(Atatürk'ün
Saklanan Ailesi)
Yrd. Doç. Dr.
Ali GÜLER
İstanbul,
2015
1962’de
Karaman’da doğdu. İlk ve Orta öğrenimini Karaman’da yaptı. 1979 yılında Karaman
Lisesi’nden; 1984’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi
Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’ndan mezun oldu.
Aynı
Fakülte’de okurken 1982 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı adına “askeri
öğrenci” oldu. 1984-1988 yılları arasında Elektronik Astsubay Hazırlama Okulu
Komutanlığı (Mamak / ANKARA)’nda; 1988-2002 tarihleri arasında 14 yıl Kara Harp
Okulu Komutanlığı (ANKARA)’nda; 2002-2004 tarihleri arasında Anıtkabir Atatürk
ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Komutanlığı (ANKARA)’nda; 2004-2005 tarihleri
arasında Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı Müze Kısım Amirliği
(HarbiyeZİSTANBUL)’nde görev yaptı. Dr. Öğ. Albay rütbesinde iken, 3 Ekim 2005
tarihi itibarıyla kendi isteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli oldu.
Halen Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
bünyesinde “Türkiye Cumhuriyeti İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük Dersleri”
vermektedir.
Ali Güler,
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde Yüksek Lisans (1984) ve
Doktora (1993) yaptı. 1988-2010 yılları arasında Genelkurmay Askeri Tarih ve
Stratejik Etüt Başkanlığı Türk Askeri Tarih Komisyonu Asli Üyesi; 2000-2010
tarihleri arasında Türk Silahlı Kuvvetleri Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi
(ATAREM) Genel Kurul Üyesi olarak görev yapan Dr. Ali GÜLER, alanı ile ilgili
olarak yurt içi ve yurt dışında çok sayıda konferans vermiş, çok sayıda
televizyon programına katılmıştır.
Anıtkabir Demeği Yönetim Kurulu ve Bilim Kurulu üyesi olan Ali Güler, Anıtkabir
Dergisi ile Düşünce ve Tarih Dergisi’lerinin Genel Yayın
Yönetmenliği görevlerini yürütmektedir.
Türkiye’deki Gayrimüslimler (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler), Türk-Yunan
İlişkileri, Atatürk, Atatürkçülük ve Türkiye Cumhuriyeti inkılâp Tarihi
alanlarında eser sahibi olup, bu konularla ilgili makaleleri çeşitli akademik
ve askeri dergilerde yayınlanmıştır. Başta, Genelkurmay Başkanlığının
düzenlediği “Askeri Tarih Seminerleri” olmak üzere birçok bilimsel toplantıya
davetli veya görevli olarak katılmış ve bu toplantılarda bilimsel bildiriler
sunmuştur.
Evli ve iki çocuk babası olan Ali GÜLER’in yayınlanmış bazı kitapları
şunlardır:
• Askeri Öğrenci Mustafa Kemal’in Notları (Arşiv Belgelerinin
Işığında), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2001.
• Atatürk ve Cumhuriyeti Anlamak (Makaleler ve İncelemeler),
Truva Yayınları, İstanbul 2010.
• Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, Yeditepe Yayınları,
İstanbul, 2013.
• Atatürk’ün Son Sözü: Aleykümesselâm, Yeditepe Yayınları,
İstanbul, 2013.
• Dehanın Kodları (Mustafa Kemal'i Atatürk Yapan Süreçler ve
Birikim), Truva Yayınlan, İstanbul 2010.
• Sarı Mustafa’m (Atatürk’ün Az Bilinen Yönleri), Truva
Yayınlan, İstanbul 2010.
• Sarı Paşa İnsan Atatürk, Berikan Yayınları, Ankara, 2007.
• “Emrinizdeyim Paşam!” Kâzım Karabekir (Soyu, Ailesi, Ata
Yurdu ve Kişiliği), Yılmaz Yayınları, İstanbul, 2015.
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER................................................................................... 7
ÖNSÖZ........................................................................................... 13
GİRİŞ.............................................................................................. 15
NİÇİN SAKLANAN
AİLE?............................................................... 15
Atatürk'ün
Anlatılamamasımn Siyasi, Sosyal Sebepleri........................ 15
Atatürk'ün
Anlatılamamasımn Psikolojik Sebepleri................................ 18
"Seçilmiş
Travma Kavramı"............................................................................. 19
"Seçilmiş
Zafer Kavramı".................................................................................. 20
Türk
Kimliği "Seçilmiş Zaferlere" Dayanır, Ama........................................ 21
Milli Mücadele:"SeçilmişTravma"yı
Atatürkle "Seçilmiş Zafer"e Dönüştürmek 22
Yanlışların Temel Kaynağı: Karizmatik
Kurtarıcının Yası Tutulamadı.. 23
BİRİNCİ BÖLÜM İDDİALAR, YALANLAR,
UYDURMALAR.......... 25
"Atatürk'ün
Arnavut, Sırp, Slav Asıllıdır"..................................................... 25
"Atatürk'ün
Yahudi Dönmesi (Sabatayist)'dir"......................................... 27
"Şems Efendi Okulu'nda Sadece
Dönme/Sabatayistlerin Çocukları Eğitim Görüyordu" 32
"Efendi Sözcüğü Etrafında Oluşturulan
Dönme/Sabatayist'lik Şüpheleri" 36
İKİNCİ BÖLÜM AİLE HAKKINDAKİ GERÇEKLERİN
BELGELERİ.. 47
Askeri/Resmi
Belgeler....................................................................................... 48
Maaş
Bağlanma Belgesi.................................................................................... 49
Resmi
Yardım Belgeleri..................................................................................... 50
Vasiyetnameler.................................................................................................... 51
Nüfus
Kayıt Belgeleri......................................................................................... 52
Evlenme/Boşanma
Belgeleri............................................................................ 52
Diğer
Belge ve Anılar......................................................................................... 53
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BABAALİRIZA EFENDİ..................................... 55
Soyu........................................................................................................................ 55
Baba
Ocağı: Kocacık.......................................................................................... 57
Ailesi........................................................................................................................ 58
Hayatı
(1841 - 23 Mayıs 1886)...................................................................... 60
Evliliği
ve Çocukları............................................................................................. 64
Hastalığa
ve Ölümü........................................................................................... 66
Mezarı: Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi Ya Da
Sinan Paşa Camii (Rotonda) 67
Sinan Paşa Kimdir?............................................................................................. 69
Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi Ya Da Sinan
Paşa Camii (Rotonda)'nın Serüveni 71
Kişiliği...................................................................................................................... 75
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ANNE ZÜBEYDE HANIM............................. 77
Soyu........................................................................................................................ 77
Ailesi....................................................................................................................... 78
Birinci
Evliliği......................................................................................................... 81
İkinci
Evliliği: Ragıp Bey Kim?......................................................................... 83
Ragıp
ve Ailesi..................................................................................................... 87
Selanik'te............................................................................................................... 91
İstanbul'da............................................................................................................ 92
Ankara'da.............................................................................................................. 99
Ölümü
ve Cenaze Töreni.................................................................................. 102
Gazi Mustafa Kemal Paşa Annesinin Vefatını
Eskişehir'de Öğreniyor 106
Zübeyde
Hanım'ın Ölüm Tarihi...................................................................... 109
Mustafa
Kemal Paşa Taziyelere Cevap Veriyor......................................... 110
Mustafa
Kemal Annesinin Mezarı Başında................................................. 113
Zübeyde
Hanım'ın Mezarı ve Ferik Hacı Osman Paşa Camii............... 116
Mezarı
Hakkında Bir Hatıra.............................................................................. 117
Hayır
İşlerine Bir Örnek: Darüşşafaka'ya Yardım...................................... 119
Vasiyetnamesi........................................................................ :............................. 122
Ana
- Oğul Arasında Örnek Bir İlişki
BEŞİNCİ BÖLÜM KARDEŞLER VE MAKBULE HANIM.................. 131
Atatürk'ün Kardeşleri......................................................................................... 131
Atatürk'ün Makbuş'u : Makbule Hanım Doğumu,
Çocukluğu ve Gençliği 133
Evlilikleri.................................................................................................................. 135
Selanik'ten
İstanbul'a......................................................................................... 136
Atatürklü
Yıllar...................................................................................................... 137
Atatürksüz
Yıllar................................................................................................... 138
Yeni Bir Belge İle Ortaya Çıkan Sır: Makbule
Hanım'ın Evlatlıkları....... 139
Hastalığı,
Ölümü ve Cenaze Töreni............................................................... 142
Mezarı...................................................................................................................... 146
Anıları...................................................................................................................... 146
ALTINCI BÖLÜM MANEVİ ÇOCUKLARI........................................ 149
Atatürk'ün
Çocuk Sevgisi................................................................................. 149
Ömer
ve İhsan..................................................................................................... 150
AbdurrahimTunçak............................................................................................. 151
Afife
Hanım........................................................................................................... 152
Nebile
(Bayyurt)................................................................................................... 152
Rukiye
(Erkin)........................................................................................................ 152
Bülent
(Nejat) Hanım......................................................................................... 154
Ayşe
(Afetinan).................................................................................................... 154
Sabiha
(Gökçen).................................................................................................. 156
Ülkü
(Adatepe)..................................................................................................... 157
Zühre/Zehra
(Aylin) Hanım.............................................................................. 158
Sığırtmaç
Mustafa.............................................................................................. 168
YEDİNCİ BÖLÜM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
HAKKINDA....... 169
Atatürk'ün Nüfus Kayıtları ve Doğum Tarihi
Üzerine Tartışmalar....... 169
Aydınlarımızın
Derin Hastalığı :"Ben Biliyorsam Yoktur"........................ 169
Atatürk'ün
Nüfus Kayıtları................................................................................ 170
Fahri
Hemşerilikleri............................................................................................. 182
DoğumTarihi........................................................................................................ 183
Yeni
Bir Belge ve Doğum Tarihi Tartışması................................................. 184
Atatürk'ün
Karga Kovaladığı Çiftliğin Sahibini Bulduk............................ 191
Pembe
Boyalı Ev (Tartışmalar, İddialar, Gerçekler)................................... 199
Selanik:
Bir Deha'nın Doğduğu Kent............................................................ 200
Selanik'in
Türk Mahalleleri ve Sokakları....................................................... 202
Ahmet
Subaşı Mahallesi................................................................................... 204
Aya
Dimitriya (Aziz Dimitri) Caddesi............................................................ 207
Apostolos
Pavlos (Apostolu Pavlu) Caddesi (veya Sokağı)................ 208
Apostolu
Pavlu'ya "Atatürk Sokağı" Adı Veriliyor................................... 209
Mustafa
Kemal'in Doğduğu Pembe Boyalı Evin Hikayesi.................... 210
Selanik
Atatürk Evi Yenileme Çalışmaları (2012)...................................... 217
Son
Günlerde Yeni BİrTartışma: Mustafa Kemal'in Doğduğu
Ev Langada (Lankaza)'da mı?......................................................................... 219
Gül Karabuda İle Selanik ve Atatürk Evi Üzerine...................................... 223
"Dünyanın
İlk Kadın Savaş Pilotu Sabiha Gökçen
Selanik Atatürk Evin'de (17 Haziran 1938)................................................... İTİ
Atatürk'e Nasıl Manevi Evlat Oldu?............................................................. 227
"Gökçen" Soyadını Atatürk Verdi................................................................. 228
Bir Türk Kızı Havacı Oluyor............................................................................. 229
Sabiha Gökçen'in Vefatı ve Cenaze Töreni................................................. 231
Balkan
Turu ve Selanik Atatürk Evi'nde
Balkan
Turu Öncesi Atatürk'le Görüşme "Selanik’e
Git,
Doğduğum Evi Gör, Dönüşte Bana Anlat"........................................ 233
Gökçen
Balkan Turu'na Başlıyor..................................................................... 235
Sabiha Gökçen'in Atina ve
Selanik Ziyaretlerinin
Yunan
Basınındaki Yankıları............................................................................. 240
Gökçen
Dönüşte Atatürk'ün Huzuru'nda................................................... 241
Sabiha
Gökçen'in Balkan Turu Kronolojisi.................................................. 242
KAYNAKLAR.................................................................................. 245
BELGELER...................................................................................... 257
FOTOĞRAFLAR.............................................................................. 295
Günümüz
Türkiye’sinde maalesef hastalıklı bir tarih anlayışı ile pek çok şey
çarpıtılmakta, insanımızın özellikle de gençlerimizin kafaları
karıştırılmaktadır. Bu hastalıklı zihniyetin sahipleri, tarihimize ait ne varsa
tamamını günlük siyasi menfaatlerinin birer parçası haline getirmişler ve yalan
yanlış bilgilerle kullanmaya başlamışlardır. Ne tarih biliminin kural ve
kaidelerine uyulmakta, ne de en basitinden insan olmanın gerektirdiği asgari
değerlere itibar edilmektedir.
Tarihimize,
kültürümüze, inançlarımıza kısaca Türk milletini millet yapan ne kadar değer
varsa tamamı siyasi çıkar uğrunda heba edilmiştir ve edilmektedir. Elbette
Cumhuriyet ve esasları ile onu kuran iradeyi temsil eden, kurucu kahramanımız
Mustafa Kemal Atatürk de bu hastalıklı zihniyetin hedefi durumuna
getirilmiştir.
Belgesiz
veya masa başında uydurulan sahte belgelerle Atatürk ve ailesi saldırı altına
alınmış, Türk milletinin önemsediği değerler bakımından Atatürk yıpratılmaya
çalışılmıştır. Bir atasözümüzde belirtildiği gibi “Yel kayadan ne alır?”
Denilebilir. Evet! Yel kayadan bir şey eksiltmez. Fakat bu hastalıklı
zihniyetin ürettiği yalanlarla mücadele edilmesi de şarttır. Mücadeledeki
strateji, doğruların insanımıza anlatılması olmalıdır. Gerçekler
anlatılmalıdır.
Bu
çalışmanın amacı işte tam da budur. Gerçek belgelerle Atatürk’ün ailesi ortaya
konulacaktır. Son yıllarda çıkan bazı kitaplarımızda ve bu eserimizde “saklanan”
kavramını kullanıyoruz. Burada kastedilen Atatürk’le ilgili belgelerin,
bilgilerin “gizlenmesi” değildir. Tarihi bir kişilik olarak önümüzde
duran Atatürk’ün olduğu gibi anlatılmamasına veya anlatılamamasına bir vurgu
yapılmaktadır. Amacımız bu hastalıklı anlayışa hizmet eden mevcut Atatürk
anlatımına tepki göstermektir. Gerçek Atatürk’ü anlatma gerekliliğine güçlü bir
vurgu yapmaktır. Gerçek Atatürk’ün Türk milletinden saklanmasına işaret
etmektir.
Ya
bilgisizlikten ya da bilinçli bir şekilde yıllarca tarihi kişilik olarak kendi
geçmişinden, kültürel çevresinden ve milletinden kopartılmış başka bir Atatürk,
adeta “sanal" bir Atatürk anlatılmıştır. Sonuç ortadadır. Bizim
çalışmalarımızın önemli bir işlevi de bu “saklanmışlığı” ortadan
kaldırıp, gerçek Atatürk’ü kitlelerle buluşturarak hastalıklı zihniyete gereken
cevabın verilmesidir.
Bu vesile
ile şunu da belirtelim ki, ilk defa bu eserde kullanılan arşiv belgeleriyle
Atatürk’ün özgeçmişinde, aile tarihinde eksik olan pek çok önemli konu açıklığa
kavuşturulmuştur. Elbette eser, Atatürk’le ilgili tüm az bilinen veya
bilinmeyen hususları aydınlatma ve mükemmellik iddiasında değildir. Yeni
belgelerle, yeni bilgilerle, yeni tanıklıklarla Atatürk çalışmalarının
gelişeceği tabiidir.
Bu eser
uzun yıllardır yaptığımız konuyla ilgili çalışmaların sonucu mahiyetindedir.
İsimlerini burada sayamayacağım birçok insanın önemli katkıları olmuştur.
Hepsine teşekkür ederim. Esas teşekkür Eşim A. Hülya Güler ve kızlarım Vuslat
ve Ezgi’nindir. Çünkü onlar benimle birlikte meşakkatli bir çalışma sürecinin
bütün yükünü çekmektedirler. Bu tatlı çileyi benimle birlikte paylaştıkları
için kendilerine şükranlarımı sunarım.
Eserin baskısını
gerçekleştirerek kamuoyu ile buluşmasını sağlayan başta Sayın Hüsnü Yamak olmak
üzere Yılmaz Basım Yayım çalışanlarına teşekkür ederim.
Cevizlidere / Ankara, Ağustos 2015
Atatürk’ün
Anlatılamamasının Siyasi, Sosyal Sebepleri
Türkiye’de
gerçek Atatürk’ü anlamamız maalesef bugüne kadar mümkün olamadı. Bunun birçok
nedeni var elbette. Fakat özellikle iki kesim ve onların tutumu Atatürk’ü
anlamamızı zorlaştırmış veya engellemiş görünüyor. Bunların bir kesimi
“Atatürkçü” geçinerek, kendi kafalarında ürettikleri bir başka Atatürk’e
sahiplendiler. Milletimizin önüne “işte Atatürk budur” diyerek çıktılar.
Bunların anlattığı ve dayattıkları Atatürk, “soyca Türk olmayan bir aileden
gelen, dinsiz, ateist çizgide inançsız, ayyaş, militarist, diktatör, en yakın
arkadaşlarını bile öldürtmekten çekinmeyen gözü dönmüş katil” şeklindedir.
Son yıllara kadar medya, sinema, tiyatro, müzik, moda sektörlerinde tek egemen
olan bu kesim mensupları genellikle Türk milli kültür değerlerine uzak
dururlar. Bunlar, kendi ideolojik görüşlerini ve tarihsel sayıklamalarını
Atatürk’e giydirerek yıllarca pazarladılar. Atatürk’ün üzerinden İslâm/din
konusunda yüzeysel, sıradan, çarpık ve maksatlı düşüncelerini yaymaya
çalıştılar.
İkinci
kesim ise baştan beri Atatürk’e, düşüncelerine ve onun eserine karşı olan,
ideolojik bakımdan kendilerini “İslâmcı” diye tanımlayan kesimdir. Esasında
bunlar; ağırlıklı olarak gerçek Hazreti Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği
Kuran İslâmını değil; Prof. Dr. Nadim Macit’in ifadesiyle küresel güçlerin
politikaları ve stratejik çıkarları doğrultusunda “üretilen”, Osmanh
Devleti’nin çöküşünde İngiliz destekli Teali İslâm Cemiyeti’nin, günümüzde ise
“ayarlı İslâm”ın (Moderate İslâm)[10] sözcüleridir. Bu
grupta yer alanlar diğerlerinin tersine “dini/İslâm’ı” referans aldıklarını
ifade etmelerine rağmen, gerçekte “din/İslâm üzerinden ve dini/İslâmî değerler
ve semboller üzerinden siyaset yapanlar”dır. Bunlar, Atatürk’ün çağdaşlaşma
faaliyetleri ile birlikte “yeraltına” inmiş, çok partili hayatla birlikte
tekrar “yerüstüne” çıkmış ve son yıllarda diğer kesimin egemenliğindeki bazı
alanları da ele geçirmişlerdir. Bu ikinci kesim mensuplarının Türk milletine
anlattıkları Atatürk de “annesi genelev kadını, neseb-i gayri sahih, dinsiz,
imansız, ayyaş, uçkuruna düşkün, zalim bir diktatör, deccal, paraya
düşkün" şeklindedir.
Bu iki
kesimin Atatürk ve Atatürkçülük konusundaki yaklaşımları birbirlerine ters imiş
gibi görünse de; yani bir kesim “Atatürkçü”, diğer kesim de “Atatürk
karşıtı/düşmanı” gibi görünse de esasında bunlar daima birbirlerini beslemişler
ve birbirlerini büyütmüşlerdir. Yani birinin varlığı, söylemleri ve eylemleri
diğerinin de varlık nedeni olmuştur. Zıt gibi görünen bu iki kesim, tersinden
birbirine komşudurlar. Tarihi, siyasi ve fikri duruşları farklı gibi gözükse de
aynı amaca hizmet etmektedirler.
Türk
milleti özellikle bu iki kesimin dayatmaları arasına sıkıştırılmış ve kendi öz
evladını tanımaktan uzak kalmıştır. Bunların elinde Atatürk zamanla “törensel
bir meta” haline getirilmiş, Onun büstlerini dikerek, On Kasımlarda selam
durup, ağlayarak Atatürkçü olacağımız zannedilmiştir. Çocuklarımıza yıllarca
Atatürk çocukluğunda dayısının tarlalarından kargaları nasıl kovaladıysa;
yurttan işgalci düşmanları da kargalar gibi kovaladığı anlatılmıştır. Mesela,
cenaze namazının kılınıp kılınmadığım veya annesinin ikinci evliliğini
anlatmak; Atatürk’ün bir insan olarak manevi dünyasının nasıl olduğunu
belgelerle ve anılarla ortaya koymak kimsenin akima gelmemiş; bu konular
kargalar kadar ilgi görmemiştir!
Belirtilen
kesimler yıllarca hem “yavuz hırsız” hem de “ev sahibi” rolü oynamışlardır. Bir
taraftan millete gerçek olmayan bir Atatürk ile içi boşaltılmış bir
Atatürkçülük anlatılmış; bir taraftan da “resmi ideoloji gerçekleri saklıyor”
denilerek devlet suçlanmıştır. Çelişkili vizyona dayanan bu yöntemin tarafları
bazen “millet değerleri adına Atatürk’e karşı çıktıklarını” söylemiş; bu yöntem
eskiyince “Cumhuriyetin batıcı olduğu” ileri sürülerek “devleti bağımlılıktan
kurtarmak gerektiği” yalanı ortaya atılmıştır. Herhangi bir zeminde ve siyasi
alanda etkin olunca da reddettiklerini özgürlüğün ve kurtuluşun temeli ve esası
olarak sunma yolunu tercih etmişlerdir.
Sözün özü,
hem sözde “Atatürkçüler” hem de “Atatürk karşıtları” dünyadaki siyasi ve
ideolojik gelişmelere bağlı olarak kurgulanmış, sanal, hayali bir Atatürk
yaratmışlar ve küresel egemen gücün ideolojik değerlerini Atatürkçülük olarak
pazarlamışlar; gerçek Atatürk’ü, düşüncelerini ve eserini, Türk milletinden
“saklamışlardır.” Yarattıkları sanal Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü de Türk
milletinin benimsemesini istemişlerdir. Halbuki, gerçekte ne Gazi Mustafa Kemal
Atatürk bunların anlattığı gibi birisidir; ne bunların anlattığı Atatürk’ü Türk
milletinin benimsemesi mümkündür.
Okuyucular
bu eserde Atatürk’e atılan bazı iftiraları, yalanları, uydurmaları ve bunların
cevaplarını bulacaklar. İnanıyoruz ki, Türk Milleti tarih boyunca Türklük ile
ilgili en güzel ve en derin sözleri söylemiş bulunan ve Türk Milliyetçiliği
fikir sistemi üzerinde yükselen yeni bir Türk Devletini kuran Büyük Atatürk’ü
ve ailesini daha yakından tanıma fırsatı bulacaklardır.
Burada bazı
temel tespitleri yaparak konuya girmemizde fayda vardır.
1.
Bugün bilim adamı olarak,
akademisyen olarak M. Kemal Atatürk’ün özel yaşamı hakkında bilmediğimiz bir
konu yoktur. Genel çerçeve tamamlanmıştır. Yeni bulunan veya bulunacak belgeler
bazı eksik bilgileri tamamlayacaktır.
2.
Gayretimiz, Atatürk’ü
büyütmek veya bir başkasını küçültmek değildir. Tarihi gerçeklikleri, bu arada
Atatürk’ü olduğu gibi insanımıza anlatmaktır.
3.
Atatürk
karşıtları/düşmanları ile şimdiye kadar yapıla geldiği gibi sadece “hukuki”
mücadele ile yetinmek yeterli değildir. Bunun yeterli olduğunu zannetmek en
büyük gaflettir. Bu elbette yapılmalıdır. Fakat esas mücadele “fikri” zeminde
yürütülmelidir. Bir Atatürk karşıtını “Atatürk’ü Koruma Kanunu” kapsamında
yargılayıp cezalandırmakla iş bitmiyor. Esasen bundan daha da önemli olan,
böyle kimselerin düşünceleriyle mücadele edilmesidir. Yani doğrular eğitim
sistemi ve medya aracılığı ile halkımıza anlatılmalıdır.
4.
Atatürk “törensel bir meta”
olmaktan çıkartılmalı, önce insani boyutuyla anlatılmalı, sonra düşünceleri ve
eserleri onun üzerine bina edilmelidir. “En büyük” diye başlayan ve bir heyula yaratan,
temelsiz ve desteksiz Atatürk imajına son verilmelidir. Onun da bizim gibi bir
insan olduğu, fakat vasat insanlara göre yetenekleri ve üstünlükleri olan bir
deha olduğu aşama aşama işlenmelidir.
Atatürk’ün Anlatılamamasımn Psikolojik Sebepleri
Şüphesizdir
ki, insan olarak Atatürk’ün ve onun düşüncelerinin anlatılamamasımn (veya
yanlış anlatılmasının) sebepleri, yukarıda bahsettiğimiz yanlışların
toplamından ve üç kesimin tavrından ibaret değildir. Konunun bir de politik-
psikolojik boyutu bulunmaktadır.
Bu nedenle
Atatürk’ü doğuran ortamın ve Türk milletinin psikolojik durumunun da dikkatli
bir şekilde incelenmesi lazımdır. Çünkü, bundan sonraki “doğru Atatürk”
imajının oluşturulması aynı zamanda bu psikolojik boyutun
bilinmesine bağlıdır. Konunun Türkiye’de en önemli ismi Prof. Dr. Abdülkadir
Çevik Hoca’nın[11] gündeme taşıdığı iki kavram; “seçilmiş travma”
ve “seçilmiş zafer” kavramları açısından soruna bakıldığında yanlışlarımızın
daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz.
Bir olayın
seçilmiş travma özelliğini kazanması için bu olayı yaşayan grubun ya da ulusun,
bu ulusu oluşturan bireylerin, olayla ilgili kayıp duygularını ve bununla
bağlantılı olarak ortaya çıkması gereken “yas duyguları”nı yaşayamaması
gerekmektedir. Kayıpla ilgili acı ve yas yaşandığında, travmanın etkileri
sonuçlanır ve seçilmiş travma oluşmaz. Ancak, bu kayıp ve travma kabul
edilemeyecek kadar ağır ve büyükse, yas tutmak zorlaşır ve komplike hale gelir.
Bunun sonucu olarak özellikle büyük gruplar için geçerli olan seçilmiş zaferler
ve seçilmiş travmalar yaşantısı, psikolojik bir birikimle nesilden nesile
geçerek günümüze değin taşınır... Ancak, yaşanan herhangi bir gerçek acı da
olsa hiçbir zaman unutulamaz, hatta çoğu kez abartılı olarak mitleştirilerek
(efsaneleştirilerek) sürüp gider. Gerek bireysel düzeyde gerekse toplumsal
düzeyde bu tür acılar (seçilmiş travmalar), bu acıyı yaşayan grupların
bilincinde ve bilinç dışında paylaşılarak, o grubun özelliğinin ya da
kimliğinin içinde yer alır. Travma, kimliğin bir parçası haline gelir.. ,[12]
Burada
“seçilmiş travma” kavramı diğer grup tarafından yaratılmış ve grupta yoğun
aşağılanma ve mağdur olma duygularının yaşandığı olaylar için kullanılmaktadır.
Bu grup, kuşkusuz, mağdur edilmek üzere özellikle seçilmez. Ancak onlar, bu
travmanın mental (zihinsel) tasarımını kendi kimlikleri içine, onun kırgınlık
ve incinmişlik yaşatan, utanç veren paylaşılmış bilinçdışı savunmalarını
nesilden nesile geçirecek şekilde almaktadır. İşte bu anılar, daha sonra etnik
kimliğin en hayati belirleyicileri olmaya başlar... Eğer toplum kendisine acı
veren, aşağılandığını hissettiği bu olayların yasını tutup
tamamlayamazsa seçilmiş travmaya dönüşür.[13]
Seçilmiş
zafer kavramı, bir grubun üyelerinde başarılı olma ve başka bir grup üzerinde
zafer kazanma duygusu yaratan olaylar için kullanılmaktadır. Seçilmiş zaferler
grubun kendilik duygusunu beslemekte ve “seçilmiş travmalar” gibi
efsaneleşmektedir. Bu olaylar grubun kimliğinin bir parçası olurlar ve kolayca
bir kenara bırakılmazlar. İki grup arasında yaşanan ilişkilerde bir olay bir
grup için “seçilmiş zafer” olurken diğer grup için “seçilmiş travma”dır. Mesela
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı Türkler için seçilmiş zafer, Rumlar için seçilmiş
travmaların yeniden yaşanıp hatırlanmasıdır. Bazen seçilmiş travmaların
seçilmiş bir zafer gibi işlev gördüklerine de şahit olabiliriz...[14]
Hem
seçilmiş travmalar hem de seçilmiş zaferler bebeklikten itibaren adeta anne
sütüyle beraber çocuk tarafından içine alınır. Bir başka deyişle seçilmiş
travmalar ve seçilmiş zaferler çocuk büyüdükçe ebeveyninin bilinçli ve bilinç
dışı konuşmaları, öyküleri, ninnileri, ritüelleriyle ve daha sonra eğitim ve
toplumsal festivallerle, şarkı ve törenlerle insanın iç dünyasına alınmaya
devam eder. Bunlar çocukta etnik kimlik duygusunu sarsılmaz bir biçimde
pekiştirir ve biçimlendirirler... Toplumların temel kimlik özelliği mağduriyet
ve mazlumluk üzerine kurulu olduğunda travmatik yaşantıların seçilmiş travmaya
dönüşmesi daha çok mümkündür. Ancak, toplumun kimliği zaferlere ve seçilmiş
zaferlere dayalıysa, o toplum büyük bir travma yaşamış olsa bile onu seçilmiş travmaya
dönüştüremeyebilir. Hatta travma hiç yaşanmamış gibi toplumun bilinçaltına
itilip hatırlanmayabilir.. ,[15]
Türk
Kimliği “Seçilmiş Zaferlere” Dayanır, Ama...
Sayın
Çevik’in önemli eserinden alıntılarla ortaya konulduğu gibi birey kimliğinin de
milli kimliğin de oluşumunda, hem nesilden nesile aktarılarak pekiştirilen
başarılar, sevinçler (seçilmiş zaferler); hem de yası tutulamamış, yas süreci
tamamlanamamış ve nesilden nesile aktarılarak pekiştirilen acılar, üzüntüler,
göçler, yıkımlar, parçalanmalar, kaybedilenler (milletler açısından bazen
toprak, vatan, bazen devlet) (seçilmiş travmalar) doğrudan etkilidir.
Binlerce
yıllık tarihi içinde kurduğu devletlerle ve kazandığı zaferlerle daima başı
dik, onurlu ve bağımsız yaşamış Türk milletinin milli kimliğinin oluşmasında
“seçilmiş zaferler” önemli bir yer tutar. Türk milletinin “Türk kimliği”nde
mağdurluk psikolojisi değil, zafer psikolojisi egemendir. Yakın tarihimizde
yaşadığımız en iyi örnek 1915 Çanakkale Zaferi’dir. Çanakkale Zaferi, Türkiye
Cumhuriyeti’nin merkezi-milli (üniter-ulus) devletini ve bu devletin insan
unsurunun kimliğini, kardeşliğini şekillendirecektir.
Bütün
bunlara rağmen tarihsel süreçler içinde milletimizin yaşadığı bir takım önemli
üzücü hadiseler, çektiği acılar, üzüntüler de Türk milleti açısından seçilmiş
travma haline gelmiştir. Seçilmiş zaferlerin çokluğu, tarihsel tecrübe,
derinlikli devlet düşüncesi ve tarih boyu “egemen millet” olarak yaşamış olmak
milletimizin seçilmiş travmalardan kaynaklanan tepkilerini ortaya koymasını engellemiş
olabilir.
Kanaatimizce
Türk Milleti bakımından seçilmiş travma olarak nitelendirebileceğimiz en önemli
olgu “bölünme, parçalanma ve iç savaş” kaygısı, korkusudur. Türk milletinin
tarihini ve psikolojisini bilmeyen veya algılamayan bazı insanların bu
kaygıları “paranoya” olarak ifade etmesi, eğer maksatlı değilse cahillikten
kaynaklanmaktadır.
Altı yüz
yıllık bir imparatorluğu, cihan devletini I. Dünya Savaşı sonucunda kaybettik.
Çöken, dağılan bir büyük devletin bütün yükünü Anadolu Türklüğü olarak
omuzladık. Bu ağır bir travma idi. Çünkü, 1700Terden itibaren vatan saydığımız
toprakları kaybettik. Kafkasya’dan Balkanlardan milyonlarca insan Anadolu’ya
göç etti. Balkan Savaşlarından Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar toplam beş
milyona yakın insan Anadolu’ya geldi. 1871 Yunan îsyam’ndan 1921 Milli
Mücadele’ye kadar geçen yüz yılda yaklaşık beş milyon insanımızı kaybettik, bir
o kadar insanımız da sürüldü, yerinden yurdundan edildi. Bu süreçte dağılan,
parçalanan binlerce aile oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda seferberlik çağrısı ile
14 ile 46 yaş arası yaklaşık üç milyon insanımız askere alındı. Savaş sonunda
bunların üçte biri evine dönemedi. Yani savaşta bir milyon insanımızı
kaybettik.
Milli Mücadele: “Seçilmiş Travma”yı
Atatürk’le
“Seçilmiş Zafer”e Dönüştürmek
Bunların
üzerine toplumsal boyutta çok büyük bir kayıp ve buna bağlı yas tepkileri ve
depresyon yaşanmaya başlamıştır. Göçler ve işgaller sırasında bireysel ve
toplumsal boyutta onur kırıcı ve kendilik saygısını zedeleyen bu travmatik
olaylara, ekonomik çöküntü ve yoksulluk da eklenince toplumsal ıstırap bir kat
daha artmıştır. Milli Mücadele sürecine bu ortamda girilmiştir. Türk milleti,
bu acıyı bir an önce ortadan kaldırıp tersine döndürebilecek bir lider bir
kurtarıcı ihtiyacındadır. Böyle bir sosyal, ekonomik ve psikolojik çöküntü
içindeyken toplumun bu ihtiyaçlarını iyi sezebilen bir karizmatik lider,
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı silah arkadaşlarıyla birlikte ve Türk milletini
arkasına alarak başlatır. Kurtuluş Savaşı’nin bütün yokluklara ve zorluklara
rağmen başarılmasında yaşadığı acılardan bir an önce kurtulmaya çalışan halkın
psikolojisinin önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Atatürk’ün karizmatik
kişiliği ile özdeşleşmek acılar içindeki Türk milleti için önemli bir çıkış ve
kurtuluş yolu olmuştur. Lider olarak Atatürk toplumun bu beklentisini iyi
görmüş ve idealindeki devrimleri art arda gerçekleştirme imkan bulmuştur. Bu
sayede toplumun “kendilik saygısı” ve “kendine güveni” yenilenmiştir. Onuncu
Yıl Marşı’nin sözlerinin her bir dizesinde bunun izlerini açıkça
görebilmekteyiz.8
Karizmatik
Kurtarıcının Yası Tutulamadı
Osmanh
împaratorluğu’nun yıkılışı ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile ilgili
kayıp ve kazançlara bağlı yas süreci tam olarak yaşanmadan, Cumhuriyet’in
kurucu liderini, Atatürk’ü kaybetmesi yeni bir yas sürecini başlatmıştır.
Çocukluk çağındaki bir kimsenin babasını kaybetmenin ne kadar acı ve tahammülü
zor bir durum olduğu açıktır. Yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’yle
özdeşleşip bütünleşmeye çalışan toplum için Atatürk’ün ölümü de kabul edilmesi
oldukça zor bir yas süreci başlatmıştır. Atatürk’ün ölümüyle başlayan yas
süreci 1980’li yılların ortalarına kadar sürmüş ve toplum her 10 Kasım’da o
yası tekrar tekrar yaşamıştır. Yas süreci tıkandığı için Atatürk gerçek kimliği
ile toplumun zihinsel ve duygusal dünyasına yerleştirilememiştir.
Atatürk’ün
toplumun yüreğinde içselleştirilememesi sonucu, Atatürk genel olarak
heykellerde ve resimlerde yaşatılmıştır. Oysa yası tutulup tamamlanabilseydi, o
zaman, Atatürk misyonu ve değerleriyle toplumun içinde var olmuş ve yaşatılmış
olacaktı. Bu sürecin tamamlanamamasında toplumun henüz kaybı kaldıracak güçte
olmaması yanında kaybın büyüklüğü de önemli bir rol oynamaktadır. 1980’lerin
ortasından itibaren 10 Kasım törenleri bu kaybı yaşamak ve sürekli yas içinde
olmak yerine Atatürk’ün toplumun psikolojik dünyasında anılaştırılması sürecini
başlatmıştır. Artık Atatürk kendisinin de ifade ettiği gibi “benim naçiz
vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet
payidar kalacaktır.” Burada Türkiye Cumhuriyeti, kuşkusuz, kendisinin
varlığını temsil etmektedir. Ancak, bir yanda büyük kaybın yası tutulmaya
çalışılırken, bir yanda da bu boşluğun nasıl doldurulacağı arayışları ve bu
arayış sürecinde Osmanh geçmişimiz ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sorgulanması ve
araştırılması da toplumun gündemini oluşturmaya başlamıştır.9
Şu halde
politik-psikoloji bakımından günümüzde görülen “romantik ve mukaddes
Osmanlıcılık” düşüncesi ve “üfürükçü tarihçilik anlayışı” ile Atatürk’e ve
Cumhuriyet değerlerine saldırmanın kaynağı işte oluşan bu “boşluk” tur. Buradan
sağlıklı bir tarih bilincinin çıkacağını zannetmek hatadır. Doğru tarih
bilinci, tarihimize önyargılar ve ideolojik tavırlardan arınmış, akılcı/bilimci
bir şekilde bakılması ile oluşacaktır. Bunun için de doğru belge ve bilgiye
ihtiyaç vardır.
Bütün
çalışmalarımızda yapmaya çalıştığımız gibi bu çalışmamızda da doğru belgelere
dayalı olarak Atatürk’ü ve ailesini anlamaya çalışacağız. Önce konuyla ilgili
iddialara bakalım:
BİRİNCİ BÖLÜM
İDDİALAR,
YALANLAR, YANLIŞLAR, UYDURMALAR
“Atatürk Arnavut, Sırp, Slav Asıllıdır”
Salih
Bozok’un oğlu Cemil Bozok’un bir iddiasından ve bu iddianın araştırılmadan
doğru kabul edilmesinden hareketle Atatürk’ün ailesinin “Arnavut, Sırp ve Slav
asıllı” olduğu ve “ailenin Türkçeyi sonradan öğrendikleri” iddia edilmiştir. Bu
asılsız iddianın sahibi, ülkemizde devlet katında da hayli itibar gören İngiliz
Gazeteci Andrew Mango’dur. İçerisinde Atatürk’ün biyografisi hakkında pek çok
yalanı, yanlışı ve uydurmayı barındıran kapsamlı kitabında[16]
konumuzla ilgili olarak şunları yazıyor:
“Ali
Rıza Efendi’nin kendisinden yirmi yaş küçük karısının adı Zübeyde idi ve babası
Sofuzade Feyzullah Ağa, Selanik’in doğusundaki küçük Langaza (şimdi Langadha)
kasabasında çiftçilik ve ticaret yaparak yaşamını sürdürüyordu...
Feyzullah
Ağa ’nin ailesi Vodina (şimdi Yunan Makedonyasında Edhessa) kenti yakınlarından
gelmişti. Dindar bir ailenin oğlu anlamındaki Sofuzade soyadı Zübeyde ile Ali
Rıza’nin atalarının birbirine benzediğini gösteriyor. Atatürk’ün uzak bir
akrabası ve sonraları yaveri olan Salih Bozok’un oğlu Cemil Bozok, hem Ali Rıza
hem de Zübeyde ’nin ailesiyle akraba olduklarını iddia etmiştir. Bunun anlamı
Atatürk’ün babasıyla annesinin aralarında da akrabalık bağları olduğudur.
Ayrıca Cemil Bozok, baba tarafından dedesi Sefer Efendi’nin Arnavut kökenli
olduğunu da söylemektedir. Bu bilgi Atatürk’ün de etnik kökeniyle ilgili
olabilir.
Atatürk’ün
annesi, babası ve bütün akrabalarının anadil olarak Türkçe konuşmaları
atalarının hiç değilse bazılarının Türkiye’den gelmiş olduğunu gösteriyor.
Çünkü bu yörede, Türkiye ile hiçbir etnik bağı olmayan Arnavut ve Slav kökenli
Müslümanlar en azından kendi topraklarında yaşarken Arnavutça, Bulgarca ya da
Sırp-Hırvatça konuşurlardı. Yine de Atatürk görünüm olarak yerel Arnavutlara ve
Sırplara benziyordu. Tıpkı annesi gibi mavi gözlü, sarı saçlıydı. Baba
tarafından dedesinin lâkabının “Kırmızı” olması, onun da sarı saçlı olduğunu
gösteriyordu. Türk etnik milliyetçiliğine sarıldıktan sonra Atatürk, Atalarının
Türklerin fethinden sonra Balkanlara yerleşen Türk göçebeleri (Yörükler)
olduğunu öne sürmüştü. Göçer Yörükler genellikle padişahlar tarafından hem yeni
ele geçirilen toprakları savunmaları hem de bu yola gelmez aşiretlerden uzak
kalmak için oralara gönderilmişlerdi. Ama Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım ’in
bu Türk Yörüklerinin soyundan geldiğini gösteren hiçbir kanıt yok. Belki de
Atatürk’ün Türk kökenli olduğu konusundaki iddiasını desteklemek için Türk
Yörüklerinin mavi gözlü, sarı saçlı oldukları ileri sürülmüştü. Harp Okulu
’ndaki arkadaşlarından birive sonraları ona muhalif olan (Alb. “Ayıcı”) Arif,
Anadolu’nun ortasındaki Karakeçili aşiretinin önde gelen ailelerinden birinin
oğluydu ve neredeyse kardeşi denecek kadar Atatürk’e benziyordu. Her şeye
karşın, mavi gözlere, sarı saçlara ve Avrupalı görünüme genellikle Anadolu
göçerlerinden çok Balkan Slavlarında rastlanıyor. Atatürk’ün görünümünü
Balkanlı atalarından almış olması ve bu bölgeyi ele geçirdikten sonra kuşaklar
boyunca yerel halkla evlenen Türklerden anadilini öğrenmiş olması büyük bir
olasılıktır. Arnavut Sefer Efendi ’yle Atatürk arasında gerçekten kan bağı olup
olmadığını bilmiyoruz. Ama ataları arasında Arnavutların ve Slavların bulunması
akla daha yakındır. Etnik Türk olmak için Türk Yörüklerinin soyundan gelmek
gerekli değildir...”"
Görüldüğü
gibi hiçbir bilimsel bilgi ve belgeye dayanmadan, kendi içinde bile çelişen
görüşlerle, varsayımlarla Atatürk’e rağmen Atatürk’e başka bir kimlik
rahatlıkla giydirilmektedir. Yazara göre Atatürk her etnik gruba mensup
olabilir ama asla Türk olamaz! Mantık böyle işleyince sonuç bu olmaktadır.
Aşağıda bu konunun doğruları belgelerle ortaya konulacaktır. Fakat burada bazı
eleştirilere kısaca cevap verelim:
Bir defa
Salih Bozok ile Atatürk’ün akrabalığı mevsuk değildir. İkincisi, Atatürk’ün san
saçlı ve mavi gözlü oluşu yani görünümü Türklüğü açısından şaşılacak bir durum
değildir. Çünkü Türk kavimleri ve bu arada Oğuz boyları içerisinde bu fiziki
özelliklere sahip pek çok grup vardır. Mesela Atatürk’ün baba soyunun da
içinden çıktığı “Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörükleri”ne mensup olup Rumeli’de ve
Anadolu’da yaşayan bütün aşiretler ve oymaklar sarı saçlı ve mavi-yeşil
gözlüdürler. Bunun uydurulmuş bir konu olup olmadığını anlamak için yazarın
mesela Karaman’ın Taşkale Beldesi’ne gidip gezmesi yeterlidir. Atatürk’ün baba
tarafindan Dedesi “Hafız Ahmet Efendi” ile kardeşi “Hafız Mehmet Emin
Efendi”lerin “Kızıl” (kırmızı değil) lakapları “Kızıl Oğuz Yörükleri”ne mensup
olmalarından ve onların fiziki özelliklerini taşımalarından dolayıdır.
Yine
Kuman-Kıpçak Türkleri de sarışındırlar. Zaten “Kuman” sözü Türkçede
“Sarımtırak” demektir. Karadeniz’in Kuzeyi ve Güneyi yoğun Kıpçak iskânına
sahne olduğu için Karadeniz yöremizde yaşayan Türk insanın da tipik fiziki
özellikleri aynıdır. Azerbaycan Türkçesinde “altına” “kızıl” denildiğini de
hatırlatalım. Bu örnekler çoğaltılabilir.
“Atatürk, Yahudi Dönmesi (Sabatayist)’dir”
Atatürk’ün
soyu ile ilgili olarak ortaya atılan asılsız iddialardan ve yalanlardan biri de
onun “Selanikliler” olarak da bilinen “Yahudi Dönmesi” (Sabatayist) bir aileye
mensup olduğudur. Bu iddiaların kaynağını, sahiplerini ve ortaya atanların
amaçlarını açıklamaya geçmeden önce “Dönme” ve “Dönmelik” konusu hakkında kısa
bir bilgi vermek istiyoruz. Bu konuda en ciddi araştırmanın sahibi Dinler
Tarihi uzmanı Prof. Dr. Abdurrahman Küçük’tür. Sayın Abdurrahman Küçük’ün
konuyla ilgili kapsamlı eserinin “Önsözü”nde yaptığı şu özet konuyu anlamamızı
kolaylaştıracaktır:
“Tarihte
ve günümüzde “Dönme” ve “Dönmelik” veya Sabataycılık diye
bilinen olayın başlangıcı İzmir Yahudileri ’nden Sabatay Sevi ve Cemaati'ne
dayanmaktadır. Sabatay Sevi, dağılmış olan Yahudileri “Arz-ı Mev’ud”a (Filistin)
götüreceği ve “Siyon İdeali”ni gerçekleştireceği iddiasıyla, 1666
yılında, Mesihliğini ilan etmiştir. Bu “Mesîhî Olay”ın, Osmanlı
imparatorluğu ’nun çeşitli yerlerindeki Yahudiler arasında yayılması,
Hıristiyanlardan ve Bektaşilerden bazılarının da sempatisini kazanması, bazı
huzursuzluklara yol açmıştır. Padişah IV. Mehmed, bu “Olay”ın aslını öğrenmek
istemiş ve Sabatay Sevi, Divan huzuruna çıkarılmıştır. IV. Mehmed ’in Kafes
arkasından takip ettiği Divan’da, Sabatay Sevi'den, “Mesih” olduğunu
ispat etmesi istenmiştir. Bunun üzerine o, basit bir haham olduğunu açıklamış
ve kendisini bu hale getiren Yahudileri suçlayarak davasını inkâr etmiştir.
Fakat Divan’da durumun ciddiyetini gören ve Sabatay’a tercümanlık yapan
Hayatizâde, ona Müslüman olmasını tavsiye etmiş ve o da Müslüman olmuştur.
Ancak Sabatay ’in Müslümanlığı görünüşten ibaret kalmıştır. Bu “Mesih",
kendisine bağlanmış olan taraftarlarına da, “dâvâları ”na en iyi hizmetin
görünüşte Müslüman Türk, hakikatte ise kendi inançlarına/ Sabatay Sevi'nin
ilkelerine bağlı kalınarak yapılacağını açıklayarak, şeklî ihtidayı tavsiye
etmiş hatta emretmiştir. Sabatay’in ölümünden sonra, taraftarlarından bir
kısmı, yeniden Musevîliğe geri dönmüş; bir kısmı Müslüman olarak varlığını devam
ettirmiş, bir kısmı da, bu “şeklî ihtidayı/Sabataycılığı” günümüze kadar
getirmiştir. Bu son durumu benimseyip devam ettiren grubun oluşturduğu hareket;
günümüze kadar, “Dönmelik” veya
Sabataycılık
olarak biline gelmiştir...”[17]
Osmanh
Devleti’nde “Mesih” iddiasıyla ortaya çıkan ve 1666 tutuklanarak yargılanan,
Müslüman olduğunu söyleyerek ölümden kurtulan ve “Aziz Mehmet” ismini alan
Sebatay Sevi (1626-1676) ile ilgili içeriden bir bakış da şu şekildedir: “Müslüman
olması bütün Yahudi dünyasında şok etkisi yaratmıştır. Büyük çoğunluk onun
sahte mesih olduğuna inanarak (Yahudi) Ortodoks inancına geri döner, iki yüz
ailelik bir topluluksa din değiştirerek onun yolundan gidecektir. Selanik ’e
yerleşen bu toplum pratikte, hayal gücüne dayanan bir Yahudi mistik felsefe
sistemi olan Kabbala ’nin ana kitabı Zohar’a dayanan mistik bir yaşamı
benimser, Yahudi inancını sürdürür, fakat resmen Müslüman milletine dâhil
olarak yaşarlar... Yakubiler, Kapancılar ve Karakaşlar olmak üzere üç gruptan
oluşurlar... Bugün için Sebataycılık, dünyanın hiçbir Yahudi cemaatince
Yahudilik olarak kabul edilmemektedir. ”[18]
Mustafa
Kemal Atatürk’ün Dönme olduğu ilk önce Yahudi Ansiklopedisi ’nde iddia
edilmiştir. Encyclopedia Judaica ’da şöyle denilmektedir: “1908 Jön
Türkler İnkılabı’ndan sonra iktidara gelen ilk hükümette, aralarında Baruchiah
Russo ailesinin ahfadı olan ve fırkanın liderlerinden biri olarak faaliyette
bulunan Maliye Bakanı Cavit Bey’in de bulunduğu bir kaç dönme mevcuttu. Birçok
Selanik Yahudisi tarafından yaygın bir şekilde ileri sürülen bir iddia da -Türk
Hükümeti tarafından yalanlanmasına rağmen- Kemal Atatürk’ün Dönme asıllı
olduğuydu. Bu görüş, Kemal Atatürk’ün Anadolu’daki dindar birçok muhalifi
tarafından da iştiyakla benimsendi”. [19]
Yahudi
Ansiklopedisi'ndeki bu iddia, bazı Müslüman Arap yazarlarca doğruymuş gibi
kabul edilmiş, onların yazdıkları makale ve kitaplarda yer almıştır.[20] Yahudi Ansiklopedisi’nde
Selanik Yahudileri tarafından “iddia” olduğu belirtilmesine rağmen Türkiye’deki
bazı gruplar; iddia olduğunu göz ardı ederek “mal bulmuş mağribî” misali
bu konuya sarılmış ve “fiskos yöntemi” ile bunu gizli gizli yaymaya
gayret etmişlerdir. Bunu yapanların asıl gayelerinin Atatürk’ün kurduğu Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ne, oluşturduğu Türk Milleti anlayışına ve Devletin kuruluş
felsefesi yaptığı Türk Milliyetçiliğine zarar vermek olduğu anlaşılmıştır.
Ancak onlar bu niyetlerini açıkça ifadeden kaçınarak ve niyetlerini gizleyerek
aslı olmayan iddia ile Türk Milleti’nin benimseyip bağrına bastığı Atatürk’ü
Türk Milleti’nin gözünden düşürerek “surda gedik açmak” istedikleri net
olarak ortaya çıkmıştır.
Prof. Dr.
Abdurrahman Küçük Yahudi Ansiklopedisi’ndeki asılsız iddianın ortaya atılmasını
ve Türkiye’de bazı gruplarca sahiplenilerek yaygınlaştırılmasının nedenlerini
şu şekilde sıralamaktadır: 1- Selanik nüfusunun büyük çoğunluğunu Dönmeler’in
teşkil etmesi ve Selanik doğumlulara Dönme nazariyle bakılması. 2- Mustafa
Kemal Atatürk’ün devam ettiği Şemsi Efendi Mektebi’nin Dönmeler/ Sabatayistler
tarafından kurulmuş olması ve orada çoğunlukla Dönme / Sabatayist çocukların
eğitim - öğretim görmüş olması. 3- Dönmelerin / Sabatayistlerin kendilerine
meşruiyet kazandırmak için meşhur olan büyük adamlara sahip çıkmak istemesi. Bu
sebeplerin ilk ikisi, Atatürk’ün “Dönme/ Sabatayist” olduğunu kesinlikle
göstermemektedir. Çünkü Selanik’te, Dönmeler kadar olmasa da, büyük bir
Müslüman Türk topluluğu bulunmakta ve bu durum, her Selânikli’nin “Yahudi
Dönmesi” olduğu gibi bir anlayışı/yaklaşımı reddetmektedir. Dönmelerin /
Sabatayistlerin açtığı mektebe devam etmesi de onun Dönme olduğuna kesinlikle
delil teşkil etmemektedir. Nitekim günümüzde de azınlıkların açtığı okullara
giden Türk çocukları olduğu gibi bir grubun açtığı okula o gruba mensup
olmadığı halde devam eden öğrenciler bulunmaktadır. Böyle olunca geriye üçüncü
ihtimal kalmaktadır. Bu da; Yahudilerin ve Dönmelerin / Sabatayistlerin çeşitli
hesaplarla Atatürk’ü kendilerine mal etmeye çalışmalarıdır. Bize göre Atatürk,
Dönme/ Sabatayist değildir. Eğer Dönme / Sabatayist olsa idi; Dönmelerin önde
gelenlerinden biri olan Cavit Bey’in idamına müsaade eder miydi, “Dönmelerin
olduğu bilinen kurumlar”ın kapatılmasına izin verir miydi ve Masonlar Demeğini
kapattırır mıydı? Somut bu birkaç örnek bile konunun nasıl çarpıtıldığının ve Atatürk’ün
Dönme/ Sabatayist olmadığının en açık delilleridir. Bunun yanında Atatürk’ün
özbe öz Türk ve Türklerin Oğuz Boyundan, Balkanlara Anadolu’dan giden bir Türk
“Alperen Aile”nin çocuğu olduğu yapılan yüzlerce yayın ile ortaya konulmuştur.[21]
Atatürk’ün
“Dönme” olmadığı konusunda Fransa’da, “Son Dönmeler” filmini gerçekleştiren
Michel Grosman da Sayın Abdurrahman Küçük ile aynı görüştedir. Grosman, bu
filmde, bir “İslamcı yazar”ın görüşlerine başvurmuş ve bu görüşleri düşündürücü
bulmuştur. İslamcı yazarın Osmanlı Devleti’nin çöküşünden İslâm’ın iktidar
olmamasına kadar her şeyden Dönmeleri sorumlu tuttuğunu belirtmekte ve şunlara
yer vermektedir:
''Mustafa
Kemal’in Muallim Şemsi Efendi’nin öğrencisi olduğu kesin. Bunun aksini söyleyen
hiç kimse yok. Bir Dönme Okulu bu. Selanik’de o dönemde iki tane Dönme Okulu
var. Bu okulların özelliği, eğitimin yabancı dille yapılmasıdır. İstanbul’da da
halen iki tane Dönme Okulu var. Bunlar Selanik’teki en iyi okullardı. Bu
nedenle yerel burjuvaziden bir ailenin çocuğunun bu okullardan birine gitmesi
son derece normal. Ama bu arada hemen şunu eklemeliyim, ileriki yıllarda
Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ’in Dönmelere yönelik en ufak müsamahalı bir
davranışı olmamıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı dönemde, Dönmeler de
bundan paylarını almışlardır”^
Temelde
Selanikli olarak bilinen Dönmeler/ Sabatayistler ile diğer gruplar arasında
önemli farkalar bulunmaktadır. Anadolu’ya geldiklerinde de onlar, bu
farklılıkları ile bilinmişlerdir. Selanik’ten gelen Müslüman / Türkler ile
Dönmeler / Sabatayistler arasında farklılıklara şöyle işaret edilmektedir: “Selanik'ten
gelen diğer Müslümanlarla Selanikli olarak anılan Dönmeler arasında önemli bir
kimlik farkı var. Selanikli Dönmelerin kimliği, cemaatin oluştuğu tarihten
itibaren içinde yaşanan toplumdan farklı olunmasına rağmen farklı görünmemeye
dayandığı için, cemaatin içindeki farklı gruplar ve bu grupların bireyleri
zaman içinde iki ayrı ve birbirine çelişkili yol arasında seçim yapmak zorunda
kalırlar...”[22]
[23]
“Şemsi Efendi Okulu’nda Sadece
Dönme/Sabatayistlerin
Çocukları Eğitim Görüyordu”
Mustafa
Kemal Atatürk ve ailesinin “Sabatayist/Dönme” olduğu konusundaki iddiaları veya
imaları ortaya atanların üzerinde en çok durdukları konu; “Şemsi Efendi
(1852-1917)’nin Sabatayist/Dönme olduğu ve onun değişik tarihlerde Selanik’te
açtığı okullara sadece Sabatayist/Dönme ailelerinin çocuklarının gidebildiği”
konusudur.[24]
Şüphesiz
Mustafa Kemal’in öğrenim hayatının, kişiliğinin ve düşüncelerinin oluşmasındaki
etkileri anlayabilmek bakımından üzerinde durulması gereken önemli kurumların
başında Şemsi Efendi ve Okulu gelmektedir. Bu nedenle, iddia ve imalara cevap
vermeden önce M. Kemal’e müspet anlamda ilk önemli etkileri yapan ilk öğretmeni
olma hüviyetindeki değerli eğitimci Şemsi Efendi’nin hayatı ve eğitimci
kişiliği üzerinde özet bir bilgi vermek istiyoruz:
1869
tarihli “Maarif Nizamnamesi”nin 129. ve 130. Maddeleri ecnebi ve Gayrimüslim
tebaa yanında Müslüman Türklere de “özel okul” açma imkanı tanımaktaydı. Şemsi
Efendi, bu imkandan yararlanarak bir ilk okul açma girişiminde bulundu.
Kendisini bu konuda bazı öğrenci velileri teşvik etti ve birkaç meslektaşı
destekledi. O halktan topladığı yardımlarla işe koyuldu. Selanik Maarif Müdürü
Radovişli Mustafa Bey’in yardımlarıyla kendisine yeni bir okul açması için
ruhsat verildi ve bir bina tahsis edildi. Şemsi Efendi, 1872 yılında Selanik
şehrinin Sabri Paşa Caddesi’ndeki Çarşamba Dergâhı adlı bir tekkenin karşısında
bulunan tek katlı küçük bir binada okulunu açarak hizmete soktu. Daha sonra o,
meslektaşı Abdi Kamil Efendi’yi öğretim kadrosuna dahil etti ve genişlettiği
okuluna “Şemsi Efendi Mektebi’'’ adını verdi. Mevcut bilgilere göre
Şemsi Efendi Mektebi, “Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye” tarafından 1865 yılında
İstanbul’da açılmış olan mektepten sonra, bir Türk tarafından kurulan ilk özel
okul olma özelliğini taşımaktadır.
Şemsi
Efendi’nin açtığı okul uzun ömürlü olmadı. Ancak kendisi, kapanan her okulun
ardından bir yenisini daha açmaya çalıştı. Bu arada Selanik’te kendisi gibi
şöhret kazanmış bir eğitimci olan İsmail Hakkı Efendi ile beraber, Aktarönü’nde
harap bir mescidi tamir ettirip okul haline getirdiler. Bu iki eğitimcinin
beraberliği uzun sürmedi ve ortaklıktan ayrılıp yeni bir okul açtı. Şemsi ve
İsmail Hakkı Efendilerin okulları, Selanik’te 1879 yılında öğretime başlayan
“Mekteb-i Terakki” adlı özel eğitim kurumunun açılmasında etkili olduğu gibi,
her ikisi de adı geçen okulun kuruluşunda görev aldılar. Aynı okulun kadrosunda
bir ara bu iki arkadaştan ilki öğretmen, İkincisi isi hem muallim ve hem de
müdür olarak bulunmuştur.
Şemsi
Efendi, 1880 yılı civarında açılan “Şemsü’l- Maarif’ adlı özel okulu idare
etmek üzere çağrıldığı İstanbul’a gitti. Ancak yaptığı görüşmeler olumlu bir
sonuç vermeyince Selanik’e geri döndü.
Şemsi
Efendi’nin kurduğu özel okulların idari işleri, yalnız kurucu idarecilerin
varlığına bağlı idi. Bu tür okulların genişletilmesi güç olduğu gibi, yönetimi
de zordu. Bunun başlıca sebepleri arasında mali imkansızlıklar ve kaliteli
öğretmenlerin azlığı sayılabilir. Aynı hususta “kendisinin geçimsiz bir
kimse olmasının” da rolü olabileceğini unutmamak gerekir. Bu bakımdan Şemsi
Efendi, kurduğu okulları uzun süreli devam ettiremedi. Ancak, öğretmenlik
mesleğine olan bağlılığı ve çocuklara duyduğu sevgi ve şefkat sonucu yılmadan
yenilerini hizmete sokmayı başardı. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkokula
başladığı 1887 yılı civarında, Şemsi Efendi’nin bu okulunu yeni açmış olduğu
anlaşılmaktadır.
15 Temmuz
1893-4 Temmuz 1894 tarihleri arasında (Hicri 1311), Şemsi Efendi Selanik’teki “Razva-i
Ta’lim Mektebi” nin kurucusu olarak görülmektedir. Fakat bu okulun da
faaliyeti kısa sürmüş olmalıdır. Zira sonraki yıllarda, Şemsi Efendi, 1885
yılından beri Selanik’te ileri düzeyde ve çağdaş anlamda eğitim ve öğretim
hizmeti veren “Fevziye Mektebi”nde öğretmenlik yapmaya başladı. Bazı
araştırıcılar tarafından “Şemsi Efendi’nin kendi okulunu ‘Mekteb-i Fevziye’
ile birleştirdiği, okulun sekiz sınıflı bir hale geldiği ve Rüştiye kısmını da
ihtiva ettiği”[25]
[26]
veya “adı geçen okulun kurucusu olduğu”"' ileri sürülmüştür. Fakat
Prof. Dr. Özcan Mert’in Salnamelere dayanarak verdiği bilgilere göre Şemsi
Efendi bu okulun öğretmenleri arasında görülmektedir: O, Fevziye Mektebi’nin
ilkokul kısmı olan “Mekteb-i Fevz-i Sıbyan”ıti “Heyet-i Tedriyesi”nde,
yani “öğretim kadrosunda", Temmuz 1894-23 Haziran 1895 (Hicri 1312)
ve 24 Haziran 1895-11 Haziran 1896 (Hicri 1313) tarihlerinde “Aka’di-i
Diniye ve Kıraat Muallimi” olarak görev yapmıştır. Daha sonra o, 2 Haziran
1897-21 Mayıs 1898 (Hicri 1315) ve 22 Mayıs 1898-11 Mayıs 1899 (Hicri 1316)
yıllarında aynı okulda “Tatbikat-ı Arabiye Muallimi” ve 14 Şubat 1907-3
Şubat 1908 (Hicri 1325)’de söz konusu okulun “inas” yani “kızlar”
bölümünde sadece “muallim” olarak görülmektedir.
Şemsi
Efendi’nin öğretmen olarak çalıştığı Terakki ve Fevziye adlı okullar, “Dönmeler”,
“Avdetiler” veya “Selanikliler” diye bilinen cemaat tarafından
kurulup hizmete sokulan özel okullar olarak bilinmektedir. Burada öğretim
açısından devlet okullarının programları tatbik edilerek “İslam Akaidi”
gibi dersler okutulurdu. Bu durum söz konusu eğitim kurumlarının Müslüman
Türkler tarafından da benimsenmesine yol açmıştır.
Şemsi
Efendi’nin Selanik’teki öğretmenliği, Balkan Harbi’ne kadar devam etti. Bu
şehrin 8 Kasım 1912’de Yunan kuvvetlerinin eline geçmesi üzerine Şemsi Efendi,
altmış yıl kadar yaşadığı memleketinden ayrılmak ve İstanbul’a göç etmek
mecburiyetinde kaldı. O yerleştiği başkentte ilkokul müfettişliğine tayin
edildi. Yarım yüzyıla yakın bir süre Türk maarifine hizmet vermiş olan Şemsi
Efendi, İstanbul Eyüp civarındaki Hazreti Halit’te 1917 yılında öldü. Kabri
Üsküdar’daki Bülbülderesi Mezarlığı’ndadır.[27]
Biz burada
Şemsi Efendi ve ailesinin Sabatayist/Dönme olup olmadığı konusunu
tartışmayacağız. Bu konudaki iddiaları doğru kabul etsek bile, onun açtığı
okula sadece Sabatayist/Dönme ailelerin çocuklarının gittiği iddiası koca bir
yalandır. Çünkü Şemsi Efendi dönemin mevzuatına, kanunlarına göre okul
açmıştır, “özel eğitim kurumlan” ile ilgili en önemli yasal dayanak yukarıda da
kısaca değindiğimiz gibi 1869’da çıkartılan “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”nin
129. Maddesidir. Bu madde, hem Osmanh Devleti’nin vatandaşı olan Müslümanların
ve Gayrimüslimlerin, hem de yabancıların özel okul açmalarına izin veren ve
bunu düzenleyen maddedir.[28]
Osmanh Devleti’nin yönetim hukuku bakımından (Millet Sistemi)
vatandaşlar “Müslim” ve “Gayrimüslim” olarak ikili bir tasnife tabi
tutulmuştur. Dolayısı ile Şemsi Efendi Sabatayist/Dönme olarak değil Müslüman olarak
okulunu/okullarmı
açmıştır. Bir Müslüman tarafından açılan bu okula Müslüman Türkler de
çocuklarını göndermişlerdir.
“Efendi Sözcüğü Etrafında Oluşturulan
Dönme/Sabatayist’lik Şüpheleri”
Bu konudaki
İ. H. iddialar araştırmacı gazeteci Soner Yalçın’m 1. baskısı 2004’te çıkan
“Efendi” isimli seri kitaplarının ilkinin yayınlanması ile kamuoyunun gündemine
taşınmıştır.[29] İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin önemli adamlarından Dr. Nâzım’m içinden çıktığı İzmirli
“Evliyazade Ailesi”nin etrafında gelişen olaylar ve akrabalık ilişkilerinin
anlatıldığı eserde Sayın Soner Yalçın bazı imalarla Atatürk’ün soyu hakkında;
bu arada “Dönmeliği” konusunda bir takım şüpheler oluşturmaktadır.
Bu eserde
oluşturulan şüpheler öncelikle Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin “Efendi”
lakabı ve M. Kemal’in doğduğu şehir olan “Selanik” ile ilgilidir. İkinci
olarak, İlgaz Zorlu’nun yaptığı gibi Soner Yalçın da Atatürk’ün ilk öğretmeni
Şemsi Efendi’nin Dönme/Sabatayist olduğu konusunu gündeme getirmektedir. Bu
konuda Soner Yalçın’ı I. Zorlu’dan ayıran ise okula diğer din ve ırklara mensup
insanların çocuklarının da devam ettiği gerçeğinin vurgulanmasıdır. Eserde
konumuzu ilgilendiren bir başka husus da Atatürk’ün “Kemal” adını alışı ile
ilgili getirilen farklı bir yorumdur. Yine Soner Yalçın, Atatürk’ün
kardeşlerinin adından (Makbule ve Naciye) hareketle şüphe uyandırmaya devam
ediyor. Son olarak Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın ailesi “Uşakizadeler”in
Dönme/Sabatayist oldukları iması ile geliştirilen değerlendirmeler Sayın Soner
Yalçın’ın eserinde konumuz açısından dikkatimizi çekmektedir. Bu hususların
doğrularını ortaya koymadan önce Soner Yalçın’ın ne dediğine bakalım:
1.
“Efendi” ve
“Selanik”: “Adı Nâzım ’dı... Nâzım, Hacı Abdullah Efendi ile Ayşe
Hanım’ın oğlu olarak 1872 yılında Selanik’te doğdu... Selanik’e nereden ve ne
zaman geldikleri konusunda hiçbir bilgi yoktu. Beş yüzyıl önce geldiklerini
tahmin etmek yanıltıcı olmaz. Abdullah Efendi’nin nasıl zenginleştiği de
bilinmiyordu. Bilinen Sabetayist olduğuydu. Osmanlı toplumu üzerine yaptığı
çalışmalarla tanınan yazar Meropi Anastassiadou, Selanik adlı kitabında,
Abdullah Efendi’yi yakından tanımamıza yarayacak bir ayrıntı veriyor:
‘Abdullah
oğullarının çoğunun “efendi” sıfatını taşıma hakkının olması da ilginçtir.
Bunun anlamı azat edilenlerin ve din değiştirenlerin bundan böyle az çok
itibarlı meslekler edinme imkânı bulmasıdır. XIX. Yüzyıl sonu Selanik’inde
“efendilerin” Tanzimat döneminden daha çok olduğunu belirtmeliyiz. ’
Selanik
ve İzmir ’de ‘efendi ’ sıfatını kullananların büyük çoğunluğunun Sabetayist
olduğunu Selanik doğumlu yazar Münevver Ayaşlı da Dersaadet adlı kitabında
şöyle belirtiyor:
‘Annem
ve teyzem Selanik’i çok iyi bildikleri gibi, dönmeleri ve dönme âdetlerini de
pek iyi bilirlerdi. Selanik’te hiçbir dönmeye “bey” denmez, “efendi” denirmiş.
İstanbul’a gelince haliyle bu âdet ve anane tarihe karışıyor, hepsi “bey” ve
“hanımefendi” demeye ve Türklerle evlenmeye başlıyorlar ki, Selanik’te iken bu
kabil değil, imkânsız. Türkler ne dönme kız alırlar ne de kızlarını dönmeye
verirlermiş. Valide merhume, “Allah aşkına şu İstanbullulara bak, bizim
‘efendi’ dediğimiz bütün dönmeleri İstanbullular 'bey, ’
‘beyefendi’yaptılar" derdi.
Yazar
Ayaşlı ’nın yazdıklarını bir örnekle güçlendirelim: Selanik’in Yakubî
Sabetayist belediye başkanı Hamdi Efendi, Sultan II. Abdülhamid’in izniyle
“bey" unvanına yükseltildi. "Efendi ” konusuna yeteri kadar
değineceğiz, şimdi Nâzım ’in doğduğu ve "efendilerin” çok olduğu o
yıllardaki Selanik’e kısaca bir göz atalım...”[30]
“Arkadaşları
arasındaki adı ‘Selanikli Nâzım ’ di.”[31]
“Selanikli
Nâzım ile Ahmet Rıza dost oldular. Ahmed Rıza ona hep ‘Nâzım Efendi’ diye hitap
ediyordu. Nâzım’a yaşamı boyunca bir tek Ahmet Rıza ‘efendi’ sıfatıyla hitap
edecekti... Ahmet Rıza, Dr. Bahaeddin Şakir gibi birçok isme ‘bey’ diye hitap
ederken, Nâzım’a neden ‘efendi’ demekteydi? ..”[32]
2.
Şemsi Efendi: “Nâzım
önce mahalle mektebine gitti. Ardından rüştiyeye... Şanslıydı. Okula gittiği
dönemde artık Selanik ’te cemaatlerin finanse ettiği modern eğitim veren
okullar faaliyetteydi. Bunların en ünlüsü, 1873’te Vali Mithat Paşa zamanında,
Şemsi Efendi (Şimon Zvi) tarafından açılan Fevziye Mektebi’ydi. Yoksul bir
ailenin çocuğu olan rüştiye mezunu Şemsi Efeni öğretmen olarak ve mahalle
mektebinde uygulanan ezbercilik sisteminden koparak yeni öğretim yöntemleri
uygulamak amacıyla bu okulu açmıştı.
Şemsi
Efendi Sabetayist 'ti.
Buradan
hareketle, Fevziye Mektebi’nde salt Sabetayist ya da Yahudi çocuklarının
öğrenim gördüğünü söylemek hata olur. Modernleşme taraftarı bazı Müslüman
aileler de çocuklarını Fevziye Mektebi ’ne gönderdiler... ”[33]
3.
“Kemal” Adı: “Mustafa
Kemal’in özgürlükçü düşünceyle tanışmasında Namık Kemal’in apayrı bir yeri
vardı. Manastır Askerî İdadî’sindeki matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi
’nin, "Oğlum senin adın Mustafa. Benim de öyle. Bu böyle olmayacak, arada
bir fark bulunmalı. Bundan sonra senin adın ‘Mustafa Kemal’ olsun” dediğini
hepimiz biliriz. Ancak benim ayrıldığım nokta, Yüzbaşı Mustafa, öğrenci
Mustafa’ya
“Kemal” adını, öğrencisinin yaşından olgun göstermesi nedeniyle verdiği
iddialarıdır. O dönemde tüm Osmanh aydınlarını etkileyen Namık Kemal’den dolayı
bu adın verilmesi akla daha yakındır. Başta Selanik ve Manastır olmak üzere
Makedonya hürriyet fikirlerinin o yıllarda doğduğu yerlerdi. Peki öğretmeni
Mustafa Kemal’e neden “Namık” adını değil de “Kemal” adını vermişti? Namık
Kemal’in gerçek adı “Mehmed Kemal’di! Ona “Namık Kemal” adını veren Şair
Eşrefti!”19
4.
“Makbule” ve “Naciye”
Adları: Türk ordusu 9
Eylül
1922’de İzmir’e girdi... 10 Eylül 1922 gecesi Mustafa Kemal İplikçizade
ailesinin konuğuydu. Aileler, paşadan rehinelerin bırakılması için çaba
göstermesini rica etti. Mustafa Kemal, Yunanistan adına İzmir’de hiçbir yetkili
olmadığı için İtalyan elçisini çağırttı. Bu kişilerin on gün içinde yurda geri
dönmelerinin sağlanmasını istedi.
Mustafa
Kemal o geceyi İzmir’deki Alatini Köşkü’nde geçirdi. On üç yıl önce
Selanik’teki konuklarını sürgündeki II. Abdülhamid’e tahsis eden Alatini
ailesi, bu kez Ulusal Kurtuluş Savaşı ’nın mimarı Mustafa Kemal ’i
ağırlıyorlardı... On gün sonra rehineler yurda döndü. Ama bir kişi eksikti:
Karşıyaka Spor Kulübü Başkanı İblikçizade Sadi’nin ağabeyi Süreyya
öldürülmüştü... Evliyazade Refik’in oğlu Nejad, eşi Mesude, oğulları Yılmaz ve
-yeni doğan- Mehmed Özdemir’e kavuştu. Çok zayıflamıştı. Geçmiş olsun
ziyaretine gelenler arasında, Nejad’ın eşi Mesude’nin halasının oğlu Ali Adnan
(Adnan Menderes A. G.) da vardı. Mutluluk Evliyazadeleri İzmir’de bir araya
getirdi.
Moskova’dan
dönen Dr. Tevfik Rüşdü (Araş), eşi Makbule Hanım’ı ve kızı Emel'i Ankara’dan
İzmir’e getirdi. Makbule Hanım, Ankara’da Mustafa Kemal’le tanışmalarını ve
özellikle kız kardeşinin adının da Makbule olması nedeniyle, Gazi ’nin
kendisine özel bir sempati gösterdiğini herkese anlatıyordu...
Ne
tesadüftür; Mustafa Kemal ’in diğer kız kardeşinin adı da Naciye’ydi
(1889-1901)!..
Mustafa
Kemal’in iki kız kardeşinin adı, Makbule ve Naciye (üçüncüsü Fatma (1871-1875),
Evliyazadelerin iki kızının ismiyle aynıydı!
Evliyazade
ailesi yıllar sonra Karşıyaka ’daki konakta toplanmıştı; tek eksik Doktor Nâzım
’dı!.. ”[34]
[35]
5.
M. Kemal Evliyazade
Güzin İle Evlenmek İstedi: “Mustafa Kemal, 29 Ocak 1923 ’te,
Üşakîzadelerin Göztepe 'deki konağında yapılan sade bir törenle Uşakîzade
Muammer Bey ’in kızı Latife ’yle evlenmişti.
Dr.
Nâzım’in torunu Sedat Bozinal, Mustafa Kemal’in aslında Evliyazadelerin kızı
Güzin ’le evlenmek istediğini, ama Güzin ’in nişanlı olması nedeniyle bu
evliliğin gerçekleşmediğini söylüyor.
Nezihe
Araz da ‘Soylu Bir Ailenin Öyküsü’ adlı yazı dizisinde, Makbule-Dr. Tevfık
Rüşdü çiftinin evlenip balayı için Selanik’e gittiklerindei Mustafa Kemal’in
burada gördüğü, Evliyazade Naciye ’nin büyük kızı Güzin ’i çok beğendiğini ve
evlenmek istediğini yazıyor. (Hürriyet, 1978)
Ama
evliliğin neden gerçekleşmediğini belirtmiyor!..
