hemen Hoca Ubeydullah Ahrâr 'a gelir, tahrik edici ve şüphe
uyandırıcı sözler söyler, güvenilir bir halifesini durumu öğrenmek üzere
göndermesini ister O da gerçeği ortaya çıkarmak için mollalar arasında
güvenilir, halk arasında sözüne inanılır bir kimse olan Mevlânâ Kasım Kelân ’ı
bu kişiyle birlikte gönderir Aliâbâd kasabasına girdiklerinde o ikiyüzlü kolluk
görevlisi korkuya kapılmış, titreye titreye huzuruna varmışlar Şeyh şu beyti
okumuş:
Hazer cün kılmadı münkir kılıç kaldurdı keskin âh
Cefa-bînning keser âhı kaçan sürkense seyfu’llâh
(İnkârcı çekinmeyince keskin âh kılıç kaldırdı;
Cefâ görenin âhı Allah’ın kılıcıdır, çaldığında keser).
Hemen o anda o kendini beğenmiş muhtesib ölür, hesaba çekileceği öte
dünyaya göçer; adı geçen Mevlânâ Kasım ise üç gün ne yaptığını bilmez hâlde
kalır. Kendine geldikten sonra Şeyh’in yanından ayrılan Mevlânâ Kasım onun bazı
manzumelerini Hoca Ubeydullah’a getirir. Buna son derecede sevinen Hoca
Ubeydullah Şeyh ile buluşmak ister, yanında mollalar ve kalabalık bir halk
topluluğu bulunduğu hâlde süslü püslü, gümüş üzengili alabacak atlara binmiş
olarak Aliâbâd tarafına doğru yola koyulurlar. Yol üzerinde Âb-ı Rahmet ile
Hoca-i Danyâl arasında ‘Pûl-i Mirza (= Mirza Köprüsü)’ de denilen Uluğ Bek
Kürekân Köprüsü’ne vardıklarında, Şeyh Kemâl-i İkânî’nin, yanında üstü başı
dağınık, saçı başı karışık bir yaya topluluğu ile bir topal eşeğe binmiş
durumda köprünün öte yakasında beklemekte olduğunu görürler. Şâh Kâsım-ı
Envâr’ın şiirlerinden:
Ciğer pür-derd ü dil pür-hûn ü cân sermest ü nâ-perva
Rehem dûrest ü merkeb leng ü der-sermâye-i sevda
(Ciğer dert ile dolmuş, gönül kana bulanmış, can ise sarhoş ve korku
bilmez
Yolum uzun, bineğim topal, varım yoğum başımdaki sevda, bitmez tükenmez)
beytiyle başlayan, ortama uygun bir şiirini okumaktadır. Hoca
Ubeydullah o üstü başı dağınık, saçı başı karışık, ama gönül gözü açık ve
uyanık topluluğu ve topal eşek üzerindeki o mürşîdi bu hâlde görüp çok
etkilenir ve gümüş üzengili atından inip yol üzerinde onunla buluşur. İki ulu
iç dünyalarına dalmış bir hâlde otururlar; gönül denizleri dalgalanır,
yolculuğa çıkmış ruhları yücelere erişir. Hoca Ahrâr iç diliyle duyurarak o
büyük şeyhten Farsça şiir söylemesini ister. Hâlbuki adı geçenin o âna kadar
Farsça şiir söylediği duyulmamıştır. Ama bilinmezi bilme, görülmezi görme (=
mükâşefe) gücü, ayrıca bu yakınlık ve isteğin de manevî etkisiyle, birden,
kendi aralarında ‘hikmet’ dedikleri bir şiir söylemeye başlar (bkz.23b.1-7). Bunun üzerine her yandan
çığlıklar yükselir, dervîşler coşkun bir şekilde bağrışıp ağlaşırlar. Hoca Ahrâr
da coşkunluğa kapılır ve Şeyh Kemâl’den erre zikri yaptırmasını ister. O da
bağrı yanık dervîşleriyle halka kurup zikri başlatır. Giderek yükselen temponun
doğurduğu coşkunlukla coşup taşarlar, ortalığa sanki ateş düşer, ruhlar
ayaklanır. Şeyh de, mürîdlerine katılarak, şedîd bir edâ ile yedi-sekiz kere
zikretmiştir. Zikir halkasındaki dervîşlerin coşkusu öyle bir dereceye ulaşır
ki Hoca Ahrâr dayanamayıp Farsça “Yeter, gönlümüze dert sirayet eyledi...
Yeter, yeter!.. Gönlüm yandı, gönlüm yandı” diyerek zikrin feyizli etkisini
kabul eder. Zikre katılanlar şeyhin buyruğu ile susup zikri keserler. Hoca
Ahrâr Farsça şöyle der: “Eğer bir saat daha devam etseydi, arştan ferşe kadar
her yer ateş içinde kalırdı. ”
Tasavvuf klasiklerinden Reşehât kitabında da ünlü Nakşbendî pîri
Ubeydullah AhrârTn zikr-i erre hakkındaki bu sözleri özetlenerek verilmiştir.
Reşehât’ta kaydedildiğine göre Ubeydullah Ahrâr, kendisini ziyaret eden muasırı
bir Yesevî şeyhi olan İkânî’den bir miktar “zikr-i erre” çekmelerini rica eder.
Bu rica üzerine oluşturulan meclisteki cezbe alevi o denli yüksek perdelere
çıkar, o kadar hararetli düzeye ulaşır ki, bizzat Ubeydullah Ahrâr, “Tamam,
tamam...” diyerek zikrin sonlanmasını sağlar.
Hazînî, “Bu erre zikri nice ilim adamı tarafından beğenilmiş, nice
araştırıcı onu ayrıntılı olarak açıklamıştır. Gelip geçmiş şeyhlerden duyulmuş
olan övgü şiirlerini bir bir yazacak olsam risale uzar gider.” der ve otuz iki
halife yetiştirdiğini, tarîkatının okyanus gibi dünyayı kapladığını, hakkında
birçok kitap ve risale yazıldığını, Mâverâünnehir’in bütün sultanlarını
etkileyip kendisine bağlamış olduğunu, gerçekler ve inceliklerle dolu
şiirlerinin zamanında büyük şöhret kazandığını söylediği Şeyh Hudâydâd’ın erre
zikri’ni öven bir gazelini kendi fikrinin destekçisi olarak nakleder.
Hazînî’ye göre, erre zikri Ahmed Yesevî’nin vasiyeti olup söz
konusu vasiyeti şudur: “İnançlı mü’min kalmamış, inançsızlar ortalığı kaplamış.
Tasavvuf yolunda ihtilaf bulanıklığından arınmış yürek, temiz nitelikli, erre
zikri yapan dervîş gerek. Temiz yürekli ve yoksul olmadıkça arı duru ve zengin
olunmaz.” Hazînî, evliyâullahın (= Allah dostlarının) dua, zikir ve semaları
hakkındaki şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Büyük şeyhlerin ve ünlü velîlerin
duaları ve zikirleri insanlar ve meleklerce değerli sayılmıştır, sağladığı sonuçlar
ve yararlar göğün ve yerin derinliklerine ulaşır. Manevîyat uluları hakkında
ileri-geri konuşmak çok büyük yanlıştır. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin ölümünden
sonra bilgin ve olgun kimseler yapmış olduğu semanın helâl olup olmadığı
konusunu Şeyh Sadreddîn Konevî’ye sormuşlar, o da: “Kâmil mürşîdlerin
getirdiği yenilikler Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in güzel sünnetlerine benzer.
Nitekim o büyük Allah Nebîsi (s.a.v.) ‘Bir topluluğun önderi bir ümmetin
nebisi gibidir’ buyurmuştur”. Böyle olunca erre zikrinde şüphe göstermek
bilgisizliktir. Akıllı ve insaflı kimseler için bu kadar delil ve açıklama
yeter. ”129
‘Zikr-i minşarî’ adı da verilen zikr-i erre tarzı hakkında Şeyh Muhammed
Gavs şu bilgiyi verir: Zikr-i erre’nin yolu, iki elini iki uyluğunun üzerine
koyarak ve nefesini göbeğine doğru vererek “ha!” demeli; sonra nefesi göbek
altından kımıldatarak medd ile ve başı, beli, sırtı müsavi gelecek surette
şiddet ile “Hayy!” demeli ve bu suretle tekrar edilmelidir. Bir marangoz,
tahtanın üzerinden nasıl bıçkıyı çekerek seslendiriyorsa, zâkir de kalbi düzelmek
ve safa peyda etmek için zikri, levh-i kalb üzre çekmelidir. Bazı şeyhler
zikr-i minşarî’yi “Allah”, “Hu-Hayy!” sözleriyle ifa ederler; bazıları ise,
“Allah” sözüyle ifa ederler. Bu zikrin verimi, iktisab edenlere malum olacağı
veçhile sayılamayacak kadar çoktur.
Erre Zikrinin Yapılış Tarzı: Şeyh Salim ibn Ahmed Seyhan
Bâ’alevî-i Hadramî’nin yaptığı tarife göre zikreden kimse, karnını azıcık
sıkarak nefesini göbeğinin altından yukarıya doğru çeker; sonra karnını azıcık
gevşeterek ve nefesini göbeğine doğru uzatarak geriye verir. Bu cihet adeta,
marangozun tahta üzerinde bıçkıyı uzatması ve çekmesi gibidir. “Zikr-i erre”nin
ifâ tarzı beş türdür:
1.
Zikreden kimse, iki dizinin
üzerine oturur; ellerini iki uyluğunun üzerine koyar; nefesini göbeğinden
damağına doğru çekmeğe başlar; “Ha!” der; sonra nefesini göbeğine doğru
uzatarak başı, beli, sırtı müsavi olacak surette şiddetle aşağıya verir, “Hayy”
der. Bu şadalar adeta bıçkıyı, marangozun tahta üzerinde ileri geri çektiği vakitte
çıkan sesine benzer. “Hâ” ile işaret, âyât-i nefse; “Hayy” ile işaret,âyât-ı
âfâka’dır; yahut aksinedir. Bu cihet birincide vücubun imkân üzre galebesine,
yahut İkincide imkânın vücub üzerine galebesine göredir.
2.
Nefes alınırken “Hayy”
verilirken “Hu” veya tersine nefesini çekerken “Hu”, aşağı verirken “Hayy”
denilir veyahut her ikisinde de “Allah” denilir.
3.
Nefesini içe çekerken
“Allah”, nefes dışarıya verirken “Hu!” denilir.
4.
Her iki halde de “Hayy”
denilir.
5.
Her iki halde de ilave
olarak el-Daîm, el-Kaîm, el-Hâzır, el-Nâzır, eş-Şehîd isimleri söylenir.
Yesevîyye tarîkatının zikir meclislerinde zikr-i erreye eşlik eden
Yesevî-Hanlar tarafından yeknesâk, ritmik bir melodi ile Hazret Sultan
Yesevî’den hikmetler de okunurdu. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü hikmetlerin dili,
vezni ve hikmetlerin cezbe oluşturacak bir tarz ile zikir meydanında koro
halinde ve makâm ile okunması hakkında şu değerlendirmede bulunur:130
“Yesevî, (Bozkırın) Türklerine seslenmek gerekince, -ister istemezbölgenin
zevk ve alışkanlıklarına uymak, anlamını -kabaca da olsaanlayacakları dilden ve
ahengine aşina çıkabilecekleri bir vezinle hitab etmek zorunda idi. Ritmik bir
tonla, basit bir ahengi, aynı zamanda biraz sert fakat asîl bir edayı taşıyan
bu vezinler, Yesevî’nin elinde hiçbir olağandışılık göstermez. Edebiyat ile
müziğin, yani söz ile bestenin ayrılmadığı devirlerin kalıntısı olan bu
dörtlüklerdeki, ilk üç mısra, hikmeti alıp götüren kişinin(= solist) tek başına
söylemesine, dördüncü mısra olan “nakarat” ise, bütün cemaatin (= koro)
birlikte söyleyişine uygundur. “
Yesevî meclislerinin olağanüstü cazibesi, zikir esnasında icra edilen
“Erre zikri” kadar zikre eşlik ederek hikmet okuyan Yesevî-Han ve korosu
diyebileceğimiz kıdemli dervîş grubunun okuduğu hikmetler ile ilgilidir.
Bugün Türkistan’da bu zikri bilen ve uygulayan çok az Yesevî dervîşi
kalmıştır. Ülkemizde cehrî zikir geleneğinin uygulamalarını asliyetine uygun
olarak en iyi şekilde bugünlere taşıyan tasavvuf yollarından Cerrahîyye-i Halvetiyye
âsitânesinde yapılan cehri zikirde adına “Erre” zikri denilmese de zikir
meclisinin parçası halinde benzeri bir “Hayy” zikri icra edilmektedir.
İstanbul’daki Karagümrük Cerrahî âsitânesinde ilahiler okuyan tanınmış hânende
Savni Sami Özer’in gazel olarak okuyacağı bir Yesevî hikmetine eşlik eden
“Hayy-Hu” zikri izlenebilse idi Yesevî meclisindeki erre zikrinin ihtişamı
hakkında bir fikir edinebilmek mümkün olurdu. Belki bir gün...
Yesevî ‘Erre’ Zikrinin ‘Ateşîn’ Uygulamalarına Tanıklıklar
Bugün bizzat yapılan gözlemler ile şunu da çok iyi biliyoruz ki Türkistan
tasavvufunda insanları en çarpıcı, en şiddetli şekilde cezbeden zikir
meclisleri, Yesevî dervişlerince icra edilmiş ve edilmektedir. Bu konuda gerek
tarih boyu ve gerekse günümüzde katıldıkları Yesevî zikri meclislerini kaleme
alan, kaydeden yazar, araştırmacı, meraklı vb. birçok kişi mevcuddur.
Yesevî zikrinin hararetli etkisinden etkilenen insanlar arasında Hoca
Ubeydullah Ahrâr gibi, Türkistan Nakşbendî ekolünün zirve isimlerinden birisinin
de olduğu yukarıda kaydedilmişti. 19. yüzyıl sonlarında, 1873’te Türkistan’da
giderek seyahat eden ve bölgenin kültürel hayatı hakkında önemli bilgiler
derleyen Eugene Schuyler, Taşkend’de îşân Sâhib Hoca Mescidi’nde izlediği bir
Yesevî zikrini özetle anlatır ve bu zikrin dervişleri nasıl etkilediğini “Türkistan
Seyahatnamesi” adlı eserinde tüm ayrıntıları ile şöyle dile getirir:
“Perşembe akşamı bu mescide gittik. Genç yaşlı otuz kadar erkek diz
üstü ve kıbleye doğru oturmuş, yüksek sesle ve vücutlarını hızlıca hareket
ettirerek duâ okuyorlardı. Onların etrafında bir halka vardı. Gece sıcak ve
âyîn şiddetli olduğu için zikre katılanların çoğu cübbe ve sarıklarını
çıkarmışlardı. Şu cümleleri okuyorlardı: “Hasbî Rabbî cellallâh, mâ fî kalbî
gayrullâh, nûr Muhammed sallâllâh, lâ ilâhe illallâh”. Bu esnâda bas sol omuza
ve kalbe doğru hızla hareket ettiriliyor, ardından sağ omuza ve oradan da
tekrar kalbe doğru hareket ettiriliyordu. Bu hareketler yüzlerce defa
tekrarlanıyor ve zikir, başkan olan îşân’m (şeyhin) isteğine göre genellikle
bir ya da iki saat sürüyordu. Başlangıçta hareketler yavaş idi, zamanla
hızlandı. İçlerinden birisi yavaşlarsa, zikrin temposunu ayarlamakla görevli
olan îşân onun başına vuruyor ya da onu halkanın dışına itip başka birisini
dâireye çağırıyordu. Zikre katılanlar o kadar ısındı ve terledi ki, zaman zaman
birkaç dakika dinlenmek zorunda kaldılar. Onlar dinlenirken yerleri hemen
başkaları tarafından dolduruldu. Sesleri kısılmcaya kadar farklı zikirleri
okudular, sonra “Hay, Hay, Allah Hay” zikrine başladılar, i
Önceleri vücutlarını yere doğru yavaşça eğiyorlardı, sonra ritim
hızlandı, hepsi ayağa kalktılar. Tempo artıyordu. Her biri elini yanındaki
arkadaşının omzuna koymuştu. Merkezi bir olan birkaç halka oluşmuştu. Mescidin
bir köşesinden diğerine topluca hareket ediyorlar ve dâimâ “Hay, Allah Hay”
diye zikrediyorlardı. Bazen zikir “Hû Allah” şekline dönüşüyor, zâkirler
bedenlerini öne ve arkaya eğiyorlardı. Sonunda zâkirlerin çoğu halkanın
ortasına geldi ve çılgınca bir raks başladı. Bazen etraflarındaki halkadan
binlerini de içeri çekiyorlardı. Fizik güçleri tükenince halkanın içine
oturdular, îşân duâ okurken onlar murâkabe ve tefekküre
daldılar. Hâfız’m Dîvân’mdan bazı beyitler okunduktan sonra zikir
tekrar sesli ve hareketli olarak devam etti. Zikir bu şekilde sabaha kadar
sürer. Namazlarda olduğu gibi zikirde düzenli hareket kuralları yoktur. Her şey
îşân tarafından düzenlenir. Bir süre sonra mescidden ayrıldık ve baş îşân’m
yanma götürüldük. O, zikir meclisine başkanlık yapamayacak kadar hasta idi ama
bize biraz çay ve meyve ikram etti. ”
Sovyet döneminde her türlü dine ve özellikle İslâm’a karşı uygulanan
baskı politikası yıllarında zikir meclislerinde hikmet okuyan Yesevî-Hanlar
birer birer meydandan çekilirken “Yesevî-Hanlık bayrağı”nı komünist rejim
karşısında biraz daha korunaklı pozisyonda olan kadın Yesevî dervişleri
yükseltmişlerdi. Komünizmin ağır baskı döneminde Yesevî dervişlerinin cehri
zikri bırakarak hafi zikre yöneldikleri de kaydedilmiştir.131
Bugün yeniden, “Yesevî-Hanlık” denilen hikmet okuma geleneğinin
Türkistan’da canlanışına şahid olunmaktadır Hârezm bölgesinden Doğu
Türkistan’a tüm Türk yurtlarında yine ve yeniden Yesevî hikmetleri tarih içinde
olduğu gibi dilden dile, meclisden meclise dolaşır olmuştur.
Yesevî Zikir Meclisinde Kadınlar: Bir ‘Âhir Zaman Fitnesi’
Söz kadın Yesevî-Hanlara gelmiş iken öteden beri Yesevîlik ile ilgili
konuşmalarda, tartışmalarda gündeme getirilen bir konuya da açıklık getirmek
gerekmektedir. Son yıllarda ülkemizde yoğunlaşan ‘İslâm üzerine tartışmalarda
tasavvuf konusunun da gündeme getirilmiş olduğu herkesin bildiği bir hususdur.
İslâm tasavvufunu yıpratmak isteyen kimisi akademisyen, kimisi değişik
cemaatlere mensub bazı isimler, kadın dervişler üzerinden Hazret Sultan Ahmed
Yesevî’ye de dil uzatmaktan çekinmemişlerdir. Burada üzerinde durulması
gereken bir diğer konu ise, Ahmed Yesevî’ye saygılı bazı kişilerin bilhassa
“kadın hakları” konusunda gündeme gelen kendi yaklaşımlarına Ahmed Yesevî’yi
dayanak yapmağa kalkmalarıdır. İslâm’ın kadına verdiği öneme güzel bir örnek
olarak Yesevî dergâhında mahremiyete hassasiyet gösterilmemesi, zikir meclislerinde
kadın-erkek ayrımı yapılmaması (= ihtilata izin verilmesi) ve Ahmed Yesevî’nin
kadınlara özel bir ilgi gösterdiği iddiaları zaman zaman dile getirilmektedir.
“Ahmed Yesevî ve Yesevî Geleneğinde Kadın” konusunu tutarlı
olarak değerlendirmek üzere bugün iki kaynağa sahibiz. Bunlardan birincisi
Dîvân-ı Hikmet’tir ve Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinde “kadın” konusuna nasıl
yaklaşıldığı hikmetlerin ayrıntılı olarak analizi ile görülecektir. Diğer
kaynak ise Yesevîyye tarîkatı üzerine yazılmış, bilinen en değerli eser olan
“CevâhiruTEbrârMin Emvâc-ı Bihâr” adlı eserdir. Türkistan’dan İstanbul’a gelen
Hazînî mahlâslı bir Yesevî dervîşi tarafından yazılan “CevâhiruTEbrâr Min
Emvâc-ı Bihâr” adlı eser günümüzden dört yüzyıl önceki bir Yesevî mürşîdinin
kaleminden “Ahmed Yesevî ve Yesevî Geleneğinde Kadın” konusuna açıklık
getirecek hususları ihtiva etmektedir.
Ahmed Yesevî’nin kızkardeşi Gevher Şahnâz ve Yesevî’nin Hanım mürîdeleri
hakkında bazı rivayetler de kayda girmiştir. Yesevîlik konusunun en önemli
yazılı kaynaklarından olan “CevâhiruTEbrâr Min Emvâc-ı Bihâr”da Kadın
konusunda yazılanlar rivayetlerde gizli olan gerçeği yansıtır. Bu eserde dile
getirilen konu Dîvân-ı Hikmet nüshalarına girmiş olan, -ancak içersindeki unsurlar
nedeniyle Yesevî’ye aidiyeti imkânsız görülenbir şiirde Yesevî mürîdlerinden
Baba Muhammed Hotenî -ki Baba Mâçîn adı ile tanınırkıssası anlatılırken de
işlenmektedir.
MENKIBE
Ahmed Yesevî 'nin şöhret dairesi
genişleyerek mürîdleri binlerle sayılacak derecede çoğalınca tabiatıyla,
muhalifleri, rakibleri de çoğalmıştı; hattâ bu münafıklar nihayet ağır bir
iftiraya da cür 'et ettiler: Güya Yesevî meclisine örtüsüz kadınlar da devam
ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şeriat hükümlerini muhafazaya
şiddetle riayet eden Horasan ve Mâverâünnehir âlimleri, bilhassa, müfettiş
göndererek bu dedikodunun doğru olup olmadığını tahkik ettiler Tahkikat
sonucunda bu dedikodunun tamamen bir iftiradan ibaret olduğu anlaşıldı. Lâkin
Ahmed Yesevî, onlara artık bir ders vermek istedi: Birgün mürîdleri ile
birlikte bir mecliste otururken, mühürlü bir hokka getirtip ortaya koydu.
Bütün cemaate hitab ederek dedi ki: “Sağ elini, büluğ gününden bu ana kadar
avret uzuvlarına hiç değdirmemiş kim vardır? ” Hiç kimse cevab veremedi.
