Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Pîr-i Türkistan HOCA AHMED YESEVÎ 3

 


 

5. Bir Türk Mimari Şaheseri Olarak Ahmed Yesevî Külliyesi

Ahmed Yesevî’nin Türkistan’ın bugün Kazakistan olarak bö­lünmüş bölgesindeki Yesi (Bugün Türkistan adı verilmiştir) şehrin­de bulunan türbesinin de yer aldığı külliye geçmiş asırlarda olduğu gibi halen de Türk dünyasının en önemli manevî merkezlerinden biridir.

Batı seferinden 1403 yılında başkenti Semerkand’a zaferlerle dönen Emîr Timur, yanında bulunan devlet yöneticilerinden Mevlana Abdullah Sadr’ı Ahmed Yesevî’ye ait kabrin üzerine muhteşem bir türbe yapımıyla görevlendirir ve türbe yapımına ilişkin esasları belirler. Emîr Timur büyütülerek yeniden inşa edilmesini emrettiği küçük Yesevî türbesi yerine inşa edilecek külliyenin ana ölçüleri­ni de kesin bir şekilde bizzat kendisi tespit etmiştir. Hattâ yazılı kaynakların da desteklediği bir rivayete göre bizzat türbe yapıla­cak yeri belirlemiş ve türbenin projesinin düzenlenmesine katıldığı gibi külliye temellerinin işaretlenmesi için yapılan kazıya da fiilen çalışarak katılmış; mimar ve diğer yapı ustalarına kesin talimatlar vererek de külliye yapımına önemli katkılarda bulunmuştur.

O dönem Türkistan’ın en ünlü mimarı Hoca Hüseyin Şirazî adlı bir mimar tarafından külliyenin inşama başlanır. Devrin mi­mari şaheserlerinden olan türbenin yapımı iki yılda büyük ölçüde tamamlanır. Eser, Emîr Timur’un direktifi ile kabir üzerindeki tür­beye eklemlenen mescid, dergâh, mutfak ve diğer hizmet binaları ile beraber büyük bir külliye halini alır. Türkistan’da bir benzer daha bulunmayan bu san’at anıtı daha sonra Şeybanî hanlarından Abdullah Han tarafından tamir olunmuştur.

Külliye Vakfiyesi:

Bu muazzam eserin tamamlanmasından sonra tekrar Yesi’ye ziyarete gelen Emîr Timur, Yesi kentinin yoksullarının ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere birçok sadakada bulunur; ayrıca türbenin ve müştemilâtındaki dergâhın ihtiyaçları için de türbeyi çepeçevre kuşatan geniş bir araziyi ve Türkistan’daki sulama kanallarının ge­lirlerini vakfiye olarak tesbit eder.

Emîr Timur’un emri üzerine gelirleri Ahmed Yesevî Türbesi’ne gitmek üzere tahsis edilen Yesi şehri yakınlarındaki sulama kanallarını ve arazileri gösteren bir vakıf senedi (= vakıfname) tan­zim edilmiştir. Bu vakıf senedi görevlilerin listesi ile bu görevlilerin geçimi ve türbedeki bakım ve tamir çalışmalarının gerçekleştiril­mesi için öngörülen harcamaları da ihtiva ediyordu. Ahmed Ye­sevî’nin kardeşinin torunlarından olan Mir Ali Hoca Şeyh, ilk vakıf mütevellisi olarak atanmıştı. İlk olarak Hazret Dervîş Ali’nin görev­lendirildiği ‘hatib’ makâmına Han için dua ve niyâzda bulunma so­rumluluğu da tevdi edilmişti. Bütün bunlar Emîr Timur’un Ahmed Yesevî’ye duyduğu saygı O’nun manevî tasarrufuna olan inancını açıkça göstermektedir.

Emîr Timur, bütün hayatı boyunca en büyük isteği olan Çin’i fethetme niyeti ile çıktığı seferinin ilk menzillerinden birisinde Otrar’da 1405 Şubat’ında fetih arzusunu gerçekleştiremeden ölünce büyük ölçüde tamamlansa bile bazı mimari eksiklikleri kalmış olan Yesevî Külliyesi yapımına ara verildi.

Timur devrinde tamamlanamayan ana girişin inşaatı, 15831598 yıllarında Buhara Emîri Abdullah Han tarafından devam etti­rildi. Bu sırada kemer tamamlanırken inşa edilen iç duvar da üst kısmındaki olağanüstü niş ve galerisiyle beraber ortaya çıkmıştı. Abdullah Han zamanında kurulan iskeleden kalan tahta destekler günümüze kadar ulaşmıştır. Giriş kemerinin kilit taşının altında eğer türbe hasara uğrarsa tamir bedelini karşılayacak değerde bir küre şeklinde mahfazanın asılı bulunduğu rivayet edilir.

Ahmed Yesevî Türbesi’nin mimari özellikleri konusundaki en önemli bilgi kaynağı olan Naim-Bek Nurmuhammedoğlu’nun hazır­ladığı ve Kazakistan’ın o günkü başkenti Almatı’da 1980 yılında yirmibin tirajla ve üç dilde (Kazak Türkçesi, Rusça, İngilizce) ya­yınlanan Ahmed Yesevî Türbesi adlı esere göre, 1864’de General Chernyayev kumandasındaki Çarlık Rusyası orduları tarafından Yesi şehri ele geçirilince Rus komutanı Albay Veryovkin, şehri kuşatması sırasında bir sığınak ve müstahkem kale haline gelerek direniş mer­kezi yapılan Ahmed Yesevî Türbesi’ni top ateşine tutturarak ağır bir zarara uğratmıştır. Bugün bile külliyenin güney cephesi duva­rında bu top atışlarının yol açtığı maddi hasarın izlerini müşahede etmek mümkündür.

Türbe tarih boyunca çeşitli defalar tamirat geçirmiş; ancak bazı tamiratlarda külliyenin sanat değerine zarar verecek uygu­lamalarda bulunulmuştur. Külliye’nin 1884-1886 yıllarındaki tamir çalışmaları sırasında Bakır kazanlı oda, kabir odası ve mescidde du­varları mozaik panelden itibaren dekore eden duvar süslemeleri, badanalanarak kapatılmıştır.

16-19. yüzyıllar arasında Yesi şehri, Kazak Hanları’nın taht şehri olarak kabul edildiğinden 16. yüzyıldan itibaren külliyenin çeşitli bölümleri yüksek mertebedeki kişiler için kabristan olarak kullanılmağa başlanmış ve Kazak Türklerinden bazı ileri gelenler de türbe çevresinde defnedilmişlerdir. Semerkand’daki tahtının korunmasında Emîr Timur’un öz torunlarından Ebû Saîd Han’a as­kerî yardımda bulunan Abdulhayr Han da Yesevî külliyesinde defnedilmiştir. Külliye avlusundaki Rabiga Sultan Begim kubbesi altında ise zor zamanındaki dostane yardımına karşılık Emîr Ebû Saîd tara­fından kadirşinaslık nişanesi olarak Abdulhayr Han’a nikâh edilen Uluğ Beğ’in kızı ve Emîr Timur’un en büyük kız torunu olan Rabiga Sultan yatmaktadır. 1898’de yıkılan Rabiga Sultan Türbesi’nin tuğ­laları resmî inşaatlarda kullanıldı. Sovyet döneminin son yıllarında yapılan onarım ile Rabiga Sultan Begim’in Yesevî külliyesinin doğu yönündeki kabri üzerine eski haline benzetilen yeni bir türbe inşa edilmiştir.

Ahmed Yesevî Türbesi içerisinde yer alan tarihi kıymete haiz birçok eşya Sovyet döneminde adeta yağmalanmış; başta Leningrad (yeniden Petersburg adı verilmiştir) Hermitage müzesi olmak üzere değişik müzelere dağıtılmıştır. Türbe içinde yer alan ve yedi ayrı metalin alaşımından dökülmüş olan kazan bizzat Stalin’in emriyle 1934 yılında götürüldüğü bir sergiden türbeye geri getirilmeyerek Leningrad Hermitage müzesine konmuştur. Son dönemde Kazakis­tan makâmlarının gayreti ile türbeye ait tarihi materyalin iadesi sağlanmış ve bu arada döküm kazan da 18 Eylül 1989 tarihinde yeniden türbedeki yerini almıştır.

Sovyet Rus yönetimi altındaki yıllarda Türkistan’daki Yesevî Külliyesi’nin Türkistan’ın çeşitli yerlerinden gelen çeşitli Türk boy­larından müslümanlar nezdindeki itibarı -bu uğurda çok gayret edilmesine rağmenyok edilememiştir. Sovyet yönetiminin her tür­lü dini yönelişe karşı en düşmanca bir politikayı uyguladığı yıllarda da Yesevî Külliyesi Yesevîyye yolunun merkezi durumunda olup her yıl belli zamanlarda Yesi’de bir araya gelen çeşitli Türk boyların­dan müslümanlar bir hafta süreyle zikir ve ibadet yapmaktaydı. Ahmed Yesevî’nin manevî otoritesini yıkamayan Rus yönetimi Ye­sevî türbesinin de bulunduğu külliyeyi “Kültür-park” adı altında bir ateizm(=dinsizlik) müzesi haline getirip dinî maksatlı ziyareti ve dergâhta herhangi bir şekilde ibadet edilmesini yasaklamasına rağmen Türkistan müslümanları külliyeyi asliyetine uygun olarak yaşatma azmini sürdürmüşlerdir.

Bu arada dergâh içinde yer alan tarihi kıymete haiz birçok eşya da başta Leningrad (yeniden Petersburg adı verilmiştir) Hermitage müzesi olmak üzere değişik müzelere dağıtılmıştır. Türbe içinde yer alan ve yedi ayrı metalin alaşımından dökülmüş olan iki ton ağırlığındaki ve üçbin litre su alma kapasitesindeki döküm kazan bizzat Stalin’in emriyle 1934 yılında götürüldüğü bir sergi­den getirilmeyerek Leningrad Hermitage müzesine konmuştur. Son dönemde Kazakistan makâmlarının gayreti ile türbeye ait tarihi materyalin iadesi sağlanmış ve bu arada döküm kazan da 18 Eylül 1989 tarihinde yeniden türbedeki yerini almıştır.

Son yılların sağladığı fırsatlar sonunda Ahmed Yesevî Türbesi’nin asli maksadına ve fonksiyonuna uygun bir ziyaretgâh olarak yeniden ihyası yolunda önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışma­ların önemli bir kısmını oluşturan restorasyon çalışmalarını yerine getirmeyi Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı taahhüt etmiş ve 1993 yılı başında Vakıflar Genel Müdürlüğü restorasyon çalışmasını fiilen başlatmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde örneği olmayan ve bu sebeble pek çok idari-mali güçlük ile zaman zaman sekteye uğratılan bir çalışma ile türbenin restorasyonu ancak 2000 yılın­da tamamlanmıştır. Restorasyonun bitmesi vesilesiyle 2000 Ekim ayında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmed Necdet Sezer ve Kazakistan Cumhuriyeti Başkanı Nursultan Nazarbay-ev’in de katıldıkları üst düzey katılımlı bir resmi tören yapılmıştır.

Ahmed Yesevî’nin Türkistan’ın bugün Kazakistan adlandırılan bölgesindeki Yesi (bugün Türkistan adı verilmiştir) şehrinde bulu­nan türbesi etrafında teşekkül eden külliye Türk dünyasının bugün­kü en önemli manevî merkezlerinden biri olduğu gibi son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler devam ederse gelecekte de Türk dünyası­nın manevî birliğini temsil eden odak noktası olma misyonuna, yeni boyutlar kazanarak devam edecektir.

Kazakistan’da ortaçağ mimarîsinin aşılamamış şaheseri olan ve Çimkent bölgesindeki Türkistan şehrinde 15. asır başında inşa edilen Ahmed Yesevî Türbesi’nin bulunduğu türbe kompleksi -kül­liye-, önceki devirlerin birçok mimarî oluşumunun bir arada uygu­landığı muazzam bir yapıdır.

Yazılı kaynaklarda eski Yesi’de şimdiki muhteşem türbenin yerinde, bir velî olarak hayranlık duyulan, Pîr Ahmed Yesevî’nin kabri üzerinde önceleri küçük bir türbe olduğu kayıtlıdır. Ahmed Yesevî 1166 yılında ölümünden sonra büyük bir törenle defnedildiği küçük türbesi, kısa zaman içerisinde müslüman halkın ziyaret yer­lerinden biri oldu.

Ahmed YesevîTürbesi’nin bir kutsal ziyaret yeri olarak şöhre­tinin artması, Moğol istilâsının harab ettiği geniş Sir-Derya (= Sey­hun) bölgesinin kültürel merkezleri olan Sir-Derya boyu yerleşimle­rinin -özellikle Türkistan şehrinin1330’larda hayatiyetine yeniden kavuşması olgusu ile açıklanmıştır. Burada en önemli sebep Yesi şehrinin; sakinleri Moğol kuşatmasına yedi ay süreyle direnerek bü­yük bir kahramanlık örneği göstermiş olan ünlü Otrar şehrine elli kilometre mesafede ve yakın komşu olması görünmektedir.

Türkistan şehrinde Ahmed Yesevî’nin kızı Gevher Hatun ile damadı Fakih Hoca’nın türbeleri, Arab Baba mescidi ve birçok baş­ka tarihî eserler de vardır. O devirde Yesi şehir halkının büyük ço­ğunluğunu dervîş, tüccar ve sanatkârların oluşturduğu belirtilmiş­tir. Hiç şüphesiz Ahmed Yesevî’nin kabri bölge sakinleri ve uzaklar­dan gelen ziyaretçiler için adak adama ve adakların gerçekleşmesi halinde tekrar ziyaret ile kurban kesilerek şükür arz etme mahalli ve böylece de İslâm dünyasındaki ziyaret yerleri arasında en say­gınlarından birisi oldu. Altınorda hanlarından Toktamış’ın manevî olduğu kadar maddi yönden de zenginleşen Yesi şehrine sık sık sal­dırdığı ve bu arada beklendiği şekilde büyük bir ziyaret yeri haline gelen Ahmed Yesevî Türbesi’ni de yağmaladığı bilinmektedir.

Emîr Timur devrinde Türkistan’da inşa edilen büyük mimarî yapıların tüm özelliklerini Ahmed YesevîTürbesi’nde izlemek müm­kündür. Bütün Türkistan’ı emri altında birleştiren Emîr Timur’un yaptırdığı önemli mimari yapılar, hakanın gücünü göstererek yücelt­meyi ve kurduğu devletin büyüklüğünü yansıtmayı hedefleyen göz kamaştırıcı süslemeleri, sağlam bir şekilde inşa edilen portalleri, geniş kubbeleri ve çini mozaiklerle bezenen zengin dekorasyonu ile muhteşem bir anıt-yapı stilinin ortaya çıkışına öncülük etmişlerdir.

Ahmed Yesevî Türbesi’nin sadece bir kabir anıtı olmayıp aynı zamanda bir mescid, bir medrese, bir dergâh olduğu ve eğitim; ibadet ve zikir başka işler için kullanılan yaşayan bir külliye olarak inşamdan günümüze kadar yüzyıllardır -Sovyet dönemindeki bir ara kesit devri istisna sayılmalıdırfonksiyonunu sürdürdüğü hatırlan­malıdır. Ahmed Yesevî Türbesi’nin özgünlüğü daha önceleri muhte­lif maksatlar için düşünülen ve ayrı ayrı olarak inşa edilen binaların bu külliyede ayrı hizmetleri aynı çatı altında vermek üzere kompoze edilmesidir ki bu tasarım şüphesiz ki o devrin mimarisinde bir ilerlemeyi gösteriyordu.

Emîr Timur 1389-1391, 1394-1395 yıllarındaki kanlı muhare­belerde Altınorda kuvvetlerini imha etti ve başkentleri olan Saray-Berke’yi de ele geçirdi. Emîr Timur, yine bu sıralarda Moğolis­tan Hanı Hazır Hoca Han’ın kızı Tükel HanımT eşi olarak seçmişti ve nikâh için hazırlıklar yapıyordu. Gelinin onuruna Semerkand’a ‘Dil-Kuşa’ (= Gönül Hoşnutluğu) adını verdiği bir büyük anıt park kurulmasını emreden Emîr Timur, gelin alayını karşılamak üzere çıktığı yolda Cinas yerleşkesi yakınındaki Ahangeran’da duran Emîr Timur, oradan geçtiği Yesi şehrinde Ahmed Yesevî’nin türbesini zi­yaret edip dua etti ve türbenin türbedarı ile dergâhta ikamet eden Yesevî dervişlerine birçok armağanlar verdi.

Emîr Timur zaferine şükranının işareti olarak Ahmed Ye­sevî’nin zamanın yıpratması ile belli bir ölçüde eskiyen mütevazı’ türbesinin yerinde yeni ve muazzam bir külliyenin inşama karar verdi. Belgelere göre 1396 yılı Eylül’ünde Seyhun nehrini geçerek Ahmed Yesevî’yi ziyaret için Yesi’ye gelen ve 12. yüzyılda inşa edi­len eski türbeyi gözden geçiren Emîr Timur, eski türbenin yıkılarak aynı yerde yeni ve muhteşem bir türbenin yapılmasını emretti.

Timur, türbe inşaatının takib ve denetimini yanında bulunan Dîvânının vakıf işleriyle ilgili üyesi Mevlana Abdullah Sadr’a tevdi etti ve derhal başlanan türbe inşaatı hızla ilerledi. Emîr Timur, dö­neminde Türkistan’ın en ünlü mimarı olan Hoca Hüseyin Şirazî’yi başmimar olarak görevlendirir ve külliyenin inşama başlanır. Yapı ustaları külliyenin ana ve tali bölümleri inşa edilirken mimarî çizimlerden yararlandılar ve o zamanki mimari anlayışta bir yenilik olarak yapının bir maketini de kullandılar. Külliyenin mimarî ünite­leri ve ince detaylarının şaşkınlık verici bir kesinlikle gerçekleşti­rilmesi ve muazzam uyumunu açıklamak ancak bu sayede mümkün olabilmektedir.78

18.               yüzyıl ortalarında Türkistan’da İlmî bir seyahat yaparak, o arada Yesevî külliyesini de ziyaret etmiş olan Ujfalvy’nin verdi­ği bilgiye göre, bu külliye tam anlamıyla bir mimarî şaheseridir. Gerek Bekçurin, gerek Schuyler bu camii yalnız Türkistan şehrinin başlıca anıtı değil, belki bütün dünyadaki mimarî şaheserler ara­sında yer alabilecek bir san’at eseri olarak gösterirler.

19.               yüzyılda Türkistan’a giden Eugene Schuyler’in “Türkis­tan Seyahatnamesi” adlı eserinde hayran olduğu Yesevî Külliyesi’ni şöyle anlatmaktadır:

“Şeyh Ahmed Yesevî’nin türbesi muhteşem bir binadır. Tür­beyi örten kubbe çok muazzam görünüyor. Bu büyük türbenin arka tarafına kavun şeklinde kubbesiyle bir diğer ufak mescid ilave edil­miştir. Camiin kapısı çok büyük ve kemerli olarak en az yüz ayak yüksekliğindedir. Yanından penceresiz ve uçları çentikli olmak üze­re iki yuvarlak kule yükseliyor. Kemerli geçitte, çok san’atkârâne işlenmiş iki katlı büyük bir tahta kapı vardır ki, üstünde şahnişinli bir pencere göze çarpar. Bunlar, binanın Şeybanîlerden Abdullah Han zamanında yeniden yapıldığı zamana rastlar. Külliyenin du­varları iyi pişmiş dört köşeli tuğladan çok ustalıkla yapılmıştır. Çiniler, velev pek bozulmuş bir halde olsa bile, yine yalnız yan ve arka taraflarda kalabilmiştir ve kubbeyi süsleyen mavi tuğlaların hemen hepsi düşmüştür. Kubbedeki kufî yazıların ancak bir kısmı okunabiliyor. Beyaz zemin üzerine mavi renkte ve çok san’atlı bir surette yazılmış olan bu iri yazılar, binanın içerisini bir kat daha güzelleştirmektedir.

Harap hâlinde bile bu kadar muazzam görünen bu bina, ilk zamanında kim bilir nasıl bir harika idi? Zelzeleler vesâir bin türlü şeyler bu binayı oldukça harap etmiş ve duvarlardaki çatlaklar adi sıva ile doldurulmuştur. Anlaşıldığına göre, camiin ön kısmı, layıkıyla ikmal olunmamıştır; çünkü vaktiyle iskele hizmetini gören keresteler duvarlarda hâlâ duruyor ve üzerlerinde leylek yuvalan bulunuyor.

Külliyenin ortasında ve muazzam kubbenin altında büyük bir salon ve medrese vardır. Kubbe, yüz ayaktan fazla yüksekliktedir. Gerek bu kubbe ve gerek altındaki dehliz, dâhilde, Elhamra’dakine benzer nakışlı mermerlerle süslüdür. Sağda ve solda, Orta-orda’ya ve Küçük-Ordalara mensup çeşitli Kazak hükümdârlarının mezarlarını içine alan odalar vardır. Bunlar arasında meşhur Albay Han’ın mezarı da bulunur. Odalardan birisi mescid olup, sırf Cuma namazına mahsustur. Binanın arkasındaki küçük kubbenin altında Ahmed Yesevî ile ailesinin mezarları bulunur49. Etrafı kabirlerle çevrilmiş uzun bir koridorun sonunda mukaddes bir kuyuyu içine alan bir oda vardır.

Hoca Ahmed’in mezarı bitişiğinde Emîr Timur’un torunu Rabia Sultan Begim’in kabri vardır. Bu Sultan Rabia, Uluğ Bey’in kızı olup, Ebû’l-Hayr Han’la izdivaç edip, 1485’de ölmüştü. Oğulla­rından biri de yanında yatar. Birinci odanın bütün duvarlarında ekseriya Kur’an âyetleri veyahut kısa birtakım dualardan ibaret olan sayısız kitabeler vardır. Bu kitabelerden biri, rivayete göre Hokand Han’ı Muhammed Ali Han tarafından yazılmıştır ki, bu Han 1842’de Buhara Emîri tarafından öldürülmüştür.

Bu odanın ortasında bir mesned üzerinde en az 50.000 sişelik su alacak kocaman bir metal döküm kazan vardır. Kapının önündeki etrafı duvarla çevrili küçük bir bahçede sayısız kabirler ve üzerlerinde kitabeleri havi mezar taşları vardır. Büyük avlunun bir köşesinde çok zarif küçük bir cami vardır. Bunun limon şeklinde olan kubbesi, mavi çinilerle örtülüdür. Yerli an’ane, bu mescidin, pek genç iken ölen Rabiga Begim adına, Emîr Timur tarafından yaptırıldığını göstermekte ise de bu, tarihi bakımdan, yanlıştır; çünkü Rabiga Sultan Begim ondan seksen sene sonra ölmüştür. Bu mescide ‘Cami-i Hazret’ ve Türkistan şehrine de bu camii havi bulunmasmdan dolayı ‘Hazret-i Türkistan’ veya sadece ‘Hazret’ de derler. 6.000 kadar nüfusu olan bu harap ve terk edilmiş şehirde bundan başka önemli birşey yoktur. Mimarî üslûbu noktasından, bu eser, Emîr Timur zamanında Orta Asya’da vücuda getirilmiş başka mimarî âbideleriyle aynı esas hatları haizdir. ”

Schuyler, Türkistan’da Rus istilâsının başladığı yıllarda, Tür­kistan’da seyahat ederken Yesi’ye de uğramış ve Ahmed Yesevî’nin halk arasında yaşatılan bir menkıbesini daha kaydetmiştir: Men­kıbeye göre, Ahmed Yesevî, Cami-i Hazret’in minaresine çıkıp ba­şından beyaz sarığını çıkararak halka gösterir. Türkistan halkı, bu zuhurâttan şehrin yakında Ruslar eline geçeceği anlamını çıkarırlar ve buna dayanarak, Rus askerine karşı direniş göstermezler. Bunun­la beraber, yine aynı seyyah önceki yazdıkları ile çelişkili bir şekil­de, Cami’-i Hazret Orta-Asya’daki bütün cami’lerden daha kutsal sayıldığı için, Rus istilâsından önce bütün âlimler ve şehir halkı burada toplanıp üzerlerine musallat olan Rus belâsının def’i için Allah’a niyâz ettiklerini de yazar.

Yesevî Külliyesinin Teknik Özellikleri

Projenin hesap işlemlerinde yarım ve çeyrek modüller va­sıtasıyla gerçekleşen bir inşaat tatbikatı yapılmış ve modüler sis­tem, Ahmed Yesevî Türbesi yapımında geniş ölçüde kullanılmıştır. Modüler sistem, mimarî birimlerin boyutlarının belirlenmesinde, iç ve dış bölümlerin orantılı olarak gerçekleştirilmesinde, kapı, pen­cere açıklıkları ve dehliz girişlerinin orantılı şekilde belirlenme­sinde ve kemer, niş, kubbe ve çıkıntılı kısımların inşaatında tatbik edilmiştir. Yer planında iki boyutlu ve uzay tasarımında üç boyutlu olarak külliye inşaatı bölümlerinin muhteşem orantısı, kare şek­lindeki kenarların uyumluluğu ve ana bölümün eksen alınmasıyla belirlenmiştir.

Ahmed Yesevî Türbesi kusursuz ve iyi dengelenmiş bir yer planına sahiptir. Giriş portalleri ve kubbeleri ile Ahmed Yesevî Kül­liyesi yer planında 46,5 metre x 65 metre ölçülerinde muazzam bir dikdörtgen yapıdır. Bina giriş yüzü güneydoğuya ve buna uygun olarak yan yüzleri güneybatı ve kuzeydoğuya yönelik olarak inşa edilmiş ve külliyede mevcut olan bütün bölümler ayrı ayrı tasar­lanmıştır.

Türbenin ana giriş cephesinde her bir yanında iki kule ile yaklaşık 50 metre eninde olan ve kemer açıklığı 18,2 metreye ula­şan büyük bir portali ve irili-ufaklı birkaç kubbesi vardır.

Külliye’de merkezi bölümün çevresinde çeşitli kullanım mak­satları için planlanmış otuzbeşten fazla bölme yer alır. Binanın al­tısı birbirine bağlanan sekiz koridoru da iki katlı olup külliyenin tamamını bağımsız bölümlere ayırmaktadır. Bu devasa kompleksin yer planı, sekiz oda grubundan ibaret simetrik kütleler ve onların asimetrik detaylarını ihtiva eder.

Türbenin dış duvarlarının kalınlığı genellikle 1,5-2 metre arasındadır, ancak merkezî bölümün duvarlarında duvar kalınlıkları 3 metreyi bulur. Ana portalde, her iki yandan minareler tarafından kuşatılmış sağlam bir kemer vardır. Girişteki bu kemerin genişliği 50 metre, açıklığı 18,2 metre ve yüksekliği 37,5 metredir. Külliye giriş cephesinin eni ise, kulelere kadar 36,36 metredir.

Kemer burçları portalin tamamlanmamış yan kanatlarını ör­ten bir üçgen gibidir. Kemerin üst bölümü çinilerle kaplanmamıştır ve portal inşaatı bir bütün olarak bitirilememiştir. Külliyenin gör­kemli kapı girişindeki ahşap iskele kalıntıları bu yarıda kalmışlığın somut kanıtı olarak görülmektedir.

Corhane

Bütün külliyenin odak noktası Hazret-i Pîr-i Türkistan’ın Ka­bir Odası’dır. Derinleştirilerek bir yarım bir hücre biçimine getiril­miş niş şeklindeki bölmeden ve oyma bir tahta kapıdan geçilerek Ahmed Yesevî’nin sandukasını konuk eden “Gorhane” adı ile de bilinen kabir odasına geçilir.

Kabir Odası’nın merkezinde Ahmed Yesevî’nin sandukası var­dır. Açık yeşil yeşime benzer bir taştan yapılmış olan 3,25 x 1,2 x 2 metre boyutlarındaki sandukanın çıkıntılı köşeleri zarif bir şekilde oyulmuş ve köşe sütunları bükülmüştür.

Ahmed Yesevî’nin sandukasının bulunduğu kabir odası kenar­ları yer planında 7,2 metre olan bir kare şeklindedir ve iki kubbe ile kapatılmıştır. Kabir odası duvarlarında bulunan dört sığ niş ve köşelerdeki sarkıtlarla süslenmiştir. Kabir odasının sağ ve solunda 10 m. x 8 m. ölçülerinde iki büyükçe oda ve ilave olarak daha bir­çok başka odalar da mevcuttur. Türbenin kubbeleri ve duvarları çinilerle bezenmiştir.

Kabir odası bir çift kubbeye sahiptir ve Muhammed Hanefî Portali olarak bilinen kuzeydoğu tarafından incelikli bir tezyinat ile bezeli bir kapı görülür. Kabir Odası’nı taçlandıran ikili kubbe­den içte olan kubbe yapısını oluştururken, dıştaki kubbe sadece dekoratiftir.

Kabir Odası kubbesinin ayakları, köşelerdeki dört yayılmış destek üzerinde ve bir kasnak şeklinde yükseltilmiştir. Odanın kub­besinin kirişlerinin sathı, palmiye yaprağı şeklinde bir mozaik ve bitki dalı şeklinde madalyonlarla bezenmiştir. Kubbenin silindiri ve çatısının destek bölümleri ilgi çekici süsleme ve yazılarla bezeli renkli çinilerle kaplanmıştır. En dışta, çapı 19 metre olan çatılmış kubbenin dış yüzünde 52 dilim vardır. Dilimlenmiş kubbenin tam yüksekliği 21 metredir. Kubbenin kasnağı üzerinde koyu mavi sır­lanmış tuğladan yapılmış, büyük bir kufi kitabe vardır.

Sathı, müstesna bir şekilde fevkalade güzel olan kuzey portalinin sütunlarının dörtte üçü altıgen çinilerle kaplanmıştır ve çeng şeklindeki sütun başları maviye boyanmıştır. Direkler, kemer altları ve iç duvar mozaiklerle zarif bir şekilde bezenmişlerdir.

Kabir odası zemini Tebriz mermeri ile kaplanmıştır.

Bakır kazanlı oda ve Kabir odasının Sefer Usta’nın bir çalış­ması olan tahta oyma kapıları, estetik yönden gerçekten eşsizdir. Kabir Odası’nın oyma kapısı zarif fildişi kaplamalarla bezenmiştir. Orta Asya ve Kazakistan’da çok erken çağlardan beri var olan ağaç oymacılığı cami tezyinatında destek sütunları üzerinde ve evlerde kapı eşikleri ve pencere kafeslerinde uygulanmıştır. Ağaç oyma­cılığının en eski şekilleri, muhtemelen keçe çadırlar (=yurtlar)ın ağaçtan kapıları, sandıklar ve kepçe, kâse, tas, tabak gibi gündelik ev aletleri yapımında kullanılmıştır.

Kapının demirden çerçevesi altın yazılarla kaplanmıştır. Ka­pının üzerinde Türbe’nin, Emîr Timur’un arzusu ile inşa edildiğine işaret eden bir kitabenin yer aldığı bir taş plaka vardır. Önceki de­virlerde yüksek makâmlardaki idareci kişiler ve vecd derecesinde­ki kıdemli mürîdlerin kuzeydoğu portalinin oyma kapısından Kabir Odası’na girişine müsaade edildiği kaydedilmiştir. Sadece Bakır Kazanlı Oda’ya girmesine izin verilen halkın geri kalanı türbeyi Kabir Odası’nın kapısından müşahede ile yetinmiş olmalıydılar.

Bakır Kazanlı Oda

Külliyenin ana mekânı olan ‘zikir meydanı’na giriş muhteşem portal kemerleri arasındandır. Ziyaretçi, merkezî bölüme doğru ana giriş ön kapısının kemerleri arasından geçerek 18,2 metrelik çapı ile halen Orta Asya ve Kazakistan’da mevcut en büyük tuğ­ladan yapılma kubbeyi taşıyan “Bakır Kazanlı Oda”’ya girer. Zikir meydanında yedi metalin karışımından dökülmüş bir kazan bulun­duğundan bu bölüme ‘bakır kazanlı oda’ denilegelmiştir. Merkezî bölümdeki Bakır Kazanlı Oda, kare şeklinde olup tek bir kubbe ile örtülmüş olan ve kare şeklindeki zikir meydanının birbirine eşit kenarları 18,18 metredir.

Külliyenin ana mekânı; zikir meydanı olarak kullanılan ‘bakır kazanlı oda’nın kubbesinin ebadı 24,8 metre, çevresi 78,8 metre­dir. Buradaki kubbenin çapının iç ölçümü 18,2 metre iken dış yü­zeyden çapı 20,5 metreye ulaşmaktadır. Külliyenin merkezî bölü­mü olan “bakır kazanlı oda” üzerindeki kubbenin yerden en yüksek noktasında ulaştığı 37,5 metrelik irtifa binanın içeriden yüksekli­ğini de verir. Bir sekizgen üzerindeki kubbe ayakları, aşağıda sar­kıtlar tarafından gizlenmiş durumdaki ve bir kare üzerine oturan payandalarla desteklenmiştir.

Bakır kazanlı oda, kabir odası ve mescid duvarları içeriden alt kısmında 1,5 metre yüksekliğinde açık mavi altıgen çinilerden oluşan parlak bir çini tabaka ile kaplanmış ve ilave edilen mozaik madalyonlarla bezenmiştir. Zemine yakın seviyede kolay oyulabilen bir taştan yaprak şeklinde nakışlar oyulmuş bir kuşak bulunuyordu.

Kabir Odası’mn nişindeki orijinal mozaik panel ve yine bu bölümdeki parlak renkli çini sütunların dörtte üçü günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.

Rivayete göre iki ton ağırlığındaki ve üçbin litre su alma kapa­sitesindeki dökümden bu dev kazanın, altı şamdanın ve iki kapı hal­kasının dökümünde demir, çinko, kurşun, kalay, bakır, gümüş ve altın olmak üzere yedi metalden bir alaşım (bir tür bronz) kullanılmıştır.

Kara bakır kazan, Türkistan şehrinin 25 kilometre kuzeyinde­ki Karnak nahiyesinde Tebrizli Servereddin’in oğlu Abdul-Azîz Usta tarafından dökülmüştü. Bakır kazanlı odanın ortasında duran, iki ton ağırlığında, ağız kısmında çapı 2,45 metre olan ve altmış kova su alabilen dökme kara bakır kazanda hafif olarak tatlılandırılmış su bulunurdu. Dervişlerin tedavi edici olduğunu söyledikleri, şifalı olduğuna inanılan bu kutsanmış su, Cuma namazı sonrasında ina­nanlara dağıtılırdı.

Yesevî Külliyesi Mescidi

Külliyenin güneybatı bölümünde yer alan ve son derecede il­ginç bir mimarî yapı olan külliye mescidi, duvarlarındaki dört niş sayesinde genişletilmiş bir bölümdür. İlave duvar kemerlerinin ge­nişletici yardımı ile zeminde kare haline getirilen mescid, kasna­ğında onaltı pencerenin yer aldığı iki küçük kubbeye sahiptir. Yer planında çok köşeli çapraz bir bölme olarak görülen mescidin kapısı Bakır Kazanlı Oda’ya ulaşan bir koridora açılır. Planda altı köşeli yıl­dıza benzeyen mescidin köşelerinde yer alan garip şekilli sarkıtlar, destekleyici kemerlerin alt bölümüne asılmıştır. Mescidin duvarları, altıgen şeklinde açık mavi sırlanmış çiniler ile kaplanmıştır.

Mescidin güney tarafında yer alan Kâ’be’ye yönelik 3.5 x 2.5 metre ölçülerindeki müzeyyen mihrab Mescide spesifik bir ihtişam katar. Yüzeyi mozaik ve bitki desenli renkli çinilerle bezeli olan mihrab sivri kemeri ile bir niş yapısında olup açık ve koyu mavi renkte mozaik zemin üzerinde beyaz harflerle Kur’an’dan âyetlerin yer aldığı dikdörtgen şeklinde dekoratif bir çerçeve ile çevrelen­miştir. İşlemelerinde altın kullanıldığına dair izler bulunan dikdört­gen çerçevenin bütün yüzeyi zengin bir şekilde bitki desenleriyle süslenmiştir. Mescidin mihrabının iki tarafında İsfahanlı bir san’atkâr tarafından 1494’de yapılmış çok büyük iki şamdan vardı.

Bu Mescid’de cumaları yapılan ibadetler günümüze kadar de­vam etmiştir: Cuma namazı bittikten sonra, öğle vakti keçe ve ka­mış hasırlar, halılar üzerinde mihraba yönelik halkada sıkışık olarak sıralanılarak oturulur, dervîşler yüksek ama disiplinli bir tonda ses­lenerek ‘zikir töreni’ni başlatırlardı: “Hüvel Hayy’ül Kayyum..!” ve dervişlerin arka tarafında ayakta duran mürîdler Hoca Ahmed’in Hikmetleri’nden bölümleri makâmla bir ağızdan koro halinde okur­lardı. Bu büyük koronun sesi türbe duvarlarının çok ötelerinden işitilebilirdi.

Yesevî Külliyesi Müştemilâtı

Bakır kazanlı odadan iki katlı sekiz koridor yoluyla kabir odası hariç bütün bölümlere geçilebilir. Bu koridorlar, yapıyı her biri muhtelif maksatlar için tasarlanmış odalara sahip sekiz bölü­me ayırır. Külliyede büyük Aksaray ve küçük Aksaray’ların yanı sıra daha birçok hücreler de mevcuttur.

Güneydoğu bölümünde alt katında çıkmaz nişlerle sonlanan uzun geçitler ve üst katında galerilerden oluşan ve geleneksel Tür­kistan pilavı başta olmak üzere tekke yemeklerinin hazırlandığı “halım-hane” (mutfak) yer alır.

Külliyenin kuzeydoğu bölümünde su bulunan bir oda ‘kudukhane’ (kuyu odası), kuzeybatı kısmında ise iki uzun geçitte yerleş­miş büyük Aksaray vardır.

Güneybatı ve kuzeydoğu kısımlarında tasarımdakinden fark­sız olarak küçük Aksaray, ‘kitabhane’ ve iki katlı hücrelerin yer aldığı iki katlı bölüm yer alır. Kitabhane bölümü çok sayıda kitap ihtiva ederdi.

Türbenin güneydoğusunda erbain çıkartmak üzere kırk gün oruç tutmak ve niyetlerinin kabulü için dua etmek isteyenler için “halvethane” denilen yeraltı hücreleri bulunmaktadır. Kitabe bu yeraltı hücrelerinin ilk olarak Ahmed Yesevî’nin yaşadığı sıralarda görüldüğünü ve daha sonraları yeniden yapıldıklarını bildirmektedir.

Daha sonraları külliyenin batı tarafında mescide bitişik ola­rak bir “taharethane” (abdest yeri) de yapıya eklenmiştir.

Kitabhane ve Aksaray bölümleri transvers kemer ve yan ke­merler ile örtülmüştür ki bu örtme tekniği küre ve koni şeklin­de çatılar ile kemerli türbe ve eyvanların kuruluşunu sağlamıştır. Bu bölümlerdeki tavanlarda kemerleri destekleyen bölmeler arası elemanlar son derecede geliştirilmiş mimari yeniliklerdir. Kubbe altındaki alanın çapraz biçimi, duvarlardaki nişlerin genişletilmesi ve derinleştirilmesi ile elde edilen ananevi bir tarzdır.

Ana bölümler olan Bakır kazanlı oda, Kabir odası ve Mescid’de iki katlı kemer altı alanlar yoktur; bu bölümlerin her bi­rinde duvar merkezlerinde yer alan dörder niş vardır. Kubbenin iç yüzleri ardıç ağacından desteklere tutturulmuş ilgi çekici şekiller sergileyen sarkıtlarla dekore edilmiştir. Kubbe zeminini içten mas­keleyen bu sarkıtlar kubbenin bakiyesi olan ayaklar üzerine yayılır. Harikulade kemerler ve at nalı şeklindeki trigonal kirişler, ana kapı yanındaki toplantı salonunun yanlarındaki kare şeklindeki hücrele­ri örten altıgen şeklindeki küçük ve düz çatılan da destekler. Küçük Aksaray ve Kitabhane bölümleri de at nalı biçiminde kirişler deste­ğinde çatılmıştır.

Yesevî Külliyesi Tezyinatı

Türbenin dış duvarları boydan boya üç bölüme ayrılmıştır: Duvarın orta kısmında girih adı verilen büyük bir geometrik motif ve bazı işlemeli yazılar; üst bölümde epigrafik bir tezyinat ve en alt kısımda ise kaideyi oluşturan 1,85 metre yükseklikte bir taş panel vardır. Duvar kaidesi ortasına çini yerleştirilmiş sarı kireç taşından inşa olunmuş ve çini levhalar ile şekillendirilmiş bir desen ile dekore edilmiştir.

Türbenin üç cephesinde üst kenarı takip eden kuşak şeklin­deki epigrafik tezyinatı oluşturan hat yazıları Kur’an-ı Kerim’in 6. En’am sûresinden alınmış olan 59-63. âyetleri ihtiva eder:

6:59. Gaybm anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan baskası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışmda bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.

6:60. Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadir. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.

6:61. O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahi­bidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.

6:62. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürü­lürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nündür ve O hesap görenlerin en çabuğudur.

6:63. De ki: Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikele­rinden) sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O’na gizli gizli yalvararak “Eğer bizi bundan kurtarırsan and olsun şükredenlerden olacağız” diye dua edersiniz.79

Yazı fırınlanmış tuğla rengi bir zemin üzerinde sırlanmış küçük çinilerle şekillendirilmiştir. Tezyinat bölgesi parlak çiniden iki kenar ile sınırlanmıştır. Bu tezyinat alanının yüksekliği kenarlar katılma­dan 2,37 metre ve kenarlarla beraber 2,62 metredir. Yazılar, mavi çinilerden işlenmiş ve mor renkte sırlanmış tuğla ile çevrelenmiştir.

Binanın her iki arka köşesi, taş kaide ve epigrafik tezyinat bölgesi arasında yerleştirilmiş silindir şeklindeki sütunların dörtte uçunu barındırır. Bu sütunlar da kufî yazılı kitabelere sahiptir. Taş kaide ve epigrafik tezyinat arasındaki duvarların oluşturduğu pü­rüzsüz alan, fırınlanmış tuğlalardan yapılmış ve koyu mavi bir süs kuşağı ile donatılmıştır. Orta bölüm bazı zikir ve dualardan ibaret olan açık mavi kufi yazılarla donatılmıştır: “Allah, Muhammed, El­hamdülillah, Allahüekber, Lailahe İllallah...”