Biz
yazalım:
Mustafa
Kemal, Güzin ’i beğendiği dönemde sıradan bir Osmanlı subayıydı. Evliyazadeler
ise ailelerine damat giracak kişilerde bazı özellikler arıyorlardı: zenginlik,
makam, güç vb. gibi.
Mustafa
Kemal’in beğendiği Güzin birkaç yıl sonra İzmir’in tanınmış şahsiyetlerinden
Hamdi Fuad’la (Dülger) evlendirildi.
Evliyazade
Naciye’nin üç çocuğu vardı: Güzin, Samim ve Fatma Berin...”3'
“Evliy
azade Naciye Hanım ’in diğer kızı Fatma Berin, Adnan Menderes’le evlendi. Eğer
Mustafa Kemal Güzin’le evlenmiş olsaydı, Mustafa Kemal ile Adnan Menderes
bacanak olacaklardı!’31
6.
Latife İle Evlilik
ve Akrabalıklar: “Dönelim tekrar Mustafa Kemal’in evlilik hikâyesine...
Mustafa
Kemal ’in Evliyazadelerin kızı Güzin ’le evlenmek isteyip istemediği bilinmez.
Ancak Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfık Rüştdü 'nün (Araş), Uşakîzadelerin kızı
Latife ile Mustafa Kemal’in evlenmelerinde önemli bir rol oynadığı bilinen bir
gerçek. Mustafa Kemal, Latife ’yi yakından görmesi için annesi Zübeyde Hanım ’ı
İzmir ’e Uşakîzadelerin köşküne gönderdi.
Mustafa
Kemal annesinin de isteği üzerine yanına Selanikli Salih (Bozok), Emir Çavuşu
Ali (Yaman) ve Fatma Hanım ile Dr. Yüzbaşı Asım Bey ’i verdi.
Mustafa
Kemal bir kişinin daha yanlarında gitmesini istedi:
Bu kişi
Dr. Tevfik Rüşdü ’ydü.
Dr.
Tevfik Rüşdü iki tarafı temsilen gidecekti.
O
Evliyazadelerin damadıydı. Yazdığım gibi Uşakîzade ile Evliyazade aileleri
akrabaydı.
Mustafa
Kemal evlilik kararı almadan önce yakın arkadaşı Dr. Tevfik Rüşdü ’nün, Latife
Hanım ’ı yakından tanımasını, akrabaları Evliyazadelerin görüşlerini alarak
kendisine aktarmasını istedi.
Yazılan
kitaplara göre Dr. Tevfik Rüşdü’nün kararı olumluydu. Ancak torunu Sevin Zorlu
’ya göre ise tersi doğruydu! Dr. Tevfik Rüşdü, Mustafa Kemal’i iyi tanıyordu,
Gazi dik başlı kişileri sevmiyordu. Evliyazadelerin anlatımlarına göre ise
Latife hiç de Mustafa Kemal’e uyum sağlayacak bir kişilikte değildi; dik
başlıydı, hiçbir zaman alttan alabilecek bir yapıda değildi. Dr. Tevfik Rüşdü,
Latife ’ye, ‘Ne sen ona eş olursun, ne de Mustafa Kemal sana koca olur’ diyor.
Ancak Latife’nin sert tepkisiyle karşılaşıp susuyor.
Sonunda
evlilik gerçekleşti.
Damadın
şahitleri Kâzım (Karabekir) ve Fevzi (Çakmak) paşalar, gelinin ise, İzmir
Valisi Abdülhalik ile Salih (Bozok) beylerdi.
Mustafa Kemal'in evlenmesinde Dr. Tevfık Rüşdü nasıl aracılık
yaptı ise, boşanmalarında da eşi Makbule Hanım istemeden aracı oldu...”31> '
“Zorladığımı
biliyorum ama bir olgunun altını da çizmek istiyorum: hep birbirleriyle
evleniyorlar! Çok alakasız görünebilir ama Mustafa Kemal-Latife evliliği,
Mustafa Kemal ’i, Ali Adnan Menderes’le akraba yaptı. Nasıl mı? Adnan
Menderes’in halasının kocası Ahmed Hamdi Efendi, Uşakîzade Hacı Ali Efendi ’nin
kızının çocuğuydu. ”[36]
[37]
“...
Sonuçta, Dr. Nâzım ’m kayınpederi Evliyazade Refik ’in yerine İzmir Belediye
başkanlığına kim seçildi dersiniz: Mustafa Kemal ’in kayınpederi Uşakîzade
Muammer!
Devir
değişmişti. 1913-1918 yılları arasında iktidarda İttihatçılar vardı.
İttihatçıların önde gelen isimlerinden Doktor Nâzım ’in kayınpederi Evliyazade
Refik Efendi belediye başkanlığı koltuğuna oturmuştu.
Şimdi
ise iktidarda Mustafa Kemal vardı ve İzmir Belediye başkanlığı koltuğunda
Mustafa Kemal’in kayınpederi Uşakîzade Muammer Bey oturuyordu!
Aslında
değişen bir şey yoktu; Uşakîzadeler ile Evliyazadeler akrabaydı! İzmir Belediye
başkanlığı hep belli ailelerin elindeydi!..”[38]
Görülüyor
ki, Sayın Soner Yalçın’ın eserinde hiçbir belgesel bilgiye dayanmadan bazı
genellemelerle imalar ve suçlamalar yapılmakta, bazı iddialar ortaya
atılmaktadır.
Öncelikle “bir
dönem Selanik ’te yaşayanların (bu arada doğanların) hepsinin Sabatayist/Dönme
olduğu” tezinin anlamsızlığı ortadadır. Bu kitabın ilerleyen bölümlerinde
Mustafa Kemal’in doğduğu dönemde bir Osmanlı şehri olarak Selanik’in yapısı
ortaya konacaktır. Çoğunluğu orada yaşadığı ve Müslüman sayıldıkları için
Mübadele’ye tabi olarak Türkiye’ye gelen Sabatayistlerin/Dönmelerin
“Selanikliler” diye anılması ve bunların “efendi” şeklinde çağrılması; yani
“efendi” sözcüğünün sadece bu gruba mensup olanları ifade eden bir sözcük
olduğu da doğru değildir. Çünkü “efendi” sözcüğü kaldırıldığı 1934 yılına kadar
çeşitli mevkilerdeki kişilere verilen bir “unvan” ve “elkap” idi.
Bizans
Rumcası’ndan (afendis) Türkçe’ye geçmiş plan ve “sahip, malik” anlamına gelen
kelime XIII. Yüzyıldan önce Anadolu’da kullanılmaya başlanmış olan bir
kelimedir. Efendi kelimesi, Arapça “seyyid” ve Mevlâ” kelimelerinin karşılığı
olarak XV. Yüzyılın ikinci yarısından sonra tahsil görmüş saygıdeğer ve itibar
sahibi kimselere mahsus bir tabir olarak kullanılmaya başlanmış ve sosyal,
siyasi, ilmi, dini ve tasavvuf! çevrelerde giderek geniş bir kullanım alanı
bulmuştur.
Osmanlı
Devleti’nin yüksek memurlarından bazılarına da efendi unvanı verilirdi. Nitekim
şeyhülislâma “efendi dâimiz”, İstanbul kadısına “İstanbul efendisi”, reisülküttâba
“reis efendi”, Yeniçeri Ocağı kâtibine yeniçeri efendisi”, yeniçeri kâtibinin
dairesine de “efendi kapısı” veya “efendi dairesi” adı verilmiştir. Sonraki
asırlarda bu unvanın kullanılışı daha da yaygınlaşmıştır. Hz. Muhammed için
“Peygamber Efendimiz” şeklindeki şöyleyiş halk arasında yaygınlık kazandığı
gibi tarikat mensupları şeyhleri için aynı kelimeyi kullanmışlardır. XIX.
Yüzyılın ikinci yarısında şehzadelere resmen efendi denilmeye, padişahlar
hakkında “efendimiz” tabiri kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzyılda Osmanh
Devleti “efendi” kelimesinin kullanılışını bir usule bağlamıştır. Padişah
zevcelerine “kadın efendi” denildiği gibi “hanım” ve “bey” unvanları da
“efendi” ile birleştirilerek “hanımefendi” ve “beyefendi” şeklini almıştır.
Şeyhülislâmlar ve Hıristiyan din büyükleri için de “efendi” unvanı
kullanılmıştır.
Osmanh
Devleti’nde Tanzimat döneminde rütbeler “Askeri Rütbeler”, “Mülkiye Rütbeleri”
ve “İlmiye Rütbeleri” olarak üç gruba ayrılmıştı.[39]
“Mülkiye Rütbeleri”nden olan “Bâlâ”ya kadar rütbe sahibi olanlara “efendi”
denilirken, bu rütbeyi alanlara “atûfetlü beyefendi hazretleri” denilmiş; fakat
sonraları teamül suretiyle daha ziyade “bey” unvanı kullanılmıştır.
Tanzimat’tan
sonra ise resmi olarak sadece okur-yazarlar ve mektep talebeleri “efendi”
unvanıyla anılmıştır. Osmanh Devleti sistematiği içinde orduda binbaşıya kadar
olan rütbe sahiplerine resmen “efendi” unvanı verilirdi. Binbaşı, Kaymakam
(Yarbay) ve Miralay (Albay) rütbelerinde olanlar “bey” unvanını alıyorlardı.
Tanzimat’tan sonra efendi unvanı resmi işlemlerde yalnız okur-yazarlara ve
mektep talebelerine tahsis edildiği için, alaylı zabitlerden okuma yazma
bilmeyen mülazım ve yüzbaşılara “ağa” denilirdi. Mesela Mustafa Kemal’in
Selanik Askeri Rüştiyesi, Manastır îdadisi ve Harp Okulu öğrenciliği sırasında
bütün öğrencilerin, bu arada Mustafa Kemal’in resmi kayıtlardaki unvanı
“efendi” idi. Öğrencilerin künye defterlerindeki kayıtları ve numara
defterlerindeki not kayıtları; adları, mahalleleri veya memleketleri ve
“efendi” unvanlarıyla yazılmıştır. Selanik Askeri Rüştiyesi (1895): “Ahmet
Tevfık Efendi Tarakçı”, “Mustafa Kemal Efendi Ahmet Subaşı”... Manastır Askeri
İdadisi (1897-1898): “Recep Fahri Efendi Kayalar”, “Mustafa Kemal Efendi
Selanik”, “Abdülkadir Efendi Yanya”... Harp Okulu Künye Defteri (1898): “Ahmet
Tevfık Efendi 96”, “Mustafa Kemal Efendi 96”, “Recep Fahri Efendi 95”, Ali
Şevket Efendi 97”... Harp Okulu Numara Defteri (19001901) ve Harp Akademisi
(1902-1903): “Müfit Efendi Kırşehir”, “Ali Fuat Efendi Salacak”, Halil Efendi
Trabzon”, “Mustafa Kemal Efendi Selanik”...[40]
Yine, I.
Meşrutiyet döneminde kurulan Meclis-i Mebusan’da üyelere “efendi” veya “bey”
denilirken, meclis başkanı üyelere “efendiler” diye hitap ederdi. Bu hitap
tarzı Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra da meclis başkanlarınca
kullanılmıştır.
“Efendi”
kelimesi “ağa”, “bey” ve “paşa” unvanlarıyla birlikte resmi unvan olarak 26
Kasım 1934 gün ve 2590 sayılı “Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların
Kaldırılmasına Dair Kanun”la kaldırılmıştır.[41]
[42] [43]
[44]
Bu kanuna
rağmen, kaldırılan diğer unvan ve lâkap gibi “efendi” sözü de saygı ifadesi
olarak kullanılmaya devam etmektedir. Kelimenin “hizmetliler”in adıyla birlikte
kullanılması Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkmıştır.[45]
Şimdi
tarihsel gerçekler bu şekilde ortada dururken, “efendi” sözcüğünü sadece
Sabatayistler/Dönmelerle irtibatlı olarak görmek ve göstermek için (eğer bir
başka niyet yoksa) insanın aklından zoru olmalıdır. Araştırmacı-Gazeteci olarak
zevkle okuduğumuz Sayın Soner Yalçın’in “efendi” bakış açısının zaman zaman
kendisinin de eserinde yazdığı gibi “zorlama”dan ibaret olduğunu ifade etmek
isteriz. Bu noktadan hareketle Ali Rıza Efendi’nin ve Atatürk’ün
“Sabatayistliğini” ima etmek, en iyi ifade ile bilimsel değeri olmayan bir
bakış açısıdır. Yine bu ima, Atatürk gibi bir büyük şahsiyeti kendilerinden
göstererek, onun üzerinden prim yapmak şeklinde zaman zaman karşımıza çıkan
“Sabatayist / Dönme” geleneğinin bir tezahürüdür. Bu noktada şunu rahatlıkla
söylemek mümkündür: Bunu yapanlar eğer kendileri bu gruplara mensup değilse,
Sabatayistlerin / Dönmelerin propagandalarına hizmet etmektedirler.
AİLE HARKINDAKİ GERÇEKLERİN BELGELERİ
Yukarıda
bazı örneklerini verdiğimiz üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamı ile ilgili
pek çok konuda olduğu gibi, babası ve annesi hakkında da bazı asılsız iddialar
ortaya atılmıştır. Çoğu zaman Atatürk’ün “memleketi” ile ilgili tartışmalar
kapsamında gündeme getirilen sözde tezler arasında “babasının Ali Rıza
Efendi, annesinin Zübeyde Hanım olmadığı" bile yazılıp çizilmiştir.
Önceki çalışmalarımızda bunlara tarihi belgeler ile gereken cevaplar
verilmiştir.[46]
Daha önceki
bir başka çalışmamızda[47] şeceresi yani hem baba hem de
anne soyu ile ilgili verileri ortaya koymuştuk. Bu çalışmada ise “baba,
anne, kardeşler, manevi evlatlar" hakkında ayrıntılı bilgiler
vereceğiz. Yine bu kapsamda kamuoyunda iyiniyetli ve art niyetli olarak sık sık
gündeme getirilen bazı konuları ele alacağız. Bu kapsamda “Mustafa Kemal’in
doğum tarihi, doğduğu ev” gibi önemli konuları belgeleriyle ortaya koyacağız.
Mustafa
Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, Annesi Zübeyde Hanım’dır. Ailenin altı
çocuğu olmuştur. Bunlar arasında en uzun yaşayan Makbule Hanım’dır. Onların
hikâyeleri ve birbirleri ile ilişkilerini ortaya koymadan önce elimizde bulunan
belgeleri ve bu belgelerdeki konumuzu aydınlatacak hususların neler olduğunu
ana batlarıyla ortaya koymak istiyoruz. Burada ele alacağımız belgelerin bir
kısmı bilinen belgelerdir. Fakat birçoğu da ilk defa burada kamuoyumuza
duyurulacaktır. Şimdi belgeleri ve içeriklerine bir göz atalım:
Atatürk ve
ailesi hakkında bilgiler içeren en eski tarihli askeri belge Mustafa Kemal’in
Selanik Askeri Rüştiyesi 4. Sınıf notlarıdır. Hicri: 1313 Miladi: 1895 tarihli
Numara Defteri’nde “Mustafa Kemal Efendi Ahmet Subaşı” kaydıyla ders
notlan yer almaktadır.[48] [49]
“Ahmet Subaşı” Selanik’te oturdukları mahallenin adıdır.
Mustafa
Kemal’in Manastır Askeri İdadisi’ne ait 2. Ve 3. Sınıf notlarını gösteren iki
ayrı not defteri vardır. Rumi: 1313 (Hicri: 1315) Miladi: 1897 yılına ait 2.
Sene notlarının yer aldığı ve H: 1316 Miladi: 1898 yılına ait 3. Sene
notlarının bulunduğu Numara Defterlerinde “Mustafa Kemal Efendi Selanik”
kaydıyla notları vardır. Burada “Selanik” memleketini yani Manastır’a nereden
geldiğini göstermektedir.
Atatürk’ün
ailesi hakkında daha fazla bilgi veren kronolojik sıralamadaki üçüncü askeri
belge Harp Okulu Künye Defteri’dir. Burada “memleketi, mahallesi, babasının
ismi, babasının mesleği, babasının bu tarihte ölmüş olduğu, Mustafa Kemal ’in
fiziki özellikleri ve Rumi yıl olarak doğum tarihi” kayıt altına
alınmıştır. Bu defterde, Rumi: 1314-1320 Miladi: 18981905 yılları arasında
Askeri okullara duhul eden (giren) öğrencilerin künye kayıtlarının yer
almaktadır. Defterin Mustafa Kemal’in Harp Okulu’na giriş (duhulü) tarihine
yani 13 Mart 1899 (Rumi: 1 Mart 1315)’a ait olan “1315 Duhullülere Mahsus”
bölümündeki ifadeler şu şekildedir: “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi
Gümrük Memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahdumu uzun boylu, beyaz
benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96.'M
Mustafa
Kemal’in Harp Okulu 1., 2., ve 3. Sınıf notlarını gösteren cetveller veya
numara defterleri de elimizdedir. Bunların üçünde de “Mustafa Kemal Efendi
Selanik” ifadesi notlarıyla birlikte yer almaktadır. Birinci sene notları
Rumi: 1317 Miladi: 1901’de yayınlanan bir “imtihan neticelerini bildiren
cetvel”de yer almaktadır.[50] İkinci Sene notları Rumi: 1316
(Hicri: 1318) Miladi: 1900 yılına ait Numara Defteri’ndedir.[51] Üçüncü sene notlan Rumi: 1317
(Hicri: 1319) Miladi: 1901 yılma ait Numara Defteri’nde yer almaktadır.[52]
Mustafa
Kemal’in Harp Akademisi 1. ve 2. Sınıf ders notlarını gösteren Numara
Defterinde ''‘‘Mustafa Kemal Efendi Selanik” olarak kayıtları ve notları
mevcuttur. Bu defter Rumi: 1318 Miladi: 1902/1903 yılına aittir.[53]
Aile hakkında bilgi edindiğimiz askeri belgeler içinde en
önemli arşiv belgelerinden bir tanesi de Mustafa Kemal Atatürk’ün özlük
dosyasıdır. Bu dosyada aynı zamanda onun “kimlik ve aile bilgileri, görev
yerleri, görev tarihleri, rütbe terfi tarihleri, aldığı ödüller, izinler,
sağlık durumu” vs. gibi önemli bilgiler ve yazışmalar bulunmaktadır.[54]
Atatürk’le
ilgili en eski ve en önemli arşiv belgelerinden biri M. Ali Öz’ün Başbakanlık
Osmanh Arşivi’nde bularak 2014 yılında kamuoyumuza tanıttığı[55], Ali Rıza Efendi’nin ölümünden
sonra Zübeyde Hanım’a ve çocuklarına bağlanan maaş belgesidir. Belge, Zübeyde
Hanım’ın müracaatı esas alınırsa Rumi: 15 Ağustos 1309
Miladi: 27 Ağustos 1893; hesap tezkeresindeki tarih esas alınırsa Rumi: 27
Kanunu evvel 1309 Miladi: 8 Ocak 1894; işlemler bittikten sonraki komisyonun
onay yazısı dikkate alınırsa Hicri: 14 Şaban 1311 (Rumi: 8 Şubat 1309) Miladi:
20 Şubat 1894 tarihlidir. Burada “Mustafa Kemal’in Babasının Ali Rıza
Efendi, annesinin Zübeyde Hanım olduğu, Zübeyde Hanım ’in Ali Rıza Efendi ’nin
eşi olduğu ve bunların Mustafa, Makbule ve Naciye isminde üç çocuğunun o
tarihte hayatta olduğu” kayıtlıdır. Eş ve bu üç çocuğa “30’ar kuruş
(toplam 120 kuruş) maaş” bağlanmıştır. Yine bu belgede Ali Rıza Efendi’nin
“o tarihteki yaşı, görev safahatı, aldığı maaşların dökümü, ölüm tarihi”
gibi önemli bilgiler vardır. Aşağıda tartışacağımız gibi Mustafa Kemal’in o
tarihteki yaşı da “16” olarak gösterilmektedir.[56]
Zübeyde
Hanım, Darüşşafaka’ya 20 bin kuruşluk önemli miktarda bir yardım yapmıştır.
Hicri: 27 Rebiülevvel 1340 (Rumi: 28 Teşrinisani 1337) Miladi: 28 Kasım 1921
tarihli bu yardım senedinde, hem Zübeyde Hanım’ın (ailenin) manevi, ahlaki
durumu, hem de uzak ve yakın ölmüş akrabalarının isimleri hakkında ayrıntılı
bilgi bulunmaktadır.[57]
Elimizde
tarih sırasına göre Zübeyde Hanım’a ve Mustafa Kemal Atatürk’e ait iki
vasiyetname bulunmaktadır. Zübeyde Hanım’m vasiyetnamesi Rumi: 25 Kanunusani 1338
Miladi: 25 Şubat 1922 tarihlidir.[58]
Atatürk’ün vasiyetnamesi ise kendisi tarafından 5 Eylül 1938 günü yazılmış, 6
Eylül 1938 günü Îstanbul/Beyoğlu 6. Noteri’ne teslim edilmiştir. Bu vasiyet
Atatürk’ün ölümü takip eden günlerde 28 Kasım 1938 Pazartesi günü Ankara 3.
Sulh Hâkimliği tarafından açılmıştır.[59] Bu
vasiyetnamelerden özellikle ailenin fertleri ve manevi evlatların durumu
hakkında bilgi ediniyoruz.
İlgili
bölümde ayrıntılarını vereceğimiz ve Mustafa Kemal’in nüfus kayıtlarını
gösteren “tezkere, ikamet belgesi ve nihayet nüfus cüzdanları” bu kapsamda
değerlendirilebilecek belgelerdir. “Mustafa Kemal Atatürk’ün annesinin
Zübeyde Hanım, babasının Ali Rıza Efendi olduğu, babasının mesleğin ne olduğu,
doğum yerinin Selanik, doğum tarihinin Rumi: 1296 veya (sonraki tarihler için)
Miladi: 1881 olduğu, belgenin düzenlendiği tarihte evli mi, bekar mı olduğu,
dini, milliyeti, ırkı, fiziki özellikleri, ikamet ettiği adres, görevi vs.”
pek çok bilgi bu tür belgelerde birbirini doğrular mahiyette yer almaktadır.
Bunların
ilki Rumi: 18 Teşrinievvel 338 Miladi: 18 Ekim 1922 tarihli “Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye Tezkeresi” başlıklı ve belgedir.[60]
Ankara/Hacıbamıveli’de ikameti göstermektedir.
Bu kapsamda
ikinci belge Rumi: 27 Kanunusani 1339 Miladi: 27 Ocak 1923 tarihli ve “Türkiye
Hükümeti Nüfus Tezkeresi” başlıklıdır. Belge, Latife Hanım ile evlilik için
alınmış bir tür ikamet belgesi olduğu için Mustafa Kemal Paşa’yı
İzmir/Göztepe’de ikamet eder göstermektedir.[61]
Mustafa Kemal Paşa’nm elimizde bulunan kapsamlı, defter
şeklindeki ilk nüfus cüzdanı Rumi: 27 Mart 1339 Miladi: 23 Mart 1923
tarihlidir. Harf İnkılâbı’ndan önce verildiği için eski harfli olan bu cüzdan,
Ankara Nüfus Müdürlüğü’nce düzenlenmiştir. Yeni Türk Alfabesi’nin kabulünden sonra
(1928) da bir nüfus cüzdanı düzenlenmiş olmalıdır. Fakat bu elimizde yoktur.
Soyadı Yasası’nın kabul edilmesinden sonra (1934) Ankara Nüfus Müdürlüğü’nce
verilmiş iki ayrı nüfus cüzdanı bulunmaktadır. Bunlardan biri 993.814-B seri ve
51 sıra numaralı ve diğeri de ondan bir süre sonra düzenlenen 993.815-B seri ve
51 sıra numaralı cüzdandır. Mustafa Kemal Paşa bunlarda “Ankara/Çankaya”
nüfusuna kayıtlıdır.[62]
Bilindiği
gibi Mustafa Kemal Paşa İzmir’de Uşakizade Mahmut Muammer Bey’in kızı
Fatmatü’z-zehra Latife Hanım ile 29 Ocak 1923’te evlenmiştir. Tam bin gün (2.5
yıl) süren bu evlilik çeşitli nedenlerle yürümemiş ve nihayet 5 Ağustos 1925’te
sona ermiştir. Mustafa Kemal Paşa 11 Ağustos 1925 tarihli bir tezkere ile anlan
tarihte bir tezkere ile “talak (boşanma) vuku bulmuş olduğunu"
Başbakanlığa bildirmiştir. Başbakan İsmet İnönü 15 Ağustos 1925 tarihli
Bakanlar Kurulu kararını bir yazı ile ilgili yerlere tebliğ etmiştir.
Bu konu ile
ilgili belgeler aynı zamanda Mustafa Kemal ve ailesi hakkında önemli kayıtları
içeren resmi belgeler durumundadır. Bunların ilki, Hicri: 11 Cemaziyelahir 1341
(Rumi: 29 Kanunuevvel 1339) Miladi 29 Ocak 1923 tarihli ve İzmir Merkez Kadısı
Ömer Fevzi ibni Hüseyin tarafından düzenlenmiş olan evlilikle ilgili “İzinname-i
Şer’i" başlıklı belgedir. Elimizde bulunan belgenin onaylı bir
suretidir. Suret 23 Eylül 1923 tarihinde çıkartılmıştır.[63]
Paşa’nın ve
Latife Hanım’ın aileleri ve kendileri konusunda daha ayrıntılı bilgi bulunan bu
kapsamdaki diğer bir belge de Mustafa Kemal ile Latife Hanım’ın “Nikâhlarıma
Vukuatı İmühaber Sureti” âf. Nikâh akitlerinin belgesidir. Bu belge Hicri:
11 Cemaziyelahir 1341 Miladi: 29 Ocak 1923 tarihlidir.[64]
Yukarıda
bahsettiğimiz boşanma ile ilgili süreçlerin adeta bir özeti gibi olan Bakanlar
Kurulu Kararı Sureti belgesinin üzerinde yapılan 1.8.1936 tarihli bir kayıt
işleminde Atatürk’ün aile bilgileri, doğum yeri ve doğum tarihi ikameti
yazılmıştır.[65]
Diğer Belgeler, Mektuplar ve Anılar
Mustafa
Kemal Atatürk’ün ailesi ile ilgili elimizdeki belgeler şüphesiz bunlardan
ibaret değildir. Çok sayıda mektup, telgraf ve anı bulunmaktadır. Atatürk’ün
değişik vesilelerle yazdığı (veya yazdırdığı) “tecüme-i hal” veya “özgeçmiş”ler
vardır. Bunlar bu eserin ilgili bölümlerinde yeri geldikçe kullanılmıştır.
Hatıra Defteri ve Not Defterleri bu kapsamda önemlidir.
Anılar
arasında özellikle Zübeyde Hanım’ın Enver Behnan Şapolya’ya anlattıkları,
Mustafa Kemal Paşa’nın çocukluğuna dair A. Emin Yalman’a anlattıkları, sonraki
dönemler için diğer gazeteciler ve yakınlarında bulunanlara anlattıkları ve
nihayet ailenin en uzun yaşayan üyesi Makbule Hanım’m değişik yıllarda ve
yerlerde gazetecilere anlattıkları önemlidir.
Burada son
olarak üzerinde duracağımız bir belge de Makbule Hanım’la ilgili olan “Noter
onaylı Mahkeme Kararı Sureti”dir. Karar Makbule Hanım’m dört kişiyi evlatlık
edinmesi için açılan bir davanın kararıdır. Çok fazla bilinmeyen bir konu olan
bu evlatlık edinme ile ilgili karar ilk defa bu eserde değerlendirilmiş ve
kamuoyuna sunulmuş olacaktır. Bu karar, T. C. İstanbul 12. Asliye Hukuk
Hâkimliği’nin Esas: 954/1028 ve Karar: 954/917 sayılı kararıdır. Kararda, “evlat
edindiği kişilerin nüfus ve kimlik bilgilerinin yanı sıra, Makbule Hanım ’in
nüfus ve kimlik bilgileri” de yer almaktadır. Mahkeme’nin Kararı 17 Kasım
1954 tarihlidir. Yani karar Makbule Hanım’m ölümünden (18 Ocak 1956) bir yıl
iki ay önce alınmıştır. Elimizde bulunan Mahkeme kararının Sureti, Yalova Noter
Muavinliği tarafından 30 Kasım 1954’te çıkartılmıştır.[66]
BABA
ALİ RIZA EFENDİ
Mustafa
Kemal Atatürk’ün baba soyu Konya/Karaman’dan göçürülerek Makedonya’ya
yerleştirilen “Kızıl Oğuz” yahut Rumeli’deki isimleriyle “Kocacık” Yörüklerine
dayanmaktadır. Bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin Debre (Debar) şehrine bağlı
Merkez Jupa Beldesi’nin Kocacık Köyü Atatürk’ün dedesinin köyüdür ve Türkler
tarafından 1448 yılında fethinden sonra buraya çoğunlukla Kızıl Oğuz/Kocacık
Yörükleri/Türkmenleri yerleştirilmiştir.[67]
Kocacık’ta günümüzde yaşayan Türkler de bu bilgileri anlatmakta, “atalarının
Konya/Karaman civarından geldiklerini" söylemektedirler. Osmanlı
Devleti döneminde Manastır Vilayeti’ne bağlı Debre-i Bala Sancağı’nın Kocacık
Nahiyesi (Köyü)’ne yerleşen aile takriben 1830’larda Selanik’e göçmüştür.
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi takriben 1841’de Selanik’te dünyaya
gelmiştir.
Atatürk’ün
soyu ile ilgili elimizdeki en sağlam bilgiler öncelikle kendisinin, annesinin,
kardeşi Makbule Hanım’ın anlattıklarıdır. îkinci olarak, kendisini ve ailesini
tanıyan Hacı Mehmet Somer gibi, kimi çocukluk arkadaşlarının verdiği
bilgilerdir. Mustafa Kemal dahil aile fertlerinde kuvvetli bir “Yörük, Türkmen
olma” bilinci vardır: Makbule Hanım, E. B. Şapolyo’nun sorduğu “babanız
nerelidir?" sorusuna şu cevabı vermiştir: “Babam Ali Rıza Efendi
yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman
Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk’e ‘Yörük nedir?’ diye sordum.
Ağabeyim de bana ‘Yürüyen Türkler' dedi.” Yine Şapolyo’nun Ruşen Eşref
Ünaydın’dan naklettiğine göre, ‘‘Atatürk, çok kere benim ataların Anadolu
’dan Rumeli ’ye gelmiş Yörük Türkmenlerdendir derlerdi.”[68]
Cumhuriyet
döneminin ilk Konya Milletvekillerinden Naim Hazım Onat, dil çalışmaları
dolayısıyla Atatürk’ün sofrasında bulunanlar arasındaydı. Bir gün Atatürk’ün kendisine:
“Konya benim dedelerimin öz vatanıdır. Onlar Rumeli ’ne Anadolu’dan
göçmüşlerdir. Bunun Konya olduğu söylenir” dediğini hatıralarında anlatır.[69] Atatürk’ün zaman zaman
Konyahlara “hemşehrilerim” demesi bir iltifat sayılsa da aslında bir
gerçek payının da bulunduğu gözlerden uzak tutulmamalıdır.[70]
Atatürk’ün
baba soyu ile ilgili önemli bilgileri verenlerden birisi de M. Kemal’in
Selanik’te mahalle ve okul arkadaşı, eski Milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer
Bey’dir. Somer’e göre; “Atatürk’ün ataları hakkında benim bildiğim şunlar:
Atatürk’ün ataları Anadolu’dan gelerek Manastır Vilayeti ’nin Debre-i Bala
Sancağı ’na bağlı Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik’in
ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıklıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yarı
adamlardır. Bunların hepsi Yörüktür. Hayvancılıkla geçinirler, sürüleri vardır.
Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların kıyafetleri Anadolu Türkmenlerine
benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de aynıdır”[71]
Atatürk’ün
babasını ve dedesi “Kızıl Hafız Ahmet”i tanıyan Eski Aydın Milletvekili Tahsin
San Bey ve Eski Umumi Müfettiş ve Milletvekili Tahsin Uzer’den Kıhç Ali’nin[72] ve Tahsin San Bey’den E. B.
Şapolyo’nun[73] naklettiği bilgiler de,
Atatürk’ün baba soyunun “Anadolu 'dan Rumeli ’ye geçmiş olan Yürüklerden”
olduğunu göstermektedir.
1448’den
1912 yılına kadar 464 yıl kesintisiz Türk egemenliğinde kalan ve 1912’ye kadar
varlığını “nahiye merkezi” olarak sürdüren Kocacık, günümüzde Yukarı Jupa
Belediyesi’ne bağlıdır. Makedonya’nın batı kesiminde yer alan Kocacık’ın
kuzeyinde Debre, Güneyinde Struga ile Ohri, doğusunda Kırçova, batısında ise
Arnavutluk yer almaktadır. Kocacık matematik konum olarak 41-42 derece kuzey
enlemi (paraleli) ile 20-21 derece doğu boylamı (meridyeni) arasında
bulunmaktadır. Debre’nin güneydoğusunda yer alan Kocacık, denizden 1.080 m.
Yüksekliktedir. Stogova Dağı’nın “Kocacık Yaylası” adı verilen bölümünün batı
eteklerinde kurulmuştur.
Yedi
mahalle ve ondört köyden oluşan Kocacık, kendisine bağlı köylerin dışında,
merkez yerleşim bölgesi olarak; Bireştani, Koçişta ve Novak Köyleri arasında,
kuzey ve kuzeybatı doğrultusunda uzanır. Kocacık merkezinin sınırları kuzeyde
Koçişta Köyü, güneyde Ela (Eğla, Evla) Köyü, güneydoğuda Novak Köyü, batıda ise
Osolnisa Köyü toprakları ile çevrilidir. Kuzeybatısında ise Bireştani Köyü yer
almaktadır.
Takvimler
19 Mayıs 2014 Pazartesi gününü gösterdiğinde Kocacık’ta adeta bayram havası
vardı. O gün önemliydi. Çünkü o gün, yaklaşık onbeş yıldır devam eden bir
mücadelenin sonunda Atatürk’ün Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi’nin Kocacık
Taşlı Mahalledeki, 90’h yılların başında yıkılmış bulunan evinin yerine bir
“Atatürk Anı Evi”nin yapımı gerçekleşmiş; devlet töreni ile açılışı
yapılmıştır.
Ali Rıza
Efendi’nin Babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi, annesi Ayşe Hanım’dır. Kızıl Hafız
Ahmet Efendi’nin Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi isminde bir erkek, bir de
Nimeti Hanım isminde bayan iki kardeşi vardır. Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile
Ayşe Hanım’ın evliliğinden dört çocuk olmuştur: “Mustafa” (bebek iken
beşikten düşerek vefat etti, ismi Kemal Atatürk’e verildi), “Hatice’'
(Selanik Mevlevi Kapu Şeyhi Rıfat Efendi’nin gelini idi), “Nimeti” ve “Ali
Rıza Efendi”. Ali Rıza Efendi’nin annesi Ayşe Hanım, kocasının ölümünden
sonra Halil Efendi ile ikinci bir evlilik yaptı. Bu evlilikten de “Emine” (Rüsumat
Memuru Hacı Haşan ile evli olan Emine Hanım, Zübeyde Hanım’dan 3 ay sonra Nisan
1923’te İstanbul’da vefat etti) isminde bir çocuk olmuştur. Yani Ali Rıza
Efendi’nin dört kardeşi vardı.[74]
Atatürk’ün
baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi tarafından devam etmiş
ve günümüzde kadar ulaşmıştır. Bunun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra
Hanım (doğumu: 1878/79, ölümü: 4 Mayıs 1938)’dan devam eden aile, torunlarla
yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor. Belgelerden Atatürk’ün Müberra Hanım’a
“Yenge” şeklinde hitap ettiğini biliyoruz. Bunların beş çocuğundan birisi olan
Necati Erbatur, 28 Eylül 1927’de Dolmabahçe Sarayı’nda nişanlanmış; diğer
çocukları Vüsat Erbatur’un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütligil’in
nikâhları 2 Ekim 1937’de Park Otel’de yapılmış ve Atatürk bu nikâh törenine
katılmıştır.[75]
Ali Rıza
Efendi’nin hem babası Ahmet’in, hem de amcası Mehmet Emin’in, taşıdıkları
“Hafız” unvanı her ikisinin de dini bilgileri ile öğretmenlik görevlerini
göstermektedir. Yine
her iki
kardeşin de taşıdığı “Efendi” unvanı okur-yazar, eğitimli insanlar olduğuna
işaret etmektedir.
Ali Rıza Efendi’nin Soy Ağacı (Özet)
1 |
Kızıl Hafız Ahmet Efendi +Ayşe Hanım > |
1. Mustafa 2. Hatice 3. Nimeti |
|
4. Ali Rıza Efendi +Zübeyde Hanım > |
1. Fatma (İsmet) 2. Ahmet 3. Ömer 4. Mustafa Kemal 5. Makbule 6. Naciye |
||
Ayşe
Hanım +Halil Efendi > |
5. Emine +Hacı Haşan |
||
2 |
Kızıl
Hafız Mehmet Emin Efendi +Arap Cariye > |
1. Rukiye |
|
+Hanife Hanım > |
2. Salih Efendi (Erbatur) + Faika Hanım > |
l.Zeliha 2. Şevket Hanım 3. Reşit |
|
+ Müberra Hanım (Kerime Molla) > |
4. Nafıa Orcay > 5. Vüsat Erbatur > 6. Zeynep Al tay > 7. Kemal Erbatur > 8. Necati Erbatur > |
||
3 |
Nimeti
Hanım > +? |
1. İsmail Ağa 2. Hatice 3. Fatime > 4. Kâniye > |
Atatürk’ün
babası Ali Rıza Efendi, yeni bulunan bir arşiv belgesine[76]
göre 1841 yılında Selanik’te doğmuştur. Ali Rıza Efendi’nin vefatından yaklaşık
7 sene sonra Zübeyde Hanım’ın eşinden dolayı emekli maaşı bağlanması konusunda
verdiği bir dilekçe üzerine yürütülen “emekli maaşı bağlanması” ile ilgili
işlemler kapsamında hazırlanan belgede Ali Rıza Efendi’nin devlet memuriyetine
girdiğindeki yaşı 29 olarak belirtilmektedir. Aynı belgede Ali Rıza Efendi’nin
îlk görev yeri olan “Aynaroz Rüsumat Kitabeti” görevine başlama tarihi de 3
Mayıs 1870 olarak gösterilmektedir. Bu tarihte 29 yaşında olan Ali Rıza Efendi
1841’de doğmuş olmaktadır. Bu belgeye göre; anlatımlardan kaynaklanan ve
şimdiye kadar bizim de çeşitli çalışmalarımızda kullandığımız “1839” tarihinin
yanlış olduğu ortadadır.[77]
Ali Rıza
Efendi, Selanik’te Abdi Hafız Mektebi’nde okumuş,[78]
Vakıflar îdaresi’ne girmiş ve “Gümrük Memurluğu” görevlerinde bulunmuş ve son
olarak ticaretle meşgul olmuştur.
M. A. Öz’ün
Osmanlı Arşivinde yaptığı çalışmalara göre Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi
1857-1868 yılları arasında Selanik ve çevresinde faaliyet gösteren vakıflardan
Gazi Evranos Beğ Evkafı, Numan Paşa Evkafı ve Yakup Paşa Evkafı’nda “Meclis
Kâtibi” olarak görev yapmıştır.[79]
Ali Rıza
Bey 3 Mayıs 1870 ile 12 Aralık 1880 tarihleri arasında 10 yıl gümrük memurluğu
görevi yapmıştır. 29 yaşında iken Aynaroz Gümrük Kâtipliği ile başlayan devlet
memuriyeti, Papazköprüsü ve Yenişehir Çayağzı’nda devam etmiştir. Emekli Maaşı
Hesap Tezkeresi’ndeki görev dökümüne göre Ali Rıza Bey’in bu üç yerde toplam “7
yıl, 40 ay, 47 gün” “müddet-i memuriyeti” (memuriyet süresi); “53 gün”
“müddet-i mazuliyeti” (görevden alınma süresi) vardır. Bu 10 yıllık sürenin 24,
13, 16 olmak üzere üç defada toplam 53 günü “boşta” kalmıştır.
Dul ve
yetim maaşı bağlanması hakkındaki kararı veren komisyonun çalışmalarına esas
teşkil eden “Mülkiye Tekaüd Sandığı Nezareti Muhasebesi’nden Tanzim Olunan
Hesap Tezkeresi”nin sonunda, “Müteveffa-yı mumaileyhin müddet-i hizmeti on
seneden ibaret olup.. ” denilerek Ali Rıza Efendi’nin memuriyet süresi
tespit edilmiştir.
Kayda geçen
aylık maaşı, 3 Mayıs 1870 - 25 Haziran 1870 tarihlerinde 300, 20 Temmuz 1870 -
Aralık 1874 tarihlerinde 320, 26 Ocak 1875 - 26 Ekim 1875 tarihlerinde 370, 13
Kasım 1875- 12 Eylül 1878 tarihlerinde 690, 13 Eylül 1878 - 12 Kasım 1878
tarihlerinde 600, 13 Kasım 1878 - 12 Mart 1880 tarihlerinde 400 ve 13 Mart 1880
- 12 Aralık 1880 tarihlerinde 320 kuruştur.[80]
Ali Rıza
Efendi’nin on yıllık gümrük muhafaza memurluğu görevinin yaklaşık iki aylık
süresi “Gümrük Katipliği” olarak Aynaroz’da; diğer sürenin tamamı Selanik
yakınlarında, Olimpos Dağı eteklerinde bulunan Katerin Kazası’na bağlı
Papazköprüsü ve Yenişehir Çayağzı’nda idi. Selanik ile bütün civarının ve hatta
İstanbul’un odun ve odun kömürü ihtiyacını temin eden bu bölgede on yıl görev
yaptıktan sonra Rüsumat’tan da ayrılır. Ayrılmasında, bu bölgede asayişin
gittikçe bozulması ve Rum çetelerinin devamlı baskılarla huzuru bozmaları rol
oynamıştır. O yıllarda yeni evli olan Ali Rıza Efendi, eşini bu karışık
ortamdan kurtarmak istemiştir. Onun buradaki görevinin 1870’lerden itibaren
1880 sonu 1881 yılı başına kadar devam ettiği hizmet cetvelinde görülmektedir.
Buna göre Ali Rıza Efendi, evlendiği tarihlerde ve Mustafa Kemal doğduğu
sıralarda Çayağzı’ndaki bu görevde idi. Nitekim Zübeyde Hanım Mustafa Kemal’in
doğduğu günlerden bahsederken, “o zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti
Selanik civarında Çayağzı ’nda idi, bazı geceler eve gelmiyordu’'’ der.[81]
1935
yılında ele geçirilen ve Ali Rıza Efendi’ye ait olduğu tespit edilen bir
fotoğrafla ilgili olarak yapılan araştırmalar sonucu, onun 1876-1877 yıllarında
Selanik’teki “Selanik Asakir-i Milliye Taburu”nda “Birinci Mülazım” (Üsteğmen)
rütbesiyle görev yaptığını öğreniyoruz. “Selanik Asakir-i Milliye Taburu”, 1876
Osmanlı-Sırp Savaşının başladığı günlerde Şura-yı Devlet Başkanı olan Midhat
Paşa’nın teşebbüsleri ile kurulmuş “gönüllü taburlar”dan biridir. Halktan
gönüllülerin iştiraki ile orduya yardımcı olacak böyle bir kuvvetin teşkili
fikrini ön safta destekleyenler arasında Namık Kemal ile Ziya Paşa da vardır.
İlk hareket
İstanbul’da başladıktan sonra, Selanik’te memurlardan ve halktan yazılan
gönüllüler “Millet Askeri” adı altında bir tabur kurmak ve savaşa
hazırlanabilmek için hükümetten silah istemişlerdir. Başarılı bir eğitim yapan
bu taburun İstanbul’a getirilmesinin halkı teşvik edeceği düşünülmüş ve Ali
Rıza Efendi’nin de bulunduğu tabur, Orhaniye Zırhlısı ile 24 Aralık 1876’da
payitahta varmıştır. Büyük törenle karşılanan tabur, Midhat Paşa önünde
resmigeçit yapmış ve Süleymaniye Kışlası’nda misafir edilmiştir. Ali Rıza
Efendi bu taburun ikinci bölüğünde Üsteğmen’dir. Ali Rıza Efendi, Selanik
Islahhane Mahallesi’nde, Emir Bostan’da ve Numan Paşa Camii avlusunda “Asakir-i
Milliye”ye askeri talimler yaptırmıştır. Bu tabur sonradan II. Abdülhamit
tarafından, daha 1877-1878 Osmanh- Rus Harbi’nin sonucu alınmadan
lağvedilmiştir.[82]
Ali Rıza
Efendi’nin subay elbisesi ile arkadaşı Hasip Efendi ile birlikte çektirmiş
olduğu bir fotoğraf, Hasip Efendi’nin gelininin evinde bulunmuş ve 1935’te
Atatürk’e sunulmuştu. Daha o yıllarda birçok kitapta basılan bu fotoğraf için
Atatürk’ün, “6w bizim peder değil" dediği yolunda Falih Rıfkı
Atay’ın belirttiği kuşku, İhsan Sungu’nun konuya ilişkin araştırma ve
soruşturmalarına göre doğru değildir.
Hizmet
cetveline göre Ali Rıza Efendi’nin bu taburun kurulduğu ve görevine devam
ettiği yıllarda yani 13 Kasım 1875, 12 Eylül 1878 tarihleri arasında (2 yıl 10
ay) Papazköprüsü Rüsumat Kitabeti görevinde olduğu anlaşılmaktadır. Taburdaki
görevinin buradan izinli olarak icra edildiği düşünülebilir.
Ali Rıza
Efendi, 1880 yılı sonu, 1881 yılının başı itibarıyla Rüsumat İdaresi’ndeki
görevinden ayrılır. Kereste ticaretine atılır. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve
babasını tanıyan Kütahya Milletvekili Hacı Mehmet Somer’in anlattığına göre Ali
Rıza Efendi’nin kereste ticaretine atılmasında, Çayağzı’nda iken tanıştığı ve
iyi paralar kazandıklarını gördüğü tüccarlar etkili olmuştur. Elindeki bir
miktar parayı koyarak ve Cafer Efendi[83]
ile ortaklık kurarak ticaret hayatına atılan Ali Rıza Efendi, önceleri iyi para
kazanıyordu. Fakat sonradan işleri bozuldu. Buna sebep olan da yine haraç
isteyen “Rum eşkiyalar” idi. Hacı Mehmet Somer bu durumu şu şekilde anlatıyor:
“Ali
Rıza Efendi kereste ticaretine varını yoğunu vermişti. İlk zamanlarda büyük
başarılar gösteren bu teşebbüs, Katerin ’in ezeli belası olan eşkiyaların
hırslarını tahrik etti. Ali Rıza Efendi’yi para göndermesi için tehdit ettiler.
Şayet para göndermezse, kerestelerini yakacaklarını bildirdiler. Bu sebeple
orman mıntıkasına gitmek, işlerini kontrol etmek mümkün olmuyordu, işlenmiş
keresteleri sahile nakletmeğe korkuyordu. Çünkü bu keresteler eşkiyalar için
rehine mahiyetinde idi. Nihayet Ali Rıza Efendi 'den ümit ettikleri para
gelmeyince, bütün keresteleri yaktılar. İşçileri de tehdit ettiler. İşçiler de
dağılıp gittiler. Bunun üzerine Ali Rıza Efendi, yangından mal kaçırır gibi,
mümkün olabileni kurtarmaya çalıştı.
“Buradaki
eşkiyaların hepsi siyasi çetelerdi. 1298 (1883) tarihinde Teselya’nın
Yunanistan’a terkedilmesiyle, Yunan hududu Katerin Kazası ’na ve Olimpos
dağlarına dayanmakta idi. Bütün mesele bundan ileri geliyordu. 1877 Rus
harbinden sonra Makedonya çetelerle dolmuş, artık buralardaki Türklere rahat
kalmamıştır. Bu siyasi çeteler yüzünden Ali Rıza Efendi’nin ticareti de
bozuldu.'1'’ n
Makbule Hanım da, babasının işlerinin Rum eşkiyaların
faaliyetleri sonucunda bozulduğundan bahsettikten sonra onun “tuz ticaretine
başladığını ve mağazasında bulunan tuzların toptan eridiğini, bu işten de ziyan
gördüğünü, tekrar memuriyete geçmek istediğini, bundan da muvaffak olamadığını”
anlatır.[84] [85]
Ali Rıza
Efendi, 1466’larda Konya/Karaman’dan gelerek Vodina (şimdi Edessa) Sancağı’na
bağlı Sarıgöl’e yerleşmiş; sonra Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)’ya
göçmüş, Sofu-zade Feyzullah Efendi ile Ayşe Hanım’ın üç çocuğundan birisi olan
Zübeyde Hanım (1857 - 15 Ocak 1923) ile 1870 veya 1871 yılında evlendi.
Evlendiklerinde 13-14 yaşında bulunan
Zübeyde Hanım,
kızı Makbule Hanım’m anılarındaki anlatımıyla çok güzel bir genç kızdı: ‘'‘'Annemin
gençliği gözümün önünde... Uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü
bir kadın. Çocuklar annelerini öteden beri, dünyanın en güzel kadının olarak
düşünürler. Fakat annem, gerçekten güzeldi..."
Ali Rıza
Efendi, 29-30 yaşında ve Evkaf İdaresi’nde memurdu. Talip olduğu Zübeyde’den
16-17 yaş büyüktü. Kız tarafından özellikle anne Ayşe Hanım, memuriyet dolayısı
ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe başlangıçta itiraz eder.
Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna eder, nikâh kıyılır ve
iki geç evlenirler. Böylece Türk milletine Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan
edecek olan “tarihi evlilik"' gerçekleşmiş olur.
Makbule
Hanım’m anılarında ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu evlilik esasında, Ali
Rıza Efendi’nin rüyasında gördüğü ve beğendiği kıza benzer bir eş araması ile
başlar ve nihayet ablası Mevlevi Kapu Şeyhi’nin gelini olan Hatice Hanım’m
Zübeyde’yi görünce kendisine sevinçle müjdelemesi üzerine gerçekleşir.[86]
Evlendikten
hemen sonra, Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba evine yerleşirler. İlk
evlilik yılları bu evde geçer. Önce bir kızları olur, adını “Fatma
İsmet" (1871/1872- 1875) koyarlar. Bundan sonra da iki erkek çocukları
olacaktır. “Ahmet" (1874-1883) ve “Ömer" (1875-1883).
Bunları “Mustafa" (1881-1938), “Makbule"
(1885-1956) ve “Naciye" (1886-1901) takip edecektir.
Bu mutlu
evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç çocuklarının değişik yıllarda
ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli olmayan iş hayatındaki
aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür. Nihayet, Mustafa’nın
doğumu ve varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali Rıza Efendi’nin
vefatıyla sarsılır.
Memuriyetten
ayrıldıktan sonra giriştiği her ticari faaliyet bu şekilde başarısızlıkla
sonuçlanan Ali Rıza Efendi, bu olaydan çok etkilenmiş ve büyük bir moral
çöküntüsü içinde hayata küsmüş ve ağır hastalığa yakalanmıştır. Zübeyde Hanım
anılarında bu gelişmeleri söyle anlatmaktadır: “Merhumun, son günlerinde
işinin fena gitmesinden çok müteessir oldu. Kendini salıverdi. Daha sonra da
derviş-meşrep bir hal alarak eridi gitti. Kocamın hastalığı büyüdü, artık
yaşamazdı.”[87]
Makbule Hanım’ın ifadelerine göre Ali Rıza Efendi, “işlerinin kötü
gitmesinden çok müteessir oldu... Nihayet barsak veremine tutuldu. Üç sene
hastalık çektikten sonra vefat etti...”*[88] [89] Prof. Dr. Şerafettin
Turan’a göre Ali Rıza Efendi’nin ölüm nedeni “bağırsak enfeksiyonundan
(iltihabı) kaynaklanmış olmalıdır”
Ali Rıza
Efendi’nin ölümü ile ilgili olarak değişik tarihler verilmektedir. Mustafa
Kemal hatıralarında, tarih vermeden “... Şemsi Efendi Mektebi’ne
kaydedildim. Az zaman sonra babam vefat etti.”*2 demektedir. Kız
kardeşi Makbule Hanım ise anılarında, kendisinin doğduğu günlerde (1885),
babasının hastalığının başladığını, işine gidemediğini ve ilk yaşını
doldurduğunda da hastalığın çok ağırlaştığını ve en küçük kız kardeşi Naciye
(doğumu: 1886) kırk günlük iken babasının vefat ettiğini anlatır.[90]
Afet İnan, “Mustafa,
daha ilkokul çağında babadan yetim kalmıştır” derken; Ali Fuat Cebesoy da “babası
öldüğünde Mustafa Kemal’in 9-10yaşlarında olduğunu” yazmaktadır.[91]
Bütün
anılardan elde edilen bilgilere rağmen, Faik Reşit Unat, Ali Rıza Efendi’nin 28
Kasım 1893 tarihinde öldüğünü belirtmektedir. F. R. Unat, belgeyi yayınlamadan
bu tarih ile ilgili olarak, Makbule Hanım’a ilk kocasından ayrıldıktan sonra
babasından aylık bağlanmasına ait dosyadaki belgeleri kaynak göstermektedir.[92]
Yeni
bulunan Zübeyde Hanım ve çocuklara maaş bağlanması ile ilgili “Hesap Tezkeresi”
bütün bu tartışmaları bitirmiştir. Çünkü Ali Rıza Efendi’nin Hizmet Cetveli’nde
yaptığı görevler sayıldıktan sonra “vefatı 11 Mayıs 302” yani “23
Mayıs 1886” tarihi kayıt altına alınmıştır. Aynı tarih, bu çizelgeye göre
Zübeyde Hanım ve çocuklara (Mustafa Kemal, Makbule ve Naciye) maaş bağlanmasını
karara bağlayan heyet yazısında da belirtilmektedir.
Bu durumda
Ali Rıza Efendi 23 Mayıs 1886 tarihinde çok genç sayılabilecek bir yaşta, 45
yaşında vefat etmiştir. Mustafa Kemal babası öldüğü zaman 5/6 yaşındadır.
Faik Reşit
Unat 1964 yılında muhtemelen ya bu maaş belgesini ya da Zübeyde Hanım’ın
konuyla ilgili dilekçesini görmüş olmalıdır. Çünkü yeni bulunan bu belgeye göre
Zübeyde Hanım’ın konuyla ilgili olarak Selanik Vilayeti’ne verdiği dilekçenin
(arzuhal) tarihi 27 Ağustos 1893’tür. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin
ölümünden yaklaşık olarak 7 yıl, 3 ay sonra maaş bağlanması için dilekçe
vermiştir.[93] Kanaatimizce Faik Reşit
Unat’ın dikkatten kaçırdığı husus budur.
Mezarı: Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi
ya da
Sinan Paşa Camii (Rotonda)
Mustafa
Kemal’in “Zâbit ve Kumandanla Hasb-i Hal” eserinde bir vesile ile yazdığı
notlardan (32 sıra numaralı bölüm) anlaşıldığına göre Ali Rıza Efendi,
Selanik’teki Horatacı Sultan (Süleyman) Camisi (bugün Rotonda) haziresine
gömülmüştür. Bu konuda Mustafa Kemal şöyle diyor:
“32. Ve
filhakika bir gün Sireneaik darülharekatından Balkan yangınına koşarken...
Bir gün
Afrika sahilinden vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken...
Bir gün
işittim ki, Vatanım Selanik ve oradaki anam, kardeşim ve bütün akraba ve
taallukatım mahiyetlerini anlatmaya muvaffak olamadığım zevat tarafından
düşmana hibe edilmiştir.
Bir gün
işittim ki, Horatacı Sultan carni-i şerifinin minaresine çan taktırılmış ve
orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında
çiğnetilmiştir.'^
Ali Rıza
Efendi’nin haziresindeki mezarlığa defnedildiği Horatacı (Sultan) Süleyman
Efendi[94] [95]
veya kaynaklarda geçtiği ismiyle Sinan Paşa Camii, bugün Selanik’te Rotonda
ismiyle bilinen kilisedir. Egnetiya Caddesi’nin Kalimeriya yakınında olup,
fiıar girişi önünden de tek ve külahsız minaresiyle görülmektedir. Yapı Roma
döneminde kilise idi. Sultan II. Murat zamanındaki Türk fethinden sonra
Selanik’e çok yakın bir köy olan Horataçlı Şeyh Süleyman Efendi tarafından
buraya bir zaviye kurulmuştu. Yapı bu zaviye ile birlikte bazı eklemelerle çok
sonraları (Sultan III. Murat döneminde) hayır ve hasenat işleri ile tanınan
Vezir Koca Sinan Paşa veya Yemen Fatihi Sinan Paşa (Doğumu: Arnavutluk, 1520-
Ölümü: İstanbul, 4 Nisan 1596) tarafından camiye tahvil edilmiştir. 1912 Balkan
Savaşı sonrasında Selanik elimizden çıkınca yapı tekrar kiliseye
dönüştürülmüştür.
Ali Rıza
Efendi’nin mezarının burada bulunması nedeniyle banisi Sinan Paşa ve bu yapının
tarihi hakkında biraz ayrıntılı bilgi aktarmak istiyoruz:
Kendisine
ait vakfiyelerdeki bilgilere göre 1520’lerde Arnavutluk’ta doğmuş olan Sinan
Paşa, Abdürrahim oğlu Ali adındaki Arnavut bir köylünün çocuğudur. Osmanh
vezirlerinden Ayaş Paşa’nm küçük kardeşi ve Mahmut Paşa’nm ağabeyidir. Mısır,
Şam ve Halep gibi seçkin vilayetlerde valilik yaptıktan sonra vezirliğe
yükselmiştir. Küçük yaşta Osmanh sarayına giren Sinan Paşa, Kanuni Sultan
Süleyman zamanında sarayın “çaşnigirbaşılığf’na kadar yükselmiştir.
Sinan Paşa,
Malatya, Kastamonu, Gazze, Nablus sancak beyliklerinde; Erzurum, Halep ve
1567’de Mısır beylerbeyliğinde bulunmuştur. 1569’da Aden ve Sana’yı alarak
Yemen Fatihi olmuş; 1571’de tekrar Mısır beylerbeyliği görevine getirilmiştir.
1573 yılı Mayısına kadar bu görevde kalmış, daha sonra kubbe vezirliği payesiyle
Divan-ı Hümayun’a gelmiş; 1575’te Tunus’un alınmasındaki başarısından dolayı
dördüncü vezirliğe yükseltilmiştir. 25 Ağustos 1580’de sadrazamlığa getirilmiş;
iki yıl bu görevde kaldıktan sonra Aralık 1582’de, İran Seferi’ndeki
başarısızlığından dolayı azledilmiş ve Malkara’ya gönderilmiştir. Burada dört
yıl kaldıktan sonra 1586’da Şam beylerbeyi olarak atanmıştır. Sadrazam Siyavuş
Paşa’nm azli üzerine Nisan 1588’te ikinci kez sadrazamlık görevine
getirilmiştir. Bu defa iki yıl kadar bu makamda kaldıktan sonra azledilerek
tekrar Malkara’ya gönderilmiştir. Ocak 1593’te üçüncü defa sadrazamlık makamına
getirildiğinde Macaristan Seferi’ne çıkmış ve bu sefer sırasında Uzuncaova’da
cami, han, hamam gibi yapılar yaptırmıştır. 1595 yılında tekrar sadaretten azledilmiş;
kısa bir süre sonra aynı yıl dördüncü defa sadrazam olmuştur. Bu dönem
sadaretinde Eflak Seferi’ne katılmış, yenilginin ardından, yaklaşık üç ay
kaldığı sadaretten azledilmiş; çok kısa süre sonra aynı yıl, beşinci defa
sadrazam olmuştur. Bu son sadareti, 1596 Nisanında ölümü üzerine beş ay kadar
sürmüştür.
Sinan Paşa,
son sadrazamlığı sırasında, Eflak’a sefer hazırlıkları yaparken, Nisan 1596
tarihinde vefat etmiştir. Çarşıkapı civarında, Divanyolu’ndaki Mimar Davut
Ağa’nın eseri olan, medrese ve sebilin de bulunduğu küçük ölçekli külliyesinin
köşesindeki türbesine gömülmüştür. Selânikî Mustafa Efendi, Sinan Paşa’nın
“maraz-ı sû-i kaynede” 16 gün hasta yattıktan sonra 5 aban 1004 H. (4 Nisan
1596) tarihinde, sabaha karşı vefat ettiğini, Ayasofya’da kılınan cenaze
namazından sonra türbesine defnedildiğini, seksen yaşından fazla yaşadığını
yazar.
III. Murat
ve III. Mehmet dönemlerinde sadrazamlık yapan ve beş defa getirildiği sadarette
toplamda yaklaşık sekiz yıl kadar kalan Sinan Paşa, bu görevlerinden önce
önemli askeri başarılara imza atmıştır. Askeri başarılarından en önemlisi ise
kendisinin “Yemen Fatihi” olarak tanınmasını sağlayan Yemen’in fethidir.
Sinan
Paşa’nın birçok eser yaptırdığı bilinmektedir. Yaptırdığı eserler için mülkler
vakfettiği, mevcut vakfiyelerinden anlaşılmaktadır. Cami, imaret, medrese,
mektep, kütüphane, sebil, hamam, han, kervansaray gibi hemen her türde yapı
inşa ettirdiği görülen Sinan Paşa, bu yapıları için oldukça zengin mülkler
bağışlamıştır. Sinan Paşa, Kahire’den Şam’a, Bursa’dan Üsküp’e kadar XVI.
yüzyıl Osmanlı coğrafyasının hemen her tarafında imar faaliyetlerinde
bulunmuştur.[96]
Horatacı (Sultan) Süleyman Efendi ya da
Sinan Paşa Camii (Rotonda)’nin Serüveni
Sinan
Paşa’nın vakıfları arasında Selanik’teki camisinden ve buna ait vakıflarından
bahsedilmektedir. Sinan Paşa’nın Selanik’le ilgili olan 20 Ocak 1596 tarihli
vakfiye bilgilerinden, “Selanik’te bir kiliseyi satın alıp duvarlarını ve
içini yeniden yaptırarak onardığı, camiye tahvil ederek içini döşettiği; ayrıca
camiye gelir getirmesi için burada birtakım mülkler alarak vakfettiği”
anlatılmakla birlikte camiye çevrilen kilisenin hangisi olduğu
belirtilmemiştir. Yapının kiliseden camiye çevrilerek Sinan Paşa tarafindan
tamir ettirildiği ifade edilmiştir. Cami hakkında ulaşılabilen arşiv
belgelerinde, yapıdan “Selanik'te Fatih-i Yemen Gazi Sinan Paşa Camii”
şeklinde bahsedilmektedir. XVIII. ve XIX. yüzyıla tarihlenen belgeler, caminin
görevlileri hakkındadır. Yapılan yazışmalar, yapının bu tarihlerde “Sinan Paşa
Camii” olarak tanındığını, bilindiğini göstermektedir.
Yapı,
taçkapıda kullanılan çini panosuyla Memluk etkili kullanımın Osmanh karşılığı
olarak görülmektedir. Plan şeması Şam’daki Derviş Paşa Camii’yle ve İstanbul
Mihrimah Sultan Camii ile benzerdir.
1324/1906
tarihli Selanik Vilayeti Salnamesi’nde “Selanik şehri eski eserlerinin en
meşhurları” arasında sayılan Horatacı Efendi Camii hakkında şu bilgilere yer
verilmiştir:
“Horatacı
Efendi Cami-i şerifi İsa’nın doğumundan bin sene önce putperestler tarafından
ikemenos olarak isimlendirdikleri mabet namına üzeri açık olarak inşa
olunmuştu. Sonradan bu taraflarda Hıristiyanlığın gelişmesi üzerine mabet
Rumların eline geçerek şerefe tarafına Ayios Yorgios namına kargir bir mahal
üzerine büyük bir kubbe ilave ve inşasıyla kiliseye çevrildi ve içi kalıcı
eserlerden olan nefâis mozaiklerle süslenmişti. Bunun avlusunda yekpare
mermerden üç basamaklı bir kürsi var idi ki sonradan müze-i hümâyuna nakl
olunmuştur. Zikredilen kürsü havarilerden Pavlos Selanik’e geldiği esnada o
zamanın halkına Hıristiyanlığı kabul ettirmek için üzerine çıkıp hitabet
gerçekleştirmiş olmasıyla meşhurdur. Bu mabet fetihte Hıristiyanlara terk
edilmiş ve bir zaman kilise olarak kullanılmıştı. Çok sonraları Horatacı Köyü
halkından ve ileri gelenlerden Şeyh Süleyman Efendi hazretleri zikredilen
kilise bitişiğinde bir zaviye yapmış ve kerametini göstermesiyle 990 hicri
tarihinde Yemen Fatihi Gazi Sinan Paşa merhum tarafından camiye tahvil edilmiş
(dönüştürülmüş) ve Şeyh müşârün-ileyh hazretleri orada defnedilmiştir. Bu
sebeple cami-i şerif de Horatacı Efendi namını almıştır”.
Burada, 990
H. (1582-1583) tarihinde Yemen Fatihi Gazi Sinan Paşa tarafından, o tarihte
kilise olarak kullanılan yapının camiye çevrildiği açık bir şekilde ifade
edilmiştir. XVI. yüzyılda, Âşık Mehmed’in eserinde de camiden söz edilmiş ve
Sinan Paşa tarafından “minber, mihrab ve mahfıl-i müezzinin ve haricinde
minare” ihdası ile camiye çevrildiği belirtilmiştir. Eserde 998 tarihli, Âşık
Mehmed tarafından yazıldığı ifade edilen,
“Dalâl
âsârını mahv itmeğe bu cây-ı âliden
Sinan
Paşa azimet itdü gayet-i maksadı oldı
Bunun
fethine say u himmet itdi Şeyh Hortacı
Tarîk-i
Hak ’da avn-i hadi ile muhtedi oldı
Alındı
emr-i sultani irince kavm-i sa ’dan
Muhammed
ümmeti fethinde Şeyh ’e muktedi oldı
Kılındı
çûn nemaz içinde Aşık didi tarihin
Bu
deyr-i köhne lâ-ek ehl-i İslâm mabedi oldı Sene 998" sekiz satırlık
kitabe metnine de yer verilmiştir. Metnin üç satırı bugün mevcut olan kitabeyle
aynıdır.
Selanik’te
Egnatia Caddesi üzerinde bulunan Sinan Paşa Camii’nin, kiliseden camiye
dönüştürülmüş olan Şeyh Horatacı Süleyman Efendi Camii olduğu anlaşılmaktadır.
Rotonda, Hagios Georgios Kilisesi olarak tanınan yapının, Roma
imparatorlarından Galerius zamanında, saray kompleksinin bir parçası olarak inşa
ettirildiği, bazı araştırmacılara göre Galerius’un mezar yapısı (türbesi)
olduğu; V. yüzyılda doğu yönüne bir apsis ilavesiyle kiliseye çevrildiği, bu
süreçte de kubbesine mozaiklerin yapıldığı bilinmektedir. Oktagonal / merkezi
planlı yapı içten 24,5 metre çapında bir kubbeyle örtülüdür. Selanik’in
fethinden çok sonraları, Horataclı Şeyh Süleyman Efendi bu yapının yanına bir
zaviye yaptırmış ve Sinan Paşa da bu kişinin adına burayı camiye çevirterek bir
minare ilave ettirmiştir.
Yapının
kapısı üzerinde, dilimli iki kartuş içinde yan yana yerleştirilmiş olan dört
satırlık celi sülüs kitabesi bulunmaktadır. Kitabenin metni:
“Bunun fethine say u
himmet etti Şeyh Horatacı Bu deyr-i köhne la-ek ehl-i İslam mabedi oldu Tarîk-i
Hak ’da avn-i hâdi ile muhteda iken
Kılmayla bu mabedde imam-ı muktedâ oldu Sene 999“.
Yapının
camiye çevrildiği tarih hakkında farklı bilgiler vardır. Mevcut kitabede, 999
H. (M. 1590-1591) tarihi verilirken Mehmed Âşık’ın eserinde 998 (M. 1589-1590)
tarihi, Selanik Vilayeti Salnamesi’nde ise 990 (M. 1582-1583) tarihi
verilmiştir. Bugün mevcut olan kitabenin çerçeve ve yazısının XVIII. yüzyılda
değiştirildiği belirtilmiştir.
Cami,
1889’da esaslı bir onarım geçirmiş; Balkan Savaşı sonrası tekrar kilise
olmuştur. Son olarak müze şeklinde düzenlenmiştir. Yapının minaresi camiden
ayrı olarak inşa edilmiştir. Kübik bir kürsü üzerinde yükselen minare yukarı
doru incelen, pahlı silindirik bir formdadır. Selanik’te günümüze ulamış tek
Osmanlı minaresi olan ve kaynaklardaki adıyla Şeyh Horatacı Süleyman Efendi
Camii’nin minaresi de XVI. yüzyılın sonunda Sinan Paşa tarafından eklenmiştir.
Minare, XVIII. yüzyılda kapsamlı bir tamir geçirmiştir.
Depremde
zarar gördüğü anlaşılan cami, 1906 yılında da kapsamlı bir onarım geçirmiştir.
Temmuz 1906 tarihli belgeye göre, “Selanik ’te Koca Sinan Paşa nam-ı diğer
Horatacı Efendi cami-i şerifinin harekat-ı arzdan” zarar gören yerlerinin
tamiri için hazırlanan keşif defterine göre tamiratın 27 bin 449 kuruşa
yapılabileceği belirtilmiş; âsâr-ı atîkadan (eski eserlerden) olduğu beyan
edilen caminin kubbesindeki mozaiklere zarar verilmemesi için gereken özenin
gösterilmesi istenmiştir. Caminin tamire muhtaç olan bazı mahalleri ve
kubbesindeki kıymetli mozaiklerin tamiri için müzeden veya maarif müdürünün de
hazır bulunduğu, “erbâb-ı vukuftan” oluşan bir komisyon marifetiyle, belirlenen
masrafla tamirinin yapılması uygun bulunmuştur.[97]
Horatacı
Camii’nin etrafını evvelce çeviren ve asırlık ağaçlarla kaplı olan geniş
hazirenin bütün mezar taşları ve hatta ağaçları bile yok edilmiştir. İç
kısmında cami olduğu dönemlere ait mihrap, minber ve kürsüden hiçbir iz
kalmamıştır. Halbuki, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde bu caminin iç
süslemelerini tatlı bir dille anlatır.
Ayrıca,
cami avlusundaki güzel bir Türk sanat anıtı olan şadırvan da diğer türbe ve
mezarlar gibi kaldırılmış, yok edilmiştir. Ancak caminin doğu tarafında mihrap
duvarı dibinde, bu caminin bahçesindeki mezarlara ait olduğu tahmin edilen ve
şehrin çeşitli yerlerinden toplanarak burada depo edilmiş ve ters çevrilmiş
beş-on parça Osmanh mezar taşı bulunmaktadır.[98]
Öldüğü
zaman caminin haziresine defnedilen Horatach Şeyh Süleyman Efendi’nin mezarının
üzerine sonradan yapılmış bulunan ve Osmanh döneminde ayakta olan türbe de
tahrip edilmiştir. Bugün için o türbe de yoktur. Sadece bahçedeki şadırvanın
dört sütunu ve aktif olmayan mermer çeşmesi durmaktadır. Balkan Savaşları
sonrasında kiliseye çevrilen yapı, etrafında ve içinde arkeolojik araştırmalar
yapılması için “Bizans Eserleri Müzesi” haline getirilmiştir.[99]
Dünya mirasında
tarihi eserler kapsamında UNESCO tarafından koruma altına alınmış olan Horatacı
Süleyman Efendi Camii veya Rotonda’nm bu haliyle bile son zamanlarda
bakımsızlıktan ve çevresinde yaşanan olumsuzluklardan etkilendiği
belirtilmektedir.[100]
Ali Rıza
Efendi, bir öğretmen çocuğudur ve yıllarca vakıflarda ve gümrüklerde
memurluklar yapmıştır. Bir ara askerlik mesleği ile ilgilenmiş, gönüllü
askerlere talim yaptırmıştır. Selanik’te kurulan “Gönüllüler Taburu'mn
da kurucuları arasında bulunmuştur. Memuriyeti bırakarak, kereste ticaretine
başlayan Ali Rıza Efendi, bu işi sırasında haraç isteyen çetelere boyun
eğmeyerek onlarla çatışmayı göze alabilecek yapıda cesur bir insandı. Yine
işini bırakmak pahasına onların istediği “haracı” vermeyecek kadar da dürüst
bir insandı.
Oğlu
Mustafa’ya “adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çare yoktur”
diyen Ali Rıza Efendi, geniş görüşlü, modem düşünceli, yeniliklere açık aydın
bir insandı. Mustafa’yı Mahalle Mektebi’nden alarak, çağdaş bir eğitim kurumu
olan Şemsi Efendi Okulu’na vermesi de, onun yenilikçi, parlak kişiliğini
göstermektedir.
Ailede
çağdaş değerleri Baba Ali Rıza Efendi temsil etmektedir. Bu yönüyle Mustafa
Kemal üzerinde ilk etkileri yapan insan Baba Ali Rıza Efendi’dir.
ANNE
ZÜBEYDE HANIM
Atatürk’ün beş kardeşi içinde en uzun ömürlüsü Makbule Hanım
(1885-1956) anne soyları hakkında, “annemden sık sık şunları dinlemişimdir”
diyerek şu bilgileri vermektedir: “Bizim esas soyumuz Yörük’tür. Buralara
Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz. Büyükbabam Feyzullah Efendi ’nin büyük
amcası Konya ’ya gitmiş, Mevlevi dergâhına girmiş orada kalmış. Yörüklüğü
tutmuş olacak...”[101]
Mustafa
Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası hakkında, Atatürk’ün babası Ali
Rıza Efendi’yi ve dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi’yi de tanıyan ve doksan
yaşında vefat eden Aydın Milletvekili Tahsin San, şu bilgileri vermiştir: “Atatürk’ün
valdesi Zübeyde Hanım, Sofu-zade ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızıdır. Bunlar
Selanik’te doğmuşlardır. Bu aile bundan 130 sene evvel Sarıgöl’den Selanik’e
gelmişlerdir. Vodina Kaza’sının batısında Sarıgöl Nahiyesi’nde onaltı köyden
ibaret olan bu nahiye ailesi, Makedonya ve Teselya’nın fethinden sonra Konya
civarı ahalisinden Osmanlı Hükümeti’nin sevk ve iskân ettirdiği Türkmenlerdendir.
Son zamanlara kadar beş asır müddet içinde hayat tarzlarını,
kılık-kıyafetlerini değiştirmemişlerdir. ”[102]
Bu konuda
Lord Kinross., kaynak göstermeden şu bilgileri vermektedir: “Zübeyde Hanım,
Bulgar sınırının ötesindeki Slavlar kadar sarışındı: Düzgün beyaz teni, derin
ama berrak, açık mavi gözleri vardır. Ailesi Selanik’in batısında Arnavutluğa
doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden
geliyordu. Burası Türklerin Makedonya’yı ve Teselya’yı almalarından sonra
Anadolu’nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde
Hanım, damarlarındaki ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala
Toros dağlarında özgür yaşayışlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını
taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı.”91
Eldeki
mevcut bilgilere göre Zübeyde Hanım’ın soyu da yine 1466’larda Konya/Karaman
yöresinden Rumeli’ye göçürülen ve o dönemde Vodina Sancağı (şimdi Yunanistan’ın
Edessa şehri)’na bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleştirilen ve geldikleri yörenin
adına izafeten Rumeli’de “Konyarlar” diye bilinen Yörük/Türkmen grubuna
mensuptur. Aile sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)’ya, oradan da
Selanik’e göç etmiştir.
Mevcut
kaynaklardaki bilgilere göre Zübeyde Hanım 1857’de Selanik’te dünyaya gelmiştir.
Fakat kendisi E. B. Şapolyo’ya anlattığı anılarının bir yerinde “... ben dul
kaldığım zaman yirmiyedi yaşında bir tazeydim...”[103] [104] [105] demektedir. Bu
bilgiyi esas alacak olursak; Ali Rıza Bey’in ölümünün kesin olarak 1886’da
gerçekleştiğini bildiğimize göre Zübeyde Hanım’ın doğumu tarihi de 1859 yılı
da olabilir.
Atatürk’ün
annesi Zübeyde Hanım’ın babası “Sofu-zade Feyzullah Efendi” dır. Onun
babası İbrahim Ağa, annesi de Ematullah Hanım’dır. İbrahim
Ağa’nın babası ve Feyzullah Efendi’nin dedesi de Molla Hasan’dır.
Sofu-zade Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir. Feyzullah Efendi’nin ilk
eşinden “Hüseyin Ağa” (M. Kemal’in dayısı) ve “Hatice Hanım” (M.
Kemal’in teyzesi), ikinci eşinden “Zehra” (M. Kemal’in teyzesi)
ve “Haşan Ağa” (M. Kemal’in dayısı), üçüncü eşi olan “Ayşe (Aişe)
Hanım”'la evliliğinden de “Zübeyde Hanım" dünyaya gelmişlerdir.
