Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

GİZLİ SERVİSLER

 

.                        .                                                      .

HAKAN TURAN

 

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİ

"Çaşıt"

Bütün uluslarda olduğu gibi, doğu uluslarında da casusluk iki ayrı doğrultuda yürütülen özel bir görevdi. Bunlardan biri dinle, öte­ki de politikayla ilgiliydi. Ancak, her iki casusluk türünün birleştiği bir amaç vardı ki, o da devleti ele geçirmek, egemenliğe son vermek ve onu denetim altına almaktı. Din örtüsü altında yürütülen casus­lukların, özellikle Türklerle ilgili olanlarının ilk örnekleri Asya'da, daha çok Türklerle komşu olan Çin'de görülmüştür.

Türkler casuslara "çaşıt" derlerdi. Casusluğun ilk örnekleri sayı­lan bu çaşıtlar din görevlileriydi. Bunlar ya Çiniiierin bağlı bulun­dukları dine ya Hindistan'da doğup doğuya doğru yayılan Buda di­nine ya da öteki eski diniere tapan kimselerdi. Bunların genel görev­leri göğe tapan, gök tamıyı kutsal sayan Türk topluluklarına, kendi uluslannın inançlarını benimsetmek, özellikle yöneticileri elde ede­rek toplumda sarsıntılar yaratmak, sonra da onu asimile etmekti. As­ya'da görülen ilk casuslar Çin manastırlarında yetişen rahiplerdi. Bunlar Türkler arasına girer, gezgin gibi davranır, bir yandan kendi dinlerini yaymaya çalışırken, öte yandan da Türk toplumunun genel yaşayışı, gelenekleri, insanlar arasındaki karşılıklı davranışlarla gü­venlik konularında bilgiler toplar, bunları bir seyahatname biçimin­de düzenleyip hükümdara sunarlardı. Bugün elde bulunan ve eski Türklerle ilgili geniş bilgileri kapsayan ve Çinli rahipler eliyle Çin hükümdarlarına sunulmuş seyahatnameler bu niteliktedir.

Daha sonraları Türklerin Hindistan, Iran ve Hristiyan dünya­sıyla komşu olmaları yüzünden, bu çevrelerde yetiştirilen özel gö­revli casuslarla uğraşmak gereğinde kaldıklarını eski kaynaklardan öğreniyoruz. Batı Hunları Avrupa içerlerine kadar ilerleyince, Bi­zans ile Roma'dan elçi ve din adamı gibi özel görevlerle Attila'ya casuslar gönderildiği belgelerde yer almaktadır. Attila'nın Roma üzerine yürüyüşü sırasında birden savaşa ara vermesini, savaşın kesin bir sonuca varılmadan bırakılmasını, Papa'nm Attila'ya gön­derdiği casuslarla başarelığını söyleyenler vardır. Buna göre Atti­la'nın büyüden korktuğunu casusları aracılığıyla öğrenen papanın, tepeden tırnağa parlak, göz kamaştırıcı giysilerle karşısına çıkarak onu ürküttüğünü ileri sürerler. Bunun doğruluk ölçüsü pek kesti­rilemez, ancak Attila'nm Hristiyan dünyası üzerine yürüyüşü ve Bizans'a yaklaşması sırasında çevresini sayısız casusların kuşattığı, bunların din adamı ya da elçi gibi davrandıkları biliniyor. Atti­la'nın büyük çadırında kalan, özel hayatını anlatan, Hunlaria ilgili gerçek bilgiler veren Bizans tarihçisi Priskos, casusluk işlerinin yü­rütülmesinde kolaylıklar sağladı. Priskos'un casus olduğu kesin­likle bilinmiyar ama Bizans ile Hunlar arasında birtakım gizli iliş­kilerin kurulmasını sağlamak için özel bir elçi olarak görevlendi­rildiği, bu görevi sırasında da Hunlarla ilgili önemli bilgiler topla­dığı yazılarından anlaşılıyor.

ikinci türden olan siyasal casusluksa daha sonraki dönemlerde başlamıştır. Bunun da ordu ve devlet görevlilerince yürütüldüğü bi­linmektedir. Bu tür casusluklara da gene Çinlilerle komşu olan Türklerde, Göktürklerde, Topalarda, Hunlarda ve Uygurlarda rastla­nır. Türklerin Iran, Hint ve öteki uluslarla komşuluk kurmaları so­nucunda yeni yeni casusluk olayları ortaya çıktı. Bir masal niteliği­ne bürünmekle birlikte, eski Iranlılarla Turanlılar arasında geçen sa­vaşların çoğunu casusların çıkardığı ya da körüklediği, Iran destan­larında yer almaktadır. Orhun yazıtlarında bu tür casusların alıp yü­rüdüğü, Türklere karşı düşmanlıkların belirdiği, bunları belli görevliierin yaptığı üstü kapalı bir dille anlatılmakta, bu tür davranışlarla bölücü eylemlerden yakınılmaktadır.

Türk tarihinde ilk casusluk olayları Çinlilerle Hunlar arasında başladı. Çinli.ler savaşta yenemedikleri, sürekli saldırılan karşısında tutunamadıkları Hunları çökertmek için gizli yollara başvurdular. M.Ö. 138 yılında Hunlar arasında geziye çıkan Chang-Chien adlı bir Çin gezgini, gerçekte bir casustu; M.Ö. 125 yılına kadar 13 yıl bü­tün Hun topraklarını gezip dolaştı. Hunlann durumunu, güçlerini, ordu düzenlerini, savaş tutumlarını, yaşayışlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini iyiden iyiye öğrendi. Bütün gördüklerini ve duyduklarım bir raporla Çin hükümdarına sundu. Özü bakımından Türk tarihi­nin ilk casusluk belgelerineen biri olan bu rapor Asya'nın durumu­nu, Hunlarla Çinliler arasındaki ilişkileri ve Chang Chien'in görevi­ni nasıl başardığını göstermesi yönünden önemlidir. Bu gibi casus­luklar sonucu Asya'da Türk devletlerinin kısa bir süre içinde bölün­dükleri, birbirlerine düştükleri görülmüştür. Eski Türk tarihinde ca­suslara, ulusların toplumsal kuruluşlarına, yapılarına, öğretim ve eğitim durumlarına göre değişik alanlarda rastlanır. Kendisini din görevlisi diye tanıtan biri, sırası gelince değişik sınıDardan insanla­rın arasına girer; araştırmalar, ilgi çekici çalışmalar, sözde yararlı iş­ler yapardı. Görevlisi olduğu devletin yapısı neyi yapmayı, nasıl dav­ranmayı gerektiriyorsa onu yapar ve öyle davranırdı. Türkler arası­na giren bütün yabancı casuslar bu durumdan yararlanmayı, Bun­larda olduğu gibi rahip ya da gezgin kılığına girerek iş görmeyi du­rumlarına uygun bulurlardı. Hunlar arasına giren, onların içinde 13 yıl dolaşan Chang Chien gibi gezginlerin ve rahiplerin, daha sonra­ları Topalar arasına da sokuldukları bilinmektedir. Ancak Çin casus­ları Topalar arasında Hunlara göre daha değişik bir yol izlediler.

Topalarda Casusluk

Ordu güçleri, çağlarına, yaşadıkları çevreye göre oldukça üstün olan Topalar, kültür alanında ilgiye değer bir gelişme gösteremediler. Çin'in etkisi altında kaldılar ve zamanla özelliklerini yitirdiler. M. S. 3. yüzyılda Çin'in kuzeyinde Şansi'nin Ta-Tung bölgesinde yaşayan Topalar, hükümdar Topa Kucı (386-409) çağında bütün Kuzey Çin'i ele geçirdiler. Onların ezici baskısı altında kalan, savaşla onları alt edemeyeceğini anlayan Çinli yöneticiler, özel eğitimden geçirilmiş kimseleri Topalar arasına soktular ve Topa ülkesinde Çin kültürünü yaymakla görevlendirdiler. Hükümdarların çevresine kadar sokulan bu özel görevliler, kısa bir süre içinde saray çevresini etkileri altına aldılar. 5. yüzyıl başında Topa hükümdarları kendi dillerini yasakla­dılar, bütün ulusa Çince konuşmaları için emirler verdiler. llk dö­nemlerin bu ilkel casusları çalışmalarım daha çok din alanında yü­rüttükleri için, Topa hükümdarları önce Çin ulusunun bağlı bulun­duğu inançları benimsediler, sonrada kendi öz dillerini yasaklama gereğini duydular. Bu gizli etkinin gelişmesi sonucu Çinliler, Topaların ordularına ve yönetimlerine de el attılar. Özel olarak görevlen­dirilen casuslar da Topa ülkesinde ordu yöneticileri ve komutanları arasına ikilik sokmakta gecikmediler. Bunun üzerine 534'te Topalar ikiye bölündü. Buda rahiplerinin etkisiyle Buda dinini benimseyen Topalar, bu dini yaymaya başladılar. Bir yandan rahiplerin, bir yan­dan gizli görevlilerin çalışmaları sonucunda Topalar, 6. yüzyıl sonla­rına doğru büsbütün ortadan kalktılar ve Çin ulusu içinde eriyip git­tiler. M. Ö. 2. yüzyıl sonlarında (138-125) başlayan Çin casusluğu, M. S. 6. yüzyıl sonlarına kadar aralıksız sürdü. Çinliler önce bölme­ye, sonra dilini unutturmaya, daha sonra da dininden etmeye çalış­tıkları toplulukları böylece ortadan kaldırdılar.

Göktürklerin Yıkılışında Çin Casusları

Türk tarihinde sürekli casusluk sonucunda önce ikiye bölünen, sonra ortadan kalkan başka bir Türk devleti de Göktürklerdir. Orta Asya'da 552-745 yılları arasında yaşayan bu devlet, Çinlilerle kom­şuydu. Önce iki ülke arasındaki ilişkiler iyi gidiyor, karşılıklı elçiler gönderiliyor, dostluk bağları kuruluyordu. Ancak 6. yüzyıl sonlarına doğru Göktürk devletinin güçlenmesi, yavaş yavaş çevresindeki top­rakları ele geçirmesi Çiniileri ürküttü. Bunun üzerine Çin hükümda­rı, iyi bir casus olan bakanlarından Çang Sun Çing aracılığı ile Gök­türk ülkesine casu?lar soktu; onların Göktürk hükümdarlarının ko­naklarına kadar girmelerini sağladı. O çağlarda büyük çadırlarda ya­şayan Göktürk kağanları, gelen bütün yabancı elçileri ulusunun önünde karşılayıp, onlara taylar ve şölenler verirlerdi. Bu açık du­rumdan yararlanan Çin casusları, Göktürk hükümdarlarının özel yaşayışlannı, çevreleriyle olan ilişkilerini öğrenmekte güçlük çekmedi­ler. Göktürkler arasına karışan, hükümdarların çadırIarına kadar so­kulan bu casuslann kışkırtmaları ve ara bozucu davranışları yüzün­den Göktürk hükümdan Şapolyo ile yakınlarından Apohan arasında anlaşmazlık çıktı. Casuslann körüklemeleri sonucu bu anlaşmazlık, önce ayaklanma, daha sonra savaş durumuna döndü. Casuslar bir yandan Şapolyo'nun yeğeni Tıkınca'yı da ayaklandırdılar. Kısa bir sü­re içinde kargaşalık ülkenin her yanını sardı. Göktürk devleti; Doğu Göktürkleri ve Batı Göktürkleri olmak üzere ikiye bölündü (582). Çinliler bu bölünme işini başarınca, gene casuslar aracılığıyla iki Göktürk devletini birbirine düşürdüler. Batı Göktürklerinin başında bulunan Kağan Tardu, Doğu Göktürklerinin başında bulunan Kağan Şapolyo üzerine yürüdü; savaşların ardı arkası kesilmedi. Savaşlar, ulusun genel çıkarları ve toprak bütünlüğüyle ilgili olmadığı için ke­sin bir sonuca vanlamıyordu. Çinliler, savaşla ortadan kaldıramaya­caklarını anladıkları bu iki Türk devleti arasındaki casusluklarını da­ha da genişlettiler. Sonunda her iki Göktürk devleti de ortadan kalk­tı. Casuslarla devletlerin yıkılması, parçalanması o çağlardaki devlet düzeninin darlığı, kolay sarsılır nitelikte oluşu yüzündendir. Büyük çadırlarda yaşayan hükümdarları birbirine karşı kışkırtmak, savaşa zorlamak, özel görüşmeler sonucu doğabilecek olaylardı. Bunları da bu konuya büyük önem veren, bu işi başarması için özel adamlar ye­tiştiren Çinliler çok iyi beceriyordu. Tarihi belgelerden öğrenildiğine göre, Ortaçağ'ın başlarında Çinliler en çok casuslardan yararlanıyor, komşuları içine kimi zaman da devlet işleriyle görevli kimseler soka­rak yöneticileri birbirine düşürüyor, bölünmelere ve parçalanmalara yol açabiliyorlardı.

Casuslar Uygurlarda da vardı. Bu Türk topluluğu içine giren ya­bancı casuslar bir yandan din, bir yandan siyasal konularla ilgileni­yor, Uygur toplumunu sarsmaya çalışıyorlardı. 9. ile 12. yüzyıl aralannda iş gören bu casuslar, eskisi gibi yalnız Çinli değillerdi. Aralannda Moğol, Kırgız, Iranlı, Hintli ve Müslümanlar da vardı. Uygur topluluğu içinde en çok etkili olanlar, din kisvesi altında iş gören ca­suslardı. Bunların kimi Hint ülkesinden gelen Buda dinini, kimi Or­ta Asya kaynaklı Şamanizm'i, kimi de Müslümanlığı yaymak için ça­lışıyordu. Kırgız casuslarının bütün amaçları ise siyasaldı. Yönetimi ele geçirmek, devletin bütünlüğünü parçalayarak egemenliğine son vermeyi amaçlıyorlardı.

Doğu Türkleri arasına Çintilerden sonra en çok casus sokan uluslardan biri de Kırgızlardı. Aynı soydan gelmelerine rağmen at üstünden inmeyen bu savaşçı topluluk, sık sık öteki Türk topluluk­larının içine casusları sokar, onlara en güçsüz zamanlarında saldırır ve ülkelerini yağmalardı. Eski Türk yazıtlarında görüldüğü üzere Türk kağanları, Kırgızlara karşı kazandıkları başarılarla övünürler. Bu durum Uygurlarda da görülür. Ancak Uygurlar daha çok inanç­ların etkisi altında kalarak, dıştan gelen dinlerin baskısı ile sarsıldı­lar.

Uygurlardan başka Avarlar, Bulgarlar ve Macarlar batıya göçtük­ten sonra Hristiyan casuslarının (daha çok din adamı kisvesi altında) etkisiyle Hristiyanlaştılar. Hristiyan casusları, papaların görevlendir­diği özel elçiler olarak, adı geçen üç Türk ulusu arasına, yöneticile­rin konaklarına girip, onları zaman zaman etkileyerek dinlerinden uzaklaştırdılar. Avrupa'ya göçen Türkler arasında iş gören casusların çoğu, papaların emrindeydiler. Bunlar iyiliksever, bilgisizleri aydın­latmak ve yetiştirmek gibi soylu bir amaçla davranıyormuş gibi görü­nen, içten pazarlıklı kişilerdi. Nitekim Bulgarların Hristiyan oluşları, papanın etkisi ve baskılar sonucunda, ancak 9. yüzyılda gerçekleşe­bildi. Batının casusları, başlangıçta Hristiyan misyonerlerdi. Hristi­yan casusları, önceleri papanın yönetimi altındayken, sonraları işe Doğu Kilisesi de karıştı. ll. yüzyıl ortalarına kadar gözlerini güney­den gelen yeni bir eine, İslam'a diken Bizans kilisesi, Doğu Türkleriyle pek ilgilenmedi. Batı Türkleri de papanın etki alanı içinde kalı­yordu. Batıya gelişlerine kadar Bizans, Türklerle pek köklü ilişki kur­madı. Ancak İran içlerine her zamanki gibi elçi ve gezgin kisvesi al­tında, arada bir de misyonerlik göreviyle özel casuslar göndermekten geri kalmadılar. Gürcü ve Ermeni kaynakları, Bizans casuslarının gö­rünüşte elçi ya da başka bir görevle Asya içlerine kadar gittiklerini, oralarda Türklerle konuştuklarını, birtakım bilgiler edindiklerini bil­dirmektedirler. Bizans'ın Türkler arasına sakabildiği en büyük casus­lar işte bu gezginler ve elçilerdi. Asya'da Türkler arasında, özellikle Moğollarla komşuluk ilişkileri kuranlar içinde büyük casusluk olay­larının geçtiğini Moğollarla ilgili kaynaklarda belgelenmiştir.

İkinci Dönem Casusları

Türk tarihinde casusluğun çok geniş bir alana yayıldığı, oldukça geniş bir örgüt niteliği kazandığı dönem, bu dönemdir. ll. yüzyılda Moğollan, Selçukluları, lran'ı, Anadolu'yu, Suriye'yi, Irak'ı, Trak­ya'yı ve Türkistan'ı kapsayan bu casusluklar iki ayrı doğrultuda ge­lişti. Din kisvesi altında gelişen bu tür casuslukların, daha çok Batıniler tarafından yürütüldüğü biliniyor. Türklere, özellikle Sünni inançlarına bağlanan Selçuklulara karşı yürütülen bu casusluk hare­ketlerinin başında Hasan Sabbah'ın kurduğu İsmailiye tarikatı gelir. Alamut kalesine sığınarak İran, Anadolu, Irak ve Suriye'ye birer fe­dai olarak yetiştirdiği casuslarım salan Hasan Sabbah, Selçuklutara kafa tutmaya başladı. Çalışmalarını önlemek isteyen Selçuklu Veziri Nizamül Mülk'ü öldürttü (1092). Hasan Sabbah'ın gizli törenlerle içine afyon karıştırılmış şarap içirterek kendisine bağladığı adamla­rı, gerçekte devletleri yıkmak, onları parçalamak için yetiştirilmiş bi­rer casustular. Bunların içinde kadınlar, kızlar, yaşlı ve genç erkekler vardı. Selçuklu Sultanı Melikşah bu durumu anlayınca, Hasan Sab­bah'ın adamlarını yakalatmaya, ülkesinden uzaklaştırmaya başladı. Hasan Sabbah'm sığındığı yüksek Alarout kalesini kuşatıp yıkmaya karar verdi. Fakat 1092'de ölümü bu kuşatmanın yarıda kalmasına yol açtı.

1090'da Alamut kalesini ele geçiren Hasan Sabbah, iki türlü ca­sus çalıştırıyordu. Birinciler; sarayiara giren, hükümdarlarla yakınlık kuran, cariye olarak hükümdarın çevresine sokulabilen kadınlardı. Bunların çoğu Selçuklu sarayiarına kadar girmiş, Sultan Sencer'i bi­le ürkütmüşlerdi. Melikşah'ın ölümünden sonra yönetimi ele alan Sultan Sencer de Alarout kalesini yıkmayı ve Hasan Sabbah'ı ortadan kaldırmayı denedi. Alamut'u kuşatmak için ordu hazırladı. Sencer'in cariyeleri arasında bulunan Hasan Sabbah'ın casuslarından bir ka­dın, bir gün üzerinde, "bu işten vazgeçmezsen bu hançer yüreğine saplanacak" yazılı bir mektubu, bir hançerle birlikte Sencer'in yastı­ğının altına koydu. Sultan Sencer, kimsenin bulunmadığı bir zaman­da konulan bu mektubun kimin tarafından yazıldığını bir türlü or­taya çıkaramadı. Ama mektubun büyük etkisi oldu: Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan vazgeçti.

Selçuklulara karşı ikinci casusluk merkezi de Bizans'tı. l07l'den sonra Anadolu'ya yerleşen, yavaş yavaş batıya doğru yayılmaya baş­layan Türklere karşı Bizans, geniş ölçüde casusluk örgütleri kurdu. Bunların amacı, Türkler arasına bölücülük sokmak ve Anadolu'daki gelişmeyi önlemekti. Bizans casusları bir yandan elçi, bir yandan misyoner, bir yandan da gezgin olarak iş görüyorlardı. Bu casusların üzerinde en çok durdukları konu, lslam dininin Hristiyanlığı yık­mak için geliştiği, Müslümanların gitgide batıya doğru yayılarak Konstantinopolis'i almaya çalıştıkları düşüncesini yaymaktı. Bizans, bu casuslarla batıya doğru yayılan Türkleri, lranlılara arkadan vur­durmak, böylece Anadolu'daki Bizans egemenliğini sürdürmek ama­cını güdüyordu. Bu amaçla Bizans casusları Hasan Sabbah'ın adam­larıyla da ilişki kurmuş ve onların çalışmalarını kolaylaştırmışlardı.

l07l'de Malazgirt savaşında yenilen Bizans lmparatoru, Anado­lu'da savaşarak Türkleri alt edemeyeceğini anlayınca, o çağın en bü­yük casus örgütünü kurmuştu. ll. yüzyılda Bizans, Selçuklu ve Mo­ğol ulusları arasında yaygın bir nitelik kazanan casusluk, 12. yüzyıl­da daha çok Anadolu üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Bu dönemde Moğollar, başlarında bulunan Cengiz Han'ın adamları aracılığıyla doğuda, Çin sınırlarında, Bizanslılar ise Anadolu'da çalışmalara baş­ladılar. Cengiz Han'ın ele geçirdiği ve yakıp yıktığı yerlerle ilgili ge­niş bilgiler veren Çinli rahip Çan Çun, gerçekte Moğollar arasında uzun süre yaşamış, onların özelliklerini ve geleneklerini öğrenmiş çok usta bir casustu.

Anadolu'ya sızmaya başlayan Moğol casusları, daha çok siyasal amaçlar güden ve Selçuklu devletinin gelişmesini kendileri için en­gel sayan bir devletin görevlendirdiği kimselerdi. Bunlar Anadolu içinden Suriye, Irak ve lran'a kadar yayılmış bir durumdaydı. Ana­dolu'da, Bizans'ı ezerek güneye doğru inmeye çalışan Haçlı orduları­nın saldırıları sırasında da Selçukluların gücünü, Bizans karşısında­ki durumlarını öğrenmek amacıyla oldukça yoğun bir casusluğun başladığını, daha önce Anadolu'da gezip dolaşan gizli görevlilerin Bizans arşivlerindeki raporlanndan öğrenmekteyiz. Haçlıların Ku­düs'ü ele geçirmelerinden sonra, Selçuklulara karşı biri güneyden, biri batıdan olmak üzere iki koldan gizli saldırıya geçildi. Bunun amacı, ortak bir düşman karşısında birleşmeyi önlemek, önce Bi­zans'ı yalnız bırakıp yıkmak, sonra Selçuklu devletine karşı doğudan gelecek saldırılara kolaylık sağlamaktı. Bunu göz önünde tutan Sel­çuklular hemen Bizans'la ilişki kurmuş, Bizans sarayı ile gene gizli görevler verilen casuslar aracılığıyla yakınlaşma yolları aramıştır. Anadolu Selçuklularının ll. yüzyıl sonlarından 13. yüzyıla kadar Bi­zans ile kurdukları ilişkiler, görünüşte elçi, gerçekte casus olan gö­revlilerle olmuştur.

Anadolu'da görülen en büyük casusluk olaylarından biri de Mo­ğollarla Selçuklular arasında geçmiştir. 13. yüzyıl başlarından bu ya­na Selçukluların Anadolu'da gelişmesini ve batıya yayılmasını isteme­yen Moğollar, daha çok Batınî casuslarının kışkırtmaları ile batıya ak­maya başlamıştı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, Anadolu'da Baba Ishak Horasani adlı bir Türkmen şeyhi, çevresine topladığı kim­selerle (Babailer) ayaklandı. Bu ayaklanma sadece dinsel bir amaç güt­müyordu. Moğolların Anadolu'yu ele geçirmeleri için, daha önceden düzenlenen bir tasarının sonucuydu. Babai müritleri arasına karışan casuslar, Selçuklu ordusunun başarı kazanmasını güçleştiriyordu. iş­te o yıllarda Anadolu'ya gelen Baycu komutasındaki Moğol ordusu, Kösedağ'da Selçukluları yendi (1243), savaşın ardından barış yapıldı. Kösedağ Savaşı sırasında Ermeniler de Selçuklulara karşı birtakım di­renişlerde bulundular. Barış yapıldıktan sonra II. Keyhüsrev, gönder­diği bir ordu ile Kilikya'yı aldı; yakalanan Ermeni casuslarını cezalan­dırıldı. Bunları o dönemlerden kalan Süryani ve Gürcü yazarlarının yazılarından ve Moğollarla ilgili kitaplardan öğreniyoruz. Ilhanlılar zamanındaysa, Hasan Sabbah'ın izinden giderek, casusluğu Barıniliğin yayılması için kullanan dervişlerin çalışmaları önlendi. Hülagu Han'ın kamutası altındaki Moğol ordusu, Alarnur kalesinden başka, Ismaililerin elinde bulunan ve Anadolu'da da gizli çalışmalarını sür­düren Batınileri ortadan kaldırdı.

13. yüzyılda Anadolu, İran, Irak, Suriye ülkelerinde Moğol ca­suslarının başarılı oldukları bir çağdır. Özellikle Selçuklulara kar­şı yürütülen bu gizli çalışmalar, Selçuklulardan sonra Osmanlı devletinde de sürdü. Selçuklulara karşı geniş bir casus örgütü ku­ran Moğollar, zamanla Selçuklu imparatorluğu üzerinde kurulan beylikleri birer birer egemenliği altına alarak, bütün Anadolu'yu, Trakya'yı ve Balkanların bir kesimini kaplayan Osmanlılara karşı da iyi davranmadılar. Moğollar Anadolu beyliklerinin bağımsızlık duygularını körükleyerek, Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bayezit'e karşı direnmelerini sağladılar. I402'de yapılan Ankara Savaşı'nın kazanılmasını, Timur'un daha önceden Anadolu'ya yolladığı casus­lar aracılığıyla, bağımsızlıkları elinden alman beyliklere özgürlük bağışlayacağım vaat etmesine bağlayanlar vardır. Osmanlı tarihçi­lerinin çoğu bu görüşü savunur. Onlara göre Yıldırım Bayezit'in yenilmesi, Timur casuslarının başarılı çalışmaları ve beyleri kan­dırmaları yüzündendir.

Gerek I4. yüzyıl sonlarında, gerekse IS. yüzyıl başlarında Ana­dolu'da güçlenen Osmanlılada Bizanslılar arasında geçen birtakım olayların casusluğa dayandığı bilinmektedir. Özellikle Bizans'tan Os­manlılara, Osmanlılardan Bizans'a kaçan bazı soylu kişilerin (sonra­dan şehzade, prens diye anılan gençlerin ve çocukların) birer casus oldukları, iki devlet arasındaki savaşların bitiminde anlaşılmıştır. Bi­zans'ın yanında Osmanlılara karşı yer alan Venedikli denizci casus­lar da vardı. Bunlar, duruma göre hem Osmanlılarla, hem de Bizans­lIlarla iyi geçinir ve yakınlık kurarlardı. Osmanlı saraylarında büyük görevler alan dönmelerden birçoğunun birer casus olduklarını ileri süren tarihçilere göre, Osmanlı padişahlarıyla evlenen yabancı ka­dınların arasında da casuslar vardı.

İstanbul'un alınması sırasında, Bizans tahtına çıkacağını uman bir Bizans prensinin, kendi devletine karşı casusluk ettiği biliniyor. Öte yandan, bir Bizanslı casusun da İstanbul'un alınmasını gecikti­rip Bizans'a zaman kazandırsın diye Çandarlı Halil Paşa'ya balığın içine saklayarak altın verdiği, Türk ve Avrupa tarihlerinde yazılıdır.

İS. yüzyıl ortasında, Türklerin İstanbul'u alışları sırasında, Türklerin Bizans'a, Bizanslılann da Türkler arasına casuslar soktuk­ları, İstanbul'da bir Osmanlı şehzadesinin bulunduğu bilinmektedir. Bizans'ın iç durumunun, sarayla halk arasındaki ilişkilerin, Roma ile Bizans kilisesi arasındaki gerginliğin, Osmanlılar hesabına çalışan casuslar aracılığıyla öğrenildiği açıktır. "Bizans'ta kardinal tacı göre­ceğimize Türk başlığı görelim daha iyi" diyen büyük rütbeli bir din adamının bu sözlerini Fatih Sultan Mehmet'in kulağına ulaştıran da bu casuslardı. Osmanlılada Bizanslılar arasında sürüp giden casus­luk olaylarında adı karışanlardan bazılar da yukarda söylendiği gi­bi, her iki tarafa sığınan ve gelecekte tahta çıkmayı uman bazı şeh­zade ve prenslerdi.

Osmanlılarm Anadolu ve Avrupa'da güçleurneleri sonucu, biri Papa eliyle, öteki krallar aracılığı ile yürütülen iki türlü casusluk or­taya çıktı. Papa, bütün Avrupa uluslarını bir yandan açıkça OsmanhIara karşı birleşmeye çağırıyor, bir yandan da casusları aracılığıyla Hristiyanlığın korunması için bütün kiliseleri ve kiliselere bağlı kral­ları kışkırtıyordu. Bu amaçla başta İstanbul kilisesi olmak üzere bir­çok kiliseye gizli haberler ve bildiriler ulaştırıyordu. İkinci türden olan casusluksa, saltanatlarının geleceğinden, ülkesinin Osmanlılar eline geçeceğinden korkan kralların kurdukları örgüttü. Bu konuda­ki çalışmalar, siyasal yönden Avrupa devletlerinin ortak düşmanları sayılan Osmanlılar karşısında bir birlik kurulması, din açısından da kiliseler birliğinin sağlanması doğrultusunda yürüyordu. Fener Pat­rikhanesi ile Vatikan arasında birçok gizli yazışmalar olmuştu. Bu yüzden Osmanlı padişahlarının astırdığı papazlar bile vardır.

Martaloslar

16.    yüzyıl başlarında, Anadolu ve çevrelerinde geniş casusluk olaylarına girişen Iranlılann yanı sıra, Rumeli'de, Makedonya'da, Ege adalarında da Osmanlılara karşı, özellikle Papa ve Venedikliler tarafından desteklenen görevliler casusluk yapmışlardı. Bunlar da önceki yüzyıllarda olduğu gibi, daha çok din adamları, gezginler ve elçilikle görevlendirilen kimselerdi. Osmanlı İmparatorluğu bu du­rum karşısında geniş bir casusluk örgütü kurdu. Ancak bu örgüte daha çok Yahudiler ve özel olarak yetiştirilen Hristiyanlar alınıyor­du. Avrupa'da, özellikle İtalya ve Avusturya'da görev yapan bu casus­lara "martolos" adı veriliyordu. Martalosların İtalya'da görev yapan­lar yalnız Yahudiler arasından seçiliyor ve Yahudiler kendi dinleri­ne karşı olan Hristiyanlar arasında casuslukla görevlendiriliyorlardı. İtalya'da görev yapan martaloslar özel eğitimden geçer, Avrupa dille­rini öğrenir ve çoğunlukla tercümanlık yaparlardı. Martalosların gö­revli olduklar Avrupa ülkelerinden bir başkası da Avusturya'ydı. Bu­na karşılık Osmanlılarla sürekli savaşlara girişen, Avrupa'nın sınır karakolu niteliğinde olan Avusturya'nın da Osmanlılar arasına sok­tuğu casusları vardı.

Martaloslar ilgi çekmemek, gözden uzak kalmak için çeşitli iş­ler yaparlardı. Tuna nehri üzerinde kayıkçılık yapmak, gidiş gelişi sağlamak, haber getirip götürmek bunların görevleri arasındaydı. Avusturya ve Balkanlarda, gene Osmanlılar adına casusluk eden, özel olarak yetiştirilmiş Hristiyanlar da vardı. Bunların çoğu küçük­ken alınır, yabancı dilleri öğrenmeleri sağlanır, yetiştirilir, eğitilir sonra göreve gönderilirdi. Avusturya ve Balkanlar'da çalışan martoloslar, geniş bir örgüte bağlıydılar. Martaloslar bulundukları ülke­nin geleneklerine, göreneklerine uygun olarak yaşarlar ve kendile­rini gizlerlerdi.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında gerek İtalya'da görev yapan Yahudi casuslara, gerekse Balkanlarda ve Avusturya'da çalışanlara büyük önem verildi, gizlice para yardımı yapıldı. Kanuni, her çıka­cağı Avrupa seEerinden önce martoloslardan geniş bilgiler alır, Avru­pa devletlerinin durumlarını, askeri güçlerini, savaş yeteneklerini, Türklere karşı olan duygu ve düşüncelerini öğrenmeye çalışır, savaş hazırlıklarını ona göre yapardı.

Gerek Mohaç seferinde, gerekse ondan sonra yapılan bütün ba­tı seferlerinde martoloslardan geniş ölçüde yararlanıldı. Kanuni, martoloslara ayrı bir nitelik kazandırdı. Barış zamanlarında onları, daha çok haber alma işlerinde görevlendirdi. Martalosların görev­lerinden biri de Osmanlılada savaşmayı göze alan devletin halkı arasına girerek, onlardan yana görünüp Osmanlıların gücünü, üs­tünlüğünü anlatmak, böylece morallerini bozarak, genel güvenle­rini sarsmaktı.

Öte yandan Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Osmanlı İmpa­ratorluğu sınırları içinde görevlendirilen yabancı casusların çoğu ise Venediklilerdi. Bunlar, özellikle İstanbul ve dolaylarında yaşar, deniz ticaretiyle uğraşır ve gemicilik yaparlardı. Fransızlarla yapılan ikili anlaşmalar sonucu Kanuni'nin onlara tanıdığı özel haklar, Osmanlı devletinde Avrupalıların daha geniş ölçüde çalışmalarına yol açtı. Bundan yararlanan Venedikli gemiciler Ege kıyılarında Hristiyanlar adına casusluk yapmaya koyuldular. Bazı tarihçilerin ortaya attığı id­dialara göre, Kanuni devrinde saraya giren ve saray çevresini yavaş yavaş etkisi altına alan yabancı kadınlar, bu casusluk örgütünün yöneticilerindendi. Kendi oğlu Selim'in tahta geçmesini sağlamak için Şehzade Mustafa'yı boğdurtan Hürrem Sultan'ın bütün başarısı, sa­ray çevresinde barındırdığı özel casusları aracılığıyla olmuştu.

Hristiyan dünyası, Osmanlı ordulannın her Avrupa seferinde Istanbul'a özel görevli casuslar gönderir, kiliseler arasında ilişkilerden yararlanmaya çalışırdı. Osmanlı devleti sınırlan içinde casusluğun en büyük merkezi, zamanla Fener Patrikhanesi oldu. Fatih Sultan Mehmet'in Rumiara tamdığı inanç özgürlüğü, gitgide kötüye kulla­nıldı ve Fener Patrikhanesi Hristiyan dünyası çıkanna çalışan bir ör­güt durumuna geldi. Özellikle 17. yüzyıl başlarında İstanbul Patrik­liği Avrupa Hristiyanlığı için çalışan bir kurum niteliği kazandı. Gö­rünüşte saraya ve padişaha bağlı gibi davranan Fener Kilisesi, içten içe Hristiyan dünyasının çıkanna çalışıyordu.

17.   yüzyıl başlannda Rusya'nın önemli bir devlet durumuna gel­mesi, Romanovlann yönetimi ele alması, Osmanlı topraklanna bir­çok Rus casusunun sızmasına yol açtı. Çoğu elçi, haberci, gezgin gi­bi görevleri taşıyan Rus casusları Ermeni, Gürcü, Rum gibi azınlık­lardan yararlanıyorlardı. Ruslar, daha çok Bizans'ın ve Hristiyan dünyasının koruyucusu gibi davranıyor, Osmanlı İmparatorluğu sı­nırları içinde bulunan Rumlan kışkırtıyorlardı. Bu konuda en çok da Fener Kilisesi ile işbirliği yapıyordu. Fener Kilisesi'nin yanı sıra, Anadolu'da casusluk eylemlerini sürdüren bir başka kuruluş da Er­meni Kilisesi'ydi. Ermenilerin yoğun olduğu bölgelerin Rusların elinde bulunması, onları Osmanlılara karşı birtakım gizli işlere giriş­meye doğru itti.

Rusların Osmanlılada olan ilişkilerinde Kırım Tatarlan da önem­li roller oynadılar. Osmanlılar, Ruslara ve onlara bağlı Hristiyan top­luluklarına karşı Kırım Tatarlanndan kurulu bir casusluk örgütü dü­zenlemişlerdi. Bu örgüte giren Tatarlar, daha çok "ulak" adı verilen habercilerdi. Bunların belli sınır karakollan vardı. Bu karakollarda gözcüler ve onların kısa bir süre içinde haber ulaştırmasın sağlayan, çok hızlı giden atları vardi. Karakolların bulunduklan yere menzil denirdi. Kırım Tatarlannın bu görevde kullamlanlanna genellikle Balkanlar'da, Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan yerler­de, Rusya ve İran yörelerinde rastlamrdı. Ulaklann çoğu Osmanlı devleti yaranna çalışan özel görevli casuslardı. Rusya ise, gelişen ve güçlenen Osmanlı devleti karşısında ayrı bir casus örgütü kurmuş­tu. Bu örgütte daha çok güzel kadınlar, kızlar ve cariyeler çalıştırılır­dı. Ruslar bu konuda en çok, değişik nedenlerle Osmanlılara sun­dukları Gürcü kadınlardan (Hristiyan olanlardan) yararlanırlardı. Kanuni Süleyman, ll. Selim ve lll. Murat zamanlarında Osmanlı sa­raylarına alınan Gürcü güzelleri ve cariyeler arasında bu işlerde ça­lışanlar vardı.

Fener Patrikhanesi'nin işleri

IV Murat zamanında Fener Patrikhanesi geniş bir casusluk hare­keline girişti. Bu durumu gizlice ineeleten IV Murat, Fener Patriği'ni astırdı. Osmanlı tarihinde devlet düzenine karşı yaptığı casusluk sonucu ilk kez bir patrik idam ettiren IV Murat'tır. Fener Patriği kendisine tanınan haklara dayanarak cemaati arasında Osmanlı Dev­leti çıkarlarına karşı Avrupa devletleriyle gizli ilişkiler kurduğu gibi, Balkanlar'da da Hristiyan topluluklarını kışkırtmaya başlamıştı. Ay­nıca, adamlarıyla Osmanlı Devleti sınırlan içinde bulunan öteki kili­seleri de devlete karşı gelmeye çağırıyordu. Fener Patrikhanesi, 17. yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti içinde en geniş örgütü olan bir ca­susluk kurumu niteliği kazanmıştı. Patrikhane'nin Rusya ile de giz­li ilişkileri vardı.

18.   yüzyılda Ruslarla kurulan siyasal ilişkiler sonucunda martolosların yerini elçiler, özel görevliler ve temsilciler almaya başladı. Yabancı dil bilmeleri dolayısıyla bu işlerde de genellikle Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin çalıştırıldığı görülür. Osmanlılar, bu çağ­larda denizciliğin gelişmesini, Avrupa devletleriyle deniz yolları üze­rinden ilişkiler kurması sonucunda, gemicilerden de yararlanmaya başladı. Daha önce denizlerdeki korsanlık olayları yüzünden, Akde­niz'de korsanlar yararına çalışan Rum ve Venedikli casuslar vardı. Bunlar limanlardan yola çıkacak gemilere neler yüklendiğini, nere­lere gideceklerini öğrenir ve karsanlara gizlice bildirirlerdi. 18. yüz­yıl sonlarında deniz casusluğu hızla gelişmeye başladı. Bu görevi Fe­ner Patrikhanesi, adalı Rumlar arasındaki denizcilere yaptırıyordu.

I. Abdülhamit, I. Mahmut ve III. Selim dönemlerinde bu gizli ça­lışmalar büsbütün hızlandı. 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başların­da casusluk, bir devlet örgütü niteliği kazandı. Devlet bütçesinden aylık alan özel casuslar yetiştirildi. Eskiden, daha çok devşirme ve dönme olan Osmanlı casusları, bu dönemde Türkler arasından da yetişmeye başladı. 19. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti'nin gittikçe gerilemesi ve güçten kesilmesi sonucu, doğuda Ermenilerin, Istanbul ve Balkanlar'da Rumların ve öteki Hristiyan azınlıkların gizli ça­lışmaları, daha da yoğunlaştı. Fener Patrikhanesi, Osmanlı Devleti'ne karşı bağımsızlık isteyen Yunanistan, Girit ve komşu adalardaki Rumlar yararına geniş bir casusluk örgütü kurdu. Kendi adamları aracılığıyla Fener Rum Patriği'nin bu gizli çalışmalarını duyan II. Mahmut, Patrik Grigorius'u astırdı. II. Mahmut'un astırdığı Rum Patriği, casusluk yaptığı için ölümle cezalandırılan ikinci patriktir.

 


1 J


 


 


 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TEŞKİLAT-I MAHSUSA

TEŞKİLAT-I MAHSUSA

Teşkilat-ı Mahsusa, 1913 yılında Sultan Mehmet Reşat'ın yayım­lanmayan ve resmi olmayan bir fermanıyla Savaş Bakanlığı (eski adıy­la Harbiye Nezareti) bünyesine İttihat ve Terakki tarafından kurulan Osmanlı Devleti'nin ilk gizli haber alma örgütüne verilen addır. Örgü­tün ilk daire başkanı Süleyman Askeri Bey, ikinci başkanı Ali Başhampa, son başkanı Hüsamettin Ertürk'tür. Misyonu Arap ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele etmekti. Kurulma amacı, Os­manlı Devleti'nde dağılma döneminde Ortadoğu üzerinde odaklanan yabancı haberalma faaliyetlerinin izlenebilmesi için, bireysel bazda ve sınırlı nitelikte sürdürülen haberalma çalışmalannın bir merkezeen organize biçimde yürütülmesine duyulan ihtiyaçtı. I. Dünya Savaşı sı­rasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli görev­ler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağılmıştır.

Örgütün kurumsallaşması Balkan Savaşı'ndan sonra ivme kazan­mıştır. Örgüt çoğunlukla iktidarı devirmeyi planlayan ve düşmanla işbirliği içerisinee olan güçleri bastırmakta kullanılmıştır. Örgütün resmi kuruluş tarihi 1913 yılı olsa da Enver Paşa kamutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir. Enver Paşa, Savaş Bakanı olmasından kısa bir süre sonra Teşkilat-ı Mahsusa'yı resmi statüsüne kavuşturmuş, dönemin yetenekli subaylarını örgüte üye yapmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında bu subaylar Kafkas­ya, Mısır ve Mezopotamya'daki özel askeri operasyonlarda kullanıl­mışlardı. 1915 yılındaki Süveyş Kanalı operasyonu buna bir örnek­tir. Bu operasyonda özel birlikler, Osmanlı ordusunun ileri uçların­daki vahaları ele geçirip tampon bölge oluşturmuşlardı. I. Dünya Savaşı'nda Arabistan, Sina Yarımadası, Yemen ve Kuzey Afrika'daki özel operasyonları, örgütün efsanevi ismi Kuşçubaşı Eşref Bey (Eşref Sencer Kuşçubaşı) idare etmiştir.

Örgütün haberalma alanındaki alt yapı ve tecrübe eksikliğiyle be­raber, savaş yıllarının ekonomik koşulları, örgüt üyelerini istihbarat çalışmalarından çok çatışmalara yöneltmiştir. Teşkilatla ilgili tek aka­demik araştırmanın yazarı Philip Stoddart, birimin zirvede olduğu dönemde, örgüte kayıtlı 30 bin üye bulunduğundan bahsetmektedir. Stoddart'a göre Teşkilat-ı Mahsusa, Ermeni techirinde herhangi bir rol oynamamıştır. Teşkilat-ı Mahsusa'da görev yapmış ünlü kişilerden bazıları şunlardır:

Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eş­ref Kuşçubaşı, Teğmen Yakup Cemiİ, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şük­rü Bleda, Ohrili Eyüp Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musallimi, İsmail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey, Şerif Burgiba, Arabistan'da lbnür Reşit, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, ilk hava şe­hitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Fuat Bulca, Nuri Conker, Ra­uf Orbay.

Cumhuriyeti Teşkilat-ı Mahsusa Kurdu

Enver Paşa'nın kurdurduğu ve zamanının en etkin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa, Afrika içlerinden Orta Asya'ya, oradan Java'ya kadar geniş Islam coğrafyasında istihbarat ve karşı istihbarat için ça­lışmıştı. Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla başarısızlığa uğrayan teş­kilat, asıl yararlılıklarını Milli Mücadele'nin örgütlenmesinde göster­di. Philip H. Stoddard adlı Amerikalı bir yazar, Ford Foundation'ın da desteğiyle Washington-Ankara-lstanbul ve Washington-Mısır arasında mekik dokumuş, Türkiye ve Mısır'da eski bir gizli örgütün üyeleri ile sık sık görüşmeler yapmıştı. Philip H. Stoddard, bunca zahmete, Osmanlı'nın istihbarat örgütü niteliğindeki Teşkilat-ı Mah­susa hakkında ayrıntılı bilgi edinebilmek amacıyla katlanıyordu.

Trablusgarp Savaşı sonunda kurulan Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir­çok görevlisi hayattaydı o yıllarda. Bunlardan en önemlisi hiç kuş­kusuz Eşref Kuşçubaşı idi. Aziz el Mısri, Zübeyde Şaplı, Ahmet Sa­lih Harb, Hilmi Musallimi, Satvet Lütfi Tozan ve Hamza Osman Er­kan gibi, her biri adeta "yaşayan tarih" niteliğindeki Teşkilat-ı Mah­susa üyeleriyle Türkiye ve Mısır'da defalarca bir araya gelen Stod­dard, hayatının hazinesini bulmuştu. Elde ettiği çok önemli bilgile­ri, ll Mayıs 1963 tarihinde Princeton Üniversitesi'nde doktora tezi olarak sundu. Çalışmada, 1911-1918 yıllan arasında Osmanlı hükü­metleri ile Arapların ilişkileri inceleniyor, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Or­tadoğu ve Kuzey Afrika'daki faaliyetleri araştırılıyordu.

Teşkilat-ı Mahsusa: İlk Gizli Örgüt

Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya bağlı olarak 1913 yılında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa'nın daire başkanı, Süleyman Askeri Bey'di. Dr. Philip H. Stoddard'a göre, 1916 yılında personel sayısı 30 bin kişiye ulaşan örgüt ajanlarının büyük bir kısmı uzmanlardan oluşmaktay­dı. Örgütle doktorlar, mühendisler, gazeteciler, politikacılar ve su­bayların yanı sıra, geçmişi oldukça karanlık ama sadakatierinden kuşku duyulmayan gerilla savaşı uzmanlan da yer alıyordu. Böylesine zengin bir ajan kadrosuna sahip olmasına rağmen, Türkçe ve ya­bancı dillerde yayınlanan kitaplarda Teşkilat-ı Mahsusa'dan pek söz edilmemesi, söz edenlerin de yeterince bilgi vermemesi, Stoddard'a göre teşkilatın faaliyet alanı ve personel sayısını gizli tutmakla yü­kümlü olan Osmanlı devlet adamlarının bir taktik başarısıydı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde faaliyet gösteren Teşkilat-ı Mahsusa, o yıllar­da dünyanın en güçlü ve en etkin örgütlerinden biriydi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika başta olmak üzere, üç kıtada örgütlenen Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının pek azı örgüt mensubu olarak tanınıyordu. Res­mi üyelik listeleri bulunmamakla birlikte, Kuşçubaşı Eşref'e göre böyle bir listenin yayınlanması, Ortadoğu'daki birçok devlet adamı­nı rahatsız edecekti.

Eylem Stratejisi

ittihatçıların ittifakları doğrultusunda Teşkilat-ı Mahsusa, Al­manya ile hem finansal hem de teorik ve pratik eylem birliği için­deydi. Kafkasya, İran, Ortadoğu, Hindistan ve Afganistan bölgelerin­de önceleri Almanlarla birliktelik sağlanmış, ancak daha sonraları baş gösteren bazı sorunlar nedeniyle bu dayanışma çözülmeye baş­lamıştı. Almanlar maddi gücü, Teşkilat-ı Mahsusa ise milis ajanları sayesinde bölge halkının desteğini sağlamışlardı. Genel planlama Enver Paşa'nın Alman Genelkurmayı ile koordinasyonu sonucu ger­çekleştirilmişti. Uygulama alanındaysa, Eşref Sencer'in başkanlığın­da Zübeyde Şaplı, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musailimi ve Hamza Os­man Erkan gibi yer alıyordu.

Teşkilatın gayesi özetle, İslam dünyasını ve Müslüman Türkleri bir bayrak altında toplamak, yani geniş imparatorluk coğrafyasında yerine göre Panislamizm, yerine göre de Pantürkizm yapmaktı. An­cak İttihatçı kurmayların sanıldığı kadar ütopi.st olmadıklarını da söylemek gerek. Bu ideolojilere sahip olmalarına rağmen, gerçekleş­meyecek bir rüyanın peşinde olduklarının da farkındaydılar. Her şeyden önce genel konjonktür tümüyle aleyhteydi. Buna karşı onla­rın Teşkilat-ı Mahsusa'dan bekledikleri şey, İslam ülkelerine saldıran Ruslara ve İngilizlere karşı 5. kol faaliyetlerini sürdürebilmekti. Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyetleri I. Dünya Savaşı'nda yoğunluk kazan­dı. Teşkilat, savaş boyunca savaş ilanını duyurmanın yanında; karşı casusluk, İngiliz istihbarat ve keşif kollarına karşı İstihbarata karşı koyma harekatı da gerçekleştirdi. Bu arada teşkilatın askeri operas­yonlar yaptığı da bilinen bir gerçektir.

Örgütün ilk çalışma alanı Batı Trakya oldu. İlk başkan Süleyman Askeri'nin başında bulunduğu Teşkilat-ı Mahsusa, özel bir timle 1913 İstanbul Anlaşması sonucu Bulgadara terk edilen Batı Trak­ya'da, Osmanlı Devleti'nden ayrı, bağımsız bir Batı Trakya Türk Dev­leti de kurdu.

1 9 1 4'te daha savaş başlamadan Enver Paşa, Rauf Orbay'ı İran, Af­ganistan, Hindistan sahasında ajitasyon ve İngilizlere karşı eylemler yapmakla görevlendirmişti. İstanbul Harbiye Nezareti Şark Şubesi Başkanı Ömer Fevzi Bey aracılığı ile yürütülen hazırlıklar sonucunda, 20 kişilik asker kökenli özel tim göreve başlamıştı. Ekipte bir ara Çer­keş Ethem de görev almış, ancak bölge halkının kayıtsızlığı ve Alman­ların ikilik çıkarması sebebiyle eylemler yaklaşık bir yıl sonra, Eylül 19 15'te sona ermiş ve tim dağılmış n.

Afrika'da Trablusgarp, Mısır, Çad, Habeşistan ve Sudan'a kadar ajanlar gönderilmişti. Şeyh Ahmet El Sunusi'nin Trablusgarp'tan bir denizaltı ile İstanbul'a kaçırılması, teşkilatın bölgedeki en başarılı ey­lemi olmuştu. Ayrıca Enver Paşa'nın Türkistan seferi ve Cemal Paşa'nm Afganistan'a geçirilmesi, en kötü zamanında bile örgütün ha­reket kabiliyetini göstermesi bakımından önem taşıyordu. Bu arada savaş sırasında Nil Nehri üzerindeki su depolarını ve barajlan hava­ya uçurmak, hatta nehrin Sudan ve Habeşistan'daki yataklarını değiş­tirmek gibi görevler üstlenen Teşkilat-ı Mahsusa'nın bu faaliyetlerine dair belgeler, yıllardır araştırmacılara kapalı tutulan Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi'nde saklanmaktadır.

Entelektüel Enformatik Faaliyetler

Anadolu-Iran-Hindistan çizgisinde mezhep ayrılıklarına karşı politika oluşturmak üzere özel bir çalışma başlatan Teşkilat-ı Mah­susa, bir taraftan da emekli Yüzbaşı Baha Sait Bey'in idaresinde sos­yolojik araştırmalar yapıyordu. Ayrıca Hindistan'a Sünni imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasıf'ın başkanlığında İslam İhtilal Ko­mitesi oluşturulmuştu. Baha Sait, Rusça dahil beş yabancı dil bilen ve birikimi hayli fazla bir entelektüel olarak önemli görevler üstle­nen bir Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olarak biliniyordu. Hicaz şeyh­lerinin çocuklarının özel olarak eğitilmek üzere Galatasaray Lisesi'ne getirilmesi ve bunun yanı sıra Mısır'dan bir grup din adamının Muğla'da bir çiftlikte misafir edilmeleri ee teşkilatın faaliyetleri ara­sında yer alıyordu.

İttihat ve Terakki bir yandan Teşkilat-ı Mahsusa gibi faaliyet ala­nı alabildiğine geniş bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan da İslam dünyasında İttihat-ı İslam fikrinin oluşması için eğitim ve ya­yın faaliyetleri de yapmaktan geri kalmıyordu. Arşivlerde bulunan belgeler sayesinde İttihatçıların, Teşkilat-ı Mahsusa'ya paralel bir si­vil örgüt kurduğu belirlendi. Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye adıyla oluşturulan bu sivil cemiyet, Medine'de bir İslam Üniversitesi kur­mayı bile başarmıştı. Teşkilatın en önemli prensiplerinden biri de si­vil ve askeri örgütlerin birbirleriyle ile koordineli bir şekilde çalış­malarını sağlamaktı.

Faaliyetlerin Sonuçları

1911-1918 yılları arasında Ortadoğu-Orta Asya, Güney Asya, Ku­zey ve Orta Afrika'da casusluk, karşı casusluk, propaganda ve çeşitli operasyonlar yapan Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyetleri, Osmanlı Devleti'nin yenilmesiyle resmen sona erdi. Teşkilat için çalışan çok sayıda Osmanlı vatandaşı Arap, işgal altındaki kendi ülkelerine dağıldılar. Bütün bu gelişmelerden sonra faaliyetler, örgüte bağlı kalmaksızın bir şekilde devam etti. Türk-Arap ilişkileri üzerine önemli çalışmalar ya­pan Doç. Dr. Zekeriya Kurşun'un araştırmaları sonucunda vardığı ne­ticeye göre, Kuzey Afrika'daki bağımsızlık mücadelelerinde Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir hayli etkili olduğu görülüyor. Mesela Sekip Arslan Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yayarken, Satıq El Husri, Arap Birliği'nin fikir babalığını yapıyordu ve bu kimselerin teşkilalla ilişki­leri vardı.

Teşkilat-ı Mahsusa batmakta olan bir devletin askeri istihbarat örgütü niteliğini taşıyordu. Bu niteliğinden dolayı da parlak başa­rılar elde etmesi neredeyse imkansızdı. Buna karşılık, teşkilat kar­şı casusluk faaliyetlerinde küçümsenmeyecek başarılar elde etmiş, Şerif Hüseyin isyanının diğer Arap bölgelerine yayılması, teşkilatın çalışmaları sayesinde önlenmiş ve Arabistan'da Ibn Reşid, Yemen'de ise Imam Yahya savaşın sonuna kadar Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmıştı.

Milli Mücadele ve Teşkilat-ı Mahsusa

Bütün olumsuzluklara rağmen Mütareke Devri İstanbul'unda ve Anadolu'sunda Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyetleri durmadı. Zamana ve zemine çok çabuk adapte olup faaliyete geçebilen bu örgüt men­supları, İstanbul'da Milli Kongre olarak bilinen cemiyeti de oluştur­dular. Tarihçi Dr. Haluk Dursun, "Mütareke Devri İstanbul'unda Milli Kongre çatısı altında birleşen ve milli direnişi destekleyen eski

Teşkilat-ı Mahsusacılar; bilim, fikir adamları, sanatçılar, doktorlar, gazeteciler yani imparatorluk entelektüelleri özellikle yabancı dilde gazete, kitap çıkararak milli tezleri dünya kamuoyunda savunmuş­lardır. Ayrıca o şartlarda Cenevre, Paris, Budapeşte ve Londra gibi merkezlerde kitap, gazete yayınlamak imparatorluk kadrosunun viz­yon ve misyon bakımından seviyesini gösterir" demektedirler.

l9l8'de resmen sona eren Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyetleri de­vam etmiştir. Kara Kemal, Kara Vasıf, Baha Sait öncülüğünde Kara­kol Cemiyeti kurulmuş ve Milli Mücadele'nin temeli atılmıştı. Bun­lar hem Anadolu'ya silah ve asker geçirilmesini sağlamışlar, hem de Mustafa Kemal'in faaliyetlerinde önemli rol oynamışlardır

Philip H. Stoddard'ın Eşref Kuşçubaşı'ndan aldığı teşkilat liste­sinde de görüldüğü gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Musta­fa Kemal'in de teşkilatla ilişkisi olmuştu. Mustafa Kemal'in teşkilat­la ilişkisi Trablusgarp Savaşı'nda yerli milisleri örgütlemekle başla­mıştı. Mustafa Kemal daha sonra Enver Paşa ile olan ihtilafı nedeniy­le teşkilata biraz mesafeli durmayı tercih etmişti. Orhan Koloğlu'nun belirttiğine göre de Enver Paşa, Trablusgarp'ta Bedevi Araplarla bir lslam imparatorluğu kurabileceğini raporlarına yazarken, Mustafa Kemal dönemin genelkurmayına. bedevilerle hiçbir iş yapılamayaca­ğına dair bir rapor gönderiyordu O dönemde teşkilat henüz kurul­mamış olmasına rağmen fiili olarak görev yapıyordu. Gerek İstiklal Savaşı'nda, gerekse cumhuriyet sonrasında önemli roller oynayan Rauf Orbay, İstiklal Mahkemeleri'ne başkanlık eden Ali Çetinkaya, Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Ali Fethi Okyar, ba­kanlık ve başbakanlık yapan Dr. Refik Saydam, Atatürk'ün yaveri pi­yade subayı Rasuhi, THK Başkanlığı yapan Fuat Bulca, İstiklal Marşı'nın yazan ve Kurtuluş Savaşı'nın manevi dinamiklerinden Meh­met Akif Ersoy da teşkilatta çalışmıştı.

Teşkilattaki Ünlüler

Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı, Rauf Orbay, Çerkez Ethem, Abdulaziz El Sinusi, Dr. Esat Işık Paşa, Hü­samettin Ertürk, Mehmet Akif Ersoy, Cezayirli Emir Ali, Afyonlu Ali Çetinkaya, Ali Fethi Okyar, Binbaşı Mısırlı Aziz Ali Bey (sonra­dan Mısır ordusunda general), Nuri Kıllıgil (Enver'in kardeşi, son­radan önemli bir sanayici), Binbaşı Fuat Bulca (sonradan THK Baş­kanı), Teğmen Islam Bey (Fuat Paşa'nın oğlu), Binbaşı Mustafa Ke­mal Paşa (Atatürk), Yüzbaşı Manastırlı Nuri Conker (Osmanlı Meclis-i Mebusan üyesi), Dr. Refik Saydam (sonradan bakan ve başbakan), Piyade Yüzbaşı Çerkez Reşit (Çerkez Ethem'in ağabe­yi), Teğmen Yakup Cemil (l916'da vatana ihanetten asıldı), Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüp Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musailimi (1915 Süveyş Kanalı Harekatı'nda Kürt mücahitlerin komutanı, Said Halim Paşa'nın katibi), Isınail Canbulat (1926 lstiklal Mahkemesi'nde asıldı), piyade subayı Rasuhi (sonradan Atatürk'ün yaveri), Filibeli Hilmi Bey Clttihat ve Terak­ki Müfettişi, l926'da asıldı), Şerif Burgiba (Habib Burgiba'nın ba­bası), Arabistan'da lbn ur Reşit.

Teşkilatı Mahsusa K. Afrika'da Özgürlük Fikrini

Yaymıştı

Osmanlı sonrasında Kuzey Afrika'da yürütülen bağımsızlık mü­cadelesinde Teşkilat-ı Mahsusa'nın etkisi vardır. Osmanlı askeri Katar'dan çekilirken Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi Ömer Fevzi Bey, En­ver Paşa'ya yazdığı mektupta "Anlaşma üzerine askerlerimizi çeki­yoruz; ama halkın durumu müsait. Libya'daki gibi milisieri organize ederek mi çıkalım?"' diye soruyordu. Şekip Arslan, Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yaymıştır, Satıq El Husri, Arap Birliği fikrinin babasıydı ve teşkilattandı. Gerek manda yönetimi altında, gerekse bağımsızlığını kazandıktan sonra Arap devletlerinin yöneticileri Os­manlı okullarından mezun olmuşlardı ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgi­leri olduğu tahmin edilmektedir. Doğu ve Kuzey Afrika'da Bedeviler arasında yapılan sözlü tarih araştırmalarında, hâlâ Ingiliz istihbarat örgütleri ve keşif kollarına karşı, İstihbarata karşı koyma harekatı gerçekleştiren başta Eşref Kuşçubaşı ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın kah­ramanlıklarının anlatıldığı tespit edilmiştir.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA OPERASYONLARI

Teşkilat-ı Mahsusa'dan Kuşçubaşı Eşref ve dört arkadaşı Keşmir üzerinden Pamir dağlarını aşarak Batı Türkistan'a sızmıştı. l9l6'daki, Ruslara büyük kayıplar verdiren Yedi-Su lsyanlan'nda önemli rol oynadılar. Hint ihtilalini hazırlamak için Hindistan'a giden altı kişi­lik ekibin başında Kuşçubaşı Eşref vardı. Ekibin elemanlan Hacı Se­lim Sami, Emrullah Barkan, Adil Hikmet, lbrahim Hakiler ve Tatar Hüseyin'di. Ekip Bombay'a giderken savaş patlak verdi. Enver Paşa, Eşref Bey'i geri çağırdı. İngilizler ekibin peşindeydi. Yol haritası de­ğişmişti. Eşref Bey, dostu Maskat Emiri'ne uğrayıp İstanbul'a döndü. Diğerleriyse Orta Asya'ya gittiler.

Hacı Sami ve arkadaşları Keşmir üzerinden Pamir dağlarını aşa­rak Doğu Türkistan'a girdi. İslam Milis Teşkilatı'nın kumandanların­dan biri Teşkilat-ı Mahsusa'dan Ömer Naci'ydi. Teşkilat-ı Mahsu­sa'nın Doğu cephesi, "Kafkasya İhtilal Cemiyeti" ismiyle hareket ediyordu. Cemiyetin şubeleri Erzurum, Trabzon ve Van'daydı. Erzu­rum'un idaresinden Dr. Bahattin Şakir, Hilmi Bey ve Vali Tahsin Uzer sorumluydu. Ömer Naci ise Van'da kalarak, Rusya ve İran dahilinde istihbarat ve teşkilatla meşgul oluyor, çeteler oluşturuyordu. Ömer Naci'nin Teşkilat merkezine çektiği telgraflara göre, Van'da milis ör­gütü beklediklerinin çok üstünde başarı elde etmişti.

Ömer Naci'nin sözünü ettiği milis örgütünde Necip Fazıl'ın şey­hi Abdulhakim Arvasi, Seyyid Taha, Seyyid Hacı Baba Şeyh, Van ve Gevaş Müftüleri ile Bediüzzaman da vardı. Şeyhler ve hocalar mürit­lerinden çeteler teşkil ederek, Ruslara ve Ermeni çetelerine karşı sa­vaştılar. Bediüzzaman'ın katibi Molla Habib, İran cephesinde Teşkilat-ı Mahsusa'nın ünlü isimlerinden Halil Paşa'yla önemli bir haber­leşmeden sonra şehit düştü. Milis Albayı Bediüzzaman ise Bitlis'te Ruslara esir düştü. Esaretten kurtulup İstanbul'a geldi. Nursi, İstan­bul'un işgalinde Hutuvat-ı Sitte'yi yazarak tavrını ortaya koydu. Ka­dir Mısıroğlu'nun "Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücahitler" kitabın­daki belgelere göre, bölgedeki milislerin kumandam Ömer Naci, Şeyhülislam'a telgraf çekerek Seyyid Abdulhakim Arvasi ve kardeşi Hacı

Baba Şeyh'in İran'daki mücadelede başarılı olduklarını ve rütbeleri­nin arttınlmasını istiyorlardı.

Mevleviler ve Bektaşiler de Milis Olmuşlardı

Teşkilat-ı Mahsusa'nın topladığı gönüllüler arasında tarikatlar ve aşiretler de vardı. Mevlevi Mücahit Alayı'nın başında Veled Çelebi, Bektaşi Mücahit Taburu'nun başında Cemaleddin Çelebi vardı. Ka­diri, Nakşi ve Rufailer Mevlevi Alayı bünyesindeydiler. Yenikapı Mevlevi Şeyhi Abdülbaki Efendi ile Erzincan Mevlevi Şeyhi lbrahim Hakkı Efendi de dervişleriyle Şam'daki Mevlevi Alayı'na katıldılar.

Dersimli Mücahitler Alayı

Vatan Özgül'ün "Balabanlılar" kitabındaki belgelere göre, Erzin­can ve Dersim'de yerleşik Balabanlı Alevi aşireti reisi Gül Ağa ve Şadıllı aşireti reisi Kırmo Yusuf'un, Teşkilat'la sıkı ilişkisi vardı. Ittihadi lslam, Alevi aşiretler arasında da kabul gördü. Balabanlı milisler­den, "Gül Ağa'nın Mücahitleri" diye söz ediliyordu. Bektaşi Şeyhi Cemalettin Çelebi, Dersim'deki Alevi ocaklarını ziyaret ederek, Teş­kilat-ı Mahsusa'ya gönüllü topladı. Bu gönüllülere Mücahidin-i Bektaşiye adı veriliyordu. Erzurum'da Bektaşi Alayı Kumandanı Cema­lettin Efendi'nin askeri danışmanı, Yüzbaşı Nuri Dersimi'ydi. Bekta­şi Mücahit Taburları'nın Erzincan şubesinin başında yüzbaşı rütbe­siyle Alevi babası ve ozanı Sıtkı Baba vardı.

Nurşin Şeyhleri Milis Teşkilatı Kurdular

Bitlis'teki Nurşin Şeyhleri de I. Dünya Savaşı'nda müritleriyle mi­lis birlikleri kurdular. Bunların ikisi, Molla Sadrettin Yüksel'in kayın­pederi Şeyh Masum ve amcası Şeyh Muhammed Ziyaüddin idi. Şeyh Ziyaüddin'in iki kardeşi şehit oldu, kendisi de kolunu kaybetti.

Elli Devletin Temelinde Teşkilat'ın Harcı Var

Osmanlı İmparatorluğu'nun son on yılına imza atan örgüt, Teşkilat-ı Mahsusa'dır. Enver Paşa'nın emriyle İttihat ve Terakki'nin seçkin eylemcileri tarafından kurulan örgüt, Meşrutiyet'in ilanında önemli bir rol oyuarnakla kalmadı, İtalyanlar tarafından işgal edilen Lib­ya'da, daha sonra Balkanlar'da, I. Dünya Savaşı'nda ve Kuvayı Milliye'de de önemli rol oynadı. İttihat ve Terakki Cemiyeri'nin yer altı fa­aliyetlerinde pişmiş olan eylemcilerden teşkil edilen Özel Teşkilat, 19l3'deki Babıali Baskını'nda da önemli rol oynadı. İttihat ve Terakki'nin iktidar olmasıyla resmileşen ve uluslararası nitelik de kazanan Teşkilat-ı Mahsusa, Hindistan'dan Afrika'ya, Ortadoğu'dan Balkanlar'a, Arap Yarımadası'ndan Orta Asya'ya uzanan Islam dünyasını Os­manlı etrafında birleştirmeyi amaçlıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'cılara göre Teşkilat, tanıdık bildik bir gizli servis, bir ajanlar topluluğu de­ğildi. Onlar bir dava etrafında bir araya gelen, güçlerini ve yetenekle­rini bu çerçevede birleştiren idealistlerdi. Onların tek gayesi impara­torluğu ayakta tutmaktı. Hangi etnik kökene ve dine mensup olursa olsun, imparatorluk sınırları içinde herkese yer vardı. Sömürge altın­da yaşayan Müslüman halklar kendi bağımsızlıklarını kazanmalı ve kardeş ülkelerle dayanışma içinde olmalıydı.

Örtülü Ödenekten Beslendi

Teşkilat'ın giderleri Harbiye Nezareti'nden ve örtülü ödenekten karşılanıyordu. Teşkilat'ın adı resmi olarak Umur-ı Şarkiye Dairesi'ydi. Merkezi, Nur-u Osmaniye Caddesi, Şeref Sokak'ta, Tasvir-i Ef­kar gazetesinin karşısındaki bir binadaydı. Harbiye Nezareti'ne bağ­lı olarak kurulan teşkilat, İttihat ve Terakki'nin Meşrutiyet öncesi yeraltı çalışmalarının bir ürünü, hatta devamıydı. Kara Kemal'den Yenibahçeli Nail'e, Kuşçubaşı Eşref'ten Süleyman Askeri'ye, Yakup Cemil'den Ömer Naci'ye kadar, Cemiyet'in pek çok ünlü fedaisi da­ha sonra Teşkilat-ı Mahsusa'da yer aldı. Teşkilat'ın Hilal olarak ad­landırılan İslam dünyasının her yerinde faaliyet gösteren 30 bini aşan mensubu vardı. Resmi yazışmalarda "Hafi Teşkilat" olarak da zikredilen Teşkilat-ı Mahsusa'nın en dikkat çekici yanlarından biri de ideolojik söylemleriydi. İttihat ve Terakki, Trablusgarp Savaşı'ndan sonra, Osmanlı Imparatorluğu'nun dağılmasını önleyecek tek çare olarak Ittihad-ı lslam Projesi'ni devreye soktu. Bu proje kap­samında, başta Ingiltere olmak üzere Fransız, Hollanda, Rus ve İtal­yan sömürgesi altında yaşayan Müslüman ülkelerde lslam lhtilal Ko­miteleri kuruluyordu. Teşkilat-ı Mahsusa içinde çeşitli etnik köken­lere sahip idealist subayların yanı sıra yüzlerce aydın, şeyh ve din adamı yer alıyordu. Bediüzzaman Said Nursi'den Mehmet Akif'e, Dürzi Emir Şekip Arslan'dan Mısırlı Şeyh Abdulaziz Çaviş'e, Tunus­lu Şeyh Salih Şerif et-Tunusi'den Libyalı Şeyh Ahmet es-Sunusi'ye, Hintli Muhammed Bereketullah Efendi'den Ebul Kelam Azad'a, Pa­kistan'ın ilk devlet başkanı Muhammed Ali'den kardeşi Şevket Ali'ye, lbnürreşid'den Şeyh Mehdi'ye pek çok ünlü isim Teşkilat'la bir şekilde ilişkiliydi.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın yapısı Osmanlı'nın etnik yapısını içinde barındırıyordu. Hepsinin ortak gayesi imparatorluğu ayakta tuta­bilmekti. Kafkas kökenli Kuşçubaşı Eşref, Teşkilatçıların bu yapı­sına dikkat çekerek, "Ben ne Dağıstan rüyalarını gören bir Çerkez, ne Arap, ne de Rum'dum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir Os­manlı'ydım" diyordu. Fuat Bulca da Teşkilat-ı Mahsusa'nın esas görevinin, imparatorluğun ayakta kalabilmesi için bağlanılmış olan büyük davaları gerçekleştirecek şahsiyetleri teşkilatlandırmak olduğunu belirterek şöyle diyordu: "Türk İstiklal Savaşı ile ilk fiili neticesini veren, ll. Dünya Savaşı sonucundaysa bütün dünyaya yayılan ve sayısı eliiyi geçen bağımsız devlet kurdurmuş olan mil­li uyanışların fikri oluşumunda, bizim Teşkilat-ı Mahsusa'nın bü­yük etkisi vardır."

Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar da

Teşkilat'ın Adamı

Ülke ekonomisinin millileştirilmesi de Teşkilat'ın ilgi alanı için­deydi. İstanbul'da Kara Kemal Bey, bu amaçla esnafı örgütleyerek yerli sermayeye dayanan şirketler kurdurmuştu. Celal Bayar, Teşkilat-ı Mahsusa'nın İzmir şubesindeydi. Başlıca görevi Teşkilat ve Par­ti arasındaki iletişimi sağlamak, bunun yanı sıra İzmir ekonomisini Türkleştirmekti. Kara Kemal ve Celal Bayar, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Ticariye grubundaydı. Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar "Ben de Yazdım" isimli hatıratında, Kuşçubaşı Eşref'in gönderdiği bir özel dosyada yer alan bilgilere yer verdi. Buna göre Teşkilat-ı Mahsusa, l913'te Batı Trakya Hükümeti'ne son verildikten sonra yeniden ikin­ci defa ve Enver Paşa'nın emriyle kuruldu. Dosyada Eşref Bey, şun­ları belirtiyordu: "Enver'in emrinde bir kurul ve başkanı Süleyman Askeri, ordudan subaylar, hükümet ricalinden yetkili bazı kişiler, ya­bancı Müslüman memleketlerinden Hilafet'e bağlı zevattan tanınmış ulema, tanınmış siyasi, milliyetçi ve memleketin kurtulması uğrun­da çalışan kimselerle memleketleri için de hidematiyle kendini gös­termiş, teferrüt etmiş olanlardan kuruludur."

Eşref Bey'in verdiği listede önemli isimler vardı. Örneğin Hindis­tan'dan Muhammed ve Şevket Ali Cinnah kardeşler, Sih-Ghadr Partisi'nin lideri Dar Hayal bile Teşkilat'la ilişkilidir. Eşref Bey bazı isimle­ri açıklamamıştı. Bu kişiler önemli mevkileri işgal ediyorlardı. Teşki­lat-ı Mahsusa'nın efsanevi şeflerinden Eşref Bey, işin en başından beri içindeydi. Teşkilat zaten büyük ölçüde Eşref Bey'in deneyimlerinden yararlandı. Kendisi Teşkilat-ı Mahsusacı'ların ruh yapısını ise şöyle anlatmaktaydı: "Birer eski tüfekti bu adamlar. Kendilerini göreve, va­tan hizmetine adamış, ucuz kahramanlıklara, süslü lafları ve sahte ta­vırlara yüz vermeyen gerçek vatanseverlerdi. Onların vatanseverliği derin ve içten yaşanan bir duyguydu. Kaybedecek hiçbir şeyimiz yok­tu. Davamızın haklı bir dava olduğuna inanmıştık Sonunda kazana­mayacak oluşumuzu göz ardı etmek gayreti içindeydik. Etrafımızdaki dünya yıkılıp gitmeden hiç olmazsa birkaç tane daha küçük zafer el­de edebiliriz diye düşünüyorduk."

Gizli Görevle Libya'ya Giden Atatürk, Halı

Tüccarı Kılığındaydı

Halı tüccarı kılığında Mısır'a giden Mustafa Kemal'in ve diğer ge­rillaların sahte kimlik ve pasaportlarının temin edilmesinden, ünlü Teşkilat-ı Mahsusacı Kara Kemal sorumluydu. İttihat ve Terakki'yi Ittihad-ı İslam projesine teşvik eden, Trablusgarp'ın İtalyanlar tara­fından işgal edilmesiydi. ittihat ve Terakki, iktidarın dizginlerini ele geçirdiklerinde bu projeye bel bağladı. İttihatçı eylemciler Libya'da kazandıkları tecrübeden, Balkan ve I. Dünya savaşlarında da yarar­lanacaklardı. Enver Paşa'nın liderliğindeki Özel Teşkilat, Libya'da si­lah, cephane ve profesyonel asker kıtlığına rağmen, mükemmel bir gerilla savaşı örgütleyerek, 200 bin kadar İtalyan askerini sahil şeri­dine kilitlerneyi başarmıştı. Trablusgarp'ta, sonradan çoğu Teşkilat-ı Mahsusa'er olan ünlü isimler gerillalık yaptı. Bunların başında Mus­tafa Kemal Paşa, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Kuşçubaşı Eşref ve Hacı Selim Sami, Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, ilk havacı şe­hitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Süleyman Askeri, Fuat Bulca, Yakup Cemil, Nuri Conker, Rauf Orbay gibi isimler yer alıyordu. Ünlü Masonlardan Ord. Prof. Mim Kemal Öke de yüzbaşı rütbesin­de Deme cephesindeydi. Prof. Ayhan Songar'ın babası Nazmi Bey ve ünlü seyyah AbCurreşit Ihrahim de Libya'ya giden gönüllü mücahit­ler arasında yer alıyorlardı.