Duvarların yapımında bütün renklendirilmiş çiniler düşey planda yer alırken, sırlanmamış olan tuğlalar yatay olarak duvarın cephesini oluşturmak üzere yerleştirilmişlerdir. Bu işlemeli cephe­ler, bütün bina etrafında aynı seviyede olmak üzere taş destek­leyici kaidenin bir bandı tarafından desteklenmiştir. Parlak renkli çiniler, bütün pencere boşluklarını, İlyâs Han Nişi olarak bilinen ku­zeydoğu cephesindeki niş kemerini, Muhammed Hanefî portali ola­rak bilinen kuzeydoğudaki giriş kemerini ve Bakır kazanlı oda’nın bütün cephelerindeki kemerlerin etrafını çevreler.

Türbenin kuzeydoğu cephesinde İlyâs Han nişi üstünde epig­rafik tezyinatın sonlandığı yerde bulunan koyu mavi çiniler üze­rinde Ahmed Yesevî Türbesi’nin üç cephesinin tamamını çinilerle bezeyen usta olan “Şiraz’lı Hoca Haşan” ibaresi ve Hicrî 800 tarihi bulunmaktadır. Kabir odasının üzerinde çatılı kubbe kasnağının üst kenarındaki bir altıgen çini üzerinde de kubbeyi kaplayan çinile­rin döşenmesinden sorumlu olduğu anlaşılan mozaik san’atkârı Şiraz’dan Şems AbdulvehhabTn adının kaydedildiği bir kufî yazı yer almaktadır.

Bakır Kazanlı Oda, Kabir Odası ve Mescid duvarları alt kıs­mında 1,5 metre yüksekliğinde açık mavi altıgen çinilerden oluşan parlak bir çini tabaka ile kaplanmış ve ilave edilen mozaik madal­yonlarla bezenmiştir. Zemine yakın seviyede kolay işlenebilen bir taştan imal edilen yaprak şeklinde nakışlar oyulmuş bir kuşak bulu­nuyordu. Kabir Odası’nın nişindeki orijinal mozaik panel ve yine bu bölümdeki parlak renkli çini sütunların dörtte üçü günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.

Bir zamanlar bakır kazan, bazılarının uçlarında hilal ve âyet yazılı küçük levhalar olarak dökülen âlemler ve tepelerinde kadim Türk geleneğine uygun olarak atkuyruğundan imal edilen püsküller bulunan on mızrak (=tuğ) tarafından çevrelenmişti.

Türbedeki dervişler, Türkistan’ın her yerinden gelen ziya­retçilerden isteyenlere büyü, nazar gibi istenmeyen işlere kar­şı koruma sağladığına inanılan “uğur tılsımları” verirdi; sonra­ları bu tılsımlara 18. yüzyılda Hoca Han Usta tarafından yapılan ve merkezinde “Hazret Sultan Hoca Ahmed” ibaresi oyulmuş bir yuvarlak mühürün bağlandığı bilinmektedir. Bu mühürün orijinali Tataristan’daki Kazan Devlet Üniversitesi tarafından 1896 yılında arşivlenmiştir. Şiraz’dan Taceddin’in oğlu kakmacı İzzeddin Hoca’nın imzasını taşıyan altın ve gümüş kaplamalı, bronz kabartmalı kapı tokmakları ve halkaya benzer şekildeki şamdanlar tatbikî sa­natların güzel örnekleridir. Kabir Odası’nın iç kapılarındaki dökme halkalardan birisi yapıldığı tarih olan H.797 (M. 1395) tarihini taşır. Bronz şamdanlar üzerindeki yazılar da yapıldıkları tarih olan H. 20 Ramazan 799 (M. 17 Haziran 1397) tarihini gösterir. Bu tarihler tür­benin yapım tarihi hakkındaki çelişkili rivayetlerin sağlaması için önem taşır.

6. Yesevîyye Tarîkatı: Yesevîlik Yolu

Birçok yönüyle Türklere has bir tarîkat sayılabilecek Yesevî­lik, Nakşbendîlik’in ortaya çıkmasına kadar Türk ülkelerinin en yay­gın tarîkatı olarak hüküm sürmüştür. Nakşbendîlik Buhara’da orta­ya çıkıp bütün Türkistan’da hızla yayıldıktan sonra -Nakşbendîlik’in Yesevîlik’le silsileler arasındaki ilişki dolayısıyla Ahmed Yesevî’nin ününe hiçbir halel gelmemekle beraberbilhassa Mâverâünnehir Türkleri arasında büyük bir yer edindi ve bir asır kadar sürede Ho­rasan ve Hârezm’e de yayıldı. Şah-ı Nakşbend’in zuhurundan sonra Nakşbendîyye tarîkatı, Türkistan Türkleri arasında çok yayılmış, daha önce gelişen Yesevîyye tarîkatının nüfuz sahasını bir anlamda daraltmıştır. Ancak Nakşbendîlik’in Türkistan’da egemen olduğu asırlarda da, Yesevî şeyhlerinin Türk dünyasının her tarafında fa­aliyetlerine devam ettikleri görülmektedir. Genel çizgileriyle Ye­sevîlik ile büyük bir farkı bulunmayan Nakşbendîyye’nin bütün Orta Asya ve daha sonra Afganistan, Hindistan, Kazan, Orta Doğu ve nihayet Anadolu’da çok geniş bir coğrafyada yayılıp benimsenmesi Yesevî dervişlerinin daha önceden bu iklimlerde yaptıkları faaliye­te bağlı olarak kolaylaşmıştır.

Yesevîlik yolunun takibçilerinin mensub olduğu tarîkat, lite­ratürde ‘Yesevîyye’ olarak bilinmekle beraber, Ahmed Yesevî’nin ‘Hazret Sultan’ lakâbından mülhem olarak ‘Sultâniyye’ ve cehrî zikir yapmaları sebebiyle ‘Cehrîyye’ olarak da adlandırılmıştır. ‘Yesevîyye’ mürşîdlerinin çoğunlukla Türk olması sebebiyle Hazînî gibi bazı müellifler tarafından ‘Silsile-i Meşâyıh-ı Türk’ olarak da adlandırıldığı görülmektedir. Yesevîyye silsilesinden olan ve sade­ce Türkçe sohbet ettiği için ‘Türkçü Ata’ olarak anılan bir Yesevî şeyhinin kabrinin Muhammed Salih Hoca isimli müellifin “Tarih-i Cedide-i Taşkend” kitabında bugünkü Özbekistan’ın başkenti Taşkend’in Çağatay kapısı semtinde önemli ziyaretgâh olarak kayde­dilmesi Yesevîlik yolunun Türk karakteri ile ilgili önemli bir belgi­dir.80 (Yakın dönem mürşîdlerinden olan Abdullah Dağıstanî’nin de, 1936’da yerleştiği Şam’daki Cebel-i Kasiyyun dağındaki dergâ­hında 1973 yılında vefat edene kadar -Arab olsun, Türk olsuntüm ziyaretçilerine Türkçe sohbet verdiği bilinir.)

Ahmed Yesevî’nin esaslarını belirlediği Yesevîyye tarîkatı, Nakşbendîyye tarîkatından başka, daha sonra Türkistan ve Anado­lu’da gelişecek olan Kübrevîyye, Mevlevîyye; Bektaşîyye tarîkatları ile Hind yarımadasında yaygın olan Çiştîyye gibi diğer büyük tasav­vuf ekollerini de derinden etkilemiştir.

Buhara’dan ayrılarak bir mürşîd olarak doğduğu topraklara dönen Ahmed Yesevî derin bir kavrayış ile atayurdu Türkistan’daki insanların manevî ihtiyaçlarını anlamağa çalışmış, bozkırın rûhânî açlığının giderilmesi için gerekli olan ruhî donanımı oluşturma­ğa yönelmiştir. Manevî kişiliğinin teşekkül ettiği çevrenin niteliği dikkate alındığında kolayca anlaşılacağı gibi Ahmed Yesevî’nin ta­savvufî irşad faaliyetinde uyguladığı metodun başarısı teslim edil­melidir. Şeriat hükümlerine sıkı sıkıya bağlı; uzak görüşlü, sağlam muhakemeli kâmil bir Türk mutasavvıfı olan Ahmed Yesevî zâhir ve bâtın ilimlerinde zamanının bütün ricalinden ileride idi. Mürîd ve muhîblerin81 irşad çalışmalarından kalan bütün vaktini ibadet ve taat ile geçirdiği bilinmektedir.

Şeriat hükümlerine karşı bazen dikkatsizce hareket eden, cezbesi galip büyük bir kısım sûfîlerden sâdır olan ve onların zâhir âlimleri tarafından suçlanmasına yol açan fikirler ve temayüller Yesevî geleneğinde kendisine yer bulamamıştır. Dîvân-ı Hikmet dik­katle incelenirse hikmetlerinde halkı şüphelere düşürecek itikadları sarsacak aykırılıklar bir yana şeriatı küçümseyen en ufak bir îmaya, gizemli bir yapılanmayı doğuracak özel imgelemelere dahi rastlanmaz.

Bir kısım İran sûfîlerinin eserlerinde görülebilen hülûl, tenâsüh gibi aykırı fikirleri çağrıştıran ibareler Hazret Sultan Yesevî’nin şiirlerinde yoktur. Bir vakit namaz kılmayanın kâmil bir mü’min olamayacağını söyleyecek derecede dinî kurallara bağlılık gösteren Hazret Sultan Yesevî, her hikmetinde günahlarından bahsederek istiğfar eyler, Rabb’inin büyüklüğünü yâd edip tevazu ile mağfi­ret diler; yahut cennet ve cehennem hallerinden, sûfîyâne men­kıbelerden bahseder. Vahdet felsefesine en çok daldığı, “Allah ile Birliktelik” makâmından, “Ölmeden Ölmek” sarayından, “Allah’ta yok oluş” deryasından en çok bahsettiği zaman bile şerîat sınırla­rını unutmaz.

Yesevî’nin etrafında o kadar çok mürîd toplanabilmesinde, din ilimlerindeki derin bilgisi kadar, şerîat sınırlarını korumaktaki hassasiyetinin de etkisi vardır. Bu sınırlar çerçevesinde belirlediği tarîkatının esaslarındaki basitlik ve kesinlik dikkat çekicidir.

Tasavvufu bilinemez, anlaşılamaz bir gizem yumağı olmaktan çıkarıp her insanın anlayabileceği ve gereklerini yerine getirebi­leceği popüler bir akıma dönüştürmesi ve halkın tamamen anla­dığı bir dil ile, alıştığı bir söyleyiş ile hitab etmesi de Yesevîyye tarîkatının bir üstünlüğü olarak kaydedilmelidir. Yesevîyye tarîkatının, tarihî kaynaklardan çıkartılan esaslarına dikkatle bakıldığında Hazret Sultan Yesevî’nin bıraktığı tasavvufî mirasın niteliği ortaya çıkar. Yesevîyye bütün müminlere farz olan ibadetlerin ötesinde nafile olarak adlandırılan namaz, oruç, zikir, halvet ve diğer bütün ibadetler yanı sıra ayrıntılı olarak tarif edilen riyâzetler ile nefsin terbiyesini ve mutmaîn olma yollarını göstermiştir.

Yesevî Yolunun Teorik Esasları: Şeriat-Tarikat-Hakikat

Buradaki bilgilerin nakledildiği Mir’âtü’l-kulûb risâlesindeki tasnife göre Ahmed Yesevî tasavvufî yolunu klasik şeriat-tarîkat-hakikat üçlemesi ile açıklamakta ve bunu Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’den rivayet edilen “Şerîat söylediğim sözlerim, tarîkat yaptığım fiille­rim (işlerim), hakîkat ise halimdir.” sözlerine dayandırmaktadır.

Hz. Rasûlullah (s.a.v.) şerîat söylediğim sözlerdir demekle yetindi, tarîkat söylediğimdir demekle yetinmedi, yaptığım işlerdir dedi. Bu hadisin yorumu şöyledir: Demişlerdir ki: Hz. Rasûlullah (s.a.v.) mi’rac gecesinde Allah (c.c.) ile vâsıtasız olarak doksan bin konuda sözleşti. Otuz bini şeriatla, otuz bini tarikatla ve otuz bini hakîkatla ilgili idi. Hakk Teâlâ’dan fermân geldi ki: “Şerîat sözlerini mü’min, kâfir ve fâsık herkese anlat. Tarîkat sözlerini dileyen ve taleb edenlere anlat, ama hakîkatı aslâ kimseye söyleme... ”

Hz. Hâce Ahmed Yesevî’den çok önceleri, Âdem (a.s.)’a şerîat verildi. Sıra İbrâhim (a.s)’a gelince tarîkat verildi, Muham­med Mustafa (s.a.v.)’e gelince hakikat verildi. O zaman Hz. Rasû­lullah (s.a.v.) münâcâtta bulundu: “İlâhî! Bu hakîkatla yürümek zordur. Ümmetlerim bu yolla amel edemez, âsî olurlar, deyince Allah Teâlâ (c.c.) fermân buyurdu: “Senin ümmetlerine şeriatı, tarikatı ve hakikati verdim. İsterlerse ikisinden yürüsünler. Ama ey Muhammed (s.a.v.)! Hakikati herkese söyleme, ancak ârif82 ve âşık olanlara açıl, söyle. Çünkü bu anlatılamayacak sır ilmidir, dil ile anlatma...” dedi.

Şerîat îmânı, tarîkat îmânı ve hakikat îmânı nasıl olur? diye sorulursa cevap olarak de ki: Şerîat îmânı, kelime-i tayyibe “Lâ ilâhe illallâh” okumak; tarîkat îmânı, Allah Teâlâ (c.c.)’dan korkmak ve hakikat îmânı, dürüstlük ve samimiyet ile Hakk Teâlâ (c.c.)’ya yönelmektir.

SultânüT-ârifîn Ahmed Yesevî “Şerîat, zahiren uzuvlarla amel etmek; tarîkat, kalp ile amel etmek; hakîkat ise sır (kalbin içindeki cevher, gönül) ile amel etmektir.” sözü ile bu izahı geniş­letir. Burada Mir’âtü’l-kulûb^ risalesini esas alarak bu üçlü tasnifi temel alarak Yesevî yolu, ortaya konulacaktır:

Bu Mir’âtü’l-kulûb risâlesinin yazılmasının sebebi şu idi ki, tüm sûfîler, sabah ve akşam belki sürekli zikir halkasında doğru bir hâl içinde iken, günlerden bir gün Hazret Sultân Ahmed Yesevî’ye: “Şeyhlik ve mürîdlik hakkında ve bu yüce silsilenin sülük (usûlü) ve tarîkatı konusunda bilgi verseniz, sizden sonra ehl-i tarîkata hâtıra kalır”, diye arzettiler. Sonra bu risâleye Mir’âtü’l-kulûb adı verildi yani ‘Gönüller Aynası’. Her kim aynaya baksa yüzünü görür ve gayb aynası olsa onu da (= gaybı da) görür. Binâenaleyh her kim bu kitabı okusa ve kendi kusurunu görüp bilse, onu telâfiye çalışıp tevbe ve istiğfâr ile benliğinden geçse, ümit edilir ki Allah Teâlâ o kusur ve günâhı afveder. Her sâlik ki bu risâleyi okusa veya okuyandan din­leyip amel etse, kalp gözünü açsa, onsekiz bin âlemdeki acâîb ve garîblikleri görse, kıyâmette -inandık ve tasdîk ettikAllah Teâlâ Zülcelâl (c.c.) ile buluşup keyfiyetsiz olarak VechullahT görse, (bu) hiç acâîb ve garîb (bir hâl) olmaz.

SultânüT-ârifîn Yesevî, muhabbet, yakıcı ateş ve şevk diye­rek bu Mir’âtü’l-kulûb risâlesini üç bölüm üzerine binâ ettiler. Zîrâ Hak Teâlâ, “kullarım bana yaklaşsın”, deyip din ve İslâm yolunu bahşetti. O yola üç isim verdi. Birinci şerîat, ikinci tarîkat, üçüncü hakîkat. Bu sebeple (bu risâle) üç bölüm üzerine binâ edildi.

Şerîat Hakkında SultânüT-ârifîn Ahmed Yesevî der ki: Ken­disine uyulan önder insanlar şerîat önderleri, tarîkat önderleri ve hakîkat önderleri olarak üç kısımdır. Şerîat önderleri âlimler ve sul­tanlardır. Eğer âlimler ve sultanlar şerîatta emredilene uyup yasak­lanandan sakınır ve başkalarına da (bu emir ve yasakları anlatıp) emrederlerse doğru yoldan şaşmazlar. Onlara uyanlar da şaşmaz­lar. Eğer bu şartlarla birlikte olmazlarsa, şerîat yolundan saparlar.

SultânüT-ârifîn Hz. Hâce Ahmed Yesevî buyururlar ki: Şerîat, uzuvlarla yani zahirle amel etmektir. Uzuvlarla (bi’l-erkân) ke­limesinden maksad, farz, vâcib, sünnet ve edeblerin tümü olur. Ama şerîatla yürürüm deyip iddiâda bulunanlar, müslüman olarak adlandırıldılar. İddiâlara mâneviyât gerekir. O mâneviyât da şudur ki, Hakk Teâlâ (c.c.)’nın emri kullarına iki şekilde olur: Emredilen iyi işler (farz) ve yasaklanan kötü işler (haram). “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emre­der, kötülükten menedersiniz” buyurdu. Mü’min ve müslüman diye adlandırılanlar, tüm emredilenleri yerine getirip yasaklananlardan sakınsalar, şerîatta iddiâları doğru, mü’min ve müslümanlıkları da dürüst olur. Hakk Teâlâ (c.c.)’nın hakîkî kulları olurlar.

Eğer (insan) emredileni yerine getirmez, yasaklanandan sa­kınmaz ise, mü’min ve müslümanım diye iddiâsı yalandır ve kendisi yalancıdır. Emredilen şudur ki, dîne uygun olan herşeyi kabul et­mek ve başkalarına da onu emretmek. Yasaklanan şudur ki, küfür, nifâk, şüphe, şirk, kendini beğenmek, gösteriş yapmak, zulmet­mek, haram yemek, yalan söylemek, gıybet yapmak, zinâ etmek, içki içmek, uyuşturucu bitki (beng) yemek ve mü’minlere haksız yere zulmetmek.

Bir kişi nehyedilen bir kötülüğü yapıyor olsa, ona engel ol­mak gerekir. Eğer eliyle gücü yetmese diliyle, diliyle gücü yetmese gönlüyle o kişiye buğzu olsun (ki bu sonuncusu) îmânın zayıflığındandır. Eğer mü’min o (kötülüğü) görüp engel olmasa, onu yapanın günahına ortak olur.

Bunlardan tarîkat önderleri şeyhler ve sûfîler; riyâzât ve çile çekip gönül âlemlerini açsalar, yetmiş makâmdan geçip gâib ruhlar ve meleklerle sohbet etseler, tarîkat yolundan sapmazlar. Şu tür büyüklere tâbi olanlar da sapmazlar. (Ama onlar) bu şart­larla birlikte olmazlarsa tarîkat yolundan saparlar, onlara uyanlar da saparlar. Sûfî Muhammed Dânîşmend der ki: Hangi şeyh yetmiş makâmdan geçmeden şeyhlik ve önderlik iddiâsında bulunsa iddia­sı bâtıl (geçersiz) olur.

Tarîkat Hakkında Hz. Hâce Ahmed Yesevî şöyle buyurdular: Allah Teâlâ, o Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e emretti ki: “İbrahim’in doğ­ru dînine tâbi ol!” Ve yine emretti ki: “(Siz de) onun doğru dînine tâbi olunuz.” Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), kâinâttaki herkesin (ve herşeyin) önderi idiler. İbrahim'in dînine uyun demekte hik­met nedir? Cevap: Allah en iyisini bilir, hikmet odur ki, İbrâhim (a.s)’ı “atanız” diye zikretti. Oğul, ataya tâbi olur. Pekiyi, İbrâhim (a.s)’ı “atanız” diye zikretmesinin hikmeti nedir? Cevap: İbrâhim (a.s)’dan önce tarîkat verilmedi. İlk tarîkat İbrâhim (a.s)’a verildi­ği için “atanız” dedi. Haberde nakledilir ki: Ruhların aslı, Muham­med (s.a.v.)’dir ve cesedlerin aslı Âdem (a.s)’ın cesedidir. Tenler (bedenler) atası, Âdem (a.s)’ın tenidir, demişler. En iyisini bilen Allah’tır. Hz. Muhammed (a.s)’ın rûhundan önce ruh yaratılmadı ve dahi Âdem (a.s)’ın zâtından önce beden yaratılmadı. Bu sebeple Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in rûhu ruhların atası oldu. Âdem (a.s.)Tn bedeni de bedenlerin atası oldu.

Hz. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular:“Söz, fiil ve hâlleri yö­nünden, kavmi içindeki şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir. „ İşte mürîd, böyle bir şeyhe bağlansa bu uygundur. Ve böyle bir şeyh, inkârcı ve münâfıklara doğru yolu göstermek için kerâmet gösterse bu câiz olur.

Şeyhle mürîdin hâli şuna benzer ki, bâliğ olmamış (küçük) oğlana annesi nasıl şefkatle davranırsa, şeyh de mürîdi merhamet ve muhabbetle öyle terbiye eder.

Ahmed Yesevî’den Sûfî Muhammed Dânîşmend şöyle nakle­der: (İnsanda) kalb-i selîm olmadıkça tarîkata girmesi câiz olmaz. Her kim dört deryâdan geçse, kalb-i selîm olur: 1. Dünya deryâsı, 2. Halk deryâsı, 3. Şeytan deryâsı, 4. Nefs deryâsı. Bu deryâlar için gemi gerekir, gemisiz geçilmez.

Birinci Dünya deryasının gemisi zühd, yiyeceği kanâat, âlimi (veya bilgisi) horlanıp küçümsenmek, gemisinin demiri sabırdır.

İkinci Halk deryâsı, onun gemisi ümîdi kesmek ve uzlet, gemi demiri ayrılık, oturuşu halvettir (yalnızlık).

Üçüncü Şeytan deryâsının gemisi zikir, yiyeceği tesbîh, demi­ri korku ve ümit, oturuşu muhabbettir.

Dördüncü Nefs deryâsı, gemisi açlık ve susuzluk, yiyeceği aşk, demiri zevk, oturuşu şevktir. İşte bu deryâlardan geçen kimse tarîkat yoluna lâyık olup kalb-i selîm elde eder.

Hz. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular: Tarîkat, benim fiillerim; yani yaptığım işlerdir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.) gecelerde aslâ uyu­mazlardı. Zikir ve tesbîhten bir ân bile uzak kalmazlardı. Sadece gündüz öğle vaktinde kaylûle uykusu yaparlardı. Yemeği az yerdiler.

“Göz uyur ve gönül uyumaz”.

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular: “Gözlerim uyur ama kalbim uyumaz. „ Yani, göz uyur ve gönül uyumaz.

Hz. Dâvûd (a.s.) Hakk (c.c.)’a yalvarıp dedi ki: İlâhî! Dün­yâda sultan denen kulların var ve onların hazîneleri var. Pekiyi, senin hazînen nerdedir? Mevlâ azze ve celle’den fermân geldi: “Ey Dâvûd! Benim hazînem, mü’min kullarımın gönülleridir. Dünyâ­da sultan denen kullarım hazînelerine zaman zaman bakarlar. Yâ Dâvûd! Ben o gönül hazîneme hergün üçyüz altmış kere bakarım”. Binâenaleyh, bu özellikteki gönül belki Kâ’be’den daha üstün olur, onun için Kâ’be’yi Hz. İbrâhim binâ etti, gönlü ise Rabbü’l-Celîl binâ etti. Bu görünen Kâ’be’ye tüm yaratıklar nazar eder ama gön­le (sadece) Hak Teâlâ nazar eder.

İşte o önder (şeyh) ki, bu özellikteki gönül âlemini açsa ve yetmiş makâmdan geçse, onun şeyhlik yapması kabûl edilir. Eğer bu özellik olmadan önder olsa yalancıdır. Böyle şeyhten sakınmak gerekir. Gönül âlemi açılmış olan bir mürşîd-i kâmilin nazarı müri­din üzerine düşse, o mürîd bayılıp yıkılır.

Şeyh Ahmed Yesevî nakleder ki: Yetmiş makâmın ilmini bil­mek gerek, ondan sonra Mevlâ azze ve celle’den yardım gelirse (yüksek) makâma ulaşır.

SûfîMuhammed Dânîşmend der ki: Keşfu’l-kubûr (kabrin için­dekileri görmek) ve keşfu’l-kulûb (kalbin içindekileri görmek) bu makâmlar cümlesindendir. Bunlar (diğer makâmlardan) daha küçük olanlardır. Bu kıyâs ile (bu şekilde), bir kimse yetmiş makâmdan geçse, sonra şeyhlik makâmına oturup mürîd edinmesi, zarûret hâlinde adak alması ve ihtiyaç hallerinde velîlik hâli makâmından haber vermesi ve (kerâmet) göstermesi câiz olur ve kabul edilir. Böyle yetmiş makâmdan geçmeden ve gönül âlemini açmadan bir şeyh mürîd edinse ve (şeyh gibi) davransa bu câiz olmaz.

Hakîkat Hakkında Hazret Sultan Ahmed Yesevî dedi ki: Hakîkat, gönülle amel etmektir. Hz. Rasûlullah (s.a.v.), “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”M âyetinden korkup, “Hanîf olarak (Doğru yola yönelerek) İbrahim’in dînine uy”85 âyeti ile amel etti. (Hakk’a) mi’racı buldu, yetmiş bin makâmdan geçti ve Hz. Rasû­lullah (s.a.v.)’e yetmiş makâmda âyet geldi. (Hakk Teâlâ) yetmiş bin hicâbı, yetmiş makâm içine koydu. Yetmiş makâmı da yedi yakîn (kesin ve gerçek bilgi) içine koydu. Bunlar isme’l-yakîn, resme’l-yakîn, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn, hakîkat-ı hakka’l-yakîn ve Hakk-ı Hakka’l-yakîndir. Bu yedi yakîni de mücâhede (çaba ve çile) ile koydu. Mücâhedeyi de HakTeâlâ’nın inâyeti (lütfü ve yardımı) içine koydu.

Allah Teâlâ’nın kelâmı: “Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz,, diye fermân gelince Hz. Rasûlullah (s.a.v.) Hz. Mevlâ azze ve celle’den inâyet dileyip mücâhede etti. Yetmiş bin makâmı geçti, hakîkata girdi ve onun varlığını gördü. Gönül mi’racı yaptı. Beden miracı da ondan haber verir. Bilesin ki, Hz. Hz. Rasûlullah (s.a.v.), miracda Rabbu’l-izzet’e varıncaya kadar elli mertebe aştı.

1.               Akıl, 2. O’nun (Hakk Teâlâ) varlığını bilmek, 3. O’nun (Hakk Teâlâ) kâinâttan önce var olduğunu bilmek, 4. O’nun (Hakk Teâlâ) bâkî olduğunu ve yok olmayacağını bilmek, 5. O’nun (Hakk Teâlâ) Diri olduğunu ve ölmeyeceğini bilmek, 6. O’nun (HakkTeâlâ) Âlim olduğunu bilmek, 7. O’nun (Hakk Teâlâ) Kâdir olduğunu bil­mek, 8. O’nun (HakkTeâlâ) İşitici olduğunu bilmek, 9. O’nun (Hakk Teâlâ) Görücü olduğunu bilmek, 10. O’nun (Hakk Teâlâ) Dilediğini bilmek, 11. O’nun (Hakk Teâlâ) Fâil (iş yapan) olduğunu bilmek, (12. metinde eksik), 13. Emredici olduğunu bilmek, 14. Benzerinin olmadığını bilmek, 15. Doğurmadığını ve doğurulmadığını bilmek, 16. O’nun (Hakk Teâlâ) yerine geçecek birşeyin olmadığını bilmek, 17. Hikmet sâhibi olduğunu bilmek, 18. Doğru sözlü (samîmî) ol­duğunu bilmek, 19. Hiçbir şeye ihtiyacının olmadığını bilmek, 20. Peygamberler gönderdiğini bilmek, 21. Kalpleri ülfet ettirdiğini söyleyen olduğunu bilmek, (22. metinde eksik) 23. Kabirlerden di­riltenin O olduğunu bilmek, 24. O’nun, iyilik yapanları fiillerinden dolayı sevdiğini bilmek, 25. Kulların günâhlarını affettiğini bilmek, 26. Âdil olduğunu bilmek, Tl. Niyet, 28. Sabır, 29. Yakîn, 30. Havf, 31. Recâ, 32. Hayâ, 33. Hilm, 34. Şerh (Kalbin Açılması), 35. Tas­dik, 36. îtikad, 37. İhlâs, 38. İstiâne (Yardım İsteme), 39. Temkin, 40. Kabûl, 41. Tevekkül, 42. Tefviz (İşleri Allah’a Havâle Edip Râzı Olma), 43. Zühd, 44. Nasihat, 45. Şefkat, 46. Velâyet, 47. İlim, 48. Kerâmet 49. Rahmet (50. metinde eksik) (mertebeleridir)

(Hz. Rasûlullah) bu mertebeleri aşınca niyetine ve maksa­dına ulaştı. Hak Teâlâ’dan tüm ikramları gördü. Öyle ki gönül ve gönül sâhibi Hz. Rasûlullah (s.a.v.) için hiç bir perde kalmadı. Lütuf ve şevk yakınlığı ile Hakk’a iki yay mesâfesinden daha yakın oldu. Bu, (vuslata) eren önceki mutasavvıfların görüşüdür.

SultânüT-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî (rahimehullah)’dan Sûfî Muhammed Dânîşmend, nakleder ki: Mukarreb olup Hakk’a yakın­lık makâmında duran kişi, Hak Teâlâ’nın cemâli ile müşerref olur. Nitekim Hz. Rasûlullah (s.a.v.): “Gönül gözümle cemâli müşahede ettim,, dedi ve beden (baş) gözüyle görmedim, dedi.

Ama inkârcı ve münâfıklar şöyle dediler: (Böyle) mi’rac na­sıl olur, yedi kat göğü bir saatte kat etmek, O’nun ilginçliklerini görmek, Cennet’i seyredip ilginç yerlerinde dolaşmak, ayrıca Arş, Kürsî, Levh ve kalemi görmek, O’nunla vâsıtasız doksan bin kelâm konuşmak ve kurbet makâmında durup cemâl-i İlâhîyi müşâhede eylemek, bu işler imkânsızdır, dediler.

“Hakîkatla yürüyorum” deyip iddiâ edenler ve “Hakk’a yakın şeyh” diye adlandırılan kimseler, bu hakîkat konusunda anlatılan yetmiş makâmı geçip, yetmiş bin perdeyi aşıp hakîkata girse ve Rasûlullah (s.a.v.)’in gördüklerini görseler, (o zaman) mânevî hâl­leri düzgün ve iddiâları doğru olur. Hakk’a yakınlık ve şeyhlik onla­ra câiz olur. Ama hakîkat konusunda anlatılan yetmiş makâmı geç­meden, yetmiş bin perdeyi aşmadan ve Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in gördüklerini görmeden, bir kimse “ben Hakk’a ulaşıyorum” diye iddiâda bulunsa, iddiâsı yalan, kendisi yalancı ve Tanrı’ya düşman olur. Nitekim buyurdular: “Yalancı, Allah’ın düşmanıdır.,, Nebîyy-i zîşan (s.a.v.) buyurdu: “Her iddianın bir mânâsı (içeriği ve özü) vardır. Mânâsı olan kişi doğru, olmayan ise yalancıdır. İnsanlara öyle bir zaman gelecek ki iddiâ çok ama mânâ (ve mâneviyât) az olacak. Kim bir şeyi iddiâ eder ama karşılığını bulundurmazsa, o yalancıdır.,, (Rasûlullah doğru söyledi.)

Ey Dervîş! Şeyhlik dâvâsında bulunan kimsenin, kırk yıl bir mürşîd-i kâmilin hizmetinde bulunmuş, çile çekip ondan icâzet al­mış olması gerekir. (Aksi takdirde) onun mürîd edinmesi ve hediye alması haram ve bâtıldır. Şerîata aykırı iş yapan kişi dinden çıkar, tarîkata aykırı iş yapan da merdûd olur, reddedilir. Ve her kim tevbe etmeden dünyâdan göçerse Cehennem’de azap görür. Bundan Allah’a sığınırız.

Hikâye: Günlerden bir gün Şeytan aleyhil-la’ne (Allah’ın la­neti ona) , Hızır (a.s)’a dedi ki: “Bilesin ki, ben mü’minlere günâ­hı kolaylaştırırım, namazı terketmek, dînen suç istemek ve dün­yevî arzulara heves gibi konulara onları teşvik eder özendiririm. Kalplerini bozarım ama onlar kendilerini başkalarına sâlih, zâhid ve müslüman olarak gösterirler. Hakîkatta Mevlâ Teâlâ katında münâfık olurlar, benim arzum da hâsıl olur”. Hızır (a.s.) dedi ki: Bu sözleri Şeytan’dan işittim ve Rasûlullah (s.a.v.)’e söyleyince efendimiz çok ağladılar ve şöyle buyurdular: “Ey Hızır (a.s)! Bunun çâresi şudur: O mel‘ün kul, mü’minin gönlüne bozuk düşüncele­ri salar. Mü’min sünnet ve farz namaz arasında kelime-i temcîdi (La Havle Vela Kuvvete İlla Billahi çok okusun. Ardından şu duâyı okusun: “Ey Allah’ım! Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlullâh kelâmı hürmetine, şirk, nifak ve bedbahtlığın saadete galip gel­mesi hâllerinden sana sığınırım. Müşrikler beğenmese de, (Allah Teâlâ (c.c.), Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’i), bütün dinlerden üstün kıl­mak üzere hidâyet ve hak din ile gönderdi.”

Bunun (vesvesenin) mânâsı şudur: Şeytan, namaz içinde ves­vese verse, namaz kılanın gönlü istikrarsız olup birçok şeyi düşünür, rükû, secde, teşbihler ve namazın tüm şartlarını yerine getiremez, riyâdan daha beter bir yola sapar ve tüm tâatı geçersiz olur. İşte namaz kılan kişiyi böyle bir hâl kuşatırsa şu kelime-i temcidi çok okusun: Allahım! Bizi koru, utandırma, riyâdan ve hevâya uymak­tan koru, rızân ve rahmetinle hâlis olarak tâatma muvaffak eyle, ey merhametlilerin en merhametlisi.

Hakîkat Önderleri:

Hakikat önderleri ise Hakk’a yakın olan ârifler ve şeyhlerdir. Hakk’a yakın olan ârif kullar ve şeyhler, hakîkaten Allah’tan baş­ka herşeyden vazgeçip gönüllerini sırra ulaştırırlarsa maksadlarına erişip hakikat yolundan sapmazlar. Onlara tâbi olanlar da sapmaz­lar. Eğer bu şartlar içinde bulunmazlarsa hakikat yolundan sapıp gâye ve maksada ulaşamazlar.

Yesevîlik te Fakr

Fakr konusuna Menbau’l-Ebhâr kitabında özel bir yer veren Hazînî, Hz. Rasûlullah’tan “El-fakrü mâlî ve’l-fukarâ ‘i lyâlî” kudsî hadisini nakleder. Hazînî, bu hadisi “Akıl katında mal ile kastedi­lenin mendûb (= iyi görülen) ve mahbûb (= güzel bulunan), lyâl ile kastedilenin ise mergûb (= beğenilen) ve matlûb (= istenilen) ol­ması uygun ve mümkündür.” sözleriyle açıklamağa çalışır ve ardın­dan ”El-fakrü fahrî ve ene eftehiru bihi” hadisini de kaydedip “Ne güzel fakr dereceleri ve ne güzel gönlü uyanık Allah fukarasının makâmları” diyerek fakrı ve Allah fukarâlarını över.

“Fakr Hz. Rasûlullah’m, o yollar kılavuzunun övüncüdür. Fakr her durumda istiğna (= Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamak)dır. Fakr ihtiyaç ve zaruret içinde bulunmak değildir. Fakr yoksul olmak ve eğilip bükülmek (= i’vicâc) değildir. Fakr eski hırka giymeye arzu duymak değildir. Fakr, doğrusu şu ki, bunla­rın hepsinin birleşimidir. Fakr Allah’tan gayrı her şeyi silip gider­mektir. Fakr dilencinin sandığı durum da değildir. Fakr dilenci­lik etmekten uzak durmaktır. Yüce Allah bu yüzden “Fakr benim malimdir’ demiştir. Fakr eri eğer dilencilik ederse ‘Bu nasıl fakr eri?’ deme; her güç iş fakr yanında kolay sayılır. Fakr, sahibinden inkisar (= güçsüzlük, yetersizlik) ister, inkisar için ise ihtiyar (= Al­lah’ın kendisi için istediğini ister, seçtiğini seçer, yeter bulduğunu yeter bulur hâle gelmek) arzu etmek gerekir. ”

Hazînî, Fakr konusuna getirdiği bu açıklamadan sonra, Bâyezîd-i Bistâmî ile ilgili şu rivayeti aktarır:

Şeyh Bâyezîd Bistâmî, Yüce Tanrı’ya: “Ey Rabbim! Katında değerli olan nedir ki Bâyezîd kulun onu yanında getirsin? “ diye sormuş, Tanrı da “Ey Tayfur! Üç değerli şey benim hâzinemde yok­tur, eğer sen getirebilirsen candan alıcısı olurum. “ diyerek cevap vermiş. Bu cevap karşısında şaşırıp kalan, ne diyeceğini bileme­yen Bâyezîd bir süre hayret ve düşünce ummanının derinliklerine daldıktan sonra: “Ey hayrete düşenlere kılavuzluk eden Tanrım! Senin hâzinende eksik olmaz, değerli ne varsa hepsi mevcuttur. “ demiş. 0 gücüne güç yetmez bağışlayıcı Tanrı bunun üzerine: “Evet öyledir, ama istek ve dilek (= niyâz ü îsâr) mücevheri, güçsüzlük ve yetersizlik (= acz ü inkisâr) incisi ve yalvararak isteme ve bağış­lanmayı dileme (= tazarru’ u i’tizâr) takısı hâzinemde bulunmaz. Seçme mücevherler pazarına getirip işe yaramaz sayılmaması için bu incileri ete geçirmeye özge dalgıç, bu cevherleri işlemeye uz­man hakkâk gerek, “demiş.

Hazînî, Hak Teâlâ katında değerli sayılan bu üç mücevherin (niyâz ü îsâr, acz ü inkisâr, tazarru’ u i’tizâr) -meskenet kelimesini de fakr anlamında kullanarakfakr ile elde edileceğini dile getirir.

Ahmed-i Yesevî’nin, Fakr-nâme isimli sülük risalesinde fakr (ve meskenet) konusunda yazdıklarını şöyle aktarır:

“Mürîd eğer toplumun ileri gelenlerinden olursa, mücâhede ve riyâzât eserlerinden ne kadar yüksek kerâmetler elde etmiş ve yüce makâmlara erişmiş olursa olsun, o kişi bu durumuna güvenmemelidir. Zillet (= nefsini hor görmek; hor görülmek, aşağılan­mak) için boynuna zenbil astırıp kendi gibi olanların kapısına gön­dermek, dilencilik ettirmek gerek. Eğer bunu yapmaktan sevinç ya da nefret duymazsa mürşîdlik etmesi ve kendisine halifelik yetkisi verilmesi yerinde olur, aksi takdirde doğru olmaz. “

Hazînî, Ahmed Yesevî’nin fakr hakkındaki bu sözlerini aktar­dıktan sonra, birçok maneviyat ulusu (= veli ve mürşîd)nun, inki­sar ve i’tizâr hâllerini korumak için dilencilik yolunu seçtiklerini, çünkü fakr kitabının başlangıcının ve girişinin ilk sözlerinin fena (= yokluk, hiçlik), hâl sahiplerinin dilenciliklerinin ise olgunluğun son noktası, Hak’la birlikte olma (= ermişlik) makâmı olduğunu söyler, hemen arkasından, “Olgunlaştırıcı olgun kimse(= kâmil-i mükemmil)nin dilencilik etmesi helâl; eğer şeyhi görevlendirmemişse, kendisinden mertebece aşağıda bulunanların dilencilik et­meleri ise haram ve günahtır. “ şeklinde bir yargı ekler. Hazînî, bu hükmünü Ebû Hüreyre’den rivayet edilmiş fakr ve dilencilik konu­sundaki bir hadis ile destekler:

“Hz. Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Rasûlul­lah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ‘Cennetin sultanları, dünyada bir topluluğun içine girmek istediğinde izin verilmeyen, bir kadınla nikâhlanmak istediğinde kabul edilmeyen, konuştuğunda kimsenin kulak vermediği, boş ve saçma sayarak sözlerini kendisinden başka kimsenin dinlemediği saçları karmakarışık, üstlerinde kat kat ya­malı hırka bulunanlardır. Bu dilencilerin fakrı yeryüzündeki bütün insanlara bölüştürülse ışığının genişliği hepsini kaplamaya yeter, belki de yeryüzüne fazla gelir. ”

Hazînî bu hadisten sonra parantez içine alınmış açıklamayı getirerek fakr ile ilgili bir de âyeti verir: “Dilenciyi incitme, (çün­kü onu Hakîm ve Kadîr olan Hak göndermiştir, Hak gezdirir) ve Hak Teâlâ’nm vermiş olduğu nimetlere şükr eyle.86 El açanı hor görme, yakınlık göster; dilenciye bağışta bulun, ahilik et. Bu da, sayısız ni­met bağışlayıcı Hz. Allah’ın bağışladığı nimetlere karşı şükürdür.”

Özellikle el açıp isteyene yapılacak bağışın Hakk’ın nimet­lerine karşı şükür olduğu yolundaki yorum, ardından daha ileri bir yorumla pekiştirilir: “Cömertliğini dilenciden esirgeyen, sahip ol­duğu nimet ve bolluğun şükrünü esirgemiş olur: bu da elden uçup gitmesine yol açar... ’,S7

Dîvân-ı Hikmet’in Kazan baskısı ve Taşkent taşbasmalarının mukaddimesinde Fakr-nâme olarak adlandırılan ve Ahmed Ye­sevî’nin tarîkat âdâbını şematik olarak özetleyen bir risale de var­dır.

Yesevîlik Yolunun Dört Kapı Kırk Makamı

Fakr-nâme’ye göre Yesevîlik yolu dört kapı ve her kapıda on adet olmak üzere toplam kırk makâmdan oluşur yani, Yesevîyye dört kapıdan geçilerek ulaşılan kırk makâmdan ibarettir. Bu dört kapı ve bu kapılardan dâhil olunan makâmlar şöyle sıralanır:88

I.Kapı: Şeriattır ki, içerdiği on makâm şunlardır: Hak Teâlâ’nın varlığına, birliğine, Zât’ına ve sıfatlarına iman; Namaz kılmak; Oruç tutmak; Zekât vermek, Hacc yapmak; Mülayim (yu­muşak söz) söylemek, İlim öğrenmek, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in sün­netlerini eksiksiz uygulamak; Emr-i bil-ma’ruf ve Nehy-i anil-münkeri eksiksiz yerine getirmek.