Atatürk’ün dayısı “Hüseyin Ağa", Lankaza yakınlarındaki ailesi
Karaman’dan bir uç beyi olarak Tikveş’e yerleştirilen Mehmet Ali Efendi’nin
Çalı (Rapla) Çiftliği’nde" kâhya olarak çalışıyordu. Hiç evlenmemiştir.
Atatürk’ün anne soyu diğer dayısı “Haşan Ağa" tarafından devam
ederek günümüze ulaşmıştır. Lankaza’da aşçılık yapan Haşan Ağa’nın, “Abdurrahman
(Aldırma)", “Hatice (Sümer)" (Doğumu: Selanik, 1314 / 1898/1899 -
Ölümü: Bursa, 2002) ve “Münire” isimlerinde üç çocuğu bulunuyordu.
Özetlersek;
Zübeyde Hanım’m büyük dedesi Molla Haşan, dedesi ise İbrahim
^ğu’dır. İbrahim Ağa’nın eşi, yani Zübeyde Hanım’m Babaannesi Ematullah
Hanım’dm. Babası Sofu-zade Feyzullah Efendi, Annesi Ayşe Hanım;
onun annesi de Molla Hanım olarak anılan Emine Hanım idi. Zübeyde
Hanım’m anneannesi Emine Hanım’m Fatma isminde bir kız kardeşi vardı.[106] [107]
[108]
Atatürk’ün
kız kardeşi Makbule Hanım 1948’de yapılan bir söyleşide Dedesi Feyzullah Efendi
ve Dayısı Hüseyin Ağa hakkında şu bilgileri vermiştir: “Annemin babası, yani
büyük babam üç defa evlenmiştir. İlk hanımından dayım Hüseyin Bey dünyaya
gelmiştir. Annemle babamın evlenmelerine vasıta olan da, bu sevgili dayımız
Hüseyin Bey ’dir. Hiç evlenmemiştir. Bütün hayatım aileden kimsesiz kalanların
yetişme ve yetiştirilmelerine adamıştır. Babam Ali Rıza Bey ölüp de, biz öksüz
kalınca imdadımıza yetişen de bu aziz dayımız Hüseyin Bey olmuştur. “Rapla ”
Çiftliği ’ni tutuyordu. Derhal Selanik’e gelerek bizi, yani annemi, ağabeyim
Mustafa ’yı, beni, hemşirem Naciye ’yi ve dadımızı alarak çiftliğe
götürdü."'01
Mustafa
Kemal’in bütün ailesini yakından tanıyan ve çocukluk arkadaşı olan Hacı Mehmet
Somer 1939 yılında yayınlanan anılarında Zübeyde Hanım’ın ailesi hakkında şu
ayrıntılı bilgileri vermektedir: “Zübeyde Hanım’ın Selanik’te bir anası, bir
de Hüseyin Ağa namında bekâr kardeşi vardı. Onların vefatlarından sonra Zübeyde
Hanım ’a intikal eden ev, bize yakın ‘Papaz Ahmet Çeşmesi’’ mahallesinde idi.
Aile aslen Selanik’in Lankaza kazasından gelmiştir. Kaza Merkezi ’nde Zübeyde
Hanım’ın Haşan Ağa namında ikinci bir kardeşi vardı. Haşan Ağa evli olduğu için
hala İzmir ’de bir kızı ve Mudanya 'da da evli bir kızı vardır. Hüseyin Ağa
Mustafa Kemal ’i çok sever, Selanik civarında Çalı Çiftliği Subaşısı olduğundan
yaz mevsiminde Mustafa Kemal’i yanına alır, mektep zamanına kadar çiftlikte
bulundururdu. Gene Zübeyde Hanım’ın bir teyzesi ve onun da çocukları ve
Abdullah namında bir zevci (kocası) vardı.”'02
102 M. Somer, "Çocukluğuna
Dair Bazı Hatıralar”, Ulus Gazetesi, 10. 11. 1939. Dünya, 10. 11. 1954. Bu anılar
yayınlandığı sırada (1939) Mehmet Somer, Belediyeler Bankası İdare Meclisi
Azası’dır. Özel olarak Zübeyde Hanım’ın, genel olarak Atatürk’ün soyu ve
şeceresi hakkında ayrıntılı bilgi için şu eserimize bakınız: Ali Güler, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, Yeditepe
Yayınları, İstanbul, 2013, 1-135 s.
Zübeyde
Hanım’ın Soy Ağacı (Özet)
0 |
Molla Haşan |
|||
1 |
İbrahim Ağa + Emetullah |
1. Sofu-zade Feyzullah Efendi + 1. Eşi ? > |
1. Hüseyin Ağa 2. Hatice Hanım |
|
+ 2. Eşi ? > |
3. Zehra 4. Haşan Ağa > |
|||
+ 3. Ayşe Hanım |
5. Zübeyde Hanım + Ali Rıza Efendi > |
1. Fatma (İsmet) 2. Ahmet 3. Ömer 4. M. Kemal 5. Makbule 6. Naciye |
||
+ Ragıp Bey |
||||
2 |
Hacı Sıtkı |
|||
3 |
Mustafa Ağa + Gülsüm Dudu > |
1. Aluş Ağa + Ayşe Dudu > |
1. Gülsüm Molla > 2. Mustafa Efendi > |
|
+ Emine Molla > |
3. Hacı Şükrü > 4. Zehra Hanım > |
|||
4 |
?> |
1. Nefise Molla > |
1. Ali Bey > 2. Ayşe Molla > |
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım, 1870 veya 1871 yılında
evlendiler. Evlendiğinde 13-14 yaşında bulunan Zübeyde Hanım, kızı Makbule
Hanım’ın anılarındaki anlatımıyla çok güzel bir genç kızdı: “Annemin
gençliği gözümün önünde... Uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü
bir kadın. Çocuklar annelerini öteden beri, dünyanın en güzel kadının olarak düşünürler.
Fakat annem, gerçekten güzeldi...”'m
Ali Rıza
Efendi, 29-30 yaşında ve Evkaf İdaresi’nde memurdu. Talip olduğu Zübeyde’den
16-17 yaş büyüktü. Kız tarafından özellikle anne Ayşe Hanım, memuriyet dolayısı
ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe başlangıçta itiraz eder.
Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna eder, nikâh kıyılır ve
iki geç evlenirler. Böylece Türk milletine Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan
edecek olan “tarihi evlilik” gerçekleşmiş olur.
Makbule
Hanım’m anılarında ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu evlilik esasında, Ali
Rıza Efendi’nin rüyasında gördüğü ve beğendiği kıza benzer bir eş araması ile
başlar ve nihayet ablası Mevlevi Kapu Şeyhi’nin gelini olan Hatice Hanım’m
Zübeyde’yi görünce kendisine sevinçle müjdelemesi üzerine gerçekleşir.[109] [110]
Evlendikten
hemen sonra, Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba evine yerleşirler. İlk
evlilik yılları bu evde geçer. Önce bir kızları olur, adını “Fatma İsmet”
(1871/1872- 1875) koyarlar. Bundan sonra da iki erkek çocukları olacaktır. “Ahmet”
(1874-1883) ve “Ömer” (1875-1883). Bunları “Mustafa”
(1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve “Naciye” (1886-1901) takip
edecektir.
Bu mutlu
evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç çocuklarının değişik yıllarda
ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli olmayan iş hayatındaki
aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür. Nihayet, Mustafa’nın
doğumu ve varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali Rıza Efendi’nin
vefatıyla sarsılır.
Ali Rıza
Efendi öldüğünde (1886) 29 yaşında ve üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım için
kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Rapla Çiftliği sığınacak bir
liman olur. Hüseyin Efendi, eniştesinin ölümü haberini alınca Selanik’e. kız
kardeşi Zübeyde’nin evine gelir. Onu ve çocukları ile birlikte, hayatın bu zor şartları içinde bırakamaz ve kız kardeşi
Zübeyde’ye, “Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren ben oldum. Bundan sonra
size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim” diyerek, aileyi yanına
alıp Rapla Çiftliği’ne götürür.[111]
İkinci Evliliği: Ragıp Bey Kim?
Genç yaşta
üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa’yı Askeri Rüştiye’ye
verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor günler yaşamaya başlar.
Mustafa’nın doğduğu üç katlı evden hemen yanındaki daha küçük bir eve
taşınmışlardır. Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan 120 kuruşluk maaş[112] ailenin geçimini sağlamaktan
çok uzaktır. O sıralarda, Yunanistan’a terkedilen Teselya’nın merkezi Larisa
(Yenişehir)’dan göç edenlerden Reji (Tekel) İdaresi memurlarından Ragıp Efendi,
kendisine talip olur.
Ragıp
Efendi de eşi Afet Hanım’ı kaybetmiş dört çocuklu (bazı yerlerde üç) bir
duldur. Diğer çocukları dağılmış, evde küçük kızı Rukiye (Ruhiye) ile birlikte
yaşamaktadır. Zübeyde Hanım’la aynı sokakta oturmaktadırlar. Zübeyde Hanım’ı
birkaç kez görmüş beğenmiştir. Evlenmek için haber gönderir. Zübeyde Hanım, hem
Ali Rıza Efendi hem de kendisi tarafından akrabaları olan Kılıçoğlu Hakkı
Bey’in kayınpederi Selanik Mevlevi Şeyhi Rıfat Efendi tarafından Ragıp Efendi
ile evlendirilir. Varlıklı bir kimse olmasına rağmen, Ragıp Efendi Zübeyde
Hanım’ın evine gelerek yerleşir. Şüphesiz, evin en büyük erkek evladı olarak
Mustafa bu evliliği onaylamaz ve evi terk ederek, Horhor (Horhorsu)
Mahallesi’nde oturan öz halası Emine Hanım’ın evine yerleşir. Manastır îdadisi’ne
gidinceye kadar da eve nadiren
~ 107
uğrar.
Ragıp Bey
esasında çok kibar ve iyi kalpli bir insandır. Mustafa Kemal, yıllar sonra
Afetinan’a üvey babası ile ilgili olarak şunları söyleyecektir:
“Annem
babamı kaybettiği zaman genç bir kadındı. Onun ölümünden sonra asıl oturduğumuz
pembe evden çıkmış küçük eve girmiştik. Ben bir müddet için dayılarımın yanında
kalıyordum. Fakat babamın yerine bir başkasının geleceğini bana belli ediyorlar
ve beni duygu olarak hazırlıyorlardı. Bir gün dayımla o küçük eve gittik. Annem
yeni bir elbise giymiş, beni güler yüzle karşıladı, içeride yabancı bir bey
oturuyordu. Annem de onun yanında eskiden âdet olduğu gibi kapanmadan
geziyordu. Durumu anladım.
Fakat
babamın yerine gördüğüm bu adama tahammül edemeyecektim. Baktım duvarda babamın
palası asılı. İçimden gelen bir hisle ona sarılmak ve hiç kabahati, kusuru
olmayan bu beye saldırmak istedim. Fakat derhal bir şeyler söylemeden oradan
koşarcasına kaçtım. Bundan sonra aylarca anamı görmedim.
Fakat
sonradan o asil beyle dost oldum. Bana iyi bir eğitici oldu. Anamın da geç
yaşında böyle bir aile bağı yapmış olmasını takdir ettim. Ancak çocukluk duygum
benim babamı kaybetmiş olmama karşı bir isyandan ibaretti
Mustafa
Kemal, Ali Fuat Cebesoy’a da Ragıp Efendi ile ilgili olarak, “Bana karşı çok
saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik ve kibar insandı."
demiştir.[113] [114]
[115] Mehmet Somer de bu konuda “tali
ve âli tahsili devrinde üvey pederi Ragıp Bey Mustafa Kemal’e çok samimi
davranmış olduğundan, Mustafa Kemal sonraları Ragıp Bey’e hürmet eder
olmuştu..." demektedir.[116]
Nitekim
1911’de Trablusgarp’a giderken hastalığı nedeniyle İskenderiye’de bir müddet
kalan Mustafa Kemal oradan arkadaşı Salih (Bozok)’e yazdığı bir mektupta üvey
babası Ragıp Bey’e olan hürmetini ifade etmiştir: “(...) Birkaç gün sonra
tekrar yola çıkacağım. Senin ve benim validelerimizin ellerinden, hemşiremin
gözlerinden öperim. Ragıp Bey ’in ellerinden. Hakkı’ya (üvey kardeşi, Ragıp
Bey’in oğlu) selam. Bilcümle arkadaşlara selam.”[117]
Ragıp Bey,
kaynaklara göre Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918) Selanik’te vefat etmiş;
bazı kaynaklara göre de Çanakkale Savaşları’nda (1915-1916) şehit düşmüştür.
Fakat yukarıda da değinildiği gibi, Zübeyde Hanım ve Makbule’nin 1915 yıh Mart
ayında İstanbul’a göç ettiğini[118] [119]
biliyoruz. Ragıp Bey’in onlarla İstanbul’a geldiğine dair bir bilgi
bulunmamaktadır. Bu nedenle Ragıp Bey, muhtemelen Balkan Savaşları sırasında
veyahut sonrasında vefat etmiş olmalıdır.
M. Kemal’in
ailesini yakından tanıyan Mehmet Somer de anılarında bu tespiti
doğrulamaktadır. O şöyle diyor: “ Umumi Harp ’ten biraz evvel muvakkat bir
zaman için İstanbul ’a gelen ana (Zübeyde Hanım) ve hemşiresi (Makbule Hanım),
harbin patlaması ile artık Selanik’e gidememişlerdir. Ragıp Bey Selanik ’te
kaldı vefat etti. Kendisinin Zübeyde Hanım ’dan çocuğu yoktur. Başka
familyasından kız ve erkek çocukları olduğunu hatırlıyorum..”1^
Bu evlilik
acaba hangi tarihlerde gerçekleşmiştir? Yeni bulunan belgeye göre Ali Rıza
Efendi 23 Mayıs 1886’da hayatını kaybetmiştir. Mustafa Kemal (kendi anlatımına
göre) Şemsi Efendi Mektebi’ne henüz başlamıştır. Zübeyde Hanım’ın maaş
bağlanması hakkındaki dilekçesinin tarihi 27 Ağustos 1893 yani vefat tarihinden
yaklaşık 7 yıl 3 ay sonradır. Bu müracaat üzerine yapılan incelemeden sonra 20
Şubat 1894’te Mülkiye Tekaüd Dairesi Heyeti kararı ile o tarihte hayatta
bulunan çocuklar Mustafa, Makbule, Naciye ve Anne Zübeyde’ye her birine 30’ar
kuruş olmak üzere toplam 120 kuruş maaş bağlanmıştır. Karara göre erkek çocuk
Mustafa’nın maaşı 20 yaşını tamamladığında veya bir vazife aldığında; kız
çocuklar ile Zübeyde Hanım’ın maaşları da evlendiklerinde kesilecektir."4
Aşağıda
kendisinden biraz ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz Ragıp Bey’in kızı Rukiye
(Ruhiye) Hanım’ın torunu Ferhat Babür bir söyleşide bu evliliğin 1889 yılında
Mustafa Kemal 8 yaşında iken gerçekleştiğini anlatmıştır.[120]
[121]
Hıfzı Topuz
Ragıp Bey’in yeğeni Fikriye Hanım’ı anlattığı kitabında Ali Rıza Efendi’nin
ölümünü anlatırken, “iki yıl sonra (Şemdi Efendi Okulu ’na gidişinden
bahsediyor A. G.) Mustafa babasını yitirdi. Rıza Efendi daha 50'sine yeni
girmişti. Mustafa 7, Makbule 3 yaşındaydı, Naciye ise 40 günlüktü. ”[122]
Demektedir. Yine H. Topuz, Zübeyde Hanım’ın Ragıp Bey’den evlilik
teklifi aldığı sıradaki durumunu şu şekilde anlatıyor: "... Mustafa
artık 12 yaşında, çalışkan ve disiplinli bir ortaokul öğrencisiydi... O
sıralarda, Zübeyde Hanım’ın yaşamında yepyeni bir olay çıktı. Eşi Ali Rıza Bey
öleli beş yıl oluyordu. Mustafa yatılı okulda okuduğu için (Selanik Askeri
Rüştiyesi’ni kastediyor A. G.) eve ancak hafta sonları geliyor ve Zübeyde
Hanım iki kızıyla evde yalnız kalıyordu. Daha 36 yaşındaydı, genç
sayılırdı..." H. Topuz bu bölümün devamında, “Mustafa Kemal
annesinin evlenmesinden üç yıl sonra Selanik Askeri Rüştiyesi’ni bitirerek 1896’da
Manastır Askeri İdadisi’ne girdi...” demektedir.[123]
Bütün bu
anlatımlardan ve tespitlerinden anlaşılmaktadır ki, Hıfzı Topuz Ali Rıza
Efendi’nin ölümünü 1888, Zübeyde Hanım’ın Ragıp Bey ile yaptığı ikinci evliliği
de 1893 olarak göstermektedir.
Mevcut
bilgi ve belgelere göre bu tespitlerin doğru olma ihtimali zayıftır. Zübeyde
Hanım ile Ragıp Bey’in evlilikleri muhtemelen 1896-1899 tarihleri arasında
gerçekleşmiş olmalıdır. Çünkü hemen bütün anlatımlarda bu evliliğe itiraz eden
Mustafa Kemal’in Ragıp Bey ile ilişkilerinin Manastır Askeri Lisesi’nde iken
düzeldiği anlatıldığına göre Mustafa Kemal’in Askeri Lise eğitim tarihlerini
esas almamız gerekmektedir. Şüphesiz bu tarihten sonra Zübeyde Hanım’a bağlanan
30 kuruşluk maaşın kesildiği düşünülebilir. Mustafa Kemal bu evlilik tarihinde
muhtemelen 15/18 yaşlarındadır.
Yunanistan’a
bırakılan Teselya’daki Yenişehir’den Selanik’e gelirken bütün taşınmaz
mallarını orada bırakarak yola çıkan ve yolda da yanlarına aldıkları bütün
değerli eşyalarını ve paraların Yunanlı çetelere kaptıran Ragıp Bey ve kardeşi
A. Memduh Hayrettin Bey’leri Selanik’te zor günler beklemekteydi. A. Memduh
Bey, ellerinde kalan iki öküzle arabaları satarak çoluk çocuk Selanik’te bir ev
kiralayarak oraya yerleştiler. Gelenler arasında Memduh Bey, Eşi Vasfıye Hanım,
oğulları Ali Enver ve kızları Melahat; Ragıp Bey, Eşi Afet Hanım ve çocukları
vardı. Memduh Bey Hicaz’da defterdar olan diğer kardeşine bir telgraf çekerek
biraz para istemek zorunda kaldı. Bir süre sonra Memduh Bey bir gaz bayiliği
işi buldu. Ragıp Bey ise Reji İdaresi yani Tekel İdaresi’nde “kolculuk” yani
bir tür “koruculuk” işine girdi. Gaz bayiliği işinden sıkılan ve aklı fikri hep
İstanbul’a gitmekte olan A. Memduh Hayrettin Bey ailesiyle birlikte 1894’te
Selanik’ten İstanbul’a taşındı ve Akbıyık semtinde Kazasker Molla’nm konağına
yerleşti.[124]
1896/97
(1313) doğumlu olan ve 1913 yılında 16 yaşında iken tanıdığı; “Ağabey”
diye hitap ettiği M. Kemal’e sonradan delice âşık olan ve bu yüzden de intihar
eden Fikriye Hanım da Ragıp Bey’in kardeşi A. Memduh Hayrettin Bey’in dört
çocuğundan birisi idi. Yani Fikriye, Ragıp Bey’in yeğeni idi. Hüsamettin Bey’in
diğer çocuklarının adları da Enver, Melahat ve Jülide idi.[125]
Fikriye’nin ailesi Soyadı Kanunu çıktıktan sonra (1934) “Özdinçer” soyadını
almışlardır.
Memduh Bey
İstanbul’a geldikten birkaç yıl sonra eşi Vasfiye Hanım Fikriye’yi doğurmuştu.
Mustafa Kemal İstanbul’a Harp Okulu’na geldiği yıllarda (1899) Akbıyıkta’ki eve
gelip giderken Fikriye ayak altında dolaşan ufak bir çocuktu. Mustafa Kemal
Harp Okulu ve Harp Akademisi’ni bitirene kadar Memduh Beylere gidip geldi.
Akademi son sınıftayken (1904) Memduh Bey bir damar hastalığından öldü. Aile
çoluk çocuk perişan oldu. Mustafa Kemal de üvey amcasının ölümüne çok üzüldü ve
kendisine hep kucak açmış olan bu insanlarla ilişkilerini sürdürmeye karar
verdi. Ali Enver’le zaten görüşüyorlardı. Fikriye o yıl yedi yaşındaydı.
Ailenin en küçük çocuğu Jülide ise dört yaşındaydı. Mustafa Kemal, sonraki
yıllarda da aileyle iyi ilişkilerini sürdürmüştür. îki aile Zübeyde Hanım ve
Makbule İstanbul’a geldikten sonra da görüşmeye devam etmiştir.
Selanik’ten
memnun olan ve burada bir süre sonra eşi Afet Hanım’ı kaybeden Ragıp Bey’in ise
dört çocuğu vardı: Bir oğlu Süreyya Bey (Toyran), diğeri şimendifer memuru
Hakkı Bey’dir. Bir kızı Fitnat,[126] diğer kızı Rukiye
(Ruhiye)’dir.[127] Fuat Bulca akrabalarıdır.
Mustafa Kemal, gerek üvey kardeşleri gerekse Ragıp Bey’in kardeşi Memduh
Hayrettin Bey ve onun ailesiyle iyi ilişkilerini sürdürmüştür. Üvey
kardeşlerinden Süreyya subay olmuş, fakat Arnavutluk’ta şehit düşmüştü.[128]
Atatürk’ün
üvey babası Ragıp Bey’in dört çocuğundan biri olan Rukiye (Ruhiye) ve aile
hakkında aşağıdaki bilgileri torun Ferhat Babür’ün anneannesinden dinlediği
şekliyle sizlerle paylaşacağız. Türkiye'nin ilk atom mühendislerinden, söyleşi
yapıldığı tarihte 75 yaşında bulunan Ferhat Babür, İzmir'de doğmuş, daha sonra
ailesiyle birlikte İstanbul'a yerleşmiş. Onlarla birlikte yaşayan anneannesi
1880 doğumlu Ruhiye Hanım 1943'te 63 yaşında vefat etmiş. Ferhat Babür şunları
anlatıyor:
“...
Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey, eşi Afet Hanım’ın genç yaşta ölümüyle 3
çocuğuyla dul kalıyor. Çocukları Süreyya, Hakkı ve Ruhiye. Anneannem Ruhiye en
küçük kardeş. (Bazı kayıtlarda Rukiye diye geçse de anneannemin adı
Ruhiye'dir.) Anneannemin babası, eşi öldükten sonra bir yıl bekâr kalıyor.
Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey ölüp Zübeyde Hanım dul kalınca 1889 yılında
kendisi gibi dul olan Ragıp Bey'le evleniyor...
Anneannem
Ahmet Fevzi Bey ile evliydi. Dedem Anadolu Ajansı'nda memur olan Arnavut asıllı
bir beydi. Tek çocuğu benim annemdi, ona da kendi annesinin ismini vermiş:
Afet. Biz iki kardeşiz, ağabeyimin ismi de Mehmet Süreyya...
Zübeyde
Hanım, ikinci kez evlenince Selanik'te, Atatürk'ün ‘doğduğu ev’ denilen,
hâlbuki doğduğu değil 8 yaşından itibaren büyüdüğü ve subay çıkıncaya kadar
gelip kaldığı Ragıp Bey’in evine geliyor. Zübeyde Hanım, kendi çocuklarına
biraz daha fazla özen gösterirmiş. Anneannemin ağabeyi Hakkı, Zübeyde Hanım'ı
hiç sevememiş.
Ragıp
Bey ’in en büyük oğlu Süreyya Bey, babası Zübeyde Hanım 'la evlendiğinde
subaymış. Atatürk ona özenmiş. Süreyya Bey de onu alıp askeri okula yazdırmış.
Süreyya Bey, iddiaya göre Atatürk'e bir de bıçak hediye etmiş, ğerektiği zaman
bunu kullanabilirsin ’ demiş.
Anneannemin
diğer ağabeyi Hakkı Bey, Selanik’ten tek başına İstanbul’a gelmiş. Anneannemle
bir kez buluşmuştu. O yıllarda demiryollarında kondüktördü. Daha sonra
kendisinden haber alamadık.
Anneannemin
anlattığına göre Atatürk küçükken çok sessiz, kendi halinde bir çocukmuş.
Böylesine sakin bir çocuğun ilerde Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirerek bu kadar
büyük başarı sağlamasına anneannem çok şaşırırdı. ‘Yaptıklarını izlerken onunla
daima iftihar ediyorduk, ama çocukken böyle olacağı hiç kimsenin aklına
gelmezdi ’ derdi.
Atatürk’ün
üvey babası ve kardeşleriyle arası çok iyiymiş. Zaten böyle olmasa Süreyya Bey
de onu askeri okula yerleştirir mi? Anneannem de Atatürk'ü çok sevdiğini
söylerdi...
Zübeyde
Hanım vefat ettikten sonra Atatürk annemi buldurup evlenip evlenmediğini,
çocuğu olup olmadığını sormuş. Valiyi çağırmış ve ‘Ruhiye Hanım'a Yunanlılardan
kalan bir evi verin ’ demiş. İzmir ’de anneanneme ait bir ev vardı. Biz
İstanbul ’a gelirken bu ev satılmıştı.
1935’te
sünnet olduğumuzda, Atatürk’le kan bağı olan ve en yakın arkadaşı Fuat Bulca
’ya anneannem haber vermek için telgraf çekmiş. O zamanın parasıyla 100’er bin
lira (100’er lira olmalı A.G.) göndermişler. Biz anneannemle sık sık İstanbul’a
gelirdik ve Fuat Bulca’yı da her gelişimizde görürdük. Son gelişimizde 1938
Eylül'üydü. Fuat Bulca o dönemde hem Rize milletvekili, hem de Türk Hava Kurumu
’nun Genel Başkanı, Iş Bankası ve Şeker Fabrikaları Genel Müdürü ’ydü. Biz
İstanbul ’a geldiğimizde Fuat Bulca, anneannemi Dolmabahçe ’ye hasta olan
Atatürk'ün yanına götürmek istedi. Anneannem de ‘Sağlığında göremedim şimdi
hastayken gidemem ’ dedi. Fuat Bulca ‘Niye gitmiyorsun, bak torunların
ilkokulda, babalarının durumu iyi değil. Bunlar ilerde nasıl okuyacak? Gidersen
Atatürk hatırlayıp bir şey bırakabilir' dedi. Anneannem ‘ben sağlığında hiç
aramamışım, şimdi hiç gitmem ’ dedi. Anneannem gayet sakin, ılımlı bir insandı,
ama çok gururluydu. Fuat Bulca ’nın dediğini yapıp Atatürk’ü ziyaret etseydi
belki ona vasiyetinde bir şeyler birakabilirdi... ”[129]
Atatürk’ün
annesi Zübeyde Hanım, 1857’de Lankaza’da doğmuş, çocukluğu ve ilk gençlik
yılları burada ailesi ile birlikte geçmiştir.
Zübeyde
Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu gibi, güçlü bir iradeye de
sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama okuma yazmayı öğrenmişti. Annesine
“Molla Hanım” denildiği gibi, kendilerine de “Zübeyde Molla” deniyordu. Bu
“bilge” kişiliğini ifade eden bir lakaptı. Muhafazakâr, geleneklerine bağlı bir
kadındı.
Zübeyde
Hanım’ın bir Aralık 1905’te Harp Akademisi’ni bitirerek Kurmay Yüzbaşı olan ve
kısa bir süre hapse atılan Mustafa Kemal’i görmek için üç beş günlüğüne
İstanbul’a gittiğini ve buradan Şam’a gidecek oğlunu Sirkeci’den uğurladığını
biliyoruz. Bu olayı sonradan, annesinin mezarı başında 27 Ocak 1923’te duygulu
bir konuşma yapan Mustafa Kemal Paşa anlatacaktır.
Balkan
Savaşları’nın sonuna kadar Selanik’te ikamet eden Zübeyde Hanım, Mustafa
Kemal’in burada 1906’da arkadaşları ile birlikte Şam’a kurduğu “Vatan ve
Hürriyet Cemiyeti”nin bir şubesini açma girişimlerini yaptığı sıralarda oğluna
inanmış ve değerli telkinleri ile ona yardımcı olmuştur.
Mustafa
Kemal Paşa’nın İzmir Karşıyaka’da annesinin mezarı başında 27 Ocak 1923 günü
yaptığı konuşmadan Zübeyde Hanım’ın 1905’te Mustafa Kemal’i ziyaret için
İstanbul’a geldiğini üreniyoruz. Bilindiği gibi Mustafa Kemal 11 Ocak 1905 (29
Kanunuevvel 1320) Çarşamba günü Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile Harp Akademisi’nden
mezun olmuş ve Şam’a atanmıştır: ''Erkân-ı harbiye yüzbaşılığı (kurmay
yüzbaşı olarak) ile mektepten neşet ederek (çıkarak / mezun olarak) sunuf-ı
selasede (üç sınıfta: Piyade, Top ve Süvari) bölük idare ve kumanda etmek üzere
atik (eski) 5’inci Ordu’ya (5’inci Ordu 30’uncu Süvari Alayı’na) memur
buyrulmuştur (görevlendirilmiştir.)"’[130] [131]^
Mustafa
Kemal, Harp Akademisinden mezun olduğu sırada bir olaydan dolayı cezaevine
girmişti. İşte oğlunu merak eden Zübeyde Hanım oğlu cezaevinden çıktıktan sonra
onu görmek için İstanbul’a geldi. Zübeyde Hanım İstanbul’da üç beş gün oğluyla
görüşmüş, hasret gidermiş ve oğlunu Suriye/Şam’a görev yerine uğurlamış, tekrar
Selanik’e dönmüştür. Mustafa Kemal Paşa annesinin mezarı başında yaptığı o ünlü
konuşmasında bu konuda şunları söylemiştir: “1320 (1905) tarihinde mektepten
henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu
adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve baskı
idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annemin, bundan ancak
hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu.
İstanbul ’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü
tekrar baskı idaresinin casusları, cellâtları ikametgâhımızı sarmış ve beni
alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben, sürgün yerime
götürecek vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenen annem gözyaşlarıyla
Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu.”[132]
Şüphesiz
Zübeyde Hanım’m Selanik’ten İstanbul’a esas gelişi Balkan Savaşlarından sonra
olacaktır. Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız dışında kalması,
Yunanlıların eline geçmesi üzerine yurtlarından ayrılan on binlerce göçmen Türk
gibi Zübeyde Hanım ve kızı Makbule Hanım da İstanbul’a gelmişlerdir. Zübeyde
Hanım ve Makbule’nin 1914’de henüz Selanik’te bulundukları Sayın Murat Bardakçı
tarafından yayınlanan Atatürk’e ait bir mektuptaki bilgilerle doğrulanmaktadır:
Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe olarak bulunduğu sırada İttihat ve
Terakki’nin güçlü adamı Cemal Paşa’ya 17 Ocak 1914 tarihli bir mektup
yazmıştır. Yarbay Mustafa Kemal mektubunda aylığının zamanında gelmediğinden
şikâyet ediyor, hakkı olduğu halde albaylığa terfi ettirilmemiş olmasından
yakınıyor ve annesi ile kız kardeşinin ve eniştesinin geçim sıkıntıları
hakkında şunları söylüyor: “... Selanik’te valide ve hemşire çırpınıyor,
İstanbul’da enişte sefil sürünüyor...”[133]
Zübeyde
Hanım ve Makbule’nin İstanbul’a geliş tarihleri bir çalışmada Mart 1915 olarak
tespit edilmiştir.[134] Mustafa Kemal’in
Çanakkale’den Sofya’daki Osmanlı Elçiliği’ne gönderdiği bir telgraftan Annesi
Zübeyde Hanım’ın, telgrafın gönderildiği tarihte yani 23 Mart 1915’te
İstanbul’a gelmek için seyahat etmekte olduğu anlaşılmaktadır. O, Sofya’daki
Türkiye Orta Elçiliği’nden “İstanbul’a seyahat eden annesinin aranması için
Dedeağaç Konsolosluğu’na emir verilmesini’'’ istemektedir. Mustafa
Kemal’in, “Dedeağaç’dan mektubunu aldığımdan orada olduğunu zannediyorum”
şeklindeki ifadesinden; Zübeyde Hanım’ın Dedeağaç’tan Çanakkale’deki oğluna bir
mektup yazdığını da anlıyoruz.[135]
Mustafa
Kemal İstanbul’a gelen annesi ve kız kardeşini bir odaya yerleştirdi ve onların
koruyuculuğunu üstlendi. Kısa süre sonra diğer göçmenler gibi Zübeyde Hanım ve
Makbule Hanım’a göçmenler için yapılan evlerden biri tahsis edildi. İstanbul’da
Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76 numaralı eve yerleştiler. Kızı ile birlikte
İstanbul’da yeni fakat sıkıntılı bir hayata başladılar.
Elimizdeki
bilgilere göre, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Selanik’te öldüğü”
söylenen Ragıp Bey’in, bu göç olayından az önce vefat etmiş olması gerekir.
Çünkü yaşıyorsa onun da aileyle birlikte İstanbul’a gelmesi gerekirdi.
Atatürk’ün
Üvey Babası Ragıp Bey’in kızı Rukiye (Ruhiye)’nin oğlu Ferhat Babür Zübeyde
Hanım’ın Selanik’ten İstanbul’a gelişi ve Ragıp Bey’in durumu konusunda şu
bilgileri veriyor:
“Atatürk,
Selanik’ten ayrıldıktan sonra Lozan Mübadelesi ortaya çıkmış. Bu arada Ragıp
Bey, Zübeyde Hanım'dan ayrılmış. Ayrıldıktan sonra zor durumda kalmaması için
‘sen Türkiye'ye git, Makbule ve Ruhiye’yi de yanına al’ demiş. Hakkı, onlarla
gitmeyi kabul etmemiş. Yalnız gitmek istemiş. Ragıp Bey de Selanik’te kalmayı
tercih etmiş. Lozan Mübadelesi’ne göre herhangi birinin orada kalma hakkı yoktu
artık.
Zübeyde
Hanım, anneannem ve Makbule Hanım, Selanik'ten ayrıldıktan sonra önce
İstanbul’a gelip buradan İzmir’e geçiyorlar. Yanlarında tapu da getirmedikleri
için mübadelede hiçbir şey alamıyorlar. Zübeyde Hanım Karşıyaka ’ya yerleşiyor.
Makbule Hanım daha sonra İzmir ’den tekrar İstanbul’a gelmiş. Ben çocukken
Konak’ta oturuyorduk. Hemen her hafta bize Zübeyde Hanım ’in kardeşi Emine
Hanım ziyarete gelirdi...”[136]
Ferhat Bey
(anılarında sık sık yaptığı gibi) bu konuda da bazı yanlışlara düşmektedir.
Ailenin Selanik’ten ayrılışı ile Lozan Mübadelesi’nin bir ilişkisi yoktur.
İstanbul’a gelen Zübeyde Hanım’ın buradan İzmir’e giderek daha sonra tekrar
İstanbul’a gelmesi söz konusu değildir. Karşıyaka’ya gidişi ölümünden hemen
öncedir. O süreç aşağıda anlatılacaktır. Emine Hanım Zübeyde Hanım’ın değil Ali
Rıza Efendi’nin kardeşidir. Yani Atatürk’ün halası, Zübeyde Hanım’ın
“görümcesi”dir. Fakat İstanbul’a Zübeyde Hanım’la geldiğini ve sık sık
görüştüğünü ve hatta Atatürk’ün maaşından ona aylık olarak yardım ettiğini
biliyoruz.
Ferhat
Bey’in anılarının bu bölümünden öğrendiğimiz önemli bir bilgi 1915’te Ragıp
Bey’in Selanik’te kaldığı, aile ile İstanbul’a gelmediği bilgisidir.
Mustafa
Kemal Paşa, Yedinci Ordu Komutanı olarak Filistin’in güneyinde, Sina
Cephesi’nde İngilizlere karşı çarpışırken, Müttefik Alman Orduları Komutanı
Falkenhayn’la arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu, görevinden istifa etmiş ve
Halep’e gitmişti. Burada ciddi bir “sarılık” hastalığı geçiren oğlunu merak
eden Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in üç yaşında iken evlatlık olarak alıp,
yetiştirmesi için annesinin yanına bıraktığı Abdürrahim (Tunçak)’i de alarak
Halep’e gitmiş ve “kör olduğu”ndan korktuğu Mustafa Kemal’i ziyaret etmiş,
tekrar İstanbul’a dönmüştür.[137]
Mustafa
Kemal Paşa, 13 Kasım 1918’de Suriye cephesinden ayrılarak İstanbul’a gelmiştir.
Doğruca annesinin evine giden Mustafa Kemal Paşa, onun boynuna sarılarak elini
öpmüş ve kız kardeşi ile kucaklaşarak hasret gidermiştir. Hayatı boyunca çok az
bir araya gelebilen aile için mutlu buluşmaydı bu.
İstanbul’a
gelişinde birkaç gün Pera Palas Oteli’nde kalan Mustafa Kemal, bir süre de
yakın arkadaşı Salih Fansa’nm Beyoğlu’ndaki evinde konuk olmuştur. Daha sonra
Şişli’de Madam Kasabya’nın üç katlı evini kiralayan Mustafa Kemal, Beşiktaş
Akaretler’de oturan annesi ve kız kardeşini de yanma almış, üç katlı evin
üçüncü katını onlara ayırmıştır. Kendisi orta katta oturuyor, bu katın arka
bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak kullanıyordu. Büyük salonu toplantı
odası olarak ayırmıştı. Alt katta ise yaveri kalıyordu.
Mustafa
Kemal, Başkent İstanbul’un en bunalımlı günlerinde bu evde arkadaşlarıyla sık
sık toplantılar yapmış, 16 Mayıs 1919 tarihinde Samsun yolculuğuna çıkıncaya
kadar bu evde oturmuştur. Şişli’deki bu ev şimdi müze olarak kullanılmaktadır.
Samsun’a
çıkışla birlikte başlayan günler Mustafa Kemal için olduğu gibi, annesi ve
kardeşi için de sıkıntılı, sancılı günler olacaktır. Bu arada oğlu Mustafa
Kemal’in “öldüğü” asılsız haberini duyan ve zaten hasta olan Zübeyde Hanım,
iyice hastalanır, kısmen felç olur. Sürekli ağlama sonucunda da görme gücünü
büyük ölçüde yitirmiştir. Dr. Asım Arar, 1920 yazında İstanbul’da hocası Neşet
Ömer İrdelp’in muayenehanesinde çalışırken oraya gelen Zübeyde Hanım’m, “Paşa
Oğlu’nun Ankara’da olduğunu” söylediğini “fakat İstanbul Hükümeti’nin onu idama
mahkûm ettiğinden” bahsederek ağlamaya başladığını aktarmaktadır.
Zübeyde
Hanım için bu sıkıntılı günlerde sevindirici bir olay gerçekleşir. Kızı
Makbule, askerlikten ayrılarak ticarete
atılan Mustafa
Mecdi (Boysan) Bey’le evlenir. Zübeyde Hanım, tekrar Akaretler’deki eve döner,
kızı ve damadı ile burada yaşamaya devam ederler.
Bu acılı,
sıkıntılı ama umut dolu günler Milli Mücadele boyunca sürecektir. Zübeyde
Hanım’ın hastalığı gün geçtikçe artıyordu. Annesinin kuşatma altındaki
İstanbul’da kalması Mustafa Kemal’i üzüyor, annesine ateş hattındayken bile
mektuplar yazıyordu. Samsun ve Havza’dan sonra Amasya’ya geçen Mustafa Kemal
Paşa, 1919 yılı Haziran ayında oradan annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi
Makbule Hanım’a bir yüzünde Amasya fotoğrafı bulunan bir kartı “Amasya
Vilayeti, Validem ve Hemşirem Hanımefendiler’e mahsus selam ve hürmet. Mustafa
Kemal” yazarak göndermiştir.[138]
Bu arada
İstanbul’daki arkadaşları Zübeyde Hanım’a yardım ediyor, bütün isteklerini
yerine getiriyorlardı. Zübeyde Hanım’ın ölmeden oğlunu görmek isteği ile
oğlunun da bir an önce annesine kavuşma özlemi çektiği, karşılıklı gönderilen
telgraflarda görülmektedir.[139] Mustafa Kemal Paşa, bu süre
içinde annesinin sağlık sorunlarıyla da yakından ilgilenmiştir. Mesela arkadaşı
göz doktoru Miralay (Albay) Dr. Sadık Bey, Zübeyde Hanım’ı muayene etmiş ve
Zübeyde Hanım’ın sağlık durumu hakkında 28 Haziran 1921 tarihli telgrafta
Paşa’ya şu bilgileri vermiştir:
“Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri ’ne,
Birkaç
hafta mukaddem gözlerinden rahatsız olan valideniz hanımefendiyi muayene ettim.
Gözlerinde amâ-yı asab-ı basarî (görme sinirindeki hasara bağlı görme kaybı)
ile katarakt mevcut olduğunu teşhis ettim ve ameliyatın muvaffakiyetli bir
netice vermesi mümkün olmadığını söyledim. Buna rağmen doktorlar ameliyatın
hüsn-i netice (iyi sonuç) verebileceğine bu sabah karar vermişler...
Emin Bey
’in damadı Binbaşı Ulvi Bey, valideniz hanımefendiyi bendenizle beraber ziyaret
ettiler... Miralay Dr.
Salih."m
1922 yılı
başlarında Zübeyde Hanım’ın oğluna kavuşma isteği ve beklentisinin iyice
arttığı anlaşılmaktadır. Acılı anne Zübeyde Hanım Şubat 1922’de Ankara’daki
oğlu Mustafa Kemal Paşa’ya şu mektubu yazdı:
“Zfcz gözüm
oğlum,
Artık
taksiratımız bitsin, kavuşalım. Komşumuz Ziya Bey de sizin tarafa gidiyor.
Bugün bize geldi ve gideceğini söyledi. Kendisi hem komşumuz ve hem de birçok
felaketlere duçar olmuş bir aile reisi bulunduğundan lazım gelen muaveneti
(yardımı) diriğ etme (esirgeme). İnşallah hepiniz ittifak ile vatanın
selâmetini hazırlar ve ortalığı düzeltirsiniz. Hastalığım tamamıyla geçemiyor.
Sizleri her zaman düşünmekten rahatsızlanıyorum.
Oğlum,
biraz iyileşirsem beni aldırmak çarelerini düşün. Baki Süreyya Bey (Yiğit) ’in
valide ve hemşirelerine, yaver Salih (Bozok) Bey ’e, Cemal Bey (Bolayır) ’e
selam. Cemal Bey yakında dönecek mi? Mektupları pek seyrekleştirdi, çocukları
cümleten iyidirler.
Baki
sıhhatte daim olmanızı Cenab-ı Hak’tan temenni ederim. Abdürrahim (Tunçak) ve
Ayşe (Zübeyde Hanım ’in evlatlığı) eteklerinizden öperler. Makbule ve Rukiye
Hanım hürmetle ellerinizden öperler. Valideniz Zübeyde.'’’ [140] [141]
Mustafa
Kemal Paşa bu mektuba cevap olarak 5 Mart 1922’de annesine gönderdiği mektupta
şunları söylemektedir: "... Benim mektup yazmaktaki
tembelliğimi eskiden beri bilirsiniz. Sağlığım çok iyidir, işler, Allah ’a
şükür fevkalade memnuniyet verici bir halde seyrediyor. Buraya gelmekte acele
etmeye lüzum yoktur. İnşallah yakında ben oraya geleceğim. ”[142]
27 Aralık
1919’da Heyet-i Temsiliye ile birlikte Ankara’ya gelen Mustafa Kemal Paşa,
Ağustos 1920’den sonra annesi Zübeyde Hanım, kardeşi Makbule Hanım ve onun
kocasının Ankara’ya getirilmesi için teşebbüslere başlamıştır. Zübeyde Hanım’m
İnebolu üzerinden Ankara’ya getirilmesi şeklinde düşünülen bu dönemdeki
girişimler ya Zübeyde Hanım’m bu zorlu yolculuğa imkan vermeyecek derecede rahatsızlığı
ya da diğer bir sebeple gerçekleştirilememiştir.[143]
Nihayet üç
yıldır annesinden ayrı kalan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nin sonlarına
yaklaşıldığı bir sırada annesini Ankara’ya getirmeye muvaffak olabildi. Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan idi. Yıl 1922, aylardan Haziran’dı.
Kendisinden görüşme talebinde bulunan Fransız yazarı Claude Farrere ile
İzmit’te buluşacak, annesi de İstanbul’dan gelecekti. Atatürk 14 Haziran
1922’de Adapazarı’na geldi. Kendisinden bir gün önce gelen ve Askerlik Şubesi
Reisi Binbaşı Baha Bey’in evinde kalan Zübeyde Hanım ve Kardeşi Makbule ile
burada buluştular ve o geceyi bu evde geçirdiler. Eşi ticaretle uğraştığı için
Makbule İstanbul’a; anne ve oğul birlikte bir otomobil ile 24 Haziran 1922’de
saat 20’de Ankara’ya dönmüşler, doğruca Çankaya Köşkü’ne gitmişlerdir.[144]
Mustafa
Kemal bu günlerde annesinin durumunu, “ona kavuşabildim ki artık maddeten
ölmüştü, yalnız manen yaşıyordu'' diye özetlemiştir. Oğlunun evinde
mutluluğu yaşayan Zübeyde Hanım artık onun başarılarını izlemeye başlamıştı.
Perihan Eldeniz’in anlattığına göre; Büyük Taarruz öncesinde ona gönderilmek
üzere kızı Makbule’ye şunları yazdırtmıştır:
“Oğlum!
Seni bekledim dönmedin. Çay ziyafetine gittiğini söyledin. Ama ben biliyorum,
sen cepheye gittin. Sana dua ettiğimi bilesin. Harbi kazanmadan dönme! Annen.'1'’
Mustafa
Kemal bu mektubu sık sık arkadaşlarına gösterip, “işte benim annem!”
dermiş.[145]
Bu
tarihlerde Mustafa Kemal Paşa sonradan “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak
anılacak olan ve Yunan ordularım Anadolu’dan atmak için bir imha savaşı olan
Dumlupınar/Büyük Taarruz için sık sık cepheye gidip gelmektedir. Nihayet 17
Ağustos 1922 günü gizlice otomobille Konya’ya gitmiştir. İşte bu günlerde
Annesi Zübeyde Hanım’ın sağlığı hakkında Ankara’dan sık sık haber almaya
çalıştığı görülmektedir. Mesela Ankara Garnizon Komutanı, çocukluk arkadaşı
Fuat Bulca 23 Ağustos 1922 günü Ankara’dan cephede bulunan Mustafa Kemal
Paşa’ya şu telgrafı çekmiştir:
“Başkumandanlığa,
1.
Valide iyidir. Dün
pek neşeli olarak vakit geçirdi. Adnan Bey (Adıvar) yemek için de oldukça
müsaade etti. Pek memnundur, dua etmekte ve ‘Selanik’e ne vakit gideceğiz?!
Diye sual eylemektedir. Fikriye Hanım da iyidir, arz-ı hürmet etmektedir.
2.
Ankara vaziyeti de
iyidir. Herkes büyük bir sükûnetle ve emin olarak ahvale intizar etmektedir.
Şimdilik meşgale, görülen rüyaların tabirinden ibarettir. Dedikodular söndü.
3.
Cümleten
ellerinizden öper, muvaffakiyetinize hanımların ellerinden Kur’an dua
etmekteyiz büyük Paşam. Ankara Kumandanı, Fuat (Bulca),”[146]
30 Ağustos
Zaferi’ni müteakip 1 Eylül 1922’de bu defa TBMM 2. Başkanı Adnan (Adıvar) Bey
Mustafa Kemal Paşa’ya annesinin durumunu da anlatan, Zübeyde Hanım’ın oğlunu
zaferden dolayı tebrik ettiğini gösteren şu telgrafını çekmiştir:
“Başkumandan
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri 'ne,
Bu
telgrafı Valide Hanımefendi’nin yatağının yanında yazıyorum. Kendileriyle
beraber hepimiz mesuduz. Sıhhatleri, kazandığınız muzafferiyetten bir kat daha
iyileşmiştir. Milletimizin derdine çaresaz olurken bu muhterem kadının
hastalığına da devasaz oluyorsunuz.
Yüksek
ve değerli kumandanız sayesinde ordularımızın kazandığı zaferlerden dolayı
zat-ı devletlerini tebrik etmeyi çok istedim ve fakat tasdîden (rahatsız
etmekten) korktum. Ben gene aldığımız haberler üzerine Valide Hanımefendi ile
beraber tebriklerimizi arzdan men-i nefs edemedim (geri duramadım).
Tazimatımın
kabulünü temenni ederim. Türkiye Büyük Millet Meclisi Reis-i Sanisi (2.
Başkanı) Adnan (Adıvar). ”
9
Eylül 1922 günü, yani Türk ordularının İzmir’e girdiği gün Fuat (Bulca)’ın
Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği bir başka telgraftan; Zübeyde Hanım’ın
zaferden dolayı çok mutlu olduğunu ve Çankaya’da Paşa’nın koruma taburunda yer
alan Karadenizli Mehmetçiklerin havuz başında Zübeyde Hanım’ın huzurunda bir
eğlence düzenledikleri anlaşılmaktadır:
“Başkumandanlığa,
Valide
Hanımefendi ve cümlemiz sıhhat ve afiyettedir. Yalnız dört günden beri zat-ı
şahaneleri tarafından hiçbir iş ’ar vaki olmamış (haber verilmemiş) olması
bizleri mahzun etmiştir. Devlethanelerinde havuz başında valide-i muhteremeleri
huzurunda Laz ’lar tarafından muzafferiyet şerefine icra-yı ahenk yapıldı.
Cümlemiz
mübarek ellerinizden öperiz. Sıhhat ve muvaffakiyet-i devletlerini eltâf-ı
Süphâniye 'den (Allah ’in lütuflarından) niyaz eylemekteyiz muhterem Paşam.
Fuat (Bulca), Ankara Kumandanı.”™0
Aralık
1922’de Çankaya’da Mustafa Kemal’i ziyaret
140
Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Dolap: 7, Kutu: 72-1, Fihrist: 1-151. U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s.
366.
eden İngiliz
Gazeteci Grace Ellison, onun çalışma masası üzerinde annesinin resmini görmüş
ve kendisiyle görüşmek istemişti. Mustafa Kemal, annesinin çok hasta olduğunu
belirterek, “ne yazık ki, acılarının kaynağı benim. Benim sürgün kaldığım
yıllar esnasında çektiği ıstırap ve döktüğü yaşların bedelini şimdi ödüyor”
diye eklemişti. Ellison, Zübeyde Hanım’m yanma götürüldüğünde ona “oğlunuzla
kim bilir ne kadar iftihar ediyorsunuz. Onun yaptıkları olağanüstüdür” deyince
Zübeyde Hanım Ona teşekkür etmiş ve oğlu için şunları söylemiştir:
“Allah
’in bana bu oğlu vatanı kurtarmak için gönderdiğine inanıyorum. Oğlum bana her
zaman çok iyi davranır.”'[147]'
Çankaya’daki
köşkte Abdürrahim ve Ragıp Bey’in yeğeni olan Fikriye ile birlikte kalan
Zübeyde Hanım’m, hastalığı da giderek artıyordu. Kısmi felç ve romatizmadan
dolayı ağrıları artan Zübeyde Hanım, İzmir’in havasının iyi geleceği
düşünülerek, İzmir’e gidip bir süre kalması için ikna edildi. Bu seyahatin bir
diğer amacı da Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım’ı Zübeyde Hanım
ile tanıştırmaktı. Kalacak uygun bir yer bulmak için İzmir’e giden Başyaver
Salih (Bozok) Bey, Zübeyde Hanım için Latife Hanımların Karşıyaka’daki yazlık
evlerini hazırladı. Zübeyde Hanım’m rahatsızlığı arttığı için İzmir’e gidişi
bir süre ertelenmiş Yaver Salih de Ankara’ya dönmüştü.
Hemen özel
bir tren hazırlandı. “Salih Bey sen de onunla gideceksin” demişti Mustafa
Kemal. O da karısını da götürmek için izin istedi. Onay alınca 13 Aralık 1922
günü hep birlikte İzmir’e hareket ettiler. Salih Bey İzmir’e, hareketlerini
bildiren bir telgraf çekti.
Mustafa
Kemal Paşa annesini istasyondan uğurlarken Salih Bozok’a şunları söyledi:
''Salih
annemin hastalığı çok vahimleşti. Korkarım ki, yolda kendisine bir hal olmasın.
Son isteğini yerine getirmek için engel olmak istemedim. Bu korktuğum şey vaki
olduğu takdirde yapacağın şey şudur. Ankara’ya yakınsanız, Ankara’ya
dönersiniz, İzmir’e yakınsanız oraya gidersiniz. Annemin cenazesi benim her
zaman ziyaret edebileceğim bir yere defnedilmelidir. ”
Zübeyde
Hanım trende yol boyu Salih’le Latife’yi konuştu. “Vardır bir Lütfiye
(Latife Hanım’a Lütfıye diyordu) İzmir’de. Benim oğlum beğenmiş o kızcağızı...
Gidip bir bakayım nasıl bir kızdır, oğluma yakışır mı yakışmaz mı? Sen ne
biçersin bu işe anlat hele..." diyordu. Salih Bozok 17 Aralık 1922
günü saat 15.18’de Afyon’dan Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta “yarın
akşam İnşallah İzmir’e vasıl olacağımızı arz ederim efendim" diyordu.[148]
Zübeyde
Hanım, Atatürk’ün Latife Hanım’la tanışmasından üç ay kadar sonra 18 Aralık
1922’de İzmir’e geldi.[149] Zübeyde Hanım, beyaz
çarşaflıydı, ama peçesizdi. Evlatlıkları Abdürrahim ile Fatma, Ali Çavuş ve
Mustafa, Yaver Salih, eşi Pakize ve doktoru Yüzbaşı Asım (Arar) ile
birlikteydi. Mustafa Kemal, Uşakizade ailesinin yakını olan Tevfık Rüştü
(Araş)’nün de Zübeyde Hanım’a İzmir yolculuğunda eşlik etmesini istemişti.
Latife, Zübeyde Hanım’ı istasyonda bekliyordu. Karşılayanlar arasında Mustafa
Kemal’in Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı Asım (Gündüz) Paşa da vardı.[150]
Zübeyde
Hanım Karşıyaka’da kendisi için hazırlanan Latifelerin köşkünü sevmişti. Eve
tekerlekli sandalye getirten Latife Hanım, bütün eşikleri de kaldırtmıştı.
Zübeyde Hanım, tekerlekli sandalyesini kolayca evin içinde dolaştırabilmesi
için eşiklerin kaldırılmasından çok hoşnut kalmıştı. Rumeli şivesi ile tatlı
tatlı konuşuyor, herkesi güldürüyordu. Köşkün uşakları, aşçıları, hizmetçileri
canla başla işlerini yapıyor, Zübeyde Hanım’ı memnun etmeye çalışıyorlardı.
Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ı birkaç gün olsun rahat ettirmek, acılarını
azaltmak için kendisini paralıyordu. Yakılar yaktırıyor, ilaçlarını bir hemşire
titizliği ile veriyor, iğneleri takip ediyordu.
Asım Gündüz
anılarında, “Latife Hanım hastaya bakmak için bir hastabakıcı, bir hemşire,
bir de doktor seçmişti. Latife Hanım her gün beyaz elbiseler giyerek bir hemşire
gibi ziyaretine gider, yemek ve bakımı ile ilgilenirdi” diyor.[151] [152]
Zübeyde
Hanım, “Latife Hanım ’in babası Muammer Bey ile de çok uzun sohbetler
edermiş. Bacaklarındaki ağrılardan dolayı çok zor uyuyormuş. Muammer Bey ’in de
bir ilacı varmış, dizlere, ayaklara yakılan bir çeşit yakı. Bir de Fransa’dan
getirdiği bir ilaç. Onları vermişler ve o zaman Muammer Bey ile bol bol sohbet
edermiş. Muammer Bey ’in sohbetinden çok zevk alırmış.”^6
İzmirliler
Zübeyde Hanım’ı Karşıyaka’daki evin bahçesinde güneşlenirken görünce mutlu
oluyorlardı. Ona baktıkça Mustafa Kemal Paşa’nın da şehirlerine geleceğini
düşünüyorlardı. O günlerde altı yedi yaşlarında bir çocuk olan Gülfem İren bir
anısını şöyle aktarıyor: “Karşıyaka istasyonu ’nda Uşakizadelere ait bir
köşk vardı. Atatürk’ün bugün annesinin gömüldüğü caminin hemen yakınındaydı.
Bahçede tek bir çam ağacı vardı Onun altında bir hasır koltuk yerleştirilir,
sonra da Zübeyde Hanım getirilirdi. Omuzlarına kadar dökülen beyaz başörtüsüyle
koltukta güneşlenirdi. Biz de çocuk çoluk bahçe duvarından Atatürk’ün annesini
seyretmeye giderdik. Atatürk her şeyimizdi. Ben de bol bol Zübeyde Hanım ’ı
seyretmeye giderdim.,'‘
Bir aralık
Mustafa Kemal emir çavuşu Ali’yi bir telgrafla Ankara’ya çağırınca, Yaver Salih
Latife Hanım’a, “belki de annesini görmeye geliyor” dedi. Ancak Mustafa Kemal,
İzmir’e annesi hayattayken gelemedi. Fotoğraf subayı Esat Bey’i annesinin yanma
gönderdi. O da Zübeyde Hanım’m son fotoğraflarını çekti.[153]
Aşağıda
değineceğimiz üzere Zübeyde Hanım’m son saatlerinde, Latife’nin yanında ikinci
bir vasiyet yazdırdığı bazı anılarda anlatılmaktadır.
17 Aralık
1922’de İzmir’e gelen ve buradayken hastalığı giderek artan Zübeyde Hanım,
gelişinden yaklaşık bir ay kadar sonra 15 Ocak 1923 günü akşamı vefat etti.
Latife Hanım’m yeğeni Mehmet Sadık Öke’nin anlatımına göre, son nefesini o
günlerde kendisi de Karşıyaka’daki köşke taşınmış bulunan ve adeta bir
hastabakıcı gibi Zübeyde Hanım’la ilgilenen Latife Hanım’m kollarında vermişti.[154] 64/66 yaşındaydı.
Latife
Hanım Zübeyde Hanım’m ölüm haberini önce İzmir Valisi Abdülhalik (Renda) Bey’e
bildirdi. Cenazesi ertesi gün, 16 Ocak 1923 günü büyük bir törenle İzmir
Karşıyaka’da bulunan Ferik Hacı Osman Paşa Camii’nin bahçesine defnedildi.
Atatürk’ün
Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olan ve Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi
Kurmay Başkanı bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’ın ölümü sırasında
İzmir’deydi. Asım Gündüz Zübeyde Hanım’ın cenaze törenini şu şekilde
anlatmaktadır: “Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife Hanım’a
ayrıca bir vasiyet yazmıştır. Latife Hanım, Zübeyde Hanım ’ın ölüm haberini ilk
önce İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda) 'ya bildirmiş, vali de büyük bir
cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış
hafızlarından tam otuz üç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim
duası üç gün sürmüştür.
Cenaze
alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar, komutanlar ve hocalar
olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi buluyordu. Okulların
getirdiği çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi Kurmay
Başkanı Asım (Gündüz), Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Bakü),
İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) Paşalar cenaze alayının önünde
yürümekte idiler.
Latife
Hanım siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak
istemişti. Fakat ailesinin ve din adamlarının, İslam ’da kadın cenazeye
katılamaz diye engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan
takip etmişti. Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış,
kırkında mevlüt okutmuş, 52 inci gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya
dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve
şükran borcunu ödemişti. ”
Gazi Mustafa Kemal Paşa Annesinin
Vefatını
Eskişehir’de Öğreniyor
Zaferden
sonra Lozan’da Barış Konferansı başlamıştı. İsmet İnönü başkanlığındaki Türk
heyeti, İtilaf Devletleri’ne karşı çetin mücadeleler veriyordu. Lozan’da bu
mücadeleler devam ederken Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk devletinin alacağı
şekil ile birlikte hala bir demek hüviyetinde bulunan Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin “Halk Fırkası” adıyla siyasi bir partiye
dönüştürülmesi konularında halkla doğrudan fikir alışverişinde bulunmak, ayrıca
Zafer’den sonra kendisini bir daha yenilemek isteyen ordu birliklerini yerinde
görmek amacıyla, Batı Anadolu’da bir geziye karar vermişti.
14 Ocak
1923 akşamı Ankara İstasyonu’nda özel bir tren hazırlanmıştı. Bu tren, bir
lokomotif ve yataklı üç vagondan oluşuyordu. Orta vagon Atatürk’e ayrılmıştı.
Mustafa
Kemal Paşa yanında Ordu Komutanı Kâzım (Karabekir), Milli Savunma Bakanı Kâzım
(Özalp), Bolu Milletvekili Cevat Abbas (Gürer), Bursa Milletvekili Muhiddin
Baha (Pars), Muhafız Tabur Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe) ve yaverleri olduğu
halde saat 18.00’de Ankara İstasyonu’na geldi. İstasyonda Başbakan Ali Fethi
(Okyar) Bey ve bakanlar, milletvekilleri tarafından uğurlandı. Tren 18.45’te
Eskişehir’e doğru hareket etti.
Ayrıca
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nden Siirt Milletvekili Mahmut (Soydan) da
gazeteci olarak bu geziye katılmıştı.
Ankara-Eskişehir
arası trenle, o günlerde 12 saat çekiyordu. Normalde trenin Eskişehir’e 15 Ocak
sabahı saat 7.00’de gelmesi gerekiyordu. O yıllarda mutasarrıflık adıyla ilçe
ile il arasında bağımsız sancak merkezi olan Eskişehir’de Mutasarrıf olarak
Nihat Bey görev yapmaktaydı. Atatürk’ün Eskişehir’e geleceği haberi üç gün önce
Mutasarrıflık’a telgrafla bildirilmişti. Mutasarrıf gerekli önlemleri almış, 15
Ocak sabahı Eskişehir İstasyonu’nda bir askeri birliği hazır etmişti. Mustafa
Kemal Paşa’nın istasyondan Hükümet Binası’na kadar geçeceği yollara yer yer
taklar kurulmuş, caddeler bayraklarla süslenmişti. Halk M. Kemal Paşa’yı görmek
ve karşılamak üzere sabahın erken saatlerinden itibaren istasyona gelmeye
başlamıştı. Mutasarrıf ayrıca daire başkanlarına hazırlıklı olmalarını
bildirmiş, Milli Eğitim Müdürü, okullara, öğretmen ve öğrencilerin istasyonda
yerlerini almalarını duyurmuştu.
Mustafa
Kemal Paşa, geceyi geç saatlere kadar trende arkadaşlarıyla konuşarak geçirmiş,
sonra yatmıştı. Tren Paşa’nın rahatsız olmaması ve uykusunun bozulmaması için
uzun bir süre ara istasyonlarda bekletilmişti. 15 Ocak 1923 günü yolda öğle
yemeğini de trende yiyen Mustafa Kemal Paşa, öğleden sonra Eskişehir’e gelmiş,
resmi karşılama töreni yapılmıştır. Trenden arabalarla doğruca Hükümet
Konağı’na gelen Paşa, bir süre dinlendikten sonra çeşitli heyetleri kabul
etmiş, daha sonra halka konuşmasını yapmak üzere Özel İdare Salonu’na
geçmiştir. Paşa doğruca kürsüye çıkmıştır.
Saat
16.10’da başlayan bu toplantı tam üç buçuk saat sürdü.[155]
Gazi Paşa bu konuşmasında; TBMM. Hükümeti’nin genel politikası, memleketin
içinde bulunduğu durum, gelecekte yapılması gereken çalışmalar, Lozan
Konferansı, yeni hükümet şekli ve siyaseti, hakimiyet-i milliye, Halifelik makamı
ve Halk Fırkası teşkili gibi önemli konularda bilgi vermiştir.
Bu çok
önemli konuşmadan sonra Gazi Paşa, odasına çekildiği sırada, İzmir’den bir
telgraf aldı. Başyaver Salih Bozok, annesi Zübeyde Hanım’ın ölümünü üzülerek
bildiriyordu.[156] Haberin alınışı
bazı kaynaklarda şu şekilde anlatılmaktadır:
Gazi Paşa
Emir Eri Çavuş Ali’yi çağırmış, “Bzr haber var mı?” diye sormuş, “şifre
geldi ama çözülmedi” diye cevap veren Ali Çavuş’a hüzünle bakan Mustafa
Kemal Paşa, “annemin öldüğünü biliyorum” dedi. “Bir rüya gördüm,
yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bir fırtına çıktı, anamı alıp
götürdü.” Deşifre edilmiş telgraf eline verildiği zaman okudu, gözlerini
kapadı, bir an düşündü ve “İzmir'e gitmiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler”
dedi.[157]
Aynı gün
(15 Ocak 1923) Eskişehir’den annesinin ölümünü telgrafla kendisine haber veren
İzmir’deki Başyaver Salih Bozok’a “dakika geciktirilmesi sorumluluk
sebebidir.” Notuyla şu telgrafı çekti: “...verdiğiniz elim haber, beni
çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini
(uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa ettiriniz. Cenab-ı Hak, milletimize
hayat ve selamet versin.”[158]
Yukarıda
ayrıntısını anlattığımız gibi, Zübeyde Hanım 16 Ocak 1923 günü öğleden sonra
törenle Karşıyaka’da toprağa verildi.
Zübeyde Hanım’ın Ölüm Tarihi
Anılarda ve
araştırmalarda Zübeyde Hanım’ın vefat tarihi konusunda çelişkiler
görülmektedir. Bazı yerlerde 14 Ocak 1923, bazı yerlerde ise 15 Ocak 1923
tarihi yazılıp çizilmiştir. Zübeyde Hanım’ın ölüm belgesi elimizde yoktur. Latife
Hanım tarafından yaptırılan eski harfli mezar taşında (sonradan müzeye
kaldırılan) tarih yoktur. 1940 yılında konulan mevcut kaya şeklindeki mezar
taşının altına konulan mermer plakada 14 Ocak 1923 tarihi bulunmaktadır.
Latife
Hanım’ın yeğeni M. Sadık Öke özel bir yazışmamızda, Zübeyde Hanım’ın ölümü ile
İsmet Paşa’nm Lozan’dan “nişan tebriki” için gönderdiği telgraf arasında iki
gün olduğunu belirmiştir. İsmet Paşa’nm telgrafının tarihi 13 Ocak 1923’tür.[159] Bu da ölümün 15 Ocak 1923
tarihinde gerçekleştiğini göstermektedir.
İpek
Çalışlar, “Zübeyde Hanım 15 Ocak 1923 akşamı öldü.” Tespitini yapmakta,
nişan konusunda da “Mustafa Kemal ile Latife ’nin, Zübeyde Hanım ’in
ölümünden üç gün önce nişanlandıklarını İsmet Paşa ’nin Lozan ’dan gönderdiği
kutlama telgrafından öğreniyoruz...” demektedir.[160]
M. Kemal Paşa Taziyelere Cevap Veriyor
17 Ocak
1923’te annesinin ölümü dolayısı ile gelen başsağlığı telgraflarına Anadolu
Ajansı aracılığı ile bütün gazetelerde yayınlanan şu cevabı verdi: “Validemin
vefatından dolayı birçok kimse ve saygıdeğer heyetten her gün başsağlığı
dileyen mektuplar (taziyetnameler) almaktayım Dostlarımın üzüntülerime ortak
olmalarını görmek benim için teselli sebebi oluyor. Orduları teftiş için
sürekli seyahatte bulunmam ayrı ayrı cevap yazmaya mani olduğundan dolayı ajans
vasıtasıyla ulaştırmaya mecbur olduğum özel teşekkürlerimin lütfen kabulünü
rica ederim. Gazi Mustafa Kemal”'[161]
Lozan’da
bulunan îsmet Paşa, 20 Ocak 1923 günü Atatürk’e, “annesi Zübeyde Hanım ’in
ölümü sebebiyle kendisi ve delege arkadaşları adına başsağlığı” telgrafı
gönderdi.[162]
Mustafa
Kemal Paşa annesinin ölümü dolayısı ile kendisine taziyede bulunan Halife
Abdülmecid Efendi’ye (17 Ocak 1923), TBMM. İkinci Başkanı Ali Fuat Paşa’ya (22
Ocak 1923) ve yine milletvekillerine ulaştırılmak üzere TBMM. İkinci Başkanı
Ali Fuat Paşa’ya (22 Ocak 1923) birer telgrafla teşekkür etmiştir.157
Gazi
Mustafa Kemal Paşa, çıktığı bu Batı Anadolu gezisinin sonunda İzmir’e gelecek,
annesini ziyaret edecek ve Latife Hanım ile evlilik için nikâh yapılacaktı. Acı
haber kısa sürede duyuldu. Eskişehir, haberi alan yurdun her yeri matem
içindeydi. Atatürk’e başsağlığı telgrafları yağıyordu. Atatürk üzüntüsünü
telgraf üzerine düşen iki damla gözyaşı ile yenmeye çalışıyor, programını da
değiştirmek istemiyordu. 16 Ocak 1923 akşamı için İzmit’e İstanbul
gazetelerinin başyazarlarını davet etmişti. Çok önemli bir basın toplantısı
yapacaktı. Kararını verdi. Treni İzmit’e çevirtti. O gün akşam İzmit’e hareket
etti.158
Gazi
Mustafa Kemal Paşa İzmit’e gitmek için 16 Ocak 1923 günü saat 16.30’da
Eskişehir’den hareket etti. Başından beri Anadolu’da yürütülen Milli
Mücadele’yi yazılarıyla destekleyen bazı İstanbul gazetelerinin başyazarları
epeyce bir süredir Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorlardı. Paşa bu istek
üzerine 16 Ocak 1923 günü İzmit’te bir basın toplantısı yapmayı
kararlaştırmıştı. İzmir’den annesinin ölüm haberini almasına rağmen, bu basın
toplantısını ertelemedi. İzmit’e gelen Gazi Paşa, istasyon’da törenle karşılandı.
Doğruca kendisi için hazırlanan köşke geldi. Akşam yemeğinden sonra, basın
toplantısını yaptı. Beşbuçuk saat süren bu toplantıya Tevhid-i Efkâr Gazetesi
Başyazarı Velit Ebüzziya, Vakit Başyazarı Ahmet Emin (Yalman), Akşam Başyazarı
Falih Rıfkı (Atay), İleri Başyazarı Suphi Nuri (İleri), İkdam Başyazarı Yakup
Kadri (Karaosmanoğlu), Tanin Başyazarı İsmail (Mayakon), o zamanlar Ankara
Hükümeti’nin İstanbul’da siyasi temsilciliğini yapan Kızılay Başkanı Hamit,
Ankara’dan Dr. Adnan (Adıvar) ve Eşi Halide Edip (Adıvar), İzmit’ten gazeteci
Hakkı (Kılıçoğlu) katıldılar.
Toplantıda
günün tartışma konusu olan sorunlara, Hilafet’in kaldırılması, başkentin Ankara
olması, Harf İnkılabı, çok partili bir döneme geçilmesi, kadınlara seçilme
hakkının [163] [164]
tanınması gibi konularda Atatürk geniş açıklamalarda bulundu.[165] Atatürk’ün İzmit
Köşkü’nün alt salonunda yaptığı basın toplantısı, 17 Ocak 1923 sabahı saat
03.00’te bitmişti. Gazetecilerin çoğu veda ederek ayrıldılar. O gün öğleye
kadar dinlenen Atatürk, öğleden sonra heyetleri kabul etmiş, ertesi günü de I.
Ordu Komutanı Nurettin Paşa ile birlikte Yarımca ve Hereke’deki askeri
birlikleri denetlemiştir. Yarımcalılar, Atatürk’ü ellerinden geldiğince
ağırlamışlar, bir “hemşehrilik beratı” ile hemşehrileri yapmışlardır.[166] [167]
İzmit’te
bulunan Mustafa Kemal Paşa’yı, halası Emine ve kız kardeşi Makbule Hanım 19
Ocak 1923 günü, bir geceliğine İstanbul’dan İzmit’e gelerek ziyaret etmiş ve
dört gün önce (15 Ocak 1923) İzmir’de vefat eden Zübeyde Hanım’ın ölümünden
dolayı başsağlığı dilemişlerdir. Bu durumu Atatürk’ün Başyaver Salih (Bozok)
Bey aracılığı ile İzmir’deki Latife Hanım’a gönderdiği 19. 1. 339 (1923)
tarihli şu telgraftan öğreniyoruz:
“İzmir’de
Başkumandanlık Seryaveri Kaymakam Salih Bey ’e,
Latife
Hanımefendiye: Tessüratıma (kederime) bütün kalbinizle iştirak edeceğinize
tamamen eminim. Validemin son saatlerini sizin şefkatkâr ihtimam ve dikkatiniz
altında geçirmiş olması cidden beni müteselli ediyor (avutuyor). Çok teşekkür
ederim.
Haber-i
ziya (ölüm haberi) üzerine İzmit’te bana bir gece için mülaâki olan (kavuşan) halam
ve hemşirem ve görüşmek üzere gelen Halide Hanım (Adıvar) muhabbetle
gözlerinizden öperler. Yarın akşam Bursa ’ya hareket edeceğim. Orada takriben
iki gün kaldıktan sonra Balıkesir ’e hareket edeceğim.
Gazi
Mustafa Kemal’'iCA
Gazi Mustafa Kemal Paşa 19 Ocak 1023 günü İzmit’ten ayrıldı.
Bilecik üzerinden Bursa’ya hareket etti. Bilecik-Bursa üzerinden İzmir’e
gidecekti. Bilecik’ten otomobille 20 Ocak 1923 günü saat 15.00’te Bursa’ya
geldi. Bursa’da dört gün kalan Atatürk 24 Ocak 1923 günü sabahı İzmir’e gitmek
üzere Bursa’dan ayrıldı. 25 Ocak 1923 günü akşamı Alaşehir’deydi. Parlak bir
törenle karşılandı. Hükümet alanında toplanan halka bir konuşma yaptı. 26 Ocak
1923 sabahı Salihli ve Turgutlu İstasyonlarında da halka konuştu. 26 Ocak 1923
günü akşama doğru Manisa’ya gelen Gazi Mustafa Kemal Paşa burada bazı
etkinliklere katılıp, halkla konuştuktan sonra istasyona geldi ve trenle
İzmir’e hareket etti.[168]
Mustafa Kemal Paşa Annesinin Mezarı Başında
Yaklaşık
12-13 gün çeşitli yerleri dolaşan ve programına uygun olarak devlet işlerini
takip eden Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923 günü Manisa üzerinden
İzmir-Karşıyaka istasyonuna geldi. İstasyon adeta bir mahşer yeri gibiydi.
İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda), Kolordu Komutanı Fahrettin (Altay),
İzmir Bölgesi Komutanı İzzettin (Çalışlar) karşılayanlar arasında idi. Aslında
o gün, Lozan’da bulunan İsmet (İnönü) dışındaki bütün komutanlar İzmir’deydi.
Ordu Komutanı Kâzım (Karabekir), Milli Savunma Bakanı Kâzım (Özalp) Atatürk’le
birlikte gelmişlerdi. Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) ve Asım (Gündüz) Paşa
İzmir’deydi. Atatürk’ün yanında Bolu Milletvekili Cevat Abbas (Gürer), Yaver
Muzaffer (Kılıç), Muhafız Tabur Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe) da vardı.
Başyaver Salih (Bozok) İzmir’de karşılayıcılar arasında bulunuyordu.
İstasyon’da,
çiçeklerle süslü bir otomobil hazır bekliyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa doğruca
annesinin Karşıyaka’daki mezarını ziyaret edecekti. O sırada çevresinde
toplanan halkı bir kere daha selamladı.[169]
O gün
annesinin mezarı başında duygulu ve özlü bir konuşma yaptı. Konuşmasında,
yetişmesinde olduğu gibi, Milli Mücadele yıllarında da hep kendisinin yolunda
olan annesinin çektiği acıları, onun fedakârlığını dile getirdi. Kendisi
yüzünden çektiği sıkıntıları, acıları dile getirirken annesine olan kadir
bilirliğini de dile getiriyordu.
Atatürk, o
gün derin bir heyecana kapılmıştı. En içten, en duygulu konuşmasını da,
annesinin mezarı başında o gün yapmıştır. Zübeyde Hanım, fedakâr bir anneydi.
Oğlunun yetişmesinde emsalsiz emekleri geçmişti. Yıllarca oğlunun hasretine
katlanmış, nihayet, onun zaferini gördükten kısa bir süre sonra ölmüştür.