Trablusgarp direnişi için kurulan Özel Teşkilat, Enver Paşa tara­fından gerçekleştirildi. Enver Paşa ve Ali Fethi Okyar binbaşı, Mus­tafa Kemal Paşa Kolağası rütbesindeydi. Özel Teşkilat'ın kuruluşunu Atatürk'ün akrabası Fuat Bulca, Cemal Kutay'ın yayınladığı "Trablusgarp'ta Bir Avuç Insan" adlı anılarında anlatır. Bulca, Mustafa Ke­mal'in yardımcısıydı. Mustafa Kemal'in Bulca'ya ilk sözü: "Trablusgarp'a gidiyoruz, sen de geleceksin" olmuştu. Mustafa Kemal, şöyle diyordu: "Enver'in planı şu: Bizler kendi arzumuzla ve özel bir teş­kilat olarak müdafaayı ele alacağız. Harbiye Nezareti de bizi istifa et­miş sayacak. Orada teşkilat yapacağız. Biliyorsun ki ben daha önce de Trablusgarp'ta bulundum. Durumu iyi bilirim. Eğer ciddi olarak müdafaaya girişirsek, başta Sunusiler olmak üzere halk bize yardım eder. Enver halkı teşkilatlandıracak, onların dillerini ve adetlerini bilen arkadaşları beraberimize alacağını söyledi. Eşref bey de geliyor. Mıntıkaları harita üzerinde taksim dahi ettik. Sen benim muavinim olacaksın. Bu akşam Beşiktaş'ta Enver'in evinde toplanacağız. Gizli tut. Hiç kimse bir şey bilmiyor. Mahmut Şevket Paşa'yla Enver temas ediyor. Ali Fethi de Cezayir'e geçecek, oradan deniz vasıtasıyla ula­şım imkanlarını araştıracak"

Mısır'ın liman kenti İskenderiye, Trablusgarp'a geçişin kilidiydi. Özel Teşkilat'ın subayları İskenderiye'den sınıra, oradan da Trablus­garp'a geçeceklerdi. Teşkilat mensupları subay olduklarını gizlemek zorunda olduklarından sahte kimliklerle yolculuğa çıkacaklardı. Mustafa Kemal halı tüccarı, Süleyman Askeri genç bir molla kılığına bürünmüştü. l915'te Teşkilat'ın Osmancık Gönüllü Taburu'nun ba­şında, daha sonra Irak'ta şehit düşen Kısıkhlı Yüzbaşı Cemil bulunu­yordu ve hoca kılığındaydı. Mustafa Kemal yolcuğa çıkmadan önce

Fuat Bulca'ya şöyle diyordu: "Hükümet acziyer içinde. Bunu Harbiye Nazırı elem ve üzüntüyle itiraf etti. İstanbul'dan hiçbir yardım göre­ceğimizi zannetıniyorurn. Enver de aynı kanaatte. Evvela o gitrnek is­tiyor. Eşref Bey'in Mısır'daki muhitinden ve dostlarından istifade ede­ceğiz. Sevkıyatın tehlikesiz oraya varması için Mısır'ın muhtelif yerle­rinde teşkilat yapacak. Takma adiarımızla bu unvanlara uygun mes­leklerimizin listesi hazırlanıyor."

Sahte Pasaportlar Kara Kemal'den

Kara Kemal, Özel Teşkilat'ın İstanbul'daki işleriyle ilgilenecekti. Özel Teşkilat'a seçilecek subayların iaşeleri, yolculukta kullanacak­ları kıyafetler, sahte kimlik ve pasaportların tanzim edilmesi onun işiydi. Hazırlıklar gizli tutuldu. Özel Teşkilat'ın hükümetle, İttihat ve Terakki merkezi ile irtibatından da Kara Kemal ve Şükrü Bey so­rumluydu. Kara Kemal Bey'in Karagümrük'teki evi, Özel Teşkilat'ın güvenli eviydi (Kara Kemal, l926'da Atatürk'e suikast davasından aranırken intihar etti).

Enver Bey'in evinde yapılan gizli toplantıda Mustafa Kemal, Ali Fethi Okyar, Kuşçubaşı Eşref, Mümtaz Bey, Süleyman Askeri, Fuat Bulca ve birkaç subay vardır. Toplantıda büyük bir harita başında ça­lışılıyordu. Teşkilat, Mısır üzerinden Libya'ya sızacaktı. Ingiliz kont­rolü altındaki Mısır'dan geçişler tehlikeliydi. Başka bir çare de yok­tu. Mısır'da Eşref Bey'in çevresi işe dahil edilecekti. Mısır'ı iyi tanı­yan biri daha vardı: Ömer Fevzi Mardin.

Fevzi Bey, Özel Teşkilat'ın İskenderiye'deki sevkiyat ve ikmal so­rumlusu tayin edildi. Teşkilat, Trablusgarp'a karadan ve denizden bağlanan yollar üzerindeki merkezlerde güvenilir elemanlar görev­lendirecekti. Özel Teşkilat herkese açık olmayacak rı. Profesyonel çe­teciler ve idare etme niteliğine sahip güvenilir subaylar yer alacaktı.

Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Bey, Libya'da keskin nişancılığıyla ün saldı. Pusuya yatan Nuri Paşa'nın, tek başına lOO'den fazla kal­yan askerini öldürdüğü dilden dile dolaştı. Kuşçubaşı Eşref de "Uçan Şeyh" unvanını Libya'da kazanıyordu. Tunus, Cezayir ve Su­dan'dan gönüllüler akıyordu. Cezayirli Emir Abdulkadir'in oğlu Emir Ali Paşa ile Tunuslu Şeyh Salih Şerif Tunusi de Eşref Bey'in da­vetiyle Trablusgarp'a geldi. Enver Paşa'nın baskısıyla Osmanlı Dev­leti, hükümete tabi olmayan gayrı resmi bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa'nın Bulgar işgali altındaki Batı Trakya'da çete faaliyeti gös­termesine göz yumdu. Teşkilat-ı Mahsusa, gönüllülerden kurduğu çetelerle Bulgarları Batı Trakya'dan tümüyle sürüp attı.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın ikinci görev alanı işgal altındaki Batı Trakya'ydı. Teşkilat, % 85'i Müslüman ve Türk olan Batı Trakya'da da gayrı resmi hareket edecekti. Enver Paşa, Libya'da devlete vergi vermemek için dağa çıkan eşkıyaları gönüllüler arasına katmıştı. Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Hacı Sami, çetecilikte epey tecrübe sahi­biydiler. Aynı yöntem Batı Trakya'da uygulanabilirdi. İttihat ve Te­rakki, Edirne yüzünden hükümet darbesi yapmıştı. Edirne hâlâ Bul­gar işgali altındaydı. Batı Trakya'da yüz binlerle ifade edilen Pomak Müslüman zorla vaftiz ediliyordu. İstanbul göçmen kaynıyordu. Ye­ni hükümet işleri ağırdan alıyor, sorunu diplomatik yollardan çöz­mek istiyordu. Bu arada Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi, işle­ri karıştırdı. Enver Paşa, Eşref Bey'i Trablusgarp'tan çağırdı. Görevi­ni Aziz Ali ElMısri'ye bırakıp İstanbul'a dönen Eşref Bey'in ilk işi, Şevket Paşa'nın katillerini yakalamaktı.

"Ordu Yardımı İstemiyorum"

Enver Paşa, hükümeti ve Harbiye Nazırı'nı askeri harekata ikna edemiyordu. Kuşçubaşı Eşref, Enver Paşa'ya baskı yapıyordu. Cemal Kutay'ın yayınladığı anılara göre, Eşref Bey, Enver Paşa'ya Trablusgarp'ta bir avuç insanla neler yaptıklarını hatırlatarak, benzer bir teş­kilatla Bulgarları püskürtebileceklerini savunuyordu. Enver Paşa, Kuşçubaşı Eşref'e sordu: "Ne kadarlık bir kuvvete ihtiyaç var?" Eş­ref Bey, "Ordudan resmi yardım istemiyorum" diyerek şöyle devam etti: "Sami Bey kuvvetleri, Cihangiroğlu İbrahim Bey kuvvetleri, Er­zurum, Kars, Uşak taburlar kafidir. Neden endişe ediyoruz? Benim unvanım ne? Umum Çeteler Kumandamİ Gayr-ı mesul bir makamın gayr-ı mesul şahsiyeti. Ben ilerlerim, düşman beni çevirirse eritir, yok eder, mesele de kalmaz. Er meydanında ölmek hassası baki kal­mışsa düşmanı önümüze katar, geldiği yere sürükleriz. O zaman da çıkacak siyasi meseleleri, sakalları yerleri sürüyen, omuzlarında ya­nın asrı geçmiş tecrübeler olan nazır paşalar düşünsün. Daha sıkıya geldiniz mi, bu adam asinin biridir, asılması gerekir der, beni yaka­ladığınız yerde asarsınız."

Mahkumları Aldılar

Enver Paşa, Kuşçubaşı Eşref ile konuştuktan sonra Kolordu Ko­mutanı Hurşit Paşa'ya gitti. Döndüğünde vize çıkmıştı. Cemal Paşa anılarında hükümetin, ordunun Edirne'ye yürüyeceğini, ancak Me­riç nehrini geçmeyeceğini taahhüt ettiğini, Enver Paşa ve arkadaşlannınsa, hükümete tabi olmayan gayri resmi bir Teşkilat-ı Mahsu­sa'nın Meriç nehrinin öte tarafında istediği gibi hareket etmesini hü­kümete kabul ettirdiklerini söylüyordu.

Teşkilat-ı Mahsusa hemen harekete geçti. Kuşçubaşı Sami, ha­pishanelerde yüz kızartıcı suçlar dışında kalan deneyimli silahşor­lara af çıkartarak gönüllü müfrezelere dahil etti. Anadolu'nun her yerinden gönüllü geliyordu. Gönüllüler, Umum Milli Kuvvetler Kumandam Eşref Bey'in etrafında toplanıyordu. Kürt aşiret reisle­ri, atlılar ve delikanlılarının yanı sıra, 80 yaşındaki dedeler bile gelmişti. Eşref Bey'in çeteleri harekete geçti. Enver Paşa, muzaffer bir komutan olarak Edirne'ye girmesini Kuşçubaşı Eşref ve Süley­man Askeri'nin çetelerine borçluydu. Edirne'nin işgalden kurtarıl­ması Enver Paşa ve ittihat ve Terakki'nin itibarını artırdı. Çeteler, Meriç Nehri'ni aşıp Batı Trakya'ya girdiler, kısa sürede Bulgarları bölgeden süpürdüler.

Bulgar Bakandan Cemal Paşa'ya Övgü

Batı Trakya, Bulgarların boş vaatleri ve Rus tehdidi yüzünden boşaltıldı. Osmanlı hükümeti, Cemal Paşa'yı Teşkilat-ı Mahsusa'yı ikna etmek için Batı Trakya'ya gönderdi. Eşref Bey Cemal Paşa'ya haber gönderip, Batı Trakya Hükümeti'nin bağımsız olduğunu, Os­manlı pasaportuyla gelmemesi halinde kendisini tutuklayacağını söyleyecek kadar kızgındı. Bulgar Dışişleri Bakanı Ivan Geşof anı­larında şöyle diyordu: "Osmanlı hükümeti Batı Trakya'da kurulan hükümeti kendi eliyle yok etmiş olmasaydı, büyük devletler bu tampon devleti kesin olarak tanıyacaklar ve Türkler Balkanlar'dan çıkmamış olacaklardı. Biz bu sonuçtan endişe ettik. Fakat Osman­lı devlet adamları, özellikle Cemal Paşa bize, bizden daha çok hiz­met etti."

Özel Teşkilat Batı Trakya'da Hükümet Kurdu

Meriç nehri boylarını Bulgarlardan temizleyen Teşkilat-ı Mahsu­sa, Ağustos l9l3'te Batı Trakya Devleti adıyla bir geçici hükümet kurdu. Parası, pulu, posta teşkilatı, haber ajansı ve küçük bir ordu­su olan hükümetin Başkanı Müclerris Salih Hoca, başkenti Gümülcine, hükümetin icra ve Genelkurmay Başkanı "Süleyman Zeynelabidin" takma ismini kullanan Süleyman Askeri'ydi. Bayrağı yeşil, siyah ve beyaz renkli, ay yıldızlıydı. Eşref Bey, Kuvayı Milliye Umum Mü­fettişi unvanı taşıyordu. Osmanlı Hükümeti'nin Bulgarlarla yaptığı bir anlaşma sonucunda Batı Trakya Hükümeti'nin ömrü kısa sürdü. Eşref Bey ve Teşkilat'ın itirazı sonuç vermedi. Beşiktaş Kulübü'nün eski başkanlarından Fuat Balkan ünlü bir komitacıydı. Batı Trak­ya'da Süleyman Askeri'yle çalışan Balkan, Teşkilat-ı Mahsusa emrine girdi. Komitacılığa Bulgarların Pornakları zorla Hristiyanlaştırmalan üzerine başlayan Balkan, batıralarında şöyle diyordu: "Komitacılık bazılarının sandığı gibi, soygunculuk, çapulculuk değildir. Aksine, vatanseverliğin en uç noktasına kornitacılık denir. Komitacı, vatan davası karşısında her şeyini feda eden; gözünü budaktan ayırmayan adamdır. Memleket ve milleti için, gerekirse acımadan yakar, yıkar, öldürür. Biz de gerektikçe böyle hareket ettik. Kaç defa böyle vaziyerler karşısında kaldık, yapılması lazım olanı yaptık. Şimdi bakıyerum da şu veya bu işte radikal olmasaydık, memleket kim bilir kim­lerin ayakları altında kalacak ve bu şerefli millet kimlerin esiri kal­maya mahkum olacaktı."

Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluş toplantısında yer alan Nevrekoplu Celal Bey, gizli bir görevle, Abidinov takma adıyla Bulgar Millet Meclisi'ne milletvekili olarak girmeyi başardı. Celal Bey, Bulgar Meclisi'nde Bulgaristan'ın I. Dünya Savaşı'na katılmasıyla ilgili oylamada diğer 14 Türk milletvekiliyle birlikte önemli bir rol oynadı. Celal Bey, kendisine verilen bir başka görev çerçevesinde, I. Dünya Savaşı'ndan sonra da Trakya'nın Türkiye'ye bağlanması için Roma'da dip­lomatik girişimlerde bulundu.

Binbaşı Ömer Fevzi

l9l4'te Enver Paşa, Suudi Arabistan'ın ilk kralı İbn Suud ile an­laşması için Teşkilat-ı Mahsusa'dan Binbaşı Ömer Fevzi'yi gönderdi. Binbaşı Fevzi, İran Körfezi ve Uroman'da Ingiİizlere karşı halkı ör­gütlemeye çalıştı. Buna örnek gösterilen vaka, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Libya'daki tecrübesiydi. I. Dünya Savaşı başlamadan önce En­ver Paşa, İngilizlere karşı Hintli Müslümanlada işbirliği yapmaya ça­lışırken, Arap yarımadasında Osmanlı'nın durumunu da güçlendir­mek istiyordu. Arabistan'ın güçlü aşiret reisi İbn Suud, Osmanlı'ya isyan halindeydi. Enver Paşa, İbn Suud ile anlaşma sağlamak istiyor­du. Paşa'nın İbn Suud ile anlaşma yapması için seçtiği kişi bir bin­başıydı. Bu görevlendirme Basra Valisi Süleyman Şefik Paşa'yı bile şaşırtmıştı. Paşa, görevin kendisine verilmesini istiyordu.

Binbaşı, Harbiye Nezareti'ne bağlı Urour-ı Şarkiye Dairesi (Teşki­lat-ı Mahsusa) emrindeydi. Trablusgarp, İran, Mısır, Irak, Kafkasya ve Arabistan'da Teşkilat'ın operasyonlarına katılan bu binbaşının adı Ömer Fevzi'ydi. Prof. Dr. Zekeriya Kurşun'un "Necid ve Ahsa'da Os­manlı Hakimiyeti" isimli kitabında yer alan belgelere göre, Fevzi Bey bölgede araştırmalar yapmış, Kuveyt Şeyhi Mübarek ve Muhammare Şeyhi Hazal Han'ı da ziyaret etmişti. Temaslarının ardından lbn Suud ile yapılacak anlaşmanın içeriğine ilişkin bir raporu Enver Paşa'ya sunmuştu. Kuveyt Şeyhi Mübarek'le yaptığı görüşmeyi şifreli telgraf­la iletmişti. Şeyh Mübarek'e göre, Osmanlı Hükümeti'nin lbn Suud ile gizli bir anlaşma sağlaması Umman, Maskat ve Bahreyn'e el atılmasın­da çok kolaylık sağlardı. İbn Suud bu bölgeleri işgal ederdi; bu fiili durum Osmanlı'ya resmi sorumluluk getirmezdi. lbn Suud'un Os­manlı Devleti'ne isyan ettiği söylenerek işin içinden çıkılabilirdi.

Ömer Fevzi, 13 Nisan l9l4'de Harbiye Nezareti'ne çektiği şifre­li telgrafta, Katar'ın İngilizlere teslim edilmesi halinde, Libya'daki gibi milli bir müdafaa kuvvetinin oluşturulabileceğini kaydediyor­du. Resmi surette cevap verilemezse, özel bir emir yeterliydi. Fevzi Bey, Katarlıların Osmanlı'ya sadık olduklarını ve İngiliz idaresine girmek istemediklerini kaydediyordu. Katar'ın terki bütün Müslümanlar nezdinde kötü bir etki bırakırdı. İran Körfezi'nde Katar'dan başka liman olmadığını belirten Fevzi Bey, İngilizlerin Necid ve İran sahillerini birer birer ele geçirdiğine dikkat çekiyor, ileride Bas­ra'nın zor durumda kalacağını söylüyordu. Kuveyt Şeyhi Mübarek ve lbn Suud'la uzlaşma sağlanmalıydı. Bu anlaşmayla, lngilizlerin istila planına karşı, Iran Körfezi ve Umman Denizi sahillerinde ge­nel bir durum meydana getirilebilirdi. Ömer Fevzi, şöyle devam ediyordu: "İngilizler Islam mülkünü küçük ve kuvvetsiz şeyhlikle­re, hakimiikiere ayırarak istila esaslarını kurmak istiyorlar. Biz de aşiret şeyhlerini lbn Suud'un etrafında birleştirelim. Hatta milli' bir Islam ordusunu, Iran'ın güneyinden dolaştırarak Hindistan'ı kur­tarmaya hazırlamayı bunlara bir gaye olarak telkin edelim. Bunu devlet adına değil de şahsi bir durum olarak tarif edeyim. lngilizler, Osmanlı Hükümeti'ne karşı ne kadar pervasız iseler, böyle bir Islam ordusundan da o kadar çekinirler. Çünkü ufak bir kıvılcımın Kızıldeniz ve Umman Denizi salıillerindeki İslam beldelerine yayılması halinde, büyük bir dert karşısında bulunacaklarını zannediyorlar." Fevzi Bey, Enver Paşa'dan anlaşma yapma yetkisi istiyor, "İngilizlerin her yerde bize karşı aynadıkları role hiç olmazsa bu şekilde bir karşılık verebiliriz." diyordu.

l953'de vefat eden Ömer Fevzi Bey, soyadı kanunuyla birlikte Mardin soyadını almıştı. Ord. Prof. Ebulula Mardin, Prof. Şerif Mar­din, Amerika'nın ünlü müzisyenlerinden Arif Mardin, diplomat Şemsettin Mardin, eski milletvekili ve şair Yusuf Mardin, halkla iliş­kiler duayeni Betül Mardin ve daha pek çok ünlü ismin yer aldığı Mardinizade ailesine mensuptu. l878'de doğan Ömer Fevzi Efendi., yazar Cemal Kutay ve Kuşcubaşı Eşref arasında da akrabalık bağları vardır. Ömer Fevzi Efendi'nin annesi Zarife Hanım, Kürt Bedirhan Paşa'nın kızıydı. Bedirhan Paşa'nın oğlu eski Trablus Mutasarrıfı Bedri Paşa ise Kuşcubaşı Eşref'in teyzesinin kızının eşiydi.

Trablusgarp Savaşı sırasında Ömer Fevzi'nin temin ettiği silah yüklü bir gemiye Ingilizler el koydu. Silahlar Libya'daki direnişçile­re aitti. Ömer Fevzi, lskenderiyeli kabadayılarla anlaştı. Akşam hava karardığında gemiye çıktılar, Ingiliz nöbetçileri etkisiz hale getirerek yükü boşalttılar. Ömer Fevzi, ajanları vasıtasıyla Yunanlıların savaş sevkiyatlarını da takip ediyordu. Rauf Bey de sevkiyat yapılan liman­ları bombardıman ediyordu. Bu bilgilerin bir kısmı, Osmanlı Genelkurmayı'nın verdiği bilgilerle zıttı. Ancak Genelkurmay'ın değil,

Ömer Fevzi'nin bilgileri doğru çıkıyordu. Balkan Savaşlan sonrasın­da yurda dönen Hamidiye'yi Çanakkale'de hükümet ve padişah adı­na Ömer Fevzi karşıladı. Büyük bir kalabalığa hitap eden Ömer Fev­zi, etkili bir hoş geldin konuşması yapmıştı. Hamidiye'ye yaptığı yar­dımlardan dolayı Harbiye Nezareti tarafından ödüllendirilmek isten­di. Ödülü reddetti; sadece Hamidiye'nin sancağının hatıra olarak ve­rilmesini rica etti. Hamidiye Zırhlısının sancağı daha sonra Denizci­lik Müzesi'ne intikal edecekti.

Arif Bey, daha önce Hudeyde Mutasarn[ Vekili olduğu sırada Yemen'de İmam Yahya ile Osmanlı Hükümeti arasındaki soğukluğu gi­dermiş, Basra'da Kut'el Amara kuşatmasını kaldırtmıştı. Libya'da Sunusi tarikan vasİlasıyla Osmanlı subaylarının kamutasında savaşan Arap aşiretleri cephesinin kurulmasında büyük payı vardı. Teşkilat­ı Mahsusa'nın Mısır'daki sevkıyat ve ikmal sorumlusu olan Fevzi Bey, babasının Mısır'daki nüfuzundan yararlanmıştı.

Teşkilat-ı Mahsusa, sömürge altındaki bölgelerde Islami-milli ayaklanmaların zeminini hazırladı. Plana göre uygun ortam gelip ih­tilal kıvılcımları çakılınca, Osmanlı birlikleri bölgelere girerek yerel güçlerle birleşecekti. Harbiye Nazırı Enver Paşa, Hamidiye Kahra­manı Rauf Orbay'ı, küçük bir Alman askeri misyonuyla Afgan Emiri Habibullah'la özel bir görüşme yapmakla görevlendirdi. Yolculuk, Teşkilat-ı Mahsusa'nın sorumluluğundaydı. Heyet, Iran içinden Ka­bil'e ulaşacaktı. 1914 sonlarıydı. Amaç, Ingilizlere karşı Afgan Emiri'ni Osmanlı-Alman tarafına çekmekti. Heyetin kurmay başkanı Binbaşı Ömer Fevzi Bey'di. Rauf Bey'in adı saklı tutuluyordu. Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, "Teşkilat-ı Mahsusa'dan Cumhuriyete" isimli çalışmasında bu yolculuğu anlatırken, Ömer Fevzi'den Umur-ı Şar­kiye Müdürü (Teşkilat-ı Mahsusa) olarak söz eder. Hazırlıkları ya­pan da Fevzi Bey'di. Sahte pasaportla iki ajanını önceden hazırlık yapmak üzere Hindistan'a göndermişti. Ingilizler iki ajanı gemiden indikten sonra tutukladılar. Prof. Balcıoğlu'na göre, Fevzi Bey'in iki ajanı uğurlarken göğsünde altın madalyası ve Umur-ı Şarkiye Müdü­rü sıfatıyla iskelede görünmesi dikkat çekmişti.

Heyet, İran'a üç grup halinde Halep üzerinden Iran'ın Loristan eyalerine girmişti. Heyette Almanların yanı sıra bazı Hintli ve Iranlı ihtilalciler vardı. Heyet Iran içlerindeyken Osmanlı Hükümeti sava­şa girdiğini ilan etti. Yolculuğu uzatan Rauf Bey, bölgedeki büyük Kürt aşireti Bahriyarileri yanına çekmek suretiyle Güney Iran'da kontrolü ele almak niyetindeydi. Kabil'e gitmek üzere yola çıkan Teşkilat-ı Mahsusa heyeti, Iran içinde gruplar oluşturuyordu. Kürt aşiretleri içinde faaliyet gösteren Rauf Bey'in müfrezesinin Kasr-ı Şirin'i işgal edip, ardından Kirmanşah'a girmeye hazırlanması Alman subayların uykusunu kaçırdı. Almanlar Rauf Orbay'ı Enver Paşa'ya şikayet ederken, Iran Hükümeti ve basını, Tahran'daki Osmanlı El­çisini etki altına aldı. Ingilizler ve Ruslar tarafından kıskaç altına alı­nan Iran Şahı tarafsızlık siyaseti izliyordu. Enver Paşa, Rauf Bey'den Kirmanşah'a zorla girmemesini, güneydeki aşiretler üzerinde çalış­maya devam etmesini istedi.

Almanlar, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Iran'daki çalışmalarından ra­hatsız olmuşlardı. Rauf ve Ömer Fevzi beyler de Almanların Iran'da kendi adianna yaptıklar faaliyetlerden kuşkuluydular. Almanlar Or­bay'ı, Orbay da Almanları Enver Paşa'ya şikayet ediyordu. Irak cep­hesinde Bedevi gönüllüleri örgütleyerek cepheye sevk eden Süley­man Askeri de ortak misyanun sona erdirilmesini, heyetin elindeki silah ve teçhizatın kendisine gönderilmesini istiyordu. Ingilizler Bas­ra'yı işgal etmişti. Irak cephesi öncelikliydi. Askeri'ye göre Iran'da Almanlardan ayrı hareket edilmeliydi. Enver Paşa, ortak misyanun Almanlar üzmeden sona erdirilmesine izin verdi. Silahiara el konul­mayacak, Almanlar Kabil'e ayrı gidecekler, yanlarında refakatçi ola­rak Yüzbaşı Kazım bulunacaktı. Cihad-ı Mukaddes ilan edilmişti. Kirmanşah'taki Ingiliz Konsolosluğu'nu koruyan Hintli muhafızla­rın komutanı ve adamlar Rauf Bey'e katıldılar. Van cephesinden Çerkez Ethem ve Cihangiroğlu İbrahim Bey de İran'a geldi.

Bu arada Ömer Fevzi Bey, Tahran Elçiliği'ne askeri ateşe olarak tayin edildi. Görevi, Teşkilat-ı Mahsusa'nın örgütlediği Kafkasya'da­ki Islam Ihtilal Komiteleri ile Istanbul arasındaki koordinasyonu sağlamaktı. Ömer Fevzi, Iran'daki Ingiliz ve Rus etkisini kırmaya ça­lıştı. Şii ve Sünniler arasındaki uzlaşmazlıkları çözümlernek istiyor­du. Şii din adamlarıyla görüşüyordu. Şiilerin Hac konusundaki is­teklerini İstanbul'a ileterek olumlu adımlar atılmasını sağladı. Faali­yetleri Ingilizierin dikkatini çeken Ömer Fevzi Bey, bir suikast giri­şiminden son anda kurtuldu. Teşkilat-ı Mahsusa kuvvetleri, Iran iç­lerinde Rus kolordusunu bozguna uğratıp Kirmanşah ve Hemedan'a girmişti. Kirmanşah'ta eski nazırlardan Nizam-üs-Saltana Hüseyin geçici hükümet kuruyordu. Teşkilat'tan Ömer Naci, Ruşen Barkın, Cihangiroğlu lbrahim ve kardeşi Hasan Bey, Meşrutiyet'ten önce Gü­ney Iran'da Nizam-üs-Saltana ile Meşrutiyet için çetecilik yapmıştı. Ömer Fevzi Bey'in ön ayak olmasıyla kurulan Kirmanşah Defa-i lslam Cemiyeti, Ittihad-ı lslam'ı savunuyordu.

Ömer Fevzi Mardin, Kafkas işleriyle yakından ilgileniyordu. Dr. Vahdet Keleşyılmaz'ın verdiği bilgilere göre, Teşkilat-ı Mahsusa'dan Ali Murtaza Bey, Tahran'daki Ömer Fevzi Bey'e bir rapor göndermişli: "Yeterli silah ve cephane sağlandığı takdirde Kafkaslar'da ihtilal çıkarmak, köprüleri uçurmak, Bakü petrollerini yakmak mümkün­dü." Ömer Fevzi Mardin'le ilişki kuranlar arasında Azerbaycan Musavat Partisi lideri Mehmet Emin Resulzade de vardı. Resulzade, Tahran Elçiliği'ne gönderdiği raporda Ömer Fevzi Bey'den silah ve cephane yardımı istiyordu.

Enver Paşa belki Ingilizleri şaşırtmak, belki Almanlardan ayrı olarak Emir'le ittifak sağlamak amacıyla bir başka heyeti, Ubeydullah Efendi başkanlığında yola çıkarmıştı. Ubeydullah Efendi de Ra­uf Bey gibi Kabil sefiri olarak gönderiliyordu. Iki heyetin birbirinden haberi yoktu. Aydın Mebusu ve Merdivenköy Bektaşi Tekkesi Şeyhi olan Ubeydullah Efendi'nin Iran-Afganistan yolculuğu çok renkliy­di. Efendi'nin kurmay başkanı Teşkilat-ı Mahsusa'dan eski Basra Va­lisi Süleyman Şefik Paşa, heyetin askeri doktoru ise Fahri Kutlar'dı. Dr. Kutlar, Teşkilat-ı Mahsusa'dandı. Ubeydullah Efendi'nin anıları­nı yayma hazırlayan Ömer Hakan Gökalp'in verdiği bilgilere göre Kutlar, Ubeydullah Efendi'nin hücresinde çalışıyordu. Kutlar, daha sonra Iran'da çalışırken Ingilizlere tutsak düşmüştü.

8 Nisan I9I5'de başlayan Afganistan yolculuğu, Ubeydullah Efendi'nin 24 Ağustos I9I8'de Ingilizler tarafından Tahran'da tutuk­lanmasıyla sonlandı. Ubeydullah Efendi Kabil'e ulaşamamıştı. lstanbul'a götürülerek hapsedilen Ubeydullah Efendi, I 9 1 9'da serbest bı­rakıldı. I920'de yeniden tutuklanarak Malta'ya gönderildi.

Milli-Islami Ayaklanmalar

Prof. M. Kemal Öke, "Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Mason­lar" adlı kitabında, lttihad-ı Islam'ın başarılı olması için Teşkilat-ı Mahsusa'nın büyük bir mesai harcadığını belirterek, "Teşkilat-ı Mahsusa ekipler çıkararak propaganda faaliyetlerine başlayarak, düşman sömürgelerinde Islami-milli ayaklanmaların zeminini hazır­layacaktı. Uygun ortam oluşturulup ihtilal kıvılcımları çakılmaya başlanınca, zaten harekete geçmiş olan düzenli Osmanlı birlikleri mezkur bölgelere girerek yerel milliyetçilerle birleşecekti." diyor. Prof. Öke, Teşkilat-ı Mahsusa'nın diğer çalışmalarından şöyle söz ediyor: "Bahattin Şakir'in, Rıza Bey'lerin Kafkas hududuna gönderi­lerek çeteler teşkil etmeleri ve Acara ahalisini ayaklandırmak için Rus hududunu geçmeleri, Enver Paşa'nın yaveri Binbaşı Mümtaz Bey'in Eşref ile M}sır hududunda mücahit toplayarak tecavüz hare­ketlerine girişmeleri, Ubeydullah Efendi grubunun Binbaşı Rauf Bey'in ekibinin eşliğinde lran'a, oradan da Afganistan'a sızmaları sağlandı. Öte yandan lttihatçıların girişimleriyle cihadın akisleri Gü­ney Asya'da da şiddetle hissedilmiştir."

Teşkilat-ı Mahsusa'nın tran-Kafkas bölgesindeki önemli eylemci­lerden biri de Ömer Naci'ydi. ll. Meşrutiyet ilan edilmeden önce tran'da meşruti bir rejim için çalıştı, çetecilik yaptı ve tutuklandı. Güney lran'da, Anayasacılığı savunan devrimci grupların Ömer Na­ci'yle sıkı ilişkileri vardı. Bu ilişkiler Ittihat ve Terakki Hükümeti dö­neminde de sürdü. Iran'da ipten dönen Ömer Naci, I. Dünya Savaşı sırasında tran Azerbaycan'ını ayaklandırmaya çalıştı. Emrindeki bir­likler Türk ve Kürtlerden oluşuyordu. Komutasındaki birlikler Ocak l915'de Tebriz'e girdi. tran'da Hüveyze ve Ahraz'a girerek petrol bo­rularını havaya uçurdu. l916'da Musul'a geçen Naci'nin gönüllü bir­likleri Urumiye civarında Ruslara büyük kayıplar verdirdi. tran'daki Bahtiyari aşiretini Ingilizlere karşı ayaklandırmaya çalışan Ömer Na­ci, tifüse yakalanarak Kerkük'te vefat etti. Naşit Hakkı Uluğ, l969'da Yeni Gazete'de "Kutsal Cihat" başlıklı yazısında şöyle diyordu: "ls­lam Birliği adlı lran derneği, Ittihat ve Terakki'den teşvik görüyordu, Türk ileri gelenleri Sünnilik ve Şiilik gibi mezhep farklarına önem vermeyerek, Türkiye, lran ve Afganistan'ın büyük bir maksat uğrun­da birleşmelerini mümkün görüyorlardı. Bu sebeple Meşrutiyetin ilanından sonra idealist bir subay ve şair olan Ömer Naci, yanına ve­rilen birkaç kornitacı ile birlikte lran'a dalmıştı. lttihatçılar için İran'daki ırktaş ve dindaşlara yaklaşmak dayanılmaz bir arzu olmuş­tur. Göçebe oymaklar Irak salırası ile lran yayiası arasında gidip ge­liyordu." Uluğ'un sözünü ettiği İslam Birliği Derneği, Ömer Fevzi Bey'in kurulmasına ön ayak olduğu Defa-i lslam'dı.

 

MİT

MİT

Milli İstihbarat Teşkilatı, Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzenine, varlığına, bağımsızlığına, güvenli­ğine ve milli gücünü meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan gelecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında bilgi top­lamak, önlem almak ve gerekli durumlarda ilgili makamları uyar­makla görevli teşkilattır.

Atatürk'ün 1925 yılında " ...muasır devletlerde olduğu gibi, biz­de de modern bir istihbarat teşekkülü kurmak mecburiyetindeyiz..." direktifi doğrultusunda kurulmuştur.

MİT'İN TARİHÇESİ

II. Abdülhamid ve Hafiye Teşkilatı 19. yüzyılın sonlarına doğru devlet istihbaratını geliştirmiş, ancak özel çıkariara hizmet veren bir araç haline getirilmiştir. II. Abdülhamid devrinde yaşanan iç ve dış olaylar, Abdülhamid'i Yıldız istihbarat Teşkilatı'nı kurmaya sevk et­miştir. O hatıratında, "Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat Teşkilatı kurmaya bu düşünce ile karar verdim.

İşte düşmanlarımınjurnalcilik dedikleri teşkilat budur." ifadeleriyle bu teşkilata neden ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir.

II.    AbdülhamiC'in teşkilat kadrosundan beklediği diğer bir hu­sus, kendi tahtına yönelik komploları ortaya çıkarmaktı. Onun bu yolda yürüttüğü operasyonlar, sadece imparatorluğun içinde yapıl­mamış, Avrupa'da kendisine karşı gruplaşan Jön Türkler'in bulun­duğu Paris, Londra, Brüksel, Cenevre ve Kahire gibi şehirleri de kap­samıştır.

Abdülhamid'in 33 yıllık yönetimine, lttihad ve Terakki Cemiyeli'nin Makedonya'da başlattığı hareket sonunda, 23 Temmuz 1908 tarihinee II. Meşrutiyet'in ilanı ile son verilecektir. lttihad ve Terak­ki yönetimi, ihtilalden hemen sonra Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nı or­tadan kaldırmak için harekete geçmiştir. Bakanlar Kurulu'nun, teş­kilatın kaldırılmasına dair 29 Temmuz 1908 tarihli kararnamesi ile Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nın faaliyetlerine son verilmiştir. ll. Abdül­hamid'in tahttan indirilmesinden sonra teşkilata ait olan yüz binler­ce rapor (jurnal) saraydan alınarak yakılmıştır.

Teşkilat-ı Mahsusa

Ülkelerin birbirlerine yönelik siyasal, sosyal, ekonomik ve aske­ri faaliyetleriyle beklentilerinin önceden saptanması ihtiyacının za­man içerisinde giderek artması, haber almaya dönük yapılanmaların varlığını zorunlu kılmıştır. Türkiye'de, sistemli ve organize nitelikte istihbarat örgütü kurma girişimleri, Osmanlı Devleti'nin son yılla­rında başlamıştır. Siyasi birliğin korunması, ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi ve özellikle yabancı devletlerin Ortadoğu üzerinde odaklaşan faaliyetlerinin izlenebilmesi için, bireysel bazda ve sınırlı nite­likte sürdürülen istihbarat çalışmalarının bir merkezden ve organize biçimde yürütülmesine ihtiyaç duyulmuş ve 17 Kasım 1913 tarihin­de Enver Paşa tarafından Teşkilat-ı Mahsusa isimli istihbarat örgütü kurulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli görevler üstlenen bu örgüt, sava­şın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mü­tarekesi sonrasında dağılmıştır.

Karakol Cemiyeti

İstanbul'un işgalinden sonra milli uyanışın başlaması ile kişiler kendi kendilerine çeşitli örgütler kurmuşlardır. Bu örgütlerin birisi de kimilerine göre de hâlâ yaşayan 'karakol' örgütüdür. Bu örgüt ve diğer örgütlerin birleşmesi ile MlT adını almışlardır. 5 Şubat 1919 tarihinde kurulan Mütareke döneminin ilk gizli direniş grubu, İstan­bul'da kurulan Karakol Cemiyeti'dir. 1918 Ekim sonlan veya Kasım başlarında Talat Paşa'nın direktifi ile kurulan cemiyetin kurucuları arasında, Kurmay Albay Kara Vasıf, Emekli Yüzbaşı Baha Said, Albay Galatalı Şevket ve Yenibahçeli Şükrü Beyler gibi İttihatçı kişiler bu­lunmaktaydı. Kısa zamanda örgütlenme çalışmalarını tamamlayan Karakol Cemiyeri'nin Milli Mücadele'ye yaptığı en büyük hizmet, İs­tanbul'dan Anadolu'ya silah ve cephane ile subayların kaçırılmasını sağlaması, İngiliz Muhibleri Cemiyeti gibi kuruluşların planlarını ve faaliyetlerini Mustafa Kemal Paşa'ya haber vermesi olmuştur. Ancak Cemiyet, Bolşevikler ile gizli ilişkilere girmesi ve kendi başına Milli Mücadele'ye sahiplenme çalışmalarında bulunması sebepleriyle Anadolu Ordusu kadrosuna dahil edilmemiş, 16 Mart 1920 tarihin­de İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgali sırasında da liderle­rinin tutuklanmaları ile büyük bir darbe yemiş ve nihayet Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin kararlarını uygulamak için seçilen Heyet-i Temsiliye'nin emri üzerine faaliyetlerine son verilmiştir.

Düşman gemileri 13 Kasım 1918'de artık İstanbul limanlarında demirlemiş durumdaydı. 15 Mayıs 1919'da düşman İzmir'deydi. Halk bıkkın, yılgm, kararsız, Osmanlı Saltanatı aciz, belki ondan da vahimi düşmanla anlaşma yollarını aramaktaydı. İngilizler ile onları destekleyen veya onların desteklediği gizli servisler askerlerin gide­mediği yerlerde, İstanbul merkezli bir harekat ile Anadolu'da Os­manlı'dan kalan her karış toprak parçasında bir işgal ve nüfuz kav­gasına girişmişlerdi. İttihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusacı avı başlatılmış­tır. Türk kurum ve kuruluşları işletilmez hale getirilmiştir; bu du­rumda korunmak gerekmekteydi. Çareyi İttihatçılar ile Teşkilat-ı Mahsusacılar birlikte bulmuşlardı. Ortak düşmana karşı ortak mü­cadele verilecekti. Teşkilat-ı Mahsusa'nın son başkanı Büsarnettin Ertürk'ün de içinde bulunduğu yeni bir örgüt kurulmuştu. Örgütün kuruluşundan, ülkeden kaçan Enver, Cemal ve Talat Paşalar haber­dardı. Talat Paşa'nın da oluruyla İttihatçıların ünlü iaşe nazırı Kara Kemal ile Kurmay Albay Kara Vasıf Bey ilk görüşmeleri yapmışlardı. Daha sonra yeni örgütün kurulması için yapılan çalışmalarda bir ön­cü daha belirlenmişti. Bu kişi, Karadeniz Boğaz Komutanı Galatalı Şevket Bey'di. Yeni örgütün kuruluş toplantısı 5 Şubat 1919 tarihin­de Avukat Refik İsmail Bey'in Sultanhamam’daki yazıhanesinde ya­pılmıştı. Toplantıda Galatalı Şevket Bey örgütün başkanlığına seçil­di. Örgütün adı Baha Sait Bey'in isteği üzerine Kara Vasıf Bey ve Ka­ra Kemal'in adından esinlenilerek "Karakol" olarak belirlenmişti. Örgüt, öncelikle İttihatçılara ve Teşkilat-ı Mahsusacılara karşı girişi­len saldırılara karşı kayacaktı. Ancak bu yapılanma giderek genişle­mişti. Bireysel savunmanın yerini Anadolu'nun düşmandan kurtarıl­ması için genel bir karşı koyuş almıştı. Burada örgüt, Karadeniz kı­yıları, Ege ve Doğu Anadolu'da güçlü bir şekilde örgütlenmişti. İs­tanbul ve Anadolu'da halk üzerinde yapılan çalışmalarda, işgal kuv­vetlerine karşı konulması gerektiği vurgulanıyordu. Türk kökenli en büyük istihbarat gücü olan Karakol Örgütü'nün kuruluş şeması ve çalışmaları şöyleydi: Kurucusu ve Başkanı Albay Kara Vasıf. Yönetim Kurulu Üyeleri: Albay Galatalı Şevket, Yarbay Kemalettin Sami Gök­çe, Yarbay Edip Servet Tör, Baha Sait, Kara Kemal, Binbaşı Ali Rıza, Binbaşı Ali Çetinkaya... Üsküdar Grubu Başkanı Yenibahçeli Şükrü Oğuz, Topkapı Grubu Başkanı Yarbay Büsarnettin Ertürk (sonra Al­bay), İslam Kadınlar Birliği Başkanı Naciye Faha Hanım sayılabile­cek başlıca isimlerdi. Başlıca müfrezeler ve önde gelen kişiler şunlar­dı: Yahya Kaptan, Küçük Arslan, Büyük Arslan, İpsiz Recep, Bulgar Sadık, Dayko, Yüzbaşı Nail, Yalovalı Ibo, Gebzeli Rıfat Kaptan ve Kuşçubaşı Eşref.

Karakol Örgütü ile Ankara arasında ortaya çıkan bazı sorunlar, Mustafa Kemal'i yeni arayışlara yöneltecekti. Mustafa Kemal örgü­tün İttihatçı yapısından oldukça rahatsızdı. Hatta görüşmeleri sıra­sında Kara Vasıf'a, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetle­ri dışında oluşturulan bu örgütün bağımsız çalışmalarına karşı oldu­ğunu belirtmişti. 16 Mart 1920'de yaşanan baskın olayından sonra tutuklanan Karakol Örgütü yöneticilerinden Şevket ve Kara Vasıf'ın İngilizlerce Malta'ya sürgün edilmeleri, Karakol Örgütü'nü zor du­rumda bırakmıştı. Bu, İngilizlerin bir çökertme operasyonuydu. İngitizler tarafından Malta'ya sürülenler bu örgütün belkemiğiydiler. Albay Galatalı Şevket (İstanbul Merkez Komutanı), Albay Kara Vasıf (Karakol Örgütünün kurucusu), Ali Sait Paşa, Refet Paşa, Ali Fethi Okyar, Ali lhsan Paşa, Hacı Mehmet Paşa (Enver Paşa'nın babası) ve birçok önemli isim Malta'ya sürülmüştü. Aslında örgüt İttihatçılık anlamında dağılmamıştı. Mustafa Kemal daha sonra bu örgütün ça­lışmalarını zararlı bulduğunu belirtecekti. Malta sürgününün ardın­dan toparlanma çalışmalan sırasında Karakol Cemiyeti büyük bir gedik vermişti. Bu istihbarat açığının adı Mustafa Sagi.r'di.. Karakol cemiyetinin içine sızan İngiliz Gizli Servisi elde ettiği adamlarıyla Mustafa Sagi.r adlı ajanı Ankara'ya göndermiş ve Mustafa Kemal'i öl­dürmekle görevlendirmişti. Bu konuda ortaya çıkan sorun, Ankara hükümetince halledilmiş ve Mustafa Sagir yakalanarak idam edil­mişti. Karakol Örgütü resmen I 920'de dağıtılmıştı. Örgütün dağıl­ması emrini veren otoritenin Ankara olduğu ve Mustafa Kemal'in bu örgüte karşı duyduğu güvensizliğin bunda etkili olduğu kesindir. Bu arada geride kalanlar küçük istihbarat, kaçakçılık, sabotaj grupları olarak çalışmışlardı. lttihatçıların muhalif hareketleri. ancak I923'te Milli Mücadele'den sonra bitirilebilecekti.

Zabitan, Yavuz, Hamza ve Felah Grupları

Karakol Cemiyeri'nin dağılmasından sonra Zabitan ve Yavuz gi­bi çeşitli istihbarat gruplan oluşturulmuş, bunlardan 23 Eylül I920 tarihinde faaliyete geçen Hamza Grubu'nun adı 3I Ağustos I92I ta­rihinde Felah Grubu olarak değiştirilmiş, istihbarat grupları Kurtu­luş Savaşı sonuna kadar faaliyetlerini sürdürebilmiştir.

lstihbarat örgütleri arasındaki dağınıklığı gidermek, ordu içerisi­ne sızan düşman casusluk faaliyet ve propagandasına karşı koymak amacıyla IS Temmuz I 920 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tara­fından Askeri Polis Teşkilatı (A.P. veya P) kurulmuştur. Savaş yılla­rında başarılı hizmetler veren örgütün faaliyetlerine 2 1 Mart 1 921 tarihinde son verilmiştir.

Askeri Polis Teşkilatı'nın kapatılmasının istihbarat faaliyetleri açısından kısa bir süre doğurduğu boşluksa, Genelkurmay Başkanlı­ğı tarafından kurulan ve 1 Nisan 192122 Haziran 1922 tarihleri arasında Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde faaliyet gösteren Tedkik Heyeti Amirlikleri vasıtasıyla giderilmiştir.

Müsellah Müdafaa-i Milliye

Edinilen tecrübelerin ışığında ve belirlenen yeni hedeflere ulaşı­labilmesi amacıyla, bu defa Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın direktifiyle Müsellah Müdafaa-i Milliye isimli bir istihbarat grubu kurulmuştur. TBMM Hükümeti, 3 Mayıs 1921 tarihinde kısa adı "M.M." (MİM MİM) olan bu örgüte resmiyet kazandırmıştır.

Tedkik Heyeti Amirlikleri Anadolu'da faaliyetlerini sürdürürken, "M.M." örgütü asker ve sivil kesimden oluşmuş kadrolarıyla, İstan­bul'da büyük bir ajan ve haber ağı kurmayı başarmış, Anadolu'ya si­lah ve cephane kaçırılması faaliyetlerini organize etmiş, düşman ka­rargahlarına, işbirlikçi gruplara ve yabancı misyona sızarak çok sa­yıda önemli belge ve bilgiler elde etmiştir. Milli Mücadele sırasında düşman faaliyetlerine karşı oluşturulan çeşitli istihbarat gruplarıyla da işbirliği yapan örgütün faaliyetleri, İstanbul'un kurtuluşundan sonra 5 Ekim 1923'de son bulmuştur.

Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti

İstihbarat örgütlerinin kapatılmasından ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasından sonra, 1926 tarihine kadar geçen dönem içinde haber alma çalışmaları, Ordu Müfettişlikleri İstihbarat Şube­leri tarafından yürütülmüştür. Daha sonra Atatürk, 1925 yılı sonun­da, gelişmiş devletlerdeki istihbarat kuruluşlarına benzer, çağdaş bir örgütün kurulması talimatını vermiştir. Bunun üzerine, Avrupa ül­kelerinde eğitilen kadroların da katılımıyla, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın 6 Ocak 1926 tarihli emri doğrultusunda, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk istihbarat kuruluşu olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti (M.E.H./MAH) kurulmuştur. Teşkilat, 5 Ocak 1927 tarihinde şeklen İçişleri Bakanlığı'na bağlanmıştır. 6 Ocak 1926-5 Ocak 1927 tarihleri arasındaki bir yıllık dönem çalışmaları, döne­min yöneticileri tarafından Riyaset'in kuruluşuna hazırlık dönemi olarak değerlendirilmiş ve bir gün sonraki 6 Ocak 1927 tarihi MAH'ın kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.

Kuruluşuyla başkanlığına Şükrü Ali Ögel'in getirildiği MAH, Milli İstihbarat Teşkilatı mensupları için bir simge olarak önemini korumakta ve MlT'in tarihi kökleriyle gelecek arasında kuvvetli bir bağ oluşturmaktadır. MAH, duyulan ihtiyaçlara bağlı olarak zaman içerisinde birkaç kez küçük yapısal değişiklik geçirmiş ve 1965 yılı­na kadar Türkiye'nin istihbarat faaliyetini başarıyla yürütmüştür.

Milli istihbarat Teşkilatı

Devletin milli güvenlik politikasının hazırlanmasıyla ilgili her konuda İstihbaratın tek elde toplanabilmesi amacıyla, 22 Temmuz 1965 tarihinde TBMM tarafından 644 sayılı kanun kabul edilmiş ve bu kanunla kuruluşun adı Milli İstihbarat Teşkilatı (MlT) olarak de­ğiştirilmiştir. Kanun ile MlT'in bir müsteşar tarafından yönetilmesi ve müsteşarın, kanunla belirlenen görevlerin yerine getirilmesinde sadece başbakana karşı sorumlu olması öngörülmüştür.

MlT, yaklaşık 19 yıl süreyle faaliyetlerini 644 sayılı kanun hü­kümleri doğrultusunda yürütmüş, ancak süratle değişen ve gelişen koşulların ışığında yeni bir yasal düzenlemeye gidilmesi ihtiyacı or­taya çıkmıştır. Bu amaçla, 1 Kasım 1983 tarihinde 2937 sayılı "Dev­let İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu" çıka­rılmış olup, kanun 1 Ocak 1984 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Halen milli hedeflere ulaşınada her çeşit teknolojik gelişmenin de yakın ta­kipçisi olan MlT, deneyimli mesleki ve teknik kadrolarıyla, modern bir yapı içerisinde, çoğulcu demokrasinin, hukukun gereklerine uy­gun ve yansız olarak, insan hakları ilkelerine bağlı bir anlayış doğ­rultusunda, yasanın verdiği görevleri başarıyla becermektedir.

MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE
CASUSLAR

Hintli Casus Mustafa Sagir

Mütareke yıllarında İstanbul'a, orta boylu, yakışıklı, kırmızı su­ratlı bir Hintli geldi. Adı Mustafa Sagir'di. Sagir çok iyi Türkçe ve İn­gilizce konuşuyor, o zamanların ünlü Kroker otelinde kalıyordu. Bu otel, Tepebaşı'ndaydı ve İngiliz sarayına çok yakındı. Hint uyruklu Sagir'in İstanbul'a gizli olarak geldiği söyleniyordu.

Sagir, çok geçmeden Şehzadebaşı'nda oldukça büyük bir ev ki­ralayarak, burada Darülfünun (üniversite) öğrencilerine İngilizce dersler vermeye başladı. Evinin duvarlarına süslü yazılarla yazılmış Kuran ayetleri, Mustafa Kemal, Enver ve Cemal Paşaların boy boy resimlerini asmıştı. Sagir genç üniversiteiiiere çok yakınlık gösteri­yor, onlara Anadolu'da yeni başlamış olan milli mücadeleden yana olduğunu söylüyordu. Daha sonra bir haber bomba gibi patladı. Mustafa Sagir, Hint-lslam Cemiyeri'nin Mustafa Kemal Paşa'ya su­nulmak üzere kutsal bir emanetini, bir mektubunu ve birkaç mil­yon lira tutan para yardımını yanında getirmişti. Oysa Mustafa Sa­gir tehlikeli bir Ingiliz casusuydu. Mustafa Sagir, bir fırsatını bula­rak milli mücadele yanlısı insanlardan arkadaşlar edinmiş ve onla­rın güvenlerini kazanmıştı. Mustafa Sagir'in kurduğu bu tür ilişki­ler başarıya ulaşmıştı. Hintli casus, Karakol Örgütü'nün yardımıyla İstanbul'dan gizlice Sofya'ya geçti. Amacı, Varna-Inebolu yoluyla Anadolu'ya geçmekti. Fakat deniz yolculuğu başarılı geçmedi ve Iğ-

neada'da Yunanlılar tarafından yakalandı. Atina'ya gönderildiyse de İngilizler tarafından İstanbul'a getirildi ve hapishaneye atıldı. İngi­lizlerce hapse atılması Kuvayı Milliyecilerden çoğunun Mustafa Sagir'e olan güvenini artırmıştı. Nitekim 17. günün sonunda Mustafa Sagir zindandan sözde "kaçtı." Hemen o gece Karakol Örgütü'nün yardımıyla bir vapura bindi; cebinde KG. yani Karakol Grubu parolalı bir de belge vardı.

Sagir, İnebolu rıhtımında Anadolu topraklarına ayak bastı. Gele­ceği önceden bildirildiğinden, kendisini Kemalettin Sami Paşa ola­ğanüstü bir törenle karşılamıştı. Mustafa Sagir hayatından son dere­ce memnun görünüyordu; amacına adım adım yaklaşmaktaydı. Ya­nında mihmandarı Kemalettin Sami olduğu halde Kastamonu'ya doğru ilerliyordu. Kastamonu'da Muhittin Paşa her nedense Hintli konuğu soğuk karşıladı. Bu yüzden Kemalettin Sami ile Muhittin Paşa arasında ufak bir tartışma bile geçti. Ama Çankırı'daki karşıla­nışı, doğrusu anılmaya değerdi. Kendisine burada mükellef bir ziya­fet verildiği gibi, Türkçe bildiği halde Yüzbaşı Mehmet Ali Bey, Sagir'e tercümanlıkla görevlendirildi.

Sagir, Ankara'ya ancak karanlık iyice bastıktan sonra ulaşabildi. Mustafa Kemal Paşa adına, Kılıç Ali, Ankara Valisi, polis müdürü, birçok mülki ve askeri amir, milletvekilleri Hintli misafiri karşıla­mak için Çankırı Kapı'ya toplanmışlardı. Sagir buradan konvoy ha­linde Ankara'ya girdi ve Hürriyet Oteli'nin en üst katındaki dairesi­ne yerleşti. Hintli, geç vakitlere kadar birçok kişiyi kabul ederek kendileriyle dostane görüşmelerde bulundu.

Ertesi gün, Sagir için çok önemli bir gündü. Program gereğince otelinden doğruca odasına götürüldü. Sagir, Türk ulusunun kurtarı­cısına kıymetli bir bohçaya sarılmış, üzerinde "Lailahe illallah Muhammeden resulüllah" yazılı, değerli kumaştan, işlemeli bir sancakı şerif sunduktan sonra şöyle dedi: "Paşa hazretleri, kutsal sancağı şahsınıza Hindistan İslam Cemiyeti Başkanı Ebu Fazıİ takdim edi­yor. Hint Müslümanları başlattığınız milli mücadeleye tamamen ka­tılıyor, madden ve manen elinden geleni esirgemeyeceğini vaat edi­yor, bendenizi bu kararı tebliğe memur ediyor ve olağanüstü temsil­ci olarak göndermiş bulunuyor."

Mustafa Kemal Paşa, kendisini Hint Müslümanlarının temsilcisi olarak gösteren bu adama iltifat etti, onun Meclis'e takdimini emret­ti. Mustafa Sagir'in TBMM salonuna girişi tam anlamıyla bir olay ol­du. Milletvekilleri kendisini büyük gösterilerle karşıladılar. Mustafa Sagir'in memnuniyeti gün geçtikçe artıyor, Hürriyet Oteli'nin en üst katındaki dairesinde her gün kendisini ziyaret eden milletvekilleri, din adamlan ve gazetecilerle görüşmeler yapıyordu. Bu görüşmeler­den birinde Hakimiyet-i Milliye muhabirierine Ankara'da kaç gaze­te çıktığım sordu: Hakimiyet-i Milliye, Yeni Gün ve Yeni Dünya; An­kara'da üç gazete çıkıyordu. Yeni Gün'ün sahibi ve başyazarı Yunus Nadi'ydi. Sagir, Yunus Nadi ile olan bir görüşmesinde Yeni Gün ga­zetesinden birkaç bin tane alarak Hindistan'a göndermek istediğini söyledi ve Nadi Bey'e Ankara'da Urdu dilinde bir gazete çıkannasım önerdi. Hintli konuk, her türlü masrafı da üstüne alıyordu. Nadi Bey bu öneriler karşısında şaşırdı ama Sagir'den kuşkulanmadı. Ancak böyle bir gazete için Urdu diliyle harfler, Urdu dilini bilen dizgiciler gerekliydi. Hintli konuk öylesine inandırıcı konuşuyordu ki, Yunus Nadi çok geçmeden durumu Mustafa Kemal'e arz ederek bu konu­daki direkrifini beklediğini söyledi. Ama, Mustafa Kemal Paşa: "Bu adam casustur, hakkında gizli soruşturma var. Sonuç alınıncaya ka­dar bundan hiç kimseye bahsetmeyin." dedi.

Yunus Nadi heyecan ve şaşkınlıktan sapsan kesilmişti. Öte yan­dan Mustafa Kemal Paşa, hiçbir şey olmamışeasma Sagir'in bilgisi al­tında Hindistan İslam Cemiyeti Başkanı'na teşekkür telgrafı çekiyor­du. Mustafa Sagir'in Ankara'daki durumu-tabii kendi düşüncesine göreadamakıllı kuvvetlenmişti. Hürriyet otelinden ayrılarak Karaoğlan semtinde özel bir daire kiraladı. Bu arada İçişleri Bakanı Adnan Bey'le (Dr. Adnan Adıvar) tanışmış, dostluğu ve samimiyeti ilerlet­mişti. Görüşmelerinden birinde Adnan Bey'e, İstanbul ile haberleş­mesi gerektiğini, Ankara'daki faaliyet ve çalışmalan günü gününe ra­por etmesi gerekiyordu. Dr. Adnan Bey, Sagir'in isteklerini kabul eder göründü. Hintli konuk, lstanbul'a gönderilmek üzere Adnan Bey'e bir mektup, bir de Yeni Gün gazetesi verdi. Gazetede Sagir'in Yunus Nadi'ye hitaben yazdığı bir açık mektup yayınlanmıştı. Mektupta milli mücadele övülüyor, İngilizlerin tutumu ise eleştiriliyordu. Sagir, Ad­nan Bey'in yanından kendinden emin ve memnun ayrıldı.

Oysa Dr. Adnan Bey her şeyin farkındaydı. Nitekim Sagir'in ka­leme aldığı mektup uzmanlara incelettirilince, görünen yazıların al­tında görünmez mürekkeple kaleme alınmış olanlar ortaya çıktı. Öte yandan İstanbul'dan Sagir'e sık sık mektup yazan Ramiz'in, aslında İngiliz Haberalma Servisi'nden Albay Nelson olduğu anlaşıldı.

Bir süre için Sagir davranışlarında serbest bırakıldı. Ama bu ara­da kendisini İstiklal Mahkemesi'ne götürecek olan deliller de kaba­rık bir dosya meydana getirmişlerdi. Mustafa Sagir, İstanbul'a yazdı­ğı mektuba aradan on beş gün geçtiği halde cevap gelmeyince, gene İçişleri Bakanı Adnan Adıvar'ın makamına giderek durumu anlattı. Artık oyun bitmişti. Adnan Bey, çekmecesinden Sagir'in şifreleri çö­zülmüş, okunur hale getirilmiş mektuplarını gösterdi ve tutuklandı­ğını bildirdi. Sagir şaşırmıştı. Şaşkınlığı geçmeden iki sivil polis ko­luna girip kendisini nezarethaneye götürdüler. Bu sırada Karaoğlan'daki evine Türk haberalma ve güvenlik görevlileri tarafından bir baskın yapılıyor, bütün belgelere ve gizli evrakına el konuyor, gizli dolaplara saklanmış tabanca, bomba ve patlayıcı maddeler ele geçiriliyordu. Hint asıllı İngiliz casusu Mustafa Sagir yakalanmıştı. Sagir, polis nezaretinde lO gün kaldı. En sonunda müdüriyette şu ifadeyi verdi: "Lawrence, Osmanlı İmparatorluğu'nu altınlara dayanarak yıkmıştı. İngilizler beni de milli hükümeti silahla ortadan kaldır­makla görevlendirdiler. Maksadım Mustafa Kemal Paşa'yı öldürmek­ti. Bununla Türklerin kurtuluş savaşı duracak, milli hükümet yıkıl­mış olacaktı. Fakat başarılı olamadım. Suç kimsenin değildir, doğru­dan doğruya benimdir. Arkadaşlarım, hiçbir şeyden haberleri olma­yan, iyi niyet sahibi, saf insanlardır. Yalnız para için bana yardım et­mişlerdir. Zira, suikast planı benden başka kimse tarafından bilin­miyordu." Yargılanan Mustafa Sagir idam cezasına çarptırıldı ve ası­larak idam edildi.

Kurmay Albay Bakkal Todori

Yıl 1919. Anadolu'da Türk ulusal kurtuluş savaşı yeni başlamış­tı. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali bir yana, Anadolu'nun birçok kesiminde yerli Rumlar Müslüman halka akla hayale gelmeyen iş­kenceler yapıyorlardı. İşte bu yıllarda Şile'de bir bakkal türedi: Bak­kal Todori. Todori'nin büyük bir bakkal dükkanından başka, iskele­de bir de gazinosu vardı. Todori'nin Yunanlı olduğu biliniyordu. Ama pasaportu, Ingiliz pasaportuydu. Istanbul'un işgal altında ol­ması yüzünden Ingiliz pasaportlu bakkal-gazinocu, rahatça dolaşı­yordu.

Bir gece Şile Iskelesi'ne büyük bir motor yanaştı. Todori ve adamları motoru karşılamışlardı. Soranlara, 'İstanbul'dan bakkaliye malzemesi geldi" diyorlardı. Oysa motorun getirdikleri bakkaliye malzemesi değil, çuvallara sarılmış silah ve cephaneydi. Silah ve cep­haneler gazinoya ve bakkal dükkanına taşındı. Gece yarısından son­ra da bu silahlar, Kocaeli bölgesindeki Türklere dehşet saçan Yeniköylü çetecilere dağıtıldı. Bu işi, aslında bir Yunan albayı olan bak­kal Todori yönetiyordu, çeteler kuruyor, onlara silah ve cephane sağ­layıp dağıtıyor, harekat planlarını düzenliyordu. Amacı, gerek Koca­eli bölgesinde, gerekse Istanbul'a yakın yerlerde halkı tedirgin et­mek, buralardan başka yerlere göçmelerini sağlamaktı. Oysa silah ve cephanelerin dağıtıldığı gece, Kocaeli bölgesinde Yenibahçeli Şükrü Bey'in komutasındaki milli kuvvetlerden Yüzbaşı Demir (Hulusi) ve Sadık Baba, Yunan casus albay Todori'nin yaptıklarını tespit etmiş­lerdi. Albay Todori ve çetesinin ortadan kaldırılması işi çok geçme­den Yüzbaşı Demir Hulusi, Sadık Baba, Hasan Kardaşko, Manastırlı Hacı, Inegöllü Nuri Muyyo, Manastırlı Osman, Manastırlı Şakir ve Hicizli Osman Kaptan'a verildi. Osman Kaptan, daha önce Örnerli ve çevresinde casusluk, kılavuzluk, yataklık ve çetecilik yapanlara kar­şı, arkadaşı Alemdar Jandarma Karakol Kumandanı Hacı Çavuş ile birlikte başarılı askeri harekatlar yönelmişti.

Kararlaştırılan gün hepsi asker kıyafeti giydiler. Gece herkes ay­rı yollardan Şile eski komiserlerinden Ali'nin evinde buluştular. Ar­dından Todori'nin ön tarafını dükkan, arka tarafını da ev olarak kul­landığı binanın çevresini bir anda kuşattılar. Todori'yi alıp dışarı çı­kartmak işi Osman Kaptan'la Inegöllü Nuri Muyyo'ya verilmişti. Os­man'la Nuri içeriye girdiklerinde Todori masasında bir şeyler yazı­yordu. Karşısında silahlı iki Türk askeri görünce ne istediklerini sor­du. Askerler, yüzbaşının dışarıda kendisini beklediğini bildirdiler. Todori Ingiliz pasaportunu gösterdikten sonra kimsenin kendisini dışarı çıkaramayacağını, Ingiliz yurttaşı olduğunu öne sürdü; yüzba­şının dükkana gelmesini önerdi. Ancak Osman ile Nuri onu alıp git­mekte direttiler, hatta Nuri bir ara tabancasını çekerek Todori'ye doğrulttu. Buna rağmen Yunan casusu dışarı çıkmamakta ısrar edi­yordu. Sonunda ikisi birden Todori'nin üstüne atıldılar, o anda içe­riye giren Manastırlı Şakir'in de yardımıyla Yunan casusunu yakala­yıp dışarı çıkarttılar.

Kafile doğru Şile dağlarına çekildi. Todori önce direnmiş ama so­nunda her şeyi, kendisinin bir Yunan casusu ve albay rütbesinde bir subay olduğunu, buradaki Rum çetelerini örgütleyip yönettiğini iti­raf etmişti. Kuvayı Milliyeciler durumu, kumandanları Yenibahçeli Şükrü'ye bildirmek için Todori'nin anlattıklarını not ettiler. Birkaç hafta sonra Şile ve çevresi çetelerden temizlenmişti.

BATİDA İSTİHBARAT
FAALİYETLERİ

BATİDA ÖRGÜTLENMİŞ
CASUSLUĞUN ÖNCÜLERİ

Intelligence Service'in Habercileri

Avrupa'da örgütlenen en eski gizli servis, Ingiliz Gizli Servisi (Intelligence Service) oldu. Kraliçe I. Elizabeth'in bakanı Sir Francis Walsingham, 1568 yılında ilk profesyonel haberalma servisini kur­du. Çevresine mektup açmayı, mühür yapmayı, yazı ve imzalan tak­lit etmeyi bilen uzmanları topladı. Thomas Phelippes adında biri, özellikle gizli şifreleri çözmekle görevliydi. Elizabeth'in rakibi olan Iskoçya Kraliçesi Mary'ye Badington komplosu sırasında şifreyle gönderilen mesajları çözen oydu.

Walsingham, kraliçeye birtakım entrikalar çevirerek hizmet edi­yor, krallığın ileri gelenlerinin çevresine özel casuslarını sokuyor, güvendiği adamlarını yabancı saraylara ve üniversitelere gönderiyor­du. Özel casuslarının, Fransa ve Ispanyadaki küçük devlet elçileri­nin dolaylı yollardan güvenini kazanabilmeleri için hiçbir fırsatı ka­çırmıyordu. Nitekim Walsingham'ın sadık adamlarından biri olan Antony Standen, Toscana Krallığı'nın Madrid'deki temsilcisi ile sıkı fıkı bir dostluk kurdu ve sonunda kendi ajanlarından birini Mad­rid'deki Toscana elçiliğine yerleştirmeyi başardı. Ispanya limanların­da olup bitenler, bu yoldan İngiliz sarayına ulaştı, Walsingham da böylece İspanya'nın yenilmez armadasının hazırlıklarını tam zama­nında haber alabildi.

İngiltere kraliçesinin baş casusu, ajan toplama ve bu ajanları gö­revlendirmede her tekniği denedi. Walsingham, daha çok aklını kul­lanarak şaşırtıcı buluşlar uyguladı. Çünkü eli pek sıkı olan kraliçe­nin Walsingham'a ayırdığı ödenek çok azdı.

Cromwell'in Haberalma Dairesi'nde ise durum böyle değildi. Ha­beralma servisinin emrine 60.000 sterlin ayrılmıştı ki; bu o çağda hayli önemli bir paraydı. Örgütün şefi Thurloe, birbirinden ayrı iki kolu yönetiyordu. Bunlardan biri dış casusluk kolu, ötekisiyse Stuartları yeniden tahta geçirmek için hazırlanan komploları bozmak amacıyla kurulmuş iç güvenlik koluydu. Thurloe, haberalma çalış­malarında yabancı ülkelerdeki İngiliz temsilcilerinden yararlanıyor, bunlara ajan seçimi için öğütlerde bulunuyordu. Thurloe, İngiliz posta idaresini posta sansürü ile gayet iyi bilgiler edinebilecek bi­çimde örgütlemişti. Bakan olduktan sonra da bu doğrultudaki sis­temli çalışmalarını bırakmadı. Son derece iyi ödeme yapıyor, diledi­ği kadar da gönüllü bulabiliyordu. Cromwell, böylece her bilgiyi el­de etme olanağını buldu.

Intelligence Service'in bu iki ünlü öncüsünün Fransa'da seçkin ve etkili rakipleri oldu: Kardinal Richelieu ile onun gizli servis şefi Papaz Joseph du Trempley. Richelieu, son derece iyi örgütlenmiş bir haberalma şebekesinin beyni durumundaydı.

Fransa'da Polis Geleneği

Fransa kralları casuslardan yararlanmayı öteden beri biliyorlar­dı. Bakanları da onlardan geri kalmadı. Mazarin, ajanlarından birini Frejus Piskoposu seçtirmek için papanın çevresinde entrikalara gi­rişmekten bile çekinmedi. Naiplik devrinde, papaz ve bilim adamı olan Lenglet Dufresnoy, siyasal mahkumların gizli niyetlerini öğren­mek üzere Bastille'e kapatıldı. lspanyol çıkarları adına çalışarak Na­ibi iktidardan uzaklaştırmak isteyen Cellemare'ın komplosu, ceza­evinde duyduklarını saraya ileten Dufresnoy'un hafiyeliği ile meyda­na çıkarılmış oldu.

Kral XV Louis'nin kabinesi; güzel, akıllı ve yetenekli gizli ajanla­rın yürüttüğü bir diplomasi örneğiydi. Her türlü yeteneği kendinde toplamış bir kadın olan madam Pompadour, aşığı olan kralın sevgisi­ni korumak için casusluğu, güzelliğinden daha etkili bir silah olarak kullanıyordu. Saraya ve krallığın ileri gelen kişilerine ait mektupların kontrolü işini, Berryer adında birine vermişti. Titiz bir düzenle çalı­şan bu örgüt, sistemli posta sansürünün bir çeşit ilk örneği oldu.

Ama Fransa'da modern anlamda gerçek bir haberalma şefi örne­ğini Fouche vermiştir. Fouche, ajanlarını muhalefet çevrelerine yer­leştirmekle son derece ustaydı. Muhaliflerini tehdit etmek ya da so­rumlu tutmak için elindeki bilgileri kullanıyordu. lmparatoriçe josephine'e borçlarını ödeyebilmesi için para veriyor, bunun karşılı­ğında da ondan imparatorun sırlarını öğreniyordu. Fouche, tarih ro­manlarının çizdiği gibi aşağılık bir casus değildi. Açık görüşlü ve yo­rulmak bilmez ölçüde çalışkan bir yurtseverdi. Bir devlet görevini yerine getiriyordu. Her yerde daima hazır olan polisiyle Fouche, kralcıların ve jakobenlerin entrikalarını kolayca bozmaktaydı. Fouche'un ustaca örgütlediği dış casusluk şebekesini ise Real ve Desmarest yönetiyordu. Bunlar entrikacılığı bilen zeki yöneticilerdi. Bu alanda gerçekten örnek işler başardılar. Çeşitli baskı ve kandırma yoluyla her çevreden insanın işbirliğini sağladılar.

Fouche'un polisi, şüpheli kişiler için özel dosyalar açıp bu dos­yalan sistemli olarak düzenleme işinin de öncüsüdürler. Yasalara ay­kırı ya da skandal yaratacak her haber bu dosyalara dikkatle işleni­yor, sonra da bunlardan, yerine göre açıkça ya da üstü kapalı bir şan­taj için yararlanmak mümkün oluyordu. Gizli polis ve genel güven­lik dairesi, bu yolla imparatora karşı hazırlanan bütün komploları öğrendi ve hazırlanan isyanları, bu isyanların önem kazanmasına fır­sat kalmadan önledi. Öte yandan Napolyon, askeri harekatını hazır­lamak için de doğrudan doğruya ajanlardan yararlanıyor, çevirdiği diplomatik entrikalarda ajanlarından elde ettiği bilgileri kurnazca kullanmasını biliyordu.

Almanyaida Sistemli Casusluğun Doğuşu

Kral Frederich, rakibi Fransız Mareşali Soubise'den söz ederken; "Ardından daima yüz aşçı gider, bense daima yüz casusun ardından giderim." Bu rakam, Prens Bismarck'ın gizli servisinin yetkili örgüt­çüsü, özel danışman Wilhelm Stieber tarafından ISOO'e yükseltile­cek ve bu gizli ordu, askeri harekatın başlamasından önce düşman topraklarını istila edecekti.

Bismarck'ın casusu Stieber, örnek bir casus sayılabilir. Kurnazlı­ğı, teknik bilgisi, giriştiği işleri körü körüne bir bağlılıkla yerine ge­tirecek bir kişiliği vardı. Olağanüstü bir meslek hayatı yaşadı. Bir başkasını onunla ölçebilmek gerçekten güçtür. Wilhelmjohann Karl Edouard Stieber, Mersebourglu küçük bir memurun oğluydu. Bu küçük Saksonya şehrinde, 1818 yılının 3 Mayıs günü doğdu. Babası onu Lutherci bir papaz yapmak istiyordu. Ama bu meslek delikanlı­nın hoşuna gitmedi. Aile Berlin'e yerleşince, Wilhelm hukuk öğreni­mini tamamladı ve meslek olarak avukatlığı seçti.

Kurnaz ve ihtiraslı Stieber, davalarını daha kolay kazanabilmek için müşterileri olan suçluları tutuklayan polislere iltifatlar yağdırı­yordu. Bu yolla elde ettiklerine bakıp, çok daha fazlasını sağlayabi­leceğini düşündü. lşi casusluğa döktü. Prusya polisinin çok tutulan, beğenilen, etkili yardımcısı oldu. Henüz 30 yaşındaydı. Stieber 1845-1850 arasında böyle bir yığın başarılı savunma yaptı. Buna pa­ralel olarak da Prusya'daki kanunsuzlan iyice tanıdı. Garip ama ya­rarlı dostluklar kurdu. Ama çok geçmeden bir skandal patlak verdi. Steiber'in polis dosyalarından yararlandığı ortaya çıktı. Stieber ça­buk telaşlanmazdı, hesaplıydı. lşe kralı karıştırdı, delil yetersizliğin­den hakkında bir şey yapılamadı. Stieber, kral tarafından polis komi­serliğine atandı. O tarihlerde 32 yaşındaydı. Avukat Stieber müşteri­lerini savunurken gösterdiği başarılardan dolayı üne kavuşup zengin olmuştu. Kralın yardımıyla haftalık bir polis dergisinin yazı işlerin­de görevlendirilmişti. Polisten müşterilerinin dosyalarını getirtebili­yor, savunmalarını ona göre hazırlıyordu. Ateşli savunmalar yapıyor, deliller buluyor, müşterilerine karşı işleri iyi yürüttüğüne inanıyor­du. Üstelik kendisini henüz işin başlangıcında sayıyordu. Polis ha­beralma örgütünden doğrudan doğruya siyasal haberalmaya geçecek ve daha önce Berlin'de yürüttüğü karşı devrimci çalışmalarını, ya­bancı ülkelerde geliştirecekti.

Londra'da Alman radikalleri, etkisi çok büyük olan Karl Marx'ın çevresinde toplanmışlardı. Londra'daki Dünya Sergisi, Prusyalı polis casusu için bir yolculuk nedeni oldu. Ama İngiltere'deki görev başa­rısızlıkla sonuçlandı. Birkaç yıl boyunca Stieber sosyalistlere ve marksisdere karşı ateşli bir mücadeleyi sürdürdü. Propagandacılann peşine düştü, mektuplara el koydu. Kralın davasını kendi davası gi­bi benimsemiş görünüyor ve polis olarak çalışmalarıyla tahtın en gü­venilir desteği olduğu izlenimini yaratıyordu. Stieber bu arada bir de kitap yayınladı. Bu kitapta Prusya'daki solcu düşünce ile savaşmak için alınması gerekli tedbirleri anlatıyor, liberallerin adlarını veriyor­du. Gerçekten de Prusya Krallığı, Avrupa'da yaygın olan liberal ha­reketten Srieber'in çabalan ile korundu.