2.               Kapı: Tarîkattır ki, içerdiği on makâm şunlardır: Pîr huzu­runda tevbe eylemek ve biat alarak tarîkata girmek; Havf ve recâ (Allah’ın gazabından korku ve rahmetinden ümid) arasında yaşar olmak; tarîkatın evrâdını vaktinde ve eksiksiz yerine getirmek; Pîrin hizmetinde olmak, Pîrin huzurunda icâzet (izin) almadan ko­nuşmamak; Pîr’in uyarı ve nasihatlerine kulak vermek; izni ile konuşmak); mâsivâdan tecrid olmak (Allah rızasından gayrısından uzak durmak) ; tefrid olmak (Allah’ın huzurunda olma şuuruna var­maktır.

3.               Kapı: Marifettir ki, içerdiği on makâm şunlardır: Fenâfillahı hedef almak; Dervişliğe razı olmak, Halkın ezasına tahammül eylemek, Helâl ve temiz lokma talebinde olmak; Hakk’ın marife­tine müşteri olmak; Şeriat ve tarîkatın değerini bilmek; Dünyayı terk eylemek, Âhireti tercih eylemek seçmek; Varlığın mahiyetin­den haberdâr olmak, Hakikatin sırlana vâkıf olmak...

4.               Kapı: Hakikattir ki, Hakk Teala yolunda olmak; Helâl ve haramı, iyi ve kötüyü bilmek; Haram lokmaya el değdirmemek; Yiyeceğini Hakk yolunda sebil eylemek; Kimseye eziyet vermemek; Fakirliğin münkiri olmamak; tarîkattaki seyr ü sülûkunda azimli ve sâdık olmak; mürşîdinden başka herkesle sırrını paylaşmamak; Şe­riat, tarîkat, marifet ve hakikat makâmlarının farkını bilerek amel işlemek; ve nihayet Hakk’a vuslat ile seyr-i fillahta karar kılmaktır.

Yesevî Dervişinin Görevleri

Yesevî şeyhleri derler ki: Dervîş üç şeyi sürekli vird edinme­lidir:

Birincisi açlık ve susuzluk, İkincisi uykusuzluk, üçüncüsü zikr-i hafî yani kalp ile zikir. Bu üçünü beraberce yapmak gerekir. Eğer biri eksik olsa dervîş murâdına erişemez. Yani oruç gününü bu şekilde geçirmek gerekir.

Önce, günde bir lokmanın yarısını yemek ve zikirden bir an bile uzak kalmamak için bir gece gündüz uykusuz kalmak gerekir.

Bu bir gece gündüz uyanık kalmadan sonra, üç günde bir lok­ma taâm yeyip üç gece gündüz uyumaz ve zikirden gâfil kalmaz. Bu üç gün uykusuzluktan sonra kötü ruhlar görünmeye başlar. Mürîd onlara hiç iltifât etmemeli.

Sonra beş günde bir lokma yemek yeyip beş gün uyumaz. Sonra gönlünün toz, bulanıklık ve zulmeti görünmeye başlar.

Sonra her yedi günde bir lokma taâm yeyip yedi gece gündüz uyumaz, göz açıp kapayıncaya kadar bile zikirden gâfil olmaz. Bun­dan sonra keşfu’l-kulûb (kalpleri okuma) makâmı açılır.

Sonra bu usûl ile dokuz gece gündüz uykusuz kalır. Bundan sonra keşfu’l-kubûr (kabrin içindekileri görme) makâmı açılır.

Sonra onbir gece gündüz uykusuz kalır, keşf-i ervâh-ı tayyibe (iyi ruhları görme) makâmı açılır.

Sonra onüç günde bir lokma taâm yeyip gece gündüz uykusuz kalsa, keşfu’l-melâike (melekleri görme) makâmı açılır.

Sonra onbeş gece gündüzde bir lokma taâm yeyip gece gün­düz uykusuz kalsa, keşf-i zü’l-celâl (HakTeâlâ’yı müşâhede) açılıp murâdı hâsıl olur. Eğer böyle onbeş günde maksadı hâsıl olmasa, kırk günde hâsıl olur. Eğer kırk günde hâsıl olmasa altmış günde el­bette hâsıl olur. Eğer bunda da hâsıl olmasa üçyüz altmış gün gece böyle (perhiz) yapmalıdır.

Eğer (yine) murâdı hâsıl olmazsa, kendi kusurudur. Kendi ku­suruna bakıp tevbe istiğfâr edip duâ ve yalvarış ile meşgul olmalı­dır. Ama HakTeâlâ’nın vaadinden ümitli olmak gerekir ki: Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz89. Eğer bu dünyada hâsıl olmasa âhirette hâsıl olur deyip korku ve ümit içinde itâat ve ibâdetle meşgul olur.

Şeyh Muzaffer Deryâî şöyle dedi: “Yedi yıl Hâce Hızır (a.s)’ın sohbetinde bulundum. Gavsların Gavsı, Hızır (a.s.), İlyâs (a.s.) ve Kutub başta olmak üzere tüm gayb erenler, abdâllar ve evtâdlar hepsi şöyle deyip duâ ediyorlardı: “İlâhî! Emrini tutmayan, tâat ve ibâdet etmeyen, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetine uymayan, günah ve fesad içinde yürüyen kullarına hidâyet ve tevbe nasîb eyle!,, Yine şöyle duâ ediyorlardı: “İlâhî! Belâ, sıkıntı ve türlü ezi­yetlerle mübtelâ olan kullarına acıyıp eziyetlerini def et! ” Ve onların duâları kabul olup yoldan sapmış olanlar doğru yolu bulu­yorlardı.” İşte ey dervîş! Bil ki, tüm peygamberler, velîler, yaşayan, ölmüş, gâib ve hâzır tüm seçkin kullar duâ ile meşgul imişler. Bu konudan Hz. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle haber verir: “Sâlihler olma­saydı, zâlimler helâk olurdu.”

Zühd

Mir’âtüTKulûb’un nakline göre Hz. Pîr Haşan Basrî (rahimehullah) der ki: SultanüTÂrifîn Bâyezîd Bistâmî’ye kadar tüm şeyh­ler altmış günde bir lokma yemek yerler, bu altmış gece gündüzde uyumazlardı. Hakk Teâlâ’yı (c.c.) zikredip göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa zikirden ayrı kalmazlar, sonra gönül âlemleri açı­lırdı. Şeyh Bâyezîd Bistâmî’den Hâce Ahmed Yesevî’ye kadar diğer şeyhler kırk günde bir lokma yemek yediler ve kırk gece gündüz uyumadılar. Uyuyup zikirden uzak kalmadılar. Sonra gönül âlemleri açıldı. Hakîm Süleyman (k.s) kırk gün böyle yaptı. Mahmûd Hâce, yirmidokuz gün ve Zengî Ata, ondokuz gün böyle yaptılar.

Şeyh Kimdir?

Yesevî mürşîdlerinden İshâkAta’nın eseri Hadîkâtü’l-ârifîn’de şeyhlik, “halkı Hakk’a davet etmek”, “bütün insanlara şefkatli ol­mak” olarak tarif edilir. Mir’âtü’l-Kulûb’a göre Sultânü’l-ârifîn Ah­med Yesevî der ki: (Bir kişi) yetmiş makâmdan geçmeden şeyhlik iddiasında bulunsa o hemen kâfir olur. Sadr Ata Risâlesi’nde nakle­dilir ki: Bir kişi gönül âlemi açılmadan Gavs ve Gavslar, Hızır (a.s.) ve İlyâs (a.s.) başta olmak üzere gayb erenleri ile sohbet etmeden ve onlardan icâzet almadan şeyhlik iddiâsında bulunsa yalancı, bidatçı ve Şeytan’dır, demişler.

Eğer bir kimse bu adı geçen gayb erenleri ve ruhlarından icâzet alıp şeyhlik makâmında mürîd ve dostlarıyla halvete otursa, böyle şeyhi gayb erenler terbiye edip tarîkatı öğretirler ve ona yardımcı olurlar. Ayrıca mürîd ve dostları da bu halvetten vecd ve feyz elde ederler. Bu hâle sekr makâmı derler. O makâmda sâlike bazı şeyler zuhûr eder. Gayb makâmından ne gelse buna tecellî eder veya şeyh denen kişi mürîdin üçyüz altmış damarından han­gisinin râzı, hangisinin râzı olmadığına vâkıf olur. İşte, şeyh denen kimse mürîdi terbiye edip murâdına ulaştırabiliyorsa, onun mürîd edinmesi câiz ve uygun olur. Eğer mürîdi maksada ulaştıramıyorsa, mürîd edinmesi câiz olmaz. Kıyâmet gününde hesap yerinde cevap vermesi gerekir. (Şeyhlik yapması câiz) ve helâl olsa hesap; haram olsa azap görmesi gerekir. Ama gönül âlemi açılsa ve yetmiş makâma ulaşsa, o gönül Mevlâ azze ve celle’nin nazar ettiği yer olur.

Hadîkâtü’l-ârifîn’de Ahmed Yesevî’nin şöyle dediği aktarılır: “Şeyh Hızır gibi, mürîd de Mûsâ (a.s) gibi olmalıdır. Şeyh ne emretse mürîd o emri yerinme getirme konusunda sabretmelidir. ”

Velâyet Nedir?

Velînin, velî olduğunu bilip bilemeyeceği konusunda şeyhler arasında fikir ayrılığı vardır. Bazıları: Velî olduğunu bilebilir, der. Bazıları ise: Bilemez, der. Zîrâ şu hadis buna delâlet eder: “Kubbe­lerimin altında öyle velîlerim vardır ki, onları benden başkası bile­mez.,, Alâmet olunca (kendisinin) velî olduğunu bilebilir. Bazıları, dokuz, bazıları kırk, bazıları yedi ve bazıları da üç alâmet ile velî olduğunu bilebilir dediler. Eğer alâmet üçten az olursa o kişi velî olamaz. Birincisi, o kişide dünya sevgisi olmamalıdır. İkincisi, açlık ve susuzlukla nefsini öldürmüş olması gerekir. Üçüncüsü geceleri uyanık olması gerekir.

Az yemek, çok kanâat etmek, az uyumak, çok uykusuz kal­mak, az konuşmak, çok zikretmek ve diri (aktif) olmak gibi alâmet­ler bir kişide olsa, ümid edilir ki o velîlerdendir. Şeyh diye adlandı­rılan ve tarîkat yolunda yürüyoruz diye iddiâ edenler, (eğer) yetmiş makâmdan geçip, gönül âlemlerini açıp, gayb erenler, şeyhler ve ruhlardan icâzet alırlar ve tarîkatta iddiaları doğru olursa, şeyhlik makâmına oturmaları câiz olur.

Baba [Mâçîn] Risalesi’nde şöyle derler: Şerîat, tarîkat ve hakîkat sâhibi diye adlandırılan kimselere gereken, doğru yoldan sapıp yolunu kaybeden sohbet (tartışma) ehlini doğru yola getir­mek için teşvik edip onlara tevbe tavsiye etmektir. Şeyh, o yolunu kaybetmiş insan için hidâyet diler, üç gün üç gece onun için duâ eder. Eğer bu süre içinde doğru yola girmezse beş gün riyâzât ve çile çekmesi gerekir. Eğer beş günde de tevbe etmezse yedi gün böyle yapması gerekir. Bu kıyas ile kırk güne kadar çile çekip yan­lış yolda olanları doğru yola getirmelidir ki şeyhlik onun için câiz olsun.

Sohbet

Sûfî Muhammed Dânîşmend, Hz. Pîr Haşan Basrî’den nakle­der: Sohbet üc türlü olur: Birincisi kîl u kâl ile şerîat konusunda; İkincisi hâl, velîlik, himmet ve olgunluk ile tarîkat konusunda; üçüncüsü sır (gönül) ve hâl ile hakîkat konusunda sohbet. Binâena­leyh şerîat, tarîkat ve hakîkat sahibi olanlara gereken şey, tevâzû ile riyâzât (perhiz) ve çile çekip duâ ve niyâz ederek, inkârcı, münâfık ve yoldan çıkmışları doğru yola sokmak ve tevbe ettir­mektir. Eğer tevbe etmezlerse, Allah Teâlâ tevfîk (ve hidâyet) ve­rinceye kadar sabretmektir.

SultânüT-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî derler ki: Gönül âleminin kusuru çoktur. Bulanıklıkları da şunlardır: Dünya sevgisi, hırs, hased, öfke, düşmanlık, isyan, unutkanlık, kendini beğenme, riyâ ve gösteriş yapma. Bu tür yasaklanan şeylerden biri mürîdin gönlünde bulunursa, o maksadına ulaşamaz. Mürîd olup murâdına ulaşmak isteyen, seven olup sevdiğini arayan kimseler gönül âleminin kirle­rini yok edip perhiz ile çile çekseler, ayrıca şeyh yardım ve Mevlâ Teâlâ inâyet etse, o zaman murâdları hâsıl olur.

Nûr

Eğer deseler ki: Nur kaç kısımdır? Cevap olarak de ki: Üç kısımdır. Birincisi nûr-i zât, İkincisi nûr-i sıfât, üçüncüsü nûr-i hâk (toprak nûru). Nûr-i zât, Allah Teâlâ’nın nûrudur. Nûr-i sıfât, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in nûrudur. Nûr-i hâk, insanoğlunun bu dünyada gördüğü mülk nûrudur.

Tasavvufun ‘Olmazsa Olmaz’ Gerekleri:

Yesevî âdâbına ait kaynak eserlerin yazarı olan Hazînî’ye göre, “Zikreden Allah’a vuslata giden yolda nefsini ezerek zilleti tercih eder, dervîş girdiği tasavvuf yolunda baş olma hırsını ve dün­yalık makâmları daha yolun başında ardına atmıştır.” Hazînî’nin, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr adlı risâlesinde belirttiğine göre “Sûfîlik, yani dervişlik ve şeyhlik için 4 şart gereklidir. Bunlar aslın­da bir tarîkatın varlığı için olmazsa olmazlardır; eğer biri olmazsa beklenen mutluluk elde edilemez.” diyen Ahmed Yesevî’ye göre mübtediler mürûru, mutavassıtlar südûru ve müntehiler zuhuru dört şarta bağlıdır:84

Birinci Şart: Zaman

Yesevî’ye göre tasavvufî çalışma için ilk şart ‘zaman’dır. Ta­lipler arasında ve memleket içinde işsizlik ve ihmali gerektiren bir usanç olmaması için, zamanın ârızalarından mâsun olmak lazımdır. Hazînî, önce, ‘zaman’dan, karşı çıkıp direnenlere yöneticilerin engel olduğu, inkâr yoluna sapıp da yobazca davrananların sesi­nin güç sahiplerince susturulduğu ‘güvenli bir zamanın ( =zamân-ı âmân)’, başka deyişle ‘güvenli bir ortamın’ anlaşılması gerektiğini açıklar ve konuyu ayrıntılandırır. Söyledikleri özetle şunlardır:

“Güvenliği sağlamaya çalışmak, kötülüklerin önüne geçmek, Özellikle mürîdlere kendilerini güven içinde hissedecekleri bir za­man süreci sağlamak ve yardım etmek yönetme gücünü elde bu­lunduranlar için yerine getirilmesi kaçınılmaz bir yükümlülüktür. Hakk’a giden yolun işlerliği, bu yola düşenlerin güvenle yol al­maları, inkarcılardan incinmemeleri, kendilerine doğruluk ve iler­leme kapılarının açılması, riyâzât erlerinin dergâha gidip orada erbain ve itikâf gibi kulluk hizmetlerinde bulunabilmeleri, özetle her tarîkatin su gibi akıp gitmesi’ güvenli bir zamanda mümkün olabilir, bunun da yönetenlerce sağlanması gerekir. Bir yönetici, buyruğuyla bu gerekliği yerine getirdiğinde yönetimi altında bulu­nan yer düzene kavuşur, düzenli olur. ”

İkinci Şart: İhvan

Bir tarîkatin yaşaması için gerekli şartlardan İkincisi ihvan (= mürîd kardeşler)’dır. İhvan; Arabça ‘ahî’ kelimesinin çoğulu olarak ‘kardeşler’ demektir. Kur’an-ı Kerim’in 49. Hucurât sûresinin 10. âyetinde, (49:10) “inananların kardeş oldukları” beyan buyurulur. Tarîkatta ise din kardeşliği üzerine bir de yol kardeşliği katılmıştır ve tarîkat ehli, birbirini kardeşin ötesinde yakın sayar, saymalıdır.

“Bütün makâmâtta ve halvet ve erbainlerde şevki mucib olmak için, fakr-ü fenaya talib hakikî ihvan da bulunmalıdır. ” diyen Hazînî, ‘İhvan’ın nasıl olması, ne gibi niteliklere sahip bulunması gerektiğini de ayrıntılı olarak açıklar:

“İhvan ‘elverişli ve yaraşır (= sâlih)’, ‘edepli (= müstahyî)’ ve ‘sakalı bitmiş yetişkin (= mültehî)’ olmalı, ‘gönül bağıyla bağlı (inâbet ehli)’, ‘nefis ve kötü istek (=nefs ü hevâ) bağından kurtul­muş’, ‘iki yüzlülük ( =zerk ve riyâ) hastalığına tutulmamış’ olmak gibi temel niteliklere sahip bulunmalıdır. Mürîdlerin bir araya ge­lişleri ‘öte dünya ile ilgili bir sakınma ( =tavakku’-ı uhrevî)’ sebe­bine dayanmalı; bu yolun yolcuları sema ettiklerinde feryatları, dünya ile ilgili kazanç elde etmek amacıyla edilen feryat türün­den olmamalıdır. Sohbetleri Allah için, toplantıları ‘göz açıklığı (= intibah)’ elde etmek uğruna olmalıdır. Dervîş, sakallı ve din­dar olmalı, Hanefî mezhebine mensup bulunmalıdır. Henüz sakalı bitmemiş yaşta (= emred) olmamalı, kötü huy ve davranışlar (= nefrîn-şiâr) edinmiş bulunmamalıdır. ”

Hazînî, daha önce sıraladığı mürîd olma şartlarından özellik­le birini öne çıkararak, üzerinde ısrarla durur:

“Bir mecliste sakalı henüz bitmemiş yaşta bir oğlan (= em­red) varsa, o mecliste bulunanlar kazanç elde edemezler. Sakalı bitmiş ( = mültehî) ve din hükümlerine bağlı ( = dîn-şiâr) yoldaş iste; gönül çekici güzel isteme. ” der.

Üçüncü Şart: Mekân

Ahmed Yesevî’ye göre Salîklerde tefrika-i hatır olmamak ve evrâd ile meşgul bulunmak için evvela mekânın ma’mur olmağı lazımdı yani, tarîkat hizmetlerinin sürdürülmesi için olmazsa ol­maz bir başka şart ‘mekân’dır. Hazînî âvam90 denilen ve tasavvufî bilgiye sahip olmayan genel halk kitlesinin dervişlere rahatsızlık vermemeleri için özel mekânların gereğini şu sözlerle dile getirir:

“Mekân, havâss91 (= seçkin) kimselerin oturacakları korun­muş bir mülk, kimsenin ilişip dokunmayacağı özel bir meskendir. Burası her türlü temizlik ihtiyacını gidermek, kulluk etmenin ge­reklerini yerine getirmek için olması beklenen şeylere sahip olma­lı; içinde zikir yapılıp dualar okunmasına, tarîkat âdabının yerine getirilmesine kimse karışmamalı; yapılan her türlü kulluk çalış­maları ve gerçekleştirilen tecrübelerin devamı ile bunları yerine getirenlerin korunup gözetilmesi, toplantıların güven içinde ya­pılması, dileyen ve dilenen arasında gerçekleşen birlikteliğin bo­zulmaması için yazın ve kışın râz ve i niyaz erlerinin barınmasına elverişli olmalıdır. Mekânsızlığı elde etmek için mekân lâzımdır; nitekim Hz. Rasûlullah (s.a.v.) mescid ve mihrabı bu sebeple yap­mıştır. “

Dördüncü Şart: Rabt-ı Sultan (=Sultan Himayesi)

Son şart Hakk’a ulaşma yolundaki etkinlikler ve çalışmaların güç sahiplerinin koruma ve desteğine muhtaç bulunmasıdır. Sultan’a bağlılık da lazımdır ki, Sultan’a bağlılık, irfan sahipleri ara­sında rüçhanı mucib olur. Bundan maksat:

“Zamanın sultanının şeyhe bağlanması (mürîd olması), onun­la ilişiğinin (irtibatının) bulunmasıdır; çünkü dış dünyanın çekici­liğine kapılmış olanların inkârından, gönülleri bulanık kimselerin büyüklük taslayıp dikilmelerinin önüne geçilmesinden, nefsine sa­vaş açmışların el üstünde tutulmalarından, gönlü sırlar dünyasına açılmışların huzurlarının bozulmamasmdan, sıradan halkın rağbet göstermesinden, seçkinlerin korunup kollanmasından, yoksulların görülüp gözetilmesinden, iyilerin güçlendirilmesinden sultanlar ve hakanlar sorumludur. Hak erleri yanında, şeyhe bağlanmış sul­tanların ilgileri (= nazarları) değerlidir ve karışmaları yarar sağla­yıcıdır; uzayıp gelen silsilelerin gelişmesini sağlar, geçer akça olan tarikatların güçlenmesine yardımcı olur.

Ahmed Yesevî’ye göre, hakikî bir sûfînin riyâzet ve mücâhedeye alışması, yeme-içme ni’metinden, halvet ve şehvet ve işret­ten uzak kalması lazımdır; dünya alâyişini bırakarak, teveccüh ve murakabeyi kendisine san’at kılmalıdır ki, halis Sûfî olabilsin; bu yüzden, Yesevîyye tarîkatinde salîkler için üç türlü mücâhede ve riyâzet ta’yin edilmiştir. Onlara göre, nafile orucu üçüncü güne varırsa, bâtından gubar ve zulmet kalkar; beşinci güne varırsa, mugayyebât-ı cin ve ervah-ı tayyibe musahhar olur; altıncı güne varırsa, gönül deryalarının pınarları açılır ve akmağa başlar; eğer dokuzuncu güne varırsa, kalblerin ve kabirlerin keşfi hâsıl olur; lâ­kin bütün bu riyâzet ve mücâhedeler, şeyhin izin ve tensibiyle ol­malıdır, öyle olmazsa, fayda değil, aksine mazarrat hâsıl olur.

Mürşîdlik ve postnişinlik erkânı altıdır: 1. İlm-i din-ü yakîn, 2.Hilm-i mübîn-i metîn, 3.Sabr-ı cemîl, 4.Rıza-yı Celîl, 5.İhlâs-ı halîl, 6.Kurb-i cezil.

Tarîkat ehlinin özellikleri altıdır: 1. Ma’rifet-i Hak, 2. Sahavet-i mutlak, 3. Sıdk-ı muhakkak, 4. Yakîn-i müstağrak, 5. Tevekkül-i rızk-ı muallâk, 6. Tefekkür-i müdekkak.

Tarîkatin Vacipleri de altıdır: 1. Taleb-i sahib-kemal ve tekarrüb-i Zü’1-Celal, 2. Şevk-i visal-i La-Yezal, 3. Havf-i mülk-i bî-zeval fiTeyyamı v’el-leyal, 4. Recâ fi külli ahval, 5. Zikr ‘ale’d-devam, 6. Fikr-i tevessül-i Hayy-i Müte’al.

Tarîkatin Sünnetleri yine altıdır: 1. Cemaatla namaz, 2. Se­herlerde uyanıklık, 3. Devam-ı vuzu’, 4. Huzur-ı bi’Uah, 5. Zikr-i bi’Uah, 6. Suleha ve muktedaya itaat.

Tarîkatin Müstehabları da altıdır: 1.Sürür ve beşaşetle mi­safir gözetmek, 2. Kendi halince misafir kabul etmek, 3. Misafir ne kadar fazla durursa ganimet bilmek, 4. Misafirliği uzatmak, 5. Misafir ne isterse yapmağa çalışmak, 6. Ahmed Yesevî’ye ve şeyhe dua etmek.

Tarîkat âdâbı da kezalik altıdır: 1. İki dizi üzerine çöküp te­vazu’ ve edeble oturmak, 2 Kendisini herkesten alçak görmek, 3. Herkesi kendinden efdal görmek, 4. Cümle şeyhleri ve azîzleri bilip karşılarında sakinâne durmak, 5. Şeyhler meclisinde destursuz söz söylememek, 6. Kendi şeyhinin ve başka şeyhlerin velâyet sırlarını ve kerâmet rumuzlarını hatırasında saklamak.

Yesevîlere göre, salîklerin tarîkinin müntehası ve mücahidlerin merhalelerinin gayesi fakr yoludur. Hazînî, bu yolun meşakkatlarını şu suretle anlatıyor : “Fakr yolunda lâ yu’ad vela yuhsâ seferler olur. Ol cümle seferlerden âlem-i batın ve kişver-i gaybü’1-gayb içinde üçyüzaltmış derya ve kırkdört berzah ve perde ve hicablar açılır ve her berzah ve perde ve hicab tahtından ve zımnından ve zuhurundan kırkdört yol çıkar ve dokuz taht ve her taht üzre bir müstakil sultan-ı müteemmil emrü ferman ve hükmeder. Çün ol tahtgâh ve sultan­lardan geçilse, iki azîm kapı ve refîü’l-bünyan Bâb-ı hümayun ve der-i meymun zuhur eder ve herbir kapı ve bâb-ı hümâyûn ve der-i meymûn karşısında üç derya-yı mehîb ve ‘amik mevc urur. Bu kapı ve derya-yı mevvâcdan ‘ubur olup geçilse, nagâh bir kubbe peyda olur ve altı yol ki onsekizbin alem, ol altı yolun başında mütahayyir ve mütegayyir ve muztar kalmışlar fakr ü fena ile. İş bu menâzil ve merâhil beyâbân-i fakr ü fena ki mehip ve acîbdir; muktedasız ve kılavuzsuz sülük ve ‘ubur ve mürûr kılmak müteazzir ve muhaldir. Bu menâzili geçmeyince fakr idrak olunmaz.

Yesevîlik Uygulamaları: Yesevîyye Usulü; Âdâb ve Erkânı:

Bütün tarikatlarda olduğu gibi, Yesevîyye tarîkatinin de esas hatları bakımından diğer tasavvuf mesleklerinden farksız olmakla beraber, birtakım adabı vardır.

Yesevîyye tarîkatine giren müridin uymağa mecbur olduğu adâb on esas olarak tasnif edilmiştir:

1.              Hiç kimseyi şeyhinden efdal bilmemek ve ona mutlak su­rette teslîmiyyet göstermek lazımdır; çünkü mürşîd huzurunda bütün gün türlü türlü yemekler yemek ve geceleri uyku ile geçir­mek batın yolunu kapamaz; lâkin şeyhinden ayrılıp kendi rızası ile siyam ve kıyama kalkan, üryan ve giryan geçinen dervîşin terakki yolu kapanır.

2.              Mürîdzekîve müdrik olmalıdır ki, şeyhin rumuz ve işarâtını anlayabilsin.

3.              Şeyhin her türlü söz ve fiillerine razî ve itaat eder olmak lazımdır.

4.              Şeyhin bütün hizmetlerinde ağır-canlı değil, çevik ve ço­lak olmalıdır ki, rızası hasıl olsun; çünkü Rızau’llah onun zımnindadır.

5.               Sözünde sadık, va’dinde sağlam olmalıdır ki, şeyhin mi­zacı değişip, redde sebep olmasın ve hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, bu, hüsranı mucibdir.

6.                         Vefalı ve biat akdinde metin olmak gerekir.

7.              Mürîd, bütün mal ve mülkünü şeyhine dağıtmağa hazır olmalıdır. Batın gözü başka surette açılamaz.

8.                         Şeyhin sırlarını tutarak, bunların ifşasından sakınmalıdır.

9.              Şeyhin bütün teklif, va’z ve nasihatlarını gözönüne alıp, hiçbir vakit ihmal ve kaçamak yoluna sapmamalıdır.

10.               Visal-i İlahî için şeyh yolunda canını ve başını vermeğe hazır olmalı, dostuna dost, düşmanına düşman geçinmeli, gere­kirse, şeyhin ihtiyacını yerine getirmek için, kendisini köle gibi sattı rabilmelidir.

İntisâb: Yesevîlik’te tasavvufî eğitim intisapla başlar. Ünlü Yesevî mürşîdlerinden İsmâîl Ata’nın oğlu Hoca İshâk Ata’nın Ha­dîkâtüTârifîn’de tarif ettiği intisab töreni şu şekildedir: Şeyh, mürîd olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar. Tevbe etmesini ve Allah’a yönelmesini tavsiye ederek şu tevbe virdini üç kez okur: “Estağfirullâhe’llezî lâ ilahe illâ Hû el-Hayye’l-Kayyûm ve es’elühü’t-tevbe”. Sonra eline bir makas alır ve: “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhâ” (Kur’an-ı Kerîm, Tahrîm sûresi, 66:8) âyetini okur.93 Ardından mürîdin saçından, önce sağ, sonra sol, sonra da orta taraftan olmak üzere saçından ikişer-üçer adet keser. Sonra mürîde farz namazlara ilâve olarak nâfile namaz­larını kılmayı, günlük zikir dersi olan evrâdını aksatmadan yerine getirmesini, her konuda mürşîdinden izinsiz hareket etmemesini tavsiye eder.94

Yesevîlik teferruatına dair -fakat tarîkatin hususiyetlerini göstermek bakımından çok önemlibazı tafsilât:

“Yesevîyye tarîkında her mülakatta selam verilirken sol elin arkası yere konularak, sağ eli kendi sırtında çenber yapmak adet­tir. Dervîş, sol ayağını yere koyar, sol yüzünü de yere koyarak, sağ ayağını kurbanlık koyun gibi ökçeden uzatır. Tazarru’ ve inkisar ile Pîr’in huzurunda yüz teessürle kusurunu söyler. Nihayet Tekbîr ile Pîr yetişir ki, onun kurbanlık koyun suret ve hey’etini (mûtu kablen temûtu) [= ölmeden önce ölünüz] keyfiyetine eriştirir; nasıl ki şerî’at-i mutahhare’de büyükten küçüğe selam sünnettir, yoksa bunun aksi değil. Eğer Hazret-i Pîr, onun kusurunu söylemezse, ce­vap olarak kurban Tekbîrini tevfîr ederler. Dervîşin, pîrin Tekbir’i eda ni’metine teşekkür olarak, yine kusurlarının afvını eda eder­ken vasıflandırıldığı tarzda, sol eliyle çekilip gitmesi lazımdır; eğer elinde birşey varsa, niyâz ederek arzeder; eğer hazır birşey yoksa niyâz etmesi kafidir. Batın yolunu feth için kusurlarının afvını dile­mesi ve bu suretle, iktida ettiğinin karşısında niyâz etmesi kurb-i ilahî’yi mûcibtir. İktida ettiğinin, anun niyâzına karşılık duası ica­bete makrûndur. Sûfî-i salîk, taksir ve niyâz kapısında mukîm ve müstakim olmadıkça, icabet kapısı ve kurbet dergâhı anun yüzüne açılmaz ve onun muradı yüz göstermez; nasıl ki, Ahmed Yesevî, “Niyâz yol açar” demiştir.

Bir Başka Mürşîde İntisab: Sûfî Muhammed Dânîşmend der ki: Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî’den şöyle işittim ki: Mürîd, bir şeyhe intisâb ettikten sonra gidip başka bir şeyhe intisâb etmesi (uygun) olmaz. Ama şâyet bu şeyh (hakîkî) mürşîd değilse ve mürîdi maksada ulaştıramıyorsa, mürîd de başka şeyhe gidip hizmet etse ve o mürşîd sâyesinde murâdı hâsıl olsa bu câiz olur. Ama şeyhten izin almak gerekir.

“İcazet bir kişiye, hizmet bin kişiye... ”

Şu deyim Yesevîler arasında ünlenmiştir: “İcazet bir kişiye, hizmet bin kişiye...” Şeyhin, mürîdine emir ve tavsiyelerde bu­lunması, onu makâmdan makâma ulaştırıp yükseltmesi vâcibtir. Mürîdin de, şeyhin emrettikleriyle amel etmesi gerekir. Haberde gelir ki: “Nebi’ye yüklenen, sâdece açık-seçik duyurmaktır.,, Hz. Rasûlullah (s.a.v.), Hakk Teâlâ’nın emrini nasıl ümmetine ulaştırdıysa, şeyh de Hakk Teâlâ (c.c.) emrini mürîdlerine öyle ulaştırır ki onları (yüksek) makâma ulaştırsın. Muhammed Mustafa (s.a.v.) gece gündüz ümmeti hakkında kaygılanıp beşbin defa ağladığı gibi, şeyh olan kimse de gece gündüz yalvarıp mürîdin murâdına ulaş­masını diler. Nitekim Hakk Teâlâ fermân buyurur: Allah Teâlâ’nın kelâmı:“Her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş (sâlih amel) yapsın.,, Yani şeyhten emretmek, mürîdden yapmak; Mevlâ’dan lü­tuf, şeyhten himmet (mânevî yardım). Bunlar yerine gelirse, mürîd murâdına ulaşır.

Yine (asıl) maksada geldik. Eğer şeyh, (hakîkî) mürşîd olsa ve mürîdi maksada ulaştırsa (uygundur). Eğer mürîdi murâdına ulaştıramıyorsa şeyhlik makâmında oturması câiz olmaz. Şeyh, mürîdin elini tutsa (mürîd edinse), din için edinir. Eğer dünya için mürîd edinirse bu yanlış (ve fâsid) olur, câiz olmaz.

Ruhanî bîat: Tasavvuf tarihine bakıldığında mesafelerin uzaklığı başta olmak üzere fizikî engeller nedeni ile mürşîde ula­şıp biât alamayan talihlerin bîatının ruhânî bir kabûl ile alınabile­ceğinin örnekleri görülebilir. Ruhânî intisâbın iyi bilinen örnekleri olarak mektub ile mürşîdin bîat taleb eden mürîd adayına bîatını kabul ederek yazdığı ve zikir tarifi içeren cevâbî mektublar göste­rilebilir. Üveysîyyet denilen usûlde ise genellikle fizikî bir görüşme olmadan rüyada alınan bir bîat sözkonusu olabilir.

Son yıllarda iletişimin aldığı yeni şekillenme sonucunda mürîdlerin on-line olarak bîat aldıkları gibi seyr ü sülûklarına ışık tutan rüyalarının yorumunu da e-mail yolu ile iletip cevabını alabil­mektedirler.95 Hatta herkesin bulunduğu yerden katılımı ile on-line “Hatm-i Hâcegân” dahi düzenlendiğine tanık olunabilir.

Yesevîyye yolunda da özellikle Sovyet döneminde ateist bas­kının zirveye ulaştığı yıllarda mürşîd-mürîd ilişkileri fiziken nere­deyse imkânsız hâle getirilince, “rûhânî biat” ile talihlerin Yesevîy­ye yoluna kabul edilmeleri uygulaması geliştirilmiştir. Mürîd rûhânî yol ile intisabda doğrudan doğruya Hazret Sultan Hoca Ahmed Ye­sevî ruhâniyetine yönelerek tarikatına kabul edilmesini taleb eder ve günlük Yesevîyye evrâdını aksatmaksızın uygulayacağına dair kendi kendine söz verir. Komünizmin ağır baskı döneminde orta­ya çıkan bu uygulama sayesindedir ki Yesevîyye yolunu sürdüren münferit -ve münzevîYesevî dervişlerinin Yesevîyye mirasını gü­nümüze kadar getirebilmeleri mümkün olmuştur. Bu uygulamanın ilginç bir sonucu ise tarihen aynı merkezden çıkan ve Hâce Yusuf Hemedânî’de birleşen Yesevîyye ve Nakşbendîyye tarikatlarının tekrar iç içe geçmesi olmuştur.96

Yesevîyye Yolunda Namazla ile İlgili Tavsiyeler:

Tasavvuf yoluna girmeğe niyet eden bir kişinin günlük beş vakit namazını hiçbir şekilde ihmal edemeyeceği bilinmektedir. Günlük farz namazları dışında Yesevîyye olarak bilinen tasavvuf yoluna intisâb eden dervîşin kılması tavsiye edilen nafile namazla­rın vakitleri ve nasıl ifa edileceği hususunda kayda girmiş kurallar sözkonusudur. Mir’âtüTKulûb ve CevâhirüTEbrâr gibi Yesevîlik yo­lunun temel metinlerinde bu bahiste çok ayrıntılı bilgiler verildiği görülmektedir.97

Teheccüd Namazı: Mevlâ azze ve celle fermân buyurdu: “Ey örtünüp bürünen (Rasûlüm)! Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt.,, Yani ey Muham­med (s.a.v.)! Seni eziyet için yaratmadım. Gece ortasında itâat et. Arttırma ve (fazlalık) yapma. İşte bu fermân buyurulduktan son­ra Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) gecenin üçte birini ibâdet ile geçirmeye başladılar. “Ve seninle olanlardan bir grup”. Yani (Hak Teâlâ) o tâife ki, seninle olsa yani sana bey’at edip senin gibi amel etseler, onlar da senin gibi gecenin üçte birini uyanık durup itâatla geçirsinler diye fermân buyurunca, Rasûlullah (s.a.v.) (s.a.v.) böy­le yaptı ve ashâbına da öyle (ibâdet) yapmalarını emretti. Ashâb da öyle yaptı.

Sûfî Muhammed Dânîşmend dediler ki: Hâce Ahmed Yesevî lütfedip buyururlar: Tarîkat, kalp ile amel etmektir. Yani tarîkat, gönül ile amel etmektir ve gönül âlemi gözünü açmaktır. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) bu konudan şöyle haber verir­ler: “Allah Teâlâ’nın nur ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır. Eğer bu perdeleri açsaydı, baktığı herşey yanardı.,, Şüphesiz, Hakk Teâlâ (c.c.) azze ve celle’nin nurdan ve karanlıktan yetmiş bin hicâbı vardır. Eğer bunları açsa, gözünün nûru her nereye ulaşsa ke­sinlikle onu yakardı.

Ve (ayrıca) âlem-i kübrâ (büyük âlem) ve âlem-i suğrâ (küçük âlem) vardır. Gözle görünmeyen nesneler âlem-i kübrâdadır. Ama ehl-i tasavvufa göre, kişinin gönül âlemi açılsa onsekiz bin âlemi apaçık görür, tıpkı âlem-i suğrâda göründüğü gibi. Ama gönlü aç­mak için sert çile çekmek gerek.

SultânüT-ârifîn Ahmed Yesevî’den, Sûfî Muhammed Dânîş­mend, nakleder ki: (Bir kimsenin) şerîatı tamam olmadan tarî­kat yoluna girmesi (doğru) olmaz. (Kişi) benlikten geçip yokluğa (fena) erişse, dünyâyı terk etse, sonra tarîkata girse (caiz) olur. Nitekim Hz. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular: “Ölmeden önce ölünüz. „ (Hz. Rasûlullah doğru söyledi).

Dervîş teheccüd namazını onattı rekât olarak kısa sûreler okumak suretiyle kılmalıdır; zira uzun sûrelerle kılmak herkesin işi değildir. Teheccüd namazının her rekâtında üç adet İhlâs sûresi okunabileceği de kaydedilmiştir.

Teheccüd namazı kılındıktan sonra, iki defa kelime-i temcîd ve üç defa salâvat-ı hams okumalıdır. Bundan sonra hazin sesle ve tazarru’ ve teellümle 101 kere “Estağfiru’llah” ve beş kere de “Hasbi Rabbi Cellallah, Mafi kalbi Gayrullah” ve 5 kere istiğfar, 3 kere kelime-i istiğfar (“Estağfirullah elazîm ve etûbu ileyh...”), yüksek sesle ve kemal-i şiddetle 101 kelime-i Celal (“Allah”) oku­nur.

Sonra Zikr-i erre (Bkz. Zikr-i erre) ile iştigal olunur. Bu zik­ri öyle kuvvet ve şiddetle eda etmelidir ki, dervîş terlesin; zîra sûfîlerin anlayışına göre tarîkat cünûbü ancak bu suretle temiz­lenebilir.

Sonra eğer gecenin uzunluğu müsait ise, Yasin, MüzzemmiP, A’lâw, İnşirah100, Kadr101, Kureyş'0' sûreleri tilavet edilir.

Seher zamanında Cenab-ı Hakk’a sûz-ü güdazla münacat makbûl-i İlahî olur.

Sabah Namazının sünneti kılındıktan sonra farza başlamadan sağ yana yatılıp yüz kıbleye dönük olarak tefekkür-ü mevt yapılır. Bu esnada Tâhâ sûresinin 55.103 (20:55); Bakara sûresinin 156.104, (2:156) ve Mü’min sûresinin 12.105, (40:12) âyetleri okunur.

Hazret-i Enes (r.a.)’den rivayet edilen bir hadis-i şerife göre: “Her kim sabah namazını cemaatla kılar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar zikr ile meşgul olur ve sonra yine iki rek’at kılar­sa, bir hac ve tam umre ecri gibi ecre mazhar olur. ”

Bu sebeple, sabah namazını takiben teşbih ve tehlil ve kıra­at ve hatm ve dua ve musafahadan sonra, kemal-i niyaz ve tazar­ru’ ile iki rek’at İsrak namazı kılınır.

İşrak Namazı: İki rekâtın her rek’atmda, Fâtiha’dan sonra bes İhlâs sûresi okunur.

İstihare Namazı: Ek sûre olarak ilk rekâtte Kâfi run10b sûresi ve İkincisinde ihlâs sûresi okunması sureti ile iki rek’at Istihâre107 namazı kılınır.

Kuşluk Namazı: Dört rek’atlık kuşluk namazının ilk rekâtınJ >

da Duha, ikinci rekâtında İnşirah, ücüncü rekâtında ve dördüncü rekâtında Mu’avvezeteyn108 (Felâk sûresi + Nâs sûresi) okunur.

Öğle Namazı: Öğle (= Zuhr) namazının dört rek’atlık sün­netinde dört “Kul...” (Kafirûn, İhlâs, Felâk, Nâs sûreleri) okunur.

İkindi Namazının dört rekâtlık sünnetinde ise -ilk rek’atta dört, İkincide üç, üçüncüde iki, dördüncüde bir olmak suretiyleon Asr109 sûresi okunur.

Akşam olup ortalık kararınca, kabrin karanlık ve yalnızlığı hatırlanarak dua ve recâ edilir.

Akşam Namazı güneşin hemen batınımda kılınır.

Cıyabî Cenaze Namazı: Akşam Namazının farz ve sünneti kılındıktan sonra namaz tesbihatı yapılır. Hemen ardından son gün mağrib ile maşrık arasında ölüp de üzerilerine cenaze namazı kılınamayan mü’minler için gıyabî cenaze namazı kılınır.