Mustafa
Kemal Paşa, milletini kurtarmak için hayatını ve bütün varlığını ortaya
koyarken annesiyle yeterince ilgilenememiştir. İşte annesinin mezarını
kalabalık bir grupla ilk kez ziyaret ederken, ona gözyaşı döktüren ve en
derinden gelen duygularını söyleten, içindeki bu hisler olmuştur. Buradaki
konuşmasında kısaca annesinin çektiği sıkıntılardan bahseden Mustafa Kemal Paşa,
şunları söylemiştir:
“Zavallı
annem bütün millet için ülkü olan İzmir’in kutsal topraklarına bedenini vermiş
bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaradılışın en doğal bir kanunudur. Fakat böyle
olmakla beraber bazen ne üzüntü verici görünüşler olur. Burada yatan annem,
eziyetin, zorlamanın bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin
kurbanı olmuştur. Bunu açıklamak için izin verirseniz acı hayatının belli
birkaç noktasını sunayım. Abdülhamit devrinde idi. 1320 (1905) tarihinde
mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum.
Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve
baskı idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annemin, bundan
ancak hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu.
İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü
tekrar baskı idaresinin casusları, cellâtları ikametgâhımızı sarmış ve beni
alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben, sürgün yerime
götürecek vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenen annem gözyaşlarıyla
Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu. Sürgün
yerinde geçirdiğim tehlikeler onun hayatını acılar ve gözyaşları içinde
geçmesine sebep olmuştur. Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu’ya
geçtiğim zaman, annemi acılı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım.
Yanımda kendisinin arkadaşlık ettiği bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan
İstanbul’a gönderdiğim zaman annem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberli
olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam
kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve bu zan, kendisini felce uğratmış.
Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını acı, üzüntü içinde
geçirtmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve
işkencesi altında kalmıştı, ikametgâhı bin türlü bahanelerle ve nedenlerle
basılır ve araştırılır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem üç buçuk senelik bütün
gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini
kaybettirdi. Sonunda çok yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona
kavuşabildim ki, o artık maddi olarak ölmüştü, yalnız manevi olarak yaşıyordu.
Annemin
kaybından şüphesiz çok üzüntülüyüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan
bir konu vardı ki, o da anamız vatanı yok olmaya götüren idarenin artık bir
daha geri gelmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Annem,
bu toprağın altında, fakat milli hâkimiyet sonsuza dek devam etsin. Beni
teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, milli hâkimiyet sonsuza dek devam
edecektir. Annemin ruhuna ve bütün ataların ruhuna üzerime almış olduğum vicdan
yeminini tekrar edeyim. Annemin mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin
ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hamiyetin
korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız
davranmayacağım. Milli hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve
namus borcu olsun.”[170]
Ferik
Hacı Osman Paşa Camii
Zübeyde
Hanım’ın kabri Karşıyaka İstasyonu’ndan Soğukkuyu tarafına giden Zübeyde Hanım
Caddesi üzerindeki bir parkta yer almaktadır. Kabir, Ferik Osman Paşa Camii
avlusu içindedir. Mezar anıt şeklinde olup, 1940 yılında İzmir Belediyesi
tarafından yaptırılmıştır.
Mustafa
Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın kabrinin bulunduğu park birinci derece
sit kapsamındadır. Son yıllarda İzmir Belediyesi tarafından mezarın bulunduğu
park ve caminin bahçesinde bazı yenileme çalışmaları yapılmıştır. Bu
çalışmalarda, gerekli yerlerden izinler alındıktan sonra bitki örtüsü,
aydınlatma, kabir etrafının genişletilmesi, resmi tören yerinin yeniden
şekillenmesi, çocuk parkındaki ünitelerin yenilenmesi, kabrin yakınında bulunan
camiye ait tuvaletlerin kaldırılması gibi işler yapılmıştır. Parka ailelerin
daha çok gelmesini sağlamak için havuz üzerine çay bahçesi de
gerçekleştirilmiştir. Parkta 24 saat güvenlik bulunmaktadır.[171]
Atatürk’ün
Annesi Zübeyde Hanım’ın mezarı sonradan “Zübeyde Hanım Parkı ve Mezarı” adını
alan, esasında halk arasında “Hacı Osman Paşa Camii” veya “Ferik Hacı Osman
Paşa Camii” olarak bilinen caminin haziresi, bahçesindedir. Halk günümüzde
camiye “Zübeyde Hanım Camisi” de demektedir.
Caminin tarihi 1902 yılına kadar uzanmaktadır. Ferik Osman
Paşa adıyla bilinen zat, Ege Bölgesi’nde Ordu Komutanlığı yapmış bulunan Ferik
Osman Paşa’dır. Camiyi o yaptırmıştır. O dönemde nüfus az olduğu için küçük bir
cami olarak inşa ettirmiş. Bugün de ibadete açık olan ve hizmetine devam eden
caminin müezzini Mehmet Arslan’a göre; cami aslında 3 katlı, giriş katı ve
ibadet için ayrılan 2. kat ve onun dışında kullanılan bodrum katı var. 200
kişilik cemaati içine alabilecek şekilde. Cuma ve bayram namazlarında
bahçesinin parkın içinde olması, oldukça kalabalık kitlelerin ibadetlerini
yapmasına imkan veriyor. Caminin önünde bir şadırvan var. Hemen arkasında
bulunan ve belediyenin işlettiği sakin, huzurlu, havuzlu çay bahçesi namaz
saatlerini bekleyenler ile çocuklarını oyun bahçesine getirenlere uygun bir
ortam sunmaktadır.[172]
Yukarıda da
vurgulandığı gibi Zübeyde Hanım öldükten sonra İzmir Karşıyaka’daki Ferik Hacı
Osman Paşa Camii Bahçesi’nde hazırlanan bir mezara gömülmüştür. Atatürk’ün
annesinin mezarını ziyareti sırasında çekilen fotoğrafta (27 Ocak 1923)
görüldüğü üzere geçici bir mezar taşı (belirteç) yapılmıştır. Daha sonra
geleneklere uygun olarak üzerinde “Hüve'l-bâki. Türkiye Reis-i Cumhuru
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin vâlide-i muhteremeleri Zübeyde Hanım ’in
ruhuna rızâen lillâhi'l-Fâtihâ. Sene 1338 (1923).” Yazısı bulunan bir
mezar taşı yapılmıştır. Bu taşta Atatürk’ten “Türkiye Reis-i Cumhuru” (Türkiye
Cumhurbaşkanı) şeklinde bahsedildiği için bu taş muhtemelen Kasım-Aralık 1923
’te yapılmış olmalıdır.
1940 yılında
bu geleneksel mezar taşının kaldırılarak (2008 yılı itibariyle İzmir Arkeoloji
Müzesi Deposu’nda olduğu tespit edilmiştir.), yerine bugünkü mezar taşının
yapıldığı bilinmektedir. Konuyla ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri
Haşan Rıza Soyak bazı çelişkileri de içinde barındıran şu bilgileri vermektedir:
“Atatürk
annesi için -kesin olarak bilemiyorum- tahminime göre Latife Hanımefendi
tarafından yaptırılan sandukalı ve uzun kitabeti, mezarın fotoğrafını yıllar
sonra bir albümde görmüş, beğenmemiş. Hele Kitabede: ‘Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin saygıdeğer anneleri Zübeyde
Hanımefendi’nin... ’ diye başlayan cümleden hiç hoşlanmamıştı. Bana:
‘İlk
fırsatta İzmir’e gidersin, bu sandukayı ve kitabeyi kaldırırsın, dağdan iki
büyük ve uzun taş getirtirsin, birini olduğu gibi bir temel üzerine tesbit
ettirir, diğerini baş tarafa diktirirsin ve bunun bir yerini biraz
düzelttirerek:
‘Atatürk’ün
Anası Zübeyde Burada Gömülüdür’ diye yazdırırsın. Altına da ölüm
tarihini koydurursun yeter’ emrini vermişti.
Ben
üzülerek, hem de utanarak açıklayayım ki, aradan uzun yıllar geçtiği halde bir
türlü bu emri yerine getirememiştim.
1938
yılı yazında yani büyük adamın hastalığı sırasında, bir gün İzmir Belediye
Başkanı Dr. Behçet Uz, Dolmabahçe Sarayı ’na geldi. Beraberinde mutlu Türk
anası için, belediye meclis kararı ile hazırlattığı bir türbe projesi
getirmişti. Bu uygulanırsa, abide halinde bir eser olacaktı. Etrafında bir park
ile bir de çocuk bahçesi yapılacaktı.
İsteği
üzerine projeyi Atatürk’e arzettim. Bir an göz ucuyla baktı. Hayır ’ dedi. ‘Ben
sana mezarın nasıl yapılacağını tarif etmiştim; gene öyle yapılmalıdır. Hem
belediyenin masraf etmesine gerek yoktur, bunu biz yaptıralım. ’
Aşağıya
indiğim zaman doktoru, Başbakan Celal Bayar’la görüşür buldum, emri tebliğ
ettim. ‘İstedikleri şey 1.500-2.000 liralık küçük bir masrafla olur,
lütfetsinler hiç değilse İzmirlilere bıraksınlar’ diye yalvardı. Bu ricaya
Bayar da katıldı. Yatak odasına döndüm, durumu kendisine arzettim, razı
oldular.
Güzide
ananın o eşsiz evladı da bu ölümlü dünyadan çekildikten sonra dinlenmek için
İsviçre’de öğrenimde bulunan çocuklarımın yanına gitmiştim. Orada iken bu türbe
teşebbüsünün tazelendiğini memleketten gönderilen gazetelerde okudum. Derhal
zamanın Başbakanı Rahmetli Dr. Refik Saydam ’a bir mektup yazdım, vaziyeti
etraflı anlattım. Ebedi Şefin ısrarlı isteğine aykırı bir harekete herhalde
kendilerinin de razı olamayacaklarından emin olduğumu bildirdim. Dönüşümde
karşılaştığım Saydam, bana mezarın tarife uygun biçimde yapıldığını haber
verdi. Rahatladım.
O zamandan
beri ilk defa 1954 yılında İzmir’e gitmiş, mezarı ziyaret etmiştim. Gerçekten
istenildiği gibi yapılmıştı”[173]
Hayır îşlerine Bir Örnek: Darüşşafaka’ya Yardım
Türk
milletinin geleneksel milli ve manevi değerlerine bağlı, muhafazakâr bir anne
olarak hayat süren Zübeyde Hanım, hayır işlerine de büyük önem vermiştir. Hem
vasiyetinde hem de yeni bulunan bir bağış belgesinde açıkça görülmektedir ki,
Zübeyde Hanım hayırsever bir Türk anasıdır.
2009
yılında Darüşşafaka Cemiyeti’nin arşivinde devam eden düzenleme çalışmaları
sırasında Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’m 28 Kasım 1921’de yaptığı bir bağış
sözleşmesi bulunmuştur. Bu belgeye göre Zübeyde Hanım belli şartlar
karşılığında o günün parasıyla 20 bin kuruş yardımda bulunmuştur. Şartların
başında her sene Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Darüşşafaka öğrencileri
tarafından Kur’an’ın hatmedilmesi vardır. Elde edilecek sevapların
peygamberimiz efendimiz hazretlerinin mübarek ruhlarına, daha sonra
peygamberimizin ehlibeytine, enbiyalara, ilk dört halifeye, evliyalara, bütün
mü’minlere, şehidlerin temiz ruhlarına ve Zübeyde Hanım’ın vefat eden akrabalarının,
çocuklarının ruhlarına bağışlanması istenmiştir.[174]
Zübeyde Hanım’ın dolayısı ile Atatürk’ün anne ve baba tarafından akrabalık
ilişkileri hakkında eksik bilgilerimizi de tamamlayan Belge şu şekildedir:
“Bin üç
yüz kırk sene-i Hicrisi Rebiyelevvelinin Yirmiyedinci Pazartesi gününe (Hicri:
27 Rebiyülevvel 1340) müsadif (denk gelen) 1337 sene-yi Mâliyesi
Teşrinisanisinin Yirmisekizinci günü (Rumi: 28 Teşrinisani 1337) (Miladi: 28
Kasım 1921) Darüşşafaka’da Ankara Hükümeti Büyük Millet Meclisi Reisi ve Anadolu
Kuva-yı Milliye Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin valideleri
Zübeyde ve Halaları Emine Hanımlarla Cemiyeti Tedrisiye-i İslâmiye (İslâmî
Eğitim Cemiyeti) Müdürü Cemil ve Darüşşafaka Müdürü Ali Kâmi ve Hariciye
Nezareti Selânik Şehbenderhanesi (Dışişleri Bakanlığı Selanik Konsolosluğu)
Memurlarından Cemal Beyler hazır oldukları halde mumaileyha (anılan) Zübeyde
Hanımefendi her sene Ramazan-ı Şerif’te Kadir Gecesi’nde Darüşşafaka talebesi
tarafından hatm-i Kur 'anı Şerif icrasıyla ecr ü mesûbatı (sevap ve bundan
dolayı Allah tarafından verilen mükafatlar) evvela (ilk olarak) Peygamberimiz
Efendimiz Hazretlerinin mübarek ruh-u saadetlerine saniyen (ikinci olarak)
ehlibeyt-i risaletpenahi (Peygamberimizin ehlibeytine) ve enbiya-yı izam (büyük
peygamberler) ve cihâr (çar)-i yâr-i güzîn (Peygamberimizin başlıca dört dostu,
dört Halife) ve evliya-yı vâsılîn hazeratıyla (hakka eren evliyalar
hazretleriyle) bilcümle mümin ve müminan ve şühedayı muvahhidin (Allah’ın
birliğine inanan erkek ve kadın müminler ve şehidlerin) ervah-ı tayyibelerine
(temiz ruhlarına) ve ezcümle (özellikle) mumaileyha (anılan) Zübeyde
Hanımefendinin pederleri Feyzullah Efendi ve valideleri Ayşe Hanım
ve zevci evvelleri (ilk kocası) Ali ve zevci muahharları (sonraki kocası)
Ragıp ve biraderleri (kardeşleri) Hüseyin Efendilerle teyzeleri Fatma,
büyük valideleri Ematullah, anneanneleri Emine, kayınvalideleri
Ayşe, görümceleri Hatice ve kerimeleri (kızları) İsmet ve Naciye,
kerime-i maneviyeleri (manevi kızları) Rabia hanımlarla sagir
mahdumları (küçük erkek çocukları) Ömer ve Ahmed’in ruhlarına
ithaf olunmak şartıyla hasbeten-lillah (Allah rızası için) 20 yirmibin kuruş
evrakı nakdiyeyi (nakit parayı) malından bittefrik (ayırarak) teberru
(bağışlama) ve meblağ-ı mezbur (belirtilen miktarı) Cemiyeti Tedrisiye-i
Islâmiye İdaresi marifetiyle usulü dairesinde tesviye olunarak (dağıtılarak)
hâsıl olacak gailesinden (gelirinden) de talebeye bir defa mevsim meyvelerinden
biri tevzi edilmek (dağıtılmak) hususatı kararlaştırılarak işbu vakfın
tevelliyyâtını (velayetini) Darüşşafaka’da her kim müdür bulunursa deruhte
eylemesini (gerçekleştirmesini) beyan ve sâlifüzzikr (yukarıda anılan) yirmibin
kuruş evrak-ı nakdiyeyi (nakit parayı) Cemiyeti Tedrisiye-i İslâmiye (İslâmî
Eğitim Cemiyeti)’nin bir kıt’a (tek parça) makbuzu mukabilinde (karşılığında)
tamamen ita eyledikleri (verdikleri) ve elyevm (şu anda) Darüşşafaka Müdürü
bulunan Ali Kâmi Bey dahi şart-ı mezkur veçhile (anılan) şart gereğince)
tevliyet-i mezkîeyi (...) kabul eylemiş olmasıyla cereyan-ı hâl Cemiyeti
Tedriseye-i İslâmiye (İslâmî Eğitim Derneği) ve Darüşşafaka Vakıf defterlerine
aynen tespit ve kayıt ve bi’l-rıza imza olunduğunu mübeyyin (ortaya koyan) işbu
ilmühaber (belge) mumaileyha (anılan) Zübeyde Hanımefendi Hazretlerine ita
olundu (verildi).
Yirmiyedi
Rebiülevvel 1340 ve Yirmi sekiz Teşrinisani 1337
(28 Kasım
1921)
Darüşşafaka
Müdürü Ali Kâmi
Mühür
Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerinin Valideleri Zübeyde
Mühür
Şuhudil ’l-hâl (Şahitler)
Hariciye
Nezareti Selanik Başşehbenderhanesi (Başkonsolosluğu) Memurlarından (Cemal)
İmza
Cemiyeti Tedrisiye-i îslâmiye (İslâmî Eğitim Cemiyeti) Müdürü Cemil
imza
Birinci
sayfa arkasında: Defteri Mahsusuna kayd olunarak diğer senedat (senetler) ve
hüccetler (belgeler) meyanında kasada hıfz olunmak (saklanmak) üzere muhasebeye
21 Kânunuevvel 1337
Kayıt No.
134
İşbu
tercüme aslına uygundur
İsmail Sezginman /Av. N. Yüksel Ertuğrul 4 Ocak 1968”[175]
Zübeyde
Hanım, İslâm dinine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir kadındı.
İyiliksever, alçakgönüllü idi. Ankara’ya gelmeden önce İstanbul’da Akaretlerde
76 numaralı evde oturuyordu. Kızı Makbule evli ve yanındaydı. Damadı Mecdi Bey
de sık sık Ankara’ya gidip geliyordu. M. Kemal Ankara’da onca işi arasında
İstanbul’da bulunan annesi ile de yakından ilgileniyor, eniştesi Mecdi Bey’den
haber alıyordu. Yine anne tarafından yakın akrabası olan, Ankara’da Dışişleri
Bakanlığı Levazım Müdürü olarak görev yapan Cemal (Bolayır) Bey’le İstanbul’a
elden mektup ve para gönderiyordu.
Cemal
Bey’in İstanbul’a bir gelişinde Zübeyde Hanım, kendisini iyice halsiz ve hasta
hissediyordu. Cemal Bey’e vasiyetnamesini yapmak isteğinde olduğunu söyleyerek
onun yardımcı olmasını istedi. Cemal Bey de çok saygı duyduğu Zübeyde Hanım’ın
bu isteğini, tüm zorluklara rağmen yerine getirdi. Yakın tanıdık komşulardan üç
şahit de çağrılarak bunların huzurunda 25 Kanunusani 1338 (25 Şubat 1922)[176] günü, yaklaşık ölümünden bir
yıl önce, Zübeyde Hanım isteklerini bir bir söyledi. Cemal Bey de yazdı. Daha
sonra yazılanlar tanıklar önünde kendisine okundu, doğru yazılmış olduğunu
ifade ederek mührünü ve parmağını bastı. Şahitler de ad ve adreslerini yazarak
vasiyetnameyi imzaladılar.[177]
Zübeyde
Hanım’m kişiliğinin birçok cephesini göstermesi bakımından da önemli olan
vasiyetnamesinin tamamı günümüz Türkçesi ile şu şekildedir:
''İstanbul'da
Beşiktaş’ta Akaretler’de 76 numarada oturan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri ’nin
annesi ben Zübeyde, mevcut malımın üçte birini ayırarak; aşağıda gösterildiği
gibi sarf ve vakfedilmesini vasiyet eylerim:
1.
Ölümümde teçhiz ve
tekfin ve mezar ile dedeler, tehlil okuyucu efendiler ile mezara götürülmek
harcamaları ve gömülüşümün üçüncü günü akşamı hafızlar, hocalar, akraba ve
dostlar ve komşulardan uygun görülecek kimseler davet edilerek akşam yemeği
yendikten sonra hatim indirmek için eczai şerife okutturulacak ve duadan sonra
hafızlar ve hocalara uygun miktarda dağıtılmak üzere, bütün bunların hepsi için
450 lira ayırdım.
2.
Ölümümde
Beşiktaş'taki Yahya Efendi Dergâhı haziresinde gömüleceğim.
3.
Yahudi ’den dönme Hayriye
adındaki kadına ve onun ölümü halinde oğluna 10 lira verilecektir.
4.
Manevi evladım
yerindeki Ayşe adlı kıza, gelinlik çeyizi için yine 10 lira
verilecektir.
5.
Selanik’te biraderim
ölü Haşan Ağa’mn oğlu Abdurrahman ’a 30 lira verilecektir.
6.
Yetim Abdürrahim ’e
20 lira verilecektir.
7.
Vaktiyle hizmetimde
bulunurken kaybolan Vasfiye adındaki hizmetçim buldurularak kendisine 20
lira verilecektir.
8.
Büyütmem Afife ile
oğlu Hakkı'nın sünneti için 15 lira verilecektir.
9.
Her zaman akmak
üzere şehrin münasip bir yerinde bir çeşme yaptırılıp, suyu akıttırılmak ve ara
sıra onarımına harcanmak üzere 475 lira ayırdım.
10.
Her Cuma günü, Cuma
namazından bir saat evvel başlanarak, ezan okununcaya kadar uygun bir camii
şerifte cemaate karşı iki cüz’ü şerif okutturularak, karşılığında okuyan hafız
efendiye gelirinden verilmek üzere 490 lirayı ve dokuzuncu maddenin hükümleri
için usulü dairesinde Şeriye Mahkemesi’nde vakfiyesini tescil ettirmeye ve
mütevelli tayinine ve dilediği kimseyi mütevelli kılmaya mezun eyledim.
11.
Kefalet, savm ve salat
ve zûnup için ve Kurban Bayramı ’nın birinci günü beş adet kurban kesilmek ve
Öksüzler Yurdu öğrencilerine yedirilmek ve Kur'an hatmolunmak üzere bir defaya
mahsus olarak Öksüzler Yurdu'na 200 lira hediye ve teberru edilecektir.
12.
Vasiyetnamede
gösterilen maddeler için tahsis ettiğim toplam olarak 1.800 lira kâğıt para,
yaşadığım sürece benim olmak ve ölümümden sonra vasiyetnamemde gösterildiği
gibi harcanmak ve Osmanlı Bankası ’nda saklanmak, adıma cari hesap ile verilmek
üzere Selanik Başşehbenderi (Başkonsolosu) Kâmil Beyefendi’ye teslim
eyledim. Onun bir yere gitmesi ve kaybolması halinde, bu para bilmem şartıyla,
seçilecek ve gösterilecek başka bir güvenilir kişi adına yine bu banka cari
hesabına yatırılacaktır.
13.
Selanik'te Mithat
Paşa Sanayi Mektebi karşısındaki selamlığı ile birlikte büyük evim ile aynı
evin köşesinde bulunan teyzemden alınmış iki tane evimi Mustafa Kemal Paşa'ya
ve gene büyük evimin köşesinde Ayşe Molla'dan alınan bir ev ile Ahmet Subaşı
Mahallesi'nde bulunan bir ev, ki toplam olarak iki evimi kızım Makbule Hanım'a
ayırarak tahsis eyledim. Bundan başka; yanımda olan paramdan uygun miktarını
hayatımda kızıma bildirdiğimden, oğlum Paşa'ya bir yıl önce kızım Makbule
Hanımla birlikte yazarak ve mühürlüyerek gönderdiğimiz mektubumuzda belirttiğimiz
hususlar, bu mektupta yazılı olduğu gibi hükmü saklı kalmak üzere bütününden
Paşa Hazretleri'ne duyurulmasını vasiyet ederim.
Bu
vasiyetnamemi kapsayan madde ve hususların eksiksiz yapılmasını Selanik
Başşehbenderi (Başkonsolosu) Kâmil Beyefendi ile bu Şehbenderhane
(Başkonsolosluk) Kâtibi Cemal Bey'i yetkili ve sorumlu vasi tayin ettim.
Bütün bu
hususların uygulandığını ve gerçekleştirildiğini, alınabilecek yerlerden
belgeler ile yapılan harcamaları, oğlum Mustafa Kemal Paşa'ya ayrıntılı listeyle
hesap vermek zorundadırlar.
14.
Bu vasiyetname
tarihinden önce yapılmış başka bir vasiyetname çıkacak olursa, feshedilmiş ve
hükümsüz olacaktır.
15.
Bu vasiyetname, biri
yanımda saklanmak ve öteki Kâmil ve Cemal Beylerde bulunmak üzere
iki nüsha olarak hazırlanmış ve ilgililere verilmiştir.
Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerinin Annesi
Zübeyde
‘Parmak tzi"
Bu
vasiyetname aramızda tanzim ve içindekiler okunarak bildirildikten ve tamamıyla
kabul edildikten sonra, kendi mühür ve parmağını bastığını, dünya ve ahiret şahidi
sıfatıyla tasdik eylerim.
Şahitler:
İstanbul'da Meyvahoş'da 34 numaralı dükkânda kiracı bulunan
tüccardan Selânikli Mehmet, imza: Mehmet Nail.
Beşiktaş'ta
Akaretler'de 84 numaralı evde oturan Aile Mutfağı sahibi Ferit. İmza: Ahmet
Ferit.
Beşiktaş'ta
Akaretler'de 84 numaralı evde oturan Aile Mutfağı sahibi Şükrü. İmza: Ahmet
Şükrü.,,m
Emir Eri
Ali (Metin) Çavuş’un anılarında ve özellikle Mustafa Kemal Paşa’nın Latife
Hanım ile evliliği konusunda yazılan eserlerde Zübeyde Hanım’m ölmeden hemen
önce, son saatlerinde ikinci bir vasiyetname daha hazırlattığı anlatılmaktadır.
Bu vasiyetname şu ana kadar ortaya çıkmamıştır. '
Zübeyde
Hanım ile birlikte İzmir’e gelen Ali Çavuş, Mustafa Kemal’in çağırması üzerine
Ankara’ya dönecektir. “Zübeyde Hanım ’a gideceğimi söyleyince razı olmadı.
Her saat hastalığı artıyordu. Nitekim kendisini iyi hissetmediğini söyleyerek,
İzmir Valisi Kâzım Bey’le müftüyü çağırmamı, vasiyette bulunacağını
söylediğinden, vali ve müftüyü çağırdım. Vasiyetlerim yaptılar. Vasiyetlerinin
sonunda bir tane elmas yüzüğü ayırarak, ‘Bu da Mustafa’mın olsun’ demesi
hepimizin gözlerini yaşanmıştı. Türk Başkumandanına bir annenin hediyesiydi bu.
İki
nüsha hazırlanan vasiyetin bir nüshasını çekmecesine kilitledikten sonra diğer
nüshasını Atatürk’e verilmek üzere bana teslim ettiler...”[178] [179]
Latife
Hanım’m yeğeni Mehmet Sadık Öke vasiyet ve yüzük konusunda şunları anlatmıştır:
“Ölüm döşeğinde de Latife teyzemden istediği bir şey vardır; ‘canın pahasına
Mustafa ’mın içkisine engel olacaksın. ’ Vasiyeti budıır... Burada önemli bir
şey daha var; parmağından yüzüğü çıkartıyor. Bir elmas yüzüğü var parmağında,
‘bu da Mustafa ’mın olsun, Makbule ’ye verme. ’ Diyor Latife teyzeme. Ben hep
merak ederdim. Nişanlandığında onu niçin Latife teyzeme vermedi diye. Ama Mustafa
Kemal’in daha sonra yüzüğü Latife teyzeme, gelinine vermesi için onu Mustafa
Kemal’e vermesini istiyor... Vasiyet olarak parmağındaki elmas yüzüğü Makbule
Hanım 'a değil, Mustafa Kemal’e veriyor ve ‘bu da Mustafa’mın olsun’ diyor.
Herhalde Mustafa Kemal elmas yüzüğü takamayacağına göre onu karısına, müstakbel
karısına vermesi amacıyla verilen bir yüzüktür ki, zaten öyle oluyor. ‘Bunu da
Mustafa ’m sana taksın. Ben takmıyorum, Mustafa ’m taksın, ’ diyor...
...
Latife Teyzemin hiç çıkarmadığı yüzük, Muammer Bey’in verdiği değil, Mustafa
Kemal tarafından kendisine verilen Zübeyde Hanım ’ın yüzüğüydü. Zira o yüzüğü
bir başka severdi ve çok zaman dalgın dalgın hatıralara gömülmüş şekilde, o
zamanları düşünerek parmağında çevirir dururdu, hiç çıkartmazdı. Boşandıktan
sonra yüzüğü takmaya devam etti, zira talaknameyi kabul etse de kendini
boşanmış görmüyordu. Ve ölünceye kadar o yüzüğü parmağında taşıdı. Yüzük şu
anda ailemizde.”™
Ana-Oğul Arasında Örnek Bir İlişki
“Faziletine
ve yüksek kadınlığına inandığım anam ve kız kardeşim inkılâp işlerinde bana
inanmışlar ve hizmet etmişlerdir” diyerek Zübeyde Hanım’a olan bağlılığını
ifade eden Mustafa Kemal Paşa, annesini çok severdi. Annesinin sevdiği bir
şarkıyı duyduğu zaman gözleri yaşarırdı. Her sabah uyandığında temizliğini
yapar, giyindikten sonra ziyaret için annesine haber gönderir, izin isterdi.
Zübeyde Hanım da aynı şekilde hazırlığını yaptıktan sonra oğlunu kabul ederdi.
Bu görüşmelerde Mustafa Kemal Paşa, annesinin elini öper, onun hayır duasını
alırdı. Bir süre annesi ile kalıp sohbet ederlerdi.
Zübeyde
Hanım oğluna “Mustafam”, “Sarı Mustafam” diye hitap eder; çoğu zaman
bunu az bulur, “Paşam” veya “Sarı Paşam” diye hitap eder veya
anardı.
Atatürk’ün
yaşamının büyük bir bölümünde yanında olan
174
M. S. Öke, F. Bayhan,
a. g. e., s. 172 ve 198-199.
Yaverlerinden
Cevat Abbas Gürer’in, “Atatürk’ün çok sevdiği ve saydığı anası ile terbiye
ve zekâ bakımından vaziyetleri”™ anlattığı şu sözler, bir milli kahramanı
doğuran ve yetiştiren “Türk Anası”™n “devlet terbiyesi”ni ve “fazileti”™.
ne güzel ortaya koymaktadır:
“Bayan
Zübeyde, daha küçük yaşta yetim kalan oğlunun her durumuyla yakından
ilgilenirdi. Çünkü onun yetişmesinde ve yetiştikten sonra memlekete yararlı
olmasında büyük etken olmuştur. Atatürk’e tam anlamıyla hem analık, hem babalık
etmişti.
Sevgili
oğlu Mustafa’nın idamla mahkûmiyetini haber aldığı zaman, son derece dinç
olmasına rağmen üzüntüsünden kahırlanan Bayan Zübeyde hastalanmış, yatağa
düşmüştü. Uzun bir müddet oğlundan doğru bilgi alamaması da hastalığın
ilerlemesine sebebiyet vermişti.
Çankaya
artık Bayan Zübeyde 'ye çok kıymetli ve sevgili oğlunu, bol bol görmek ve onu
koklamak fırsatını verdiğinden pek memnun ve bahtiyar bir ömür sürüyor ise de
yine ekseriye vaktini hastalık içinde geçiriyordu.
Bayan Zübeyde’nin
yaratılışını, zekâsını ve çevresine karşı davranışını anlatmak için çok uzun
yazmak gerek. Yalnız ana olmak itibarıyla değil, fakat bu vakur, ciddi, taşkın
zekâlı büyük Türk kadınını her gün ziyaret etmek Atatürk için bir vazife idi.
Ziyaretler haberleşmeden yapılmazdı. Çünkü, ana oğul hazırlanmadan birbirlerini
görmezlerdi. Her ikisi arasındaki münasebetin esas kuralı daime ziyaretçinin
Atatürk ’ün olması idi.
Ebedi
Şef sabahleyin uyanır uyanmaz eğer o gün annesini görecekse, annesinden birisi vasıtasıyla
izin alırdı. Sonra büyük merasimde bulunacak imişcesine Atatürk hazırlanırdı.
Bayan
Zübeyde de, hasta yatağından dahi olsa büyük bir özenle Atatürk’ü kabule
hazırlanırdı. Saçlarını taratır, işlemeli başörtüsünü örter, MakedonyalI
gelinlik kızın zengin cihazından oyalı bürümcük gömleğinin üzerine ipekli
entarisini giyerdi. Ve İstanbulkari renkli maşlahı ile resmi kıyafetini
tamamladıktan sonra oğlunu beklediği haberini gönderirdi.
Bayan
Zübeyde, Atatürk’e ‘Mustafa’ diye hitap ederdi. Ben bu büyük ailenin arasında
emniyet, itimat ve muhabbet kazanmak mazhariyetine yıllardan beri karışmıştım.
Ekseriya her iki büyüğün görüşmelerinde beraber bulunurdum.
Büyük,
kıymetli evlat yetiştirmek bahtiyarlığı ile kıymetli büyük bir anaya sahip
olmak gururunu bir arada toplayan gözlerim; evet Türk toplumu bünyesindeki
terbiyenin ve o terbiyenin temellerinin ne kadar derin ve köklü, ne kadar nezih
ve ciddi ve ne kadar samimi olduğunun canlı örneklerini gördükçe, duygulanıyor,
mutlu oluyordum. Diyebilirim ki, Bayan Zübeyde ile Atatürk bu ana-oğul
birbirine âşıktılar.
Bu ana,
oğluna daha beşik çocuğu iken vatan ve millet sevgisini telkin eden ninnilerden
başlamış, onu her çağında duygularla büyütmüş, öğrenime yönlendirmiş, ilim ve
irfan aşılamıştır. Yetişen, makamını bulan kurtarıcı oğlunu o, Mustafa Kemal
yapmıştı.
Bu
ziyaretlerin her birinde Atatürk, anasının mübarek elini büyük bir saygı ile
öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür, Mustafa hatta
Mustafacık olurdu. Konuşmaları, şakaları pek içten kaynayan sevginin
belirtileriydi.
Çankaya’da
bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir durumu değeri sınırsız
olan Bayan Zübeyde’nin işlek, kıvrak zekâsının bir örneği olarak sunacağım:
Atatürk
annesinin elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin
gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu
kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir kurtarıcı armağan veren ana
olmak itibariyle gururlanmak idi. Fakat öyle olmadı, mutluluğunu gülen ve şirin
yüzünden okunan o büyük Türk anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin
eline uzandı: Atatürk: ‘Ne yapıyorsun anne’... dedi. Bayan Zübeyde sessiz ve
kesin bir ciddiyetle: ‘Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı
olan vazifeni yapıyorsun; fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet
başkanısın. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebasıyım, elini
öpebilirim ’ cevabını verdi.
Oğlunun
elini öpmekten çok Bayan Zübeyde, hareketiyle oğlunun makamının en büyük
saygıya değer olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu”^
175
Zübeyde Hanım ile
ilgili bu bilgiler için bakınız: C. Sönmez, Atatürk’ün
Annesi Zübeyde Hanım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını,
Genişletilmiş 2. Baskı, Ankara, 1998, 1-136 s. Ayrıca bakınız: Ş. Turan, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik Mustafa Kemal
Atatürk, s. 19 vd.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Kardeşleri
hakkında Makbule Hanım şu bilgileri vermektedir: “Ağabeyim Atatürk, Ali Rıza
Bey’in dördüncü evlâdıdır. Kendisinden evvel Fatma, Ömer ve Ahmet adında üç
kardeşimiz daha dünyaya gelmişse de ömürleri vefa etmemiş ve ölmüşlerdir.
Mustafa (Kemal), bunlardan sonra dünyaya gelmiştir. Ben daha sonra geldim.
Benim küçüğüm Naciye’dir. Ben, Atatürk mektepte iken doğmuşum. Beni pek çok
severdi. Öteki hemşirem Naciye ile araları pekiyi değildi”'’16
Atatürk,
Selanik Askeri Rüştiyesi’nden itibaren Hayatı boyunca dostlukları ve
arkadaşlıkları devam etmiş olan Fuat Bulca’ya kardeşleri hakkında bir gün şöyle
demişti: “Kardeşlerim arasında en sevdiğim Naciye ’ydi. Çocuk yaşının
üstünde hisli, duygulu ve öğrenmeye meraklıydı. Ben Harbiye’ye giderken
kitaplarımı istemişti. Annemden onu okutmasını istemiştim. Ne ablam Fatma’yı,
ne ağabeylerim Ahmet ve Ömer’i
176
“Atatürk'ün
Çocukluğu (Bayan Makbule'nin Büyük Adam İçin Anlattıkları, //.)”, Anlatan:
Makbule Atadan, Konuşan: Selime Seden, Akın
Gazetesi, İstanbul, 1.1. 1948.
hatırlayamıyorum.
Son ikisi aynı yıl, 1883 ’te ben iki yaşında iken ölmüşler. Naciye, annem gibi
sarışın, mavi gözlü, duru beyaz tenli idi. Tipik bir Yörük kızıydı. Makbule’ye
hiç benzemezdi."^1
Makbule
Hanım değişik tarihlerde yayınlanan anılarında kardeşleri hakkında önemli
bilgiler vermiştir: “Annemiz, çocuklarının üzerine titrerdi. Çocuklarına
düşkünlüğü o derecede idi ki, babamın ölümünde, o büyük acının yanı sıra ‘artık
evlât yapamayacağım!’ diye ağlamıştı. Benim büyük kardeşlerim Fatma, Ahmet,
Ömer ve Mustafa idi. içlerinden yalnız Mustafa yaşadı. Mustafa doğduğu zaman,
babam ona kılıç armağan etmiş.
Babam
önceleri memurken, sonradan ticaret yapmağa başlamış, hayli zenginmiş. Hatta bu
yüzden üç defa dağa kaçırmışlar. Ben doğduğum zaman, Mustafa 4-5 yaşında imiş.
Diğer kardeşlerim, ben doğmadan öldüğü için, annem ‘tek evlâtla kaldım!’ diye
yakınırmış. Bir süre sonra ben dünyaya gelmişim. Bu arada babam hastalanmış.
İki yıl kadar, Mustafa ’yı okula götürüp getirmesi, onun en zevkli işi olmuş.
Babamın
son günlerinde Naciye adlı bir kardeşimiz daha dünyaya geliyor. Buna herkes çok
seviniyor. Ben iki yaşımda, Naciye 40 günlük iken, babamızı, hiç beklemediğimiz
bir anda kaybediyoruz. Annem dul kalıyor. Çiftlikte oturan dayım, bize geliyor,
anneme “seni ben evlendirdim, böyle perişan bırakamam, benimle beraber gelin!”
diyor. Böylece. annem, dadımız Rabia ve biz üç kardeş çiftliğe taşınıyoruz.
Annem,
babamın bıraktığı altınlardan her ay birkaçını bozdururdıı. Çiftlik hayatından
hepimiz çok memnunduk. Dayım bize bir baba gibi, şefkat ve muhabbetle bakardı.
Biz de onu çok severdik. O Mustafa’ya “Paşam!”, bana “Makbuş!, Naciye'ye
“Bülbül!” derdi.
Babamın
ölümündeki üzüntülü bir başka olay da şimdi aklıma geldi. Onu da söyleyeyim:
Babamın ölüm günü dadımız,
177
C. Kutay, Atatürk Olmasaydı?, s. 3. F. R. Unat,
“Atatürk’ün Ailesi Efradı ve Kendisine Karabet Dereceleri”, s. 737.
Kardeşlerin ölümüne sebep olan hastalık bazı kaynaklarda “çiçek” hastalığı
olarak zikredilmektedir: Ö. Sami Coşar, a. g. e. C: L, s. 41.
Naciye’yi
yere düşürüyor ve kızın ayağı kırılıyor. Çocuğu tedaviye başlıyorlar, fakat üst
üste gelen bu iki üzüntü annemi çok harap ediyor...
(Ağabeyim
İstanbul ’da Harbiye ’de okurken) dediğim gibi her ramazan armağanlarla
gelirdi. Gene bir ramazan gelişinde, kapıyı açan hizmetçi kıza bizi sorar. Bu
arada Naciye’den de bahseder. Hizmetçi kız, eve geleli bir hafta olduğunu,
fakat Naciye adlı birini tanımadığını söyler. Nihayet bizlerle karşılaştı ve
Naciye’yi sordu. Annem, dört gündür halasında olduğunu söyledi. Fakat o,
meseleyi fark etmişti. Naciye’nin kaybına çok üzüldü. Naciye ’yi on yaşındayken
kaybetmiştik. Uzun boylu, iri yapılı, çok güzel bir kızdı.”™
Görüldüğü
gibi kardeşleri konusunda, özellikle Naciye ile Atatürk’ün ilişkileri konusunda
Makbule Hanım’m anlatımı ile Atatürk’ün anlatımları arasında bir çelişki
vardır. Makbule Hanım olayları biraz kendi zaviyesinden değerlendirmektedir
denilebilir.
Makbule
Hanım’m anlatımında tarihlerde de bazı tutarsızlıklar bulunmaktadır. Mesela
eldeki belgelere göre Naciye öldüğünde on yaşında değil ondört/onbeş yaşında
idi. Bu tip tutarsızlıklar yeri geldikçe vurgulanacaktır.
ATATÜRK’ÜN MAKBUŞU: MAKBULE HANIM
178
“Rahmetli
Makbule Atadan Anlatmıştı: Ağabeyim Atatürk”, Aktaran: Dr. Rıdvan Ege, Ulus Gazetesi, 10. 11. 1962. 1 Kasım
1955 günü Makbule (Atadan) Hanım tarafından Dr. Rıdvan Ege’ye anlatılan bu
anılar, söyleşi tarihinden 7 yıl sonra, 1962 yılında yayınlanmıştır.
Cebeci Asri
Mezarlığı’ndaki mezar taşında 1308/1892[180]
olarak yer almaktadır. Mesela 17 Kasım 1954 tarihli evlat edinme konulu mahkeme
kararma göre Makbule Hanım’ın nüfus bilgileri şu şekildedir: “İstanbul /
Beşiktaş / Arnavutköy / Karaçeşme Arnavutköy Caddesi Hane: L, Cilt: 47, Sahife:
80 kayıtlı Ali kızı 1308 (1892/93) doğumlu Makbule Atadan’ın bekâr ve füruğsuz
(çocuksuz) olduğu dosyada mevcut nüfus kayıtlarından anlaşılmış (tır)."
Kanaatimizce
konuyla ilgili karışıklık yukarıda Ali Rıza Efendi’nin ölüm tarihi konusunda
tartıştığımız Faik Reşit Unat’ın yaptığı yanlışlıktan kaynaklanmaktadır. Son
bulunan Zübeyde Hanım ve çocuklara emekli maaşı bağlanması ile ilgili belgeye
göre Ali Rıza Efendi’nin ölüm tarihi 23 Mayıs 1886 olarak kesinleşmiştir. Şu
halde, Makbule Hanım’ın doğum tarihi olarak gösterilen 1308/1892 tarihinin
yanlışlığı ortadadır.
Ali Rıza
Efendi’nin ölüm tarihi olan 1886 esas alındığında Makbule’nin yukarıda
verdiğimiz anlatımlarına göre doğum tarihinin 1301/1885 olması gerekir.
Makbule,
Mustafa Kemal’in beş kardeşi arasında en uzun süre birlikte olduğu kardeşidir.
Fakat karakter olarak çok iyi anlaştıklarını söylemek güçtür. Ağabeyinin parlak
zekâ ve anlayışından yoksun olan Makbule, aynı zamanda kolaylıkla başkalarının
etkisi altında kalmaktaydı.
Mustafa
Kemal kız kardeşinin okula gitmesini istememişti. Bunda kız çocuklarının okula
gitmelerine karşı olması değil; Selanik’teki şartların uygun olmaması etkili
olmuştu. Makbule, kurmay subay çıkan ağabeyine, "ben de okusam, hiç
olmazsa bir öğretmen olsam!" diye ısrar ettiğinde, "maaşa mı
ihtiyacın var Makbuş?" Ya da "sen okursan mevkimi elimden
alırsın!" gibi şakacı cevaplar vermişti. Bu nedenle Makbule özel ders
alarak okuma-yazma öğrenmiş ve kendisini yetiştirmeye çalışmıştır. Tabanca
kullanmada da oldukça başarı kazanmıştır.
Makbule Hanım, iki kere evlenmiştir. Selanik’te evlendiği ilk
eşi Lütfı Bey’den[181] ayrıldıktan sonra, İstanbul’da ticaretle uğraşan (sonra Beşinci
Dönem Edirne Milletvekili olan) Mustafa Mecdi Boysan ile evlenmiştir. İkinci
eşinden 1946’da boşandı. “Atadan” soyadını aldı.
Makbule
Hanım’ın ilk eşi Lütfı Bey ile ilgili bilgiler sınırlı olmakla birlikte
Atatürk’ün bazı mektuplarında ve bazı günlüklerde “Eniştesi Lütfı”den
bahsettiği görülmektedir. Sofya’da Askeri Ataşe olarak bulunan Yarbay Mustafa
Kemal Cemal Paşa’ya yazdığı 17 Ocak 1914 tarihli bir mektupta; ‘‘'İstanbul’da
iken memleketin bin türlü sıkıntı ve felaket içinde koşuşturduğu bu devirde,
mesainizi hangi işlere harcadığınızı düşünmeyerek, aileme yegâne sığınak
olabileceği fikriyle, önce eniştem Lütfı Efendi hakkında, sonra da Sofya ’da
içine düştüğüm maddi, manevi ıstırapların hafifletilmesine yardımcı olmanız
konusunda istirhamlarda bulunmaktan hakikaten utanmıştım... Selanik’te valide
ve hemşire çırpınıyor, İstanbul’da enişte sefil sürünüyor... ”[182] diyerek bahsetmesinden
Eniştesi Lütfı’nin bu tarihlerde İstanbul’da, Annesi Zübeyde Hanım ile kardeşi
Makbule Hanım’ın henüz Selanik’te olduğunu anlıyoruz.
Mustafa
Kemal’in Çanakkale’de “Cesarettepe”den arkadaşları İbrahim (Tali Öngören), Fuat
(Bulca) ve Salih (Bozok)’e birlikte hitaben yazdığı 28 Mart 1915 (9 Mart 1331)
tarihli bir mektuptan Eniştesi Lütfı’nin o sırada Kuleli Hastahanesi’nde kâtip
olarak çalıştığını öğreniyoruz: “(...) Cümlenizi gözlerinizden öperim. Bizim
enişte Kuleli Hastahanesi’nde kâtip imiş. Rica ederim, mümkünse adamakıllı
adresini öğrenip bana bildiriniz veya bildirsin.”[183]
Yine
Çanakkale Cephesi’nde (daha sonra da Kafkas Cephesi’nde toplam 2.5 yıl)
Atatürk’ün Kurmay Başkanlığı’nı yapan Orgeneral İzzettin Çalışlar’m
günlüklerinden Enişte Lütfı’nin Çanakkale’de Atatürk’ü ziyaret ettiğini
öğreniyoruz. Çalışlar’m 5 Temmuz 1915 (22 Haziran 1331)’te günlüğüne yazdığı
not şu şekildedir: “Hava sıcak. Karargâhta meşgul olduk. 125. Alay Kumandam
Abdürrezzak Bey’le Alay Müftüsü karargâha geldi. Kumandan Bey’in (Atatürk’ün)
eniştesi Lütfı Efendi de misafir geldi.
Makbule
Hanım, Lütfı Bey’den boşandıktan sonra işadamı Mustafa Mecdi Boysan ile ikinci
bir evlilik yaptı. Makbule ile evlilikleri pek iyi gitmemesine rağmen Atatürk
eniştesi Mecdi Boysan ile ilişkilerini sürdürmüş; 1936 Temmuzunda Florya
Köşkü’nde onu kabul etmişti. Aynı yılın Ağustos ayı başlarında Ankara’dan
İstanbul’a giderken de onu yanma almıştı.
Yukarıda
anlatıldığı gibi Makbule Hanım’m Zübeyde Hanım ile Mart 1915 sonunda Selanik’ten
İstanbul’a geldiğini ve annesi ile birlikte önce Beşiktaş/Akaretler’deki, sonra
da Şişli’de Mustafa Kemal Paşa’nın kiraladığı üç katlı evde yaşadığını
biliyoruz. Bu arada ilk kocası Lütfi Bey’den ayrılan Makbule Hanım Mecdi
(Boysan) Bey ile evlendi. Akaretlerdeki eve tekrar dönen aile Milli Mücadele
boyunca biraz da sıkıntılı bir hayat sürecektir.
183 Orgeneral
İzzettin Çalışlar, On Yıllık Savaşın Günlüğü
Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşları, Hazırlayanlar: 1.
Görgülü, î. Çalışlar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997, s. 106.
1922
Haziran ayının ortalarında annesi Zübeyde Hanım ile birlikte Adapazarı’na gelen
Makbule, burada ağabeyi Mustafa Kemal Paşa ile buluştu. Annesi Mustafa Kemal
Paşa ile Ankara’ya gitti. Makbule Hanım ise İstanbul’a döndü. Bazı
araştırıcılar onun Ankara’ya gelmeyişinin nedeni olarak o sırada Ankara’da
Mustafa Kemal Paşa’nın yanında bulunan Fikriye Hanım ile anlaşmazlığını
göstermektedirler.
Zübeyde
Hanım vefat ettiği zaman (15 Ocak 1923) İstanbul’da bulunan Makbule, Halası
Emine Hanım ile birlikte bir günlüğüne İzmit’e gelerek orada bulunan ağabeyi
Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş ona “başsağlığı” dileklerini iletmiştir.
Atatürk’ün
isteği ile 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulurken de kurucuları arasında
yer alan Makbule Hanım; 1935’ten başlayarak çoğunlukla Çankaya’da ağabeyinin
yanında yaşamaya başlamıştır. Atatürk köşkün bahçesinde onun oturacağı (bugün
Camlı Köşk diye bilinen) küçük bir köşk yaptırmıştır. Atatürk’ün Nöbet
Defteri’ne Makbule Hanım’dan hep “Büyük Bayan” şeklinde söz edilmektedir. O,
zaman zaman da Çankaya’daki Atatürk’ün sofrasında yer almıştır.
Atatürk
İstanbul’a gidişlerinde Makbule Hanım’ı da yanına alıyordu. Makbule Ankara’nın
sert havasından rahatsızlık duyunca Ocak 1937’de İstanbul’a giderek Dolmabahçe
Sarayı’na yerleşmişlerdir. Aynı yılın Nisan ayındaki gidişlerinde yanlarına
Atatürk’ün manevi evlatlarından Zeynep ve Ülkü’yü de almışlardı.
Makbule
İstanbul Alibeyköy kuzeyinde bir çiftlik almıştır. Atatürk, 25 Haziran 1936’da
kardeşinin çiftliğini görmeye gitmişti.
Taşınır ve
taşınmaz bütün mal varlıklarını devlete ve millete bağışlamaya karar vermiş
olan Atatürk, kendi önerisi üzerine TBMM’nin 1933’te kabul ettiği 2307 sayılı
yasa ile kız kardeşini Medeni Yasa gereği kendine düşecek paydan (mahfuz hisse)
yoksun bırakmaktan çekinmemiştir. Ölümünden bir süre önce 5 Eylül 1938’de
Dolmabahçe’de kendi el yazısı ile düzenlediği vasiyetname ile Makbule Hanım’a
“kendisine nisbetleri şerefi mahfuz kaldığı (yaşamını onurlu olarak
sürdürdüğü)” sürece İş Bankası’ndaki payının yıllık gelirinden ayda 1.000 lira
ödenmesini istemiştir. Bunun dışında Makbule’nin hayatta olduğu sürece
Çankaya’daki küçük köşkte oturabileceğini de belirtmiştir.
Makbule
Hanım, 10 Kasım 1938’de vefat eden ağabeyi Atatürk’ten sonra 18 yıl daha
yaşamıştır.
İkinci
Dünya Savaşı’nın doğurduğu hayat pahalılığı karşısında Ankara Ayrancı’da
Kavaklıbağ diye bilinen bağ ile Eğridir Belediyesi’nin Atatürk’e armağan ettiği
ve ondan kendisine kalan Eğridir Gölü’ndeki Can Adası’nı satmıştır. Ağabeyinin
vasiyeti ile İş Bankası’nca ödenen aylık 1.000 liranın artırılması için yargıya
başvurmuş, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den yardım talep etmiştir. Ayrıca
Trabzon’daki Atatürk Köşkü’nün kendisine verilmesi için Hazine aleyhine dava
açmış, ancak bundan bir sonuç alamamıştır.
Böylece son
yıllarını bir takım davalarla geçiren Makbule Atadan, ağabeyine ve kendisine
ait birçok belge ve eşyayı da Albay Halil Nuri Yurdakul’a vermiştir. Şemsi
Belli, onun anılarını, hasta yatağında yattığı Gülhane Hastahanesi’nde banda
kaydetmiştir.[184]
Yeni Bir Belge İle Ortaya Çıkan Sır:
Makbule Hanım’m Evlatlıkları
Katıldığım
bir televizyon programından sonra sosyal medya aracılığı ile bana ulaşan Merter
Dinç Bey, bir belge paylaşmak istediğini belirterek bu bölümde
değerlendireceğimiz önemli bir mahkeme kararının suretini tarafıma
ulaştırmıştır. Merter Bey, e-posta üzerinden yaptığımız yazışmalarda belgeyi “çok
yakın aile dostu olan Sığırtmaç Mustafa ’nin kızı Tacinur Demir’in kendisine
verdiğini” belirtmekteydi.
Aşağıda
ayrıntılı bir şekilde değerlendireceğimiz üzere Makbule Hanım ölümünden (18
Ocak 1956) yaklaşık iki yıl önce (17 Kasım 1954) mahkeme kararıyla dört kişiyi
evlatlık edinmiştir. Kamuoyumuz tarafından pek bilinmeyen bu konu Tacinur Demir
Hanım ve Merter Bey’in gayretiyle gün yüzüne çıkmış olacak.
Konusu
“evlat edinme” olan karar “T.C. İstanbul 12.ci Asliye Hukuk Hakimliği”nin
954/1028 Esas ve 954/917 Karar sayılı, 1. 11. 1954 tarihli kararıdır. Dava,
Hâkim Nail Topaz (6375) tarafından görülmüş, Kâtipliği Ayşe Matlakan yapmıştır.
Davacı Makbule Atadan (Kadıköy Moda Caddesi Cemhan Apartmanı, Daire 2’de),
Vekili ise Avukat Vecih Işık’tır.[185]
Aşağıda
tamamını paylaşacağımız mahkeme kararına göre Makbule Hanım’m evlat edindiği
dört kişi şu kişilerdir:
1.
Hatice Mualla
(Tunçak) Hanım: Atatürk’ün Manevi Evladı Abdürrahim Tunçak’m karısıdır.
Halil İbrahim kızı. İstanbul / Beşiktaş Abbasoğlu Mahallesi, Ihlamur Sokak
Hane: 51, Cilt: L, Sahife: 17. 1334/1918 doğumlu ve evli. Hatice Mualla Hanım’m
eşi Abdürrahim Tunçak Bey, duruşma günü bizzat mahkemeye gelerek “karısının
davacıya (Makbule Hanım ’a) evlat olmasında muvafakati olduğunu” beyan
etmiştir.
2.
Mustafa Demir Bey: Atatürk’ün
manevi evlatlarından “Sığırtmaç Mustafa” olarak bilinen Mustafa Demir, Atatürk
tarafından okutulmuş ve yarbay rütbesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli
olmuştur. Yalova Merkez Mahallesi / Merakaya Hane: 94, Cilt: L, Sahife: 90
nüfusuna kayıtlıdır. 1334/1918 doğumlu ve evlidir. Karısı Rıfgıye Hanımdır.
Mustafa Demir’in eşi Rıfgıye Hanım, duruşma günü bizzat gelerek, “kocasının
davacıya (Makbule Hanım) evlat olmasına muvafakati olduğunu" beyan
etmiştir.
3.
Fikret Avcı: Hüseyin
oğlu, 1932 doğumlu olan Fikret Avcı, Ankara / Haymana / Medrese Hane: 12, Cilt:
L, Sahife: 30 nüfusuna kayıtlıdır. Mürüvvet Avcı Hanım ile evlidir. Mahkeme
sırasında Kayseri’de bulunduğu anlaşılan Mürevvet Hanım, “Kayseri Asliye Hukuk
Hâkimliği vasıtasıyla göndermiş olduğu 8. 11. 1954 tarihli dilekçesi ile
kocasının davacıya (Makbule Hanım) evlat olmasına muvafakatinin bulunduğunu”
beyan etmiştir.
4.
Zeynelabidin: Nebi
oğlu, 1934 doğumlu olan Zeynelabidin Bey, Hatay / Dörtyol Çekmersimen Mahallesi
veya Köyü Hane: 278, Cilt: 4, Yabancı Sahife: 92 nüfusuna kayıtlıdır. Mahkeme
tarihinde bekârdır. Zeynelabidin Bey de duruşmaya bizzat katılarak, “evlat
olmasında muvafakati bulunduğunu" beyan etmiştir.
Makbule
Hanım’ın mahkeme kararıyla evlat edindiği bu dört kişiden ilk ikisini
kamuoyumuz az çok tanımaktadır. Hatice Mualla Tunçak’ın evlat edinilmesi
hakkında daha önceki yıllarda şu değerlendirme kamuoyuna yansımıştı: “Makbule
Atadan, genç kızlığının geçtiği evde büyüyen Abdürrahim’i, abisinin ölümünden
sonra da yalnız bırakmamış, onunla yakından ilgilenmiş. Onu kendi nüfusuna
geçirmek istemişse de bu engellenince, Abdürrahim Tunçak’ın eşi Mualla Tunçak’ı
evlat edinmiş, nüfusuna geçirmiş. Atatürk’ün ölümünden sonra Makbule Atadan’a kalan
özel mirası Makbule Atadan’ın ölümünden sonra da evlatlığı Mualla Tunçak’a
kalmış...”[186]
Makbule
Hanım’ın evlat edindiği ikinci kişi olan Merhum Mustafa Demir, Atatürk'ün 1929
yılında himayesine aldığı Sığırtmaç Mustafa (Demir)’dır. Sığırtmaç Mustafa, Atatürk’ün
Yalova’da tanıyıp himayesine alarak okuttuğu fakir çocuklardan birisidir.
Mustafa’nın ailesi Bulgaristan gelerek Yalova’ya yerleşen bir göçmen aileydi.
Okuma-yazma bilmeyen, 1918’de Varna'da doğan Sığırtmaç Mustafa, Atatürk'e yol
tarif ederken tanıştığında sıtma hastalığına yakalanmıştı. Atatürk ailesinin de
onayını alıp önce Mustafa'yı tedavi ettirdi. Şişli’deki Himaye-i Etfal (çocuk)
Hastanesi’ne gönderdi. Tedavi ve bakımı ile ilgilendi. Hatta bir gece kendisini
hastanede ziyaret etti (21-22 Eylül 1929). Mustafa sağlığına kavuştuktan sonra
okula gönderildi. Beşiktaş'taki 19. İlk Mektep (İlkokul)’e yazdırıldı.
Beşiktaş’taki okula bir yıl kadar devam eden Mustafa Atatürk tarafından
Maçka’daki Fevziye Lisesi (Işık Lisesi) ne yazdırıldı. Lisenin 9. Sınıfında
iken imtihana girerek Kuleli Askeri Lisesi’ni kazandı. Kuleli Askeri Lisesi'ni
bitirdi. 1941 yılında Kara Harp Okulu’ndan 1941/B’li Tankçı Teğmen olarak mezun
oldu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne katıldı.
Yüzbaşı
rütbesindeyken Rıfkiye Hanım ile evlendi. 1954 yılında, Makbule Atadan
tarafından manevi evlat olarak kabul edildi. Kızı Tacinur’a ismini Makbule
Hanım vasıtasıyla Atatürk verdi. Mustafa Bey, bu konuyu bir söyleşi de şöyle
anlatmıştır: “... Size (kızımın) isminin ne şekilde konulduğunu aktarmak
isterim. Kızımız olmadan evvel rahmetli Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan
sık sık bize geliyordu. Bir çocuğumuz olacağını biliyordu. Kızımız olunca
kendisine telgraf çektim. ‘Kızınız ellerinizden öper’ diye. Paşa'dan hemen bir
cevap aldık: ‘Torunum Tacinur’un gözlerinden öperim.’ Böylece isim konulmuş tu.
”[187]
Bir süre
sonra sağlık sebebiyle orduda personel sınıfına geçti. Çeşitli askerlik
şubelerinde görev aldıktan sonra 1960 yılında kalp rahatsızlığı nedeniyle
yarbay rütbesindeyken emekliye ayrıldı. Bir süre Bursa’da yaşadı. 1962 yılından
itibaren ömrünün son yıllarını Yalova’da geçirdi. 15 Ocak 1987'de yaşamım
yitirdi ve Yalova’da toprağa verildi.[188]
[189]
Makbule
Hanım’m evlat edindiği diğer iki kişi olan Fikret Avcı ile Zeynelabidin Bey
hakkında mahkeme kararında yer alan yukardaki bilgilerden başka bir bilgiye
sahip değiliz. Bu iki kişiden birisi olan ve mahkeme tarihinde 22 yaşında
bulunan Fikret Avcı herhalde Makbule Hanım’m bir vesile ile tanıdığı ve bir
süre hizmetine aldığı bir genç olmalıdır.
Hastalığı, Ölümü ve Cenaze Töreni
Makbule
Hanım’m vefatına sebep olan son hastalığından önceki yıllarda “romatizma”dan
rahatsız olduğunu ve yürümekte zorluk çektiğini biliyoruz. 1948’de kendisiyle
bir söyleşi yaparak gazetede yayınlayan Selime Sedes, ikinci söyleşi için bir
araya geldiklerinde Makbule Hanım’m kişiliği ve sağlık durumu hakkında şu
bilgileri veriyor: “Güler yüzlü, kibar tavırlı bir kadın, Atatürk’ün hemşiresi
Bayan Makbule, romatizmadan acı çektiği için, güçlükle yürüyebiliyordu. Geniş
ve aydınlık salonda karşı karşıya oturduk... Nazik ev sahibesi gülümsedi ve çok
gerilerde kalan uzun senelerin hatıralarını kısaca canlandırmağa başladı..”™9
Makbule
Hanım, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde yaklaşık dokuz aydır gördüğü tedavi
sonuç vermeyince, yakalandığı “inoperabl uterus kanseri” (rahim kanserinden
kurtulamayarak 18 Ocak 1956’da saat 12.55’te vefat etmiştir. Cenazesi 19 Ocak
günü düzenlenen devlet töreni ile kaldırılmıştır. Öğle namazı ardından
Hacıbayram Camii’nde cenaze namazı kılınmış, Türk bayrağına sarılı tabutu eller
üzerinde Adliye binası (Ulus) önüne kadar taşınmış ve burada cenaze arabasına
konularak Asri Mezarlığa ulaşmıştır. Burada hazırlanan özel bir mezara
defnedilmiştir. Devlet protokolü, üniversiteler ve kordiplomatiğin yoğun
katılımı olan korteje halk da yoğun bir şekilde iştirak etmiştir. Cenaze
törenine Atatürk’ün manevi evladı Sabiha Gökçen ile birlikte, Amcaları Salih
Bey tarafından akrabaları olan Zeynep Al tay, Nafıa Orcay ve Vüsat Erbatur da
katılmıştır.
18 Ocak
1956 günü basınında yayınlanan Gülhane Askeri Tıp Akademisi Komutanlığı
bildirisi şu şekildedir:
“Gülhane
Askeri Tıp Akademisi Kumandanlığından bildirilmiştir:
Aziz
Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Atadan, dokuz ayı mütecaviz bir zamandan beri
tedavide bulunduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisinde, İnoperabl Üterüs
kanserinden, bütün ihtimamlara rağmen şifa bulamayarak bugün saat 12.55’te
hakkın rahmetine kavuşmuştur”
Yine 18
Ocak 1956 günü basında cenaze töreninin ne şekilde yapılacağı konusunda
hazırlanan program yayınlanmıştır:
1.
. Büyük Atatürk'ün
hemşireleri Makbule Atadan bugün saat 12. 55 ’te vefat etmiştir.
2.
Cenazeleri yarın
öğle namazını müteakip makber-i mahsusuna tevdi edilecektir.
3.
Merasime ait program
aşağıdadır:
a.
Merhumun cenazesi
yarın Hacı Bayram Camii’nden kaldırılacaktır.
b.
Öğle namazının
kılınması.
c.
Cenaze namazının
kılınması.
d.
Aşağıdaki tertibe
göre kortejin teşkili ve hareket.
Kortej:
Emniyet kıtası, Ankara Emniyet Müdürlüğü ’nden bir trafik arabası,
bunun arkasından 15 atlı polis müfrezesi (kortejden 100 metre ileride bir
piyade bölüğü). Bando, 28. Tümen bandosu, Çelenkler, Tabut (Türk bayrağına
sarılmış olarak), Reisicumhur (Başyaver, Umumi Katip), Büyük Millet Meclisi
Reisi, Başvekili heyeti vekile, B. M. Meclisi Riyaset Divanı, M. M. Meclisi
azalan, askeri ve mülki erkan, üniversite ve talebe mümessilleri, merasime
iştirak etmek isteyen halk, bir piyade bölüğü...
e.
Kortejin takip
edeceği yol: Hacıbayram Camii, Bayram Caddesi, Karaoğlan Caddesi,
Belediye önü, Adliye. Adliye önünde merasime nihayet verilecek yahut cenaze
otomobil ile asri mezarlığa nakledilecektir. ”
Makbule
Hanım’ın cenaze töreni ve defin işlemleri 19 Ocak 1956 günü basınında şu
şekilde anlatılmıştır:
“Aziz Atatürk'ün
uzun müddetten beri Gülhane Askeri Tip Akademisi’nde tedavi edilmekte iken dün
hayata gözlerini yuman kız kardeşi Makbule Atadan'ın cenazesi bugün büyük
merasimle kaldırılarak ebedi istirahatgahına tevdi edildi.
Başta
Reisicumhur Celal Bayar olmak üzere Büyük Millet Meclisi Reisi Refik Koraltan,
Başvekil Adnan Menderes, vekiller, Büyük Millet Meclisi Reis vekilleri ve
azalan, siyasi partiler başkan ve temsilcileri, Erkânı Harbiye-i Umumiye Reis
Vekili, kuvvetler kumandanları, rektör ve profesörler, Vali, Cumhuriyet
Müddeiumumisi, Belediye Reisi, Vilayet ve Belediye Meclisi azası, muhtelif
cemiyet ve birliklerle talebe teşekkülleri temsilcileri, mülki ve askeri erkân
ve çok kalabalık bir cemaat cenaze merasiminde hazır bulunmuştur.
Kordiplomatik
adına Çin Büyükelçisi Ekselans Li Titsun rahatsız olduğu için kendisini
temsilen Çin Büyükelçiliği Müsteşarı ile davet edilmemiş bulunmalarına rağmen,
birçok kordiplomatik erkânı ve bu arada Birleşik Amerika, Kanada ve Afganistan
Büyükelçileri ile İran Büyükelçiliği müsteşarı, Amerikan askeri ve iktisadi
yardım heyetleri başkanları ve bu heyetlerin bazı üyeleri cenaze alayına
iştirak etmişlerdir.
Rahmetlinin
yakınlarından Sabiha Gökçen, Zeynep Altay, Nafla Olcay ve Vüsat Erbatur da
alayda kendilerine ayrılan yeri almışlardır.
Makbule
Atadan'ın Türk bayrağına sarılmış olan tabutu, cenaze namazını müteakip,
Hacıbayram Camii’nden alınmış ve bir emniyet kıtası ile askeri bando ve
muhtelif zevat ve teşekküller tarafından gönderilen yüzlerce çelenk en önde
olduğu halde, cenaze alayı teşekkül ederek, tabut eller üzerinde taşınmak
suretiyle, ağır ağır Adiliye binası önüne kadar gelinmiştir. Anafartalar
Caddesi ’ni yan sokaklara kadar hıncahınç dolduran kesif bir kalabalık, cenaze
marşını çalan bandonun matemli havası işitilince ağır aşır ilerleyen alayın
geçişini büyük bir huşu içinde takip etmiştir. Tabut Adliye binası önünde
cenaze arabasına konulmuş ve buradan hareketle Samanpazarı, Talatpaşa Bulvarı,
Devlet Konservatuarı yolu ile asri mezarlığa götürülmüştür. Cenazenin geçtiği
yolların iki tarafını kaplayan kesif bir halk topluluğu, aralarında ilk ve
ortaokullarla liseler talebesi de olduğu halde, son ihtiram vazifesini ifa
etmiştir.
Makbule
Atadan ’in tabutu asri mezarlığın, methalinde tekrar eller üzerine alınarak makberesine
kadar taşınmış ve saat 14’te ebedi istirahatgâhına tevdi olunmuştur.
Resmi
cenaze merasiminin Adliye binası önünde sona ermiş olmasına rağmen Reisicumhur
Celal Bayar ile Meclis Reisi, Başvekil, vekiller, askeri ve mülki erkân ile
merasimde hazır bulunan zevatın pek çoğu cenazeyi asri mezarlığa kadar takip
etmişler ve merhumenin naşının kabre konulmasına kadar orada hazır
bulunmuşlardır.
Bugünkü
cenaze merasiminde, alayın önünde ve sonunda birer piyade bölüğü mevzi aldığı
gibi Harita Okulu ve Yedek Subay Okulu talebesiyle birer müfreze polis ve
jandarma, teker sıra halinde, alayın iki tarafında yer almışlar dır.'”[190]
Makbule
Hanım’ın mezarı Ankara / Cebeci’de bulunan “Asri Mezarlıkladır. Mütevazi
sayılabilecek bir mezardır. Mezar taşında "Ali Rıza Kızı Makbule Atadan
1892-1956 Ruhuna Fatiha’' yazmaktadır. Buradaki doğum tarihinin yukarıda
ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere yanlış olduğu ortadadır. 1892 tarihinin 1885
olarak değiştirilmesi gerekir.[191]
Makbule
Hanım’ın mezarının yanında (ayak ucu tarafı), aynı ada içinde Cumhuriyetin üç
ünlü Milli Eğitim Bakanının mezarları yer almaktadır: Dr. Reşit Galip
(1897-1934), Mustafa Necati (1894-1929) ve Vasıf Çınar (1895-1935).
Makbule
Hanım değişik dönemlerde anılarını anlatmış, bunlar da yayınlanmıştır. Makbule
Hanım’ın anlatımlarında hem kendi içinde hem de diğer belgelere göre bazı
çelişkiler bulunmakla beraber, Atatürk ve ailesi hakkında ilk elden bilgiler olduğu
için son derece önemlidir.
Makbule
Hanım’la yapılmış söyleşiler üzerine gerçekleştirilen bir basın taramasında[192] ilk görüşmenin 1947’de
haftalık Akın Gazetesi’nde “Selime Seden” imzasıyla yayınlandığını
görülmektedir. Bu konuşmayı, aynı yazarın yine Akın Gazetesi’nde 1948’de
yayınlanan diğer bir konuşma dizisi izlemektedir. Makbule Hanım’la yapılan
üçüncü söyleşi ise Yaşar Yula tarafından 1950’de gerçekleştirilmiş; bunu
1952-1953 yılları arasında Yeni İstanbul Gazetesi’ndeki “Büyük Kardeşim
Atatürk” başlıklı uzun bir yazı dizisi takip etmiştir. Makbule Hanım’la yapılan
söz konusu bu dördüncü konuşmada, söyleşiyi nakleden kişinin adı verilmemiştir.
Daha sonra şair ve gazeteci Şemsi Belli’nin 195 5’de kaleme aldığı “Ağabeyim
Mustafa Kemal” adlı yazı dizisi Milliyet Gazetesi’nde yayınlanmış ve bugünkü
tespitlere göre Makbule Hanım’la yapılan beşinci söyleşiyi oluşturmuştur.
Makbule Hanım’la yapılan altıncı ve son görüşme ise Dr. Rıdvan Ege tarafından 1
Kasım 1955 günü yapılmış; ancak bu konuşma Ulus Gazetesi’nde 1962 yılı
Kasımı’nda yayınlanmıştır.[193]
ALTINCI BÖLÜM
MANEVİ ÇOCUKLARI
Atatürk’ün
insanlığa beslediği sevgide, çocuklara olan derin şefkatinin özel bir yeri
vardır. O yüreği çocuk sevgisiyle dopdolu olan bir şefkat timsaliydi. Haşan
Rıza Soyak Atatürk’teki çocuk sevgisini şöyle dile getirmektedir: “Atatürk
çocukları çok severdi. O’nun dilinde çocuk ‘sevgi’ demekti. Sevdikleri hangi
yaşta olursa olsun ‘çocuk’ diye seslenirdi. Kendisinin çocuğu olmamıştı. Bundan
dolayı zaman zaman iç sızısı duymuş mudur bilmiyorum. Doğrusu buna hiç ihtimal
vermiyorum. Çünkü bütün çocuklar onun öz çocukları gibiydi. O, bu yavrulara
öylesine gönül vermiş, onlar da öylesine O’na candan bağlanmışlardır, Dünyada
böyle bir mutluluğa erişmiş kaç insan vardır? Böyle bir insanın yüreğinde öyle
bir üzüntü nasıl yer tutabilir?... ”
Bir gün
yanına gittiğim zaman Ülkü’yü yine büyük Ata’nın kucağında bulmuştum,
şakalaşıyorlardı. Çocuk katıla katıla gülerek O’nun altın sarısı saçlarını
çekiyor, burnuna yapıştıra yapıştıra, ara sıra yumuk elleriyle yüzüne tokatlar
indiriyordu. Bir aralık bana baktı. Gök mavisi gözleri sevgi ve neşeden ışıl
ışıldı. ‘Çocuklar ne sevimli ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden
halleri nedir, bilir misin? iki yüzlülük bilmemeleri, bütün istek ve
duygularını içlerinden geldiği gibi açıklamalarıdır. ’ dedi. ”
Atatürk
1886 yılında daha 5/6 yaşında iken babasını kaybetmiş; hayatının ondan sonraki
bölümünü “yetim'” olarak sürdürmüştür. Bu nedenle çocukları çok seviyor,
özellikle kimsesiz çocuklara sahip çıkıyor, onların eğitimine büyük önem
veriyordu. Bunda annesinden gördüğü bir davranışı devam ettirme isteğinin de
etkili olduğu görülmektedir. Çünkü Zübeyde Hanım bazı çocukları evlatlık olarak
alıp büyütmüş, okutmuş yanında çalışan hanımların çocuklarına sahip çıkmıştır.
Zübeyde Hanım, Darüşşafaka’ya yaptığı yardımın senedinde (1921) vefat eden
akrabalarını sayarken “kerime-i maneviyeleri (manevi kızları) Rabia Hanım’ı;
ilk vasiyetinde (1922) “manevi evladım yerindeki Ayşe” ve “büyütmem Afife ile
oğlu Hakkı” isimlerini zikretmektedir.
Atatürk;
İhsan, Ömer, Afife, Abdürrahim ve Zehra (Zühre)’yı Cumhuriyet’ten önce; Sabiha,
Afet, Rukiye, Nebile, Bülent (Bülent Nejat), Ülkü ve Sığırtmaç Mustafa’yı
Cumhuriyet’ten sonra manevi evlatları edinmiştir. Atatürk özellikle öğretmen
Afetinan’ı bilimsel araştırmalara yönlendirmiş, onun bir bilim kadını olmasını
sağlamış; gözü pek, cesur Sabiha’yı bir savaş pilotu olarak yetiştirmiş bu
suretle Türk kızının, kadınının cesaretini, her alanda yetenekli olduğunu kanıtlamak
istemiştir.
Atatürk
vefatından önce düzenlediği vasiyetnamesinde, bütün manevi çocuklarına İş
Bankası’ndaki payının yıllık gelirinden her ay belirli miktarda para ödenmesini
istemiştir. Buna göre Afetinan’a ayda 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200,
Rukiye ve Nebile’ye de 100’er lira ödenecekti. Ayrıca Sabiha Gökçen’e bir ev
satın alınması için gereken para verilecekti.
Ömer isimli
çocuğu Mustafa Kemal, 16 Kasım 1916’da Bitlis’te iken himayesine almıştır. O
günlere ait Hatıra Defteri’nde Ömer hakkında şu bilgileri vermektedir: “Yolda
12 yaşında Ömer adında öksüz bir çocuk gördüm. Bunu yanıma aldım. Bu görülünce
daha 3 tane böyle anası babası ölmüş yetimler getirdiler; onlara da para
vermekle iktifa ettim (yetindim).'”
Yine
kendisi, bu notlarından birkaç gün sonra 2 Aralık 1916, “Yanıma aldığım
İhsan ve Ömer adlı çocuklara Mehmet Emin ’in ‘Yaşamak Kavgası ’ adlı şiirinin
bir bölümünü ezberlettim.'” Diyerek İhsan adlı bir başka çocuğu da koruması
altına aldığını söylemektedir.
Evlatlıklarından
Abdürrahim, o zamanlar Van'dan aldığı kimsesiz bir çocuktur. 1908 Van
doğumludur. Annesinin 1913 ’te ölümüyle öksüz kalmıştır. Mustafa Kemal Paşa, I.
Dünya Savaşı’nda kimsesiz zor durumda gördüğü sekiz yaşındaki bu çocuğu evlat
edinerek İstanbul’a getirmiş Beşiktaş Akaretier'de 78 numaralı evlerinde annesi
Zübeyde Hanım’ın yanına bırakmıştır. Zaferden sonra da Ankara'ya getirerek,
Salih Bozok'un oğlu Cemil ile beraber Çankaya Köşkü’ne yakın bir ilkokula
yazdırdı. Daha sonra Sanayi Mektebi'ne gönderilen Abdürrahim, Atatürk’ün Latife
Hanım'la evliliği öncesinde İzmir’e giden Zübeyde Hanım’ın yanında gönderilmiş
ve Latife Hanım ile Mustafa Kemal Paşa evlendikleri tarihten boşandıkları
tarihe kadar (1923-1925) yaklaşık 2.5 yıl İzmir’de Latife Hanım’ın babası
Uşakizade Muammer Bey’in himayesinde kalmıştır. Atatürk 1925 yılında Latife
Hanım’dan ayrıldıktan sonra tekrar Ankara'ya geri getirilmiştir.