Ruslar kendisine Rusya'dan kaçmayı başaran çar rejimi aleyhtarla­rını ortaya çıkarmak için bir gizli polis örgütü kurmayı önerdi. Stieber bu öneriyi kabul etti. Kendisine çok yüksek miktarlarda para ödediler. Avrupa'yı baştan başa dolaştı. Yeni görevlerinde çok büyük başarılar sağladı ve Ohrana'nın dış örgütünü kurdu. Bolşevik devrimi sırasında bu örgüt, hala Srieber'in koyduğu temellere dayanarak işliyordu.

Stieber çarın hizmetindeydi ama aslını, polis de olsa yurdunu unutamazdı. Bu yüzden de gezip dolaştığı ülkelerde her şeyden ön­ce Prusya hesabına casusluk yaptı. St. Petersburg'da Rus yönetimin­den gizli haberler topluyor, bu haberleri Prusya'ya ulaştırıyordu. Bu­nu yurtseverliğinin bir gereği olduğu kadar, birtakım hesapları dü­şünerek yapıyordu. Ülkesinde onu unutmamalıydılar. Davranışla­rında değişen bir şey yoktu: Gene liberal eğilimlerin karşısındaydı. Ama ne yaptıysa bir türlü l86l'de kral olan naibin gözüne girmeyi başaramadı.

1863 yılı Stieber için sürgünün sonu demek oldu. O tarihte Bisınarck ile karşılaştı. O yıllarda Bismarck'ın "Prusya hegemonyası" il­kesine dayalı siyasal stratejisinde, Avusturya'nın seçkin bir yeri var­dı. Devlet adaını yenilenmiş Prusya ordusunu ileri sürerken, hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyordu. Bu yüzden de Avusturya'nın aske­ri kapasitesini kesinlikle bilmesi gerekmekteydi. Srieber casusluk görevini kabul etmişti.

Eski polis, Avusturya'ya kendisine müstehcen resimler sarıcısı süsü vererek gitti. Bir yandan da gevezelik ediyor, sorular soruyor, şehirleri geziyor, garnizonları dolaşıyor, çantasındaki resimleri gös­tererek karşısındakileri neşelendiriyor ve onların anlattıklarını din­liyordu. Bu yolla o kadar zengin ve o kadar sağlam askeri sırlar elde etti ki 3 Temmuz l866'da Avusturya Sadova'da çöktü.

Bismarck partiyi kazanmıştı ama yapılanların değerini de bildi. Subayların üstten bakan tavırlarına rağmen Stieber'i Prusya Genelkurmayı'na kabul ettirdi; nişan verdi, özel görüşme yaptı ve sonun­da Prusya işgali altında bunan Moravya Valiliği'ne atadı. Ayrıca Bis­marck onu kralın ve krallığın yüksek kişilerinin güvenliği ile görev­lendirdi. Genelkurmay arşiv dairesindeki görevine ek olarak her tür­lü araçtan yararlanıp, askeri sırların korunması işini de ona verdi.

Bu kadar güvenle güçlenip, eline bunca yetkiyi alınca, Stieber, ilk Alman karşı casusluk servisini kurma olanağını buldu. Bu servi­si merkezi bir polis örgütü gibi düzenledi. Nüfuzunu arttırmak için bir askeri sansür kurulu kurdu. Hatta daha da ileri gitti, Bismarck'a bir "Merkezi İstihbarat Bürosu" kurmayı teklif etti. Bismarck bu tek­lifi de kabul etti. Srieber'in elinde artık eşsiz bir araç vardı. Düşma­nın kayıpları, birliklerin düşünceleri ve askeri harekatla ilgili haber­leri, dozu ustaca ayarlayarak geçirebilir, böylece de Prusyalıların ve ordunun morali üzerinde dilediği etkiyi yapabilirdi. Öte yandan Av­rupa kamuoyunu erkilernek de elindeydi. Beyin yıkama alanında tam bir egemenlik kurmak için Reuter ajansı ile öteki basın ajansiarına nüfuz etmeye çalıştı. Yarı resmi bir basın örgütünün başına ken­di adamlarından birini, Doktor Wolff'u geçirmek için el altından ma­nevralar çevirdi.

Bismarck, Avusturya'ya karşı girişilen savaşın hazırlanışı ve bu savaş sırasındaki hizmetlerin bir ödülü olmak üzere Stieber'i özel da­nışmanlığa atadı. Alman Askeri Polisi'ndeki (Geheimfeld Polizei) müdürlük görevini de elinde bulundurmasına izin verdi.

Öte yandan lll. Napolyon Avusturya'ya karşı bir zafer kazanaca­ğına inanıyordu. Kendini beğenmiş Prusya Krallığı'na bir ders vere­rek Orta Avrupa'da dengeyi yeniden kurmayı düşündü. Ama Bis­marck, Sadova'da gördüğü ordunun niteliklerini ve Prusya ordusu­nun üstünlüğünü biliyordu. Fransa ile savaşa girmeyi soğukkanlılık­la karşıladı. Yalnız kötü bir oyuna gelmernek için, Srieber'den Fran­sız birliklerinin gerçek değeri ve yeni silahlar hakkında kesin bilgi­ler edinmesini istedi.

Stieber, iki sadık adamı Kaetenbach ve Zernicki ile 1.5 yıl Fran­sa'yı dolaştı. Üçü de kendi başlarına çalışıyorlardı: Adam alıyor, ajan topluyorlardı. Bir yandan da Paris'teki örgüt, imparator sarayından

gizli haberler topluyor, Fransız ordusunun savaş planlarını ele geçi­riyordu. Çalışma sonunda elde edilen kazanç büyük oldu. Stieber, son yaptığı yolculukta sınırdan üç bavul belge geçirdi. Prusya Genel­kurmayı, Fransız birlikleri ve savunma planlan konusunda o kadar iyi bilgi edinmişti ki, savaşa büyük bir güvenle girdi. Prusya'nın Fransa'yı ezmesi, ancak birkaç haftalık bir işti.

III.     Napolyon'un polisi, siyasal muhalefetin yurtiçindeki boz­guncu oyunlarına karşı giriştiği mücadeleye dalmış olduğundan, Stieber'e çalışmalarını dilediği gibi rahatça geliştirme olanağı vermişti. Fransa'da polisin karşı-casusluğa önem vermeyişi, desteklediğini sandığı rejimin yok olmasıyla sonuçlandı.

Amerikan İç Savaşı Casusları

1778 yılında George Washington, Komutan Tallmage'dan ordu­ya bilgi verecek casuslar bulmasını istedi. Bu, ilk Amerikan haberal­ma servisinin taslağını meydana getirdi. İngilizlere karşı girişilen ba­ğımsızlık savaşı süresince de işledi. 1846-1848 yılları arasında ise Meksika Savaşı sebebiyle bir çeşit "Ordu Haberalma Servisi" kurul­du. Düşman hatlarında dolaşan serserilerden, gözü pek serüvenci­lerden kurulu bu servis bir casuslar şirketi biçimindeydi. İç savaş sı­rasında birkaç ünlü casus dikkati çekti. Bunlardan en önemlisi bir kadındı: "Asi Rose." Rose Greenhowe, güneyiiierin casusuydu. Ku­zeylilerin Manassas'daki yenilgilerinin baş sorumlusu oldu. General Beauregard'a, Kuzeytilerin harekat planlarını ulaştıran oydu. Washington'da kalıyor, orada birliğin üst düzey görevlilerini kabul edi­yor, onları konuşturmayı başarıyordu. Çünkü son derece güzel ve çekici bir kadındı. Konfederasyon'un casuslarından kurulu bir şebe­kenin başındaydı. Casusluğunu, salonların göz alıcı havasıyla örtbas ediyordu.

Rose, mütevazı bir ailenin kızıydı. Ünlü bir yazar olan Robert Greenhowe ile evlenmişti. Kocası ölünce Washington'un gözdesi ve Demokrat Parti'nin bir numaralı kadını oldu. lç savaş sırasında kırk yaşlarında, olgun bir kadındı. Güzel ve zarifti. Kısacası, eksik­siz bir sosyete kadınıydı. Ama Başkan Lincoln'ün güvenlik danış­manı Pinkerton ondan kuşkulanıyor, Rose'un Washington'daki su­baylar arasındaki tanıdıklarını gözaltında tutuyordu. Bir gece jan­darma subaylarından birini güneyli casus kadına haber verirken yakaladı. Onu tutuklamak istediyse de sonunda cezaevini boyla­yan kendisi oldu.

lleriki tarihlerde Rose'u bu kez kıskıvrak ele geçirdiğini sandı ama yapılan soruşturmadan hiçbir sonuç alınamadı. Casus kadın bir yolunu bulmuş, tehlikeli belgeleri polislerin gözü önünde bir suç or­tağına vermişti. Pinkenan gene de Rose'u tutukladı. Rose cezaevine girdikten sonra ilgi çekici haberler toplayıp, bunları General Beauregard'a ulaştırmaya devam etti. Pinkenan'un elinden geçen mektuplannda şiirden ve bulmacadan başka hiçbir şey yoktu. Ama güvenlik şefi bu mektuplarda takma adlarla Rose'a haber yollayan işadamı, bankacı ve subaylardan bazılarını ortaya çıkarma olanağını buldu. Alınan bütün gözetierne tedbirlerine rağmen Rose casusluğunu sür­dürüyordu.

1862 yılı başında Pinkerton, Rose'un şebekesinin bir kısmını et­kisiz kılınayı başardı. Casus kadını daha sıkı gözaltında bulundura­bileceği bir başka cezaevine naklettirdi. Ama bütün bu tedbirlere rağmen Rose Kuzeyiiierden öğrendiğini, hiçbir zaman açıklamadığı araçlarla dostlarına ulaştırmaya devam etti. 1862 yılında serbest bı­rakıldı. Avrupa'ya gitti ve büyük heyecan yaratan anılarını yayınladı. Amerika'ya dönüşünde, bir sandalla kıyıya geçmeye çalışırken boğu­larak öldü.

Sovyet Güvenlik Servislerinin Kökenieri

Geçmişte, Rusya'da, Korkunç lvan çağında bir polis baskısı ve iç casusluk örgütü vardı. 1565 yılına doğru Korkunç lvan, Boyariarı ezmek ve Moskova Krallığı'nı köleleştirmek amacı ile Opriçnina ör­gütünü kurdu. Bu, hem polis örgütü hem de idari bir örgüttü; üye­leri mutlak yetkiye sahiptiler. Siyah elbiseler giyiyor, atla dolaşıyor, eyerlerine bağlı bir köpek başı ile süpürge taşıyorlardı. Opriçnina'nın görevi büyük toprak sahiplerini dize getirmek, pazarları ve yollan ele geçirerek çarın halk üzerindeki baskısını daha da yaygın­laştırmaktı. Opriçnina'da soylular ve soylu olmayanlar vardı. Örgüt, amacına ulaşmak için korkunç işkenceler uyguluyor, egemenliğini terörle, Moskova Krallığı'nın topraklarına ve kaynaklarına doğrudan doğruya el koyarak sağlamlaştırıyordu.

Yüzyıllar geçtikçe Opriçnina, bir polis devleti durumuna dönüş­tü. Büyük Petro çağında imparatorluğun bütün faaliyetlerinde varlı­ğını duyuruyordu. 18. yüzyılın başında bu örgütün statüsü, daha çok yurttaş ve toplum ahlakı ile ilgili görevlerle sınırlıydı. Opriçni­na, gençlerin, evli kadınlarım ahlakını gözetecek, halkı eğitecek, suçlulan cezalandıracak, herkesi bir meslek sahibi olmaya zorlayacaktı. Görevleri arasında "aşırı ev masraflarını yasaklamak" bile vardı. Bü­yük bir çoğunluğu hala çarın kölesi ve mülkü sayılanlardan oluşan bir toplumda, bundan daha fazlası beklenemezdi. Rusya'ya geziye gelen her yabancının eşliğine birini vermek geleneği, Opriçnina ile başlar. Yabancıları bir hafiye (Pristav) adım adım izliyor, onları sü­rekli olarak gözaltında bulunduruyordu. Daha sonra Rus polisi, yurtdışındaki yurttaşlarını gözaltmda tutmak için yabancı ülkelere ajan yollama alışkanlığını da edindi. 1878'de siyasal polis içişleri ba­kanlığı güvenlik bölümüne, Ohrana'ya bağlandı. 1917 Rus devrim­cileri Ohrana'yı lağvettilerse de onun iskeleti üzerine Çeka polis ör­gütünü kurdular. Sovyet güvenliği gizli servisleri de yavaş yavaş Çeka'dan doğdu.

MODERN DÜNYANIN
İSTİHBARAT SERVİSLERİ

CIA

Central intelligence Ageney'nin açılımı (CIA), Amerikan Merke­zi Haberalma Teşkilatı'dır. l947'de ABD başkanlarından Truman ta­rafından kurulmuştur. Amerikan devletinin birimleri için gereken ABD dışı ülkelerle ilgili istihbarat bilgilerini toplayan kurumdur. Merkezi Virginia eyaletinde Langley'de bulunmaktadır. CIA yasasına göre kurum, organizasyonunu, görevleri, maaşları, personel sayısını saklı tutmak hakkına sahiptir. Soğuk Savaş yıllarında ve sonrasında CIA pek çok gizli operasyonda rol alarak siyasi rejimleri zayıflatma­ya ve hükümetleri devirmeye çalışmıştır.

194?'de, Milli Güvenlik Konseyi ile (National Security Council, NSC) bu konseyin yönetimi altında çalışmak üzere CIA kuruldu. CIA, NSC'ye milli güvenliği ilgilendiren konularda bilgi toplayıp ve­recek, elde edilen bilgileri değerlendirdikten sonra, hükümetle ilgili yerlere ulaştırılmasını sağlayacaktı. CIA, NSC'nin vereceği emirler doğrultusunda, güvenlikle ilgili istihbarat işlerini yerine getiriyordu. Değişik kesimlerden seçilen CIA yöneticileri arasında, ABD'ye baş­kanlık yapan George Bush da bulunmaktaydı.

CIA, 4 Müdürlük Halinde Çalışmaktadır:

Haberalma Müdürlüğü

Her türlü haberalma aracıyla bilgi toplama ve casusluk faaliyet­lerini yürütür. Gizli olarak yapılan İstihbaratı değerlendirir. Havadan çekilen resimleri, radyo, telefon, televizyon, telgraf, telsiz ve internet gibi ulaştırma araçları ile toplanan bilgileri değerlendirir. Bu değer­lendirmeler, raporlar halinde ilgili makamlara gönderilir.

Harekat Müdürlüğü

Gizli operasyonları yürütür.

Bilim ve Teknoloji Müdürlüğü

Teşkilat elemanlarını, son teknolojik gelişmelerde eğitmek, kul­lanmasını öğretmek, kullanılan araçları geliştirmek, yapılan operasyanlara bilimsel ve teknik destek sağlamak, bu müdürlüğün görevidir.

Yönetim Müdürlüğü

Teşkilat personelinin, toplanan bilgilerin ve tesislerin güvenliği­ni sağlar.

CIA'in şimdiye kadar başka devletlerde birçok operasyon yaptı­ğı meydana çıkarılmıştır. Bütün bu işleri yapabilmek için, CIA'ye ge­niş bir maddi imkan tahsis edilmektedir. Kadrolarında devamlı me­mur şeklinde on altı bin kişi (tahmini) çalışmaktadır. Ayrıca gayri resmi yüz binlerce kişiyi menfaat temin ederek kullanmaktadır. CIA'in faaliyetleri çeşitli dedikodulara sebep olduğundan, son yıllar­da Kongre'de durumu incelenmiş ve Pike Raporu hazırlanıp açıkla­malar yapılmıştır. Bazı devlet başkanlarını, devlet ileri gelenlerini su­ikast düzenleyerek öldürtmek, ülkeler içinde bazı etnik gruplan teş­vik ve tahrik ederek karışıklıklar çıkarmak, hükümetleri devirmek gibi işleri CIA'in yaptığı ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan bazılarının da ABD başkanlarının emriyle gerçekleştirildiği tespit edilmiştir. CIA, ABD siyasetinde olduğu gibi, bütün dünya ve özellikle Ortado­ğu'da daha büyük faaliyet gösterir.

ABD'de CIA Öncesi Dış Politika Alanındaki istihbarat Teşkilatlanması: Bağımsızlık Savaşı'ndan II. Dünya Savaşı'na kadar istihbarat Örgütlenmesi

ABD'de, dış politika alanında istihbarat faaliyetleri, Ingiltere'ye karşı yürütülen Bağımsızlık Savaşı (1775-1783) zamanında başla­mıştır. Bağımsızlık Savaşı sırasında Amerikan ordularının başkomu­tanı ve sonra ABD'nin ilk başkanı olan George Washington, Ingilte­re'ye karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde istihbarat faaliyetleri­ne büyük önem vermiştir. Amerika'da istihbarat fonksiyonunun ye­rine getirilmesi amacıyla ilk olarak bir örgüt kurulması da Bağımsız­lık Savaşı yıllarına rastlar. Ingiltere'ye karşı yürütülen savaşın en önemli karar merkezi olan "Kıta Kongresi", daha mücadelenin en başında 29 Kasım 1775 tarihinde kabul ettiği bir kararla, "Gizli Ha­berleşme Komitesi" adıyla Amerikan devletinin ilk istihbarat örgü­tünü kurmuştur. Gizli Haberleşme Komitesi'nin yöneticileri arasın­da Benjamin Franklin de yer almıştır. Söz konusu teşkilat, Büyük Britanya, Fransa ve diğer önemli devletlerdeki Amerikan bağımsız­lık mücadelesini destekleyen kişi ve kurumlarla haberleşme ve gö­rüşme faaliyetini yürütmüş, bu ülkelerde, Amerikan bağımsızlığı le­hinde bir kamuoyu yaratmak için propaganda faaliyetlerinde bulun­muştur. Ayrıca söz konusu Komite gizli yazışma ve kriptoloji teknik­leri geliştirmiş ve kullanmış, ülke dışına da çok sayıda ajan gönder­miştir. CIA'in tüm elemaniarına örnek bir kahraman olarak göster­diği Nathan Hale, söz konusu teşkilatta Ingilizlere karşı faaliyette bulunmuş ilk ABD istihbarat elemanlarındandır. Söz konusu faaliye­ti sırasında yakalanmış ve Ingilizler tarafından asılmış olan Hale'in heykeliyle asılmadan önce söylediği kabul edilen "Sadece, ülkem için kaybedecek tek bir canım olduğu için üzülüyorum." sözleri, bu­gün CIA'in, Virginia, Langley'de bulunan merkez binasının önünde yer almaktadır.

ABD Anayasası'nın kabulü sonrasında, l 789 yılında yapılan se­çimlerle oluşan ilk Kongre, devletin varlığını sürdürebilmesi için, is­tihbarat faaliyetlerinin etkili bir şekilde kullanılmasının önemini vurgulamış ve bu dönemde, ABD Başkanı'nın istihbarat faaliyetleri için gizli fonlar kullanmasına imkan sağlayan bir yasayı kabul etmiş­tir. 1861 yılında başlayan Amerikan İç Savaşı sırasında da istihbarat faaliyetleri önemli rol oynamıştır. Savaş'ın son dönemlerinde Başkan Lincoln tarafından istihbarat faaliyetlerini yerine getirmek amacıyla kurulan Gizli Servis, özellikle 1898 Amerikan-lspanyol Savaşı sıra­sında büyük rol oynamıştır. Yine bu dönem içinde Gizli Servis, İs­panyol İstihbaratına karşı ABD'de karşı istihbarat faaliyetlerini de yürütmüştür.

ABD'de doğrudan askeri birimlere bağlı olarak faaliyet gösteren askeri istihbarat teşkilatlarının kurulması da oldukça erken dönem­lere rastlar. ABD'nin bu anlamda kurduğu ilk askeri istihbarat daire­si, 1882 yılında Deniz Kuvvetleri'ne bağlı olarak kurulan "Deniz İstihbarat Dairesi"dir (Office of Naval intelligence ONI). Deniz İstihbarat Dairesi, buhar gücüyle çalışan gemilerin çıkmasıyla, özellikle yabancı güçlerin bu konudaki deniz gücünü tespit amacıyla faaliyet göstermiştir. Daha sonraki yıllardaysa, büyük deniz gücüne sahip ül­kelerin gemi sayısı, bu gemilerin türü, silahları; bir başka deyişle de­niz gücü ve savaş kapasitesinin araştırılması, bu bilgilerin düzenlenip kullanıma hazır duruma getirilmesi ONI'nin başlıca fonksiyonları arasında yer almıştır. Söz konusu askeri istihbarat birimleri ağırlıklı olarak askeri ataşe sistemiyle faaliyet göstermişlerdir. Askeri ataşeler aracılığıyla faaliyet gösteren ONI, hiçbir zaman çok sayıda elemanın çalıştığı geniş bir istihbarat birimi olmamıştır. Örneğin 1931 yılında ONI'de, ülke dışında on ataşe, merkezde de 18'i subay, 38'i sivil ol­mak üzere 56 kişi, toplam 66 personel faaliyet göstermiştir.

Askeri istihbarat alanında Deniz Kuvvetleri'nin ONI deneyimini örnek alan Kara Kuvvetleri, 1885 yılında "Askeri Enformasyon Bö­lümü "nü (Military Information Division MID) kurmuştur. Söz ko­nusu birim, 1918 yılında adını "Askeri İstihbarat Bölümü" (Military Intelligence Division) şeklinde değiştirmiştir. MID, ONI'nin ataşe sistemine dayalı bilgi toplama yönteminden ayrılarak, gizli istihba­rat, gizli operasyonlar ve karşı istihbarat faaliyetlerini de yürütmüş­tür. Söz konusu iki birim, sahip oldukları istihbarat analiz merkez­leriyle, ABD İstihbaratı içinde analiz ve değerlendirme merkezleri­nin kurulması konusunda da öncülük yapmışlardır.

1908 yılına gelindiğinde Federal Başsavcı Charles Bonaparte, Fe­deral Araştırma Bürosu'nun (FBI) kurulmasını sağlamıştır. Federal Araştırma Bürosu, Gizli Servis'in hem gizli istihbarat, hem de karşı casusluk fonksiyonlarını üstlenmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında da istihbarat faaliyetlerinin yönetimi ve koordinasyonu, Dışişleri Ba­kanlığı içinde "U-I" adıyla kurulan bir istihbarat dairesi tarafından yerine getirilmiştir. Amerikan Dışişleri Bakanlığı istihbarat koordi­nasyon birimi (U-I), 1927 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. 1927 yılında bu birim kapatılmış ve bunun sonucu olarak, dış istih­barat faaliyetleri üzerindeki merkezi koordinasyon da ortadan kalk­mıştır. Bu dönem içinde ABD'nin sadece askeri istihbarat faaliyetle­ri devam etmiştir.

II. Dünya Savaşı'nın ilk işaretleri gelmeye başlayınca, istihbarat konusunda merkezi bir yapılanmanın önemi ABD'de tekrar ortaya çıkmıştır. Özellikle I. Dünya Savaşı ve sonrasında Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olarak çalışmış ve etkili şekilde faaliyet göstermiş olan UI deneyimi, bu yöndeki çabaları cesaretlendirici bir örnek oluştur­muştur. ABD'de dış politika alanında faaliyet gösteren istihbarat ör­gütlenmesi, daha Bağımsızlık Savaşı yıllarında başlamıştır. Söz ko­nusu birimler gizli istihbarat, karşı casusluk ve gizli operasyonlar ol­mak üzere her türlü istihbarat fonksiyonunu etkili şekilde kullan­mıştır. ABD'nin kuruluşundan II. Dünya Savaşı'na kadar, çeşitli bi­rimler ve adlar altında varolan istihbarat faaliyeti, savaş dönemleri başta olmak üzere, kriz anlarında merkezi koordinasyon altına alın­mış ve daha büyük imkanlarla donatılmıştı.

II. Dünya Savaşı Sırasındaki İstihbarat

Örgütlenmesi

II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte ABD'nin, özellikle Ja­ponya'da istihbarat altyapısının bulunmadığı belirginlik kazanmış­tır. Ayrıca ABD istihbaratı, bu dönemde merkezi koordinasyondan da yoksun bulunmaktadır. Roosevelt başta ONI, MID ve FBI olmak üzere devletin istihbarat örgütlerinin aynı alanda faaliyet gösterdiği, aynı bilgileri topladığı ve dolayısıyla üst üste gelen aynı yöndeki ça­lışmaların yarattığı gereksiz tekrarlar nedeniyle de zaman ve para kaybına uğranıldığı saptamasım yapmış ve bu düşünceler ışığında söz konusu sorunu gidermek için yeni bir yapılanmaya gitme kara­rına varmıştı. Bu amaçla İngiliz lstihbaratı'ndan da destek sağlan­mıştır. Koordinasyon ve merkezi kontrol eksikliğini gidermek ama­cıyla yapılan söz konusu çalışmalar sonrasında, ilk olarak 1939 yılı sonlannda FBI, ONI ve MID başkanlarını bir araya getiren "Bölüm­ler Arası İstihbarat Komitesi" (Interdepartmental Intelligence Committee IlC) kurulmuştur. Komite'nin amacı, istihbarat alanında devlet organları arasında koordinasyon ve işbölümünü sağlamaktı. Bölümler Arası İstihbarat Komitesi'nin kurulmasıyla başlanan çalış­malara, bir başka merkezi koordinasyon ve ayrıca analiz birimi olan "Enformasyon Koordinasyon Ofisi"nin (Office of Coordinator of Information COI) kurulmasıyla devam edilmiştir. Enformasyon Ko­ordinasyon Ofisi, Amerikan istihbaratında bizzat başkan tarafından saptanan dağınıklığı gidermek amacıyla, bir üst istihbarat koordi­nasyon ve analiz birimi olarak kurulmuştu.

Roosevelt ll Temmuz 1941'de yayınladığı bir başkanlık emriy­le, ulusal güvenlik konusunda çeşitli Amerikan birimlerince topla­nan İstihbaratın bir araya getirilmesi, analizi ve Başkan'ın bilgilendi­rilmesi amacıyla Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin kurulmasını karara bağlamıştı. Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin başına, I. Dünya Savaşı'nda albay rütbesiyle büyük başarılar elde etmiş ve sa­vaş sonrasında da ünlü bir avukat olarak başarılı kariyerini devam ettirmiş olan William]. Donavan getirilmişti. Enformasyon Koordi­nasyon Ofisi, etkili bir merkezi haberalma teşkilatı olmaktan çok, dış politika alanında faaliyet gösteren çeşitli ABD istihbarat birimle­rinin elde ettiği bilgilerin toplandığı ve değerlendirildiği bir koordi­nasyon ve analiz birimi olarak faaliyet göstermiştir. Enformasyon Koordinasyon Ofisi'ne, yukarıda değinilen başkanlık emriyle, ulusal güvenlik ve savunma ile ilgili elde edilen bilgileri bir araya getirme, değerlendirme, yorumlama ve Başkan'ın bilgisine sunma fonksiyo­nu verilmiştir. Ayrıca tüm askeri sivil istihbarat birimlerinin koordi­nasyonundan da sorumlu olan Enformasyon Koordinasyon Ofi­si'nin başkanı, bu fonksiyonuna uygun olarak Stratejik Enformas­yon Koordinatörü unvanını taşımıştır. Enformasyon Koordinasyon Ofisi, analiz ve yorum faaliyetine katkıda bulunmak üzere istihbarat yapısı içine üniversite hocaları ve uzman akademisyenleri de dahil eden ilk ABD istihbarat örgütü olmuştu. Bu amaçla Enformasyon Koordinasyon Ofisi içinde bir büro kurulmuş ve başına da bir üni­versitede faaliyet gösteren bir profesör getirilmişti. Bu birimde; ta­rih, siyaset bilimi, ekonomi, sosyoloji ve psikoloji hocaları görev yapmışlardır. Donavan'ın başkanlığında hızla gelişen Enformasyon Koordinasyon Ofisi, kısa sürede 670 kişilik bir çalışan sayısına ulaş­mıştı. Enformasyon Koordinasyon Ofisi, zaman içinde koordinas­yon ve analiz işlevinin yanı sıra, özellikle Avrupa'da, radyo yayınla­rı, basın ve basılı malzemeler kullanmak yoluyla örtülü propaganda faaliyetlerine de girişmişti. Ancak söz konusu faaliyetleri yerine ge­tirmesi ve bu amaçla oluşturduğu teşkilatlanmasıyla Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin, koordinasyon ve analiz çalışmalarının yanı sıra operasyonel özellik de kazanması, bu alanda faaliyet gösteren askeri istihbarat birimlerini ve bizzat Amerikan Genelkurmayı'nı ra­hatsız etmişti. ABD'nin ll. Dünya Savaşı'na hızla yaklaştığı bir dö­nemde Amerikan Genelkurmayı ile Deniz, Kara Kuvvetleri ve Savaş Bakanlığı, operasyonel çalışmalann kendi denetimleri dışına çıkma­sını istememişlerdir.

7 Aralık 194l'de japonlann Pearl Harbor saldırısının gerçekleş­mesi ve Amerikan istihbaratının bu saldırıyı önceden haber alama­mış olması, mevcut istihbarat yapısının bir kez daha sorgulanması­na neden olmuştu. Dolayısıyla, Pearl Harbor ile savaşa dahil olan ABD'nin söz konusu istihbarat zayıflığının giderilmesi gereği, ABD'nin istihbarat alanında yepyeni bir aşamaya geçmesi sonucunu doğurmuştu. Bu gelişmeler sonrasında Enformasyon Koordinasyon Ofisi kapatılmıştır. Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin örtülü propaganda faaliyetleri, 1942 Haziran'ında çıkarılan başkanlık ka­rarnamesi ile kurulan ve ABD'nin tüm enformasyon birimlerini de­netimi altına alan Savaş Enformasyon Ofisi'ne (Office of War Infor­mation OWI) devredilmiştir. Enformasyon Koordinasyon Ofi­si'nin propaganda faaliyetleri dışında kalan fonksiyonlarını yürüten 815 personeliyse, tüm dosyalar ile birlikte Savaş Enformasyon Da­iresi ile aynı zamanda, Roosevelt'in yayımladığı bir askeri emirle, Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı olarak kurulan "Stratejik Hizmet­ler Ofisine" (Office of Strategic Services OSS) geçirilmişti. Strate­jik Hizmetler Ofisi Başkanlığı'na, Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin de başkanlığını yürüten William ]. Donovan general rütbesi verilerek getirilmiştir.

l3 Haziran 1942 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı ola­rak kurulan Stratejik Hizmetler Ofisi'ne stratejik istihbarat toplama ve analiz yetkisiyle birlikte, Genelkurmay'ın talep edeceği stratejik hizmetleri de planlama ve yerine getirme görevi verilmiştir. Genel­kurmay Başkanlığı Stratejik Hizmetler Ofisi'nin görev tanımını, söz konusu teşkilatın kuruluşunun hemen sonrasında 23 Haziran l942'de çıkardığı bir yönetmelikle ayrıntılı olarak belirlemişti. Özet­le söz konusu yönetmelik Stratejik Hizmetler Ofisi'nin, Genelkur­may Başkanlığı'nın ihtiyaçları ve emirleri doğrultusunda gizli istih­barat toplama, bunları değerlendirme ve yorumlama, yıkıcı eylem planları hazırlama ve uygulama ve başka özel operasyonları gerçek­leştirme görevlerini yerine getireceğini karara bağlamıştı.

Stratejik Hizmetler Ofisi, Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nden farklı olarak, özel operasyonlar (sabotaj, gerilla faaliyetleri, direniş hareketlerinin desteklenmesi ve diğer özel savaş teknikleri) da dahil olmak üzere İstihbaratın tüm alanlarında doğrudan faaliyette bulun­muştur. Bu özelliğiyle Stratejik Hizmetler Ofisi, bugünkü Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) gerçek anlamda öncüsüdür. Hatta ll. Dünya Savaşı süresince Stratejik Hizmetler Ofisi içinde yetişen pek çok istihbarat elemanı, daha sonra CIA'in kuruluşunda görev almış ve bu teşkilatın üst düzey yöneticiliklerine kadar yükselmiştir.

ABD'nin en iyi okullarını en iyi derecelerle bitiren gençlerin is­tihdam edildiği Stratejik Hizmetler Ofisi, ll. Dünya Savaşı boyunca çok önemli faaliyetleri yerine getirmişti. Amerikan Genelkurma­yının denetimi ve yönlendirmesi altındaki Stratejik Hizmetler Ofisi elemanları, II. Dünya Savaşı'nda Alman kontrolü altındaki Fransa ve Norveç'e sızmışlar, buralarda direniş hareketlerini örgütlemişlerdir. Yine söz konusu teşkilat, İtalya'da partizanların Faşist yönetime kar­şı mücadelesinde, Burma kabilelerine de japon yayılmacılığına karşı direnmeleri konusunda yardımda bulunmuştur. Savaşın sonuna doğru Başkan Roosevelt'in ölmesi sonucunda onun yerine geçen Harry Truman'ın, Stratejik Hizmetler Ofisi konusunda önemli çekin­celeri bulunması, Amerikan ulusal güvenlik örgütlenmesinde yeni bir aşamaya geçilmesine neden olmuştu. Truman, özellikle Stratejik Hizmetler Ofisi'nin Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı olmasından ve bu örgütün savaş sırasında kazandığı büyük örtülü operasyon ve is­tihbarat kapasitesinden rahatsız olmuştu. Başkan Truman'ın Strate­jik Hizmetler Ofisi hakkındaki söz konusu çekinceleri, bu istihbarat teşkilatının 20 Eylül l945'te çıkarılan bir Başkanlık Kararnamesi ile kapatılması sonucunu doğurmuştur. Başkan Truman barış dönemi içinde faaliyet gösterecek kendine bağlı başka bir örtülü örgütlenme­yi hayata geçirmeyi planlamıştı. Söz konusu örtülü örgütlenme, Il. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni Soğuk Savaş koşulların­da, liberal demokrasileri korumak için başlatılan dış ekonomik yar­dım programlarıyla (özellikle Marshall Planı) paralel şekilde yapı­landırılmıştır.

ABD'nin Gizli Servisleri Için Gemiler,

insanlar ve Kanunlar

1956 yılmda Albay Lawrence White, kongrenin bütçe komisyo­nunda, onu dikkatle dinleyen milletvekillerine, Amerikan gizli ser­vislerinin, tek bir kuruluş halinde örgütlenirlerse çalışmalarının çok daha ucuza mal olabileceğini söylüyordu. Bu iş için, arkadaşlarının kendisine güvenmeleri yeterliydi. Uzmanların yardımıyla, her şeyi inceden ineeye hesaplamıştı. Washington'un çeşitli bölgelerine rast gele serpiştirilmiş olan kalabalık büroları bir yerde toplanırsa, perso­nelde önemli miktarda kısıntı yapmak mümkün olacaktı. Bu işin, basit bir hesapla Amerikalı vergi yükümlülerini yılda 600.000 dolar­lık bir giderden kurtaracağı ortaya konmuştu. Milletvekilleri bu tek­lifi çok beğendiler. Dolayısıyla, öngörülen değişiklik için gerekli ödenekler usulen yapılan bir miktar kısıntıdan sonra kabul edildi. Böylece Virginia kırlarında, Beyaz Saray'dan ve Pentagon'dan otomo­bille yirmi dakika uzaklıktaki Langley'e, CIA'ye gideceklere yol gös­teren yeşil-beyaz boyalı yol işaretleri dikilmeye başlandı. Albay White iyimserdi; yapılmasına karar verilen inşaat işlerinin masrafları 46 milyon dolan bulmuştu. Öngörülmüş olan kısıntı da hesaba katılır­sa, bu miktar her yılın masraflarından sağladığı indirimle, bir yüzyıl içinde kendini ödeyebilecek bir yatırım demekti. O halde ortada

CIA'ye uzun ömür dilemekten başka yapılacak bir şey kalmıyordu. Bu arada, en beceriksiz bir casusun bile Langley'deki 10.000 görev­liden herhangi biri gibi, CIA binalar ile başkent arasında işleyen "mavi kuş" adındaki otobüslerden biriyle buraya gelebileceğini be­lirtmeden geçmemek gerekir. Başkentin çıkışında, gideceği yerin ad­resi şöyle gösterilmişti: "1717 H Street yoluyla Langley Atomic Build ing Durağı."

Ama bütün bunlar devlet sırrıydı. Her gün, sabırla fabrikalarına giden işçiler gibi "mavi kuş" otobüslerini bekleyen bu gizli ajanlar ordusundan kimse söz edemezdi. Gene de bir casus, tıpkı herhangi bir Amerikalı ziyaretçi gibi bu geniş yapı bütününün giriş kapıların­dan geçebilirdi. Orada karşısına silahlı muhafızlar çıkar, bazı belge­ler doldurması ve bazı sorulara cevap vermesi gerekirdi. Bunlar, ki­şinin özel hayatıyla ilgili bir sürü soruydu. Daha sonraysa şayet bir CIA görevlisini ziyaret etmek ya da üç hektarlık alan üzerindeki. bu çok modern binaları görınek isterse, bu işi ona refakatçi olarak veri­len ve yanından bir an bile ayrılmayan görevlilerle birlikte yapmak zorunda kalmaktaydı.

Bu küçük gezintinin, ziyaretçiyi şaşkınlık içinde bırakması do­ğaldı. Çünkü bütün binaların klima tertibatıyla donatılmış olduğu­nu; her biri sekiz katlı olan bu kocaman binaların içinde, üst katla­ra çıkmak için, dört grup halinde dörder asansör bulunduğunu gö­recekti. Ayrıca, binaların otoparkları üç bin otomobil alacak geniş­likteydi. Kafeteryadaysa, bini aşkın oturacak yer vardı. Konferans sa­lonu beş yüz kişilikti. Ziyaretçi böylece, ABD istihbarat örgütüne ait bu yönetim merkezinin gerçekten, ABD'nin büyüklüğüne uygun düştüğünü anlayacaktı. Bütün bunlardan başka herhangi bir ziyaret­çi, koridorlarından geçerken kağıt sepetleriyle ilgili talimatı okudu­ğunda, bu sepetlere atılan kağıtların ancak belirli saatlerde toplandı­ğını görüp hayrete düşerdi. Gördüğü şeyler karşısında ziyaretçi, bu istihbarat görevlileri ve casuslar dünyasının büyük bir gizlilik ve gü­venlik havası içinde çalıştığını aniayacak ve buranın, anlaşılması güç, ürkütücü, biraz da yapay bir hava taşıdığını fark edecekti. Üze­rindeki bu izlenimi, ancak karşılaştığı bazı tanıdık şeyler hafifletebi­lirdi.: Çocuklar için gece bakıcısı genç kız, kiralık daire, satılık oto­mobil, kitap veya evlilik davetiyeleri gibi....

CIA'in kurucusu Allen Dulles, gerçek değerini halkın yeterince bilmediği bu esrarengiz gizli servislerin, devletin en çok saygı uyan­dıran ve en yüksek ücretleri sağlayan olmasını istemişti. Ama yazık ki onun yönetimi sırasında, CIA'in önemli görevlerine yapılan ata­malarda, işin gereğinden çok, belirli bir züppelik anlayışı ağır bastı. Dolayısıyla, Langley'deki başlıca ajan ve yöneticilerin listesinde ban­kacılar, işadamları, hukuk ve siyaset adamları gibi, Amerikan toplumunun zengin ve nüfuzlu kişileri yer aldı. Yani devletin denetimin­de ve ülkenin gizli yönetiminde, dolaylı ama etkili bir biçimde bun­lar rol oynuyordu.

FBI'da Edgar Hoover'in yardımcılarından biri olan Nickey Ladd, bu durumu Sovyet casusu Philby'ye şu alaycı ifadeyle açıklıyordu: "CIA'de onlara, çatal bıçak kullanmanın ve zengin kadınlarla evlen­menin yolları öğretiliyor."

Tabii ki Alien Dulles'ın niyeti çok başkaydı. O, bu yeni ABD giz­li servislerinde, çağdaş devrimierin çıkar gözetmeyen, işine sıkıca bağlı rahiplerinin görev almasını istemişti. Dulles bu konuda şöyle diyordu: "Bunlar CIA'de görev almayı kabul ettikten sonra, sözgeli­mi askerseler, askerlikteki mevkilerini bir yana bırakmak ve deyim yerindeyse, hizmetin aba elbisesini giymek zorundadırlar." Bir baş­ka deyişle Dulles, bir çeşit "rahip-askerler" istiyordu. Oysa böylesini bulmak çok güçtü. lşte bundan dolayıdır ki CIA'de, üniversiteler­den en elverişli. elemanları bulmak ve bunları başarı derecelerini sapıayacak deneylerden geçirmek üzere bir personel servisi kurul­muştu. Son derece geniş bir kırtasiyecilik makinesi durumuna gel­miş olan CIA'yi verimli kılmak amacıyla, her çevrede araştırmalar yapılarak bu iş için özel yetenekli kişiler bulmaya çalışılmaktaydı. CIA'in, sanayi, fizik, tıp, ruhbilim gibi bütün etkinlik dallarında uz­man kişiler olan adamları vardı. Bu kuruluşun emrinde, anlaşılması en güç lehçeleri konuşabilen etnologlar görev almışlardı. Langley merkezindeki görevlilerin birçoğu, en az dört yabancı dil konuşan kimselerdi. Öğrendikleri her dil, bu görevlilere ek gelir sağlamaktay­dı. lşte bundan dolayı CIA personeli dil öğrenmek konusunda bü­yük bir çaba gösteriyordu. Ayrıca, aralarında üniversite bilirmiş olanların sayıları da pek çoktu. Bundan başka, macera heveslisi olan ve bu işten sağladıkları paranın üstüne kendi özel gelirlerini ekleyen zengin çocuklarına da rastlanıyordu. CIA'de ücret tavanı, 1950'-lerde, yılda I 4.000 doları geçmemekteydi. Başka bir deyişle ücretler hiç de fazla değildi.

CIA'in bütün personeli sürekli bir eğitim ve öğrenim içindeydi. Personel, gerek maddi gerekse manevi bakımdan daima hazır du­rumda bulundurulur, yetenekleri kontrol edilir, kişisel veya resmi bütün işlerinin bütünüyle gizli kalması konusunda çok dikkatli ol­ması önerilirdi. Üstlerinden birinin isteği üzerine ya da yeterince açık görünmeyen bir olay dolayısıyla herhangi bir CIA görevlisi he­men yalan makinesinin denetimine sokulurdu. Güvenlik servisleri, kimliği ve görevi ne olursa olsun bütün CIA görevlileri konusunda ayrıntılı dosyalar tutmaktaydı.

CIA yöneticileri, çalışmaları Amerikan ulusu tarafından pek büyük masraflarla yürütülen bu örgütün gizliliğini sağlamak için ne kadar çok tedbir alınırsa, o kadar iyi olacağını söylerler. Ger­çekte CIA'in hiçbir eksiği yoktur. Langley'deki merkezinde çalış­malarını büyük bir lüks içinde sürdürür. CIA'in ondan daha bilim­sel bir kimliği olan rakibi NSA ise çok modern bir cerrahi merke­ze, çeşitli kafeteryalar ve self servis lokantalara, Washington'un en lüks ve yalnız üyelerinin girebildiği bir kulübe sahip olmakla övü­nür.

Başkan Harry Truman tarafından imzalanmış ve Kongre tarafın­dan kabul edilmiş olan İS Eylül 1 947 tarihli yasa, yabancı ülkeler­deki Amerikan casusluk hizmetlerini büyük bir açıklıkla şöyle ta" nımlıyordu:

CIA'in görevi, Milli Güvenlik Kurulu (National Security Council) ya da kısa adıyla NSC'ye, ABD'nin güvenliğiyle ilgili bütün bil­gileri sağlamaktır.

CIA, NSC'ye casusluk çalışmalarıyla ilgili her türlü uyan ve tek­lifi yapmakla görevlidir.

CIA gelen bilgileri toplar, bunlardan genel sonuçlar çıkarır, hem bu bilgilerin değerlendirilmesi, hem de bunların hükümete iletilme­si ve hükümet tarafından açıklanması konusunda çalışmalar yapar.

CIA, ulusun öteki istihbarat servisleri yararına kullanılmasını uygun gördüğü özel yöntemler için önerilerde bulunur.

CIA, devletin güvenliği için gerekli eylemler için önerilerde bu­lunur.

Bu sonuncu bölüm, gerçek bir patlayıcı madde niteliğindedir. Çekoslovakya'da iktidarı komünistlerin ele geçirmesinin ABD'de yol açtığı tedirginlikten sonra, 10/2 sayılı belgenin ortaya çıkmasını işte bu madde sağladı. Amerikan Milli Güvenlik Kurulu'nun bu kararıy­la CIA'in içinde, birbirine paralel ve gizli bazı servisler kuruldu. 1953'te lran'da, 1954'te Guatemala'da sol eğilimli hükümetlerin dev­rilmesi, Küba'da Domuzlar Körfezi'ne yapılmak istenen çıkarma, Kongo'daki ayaklanma ve bunlara benzeyen küçük ama hepsi de bir­birinden tehlikeli daha birçok olay, hep bu 10/2 sayılı kararın sonu­cudur.

Böylece, kapılar her türlü serüvene ardına kadar açılmış oluyor­du. Dolayısıyla, uluslararası alanda işler gizli ve bütünüyle sorum­suz bir politikaya dayanılarak yürütülmeye başlanmış oldu. CIA gö­revlileri, ABD'nin müttefiki ya da ABD'ye karşı olan ülkelerin iç iş­lerine müdahale etmekle haberalma çalışmalarını birbirine karıştır­dılar. CIA'in Allen Dulles'ın başkanlığında kurulduğu ilk yıllardaki iddialı olmayan ve görevinin sınırları içinde kalmasını bilen ölçülü tutumuyla, bugün, sürekli olarak kurban isteyen CIA canavarı ara­sında gerçekten büyük farklar vardır.

Kutsal Bir Canavarın Doğuşu ve Fizyolojisi

Pearl Harbour baskını ve bu baskının yol açtığı kayıplar ABD'de büyük bir kızgınlık ve hoşnutsuzluk uyandırmıştı. Hemen bir soruş­turma açıldı. Bu soruşturma sonucunda da japon saldırısı konusun­da silahlı kuvvetlerin istihbarat servisleri tarafından, önceden ipucu niteliğinde bazı bilgiler elde edilmiş olduğu ama bu bilgilerin, söz konusu istihbarat servislerinin umursamazlık ve ilgisizliği yüzün­den gerektiği gibi değerlendirilmediği anlaşıldı. Bu durum, stratejik ve askeri bilgileri incelemek, birleştirmek ve ilgili yerlere ulaştırmak bakımından güçlü bir biçimde donatılmış merkezi bir kuruluşun ge­rekliliğini ortaya koydu. Bunun üzerine, yapılması gerekenin ne ol­duğunu çok iyi anlayan başkan Roosevelt, Office of Strategic Servi­ce (Stratejik Hizmetler Ofisi) ya da kısa adıyla OSS'yi kurdu ve ör­gütün başına William]. Donovan'ı getirdi. Ama barıştan hemen son­ra Washington yeniden işin kolayına kaçtı. OSS, Harry Truman tara­fından lağvedildi. Başkanın bazı çalışına arkadaşları, bu kuruluşun etkinliğini gerektiği gibi değerlendiremiyor, OSS'yi "devlet içinde devlet" olmakla suçluyor, fazla masraflı buluyor ve FBI ile aynı işi yaptığı için gereksiz sayıyorlardı.

Daha sonralarıysa, ABD'de baş gösteren casusluk olayları ve dört bir yandan ulaştırılan birbirini tutmaz ve inanılması güç bilgiler Truınan'ı kızdırdı ve bunalttı. Günün önemli işlerini yürütebilmek için eline gelen bilgileri çok yetersiz buldu. İşte bundan dolayı, 1946 yı­lı Ocak ayında "National Intelligence Authority" adındaki inceleme komisyonunun kurulmasını emretti. Bundan birkaç hafta sonra da Central Intelligence Group (Merkezi İstihbarat Grubu) ya da kısa adıyla CIG ortaya çıktı. Bu kuruluşun başına da Amiral Soulers ge­tirildi.

Bundan sonraysa ABD Kongresi daha da ileri gitti. Kongre, Alien Dulles'ın ABD'nin etkili ve merkezileştirilmiş bir casus sistemiyle donatılmak zorunluluğuyla ilgili incelemelerini göz önünde tutmuş­tu. Stalinci çılgınlıklara karşı Amerikan gücünü ortaya koyma iste­ğini benimseyen Kongre, savunmayla ilgili olarak ayrı ayrı çalışan kuruluşların birleştirilmesini kararlaştırdı. Böylece CIG, CIA'ye dö­nüştü. Dolayısıyla Stalin, hiç istemediği halde, ters bir sonuçla ABD Kongresi'ni bu çok önemli kararı almaya itmiş oluyordu.

Yalta'da Stalin, Roosevelt'ten, ABD silahlı kuvvetlerinin Avrupa topraklarında iki yıl daha kalmaması konusunda söz almayı başar­mıştı. Bu arada Stalin de açık ve belirli bir biçimde olmamakla bir­likte, Roosevelt'inkine benzer bir söz vermişti. Ama Japonya'nın tes­lim olmasından sonra olaylar baş döndürücü bir hızla gelişti. Stalin, ABD'yi gafil aviadı ve aldatılmış olduklarını fark edince de onları çıl­gına döndürecek şeyler yaptı.

Böylece, ABD için yıkım sayılabilecek olaylar birbirini izledi: Ko­münistler Çin'i ele geçirdi, Polonya, Romanya ve Bulgaristan'da Sov­yet rejimleri kuruldu, Macaristan'da komünist bir yönetim işbaşına geldi, Yunanistan'da ve Vietnam'da iç savaş çıktı, Çekoslovakya'da rejime komünistler el koydu, Berlin ablukası başladı, Kore savaşı çıktı, Sovyetler atom silah ve araçları yapmaya başladılar. Sovyet dip-

lomasisinin l milyar insana egemen olmasını sağlayan bu büyük gü­cü, Washington'u korkutmuştu. CIA'in olağanüstü gelişmesi, işte bu büyük güce karşı bir savunma tepkisiydi. CIA ile ilgili yasalardaysa en büyük rolü Allen Dulles oynadı ve 1947 tarihli "Ulusal Güvenlik Kanunu'nun" kaleme alınmasına önemli bir katkıda bulundu.

CIA'in başlangıç dönemi biraz kararsız geçti. Genelkurmay'daki subaylar, bu yeni ve bütünüyle sivil nitelikteki gizli servis anlayışını kabul etmek istemiyorlardı. Giderek, başlangıçtaki gizli çatışma açık bir muhalefete dönüştü. CIA'in uğradığı bazı başarısızlıklar, kurulu­şunun üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, Amiral Hillenkoetter'in (o sırada CIA başkanıydı) ABD Kongresi'nin özel bir soruştur­ma komisyonu tarafından sorguya çekilmesiyle sonuçlandı. Amiral'den açıklama isteniyor ve CIA'in, ABD Dışişleri Bakanı'nın Latin Amerika'ya yaptığı bir gezi sırasında gerçekleşen Kolombiya devrimi konusunda önceden bilgi alamamış olması eleştiriliyordu.

1947 ile 1950 yılları arasında CIA, birbiri ardınca başarısızlıkla­ra uğradı. Sovyetlerin patiattığı atom bombasını ve Kore savaşının çıkışını önceden haber vermediği için sert eleştirilere uğradı. Zaten, CIAin Kore'deki etkinliğinin bilançosu hiç de göz daldurucu olma­mış, sonunda siyasal bir skandala yol açmıştı. Bunun üzerine gizli servisierin başına Smith getirildi. Bu yeni yönetici, otoriter bir asker­di; ona görevinin CIA'yi içindeki bütün yetersiz ya da kuşkulu un­surları temizlemek olduğu söylenmişti. Smith büyük bir şevkle işe girişti ve amansız bir temizlik yaptı. Ama o da o sıralar Washington'da salgın olan "her yerde casus görme" hastalığına tutulmuştu. Bu yüzden, 13 Ekim l962'de, "Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler So­ruşturma Komisyonu" karşısında, CIA'in içinde de bazı Sovyet ve komünist ajanlarının çalıştığını ve hiç kimsenin bu ajanları tespit ederek, CIA'yi onlardan temizlemek olanağına sahip bulunmadığı kanısında olduğunu belirtti. Böyle bir durum, gelecek için gerçekten ürkütücüydü.

Başlangıçta CIA'in kuruluş amacı, daha önce bu kuruluşun işini yapan gizli servisierinkinden bütünüyle farklıydı. Çünkü CIA'in iki yönlü bir amacı vardı: Bütün coğrafi bölgelerde tek bir otoritenin sü­rekli bir çalışmayla gizli bilgiler elde etmesini ve bu bilgileri o tek otoritenin incelemesini sağlamak. Bu ilkenin kabul edilmesinden sonra, CIA'in değerlendirme ve koordinasyon servisi, kendi araştır­ma servislerinden olduğu kadar öbür ABD istihbarat servislerinden gelen bilgileri de ele alarak işlemeye başladı. CIA böylece, yabancı ülkelerdeki ABD diplomatik kaynaklarına ve ABD silahlı kuvvetleri­nin yabancı ülkelerdeki işgal kuvvetlerine direktifler vererek, işlerin yürütülmesi bakımından göze çarpan bazı boşlukları doldurdu. CIA, resmi kuruluşların etkinlik alanı dışında kalan casusluk eylemlerini kendi üzerine alıyor, Washington'u özellikle ilgilendiren bir bölgede daha derinlemesine bir istihbarat gereksinmesi ortaya çıktığındaysa mali kaynaklarım ve elindeki insan olanaklarını bu bölgede toplu­yordu. Bu arada, görevlerde de büyük bir yenilik yapılmıştı. Eski giz­li servislerde casusluk ve karşı casusluk hizmetlerinin ayrı olmasına çok önem verilmesine karşılık, CIA bu iki hizmetin ikisini de kendi yetki alanı içinde toplamıştı. Örgüt ayrıca siyasal ya da psikolojik sa­vaşla ilgili bütün işlerden de sorumluydu. Olanakların böyle tek el­de toplanması, doğal olarak CIA'ye tehlikeli bir güç kazandırmıştı. Bunun için de CIA'ye karşı olanlar, bu örgütü kamuoyu ve siyasal çevreler karşısında suçlu sandalyesine oturtınayı ihmal etmediler. CIA'yi diktatörce iş gören korkunç bir kuruluş diye gösterdiler; Amerikan yurttaşlarının özel hayatlarını denetim altına almaya kal­kışırken bir çeşit Gestapo durumuna gelen ve yeryüzünde insanlara Amerikalıların hayat tarzını zorla kabul ettirmeye çalışırken de Sov­yet KGB'sine benzeyen bir örgüt biçiminde tanıttılar.

Bu hem doğru, hem de çok abartılıydı. Çünkü gerçekte CIA bir zabıta kuvveti değildi ve emrinde bir zabıta kuvveti bile yoktu. CIA, FBI'dan bütünüyle ayrıydı. ABD'nin iç güvenliğinden ise sadece özerk bir kuruluş olan FBI sorumluydu. Bu eleştirilere cevap vermek ve ABD'nin siyasal ve askeri stratejisinin hazırlanması ve bu strateji­nin yürütülmesi için CIA'in savunmasını yapabilmek amacıyla, ön­ce Başkan Eisenhower, ondan sonra da Başkan Kennedy, MIT'denjames Killian'ın başkanlığında bir başkanlık komisyonunu görevlen­dirdiler. Bu komisyonun üyeleri, Amerikan casusluğunun etkili ol­masına, bu konuda bazı temel nitelikte yasalara uymasına ve çeşitli istihbarat servisleri arasındaki dengenin sağlanmasına çalıştılar. Bu çeşitli istihbarat servisleri pek çok ve karmaşıktır.

Dev Boyutlu Bir Örümcek Ağı

l955'te Pentagon ile CIA sert bir biçimde çatıştılar. Olay önem­liydi. Çünkü CIA'in kara, deniz ve hava kuvvetleri istihbarat servis­lerine üstünlüğü tartışılıyordu. Anlaşmazlık, kara kuvvetleri istihba­rat bölümünün başında bulunan General Arthur Trudeu'nun talihsiz bir girişimi dolayısıyla ortaya çıkmıştı. Çünkü bu beceriksiz general, kendisininkine rakip kuruluşun çalışmasına engel olmak için doğ­rudan doğruya Alman Başbakanı Adenauer'e başvurmuştu.

Mantıklı olarak, Alien Dulles'ın bu çatışmadan galip çıkması ge­rekirdi. Çünkü Allen Dulles silahlı kuvvetlerin istihbarat servisleri­ne karşıydı ve yasalar da ondan yanaydı. Nitekim ABD başkanı Dulles'a hak verdi. Dolayısıyla, Langley'deki merkezin, bütün ABD istih­barat ve karşı casusluk servislerine üstünlüğünü artık kimse tartışa­mayacaktı. Bu servisler ise çok ve kalabalıktı. Bunlar arasında, gücü­nü II. Dünya Savaşı'nda ispat etmiş olan ünlü G-2 geliyordu. Bu ku­ruluş, kara kuvvetleri istihbarat hizmetleri örgütüydü. Dünya baş­kentlerinde birer askeri ataşeliği vardı ve bu durum G-2'nin birçok gizli soruna burnunu sakmasını sağlıyordu. Ayrıca ABD birliklerini korumak bahanesiyle Batı Almanya'da bulunan CIC (Counter Intel­ligence Corps) adındaki karşı casusluk örgütü de G-2'nin yöneti­mindeydi. Yüklü bir özerk bütçesi olan G-2'de 5.000 kadar istihba­rat ve güvenlik subayı görev yapıyordu.

Deniz kuvvetleri istihbarat servisi olan Office of Naval Intelligence'ın olanak ve çalışmaları da kara kuvvetlerininkinden farklı de­ğildi. Bu kuruluşta görevli subayların işi, yabancı limanların altyapı tesisleri ve yabancı donanmalar konusunda bilgi toplamaktı. Deniz kuvvetleri istihbarat subayları, Sovyetler Birliği gemilerinin hareket­lerine özellikle dikkat ederdi. Bu arada, kıtalararası füzelerle dona­tılmış Rus denizalnlarının hareketlerini de izliyorlardı. Bu denizaltıları yüzlerce kilometre uzaktan teşhis etmeyi öğrenmişlerdi, ve par­makları her an, bu denizaltıları bir anda yok edecek olan düğmenin üzerindeydi.

Bu atom savaşı hazırlığı sırasında hava kuvvetleri istihbarat ser­visinin (Air Force Intelligence) çalışmaları da yer alıyordu. Bu ser­vis, hava filosunun yok etmekle görevli olduğu düşman hedeflerinin ve atom bombası taşıyan füzelerin bilgilerini barındırıyordu. Bu önemli görev, "Targets Directorate" adındaki özel bir servise veril­mişti. Atom üslerini ve bu üslerin personeliniyse, özel bir karşı ca­susluk servisi koruyordu. Bu servisin adı, Özel Araştırma Servisi'ydi (Office of Special Investigation). Bu servis, dosyalarını FBI'ın ve CIA’in yardımıyla tamamlıyordu.

ABD gizli servisleri ellerine geçen en küçük ve önemsiz bilgileri bile CIA'ye göndermek zorundadır. Langley'deki CIA merkezi, her gün gelen bu belgeleri incelemek ve Langley'in dev salonlarında iş­leme koymak durumundadır. Yabancı ülkelerdeki ABD resmi temsil­ciliklerinde, bazen CIA temsilcisi ile askeri istihbarat sorumluları arasında yetki anlaşmazlıkları çıkıyordu. Çünkü üniformalı görevli­ler, genellikle sivillerden emir almaktan hoşlanmıyorlardı. CIA bu güçlüğü, görevlilerini oldukça yüksek bazı diplomatik unvaniarın arkasına gizleyerek çözümlemişti. Bu unvanlar, maslahatgüzarlık ya da birinci katiplik gibi oldukça yüksek görevlerdi. Yani, batı demok­rasilerinin gizli servisleri Sovyet gizli servisleri mensupianna göre çok şanslılardı. Sovyetler ise bu konuda daha az şekilciydi. Sözgeli­mi, bazı M”^D veya GRU subaylarının basit bir kavas ya da elçilik şo­förü olarak görev yapması olağan bir durumdu. Bu arada, ABD Dı­şişleri Bakanlığı ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki ABD temsilcilik­leri ile CIA arasında sürekli bir ilişki vardı. Hatta bu iki kuruluşun, aradaki mesleki çekingenliğe rağmen, birbirlerine paralel bazı ey­lemler sürdürdükleri bile oluyordu. Gene aynı şekilde, CIA bazen Atom Enerjisi Komisyonu'na önemli yardımlarda bulunarak, bu ko­misyona Sovyet veya Avrupa biliminin teknoloji alanındaki son ke­şiflerini bildiriyordu. Böylece, CIA’in merkeziyetçi rolü göz önüne serilmiş olmaktadır. CLAin dünyanın her yanında oradan oraya ko­şup durduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu durum, ABD'nin dış po­litikası için gerçek bir tehlikedir. Çünkü CIA, araştırma olanakları­nın bolluğuna, özel malzemelerinin çokluk ve çeşitliliğine, dolarla­rına, teknisyenlerine ve servislerinin rasyonel ve bilimsel bir biçim­de örgütlenmiş olmasına rağmen gene de çok büyük yanlışlıklar yapmaktadır. Sebep, kendisine gerektiğinden çok güvenmesidir. Bu durumun en açık delili, dünyayı üçüncü bir büyük savaşın eşiğine getiren "Küba Bunalımı" olmuştur.

İşte bundan dolayı, ABD Başkanı Kennedy, bu kaygılandırıcı du­rumu çözüme bağlamak ve bütün ABD gizli servislerinin çalışmala­rını birbiriyle ilişkili duruma getirmek amacıyla, "Birleşik Devletler İstihbarat Bürosu" ya da kısa adıyla USIB'yi (United States Intelligence Bureau) kurdu. CIA yöneticisinin başkanlığındaki bu kurulu­şun iki yönlü bir görevi vardı: Hükümet düzeyinde bilgileri süzgeç­ten geçirmek ve araştırmaları düzenli bir duruma getirmek. USIB, ABD Başkanı'na karşı sorumluluğu dolayısıyla, istihbarat sorunları­nı, sakınarak ve dikkatle incelemekteydi. Bu durum, her bakımdan yararlı olmuştu.

Langley 'in Gizli Yönleri

1966 yılı Nisan ayında New York Times Gazetesi, CLAin içyüzü­nü açıkladı. Ülke istihbarat servislerinin kapsamına giren gizli çalış­maların başlıca dört bölüme ayrılmış olduğunu öğrenmek Amerikan toplumunu şaşırttı. Öte yandan halk, bütün bu çalışmaları biraz faz­la karışık buldu; bunların çok büyük paralara mal olduğu ve ulusal başarılar sağlamasının yanı sıra can sıkıcı birçok olaya da yol açtığı­nı düşünüyordu.

Sıradan bir Amerikan yurttaşı, bir cıvatanın CIA uzmanlarına Çe­koslovak fabrikalarından çıkmış traktörterin sayısını bulmayı sağla­dığını ya da çalınan portmantonun sesten hızlı uçak yapımında kul­lanılan alaşım artıklarından imal edilmiş olduğunu hiç aklına getire­bilir miydi? Sıradan Amerikan yurttaşının, ülkesinin gizli servisleri­ne körü körüne bir güven duysa bile, o portmantonun, şaşılacak bir kesinlikle, dev boyutlu yeni Rus bombardıman uçaklarının hızını or­taya koyduğunu, hatta bu uçakların kanatlarının biçiminin bile bu sayede öğrenildiğini tahmin edebilmesine imkan var mıydı? Üstelik bu bilgiler, söz konusu uçaklar daha fabrikadan çıkmadan elde edil­miş olmaktaydı. Bütün bunlar pek esrarlı şeylerdi. Halk, insanın ha­yal sınırlarını aşan bu hikayeler karşısında şaşkına dönüyor ve herkes kendi kendine CIA’in karşı casusluk bölümü tarafından yürütülen ca­sustuk olaylarının ne anlama geldiğini soruyordu. Amerikalılar, güç­lü düşmanları Sovyetlerin olduğu kadar, müttefiklerinin de sırlarını ele geçirmek amacıyla, bilgisayarlar, radarlar ve elektronik dinleme cihazlarından oluşan bir dünyayı büyük bir ürküntü duyarak keşfe­diyorlardı. Halk, CLA'in "Dirty Trics" (pis işler) bölümünün bu karan­lık marifetlerini, olağanüstü bir macera romanının olaylarıymış gibi izlemekteydi. Halkın bu konudaki tepkisi, gururlu her insanın dav­ranışını andırıyordu. Halk, işlerin Amerikalılara özgü bir biçimde da­kik ve özenli yürütülmesine hayranlık duyuyor; bir ülkenin hayatı­nın, telefon rehberleri, yolları, gelenek ve göreneklerinin en küçük ayrıntılarına kadar tanınmasını sağlayan dosyalara sahip olunduğunu bilmek ona gurur veriyordu. ABD yurttaşları bu çok ayrıntılı ve bü­yük çalışmaların, yabancı ülkelere mümkün olduğu kadar çok başa­rı şansıyla casuslar gönderilmek için yapıldığını bilmiyordu. Ayrıca Amerikalılar, CIA'in yeni bir Pearl Harbour faciasıyla bir daha karşı­laşmamak için çalıştığını bilmekten dolayı da memnundu.

Bununla birlikte halk, günlük basında ABD gizli servislerinin ül­kenin toprakları üstünde, Kongre'nin kabul ettiği yasalara aykırı ola­rak yoğun bir etkinlik içinde bulunduğunu öğrenince ve gizli servis­lerin bu amaçla Beyaz Saray'dan birkaç adım ötede, Pennsylvania Avenue üzerindeki 1750 numaralı büyük ve modern yapıda büyük bir gizli daire tuttuklarını okuyunca, gene de belirli bir tedirginlik duymaktan geri kalmadı. Gerçi CIA, bu dairenin çalışmalarını "U .S. Army Element joint Planning Activities joint Operation Group" adı altında gizlemeye çalışmış ama bunun bir yararı dokunmamıştı. Domestic Operations Division ya da kısa adıyla DOD'nin, hiç de hoşa gitmeyen ve ajanlarının kazandığı başarıların bile bağışlatamadığı bir zorba yanı vardı. Ilya Ehrenburg, DOD'yi Allen Dulles'a şu hiç de diplomatça olmayan sert sözlerle anlatmıştı: ‘‘Eğer bir gün, eğlen­mek için gökyüzüne gönderilecek olurlarsa, orada hemen bulutları patlatmaya, yıldızlan dinamitlemeye ve melekleri öldürmeye başla­yacaklarından şüphe edilemez."

Melekler Için Dinarnit

CIA'in tasarıları karşısında en büyük şaşkınlığa düşenlerden biri, Fidel Castro'nun Birleşmiş Milletler toplantısında bulunmak üzere Amerika'ya gelişi sırasında, onu korumakla görevli Michel Murphy adındaki polis oldu. Çünkü Michel Murphy, "Barbudosların" (Sakal­lıların) önderine armağan olarak sunulacak bir paket puranun patla­ması sonucunda Castro'nun kafasının havaya uçurulacağını öğren­mişti. Murphy şaşırmakta haklıydı; çünkü öldürülecek olan kişi, ya­ni Castro, onun korumakla yükümlü olduğu kişiydi. Suikast tasarısı CIA’indi ve söz konusu puralar CIA'in gizli bir laboratuarında özel olarak hazırlanmıştı. Neyse ki tasarıdan çok geç kalmadan vazgeçildi ve puralar "Dirty Trics" (pis işler) bölümüne geri gönderildi.

Bir başka olay da General Del Valle'yi şaşkınlığa uğrattı. Del Valle, Mac Arthur'un eski bir silah arkadaşıydı. Mac Arthur henüz Uzak Doğu'da başkomutan olarak görev yaptığı sırada, Del Valle bir gün CIA'ye çağırıldı. CIA Başkanı Smith ile o sırada Smith'in yerine geç­mek üzere olan Alien Dulles, General Del Valle'ye, "japonya'nın Amerikalı İmparatoru" dedikleri Mac Arthur'u başkomutanlıktan uzaklaştırmak amacıyla düzenlenecek bir kampanyaya katılması teklifinde bulundular. Onlara göre Mac Arthur'un işlediği suç, CIA’in raporlarına hiç önem vermemekti. Allen Dulles'ın en sevdiği ve en çok tekrarladığı sözlerden biri şuydu: "Yıldırımın nereye ve ne zaman düşeceği hiç belli olmaz." Ama bu kez, yıldırım CIA’in üstü­ne düşecekti. Çünkü ikiyüzlülükten hiç hoşlanmayan General Del Valle, CIA yöneticilerinin bu oyununu Amerikan basınına açıkladı. Ve bu da nice garip işin arasında bir başka rezaletti. Gizli servisler hatasız çalışmaz. Casuslukta her zaman hedefe vurulması imkansız­dır. Çünkü bu alanda da yasa, savaş yasasıdır ve bazen kurunun ya­nında yaş da yanar.

Ama CIA yine de hiç değilse resmen kural dışı olmayan yollar kullanmaya çalışıyordu. Örgüt, Sovyetlerin, "yabancı bir ülkede meşru olarak bulunanlarla meşru olarak bulunmayanlar" formülünü benimsemişti. CIA’in ana hücresi, bütün ABD diplomatik temsilci­liklerini içine alan ekipti. CIA görevlileri, bu temsilciliklerde, diplo­matik pasaportların ve diplomatik görevlerin "örtüsü" altındaydılar. Sözgelimi Paris'teki ABD Büyükelçiliği'nde, her birinin özel görevle­ri ve ayrıcalıkları olan 70-80 arası CIA görevlisi vardı. Fransız yetki­liler bunu biliyor ve göz yumuyorlardı. Fransa'da meşru olarak otu­ran Amerikalı ajanların karargahı (yani ABD Büyükelçiliği), o ülke­de ya da o ülkeye komşu olan ülkelerde kendisi için çalışan çok sa­yıda gizli ajan beslemişti.

ClAin "meşru olmayan" ve çeşitli "örtüler" arkasında gizli işler gören karargahları da vardı. Bu konuda geçerli olan yöntem, "her meyvenin içine bir kurt yerleştirme" politikasıydı. Zaman, bu yön­temden daima olumlu sonuç alınmasını sağlamıştı. Yani ajan, düş­man sisteminin içinde yaşar; bu sistemin bir dişlisidir. Sistemi için­den gözler. Bu duruma gelebilmesi için de yıllarca süren bir sabır ve hazırlık dönemi gereklidir.

Baltık limanı Stettin'deki bir Alman işadamı, öğle yemeği olarak, bir tepenin üzerinde sandviç yemekten hoşlanıyordu. Bu garip ada­mın bütün zevki, komünist topraklarında olmasına rağmen, dür­bünle doğayı ve bu büyük Polanya limanının tesislerini seyretmek­ti. Bir gün, kendisi gibi CIA ajanı olan sekreterine uzun bir mektup yazdırdı. Rakamlar ve satış teklifleriyle dolu bir iş mektubuydu bu. Sonra Paris'e gitti ve şehirde kısa bir gezinti yaptı. Bu gezinti sırasın­da, CIA hesabına çalışan bir fotoğrafçıyla konuştu. Fotoğrafçı banyo ettiği bir mikrofilmde yazılı olan mesajı büyüterek kendisine verdi. Bu mesaj Stettinli Alman işadamının dürbünle gözlemlediği bilgile­ri kapsamaktaydı. ClAin gizli görevlilerinden bir başkası da mikro­filmdeki büyütülmüş mesajı doğruca Washington'a iletti. Dolayısıy­la Alien Dulles, Stettin'den silah yüklü bir geminin bilinmeyen bir yöne hareket etmiş olduğunu öğrenmişti. Demek ki yeryüzünün bir yerinde, bir devrim hazırlanıyordu. İki bin ton ağırlığındaki bu si­lah, top ve patlayıcı maddeler, "Alfhem" adındaki söz konusu İsveç şiiebinin yolculuğunu izlemeye değecek kadar önemliydi. Konşi­mentosunda "optik araçlar" yüklü olduğu yazılı olan gemi, izini kaybettirmek için yaptığı birçok manevradan sonra, Amerikan Uni­ted Fruit firmasının çiftliği durumunda olan Orta Amerika ülkesi Guatemala'nın Puerto Barrios limanına varmıştı.

Acaba Sovyetler Birliği, Guatemala'nın Başkanı Arbenz'in kişili­ğinde yeni bir "devrimci" önder mi yaratmak istiyordu? Alien Dul­les, gizli dosyalarını inceleyerek bu sonuca vardı ve düşüncesini Milli Güvenlik Kurulu'na açıkladı. CIAin Stettin'de bulunan gayrı meşru görevlisinin, Arbenz'e karşı gizli bir silahlı mücadele hazırla­mak üzere, gerekli çalışmaları yapmasına karar verildi. Öte yandan bir CIA ajanı olan ve Honduras ormanlarında yaşayan Albay Castillo ise Bonduras'ta sürgünde bulunan bir avuç Guatemalalı ile bir­likte, ilerde geleceğini umduğu mutlu günleri. beklemekten sıkıl­mıştı. Albay Castillo'ya hemen, ABD gizli servisleri tarafından uçak­la 25 ton makineli tüfek gönderildi; ayrıca emrine bazı eski B-26 uçakları verildi. Uçakların, Guatemala başkentini bombalamasın­dan sonra Arbenz'in ordusu, Moskova'dan yana olan başkanı kova­rak yerine anti komünist bir cuntayı işbaşına getirdi. CIA'in bu kez, Allen Dulles'ın nükteli deyimiyle, "becerikli kahinlerini" kullanma­sına gerek kalmamıştı.

Meşru olmayan karargahiarın sayısı, istenildiği gibi arttırılamıyordu. Çünkü bu yerlerin merkezle bağlantıları -bu bağlantıları kurmak son derece karmaşık olduğu içinbüyük güçlüklerle karşı­laşmaktaydı. Buna karşılık, "açık yöntem" her türlü bilgi edinilme­sini sağlıyordu. Açık yöntem, CIA'in tanımak istediği ülkenin gaze­te ve dergilerini okumaya dayanıyordu. Dikkatli bir çalışmayla, bu gazete ve dergilerden, bazen, ajan raporlarından daha çok bilgi sağ­layan değerli ipuçları edinilebiliyordu. Işte bundan dolayı, CIA'in Langley'deki merkezinin çeşitli bölümlerine, her ay on binlerce ga­zete gelmektedir. Söz konusu bölümler bu gazete, dergi ve benzer­lerinden, çeviri makineleri ve bilgisayarlar yardımıyla, gerekli bilgi­leri çıkarmaktadırlar.

Bazı resmi görevlere yerleştirilen kişiler için protokol gereği kurulan ilişkiler, çeşitli gösteri ve toplantılar da önemli haber kay­naklarıydı. Alien Dulles, iş arkadaşlarına bu konunun önemini be­lirterek, "haber ve bilgi derlemek, geniş ve yoğun bir iştir" demiş­ti. Bu, aynı zamanda, çok ince bir işti; çünkü resmi istatistikler çok aldatıcı olabilmektedir. CIA'in uzman olduğu bir alan vardır: Tek­nik casusluk. Gerçekten de Washington'un ajanları küçük boyda mikrofonlar ve benzeri araçlar yerleştirmek konusunda eşsizlerdir. Uzak mesafeden dinlemeyi sağlayan bir aracın yerleştirilmesi, ço­ğu kez oraya daha önceden sokulmuş bir ajan tarafından yapılıyor­du. CIA, işitme-görme araçları alanında, gerçekten önemli bir dü­zeye ulaşmıştı.

1955 yılında bir CIA ajanı, sınırdan üç yüz metre uzaklıkta Sovyetlere ait telefon kabloları demeti bulunduğunu fark etmişti. Ber­lin'deki Sovyet genel karargahı, bu hatlardan doğrudan doğruya Moskova'yla görüşüyordu. CIA, çok ilginç olduğunu düşündüğü bu telefon konuşmalarını dinlemeyi kararlaştırmıştı. Bu amaçla, sınıra çok yakın olan Rudow'da bir radar istasyonu kuruldu. Bu yeni yapı­lar, gözüpek bir harekatı gizlemek amacını güdüyordu. Yerin 6 met­re altında CIA’in son model teybi Sovyet telefon kabloianna gizlice bağlanacak; bütün bu çalışmalar da Sovyet toprakları üzerinde ger­çekleştirilecekti.

Bu tehlikeli harekat yaklaşık bir yıl sürdü. Ayrıca, Washington'daki birçok CIA uzmanı, konuşmaların kayıtlarını teker teker inceleye­rek önemli bölümlerini ABD yetkililerine ilettiler. Bu arada kötü rast­lantılar, bu tesislerin birkaç kez Rusların eline düşmesi tehlikesini doğurmuştu. Kış gelince ABD gizli ajanları üşümemek için tünele ısıtma araçları yerleştirmişlerdi. Amerikalılar casusluk işlerinde bile konfora büyük önem veriyorlardı. Ama karlar erimeye başlayınca, CIA'in bu olağanüstü çalışması, karlı toprağın üstünde yüzlerce met­relik, siyah bir iz halinde ortaya çıkıvermişti. Bir aksiliği önlemek için tünele hemen vantilatörler ve çok güçlü soğutma araçları koymak ge­rekmişti. Kar yeniden başladı ve böylece modern gizli savaşın en cü­retli girişimlerinden birinin açığa çıkması tam zamanında önlenmiş oldu. Ruslar, bu tünelin varlığını ancak bir rastlantı sonucu öğrendi­ler. Moskova bundan, ABD aleyhine bir propaganda imkanı çıkarma­sını bildi ve böylece uğradığı zararı karşılamaya çalıştı.