Evvabîn Namazı: 2 rekâtta selam ile toplam 6 rekât nafile namaz kılınır. Sonrasında 3 kelime-i şehâdet ile 101 istiğfar oku­nur. Duadan sonra Haşruo sûresinin son iki âyeti (Huvellahüllezi...) ardından 3 İhlâs ve 1 Mu’avvizeteyn (Felâk sûresi + Nâs sûresıj okunur. 10 Kelime-i tevhid ve 10 Salâvat-ı şerife okunur; dua ile aksam namazı tamamlanır.

Yatsı Namazı sonrasında Bakara sûresinin son iki âyeti ( Amenerrasûlu...) okunur.

Vazife-i büzürgan olan beş malum sûre, her beş vakit na­mazdan sonra tilavet edilmelidir; eğer bu müyesser olmazsa bir Fatiha ve bir Âyete’l-Kürsf" ve üç İhlâs sûresi okumalıdır ki, rah­met ve mağfiret sebebi olsun.

Yesevîyye’de Zikir Uygulamaları

Sabah Namazı sonrasında, 25 “Subhanallah”, 25 “Elhamdü­lillah”, 25 “Allahuekber” ve 25 “La ilâhe llla’llah” tekrar olunur. 101 İsm-i Celal (“Allah”) çekilir ve aşk ve şevk ve heyecanla Zikr-i erre (“Allah”,“Hayy”-“Hu”) zikrine devam olunur. Zikr-i Erre’de belirli bir sayı söz konusu olmayıp bu cezbeli zikri kişi yalnız başı­na ve “Allah-Hu” lafzı ile yapıyorsa 1000-1500 kez tekrarı tavsiye edilir. Günlük İsm-i Celal (“Allah”) zikrinde 3000 ile yetinilmesi yeterli bulunmuştur. Zikr-i erre sırasında Hikmet bilen bir veya birkaç dervîsin Yesevî hikmetlerinden birisini sesti olarak okuması zikir meclisindeki feyzi, coşkuyu arttıracak ve Rabbânî zevki de­rinleştirecektir. (Bkz. Zikr-i erre)

Bundan sonra, hazz-ı nefs ile murakabe edilir ve kemal-i ta’zimle Yâsin sûresi tilâvet olunur.

Cenab-ı Hakk’a istiğfar edilir. Şeyhlerin ve abâ ve ecdâdın ruhlarına Fâtiha okunur. Meclis ehli ile musafaha edilir.

İkindi Namazı edasından sonra tevazu ve tazarru ile 71 Es­tağfurullah, 101 İsm-i Celal (“Allah”) çekilerek Zikr-i erre (“Al­lah ”, “Hayy”“Hu”)ile iştigal olunur.

Sabah ve ikindi zikirleri mescidde cemaat ile birlikte cehrî olarak icra edilirken Yesevî dervişinin şahsi zikri olan günlük ev­radını tek başına sakin ve huzurlu bir ortamda yerine getirmesi istenir.

Sabah ve ikindi namazı sonrası Yesevîlikte zikir için en bere­ketli vakitler olarak tavsiye edilmekle beraber günlük evrâd akşam namazı ile başlayan günün her saatinde yapılabilir.

Yesevîyye Dervişinin Cünlük Zikirleri : Evrâd"y

Zikre başlayacak olan Zâkir113 abdest aldıktan sonra temiz ve sâkin bir yerde, -mümkün isekıbleye yönelmiş olarak oturur. Kalbini bütün başka düşüncelerden boşaltır. Nefsini kırmak ve dün­yevî ihtiraslarını kovmak, için bir gün öleceğini, hesaba çekilece­ğini düşünür.

Allah’ın anma nimetinin kendisine nasib olmasından dolayı kalben hamd edip zikre başlar.

Niyet: “Niyet eyledim Rabb-ı Hâlık’ımın Zât-ı İlâhiyyesini zikretmeğe “ diye niyet edip zikre başlar.

Euzû Besmele114 (E’uzübillahi mineş-şeytanirracîm Bismillâhirrahmanirrahîm) ile başlanıp Kelime-i şehâdet115 (Eşhedü en Lâ ilahe llla’llah ve eşhedü enne Muhammedün-Rasûlullah) ( 3 defa okunarak) okunması suretiyle ile tecdid-i imân116 yapılır.

İstiğfar117 kelimesi (Estağfirullah) 71 defa okunur.

Fâtiha Sûresi: 1 adet okunur.

İhlâs Sûresi: 3 adet okunur.

Kelime-i Tevhid118: “Lâ ilahe İlla’Hah” 33 defa (sonuncusuna Muhammedün-Rasûlullah eklenir)

Salavât-ı şerife119: (“Allahümme salli ala Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sellim...” 33 defa tekrarlanır.

1.               Bağışlama: “Okunanlardan hâsıl olan sevâbı, öncelikle Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in, âl-i âbâ ve ashâbının, enbiyâullahm la­tif ruhlarına; sonra bütün evliyâullahm ve özellikle İbrahim Ata, Arslan Baba, Hâce Yusuf Hemedânî ile SûfîMuhammed Dânişmend, Hakîm Ata, Zengî Ata, Sadr Ata, Bedr Ata,Seyyid Ata, Gözlü Ata, HazînîAta, Ayhoca İşan ve Sultan Ahmed Aktaşî ile bugüne kadar yaşamış olan bütün Yesevîyye silsilesi mürşîdlerinin ruhlarına ve bilhassa Imam-ı Tarikat Pîr-i Yeseviyye Hazret Sultan Hâce Ahmed Yesevî’nin ruhuna armağan ettim. Vâsıl eyle ya Rabbî... Velhamdülillahi Rabbil âlemîn el-Fatiha”

Fâtiha Sûresi: 1 adet okunarak günlük zikrin giriş kısmı bi­tirilir.

Rabıta: 3-5 dakika Hz. Rasûlullah (s.a.v.) rabıtası121 yapılır. (Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in bilyeleri göz önüne getirilerek Ruhâniyyet-i Muhammedi’ye yönelerek feyz almak üzere oturulur. (Görü­nüşü gözönüne getirilmeden yalnız huzurlarında olunduğu düşünü­lerek Ruhâniyet-i Muhammedi’ye yönelmek de yeterlidir. Hangisi kolay ve huzurlu oluyor, hangisinden daha fazla feyz alınıyorsa onu tercih etmek uygundur. İlk zamanlarda rabıtaya başlamadan önce istiğfar ve salâvât okunabilir; rabıtaya alışkanlık ve yatkınlık mey­dana geldikten sonra buna gerek kalmaz.) Hz. Rasûlullah (s.a.v.) rabıtasında güçlük çekiliyorsa Ka’be-i Muazzama rabıtası yapılabi­leceği bildirilmiştir.

Rabıtanın sonunda, “İlahî ente maksûdî ve rızake matlûbî a’tmî mahabbeteke ve ma’rifeteke ve’1-vusûle fi Hazretike (= Al­lah’ım maksudum Şensin, isteğim de Senin rızandır, muhabbetini ve marifetini, Zâtı’na vuslâtı bana lütfet...) duası ile Hakk’a yönelinir.

Kelime-i Tevhid: “La ilâhe İlla’ilah” zikri çâr-darb122 usulü ile 301 defa çekilir.

Salavât-ı şerife: (“Allahümme salli ala Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sellim...” 101 defa tekrarlanır.

Kelime-i Temcid120: (La havle velâ kuvvete illâ Billah) 33 defa söylenir.

2.               Bağışlama: “Okunanlardan hâsıl olan sevâbı, öncelikle Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in, âl-i âbâ ve ashâbmın, enbiyâullahm la­tif ruhlarına; sonra bütün evliyâullahm ve özellikle Ibrahîm Ata, Arslan Baba, Hâce Yusuf Hemedânî ile SûfîMuhammed Dânîşmend, Hakîm Ata, Zengî Ata, Sadr Ata, Bedr Ata,Seyyid Ata, Gözlü Ata, HazînîAta, Ayhoca İşan ve Sultan Ahmed Aktaşî ile bugüne kadar yaşamış olan bütün Yesevîyye silsilesi mürşîdlerinin ruhlarına ve bilhassa İmam-ı Tarikat Pîr-i Yesevîyye Hazret Sultan Hâce Ahmed Yesevî’nin ruhuna armağan ettim. Vâsıl eyle ya Rabbî... Velhamdülillahi Rabbil âlemîn el-Fatiha”

Fâtiha Sûresi: 1 adet okunarak günlük zikir tamamlanır.

***

Evrâd ile İlgili Bazı Hususlar:

Yukarıda belirtilen zikir kişinin kendi özel zikri olup sabah ve ikindi namazları sonrasında cemaat ile yapılan zikir buna dahil değildir. Günlük özel zikir (evrâd) yerine getirilip silsileye armağan edildikten ve böylece zikir sona erdikten sonra Allah (c.c.)’dan vatan ve milletin ve bütün İslam beldelerinin huzur ve esenliği için yakarışta bulunulması ve Yesevî dervişinin kendi ata-babalarının ve ana-ninelerinin ruhlarının da yapılan zikirden fayda bulmaları için dua eklenmesi de mümkündür.

Olağanüstü -ve kaçınılması mümkün olmayanbir mazeret ve engel çıkarsa veya çok ağır bir hastalık hali sözkonusu ise, zikir, en az dereceye (ondabire kadar) indirilebilir. Fakat, dervişin zikrini hiç bir suretle ve sebeple tamamen kesintiye uğratmaması gerekir. Çünkü söz verilen belirli bir zikir ve virdin kesintiye uğratılması zikir feyzinin kesintiye uğratılmasına yol açar. Böyle bir kesinti sonuçta sâlikin ahdinin ortadan kalkması ve tasavvufî biatim ve silsileye intisâbım bozma tehlikesine yol açar.

Günlük evrâd bir defada okunabileceği gibi (tavsiye edilir) şartlar öyle gerektiriyorsa gün içerisinde birkaç bölüme ayrılarak da tamamlanabilir. Her Yesevî müridinin tarikat bağının deva­mı için günlük evrâdın ilk kısmını mutlaka ve mutlaka hergün ifa etmesi gerekir. Çok zorunlu hallerde günlük evrâdın ikinci kısmı yapılmayabilir. Fakat manevî seyrin ilerlemesi ve kemâle ulaşmak için günlük evrâdı tam ve düzenli olarak yerine getirmekte titiz davranılmalıdır.

Günlük Zikir uygulaması kişinin özel durumuna ve vaktine, iş ve gücüne, zaman ve imkânına uygun olarak yerine getirilmeli­dir; fazla zikir yapacağım diye uğraşılmamalıdır. Şartlarına uyarak zikri tekrarlamak, sürekli gayret ve çaba göstere göstere sonucu elde etmek gerekir. Bu sonuç, sülük mertebelerinin en yücesi olan “fenâfillah ve bekâbillah”dır. Bu mertebeye eren, bu yüce ba­samağa ulaşan gerçek anlamıyla Allah’ın velisidir, Allah dostudur. Allah ve Rasûlü’nün sevgilisidir. Mukarrebîndendir, Allah’a yakın olanlardandır.

Ruhdan gelen arzu ve özlemle olmak şartıyla, mürşîd tarafın­dan belirlenen belirli sayıda zikir görevinin özenle yerine getirilme­sinden sonra, mürîd istenilen zamanda ve yerde, (Kur’an-ı Kerîm’in tarifi ile ayakta iken, otururken, yatarken, yürürken, uyurken....) fazla zikir yapabilir ve nafile ibadet hükmündeki bu zikir aynı nûr olur. Çünkü: zikre nûr, zikirden gaflete zulmet; zikir ehline (zikir edenlere) canlı ve diri; zikirden gafillere ölü denilmiştir.

Günümüzde bazı insanların merak güdüsü ile edindikleri ta­savvufî kitaplarda yer alan zikir tariflerinden yola çıkarak tekbaşlarına çok fazla sayıda zikirleri yapma çabasına girdikleri ve bunun sonunda bazı manevî sıkıntılara düştükleri bilinmektedir. Bu aşırı miktardaki zikir bir de yine bilinçsiz ve kontrolsüz bir şekilde riyâzet uygulamaları (yemek ve uykuyu azaltmak) ile birleştirildiğinde -nâdir de olsa, bazenağır tıbbî sonuçlar oluşturan durumlar da ortaya çıkabilmektedir. Bu şekilde zikreden bir kişinin kalbinde ha­reket; vücudunda hararet, ruhunda acı ve sıkıntı, davranışlarında uyumsuzluk, bedeninde rahatsızlık, uykusuzluk, aklında karışık­lık, fikirlerinde anormallik ortaya çıkarsa, hemen zikri azaltması gerekir. Sıkıntıları zikri azaltmakla geçmezse, geçici bir süre için zikri tamamıyla bırakmak, farzlar, vacipler, sünnetlerle yetinmek önerilir. Zikir azaltılır ve hatta bırakılırken aynı zamanda Hz. Rasûlullh2a yönelerek salavât-ı şerîfeyi çoğaltmak gerekir. Bu şekilde bir yaklaşımla ruhani denge ayarlanarak düzelme sağlanır. Bir süre geçtikten sonra yavaş, yavaş zikre tekrar başlanır. Aşırı miktarda zikri ile sıkıntıya düşenlerin hergün 7-11 kez İnşirah (Elem neşrahleke...) sûresi okumaları da faydalı olur.123

***

Zikr-î Erre

Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icrâ edilen zikre, zikr-i erre (= bıçkı zikri) adı verilir ki, Yesevîyye tarîkatının ve sülük zincirleri Ahmed Yesevî’ye ulaşan Türk mutasavvıflarının özelliklerinden bi­risi de, Zikr-i Erre adı ile ünlenen bu zikirdir. Zikr-i erre, Farsça’da bıçkı (=testere) zikri demektir.124

Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup zikrede­nin hançeresinden bıçkı sesine benzer birer ses, sâdece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için, bu isim verilmiştir. İlk kez Zekeriyya Peygamber (a.s.)Tn dilinden döküldüğü ifade edilen gayet cezbeli cehrî (= sesli) zikir olan ve “Hayy” ve “Hu” esmala­rının tekrarına dayanan “Erre” zikrinde dervîşin boğazından çıkan zikir sadası, adeta bir testere bıçkısının bir kütüğü biçerken ileri gidiş-geri gelişlerinde çıkardığı sese benzer olduğu için “bıçkı” zik­ri olarak adlandırılmıştır. Hazînî bu zikrin, Hazret Sultan Ahmed Yesevî’ye ilk kez Hızır (a.s.) tarafından öğretildiğini ve dervîşi ter­letecek kadar şiddetle tatbiki gerektiğini ifade etmektedir. Hazînî bu zikrin dervîşi terletecek kadar şiddetle tatbiki gerektiğini ifade etmekte ve bu zikri yapan dervîşin “karınca iken ejder” olacağını da söylemektedir.

14. yüzyılda Semerkand civârında yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre, Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikirle meşgul olu­yordu. Ancak Türkistan bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zi­kirle yola getiremeyeceğini anlamış ve zikr-i erre adındaki sesli ve etkili zikri başlatmıştır.125

XVII. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî (ö. 1109/1697) Yesevî dervişlerinin bazen “Allah”, bazen “Hay”, bazen de ikisiyle birlikte “Hay, Allah” diye zikrettiklerini, zikir esnâsında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikreden kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyorlar­mış gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazı zamanlarda ise “Hû” zikri ile meşgûl olduklarını ifâde etmiştir.

Müellifi bilinmeyen ve Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn ismiyle anılan Çağatay Türkçesi’yle yazılmış bir eserde ise Yesevîler’in zikrinin altı türünden bahsedilir: 1. İsm-i zât zikri: “Al­lah” diye zikretmektir. Bu zikir, “Allah Hû, Allah Hû, Yâ Hû, Allah Hû” şeklinde de icrâ edilir. 2. İsm-i sıfat zikri: “Hay âh, Hay âh” diye zikretmektir. Bu zikir öğle namazından sonra ayakta (kıyâmî) icrâ edilir, “Hay” ve “âh” derken beş parmak yumulur. 3. Düşere zikri: “Hay, âh, Allah, Hay, Hû” ve “Hay, Hayyen, Hû Allah; Hay, Hayyen, Hû Allah” diye zikretmektir. 4. Zikr-i Hû: “Hû, Hû, Hû Al­lah; Hû, Hû, Hû Allah” diye zikretmektir. 5. Zikr-i çaykun: Zikir vaktinde ritim, âhenk ve mûsikînin bir arada ve uyum içinde devam etmesi için zâkirin elinde çıngırak gibi bir âleti hareket ettirmesi, “çak”-“çak” diye ses çıkarmasıdır. “Hû (çak), Hû (çak)” diyerek zikredilir. 6. Çehâr darb (Çâr-Darb) : “Hay, âh âh âh, Hay, Hû; Hay, âh âh, âh, Hay, Hû” diye zikretmektir. Bu altı zikir usûlüne ek ola­rak bir de “zikr-i kebûter” (güvercin zikri) vardır ki “Hû, Hû” diye icrâ edilir.

Hazînî’nin kaydettiğine göre, Şehr-i Sebz vilâyetine bağlı Uluğ Miten’in Nenek nahiyesinin ‘Şeh’ adlı köyünde medfûn olan ünlü mürşîd Şeyh Ahmed Beşiri’nin güvenilir kaynaklara dayanarak yer vermiş olduğu, evliyâ menkıbeleri, kerametlerine ve makâmlarına dair risalesinde erre zikri konusundaki soruya Ahmed Ye­sevî’nin verdiği cevabı aktarır. Bu risaledeki kayda göre, Ahmed Yesevî’ye erre zikrinin ne olduğu sorulunca “Hak niceliği ve nasıllığı olmayandır, eşsiz ve benzersizdir; bu zikir de, bunun gibi, nasıllıktan uzak ve benzeri olmaktan ıraktır...” diye yanıtlamıştır.

Yesevîlik yolu hakkındaki bilgilerimizin çoğunluğunu eşsiz eserlerine borçlu olduğumuz Hazînî, erre zikri’nin ‘Hakk’a lâyık bir zikir’, ‘benzersiz bir sır’ olduğunu ifade eder ve “Yesevîyye şeyhlerinin istilâhlarında Yüce Allah’ı zikretmekle kast edilen bu erre zikridir. Diğer adları tekrarlamak biçiminde yapılana ‘telkin’ derler, zikir demezler. Bundan ötürü gece ve gündüz, sürekli ola­rak bu tür zikir yapılır ve bununla Tanrı katına ulaşma mutlulu­ğuna erişilir.” der. Hazînî, Erre zikri ile ilgili çok ilginç bir rivaye­ti MenbâüTEbhâr risâlesine kaydetmiştir:126 “Anlatıldığına göre, Münkir ve Nekir zikir ateşiyle yanıp ölen bir iman erinin uzuvlarını koklamaya başlarlar. Bu kişi: ‘Ey melekler! Onları bırakınız, asıl olan kalbimdir, ona bakmak gerek’ der. Meleklerin delil istemesi üzerine zikir yapan bu imanlı kişi öyle bir ateşli “âh” çeker ki kı­vılcımları yedi katlı göğün katlarını deler, arştan geçip mekânsızlık âleminde yok olur. Bunun üzerine melekler dehşet içinde kalıp bö­lük bölük kaçışmaya başlarlar. Bu inançlı zikir eri hâl diliyle şöyle seslenir: ‘Ey sorgu melekleri! Yetmiş seksen yıl bu ateşin içimin ocağında bulunmasından korkmadım. Utanın, bir kıvılcımdan dar­madağın olup kaçmak istiyorsunuz. ”

Hazînî, MenbâüTEbhâr eserinde Yesevîlik yolunun kusursuz ve mürîdlerinin kemâle ermesi için her yönden yeterli olduğunu kaydeder. Hazînî Yesevîyye’nin bu üstünlüğü hurûf-ı mukattaâ (=Bazı Kur ‘an sûreleri başındaki anlamı bilinmeyen rumuzlu harf­ler) gibi gönlü teselli edici nitelikte olduğunu belirttiği Yesevîliğe özel bir zikir olan Zikr-i errenin etkisiyle ilişkilendirir. Hazîni, zikr-i erreyi bütün Yesevî mürşîdi, maneviyat kılavuzlarının bildiği­ni söyler ve “Bu zikir Tanrı katında Hazret Sultan Yesevî’nin ken­di işi olmakla birlikte nice tarîkat öncüleri zikr-i erreyi özel zikir olarak benimsedi. Türk, Tacik, Hindli ve Arab erre zikri ile coştu, ondan zevk aldı.” der ve bu zikrin bambaşka bir zikir olduğunu, nice seçkin kimselerin onu seçtiğini ileri sürer, meydana getirdiği yararlar açısından birçok niteliğine değindikten sonra da bu tür zikrin Yesevîyye tarîkatını diğer tarîkatlardan ayıran bir ayrıcalık olduğunu söyler.127 Zikr-i Erre (=bıçkı zikri) üzerinde ısrarla dura­rak insan rûhânîyeti üzerindeki derin etkisini vurgulamaya yönelik değerlendirmeler yapan Hazînî, bu zikrin harfsiz yapılan bir ‘ruh zikri’ olduğunu, nice arifin bu etkili zikirle kendinden geçtiğini, bu feyzli zikri yapanın ‘elest kadehinin katıksız şarabı ile sarhoş’ olduğunu, ilk uygulayanı olduğu kabul edilen Zekeriya Peygamber (a.s.)Tn bu zikirle tanındığını, Hz. Davud (s.a.)Tn da erre zikri yap­tığını, nice mürşîdin bu doğru yolda yürümekle bilindiğini söyler.

Hazînî, her varlığın kendi dilince Allah’ı andığını, birçok Al­lah dostunun ‘âh zikri’ de denen erre zikrini yaptığını, bu zikri yapanların Allah’ı istediklerini söyledikten sonra kendine seslenir ve “Hüzünle gece ve gündüz bu ‘erre’ zikrini yap ki kalbinin ayna­sı parlasın, o aynada bütün gizlileri bilen (= AllâmüTguyûb) Yüce Tanrı görünsün. Aynanı kötü isteklerin pasından arındır, benliğini bu zikirle paramparça et.” der ve Hakk âşıklarının ededurdukları dua­nın Tanrı Teâlâ’yı zikretmek olduğunu, bu zikrin en keskin olanının da “Lâ ilahe İllallah”tan başka bir kelime olmadığını kaydeder.

Hazînî, kimi arif ve âlimlerin de zikr-i erre hakkında “Tanrı katına ulaştırıcı, ‘giderek artan hızda ve uzun süreli olarak (= şedd ü medd ile)’ gösterilen bu çaba (= mücâhede) İsm-i Â’zam (= Tanrı’nın en büyük adı) ile gerçekleştirilir; çünkü onun sesçe türlü ni­telikleri olan harfler, türlü anlamları bulunan kelimelerle bir ilgisi yoktur, o yalnızca Tanrı övgüsüne yöneliktir; Tanrı’nın öteki güzel adları (= esmâüThüsnâsı)nda söylenme sırasında harflerin sırası değişebilir, kelimelerin anlamları bozulabilir; bu çok özel zikirde ise böyle bir durum söz konusu olmaz, o Yüce Tanrı’ya en uygun ve yaraşır olandır.” dediklerini kaydeder. “Sevenlerin zikri remiz ve işarettir; sevilen, harfi ve sözü sevmez. Erre zikri insanın iç dünyasının mimarıdır, iç dünya onunla bezenip şenlenir. Zira Zikr-i erre mahv-ü fena îras ve fakr-ü beka ihdas eder. Bu zikir zikredeni nefsinden, onun kötü isteklerinden kesmiş, ona güzellik vermiştir. ” gibi görüşler ileri sürer.

Zikr-i Erre Hakkında Rivayetler

16. yüzyılda Semerkand bölgesinde yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre, Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikirle meşgul olu­yordu. Ancak Türkistan bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zi­kirle yola getiremeyeceğini anlayınca Hz. Hızır (a.s.)Tn kendisine tavsiyesi ile münferit olarak yapageldiği zikr-i erre adındaki bu ses­li ve etkili zikrin cemaat halinde uygulamasını başlatmıştır.

MENKIBE

Hızır (a.s.), her zaman neşeli ve gönlü ferah bulurken, birgün sohbet etmeğe geldiği Ahmed Yesevî 'yi sıkıntılı ve üzüntülü görmüş. Hayretle ve şaşırarak bunun sebebini sordu : “Şu gerçek ki, her gün dünyayı yedi kez dolanır, bir iyi yoldaş, sohbet ortağı ararım; senden daha iyi birisini bula­madığımdan hep seninle yoldaşlık ederim. Bu yüce hâllere ve makâmlara erişmiş iken böyle kederlenmenin sebebi nedir? ” Nedendir bu üzüntü? Ahmed Yesevî Hz. Hızır (a.s.) 'ın bu sorusuna şu yanıtı vermiş: “Günler­dir mürîdlerimi ağır bir kabz hali sardı: kalblerinde bir sıkıntı belirdi ve huzurlarını bozdu. Rufekâ ve fukaranın bâtınlarını kasâvet kabzetmiş: izalesini imkânsız gördüğüm için kederli ve sıkıntı içinde kalmışım. Bunu gidermek mürşîd için kaçınılmaz bir görev olduğu hâlde kabz hallerini üzerlerinden kaldırmayı başaramadım. İşte üzüntümün sebebi budur: bu yüzden kederlendim. ”

Hızır (a.s.), Yesevî’den bu yanıtı alınca, “Ahh, Ahhhh!” diye zikrullah’a başlar ve Hazret Sultan Yesevî’ye zikr-i erreyi böylece tarif edip mürîdlerine bu etkili zikri yaptırmasını salık verir. Bunun üzerine Hz. Hızır (a.s.) Ahmed Yesevî, Hz. Hızır (a.s.)’m dediği gibi erre zikrini yaptırdığında o sıkıntılı kabz hali ortadan kalkıp mürîdlerin kalbleri bast haline geçmiş. Zikr-i erre ile mürîdlerdeki kasavet yok olduktan sonra bu erre zikri, Hazret Sultan’m emirleri ile, bütün Yesevîsilsilesine de vird oldu. ”

İşte Yesevîyye tarîkatindeki Zikr-i Erre’nin temeli ve mahi­yeti ve Yesevîlik uygulamasına girmesi, menkıbeye göre, böyledir Yesevîyye tarîkatının Cehriyye’den sayılmasının nedeni de budur.

Bu rivayeti CevâhirüTEbrâr’da kaydeden yazan Sultan Ah­med Hazînî, Ahmed Yesevî’nin o günden sonra sürekli olarak zikr-i erre yaptırdığını, bu zikr-i errenin Hazret Sultan’dan sonra da sür­dürüldüğünü, kendi çağına gelinceye kadar gelmiş nice ulular ta­rafından zikr-i erre uygulandığını ekler ve kıyamete kadar sürüp gitmesi dileğinde bulunur.

Hâzinî, Cevâhiru’l-Ebrâr’da bu rivayeti -Hızır (a.s.)’m Ye­sevîyye yoluna Erre zikrini emanet edişinişu mısralarla anlatıp özetlemektedir:128

Her mürîdin nefs ü hevasının başına ilahi zikir olan Erre (bıç­kı) zikrini o çekti.

Hızır (a.s.) Vedûd (Allah)’un ilhamıyla ona Erre zikrini telkin etti.

Erre çeken o devrin Ebû Yahya’sı ki O’nun yanında cihanın güneşleri zerre gibidir.

Erre zikri her aynanın cilasıdır; O’nun cemali her aynaya ayna olmuştur.

Sevgisinin görünümü kalblerde ayna gibidir; gaybı bilen Al­lah O’nun cilasını gösterdi.

Ayın ve güneşin rasat aleti olduğu gibi Erre zikri gencin de yaşlının da nur bağışlayıcısıdır.

(...)

O azîz (Yesevî) bir gün kederliydi; O’nun çevresindeki dervîsler de kalben daralmıştı.

Hızır (a.s.) geldi ve “Ey din serveri” , dedi: “Bu kasavet ne zamana kadar sürecek?”

Dedi ki: “Dervişlerin kalbi darlıkta, ben de bu sebeple gama battım, ey şefkatli!

Onların kalb darlıkları ne zaman geçerse, benim gönlümden de bu gam çıkar.

Bunu geçirmekte çaresiz kaldım, ey elçi! Sen bunu bizden geçir... ”

O ulu Hızır bu hali işitince dedi ki: “Sen de harfsiz olarak benim gibi söyle.

Gönül cilası olan bu özel zikir kalbi vesveseden kurtarır.

Bu zikir niteliksiz zikirdir ve Allah derdine devadır. Bu zikir Allah’ın vaslma layıktır...”

O pak Hızır Erre ( bıçkı) zikrini öğretti; böylece o dertliden gam kalktı.

Zikredenler bu zikirle coşup taştılar, karınca iken ejder ol­dular.

Erre zikrinin feyzine bağlanınca, gönül sayfalan gamdan arındı.

Böylece Erre zikri O’ndan gelen vird ve çok velî bu zikre sakird oldu.

Ne hoş bir Hızır telkini ve öğretisi! Bu, Hızır’ın tayin ettiği Hakk zikrinin ta kendisidir.

Gönül aynasının cilası bu bizim zikrimizdir; Erre zikri (ilahi) Kibriya denizinin dalgasıdır.

O, ruh çölündeki sevgilidir; ruh bu zikirle manevî fethlere mazhar olur,

“Ahh” de, “Allah” de. “Hayy” ve “Hu” de; O’nun yadı ile gözyaşı dökerek feryad et.

Vay o gözyaşı döken, o dertli olgun, o ciğeri yanık ne güzel dedi.

Kime her iki âlemde de feryad ve gam lazımsa feryadını an­cak O’na hoş gelir.

Helva satan çocuk* ağlamadıkça Allah’ın bağış denizi nasıl dalgalanıp coşsun?

(*Hazînî, Şeyh Sadi’nin Gülistanındaki bir hikâyeye telmih­te bulunuyor.)

Çocuk ağlamayınca (memede) süt nasıl kıpırdar; bulut ağla­mayınca çimen nasıl güler?

Erre zikri inleme, feryad ve “ah”tır. O, gâh “Hayy” ve “Hu”, gâh “Allah”, gâh da “Ahh”tır.

Gönül göğü zikrin şimşeği ile şerha şerha olunca zikre gark olan zikrettiği (Allah’ı) bulur.

Erre zikri öncesizlik denizinin coşmasıdır; ondan dolayı dai­ma avuca vuslat incisi gelir.

Erre zikrinin özellikleri anlatmakla bitmez; başı fakr ve sonu fenâ makâmıdır.

Zikr-i erre’nin feyzine ve etkilerine dair birçok rivayet var­dır: Türkistanlı Şeyh Mevdûd mürîdlerinden ‘Parlak kasideler yaza­rı, Dîvân sahibi bir şair, zahirî bilgilerde seçkin, Mâverâünnehir’de bâtını bilgilerde eşsiz bir âlim’ olan Halvetî Şeyhi Mahmud Zaverânî, Semerkand nahiyelerinden birinde Hoca Ubeydullah Ahrâr’a yakın bulunuyordu. Hoca Ubeydullah AhrârTn beğendiği bir mürşîd olan Halveti şeyhi Mahmûd-ı Zâverânî’nin, erre zikri hakkındaki değer­lendirmesine göre “Erre zikri ‘Âhh’, ‘âhhh’ denilerek yapılan bir zikirdir, bağrı yanık dervişler benliklerini ve ruhlarını arındırmak için onu seçmişlerdir.”

‘Sesli ve sessiz zikir erenlerinin önde geleni’ Mahmûd-ı Zâ­verânî’nin Telkînat-ı cehriyyesinin velvelesi ve zikr-i erre’sinin gulgulesi, Ubeydullah AhrârTn murakabe ve zikr-i hafiyyesine muarız olduğundan, bundan vazgeçmesi için mahsus mektup yazdı. Şeyh Mahmud Zaverânî, AhrârTn bu mektubunu alır almaz öpüp başına koydu ve ciğer yakıcı bir “ahhhh” çekerek, öyle bir zikr-i erre’ye ve telkînat-ı cehriyeye başladı ki, Ubeydullah AhrârTn mektubu ge­tiren adamla sair ihfa tarafdarları dehşet ve hayret içinde kaldılar. Ubeydullah Ahrâr, bu halden gücenip, ihya-yı leyi ve İsti hâre ile onu tebdîle çalıştı; lâkin bir türlü muktedir olamadı ve nihayet O’nun mağlup değil, galip olduğunu i’tiraf büyüklüğünü gösterdi. Görüşüp mahabbet ettiler; aralarında kuvvetli bir dostluk hâsıl oldu.

Hazînî burada ünlü Yesevîyye şeyhi Mevdûd Şeyh’in önde ge­len halîfelerinden Kemâlüddîn-i İkânî ile Hoca Ubeydullah Ahrâr arasında geçmiş olan bir olayı aktarır. Ubeydullah Ahrâr muasırı olan Yesevî mürşîdi Şeyh Mevdûd İkânî’den bu zikri yapmalarını rica eder ve istifade ettiklerini bildirir; maksad Ubeydullah Ahrâr’ın erre zikri konusundaki görüşünün olumlu olduğunu duyurmaktır:

MENKIBE

“Nakledildiğine göre. Şeyh Mevdûd-ı Türkistânî'nin halifesi olan Kemâlüddîn-i İkânî, Semerkand yakınlarındaki Aliâbâd kasabasında do­ğup büyümüş, orada yetişip ün kazanmış bir mutasavvıftı. Ubeydullah Ahrâr, Horasan 'dan Taşkend 'e geldiği zaman, onunla çok defa mülakatta bulunmuştu. Sıradan-seçkin, yoksul-zengin pek çok kimse Kemâlüddîn-i İkânî'nin manevî etkisinde kalmış, biat alarak tarikatına bağlanmıştı. Bu­nun üzerine kimi bozguncular baş kaldırdılar ve ortalığı karıştırarak karşı çıktılar Özellikle 'Seyfullah'adındaki bir kendini bilmez, dervişleri sevmez bir kolluk görevlisi (= muhtesib) adı geçen şeyh hakkında birtakım çirkin yakıştırmalar duyup hemen Hoca Ubeydullah Ahrâr 'a gelir, tahrik edici ve şüphe uyandırıcı sözler söyler, güvenilir bir halifesini durumu öğren­mek üzere göndermesini ister O da gerçeği ortaya çıkarmak için mollalar arasında güvenilir, halk arasında sözüne inanılır bir kimse olan Mevlânâ Kasım Kelân ’ı bu kişiyle birlikte gönderir Aliâbâd kasabasına girdikle­rinde o ikiyüzlü kolluk görevlisi korkuya kapılmış, titreye titreye huzuruna varmışlar Şeyh şu beyti okumuş:

Hazer cün kılmadı münkir kılıç kaldurdı keskin âh

Cefa-bînning keser âhı kaçan sürkense seyfu’llâh

(İnkârcı çekinmeyince keskin âh kılıç kaldırdı;

Cefâ görenin âhı Allah’ın kılıcıdır, çaldığında keser).

Hemen o anda o kendini beğenmiş muhtesib ölür, hesaba çekileceği öte dünyaya göçer; adı geçen Mevlânâ Kasım ise üç gün ne yaptığını bilmez hâlde kalır. Kendine geldikten sonra Şeyh’in yanından ayrılan Mevlânâ Kasım onun bazı manzumelerini Hoca Ubeydullah’a getirir. Buna son derecede sevinen Hoca Ubeydullah Şeyh ile buluşmak ister, yanında mollalar ve kalabalık bir halk topluluğu bulunduğu hâlde süslü püslü, gümüş üzengili alabacak atlara binmiş olarak Aliâbâd tarafına doğru yola koyulurlar. Yol üzerinde Âb-ı Rahmet ile Hoca-i Danyâl arasında ‘Pûl-i Mirza (= Mirza Köprüsü)’ de denilen Uluğ Bek Kürekân Köprüsü’ne vardıkla­rında, Şeyh Kemâl-i İkânî’nin, yanında üstü başı dağınık, saçı başı karışık bir yaya topluluğu ile bir topal eşeğe binmiş durumda köp­rünün öte yakasında beklemekte olduğunu görürler. Şâh Kâsım-ı Envâr’ın şiirlerinden:

Ciğer pür-derd ü dil pür-hûn ü cân sermest ü nâ-perva

Rehem dûrest ü merkeb leng ü der-sermâye-i sevda

(Ciğer dert ile dolmuş, gönül kana bulanmış, can ise sarhoş ve korku bilmez

Yolum uzun, bineğim topal, varım yoğum başımdaki sevda, bitmez tükenmez)

beytiyle başlayan, ortama uygun bir şiirini okumaktadır. Hoca Ubeydullah o üstü başı dağınık, saçı başı karışık, ama gönül gözü açık ve uyanık topluluğu ve topal eşek üzerindeki o mürşî­di bu hâlde görüp çok etkilenir ve gümüş üzengili atından inip yol üzerinde onunla buluşur. İki ulu iç dünyalarına dalmış bir hâl­de otururlar; gönül denizleri dalgalanır, yolculuğa çıkmış ruhları yücelere erişir. Hoca Ahrâr iç diliyle duyurarak o büyük şeyhten Farsça şiir söylemesini ister. Hâlbuki adı geçenin o âna kadar Far­sça şiir söylediği duyulmamıştır. Ama bilinmezi bilme, görülmezi görme (= mükâşefe) gücü, ayrıca bu yakınlık ve isteğin de manevî etkisiyle, birden, kendi aralarında ‘hikmet’ dedikleri bir şiir söy­lemeye başlar (bkz.23b.1-7). Bunun üzerine her yandan çığlıklar yükselir, dervîşler coşkun bir şekilde bağrışıp ağlaşırlar. Hoca Ah­râr da coşkunluğa kapılır ve Şeyh Kemâl’den erre zikri yaptırma­sını ister. O da bağrı yanık dervîşleriyle halka kurup zikri başlatır. Giderek yükselen temponun doğurduğu coşkunlukla coşup taşarlar, ortalığa sanki ateş düşer, ruhlar ayaklanır. Şeyh de, mürîdlerine katılarak, şedîd bir edâ ile yedi-sekiz kere zikretmiştir. Zikir hal­kasındaki dervîşlerin coşkusu öyle bir dereceye ulaşır ki Hoca Ah­râr dayanamayıp Farsça “Yeter, gönlümüze dert sirayet eyledi... Yeter, yeter!.. Gönlüm yandı, gönlüm yandı” diyerek zikrin feyizli etkisini kabul eder. Zikre katılanlar şeyhin buyruğu ile susup zikri keserler. Hoca Ahrâr Farsça şöyle der: “Eğer bir saat daha devam etseydi, arştan ferşe kadar her yer ateş içinde kalırdı. ”

Tasavvuf klasiklerinden Reşehât kitabında da ünlü Nakşbendî pîri Ubeydullah AhrârTn zikr-i erre hakkındaki bu sözleri özetlene­rek verilmiştir. Reşehât’ta kaydedildiğine göre Ubeydullah Ahrâr, kendisini ziyaret eden muasırı bir Yesevî şeyhi olan İkânî’den bir miktar “zikr-i erre” çekmelerini rica eder. Bu rica üzerine oluş­turulan meclisteki cezbe alevi o denli yüksek perdelere çıkar, o kadar hararetli düzeye ulaşır ki, bizzat Ubeydullah Ahrâr, “Tamam, tamam...” diyerek zikrin sonlanmasını sağlar.

Hazînî, “Bu erre zikri nice ilim adamı tarafından beğenilmiş, nice araştırıcı onu ayrıntılı olarak açıklamıştır. Gelip geçmiş şeyh­lerden duyulmuş olan övgü şiirlerini bir bir yazacak olsam risale uzar gider.” der ve otuz iki halife yetiştirdiğini, tarîkatının okyanus gibi dünyayı kapladığını, hakkında birçok kitap ve risale yazıldığı­nı, Mâverâünnehir’in bütün sultanlarını etkileyip kendisine bağla­mış olduğunu, gerçekler ve inceliklerle dolu şiirlerinin zamanında büyük şöhret kazandığını söylediği Şeyh Hudâydâd’ın erre zikri’ni öven bir gazelini kendi fikrinin destekçisi olarak nakleder.

Hazînî’ye göre, erre zikri Ahmed Yesevî’nin vasiyeti olup söz konusu vasiyeti şudur: “İnançlı mü’min kalmamış, inançsızlar ortalığı kaplamış. Tasavvuf yolunda ihtilaf bulanıklığından arınmış yürek, temiz nitelikli, erre zikri yapan dervîş gerek. Temiz yürekli ve yoksul olmadıkça arı duru ve zengin olunmaz.” Hazînî, evliyâullahın (= Allah dostlarının) dua, zikir ve semaları hakkındaki şu de­ğerlendirmeyi yapmıştır: “Büyük şeyhlerin ve ünlü velîlerin duaları ve zikirleri insanlar ve meleklerce değerli sayılmıştır, sağladığı so­nuçlar ve yararlar göğün ve yerin derinliklerine ulaşır. Manevîyat uluları hakkında ileri-geri konuşmak çok büyük yanlıştır. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin ölümünden sonra bilgin ve olgun kimseler yap­mış olduğu semanın helâl olup olmadığı konusunu Şeyh Sadreddîn Konevî’ye sormuşlar, o da: “Kâmil mürşîdlerin getirdiği yenilikler Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in güzel sünnetlerine benzer. Nitekim o bü­yük Allah Nebîsi (s.a.v.) ‘Bir topluluğun önderi bir ümmetin nebisi gibidir’ buyurmuştur”. Böyle olunca erre zikrinde şüphe göstermek bilgisizliktir. Akıllı ve insaflı kimseler için bu kadar delil ve açıkla­ma yeter. ”129

‘Zikr-i minşarî’ adı da verilen zikr-i erre tarzı hakkında Şeyh Muhammed Gavs şu bilgiyi verir: Zikr-i erre’nin yolu, iki elini iki uyluğunun üzerine koyarak ve nefesini göbeğine doğru vererek “ha!” demeli; sonra nefesi göbek altından kımıldatarak medd ile ve başı, beli, sırtı müsavi gelecek surette şiddet ile “Hayy!” demeli ve bu suretle tekrar edilmelidir. Bir marangoz, tahtanın üzerinden nasıl bıçkıyı çekerek seslendiriyorsa, zâkir de kalbi dü­zelmek ve safa peyda etmek için zikri, levh-i kalb üzre çekmelidir. Bazı şeyhler zikr-i minşarî’yi “Allah”, “Hu-Hayy!” sözleriyle ifa ederler; bazıları ise, “Allah” sözüyle ifa ederler. Bu zikrin veri­mi, iktisab edenlere malum olacağı veçhile sayılamayacak kadar çoktur.