Mustafa
Kemal, öğrenimine yurt dışında devam etmesini uygun gördüğü Abdürrahim'i 1929
yılında Berlin Teknik Üniversitesi'ne göndermiş ve tüm giderlerini
karşılamıştır.
1934 yılından
sonra “Tunçak” soyadını alan Abdürrahim Bey Savarona Yatı’nın satın alınması
görüşmelerinde tercümanlık yapmıştır. Tunçok’dan Mustafa Kemal ile ilgili
anılarını anlatması istendiğinde: “Kendimi bildiğimde annem olarak kabul
ettiğim Zübeyde Hanım ’ı, ablam Makbule Hanım ’ı, bir de Paşa ’mızı tanıdım.
Benim ailem, bu aileydi. Ben kendimi bu ailenin çocuğu olarak kabul ettim ve
hep böyle kaldım. Gerçek annemin ve babamın kim olduğunu asla öğrenemedim.
Rivayete göre babam bir memurmuş. Tayin edildiği Diyarbakır ’da annemi akrep
sokmuş. Annem ölmüş. Babam beni İstanbul’a getirmiş ve hemen arkasından askere
alınmış, cepheye gönderilmiş. Bir daha dönmemiş. Haberi de gelmemiş... ”
diye bir açıklama yapmıştır.
Türkiye
Merkez Bankası’nda çalışan Abdürrahim Tunçak, 13 Ağustos 1999 tarihinde vefat
etmiştir.
Atatürk’ün
manevi evlatlarından birisi de Afife Hanım’dır. Mustafa Kemal Paşa ı. Dünya
Savaşı yıllarında Bitlis’e vardığında karargâhına altı yaşlarında yetim bir
çocuk getirilmiştir. Mustafa Kemal Paşa evlat edindiği manevi kızı Afife’yi
1918 yılında annesi Zübeyde Hanım’a emanet etmiştir. Cephe gerisine gönderdiği
bu çocuğa şartların elverdiği ölçüde iyi bir eğitim aldırmıştır.
Afife Hanım
evleninceye kadar Zübeyde Hanım ile birlikte yaşamış ve evlenerek İzmir’e
yerleşmiştir. Hakkı isminde bir çocuğu olduğunu biliyoruz.
Temmuz
1927'de İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'ndan üç kız öğrenci hizmet amacıyla
Dolmabahçe Sarayı'na getirilmişti. Diğer iki kız geri dönmüş fakat Nebile,
Atatürk'ün manevi kızı olarak kalmıştır. O zaman on sekiz yaşlarında olan
Nebile, mavi gözlü, beyaz tenli, sarışın, oldukça güzel bir kızdır.
Cemal
Granda eserinde bu konuyla ilgili bir anısını şöyle aktarmaktadır: “O zaman
Atatürk Nebile ’yi Ankara ’ya götürmek istemişti. Nebile duraksıyordu. Gidip
gitmemek konusunda bir karar veremiyordu. O sırada ben de Ankara ’ya
götürülecektim. Bir gün yanıma sokulup; ‘Cemal Efendi beni Ankara ’ya götürmek
istiyorlar. Korkuyorum gitmeye ne yapayım dersin) ’ diye sordu. ‘Beni de
götürmek istiyorlar. Bak ben korkuyor muyum? ’ dedim. 'Öyle ama sen erkeksin.
Canın sıkılınca kahveye gidersin. Ben kızım orada tek başıma ne yaparım?’ ‘Sen
de köşkte oturursun. Orada Rukiye, Sabiha, Zehra Hanımlar var. Sen de orada
Hanım olursun. ’
Biz
böyle dertleşe duralım. Nebile Ankara ’nın yolunu tuttu. Ben daha sonra gittim.
Çankaya’da bir de ne göreyim? Nebile ‘Hanım ’ olmuş. Biz 'Bey ’ olamadık.
Hizmetkâr olarak kaldık.”
Hüsrev
Gerede ise Atatürk’ün manevi kızlarının en güzelinin Nebile olduğunu
belirterek, “Nebile bir şeyh kızıydı... Okumaktan çok dans ve şarkıya ilgisi
vardı.” Demektedir.
Ankara'ya
getirilen Nebile, evlenme çağı geldiğinde, o yılların Viyana Büyükelçiliği
Başkatibi, Tahsin Bey (Baç)'le muhteşem bir düğünle evlendirilmiştir. Düğün 17
Ocak 1929'da Ankara Palas'ta, Atatürk ve diğer davetlilerin katılmasıyla
yapılmıştır. Nebile onunla birlikte Paris’e gitmiş, fakat bu evlilik
yürümemiştir.
Nebile
ikinci evliliğini Bürüksel Büyükelçiliğinde görev yapan Kamil Bey’in oğlu ile
yapmış, fakat bu evlilikte de mutlu olamamıştır.
Serbest
Cumhuriyet Fırkası döneminde politikayla da ilgilenmiş olan Nebile, Atatürk’ün
kız kardeşi Makbule Hanım’la aralarında Atatürk’ün müdahalesini gerektirecek
derecede anlaşmazlıklar, çekişmeler de yaşanmıştır.
Atatürk’ün
ölümünden birkaç gün önce Dolmabahçe Sarayı’nda ziyarete gelmiş olan Nebile
Hanım; Atatürk’ün durumuna çok üzülmüş ve ağlamaya başlamıştır. Atatürk kendi
hastalığını bir an için unutup, karşısında gözyaşı döken Nebile’ye “benim
için ağlamayacaksın, anladın mı?” demiş. Fakat hıçkırıkların dozu artınca “sana
emrediyorum ağlamak yasak!” diye eklemiş. Bunun üzerine Nebile’yi
kollarından tutarak dışarı çıkartmışlar.
Nebile,
Atatürk’ün ölümünden sonra iyice hastalanmış, daha sonra menenjit hastalığına yakalanmış
ve gözleri kör olmuştur. Cumhurbaşkanı îsmet İnönü, Nebile’yi önce Yakacık
Sanatoryumunda, daha sonra da Taksim’deki Fransız Hastanesi’nde tedavi
ettirmiş, hasta ile ilgilenmesi için Vali Lütfı Kırdar’a emirler vermiş, bu
konuda büyük bir insanlık örneği sergilemiştir.
Nebile
Hanım, bütün mal varlığını hastalığında kullanılmak üzere îsmet İnönü’nün
emrine bırakmıştır. Uzun süren hastalık döneminden sonra kurtulamayarak hayata
gözlerini kapamıştır.
Atatürk Vasiyetinde Nebile Hanım’a her ay 100 Lira ödenmesini
vasiyet etmiştir.
Atatürk
Rukiye'yi bir Konya gezisinde tanımıştı. O vakitlerde Rukiye hayatının en zor
yıllarını yaşıyordu. Kimsesizdi. Atatürk, Rukiye'yi Ankara'ya getirerek
bakımını ve okutulmasını sağlamıştır. Rukiye İstanbul’da bir Fransız okulunda
eğitim görmüştür.
Rukiye,
Jandarma Yüzbaşısı Hüsnü Erkin ile evlenmiştir. Nikâhları Ankara Belediyesi'nde
kıyılmış, zamanın İçişleri ve Dışişleri Bakanları da şahitlik etmişlerdir.
Düğünleri ise İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda 22 Mayıs 1930’da yapılmıştır. O
gün davetlilerle ayrı ayrı iltifatlarda bulunan Atatürk, ilk dansı da Rukiye
ile yaparak onu onurlandırmıştır.
Ertuğrul
yatının kaptanlarından Kemal Kaptan’ın kız kardeşi Bülent Hanım da Atatürk’ün
manevi evlatlarındandı. Amavutköy Amerikan Kız Koleji’ne devam etmiştir. Güzel
giyinir, çevresinde hemen bir hayranlık halkası yaratırdı. Atatürk, hemşehrisi
olan Bülent Hanım’a ayrı bir ilgi gösterirdi.
Bülent
Hanım bir Hristiyan’a âşık olmasından dolayı köşkten ayrılmıştır. Daha sonra bu
gençle evlenmiş, fakat hastalanmış ve vefat etmiştir.
Atatürk’ün
yardım ettiği insanlardan birisi de manevi evlatlarından Bülent (Nejat)
Hanım’dır. Atatürk 1927-1928 yıllarında her ay düzenli olarak Bülent Hanım’a
200 Lira yardım etmiştir.
Atatürk, 11
Ekim 1925’te İzmir'e geldiğinde, birçok kurumun yanı sıra okulları da gezerek
konuşmalar yaptı. Yine o günlerde İzmir ilkokullarından birinde bir toplantıda
Afetinan ile karşılaştı. Selanik’in Doyran kazasında doğan Afetinan, bölgenin
Yunanlıların eline geçmesinden sonra ailesi ile birlikte Türkiye’ye göçmüştü.
Afetinan ilköğrenimini Eskişehir'in Mihalıççık ilçesinde, Ankara ve Biga'da
tamamladıktan sonra, Bursa Kız Öğretmen Okulu'nu 1925 yılında bitirmiştir. İlk
görevine 17 yaşındayken, babasının görevi gereği bulundukları İzmir'de Reddi
İlhak İlkokulu'nda başlamıştır.
Atatürk,
Afetinan'ın ailesinin Makedonya kolunu tanıdığından, kendisinin meslek ve
durumu ile ilgilenir. Afetinan'ın isteği, öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil
öğrenmektir. Bunun yerine getirilmesi için Atatürk, Afetinan'ın babası ve
annesi ile görüşerek, kendisini o yıl İsviçre'nin Lozan şehrine Fransızca
öğrenmeye gönderir (1925-1927).
Sonra,
İstanbul'da Fransız Kız Lisesi (Nötre Dame de Sion)’nde bu öğrenimini sürdürür
(1928-1929). Ortaöğrenim tarih öğretmenliği sınavına girerek öğretmenlik
belgesini alır ve Ankara Musiki Öğretmen Okulu'na, Tarih ve Yurt Bilgisi
öğretmeni olarak atanır (1929-1930).
Türk Tarih
Kurumu'nun kuruluş çalışmalarında yer almış ve orada uzun yıllar Asbaşkanlık
yapmıştır. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü'nün de müdürlüğünü
yapmıştır. Akademik çalışmalarına devam eden Afetinan, 1938'de lisans, 1939'da
doktora çalışmalarını tamamlayarak 1942'de doçent ve 1950'de de profesörlüğe
yükselmiştir. Prof. Dr. A. Afetinan'ın Atatürk ve Türk tarihi ile ilgili birçok
yayını bulunmaktadır. Afetinan Atatürk’ün pek çok konudaki düşüncelerini ve
kişilik özelliklerini yansıtan hatıralarını bu eserlerle bizlere nakletmiştir.
8 Haziran 1985’de ölmüştür.
Atatürk
Vasiyetinde Afetinan Hanım’a her ay 800 Lira ödenmesini vasiyet etmiştir.
Sabiha
Hanım, altı çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak 1913 yılında Bursa'da doğdu.
II. Abdülhamid tarafından Bursa'ya sürgün gönderilen Vilayet Başkatibi Hafız
Mustafa İzzet'in kızıdır. İlkokula gittiği yıllarda babasını ve annesini
kaybetti ve kardeşlerinin yardımıyla öğrenimini sürdürdü. Atatürk, 1925 yılında
çıktığı Bursa gezisinde Sabiha Gökçen'le tanıştı ve içinde bulunduğu güç yaşama
şartlarını öğrenince de ağabeyi ile konuşarak onu evlat edindi.
Ankara
Çankaya İlkokulu'nu, daha sonra da Üsküdar Kız Kolej i'ni bitiren Sabiha Hanım,
Türk Hava Kurumu'nun Havacılık Okulu'na girdi (1935). Burada geçirdiği başarılı
öğrenim hayatından sonra, yüksek planörcülük kurslarına katılmak üzere
Sovyetler Birliği'ne gönderildi. Dönüşte Eskişehir Hava Okulu'na girdi, aynı
zamanda 1. Tayyare Alayı'nda av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı.
Sabiha
Gökçen, 1937 Ege ve Trakya manevraları sırasında başarılı uçuşlar yaptı. Aynı
yıl çıkan Şeyh Rıza İsyanı sırasında yapılan kara harekâtını, Dersim ve
çevresindeki başarılı uçuşlarıyla kolaylaştıran Sabiha Gökçen, 1938'de yaptığı
Balkan Turu’yla ününü Avrupa'ya yaydı. 1938'de Türkkuşu'nda başöğretmenliğe
atandı ve 1955'te uçuculuktan ayrıldı. Türk Hava Kurumu Yönetim Kurulu üyesi
oldu. İlk Türk kadın savaş pilotu olan Sabiha Gökçen 2001 yılında vefat etti.[194]
Atatürk
Vasiyetinde Sabiha Hanım’a her ay 600 Lira ödenmesini ve ayrıca bir ev de
alınabilecek paranın verilmesini vasiyet etmiştir.
Aile
1932’de bir kız çocuğuna sahip olduğunda onu kırk günlük iken Köşk’e
getirmişler; Atatürk çocuğa “Ülkü” adını koymuş ve yanına almıştır. Son
günlerine kadar yanından ayırmadığı küçük Ülkü artık onun için bir “yoldaş”
olmuştu. Ülkü büyüdükçe Atatürk'ün ona olan sevgisi de büyümüş; onu yurt
gezilerinde yanında götürmeye başlamıştır. Atatürk, Ülkü'nün özellikle yaşma
göre olgun davranışlarından ve zekâsından çok etkilenmiştir. Atatürk öldüğünde
Ülkü beş buçuk yaşlarındaydı.
Erenköy Kız
Lisesi’nde okuyan Ülkü sonradan Kastamonu Senatörü olan Üsteğmen Fethi Doğançay
Sabiha Gökçen’in amcasının oğlu)’la evlendi. Ahmet adlı bir çocuğu oldu.
Geçimsizlik nedeni ile 1962’de ilk eşinden ayrılan Ülkü, ikinci kez Musevi
asıllı birisiyle hayatını birleştirdi. Yeni eşi İstanbul’un ünlü Musevi yağ
tüccarı ailelerinden birinin oğlu olan Yeşua Bensusen’di. Bu evlilik basında
çok sert eleştirilere yol açtı. Eşi Yaşar Bensu imini aldığını açıkladı. Ülkü bu
evliliği de yürütemedi. Üçüncü kez iş adamı Emin Öke Adatepe ile evlendi.[195]
Ülkü Hanım
1 Ağustos 2012 günü geçirdiği elim bir trafik kazasında hayatını kaybetti. TEM
Otoyolu İstanbul istikametine seyir halindeki Adnan Selçuk'un kullandığı 34 YUY
65 plakalı otomobil, sürücüsünün direksiyon hâkimiyetini kaybetmesi sonucu yol
kenarındaki bariyerlere çarparak devrilmiş, Atatürk'ün manevi kızı Ülkü Adatepe
çarpmanın etkisiyle araçtan fırlayarak hayatını kaybetmiş, eşi Emin Öke Adatepe
ve sürücü yaralanmıştı. Kaza basma şu şekilde yansıdı: “Sakarya'nın Akyazı
İlçesi yakınlarında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Atatürk'ün
manevi kızı Ülkü Adatepe'nin cenazesi, Şişli Belediyesi'ne ait bir ambulansla
Akyazı Devlet Hastanesi'nden alınarak İstanbul'a getirildi. Adatepe'nin
cenazesini ve özel eşyalarını Ülkülerimizi Yaşatma Demeği (Ülkü-Der) Genel
Sekreteri Murat Erdoğan teslim aldı. Cenazeyi getiren ambulansa polis ekipleri
eşlik etti. Öğle saatlerinde İstanbul'a getirilen Adatepe'nin cenazesi, oğlu
Ahmet Doğançay ve Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün omuzlarında
Zincirlikuyu Mezarlığı gasilhanesine konuldu.”
Ülkü
Adatepe, 2 Ağustos 2012 Cuma günü Teşvikiye Camii'nde ikindi namazından sonra
kılman cenaze namazının ardından Ulus Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir.
Atatürk Vasiyetinde Ülkü Hanım’a her ay 200 Lira ödenmesini
vasiyet etmiştir.
Amasyah
Mehmed kızı Zehra, Mustafa Kemal’in Çankaya Köşkü’ne aldığı manevi
evlatlarından ilkidir. Zekî ve sevimli bir kız çocuğu olan Zehra’nın köşke
çağrılması ve Ata’nın manevi çocuğu olma hikâyesi ilginçtir. Başlangıcı
sevinçlidir, fakat sonucu hazin... Zehra’nın hayat çizgisinin değişmesi
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşakizadeler’in
kızı Lâtife Hanımefendi ile evlenmesinden sonra ilk Amasya ziyaretini yaptığı
24 Eylül 1924 tarihine rastlar. Bu ziyaretin ikinci günü 25 Eylül 1924’te
Dâr’ü-1 Eytam (Yetimler Yurdu)’da bazı inceleme ve kimsesiz çocukları
sevindirmek maksadıyla ziyarette bulunurlar. Dar’ü-1 Eytam’da Çocuklarla
yakından ilgilendiği ve eğitim derecelerini ölçmeye çalıştığı bir sırada 11-12
yaşlarında güzel ve narin bir kız çocuğu dikkatini çekti, adını sordu. Minik
kız; “Zehra” diye cevaplandırdı. Mustafa Kemal Paşa, gözleri pırıl pırıl
parlayan ve zeki olduğunu her haliyle gösteren minik Zehra ile sohbete başlar.
Verdiği cevaplar ve sevimliliği karşısında, Ata öyle memnun olur ki;
“Çocuk
benimle Ankara’ya gelir misin?” der. İşte bu cümle ile minik Zehra’nın hayat
çizgisi değişecektir.
1924
yılında Amasyalı Mehmed kızı Zehra, yetimler yurdundan Çankaya Köşkü’ne çıktı.
Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’in ailesi arasına “ilk manevi kız evlat” olarak
katıldı. Küçük Zehra, Mustafa Kemal’e “Baba” demiş ve yakın ilgi alaka
görmüştür.
Cumhurbaşkam’nın
çıktığı yurt gezileri dönüşünde Zehra’ya yeni kardeşler katıldı. Çok geçmeden
Konya’dan Rukiye, 1925’te Bursa’dan Sabiha ve yine 1925’te İzmir’den Afet
katıldı. Bunu 1927’de İstanbul’dan Nebile Çankaya Köşkü’ne gelerek ailenin yeni
manevi evlatları oldular.
Zehra, Köşk’ü
paylaşan bu kız kardeşlerinden Sabiha ve Rukiye ile birlikte ilköğrenim için
Köşkün bahçesindeki iki odalı ve iki dershaneli özel bir okulda dersler
aldılar.
Bu derslere
üç manevi kız kardeşlerin yanı sıra, Kılıç Ali Bey’in, Fuat Bulca’nın ve Salih
Bozok’un çocukları da giriyorlardı. Zehra, ilkokul sıralarında en çok Sabiha
ile anlaşma sağlıyor, küçük kardeşiyle birlikte ders veren öğretmenlerine
olmadık şakalar yaparak, dersten kaçırmaya çalışıyorlardı. Hatta çeşitli
planlar kurarak, öğretmene karşı geliyorlar, sinirlerini bozuyorlardı.
Gazi Paşa
akşamları manevi kızlarıyla yakından ilgileniyor, istisnasız her akşam
yemeğinden önce huzuruna çağırıyor, o gün yapılan derslerden söz ettiriyor ve
bir takım sorular sorarak, öğrenim derecelerini tespite çalışıyordu.
Ata köşkte
kalan manevi çocuklarının sadece dersleriyle değil, onların yeme, içme, giyinme
ve hareketleriyle yakından ilgilenirdi. Sabiha Gökçe bu konuda şunları
söylemişti; “Bizim kıyafetlerimizi kendisi seçerdi. Atatürk çok güzel
giyindiği için yamndakilerin de temiz ve iyi giyinmelerini isterdi. Köşke özel
terzisini getirtir, modellerini ona söylerdi. Sade ve güzel elbiseler
yaptırırdı. Kardeşlerimizle bir örnek giyindiğimiz zamanlar da olmuştur. Mesela
Zehra ile çok iyi anlaşan iki kardeştik. Rukiye ile de anlaşırdım ama Zehra
başkaydı. Zehra ile aynı elbise, aynı ayakkabıyı çok giydim. Harçlık diye bir
şey bilmezdik. Buna hiç lüzum yoktu. Mubayaa memuru her şeyimizi alırdı. Köşke
veya saraya gelirdi. Cebimizde hiç para taşımazdık.''’
Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal, zaman zaman çıktığı yurt gezilerine beraberinde gelecek devlet
adamları yanı sıra, manevi evlatlarından Zehra, Rukiye ve Sabiha’yı da
götürmüştür. Bu ziyaretlerle ilgili olarak Sabiha Gökçen kendisi ile yapılan
bir röportajda kardeşleri Zehra ve Rukiye ile birlikte Bursa’dan önce İzmir’e
gittiklerini anlatmış ve bu seyahatlerde üç kız kardeşin birbiriyle daha da
kaynaştıklarını söylemiştir. Hatta Atatürk İzmir’de üç kız kardeşe özel
elbiseler aldırtmıştır. İzmir seyahatinin ardından hep beraber Konya’ya buradan
da Ankara’ya dönmüşlerdir.
Yurt
seyahatine çıktıktan sonra dönüşlerinde manevi çocuklarına birer hediye
getirirdi. Bir defasında Atatürk Diyarbakır’a gitmişti. Oradan dönüşünde o
sıralarda köşkte bulunan Zehra, Rukiye ve Sabiha’ya beşer tane altın bilezik
almış ve bu hediyelerinin daha sonra düğünlerinde kullanılması maksadı ile
beşer altını birer kâğıda sarıp, üzerine de adlarını yazarak kendi kasasına
koydu.
Orta
öğrenim çağında Zehra manevi kardeşi Sabiha ile birlikte Amerikan Kız
Koleji’nde okuması İçin İstanbul’a gönderildiler. Burada koleje devam ederken “yedikleri
ve içtikleri ayrı gitmeyen" Sabiha ile birlikte Zehra havacılığa merak
sardı ise de “fazla tahammül gösteremedi" ve kısa zamanda vazgeçti.
Sabiha ise devam ettirdi, Türkiye’nin ilk kadın pilotu oldu. İstanbul Amerikan
Kız Koleji’ni başarıyla bitiren Zehra’nın yükseköğrenim maksadıyla İngiltere’ye
gönderilmesini Atatürk arzuluyordu. Zehra’nın edebiyata karşı üstün başarı
gösterdiğini bilen Ata, “Afet’le tarih, Zehra ile de edebiyat
konuşacağım." diyordu. Atatürk Zehra’nın Londra’da edebiyat alanında
eğitim yapması için gerekli olan bütün resmi işlemleri tamamlattırdı.
Zehra,
yükseköğrenim için Londra'da yatılı Saint Hilda Koleji’ne gönderildi. Kolejde
arkadaşlarına birçok defalar; “Ben İngiltere’yi severim. İngilizceyi çabuk
öğrenmek istiyorum. Bundan sonra imtihan vererek Oxford’a gireceğim. Atatürk’ün
arzusu
böyledir. Memleketime biran evvel dönüp çalışmak istiyorum” demişti.
Zehra çok
hassas bir mizaca sahipti. Bu sebepten dolayı herkesle diyalog kurmakta
zorlanıyordu. Yabancı bir ortama uyum sağlamak için gayret gösteriyor, hatta
yabancılık hissetmemek maksadı ile sık sık Türkiye Büyükelçiliği’ne giderek hem
İngilizcesini ilerletmek istiyor, hem de vatan özlemini bastırmak için zaman
geçiriyordu. Bütün gayretlerine rağmen birden bire içine düştüğü çevreye ve
İngiliz eğitim sistemine uyum sağlamakta zorluk çekti.
Bir türlü
Londra’ya ahşamamasına en büyük sebep olarak gösterilen “vatan özlemi”dir.
Mektuplarında Sabiha ve Rukiye’ye adeta yalvarırcasına sık sık; “Ben burada
kalmak istemiyorum. Ne olur babamızı ikna edin de yurduma döneyim” diyordu.
Bu dönüş
isteğini Atatürk, Zehra’nın eğitimi yarıda bırakacağı endişesi içerisinde kabul
etmiyor, onun İngiltere’den okulunu bitirmiş, diplomasını eline almış olarak
dönmesinden yana tavır koyuyordu.
Türkiye’nin
Londra Büyükelçisi Fethi Okyar’ın yakın ilgisi ve İngiltere’de eğitimini
tamamlaması yönündeki ikna çalışmaları da netice vermedi. Koleje başlayalı daha
yarım sömestre olmuştu. Huzursuzluğu ve sıkıntılı günler bir biri ardına
sıralandıkça, narin yapılı Zehra hastalanmış, hastalığı Atatürk’e
bildirilmişti. Bu yeni gelişme karşısında Ata;
“istersen
gel, bir süre dinlen burada” diyerek Ankara’ya gelebilmesine izin verdi.
İngiltere’de
Londra Büyükelçiliği ile yapılan görüşmelerden sonra Büyükelçi Ali Fethi Okyar
tarafından, Zehra Ankara’ya gitmesi için 19 Kasım 1935 Sah günü Londra’dan gemi
ile Fransa’ya yolcu edildi. Aynı gün Fransa’da Calais-Paris Ekspresi’ne
bindirildi. Ekspres, Amiens civarında bir köy istasyonundan geçerken Zehra
rahatsızlandığını ileri sürerek sabah saat 04.20 civarında kompartıman dışına
çıkmış, bilinmeyen bir sebepten dolayı hızla giden trenden düşmüştür.
Bir habere
göre düştükten sonra kaldırıldığı hastanede aldığı yaraların tesiri ile vefat
etmiştir. Bir başka tespite göre de düştüğü yerde ölmüştür.
Paris Türk
Büyükelçiliğindeki Hariciyeci Finiz Kesim Zehra Aylin’in ölümle sonuçlanan tren
seyahatini şu şöyle anlatmıştır:
“Büyükelçi
Fethi Okyar Zehra ’yı trene bindirirken çok yakından tanıyıp itimat ettiği bir
zatın da Paris’e gelmekte olduğunu görünce, herhalde fazla alakadar olmasını
temin için ‘Atatürk’ün yabancısı değildir. Paris’e kadar göz kulak olun’ diye
tavsiye de bulunmuş.
Yüz
altmış kilometre süratle âdeta uçan bu trenlere alışık olmayan kıza bir aralık
fenalık gelmiş, kendisine ‘göz kulak olmakla’ vazifelendirilen kişiye, ‘Aman
beyefendi... Biraz koridora çıkıp pencereden hava alayım ’ diyerek
kompartımandan çıkmış. Çıkış o çıkış... Meğer mide bunaltısını gidermek için
zaten çok alçak olan pencereden sarkınca dengesini kaybetmiş ve yuvarlanmış.
Vagonda,
kızın çıktığı koridordan dönmediğini görerek telâşa düşen zat, arayıp koridorda
da bulamayınca ‘Aman, Cumhur reisinin kızı yok! ’ diye feıyadı basıp bütün
treni yaygaraya boğmuş...
Olup
bitenlerden haberi olmadığı için istasyonda karşılamaya gelmiş olan Paris
Büyükelçimiz Suat Bey ’in iki kızı da trenden Zehra’nın çıkmadığını görüp
istasyon müdürüne ‘trende Atatürk’ün manevi kızı bulunmakta idi. Acaba ne
oldu?' diye sorunca, bu sefer yoldaki hâdiseden haberi olan istasyon müdürünü
de bir telaş ve bir endişedir alıyor. Bu telaş Hariciye Nezareti ’ne kadar
yayılıyor?'’
Atatürk’ün
manevi kızı Zehra’nın Paris Ekspresi’nde yolculuğu sırasında ortadan kaybolması
Fransız Dışişleri yetkililerini oldukça telaşlandırmıştır. Yolculuk sırasında
tren içerisinde yetkililere “Aman, Cumhur reisinin kızı yok!” diye
bağırarak uyaran kimliği meçhul kişinin de feryatları göz önünde tutularak
tahkikata başlanılmıştır.
Amiens
yakınlarında yapılan araştırmalarda Zehra’nın cesedine rastlanır. Olay Paris
Büyükelçiliğimize bildirilir. Olayın takibi ile vazifelendirilen Hariciyecimiz
Firuz Kesim, sonrasını ve Zehra’nın ölümünün Fransa’da akislerini şöyle
anlatmıştır:
“Büyükelçimiz
Suat Davas acele olarak beni elçiliğe çağırdı. Elçiliğe vardığımda; ‘aman
Firuz, felâket! Atatürk’ün manevi evlâdı Zehra Londra’dan gelirken Amiens’de
trenden kendini dışarı atarak intihar etmiş. Hemen şimdi koş, Amiens ’de duruma
el koy’ dedi. Derhal istasyona gittim ilk hareket edecek trene elçiliğimiz için
bağlanmış olan hususi vagona bindim. Bir müddet sonra Amiens istasyonu ’nda
indim. Garda beni Amiens Vali ve Belediye Reisi ile Bölge Kumandanı general
karşıladı.
Birlikte
Amiens Kilisesi 'ne gidildi. Bu kilise şapellerinden birinde üstü örtülü etrafı
çiçekler, çelenkler ve haçlarla çevrilmiş biçare Zehra ’nın nâşı önünde bir
saygı duruşu yaptık. Sonra kızın pasaportunu istedim, baktım, on yedi, on sekiz
yaşında, Amasyalı Mehmed kızı Zehra! Fakat Atatürk’ün manevi evlâdı olduğuna
dair küçücük bir işarete dahi tesadüf edemedim. Münasip bir lisanla, bu kızın
Müslüman olduğunu anlatarak haçları kaldırttım”
Amien’te
çıkan gazeteler “L ’heritiere de la Republque Ottomane / Osmanlı Cumhuriyeti
’nin Varisi” gibi garip başlıklarla genç kızın yapılacak cenaze merasimini
ilân ediyorlar, aynı gün Paris gazeteleri ise baş sahifelerinde büyük
puntolarla “Atatürk’ün kızı ve Osmanlı tahtının varisi kendini trenden
atarak intihar etti” şeklinde yazıyorlardı.
Durumun vahametini
anlayan Hariciyeci Firuz Kesim, Atatürk’ün sorması ihtimalini düşünerek, ölüm
hadisesinin bir kaza mı yoksa cinayet mi? Olduğu hakkında bilgi toplamıştır.
Fransız polisinin refakatinde Olay mahalline giderek ve orada usulü dairesinde
yapılan inceleme ve keşifte hazır bulunarak olayın bir intihar değil, fakat
kaza olduğunun resmen tespit edildiği kanaatine varmıştır.
Olayları
takip etmek için görevlendirilen hariciyecimiz, cenaze merasimini kontrol
altına almanın imkânsızlıklarını dile getirmiştir. Firuz Kesim’in Reisicumhur
Umumi Kâtibi Haşan Rıza Soyak ile yaptığı telefon görüşmesinde kendisine,
“Atatürk’ün en ufak bir merasim yapılmasını dahi istemediği, sadece cesedin
tahnit ettirilerek Ankara’ya getirilmesini” emrettiği belirtilmesine rağmen önce
Amiens’te daha sonra da cenazeyi taşıyan trenin her uğradığı istasyonda
merasimle karşılanıp, merasimle uğurlanmışlardır.
“Bütün
Amiens halkı sokaklara dökülmüştü. Cenaze alayına katılacak bando ile merasim
kıt’ası kilisenin önünde hazır. Meydan mahşeri bir kalabalıkla dolup taşıyor.
Vali ve Belediye Reisi ve üniformalarıyla kumandanlar, zabitler saf saf
dizilmişler, bekliyorlar. Gittim ezile büzüle ‘merhumenin Atatürk’ün kızı
olmadığını, tahsile gönderilmiş fakir bir ailenin kızı olduğunu ’ anlatıp merasimden
vaz geçmelerini âdeta yalvararak rica ettim. Şaşırdılar ve bando ile silahlı
askerleri geri çektiler ama gazetelerin verdikleri haberlerle toplanmış olan
halka meram anlatmak kabil değildi. Hele akın akın gelmiş genç kızlar taht
vârisi bir genç kızın nâşı karşısında gözyaşlarını zapt edemiyorlar! Amiens’te
yapılan merasimden sonra Paris’e geçtik.
Paris’e
varışımızda baktık yine merasim var. İstasyonda Fransa Cumhur Reisi ’nin
temsilcisi ile mükellef bir çelengi ve bizim Büyükelçilik erkânı tarafından
karşılandık. Buradan Marsilya 'ya hareket ettik. Marsilya ’da da yine Fransa
hükümetinin hususi bir temsilcisi tarafından karşılandık. Cenaze özel olarak
hazırlanan rıhtımdaki Teofıl Gotye vapuruna yerleştirildi ve deniz yoluyla
İstanbul’a doğru yola çıkarıldı.'”
Geminin
yollarda uğradığı limanlarda elçi ve konsoloslar yine çiçeklerle karşıladılar.
Resmi merasimlerle karşılama fasılası İstanbul’a kadar devam etti. Vapur limana
girer girmez matem alameti olarak bayrağını yarıya indirdi.
Bütün bu
şaşaalı gelişten sonra Galata rıhtımında büyük denebilecek bir şekilde
karşılama töreni yapılmadı. Firuz Kesim, “Zehra Aylin ’in cenazesini
İstanbul Valisi ve birkaç zevatın dışında tabutu taşımak üzere dört hamaldan
başka karşılayanın olmadığını” anlatmıştır.
İstanbul
gazetelerinde de cenazenin gelişi Fransa’da yayınlanan haberlerin aksine ilk
sayfalarda haber olarak yer almadı. Cumhuriyet Gazetesi’nin arka sayfalarından
“Memleket Haberleri” klişesi altında tek sütunda “Bayan Zehra Aylin - Dün
hazin bir törenle defnedildi” şeklinde 23 satırlık haberle yetinildi.
Galata
rıhtımından alınan tabut doğruca Şişli Sıhhat Yurdu’na götürüldü. Aynı gün (21
Kasım 1935 Perşembe) saat 10’da Cumhurbaşkanı Atatürk adına Umumi Katip Haşan
Rıza Soyak, İstanbul Valisi Muhiddin Üstündağ, Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul
İl Teşkilatı, İstanbul’da bulunan milletvekilleri, Fransız Hükümet Temsilcisi,
Emniyet Müdürü, talebeler, askerler ile polis müfrezelerinin katılımı ile Şişli
Sıhhat Yurdu’ndan alınarak Teşvikiye Camii’ne götürüldü. Burada cenaze namazı
kılındıktan sonra büyük bir törenle Maçka Mezarlığı’nda defnedildi.
Cenaze
defin işleri tamamlandıktan sonra mezar üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk adına
Umumi Kâtip Haşan Rıza Soyak tarafından getirtilen büyük bir çelenk konuldu.
Daha sonra mezar üzerine cenaze törenine iştirak eden Valilik, Cumhuriyet Halk
Partisi, Talebe Birliği ve Fransız Hükümeti namına birer çelenk bırakıldı.
Zehra’nın
ölümü büyük yankı uyandırmıştır. 3 Aralık tarihli Cumhuriyet Gazetesi cenaze
törenine büyük yer ayırmış, Zehra’nın intihar ettiği söylentileri ayyuka
çıkmıştır. İddialara göre derslerinde başarısız olan Zehra trenden atlayarak
intihar etmiştir. Atatürk’ün diğer manevi kızı Sabiha Gökçen’in bu iddiaların
asılsız olduğunu yönündeki açıklamaları yine aynı gazetenin sayfalarında yer
alacaktır.
Atatürk’te
Zehra’nın şüpheli bir şekilde ölümünden endişe duymuştur. Cenazeyi Fransa’dan
itibaren Türkiye’ye getirilmesine refakat eden Hariciyeci Firuz Kesim, bilgi
vermek için Ankara’ya geldiğin de Atatürk kendisine merak edilen ve mutlak
beklenilen o soruyu sordu:
“Bu kız
intihar mı etti, yoksa bir kaza kurbanı mı oldu?” “Bu soru üzerine Fransız
polisinin raporunu takdim ettiğini, kendisi de olayın kaza olduğuna inandığını
söylediğini, bu izahat üzerine Mustafa Kemal’in ‘dalgın ve düşünceli’ bir
vaziyette sadece ‘Şimdi müteessir oldum. Çok zeki ve inatçı bir kızdı,
severdim'’ dediğim” yazmıştır.
Finiz
Kesim’in bu anlattıklarına göre, Zehra’nın ölümü “intihar değil, kazadır.”
Daily
Mail Gazetesi’nin 21 Kasım 1935 tarihli nüshasında şu değerlendir
çıkmıştır:
“Atatürk'ün
Londra’dan Paris’e gelmekte olan manevi evlâdı Zehra Calais-Paris Ekspresi’nden
düşerek vefat etmiştir. Zabıta bugün bu acıklı kaza etrafında tahkikat yapmakla
meşguldür.
Facia,
Ekspres, Amiens civarında bir köy istasyonundan geçerken vukua gelmiştir. Genç
kız aldığı yaraların tesiri ile hastanede vefat etmiştir. Bayan Zehra, bilahare
Oxford ’a girmek üzere gönderildiği Londra’dan dönmekte idi. Ağustos’tan beri
Hampstead’daki mektepte okuyordu. Londra’dan ayrılmadan önce Türkiye Büyük
Elçiliğine uğrayarak, Büyük Elçi ile görüşmüş. Büyük Elçi yolculuğa ait
muamelelerde bizzat meşgul olmuştur.
Kaza
4,20 de olmuştur. Bayan Zehra hizmetçisi ile birlikte birinci sınıf bir
kompartıman işgal edilmekte idi. Hizmetçi kendisinin kompartımandan uzun müddet
kaybolduğunu fark ederek tehlike çanım çalmış ve treni durdurmuştur. Bunun
üzerine araştırmalara başlanmış ve genç kızın cesedi Ailly-Sur- Noye
istasyonuna yakın bir yerde demiryolu yanında bulunmuştur.
Genç
kızın vagonlardan birinin arkasındaki kapıdan düştüğü anlaşılmıştır. İki köylü
Bayan Zehra ’nin trenden düştüğünü bizzat görmüşlerdir.”
Daily
Ekspres Gazetesi’ndeki haber şöyledir:
“Türk
Konsolosu, mahallinde tahkikat yapmak ve cesedi Ankara ’ya naklettirmek üzere
Paris 'ten Amiens ’e gitmiştir. Zehra, küçük yapılı, kahverengi gözlü, mahcup
tabiatlı bir kızdı. Hampstead’da St. Hilda Koleji’nde okumakta idi.
Arkadaşlarına
birçok defalar; “ben İngiltere ’yi severim. İngilizceyi çabuk öğrenmek
istiyorum. Bundan sonra imtihan vererek Oxford’a gireceğim. Atatürk’ün arzusu
böyledir. Memleketime biran evvel dönüp çalışmak istiyorum ” demişti.
Okuduğu
okulun müdürü bize şu beyanatta bulundu;
Zehra
bizimle yalnız yarım sömestre bulunmuştur. Kendisi pek sakin ve sevimli bir
genç kızdı. Türkiye ’ye gitmek üzere geçen Pazar buradan ayrıldı. Boş
vakitlerini daima Türk Elçiliği ’nde geçirirdi.”
Morning
Post Gazetesi’nde yer alan küçük bir haberde şu hususlar vurgulanmıştır: “Bayan
Zehra’nın cesedi Amiens Hastanesi’ndedir. Cesedin yanına Fransa Hükümeti adına
bir çelenk konulmuştur. Belediye Reisi Hastaneye gitmiş ve cesedin önünde
eğilerek son resmi hürmeti yerine getirmiştir.”
Amasya
Merkez Nüfus Müdürlüğü kayıtlarına göre Mehmet Kızı Zehra’nın soy ismi “İNAL”
olarak kayıtlıdır. Ana adı Hava. Doğum tarihi 14.03.1328 / 1912, Tescil Tarihi
1914. Babası 1916’da, Annesi de 1917 yılında ölmüştür. Aynı kayıtlara göre 1913
doğumlu Nuriye isimli bir kız kardeşi ile birlikte daha 5 yaşındayken yetim
kalmıştır. Zehra’nın Ölüm Hanesi hâlen “Kapalı Kayıt” olarak gözükmektedir.
Zehra öldüğü zaman 22-23 yaşında idi.
Son
yıllarda Zehra Hanım ile ilgili tartışılan bir konu da 21 Kasım 1935’te Maçka
Mezarlığı’nda törenle toprağa verilen Zehra’nın mezar yerinin kaybolduğu
iddiasıdır.
23 Şubat
1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin İstanbul ekinde Sevinç Yavuz imzası
ile yayımlanan “Maçka Mezarlığı Kayboluyor” başlıklı yazıda “Zehra Aylin ’in
mezarı da kayıp” ara başlığı altında “Maçka Mezarlığı ’nın en garip
öyküsü, tüm aramalarımıza rağmen mezarını bulamadığımız Atatürk’ün manevi kızı
Zehra Aylin ’e ait. Her hafta gelip Maçka Mezarlığı ’nda büyüklerini arayan
birçok torun gibi biz de Zehra ’nın mezarını bulamadık” denilmiştir.[196]
Sığırtmaç
Mustafa, Atatürk’ün Yalova’da tanıyıp himayesine alarak okuttuğu fakir
çocuklardan birisidir. Mustafa’nın ailesi Bulgaristan gelerek Yalova’ya
yerleşen bir göçmen aileydi. Mustafa 1929 yılı yaz aylarında sığır güttüğü bir
sırada Atatürk’le tanıştı. Beslenmesi iyi olmadığı için hasta idi. Okuma isteği
ile dolu olan bu çocuğu Atatürk önce Şişli’deki çocuk hastanesine gönderdi,
tedavi ve bakımı ile ilgilendi. Sonra Beşiktaş’taki 19. İlkokula yazdırdı.
Mustafa, Atatürk’ün himayesinde ortaokulu, askeri liseyi ve Harp Okulu’nu
bitirerek subay oldu. Bir zamanların “çobanı” Mustafa emekli olduktan sonra
Yalova’ya yerleşti ve orada 15.01.1987’de vefat etti. Merhum Mustafa Demir
hakkında yukarıda Makbule Hanım ‘la ilgili bölümde ayrıntılı bilgi verildiği
için burada özet bir bilgi ile yetinilmiştir.[197]
YEDİNCİ BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK HAKKINDA
ATATÜRK’ÜN NÜFUS KAYITLARI VE
DOĞUM TARİHİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR[198]
[199]
Aydınlarımızın
Derin Hastalığı: “Ben Bilmiyorsam Yoktur”
M. Kemal
Atatürk’ün yaşamı ile ilgili yalanlar ve yanlışlar sadece onun “Türklüğü” ve
“soyağacı” ile ilgili değildir. Son yıllarda bu yalan ve yanlışlara “doğum
günü, doğum yeri, doğduğu ev, babasının fotoğrafı, üvey babası Ragıp Bey,
manevi evlatları (Rukiye, Abdürrahim Tunçak, S. Gökçen vs.), Fikriye’nin ölümü,
Atatürk’ün annesiyle ilişkisi, Latife Hanım ’dan boşanması, gizli vasiyeti”
gibi pek çok konu eklenmiş bulunuyor. Güya birilerinin “resmi tarih” dedikleri,
yine kendi “ağabeyleri” tarafından yıllardır anlatılan masallar bahane
edilerek, bazı yanlışlar gündeme getirilerek yeni şüpheler uyandırılmaktadır. Ortaya
atılan iddialara bakıldığında tartışmaların yalan ve yanlıştan öteye geçtiği ve
adeta “Atatürk düşmanlığı” ve “Atatürk’e ait ne varsa yok etmek” noktasına
taşındığı görülmektedir.
Burada
sadece bazılarının isimlerini ve kamuoyu ile paylaştıkları yazılarının üst ve
alt başlıklarını vermekle yetineceğiz: Can Dündar’ın “Mustafa” filminden
hareketle Sayın Ahmet Kuyaş: “Atatürk’ün Hayatı Tabulaştırıldı”, “1881 ’de
Doğmadı” “Mustafa Kemal Pembe Evde Doğmadı”^, Atatürk’ü anlatan “Veda”
filmi vesilesiyle bir yazı kaleme alan Gazeteci Sayın Gürkan Hacir: “Gerçek
Bir Atatürk Biyografisine Halen Sahip Değiliz"™, Yılmaz Özdil: “On Kasım’da
Vefat Ettiğinden Eminiz, Atatürk'ün. Peki Doğum Günü Ne?"™
Mustafa
Kemal’e doğumunda Selanik Nüfus Müdürlüğü’nce verilen nüfus cüzdanının ya
öğrenim gördüğü okullardan birinde kaldığı ya da sonraları kaybolduğu
anlaşılmaktadır. Fakat elimizde onun nüfus bilgilerini gösteren birçok resmi
belge bulunmaktadır. Bunların bir kısmı askeri kayıttır. Bir kısmı ise nüfus
cüzdanı muadili sayılabilecek ikamet belgesi gibi belgelerdir. Yine doğumundan
geç bir tarihe ait olsalar da o kayıtların devamı mahiyetinde nüfus tezkeresi
ve nüfus cüzdanları bulunmaktadır. Şimdi bunları en eski tarihli olandan
başlayarak ortaya koyacağız:
Mustafa
Kemal’in doğum tarihini belirleyen elimizdeki en eski tarihli belgeler askeri
okullardaki öğrenci kayıtlarıdır. Bu kayıtlarda ay ve gün belirtilmeden doğum
yeri ve tarihi hep “Selanik, 1296” olarak gösterilmiştir. Mesela 13 Mart
1899 (1 Mart 1315) tarihli Harp Okulu künye kaydı bunlara örnek olarak verilebilir:
1283 Apolet
Numaralı “Harbiyeli Mustafa Kemal”, “1315 (1899) Duhullülere (Girişlilere)
Mahsus Künye Defteri” ne “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük
Memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi ’nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli
Mustafa Kemal Efendi Selanik 96" olarak, 1282 Selanikli Ahmet
Tevfık Efendi (96) ile 1284 Manastırlı Recep Fahri Efendi (95) arasına
kaydedilmiştir.[200] [201]
[202] Bu defterlere öğrencilerin
künyeleri yazılırken yukarıda geniş olarak başlanan kayıt, aşağıya doğru
daraldığı için, yazılış biçiminden dolayı “çiçek künye” denilmektedir. Ve her
öğrencinin kaydının en alt satırına istisnasız Rumi takvimle doğum yılı
yazılmıştır. Bu künye kaydındaki 95, 96, 97 tarihleri o öğrencinin Rumi yıl
olarak doğum tarihidir. Mustafa Kemal burada Rumi 1296 yılında doğmuş
olarak görülmektedir.
Atatürk’le
ilgili elimizdeki en önemli askeri kayıtlardan biri de Özlük Dosyası
kayıtlarıdır. “Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri”nin doğumu yıl olarak burada
da 1296/1881 olarak gözükmektedir.[203]
Üçüncü
belge bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından yazılan, 14 Ekim' 1919 tarihli bir
“özgeçmiş”tir. Burada da Doğum tarihi 1296/1881 olarak ifade edilmiştir.
Tasviri Efkâr Gazetesi Başyazarı Velid Ebüzziya (1877-1945) Sivas’ta bulunan
Mustafa Kemal Paşa’ya telgrafla toplam 21 soru sormuştur. Bu soruların 17. si
Paşa’nın “Özgeçmişi” ile ilgilidir. 13 Ekim 1919’da İstanbul’dan sorulan bu
sorulara M. K. Paşa 14 Ekim 1919 günü Yaveri Cevat (Abbas Gürer (1887-1943)
aracılığı ile cevap vermiştir. Belgenin konumuzu ilgilendiren kısmı şu
şekildedir:
“Sivas
’ta Mustafa Kemal Paşa ’ya
Kıymetli
Paşam! Kaç gündür sizinle basın mensupları adına haberleşiyorduk. Bugün de
Tasvir-i Efkâr adına sizi rahatsız ediyor, aşağıdaki soruları arz ediyorum.
Amaç Kuva-yı Milliye’nin durumu hakkında mümkün mertebe açık bilgi vermektir.
Alınacak cevapların ajans aracılığıyla Avrupa’ya bildirilmesine çalışılacaktır.
Sorulardan uygun görülenlere yarınki baskıya yetiştirilmek üzere çabuk cevap
verilmesini arz ederim. Tasviri Efkâr Başyazarı Velid”
"Velid
Bey'e
Mustafa
Kemal Paşa’nm sorularınıza telgrafla verdiği cevapları aşağıda arz ediyorum.
Cevat ”
17-Özgeçmişinizi
kısaca belirtir misiniz?
Mustafa
Kemal Paşa'nm özgeçmişi aşağıda belirtilmiştir:
1881
yılında (Rûmî 1296 tarihinde) Selanik’te doğmuştur ...”204
Yine 1920
yılında düzenlenen ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen “Biyografi
Fişi”nde de doğumu yıl olarak Rumi: 1296’dır.205
Atatürk’ün
bize kadar ulaşan ilk “nüfus tezkeresi" ise 18 Ekim 1922 (18
Teşrinievvel 338) tarihlidir. Henüz saltanat kaldırılmamıştır. “Devlet-i
Aliyye-i Osmaniye Tezkeresi" başlıklıdır. Bu kayıtta Mustafa Kemal
Ankara nüfusuna kayıtlıdır ve Hacıbayramıveli Mahallesi 161/1 numarada oturur
gözükmektedir. Mustafa Kemal Paşa bu kayıt tarihinde “Türkiye Büyük Millet
Meclisi Reisi ve Başkumandan"dır. “Devlet-i Aliyye'nin (Osmanlı Devleti)
tabiiyetini haizdir." Belgede doğum tarihi yıl olarak Rumi “1296”dır.
Babası “Tüccardan Ali Rıza", annesi “Zübeyde
Hanımefendi"dir. Dini “İslam" olarak kayıtlıdır. Henüz
bekârdır. Tam çevirim yazısı aşağıda olan bu belge ilk defa tarafımızdan burada
yayınlanmaktadır.
DEVLET-İ
ÂLİYYE-İ OSMANİYE TEZKERESİDİR |
|
|
|
İsim ve Şöhreti |
Gazi Mustafa Kemal Hazretleri |
Pederi İsmiyle Mahal-i
İkameti |
Tüccardan Ali Rıza |
Validesi İsmiyle Mahal-i
İkameti |
Zübeyde Hanımefendi |
204
Genelkurmay ATAŞE Başkanlığı Arşivi, ATA-ZB; Klasör: 34, Gömlek:
83, Belge: 83
(1-5). Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Meclis ve
Mustafa Kemal Özel Sayısı, Yıl: 56, Sayı: 120 (Nisan 2007). Belge Tıpkıbasım: s.
129135, Çeviri Yazı: s. 308-312, Sadeleştirilmiş Metin: s. 10-15.
205 F. Çöker, Türk Parlamento Tarihi, Milli Mücadele ve TBMM
I. Dönem, 1919-1923, Cilt: III., Ankara, 1995, s. 82. A. Süslü, M.
Balcıoğlu,
Atatürk’ün Silah Arkadaşları Atatürk Araştırma
Merkezi Şeref Üyeleri, s. 2.
Tarih ve Mahal-i Veladeti |
Selanik Sene 1296 Bin iki yüz doksan altı |
Dini |
İslâm |
Sanat ve Sıfat ve Hizmet
ve İntihap Salahiyeti |
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Reisi ve Başkumandan |
Müteehhil ve Zevcesi Müteaddit Olup Olmadığı |
Mücerret |
Derecatı ve Sunuf-ı Askeriyesi |
|
Eşkâli
Boy |
Orta |
Göz |
Mavi |
Sima |
Buğday |
Alamet-i Farika-i Sabite |
Tam |
Sicil-i
Nüfusa Kaydolunan Mahal
Vilayeti |
Ankara |
Kazası |
Ankara ' |
Mahalle ve Karyesi |
Hacıbayramıveli |
Zenaati |
|
Mesken Numarası |
161/1 |
Nev’i Mesken |
Hane |
Pul
üzerinde: 18 Teşrinievvel 338
Yukarıda
ilgili bölümde Zübeyde Hanım’ın vefatı nedeniyle geniş olarak anlattığımız
üzere Gazi Mustafa Kemal Paşa İzmir’de Uşakizade Muammer Bey’in kızı Latife
Hanım ile bir evlilik yapmıştır. 15 Ocak 1923’de annesini kaybeden Mustafa
Kemal Paşa, gerçekleştirmekte olduğu yurt gezisini tamamlayarak 27 Ocak 1923
günü İzmir/Karşıyaka’ya geldi ve
doğru Zübeyde
Hanım’ın mezarına giderek ziyaret etti. İki gün sonra da (29 Ocak 1923) Latife
Hanım ile evlendi.
İzmir
Merkez Kadısı Hüseyin oğlu Ömer Fevzi Bey’in kıydığı nikâhta M. Kemal Paşa’nın
şahitleri Müşir Fevzi (Çakmak) Paşa ile Ferik (Korgeneral) Kâzım (Karabekir)
Paşa; Latife Hanım’ın şahitleri ise İzmir Valisi Abdülhalik (Renda) ile
Seryaver (Başyaver) Kaymakam (Yarbay) Salih (Bozok) Bey idi. İşte bu evlilik
sürecinde düzenlenen bazı belgeler Mustafa Kemal Atatürk’ün nüfus bilgileri
açısından büyük önem taşımaktadır. Bu meyanda elimizde üç önemli belge
bulunmaktadır.
Bu
belgelerden biri “Türkiye Hükümeti Nüfus Tezkeresi” başlığını taşıyan 27
Kanunusani 1339 (27 Ocak 1923) tarihli belgedir. Bu belgede Mustafa Kemal
Paşanın doğum yeri ve hangi nüfusa kayıtlı olduğu belirtilmeksizin yalnızca
doğum tarihi 1296 olarak verilmiştir. Belgede Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri “İzmir Göztepe”de yani nişanlısı Latife Hanım’ın evinde oturur
görünmektedir. Mustafa Kemal’in fahri hemşerisi olduğu İzmir nüfusundan alınan
bu belge, evlenmek gibi işlemlerde günümüzde de alınması gereken bir “ikamet
belgesi” niteliğindedir.206 Belge’nin çevirisi aşağıdaki gibidir:
TÜRKİYE
HÜKÜMETİ NÜFUS TEZKERESİ |
|
İsmi |
Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri |
Pederinin İsmi |
Tüccardan Ali Rıza Efendi |
Validesinin İsmi |
Zübeyde Hanım |
Tabiiyeti |
Türkiye Devleti |
Tevellüdü |
1296 |
Dini |
İslâm |
Irkı |
Türk |
San’atı |
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Reisi |
|
Başkumandan |
Mahallesi |
İzmir / Göztepe |
27 Kanunusani 1339 (27 Ocak
1923) |
Atatürk’ün
nüfus bilgilerini içeren önemli bir belge de Latife Hanım ile evlenmesi
öncesinde hazırlanmış bulunan “Evlilik İlmühaberi Sureti”dir. 29 Ocak 1923 (11
Cemaziyelahir 341) tarihli olan bu belgede de Gazi Müşir Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri Selanik 1296 doğumlu olarak görülmektedir. Babası tüccardan
Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım olarak kaydedilmiştir.[210] Latife Hanım’m ve nikâh
şahitlerinin bilgilerinin de bulunduğu belgenin tam çevrim yazısı aşağıdaki
gibidir.
BAKİR
Münakehat (Nikahlanmalar)
Vukuatı İlmühaber Sureti Akitleri
İcra Kılınan
Zevcin |
İsim ve Şöhreti Vaziyyet ve Sanatı |
Gazi Müşir Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri |
Zevcenin |
İsim ve Şöhreti Vaziyyet ve Sanatı |
Fatmatü’z-zehra Latife Hanımefendi |
Mahal ve Tarih-i Veladeti |
Selanik 1296 (1881) |
Mahal ve Tarih-i Veladeti |
İzmir 1315 (1899) |
||
Milleti |
İslam |
Milleti |
İslam |
||
Esasen Nüfustaki Mahall-i Kaydı |
Göztepe Mahallesi Hane: 46 |
Esasen Nüfustaki Mahall-i Kaydı |
İzmir’in Fettah Mahallesi Hane: 116 |
||
Pederin in |
İsim ve Vaziyyet ve Sanatı |
Tüccardan Ali Rıza Efendi |
Pederin in |
İsim ve Vaziyyet ve Sanatı |
Uşakizade Mahmud Muammer Beyefendi |
|
Mahall-i İkameti |
- |
|
Mahall-i İkameti |
İzmir |
Validesinin |
İsim ve Şöhreti |
Zübeyde Hanım |
Validesinin |
İsim ve Şöhreti |
Hadice
Adviye Hanım |
Mahall-i İkameti |
- |
Mahall-i İkameti |
İzmir |
||
Zevç Vekilinin |
İsim ve Şöhreti |
Bi’l-asl |
Zevce Vekilinin |
İsim ve Şöhreti |
Bi’l-asl |
Mahall-i İkameti |
İzmir |
Mahall-i İkameti |
İzmir |
||
Şahidin |
İsim ve Şöhreti |
Müşir Fevzi Paşa Hazretleri |
Şahidin |
İsim ve Şöhreti |
Mustafa Abdülhalik İzmir Valisi |
Tarih-i Veladeti |
- |
Tarih-i Veladeti |
İzmir |
||
Şahidin |
İsim ve Şöhreti |
Ferik Kâzım Karabekir Paşa
Hazretleri |
1 Şahidin |
İsim ve Şöhreti |
Seryaver Kaymakam Salih Bey |
Tarih-i Veladeti |
- |
Tarih-i Veladeti |
İzmir |
||
Akd |
Tarihi |
29 Kanunusani 339 (29 Ocak 1923) |
İzinname |
Tarihi |
11 Cemaziyelahir 1341 (29 Ocak 1923) |
Günü |
|
Numarası |
324 |
||
|
|||||
|
Mihr-i
Müsemma |
|
|||
|
Müstevi |
1 Muaccel |
|||
|
Gayri Müstevi |
||||
|
Müeccel |
|
|||
|
Yekûn |
|
Mustafa
Kemal Paşa’nın evliliği kapsamında düzenlenen üçüncü belge de yukarıda
verdiğimiz “Evlenme İlmühaber Sureti”ne de esas teşkil eden “İzinname-i Şer’i
Sureti”dir. İzmir Merkez Kadısı Ömer Fevzi İbni Hüseyin tarafından imzalanan ve
mühürlenen bu belge nikâh tarihi olan 29 Ocak 1923 (29 Konunuevvel / 11
Cemaziyelahir 1341)’ten yaklaşık sekiz ay sonra, 23 Eylül 1923 (11 Safer 1342)
tarihinde düzenlenmiştir. Bu belgede doğum tarihi ile ilgili herhangi bir bilgi
yoktur. “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal
Paşa Hazretleri ibni Ali Rıza Efendi" ifadesi ile baba Ali Rıza
Efendi’yi tespit etmektedir.[211]
Mustafa
Kemal’in bugün için bildiğimiz en ayrıntılı nüfus belgesi, Osmanlı saltanatına
son verilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti vatandaşları için
düzenlenen nüfus cüzdanıdır. Bu tarihte Mustafa Kemal Paşa, Uşakizade Muammer
Bey’in kızı Latife Hanım ile evlidir. 27 Mart 1923 (27 Mart 339)’te Ankara
Nüfus Müdürlüğü’nce verilen bu cüzdanda Mustafa Kemal’in Ankara nüfusuna
kayıtlı olduğu ve Hacı Bayram Mahallesi 161/1 numaralı evde oturduğu
belirtilmektedir.[212] İlk sayfadaki kayıtlarda
cüzdanın veriliş nedeni şöyle açıklanmıştır:
“İşbu
hüviyet cüzdanında isim ve şöhreti ve hal ve san 'atı muharrer (yazılı) olan
Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Tabiiyetini haiz olup ol suretle ceride-i
nüfusda mukayyet olduğunu müşir (belirten) işbu hüviyet cüzdanı ita kılındı
(verildi).”
Cüzdanın
ikinci sayfasında “Sicil-i Nüfus Kanunu’nun Bazı Maddeleri” verildikten sonra,
diğer sayfalarda o sırada 42 yaşlarında olan Mustafa Kemal’in fiziksel
özellikleri, kimliği, doğum tarihi, mesleği ve medeni hali ile ilgili bilgiler
verilmektedir. Bu nüfus cüzdanında Mustafa Kemal Paşa’nın doğum yeri ve tarihi “Selanik
1296 (bin ikiyüz doksan altı)” şeklinde hem rakamla hem de yazıyla
gösterilmiştir.210 Belgenin çevirisi şu şekildedir:
TBMM HÜKÜMETİ HÜVİYET CÜZDANI |
|
İşbu hüviyet cüzdanında isim ve şöhreti ve hal ve
san’atı muharrer (yazılı) olan Müşir Gazi Muslafa Kemal Paşa Hazretleri Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti Tabiiyetini haiz olup ol suretle ceride-i
nüfusda mukayyet olduğunu müşir (belirten) işbu hüviyet cüzdanı ita kılındı
(verildi). |
|
Sicil-i Nüfusa Kayıd
Olduğu Mahal |
|
Vilayeti |
Ankara |
Kazası |
Ankara |
Nahiyesi |
*■ |
Mahâlle veya Karyesi |
Hacı Bayram-ı Veli |
Sokağı |
- |
Mesken Numarası |
161/1 |
Nev’i Mesken |
Hane |
Eşkâl-i Mahsusa |
|
Boy |
Orta |
Saç |
Sarı |
Göz |
Mavi |
Burun |
Adeta (düzce) |
Ağız |
Adeta |
Bıyık |
Sarı, kesik |
Sakal |
Tıraş |
Çene |
Uzunca |
Çehre |
Uzunca |
Renk |
Beyaz |
Alamet-i farika-yı sabite
(ayırt edici işaretler) |
Tam |
İsim ve Şöhreti |
Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri |
Tarih ve Mahall-i Veladeti |
Selanik 1296
(binikiyüzdoksanaltı) |
Pederinin ismiyle Mahall-i
İkameti (Babasının adı ve oturduğu yer) |
Tüccardan Müteveffa (ölü) Ali
Rıza Efendi |
Validesinin İsmiyle Mahall-i
İkameti |
Müteveffiye (ölü) Zübeyde Hanımefendi |
Milliyeti |
Türk |
Dini |
İslâm |
Sanat ve sıfat ve hizmet
ve intihap selahiyeti |
TBMM Reisi ve Başkumandan |
Müteehhil ve zevcesi
müteaddid olup olmadığı (evli ve çok eşli olup olmadığı) |
Bir zevcesi vardır |
Derecat ve sunuf-ı
askeriyesi |
Müşir (Mareşal) |
Kronolojik
olarak Mustafa Kemal Paşa’nm nüfus bilgilerini içeren evlilikle ilgili üçüncü
belge, Paşa’nm 11 Ağustos 1341 (11 Ağustos 1925) tarihinde Başvekalet’e yazdığı
“Boşanma Tezkeresi” hakkında Başbakanlık tarafından “bilumum vekaletlere,
müstakil ve mülhak makamata yazılmış” olan “Heyeti Vekile (Bakanlar Kurulu
Kararı) Karar Sureti”dir. 1 Ağustos 1936 tarihinde bu belge üzerinde el yazısı
ile gerçekleştirilen işlemlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum tarihi “1881”,
doğum yeri de “Selanik”
olarak görülmektedir. Babası “ölmüş Ali Bey", annesi “ölmüş
Zübeyde"dir. Nüfusa kayıtlı olduğu yer “Hane: 13/161 Ayrancı, 44/45
şeklindedir.211 Belgenin tamamı şu şekildedir:
T.
C. BAŞVEKALET
Kararlar Müdürlüğü Sayı: 6/3863 |
|
15
Ağustos 341 (15 Ağustos 1925) |
||
SURET |
||||
ATATÜRK |
||||
Reisicümhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri
Başvekalete (Başbakanlık’a) yazdıkları 11/8/341 (11 Ağustos 1925) tarihli
tezkerelerinde; Uşakizade Latife Hanımefendi Hazretlerde rabıta-i
izdivaciyelerine (evlilik bağına) hitam (son) vererek birbirlerinden
ayrılmağa karar verdiklerini ve 5/Ağustos/1341 (5 Ağustos 1925) tarihinde
talak vukubulmuş (boşanmanın gerçekleşmiş) olduğunu tebliğ buyurmuşlardır.
Keyfiyet malum olmak üzere Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu ) kararı ile
resmen tebliğ olunur efendim. Bilumum vekaletlere, müstakil ve mülhak makamata
(makamlara) yazılmıştır. |
||||
|
Başvekil
İsmet |
|||
|
935/68/1.8.936 |
|
||
|
||||
|
Aslı
gibidir. Mühür İmza |
|
||
Boşanma |
||||
|
||||
Adı |
Babası |
Annesi |
D.
T. Y. |
Hane |
Atatürk
Kemal |
Ölmüş
Ali Bey |
Ölmüş
Zübeyde |
1881
Selanik |
13/161
Ayrancı 44/45 |
|
211 Nüfus Ve
Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü Arşivi. N. Ülker, “Mustafa Kemal Paşa’nın
Evliliği”, Az Bilinen Yönleriyle
Atatürk, Editör:
N. Ülker, Yayına Hazırlayan: L. Daşdemir, s. 28.
Yeni Türk
Alfabesinin kabulünden sonra (1928) her vatandaş gibi Mustafa Kemal’in nüfus
cüzdanının yenilenmiş olması gerekir. Bunun dışında Soyadı Yasası’nin kabul
edilmesinden sonra Ankara Nüfus Müdürlüğü’nce verilmiş iki ayrı nüfus cüzdanı
bulunmaktadır. 993.814-B seri ve 51 sıra numaralı cüzdanda asıl adı olan “Mustafa”
ya da “Mustafa Kemal” yerine yalnızca “Kemal', soyadı
bölümünde de doğal olarak, “Atatürk” yazılmıştır. Ondan bir süre
sonra düzenlenen 993.815-B seri ve 51 sıra numaralı cüzdanda ise o yıllarda
etkili olan Türkçenin özleştirilmesi çabalarının etkisi ile “Kemal” adının
“KamâK biçiminde yazıldığı görülmektedir. Değişiklikler nedeniyle
düzenlenen bu cüzdanlarda da doğum tarihi “1881” olarak gösterilmiştir. “Ankara
Çankaya” nüfusuna kayıtlıdır. (Hane No: 139, Cilt: 56, Sahife No: 49)
Latife Hanım’dan 5 Ağustos 1925 tarihinde boşandığı için medeni hali kısmına da
“evli değildir” diye yazılmıştır.212
T.
C. NÜFUS
HÜVİYET CÜZDANI |
|
No.
993.815-B. No. 51 İşbu
cüzdan otuz iki sayfadır |
|
Aile ismi, yani lakap ve
şöhreti |
Atatürk |
Adı |
Kamâl |
Babasının adı |
Ölmüş Ali Riza |
Anasının adı |
Ölmüş Zübeyde |
Doğum yeri |
Selânik |
Doğum tarihi |
1881 |
Dini |
|
Mezhebi |
- |
Meslek ve içtimai vaziyeti |
Reisicumhur |
212 Ş. Turan, Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve
Kişilik, s.
17 ve 675-676. EK: I (devamı). Bu nüfus Cüzdanlarının orijinalleri de diğeriyle
birlikte Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde Atatürk’e ait özel
eşyalar ile birlikte “Birinci Bölüm”de” sergilenmektedir.
Medeni hali* |
Evli değildir |
Boy |
|
Göz |
|
Renk |
|
Vücutça sakatlığı veya
noksanlığı |
|
Vilayeti |
Ankara |
Kazası |
|
Nahiyesi |
|
Mahalle veya köyü |
Çankaya |
Sokağı |
|
Hane No. |
139 |
Cilt No. |
56 |
Sahife No. |
49 |
Ne suretle verildiği** |
Değiştirilerek |
Bu nüfus cüzdanında adı ve
hüviyeti yazılı olan K. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak nüfus
kütüğünde kayıtlıdır. Bu cüzdan Ankara Nüfus İdaresinden verilmiştir. |
|
*Yani bekâr mı? Evli mi? Dul
mu? Boşamış mı? Boşanmış mı? ** Zayiinden, tebdilen veya
yeniden veyahut doğum suretiyle verildiği behemehal yazılmalıdır. |
|
Mustafa
Kemal Atatürk İzmirliler tarafından fahri hemşerileri olarak seçilmiş idi.
Mustafa Kemal’in İzmir dışında fahri hemşeriliğe seçildiği öteki kentlerin
nüfuslarına da kaydedildiği anlaşılmaktadır. Kendisinin Erzurum hemşeriliğini
kabul ettiğine ilişkin olarak Müdafaa-i Hukuk Demeği’ne gönderdiği 27 Ağustos
1919 günlü yazıda “Erzurum nüfusuna kaydının yapılması” için gereken
işleme başvurduğunu belirtmesi bunu göstermektedir. Dolayısıyla onun doğumunda Selanik
nüfusuna kaydedildiğini, ancak TBMM Hükümeti’nin kuruluşu ile Ankara
nüfusuna alındığını, bunun dışında fahri hemşeri seçildiği Erzurum,
İzmir, Gaziantep gibi kentlerin nüfuslarına da hemşeri olarak
kaydedildiğini kabul etmek gerekmektedir.
Küçük
Mustafa, Rumi 1296 senesinde Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane
Caddesi’nde bugün müze olan, üç katlı evde dünyaya geldi. Her büyük devlet
adamımın doğum tarihinde görülen (ay ve gün daha çok olmak üzere) tutarsızlık
ve belirsizlikler Atatürk’ün doğum tarihi ile ilgili olarak da söz konusudur.
Atatürk’ün doğum tarihi yıl olarak bazı araştırmalarda 1880, bazılarında da
1881 olarak yer alırken; doğumunun hangi ay ve hangi gün olduğu konusunda da
farklılıklar hala sürdürülmektedir. Yaygın olarak tekrarlanan yanlış tarihler
şunlardır: 23 Aralık 1880, 13 Mart 1881, 19 Mayıs 1881.[213]
Latife Hanım’ın yeğeni Sayın Mehmet Sadık Öke elektronik ortamda yaptığımız bir
yazışmada, “bizim ailede Mustafa Kemal Paşa ’mn doğum tarihi 21 Mayıs 1881
olarak bilinir ve konuşulurdu." Diyerek yeni bir tarihten
bahsetmiştir.
Mustafa
Kemal’in doğum yılı olarak bilinen Rumi 1296 tarihini tespit eden ve elimizde
mevcut en eski belge, Kara Harp Okulu Arşivi’nde bulunan Mustafa Kemal’in Harp
Okulu Künye Defteri’ndeki kayıttır (BELGE: ). “Çiçek Künye”de denilen bu
kayıtlarda her öğrencinin künye bilgileri altında Rumi olarak doğum yılları
yazılmıştır. Burada Mustafa Kemal’in doğumu “96” olarak yani 1296 olarak
yazılıdır.[214]
Yukarıda
verdiğimiz gibi bize ulaşan, elimizde bulunan ve Mustafa Kemal’in doğum
tarihini yıl olarak gösteren bütün kayıtlarda bu tarih 1296 Rumi yılı olarak
belirtilmiştir. Miladi Takvim’in kabul edilmesinden sonraki yeni yazılı ve
tarih olarak günümüze daha yakın ama Mustafa Kemal’in sağlığında çıkartılan
bütün nüfus kayıtlarında da Miladi 1881 yılı yer almaktadır. Onun
yaşadığı dönemde çıkmış resmi yayınların bazılarında (mesela Tarih IV. s. 359)
yer alan biyografilerde Miladi 1880 yılı da gösterilmiştir. Fakat bu tür
yayınların nüfus kaydı sayılamayacağı ortadır.
Atatürk’ün
çocukluk ve okul arkadaşı Eski Ankara Belediye Başkanı ve Bilecik Milletvekili
Asaf İlbay da 1296 tarihini doğrulamaktadır. “Atatürk’ün Hususi Hayatı”
başlığı altında yayınlanan anılarında Asaf İlbay bu konuda şunları söylüyor: “Aynı
semtin çocukları idik. Evlerimiz birbirinden yüz metre mesafede bulunuyordu.
Ailelerimiz komşuluk yüzünden tanışık idiler. Bu sebeple ağabeyim Eşref Bey ve
ben Mustafa Efendi ile görüşürdük. Ağabeyimle bir yaşta oldukları için daha çok
kaynaşmışlardı. Ben onlardan iki yaş küçük idim. Mustafa’nın ve Eşrefin doğum
tarihi 1296, benimki 1298 idi.. ,”[215]
Harp Okulu ve Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olan Ali Fuat
Cebesoy, “1881 tarihinin gerçek gibi olduğunu” söylerken, çocukluk
arkadaşı olan ve yaşamının sonuna dek yanında bulunan, dahası 10 Kasım 1938
sabahı Atatürk’ün vefat ettiğini öğrendiğinde intihar girişiminde bulunan Salih
Bozok ise “doğum tarihinin 1880’den de önce olabileceğini” öne
sürmektedir. 1934’te Atatürk’ün Trakya gezisine katılan Dr. Asım Arar, “Salih
Bozok ’un kendisine Mustafa Kemal ’in doğum tarihinin 1880 öncesi olduğunu
söylediğini” belirtmektedir.[216]
Yeni Bir Belge ve Doğum Tarihi Tartışması
Yukarıda
ilgili bölümlerde zaman zaman değindiğimiz Mehmet Ali Öz tarafından Osmanh
Arşivi’nde bulunarak kamuoyunun gündemine taşman bir yeni belge, Mustafa Kemal
Paşa ile ilgili bazı eksik bilgilerimizin tamamlanmasını sağlamıştır. Bu
belgede yer alan Mustafa Kemal Paşa’nm yaşı ile ilgili bir bilgi doğum tarihi
tartışmalarını yıl olarak yeniden gündeme taşımış bulunmaktadır. Öncelikle
belgenin özelliklerini ve gerçekleştirilen resmi işlemin kronolojik akışını
görelim:
Ali Rıza
Efendi’nin ölümü 23 Mayıs 1886 (Rumi: 11 Mayıs 1302) üzerine Zübeyde Hanım
eşinden kaynaklanan emekli maaşının kendisine ve çocuklara (o sırada üç çocuk
hayattadır: Mustafa, Makbule ve Naciye) bağlanması için bir dilekçe vermiştir.
Aynı belgeye göre Zübeyde Hanım dilekçesini 27 Ağustos 1893 (Rumi: 15 Ağustos
1309) Selanik Valiliği’ne vermiştir. Yani dilekçe Ali Rıza Efendi’nin ölümünden
yaklaşık olarak 7 yıl sonra verilmiştir. Bu dilekçe üzerine işlemler yapılmış
ve sonuca bağlanmıştır. Selanik Vilayeti 9 Eylül 1893 (Rumi: 28 Ağustos 1309)
tarihinde bir “Hizmet Cetveli” hazırlayarak İstanbul Mülkiye Tekaüd Sandığı
Nezareti’ne göndermiştir. Mülkiye Tekaüd Sandığı Nezareti Muhasebesi “Tanzim
Olunan Hesap Tezkeresi”ni 8 Ocak 1894 (Rumi: 27 Kanunuevvel 1309) tarihinde
Mülkiye Tekaüd Sandığı Heyeti’nin onayına sunmuştur. Zübeyde Hanım ve çocuklar
tarafından verilen dilekçe ve diğer bütün evrak üzerinde konuyu görüşen Heyet
tahakkuk eden 120 kuruşluk aylık maaşın Zübeyde Hanım’a 30 kuruş, mahdumu
(oğlu) Mustafa’ya 30 kuruş, kerimeleri (kızları) Makbule’ye 30 kuruş ve
Naciye’ye 30 kuruş aylık olarak ödenmesine karar vermiştir. Karar tarihi, 20
Şubat 1894 (Hicri: 14 Şaban 1311 ve Rumi: 8 Şubat 1309)’tür. Belgenin 2.
Sayfasının arkasındaki işlemlerden 22 Şubat 1894 (Hicri: 16 Şaban 1311)’te
Tanzimat Dairesi’ne gönderildiği anlaşılmaktadır. Yine 2. Sayfanın arkasında 16
Eylül 1899 tarihi yer almaktadır.[217]
İşte bu
belgedeki Zübeyde Hanım ve çocukların alacakları maaşların dökümünün bulunduğu,
Mülkiye Teaküd Sandığı Nezareti Muhasebesi’nden Tanzim Olunan Hesap
Tezkeresi’nin ikinci sayfasında; "Mahdumu (oğlu) Mustafa Efendi’ye
Maaşı: 30, “Sinni (Yaşı): 16, yirmi yaşını ikmalinde (tamamladığında)
veya hin-i tavzifinde (bir göreve geldiğinde/işe girdiğinde) kat olunmak
(kesilmek) şartıyla1'1 yazmaktadır. Belgenin tarihi 8
Ocak 1894 (Rumi: 27 Kanunuevvel 1309) olduğuna göre Mustafa Kemal’in doğumu yıl
olarak Rumi: 1293 Miladi: 1877/1878 olmaktadır.