CIA, Washington'da bir ajanın korunması için gerekli bütün ola­nakları kısa zamanda sağlayabilecek durumdaydı. Herhangi bir aja­nın dünyanın herhangi bir bölgesinde istediği gibi dolaşabilmesini sağlayan bir kimlik belgesini ya da gerekli bir başka belgeyi her an sağlayabiliyordu. CIA, dünya üzerindeki yıkıcı faaliyetlerini, lüks sa­yılabilecek araçlan ve casusluğa uygulanmış teknik yetkinliği ile yıl­lardır sürdürmektedir.

Bütün Dünyada Bir Dizi Kötü Darbe

Avrupa, CLA'in en güçlü olduğu yerlerden biriydi ve halen de öy­ledir. ABD gizli servisleri Avrupa'da çalışmalarını değişik 'örtüler' al­tında sürdürmüşlerdi. Piyasa inceleme ve araştırmaları ya da işyerle­rinin yeniden örgütlenmesi konularında uzmanlaşmış Amerikan or­taklıklarının doldurdukları soru listeleri, Washington'daki CIA mer­kezine ulaşmaktaydı. Bu listeler, kullanılmaya elverişli mühendisle­rin, en yeni ve ileri araştırma alanlarında çalışan bilim adamlarının CIA tarafından bilinmesini sağlıyordu. Böylece söz konusu iş ortak­lıkları, ABD'nin hizmetinde kullanılmaya hazır duruma gelmiş olu­yordu. Bugün de aynı yöntem Amerikan gizli servisleri tarafından yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. CIA ajanları insan faaliyetinin birçok alanlarında kendilerini gösteriyorlardı. Sözgelimi, Akdeniz li­manlarında çıkması ihtimali olan ve Amerikan mallarının boşaltıl­masını tehlikeye düşüren bir komünist işçi grevi vardı. CIA hemen "Hür Sendikalar Uluslararası Konfederasyonu" (CISL) lideri Irwing Brown'a grev kırıcılar harekete geçirmesi için gerekli olan binlerce doları vermiş ve grevi etkisiz hale getirtmişti. 194?'de Fransa, Ko­münist Genel İş Konfederasyonu'nun giriştiği (CGT) grevler yüzün­den felce uğramıştı. Amerikalılar işe el atmak istediler; ama bu res­men imkansızdı. Sonunda çözüm yolu bulundu: Sendikalar el altın­dan işi karıştıracaktı. Bu amaçla "Force Ouvriere" adlı bir sarı sendi­ka kuruldu. Ama bu makinenin işlemesi çok büyük masraflar gerek­tirdiği ve Irwing Brown'un elinde bunu karşılayacak kadar para bu­lunmadığı için, parayı CIA ödedi; bu uğurda büyük miktarlar har­candı. Buna benzer bir durum İtalya'da da uygulanmıştı.

Avrupa'nın karşı casusluk servisleri, ABD'li meslektaşlarının yöntem ve davranışlarını çok iyi bilmelerine rağmen, CIA'in perva­sızlığı ve dökülen bunca para karşısında güçsüzlüklerini kabul et­mek zorunda kalmışlardı. CIA, Ispanya'da SSCB'ne yıkıcı ajanlar sokmak amacını güden "Russioum" adlı bir örgütü kontrol ediyor­du. Ayrıca, bütün dünyaya dal dal yayılmış bir Katolik örgütü olan Opus Dei'nin gizli ipleri de CIA'in elindeydi. CIA, bu örgütün üyele­rinden bazılarını Fransa'da ticari casusluk yapmakta kullanıyordu.

Bütün bu ajanlar, İspanyol makamlarıyla alay edercesine ortalık yerde dolaşıyorlardı. Bakanlıklarda ve Ispanya gizli servislerinin et­ki alanı içindeki yerlerde her şeyin kısa zamanda olumlu çözüme bağlanması için, dağıtılan birkaç dolar yetiyordu Bir zamanlar, tüfe­ğinin birden patlaması sonucunda neredeyse Franco'nun hayatma mal olacak olan av kazasının, ABD Büyükelçiliği'ndeki yüksek gö­revlilerden birinin verdiği bir kutu mermi dolayısıyla meydana gel­diği, devlet başkanının çevresinde uzun süre fısıldanıp durmuştu.

Yunanistan'da ise CIA uzun süre açık açık çalışmıştı. NATO'nun Akdeniz'de kilit niteliğindeki üssü olan bu ülke, bir ara ABD gizli ajanlarının, sosyalist Balkan ülkeleri ile bunların daha ötesinde bu­lunan ülkelerde yürüttükleri gizli görevler için bir hareket noktasıy­dı. Sayıları sanıldığından az olmasına rağmen, yıllarca CIA tarafın­dan beslenmiş bazı ajanların, orada hükümet başkanı ya da bakan oldukları bile görülmüştü.

İtalya'daysa, 27 Haziran 1968'de "SIFAR Skandali" adı verilen olay, gene bu tür CIA operasyonlarından biriydi. Bu skandal, şakağı­na 6.35'lik bir mermi sıkılmış olarak bulunan Rocca'nın ölümüyle il­giliydi. Soruşturma sonucu Renzo Rocca'nın albay olduğu ve İtalyan Askeri Haberalma Servisi (Servizio Informazioni Forze Arınete Riuniti, kısa adıyla SIFAR) içindeki gizli bir servisi yönettiği ortaya çık­mıştı. Kısaca lER (İktisadi ve Sınai Araştırmalar) adıyla anılan bu ser­visin, İtalya'daki iş hayatının bütün önemli kişileriyle ilişkisi vardı. Güçlü bir kuruluş olan lER, Amerikan gizli servislerine bağlıydı ve İtalya'da karşı bir hükümet darbesi düzenieyebilecek durumda bulu­nuyordu. Basın, bu olayın bütün görünümlerini göz önüne serdi, önemini azaltmaya çalışmakla birlikte SIFAR'ın, aslında CIA'in bir şubesinden başka bir şey olmadığını ortaya koymuştu. Devletlerarası ittifakları özel bir biçimde yorumlayan bu davranış konusunda Le Monde gazetesi şöyle yazıyordu: "ABD, belki yalnız İngiliz gizli ser­visleri dışında, müttefiklerinin istihbarat servislerini elinde tutuyor. 1950 yıllarında bu ülkelerle ABD arasında çok sıkı bir 'işbirliği' ku­ruldu. Bunun sonucu olarak da bugün ABD ajanları Fransa'da, tama­men resmi bir biçimde çalışmaktadırlar. Yunanistan gibi başka ülke­lerde ise istihbarat servisleri Washington'dan para yardımı alır. Hatta NATO ülkelerinin önemli askeri ve sivil sorumluları çekici teklifler­le bile karşılaşırlar. Bazı ABD özel kuruluşları, bunlara belirli bir üc­ret karşılığında her türlü bilgiyi sağlamak teklifinde bulunurlar."

Avrupa'da CIA'nin emrinde, dilediğinde kullanabileceği bitmez tükenmez gizli ajan depolan vardı. Bir ülkeden ötekine göç edenle­ri CIA açıkça ve yakından izliyordu. Ünlü siyaset adamlarını kendi­sine bağlar, sendika merkeziyle ilişki kurar ve hizmet edeceklerini garantilediği bazı adayların seçim kampanyalarını paraca destekiernekte en küçük bir duraksama göstermezdi. CIA bazen, bir çeşit 'gizli hükümet' durumuna gelmekle bile suçlanmaktadır. Çok ileri bir etkinliği olan CIA, ABD politikalarının en büyük destekçisi ol­muştur. Bu duruma geleli beri de çalışmalarını yaygınlaştırmaya bakmakta, en olmayacak entrikalara karışmaktadır: Satın alınan ba­kanlar, güdümlü duruma getirilmiş siyasiler, örgüt emrine sokulmuş parti başkanları, gerillalar ve kontrgerillalar, muhalefet partilerine, kurtuluş cephelerine sistemli olarak sağlanan destekler, anti komü­nist bir gelecek kurmak amacına dönük kışkırtmalar... Latin Ameri­ka'da 1961 ile 1963 yılları arasında yapılan sekiz hükümet darbesi­nin ABD gizli ajanlarınca düzenlendiğini belirtmek, bu durumu ge­reğince ortaya koymaktadır.

Baskı, şantaj, tehdit... Langley merkezinin elektronik beyinleri tarafından işlenen ve yürütülen casusluk sanayi, ABD çıkarlarının üstünlüğünü sağlamak amacıyla kullanılır. Ama bütün sakınmalara ve teknik ustalığa rağmen, ihanetiere ve bazı gizli durumların açığa çıkmasına engel olunamamaktadır. Bu durumun sonucu olarak or­taya çıkan birtakım rezaletleriyse, bu gibi fırsatları hiç kaçırmayan komünist propagandası iyice şişirerek gözler önüne serer: Bolivya İçişleri Bakanı Antonio Arguedas'ın Latin Amerika'da CIA'in baskı yöntemleri konusundaki açıklamaları, İngiliz Guyana'sında çıkan grevler, ABD tarafından tasfiye edilmek istenen Kübalı devrimciler, çeşitli yerlerde kurulan ve paraca desteklenen örgütler, sendikalara sokulan adamlarla buralarda girişilen propaganda eylemleri...

CIA'in başka oyunları da var olmuştur: Afrika'da düzenlenen komplolar, Uzak Doğu'da Kuzey Koreliler tarafından ele geçirilen casus "Pueblo" gemisi olayı, Interaramco Limited Şirketi'nin oyun­ları, Laoslu önderiere gizlice yapılan para yardımları, Western En­terprise Incorporated firmasının Çin'le kurduğu birtakım kaçakçılık ilişkileri, "Friends of Middle East" örgütünün Yemen'deki faaliyetle­ri... Bütün bunlar, geçmişte CIA'in dünya çapındaki casusluk çalış­malarının ve siyasal etkinliğinin örnekleridir.

ABD hükümeti bu tür eylemleri, varlığını korumanın gereği saymıştır. Bundan dolayı da bu geniş çaptaki yıkıcı girişimler, ara­da bir müdahale ettiğinde, CIA'ye daha ihtiyatlı davranmasını öğütlerken, asıl amacı onun gücünü arttırmak ve daha etkili olma­sını sağlamaktır.

CIA DARBELERİ VE SKANDALLARI

Watergate Skandali

Watergate Skandali, 1972-1974 ABD'nin başkentinde gelişen ve Başkan Richard Nixon'un istifa etmesiyle sonuçlanan siyasi bir skandaldir. Watergate, ABD'nin başkenti Washington'da bulunan bir otel ve iş merkezinin adıdır. Skandal bu binada ortaya çıktığı için Watergate Skandali ya da kısaca Watergate adıyla anılır. 17 Ha­ziran 1972 günü 5 hırsız, Watergate Iş Merkezi'ndeki bir büroya gi­rerken polis tarafından yakalanarak tutuklandı. Bu büronun ABD'nin o zamanki ana muhalefet partisi olan Demokratik Parti'nin merkezi olduğu ortaya çıktı. Sürdürülen soruşturma, hırsızların Nixon'un partisi olan Cumhuriyetçi Parti ile bağlantılı olduklarını ve amaçlarının Demokratik Parti'nin telefonlarını gizlice dinlemek üzere mikrofonlar yerleştirmek olduğunu ortaya koydu. Bunun üzerine Başkan Richard Nixon, bu hırsızlığın arkasında olan bütün siyasetçilerio ortaya çıkarılması için Adalet Bakanı Elliot Richardson'u görevlendirdi. Richardson, Archibald Cox isimli bir savcıyı bu göreve atadı. Cox, Beyaz Saray'da başkanın bütün konuşmaların teybe alındığını öğrenerek bu bant kayıtlarının kendisine verilmesi­ni istedi. Nixon bu isteği kesinlikle reddetti ve Cox'un görevden alınmasını emretti. Adalet Bakanı Cox'u görevden almayı reddedin­ce Nixon, Richardson'un işine son verdi. Olaylar gitgide çorap sö­küğü gibi gelişmeye başladı. ABD Yüksek Mahkemesi Nixon'u bant kayıtlarını savcılara teslim etmeye zorladı. Nixon bant kayıtlarını sonunda teslim etti ama Nixon halkın desteğini kaybetmişti ve ABD Kongresi'nde Nixon'u görevden almak üzere soruşturmalar başla­mıştı. 8 Ağustos 1974 tarihinde Nixon televizyonda yaptığı bir ko­nuşmayla ertesi gün istifa edeceğini açıkladı. Yerine başkan yardım­cısı Gerald Ford başkan oldu. Böylece Nixon, ABD tarihinde baş­kanlıktan istifa eden ilk başkan olmuştur.

Şili Darbesi

1973 Şili Darbesi, ll Eylül 1973'te sosyalist Başkan Salvador Allende'nin devriJip General Pinochet'nin iktidara geldiği askeri darbe­dir. ABD'nin onayı ve desteği ile yapılan bu darbeyle dünyanın se­çimle başa gelmiş ilk sosyalist hükümeti devriimiş ve yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştur. Salvador Allende, 1970 baş­kanlık seçimlerinde oylanın % 36'sını alarak Şili'nin başkanı olmuş­tu. Başkan olduktan sonra geniş çaplı reformlara girişti. Bu reform­lardan en önemlileri olan endüstrilerin (özellikle bakır endüstrileri­nin) devletleştirilmesi ve topraklanın yeniden dağıtılması, Şili'deki toprak sahipleri ve diğer zenginlerin tepkisini çekti. Ailende'nin ekonomik reformları, ilk yılında çok başarılı oldu ve Şili ekonomisi % 8.6 büyüdü. Ancak bu başarı ertesi sene devam etmedi ve 1972'deki % 140'lık enflasyon yıkıcı sonuçlar doğurdu. Yiyecek sıkıntısı baş gösterdi ve karaborsacılık yaygınlaştı. 1971 ve 1972 yıllan bo­yunca bakır fiyatlannın düşmesi, ihracatının neredeyse tamamı ba­kır olan Şili ekonomisine ağır bir darbe daha vurdu. 1971'de Kü­ba'nın lideri Fidel Castro Şili'yi ziyaret etti. 4 hafta süren bu ziyaret, başta Amerika olmak üzere birçok kapitalist çevrelerde Şili'nin Kü­ba gibi olacağı korkusunu güçlendirdi.

Kötüleyen ekonomik göstergelere rağmen 1973 seçimlerinden Ailende güçlenerek çıktı ve oyunu % 43'e çıkardı. Fakat rakipleri muhafazakarlar, milliyetçiler ve Hristiyan demokratlar birleşerek Demokratik Koalisyon'u kurdular. 1973'de Allende ile muhalefet arasındaki çekişme, Şili'de birçok siyasi krize yol açtı. 22 Ağustos 1973'de Hristiyan demokratlar ile muhafazakarlann kontrolündeki Şili Meclisi, "Şili demokrasisinin kınlmakla olduğunun bildirgesi" adlı kararı kabul etti. Meclisin aldığı kararda Allende'nin anayasayı delmekte olduğu iddia ediliyor ve Ailende bir diktatörlük kurmaya çalışmakla suçlanıyordu. Sorunu çözmek ve demokrasiyi yeniden işler kılmak için ordunun yönetime el koyması isteniyordu. Allende, iki gün sonra verdiği cevapta bu kararı alanların "ülkenin dışa­rıdaki itibarını bozmak ve iç karışıklıklar çıkarmak" arnacında ol­duğunu söyledi.

Darbe

ll Eylül 1973'de General Pinochet önderliğindeki silahlı kuv­vetler yönetime el koydu. Önce Şili hava kuvvetleri başkanlık sarayı La Moneda'yı bornbaladı, daha sonra ise kara birlikleri saraya girdi. Darbe sırasında Başkan Ailende öldü. Darbeyi yapan cunta tarafın­dan intihar ettiği açıklanmış olsa da ölümü hakkında tartışmalar sürmektedir. Darbenin ardındaki Şili Kara Kuvvetleri Komutanı ve darbecilerin başı Augusto Pinochet devlet başkanı ilan edildi. Böyle­ce Şili'de, Pinochet'nin 1990 yılında iktidardan ayrılmasına kadar sürecek olan diktatörlük dönemi başladı.

Amerikalın Rolü

Washington'daki Amerikan yönetimi, Salvador Ailende yöneti­minin iktidara gelmesinden hiçbir zaman memnun olmamıştı. Allende'nin Arnerikan şirketlerinin elinde olan bakır endüstrisini dev­letleştirmesi bu memnunsuzluğu daha da arttırdı. Nixon'un ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger'in 5 Kasım 1970 tarihli rapo­runda Ailende'nin iktidara gelmesi, "bu yarımkürede karşılaştığımiz en büyük sorunlardan biri" olarak tanımlanıyordu. Bu sebeple Ame­rika, Allende'yi devirmek için çalışmalar yapmıştı. 1970'ler boyunca CIA, Ailende'nin rakiplerini mali yardım yapmak suretiyle destekle­miş ve Ailende'nin seçilmesini engellemek istemişti. Bunu başara­mayınca da askeri darbeyle Allende'nin yönetiminden kurtulmaya çalışmıştı. 16 Ekim 2006 tarihli CIA raporunda, Şili'de darbe yapıl­ması için çalışmalara başlanması emrediliyordu.

ABD, 1964-1970 yılları arasında Şili'ye yaklaşık 1 milyar dolar­lık ekonomik yardım yapmıştı. 1 970'de Ailende'nin başa gelmesiyle bu yardımlar kesilmişti. 1972-1973 yıllarında bakır fiyatlarının düş­mesiyle bu yardımların kesilmesi birleşince, Şili ekonomisinde bü­yük sorunlar baş göstermişti. 9 Ekim 1973'te Nixon ile danışmanı Kissinger arasında telefon görüşmesinde Nixon, darbenin başarıya ulaşmış olmasındaki mutluluğu dile getiriyor ve "darbenin gerçek­leşmesi için gerekli koşullan yarattıklarını" söylüyordu.

Domuzlar Körfezi Çıkartması

1961 yılında ABD'nin desteğini arkasına alan sürgün Kübalıla­rın, Castro rejimini yıkmak için gerçekleştirdikleri başarısız işgal gi­rişimidir. Adını, çıkarmanın yapıldığı körfezden almıştır. Kübalı devrimci Fidel Castro, ABD'nin desteklediği Batista diktatörlüğünü 1959'da devirdiği zaman, ülkedeki tüm kumarhane ve genelevleri kapattı ve ekonomiyi millileştirdi. Bu, ınafya ile çokuluslu ABD şir­ketlerini çok karlı bir birliktelikten yoksun bıraktı. ABD cephesin­deyse, en iyi arkadaşı Bebe Rebozo ve diğerleri üzerinden mafyayla uzun zamandan beri bağlar kurmuş olan Başkan Yardımcısı Richard Nixon, CIA ile birlikte Castro'yu saf dışı bırakmak için gizli planlar yapmaya başladı. Bu işe, sonraki başkanın Nixon olacağı beklenti­siyle, Eisenhower'dan habersiz girişilmişti. Nixon'ın yerine John Fitzgerald Kennedy QFK) başkan seçilince, hakkında ciddi endişe duyduğu bir operasyon devraldı: Domuzlar Körfezi'nden Küba'yı iş­gal etmek...

CIA, Castro'nun öldürülmesi için mafyayı kiralamıştı. Bunu hem CIA, hem de mafya canı gönülden istiyordu. Suikast işgalle aynı an­da olacaktı. Tetikçi, Castro'dan sonra Küba'yı yönetmek için seçilmiş Kennedy'nin desteklediği sekiz Kübalı göçmen liderden birisiydi. Fakat Nixon bu sekiz kişinin hepsini işgal girişimi sırasında tutuk­lattı. Eğer işgal başarıya ulaşsaydı bu sekiz Kübalı öldürülecek ve yerlerine Nixon'un desteklediği Kübalılar geçecekti. CIA tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmış 2000 Kübalı sürgün, 17 Nisan 1961'de Domuzlar Körfezi'ne çıkarına yapmaya başladı. Çıkarma birlikleri Küba ordusu tarafından kolayca geri püskürtüldü. işgalcilerin he­men hepsi ya öldürüldü ya da esir edildi. Esir edilenler de vatana ihanet suçundan 30 yıl hapse çarptırıldı. Daha sonra ABD ile yapı­lan pazarlıklar sonucunda bu esirler, 53 milyon dolarlık yiyecek ve ilaç yardımı karşılığında serbest bırakıldı.

Aslında Kennedy de Castro'dan kurtulma arzusundaydı; ancak bu iş için Amerikan kuvvetlerini değil, yalnızca Kübalı mültecileri kullanmak istiyordu. CIA, Kennedy'yi Amerikan ordusunu kullan­maya ikna edecek bir provokasyon yapabileceğini umdu. Fakat Kennedy inatla Amerikan silahlı kuvvetlerini bulaştırmayı reddedince, 1961 Nisanı'ndaki işgal harekatı başarısız oldu. Belki de işgal her durumda başarılı olmayacaktı, 1500 kişilik işgal kuvvetinin eğitimi gibi, operasyonun güvenliği de zayıftı. Guantanamo'daki Amerikan üssünden başlatılması planlanan yanıltıcı saldırının yapılamaması­nın yanı sıra, CIR’in öteki kozu olan Castro'ya suikast da gerçekleş­medi. Bu olay sonucunda CIA başkanı görevden alındı; Küba ile ABD arasındaki uçurum iyice açıldı; Amerika tekrar dünyanın gö­zünde itibar kaybederken, Castro bir kahraman olarak görülmeye başlandı. CIA, kendisine yönelecek suçlamaları önlemek ve Ken­nedy'yi daha savaşçı bir tutuma zorlamak için, Kennedy'nin Küba'ya hava saldırısını iptal etmesinin Domuzlar Körfezi başarısızlığına yol açtığı yönünde propaganda kampanyası başlattı. Aslında hava saldı­rısı kararı Kennedy'nin haberi olmadan alınmıştı. Tıpkı Eisenhower'ın benzer bir durumda yaptığı gibi, Kennedy de bütün sorumlu­luğu üstlendi. Kennedy'nin ölümünden sonra da CİR’in Castro ile savaşı sürdü. CIA, en azından 1987'ye kadar, Castro'yu öldürmek için iki düzineden fazla girişimde bulundu. Ayrıca biyolojik savaş da dahil, Küba'da çok sayıda CIA sabotajı düzenlendi. Domuzlar Körfezi'ne karışan Kübalıların çoğu sonradan örgütlü suça yöneldi. Di­ğerleri, örtülü operasyonlarda CIA için çalışmayı sürdürdü. Elbette büyük bölümü ikisini bir arada yürüttü. Aslında birçok kişi ve ku­rum tarafından planlanıp uygulamaya konulduğu halde (çıkarmanın fiyaskoyla sonuçlanmasından dolayı), tüm yükün dönemin ABD başkanı john f Kennedy'e kalması üzerine başkan, siyasi tarihe ge­çen o ünlü sözünü sarf etmişti: "Zaferin yüz tane babası vardır; an­cak hezimet yetimdir."

U-2 Krizi

U-2 Krizi, (U-2 Olayı olarak da bilinir) 1960 yılının Mayıs ayın­da Sovyet topraklan üzerinde bir Amerikan U-2 casus uçağının dü­şürülmesi üzerine çıkan ve Sovyet-Amerikan ilişkilerinde önemli bir bunalıma yol açarak Soğuk Savaşı şiddetlendiren bir olaydı. ABD'nin Türkiye dahil bazı NATO ülkelerinden kalkan uçaklarının faaliyet­lerinin yarattığı bir olaydı, yalnız Doğu ve Batı açısından değil, Tür­kiye açısından da önemli sonuçlar doğurmuştu.

U-2 Olayı, Amerikan yöneticilerinin Sovyetler Birliği'nin 1949 yılında ABD'nin atom tekelini ortadan kaldırmasından sonra duy­maya başladıkları derin güvensizliğin doğrudan bir sonucudur. ABD'nin kesin bir zaferle bitiremediği Kore Savaşı önemli bir endişe kaynağı olmuş, Sovyetlerin nükleer silahlarını ve uzun menzilli bombardıman uçaklarını geliştirmedeki başarısı Amerikalı yönetici­lerin güvensizliğini artırmıştır. ABD, tarihinde ilk kez, ülke toprak­larının kıta dışı bir devletin vurucu gücü içine girdiğine şahit olmuş­tu. Bu durumun yarattığı endişe ortamında ABD Stratejik Hava Komutanlığı'nın karşılık verme kapasitesi, bir Sovyet "sürpriz saldırısı­na" karşı en etkili silahı oluşturmaktaydı. Ancak bunun etkili olabil­mesi için, düşmanın sürpriz saldırı yönünde yaptığı hazırlıkların ön­ceden bilinmesi gerekiyordu. Aynı derecede önemli bir nokta da ve­rilecek karşılığın hangi düşman hedeflerine yöneltileceğiydi. Bu ne­denlerle, özellikle 1957 yılından sonra ABD'-nin yürüttüğü haberalma faaliyetleri hız kazanmış ve Sovyettopraklarının ayrıntılı ve da­kik haritalarının çıkartılmasına başlanmıştı. Bunun sonucu olarak hava fotoğrafçılığı, Sovyet askeri faaliyetlerinin gözlenip dinlenmesi (uçak ve radarla) ABD'nin stratejik planlamasında büyük önem ka­zanmıştır. U-2 uçuşlarının nedeni ABD'nin savunması için gerekli olan bu bilgileri toplamaktı.

Lockhead uçak şirketi, Amerikan hükümetine Sovyet savaş uçaklarının ve uçaksavar ateş menzilinin çok üstünde radara yaka­lanmadan uçabilecek bir uçak yaptı. U-2 olarak adlandırılan bu uçak bir füze gibi havalanabilmekte, 30 bin metre yükseklikte uçabilmek­te, 300 mil süzülebilmekte ve yakıt almaksızın yedi buçuk saat (3000 mil) uçabilmekteydi. U-2'ler çok yüksekten net fotoğraf çeke­cek güçlü kameralarla donatılmıştı. U-2 uçuşları, ABD başkanının yetkisi altında gerçekleştirilmişti. Uçuşun harekat ve yönetimiyse CIA'in sorumluluğu altındaydı. Dönemin CIA Başkanı, Savunma ve Dışişleri Bakanlarının onaylarını aldıktan sonra, Başkan Eisenhower'a bir dizi uçuş programı önermiş ve uçuşlar 1956 yılında İngil­tere, Almanya, Türkiye ve Japonya'dan başlamıştı.

Dünya U-2 Olayı'nı, 3 Mayıs 1960'ta Kruşçev'in Sovyet hava sa­hasında bir Amerikan casus uçağının 1 Mayıs I960'ta düşürüldüğü­nü açıklamasıyla öğrendi. ABD, bu uçağın casus uçak olmadığını, açık hava sağanaklarını inceleyen bir meteoroloji uçağı olduğunu açıkladı. Kruşçev, 5 Mayıs I 960'ta verdiği ikinci demeçte, ABD ve SSCB arasında zirve toplantısı yapılacağı sırada, Sovyetler Birliği'ne karşı girişilen bu düşmanca hareketin söz konusu zirve toplantısını baltalamak amacını güttüğünü söylemiş ve Amerikan uçaklarına üs­lerinde faaliyet izni veren devletlere de uyarıda bulunacağını belirt­mişti. Ayrıca, herhangi bir saldırıya karşı Sovyetler Birliği'nin gü­dümlü füzelerle karşılık vereceğini ve bu saldırıda kullanılan üslerin de yerle bir edileceğini ifade etmişti. Bu sözler Türkiye'ye doğrudan bir tehdit niteliği taşıyordu. Bu noktaya kadar SSCB, U-2 uçağının pilotunun sağ olduğunu gizli tutuyordu. Bu durumun açıklanması üzerine, ABD uçağın Sovyetler Birliği hakkında bilgi toplayan bir ca­sus uçak olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Uçağın pilotu Gary Powers'ın Moskova'da yapılan soruşturması sırasında yaptığı açıkla­malar şu noktaları kapsamaktaydı:

1-    Pilot CIA ile imzaladığı özel sözleşme uyarınca ABD'nin özel bir hava birliğinde çalışmaktaydı ve görevi Sovyetler'deki telsiz istas­yonları, radar üsleri ve füzeler hakkında havadan bilgi toplamaktı.

2-   Pilotun bağlı olduğu birlik I 956 tarihinden beri Türkiye'deki Incirlik Üssü'nde üslenmiş olup, her yıl bir dizi haberalma uçuşları­na çıkmaktaydı.

3-   Pilot düşürüldüğü gün, görevinin Pakistan'dan Norveç'e doğ­ru uçup bilgi toplamak olduğunu söylemişti.

Bu olaylar üzerine Türk hükümetince yapılan tek açıklamada, uçağın Peşaver'den Norveç'e uçtuğunun öğrenilmiş olduğuna göre Türkiye'nin bu olaydan sorumlu tutulamayacağı kaydedilmişti.

Uçuşların Yasaklanması

ABD Başkanı Eisenhower, ABD'nin prestijine gölge düşüren ve soğuk savaşı hızlandıran bıi olaydan sonra 25 Mayıs I960'ta yaptı­ğı bir açıklamada, U-2 uçuşlarının durdurulmasını emrettiğini söy­lemişti. Ayrıca, bu uçuşların yararlı olmaktan çıktığını da belinerek, "Kaldı ki, uçaktan başka yeni teknikler geliştirilmektedir" de­mişti. Bu konuda bir başka ilgi çekici nokta, Başkan Kennedy'nin de bu uçuşların uluslararası hukuka uygun olmadığını belirtmesi ve Sovyet hava sahasına giren Amerikan uçaklarının uçuşlarına son vermesidir (Kennedy'nin uçuşlara son vermesi, U-2 Olayı'na karşın Başkan Eisenhower döneminde uçuşların devam ettiğini göster­mektedir).

Ekim Füzeleri Bunalımı

Ekim Füzeleri Bunalımı, ABD'nin Türkiye'ye, SSCB'nin de Kü­ba'ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962'de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehdidi altında bırakan bunalımdır. Söz konusu bunalım, "Kü­ba Füzeleri Bunalımı" veya "Küba'da Ekim Füzeleri Bunalımı" ola­rak da bilinmektedir.

Ekim Füzeleri bunalımının en önemli özelliği, nükleer silahla­ra sahip iki süper gücün dünyada ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesidir. Bunalımın bir başka özelliği hem soğuk savaşın doru­ğunu, hem de 1962 sonrasında yavaş yavaş ama kararlı bir tempo­da yerleşmeye başlayan "yumuşama" (detente) olgusunun temeli­ni oluşturmasıdır. Ekim Füzeleri bunalımının temelinde yatan asıl neden, Amerikan hükümetinin Fideİ Castro rejimini devirmek is­temesidir.

Castro'nun 1959 yılında ABD'nin kontrolündeki Batista rejimini yıkarak iktidara gelmesi üzerine, ABD önce Amerikan Devletleri Ör­gütü (OAS) bünyesinde Latin Amerika ülkelerinin ortak harekatıyla Castro rejimini yıkmayı denediyse de OAS üyeleri yalnızca Castro rejimini kötülemekle yetindiler. Daha sonra, ABD'ye kaçan Kübalı mültecilerin Amerikan hükümetinin yardım ve desteği ile Küba'yı işgal etmesini içeren bir plan yürürlüğe konduysa da mültecilerin "Domuzlar Körfezi Çıkartması'nda" başarısızlığa uğraması, ABD'nin bu dalaylı müdahale girişimini sonuçsuz bıraktı. Bunalımın bir di­ğer nedeniyse, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin, ABD'nin gerek OAS bünyesinde, gerekse Domuzlar Körfezi Çıkartması'nda yaşadığı başarısızlıktan yararlanması ve Küba'daki Castro rejimine destek olmaya başlamasıdır. SSCB, ihtiyaç duymamasına karşın Kü­ba'nın şeker ihracatının büyük kısmını satın aldı ve Küba'ya olası bir Amerikan müdahalesine karşı güvence verdi.

Füzeler

Amerika'ya ait bir U-2 casus uçağının I Mayıs I960'ta düşürül­mesiyle ABD-SSCB ilişkileri gerginleşirken, Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaşıyordu. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak, I 962 sonbaharında Küba'ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına baş­landı. Bir görüşe göre, Küba bunalımının ortaya çıkardığı tehlike gerçek olmaktan çok, görünüşteydi. Füzelerin yerleştirilmesi döne­min SSCB lideri Kruşçev açısından becerikli bir soğuk savaş oyu­nuydu ve füzeler dönemin ABD Başkanı J. E Kennedy zorladığı tak­dirde sökülrnek üzere yerleştirilmişti. Ancak sökme bedeli olarak Kruşçev bazı ödünler beklemekteydi: Küba'nın işgal edilmeyeceği­ne dair güvence ve SSCB toprakları yakınına yerleştirilmiş füzelerin sökülmesi.

Füzelerin yerleştirilme amacı ne olursa olsun, Küba ile SSCB ara­sında gelişen bu ilişkiler ABD'yi bir müdahaleye doğru itmeye başla­dı. ABD Başkanı Kennedy, I952 yılı Ekim ayının hemen başında ver­diği bir demeçte şu olasılıkların gerçekleşmesi halinde Küba'ya mü­dahale edeceğini açıkladı: Küba'-daki Amerikan Guantanamo Üssü, Panama Kanalı, öteki Latin Amerika ülkeleri veya kıtadaki Amerika­lıların hayatları tehlikeye girerse, Cape Canaveral Üssü'ne müdaha­le edilirse, SSCB Küba'da saldırgan üsler kurarsa.

Bunalım

ABD'de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde, I6 Ekim I962 günü dönemin ABD Savunma Bakanı Robert Mc Namara Kü­ba'da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy'e gösterdi. Fotoğraflardan edinilen bilgiye göre, Sovyet füzeleri yerleş­tirilmeye başlanmıştı ama ateşlerneye hazır hale gelmeleri için bazı parçalanın Küba'ya gelmesi gerekiyordu. Kennedy teknik danışman­larıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba'nın denizden ab­luka altına alınmasına karar verdi. ABD, abluka kararı konusunda Birleşmiş Milletler'e, OAS'a ve NATO'ya danışmadı ve sadece bu ör­gütleri kararından haberdar etmekle yetindi.

22 Ekim 1962 tarihinde abluka uygulanmaya başladı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu'nda seyreden Sovyet gemileri Küba'ya yaklaş­maktaydı. Bu gemiler ablukaya uymadıkları takdirde batırılacaklar­dı. Kruşçev ilk tepki olarak, saldırı değil savunma silahı taşıdığını söylediği. gemilerin durması için emir vermeyeceğini açıkladı. Bu durum gerilimi daha da tırmandırdı. Kruşçev, 27 Ekim 1962'de Kennedy'ye gönderdiği mektupta, ABD'nin Türkiye'deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1960 yılında Türkiye'ye jüpiter füzeleri yer­leştirmişti) SSCB'nin de Küba'dakileri sökeceğini, Türkiye'nin top­rak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine ka­rışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtmiş ve Küba'daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD'nin de aynı güvenceleri Küba açı­sından vermesi gerektiğini eklemişti. Başkan Kennedy ise aynı tarih­li cevap mektubunda, Küba'daki füzeler söküldüğü taktirde Küba'ya karşı uygulanan ablukaya son verileceğini ve Küba'yı işgal etmeye­ceği güvencesini verebileceğini kaydetmiş; ancak Türkiye'deki füze­lerin sökülmesi konusunda kesin bir güvence vermekten kaçınarak, "Dünyadaki gerginlikterin yumuşaması, mektubunuzda belirttiğiniz öteki silahlarla ilgili olarak daha geniş bir düzenlemeye gidebilme­mize olanak sağlayabilir." demişti.

ABD Başkanı Kennedy, kısa vadeli tedbirlerle uzun süreli tedbir­leri birbirinden ayırmaktaydı. Kennedy için önemli olan ABD'ye yö­nelik tehdidin ortadan kaldırılmasıydı. jüpiterler ise daha sonra ele alınacak bir düzenleme içinde düşünülebilirdi. ABD'ye göre pazarlık unsurları da birbirine uflamaktaydı. Bir yanda birdenbire Küba'ya yerleştirilen füzeler, öte yanda çok önce yerleştirilmiş bulunan ve yerleştirildikleri anda SSCB'nin tepkisiyle karşılaşmadığı için üstü kapalı olarak kabul edilmiş füzeler bulunuyordu. Kruşçev, 28 Ekim 1962'da Kennedy'ye ikinci. bir mektup yazmıştı. Bu mektupta Türkiye'dekijüpiter füzelerinden hiç bahsedilmemiş ve Kennedy'nin öne­rilerine sıcak bakıldığı vurgulanmıştı. Kennedy, aynı gün Kruşçev'e bir mektup göndermiş ve sağduyulu kararından dolayı kendisini tebrik etmişti. 28 Ekim 1962 tarihli mektuplar ve ABD'nin Küba'ya uygulanan ablukayı kaldırmasıyla bunalım adatılmış oldu. Kruşçev'in füzeleri sökme kararı NATO'da da rahatlama yaşanmasına neden oldu. Çünkü, 28 Ekim 1962 tarihli NATO Konseyi toplantı­sında ABD Küba'yı işgal hareketine girişirse Türkiye'nin Sovyet işga­line uğrayabileceği ve NATO'nun savaşa sürüklenebileceğine deği­nilmişti. NATO Konseyi'ndeki bazı delegeler ABD'den Küba'yı işgal etmeme garantisi istemiş, ABD delegesi ise bu güvenceyi vermekten kaçınmıştı.

Ekim Füzeleri bunalımı, biraz da çelişkili olarak, soğuk savaşın doruk noktasına vardığı bir dönemde "yumuşama" ve "görüşme" havası yaratmıştı. Nükleer savaşın eşiğine gelindiğini anlayan taraf­lar, bu bunalımdan sonra daha temkinli olacaklardı (Örneğin ABD, Türkiye'deki Jüpiter füzelerini tek taraflı bir kararla sökmeye başla­mıştı). NATO üyeleri, daha doğrusu NATO'nun Avrupa kanadı, böy­le büyük bir bunalımCa (kendilerini de tehlikeye atan bir durum ol­sa dahi) görüşlerinin alınmayacağını, ABD'nin tek başına hareket edeceğini anlamışlardı. SSCB'de ise Kruşçev serüvencilik suçlama­sıyla iktidardan düşürülmüştü.

Ekim Füzeleri bunalımı, o dönemki iki kutuplu dünya düzenin­de, blokları oluşturan devler arasındaki ilişkileri. de etkiledi. ÇinSovyet anlaşmazlığı açığa çıktı. Peki.n, Moskova'yı "devrimci dava­ya ihanetle" suçladı. Moskova, Pekin'i serüvencilikle itharn etti. Ba­tı Bloğu'nda Fransa, iki süper devlet arasında denge kuracak bir "'Batı Avrupa Koalisyonu" girişimi başlattı ve ABD ile ilişkilerini gevşetme yönünde önemli adımlar atarak, kendi nükleer programı­nı başlattı. ABD ve SSCB, Ekim Füzeleri bunalımından sora nükle­er silahların yayılmasını önlemek için Moskova'da S Temmuz l 963'te "Nükleer Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaş­masını imzaladılar (Bu anlaşma atmosferde, uzayda ve denizaltın­da nükleer denemeleri yasaklıyor; ancak toprak altındaki nükleer denemelere izin veriyordu).

Herhangi bir bunalım sırasında Washington ve Moskova arasın­da doğrudan bir haberleşme hattının kurulması gerekliliği ortaya çıkmıştı. Iki başkent arasında anında haberleşmeyi sağlayacak tele­fon hattı kurulmuştur. Türkiye iki süper güç arasında sıkıştığını fark etmiş ve coğrafi konumu ile ABD'ye olan yakınlığının kendisi açısın­dan olumsuz sonuçları olabileceğini görmüştü.

Vietnam Savaşı

Vietnam Savaşı, komünist dünya (Sovyetler Birliği ve Çin) ile it­tifaka girmiş olan Vietnam Demokratik Cumhuriyeti (Kuzey Viet­nam) ile Vietnam Cumhuriyeti (Güney Vietnam) ve başta ABD ol­mak üzere kapitalist müttefikleri arasında yaşanan savaştır. ABD, 1965 yılından 1973 yılına kadar savaşa dahil olmuştur ve 58.000 as­kerini kaybetmiştir. II. Dünya Savaşı bittiğinde Hindiçin, Ingiliz ve Fransız sömürgesiydi. lll. Napolyon döneminde Fransızlar Annam, Kamboçya, Koşen ve öteki bazı bölgeleri ellerine geçirmişler, bu ara­da Hindistan ve Birmanya yoluyla Hindiçin'e giren İngilizlerle Mekong'da.çatışmışlar ve sonunda bu akarsuyu sınır yapmışlardı.

II. Dünya Savaşı'nda Hindiçin Japonya'nın eline geçti. Japonya 1945 yılında yenileceğini anlayınca buradaki milliyetçi duyguları körükledi ve bölge halkını silahlandırdı. Hindiçin'de üç bağımsız devletin (Vietnam, Laos ve Kamboçya) kurulduğunu ilan ederek, Vi­etnam'ı lmparator Bao Dai'nin yönetimine bıraktı. 1945 yılında Fransız Hindiçin'e gelen ilk birlikler lngiltere'ninkilerdi. Bunlar Say­gon'a geldiklerinde durumu karışık buldular. Çünkü milliyetçi gruplar savaş sonu düzensizliğinden yararlanarak denetim kurmak için çaba gösterirken, "Hür Fransa"ya bağlı birlikler de bölgedeki Fransızların hayatını korumak için mücadeleye başlamışlardı.

Vietnam'ın 20. yüzyıl tarihinin otuz senesinde savaş hüküm sür­dü. Komünistlerin Fransız kolani kuvvetlerine karşı 1940'lı yıllarda başlattıkları mücadele, Saygon ve ülkenin tamamının kontrolünün 1975'te ellerine geçmesine dek sona ermedi. Kuzeyee mevzilenmiş komünist güçler, milliyetçi lider Ho Şi Minh liderliğinde 1954 yılın­da Fransızları bozguna uğrattılar. Ülke, yapılan anlaşmalarla Komü­nist Kuzey ve Amerikan yanlısı Güney olmak üzere ikiye bölündü, arada askerden arındırılmış bir bölge vardı. Kalıcı bir çözüm için ül­ke çapında seçim sözü verildi ama bu asla gerçekleşmedi. Beş yıl içinde komünistler, güneyde gerilla savaşı başlattılar.

1964 yılmda Kuzey Vietnam devriye botlan, Tonkin Körfezi'nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi 'Maddox'a ateş açtılar. Amerika da bu gerekçeyle Kuzey'i bombalamaya başladı. Sonradan devriye batlarının ateş açma hikayesinin düzmece olduğu anlaşıldı.

Bu saldırı hikayesi sadece Kuzey'i bombalamak gibi bir avantaj sağ­lamakla kalmadı, ABD Kongresi'nin, Başkan'a yeni yetkiler veren Tonkin Körfezi Kararnamesi'ni onaylamasını da sağladı. Buna göre Amerikan Başkanı, saldırganlan püskürtecek ve yayılmasını engelle­yecek her türlü yetkiyle donatılmış bulunuyordu. Amerika'nın Viet­nam Savaşı'ndaki komploları bundan ibaret değildi. 1963 Kasım ayında Güney Vietnam Devlet Başkanı Diem askeri bir darbe sırasın­da öldürüldü. Bu cinayetin CIA tarafından işlendiği sonra kanıtlan­dı. Komünistlerle savaşmak üzere bölgeye yüz binlerce Amerikan as­keri gönderildi. Bu, nihayetinde pahalı ve başarısız olacak; sivil hu­zursuzluğa ve uluslararası şaşkınlığa yol açacak bir süreçti. ABD, bil­hassa domino teorisine dayanarak komünizmin yayılacağı yönünde­ki Soğuk Savaş kaygısıyla hareket etmişti.

Vietnam savaşı çok çetin geçtiği kadar, iki tarafın da birbirine acımadığı bir savaş olarak akıllara kazınmıştır. Vietkonglar her tür­lü işkenceyi ele geçirdikleri Amerikan askerlerine yapmaktan geri kalmamış, keza Amerikan askerleri de yakaladıklar Vietkongları he­likopterlerden alçaktan (ölümleri geç ve can çekişerek olsun diye) atmışlardır. Toplu halde yapılan işkenceler, insanları canlı canlı yak­malar, biyolojik saldırılar, napalın bombalan sıradan hale gelmişti.

Ülkenin dağlık orta bölgelerinde bir kasaba olan Buon Ma Thuot'un ele geçirilişiyle savaşın kaderi değişmiş ve Kuzey Vietnam güç­leri iyice güçlenmiş ve moral kazanmıştı. Kuzey Vietnam güçleri iki ay sonra, 30 Nisan 1975 tarihinde Güney'in başkenti olan, o zaman­ki adıyla Saygon'a girmişti. 'Vietnam Savaşı' uzun ve kanlı bir savaş ol­du. Hanoi hükümeti, 21 yıl süren çatışmalarda kuzey ve güneyde top­lam dört milyon sivil ile bir milyondan fazla komünist savaşçının ha­yatını kaybettiğini söylüyor. ABD'nin verilerine göreyse, 200 ile 250 bin Vietnamlı asker ile 53 bin 200 Amerikan öldü ya da kayboldu.

Gladio

Latince'de kılıç anlamına gelen Gladio sözcüğünü isim olarak kullanan örgüt, Amerikan ve Ingiliz kontrgerilla örgütlenmesi olan Stay Behind tarafından 1952 yılında kuruldu. CIA tarafından yöne­tilen ve finanse edilen örgüt, 1956 yılında ABD ile işbirliği içinde, casusluk ve gerilla savaşı yapmak üzere örgütlendi. Sardunya'da ör­gütün ilk eğitim kampı kuruldu ve Kuzey İtalya'da 139 yerde silah ve mühimmat depolan oluşturuldu. Resmi adı Müttefik Koordinas­yon Komitesi'ydi (Allied Coordination Committee).

1956 sonrasında ikisi kadın 622 kişi ABD ve İngiliz gizli servisle­ri tarafından eğitildi. 1990 yılında Gladio'yu ortaya çıkaran soruştur­malar esnasında, bu 622 kişinin grup liderleri oldukları, her bir grup liderinin belli sayıda kişiyi idare ettiği, böylece toplam sayının l5.000'e yaklaştığı ortaya çıktı. Örgütün İtalya'daki adı Gladio (Kılıç) idi. Yunanistan'da B-8 ya da Sheep Skin (Koyun Postu), Belçika'da SDRA-8, Hollanda'da NATO Command, Batı Almanya'da Gehlen Ha­rekatı, Stay Behind ya da Sword, Avusturya'da Schwert, Fransa'da Rüzgar Gülü, İspanya'da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngilte­re'de ise Seeret British Network olarak bilindiği, bu ülkelerin yetkili­lerince açıklandı. Örgüt, Türkiye'de kontrgerilla olarak biliniyor.

Soruşturmaların ünlü yargıcı Felice Casson, gizli servis arşivin­de yaptığı incelemelerde, 1972 yılındaki bir bombalamanın kesinlik­le NATO destekli bazı gizli örgütlerce yapıldığı sonucuna ulaştı. Yar­gıç, Başbakan Andreotti'nin bilgisine başvurdu, 1972'de bu olay tes­pit edildiği için Başbakan örgütün varlığını kabul etti, ancak l972'de kapatıldığını söyledi. Araştırmalara devam edilince Gladio'nun faali­yete devam ettiği ortaya çıktı. Eylemlerin en büyüğü, l 980 Ağustos ayında Bologna tren istasyonunda patlayan bomba ile 85 kişinin ölü­müydü. İtalya'da 1969-80 arasında 4.298 terör olayı meydana gel­miştir. Yapılan soruşturmalar sonucu, bunların önemli bir bölümün­den Gladio sorumlu gösterilmiştir. Bazı eylemleri bizzat yapmakla, bazısında patlayıcı ve silah sağlamakla, bazısında da tahrik ve yön­lendirme yapmakla suçlanmıştır.

Tahran Elçiliği Krizi

Ronald Reagan l980'de Jimmy Carter'a karşı başkanlığa adaylı­ğını koyduğunda, İran'da 52 Amerikalı rehin tutuluyordu. ReaganBush ikilisi, rehinelerin Kasım'daki seçimlerden önce serbest bırakıl­ması halinde, bu "Ekim Sürprizi "nin Carter'in kazanmasına yardım­cı olacağından endişeleniyorlardı.

İran eski Cumhurbaşkanı Beni Sadr'a göre, Reagan'ın adamları l 980 Ekim'inde Paris'te Iranlılarla buluştu ve rehineleri seçim son­rasına kadar tutma karşılığında 40 milyon dolar verdi. Bazı kaynak­lar, bu toplantılara eski CIA Başkanı George Bush ya da sonradan CIA Başkan olan William Casey veya her ikisinin katıldığını belirti­yor.

Ekim Sürprizi, Reagan'ın seçim kampanyasında yer alan eski ve­ya halen göreve devam eden CIA ajanlarının oluşturduğu şebekenin de adıdır. Şebekenin görevi, Carter'ın başında bulunduğu Beyaz Sa­ray'dan istihbarat toplamaktı. Carter yönelimini istikrarsızlaştırmak için yapılan karmaşık ve başarılı bir çalışmaydı bu.

Ekim Sürprizi ekibi, Beyaz Saray'dan toplantı tutanaklarını ve öteki belgeleri çaldı. Ayrıca, basma Carter'ın İranlılarla görüşmeler yaptığına ve rehineleri kurtarmak için planlar hazırladığına ilişkin bir dizi yalan haber sızdırıldı. Böylelikle hem görüşmeler hem de kurtarma operasyonları zora sokuldu. Sonunda Carter bir rehine kurtarma operasyonu başlattığında, birileri İranlılara -ve William Casey'eplanın ayrıntılarını verdi. Operasyon, 8 Amerikalının canı­na mal olan bir felaketle sonuçlandı.

Ekim Sürprizi ekibinin etkili yalan haber yayma kampanyasına karşın, Carter İranlılarla, rehineleri silahla değiştirmeyi içermeyen bir pazarlık yapmayı denedi. Fakat Paris'teki toplantıdan sonra İran­lılar anlaşmadan vazgeçti. Rehineler, Reagan yemin edip resmen gö­reve başladığı güne dek serbest bırakılmadı. Bu tarihten hemen son­ra, İran'a milyonlarca dolarlık silah ve mühimmat akınaya başladı.

Ekim Sürprizi, JFK suikastından bu yana CIA'in gerçekleştirdiği en büyük manipülasyon ve dezenformasyon operasyonu oldu. Ope­rasyonun kimi önemli tanıkları vakitsiz öldü. Tıpkı bu operasyonla Reagan döneminin öteki örtülü operasyonları arasında bağlantı keş­feden bir gazeteci gibi. Sonuç olarak, Warren Komisyonu'na benzer bir Kongre araştırma komisyonu, komplo kurulduğunu gösteren herhangi bir kanıt bulunmadığını açıkladı. Ne yazık ki, komplonun varlığını gösteren hiç bakmadıkları sayısız kanıt vardı. Yayınlanan rapordaki kimi maddi hatalar da göze batareasma sırıtıyordu.

Afganistan

CIA, Reagan'ın başkanlığı döneminde, çeşitli ülkelerin hükü­metlerine karşı iki düzine kadar örtülü operasyon yürüttü. Afganis­tan, bunlar içinde açık arayla en büyüğüydü. Hatta gerçekte hem harcanan para (5-6 milyar dolar), hem görev alan personel bakımın­dan, gelmiş geçmiş en büyük CIA operasyonuydu. Öyle ki, yalnızca küçük çaplı karşıtlıklar yaratmakla kalmadı, derin düşmanlıklar doğmasından destek aldı. Çünkü, bu operasyonun asıl amacı Sov­yetler Birliği'ne kan kaybettirmekti; tıpkı ABD'ye Vietnam'da kaybettirildiği gibi. Afganistan, 1979'daki Rus işgalinden önce zalim bir diktatör tarafından yönetiliyordu. O da komşusu İran Şah'ı gibi, CIA'in, ülkesinde, Sovyetleri izlernede kullanılan radar istasyonları kurmasına izin verdi. l979'da çok sayıda Sovyet danışmanı Afgan aşiretleri tarafından öldürülünce, Sovyetler Birliği Kızıl Ordu'yu Af­ganistan'a soktu.

Sovyetler, Afgan halkının tepkisini hesaba katmadan, sözünü dinleyen işbirlikçi bir rejim kurdurmaya çalıştı. Afganistan'ın hemen her yöresini denetim altında tutan mollaların çoğu, Sovyetlerin ka­dınları eğitme ve toprak reformu yapma çabalarına karşı çıktı. Sov­yetler Birliği'nin eroin ticaretini önleme girişimlerine öfkelenen bir başka kesim, faaliyetlerini Pakistan'a kaydırdı.

CIA'ye gelince, amacı kısaca Kızıl Ordu'ya karşı savaşacak herke­si silahlandırarak Sovyetlerin itibarını sarsmaktı. Çoğu Sovyet işgali öncesindeki yıllarda Pakistan'dan saldırılar düzenleyen bir düzine­den fazla gerilla örgütüne para ve silah akıttı.

CIA, çatışma çıkarmak için milyarlarca dolar dökmenin ötesin­de, fanatik Müslüman güçlere en hassas silah teknolojilerini aktardı. Afgan operasyonunun önde gelen kıdemlilerinden biri olan Şeyh Abdül Rahman, Dünya Ticaret Merkezi'nin bombatanmasındaki ro­lüyle ünlendi. 11 Eylül saldırılarının sorumluluğunu üstlenen Usame bin Ladin ise Taliban hareketinin desteğini almıştı. Kendisinin halen Afganistan'da olduğu söylenmektedir.

CIA kaos yaratmakta çok başarılıyd, ama hiçbir zaman kaosu bi­tirecek bir plan geliştirmedi. lO yıllık savaş bittiğinde bir milyon in­san ölmüş, Afgan eroini Amerikan pazarının % 60'ını ele geçirmişti.

Angola'da İç Savaş

Angola'ya müdahale, CIA’in en anlamsız operasyonu olmaya güçlü bir adaydır. Akıtılan kanla varılan hedeflerin -ki hedeflerin ne olduğu da belli değiloranı, bu operasyonu kesin olarak CIA’in en büyük fiyaskosu yapar.

l975'te Portekiz Imparatorluğu çökünce, Afrika'daki sömürge­si Angola iktidar mücadelesi veren üç gruba kaldı. Grupların üçü de değişik dönemlerde hem kapitalizmle hem sosyalizmle flört et­tiler; hem Doğu'dan hem Batı'dan yardım aldılar. ABD'nin müttefi­ki Zaire, bir fraksiyonu destekledi. Sovyetler MPLA'ya arka çıktı. CIA ise üçüncü grubu, Jonas Savimbi'nin UNITA'sını tercih etti. CIA’in Angola'ya karışmasının başlıca nedeni, Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın, Saygon'un düşmesinden sonra "Amerika'nın güçlü olduğunu" dünyaya göstermek için en kısa sürede bir başka savaş çıkarma kararıydı. CIA, petrolden endişe ettiğini söylüyordu, oysa Angola'da kayda değer petrol yoktu. CIA düşman kontrolüne geçmemesi için müdahale etmek zorunda olduğunu açıklamak zo­runda kalmıştı. Ayrıca, l975'ten beri petrol alanlarını kontrol al­tında tutan MPLA, savaş boyunca Batı'ya petrol satmayı sürdürdü. Gösterilen bir başka saçma savaş gerekçesi de Angola'nın deniz trafiğine yakınlığıydı. Kissinger, hiçbir diplomatik girişimde bu­lunmadı. Buna karşılık CIA, kana susamış ve zalim bir diktatör olan Savimbi'yi ölçüsüz miktarda para ve kanla destekledi. ABD'nin Angola'yı Soğuk Savaş alanına dönüştürme kararlılığı, Sa­vimbi'yi destekleyen Güney Afrika birlikleriyle, buna karşılık bü­yük bir başarıyla MPLA'yı destekleyen Küba birliklerini Angola'da karşı karşıya getirdi.

Güney Afrika'nın Angola'ya müdahalesi, siyah çoğunluğun kaçı­nılmaz iktidarını ertelernek amacıyla, tüm komşularını istikrarsızlı­ğa sürükleme çabasının bir parçasıydı. Güney Afrika'nın ABD'nin ar­ka çıktığı grubu desteklemesi, ABD'nin Afrika ile ilişkilerinde önem­li bir tahribata yol açtı. 40 milyon dolar harcandıktan ve binlerce in­san öldükten sonra, Kongre, Angola savaşına aktarılan fonları l976'da kesti. Kongre ilk kez bir CIA operasyonunu ayiayarak dur­durmuş oldu. CIA, Kongre'nin koyduğu yasayı yok etme kararlılığı­nı, Reagan'ın 1 981 'de yönetime gelişine kadar sürdürdü. Bu tarihten sonra, sürüp giden Angola çıkmazı I 990'da seçimle sonuçlanıncaya kadar, milyonlarca dolar ve binlerce insanın hayatı hiç uğruna har­candı.

Savimbi, MPLA karşısında seçim hezimetine uğrayınca, yine ClAin desteğiyle savaş başlattı. Nihayet I993'te, ABD Savimbi'den desteğini çekerek MPLA hükümetini tanıdı; ancak o güne kadar 300 bin Angolah öldü, 80 bini sakat, 50 bini yetim kaldı; maddi zarar ise SO milyar doları aştı.

Dominik Cumhuriyeti'nde Darbe

Rafael Trujillo, 1930'da darbeyle Dominik Cumhuriyeti'nde ikti­darı ele geçirdi ve sonraki 30 yıl boyunca ABD'nin coşkulu desteği­ni aldı. Trujillo'nun muhalefeti bastırma yöntemleri, iğrenç yöntem­lerin aynıydı: Kitlesel katliamlar ve işkence. ABD buna hiç ses çıkar­madı ve Trujillo'nun BM'de ABD politikalarının en güvenilir destek­çisi olmasıyla karşılığını gördü. Ancak tüm diktatörlerde sık sık gö­rüldüğü gibi Trujillo da çok açgözlüydü. Dominik ekonomisinin beşte üçünü kontrol edecek ölçüde büyüyen kişisel serveti, yabancı devletler tarafından öncelikle kurulan "yatırım için uygun iklimi" tehdit ediyordu.

Bu arada, Castro'nun devrimci ordusunun Küba'da iktidarı ele ge­çireceğini görmeye başlayan ABD, Trujillo'nun aşırı gücünün benzer bir devrime yol açacağı endişesine kapıldı. Böylesi nedenlerle CIA, 1 958'de Trujillo'yu öldürme entrikalarına başladı.

Trujillo'nun hayatı 1 961 Mayıs'ında ani bir sonla noktalandı. Washington olayda parmağı olmadığını söylese de 1975'teki Church Komitesi'ne’ göre, bu ClAin en belgeli suikastlarından biriydi. ABD, çürümüş Trujillo rejimini Trujillo'suz sürdürmeye kalkıştı; ancak 1 962 seçimleri juan Bosch adlı doktoru iktidara getirdi.

Bosch anti komünistti ve serbest girişim taraftarıydı. Fakat ken­dini, toprak reformu yaparak, ucuz kiralı konut sağlayarak ve kamu yatırımlarına girişerek "temiz bir demokratik rejim" kurmaya ada­mıştı. iktidarda sadece 7 ay kaldı; ClAin tezgahladığı bir darbeyle devrildi. 1965'te Bosch'u yeniden iktidara getirmeyi amaçlayan bir halk hareketi patlak verince ABD adayı işgal etti ve yatırımlar için el­verişli iklimini koruyan eli kanlı rejimler dizisini başlattı.

Başkan Kennedy, "JFK Doktrini" diye anılan politikasının sonuç­larını görecek kadar yaşamadıysa da ABD'nin dış müdahaleleri ko­nusunda oldukça net bir akılcılık önermişti. Dominik Cumhuriyeti hakkında, "Üç ihtimal var: Temiz bir demokratik rejim, Trujillo reji­minin devam etmesi veya Castro rejimi (bununla Bosch'u kastedi­yordu). Biz ilkinin olmasını amaçlıyoruz; ancak üçüncüsünün olma­yacağından emin olmadan, ikincisinden vazgeçmeyiz" demişti.

"Pratikte, birinci şıkkı hiç denemedik. Sonuçta, ABD ile işbirliği içindeki bütün ülkeler Trujillo rejimine ve onun yerine kurduğumuz rejimiere benziyorlar."

El Salvador

El Salvador'u yöneten 1 4 aile, yollarına çıkan herhangi birinin canını alma konusunda asla yufka yürekli olmadı. Yollarına çıkanla­rın arasında çoğunlukla, sık sık yoksulların durumuna ilişkin endi­şelerini dile getiren Katalik din adamları bulunuyordu. Bu nedenle Salvadorlu sağcılar birbirlerine şöyle sesleniyorlardı: "Yurtsever ol, bir rahip öldürİ"

1 980'de, El Salvador Başpiskoposu Oscar Romero, Başkan Carter'ın insan haklarına ilişkin nutuklannı ciddiye alma hatasını yaptı. Carter'a bir mektup yazarak, El Salvador'un katil yöneticilerine as­keri yardımı durdurmasını istedi. Carter, Romero'yu görmezden gel­di; ama El Salvador'u yönetenler affetmedi. Mektubu gönderdikten kısa bir süre sonra, ayin sırasında kalbinden vurularak öldürüldü.

Romero'nun ölüm emri, en sevdiği işkence aletinden dolayı "Meşale Bob" diye anılan Roberto D'Aubuisson tarafından verildi. Büyük bir Hitler hayranı olan D'Aubuisson bir keresinde; "Şu Al­manlar çok akıllı. Komünizmin yayılmasından Yahudilerin sorumlu olduğunu anladılar ve onları öldürmeye başladılar" demişti.

D'Aubuisson, Dünya Anti Komünist Birliği'nde (WACL) önemli yeri olanlardan biriydi. 1 961 'de kurulan WACL, aşırı sağcı militan­ların dünya çapındaki şemsiye örgütüydü. Üyeleri arasmda sürgün­deki Naziler, İtalyan teröristler, Japon faşistleri, ırkçı Afrikaneerler,

Latin Amerika ölüm mangalarının liderleri, Amerikan Kongre'sinin bazı mensupları ve "eski" CIA ajanları bulunuyordu.

CIA, WACL içinde yer almasının ötesinde, El Salvador'da kan dökülmesine başka katkılarda da bulundu. Tasarrufunda bulunan ABD askeri yardımındaki milyarlarca dolarla hava akınları ve şiddet­li çatışmalar düzenledi, ölüm mangalarını ve düzenli askeri birlikle­ri eğitti.

ClAin uzmanları da El Salvador hükümetinin imajını düzeltmek için çalıştılar. Bu kapsamda örneğin 1982'deki El Mozote katliamı tümüyle inkar edildi, hiç olmamış gibi gösterildi. BM Gerçeği Belir­leme Komisyonu'nun El Mozote'yi soruşturduğu ve 733 köylünün katiedildiğini saptadığı 1993'e kadar, CIAin basındaki dalkavukları bu onursuz görevi papağan gibi tekrarladılar. Dahası, Gerçeği Belir­leme Komisyonu, 1972-1992 yılları arasında 63 bin Salvadorlunun öldürüldüğü sonucuna vardı.

Jimmy Carter, başkanlık görevi bittikten sonra, 1982'de El Salvadar hükümetini "yarımküredeki en kana susamış" rejim diye nitele­di. Kendinden önceki ve sonraki başkanlar gibi, El Salvador rejimi­ni desteklediği dönemde bu gerçeği keşfedememişti.

Gehlen Örgütü

ClAin en önemli operasyonlarından biri, daha servis doğmamış­ken başladı. Çok sayıda Nazi lideri ll. Dünya Savaşı'nı kaybedecek­lerini anladı ve ileride Sovyetler Birliği'ne karşı açılacak olası bir sa­vaş konusunda, Hitler'den habersiz ABD ile görüşmeler başlattı. Ge­leceğin CIA Başkanı Allen Dulles, 1943 yılında İsviçre'nin Bern ken­tine giderek, bu etkili Nazilerle gizli görüşmeler yaptı.

Dulles, resmi olarak CIAin öncülü OSS'nin (Overseas Seeret Service-Denizaşırı Gizli Servis) ajanıydı. Fakat, çoğuyla savaştan önce birlikte çalıştığı Nazilerle özel işler yapmaktan geri kalmadı. Gerçek­ten de Wall Street'in önde gelen hukuk danışmanlarından biri olan Dulles'ın, savaş sırasında da Nazilerle iş yapmayı sürdüren Standard Oil* gibi bazı müşterileri vardı.

Bu yüzden, Hitler'in Doğu Cephesi İstihbarat Şefi General Reinhard Gehlen'in Amerikalılara teslim olması sürpriz yaratmadı. Gehİen ev sahiplerinden sıcak bir ağırlama bekliyordu. Özellikle de giz­li bir yere gömdüğü ve pazarlıkta kullanmayı planladığı çok sayıda dosya nedeniyle...

General Gehlen, Virginia'daki Hunt Kalesi'ne kaçınıldı. Kendisi­ni teslim alanları kısa sürede Sovyetler Birliği'nin Batı'ya saidıracağına ikna etmeyi başardı. ABD ordusu ve Gehlen "centilmenlik anlaş­ması" yaptılar.

Gizli anlaşmaya göre, Gehlen'in casusluk örgütü ("Gehlen Org" diye anılır), Almanya'da yeni bir hükümet kuruluncaya kadar ABD için çalışacak ve ABD tarafından finanse edilecekti. Bu süre zarfında Gehlen, ABD'nin çıkadarıyla Almanya'nın çıkarlannın çatıştığını gö­rürse, Almanya'nın çıkarlarına öncelik vermekte özgür olacaktı.

Gehlen, yaptığı anlaşma için Hitler'in halefi Amiral Doenitz'in onayını sağlamayı da garantiledi. Amiral Doenitz, Nazi ileri gelen­lerinin kapatıldığı Almanya Wiesbaden'deki esir kampında rahat bir tutukluluk sürdürüyordu. Gehlen Org, on yıl boyunca CIA'in Doğu Avrupa'daki tek istihbarat kaynağı oldu. 1955'te, Alman­ya'nın CIA'yi BND'ye dönüştü. Elbette BND, CIA ile işbirliğini sür­dürdü.

Gehlen, CIA'in çalıştırdığı tek Nazi savaş suçlusu değildi. Di­ğerleri arasında, "Lyon Kasabı" Klaus Barbie, soykınının fikir ba­bası ve Eichmann'ın yakın çalışma arkadaşı Otto von Bolschwing ve Hitler'in gözdesi SS Albayı Otto Skorzeny de bulunuyordu. Hat­ta, savaşın son döneminde rejimin Hitler'den sonraki ikinci adamı Martin Barınann'ın bile, CIA'yle bağlantılı olarak çalışırken kendi­ni öldü göstererek Latin Amerika'ya kaçtığı yönünde kanıtlar bu­lunmaktadır.

Grenada İşgali

Amerikan halkına söylenen şuydu: Başkan Reagan, bir gün Karayipler'deki Grenada adasında korkunç Marksist bir darbe yapıldı­ğı keşfiyle uyandı. Adada Kübalı askerler bulunduğuna göre, Baş­kan, orada kapana kısılmış, rehin alınmakla karşı karşıya kalan Amerikan vatandaşlarını kurtarmak için Amerikan askeri gönder­mek zorundaydı.

Bu komik açıklamanın ötesinde, olayın gerçek fotoğrafını elde etmenin imkanı da bırakılmadı. Çünkü Amerikan askeri gücü, işgal sırasında gazetecilerin Grenada'ya girmesini yasakladı. Bir tekne do­lusu Amerikalı gazeteci silah zoruyla geri çevrildi ve adaya tüm uçak seferleri iptal edildi. Çok sonra, herkesin Grenada'yı dikkatle izle­meyi bırakmasının üzerinden hayli zaman geçtikten sonra, resmi hi­kayenin yalanlar dağı üzerine kurulduğu ortaya çıktı.

CIA, Maurice Bishop adlı Grenada'yı yöneten "egzantrik haydu­du" alaşağı ettiği 1979'dan itibaren, adayı istikrarsızlaştırmaya baş­ladı. Bishop, Grenada halkının hayatını iyileştirme çalışmasına ko­yuldu ve bu yüzden halkın büyük desteğini kazandı. Ancak çok geç­meden, Küba'nın ablukaya alınmasına katılmayınca ABD'nin öfkesi­ni üzerine çekti.

Bishop'ın ılımlı sosyalist programı (özel sektöre dokunulmuyor, fakat parasız eğitim ve sağlık hizmetleri öngörülüyordu) bardağı ta­şıran son damla oldu. Çok önceden harekete geçen CIA’in propagan­da aygıtı, Grenada'nın Sovyetler Birliği'nin müttefiki terörist bir ül­ke olduğu, dişlerine kadar silahlı 100 bin Grenadalının Amerika'ya saldırmak için hazır beklediği iddialarını yayıyordu.

Işgal iki yıl önceden planiandı ve CIA’in sabotaj eylemleri devre­ye sokuldu. Muhalif partilere ve komşu ülkelerin ordularına para da­ğıtıldı. Nihayet, 1983 sonlannda Bishop kendi partisindeki aşırılar tarafından iktidardan düşürülerek idam edildi ve ABD işgali başladı. Sözde rehin alınan Amerikalılar arasındaki CIA ajanları, kısa dalga radyo yayınıyla üç günlük savaşı koordine ettiler.

Kübalı askerlerin topu topu 43 kişi oldukları ortaya çıktı. Grenada'daki öteki Kübalılar ise çoğunlukla orta yaşlı inşaat işçileriy­di. Kübalılar ABD'nin "kurtarma" operasyonuna karışmayacakları­nı açıkladılar. Ama Amerikan askerleri ateş açtı ve onlar da kendi­lerini savundu. O gece, ABD Küba'ya, Grenada'daki Kübalıların Amerikan hedefleri arasında yer almadığına dair güvence verdi. Er­tesi gün Kübalılara savaş helikopterleriyle saldırdı. Her şey bitti­ğinde 81 Kübalı, 296 Grenadalı ve 131 Amerikalı ölmüş ya da ya­ralanmıştı.

Haiti

ABD, Haiti'yi beş kez işgal etti ve bir keresinde 20 yıl (1915­1935) kaldı. Kafa tutmaya cesaret eden binlerce Haitiliyi öldürdüğü bu uzun süreli ziyaretin sonunda ABD ülkeyi, verdiği işleri yapaca­ğından emin olduğu yerel Ulusal Muhafızlar'ın ellerine terk etti. Bu düzenlemeden, Duvalier ailesi hanedanı ve onların pala kullanan özel terör kuvveti Tonton Macoute'ler çıktı. "Papa Doc" Duvalier (tıp doktoruydu) voodoo büyülerine güveniyordu. 1959'daki ayak­lanma sırasında imdadına ABD ordusu yetişti. 1971'de "Papa Doc" ölünce, 19 yaşındaki oğlu "Baby Doc" "ömür boyu başkan" oldu.

Yalnızca Tonton Macoute'lerin 100 bin kişiyi öldürdüğü Duvalierlerin kanlı iktidarları döneminde, ABD, insan hakları ihlalleri ko­nusunda küçük bir ses bile çıkarmadı. Buna karşılık 1986'da Baby Doc'un başkanlık görevinin ömür boyu sürerneyeceği (elbette kısa zamanda ölmezse) anlaşılınca, Reagan yönetimi onu Fransa'daki bir villaya uçurdu ve "demokratik süreçten" söz etmeye başladı. Ancak bundan önce Haiti ordusunun daha da güçlendirilmesi şarttı. Reaganh yıllarda, ABD yardımının ikiye katlandığı Haiti'ye CIA parası akınaya başladı. CIA, SIN (Ulusal İstihbarat Servisi) adlı bir uyuştu­rucuyla mücadele örgütü kurdu. Bir CIA ajanının itiraf ettiği gibi, SIN, CIA kaynaklarından aldığı milyonları, halk hareketini işkence ve cinayetlerle bastırmakta kullandı. Uyuşturucuyla mücadele bir yana, çoğu SIN görevlisi uyuşturucu ticaretine girdi.

Nihayet 1990'da seçimlere izin verildi. Haitililer, ABD'nin adayı­nı seçmeyerek Washington'u bir kez daha şaşkına çevirdiler. Solcu rahip jean-Bertrand Aristide sandıktan zaferle çıktı. ABD eğitimin­den geçmiş Haiti ordusu 8 ay sonra Aristide'yi devirdiğinde, Bush yönetimi sevincini gizlemeyecekti.

Bill Clinton başkan olunca, durumu kurtarmak için Aristide'nin iktidara dönmesi vaadinde bulundu. Bu ikiyüzlülük bile CIA’ye çok gelmiş olacak ki, kararlı ve cesur Aristide'yi "psikopat" olarak belimleyen bir "psikolojik rapor" sızdırdı. Arkası kesilmeyen göç dalgası ve Haiti güvenlik kuvvetlerinin 4.000 kişiyi öldürmesi karşısında ABD'nin zor durumda kalması, Amerikan yönetiminin durumu kur­tarmak çabalarını daha da artırdı. Fakat tarihten ders çıkarmak söz konusuysa, Haiti halkının ihtiyaçlarını karşılayacak bir hükümetin iktidara gelme şansı yok denecek kadar azdır. Aristide ve ABD ara­sındaki gerginlik, 2003 Eylül ayından itibaren sokak çatışmalarını körükledi. 28 Şubat 2004'te, ABD'nin iç savaş tehdidi yüzünden Aristide görevi bırakmak zorunda kaldı.

Nikaragua

ABD başkanlanndan Roosevelt (FDR) bir keresinde Nikaragua diktatörü hakkında konuşurken, "Somoza bir orospu çocuğu olabi­lir, ama bizim orospu çocuğumuz" demişti. Bu yüzden, Somoza l979'da iktidardan uzaklaştınldığmda, Nikaragua'nın yeniden ABD'nin olması için hiçbir çaba esirgenmedi.

Başkan Carter, oğul Somoza'nın günlerinin sayılı olduğunu gö­rünce, emekli CIA ajanlarının silah akıttığından habersiz, Somoza'yı iktidardan uzaklaştırmak istedi. Carter'ın planı, 900 milyon dolarlık servetinin keyfini sürmek üzere Somoza'yı ülkeden çıkarmak ve So­moza'nın özel ordusu Ulusal Muhafızları iktidarda tutmaktı.

46 yıl Muhafızların amansız kıyıcılığı altında inleyen Nikara­gualılar, Carter'ın planından oralı olmadı. Somoza düştüğünde nef­ret toplayan Ulusal Muhafızlar da alaşağı edildi. Muhafıziarın çoğu Amerikan uçaklarıyla kaçırıldı. Onları yeniden toparladı, silah ve teçhizatla donattı, Arjantinli ölüm mangalarına eğittirdi ve yeni re­jimin başına bela olmaları için Nikaragua'ya geri gönderdi. Muha­fız deyimi Nikaragua'da o denli aşağılayıcıydı ki, onlara yeni bir ad, İspanyolca karşı devrimci sözcüğünün kısaltması olan Kontra­lar adı verildi.

Sonraki kanlı olaylar, belki de CIR’in örtülü operasyonları içinde en az gizli kalmış olanıydı. Başkan Reagan hedefi dobra dobra açık­ladı: Yarımkürenin en yoksul ikinci halkı Nikaragualılar "pes" de­yinceye kadar "ezilecekti."

CIR’in "Özgürlük Savaşçıları El Kitabı" (Freedom Fighters Manual) basma sızdırılınca, istenmese de uygulanan yöntemleri ka­muoyu öğrendi. Kitap, suikast düzenlenmesi, sabotaj, adam kaçır­ma, şantaj ve sivillerin öldürülmesi konularında ayrıntılı dersler veriyordu.

ABD, Nikaragua'nın kırsal kesiminde terör estirrnekte kullan­dığı Kontralara askeri ve mali yardım yağdırdı. Yeni rejimin ülke tarihinde ilk kez köylere doktor ve öğretmen gönderrnesi köylüle­ri çok sevindirdiği için, Kontralar özellikle bu mesleklerden olan­ları hedef aldı.

CIA limanları rnayınladı, yakıt tanklarını havaya uçurdu, sonra da Kontraları saldırıların parsasını toplamaya yöneltti. Nikaragua önderliğini öldürmeleri için kontralara kaynak akıttı, muhalif parti­lere milyonlarca dolar pompaladı ve Şili'deki gibi, ekonomiyi "çığlık atar" duruma getirdi.