Derken, Yesevî 'nin önde gelen mürîdlerinden Celal Ata ortaya geldi. Ahmed
Yesevî, hokkayı Celal Ata 'mn eline vererek, o vasıtayla, müfettişlerle
birlikte Mâverâünnehir ve Horasan memleketlerine gönderdi. Oralarda bütün
âlimler birleşerek hokkayı açtılar: Hokka içindeki pamuk ile ateş hiç birbirine
etki etmemişti: ne pamuk yanmış, ne de ateş sönmüştü. O vakit. Hazret Sultan
'dan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan âlimler, Yesevî’nin kendilerine vermek
istediği dersin anlamım bütün açıklığı ile anladılar Eğer, erkek-kadın bir
ehl-i Hakk meclisinde bir araya gelip beraber zikr ve ibadete devam etseler
bile Hakk Teâlâ, kalblerindeki her türlü eğilim ve arzuyu yok etmeğe
muktedirdir. Bu ders üzerine Horasan ve Mâverâünnehir âlimlerinin hepsi
olağanüstü derecede utandılar ve armağanlar, adaklarla kabahatlarını
afvettirmeğe çalıştılar
Yesevîlik temel metinlerinden olan Hazînî imzalı “Cevâhiru’l-Ebrâr Min
Emvâc-ı Bihâr”da Yesevî mürîdelerin erkeklerle birlikte zikre katılması
konusunda yazılanları titizlikle incelemek faydalı olacak ve belge olarak
değerlendirilmesi ile daha sağlıklı bir neticeye ulaşılmasını sağlayacak olan
şu ibarelere dikkat edilmelidir:132
“...Muzâfat-ı baide içinde mesâmi-i nâsda düşdi ki meclisinde
bi-ğayr-ı hicâb rical u nisvân şer-i şerife muhalif cem olup zikre karışurlar.
Hâlbuki ğayr-ı vâki. Horâsân u Mâverâü’nnehr’de muhâlif olan ulemâ müfettiş
gönderdiler ve tefahhuş itdiler. Ol mesmû olân ahvâl-i mühimü’1 -ihtilâl ğayr-ı
vâki bulındı. Ammâ Şeyhü’l-meşâyih -kuddise sırruhbir mühürlü hokka ortaya
gitürüp nefır-i âm urdı ki evliyâu’llahdan kim varsa ki sağ kolim bulûğ-ı
şerden bu ana gelince gizlü avret azâlarına istimâl u mesâs itürmemis ola.
Huzzâr-ı meclisden kimse cevâba kâdir olmadı illâ imâmü’1-hümâm maden-i
cevâhirü’t-takvâ celilü’1-kadr Celâl Ata -rahmetullâhi aleyhortaya geldi.
Memhûr hokkayı şeyhü’l-meşâyih -kuddise sırruhu’l-azîzol halifenün eli ile
müfettişler ile Mâverâünnehir ve Horâsân memâlikine gönderdi. Vusûlden sonra
ulemâ ve fuzalâ cem olup Celâl Ata hazretlerini ziyâret kılup hokka-i memhûrı
açdılar. İçinde penbe ve âteş bulındı ki ne penbe yanmış ve ne ot sönmiş.
Buyurmışlar ki bilâ-ğaraz ve’t-tâkdir eğer ricâl u nisâ bir meclisde cem olup
zikru’llah itseler ve kalblerini Hakk Teâlâ kendü harâret ve cezbe-i
rubûbiyyeti ile mutasarrıf olup hıyânet muzahhemetînden saklaya. Nice ki işbu
hokka içinde penbe-i beyâzi tabiat-ı nâr-ı vâkıddan nâkıd -ı emân sararmış ve
beyâz saklamış. Bu ahvâl-i şigerf müşâhede oldukdan sonra cümle müstağfir olup
kerâmâtlarına mukırr oldılar ve hedâyâ ve nüzur ile tereddüd ve şübhelerini
telâfi buyurdılar ve Arâsat ahvâline muvâzene kıldıklarında ki mehâbetden halku’llah
biri birinden bi-haber kalurlar ve zikrullah meclisi evliyâullah şerefinden
kıyâmet-i âherdür...”
Bu şu hususlar ortaya çıkmaktadır:
Bu rivayeti nakleden önemli metnin yapılacak bir sorgulamada, şu
hususlar ortaya çıkmaktadır:
1
.Yesevîler’in zikir meclisinde,
hicabsız olarak erkek ve kadınların İslâm’a aykırı olarak toplanıp zikre
katıldıkları asırlar önce ve hattâ Yesevî’nin sağlığında da iddia edilmiştir.
Bu iddiaya Hazînî’nin cevabı çok nettir: “Hâlbuki gayr-ı vaki...” ; yani
oysa böyle bir şeyin vukua gelmesi sözkonusu değildir.
2
.Horasan ve
Mâverâünnehir’de bulunan ve Yesevî dergâhında ihtilatı iddia eden muhalif
ulema ayrıca durumu yerinde tesbit etmek üzere denetimciler göndermiş ve bu
kişiler de Yesevî dergâhında, “bilhassa kadın konusunda” İslâm’ın zâhirî
hükümlerine aykırı bir husus tesbit edememişlerdir.
3
.Sanki bu hususlarda olacak
dedikoduları önlemek için Ahmed Yesevî ilginç bir test de uygular. “Ergenliğinden
o güne kadar cinsiyet organı mahalline sağ eli ile değmemiş” bir dervişini
aramış ve bu nitelikteki tek dervîşi olan Celal Ata’ya bir cam mahfaza
içerisine yerleştirdiği köz ve pamuğu yan yana koyarak vermiş ve Horasan’daki
iftiracılara göndermiştir. Horasan’a kadar gelen közün ateşi, hiç sönmediği
gibi pamuğu da tutuşturmamıştır. Bu durumu tesbit etmek için toplanan ulemaya
Celal Ata der ki: “Garazsız olarak (artniyet taşımadan) ve irade ile
olmaksızın kadın ve erkekler bir meclisde Allah’ı zikretseler kalblerini Allah
kendi harareti ve Rububiyet cezbesi ile tasarruf ederek hain düşüncelerin
istilâsından saklasın...” Bunu işiten Horasan uleması iddialarından
vazgeçip ve istiğfar ederler. Bu durumu izah için Hazînî, “Kıyamet günü Arasat
meydanında biraraya gelen Allah’ın halkı dehşet ve hayretten nasıl
birbirlerinden habersiz kalırlarsa zikrullah meclisi de evliyaullah şerefinden
kıyamet günü gibidir” demekte ve zikir meclisinde hâsıl olan manevî hava ile
kadın ve erkeğin birbirlerinde habersiz kalacaklarını -velveya kalmaları
gerektiğinidervîşâne bir nezaket ile ima etmektedir.
Cevâhiru’l-Ebrâr’daki kadın-erkek karışık zikir meclisi düzenlenmesini
sorgulayan bu ilginç rivayetin bir diğer versiyonu Türkmenistan bölgesinde
kısmen değiştirilerek, -rivayete tarîkat silsilesinde Hazret Sultan Yesevî
ile halef-selef olan Abdul-Hâlık Gucduvânî de dâhil edilerekşu şekilde
nakledilmektedir:
MENKIBE
Rivayetin Türkmen versiyonu olarak
anlatımına göre “Ahmed Yesevî'nin şöhreti ve mürîdleri artmaya başladıkça,
hakkındaki söylentiler de artmaya başlar ve sonunda iftiralara kadar vardırılır
Hazret Sultan 'ın zikir meclisine tesettürde itinasız kadınların da katılarak
erkeklerle birlikte zikre karıştıkları söylentisi Buhara 'daki dergâhda irşad
görevini devralan Abdul-Hâlık Gucduvânî'ye kadar ulaşır Hoca Ahmed Yesevî, Hacc
'a gitmek niyetiyle dervişleriyle birlikte yola çıkar Yolculuk sırasında bir
gece Gucduvânî'ye misafir olurlar Abdul-Hâlık Gucduvânî'nin kulağına selefi
olan ve irşadpostunu kendisinden devraldığı Hazret Sultan Yesevî ile ilgili
bazı söylentiler gelmiştir Baş başa sohbetleri sırasında kurduğu meclislere
tesettüre dikkat etmeyen kadın-kızların da katılarak erkeklerle birlikte zikre
karıştıkları iddialarını ima eden Gucduvânî 'nin sözlerinden Ahmed Yesevî
rahatsız olur. Abdul-Hâlık Gucduvânîde Yesevî’ye kadınların biatim kabul edip zikir
meclisine dâhil etmesinin bu dedikodulara yol açtığını ve bundan sakınmak
gerektiğini söyler Abdul-Hâlık Gucduvânî'nin de dedikodulardan etkilendiğini
anlayan Hazret Sultan Yesevî, çekirdeği çıkarılmış bir topak pamuğu, ocakta
yanmakta olan kor gibi ateşin alevleri üzerine atar. Herkes hayret ile görür
ki, pamuk yanmaz. Gözlerini ateşe dikerek olan biteni izleyen Abdul-Hâlık
Gucduvânî ile diğer dervîşler, Yesevî’nin bu kerâmeti karşısında utanırlar
Hazret Sultan Yesevî, gösterdiği bu kerâmet ile, gerçek dervişlerin -kadın veya
erkek de olsalarzikir sırasında cinsiyet farkından fariğ olduklarını isbat
etmiştir. Tanık olduğu bu kerâmet karşısında hem utanan hem de şaşıran
Abdul-Hâlık Gucduvânî, O ’nu yeni bir sınamaya tabi tutmak ister. Yesevî, Hacc
’a gitmekten vazgeçip yurtlarına dönmelerini teklif eden ve Kâ 'be 'yi
getirmelerinin mümkün olup olmadığını soran Abdul-Hâlık Gucduvânî'ye olumlu
cevap verir. Ve kendisinin yaptığı duaya dervişlerin “âmiiin ” demeleriyle
birlikte, Kâ 'be 'yi, oradaki boş bir meydana kondurur. Bu menkıbenin bir diğer
varyantında Hazret Sultan Ahmed Yesevî, dervişlerini de alacak kadar geniş bir
tahta binerek uçmak suretiyle Kâbe 'ye gitmiştir. ”
Bu rivayetleri nakleden Türkmen araştırmacı Hoca Ahmed Ahun, Buhara’yı
ziyareti sırasında bir Özbek’in verdiği habere göre bu tahtın halen
Özbekistan’ın Fergana vadisindeki Nemengan kentinde olduğunu ve kendisine
göstermek istediğini belirtmiştir.133
Gerek Cevâhiru’l-Ebrâr’daki ibareler, gerekse Türkmen rivayetlerinin
ötesinde günümüz insanları açısından konuya yaklaşıldığında asıl sorulması ve
yanıtı üzerinde derinden derine düşünülmesi gereken sorular şunlar olmalıdır:
1
. Ahmed Yesevî köz-pamuk
testini uygularken edebiyle temayüz etmiş bir dervîşi olan Celâl Ata’yı
seçmiştir. Edeb konusunda hassasiyeti olamayan bir dervîşin eline verilse acaba
köz pamuğu yakmaz mıydı?
2
. Bugün acaba
garazsız-iradesiz bir araya gelip zikir yapabilme yiğitliğine sahib erkek ve
kadınlar var mıdır?
3
.Kadın ve erkek zikir için
bir arada bulunsalar dahi ‘zikrullah harareti ve ilahi cezbe ile Allah
korumadıkça’ her zaman nefsanî tuzaklara düşülmesi mümkün değil midir?
4
.Hazînî zikir için bir
araya gelen kadın ve erkeklerin kendilerini ancak kıyamet günü bir araya
getirilmiş kadın ve erkekler olarak algılayabilecek derecede dünyevî hallerini
terk ederlerse bir arada zikirden zarar gelmeyeceğini söylemektedir ki bugün
böylesi bir müslümanlar topluluğu -değil ülkemizdedünyanın herhangi bir yerinde
var mıdır?
Bu sorgulama dürüstlükle yapılırsa anlaşılacaktır ki, günümüzde kadın
ve erkeğin bir arada zikir yapabilmeleri bu incelikler gözetildiğinde mümkün
değildir. Zaten metnin ilk satırlarında bunun 12. Yüzyıl Türkistan’ında Yesevî
dergâhında Ahmed Yesevî huzuru ile yapılan zikirlerde bile mümkün olamadığı
belirtilmektedir. Değil ki bugün?!...
Şimdi bu yazdıklarıma rağmen hâlâ itiraz ederek “Bırakın bunları,
menkıbe, hikâye bunlar...” diyenlerin seslerini işitir gibiyim.
İşte onlara söyleyeceğim söz şudur: Edeb ya Hû! ; “el-insaf vel-merhamet
!”
Bu noktada “Dîvân-ı Hikmet’te Kadın” konusu da mercek altına
alınmalıdır. Ahmed Yesevî’ye ait hikmetlerin tamamını en az on defa okumuş bir
kişi olarak şunu net olarak tekrar ifade etmem gerekli ki, Ahmed Yesevî’nin
dilinden dökülmüş binlerce satırlık hikmetler arasında bir tane hikmette bile insaniyet
dışında cinsiyet izafesi anlamında ve özellikle ‘dişilik’ bağlamında
“kadın” lafzı yer almamaktadır. Hattâ Ahmed Yesevî tüm şiirlerinde tek kelime
ile olsun bir yaşayan birey olarak “kadın” anlamında “kendi annesinden, kendi
eşinden-kendi kızlarından” bile söz etmemektedir.
DîvânHikmet’te “kadın” kelimesine sadece birkaç yerde rastlanır;
buralarda da aynı kalıp içerisinde orijinal metinde “zen ü ferzend”
şeklinde Farsça tamlama olarak “kadın ve çocuk” anlamında geçirilir.
“Kız” kelimesi ise sadece birkaç kez “oğul-kız” şeklinde tamlama olarak
-bir yerde Rasûlullah’ın sevgili kızı Hz. Fâtıma’ya işaret edilerek; bir yerde
Hz. Ebûbekr’in kızı (Hz. Aişej’na işaret için; bir yerde cennetin “Huri
kızları”nın tanımlanmasında, bir yerde de genç “kız ü zaif civanlar” deyimi
içerisinde genç kızlar kastedilereksadece birkaç kez geçirilmiştir.
Peki nasıl oluyor da Ahmed Yesevî’nin kadınlara “çok özel bir önem”
verdiği, dergâhını kadınlarla doldurup erkeklerle beraber zikrettirdiği iddia
edilebiliyor?..
Bunun cevabı bence, son dönemde iyice yaygınlaşmış ve de derinleşmiş olan
-ve en önemlisi bu iddia sahihlerinin şuuraltlarına da epeyce sızmış
olan“kadınperestlik”te aranmalıdır. Siz Ahmed Yesevî’ye kadınlarla ilgili
herhangi bir övgü veya ayıb yamamağa niyeti olanlar, siz Ahmed Yesevî’nin ateş
ile pamuğu emanet edeceği dervişine koyduğu şartı kendinizde bir arayın
bakalım; sonucu çok merak ediyorum...
Hazînî’nin Yesevîlik hakkındaki eserlerinden Menbâü’l-Ebhâr Fi
Riyâzi’l-Ebrâr kitabında da tarîkata alınacak mürîdlerin özellikleri
sıralanırken “Mürîd, henüz sakalı bitmemiş yaşta (= emred) olmamalı, kötü
huy ve davranışlar edinmiş bulunmamalıdır, "denilmektedir.134
Hazînî, Yesevî mürîdi olma niteliklerini sıralarken özellikle bu anlamlı şartı
öne çıkararak, ısrarla üzerinde durur: “Bir mecliste sakalı henüz bitmemiş
yaşta bir oğlan (= emred) varsa, o mecliste bulunanlar kazanç elde edemezler.
Sakalı bitmiş ( = mültehî) ve din hükümlerine bağlı ( = dîn-şiâr) yoldaş iste;
gönül çekici güzel isteme. ”der. Uyarı nitelikli bu sözlerini şöyle
tamamlar: “Küçük yaşta oğlan çocuğu ve kadınla bir yerde oturma, çünkü öyle
yerde vecd haram olur. İyiliğin için iyi kimseleri iste ki vecd ve semâ mubah
görülsün, günah sayılmasın. ” diyerek önemli bir meseleye parmak basar,
ardından yine aynı noktaya döner ve: “Şüphesiz, iyi dost sakallı olmalıdır;
sakalsız oğlanın yüzüne bakmaktan kaçınmak gerektir. Sakalı bitmedik oğlan
çocuklarının bulundukları toplantılardan (= ehl-i bid’at meclisinden) uzaklaş,
yoksa bu tür bid’atler (= kötü işler ve davranışlar) yüreği yaralar. ”
Hazînî’nin yukarıda ayrıntılı olarak naklettiğimiz sözleri, Yesevîlikte
zikir meclislerine küçük yaşta çocuklarla kadınların da katıldığı ve böylelikle
şeriat sınırlarının ihlâl edildiği yolundaki iddialara karşı bir reddiye, bir
savunma gibidir.
Matbaa baskılarının piyasaya çıkacağı zamana kadar Yesevî kültürünü halk
arasında yayan ve fikirlerini geniş halk kitlelerine ileten en önemli ve bir
yerde yegâne kaynak, Türkistanlı müslüman Türk kadınları olmuştur. Türkistan
kadınlarının Yesevîcilik geleneği, Pîr-i Türkistan’ın fikirlerinin halk
arasında yayılmasına ve korunmasına hizmet etmiştir. Kadınlar arasında Yesevî
hikmetlerini öğrenmek, ezberlemek ve halka öğretmek faaliyeti Yesevî devrinde
başlamıştır. Hazret Sultan’ın kızı Gevher Şahnâz Hanım, babasından öğrendiği
hikmetleri önce komşuları, sonra yakınlardaki köy ve avullardaki kadınlar
arasında okumuş, hikmetleri başka kadınlara öğretme yöntemini de geliştirmiştir.
Gevher Şahnâz Hanım devrinde hikmetleri öğrenmek, ezberlemek ve meclislerde
okumak bir adet haline gelmiştir. Bu yöntem, Gevher Şahnâz Hanım’dan sonra da
kadınlar arasında devam edip bir yüzyıl içerisinde gelenek halini almıştır.
Sonbahardan ilkbahara kadar bütün kış boyu, hikmetleri ezberden okuyan
kırk kadın-kız, köylerde, şehir mahallelerinde, yurtlarda (çadırlarda) Yesevî-Han
Meclisi teşkil ederek toplanırlar. Rivayete göre bu kırk hanım, Kırk canı
tasvir eden melikeler olarak Kırkları (Çil-Ten) temsil ederdi. (Türkiye
Türkçesinde: Çilten=Kırklar) Kırklar hakkında halk arasında anlatılan çok
menkıbe vardır. Genellikle Kırklar, darda kalan insanlara yararlı olmak
niyetini taşıyan bir topluluktur. Yesevî hikmetlerini koro halinde okuyan kırk
kadın-kızlar da Allah yolunda hayırlı bir amel işlediklerine inanırlar.
Hikmetleri ezberden okuyabilen Kırk kadın-kızlar diz çökerek kare
şeklinde, dört köşeli bir daire teşkil ederek otururlar. Onların arkasında
dinleyiciler yer alır. Dua ve hikmet okuyanları, aralarında bulunan yaşlı bir
hanım idare eder. Ortaya 1-1,5 metre yüksekliğinde yeşil bir ağaç dikilir ve
camlar kapatıldıktan sonra bir şamdanda mum yakılır. Hikmetleri okumadan önce
dua okunur. Kırk-kadın kızlar, bir kere “Bismillahirrahmanirrahim” dedikten
sonra, kırk kez “Allahüekber” denir. Bunun arkasından kırk kadın-kızlardan ilk
on kadın, hikmetleri okumaya başlar. Kalan otuz kişilik grup, okumayı onarlı
olarak sırayla devam ettirirler. Onluk gruplar okuyacakları hikmet parçalarını
seçmekte serbesttir ve hangi hikmeti okuyacaklarını önceden aralarında
kararlaştırırlar. Yesevî-Hanların hikmet okuma töreni iki saate kadar
uzayabilir. Okumanın sonunda kırk-kadın kız beraber hikmetlerin “münacât be
dergâh-ı kadi’l-hacât celle celâlûhû” kısmını koro halinde söylerler. Koronun
okuması, yavaş bir sesle başlar, münacatın ortalarında yükselir; sonuna
yaklaştıkça tekrar yavaş yavaş sakinleşir. Koronun okuyuş ritmi, adeta bir
neyin dalgalanan sesi gibi yükseltilip alçaltılır. Hikmetlerin okunmasından
sonra Hz. Rasûlullah, ehl-i beyt, ashâb ve “Hz. Pîr-i Türkistan” adına dua
okunur. Törenin bitişinden sonra gerekirse camlar açılır. Akîl-bâlîğ olmuş
erkek çocuklar, kadın-kızlar halkasına alınmaz.
Hikmet okuma merasiminden sonra çay içilir. Çay merasimi sırasında en
bilgili olan Yesevî-Han, Yesevî’nin hayatı ve fikirleri hakkında menkıbeler
anlatır. Anlatılan menkıbelerin çoğunluğu, Yesevî’nin halvet hayatı ile
ilgilidir ve halvetteki zuhurâtları dile getirir. Yesevî’nin sabrı, halvette geçen
altmış küsür yıllık hayatını nasıl da tamamıyla Allah’a bağladığı ve insanın
iradesiyle her türlü zahmeti geride bırakabileceği de anlatılan konulardandır.
Komünizm döneminde, 1925-1989 yılları arasında, Yesevî’nin eserlerini
okumak, fikirlerini anlatmak yasaklandığı gibi Yesevî-Han meclisleri düzenlemek
de suç sayılmıştı. Ahmed Yesevî’yi kendi dönemindeki İslâm toplumu içerisinde
dini fikirleri halka ilk defa halkın dili ile anlatmaya cesaret eden ilim adamı
olarak göstermek de yasak edilmişti. Hattâ Yesevîcilik gerici bir faaliyet
olduğu ve tasavvufun bir hayalden başka bir şey olmadığı yıllar boyu propaganda
edildi. Ama asırlardan beri kadın-kızlar arasında devam ettirilen Yesevî-Han
meclisleri, komünizm devrinde de gizli olarak da olsa yaşatılmıştır. Kahraman
hanımlar, işyerlerinde ki dinlenme aralarında, fırsat buldukları her an bir
araya geldiklerinde ve meselâ bilhassa düğünlerde, Yesevî hikmetlerinden
parçalar okumuşlar ve o ağır şartlarda dahi Yesevî-Hanlık geleneğini
yaşatmışlardır. Bugünkü Türkistan’da kadınların Yesevî-Hanlık geleneği yeniden
canlanmış durumdadır. Yesevî kültürünün yaşatılmasında hayatî bir önem taşıyan
Türkistan hanımlarının Yesevî-Hanlık geleneği ciddi araştırmaları hak etmekte
ise de bu konunun yeterince araştırıldığı söylenemez.