M. Ali Öz’ü
Prof. Dr. Erhan Afyoncu ile birlikte hazırlayıp sunduğu Habertürk Tv’deki
Tarihin Arka Odası Programı’na da konuk olarak alan Sayın Murat Bardakçı,
yazdığı bir makalede bu belge kapsamında Mustafa Kemal’in 1877’de doğmuş
olduğunu iddia etmiştir. Makale aynen şu şekildedir:
"Mehmet
Ali Öz adındaki emekli bir din adamının Zübeyde Hanım ile çocuklarına aylık
bağlanması hakkında Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu 9 Ocak 1893 tarihli bir
belgede, gümrük memuru Ali Rıza Efendi’nin oğlu Mustafa, 1893’te 16 yaşında
görünüyor. Bu kayıt, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1881 ’de değil, 1877’de doğduğu
anlamına geliyor
TÜRKİYE’de
hemen herkesin bildiği, daha çocukluk senelerinde ezberlere alınan ve
hafızalardan hiç silinmeyen iki tarih vardır: 1881 ve 1938, yani Atatürk’ün
doğum ve ölüm tarihleri...
Vefat
tarihi olan 1938’i kimse sorgulamaz, o zamanı yaşayanlar henüz hayattadırlar
ama 1881 üzerinde arada bir tartışma çıkar. Atatürk’ün doğum kaydı henüz
yayınlanmadığı için bu tarihin kesin olmadığını söyleyenler vardır, hangi gün
doğduğu da henüz bilinmemektedir, üstelik 1930’lu senelerdeki bazı resmî
yayınlarda 1881 yerine 1880 tarihi yer alır ve bu tarih daha sonra bir yıl
ileriye çekilip 1881 yapılmıştır.
BİLGİLERİ
TAMAMLADI
Bundan
iki ay önce yazmıştım: Mehmet Ali Öz adındaki emekli bir din adamı, Mustafa
Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi ile annesi Zübeyde Hanım hakkındaki
eksik bilgileri tamamlayan, tamamen belgelere dayanan ve yakında yayınlanacak
olan bir çalışma yapmıştı. Öz, ‘‘Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü
(Osmanlı Arşivi Belgelerine Göre) ” ismini verdiği kitabında Devlet Arşivleri
’nde bulduğu evrakı kullanarak Atatürk’ün nesiller öncesine uzanan şeceresini
çıkartmış ve Zübeyde Hanım ile üç çocuğuna, Ali Rıza Efendi ’nin vefatının
ardından bağlanan aylıkların belgelerini de vermişti.
20’ŞER
KURUŞ AYLIK
Zübeyde
Hanım 1870 ile 1880 seneleri arasında “rüsûmat” yani gümrük memurluğu yapan,
daha sonra istifasını vererek ticaret hayatına atılan ve iflâsının ardından
1888’de vefat eden kocası Ali Rıza Efendi ’nin ardından kendine ve yetim kalan
Mustafa, Makbule ve Naciye isimli çocuklarına aylık bağlanması için bir dilekçe
sunmuş. Dilekçeyi değerlendiren emeklilik komisyonu, Ali Rıza Efendi’nin on
senelik hizmetinin ayrıntılarını çıkartarak Zübeyde Hanım ile çocuklarının
aylık almaya hak kazandıklarını belirlemiş ve anne ile üç çocuğa yirmişer kuruş
aylık bağlanmış. Kararda, aylığın Mustafa'nın yirmi yaşına gelmesine yahut bir
işe girmesine; Makbule ile Selanik’te daha sonra küçük yaşta vefat edecek olan
Naciye ’ye de evlenmelerine kadar ödeneceği ifade edilmiş.
1893 ’TE
16 YAŞINDA
Rumî
tarihle 27 Kânunevvel 1309, yani Milâdî tarihle 9 Ocak 1893’te hazırlanan
belgede çok önemli bir ayrıntı var: Aylık miktarları ile isimlerin üzerinde
bulunan "sinni”, yani "yaşı” sütununun hemen altında Ali Rıza Efendi
ile Zübeyde Hanım’m oğulları Mustafa'nın o tarihte 16 yaşında olduğu yazıyor!”
Mustafa’nın
1893’te 16 yaşında olması demek, 1877’de dünyaya gelmiş olması demektir ve emekli
din adamı Mehmet Ali Öz’ün ortaya çıkarttığı Atatürk ile ilgili bu en eski
resmî belgede 1877 tarihinin görünmesi, onunla alâkalı bilgilerde büyük bir
bilinmeyenin ortaya çıkması demektir.
Mustafa
Kemal hakikaten 1877’de mi dünyaya geldi, eğer öyle ise 1880 yahut 1881 tarihi
niçin ve nasıl ortaya çıktı, askerî mektepte bulunduğu sırada yaşı dört sene
küçültülüp doğum tarihi 1881 ’e mi çekildi, bilmiyoruz. Muamma, Mustafa Kemal
’in Selânik ’te bundan birkaç sene önce Yunanlı bir tarihçi tarafından ortaya
çıkartılan ama henüz neşredilmeyen doğum kaydının yayınlanmasının ardından
aydınlanacak”2'*
Makale ile
birlikte belgenin ilgili sayfasının klişesini de yayınlayan Murat Bardakçı
öncelikle belgedeki bazı önemli rakamları yanlış aktarmaktadır. Bunların bazıları
okuma, bazıları da Rumi tarihleri Miladi tarihlere çevirme hatalarıdır. Mesela
Ali Rıza Efendi’nin ölüm tarihi 1888 olarak veriliyor. Hâlbuki Ali Rıza
Efendi’nin belgedeki ölüm tarihi 23 Mayıs 1886’dır. Mustafa’nın 16 yaşında
olduğunu gösteren belgenin (tezkerenin) tarihi olarak Rumi: 27 Kanunuevvel 1309
tarihi Miladi: 9 Ocak 1893 olarak verilmektedir. Hâlbuki bu tarihin Miladi
karşılığı 8 Ocak 1894’tür. Zübeyde Hanım ve üç çocuğa 20’şer kuruş maaş
bağlandığı ifade edilmektedir. Hâlbuki belgede 30’ar kuruş (toplam 120 kuruş)
maaş bağlandığı açıktır.
Sayın Murat
Bardakçı’nın belge ile ilgili bu maddi hatalarını bir tarafa bırakacak olursak,
bu belgeden hareketle Mustafa Kemal 1880/1881’de yani Rumi: 1296’da
değil de bundan üç/dört yıl önce 1877/1878’de yani Rumi: 1293’te mi
doğmuştur? İlk olarak bu belgedeki “16 yaş”m kaynağını bilemiyoruz.
Bunun hangi belgeye istinaden tezkereye girmiş olduğu, aynı belge ve eklerinden
belli değildir. İkinci olarak şimdiye kadarki bütün resmi belgelerde doğum yılı
olarak Rumi: 1296 yılı esastır. Mesela Askeri Rüştiye son sınıf
notlarını gösteren Numara Defteri Hicri: 1313, Miladi: 1895 yılına aittir. Söz
konusu belge ile hemen hemen aynı yıllara (bir yıl sonrası) aittir.[218] [219]
Bu tarihten başlayarak Mustafa Kemal’in bütün askeri sicil kayıtlarında doğumu
yıl olarak Rumi: 1296’dır. Yukarıda bütün örneklerini verdiğimiz gibi,
askeri kayıtların dışında elimizde bulunan diğer resmi nüfus kayıtlarında da
(sonraki tarihlerde olsa bile) doğum yılı Rumi: 1296’dır.
Yeni
bulunan belgedeki “16 yaş” ifadesi Mustafa Kemal’in 1296 Rumi doğum yılını
değiştirmesi dolayısı ile şüphe ile karşılanması gerekir. Murat Bardakçı söz
konusu makalesinde bu bilgiyi doğru kabul ederek, "... askeri mektepte
bulunduğu sırada yaşı dört sene küçültülüp doğum tarihi 1881 ’e mi çekildi,
bilmiyorum'1'1 sorusunu sormuştur. Bu soruya evet
demek için bir gerekçe yoktur. Mustafa Kemal’in öğrenim süreci, okullara giriş
ve çıkış tarihleri bellidir ve mevcut belgelere göre yaşının küçültüldüğüne
dair bir bilgi de yoktur. Burada düşünülmesi gereken, kaynağı belli olmadığına
ve babanın ölümünden 7 yıl sonra maaş bağlanması için dilekçe verildiğine göre
“16 yaş”ın sehven yani yanlışlıkla yazılmış olabileceğidir. Belgeyi yazan
memurun bir yazım hatası olabilir. Bu da arşiv belgelerinde rastladığımız bir
durumdur.
Bu konudaki
tartışmalar kapsamında Habertürk Gazetesi’nden Bülent Günal220 bizim
de içinde bulunduğumuz bazı akademisyenlere bu konuyu sordu. Prof. Dr. İlber
Ortaylı, “Vesika doğru görünüyor. Ancak vesikanın doğru görünmesi netice
alınacağı anlamına gelmez. 4 senelik fark önemli bir tarih. Mustafa Kemal şehir
çocuğu. Bir şehir çocuğunun doğum tarihinde bu kadar oynama olur mu,
bilemiyorum... Kendi 1881 diyor, belge 1877. Murat’ın edindiği belge ciddi
görünüyor. Komisyon kurulup bakması lazım. Ancak bu belgenin hukuki bir
neticesi olmaz." Dedi.
Prof. Dr.
Yusuf Halaçoğlu ise; “... Atatürk'ü 1893 16 yaşında gösteren belgeye ise
biraz mesafeli yaklaşıyorum çünkü Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi'ne
1896’da girdi. Yani resmi doğum tarihine göre 15 yaşında. Bu belgeye göre
Atatürk o tarihte 19 yaşında olmalı ki, bu pek mümkün değil. Nasıl 1881 hatalı
deniyorsa, 1877 de hatalı denilebilir. Bu belgeyle birlikte Atatürk’ün Manastır
Manastır’daki Askeri Idadi’ye girerken yaşını küçültmüş olabileceği de gündeme
getirildi. Öyle olsa Atatürk bunu seneler sonra söyleyebilirdi. Atatürk, doğum
tarihini 1881 olarak belirtmiş. Ben bu tarihin doğru olduğunu
düşünüyorum."
220 Habertürk Gazetesi, 11 Kasım 2014, s. 17. Doç. Dr. Ş. Halıcı
ve Prof. Dr. II. Lowry’nin görüşleri için aynı yere bakınız.
Peki
Atatürk’ün gerçek doğum tarihi gün ay ve yıl olarak ne olabilir? Bize göre Yıl
olarak Rumi: 1296 tarihi kesindir. Atatürk’ün sağlığında soyadının
kabulünden (24 Kasım 1934) sonra düzenlenen nüfus cüzdanında doğum yılı olarak Miladi:
1881 tarihi tespit edilmiş bulunmaktadır. Rumi 1296 yılının sadece 20
Kanunuevvel ile 28 Şubat tarihleri arasındaki günleri, Miladi 1881 yılının 01
Ocak ile 12 Mart tarihleri arasına tekabül ettiğine göre;[220]
Mustafa Kemal bu tarihler arasındaki her hangi bir günde doğmuş olmalıdır. Bu
gün hangisi olabilir? Şüphesiz bu tarihin tespitinde en sağlam anlatımları ve
resmi belgelere göre tespit edilebilen yukarıdaki tarihler arasındaki günleri
işaret edenleri ele almak gerekir. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım 1922 yılında
Enver Behnan Şapolyo’ya bu konuda şunları anlatmıştır: “O zamanki Hamidiye
kâğıtlarına gün ve ay yazılmaz, yalnız yıl yazılırdı. Ben oğlum Mustafa’yı
‘Erbain Soğukları' devam ederken doğurdum. Bu, doğum benim aklımda kaldığına
göre 23 Kanunevvel 1296 tarihine düşmektedir.”[221]
“Erbain
Soğukları” 22 Aralık’tan 31 Ocak’a kadar süren 40 günlük kışın en soğuk
günlerinde esen şiddetli rüzgârlar için kullanılan addır.[222]
Bu durumda Zübeyde Hanım’m verdiği tarih olan Rumi 23 Kanunuevvel 1296 tarihi,
hem anlatımındaki esaslara, hem de resmi kayıtlardaki tarihlere uymaktadır. Bu
tarih Miladi 04 Ocak 1881 Salı günüdür.[223]
Şu halde
Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum tarihini 4 Ocak 1881 Salı günü
olarak kabul etmek mümkündür. Onun, İngiliz Büyükelçiliğinin kutlama için
sorması üzerine, “bu bir 19 Mayıs günü niçin olmasın?” demesi ve bu
tarihin bildirilmesi, tamamen “mecazi” bir anlam ifade eder. Eğer bu tarih gün
ve ay olarak kabul edilirse, Atatürk’ün doğum yılının değişmesi gerekir. Çünkü,
Miladi 19 Mayıs 1881 tarihi, Rumi 07 Mayıs
1297 tarihine takabül etmektedir.[224] Bu da Atatürk’le ilgili elimizdeki en eski resmi belgelerden biri
olan Harp Okulu Künye kaydındaki 96 (Rumi: 1296) şeklinde yer alan doğum yılını
değiştirmektedir.
ATATÜRK’ÜN KARGA KOVALADIĞI ÇİFTLİĞİN
SAHİBİNİ BULDUK*
Düşünce
Ve Tarih - Mustafa Kemal Atatürk'ün çocukluğunda Selanik'te karga
kovaladığı ve dayısı Hüseyin Ağa'nın kâhyalığını yaptığı çiftliğin sahibi
bulduk. Osmanlı Devleti döneminde Selanik vilayetine bağlı kazalardan biri olan
Lankaza’daki tarihî Rabla Çiftliği’nin, yine o dönemde Selanik vilayetine bağlı
kazalardan biri olan Tikveş’te yaşayan Mehmet Ali Efendi isimli Karamanlı bir
"uç beyi"ne ait olduğunu tespit ettik.
Mehmet Ali
Efendi'nin torunu 87 yaşındaki Nebahat Tezcaner, annesi Zehra Hanım’ın (Beygo)
çocukluk arkadaşı olan Mustafa Kemal'le ilgili kendisine anlattığı çiftlik
anılarını ilk kez dergimizle paylaştı.
Tezcaner, “Atatürk’ümüzün
dayısı Hüseyin Ağa dedemin çiftliğinde kâhyalık yapıyormuş. Mustafa Kemal de
öğrenci iken kız kardeşi Zübeyde Hanım'la birlikte çoğu zaman tatillerde
dayısının yanına gelip gidiyormuş. Annem, Atatürk’ümüzün o yıllarda kız kardeşi
ile birlikte çiftlikte nasıl karga kovaladıklarını hem bana hem kız kardeşlerime
gayet güzel anlatırdı." dedi.
Annesinin
Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'dan da sık sık bahsettiğini ifade eden Nebahat
Hanım, ‘‘‘'Zübeyde Hanım'ın çok tertipli ve temiz giyimli bir hanımefendi
olduğunu hatta çiftliğe kardeşinin yanına zaman zaman gelip gittiğini
söylerdi.” diye konuştu.
Mehmet Ali
Efendi'nin kız torunu Nebahat Tezcaner ve eşi Mazlum Sadrettin Tezcaner ile
Çankaya Yukarı Ayrancı’daki evlerinde buluşup sohbet ettik. Nebahat Hanım, biz
gitmeden Mehmet Ali Efendi'nin en büyük kızı olan annesi Zehra Hanım ve
çocukları ile kendi aile albümlerinde bulunan fotoğrafları çıkarıp masanın
üzerine koymuş bile. 87 yaşını süren ve son derece alımlı ve zarif bir
hanımefendi olan Nebahat Tezcaner, Zehra Hanım'ın 2'si ikiz olan 4 kızından
2'ncisi. Nebahat Hanım eski bir edebiyat öğretmeni. Yine eski bir matematik
öğretmeni olan 93 yaşındaki eşi Mazlum Sadrettin Bey de, ilerlemiş yaşma rağmen
son derece zinde ve sağlıklı.
Tezcaner
Çifti'nin kaç yaşında olduklarını sormuyoruz fakat Nebahat Hanım, “Ben 87,
beyim 93 yaşında. Süleyman Demirel'le aynı tarihte doğmuşlar. 1924 tarihinde.”
diyerek sohbeti sürdürüyor.
A.
Güler: Allah uzun ömür versin.
N.
Tezcaner: Annemin fotoğrafını göstereyim size. Bu fotoğraf 4 oğlumla
beraber hep birlikte 1966'da çekilmiş. Oğullarım hepsi şimdi kocaman kocaman
insanlar oldular. Okudular, evlendiler. En küçüğümüzün bile 1966 yılından bu
yana kaç yaşında olduğunu tahmin edersiniz. En büyük oğlum diş hekimi. İkinci
oğlum Tevfık, kendisi tıp doktoru ve profesör. Kalp ve damar cerrahı. Bir diğer
oğlum olan Ömer de doktor. Ancak o bilgisayarda doktorluk yapıyor. Profesör
olan oğlum Ufuk Üniversitesinde başhekim oldu ve şu anda dekan yardımcılığı
yapıyor. Küçük oğlum ODTÜ Biyoloji Bölümü’nden mezun. Kendisi şu anda büyük bir
şirkette önemli bir görevde çalışıyor.
A.
Güler: Maşallah eviniz kütüphane gibi.
N.
Tezcaner: Ben edebiyat, beyim ise matematik öğretmeni. Ev eşyamızdan çok
kitabımız var. Evimizin her tarafı kitap dolu. Eşimle birlikte çok okuyoruz.
Bulmaca filan
çözüyoruz.
Beyimle yalnız okuma konusunda biraz tartışmalıyız. Beyim polisiye, ben felsefi
ve izoterik eserleri çok seviyorum, hoşuma gidiyor. Bu sebeple biraz
tartışıyoruz.
A.
Güler: Müzikle de ilgileniyorsunuz sanıyorum.
N.
Tezcan: Öğrenci iken piyano dersleri aldım. Bizim zamanımızda mandolin
dersleri vardı. Piyanoyu buralara getiremiyoruz. Onun için bir orgum var. Bazı
parçaları zaman zaman yine çalıyorum. Müziğe hayranım. Klasik Batı müziği
hayranıyım. Digitürk'e o nedenle abone olduk. Kitaplarla ve onlarla zaman
geçiriyoruz. Benim en çok sevdiğim kitaplar bilgi veren kitaplar. Bir bilgiyi
aldığım zaman çocuk gibi seviniyorum. Yeni bir şey öğrendiğim zaman "Oh
çok şükür bunu da öğrendim. Çünkü bilmiyordum." diyorum. Dünyada o kadar
çok bilmediğimiz şeyler var ki. Hepsine yetişmek mümkün değil.
A.
Güler: Ne var ki toplumumuz okumuyor. Cahillik aldı başını gidiyor. Sosyal
medya da olumsuz yönde etkiliyor toplumu. Herkes duyduğunu gerçek zannediyor.
İnsanlara ash esası olmayan bilgiler veren kitapları kesmek lazım. Görmek
başka, okumak başka. İkisi birbirini tamamlayabilmeli. O zaman ancak fikirler
pozitif yönde gelişir.
N.
Tezcaner: Bizim ailede anne tarafımın tamamı doktor. Paris'te öğrenim
görmüşler. Bir kısmı İstanbul Kadıköy'e yerleşmiş. Bir kısmı memleketlerinde
kalmış. Annemin esas memleketi Karaman'ın Işıklar köyü. Oradan gelmişler. Dedem
yani annemin babası Mehmet Ali Efendi, Selanik’e “uç beyi” olarak tayin
edilmiş. Selanik'in Tikveş kasabasına tayin olmuş. Kardeşleri, amcaları filan
hepsi okumuşlar. Yalnız dedem "Ben arazi ile çiftlikle uğrayacağım. Burada
güzel herkese örnek olacak bir çiftlik yapacağım." diyerek okumamış.
Gerçekten de orada çok güzel bir çiftlik yapmış.
A.
Güler: Anneniz Zehra Hanım Atatürk'le ilgili neler anlatırdı sizlere?
N.
Tezcaner: Annem küçükken bize hep anlatırdı. "Kendi soyundan kimler
var? Kim ne işle uğraşmış?" her şeyi anlatırdı. Ben de hep Atatürk'ü merak
eder ve sorardım. Annem Atatürk'ü çok iyi tanıyor. Tabii annem daha çocuk o
zamanlar.
Annemi 1980
senesinde kaybettik. İsmi Zehra idi. Kardeş olarak Haydar isimli bir erkek,
Meryem isimli bir de kız kardeşi var. Annemin soyadı Beygo idi. Anne tarafıma
"Beygolar" derlerdi. Annem Atatürk'ten çok bahsederdi.
A.
Güler: Nerede dünyaya gelmişler?
N.
Tezcaner: Hepsi Tikveş'te doğmuşlar. Zaten Selanik’e çok yakın bir yer.
Tikveş Selanik'in diğer kazalarından çok daha küçük bir kaza.
A.
Güler: Atatürk'ün üvey babasının ismi Ragıp Bey. Çocukları Süreyya Bey,
şimendifer memuru olan Hakkı Bey ve bir de Rukiye Hanım var. 3 çocukları var.
Hakkı Bey hakkında pek bilgimiz yok. Fikriye Hanım da Ragıp Bey'in yeğeni
oluyor. Yani Fikriye Hanım, Ragıp Bey'in kardeşi Albay Memduh Bey'in kızı
oluyor. Anneniz Zehra Hanım bunlardan bahseder miydi?
N.
Tezcaner: Annem bilhassa şimendifer memuru olan Hakkı Bey'den çok bahsederdi.
Bir de Zübeyde Hanım’ın 2 erkek kardeşi var. Hüseyin Ağa ve Haşan Ağa.
Atatürk'ün dayıları. Hüseyin Ağa annemlerin çiftliğinde çalışıyormuş. Lankaza
Çiftliği'nde kâhyalık yapıyormuş. Yani çiftliğin yöneticisi imiş. O sebeple
anneme Atatürk'ü nasıl tanıdığını sorduğumda, Atatürk'ün çiftliğe zaman zaman
gelip gittiğini söylerdi. Kız kardeşi Makbule Hanım'la birlikte çiftlikteki
tarlalarda karga kovaladıklarından bahsederdi. Annem bunu hem bana hem de kız
kardeşlerime gayet güzel anlatırdı.
A.
Güler: Anneniz kaç doğumlu?
N.
Tezcaner: 1310 doğumlu. 14 yaş fark aralarında. Bu takribi bir yaş. Annem
ve bütün akrabalarının bir kısmı 1911 Balkan Savaşı'nda çiftlikte kalmış, bir
kısmı da Kadıköy'e yani İstanbul'a geçmişler. Çünkü annemin amcalarının bir
kısmı, dedemin kardeşlerinin bir kısmı İstanbul'a yerleşmiş. Annem de o zaman o
kafile ile birlikte Kadıköy'e gelmiş ve amcasının yanına yerleşmiş. Sonradan
çıkartılan bir hüviyet cüzdanı var. O sebeple doğum tarihinin kesin olduğunu
söyleyemiyorum.
A.
Güler: Rahmetli babanızı ne zaman kaybettiniz?
N.
Tezcaner: Cemil babam 1936'da, Zehra annem 1980'de vefat etti. Babamı ben 7
yaşında iken kalp rahatsızlığından dolayı 58 yaşında kaybettik. Babamın
vefatından sonra, o zaman elimizdeki nişanları belli yerlere amcalarımızın da
yardımı ile satıp bir gelir olsun diye İstanbul Kapalı Çarşı'da 2 tane kuyumcu
dükkânı satın aldık. Babam deniz subayı olacakmış fakat okulu bitirmemiş
Feshane fabrikasına marangozhane şefi olarak tayin etmişler. Orada devamlı
olarak çalışmış. Ancak İngilizler gelince işten atılmış. Sonradan annemin
aracılığı ile Rüştü isminde İzmir'de Atatürk'e çok yakın olan birisinin,
muhtemelen Tevfık Rüştü Araş olabilir. Rüştü Bey'in yardımıyla babamı tekrar
fabrikaya almışlar.
A.
Güler: Tevfık Rüştü Araş Latife Hanımlarla akrabadır.
N.
Tezcaner: Babamı ikinci kez işe aldıkları için, 15 yılı doldurmadığından
dolayı bizler maalesef emeklilik hakkını kaybettik. Annemin köydeki Lankaza
Çiftliği'ndeki hayatı çok değişiktir. Hatta zaman zaman II. Dünya Savaşı yıllarında
annem bize anlatırdı.
A.
Güler: Anne ve babanızın birlikte fotoğrafları var mı?
N.
Tezcaner: Babam son zamanlarda Mevlevi tarikatında idi. Dedem Ömer Efendi
de bir vesile ile Kastamonu'nun İnebolu ilçesinden saraya gelmiş. Yorgancı
imiş. Muazzam yorganlar dikermiş. Saray bunu çok beğenmiş. Bütün o sultanların
atlas yorganlarını dedem ve ekibi dikermiş. Çocuklarının hepsi de saraya
yerleşmiş. Babam da öyle. Annemin bize gösterdiği kayınpederinden kalma
yorganlar şahane idi. Annem onları hep sandıklarında saklıyordu. Daha sonra
nasıl oldu bilmiyorum hepsi harap oldu ve kayboldu. Annemin bizimle birlikte
fotoğrafları var ama babamla birlikte fotoğrafları yok maalesef.
A.
Güler: Çiftliğin resmi de mi yok?
N.
Tezcaner: Çok üzgünüm maalesef yok. Sonraki yıllara ait annemin
fotoğrafları mevcut. Dedem Mehmet Ali Efendi'nin kardeşlerinden birisi Karadağ
müftüsü. İsmi Hacı Efendi. Onu da Sırplar çok hazin bir şekilde katletmiş.
Hatta elimizde müftü iken padişahın kendisine vermiş olduğu nişanlar vardı.
A. Güler:
Babanız ne iş yapıyordu?
N.
Tezcaner: Babam memuriyetini Feshane fabrikasında yapıyordu. İngilizler
geldiği zaman 15 yılı dolmadığı için emekli edilememiş. Hepimizi kapsayacak
şekilde ikramiye verip fabrikadan çıkarmışlar. Mehmet Ali Efendi dedem belli bir
süre sonra İstanbul'a kardeşlerinin yanına döndüğü zaman "Ben kızımın
yanında olmak istiyorum." demiş. Geldiğinde anneme eskiden erkekler
bellerine kuşak sararlarmış. O kırmızı kuşağının arasına ne kadar altın
koyabilmişse onlarla gelmiş ve anneme burada hediye olsun diye 3-4 tane Eyüp
Sultan'da ev satın almış. Tabii o zaman daire filan yok. Bahçeli ve son derece
güzel evler.
A.
Güler: Kaç kardeşsiniz?
N.
Tezcaner: Babamın vefatından sonra annem hepimizi okuttu. 4 kız kardeşiz.
2'si ikiz, ablam ve ben varım. Annem hepimizin çok iyi eğitim görmemizi
sağladı. Bizlere elinden gelen tüm çabayı gösterdi. Tabii bunda akrabalarımızın
da çok büyük rolü oldu.
A.
Güler: Anneniz, Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ı da tanıyor muydu?
N.
Tezcaner: Tabii tanıyordu. Zübeyde Hanım'dan da bana bahsederdi. Çok
tertipli, çok temiz giyimli bir hanımefendi olarak bahsederdi. Annem o zaman
daha çocuktu. Hatta çiftliğe zaman zaman kendisi de gelirmiş. Makbule Hanım'la
Atatürk’ümüz çoğu zaman tatillerde ara tatillerde devamlı olarak o çiftlikte
kalırlarmış. Annem şöyle söylerdi: Annesi ikinci bir evlilik yaptığı için
Atatürk annesine pek yakın olmamış. Annesinin ikinci evliliğine tepki
gösteriyor. O evliliği hazmedememiş. Eski ailelerde bu sistem hâlâ devam
ediyor. Ama sonradan üvey babasını çok sevmiş. Annem derdi ki "Çok dürüst,
sözü ve sohbeti yerinde bir insandı. Makul bir insandı ve Atatürk'le iyi
geçinirdi. Ona gerçek babası gibi olmasa bile bir hamilik yapardı."
A.
Güler: Evet Atatürk de üvey babasını sonradan böyle anlatıyor. "Ragıp
Bey iyi insandı. Soma onunla dost olduk ve bana büyük adam muamelesi
yapardı." der. Atatürk'ün annesinin Ragıp Bey'den çocuğu yok. Ragıp
Bey'in, eski eşinden çocukları var. Sonuçta Atatürk de hepimiz gibi bir insan.
Et ve kemikten yaratılmış. Ama çok büyük bir deha. Normal bir insanın çok
üstünde bir dehaya sahip. Onu büyük yapan da odur zaten, yetenekleri ve dehası.
Çok kitap okuyan bir lider.
N.
Tezcaner: İstanbul'daki Akaratler'deki evini de annem anlatırdı. Annemler
1912 Balkan Savaşı'ndan sonra Selanik elimizden çıkmak üzere iken topluca
trenle önce Üsküp'e gitmişler. Sonra Edirne'ye uğrayıp oradan da İstanbul'a
kardeşlerinin yanma gelmişler. Zübeyde Hanım da 1915'te Akaratler'deki eve
gelip yerleşiyor. O ev zaten Balkan Savaşlarındaki mağdurlar için yapılmıştı.
Şişli'deki eve geçinceye kadar orada bir süre kalıyorlar. Annem o evi çok iyi
biliyordu. O evler birbirinin aynı idi. Güzel evlerdi.
A.
Güler: Balkan ve I. Dünya Savaşlarında Türkiye çok büyük göçler aldı. O
dönemde çoğu insan çadırlarda kalmış. Sultanahmet ve Ayasofya'nın bulunduğu
bölgelerde çadırlar kurulmuş.
N.
Tezcaner: Öyle imiş ama maddi durumları iyi olduğu için annemler onlara pek
ihtiyaç duymamışlar. İstanbul'da birkaç tane konakları vardı.
A.
Güler: Mübadele sırasında o çiftliğe karşılık bir mal aldınız mı?
N.
Tezcaner: Hayır şöyle oldu: Anneannem Pembe Hanım’ın beyi Mehmet Ali
Efendi. "Biz burada kalalım çocuklar gitsin." demiş. Zaten kızı
Meryem. Gözü önünde Bulgarlar eşinin kafasını kesmişler. Bunun üzerine kadın
akli dengesini ve şuurunu kaybetmiş. Erkek kardeşi de bir vesile ile herhalde
savaşta kaybolmuş. O sebeple annem tek çocuk olarak ailede kalmış. Annesi ile
babası o gelen ailelere "Kızımızı kurtarın, alın götürün Kadıköy'e
yerleştirin, orada hayatını devam ettirsin." demişler. Amcasının yanında
çok uzun seneler kalmış. Tikveş'le de devamlı irtibat hâlindeler. Bir yandan da
anne ve babasından iyi haber alıyor. Amcası diyor ki anneme, "Artık yaşın
geldi seni evlendirmemiz lazım." Annem, "Hayır. Ben anne ve babamın
yanma gidip onlara kavuşacağım. Evliliğimi yapacaksam eğer onların yanında
yaparım." diyor. Fakat bu arada anneannemin vefat ettiği haberi geliyor.
"Bunu nasıl söyleyelim?" diye düşünüyorlar. Çünkü annem, anneannesini
çok seviyor. Anneme demişler ki, "Baban gelecek ve Kadıköy'de seni ziyaret
edip görecek. Çünkü seni çok özlemiş." Ve o şekilde dedem de almış
kardeşlerinin yanma İstanbul'a gelmiş. Gelirken birkaç tane tapu senedi almış
yanma. Biraz da altın ve o madalyaları almış ve gelmiş. Mübadele zamanında
oradaki mallara karşılık Türkiye Cumhuriyeti buralarda bir yerler vermek
istemiş. Dedeme de Mersin'de deniz kenarında uçsuz bucaksız bir arazi
vermişler. Ancak dedem kabul etmemiş. "Burası senin istediğin gibi ek ve
biç, kullan ne yaparsan yap." demişler. Fakat dedem bu araziyi çeşitli
sebeplerle beğenmemiş. 'Ben burada ne yapayım? Yerleşirim Kadıköy'e, buraları
da sizlere bağışladım, istediğiniz kişiye verin." demiş. Şimdi oraları
görseniz muazzam bir bloklar hâlinde yapılaşma olmuş. Ama şekilsiz. Taşucu'nda
yazlığımız var. Zaman zaman çocuklarla oradan geçince söylerdim "İşte bu
arazinin hepsini Ali dedeniz devlete bağışlamış." diye. Onlar da
"Neden böyle bir şey yapmış." derler. O zaman öyle düşünmüş ne
yapabilirim?
A.
Güler: Anneniz Millî Mücadele'den sonra Atatürk'le görüşmüş mü, böyle bir
tesadüf olmuş mu?
N.
Tezcaner: Atatürk'le görüşmemiş ama çevresindeki kişilerle görüşmüş. Çünkü
annemlerin İzmir'de de akrabaları vardı. Bursa'da da akrabaları vardı ve
onlarla temas kurardı. Hatta pek çok kere gitmiş ve gelmişler. Annemin babası
İstanbul'a gelince memlekete bir daha dönüş yapamam demiş. Babası da zaten pek
çok ev satın alarak kızının yanma yerleşmiş. Orada babam ile amcaları
aracılığıyla tanıştırılmışlar. O dönemde sarayda görevli ünlü müzisyenimiz
vardır. Tarihî Türk müziği öğretmeni. Nuri Halil Poyraz diye. O babamın dayısı
oluyor. O sarayda olduğu için çocuklarının hepsini deniz okuluna
yerleştirmişler. O zamanki Bahriye Okulunda hem amcam hem de Cemil babam
okuyormuş. Ama babam biraz uçarı bir genç olduğu için okula devam etmemiş.
Elindeki kitaplarından bir kısmı bende hâlâ mevcut saklarım. Babam da çok
okuyan bir insandı. Ömrü vefa etmedi. Bizleri uzun zaman yanında göremedi.
Kendisinden mahrum yaşadık, ama onun istediği bir özellikte insan olarak hayatımızı
devam ettiriyoruz. Kardeşlerimizin hepsi yükseköğrenim görmüş durumda. Ben de
işte bir miktar naçizane kültür almaya çalıştım.
A. Güler: Tişvek'teki dedenize ait çiftliğin resmi de mi yok?
N.
Tezcaner: Çok üzgünüm maalesef yok. Sonraki yıllara ait annemin
fotoğrafları mevcut.
A.
Güler: Annenizin gözleri de Atatürk'ün gözleri gibi masmavi.
N.
Tezcaner: Annemin masmavi gözleri vardı. Evet Atatürk’ümüzün gözleri gibi.
Annem Zübeyde Hanım'a da benziyor. Güzel bir kadındı.
MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK’ÜN DOĞDUĞU
MAHALLE VE PEMBE BOYALI EV
(Tartışmalar, İddialar ve Gerçekler)*
Atatürk’ün
1881 yılının 1 Ocak ile 12 Mart tarihleri arasındaki bir günde[225] [226]
(mevcut verilere göre 4 Ocak) doğdu. Kendisini doğuran annesi Zübeyde Hanım’m
anlatımına göre; doğduğu ev; “Selanik’in Islahhane semtinin Ahmet Subaşı
Mahallesi'ne düşmektedir. Bu ev, harem ve selamlığı olan üç katlı pembe boyalı
idi. Bahçe duvarları yüksek ve alt pencereleri de demir parmaklıklı idi.
Mustafa’m bu evin ikinci katında sol tarafa düşen ocaklı odada doğmuştu..."
Bu ev, bugünkü Selanik’in Aya Dimitriya Caddesi ile Apostolu Pavlu Caddesi’nin
kesiştiği köşede bulunmaktadır. Ev cephe itibarıyla Apostolu Pavlu Caddesi
üzerinde 17 numaradadır. Şu anda müze olarak ziyarete açık olan ev, bodrumu ile
birlikte üç katlıdır ve Selanik Türk Başkonsolosluğu ile aynı bahçe içerisinde
bulunmaktadır.
Şimdiye kadar yapılan yayınlarda Atatürk’ün doğduğu bu evin
hem mahallesi hem caddesi hem de sokağı karıştırılmış; hatta Atatürk’ün bu evde
doğmadığı[227] bile iddia edilmiştir. “Pembe boyalı ev” ile
ilgili müstakil bir araştırma yapan Sayın Veysi Akın da ev tartışması hakkmdaki
bütün görüşleri özetledikten sonra Falih Rıfkı Atay’a dayanarak “Atatürk’ün
doğduğu ev Ahmet Subaşı Mahallesi’nde olmalıdır. Bugün müze olarak kullanılan
bina ise, Ali Rıza Efendi tarafından doğumdan sonra satın alındığı veya inşa
ettirildiği yahut kiralandığı konusunda muhtelif görüş ayrılıkları bulunan ve
ailenin bir müddet oturduğu evdir. İncelemelere göre, evin kiralanma ihtimali
daha kuvvetli olup, sonradan genç subaylık yıllarında Atatürk tarafından satın
alındığına dair bilgiler bulunmaktadır...” demektedir.[228] Bu tartışmalara girmeden önce evin bulunduğu mahalle hakkında
mevcut bilgilerin belgelere dayalı olarak ortaya konulması önem taşımaktadır.
Öncelikle Mustafa Kemal’in doğduğu ve yaşamının bir bölümünü geçirdiği
Selanik’in kentsel dokusunu irdelemekte yarar vardır.
Selanik: Bir Dehanın Doğduğu Kent
Roma
döneminden beri “kozmopolit” bir yapıda olan Selanik şehri bu özelliğini
Osmanlılar döneminde de sürdüren tipik bir “Doğu” şehri idi.
Selanik
yüzyılın ortalarında, deniz yoluyla kente gelen Avrupalı gezgin açısından,
denize kadar yarım daire şeklinde inen beyaz evleriyle, bunların arasında
yükselen minarelerinin ve selvi ağaçlarının silüetiyle, hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak biçimde bir Osmanlı kenti görünümü taşıyordu. Kentte, İtalyanca,
İspanyol Yahudicesi, Yunanca ya da Bulgarca gibi öteki dillerin yanı sıra,
Türkçenin çarşı esnafı ve Müslüman mahallelerin dışında arabacılar tarafından
kullanılması da şehrin Osmanlı-Türk kimliğinin bir başka göstergesidir.
1909 yılına
kadar devlet duyuruları ve yazışma zarflarının üzeri Türkçe (Osmanlı Türkçesi)
ya da Fransızca yazılırdı. Tarihler, tiyatro programları, fiyat listeleri ve
esnaf ilanları dört ya da daha fazla dilde basılıyordu: Türkçe, Rumca,
Fransızca ve İbranice. Pek çok gazete ikiden fazla dilde yayımlanıyordu.
Selanik’in resmî gazetesi olan “Selanik”, Türkçe, Rumca ve İbranice olarak
çıkıyordu. İlerici, sosyalist bir Yahudi gazetesi olan “İşçi Gazetesi” dört
dilde basılıyordu. M. Kemal’in bulunduğu yıllarda Selanik’te üç Fransızca, beş
İbranice, dört Türkçe ve iki Bulgarca yerel gazete çıkıyordu.
Selanik,
yüzyılın (XX. yüzyıl) başında 150 binlik nüfusuyla, İstanbul (1 milyon), İzmir
(300 bin) ve Beyrut (170 bin)’dan sonra dördüncü sırada yer almaktaydı. Ticari
açıdan Selanik çok göz alıcı bir şekilde gelişti. 1840 ile 1912 arasında
ticaret hacmi 20 kat arttı. Bu ise kenti, doğal olarak İstanbul’un gerisinde
kalmasına karşın, kesinlikle İzmir’in önüne geçirecektir. Sanayinin gelişimi de
aynı şekilde önemliydi; Selanik İstanbul’un ardından en fazla işçinin yaşadığı
kent hâline gelmişti. Ve bu yeni doğan işçi sınıfı, başkentin işçi sınıfından
önce örgütlenmeye başlamıştı.
Selanik,
tarih içinde zaman zaman Makedonya’nın farklı büyüklükteki bölümlerine egemen
oldu. 1864’te Makedonya genelinde iki yeni vilayetin, Manastır ve Kosova
vilayetlerinin kurulması üzerine, kentin etki alanı sınırlandırıldı. Bu ise
şehrin ve şehir çevresinin yönetimini daha etkin hâle getirdi. Selanik’e vali
olarak hep nitelikli insanlar görevlendiriliyordu. Tarih, kente damgasını
vurmuş olan valiler arasında ilk önce, 60’ların sonlarında vali olan ve
Makedonya kentinde anlamlı kentleşme çalışmalarına girişen Sabri Paşa’nın adını
kaydeder. Mithat Paşa kentte 1873’te yalnızca üç ay valilik yaptı. Fakat bazı
büyük yol ve okul yapımı projelerini başlatacak kadar vakti oldu. Öteki önemli
vali Galip Paşa, Abdülmecit döneminde maliye bakanlığı yaptıktan sonra,
1882-1883 ve 1886-1891 yılları arasında iki kez Selanik vilayetinin başına
geçerek kentsel yenişmenin takipçisi olmuştur. Selanik valilerinin çok sık
değiştiği bir şehirdi: 1840 ile 1900 arasında 44’ten fazla vali görev
yapmıştır. Bu durumda bir vali ortalama 15 ay görev yapmıştır. Vilayetin idari
hiyerarşisinin diğer kademeleri de aynı ölçüde istikrarsızdı. Vilayetin
defterdarları ya da mektupçuları iki yıldan fazla işbaşında kalmıyordu.
Merkezî
yönetimdeki bu istikrarsız durum, belediye için söz konusu değildi. Selanik,
imparatorluğun İstanbul’dan sonra (1869’dan itibaren) belediye teşkilatına
kavuşan kentlerinden biri oldu. Daha uzun bir süre görev başında kalan belediye
başkanları, belediye hizmetlerine önemli bir süreklilik sağlamışlardır. Şehirde
vali tarafından atanan belediye başkanları hep Müslüman camianın içinden çıktı.
Aralarında özellikle birisi kalıcı izler bıraktı: Asıl adı “Joseph Nehama” olan
“dönme” Hamdi Bey. XIX. yüzyılın sonlarına doğru belediye başkanı olan Hamdi
Bey, yol ve ulaşım sorunlarıyla ilgilendi ve kentin su şebekesinde büyük
iyileştirmeler sağladı.
Şehrin diplomatik kurulundaki mütercimler Rumlardı. Selanikli
Museviler Türkçe ve Rumcadan daha iyi Fransızca ve İspanyolca konuşuyorlardı.
Ermenilerin Fransızca bilgisi çok iyiydi. İngiliz ve Fransız elçileri Rumlarla
evliydi. Şehrin Amerikan Konsolosu da bir Rum’du. Dolayısıyla M. Kemal’in doğup
bir süre yaşamını sürdürdüğü Selanik, bütün etnik, kültürel ve dinî
çeşitliliğine rağmen Osmanh Devleti’nin sağladığı “hoşgörü” ortamı sayesinde
hem hayret uyandıran hem de toplumsal davranışlar yönünden tüm imparatorluk
için örnek teşkil eden bir yapıdaydı.[229]
Selanik’in Türk Mahalleleri ve Sokakları
Şehirde
toplam kırk sekiz Müslüman-Türk Mahallesi vardı. En yukarıdaki mahalle Yedikule
kesiminde, öteki Türk mahalleleri ise Vardar Irmağı bölgesinde bulunuyorlardı.
Bir tanesi de Kassandiriya Kapısı’nın çevresinde idi. Bu mahalleye Rotonda’nın
çevresindeki Ortaca Mahallesi, Kasımpaşa ve Ayasofya Mahalleleri ekleniyordu.
Evliya Çelebi, “Bunlar ünlü ve herkesçe bilinen mahalleler. ” diye
yazmaktadır. Bununla birlikte en büyük ve en türdeş Türk Mahallesi kentin
yukarısında, “Bayır” diye adlandırılan en yüksek ve en sağlıklı yamacında yer
alıyordu. Nüfus burada Yahudi mahallelerindeki kadar yoğun değildi ve sokaklar
dar olmakla birlikte temiz ve kaldırım taşı döşenmiş hâldeydi. Mutlak bir
sükûnet bu semtlerde egemendi.
İki katlı
küçük evlerde, kafesli cumbalarla korunan gözlerden ırak pencerelerle, kireç
boyalı yüksek duvarlarla çevrili yukarı mahallelerin dar sokakları, özellikle
renkliydi. Çoğu kez dikkati çeken eşraf evleri, daha yüksek gelirli bir sınıfı
hatırlatmakla birlikte, kapalı bir yerli ekonomiyi de akla getiriyordu. Bu
evlerin sakinleri, hayvanlarından, sebze ve meyvelerinden sağladıkları gelirler
sayesinde kendi kendilerine yetiyorlardı. Türkler azla yetinen insanlardı. En
sevdikleri ağaç olan “selvi” evlerin avlusuna egemen olurdu. Avukat Pisani
1788’de şu tasviri yapıyordu: “Kentin Türk binaları ahşaptan yapılmıştır ve
kırmızıya boyanmıştır. Alt kısmı siyahtır. Çatının altına ve köşelere Kur 'an
ayetleri altın yaldızlı harflerle yazılıdır. Evlerin verandaları ya da
terasları vardır ve bahçede çok sayıda selvi görülür”
Gerçekten
de kentin yukarı kesimlerindeki Türk mahalleleri özellikle çekiciydiler ve
yüzyılın başında kente gelen ziyaretçiler üzerinde çok iyi bir izlenim
bırakıyorlardı. Bu mahalleler melankolik çekiciliklerini günümüzde bile kısmen
korurlar.[230]
Şüphesiz
Selanik’teki birçok Türk eseri zaman içinde değişik nedenlerle tahrip
edilmiştir. Bu konuda Yunanlı gazeteci Hristos K. Hristodulu şu önemli
tespitleri yapmaktadır: “Osmanlı dönemine ait en karakteristik evlerden
bazıları günümüze kadar kalmış, bazıları da Selanik’in sosyal kurumlarını bir
çatı altında toplayan Kültür Başkenti (Selanik 1997’de Avrupa Kültür Başkenti
seçilmiştir) olma projesinin hatırına restore edilmiştir.
Bu evler ancak, onlara saygı ve sevgiyle bakan yeni ev
sahipleri sayesinde bugüne kadar korunabilmiştir. Geriye kalanların çoğu diğer
Müslüman eserleriyle birlikte -örneğin camiler, imaretler, tekke ve türbeler,
çeşmeler, kaleler, mezarlıklar ve belediye binaları gibi- 1950’li yıllar
boyunca kontrolden çıkarak bulaşıcı bir hastalık gibi tüm Yunanistan ’ı saran
sözümona eski yapıların ‘değerlendirilmesi’ projesi kapsamında yıkılmış ve
yerlerine yapılan yeni binalardan pay alma uğruna tarih olmuştur. ”[231]
Osmanlı
idaresi döneminde Selanik’in en büyük Müslüman-Türk Mahallesi Ahmet Subaşı
Mahallesi idi. Bu mahalle, “Kule Kahve” ya da “Islahhane” olarak da bilinirdi.[232] Şerafettin Turan,
Ahmet Subaşı Mahallesi için “Hatuniye Mahallesi” de demektedir.[233]
Yunanlı
gazeteci Hristos K. Hristodulu bir Türk mahallesi olarak Ahmet Subaşı hakkında
önemli bilgiler vermektedir. Ona göre; “Osmanlı Selanik’ine doğu tarafından
girildiğinde karşılaşılan ilk mahalle (yazar semt demektedir.), Ahmet Subaşı
Mahallesi idi. Yazar Stambulis[234]
buradan Kule Kahve’ diye bahseder ve ‘Mustafa Kemal’in evinin bulunduğu
en önemli mahalle' olduğunu söyler. Günümüzde bazı Türk kaynakları burayı ‘Islahhane
’ diye adlandırır. Bütün yer isimleri az ya da çok aynı bölgeye aittir.
Profesör Vasilis Dimitriadis, 1430-1912 Osmanlı Egemenliği Döneminde Selanik
Topografyası adlı önemli eserinde, 1906 yılında bu mahallede 442 ev, 22 dükkân,
17 arsa, 6 çeşme, 3 fırın, 2 kahve ve 1 depo bulunduğundan bahseder.
Mustafa
Kemal’in zamanındaki Ahmet Subaşı Mahallesi’nden Türkçe kaynaklar şöyle söz
eder: “Selanik’in tarımla ilgili ve diğer başka ürünlerin ticaretinin
yapıldığı, esnafların kaldığı en fakir Türk mahallelerinden biridir. Bu esnaf
kısmı, yoğun nüfuslu mahallelerde hep birlikte toplanıp yaşamaya meraklıydı.
Böyle bir mahallenin geleneksel görünümünde, merkezde bir cami, onun yanında
çarşı, çeşme, çocuklar için bir okul ve mezarlık bulunurdu. Bu mahallelerin
birleştirici dokusunu, eski aileler ve akrabaları oluşturuyordu. Bunlar
özellikle ekonomik özgürlüğü olan kapalı topluluklardı. Selanik’teki Müslüman
Türk hayatı, ataerkil aile geleneğine saygı gösterirdi. Aile fertlerinin çoğu,
akrabalar ve bütün soy aynı çatı altında yaşardı. ”
Nüfus
Mübadelesi ’nden önce bu mahalleyi kendi gözleri ile gören Stambulis ise
tamamen farklı bir tablo çizer: 'En önemli mahalle Kule Kahve’dir. Orada
yönetici sınıf yüksek dereceli devlet görevlileri, memurlar, sürekli kalan
deniz subayları ve geçici süreyle gelenler otururdu...’ Kuşkusuz ki
Stambulis’in görüşlerini doğru saymalıyız. Çünkü, kadastro kayıtları ve Mustafa
Kemal ’in yaşamındaki bazı olayların da gösterdiği gibi, o mahallede Müslüman
camianın seçkin kişileri, özellikle önemli devlet görevlileri ve yüksek rütbeli
askerler oturmaktaydı.
Mustafa
Kemal doğduğu zaman, evlerinde bir hayli akraba, örneğin babaanne, bazı dayı ve
amcalar ve birkaç besleme hep birlikte yaşıyordu. Çok yakınındaki komşu evlerde
de hem annesinin, hem de babasının akrabaları kalıyordu. O zamanın adetleri
böyleydi.."22,5
Mustafa
Kemal’in doğduğu pembe boyalı ev işte bu mahallede idi. Nitekim, Mustafa
Kemal’in Selanik Askeri Rüştiyesindeki kayıtları da onun "Ahmet Subaşı
Mahallesi ’nden" olarak göstermektedir. O dönemde askerî rüştiyelerin
kayıt ve not defteri sistemine göre öğrenciler evlerinin bulunduğu mahallelerle
birlikte yazılıyordu. Mustafa Kemal’in elimizdeki Selanik Askeri Rüştiye
dördüncü sınıf notlarını gösteren çizelgede (1895 sonu veya 1896 Ocak ayı) "Mustafa
Kemal Efendi, Ahmet Subaşı" olarak kaydedilmiştir. îlk beş öğrenci [235] arasında bulunan Mehmet
Şenizi Efendi ve Ali Efendi de aynı mahalledendi. Diğer öğrenciler “Tarakçı,
Şebabettin, Sinancık, Abdullah Kadı, İki Şerefe, Hamidiye, İki Lüle, Hacı
İsmail, Yedi Kule, Kâtip Muslihiddiri" mahallelerindendi.[236]
Ahmet
Subaşı Mahallesi’ne “Islahhane Mahallesi' veya “Islahhane
Caddesi' de deniyordu. Bunun nedeni, orada bulunan Müslüman erkek
çocuklarının yetimhanesi idi. Yetimhane veya Islahhane binası 1978’deki depremde
yıkılmıştır. Bugün 3. Erkek Ortaokulunun bulunduğu Bizans doğu surlarına çok
yakın civarda “Numan Paşa Camii" ve karşısında “Islahhane
Hamamı" yer alıyordu. Aslen İskeçeli olan Gazeteci Hristos K.
Hristodulu’nun anlatımına göre; M. Kemal çocukken, İslam geleneklerine göre
Numan Paşa Camii’nde “sünnet" olmuştu. Komşu evde yaşayan ve 3.
Ortaokuldan mezun olan Yazar Yorgos İoannu şu çocukluk anısını aktarır: “Evi
biraz ötede bulunan M. Kemal’in de bu okuldan mezun olduğunu
söylüyorlardı." Gerçekten de kısa bir süre için o okula gitmiştir.[237] Hayırsever “dönme"
Numan Paşa’nm Islahhane Mahallesi’ni süsleyen eserlerinden geriye yalnızca,
yıpranmış zamanın hüzünlü bir anısı olarak, isimsiz bir Müslüman ermişin mezarı
kalmıştır. “Numan Paşa" ve “Saatli Cami" (ikisi de yok
artık) Mustafa Kemal’in mahallesinin ibadet mekânlarıydı.[238]
[239]
Bu mahalle,
bazı resmî kayıt ve kaynaklarda bazen “mahalle” bazen de “semt” olarak yazılan “Koca
(veya Hoca) Kasım Paşa"229 ile aynı olmalıdır. Bu isim
aşağıda değerlendirileceği üzere, Ahmet Subaşı Mahallesi’nin önemli
yapılarından biri olan Aya Dimitri Kilisesi’nin dönüştürüldüğü caminin adı olan
“Kasımiye"den dolayı aynı mahalle için kullanılmıştır. Bu nedenle
Mustafa Kemal’in Harp Okulu Künye Defteri’ndeki kayıtta (1
Mart 1899) Babası Ali Rıza Efendi, “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahalleli
gümrük memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi" olarak geçmektedir.[240]
Aya Dimitriya (Aziz Dimitri) Caddesi
“Ayios
Dimitrios,” “Agiou Dimitriou” olarak da bilinen bu cadde ismini aynı isimli
kiliseden almıştır ve Mustafa Kemal’in doğduğu “pembe boyalı” evin üzerinde
bulunduğu Apastolu Pavlu Caddesi ile kesişmektedir.
Aya
Dimitriya Kilisesi fetihten sonra camiye tahvil edilmiş ve “Kasımiye Camii”
adını almıştı. Fakat, kilisenin katakompunda yer alan ve kutsal emanetlerin
muhafaza edildiğine inanılan Aziz Dimitri’nin mezarı, Hristiyan halkın ziyareti
için açık bırakılmıştı. Rumlar “kutsal aziz günü”nde, caminin Türk bekçileri
tarafından satılan mumları yakmak için buraya ziyarete geliyorlardı.
Müslümanlar kilisenin ayazmasına Hristiyanlarla birlikte akın ederlerdi. Herkes
ayazmanın tedavi edici özelliğine şaşmaz bir biçimde inanırdı.[241]
Türk
egemenliği süresince ana yol konumunda bulunan “Ayios Dimitrios Caddesi” bir
noktaya kadar “Yeni Kapı", devamı da “Telli Kapı"
olarak anılıyordu. Daha sonra, kısa bir süre Selanik Valiliği yapan ünlü “Mithat
Paşa"nm adı bu caddeye verildi. Bu nedenle kimi kaynaklarda
Atatürk’ün doğduğu evin bulunduğu caddenin (ya da mahallenin) ismi zaman zaman “Yeni
Kapı" veya “Mithat Paşa" olarak geçmektedir.
Nitekim 1939 yılındaki bir resmî yazışmada, “Aya Dimitri Caddesi (eski adı
‘Mithat Paşa Caddesi’)” olarak geçmektedir.[242]
Bazen bütün bunlar sanki farklı caddelerin veya mahallelerin ismi gibi
algılanmaktadır. Hâlbuki bütün bu isimler “Aya Dimitriya Caddesi”nin ya bir
kısmına veya tamamına bir dönem için verilen isimlerdir.
Mustafa
Kemal’in doğduğu ev, Aya Dimitriya Caddesi’nin “Telli Kapı (Sokağı)"
bölümü ile şimdiki adı Apostolu Pavlos Caddesi olan “Bakkal Konstantin
SokağC’nm kesiştiği noktada bulunuyordu. Kentin sokaklarının yeniden
adlandırılması sırasında Yeni Kapı ve Telli Kapı Sokakları’nın adı “Mithat
Paşa”nın adıyla değiştirildi. İsabetli bir seçim olmasına rağmen, karışıklığa
neden olan bu yeni ada hiçbir Selanikli alışamadı. Yetkililer, pembe evin Yeni
Kapı ile kesiştiği diğer sokağın, yani o zamanki adıyla “Bakkal Konstantin
Sokağf’mn mütevazı ismi değiştirmek istediklerinde de pek çok insan için bu
tartışma konusu oldu. Mahallenin imamı, “Bakkal Konstantin adının nesi
varmış, biz onu öyle biliriz." diye tepki gösterince konu kapanmış
oldu.[243]
Apostolos
Pavlos (Apostolu Pavlu) Caddesi (veya Sokağı)
“Ayios
Pavlos” veya bugünkü adıyla “Leoforos Apostolou Pavlou” olarak da bilinen bu
cadde de Aya Dimitri Caddesi gibi adını aynı isimli kiliseden almıştır. Mustafa
Kemal’in doğduğu evin üzerinde bulunduğu caddedir. Osmanh döneminde
Hristiyanlar için Aziz Pavlu’nun ayazması da Aziz Dimitri ayazması kadar
önemliydi, Müslümanlar da buraya saygı gösterirlerdi.[244]
Apostolu
Pavlu Caddesi, “Kamara”dan başlayıp, bugünkü “Kalithea Meydanı” (Gölcük
Meydanı)’nda son buluyordu. O dönemde caddenin sırayla farklı isimlerle anılan
üç bölümü vardı: Kamara’dan yukarısına “Bakkal Konstantin Sokağı",
Rotonda’dan sonrasına “Hortaç Efendi Camisi Sokağı" (Rotonda’nın
yerine yapılan cami) ve Yeni Kapı’dan yukarısına da “Numan Paşa Camisi
Sokağı" denilmiştir.
Osmanh
dönemindeki “Islahhane”, “Islahhane Hamamı” “Mülkiye Rüştiyesi” (şimdi 3. Erkek
Ortakulu) ve Numan Paşa Camii” bu cadde üzerinde idi.[245]
Bundan dolayı caddenin Osmanlı dönemindeki bir adı da
“Islahhane Caddesi” idi. Nitekim 1939 yılındaki bir resmî yazışmada, “Apostolu
Pavlu (eski adı ‘Islahhane Caddesi’) Sokağı” olarak geçmektedir.[246]
Apostolu Pavlu’ya “Atatürk Sokağı” Adı Veriliyor
10
Kasıml938 günü Atatürk’ün vefatı tüm yurtta ve ve dünyada geniş yankılar
uyandırmıştı. Atatürk’ün ölüm haberinin duyulduğu ilk gün Selanik
Konsolosluğumuza taziye için gelen Selanik Belediye Başkanı ve Belediye Meclis
İdaresi Üyeleri; “Atatürk’ün doğduğu evin bulunduğu Apastolu Pavlu Sokağı’na
“Atatürk Caddesi” isminin verilmesini kararlaştırdıklarını, bu haberi
sağlığında kendisine yetiştiremedikleri için üzgün bulunduklarını, Belediye
Meclisinde bu hususta alınacak karar suretinin Konsolosluğumuza bir yazı ile
bildirileceğim” söyledi.
Gerçekten
bu olaydan yaklaşık bir ay sonra 15 Aralık 1938 günü Selanik Belediye Başkanı
K. Merkuriu Türkiye’nin Selanik Konsolosu İdris Çora’ya şu yazıyı gönderdi:
“Dost ve
müttefik Türkiye Cumhuriyeti’nin Reisi ve Selanik’in Büyük evladı Kemal Atatürk’ün
vefatı münasebetiyle Selanik Belediye binasında toplanan Belediyemizin İdare
Meclisi tarafından ittihaz olunan (alınan) mukarrerat (kararlar) meyanında
merhumun doğduğu Apostolu Pavlu Sokağı adının Aya Dimitri Caddesi köşesinden
itibaren Kallitheas Meydanlığı ’na kadar Kemal Atatürk Sokağı olarak tebdiline
(değiştirilmesine) karar verdiğini tebliğ eylemekle kesbi şerefler eyler ve bu
vesile ile de en samimi hissiyatım dolayındaki teyidimin kabulünü rica ederim.”
Söz konusu
olan 360 metre uzunluğunda bir sokaktı. Bu, Apostolu Pavlu Sokağı’nın tümü
değil, bir parçasıdır. Eski adı Midhat Paşa Caddesi olan Aya Dimitri (Aghiu
Dimitru) Caddesi’yle Apostolu Pavlu Sokağı’nın kesiştiği noktadan sonrasına
“Atatürk Sokağı” adı verilecekti. Sokak, kuzeye doğru ilerleyerek eski adı
“Gölcük Meydanlığı” olan Kallitheas Meydanlığı’na kadar uzanıyordu. İşte bu
meydancık ile Atatürk’ün doğduğu ev arasında kalan sokak parçası Atatürk’ün
adını taşıyacaktı. Selanik Konsolosluğu sokağın bir krokisini çizmişti. Bunu ve
Belediye Başkanının yazısını Atina’daki elçiliğimize gönderirken şunları
yazıyordu:
“Büyük
Kurtarıcımız, Kudsî Atamız Atatürk'ün Selanik’te doğdukları evin bulunduğu
Apostolıı Pavlu (eski adı ‘Islahhane Caddesi’) Sokağı'nın Aya Dimitri Caddesi
(eski adı ‘Midhat Paşa Caddesi ’) köşesinden Kallitheas (eski adı ‘Gölcük
Mahallesi) Meydanı ’na kadar olan 360 metrelik kısmına Kemal Atatürk Sokağı adı
verilmesinin takarrür ettiğine dair Makedonya Umum Valiliği’ni 21. 12. 1938
tarihli takririne merbut (bağlı) olarak Selanik Belediyesi’nden alınan yazının
tercümesini ilişik olarak yüksek huzurunuza takdim ediyorum.
Gösterilen
hassasiyet ve nezakete karşı Belediye Reisliğine yazdığım teşekkür mektubunu,
Umum Valiliğe yazdığım karşılığa ilişik olarak aynı şekilde gönderdim.
Yüksek
makamlarının bu hususa müteallik bir emirleri olup olmadığının bildirilmesini
saygılarımla dilerim. ”[247]
Apostolu Pavlu Caddesi’nin 360 metrelik bir bölümüne 1938
yılında verilen “Kemal Atatürk” adı, 1955’te İstanbul’daki “üzücü” 6/7 Eylül
Olaylarından sonra kaldırılmıştır.[248]
Mustafa Kemal’in Doğduğu Pembe Boyalı Evin Hikâyesi
Bütün bu
bilgilerden sonra Mustafa Kemal'in doğduğu “pembe boyalı ev”in konumu konusunda
şu sonucu ortaya koymak mümkündür: Ev Osmanlı dönemi kayıtları bakımından Ahmet
Subaşı Mahallesi’nde, Yeni Kapı Sokağı ile Numan Paşa ya da Horatacı Efendi
Camisi ile Bakkal Konstantin Sokağı’nın kesiştiği yerdedir (ya da Koca Kasım
Paşa Mahallesi Islahhane Caddesi). Ev, bugünkü Selanik’in Aya Dimitriya Caddesi
(eski Telli Kapı Sokağı, sonradan Mithatpaşa Caddesi) ile Apostolu Pavlu
Caddesi (eski Bakkal Konstantin Sokağı)’nin kesiştiği köşede bulunmaktadır. Ev
cephe itibarıyla Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde, (2013 yılı itibarıyla) 17
numaradadır. Şu anda müze olarak ziyarete açık olan ev, bodrumu ile birlikte üç
katlıdır ve Aya Dimitriya (Agiou Dimitriou), 151 adresindeki Türkiye
Cumhuriyeti Selanik Başkonsolosluğu ile birlikte aynı yerleşkenin parçasıdır.
Selanik şehrine Osmanlı mimari dokusunun hâkim olduğu o dönemde bu ev, Türk
evlerinin iç içe olduğu bir çevrede diğer evlerden farkı olmayan bir yapıydı.
Selanik Atatürk Evi, bütün katlarında ahşap karkasın üzerine bağlandığı teknik
uygulanarak inşa edilmiştir. Dikdörtgen planlı olan ev 13.50x6.80 m
boyutlarmdadır.[249]
Selanik’le
ilgili arşiv belgelerinden edinilen bilgilere göre, şimdi müze olan Atatürk
Evi, 1870 yılından önce Rodoslu Müderrris Hacı Mehmed Vakfı tarafından
yaptırılmış olup, önce İbrahim Zühdü’ye, daha sonra da yine Selanik halkından
Abdullah Ağa ve Eşi Ümmü Gülsüm’e satılmıştır. Bu kayıtlardan anlaşıldığına
göre ev, Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi tarafından inşa ettirilmemiş,
sahiplerinden kiralanmıştır. 1841 doğumlu Ali Rıza Efendi, 1857 doğumlu Zübeyde
Hanım’la 1870 veya 1871’de evlenince, Babası Kızıl Ahmed Efendi’nin Selanik
Ahmet Subaşı Mahallesi’ndeki evinden ayrılarak (bazı kayıtlarda Islahhane, Kule
Kahve ve Koca Kasım Paşa Mahallesi olarak geçen) aynı mahallede bulunan
kiraladığı bu eve eşi ile birlikte yerleşmiştir. Mustafa Kemal, bu evlilikten
doğacak olan altı çocuktan dördüncüsü olarak, bu evde dünyaya geldi.
Ev o
zamanlar, etrafı yüksek duvarlarla çevrili olup, harem ve selamlığı olan üç
kath, klasik, çıkartmalı bir evdi. Dış yüzü sıva üzerine pembe boyalı olup, alt
pencerelerine demir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmıştır. Evin asıl
girişi Apostolou Pavlu Caddesi’nden olup, bugün kullanılmamaktadır. 2012 yılına
kadar giriş, Agiou Dimitriou Caddesi’nden Başkonsolosluğun bahçesinden
geçilerek sağlanmaktaydı. 2012 yılındaki restorasyon sonrasında, isaias Sokak
üzerinden, arka bahçe kapısından giriş ve çıkış yapılmaya başlanmıştır.[250]
Annesi
Zübeyde Hanım’ın anlatımlarına göre Küçük Mustafa, bu evin ikinci katındaki sol
tarafa düşen ocaklı odada (güney taraftaki oda) doğmuştur. Ali Rıza Efendi’nin
ölümü (23 Mayıs 1886) üzerine geç yaşında dul kalan Zübeyde Hanım, küçük oğlu
Mustafa ve kızları Makbule ve Naciye ile birlikte biraz da geçim masraflarını
hafifletmek üzere, bu pembe evden taşınmışlar ve yanındaki daha küçük bir eve
geçmişlerdir. Zaman zaman kardeşi Hüseyin Ağa’nın Langaza’daki çiftliğine de
giden Zübeyde Hanım, Ragıp Bey’le ikinci evliliğini işte bu küçük evde
yapmıştır. Mustafa Kemal, hem Manastır İdadisi hem de İstanbul Harp Okulunda
öğrenimine devam ettiği sıralarda Selanik’teki tatillerini bu evde kardeşiyle
birlikte geçirmiştir.[251]
A. Afet
İnan, M. Önder’in eserine yazdığı “Ön Söz”de bu küçük evle ilgili olarak
şunları anlatmaktadır: “Babasının ölümünden sonra, kendi anlattığına göre,
babadan kalma büyük pembe evin yanındaki küçük evde oturmuşlardır. Bu evi ben
1933 yılında gördüğüm zaman, iki katlı ve üç oda, bir mutfaktan ibaret idi. M.
Kemal, bu evden okula gittiğini, annesinin de burada üvey babası Ragıp Bey’le
evlendiğini anlatırdı. Bu evin o zamanki resmi varsa da, sonradan maalesef
yıkılmıştır.”[252]
1902’de
Harp Okulunu, 19O5’te de Harp Akademisini bitirerek değişik yerlerde görev
yapan Mustafa Kemal, İkinci Meşrutiyet’in ilanından önce, 13 Ekim 1907’de
Selanik’teki 3’üncü Ordu Karargâhında görevlendirildikten sonra, buradayken 7
Mart 1908 tarihinde doğduğu evi satın alarak ailesi ile birlikte buraya
yerleşmiştir. Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin Selanik’teki
faaliyetleri ile birçok siyasi toplantı bu evde yapılmıştır. Trablusgarp’taki
görev ve Balkan Harbi’nin patlak vermesi ile birlikte Selanik’ten ayrılan
Mustafa Kemal ve aile için artık yeni bir dönem başlayacaktır. Balkan
Harbi’nden sonra kızı Makbule ile birlikte birçok Rumelili Türk ailesi gibi
İstanbul’a göçen Zübeyde Hanım, Millî Mücadele yıllarında da Ankara’ya
gelecektir.
Selanik’in
işgali ile Atatürk ve ailesinin oturdukları her iki ev de Yunanistan
sınırlarında kalmıştır. Bundan sonraki dönemde evlerin akıbeti 1923’e kadar
bilinmemektedir. Nihayet evler, Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)’nm Türk
ve Rum Nüfus Mübadelesi’ne İlişkin Sözleşme ve Protokol’ü gereği Yunanistan’a
terk edilecektir. İlgili Protokol’ün 7. maddesine göre M. Kemal Paşa’nın annesi
ve kardeşi, Selanik’i önceden terk etmiş olmalarına rağmen mübadil sayılmakta
ve Yunanistan’daki mülklerine karşılık, Türkiye’de mübadeleden kalan evlerden
eşit değerde alabileceklerdi. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın ailesine
Selanik’teki bu evlerine karşılık olarak, İstanbul Bebek’te bir yalı verilmiş
bulunmaktadır. Bu yalı, 1930’lu yıllarda Atatürk tarafından Selanik evlerinden
hak iddia etmemek kaydıyla kız kardeşi Makbule Atadan’a verilmiştir.[253] A. Afetinan’ın
anlatımına göre; ''Makbule Hanım bazen bunu kâfi görmez ve mübadeleden daha
başka mülk edinmeyi isterdi. M. Kemal Atatürk’ün cevabı şu olurdu: "Bizim
babadan kalma bu iki evimizden başka bir şeyimiz yoktu ki, daha fazlasını
istiyorsun.”[254]
Atatürk’ün
doğduğu ev Lozan Antlaşması ve Mübadele esasları çerçevesinde Yunan hükümetine
geçmiş, Yunan hükümeti de evi Yunanlı bir aileye vermiştir. Selanik Belediyesi
Cumhuriyet’in onuncu yıh vesilesi ile 29 Ekim 1933 günü öğleden sonra
olağanüstü bir toplantı yaparak Türkiye Cumhuriyeti’nin Onuncu yıldönümü
münasebetiyle Atatürk’ün Selanik’te doğmuş olduğu evin duvarının münasip bir
yerine hatıra plakası konulmasına ve sözü geçen evin Belediyece satın alınarak
Atatürk’e hediye edilmesine karar verdi.
Aynı gün
plaka evin duvarına konmuş, fakat tören Türkiye Elçisi ile Balkan Antantı
delegelerinin Atina’dan gelişine ertelenmiştir.
4 Kasım
1933’te mermer plaka törenle Atatürk’ün doğduğu evin dış cephe duvarına çift
kanatlı kapısının sağ köşesine asılmıştır. Törende; Makedonya Genel Valisi,
Selanik Belediye Başkanı ve Belediye Meclisi Üyeleri, 3’üncü Kolordu Komutanı
ve kurmay heyeti, Elçimiz Enis Akaygen Bey, Balkan Konferansı Tür Murahhas
Heyeti, Yunan Millet Meclisi İkinci Başkanı ve daha birçok zevat hazır
bulunmuşlardır.
Törende ilk
konuşmayı Balkan Konferansı Başkanı Mösyö Papa Anastasya yapmış ve
konuşmasında; “Mustafa Kemal, yalnız dost bir milletin reisi değil, aynı
zamanda vatanını kurtarmış ve Türk milletini tekemmül ettirerek bütün diğer
Balkan milletleri ile yakınlaşmasını mümkün kılmağa muvaffak olmak suretiyle
Balkan milletlerinin birliği ülküsünün en ateşli savunucusu olduğunu ve tarihi,
sosyal reformlar ve hürriyet için mücadelelerle dolu olan bu Selanik şehri,
kendi evlatları meyanında Mustafa Kemal’i görmekle mağrur (gururlu) ve müftehir
(övüçlü) bulunduğunu, Selanik’te Mustafa Kemal’in doğması keyfiyeti kendisinin
bizzat Ankara’da ‘Bütün Balkan milletleri aynı menşee malikiz. Biz o kadar
birbirimizle karışmışız ki milli bir aile teşkil ederiz. ’ Kayıtlarını muhtevi
olarak söylediği sözlerin ne kadar muhik (doğru) olduğunu ispat ettiğini; bu
suretle tarih-i insaniyete ebediyen hak edilmiş olan Mustafa Kemal ’in şan ve şöhretinden
her Balkan milleti kendisine ait olan bir hisse tefrik edebileceğini”
söyleyerek, “Yaşasın Mustafa Kemal! Yaşasın Türk milleti!” demiştir.
Konuşmalardan
sonra mermer plakanın üzerindeki tül örtü kaldırılmıştır. Türk-Yunan dostluğu
ve Balkan Konferansı’nın bir hatırası olarak düşünülen bu mermer plakada
Türkçe, Yunanca ve Fransızca olarak, “Türk milletinin büyük müceddidi
(yenileştiricisi) ve Balkan Ittihadı’nın müzahiri Gazi Mustafa Kemal burada
dünyaya gelmiştir, işbu levha Türkiye Cumhuriyeti ’nin onuncu yıl dönümü
münasebetiyle konulmuştur. Selanik, 29 Birinciteşrin (Ekim) 1933” yazıh
idi.[255]
Selanik
Belediyesi, daha sonra bu evin Serabini isimli Türkiye’den mübadil bir Rum olan
sahibinden satın alınarak Atatürk’e hediye edilmesini kararlaştırmış, ev ancak
19 Şubat 193 7’de boşaltılabilmiş ve anahtarları Selanik Başkonsolosluğumuza
teslim edilmiştir.
Bu vesile
ile Selanik Belediye Başkanı Belediye Meclisi adına Cumhurbaşkanı M. Kemal
Atatürk’e şu telgrafı çekmiştir: “Doğdukları şehrin Meclisi, memleketimizin
samimi dostu, yeni Türkiye’nin büyük yaratıcısının hatırasını doğduğu evde
ebediyen muhafaza etmek bahtiyarlığı ile tarihi evi fevkalâde tazim nişanesi
olarak bugünden itibaren emirlerine âmade kılmakla şereflenir.”
Atatürk, bu
olaydan kısa bir süre sonra 29 Nisan 1937’de Selanik Başkonsolumuz vasıtasıyla,
Atina Belediye Başkanına ve Makedonya Genel Valisine verilmek üzere
fotoğraflarını göndermiştir. Ardından Selanik Belediye Başkanı bir heyetle
birlikte evin tapu senedini Atatürk’e takdim etmek için Ankara’ya gelmek
istediğini belirtmiş, fakat bu ziyaretin aynı günlerde Atatürk’ün yurt gezileri
nedeniyle yoğun olası nedeniyle gerçekleştirilememiştir. 9 Temmuz 1937’de
kendisine tapu senedinin Atina’daki Türk Büyükelçiliği vasıtası ile gönderilmesinin
uygun olacağı bildirilmiştir.[256]
Anahtarların
tesliminden sonra evin bakımı Selanik’teki Türk Konsolosluğuna verilmiş ve evin
zemin katında sonradan açılan dükkânlar kaldırılarak eski şekline getirilmiş,
eski sahiplerince sarıya boyanan ev yine pembe renkle boyanmış, çatısı
aktarılarak onarılmıştır. 1940 yılında evin yenilenmesi için başlatılan
çalışmalar, İkinci Dünya Savaşı ve Alman işgali sonrasında, ancak 1950 yılında
tamamlanabilmiştir. Türkiye’nin Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın desteği
ile,1950’de daha geniş çapta onarım gören Atatürk Evi’nin müze olarak
düzenlenmesi düşünülmüş, bu maksatla Prof. Dr. Enver Ziya Karal ve eşi Fatma
Karal görevlendirilmiştir. Gerekli eşya İstanbul Dolmabahçe ve Topkapı
Saraylarından seçilerek Selanik’e gönderilmiştir. Böylece, bütün odaları aslına
uygun olarak düzenlenen Müze Ev, 10 Kasım 1953 tarihinde, Atatürk’ün Etnografya
Müzesi’nde bulunan naşlarının Anıtkabir’e nakledildiği gün törenle ziyaret
açılmıştır. Atatürk Evi 1981’de tekrar onarım geçirmiştir.[257]
Ekim 1998’de
Makedonya’ya Yunanistan üzerinden yaptığımız seyahat sırasında Gazi
Üniversitesinin değerli öğretim üyeleri ile birlikte Selanik’te “Atatürk Evi”ni
görüp, gezmek imkânı bulduk. Konsolosluk görevleri bizi çok sıcak karşılayarak,
bahçeye aldılar ve onar kişilik gruplar hâlinde evi gezdirdiler. Evin bahçesi
çok güzel düzenlenmiş, bir de üzerinde narları da olan çok güzel bir nar ağacı
bulunmaktaydı. Kim bilir belki küçük Mustafa bu ağaçtan nar koparmak için kaç
kere düşmüş... Onun gölgesinde geleceğe ilişkin ne hayaller kurmuştu... Ev,
bahçe girişinden sağ taraftaki tuvaleti, kiler olarak kullanılan alt katı,
birinci kattaki mutfağı, ikinci kattaki banyosu, her iki kattaki salon ve
odaları ile şirin bir Türk evi... Üst katta Anıtkabir Müzesi’nden alınarak
teşhire sunulan Atatürk’ün giyim eşyaları ve zemindeki Atatürk Kitaplığı
gezenleri ayrıca duygulandırmakta ve derin düşüncelere sevk etmektedir.