Nihayet, 10 yıl süren hem ekonomik hem askeri savaştan sonra, 1989'da Nikaragualılar teslim oldu ve ABD'nin desteklediği adayla­ra oy verdi. 2006'da yapılan seçimlerde solcu aday Ortega seçimle­ri kazandı.

Panama

Manuel Noriega, hayatının büyük bölümünde CIA ile iyi geçin­di. 1959 gibi çok eski tarihlerde Panarnalı sokulan Arnerikalılara ih­bar ediyordu. 1966'ya gelindiğinde CIA'in maaş bordrosundaydı. Tutuklulara kötü muamelede bulunmasına karşın -belki de bu yüzdenNoriega, Panama'da Arnerikan ordusunca kurulan ve daha sonra Georgia'daki Fon Benning'e taşınan "School of Arnericas"ta ("Dikta­törler Okulu" ya da "Katiller Okulu" da denilir) eğitim görmeye la­yık bulundu.

1972 başlarında N oriega'nın uyuşturucu kaçakçılığına ilişkin duyumlar, Uyuşturucuyla Mücadele Ajansı DEA'da sıkıntı yarattı. ABD Dışişleri Bakanlığı da lsrail ve Küba başta olmak üzere başka ülkelerin gizli servisleriyle ilişkisinden şikayetçiydi. "Endişelenrneyin" dedi CIA; "bizim oğlan."

1976'da Noriega, CIA Başkanı George Bush'u -Washington'da ziya­ret etti. Bush'tan sonraki CIA başkanı Nonega'dan memnun değildi ve adını CIA bordrosundan çıkardı. Fakat, 1980'de Bush Başkan Yardırncısı olunca, Noriega yılda altı sıfırlı maaşla yeniden bordroya girdi.

1981'de, Panama'nın sevilen Devlet Başkanı Ornar Torrijos bir uçak kazasında öldü. 1983'e doğru Noriega ülkenin kontrolünü ele geçirdi. l987'de Noriega'nın yakın yardımcılarından biri, pek çok kuşkuyu doğruladı: Noriega, Torrijos'un uçağına sabotaj yapmıştı. CIA, dönemin Başkan Yardımcısı Nixon'ın onayıyla, l955'te Panama Devlet Başkanı'nın öldürülmesine karışmıştı.

Noriega'nın suç dosyası CIA için hiçbir sakınca oluşturmuyor­du. Kontralara silah taşıyan uçaklarla kokain mi kaçırıyordu; olsun, tek o değildi ki bunu yapan. Kendisini uyuşturucu kaçakçısı olmak­la suçlayan siyasi muhalifinin kellesini mi uçurdu; olsun, iktidarını sağlamlaştırıyordu. Buna karşın 1989'a gelindiğinde aşk sona erdi. Noriega, Nikaragua'daki Sandinistlere muhalefet konusunda tered­düde düşünce efendilerini kızdırdı. Huzursuz edici başka itaatsizlik işaretleri de gösteriyordu. 1989 Aralık ayında, ABD askerleri Nariega'yı "yakalamak" için Panama'yı işgal etti. lşgal sırasında 2 bin ila 4 bin arasında masum sivil katledildi.

İşgalden sonra ne değişti? Şiddet, yolsuzluklar ve uyuşturucu kaçakçılığı azalmadan sürdü. Fakat Panama'nın yeni iktidar sahip­leri, Noriega'nın aksine emirlere nasıl uyacaklarını biliyorlardı. Da­hası, 2000 yılına kadar Panama'daki tüm ABD askeri üslerini kapat­mayı öngören Torrijos dönemi anlaşmalarını gözden geçirmeyi ka­bul ettiler. 1994'te Torrijos ve Noriega'nın eski partisi seçimi yeni­den kazandı.

CIA ve Saddam

İstihbarat örgütlerine özellikle de Mossad'a yakınlığıyla tanınan yazar Gordon Thomas'a göre, Saddam Hüseyin uzun yıllar önce ABD'nin antikomünizm konseptine uyacak eylemiere girişmişti. Irak'ın işgaliyle birlikte ansızın 'direnişçi' sıfatıyla adlandırılmaya başlanan Saddam, aslında Baas ideolojisine uyacak şekilde ezilen Arap dünyasının kurtarıcısı olmak bir tarafa, kendi halkını kurtara­cak politikalar bile yürütmemişti.

Saddam-CIA ilişkisi epey karanlık ama bu konuda bilinen pek çok somut gerçek de vardı. O yıllarda bir parti olmaktan çok içinde­ki hizipler ve çatışmalarla bir mafya örgütünü andıran Irak Baas Partisi'nde Saddam'ın ani yükselişi de sorgulanmaya değer. llginç olan Baas Partisi'nin iktidara gelir gelmez, özellikle Saddam Hüseyin eliy­le ülkede komünist avına çıkması ve binlerce muhalifi bu gerekçey­le öldürmesi. CIA'in, Baas Partisi'nin etkili ismi Saddam Hüseyin'e istenmeyen isirolerin listesini gönderdiği belirtiliyor.

Despot tavrı ve acımasızlığı ile Saddam Hüseyin başlangıçta Ba­as Partisi'nin Sosyalist Parti'yle ilişkisinden ötürü (Sosyalist Parti de bilinen anlamda Markist bir parti değildi) 'sosyalist' olarak adiandırılmasına rağmen, komünistlerin öldürtülmesinde rol aldı. Hüse­yin'in komünist avında, kurbanlardan biri kendi kayınbiradeydi. Saddam bu cinayet yüzünden altı ay hapis yattı.

Ortadoğu'da iki güçlü ülke arasında süren sekiz yıllık savaş, ABD'nin deyim yerindeyse uzaktan keyifle izlediği korkunç savaşlar­dan biriydi. lran'a saldırmak için 1980 yılında Şattül Arap su mese­lesini bahane eden Saddam, devrim sonrasında sistemi oturtmaya çalışan tran'ın zayıflığından yararlanıp petrol kaynaklarını genişlet­mek ve Arap dünyasında ekonomik gücü elinde bulundurmak isti­yordu. Askerlerini lran'a soktuktan sonra hızlı bir şekilde ilerleme­ye başlayan Saddam Hüseyin, Şattül-Arap'ı ele geçirdi. Ancak 1984 yılında ciddi bir direnişle karşılaşmaya başladı. Saddam'ın askerleri ağır kayıplar veriyordu. Bu aşamadan sonra lranlıların yanı sıra Kuzey'deki Kürtler de kimyasal silahların hedefi oldu. Binlerce kişi bu saldırılarda öldü. tran-Irak Savaşı 1988 yılında sona erdiğinde kayıp­lar l ile 1.5 milyon arasında hesaplanıyordu.

Yıllar süren BM araştırmaları ve lO bin civarında ABD'li ordu, is­tihbarat ve bilim araştırmacısının yaklaşık beş ay boyunca yaptığı binlerce inceleme ve mülakat sonrasında, Irak'ın kitle imha silahla­rına (ve hatta daha kullanışlı bir ulusal savunmaya bile) sahip olma­dığı ortaya çıktı, ki bu nokta artık pratik olarak Bush yönetiminin bazı üyeleri tarafından bile dile getiriliyor. Bu da bir sonraki soruyu ortaya çıkartıyor. Bush yönetimi içinde kim, hangi amaçla bu kanıt­ları imal etti?

Bush savunucularının ilk tepkisi, bu imalatları "bürokratik ha­talara" ve "iletişim hatalarına" ya da Wolfowitz'in sinik biçimde iddia ettiği üzere "savaş siyaseti konusundaki güvenli uzlaşmaya" atıila açıklamaktı. CIA müdürü Tenet "hataların" günah keçisi ha­line geldi. Ancak soruşturmalar geliştikçe, rejim içindeki bir sürü yüksek düzey kaynağın ifşaatları iki ayrı politika oluşturma ve da­nışmanlar kanalı bulunduğunu gösterdi: Pentagon ve dışişleri ba­kanlığında kariyer sahibi profesyonel asker ve sivillerden oluşan resmi yapı ile politik atanmışlardan oluşan paralel bir başka yapı. Eldeki tüm kanıtlar da Irak'ın işgal ve istila edilmesini "meşrulaş­tırmak" için kullanılan imalat kanıtların kaynağının, Wolfowitz, Feith ve Rumsfeld tarafından OSP'de (Özel Planlama Bürosu) ör­gütlenen "gayri resmi" politik danışmanlar olduğunu gösteriyor. OSP, istihbarat ve askeri işlerde hiçbir profesyonel bilgi ya da nite­liğe sahip olmayan Abram Shulsky tarafından yönetilmekte ve di­ğer yeni muhafazakarları kapsamaktadır. Savunma bakan yardım­cısı Douglas Feith ve Paul Wolfowitz OSP'yi kurdular. Shulsky, Ortadoğudaki Arap rejimlerine yönetik askeri saldırıların eski des­tekleyicisi ve ünlü militarist Richard Perle'nin büyük bir takipçisi ve arkadaşıdır.

Pentagon görevlilerinden birisinin, Pentagon'daki Politika İçin Savunma Bakan Yardımcılığı, Yakındoğu ve Güney Asya bölümü ile özel planlar bölümünde görev yapan Teğmen Karen Kwiatkowski'nin ifadesine göre, sivil servis ve aktif görevdeki askeri profesyo­neller, Feith, Wolfowitz ve Rumsfeld açısından önem taşıyan İsrail, Irak ve Suudi Arabistan gibi "kilit bölgelere açıkça karıştırılmıyor­lardı." Teğmen Kwiatkowski daha da ileri giderek şunu belirliyor: "İsrail ve Irak açısından, sürdürülen tüm temel hazırlık görevleri po­litik danışmanlar-tarafından, İsrail örneğinde Washington Yakındo­ğu Politikası Enstitüsü tarafından atanan bir masa görevlisi ve Irak örneğinde de Abe Shusky tarafından yönetiliyordu." Yine aynı önemde olmak üzere, eski Pentagon görevlisi "kurum ötesi klik­lerin varlığını da tarif ediyor. Şimdi Bush yönetimi içinde bulunan çeşitli yeni muhazafakar ve çeşitli İsrail yanlısı örgütlerin (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, Güvenlik Politikası Merkezi ve Amerikan Girişim Enstitüsü) üyelerinin nasıl çeşitli kurumlar arasında sadece birbirleriyle ilişki kurduklarını tarif ediyor. Çok açık olan, OSP'nin ve onun yöneticileri olan Feith ve Wolfowitz'in savaşı meşrulaştıran "Kitle İmha Silahları" konusundaki kanıt imalatından özel olarak sorumlu olduklarıdır.

Irak Konusunda Safsatalar ve Gerçekler

Saddam rejiminin kitle imha silahlarına sahip olduğu, uluslara­rası terörizme destek olduğu ve dünya barışı için bir tehdit oluştur­duğu, ABD'nin Irak savaşı konusunda öne sürdüğü gerekçelerdi.

Irak işgalinin üstünden 3.5 yıl geçmesine rağmen, ABD bu ge­rekçelerinin haklılığı konusunda hiçbir delil ileri süremedi, tersine kitle imha silahları ve el-Kaide terörüne destek konularında istihba­rat hataları yapıldığı en yetkili ağızlar tarafından itiraf edildi. Irak sa­vaşını gerekçelendirme konusunda başarısızlığından söz edilen ABD'nin, geçen 3.5 yıl içerisinde Irak'ta kalışıyla ilgili olarak son de­rece başarılı bir propaganda ve kamuoyu yönlendirme faaliyeti yü­rüttüğü söylenebilir.

20 Mart 2003'te başlayan Irak savaşı, 8 Nisan 2003'te Bağdat'ın Firdevs Meydanı'ndaki Saddam heykelinin devrilmesiyle fiilen sona ermişti. ABD, Irak savaşını ll Eylül'le başlattığı "terörle mücade­lecin aşamalarından biri olarak tanımlıyor ve Irak'ta oluşturulacak yeni devlet modelinin Ortadoğu'daki tüm rejimler üzerinde bir do­mino etkisi yaratacağını ve bölgeyi, Büyük Ortadoğu Projesi çerçe­vesinde yeniden şekillendireceğini ifade ediyordu.

Nitekim ABD Başkanı Bush, Abraham Lincoln uçak gemisinde düzenlenen bir törende, "Irak Savaşı, ll Eylül 200 l'de başlayan ve halen devam eden teröre karşı savaşta bir zafer olmuştur" diyerek, 1 Mayıs 2003'te savaşın resmen sona erdiğini duyuruyor ve bu yeni sü­recin başlamış olduğunu ortaya koyuyordu.

ABD'nin "uluslararası terörizmle mücadele" adına çokça günde­me getirdiği ve kendi lehine bir psikolojik savaş malzemesi olarak kullandığı el-Kaide örgütü, Saddam kalıntıları tarafından lojistik ve istihbarat bakımından desteklenen taşeron bir örgüt olarak dikkati çekmektedir.

CIA Operasyonları Kanada'lyı Sarstı

Kanada Emniyet Müdürü, Suriye doğumlu bir Kanada vatanda­şının Amerika Birleşik Devletleri'nce Şam'a iade edilmesindeki rolü­ne ilişkin çelişkili açıklamaları ardından istifa etti.

Arar, 2002 yılının Ekim ayında Amerikalılarca sorgulandı. Mahir Arar adlı Kanada vatandaşı, 2002 yılında Kanada polisinin ihbarı so­nucunda Amerikalılar tarafından gözaltına alınmış ve daha sonra da işkence gördüğünü söylediği Suriye'ye iade edilmişti.

Kanada Başbakanı Stephen Harper, Emniyet Müdürü Giuliano Zaccardelli'nin istifasına ilişkin resmi açıklamayı Kanada Parlamentosu'nda bizzat yaptı. Ancak Mahir Arar'ın dosyasının gölgesi hâlâ emniyet teşkilatı üzerinde kalmaya devam ediyor. 2002 yılının Ekim ayında Mahir Arar, tatil için gittiği Tunus'tan Kanada'ya dönüşü sı­rasında New York'ta uçak değiştirmek üzereyken gözaltına alındı ve Amerikalı yetkililerce sorgulandı. Amerikalılar, Kanadalı yetkililerin Arar'ın El Kaide'yle bağlantısı olduğu ihbarı üzerine harekete geçtik­lerini söylüyor. Arar gözaltına alındıktan sonra Suriye'ye iade edildi ve Kanadalı yetkililer daha sonra serbest bırakılmasını sağlayıncaya dek, yaklaşık bir yıl cezaevinde kaldı.

Kanada parlamentosunca oluşturulan bir soruşturma heyeti, Arar'ın işkence gördüğü iddialarını yerinde buldu. Ayrıca, aşırı grup­larla bağlantısı olduğu suçlamalarından da akladı. Parlamento heye­ti, Arar hakkında ilk aşamada yürüttükleri soruşturmada izledikleri yol ve yanlış bilgileri Amerikalı yetkililere aktardıkları gerekçesiyle de emniyet teşkilatını ağır şekilde eleştirdi. Emniyet Müdürü Giuli­ano Zacardelli, parlamento komisyonuna ikinci kez verdiği ifadede, ilk ifadesinde bazı düzeltmeler yapmaya çalışmış, yeni ifadesinde Arar dosyasının bütün ayrıntılarına ne zaman vakıf olduğuna ilişkin bir önceki anlatımlarını değiştirmişti. Bu açıklamalar, komisyondaki milletvekillerince inandırıcı bulunmamış ve Emniyet Müdürü Giuli­ano Zaccardelli'nin istifasının istenmesine neden olmuştu.

Saddam'ın İdaını

Irak'ın devrik lideri Saddam'ın ve yardımcılarının ABD tarafın­dan idamı, derin bir çelişkinin en güzel halkası olarak karşımıza çık­maktadır. Saddam bir zamanlar ABD'nin dostlarındandı. Saddam'ı idama götüren süreç, daha önce başka isimler nezdinde defalarca ya­şanmıştı. Sırp diktatör Miloseviç, Panama diktatörü Noriega, Şilili diktatör Pinochet, Usame bin Ladin ve benzer isimler Saddam'la benzer kaderi paylaşmışlardı. ABD ile flört edenin hali haraptı, sev­dikleri bir süre sonra sevemedikleri safına alınıyordu. Saddam'ın diktatörlüğünü bahane ederek Irak'ı işgal eden ABD, geçmişinde bu­na benzer birçok operasyon gerçekleştirdi. Guatemala, Vietnam, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Lübnan, Panama, Somali, Afga­nistan ve Sudan gibi ülkelerde yaşanan iç savaş, darbe veya yönetim değişikliklerinde, başrol hep ABD'nin olmuştur.

ABD'NİN İNSANLIK DIŞI DENEYLERİ

Ortadoğu'yu kimyasal silah üretmekle suçlayan ABD, anayasası­na göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri deney yapılması yasal oldu­ğundan, Amerikalılar üstünde insanlık dışı deneyler gerçekleştirdi. 'Kitle imha silahları geliştirmekle' suçladığı Irak'ı işgal eden, ardın­dan da benzer nedenlerle Suriye, Iran ve Kuzey Kore'yi hedef göster­meye başlayan ABD, yıllardır kimyasal ve biyolojik silah geliştirmek uğruna yaptığı sayısız deneyde kendi yurttaşlarını kullandı. Üstelik Amerikan anayasasına göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri deneyler yapılması yasaldı. 1977 yılından itibaren yirmi yıl süreyle yürürlük­te kalan bu madde, Körfez Savaşı'ndan sonra bazı sivil örgütlerin gi­rişimiyle, böyle bir yasadan haberdar olan halkın tepkisi üzerine 1997 yılında geri çekildi. Amerikan İstihbaratı ile Savunma Bakanhğı'nın çoğu zaman ortaklaşa gerçekleştirdiği bu deneyierin başlangıç tarihi, 1930'lara kadar uzanıyor. ll. Dünya Savaşı'nın ardından Al­manların ve Japonların bu konudaki deneyiminden de yararlanan ABD, Soğuk Savaş sırasında dünyanın en korkunç biyolojik silah de­posu haline geldi.

ABD'nin 34. Başkanı Eisenhower'ın, Nazi savaş suçlularına ça­lışmalarını Amerika'da devam etmeleri karşılığında dokunulmazlık verdiği biliniyor. Almanların sayısız insan hayatı ve hayal bile edile­meyecek işkenceler karşılığında elde ettikleri bilgileri edinmek iste­yen Eisenhower, Nazi toplama kamplarında gerçekleştirilen araştır­malardan "yararlanılması" emrini vermişti. Dachau toplama kampın­da Yahudiler üzerin-de gerçekleştirdiği korkunç deneylerle tanınan Dr. Hubertus Strughold ve onun gibi 34 Nazi "bilim adamı" uzay tıb­bı çalışmalarına Amerikan topraklarında devam edebilmeleri için Teksas, San Antonio'daki Randolph Hava Kuvvetleri Üssü'ne getiril­di. Ataç Projesi kapsamında toplam 3 bin kadar Nazi savaş suçlusu­na ABD ve Kanada topraklarında çalışma izni verildiği tahmin edili­yor. Tarihçiler ve bilim adamları, CIA tarafından Amerikan ve Kana­da (başta MKULTRA projesi olmak üzere ABD'de yapılan bazı de­neylerin bir ayağı da Kanada'da sürdürülmüştür) vatandaşları üze­rinde gerçekleştirilen deneyierin çoğunun Nazi ölüm kamplarında yapılan insanlık dışı deneyierin bir devamı olduğunu ortaya koy­muşlardır.

Zihin Kontrol Deneyleri

Soğuk Savaş'la birlikte Rusların zihnin kontrolü alanında kay­dettikleri ileriemelere karşılık, CIA:de zihin kontrol tekniklerine olan ilgisini ve bu konudaki araştırmalarını yoğunlaştırdı. Dehşet veren araştırmalarda, psikotropik ilaçlar kullanılarak beyin yıkama ve insan zihnini kontrol etme deneyleri yapıldı. Vietnam Savaşı sıra­sında sorgulanan insanları itirafa zorlamak için aynı yöntemler kul­lanıldı. Belki de tüm bunlar arasında en rahatsız edici olanı, belgele­rin büyük bölümü sonradan CIA tarafından yok edildiği için ve ilgi­li kişilere ulaşılamadığı için insan kobaylar üzerinde yapılan deney­lerin gerçek boyutlarının bilinmiyor olması. Zihin kontrolü deney­leri arasında en acımasız ve en geniş kapsamlı olanı, l950'li yıllarda başlayıp 1970'lere kadar süren ünlü MKULTRA projesiydi. Üniversi­telerde, hapishanelerde, akıl hastanelerinde, yetimhanelerde ve uyuşturucu bağımlıları rehabilitasyon merkezlerinde yürütülen eeneyierin yanı sıra, kentlerin olası bir saldırıya karşı ne kadar direnç­li olduğunu ölçmek için kalabalık yerleşim birimleri de kimyasal ve biyolojik maddelere maruz bırakıldı.

Gizli Deneyler Kronolojisi

1931

Dr. Cornelius Rhoads, Rockefeller Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü'nün gözetiminde insan deneklere kanser hücreleri aşıladı. Daha sonra Maryland, Utah ve Panama'da ABD Ordusu Biyolojik Silah te­sislerini kurdu ve ABD Atom Enerjisi Komisyonu'na tayin edildi. Buradaki görevi sırasında Amerikan askerlerine ve hastanelerde ya­tan sivil hastalara radyoaktif madde verilmesini içeren bir dizi dene­ye başladı.

1932

Tuskegee Frengi Araştırmaları başladı. Frengi teşhisi konulmuş ancak hastalıkları kendilerine bildirilmemiş 200 siyah erkek, tedavi edilmek yerine hastalığın seyrini ve belirtilerini izlemek amacıyla kobay olarak kullanıldı. Sonuçta hepsi frengiden ölen bu insanların ailelerine, onların aslında tedavi edilebilecekleri asla söylenmedi.

1935

Pelagra Olayı: Milyonlarca insan 20 yıl içinde Pelagra'dan (vita­minsizlikten kaynaklanan bir hastalık) öldükten sonra, ABD Kamu Sağlığı Hizmetleri Ajansı nihayet hastalığın kökenine inmek için ha­rekete geçti. Ajansın müdürü en az 20 yıldır Pelagra'nın niasin ek­sikliğinden kaynaklandığını bildiklerini, ancak ölümlerin büyük kısmı yoksul siyah halk arasında gerçekleştiğinden harekete geçme­diklerini itiraf etti.

1940

Chicago'daki 400 tutukluya yeni ve deneysel ilaçların etkilerinin araştırılması amacıyla sıtma mikrobu enjekte edildi. Daha sonra Nürnberg'de yargılanan Nazi doktorlar, soykırım sırasında kendi yaptıklarını savunmak için bu Amerikan araştırmasını örnek göster­diler.

Japonya'nın tam kapsamlı biyolojik silah programına karşılık ABD de Fort Detrick'de biyolojik silahlarla ilgili araştırmalar baş­lattı.

1944

1944 Amerikan Donanması gaz maskelerini ve koruyucu kıya­fetleri denemek için insan kabaylar kullandı. Gaz odasına kapatılan bu denekler hardal gazı ve levisit'e maruz bırakıldı.

1945

Ataç Projesi başlatıldı. Nazi bilim adamlarını işe alan ABD Dı­şişleri Bakanlığı, Ordu İstihbaratı ve CIA, onlara ABD'de çok gizli hükümet projelerinde çalışmaları karşılığında dokunulmazlık ve yeni kimlikler verdi. "Program F", ABD Atom Enerjisi Komisyonu tarafından başlatıldı. Bu program, atom bombası üretimindeki en önemli kimyasal maddelerden biri olan 'floridin' insan sağlığı üze­rindeki etkilerini araştıran en geniş kapsamlı çalışmaydı. Araştırma sırasında floridin insanoğlunun bildiği en zehirli kimyasallardan bi­ri olduğu ve merkezi sinir sistemi üzerinde büyük hasara yol açtığı anlaşıldı; ancak elde edilen bilgilerin büyük bölümü atom bomba­larının yapımının engelleneceği korkusuyla ulusal güvenlik adına gizli tutuldu.

1946

Savaş gazilerine hizmet veren hastanelerdeki hastalar, tıbbi de­neylerde kobay olarak kullanıldı. Kuşkuları ortadan kaldırmak için ne zaman böyle bir hastanede gerçekleştirilen bir çalışmayla ilgili ra­por hazırlansa, "deney" sözcüğü yerine "araştırma" ya da "inceleme" sözcüklerinin kullanılması emredildi.

1947

l947'de ABD Atom Enerjisi Komisyonu, insan deneklere damar­dan radyoaktif maddelerin verileceği deneyiere başlayacağını bildi-

ren gizli bir belge yayımladı. CIA, Amerikan İstihbaratı tarafından si­lah (zihin kontrol ve beyin yıkama aracı) olarak kullanılabilmesi için LSD araştırmalarına başladı. Hem sivil hem asker denekler ha­ber verilerek ya da verilmeyerek bu deneylerde kullanıldı.

1950

Savunma Bakanlığı, nükleer silahların çöllerde denenmesi ve bombanın etki alanı içinde kalan insanların sağlık problemlerinin ve ölüm oranlarının gözlenmesi için planlar yapmaya başladı. Ameri­kan kentlerinin bir biyolojik saldırı durumunda ne ölçüde zarar gö­receğini belirlemek için, ABD donanmasına bağlı gemiler San Francisco'ya bakteriden oluşan bir bulut püskürttü. Çok sayıda insan zatürre benzeri belirtiler göstererek hastalandı.

1951

Savunma Bakanlığı hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri başlattı. 1969 yılına kadar süren bu deneylerde, geniş kitlelerin bu bakterilere maruz kaldığından kuş­kulanılıyor.

1953

ABD ordusu, kimyasal maddeleri dağıtmak konusunda ne kadar etkin olduklarını belirlemek amacıyla Fort Wayne, Minneapolis, Winnipeg, St. Louis ve Leesburg, Virginia'da çinko kadmiyum sülfür gazıyla yüklü bulutlar saldı. Ordu, Donanma ve ClAin ortaklaşa ger­çekleştirdiği deneylerde New York ve San Francisco'da yaşayan on binlerce kişi solunum yoluyla bulaşan mikroplara maruz bırakıldı. CIA, MKULTRA projesini başlattı. Resmi olarak ll yıl süren bu araş­tırma programı, zihin kontrolünde kullanılabilecek ilaçların ve biyo­lojik silahların üretimi ve denenmesi için tasarlanmıştı.

1955

Geniş kitlelere biyolojik maddeleri bulaştırabilme yeteneğini ölçmek isteyen CIA, ordunun biyolojik silah cephaneliğinden alın­mış bir bakteriyi Florida'daki Tampa Körfezi'ne saldı.

Amerikan ordusu, sıtma mikrobu taşıyan sivrisinekleri Georgia'nın Savannalı ve Florida'nın Avon Park bölgelerine bıraktı. Her deneyin ardından kendilerini kamu sağlığı görevlileri olarak tanıtan ordu ajanları, mikrobun kurbanlar üzerindeki etkilerini inceledi.

1960

Savunma Bakanlığı, Avrupa ve Uzakdoğu'daki halklar üzerinde LSD'yle ilgili saha denemeleri yapılması için onay verdi. MKULTRA kapsamında Avrupa'da yapılan deneyin kod adına Üçüncü Şans Pro­jesi, Asya'dakine de Derbi Şapkası Projesi denildi.

1964

CIA ve Savunma Bakanlığı, ortaklaşa, zihin kontrol tekniklerinin araştırıldığı MKSEARCH Projesi'ni başlattı. Aynı yıl resmen sona er­dirilmiş gözüken MKULTRA Projesi, aslında MKSEARCH Projesi'yle birleştirilmişti. MKSEARCH Projesi, davranış ve algı bozukluklarına yol açan kimyasallar (uyuşturucular) yoluyla insan davranışlarını yönlendirme çalışmalarına verilen addır.

1965

Philadelphia'daki Holmesburg Eyaler Cezaevi'ndeki tutuklulara, ABD'nin Vietnam Savaşı'nda bitki örtüsünü ve ormanları yok etmek­te kullandığı yüksek oranda zehre sahip Portakal Gazı'nın kimyasal bileşeni olan dioksin verildi. Tutukluların daha sonra kanser tarama­sından geçirilmeleri, Portakal Gazı'nın başından beri kanserojen bir madde olduğundan kuşkulanıldığını gösterdi.

1966

CIA, yine MKULTRA'nın devamı olan Proje MKOFTEN'ı başlat­tı. Bu, belli kimyasalların insanlar ve hayvanlar üzerindeki zehirleyi­ci etkilerini araştıran bir projeydi. ABD ordusu tarafından New York kenti metrosuna Bacillus Subtilis mikrobu verildi. Ordu bilim adam­larının bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atmala­rı sonucu, bir milyonun üzerinde insan bu zehirli havayı soludu.

CIA ve Savunma Bakanlığı, yine biyolojik ve kimyasal silahları denemeyi amaçlayan MKNAOMI Projesi'ni hayata geçirdi.

1969

Savunma Bakanlığı'ndan Dr. Robert MacMahan, S-lO yıl içerisin­de "insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edi­lemeyen sentetik bir virüs geliştirmek için" Amerikan Kongresi'nden lO milyon dolar ödenek talep etti.

1970

Ödeneğin sağlanmasının ardından CIA gözetimi altında yürütü­len proje, ordunun çok gizli biyolojik silah tesisi olarak bilinen Fort Detrick'teki Gizli Operasyonlar Bölümü'nde başlatıldı. Burada, AIDS benzeri virüsleri ayrıştırmak için moleküler biyoloji teknikleri kul­lanıldığı yolunda spekülasyonlar giderek arttı. ABD, DNA'larındaki genetik değişiklikler ve varyasyonlar nedeniyle hassas olan belli et­nik gruplan hedef almak ve yok etmek amacıyla tasarlanmış, "etnik silahları" geliştirme çalışmalarını yoğunlaştırdı. (Military Review, Kasım 1970)

1975

Fort Detrick'deki Biyolojik Silah Merkezi'nin virüs bölümüne Fredrick Kanser Araştırma Tesisleri adı verilerek, Ulusal Kanser Enstitüsü'nün (NCI) denetimine verildi. ABD Dananınası'nın burada kansere neden olan virüsleri geliştirmek amacıyla özel bir virüs kan­ser programı başlattığı tahmin ediliyor. Bilim adamları burada, aynı zamanda, hiçbir bağışıklığın bulunmadığı bir virüs aynştırdılar. Bu virüse sonradan HTLV (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) adı verildi.

1977

Senato'da yapılan oturumlarda, 239 yerleşim bölgesinin 1949­1969 yıllan arasında biyolojik maddelerle zehirlendiği doğrulandı. San Francisco, başkent Washington, Key West, Panama City, Minneapolis ve St. Louis bu bölgelerden sadece birkaçıydı.

Salgın Önleme Merkezi ( CDC) tarafından gerçekleştirilen de­neysel Hepatit B aşılama çalışmaları New York, Los Angeles ve San Francisco kentlerinde başladı. Araştırma denekieri bulmak için veri­len ilanlarda özeilikle çok eşli eşcinsel erkekler arandığı vurgulandı.

1981

lik AIDS vakalarının New York, Los Angeles ve San Francisco'daki eşcinsel erkekler arasından çıktığı doğrulandı. Bu vakaların ortaya çıkması, AIDS'in Hepatit B aşısı yoluyla bulaştığı yönünde spekülasyonların da yayılmasına neden oldu.

1985

Öldürücü bir koyun virüsü olan VISNAnın HTLV'ye (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) çok benzediği ortaya çıktı. Bu benzerlik, iki virüsün ortak evrimsel ilişkisine işaret etmekteydi.

1986

Ulusal Bilimler Akademisi Tutanaklan'na (83: 4007-4011) göre HIV ve VISNA virüsleri, HTLV ile neredeyse aynıydı (ufak bir kısım hariç yüksek oranda benzerlik taşıyordu). Bu bilgi, HTLV ve VISNA virüslerinin, doğada hiçbir bağışıklığı bulunmayan yeni bir virüs ay­rıştırmak amacıyla birleştirilmiş olabileceği spekülasyonlarını do­ğurdu. Kongre'ye sunulan bir rapor, ABD'nin ürettiği bu yeni virüs­lerin, aralarında dünyada bilinen hiçbir tedavisinin bulunmayacağı şekilde genetik mühendislik yoluyla üzerlerinde aynanmış virüsle­rin ve kimyasal maddelerin bulunduğu gerçeğini ortaya koydu.

1987

Savunma Bakanlığı, biyolojik silah geliştirilmesini yasaklayan uluslararası bir sözleşme bulunmasına karşın, ülke çapında 127 te­siste ve üniversitede araştırma çalışmalarını sürdürdüğünü kabul etti.

Houston'daki MD Anderson Kanser Merkezi'nden Dr. Garth Nicholson, "gen izleme" adı verilen bir teknikle, Çöl Fırtınası Operasyonu'ndan dönen askerlerin birçoğunda, biyolojik silah yapımın­da kullanılan bir mikrop olan mycoplasma incognitus'un değiştiril­miş bir cinsini keşfetti. Moleküler yapısının % 40'ına HIV protein ta­bakası katılmış olması mikrobun insan yapımı olduğunu göstermek­teydi. Senatör John D. Rockefeller, Savunma Bakanlığı'ntn en az SO yıldır yüz binlerce askeri personeli deneylerde kobay olarak kullan­dığını ve bilinçli olarak tehlikeli maddelere maruz bıraktığını açıkla­yan bir rapor yayımladı. Bu maddelerin arasında, hardal gazı, sinir gazı, radyasyon ve Körfez Savaşı sırasında kullanılan kimyasallar bu­lunuyor.

1995

ABD Hükümeti, insanlar üzerinde tıbbi deneyler gerçekleştirmiş Japon savaş suçlutarına ve bilim adamlarına biyolojik silah araştır­malarıyla ilgili bilgi karşılığında maaş ve dokunulmazlık teklif etti­ğini kabul etti. Dr. Garth Nicolson, Körfez Savaşı'nda kullanılan bi­yolojik silahların Houston, Teksas ve Boca Raton Florida'da üretildi­ğini ve Teksas Cezaevi'ndeki tutuklular üzerinde denendiğini göste­ren kanıtları ortaya serdi.

1996

Savunma Bakanlığı, Çöl Fırtınası'na katılan askerlerin kimyasal maddelere maruz kaldığını kabul etti.

1997

88 Kongre üyesi, biyolojik silah kullanımı ve Körfez Savaşı Sendromu ile ilgili soruşturma açılmasını talep eden bir mektup imzaladı.

Manhattan Projesi Nagasakîyi Yerle Bir Etti

Almanya'da Adolf Hitler'in iktidara gelmesiyle Yahudi kökenlile­re yapılan baskılar sonucu, aralarında dünyaca ünlü Nobel ödüllü fi­zikçi Albert Einstein'ın da olduğu çok sayıda değerli bilim adamı ça­reyi ABD'ye sığınmakta buldu. ll. Dünya Savaşı yaklaşırken, Başkan Franklin Roosevelt'e mektup yazan ünlü fizikçi, Nazi rejiminin ya­kında atom bombası yapabileceği uyarısında bulundu. Roosevelt, Einstein'ın uyarısını dikkate alarak, atom bombası geliştirilmesini öngören 'Manhattan Projesi'ni devreye soktu. Ne var ki Einstein, atom bombasının yapımında rol almadığı gibi, buna açık bir dille de karşı çıkmıştı. Ancak Almanya'nın 7 Mayıs 1945'te teslim olmasının ardından atom bombası yapma işinde korkulduğu kadar ciddiyetle uğraşmadıkları ortaya çıktı. Bu proje çalışmaları sonunda ABD, yap­tığı atom bombalarını, Japonya'yı teslim olmaya zorlamak için, Hi­roşima ve Nagazaki'ye attı.

CIA'in İşkence Uçakları

Uluslararası Af Örgütü (UAÖ), kişilerin yakalandığı ya da kaçı­rıldığı, nakledilerek gizlice tutulduğu ya da işkence ve kötü muame­leye maruz kaldığı gizli operasyonları ortaya döken yeni bir rapor yayınladı. Raporda, CIA'nin "teslimat" uçuşlarını gizli tutmak için özel uçak işletmeleri ve paravan şirketlerini nasıl kullandığı anlatıl­maktadır. "Radara yakalanmadan: lşkence ve Kayıp Edilmeye Giden Gizli Uçuşlar" başlıklı rapor, CIA'in uçuşlarını havacılık yetkililerine bildirmernek için havacılık uygulamalarını kötüye kullandığım orta­ya koyuyor. Raporda "teslimat" uçuşlarıyla bağlantılı uçakların kal­kış ve iniş yaptığı dünyanın farklı bölgelerindeki yerler ve dünya ge­nelinde ABD askeri üslerine iniş yapma izni olan özel havayolları lis­teleniyor.

UAÖ'nün elinde, doğrudan CIA ile bağlantılı ve çoğu Avrupa ha­va sahasını kullanmış olan yaklaşık 1000 uçuşun kaydı var. Bu uçuş­lar paravan şirketler aracılığıyla sürekli CIA tarafından işletildiği an­laşılan uçaklarla yapılmıştı. tkinci kategorideyse, en azından geçici olarak CIA tarafından kullanıldığı teyit edilmiş uçaklarca gerçekleş­tirilen 600'den fazla uçuşun kaydı bulunmaktadır. Raporda UAÖ'nün görüştüğü ve yasadışı olarak nakledilmiş kişilerle bağlan­tılı bazı uçakların gittiği yerler ve uçakların kime ait olduğuyla ilgi­li detaylar da yer almaktadır. Örneğin uçaklardan birinin Guantanamo'ya IOO'-den fazla iniş yaptığı biliniyordu. Bir diğeri ise ltalya'da kaçınıldıktan sonra Abu Ömer'i Almanya'dan Mısır'a götürmüştü. Bu uçağın sahipleri uçağı CIA'ye kiraladıklarını kabul etmiş, ama sade­ce onlar tarafından kullanılmadığını dile getirmiştir. Şubat 200ITemmuz 2005 tarihleri arasında bununla ilgili 488 iniş ve kalkış kaydı bulunmaktadır.

UAÖ Genel Sekreteri Irene Khan, konuyla ilgili olarak şunları söylemişti: "ABD yönetimi birçok yolla işkence ve kötü muamele ya­sağını delmeye çalıştı. Son kanıt, yönetimin insanları uluslararası hukuku ihlal ederek nakledebilmek için nasıl ticari ayarlamalar yap­tığını göstermektedir. ABD hükümetinin bu kaçırmaları gizlemek için işi nereye kadar götürebileceğinin bir göstergesidir bunlar."

Rapor, teslimat uygulamasının üzerini örten sis perdesinin bir bölümünü kaldırılmıştı. Teslimat operasyonlarını sarmalayan gizli­lik nedeniyle kaç kişinin yakalandığı ya da kaçırıldığı, sınır ötesi nakledildiği, gizli gözaltında tutulduğu ya da "terörle savaş"ta işken­ce gördüğünü bilmek imkansız. Hükümetlerin kendilerinden gelen bilgiler bu sayının büyük olasılıkla yüzlere varabileceğini gösteriyor. Raporda, Uluslararası Af Örgütü'ne üç Yemenli tarafından sağlanan "kara bölge" gözaltı uygulaması da inceleniyor. Bu üç kişi, iki yıl sü­ren "teslimat" çilesinden sonra yakın zamanda serbest bırakıldılar. Verdikleri bilgiler doğrultusunda, Doğu Avrupa veya Orta Asya'da bir yerlerde tutuldukları tahmin edilmektedir.

Muhammad Al-Assad, Muhammad Bashmilalı ve Salah Ali Qaru, 13 ay gizli bir tesiste tutulduktan sonra Mayıs 2005'te Yemen'e uçak­la nakledildi ve ardından serbest bırakıldı. "Onları yakalayan kişiler nerede bulunduklarını gizlemek için çok uğraşmasına rağmen iklim, dua zamanlan ve bölgeden ve bölgeye uçuş saatleri gibi dolaylı ka­nıtların Doğu Avrupa veya Orta Asya'yı işaret ettiğini" söyleyen baş­danışman Anne Fitzgerald; "Ancak ABD hükümeti ve Avrupalı yet­kililerden daha fazla bilgi elde edemezsek onların tam olarak nerede tutulduklarını doğrulamak imkansız olacak. Teslimat, kişileri bir ül­keden diğerine tüm idari ve hukuki denetimi atlayarak yasadışı nak­letme işlemidir. Terörle savaşta bu teslimatların amacı, genellikle şüphelileri hukukun uzanamayacağı şekilde sorgulanmasını kolay­laştırmaktır. Teslimatlar, sadece terör zanlılarının bir yerden bir yere bürokrasiye takılmadan nakledilmesi değildir. Bu terim, uygulama boyunca işlenen çok katmanlı insan hakları ihlallerini de yumuşat­maktadır. Bu teslimatlara maruz kalanların birçoğu ilk etapta yaka­lanarak yasadışı gözaltına alındı. Birçoğu kaçırıldı, herhangi bir ya­sal sürece erişimi engellendi ve sonunda 'kayıp' edildi. UAÖ'nün gö­rüştüğü herkes işkence gördüğünü ya da kötü muameleye uğradığı­nı dile getirdi. lhlallerin bu denli vurdumduymazca ve kasıtlı çeşit­liliği şok edicidir. Gözaltına alınan kişiler, işbirliği yapan hükümet­ler elinden bir dizi ihlale maruz kalmaktadır ve tüm bunlar gizlilik ve hileyle yapılmaktadır. Raporda yakalama ve sınır dışı etme usul­lerinin nasıl göz ardı edildiği, işkence ve kötü muamele yasağının nasıl dikkate alınmadığı aniatılmakla kalmıyor, ayrıca havacılık uy­gulamalarının da nasıl altının oyulduğu gösteriliyor. Yani işin özün­de hukukun üstünlüğünün nasıl devre dışı bırakıldığı anlatılıyor." şeklinde açıklamada bulunmuştu.

UAÖ, bu uçakların topraklarına inmesine göz yuman devletleri ve bu uçuşlan yürüten şirketleri, bir gün kendilerini ağır insan hak­ları ihlallerine suç ortaklığı yaparken bulabilecekleri konusunda uyardı. Örgüt tüm tutukluların başka ülkelere nakillerinin, adli de­netim ve resmi uçaklar kullanmak gibi uygun koruyucu tedbirlere uyularak yapılması için çağrıda bulundu. UAÖ havacılık sektörüne, havacılık şirketlerinin teslimatlarda kullanılma olasılığı olan durum­larda uçaklarını kiralamamaları için de çağrı yaptı. Kiraladıkları ya da işlettikleri uçağın son kullanıcı tarafından nasıl kullanılacağı ve insan hakları ihlallerini kolaylaştırmadığım bilme sorumluluğunun şirketlere ait olduğu da vurgulandı.

Teslim Edilen Kişilerin Yaklaşık Sayısı

2005 yılmda Mısır Başbakanı, ABD'nin sadece Mısır'a 60-70 tutukluyu naklettiğini söyledi. Bölgede deneyimli eski bir CIA ajanıy­sa, ABD'nin Ortadoğu ülkelerindeki hapishanelere "yüzlerce" tutuklunun gönderilmiş olabileceğine inanmaktadır. ABD yaklaşık 30 "yüksek öneme sahip" tutuklunun yakalandığını kabul etti; bu kişi­lerin nerede olduğu hâlâ bilinmiyor. CIA ise, yanlış kanırlara daya­nılarak ya da isim karışıklığı nedeniyle gözaltına alınmış ve "yanlış­lıkla teslimatı yapılmış" yaklaşık 40 vakayla ilgili araştırma yapıyor.

Uluslararası Af Örgütü, CIA:in testimatlar için kullandığı altı uçağın Avrupa hava sahasında yaklaşık 800 uçuş yaptığını ve Irianda'daki Shannon Havaalanı'na da 50 iniş yaptığını ortaya çıkardı. Bu bilgi, geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın İrlanda Dışişleri Bakanı Derroot Ahern'e, Shannon Havaalanının "istenme­dik" amaçlar için ya da terör zanlılan için bir transit noktası olarak kullanılmadığına dair verdiği güvencelerle çelişiyordu. UAÖ, ABD Dışişleri Bakanı'nın dört ülkeyi kapsayan Avrupa turuna başlarken dile getirdiği iddialan da reddetti. Rice bugün yaptığı açıklamada, teslimatın (tutukluların bir ülkeden başka bir ülkeye yasal işlem ya­pılmadan transfer edilmesi) uluslararası hukukta yeri olduğunu id­dia etti. Teslimat kurbanlarının genellikle sorgu sırasında işkence yaptığı bilinen ülkelere götürütmesine rağmen Rice, ABD hüküme­tinin alıcı ülkelerden bu kişilere iyi muamele edilmesi konusunda güvence istediklerini söyledi.

Uluslararası Af Örgütü Bölgesel Programlar Direktörü Claudio Cordone, tutukluların işkence ya da kötü muamele görebileceği ül­kelere götürmenin, sözde "diplomatik güvence" olsun olmasın, uluslararası hukukun doğrudan doğruya ihlal edilmesi anlamına geldiğini dile getirdi. "Bu güvenceler anlamsızdır. Sistematik işken­ce uyguladıklar bilinen ülkeler bu tür uygulamaların var olduğunu her zaman inkar ederler" dedi.

UAÖ, CIA:nin kiraladığı 6 uçağın Eylül 2001-Eylül 2005 arasın­daki uçuş kayıtlarını ele geçirdi. ABD Federal Uçuş Idaresi'nin bu döneme ait kayıtlarına göre bu uçaklar, Shannon'a 50 kez iniş ve 35 kalkış yapmıştı. Bu da bazı uçuşların gizli turulduğunu düşündürü­yor. Her ne kadar Shannon Havaalanı ABD ordusu için bir yakıt ik­mal noktası olarak kullanılıyorsa da bu uçakların hiçbiri askeri na­kil uçağı değildi. Bu dönem içinde toplam 6 uçak, Avrupa giriş ya da çıkışlı olan yaklaşık 800 uçuş yaptı.

Uçaklardan dördü şunlardı:

Boeing 737-7ET: Kuyruk numarası N313P (daha sonra N4476S olarak yeniden kaydedildi). 32 koltukla 6 uçağın en büyüğü. Sahibi, N379P'nin de sahibi olan CIA'in paravan şirketi Premier Executive Transport Services. N313P aralarında Afganistan'ın da bulunduğu ABD askeri üslerinde sıklıkla görüldü.

Gulfstream V: Kuyruk numarası N379P (daha sonra N8068V, ondan sonra da N44982 olarak yeniden kaydedildi). Bu uçak Guantanamo'daki ABD gözaltı merkezine elliden fazla uçuş yaptığı için la­kabı "Guantanamo Körfezi Expresi" idi. Ayrıca Ahmed Agiza ve Mohammed al-Zari'yi İsveç'ten Mısır'a teslim etmek için CIA bu uçağı kullanmıştı.

Gulfstream lll: N829MG (daha sonra N259SK olarak yeniden kaydedildi). Bu uçak çifte vatandaşlığı olan (Suriye ve Kanada) Maher Arar'ı, ABD'den 13 ay boyunca gerekçesiz gözaltında tutulduğu ve işkence gördüğü Suriye'ye götürdü. Maher Arar Ekim 2003'te ser­best bırakıldı.

Gulfstream IV: Kuyruk numarası N85VM (Daha sonra N227SV olarak yeniden kaydedildi). Bu uçak, Abu Omar'ı İtalya'da kaçırıl­dıktan sonra Almanya'dan Mısır'a götürdü, oradan dönüşte de Shannon'a uçtu. Uçağın seyir defterinden Afganistan, Fas, Dubai, Ürdün, İtalya, Japonya, İsviçre, Azerbaycan ve Çek Cumhuriyeti'ne de uçtu­ğu anlaşılmıştı.

CIA İngiliz Gizli Servisleri Arasındaki ilişkiler

1946 yılı Ekim ayının sonunda en etkili İngiliz gazetelerinden biri olan Daily Telegraph'ta yayımlanan bir haber, kamuoyunda ilgi uyandırmıştı. Haberde, Liverpool'da askeri birliklerin taşınmasında kullanılan "Duchess of Bedford" adlı gemiye binen "esrarengiz bir adamdan" söz ediliyordu. Bu "önemli sivil yolcu" gizlice seyahat et­mekteydi; ama Bay White'ın, adına ayrılan karnarada tek başına kal­dığı öğrenildi. Esrarengiz Bay White, Duchess of Bedford'da özel bir biçimde ilgi görmüştü ve gemi yola çıkmadan önce savaş bakanlığı­nın özel bir temsilcisi ona bir şifreli mesaj paketi getirmişti. Bu kü­çük olay üstüne çeşitli yorumlar yapılmaktaydıİ War Office'e göre White, normal izine gelen ve "görevi dışında sivil seyahat etme em­ri alan" bir subaydı ve Ortadoğu'daki birliğine dönüyordu. Bunda gizli kapaklı hiçbir şey yoktu.

Kuşkusuz, War Office ihtiyatlı davranıyordu. Bakan yalan söyle­memiş, yalnız gerçeğin bir bölümünü gizlemişti. Çünkü White, ger­çekte Seeret Intelligence Service'in (SIS) önde gelen şeflerinden bi­riydi. Ayrıca, SIS'e uzmanlar MI 6 adını da veriyorlardı; çünkü bu servis, aslında Albay Cockerill'in 190S'te kurduğu Askeri Harekat ve Haberalma Dairesi'nin bir bölümüydü. White'ın gerçek adı Goldsmith White'tı. 40 yaşında olan White başarılı bir üniversite öğreni­mi yapmış, Oxford Üniversitesi'ni bitirdikten sonra Michigan ve California üniversitelerinde görev almıştı. IL Dünya Savaşı başlayınca White yeteneklerini G-2 yararına kullandı; müttefik karşı casusluk örgütünün başkan yardımcısı bile oldu. Savaştan sonra, Daily Telegraph gazetesinde çıkan habere kadar ondan hiç söz edilmemişti.

Albay White savaştan sonra Ml 6'ya (Ml; Askeri Haberalma'nın kısaltılmışıdır) girdi; bu servis, Ingiliz gizli servislerinin öbür büyük kolu MI S gibi, sadece askeri bilgiler toplamakla kalmıyordu. MI 6, temelde Britanya Imparatorluğu'nun gizli servisiydi. Ml S ise yalnız karşı casusluk çalışmaları ve daha genel olarak iç güvenlikle ilgile­niyordu.

Gerçekte, MI S'in varlığı yasalarca tanınmamıştı. 1 963'teki Profuma olayından sonra düzenlenen bir raporda şu çok şaşırtıcı parag­raf yer almıştı: "Güvenlik servisi. bir parlamento kararıyla kurulmuş resmi bir kuruluş değildir. Hatta gizli resmi. kararlarda bile MI S'in varlığından söz edilmez."

Bu yüzden, içişleri bakanlığına bağlanmayan MI S'i, doğrudan doğruya içişleri bakanından emir alan bir müdür yönetiyordu. Bu çelişki, siyasal rejimi yazılı bir anayasaya dayanmayan bir ülkede önemli sonuçlar doğurmamıştı. Bununla birlikte, resmen tanınma­mış olması MI S ve MI 6'nın Londra'nın göbeğinde, konforlu büro­larda çalışmasını engellemiyordu; yalnız bu kurumların isimleri ti­tizlikle gizli tutulmaktaydı.

MI S'in merkezi, seçkin bir semt olan Mayfair'deki Curzon Street'te bulunan ve "Lecenfield House" adını taşıyan gösterişli bir bina­daydı. Bir Anglikan piskoposunun oğlu olan MI 5'in o dönemki mü­dürü Sir Roger Hollis l905'te doğmuştu; yaşamı üstüne çok az şey biliniyordu. Savaş sırasında yararlıklar göstermiş ve savunma bakan­lığında ataşelik yapmıştı. l963'te hazırlanan rapor, Sir Roger'ın yö­nettiği servisi şöyle tanımlar: "Yabancı karşı casusluk servislerine oranla çok küçük olan, casusluk ve sabotajlara karşı savaşmakla gö­revlendirilen profesyonel bir örgüt." MI 6'nın merkeziyse Curzon Street'e göre çok daha güzeldi: St. James Parkı'nın hemen yanı başın­daki, sakin Queen Ann's Gate caddesi 2l numara.

Kuşkusuz, gizli servisierin Queen Ann's Gate'in dışında başka bürolan da vardı. Sözgelimi, asıl merkeze bitişik "Broadway Buildings" ile (gizli bir geçit aracılığıyla bir yapıdan öbürüne geçilebiliyordu) Waterloo Station'a bitişik, cam ve çelikten yapılmış 20 katlı "Century House."

Ayrıca, İngiltere'de önemli bir rol oynayan klüpleri de unutma­mak gerekir. Sanatçılara, yazarlara, avukatlara ve akla gelebilecek her çeşit serbest meslekten insanlara bu klüplerde rastlamak mümkündü. Bu klüplerden bazılan o kadar tutuluyordu ki, sürek­li olarak buralara gitmemek onur kırıcı bir durum sayılıyordu. Sı­cak. salonlarda, ince nükteli ve çoğunlukla ilginç haberlerle dolu sohbetler yapılmaktaydı. Sir Richard Goldsmith White da sık sık Garrick Klubü'ne gidiyordu. MI 5'in adamlan ise hemen birkaç adım ilerdeki White Elephant Club'e devam etmekteydiler. Bu iki büyük servis dışında, "Intelligence" (haberalma) adı verilen, ama varlığı sadece resmi makamlar tarafından tanınan küçük bir servis daha vardı.

Bu üç servis birbirlerinden bağımsızdı. Bu servislerden her bi­ri, arada sırada bağlı oldukları bakanlıkla (Ml 6 dışişleri bakanlı­ğına, Ml 5 içişleri bakanlığına; Intelligence ise savunma bakanlığı­na bağlıydı) ilişkiler kurarlardı. Bununla birlikte her üçünü de dı­şişleri bakanlığına bağlı bir komite örgütlemişti; gizli servisler ko­nusunda uzmanlaşmamış bir diplematın gerçekleştirdiği bu örgüt­ler, hiçbir devlet kuruluşundan emir alınıyordu. Kısacası İngiliz servisleri, savaştan sonra kötü sonuçlar değurabilecek derin bir uykuya dalmıştı.

Güç Bir Dönüş

Bir Ingiliz dostu sayılamayacak olan Alien Dulles, Ingiliz gizli servisleri için şöyle diyordu: "Ingiliz servislerinin geçmişinde, uz­manlaşmış bir kadronun kazandığı sayısız tarihsel başanya rastla­nır." Bu servisierin geleceği nasıldı? Kuşkusuz kadro, gene uzman­lardan seçiliyordu. Gene her servis için eleman yetiştiren özel okul­lar vardı; bu okullar SOE'ninkiler gibi, Ingiltere'nin dört bir köşesi­ne dağılmıştı. Kuramsal ve tarihsel bilgilerin yanı sıra, bu okullarda işlenen konular somut bir biçimde öğretiliyar ve "uygulama çalış­maları" yapılıyordu. Bu çalışmalardan biri, neredeyse büyük bir re­zaletin çıkmasına yol açıyordu. Olay şöyle gerçekleşmişti:

Ml 6'nın karşı casusluk servislerine ajan yetiştiren merkezlerin­den birinde sorguya çekme tekniği öğretiliyordu. Bu merkez, yalnız nasıl soru sorulacağını öğretmekle kalmıyor, ayrıca sorgulardan na­sıl ustalıkla kurtulabileceğini ve en etkili kandırma yöntemlerine na­sıl karşı konulabileceğini de öğretiyordu. 1955 yılında, sonbaharın son günleri, Ml 6'nın bir grup öğrencisi, sorguya çekme provası ya­pıyordu; başka bir grupsa sözde şüphelileri meydana getirmekteydi. Bir uygulama çalışması düzenlendi: Sözde, Içişleri Bakanı Sir Maxwell Fyfe'i sürekli olarak izleyen bir öğrenci kaçırılacaktı.

Harekat en küçük ayrıntılarına kadar düşünülmüştü. Öğrenci grubu, şüpheli kişiyi yol ortasında tutuklayacak ve önemli bir diplo­matın bu harekat için verdiği Old Brompton Road'daki bir apartma­na götürecekti.

Her şey önceden hesaplandığı gibi geçti. MI 6 grubu, bakanın peşindeki adamı, öğrendikleri kurallara göre yakaladılar. Yakalanan kişi olup bitenlerden habersiz rolünü çok iyi oynuyor, kapana düş­müş bir hayvan gibi mücadele ediyordu. Bu yüzden biraz sert dav­ranmak gerekti, oysa başına geleceklerin ilkiydi bu...

Adam, apartmanda sert bir biçimde sorguya çekildi. Dehşete düşen adam, suçsuz olduğunu tekrarlıyor ve serbest bırakılması için yalvarıyordu. Doğrusu, bildiklerini söylemekte direnen suçlu rolünü çok iyi oynamaktaydı. MI 6'nın öğrenci grubu, elbisesinin kıvrımları arasında sakladığı şeyleri bulmak için adamı çırılçıplak soydular. Birden zorba öğrencilerin kafasında bir kuşku doğdu ve bu kuşku, giderek büyük bir kesinlik kazandı: Yakaladıklan adam rol yapmıyordu, yanlış adamı yakalamışlardı. Adamı serbest bıra­kırken, bir yandan özür dilerken öte yandan da başına gelen olay­lar konusunda çenesini tutmasını sıkı sıkı öğütlerneyi de ihmal et­mediler. Serbest bırakılınca çok tehlikeli. bir çeteye çattığına inanan adam, hemen en yakın karakala koştu. Duyduklarını kuşkuyla kar­şılayan ve adamın bir 'dengesiz' olduğuna inanan polisler, gene de Old Brompton Road'da soruşturma yapmaya karar verdiler. Ama, henüz bütünüyle kafasını topadayamayan şikayetçi adam apartma­nın dairesini şaşırdı ve polislere önemli bir iş adamı olan Erick Tannock'un dairesini gösterdi.

Gerçek bir komedi oynanmaktaydı. Tannock sorguya çekildi; su­çunu ve suç ortaklarını itiraf ettirmek için iyice sıkıştırıldı. Tannock'un karısı sinir krizleri geçirdi; bağrışmalan sokağa kadar ulaş­tı. Tannock'lann üstünde oturan ve dairesini MI 6'ya veren diplomat bu sırada evine dönüyordu. Diplomat kulak kabarttı ve yanlışlığa son vermek için hemen işe karışmak gerektiğini aniayıp aşağı indi; polisleri bir köşeye çekerek her şeyi anlattı ve bu "güvenlikle ilgili çok önemli olay" konusunda Tannock'un ağzını sıkı tutmasını iste­di. Tannock, ne pahasına olursa olsun kimseye olayla ilgili tek keti­me söylememeliydi. Ama komedi henüz bitmemişti. Birkaç saniye yalnız bırakılmasından yararlanan Tannock birkaç gazeteci dostuna telefon etti; gazeteciler hemen geldiler. Işin iyice sarpa sarması üze­rine diplomat olayı MI 6'nın şefine haber vermeyi uygun buldu. En­dişeye düşen MI 6'nın şefi, MI 5'in şefine telefon etti. Iki şef, bu ko­mik olayı örtbas etme işini, olayla ilişkisi olmayan üçüncü bir kişi­ye, yani Tuğamiral Thomson'a verdiler. 1955 sonlarında Ingiliz ka­muoyu, böylesine bir rezaleti hoş karşılayacak durumda değildi. O sıralarda atomla ilgili bilgilerin Londra'ya verilip verilmemesi konu­sunda ABD'de değişik eğilimler mevcuttu. Amerikalılar eğer Old Brompton Road'da olup bitenleri öğrenirlerse, atomla ilgili bilgileri vermek için herhalde uzun uzun düşüneceklerdi. Sonunda Tuğami­ral Thomson, büyük bir ustalıkla olayı rezalet çıkmasına yol açma­dan örtbas etti.

Ingiliz servisleri, yeni uluslararası duruma ayak uydurmakta çok güçlük çektiler. Barış sırasında yürütecekleri çalışmalar savaştakinin aynı olmayacaktı; sözgelimi Sovyetlerin faaliyetlerine, savaş döne­minden kalma yöntemlerle karşı konulamazdı. MI 5'in savaş sonun­da bu alanda elde ettiği en büyük başarıysa, varla yok arası İngiliz Komünist Partisi'nin kuruluş şemasını öğrenmekten ibaret kaldı. Bu, Ingiliz gizli servisinin içinde bulunduğu komik durumu açıkça ortaya koymaktaydı. Gene de savaş bittikten sonra Ingiliz gizli ser­vislerinin uzmanlaştıkları alanlar çoğaldı. Sovyet diplomatlarını et­kisiz kılmak ve Ingiltere'de faaliyet gösteren komünist ajanları elde etmek için bir plan hazırlandı. Kağıt üzerinde çok ilginç olan bu plan hiçbir zaman uygulanamadı; çünkü sözgelimi Kravçenko gibi "özgürlüğü seçmiş" ajanları, Ingiliz servisleri hesabına çalışmaya kandırmak çok güçtü.

Ingiliz servislerinin çok etkisiz kaldığını MI 6 şeflerinden Sir Stuart Menzies bile kabul ediyordu. Kim Philby, dostu Sir Stuart Menzies'yi şöyle anlatmıştı: "Sir Stuart Menzies hiçbir zaman iyi bir istihbarat subayı olamadı. Genel kültürü azdı; dünya üstüne bilgisi ve dünya görüşü, yaşadıkları çevrenin dışına çıkamamış In­giliz yüksek sosyetesinden kişilerde görülenin eşiydi. Kendi uz­manlık alanı olan karşı casusluk dalıyla ilgili düşünceleri çocukçaydı (barlar, takma sarı sakallar gibi). Ama Menzies'in sürüp gi­den bu saflığı, dünya savaşının omuzlarına yüklediği ezici sorum­luluğu hafifletmemişti."

MI 5'in yetersizliği yüzünden bütün şimşekleri üstüne çeken ve özellikle Amirallik tarafından acımasızca eleştirilen Sir Stuart, su­baylarından üç temsilci istedi. Bu temsilciler, geniş yetkilerle MI 6'da yardımcı müdür olacaklardı. Ama alışık oldukları servislerden kopa­rılan ve "askeri komiser" adı verilen bu temsilciler, MI 6'nın bürok­rasisi içinde kaybolup gittiler. Bütünüyle yabancı olan bu ortamda elleri kolları bağlı oturmaktan başka bir şey yapamadılar. 1945 yılı yaz sonlarında bu karışıklığa ve başı boşluğa son verme gereği açık­ça duyulmaya başlandı. Bu düşünceyi benimseyen Sir Stuart Menzi­es, servisleri "Yeniden Örgütleme Komisyonu" kurdu. Ama bu ko­misyon, uzun süre kimin başkanı olacağını tartışmaktan başka bir iş yapmadı. Sir Stuart, Pasaport Kontrol Müdürü Maurice Jeffes'i baş­kanlığa atayarak tartışmalara son verdi. Bu beklenmedik bir atan­maydı; çünkü Philby'in de alaylı bir biçimde gözlemlediği gibi, Maurice Jeffes'in gizli servisin genel görünümü, olanaklan ve çalışma alanı konusunda en ufak bir bilgisi yoktu.

Yöneticilik yanı pek olmayan ve özel servisler konusunda yaban­cı bu namuslu memur, olsa olsa hiçbir yararı olmayan ve sorunların kökenine inmeyen yüzeysel tartışmaları yönetebilirdi. Bununla bir­likte, komisyonda olumlu önerileri de bulunan birkaç uzman vardı. Bu önerilerden en önemlisi, servisin yapısında beş ayrı yönde köklü değişiklikleri amaçlıyordu: Maliye ve yönetim, üretim, araştırmalar, uygulama ve gelişme, savaş planlaması.

Kendini çağdaş dünyaya uyarlamada büyük güçlük çeken ve fa­aliyetleri rezaletiere kadar varan başarısızlıklar yüzünden hoşgörü sınırlarını aşan bu servis, daha birçok öneriyi de kabul edecekti.

Ingiliz Gizli Servislerinin İran'da Uğradığı Başarısızlık

1951 yılı Mart ayı başında, Burgess ve Mac Lean Londra'da kaç­maya hazırlanırlarken, gazeteler önemli. bir olayla uğraşmaktaydılar. Olay, İran'da meydana geliyordu ve Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin düğünüyle ilgiliydi. Gazeteciler, genç lmparatoriçe Süreyya'nın gü­zelliğini ve çiftin büyük mutluğunu anlata anlata bitiremiyorlardı. Ama, bu şatafatlı evlilik, bin yıllık bu imparatorluğun tarihine özle­nen barışı getiremedi. İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan beri İran birçok önemli karışıklığa sahne olmuştu. Önce yabancı birliklerin ve özellikle 1945 yazında ülkeye giren Sovyet birliklerinin İran'dan çı­karılması sorunu belirmiş, Ruslar askerlerini İran'dan çekmek şöyle dursun, tam tersine yeni birliklerle daha da güçlendirmişlerdi. Siya­sal düzeyde, sol eğilimli Tudeh partisinin desteğiyle Azerbaycan'da bir ayaklanma çıkmış, bu ayaklanma, Ocak 1945'te Muhtar Azerbay­can Cumhuriyeti'nin kurulmasına yol açmıştı. Muhtar Azerbaycan cumhurbaşkanlığına da eski bir komintern ajanı olan Pişevari geti­rilmişti. Bütünüyle Sovyet servislerinin planladığı ve gerekli mali desteği sağladığı bu ilk kopma, hemen başka bir kopmanın da mey­dana gelmesine yol açtı. Azerbaycan'ın batısında, "Kürt Demokrat Partisi'nin" şefleri, bir "Kürt Halk Cumhuriyeti" kurmaya karar ver­diler. Bu cumhuriyetin de başı başka bir komünist ajanıydı: Gazi Muhammed. İki yeni devlet Rusların denetimi altında, hemen bir as­keri yardımlaşma antiaşması imzaladılar.

Olaylar karşısında eli kolu bağlı kalan İngilizler, l Ocak l946'ya kadar İran topraklanndaki bütün kuvvetlerini geri çekmeleri için Ruslara başvurdularsa da bir sonuç alamadılar. Olay, yeni kurulan Birleşmiş Milletler'e getirildi. BM, akıllıca bir tutumla, Moskova ve Tahran hükümetlerine karşılıklı görüşmelerini öğütledi. Şah, Rus­larla şiddetli bir çatışmayı göze alamayan İngilizlerin isteği üzerine istifa eden başbakanın yerine, Tudeh taraftan olan Gavam Sultaneh'i atadı.

Sultaneh, hemen Moskova'ya koşarak son derece gizli tutulan görüşmelerden sonra Sovyet birliklerinin Iran'dan çekilmesini sağla­dı. Ama buna karşılık İran, iki büyük taviz vermek zorunda kalmış­tı: Iran ve Azerbaycan hükümetleri arasında görüşmelerin başlatıl­ması ve ortak bir Sovyet-İran petrol şirketinin kurulması.

Birinci şart, Gavam Sultaneh'in iyi niyetiyle (İ) kolayca gerçek­leştirildi. Pişevari, Tahran'a gitti. Haziran l946'da, Azerbaycan ve Iran hükümetleri arasında Azerbaycan'ın bağımsızlığını gerçekleşti­ren bir antlaşma imzalandı. Birkaç gün sonra Sultaneh, Tudeh lehi­ne çalışmalarını sürdürerek kabinesine üç komünisti aldı. İran, Sovyetler Birliği'nin Ortadoğu'ya doğru yayılma politikasına uygun dü­şecek bir yola girmişti. Işte bu dönemde, Ingiliz-İran petrol şirketin­de meydana gelen kanlı ayaklanmalarla birlikte baş gösteren genel grevden yararlanan İngilizler, eyleme geçme zamanının geldiğine ka­rar vererek Basra'ya, Iran-Irak sınırına birlikler gönderdiler. Ingiliz ajanlar, İran'ın güneyini dolaşarak, kabileleri Tudeh'e karşı ayaklan­maya teşvik ettiler.

Tahran tehlikenin büyüklüğünü kavradı, Gavam Sultaneh üç ko­münist bakanı kabineden çıkarttı ve Azerbaycan eyaleti dahil, Iran­da genel seçimler düzenledi. Sultaneh, bu şaşırtıcı değişikliklere de­vam ederek Tudeh üyelerinin büyük çoğunluğunu tutukiattı ve Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti'ni işgal etti. Bu şiddet siyaseti meyvelerini vermekte gecikmedi. Pişevari'nin Azerbaycan'da kurdu­ğu rejim, birkaç gün içinde yıkıldı. "Muhtar Azerbaycan Cumhuri­yeti" ve "Kürt Halk Cumhuriyeti" Ruslar müdahale ederneden yeni­den İran'a katıldı. Yeni seçimler Gavam Sultaneh için bir zafer oldu. Komünistler mecliste ancak iki sandalye kazanabildiler. Bu durum, yalnız İran petrolleriyle ilgili bütün imtiyazlarını korumakla kalma­yarak, Sovyetleri İran'dan atan İngilizler için de büyük bir başarıydı. 20 Haziran 1947'de Tahran ve Washington arasında bir antlaşma im­zalandı. Bu antlaşmaya göre Washington, İran'ın istediği bütün si­lahları verdi. Ertesi yıl da kalabalık bir ABD askeri misyonu Tahran'a yerleşmekteydi.

1949 yılından itibaren Amerikalıların paraca desteklediği bir ik­tisadi gelişme planı uygulanmaya başlandı. Ruslar gene tepki göster­miyorlar ve kuşku verici bir gizlilik içinde intikam hazırlıklarını ta­mamlıyorlardı. İran'ın batılılaştırması, Haziran 1950'de Genelkur­may Başkanı General Ali Razmara'nın iktidara gelmesiyle daha da hızlandı. Ruslar ancak 1951 başında harekete geçmeye karar verdi­ler ve şiddetli bir darbe indirdiler. Muhammed Rıza ile Süreyya'nın evlenmesinden birkaç gün sonra, General Razmara öldürüldü. Ge­neral Razmara'nın bu acıklı sonu, 1950 yılı boyunca komünist ajan­larla birlikte Azerbaycan'ın ve Kürtlerin bağımsızlığından yana olan­ların baltalamaya çalıştıkları Razmara hükümetinin yıkılışını da hız­landırdı. Razmara'nın yerine geçecek adam hazırdı: Dr. Muhammed Musaddık.

Dr. Musaddık ülkesinde tanınmış bir kişiydi. Yetmiş yaşındaki bu adam parlak ve şeref dolu bir siyaset hayatı yaşamış ve çok önem­li görevlerde bulunmuştu. Yüksek öğrenimini Paris'te Siyasal Bilim­ler Okulu'nda yapan Musaddık, 34 yaşında faal olarak siyaset haya­tına atılmış ve 1920-1925 arasında birçok bakanlıkta görev almıştı. Sırasıyla adalet, maliye ve dışişleri bakanlıkları yapan Musaddık, 1922'de Azerbaycan Genel Valisi de olmuştu.

1925'teki hükümet darbesi, karısı tarafından uzak akraba oldu­ğu hükümdara karşı duyduğu bağlılığı azaltmadı. Yeni hükümdara düşman olduğu için, siyasi hayata ancak 1943'te bu hükümdar taht­tan indikten sonra döndü. Meclise seçilince, giderek önem kazanan petrol sorunları üstünde büyük titizlikle durdu. Büyük konuşma ye­teneği ve mistik mizacı, her fırsatta ortaya koyduğu koyu milliyetçi­liği ile Dr. Musaddık parlamentoya hakim olmuştu. Bu yüzden Ge­neral Razmara'nın öldürülmesinden sonra parlamento, Şah üzerin­deki nüfuzunun kullanarak, başbakanlığa Dr. Musaddık'ın getiril­mesini sağladı.

Dr. Musaddık, kuşkusuz bir Rus ajanı değildi. Tuhaflıkları, ilginç geçici hevesleri, din alanındaki tutuculuğu, birkaç bin yıllık bir ül­ke olan lran için duyduğu endişeler, komünist olduğu konusundaki kuşkuları dağıtıyordu. Alien Dulles, Musaddık ile tanıştı. Musaddık zor kullanarak değil yasal yollardan iktidara gelmişti. Üstelik komü­nist bir devlet yaratmak amacında da değildi.

Ama iktidarı ele geçirirken, Musaddık'ın Sovyet gizli servislerin­den büyük ölçüde destek gördüğü de kesindi. Daha iş başına geldi­ğinde, yeni başbakanın İngilizleri ve Amerikalıları sevmediği bilin­mekteydi. Musaddık'ın iş başında kaldığı dönem, lran'a bir "teknis­yenler" ve "danışmanlar" ordusu göndermek için acele eden KGB için başarılı bir dönem oldu. Ayrıca tran'a kışkırtıcı ajanlar ve pro­paganda uzmanları gönderildi; bunların görevi, batı ajanlarının fa­aliyet gösterdiği yerlerde halka gerçekleri göstermekti.

Yeni başbakan, hükümetinin bir numaralı görevi olan İngilizlerin İran'daki imtiyazlarını geri almak için çalışmalara başladı. Bu iş için bir müttefike ihtiyacı vardı ve bu müttefiki de buldu: Komünist Tudeh Partisi. Razmara bu partiyi kapatmıştı ama bu kapatma pek etkili olamamıştı.

Daha başbakanlığa getirilmeden önce Musaddık ve taraftarları, İran petrollerinin millileştirilmesini kabul ettirmeyi başarmışlardı (15 Mart). Bunun üzerine Foreign Office'in şefi Herben Morrison şu açıklamayı yaptı: "İngiltere'nin tran'daki çıkarlarını koruyacağız..." Üç Ingiliz savaş gemisi Basra körfezine demir attı; ama iş işten geç­mişti. 2 Mayıs'ta Musaddık başbakanlığa getirildi. Ingilizlerin askeri müdahalesi, Sovyetlerin de bir karşı müdahalesine yol açabilirdi. Ar­tık eski devirler geçmişti ve Musaddık bir Pişevari değildi.

Bununla birlikte böyle bir durumun sürüp giderneyeceği de or­tadaydı. Musaddık serüveninin başından beri, önemli bir krizin pat­lak vermesine yol açacak koşullar bir araya gelmeye başlamıştı. Ingilizler, dünyanın en büyük petrol yataklarının üretimi durdurması­nı hoş karşılayacak ve İran'ın komünist bir ülke olmasına (Musad­dık, Tudeh'i imtiyazlı müttefik durumuna getirdiğine göre, tran'ın komünistleşmesi kaçınılmaz olmaktaydı) seyirci kalacak değillerdi.

CIA, Musaddık'ın Ayağını Kaydırıyor

13 Ağustos 1953'te, han sokaklarında garip bir komedi oynandı. Büyük bir kalabalık birdenbire toplanarak başbakanlık sarayına doğ­ru yürüdü. Halkın ilgisini çekmek için cambazlar, çalgıcılar ve hakkabazlar hünerlerini gösterdiler. Kalabalık, Musaddık'ın sarayına ka­dar bir bayram havasında ilerledi. Bu duruma aldanarak, gelenlerin kendisine hayran bir topluluk olduğunu sanan Musaddık kalabalı­ğın karşısına çıktı. O zaman, birkaç saniye içinde her şey değişti. Musaddık balkona çıkar çıkmaz hemen hoşnutsuzluk haykırışiarı duyulmaya başladı. Halk garip bir birlik içinde bağırıyordu: "Katil Musaddık'a ölümİ" Bu haykırışları ikinci bir slogan izledi: "Yaşasın Şah." Aynı anda şaşırtıcı bir haber başkente yayıldı: Şah, başbakanı görevinden uzaklaştırmıştı. Musaddık'a karşı girişilen bu harekatı, Amerikalıların adamı olan Içişleri Bakanı General Zahidi gerçekleş­tirmişti. Gerçekte, Musaddık'ın ayağını kaydırma kararı ne Şah'tan ne de Zahidi'den çıkmıştı; olayları perde arkasından ustalıkla yöne­ten bir üçüncü kişiydi: Amerikalı General Herbert Norman Schwarzkopf (Körfez Savaşı komutanı Norman Schwarzkopf'un babasıydı).

Schwarzkopf, han'ın yabancısı değildi. 1944-1948 yılları arasın­da polis örgütüne ve haberalma servislerine çeki düzen vermek için Iran'da kalmıştı. Daha sonra ABD'ye döndüğünde CIA'in en iyi Orta­doğu uzmanlarından biri oldu. Oysa Ingiliz Dışişleri Bakanı Morrison'ın belirttiği gibi, "Ingiltere'nin çıkarları ABD'nin petrol konu­sundaki çıkarlarıyla uyuşmakla kalmıyor, aynı zamanda başkan Eisenhower'ın CIA'in başına getirdiği Allen Dulles'ın da özel çıkarları­na uygun düşüyordu." Zira Allen Dulles, kardeşi john Foster ile bir­likte, Ingiliz-han petrol şirketinin hukuk danışmanlığını yapan "Sullivan and Cromwell" adlı bir hukuk bürosunun ortaklarındandı. Bu güçlü özel çıkarların ve siyasal çıkarların birleşmesi, ancak lran'a bir Angio-Sakson müdahalesiyle sonuçlanabilirdi. ABD servisleri bu konu üstüne çalışmalar yaptılar. MI 6 ajanları bir süreden beri Iran karasularında cirit atıyorlardı. Güttükleri siyaset çok basitti. Özellik­le birçok vaatte bulunuyorlardı. Kendi sonunun da çok geçmeden General Razmara'ya benzeyeceğinden korkan Şah, İngilizlerin dost­luk gösterilerine güvenemiyordu: Ingilizler inandırıcı olamıyorlardı.