Erre Zikrinin Yapılış Tarzı: Şeyh Salim ibn Ahmed Seyhan Bâ’alevî-i Hadramî’nin yaptığı tarife göre zikreden kimse, karnını azıcık sıkarak nefesini göbeğinin altından yukarıya doğru çeker; sonra karnını azıcık gevşeterek ve nefesini göbeğine doğru uzata­rak geriye verir. Bu cihet adeta, marangozun tahta üzerinde bıçkıyı uzatması ve çekmesi gibidir. “Zikr-i erre”nin ifâ tarzı beş türdür:

1.               Zikreden kimse, iki dizinin üzerine oturur; ellerini iki uy­luğunun üzerine koyar; nefesini göbeğinden damağına doğru çek­meğe başlar; “Ha!” der; sonra nefesini göbeğine doğru uzatarak başı, beli, sırtı müsavi olacak surette şiddetle aşağıya verir, “Hayy” der. Bu şadalar adeta bıçkıyı, marangozun tahta üzerinde ileri geri çektiği vakitte çıkan sesine benzer. “Hâ” ile işaret, âyât-i nefse; “Hayy” ile işaret,âyât-ı âfâka’dır; yahut aksinedir. Bu cihet birin­cide vücubun imkân üzre galebesine, yahut İkincide imkânın vücub üzerine galebesine göredir.

2.              Nefes alınırken “Hayy” verilirken “Hu” veya tersine ne­fesini çekerken “Hu”, aşağı verirken “Hayy” denilir veyahut her ikisinde de “Allah” denilir.

3.              Nefesini içe çekerken “Allah”, nefes dışarıya verirken “Hu!” denilir.

4.                          Her iki halde de “Hayy” denilir.

5.               Her iki halde de ilave olarak el-Daîm, el-Kaîm, el-Hâzır, el-Nâzır, eş-Şehîd isimleri söylenir.

Yesevî Meclislerinin Cezbesi

Yesevîyye tarîkatının zikir meclislerinde zikr-i erreye eşlik eden Yesevî-Hanlar tarafından yeknesâk, ritmik bir melodi ile Haz­ret Sultan Yesevî’den hikmetler de okunurdu. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü hikmetlerin dili, vezni ve hikmetlerin cezbe oluşturacak bir tarz ile zikir meydanında koro halinde ve makâm ile okun­ması hakkında şu değerlendirmede bulunur:130 “Yesevî, (Bozkırın) Türklerine seslenmek gerekince, -ister istemezbölgenin zevk ve alışkanlıklarına uymak, anlamını -kabaca da olsaanlayacakları dilden ve ahengine aşina çıkabilecekleri bir vezinle hitab etmek zorunda idi. Ritmik bir tonla, basit bir ahengi, aynı zamanda bi­raz sert fakat asîl bir edayı taşıyan bu vezinler, Yesevî’nin elinde hiçbir olağandışılık göstermez. Edebiyat ile müziğin, yani söz ile bestenin ayrılmadığı devirlerin kalıntısı olan bu dörtlüklerdeki, ilk üç mısra, hikmeti alıp götüren kişinin(= solist) tek başına söy­lemesine, dördüncü mısra olan “nakarat” ise, bütün cemaatin (= koro) birlikte söyleyişine uygundur. “

Yesevî meclislerinin olağanüstü cazibesi, zikir esnasında icra edilen “Erre zikri” kadar zikre eşlik ederek hikmet okuyan Yesevî-Han ve korosu diyebileceğimiz kıdemli dervîş grubunun oku­duğu hikmetler ile ilgilidir.

Bugün Türkistan’da bu zikri bilen ve uygulayan çok az Yesevî dervîşi kalmıştır. Ülkemizde cehrî zikir geleneğinin uygulamaları­nı asliyetine uygun olarak en iyi şekilde bugünlere taşıyan tasav­vuf yollarından Cerrahîyye-i Halvetiyye âsitânesinde yapılan ceh­ri zikirde adına “Erre” zikri denilmese de zikir meclisinin parçası halinde benzeri bir “Hayy” zikri icra edilmektedir. İstanbul’daki Karagümrük Cerrahî âsitânesinde ilahiler okuyan tanınmış hânende Savni Sami Özer’in gazel olarak okuyacağı bir Yesevî hikmetine eşlik eden “Hayy-Hu” zikri izlenebilse idi Yesevî meclisindeki erre zikrinin ihtişamı hakkında bir fikir edinebilmek mümkün olurdu. Belki bir gün...

Yesevî ‘Erre’ Zikrinin ‘Ateşîn’ Uygulamalarına Tanıklıklar

Bugün bizzat yapılan gözlemler ile şunu da çok iyi biliyoruz ki Türkistan tasavvufunda insanları en çarpıcı, en şiddetli şekil­de cezbeden zikir meclisleri, Yesevî dervişlerince icra edilmiş ve edilmektedir. Bu konuda gerek tarih boyu ve gerekse günümüzde katıldıkları Yesevî zikri meclislerini kaleme alan, kaydeden yazar, araştırmacı, meraklı vb. birçok kişi mevcuddur.

Yesevî zikrinin hararetli etkisinden etkilenen insanlar arasın­da Hoca Ubeydullah Ahrâr gibi, Türkistan Nakşbendî ekolünün zirve isimlerinden birisinin de olduğu yukarıda kaydedilmişti. 19. yüzyıl sonlarında, 1873’te Türkistan’da giderek seyahat eden ve bölgenin kültürel hayatı hakkında önemli bilgiler derleyen Eugene Schuyler, Taşkend’de îşân Sâhib Hoca Mescidi’nde izlediği bir Yesevî zikrini özetle anlatır ve bu zikrin dervişleri nasıl etkilediğini “Türkistan Seyahatnamesi” adlı eserinde tüm ayrıntıları ile şöyle dile getirir:

“Perşembe akşamı bu mescide gittik. Genç yaşlı otuz kadar erkek diz üstü ve kıbleye doğru oturmuş, yüksek sesle ve vücut­larını hızlıca hareket ettirerek duâ okuyorlardı. Onların etrafın­da bir halka vardı. Gece sıcak ve âyîn şiddetli olduğu için zikre katılanların çoğu cübbe ve sarıklarını çıkarmışlardı. Şu cümlele­ri okuyorlardı: “Hasbî Rabbî cellallâh, mâ fî kalbî gayrullâh, nûr Muhammed sallâllâh, lâ ilâhe illallâh”. Bu esnâda bas sol omuza ve kalbe doğru hızla hareket ettiriliyor, ardından sağ omuza ve oradan da tekrar kalbe doğru hareket ettiriliyordu. Bu hareketler yüzlerce defa tekrarlanıyor ve zikir, başkan olan îşân’m (şeyhin) isteğine göre genellikle bir ya da iki saat sürüyordu. Başlangıçta hareketler yavaş idi, zamanla hızlandı. İçlerinden birisi yavaşlar­sa, zikrin temposunu ayarlamakla görevli olan îşân onun başına vuruyor ya da onu halkanın dışına itip başka birisini dâireye ça­ğırıyordu. Zikre katılanlar o kadar ısındı ve terledi ki, zaman za­man birkaç dakika dinlenmek zorunda kaldılar. Onlar dinlenirken yerleri hemen başkaları tarafından dolduruldu. Sesleri kısılmcaya kadar farklı zikirleri okudular, sonra “Hay, Hay, Allah Hay” zikrine başladılar, i

Önceleri vücutlarını yere doğru yavaşça eğiyorlardı, sonra ritim hızlandı, hepsi ayağa kalktılar. Tempo artıyordu. Her biri elini yanındaki arkadaşının omzuna koymuştu. Merkezi bir olan birkaç halka oluşmuştu. Mescidin bir köşesinden diğerine topluca hareket ediyorlar ve dâimâ “Hay, Allah Hay” diye zikrediyorlardı. Bazen zikir “Hû Allah” şekline dönüşüyor, zâkirler bedenlerini öne ve arkaya eğiyorlardı. Sonunda zâkirlerin çoğu halkanın ortasına geldi ve çılgınca bir raks başladı. Bazen etraflarındaki halkadan binlerini de içeri çekiyorlardı. Fizik güçleri tükenince halkanın içine oturdular, îşân duâ okurken onlar murâkabe ve tefekküre

daldılar. Hâfız’m Dîvân’mdan bazı beyitler okunduktan sonra zikir tekrar sesli ve hareketli olarak devam etti. Zikir bu şekilde sabaha kadar sürer. Namazlarda olduğu gibi zikirde düzenli hareket kuralları yoktur. Her şey îşân tarafından düzenlenir. Bir süre sonra mescidden ayrıldık ve baş îşân’m yanma götürüldük. O, zikir mec­lisine başkanlık yapamayacak kadar hasta idi ama bize biraz çay ve meyve ikram etti. ”

Sovyet döneminde her türlü dine ve özellikle İslâm’a karşı uygulanan baskı politikası yıllarında zikir meclislerinde hikmet oku­yan Yesevî-Hanlar birer birer meydandan çekilirken “Yesevî-Hanlık bayrağı”nı komünist rejim karşısında biraz daha korunaklı pozis­yonda olan kadın Yesevî dervişleri yükseltmişlerdi. Komünizmin ağır baskı döneminde Yesevî dervişlerinin cehri zikri bırakarak hafi zikre yöneldikleri de kaydedilmiştir.131

Bugün yeniden, “Yesevî-Hanlık” denilen hikmet okuma ge­leneğinin Türkistan’da canlanışına şahid olunmaktadır Hârezm böl­gesinden Doğu Türkistan’a tüm Türk yurtlarında yine ve yeniden Yesevî hikmetleri tarih içinde olduğu gibi dilden dile, meclisden meclise dolaşır olmuştur.

Yesevî Zikir Meclisinde Kadınlar: Bir ‘Âhir Zaman Fitnesi’

Söz kadın Yesevî-Hanlara gelmiş iken öteden beri Yesevîlik ile ilgili konuşmalarda, tartışmalarda gündeme getirilen bir konuya da açıklık getirmek gerekmektedir. Son yıllarda ülkemizde yoğunla­şan ‘İslâm üzerine tartışmalarda tasavvuf konusunun da gündeme getirilmiş olduğu herkesin bildiği bir hususdur. İslâm tasavvufunu yıpratmak isteyen kimisi akademisyen, kimisi değişik cemaatlere mensub bazı isimler, kadın dervişler üzerinden Hazret Sultan Ah­med Yesevî’ye de dil uzatmaktan çekinmemişlerdir. Burada üzerin­de durulması gereken bir diğer konu ise, Ahmed Yesevî’ye saygılı bazı kişilerin bilhassa “kadın hakları” konusunda gündeme gelen kendi yaklaşımlarına Ahmed Yesevî’yi dayanak yapmağa kalkmala­rıdır. İslâm’ın kadına verdiği öneme güzel bir örnek olarak Yesevî dergâhında mahremiyete hassasiyet gösterilmemesi, zikir meclis­lerinde kadın-erkek ayrımı yapılmaması (= ihtilata izin verilmesi) ve Ahmed Yesevî’nin kadınlara özel bir ilgi gösterdiği iddiaları za­man zaman dile getirilmektedir.

“Ahmed Yesevî ve Yesevî Geleneğinde Kadın” konusunu tu­tarlı olarak değerlendirmek üzere bugün iki kaynağa sahibiz. Bun­lardan birincisi Dîvân-ı Hikmet’tir ve Ahmed Yesevî’nin hikmet­lerinde “kadın” konusuna nasıl yaklaşıldığı hikmetlerin ayrıntılı olarak analizi ile görülecektir. Diğer kaynak ise Yesevîyye tarîkatı üzerine yazılmış, bilinen en değerli eser olan “CevâhiruTEbrârMin Emvâc-ı Bihâr” adlı eserdir. Türkistan’dan İstanbul’a gelen Hazînî mahlâslı bir Yesevî dervîşi tarafından yazılan “CevâhiruTEbrâr Min Emvâc-ı Bihâr” adlı eser günümüzden dört yüzyıl önceki bir Yesevî mürşîdinin kaleminden “Ahmed Yesevî ve Yesevî Geleneğinde Ka­dın” konusuna açıklık getirecek hususları ihtiva etmektedir.

Ahmed Yesevî’nin kızkardeşi Gevher Şahnâz ve Yesevî’nin Hanım mürîdeleri hakkında bazı rivayetler de kayda girmiştir. Ye­sevîlik konusunun en önemli yazılı kaynaklarından olan “Cevâhi­ruTEbrâr Min Emvâc-ı Bihâr”da Kadın konusunda yazılanlar riva­yetlerde gizli olan gerçeği yansıtır. Bu eserde dile getirilen konu Dîvân-ı Hikmet nüshalarına girmiş olan, -ancak içersindeki unsur­lar nedeniyle Yesevî’ye aidiyeti imkânsız görülenbir şiirde Yesevî mürîdlerinden Baba Muhammed Hotenî -ki Baba Mâçîn adı ile tanı­nırkıssası anlatılırken de işlenmektedir.

MENKIBE

Ahmed Yesevî 'nin şöhret dairesi genişleyerek mürîdleri binlerle sa­yılacak derecede çoğalınca tabiatıyla, muhalifleri, rakibleri de çoğalmıştı; hattâ bu münafıklar nihayet ağır bir iftiraya da cür 'et ettiler: Güya Yesevî meclisine örtüsüz kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre ka­rışırlarmış. Şeriat hükümlerini muhafazaya şiddetle riayet eden Horasan ve Mâverâünnehir âlimleri, bilhassa, müfettiş göndererek bu dedikodunun doğru olup olmadığını tahkik ettiler Tahkikat sonucunda bu dedikodunun tamamen bir iftiradan ibaret olduğu anlaşıldı. Lâkin Ahmed Yesevî, onlara artık bir ders vermek istedi: Birgün mürîdleri ile birlikte bir mecliste otu­rurken, mühürlü bir hokka getirtip ortaya koydu. Bütün cemaate hitab ede­rek dedi ki: “Sağ elini, büluğ gününden bu ana kadar avret uzuvlarına hiç değdirmemiş kim vardır? ” Hiç kimse cevab veremedi. Derken, Yesevî 'nin önde gelen mürîdlerinden Celal Ata ortaya geldi. Ahmed Yesevî, hokkayı Celal Ata 'mn eline vererek, o vasıtayla, müfettişlerle birlikte Mâverâünne­hir ve Horasan memleketlerine gönderdi. Oralarda bütün âlimler birleşerek hokkayı açtılar: Hokka içindeki pamuk ile ateş hiç birbirine etki etme­mişti: ne pamuk yanmış, ne de ateş sönmüştü. O vakit. Hazret Sultan 'dan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan âlimler, Yesevî’nin kendilerine ver­mek istediği dersin anlamım bütün açıklığı ile anladılar Eğer, erkek-kadın bir ehl-i Hakk meclisinde bir araya gelip beraber zikr ve ibadete devam et­seler bile Hakk Teâlâ, kalblerindeki her türlü eğilim ve arzuyu yok etmeğe muktedirdir. Bu ders üzerine Horasan ve Mâverâünnehir âlimlerinin hepsi olağanüstü derecede utandılar ve armağanlar, adaklarla kabahatlarını afvettirmeğe çalıştılar

Yesevîlik temel metinlerinden olan Hazînî imzalı “Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr”da Yesevî mürîdelerin erkeklerle birlikte zikre katılması konusunda yazılanları titizlikle incelemek faydalı olacak ve belge olarak değerlendirilmesi ile daha sağlıklı bir neticeye ulaşılmasını sağlayacak olan şu ibarelere dikkat edil­melidir:132

“...Muzâfat-ı baide içinde mesâmi-i nâsda düşdi ki mecli­sinde bi-ğayr-ı hicâb rical u nisvân şer-i şerife muhalif cem olup zikre karışurlar. Hâlbuki ğayr-ı vâki. Horâsân u Mâverâü’nnehr’de muhâlif olan ulemâ müfettiş gönderdiler ve tefahhuş itdiler. Ol mesmû olân ahvâl-i mühimü’1 -ihtilâl ğayr-ı vâki bulındı. Ammâ Şeyhü’l-meşâyih -kuddise sırruhbir mühürlü hokka ortaya gitürüp nefır-i âm urdı ki evliyâu’llahdan kim varsa ki sağ kolim bulûğ-ı şerden bu ana gelince gizlü avret azâlarına istimâl u mesâs itürmemis ola. Huzzâr-ı meclisden kimse cevâba kâdir olmadı illâ imâmü’1-hümâm maden-i cevâhirü’t-takvâ celilü’1-kadr Celâl Ata -rahmetullâhi aleyhortaya geldi. Memhûr hokkayı şeyhü’l-meşâ­yih -kuddise sırruhu’l-azîzol halifenün eli ile müfettişler ile Mâverâünnehir ve Horâsân memâlikine gönderdi. Vusûlden son­ra ulemâ ve fuzalâ cem olup Celâl Ata hazretlerini ziyâret kılup hokka-i memhûrı açdılar. İçinde penbe ve âteş bulındı ki ne penbe yanmış ve ne ot sönmiş. Buyurmışlar ki bilâ-ğaraz ve’t-tâkdir eğer ricâl u nisâ bir meclisde cem olup zikru’llah itseler ve kalblerini Hakk Teâlâ kendü harâret ve cezbe-i rubûbiyyeti ile mutasarrıf olup hıyânet muzahhemetînden saklaya. Nice ki işbu hokka içinde penbe-i beyâzi tabiat-ı nâr-ı vâkıddan nâkıd -ı emân sararmış ve beyâz saklamış. Bu ahvâl-i şigerf müşâhede oldukdan sonra cümle müstağfir olup kerâmâtlarına mukırr oldılar ve hedâyâ ve nüzur ile tereddüd ve şübhelerini telâfi buyurdılar ve Arâsat ahvâline muvâzene kıldıklarında ki mehâbetden halku’llah biri birinden bi-haber kalurlar ve zikrullah meclisi evliyâullah şerefinden kıyâmet-i âherdür...”

Bu şu hususlar ortaya çıkmaktadır:

Bu rivayeti nakleden önemli metnin yapılacak bir sorgulama­da, şu hususlar ortaya çıkmaktadır:

1              .Yesevîler’in zikir meclisinde, hicabsız olarak erkek ve kadınların İslâm’a aykırı olarak toplanıp zikre katıldıkları asırlar önce ve hattâ Yesevî’nin sağlığında da iddia edilmiştir. Bu iddiaya Hazînî’nin cevabı çok nettir: “Hâlbuki gayr-ı vaki...” ; yani oysa böyle bir şeyin vukua gelmesi sözkonusu değildir.

2               .Horasan ve Mâverâünnehir’de bulunan ve Yesevî dergâhın­da ihtilatı iddia eden muhalif ulema ayrıca durumu yerinde tesbit etmek üzere denetimciler göndermiş ve bu kişiler de Yesevî der­gâhında, “bilhassa kadın konusunda” İslâm’ın zâhirî hükümlerine aykırı bir husus tesbit edememişlerdir.

3               .Sanki bu hususlarda olacak dedikoduları önlemek için Ah­med Yesevî ilginç bir test de uygular. “Ergenliğinden o güne kadar cinsiyet organı mahalline sağ eli ile değmemiş” bir dervişini ara­mış ve bu nitelikteki tek dervîşi olan Celal Ata’ya bir cam mahfa­za içerisine yerleştirdiği köz ve pamuğu yan yana koyarak vermiş ve Horasan’daki iftiracılara göndermiştir. Horasan’a kadar gelen közün ateşi, hiç sönmediği gibi pamuğu da tutuşturmamıştır. Bu durumu tesbit etmek için toplanan ulemaya Celal Ata der ki: “Ga­razsız olarak (artniyet taşımadan) ve irade ile olmaksızın kadın ve erkekler bir meclisde Allah’ı zikretseler kalblerini Allah kendi ha­rareti ve Rububiyet cezbesi ile tasarruf ederek hain düşüncelerin istilâsından saklasın...” Bunu işiten Horasan uleması iddialarından vazgeçip ve istiğfar ederler. Bu durumu izah için Hazînî, “Kıyamet günü Arasat meydanında biraraya gelen Allah’ın halkı dehşet ve hayretten nasıl birbirlerinden habersiz kalırlarsa zikrullah meclisi de evliyaullah şerefinden kıyamet günü gibidir” demekte ve zikir meclisinde hâsıl olan manevî hava ile kadın ve erkeğin birbirlerinde habersiz kalacaklarını -velveya kalmaları gerektiğinidervîşâne bir nezaket ile ima etmektedir.

Cevâhiru’l-Ebrâr’daki kadın-erkek karışık zikir meclisi dü­zenlenmesini sorgulayan bu ilginç rivayetin bir diğer versiyonu Türkmenistan bölgesinde kısmen değiştirilerek, -rivayete tarîkat silsilesinde Hazret Sultan Yesevî ile halef-selef olan Abdul-Hâlık Gucduvânî de dâhil edilerekşu şekilde nakledilmektedir:

MENKIBE

Rivayetin Türkmen versiyonu olarak anlatımına göre “Ahmed Yesevî'nin şöhreti ve mürîdleri artmaya başladıkça, hakkındaki söylentiler de artmaya başlar ve sonunda iftiralara kadar vardırılır Hazret Sultan 'ın zikir meclisine tesettürde itinasız kadınların da katılarak erkeklerle birlikte zikre karıştıkları söylentisi Buhara 'daki dergâhda irşad görevini devralan Abdul-Hâlık Gucduvânî'ye kadar ulaşır Hoca Ahmed Yesevî, Hacc 'a git­mek niyetiyle dervişleriyle birlikte yola çıkar Yolculuk sırasında bir gece Gucduvânî'ye misafir olurlar Abdul-Hâlık Gucduvânî'nin kulağına selefi olan ve irşadpostunu kendisinden devraldığı Hazret Sultan Yesevî ile ilgili bazı söylentiler gelmiştir Baş başa sohbetleri sırasında kurduğu meclislere tesettüre dikkat etmeyen kadın-kızların da katılarak erkeklerle birlikte zikre karıştıkları iddialarını ima eden Gucduvânî 'nin sözlerinden Ahmed Yesevî rahatsız olur. Abdul-Hâlık Gucduvânîde Yesevî’ye kadınların biatim kabul edip zikir meclisine dâhil etmesinin bu dedikodulara yol açtığını ve bundan sakınmak gerektiğini söyler Abdul-Hâlık Gucduvânî'nin de dedikodular­dan etkilendiğini anlayan Hazret Sultan Yesevî, çekirdeği çıkarılmış bir topak pamuğu, ocakta yanmakta olan kor gibi ateşin alevleri üzerine atar. Herkes hayret ile görür ki, pamuk yanmaz. Gözlerini ateşe dikerek olan biteni izleyen Abdul-Hâlık Gucduvânî ile diğer dervîşler, Yesevî’nin bu kerâmeti karşısında utanırlar Hazret Sultan Yesevî, gösterdiği bu kerâmet ile, gerçek dervişlerin -kadın veya erkek de olsalarzikir sırasında cinsiyet farkından fariğ olduklarını isbat etmiştir. Tanık olduğu bu kerâmet karşı­sında hem utanan hem de şaşıran Abdul-Hâlık Gucduvânî, O ’nu yeni bir sınamaya tabi tutmak ister. Yesevî, Hacc ’a gitmekten vazgeçip yurtlarına dönmelerini teklif eden ve Kâ 'be 'yi getirmelerinin mümkün olup olmadı­ğını soran Abdul-Hâlık Gucduvânî'ye olumlu cevap verir. Ve kendisinin yaptığı duaya dervişlerin “âmiiin ” demeleriyle birlikte, Kâ 'be 'yi, oradaki boş bir meydana kondurur. Bu menkıbenin bir diğer varyantında Hazret Sultan Ahmed Yesevî, dervişlerini de alacak kadar geniş bir tahta binerek uçmak suretiyle Kâbe 'ye gitmiştir. ”

Bu rivayetleri nakleden Türkmen araştırmacı Hoca Ahmed Ahun, Buhara’yı ziyareti sırasında bir Özbek’in verdiği habere göre bu tahtın halen Özbekistan’ın Fergana vadisindeki Nemengan ken­tinde olduğunu ve kendisine göstermek istediğini belirtmiştir.133

Gerek Cevâhiru’l-Ebrâr’daki ibareler, gerekse Türkmen riva­yetlerinin ötesinde günümüz insanları açısından konuya yaklaşıldı­ğında asıl sorulması ve yanıtı üzerinde derinden derine düşünülme­si gereken sorular şunlar olmalıdır:

1              . Ahmed Yesevî köz-pamuk testini uygularken edebiyle te­mayüz etmiş bir dervîşi olan Celâl Ata’yı seçmiştir. Edeb konusunda hassasiyeti olamayan bir dervîşin eline verilse acaba köz pamuğu yakmaz mıydı?

2               . Bugün acaba garazsız-iradesiz bir araya gelip zikir yapabil­me yiğitliğine sahib erkek ve kadınlar var mıdır?

3               .Kadın ve erkek zikir için bir arada bulunsalar dahi ‘zik­rullah harareti ve ilahi cezbe ile Allah korumadıkça’ her zaman nefsanî tuzaklara düşülmesi mümkün değil midir?

4               .Hazînî zikir için bir araya gelen kadın ve erkeklerin ken­dilerini ancak kıyamet günü bir araya getirilmiş kadın ve erkekler olarak algılayabilecek derecede dünyevî hallerini terk ederlerse bir arada zikirden zarar gelmeyeceğini söylemektedir ki bugün böylesi bir müslümanlar topluluğu -değil ülkemizdedünyanın herhangi bir yerinde var mıdır?

Bu sorgulama dürüstlükle yapılırsa anlaşılacaktır ki, günü­müzde kadın ve erkeğin bir arada zikir yapabilmeleri bu incelik­ler gözetildiğinde mümkün değildir. Zaten metnin ilk satırlarında bunun 12. Yüzyıl Türkistan’ında Yesevî dergâhında Ahmed Yesevî huzuru ile yapılan zikirlerde bile mümkün olamadığı belirtilmek­tedir. Değil ki bugün?!...

Şimdi bu yazdıklarıma rağmen hâlâ itiraz ederek “Bırakın bunları, menkıbe, hikâye bunlar...” diyenlerin seslerini işitir gi­biyim.

İşte onlara söyleyeceğim söz şudur: Edeb ya Hû! ; “el-insaf vel-merhamet !”

Bu noktada “Dîvân-ı Hikmet’te Kadın” konusu da mercek al­tına alınmalıdır. Ahmed Yesevî’ye ait hikmetlerin tamamını en az on defa okumuş bir kişi olarak şunu net olarak tekrar ifade etmem gerekli ki, Ahmed Yesevî’nin dilinden dökülmüş binlerce satırlık hikmetler arasında bir tane hikmette bile insaniyet dışında cinsi­yet izafesi anlamında ve özellikle ‘dişilik’ bağlamında “kadın” lafzı yer almamaktadır. Hattâ Ahmed Yesevî tüm şiirlerinde tek kelime ile olsun bir yaşayan birey olarak “kadın” anlamında “kendi anne­sinden, kendi eşinden-kendi kızlarından” bile söz etmemektedir.

DîvânHikmet’te “kadın” kelimesine sadece birkaç yerde rastlanır; buralarda da aynı kalıp içerisinde orijinal metinde “zen ü ferzend” şeklinde Farsça tamlama olarak “kadın ve çocuk” an­lamında geçirilir.

“Kız” kelimesi ise sadece birkaç kez “oğul-kız” şeklinde tam­lama olarak -bir yerde Rasûlullah’ın sevgili kızı Hz. Fâtıma’ya işa­ret edilerek; bir yerde Hz. Ebûbekr’in kızı (Hz. Aişej’na işaret için; bir yerde cennetin “Huri kızları”nın tanımlanmasında, bir yerde de genç “kız ü zaif civanlar” deyimi içerisinde genç kızlar kastedile­reksadece birkaç kez geçirilmiştir.

Peki nasıl oluyor da Ahmed Yesevî’nin kadınlara “çok özel bir önem” verdiği, dergâhını kadınlarla doldurup erkeklerle beraber zikrettirdiği iddia edilebiliyor?..

Bunun cevabı bence, son dönemde iyice yaygınlaşmış ve de derinleşmiş olan -ve en önemlisi bu iddia sahihlerinin şuuraltlarına da epeyce sızmış olan“kadınperestlik”te aranmalıdır. Siz Ahmed Yesevî’ye kadınlarla ilgili herhangi bir övgü veya ayıb yamamağa niyeti olanlar, siz Ahmed Yesevî’nin ateş ile pamuğu emanet ede­ceği dervişine koyduğu şartı kendinizde bir arayın bakalım; sonucu çok merak ediyorum...

Hazînî’nin Savunması

Hazînî’nin Yesevîlik hakkındaki eserlerinden Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr kitabında da tarîkata alınacak mürîdlerin özellik­leri sıralanırken “Mürîd, henüz sakalı bitmemiş yaşta (= emred) olmamalı, kötü huy ve davranışlar edinmiş bulunmamalıdır, "de­nilmektedir.134 Hazînî, Yesevî mürîdi olma niteliklerini sıralarken özellikle bu anlamlı şartı öne çıkararak, ısrarla üzerinde durur: “Bir mecliste sakalı henüz bitmemiş yaşta bir oğlan (= emred) var­sa, o mecliste bulunanlar kazanç elde edemezler. Sakalı bitmiş ( = mültehî) ve din hükümlerine bağlı ( = dîn-şiâr) yoldaş iste; gönül çekici güzel isteme. ”der. Uyarı nitelikli bu sözlerini şöyle tamamlar: “Küçük yaşta oğlan çocuğu ve kadınla bir yerde oturma, çünkü öyle yerde vecd haram olur. İyiliğin için iyi kimseleri iste ki vecd ve semâ mubah görülsün, günah sayılmasın. ” diyerek önem­li bir meseleye parmak basar, ardından yine aynı noktaya döner ve: “Şüphesiz, iyi dost sakallı olmalıdır; sakalsız oğlanın yüzüne bakmaktan kaçınmak gerektir. Sakalı bitmedik oğlan çocuklarının bulundukları toplantılardan (= ehl-i bid’at meclisinden) uzaklaş, yoksa bu tür bid’atler (= kötü işler ve davranışlar) yüreği yaralar. ”

Hazînî’nin yukarıda ayrıntılı olarak naklettiğimiz sözleri, Yesevîlikte zikir meclislerine küçük yaşta çocuklarla kadınların da katıldığı ve böylelikle şeriat sınırlarının ihlâl edildiği yolundaki id­dialara karşı bir reddiye, bir savunma gibidir.

Matbaa baskılarının piyasaya çıkacağı zamana kadar Yesevî kültürünü halk arasında yayan ve fikirlerini geniş halk kitlelerine ileten en önemli ve bir yerde yegâne kaynak, Türkistanlı müslü­man Türk kadınları olmuştur. Türkistan kadınlarının Yesevîcilik ge­leneği, Pîr-i Türkistan’ın fikirlerinin halk arasında yayılmasına ve korunmasına hizmet etmiştir. Kadınlar arasında Yesevî hikmetlerini öğrenmek, ezberlemek ve halka öğretmek faaliyeti Yesevî devrin­de başlamıştır. Hazret Sultan’ın kızı Gevher Şahnâz Hanım, baba­sından öğrendiği hikmetleri önce komşuları, sonra yakınlardaki köy ve avullardaki kadınlar arasında okumuş, hikmetleri başka kadınla­ra öğretme yöntemini de geliştirmiştir. Gevher Şahnâz Hanım dev­rinde hikmetleri öğrenmek, ezberlemek ve meclislerde okumak bir adet haline gelmiştir. Bu yöntem, Gevher Şahnâz Hanım’dan sonra da kadınlar arasında devam edip bir yüzyıl içerisinde gelenek halini almıştır.

Yesevî-Han Meclisi

Sonbahardan ilkbahara kadar bütün kış boyu, hikmetleri ezberden okuyan kırk kadın-kız, köylerde, şehir mahallelerinde, yurtlarda (çadırlarda) Yesevî-Han Meclisi teşkil ederek toplanırlar. Rivayete göre bu kırk hanım, Kırk canı tasvir eden melikeler olarak Kırkları (Çil-Ten) temsil ederdi. (Türkiye Türkçesinde: Çilten=Kırklar) Kırklar hakkında halk arasında anlatılan çok menkıbe vardır. Genellikle Kırklar, darda kalan insanlara yararlı olmak niyetini ta­şıyan bir topluluktur. Yesevî hikmetlerini koro halinde okuyan kırk kadın-kızlar da Allah yolunda hayırlı bir amel işlediklerine inanırlar.

Hikmetleri ezberden okuyabilen Kırk kadın-kızlar diz çökerek kare şeklinde, dört köşeli bir daire teşkil ederek otururlar. Onların arkasında dinleyiciler yer alır. Dua ve hikmet okuyanları, aralarında bulunan yaşlı bir hanım idare eder. Ortaya 1-1,5 metre yüksekliğin­de yeşil bir ağaç dikilir ve camlar kapatıldıktan sonra bir şamdan­da mum yakılır. Hikmetleri okumadan önce dua okunur. Kırk-kadın kızlar, bir kere “Bismillahirrahmanirrahim” dedikten sonra, kırk kez “Allahüekber” denir. Bunun arkasından kırk kadın-kızlardan ilk on kadın, hikmetleri okumaya başlar. Kalan otuz kişilik grup, okumayı onarlı olarak sırayla devam ettirirler. Onluk gruplar oku­yacakları hikmet parçalarını seçmekte serbesttir ve hangi hikmeti okuyacaklarını önceden aralarında kararlaştırırlar. Yesevî-Hanların hikmet okuma töreni iki saate kadar uzayabilir. Okumanın sonun­da kırk-kadın kız beraber hikmetlerin “münacât be dergâh-ı kadi’l-hacât celle celâlûhû” kısmını koro halinde söylerler. Koronun okuması, yavaş bir sesle başlar, münacatın ortalarında yükselir; sonuna yaklaştıkça tekrar yavaş yavaş sakinleşir. Koronun okuyuş ritmi, adeta bir neyin dalgalanan sesi gibi yükseltilip alçaltılır. Hik­metlerin okunmasından sonra Hz. Rasûlullah, ehl-i beyt, ashâb ve “Hz. Pîr-i Türkistan” adına dua okunur. Törenin bitişinden sonra gerekirse camlar açılır. Akîl-bâlîğ olmuş erkek çocuklar, kadın-kızlar halkasına alınmaz.

Hikmet okuma merasiminden sonra çay içilir. Çay merasimi sırasında en bilgili olan Yesevî-Han, Yesevî’nin hayatı ve fikirleri hakkında menkıbeler anlatır. Anlatılan menkıbelerin çoğunluğu, Yesevî’nin halvet hayatı ile ilgilidir ve halvetteki zuhurâtları dile getirir. Yesevî’nin sabrı, halvette geçen altmış küsür yıllık hayatını nasıl da tamamıyla Allah’a bağladığı ve insanın iradesiyle her türlü zahmeti geride bırakabileceği de anlatılan konulardandır.

Komünizm döneminde, 1925-1989 yılları arasında, Yesevî’nin eserlerini okumak, fikirlerini anlatmak yasaklandığı gibi Yesevî-Han meclisleri düzenlemek de suç sayılmıştı. Ahmed Yesevî’yi kendi dönemindeki İslâm toplumu içerisinde dini fikirleri halka ilk defa halkın dili ile anlatmaya cesaret eden ilim adamı olarak göstermek de yasak edilmişti. Hattâ Yesevîcilik gerici bir faaliyet olduğu ve tasavvufun bir hayalden başka bir şey olmadığı yıllar boyu pro­paganda edildi. Ama asırlardan beri kadın-kızlar arasında devam ettirilen Yesevî-Han meclisleri, komünizm devrinde de gizli olarak da olsa yaşatılmıştır. Kahraman hanımlar, işyerlerinde ki dinlenme aralarında, fırsat buldukları her an bir araya geldiklerinde ve me­selâ bilhassa düğünlerde, Yesevî hikmetlerinden parçalar okumuş­lar ve o ağır şartlarda dahi Yesevî-Hanlık geleneğini yaşatmışlardır. Bugünkü Türkistan’da kadınların Yesevî-Hanlık geleneği yeniden canlanmış durumdadır. Yesevî kültürünün yaşatılmasında hayatî bir önem taşıyan Türkistan hanımlarının Yesevî-Hanlık geleneği ciddi araştırmaları hak etmekte ise de bu konunun yeterince araştırıldığı söylenemez.

Bu Yesevî-Han meclisleri sayesinde Türkistanlı kadınlar, hik­metleri ezberden okumak ve gençlere öğretmek suretiyle Türk lehçelerinin günümüze kadar yaşamasına imkân sağlamışlardır. Çin işgalindeki Doğu Türkistan’lı kadınlar arasında da Yesevî-Hanlık ge­leneğinin devam ettirildiği bilinmektedir.135

Yesevîlikte Nafile Oruç:

Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in doğum gününe rastlayan Pazartesi günleri oruç tutmak mendub (makbul)’dür. Kulların amellerinin arz günü olan Perşembe günleri oruç tutmak da makbuldür.136

Yesevîlikte Halvet:

Yesevîyye tarîkında “halvet’Tn özel bir önemi ve kendine özel bir töreni vardır. Yesevîlik’te tasavvufî eğitimin önemli unsur­larından biri olan halvet halvetin gelenek haline dönüşmüş bir âdâb sözkonusudur.

Yesevî’lere göre, “Halvet” kelimesindeki harflerde birçok anlaşılması güç hikmet gizlenmiştir. Halvetin hı harfi halî’den, lam harfi leylden, vav harfi vuslat’tan, te harfi hidayetten alın­mıştır. Halvet esnasında nefs-i emmâreye ait şeytanî hazlar yanıp mahvolur. Hakk cezbelerinden nar ve nur zuhûra gelir; insanlık karanlıkları ve başka kederleri kalkar; batın tabakaları nurlanır ve temizlenir ve nice nice feyizler hâsıl olur.

Halvet biri şeri’at halveti, diğeri tarîkat halveti olmak üzere iki türdür:

Şerî’at halveti, bütün ayıp sayılan fiillerden ve meş’um söz­lerden, başka noksanlık ve günahlardan tamamıyle tevbe etmek esasına dayanır. Bunun gibi oruç da, bütün uzuv ve duygu organla­rının, şer’an yasak edilen v.b. şeylerden masun ve mahfuz kalması suretiyle olmalıdır. Böyle olmazsa, salîk, tarîkat halvetine layık olmaz. Şerî’at halveti olmayınca İkincisi tarîkat halveti de olmaz.

Tarîkat halveti hakkında büyük mutasavvıfların bazı özel tarzları ve konulmuş çeşitli erkân ve kurallar vardır. Halvet-güzîn olacak salîkin tabîatma göre o esnada nasıl hareket etmek lazım geleceğini, ancak mürşîd-i kâmil ta’yin edebilir; zira aksi takdirde mazarrat muhakkaktır.

Halvet iki kısımdır.

1.              Zahirî halvet (İtikâf veya erbâîn):

İhvanın evinde insanlardan ayrı bir yere çekilip orada âlem-i Melekût, âlem-i Şuhûd, âlem-i Ceberût’a muttali’ olmak için otu­rup meşgul olmasıdır. Çünkü zahirî hislerin duyuların çalışması durdurulduğu zaman Bâtınî hisler Melekût âyetlerini ve Ceberut âleminin esrarını mükâşefe için hazır hâle gelir.

İtikâf ve erbaini, ünlü sûfî-mücâhid Şeyh Şamil’in mürşidi Üstâz Cemâleddin Gazi-Kumukî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz şöyle ifade buyurur:

“İtikâf, ancak şeyhin verdiği izinle, onun tâlim ve telkini ile yapılır. İtikâf veya erbaine gireceği yerin, insan ve hayvan sesle­rinden uzak olması lâzımdır. Bu hizmete giren bir kimse, dünyevî işlerden alâkasını keser. Tuzsuz, yağsız ve az gıda almak suretiyle, nefsini terbiye eder. Okumak, yazmak ile meşgul olmaz. Nefsânî arzulardan uzaklaşır. Allah Teâlâ’yı ve O’na kavuşmaktan başka bir şey düşünmez. Büyük mertebe ve kerâmetlere göz dikmez. Kendi­sini Allah Teâlâ’ya bağlar. Vücudunu, oturduğu yeri ve elbisesini te­miz tutar. Daima, kıbleye karşı diz çökerek oturur. Gözlerini yumar, kendi varlığını kaybederek, bütün hislerinden ayrılır. Her cihetten kalbini, Allah Teâlâ’ya doğru açar. Farz ve sünnet namazlarını edâ eder. Rûhânîyyeti, cismâniyyetine galip gelmedikçe, halk ile te­masta bulunmaz. Rûhânîyyetin hululünden ve hakikati gördükten sonra, itikâf veya erbaine son verir. Eskisi gibi, herkesle temasta bulunabilir. Bundan sonra şeyhi, mürîdde bir gelişme hissederse, ona, daha yüksek dereceler ref etmesi için yol gösterir.”

2.              Bâtınî halvet:

Bu bâtının her ân Hakk’ın esrârını müşahede hâlinde olması­dır. Halkla muamelesi onu zahirî mütalâadan ve Bâtınî müşahede­den alıkoymaz. İşte açık seçik anlaşılıyor ki, hakikî halvet budur. Bu halvet tarik-i Nakşbendîyye’ye hastır. Çünkü onlar zahirî manadaki bildiğimiz, halvete, bir köşeye çekilmezler, cemaatten ayrılmazlar.

Onların halveti kendi batınlarındadır: İnsanlarla toplu halde bulunurlarken kendi içlerinde halvet halindedirler.

Hâce Bahâüddîn Nakşbend Hazretlerine sormuşlar:

“Sizin tarîkatınızın esası nedir? Buyurmuşlar:

“Halvet der encümen, toplulukta yalnızlıktır. Zahirde halk, bâtında Hakk ile olmak. ” Ve

“Bizim tarikatımızın esası sohbettir. Halktan uzaklaşmakta şöhret, şöhretteyse afet vardır. Hayr cemiyettedir; cemiyet de sohbette. Elverir ki, her iki tarafın hakkı verilsin ve birinden biri­ne saplanıp kalınmasın. ”

Sâdât-t Kiram Hazretlerinin halvetin bu türlüsünü tercih et­melerinin sebebi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine ittibâ’ etmek içindir. Çünkü o insanların içine girip onların hidayeti­ne çalışmayı bir köşeye çekilmeğe tercih etmiştir ve buyurmuştur ki;

“İnsanların arasına karışıp onların ezasına sabreden mümin, onların içine karış mayan ve bir köşeye çekilen müminden hayır­lıdır. ”

Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;

“Kâmil insan, kendisinden bir sürü kerâmetler sâdır olan kimse değil, bilakis halk içine girip alış verişini yapan, maişetini kendisi temin eden, evlenen, insanlarla haşir nesir olan, bununla beraber bir an Allah Teâlâ’dan gafil olmayan kimsedir. ”

Ebû Saîd Harrâz, “Halvet der-encümen” i şöyle tarif eder: “Halvet der-encümen” (=Toplulukta yalnızlık) şudur: Zikir insanı öyle kaplayacak insan kendisini zikre öyle verecek ki, en kalabalık ve şamatalı yere girse hiç bir şey işitemez olacak.” Hâce Evliya Kebir, “İnsan kendisini topyekûn zikre verse, beş altı günde öyle bir mertebeye erişir ki, halkın çağrıştığı ve birbiriyle didiştiği hep zikir görünür. Kendi konuştukları da. ”

Ubeydullah Ahrâr ise “Bu Tarîkat-ı aliyyenin bir başka husu­siyeti de “Halvet der-encümen”dir. Başkaları arasında yalnız imiş gibi, olmak demektir ve “Sefer der-vatan”dan hâsıl olur. Sefer der-vatan müyesser olunca, başkaları arasında zihnin dağılması da vatan gibi, yalnızlığa sefer eder. Âfâki dağınıklıklar kalbe sızamaz. Bu yalnızlık diğer tarikatlarda ancak müntehada, sona varanlarda müyesser olur. Fakat bu Tarîkat-ı âliyyede başlangıçta hâsıl oldu­ğundan, bu yola mahsus sayılmıştır. "Halvet der-encümen” demek, vatanî halvet kapılarını kapamak, pencerelerini örmek demektir. Yani herkesin arasında hiç kimseye iltifat etmeyecek, hiç kimse ile muhatap olup konuşmayacak. Bu demek değildir ki, gözlerini yu­macak, duygularını zorla muattal bırakacak. Hayır! Böyle bir şey bu Tarîkat-ı âliyye’de yoktur. Kardeşim! Bütün bu zorlamalar, yo­lun basında ve ortasında olur. Sona varanların bunlar için kendini i >

zorlaması gerekmez. Herkesin arasında iken kalbini toparlamıştır, gaflet arasında iken huzurdadır, "demiştir.