Bu Yesevî-Han meclisleri sayesinde Türkistanlı kadınlar, hikmetleri
ezberden okumak ve gençlere öğretmek suretiyle Türk lehçelerinin günümüze kadar
yaşamasına imkân sağlamışlardır. Çin işgalindeki Doğu Türkistan’lı kadınlar
arasında da Yesevî-Hanlık geleneğinin devam ettirildiği bilinmektedir.135
Yesevîlikte Nafile Oruç:
Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in doğum gününe rastlayan Pazartesi günleri
oruç tutmak mendub (makbul)’dür. Kulların amellerinin arz günü olan Perşembe
günleri oruç tutmak da makbuldür.136
Yesevîyye tarîkında “halvet’Tn özel bir önemi ve kendine özel bir töreni
vardır. Yesevîlik’te tasavvufî eğitimin önemli unsurlarından biri olan halvet
halvetin gelenek haline dönüşmüş bir âdâb sözkonusudur.
Yesevî’lere göre, “Halvet” kelimesindeki harflerde birçok anlaşılması
güç hikmet gizlenmiştir. Halvetin hı harfi halî’den, lam harfi leylden, vav
harfi vuslat’tan, te harfi hidayetten alınmıştır. Halvet esnasında nefs-i
emmâreye ait şeytanî hazlar yanıp mahvolur. Hakk cezbelerinden nar ve nur
zuhûra gelir; insanlık karanlıkları ve başka kederleri kalkar; batın tabakaları
nurlanır ve temizlenir ve nice nice feyizler hâsıl olur.
Halvet biri şeri’at halveti, diğeri tarîkat halveti olmak üzere iki
türdür:
Şerî’at halveti, bütün ayıp sayılan fiillerden ve meş’um sözlerden,
başka noksanlık ve günahlardan tamamıyle tevbe etmek esasına dayanır. Bunun
gibi oruç da, bütün uzuv ve duygu organlarının, şer’an yasak edilen v.b.
şeylerden masun ve mahfuz kalması suretiyle olmalıdır. Böyle olmazsa, salîk,
tarîkat halvetine layık olmaz. Şerî’at halveti olmayınca İkincisi tarîkat
halveti de olmaz.
Tarîkat halveti hakkında büyük mutasavvıfların bazı özel tarzları ve
konulmuş çeşitli erkân ve kurallar vardır. Halvet-güzîn olacak salîkin tabîatma
göre o esnada nasıl hareket etmek lazım geleceğini, ancak mürşîd-i kâmil ta’yin
edebilir; zira aksi takdirde mazarrat muhakkaktır.
Halvet iki kısımdır.
1.
Zahirî halvet
(İtikâf veya erbâîn):
İhvanın evinde insanlardan ayrı bir yere çekilip orada âlem-i Melekût, âlem-i
Şuhûd, âlem-i Ceberût’a muttali’ olmak için oturup meşgul olmasıdır. Çünkü
zahirî hislerin duyuların çalışması durdurulduğu zaman Bâtınî hisler Melekût
âyetlerini ve Ceberut âleminin esrarını mükâşefe için hazır hâle gelir.
İtikâf ve erbaini, ünlü sûfî-mücâhid Şeyh Şamil’in mürşidi Üstâz
Cemâleddin Gazi-Kumukî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz şöyle ifade buyurur:
“İtikâf, ancak şeyhin verdiği izinle, onun tâlim ve telkini ile yapılır.
İtikâf veya erbaine gireceği yerin, insan ve hayvan seslerinden uzak olması
lâzımdır. Bu hizmete giren bir kimse, dünyevî işlerden alâkasını keser. Tuzsuz,
yağsız ve az gıda almak suretiyle, nefsini terbiye eder. Okumak, yazmak ile
meşgul olmaz. Nefsânî arzulardan uzaklaşır. Allah Teâlâ’yı ve O’na kavuşmaktan
başka bir şey düşünmez. Büyük mertebe ve kerâmetlere göz dikmez. Kendisini
Allah Teâlâ’ya bağlar. Vücudunu, oturduğu yeri ve elbisesini temiz tutar.
Daima, kıbleye karşı diz çökerek oturur. Gözlerini yumar, kendi varlığını
kaybederek, bütün hislerinden ayrılır. Her cihetten kalbini, Allah Teâlâ’ya
doğru açar. Farz ve sünnet namazlarını edâ eder. Rûhânîyyeti, cismâniyyetine
galip gelmedikçe, halk ile temasta bulunmaz. Rûhânîyyetin hululünden ve
hakikati gördükten sonra, itikâf veya erbaine son verir. Eskisi gibi, herkesle
temasta bulunabilir. Bundan sonra şeyhi, mürîdde bir gelişme hissederse, ona,
daha yüksek dereceler ref etmesi için yol gösterir.”
Bu bâtının her ân Hakk’ın esrârını müşahede hâlinde olmasıdır. Halkla
muamelesi onu zahirî mütalâadan ve Bâtınî müşahededen alıkoymaz. İşte açık
seçik anlaşılıyor ki, hakikî halvet budur. Bu halvet tarik-i Nakşbendîyye’ye
hastır. Çünkü onlar zahirî manadaki bildiğimiz, halvete, bir köşeye
çekilmezler, cemaatten ayrılmazlar.
Onların halveti kendi batınlarındadır: İnsanlarla toplu halde
bulunurlarken kendi içlerinde halvet halindedirler.
Hâce Bahâüddîn Nakşbend Hazretlerine sormuşlar:
“Sizin tarîkatınızın esası nedir? Buyurmuşlar:
“Halvet der encümen, toplulukta yalnızlıktır. Zahirde halk, bâtında
Hakk ile olmak. ” Ve
“Bizim tarikatımızın esası sohbettir. Halktan uzaklaşmakta şöhret,
şöhretteyse afet vardır. Hayr cemiyettedir; cemiyet de sohbette. Elverir ki,
her iki tarafın hakkı verilsin ve birinden birine saplanıp kalınmasın. ”
Sâdât-t Kiram Hazretlerinin halvetin bu türlüsünü tercih etmelerinin
sebebi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine ittibâ’ etmek
içindir. Çünkü o insanların içine girip onların hidayetine çalışmayı bir
köşeye çekilmeğe tercih etmiştir ve buyurmuştur ki;
“İnsanların arasına karışıp onların ezasına sabreden mümin, onların
içine karış mayan ve bir köşeye çekilen müminden hayırlıdır. ”
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;
“Kâmil insan, kendisinden bir sürü kerâmetler sâdır olan kimse değil,
bilakis halk içine girip alış verişini yapan, maişetini kendisi temin eden,
evlenen, insanlarla haşir nesir olan, bununla beraber bir an Allah Teâlâ’dan
gafil olmayan kimsedir. ”
Ebû Saîd Harrâz, “Halvet der-encümen” i şöyle tarif eder: “Halvet
der-encümen” (=Toplulukta yalnızlık) şudur: Zikir insanı öyle kaplayacak insan
kendisini zikre öyle verecek ki, en kalabalık ve şamatalı yere girse hiç bir
şey işitemez olacak.” Hâce Evliya Kebir, “İnsan kendisini topyekûn zikre
verse, beş altı günde öyle bir mertebeye erişir ki, halkın çağrıştığı ve
birbiriyle didiştiği hep zikir görünür. Kendi konuştukları da. ”
Ubeydullah Ahrâr ise “Bu Tarîkat-ı aliyyenin bir
başka hususiyeti de “Halvet der-encümen”dir. Başkaları arasında yalnız imiş
gibi, olmak demektir ve “Sefer der-vatan”dan hâsıl olur. Sefer der-vatan
müyesser olunca, başkaları arasında zihnin dağılması da vatan gibi, yalnızlığa
sefer eder. Âfâki dağınıklıklar kalbe sızamaz. Bu yalnızlık diğer tarikatlarda
ancak müntehada, sona varanlarda müyesser olur. Fakat bu Tarîkat-ı âliyyede
başlangıçta hâsıl olduğundan, bu yola mahsus sayılmıştır. "Halvet
der-encümen” demek, vatanî halvet kapılarını kapamak, pencerelerini örmek
demektir. Yani herkesin arasında hiç kimseye iltifat etmeyecek, hiç kimse ile
muhatap olup konuşmayacak. Bu demek değildir ki, gözlerini yumacak,
duygularını zorla muattal bırakacak. Hayır! Böyle bir şey bu Tarîkat-ı
âliyye’de yoktur. Kardeşim! Bütün bu zorlamalar, yolun basında ve ortasında
olur. Sona varanların bunlar için kendini i >
zorlaması gerekmez. Herkesin arasında iken kalbini toparlamıştır,
gaflet arasında iken huzurdadır, "demiştir.
Bazı velîler zikrin üç mertebesi olduğunu söylerler. Onlara göre; birinci
mertebede mürîd ‘dil’iyle zikreder. Bu esnada zihin başka yerlerdedir. Fakat bu
zikre devam ede ede neticede ‘dil’ ve ‘kalp’ birleşir. Dil “Allah” derken, kalp
de dağınıklıktan kurtulmuş bir halde dile refakat ederek o da “Allah” der. Bu
zikre devam neticesinde ise artık ‘zikir’ kalbe yerleşir. Zaten zikirden gaye
de bu hale erebilmektir. Bu merhalede ‘dil’ sussa bile, kalp devamlı zikir
üzeredir. Dünyevî haller onu zikirden alıkoymaz. Nakşbendî tarîkatında [Halvet
der encümen] (Kalabalığın içinde Allah’la beraber olma) esası da bu zikre
işaret eder. Nur sûresindeki “Öyle erler (ki) mallar ve alış veriş onları
Allah’ı zikirden alıkoymaz”137 âyetini bu hale delil olarak
zikrederler.
Hâzinî’nin Cevâhiru’l-ebrâr’da verdiği bilgiye göre, mürîdin tek başına
halvete konulması şeklindeki genel tasavvufî uygulamadan farklı olarak
Yesevîyye’de halvet, grup hâlinde yapılır. Hazînî, Yesevî tarîkatinde kırk
günlük halvet olan Erbaîn ve erbaînle ilgili törenler ayrıntılı olarak şu
şekilde anlatır:138
Halvete girecek olan mürîdler, mürşîdin onayı ile bir gün önceden
halvet tasfiyesi için oruç tutmaya başlarlar. Halvet arefesinde, halvete
girmeden bir gün önce sabah namazından sonra mürîdler zikir, teşbih ve
tehlillerini çoğaltır ve zikr-i mülakkan ve vird-i murahhas irad olunur.
Zikrullah edasından sonra saf bağlanarak kıbleye karşı durulup yüksek sesle
sekiz “Allahu-ekber” çekilerek Tekbîr getirilir. Bu tekbîrlerden maksat, nefs
ve heva ordusuna karşı açılan savaşın başlangıcında Cenab-ı Hakk’tan yardım ve
zafer dilemektir.
Aynı gün, ikindi namazından sonra halvethânenin kapı, baca ve tüm
delikleri kapatılır ki, halvete girecek mürîdin sülûkuna hava cereyanı ve soğuk
bir zarar vermesin. Mürîdler ikindi namazından güneş batmcaya dek tevbe,
istiğfar ve zikir -me’zun ve me’mur olduğu evrâdile meşgûl olurlar. Akşam
olmadan önce oruçlu olarak halvete giren mürîd, ta güneş batmcaya kadar Hakk
Teâlâ’ya yalvarmakla gözyaşı dökmekle meşgul olur. Akşam namazından sonra,
yemek için el yıkanır; hizmet eden kimse, ibrik ile iftar için sıcak su
getirir. Bu sıcak su ile iftar edilir ve artık bundan sonra mürîde su verilmez.
Bundan sonra, Ahmed Yesevî’nin kerâmetleriyle bitmiş olan kara-darı
(mercimek)ile kaynatılmış halvet çorbası verilir; eğer bu mercimek bulunmazsa
kızıl-darı (mısır) çorbası da olabilir. Herkese bu çorbadan ayrı ayrı kaplarda
verilir; bundan maksat kimsenin başka birisinin lokmasına iştiraki olmasın ve
bu suretle feyz zuhuruna engel olabilecek manevî bir hal hâsıl olmasın. Tüm
halvet ehli bu çorbayı içtikten sonra, harareti teskin için bir küçük karpuz
veya bir miktar ayran verilebilir.
Yemekten sonra Kur’an-ı Kerim’den bir sûre veya birkaç âyet okunur.
Ayakta saf saf durup yüksek sesle üç kere Tekbîr getirilir. Daha sonra,
oturulup gece yarısına kadar saygı ve hürmetle zikrullah ile meşgûl olunur. Bu
esnada dervîşleri teşvik etmek ve sevklendirmek için basta Hazret Sultan’a ait
olanları olmak üzere > » »
Yesevîyye şeyhlerinin Hikmet adı verilen İlahîleri hazin sesle ve
telkinlerle okunur. Bundan sonra, ustura ve tas hazır olunca tekrar üç Tekbîr
getirilip başka bir yerde başlar tıraş edilir. Tıraştan sonra halvethane içinde
saf saf durulup -önce kıbleden başlamak üzerehalvethânenin dört yönüne doğru
üçer Tekbîr getirilir. Ardından halvethâne ortasında bir halka teşkil edilip,
zikr-i erreye başlanır. Halvethâneyi ışıtmak için uyandırılan mum bitene kadar
zikir devam eder. Zikr-i erre bittikten sonra “külfeti ref ve kesafeti def
için” birkaç saat istirahat edilir.
Halvethânedeki o uyku sırasında dervîşlerden nice hicablar kaldırılıp,
İlahî nurlar yayılır. Dervîşler, rüyalarını destur ile izin isteyerek mürşîde
söyleyip yorumlatırlar. Rüya hayrlı ise şükür ile niyaz edilir. Eğer rüya şer
ise “taksîr” deyip istiğfar etmekle ref olur ve Allah’ın lütfü ile hayra döner.
“Eğer niyâzmendlik ve tehir babında tehir ve ihmal karşılarsa”, terakkiden
kalıp tenezzül çekmesine delildir. Bu şekilde halvete kırk gün devam edilir.
Kırk günün sonunda mutfak görevlileri herkesten önce destur ile
halvethâneden çıkarak kurban keserler. Bu kurbanların kanlarını ve kemiklerini
köpeklere vermeyip gömerek saklamak âdettir. Kesilen kurbanların boğazları
kebap yapılarak soğuk su veya ayranla halvet ehline verilir. O gece
halvethânede kalınmaz; sûfîler ve diğer dostlar evlerinde dinlenir. Ertesi gün
sabah namazından sonra toplanılıp zikredilir; üç Tekbîr ile hayr yâd kılınıp
niyâz olunur ve duâ ile halvetin tam olarak bittiği îlân edilir ve herkes kalb
rahatlığı ile evlerine dağılır. Yesevîyye tarîkatının ünlü halveti Erbaîn’in
şekil ve mahiyeti budur.
Halvet konusunda Yesevî mürşîdlerinden Şeyh Hudâydâd’ın Bustânü’l-muhîbbîn
risalesinde de şu bilgiler verilir:
Halvete giren sûfîlerin dört önemli görevi ve virdi vardır: Birincisi
duhâ namazından sonra iki rekât kefâret niyetiyle namaz kılmak ve her rekâtta
Fâtiha’dan sonra Kevser139 Sûresi’ni okumaktır. İkincisi, dört rekât
tesbîh namazı kılmak ve ardından ne dileği varsa onu Allah’tan isteyip duâ
etmektir. Üçüncüsü, her gün Kur’ân’dan yüz âyet okumaktır. Dördüncüsü ise zikir
ile meşgûl olmaktır. Bu zikri icrâ edecek olan kişi eğer gönlü canlanmış ise
hafî (= sessiz), gönlü canlanmamış ise cehrî (= sesli) zikre devâm eder.140
Hicri aylardan Zilkade başlarken girilen ve Zilhicce başında kırk güne
tamamlanan halvetten çıkmak yaygın bir uygulamadır. Zilhicce’nin onuncu günü
kutlanan Kurban bayramının ilk günü düzenlenen görkemli bir tören ile gerçekleştirilen
‘halvetten çıkış’ ritüeline katılmak için çok uzak yerlerden
ziyaretçiler de Yesi’ye gelirdi. Bir diğer uygulamada ise Şaban ayının son on
günü başlanan erbaîn Ramazan ile birleştirilip kırka tamamlanır; bu şekilde de
halvetten çıkış Ramazan bayramı ile denk getirilirdi ki, bugün Nakşbendiyye
tarîkatının Dağıstanîyye kolunun sürdürdüğü erbain geleneğinde de bu uygulama
tercih edilmektedir.
Görgü tanıklarının rivayetlerine göre komünizm öncesindeki son senelere
kadar sürdürülen halvetten çıkış törenini izlemek maksadıyla beşbin-altıbin
kişi Yesevî külliyesinde toplanırlardı.
7.
Günümüze Ulaşan Yesevîlik
Bilinci
Sovyet Rus yönetiminin egemen olduğu yıllarda (1917-1991) bütün Türkistan
Cumhuriyetleri’nde diğer Türk büyükleri gibi Ahmed Yesevî de unutturulmağa ve
eserlerindeki bazı tasavvufî tavsiyelerinden yola çıkılmak suretiyle ismi ve
misyonu karalanmağa çalışılmıştır. Bu çerçevede Ahmed Yesevî’nin 1917 yılındaki
komünist “Ekim Devrimi”ne kadar gerek Kazan’da gerekse Taşkend’de defalarca
basılan “Dîvân-ı Hikmet’Tn yeni baskılarının yapılması kesinlikle
yasaklanmıştı. Hattâ değil Ahmed Yesevî hakkında eserlerinin basımının
yapılması, Ahmed Yesevî hakkında ilmi nitelikte makale yazanlar bile resmi ve
cezai takibata uğratılmışlardır. 1972 yılında yayınlanan Özbek edebiyat
tarihçisi Prof. Dr. Ergaş Rüstemov’un “Ahmed Yesevî Hikmetlerinde Tarih ve
Hayat Sedası” başlıklı yazısının komünist rejimin tahkir ve takibine maruz
kaldığı kaydedilmiştir. Bu konuda görgü tanıklığı yapan bazı bilim adamlarından
aktarılacak anekdotlar da yeteri derecede bilgi sahibi olunmasını
sağlayacaktır.
Türkmenistan’dan Prof. Dr. Gurbandurdı Geldievbu dönemin barbarca
uygulamalarını ve yapılan kültürel genosidi şöyle anlatmaktadır: “1930’lu
yıllarda Sovyetler Birliği’nde uygulanan Stalinist baskı döneminde “Kurân-ı
Kerîm okuyan, ve/veya okumayı bilen, evinde dinî içerikli kitab bulunduranlar
önce hapishanelere atıldı ve ardından ne zaman biteceği belirsiz çalışma
kamplarına sürgün cezaları ile Sibirya’ya yollandılar. Bu durum karşısında halk
içerisine salman korkunun etkisiyle evlerde bulunan Arab harfli kitablar ya
kabristanlara gömüldü veya torbalar içerisinde kuyulara saklandı. Elyazması
birçok değerli eser bu yüzden çürüdü ve zamanla dağılıp kayboldu. Bugün
Türkistan’da eski elyazmalarına nadiren ulaşılabilmesi bu yüzdendir. Bu genel
kültürel tahribattan Dîvân-ı Hikmetler ile Yesevîlik tarihine ait diğer
elyazması kitablar da kurtulamamıştır. 1970’li yıllarda yeniden hız kazanan İslâm
karşıtlı döneminde uygulanan politika değiştirildi. Sibirya’ya sürgün yerine
dinî hurafelere inanmak suçlamasına maruz kalan kişiler işlerinden, tamamı
devletin elinde olan lojmanlardan çıkartıldı; çocukları ekmeksiz bırakıldı.
Öyle ki değil namaz kılıp oruç tutanlar erkek çocuğunu sünnet ettirenler dahi
devlet karşıtı yaftalamasıyla takibe alındı. ”141
Prof. Dr. Gurbandurdı Geldiev’in Türkmenistan’daki uygulamaları anlatan
bu sözleri istisnasız Tataristan’dan Kırgızistan’a bütün Sovyet
Cumhuriyetleri’ndeki ortak uygulama idi. Özbekistan bilim adamlarından Prof.
Dr. Begali Kasımov ise, Sovyet döneminde uygulanan İslâm karşıtlığı
politikasının Rus Çarlığı döneminden komünizme devreden 130 yıllık bir geçmişe
sahip olduğunu söylemektedir. Kasımov, Rus baskılarına karşı daha komünizm
öncesinde halk ayaklanmaları ortaya çıktığını bazı ayaklanmaları sûfî liderlerinin
örgütlediğini kaydeder. 1898 yılında Fergana vadisinin Andican kentinde baş
gösteren Muhammed Alihan isyanı böyle bir sûfî isyanıdır. Bu isyan, bölgeyi
istilâ eden Rus Çarlığı’nın askerî birlikleri tarafından kanlı bir şekilde
bastırılmış; 777 kişi hapishanelere gönderilmiş ve 99 kişi de idam edilerek
şehîd edilmişlerdir.142
Yine Özbek bilim insanlarından Dr. Dilâram Nişanova da Arab harfli her
türlü kitabın yasaklandığı baskı dönemlerinden sonra 1990’ların başında gelen
bağımsızlık rüzgârlarının sağladığı iklimde Yesevî mirasına ait eserlerin gün
ışığına çıkmağa başladığını sevinçle kaydederek 1993 yılının Türkiye’de olduğu
gibi Özbekistan’da da Ahmed Yesevî yılı ilan edildiğinden, bu vesile birçok
toplantı düzenlendiğinden ve yeni Dîvân-ı Hikmet baskılarından söz etmektedir.143
Özbekistan’da yakın zamana kadar Ahmed Yesevî hakkında hiçbir gazete ve
dergiye yazı yazlamadığını, 1970’li yıllarda buna cesaret eden bir yazarın bir gazetede
yayınlattığı Yesevî hakkındaki kısa bir yazısı sebebiyle “resmi boykot”a maruz
bırakıldığını bilenler için bu bilim insanlarının anlattıkları şaşırtıcı
olmayan acı bir gerçeklerdi. O karanlık kâbus yıllarında üniversitelerde
okutulan derslerde bile Türkistan Edebiyatı’nın ilk ürünlerinden olan “Yesevî
Hikmetleri” ve Ahmed Yesevî’den söz edilememiştir.
Ancak bütün bu çalışmalar Ahmed Yesevî’nin manevî itibarını yok etme
hedefine ulaşamamıştır. 1992 yılında Taşkend’de basılan “Dîvân-ı Hikmet’in takdim
bölümünde belirtildiği gibi “Dîvân-ı Hikmet”te yer alan hikmetler dilden dile,
gönülden gönüle nesiller boyu aktarıldığı gibi çeşitli gayrı-resmi yollarla da
çoğaltılmış ve Ahmed Yesevî’nin kutlu ismi bir köz halinde halk bağrında
yaşatılmağa devam edilmiştir.