General Schwarzkopf'un gelişiyle her şey değişti. Şah, savaş son­rası çalışmaları sırasında gördüğü bu eski kurdu tanıyor ve General Schwarzkopf'a tam bir güven duyuyordu. Öte yandan Schwarzkopf, lahidi ile çok iyi dosttu. Musaddık'ı devirmek için tasarlanan planı uygulamak için hemen harekete geçildi. Schwarzkopf, CIA'in en ye­tenekli birkaç uzmanını da birlikte getirmişti. Ayrıca bavullar dolar­la (generalin emrine lO milyon dolar verildiği sanılmaktadır) doluy­du. Bu para, kararsız olanları kandırmak ve 13 Ağustos gösterileri için gerekli masrafı karşılamakta kullanılacaktı. Gösteriye katılan herkese, başbakanın sarayı önünde "Yaşasın Şah" diye bağırma kar­şılığında 3 dolar ödendi. Bu hiç de küçümsenecek bir para değildi. Bununla birlikte, uzun uzun düşünerek planlanan bu olay, az daha başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Gerçekte, Musaddık'ın yakınlarından bazılarının, bu komployla ilgili bazı şeyler öğrendikleri sanılmaktay­dı. Ayrıca komplonun gerçekleştirilmesinde bazı gecikmeler de ol­muştu. Birkaç saatlik gecikme, Şah'ı kuşkulandırmaya yetti. Üstelik Sovyet danışmanların desteğiyle, Dr. Musaddık'ın hemen bir karşı saldırıya geçeceği dedikodusu yayılmıştı: Musaddık taraftarlarının düşündüğü ilk tedbir, Şah'ın tutuklanmasıydı. Çılgına dönen Şah, lahidi ve Schwarzkopf'u yüzüstü bırakarak İran'dan kaçtı.

Şah, Roma'da, İsviçre'de tatilini geçiren (İ) Allen Dulles ile bu­luştu. Sonunda Şah'ın ülkede bulunmaması, Musaddık aleyhine ayaklananların işine yaradı. Schwarzkopf'un dolarlar inanılmaz iş­ler gördü. 19 Ağustos'ta kitle halinde yapılan bir gösteride Şah'ın ge­ri dönmesi istendi. lahidi imparatorluk sarayına gitti ve Şah'ı karşı­lama hazırlıklarına başladı. Roma'dan dönen Şah, çok gösterişli bir biçimde karşılandı. Dr. Musaddık ve Sovyetler, lahidi ve Schwarzkopf'un çok iyi yönettiği bu komployu önleyememişler ve yenilmiş­lerdi. Dr. Musaddık hemen o akşam tutuklandı; kısa bir süre sonra da yargılanarak üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapisten çıkınca Tahran yakınında herkesten uzak yaşadı, l967'de de bütünüyle unutulmuş olarak öldü.

ABD gizli servislerinin büyük bir başarısı olan Musaddık'ın dev­rilmesi olayı, Sovyet müdahalelerine karşı koyabilecek güçte bir or­dunun kurulması için Amerikalıların İran'a 250 milyon dolar yar­dım yapmasıyla sonuçlandı. Ayrıca bu olay o tarihe kadar İngiliz gizli servislerinin at aynattığı bir alan olan Ortadoğu'nun ve özellik­le İran'ın, bundan böyle ABD gizli servislerinin nüfuz alanına girdi­ğini açıkça gösteriyordu.

Sömürgeler El Değiştiriyor

Gerçekte, İran'daki bu olay sayısız örnekten biridir. Sömürge im­paratorluğunda patlak veren özgürlük hareketlerine engel olamayan İngiltere, her yanda boyun eğmeye başladı. İngiliz servislerinin güç­süz kalışı ve başarısızlıklara uğrayışı, daha genel ve evrensel bir ger­çeği ortaya koyuyordu: Uluslararası alanda İngiltere, artık güçlü bir devlet değildi. Şimdi sadece iki güçlü devlet vardı: ABD ve Sovyetler Birliği...

Kuşkusuz, ABD'nin yüksek çıkarlarının söz konusu olduğu böl­gelerde, İngilizlerden boşalan yeri Amerikalıların alması çok doğal­dı. ABD servisleri işlerine gelen yerde bu görevi yüklendiler. İngilizlerin bıraktığı en yağlı parçalarından biri de Hindistan'dı. Hindistan sorununu çözme işi, başbakan olan Clement Attlee'ye düştü. İngilizlerin büyük ustalığıyla, başkaldırma sırasında birleşen Hindular ve Müslümanlar birbirlerine düşman oldular. 1 947 bölünmesi, yeni bir statüden çok gerçek bir kapitülasyondu. Gandi bu bölünmeye sert bir biçimde karşı çıktı; ama gene de Hindistan ile Pakistan (zaten o da ikiye ayrılmıştı) 1S Ağustos 1 946'deki bağımsızlık anlaşmasına katıldılar. Sözgelimi, Keşmir sorunu gibi önemli birçok sorun çö­züm beklemekteydi. Keşmir sorunu, 1947'yi izleyen yıllarda iki dev­leti çok uğraştıracak ve bundan yararlanan İngiltere, Hindistan yarı­madasında bazı çıkarlar elde etme olanağı bulacaktı.

Daha küçük parçalara ayrılmış Afrika topraklarıysa yutulmaya hazır başka bir avdı. Kenya'daki Mau-Mau'ların ayaklanması, ger­çekten vahşice bir görünüme büründü ve kanlı bir biçimde bastırıl­dı. Bununla birlikte, öbür Afrika ülkeleri gibi Kenya da bağımsızlık yolunda kararlı adımlarla ilerledi. İngilizler Gandi, Nasır ya da Makarios gibi güçlü siyaset adamlarıyla karşılaşınca daha çetin sorun­lar ortaya çıktı. İngiltere bu ülkelerdeki imtiyazlarından vazgeçince, Amerikalılar İngilizlerin yerlerini aldılar. Bu evrim, Eisenhower ile Macmillan'ın 1957'de Bermuda Adalarında askeri bir antlaşma im­zalamalarına yol açtı. Bu antlaşmaya göre, o tarihe kadar İngiliz ser­vislerinin mücadele ettiği bütün gizli savaş alanlarında, nöbeti ABD gizli servisleri alıyordu. İngiltere, kendi kabuğuna çekilmeye başla­mıştı.

Ingiliz Ajanlar, Makarios'u Şantajla imzaya Zorladı

Rauf Denktaş, Makarios'un 1959 yılında iki toplumlu Kıbrıs'a nasıl ikna edildiğinin öyküsünü şöyle anlatmaktadır:

"Önce direndi, ertesi gün imzayı bastı. Meğer iki İngiliz ajanı, genç erkeklerle ilişkisini gösteren resimleri halka sızdırırız” dediler.

"Makarios anlaşmayı imzalamaya, o gece kendisini iki İngiliz ajanı ziyaret etmişti. Makarios'un Şeysel adalarında sürgündeyken girdiği eşcinsel ilişkiler sırasında çekilen resimleri göstermiş ve anlaşmayı imzalamazsa, resimlerin ertesi gün gazelerde çıkacağını söylediler. Bunun üzerine Bakarios anlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.”

MOSSAD

MOSSAD

İbranice adı 'Ha-Mossad le-modi'in u-le-tafkidim meyuhadim'. "istihbarat ve özel operasyonlar teşkilatı" isimli İsrail gizli servisinin kısa adıdır. 18 Eylül 1947'de kurulmuştur. Merkezi Tel Aviv'dedir. Mossad'ın anlamı teşkilattır. Mossad; dünya genelinde faaliyet gös­teren, en gizli, en bilinmeyen istihbarat örgütüdür. Çoğu kimse İsra­il gibi "küçük" bir devletin niçin ve nasıl böyle bir organizasyona sa­hip olduğunu anlayamaz. Süper güç ABD'nin CIA'i dışında, dünya­da bu kadar etkin tek istihbarat örgütünün İsrail'e ait olması aslında oldukça dikkat çekicidir. Mossad'ın kurulmasından önce İsrail Devleti'nin İstihbaratı SHAI isimli örgüt tarafından sağlanıyordu. Mossad'ın kurulmasıyla bambaşka bir yapılanma oluşturuldu. Mossad'dan önce, onun görevini üstlenen SHAI isimli örgütün görünü­mü ise şöyleydi: SHAI, Sherut Yediot baş harflerinden oluşan bir kı­saltmadır. İbranice'de Bilgi (istihbarat) Servisi anlamına gelmekte­dir. Haganah'ın istihbarat koluydu. İsrail Devleti'nin kurulmasıyla Haganah, İsrail ordusunun içinde eridi ve SHAI'de yerini altı hafta sonra yeni kurulacak İsrail İstihbarat Servisine bıraktı. SHAI servisi­nin en son Başkanı Isser Beeri'ydi. Isser Beeri SHAI üyeleriyle yaptı­ğı son toplantıda, Ben Gurion'un isteğini açıklıyordu: SHAI'nin da­ğıtılması ve bu üyelerin yeni kurulacak istihbarat servisini şekillen­dirmesi. Bu sadece SHAI'nin isim değiştirmesi olayı değildi. İsrail'de dört tane istihbarat grubunun oluşması anlamına geliyordu.

Mossad, 1 Nisan 19Sl‘de kurulmuştur. Mossad'ın ilk başkanı bir hahamın oğlu olan Reuven Shiloah'dı. Shiloah, başkanlığı çok kısa sürmesine rağmen teşkilatın temel kurallarını belirleyen kişi olmuş­tur. Shiloah, ll. Dünya Savaşı'ndan sonra Siyonist lideriere yazdığı gizli raporda yabancı istihbaratlarla ilişkiye geçeceklerini, özellikle CIA'ye bildirmişti. Shiloah tüm dünyadaki Yahudilerle, İsrail arasın­da kurulacak sağlam ilişkinin öneminin farkına varmıştı. Mossad, çalışmalarını farklı alanlarda uzmanlaşmış 4 ayrı bölümle yürütür. Bunlar; Askeri İstihbarat, Yerli Gizli Servis, Yabancı İstihbarat Servi­si ve Aliyalı Beth'dir.

Mossad'ın Yapısı

Askeri İstihbarat (Aman):

Mossad'ın askeri istihbarat bölümü, Aman olarak tanınır. İbranice adı 'Agaf ha-Modi'in'dir. Bunun tercümesi, istihbarat kanadıdır. Görevi Müslüman ülkeler hakkında bilgi toplamaktır. Aman çok iyi organize edilmiş bir askeri birliktir. Altı bölümden oluşur. Özellik­le iki bölüm tarafından yönetilir: Toplama ve Prodüksiyon. Topla­ma bölümü, sınır ötesine ajanlar göndermek, radyo kanallarını ele geçirmek, genellikle ülkelerdeki telefon konuşmalarını dinlemek­ten sorumludur. Prodüksiyon bölümünde tahminen 3000' kişi çalış­maktadır. Konuları, dış ülkelerden çalınan belgelerin ve bilgilerin analizidir. Bu analizler politikacıların karar vermesinde yardımcı olur. Aman basma verilen bilgileri de kontrol altında tutar. Aman'ın sınır ötesi harekatlar için oluşturduğu çok gizli komando birliğinin adı Sayeret Matkal'dır. 30 Haziran 1 954'te Aman'ın gizli kolu Unit 13 1 Mısır'da bir operasyon düzenlemişti. Operation Susannalı adlı operasyon bir sabotaj operasyonuydu. Bombaların hedefi Mısır as­keri örgütleri değil; İngiliz ve Amerikan enstitüleri, tiyatrolar ve postanelerdi. Bundaki amaç Washington ve Londra'nın Mısır aley­hinde bir politika geliştirmesini sağlamaktı. Bu iş için Alman Yahu­di'si Avraham Seidenwerg seçilmişti. Kibbutz'da Avri El-Ad adını al­mıştı. Daha sonra Mısır'a, Paul Frank adında zengin bir Alman işa­damı karakterinde gitmişti. Aman'a bağlı 'Gaclna'da değişik bir ey­lem grubuydu.

Genel Güvenlik Servisi (Shin Beth):

Bu servis Shin-Beth adını almıştır. Genel Güvenlik Servisi anla­mına gelmektedir. İbranicesi Sherut-ha-Bitachon ha-Khali'dir. Shin Beth, Destek ve Operasyon olmak üzere iki bölüme ayrılır. Destek bölümünde, sorgulama teknolojileri, koordinasyon ve operasyonlar için lojistik destek departmanları bulunmaktadır. Operasyon bölü­mü ise üçe ayrılmaktadır: 1Koruma ve güvenlik: İsrail elçiliklerini, Başkan'ı ve lsrail savunma sanayinin korunması, 2Müslüman ülke­lerle ilişkiler, 3Müslüman olmayan ülkelerle ilişkiler.

Yabancı istihbarat Servisi (Varash):

Bu servisin ilk Başkanı Boris Gurtel'dir. Yabancı istihbarat servi­si Varaslı'ın toplantı saati ve yeri hiçbir zaman bilinmez. Dikkatlice saklanır. Varash, halka hiç açıklanmamıştır. Varaslı'ın görevi, çeşitli gizli servisler arasında bağlantı kurmaktır. Politika Şubesi, adına rağmen İsrail istihbaratının denizaşırı kolunu oluşturur. Bu şubenin ajanları diğer gizli servislerle bağlantı kurarlar.

Aliyalı Beth:

Yahudileri Filistin topraklarına göç ettirme görevini Mossad'ın özel bir bölümü üstlenmiştir. Bu iş için kurulmuş olan Aliyalı Beth isimli alt örgüt, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği provokas­yonlarla sahte bir Yahudi aleyhtarı hava estirmiştir. Aliyalı Beth, Si­hirli Halı Operasyonu (Operation Magic Carpet) adı altında bir ope­rasyon düzenledi. Bu operasyonda Near East Air Transport Corpora­tion adında, İsrail hükümetiyle gizli bağlan olan bir şirket kullanıl­dı. 1948 ve 1949'da bu şirket Yemenli ve Adenli SO bin Yahudi'yi giz­lice İsrail'e taşıdı. Irak'ta 1950 Mart'ında meclisten çıkan yasayla, is­teyen bütün Iraklı Yahudilerin Irak'ı terk edip İsrail'e gidebileceği açıklandı. Tek şart Irak vatandaşlığından vazgeçmeleriydi. Bu sürp­riz açıklamanın altında, Irak Başbakanı Tevfik el-Sawidi'ye İsrail ajanları tarafından verilen rüşvetler yatıyordu. Tevfik el-Sawidi aynı zamanda Irak Tur'un başkanıydı ve bu turizm şirketi Near East Air Transport'un bir bölümüydü. Daha sonra Başbakan olan Nuri as-Said'den de İsrailli ajanlar tarafından faydalandırılmıştı. Düzenlenen operasyonları Ben-Porat yönetmişti. 150.000'den fazla Yahudi, Irak'tan İsrail'e götürülmüştü. Ben-Porat Irak İstihbaratı tarafından tutuklanmış, daha sonra İsrail'e kaçmıştı.

Mossad'ın Eylem Metotları

Mossad'ın propaganda mahiyetindeki, fakat fazla stratejik önemi olmayan eylemlerini açık bir güç gösterisi şeklinde yaptığı, bilinen bir durumdur. Bu propaganda genellikle Mossad kontrolündeki ba­sın aracılığıyla dünya kamuoyuna duyurulur. Entebbe Baskını gibi eylemler bu sınıfa dahildir. Ancak İsrail'in ve Siyonizmin menfaatle­rini doğrudan ilgilendiren ciddi konularda ise son derece gizli ve ör­tülü bir politika izlenmektedir. Bu durumda kendi eylemlerini baş­ka örgütlere yıkarak, tamamen ilgisiz bir tutum sergilenir. Tüm bun­lar dünya çapında bağlı basın organları, gazeteci ve yazarlar, film yö­netmenleri, siyasi yarumcular kanalıyla kamuoyuna benimsetilir. Mossad'ın bu anlamda propagandasının yapıldığı filmler dünya tele­vizyonlarında sık sık yayınlanmaktadır. Filistiniiieri sürekli olarak terörist olarak tasvir eden, ancak İsrail'in suçlarından hiç söz etme­yen "Delta Force", Münih Olimpiyat Köyü'ndeki olayların İsrail le­hinde çarpıtılarak aktarıldığı "Münih'te 2l Saat", 1976 Entebbe Baskını'nın anlatıldığı eylemler hakkında çok sayıda filmler çekilmiş, kitaplar yazılmış ve Mossad dünya kamuoyuna yalnızca İsrail Devleti'ni düşünen, diğer devletlerin iç işlerine karışmayan, kahraman bir örgüt gibi tanıtılmıştır.

Öte yandan N azi savaş suçlusu Adolf Eichmann ve İsrail'in nük­leer santralı Dimona ile bilgileri açıklayan Vanunu'nun kaçırılmala­rı gibi eylemler, bir anlamda tüm dünyaya "İsrail'e ihanet edenleri nerede olurlarsa olsunlar buluruz ve cezalandırırız" mesajı vermek için düzenlenmiş Mossad operasyonlarıdır. Bu gibi eylemler dünya kamuoyu önünde rahatlıkla gerçekleştirilir. Daha sonra basın organ­ları aracılığıyla da sıkça gündeme getirilerek Mossad'ın caydırıcı me­sajı kitlelere ulaştınlmış olur. Bir başka metotsa kendi ajanlarını bil­gi sızdırmış gibi gösterip, "Hile Yolu Mossad" türü kitaplarla Mossad'ı olduğundan da mükemmel bir istihbarat örgütü gibi göstere­rek, Mossad'a karşı kişilerde korku dolu bir hayranlık uyandırmak­tır. "Bizim elimizde bu kadar nükleer güç var" mesajının ilgili yerle­re gitmesi için, Vanunu tarafından açıklanan Dimona Nükleer Sant­ralı hikayesi de benzer bir taktikle planlanmıştır. Ayrıca CIA'den sa­dece istemekle elde edebileceği bilgileri, Mossad'ın bir güç gösterisi yapmak amacıyla ajan Pollard vasıtasıyla CIA'den çalması da Mos­sad'ın metotlarına biridir. Ancak pek çok kaynakta yer alan daha önemli bilgiler ve Mossad'ın gerçek yüzünü gösteren eylemlerse ört­bas eelilmesi gereken kirli işlerdir. Mossad'ın dünyadaki uyuşturucu ve silah ticareti üzerindeki denetimi, Olof Palme'nin öldürülmesi, Kennedy suikastı, Maxwell'in sır dolu ölümü, çeşitli ülkelerdeki fa­ili meçhul cinayetler, mafyanın örgütlenmesi, kontrgerilla ve terör örgütlerinin teşkilatlandırılması, tüm dünyadaki kentralara verilen destekler bu tür eylemlerdendir.

Mossad'ın Açık Eylemleri

Mossad'ın propaganda amacıyla gerçekleştirdiği eylemlerden birkaçı şunlardır:

-   1969 yılında Fransa Devlet Başkanı De Gaulle'ün İsrail'e gön­dermediği 5 adet roket atabilen hücumbotu, Mossad İsrail'e kaçırdı.

-   1972 yılında FKÖ'lülerin Münih Olimpiyat Köyü'nde İsrailli sporculara yaptığı baskın nedeniyle 12 Filistinli, Mossad'ın Golda Meir tarafından kurulmuş X Komitesi tarafından tek tek öldürüldü. Bu cinayetler bazen bir telefon ahizesine yerleştirilen bomba ile ba­zen de tabanca ile yapıldı. Mossad'ın ölüm listesindeki 12 kişi öldü­rülürken, Filistinli olmayan birçok kişi de bu 12 kişinin yanında Mossad tarafından öldürüldü. Bu 12 kişi arasında eylemle en ufak il­gisi olmayan Filistinli aydınlar da bulunuyordu.

-   2 Ağustos 1976 Entebbe Baskını, Mossad ajanlarının giriştiği önemli eylemlerden biriydi. Uganda sınırları içinde FKÖ tarafından esir alınan uçaktaki İsrailli yolcular Entebbe Havaalanı'ndan kurta­rıldı. Bu baskın Mossad'ın tüm dünyaya bir gövde gösterisi oldu. Entebbe Baskını hemen filme alınmış ve "Entebbe" adıyla gösterilerek dünya çapında Mossad propagandası yapılmıştır.

Entebbe Baskını

İsrail gizli servisinin gerçekleştirdiği eylemlerden hiçbiri, l 976 yılında gerçekleştirilen ve kamuoyunda Entebbe Baskını olarak bili­nen eylem kadar dünyanın ilgisini çekmemiş ve Siyonizm davasına katkıda bulunmamıştır. Bu eylem şaşırtıcı boyutlarda destansı öğele­re sahip askeri bir macera olarak gösterilmişti ve Ortaçağ korsanla­rının ruhuna sahip, askeri ve istihbarat konularında uzman bir ekip tarafından gerçekleştirilmişti. Olayla ilgili hiçbir bilgi dışarı sızdırılmamasına rağmen çok sayıda gazeteci tüm operasyonu dramatik bo­yutlarda ele alarak yazıya dökmüş, en az yarım düzineye yakın yazar da olayı kitap haline getirmiştir. Birkaç hafta içinde tüm dünya bası­nında baskınla ilgili yazılar birbiri ardından yayınlanmaya başlamış­tır. Kısa bir süre sonra da Hollywood, piyasaya başrollerinde Char­les Peter Finch, Burt Lanchester, Kirk Douglas, hatta Yahudi bir an­ne rolü ile Elizabeth Taylor'ın yer aldığı bir film sunmuştur. Ünlü Entebbe Baskını, Uganda'da ldi Amin'in başta bulunduğu bir dö­nemde, Mossad timlerinin "Filistinli teröristleri" saf dışı ederek ger­çekleştirdikleri önemli, önemli olduğu kadar da ilginç bir eylemdir. Entebbe Havaalanı'nda yeterli Ugandalı askerin bulunmamasından, Mossad timlerinin Ugandalı askerlerin havaalanına gelecekleri saati bilmelerine kadar en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir şovdu aslında.

Uçak kaçırma eylemini gerçekleştirip Entebbe Havaalanı'nı son durak yapan teröristler, kamuoyuna hep Filistinliler olarak lanse edilmişti. Teröristlerin şefi Wilfred Boese, Baader-Meinhof üyesiydi ve Avrupa polisi tarafından aranan biriydi. Uçakta Wilfred'in yar­dımcılığını yapan kadın da Alman'dı. Ama her nedense adının Hali­me olduğunu söylemişti. Ekipte ayrıca Carlos'un da bulunduğu be­lirtilmişti.

Araştırmacı gazeteci David Yallop'un 'Die Verschworung Der Lugner' kitabında açıkladığı gibi, Mossad'ın bilgisi dahilinde faali­yetlerini sürdüren Çakal Carlos'un yeri bütün gizli servisler tarafın­dan bilinmesine rağmen her nedense yakalanamıyordu. Entebbe Baskını'nda da Çakal yine kilit isimdi.

Entebbe Baskını'na katılan kadın terörist Gabriele, daha önce dünyanın en meşhur ve en çok aranan teröristi Carlos'la (Çakal) be­raber yaşamıştı ve şimdi de kendisine refakat eden Alman arkadaşı, Baader-Meinhof şehir gerillaları grubunun bir üyesiydi.

Carlos olarak da bilinen Çakal'ın asıl adı lliç Ramirez Sançez'di. Onu Entebbe'de yakalamak ihtimali pek yoktu. Ama 2 Temmuz'da, Avrupa ve Güney Amerika'dan onunla ilgili olarak verilen bilgiler aceleyle bir dosya haline getirildi. Çakal, Parisli iki polisin öldürül­mesi, Petrol lhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) Viyana'da dü­zenlediği konferansa katılan delegelerin kaçırılması olayları ve bun­lar gibi başka şiddet olayiarına karışmıştı. Şimdi Entebbe'de rehine­lerin başında bekleyen Alman, Çakal'ın arkadaşı ve teknik danışma­nıydı.

Mossad'la işbirliği yapan Çakal Carlos'un ekibinden birisinin de aralarında olduğu Alman teröristler, neden Filistinli gibi davranıp eylemi onlara mal etmek istemişlerdi? Bu sorunun cevabı, kaçırma olayının arkasında kimlerin olduğu ve bunun kime ne kazandıraca­ğı sorularının cevaplandırılmasıyla açığa çıkacaktır. Olayın arkasın­daki gizli bağlantılar önemli ipuçları vermektedir.

Taşeron çalışan Baader-Meinhof örgütü, İsrail gizli servislerin­den Shin-Beth'in kontrolünde uçak kaçırma eylemini gerçekleştirip, senaryonun devamı için uçağı İdi Amin'in ülkesi Uganda'ya indirdi. Senaryoda rolleri biten Baader-Meinhof üyelerinin İsrail için artık önemi kalmamıştı.

Bu şovun Uganda bölümünün başrol oyuncusu da İdi Amin'di. Zalim bir diktatör olan İdi Amin, çeşitli çıkar çevreleri tarafından kullanılan bir aktördü. Uganda sınırları içinde Entebbe Havaalanı'nda Mossad'ın gerçekleştirdiği eylemde İdi Amin'in katkıları neydi? Mossad tarafından Uganda'nın başına geçirilen İdi Amin, her ne kadar daha sonra Yahudi aleyhtarı gibi gözükmeye çalış­mışsa da bunun planlı bir hareket olduğu apaçık ortadaydı. Ancak bazı çevreler tarafından Müslüman bir lider olarak tanırılınaya ça­lışılıyordu.

İsrail ve Uganda'nın arasındaki ilişkiler oldukça iyiydi. İsrail Uganda'ya sadece maddi yardım yapmakta cömert değildi, aynı za­manda Uganda ordusunu eğitmiş ve bu orduya malzeme sağlamıştı. O sıralarda Albay Baruch Burlev, İsrail Savunma Bakanlığı görevlisi olarak Uganda'da 5 yıl geçirmişti. Kısa bir süre içinde ldi Amin'in or­tağı haline gelmişti. Arkadaşlıkları o kadar ileri gitmişti ki, Idi Amin İsrail'de kalmaya davet edildi. Uganda Başbakanı Milton Obote'ye karşı İsrail'i savunup destekleyen ve İsrailli danışmanları koruyan ldi Amin'di.

1967 Arap-Israil Savaşı'ndan sonra İsrailliler Afrika ülkeleri üze­rinde daha fazla söz sahibi olabilmek için kararlı bir siyaset izlediler. Bu amaçla Uganda'da askeri eğitim merkezleri kurdular. Uganda or­dusunun eğitimini İsrailli subaylar yaptırmaktaydı. Böylece Ugan­da'daki ticari hayattan sonra savunma sistemleri de İsrail'in eline geçmiş oldu.

1966'da İsrail, Uganda'nın askeri güçlerini geliştirme sorumlulu­ğunu üzerine aldı. 1964 ve 1971 arasında İsrail, Uganda'ya 26 eğitim ve nakliye uçağı sattı. Uganda'daki İsrailli danışmanlar Albay ldi Amin'e yakındılar.

Uganda İsrail'in yıllardır yakın ilişki içinde bulunduğu bir ül­keydi. Ve o dönemde albay olan Idi Amin de İsrail'in çok yakın bir dostuydu. Albay Bar-Lev, İsraillilerin Uganda'daki eski askeri birli­ğinin komutanlığını yapmıştı ve diktatörün yakın bir arkadaşıydı. Daha 1970 yılında, Uganda'daki yabancı uzmanların faaliyetlerine son verilmesi kararlaştırılmıştı. Bar Lev, o zamanlar üç yıllık bir as­keri eğitim programı imzalanması için Idi Amin'i ikna etmiş ve bu yardımlan için de Amin sonradan ödüllendirilmişti. Uganda ba­ğımsızlığını kazandıktan kısa bir müddet sonra, o zaman İsrail Sa­vunma Bakanlığı'nda Müsteşar olan Şimon Peres bir ziyaret için Uganda'ya gelmişti. Ev sahipleri, Peres'ten kendi ordu ve hava kuvvetlerini kuradarken onlara yardım etmesini istediler. Peres uygun buldu ve 1963 Nisan'ında, o zaman Dışişleri Bakanı olan Golda Meir, İsrail'le Uganda arasındaki yardım ve işbirliği antlaş­masını imzaladı. Anlaşmadan sonra Albay Şaham, İsrail Savunma Bakanlığı heyetinin başında Uganda'ya geldi. Şöyle üstün körü yaptığı bir teftiş Şaham'a yapılacak çok şey olduğunu gösterdi.

Uganda ordusu, 700-800 askerden oluşan tek bir piyade taburun­dan ibaretti. Taburun hem komutanı, hem de diğer bütün subayla­rı İngiliz'di. Piyade taburu, her şeyden önce merasimler ve resmi geçitler için kullanılıyordu. Genellikle bayramlarda sokaklardan geçiyor, pek başka bir işe yaramıyordu. Şaharn ve yanındaki }srailli subaylar, işte bu komik-opera taburunu, etkin bir savaş gücüne dönüştüreceklerdi.

Hatta Idi Amin hayatını bile bir İsrailli subaya, Ze'ev (Zonik) Şaham'a borçludur. Zonik ve arkadaşları işe ufaktan başlayarak, sa­dece bir bölüğü savaşabilecek bir bölüğe dönüştürmeye koyuldu­lar. Ugandalı askerler eğitilmek için Israil'e gönderildiler. Piyade bölüğünün eğitilmesinde İsrailli subayların gösterdikleri başarı, Cumhurbaşkanı Obote'nin, Israil heyetine, Uganda'nın özel polis kuvvetlerini yetiştirmesi için istekte bulunmasına yol açtı. Israil'den gönderilen Fuga-Magista ve Dakota'ları kullanan İsrailli ha­vacı öğretmenler, Uganda Hava Kuvvetleri'nin temelini attılar ve hatta teknik bir okul bile açtılar. Uganda'nın bağımsızlığının ikin­ci yıldönümünde, Israilli subayların gururlu bakışları önünde altı tane Fuga-Magista uçağı hava gösterilerinde bulundu. Idi Amin, Kampala'daki Israil misyonuyla özel ilişkiler kurdu. Sık sık Israil'i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu. İsraillilerin çalışkanlığını öve öve bitiremiyordu. Deniz ve karadan taşınmak üzere parçalara demonte edilmiş şekilde Uganda'ya getirilen ilk jet uçaklarının orada tekrar monte edilişini görünce, Israillilerin bu metal parçalarını nasıl bir jet uça­ğına dönüştürdükleri karşısında hayretlerini gizleyemedi. Monte edilen ilk Fuga-Magista'nın ilk uçuşuna gönüllü olarak katıldı ve bu işten son derece zevk aldı. Daha sonra Israilliler Amin'e nadir kimselere verdikleri bir ödül verdiler: Paraşütçülerin madalyasını, 2 Temmuz'da Moritanya'ya giderken bile, saklamaya gerek duyma­dığı bir gururla taşıyordu."

Aradaki ilişkiler o denli iyiydi ki, Amin bir gün, Kampala'da as­keri ataşe olarak görev yapan Şaham'dan, Israil'in, Kongo'dan çalı­nan muazzam miktarlardaki altınının satışı için yardımcı olmasını istedi. Bankerler, işin esasını kurcalamak gereği hissetmedi, altınla­rın satış işlemlerini ayarladılar.

Mossad, Idi Amin'in bu dostluğunu boşa çıkaracak değildi elbet­te. Başkan Milton Obote devrilerek, İsrail'in yakın dostu Albay Idi Amin başa geçirildi.

İsrail Etiyopya'da Haile Selasi'yi, Uganda'da İdi Amin'i, Zaire'de Mobutu'yu, Orta Afrika Cumhuriyeti'nde Bokassa'yı destekledi. Af­rika'nın derinliklerinde, Uganda'da bile Mossad, İdi Amin'e Başkan Milton Obote'yi devirmek için yardım etti. İdi Amin l970'de İsrailli askeri danışmanların yardımıyla bir darbe yapıp Başbakan olmuştu.

Idi Amin tarafından Başkan Milton Obote'ye karşı düzenlenen ihtilali Mossad destekledi. Uganda'daki İsrail askeri delegesinin ba­şında bulunan Albay Baruch Bar-Levi'nin ihtilalde bizzat katkısı ol­du. İsrailliler, Obote'nin artan anti siyonizminden rahatsız olmuşlar­dı. Onlara göre Idi Amin iyi bir kukla olacaktı.

Idi Amin, Mossad'ın kendisine sağladığı yardımlan karşılıksız bırakacak değildi, bırakmadı da. Entebbe Baskını bunun bir örneğiy­di. Idi Amin, dış dünyaya karşı göstermelik antisemit politikasını sürdürdü. Sözde İsrail'den ve İsraillilerden "nefret ediyordu."

Fanatik bir antisemitmiş gibi davranan Amin'in, Entebbe Operasyonu'nda rehin alınan İsrailli yolculara karşı tavrı asıl gerçeği or­taya koyuyordu:

"İsrail haber alma servisinden rapor edildiğine göre, Uganda'nın Başkanı Amin yolcuların önünde, onların koruyucusu pozunda do­laşıyordu. Ve 'Yüce Tanrı tarafından sizleri kurtarmakla görevlendi­rildim' diyordu.

Amin her gün değişik bir üniforma giyerek rehineleri ziyaret et­mekleydi. Küçük oğlu Şaron da onunla beraber dolaşmaktaydı (bir zamanlar İsrail'de Şaron Hotel'de kaldığı için oğluna bu ismi vermiş­tir). Idi Amin Dada'nın annesi, oğluna Yahudi halkına iyilik etmesi­ni vasiyet etmişti.

Baskında kurtulan bir kişinin günlüğü, Amin'in rehinelere nasıl davrandığını gösteren bir diğer örnektir:

"Idi Amin bundan başka, Uganda'daki kalışımız süresince müm­kün olduğu kadar rahat edebilmemiz için elinden geleni yapacağını söyledi. Afrikalı kadınlar bulunduğumuz yere koltuk taşıyorlardı. Herhalde hepimize yetecek sayıda koltuk getirdiler, yani 250 kadar.

Bundan sonra kahvaltı verildi: Çay, muz, ekmek, tereyağı, yumurta ve hatta patates. Arkadan bir doktorla bir hemşire geldi. Her birimi­ze hasta olup olmadığımızı ya da tıbbi müdahale gerektiren herhan­gi bir şeyimiz olup olmadığını sordular."

Rehin alınmış kişilere iyi davranılması elbette gerekli ve önemli bir davranıştır. Ancak bu hususların belirtilmesinin nedeni, bizim bu iyi tavra karşı olmamız değil, olayın içindeki bazı çelişkilerdir. Amin'in İsrail'e karşı hislerinin hiç de dünya televizyonlannda defa­larca yayınlanan Entebbe filmlerinde anlatıldığı gibi olmadığı açıkça görülmektedir. İsrailli rehinelerin, İsrailli komandoların Ugandalı askerlere ateş açmalarını engellemeleri de Ugandalı askerlerin rehi­nelere karşı tutumlarını açıklar nitelikteydi.

"Patlak gözlülere zarar vermeyin (Rehinelerin, komandolara U gandalılara ateş etmemelerini, onların daima kendilerine yardımcı olmaya çalıştıklarını söylemeleri üzerine eski terminal binasındaki U gandalı askerlere zarar verilmemesi isteniyor)."

Amerikan siyasetinin 'şahinlerinden biri olan Brzezinski de Entebbe'de yaşananların gerçek yüzünden haberdardı. ABD'nin Başkan adaylarından Jimmy Carter'ın dış politika danışmanlarından biri olan ve o gece İsrail haberalma örgütünün önde gelenleriyle beraber bir ziyafette davetli bulunan Profesör Zbigniew Brzezinski'ye de ope­rasyon çıtlatıldı. Ziyafeti, kendisi gibi Polanya doğumlu olan Brzezinski'yle Lehçe konuşan Savunma Bakanı Peres veriyordu.

Savunma Bakanı, diğer bütün görevli bakanlar gibi, 'hiçbir şey yokmuşcasına' günlük işlerine devam etmek zorundaydı. Yıldırım Harekatı'nın çölde tam bir provasının yapıldığı o gece, Peres bir gün Henry Kissinger'in yerini alabilecek olan bir insanla beraber olmak­tan memnunluk duyuyordu. Amerikan politikacılarının birçoğunun çıktığı yer olan Columbia Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler pro­fesörü olan 48 yaşındaki Brzezinski, sorunu kendine has bir analitik yaklaşım tarzıyla incelemeye başladı."

Idi Amin'in Mossad ajanlarına Entebbe Havaalanı'nda gösterdiği kolaylığa rağmen, Filistiniiierin bu eylemi nasıl rahatlıkla gerçekleşti­rip Uganda'daki Entebbe Havaalanı'na taşıdıkları da bir başka merak konusuydu. Bu sorunun cevabını da Alman İstihbaratı vermektedir:

"Alman İstihbaratı Entebbe Baskını'na sebep olan uçak kaçırma olayı için şöyle bir yorum yapmıştı: "Bu mükemmel organizasyon, Mossad'ın bir kolu olan Shin Beth tarafından, Filistinlileri ön plana çıkararak organize edilmiştir."

Münih Olimpiyat Köyü Baskını Üzerindeki Şüpheler

Olayla ilgili bazı ilginç bilgiler şunlardır:

İsrail Büyükelçiliği, Alman Hükümeti'ne bazı emirler vermiştir. (Le Monde, 17 Ekim 1992)

Yahudi Sosyolog Gilbert Mury: "Münih katliamı, eli silahlı kişi­lerin silahsız insanları öldürmesidir. Fakat bu silahlı kişiler, İsrailli sporculara ve Filistiniiiere ateş açan Alman polisidir." açıklamasını yapmıştır. (Le Monde, 19 Eylül 1972)

Leon Schrimann: "lsrailli sporcuların sürekli korumaları o sıra­da neden görevlerinde değillerdi?" (Dossier Seeret Sur Israel: Le Terrorisme, Vincent Monteil, say. 86)

Yahudi Sosyolog Gilbert Mury 6 kişinin imzasının bulunduğu açıklamasında, Golda Meir'in antlaşmaya razı olmayarak, İsrailli spor­cuları ölüme mahkum etmesinin bir vahşet olduğunu belirtmiştir.

Tel Aviv'den Moshe Dayan başkanlığında gelen özel bir tim, Al­man polisiyle görüşmeler yapmıştır.

"Alman polisinin olayın başından itibaren FKÖ'lülerle vardığı antlaşmaya sadık kalmaya hiç niyeti yoktu. Bunun sebebi Bonn'daki İsrail yetkililerinin hiçbir şekilde rehine ve mahkum değiş tokuşuna yanaşmamasıdır... Alman polisi İsrailli sporcuların kimler tarafından öldürüldüğünü kesin olarak kanıtiayacak olan otopsi sonuçlarını halka açıklamayı da reddetmiştir."

"Eğer gerçekten Filistiniiieri öldürmek için operasyon yapılmış olsa, her Filistinli için iki vurucu olması gerekirdi. Ama ll Filistin­li için sadece 5 tane vurucu vardı. Karanlıkta helikopteri kullanan­lar bile vurulmuşlardı. Diğer pilot yere yatıp ölü taklidi yaparak kur­tuldu. Bu olayların tam ortasında olan Golda Meir, Willy Brandt'a karşı hiçbir kızgın ifade kullanmamıştı. Olay öncesi Tel Aviv'den Münih'e bir Boeing kalkmış ve iki uzmanı taşımıştı. İsimleri gizli, çok önemli bu iki İsrailli subay, Almanya'ya gelmişti."

Yahudi Dayanışma Derneği Başkanı Bertram Zweiben, olay son­rası demecinde; "Bir misilierne hareketi ancak dünya çapında Arap diplomatlarının öldürülmesiyle olur" demiştir.

"Münih Olimpiyat Köyü'nde ölen İsrailli sporcuların üzüntüsü, yerini zamanla rehineleri kurtarma girişiminde başarılı olamayan Almanlara karşı duyulan kine bıraktı."

Filistinliler, esirlerin değiş tokuşunun sağlanması için gerçekleş­tirdikleri bu eylemin İsrail tarafından bu şekilde kullanılıp tüm Fi­listinli aydınların teker teker katiedilmesine yol açacağını tabii ki düşünmemişlerdi. Fakat bir ölüm timi olan Mossad için, İsrailli sporcuların Filistiniiierin yanında öldürülmesi propaganda amacıyla kullanacakları küçük bir ayrıntıdan başka bir şey değildi. Bu olay­dan sonra suçsuz birçok Filistinli, olayla ilgili oldukları gerekçesiy­le öldürüldü. Oysa operasyon sırasında olayla ilgili Filistinliler, ölüm timi tarafından zaten öldürülmüşlerdi. "Filistin Devrimci Des­tek Grubu olaydan sonra bir deklarasyon yayınlamıştı. Yaptıkları ha­reketin insancıl amaçlı olduğunu söylemişlerdi: 'Bu eylem, İsrail ha­pishanelerinde çürüyen, acı çeken ve işkencelere maruz kalan 200 savaşçımızı almak için yapıldı. Alman polisi tarafından planlanan kanlı operasyon, tamamen Golda Meir'in isteği üzerine yapıldı. Bu vahşice hareket bu drama sebebiyet verdi. Filistinlilerin yaptığı in­sancıl harekete nazaran çok fazla vahşiydi. imzalayanlar arasında üniversiteden Vincent Monteil, sosyolog Gilbert Mury, Dominikalı Paul Planquard ve bir avukat olan Michele Bauvilard vardı.' Aynı gün New York'ta bir teşkilat 'tüm dünyadaki Arap diplomatları öl­dürme kararı aldı.' Bu teşkilatın adı Yahudi Koruma Derneği'ydi. '' (L'Express, ll-17 Eylül 1972)

İsrailli sporcuların öldürülmesi olayına, Alman Gizli Servisi BND'nin Mossad'la bağlantısını sağlayan Yahudi Başkanı Markus 'Misha' Wolf'un adının karışması, olay üzerindeki soru işaretlerini arttırmıştır.

"Üç yıl önce, Avrupa'nın en gelişmiş casusluk örgütünün başka­nı olarak emekli olan, usta Doğu Alman casus Markus 'Misha' Wolf'un başlıca uluslararası terör saldırılarında suç ortağı olduğu sa­nılıyor. The Post Gazetesi, yayımlanan bir köşe yazısında casus Wolf'un şu olaylarla ilişkisi olduğunu iddia etti: 1972 Münih Olim­piyatları'nda Israilli atletlere karşı düzenlenen Kara Eylül saldırısına silah sağlanması..." (Şalom, 23 Mayıs 1990)

Mossad'ın Nükleer Oyunları

Mossad'ın en önemli amaçlarından biri de İsrail'in büyük bir nükleer güce ulaşmasıdır. Bu doğrultuda nükleer silah üretimi için, dünyanın en büyük nükleer santrallerinden biri olan Dimq_na'nın kurulması amacıyla Mossad çeşitli operasyonlar düzenlemiştir. Isra­il'in kuruluşundan itibaren Ben Gurion nükleer güç elde etmeyi amaçlamış ve İsrail kurulduktan 7 ay sonra Fransız Atomik Enerji Komisyonu üyesi ve Fransız atom bombasının mimarı Maurice Surdin Israil'e getirilmişti. Rus kökenli bir Yahudi olan, asıl adıyla Moshe Surdin önderliğinde, İsrail Atomik Enerji Komisyonu l952'de kuruldu. Başına Ernst David Bergman getirildi. Ben Gurion, bilim adamları, askerler ve politik danışmanlar, nükleer reaktör satın al­mak için her fırsatı kolladılar. l955'de bir fırsat yakalandı. Tel Aviv'in lO mil .güneyinde, Eisenhower'ın barış için atom programı dahilinde Nahal Sorek'te küçük bir reaktör oluşturuldu. Aynı yıl Şimon Peres daha büyüğü için Fransa'dan bir şans yakaladı. Ben Natan, Fransa'nın Israil'e nükleer reaktör vermesi için lobi faaliyetle­rinde bulundu. 3 Ekim l957'de Bourgers Maunoury ve Dışişleri Ba­kanı Pineau, Peres ve Ben Natan ile gizli bir antlaşma imzaladı. Ant­laşma, 24 megawatlık bir reaktörün gerekli teknik donanımla Israil'e verilmesini içeriyordu. Israil'de kapalı kapılar arkasında bu konu çok tartışıldı ve gizliliğini her zaman korudu. Nükleer santral, her şeyi gizli olan bir ülkede tarihte görülmediği kadar gizli tutuldu. Pe­res, İsrail istihbaratından nükleer santralı korumalarını istemedi. Çünkü ona göre Israil'in nükleer gücünün, ayrı bir nükleer istihba­rat servisine ihtiyacı vardı. l957'de Peres nükleer meseleler için ye­ni bir istihbarat servisi kurdu ve başına Benjamin Blumberg'i getirdi. Blumberg daha önce Haganah'da çalışmış, 1948-49 Savaşı'ndan son­ra Shin-Beth'e katılmıştı. Shin-Beth'te görevi, Savunma Bakanlığı'nda ve çeşitli projeler üstünde çalışan fabrikalarda güvenliği sağ­lamak ve gizliliği korumaktı. Bu bölüme Lakam adı verildi. Lakam ajanları bilim ataşeleri olarak Avrupa ve ABD'deki İsrail konsolos­luklarına gitmişler ve aldıkları bilgiyi Dışişleri Bakanlığı'ndan önce ofislerine rapor etmişlerdi. Bilim danışmanları halktan her türlü bil­gi almakla ve gönderildikleri ülkedeki bütün bilim adamları ile iliş­kiye geçmekle yükümlüydüler. Peres'in desteği ile Blumberg, Lakam istihbaratını diğer branşlardan ayrı tutuyordu. Isser Harel bu konu­da: "Devletin üst düzeyinde bazı kişiler bile Lakam'ı oluşturan üni­telerden habersizdir" demekteydi.

-’ "Fransa'dan gelecek yeni reaktör en gizli konudan bile daha giz­li birkonuydu. Fransa'dan gelen yeni reaktör için Negev Çölü seçil­di (Negev, Tevrat'ta İbrahim Peygamber'in sevdiği vaha olarak geçi­yor). Bu konuda sadece Lakam değil, Fransız İstihbaratı da hassastı. Paris'ten papaz kılığında bir ajan Negev'e gönderildi. Dimona'daki bu inşaat için orada yaşayan halka bir tekstil fabrikası inşa edildiği söylendi.' Bu fikir Blumberg'indi. Charles De Gaulle, İsrail'in Dirnona Reaktörü'nü askeri amaçla kullanacağını hissediyordu ve bu, Fransız Başkanı rahatsız ediyordu. Mayıs l960'da De Gaulle, Dışiş­leri Bakanı'na, İsrail” Konsolosluğu'nu artık Dimona'ya uranyum göndermeyecekleri konusunda haberdar etmesini istedi."

Fakat, İsrail nükleer silah üretmeye kararlıydı. Gerekli malzeme­leri bulmak iç}n yeni operasyonlar düzenlendi:

"Fransa'nın silah ambargosu koyarak uranyum sevkıyatını dur­durması üzerine İsrail zo r durumda kalmıştı. Moshe Dayan her ne pahasına olursa 'olsun atom bombası istediğini belirterek 'gerekirse bu nesneyi çalmalıyız' diyordu. Isser Harelin yerine Mossad Şefi olan Meir Arit 200 ton uranyum bulma görevini üstlenmişti. Uran­yum bulma operasyonu son derece gizli işler arasındaydı. Bu ko­mando harekatına kimyada bir kurşun bileşiminin adı verildi: Plumbot Operasyonu. İsrail Gizli Servisi, Brüksel'deki Madenler Genel Merkezi'nde büyük miktarda uranyum bulunduğunu tespit etmişti. Bu uranyum MGM'ye, Belçika Kongosu'nda faaliyet gösteren bir fir­madan kalmıştı. Uranyum Antwerpe'in doğusunda bir köyde depo edilmişti. Mossad şüpheyi çekmeden uranyum satın alacak bir iş ar­kadaşı aramaya başladı. Tabii bu arkadaş uranyumu olduğu gibi İs­rail'e devredecekti. Nihayet Mossad ajanı Daniel Aerbel uygun bir tip bulduğunu bildirdi. Bu, Alman işadamı Herben Schulzen'di. Shulzen, Wiesbaden de 'Asmara Kimya Şirketi'nin ortağıydı. Bu şir­ket kimyasal ve radyoaktif zehirlenmelere karşı kullanacak yeni ilaç­lar ve yöntemler bulmakla uğraşıyordu. Fakat Shulzen'in küçücük şirketinin 200 ton uranyumu değil işletmek, depo bile ederneyeceği Belçika'daki MGM'nin şef yardımcısı Denis Dewez tarafından anla­şılması zor olmayacağından, Asmara'ya ltalya'dan Sarca adında para­van bir ortak firma bulundu." (Hayat Dergisi, 5 Ocak 1981)

"Zürih'te 24 saatte 1500 Alman Markı'na kurulan Biscayne Traders Shipping Corp. aracılığıyla, Liberyalı bir deniz ulaşım şirketi ku­ruldu. Şirketin başkanı Mossad ajanı Daniel Ert'ti. Şirketin diğer orta­ğı ise Türk armatörü Burhan Yansal idi. 1968 yılının 27 Eylül'ünde, Burhan Yarısal'ın 1.2 milyon Mark ödeyerek aldığı 78 metrelik Scheersberg adını taşıyan geminin yönetimi de Mossad'ın emriyle Percey Barrov'a verildi.

Türk armatörü Burhan Yansal olarak geçen şahıs Benjamin Yeruşalmi adındaki Mossad ajanıydı. Mossad'ın güvenilir elemanlarından Benjamin Yeruşalmi, nasıl becerdiği bilinmemekle birlikte bir Türk pasaporlu edinmiş ve Burhan Yarısal kimliğine bürünmüştü." (Mil­liyet, 27 Kasım 1986)

"Yeni kaptan Londra'dan uçakla gelirken beraberinde tamamen Mossad ajanlarından oluşan tayfalarını da getirtmişti. Uranyumun her hareketi AET içinde Euratom denilen teşkilat tarafından denet­leniyordu. Euratom sonunda Mossad tarafından ayarianan Dewez'in baskılarıyla uranyum ticareti için izin verdi. 29 Kasım 1968 günü ge­mi gece yarısında Kıbrıs açıklarındaki bir İsrail tankerine yanaşarak yükünü bıraktı. İsrail tankeri, yüklediği uranyumu Hayfa Limanı'na getirdi ve bu kıymetli madeni oradan İsrail nükleer santralı Dirnona'ya götürüldü. Euratom, olayı ancak 7 ay sonra fark etmişti." (Ha­yat Dergisi, l Ocak 1981)

"NATO'da üçüncü dünya ülkelerine karşı nükleer silah kullanımı­nı öngören planlar tartışılıyordu. Dağılan Sovyetler Birliği'nin eski cumhuriyetleri, Irak, Libya, Kuzey Kore, Mısır, Şili, lran ve Hindis­tan'a yeni tehdit kaynakları gözüyle bakılıyordu. Oysa l960'lardan be­ri faaliyetleri pekala bilinen bir nükleer sabıkalı daha var dünyada. Batı'nm özenle 'kara liste'lerin dışında tuttuğu, bütün suçlamalardan uzakta yaşayan bu ülkenin adı İsrail. Amerikalılar, gazetecilerin orta­ya attıkları soruları bugüne kadar geçiştirmeyi tercih ettiler. Elde ye­terli kanıt bulunmadığını söyleyip, birçok suçlamayı UFO hikayele­riyle bir tuttular. 1990'da İngiltere Avam Kamarasında bir soruyu ya­nıtlayan eski Dışişleri Bakanı William Waldegrave, 'İsrail, bilgimiz da­hilinde, hiçbir zaman kimyasal, biyolojik ve nükleer silahiara sahip olduğunu doğrulamadı ya da inkar etmedi' demekle yetinmişti.

Son yıllarda İsrail'den gelen nükleer tehlikeyle ilgili pek çok ma­kale ve kitap yayınlandı. 199l'de çıkan "The Samson Option" kita­bının yazarı Seymour Hersh, ABD Başkanlarını, İsrail'in sürekli ge­nişleyen nükleer gücünü dünya kamuoyundan saklamakla suçladı. Çeşitli çevreler, Batılı ülkelerin, casus uydularına ve kamuoyunun henüz haberdar olmadığı ileri teknolojik yöntemlere rağmen İsrail'e inanmasının 'saflık' olacağını belirttiler.

Nükleer silahların sınırlandırılması antlaşmasını imzalamayan İsrail'in füzeleri, tüm Yakın ve Ortadoğu'yu vurabilecek kapasitede­dir. Nükleer savaş başlıkları yerleştirebilen füzeler Türkiye'ye de uzanabiliyor. Isabet oranı yüksek jericho 2B tipi balistik füzeler, 1660 kın'lik menzilleriyle Trakya'nın tümünü hedefleyebiliyor. İsra­il'in elindeki diğer füzeler ve özellikleri şöyle sıralanıyor: jericho l, Fransa kökenli ve menzili 650 km. jericho 2, İsrail'de geliştirilmiş, menzili 1450 km. Şavid füzeleri, İsrail yapımı ve menzili 4500 km. ABD'nin İsrail'e verdiği Lance füzelerinin menzili 96 km. Yine ABD'nin verdiği MGM5-2C tipi Lance füzelerinin menzili 130 km. Nükleer savaş başlıklarını yerleştirebileceği savaş uçakları ve uzun menzilli topları bulunan İsrail, nötron bombası yapımında kullanı­lan araçlarla, bir kenti yok edebilecek güçte hidrojen bombalarına da sahip." (Nokta Dergisi, 7-13 Mart 1993)

CIA'in Sırlarını Çalan Mossad Ajanı:

Jonathan Pollard

Mossad'ın bir güç gösterisi olarak gerekleştirdiği eylemlerden bi­risi de Siyonİst Pollard vasıtasıyla CIA'in sırlarının çalınmasıydı.

"Jonathan Pollard, ABD donanma istihbaratında İsrail için casus­luk yapan bir Siyonistti. Pollard'ın casusluk olayı, İsrail'in Amerikan istihbarat sırlarını almak için giriştiği çabanın bir göstergesidir. J o­na than Pollard, İsrail için casusluk yapan, Birleşmiş Milletler Deniz­cilik istihbarat Servisi'nde bir memurdu. 31 yaşındaki Amerikalı, Washington'daki İsrail BüyükelçiÜği'ne sığınmaya çalışırken, FBI ta­rafından yakalandı. Bu, iki müttefik arasındaki ilişkilerde gerginliğe sebep oldu."

Raporlara göre İsrail, Amerikan istihbaratının İsrail ve Arap or­dusunun çalışmalarıyla ilgili bilgilerini detaylı olarak biliyordu. Operasyon, başbakanın istihbarat danışmanı Rafael Eitan'ın kişisel emirleriyle yürütüldü. Eitan, Ariel Şaron'a politik olarak çok yakın­dı. Resmi yetkililer şüpheleniyorlardı; çünkü meslektaşları Pollard'ı çeşitli dokümanları ofisin dışına çıkarırken görüyorlardı." (Middle East International, Ocak 1986)

"FBI yöneticisi Raymond W Vannal, FBI'ın Amerika'da yaşayan en az bir düzine ajanın İsrail'e bilgi sızdırdığını bildiğini söylüyor. Pollard birçok defa Pentagon'dan kutularla bilgi çaldı. Pollard bilgi­leri Siyonist Albay Avrem Sella'ya veriyordu. Pollard askeri bilgileri elde ettikten sonra Paris'e gitti, orada onu ünlü Mossad ajanlarından Rafael Eitan ve Sella karşıladılar. İsrail Konsolosluğu'nda çalışan Joseph Yagur da Pollard'ı besleyenlerdendi. Pollard, geri götürölmesi gereken dokümanları fotokopisi çekilmek üzere, İsrail Konsolosluk Sekreteri Irit Erbin'in Washington'daki apartman dairesine götürü­yordu." (Middle East International, 13 Haziran 1986)

Pollard Washington'a dönünce 3 haftada bir ABD askeri merke­zinden bilgi çaldı. Diğer sonbaharda Pollard İsrail'e lüks bir gezi yaptı. Jonathan adına bir pasaportla yolculuk yapıyordu. Olay orta­ya çıkınca İsrail, ABD'den özür diledi. Dönemin Dışişleri Bakanı George Schultz özürü kabul etti. Olay hükümet tarafından örtbas edil­di. Binlerce belge çalındığı halde, 163 tanesini geri getirdi.

PollarCı olayını düzenleyenler ise İsrail tarafından ödüllendirildi­ler: "Pollard casusluk olayında rol oynayan iki İsrailli çok önemli gö­revlere getirildi."

"İsrail Devleti'nin Başhaharnı Mordechai Eliyahu, Pollard'ı ziya­retinde onu kutsayarak, kendisine bir siddur verdi." (Washington jewish Week, 19 Mart 1992)

Mossad Ajanı Vanunu, İsrail'e İhanet Etti mi?

1986 yılında tüm dünyada yankı uyandıran bir olay gerçekleşti. İsrail'den kaçan bir teknisyen, bir İngiliz gazetesine İsrail'in dev bir nükleer santral inşa ettiğini ve burada çok sayıda nükleer silah üret­tiğini açıkladı. Söz konusu reaktör, Negev Çölü'ne kurulmuş olan Dimona Nükleer Santrali'ydi. Dünyanın en büyük birkaç nükleer santralinden biri olan Dimona'nm haberini veren kişiyse, bir haha­mın oğlu olan ve İsrail'e 8 yaşında yerleşmiş Vanunu idi:

"Bir hahamın oğlu olan Vanunu nükleer teknisyen olarak çalış­mış ve radikal politikaya sürüklenerek İsrail'in Komünist Partisi olan Rakah'a girmiştir." (Newsweek, 10 Kasım 1986)

The Sunday Times, Dimona'daki İsrail'in nükleer programından bahsettiğinde bütün gözler bu sırları açıklayan Vanunu'ya çevrildi. İsrailli teknisyen Vanunu, İsrail'in sadece nükleer silah üretmeyi bil­diğini değil, bunu ürettiğini gösteren fotoğraflar ve belgelere sahip­ti. Bu rapor pek çok cevaplandırılması gereken soruyu da beraberin­de getirdi. Vanunu'yu bu bilgileri açıklamaya iten hareket noktası neydi? Neden ihanet etmişti? Binaya kamerayı nasıl sokmuştu ve ya­kalanmadan 60 fotoğrafı nasıl çekmişti? Belki bunu yapmasına izin verilmişti. Neden Vanunu gerçek bir güvenlik araştırması yapılma­dan Dimona'da işe başlatılmıştı? Ve neden Vanunu birdenbire en hassas yer olan radyoaktif ayrıştırmaların yapıldığı ve bombanın ha­zırlandığı Machon ll'de çalıştırılmaya başlanmıştı?

Olay patlak verdikten kısa bir süre sonra, İsrail'deki günlük bir gazete olan Haaretz, başyazısında artık süper güçlerin dışarıya uy­durma haber taşıyanları kullanmaktan kaçındıklarını yazmıştı. Fa­kat Mossad kaynaklı bu haber bile Vanunu olayından şüpheleri uzaklaştıramadı. Alevlenen bölgesel tahminlere göre o sahte muh­birdi. Vanunu'nun hem birdenbire haber olması, hem de ortadan kaybolması, her ikisi de çok tuhaftı. Onca plan yapıp fotoğrafları ka­çıran biri için hikayesini bastırmak için yaptığı girişimler çok acemiceydi. Bütün aksi iddialarına rağmen kendi kişisel güvenliği konu­sunda çok gevşekti. Birçok kişi onun bir hikayesi olduğunu biliyor­du ve bunu açıklayabilirlerdi. Bu olay olmadan önce, Londra'daki İs­rail Konsolosluğu'na Dimona'da görevli kişilerin tanırılınası için pa­saportunun kopyası yollanmıştı. Orada başka insanlarla bağlantı kurması imkansızdı. Fakat The Sunday Times ona erişmişti. Vanunu, İsrail'in nükleer gücünü ortaya çıkarmıştı. Bu bir kaza mıydı yoksa önceden mi hazırlanmıştı? Tabii ki Vanunu'nun her şeyi bil­mesi gerekmezdi, ama tahmin edilebilecekler dışında bir şey açıkla­dığı da söylenemez.

The Sunday Times'ta yayınlanan bir makalede, İsrail'in Avru­pa'da bulunanların 15 katı kadar olan 200'e yakın nükleer savaş baş­lığına sahip olduğunu bildirmiş, bu hikayeyle ilgili fotoğrafların Gü­ney İsrail'deki Dimona nükleer yerleşim yerinde çekildiği söylen­mişti. Gazetede, kaynağının Mordechai Vanunu isimli 32 yaşında, lO yıl Dinamo'da çalışmış, İsrailli bir nükleer teknisyen olduğu be­lirtildi. Makalenin yayımlanmasından sonra Vanunu, Londra'da göz­den kaybolmuştu. Raporlara göre Vanunu, İsrail istihbarat teşkilatı Mossad tarafından kaçırılmış ve devlet sırlarını açıklamak suçundan yargılanmak üzere İsrail'e götürülmüştü.

"Vanunu olayı, bazı İsraillilerin bu olayın İsrail'in askeri gücünü düşmaniara karşı ispatlamak üzere hükümetin planının bir parçası olduğuna inanmalarına yol açtı." (Newsweek, lO Kasım 1986)

"Vanunu sonrası çıkan skandal, İsrail gizli servislerinin Arap ül­keleri karşısında İsrail nükleer gücünü daha caydırıcı göstermek için yapılmıştı. Bu tez İsrail için çok iştah açıcıydı. Çünkü tran-Irak Savaşı'na baktığımızda çok büyük bir potansiyel açığa çıkıyordu. Bun­lar İsrail için yeni bir tehditti. Mossad, atom bombasının gücünü ka­nıtlamak için böyle bir senaryo planlayabilirdi. Zaten Shin Beth'in (İsrail İç Güvenlik Servisi) Vanunu'nun yaptıklarını anlamamış ol­masına kimse inanmadı. 11

Espionage dergisi de Vanunu'nun Mossad için çalıştığını veya Ortadoğu politikasında bir piyon olarak kullanıldığını belirtiyordu.

"Mordechai Vanunu, İsrail'de bir yerlerde, iyi korunan bir hüc­rede. İsrail gizli servisi adına iş yapmış olan Vanunu'nun durumu bugün çok karışık bir sır. Vanunu söylentiye göre politikada sol gö­rüşe sahip biri ve Filistintilere sempati duymaya başladı. Bunu gizle­medi de. İlk sır burada ortaya çıkıyor. Böyle bir politikaya sahip olan Vanunu'nun, İsrail'in en gizli nükleer araştırma bünyesi olan Dirnona'da çalışmasına nasıl izin verildi? Yalnızca çalışmasına izin veril­mekle kalınmayıp gizli silah yapımı için bir araştırmacı teknisyen olarak nasıl görev aldı?

Vanunu'nun bu açıklamaları öncesinde Suriye, İsrail'e karşı as­keri bir harekat düşünüyordu. Vanunu'nun açıklamalarının Suri­ye'nin hareketlerini kısıtlamak için İsrail'in özel bir planı olduğunu söylemek mantıksız değil. Vanunu'nun The Sunday Times'a verdiği fotoğrafların çabuk çekildiği düşünülürse kalitesi biraz fazla kaçı­yordu. Her gün çekilen değişik askeri tesisat resimlerini andırıyor­du. Bu yüzden Vanunu Mossad için çalışıyordu veya Ortadoğu poli­tikasında bir piyon olarak kullanıldı. Söylenti bitmiyordu. Vanunu Avustralya'ya giderken Moskova'da durmuştu. Diğer durduğu durak da Bangkog'du. İsrailli müfettişiere göre ise Vanunu transit bir yol­cuydu. Bu iki durakta da Vanunu'nun cebinde mikrofilmler olduğu halde KGB ajanlarına bunu vermemişti. Belki bunu başka merkezle­re verecekti. Öyleyse bunları kendi adına mı yoksa Mossad adına mı yapıyordu?

İşler Vanunu'nun İsrail'e geri dönmesiyle daha da karışıyor; sarı­şın bir kadının Vanunu'yu kandırıp yatla İsrail'e kaçırma hikayesi doğru muydu? İsrail'in dediğine göre, Vanunu iki yıldır Dimona'daki bu faaliyetini de kapsayan bir günlük tutuyordu. Bu söylentiye göre Vanunu bir kız arkadaş bulamadığı için intihar edeceğini yaz­mıştı. Defteri başkasının yazdığı düşünülüyor. Kim ve neden? Yine şüpheler Mossad'da toplanıyor." (Espionage, Mayıs 1 987)

"Tel Aviv bölgesinde Işçi Partisi Sekreteri olan Eliahu Speiser'in belirttiğine göre, İsrail Işçi Partisi Simon Peres'in özel faaliyet ala­nı oldu. Peres sadece kendisinin ayrıntıyla bildiği skandallan ka­mufle etti: Vanunu, Pollard, Shin Beth olayı, Iran trafiği... Bunlar sistematik yalan haber yayma olaylarıdır ve bunların yanlış bilgi­lendirme özellikleri KGB'ninkinden çok daha gerçekçi... Mordechai'nin davasını üstlenen İsrail'in tanınmış avukatlarından Avigdor Feldman'a göre, davada her şey ilk başından beri İsrail Gizli Servisi'nin istekleri doğrultusunda organize ediliyor." (Nokta Dergisi, 7-13 Mart 1993)

john Mc Cone, yeni alınan İstihbarata göre İsrail'in Negev'te Fransızların yardımıyla gizlice bir nükleer reaktör inşa ettiğinin or­taya çıktığını söyledi ve Times muhabiri Finney'in bu haberi yazma­sını istedi. Finney, 19 Aralık 1960'da Times'ın birinci sayfasında İs­rail'in Dimona'da bir nükleer santrale sahip olduğunu yazdı. Bu ha­berde Finney Amerikan kamuoyuna, Art Lundahi ve Dino Brugioni'nin iki yıldan daha fazla bir zaman önce Beyaz Saray'a bildirdiği şeyleri anlatıyordu. İsrail, Fransızlar'ın yardımıyla plütonyum ürete­cek bir nükleer reaktör inşa ediyordu."

KENNEDY DOSYASI

CIA, Castro, johnson, KGB, silah tüccarları, FBI ve mafya hipo­tezleriyle kafaların karıştırıldığı, Mossad'ın adının titizlikle gizli tu­tulduğu Kennedy bilmecesi... Oysa ABD'nin Siyonistlere karşı çıkan tek Başkanı john Fitzgerald Kennedy, İsrail Başbakanı Ben Gurion'a, İsrail'de yapılmakta olan Dimona Nükleer Santrali.'ne, İsrail'in Orta­doğu politikasına, Siyonist silah tüccarlarına, mason danışmanları­na, Amerika'daki Yahudi lobisine, lobinin en güçlü ismi Rockefeller'a ve masonik örgütlere ters düşmüştü.

Kennedy'nin 1963 yılında Texas'ta öldürülmesinin ardından ku­rulan ve Warren Komisyonu olarak bilinen Senato Özel Soruşturma Komisyonu, cinayeti tek başına hareket eden Lee Harvey Oswald'ın işlediği sonucuna varmıştı. Ancak hem cinayetin sorumlusu olarak gösterilen Oswald'ın, hem de henüz mahkeme önüne çıkmadan onu öldürenjack Ruby'nin ve olaya adı karışan bazı kişilerin kuşkulu bi­çimde öldürülmeleri, öte yandan soruşturmanın yürütülmesindeki bazı kuşkulu noktalar, ABD kamuoyunda birçok spekülasyona yol açmıştı. Olayla ilgili olarak toplanan binlerce sayfalık belgenin bu­güne dek gizli tutulması da ortaya birçok komplo teorisinin atılma­sına neden oldu. Kennedy'nin devre dışı bırakılışının ardında bazı sorular zihinlerde kaldı:

Cinayeti gören 47 şahit, kaza veya hastalık sebebiyle (İ) ya da in­tihar ederek (İ) öldü. FBI'ya göre Oswald cinayeti tek başına işlemiş­ti. Tek silah kullanılmıştı. ABD gizli servisi olaya karışmamıştı. Olay basit bir bireysel terör hareketi olarak gösterilmek isteniyordu. Ola­yı araştırmak amacıyla iki komisyon kuruldu. 1964 ve 1975'de ku­rulan Warren ve Rockefeller Komisyonlarında aynı sonuçlara ulaşıl­dı. Komisyonların raporlarına göre Ruby aşırı milliyetçiydi ve katil olarak tanıtılan Oswald'ı da başkanı öldüren kişiden intikam almak amacıyla öldürmüştü. Oysa, Oswald ve Ruby'nin beraber hareket et­tikleri ortaya çıktı.

Olayı gören birçok şahit Warren Komisyonu'nca dinlenmiyor, dinlenenlerin ifadeleri de değiştiriliyordu. Daha sonra, mason sena­tör Frank Church'ün başkanlığını yaptığı Church Komisyonu'nun hazırladığı raporda da hiçbir sonuca ulaşılamaması, bu suikastm ar­kasındaki güçlerle ilgili önemli ipuçları veriyordu.

Ortada, bir komplo düzenlenmiş olduğunu açıkça gösteren bazı gerçekler vardı. Dikkati dağıtmak için, Kennedy'yi mafyanın öldür­düğü söyleniyordu. Acaba mafya tören güzergahını değiştirebilir miydi? Başkanın korumalarım kaldırabilir miydi? FBl'yı, Dallas po­lisini, Warren Komisyonu'nu yönlendirebilir miydi? Otopsiye müda­hale edip, medyaya yalan haber yazdırabilir miydi?

Kennedy 3 ayrı yerden gelen kurşunlarla vurulmuştu. Bu, otop­side kanıtlanmış ama üstü örtülmüştü. Bazı polisler buna şahitti (Polis Memuru Craig).

Olayla ilgili ipuçları şunlardı:

Kennedy'nin yanında vurulan Texas Valisi Conoly'nin kanlı üni­forması temizleyiciye, Kennedy'nin limuzin arabası yıkamaya gön­deriliyordu. Başkanın beyninin ise kaybolduğu söyleniyordu.

Oswald'ın 2 kurşunundan 8 yara izi çıktığı söyleniyordu. Fakat otopsi gereğince yapılmıyor, askeri doktorlar tarafından örtbas edili­yordu. Ordudaki general ve arniraller otopsiyi yönetiyorlardı. Birçok kaynak, Oswald'ın CIA'e kayıtlı olduğunu yazdı. Oswald bu tip bir iş için çok daha önceleri "hazırlanmış" bir kişiydi. CIA, suikasttan çok daha önceleri Oswald'ı Rusya'ya göndermişti. Oswald Rusya'da kendini bir vatan haini olarak gösteriyordu ama aslında CIA, onun oradaki durumunu en ince ayrıntısına kadar yönetiyordu. Daha son­ra Rusya'dan ayrıldı. Küba'da bir delegasyonla görüştü. Bu arada CIA, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıyordu. Oswald, ardından İsviçre'de bir üniversiteye yazıldı. Buradan Ingiltere'ye gitti. Sonra Sovyet vatandaşı oldu. 2 yıl sonra Henry Kissinger'ın ileride ortağı olacak olan B. Classon, Oswald'ın ABD'ye dönüşünü ayarladı. FBI ve CIA tüm bu gelişmeleri denetliyordu. Oswald, 1962'de Pentagon'da çalışmaya başladı. 1963'de FBI aniden Oswald'ın KGB ajanı olduğu söylentilerini yaydı, bu konuyla ilgili Oswald'a ait sahte belgeler or­taya çıkarıldı. Böylece Kennedy suikastı öncesi, Oswald'ı bir KGB ajanı gibi gösteren senaryo düzenlenmiş oldu. Kennedy suikastın­dan 1-2 gün önce Oswald Küba'yı savunan anti-Amerikan yazılar yazdı ve Dallas'ta polislerin eline tehdit mektupları verdi. Ve bunu nedense CIA, FBI ve Deniz Kuvvetleri haberalma binalarının bulun­duğu bir meydanın ortasında yaptıİ Bu senaryo, aslında olayın içine Küba ve KGB gibi değişik alternatifler sokmak için yapılmıştı. Kennedy'nin ölümünden sonraysa Oswald'ın CIA ajanlığıyla ilgili tüm belgeler yok edildi.

Olayı ısrarla KGB'nin üzerine atanların başındaysa, CIA'in Mos, sad'la bağlantılarını gerçekleştiren eski CIA şefi James jesus Angieton vardı:

"Angleton, Oswald'ın KGB ajanı olduğu tezinin ünlü savunucu­larından. Oysa Angleton, Oswald gibi CIA ajanları hakkında en çok bilgiye sahip kişi." (US News and World Report, 17 Ağustos 1992)

Fakat olayın çok değişik boyutları vardı. Kennedy ölümünden önce, CIA Başkanı Alien Dulles'ı görevinden almaya karar vermişti. Oswald ve onu öldüren Ruby'nin Dallas'taki polis otoriteleriyle ve FBI'la yakın ilişkileri vardı. FBI Ruby'i birçok görevde kullanmıştı.

"Ruby konuşmasını engellemek için hapiste kendisine kanser yapıcı ilaçlar verildiğini söyler ve esrarengiz bir şekilde kanserden ölür." (People's Almanac 3)

Olayla ilgilenen polis M. Tippit, olaydan kısa bir süre sonra elin­de Oswald'ın resmini taşıyordul Daha sonra öldürüldü. Dallas'da bi­linmeyen bir nedenle askeri koruma görevlileri görevlendirilmedi. Oswald, ordu tarafından l2 saat soruşturuldu. Sonuç açıklanmadı.

"Kennedy suikastını soruşturan Warren Komisyonu, Oswald'ın suikastı tek başına işlediği sonucunu çıkardı; fakat Amerikan halkı­nın sadece % lO'u buna inandı." (US News and World Report, 17 Ağustos 1992)

Suikast hakkında komisyonca üretilen teoriler, komisyonun CIA-FBI ve Johnson'a bağlılığıyla ilgili sorular ortaya çıkardı. Çün­kü komisyon KGB teorisini ısrarla gündemde tuttu. Resmi KGB ma­salı, medya tarafından da körüklenince, JFK dosyalan açılmadan ka­patıldı. FBI şefi Edgar Hoover ve Kennedy'nin yerine Başkan olan Lyndon Johnson kimin emrindeydi? Kennedy'nin karşı çıktığı Viet­nam Savaşı'ndan kimin çıkarı olabilirdi? Johnson, İsrail'in gelmiş geçmiş en iyi dostu oldu. Hoover, Mossad'ın ABD'deki tüm eylemle­rini örtbas eden bir "dost"uydu. Vietnam, Arap-İsrail sorunlarına ABD'nin tarafsız yaklaşmasını engelleyen önemli bir faktör oldu. İs­rail, Vietnam krizinden istifade ederek Kennedy'nin karşı çıktığı Diamona'daki nükleer santralin inşasına büyük bir hız verdi.

Jack Ruby ve Oswald, her ikisi de FBI ajanı olarak çalışmıştı. Kennedy Hoover'ı FBI şefliğinden almayı planlıyordu. Suikast günü Hoover özel bir iş için Dallas'taydı. 1977 yılında olay hakkında bil­gisi olan 10 FBI ajanı, garip ve açıklanmayan koşullarda öldü.

Suikasta Göz Yuman FBI Şefi Edgar Hoover

Kennedy'nin ölümünden önce görevden almayı düşündüğü Ho­over, Mossad'ın ABD'deki tüm eylemlerine göz yuman bir "dost"uydu. İşte bu eylemlerden birkaçı:

"Carl Duckett, 1976 Mart ayında mesleğine mal olacak bir hata yaptı; İsrail'in nükleer silahları hakkında açıkça konuştu. Ancak sar­hoş birinin, İsrail nükleer silahlarından uluorta söz edecek kadar ih­tiyatsız olabileceği ima edildi. Daha sonra Duckett'ın, o anki CIA Başkanı George Bush tarafından istifaya zorlanarak istifası sağlandı."