Selanik’teki
Atatürk Evi’nin aslına uygun olan bir benzerinin Ankara Atatürk Orman
Çiftliği’nde de bulunduğunu belirtelim. Çiftlikte, Atatürk’ün 100. Doğum Yılı
Kutlamaları çerçevesinde düşünülen bu evin temeli 19 Mayıs 1981 günü atılmış ve
ev 10 Kasım 1981 tarihinde bitirilerek ziyarete açılmıştır.
2012
yılında yeniden restorasyona giren ev, buraya taşınan Yunan ailenin binaya
yaptığı ilave inşaat ve içindeki otantik olmayan eşyalar kaldırılarak, modern
bir müzecilik anlayışı ile yeniden tefriş edilmiştir.
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin mülkiyetinde olan
Başkonsolosluk alanı içinde bulunan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toprağı
sayılan bu ev, bugün sınırlarımız dâhilinde bulunmasa da her Türk’ün kalbinde
özel bir yere sahip olup, Selanik’e giden her Türk’ün ilk olarak ziyaret ettiği
ve Türkiye için manevi değeri son derece yüksek olan bir mekândır.[258]
Selanik Atatürk Evi Yenileme Çalışmaları (2012)[259]
Selanik
Atatürk Evi Müzesi’nde 2012 yılında öncekinden tamamen farklı bir anlayışla
“yenileme” çalışması yapılmıştır. Kamuoyumuzda çok tartışılan ve “modem
müzecilik adına evin döneminin ruhundan tamamen uzaklaştırıldığı”
eleştirilerine muhatap olan bu yenileme ile ilgili olarak Selanik
Başkonsolosluğumuzun Web sitesinde yer alan ve süreci özetleyen bilgi notu şu
şekildedir:
“T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığına bağlı olarak T.C. Selanik Başkonsolosluğu himayesinde hizmet
sunulan Atatürk Evi’nin restorasyon ve teşhir-tanzim gereksinimleri T.C.
Dışişleri Bakanlığı tarafindan belirlenerek, 2007 yılında Kültür ve Turizm
Bakanlığının dikkatine getirilmiştir. Bunun üzerine dönemin Kültür ve Turizm
Bakanı Sayın Ertuğrul Günay 9 Temmuz 2008 tarihinde Atatürk Evi ’ni ziyaret
ederek incelemelerde bulunmuş, restorasyon projesinin hazırlanması konusunda
Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü ’nü talimatlandırmıştır.
Dışişleri
Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında 24 Haziran 2010 tarihinde
imzalanan Protokol çerçevesinde Ev’in restorasyonunu, Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile sponsorluk Protokolü imzalayan Bilgili Holding üstlenmiştir.
Restorasyon
için Yunan makamlarından gerekli izinlerin alınması amacıyla proje dosyası ilk
olarak 12 Ocak 2011 günü Yunanistan Kültür ve Turizm Bakanlığı Orta Makedonya
Modern Anıtlar Dairesi’ne iletilmiştir. Atatürk Evi’nin Yunanistan Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından 22 Temmuz 2011 tarihinde ‘modern anıt’ olarak
tescil edilmesinin ardından ilgili Yunan makamlarının 3 Kasım 2011 tarihli
onayıyla belirlenen kapsamlı restorasyon projesi çerçevesinde, ulusumuz için
manevi önem taşıyan tarihî binanın aslına uygun şekilde korunması ve Ulu
Önderimizin hatırasına yakışacak çağdaş müzecilik anlayışıyla yenilenmesi
amacıyla özenli bir çalışma içine girilmiştir.
Uzun
yıllardır bu kadar kapsamlı bir anarımdan geçmemiş olan Atatürk Evi’nde proje
ve izin safhalarının tamamlanmasının ardından restorasyon çalışmaları 18
Haziran 2012 tarihinde başlatılmıştır. Restorasyon öncesinde sergilenen
eserlerin büyük bölümü, Yunan güvenlik makamları eskortuyla önce 30 Temmuz
2012’de kara ve ardından 9-13 Ekim 2012 tarihlerinde hava yoluyla ülkemize
gönderilmiştir. Ev ’de sergilenen yeni malzemeler ise 26 Mart ve 27 Haziran
2013 tarihlerinde kara yoluyla Yunanistan Dışişleri Bakanlığı ve diğer ilgili
Yunan makamlarının desteğiyle ülkemizden Selanik’e ulaştırılmıştır.
Restorasyon
projesi kapsamında. Başkonsolosluk ve Atatürk Evi bahçelerinin arasına kapı ve
demir çit eklenerek girişleri ayrılmış, bahçe düzenlemesi yapılmış, peyzaj
çalışması gerçekleştirilmiş, o dönemden kalan nar ağacı koruma altına alınmış,
Ev ’in girişi Isaias sokağından olacak şekilde yeni giriş kapısı, güvenlik
noktası ve pergola yerleştirilmiştir. Engellilere de hizmet verebilecek şekilde
bahçe zeminine taş döşenerek kullanım alanı genişletilmiş, iki adet lavabo inşa
edilmiştir. Mübadeleden sonra Ev’e yerleşen Rum aile tarafından binaya eklenen
iki katlı lavabo bölümü yıkılarak, yapı Atamızın doğduğu dönemdeki orijinal
haline döndürülmüş, dış cephesi boyanmış, bahçe ve bina aydınlatması
takılmıştır. Ahşap kapı ve pencere kasaları zımparalanıp boyanmıştır. Iç
cephede, zemin kattaki merdiven çıkışı rahatlatılmış, ahşap döşemeler
onarılmış, eskimiş tavan çıtaları yenilenmiş, Atatürk’ün doğduğu odaya sonradan
yapılan alçı tavan kazınarak orijinal haline döndürülmüş ve tüm katlar
boyanmıştır. Ayrıca, Ev’in elektrik ve ısıtma-soğutma sistemi iyileştirilmiş,
yangın ve hırsız alarm sistemleri kurulmuştur. Bunların ardından ise ayrıntılı
bir şekilde hazırlanan teşhir ve tanzim faaliyetlerine girişilmiştir.
Bina dış
cephe ve bahçe yenileme işlemlerinin tamamlanmasıyla, Ev’in bahçesi 10 Kasım
2012 tarihinde düzenlenen törenle ziyarete açılmış, bahçeye yerleştirilen
göndere ilk defa bayrağımız çekilmiştir. Başkonsolosluk yerleşkesinin
arkasında, Atatürk Evi ’nin hemen yanında yer alan İsaias Sokak’ta Selanik
Belediyesince hazırlanan plan uyarınca yürütülen çevre düzenleme çalışmaları 17
Mayıs 2013 tarihinde tamamlanmıştır. Yenilenmiş bahçeye ziyaretçi girişi
böylece isaias Sokak ’tan gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Atatürk
Evi restorasyon projesine Ana Sponsor Bilgili Holding başta olmak üzere, ana
konsept ve içerikte Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr.
Haşan Fırat Diker, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Göleç ve Arş. Gör. Ali Naci Özyalvaç,
tarih danışmanlığında Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarihi Enstitüsünden Prof. Dr. Kemal Arı, Yrd. Doç. Dr. Alev Gözcü, Dr. Fevzi
Çakmak ve Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Neval Konuk, filmler ve
görsel konsept alanında Yönetmen Erdal Murat Aktaş, seslendirmede ise Selçuk
Yöntem (Türkçe), Defne Samyeli (İngilizce) ve Vasiliki Dimitriou (Yunanca)
katkıda bulunmuştur. Atatürk Evi’nde sergilenmek üzere hazırlanan Atatürk
heykeli ise heykeltıraş Murat Daşkın ’ın eseridir.
Projenin
tamamlanmasıyla 16 Ağustos 2013 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ömer
Çelik tarafından törenle ziyarete açılan Atatürk Evi, pazartesi günleri
dışında, ülkemizdeki ve Yunanistan’daki resmî ve dinî bayram tatilleri dâhil
haftanın her günü 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaretçilerimize hizmet
sunmaktadır.”
Son Günlerde Yeni Bir Tartışma:
Mustafa Kemal’in Doğduğu Ev Langada
(Lankaza)’da mı?
6 Şubat
2015 günü Türk basınına şöyle bir haber yansıdı: Selanik Belediye Başkanı
Yiannis Boutaris, “bugüne kadar bilinen Selanik yakınlarındaki Langada'da
Atatürk'ün doğduğu düşünülen gerçek evin bulunduğunu ” söyledi.
"Selanik'teki bilinen evin Atatürk'ün büyüdüğü ev olduğunu” belirten
Boutaris, “Biz Selanik'teki evin çevresini düzenliyoruz. Langada Belediye
Bakanı oradaki evi tanıtmak istiyor. Doğduğu ve büyüdüğü ev bağlantısı kurmak
istiyoruz. Atatürk Türk olabilir, ama önce Selanikli. Büyük bir şahsiyet.
Turizm için değil, Selanik'in Osmanlı geçmişi bir gerçektir, biz tarihi ortaya
çıkarmak ve tanıtmak istiyoruz. Düşmanlıklar sona ermeli.” dedi.
Selanik
Belediye Başkanı Yiannis Boutaris İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş'ı
makamında ziyaret etti. Boutaris ve Demirtaş, İzmir-Selanik arasında direkt
uçak seferleri, feribot seferlerinin çok yararlı olacağını, bunun için
karşılıklı olarak girişimlerde bulunulması gerektiğini söyledi. Boutaris, “İnsanlar
İzmir ve Selanik arasında iş yapmak için gidip gelmeli. Bu yolu açmak
istiyoruz. Iş olanaklarını tanıtmak istiyoruz. İTO'nun katkısı önemli.”
dedi. Boutaris, Selanik yakınlarındaki Langada'da Atatürk'ün gerçekten doğduğu
düşünülen evin bulunduğunu söyledi. Selanik'teki evin çevresinde düzenlemeler
yapmaya başladıklarını belirten Boutaris, “TÜRSAB da destek verecek. Çünkü
bizim paramız yok. Langada Belediye Başkanı da Atatürk'ün doğduğu evi ortaya
çıkarmak ve tanıtmak istiyor. Doğduğu ev ve büyüdüğü ev olarak bağlantı kurmak
istiyoruz. Atatürk büyük bir şahsiyet. Türk olabilir ama ilk önce Selanikli.
Tarihi hatırlamak, tanıtmak istiyoruz. Bu çalışmaları turist toplamak için
yapmıyoruz. Tarihi ortaya çıkarmak gereklidir. Selanik'in Osmanlı geçmişi bir
gerçek. Bunu tanıtmalıyız. Düşmanlıkların ortadan kalkması gerekli. Selanik'te
İslam Sanatları ve Osmanlı Sanatları koleksiyonu sergisi açmak istiyoruz. Bu
bir kültür hâzinesidir” ifadelerini kullandı.[260]
Selanik
Belediye Başkanının iddialarına cevap veren Türkiye’nin Atina Büyükelçisi Kerim
Uras, “Langada’daki evin; Atatürk’ün değil, annesi Zübeyde Hanım’ın doğduğu
ev olduğunu" belirtti. Selanik’teki Türkiye Cumhuriyeti
Başkonsolosluğu’na bitişik olan ve müze şeklinde tefriş edilen evin Atatürk’ün
doğduğu ev olduğunu söyleyen Büyükelçi Uras, “Selanik’teki ev, Ata’mız
hayattayken hediye edilmiştir. Burada doğduğu konusunda en ufak bir tereddüt
bulunmamaktadır." dedi.
Uras,
Twitter hesabından paylaştığı mesajlarda, Selanik Belediye Başkanı Yarmiş
Butaris’in “Langada bölgesinde Atatürk’ün gerçekten doğduğu ev bulundu. O ev
çevresinde düzenlemeler yapıyoruz” sözlerini, ‘‘tartışmaları ilgiyle
izliyorum." diyerek değerlendirdi.
Büyükelçi,
Selanik Belediye Başkanmın kastettiği evin, “Atatürk’ün değil, annesi
Zübeyde Hanım’ın doğduğu ev olduğunu” belirterek, yanlış anlamanın “tercüme
hatasından kaynaklandığım" vurguladı ve şu mesajları paylaştı:
“Atatürk’ümüzün
doğduğu eve ilişkin tartışmaları ilgiyle izliyorum. Ata ’mızın doğduğu ev, şu
anda müze olan, Başkonsolosluk’a bitişik evdir. Tartışma, Selanik Belediye
Başkanmın tercüme hatasından çıkmış. ‘Annesinin doğduğu ev’ diyeceğine ‘Atatürk
’ün doğduğu ev demiş ’. Langada (Sarıyer) ve Selanik’e turist çekmeye yönelik
bir girişim de olabilir. Selanik’teki ev, Ata’mız hayattayken hediye
edilmiştir. Burada doğduğu konusunda en ufak bir tereddüt bulunmamaktadır.
Tabiatıyla, Atamızın Annesi Zübeyde Hanımefendi’nin doğduğu ev de bizim için
kıymetlidir. Vatandaşlarımıza ziyaret etmelerini öneririm."~M
Atatürk ‘ün
doğduğu ev ile ilgili bu tartışmalara Milliyet gazetesinden Sayın Mert İnan da
bir haber-değerlendirme ile katıldı. Milliyet’te Mert İnan’ın haberi şöyle: “Selanik
Belediye Başkanı Yiannis Boutaris'in, Atatürk'ün gerçekte doğduğu evi Selanik
yakınlarındaki Langaza ’da (Langada) bulduklarını iddia etmesi tartışmaları da
beraberinde getirdi. Boutaris, Atatürk’ün Langaza’da doğduğu evi bulduklarını,
Selanik’teki evin
26lhttp:/7www.sozcu.com.tr/2015/dunya/turk-buyukelci-ataturkun-evi-
tartisma larina-son-koydu -736006/ çevresinde düzenlemeler yapmaya
başladıklarını iddia ederek, “TÜRSAB da destek verecek. Çünkü bizim paramız
yok. Atatürk büyük şahsiyet. Türk olabilir ama ilk önce Selanikli. ”
ifadelerini kullandı.
Atatürk’ün
şeceresi ve aile hayatı konusunda kapsamlı araştırmalara imza atan Hacettepe
Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, Boutaris’in
açıklamalarını tarihi çarpıtma olarak yorumlayarak şunları söyledi: “Selanik
Belediye Başkanı kaplıcalarıyla ünlü Langaza ’yı öne çıkartarak tarihi
çarpıtıyor. Atatürk, günümüzde Selanik Başkonsolosluğu ’nun bahçesinde bulunan
ve müze olarak kullanılan evde doğdu. Annesi Zübeyde Hanım, Atatürk’ü evin
ikinci katında, ocaklı odada doğurduğunu bizzat söylemiştir. Şu anda müze
olarak ziyarete açık olan bu ev, Türk Başkonsolosluğu ile aynı bahçe içerisinde
yer alıyor. ” diye konuştu.
Boutaris’in
gündeme getirdiği Langaza’daki evin Atatürk’ün dayısı Hüseyin Ağa’nın kahyalık
yaptığı çiftlikteki ev olduğunu belirten Güler şöyle devam etti: “Bu ev,
Atamızın doğduğu değil, küçük yaşlarda kız kardeşi Makbule Hanım ’la karga
kovaladığı mekandır. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi yaşamını yitirince
Zübeyde Hanım kızları Makbule, Naciye ve oğlu Mustafa ile birlikte Langaza’daki
bu evde 4.5 ay kalmıştır. Atatürk, kurmay yüzbaşı rütbesiyle Selanik’e tayin
edildiğinde, 1908’de şuan başkonsolosluk bahçesinde bulunan doğduğu evi satın
aldı. ”
Prof. Dr.
Zafer Toprak bu iddialar hakkında şunları söyledi: “Kaynaklara göre Atatürk
şu an Selanik Başkonsolosluğu ’nun bahçesinde müze olarak kullanılan evde
doğmuştur. Tarihî araştırmalardan bu sonuca varılmıştır. İddialar ortaya
ahlıyorsa kanıtlanması gerekir. ”
Araştırmacı-Tarihçi
Sinan Meydan da, “Tarihî bilgiler, Atatürk’ün doğduğu yerin başkonsolosluk
bahçesindeki ev olduğunu gösteriyor. Boutaris, doğup büyüdüğü yer yerine
dayısının yaşadığı ev deseydi inandırıcı olurdu, iddia anlamsız. ” dedi.262
GÜL KARABUDA İLE
SELANİK VE
ATATÜRK EVİ ÜZERİNE[261]
[262]
Efendim
babanız Selanik’te görev yaptı. Ne zaman gitti oraya? Bu konuda biraz bilgi
verebilir misiniz?
Merhum
babam Reşat Hakkı Karabuda 02. 12. 1934 ile 10.09.1938 tarihleri arasında
yaklaşık dört yıl Selanik’te konsolosluk görevinde bulunmuştur. Önce babam
gitti Selanik’e. Biz de 1936’da gittik. Galiba babam şimdi ilk gittiğinde zaten
bu Selanik’teki ev meselesi için gitti. O dönemde Ruşen Eşref (Ünaydın)
Atina’daki sefırimizdi. Atatürk Evi için, Yunan hükümetinden müsaade alıp ikisi
uğraşıyorlar zaten. Önce Yunan hükümeti bir levha asıyor, “Burası Atatürk Evi”
diye. Tam olarak bize devredildikten sonra orası Türk arazisi oldu. Evin
altında dükkânlar vardı tadilat sırasında onlar kapatıldı.
Ne zaman
ayrıldınız oradan?
Biz 38’de
ayrıldık. İlk konsolosluğu da babam açtı orada. Bizim konsolosluk binası da o
zamanlar şimdiki yerinde değildi. Beyaz Kule’ye yakın bir apartmanın bir
katındaydı. Yeni yapılan sahildeydi. 6 yaşlarındaydım. Meteksas ile Venizelos
arasında bir çarpışma olmuştu. Türk Konsolosluğunun önünde Venizelos’un
adamlarını selamladık ve bayrak asıldı. Burada Türklere karşı büyük sevgi
gösteriyorlardı. Hepimiz balkona çıktık. “Yaşasın Türkiye!” diye bağırdılar.
Okula giderken ben' ve annemleri babam asla resmî arabaya bindirmezdi.
O
tarihlerde Selanik’te Türk Okulu var mıydı?
Onu
hatırlamıyorum. Ben ve abim Fransız okuluna gittik.
Ev
alındıktan sonra ilk kadın savaş pilotumuz Sabiha Gökçen’in gelişi var.
Türk
kolonisinin çoğu Selanik’teydiler ve tütüncülükle uğraşıyorlardı. İstanbul’da
bunlar Maçka’daki apartmanlarda oturuyorlar, çoğunun soyadları Aker hâlen
oradalar. Albümde de var bunlar annem Türk kolonilerini toplar, kasabalara
köylere giderler, onlarda bizi çok iyi karşılarlardı. Çok sıcak bir atmosfer vardı.
Sabiha
Gökçen olayına geçelim isterseniz. Bombardıman uçağıyla geldi yanında bir
makinist vardı. İnince herkes şaşırdı bahriyeli subaylar falan benim tabii
saçlarım örgülü süslenip püslenip gittim. Bir arkadaş daha vardı konsolos
kâtibinin kızıyla çiçeği biz takdim edecektik. O tabii uçaktan inince ufacık
tefecik bir hatun herkes şaşırmıştı. Hakikaten benden birazcık uzundu sadece.
Balkan seyahati yapıyordu tabii, sadece Selanik değil. Ruşen Eşref sefir olarak
gelmişti, orada büyük bir karşılama oldu. Konsoloslukta davet verildi falan
tabii Atatürk Evi’ni de gezdi. Selanik’i de gezdi zaten aslında o Atatürk’ün
evini ziyaret için gelmişti çünkü gezinin amacı başkentleri ziyaret etmekti.
Tabii
babamın ve Ruşen Eşrefin evin kazandırılması konusunda önemli çalışmaları oldu.
Konsolosluğun arşivinde bu yazışmalar vardı. Celal Bayar’ın da haberi var.
Babam da sürekli koloniyi dolaşırdı. Atatürk dönemi Türklerin saygınhyı çok
fazlaydı. Yabancı konsoloslarla dolaşıhrdı.
Fuar
açıldı. Türk Pavyonu birinci geldi. Kral George babama hem berat hem de madalya
verdi. Celal Bayar Atatürk’ün Evi’ni ziyaret etmek için geldi, restorasyondan
bahsedildi. Babam bilhassa buranın restore edilmesini istedi. Ruşen Eşref ve
Rüştü Aras’da vardı. İnönü’de geldi. Selanik âdeta bir uluslararası yol kesişme
yeriydi. Atatürk’ün evinin de sayesinde tabii. Aynı zamanda Türk-Yunan
dostluğunun da bir göstergesiydi, Selanik. O tarihlerde bize çok saygılı
davranıyorlardı. Mesela hatırlıyorum buradaki sefir babama bir
kart
göndermiş. İşte Atatürk’ün hipodromdaki konuştuğu sırada çekilmiş olan
fotoğrafım. Fransızca yazmış. Diyor ki “Memleketiniz kadar sıcak bir memleket
görmedim. Ama Atatürk gibi bir devlet adamına sahip olmanız Avrupa içinde bir
iftihar vesilesidir.”
Selanik’te 1938 sonuna kadar kaldınız.
Buraya
geldik fakat Rodos’a atandı babam. O vakit İtalyanların elindeydi. İtalyanlarla
aramız pek iyi değildi. Zannettiler ki bizi oraya gönderince biz zorlanacağız
falan, fakat hiç öyle olmadı. Aksine çok sıcak karşılandık. Hatta ben tek
başıma piyano dersine giderdim, notalarımı alıp polis beni görür görmez bana
yol verirdi. Ve oradan Türklerden pek çok Anadolu’ya güneye kaçan oldu.
Atatürk
ile karşılaşmanız oldu mu hiç?
Çok
küçükken hatırlıyorum. Çocuk baloları yapılıyordu. Onun tam tarihini hatırlamıyorum.
O gün Atatürk benim saçımı okşamıştı. Ben de saçımı kesmiştim saklamak için,
başımın üstü kel olmuştu. Annem, “Ne yaptın?” dedi. Ankara’daydık 5 yaşında
falandım.
Mesela
Ziraat Bankasında Kâzım Özalp Paşa’nın çocuğu var Teoman yanında o oturuyor.
Öğrenciler temsil vermiş onları izliyor mesela. Belki burada olabilirsiniz.
Selanik babanızın ilk görev yeri miydi?
Hayır
Beyrut’tu. Ama o vakit ben daha doğmamıştım. Babam hukuk okumamıştı.
Macaristan’da ziraat okulunu bitirmiş. 1916’da falan fotoğrafları var. O
fotoğrafta çok ilginç biri var. Arkada Türk talebeler var, hocalar dizilmişler.
Gayet şıklar falan hepsi fesliler. Ortada uzunca boylu birisi var. O Münir
Nurettin Selçuk. Bu, çok haylazmış “Sen git adam ol gel” demişler. Orada birkaç
ay bulunmuş. Türkiye’ye gelince tabii lisan bilen insan aramaya başlamışlar.
Zeki amcam 8 dil bilirdi mesela Moskova’ya maslahatgüzar olarak atandı. Rusçayı
öğrendi 2-3 ayda öğrenmiş. Zaten Galatasaray’ı birincilikle bitirmiş. O demiş,
“İşte benim kardeşim var hem Fransızca hem Macarca bilir isterseniz o da
gelsin.” falan. İşte babam ilk Beyrut’a sonra Nice’e gelmiş. Nice’e gidince,
“Bu ziraat okumuş nasıl diplomat olur.” falan demesinler diye ben sonradan
yazdıklarından gördüm ki Marsilya’ya hukuk okumaya gitmiş, dışarıdan öğrenci
olarak.
O tarihte
zaten kimse yok ki. Yabancı dil bilen falan, kimse yok yani. Yetişmiş nesil
savaşlarda ölmüş hep.
Evet
onları topluyorlar zaten. “Karabuda” soyadı nereden geliyor?
Babam
tarafından bir yabancı hanımın dediğine göre o “siyah üzümün kökü” anlamına
geliyormuş. Ben onu araştırdım doğru gibi sanki. Başka kimse almamış zaten.
Karabuda
ailesinde şu anda sizin dışınızda kimler var?
Kız
kardeşim var, İstanbul’da.
Selanik’teyken
o yok değil mi?
Abim ve
Haluk var halamın oğlu. Babamla Sefa dayım, o da orada Ziraat okumuş. Orada çok
iyi arkadaş olmuşlar. Türkiye’ye gelince o onun kız kardeşini alıyor, öteki
ötekininkini alıyor. Dayımın karısı hem halam hem yengem yani. Onlarında soyadı
“Camcıgil”. Onun için iki taraflı yani kardeş gibi büyüdük. En küçüğü Haluk’un
kardeşi Viyana’da uzun süre Atom Eneıjisi Başkanlığı yaptı sonra hanımıyla
ABD’ye yerleşti. Orada Türk, Atatürk demeklerinin falan başkanlığını yaptı.
Güneş
Karabuda var İsveç’te onların bir oğlu iki kızı var, tabii torunları vardı.
Büyük kızı İsveç operasında sanatkâr. Bizim aslımızın Söğüt hatta Ertuğrul
soyundan olduğumuzu söylüyorlardı. Mesela Ahmet Yaşar Ocak Hoca bana pek çok
eski evrakı tercüme ettirdi. Çok güzel daktilo ettirdi. Orasını tam tespit
edemedim ama babam da derdi, “Söğütlü olduğunuzdan dolayı gurur duyuyorum
diyeceksiniz.” derdi.
Karabuda’nın
Söğüt’te bir tuğla fabrikası var, akrabalık devam ediyor yani. Sonra doçent bir
jeolog çıktı. Karabuda soyadını taşımıyor. Onlara gittim ziyarete tanıştık
falan. Büyük babam da Söğüt’te yetişmiş sonra Kuleli’ye gitmiş tabii gelmiş
seçmişler...
“DÜNYANIN İLK
KADIN SAVAŞ PİLOTU SABİHA
GÖKÇEN SELANİK ATATÜRK EVİNDE
(17 HAZİRAN 1938)*
Atatürk’e Nasıl Manevi Evlat Oldu?
22 Mart
1913’te Bursa’da doğan Sabiha GÖKÇEN, 1925 yılında Atatürk’ün Bursa’ya yaptığı
bir gezi sırasında Atatürk tarafından manevi evlat olarak alınmıştır. Sabiha
Gökçen Atatürk’le tanışmasını şöyle anlatıyor:
“Babam
İstanbul ’da hizmet gören bir devlet memuruydu. Abdülhamit tarafından Bursa ’ya
sürgün ve orada yaşamağa mecbur edilmişti. Böylece ailemiz Bursa’ya yerleşmiş
ve âdeta oralı olmuştu. Ben bir yaşımda iken Birinci Dünya Harbi başlıyor.
Büyük ağabeyimin Çanakkale’den şehit haberim alıyoruz. Bursa düşman işgali
altında. Okullar kapanmış, halk matem içinde. Babam da hastalanıyor ve onuda
kaybediyoruz. Biz küçük ağabeyimle birlikte oturuyoruz. Fakat babamın öldüğü
gün bu ağabeyimde evden çıkıyor ve bir daha dönmüyor. Meğer arkadaşları ile
beraber Anadolu ’ya geçmiş. O günler ailemiz için çok sıkıntılı geçmeye
başladı. Geçinmek için babamın bize hatıra bıraktığı kitapları bile satmak
mecburiyetinde kalmıştık..
Nihayet
memleket kurtuldu. Ağabeyim de sağ salim döndü, iki bayram birden yaptık.
Aradan kısa bir zaman geçmişti ki Bursa ’ya Gazi geliyor dediler. Onu görmek
için halk günlerce önce sokaklara döküldü. Büyük tezahürat ve alkışlar içinde
caddeden geçti. Çocuk olduğum için bütün çırpınmalarıma rağmen tam manasıyla
göremedim. Doğrusu buna görmek de denmez. Hayal gibi bir şey. Gazi 1925 ’te
Bursa ’ya tekrar geldi. Evimiz, onun misafir kaldığı Cumhuriyet Köşkü ’nün
hemen yan tarafıydı. Bir sabah erkenden evin kapısına çıktım. Köşke doğru
baktım. Gözlerime inanamadım. Atatürk köşkün bahçesinde tek başına yürüyüş
yapıyordu. O sırada 12 yaşımda ve ilkokul üçüncü sınıftaydım, işgalde okullar
kapandığı için tahsilimiz aksamıştı. İçimde müthiş bir okumak arzusu vardı.
Ağabeyimin beni çok sevmesine ve iyi bakmasına rağmen yatılı bir okula
girebilmeği aklıma koymuştum. Bu arzumu gidip Atatürk’e söylesem acaba nasıl olur
diye düşünüyordum. Nasıl oldu bilmiyorum, birden kararımı verdim ve köşkün
kapısına doğru yürüdüm. Kapıda asker "Yasak!" diye durdurdu.
Gazi
uzaktan bize bakıyordu. 'Bırakın gelsin çocuk. ’ dedi. Koşarak gittim ve elini
öptüm. Adımı sordu. Heyecandan dilim tutulmuştu. Bir kelime bile
söyleyemiyordum. ‘Gel seninle şuraya oturalım. ’ diyerek elimden tuttu ve bir
kanepeye oturduk. O kadar mütevazı ve candandı ki sanki o, Büyük Gazi değil
benimle bir okul arkadaşımmış gibi konuşuyordu. Benim durumumu sordu. Heyecanım
azaldığı için ben de ona bütün içimi döktüm. Okumak istediğimi söyledim.
Dinliyordu. Bir şey söylemiyordu. Ne diyecek diye meraktan ölüyordum. Verdiği
cevap beni pek şaşırttı.
Seni ben
yanıma alayım. Benim kızım ol ne dersin? Hiç aklıma getirmediğim böyle bir
durum karşısında ne diyebilirdim. Ağabeyime sorayım, dedim. ‘‘Benim Zehra
adında bir kızım daha var. Onunla beraber okula gidersiniz. ” diye ilave etti.
Arkadan Başyaver Rasuhi Bey’e talimat verdi. Ağabeyimi çağırttılar. Gazi,
ağabeyimle bizzat konuştu. O da razı oldu.
Birkaç
gün sonra, Gazi ’nin seyahatte beraberinde bulunan heyetle birlikte
Bahkesir-Izmir yoluyla Ankara ’ya geldik. Köşkün bahçesinde o zaman iki odalı
bir okul vardı. Adı, Çankaya ilkokulu idi. Zehra, Rukiye ve diğer çocuklarla
beraber orada okumağa başladım. Böylece benim için yepyeni bir hayatın kapıları
açılmıştı.”
“Gökçen” Soyadını Atatürk Verdi
Sabiha’ya
“GÖKÇEN” soyadı da henüz havacılıkla ilgisinin olmadığı 1934 yılında ve soyadı
Kanunu’nun çıktığı günlerde Atatürk tarafından verilmiştir. Sabiha Gökçen
soyadını alışını anılarında şöyle anlatmıştır:
“Yıl
1934, yani Soyadı Yasası ’nın kabul edildiği yıl. Atatürk her gece sofrasında
bir dostuna, yakınına soyadı bulup veriyordu. O gece sıra bana gelmişti.
Atatürk ‘Eee söyle bakalım Sabiha, senin soyadın ne olsun?’ herkes yüzüme
bakıyordu. Siz ne emrederseniz o olsun efendim. diye kekeledim,
heyecanlanmıştım. Aklımdan binbir şey geçiyordu. Ama bunların hiçbirini
söylemeye cesaret edemedim. Atatürk bir süre düşündükten sonra ‘Sana Atatürk
kızı soyadını vermek isterdim ama...'dedi. Fakat bu “ama”nın sonunu getiremedi.
Eline bir kâğıt alıp şunu yazdı: GÖKÇEN.
Sabiha,
“Gökçen” soyadını aldıktan yaklaşık bir yıl sonra 4 Mayıs 1935 tarihinde
havacılığa ilk adımı atmış ve Türkkuşu’nda paraşüt ve planörcülük eğitimi
görmüş, A ve B brövelerini almıştır. Müteakiben, 10 Temmuz 1935’te Rusya’daki
Koktebel Yüksek Planörcülük Okuluna bir grup Türk’le birlikte (yedi erkek ve
bir kız öğrenci) eğitime gönderilmiş ve burada 6 ay planörcülük eğitimi
görmüştür.
Türkiye’ye
döndükten sonra, Eskişehir Tayyare Mektebinde (Uçuş Okulu) görevli Bnb. Savmi
Uçan ve Muhittin Bey tarafından özel olarak uçuş eğitimine tabi tutulmuştur.
Bayan Gökçen 24 Şubat 1936 tarihinde ilk defa motorlu tayyarede uçuşa
başlamıştır. Bu eğitimde gösterdiği başarılarından dolayı Atatürk’ün, Sabiha
Gökçen’e söylediği sözler aşağıda belirtilmiştir.
“Beni
çok mutlu ettin... Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim...
Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın... Bir Türk kızının dünyadaki
ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır, tahmin edersin
değil mi? Şimdi derhâl harekete geçerek seni Eskişehir’deki Tayyare Mektebi ’ne
göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin.”
O dönemde,
kızlar askerî okullara öğrenci olarak alınmıyorlardı. Bu özel muamele, Sabiha
Gökçen’in şahsında gelecek kuşaklar için bir deneme ve hazırlık mahiyetindeydi.
Çünkü çeşitli konuşmalarında belirttiği gibi, Atatürk; Türk kadınının her
alanda başarılı olacağına inanıyor, onun, savaş sırasında erkeği ile nasıl
birlikte cepheden cepheye koştuğunu tekrarlayarak, asker olabileceği
düşüncesini de belli etmeye çalışıyordu. Bu düşüncesini ispat edebilmek için de
eline güzel bir fırsat geçmişti.
Sabiha
Gökçen’e özel bir üniforma giydirilerek Eskişehir Tayyare Mektebinde (Uçuş
Okulu) 1936-1937 döneminde on bir ay eğitime tabi tutulmuş ve brövesini
aldıktan sonra da savaş pilotu yetiştirilmek üzere Eskişehir’deki l’inci
Tayyare Alayında (Hava Alayı) altı ay görev yapmıştır, l’inci Tayyare Alayı’nda
(Hava Alayı) yaptığı görev sırasında çeşitli askerî manevralara ve 1937
yılındaki Dersim Harekâtı’na savaş pilotu olarak katılan Sabiha Gökçen’e,
Genelkurmay Başkanlığı tarafından bir takdir, Türk Hava Kurumu tarafından da
“Murassa (İftihar) Madalyası” verilmiştir.
Sabiha
Gökçen, Eskişehir l’inci Tayyare Alayından sonra Türkkuşu’nda 1938 yılında
başöğretmen olarak göreve başlamış ve uzun yıllar Türkkuşu’nda görev yaptıktan
sonra Mayıs 1954 tarihinde bu görevden ayrılmıştır.
Bu arada,
VULTEE-V tipindeki bir uçakla, İstanbul- Atina - Selanik - Sofya - Belgrat -
Bükreş - İstanbul (Türkiye - Yunanistan - Bulgaristan - Yugoslavya - Romanya -
Türkiye) güzergâhında “Balkan turu” yapmıştır. 16 Mayıs 1938 tarihinde başlayan
ve beş gün süren bu “Balkan turu”nu Sabiha Gökçen tek başına
gerçekleştirmiştir.
Sabiha
Gökçen, merhum Kemal Esiner ile evlenmiştir. Anılarında evliliğini şu şekilde
anlatmaktadır: “Kemal Esiner, rahmetli eşim, Eskişehir Hava Okulunda askerî
coğrafya ve topografya öğretmeni idi. Rütbesi üsteğmendi ve iyi bir uçucu idi.
Kemal ile orada tanıştık. Kemal benimle evlenmek arzusunu o zaman Eskişehir’de
alay komutanı olan Zeki Doğan Paşa’ya açmış. O da Atatürk’e söylemiş. Atatürk
Zeki Doğan’ı çok severdi. Zeki Doğan Çanakkale Muharebelerinde onun yanında
çalışmış ve bir gün cephede birdenbire meydana gelen mermi yağmuru karşısında
Atatürk’ün önüne geçerek kendisini siper etmiş. Bunu Atatürk’ten dinlemiştim.
Sabiha Gökçen’in Vefatı ve Cenaze Töreni
Türk Hava
Kuvvetlerinin ilk askerî kadın pilotu, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olan
Sabiha Gökçen, Gülhane Askerî Tıp Akademisinde (GATA) devam eden tedavi sonuç
vermeyince 22 Mart 2001 tarihinde sabah saat 08.15’te 88 yaşında vefat etti.
Cenazesi 23
Mart günü sade fakat anlamlı bir törenle kaldırıldı. İlk tören, Türk Hava
Kurumunda yapıldı. Ardından Cebeci Şehitliği’nde defnedildi.
Balkan Turu ve Selanik Atatürk Evi’nde
Sabiha
Gökçen’in Balkan turuna çıktığı günlerde Türkiye-Balkan ülkeleri arasında iyi
ilişkiler devam etmiştir. Balkan Paktı’na üye ülkelerin delegeleri, II. Dünya
Savaşı öncesinde yaşanmaya başlayan ve yaşanabilecek gelişmeleri görüşmek üzere
Ankara’ya gelmişlerdir. Burada yapmış oldukları görüşmelerin ardından ülkelerin
delegeleri Ankara’da tanışmış oldukları Sabiha Gökçen’i ülkelerine davet
etmişlerdir. Bu yüzden, Gökçen tarafından Balkan turnesinin yapılmasının
birinci nedeni olarak bunu ifade etmek mümkündür. İkinci neden olarak özellikle
Yunanistan’la olan iyi ilişkilerde zirveye çıkılmış olmasıdır.
Bir diğer
neden olarak da hem o günün dünyasında hem de Türkiye’de havacılıkta dikkat
çeken etkinliklere başvurulmasıdır. Bu bağlamda, 1930’hı yıllar dünyada ilk
kesintisiz uçuşların, Avustralya’dan ABD’ye ilk uçuşların yapıldığı yıllar
olmuştur. Buna paralel olarak Türkiye de bu alanda adından söz ettirme ve
varlığını kabul ettirme gayreti içine girmiştir. Bu bağlamda, Türk Hava
Kurumu’nun İnönü Yüksek Yelken Uçuş Kampı’nda Türkkuşu öğretmenlerinden Ali
Yıldız, Kranih tipi iki kişilik bir yelken planörü ile havalanarak 14 saat 20
dakika havada kalmıştır. Bu sonuçla ünlü Alman havacı Emest Jachmann ve
Flossdorf tarafından 1937 yılında 13 saat 59 dakikalık rekor geçilmiş ve bu
alan da yeni bir “dünya rekoru” kırılmıştır. Böylece, Türk havacılar da
Türk havacılığının gelmiş olduğu seviyeyi hem dünya, hem de Türk kamuoyuna
göstermişlerdir. Bu nedenle, Sabiha Gökçen’in Balkan turu bu kapsamda
değerlendirilmelidir. Ayrıca, Cumhuriyet döneminde Türk kadınına verilen
hakların ve geleneksel Türk toplumundaki “kadın algısının” değiştirilmek
istenmesi, Türk kadınına yeterli imkânların sağlanması durumunda neleri
yapabileceğini gösterme amacı da Sabiha Gökçen’in Balkan turnesine çıkışta bir
başka neden olarak göz önüne alınmalıdır.
Sabiha
Gökçen 16-21 Haziran 1938’de beş günlük Balkan ülkeleri turuna çıkmıştır.
Ankara’ya dönüşünde yapmış olduğu tura ilişkin gözlemlerini 1 Temmuz 1938’de
bir rapor hâline getirmiştir. Bu rapor, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde Dosya
No: 6152, Fon Kodu: 030.10. ve Yer No:59.399.19 ile kaydedilmiştir. Tarihçi Dr.
Tahir Kodal tarafından bu rapor hakkında ayrıntılı bir değerlendirme yapılarak
yayınlanmıştır.
Gökçen,
raporunun hemen başında “aldığım emir üzerine Balkanlarda bir turne yapmak üzere"
ifadesini kullanarak, aslında Balkan turnesinin “emir üzerine"
gerçekleştirildiğini ortaya koymuştur. Bu konuya ilişkin diğer kaynaklar
dikkate alınarak incelendiğinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile Balkan
turunun gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Balkan Antantı’m imzalamış olan
ülkelerin delegelerini Atatürk, Çankaya Köşkü’nde kabul ettiğinde, o sırada
Türkkuşu Planör Okulunda başöğretmenlik yapan Sabiha Gökçen’in de kazandığı
madalyalarla hazır bulunmasını istemiş, delegeler ile tanıştırmıştır. Bu
delegeler “büyük bir içtenlikle" Gökçen’i uçağı ile ülkelerinde
görmekten büyük onur duyacaklarını dile getirmişlerdir. Bunun üzerine Atatürk, “Ne
dersin bu işe Gökçen?" diyerek Sabiha Gökçen’den bu işin olup
olamayacağını sormuştur. Bunun üzerine Gökçen “Hiç düşünmeden, çalışırsam
Balkan turunu tamamlayabilirim Paşam." ifadelerini kullanmış, bu turun
Atatürk’ün isteği ve emriyle olduğunu dile getirmiştir.
Sabiha
Gökçen, Balkan Turu’na çıkmadan önce, İstanbul Yeşilköy’de Voltee marka askerî
uçak ile ve ABD’den gelen eğitim pilotu gözetiminde, İstanbul-Köyceğiz-Tuz
Gölü-Ankara- Zonguldak-İstanbul güzergâhında yarım Türkiye turu yapmıştır.
Balkan Turu Öncesi Atatürk’le Görüşme:
“Selanik’e
Git, Doğduğum Evi Gör, Dönüşte Bana Anlat”
Sabiha
Gökçen Balkan turuna çıkmadan önce Savarona’da dinlenmekte olan Atatürk’ü
ziyaret etmiştir. Anılarında bu ziyareti şu şekilde anlatmaktadır: “16 Haziran
1938 yaşamımın bir başka renkli tarihidir bu.. Balkan turum başlıyordu.. îlk
ziyaretim Atina olacaktı. Atatürk çok arzu ettiği hâlde beni geçirmeye
gelememişti. Sabahtan bunu denemiş, Savarona’da ki özel kamarasında kalmış,
tıraş olmuş, hatta giyinmiş ama işte hepsi o kadar sonra koltuklardan birine
yığılırcasına oturmuş ve öylece kalmıştı.. Savarona’ya gittiğimde onu öyle
bulmuştum.. Hem üzgün hem sevinçliydi.. Ellerimi tutup ağır ağır konuştu;
‘Birkaç
saat sonra senin büyük bir Balkan turuna çıktığını ve Türk kadınlığını göklerde
temsil ettiğini bütün dünya radyoları yayınlayacaklar, herkese duracaklar.
Gittiğin yerlerde gazeteciler etrafını alacak, sorular soracak, fotoğraflarını
çekecek dört bir ülkeye gönderecekler.. Onlarla konuşurken soğukkanlı olmalısın
kızım. Sordukları her soruya açık açık cevap ver. Her ne zaman olursa olsun
kamuyu aydınlatma ve oluşturma yolunda çalışan gazetecilerle böyle açık ve
samimi konuşmakta fayda vardır. Röportaj yapmak isterlerse memnuniyetle kabul
et. Barışçı bir ülkenin barışçı kızı olduğunu yurtta ve dünyada barışı arzu
ettiğini, her Türk gibi bunu gönülden istediğini söylemeyi unutma. Türkiye
Cumhuriyeti olarak şu kısa dönem içinde nasıl kalkındığımızı nasıl birbirine
kenetli bir bütün bir tek yumruk olduğumuzu söyle. Fırsat düşerse, isim
vermeden bize dün düşman olanlarla bugün dost olmayı şerefli bir barış adımı
saydığımızı da sözlerine ilave et..Fazla politikaya girme ama Türk kadınını,
yeni Türk toplumunu ve bu toplumda kadınımızın yüceldiği yeri, noktayı anlat
bir bir. Daha da ilerleyeceğimizi daha uygar bir ülke olacağımızı ifade et.’
Sustu derin
derin nefes aldı sonra şöyle devam etti;
‘Seni
geçirmeye gelmek isterdim gökçen.. Ama ne yazık ki bacaklarımda dizlerimde
derman bulamadım. Bu hastalık beni iyiden iyiye yatağa yapıştırdı.. Uykuyu,
uykuda geçen zamanı hiç sevmediğimi bilirsin, oysa durmadan uyumak istiyorum.
Ya da doktorların verdiği ilaçlar beni uyutuyor. En büyük en sonsuz en dönülmez
uykunun yavaş yavaş kapımı çalmakta olduğunu hissediyorum desem yalan
söylememiş olurum. Ama bu sözlerime sakın üzülme. Savarona’yı ne kadar
severim.. Denizi, dalgaları, yosun kokusunu, uzaktan uzağa duyulan balıkçı
türkülerini.. Şimdi bu kokular, bu dalga sesleri, bu sonsuz mavilik. O tatlı,
acı türküler bana yabancılaşmaya başladı. Geçen gece iyiden iyiye dalmışım. Bir
rüya gördüm.. Rahmetli anamı.. O her zamanki giysileri içinde ve mutlu.. Ama ne
kadar mutlu anlatamam kızım.. Kollarını açmış beni çağırıyordu. Ben de
kendisini hemen iki adım ötedeymiş gibi görüyordum. Başladım ona doğru
ilerlemeye fakat iki adım sandığım yol bir türlü bitmiyordu bu sefer koşmaya
başladım. Uzun uzun koştum da koştum. Kan ter içinde bitap kalmıştım ki
anacığımın kolları
arasında
buldum kendimi.. Dudaklarını alnıma değdirerek; hoş geldin Mustafa’m dedi.
Uyandım. Ama ne güzel, ne güzel bir kavuşmaydı bu..’
Diz çökerek
elini öptüm..
Sizi mahcup
etmeyeceğim emin olunuz paşam dedim.. Türk kadınlarını şerefli üniformam ile
Türklüğe layık bir şekilde temsil etmek için elimden geleni yapacağım.
Direktiflerinize aynen uyacak, söylediklerinizi bir an bile aklımdan
çıkarmayacağım. Dönüşte sizi sağlığınıza kavuşmuş olarak bulmak başlıca
dileğimdir.
Son
kelimeleri söylerken hıçkırıklarımı güçlükle zaptediyordum. Artık gözyaşlarımı
saklama olanağı kalmamıştı. Başımı göğsüne dayadım.. Ve öylece durdum bir süre
nihayet; “Haydi Gökçen!” dedi.. Gitme zamanın geldi. Başbakan Celal Bayar Bey’e
söyledim, seni uğurlamaya gelecek.. Balkan turun hepimiz için hayırlı olsun
çocuğum.. Selanik’e de git. Doğduğum evi gör. Dönüşte bana anlat e mi
yavrum?
Ve ayrıldım
ama nasıl bir ayrılış. Nasıl bir gidiş. Ruhum bedenim, düşüncelerim, tüm varlığım
Savarona yatının o kamarasında Atatürk’le kalmış gibiydi sanki..”
Hazırlık
turunu başarıyla tamamladıktan sonra ABD’li eğitmenin vermiş olduğu rapor
doğrultusunda Gökçen, 16 Haziran 1938 Perşembe günü 07.30’da “Volti” uçağı
ile Balkan turuna başlamıştır. Yeşilköy Havaalanı’ndan Sabiha Gökçen’i
uğurlayanlar arasında; Başbakan Celal Bayar, Dışişleri Bakanı Tevfık Rüştü
Araş, İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Cumhurbaşkanlığı Genel
Sekreteri Haşan Rıza Soyak ve Başyaver Celal, İstanbul Valisi, İstanbul
Belediye Başkanı Muhiddin Üstündağ, İstanbul Komutanı General Halis, Emniyet
Müdürü, İstanbul Hava Kurumu Başkanı İsmail Hakkı, Türkkuşu Öğretmeni Savmi de
yer almıştır.
Sabiha
Gökçen anılarında Yeşilköy Havaalanı’ndan uğurlanışını şu şekilde anlatıyor:
“Havaalanında büyük bir kalabalık vardı. Gazeteciler soru yağdırıyorlardı..
Başbakan Celal Bayar uçağın yanına kadar gelerek elimi sıktı.. Ve uçağıma
binerek motoru çalıştırdım.. Alkış sesleri duyuluyordu. Mendil sallayan
‘Gökçen, Gökçen!’ bağrışanlar. Uçağı çalıştırmaya hazırlanırken bir subayın
yanıma geldiğini gördüm. Bana durmamı işaret etti. İşte o zaman kalbimin
duracağını hissettim ‘Atatürk’e bir şey mi olmuştu?’ Subay elindeki kâğıdı daha
doğrusu telgrafı bana uzattı.. Hemen açıp bir solukta okudum. Telgraf İsmet ve
eşi Mevhibe İnönü’den geliyordu, başarı diliyorlardı.. Uçağım havalandıktan
sonra Savarona’nın üzerinde bir kavis çizerek gökyüzünden Atatürk’e veda
ettim.”
Gökçen, 150
km yol aldıktan sonra, çok kötü bir hava ile karşılaşmış, yolundan dönmemek
için çizdiği rotadan ayrılmamak için önüne çıkan bulut içine dalmak zorunda
kalmış, burada bir süre “kör uçuş” yapmış ve fırtına bulutuna
rastlamıştır. Yönünü değiştirmek zorunda ve Edremit’e mecburi iniş yapmak
durumunda kalmıştır. Bu zorunlu inişte uçağı arıza yapmamış, Edremit-İzmir
rotasını aldıktan sonra İzmir’e gelmiştir.
Sabiha
Gökçen, İzmir’den Atina rotasını aldıktan ve bir saat sonra ziyaret edeceği ilk
Balkan ülkesi olan Yunanistan’ın başkenti Atina’ya ulaştı. Atina üzerinde
birkaç tur attıktan sonra saat: 11: 25’te Totoi Meydam’na başarıyla indi.
Dünyanın ilk askerî kadın pilotunun yapacağı gezi Atina’da büyük yankı
yaptığından ve Yunan basını bu konu hakkında yayınlarda bulunduğundan Gökçen’i,
Atina’ya inişinde kalabalık bir heyet karşılamıştır. Karşılayanlar arasında;
Türkiye’nin Atina Büyükelçisi Ruşen Eşref Ünaydın’m başkanlığındaki Türk heyeti
ile Yunan Başbakanı Meteksas adına bir heyet bulunuyordu. Yine karşılamada
Atina Belediye Başkanı, Türk-Yunan Ticaret Odası ve Balkan Cemiyeti Başkanı,
havacılık mensubu ve halktan oluşan yoğun bir kalabalık yer almıştı.
Karşılama
töreninin ardından Askerî Tayyare Mektebi (Havacılık Okulu)ne gidildi ve
buradaki incelemelerin ardından bazı konuşmalar yapıldı. Askerî Havacılık Okulu
Komutanı yapmış olduğu konuşmada; “Türk milletinin şanlı ve eşsiz lideri
Atatürk’ün kızı ve Türk kadın tayyarecisi sıfatıyla Atina’yı ziyaretiyle Yunan
milletini çok sevindirdiğini” söylemiştir. Sabiha Gökçen de; “Yunan
havacılara Türk havacıların selam ve sevgilerini getirdiğini"
söylemiş, oradakilere bir buket İstanbul çiçeği vermiştir. “Burada gördüğü
yakın ilgi karşısında söyleyecek söz bulamadığını" ifade etmiştir.
Sabiha
Gökçen, yapılan konuşmaların ardından Türkiye’nin Atina Büyükelçisi Ruşen Eşref
Ünaydın ile birlikte Başbakan General Meteksas tarafından kabul edildi.
Kabulde, “bu tanışmadan büyük bir memnuniyet duyduğunu” ifade eden General
Meteksas, Sabiha Gökçen’i başarılarından dolayı kutlamış ve takdirlerini
sunmuştur.
Daha sonra
Aero Klüp’te S. Gökçen için resmî kabul töreni düzenlenmiş, çok parlak geçen bu
törende Gökçen, Yunan Hava Kuvvetleri komutanları ve diğer üst düzey
çalışanları ile tanışmıştır. Yunanistan Başbakanı General Meteksas tarafından
Kifısya’da onuruna çay ziyafeti verilmiş
Sabiha
Gökçen öğle yemeğini Türkiye’nin Atina Büyükelçiliğinde Ruşen Eşref Ünaydın ve
eşi ile birlikte yemiştir. Akşam yemeği için elçilikte 24 kişilik yemek
verilmiştir. Ev sahipliğini Atina Büyükelçisi Ruşen Eşref Ünaydın ve eşinin
yaptığını bu ziyafette Dışişleri Müsteşarı, Hava Kuvvetleri Komutanı, Atina
Genel Valisi, Basın ve Turizm Müsteşarlan, Yunan Hava Kurumu Başkanı ve Balkan
Devletlerinin veya Balkan Paktı’na üye devletlerin elçileri gibi ileri gelen
konuklar yer almıştır. Bu yemekte ve Atina’nın her tarafında kendisine karşı
büyük ilgi gösterilmiştir. Bu ilgide; Mustafa Kemal Atatürk’ün, Sabiha Gökçen
ve telefonla göndermiş olduğu “selamın" ve Türk-Yunan ilişkilerinin
geliştirilmesine yönelik tutumunun çok büyük etkisi olmuştur.
Sabiha
Gökçen raporunun veya turne notlarının ikinci sayfasının hemen başında;
Atina’dan ayrılışı ve Selanik’e varışına ilişkin bilgiler vermiştir. Atina’dan
Selanik’e uğurlama törenine; Türkiye’nin Atina Büyükelçisi Ruşen Eşref Ünaydın,
Atina Başkonsolosu, Bayan Mümtaz Kâmil, elçilik ileri gelenleri, Yunanistan
Başbakanı ve Dışişleri Bakanı General Meteksas adına protokol memurları, Yunan
Hava Kurumu Başkanı, kalabalık bir heyet ve halk katılmışlardır.
Gökçen, 17
Haziran 1938 Cuma günü Atina’daki Totoi Hava Meydanı’ndan 11.20’de
havalanmıştır. Bir saat yirmi dakika sonra yani 12.40’ta Selanik’e inmiştir.
Seyahat sırasında hava iyi idi ve uçakta herhangi bir arıza oluşmamıştır.
Sabiha Gökçen Selanik Hava Meydan’ına indiğinde, Atina’daki kadar parlak bir
karşılama töreni yapılmış, Selanikliler Atatürk’ün manevi kızına büyük ilgi
göstermişlerdir. Selanik’e inerken ve oradan uçarken Türkiye’nin Selanik
Konsolosu Reşat Hakkı Karabuda, ailesi ve konsolosluk çalışanların, yerel
memurların, havacıların ve halk kendisine büyük sevgi gösterisinde bulunmuşlar,
alkışlarla uğurlamışlardır. Karşılamada Başkonsolos Reşat Hakkı Karabuda’nın
yedi yaşındaki kızı Gül Karabuda ve bir arkadaşı Gökçen’e büyük bir buket çiçek
vermişlerdir.
Sabiha
Gökçen, Selanik’te iki saat kadar Selanik’te kalmış ve Atatürk’ün doğduğu evi
ziyaret etmiştir.
Selanik’ten
“kahraman tayyareci’’’ sesleri arasında 15.23’te havalanan Gökçen,
raporunun bu kısmında; Selanik’ten ya da Yunanistan’dan ayrılışı ve
Bulgaristan’a varışına ilişkin bilgiler vermiştir. Selanik ile Sofya arasında
havanın çok bulutlu olduğunu, buna rağmen yolunu hiç değiştirmeden, bir saat on
dakikada Sofya üzerine vardığını ve 17.15’te Sofya Hava Meydanı’na indiğini
belirtmiştir.
Sabiha
Gökçen Atina’da ve Selanik ziyaretleri hakkında anılarında şunları anlatmıştır:
“İlk
ziyaret yerim Atina idi. Bütün Türk ulusunun kalbi benimle beraber çarpıyordu.
Bunu hissediyordum. İsmet Paşa ve eşi hanımefendinin telgrafları beni çok mutlu
etmişti. Atatürk ve İnönü bana sorarsanız ayrılmaz bir bütündüler. Çok defa
bizzat Atatürk’ten şu sözleri duymuşumdur: ‘Bak Gökçen kızım, bilesin ki İsmet
görev başında oldukça benim içim rahattır. O sadece görevini, memleketini,
ulusunu düşünen bir insandır. Namuslu insandır. Devrimlerimize inanmış insandır.
Kişiliği olduğu için meseleleri olduğu gibi kabul etmeden önce enine boyuna
tartışabilecek kadar da medeni cesaret sahibidir. Ona güvenim sonsuzdur.
Kardeşimi nasıl seviyorsam İsmet’i de öyle seviyorum. En çok yandığım şey
birkaç tane İsmet Paşamızın olmayışıdır.’
Ve tam
saatinde Atina’ya vardım, alana indiğimde gazeteciler, foto muhabirler etrafımı
alıverdiler. Ulusal marşımız çalınırken kendimi tutamayarak sevinç gözyaşları
döktüğümü anımsıyorum. O zamanlar Atina büyükelçimiz Sayın Ruşen Eşref Ünaydın
Bey’di. Saygınlık arz eden kişiliği ile Yunanlılar üzerinde olumlu etkiler
yaratmıştı. Elimi sıkarken;
‘Sizi
candan kutlarım Gökçen dedi gerçekten de çok büyük bir iş başardınız Yunan
radyosu ve gazeteleri iki gündür sizden bahsediyor.’ dedi. Bir gece Atina’da
kalacaktım. Büyükelçiliğe gittiğimiz zaman Ruşen Eşref Ünaydın Bey’den
İstanbul’la temas kurarak Atatürk’ün sağlığı hakkında bilgi almasını rica
ettim. Beni kırmadı esasında o da sık sık yapıyormuş. Ruşen Bey Atatürk’ün
sevdiği takdir ettiği kişilerden biriydi. Samimi Atatürk’e bağlı bir kişiydi.
En büyük Türk’ün Atatürk olduğunu söylerken gözleri dolu dolu oluyordu.
Atatürk’ün evini görmeyi arzuladığımı söyledim ve turu düzenleyenler bunu
düşünmüş olacak ki gezi turunda Selanik’te vardı. Sabah erkenden Selanik’e
uçtum. Atatürk’ün doğduğu eve götürdüler beni.. Doğduğu odayı görmek istediğimi
söyledim. Gösterdiler. Her şey onun yaşama gözlerini açtığı ilk defa ağladığı,
ilk defa güldüğü zamanki gibiydi. Öyle düzenlenmişti. Şu yatak, şu kanepe, şu
masa, şu sürahi, şu örtüler, şu ayna..
Ziyaret
sürem bittikten sonra havaalanına gittim şimdiki hedef Bulgaristan’dı..
Sofya’da da büyük bir kalabalık tarafından karşılandım.. Bulgaristan’da
şaşılacak kadar büyük bir Atatürk sevgisiyle karşılaşmıştım. Ataşeliği zamanında
buranın kalbini fethetmeyi başarmıştı...”
Sofya’dan
sonra Belgrat (18 Haziran 1938 Saat: 10.45) ve Bükreş (19 Haziran 1938 Saat:
13.15)’e inen ve buralardaki ziyaretlerini tamamlayan Sabiha Gökçen; 21 Haziran
1938 Sah günü Saat: 11,20’de İstanbul’a hareket etmiştir. Pusulanın
arızalanması üzerine Bükreş yakınlarındaki Bozau Askerî Havaalam’na zorunlu
iniş yapan Gökçen, geçici bir pusulanın takılması ile Bozau’dan 15.30’da
İstanbul Yeşilköy Havaalam’na doğru yeniden havalanmıştır.
Balkan
turunu tamamlayan Sabiha Gökçen, İstanbul- Yeşilköy semalarında görüldüğünde,
kendisini Eskişehir’den gelen ve bir süre Yeşilköy’de kaldıktan sonra havalanan
5 uçaktan oluşan bir filo karşılamıştır. Hep birlikte Yeşilköy üzerinde tur
attıktan sonra Gökçen’i Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Haşan Rıza Soyak,
Başyaver B. Celal, Özel Kalem Müdürü B.Süreyya, İstanbul Vali Vekili Hüdai
Karatapan, İstanbul Komutanı Korgeneral Halis Bıyıktay, Milletvekillerinden B.
Ali Kılıç, B. Salih Bozok, İstanbul Üniversitesi Rektörü Cemil Bilsel, İstanbul
Emniyet Müdürü B. Salih Tunç, İstanbul Hava Kurumu Başkanı B. İsmail Hakkı,
İstanbul Valiliği, Belediyesi, Bakırköy Belediyesi, CHP İstanbul İl Örgütü
adına heyetler, basın mensupları, havacılık okulu öğretmenleri ve öğrencileri
ve halk karşılamıştır.
İstanbul’dan
ayrılırken Balkan turunun üç günde tamamlanacağını ifade etmesine karşın,
Gökçen bu turu toplam olarak beş günde tamamlamıştır. Balkan turnesine ilişkin
notlarının sonunda Gökçen, Atatürk tarafından kendisine verilen “şerefli
vazifeyi" yerine getirdiğini, bundan da mutluluk duyduğunu beyan
etmiştir. Bir anlamda, Gökçen bu görevi yerine getirerek, Mustafa Kemal
Atatürk’ü ömrünün son demlerinde sevindirmiş, Türkiye’nin havacılık konusunda
geleceğe umutla bakmasını sağlamıştır.
Sabiha Gökçen’in Atina ve Selanik
Ziyaretlerinin
Yunan Basınındaki Yankıları
Yunan Aero
Kulüp başkanının söylediği şu sözler, Gökçen’in elde ettiği başarının ne kadar
övünülmesi lazım geldiğini açıklamaktadır: “Biz Türk Hava Kurumunun eşsiz ve
yüksek başarılarını büyük bir alaka ve yürekten bir takdirle takip ediyoruz.
Türkkuşu tesislerinin ve üyelerinin büyük bir hızla artışını sevinçle
kaydediyoruz. Cumhuriyet Türkiye’sinin hava filosuna, hükümet ve milletin
tayyarecilik emrine ayırdığı vasıtaların azametine büyük bir gıpta ile hayran
kalıyoruz.”
Sabiha
Gökçen’in bu Balkan turu, bir ziyaret mahiyetinden çıkarak, Balkanlar arası bir
hadise hüviyetini almıştır. Bunun en büyük yankıları basında yer alan şu
haberlerde görülmektedir:
Atina-Proia:
“Bugünlerde bir Türk hava filosu şehrimizi ziyaret edecektir. Bu dört
tayyarelik filoya Kemal Atatürk’ün kızı Sabiha Gökçen kumanda etmektedir...”
Atina-Etniki:
“...Devrimizin cesareti için şayanı hayret bir örnek teşkil eden bu Türk
kızı, yeni Türkiye ’nin de canlı bir timsalidir...”
Atina-Hronos:
“ ...Dost memleketin harp tayyareciliğinin rüesasından olan bu kadın
tayyareci, dünyada yegane askerî tayyareci kadındır ...T
Atina-Akropolis:
“...Bu kadın tayyareci amatör değildir. Kafesten volanın başına geçen Türk
kadını için Sabiha Gökçen mükemmel bir örnektir...”
Atina-Ajansı:
“Türkiye’nin havacılığına hayranız....”
Gökçen Dönüşte Atatürk’ün Huzurunda
Bıraktığım
kamarada yatağında dinleniyordu. Kamındaki şişlik daha belirgin bir hâl
almıştı. Yüzü daha solmuş, saçları biraz daha dökülmüştü. Derhâl elini öptüm
beni güçlükle kucakladı; ‘Sevindim.’ dedi.. ‘Gökçen döndüğüne sevindim. Beni
çok mutlu ettiğini biliyor musun bu yaptıklarınla? Bu unutulmayacak başarınla
beni nasıl memnun ettiğini bir bilsen hasta yatağımda.. Kaç gündür dünya
ajanslarını dikkatle izliyorum hepsi senden uzun uzun bahsediyorlar.
Röportajlar yayımladılar gezi süresince, gittiğin yerlerdeki sözlerini
yayımladılar gazetelerde dergiler de öyle. Hepsini göresin diye ayırttım sana.
Yerli yabancı hepsini.. Türk gençlerini Türk kızlarını gururla, şerefle temsil
ettin çocuğum. Bu benim için en büyük mükâfat sayılır.’
Sizin
emrinizi ve ulusumun isteğini yerine getirmek benim boynumun borcudur paşam
dedim. ‘Selanik’te neler yaptım bakalım? Doğduğum evi beğendin mi?’ diye sordu.
Anlattım izlenimlerimi uzun uzun. Selanik’ten ve doğduğu evden bahsettiğimde
gözleri dolu dolu oldu. ‘Güzel Selanik’ diye mırıldandı. ‘Demek her şey yerli
yerinde. İnsanlar öldükleri vakit geride böyle evler, böyle odalar ya da
birtakım fotoğraflar kalıyor işte Gökçen. Senden sonra onlar yaşamaya devam
ediyorlar. Biraz eskiyorlar, biraz değişiyorlar, biraz soluyorlar ama
yaşamlarını sürdürüyorlar yine de. Sonra onlarla ilgili anılar anlatılıyor
arkadan gelen kuşaklara..’
Bu
izlenimlerimi belki bir hafta hemen hemen her gün tekrarlatarak dinledi.
Ayrıntılara girmemi istiyordu..”
Sabiha Gökçen’in Balkan Turu Kronolojisi (16-21 Haziran 1938)
Tarih |
Saat |
Faaliyet |
Ülke |
16 Haziran 1938 Perşembe |
07.30 |
İstanbul Yeşilköy’den
Atina’ya hareket |
Türkiye- Yunanistan |
16 Haziran 1938 Perşembe |
11.25 |
Totoi Hava Meydanı (Atina)’na
iniş |
Yunanistan |
17 Haziran 1938 Cuma |
11.20 |
Atina’dan Selanik’e hareket |
Yunanistan |
17 Haziran 1938 Cuma |
12.40 |
Selanik Hava Meydam’na iniş |
Yunanistan |
17 Haziran 1938 Cuma |
15.23 |
Selanik’ten Sofya’ya hareket |
Yunanistan- Bulgaristan |
17 Haziran 1938 Cuma |
17.15 |
Sofya Hava Meydanı’na iniş |
Bulgaristan |
18 Haziran 1938 Cumartesi |
09.40 |
Sofya’dan Belgrat’a hareket |
Bulgaristan- Yugoslavya |
18 Haziran 1938 Cumartesi |
10.45 |
Zemun Askerî Hava Meydanı (Belgrat)’na iniş |
Yugoslavya |
19 Haziran 1938 Pazar |
12.00 |
Belgrat’tan Bükreş’e hareket |
Yugoslavya- Romanya |
19 Haziran 1938 Pazar |
13.15 |
Benisa Hava Meydanı
(Bükreş)’na iniş |
Romanya |
19 Haziran 1938 Pazar |
14.00 |
Uluslararası Bükreş Uçak
(Hava) Mitingi’nde gösteri uçuşu |
Romanya |
21 Haziran 1938 Sah |
11.20 |
Bükreş’ten İstanbul’a Hareket |
Romanya- Türkiye |
21 Haziran 1938 Sah |
- |
Bozau Askerî Hava Meydanı
(Bükreş)’na zorunlu iniş |
Romanya |
21 Haziran 1938 Sah |
15.30 |
Bozau’dan İstanbul’a hareket |
Romanya- Türkiye |
21 Haziran 1938 Sah |
17.30 |
Yeşilköy Hava Limanı
(İstanbul)’na iniş |
Türkiye |
Abdulvahhab Muhammed el Mesirî, “e/ Huviyâtı el Yahudiyye Beyne’l
İddia ve’l Hakika”, el Kubes, Kuveyt, 3. 5. 1989.
ACAR, D. G., “Makbule Atadan’ın Atatürk’e İlişkin Anlattıkları
Üzerine Bir Basın Taraması", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:
XXI., Sayı: 63 (Kasım 2005). Ayrıca bakınız: http:// www.atam.gov.tr/index.php
AFETİNAN, A., Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İstanbul,
1959.
AFETİNAN, A., Atatürk’ten
Mektuplar, Ankara, 1981.
AKIN, V., “Selanik Atatürk Evi ve Müze Haline Getirilmesi", Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVI., Sayı: 48 (Kasım 2000).
AKGÜN, S. Karal, Selanik’teki Ev, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2006.
Anıtkabir
Belgeliği, Konu: 158, Sıra No: 5, Envanter No: 3367.
ARAR, İ., Atatürk’ün
İzmit Basın Toplantısı, İstanbul, 1969.
ARMAĞAN, M., “İşte Zübeyde Hanım’m Kayıp Mezar Taşı", Zaman
Gazetesi, 19 Ekim 2008.
Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Meclis ve Mustafa Kemal Özel
Sayısı, Yıl: 56, Sayı: 120 (Nisan 2007).
ATADAN, M., Ağabeyim Atatürk, Derleyen: Ş.
Belli, Ankara, 1959.
Atatürk Evi
Broşürü, Tanburacı Matbaacılık Ticaret A.Ş.
Atatürk Evi Müzesi, 10.09.2013. Atatürk Evi’nin Öyküsü, http://selanik.bk.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?
ID=168434
Atatürk ve Çocuk, Yayma Haz: K. M. Teke, Anıtkabir Komutanlığı
Yayınları, Ankara, 2014, 1-88 s.
“Atatürk’s
Birthplace”, http://www.google.com/maps...
“Atatürk’ün Çocukluğu (Bayan Makbule’nin Büyük Adam için
Anlattıkları I-II-III)”, Anlatan: Makbule Atadan, Konuşan: Selime Seden, Akın
Gazetesi, İstanbul, 25. 12. 1947; 1. 1. 1948; 8. 1. 1948.
“Atatürk'ün Sır Hayatı”, http://www.izmirtuning.com/forum/
ataturkun-uvey-babasi-uvey-kardesleri-t 14779.html ? s=
325bcac8b8fb3e4a63900af48337d8f5& amp;
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille), Bugünkü Dille
Yayma Hazırlayanlar: A. Sevim, İ. Öztoprak, M. A. Tural, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 2006.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: İL, (1906-1938) (Açıklamalı
Dizin İle), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 5. baskı, Ankara, 2006.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt: V., Tamim ve Telgrafları, Hazırlayanlar:
S. Borak, U. Kocatürk, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1972.
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Bugünkü Dille, Bugünkü
Dille Yayma Hazırlayanlar: A. Sevim, İ. Öztoprak, M. A. Tural, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2006.
“Atatürk’ten Hatıralar”, Anlatan: Makbule Atadan, Konuşan:
Selime Seden, Akın Gazetesi, İstanbul, 13. 11. 1947.
AYDEMİR, Ş. S., Tek Adam Mustafa Kemal, C: I.
(19811919), İstanbul, 1981.
Ayın Tarihi, 18-19 Ocak 1956, http://www.byegm.gov.tr/ ayintarihidetay. aspx?Id=421 &Yil=
1956&Ay= 1
BALCIOĞLU, M., “Atatürk’ün Biyografisine Katkı”, AAM. D., C:
XIII., sayı: 38 (Temmuz 1997), s. 539-581.
BALCIOĞLU, M., “Atatürk’ün Doğum Tarihi Üzerine”, Türk
Tarihçiliği ve Prof. Dr. Aydın Taneri Armağanı, Ocak yayınları, Ankara,
1998, s. 281-284.
BALİ, Rıfat N., “Atatürk’ün Manevi Kızı Ülkü- İkinci Evliliği ve
Yarattığı Tepkiler", Toplumsal Tarih Dergisi, Ağustos/2008.
BANOĞLU, N. A., GENÇOSMAN, K. Z., Atatürk Ansiklopedisi Türkiye
Cumhuriyeti Siyasi Tarihi, C: I., May Yayınları, İstanbul, 1971.
BARDAKÇI, Murat, “Annesinin Kaleminden Atatürk’ün Akrabaları",
Gazete Habertürk, 24 Mayıs 2009.
BARDAKÇI, Murat, “Mustafa Kemal’in Mektuplarında Sözünü Ettiği
Meçhul Akrabaları, Atatürk'ün Lütfı Enişte Muamması", Hürriyet
Gazetesi, 7 Ağustos 2005, s. 15.
BARDAKÇI, Murat, “Yeni Bulunan Belgeye Göre Atatürk 1877’de
Doğmuş", Habertürk Gazetesi, 10 Kasım 2014, Pazartesi.
Barış Ö. http://www.yelp.com/biz/hac%C4 %B 1
-osman-pa% C5 %9F a-cami-izmir?hrid=-xz3nD6dkLH VFsWV 1 gw_ig
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Fon Kodu: 030.10. Yer
No:59.399.19.1-5.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Fon Kodu: 030.18.01.01. Yer No:
016.64.24.
Başbakanlık Osmanh Arşivi, Şura-yı Devlet Evrakı, Tasnifinin
Konusu: ŞD., Dosya No: 327, Gömlek Sıra No: 73, Belge Adedi/Varak: 2/3, Tarih:
1311 Ş. 28, Orijinal Kayıt: Tekaüd, 4/574.
“Balkan Göklerinden Bir Türk Kartalı Geçti," Havacılık
ve Spor Dergisi, 1938/218.
BELLİ, Ş., Fikriye,
Ankara, 1995.
BERG, Arthur Hertz, “Jevvish Identity", Encyclopedia
Judaica, Jerusalem 1978, X/58.
BORAK, S., Atatürk,
İstanbul, 1973.
BORAK, S., “Atatürk’ün Biyografisinde Yapılan Yanlışlar", AAM.
D., C: L, sayı: 1 (Kasım 1984), s. 277-285.
BORAK, S., Atatürk’ün Özel Mektupları, Kırmızı Beyaz Yayınları,
İstanbul, 2004.
“Büyük Kardeşim Atatürk”, Anlatan: Makbule Atadan, Yeni
İstanbul Gazetesi, 1.11. 1952-22.3. 1953.
CEBESOY, A. F., Sınıf Arkadaşım Atatürk, Okul ve Genç Subaylık
Anıları, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1966.
COŞAR, Ö. S., Atatürk Ansiklopedisi C: L, (1981- 23 Temmuz 1908), İstanbul,
1973.
Cumhurbaşkanlığı
Arşivi, Dolap: 7, Kutu: 72-1.
Cumhurbaşkanlığı
Arşivi, Dolap: 7, Kutu: 72-1, Fihrist: 1-6. U.
Cumhurbaşkanlığı
Arşivi, Dolap: 7, Kutu: 72-1 (İkinci Dosya).
Cumhurbaşkanlığı
Arşivi, Dolap: 7, Kutu: 72-1, Fihrist: 1-151.
Cumhurbaşkanlığı
Arşivi, Dolap: 8, Kutu: 72-3.
ÇALIŞLAR, İpek, Latife Hanım, 10. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul,
2006.
ÇALIŞLAR, Orgeneral İzzettin, On Yıllık Savaşın Günlüğü Balkan,
Birinci Dünya ve İstiklal Savaşları, Hazırlayanlar: İ. Görgülü, İ.
Çalışlar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997.
ÇEVİK, A., Politik Psikoloji, 3. Baskı, Dost
Kitabevi, Ankara, 2009.
ÇÖKER, F., Türk Parlamento Tarihi, Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem,
1919-1923, Cilt: III., Ankara, 1995.
DEMİRCİ, Vedat, O’nun Çocukları, Milliyet Yayınları, İstanbul,
1974.
“Dünyanın îlk Kadın Savaş Pilotu Sabiha Gökçen Selanik Atatürk
Evinde (17 Haziran 1938)”, Düşünce Ve Tarih Dergisi, Mart 2015, s.
43-58.
EKER, Süer, Türk Dil Bilimi Bakımından Tarihî Askerî Terminoloji
(Modern Dönemde Rütbe ve Birlik Adları), Grafıker Yayınları, Ankara, 2007.
ERENLİ, M., M., Atatürk L, Vatan ve Hürriyet, Yapı ve Kredi
Yayınları, İstanbul, 1981.
G. A. Muhtar Paşa, Takvimü’s-Sinin, Hazırlayan: Y. Dağlı-H.
Pehlivanlı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993.
Genelkurmay ATAŞE Başkanlığı Arşivi, ATA-ZB; Klasör: 34,
Gömlek: 83, Belge: 83 (1-5).
GEORGEON, F., “Müslüman ve Dönme Selanik", Selânik 18501918,
Hazırlayan: G. Vinstein, Çeviren: C. Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul,
1999.