Türkistan adını bütün Türklerin anayurdu oluşu sebebiyle ortadan
kaldırmak isteyen Sovyet yönetiminin karşılaştığı en büyük engellerden biri
yine Ahmed Yesevî olmuştur. O’nun “Hazret-i Türkistan”, “Pîr-i Türkistan”
şeklinde bilinen ismine duydukları bağlılığın bütün Türkistan’ da ruh birliğini
sağladığını gören Rus egemenliğindeki komünist yönetim, Ahmed Yesevî’nin
büyüdüğü ve türbesinin de bulunduğu, asırlarca Yesi adıyla bilinen tarihi şehre
bazı tarihî bulguları da çarpıtarak “Türkistan” adını vermiştir. Böylece hem
“Pîr-i Türkistan’ın nüfuz alanını küçük bir kasabayla sınırlandırmak, hem de
milyonlarca kilometrekarelik ulu Türkistan’ın binlerce yıllık adını tarihten ve
coğrafyadan olduğu gibi Hazret-i Türkistan’ın adından da silmek istemişlerdir.
Ancak bu hedeflerine hiçbir zaman ulaşamadıklarına -zulüm derecesinde baskılar
altında geçen 70 yıla rağmenadı bugün bütün Türkistan’da hürmetle anılan ve
bir “Allah dostu” olarak ölümünden sekiz yüzyıl sonra bile dipdiri yaşamakta
olan Ahmed Yesevî en güçlü tanıktır.
Her türlü dinî tezâhüre acımasızca bir sindirme ve yok etme faaliyetinin
gerçekleştirildiği Sovyet döneminin 70 yıllık ağır baskı dönemi maalesef
bölgedeki İslâmî hayatı yok olma sınırına kadar getirmiştir. Bırakın tasavvufî
faaliyetleri Cuma namazının kılındığı sınırlı sayıdaki -ve göstermelik olarak
açık tutuldukları belli olancamilere öğrencilerin, gençlerin ve kamu
görevlilerinin dâhil olmasının resmen yasaklandığı bir dönem; hem de üç kuşak
boyunca yaşanmıştır. Bu baskının en yoğun yaşandığı yıllarda her türlü dinî
uygulama kısıtlandığı gibi “din adamı” sayılabilecek hemen herkes ya öldürülmüş
veya daha şanslı olanlar (!) Sibirya’nın toplu çalışma kamplarında ömürlerini
tüketmişlerdir. Türkistan’da bulunduğumuz günlerde sohbet ettiğimiz bir yaşlı
Kazak Türk’ünün “yer altına gömülen dinî kitaplar” olarak sakladığı bir poşet
içerisindeki kitablara baktığımızda basit ilmihal kitabları yanında -Arap
harfli olduğu için dinî kitab sanılarak muhafaza edilmişSovyet öncesi döneme
ait ilkokul düzeyinde tarih, coğrafya kitablarının da bulunduğunu acı ile
müşahede etmiştik. Daha pek çok örnek verebileceğim bu baskıların mantığını ve
tatbikatındaki acımasızlığı anlayabilmek için canlı tanığı olan Şükrüllah
Yusufoğlu’nun kaleme aldığı ve geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye çevrilen “Kefensiz
Gömülenler” kitabını tavsiye etmek isterim.
Baskı yıllarındaki Stalinist yok etme politikasından Yesevîlik kültürünün
taşıyıcısı olan şeyh ve mürîd denilebilecek herkesin de en önde safta olmak
üzere etkilenmiş olacaklarını tahmin etmek zor değildir. Nitekim bölgede
bulunduğum yıllarda yaptığım araştırmalarda Yesevî şeyhi olabilme ihtimali
olan hemen hiç kimseye rastlayamazken ailevî tevârüs yolu ile Yesevî
kültüründen bazı kalıntılara sahib birkaç “aksakal” ile karşılaşabildim. Bu
kişiler de köklü bir tasavvufî kültüre sahib olmayıp sadece hafızalarında saklayabildikleri
bazı ritüelleri, ezberledikleri birkaç duayı günümüze taşıyabilmiş kişilerdi.
Yesevî kültürünün nesilden nesile aktarılmasında kilit rolünü oynayan ve
‘Yesevî-Han’ olarak adlandırılan ‘hikmet okuyucusu” hanımların da Sovyet
işgalini yaşamış olan bölgede Fergana vadisi dışında bulunmadıkları
söylenmektedir. Nakşbendî tarikatına mensub bir “mürşîd” olarak kabul
edilebilecek sadece bir tek kişiden bahsedilen bu araştırmalar sırasında, o
“şeyh”e değilse de sayılı ve önde gelen mürîdlerinden birisine ulaşabilmiştim.
Yakınlarda vefat eden ve Sovyet döneminde yeraltı örgütlenmesi sayılabilecek
bir mürîd ağı oluşturarak bütün Türkistan’da etkili olan bir mürşîdin -ki o
dönemde yaptığı fedakârlık ancak kahramanlık olarak vasıflandırılabiliryerine
geçmek isteyenlerin birbirlerine “para ile muskacılık yapmak”, “cenaze namazı
kılmak ve ölüye dua etmek için bölge şartlarında astronomik ücretlere denk
gelecek taleplerde bulunmak” gibi suçlamalar yöneltmeleri de ibret verici bir
durumdur.
İlk kez 1992 yılında ziyaret fırsatı bulabildiğim Özbekistan’ın Buhara
kenti yakınındaki Kasr-ı Arifan’da bulunan Şah-ı Nakşbend külliyesindeki,
kabrini ziyaret eden yerli halktan insanların bir ‘Fâtiha’ okumaktan dahi aciz
olduklarını gördüğümde ne kadar üzülmüştüm. Saygı ile kabri ziyaret edenler,
kabir başında sadaka karşılığı âyetü’l Kürsî okuyan yaşlı insana büyük bir
minnetkârlık hissi ile doluyorlardı. Aynı tabloyu Kazakistan’daki Yesevî
türbesini ziyaret eden insanları izlerken de görebilirdiniz.
Henüz Sovyet dönemi kalıntılarının silinmediği o yıllarda Şah-ı Nakşbend
Külliyesini çevreleyen duvarlara asılmış, külliyenin girişini kapatacak kadar
kocaman levhalarda “Kabirlerde dua etmenin, kabir ziyaretinin “Şirk” olduğu
hakkındaki “resmi müftü” imzalı duyuruları da hatırlıyorum. (İslâmî eğitimini
zamanın Libya medreselerinden almış olduğunu öğrendiğim bu müftü, Sovyet dönemi
bittiğinde, bazı siyasi nedenlerden dolayı ülkesini terk etmek zorunda
kalacaktır.)
Aradan geçen 20 yıla sürede bu tablonun oldukça değiştiğini, o ziyareti
engelleme maksatlı levhaların çöpe atıldığını ve bundan daha önemlisi
insanların dinî bilgilenme noktasında daha iyi bir noktada olduklarını şahsî gözlemlerime
dayanarak memnuniyetle söyleyebilirim.
8.
Dîvân-ı Hikmet: Hikmetler
Pınarı
Türk edebiyatı tarihinde Dîvân-ı Hikmet’in önemi İslâm’ın kabulünden
sonraki Türk Edebiyatı’nın daha önce yazılan Kutadgu Bilig’den sonraki bilinen
en eski örneklerinden biri ve tasavvufî Türk edebiyatının ilk eseri oluşundan
daha fazla Türk yurtlarında meydana getirdiği etkiye dayanır.
Ahmed Yesevî, İslâm’ın Türkler arasında yayıldığı asırlarda, Türkler
arasında geniş ölçüde yayılma imkânı bulan ve “hikmet” adı verilen şiirleri ile
ilk tasavvufî ekolü oluşturarak bütün dünyada yaşayan Türk soyundan insanların
gönül tahtında asırlardır hüküm sürmeğe devam etmektedir. ‘Yesevî
Hikmetleri’ Türkler arasında bir iman birliğinin teşekkül etmesine hizmet
etmesi bakımından çok önemlidir.
İslâmî zahir ve batın ilmine vâkıf olan Ahmed Yesevî, büyük çoğunluğu
bozkırlarda yayılmış olarak, dağınık bir halde yaşayan Türk soylu halklara
Allah’a iman ve İslâm’ın esasları, şeriat hükümleri ve tarîkatının adâb ve
erkânını öğretmek gayesiyle sâde bir dil ile genellikle hece vezninde şiirler
söylemiştir. Dîvân-ı Hikmet’in asırlara karşı böylesine dirençli ve etkin
oluşunda öncelikle “ilahi yardım” olmakla birlikte zâhirî olarak hikmetlerdeki
dil ve şiiriyet özellikleri de etkili olmuştur. Vezinli-kafiyeli ‘ozan
saguları’na aşina Türk obalarının yine vezinli-kafiyeli ve hattâ ilave olarak
müzikal makâmlarla okunan hikmetleri benimsemeleri çok kolay olmuştur.
Yapılan araştırmalara göre hemen tamamı Ahmed Yesevî’nin yer altında
uzlete çekildiği dönemde ilk kez dile getirilen bu hikmetli mısralar, halvet
yerinde yanında bulunan bazı Yesevî dervîşleri tarafından yazıya dökülüp kâğıt
üzerine geçirilmişlerdir. Ahmed Yesevî’nin tarikatını, sülük adâbını Arapça ve
Farsça bilmeyen Türk dervişlerine anlatmak için, Türk halk edebiyatından
alınmış şekillerle, hece vezninde söylediği bu şiirler, daha sonra Türkistan
edebiyatı ürünü diğer şiirlerden ayırt edici özgün bir isim olarak “hikmet” adı
ile tanınıp “Dîvân-ı Hikmet” adı verilen kitaplarda bir araya getirilecektir.
Tarihi süreç içerisinde Yesevî yolunun ebediyet kazanmasında etkili olan
mürşîd-i kâmil kadrosu kadar önem kazanan ve Ahmed Yesevî’nin ismini
ölümsüzleştiren miras, hikmetlerini bir araya getiren Dîvân-ı Hikmet
külliyatıdır.
Türk edebiyatında tasavvufî şiir geleneğini başlatan sûfî olması
yanında, mürîdlerin eğitiminde makâm ile söylenegelen ‘hikmet’ şiirlerini
vasıta olarak kullanarak tasavvufî irşadda edebî ve müzikal yöntemleri öne
çıkartıp yepyeni bir çığır açan ilk mürşîd de Ahmed Yesevî’dir. Çevresinde
İslâm ile yeni tanışmış ancak yeni inançlarına çok güçlü olarak bağlanmış saf
gönüllü Türkler halkalandığından Ahmed Yesevî, Arab ve Fars edebiyatını çok iyi
bildiği halde, uzlete çekildiği çilehanesinde ziyaretine gelenlere kolayca anlayabilecekleri
Türk dili ile hitab etmeyi tercih etti. Bugün bile ‘hikmet’ odaklı bu şifahî
kültürün son temsilcilerine bütün Türkistan coğrafyasında rastlamak mümkündür.
Dîvân-ı Hikmet’te yer alan şiirler eski devirlerin ‘Kam-Ozan-Baksı’larından
hemen hiç farkları olmayan Yesevî-Han mürîdler tarafından, yüzyıllar boyu her
türlü toplum faaliyetinde okunmuş, dillendirilmiştir. Hattâ, büyük bir kültürel
kırılma ile hem Batı Türkistan’dan hem de tüm Türk yurtlarından ayrıştırılan
Çin işgalindeki Doğu Türkistan’da bile Yesevî-Han geleneğinin sürdüğü
bilinmektedir. Bunun somut bir kanıtı olarak 2010 yılında İstanbul’da
düzenlenen Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu’na getirilen bir bildiri
kapsamındaki yeni kaydedilmiş bir video ile Doğu Türkistan’da Hanım bir Yesevî-Hanın
okuduğu hikmetler izleyicilere sunulmuştur.
Ahmed Yesevî’nin, tasavvufî görüşlerini ve tarîkatının esaslarını Türkçe
olarak ifade etmesi ile açılan çığırdan giden sûfîlerin de katkısı ile Türk
dili, en karmaşık ibareleri, soyut kavramları ifade edebilme gücüne sahib
olması gereken tasavvuf dili mertebesine yükseldi. Oysa Yesevî’nin
hikmetlerini dillendirdiği devirde Türkistan’daki diğer sûfî mürşîdler ve
medrese âlimleri eserlerini çağın popüler ilim dilleri olarak kabul edilen
Arabça ile yazıyorlardı. Mürşîdi Yûsuf Hemedânî,’nin anadili olan Farsça ise
edebî dil olarak ön plana çıkmış ve Horasan’dan Mâverâünnehir’e doğru yayılan
tasavvuf edebiyatının temel eserlerinin dili haline gelmişti. İşte böyle bir
ortamda Hazret Sultan Yesevî’nin Türkçe’yi tebliğ dili olarak tercih etmesi
Türk dili tarihi yönünden hayatî bir önem arz eder. Bu önem günümüzde bütün
Türkologların teslim ettiği bir husustur. Burada dikkat edilmesi gereken bir
husus da Dîvân-ı Hikmet ’ te her ne kadar konusu gereği pek çok Arabça-Farsça
kelime yer alsa bile metnin temelde Türkçe oluşudur. Öyle ki devrin yaygın
edebi dili olan Farsça’ya rağmen ve -kendi ifadesi ileFarsça’yı da iyi bildiği
halde Hazret Sultan Yesevî, mesajının iletilmesini öncelediği için Türkçe
kullanımında ısrarlı olmuştur. Ahmed Yesevî hikmetleriyle halkın manevî
eğitimini hedef aldığı için, kolay akılda kalabilecek şekilde ritmik, basit ve
akıcı bir söyleyişi tercih etmiştir. Yesevî’den sonra Farsça’nın nüfuzu
Türkistan’da yayılırken Yûsuf Hemedânî’nin haleflerinin etkisiyle bölgede
güçlenen ve -daha sonra Nakşbendîyye adını alacak olanHâcegâniyye tarîkatının
dili de Farsça haline gelecektir. Farsça’nın öne çıktığı bu dönemde bile Yesevî
dervişlerinin Türkçe hikmet geleneğini sürdürmeleri sâyesinde Türkçe’nin
tasavvuf dili olarak yaşayabilmesi mümkün olabilmiştir.
Gerek “Dîvân-ı Hikmet”teki Ahmed Yesevî’ye ait şiirler, gerekse Ahmed
Yesevî’nin hikmetlerine benzetilerek diğer Yesevî dervîşleri tarafından verilen
eserler Ahmed Yesevî’nin manevî etkisi ile ortaya çıktıkları için etkilerini
aynı çerçevede değerlendirmek mümkündür. Türkmen sahasının büyük şâiri
Mahtumkulu da Yesevî silsilesine intisâbı kanıtlanmış olmamakla beraber Yesevî
geleneğinin Hazar ötesi Türkmenler arasındaki temsilcisi olarak kabul edilebilir.
Yesevîlik yolunun esaslarından şiirler yolu ile tasavvufî tebliğin Anadolu
coğrafyasındaki temsilcileri olan Aşık Paşa144 Yunus Emre, Azîz
Mahmud Hüdâî, Niyâzi Mısrî, Ahmed Kuddûsî ve hattâ, çağımız âşıklarından Âşık
Veysel gibi isimleri de Yesevî geleneğinin takipçileri olarak saymak mümkündür.
Ahmed Yesevî hikmetlerinde birçok kez dalgıç gibi mânâ denizlerine
dalarak hakikat incileri derlemekten söz eder. Bu değerlendirmeyi Dîvân-ı
Hikmet için de yapmak ve bir mânâ denizi olarak vasıflandırmak mümkündür. Her
bir hikmette yer alan, her bir mısra insanı bazen uçsuz-bucaksız bir okyanusun
kenarına kadar götürür ve hattâ okur bir anda sırlar okyanusuna dalar, gider.
Dîvân-ı Hikmet, bu özelliği ile, sayfalara basılan satırlar yanında yüzyıllardır
dilden dile; gönülden gönüle aktarılıp -sözlü bir gelenek teşkil
ederekTürkistan bozkırlarında asırlardır yaşatılmış ve bugün de
yaşatılmaktadır.
Ahmed Yesevî hikmetleri analiz edildiğinde satırlarının derinliklerinde
millî idealizmin yattığı ve Allah’a aşk ile bağlılıkla yücelmiş Türk ruhunun
buram buram tüttüğü fark edilir. Ahmed Yesevî anlayışının devlet yöneticilerine
etkisi ile asırlar içerisinde -mesela 16. yüzyılda Şeybânî Han ve Ubeydullah
Han dönemindehalk ile devlet adamları ilişkisinin belirleyici bir faktörü
haline geldiği de ileri sürülmüştür.
Nâdirhan Haşan tarafından ilim dünyasına tanıtılan ve “Hikmet-i Hoca
Ahmed Yesevî’ diye başlayan 1887 yılında istinsah edilmiş olup, tamamı 168
varak olan Dîvân-ı Hikmet’in yazma bir nüshasındaki mukaddime hikmetlerin
niçin yazıldığı hakkında önemli bilgiler içermektedir. Bu mukaddimede, Ahmed
Yesevî hikmetlerinin temelde Kur’an-ı Kerîm âyetleri ve Hz. Rasûlullah’ın
hadislerine dayandığı belirtilmekte; tarîkat önderleri ve ârif zatların,
sohbet ve nasihatleriyle zenginleştirilmiş olan bu hikmetlerin, halk üzerinde
çok etkili olduğu beyan edilmektedir. Mukaddimede her kim Yesevî hikmetlerini
ihlâs ile sabah-akşam okuyup; zihninde tutar veya yanında taşır, sevabını da
Ahmed Yesevî’nin mübarek ruhuna armağan edip, Hakk’tan muradını dilerse,
maksadına erişeceği de kaydedilmiştir. 1887 yılında istinsah edilen bu
mukaddimede Yesevî yolunun muhlis dervişleri ve muhîblerinin, Hazret Sultan
SultanuTÂrifîn Ahmed Yesevî’nin Türkistan’daki mübarek türbesini ziyaret edip;
“kabrinin tozlarını gözlerine sürme gibi sürdükleri” ifade edilmiştir.
Hazret Sultan Yesevî’nin hikmetleri yakın dairedeki mürîdler tarafından
kaydedildikten sonra zaman içerisinde bu hikmetleri bir kitab haline getirmek
düşünülmüş olmalıdır. Bu şekilde ilk elyazması ürünü Dîvân-ı Hikmet’ler ortaya
çıkmıştır. Teorik olan bu düşünceyi kanıtlayacak veriler, elyazması Dîvân-ı
Hikmet nüshalarının bulunup istinsah tarihlerinin belirlenmesi ile ortaya
konulabilir. Dîvân-ı Hikmet’in en eski elyazması nüshası, Macar Akademisi
elyazmalar koleksiyonunda bulunan 1712 tarihli bir nüshadır. Daha sonra
istinsah edilen Dîvân-ı Hikmet nüshaları değişik kütübhane envarterlerinde
mevcut olup genellikle 19. yüzyıl ürünüdürler. Yapılacak ayrıntılı araştırmalar
ile elyazması koleksiyonu bulunan dünya kütübhanelerinin taranarak Dîvân-ı
Hikmet’in daha 1712’den daha erken tarihlerde yazılmış elyazması nüshalarının
ortaya çıkması ihtimal dâhilindedir.
Yesevî dergâhındaki zikir meclislerinde seslendirilen Hikmetleri
ezberine alan Yesevî dervişlerinin dili ile bu hikemli külliyat, en uzak Türk
obalarına kadar ulaştırılmıştır. Dîvân-ı Hikmet’te yer alan şiirler önceleri
küçük hacimli yazma risâleler şeklinde elle çoğaltılırken, ancak 19. yüzyıl
matbaa baskısı ile çoğaltılacaktır. Şifahi kaynaklardan yararlanılarak kâğıda
dökülen hikmetlerin yazıldığı risâleler zaman içerisinde bir araya getirilerek
“Dîvân-ı Hikmet” adı ile bilinen elyazması nüshalar ortaya çıkmıştır. 19.
yüzyıla kadar yazılan ve Yesevî hikmetlerini içeren elyazmaları, -işin tabiatı
gereği zorunlu bir şekilde sınırlı sayıda kaldıkları içinhikmetlerin halk
arasında yayılmasında sözlü gelenek kadar etkili olamamıştır. Hikmetler 19.
asır sonlarına kadar dar bir muhit içinde, dergâhlarda Yesevî mürîdleri
tarafından okunsa da, halk hikmetlerden uzak kalmaktaydı. Dîvân-ı Hikmet adı
ile kitab halinde basılan hikmetlerin çoğalması ile Yesevî düşüncesinin halk
içerisinde daha da yaygınlaştığı tahmin edilebilir.
Dîvân-ı Hikmet, ilk kez 1878 yılında Tataristan’ın Kazan şehrinde,
1880’deTaşkend’de, 1881’de İstanbul’da matbaalarda basılmıştır. Üç yıl
içerisinde Türk dünyasının üç önemli kültür merkezinde Dîvân-ı Hikmet’in seri
olarak basılışı sayesinde hikmetleri kâğıt üzerinden okuyanların sayısı
çoğalmıştır. Bilindiği kadarıyla geçen iki yüzyıl içinde onyedi kezTaşkend’de,
dokuz kez İstanbul’da, beş kez Kazan’da ve birer kere de Buhara ve Kağan’da
matbu olarak değişik sayıda hikmet içeren Dîvân-ı Hikmet baskıları yayınlanmıştır.
19. asır sonlarında Dîvân-ı Hikmet’in basılan nüshalarının sayısı 10.000’e
yaklaştığı tahmin edilmektedir. 20. yüzyıl başından itibaren yayınlanan
hikmetlerin sayısı da basılan Dîvân-ı Hikmet kitabı tirajları da artış
gösterir. Bir örnek olarak Kazan’daki 1878 tarihli ilk baskının 65 hikmetten
oluşan bir derleme olarak 1200 tirajla yapılırken, 1905 yılı Kazan baskısında
159 hikmet içeren bir Dîvân-ı Hikmet baskısının 10.000 tiraja ulaşması
gösterilebilir.145
Dîvân-ı Hikmet’in Türkistan halkı nezdindeki değerini ve hikmetlerinin
yaygınlığını gösteren bir notu kaydeden Arminius Vambery, bir derviş kılığına
girerek yaptığı Türkistan gezisi sonrasında kaleme aldığı Hatırat’mda “Uğradığım
her obada Hazret-i Sultan-ül Arifin Hoca Ahmed Yesevî’nin şiirlerini vecd ile
okuyan kadınlara ve erkeklere rastladım. ” sözleriyle Türkistan’da uğradığı
her Türk obasında Hazret Sultan Yesevî ile karşılaştığını dile getirmektedir. 146
Son zamanlarda aldığımız, Osmanlı döneminde, 1909 yılında Dîvân-ı
Hikmet’in Türkistan Çağatay lehçesinden İstanbul Türkçesi’ne aktarılarak
basılmış olduğu haberi son derece önemlidir. OsmanlI’nın son zamanlarında
lehçe farkından kaynaklanan anlaşılma sorununun aşılması maksadı ile tanınmış
bir Nakşî-Halidî mürşîdi olan Şeyh Muhammed Kudsî Konevî tarafından mürîdi Hacı
Haşan Şükrü Efendi’ye Pîr-i Türkistan Hazret Sultan Yesevî hikmetlerinin,
Dîvân-ı Hikmet’in Çağatay lehçesinden İstanbul Türkçesine aktarılması görevi
verildi.
Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan tarafından sunulan bir sempozyum bildirisi
sayesinde kamuoyuna ulaşan bu haber bile, tek başına Hazret Sultan Yesevî’nin
öneminin farkında olan Osmanlı sûfî çevrelerinin bulunduğu anlamına
gelmektedir. Haşan Şükrü Efendi’nin bu kutlu görevi yerine getirdiği ve
Türkistan lehçesinden İstanbul Türkçesi’ne aktardığı hikmetlerin matbu olarak
çoğaltıldığı da tesbit edilmiştir. Bu değerli bilgi, Osmanlı tasavvuf
çevrelerinin ismini daima büyük bir saygı ile andıkları Yesevî’nin Osmanlı
bilim çevrelerinde bilinmezliği hakkındaki fikirleri de tashih etmelidir.147
Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün 1918 yılında yayınlanan ve Yesevîlik
araştırmalarının vazgeçilmez klasiği olma niteliğini hâlen de koruyan ‘Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ eserinin ilk yarısını Ahmed Yesevî’ye ayırması
ile Türkiye ilim çevrelerinin ve daha kısıtlı bir çerçevede genel kamuoyu
Hazret Sultan Yesevî hakkında bir fikir sahibi olabilmiş ise de bu ilginin
yeterli olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Türkiye’de yakın tarihlerde
Dîvân-ı Hikmet’ten bazı şiirlerin “Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler” adı ile yetmiş
adet hikmetten müteşekkil olarak Prof. Dr. Kemal EraslanTn kaleminden anlamları
da verilerek Latin alfabesi ile T.C. Kültür Bakanlığı tarafından iki kez
yayınlanması Yesevîlik kültürünün tanınması yolunda yeni bir dönemin
başlangıcı olmuştur. Son olarak yeni bulunan hikmetlerinde eklenmesi ile en
zengin içerikli bir Dîvân-ı Hikmet baskısının 2009 yılında yapılmış olması da
güzel bir gelişmedir. Bu satırların yazarı tarafından hazırlanan ve Türkiye
Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan bu Dîvân-ı Hikmet’te 217 (ikiyüz onyedi)
adet hikmet ile bir de münacât yer almaktadır.148
Son dönemde Dîvân-ı Hikmet’in Özbekistan’dan Türkmenistan’a bütün Türk
Cumhuriyetleri’nde arka arkaya yeni baskılarının -yüzbinlerce nüshaya ulaşacak
şekildeyapıldığı ve böylelikle Türkistan topraklarında Pîr-i Türkistan adına
yeni bir irşad çığırı açıldığı da bilinmektedir.149
Çağdaş Hikmet Bestelen
Hazînî, Ahmed Yesevî Hikmet’lerinin daha 16. yüzyılda kendisine has bir
makâm ile bestelenmiş olarak okunduğunu söylediği gibi, bugün de gerek
Türkistan’da, Özbek ve Kazak Türkleri arasında, gerek İdil havzası
Türk-Tatarları tarafından hikmetlere özel besteler olduğu bilinmektedir.
Ülkemizde Yesevîlik kültürünün canlandırılması yönündeki gayretlerin son
yıllardaki güzel bir verimi de Yesevî hikmetlerinin günümüz dinî
bestekârlarının önde gelenlerinden Ahmed Hatipoğlu ve diğer bazı isimler
tarafından yorumlanarak Hazret Sultan Yesevî’nin hikmetli mesajlarının yeni
müzikal ürünlerle genç kuşaklara iletilmesi olmuştur. T.C. Kültür Bakanlığı
Türk Dünyası Müzik Topluluğu yöneticisi İrfan Gürdal’ın hikmet sözlerinden
hareketle bestelediği eserler de büyük beğeni toplamıştır. Bugün için sadece
birkaç eserden oluşan Yesevî repertuarı, himmet sahihlerinin ilhamı ile
zenginleşerek yakında albümler teşkil edecek hacme ulaşacaktı ve ulaşmalıdır.
Yine ümid edilir ki, ‘Yesevî-Han Meclisleri’nin coşkulu zikirlerinin
sahnelenmesi Yesevî diyârından gelen esintileriyle gönülleri
dalgalandıracaktır. Son olarak 2016 Yesevî Yılı münasebetiyle Hoca Ahmed
Yesevî Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi tarafından düzenlenen “Yesevî Beste
Yarışmasf’na yüze yakın eserin katılmış olması bu alandaki boşluğun
giderilemsi yolunda ciddi bir katkı sağlamıştır.
Dîvân-ı Hikmet’in kavramlar, kişiler, temalar vb. etrafındaiçerik
analizinin yapılması gereği ortadadır. Fakat Hazret Sultan Yesevî’nin hayatına
ilişkin bu kitabın hacmini zorlamaktan kaçınmak düşüncesi ile
hikmetlerin analizlerine yer verilemedi. Başlangıçta bu kitabın yarısını
teşkil etmesini plânladığım, ancak kitab hacmini zorlayacağı için yer
veremediğim Dîvân-ı Hikmet ile ilgili araştırmaları bir diğer çalışmaya
bırakmak zorunda kaldım. İnşaallah bu önemli konu da bir başka çalışmanın
konusu olacaktır.
Bir dileğim de bugüne kadar ‘birkaç başarısız örnek’ dışında
gerçekleştirilememiş olan biyografik bir Ahmed Yesevî romanının kaleme
alınmasıdır. Böylesi bir romandan yola çıkılarak çekilecek bir Ahmed Yesevî
senaryosu ile çekilecek bir ‘Pîr-i Türkistan’ filmi de hâlâ kahramanlarını
beklemektedir. Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Dr. Musa Yıldız’ın bu konudaki samimi niyet ve
gayreti ile, umarım en kısa zamanda bu hizmet de gerçekleşir.
(Sözün bu noktasında yıllar önce Ahmed Yesevî konusundaki duyarlılığı
ile bilinen Namık Kemal Zeybek’in™ T.C. Kültür Bakanlığı yaptığı dönemde
sponsor olunması için Bakanlık makamına sunulan ve bilirkişi incelemesi için
tarafıma da verilen; olumlu raporlara rağmen bir türlü sonuca ulaşamayan Yesevî
filmi senaryosunun yazarı Ömer Lütfi Mete’yi™ rahmetle anıyorum.)
İkinci Bölüm / Notlar ve Açıklamalar
1
Âsitâne : Tarîkat
pîrinin, yahut ulularından birinin yattığı tekkedir ki o tarîkat ehlince kutsal
sayılır. Bu çeşit tekkelere “dergâh” da denir. Âsitâne, dergâh ve tekke
tarîkat ehlinin toplandığı, dervişlerin oturdukları, hizmet ettikleri yerdir ve
“dergâh’Ta “tekke” sözü geneldir, âsitâneye ve zaviyeye de denir. Zaviye
dergâhtan daha küçük olan ve gelip geçen dervişlerin konaklaması için yapılmış
bulunan tekkelere verilen addır.
2
Ahî :
Arabça “kardeşim” demektir. Fütüvvet yolunda sanat ve zanaat ehlinin her biri,
şeyhlerine “Ahî” derlerdi. Bir şehirde, yahut bölgede bulunan ahîlerin tâbi
oldukları şeyheyse şeyhlerin şeyhi anlamına “Şeyh’üs-şuyûh”, yahut türkçe “Ahî
Baba” ve “Ahî Türk” denirdi.
3
Fütüvvet: Gençlik,
erlik, yiğitlik anlamına gelir. Ahilik teşkilâtına verilen addır.
4
Köprülü M. Fuad,
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 114.
5
Aza m at Nihat,
“CevâhirüTebrâr” (madde), TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1993, c.VII,
s.432.
6
Mir’âtü’l-Kulûb
: Yesevîliğin ilk dönemine âid olan bu risâlenin bilinen tek nüshası
İsveç’in Uppsala şehrindeki Üniversite Kütüphânesinde, 472 numaralı mecmûa
içinde 158b-177a varakları arasında olup Çağatay Türkçesi ile yazılmıştır.
Toplam 534 varak olan bu mecmûa 1249/1833 senesinde istinsâh edilmiştir. Mir’âtü’lkulûb,
Ahmed Yesevî’nin tasavvufî görüşlerini derlemek için yeğeni ve önde gelen
halîfelerinden Sûfî Muhammed Dânîşmend’in Ahmed Yesevî’den şifâhî olarak
naklettiği sözler ile yazılmış bir eserdir. Sûfî Dânîşmend’in mürîdlerince
derlenmiş ve bu eser meydana gelmiş olabilir. Eser üç bölümden oluşmaktadır:
Şerîat, tarîkat ve hakîkat. Birinci bölümde İslâmî ve tasavvufî ahlâk, ikinci
bölümde tarîkat âdâbı, üçüncü bölümde ise mârifetullah konularına temâs edilir.
Eserde, irşâda ehil olmayan kişilerin şeyhlik iddiasında bulunmaları şiddetle
tenkîd edilmiştir.
7
Tosun Necdet,
Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.
8
Ocak :
İçinde ateş yakılan, dumanı, üstündeki bacadan çıkan yere ocak denir. Mecazî
anlamiyle kurum, soy-boy, kök, dirlik-düzenlik demektir. Herhangi bir hastalığa
okumaya izinli olan ve bu izni, babadan oğula yürüten kişiler hakkında “ocak”
deyimi kullanılır.
9
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, İstanbul-1999, s.229.; 5. Kitap, s. 33, 154, 165, 314
; Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-2001.
10
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 130 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.
11
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 38, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996.
12
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 12, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.
13
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 280 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.
14
İzeti Metin,
“Arnavut Tasavvuf Kültüründe Hoca Ahmed Yesevî’nin Etkisi”, (Yayınlanmamış
Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu,
İstanbul, 2010.
15
Zarcone Thierry,
“Hindistan’da Türk Tasavvufu: Yesevîyye Örneği”, (Çev. Süleyman Derin), Dergâh,
IV/38 (1993), s. 19-20.
16
Ahmet Bekmuradov,
Edebî Miras, Aşgabat, Türkmenistan, 1992 Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed
Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler,
Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.
17
Tekcan Münevver,
Hakîm Ata’nın Hz. Meryem Kitabı, Beşir Kitabevi, İstanbul, 2008.
18
Amangulıyeva
Gözel, Mahtumkulu’nun Manevî Üstadlarından Birisi: Yesevî Dervîşi Hakim Ata
Bilig Dergisi, 13 (2000), s.7992.
19
Tekcan Münevver,
Hakîm Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, İstanbul, 2007, s. 83-98.
20
Hâzinî, CevâhirüTEbrâr
Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 188.
21
Varidât: Gelirler
anlamına Arabça bir sözdür ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Sûfîler
arasında “varidât”, ilham yoluyla kalbe gelen ve söylenen sözlere, sohbetlerde
irticâlen konuşmaya denir.
22
Seyfullah
Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuTmeşayih’ eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve
onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B.
Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.
23
Dr. Aynur Koçak, Zengî
Ata’nın Menkabeleri, Türbesi Ve Bayramı Üzerine, 23.09.2010,
http: //www. hbektasveli.Gâzi.edu.tr/dergi_dosyalarZ25-105-116.pdf
24
Ebûl-Gâzi Bahadır
Han, Şecere-yi Terâkime, Hazırlayan: Nazar Halimov, Aşgabat 1992, Nakleden:
Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu
Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.
25
Orazgulı,
SabırSarlıgızı, Gözel, Gözli Ata, Aşgabat, 1995; Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca
Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı
Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.
26
İnâbe : Günahlardan
tövbe ederek Allah’a yönelmek anlamına gelen Arabça bir kelimedir. Tarîkate
giren, evvelce yapmış olduğu bütün günahlara tövbe eder bu bakımdan bir şeyhe
dervîş olmaya, bir tarîkata girmeye de “İnâbe” denir.
27
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.77.
28
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 189.
29
Hazînî,
MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s. 104-105
30
Miskîn : Bir
günden bir güne ihtiyacını giderecek birşeye sahip olmayan, tam anlamda yoksul
kişiye denir; meskenet de, bu derecede yokluk, yoksulluk anlamınadır.
Tasavvufta “Meskenet”, manevî yokluğun en ileri derecesidir; bütün anlamıyla yok
olan, kendine hiçbir varlık vermeyen kişi de miskîndir. Halk ise, elini-kolunu
oynatamayacak kadar tembel olan kişiye “miskîn” der.
31
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.59.
32
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.87.
33
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 189-190.
34
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.88-89.
35
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.89-90.
36
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 187.
37
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 186-192.
38
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.82.
39
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s. 108.
40
ŞerâitüTİman,
Usloviya Veri (Anonim, Tatarca ve Rusça olarak), Kazan 1894, s. 46.
41
Kara Mustafa,
“Yesevîyye Kültürünü Günümüze Ulaştıranlar ve CevâhirüTebrâr min
EmvâciTbihâr”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
Kayseri, 1993, s. 189.
42
ŞerâitüTİman
(İmanın Şartları) adlı risaledeki ibare aynen şöyledir: “ Kim silsilesinden
tururmuz?” (cevab) “Hoca Ahmed Yesevi razıyallahu aleyh silsilesinden
tururmuz.” ŞerâitüTİman, s.42, Kazan-1894.
43
Seyfullah
Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuTmeşayih’ eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve
onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B.
Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010
44
Tosun Necdet,
Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.
45
Rüya : Türkçe’de
‘düş’ karşılığına gelen Arabça bir sözcüktür. Tasavvufta sülûkta esmayı esas
alan Halvetî tarikatlar, rüyaya çok büyük bir önem vermişlerdir. Dervîş,
gördüğü rüyaları şeyhine söyler, şeyh de bundan hüküm çıkararak dervîşin
zikrini arttırır, yahut değiştirir böylece derecesini yükseltir. Bazı
mutasavvıflar, “sâdık rüya”yı ilhâmın daha ötesinde bir İlâhi haber kaynağı
olarak kabul etmişler; özellikle Hz. Rasûlullah, ashâb-ı kirâm, evliyâullah
gibi kutsal kişilerin dâhil olduğu rüyaları kayda geçirmişlerdir. Bu şekilde
İslâm literatüründe ciddî hacme ulaşmış bir rüya külliyatı meydana gelmiştir.
Sultan Ahmed Aktaşî birkaç kez üst üste gördüğü rüyasında Yesevîyye’nin
asırlar önce yaşamış mürşîdlerinden Ay Hoca İşan tarafından Kızılorda
yakınlarındaki türbesinin türbedarlığına davet edilmiş ve sonunda bu kutlu
davete uyarak türbe yakınındaki birkaç hanelik köye gelerek yerleşmiştir.
46
Aşıkî Dervîş
Ahmed, Aşıkpaşazâde Tarihi, Haz. Cemil Çiftçi, MostarYay. , İstanbul, 2008,
s.282.
47
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 34, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996.
48
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 25, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.
49
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 17 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
50
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 26, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.
51
Köprülü M. Fuad,
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 58.
52
Dâvûd Baba:
Fukarâ-yı Yesevidir. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi
Yayınları, İstanbul-1999, s. 34.
53
“Şeyh Pertevi
Sultan: Aksaray’da “ ...Dâr-ı Ervah nâm mekân-ı ruhanide ...eş-Şeyh Pertevi
Sultan:bunlar tarîk-i Yeseviyye’de ulu erdir...” Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap,, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999. s. 118.
54
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 31.
55
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 31.
56
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 1. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996, s. 38.
57
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 146.
58
Aktan Ali,
“KünhüTAhbâr’a Göre Ahmed Yesevî ve Anadolu’daki Halîfeleri”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 13-17
59
Tosun Necdet,
Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.
60
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 207-208 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
61
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 146 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
62
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 5. Kitap, s. 36, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-2001.
Çocukluğumun geçtiği Tokat’ta Gıjgıj Tepesi yakınındaki bağ evimize gidip
gelirken hep bu garip ismin nereden geldiğini merak etmiştim. Gerek aile
çevrem, gerekse okuduğum ilk ve orta dereceli okullarda hiç kimsenin bu ismin
menşei hakkında bilgisi olmadığını hatırlıyorum. Nihayet Prof. Dr. Fuad
Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” kitabından bu “ilginç” ismin
nereden geldiğini öğrendikten karşılaştığım birçok Tokat’lıyı da
bilgilendirdim. Danışmanlığını yaptığım Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerden
sorumlu Devlet Bakanı’na -üstelik Tokat milletvekili idiismini ve yerini çok
iyi bildiği ve bugün ağaçlandırılarak güzel bir mesire yeri haline getirilmiş
olan “Gıj-Gıj Dede Sultan” zaviyesi önüne bir Ahmed Yesevi Parkı yapılması ve
park içerisinde Kazakistan’ın Yesi (bugünkü Türkistan) şehrindeki görkemli
Yesevi Türbesinin küçültülmüş -fakat içerisinde namaz kılınabilecek bir
ölçektebir tıpkıyapımının inşa edilmesi teklifim ilgili bakanlık raflarında
kalmış olmalı.
63
Vilâyet-nâme:
Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, -tarihsiz-, s.14-20.
64
Şakird : Farsça
kökenli bir kelimedir ve bir sanata yeni intisâb eden gence ve okula yeni
başlayan öğrenciye şakird adı verilir.
65
Vilâyet-nâme:
Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, -tarihsiz-, s.15-16.
66
Vilâyet-nâme:
Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, -tarihsiz-, s. 10-11.
67
Vilâyet-nâme:
Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, -tarihsiz-, s. 16.
68
Vilâyet-nâme:
Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, -tarihsiz-, s.16-17.
69
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 197.
70
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 1. Kitap,Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996, s. 312.
71
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 3. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 175.
72
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 73-75.
73
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 147.
74
Seydî Ali Reis,
Mir’âtüTMemâlik, Haz. Necdet Akyıldız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul
(tarihsiz), s. 96, 120.
75
Zarcone Thierry,
“Hindistan’da Türk Tasavvufu: Yesevîyye Örneği”, (Çev. Süleyman Derin), Dergâh,
IV/38 (1993), s.19-20.
76
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.210-211.
77
Ünal Fatih,
“Kazak Türklerinde Defin Merasimi ve Aş Verme Geleneği”, Bilig, Sayı:45 (2008
), s. 116-117.
78
Nurmuhammad(ov)
Na’im-Bek, Ahmed Yasevi Saulet Gimaratı, Ahmed Yasawi Architectural Complex,
Öner, Almatı,1988.
79
Kur’an-ı Kerîm,
6. En’am sûresi, 6:59-63 âyetler, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı
Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 133-134.
80
Sultanov, Uktam,
“Taşkent’teki Yesevîyye Tarîkatı Mensuplarının Mezarları”, (Yayınlanmamış
Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu,
İstanbul, 2010.
81
Muhîb : Arabça’da
seven anlamına gelir, tasavvuf terminolojisinde ise tarîkati seven (=
sempatizan) anlamında kullanılır. Çoğulu Farsça kuralıyla “Muhîbbân” olup
‘sevenler’ demektir. Mevlevi ve Bektâşî tarîkatlarına intisab eden kişi
“muhîb”tir; bu tarîkatlarda, muhîbbe bir süre sonra “bey’at” töreniyle
dervişlik payesi verilir. Muhîb, dervişliğe ikrar verip dergâha girdikten, eviyle
ilgisini kestikten, Mevlevîlerde çileye soyunduktan, dal (= sarıksız) sikke ve
tennureyle hizmete başladıktan, Bektâşîlerde arakıye ile dergâhta, kendisine
verilen hizmete koşulduktan sonra “dervîş” olarak anılır ki, bu, tarîkatta
ikinci derecedir. Mevlevîlikte, binbir gün çile müddetini hizmetle doldurup
onsekiz günlük hücre çilesini de çıkaran, hücre sahibi olur, hırka giymeye hak
kazanır ve “Dede” diye anılır. Bektâşîlikteyse hizmet müddeti belirli değildir;
arakıye ile hizmet eden cana, şeyhin tensîb ettiği vakit, dervişlik töreniyle
taç giydirilir, haydariyye ve hırka giymeye, tarîkat cihazlarını takınmaya,
kuşanmaya hak kazanır, “dervîş” diye anılmaya başlar. Diğer sûfî
tarîkatlarında, intisâb eden kişiye “dervîş” denir; bir süre sonra “Bey’at”
töreniyle derecesi “Mürîd” derecesine yükseltilir. “Mürîd” sözü, bütün
tarîkatlarda, tarîkata intisâb etmiş olanlara verilen genel bir sıfattır.
82
Ârif : Tanıyan,
sezen, anlayan demektir. Arif olmak kabiliyeti, sûfîlerde “irfan” sözüyle dile
getirilir. Âlim olmak, okuyup bellemekle mümkündür; fakat irfan, Tanrı
vergisidir. Bu yüzden de tasavvufta irfan, ilimden çok üstündür.
83
Carmuhammed-Ulı
Muhammed Rahim, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun
Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Hoca Ahmed
Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 17-20.
84
Kur’an-ı Kerîm,
11. Hûd sûresi, 11:112, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.233.
85
Kur’an-ı Kerîm,
16. Nahl sûresi, 16:123, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.280.
86
Kur’an-ı Kerîm,
93. Duhâ sûresi, 93:10-11. âyetler, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı
Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 596.
87
Hazînî,
MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s. 104.
88
Eraslan Kemal,
“Yesevî’nin Fakr-nâmesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c:XXII (1977)
s.45-120.
89
Hazînî,
MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s. 92-95.
90
Âvam : Aşağı
tabaka, halk demek olan bu söz, tarîkat literatüründe tasavvuf yoluna
girmemiş, bilhassa sûfî olmamış kişiye verilen lakabtır; isterse o kişi, kendi
toplumu içinde soylu-boylu, zengin, hattâ bilgin olsun.
91
Havâss : haslar,
hâssalar (= özel kişiler) anlamına gelen arapça bir sözdür ve avamdan olmayanları
yâni tarîkat ehlini ifade eder. Tarîkat ehline göre tarîkata girmemiş kişiler
“avam”, tarîkata girenler, Havâss; gerçeğe erişmiş bulunanlarsa “Ehass’ül-hâs,
Hass’ül-has”, yahut daha fazla söylendiği gibi “Hass’ül-havâss” dır; yâni
hasların haslarıdır.
92
Hazînî,
MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.94-95
93
Kur’an-ı Kerîm,
66. Tahrîm sûresi, 66:8, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 560.
94
Tosun Necdet,
Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.
95
On-Line biat
örneği için bkz: http://www.tasawuf.info/ biat_online.htm (1.12.2010)
96
Coşkulu ve cehrî
(sesli) Yeseviyye zikir meclislerinin kurulması komünist dönemin ağır
baskıları ile uygulanamaz hale gelince Rus işgali altındaki Türkistan’da
Nakşbendî geleneğinin hafî (sessiz) zikir uygulaması zorunlu hale gelmiştir.