CIA ajanı Carl Duckett'ın, İsrail'in 3 ya da 4 nükleer bombaya sa­hip olduğu şeklindeki 1968 yılına ait çok gizli CIA değerlendirmesi, bir Amerikan Yahudisi olan Zalman Shapiro'nun 4 bombaya yetecek miktarda olan, yaklaşık 100 kilodan fazla zenginleştirilmiş uranyu­mu İsrail'e kaçırmış olmasına dayanıyordu. Kaçırılan uranyum, Duckett'ın İsrail'in en az on bombaya sahip olduğu şeklindeki değer­lendirmesinin de temeliydi. CIA açısından Shapiro, İsrail'e destek olan bir Yahudi'den daha fazla bir şeydi. O, nükleer yakıt işleme işin­de olan, İsrail'e düzenli seyahatler yapan ve İsrail hükümetiyle bazı cüretkar işlere girişen bir Yahudi'ydi. Pek çok başka yönden de tipik bir çifte sadakat örneğiydi. Litvanya'dan göç eden bir halıamın çok başarılı oğluydu. Shapiro'nun en büyük koruyucusu ise Hoover'dı.

"Edgar Hoover Amerikan masonluk tarihinin en önemli insanıy­dı. 1924'den ölümüne kadar FBI'yı yönetti. Onun mason oluşu, ma­son başkanlar için bir garanti olmuştur. 48 yıllık başkanlığı da bu şe­kilde daha iyi anlaşılır."

Suikasti Mossad mı Düzenledi?

1992 Mart tarihli Washington Report on Middle East Affairs der­gisinde, eski senato üyesi Paul Findley, Kennedy suikastıyla ilgili şunları söylemekteydi:

"Kimin Kennedy'i saf dışı etmek için kuvvetli bir nedeni olabi­lirdi? tlginç fakat şaşırtmayan bir gerçek de Kennedy suikastı ile il­gili yazılan hiçbir raporda Mossad'dan kesinlikle bahsedilmemesidir. Oysa olaydaki Mossad rolü çok açıktır. İsrail liderleri Kennedy aile­sine hiçbir zaman güvenmemişlerdi. Başkan Kennedy'nin babası In­giltere'ye başkonsolos olduğu zaman İsrail aleyhtarı faaliyetleriyle tanınıyordu. john Kennedy'nin başkanlık kampanyası sırasında bir grup New Yorklu Yahudi, Kennedy'nin Ortadoğu politikasını kendi çıkarları çevresinde oluşturmasına karşılık, onun kampanya giderle­rini karşılamayı vaat etmişlerdi. Fakat, Kennedy kabul etmemişti. Diğer yandan Kennedy'nin yerine başkan olan Lyndonjohnson, po­litik kariyeri boyunca İsrail'e destek olup yardım etti. İsrail hüküme­ti de johnson başkan olursa her şeyin lehlerine dönüşeceğini bil­mekteydi ve gerçekten de öyle oldu. Kennedy'nin ölümünden sonra ABD, ilk defa İsrail'e çok geniş çapta silah göndermeye başladı. 1967 Haziran savaşı sırasında johnson el altından İsrail'e hem malzeme hem de personel yardımında bulundu. Gerçekten de Mossad'ı su­ikasta götürecek her türlü neden vardı ve İsrail hükümeti de kendi amaçları için ABD'li hayatları kurban etmeye can atıyordu."

Emekli ABD Dış İlişkiler Servis yetkilisi ve Washington Report On Middle East Affairs'in editörü olan Richard Curtis de suikasttaki Mossad parmağını şu şekilde belirtmekteydi:

"O zamanda ve şu anda geniş çapta inanılan, Mossad'ın su­ikastta parmağı olduğuydu. Sebep de Kennedy hükümetinin gere­ğinden fazla Ortadoğu politikasına el atmasıydı. Kennedy, Ceza­yir'in Fransızlardan bağımsızlığını kazanması gerektiğini savunan ilk ABD senatörüydü." (The Washington Report On Middle East Affairs, Mart 1992)

Kennedy'nin ardından başkanlık koltuğuna oturan Johnson ise Mossad'ın aradığı özelliklere sahipti:

"Johnson iktidara gelir gelmez, CIA'in hep karşı olduğu Ken­nedy'nin Arap taraftarı politikasını bir kenara attı. Johnson döne­minde Yahudi Walt Rostaw'ın Başkan'ın özel danışmanı olması İsra­il için çok büyük şanstı. Washington'daki görüşmeler sırasında, Mossad ile CIA arasında gizli bir anlaşma imzalandı."

Kennedy suikastı İsrail-ABD ilişkilerinin en bozuk olduğu dö­nemde gerçekleşti. İsrail bu suçun Kennedy'e ait olduğunu düşünü­yordu.

"John Kennedy suikastı, 1962'de Golda Meir'le yaptığı görüşme sırasında Amerikan-tsrail ilişkilerinin bozulduğu bir dönemde ger­çekleşti. 1963 yılında ABD ile İsrail arasındaki ayrılma noktası, Amerika'nın Filistinli göçmenler sorununu ele alan BM asamblesin­de temsilci olmasıydı. İsrail her Arap ülkesiyle, BM'nin karışması ol­madan, tek tek anlaşmayı tercih etmekteydi. Çünkü ancak İsrail doğrudan uzlaşma görüşmelerinde güç kullanabilirdi, karşısındaki Arap ülkesi kullanamazdı."

İsrail, Kennedy'nin kabul etmediği Arap ülkeleriyle ayrı ayrı an­laşmalar yapma stratejisini bugün uygulayarak barışı engeliernekte ve kendi isteği doğrultusunda kararların alınmasını bu sayede rahat­lıkla sağlamaktadır.

"Kennedy suikastı, İsrail basınının 'ABD'nin BM genel asaroblesinde göçmen sorunu için aldığı görevi protesto kampanyası' yaptı­ğı sırada gerçekleşti. Gazetelerde editör köşeleri ve makaleler hemen yeni Başkan Johnson'a övgüler yağdırmaya başladı. İsrail basını johnson'ın başkanlığı için oldukça heyecanlanmıştı. İsrail İşçi Fede­rasyonu aylık yayını ümer, yeni Amerikan hükümeti sayesinde da­ha geniş ve derin ilişkileri beklediklerini belirtmişti. Pek çok İsrailli gazete, Başkan johnson'ın Amerika'daki İsrail sempatizanlarına kar­şı önceki başkanlardan daha fazla cevap verici olacağını savunuyor­du. Özellikle yaklaşan I964 seçimlerinde Herut ve Haboker (en bü­yük iki İsrail gazetesi), bu sempatizanları hareketlendirrnek için çağ­rılarda bulunuyordu."

"Johnson Hükümeti'nin ilk 3 yılında, Amerika'nın İsrail için olan desteği hem nitelik hem de miktar bakımından oldukça gelişti. ABD, Kennedy zamanında 40 milyon dolar yardım yapmıştı. I965'te miktar 71 milyona, I 966'da ise 130 milyona çıktı."

BASIN KRALI, MOSSAD AJANI MAXWELL'İN

SIR DOLU ÖLÜMÜ

Basın kralı olarak bilinen ve dünyada sayısız yayın organından oluşan dev bir kartelin sahibi Robert Maxwell'in şüpheli ölümü, "Bu da Mossad'ın oyunlarından biri mi?" sorusunu akla getirebilecek karmaşadaydı. "Maxwell öldürüldü mü, yaşıyor mu?" Bu sorulara gerçek cevabı yalnızca İsrailli yetkililer verebilir. Karmaşanın boyu­tunu görebilmek içinse dönemin gazete başlıklarından, Maxwell ola­yı hakkında genel bir bilgi edinmek faydalı olacaktır:

"Maxwell'in hayatta olması çok muhtemel. Kendini öldü göster­mek için kullanabileceği bir benzerine sahip olduğunu biliyorduk. Kanarya Adaları'nda denizden çıkarılan cesedin zehirli gazla kalp krizi geçirtilerek öldürülen Andreas olduğu ve çalışanların emekli sandığından 426 milyon sterlin çaldığı öne sürülen Maxwell'in, Gü­ney Amerika'da gizli bir yere gitmiş olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğu kaydedildi." (Sunday Sports, İS Kasım I99I)

Bütün bunlar, işin içinde garip bir şeyler döndüğünü gösteri­yordu. Maxwell'in öldüğünü "ispatlamak" için İsrail'de gizli bir otopsi yapıldı:

"İsrail'de gizli otopsi... Maxwell'in cesedine ölümünden 4 gün sonra Tel Aviv'deki sağlık enstitüsünde gizli bir otopsi yapıldı. Otop­si İsrailli doktorlar tarafından yapıldı. Otopsiyi yapan İsrailli doktor­lar, diş yapısından cesedin Maxwell'e ait olduğunu söyledi." (Hürri­yet, 14 Ocak 1992)

"The Guardian gazetesi ceset üzerinde yapılan diş ve parmak in­celemelerinin, cesedin Maxwell'e ait olduğunu kanıtlayamadığını belirtti. Ayrıca cesede yapılan otopside Maxwell'in kulağına benze­meyen bir kulak yapısı saptandı." (The Guardian, 15 Kasım 1991)

Sorular:

1.  Her zaman yanında bir sekreter bulunduran Maxwell, yatma neden yalnız başına bindi?

2.  Akşam yemeğinden yatma gece 22.00 'de döndü. Kaptanla en son ertesi sabah 04.45'te konuştu. Bu kadar süre içinde Maxwell ne yaptı?

3.            Yata herhangi biri, kimseye görünmeden girebilir miydi?

4.  Kaybolduğu anlaşılınca kaptan neden İspanyol makamları ye­rine Londra'yı haberdar etti? Neden denizde hemen bir arama başla­tılmadı?

5.  Kaybolduğu neden ancak 54 metrelik yatın 3 kez aranmasın­dan sonra anlaşıldı?

6.            Adli Tıp uzmanları yatı inceledi mi?

7.  Yatta daima 4 kişi devriye gezerdi. Neden kimse Maxwell'in denize düştüğünü görmedi ve duymadı?

8.  İngiliz-İsrail Dostluk Derneği toplantısında bir konuşma yap­ması gereken Maxwell bunu niye iptal etti? Düzenleyiciler neden ip­tal kararını toplantıya bir saat kala açıkladılar?

Acaba bu şüpheli ölümün nedeni neydi? Kayboluşundan bir sü­re önce Seymour M. Hersh, "The Sampson's Option" adlı kitapta Maxwell'in Mossad ajanlığını açıklamıştı. Deşifre olan Maxwell ga­rip bir ölüme doğru yol aldı.

İngiltere'de yayınlanan Business Age dergisi, Maxwell'i Mossad'ın öldürdüğüne dair yabana atılmayacak kanıtlar öne sürdü. İn­giltere'de yayınlanan Business Age dergisinin yazarlarından Kevin Cahill yönetimindeki bir gazeteci ekibi İspanya, İsrail, ABD, Kanada ve İrlanda'da yaptıkları araştırma ve röportajlardan sonra Robert Maxwell'in Mossad'ın denetimindeki eski ajanlarca öldürüldüğü so­nucuna vardılar. Bu arada ünlü Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Seymour Hersch, "The Sampson's Option" isimli kitabını yazmış, Maxwell ile Mossad arasındaki organik bağları ifşa ederek Maxwell'in sa­hip olduğu Mirror Grubu'nun borsada büyük ölçüde değer kaybet­mesine yol açmıştı. Hersh kitabında Maxwell'in kısa süre içerisinde iflas edeceği kehanetinde de bulunmuştu. Kitabın yayınlanmasından sonra basın imparatorunun İsrail için olan önemi bir anda kayboldu. Işin ilginç yanı, Maxwell'in cesedinin bulunmasından üç gün önce, 2 Kasım 1 99 1 'de Israil kabinesine yakın bir yetkilinin Hersch'e, Maxwell'in saf dışı edilmek üzere olduğunu söylemiş olmasıdır.

Maxwell'in kullanılma fikri, dönemin Başbakanı lzak Şamir'den gelmişti ama operasyon tamamen Mossad'ın kontrolü altındaydı. Şartların değişmesiyle İsrail ile Sovyetler Birliği arasında para akışı­nı sağlayan Maxwell'in bir değeri kalmamış, üstüne üstlük kendisi­ne verilen paraların bir kısmını hesabına geçirmiş ve geri ödenmesi İstenince de şantaj yapmaya kalkmıştı. Bütün şartlar Maxwell'in aleyhine gelişmişti. Otopsi yapmak isteyen birçok daktorun isteği her nedense Maxwell'in ailesi ve avukatlarınca geri çevrildi. Israil'de yapılan gizli otopsiden sonra Maxwell, Kudüs'te devlet töreniyle gö­müldü.

Business Age dergisi konuyu şöyle açıklamıştı:

"2 Kasım I99I'de, Robert Maxwell'in cesedinin Kanarya Adaları'nda bulunmasından üç gün önce İsrail Kabinesi'ne yakın bir kay­nak, Seymour Hersch'e Maxwell'in ortadan kaldırılacağını söyledi. Patolojisılere ve Ispanyol yargı otoritelerine göre Maxwell'in ölümü cinayetti. Fakat neden öldürülmüştü? Doğu Bloku'nda ve tüm dün­yada şirketler ağı vardı. Maxwell Israil'e her para sağladığında bir kısmını da kendine ayınyordu. Bu rolü nedeniyle önceki borçlarını ödemenin gereksiz olduğunu düşünüyordu. İsrail parasıyla Maxwell milyarder konumuna geldi. Maxwell, Israil'deki birçok kuruluşa borçluydu ve onlar Maxwell'e ödemesi için baskı yaptıkça, o da bun­ları açıklamakla tehdit ediyordu. Bir İsrail-Amerikan fonu olan Ora Vakfı'ndan para almıştı. Ayrıca İsrail'in kendisine SO'lerde Mirror'ı kurması için verdiği borçları da ödeyemiyordu. Böylece Maxwell'e operasyonlarında ve Mirror Grubu'nun kurulmasında yardım eden eski Mossad görevlilerini ölümle tehdit ediyordu. SO'lerde Maxwell, İsrail'in Sovyetler Birliği ile olan ticari bağlantısıydı... İsrail'e jetiyle yaptığı garip ve sık ziyaretler hiçbir zaman açıklanamadı.

Çek Yahudi'si olan Maxwell'i kullanma fikri Başbakan lzak Şamir'indi; fakat bunun idaresi çoğunlukla Mossad'ın elindeydi. Maxwell'in rolü parayı dolaştırmaktan ibaretti, özellikle Doğu Bloku'na. Maxwell, İsrail'den yıllarca büyük miktarlarda para borç al­mıştı ve geri ödememişti. İsimleri kanuni nedenlerle saklanan İs­railli görevliler Sicilya'da Katanya'ya giderek mafya bağlantılı iki kiralık katil tuttular. Bu, 1980'lerin başında Avrupa'daki cinayetler için Mossad tarafından uygulanan standart programdı. Bu iki adam önceden de Mossad için çalışmıştı ve iyi tanınıyorlardı. Bu Katanyalı kiralık katiliere işin resmi bir Mossad görevi olduğu izlenimi verildi. Zaman kısaydı. Bunun nedeni 68 yaşındaki Maxwell'in iş imparatorluğu çökmeden öldürülmesiydi. Durumunu savunması engellenmeliydi; ayrıca İsrail ajanlarına yaptığı tehditleri gerçekleştirmemeliydi. Maxwell 31 Ekim'de yat gezisine çıkmaya karar verince katillerin eline düştü. İsrail İstihbaratı Maxwell'in tüm uluslararası iletişimlerini dikkatle izliyordu. Hayatı boyunca Maxwell'in faaliyetleri çeşitli gizli servislerce takip edilmişti: Mossad, MI-6, KGB, CIA, Doğu Bloku'ndaki diğer gizli servisler. 4 Kasım'da Maxwell uydu telefonuyla bazı yerleri aradı ve bunlar Kanarya Adaları'ndaki CIA merkezinden ve Kıbrıs'taki üssü ile İsrail'deki Mossad tarafından dinlendi."

Maxwell öldü ama, cevapsız birçok soruyu da hiç şüphesiz bera­berinde götürdü.

MOSSAD VE DİĞER GİZLİ SERVİSLER

Mossad, operasyonlarını yalnızca kendi bünyesi içinde sürdür­mez. Dünyadaki pek çok ülkenin gizli servisi Mossad'a yardım etme durumunda bırakılır. Çoğu zaman bu ülkelerdeki localar, Yahudi lo­bileri ve finansörler, söz konusu gizli servisleri Mossad'la ortak ça­lışmaya itmektedirler. Sonuçta Mossad, kimi zaman zorla da olsa bu istihbarat örgütlerini maşa olarak kullanabilmektedir.

Mossad, KGB'ye Nasıl Sızdı ?

"KGB'nin etkin pozisyonlarındaki Yahudi ajanlarına en iyi ör­nek, İsrail Başbakanı Ben Gurion'un baş danışmanı Israel Beer'dir. Siyonist teşkilatın ilk günlerinde tanınmış bir isim olan Beer, Haganah'ın üst düzeydeki askeri komutanlarındandı. 1950'de politik ka­riyerine başladığında askeri ve istihbarat örgütleriyle yüksek düzey­li ilişkisine devam etmekteydi. 1968'de ölümünden önce İsrail'in en iyi şekilde çıkarlarını gözettiğini söyledi. Beer KGB'nin içine sızarak, bazı bilgileri ABD ve İsrail'e ulaştırmıştı. " (The Middle East Interna­tional, Ocak 1982)

KGB-Mossad arasındaki bağlantı Yahudi örgütleri aracılığıyla da kurulmaktaydı:

"B'nai B'rith ve KGB arasında en güçlü ilişki, B'nai B'rith'in Baş­kanı Kenneth Bialkin'den geçer. Bialkin zamanında, B'nai B'rith'le KGB arasında yakın ilişkiler olmuştu."

Mossad, dünyanın tüm gizli servislerine olduğu gibi KGB'ye de sızmıştı. Buna bir başka çarpıcı örnek de SSCB'de yaşayan KGB aja­nı Yahudi Levchenko idi:

"Stanislav Aleksandrovich Levchenko, Yahudi bir KGB ajanıydı. 1981 Ağustos'unda KGB Yüzbaşısı Levchenko askeri mahkeme tara­fından ihanetten suçlu bulundu. KGB suçunu gizli tuttu."

Levchenko, KGB içinde oldukça aktif ve önemli bir role sahipti:

"Önceleri Levchenko, KGB'de ideal bir görevli gibiydi. KGB, Levchenko'yu Japonya'ya yolladı. Çünkü Japonya endüstriyel yön­den çok gelişmişti. Bu amaçla Japonca'yı çok iyi konuşan Levchen­ko'yu kullandılar. Moskova Üniversitesi'nin yabancı diller bölümün­de yaptığı araştırmalar sonucunda ve birkaç kez Japonya'ya giderek Japonca'yı çok iyi öğrenmişti. Sovyet Barış Komitesi'nde ve AfrikaAsya Dayanışma Komitesi'nde çalışarak zeki bir propagandacı oldu­ğunu göstermiş ve yabancıları da etkileyebileceğini kanıtlamıştı. Moskova Radyosu için çeviriler hazırladı. Novoye Vremyo dergisin­de makaleler yazdı. KGB onu karizmatik görüntüsüyle de etkili ol­duğu için diplomatik yemekler gibi organizasyonlarda kullandı. Levchenko, Tokyo'daki ABD istihbaratçılarıyla bağlantı kurdu. Daha sonra Tokyo üzerinden ABD'ye kaçtı. Karargahlarda, FBI ofislerinde,

CIA'in saklı konferans salonlarında, Hava Kuvvetleri üslerinde, Ulu­sal Savaş Koleji'nde, Kongre'de, Beyaz Saray'da Levchenko KGB hak­kında konuştu. Levchenko disiplinli bir tempoyla haftanın her günü I2 saat CIA'e bilgi verdi. 11

KGB'nin ünlü ajanlarından Kim Philby, KGB-Mossad görüşmele­rinde kanal oluşturuyordu. Karısının Litzi Friedmann adında bir Ya­hudi olması da Kim Philby'nin gizlice İsrail amaçlarına hizmet etti­ği düşüncesini güçlendiriyordu. Mossad, Philby'e Ingilizler tarafın­dan arandığını haber veriyor ve ona yardım ediyordu.

"0SS ve CIA için Ingiliz bağlantısı olan Kim Philby de Ispanya Sivil Savaşı'nda meşhur olmuştu. I943'te Viyana'da ajan Litzi Fried­mann ile evlendi. Evliliğindeki şahidi Teddy Kollek'ti. Kollek, Israil'e mali destek sağlıyordu. 2006 yılında ölen Kollek 28 yıl Kudüs Belediye Başkanı olarak görev yapmıştı. Sovyet köstebeği olarak ça­lışan Philby, I934'te Hitler taraftan dergi olan Angio-German Fellowship'i yayınlamak için Schroder Bank'tan para almıştı. Times da­ha sonra onu Ispanya'ya iç savaşı yazmaya gönderdi. Philby orada General Franco'yla görüştü. I 940'da Ingiliz SIS'e alındı. 1 949'da Philby, CIA ve FBI ile SIS bağlantı görevlisi olarak Washington'a gönderildi.]. Edgar Hoover (mason, FBI şefi) sık sık CIA'den James Angieton ve Philby ile Harvey's Restaurant'ta öğle yemekleri yiyor­du. Roma'da CIA şefiyken Angleton, Teddy Kollek vejacob Meridor ile yakın olarak çalıştı ve sonradan CIA'in İsrail masasının şefi oldu. Philby'nin Sovyet ajanı olduğundan şüphelenildiği halde, CIA ve FBI'ın çok gizli dosyalan ona gösteriliyordu. l984'te Tad Szulc, Washington Post'ta Philby'nin hiçbir zaman Sovyet ajanı olmadığını, fa­kat CIA kaynaklarına göre üçlü bir ajan olduğunu yazıyordu. 11

Alman Gizli Servisi BND-Mossad Bağlantısı

Alman Gizli Servisi BND'nin Mossad ile olan bağlantısını, bu servisin 30 yıla yakın şefliğini yapmış olan Markus Wolf açıkça ifa­de etmektedir. Doğu Almanya Istihbarat Servisi'nin başında I958'den I987'ye kadar Markus Wolf bulunuyordu. Soğuk Savaş'ın bu en gözde casusu, Batı Almanya'da ve diğer NATO ülkelerinde yüzlerce ajan yetiştirdi. Almanya birleştiği zaman, Wolf tutuklanmaktan kurtulmak için Moskova'ya kaçmıştı. Sonradan Almanya'ya döndü, şu anda Berlin'de yaşıyor. Alman Hükümeti'nin kabul ettiği­ne göre Federal İstihbarat Servisi, tarım malzemesi adı altında İsrail gizli servisi Mossad'a askeri malzeme yollamıştı.

Markus Wolf'un başkanlığında Alman gizli servisi BND, Münih Olimpiyatları'nda İsrailli sporcuların öldürülmesi, Margaret Thatcher'e suikast girişimi, Beyrut'ta 17 CIA ajanının öldürülmesi gibi bir­çok olaya karışmıştır.

"Avrupa'nın en gelişmiş casusluk örgütünün başkanı olarak emekli olan, Doğu Alman usta casus Markus 'Misha' Wolf'un başlı­ca uluslararası terör saldırılarında suç ortağı olduğu sanılıyor. The Post gazetesi, yayınlanan bir köşe yazısında casus Wolf'un şu olay­larla ilişkisi olduğunu iddia etti: 1972 Münih Olimpiyatlarında İsra­illi atletlere karşı düzenlenen Kara Eylül saldırısına silah sağlanma­sı, Margaret Thatcher'i öldürmek için Brighton Grand Hotel'in IRA tarafından bombalanması, 1983'te Beyrut'taki Amerikan Konsolosluğu'nda 17 CIA ajanının öldürülmesi. Yahudi asıllı olan Wolf, bir kitap yazmak için yakın geçmişte Doğu Berlin'den Moskova'ya git­mişti. Batılı istihbarat kaynaklarına göre gerçekte Wolf, Mikhail Gorbaçov tarafından KGB'nin yeniden düzenlenmesi için Rusya'ya çağrılmış bulunuyor. Batılı kaynaklara göre, Sovyetler bir KGB gene­rali olan Wolf'u ve Batı Alman kuruluşlarına yerleştirdiği 'adamları­nı', Birleşmiş Almanya'yı NATO'dan çıkarmak için kullanmayı plan­lıyordu. Doğu Almanya'da reform hareketlerinin lideri olmasına rağ­men, birçok Doğu Alman, Wolf'un şimdi resmen dağılmış olan Al­man gizli polis örgütü 'Stasi' ile ilişkisini göz önüne alarak, kendisi­nin gerçek amacı konusunda kuşku duyuyorlardı." (Şalom, 23 Ma­yıs 1990)

Bu arada BND, pek çok istihbarat örgütünün Mossad'a yaptığı "hizmeti" de yapmış, İsrail aleyhtarı tutukluları "sorgulanmaları" için Mossad ajanlarının eline vermiştir.

"1979'da Almanya'da bir skandal ortaya çıktı. Bu skandal Der Spiegel'de açıklandı. Buna göre İsrail ajanları Alman hapishaneleri­ne alınıp, rahatlıkla Filistinli mahkumları sorguya çekebiliyorlardı. Hristiyan Demokrat Partisi Başkanı Franz joseph Strauss da bunu basın toplantısında teyit etmişti. BND ve Mossad ilişkileri Camp David'den sonra daha da kuvvetlenmiştir. 11 (The Middle East International, Eylül 1981)

BND-Mossad ilişkisinin kilit isimleri arasında eski Nazi subayla­rı da vardı:

"BND Başkanı, eski Nazi subayı Gehlen de Mossad'la sıkı iş bir­liği içindeydi. Gehlen, Alman gizli servisi BND'nin başında bulun­duğu sürece BND ile Mossad arasında etkin bir işbirliği vardı. Mos­sad Almanlarla yaptığı bu iş birliğine karşılık Alman cezaevlerinde bulunan Mossad aleyhtariarını sorguladı. BND Başkanı Gehlen emekli olunca, yerine Gerhard Wessel geçti. Gerhard Wessel de Geh­len gibi eski bir Nazi subayıydı. Daha sonraları BND'ye yeni genç isimler de katıldı. Fakat Siyonizm ile iyi giden ilişkiler hiç bozulma­dı. Eski Nazi ajanlarının İsrail'i güçlendirmeye yardım etmesi böyle­ce sürüp gitti. 11

Fransız Gizli Servisi SDECE ve Mossad

Mossad, dünyadaki hemen her istihbarat örgütünü kendi amaç­ları doğrultusunda kullanır. Fransız gizli. servisi SDECE'y-le olan bağlantıları bunun bir örneğidir:

Fransız isıihbaratı ve ordusu illegal olarak İsrail gizli servisiyle çok sağlam bir ilişki kurmuştur. Fransa-İsrail gizli servislerinin iş birliğinde en büyük pay Albay Haim Herzog'undu. Fransa Devlet Başkanı De Gaulle'ün gizli servisler konusunda en yakın danışmanı jacques Foccart'ın Yahudi olması, SDECE-Mossad bağlantısının gü­cünü göstermek açısından küçük bir örnek.

SDECE, İsrail Devleti kurulduktan sonra Mossad'ın oluşmasına da yardım etti. Üç ülkenin istihbarat servisi (lsrail-Fransa-lngiltere) Süveyş Kanalı'nın istilasında çalışıyorlardı. 1961 ortasında Mossad, SDECE'nin güvenilir bir müttefiki haline geldi. General De Gaul­le'ün İsrail Başbakanı David Ben Gurion'la dostluğu bunu etkileyen bir faktördü. 1961'de İsrail'i 'dostumuz ve müttefikimiz' olarak nite­lendiriyordu. Israil'in Dimona'daki nükleer santrali, Fransızlarla be­raber kuruldu. Fransız gizli servisi SDECE'nin elemanları İsrail'in bu projesine gönülden yardım ettiler.

1950'li yıllardan beri Fransa ile İsrail arasından su sızmıyor. Fransız Savunma Bakanı Tel Aviv saatine göre yaşıyordu. Iki devle­tin üst düzey görevlilerinin birbirinden saklısı gizlisi yoktu. Iki ül­kenin casusları birbirleri için çalışıyorlar. 1956'da Sosyalist Guy Mollet zamanında Fransız hükümetinin içinde İsrail Savunma so­rumlularıyla gizlice çalışacak bir bölüm açıldı. Şimon Peres ve ya­nındaki Mossad ajanlarının, Paris'te Saint Dominique sokağında ça­lışma yapabilmesi için bir büroları oldu."

Mossad'ın İngiliz İstihbarat Servisi MI 6 ile İşbirliği

"İngiliz istihbarat yüksek düzey yetkililerinden Ml6 bölüm şefi Maurice Oldfield ve Peter Wright, Amerika'da CIA şefi Angieton'un yaptığını İngiltere'de yaptılar. Mossad'la Ingiliz İstihbaratı arasında sıkı bağlar oluşturdular. Daha sonra Mossad bağlantı subayları Ml 6 ile Mossad ve CIA arasındakine benzer bir iş birliği anlaşması imza­ladılar (İsrail'in İngiliz Istihbaratı'nda en önemli adamı Maurice Oldfield, Kudüs Belediye Başkanı Teddy Kollek'e her zaman Siyonizmi benimsediğini söylemişti). Oldfield 1970 yılında Ml 6'nın başına geçti ve İngiltere'de her zaman İsrail'in savunucusu oldu."

Mossadİspanya Gizli Servisi CESID Bağlantısı

"Ispanya'da, lOO'den fazla Mossad ajanı çalışmaktadır. İspanya, Mossad'ın operasyonlarını gerçekleştirdiği aktif bir bölgedir. Mossad Ispanya'da en önemli ajanlarını kullandı, göstermelik amaçlarla ope­rasyonlar düzenledi, halen düzenliyor. Sessiz bir şekilde etkili ve güçlü bir teşkilatianma kurdu. İspanya'da Mossad gayrı resmi bir şe­kilde çalışıyor ve olayların çoğunda da İspanyol haberalma teşkilat­larıyla işbirliği yapıyor. İspanyol gizli servisi CESID ve Askeri istih­barat, Mossad'la ortak çalışmalar yapıyorlar. İsrailli casuslar Ispan­ya'da yetkililer tarafından hiçbir takibe uğramamışlardır. Mossad'ın İspanyol gizli servisleriyle yaptığı iş birliği geniş çaplı. Birçok İspanyol askeri, istihbarat görevlisi ve tüm kontra birlikleri eğitimlerini İsrail'de yapıyorlar. Mossad'a bağlı İsrailli diplomatlar Ispanya yöne­timinde etkili olan partilerle bağlantı kuruyorlar." ( Cambio, No 804, 27 Nisan 1987)

Mossad Faaliyetlerine En Büyük Destek: İsrail

Dışında Yaşayan Siyonistler

El-Al Havayolları, Mossad'ın tüm dünyada koruyucu örtüsü gö­revini görüyor. Mossad, El-Al Havayolları'nı o ülkeye rahatlıkla sız­mak ve gerekli istihbarat için paravan olarak kullanmaktadır.

Mossad'ın Politik Hareket ve Bağlantı Şubesi, gizli ikinci Dışişle­ri Bakanlığı konumundadır. Mossad'ın Politik Hareket Şubesi'nin amacı, hedef ülkelerde endüstriyel ve ticari kuruluşlar oluşturmak ve bunların hükümet üzerinde baskı kurmalarını sağlamak, bu ülke­ye danışmanlar gönderip önemli mevkilere ajanlar yerleştirmektir. Bu, İsrail tarafından dünya çapında uygulanan bir sistem. Endüstri­yel ve ticari kuruluşların başında bulunan ülke dışındaki Yahudilerin yanında, konsolosluklarda da Mossad ajanları diplomasi adı al­tında görevlerini sürdürürmektedirler."

İsrail'in diğer ülkelerde pek görülmeyen biçimde, dünyaya dağıl­mış Yahudi cemaatinden anlamlı ve sadık bir kadrosu vardır. Bu, ay­rıcalıklı bir gönüllü Siyonist yardımcılar şebekesidir. Bu Siyonistler siyasi olsun ya da olmasın, bulunduklar ülkelerdeki işyerlerini, mevkilerini, görev ve olanaklarını Mossad'ın hizmetine sunarlar.

Dünyanın her yerindeki Yahudi topluluklarında Siyonistler ve sempatizanları vardır. Ve bu kişiler İsrail gizli servisine destek verir­ler. Mossad'a bu kanallarla bilgi ve materyal verilir. Bu kişiler yoluy­la propaganda yapılır ve diğer pek çok hedef elde edilir. Mossad'ın aktiviteleri İsrail'in resmi veya resmi olmayan kurumlarıyla bağlantı içindedir. Bu resmi olmayan kurumların bir kısmı, özellikle bu iş için kurulmuştur. İsrail'in gizli servisi çeşitli ülkelerdeki Yahudi toplumlarına, organizasyonianna dayanır. Bu organizasyonlar ajansı güçlendirir ve bilgi akımını artırır.

Bir CIA görevlisine göre, suikast ve kara propaganda gibi psiko­lojik ve yarı askeri, sabotaj türünden eylemlerin yanında İsrail istih­barat servisinin işlevlerinden biri de 'Batı'daki İsrail karşıtı grupları susturmak için kullanılmak üzere bilgi toplamaktır.' Dünyanın he­men her ülkesinde var olan Yahudi cemaatlerinde, İsrail gizli servi­sine yoğun destek veren Siyonistlere her türden sempatizan bulun­maktadır. Bu tür bağlantılar özenle kurulmakta, korunmakta ve bil­gi, yanıltmaca, propaganda ve başka amaçlarda kullanılmaktadır. Ay­nı zamanda muhalefeti nötralize etmek için anti-Siyonİst unsurlara da sızmaya çalışılır.

CIA VE MOSSAD

Mossad, ABD'deki en aktif gizli servistir. Yıllar boyunca İsrail, ABD'nin gizli dış politikasını öğrenmiştir. Bu tip olaylar Pentagon'da, Hükümet'te, Kongre'de, Milli Güvenlik Servisi'nde ve hatta ABD'nin Gizli Servisi'nde çalışanlar tarafından desteklenir.

Dünyada Siyonizmin gücü, İsrail'in faaliyetlerinden çok daha ge­niştir. Dünyadaki süper güçlerin üzerindeki Yahudi lahilerinin gü­dümü göz önüne alındığında, gerçek tablo ancak anlaşılabilir. Aynı şekilde, Mossad'ın faaliyetleri de Mossad ismiyle sınırlı değildir. Mossad, çoğu kez ortaya başka şekillerde çıkar. Mossad'ın örgütleyip yönlendirdiği yan kuruluşlar, örneğin mafya, kontrgerilla, sahte anti-semitik örgütlenmeler gibi paravan teşkilatlar, Mossad hedefleri doğrultusunda faaliyet gösterirler. Mossad'ın üzerinde en etkili ol­duğu örgütlerden biri de CIA'dir. İhtilaller yapan, hükümetler ku­ran, dünyanın en büyük örgütü CIA, Mossad ile büyük bir işbirliği içindedir. Ancak kuşkusuz CIA'in isminin karıştığı bu eylemlerden ve Mossad'la birlikte yürütülen bazı operasyonlardan tüm CIA çalı­şanlarını sorumlu tutmak mümkün değildir. CIA'in kuruluş aşama­sından itibaren CIA içinde ve yönetiminde Mossad'la bağlantısı olan bazı kimseler görev almış, yine bazı masonların örgüt üzerinde etki­si olmuştur. Ama bu, teşkilatın geneli için geçerli bir durum değil­dir. Siyonistler ve masonlar ile işbirliği içerisinde hareket eden kişi­lerin yanı sıra, CIA'de ulusal çıkarları için çalışmalarda bulunan pek çok iyi niyetli insan da görev yapmaktadır. Dolayısıyla CIA'in bazı politikaları ve eylemleri eleştirilirken, bu eleştirilerin CIA'in tüm fa­aliyetlerini kapsamadığı açıktır. Bu eleştirilerde kastedilen, belli bir ülkenin veya zümrenin menfaatlerinin, dünya halklarının huzuru ve güvenliğinin önüne geçtiği yanlış ve tek taraflı politikalardır. Nite­kim bu uygulamalar -ABD de dahildünyanın pek çok ülkesinde, farklı dinlerden, milletlerden ve görüşlerden sağduyu sahibi tüm in­sanlar tarafından kınanmaktadır.

Mossad-CIA bağlantısının geçmişi ise İsrail'in ilk kurulduğu yıl­lara dayanır ve oldukça ilgi çekicidir:

Mayıs 1951'de Ben Gurion ABD'ye gitti. CIA Başkanı Walter Bedell Smith ve onun yardımcısı Allen Dulles'la yaptığı toplantıda Gu­rion açık bir tekiifte bulundu. Acaba İsrail İstihbarat Servisi, CIA ile birlikte çalışamaz mıydı? CIA bu teklifi kabul etti. Gurion'un ziya­retinden bir ay sonra Shiloah, Washington'a giderek detayları görüş­tü. Bedell Smith, Dulles veJamesJesus Angieton bu konuyla ilgili ki­şilerdi. James Jesus Angieton kariyerinin sonuna kadar CIA-Mossad ilişkileri için çalıştı. CIA'de de şef oldu.

ABD, İsrail oluştuğu anda istihbarat alışverişi için anlaşmıştı. CIA ve FBI yeni arkadaşlarına şifreleme ve şifre çözme için gerekli malzemeyi vermeye ve İsrail yöneticilerine bunları kullanmayı öğ­retmeye hazırdı. Haim Herzog ve Mossad'ın ilk şefi Reuven Shiloah İsrail adına ilk bağlantıları kurdular.

1974 yılında CIA'den ayrılan Philip Agee Mossad'la ilişkilerini şu şekilde anlatmaktadır:

"CIA merkezinde o zamanlar son derece gizli tutulan özel bir bö­lüm kurulmuştu. Bu bölümün tek görevi CIA ile Mossad arasındaki ilişkileri yürütmek ve ortak operasyonlar düzenlemekti. Bu bölü­mün şefi James Jesus Angleton'dur. CIA Savunma Bölümü Başkanı Angleton, Şah karşıtı yüz binlerce lranlı'ya işkence eden ve öldüren Şah'a bağlı İran gizli servisi SAVAK'ın elemanlarını İsrailliler ile bir­likte eğitmişti. Amerikan ve İsrail gizli servisleri arasındaki bu sıkı işbirliği Angieton döneminde doruk noktasındaydı. Nixon taraftarı aşırı tutucu Angleton, Amerikan basını ve kamuoyu tarafından şid­detle suçlanmaya başlamıştı. Angieton'un emriyle Şili Devlet Başka­nı Ailende'nin devrilmesi için CIA kanalıyla darbe düzenlenmiş ve yine onun emriyle CIA ajanları Vietnam Savaşı sırasında on binlerce Amerikan vatandaşını savaş aleyhtarı oldukları için izietmiş ve hak­larında dosyalar düzenletmişti."

Angieton'ın en bilinen ve önemli özelliklerinden biri de İsrail ile yakın ilişkileriydi. Öyle ki, Angieton pek çok insan tarafından 'Mos­sad'ın manevi babası' olarak tanımlanıyordu. Farklı kaynaklarda söz konusu ilişki şu şekilde anlatılmaktadır:

"Angleton, İsrail'le 20 yıl boyunca hep çok samimi ilişkiler için­de oldu. Hatta bu samirniyet o kadar ilerlemişti ki, bazı bilgileri Ya­kın Doğu'daki kendi servisinin (CIA) operatör ve analistlerinden bi­le gizledi. I984'te Suudi Arabistan'dan, NikaragualI Sandinist hare­ketin kontralarına silah sağlamak için gizli bir yardım almıştı. Şimdi ise İsrail sayesinde İran'a yapılan silah satışlarından onlara komis­yon sağlama yollarını arıyordu."

Kudüs ile Tel Aviv arasındaki yolda bir mezarın üzerindeki ka­yıtta hem İngilizce hem de İbranice şöyle yazıyor: james Jesus Angleton-I917-1987. İyi arkadaşımızın anısına.' Bu adam CIA'in en gi­zemli ve güçlü kişilerindendi. İsrail ile çok iyi ilişkileri olduğundan, İsrail'de ona çok saygı gösteriliyor."

Kissinger, 1968'de Nixon'un milli güvenlikle ilgili özel danış­manlığına getirildi. ABD Başkanı'nın güvenlik müşaviri olan Kissin­ger, böylece ABD'nin gerçek hükümeti olarak kabul edilen National Security Council (Milli Güvenlik Konseyi) ve görevi bu meclise yar­dım etmek olan National Security Council Planning Board (Milli Güvenlik Planlama İdaresi) ve Operations Coordinating Board (Operasyon Koordinasyon İdaresi) isimli teşekküllerin kontrolünü eline aldı. CIA, Milli Güvenlik Konseyi'ne bağlıydı. Böylece Kissin­ger CIA'e de hükmetmiş oluyordu. Daha sonra Başkan Yardımcısı, Nelson Rockefeller'ın desteğiyle ABD Dışişleri Bakanı oldu. Watergate skandalıyla CIA, Amerikan kamuoyunda itibarını kaybetti ve faaliyetleri zayıfladı. Birçok eylem ve ajan da açığa çıktı. Watergate skandalından sonra bir hükümet buhranıyla toplumsal şok geçiren Amerikalılar, CIA'in dünyanın dört bir yanında karanlık işlere karış­masını istemiyorlardı.

Öte yandan İsrail ise CIA'i kontrol altında tutmak için, kilit nok­talara yerleştirdiği bazı adamlarını kullandı. Pentagon'da görev ya­pan kimi İsrail sempatizanları da İsrail tarafından kullanıldı. İsra­il'in, ABD'nin devlet kurumları üzerindeki etkisi aslında CIA ile de sınırlı değildi. İsrail'in yönlendirmesinin etkili olduğu başka devlet kurumları da vardı:

"1977'de ABD Hava Kuvvetleri'nden joseph Churba'nın İsrail'le gizli ilişkileri olduğu öğrenildi. 1979'da BM Amerika temsilcisi Andrew Young, Filistin Kurtuluş Örgütü temsilcisiyle yaptığı gizli ko­nuşmaları Mossad'a verdi. 1984'te CIA danışmanı Charles Waterman, İsrail Büyükelçiliği'ne yakın bir basımevine bilgi verdi. 1985'te California'da Hutington'un şirketlerinden birinin müdürü olan Richard Smyth, İsrail'e kanundışı yollardan nükleer patlamalar için kripton yolladığı ortaya çıkmadan az önce yok oldu. Ayrıca NATO yanında bir danışma bürosunda da çalışıyordu. 11

CIA'in daha sonraki şeflerinden William Casey de İsrail ile yakın ilişki kuran kişilerdendi:

11 Casey başa geldikten sonra yabancı gizli servislerle ilişki içine girmesi gerektiğini anlamıştı. Ama özellikle İsraillilerle gizli bir or­taklık geliştirilmesi yollarını aramıştı. Hatta 1982'de Tshal'ın ll. Bürosu'nun şefi General Sagu'yla Langley'deki merkez lokallerinde lsraillilerle yaptığı görüşmelerinde şunları söylüyor: 'Bir probleminiz olduğunda beni aramakta tereddüt etmeyin.' 16 Mart 1984'de ilk te­lefonu kendisi etmişti. Aynı gün kaçırılan Beyrut şube şefi Buckley'in bulunmasında yardım etmek istemişti. Bu ilk ve son arama ol­mamıştı. Bir sonraki yıl CIA'in Etiyopya'dan kaçırılan bir ajanını bulmada da yardımcı olmuştu. Mossad'ın 1985'te lran'ı silahlandır­ması olayında da Casey iki soruroluyu cesaretlendirmekten çekin­memişti. Alışverişi organize eden Başkan'ın danışmanı Mc Farlane ve Oliver North'tur."

Casey görev yaptığı dönem boyunca, Mossad'la ortak pek çok iş yapmıştı:

1116 Mart 1984'te William Casey'e Langley'den bir telefon gelmiş­ti. Beyrut ajanı William Buckley bilinmeyen kişilerce kaçırılmıştı. Buckley sadece bir ajan değil, Casey'in OSS'den (Office of Strategic Service) samimi arkadaşıdır. Buckley, CIA'in casuslar listesindeydi. Bir ihanet olayında basın tarafından tanınmıştı. Bu yüzden onu ger­çek kimliğiyle Beyrut'a gönderemezlerdi. Bu öğrenilirse CIA adına bir rezalet çıkardı. Bu yüzden hemen Mossad'ı aradı. 11

Bu iletişim artık çok normal karşılanıyordu. İsrail'in her yere ulaşan 'uzun eli', dünyanın en iyi gizli servisi olarak tanınışı, Lüb­nan'da İsrail ordusunun bulunması ve Casey'nin İsrail'e olan kişisel sevgisi bu refleksi açıklıyordu. Ama dahası da vardı. 1983'de de Eti­yopya'da Bush'un bir casus arkadaşı kaçınılmıştı. O zaman da Bush ve Casey hemen Mossad'ı aramışlardı. Bunun karşılığında Mossad,

ABD gizli servislerinden bir yardım istemişti. Amerikan ordularının çektiği, Irak nükleer santrallerinin resimleri İsrail'e verildi. Bush, Washington'daki İsrail Büyükelçisi Meir Rosen'e 'Size bir iyilik borç­luyum' demişti. 1985 Ocak ayında Mossad bu sözü hatırlattı. Yahudilerin İsrail'e giderken Sudan'da durdurulduklarını söylediler. Dü­zinelerce ABD uçağı bu Yahudilerin Kızıldeniz'i geçmelerine yardım­cı olmuştu. Casey, İsrail casusluk servislerinden yardım isteyen tek istihbarat görevlisi değildi."

CIA Başkanı William Casey 1981 ilkbaharında Yakındoğu'daki Mossad ofislerini ziyaretinden sonra oluşan Mossad hayranlığını as­la gizlememiştir. Osirak'ın bombalanması sırasında İsraillilerin uydu resimleri olmasa başarılı olamayacaklardı. Casey Mossad'la olan gü­ven bağlarını sağlamlaştırmak istemişti. Bu nedenle başa james AngIeton getirildi. Angleton, İsrail ile o kadar samimi bir ilişki içerisine girmişti ki, Yakındoğu'yla ilgili özel bilgileri kendi servisinden bile saklıyordu. Casey Mossad'la ortak ilişkilerinde Mc Farlane ve Oliver North'u ön plana çıkarmıştır. Oliver North, Beyaz Saray'daki büro­sundan hemen terfi edip üst düzeylere yükselmiştir. Ve gizli operas­yonların iplerini elinde tutmaya başlamıştır. Bu operasyonlarda ba­zen ABD resmi politikasından farklı yollar da izlenmiştir.

Oliver North İsrail'le ortak çalışmak için, devletten William P Goode adlı bir pasaport, Mc Farlane ise Amiral Pointdexter adlı sah­te bir pasaport almıştı. North, İsrail'de Peres'in özel danışmanı olan Amirarn Nir'le bağlantı kurmuştu.

3 Eylül 1979 tarihli Newsweek dergisindeyse CIA-Mossad ilişki­si şu şekilde anlatılmaktadır:

"Mossad, Hükümetin içinde ve dışında olan Yahudiler sayesinde ABD desteğini sağlıyor. ABD'nin İsrail'e vermek istemediği teknik bilgileri ele geçiriyor. CIA ajanları, Mossad'ın herhangi bir seçkin Ya­hudi'den istediği gibi yardım alacağını bildiriyor. ABD, Mossad'ın kendi topraklarındaki operasyonlarına tolerans gösteriyor. 1954'de CIA ve Mossad arasında bir anlaşma yapılıyor."

Mossad'ın bir diğer özelliği de faaliyet gösterdiği ülkelerde, o ül­ke içinde yaşayan bazı Siyonizm taraftarı Yahudilerin de desteğini alıyor olmasıdır. Bu durum ABD için de geçerlidir:

"l979'da CIA bir analiz hazırladı. Bu 48 sayfalık raporun adı, 'İs­rail yabancı casusluk ve güvenlik servisi.' Raporda ABD'nin, Mos­sad'ın operasyonlarında odak noktası olmaya devam edeceği bildiri­liyordu ve Mossad'ın operasyon yöntemi de anlatılıyordu. 'Mossad yıllardır yüksek mevkilerdeki ve hükümetteki yetkililerden faydala­nıyordu. Dünyanın her yerindeki Yahudi topluluklarında Siyonistler ve sempatizanları vardı. Ve bu kişiler İsrail gizli servisine destek ver­mektedirler. Mossad'a bu kanallarla bilgi materyalleri verilir, propa­ganda yapılır ve diğer amaçlarla kullanılır. Mossad'ın çalışmalar İs­rail'in resmi olmayan kurumlarıyla bağlantı içindedir. Bu resmi ol­mayan kurumların bir kısmı özellikle bu iş için kurulmuştur. İsra­il'in gizli servisi çeşitli ülkelerdeki Yahudi toplumlarına, organizasyonianna dayanmaktadır. Bu organizasyonlar ajansı güçlendirir ve bilgi akımını artırır. Mossad yetkilileri Yahudi organizasyonlarla çok gizli bir şekilde ilişkiye girmektedir."

CIA-Mossad yakın işbirliğinin yanı sıra Mossad, karşı tarafa güç gösterisi yapacak eylemlerde de bulunmaktadır. Bu eylemlerin temel amaçlarından birisi, 'işbirliğine yanaşılmasa da istenilenin elde edi­lebileceği' mesajını vermektir:

"İsrail, Pentagon'dan bir mermi üretme makinesi istemişti. Yet­kililer hayır deseler bile İsrail'in alacağını bildikleri için henüz ma­kine üzerindeki çalışmaların bitmediğini söylediler. l967'de Richard Helms CIA Başkanı'ydı. İsrail askeri servisi ABD'den bir rapor istedi. Rapor yanlış bilgilerle doluydu. İsrail subaylar belgeyi tekrar gön­derdiler. Belgedeki bütün yanlışlıklar düzeltilmişti. Ama belgeyi İs­rail'in normalde bilmemesi gerekiyordu; çünkü çok gizliydi. Ve İsra­illiler Helms'e bir not eklemişlerdi: Belki de Pentagon bizim ne iste­diğimizi anlamamıştır."

ABD Savunma Bakanlığı Asistanlığı da yapmış olan Les Sanka'nın İsrail'le ilişkilerde önemli bir başka konu olan silah satışların­da, dikkat çekici açıklamaları vardır. Ortadoğu politikasında uzman olan Sanka'nın açıklamalarına göre, "İsrail'e yapılan silah satışların­da normal yollar izlenmemektedir." İsrail'e yapılan satışlar diğer ül­kelere yapılanlardan farklıdır:

"İsrail'in Pentagon'daki operasyonları her zaman hazır ve en pro­fesyonel yöntemlerdir. Bizim sistemimizi anlayan adamları vardır ve her seviyede, en dipten en yükseğe tanıdıkları vardır."

Mossad kurduğu ilişkiler ağıyla CIA ve Pentagon'u denetlemek­ten de geri kalmaz:

"David Mc Giffert, ABD Savunma Ofisi Sekreteri. İsraillilerin ise daha onun masasına ulaşmayan belgelerden bile haberleri var. ABD'li bir subay, Mossad'ın bütün ABD'li politikacıların yaşadıkları yerlere dinleme cihaziarı koyduklarını söylüyordu.

Bir gün bir İsrailli, ismini vermek istemeyen ABD'li bir subaya geliyor ve İsrail'in istediği askeri araçların listesini veriyor. ABD'li subay olayı şöyle anlatıyor: 'Subayın bana uzattığı listede bir not var­dı: Buradaki bilgiler son derece gizlidir ve sizin hiçbirini öğrenmeye yetkiniz yoktur.' Bütün belgelerin kopyasını sonradan yok etmekle görevlendirilmiştim. Belgeler, bazı elektronik araçların kodlarıyla il­giliydi. Ben içindekileri bilmiyordum ama İsrail biliyordu.

İsrailliler kendi gizli operasyonlarında kullanmak için teknik ve bilimsel bilgileri de çalarlar. Bu çaldıklanna ABD'nin ve diğer Batılı ülkelerin savunma sistemleri de dahildir. Yasak aşkları da bağlantı kurmak için kullanırlar. Kudüslü bir kız Amerikan konsolosluk gö­revlisiyle aşk yaşadı ve çok gizli belgeleri aldı."

Tüm bu bilgilerin gösterdiği gibi İsrail, Amerikan sistemini deği­şik yönlerden kontrol altına almış durumdadır. Bu sayede de çoğu zaman istediklerini rahatlıkla elde edebilmektedir. Bunun bir örne­ğini Amerikalı bir silah uzmanı şu şekilde anlatmaktadır:

"İsrail ajanları ABD sisteminin çok yakın izleyicileridir. Bir silah uzmanı Yahudilerin tekniklerini şöyle anlatıyor: Onlarla ilgili her konu, her şehirde bir numaradır. Onlar sizin ne yaptığınızı bilirler, şu an ne yaptığınızdan ve yarın ne yapacağınızdan da haberdardır­lar. Şu an ne yaptığınızı ve ne söyleyeceğinizi de bilirler. Kanunları, kanunların geçmişini ve geleceğini de bilirler. Eğer ele geçirmeye uygun gördükleri şeylerde bir problem varsa İsrail gazetelerine ha­ber sızdırırlar. Hemen ertesi gün bir gazeteci Devlet Bakanlığı'na ve­ya Savunma Bakanlığı'na gider. Bu gazeteci sadece lsrail devlet yet­kililerinin bilebileceği konular hakkında çok detaylı sorular sorar.

Bazen de baskı, doğrudan Yahudi lobisi AIPAC'tan gelir. İşler tama­men sarpa sanınca bu sefer Kongre üyeleri mektuplar ve telgraflar yollamaya başlarlar. Bir gün İsrailliler bizden gizli bir liste istediler. Belgeyi daha önce Carter'ın sekreteri Harold Brow'la kontrol etmiş­tik. Kimseye vermememiz gerekiyordu. Onlara "hayır" cevabını ver­dim. Bir hafta sonra Harold Brown'dan bir telefon geldi. Senatör Henry onu aramış ve neden İsrail'e o belgeleri vermediğimizi sor­muş. Belgeleri verdik."

Mossad-CIA ilişkileri farklı kaynaklarda da şöyle ifade edilmek­tedir:

"Mossad, Ortadoğu'daki soğuk savaşta Amerika'nın en büyük yardımcısıdır. İlişkiler tek bu yönde kalmadı, İsrail'in nükleer silah imal edebilmesi için dışandan yardıma ihtiyacı vardı. Bu iş de Washington'a kalıyordu. Belgeler gösteriyor ki 1950'den beri İsrail istih­barat ajanları Amerikan hükümeti yetkililerinden hassas istihbarat ve teknik bilgileri almak için şantaj yapmışlar, gizli dinleme cihazı yerleştirmişler, telefonları gizlice dinlemişler ve rüşvet teklif etmiş­lerdir. CIA, Mossad'la aralarındaki iş birliğinin derecesinin oldukça yakın olduğunu ve o yüzden birbirleriyle ilgili casusluk yapmaya ge­rek bile kalmadığını onaylamaktadır.

ABD hükümetinin istihbarat kalesi Harvard Üniversitesi Profe­sörü Nadav Safran, Ortadoğu Çalışmalan Merkezi'nin başında bulu­nuyordu. Safran CIA'den maddi destek alırken, aynı zamanda Mos­sad'la da ilişki içindeydi. Harvard Üniversitesi Basın Müdürü Arthur Rosenthal da CIA'in maddi desteğini biliyordu. Amerikan Yahudi Komitesi II. Başkanı ve Safran'ın Harvard'daki önde gelen kefili Henry Rosovsky'nin, CIA bağlantısını bildiği ortaya çıktı." (Middle East International, 10 Temmuz 1986)

CIA İsrail Bağlantıları

CIA, ABD'deki Yahudi lobilerinin yanı sıra İsrail'le de yakın iş­birliği içindedir:

" 1960'larda CIA'deki en hassas harekatın kod adı KK Mountain'di (KK, CIA'in İsrail'le ilgili belge ve mesajlarda kullandığı ken­di adıdır). Ve Mossad'a yapılan yıllık milyonlarca dolarlık nakit ödemeleri sağlıyordu. Buna karşılık da Mossad, ajanlarını Kuzey Afrika ülkelerinde ve Kenya, Tanzanya ile Kongo gibi ülkelerde Amerikan ajanlarının vekilleri gibi davranmakla görevlendiriyor­du.

1979'da Amerika'nın en önemli askeri sırrı yörüngedeydi. Müs­tahkem mevzilerin ürkütücü, paha biçilmez değerdeki fotoğrafları­nı çekiyordu. KH-ll diye bilinen bu uydu, bir teknoloji harikasıy­dı. Çektiği resimler dijital olarak anında yer istasyonlarına ulaştı­rılıyor ve haberalma birimlerince anında analiz ediliyordu. tik KH11 uydusu jimmy Carter'ın, Başkan Gerald R. Ford'u yenmesinin ardından 1976'da fırlatıldı. Carter yönetimi, Ford'un izinden gitti ve yüksek kalitedeki resimlerin başka ellere geçmesine izin verme­di. Haberalma konusunda Amerika'nın en yakın müttefiki olan İn­giltere, fotoğraflar sınırlı ölçüde ve ancak yeri geldiğinde görebili­yordu. Yoğun güvenlik sistemi, Başkan Carter'ın İsrail'e KH-ll fo­toğrafları vermeye karar vermesiyle delindi. Anlaşma İsrail'e, kom­şuları Lübnan, Suriye, Mısır ve Ürdün'ün sınırları içinde 160 km. mesafeye kadar olan yerlerdeki her türlü askeri harekatı ya da baş­ka tehdit edici faaliyetlerle ilgili olarak uydunun kaydedeceği bil­gileri elde etme izni veriyordu. Jimmy Carter'ın bu yüksek tekno­lojik görüntüleri İsrail'e verme kararı, Amerikan istihbaratının ba­zı üst düzey yetkililerince kuşkuyla karşılandı. Aslında bu, bir yıl önce Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'la Camp David'de başarılı bir zirve toplantısı gerçekleştiren İsrail Başbakanı Menahem Begin'e bir ödüldü. Bu yetkililer, Beyaz Saray'dakilerin pek çoğunun anlamadığı bir şeyi anlamışlardı: Sisteme İsrail boyutunu katmak büyük bir taahhüttü. KH-ll, zamanının, uzay keşifleri için en ile­ri, en gelişmiş teknoloji ürünüydü. Yaklaşık 19 metre boyundaki uydunun can alıcı unsuru, kamerasının önündeki aşağıya bakan aynasıydı. Bir periskop gibi bir yandan bir yana dönen kamera sa­yesinde uydu, atmosferde yol alırken tek bir bölgeyi izleyebiliyor­du. Sonuçta alışılmamış boyutta yüksek kalitede stereoskopik bir görüntü elde ediliyordu ki, bunu bilgisayarla daha da mükemmelleştirrnek mümkündü. KH-ll yöneticilerinin amacı, uydunun programını dikkatle ve öncelikleri hesaba katarak planlamak, doğ­ru yerde, doğru zamanda bulunmasını sağlamaktı. lyi yönlendiril­diği takdirde, milyonlarca dolara mal olan bu uydu, sınırlı miktar­daki yakıtıyla çok daha uzun bir süre yörüngede kalıp, çok daha fazla bilgi toplayabilecek, daha 'hesaplı' olacaktı. Ne var ki, Carter'ın İsrail'in KH-ll'e doğrudan 'girmesine' izin veren kararı, bazı Amerikan haberalma birimlerinin uydudan daha az yararlanması demekti. İsrailliler ise, KH-I1 anlaşmasını Carter yönetiminin ken­dilerine duyduğu saygının ve desteğin bir belirtisi şeklinde değer­lendirdiler. 1 979 anlaşmasına göre, özel istihbarat isteme hakları vardı. Her istekleri tek tek ele alınıp inceleniyordu. Bu durum, İn­giliz haberalma yetkililerini çılgına çevirdi. Kendileri, ll. Dünya Savaşı müttefiki ve NATO üyesi oldukları halde bu bilgilerden ya­rarlanamazken, İsrail bu şansa sahipti. İsrail gerçekten de KHl l'den en değerli İstihbaratı elde ediyordu. Bu konuda, CIA Başka­nı William J. Casey'nin kilit adam olduğuna dair işaretler vardı. Casey, göreve geldiği günden beri uydu fotoğraflarının İsrail'le or­tak kullanımını heyecanla destekliyordu ve daha ilk günlerde İsra­il inibat görevlilerine, CIA merkezine yakın bir özel büro tahsis edilmesini emretti. Bundan amaç, KH-ll fotoğraflarıyla ilgili Ame­rikalı görevlilerle İsrail görevlilerinin doğrudan temasını kolaylaş­tırıp tüm önemli bilgilerin ellerine geçmesini sağlamaktı. Zira İsra­il için neyin daha önemli olduğunu ancak Israilliler bilebilirdi.

Eski bir NSA üst düzey yetkilisi, Reagan döneminde Israil as­keri yetkililerinin, KH-ll uydusunun yeni görev ve yörüngesinin tespiti için yapılan Pentagon toplantılarına katıldıklarını öğrendi­ğinde öfkeden deliye döndüğünü söyledi. 'Bunu kim duysa saçı­nı başını yolmak geliyordu içinden' dedi. Ne var ki, bir başka Amerikan istihbarat yetkilisi bu konuda çok daha rahat görünü­yordu. 'Gerçekten de pek çok kişi bunu öğrendiğinde neye uğra­dığını şaşırıyordu, ama ben bunda bu kadar büyütülecek bir şey görmüyorum doğrusu' dedi. Ona kalırsa, Israil'e bilgileri doğru­dan edinme izni verilmesi bir uzlaşmaydı. 'İsrail önemli hiçbir şe­yin gözünden kaçmasını istemiyordu.' Zira Sovyet ve Doğu Avru­palı Yahudi göçmen dalgaları İsrail'e akınaya devam ediyordu. Angieton ve İsrail'de aynı işi yapan meslektaşları, Yahudi göçmen akınını yönettiler. CIA'dekilerin çoğunun fark ettiği gibi, Sovyet Bloku içinden en önemli bilgileri, ilk savaş sonrası yıllarında ba­tıya sağlayanlar Yahudi göçmenlerdi. Programların bazıları, KK Mountain'ın bir bölümü olarak CIA kontenjan fonlarından finan­se edildi. Pentagon'a atanan İsrail yetkilisi, KH-11 programı gö­revlisine İsrail'in ihtiyacı olan bilgilerin neler olduğunu belirti­yordu sadece. KH-11'in resimleri Washington'a ilettiği esnada ya­nında durup beklemesine de izin veriliyordu. Richard Allen'a gö­re de İsrail'in KH-11 anlaşmasını İstisınan o kadar önemli değil­di doğrusu: 'Pentagon'da dostları vardı ve daha geniş bilgileri gayrı resmi olarak sağlayabilirlerdi' diyordu. Güçlü bir İsrail yan­lısı olan Allen, bundan etkilenmediğini söylüyordu. Gerçekten de Amerikan istihbarat birimlerinde bile, 1981'de İsrail'in, neden Sovyetler Birliği'ne ait uydu resimlerini topladığını ve de Sharon'un neden bu bilgileri edinmekte bu kadar ısrarlı olduğunu anlayabilen pek fazla kimse yoktu. Aslında İsrail'in kendisi de ar­tık bir nükleer güçtü.

Yüksek düzeyde yetkili ve bilgili Amerikalı ve İsrailli kaynaklar iki ülke arasındaki istihbarat ilişkisinin oldukça iyi olduğunu belirt­tiler. Bundan daha önemlisi iş birliği olmasıdır. Hatta, neredeyse 'yüksek derecede hassas istihbarat alanlarında' aralarında belirli bir iş bölümü yapmışlardır. İstihbarat ilişkileri İsrail'le Amerika arasın­da sağlam bir şekilde ilerledi. Adeta iki ülke istihbarat konularında aynı dalga boyundaydılar. Washington'daki İsrail Büyükelçiliğinde­ki Mossad vekili, CIA ile yakın ilişkiler içerisindeydi. Görev yapan Mossad ajanları başka isim altında ABD'de çalışmalarını yürütmek­teydiler. İsrail yetkilileri hemen hemen her gün CIA liderleriyle gö­rüşüyor ve çalışıyordu. Kissinger bu iki teşkilatın yakın bağlantısı­nın farkındaydı. Washington'daki İsrail Büyükelçiliği diplamatlarımn bütün vakti, Amerikan Dışişleri Bakanlığı Ulusal Güvenlik Kon­seyi, Pentagon ve CIA'deki uzmanlardan bilgi toplamakla geçmek­teydi. Yıllarca, İsrail Savunma Bakanları Washington'a yaptıkları zi­yaretler sırasında CIA direktöderiyle buluşmuşlardı. Bu toplantılar hiçbir zaman halka açıklanan programlarda kayıtlı değildir. Fakat düzenli olarak gerçekleşmektedir. Mossad Başkanı Washington'u sıkça ziyaret etmektedir. Bu tür gezilerden kamuoyunun haberi ol­masa da, çok nadir kendilerinin başkalarınca fark edilmesine izin verirler. Mossad Başkanı resmi misafir listesinde kesinlikle 'Mossad

Başkanı' olarak geçmez. Amerika'daki CIA Başkanı'nın tersine, İsra­il'de onun kimliği çok gizli tutulur. içerdekiler bilmese de CIA ve Mossad'ın ilişkileri uzun yıllardır kuvvetlidir. Bu ilişkiler en çok CIA'in casusu ve İsrail'le yapılacak gizli ilişkiler şefi olan James ]esus Angieton zamanında artmıştır. Bir Amerikalı istihbarat uzmanı şöyle diyor: 'İsrailliler Amerikan hükümetinin her tarafına nüfuz et­mişlerdir.' Dergide Mossad'ın, hükümetin içinde veya dışındaki Amerikalı Yahudilerin yardımlarıyla bir açık veya zayıf yön aradıkla­rını veya hükümetin İsrail'e vermek istemediği teknik bir İstihbara­tı almaya çalıştıkları söyleniyordu. Üst düzeyde bir CIA ajanı dergi­de şöyle diyor: 'Mossad herhangi bir üstün ve sivrilmiş Yahudi'ye gi­dip yardım isteyebilir.' CIA'deki İsrail masası şefi james jesus Angie­ton döneminde CIA'e pek çok Yahudi alındı ve bunlar çok önemli konumlara getirildi."

Kontralar, Uyuşturucu Baronları ve Silah Ticareti: Mossad'ın 'Arka Bahçesi' Latin Amerika

İsrail, Nikaragua'daki kontralardan tutun da Kolombiya'daki as­keri ve polis güçlerinden, Medellin kartelindeki kokain baraniarına kadar Latin Amerika'daki diktatörleri, devlet terörü yapanları eğit­mekte, yönlendirmekte ve silahlandırmaktadır. İsrail'in yönlendirdi­ği uyuşturucu ticaretinin en önemli parçalarından biri de Pana­ma'dadır.

"Mossad ajanı Mike Harari, Panama'ya özel bir görev için gönde­rilmiştir: Harari, İsrail Hükümeti için çalışırken Panama diktatörlerini.n yakın dostu olmuştur. Michael Harari, General Manuel Nariega'nın arkasındaki adam diye bilinir. Harari, Mossad'ın el altındaki operasyonlarına başkanlık ederdi. Kendisi Panama'da 'Deli Mike' di­ye bilinir. Generalin akıl hocasıdır."

"Bazı İsrailliler Latin Amerika'ya tamamen yerleştiler. Bunların arasında % 5-10 komisyon karşılığında İsrail silah endüstrisi ile diktatörlük arasında aracılık görevi üstlenen silah tüccarları var. İsrailliler Guatemala, Honduras, El Salvador ve Kolombiya'da as­keri ve polis güçlerini eğittiler. 1989 Ağustos ayında dünyaya yayı­lan bir video kasette Albay Yair Klein ve diğer İsraillilerin, kokain baronu Medellin'in suikast birliği olarak bilinen Kolombiya ordu­sunu eğittiği ortaya çıktı. Sadece Nikaragua değil, fakat Latin Ame­rika'nın herhangi bir yerindeki diğer bir faktör, ABD'nin faşist müşterilerinin başka bir yerden silah satın almasıydı. Bu, özellikle İsrail'di.

İsrail, 4 yıl boyunca Latin Amerika'nın diktayla yönetilen ülke­lerinde sağ kanatlara askeri teçhizat yardımı yapan destekçilerin ba­şıydı. Ülkenin silah ihracatının önemli bir kısmı oraya gitti. 11 (The Middle East International, Ağustos 1987)

İsrail Latin Amerika'da dostlar edinmekle kalmamış, gerçek hay­ranlar kazanmıştır. Bunlar, Şili'de General Pinochet, Guatemala'da General Romeo Lucas Garcias, El Salvador'da Roberto D'Aubuisson, Paraguay'da General Alfredo Stroessnar ve Nikaragua'da Somozo Debayle'dir.

İsrail, istihbarat ve gizli polis konusunda da Pinochet rejimine özellikle yardımcı oldu. Şiiili liderler İsrail'e ve İsrail-Şili ilişkisine pozitif duygular besliyorlardı.

Guatemala'da İsrailli askeri danışmanlar görev yapmaktaydı. Korkunç katliamlardan sorumlu olan rejim, başarısını çok sayıda İs­railli danışmanın sağladığı güce borçluydu. Guatemala'nın önceki kanlı Lucas Garcia rejimi, İsrail'e duyduğu hayranlığı açıkça dile ge­tirmişti.

İsrail'in Paraguay Başkanı Stroessner ile olan ilişkisinden İsrail basınında 'mükemmel' diye bahsediliyordu. Diktatör El Excelentisimo sadece İsrail yapımı silahlar kullanıyordu ve İsrail silahlarının iyi bir müşterisiydi.

Tegucigalpa'da bir Mossad istasyonu vardır. Mossad bölgede İs­rail'in yaptığı operasyonlarla meşguldür. Bu operasyona kontralan eğitmek de dahildir. İsrail, Orta Amerika tarihinin bir parçası olmuş­tur. 1975'de İsrail, bölgeye büyük bir silah satış kaynağı olarak gir­di. Time dergisine göre 1984'de İsrail'in bölgedeki silah satışının tu­tarı 12 milyon dolardı. Bu bölge çok fakir olduğu için birkaç milyon­luk silah binlerce insanı donatır, aynı CIA kontralannda olduğu gi­bi. Birçok Orta Amerikalı general İsrail'e hayran olduklarını sık sık belirtmişlerdi. 11

Bölgedeki generallerle İsrailli emekli subaylar arasında kişisel ilişkiler vardır. Bu subaylar Orta Amerika'da dolaşıp kendi kişisel yardımlarını teklif ederler. İsrailli teknisyenler de resmi ilişkilerin sonucu olarak bu bölgeye giderler. Bu generallerin İsrail'le bağlantı­ya geçmeyi tercih etmelerinin bir sebebi de ABD'deki güçlü İsrail lo­bileridir.

KGB

KGB

KGB (Komitet Gosudarstvennoy BezopasnostiDevlet Güvenlik Komitesi), SSCB'nin gizli servisiydi. Şu anda yerini FSB adlı örgüt al­mış olmasına rağmen, bu isim değişikliğinin sadece görünüşte oldu­ğu ve KGB'nin ad değiştirerek faaliyetlerini sürdürdüğüne birçok in­san ve örgüt inanmaktadır.

KGB, 1954 yılında İç İstihbaratın NKVD birimi ve İçişleri Bakan­lığının MVD biriminin birleşmesiyle meydana geldi. Merkezi Mos­kova'daki Lubyanka Meydanı'nda bulunuyordu. 1991 Ağustos'undaki ihtilal girişiminde, zamanın KGB Başkanı General Vladimir Kryuçkov'un rolü olduğu ispatlanmıştı. General Vadim Bakatim'e verilen emirle, KGB 6 Kasım 1991'de resmen lağvedilmiştir. Rus­ya'da KGB'nin görevini FSB (Federal Güvenlik Teşkilatı) üstlenmiş­tir. Beyaz Rusya'daki gizli servisin adı halen KGB'dir.

Bolşevik ihtilalinden bu yana Sovyetler Birliği tüm politikala­rında sadece taktik değişiklikler yapmıştır. Fakat Sovyetler Birliği her zaman tek örgüt tarafından yönetilmiştir. Bu örgütün adı KGB'dir. Sovyetler Birliği kurulduğu gün, dünya tarihine yeni bir sayfa açtı. Bu tarih yazılırken belki de en önemli payeyi KGB üst­lendi. Bir zamanların efsane örgütü, dünyanın her yerinde tüm gizli servisleri peşinden koşturdu. KGB, yani Rusça açılımıyla "Komitet Gosudarstvennoy Bezopasbosti" örgütün resmi adıdır. Türkçe'de manası Devlet Emniyet Komitesi'dir. Devlet Emniyet Komitesi, "Halk Komiserleri Konseyi'nin" 20 Aralık 1919 tarihin­de aldığı kararla kurulmuştur. O dönem adı ÇEKA'ydı. lik yöneti­cisi Polanya asıllı Feliks Edmundoviç Dzerjinski'ydi. Örgütün ilk karargahı Rusya Sigorta Şirketinin el konulan Petrograd binasın­dan Moskova'ya bu dönemde taşınmış ve yıkılana kadar burada fa­aliyet yürütmüştür. Batılı kaynaklar, ÇE^A’nın kuruluş dönemine ait nitelikli bilgilere günümüze kadar sahip olamamıştır. O neden­le ÇEKA'nın o dönemdeki gücü hakkındaki bilgiler sınırlıdır. ÇEKA'nm Sovyet halkına uyguladığı baskı kısa sürede kötü bir üne neden olunca, örgüt 1922 yılında yeniden organize edilmiştir. Bu dönemde ÇEKA lağvedildi ve yerine Devlet Politik Direktörlüğü GRU kuruldu. Ancak GRU kurulurken, çalışanlarını eski ÇEKA üyelerinden oluşturduğundan bu gelişmeye ancak kabuk değiştir­me denilebilir.

ÇEKA, GRU, OGPU, NKGB, NKVD, GUGB, MGB ve KGB der­ken Sovyet haberalması filizleniyordu. Hepsi Politbüro'nun emrinde dallanan bu örgütler iç içe geçmeye başladı. 1920'ler ve 1930'ların başında birçok Batılı devlet Savyerlerle diplomatik ilişki kurmadılar. Böylelikle Sovyet elçiliklerine casusların sızmasına fırsat vermediler. Bu yüzden Sovyet haberalması işlerin çoğunu kanunsuz yollarla halletmeye başladı. Bu gelişme örgütün tam anlamıyla Gizli Servis olmasını sağladı ve müthiş tecrübeler kazandırdı.

KGB su gibidir, bulunduğu zemine uygun hareket eder. Bu ne­denle, yıllar boyu ona karşı mücadele veren karşı gizli servisler KGB'nin tam anlamıyla fotoğrafını çekememiştir. Yüzyıla yakın sü­ren KGB avında, sonunda yakalanmayı başaran KGB casuslarından elde edilen veriler bir araya getirilerek gerçeğe yakın bir tablo oluş­turulmuştu. Bu sır perdesi Sovyetler Birliği tamamen ortadan kalka­na kadarda sürmüştür denebilir. KGB tüm dünyaya yayılmış örgüt elemanlarıyla günümüzün adeta GSM sistem ağlarını anımsatır. Elbetteki dünyada mükemmel şey yoktur ve bu devasa örgütün de za­fiyetleri bulunmaktadır.

KGB karargahı Kremlin binaları arasındaydı ve iki uzun blok­tan oluşmaktaydı. Kapılarında bu binaların ne olduğunu belirtir tabelası yoktu. Asıl bina Dzerzinsky Meydanı No: 2'ydi. ÇE^4’nın faaliyet gösterdiği eski binanın ortasında bir avlu ve bu avlunun yanında meşhur Lubyanka hapishanesi vardı. Bu hapishanede Sov­yet tarihinin önemli şahsiyetleri idam sehpalarına götürülmüştür. Latin Amerika'da gerilla olarak görev yapanlar, Suriye'de Filistin­lileri eğitenler, ABD topraklarında Amerikalı gibi rol yapanlar, Be­yaz Rusya'da dini yasaklayanlar, Orta Asya'da muhalifleri ezenler, dünyanın her tarafına yayılmış yaklaşık 90.000 kişilik ajan kadro­su için Dzerzinsky merkez bina olarak kabul edilir ve buradan yö­netilirdi. Bu rakam batılı gizli servisierin elde ettikleri verileri pay­laşarak ortaya koyduğu tablodur ve bu kadroya büro işçisi, bina muhafızı gibi görevleri yapan 400.000 kişilik destek memurları dahil değildi.

KGB bu devasa kadrosuyla insanlık tarihinin en büyük gücüydü. Cengiz Han'dan günümüze, bu denli personel istihdam eden bir ör­güt daha dünyaya gelmemiştir. Bu sayının anlamı CIA ile karşılaştı­rıldığında daha manidardır. CIA tüm faaliyetlerini tahminen 18.000­20.000 kişiyle yürütmektedir. KGB'nin ana karargahı Dzerzinsky bi­nası olmasına rağmen, operasyon büroları Moskova'nın çeşitli semt­lerine dağılmış binalardaydı. 1972 yılından sonra dış operasyondan sorumlu büroların çoğu çevre yolu üzerinde yeni bir binaya taşın­mıştır.