Bazı velîler zikrin üç mertebesi olduğunu söylerler. Onlara göre; birinci mertebede mürîd ‘dil’iyle zikreder. Bu esnada zihin başka yerlerdedir. Fakat bu zikre devam ede ede neticede ‘dil’ ve ‘kalp’ birleşir. Dil “Allah” derken, kalp de dağınıklıktan kurtulmuş bir halde dile refakat ederek o da “Allah” der. Bu zikre devam ne­ticesinde ise artık ‘zikir’ kalbe yerleşir. Zaten zikirden gaye de bu hale erebilmektir. Bu merhalede ‘dil’ sussa bile, kalp devamlı zikir üzeredir. Dünyevî haller onu zikirden alıkoymaz. Nakşbendî tarîkatında [Halvet der encümen] (Kalabalığın içinde Allah’la beraber olma) esası da bu zikre işaret eder. Nur sûresindeki “Öyle erler (ki) mallar ve alış veriş onları Allah’ı zikirden alıkoymaz”137 âyetini bu hale delil olarak zikrederler.

Hâzinî’nin Cevâhiru’l-ebrâr’da verdiği bilgiye göre, mürîdin tek başına halvete konulması şeklindeki genel tasavvufî uygulama­dan farklı olarak Yesevîyye’de halvet, grup hâlinde yapılır. Hazînî, Yesevî tarîkatinde kırk günlük halvet olan Erbaîn ve erbaînle ilgili törenler ayrıntılı olarak şu şekilde anlatır:138

Halvete girecek olan mürîdler, mürşîdin onayı ile bir gün önceden halvet tasfiyesi için oruç tutmaya başlarlar. Halvet arefesinde, halvete girmeden bir gün önce sabah namazından sonra mürîdler zikir, teşbih ve tehlillerini çoğaltır ve zikr-i mülakkan ve vird-i murahhas irad olunur. Zikrullah edasından sonra saf bağ­lanarak kıbleye karşı durulup yüksek sesle sekiz “Allahu-ekber” çekilerek Tekbîr getirilir. Bu tekbîrlerden maksat, nefs ve heva or­dusuna karşı açılan savaşın başlangıcında Cenab-ı Hakk’tan yardım ve zafer dilemektir.

Aynı gün, ikindi namazından sonra halvethânenin kapı, baca ve tüm delikleri kapatılır ki, halvete girecek mürîdin sülûkuna hava cereyanı ve soğuk bir zarar vermesin. Mürîdler ikindi na­mazından güneş batmcaya dek tevbe, istiğfar ve zikir -me’zun ve me’mur olduğu evrâdile meşgûl olurlar. Akşam olmadan önce oruçlu olarak halvete giren mürîd, ta güneş batmcaya kadar Hakk Teâlâ’ya yalvarmakla gözyaşı dökmekle meşgul olur. Akşam nama­zından sonra, yemek için el yıkanır; hizmet eden kimse, ibrik ile iftar için sıcak su getirir. Bu sıcak su ile iftar edilir ve artık bundan sonra mürîde su verilmez. Bundan sonra, Ahmed Yesevî’nin kerâmetleriyle bitmiş olan kara-darı (mercimek)ile kaynatılmış halvet çorbası verilir; eğer bu mercimek bulunmazsa kızıl-darı (mısır) çorbası da olabilir. Herkese bu çorbadan ayrı ayrı kaplarda verilir; bundan maksat kimsenin başka birisinin lokmasına iştiraki olmasın ve bu suretle feyz zuhuruna engel olabilecek manevî bir hal hâsıl olmasın. Tüm halvet ehli bu çorbayı içtikten sonra, harareti teskin için bir küçük karpuz veya bir miktar ayran verilebilir.

Yemekten sonra Kur’an-ı Kerim’den bir sûre veya birkaç âyet okunur. Ayakta saf saf durup yüksek sesle üç kere Tekbîr ge­tirilir. Daha sonra, oturulup gece yarısına kadar saygı ve hürmetle zikrullah ile meşgûl olunur. Bu esnada dervîşleri teşvik etmek ve sevklendirmek için basta Hazret Sultan’a ait olanları olmak üzere > » »

Yesevîyye şeyhlerinin Hikmet adı verilen İlahîleri hazin sesle ve telkinlerle okunur. Bundan sonra, ustura ve tas hazır olunca tekrar üç Tekbîr getirilip başka bir yerde başlar tıraş edilir. Tıraştan sonra halvethane içinde saf saf durulup -önce kıbleden başlamak üzerehalvethânenin dört yönüne doğru üçer Tekbîr getirilir. Ar­dından halvethâne ortasında bir halka teşkil edilip, zikr-i erreye başlanır. Halvethâneyi ışıtmak için uyandırılan mum bitene kadar zikir devam eder. Zikr-i erre bittikten sonra “külfeti ref ve kesa­feti def için” birkaç saat istirahat edilir.

Halvethânedeki o uyku sırasında dervîşlerden nice hicablar kaldırılıp, İlahî nurlar yayılır. Dervîşler, rüyalarını destur ile izin isteyerek mürşîde söyleyip yorumlatırlar. Rüya hayrlı ise şükür ile niyaz edilir. Eğer rüya şer ise “taksîr” deyip istiğfar etmekle ref olur ve Allah’ın lütfü ile hayra döner. “Eğer niyâzmendlik ve tehir babında tehir ve ihmal karşılarsa”, terakkiden kalıp tenezzül çek­mesine delildir. Bu şekilde halvete kırk gün devam edilir.

Kırk günün sonunda mutfak görevlileri herkesten önce des­tur ile halvethâneden çıkarak kurban keserler. Bu kurbanların kanlarını ve kemiklerini köpeklere vermeyip gömerek saklamak âdettir. Kesilen kurbanların boğazları kebap yapılarak soğuk su veya ayranla halvet ehline verilir. O gece halvethânede kalınmaz; sûfîler ve diğer dostlar evlerinde dinlenir. Ertesi gün sabah na­mazından sonra toplanılıp zikredilir; üç Tekbîr ile hayr yâd kılı­nıp niyâz olunur ve duâ ile halvetin tam olarak bittiği îlân edilir ve herkes kalb rahatlığı ile evlerine dağılır. Yesevîyye tarîkatının ünlü halveti Erbaîn’in şekil ve mahiyeti budur.

Halvet konusunda Yesevî mürşîdlerinden Şeyh Hudâydâd’ın Bustânü’l-muhîbbîn risalesinde de şu bilgiler verilir:

Halvete giren sûfîlerin dört önemli görevi ve virdi vardır: Bi­rincisi duhâ namazından sonra iki rekât kefâret niyetiyle namaz kıl­mak ve her rekâtta Fâtiha’dan sonra Kevser139 Sûresi’ni okumaktır. İkincisi, dört rekât tesbîh namazı kılmak ve ardından ne dileği varsa onu Allah’tan isteyip duâ etmektir. Üçüncüsü, her gün Kur’ân’dan yüz âyet okumaktır. Dördüncüsü ise zikir ile meşgûl olmaktır. Bu zikri icrâ edecek olan kişi eğer gönlü canlanmış ise hafî (= sessiz), gönlü canlanmamış ise cehrî (= sesli) zikre devâm eder.140

Hicri aylardan Zilkade başlarken girilen ve Zilhicce başında kırk güne tamamlanan halvetten çıkmak yaygın bir uygulamadır. Zilhicce’nin onuncu günü kutlanan Kurban bayramının ilk günü dü­zenlenen görkemli bir tören ile gerçekleştirilen ‘halvetten çıkış’ ritüeline katılmak için çok uzak yerlerden ziyaretçiler de Yesi’ye gelirdi. Bir diğer uygulamada ise Şaban ayının son on günü başla­nan erbaîn Ramazan ile birleştirilip kırka tamamlanır; bu şekilde de halvetten çıkış Ramazan bayramı ile denk getirilirdi ki, bugün Nakşbendiyye tarîkatının Dağıstanîyye kolunun sürdürdüğü erbain geleneğinde de bu uygulama tercih edilmektedir.

Görgü tanıklarının rivayetlerine göre komünizm öncesinde­ki son senelere kadar sürdürülen halvetten çıkış törenini izlemek maksadıyla beşbin-altıbin kişi Yesevî külliyesinde toplanırlardı.

7.              Günümüze Ulaşan Yesevîlik Bilinci

Sovyet Rus yönetiminin egemen olduğu yıllarda (1917-1991) bütün Türkistan Cumhuriyetleri’nde diğer Türk büyükleri gibi Ah­med Yesevî de unutturulmağa ve eserlerindeki bazı tasavvufî tav­siyelerinden yola çıkılmak suretiyle ismi ve misyonu karalanmağa çalışılmıştır. Bu çerçevede Ahmed Yesevî’nin 1917 yılındaki komü­nist “Ekim Devrimi”ne kadar gerek Kazan’da gerekse Taşkend’de defalarca basılan “Dîvân-ı Hikmet’Tn yeni baskılarının yapılması kesinlikle yasaklanmıştı. Hattâ değil Ahmed Yesevî hakkında eser­lerinin basımının yapılması, Ahmed Yesevî hakkında ilmi nitelik­te makale yazanlar bile resmi ve cezai takibata uğratılmışlardır. 1972 yılında yayınlanan Özbek edebiyat tarihçisi Prof. Dr. Ergaş Rüstemov’un “Ahmed Yesevî Hikmetlerinde Tarih ve Hayat Sedası” başlıklı yazısının komünist rejimin tahkir ve takibine maruz kaldığı kaydedilmiştir. Bu konuda görgü tanıklığı yapan bazı bilim adamla­rından aktarılacak anekdotlar da yeteri derecede bilgi sahibi olun­masını sağlayacaktır.

Türkmenistan’dan Prof. Dr. Gurbandurdı Geldievbu dönemin barbarca uygulamalarını ve yapılan kültürel genosidi şöyle anlat­maktadır: “1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nde uygulanan Stalinist baskı döneminde “Kurân-ı Kerîm okuyan, ve/veya okumayı bilen, evinde dinî içerikli kitab bulunduranlar önce hapishanelere atıldı ve ardından ne zaman biteceği belirsiz çalışma kamplarına sürgün cezaları ile Sibirya’ya yollandılar. Bu durum karşısında halk içerisine salman korkunun etkisiyle evlerde bulunan Arab harfli kitablar ya kabristanlara gömüldü veya torbalar içerisinde kuyu­lara saklandı. Elyazması birçok değerli eser bu yüzden çürüdü ve zamanla dağılıp kayboldu. Bugün Türkistan’da eski elyazmalarına nadiren ulaşılabilmesi bu yüzdendir. Bu genel kültürel tahribattan Dîvân-ı Hikmetler ile Yesevîlik tarihine ait diğer elyazması kitab­lar da kurtulamamıştır. 1970’li yıllarda yeniden hız kazanan İs­lâm karşıtlı döneminde uygulanan politika değiştirildi. Sibirya’ya sürgün yerine dinî hurafelere inanmak suçlamasına maruz kalan kişiler işlerinden, tamamı devletin elinde olan lojmanlardan çı­kartıldı; çocukları ekmeksiz bırakıldı. Öyle ki değil namaz kılıp oruç tutanlar erkek çocuğunu sünnet ettirenler dahi devlet karşıtı yaftalamasıyla takibe alındı. ”141

Prof. Dr. Gurbandurdı Geldiev’in Türkmenistan’daki uygu­lamaları anlatan bu sözleri istisnasız Tataristan’dan Kırgızistan’a bütün Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki ortak uygulama idi. Özbekistan bilim adamlarından Prof. Dr. Begali Kasımov ise, Sovyet dönemin­de uygulanan İslâm karşıtlığı politikasının Rus Çarlığı döneminden komünizme devreden 130 yıllık bir geçmişe sahip olduğunu söyle­mektedir. Kasımov, Rus baskılarına karşı daha komünizm öncesinde halk ayaklanmaları ortaya çıktığını bazı ayaklanmaları sûfî liderle­rinin örgütlediğini kaydeder. 1898 yılında Fergana vadisinin Andican kentinde baş gösteren Muhammed Alihan isyanı böyle bir sûfî isyanıdır. Bu isyan, bölgeyi istilâ eden Rus Çarlığı’nın askerî birlik­leri tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış; 777 kişi hapishanelere gönderilmiş ve 99 kişi de idam edilerek şehîd edilmişlerdir.142

Yine Özbek bilim insanlarından Dr. Dilâram Nişanova da Arab harfli her türlü kitabın yasaklandığı baskı dönemlerinden sonra 1990’ların başında gelen bağımsızlık rüzgârlarının sağladığı iklimde Yesevî mirasına ait eserlerin gün ışığına çıkmağa başladığını sevinç­le kaydederek 1993 yılının Türkiye’de olduğu gibi Özbekistan’da da Ahmed Yesevî yılı ilan edildiğinden, bu vesile birçok toplantı düzenlendiğinden ve yeni Dîvân-ı Hikmet baskılarından söz etmek­tedir.143

Özbekistan’da yakın zamana kadar Ahmed Yesevî hakkında hiçbir gazete ve dergiye yazı yazlamadığını, 1970’li yıllarda buna cesaret eden bir yazarın bir gazetede yayınlattığı Yesevî hakkındaki kısa bir yazısı sebebiyle “resmi boykot”a maruz bırakıldığını bi­lenler için bu bilim insanlarının anlattıkları şaşırtıcı olmayan acı bir gerçeklerdi. O karanlık kâbus yıllarında üniversitelerde okutulan derslerde bile Türkistan Edebiyatı’nın ilk ürünlerinden olan “Yesevî Hikmetleri” ve Ahmed Yesevî’den söz edilememiştir.

Ancak bütün bu çalışmalar Ahmed Yesevî’nin manevî itibarını yok etme hedefine ulaşamamıştır. 1992 yılında Taşkend’de basılan “Dîvân-ı Hikmet’in takdim bölümünde belirtildiği gibi “Dîvân-ı Hikmet”te yer alan hikmetler dilden dile, gönülden gönüle nesiller boyu aktarıldığı gibi çeşitli gayrı-resmi yollarla da çoğaltılmış ve Ahmed Yesevî’nin kutlu ismi bir köz halinde halk bağrında yaşatıl­mağa devam edilmiştir.

Türkistan adını bütün Türklerin anayurdu oluşu sebebiyle ortadan kaldırmak isteyen Sovyet yönetiminin karşılaştığı en bü­yük engellerden biri yine Ahmed Yesevî olmuştur. O’nun “Hazret-i Türkistan”, “Pîr-i Türkistan” şeklinde bilinen ismine duydukları bağlılığın bütün Türkistan’ da ruh birliğini sağladığını gören Rus egemenliğindeki komünist yönetim, Ahmed Yesevî’nin büyüdüğü ve türbesinin de bulunduğu, asırlarca Yesi adıyla bilinen tarihi şehre bazı tarihî bulguları da çarpıtarak “Türkistan” adını vermiştir. Böylece hem “Pîr-i Türkistan’ın nüfuz alanını küçük bir kasabayla sınır­landırmak, hem de milyonlarca kilometrekarelik ulu Türkistan’ın binlerce yıllık adını tarihten ve coğrafyadan olduğu gibi Hazret-i Türkistan’ın adından da silmek istemişlerdir. Ancak bu hedeflerine hiçbir zaman ulaşamadıklarına -zulüm derecesinde baskılar altında geçen 70 yıla rağmenadı bugün bütün Türkistan’da hürmetle anı­lan ve bir “Allah dostu” olarak ölümünden sekiz yüzyıl sonra bile dipdiri yaşamakta olan Ahmed Yesevî en güçlü tanıktır.

Her türlü dinî tezâhüre acımasızca bir sindirme ve yok etme faaliyetinin gerçekleştirildiği Sovyet döneminin 70 yıllık ağır baskı dönemi maalesef bölgedeki İslâmî hayatı yok olma sınırına kadar getirmiştir. Bırakın tasavvufî faaliyetleri Cuma namazının kılındığı sınırlı sayıdaki -ve göstermelik olarak açık tutuldukları belli olancamilere öğrencilerin, gençlerin ve kamu görevlilerinin dâhil ol­masının resmen yasaklandığı bir dönem; hem de üç kuşak boyunca yaşanmıştır. Bu baskının en yoğun yaşandığı yıllarda her türlü dinî uygulama kısıtlandığı gibi “din adamı” sayılabilecek hemen herkes ya öldürülmüş veya daha şanslı olanlar (!) Sibirya’nın toplu çalış­ma kamplarında ömürlerini tüketmişlerdir. Türkistan’da bulundu­ğumuz günlerde sohbet ettiğimiz bir yaşlı Kazak Türk’ünün “yer altına gömülen dinî kitaplar” olarak sakladığı bir poşet içerisindeki kitablara baktığımızda basit ilmihal kitabları yanında -Arap harfli olduğu için dinî kitab sanılarak muhafaza edilmişSovyet öncesi döneme ait ilkokul düzeyinde tarih, coğrafya kitablarının da bulun­duğunu acı ile müşahede etmiştik. Daha pek çok örnek verebilece­ğim bu baskıların mantığını ve tatbikatındaki acımasızlığı anlaya­bilmek için canlı tanığı olan Şükrüllah Yusufoğlu’nun kaleme aldığı ve geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye çevrilen “Kefensiz Gömülenler” kitabını tavsiye etmek isterim.

Baskı yıllarındaki Stalinist yok etme politikasından Yesevîlik kültürünün taşıyıcısı olan şeyh ve mürîd denilebilecek herkesin de en önde safta olmak üzere etkilenmiş olacaklarını tahmin etmek zor değildir. Nitekim bölgede bulunduğum yıllarda yaptığım araş­tırmalarda Yesevî şeyhi olabilme ihtimali olan hemen hiç kimseye rastlayamazken ailevî tevârüs yolu ile Yesevî kültüründen bazı ka­lıntılara sahib birkaç “aksakal” ile karşılaşabildim. Bu kişiler de köklü bir tasavvufî kültüre sahib olmayıp sadece hafızalarında sak­layabildikleri bazı ritüelleri, ezberledikleri birkaç duayı günümüze taşıyabilmiş kişilerdi.

Yesevî kültürünün nesilden nesile aktarılmasında kilit rolünü oynayan ve ‘Yesevî-Han’ olarak adlandırılan ‘hikmet okuyucusu” hanımların da Sovyet işgalini yaşamış olan bölgede Fergana vadisi dışında bulunmadıkları söylenmektedir. Nakşbendî tarikatına mensub bir “mürşîd” olarak kabul edilebilecek sadece bir tek kişiden bahsedilen bu araştırmalar sırasında, o “şeyh”e değilse de sayılı ve önde gelen mürîdlerinden birisine ulaşabilmiştim. Yakınlarda ve­fat eden ve Sovyet döneminde yeraltı örgütlenmesi sayılabilecek bir mürîd ağı oluşturarak bütün Türkistan’da etkili olan bir mürşîdin -ki o dönemde yaptığı fedakârlık ancak kahramanlık olarak vasıflandırılabiliryerine geçmek isteyenlerin birbirlerine “para ile muskacılık yapmak”, “cenaze namazı kılmak ve ölüye dua et­mek için bölge şartlarında astronomik ücretlere denk gelecek ta­leplerde bulunmak” gibi suçlamalar yöneltmeleri de ibret verici bir durumdur.

İlk kez 1992 yılında ziyaret fırsatı bulabildiğim Özbekistan’ın Buhara kenti yakınındaki Kasr-ı Arifan’da bulunan Şah-ı Nakşbend külliyesindeki, kabrini ziyaret eden yerli halktan insanların bir ‘Fâtiha’ okumaktan dahi aciz olduklarını gördüğümde ne kadar üzülmüştüm. Saygı ile kabri ziyaret edenler, kabir başında sadaka karşılığı âyetü’l Kürsî okuyan yaşlı insana büyük bir minnetkârlık hissi ile doluyorlardı. Aynı tabloyu Kazakistan’daki Yesevî türbesini ziyaret eden insanları izlerken de görebilirdiniz.

Henüz Sovyet dönemi kalıntılarının silinmediği o yıllarda Şah-ı Nakşbend Külliyesini çevreleyen duvarlara asılmış, külliye­nin girişini kapatacak kadar kocaman levhalarda “Kabirlerde dua etmenin, kabir ziyaretinin “Şirk” olduğu hakkındaki “resmi müftü” imzalı duyuruları da hatırlıyorum. (İslâmî eğitimini zamanın Libya medreselerinden almış olduğunu öğrendiğim bu müftü, Sovyet dö­nemi bittiğinde, bazı siyasi nedenlerden dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalacaktır.)

Aradan geçen 20 yıla sürede bu tablonun oldukça değiştiğini, o ziyareti engelleme maksatlı levhaların çöpe atıldığını ve bundan daha önemlisi insanların dinî bilgilenme noktasında daha iyi bir noktada olduklarını şahsî gözlemlerime dayanarak memnuniyetle söyleyebilirim.

8.               Dîvân-ı Hikmet: Hikmetler Pınarı

Türk edebiyatı tarihinde Dîvân-ı Hikmet’in önemi İslâm’ın kabulünden sonraki Türk Edebiyatı’nın daha önce yazılan Kutadgu Bilig’den sonraki bilinen en eski örneklerinden biri ve tasavvufî Türk edebiyatının ilk eseri oluşundan daha fazla Türk yurtlarında meydana getirdiği etkiye dayanır.

Ahmed Yesevî, İslâm’ın Türkler arasında yayıldığı asırlarda, Türkler arasında geniş ölçüde yayılma imkânı bulan ve “hikmet” adı verilen şiirleri ile ilk tasavvufî ekolü oluşturarak bütün dünyada yaşayan Türk soyundan insanların gönül tahtında asırlardır hüküm sürmeğe devam etmektedir. ‘Yesevî Hikmetleri’ Türkler arasında bir iman birliğinin teşekkül etmesine hizmet etmesi bakımından çok önemlidir.

İslâmî zahir ve batın ilmine vâkıf olan Ahmed Yesevî, büyük çoğunluğu bozkırlarda yayılmış olarak, dağınık bir halde yaşayan Türk soylu halklara Allah’a iman ve İslâm’ın esasları, şeriat hüküm­leri ve tarîkatının adâb ve erkânını öğretmek gayesiyle sâde bir dil ile genellikle hece vezninde şiirler söylemiştir. Dîvân-ı Hikmet’in asırlara karşı böylesine dirençli ve etkin oluşunda öncelikle “ilahi yardım” olmakla birlikte zâhirî olarak hikmetlerdeki dil ve şiiriyet özellikleri de etkili olmuştur. Vezinli-kafiyeli ‘ozan saguları’na aşina Türk obalarının yine vezinli-kafiyeli ve hattâ ilave olarak müzikal makâmlarla okunan hikmetleri benimsemeleri çok kolay olmuştur.

Yapılan araştırmalara göre hemen tamamı Ahmed Yesevî’nin yer altında uzlete çekildiği dönemde ilk kez dile getirilen bu hik­metli mısralar, halvet yerinde yanında bulunan bazı Yesevî dervîşleri tarafından yazıya dökülüp kâğıt üzerine geçirilmişlerdir. Ah­med Yesevî’nin tarikatını, sülük adâbını Arapça ve Farsça bilmeyen Türk dervişlerine anlatmak için, Türk halk edebiyatından alınmış şekillerle, hece vezninde söylediği bu şiirler, daha sonra Türkistan edebiyatı ürünü diğer şiirlerden ayırt edici özgün bir isim olarak “hikmet” adı ile tanınıp “Dîvân-ı Hikmet” adı verilen kitaplarda bir araya getirilecektir. Tarihi süreç içerisinde Yesevî yolunun ebediyet kazanmasında etkili olan mürşîd-i kâmil kadrosu kadar önem kaza­nan ve Ahmed Yesevî’nin ismini ölümsüzleştiren miras, hikmetleri­ni bir araya getiren Dîvân-ı Hikmet külliyatıdır.

Türk edebiyatında tasavvufî şiir geleneğini başlatan sûfî ol­ması yanında, mürîdlerin eğitiminde makâm ile söylenegelen ‘hik­met’ şiirlerini vasıta olarak kullanarak tasavvufî irşadda edebî ve müzikal yöntemleri öne çıkartıp yepyeni bir çığır açan ilk mürşîd de Ahmed Yesevî’dir. Çevresinde İslâm ile yeni tanışmış ancak yeni inançlarına çok güçlü olarak bağlanmış saf gönüllü Türkler halkalandığından Ahmed Yesevî, Arab ve Fars edebiyatını çok iyi bildiği halde, uzlete çekildiği çilehanesinde ziyaretine gelenlere kolayca anlayabilecekleri Türk dili ile hitab etmeyi tercih etti. Bugün bile ‘hikmet’ odaklı bu şifahî kültürün son temsilcilerine bütün Tür­kistan coğrafyasında rastlamak mümkündür. Dîvân-ı Hikmet’te yer alan şiirler eski devirlerin ‘Kam-Ozan-Baksı’larından hemen hiç farkları olmayan Yesevî-Han mürîdler tarafından, yüzyıllar boyu her türlü toplum faaliyetinde okunmuş, dillendirilmiştir. Hattâ, büyük bir kültürel kırılma ile hem Batı Türkistan’dan hem de tüm Türk yurtlarından ayrıştırılan Çin işgalindeki Doğu Türkistan’da bile Yesevî-Han geleneğinin sürdüğü bilinmektedir. Bunun somut bir ka­nıtı olarak 2010 yılında İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu’na getirilen bir bildiri kapsamındaki yeni kay­dedilmiş bir video ile Doğu Türkistan’da Hanım bir Yesevî-Hanın okuduğu hikmetler izleyicilere sunulmuştur.

Ahmed Yesevî’nin, tasavvufî görüşlerini ve tarîkatının esas­larını Türkçe olarak ifade etmesi ile açılan çığırdan giden sûfîlerin de katkısı ile Türk dili, en karmaşık ibareleri, soyut kavramları ifade edebilme gücüne sahib olması gereken tasavvuf dili merte­besine yükseldi. Oysa Yesevî’nin hikmetlerini dillendirdiği devirde Türkistan’daki diğer sûfî mürşîdler ve medrese âlimleri eserlerini çağın popüler ilim dilleri olarak kabul edilen Arabça ile yazıyor­lardı. Mürşîdi Yûsuf Hemedânî,’nin anadili olan Farsça ise edebî dil olarak ön plana çıkmış ve Horasan’dan Mâverâünnehir’e doğru yayılan tasavvuf edebiyatının temel eserlerinin dili haline gelmişti. İşte böyle bir ortamda Hazret Sultan Yesevî’nin Türkçe’yi tebliğ dili olarak tercih etmesi Türk dili tarihi yönünden hayatî bir önem arz eder. Bu önem günümüzde bütün Türkologların teslim ettiği bir husustur. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da Dîvân-ı Hik­met ’ te her ne kadar konusu gereği pek çok Arabça-Farsça kelime yer alsa bile metnin temelde Türkçe oluşudur. Öyle ki devrin yaygın edebi dili olan Farsça’ya rağmen ve -kendi ifadesi ileFarsça’yı da iyi bildiği halde Hazret Sultan Yesevî, mesajının iletilmesini öncelediği için Türkçe kullanımında ısrarlı olmuştur. Ahmed Yesevî hik­metleriyle halkın manevî eğitimini hedef aldığı için, kolay akılda kalabilecek şekilde ritmik, basit ve akıcı bir söyleyişi tercih etmiş­tir. Yesevî’den sonra Farsça’nın nüfuzu Türkistan’da yayılırken Yû­suf Hemedânî’nin haleflerinin etkisiyle bölgede güçlenen ve -daha sonra Nakşbendîyye adını alacak olanHâcegâniyye tarîkatının dili de Farsça haline gelecektir. Farsça’nın öne çıktığı bu dönemde bile Yesevî dervişlerinin Türkçe hikmet geleneğini sürdürmeleri sâyesinde Türkçe’nin tasavvuf dili olarak yaşayabilmesi mümkün olabilmiştir.

Gerek “Dîvân-ı Hikmet”teki Ahmed Yesevî’ye ait şiirler, ge­rekse Ahmed Yesevî’nin hikmetlerine benzetilerek diğer Yesevî dervîşleri tarafından verilen eserler Ahmed Yesevî’nin manevî etkisi ile ortaya çıktıkları için etkilerini aynı çerçevede değerlendirmek mümkündür. Türkmen sahasının büyük şâiri Mahtumkulu da Yesevî silsilesine intisâbı kanıtlanmış olmamakla beraber Yesevî geleneği­nin Hazar ötesi Türkmenler arasındaki temsilcisi olarak kabul edi­lebilir. Yesevîlik yolunun esaslarından şiirler yolu ile tasavvufî teb­liğin Anadolu coğrafyasındaki temsilcileri olan Aşık Paşa144 Yunus Emre, Azîz Mahmud Hüdâî, Niyâzi Mısrî, Ahmed Kuddûsî ve hattâ, çağımız âşıklarından Âşık Veysel gibi isimleri de Yesevî geleneğinin takipçileri olarak saymak mümkündür.

Ahmed Yesevî hikmetlerinde birçok kez dalgıç gibi mânâ de­nizlerine dalarak hakikat incileri derlemekten söz eder. Bu de­ğerlendirmeyi Dîvân-ı Hikmet için de yapmak ve bir mânâ denizi olarak vasıflandırmak mümkündür. Her bir hikmette yer alan, her bir mısra insanı bazen uçsuz-bucaksız bir okyanusun kenarına ka­dar götürür ve hattâ okur bir anda sırlar okyanusuna dalar, gider. Dîvân-ı Hikmet, bu özelliği ile, sayfalara basılan satırlar yanında yüzyıllardır dilden dile; gönülden gönüle aktarılıp -sözlü bir gele­nek teşkil ederekTürkistan bozkırlarında asırlardır yaşatılmış ve bugün de yaşatılmaktadır.

Ahmed Yesevî hikmetleri analiz edildiğinde satırlarının derin­liklerinde millî idealizmin yattığı ve Allah’a aşk ile bağlılıkla yücelmiş Türk ruhunun buram buram tüttüğü fark edilir. Ahmed Yesevî anlayışının devlet yöneticilerine etkisi ile asırlar içerisinde -mesela 16. yüzyılda Şeybânî Han ve Ubeydullah Han dönemindehalk ile devlet adamları ilişkisinin belirleyici bir faktörü haline geldiği de ileri sürülmüştür.

Nâdirhan Haşan tarafından ilim dünyasına tanıtılan ve “Hikmet-i Hoca Ahmed Yesevî’ diye başlayan 1887 yılında istinsah edil­miş olup, tamamı 168 varak olan Dîvân-ı Hikmet’in yazma bir nüs­hasındaki mukaddime hikmetlerin niçin yazıldığı hakkında önemli bilgiler içermektedir. Bu mukaddimede, Ahmed Yesevî hikmetle­rinin temelde Kur’an-ı Kerîm âyetleri ve Hz. Rasûlullah’ın hadis­lerine dayandığı belirtilmekte; tarîkat önderleri ve ârif zatların, sohbet ve nasihatleriyle zenginleştirilmiş olan bu hikmetlerin, halk üzerinde çok etkili olduğu beyan edilmektedir. Mukaddimede her kim Yesevî hikmetlerini ihlâs ile sabah-akşam okuyup; zihninde tutar veya yanında taşır, sevabını da Ahmed Yesevî’nin mübarek ruhuna armağan edip, Hakk’tan muradını dilerse, maksadına erişe­ceği de kaydedilmiştir. 1887 yılında istinsah edilen bu mukaddime­de Yesevî yolunun muhlis dervişleri ve muhîblerinin, Hazret Sultan SultanuTÂrifîn Ahmed Yesevî’nin Türkistan’daki mübarek türbesi­ni ziyaret edip; “kabrinin tozlarını gözlerine sürme gibi sürdükleri” ifade edilmiştir.

‘Dîvân-ı Hikmet’ El-Yazmalan

Hazret Sultan Yesevî’nin hikmetleri yakın dairedeki mürîd­ler tarafından kaydedildikten sonra zaman içerisinde bu hikmetleri bir kitab haline getirmek düşünülmüş olmalıdır. Bu şekilde ilk el­yazması ürünü Dîvân-ı Hikmet’ler ortaya çıkmıştır. Teorik olan bu düşünceyi kanıtlayacak veriler, elyazması Dîvân-ı Hikmet nüshala­rının bulunup istinsah tarihlerinin belirlenmesi ile ortaya konulabi­lir. Dîvân-ı Hikmet’in en eski elyazması nüshası, Macar Akademisi elyazmalar koleksiyonunda bulunan 1712 tarihli bir nüshadır. Daha sonra istinsah edilen Dîvân-ı Hikmet nüshaları değişik kütübhane envarterlerinde mevcut olup genellikle 19. yüzyıl ürünüdürler. Yapılacak ayrıntılı araştırmalar ile elyazması koleksiyonu bulunan dünya kütübhanelerinin taranarak Dîvân-ı Hikmet’in daha 1712’den daha erken tarihlerde yazılmış elyazması nüshalarının ortaya çık­ması ihtimal dâhilindedir.

‘Dîvân-ı Hikmet’ Baskıları

Yesevî dergâhındaki zikir meclislerinde seslendirilen Hikmet­leri ezberine alan Yesevî dervişlerinin dili ile bu hikemli külliyat, en uzak Türk obalarına kadar ulaştırılmıştır. Dîvân-ı Hikmet’te yer alan şiirler önceleri küçük hacimli yazma risâleler şeklinde elle ço­ğaltılırken, ancak 19. yüzyıl matbaa baskısı ile çoğaltılacaktır. Şifa­hi kaynaklardan yararlanılarak kâğıda dökülen hikmetlerin yazıldı­ğı risâleler zaman içerisinde bir araya getirilerek “Dîvân-ı Hikmet” adı ile bilinen elyazması nüshalar ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıla ka­dar yazılan ve Yesevî hikmetlerini içeren elyazmaları, -işin tabiatı gereği zorunlu bir şekilde sınırlı sayıda kaldıkları içinhikmetlerin halk arasında yayılmasında sözlü gelenek kadar etkili olamamıştır. Hikmetler 19. asır sonlarına kadar dar bir muhit içinde, dergâhlar­da Yesevî mürîdleri tarafından okunsa da, halk hikmetlerden uzak kalmaktaydı. Dîvân-ı Hikmet adı ile kitab halinde basılan hikmet­lerin çoğalması ile Yesevî düşüncesinin halk içerisinde daha da yay­gınlaştığı tahmin edilebilir.

Dîvân-ı Hikmet, ilk kez 1878 yılında Tataristan’ın Kazan şeh­rinde, 1880’deTaşkend’de, 1881’de İstanbul’da matbaalarda basıl­mıştır. Üç yıl içerisinde Türk dünyasının üç önemli kültür merkezin­de Dîvân-ı Hikmet’in seri olarak basılışı sayesinde hikmetleri kâğıt üzerinden okuyanların sayısı çoğalmıştır. Bilindiği kadarıyla geçen iki yüzyıl içinde onyedi kezTaşkend’de, dokuz kez İstanbul’da, beş kez Kazan’da ve birer kere de Buhara ve Kağan’da matbu olarak değişik sayıda hikmet içeren Dîvân-ı Hikmet baskıları yayınlanmış­tır. 19. asır sonlarında Dîvân-ı Hikmet’in basılan nüshalarının sayısı 10.000’e yaklaştığı tahmin edilmektedir. 20. yüzyıl başından itiba­ren yayınlanan hikmetlerin sayısı da basılan Dîvân-ı Hikmet kitabı tirajları da artış gösterir. Bir örnek olarak Kazan’daki 1878 tarihli ilk baskının 65 hikmetten oluşan bir derleme olarak 1200 tirajla ya­pılırken, 1905 yılı Kazan baskısında 159 hikmet içeren bir Dîvân-ı Hikmet baskısının 10.000 tiraja ulaşması gösterilebilir.145

Dîvân-ı Hikmet’in Türkistan halkı nezdindeki değerini ve hikmetlerinin yaygınlığını gösteren bir notu kaydeden Arminius Vambery, bir derviş kılığına girerek yaptığı Türkistan gezisi sonra­sında kaleme aldığı Hatırat’mda “Uğradığım her obada Hazret-i Sultan-ül Arifin Hoca Ahmed Yesevî’nin şiirlerini vecd ile okuyan kadınlara ve erkeklere rastladım. ” sözleriyle Türkistan’da uğradığı her Türk obasında Hazret Sultan Yesevî ile karşılaştığını dile getir­mektedir. 146

Son zamanlarda aldığımız, Osmanlı döneminde, 1909 yılında Dîvân-ı Hikmet’in Türkistan Çağatay lehçesinden İstanbul Türkçesi’ne aktarılarak basılmış olduğu haberi son derece önemlidir. Os­manlI’nın son zamanlarında lehçe farkından kaynaklanan anlaşılma sorununun aşılması maksadı ile tanınmış bir Nakşî-Halidî mürşîdi olan Şeyh Muhammed Kudsî Konevî tarafından mürîdi Hacı Haşan Şükrü Efendi’ye Pîr-i Türkistan Hazret Sultan Yesevî hikmetlerinin, Dîvân-ı Hikmet’in Çağatay lehçesinden İstanbul Türkçesine aktarıl­ması görevi verildi.

Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan tarafından sunulan bir sempoz­yum bildirisi sayesinde kamuoyuna ulaşan bu haber bile, tek ba­şına Hazret Sultan Yesevî’nin öneminin farkında olan Osmanlı sûfî çevrelerinin bulunduğu anlamına gelmektedir. Haşan Şükrü Efendi’nin bu kutlu görevi yerine getirdiği ve Türkistan lehçesinden İs­tanbul Türkçesi’ne aktardığı hikmetlerin matbu olarak çoğaltıldığı da tesbit edilmiştir. Bu değerli bilgi, Osmanlı tasavvuf çevrelerinin ismini daima büyük bir saygı ile andıkları Yesevî’nin Osmanlı bilim çevrelerinde bilinmezliği hakkındaki fikirleri de tashih etmelidir.147

Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün 1918 yılında yayınlanan ve Yesevîlik araştırmalarının vazgeçilmez klasiği olma niteliğini hâ­len de koruyan ‘Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ eserinin ilk yarısını Ahmed Yesevî’ye ayırması ile Türkiye ilim çevrelerinin ve daha kısıtlı bir çerçevede genel kamuoyu Hazret Sultan Yesevî hakkında bir fikir sahibi olabilmiş ise de bu ilginin yeterli oldu­ğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Türkiye’de yakın tarihlerde Dîvân-ı Hikmet’ten bazı şiirlerin “Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler” adı ile yetmiş adet hikmetten müteşekkil olarak Prof. Dr. Kemal EraslanTn kaleminden anlamları da verilerek Latin alfabesi ile T.C. Kültür Bakanlığı tarafından iki kez yayınlanması Yesevîlik kültürü­nün tanınması yolunda yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Son olarak yeni bulunan hikmetlerinde eklenmesi ile en zengin içerikli bir Dîvân-ı Hikmet baskısının 2009 yılında yapılmış olması da güzel bir gelişmedir. Bu satırların yazarı tarafından hazırlanan ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan bu Dîvân-ı Hikmet’te 217 (ikiyüz onyedi) adet hikmet ile bir de münacât yer almaktadır.148

Son dönemde Dîvân-ı Hikmet’in Özbekistan’dan Türkmenis­tan’a bütün Türk Cumhuriyetleri’nde arka arkaya yeni baskıları­nın -yüzbinlerce nüshaya ulaşacak şekildeyapıldığı ve böylelikle Türkistan topraklarında Pîr-i Türkistan adına yeni bir irşad çığırı açıldığı da bilinmektedir.149

Çağdaş Hikmet Bestelen

Hazînî, Ahmed Yesevî Hikmet’lerinin daha 16. yüzyılda ken­disine has bir makâm ile bestelenmiş olarak okunduğunu söylediği gibi, bugün de gerek Türkistan’da, Özbek ve Kazak Türkleri ara­sında, gerek İdil havzası Türk-Tatarları tarafından hikmetlere özel besteler olduğu bilinmektedir.

Ülkemizde Yesevîlik kültürünün canlandırılması yönündeki gayretlerin son yıllardaki güzel bir verimi de Yesevî hikmetlerinin günümüz dinî bestekârlarının önde gelenlerinden Ahmed Hatipoğlu ve diğer bazı isimler tarafından yorumlanarak Hazret Sultan Ye­sevî’nin hikmetli mesajlarının yeni müzikal ürünlerle genç kuşak­lara iletilmesi olmuştur. T.C. Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğu yöneticisi İrfan Gürdal’ın hikmet sözlerinden hareketle bestelediği eserler de büyük beğeni toplamıştır. Bugün için sadece birkaç eserden oluşan Yesevî repertuarı, himmet sahihlerinin ilha­mı ile zenginleşerek yakında albümler teşkil edecek hacme ulaşa­caktı ve ulaşmalıdır. Yine ümid edilir ki, ‘Yesevî-Han Meclisleri’nin coşkulu zikirlerinin sahnelenmesi Yesevî diyârından gelen esintile­riyle gönülleri dalgalandıracaktır. Son olarak 2016 Yesevî Yılı müna­sebetiyle Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi tarafından düzenlenen “Yesevî Beste Yarışmasf’na yüze yakın ese­rin katılmış olması bu alandaki boşluğun giderilemsi yolunda ciddi bir katkı sağlamıştır.

Derkenâr

Dîvân-ı Hikmet’in kavramlar, kişiler, temalar vb. etrafındaiçerik analizinin yapılması gereği ortadadır. Fakat Hazret Sultan Yesevî’nin hayatına ilişkin bu kitabın hacmini zorlamaktan kaçın­mak düşüncesi ile hikmetlerin analizlerine yer verilemedi. Başlan­gıçta bu kitabın yarısını teşkil etmesini plânladığım, ancak kitab hacmini zorlayacağı için yer veremediğim Dîvân-ı Hikmet ile ilgili araştırmaları bir diğer çalışmaya bırakmak zorunda kaldım. İnşaallah bu önemli konu da bir başka çalışmanın konusu olacaktır.