Yakınlarda vefat eden karizmatik sûfî mürşid Şeyh İbrâhim Can Nemenganî, kontrolün
kısmen gevşediği komünizmin son yıllarında tüm Türkistan’ı gezerek zikir ve
mevlid meclislerini canlandırmıştır. Şeyh İbrâhim Nemenganî, Türkistan
coğrafyasında Yesevî/Nakşî mürşidi olarak biliniyordu.
97
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 194.
98
Kur’an-ı Kerîm,
73. Müzzemmil sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 573-574.
99
Kur’an-ı Kerîm,
87. A’lâ sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser
Neşriyat, İstanbul, 1984, s.591.
100
Kur’an-ı Kerîm,
94. İnşirâh sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.596.
101
Kur’an-ı Kerîm,
97. Kadr sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser
Neşriyat, İstanbul, 1984, s.598.
102
Kur’an-ı Kerîm,
106. Kureyş sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.602.
103
Kur’an-ı Kerîm,
Tâhâ sûresi, 20:55, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser
Neşriyat, İstanbul, 1984, s.314.
104
Kur’an-ı Kerîm,
Bakara sûresi, 2:156, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.23.
105
Kur’an-ı Kerîm,
Mü’min sûresi, 40:12, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.467.
106
Kur’an-ı Kerîm,
109. Kâfirun sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.603.
107
İstihâre :
Arabça hayrı dilemek anlamına gelir. İstihâre, bir işe başlamaktaki tereddütü
gidermek, Allah’a dayancı pekiştirmek için bir araçtır. Bazı İstihâre usulleri
kaydedilmiştir: Teşbihle İstihâre yapılırken, salavât getirilip Allah’a
sığınılarak teşbihten uzunca bir bölüm alınır ve çift-çift çekilir. Son tane
tek gelirse hayırlı bir emirdir, çift gelirse o işten vazgeçilir. Üç parça
kâğıda arabça “yap”, üç parçaya da “yapma” yazılır. Seccadenin altına konup
karıştırılır; iki rekat nafile namazdan sonra kâğıtlar, bakılmadan birer birer
alınır; üçü de “yap” gelirse hayırdır; “yapma” gelirse şer. İkisi, “yap”, biri
“yapma” gelirse hayra yakın sayılır; ona göre hareket edilir. Ayrıca kılınacak
özel namazından sonra İstihâre için rüyaya yatmak vardır: Abdest alınıp Kafirûn
ve İhlâs sûreleri okunarak 2 rekat İstihâre namazı kılınır ve sağ yana yatılır;
görülen rüyadan niyetlenilen işin hayır, yahut şer olduğuna hükmedilerek
hareket olunur. “Rüya yoluyla İstihâre” olarak bilinir ve Ehl-i Sünnet nezdinde
en muteber İstihâre, böyle yapılır.
108
Mu’avvezeteyn:
Korunma maksadıyla Kur’an-ı Kerîm’den okunması tavsiye edilen iki sûre:
Kur’an-ı Kerîm’in 113. Felâk sûresi ve 114. Nâs sûresidir.
109
Kur’an-ı Kerîm,
103. Asr sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser
Neşriyat, İstanbul, 1984, s.601.
110
Kur’an-ı Kerîm,
Haşr sûresi, 59:23-24.âyetler, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi
Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 547.
111
Âyete’l-Kürsî,
Kur’an-ı Kerîm, Bakara sûresi 2:255. âyeti, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz.
Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.41.
112
Evrâd : Kur’an-ı
Kerîm ve hadislerden, dua nitelikli olan parçalardan derlenip bir formül
şeklinde tertiblenmiş olan ve belirli zamanlarda okunan zikir sözlerinin
tümüne “evrâd” denir. Tekili “Vird” olup genellikle dervîşin tek başına
yaptığı zikri dersi anlamında kullanılmaktadır. Tarîkat ehli, tarîkatı kuran
mürşîdin veya sonraki erenlerden birinin tertib ettiği evrâdı, bilhassa sabah
namazından sonra okurlar. Evrâd-ı Bahâiyye, Evrâd-ı Mevleviyye, Evrâd-ı
Fethiyye, Evrâd-ı Bayrâmiyye en iyi bilinen evrâd örnekleridir. Halvetiyye’de
Pîr-i Sâni Seyyid Yahya Şirvânî’ye ait “Vird-i Settâr yaygın olarak okunan
virdlerdendir.
113
Zâkir : “Zikir
yapan”, “zikreden” anlamına gelir. Tasavvuf geleneğinde unvan olarak da
kullanılmıştır. Zikr esnasında, zikredenleri coşturmak için zikir halkasının
ortasında ve çok defa yanyana ve karşı karşıya oturup İlâhî okuyanlara “zâkir”
büyük dergâhlar da bu zâkirleri komutları ile yönlendiren dervîşe ise
“zâkirbaşı” denilir.
114
Euzû Besmele:
“Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım ve Rahman ve Rahîm Allah adı ile
başlarım.”
115
Kelime-i şehâdet:
“Şehâdet ederim ki Allah’dan başka tapılacak yoktur ve yine şehâdet ederim ki
(Hz.)Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”
116
Tecdîd-i İmân:
İmanı yenileme.
117
İstiğfar:
Allah’ın mağfiretine sığınırım.
118
Kelime-i Tevhid:
“Allah’dan başka tapılacak yoktur.”
119
Salavât-ı şerife:
“Allahım, salât ve selam (Hz.) Muhammed’in ve ailesinin üzerine olsun”
120
Kelime-i Temcid:
“Allah’dan başka güç ve kuvvet odağı yoktur. ”
121
Rabıta : Arabça
bağlantı, bağlantı aracı anlamına gelir. Tasavvufta, dervişin, zikrederken,
ibâdet ederken, gönlünden dünyayı, dünyaya ait her şeyi çıkarıp kalbini
arıtmak için gözleri kapalı olarak şeyhini, gönül gözüne getirmesi, kalbini
mürşidine bağlaması demektir. Dervîş, böylece gönlünü mürşîdi vasıtasıyla Hz.
Rasûlullah (s.a.v.)’e ve bu vesileyle de Allah’a bağlamış, Hakk’tan başka
herşeyden arınmış olur. Rabıta dolayısıyla özellikle Mağrib (= Kuzey Afrika)
ülkelerinde dervişe “Murâbıt” (= bağlantı kuran, bağlanmış olan), tekkeye de
“Ribât (= bağlanılacak yer) denir. Tasavvuf ehli arasında, tarih boyu
“rabıta”ya en fazla önem verenler, Nakşbendîlerdir. Kâ’be-i Muazzama ve Ravza-i
Mutahhara’ya rabıta tavsiye eden mürşidler de vardır. Telebbüs rabıtası ise
mürîdin giyim-kuşamını mürşidine benzetmeğe çalışmasıdır.
122
Çâr-darb: (=Çehar
Darb) : Farsça “çar” ve arabça “darb” şeklindeki iki sözden meydana gelmiş
terkibtir; ‘dörtlü vuruş’ anlamınadır. Kelime-i tevhid
“La-ilahe-İlla’Uah” zikri yapılırken dört hecenin söylenişi sırasında yapılan
dört baş hareketi Dîvân-ı Hikmet’te “Çâr-Darb” olarak adlandırılmıştır.
Kalenderîler ile Abdâllar, saç, sakal, bıyık ve kaşlarını usturayla dipten traş
ederlerdi ki buna da “Çâr-Darb” vurmak denilmiştir.
123
Yesevîyye
evrâdının tesbiti konusunda Mir’âtüTKulûb ve CevâhirüTEbrâr gibi yazılı
kaynaklar yanında Kazakistan’da bulunduğum sırada görüşme fırsatı bulduğum
Yesevîyye mirasını yaşatan dervişlerden Hacı Sultankul Atabayî, Sultan Ahmed
Aktaşî ve Atahan Azîz Sayramî’den yararlanılmıştır. Evrâd diğer tarikat
evrâdlarına benzer olmakla beraber oldukça sade ve kolayca akılda kalabilecek
bir şekilde formüle edilmiş olduğu görülür. Bu sadeleştirme son asırdaki baskı
döneminde Yesevîyye mürîdlerinin zorlanmadan yerine getirebilmelerinin
gözetildiğini düşündürmektedir. Sabah namazı sonrasında cemaat ile uygulanması
gereken tesbihatın -ve özellikle zikr-i erreninneredeyse tüm mescid ve
camilerin kapısına kilit asıldığı komünizmin ateist baskı yıllarında
uygulanmasının ne kadar güç olduğu kolayca tahmin edilebilir.
124
Tosun Necdet,
“Yesevîlikte Zikr-i Erre”, Keşkül, İstanbul, 2005, sayı: 6, s. 30-33.
125
Hudâydâd Şeyh b.
Taş Muhammed Buharî, Bustânü’l-muhîbbîn (Yay. B. M. BabacanovM. T.
Kadırova), Türkistan 2006, s. 222-224; [Nakleden: Necdet Tosun, Yesevîyye,
(yayınlanmamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.]
126
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.62.
127
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.58
128
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 185,187.
129
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.64.
130
Köprülü M. Fuad,
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 146.
131
Bennigsen A.,
Quelquejay C.L. , Sûfî ve Komiser, Çev. Osman Türer, Akçağ Yay., Ankara 1989,
s.86.
132
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.49.
133
Ahun, Hoca Ahmet,
“Hoca Ahmed Yasavi”, Nesil, Aşgabat, Türkmenistan, 6 Ocak 1998; Nakleden: Yusuf
Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede
Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.
134
Hazînî,
Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr Tulum, s.93.
135
Hayıt Baymirza,
“Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi”, Milletlerarası Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992.
136
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 196
137
Kur’an-ı Kerîm’in
24. Nur sûresinin 37. âyeti (24:37), Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı
Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.354.
138
Hâzinî,
CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.33-35.
139
Kur’an-ı Kerîm,
108. Kevser sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır,
Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.602.
140
Hudâydâd Şeyh b.
Taş Muhammed Buharî, Bustânü’l-muhîbbîn (Yay. B. M. BabacanovM. T.
Kadırova), Türkistan 2006, s. 222-224; [Nakleden: Necdet Tosun, Yesevîyye,
(yayınlanmamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.]
141
Geldiyev
Gurbandurdi, “Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX. Asır Türkmen Şiiri”, Hoca Ahmed
Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 141-148.
142
Kasımov Begali,
“Eski Dönem Özbek Edebiyatında Yesevî Gelenekleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed
Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.213-217.
143
Nişanova Dilaram,
“Hoca Ahmed Yesevî Hakkında Özbekistan’daki Araştırmalar” Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.291-292.
144
Okuyucu Cihan,
“Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki Temsilcileri Yunus Emre ile Aşık Paşa
Arasındaki Fikir Akrabalığı”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, Kayseri, 1993, s.307-332.
145
Zakiev Mir Fatih,
Gibadullaviç, Ebrar Kerimullin, “Hoca Ahmed Yesevî Bolğar-Tatar Dünyasında”,
Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993,
s.421-426.
146
Vambery Arminius,
Bir Sahte Dervîş’in Orta Asya Gezisi, (Çev: Abdurrahman Samipaşazade
Abdülhalim), Kitabevi Yay., İstanbul, 2009.
147
Arslan Ahmet
Turan, “Haşan Şükrü Efendi’nin Divân-ı Hikmet Tercümesi” (Yayınlanmamış
Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu,
İstanbul, 2010.
148
Özköse Kadir,
“Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf Dergisi, (Ocak 2006), 16; s.
293-312.
149
Hakkul İbrahim,
“Divan-ı Hikmet’in 20 Yüzyılda Özbekistan’da Yayınlanması ve Tetkik Edilmesi”
(Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî
Sempozyumu, İstanbul, 2010.
150
Namık Kemal
Zeybek: 1944 yılında Bayburt’ta doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ni bitirdi. Tarım ve Toprak Reformu Müsteşarlığı Teftiş Kurulu
Başkanlığı, Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müsteşarlığı ve Bakanlık Müşavirliği,
Özel Sektör Yöneticiliği, Başbakan ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ve
Uluslararası Türk-Kazak Ahmet Yesevî Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı
yaptı. İki dönem İstanbul Milletvekili seçildi. Kültür Bakanlığı ve Devlet
Bakanlığı görevlerinden bulundu.
151
Ömer Lütfi
Mete: 1950 yılında Rize’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladığı
sırada özel olarak dini eğitim de aldı. Bir süre Kuran Kurslarında
hocalıkyaptı. Rize Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptı. 1970 yılında İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. Aynı dönemde BabIali’de Sabah gazetesinde
basın hayatına atıldı. 1972’de İktisat Fakültesinden ayrıldı. 1973 yılında
Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne girdi, 1976’da mezun oldu. Kısa süre edebiyat
öğretmenliği yaptıktan sonra tekrar gazeteciliğe döndü. Ortadoğu, Tercüman,
Türkiye, Yeni Binyıl, Ayyıldız, Sabah ve Bugün gazetelerinde ve Türk
Edebiyatı, Boğaziçi dergilerinde yazdı, Çağrışım dergisini çıkardı. Senaryo
çalışmaları yaptı. 18 Kasım 2009 tarihinde geçirdiği kalp krizi sebebiyle
İstanbul’da 59 yaşında vefat etti. Senaryoları: Bizim Ev, Çizme, Bizim
Yunus, Köstekli Saat, Veysel Karani, Ahmet Bedevi, Evlere Şenlik, Avcı, Deli
Yürek, Ekmek Teknesi, Kurtlar Vadisi, Kurtlar Vadisi Irak, The İmam...
Kitapları: Gülce, Balonya Tüneli, Çığlığın Ardı Çığlık, Çizme,
Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, 28 Şubat’tan Şemdinli’ye Derin Çeteler,
Allahsız Müslümanlık.
1.
Dünya Yesevî -Meşreb
Sûfîleri Beklerken
2.
YesevîTarzını Yeniden
Üretmek: "21 .Asrın GâziDervişleri”
3.
"Âhir Zaman Şeyhleri”
4.
Hazret Sultan Yesevî Bugün
Yaşasaydı
5.
Bugünün Yesevîsi
Notlar
ve Açıklamalar
Dr. Hayati Bice
1.
Dünya Yesevî -Meşreb
Sûfîleri Beklerken...
Budizm, Hinduizm gibi Uzak-Doğu dinlerinin ve ‘New-Age’1 akımlarının
meditasyon, yoga, feng-şui, karma gibi teori ve uygulamalarının bile müşteri
bulmağa başladığı günümüz Türkiye’sinde klâsik tasavvuf kitablarında okudukları
nezih dergâh ortamlarına hasret duyan aydın çevrelerden, okur-yazar
müslümanlardan nice kişinin aklından geçen -ve bazen de yazılarda, şiirlerde
dillendirilenbazı yeni sorular gündeme girmiştir:
“Günümüz dünyasının insanı için genel anlamda tasavvuf; özel olarak
Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ne anlam ifade ediyor?”
“Bir müslüman için “derûni boyutu olan bir İslâmî hayat” yaşamak
yolunda tasavvuf “illâ ki” gerekli midir?”
“Tasavvufîhassasiyeti olduğunu söyleyen -ve hattâ tasavvufî bir
cemaatin önde gelenkişiliklerinde bir “sûfî incelmesi” işleminin tahakkuku
neden çoğu defa gözlenmiyor?”
“Tasavvufîpratiği güncelleştirmek için sûfî ekollerinde yeni
içtihadlar, yeni yöntemler söz konusu mu ?...
“Küreselleşen dünyanın bunalımlı insanları için tasavvufî Türk
geleneği olan Yesevîliğin sunduğu pratik çözüm yolları var mı?”
Bu güncelleşmiş sorulara yanıtı olmayan bir tasavvufun bugünün -ve
yarınlarındünyasında -ve özellikle aydınlar arasındayeri olamaz.
0 yüzden Hazret Sultan Yesevî himmeti ile sonuna yaklaştığım kitabı
noktalamadan bu karmaşık sorulara bir Yesevî dervişinin ne tür yanıtları
olabileceği hakkında bir şeyler söylemek isterim.
Günümüz dünyasının insanı için genel anlamda tasavvuf; özel olarak
Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ne anlam ifade ediyor? sorusu ile başlayalım.
Tasavvufî hayatın köklerini Hz. Âdem (a.s.)’a kadar indiren tasavvuf
akademisyenlerinin tanınmış isimlerinden Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’a göre
tasavvuf sadece günümüz insanı için değil Hz. Âdem (a.s.)’den bu yana tüm
insanlar tarafından yaşanan -ya da yaşanması gerekenbir hayat tarzıdır. Bu
bakış açısı ile ilk sûfî olan Hz. Âdem (a.s.) aynı zamanda “nefsini kınayan”
ilk insandır ve bunun tasavvufî seyrdeki karşılığı ‘nefs-i levvâme’2
basamağıdır. Kılıç’a göre "Tasavvuf ‘öz’e hitap eden bir bilim
dalı olduğu için ‘öz’ Hz. Âdem’den bu yana aynı ‘öz’dür ama form değişebilir.
Hz. Âdem (a.s.)’daki yaklaşımla, Hz. İbrahim (a.s.)’daki yaklaşım, Hz. Musa
(a.s.)’daki tasavvufî tarz ile Hz. Muhammed (s.a.v.)’deki tasavvuftaki yaklaşım
farkı bu yüzdendir.” Tüm tevhidî geleneklerde var olduğu müşahede edilen
tasavvufî damarın kaynağı da budur. Dolayısıyle günümüz insanı da varlığının
özünde taşıdığı bu damar nedeni ile tasavvufa -ihtiyacının farkında olsun
veya olmasınmuhtaçtır.3
Bu bütüncü anlayış gerçekten çok sarsıcıdır ve İslâm tasavvufunun şu
veya bu “din geleneği”nden ithal edildiğini iddia eden tasavvuf karşıtlarının
tüm iddialarını bir anda sıfıra indirger. Adı ne konulmuş olursa olsun
tasavvufî eğilim bütün insanların rûhânî bir gereksinimi olarak kabul edilirse,
bu gereksinimin sahih ve nezîh bir kanal ile tatminini de bir gereklilik olarak
kabul etmek gerekecektir. O halde özetleyeyim: Tasavvuf “ruh” diye
tanımlanan manevî bir özü taşıyan günümüz insanı için de rûhânî hayatın niteliğinin
derinleştirilmesinde -veya manevî bir doyum arayan ruhların ihtiyacının
tatminindeen önemli vasıtadır ve niteliği ile günümüz insanı için de gereklidir.
Bir müslüman için “deruni boyutu olan bir İslâmî hayat” yaşamak
yolunda tasavvuf “illâ ki” gerekli midir? Ya da tasavvuf her müslüman için
-mutlakatarih içerisinde kurumlaşarak günümüze intikal eden geleneksel yapılar
içerisinde (yaygın kullanımıyla tarikat yapılanmalarında) yaşanılması gerekli
bir tecrübe midir? Yoksa bu tecrübeyi birey olarak deneyimlemek söz konusu
olabilir mi? Birbiriyle içice bu soruların cevabı konusunda -yine önemli
bir tasavvuf akademisyeni olması yanında tasavvufî hayatın pratiği ile ilgili
zengin bir özel birikimin sahibi olanProf. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun uzmanlığına
başvuralım. Cebecioğlu’na göre “cami cemaati” diye tanımlanan -ve
toplumun geneline göre dini hassasiyetleri daha hissedilir olantoplum kesimi
nazara alınsa (hattâ ben bunu ‘Cuma namazı cemaati’ olarak daha
özelleştiriyorum, H.Bice) bile tasavvufî eğilimi olan, “sûfî gibi yaşama
tarzına heves eden” insanların oranı %10’u geçmez. Bu noktada
Cebecioğlu çok önemli bir tesbit de daha bulunur: Tasavvufî bir hayat
yaşamağa "heves eden” insanların da ancak %10 kadarlık bir kesimi
tasavvufî tecrübeleri sırasında rahmanî varidata nail olurlar ve bihakkın
“sûfî” olarak anılmağa hak kazanırlar. ”4
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun ilk bakışta biraz karışık görünen ifadelerini
sadeleştirerek özetlersem, toplum içerisinde “dini hassasiyet sahibi görünen”
insan topluluğu içinde tasavvufî geleneğin mirasına vâris olma potansiyeli
olan insan topluluğu ancak ve ancak %1’dir. Muhataplarından gelebilecek
itirazları ve popülist ithamları baştan önlemek için Cebecioğlu da konuyu taa, “bezm-i
elest” gününe kadar götürerek bu rûhânî taksimatın ilahi menşeli oluşuna
işaret eder. Cebecioğlu’nun bu kesin ve keskin tasnifi ‘gerçek tasavvufun
asla “popüler bir akım” olamayacağını da gösterir.
Burada konuya dışarıdan bakanların yükselteceği itiraz seslerini izale
etmek adına şunu ilave etmek isterim: Tasavvufî terminoloji ile “mürîd”
olarak seyr ü sülük yapıp tasavvufî makamlardan hissedar olabilecek insan
sayısı sınırlı olmakla beraber “muhib” olarak Allah’a aşk ile; muhabbet
ile kulluk yapma ve ‘Allah dostları’ olarak bilinen ‘evliyaullaha dost
olma’ kapısı herkese ardına kadar acıktır. J
“Tasavvufîhassasiyeti olduğunu söyleyen -ve hattâ tasavvufî bir
cemaatin önde gelenkişiliklerinde neden bir “sûfî incelmesi” işleminin
tahakkuku çoğu defa gözlenmiyor?” sorusuna gelinirse; bunun yanıtı da bir
aslında önceki paragrafta mevcuttur. Tasavvufî bir hayat yaşamağa heves eden “sûfî
taklidcisi” insanlara bakılarak böyle bir hüküm çıkartmak hiç de zor
değildir. Yine Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun ifadeleri ile “yolda dökülme
adayı” %90 oranındaki büyük çoğunluğu oluşturan insan grubu “Tasavvuf
yoluna giriyorlar, bir süre sonra kaybolup gidiyorlar... ”
Burada günümüzde ortaya çıkan -ve tarihteki sûfî yapılanmalara kıyas
edilirse vahim olansüreç “tasavvuf yolunda dökülen” insan grubu içerisinde
kendilerine “mürşîd-önder-lider” rolü biçilenlerin dahi var olduğunun acı bir
gerçek olarak müşahede edilmekte olmasıdır. Popüler TV haber programlarının
vazgeçilmez konukları olan ‘sahte şeyhler’i -ve hattâ ‘sahte
peygamberleri’hatırlarsanız -ve hele de bunların hayatlarının bir kesitinde
tasavvufî denilebilecek bazı bağlantılarından haberdar isenizkonunun
anlaşılması çok kolay olur. Bugün tasavvuf karşıtı “dini çevreler” ile tasavvuf
da dâhil dini görünümlerin tümünden rahatsız “lâik hattâ la-dinî çevreler’Tn bu
“döküntü grub”un söylem ve eylemlerini genelleştirme ‘uyanıklığı’ ile
tarihteki ve günümüzdeki tasavvufî kurum ve nezîh kişiliklerin tamamını hedefe
oturtmalarının insaf ile telif edilir yanı yoktur.