GÖK, H., Kara Harp Okulu Arşivi Kılavuzu, Kara Harp Okulu
Basımevi, Ankara, 1999.
GÖKÇEN, S., Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Yayınlayan:
O. Yerel, İstanbul, 1982.
GÖKSEL, B., Atatürk’ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma, Ankara,
1987.
“Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilotu: Sabiha GÖKÇEN", http://www.hvkk.tsk.tr/tr/IcerikDetay. aspx?ID=34&
IcerikID=86
“Gül Karabuda İle Selanik ve Atatürk Evi Üzerine",
Söyleşi: K. Kayıran, Düşünce Ve Tarih Dergisi, Mart 2015, S. 4042.
GÜLER, Ali, Askeri Öğrenci Mustafa Kemal’in Notları (Arşiv
Belgelerinin Işığında), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2001,
1-82 s.
GÜLER, Ali, “Atatürk Hakkında Kurgulanmış ’ Bir iddia ve
Gerçekler", www.haberiniz.com. 4
Eylül 2013
GÜLER, Ali, “Atatürk İle Aldatanlar, Ailesinin ve Kendisinin
Saklanan Türklüğü", Kutlu Sesleniş Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, Sayı:
75 (2010), s. 16-22.
GÜLER, Ali, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, 2. Baskı, Yeditepe
Yayınları, İstanbul, 2013.
GÜLER, Ali, Atatürk’ün Soyu: Kızıl Oğuzlar, Konyarlar, Berikan
Yayınevi, Ankara, 2005.
GÜLER, Ali, Dehanın Kodları, (Mustafa Kemal’i Atatürk Yapan
Süreçler ve Birikim), 4. Baskı, Truva Yayınları, İstanbul, 2010.
GÜLER, Ali, Karaman’dan Kocacık’a Kızıl Oğuzlar Atatürk’ün Soyu, Gök
İletişim, Ankara, 2001.
GÜLER, A., “Mustafa Kemal’i Atatürk Yapan Süreçte Aile Çevresi île
İlk ve Orta Öğrenim Yaşantısının Rolü”, Atatürk Haftası Armağanı, Genkur.
ATAŞE. Başkanlığı Yayınları, 10 Kasım 1998.
GÜLER, Ali, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğduğu Mahalle ve Pembe
Boyalı Ev (Tartışmalar, iddialar Ve Gerçekler)”, Düşünce Ve Tarih Dergisi,
Mart 2015, S. 43-58.
GÜLER, Ali, Osmanh’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, Berikan
Yayınları, Ankara, 2009.
GÜLER, Ali, Sarı Paşa İnsan Atatürk, 2. Baskı, Berikan
Yayınevi, Ankara, 2014.
GÜNDÜZ Asım, Hatıralarım, Yayıma Hazırlayan: İ. Ilgar, Kervan
Yayınları, İstanbul, 1973.
GÜNGÖR, S., “On Yedi Milyondan Biri - Atatürk’ün Öksüz Bıraktığı
Çocuk Neler Anlatıyor?”, Cumhuriyet Gazetesi, 15 Kasım 1938.
GÜRKAN, T., Atatürk’ün Uşağı İdim, Anlatan: Cemal Granada,
İstanbul, 1973.
HACİR, Gürkan, “Biri 'Veda' Etse, Öteki Geliyor!”, Akşam, 7
Mart 2010.
HAYDAROĞLU, İ. P., Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, Ankara,
1990.
HRİSTODULU, H. K., Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, Çeviren: B.
Yamansavaşçılar, Telos Yayınları, İstanbul, 2008.
http://www.isteataturk.com/
http://www.sozcu.com.tr/2015/dunya/turk-buyukelci-ataturkun-
evi-tartismalarina-son-koydu -736006/
http://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/ataturkun-dogdugu-ev-
bulundu-735540/
İLBAY, A., “Atatürk’ün Hususi
Hayatı”, Tan Gazetesi, 10 Haziran 1949.
İNAN, Arı, Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir- İzmit Konuşmaları, Ankara, 1982.
İNAN, Mert, “Doğduğu Değil Karga Kovaladığı Ev", Milliyet,
8 Mart 2015, http://www.milliyet. com.tr/dogdugu-degil-
karga-kovaladigi-ev-gundem-2010293/
İYİCE, S., “Atatürk’ün Doğduğu Yıllarda Selanik",
Doğumunun 100. Yılında Atatürk’e Armağan, İstanbul, 1981.
İzmir Camileri /http://xn-kemeralt-Okb.com/camiler/izmir- camileri.html
İzmir Yollarında, Yayma Hazırlayan: M. Önder, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1989.
Kara Harp Okulu Arşivi, Künye Defteri, Numarası: 27 (önceki
numarası: 28), Yeri: Müze.
Kara Harp Okulu Arşivi, Numara Defteri, Numarası: 13 (önceki
numarası: 11), Yeri: 1-C.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi, M. K. Atatürk Özlük
Dosyası.
KARA, N. N., “Atatürk’te Çocuk Sevgisi ve Manevi Çocukları", Az
Bilinen Yönleriyle Atatürk, Editör: N. Ülker, Yayma Hazırlayan: L.
Daşdemir, İzmir, 2007.
KARAL, E. Z., “Atatürk’ün Selanik’teki Evi", Atatürk ve
Devrim, Ankara, 1998.
“Karamanlı Uç Beyi Mehmet Ali Efendi’nin Torunu Nebahat Tezcaner
Atatürk’ün Çocukluk Arkadaşı Annesi Zehra Hanım ve Çocuk Mustafa Kemal’i
Anlattı," Söyleşi: Dr. Ali Güler, Düşünce ve Tarih Dergisi, Haziran
2015, s. 7-11.
KARAYAMAN, M., “Atatürk ve Aile", Az Bilinen Yönleriyle
Atatürk, Editör: N. Ülker, Yayma Hazırlayan: L. Daşdemir, İzmir, 2007.
“Kardeş Gözüyle En Büyük Türk Atatürk", Anlatan: Makbule
Atadan, Aktaran: Yaşar Yula, Zafer Gazetesi, Ankara, 10. 11. 1950.
KESİM, F., “Osmanlı Cumhuriyeti’nin Varisi Zehra",
Yakın Tarihimiz, C: I., Sayı: 13.
KILIÇ, Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İstanbul
1955.
KİNROSS, L., Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Tercüme: A.
Sezer, İstanbul, 1966.
KOCATÜRK, U., Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, Atatürk ve
Yakın Tarihimize İlişkin Görüşmeler, Araştırmalar, Belgeler, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2005.
KOCATÜRK, U., Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1999.
KODAL, T., “Atatürk Dönemi Türkiye-Balkan Ülkeleri İlişkileri ve Türk
Havacılığı Hakkında Bilinmeyen Bir Kaynak: “Sabiha Gökçen 'in Balkan Turne
Notları ”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih
Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: 33, Sayı: 56 (2014), Sayfa:
403-427.
KÖPRÜLÜ, O. F., “Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C: 10, İstanbul, 1994, s. 455-456.
KUYAŞ, Ahmet, “Atatürk’ü Bilmiyoruz, Öğrenmiyoruz, Ezberliyoruz...
1981 ’de Doğmadı, Pembe Eve Sonradan Geldi, Ali Rıza Efendi Fotoğraftaki Kişi
Değildi”, NTV Tarih Dergisi, Sayı: 1 (Şubat 2009).
KÜÇÜK, A., Dönmeler (Sabatayistler) Tarihi, Gözden Geçirilmiş
İlaveli 8. Baskı, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010.
LÜLE, Z., Mustafa Kemal’in “Can Yoldaşı” Ali Çavuş, Doğan
Kitap, İstanbul, 2008.
MACİT, N., Öteki Din, Üretenler ve Yönetenler, 2. Baskı,
Berikan Yayınları, Ankara, 2010,1-XI., 1-412 s.
“Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal”, Röportaj:
Şemsi Belli, Milliyet Gazetesi, İstanbul, 10. 11. 1955-24. 11. 1955.
MANGO, A., Atatürk Modern Türkiye’nin Kurucusu, Türkçe Çeviri:
Füsun Doruker, 6. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2007, 1-750 s. Kitabın
orijinal ilk baskısı: Atatürk-The Biography of the Founder of Modern Turkey,
John Murray Publishers, 1999.
MENÇ, H., “Atatürk’ün İlk. Manevi Kızı: Amasyalı Zehra Aylin,
I-IL,” http://www.huseyinmenc.com/2011 /01/ataturkun
-ilk-manevi-kz-amasyal-zehra_20.html
MERT, Ö., “Atatürk’ün İlk Öğretmeni Şemsi Efendi (18521917)”,
Atatürk Araştırma Merkezi D., C: VIL, sayı: 20 (Mart 1991).
MOUTSOPOULOS, N. C., “İki Yüzyıl Ararsında Kalan Bir Kent”,
Selânik .1850-1918, Hazırlayan: G. Vinstein, Çeviren: C. Akalın, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1999.
Muhammed Cuma el Adevî, “Hel Küllü Edyâni ’s-Semaviye Tedıı İle’l
Hayra?”, ed-Dave, Riyad 1982.
NEYZİ, Leyla, “Selanikli
Kim?”, Gazete Pazar, 5. 10. 1997.
OPÇİN, T., “Mevcud-u Meçhul Manevi Oğul”, Chronicle
Dergisi, 2006.
ÖKE, M. Sadık, BAYHAN, F., Teyzem Latife, Atatürk’le Geçen Bir
Ömrün Saklı Kalmış Hikâyesi, Pegasus Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2011.
ÖNDER, M., Atatürk Konya’da, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara, 1989.
ÖNDER, M., Atatürk Evleri Atatürk Müzeleri, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 1993.
ÖNDER, M., Atatürk’ün Yurt Gezileri, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara, 1998.
ÖZ, M. A., Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ün Soy Kütüğü Osmaıılı Arşivi
Belgelerine Göre, Dilek Ofset Matbaacılık, Sivas, 2014, I-XVI, 1-208 s. 2.
Baskı, (Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre) Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ün Soy
Kütüğü, Dilek Ofset Matbaacılık, Sivas, Eylül 2014, 1-252 s.
ÖZDİL, Yılmaz,
“10 Kasım”, Hürriyet, 10 Kasım 2007.
PAKALIN, M. Z., “Efendi”, Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü I., Üçüncü Baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1983, s.
505-506.
“Rahmetli Makbule Atadan Anlatmıştı: Ağabeyim Atatürk”, Aktaran:
Dr. Rıdvan Ege, Ulus Gazetesi, 10. 11. 1962. 1 Kasım 1955 günü Makbule
(Atadan) Hanım tarafından Dr. Rıdvan Ege’ye anlatılan bu anılar, söyleşi
tarihinden 7 yıl sonra, 1962 yılında yayınlanmıştır.
SARISAKAL, Baki, “Selanik Hortacı Camisi”, http://www. bakisarisakal.com/selanikhortacicamisi.pdf
SCHOLEM, G., “Doenmeh”, Encyelopedia Judaica. VT/150-151.
Selanik Atatürk Evi Yenileme Çalışmasına İlişkin Bilgi Notu, 11.09.2013.http://selanik.bk.mfa.gov.tr/ShowInfo
Notes.aspx? ID=193971
“Selanik’te ‘Hortacı Süleyman Efendi Camii’ (Rotanda) Tehlike
Sinyali Veriyor,” Birlik Gazetesi, 11 Ocak 2012.
Sofya Ateşemiliteri Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, Kurmay Binbaşı
Mehmet Nuri Bey’e Zâbit ve Kumandan İle Hasb-i Hal, Genelkurmay ATAŞE
Başkanlığı Yayınları, Ankara, (1 Haziran) 1981.
SOMER, M., “Çocukluğuma Dair Bazı Hatıralar”,
Ulus Gazetesi, 10. 11. 1939. Dünya, 10. 11. 1954.
SOYAK, H. R., Fotoğraflarla Atatürk, Atatürk’ün Hususiyetleri,
İstanbul, 1965.
SÖNMEZ, C., Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Genişletilmiş 2.
Basım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, 1-136 s.
SÖNMEZ, C., Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayını, Ankara, 2004.
Stambulis, 1912’den
Önce Selaniklilerin Hayatı, Selanik, 1984.
SUNGU, İ., “Atatürk’ün Babası Ali Rıza Efendi ve Mensup Olduğu
Asakir-i Milliye Taburu”, Belleten D., C: III., Sayı: 10 (Nisan
1939).
SÜSLÜ, A.,
BALCIOĞLU, M., Atatürk’ün Silah Arkadaşları
Atatürk Araştırma Merkezi Şeref Üyeleri, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 1999.
ŞAPOLYO, E. B., Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, 3.
Baskı, İstanbul, 1957.
ŞİMŞİR, B., Atatürk Dönemi (İncelemeler), Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 2006.
TAYLA, Levent, “Son Dönmeler Filmini Gerçekleştiren Michel
Grosman" ile yapılan Röportaj, Gazete Pazar, 23 Şubat 1997.
TOPUZ, H., Gazi ve Fikriye (Tarihsel Roman), Remzi Kitabevi,
21. Basım, İstanbul, 2011.
TURAN, Ş., Mustafa Kemal Atatürk Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik,
Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004.
Türkün Altın Kitabı Gazi’nin Hayatı, 2. Baskı, İstanbul, 1961
(ilk baskısı: İstanbul, 1928).
UNAT, F. R., “Atatürk’ün Ailesi Efradı ve Kendisine Karabet
Dereceleri", V. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara,
1956.
UNAT, F. R., “Atatürk’ün Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin Milli
Eğitim Sistemi", Türk Tarih Kurumu Atatürk Konferansları C: I., Ankara,
1964.
UNAT, F. R., “Selanik’te Atatürk Evinin Tarihçesi Hakkında
Araştırmalar", VI. Türk Tarih Kongresi (Ankara 2026 Ekim 1961)
Bildirileri, Ankara, 1967, s. 561-567.
VAHAPOĞLU, M. H„ OsmanlI’dan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları
(Yönetimleri Açısından), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları,
Ankara, 1990.
www.izmir.bel.tr/ZubeydeHanimAnitMezariVeParki/287/539/tr
YALÇIN, Soner, Efendi, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, 82. Baskı,
Doğan Kitap, İstanbul, 2008, 1-614 s.
YALMAN, A. E., Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim,
C: IL, İstanbul, 1970.
YALMAN, A. E.,
“Türk Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin
Tarihçe-i Hayatı", Vakit Gazetesi, 10 Ocak 1922.
YAZICI, Nurcan, “Osmanlı Mimarlığında XVI. Yüzyılın Önemli Bir
Banisi: Yemen Fatihi Gazi Sinan Paşa ve Camileri", Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, C: 4, Sayı: 17 (Bahar 2011).
Yeni Konya Gazetesi, 10 Haziran 1960 ve 10 Kasım 1963.
YEŞİLYURT, S., Zübeyde
Hanımın İkinci Evliliği ve Kemalizm, Ankara, 1996.
ZORLU, İlgaz, Evet,
Ben Selanikliyim, 4. Baskı, İstanbul, 1998.
[9] Araştırmamızın bu başlığı
altındaki bilgiler kısmen şu makalemizden alınmıştır: Ali Güler, “Atatürk
İle Aldatanlar, Ailesinin ve Kendisinin Saklanan Türklüğü”, Kutlu Sesleniş Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, Sayı:
75 (2010), s. 16-22.
[10] Bu konuda geniş bilgi için
bakınız: N. Macit, Öteki Din, Üretenler ve
Yönetenler, 2. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara, 2010,1-XI., 1-412
s.
[11] Politik Psikoloji, 3. Baskı, Dost Kitabeyi, Ankara, 2009.
[12] A. Çevik, a. g. e., s. 17-18.
[13]
A. Çevik, a. g. e., s. 53-54.
[14]
A. Çevik, a. g. e., s. 71.
[15]
A. Çevik, a. g. e., s. 72.
[16] A. Mango, Atatürk Modern Türkiye’nin Kurucusu, Türkçe
Çeviri: Füsun Doruker, 6. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2007, 1-750 s. Kitabın
orijinal ilk baskısı: Atatürk-The
Biography of the Founder of Modern Turkey, John Murray Publishers,
1999.
[17] A. Küçük, Dönmeler (Sabatayistler) Tarihi, Gözden
Geçirilmiş İlâveli 8. Baskı, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010, s. V. (Alıntı
içindeki koyultmalar Sayın Küçük’e aittir. A.G.).
[18] İlgaz Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim, 4. Baskı,
İstanbul, 1998, s. 11-16. Sayın İlgaz Zorlu, “ben anne tarafından (babamın
ailesi tamamen Türk kökenlidir) Sabetaycı bir aileden gelmekteyim. Büyük dedem
Atatürk'ün ilk öğretmeni olan Şemsi Efendi’dir..." diyerek baba
tarafından Müslüman Türk bir aileye, anne tarafından ise Selanikli Dönme /
Sabatayist bir aileye mensup olduğu iddiasında bulunmuş; İsrail’e gittiğini,
Yahudiliğe geçmek istediğini ancak kabul edilmediğini mektuplarında ve
yazılarında dile getirmiştir. Bu konuda bakınız: A. Küçük, a. g. e., s. 407 ve
dipnot: 1117.
[19] G. Scholem, “Doenmeh”, Encyelopedia Judaica. VI/150-151 ve
Arthur Hertz Berg, “Jewish Identıty", Encyelopedia Judaica, Jerusalem 1978, X/58’den naklen A.
Küçük, a. g. e., s. 400.
[20] A. Küçük, a. g. e., s. 400.
Bunlar için bakınız: Muhammed Cuma el Adevî, “Hel Küllü Edyâni’s-Semaviye
Tedıı İle’l Hayra?”, ed-Dave, Riyad
1982, 19; C. Hassan, Fırkatu’t
Dönme..., s. 134-136; Abdulvahhab Muhammed el Mesirî, “el
Huviyâtı el Yahudiyye Beyne ’l İddia ve 7 Hakıka”, el Kubes, Kuveyt, 3. 5. 1989,21.
[21]
A. Küçük, a. g. e., s. 400-401.
[22] Levent Tayla, “Son Dönmeler
Filmini Gerçekleştiren Michel Grosman” ile yapılan Röportaj, Gazete Pazar, 23 Şubat 1997, 55’ten
naklen, A. Küçük, a. g. e., s. 401-402..
[23] Leyla Neyzi, “Selanikli
Kim?", Gazete Pazar, 5.
10. 1997, 15’ten nakleden: A. Küçük, a. g. e., s. 402.
[24] İlgaz Zorlu tarafından hiçbir
belge gösterilmeden Şemsi Efendi’nin Sebataycı bir Yahudi Dönmesi olduğu iddia
edilmiştir: “Şemsi Efendi 1852 yılı civarında aslen Sebataycı bir ailenin
ferdi olarak doğdu... Şemsi Efendi, köken itibariyle Sebataycı Cemaatin
'Kapancılar' grubundandı... Şemsi Efendi’nin diğer bir özelliği ise, yaşadığı
dönemin büyük Sebataycı kabbalistlerinden biri olmasıydı... Şemsi Efendi de 19.
Yy. ’in en büyük Kabbala üstatlarından biri idi... 1917’de öldüğünde
Üsküdar’daki Selanikliler Mezarlığı ’nda Karakaşlar’a ait bölüme gömüldü...
Hayatının büyük bir bölümünü Zohar’ı tetkik ederek
geçiren
bu kişi, Karakaş ve Kapatıcı gruplarım birleştirerek Sebataycı cemaatin
yaşamasını amaçlıyordu. Ancak bu idealinde başarılı otamadan öldü...”
(İlgaz Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim, 4.
Baskı, İstanbul, 1998, s. 18-21).
[25] F. R. Unat, “Atatürk’ün
Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin Milli Eğitim Sistemi’’, Türk Tarih Kurumu Atatürk Konferansları C: I., Ankara,
1964, s. 82.
[26] S. İyice, “Atatürk'ün
Doğduğu Yıllarda Selanik", Doğumunun
100. Yılında Atatürk’e Armağan, İstanbul, 1981, s. 448.
[27] Şemsi Efendi hakkında
ayrıntılı bilgi için bakınız: Ö. Mert, “Atatürk’ün İlk Öğretmem Şemsi Efendi
(1852-1917),“ Atatürk Araştırma Merkezi
D., C: VII., sayı: 20 (Mart 1991).
[28] Bu konuda bakınız: Ali Güler, OsmanlI’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, Berikan
Yayınları, Ankara, 2009, s. 122-123. M. H. Vahapoğlu, OsmanlI’dan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları
(Yönetimleri Açısından), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları, Ankara, 1990, s. 82-83. İ. P. Haydaroğlu, Osmanh İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, Ankara. 1990. s.
[29]
vd.
24
S. Yalçın, Efendi, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, 82.
Baskı, Doğan Kitap, İstanbul, 2008, 1-614 s.
[30]
S. Yalçın, a. g. e., s. 56-57.
[31]
S. Yalçın, a. g. e., s. 60.
[32]
S. Yalçın, a. g. e., s. 65 ve dipnot: 4.
[33]
S. Yalçın, a. g. e., s. 59.
[34]
S. Yalçın, a. g. e., s. 294-295.
[35]
S. Yalçın, a. g. e., s. 303.
[36]
S. Yalçın, a. g. e., s. 304-305.
[37]
S. Yalçın, a. g. e., s. 305, dipnot: 8.
[38]
S. Yalçın, a. g. e., s. 302.
[39] Bu rütbeler için bakınız: Süer
Eker, Türk Dil Bilimi Bakımından Tarihî Askerî
Terminoloji (Modern Dönemde Rütbe ve Birlik Adları), Grafıker
Yayınları, Ankara, 2007, s. 114.
[40] Bu örnekler için bakınız: Ali
Güler, Askeri Öğrenci Mustafa Kemal’in Notları (Arşiv
Belgelerinin Işığında), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara,
2001, 1-82 s. Burada verdiğimiz tarihler künye ve not defterlerinin
tarihleridir. “Efendi” unvanının kullanımı bakımından M. Kemal ve
arkadaşlarının Harp Akademisi’nde Üsteğmen Rütbesi ile öğrencilik yaptıklarını
unutmamak gerekir.
[41] 1982 Anayasası ile koruma
altında bulunan 8 adet “İnkılâp KanunlaıT’ndan biri ve "terimlerin,
özellikle rütbe adlarının öz Türkçe karşılıklarının
bulunmasının hukukî dayanağı olan” (S. Eker,
a. g. e., s. 139.) 2590 sayılı Kanun’un ilk iki maddesi şu şekildedir:
"Madde 1- Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla,
Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanını, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lâkap ve
unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar kanun karşısında ve resmî
belgelerde yalnız adlariyle anılırlar.
Madde 2- Sivil rütbe ve resmî nişanlar ve
madalyalar kaldırılmıştır ve bu nişan ve madalyaların kullanılması yasaktır.
Harp madalyaları bundan müstesnadır. Türkler yabancı devlet nişanlarını
taşıyamazlar” S. Eker, a. g. e., s. 139, not: 1.
[45] Efendi sözcüğü hakkında
bakınız: O. F. Köprülü, "Efendi”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C: 10, İstanbul, 1994, s.
455-456. M. Z. Pakalın, "Efendi”,
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I., Üçüncü Baskı, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul, 1983, s. 505-506.
[46] Mesela Bakınız: Ali Güler, "Atatürk
Hakkında ‘Kurgulanmış' Bir İddia ve Gerçekler”, www.haberiniz.com. 4 Eylül 2013.
[47] Ali Güler, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, 2.
Baskı, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2003, 1-135 s. ■
[48] Kara Harp Okulu Arşivi, Numara
Defteri, Numarası: 13 (önceki numarası: 11), Yeri: 1-C.
33 Kara Harp Okulu Arşivi, Künye
Defteri, Numarası: 27. (önceki numarası: 28), Yeri: Müze. Buradaki “Selanik”
memleketini, yani İstanbul’a geldiği yeri; “96” tarihi de (1296) Rumi takvime
göre yıl olarak doğum tarihini göstermektedir.
[50] Mekâtib-i Askeriye Şakirdanının Umumi
İmtihanlarının Neticelerini Bildiren Cetveller, İstanbul, 1317,
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Osmanlıca Eserler Bölümü, Tasnif No:
89925-89926. H. Gök, M. Uyar, “Mustafa Kemal’in Kara Harp Okulu Öğrencilik
Dönemine Katkı”, Toplumsal
Tarih D., Sayı: 78 (Haziran 2000), s. 23-28.
[51] Kara Harp Okulu Arşivi, Numara
Defteri, Numarası: 20 (önceki numarası: 21-A), Yeri: 1-C.
[52] Kara Harp Okulu Arşivi, Numara
Defteri, Numarası: 22 (önceki numarası: 22), Yeri: 1-C.
[53] Kara Harp Okulu Arşivi, Numara
Defteri, Numarası: 26 (önceki numarası: 16), Yeri: 1-C.
[54] Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi, Mustafa
Kemal Atatürk Özlük Dosyası.
[55] Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ün Soy Kütüğü Osmanh
Arşivi Belgelerine Göre, Dilek Ofset Matbaacılık, Sivas, 2014,1-XVI,
1-208 s.)
5(1 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Şura-yı Devlet Evrakı,
Tasnifinin Konusu: ŞD., Dosya No: 327, Gömlek Sıra No: 73, Belge Adedi/Varak:
2/3, Tarih: 1311 Ş. 28, Orijinal Kayıt: Tekaüd, 4/574. Bu belgenin aslına
ulaşmamıza vesile olan Doç. Dr. Mustafa Budak Bey’e teşekkür ederim. Aile,
özellikle Baba Ali Rıza Efendi hakkında önemli bilgiler içeren bu belge aşağıda
yeri geldikçe daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirilecektir.
Darüşşafaka
Arşivi, '‘Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım da Bağışçılarımız
Arasında... Zübeyde Hanım'dan Darüşşafaka’ya Büyük Destek”, Darüşşafaka Dergisi, Yıl: I., Sayı:
2 (Haziran, 2009), s. 30-31. (Yazıda Zübeyde Hanım’ın 1921 tarihli bağış
belgesinin orijinali ve 1968’de yapılan noter tasdikli çevrim yazısı
yayınlanmıştır. Bu belgeyi bu yayından bir ay önce Murat Bardakçı gündeme
getirmiştir: “Annesinin Kaleminden Atatürk’ün Akrabaları”, Gazete Habertürk, 24 Mayıs 2009.
[58] N. A. Banoğlu, K. Z.
Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi Türkiye Cumhuriyeti Siyasi
Tarihi, C: L, s. 66-68.
[59] Orijinali Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan
vasiyetname ve işlemleri ile ilgili olarak bakınız: Ali Güler, Atatürk’ün Son Sözü: Aleykümesselam”, Yeditepe
Yayınları, İstanbul, 2013.
[60] Orijinalinin bir kopyası özel
arşivimizde bulunan bu belge ve çevrim yazısı için EKLER’e bakınız.
5’ Orijinalinin bir kopyası Anıtkabir Belgeliği’nde bulunan bu
belge ve çevrim yazısı için EKLER’e bakınız.
[62] Bütün bu nüfus cüzdanları
Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Birinci Bölüm: Atatürk’e Ait Özel
Eşyalar Bölümü’nde sergilenmektedir. Bunların içeriği için ilgili bölüme;
orijinalleri için ve 1923 tarihli olanın çevrim yazısı için EKLER’e bakınız.
[63] Belge için bakınız: Ş. Turan, Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve
Kişilik, s. 691, EK-IX: Evliliğine ilişkin belgeler. Belge ve çevrim
yazısı için EKLER’e bakınız.
[64] Nüfus Ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü
Arşivi. Ş. Turan, Mustafa Kemal
Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, s. 692, EK-IX (devamı).
N. Ülker, “Mustafa Kemal Paşa ’nın Evliliği”, Az Bilinen Yönleriyle Atatürk, Editör: N. Ülker, Yayına Hazırlayan: L.
Daşdemir, s. 18-19. Belgenin içeriği için ilgili bölüme; orijinali ve çevrim
yazısı için EKLER’e bakınız.
[65] Nüfus Ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü
Arşivi. N. Ülker, “Mustafa Kemal Paşa’nın Evliliği”, Az Bilinen Yönleriyle Atatürk, Editör:
N. Ülker, Yayına Hazırlayan: L. Daşdemir, s. 28. Belgenin içeriği için ilgili
bölüme, orijinali ve çevrim yazısı için EKLER’e bakınız.
[66] Bu kararın içeriği ilgili
bölümde değerlendirilmiştir. Belge için EKLER’e bakınız.
[67] Kızıl Oğuzlar/Kocacıklar
hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Güler, Karaman’dan Kocacık’a Kızıl Oğuzlar Atatürk’ün Soyu, Gök
İletişim, Ankara, 2001. Ali Güler, Atatürk’ün
Soyu: Kızıl Oğuzlar, Konyarlar, Berikan Yayınları, Ankara, 2005.
[68] E. B. Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, 3.
Baskı, İstanbul, 1958.
[69] Yeni Konya Gazetesi, 10 Haziran 1960
ve 10 Kasım 1963’ten nakleden: M. Önder, Atatürk
Konya’da, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1989, s. 1.
[70]
M. Önder, a.g.e., s. 2.
[71] E. B. Şapolyo, a. g. e., s.
21.
[72] Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel
Yayınları, İstanbul 1955, s. 7.
[73] E. B. Şapolyo, a. g. e., s.
22.
[74] Burada bahsedilen isimler
hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Güler, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, Yeditepe Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul 2013, s. 25-30.
[75] Bu isimler hakkında ayrıntılı
bilgi ve akrabalık ilişkileri için bakınız: Ali Güler, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, s. 31
vd.
[76] Başbakanlık Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü Osmanh Arşivi Daire Başkanlığı, Şura-yı Devlet Evrakı,
Tasnifinin Konusu: ŞD., Dosya No: 327, Gömlek Sıra No: 73, Belge Adedi/Varak:
2/3, Tarih: 1311 Ş. 28, Orijinal Kayıt: Tekaüd, 4/574.
[77] Emekli İmam Mehmet Ali Öz,
Eylül 2014’te ilk baskısını yapan eserinde (Gâzi
Mustafa Kemâl Atatürk’ün Soy Kütüğü Osmanh Arşivi Belgelerine Göre, Dilek
Ofset Matbaacılık, Sivas, 2014, I-XVI, 1-208 s.) ilk defa bu belgeye kamuoyunun
dikkatini çekmiştir. Bu eserin yayınlanmasından kısa bir süre sonra da 13 Eylül
2014 Cumartesi akşamı Habertürk TV’de yayınlanan “Tarihin Arka Odası”
programına konuk olmuştur. Sayın Murat Bardakçı ertesi gün Habertürk
Gazetesi’nde “Atatürk'ün Soykütüğünün Eksiklerim Emekli Bir Din Adamı Bulup
Yayınladı" (14 Eylül 2014) başlıklı bir yazı yazmış, toplam üç sayfa
olan belgenin iki sayfasının da klişelerini vermiştir. Aşağıda değineceğimiz
üzere Sayın Bardakçı’nın yazısında belgedeki bazı bilgilerin yanlış olarak
aktarıldığı görülmektedir. M. Ali Öz adı geçen kitabını yeniden düzenleyerek 2.
Baskısını da yayınlamıştır: (Osmanh Arşiv
Belgelerine Göre) Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ün Soy Kütüğü, Dilek
Ofset Matbaacılık, Sivas, Eylül 2014, 1-252 s. Sayın Öz, ilk baskıya göre daha
derli toplu olan bu eserinde belgenin üç sayfasının da klişelerini vermektedir,
(s. 223-225). Fakat aşağıda işaret edileceği üzere belge eksik ve yanlış
çevirilerle okuyucuya sunulmuştur. Ayrıca kitapta Osmanh Arşivi’nde bulunan
bazı belgelerden hareketle Atatürk’ün baba soyu ile anne soyu birbirine
karıştırılmıştır.
[78] î. Sungu, “Atatürk'ün
Babası Ali Rıza Efendi ve Mensup Olduğu Asakir-i Milliye Taburu", Belleten D., C: III., sayı: 10
(Nisan 1939), s. 239.
[79] M. A. Öz, (Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre) Gâzi Mustafa
Kemâl Atatürk’ün Soy Kütüğü, 2. Baskı, Dilek Ofset Matbaacılık,
Sivas, Eylül 2014, s. 42.
[80] Başbakanlık Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Şura-yı Devlet Evrakı,
Tasnifinin Konusu: ŞD., Dosya No: 327, Gömlek Sıra No: 73, Belge Adedi/Varak:
2/3, Tarih: 1311 Ş. 28, Orijinal Kayıt: Tekaüd, 4/574.
[81] E. B. Şapolyo, a. g. e., s.
17. Ö. S. Coşar, Atatürk Ansiklopedisi C: L,
(1981- 23 Temmuz 1908), İst., 1973, s. 13. Çayağzı’ndaki
asayişsizlik ve Ali Rıza Efendi’nin çetelerle yaptığı mücadele, Makbule Hanım’m
anılarında ayrıntıları ile anlatılmaktadır. Bakınız: M. Atadan, “Büyük
Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul
Gazetesi, 21 Kasım 1952 (tefrika no: 21) vd.
[82] İ. Sungu, a. g. m. Ö. S. Coşar, a. g. e., C: I., s. 12 C. Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Ankara, 1998, s. 9 vd.
[83] Selanikli Cafer (Sadık)
Efendi’nin kereste ticareti işine 1911 yılında da devam ettiği M. A. Öz’ün
Osmanh Arşivi’nde bulduğu bir kayıttan anlaşılmaktadır. Bakınız: (Osmanh Arşiv Belgelerine Göre) Gâzi Mustafa
Kemâl Atatürk’ün Soy Kütüğü, 2. Baskı, Dilek Ofset Matbaacılık,
Sivas, Eylül 2014, s. 54.
[84]
E. B. Şapolyo, a. g. e., s. 30.
[85] E. B. Şapolyo, a. g. e., s. 31
[86] M. Atadan, a. g. m., 13 Kasım
1952 vd.
[88]
E. B. Şapolyo, a. g. e., s. 31
[89] A. E. Yalman, '‘Türk Millet
Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'nin
Tarihçe-iHayati", Vakit
Gazetesi, 10 Ocak 1922.
[90] M. Atadan, "Büyük
Kardeşim Atatürk", Yeni İstanbul
Gazetesi, 12 Ocak 1953 (Tefrika No: 72) vd.
[91]
O. S. Coşar, a. g. e., C: I., s. 110
[92] F. R. Unat, “Atatürk'ün
Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin Milli Eğitim Sistemi", Türk Tarih Kurumu Atatürk Konferansları I., Ankara,
1964, s.82 ve not: 10
[93] Belgede, "İstidaname
Tarihi" başlığı altındaki bilgi tam olarak şu şekildedir: "15
Ağustos 309 (27 Ağustos' 1893) havalesi Selanik Vilayeti'ne verilen arzuhal
meyanında."
[94] Sofya Ateşemiliteri Kurmay
Yarbay Mustafa Kemal, Kurmay Binbaşı
Mehmet Nuri Bey’e Zâbit ve Kumandan İle Hasb-i Hal, Genelkurmay
ATAŞE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1 Haziran 1981, s. 8.
[95] Caminin ismi genellikle
“Hortacı’" veya Şeyh Süleyman Efendi’nin köyüne izafeten “Hortaclı” olarak
yazılmak ve kullanılmakla birlikte, Sayın Hocam Prof. Dr. Reşat Genç’in yerinde
bir ikazı ile “Horatacı” veya “Horatach” olarak kullanmaktayız. Çünkü “Horata”
bir Türkmen boyunun adıdır. Selanik yakınlarındaki bu köy sakinleri de
muhtemelen Anadolu’dan göçürülerek buraya yerleştirilen bu Türkmen boyuna
mensup Türklerdir.
[96] Sinan Paşa hakkında bu
bilgiler şu değerli çalışmadan özetlenerek alınmıştır: Nurcan Yazıcı, “Osmanlı
Mimarlığında XVI. Yüzyılın Önemli Bir Banisi: Yemen Fatihi Gazi Sinan Paşa ve
Camileri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C:
4, Sayı: 17 (Bahar 2011), s. 437-439.
[97]
N. Yazıcı, a. g. m., s. 446-448.
[98]
“Selanik’te ‘Hortacı Süleyman Efendi Camii’ (Rotonda) Tehlike Sinyali Veriyor,” Birlik Gazetesi, 11 Ocak 2012. Cami
haziresindeki mezarların Osmanh Devleti dönemindeki görüntüsü ve mezarlar
kaldırıldıktan sonra toplanarak bir köşeye atılmış olan mezar taşlarının
fotoğrafları için EKLER’e bakınız.
[99] Baki Sarısakal, “Selanik
Hortacı Camisi", http://www.bakisarisakal.com /selanikhortacicamisi.pdf Sayın Baki Sarısakal’ın araştırmasında
cami ile ilgili hem tarihi, hem de güncel resimler yer almaktadır. Fotoğrafları
kullanmamıza izin verdiği için kendisine teşekkür ederim.
[100] “Selanik’te
‘Hortacı Süleyman Efendi Camii’ (Rotanda) Tehlike Sinyali Veriyor,” Birlik Gazetesi, 11 Ocak 2012.
[101] M. Atadan, "Büyük
Kardeşim Atatürk", Yeni İstanbul
Gazetesi, 1 Kasım 1952-22 Mart 1953’.
[102] E. B. Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, 3.
Baskı, İstanbul, 1957, s. 22-23.
[105]
E. B. Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli
Mücadele Tarihi, s. 3 1.
w
Bu çiftlik bazı kaynaklarda Hacı Süleyman Bey’e ait olarak gösterilmektedir.
Mehmet Ali Efendi’nin torunu Sayın Nebahat Tezcaner ile yapılmış ayrıntılı bir
söyleşi kitabın ilerleyen bölümlerinde yer almaktadır.
[107] Burada bahsedilen isimler
hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Güler, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, Yeditepe Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul 2013, s. 45-56.
[108]
“Atatürk'ün Çocukluğu (Bayan Makbule’nin Büyük Adam İçin Anlattıkları, II.)”,
Anlatan: Makbule Atadan, Konuşan: Selime Seden, Akın
Gazetesi, İstanbul, 1.1. 1948.
[109] M. Atadan, "Büyük
Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul
Gazetesi, 12 Kasım 1952.
[110] M. Atadan, a. g. m., 13 Kasım
1952 vd.
[111] M. Erenli, M., Atatürk I., Vatan ve Hürriyet, İst.,
1981, s. 21.
[112] Zübeyde Hanım’ın E. B.
Şapolya’ya kendi anlatımında bu maaş “bana iki mecidiyelik dul maaşı
bağladılar” şeklinde geçmektedir. “Mecidiye”, Sultan Abdülmecit döneminde
çıkartılan 20 kuruşluk madeni paraya verilen isimdir. “İki Mecidiyelik maaş”
sözünün karşılığı 40 kuruştur. Bakınız: Ş. Turan, Mustafa Kemal Atatürk Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, s.
22.
[113] M. Kemal’in çocukluk arkadaşı
Mehmet Somer’e göre, “Emine Hanım Ali (Rıza) Efendi ’nin öz hemşiresidir.
Zevci (kocası) rüsumat memuru Hacı Haşan namında bir zat idi.” M. Somer,
“Çocukluğuna Dair Bazı Hatıralar”, Ulus Gazetesi,
10. 11. 1939. Dünya, 10.
11. 1954.
[114] A. İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İstanbul,
1959, s. C. Sönmez, Atatürk’ün
Annesi Zübeyde Hanım, Ankara, 1998, s. 44-45.
[115] A. F. Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Okul ve Genç Subaylık
Anıları, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1966, s. 16.
[116] M. Somer, “Çocukluğuna
Dair Bazı Hatıralar”, Ulus Gazetesi,
10. 11. 1939. Dünya, 10.
11. 1954.
[117] S. Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, Kırmızı
Beyaz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 29.
[118]
'‘Makbule Atadan’ın Atatürk'e İlişkin Anlattıkları Üzerine Bir Basın Taraması”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:
XXI., Sayı: 63 (Kasım 2005). Ayrıca bakınız: http:// www.atam.gov.tr/index.php
[119] M. Somer, “Çocukluğuna
Dair Bazı Hatıralar”, Ulus Gazetesi, 10. 11. 1939. Dünya, 10. 11. 1954.
[120] Başbakanlık Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Şura-yı Devlet Evrakı,
Tasnifinin Konusu: ŞD., Dosya No: 327, Gömlek Sıra No: 73, Belge Adedi/Varak:
2/3, Tarih: 1311 Ş. 28, Orijinal Kayıt: Tekaüd, 4/574. 3 sayfalık belgenin 2 ve
3’ncü sayfaları.
[121]
“Atatürk'ün Sır Hayatı", http://www.izmirtuning.com/forum/ ataturkun- uvey-babasi-uvey-kardesleri-
tl4779.html?s=325bcac8b8fb3e4a63900af48337d8f5& amp;
[122] H. Topuz, Gazi ve Fikriye (Tarihsel Roman), Remzi
Kitabevi, 21. Basım, İstanbul, 2011, s. 11.
[123] H. Topuz, Gazi ve Fikriye (Tarihsel Roman), s. 13.
[124] Ş. Turan, Mustafa Kemal Atatürk Kendine Özgü Bir Yaşam ve
Kişilik, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004, s. 26-27. Ragıp Bey ve Memduh
Hayrettin Bey’in aileleri hakkında bakınız: H. Topuz, a. g. e., s. 7 vd.
[125] Zübeyde Hanım’m bu evliliği
ile ilgili olarak bakınız: S. Yeşilyurt, Zübeyde
Hanımın İkinci Evliliği ve Kemalizm, Ankara, 1996, s. 23. vd. C.
Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, AAM.
Yayını, Ankara, 1997, 41-42. Ö. S. Coşar, Atatürk
Ansiklopedisi C: I. (1981- 23 Temmuz 1908), İstanbul, 1973, s.
172-173. E. B. Şapolyo, a. g. e., 41. A. F. Cebesoy, a. g. e., s. 16. Ş. Belli,
Fikriye, Ankara, 1995, s. 66 vd.
[126] Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul,
1955, s. 17. M. Karayaman, “Atatürk ve Aile”, Az Bilinen Yönleriyle Atatürk, Editör: N. Ülker, Yayına
Hazırlayan: L. Daşdemir, İzmir, 2007, s. 55, Dipnot: 18.
[127] Bazı anlatımlarda Ragıp Bey’in
“dört çocuğu ile dul kaldığı” söylenmekte ise de kızı Ruhiye Hanım’dan naklen
Ferhat Babür iki oğlu ve bir de anneannesi olmak üzere Ragıp Bey’in üç çocuğu
olduğunu söylemektedir.
[128] H. Topuz, a. g. e., s. 46.
Bazı kaynaklarda Süreyya Bey’in intihar ettiği yazılmaktadır.
[129] “Atatürk’üm Sır
Hayatı”, http://www.izmirtuning.com/forum/ ataturkunuvey-
babasi-uvey-kardesleri-14779.html?s=325bcac8b8fb3e4a63900af48337d8f5& amp;
124 Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi, M.
K. Atatürk Özlük Dosyası. A. Güler, Dehanın
Kodları, 4. Baskı, Truva Yayınlan, İstanbul, 2010, s. 81. A. Süslü, M. Balcıoğlu, Atatürk’ün Silah Arkadaşları Atatürk Araştırma
Merkezi Şeref Üyeleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara,
1999, s.
[132] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille),
Bugünkü Dille Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, İ. Öztoprak, M. A.
Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2006, s. 440.
[133] M. Bardakçı, "Atatürk’ün
‘Lütfi Enişte’ Muamması”, Hürriyet
Pazar, 7 Ağustos 2005, s. 15. Bu yazıda, adı geçen mektubun tam
metni ve M. Kemal’in 19 Haziran 1922’de arkadaşı Sezai (Ömer Madra) Bey’e
yazdığı başka bir mektubun tam metni de bulunmaktadır.
[134]
“Makbule Atadan in Atatürk'e İlişkin Anlattıkları Üzerine Bir Basın Taraması”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:
XXI., Sayı: 63 (Kasım 2005). Ayrıca bakınız: http://www.atam.gov.tr/index.php s. 17-18, not: 1.
[135] U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, Atatürk ve
Yakın Tarihimize İlişkin Görüşmeler, Araştırmalar, Belgeler, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2005, s. 293.
[136]
“Atatürk’ün Sır Hayatı”, http://www.izmirtuning.com/forum/ ataturkunuvey- babasi-uvey-kardesleri-14779.html?s=325bcac8b8fb3e4a63900af48337d8f5&
amp;
[137] C. Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Genişletilmiş
2. Basım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 57-61
[138] U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s. 319.
[139] C. Sönmez, a. g. e., s.
62-74.
[140] Cumhurbaşkanlığı Arşivi,
Dolap: 7, Kutu: 72-1, Fihrist: 1-6. U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s. 318.
[141] Cumhurbaşkanlığı Arşivi,
Dolap: 7, Kutu: 72-1 (İkinci Dosya). U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s. 321. Utkan
Kocatürk, Burada ismi geçen “Rukiye Hanım”ı, “Atatürk’ün amcası Hafız Mehmet
Emin Efendi'nin kızı Rukiye Hanım” olarak ifade etmiştir (a. g. e., s. 312,
dipnot: 6). Evet, Ali Rıza Efendi’nin amcası Kızıl Hafız M. Emin Efendi’nin
Rukiye isminde bir kızı vardır. Fakat onun bu tarihlerde yaşadığına dair bir
bilgimiz yoktur. Zübeyde Hanım’ın burada bahsettiği Rukiye Hanım muhtemelen
ikinci Eşi Ragıp Bey’in küçük kızı Rukiye (Ruhiye) olmalıdır. Çünkü o,
Selanik’ten İstanbul’a Zübeyde Hanımlarla birlikte gelmiştir. Ve üvey annesi
Zübeyde Hanım’ın koruması altındadır.
[142] U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s.
321.
[143] Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde
yer alan konuyla ilgili 23 Ağustos 1920 tarihli yazışmalar (üç adet telgraf) için
bakınız: U. Kocatürk, Atatürk
Çizgisinde Geçmişten Geleceğe: Atatürk ve Yakın Tarihimize İlişkin Görüşmeler,
Araştırmalar, Belgeler, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara,
2005, s. 316-317.
[144] C. Sönmez, a. g. e., s.
74-78. A. E. Yalman, Yakın Tarihte
Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C: İL, İstanbul, 1970, s. 314-315.
118
Ş. Turan, Mustafa Kemal Atatürk Kendine Özgü Bir Yaşam ve
Kişilik, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 28.
[146] Cumhurbaşkanlığı Arşivi,
Dolap: 7, Kutu: 72-1. U. Kocatürk, Atatürk
Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s. 363.
[148] Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde
yer alan bu telgrafın tam metni için bakınız: U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s.
372. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 10.
Baskı, Doğan Kitap, İstanbul, 2006, s. 86-87.
[149] U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s.
372. Merhum Kocatürk, daha önce yayınlanan bir eserinde Zübeyde Hanım’ın
Ankara’dan İzmir’e hareketini 13 Aralık 1922 olarak doğru; İzmir’e varışını ise
olarak 14 Aralık 1922 olarak yanlış göstermiştir. Bakınız: U. Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk
Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1999, s. 328.
[150] 1. Çalışlar, a. g. e., s. 95.
[151]
İ. Çalışlar, a. g. e., s. 96.
[152] M. Sadık Öke, F. Bayhan, Teyzem Latife, Atatürk’le Geçen Bir Ömrün Saklı
Kalmış Hikâyesi, Pegasus Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2011, s.
183.
[153]
İ. Çalışlar, a. g. e., s. 103.
[154]
“Zübeyde Hanım ile o derece yakın olmuşlardır, yani kızı gibi. Makbule Hanım bu
sebepten dolayı Latife Teyzemi çok severdi. Öz kızı olarak, İstanbul ’da olması
sebebiyle, kendisinin yapamadığını Latife Teyzemin yapması karşısında büyük bir
minnet ve şükran duyduğunu her zaman belirtmiştir. O yüzden boşanmadan sonra
Ayaspaşa’daki konağa çok sık gelirdi.” M. Sadık Öke, F. Bayhan, Teyzem Latife, Atatürk’le Geçen Bir Ömrün Saklı
Kalmış Hikâyesi, s. 180-181.
[155] Toplantı zaptı ve Atatürk’ün
yaptığı konuşmaların tamamı, daha sonra Atatürk’ün izniyle 1929 yılı Kasını
ayında Mahmut (Soydan) tarafından aynen yayınlanmış, bu konuşmalar araştırmacı
Arı İnan tarafından yeniden gözden geçirilerek ve Anıtkabir Arşivi’nde korunan
aşıtları ile karşılaştırılarak daha düzenli bir şekilde hazırlanmış ve
yayınlanmıştır. Bakınız: Arı İnan, Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara,
19982, s. 11-38. Atatürk’ün Eskişehir konuşmasının bir özeti, 1923 yılında
Matbuat Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan “Gazi Mustafa Kemal İzmir
Yollarında” adlı bir kitapta toplanmıştır. Bunun yeni bir yayını için bakınız: İzmir Yollarında, Yayına Hazırlayan:
M. Önder, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1989, s. 17-28.
[156] M. Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1998, s. 186-188.
[157] Z. Lüle, Mustafa Kemal’in “Can Yoldaşı” Ali Çavuş, Doğan
Kitap, İstanbul, 2008, s. 137-138. Emir Eri Ali Çavuş bu anılarında olayın Paşa
Eskişehir’e gelmeden tren Biçer İstasyonu’nda iken gerçekleştiğini dolayısı ile
ölümün de 14 Ocak Pazar günü gerçekleştiğini söylemektedir. Yine aynı anılarda
bu rüyadaki “fırtına” “ortaya çıkan bir sel” olarak ifade edilmektedir.
[158] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt: V., Tamim
ve Telgrafları, Hazırlayanlar: S. Borak, U. Kocatürk, Türk İnkılap
Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1972, s. 140. Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Bugünkü Dille, Bugünkü
Dille Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, İ. Öztoprak, M. A. Tural, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2006, s. 513.
[159]
'‘Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne, Nişanlanma müjdeniz beni mesut etti.
İnşallah-ı Teâlâ (Allah ’ın izniyle) mesut olacaksın. Hem seni, hem bizi tebrik
ederim. İsmet. 13 Ocak 1923.” Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Dolap: 8, Kutu:
72-3. U. Kocatürk, Atatürk Çizgisinde
Geçmişten Geleceğe, s. 373. A. Gündüz, Hatıralarım, Yayıma Hazırlayan: İ. Ilgar, Kervan Yayınları,
İstanbul, 1973, s. 208.
[160]
İ. Çalışlar, a. g. e., s. 101.
[161] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt: V., Tamim
ve Telgrafları, Hazırlayanlar: S. Borak, U. Kocatürk, s. 140-141. Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri,
Bugünkü Dille, Bugünkü Dille Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, İ. Öztoprak, M. A. Tural,
s. 514.
[162] U. Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Kronolojisi, s.
332.
157 Bu telgraflar için bakınız: Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri,
Bugünkü Dille, Bugünkü Dille Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, İ.
Öztoprak, M. A. Tural, s. 514-515.
[164] M. Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, s. 188.
[165] TBMM.’nin yeminli dört
sekreteri tarafından aynen yazılan bu konuşmalar, ancak 1929’da
yayınlanabilmiştir. İsmail Arar, 1969’da geniş bir inceleme ile kitap haline getirmiştir.
Bakınız: İ. Arar, Atatürk’ün İzmit Basın
Toplantısı, İstanbul, 1969.
[166] M. Önder, a., g., e., s. 266.
[167] Cumhurbaşkanlığı Arşivi,
Dolap: 8, Kutu: 72-3. U. Kocatürk, Atatürk
Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, s. 373. Sayın Utkan Kocatürk bu
telgraftaki “halam” sözcüğüne bir açıklama dipnotu düşerek, “Atatürk’ün
babası Ali Rıza Efendi’nin kız kardeşi Nimeti Hanım" bilgisini
vermiştir. Fakat bu bilgi yanlıştır. Çünkü Gazi Mustafa Kemal’in bahsettiği
Halası Emine Hanım’dır. Nimeti Hala’nın o sırada hayatta olduğuna dair bir
bilgimiz yoktur. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Emine Hala İstanbul’da
yaşamaktadır ve Zübeyde Hanım’la ve Makbule Hanım’la görüşmektedir.
[168]
M. Önder, a., g., e., ilgili vilayetlerin bölümlerine bakınız. Özellikle, s.
249250.
[169]
M. Önder, a., g.. e., s. 250.
[170] Kanaatimizce, Mustafa Kemal
Paşa’nın hayatı boyunca yaptığı en duygusal konuşmalardan biri annesinin mezarı
başında yaptığı bu konuşmadır. Bu nedenle konuşmanın tamamını buraya aldık.
Genç nesillerin daha iyi anlayabilmesi için de sadeleştirilmiş metni tercih
ettik. Bakınız: Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri (Bugünkü Dille), Bugünkü Dille Yayma Hazırlayanlar: A.
Sevim, İ. Öztoprak, M. A. Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınlan, Ankara,
2006, s. 440-442.
[172] Müezzin Mehmet Aslan
kaynaklardan teyit edemediğimiz şu bilgileri de vermektedir: Ona göre “Zübeyde
Hanım’m naşı ilk olarak bugünkü caminin kapısının tam önüne gömülmüş, daha
sonra şimdiki park giriş kapısının tam karşısına taşınmış bulunmaktadır.” Barış
Ö. http://www.yelp.com/biz/hac%C4 %Bl-osman-pa%C5%9Fa-cami-izmir?hrid=-xz3nD6dkLHVFsWVlgw_ig
Ayrıca bakınız: İzmir Cami/eri/http:// xn-kemeralt-0kb.com/camiler/izmir- camileri/izmir-camileri.html
[173] H. R. Soyak, Fotoğraflarla Atatürk, Atatürk’ün Hususiyetleri,
İstanbul, 1965, s. 10-11. C. Sönmez, a. g. e., s. 99-100. İlk mezar
taşının fotoğrafını da yayınlayarak bu konuda bir tartışma açan araştırmacı M.
Armağan’ın konuyla ilgili yazısı için bakınız: “İşte Zübeyde Hanım ’in Kayıp
Mezar Taşı", Zaman
Gazetesi, 19 Ekim 2008.
[174] Darüşşafaka Arşivi, “Atatürk'ün
Annesi Zübeyde Hanım da Bağışçılarımız Arasında... Zübeyde Hanım’dan
Darüşşafaka'ya Büyük Destek”,
Darüşşafaka Dergisi, Yıl: I., Sayı: 2 (Haziran, 2009), s. 30-31.
(Yazıda Zübeyde Hanım’ın 1921 tarihli bağış belgesinin orijinali ve 1968’de
yapılan noter tasdikli çevrim yazısı yayınlanmıştır.
[175] Murat Bardakçı, “Annesinin
Kaleminden Atatürk’ün Akrabaları”, Gazete
Habertürk, 24 Mayıs 2009. Sayın Bardakçı bu yazısında belgeyi yer
yer günümüz Türkçesine aktararak vermiştir. Yukarıdaki metin belgenin tam
çevrim yazısıdır. Belgenin orijinalinin bir fotokopisini tarafımıza veren Sayın
Murat Bardakçı’ya teşekkür ederim.
[176]
C. Sönmez, bu tarihi 7 Şubat 1922 olarak vermektedir ki, çeviri yanlışı
olmalıdır. Bakınız: a. g. e., s. 121.
[177] C. Sönmez, a. g. e., s. 121.
Vasiyetname ölümünden 49 yıl sonra bu kez yine Cemal Bolayır tarafından Atatürk
Ansiklopedisi için açıklanmıştır. Atatürk Ansiklopedisinde; “vasiyetnamenin
Cemal Bolayır tarafından kaleme alınan metinleri arşıvımızdedır"
denilmektedir. Sonraki yıllarda vasiyetname ile ilgili olarak bazı
dedikoduların çıkması üzerine C. Bolayır, 11 Nisan 1935 tarihli bir mektupla
vasiyetnamenin bir kopyasını Atatürk’e göndermiştir. Bakınız: N. A. Banoğlu, K.
Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi
Türkiye Cumhuriyeti Siyasi Tarihi, C: L, May Yayınları, İstanbul,
1971, s. 74.
[178] N. A. Banoğlu, K. Z.
Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi Türkiye Cumhuriyeti Siyasi
Tarihi, C: L, s. 66-68. C. Sönmez, a. g. e., s. 125-127.
[179]
Z. Lüle, a. g. e., s. 137.
[180] Makbule Hanım’ın evlatlık
edinmesi ile ilgili mahkeme kararındaki nüfus bilgileri. Aşağıda değerlendirilecek
olan belge ve mezar taşının fotoğrafı için EKLER’e bakınız.
[181] Ş. Turan, Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve
Kişilik, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 30.
[182] Murat Bardakçı, “Mustafa
Kemal'in Mektuplarında Sözünü Ettiği Meçhul Akrabaları, Atatürk’ün Lütfı Enişte
Muamması”, Hürriyet Gazetesi, 7
Ağustos 2005, s. 15.
[183] Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, Kırmızı
Beyaz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 39.
[184] Makbule Hanım’ın hayatı
hakkında verdiğimiz bu bilgiler için bakınız: Ş. Turan, Kendine Özgü Bir Yaşam Mustafa Kemal Atatürk, s.
30-32. Sayın Turan, Makbule’nin ölüm tarihini 1946 olarak vermektedir (s. 32)
ki bu herhalde tashih hatasından kaynaklanıyor olmalıdır.
[185] Elimizdeki Karar Sureti, T.
C. Yalova Noter Muavinliği, Muvakkat Selâhiyetli Noter Muavini İsmail Hakkı
Karaduman tarafından 30 / 11 / 1954 tarihinde Mustafa Demir’in ibra ettiği
aslına bakılarak tasdik olunmuştur. Belge için EKLER’e bakınız.
[186] T. Opçin, “Mevcud-u Meçhul
Manevi Oğul”, Chronicle Dergisi, 2006.
[187] Vedat Demirci, O’nun Çocukları, Milliyet Yayınları,
İstanbul, 1974. Aktaran: N. N. Kara, “Atatürk’te Çocuk Sevgisi ve Manevi
Çocuktan”, fvı Bilinen Yönleriyle Atatürk,
Editör: N. Ülker, Yayma Hazırlayan: L. Daşdemir, İzmir, 2007, s. 109
[188] Mustafa Demir hakkında
bakınız: S. Güngör, “On Yedi Milyondan Biri - Atatürk’ün Öksüz Bıraktığı
Çocuk Neler Anlatıyor?",
Cumhuriyet Gazetesi, 15 Kasım 1938, s. 3. N. N. Kara, “Atatürk’te
Çocuk Sevgisi ve Manevi Çocukları", Az
Bilinen Yönleriyle Atatürk, s. 105-109. C. Sönmez, Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2004, s. 91-102. Facebook.com/Hasan Eğilmez, 29 Temmuz 2015, saat: 00.13
paylaşılan resimli not.
[189]
“Atatürk’ün Çocukluğu (Bayan Makbule’nin Büyük Adam İçin Anlattıkları, II.) ’’,
Anlatan: Makbule Atadan, Konuşan: Selime Seden, Akın
Gazetesi, İstanbul, 1. 1. 1948.
[190] Ayın Tarihi, 18-19 Ocak 1956, http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay. aspx?Id=421 & Y il= 1956&Ay= 1
[191] Mezar ve mevcut mezar taşının
resimleri için EKLER’e bakınız.
[192]
“Makbule Atadan in Atatürk’e İlişkin Anlattıkları Üzerine Bir Basın
Taraması",
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XXI., Sayı: 63 (Kasım
2005). Ayrıca bakınız: http:// www.atam.gov.tr/index.php
[193] Bu söyleşiler yayınlandıkları
tarih sırasına göre şunlardır: “Atatürk'ten Hatıralar", Anlatan:
Makbule Atadan, Konuşan: Selime Seden, Akın
Gazetesi, İstanbul, 13. 11. 1947. “Atatürk’ün Çocukluğu (Bayan
Makbule'nin Büyük Adam İçin Anlattıkları 1-11-111)", Anlatan: Makbule
Atadan, Konuşan: Selime Seden, Akın
Gazetesi, İstanbul, 25. 12. 1947; 1. 1. 1948; 8. 1. 1948. “Kardeş
Gözüyle En Büyük Türk Atatürk", Anlatan: Makbule Atadan, Aktaran:
Yaşar Yula, Zafer Gazetesi, Ankara, 10. 11. 1950 “Büyük
Kardeşim Atatürk", Anlatan: Makbule Atadan, Yeni İstanbul Gazetesi, 1.11. 1952- 22. 3. 1953. “Makbule
Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal", Röportaj: Şemsi Belli, Milliyet Gazetesi, İstanbul, 10. 11.
1955- 24. 11. 1955. Bu söyleşi sonradan kitap olarak da yayınlanmıştır: M.
Atadan, Ağabeyim Atatürk, Derleyen: Ş. Belli, Ankara, 1959. “Rahmetli
Makbule Atadan Anlatmıştı: Ağabeyim Atatürk", Aktaran: Dr. Rıdvan Ege,
Ulus Gazetesi, 10. 11. 1962.
[194]
Sabiha Gökçen’in hayatı ve Balkan Turu hakkında aşağıda daha ayrıntılı bir
bölüm bulunmaktadır.
[195]
Rıfat N. Bali, “Atatürk’ün Manevi Kızı Ülkü- İkinci Evliliği ve Yarattığı
Tepkiler”, Toplumsal Tarih Dergisi, Ağustos/2008.
[196] Atatürk’ün 1924 yılında
Amasya’da Darü’-l Eytam’da görerek evlatlık edindiği Zehra (Aylin)’in sonu
hüzünle biten bir hayat hikâyesi vardır. Konu üzerinde birçok yalan yanlış
bilgi üretilmektedir. Bu nedenle konuyu en ciddi şekilde araştıran Sayın
Hüseyin Menç’in iki bölüm hakinde yayınladığı araştırmasını buraya hemen hemen
aynen aldık: H. Menç, “Atatürk’ün İlk Manevi Kızı: Amasyalı Zehra Aylin,
I-II.” http://www.hiiseyinmenc.com/2011 /01/ataturkun-ilk-manevi-kz-amasyal-zehra_20.html
[197] Atatürk’ün mavevi çocukları
konusunda genel bilgi için şu çalışmalara bakınız: C. Sönmez, Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Ankara,
2004. Vedat Demirci, O’nun
Çocukları, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1974. Nilgün Nurhan Kara, “Atatürk’te
Çocuk Sevgisi ve Manevi Çocukları",
Az Bilinen Yönleriyle Atatürk, Editör: N. Ülker, Yayma Hazırlayan:
L. Daşdemir, İzmir, 2007, s. 91111. Ş. Turan, Mustafa
Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Bilgi Yayınevi,
İstanbul, 2004, s. 625-628.Atatürk ve
Çocuk, Yayma Haz: K. M. Teke, Anıtkabir Komutanlığı Yayınları,
Ankara, 2014, 1-88 s.
[198] Bu bölümde kullanılan
belgeler için EKLER’e bakınız.
[199] Ahmet Kuyaş, “Atatürk'ü
Bilmiyoruz, Öğrenmiyoruz, Ezberliyoruz... 1981 ’de Doğmadı, Pembe Eve Sonradan
Geldi, Ali Rıza Efendi Fotoğraftaki Kişi Değildi", NTV Tarih Dergisi, Sayı: 1 (Şubat
2009), s. 11.
[200] Gürkan Hacir, “Biri ‘ Veda'
Etse, Öteki Geliyor!”, Akşam, 7
Mart 2010.
[201] Yılmaz Özdil, “70 Kasım”, Hürriyet, 10 Kasım 2007.
[202] Kara Harp Okulu Arşivi, Künye
Defteri, Numarası: 27 (önceki numarası: 28), Yeri: Müze. H. Gök, Kara Harp Okulu Arşivi Kılavuzu, Kara
Harp Okulu Basımevi, Ankara, 1999, s. 3. Ali Güler, Dehanın Kodları, Truva Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2010,
s.72. Bu Künye Defteri Rumi: 1314-1320, Miladi: 1898-1905 tarihleri arasında
askeri okullara duhûl eden (giren) öğrencilere ait künye kayıtlarını
içermektedir. Mustafa Kemal defterin “1315 / 1899 duhüllülere mahsus” olan
bölümünde kayıtlıdır.
[203] Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi, Mustafa
Kemal Atatürk Özlük Dosyası.
[210] Nüfus Ve Vatandaşlık İşleri
Genel Müdürlüğü Arşivi. Ş. Turan, Mustafa
Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, s. 692, EK-IX
(devamı). N. Ülker, “Mustafa Kemal Paşa ’nin Evliliği", Az Bilinen Yönleriyle Atatürk, Editör:
N. Ülker, Yayına Hazırlayan: L. Daşdemir, s. 18-19. Sayın Ülker bu güzel
çalışmasında belgenin çevrim yazısını da vermektedir. Fakat başta Atatürk’ün
doğum tarihi olmak üzere bir takım okuma hataları vardır. Mesela belgede 1296
olan Atatürk’ün doğum yılı yanlış olarak 1288 şeklinde okunmuştur.
Bâlâda
esami ve evsafı mukarrer zevç ve zevcenin zikr olunan vekiller ile
şahidler huzurunda akidleri icra kılınmış olduğundan sicil-i mahsusa
kayıdlarmın icrası için iş bu ilmühaber veridi.
[211] Belge için bakınız: Ş. Turan,
Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve
Kişilik, s. 691, EK-IX: Evliliğine ilişkin belgeler.
[212] Prof. Dr. Ş. Turan’ın, “Latife
Hanım ile evli iken düzenlenen bu cüzdanla Mustafa Kemal’in Ankara hemşerisi
olarak 10 Ocak 1923’te yapılan Hacıbayram mahallesi muhtar seçimlerine katılıp
oy kullandığı da bilinmektedir.” (bkz: a. g. e., s. 17) şeklindeki
tespitlerinin nüfus cüzdanı ile ilgili kısmı yanlıştır. Çünkü bu nüfus
cüzdanının veriliş tarihi (27 Mart 1923) seçimlerden sonradır. Seçimlerin
yapıldığı tarihte Latife ile de henüz evlenmemiştir. Evet M. Kemal Paşa, 10
Ocak 1923 tarihinde yapılan Ankara Hacıbayram mahallesi muhtar seçiminde Ankara
hemşerisi sıfatıyla oy vermiştir ve bu esnada bir konuşma da yapmıştır. Bu
konuşma ve oy verme işi bir gün sonra Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nde haber
olarak yayınlanmıştır. (Bu konuşma için bakınız: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., (1906-1938) (Açıklamalı Dizin
İle), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 5. baskı, Ankara, 2006, s.
52-53. M. Kemal Latife ile bu tarihten 17 gün sonra evlenecek, evliliğinden iki
ay sonra da nüfus cüzdanı alacaktır.
[213] Atatürk’ün biyografisindeki
diğer bazı tarihler ve doğum tarihi ile ilgili olarak yapılan tartışmaların
tamamı için şu çalışmalara bakınız: S. Borak, Atatürk,
İstanbul, 1973, s. 11, not: 1. S. Borak, “Atatürk'ün
Biyografisinde Yapılan Yanlışlar”,
AAM. D., C: I., sayı: 1 (Kasım 1984), s. 277-285. M. Balcıoğlu, “Atatürk’ün
Biyografisine Katkı”, AAM. D., C:
XIII., sayı: 38 (Temmuz 1997), s. 539-581. M. Balcıoğlu, bu makalesinde S.
Borak’ın ilgili makalesindeki bazı yanlışları düzeltilmiştir. M. Balcıoğlu, “Atatürk'ün
Doğum Tarihi Üzerine”, Türk
Tarihçiliği ve Prof. Dr. Aydın Taneri Armağanı, Ocak yayınları,
Ankara, 1998, s. 281-284. Sayın Balcıoğlu, bu çalışmasında Atatürk’ün doğum
yılını doğru olarak açıklığa kavuşturmuş, ay ve gün olarak yapılan yanlışları
ortaya koymuş fakat bir öneri getirmemiştir.
[214] Kara Harp Okulu Arşivi, Künye Defteri, No: 21.
[215] A. İlbay, “Atatürk’ün
Hususi Hayatı”, Tan Gazetesi, 10
Haziran 1949.
[217] Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Şura-yı Devlet Evrakı, Tasnif Kodu:
Ş. D., Dosya No: 927, Gömlek Sıra No: 73, Belge Adedi: 2, Varak: 3, Orijinal
Kayıt: Tekaüd 4/574.
[218] Murat Bardakçı, “Yeni
Bulunan Belgeye Göre Atatürk 1877’de Doğmuş”, Habertürk Gazetesi, 10 Kasım 2014, Pazartesi.
[219] Kara Harp Okulu Arşivi, Numara
Defteri, Numarası: 13 (önceki numarası: 11), Yeri: 1-C. H. Gök, Kara Harp Okulu Arşivi Kılavuzu, Kara
Harp Okulu Basımevi, Ankara, 1999, s. 40. Bu defter künye kaydını içermeyip
sadece ders bitirme notlarını gösterdiği için burada öğrencilerin isimlerinin
yanına Selanik’teki mahalleleri yazılmıştır. Doğum tarihleri yoktur. Mustafa
Kemal Efendi “Ahmet Subaşı Mahallesi” ile kayıtlıdır. Bakınız: A. Güler,
Dehanın Kodlan, 4. Baskı, Truva
Yayınları, İstanbul, 2010, s. 68.
[220] G. A. Muhtar Paşa, Takvimü’s-Sinin, Hazırlayan: Y.
Dağh-H. Pehlivanlı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993, s. 287-289.
[221]
E. B. Şapolyo, a. g. e., s. 16-17
[222] M. Erenli, Atatürk I. Vatan ve Hürriyet, Yapı ve
Kredi Yayınları, İstanbul, 1981, s. 17.
[223] G. A. Muhtar Paşa, a. g. e.,
s. 287. Ş. S. Aydemir, Tek Adam
Mustafa Kemal, C: I., (1881-1919), 8. Baskı, İstanbul, 1981, s. 29.
M. Erenli de bu tarihi tespit etmiştir. Yukarıda zikredilen eserine bakınız.
[224] G. A. Muhtar Paşa, a. g. e.,
s. 290.
"Karamanlı Uç Beyi Mehmet Ali Efendi’nin Torunu
Nebahat Tezcaner Atatürk'ün Çocukluk Arkadaşı Annesi Zehra Hanım ve Çocuk
Mustafa Kemal’i Anlattı," Söyleşi: Dr. Ali Güler, Düşünce ve Tarih Dergisi, Haziran 2015,
s. 711.
[226] A. Güler, “Mustafa Kemal
'i Atatürk Yapan Süreçte Aile Çevresi île ilk ve Orta Öğrenim Yaşantısının
Rolü", Atatürk Haftası Armağanı, Genkur.
ATAŞE. Başkanlığı Yayınları, 10 Kasım 1998, s. 54.
[227] Bir örnek için bakınız: A.
Kuyaş, "Mustafa Kemal Pembe Boyalı Evde Doğmadı", NTV Tarih
Dergisi, Sayı: 1 (Şubat, 2009).
[228] V. Akın, "Selanik
Atatürk Evi ve Müze Haline Getirilmesi", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVI., Sayı: 48
(Kasım 2000).
[229] F. Georgeon, “Müslüman ve
Dönme Selanik”, Selânik 1850-1918, Hazırlayan:
G. Vinstein, Çeviren: C. Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s.
114-115. H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal
ve Selanik Yaşamı, Çeviren: B. Yamansavaşçılar, Telos Yayınları,
İstanbul, 2008, s. 20-21.
[230] Bu bilgiler için bakınız: N.
C. Moutsopoulos, “İki Yüzyıl Arasında Kalan Bir Kent”, Selanik 1850-1918, Hazırlayan: G.
Vinstein, Çeviren: C. Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 30.
[231]
H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, s.
48.
[232]
H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik
Yaşamı, s. 25.
[233] Ş. Turan, Mustafa Kemal Atatürk Kendine Özgü Bir Yaşam ve
Kişilik, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004, s. 20.
[234] 1912’den Önce Selaniklilerin Hayatı, Selanik,
1984.
235
H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik
Yaşamı, s. 46-47. Yazarın evde birlikte kalanlarla ilgili
değerlendirmeleri anlaşılacağı üzere bir genellemedir. Mahalle bakımından
söyledikleri ise doğrudur. İleride görüleceği üzere M. Kemal’in pek çok
akrabası bu mahallede oturmaktaydı.
[236] A. Güler, Askeri Öğrenci Mustafa Kemal’in Notları (Arşiv Belgelerinin Işığında), Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, s. 47-48, Tablo: 1-2. Öğrenciler,
Askeri Lise, Harp Okulu ve Harp Akademisi not defterlerinde ise geldikleri şehirlerle
birlikte yazılmışlardır. Mesela, “Mustafa Kemal Efendi, Selanik” gibi.
[237] Burası M. Kemal’in çiftlik
hayatından sonra kısa bir süreliğine gittiği “Mülkiye Rüştiyesi (Ortaokulu)”
olmalıdır (A.G.).
[238] H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, s.
48.
[239] Ş. Turan, age., s. 20.
[240] A. Güler, age., s. 19.
[241] H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, s.
22. F. Georgeon, “Müslüman ve Dönme Selanik", Selanik 1850-1918, s. 121.
[242] Selanik Konsolosluğundan
Atina Elçiliğine Yazı, Selanik, 10. 01. 1939, No: 927.3. B. Şimşir, Atatürk Dönemi (İncelemeler), Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2006, s. 282 ve 293.
[243] H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, s.
25-26, 47. Caddenin konumu için bakınız: “Atatürk's Birthplace", http://www.google.com /maps...
[244] H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, s.
22. Caddenin konumu için bakınız: “Atatürk’s Birthplace”, http://www.google.com/maps...
[245] H. K. Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, s.
47-48.
[246] Selanik Konsolosluğundan
Atina Elçiliğine Yazı, Selanik, 10. 01. 1939, No: 927.3. B. Şimşir, Atatürk Dönemi (İncelemeler), s. 282
ve 293.
[247] B. Şimşir, Atatürk Dönemi (İncelemeler), s.
280-283. İlgili Yazışmaların tıpkıbasımları ve kroki için bakınız. B. Şimşir,
age., s. 293-295.
[249] Atatürk Evi Müzesi, 10.09.2013. Atatürk Evi’nin Öyküsü,
[250] Atatürk Evi Müzesi, 10.09.2013. Atatürk Evi’nin Öyküsü,
http://selanik.bk.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx? ID= 168434
[251] Atatürk’ün çocukluğu ve
yetişmesi hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: A. Güler, San Paşa İnsan Atatürk, Berikan
Yayınevi, Ankara, 2007,1-XII, 1-322 s.
232
M. Önder, Atatürk Evleri Atatürk Müzeleri, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1993, s. 7.
[253]
V. Akın, agm., s. 3.
[254]
M. Önder, age., s. 8.
[256]
1933-1937 arasındaki gelişmeler hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: S. Karal
Akgün, Selanik’teki Ev, s. 106-109.
[257] Bu evle ilgili olarak
bakınız: F. R. Unat, “Selanik’te Atatürk Evinin Tarihçesi Hakkında
Araştırmalar”, VI. Türk Tarih Kongresi
(Ankara 20-26 Ekim 1961) Bildirileri, Ankara, 1967, s. 561-567. E.
Z. Karal, “Atatürk’ün Selanik’teki Evi”,
Atatürk ve Devrim, Ankara, 1998, s. 201-207. Bu çalışma, eşi ile
birlikte evin yeniden düzenlenmesi çalışmalarını gerçekleştiren merhum Enver
Ziya Karal’ın bu düzenleme ile ilgili raporudur. Evle ilgili en kapsamlı
çalışmalardan biri Sayın Veysi Akın tarafından yapılan ve bizim de yukarıda
zaman zaman kullandığımız makaledir. Yazar makalede evin restorasyon ve tefrişi
ile ilgili raporları da kullanmaktadır. Evin “Durum Planı” ve Kat Planları”
hakkında bakınız: Anıtkabir Belgeliği, Konu:
158, Sıra No: 5, Envanter No: 3367. Atatürk Evi
Broşürü, Tanburacı Matbaacılık Ticaret A.Ş. (Kapağı ile birlikte
toplam sekiz sahife olan ve İngilizce, Türkçe hazırlanan bu broşür, Evi ziyaret
edenlere Konsolosluk görevlileri tarafından hediye edilmektedir (1998).
İstanbul Ticaret Odası tarafından bastırıldığı belirtilen broşürde Atatürk’ün
biyografisi ile ilgili bazı önemli eksikliklerin olduğunu da ifade edelim.)
[258] Atatürk Evi Müzesi, 10.09.2013. Atatürk Evi’nin
Öyküsü, http://selanik.bk.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx? ID=168434
[259] Selanik Atatürk Evi Yenileme Çalışmasına
İlişkin Bilgi Notu,
11.09.2013.
http://selanik.bk.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes. aspx? ID=193971
262
Mert İnan, “Doğduğu Değil Karga Kovaladığı Ev”, Milliyet, 8 Mart 2015, http://www.milliyet.
com.tr/dogdugu-degil-karga-kovaladigi-ev-gundem- 2010293/
[262] Söyleşi: K. Kayıran, Düşünce ve Tarih Dergisi, Mart 2015,
s. 40-42.