Bir dileğim de bugüne kadar ‘birkaç başarısız örnek’ dışında gerçekleştirilememiş olan biyografik bir Ahmed Yesevî romanının kaleme alınmasıdır. Böylesi bir romandan yola çıkılarak çekilecek bir Ahmed Yesevî senaryosu ile çekilecek bir ‘Pîr-i Türkistan’ filmi de hâlâ kahramanlarını beklemektedir. Hoca Ahmed Yesevî Ulus­lararası Türk-Kazak Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Dr. Musa Yıldız’ın bu konudaki samimi niyet ve gayreti ile, umarım en kısa zamanda bu hizmet de gerçekleşir.

(Sözün bu noktasında yıllar önce Ahmed Yesevî konusundaki duyarlılığı ile bilinen Namık Kemal Zeybek’in™ T.C. Kültür Ba­kanlığı yaptığı dönemde sponsor olunması için Bakanlık makamına sunulan ve bilirkişi incelemesi için tarafıma da verilen; olumlu raporlara rağmen bir türlü sonuca ulaşamayan Yesevî filmi senar­yosunun yazarı Ömer Lütfi Mete’yi™ rahmetle anıyorum.)

İkinci Bölüm / Notlar ve Açıklamalar

1                             Âsitâne : Tarîkat pîrinin, yahut ulularından birinin yattığı tekkedir ki o tarîkat ehlince kutsal sayılır. Bu çeşit tekkelere “der­gâh” da denir. Âsitâne, dergâh ve tekke tarîkat ehlinin toplandığı, dervişlerin oturdukları, hizmet ettikleri yerdir ve “dergâh’Ta “tek­ke” sözü geneldir, âsitâneye ve zaviyeye de denir. Zaviye dergâh­tan daha küçük olan ve gelip geçen dervişlerin konaklaması için yapılmış bulunan tekkelere verilen addır.

2                             Ahî : Arabça “kardeşim” demektir. Fütüvvet yolunda sanat ve zanaat ehlinin her biri, şeyhlerine “Ahî” derlerdi. Bir şehirde, yahut bölgede bulunan ahîlerin tâbi oldukları şeyheyse şeyhlerin şeyhi anlamına “Şeyh’üs-şuyûh”, yahut türkçe “Ahî Baba” ve “Ahî Türk” denirdi.

3                             Fütüvvet: Gençlik, erlik, yiğitlik anlamına gelir. Ahilik teş­kilâtına verilen addır.

4                             Köprülü M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 114.

5                             Aza m at Nihat, “CevâhirüTebrâr” (madde), TDV İslâm An­siklopedisi, İstanbul 1993, c.VII, s.432.

6                             Mir’âtü’l-Kulûb : Yesevîliğin ilk dönemine âid olan bu risâlenin bilinen tek nüshası İsveç’in Uppsala şehrindeki Üniversite Kütüphânesinde, 472 numaralı mecmûa içinde 158b-177a varakları arasında olup Çağatay Türkçesi ile yazılmıştır. Toplam 534 varak olan bu mecmûa 1249/1833 senesinde istinsâh edilmiştir. Mir’âtü’lkulûb, Ahmed Yesevî’nin tasavvufî görüşlerini derlemek için yeğeni ve önde gelen halîfelerinden Sûfî Muhammed Dânîşmend’in Ahmed Yesevî’den şifâhî olarak naklettiği sözler ile yazılmış bir eserdir. Sûfî Dânîşmend’in mürîdlerince derlenmiş ve bu eser meydana gelmiş olabilir. Eser üç bölümden oluşmaktadır: Şerîat, tarîkat ve hakîkat. Birinci bölümde İslâmî ve tasavvufî ahlâk, ikinci bölümde tarîkat âdâbı, üçüncü bölümde ise mârifetullah konularına temâs edilir. Eserde, irşâda ehil olmayan kişilerin şeyhlik iddiasında bu­lunmaları şiddetle tenkîd edilmiştir.

7                             Tosun Necdet, Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İs­lâm Ansiklopedisi.

8                             Ocak : İçinde ateş yakılan, dumanı, üstündeki bacadan çı­kan yere ocak denir. Mecazî anlamiyle kurum, soy-boy, kök, dirlik-düzenlik demektir. Herhangi bir hastalığa okumaya izinli olan ve bu izni, babadan oğula yürüten kişiler hakkında “ocak” deyimi kullanılır.

9                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, İstanbul-1999, s.229.; 5. Kitap, s. 33, 154, 165, 314 ; Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-2001.

10                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 130 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.

11                            Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 38, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996.

12                                 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 12, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.

13                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 280 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.

14                             İzeti Metin, “Arnavut Tasavvuf Kültüründe Hoca Ahmed Ye­sevî’nin Etkisi”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

15                             Zarcone Thierry, “Hindistan’da Türk Tasavvufu: Yesevîyye Örneği”, (Çev. Süleyman Derin), Dergâh, IV/38 (1993), s. 19-20.

16                             Ahmet Bekmuradov, Edebî Miras, Aşgabat, Türkmenistan, 1992 Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, An­kara, 1999, s.47-64.

17                             Tekcan Münevver, Hakîm Ata’nın Hz. Meryem Kitabı, Beşir Kitabevi, İstanbul, 2008.

18                             Amangulıyeva Gözel, Mahtumkulu’nun Manevî Üstadlarından Birisi: Yesevî Dervîşi Hakim Ata Bilig Dergisi, 13 (2000), s.7992.

19                             Tekcan Münevver, Hakîm Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, İstan­bul, 2007, s. 83-98.

20                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 188.

21                            Varidât: Gelirler anlamına Arabça bir sözdür ve genel ola­rak bu anlamda kullanılır. Sûfîler arasında “varidât”, ilham yoluyla kalbe gelen ve söylenen sözlere, sohbetlerde irticâlen konuşmaya denir.

22                             Seyfullah Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuTmeşayih’ eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ah­med Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

23                            Dr. Aynur Koçak, Zengî Ata’nın Menkabeleri, Türbesi Ve Bayramı Üzerine, 23.09.2010,

http: //www. hbektasveli.Gâzi.edu.tr/dergi_dosyalarZ25-105-116.pdf

24                             Ebûl-Gâzi Bahadır Han, Şecere-yi Terâkime, Hazırlayan: Nazar Halimov, Aşgabat 1992, Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.

25                             Orazgulı, SabırSarlıgızı, Gözel, Gözli Ata, Aşgabat, 1995; Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türk­menlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.

26                             İnâbe : Günahlardan tövbe ederek Allah’a yönelmek an­lamına gelen Arabça bir kelimedir. Tarîkate giren, evvelce yapmış olduğu bütün günahlara tövbe eder bu bakımdan bir şeyhe dervîş olmaya, bir tarîkata girmeye de “İnâbe” denir.

27                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.77.

28                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 189.

29                             Hazînî, MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s. 104-105

30                             Miskîn : Bir günden bir güne ihtiyacını giderecek birşeye sahip olmayan, tam anlamda yoksul kişiye denir; meskenet de, bu derecede yokluk, yoksulluk anlamınadır. Tasavvufta “Meskenet”, manevî yokluğun en ileri derecesidir; bütün anlamıyla yok olan, kendine hiçbir varlık vermeyen kişi de miskîndir. Halk ise, elini-kolunu oynatamayacak kadar tembel olan kişiye “miskîn” der.

31                            Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.59.

32                             Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.87.

33                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 189-190.

34                             Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.88-89.

35                             Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.89-90.

36                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 187.

37                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 186-192.

38                             Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.82.

39                             Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s. 108.

40                             ŞerâitüTİman, Usloviya Veri (Anonim, Tatarca ve Rusça olarak), Kazan 1894, s. 46.

41                            Kara Mustafa, “Yesevîyye Kültürünü Günümüze Ulaştıran­lar ve CevâhirüTebrâr min EmvâciTbihâr”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 189.

42                             ŞerâitüTİman (İmanın Şartları) adlı risaledeki ibare ay­nen şöyledir: “ Kim silsilesinden tururmuz?” (cevab) “Hoca Ahmed Yesevi razıyallahu aleyh silsilesinden tururmuz.” ŞerâitüTİman, s.42, Kazan-1894.

43                             Seyfullah Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuTmeşayih’ eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ah­med Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010

44                             Tosun Necdet, Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İs­lâm Ansiklopedisi.

45                             Rüya : Türkçe’de ‘düş’ karşılığına gelen Arabça bir sözcük­tür. Tasavvufta sülûkta esmayı esas alan Halvetî tarikatlar, rüyaya çok büyük bir önem vermişlerdir. Dervîş, gördüğü rüyaları şeyhine söyler, şeyh de bundan hüküm çıkararak dervîşin zikrini arttırır, yahut değiştirir böylece derecesini yükseltir. Bazı mutasavvıflar, “sâdık rüya”yı ilhâmın daha ötesinde bir İlâhi haber kaynağı olarak kabul etmişler; özellikle Hz. Rasûlullah, ashâb-ı kirâm, evliyâullah gibi kutsal kişilerin dâhil olduğu rüyaları kayda geçirmişlerdir. Bu şekilde İslâm literatüründe ciddî hacme ulaşmış bir rüya külliyatı meydana gelmiştir. Sultan Ahmed Aktaşî birkaç kez üst üste gör­düğü rüyasında Yesevîyye’nin asırlar önce yaşamış mürşîdlerinden Ay Hoca İşan tarafından Kızılorda yakınlarındaki türbesinin türbe­darlığına davet edilmiş ve sonunda bu kutlu davete uyarak türbe yakınındaki birkaç hanelik köye gelerek yerleşmiştir.

46                             Aşıkî Dervîş Ahmed, Aşıkpaşazâde Tarihi, Haz. Cemil Çiftçi, MostarYay. , İstanbul, 2008, s.282.

47                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 34, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996.

48                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 25, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.

49                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 17 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

50                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 26, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.

51                            Köprülü M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 58.

52                             Dâvûd Baba: Fukarâ-yı Yesevidir. Evliya Çelebi Seyahatnâ­mesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 34.

53                             “Şeyh Pertevi Sultan: Aksaray’da “ ...Dâr-ı Ervah nâm mekân-ı ruhanide ...eş-Şeyh Pertevi Sultan:bunlar tarîk-i Yeseviyye’de ulu erdir...” Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap,, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999. s. 118.

54                            Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 31.

55                               Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınla­rı, İstanbul-1999, s. 31.

56                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, Yapı-Kredi Yayınla­rı, İstanbul-1996, s. 38.

57                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, Yapı-Kredi Yayınla­rı, İstanbul-1999, s. 146.

58                             Aktan Ali, “KünhüTAhbâr’a Göre Ahmed Yesevî ve Anado­lu’daki Halîfeleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 13-17

59                             Tosun Necdet, Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İs­lâm Ansiklopedisi.

60                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 207-208 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

61                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 146 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

62                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 5. Kitap, s. 36, Yapı-Kredi Ya­yınları, İstanbul-2001. Çocukluğumun geçtiği Tokat’ta Gıjgıj Tepesi yakınındaki bağ evimize gidip gelirken hep bu garip ismin nereden geldiğini merak etmiştim. Gerek aile çevrem, gerekse okuduğum ilk ve orta dereceli okullarda hiç kimsenin bu ismin menşei hakkın­da bilgisi olmadığını hatırlıyorum. Nihayet Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” kitabından bu “ilginç” ismin nereden geldiğini öğrendikten karşılaştığım birçok Tokat’lıyı da bilgilendirdim. Danışmanlığını yaptığım Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı’na -üstelik Tokat milletvekili idiismini ve yerini çok iyi bildiği ve bugün ağaçlandırılarak güzel bir mesire yeri haline getirilmiş olan “Gıj-Gıj Dede Sultan” za­viyesi önüne bir Ahmed Yesevi Parkı yapılması ve park içerisinde Kazakistan’ın Yesi (bugünkü Türkistan) şehrindeki görkemli Yesevi Türbesinin küçültülmüş -fakat içerisinde namaz kılınabilecek bir ölçektebir tıpkıyapımının inşa edilmesi teklifim ilgili bakanlık raf­larında kalmış olmalı.

63                             Vilâyet-nâme: Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, -tarihsiz-, s.14-20.

64                               Şakird : Farsça kökenli bir kelimedir ve bir sanata yeni intisâb eden gence ve okula yeni başlayan öğrenciye şakird adı verilir.

65                              Vilâyet-nâme: Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, -tarihsiz-, s.15-16.

66                              Vilâyet-nâme: Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, -tarihsiz-, s. 10-11.

67                              Vilâyet-nâme: Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, -tarihsiz-, s. 16.

68                              Vilâyet-nâme: Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, Yay. Abdul-Bakî Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, -tarihsiz-, s.16-17.

69                              Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, s. 197.

70                              Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap,Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996, s. 312.

71                             Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, Yapı-Kredi Yayınla­rı, İstanbul-1999, s. 175.

72                              Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınla­rı, İstanbul-1999, s. 73-75.

73                              Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, Yapı-Kredi Yayınla­rı, İstanbul-1999, s. 147.

74                               Seydî Ali Reis, Mir’âtüTMemâlik, Haz. Necdet Akyıldız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul (tarihsiz), s. 96, 120.

75                              Zarcone Thierry, “Hindistan’da Türk Tasavvufu: Yesevîyye Örneği”, (Çev. Süleyman Derin), Dergâh, IV/38 (1993), s.19-20.

76                              Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.210-211.

77                              Ünal Fatih, “Kazak Türklerinde Defin Merasimi ve Aş Verme Geleneği”, Bilig, Sayı:45 (2008 ), s. 116-117.

78                              Nurmuhammad(ov) Na’im-Bek, Ahmed Yasevi Saulet Gimaratı, Ahmed Yasawi Architectural Complex, Öner, Almatı,1988.

79                             Kur’an-ı Kerîm, 6. En’am sûresi, 6:59-63 âyetler, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstan­bul, 1984, s. 133-134.

80                             Sultanov, Uktam, “Taşkent’teki Yesevîyye Tarîkatı Mensup­larının Mezarları”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

81                             Muhîb : Arabça’da seven anlamına gelir, tasavvuf termi­nolojisinde ise tarîkati seven (= sempatizan) anlamında kullanı­lır. Çoğulu Farsça kuralıyla “Muhîbbân” olup ‘sevenler’ demektir. Mevlevi ve Bektâşî tarîkatlarına intisab eden kişi “muhîb”tir; bu tarîkatlarda, muhîbbe bir süre sonra “bey’at” töreniyle dervişlik payesi verilir. Muhîb, dervişliğe ikrar verip dergâha girdikten, eviy­le ilgisini kestikten, Mevlevîlerde çileye soyunduktan, dal (= sarıksız) sikke ve tennureyle hizmete başladıktan, Bektâşîlerde arakıye ile dergâhta, kendisine verilen hizmete koşulduktan sonra “dervîş” olarak anılır ki, bu, tarîkatta ikinci derecedir. Mevlevîlikte, binbir gün çile müddetini hizmetle doldurup onsekiz günlük hücre çile­sini de çıkaran, hücre sahibi olur, hırka giymeye hak kazanır ve “Dede” diye anılır. Bektâşîlikteyse hizmet müddeti belirli değildir; arakıye ile hizmet eden cana, şeyhin tensîb ettiği vakit, dervişlik töreniyle taç giydirilir, haydariyye ve hırka giymeye, tarîkat cihaz­larını takınmaya, kuşanmaya hak kazanır, “dervîş” diye anılmaya başlar. Diğer sûfî tarîkatlarında, intisâb eden kişiye “dervîş” de­nir; bir süre sonra “Bey’at” töreniyle derecesi “Mürîd” derecesine yükseltilir. “Mürîd” sözü, bütün tarîkatlarda, tarîkata intisâb etmiş olanlara verilen genel bir sıfattır.

82                             Ârif : Tanıyan, sezen, anlayan demektir. Arif olmak kabi­liyeti, sûfîlerde “irfan” sözüyle dile getirilir. Âlim olmak, okuyup bellemekle mümkündür; fakat irfan, Tanrı vergisidir. Bu yüzden de tasavvufta irfan, ilimden çok üstündür.

83                             Carmuhammed-Ulı Muhammed Rahim, “Hoca Ahmed Ye­sevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sem­pozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 17-20.

84                             Kur’an-ı Kerîm, 11. Hûd sûresi, 11:112, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.233.

85                             Kur’an-ı Kerîm, 16. Nahl sûresi, 16:123, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.280.

86                             Kur’an-ı Kerîm, 93. Duhâ sûresi, 93:10-11. âyetler, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstan­bul, 1984, s. 596.

87                             Hazînî, MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s. 104.

88                             Eraslan Kemal, “Yesevî’nin Fakr-nâmesi”, Türk Dili ve Ede­biyatı Dergisi, c:XXII (1977) s.45-120.

89                             Hazînî, MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s. 92-95.

90                             Âvam : Aşağı tabaka, halk demek olan bu söz, tarîkat lite­ratüründe tasavvuf yoluna girmemiş, bilhassa sûfî olmamış kişiye verilen lakabtır; isterse o kişi, kendi toplumu içinde soylu-boylu, zengin, hattâ bilgin olsun.

91                             Havâss : haslar, hâssalar (= özel kişiler) anlamına gelen arapça bir sözdür ve avamdan olmayanları yâni tarîkat ehlini ifade eder. Tarîkat ehline göre tarîkata girmemiş kişiler “avam”, tarîkata girenler, Havâss; gerçeğe erişmiş bulunanlarsa “Ehass’ül-hâs, Hass’ül-has”, yahut daha fazla söylendiği gibi “Hass’ül-havâss” dır; yâni hasların haslarıdır.

92                             Hazînî, MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.94-95

93                             Kur’an-ı Kerîm, 66. Tahrîm sûresi, 66:8, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 560.

94                             Tosun Necdet, Yesevîyye, (yayınlanmamış madde), TDV İs­lâm Ansiklopedisi.

95                             On-Line biat örneği için bkz: http://www.tasawuf.info/ biat_online.htm (1.12.2010)

96                             Coşkulu ve cehrî (sesli) Yeseviyye zikir meclislerinin ku­rulması komünist dönemin ağır baskıları ile uygulanamaz hale ge­lince Rus işgali altındaki Türkistan’da Nakşbendî geleneğinin hafî (sessiz) zikir uygulaması zorunlu hale gelmiştir. Yakınlarda vefat eden karizmatik sûfî mürşid Şeyh İbrâhim Can Nemenganî, kont­rolün kısmen gevşediği komünizmin son yıllarında tüm Türkistan’ı gezerek zikir ve mevlid meclislerini canlandırmıştır. Şeyh İbrâhim Nemenganî, Türkistan coğrafyasında Yesevî/Nakşî mürşidi olarak biliniyordu.

97                             Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 194.

98                             Kur’an-ı Kerîm, 73. Müzzemmil sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s. 573-574.

99                             Kur’an-ı Kerîm, 87. A’lâ sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.591.

100                            Kur’an-ı Kerîm, 94. İnşirâh sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Me­ali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.596.

101                           Kur’an-ı Kerîm, 97. Kadr sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.598.

102                            Kur’an-ı Kerîm, 106. Kureyş sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Me­ali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.602.

103                             Kur’an-ı Kerîm, Tâhâ sûresi, 20:55, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.314.

104                             Kur’an-ı Kerîm, Bakara sûresi, 2:156, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.23.

105                             Kur’an-ı Kerîm, Mü’min sûresi, 40:12, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.467.

106                             Kur’an-ı Kerîm, 109. Kâfirun sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.603.

107                            İstihâre : Arabça hayrı dilemek anlamına gelir. İstihâre, bir işe başlamaktaki tereddütü gidermek, Allah’a dayancı pekiştir­mek için bir araçtır. Bazı İstihâre usulleri kaydedilmiştir: Teşbihle İstihâre yapılırken, salavât getirilip Allah’a sığınılarak teşbihten uzunca bir bölüm alınır ve çift-çift çekilir. Son tane tek gelirse hayırlı bir emirdir, çift gelirse o işten vazgeçilir. Üç parça kâğıda arabça “yap”, üç parçaya da “yapma” yazılır. Seccadenin altına konup karıştırılır; iki rekat nafile namazdan sonra kâğıtlar, bakıl­madan birer birer alınır; üçü de “yap” gelirse hayırdır; “yapma” gelirse şer. İkisi, “yap”, biri “yapma” gelirse hayra yakın sayılır; ona göre hareket edilir. Ayrıca kılınacak özel namazından sonra İstihâre için rüyaya yatmak vardır: Abdest alınıp Kafirûn ve İhlâs sûreleri okunarak 2 rekat İstihâre namazı kılınır ve sağ yana yatılır; görülen rüyadan niyetlenilen işin hayır, yahut şer olduğuna hük­medilerek hareket olunur. “Rüya yoluyla İstihâre” olarak bilinir ve Ehl-i Sünnet nezdinde en muteber İstihâre, böyle yapılır.

108                             Mu’avvezeteyn: Korunma maksadıyla Kur’an-ı Kerîm’den okunması tavsiye edilen iki sûre: Kur’an-ı Kerîm’in 113. Felâk sûre­si ve 114. Nâs sûresidir.

109                            Kur’an-ı Kerîm, 103. Asr sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.601.

110                            Kur’an-ı Kerîm, Haşr sûresi, 59:23-24.âyetler, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstan­bul, 1984, s. 547.

111                           Âyete’l-Kürsî, Kur’an-ı Kerîm, Bakara sûresi 2:255. âyeti, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.41.

112                             Evrâd : Kur’an-ı Kerîm ve hadislerden, dua nitelikli olan parçalardan derlenip bir formül şeklinde tertiblenmiş olan ve be­lirli zamanlarda okunan zikir sözlerinin tümüne “evrâd” denir. Te­kili “Vird” olup genellikle dervîşin tek başına yaptığı zikri dersi anlamında kullanılmaktadır. Tarîkat ehli, tarîkatı kuran mürşîdin veya sonraki erenlerden birinin tertib ettiği evrâdı, bilhassa sabah namazından sonra okurlar. Evrâd-ı Bahâiyye, Evrâd-ı Mevleviyye, Evrâd-ı Fethiyye, Evrâd-ı Bayrâmiyye en iyi bilinen evrâd örnek­leridir. Halvetiyye’de Pîr-i Sâni Seyyid Yahya Şirvânî’ye ait “Vird-i Settâr yaygın olarak okunan virdlerdendir.

113                            Zâkir : “Zikir yapan”, “zikreden” anlamına gelir. Tasavvuf geleneğinde unvan olarak da kullanılmıştır. Zikr esnasında, zikreden­leri coşturmak için zikir halkasının ortasında ve çok defa yanyana ve karşı karşıya oturup İlâhî okuyanlara “zâkir” büyük dergâhlar da bu zâkirleri komutları ile yönlendiren dervîşe ise “zâkirbaşı” denilir.

114                            Euzû Besmele: “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım ve Rahman ve Rahîm Allah adı ile başlarım.”

115                            Kelime-i şehâdet: “Şehâdet ederim ki Allah’dan başka ta­pılacak yoktur ve yine şehâdet ederim ki (Hz.)Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”

116                                                  Tecdîd-i İmân: İmanı yenileme.

117                                                  İstiğfar: Allah’ın mağfiretine sığınırım.

118                                                  Kelime-i Tevhid: “Allah’dan başka tapılacak yoktur.”

119                            Salavât-ı şerife: “Allahım, salât ve selam (Hz.) Muhammed’in ve ailesinin üzerine olsun”

120                             Kelime-i Temcid: “Allah’dan başka güç ve kuvvet odağı yoktur. ”

121                            Rabıta : Arabça bağlantı, bağlantı aracı anlamına gelir. Tasavvufta, dervişin, zikrederken, ibâdet ederken, gönlünden dün­yayı, dünyaya ait her şeyi çıkarıp kalbini arıtmak için gözleri ka­palı olarak şeyhini, gönül gözüne getirmesi, kalbini mürşidine bağ­laması demektir. Dervîş, böylece gönlünü mürşîdi vasıtasıyla Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e ve bu vesileyle de Allah’a bağlamış, Hakk’tan başka herşeyden arınmış olur. Rabıta dolayısıyla özellikle Mağrib (= Kuzey Afrika) ülkelerinde dervişe “Murâbıt” (= bağlantı kuran, bağlanmış olan), tekkeye de “Ribât (= bağlanılacak yer) denir. Ta­savvuf ehli arasında, tarih boyu “rabıta”ya en fazla önem verenler, Nakşbendîlerdir. Kâ’be-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara’ya rabıta tavsiye eden mürşidler de vardır. Telebbüs rabıtası ise mürîdin giyim-kuşamını mürşidine benzetmeğe çalışmasıdır.

122                            Çâr-darb: (=Çehar Darb) : Farsça “çar” ve arabça “darb” şeklindeki iki sözden meydana gelmiş terkibtir; ‘dörtlü vuruş’ anlamınadır. Kelime-i tevhid “La-ilahe-İlla’Uah” zikri yapılırken dört hecenin söylenişi sırasında yapılan dört baş hareketi Dîvân-ı Hik­met’te “Çâr-Darb” olarak adlandırılmıştır. Kalenderîler ile Abdâllar, saç, sakal, bıyık ve kaşlarını usturayla dipten traş ederlerdi ki buna da “Çâr-Darb” vurmak denilmiştir.

123                            Yesevîyye evrâdının tesbiti konusunda Mir’âtüTKulûb ve CevâhirüTEbrâr gibi yazılı kaynaklar yanında Kazakistan’da bulun­duğum sırada görüşme fırsatı bulduğum Yesevîyye mirasını yaşatan dervişlerden Hacı Sultankul Atabayî, Sultan Ahmed Aktaşî ve Atahan Azîz Sayramî’den yararlanılmıştır. Evrâd diğer tarikat evrâdlarına benzer olmakla beraber oldukça sade ve kolayca akılda kala­bilecek bir şekilde formüle edilmiş olduğu görülür. Bu sadeleştirme son asırdaki baskı döneminde Yesevîyye mürîdlerinin zorlanmadan yerine getirebilmelerinin gözetildiğini düşündürmektedir. Sabah namazı sonrasında cemaat ile uygulanması gereken tesbihatın -ve özellikle zikr-i erreninneredeyse tüm mescid ve camilerin kapısı­na kilit asıldığı komünizmin ateist baskı yıllarında uygulanmasının ne kadar güç olduğu kolayca tahmin edilebilir.

124                             Tosun Necdet, “Yesevîlikte Zikr-i Erre”, Keşkül, İstanbul, 2005, sayı: 6, s. 30-33.

125                             Hudâydâd Şeyh b. Taş Muhammed Buharî, Bustânü’l-muhîbbîn (Yay. B. M. BabacanovM. T. Kadırova), Türkistan 2006, s. 222-224; [Nakleden: Necdet Tosun, Yesevîyye, (yayınlan­mamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.]

126                            Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.62.

127                            Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.58

128                            Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 185,187.

129                            Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.64.

130                             Köprülü M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966, s. 146.

131                           Bennigsen A., Quelquejay C.L. , Sûfî ve Komiser, Çev. Os­man Türer, Akçağ Yay., Ankara 1989, s.86.

132                            Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.49.

133                             Ahun, Hoca Ahmet, “Hoca Ahmed Yasavi”, Nesil, Aşgabat, Türkmenistan, 6 Ocak 1998; Nakleden: Yusuf Akgül, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler, Bilig, 8, Ankara, 1999, s.47-64.

134                            Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, s.93.

135                             Hayıt Baymirza, “Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992.

136                            Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s. 196

137                             Kur’an-ı Kerîm’in 24. Nur sûresinin 37. âyeti (24:37), Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İs­tanbul, 1984, s.354.

138                            Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993, s.33-35.

139                            Kur’an-ı Kerîm, 108. Kevser sûresi, Hak Dini Kur’an Dili Me­ali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984, s.602.

140                             Hudâydâd Şeyh b. Taş Muhammed Buharî, Bustânü’l-muhîbbîn (Yay. B. M. BabacanovM. T. Kadırova), Türkistan 2006, s. 222-224; [Nakleden: Necdet Tosun, Yesevîyye, (yayınlan­mamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.]

141                            Geldiyev Gurbandurdi, “Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX. Asır Türkmen Şiiri”, Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 141-148.

142                                Kasımov Begali, “Eski Dönem Özbek Edebiyatında Yesevî Gelenekleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildi­rileri, Kayseri, 1993, s.213-217.

143                            Nişanova Dilaram, “Hoca Ahmed Yesevî Hakkında Özbekis­tan’daki Araştırmalar” Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.291-292.

144                            Okuyucu Cihan, “Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki Temsilci­leri Yunus Emre ile Aşık Paşa Arasındaki Fikir Akrabalığı”, Milletle­rarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.307-332.

145                             Zakiev Mir Fatih, Gibadullaviç, Ebrar Kerimullin, “Hoca Ahmed Yesevî Bolğar-Tatar Dünyasında”, Milletlerarası Hoca Ah­med Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.421-426.

146                             Vambery Arminius, Bir Sahte Dervîş’in Orta Asya Gezisi, (Çev: Abdurrahman Samipaşazade Abdülhalim), Kitabevi Yay., İs­tanbul, 2009.

147                            Arslan Ahmet Turan, “Haşan Şükrü Efendi’nin Divân-ı Hik­met Tercümesi” (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

148                            Özköse Kadir, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf Dergisi, (Ocak 2006), 16; s. 293-312.

149                             Hakkul İbrahim, “Divan-ı Hikmet’in 20 Yüzyılda Özbekis­tan’da Yayınlanması ve Tetkik Edilmesi” (Yayınlanmamış Sempoz­yum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

150                             Namık Kemal Zeybek: 1944 yılında Bayburt’ta doğdu. An­kara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Tarım ve Toprak Refor­mu Müsteşarlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı, Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müsteşarlığı ve Bakanlık Müşavirliği, Özel Sektör Yöneticiliği, Baş­bakan ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ve Uluslararası Türk-Ka­zak Ahmet Yesevî Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptı. İki dönem İstanbul Milletvekili seçildi. Kültür Bakanlığı ve Devlet Bakanlığı görevlerinden bulundu.

151                            Ömer Lütfi Mete: 1950 yılında Rize’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladığı sırada özel olarak dini eğitim de aldı. Bir süre Kuran Kurslarında hocalıkyaptı. Rize Ülkü Ocakları Baş­kanlığı yaptı. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. Aynı dönemde BabIali’de Sabah gazetesinde basın hayatına atıldı. 1972’de İktisat Fakültesinden ayrıldı. 1973 yılında Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne girdi, 1976’da mezun oldu. Kısa süre edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra tekrar gazeteciliğe döndü. Ortadoğu, Tercüman, Türkiye, Yeni Binyıl, Ayyıldız, Sabah ve Bugün gazete­lerinde ve Türk Edebiyatı, Boğaziçi dergilerinde yazdı, Çağrışım dergisini çıkardı. Senaryo çalışmaları yaptı. 18 Kasım 2009 tarihin­de geçirdiği kalp krizi sebebiyle İstanbul’da 59 yaşında vefat etti. Senaryoları: Bizim Ev, Çizme, Bizim Yunus, Köstekli Saat, Veysel Karani, Ahmet Bedevi, Evlere Şenlik, Avcı, Deli Yürek, Ekmek Tek­nesi, Kurtlar Vadisi, Kurtlar Vadisi Irak, The İmam...

Kitapları: Gülce, Balonya Tüneli, Çığlığın Ardı Çığlık, Çizme, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, 28 Şubat’tan Şemdinli’ye De­rin Çeteler, Allahsız Müslümanlık.

 

 

 

 

 

 

 

 

Yesevî’nin Zamanötesi Çekimi

1.                 Dünya Yesevî -Meşreb Sûfîleri Beklerken

2.                 YesevîTarzını Yeniden Üretmek: "21 .Asrın GâziDervişleri”

3.                 "Âhir Zaman Şeyhleri”

4.                 Hazret Sultan Yesevî Bugün Yaşasaydı

5.      Bugünün Yesevîsi

Notlar ve Açıklamalar

Dr. Hayati Bice

1.              Dünya Yesevî -Meşreb Sûfîleri Beklerken...

Budizm, Hinduizm gibi Uzak-Doğu dinlerinin ve ‘New-Age’1 akımlarının meditasyon, yoga, feng-şui, karma gibi teori ve uygu­lamalarının bile müşteri bulmağa başladığı günümüz Türkiye’sinde klâsik tasavvuf kitablarında okudukları nezih dergâh ortamlarına hasret duyan aydın çevrelerden, okur-yazar müslümanlardan nice kişinin aklından geçen -ve bazen de yazılarda, şiirlerde dillendiri­lenbazı yeni sorular gündeme girmiştir:

“Günümüz dünyasının insanı için genel anlamda tasavvuf; özel olarak Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ne anlam ifade ediyor?”

“Bir müslüman için “derûni boyutu olan bir İslâmî hayat” yaşamak yolunda tasavvuf “illâ ki” gerekli midir?”

“Tasavvufîhassasiyeti olduğunu söyleyen -ve hattâ tasavvufî bir cemaatin önde gelenkişiliklerinde bir “sûfî incelmesi” işlemi­nin tahakkuku neden çoğu defa gözlenmiyor?”

“Tasavvufîpratiği güncelleştirmek için sûfî ekollerinde yeni içtihadlar, yeni yöntemler söz konusu mu ?...

“Küreselleşen dünyanın bunalımlı insanları için tasavvufî Türk geleneği olan Yesevîliğin sunduğu pratik çözüm yolları var mı?”

Bu güncelleşmiş sorulara yanıtı olmayan bir tasavvufun bugü­nün -ve yarınlarındünyasında -ve özellikle aydınlar arasındayeri olamaz.

0 yüzden Hazret Sultan Yesevî himmeti ile sonuna yaklaştı­ğım kitabı noktalamadan bu karmaşık sorulara bir Yesevî dervişinin ne tür yanıtları olabileceği hakkında bir şeyler söylemek isterim.

Günümüz dünyasının insanı için genel anlamda tasavvuf; özel olarak Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ne anlam ifade ediyor? so­rusu ile başlayalım. Tasavvufî hayatın köklerini Hz. Âdem (a.s.)’a kadar indiren tasavvuf akademisyenlerinin tanınmış isimlerinden Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’a göre tasavvuf sadece günümüz insanı için değil Hz. Âdem (a.s.)’den bu yana tüm insanlar tarafından ya­şanan -ya da yaşanması gerekenbir hayat tarzıdır. Bu bakış açısı ile ilk sûfî olan Hz. Âdem (a.s.) aynı zamanda “nefsini kınayan” ilk insandır ve bunun tasavvufî seyrdeki karşılığı ‘nefs-i levvâme’2 basamağıdır. Kılıç’a göre "Tasavvuf ‘öz’e hitap eden bir bilim dalı olduğu için ‘öz’ Hz. Âdem’den bu yana aynı ‘öz’dür ama form de­ğişebilir. Hz. Âdem (a.s.)’daki yaklaşımla, Hz. İbrahim (a.s.)’daki yaklaşım, Hz. Musa (a.s.)’daki tasavvufî tarz ile Hz. Muhammed (s.a.v.)’deki tasavvuftaki yaklaşım farkı bu yüzdendir.” Tüm tevhidî geleneklerde var olduğu müşahede edilen tasavvufî damarın kaynağı da budur. Dolayısıyle günümüz insanı da varlığının özünde taşıdığı bu damar nedeni ile tasavvufa -ihtiyacının farkında olsun veya olmasınmuhtaçtır.3

Bu bütüncü anlayış gerçekten çok sarsıcıdır ve İslâm tasav­vufunun şu veya bu “din geleneği”nden ithal edildiğini iddia eden tasavvuf karşıtlarının tüm iddialarını bir anda sıfıra indirger. Adı ne konulmuş olursa olsun tasavvufî eğilim bütün insanların rûhânî bir gereksinimi olarak kabul edilirse, bu gereksinimin sahih ve nezîh bir kanal ile tatminini de bir gereklilik olarak kabul etmek gereke­cektir. O halde özetleyeyim: Tasavvuf “ruh” diye tanımlanan ma­nevî bir özü taşıyan günümüz insanı için de rûhânî hayatın niteli­ğinin derinleştirilmesinde -veya manevî bir doyum arayan ruhların ihtiyacının tatminindeen önemli vasıtadır ve niteliği ile günümüz insanı için de gereklidir.

Bir müslüman için “deruni boyutu olan bir İslâmî hayat” ya­şamak yolunda tasavvuf “illâ ki” gerekli midir? Ya da tasavvuf her müslüman için -mutlakatarih içerisinde kurumlaşarak günümü­ze intikal eden geleneksel yapılar içerisinde (yaygın kullanımıyla tarikat yapılanmalarında) yaşanılması gerekli bir tecrübe midir? Yoksa bu tecrübeyi birey olarak deneyimlemek söz konusu olabilir mi? Birbiriyle içice bu soruların cevabı konusunda -yine önemli bir tasavvuf akademisyeni olması yanında tasavvufî hayatın pratiği ile ilgili zengin bir özel birikimin sahibi olanProf. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun uzmanlığına başvuralım. Cebecioğlu’na göre “cami cema­ati” diye tanımlanan -ve toplumun geneline göre dini hassasiyetleri daha hissedilir olantoplum kesimi nazara alınsa (hattâ ben bunu ‘Cuma namazı cemaati’ olarak daha özelleştiriyorum, H.Bice) bile tasavvufî eğilimi olan, “sûfî gibi yaşama tarzına heves eden” in­sanların oranı %10’u geçmez. Bu noktada Cebecioğlu çok önemli bir tesbit de daha bulunur: Tasavvufî bir hayat yaşamağa "heves eden” insanların da ancak %10 kadarlık bir kesimi tasavvufî tec­rübeleri sırasında rahmanî varidata nail olurlar ve bihakkın “sûfî” olarak anılmağa hak kazanırlar. ”4

Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun ilk bakışta biraz karışık görü­nen ifadelerini sadeleştirerek özetlersem, toplum içerisinde “dini hassasiyet sahibi görünen” insan topluluğu içinde tasavvufî gele­neğin mirasına vâris olma potansiyeli olan insan topluluğu ancak ve ancak %1’dir. Muhataplarından gelebilecek itirazları ve popülist ithamları baştan önlemek için Cebecioğlu da konuyu taa, “bezm-i elest” gününe kadar götürerek bu rûhânî taksimatın ilahi menşeli oluşuna işaret eder. Cebecioğlu’nun bu kesin ve keskin tasnifi ‘ger­çek tasavvufun asla “popüler bir akım” olamayacağını da gösterir.

Burada konuya dışarıdan bakanların yükselteceği itiraz ses­lerini izale etmek adına şunu ilave etmek isterim: Tasavvufî termi­noloji ile “mürîd” olarak seyr ü sülük yapıp tasavvufî makamlardan hissedar olabilecek insan sayısı sınırlı olmakla beraber “muhib” olarak Allah’a aşk ile; muhabbet ile kulluk yapma ve ‘Allah dost­ları’ olarak bilinen ‘evliyaullaha dost olma’ kapısı herkese ardına kadar acıktır. J

“Tasavvufîhassasiyeti olduğunu söyleyen -ve hattâ tasavvufî bir cemaatin önde gelenkişiliklerinde neden bir “sûfî incelmesi” işleminin tahakkuku çoğu defa gözlenmiyor?” sorusuna gelinirse; bunun yanıtı da bir aslında önceki paragrafta mevcuttur. Tasavvufî bir hayat yaşamağa heves eden “sûfî taklidcisi” insanlara bakılarak böyle bir hüküm çıkartmak hiç de zor değildir. Yine Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun ifadeleri ile “yolda dökülme adayı” %90 oranındaki büyük çoğunluğu oluşturan insan grubu “Tasavvuf yoluna giriyor­lar, bir süre sonra kaybolup gidiyorlar... ”

Burada günümüzde ortaya çıkan -ve tarihteki sûfî yapılan­malara kıyas edilirse vahim olansüreç “tasavvuf yolunda dökü­len” insan grubu içerisinde kendilerine “mürşîd-önder-lider” rolü biçilenlerin dahi var olduğunun acı bir gerçek olarak müşahede edilmekte olmasıdır. Popüler TV haber programlarının vazgeçilmez konukları olan ‘sahte şeyhler’i -ve hattâ ‘sahte peygamberleri’hatırlarsanız -ve hele de bunların hayatlarının bir kesitinde tasav­vufî denilebilecek bazı bağlantılarından haberdar isenizkonunun anlaşılması çok kolay olur. Bugün tasavvuf karşıtı “dini çevreler” ile tasavvuf da dâhil dini görünümlerin tümünden rahatsız “lâik hattâ la-dinî çevreler’Tn bu “döküntü grub”un söylem ve eylemle­rini genelleştirme ‘uyanıklığı’ ile tarihteki ve günümüzdeki tasav­vufî kurum ve nezîh kişiliklerin tamamını hedefe oturtmalarının insaf ile telif edilir yanı yoktur.

“Küreselleşen dünyanın bunalımlı insanları için tasavvufî geleneğin sunduğu pratik çözüm yolları var mı?” sorusunun yanıtı bence bu zamanın en önemli sorusudur.

Son yıllarda ülkemizde tasavvuf literatürünün temel eserleri­nin Türkçe basımlarına ve böylece bu eserlerin müellifi olan büyük tasavvuf adamlarının mesajlarına ulaşmak, tavsiyelerine muhatap olmak mümkün hale gelmiştir.

Bugün ilgili bir okur; entelektüel bir idrâk zafiyeti ile malûl değilse “Mesnevi” ile Mevlâna Celaleddin Rûmi’nin; “Maârif” ile oğlu Veled Çelebi’nin; hattâ “Makalât” ile mürşîdi Şems-i Tebrizi’nin altın değerindeki sözlerinin muhatabı olabilecek durumda­dır. Muhyiddin Arabî’nin ‘efsânevî’ Fütûhâtü’l Mekkiyye’si dahi bu­gün ilgilisi için bir “sır” olmaktan çıkmıştır. Herhangi bir kitapçıdan kolayca alınıp incelenebilecek bu nadide eserleri temin edebilmek için insanların asırlarca binlerce kilometre yol katettiklerini hatır­layınca günümüz insanlarının ne kadar büyük bir kolaylık içerisinde oldukları görülebilir. Tasavvufî hayatın derûnî boyutunun algılan­masında kılavuz olacak bu bilgi kaynaklarını azık edecek zamane sûfîsinin gündelik ibadet hayatında az bir gayret ile pek çok varidâtı elde etmesi teorik olarak hiç de zor olmayacaktır.