“Küreselleşen dünyanın bunalımlı insanları için tasavvufî geleneğin
sunduğu pratik çözüm yolları var mı?” sorusunun yanıtı bence bu zamanın en
önemli sorusudur.
Son yıllarda ülkemizde tasavvuf literatürünün temel eserlerinin Türkçe
basımlarına ve böylece bu eserlerin müellifi olan büyük tasavvuf adamlarının
mesajlarına ulaşmak, tavsiyelerine muhatap olmak mümkün hale gelmiştir.
Bugün ilgili bir okur; entelektüel bir idrâk zafiyeti ile malûl değilse “Mesnevi”
ile Mevlâna Celaleddin Rûmi’nin; “Maârif” ile oğlu Veled Çelebi’nin;
hattâ “Makalât” ile mürşîdi Şems-i Tebrizi’nin altın değerindeki
sözlerinin muhatabı olabilecek durumdadır. Muhyiddin Arabî’nin ‘efsânevî’ Fütûhâtü’l
Mekkiyye’si dahi bugün ilgilisi için bir “sır” olmaktan çıkmıştır.
Herhangi bir kitapçıdan kolayca alınıp incelenebilecek bu nadide eserleri temin
edebilmek için insanların asırlarca binlerce kilometre yol katettiklerini hatırlayınca
günümüz insanlarının ne kadar büyük bir kolaylık içerisinde oldukları
görülebilir. Tasavvufî hayatın derûnî boyutunun algılanmasında kılavuz olacak
bu bilgi kaynaklarını azık edecek zamane sûfîsinin gündelik ibadet hayatında az
bir gayret ile pek çok varidâtı elde etmesi teorik olarak hiç de zor olmayacaktır.
Globalleşen dünyanın sağladığı teknik altyapı “Tasavvufî pratiği
güncelleştirmek için sûfî ekollerinde yeni içtihadlar söz konusu mu?..”
sorusunun yanıtının da verilmesini sağlamıştır. Bugün ilgili bir insanın “on-line
biat” aldığı bir mürşidin internetten yayın yapan TV yayınındaki on-line
sohbetini dünyanın her köşesinden izlemesi ve sohbet metnini birkaç dilde
inceleyebilmesi mümkün hale gelmiştir. Böyle bir on-line sohbeti izleyen
Japonya’dan Arjantin’e; Londra’dan Ankara’ya dünyanın bambaşka köşelerindeki “on-line
sû/T’lerin yayınla birlikte açılan ‘chat-room’ (= sohbet odası) vasıtası
ile kafalarına takılan sorulara yanıt alabilmesi interaktif bir etkileşimi de
mümkün kılmaktadır.
Bu konuda bazı somut örnekler vermek isterim: Türkiye’deki bir dervişin
kendisi için çok önem taşıyan bir sorusunun cevabını internet vasıtası ile
Pakistan kökenli bir sûfî grubuna ait websitesinde bulabileceği gerçeğini
iletişim teknolojisinin getirdiği kolaylıklara somut bir örnek olarak
verebilirim. Yine meselâ, Kanada’daki bir sûfînin gördüğü “tasavvufî rüya”nın
ne anlama geldiğini Türkiye’deki bir sûfîden öğrenmesi çok değil 20 yıl önce
hayâli bile mümkün olamayacak bir şeydi. Tasavvuf tarihinin büyük önderlerinden
Ahmed er-Rufai’den nakledilen bir menkıbedeki semavâtın dördüncü katındaki
müşahedenin NASA’nın evren hakkındaki animasyonları ile nasıl mutabık olduğunu
youtube.com sitesindeki bir videodan izlemenin hazzı ve bu hazzı diğer
sûfîler ile paylaşmanın değeri tartışılabilir mi?
Sanal âleme yansıyan bu tasavvufî gelişmelerden biraz uzaklaşıp
ülkemizde Türk tasavvuf geleneğini temsilcisi olan gruplara bir bakıldığında
her grubun bir başka alanda önplâna çıktığı görülür. Bütün bu çalışmalar teker
teker olumlu olsa da objektif bir değerlendirme ile, koordinasyondan yoksun
olarak yürütülen bu faaliyetlerin toplumun geneli nezdinde çok kayda değer bir
etkisi olmadığı rahatlıkla söylenebilir. İdeal olan bir tasavvufî yapılanmada
bütün bu unsurların bir arada yaşatılması gerekirdi. Türk tasavvuf tecrübesine
bu gözle bakıldığında önemli geleneklerin bu unsurların tamamını ihata edecek
kadar geniş bir yelpazede etkin bir şekilde çalıştıkları görülecektir. Bugün
öğünerek sahiplendiğimiz tasavvufî gelenek, bu şekilde oluşturulmuştur.
2.
Yesevî Tarzını
Yeniden Üretmek : “21. Asrın GâziDervişleri”
Türk dünyasına analitik bir bakışla bakıldığında Türkiye’nin
sosyokültürel birikimi ve teknik imkânlar bakımından Yesevî tarzının yeniden
üretilmesi için en uygun ortamı sağlayabileceği teorik olarak mümkün
görünmektedir. Burada aşılması gereken tek engel, Anadolu ve hattâ Rûmeli’nin
Türkleştirilmesinde ve İslâm yurtları (Dâr-ül İslâm), haline dönüştürülmesinde
çok önemli bir yeri olan Ahmed Yesevî’nin günümüz Türkiye’sinde, Türkistan’da
olduğu kadar ve lâyıkı ile bilinmemesidir. Bu sadece Türkler adına utanç
verici bir ayıp olmakla kalmaz; aynı zamanda İslâm medeniyeti açısından da
içler acısı bir eksikliğe işaret eder.
Ahmed Yesevî’nin tüm Türk yurtlarındaki saygın hatırası -ve hattâ
taştan-toprakta yapılmış cansız bir cisim olan türbesi-, Türkiye
Cumhuriyeti’nin en uzak coğrafyada uygulanan bir icraatına konu olarak bu
yönüyle de Türk yurtlarındaki birleştirici ve bütünleştirici misyonunu ifa
etmiştir. Daha sonra Türkmenistan’daki Sultan Sencer Türbesi’nde başlanan ve
bitirilen restorasyon da Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkistan coğrafyasındaki bir
diğer önemli ve kalıcı hizmeti olarak kaydedilmelidir.
Ahmed Yesevî Külliyesi, sessiz duvarlarından, görkemli kubbelerinden
yükselen bir çağrı ile dünyanın bütün Türklerini Ahmed Yesevî’yi anlamağa ve
Yesevîce yaşamağa davet etmektedir. Ahmed Yesevî külliyesinden bütün Türk
yurtlarına yayılan Yesevîlik bilinci, -son yıllarda görülen güzel gelişmeler
aksatılmadan devam ettirilirsegelecekte de Türk dünyasının manevî birliğini
oluşturma misyonuna yeni boyutlar katılarak devam edecektir.
Eğer dinin sosyal hayatta, tasavvufun Türk tarihinde ifa ettiği görevi
ve Türk insanına verdiği coşkulu aşk ve cihad ruhu doğru analiz edilmezse; “ılımlı
İslâm” adıyla üretilen ‘hormonlu müslümanlık modeli’nin etkin olması
kaçınılmaz bir sonuçtur. Ülkemiz insanının ruh planında sömürgeleştirilmesi
anlamına gelecek böylesi bir vahâmete iş işten geçmeden “Dur!”
denilmelidir. Yesevîlik kültürü tam da bu noktada tarihten gelen misyonuna
uygun ve yakışır şekilde ve asliyetinin korunmasına mutlaka dikkat edilerek yeniden
üretilmelidir.
Yesevîlik kültürü yeniden üretilirken başta Dîvân-ı Hikmet olmak üzere
Türkistan’da gelişmiş tasavvufî hareketler ve Yesevîlik kültürüne ait eserlerin
yeni baskılarının yapılması gerekmektedir. Son yıllarda Türk edebî mirasının
önemli bir parçası olan tasavvuf edebiyatı ile ilgili araştırmalar sonucunda
günümüzde hiç bilinmeyen yeni kaynaklara ulaşılması gibi güzel gelişmeler
gözlenmektedir. Bu gelişmeler hızla yayınlanma safhasına gelmiş ve sonuçta
birçok değerli yayın ve eser ortaya çıkmıştır. Bir diğer güzel gelişme ise bu
yayınların internet ortamının sağladığı tarihte hiç olmadığı kadar bir hızla
bütün Türk dünyası sathında dolaşıma girmesi olmaktadır. Özellikle Özbekistan
kütübhanelerindeki zengin el yazması koleksiyonlarının bilim adamları
tarafından dikkatli bir şekilde incelenmesi ile Türk tasavvuf tarihi ve
geleneği açısından büyük öneme haiz birçok tarihi kaynağın gün ışığına çıkması
beklenmelidir. Bu meyanda, bugüne kadar ilim adamları tarafından incelenememiş
yeni elyazmalarının bulunması ile şimdiye kadar basılmamış hikmetler de gün
ışığına çıkmağa ve yayınlanmağa başlamıştır.
Türkiye’deki Nakşbendî gruplarının -başta tarikata ismini veren Şah-ı
Nakşbend ünvânını taşıyan Bahaeddîn Buharî olmak üzere silsilelerinin en az
yedi önemli halkasını teşkil eden sûfîlerin yaşadığıTürkistan’a yönelik yoğun
bir ilgi sergilemeleri beklenirdi. Fakat aradan geçen süre şunu gösterdi ki,
bölgeye giden bu tarikata mensub bazı şeyhlerin teması, yüzeyden derine nüfuz
edememiş ve adetâ bir “kabir ziyareti” çerçevesine sıkışıp kalmıştır.
Bunun istisnası olan ‘tek kişi’ diyebileceğim Prof. Dr. Mahmud Es’ad
Coşan’ın (ölümü: 4 Şubat 2001) bazı tasavvufî eserlerinin bazı Türkistan
lehçelerinde yayınlanması da yine istisnaî bir örnek olarak kalmıştır. Son
yıllarda bazı tasavvufî cemaatlerin, bölgeye yönelik çalışmalara yöneldiği
bilinmekteyse de bu çalışmaların halkın geneli üzerinde etkili olabilecek bir
hacme ulaşabildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. İslâm’ın günümüz ve
geleceğin dünyasında oynayacağı global rolü yok etmek -hiç değilse
kısıtlamakisteyen odakların ısrarla uygulamağa çalıştıkları planları gösteren
tablo aslında çareyi de ortaya koymaktadır. Çare İslâm’ı tasavvufî bir
bilinçle, hayatı halvet der encümen olarak algılayıp -özel adı ile
Yesevîceyaşayacak, “dünya denen mezellef’e yeri -ve günü geldiğindetekme
atabilecek ve Allah için şehâdete koşacak aşk ehli gâzi-dervişleri
yetiştirmektir. Bu muazzam işi gerçekleştirmeyi sağlayacak teorik birikim
İslâm’ın özünde hem de Türk tarihinin derinliklerinde fazlasıyla vardır.
3.
Âhir Zaman Şeyhleri
Tasavvuf literatürüne bakıldığında hemen bütün
sûfîlerin kendi dönemlerindeki mürşîd ve dervişlerden şikâyet ettikleri görülür.
Mürşîdler dervişleri tembellik ile suçlarken; bazı mürşîdler de manevî
duyguları sömürerek dünyalık yığmak ile suçlanmışlardır. Bunun tipik bir
örneğini yansıtan 14. yüzyıl Yesevî mürşîdlerinden İshâk Ata, Hadîkâtü’l-ârifîn
eserinde zamanındaki dervişlerin ihlâs ve gayretten uzak olduklarından şikayet
ederek: “Eski dervişlerin işi duâ ve mücâhede (gayret, çaba) idi. Şimdiki
dervişlerin isi ise dinlenmek olmuştur” der5 ve babası İsmâil
Ata’nın su sözünü » » i
de nakleder: “Kazıgurt ile Sayram arasında başıma değmeyen taş ve
toprak yoktur”. Bu söz, İsmâil Ata’nın yaşadığı bölgede bazı kişilerce çok
tenkid edildiğini îmâ etmektedir. Nitekim onun birçok haksız eleştiriye mâruz
kaldığı ve muhâlifleri için: “Onlar bizim sabunumuz” yani gıybetimizi yaparak
günahlarımızı alıyorlar, bizi günahtan temizliyorlar, dediği başka kaynaklarda
rivâyet edilmektedir.
Fakr-nâme başta olmak üzere birçok kaynakta, ve bu arada Dîvân-ı
Hikmet’te ‘Âhir Zaman Şeyhleri’ terimine rastlanır. Fakr-nâme’deki
ifadeler ile Kutbu’l-aktâb Hâce Ahmed Yesevî ve Tabakât meşâyıhı (ilk
dönem sûfîleri) şöyle demişlerdir:6
“Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhûr edecek ki, şeytan
onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk
ne isterse onu yapacaklar. Mürîdlerine yol gösterip onları maksada ulaştı
ramayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip mürîdden çok hırs sâhibi olacaklar ve
içleri (bâtınları) harâb olacak. Küfür ile îmânı farklı görmeyecekler, âlimleri
sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i Sünnet ve cemâati düşman görüp
ehl-i bidat ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ’dan
iyilik umacak ve şeyhlik iddiâsmda bulunacaklar. Ama şeyhlik işini de kötü
yapıp mürîdlerin kapısında (veya istekleri doğrultusunda) yürüyecek. Bu haldeki
kişi, mürîde şeyhlik yapmamalı ve ondan bir şey almamalıdır. (Ama) mürîd
birşey vermezse, o zorla alacak. Eğer o aldığı nesneyi lâyık olan kişiye ve
yoksula vermeyip kendine ve âilesine sarf ederse, it ölüsü yemiş gibi olur.
Eğer o taraftan alıp yese veya kıyafet giyse, o giysi üzerinde (omuzunda)
olduğu sürece, kıldığı namaz ve tuttuğu oruç Allah Teâlâ dergâhında makbûl
olmaz ve yediği her lokma için Cehennem’de üçbin yıl azap görür. ”
Ahmed Yesevî de âhir zaman şeyhlerine el verenlere şöyle der: “Bizden
sonra böyle bir bidatçıya kim pîr deyip hizmet etse kâfir ve lânetli olur.
Böyle bir kimsenin yaptıklarını ilim yerine (bedeline) tutmak ve bidatim sünnet
yerine tutup helâl görmek, tüm bunlar şerîatta küfür, tarikatta reddedilmiş ve
hakîkatta usanılmış işlerdir. ” “Vay o kişilere ki böyle şeyhlere el uzatıp
mürîd olurlar. Kendilerini azâba atarlar. ”
Dîvân-ı Hikmet’te de pek çok yerde ‘sahtekâr âhir zaman şeyhleri’ne
dikkat çekilerek mürîdler başta olmak üzere halk uyarılır. Günümüzde tasavvuf
adına ortalıkta ismi gezdirilenler arasında kimler var, kimler... Gerçekten de
sağlam bir tasavvufî kapı bulup da seyr ü sülük yapmağa niyetlenenin işi
oldukça zorlaşmıştır.
Ahmed Yesevî’nin tâa dokuz yüzyıl öncesinden dikkat çektiği bir husus da
etrafındaki mürîdleri geçim kaynağı haline getiren sahtekârlardır. Hazret
Sultan Yesevî, bu çıkarcı şeyhleri anlatırken verdiği örnek çok ilginçtir:
Sahtekârların kapıdan giren ziyaretçiye “yanında adak için getirdiği bir
koyun var mı?” diye bakındıklarını, adağı olanlara güleryüz gösterilirken
eli boş gelen garib dervişlerin yüzüne kapı kapatılmasını yeren Ahmed Yesevî
bugünkü mürşîdleri, görse ne derdi acaba?!...
Türk tasavvuf tarihindeki Yesevîlik tecrübesi ile bugünün tasavvufî
akımlarını kıyaslamaktan kaynaklanan bahsedilen sorular sadece bir entelektüel
arayışın yansıması değildir. Bu sorular günümüzde -ve bilhassa pratik
hayattagerçekten önemli idi ve gerçekten de “zamane mürşîdleri” arasında Yesevî
çizgisine yaklaşabilen ne kadar az ‘postnişin’ -ve ne kadar çok ‘post’a
‘çökmüş’ nâdânvardı. Bu sorulara dürüstçe yanıt verilir ve zorunlu olarak
‘günümüz şeyhleri’ ile Hazret Sultan Yesevî mukayesesi yapılırsa günümüz
şeyhleri aleyhinde bir sonuca varılması kaçınılmazdır.
4.
Hazret Sultan Yesevî
Bugün Yaşasaydı...
Yıllardır Yesevîlik kültürü ve Ahmed Yesevî konusu ile ilgilenen bir
kişi olarak şu soru ile ne kadar çok karşılaştım: “Var mı şimdi Ahmed Yesevî
gibi bir mürşîd; ki gidip kapısına dervişi olayım?!...” Ahmed Yesevî’nin
hikmetlerini yayına hazırlayan bir kişi olarak sık karşılaştığım bir benzer
soru da şudur: “Bu zamanda irsad edici bir eser sahibi, sohbeti ile
insanların ruhunu ısıtan bir mübarek zatı nasıl bulalım? Zamanımızda bir
Abdul-Kadir Geylanî, bir Ahmed Yesevî, bir İmam-ı Rabbanf ortada olmadığına göre
ne yapmalı?” Gerçekten de bu kökü çok derinlere uzanan, zor soruları
yanıtlamanın o kadar kolay olmadığını tasavvuf ile ilgili olmayan birisi dahi
kolayca tahmin edebilir.
Bu soruların yanıtını vermek yıllarca çok zor oldu benim için de; taâ ki
sağlam bir kaynakta Ahmed Yesevî’nin mürşîdi olan Yûsuf Hemedânî’nin dilinden
bu sorunun yanıtını Rütbetul-Hayat adlı risalesinden şu satırlarda bulana
kadar:8 “Bir pîrle sohbetten mahrum olan mürîdin her gün bu
taifenin sözlerinden sekiz varak (16 sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı
takdirde, bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur. ” Genel geçer
cevaplar ile geçiştirdiğim soruların yanıtını Yesevî’nin mürşîdi Yûsuf
Hemedânî’den öğrendiğimde ne kadar rahatlamıştım. (Bu önemli kayıtın yer aldığı
kaynakta ünlü Sûfî yazar Ferîdüddin Attâr, âriflerin halleri ve sözlerine dâir
Tezkiretü’l-evliyâ adlı kitabının önsözünde kitabı yazış sebebini Yûsuf
Hemedânî’nin aynı sözlerini naklederek açıklar: “... İmâm Yûsuf Hemedânî’ye
sordular: Bugünler geçerse ve bu tâife yüzlerine perde çekip göçerse selâmette
kalmak için ne yapalım?” Dedi ki: “Onların sözlerinden hergün sekiz
varak okuyunuz! ”9)
Şimdi yine bana yine “Bu zamanda Ahmed Yesevî olmadığına göre ne
yapmalı?” sorusunu soranlara, Ahmed Yesevî gibi bir mürşîd aradığını
söyleyenlere gönül rahatlığı ile hemen şu cevabı veriyorum: “-Git al bir
Dîvân-ı Hikmet; oku ve gör bakalım Ahmed Yesevî sana ne diyor? Hazret Sultan
Yesevî ile sohbet etmek isteyen Dîvân-ı Hikmet’i açsın bir hikmeti
okuyuversin...”
Gerçekten de Pîr-i Türkistan’ın sohbetine katılmak isteyen Dîvân-ı
Hikmet’e başvurmalıdır. Hattâ konuyu Mesnevî okuyarak Mevlanâ Celâleddîn Rûmî;
Dîvânı’nı okuyarak Yunus Emre, Niyâzi Mısrî ve diğer eser vermiş sûfî mürşîdler
ölçeğinde genişletmek mümkündür ve gereklidir. Bu geleneğin asırlar boyunca
dergâhlarda Mesnevî okunması suretiyle Mevlanâ Celâleddîn Rûmî için hayata
geçirildiği tasavvuf ile ilgilenenlerce çok iyi bilinen bir durumdur.
(Ankara’da önce Selçuklu Vakfı’nda, daha sonra Türkiye Yazarlar
Birliği’nde bu satırların yazarı tarafından düzenlenen “Yesevî-Han Meclisi :
Dîvân-ı Hikmet Okumaları” programı ile Yesevî’nin mesajlarının güncellenmesi
yolunda küçük ama önemli bir adım atılmıştır.)
5.
Bugünün Yesevîsi
Bu kitabı hazırlamadan daha önceleri de hep düşünmüşümdür: “Acaba
Hazret Sultan Yesevî bugünkü dünyada yaşıyor olsa idi, mesajlarını topluma
iletmek için nasıl bir yöntem izlerdi?” Ya da: “Bugünün Yesevîsi nasıl birisi
olurdu?” Bu soruları yanıtlamak için tarihte yaptıklarından hareket
etmekten, Yesi’deki Yesevî dergâhında yaşananları yansıtan menkıbelerden yola
çıkmaktan başka bir yöntem yok görünüyor. 0 halde öyle yapalım...
Ahmed Yesevî’nin irşad yöntemini incelediğimizde içerisinde yaşadığı
topluma, o toplumun dilinden ve kolayca anlayabilecekleri kavramlar aracılığı
ile hitab ettiği görülür. Sadece neden şiirlerini Türkçe söylediğini izah
ettiği hikmetinde mahşer yerinde mutlu olacak kişilerin Burak’a ata biner gibi
binerek, başlarındaki börkleri de gösterişli bir şekilde takacaklarını ifade
eden sahneyi hatırlayalım.10
O zaman hemen söyleyebiliriz ki, Yesevî bugün yaşasaydı öncelikle Kur’an
ve hadis anlamını kavramaları için topluma Kur’an-ı Kerîm ve sünnet
mesajlarının ulaşması için en etkili yöntemleri tercih edecektir. Bu yöntem ise
günümüz şartları göz önüne alınırsa görsel medya olan TV, sinema ve internet
olurdu. Bu araçlar kullanılarak topluma mesaj iletilmesinde kullanılacak dil de
günün yaşayan Türkçesi olmak durumunda idi. Ancak mesajın yeryüzünün global bir
köy haline geldiği günümüz dünyasının tüm insanlarına ulaşması için yaygın
dünya dillerinde de tebliğ imkânlarının zorlanması gerekecekti.
Daha 16. yüzyılda Yesevî dervişi Sultan Ahmed Hazînî tarafından kaleme
alınan risâlelerde Yesevîyye tarikatının olmazsa olmaz şartları arasında sayılan
“mekân” konusunu hatırladığımda Yesevîlik şanına layık bir merkez
dergâh-âsitâne teşkil edileceğini de tahmin ediyorum. Yesevî külliyesinin
mimarî ayrıntılarına dikkat edilirse bu dergâhta zengin bir kütübhane, iyi
organize edilmiş bir arşiv-müze mutlaka bulunacaktır. Halvete girecek
dervişler için kırk hücreli bir halvethane, misafirler için konaklama tesisi,
fukaraya hizmet verecek bir mutfak ile bir sosyal tesis külliyenin bölümleri
arasında yer alır.
Bu şekilde çağdaş bir yorum ile ortaya çıkacak maddî yapılanmanın içini
dolduracak manevî etkinlikleri sürdürecek dervişler, bilinçli ve genel kültür
düzeyi halk ortalamasının çok üzerinde kişiler olarak geleceğin mürşidleri
olmaya aday, seçilmiş öncüler olarak görülmelidir. Bu dervişlerin eğitiminde
asliyetinden saptırılmadan titizlikle uygulanacak tasavvufî faaliyetler
yanında Kur’an-ı Kerîm bilgileri başta olmak üzere İslâm ilimleri, uzmanlık
düzeyinde ayrıntılandırılarak gruplar şeklinde çalışılmalıdır.
Dergâh faaliyetlerinin esas konularından birisi Yesevî hikmetlerinin
analiz ve yorumudur. Yesevî hikmetlerinin yeni bestelerle yorumlanarak zikir
meclislerinin ana unsurlarından birisi olarak yaşatılması için tarihteki
Yesevî-Han meclisleri canlandırılmalıdır. Yesevîlik coşku ve heyecanının besleyen
bu meclislerde uyandırılan gönüllerin bilinçli algılama düzeyine erişmeleri
için Yesevî hikmetleri üzerinde şerh çalışmaları yürütülecektir. Böylesi bir
ocağın ayrılmaz bir parçası da İslâm sanatlarının teorik ve pratik öğretim/
eğitiminin yapıldığı atelyeler olmalıdır.
Tabiî bu hayâlî yapılanmanın kilit taşı, dergâhın başında görev yapacak
olan Yesevî-meşreb mürşîddir. Eğer Yesevî ufkunu taşıyacak nitelikte
çağdaş bir mürşîd zuhur ettiğinde, diğer tüm gereklerin kendiliğinden oluşması
ihtimal dâhilindedir. Ancak ortada ‘Yesevî-meşreb bir mürşîd’ yok ise
isterseniz dünyanın en görkemli dergâhını, en mükemmel tesisini inşâ edin;
sonuç alınması mümkün değildir.
Yesevîlik tarikatının esasları arasında sayılan “sultana bağlılık”
kuralı bugün için yorumlandığında bu tasavvufî faaliyetin kaçak-göçek,
gecekondu kültürü çerçevesinde değil toplumun gözü önünde ve siyasî-ekonomik
erk sahiplerinin bilgisi ve maddî desteği ile yürütülmesi anlaşılmalıdır. Erk
sahiplerinin tasavvufî faaliyeti sahiplenmesi değil, tasavvufî faaliyete engel
olucu bir olumsuzluktan sakınmaları tercih edilmelidir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat anlayışının “Ulü’l-emre itaat” kabulünün
siyasi erk sahiplerince zaman zaman istismar edildiği bilindiğinden ilk anda
boyun eğme anlamında anlaşılabilecek “rabt-ı sultan” kuralının sağlıklı
işleyişinde baskın gücün manevî otorite olarak kabulünün önemine dikkat etmek
gerekecektir.
(Hazînî’nin ‘Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyazi’l-Ebrâr’ kitabında yer alan,
İstanbul’da bir Yesevî dergâhı kurma isteğinin zamanın OsmanlI sultanı ve
yakın çevresi tarafından kabul görmemesi üzerine dile getirdiği sitemleri
hatırlamalıyız. Eğer Hazînî’nin bu hayırlı dileği, Osmanlı Imparatorluğu’nun
zevalinin tam da başlangıcında ‘zamanın egemenleri’ tarafından kabul edilip Türkistan
ile organik bir bağ teşkil edeceği belli olan böyle bir Yesevî dergâhı
İstanbul’da faaliyete geçirilebilse idi acaba OsmanlI’nın âkıbeti ne olurdu?
Türk dünyası arasındaki ilişkiler nasıl gelişirdi? diye sormaktan kendimi
alamıyorum. İstanbul’un bir tepesini süsleyen bir Yesevî dergâhı için sarf
edilecek paranın o günün (16. yüzyıl sonu) Osmanlı mâliyesi için ne kadar küçük
bir meblağ olacağını düşününce insanın üzüntüsü katmerleniyor. Ve ne yazık ki
tarihi yeniden yazmak mümkün değil...)
Bugünün gerçeği olan pek çok konunun, değil yüzyıl öncesi daha 10-15 yıl
öncesinin hayâli olduklarını hatırladığımda çağın diliyle çağa seslenen bir
Yesevî akımının Türk yurtlarından başlayıp dalga dalga tüm dünyaya
yayılabileceği günleri hayâl etmek istiyorum.
O günlerde dünyanın Türkçe konuşan müslümanları yepyeni bir ruh ile adetâ
yeniden doğacaktır; bir daha asla ölmemecesine... ‘Ölmeden önce ölme’nin sonsuz
zevki ile ebediyete doğarak ölümlere meydan okuyan o günün Türkleri önünde
durabilecek bir güç olabileceğini düşünemiyorum.
İşte o gün Hazret Sultan Yesevî, Türkistan ufuklarından yükselecek
hikmetler dökülen sesini taşıyan kutlu nefesi ile Orhun’dan Tuna’ya tüm Türk
yurtlarını yine -ve yeniden ısıtacakve ışıtacaktır.
Ne mutlu bu kutlu hayâli gerçeğe dönüştürecek olan ulu maneviyat
önderlerine...
Ne mutlu o manevî dönüşümün ‘öncü dervişleri’ne... i
>
Üçüncü Bölüm / Notlar ve Açıklamalar
1
‘NewAge’Akımlan: Çağdaş
batı kültüründe, 20. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ve alt gruplarıyla geniş
bir uygulama ve inanç alanına işaret eden ve rûhânî konularda eklektik yaklaşım
olarak nitelendirilen alternatif inanç hareketleridir. ‘New Age’ din sosyolojisinde
-herhangi bir değişmez, mutlak kutsal metin, dini kurum ve din adamları
hiyerarşisinden uzak olduğundanyarı dinî (quasi-religion) bir yaklaşım olarak
değerlendirilir. Kendilerini bütün dinlerin üzerinde konumlandıran ‘New Age
Hareketi” mensubları daha çok internet gibi sanal ortamlarda görünürlük
kazanmaktadır.
2
Nefs-i Levvâme: “Kendini
kınayan nefs” anlamındadır. Nefs terbiyesi üzerinde yoğunlaşan tarikatlarda
nefsin yücelme basamaklarının İkincisidir.
3
Kılıç, Mahmud Erol:
“Allah Müslümanların anlayışını geliştirsin” -Röportaj; http://yenisafak.com.tr/Pazar/Default. aspx?t=13.09.2009&c=29&area=4&i=210715
4
Cebecioğlu, Ethem:
“Tasavvuf, Nefsin Hastalıklarının Eczanesidir” -Röportaj-;
http://www.tasawufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=375)
5
Tosun Necdet, XIV.
Yüzyılda Yazılmış Çağatayca Bir Yesevî Eseri: Hoca İshak B. İsmail Ata’nın
Hadîkâtü’l-Ârifîn’i, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B.
Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.
6
Eraslan, Kemal,
“Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, İ.Ü. Edb. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII
(1977), s. 79.
7
İmâm-ı Rabbânî: Ahmed
Farukî Serhindî: 1563’de Hindistan’ın Serhind şehrinde doğdu. Hicrî ikinci bin
yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı “Müceddîd-i elf-i sânî”,
İslam ahkâmı ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, “Sıla” ismi verilmiştir.
Hazret-i Ömer’in soyundan olduğu için ,”Fârûkî” nisbesiyle anılmıştır. İlk
eğitimini babasından alarak Arabçayı öğrendi. Babasından ders aldığı sırada,
çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Sonra Siyalkut şehrine gidip
orada, Abdülhakîm Siyalkûtî’nin de hocası olan Kemâleddîn Keşmîrî’den ilim
öğrendi. 17 yaşında tahsîlini tamamlayıp, bütün ilimlerden icâzet aldı. Tahsîli
sırasında, Kâdîrî ve Çiştî tarikatını babasından aldı. İmâm-ı Rabbânî , ünlü
Nakşbendî mürşidi Muhammed Bâkî-billah’ı tanıdıktan sonra biat alarak bağlandı.
Birkaç ay sonra, Muhammed Bâkî-billah kendisine irşad için icâzet verdi. İmâm-ı
Rabbânî 1615’de, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine;
“Benim ömrümün altmış üç sene olduğu ilhâm ile bana bildirildi.” buyurdu. 1623
senesinde Ecmîr’de iken; “Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler
görülmeğe başladı.” dedi. Serhend’de bulunan oğullarına mektup yazıp;
“Ömrümüzün sona ermesi yakındır.” buyurdu ve 1624 senesi, Safer ayının yirmi
sekizinci, Salı günü vefat etti.
Eserleri: I.Mektûbât: Aslı üç cild olup, İmâm-ı Rabbânî’nin beşyüz
otuzdört mektubunun toplanmasından meydâna gelmiştir. İmâm-ı Rabbânî’nin
Mektûbât’ı asırlardır yaygınlıkla okunur. 2. Redd-i Revâfıd, 3.
İsbâtün-Nübüvve, 4. Mebde’ ve Me’âd, 5. Âdâbü’l-Mürîdîn, 6. Ta’lîkâtü’l-Avârif,
7. Risâle-i Tehlîliyye, 8. Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı Abdul-Bâkî, 9. Maârif-i
Ledünniye, 10. Mükâşefât-ı Gaybiyye, 11. Cezbe ve Sülük Risâlesi.
8
Abdul-Hâlık
Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Hayat Nedir?, Haz. Necdet Tosun, İnsan
Yay. İstanbul, 2007, s.91.
9
TezkiretüTevliyâ,
Haz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Erkam Yay., İstanbul-1984, s.8.
10
Yesevî’nin bu
şiirindeki imgeler çok dikkat çekicidir:
“Ayet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur, Anlamına
yetenler yere koyar börkünü...
(...)
Amel işleyen alimler dinimizin çırağı, Burak biner
mahşerde eğri koyar börkünü... ”
Tamamı için bkz. Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (71. Hikmet), Haz. Dr.
Hayati Bice, TDVYay., Ankara, 2009, s. 181.
Kaynakça
Kur’an-ı Kerîm
Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat,
İstanbul, 1984.
Dîvân-ı Hikmet Basımları
Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet, Haz. Resul Muhammed Aşurbay-oğlu
(Abdul-Şükürov), Gafur Gulam Neşriyatı, (Kiril harfli) , Taşkend, 1992.
Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet, (Yengi Tapılgan Hikmetler), Haz. Nadirhan
Haşan, Mâverâünnehir Neşriyatı, (Kiril harfli) , Taşkend, 2006.
Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet (Hikmetter), Haz. M.K. Ebûseyitova,
Dauk-Press, (Kiril harfli), Almatı, 2000.
Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet, Haz. Hayati Bice, T. Diyanet Vakfı Yay.,
(5. Baskı), Ankara, 2009.
Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet (Seçmeler), Haz. Kemal Eraslan, Kültür Bak.
Yay., Ankara, 1983.
Hazînî, Ahmed b. Mahmûd, Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’lbihâr,
İstanbul Üni. Kütübhanesi., TY, nr. 3893, vr. 1b-164a.
Hazînî, Ahmed b. Mahmûd, Menbâü’l-ebhâr fî riyâzi’lebrâr,
Süleymaniye Kütübhanesi., Şehid Ali Paşa, nr. 1425, vr. 1b-81b.
SûfîMuhammed Dânişmend, Mir’âtü’l-kulûb, İsveç (Sweden),
Universitâtsbibliothek zu Uppsala, No. 472/15, vr. 158b-177a.
Âlim Şeyh Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât min nefahâti’lkuds (Yay.
M. Nezîr Rânchâ), İslâmâbâd-Lahor 1406/1986.
Aşıkî Dervîş Ahmed, Aşıkpaşazâde Tarihi, Haz. Cemil Çiftçi, Mostar Yay. ,
İstanbul, 2008.
Attâr, Ferîdüddîn, Mantıku’t-Tayr, Çev. Yaşar Keçeli, Kırkambar
Yay., İstanbul, 1998, s.227-228.)
Attâr Ferîdüddîn, Tezkiretü’l-Evliya, Haz. Mahmud Sami
Ramazanoğlu, ErkamYay., İstanbul, 1995.
Barlas Câfer, Kafkasya’nın Kurtuluş Mücadelesi, Kitabevi Yay., İstanbul
1990.
Bennigsen A., Quelquejay C.L. , Sûfî ve Komiser, Çev. Osman Türer, Akçağ
Yay., Ankara 1989.
Bice Hayati, İşaret Taşları, İnsan Yay., İstanbul, 2006.
Bice Hayati, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, T. Diyanet Vakfı Yay. Ankara
1991.
Bice Hayati, Türk Yurtları Üzerine Notlar, Bilgeoğuz Yay., İstanbul,
2010.
Buharî Salâhaddin Mübarek, Makâmât-ı Nakşbendîyye, Buhara Yay., İstanbul,
1990.
Cami Molla Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns Min HazarâtiT Kudüs, Çev.
Abdulkadir Akçiçek, Saadet Yay., İstanbul 1985.
Dağıstanî Şeyh Şerâfeddin, Menâkıb-ı Şerefiyye 1-4., Haz. Haşan Burkay,
Ankara, 1995.
Derman Münir, Allah Dostu Der ki, Cild: l-V. Ankara, 1988.
Devellioğlu Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi,
İstanbul, 1992.
Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri,
1993.
Hâzinî, MenbâüTEbhâr Fî RiyâziTEbrâr, Haz. Mehmet Mâhur Tulum, İstanbul,
2009.
Hudâydâd Şeyh b. Taş Muhammed Buharî, Bustânü’lmuhîbbîn (Yay. B.
M. BabacanovM. T. Kadırova), Türkistan 2006.
Göztepe Tarık Mümtaz, İmam Şamil, Sebil Yay., İstanbul, 1984.
Has Hâcib Yûsuf, Kutadgu Biliş, Haz. Reşid Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu
Yay., Ankara 1990.
Kabbani M. Hişam, Naqshbandi Sûfî Way, KAZI Publication, Newyork, 1995.
Köprülü M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara,
1966.
Kübra Necmüddin, Tasavvufî Hayat, Haz. Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul,
1980.
Mahmud Kaşgarlı, Dîvân-ı Lügati’t Türk, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1990.
Maraş İbrahim, Türk Dünyasında Dini Yenileşme ( 1850-1917), ÖtükenYay.,
İstanbul, 2002.
Mirhaldaroglı Mirahmet, Ahmed Yesevî’nin Yeni Bulunan Hikmetleri,
Haz.Metin Akar, Ahmed Yesevî Vakfı Yay., İstanbul, 2001.
Nesefi, Hakikatlerin Özü, İnsan Yay. , İstanbul, 1993.
Nevâî Ali-şîr, Nesâyimü’lmahabbe, (nşr. Kemal Eraslan), Ankara
1996, s. 383-390;
Nurmuhammedoğlu Na’im-Bek, Ahmed Yesevî Türbesi, Haz. Hayati Bice,
1.baskı: Kültür Bak. Yay., Ankara 1991, 2. Baskı:TürkEximbank Ankara, 1993 .
Nurmuhammad(ov) Na’im-Bek, Ahmed Yasevi Saulet Gimaratı, Ahmed Yasawi
Architectural Complex, Öner, Almatı,1988.
Orun-Koylakî Safiyyüddin, Neseb-nâme (nşr. A.K. Müminov, Z.Z.
Candarbekov), Türkistan 1992.
Parsa Muhammed Ebû Nasr, Fasl’ül-Hitab (Tevhide Giriş), Çev. Ali
Hüsrevoğlu, Erkam Yay., İstanbul 1988.
Risale-i Bahâiyye, Haz. Rahmi Serin, Pamuk Yay. İstanbul, 1999.
Robinson Francis: İslâm Dünyası, Çev. Mete Tuncay, İletişim Yay.,
İstanbul, 1985.
Safi Mevtana Ali İbn Hüseyn, Reşehât min Aynül-Hayat, Çev. Necip Fazıl
Kısakürek, b.d Yay., İstanbul 1998.
Schuyler, Eugene, Türkistan Seyahatnâmesi (Çev. Kolağası Ahmed; haz. Ali
Ahmetbeyoğlu, Kemal Özcan, İshak Keskin), İstanbul: Tarih ve Tabiat Vakfı,
2003.
Sever, Mustafa, Hakîm Süleymân Ata, Hikmetler ve Kıssâlar, Oba Yay.,
Ankara, 2006.
Seydî Ali Reis, Mir’âtüTMemâlik, Haz. Necdet Akyıldız, Tercüman 1001
Temel Eser, İstanbul (tarihsiz).
Şa’rani İmam, Tabakâtü’l-Kübra, Çev. Abdulkadir Akçiçek, ErkamYay.,
İstanbul 1987.
ŞerâitüTİman, Usloviya Veri (Anonim, Tatarca ve Rusça olarak), Kazan
1894, s. 46.
Tekcan Münevver, Hakîm Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, İstanbul, 2007.
Tekcan Münevver, Hakîm Ata’nın Hz. Meryem Kitabı, Beşir Kitabevi,
İstanbul, 2008.
Yılmaz Mehmet, Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler (Ansiklopedik
Sözlük), Enderun Kitabevi, İstanbul, 1992.
Vambery Arminius, Bir Sahte Dervîş’in Orta Asya Gezisi, (Çev: Abdurrahman
Samipaşazade Abdülhalim), Kitabevi Yay., İstanbul, 2009.
Vilâyet-nâme, Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, (Haz.. Abdulbâki Gölpınarlı),
İnkilâpYay., İstanbul-tarihsiz.
Cebecioğlu Ethem, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Anka Yay., Ankara, 2007.
TDK Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2010.
TDV İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Yay., İstanbul, 1990.
Yeni Türk Ansiklopedisi, ÖtükenYay., İstanbul 1985.
AKGÜL Yusuf, “Hoca Ahmet Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve
Bu Çerçevede Bazı Tesbitler”, Bilig, s.8 (1999), s. 47-63.
AKTAN Ali, “KünhüTAhbâr’a Göre Ahmed Yesevî ve Anadolu’daki Halîfeleri”,
Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.
13-17
ALGAR, Hamid, “Arslan Baba” (madde), TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul,
1991, c.lll, s. 400.
AAAANGULIYEVAGözel, Mahtumkulu’ nun Manevî Üstadlarından Birisi: Yesevî
Dervîşi Hakim Ata Bilig Dergisi, 13 (2000), s.79-92.
ARSLAN Ahmet Turan, “Haşan Şükrü Efendi’nin Divân-ı Hikmet Tercümesi”
(Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu,
İstanbul, 2010.
AZAAAAT, Nihat, “CevâhirüTebrâr” (madde), TDV İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul 1993, c.VII, s.432.
BARKAN, Ömer Lütfi; “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi,
sayı:2, sf. 279-304, Ankara, 1942.
CARMUHAAAMED-ULI Muhammed Rahim, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında
Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî Değeri”,
Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s.
13-20.
ERASLAN, Kemal, “Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, İ.Ü. Edb. Fak. Türk Dili ve
Edebiyatı Dergisi, XXII (1977), s. 45-120.
ERASLAN Kemal, “Yesevî’nin Fakr-nâmesi, Ahmet Yesevi Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara,2016.
GELDİYEV Gurbandurdi, “Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX. Asır Türkmen
Şiiri”, Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 141-148.
HAKKUL İbrahim, “Divan-ı Hikmet’in 20 Yüzyılda Özbekistan’da Yayınlanması
Ve Tetkik Edilmesi” (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B.
Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.
HAŞAN Nâdirhan, Arslan Baba ve Ahmed Yesevî, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, 24 [2009/2], s. 1-10.
HAŞAN Nâdirhan, Âlim Şeyh ve Lemehât Min NefehâtiTKuds İsimli Eseri,
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 8 [2007], 18, s. 229-242.
HAŞAN Nâdirhan “Divan-ı Hikmet”İn İstanbul’daki Bir Nüshası Hakkında,
Adıyaman Ü., Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, II/2, (2009); s. 79-82.
HAYIT Baymirza, “Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi”,
Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992.
İZETİ Metin, “Arnavut Tasavvuf Kültüründe Hoca Ahmed Yesevî’nin Etkisi”,
(Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî
Sempozyumu, İstanbul, 2010.
KARA Mustafa, “Yesevîyye Kültürünü Günümüze Ulaştıranlar ve
CevâhirüTebrâr min EmvâciTbihâr”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 189.
KASIMOV Begali, “Eski Dönem Özbek Edebiyatında Yesevî Gelenekleri”,
Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993,
s.213-217.
NİŞANOVA Dilaram, “Hoca Ahmed Yesevî Hakkında Özbekistan’daki
Araştırmalar” Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993,
s.291-292.
OKUYUCU Cihan, “Ahmed Yesevî’nin Anadolu’dakiTemsilcileri Yunus Emre ile
Aşık Paşa Arasındaki Fikir Akrabalığı”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.307332.
ÖZKÖSE Kadir, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf Dergisi, sy.
XVI, Ocak 2006, s. 293-312.
ÖZÇELİK Remzi, “Ahmet Yesevi (Oyun-İki Bölüm)”, Ahmet Yesevi Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2016.
SEYFULLAH Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuT meşayih’ eserinde
Hoca Ahmed Yesevî ve onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum
Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.
SULTANOV, Uktam^ “Taşkent’teki Yesevîyye Tarîkatı Mensuplarının
Mezarları”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed
Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.
SOMUNCUOĞLU Sevna, “Ahmed Yesevi (Hikaye Kitabı)”, Ahmet Yesevi Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara,2016.
TATCI Mustafa, “Dîvân-ı Hikmet Hoca Ahmed Yesevi”, Ahmet Yesevi
Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara,2016.
TOSUN Necdet, “Ahmed Yesevî”, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet
Başkanlığı Yayınları, Ankara,2015.
TOSUN Necdet, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtüTkulûb”,
İLAM Araştırma Dergisi, II/2 (1997), s. 41-85.
TOSUN Necdet, “Yesevîlikte Zikr-i Erre”, Keşkül, İstanbul, 2005,
sayı: 6, s. 30-33.
TOSUN Necdet, Yesevîyye, (henüz yayınlanmamış madde), TDV İslâm
Ansiklopedisi.
ULUDAĞ Süleyman, “Baba” (madde) , TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul
1991, c. IV, s. 365-366 .
ÜNAL Fatih, “Kazak Türklerinde Defin Merasimi ve Aş Verme Geleneği”,
Bilig, Sayı:45 (2008 ), s. 116-117.
ZAKİEV Mir Fatih, GİBADULLAVİÇ, Ebrar Kerimullin, “Hoca Ahmed Yesevî
Bolğar-Tatar Dünyasında”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, Kayseri, 1993, s.421-426.
ZARCONE, Thierry, “Hindistan’da Türk Tasavvufu: Yesevîyye Örneği”, (Çev.
Süleyman Derin), Dergâh, IV/38 (1993), s. 19-20.
Dizin