Globalleşen dünyanın sağladığı teknik altyapı “Tasavvufî pratiği güncelleştirmek için sûfî ekollerinde yeni içtihadlar söz ko­nusu mu?..” sorusunun yanıtının da verilmesini sağlamıştır. Bugün ilgili bir insanın “on-line biat” aldığı bir mürşidin internetten yayın yapan TV yayınındaki on-line sohbetini dünyanın her köşesinden izlemesi ve sohbet metnini birkaç dilde inceleyebilmesi mümkün hale gelmiştir. Böyle bir on-line sohbeti izleyen Japonya’dan Ar­jantin’e; Londra’dan Ankara’ya dünyanın bambaşka köşelerindeki “on-line sû/T’lerin yayınla birlikte açılan ‘chat-room’ (= sohbet odası) vasıtası ile kafalarına takılan sorulara yanıt alabilmesi interaktif bir etkileşimi de mümkün kılmaktadır.

Bu konuda bazı somut örnekler vermek isterim: Türkiye’deki bir dervişin kendisi için çok önem taşıyan bir sorusunun cevabını internet vasıtası ile Pakistan kökenli bir sûfî grubuna ait websitesinde bulabileceği gerçeğini iletişim teknolojisinin getirdiği ko­laylıklara somut bir örnek olarak verebilirim. Yine meselâ, Kanada’daki bir sûfînin gördüğü “tasavvufî rüya”nın ne anlama geldiğini Türkiye’deki bir sûfîden öğrenmesi çok değil 20 yıl önce hayâli bile mümkün olamayacak bir şeydi. Tasavvuf tarihinin büyük önderle­rinden Ahmed er-Rufai’den nakledilen bir menkıbedeki semavâtın dördüncü katındaki müşahedenin NASA’nın evren hakkındaki ani­masyonları ile nasıl mutabık olduğunu youtube.com sitesindeki bir videodan izlemenin hazzı ve bu hazzı diğer sûfîler ile paylaşmanın değeri tartışılabilir mi?

Sanal âleme yansıyan bu tasavvufî gelişmelerden biraz uzak­laşıp ülkemizde Türk tasavvuf geleneğini temsilcisi olan gruplara bir bakıldığında her grubun bir başka alanda önplâna çıktığı gö­rülür. Bütün bu çalışmalar teker teker olumlu olsa da objektif bir değerlendirme ile, koordinasyondan yoksun olarak yürütülen bu fa­aliyetlerin toplumun geneli nezdinde çok kayda değer bir etkisi ol­madığı rahatlıkla söylenebilir. İdeal olan bir tasavvufî yapılanmada bütün bu unsurların bir arada yaşatılması gerekirdi. Türk tasavvuf tecrübesine bu gözle bakıldığında önemli geleneklerin bu unsur­ların tamamını ihata edecek kadar geniş bir yelpazede etkin bir şekilde çalıştıkları görülecektir. Bugün öğünerek sahiplendiğimiz tasavvufî gelenek, bu şekilde oluşturulmuştur.

2.               Yesevî Tarzını Yeniden Üretmek : “21. Asrın GâziDer­vişleri”

Türk dünyasına analitik bir bakışla bakıldığında Türkiye’nin sosyokültürel birikimi ve teknik imkânlar bakımından Yesevî tarzı­nın yeniden üretilmesi için en uygun ortamı sağlayabileceği teorik olarak mümkün görünmektedir. Burada aşılması gereken tek engel, Anadolu ve hattâ Rûmeli’nin Türkleştirilmesinde ve İslâm yurtları (Dâr-ül İslâm), haline dönüştürülmesinde çok önemli bir yeri olan Ahmed Yesevî’nin günümüz Türkiye’sinde, Türkistan’da olduğu ka­dar ve lâyıkı ile bilinmemesidir. Bu sadece Türkler adına utanç verici bir ayıp olmakla kalmaz; aynı zamanda İslâm medeniyeti açısından da içler acısı bir eksikliğe işaret eder.

Ahmed Yesevî’nin tüm Türk yurtlarındaki saygın hatırası -ve hattâ taştan-toprakta yapılmış cansız bir cisim olan türbesi-, Tür­kiye Cumhuriyeti’nin en uzak coğrafyada uygulanan bir icraatına konu olarak bu yönüyle de Türk yurtlarındaki birleştirici ve bü­tünleştirici misyonunu ifa etmiştir. Daha sonra Türkmenistan’daki Sultan Sencer Türbesi’nde başlanan ve bitirilen restorasyon da Tür­kiye Cumhuriyeti’nin Türkistan coğrafyasındaki bir diğer önemli ve kalıcı hizmeti olarak kaydedilmelidir.

Ahmed Yesevî Külliyesi, sessiz duvarlarından, görkemli kub­belerinden yükselen bir çağrı ile dünyanın bütün Türklerini Ahmed Yesevî’yi anlamağa ve Yesevîce yaşamağa davet etmektedir. Ah­med Yesevî külliyesinden bütün Türk yurtlarına yayılan Yesevîlik bilinci, -son yıllarda görülen güzel gelişmeler aksatılmadan devam ettirilirsegelecekte de Türk dünyasının manevî birliğini oluşturma misyonuna yeni boyutlar katılarak devam edecektir.

Eğer dinin sosyal hayatta, tasavvufun Türk tarihinde ifa etti­ği görevi ve Türk insanına verdiği coşkulu aşk ve cihad ruhu doğru analiz edilmezse; “ılımlı İslâm” adıyla üretilen ‘hormonlu müslümanlık modeli’nin etkin olması kaçınılmaz bir sonuçtur. Ülkemiz insanının ruh planında sömürgeleştirilmesi anlamına gelecek böylesi bir vahâmete iş işten geçmeden “Dur!” denilmelidir. Yesevî­lik kültürü tam da bu noktada tarihten gelen misyonuna uygun ve yakışır şekilde ve asliyetinin korunmasına mutlaka dikkat edilerek yeniden üretilmelidir.

Yesevîlik kültürü yeniden üretilirken başta Dîvân-ı Hikmet ol­mak üzere Türkistan’da gelişmiş tasavvufî hareketler ve Yesevîlik kültürüne ait eserlerin yeni baskılarının yapılması gerekmektedir. Son yıllarda Türk edebî mirasının önemli bir parçası olan tasavvuf edebiyatı ile ilgili araştırmalar sonucunda günümüzde hiç bilinme­yen yeni kaynaklara ulaşılması gibi güzel gelişmeler gözlenmek­tedir. Bu gelişmeler hızla yayınlanma safhasına gelmiş ve sonuç­ta birçok değerli yayın ve eser ortaya çıkmıştır. Bir diğer güzel gelişme ise bu yayınların internet ortamının sağladığı tarihte hiç olmadığı kadar bir hızla bütün Türk dünyası sathında dolaşıma gir­mesi olmaktadır. Özellikle Özbekistan kütübhanelerindeki zengin el yazması koleksiyonlarının bilim adamları tarafından dikkatli bir şekilde incelenmesi ile Türk tasavvuf tarihi ve geleneği açısından büyük öneme haiz birçok tarihi kaynağın gün ışığına çıkması bek­lenmelidir. Bu meyanda, bugüne kadar ilim adamları tarafından incelenememiş yeni elyazmalarının bulunması ile şimdiye kadar basılmamış hikmetler de gün ışığına çıkmağa ve yayınlanmağa baş­lamıştır.

Türkiye’deki Nakşbendî gruplarının -başta tarikata ismini ve­ren Şah-ı Nakşbend ünvânını taşıyan Bahaeddîn Buharî olmak üzere silsilelerinin en az yedi önemli halkasını teşkil eden sûfîlerin yaşa­dığıTürkistan’a yönelik yoğun bir ilgi sergilemeleri beklenirdi. Fa­kat aradan geçen süre şunu gösterdi ki, bölgeye giden bu tarikata mensub bazı şeyhlerin teması, yüzeyden derine nüfuz edememiş ve adetâ bir “kabir ziyareti” çerçevesine sıkışıp kalmıştır.

Bunun istisnası olan ‘tek kişi’ diyebileceğim Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın (ölümü: 4 Şubat 2001) bazı tasavvufî eserlerinin bazı Türkistan lehçelerinde yayınlanması da yine istisnaî bir örnek olarak kalmıştır. Son yıllarda bazı tasavvufî cemaatlerin, bölgeye yönelik çalışmalara yöneldiği bilinmekteyse de bu çalışmaların hal­kın geneli üzerinde etkili olabilecek bir hacme ulaşabildiğini söy­leyebilmek mümkün değildir. İslâm’ın günümüz ve geleceğin dün­yasında oynayacağı global rolü yok etmek -hiç değilse kısıtlamakisteyen odakların ısrarla uygulamağa çalıştıkları planları gösteren tablo aslında çareyi de ortaya koymaktadır. Çare İslâm’ı tasavvufî bir bilinçle, hayatı halvet der encümen olarak algılayıp -özel adı ile Yesevîceyaşayacak, “dünya denen mezellef’e yeri -ve günü geldiğindetekme atabilecek ve Allah için şehâdete koşacak aşk ehli gâzi-dervişleri yetiştirmektir. Bu muazzam işi gerçekleştirmeyi sağlayacak teorik birikim İslâm’ın özünde hem de Türk tarihinin derinliklerinde fazlasıyla vardır.

3.              Âhir Zaman Şeyhleri

Tasavvuf literatürüne bakıldığında hemen bütün sûfîlerin kendi dönemlerindeki mürşîd ve dervişlerden şikâyet ettikleri gö­rülür. Mürşîdler dervişleri tembellik ile suçlarken; bazı mürşîdler de manevî duyguları sömürerek dünyalık yığmak ile suçlanmışlar­dır. Bunun tipik bir örneğini yansıtan 14. yüzyıl Yesevî mürşîdlerinden İshâk Ata, Hadîkâtü’l-ârifîn eserinde zamanındaki dervişlerin ihlâs ve gayretten uzak olduklarından şikayet ederek: “Eski derviş­lerin işi duâ ve mücâhede (gayret, çaba) idi. Şimdiki dervişlerin isi ise dinlenmek olmuştur” der5 ve babası İsmâil Ata’nın su sözünü » » i

de nakleder: “Kazıgurt ile Sayram arasında başıma değmeyen taş ve toprak yoktur”. Bu söz, İsmâil Ata’nın yaşadığı bölgede bazı kişilerce çok tenkid edildiğini îmâ etmektedir. Nitekim onun birçok haksız eleştiriye mâruz kaldığı ve muhâlifleri için: “Onlar bizim sabunumuz” yani gıybetimizi yaparak günahlarımızı alıyorlar, bizi günahtan temizliyorlar, dediği başka kaynaklarda rivâyet edilmek­tedir.

Fakr-nâme başta olmak üzere birçok kaynakta, ve bu ara­da Dîvân-ı Hikmet’te ‘Âhir Zaman Şeyhleri’ terimine rastlanır. Fakr-nâme’deki ifadeler ile Kutbu’l-aktâb Hâce Ahmed Yesevî ve Tabakât meşâyıhı (ilk dönem sûfîleri) şöyle demişlerdir:6

“Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhûr edecek ki, şeytan onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar. Mürîdlerine yol gösterip onları maksada ulaştı ramayacaklar. Dış görünüşlerini süs­leyip mürîdden çok hırs sâhibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harâb olacak. Küfür ile îmânı farklı görmeyecekler, âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i Sünnet ve cemâati düşman görüp ehl-i bidat ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ’dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiâsmda bulunacaklar. Ama şeyhlik işini de kötü yapıp mürîdlerin kapısında (veya istekle­ri doğrultusunda) yürüyecek. Bu haldeki kişi, mürîde şeyhlik yap­mamalı ve ondan bir şey almamalıdır. (Ama) mürîd birşey vermez­se, o zorla alacak. Eğer o aldığı nesneyi lâyık olan kişiye ve yoksula vermeyip kendine ve âilesine sarf ederse, it ölüsü yemiş gibi olur. Eğer o taraftan alıp yese veya kıyafet giyse, o giysi üzerinde (omu­zunda) olduğu sürece, kıldığı namaz ve tuttuğu oruç Allah Teâlâ dergâhında makbûl olmaz ve yediği her lokma için Cehennem’de üçbin yıl azap görür. ”

Ahmed Yesevî de âhir zaman şeyhlerine el verenlere şöyle der: “Bizden sonra böyle bir bidatçıya kim pîr deyip hizmet etse kâfir ve lânetli olur. Böyle bir kimsenin yaptıklarını ilim yerine (bedeline) tutmak ve bidatim sünnet yerine tutup helâl görmek, tüm bunlar şerîatta küfür, tarikatta reddedilmiş ve hakîkatta usa­nılmış işlerdir. ” “Vay o kişilere ki böyle şeyhlere el uzatıp mürîd olurlar. Kendilerini azâba atarlar. ”

Dîvân-ı Hikmet’te de pek çok yerde ‘sahtekâr âhir zaman şeyhleri’ne dikkat çekilerek mürîdler başta olmak üzere halk uyarı­lır. Günümüzde tasavvuf adına ortalıkta ismi gezdirilenler arasında kimler var, kimler... Gerçekten de sağlam bir tasavvufî kapı bulup da seyr ü sülük yapmağa niyetlenenin işi oldukça zorlaşmıştır.

Ahmed Yesevî’nin tâa dokuz yüzyıl öncesinden dikkat çekti­ği bir husus da etrafındaki mürîdleri geçim kaynağı haline getiren sahtekârlardır. Hazret Sultan Yesevî, bu çıkarcı şeyhleri anlatırken verdiği örnek çok ilginçtir: Sahtekârların kapıdan giren ziyaretçiye “yanında adak için getirdiği bir koyun var mı?” diye bakındıklarını, adağı olanlara güleryüz gösterilirken eli boş gelen garib dervişlerin yüzüne kapı kapatılmasını yeren Ahmed Yesevî bugünkü mürşîdleri, görse ne derdi acaba?!...

Türk tasavvuf tarihindeki Yesevîlik tecrübesi ile bugünün tasavvufî akımlarını kıyaslamaktan kaynaklanan bahsedilen soru­lar sadece bir entelektüel arayışın yansıması değildir. Bu sorular günümüzde -ve bilhassa pratik hayattagerçekten önemli idi ve gerçekten de “zamane mürşîdleri” arasında Yesevî çizgisine yakla­şabilen ne kadar az ‘postnişin’ -ve ne kadar çok ‘post’a ‘çökmüş’ nâdânvardı. Bu sorulara dürüstçe yanıt verilir ve zorunlu olarak ‘günümüz şeyhleri’ ile Hazret Sultan Yesevî mukayesesi yapılırsa günümüz şeyhleri aleyhinde bir sonuca varılması kaçınılmazdır.

4.               Hazret Sultan Yesevî Bugün Yaşasaydı...

Yıllardır Yesevîlik kültürü ve Ahmed Yesevî konusu ile ilgi­lenen bir kişi olarak şu soru ile ne kadar çok karşılaştım: “Var mı şimdi Ahmed Yesevî gibi bir mürşîd; ki gidip kapısına dervişi ola­yım?!...” Ahmed Yesevî’nin hikmetlerini yayına hazırlayan bir kişi olarak sık karşılaştığım bir benzer soru da şudur: “Bu zamanda irsad edici bir eser sahibi, sohbeti ile insanların ruhunu ısıtan bir mübarek zatı nasıl bulalım? Zamanımızda bir Abdul-Kadir Geylanî, bir Ahmed Yesevî, bir İmam-ı Rabbanf ortada olmadığına göre ne yapmalı?” Gerçekten de bu kökü çok derinlere uzanan, zor soruları yanıtlamanın o kadar kolay olmadığını tasavvuf ile ilgili olmayan birisi dahi kolayca tahmin edebilir.

Bu soruların yanıtını vermek yıllarca çok zor oldu benim için de; taâ ki sağlam bir kaynakta Ahmed Yesevî’nin mürşîdi olan Yû­suf Hemedânî’nin dilinden bu sorunun yanıtını Rütbetul-Hayat adlı risalesinden şu satırlarda bulana kadar:8 “Bir pîrle sohbetten mahrum olan mürîdin her gün bu taifenin sözlerinden sekiz varak (16 sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde, bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur. ” Genel geçer cevaplar ile geçiş­tirdiğim soruların yanıtını Yesevî’nin mürşîdi Yûsuf Hemedânî’den öğrendiğimde ne kadar rahatlamıştım. (Bu önemli kayıtın yer aldığı kaynakta ünlü Sûfî yazar Ferîdüddin Attâr, âriflerin halleri ve söz­lerine dâir Tezkiretü’l-evliyâ adlı kitabının önsözünde kitabı yazış sebebini Yûsuf Hemedânî’nin aynı sözlerini naklederek açıklar: “... İmâm Yûsuf Hemedânî’ye sordular: Bugünler geçerse ve bu tâife yüzlerine perde çekip göçerse selâmette kalmak için ne yapalım?” Dedi ki: “Onların sözlerinden hergün sekiz varak okuyunuz! ”9)

Şimdi yine bana yine “Bu zamanda Ahmed Yesevî olmadığına göre ne yapmalı?” sorusunu soranlara, Ahmed Yesevî gibi bir mürşîd aradığını söyleyenlere gönül rahatlığı ile hemen şu cevabı veriyo­rum: “-Git al bir Dîvân-ı Hikmet; oku ve gör bakalım Ahmed Ye­sevî sana ne diyor? Hazret Sultan Yesevî ile sohbet etmek isteyen Dîvân-ı Hikmet’i açsın bir hikmeti okuyuversin...”

Gerçekten de Pîr-i Türkistan’ın sohbetine katılmak isteyen Dîvân-ı Hikmet’e başvurmalıdır. Hattâ konuyu Mesnevî okuyarak Mevlanâ Celâleddîn Rûmî; Dîvânı’nı okuyarak Yunus Emre, Niyâzi Mısrî ve diğer eser vermiş sûfî mürşîdler ölçeğinde genişletmek mümkündür ve gereklidir. Bu geleneğin asırlar boyunca dergâhlarda Mesnevî okunması suretiyle Mevlanâ Celâleddîn Rûmî için hayata geçirildiği tasavvuf ile ilgilenenlerce çok iyi bilinen bir durumdur.

(Ankara’da önce Selçuklu Vakfı’nda, daha sonra Türkiye Yazarlar Birliği’nde bu satırların yazarı tarafından düzenlenen “Yesevî-Han Meclisi : Dîvân-ı Hikmet Okumaları” programı ile Ye­sevî’nin mesajlarının güncellenmesi yolunda küçük ama önemli bir adım atılmıştır.)

5.               Bugünün Yesevîsi

Bu kitabı hazırlamadan daha önceleri de hep düşünmüşüm­dür: “Acaba Hazret Sultan Yesevî bugünkü dünyada yaşıyor olsa idi, mesajlarını topluma iletmek için nasıl bir yöntem izlerdi?” Ya da: “Bugünün Yesevîsi nasıl birisi olurdu?” Bu soruları yanıtlamak için tarihte yaptıklarından hareket etmekten, Yesi’deki Yesevî der­gâhında yaşananları yansıtan menkıbelerden yola çıkmaktan başka bir yöntem yok görünüyor. 0 halde öyle yapalım...

Ahmed Yesevî’nin irşad yöntemini incelediğimizde içerisin­de yaşadığı topluma, o toplumun dilinden ve kolayca anlayabile­cekleri kavramlar aracılığı ile hitab ettiği görülür. Sadece neden şiirlerini Türkçe söylediğini izah ettiği hikmetinde mahşer yerinde mutlu olacak kişilerin Burak’a ata biner gibi binerek, başlarındaki börkleri de gösterişli bir şekilde takacaklarını ifade eden sahneyi hatırlayalım.10

O zaman hemen söyleyebiliriz ki, Yesevî bugün yaşasaydı ön­celikle Kur’an ve hadis anlamını kavramaları için topluma Kur’an-ı Kerîm ve sünnet mesajlarının ulaşması için en etkili yöntemleri tercih edecektir. Bu yöntem ise günümüz şartları göz önüne alı­nırsa görsel medya olan TV, sinema ve internet olurdu. Bu araçlar kullanılarak topluma mesaj iletilmesinde kullanılacak dil de günün yaşayan Türkçesi olmak durumunda idi. Ancak mesajın yeryüzünün global bir köy haline geldiği günümüz dünyasının tüm insanlarına ulaşması için yaygın dünya dillerinde de tebliğ imkânlarının zorlan­ması gerekecekti.

Daha 16. yüzyılda Yesevî dervişi Sultan Ahmed Hazînî ta­rafından kaleme alınan risâlelerde Yesevîyye tarikatının olmazsa olmaz şartları arasında sayılan “mekân” konusunu hatırladığımda Yesevîlik şanına layık bir merkez dergâh-âsitâne teşkil edileceğini de tahmin ediyorum. Yesevî külliyesinin mimarî ayrıntılarına dik­kat edilirse bu dergâhta zengin bir kütübhane, iyi organize edil­miş bir arşiv-müze mutlaka bulunacaktır. Halvete girecek dervişler için kırk hücreli bir halvethane, misafirler için konaklama tesisi, fukaraya hizmet verecek bir mutfak ile bir sosyal tesis külliyenin bölümleri arasında yer alır.

Bu şekilde çağdaş bir yorum ile ortaya çıkacak maddî yapı­lanmanın içini dolduracak manevî etkinlikleri sürdürecek derviş­ler, bilinçli ve genel kültür düzeyi halk ortalamasının çok üzerinde kişiler olarak geleceğin mürşidleri olmaya aday, seçilmiş öncüler olarak görülmelidir. Bu dervişlerin eğitiminde asliyetinden saptırıl­madan titizlikle uygulanacak tasavvufî faaliyetler yanında Kur’an-ı Kerîm bilgileri başta olmak üzere İslâm ilimleri, uzmanlık düzeyin­de ayrıntılandırılarak gruplar şeklinde çalışılmalıdır.

Dergâh faaliyetlerinin esas konularından birisi Yesevî hikmet­lerinin analiz ve yorumudur. Yesevî hikmetlerinin yeni bestelerle yorumlanarak zikir meclislerinin ana unsurlarından birisi olarak yaşatılması için tarihteki Yesevî-Han meclisleri canlandırılmalıdır. Yesevîlik coşku ve heyecanının besleyen bu meclislerde uyandırı­lan gönüllerin bilinçli algılama düzeyine erişmeleri için Yesevî hik­metleri üzerinde şerh çalışmaları yürütülecektir. Böylesi bir ocağın ayrılmaz bir parçası da İslâm sanatlarının teorik ve pratik öğretim/ eğitiminin yapıldığı atelyeler olmalıdır.

Tabiî bu hayâlî yapılanmanın kilit taşı, dergâhın başında gö­rev yapacak olan Yesevî-meşreb mürşîddir. Eğer Yesevî ufkunu ta­şıyacak nitelikte çağdaş bir mürşîd zuhur ettiğinde, diğer tüm ge­reklerin kendiliğinden oluşması ihtimal dâhilindedir. Ancak ortada ‘Yesevî-meşreb bir mürşîd’ yok ise isterseniz dünyanın en görkemli dergâhını, en mükemmel tesisini inşâ edin; sonuç alınması müm­kün değildir.

Yesevîlik tarikatının esasları arasında sayılan “sultana bağlı­lık” kuralı bugün için yorumlandığında bu tasavvufî faaliyetin kaçak-göçek, gecekondu kültürü çerçevesinde değil toplumun gözü önünde ve siyasî-ekonomik erk sahiplerinin bilgisi ve maddî desteği ile yürütülmesi anlaşılmalıdır. Erk sahiplerinin tasavvufî faaliyeti sahiplenmesi değil, tasavvufî faaliyete engel olucu bir olumsuzluk­tan sakınmaları tercih edilmelidir.

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat anlayışının “Ulü’l-emre itaat” ka­bulünün siyasi erk sahiplerince zaman zaman istismar edildiği bi­lindiğinden ilk anda boyun eğme anlamında anlaşılabilecek “rabt-ı sultan” kuralının sağlıklı işleyişinde baskın gücün manevî otorite olarak kabulünün önemine dikkat etmek gerekecektir.

(Hazînî’nin ‘Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyazi’l-Ebrâr’ kitabında yer alan, İstanbul’da bir Yesevî dergâhı kurma isteğinin zamanın Os­manlI sultanı ve yakın çevresi tarafından kabul görmemesi üzerine dile getirdiği sitemleri hatırlamalıyız. Eğer Hazînî’nin bu hayır­lı dileği, Osmanlı Imparatorluğu’nun zevalinin tam da başlangı­cında ‘zamanın egemenleri’ tarafından kabul edilip Türkistan ile organik bir bağ teşkil edeceği belli olan böyle bir Yesevî dergâhı İstanbul’da faaliyete geçirilebilse idi acaba OsmanlI’nın âkıbeti ne olurdu? Türk dünyası arasındaki ilişkiler nasıl gelişirdi? diye sormaktan kendimi alamıyorum. İstanbul’un bir tepesini süsleyen bir Yesevî dergâhı için sarf edilecek paranın o günün (16. yüzyıl sonu) Osmanlı mâliyesi için ne kadar küçük bir meblağ olacağını düşününce insanın üzüntüsü katmerleniyor. Ve ne yazık ki tarihi yeniden yazmak mümkün değil...)

Bugünün gerçeği olan pek çok konunun, değil yüzyıl öncesi daha 10-15 yıl öncesinin hayâli olduklarını hatırladığımda çağın di­liyle çağa seslenen bir Yesevî akımının Türk yurtlarından başlayıp dalga dalga tüm dünyaya yayılabileceği günleri hayâl etmek isti­yorum.

O günlerde dünyanın Türkçe konuşan müslümanları yepyeni bir ruh ile adetâ yeniden doğacaktır; bir daha asla ölmemecesine... ‘Ölmeden önce ölme’nin sonsuz zevki ile ebediyete doğarak ölüm­lere meydan okuyan o günün Türkleri önünde durabilecek bir güç olabileceğini düşünemiyorum.

İşte o gün Hazret Sultan Yesevî, Türkistan ufuklarından yük­selecek hikmetler dökülen sesini taşıyan kutlu nefesi ile Orhun’dan Tuna’ya tüm Türk yurtlarını yine -ve yeniden ısıtacakve ışıtacaktır.

Ne mutlu bu kutlu hayâli gerçeğe dönüştürecek olan ulu ma­neviyat önderlerine...

Ne mutlu o manevî dönüşümün ‘öncü dervişleri’ne... i >

Üçüncü Bölüm / Notlar ve Açıklamalar

1                             ‘NewAge’Akımlan: Çağdaş batı kültüründe, 20. yüzyıl son­larında ortaya çıkan ve alt gruplarıyla geniş bir uygulama ve inanç alanına işaret eden ve rûhânî konularda eklektik yaklaşım olarak nitelendirilen alternatif inanç hareketleridir. ‘New Age’ din sosyo­lojisinde -herhangi bir değişmez, mutlak kutsal metin, dini kurum ve din adamları hiyerarşisinden uzak olduğundanyarı dinî (quasi-religion) bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Kendilerini bütün dinlerin üzerinde konumlandıran ‘New Age Hareketi” mensubları daha çok internet gibi sanal ortamlarda görünürlük kazanmaktadır.

2                             Nefs-i Levvâme: “Kendini kınayan nefs” anlamındadır. Nefs terbiyesi üzerinde yoğunlaşan tarikatlarda nefsin yücelme basa­maklarının İkincisidir.

3                             Kılıç, Mahmud Erol: “Allah Müslümanların anlayışını ge­liştirsin” -Röportaj; http://yenisafak.com.tr/Pazar/Default. aspx?t=13.09.2009&c=29&area=4&i=210715

4                             Cebecioğlu, Ethem: “Tasavvuf, Nefsin Hastalıklarının Ecza­nesidir” -Röportaj-;

http://www.tasawufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=375)

5                             Tosun Necdet, XIV. Yüzyılda Yazılmış Çağatayca Bir Yesevî Eseri: Hoca İshak B. İsmail Ata’nın Hadîkâtü’l-Ârifîn’i, (Yayınlan­mamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

6                             Eraslan, Kemal, “Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, İ.Ü. Edb. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII (1977), s. 79.

7                             İmâm-ı Rabbânî: Ahmed Farukî Serhindî: 1563’de Hin­distan’ın Serhind şehrinde doğdu. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı “Müceddîd-i elf-i sânî”, İslam ah­kâmı ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, “Sıla” ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer’in soyundan olduğu için ,”Fârûkî” nisbesiyle anıl­mıştır. İlk eğitimini babasından alarak Arabçayı öğrendi. Babasın­dan ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Sonra Siyalkut şehrine gidip orada, Abdülhakîm Siyalkûtî’nin de hocası olan Kemâleddîn Keşmîrî’den ilim öğrendi. 17 yaşında tahsîlini tamamlayıp, bütün ilimlerden icâzet aldı. Tahsîli sırasında, Kâdîrî ve Çiştî tarikatını babasından aldı. İmâm-ı Rabbânî , ünlü Nakşbendî mürşidi Muhammed Bâkî-billah’ı tanıdıktan sonra biat alarak bağlandı. Birkaç ay sonra, Muhammed Bâkî-billah kendisine irşad için icâzet verdi. İmâm-ı Rabbânî 1615’de, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrümün altmış üç sene olduğu ilhâm ile bana bildirildi.” buyurdu. 1623 senesinde Ecmîr’de iken; “Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâ­metler görülmeğe başladı.” dedi. Serhend’de bulunan oğulları­na mektup yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır.” buyurdu ve 1624 senesi, Safer ayının yirmi sekizinci, Salı günü vefat etti.

Eserleri: I.Mektûbât: Aslı üç cild olup, İmâm-ı Rabbânî’nin beşyüz otuzdört mektubunun toplanmasından meydâna gelmiş­tir. İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ı asırlardır yaygınlıkla okunur. 2. Redd-i Revâfıd, 3. İsbâtün-Nübüvve, 4. Mebde’ ve Me’âd, 5. Âdâbü’l-Mürîdîn, 6. Ta’lîkâtü’l-Avârif, 7. Risâle-i Tehlîliyye, 8. Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı Abdul-Bâkî, 9. Maârif-i Ledünniye, 10. Mükâşefât-ı Gaybiyye, 11. Cezbe ve Sülük Risâlesi.

8                             Abdul-Hâlık Gucduvânî, Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî, -Hayat Nedir?, Haz. Necdet Tosun, İnsan Yay. İstanbul, 2007, s.91.

9                             TezkiretüTevliyâ, Haz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Erkam Yay., İstanbul-1984, s.8.

10                                                Yesevî’nin bu şiirindeki imgeler çok dikkat çekicidir:

“Ayet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur, Anlamına yetenler yere koyar börkünü...

(...)

Amel işleyen alimler dinimizin çırağı, Burak biner mahşerde eğri koyar börkünü... ”

Tamamı için bkz. Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (71. Hikmet), Haz. Dr. Hayati Bice, TDVYay., Ankara, 2009, s. 181.

Kaynakça

Kur’an-ı Kerîm

Hak Dini Kur’an Dili Meali, Haz. Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İstanbul, 1984.

Dîvân-ı Hikmet Basımları

Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet, Haz. Resul Muhammed Aşurbay-oğlu (Abdul-Şükürov), Gafur Gulam Neşriyatı, (Kiril harfli) , Taşkend, 1992.

Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet, (Yengi Tapılgan Hikmetler), Haz. Nadirhan Haşan, Mâverâünnehir Neşriyatı, (Kiril harfli) , Taşkend, 2006.

Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet (Hikmetter), Haz. M.K. Ebûseyitova, Dauk-Press, (Kiril harfli), Almatı, 2000.

Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet, Haz. Hayati Bice, T. Diyanet Vakfı Yay., (5. Baskı), Ankara, 2009.

Yesevî Ahmed, Dîvân-ı Hikmet (Seçmeler), Haz. Kemal Eraslan, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1983.

El Yazmaları:

Hazînî, Ahmed b. Mahmûd, Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’lbihâr, İstanbul Üni. Kütübhanesi., TY, nr. 3893, vr. 1b-164a.

Hazînî, Ahmed b. Mahmûd, Menbâü’l-ebhâr fî riyâzi’lebrâr, Süleymaniye Kütübhanesi., Şehid Ali Paşa, nr. 1425, vr. 1b-81b.

SûfîMuhammed Dânişmend, Mir’âtü’l-kulûb, İsveç (Sweden), Universitâtsbibliothek zu Uppsala, No. 472/15, vr. 158b-177a.

a.                Diğer Kitablar

Âlim Şeyh Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât min nefahâti’lkuds (Yay. M. Nezîr Rânchâ), İslâmâbâd-Lahor 1406/1986.

Aşıkî Dervîş Ahmed, Aşıkpaşazâde Tarihi, Haz. Cemil Çiftçi, Mostar Yay. , İstanbul, 2008.

Attâr, Ferîdüddîn, Mantıku’t-Tayr, Çev. Yaşar Keçeli, Kırkambar Yay., İstanbul, 1998, s.227-228.)

Attâr Ferîdüddîn, Tezkiretü’l-Evliya, Haz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, ErkamYay., İstanbul, 1995.

Barlas Câfer, Kafkasya’nın Kurtuluş Mücadelesi, Kitabevi Yay., İstanbul 1990.

Bennigsen A., Quelquejay C.L. , Sûfî ve Komiser, Çev. Osman Türer, Akçağ Yay., Ankara 1989.

Bice Hayati, İşaret Taşları, İnsan Yay., İstanbul, 2006.

Bice Hayati, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, T. Diyanet Vakfı Yay. Ankara 1991.

Bice Hayati, Türk Yurtları Üzerine Notlar, Bilgeoğuz Yay., İstanbul, 2010.

Buharî Salâhaddin Mübarek, Makâmât-ı Nakşbendîyye, Buhara Yay., İstanbul, 1990.

Cami Molla Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns Min HazarâtiT Kudüs, Çev. Abdulkadir Akçiçek, Saadet Yay., İstanbul 1985.

Dağıstanî Şeyh Şerâfeddin, Menâkıb-ı Şerefiyye 1-4., Haz. Haşan Burkay, Ankara, 1995.

Derman Münir, Allah Dostu Der ki, Cild: l-V. Ankara, 1988.

Devellioğlu Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi, İstanbul, 1992.

Hâzinî, CevâhirüTEbrâr Min EmvâciTBihâr, Haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1993.

Hâzinî, MenbâüTEbhâr Fî RiyâziTEbrâr, Haz. Mehmet Mâhur Tulum, İstanbul, 2009.

Hudâydâd Şeyh b. Taş Muhammed Buharî, Bustânü’lmuhîbbîn (Yay. B. M. BabacanovM. T. Kadırova), Türkistan 2006.

Göztepe Tarık Mümtaz, İmam Şamil, Sebil Yay., İstanbul, 1984.

Has Hâcib Yûsuf, Kutadgu Biliş, Haz. Reşid Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 1990.

Kabbani M. Hişam, Naqshbandi Sûfî Way, KAZI Publication, Newyork, 1995.

Köprülü M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara, 1966.

Kübra Necmüddin, Tasavvufî Hayat, Haz. Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul, 1980.

Mahmud Kaşgarlı, Dîvân-ı Lügati’t Türk, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1990.

Maraş İbrahim, Türk Dünyasında Dini Yenileşme ( 1850-1917), ÖtükenYay., İstanbul, 2002.

Mirhaldaroglı Mirahmet, Ahmed Yesevî’nin Yeni Bulunan Hikmetleri, Haz.Metin Akar, Ahmed Yesevî Vakfı Yay., İstanbul, 2001.

Nesefi, Hakikatlerin Özü, İnsan Yay. , İstanbul, 1993.

Nevâî Ali-şîr, Nesâyimü’lmahabbe, (nşr. Kemal Eraslan), Ankara 1996, s. 383-390;

Nurmuhammedoğlu Na’im-Bek, Ahmed Yesevî Türbesi, Haz. Hayati Bice, 1.baskı: Kültür Bak. Yay., Ankara 1991, 2. Baskı:TürkEximbank Ankara, 1993 .

Nurmuhammad(ov) Na’im-Bek, Ahmed Yasevi Saulet Gimaratı, Ahmed Yasawi Architectural Complex, Öner, Almatı,1988.

Orun-Koylakî Safiyyüddin, Neseb-nâme (nşr. A.K. Müminov, Z.Z. Candarbekov), Türkistan 1992.

Parsa Muhammed Ebû Nasr, Fasl’ül-Hitab (Tevhide Giriş), Çev. Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yay., İstanbul 1988.

Risale-i Bahâiyye, Haz. Rahmi Serin, Pamuk Yay. İstanbul, 1999.

Robinson Francis: İslâm Dünyası, Çev. Mete Tuncay, İletişim Yay., İstanbul, 1985.

Safi Mevtana Ali İbn Hüseyn, Reşehât min Aynül-Hayat, Çev. Necip Fazıl Kısakürek, b.d Yay., İstanbul 1998.

Schuyler, Eugene, Türkistan Seyahatnâmesi (Çev. Kolağası Ahmed; haz. Ali Ahmetbeyoğlu, Kemal Özcan, İshak Keskin), İstanbul: Tarih ve Tabiat Vakfı, 2003.

Sever, Mustafa, Hakîm Süleymân Ata, Hikmetler ve Kıssâlar, Oba Yay., Ankara, 2006.

Seydî Ali Reis, Mir’âtüTMemâlik, Haz. Necdet Akyıldız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul (tarihsiz).

Şa’rani İmam, Tabakâtü’l-Kübra, Çev. Abdulkadir Akçiçek, ErkamYay., İstanbul 1987.

ŞerâitüTİman, Usloviya Veri (Anonim, Tatarca ve Rusça olarak), Kazan 1894, s. 46.

Tekcan Münevver, Hakîm Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, İstanbul, 2007.

Tekcan Münevver, Hakîm Ata’nın Hz. Meryem Kitabı, Beşir Kitabevi, İstanbul, 2008.

Yılmaz Mehmet, Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler (Ansiklopedik Sözlük), Enderun Kitabevi, İstanbul, 1992.

Vambery Arminius, Bir Sahte Dervîş’in Orta Asya Gezisi, (Çev: Abdurrahman Samipaşazade Abdülhalim), Kitabevi Yay., İstanbul, 2009.

Vilâyet-nâme, Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, (Haz.. Abdulbâki Gölpınarlı), İnkilâpYay., İstanbul-tarihsiz.

b.                Ansiklopedi ve Sözlükler

Cebecioğlu Ethem, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Anka Yay., Ankara, 2007.

TDK Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2010.

TDV İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Yay., İstanbul, 1990.

Yeni Türk Ansiklopedisi, ÖtükenYay., İstanbul 1985.

c.               Seçilmiş Makaleler

AKGÜL Yusuf, “Hoca Ahmet Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler”, Bilig, s.8 (1999), s. 47-63.

AKTAN Ali, “KünhüTAhbâr’a Göre Ahmed Yesevî ve Anadolu’daki Halîfeleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 13-17

ALGAR, Hamid, “Arslan Baba” (madde), TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1991, c.lll, s. 400.

AAAANGULIYEVAGözel, Mahtumkulu’ nun Manevî Üstadlarından Birisi: Yesevî Dervîşi Hakim Ata Bilig Dergisi, 13 (2000), s.79-92.

ARSLAN Ahmet Turan, “Haşan Şükrü Efendi’nin Divân-ı Hikmet Tercümesi” (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

AZAAAAT, Nihat, “CevâhirüTebrâr” (madde), TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1993, c.VII, s.432.

BARKAN, Ömer Lütfi; “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, sayı:2, sf. 279-304, Ankara, 1942.

CARMUHAAAMED-ULI Muhammed Rahim, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 13-20.

ERASLAN, Kemal, “Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, İ.Ü. Edb. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII (1977), s. 45-120.

ERASLAN Kemal, “Yesevî’nin Fakr-nâmesi, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara,2016.

GELDİYEV Gurbandurdi, “Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX. Asır Türkmen Şiiri”, Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 141-148.

HAKKUL İbrahim, “Divan-ı Hikmet’in 20 Yüzyılda Özbekistan’da Yayınlanması Ve Tetkik Edilmesi” (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

HAŞAN Nâdirhan, Arslan Baba ve Ahmed Yesevî, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 24 [2009/2], s. 1-10.

HAŞAN Nâdirhan, Âlim Şeyh ve Lemehât Min NefehâtiTKuds İsimli Eseri, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 8 [2007], 18, s. 229-242.

HAŞAN Nâdirhan “Divan-ı Hikmet”İn İstanbul’daki Bir Nüshası Hakkında, Adıyaman Ü., Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, II/2, (2009); s. 79-82.

HAYIT Baymirza, “Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992.

İZETİ Metin, “Arnavut Tasavvuf Kültüründe Hoca Ahmed Yesevî’nin Etkisi”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

KARA Mustafa, “Yesevîyye Kültürünü Günümüze Ulaştıranlar ve CevâhirüTebrâr min EmvâciTbihâr”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 189.

KASIMOV Begali, “Eski Dönem Özbek Edebiyatında Yesevî Gelenekleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.213-217.

NİŞANOVA Dilaram, “Hoca Ahmed Yesevî Hakkında Özbekistan’daki Araştırmalar” Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.291-292.

OKUYUCU Cihan, “Ahmed Yesevî’nin Anadolu’dakiTemsilcileri Yunus Emre ile Aşık Paşa Arasındaki Fikir Akrabalığı”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.307332.

ÖZKÖSE Kadir, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf Dergisi, sy. XVI, Ocak 2006, s. 293-312.

ÖZÇELİK Remzi, “Ahmet Yesevi (Oyun-İki Bölüm)”, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2016.

SEYFULLAH Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘SemerâtuT meşayih’ eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve onun devamçıları hakkında”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

SULTANOV, Uktam^ “Taşkent’teki Yesevîyye Tarîkatı Mensuplarının Mezarları”, (Yayınlanmamış Sempozyum Bildirisi) Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu, İstanbul, 2010.

SOMUNCUOĞLU Sevna, “Ahmed Yesevi (Hikaye Kitabı)”, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara,2016.

TATCI Mustafa, “Dîvân-ı Hikmet Hoca Ahmed Yesevi”, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara,2016.

TOSUN Necdet, “Ahmed Yesevî”, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayınları, Ankara,2015.

TOSUN Necdet, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtüTkulûb”, İLAM Araştırma Dergisi, II/2 (1997), s. 41-85.

TOSUN Necdet, “Yesevîlikte Zikr-i Erre”, Keşkül, İstanbul, 2005, sayı: 6, s. 30-33.

TOSUN Necdet, Yesevîyye, (henüz yayınlanmamış madde), TDV İslâm Ansiklopedisi.

ULUDAĞ Süleyman, “Baba” (madde) , TDV İslâm Ansiklopedi­si, İstanbul 1991, c. IV, s. 365-366 .

ÜNAL Fatih, “Kazak Türklerinde Defin Merasimi ve Aş Verme Geleneği”, Bilig, Sayı:45 (2008 ), s. 116-117.

ZAKİEV Mir Fatih, GİBADULLAVİÇ, Ebrar Kerimullin, “Hoca Ahmed Yesevî Bolğar-Tatar Dünyasında”, Milletlerarası Hoca Ah­med Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.421-426.

ZARCONE, Thierry, “Hindistan’da Türk Tasavvufu: Yesevîyye Örneği”, (Çev. Süleyman Derin), Dergâh, IV/38 (1993), s. 19-20.

Dizin

 

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to