KGB personeli bir iç kontrol ağıyla çevriliydi. Parti oligarşisi bu ağı kendi emniyeti için elzem görmüştür. KGB, teoride her ne kadar Bakanlar Kurulu'na bağlı olsa da aslında Politbüro'ya karşı sorum­luydu. Raporlar doğrudan Palithüro l. Sekreteri'ne (Bu makam Politbüro'da ikinci derece icra makamıdır, SSCB'nin iki numaralı ada­mı da denebilir) verilmekteydi. Politbüro, KGB'nin günlük işlerini Palithüro Merkez Komitesi Idari Işler Departmanı vasıtasıyla kont­rol ediyordu. Bu departmanın izni olmadan KGB eleman angaje (başka servisten adam çalma) edemezdi. Dış göreve ajan göndere­mezdi. Bir KGB mensubunun kariyeri boyunca terfisinden görev ya­pacağı alana kadar bu büronun alacağı kararlara bağlıydı. KGB giz­liliğe emsallerinden daha fazla önem vermişti. Bu önem kimi yerde kendisini paranaya noktasına kadar sürüklemişti. Öyle ki merkez bi­nada en küçük notun bile çöpe gitmesi kontrol altındaydı. Dış ope­rasyonlar ve elçilik faaliyetleri kişiye özel kriptolarla yapılıyordu. Ki­mi zaman yıllarca üzerinde çalışılan bir operasyonun yöneticisi ba­tıya sığınır veya yaşamını yitirir, yerine gönderilen subay bu kripto­lar yüzünden operasyonun hangi safhada olduğunu anlayamaz ve süreç sil baştan başlardı. Bu süreç güvenlik sağladığı gibi, büyük maddi ve zaman kaybına da neden oluyordu. Gizlilik merakı KGB'de kast sisteminin oluşmasına neden olmuştu. Subaylar yukarıdan aşa­ğı inen komuta zincirine tabi tutulmuştu. Alt birimler üstlerinden gelecek komutlara muhtaçtı. Bu nedenle yükselrnek isteyen bir su­bay veya merkezden haberdar olmak isteyenler, kişisel ilişkiler pe­şinde koşuyorlardı. Bu çaba KGB'nin gizlilik perdesine inen en bü­yük darbelerden birisiydi.

KGB'nin amblemi kalkan üzerinde baş aşağı duran kılıçtı. Bun­ların tam ortasına bir de kızıl yıldız eklenmişti. Amblemdeki kızıl yıldız devrimi, kalkan rejimin bekçiliğini, kılıçsa rejimin tüm dün­yaya yayılma arzusunu ifade ediyordu.

KGB muazzam kadrosu, hakimiyet alanı, kaynakları ve sorumlu­luklarıyla devasa bir boyuttaydı. Bir anlamda bu örgütü yöneten dünyaya hükmetmiş sayılıyordu. Örgüt başlıca dört genel müdürlü­ğe, yedi bağımsız müdürlüğe, altı bağımsız bölüme bölünmüştü.

KGB'NİN YAPISI

KGB Başkanı

1-    Kollegium

2-    Sekreterlik

3-    Genel Müdürlük

a)I. Genel Müdürlük

b)II. Genel Müdürlük

c)V. Genel Müdürlük

d)Sınır Muhafızları

DDoğrudan Genel Müdürlüğe Bağlı Müdürler (Daireler)

f IIII. Daire

f 2Teknik operasyon

f 3Personel

f 4İdare

f 5VII. Daire

f 6VII. Daire

f 7IX. Daire

f 8Arşiv, Muhasebe, Emniyet vs. destek birimleri

KGB'nin ana şeması böyle olmakla birlikte, bir de bunlar kendi içlerinde bölümlere ayrılmaktaydı.

1.    Genel Müdürlük

1-     Sekreterlik

2-      Parti Komitesi

3-      Kanundışı direktörlüğü

4-     Bilimsel ve Teknik Servis

5-     Enformasyon Servisi

6-      Kontr-Entelijans Servisi (Casus Avcıları)

7-     Planlama-Analiz

8-     Bölümler (Bölümler başlığı da kendi içinde aşağıdaki gibi açı­lım yapıyordu)

a)Kuzey Amerika sahasından sorumlular

b)Latin Amerika sahasından sorumlular

c)Çin sahasından sorumlular

d)Ortadoğu sahasından sorumlular

e)Batı Avrupa sahasu\dan sorumlular

0İdari operasyonel takviye birlikler

g)İhtisas operasyonlar bölümü, dost servisler ve Sovyet "cover" birlikleri.

I. Genel Müdürlük

Sovyet Askeri Haberalma teşkilatı olan GRU askeri casuslukla il­gileniyordu. Bu alanın dışındaki tüm dış operasyanlara KGB'nin I. Genel Müdürlüğü bakıyordu. Bu genel müdürlük üç ana direktörlü­ğe bölünmüştü. Bunlar Kanundışı, Bilimsel ve Teknik Servis, Planlama-Analiz direktörlükleriydi. Ayrıca iki özel servisi vardı: Yalan Ha­ber Yayma ve Fiili Hareketler Servisi. Ayrıca bunlara ilaveten 16 ayrı bölümü vardı. Bunlardan ilk lO tanesi aynı dil konuşulan coğrafya­larda operasyonlar yapıyorlardı.

Kanundışılar Direktörlüğü veya kısa adıyla "S" direktörlüğü; ya­bancı ülkelerde kanunsuz olarak ve sahte kimlikle yaşayan KGB ajanlarını seçerdi. Adaylar ideolojilerine, soğukkanlılıklarına, dil be­cerilerine ve kültür derecelerine bakılarak seçiliyorlardı. Bu ajanlar genellikle ideolojik düşünceleri nedeniyle vatanlanndan kaçan ve Sovyetlere iltica eden siyasi sığınmacılar arasından bulunuyorlardı. Örnek vermek gerekirse İspanya iç savaşından kaçan komünistler, Sovyetlerde eğititerek aynı dili konuşan Latin Amerika'ya ajan olarak gönderilmişlerdi.

Genelde gizli ajanlar eğer tim olarak görev yapmayacaksa tek tek eğitilir ve her birine Moskova'da ayrı daire tahsis edilirdi. Böylece mesai arkadaşlarınca deşifre olmaları engellenirdi. Tüm gizli servis­lerde olduğu gibi her ajan, kariyeri boyunca mutlaka kanundışı ola­rak (casus olarak) ülke dışında görev yapardı. Bu görevi yerine geti­rirken merkez desteğinden yoksundu ve hayatta kalması kişisel ye­tenekleriyle ölçülürdü. Ajanlığın gerçek manasıyla yaşandığı evre bu dönemdi. Bu zorlu sınavdan geçerek hayatta kalmayı başaranlar, ar­dından elçiliklerde diplomatik dokunulmazlıkla "cover" olarak gö­reve devam ediyorlardı. Bu kariyerin sonu ajan öğretmenliği ve ar­dından emekiilikle sonuçlanmaktaydı.

Bilimsel ve Teknik Servis veya diğer adıyla "T" direktörlüğü; Ba­tının nükleer füze, uzay araştırmaları, stratejik bilimler, sibernetik ve endüstri alanındaki sırlarını çalmak için çalışmaktaydı. Bu direk­törlük doğrudan doğruya operasyon yapıyor ve diğer birimlere tek­nik konularda destek oluyordu.

Planlama-Analiz ya da diğer adıyla "I" direktörlüğünün görevi eski operasyonları incelemek ve kullanılan yöntemleri, hataları tes­pit ederek, yeni nesil ajanlara aktarmaktı. Meslek içi kültür hizmeti görür ve casusluğun inceliklerini eğitimlerde kullanılmak üzere sis­temleştirdi. Bu faaliyeti tüm gizli servisler yapar ve dost servislerle bile bu bilgileri kısmen paylaşırlardı. Bir bilginin istihbarat olarak el­de edilmesi sürecindeki bu yöntemler, dünyanın en iyi korunan ve hiçbir kitaba şimdiye değin konu olmayan casusluğun nasıl yapıldı­ğına yönelik sistem bilgileridir. Kimi zaman imkansız gibi görünen bir bilginin elde edilmesi sürecinde, bilgi bir ajan tarafından hiç ak­la gelmeyecek bir yöntemle ele geçirilebilir. Bu yöntemin yeniden ve daha iyi nasıl uygulanabileceği gözden geçirilerek, bu departman ta­rafından sistemleştirilirdi. Geçmişi eskilere dayanan gizli servisierin başarısı bu bilgi birikiminde gizlidir. O nedenle darbeyle dahi gelse hiçbir rejim eski gizli servisi dağıtarak yenisini kuramaz. Yapacağı tek şey tabelayı değiştirmek olacaktır.

Enformasyon Servisi ya da diğer adıyla "Özel I" servisi; rakip gizli servisierin ne yaptığıyla değil ne yapmadıklarıyla ilgileniyordu. Servis tüm dallardan istihbarat bilgileri derliyordu. Parti liderleri için haftalık istihbarat raporları hazırlıyordu. Ancak KGB tüm dün­yadan elde edilen istihbarat bilgilerinin ve çalınan belgelerin geçer­liliği konusunda çok titiz olmasına rağmen, bu bilgileri bağımsız bir kanalda inceletmemekteydi. Bu birimin eksikliği ileride KGB'ye çok pahalıya mal olacaktı. 17 Mayıs 1941 yılında Richard Serge (dünya­nın gelmiş geçmiş en büyük ajanı olarak kabul edilir), Almanların Sovyet Rusya'ya taarruz için 170'le 190 tümen arasında bir kuvvetle yığmak yaptıklarını Tokyo'dan bildirmişti. Richard Serge'nin Tok­yo'dan bildirdiği bu bilgi Alman Genelkurmayı'na sızan Sovyet ajan­ları tarafından teyit edilmesine rağmen, Stalin bu bilgiyi değerlendi­rememişti.

Kontr-Entelijans Servisi ya da diğer adıyla "Özel II" servisi; adın­da savunma olmasına rağmen saldırgan operasyon yapan bir bölüm­dü. Sovyetlerde karşı casusluk faaliyeti yapmaktan çok karşı gizli servisierin kontr entelijans bölümlerine adam sokmak için çabalı­yordu. Bundaki amaç KGB casuslarının dış ülkelerdeki güvenliğini sağlamaktı. Kontr-entelijans servisi ayrıca Sovyetler dışında yaşayan tüm sivilleri de (elçilik görevlileri vb.) izlemekteydi. O nedenle bu siviller için en korkulu servislerden birisiydi. Kontr-entelijans suba­yının bu insanlar hakkında vereceği en küçük olumsuz rapor, kari­yerlerinin sonu anlamına geliyordu. Bu servis, dünyaca ünlü Ml6'ya ve CIR’ye başkan yardımcılığı konumuna bile adam sokmayı başar­mıştı. Yerleştirmeyi başardığı bu casuslar yıllarca MI6 ve CIA'de iki numaralı adam olarak görev yapmıştır.

Yalan Haber Bölümü ya da diğer adıyla "A" servisinde görev ya­pan insanlar gerçek birer dehaydılar. Görevleri yabancı devletlerin kararlarını etkileyecek operasyonlar yapmaktı. Yabancı toplumların moralini bozacak, fitne çıkaracak eylemler yapmışlardı. Bu birim, aynı zamanda Sovyetler Birliği aleyhinde faaliyet yürüten kişileri ka­ralamak için de kişiye özel operasyonlar gerçekleştirmiştir.

Fiili Eylemler Bölümü ya da diğer adıyla "bölüm V"; KGB'nin ba­tıdan gizlerneye çalıştığı en gizli bölümüydü. Çünkü bu olağanüstü gizli örgüt Sovyetlerin politik cinayetlerini, adam kaçırmalarını, sa­botajlarını düzenliyordu. Bu eylemiere KGB literatüründe "Islak Işler" deniyordu. Bölüm V'de görev yapan bir ajana ıslak iş emri gel­diğinde, bunun anlamı kan akacağıydı. Bu bölüm aynı zamanda öy­le global eylem planları hazırlamıştır ki, bu plan ancak uluslararası topyekun bir savaş riski ortaya çıktığında uygulanacaktı. Böyle bir risk belirdiğinde bölüm V harekete geçerek, tüm rakip ülkelere ön­ceden hazırlanmış bir dizi operasyon yapacaktı. Bu operasyonlar so­nunda rakipierin sinir sistemi kesilerek hareket edemez hale getirileeekti (ayaklanmalar, sabotajlar vb).

I. Genel Müdürlük dünya çapındaki çalışmalarını coğrafi bölüm­lere ayırarak yürütmektedir. Bu bölümler aynı dili konuşan ülkeler esasına göre düzenlenmiştir.

1.    Bölüm: ABD ve Kanada

2.    Bölüm: Latin Amerika

3.    Bölüm: Ingiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve İskandinavya

4.    Bölüm: Almanya ve Avusturya

5.  Bölüm: Fransa, İtalya, Ispanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg

6.   Bölüm: Çin, Kuzey Kore ve Vietnam

7.   Bölüm: japonya, Hindistan, Endonezya, Filipinler ve Güney Asya

8.   Bölüm: Türkiye, Arap ülkeleri, Yugoslavya, Yunanistan, Iran, Afganistan ve Arnavutluk

9.    Bölüm: Afrika'da İngilizce konuşulan ülkeler

10.    Bölüm: Afrika'da Fransızca konuşulan ülkeler

11.  Genel Müdürlük

SSCB içindeki Sovyet halkı ve yabancıların kontrolünden sorum­luydu. II. Genel Müdürlük on iki direktörlükten kurulmuştu. Bu on iki direktörlük çift yönlü görev yapıyorlardı. Hem yabancı diplamatlan avlıyorlar, hem de bu yabancıların Sovyet yurttaşlarıyla izinsiz temasını engelliyorlardı. Bölümlerin görev dağılımları ülkelere göre düzenlenmişti.

1.   Bölüm: Kuzey ve Güney Amerika

2.    Bölüm: Birleşik Krallık

3.   Bölüm: Almanya, Avusturya, İskandinavya

4.    Bölüm: Batı ulusları

5.    Bölüm: Gelişmiş Avrupalı olmayan uluslar

6.    Bölüm: Gelişmemiş Avrupalı olmayan uluslar

Bu birim altmış kadar yüksek rütbeli memur, avlayıcılar, sevk memurları, ihtiyat birliği, gözetierne direktörlüğünden geçici görevle alınmış üç yüz gözlemciden kuruluydu. Il. Genel Müdürlük kararga­hı ABD elçiliğiyle aynı semtte, dış cephesi depo görünümünde beş katlı bir binaydı. Ancak bu müdürlüğün Moskova'da emrine tahsis edilmiş birçok apartman vardı. Bu apartmanlarda tesadüfen Sovyet yurttaşları ile karşılaştıklarını sanan yabancı uyrukluları avlıyorlardı. Bu birimin tipik görev tanımı şöyleydi: SSCB'ye gelmek isteyen bir yabancı vize başvurusunda bulunduğu anda, bu birim KGB'nin tüm birimleriyle temasa geçerek, gelen yabancı hakkında bilgi topluyor­du. Gelenin kim olduğu, niçin geldiği, ne kadar kalacağı, kaç yaşın­da ve sağlık durumu, istihbarat raporunda yer alıyordu. Ardından vi­ze başvurusuna olumlu veya olumsuz cevap veriliyordu. Bu kişi ha­vaalanından indiği anda bu birim tarafından izlenmeye alınıyordu.

Kaldığı otelde, katıldığı turlarda izlenerek bilgiler dosyasına kayde­dilmekteydi. Bu kişi gazete alırken dahi bir yurttaşla tek kelime ko­nuşsa, o yurttaş bu birim tarafından sorguya çekiliyordu. Mosko­va'daki hiçbir tur operatörü bu birimin izni olmadan tur programını değiştiremezdi. Çünkü KGB önceden belli bu programa göre tertip almıştı. Bu birim aynı yöntemle elçilik çalışanlarını ve onların Sovyet yurttaşları ile kuracağı temasları da izlemekteydi. Tüm bu işlemleri, ll. Genel Müdürlüğün birden altıya kadar olan bölümleri aralarında görev taksimi yaparak yerine getiriyordu. Altıdan on ikiye kadar olan bölümlerse yabancı öğrencileri, öğretim görevlilerini, gazetecileri, basılı yayınları ve yayınevlerini, parti üyelerini ve rüşvet konularına bakıyordu. Ancak bunlardan sadece 12. bölüm diğerlerinden farklıy­dı ve görevi sadece Çin'den gelecek yıkıcı faaliyetleri izlemekti. Bura­dan da anlaşılacağı gibi SSCB yöneticileri sanıldığı gibi kendilerine en yakın tehlike olarak Batı'yı değil, Çin'den gelecek ithal rejimi gör­mekteydi.

II. Genel Müdürlüğün emrinde ayrıca bu bölümlerin dışında iki birim daha vardı. Bunlar Teknik Destek Grubu ve Endüstri Gü­venliği Grubu'ydu. Teknik Destek Grubu'nun görevi profesyonel hırsızlıktı. Bünyesinde yirmi-otuz civarında uzman hırsız bulunu­yordu. Bunların görevi girilmesi imkansız her yere girip çıkmaktı. Bu elemanlar özellikle elçiliklere girerek kilitleri ve kasaları açı­yorlardı. Her türlü kapalı zarfı zarar vermeden açıp, tekrar kapa­tabilmekteydiler. Tüm güvenlik önlemlerine rağmen hayalet gibi elçiliğin içinde rahatça dolaşabiiiyorlar ve her şeyi filme alıyorlar­dı.

Endüstri Güvenliği Grubu ise isminden de anlaşılacağı gibi kri­tik üretim tesislerindeki güvenlik kaçağına muhbirler vasıtasıyla mani olmaya çalışmaktaydı. Yine ayrıca bu bölüm Sovyetlerin ticaret ilişkisi içinde bulunduğu ülkelerde, gizli faaliyet imkanları araştır­maktaydı. Tüm bunlarıysa limanlara giren çıkan yabancı gemicileri avlayarak, ticaret odalarına ve Dış Ticaret Bakanlığı'na sızarak yap­maktaydılar.

V. GENEL MÜDÜRLÜK

SSCB yurttaşlarını izlemeye yönelik kurulmuş iç istihbarat biri­miydi. Ozetle görevleri şöyleydi:

1-   Dini baskılamak, kontrol etmek ve yönlendirmek.

2-   Etnik azınlıklara baskı yapmak ve milliyetçilik akımlarını en­gellemek.

3-   SSCB dışında akrabaları olanlan ve bu akrabalarını SSCB için­de görmeye gelenleri izlemek.

4-    Dışandaki Sovyet göçmen gruplarını nötralize etmek.

5-   Yasak kitap, dergi gibi basılı yayınların yayınIanmasını ve da­ğıtımını engellemek.

6-    SSCB içinde yaşayan Yahudileri izlemek ve baskı yapmak.

Sibirya'daki çalışma kamplarında daha çok ağır suçlular, rejim muhalifleri, aydınlar ve etnik milliyetçiler misafir edilmişti. Kamp­lar Sibirya'nın geniş coğrafyasına dağınık olarak yayılmıştı. Kimi kamplar daha da ağır koşullara sahip, Sibirya'nın da kuzeyinde yer alan adalardadır. Buraya giden kişiden umut kesildiği gibi, aileleri bu kişilerin bir mezarlarının dahi olacağından emin olamamaktaydılar. Kamp ahşap evierden oluşan bir dizi yaşam alanıydı. Alan askeri te­sislerde olduğu gibi dikenli tellerle çevrilmişti. Kamptan kaçmaya çalışacak kişinin, dışanda hayatta kalma şansı yok denecek kadar az­dı. Gün sabah 06.00'da içtima ile başlıyordu. Kampın ortasında bir direk ve üzerinde termometre vardı. Hava ısısı 40 Cnin altına düş­tüğünde mahkumlar çalıştırılmıyordu. O nedenle içtimadan sonra bir mahkum koşarak direğe çıkar ve termometreyi kontrol ederdi. Ancak termometre sürekli donduğundan, asla ısının 40 Cnin altı­na düştüğünü kimse göremezdi.

KGB Sınır Muhafızları Genel Müdürlüğü

Bu birimin 300.000 kişiden oluşan seçme kara ve deniz birliği vardı. Modern silahiara sahipti. Emirlerinde toplan, zırhlı birlikleri ve savaş gemileri vardı. Bu gemilerle SSCB karasularının oldukça uzağına açılarak görevlerini yerine getirmekteydiler.

Gözetierne Direktörlüğü

Bu birim diğer bölümlere ajan eğittiği gibi, 3.500 civarında ken­di gözetmenine de sahipti. II. Genel Müdürlüğün emrine tahsis edi­len 300 gözetmen, bu direktörlükten giderek görev yaparlardı. Bura­daki ajanların eğitimleri; şahıs tanıma, kendini gizleme, izleme-takip, takipten kurtulma gibi şeyler üzerineydi. Bu kişiler profesyonel yaşamlarının tamamına yakınını, sadece şüpheli izleyerek ve rapor yazarak geçiriyorlardı. Başka operasyanlara katılmazlardı. Ayrıca gö­revlerinin icap ettirdiği gözetierne araçlarının icadını ve imalatını da yapma kabiliyetine sahiplerdi. Kızılötesi fotoğraf makineleri, kame­ralar, ses ve görüntü aktarma cihazları, takma bıyık, yüz ve çeşitli el­biseler imal etmekteydiler. Ayrıca bu ajanların altlarına yüksek hız­lara çıkabilen araçlar tahsis edilmişti.

Muhafızlar Direktörlüğü

Burada görev alanlar, yüksek derecede güvenlik soruşturmasın­dan geçtikten sonra işe başlıyorlardı. Silah taşıma ve kullanma yet­kileri vardı. Bu silahları en etkili şekilde kullanma eğitimi almışlar­dı. SSCB tarihinde bu birim kurulalı beri, hiçbir SSCB politikacısı çeşitli suikastiara rağmen, ne vurularak yaralanmış ne de öldürül­müştü.

KGB'nin Yalan Haber Operasyonları Derin Darbe

Robert Lee Johnson ABD ordusunda çavuştu. ABD'nin Avrupa Kuvvetleri'nde, Berlin'de görev yapıyordu. Karakteristik özellikleri bir casustan oldukça uzaktı. Bir casusta olması gereken "idealizm, hırs, irade, korkusuzluk ve maceraperestlik" gibi duyguların yerine pornografik merak, ahlaksızlık, para düşkünlüğü ve kumar tutkusu vardı. 1952 yılında Berlin'deki birliğinde yazıcılık yapanJohnson, is­tediği göreve bir başka arkadaşının atanmasıyla büyük bir hayal kı­rıklığı yaşamaya başladı. Johnson yaşadığı bu hayal kırıklığının etki­siyle ordudan intikam almak istedi. Bunun için Doğu Berlin'e geçe­rek SSCB'ye iltica etmek istiyordu. İltica talebi kabul edilirse, SSCB radyosunda komünizm propagandaları yaparak Pentagon'u kızdıra­caktı. O zamanlar Berlin Duvarı henüz örülmeye başlamadığından, bir gece yürüyerek sarhoş halde karşıya geçti. SSCB subaylanyla ilk teması böyle sağladı. SSCB subayı, durumu görevli KGB ajanına ha­vale etti. KGB ajanı karşısındaki silik adamın öyküsünü iyice sorgu­layarak, niyetini anlamaya çalıştı. Karşısındaki kişi işe yararnazın te­kiydi. Ancak KGB ajanı, johnson'dan iltica etmek yerine faydalı bil­giler getirmesini istedi. Çavuş Robert Leejohnson'un KGB'yle ilk te­ması böylece başladı. Robert Lee johnson kıyıda köşede ne kadar bilgi varsa KGB'ye taşımaya başlamıştı. Ancak gelen bilgilerin istih­barat niteliği yoktu. Bu yüzden KGB kendisine önemsiz ücretler ödüyordu. johnson aldığı bu paraları hızla kumarda tüketerek, KGB için yeni çöpler toplamaya devam ediyordu. KGB bir ara ondan kur­tulmak istedi. Zira işe yarar bir yanı yoktu. Ancak ona ödedikleri pa­ra o kadar önemsizdi ki, kalmasına karar verdiler. Robert Lee john­son'dan sorumlu KGB ajanı, bir ara kendisine Kara Kuvvetleri'nden çıkarak Hava Kuvvetleri'ne girmesini tavsiye etti. Böylece daha fay­dalı bilgiler getirerek daha fazla kazanabilirdi. Ancak Johnson Hava Kuvvetleri'ne geçmeyi başaramadı. johnson'nın tayini Texas'a çıkın­ca KGB'nin ilgisi daha da arttı. Artık teması KGB'nin ABD'deki ajan­ları yürütüyordu. Robert Lee Johnson'dan füzeler ve başlıklarla ilgi­li duyduğu her şeyi getirmesini istediler. johnson sağdan soldan ne bulabildiyse, fotokopisini çekip bir araya getirerek KGB'ye ulaştır­maya başladı. Bir ara NASA’nın kullandığı roket yakıtını merak eden KGB'ye, yakıttan bir numune getirmeyi de başarmıştı. Bu başarısı için KGB johnson'a tam 1.000 dolar ödedi.

1960 yılına gelindiğinde Robert Lee johnson'ın görev yeri tekrar değişmişti. Robert Lee johnson Paris'te NATO'nun kurye merkezine atanmıştı. Bu merkezin özelliği şuydu: Pentagon'dan NATO'ya ve tam tersi NATO'dan Pentagon'a buradan da tüm Avrupa ve Kuzey Afrika'ya giden mesajlar önce bu merkeze geliyor, ardından gitmesi gereken yere ulaşıyordu. Merkeze; Kara, Deniz ve Hava birliklerinin gücünü ve durumunu gösterir raporlar, haritalar, füze rampalarının yerleri, askeri haberleşmede kullanılan şifreler, taktik planlar, nükle­er saldırı planları, özetle KGB'nin asla ilgilenmeyeceği değersiz bil­giler geliyordu. Üstelik Robert Lee johnson da burada önemsiz bir göreve verilmişti. Tüm bu bilgilerin saklandığı kasanın başında, sa­baha kadar nöbet tutacaktı.

Robert Lee johnson'la KGB tekrar temasa geçti. Plan basitti, ka­sanın içi boşaltılacaktı. Ancak sorunlar vardı. Öncelikle kasanın ba­şında johnson tek durmuyordu. Bir arkadaşı daha vardı. Ayrıca kasa odasının anahtarı bir subaydaydı. Kasanın şifreleri bilinmiyorCu ve bir alarm düzeneğinin olup olmadığı meçhuldü. KGB elinee bir ka­talogla johnson'a geMi. KatalogCa ABD'deki bankaların kullandığı alarm modellerinin resimleri vardı. Robert Lee johnson'a çeşitli re­simler göstererek merkezde buna benzer şeyler görüp görmediği so­ruldu. Robert Lee johnson emin değildi. Ancak KGB bundan mutla­ka emin olmak istiyordu. KGB, Robert Leejohnson'dan merkezin ilk boya işinee görev almasını istedi. Aylar sonra merkezin boyanması­na karar verilince Johnson bu angarya işe gönüllü oldu. Böylece merkezi boyarken duvarları karış karış inceleyerek, alarm olup ol­madığını kontrol etti. Merkezee maalesef alarm sistemi yoktu. En önemli sorunlardan birisi aşılmıştı. KGB ikinci aşamaya geçti. Kasa odasının anahtarı gerekiyordu. Robert Lee Johnson'a kibrit kutusu içinde anahtar kalıbı almaya yarayan macun verildi. johnson uzun uğraşlar sonunda anahtarın kalıbını almayı başardı. Ancak aceleyle alınan kalıp bozuktu. Tekrar başa dönüldü. İkinci bir tesadüf sonu­cu, dalgın subayın anahtarı birkaç dakikalığına kapıda bırakmasın­dan faydalanan Johnson, bu defa görevi başardı. KGB'nin artık bir anahtarı da vardı. Şimdi önlerinde iki engel kalmıştı: Kasa şifresi ve kilit sisteminin çözümü. Kilit sisteminin işleyişini anlamak için KGB, Robert Lee johnson'a küçük bir röntgen cihazı teslim etti. Bu­nu merkeze sokması ve uygun bir anda kasanın kilit sisteminin et­rafında dolaştırması isteniyordu. Johnson bu görevi de başarıyla ye­rine getirdi. Röntgenden elee edilen resimler KGB'nin Teknik De­partmanında masaya yatırıldı. Geriye tek engel olarak şifre kalmış­tı. Odaya giren subayların kasayı her açışlarında Johnson bir baha­neyle odaya girerek, şifrenin bir harfini öğreniyorCu. Sonuncu şifre­yi de öğrenmişti. Ama her şey KGB için bir hayal kırıklığı oldu. Çün­kü şifre yine değişti. Johnson yeni şifreyi öğrenmeliydi. Bir süre bu mümkün olmadı. Ama göreve yeni gelen ihtiyatsız bir subayın şifre­yi unutmamak için yazıp çöpe attığı kağıt, bu sorunu da çözdü.

İlk operasyona böylece başlandı. Kuryelerin geliş gidiş zamanı ve nöbet çizelgesi göz önüne alınarak, kasayı boşaltmak için en uy­gun günün cumartesi olduğuna karar verildi. Johnson nöbetteyken gece belgelerle merkezden çıkacak ve onu KGB ajanına teslim ede­cekti. KGB ajanı belgelerin mikrofilmlerini aldıktan sonra geri dö­necek ve belgeleri]ohnson'a teslim edecekti. Belgelerin ilk örnekle­ri KGB Karargahı'na ulaştığında uzmanlar gözlerine inanamadı. NATO çıplak bir halde karşılarında duruyordu. Belgelerde NA­TO'nun SSCB'ye saldırı planları bile vardı. Dünya tarihinde olası bir savaş öncesi, bu nitelikte pek az belge ele geçirilebilmiştir. Politbüro olaya hemen el koydu. Bu altın yumurtlayan tavuk, beceriksiz ajanlar nedeniyle kaybedilmemeliydi. Paris ekibi geri çekilerek böl­geye en iyi ajanlar sürüldü. Kasanın her on beş günde bir soyulma­sı kararlaştırıldı.

Robert Lee Johnson bir sabah işe gitmek için evden çıktı. Kasa en son iki gece önce boşaltılmıştı. Yolun karşısında kendisiyle te­masta olan iki KGB ajanını gördü. Orada niçin beklediklerini düşü­nerek ilerlerken birden durdu. Sigara paketini unutmuştu. Johnson gece belgeleri KGB'ye teslim ettikten sonra, tekrar alıp yerine koyu­yordu. Eğer ertesi gün işe gittiğinde bir anormallik sezmiyorsa, işa­retli bir sigara paketini KGB'nin kararlaştırdığı bir yere bırakıyordu. Bunun anlamı "her şey yolunda, sorun yok" demekti. Ama Johnson önceki gece paketi işaretli yere koymayı unutunca KGB bir problem çıktığını düşünerek alarma geçmiş ve Fransa'daki yüzlerce ajanını bir gecede sınır dışına çıkarmıştı. Johnson bu unutkanlığı yüzünden KGB'den okkalı bir fırça yedi.

Bu ilişki yıllarca sürdü. KGB on beş günde bir yapılan her ope­rasyon için Johnson'a tam 2.000 dolar verdi. Aslında bu paranın ol­dukça komik olduğunu KGB de biliyordu. Ama bunu johnson bil­mediğinden, onu şımartmak istemiyorlardı. Ayrıca KGB ajanı john­son'a Kızıl Ordu'daki rütbesinin binbaşılığa yükseltildiğini tebliğ et­ti, Tabii bu kocaman bir yalandan başka bir şey değildi.

Robert Lee johnson ve KGB ilişkisi asla çözülmedi. Ta ki o güne kadar. Robert Lee Johnson ve karısı bir gün trafikte kavga ettiler. Boşboğaz Robert Lee johnson, KGB ilişkisini kanısına anlatmıştı. Ka­dın doğruca FBI'ya giderek kocasından intikam aldı. FBI araştırma­yı tamamladığında gerçek tablo ortaya çıktı.

Çavuş Robert Lee]ohnson, NATO ve Pentagon'a milyarlarca do­lara mal olmuştu. Tüm savunma ve saldırı planlarının değişmesi, şif­relerin yenilenmesi, kriptolarının yeni algoritmalarla yapılması, bir­liklerin ve füze rampalarının başka alanlara kaydınlması gerekiyor­du. Bu olay NATO tarihinin en büyük casusluk olayıdır.

Parapsikoloji Savaşlarında CIA ve KGB

1970'li yıllarda iki ünlü gizli servis bu yolda çok büyük paralar harcadı ve onlarca deney yaptı. Parapsikoloji geçmişte ve günümüz­de bilimsel olarak tartışılsa da yıllarca gizli deney ve araştırmalarda kullanıldı. Başta CIA, FBI ve Sovyet istihbarat servisi KGB olmak üzere gizli örgütlerin de bu yöntemleri kullandığı biliniyor. 1970'li yıllarda her iki ülkenin gizli servisleri, parapsikolojiyi kullanarak, birçok gizli bilgiyi elde etmişlerdi. ABD, Il. Dünya Savaşı sonrasında parapsikolojik çalışmalar için 6 milyar dolarlık bir bütçe ayırmıştı. Pentagon'un "Medyum Teknolojik Risk Projesi" adı altında psişik güçleri olan Madam Zodiack'ı kullandığı ve SSCB'nin denizaltı rota­larını tespit ettiği de yıllarca dile getirilen iddialar arasındaydı. ll Eylül saldırılarının ardından FBI, olası terör saldırıları ile Ladin'in yerini parapsikologlara sordu. Bu olayla birlikte ABD istihbarat ser­visleri, terörle mücadelede parapsikologlan etkin bir şekilde kullan­ma kararı aldı. Parapsikolojinin temel kavramlarından telepati de güçlü devletler için gizemli bir silah anlamındaydı. Sovyetler Birliği ve ABD'de bu konuda yıllarca birçok deney yapıldı. SSCB'de Prof. Vassiliyev'in 1930'larda yaptığı araştırmalar ilginç örneklerden biri­ni oluşturuyor. Deney için yaşları 25 olan, İvanova ve Fedorova isimli iki ruh hastası kullandı. Ivanova deney odasında beyin dalga­ları, cilt direnci ve diğer biyolojik fonksiyonları ölçülecek şekilde aletiere bağlanıyordu. İvanova'ya telkinle hipnoza giriyordu.

SSCB'nin Beyin Gücü Deneyi

Cihazlar da bunu kaydediyordu. İki kadın önceleri ayrı ayrı odalarda, daha sonra da uzak mesafelerde transa sokuldu. Beyin yo­luyla birbirlerine gönderdikleri mesajlar kaydediliyordu. Deney, kurşun tabuna ve denekierin birbirine 1500 kilometre uzaklıkta iki şehirde bulunduğu ortamda da tekrarlandı. Sonuç aynıydı. Denek­ler hipnotize olduklarında, birbirlerine telepatik yöntemle mesaj gönderebiliyorlardı. Deney başka denekler üzerinde de denendi ve aynı sonucu verdi.

Sovyetlerin doğaüstü güçleri olan kişileri casus olarak kullandı­ğı iddiası, Büyük Sovyet Ansiklopedisi yazarlanndan Profesör Alexandre Spirkin'in ölümünden önce Komsomolskaya Pravda'ya ver­diği demeçle doğrulandı. Spirkin, özel izinle gizli bir laboratuar yö­netip yüzlerce kahin ajanla çalıştığını anlattı. Spirkin, 1960'larda 'Hangi değişik güçlere sahipsiniz', 'Rüyalannızda uçuyor musunuz' gibi soruların olduğu sınavdan geçen kahinlik, düşünce okuma gibi yetileri olan 200 kişiyi ajan olarak kullanmıştı. Olağanüstü algı ener­jisiyle felaketleri haber veren Ivan Fomin, sonradan Devlet Başkanı Boris Yeltsin'e danışmanlık yapmıştı. Geçmişte Sovyetlerin turist kı­lığında ABD'ye gidip altıncı hisleriyle bilgi toplamaları için kahin tuttuğu, medyaya yansımıştı.

KGB İstanbul'da

Rus Nezavisimaya gazetesi, SSCB gizli servisi KGB'nin ll. Dünya Savaşı sırasında istihbarat faaliyetlerini İstanbul Bağazı'nda bulunan "Svanetiya" adlı bir gemide yürüttüğünü yazdı. Rus gizli servisi KGB, ll. Dünya Savaşı'nda İstanbul'daki işlerini bir gemiden yürüt­müştü. Gazetenin "Lyubyanka'nm (KGB merkezinin Moskova'daki adı) Yüzen Şubesi." başlığıyla yayımladığı haberde, Rus tarihçi Alexandre Borisoviç'in Rusya-Türkiye tarihinde bilinmeyen bazı konu­lan açıklığa kavuşturduğu kaydedildi. Haberde, II. Dünya Savaşı sı­rasında Alman savaş uçaklar tarafından Karadeniz'de hatırılan yol­cu gemisi Svanetiya'nm, aslında savaş yıllarında KGB'nin şubesi gibi faaliyet gösterdiği belirtildi. Sovyetler Birliği tarihçileri, Svanetiya gemisine savaş sırasında Çanakkale Boğazı yakınlarında Türk yetki­liler tarafından el konulduğunu ve geminin 1942 yılına kadar alıko­nulduğunu ileri sürüyorlardı. Rus tarihçiler, Almanya ve müttefiki ülkelerden ayrılmak zorunda kalan Rus temsilcilikleri çalışanları­nın, otel olarak kullandığı geminin bırakıldıktan sonra aynı yıl (1942) Gürcistan'ın Poti İimanına geldiğini belirtiyordu. Rus gemi­si, Poti limanındaki yaralıları Novorosisyk limanına götürürken Al­man savaş uçakları tarafından batırılmıştı. Rus tarihçilerin, Türki­ye'nin ikinci Dünya Savaşı'nda gemilerinin geçişine izin vermediği­ni savunduğu belirtilen haberde, "Bu bilgiler doğru değil. Türkler bir yolcu gemisini tüm anlaşmalara ve şartlara rağmen tutamazlardı. Savaş sırasında Türkler bizim tüm tankerlerimizin, yolcu ve yük ge­milerimizin Boğazlar'dan geçmesine müsaade ediyorlardı" denildi. Rus diplomatik kaynaklarının verdiği, geminin Almanya ve müttefi­ki olan ülkelerdeki Rus Büyükelçilik çalışanları tarafından otel ola­rak kullanıldığı bilgisinin de gerçeği yansıtmadığı kaydedilen haber­de, şu bilgilere yer verildi: "Bu da doğru değil. Rusya'nın tüm Batı ül­kelerindeki büyükelçilik ve konsolosluk çalışanları Ağustos 1941'e kadar Kars üzerinden Sovyetler Birliği'ne gelmişlerdi. Svanetiya'nın İstanbul sahillerinde KGB'nin yüzen bir şubesi olarak kullanıldığı en gerçekçi bilgi. Svanetiya KGB'nin ajan ve terörist operasyonlarının merkezi olarak faaliyet gösteriyordu. Geminin yönetim merkezi de İstanbul'daki Sovyetler Birliği Konsolosluğu'ydu." Almanya'nın An­kara Büyükelçisi Franz Von Papen'e yönelik 24 Şubat 1942'de dü­zenlenen suikast girişiminin Svanetiya'da hazırlandığı görüşü savu­nulan haberde, "Von Papen'e suikast başarısız olunca İstanbul sahil­lerini terk eden Svanetiya gemisi Gürcistan'ın Poti limanına geldi" denildi. Tüm KGB çalışanlarının burada gemiyi terk ettiği, ardından 221'i yaralı olmak üzere 896 kişiyi Poti'den alan geminin Novorosisyk'e doğru yola çıkmak için hazırlandığı belirtilen haberde, şun­lar kaydedildi: "Ancak, yola çıktıktan bir gün sonra Alman savaş uçaklarının saldırısına uğrayan Svanetiya, Karadeniz'in 2 bin metre derinliğindeki sularına gömüldü. Böylece, Svanetiya gemisinin Bo­ğaziçi'ndeki faaliyetinin şahitlerinin büyük bölümü de (mürettebat) hayatını kaybetmiş oldu."

ÜNLÜ CASUSLAR

MATA HARl

Hallandalı olan Mata Bari'nin asıl adı Margaretha Geetruide Zelle'dir (Doğum, 7 Ağustos 1876, Leeuwarden Ölüm, 15 Ekim 1917 Vincennes). I. Dünya Savaşı yıllarında Almanlar hesabına çalıştığı için idam edilen Mata Bari'nin ismi Malay dilinde şafağın gözü an­lamına geliyordu.

Hallandalı bir işadamının kızı olup, okul çağında bir manastırda eğitim gördü. 18 yaşındayken Hollanda ordusunda görevli lskoç asıllı bir subayla evlendi. Kocasının vazifesi sebebiyle bir müddet Amsterdam'da, bir süre de java adasında bulundu. Hollanda'ya dön­dükten sonra kocasından ayrılarak Paris'e yerleşti. Burada danset­meye başladı ve kısa sürede meşhur oldu. Şöhreti Paris, Londra, Vi­yana, Berlin ve Roma gibi Avrupa şehirlerine yayıldı. Bu ülkelerin hükümetlerinde görev yapan önemli kişilerle yakınlık kurdu. Fran­sız, lngiliz, Rus subay ve devlet adamlarından topladığı çok gizli as­keri bilgileri, kızına yazılmış masum mektuplar halinde özel diplo­matik kurye ile Paris'ten Almanlara ulaştırıyordu. Alman askeri ve denizcilik istihbarat başkanlarıyla toplantılara katıldığı Madrid'den Paris'e döndükten sonra, 13 Şubat 1917'de tutuklandı. Yıllardır hak­kında toplanan belgelerin en önemlisi, son Madrid seyahatinde

Madrid elçiliğinden Alman askeri merkezine kendi kodu (H2l) ile gönderdiği ve yolda ele geçirilen telgraftı. Madrid dönüşü alacağı 15.000 İspanyol Pezosu tutarındaki çek, tutuklandığı zaman üzerin­de bulundu. Bir diğer delil de l915'te Fransa'ya dönmesinden önce Alman Gizli Servisi'nden aldığı 30.000 marklık senetti. Mahkeme­nin söz konusu paralarla ilgili suçlamasını, "Hediye aldım" diyerek reddeden Mata Hari, kuvvetli delil bulunamamasma rağmen idama mahküm edildi ve lS Ekim l917'de kurşuna dizildi. ldama giderken gayet soğukkanlı olan Mata Hari, "Bu Fransızlar beni öldürmekle ne kazanacaklar, savaşı mı kazanacaklar?" diye yanındakilere dert yan­mıştır. Kurşuna dizilirken gözlerini bağlatmayarak bir cesaret ve so­ğukkanlılık örneği göstermiştir.

llyas Bazna

llyas Bazna (veya Arnavutça adı ile Elyesa Bazna), l904'de Kosova'da doğmuş, 2l Aralık l970'de Münih'te ölmüştür. ll. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanya'sı hesabına çalışmış en önemli casuslardan biri­dir. Babasının ölümünden sorumlu tuttuğu Ingilizlerden nefret et­mesi, parasal kazanç arzusu ve hep bir operacı olmak istemesine rağ­men ll. Dünya Savaşı sırasında Ankara'da çeşitli büyükelçiliklerde uşaklık yapıyor olması, casusluk yapmaya başlamasına önayak ol­muştur. Franz von Papen'in elçiliği döneminde Ankara'daki Alman­ya Büyükelçiliği'ne gizli Ingiliz askeri ve diğer istihbaratını satmıştır. ll. Dünya Savaşı yıllarında önce Yugoslavya Krallığı büyükelçisinin, daha sonra Almanya büyükelçiliği müsteşarının uşaklığını yapmış­tır. Almanya elçilik müsteşarı mektuplarını okuduğu için kısa süre­de llyas Bazna'yı kovmuştur.

l942'den itibaren İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen'in uşaklığını yapmaya başlamış, banyosunda sırtını ovarken ona opera aryaları okuyacak kadar büyükelçi ile ya­kınlık kurmuştu. 2l Ekim l943'den itibaren fotoğraflarını çektiği gizli belgelerin örneklerini Almanya Büyükelçiliği'ne teslim etmeye başladığı bilinmektedir. Bunun için, Almanya Büyükelçiliği'nde ata­şelik yapan Ludwig Moyzisch'e kendisi yaklaşarak 20.000 Sterlin karşılığı elindeki elli altı belgeyi satma önerisinde bulunmuştu. Kısa bir süre ücretli bir Alman ajanı haline gelmiş ve Alman istihbarat servislerince kendisine "Çiçero" kod adı verilmişti. Müttefiklerce düzenlenen uluslararası toplantılar ve bazı bombardıman planları hakkında önemli bilgiler aktarmış olmakla birlikte, Normandiya Çıkartması'na ilişkin çok belli belirsiz istihbarat ulaştırmıştır. Bütün bu dönem boyunca Ankara'daki İngiliz istihbarat görevleri ise Bazna'nın İngilizce anlamadığım zannetmekte, kendisini casusluğun­dan şüphelenilemeyecek kadar "eğitimsiz" ve "aptal" olarak gör­mekteydi.

Bazna, 1944 yılında Alman Büyükelçiliği'nde görevli bir sekrete­rin Müttefikler safına iltica etmesi üzerine, ele geçmekten korkarak İngiliz Büyükelçisi'nin yanındaki görevinden aynlmıştı. Hizmetleri için Nazi Almanya'sı istihbarat servisi Abwehr tarafından kendisine 300.000 Sterlin ödenmişti. Ancak tlyas Bazna daha sonra, ödenen paraların, Almanların İngiliz ekonomisini çökertmek için bastıkları sahte sterlinlerden olduğunu fark etmişti. Savaşın bitiminden bir sü­re sonra Federal Almanya hükümetine karşı tazminat davası açmış, çok uzun süren bir davadan sonra kendisine mütevazı bir ödeme ya­pılmıştır.

"I was Cicero" (Ben Çiçero'ydum) başlığı altından yayınladığı anılanından ise daha yüksek bir kazanç elde etmiştir. Kitabı 1951 yı­lında 5 Fingers (Beş Parmak) adı altında, Joseph L. Mankiewicz'in yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmış, Bazna rolünü James Mason oynamıştır.

Ernest Hemingway

Ernest Hemingway; yaşamını daha da maceralı kılmak için ABD Deniz Kuvvetleri Haberalma Bölümü (ONI) adına casusluk yapmış­tı. Hemingway bu işlere epey kafa patlatıp, mesai ayırsa da asla kla­sik ve profesyonel bir casus olmadı. Ama çok önemli bir haberi yet­kililere bildirmeyi başardı. Hemingway, ONI Başkanı Albay John W Thomason Jr.'a, "Japonlann ABD Dananınası'na ait bir üsse saldırı­ya kalkışacaklannı" haber verdi. Fakat Albay, Hemingway'e inanma­dı ve "Böyle bir şeyin mümkün olmadığını" söyledi. Amatör casus­ların duyduklan her dedikoduyu müthiş haber diye pazarlamasın­dan bıkmıştı. Fakat daha sonra Pearl Harbour saldırısı gerçekleşecek ve Hemingway'in "şüpheli istihbaratı" gerçeklik kazanacaktı.

Kaptan Cousteau

Kaptan Cousteau, mesleki geçmişi hayli eskilere dayanan bir ca­sustu. II. Dünya Savaşı sırasında Fransız Gizli Servisi adına Porte­kiz'de çalıştı ve buradaki Fransız ajanlarının Londra ile irtibatını kurdu. Ayrıca İtalyan ordusuna sızarak çok gizli şifreleri ele geçirdi. Bu ünlü okyarrus araştırmacısının casus olduğu ancak ölümünden sonra yayınlanan biyografisi sayesinde öğrenildi. Tabii, Cousteau'nun bütün bu deniz dibi araştırmalarını bir gizli servis adına ya­pıp yapmadığı ve ekolojik istihbarat verileri olarak kullanıp kullan­madığı halen merak konusudur.

Kim Philby

Ikinci Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde kendilerini yeni bir savaş dönemine (Soğuk Savaş) hazırlayan dünya ülkeleri, çok geçme­den iki kamp etrafında bölündü. Kamplardan biri Amerika Birleşik Devletleri, Batı Almanya, Fransa ve İngiltere gibi güçlü Avrupa devlet­lerinden oluşuyordu. Diğer kampta ise Sovyetler Birliği, Doğu Bloku ülkeleri ve Çin gibi ülkeler yer aldı.

Japonya ile ABD arasındaki düşmanlık, japonların l94l'deki Peari Harbor saldırısından sonra doruk noktasına ulaşmıştı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyada önemli değişiklikler yaşandı. Avrupa, de­yim yerindeyse, ortadan ikiye bölündü. Afrika ile Asya'daki koloni­ler bağımsızlıklarını kazandı. Milyonlarca insan ülkelerinden sürül­dü. Komünist ve antikomünist blok ülkeleri oluştu ve Soğuk Savaş dönemi başladı. Bu dönem, çift taraflı ajanlar ya da köstebeklerin ça­ğı oldu.

Ingiliz gizli servisinin üst yönetimindeki ajanların KGB için ça­lıştığı anlaşılınca ortalık karıştı. KGB için çalışan İngilizlerin en kö­tü şöhretlisi 1963 yılında Moskova'ya kaçan Kim Philby'di. Gerçek adı Harold Adrian Russell Philby olan Kim Philby, yaşamının son dönemlerinde "lhanet etmek için," demişti, "insanın bir yere ait ol­ması gerekir. Oysa ben hiçbir yere ait değilim." Philby Sovyetler için çalışan Ingiliz ajanlarının en ünlüsü olmak bir tarafa tüm zamanla­rın en bilinen köstebek casusu olarak anılageldi. Philby Hindistan'da doğmuş ve Cambridge'de eğitim görmüştü. Arkadaşlan Guy Burgess, Donald Maclean ve Anthony Blunt'la birlikte komünist oldu ve Burgess tarafından 1940 yılında Ml 6'ya alındı. 1963 yılına kadar da Sovyetler için çalıştı.

"Beşli Zincir" diye anılan diğer KGB köstebeklerinin adı ise Do­nald Maclean, Anthony Blunt, Guy Burgess ve John Cairncross idi. Bunlardan Blunt bir eşcinseldi ve Ingiliz gizli servisine eşcinsellerin girmesini sağlamak yönüyle de bir fanatikti. Blunt'ın Ingiliz istihba­ratıma -ya da daha doğrusu KGB'yekazandırdığı kişilerden biri Guy Burgess'dı. Guy da tıpkı Blunt gibi eşcinseldi. Blunt, Sovyetler hesa­bına çalışmaktan korkan Burgess'ı ve diğer eşcinselleri cinsel tercih­lerini Ingiliz kamuoyuna duyurmakla tehdit ediyordu. Efsanevi KGB yöneticisi Yuri Modin'in koordinatörlüğünde Moskova'ya çalışan Beşli Zincir'den en rahat yaşayanı Philby oldu. Sovyetler, İngiltere'de traitor (hain) olarak anılan Kim Philby'nin fotoğraflarını pullannın üzerine basarak onu onore ettiler. Philby yaşamının son dönemleri­ni Moskova'da geçirdi ve orada öldü.

Benedict Arnold Yurtsever Hain

Istihbarat tarihine Patriot Traitor (Yurtsever Vatan Haini) olarak geçen ilginç bir casusun öyküsü, pek çok istihbarat servisi için ilginç dersler içeren bir nitelik taşıyor. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda büyük yararlılık gösteren Benedict Arnold, Amerikalıların kendisine sahip çıkmaması üzerine Ingiliz saflarına geçti. 1741 doğumlu Arnold'un ailesi ticareıle uğraşıyordu. Amold, Amerikan davası için çalışan ve bu uğurCa iki kez ağır yaralanan bir isim olarak tarihe ya­zıldı. Ancak Amerikan Kongresi onu onore etmediği gibi savaş uğ­runa harcadığı paralan da geri vermedi. Böylece Arnold için melan­koli dönemi başladı ve Ingiliz ajanlarının tatlı sözleriyle onlara yak­laştı. Hemen ardından Amerikalılara göre hayatındaki en kötü kara­nı aldı. Tarafını değiştirdi. Ingiltere'de 60 yaşındayken öldü ve her­hangi bir askeri onur notu olmaksızın gömüldü. Son yılı acı ve mut­suzlukla doluydu. Ölümünden sonra hakkında önemli bir kitap ya­zıldı. Willard Sterne Randall'ın kaleme aldığı kitabın adı son derece ilginçti: Patriot Traitor (Yurtsever Vatan flaini).

Reinhard Gehlen

Gehlen, Nazi Almanya'sında casusluk uygulamalarını başlatan teorisyen ve pratisyen olarak ün yaptı ve giderek bütün zamanların en büyük casusluk ustalarından biri olarak anılmaya başlandı. Gehlen'in bazı Türk casus yöneticilerini de etkilediği ileri sürüldü. Gehlen'in en önemli özelliklerinden biri, o dönemde kapalı bir yapıya sahip olan Sovyetler hakkında önemli bilgiler toplaması ve bunları Amerikalılara vermesi oldu.

Aslında Gehlen, 1955-68 yılları arasında Batı Alman gizli servisi­nin yöneticisi olana kadar Amerikalılara da çalıştı. 1942'de Dış Doğu Orduları Komutanlığı'na atandığında, Sovyet savaş suçluianna ve si­villerine karşı acımasız bir tutum takındı. 17 Temmuz 1944'de Loringhoven Birliği Gehlen'e, Stauffenberg'in Hitler'e suikast yapmak üzere plan yaptığını bildirdi. Nazi yönetimi bu başkaldırıdan sıyrıldı. Gehlen, Aralık 1944'de tümgeneralliğe terfi etti. Nisan 1945'te Hitler öldü. Böylece Gehlen de ordu komutanlığından ayrıldı. Mart ayında Gehlen ve ajanları pek çok gizlı Sovyet dokümanının mikrofilmini çekti ve bunları Avusturya Alpleri'nde çelik kasaların içinde sakladı. Gehlen, mayıs ayında bu bilgileri Amerikan ordusundaki meslektaş­larına teslim etti. O dönem Sovyetlerle ilgili fazla bilgiye sahip olma­yan Amerikalılar, bu bilgilerden ötürü Gehlen'e minnettar kaldılar.

Bu aşamadan sonra OSS (Office of Strategic Services-Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu) ve CIA'in kontrolü altında Gehlen bir is­tihbarat örgütü kurdu. Ilk kadroCa 350 eski Alman ordu istihbarat ajanı bulunuyordu ve Gehlen Örgütü giderek CIA'in Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği'ndeki gözü kulağı oldu. 1956 yılında Gehlen Ör­gütü şimdiki yapısını aldı. Bu, aynı zamanda kısa adı BND olan Fe­deral Almanya Gizli Servisi'nin doğumuydu. Gehlen bu örgütün ba­şına getirildi.  &>

Gehlen, Nisan l968'de Alman gizJi servisinde çalışırken KGB adına casusluk yapan Heinz Felfe'nin kimliğinin deşifre edildiği operasyondan sonra istifa etti. Bu, Gehlen için eksi bir puandı ama

Felfe skandalına rağmen Gehlen, 1979'da ölene dek istihbarat tari­hinin efsane isimleri arasında anıldı. Öldükten sonra da bu sıfatını korudu.

Richard Sorge

I. Dünya Savaşı'ndan önce daha 18. ve 19. yüzyılda felsefede bü­yük akımların öncülüğünü yapan Almanya, II. Dünya Savaşı yıllanna gelindiğinde bu felsefelerden etkilenen casusların dünya tarihine yön verdiği bir ülke olarak anıldı. Hegel'in etkilediği Marx'ın diyalek­tik ve tarihsel materyalizmini benimseyen ve bu ideolojik bağlılıkla­rından ötürü Rusya'ya hizmet eden ajanların sayısı hiç de az değildi. Diğer taraftan Nietzsche'nin 'üst insan' öğretisinden de destek alarak nazist akımın öncülüğünü yapan Hitler'e çalışan pek çok casus yöne­ticisi ve istihbarat ustası bulunuyordu. Soyvetlere hizmet eden Al­manların en ünlüsü Richard Sorge'ydi. Verdiği istihbaratlarla Stalin'i bile etkilerneyi başaran bu casusun komünist felsefeyi benimsernemesi için aslında hiçbir neden yoktu. Çünkü komünist bir aile gele­neğinde büyümüştü ve dedesi Karl Marx'ın özel sekreteriydi. Sorge, Çin ve japonya'da Sovyetler hesabına casusluk yaptı ve asıl zararı memleketi Almanya'ya verdi. Bakü'de Alman asıllı bir petrol mühen­disinin oğlu olarak dünyaya gelen Sorge, Almanya'da Hamburg Üni­versitesinde eğitim gördü. 1920'de ateşli bir Alman Komünist Parti­si üyesi oldu. 1918'den 1930'a kadar bu partide görev aldı. 1933'de Çin'de bir Sovyet ajanı olarak çalışmaya başladı. Almanların ve Ja­ponların savaş hazırlıklarını Moskova'ya bildirdi. ]aponların 1941'de ABD'ye saldırısını önceden haber veren casus oldu. Sorge, Hitler'in Sovyetler Birliği'ne girmeye hazırlandığını bildiren ajandı.

Thomas Edward Lawrence

(ArabistanlI Lawrence)

Yarbay Thomas Edward Lawrence, 16 Ağustos 1888-19 Mayıs l 935 tarihleri arasında yaşadı. Arkeologluk, askerlik, casusluk ve yazarlık yaptı. Şövalyelik nişanını reddetmişti; üstün hizmet madal­yası ve Fransız Şeref Lejyonu Madalyası ile ödüllendirilmişti. Profes­yonel olarak TE. Lawrence veya TE. Shaw isimlerini kullanmıştı.

Ancak 1916-1918 yıllarındaki Arap İsyanında, İngiliz inibat subayı olarak aldığı görev nedeniyle en çok ArabistanlI Lawrence olarak ta­nınmıştır. Arapların birçoğu, Osmanlı ve Avrupalı devletlerin haki­miyetine karşı verdikleri özgürlük mücadelesine katkılarından dola­yı onu bir "halk kahramanı" kabul etmektedirler. Britanyalılar da onu en büyük savaş kahramanlarından biri kabul etmektedirler. Bahsi geçen dönemi, "Bilgeliğin Yedi Sütunu" (Seven Pillars of Wisdom) adlı otobiyografik eserinde anlatmıştır.

Lawrence, ilk tayin yeri olan Kahire'de İngiliz Askeri Haberal­ma Servisi için çalışmıştı. Araplarla olan sıcak ilişkileri Lawrence'ı, İngiliz ve Arap kuvvetleri arasındaki irtibat subaylığı görevi için biçilmiş kaftan kılıyordu. Ekim 1916'da, Arap Milli Hareketleri'ni rapor etmesi için çöle gönderildi. Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali'nin oğlu Emir Faysal komutasındaki düzensiz birliklerle birlikte, Os­manlı ordusuna karşı gerilla mücadelesi verdi. Arapları, Medi­ne'deki Osmanlı muhafız birliklerini şehirden çıkarmamaları ko­nusunda ikna etti. Böylece Araplar, şehre malzeme getiren Hicaz demiryoluna yaptıkları saldırılara ağırlık verebildiler. Osmanlı as­kerleri de hem şehri hem de demiryolunu savunmak ve tamir et­mek zorunda kalarak oyalandılar. Lawrence, Akabe ve Şam'ın işga­linde de önemli rol aldı. Araplarla geçirdiği zaman zarfında, gele­nek ve yaşantıianna bayağı adapte oldu. Deve ile seyahat edip, sı­kı bir dostluk kurduğu Prens Faysal'm hediye ettiği yerel kıyafet­leri giymeye alıştı. Savaşın son yıllarında İngiliz hükümetini, Arap­ların bağımsızlığının İngilizlerin yararına olduğuna ikna etme ko­nusunda bir dereceye kadar başarılı oldu.

CASUSLUK VE TEKNOLOJİ

CASUSLUK VE TEKNOLOJİ

Günümüz istihbarat dünyasında casus uydular, bilgisayarlar, in­ternet ve teknolojinin bütün diğer imkanları yoğun bir şekilde kul­lanılıyor. Casuslukta insan faktörü önemini yitirmemekle birlikte, bilgiye daha az tehlikeli yollardan ve kesin bir şekilde ulaşmak mümkün.

Teknolojiyi en iyi kullanabilen istihbarat örgütlerinin başında CIA gelmektedir. l947'de Milli Güvenlik Kanunu ile kurulan CIA, muhtemel personelini yalan makinesi ve güvenirlik testinden geçir­mektedir. Köstebeklerin bu testten geçmesi için insanüstü bir tepki­sizliğe sahip olması gerekmektedir. Merkezi Güney Virginia'nın Langley bölgesinde bulunan CIA'in Amerika'da çalışan 25 bin perso­neli bulunmaktadır. Ayrıca dünyanın dört bir tarafında faaliyet gös­teren casuslara da Langley'den komuta edilmektedir. Yalan makine­si testinin çok daha etkili biçimde kullanıldığı diğer bir istihbarat ör­gütü ise İsrail'in Mossad'ıdır. Mossad'ın kendi ajanlarına iki haftada bir yalan makinesi testi uyguladığı söylenmektedir. Bu durumda, Mossad içinde başka ülke hesabına çalışabiirnek için başka ülke he­sabına çalıştığını dahi bilmemek, yani "köstebek olduğunun farkın­da olmayan bir köstebek olmak" gerekiyor. Bir kısaltma sanılan ve bu yüzden büyük harflerle yazılan Mossad aslında kısaltma değil ve Ihranice'de enstitü anlamına gelmektedir.

Mossad'ın asıl gücünü, resmi elemanlarından çok, dünyanın dört bir tarafında etkili pozisyonlarda olan Yahudileri kullanabilme­sinden aldığı söylenmektedir. Mossad'ın dünyada 20.000 tanesi faal, 15.000 tanesi gizli olmak üzere toplam 35.000 ajanının bulunduğu belirtilmektedir. CIA ve Mossad, dünyanın bütün gelişmiş istihbarat servisleri gibi son dönemlerde bilgisayar teknolojisini bütün unsur­larıyla kullanmaktadır. Ayrıca casus uydular ve yüksekten uçan ca­sus uçakları bazı dataları elektronik sinyaller ve gelişmiş antenlerle yeryüzüne geri gönderebiliyorlar. Sismograflar gizli ya da yeraltındaki nükleer testleri kaydedebiliyorlar. Gizli dinleme aygıtları özel te­lefon konuşmalarını dinliyor, minyatür kameralar birçok datanın fo­toğrafını çekebiliyor ve sonra bu datalar bilgisayarlada sınıflandırı­lıp saklanabiliyor. Gizli servisierin bilgisayar ağlarını son derece gü­venli bir sistem üzerine inşa etmeleri gerektiği bilinmektedir. Çün­kü artık dünyada pek çok istihbarat teşkilatı, network üzerinde çok gizli bilgilere ulaşabilecek bilgisayar uzmanlarını kullanıyor. Yine Soğuk Savaş dönemlerinden bu yana casusluk faaliyetleri yürütülür­ken televizyon antenleri, uydu çanak antenieri ve diğer becerikli elektronik aletlerden faydalanıldığı bilinmekte. Bütün bu gelişmeler askeri casusluktan sonra teknolojik casusluğun önem kazandığını göstermektedir.

Köstebeklerin Riski

Soğuk Savaş yıllarında casusluk faaliyetlerinin daha fazla riskli olduğu kabul edilmiştir. O dönemde istihbaratçılığın, İngiliz casus lan Fleming'in yarattığı James Bond romanlarında olduğu gibi heye­can verici olmadığı biliniyor. Özellikle casus yöneticileri; espiyonajın çok güç, zaman ve derin bir araştırma gerektiren bir iş olduğunu savunmaktadırlar. Bunda haklılık payı var çünkü özellikle Soğuk Sa­vaş yıllarında CIA'in ve KGB'nin faaliyetleri tam olarak bu tanıma uyuyordu. Çoğu zaman rakip ülke içine diplomatik ya da ticari kis­ve altında ajan sızdırma ve uzun yıllar bilgi toplama yöntemi ile yü­rüyen casusluğun daha farklı biçimleri de vardı. Bu yöntemler diğer­lerinden daha kolaydı.

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri gibi toplumlarda açık yayın­lardan, bilimsel konferanslardan, halka açık toplantılardan ve en­düstriyel sergilerden bilgi almak mümkündü. Bununla birlikte hükü­metlerin ve endüstriyel kuruluşların gizli bilgilerini çalmak casuslu­ğun en önemli kısmıydı. Bu işi yapanlar, kendi ülkelerinde düşman ülkeler için çalıştıklarından ötürü "köstebek" olarak anılıyorlardı.

Açık ve kapalı toplum yapısı casuslar için çok önemliydi. Sovyet­ler Birliği için Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa'da çalış­mak, Amerikalıların Sovyetler Birliği'nde bilgi toplamasından daha kolaydı. Çünkü Sovyetler Birliği kapalı bir toplumdu. Her bölgenin ulusal yaşantısı gizli hükümet kontrolü altındaydı ve bu özel yaşa­mın gözetimini de kapsıyordu. Tüm yayınlar denetleniyordu, hükü­metin dikkatinden kaçan çok az bilgi vardı. Amerika, Kanada, Batı Avrupa ülkeleri, japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler ise açık toplumlardı ve yaklaşık olarak onların tüm politik, sosyal, eko­nomik faaliyetleri; hükümet araştırmaları ve medya yayınlarıyla açıklanıyordu.

Bilgisayar Hırsızları

Teknolojik casusluğun önem kazandığı, Amerika'da bilgisayar şirketlerinden gizli bilgilerin çalınmasıyla kendini gösterdi. 22 Hazi­ran 1982'de ABD Adalet Bakanlığı 18 japon vatandaşını bazı gizli bilgisayar bilgilerini IBM şirketinden çalınakla suçladı. Bu japon ida­reciler Hitachi ve Mitsubishi şirketleri için çalışıyorlardı. japonların yakalandığı operasyonu FBI yürütmüş ve enformasyon satıcılarını ortaya çıkarmıştı. Idareciler datalar için ücret ödemeye çalıştığı za­man tutuklandılar. Bu bilgiler 300 milyon dolar değerindeydi.

Soğuk Savaş yıllarında pek sık rastlanan "köstebek" faaliyetleri­ne yakın bir geçmişte Amerika'da yine rastlandı. Kasım 1996'da ABD, bazı gizli bilgilerinin Rusya'ya verildiğini iddia etti. FBI, 1980 yılında CIA:ye giren Harold j. Nicholson'un 1994'ten beri Rusya he­sabına çalıştığını tespit etti. FBI'a göre Nicholson Rusya'da ve Rusya hükümeti nezdinde faaliyet gösteren CIA ajanlarının listesini Ruslara vermişti. Amerikalılara göre Nicholson'un ihaneti, hiçbir ideolo­jik temele dayanmayan ve parasal nedenlerden kaynaklanan bir iha­netti. Yine aynı dönemde Aldrich Ames'in de 1980'in başından beri Rusya ajanı olarak çalıştığı belirlendi. Nicholson Rusya gizli servi­sinden 120 bin dolar almıştı. Ames'ın aldığı para ise söylentilere gö­re 2 milyon dolardan fazlaydı.

Gizli Servisler Arası İşbirliği

Gizli servislere ilişkin en çok merak edilen konulardan biri, ör­gütlerin birbirleri arasındaki ilişkilerin yalnızca "espiyonaj-kontrespiyonaj" faaliyetlerinden mi ibaret olduğuydu. Yani bu ilişkileri her zaman gizli savaşların mı biçimlendirdiğiydi. Birinci ve tkinci Dün­ya Savaşları ile Soğuk Savaş dönemlerindeki casusların faaliyetleri, gizli servisler arasında genelde "savaş" eksenli bir durumun hakim olduğu kanısını uyandırabilir. Ancak özellikle bazı gizli servisler arasında yoğun bir işbirliği olduğu da bir gerçektir. Politik strateji­leri birbirine uyan İngiltere ve ABD'nin uzun yıllardır gizli servis fa­aliyetlerinde işbirliğine gittiği bilinmektedir. İngilizlerin MI 5 ve Ml 6'sının CIA ile koordinasyon içinde değerlendirdiği bilgileri sınıflan­dırmada ve analiz yapmada üstün olduğu biliniyor. Körfez Savaşı sı­rasında son teknolojiyle donatılmış askeri materyalierin kullanıldığı gerçeği bir tarafa, Kuveyt içinde ve hatta Irak'ta İngilizlerin ve Ame­rikalıların Arap kökenli ajanları kullanmaları, İstihbaratta insan un­surunun hâlâ önem taşıdığının bir kanıtıdır. Yine Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Bloku'nun dağılmasında perde gerisindeki casusluk faaliyetlerinin rol oynadığı da bilinen bir gerçektir.

Soğuk Savaş dönemi casusluk felsefesinin temelleri aslında 19. yüzyılda atılmıştı. Endüstriyel gelişmeler, teknolojik yenilikler ve nüfusun yapısına ilişkin değişimler özellikle Avrupa'da bambaşka bir toplum yarattı. Artık bilgi, her zamankinden daha fazla iktidar demekti. Telgraf ve telefonun icadı, bilginin edinilmesi ve komüni­kasyonun sağlanması noktasında değişen çağın itici gücü oldu.

Jeffrey T Richelson, A Century of Spies (Bir Casuslar Yüzyılı) adlı eserinde, 1800 yıllar Avrupa'sındaki temel değişimierin casusluk bilimine olan etkisine şöyle açıklıyor:

"19. yüzyılda önemli gelişmeler yaşandı. 1840'da telgraf ortaya çıktı ve 1876'da Alexander Graham Bell telefonu icat etti. Telefon ve telgraf doğal iletişimi dramatik bir şekilde değiştirdi. 19. yüzyılın or­talarına kadar haberciler, posta ofisleri ve diplomatik çantalar ileti­şimde kullanılan araçlardı. Görsel araçlar da kullanılıyordu. Telefon telgrafın icadı, ajanlar için iyi bir gelişmeydi."

Richelson, aynı eserinde Marconi ve Wright kardeşlerin uçak icatları ve uçuş denemelerini de önemli bir devrim olarak nitelendi­riyordu. Marconi ve Wright kardeşlerin bu çalışmasının istihbarat dünyasınca önemle izlendiğini ve not edildiğini belirten yazar, ileti­şim yöntemlerinin 1900'den sonra etkin bir şekilde kullanılmaya başlandığını ve o yıllarda gerçekten çok küçük bir dünya olan istih­barat dünyasının giderek geliştiğini anlatıyordu. Yazara göre bu geliş­meler sayesinde Avrupa ülkeleri düşmanlarını daha kolay bir şekilde tespit edebilmişlerdi.

Alan Turing

Alan Turing adı bugün birçok kişiye yabancı gelebilir. tkinci Dünya Savaşı sırasında, Almanya'ya karşı yürütülen istihbarat sava­şında, Nazilerin en büyük gizlilik silahı olarak bilinen efsanevi şifre makinesi Enigma'nın kodlarının kırılmasında, mesajlarının çözülüp, Alman ordularının eylem planlannın izlenmesinde büyük katkılan olmuş, Cambridge'li bir matematik dehasıdır. Parlak bilimsel buluş­ları, yalnızca İkinci Dünya Savaşı'nın seyrinde değil, aynı zamanda teknoloji devriminde de önemli rol oynamıştır.

1940 yılında lngiliz casusluk kuruluşu bünyesinin içinde bir araya getirilen özel kişilerden kurulan, daha sonra "Ultra" adıyla anılacak olan birimin çekirdek kadrosunda yer alan Alan Turing, tu­haf takıntıları olan; uzun saçları, kırışık elbiseleri, fıyonklu ayakka­bı bağlarıyla dikkat çeken; kimi halleriyle karikatürlerdeki dalgın profesörleri andıran, azıcık dağınık bir tip olarak anlatılır. Onun so­yut matematiğe odaklandığı yıllarda, bu alanda çalışanların sayısı yok denecek kadar azdır. Aralarında önemli matematikçilerin yanı sıra, London Times'ın satranç editörüyle, çapraz bulmaca meraklısı bir Anglikan rahibi gibi ilginç kişiliklerin de yer aldığı Ultra diye anılan bu özel birim, ll. Dünya Savaşı sırasında Almanlara önemli kayıplar verdirecek çok gizli istihbarat bilgilerinin ele geçirilmesin­de, iki taraflı oynayan ajanların ortaya çıkarılmasında ve saldırı plan­larının önceden öğrenilmesinde belirleyici önemde rol oynamıştır.

Almanların sırrı asla çözülemez sandıkları ve kendi zekalarına hayranlık ve tapınma nesnesi haline getirdikleri, daha sonra uğra­dıkları büyük kayıplara karşın, ondan kuşkuya düşmeyi bir an bile akıllarına getirmedikleri Enigma'ya karşı başlatılan savaşta, önemli ölçüde Alan Turing'in parlak bilimsel buluşlarıyla geliştirilen meka­nizmalar sayesinde hızla yol alınmış, Alman bilgi kaynaklarına, or­dularının stratejik planiarına ulaşılabilmiş, önlemler alınmış, karşı taraf yanıltılmış ya da önemli kayıplar verdirilmiştir. Oysa o sıralar Turing, bugünkü modern bilgisayar devriminin ilk teknolojisini baş­latmış olduğunun farkında bile değildi. Ayrıca bugünkü elde taşınan hesap makinelerinin yaygın kullanımını olanaklı kılan matematiksel hamleyi de Turing'in geliştirdiği aritmetik düşüneeye borçlu olduğu­muz söylenebilir.

Savaş sırasında Polonyalılar Enigma'yı çözümlernek amacıyla, onun şifreleme yöntemini yansılayan, "Bombi" adını verdikleri bir mekanizma geliştirmişlerdi. Almanların Enigma'da kullandıkları rö­tarlar yerine, bir dizi manyetik tekerlek kullanan bu mekanizmanın matematiksel yaklaşımını gözden geçiren Alan Turing, zekice tasar­lanmış olmasına karşın bu mekanizmanın en önemli zaafının, önce­den aldığı hiçbir bilgiyi geri çağırıp kullanamaması olduğunu gör­müştür. Bunun üzerine rnekanizmaya bir hafıza yerleştirmeye karar vererek, kendi bulduğu algoritma yardımıyla, "Enigma" çizelgeleri­nin olası bütün kombinasyonlarına göre değişebilen elektromanye­tik cihazlarla donatılmış olarak kendi aletini yaratmış ve ona "Bronz Tanrıça" adını vermiştir. 2 metre eninde, 2 metre boyundaki bu dev ve hantal alet, bugün dünyanın ilk gerçek bilgisayarı kabul edilmek­tedir. Daha sonra masa üzerinde kullanılabilir hale getirilmesini sağ­lamak amacıyla yaptığı küçültme çalışmaları sırasında, önemli bir teknolojik atılım sayılan "transistor teknolojisinde" büyük gelişim kaydetmiş, bugün masalarımızda ağırladığımız bilgisayarların önü­nü açmıştır. Ayrıca gelişim biyolojisi alanındaki en önemli matema­tiksel modellerden biri sayılan "reaksiyon-difüzyon" modeli de Turing tarafından formüle edilmiş; Alonzo Church ile birlikte geliştir­diği Church-Turing hipotezi ile de matematik tarihine geçmiştir. Bu­gün Alan Turing adı, akademik bilişim dünyasının, bilgisayar alanı­nın Nobel'i sayılan "Turing Ödülü" sayesinde anılmaktadır.

Almanların enigmanın sırlarının çözülemeyeceğine inançları o kadar tamdı ki, 1974 yılında Ingiliz hükümeti "Ultra" operasyonları­nın varlığını ve savaş belgelerini açıklayana kadar bu inançları sürdü. Yalnızca Alman denizaltı haberleşmesi için geliştirilmiş, 1036 farklı anahtar denemesiyle çözümlenebilecek olan altı rötarlı 36 sıfırlı sayı­yı olası başlangıç çizelgesi olarak üretebilen bir makinenin, o yıllarda bilinen yöntemlerle asla çözülemeyeceğine inanıyorlardı. Bu başarı­nın arkasındaki en önemli adam olan Alan Turing'in varlığından bile haberleri yoktu.

Çünkü Alan Turing bir eşcinseldi ve o yıllarda İngiltere'de eşcin­sel olmak bir suçtu. Kimi geceler, Ultra'nın çekirdeğini oluşturan ki­şilerin sıkı önlemlerle konuşlandırıldığı Bletchey Parkı'nın dışına gizlice çıkıyor, gönlüne göre olan barlarda halktan kişilerle takılıp, kamyon şoförleriyle beraber olmayı seviyordu. Nitekim 1952 yılında, o sıralar işsiz olan on dokuz yaşındaki genç bir fabrika işçisiyle yaşa­dığı suç sayılan "gayri meşru ilişkisi" nedeniyle tutuklandı. Aşağılan­dı, kapatıldı ve tecrit edildi. Güvenlik belgeleri elinden almdı. Şifre çözme merkezindeki görevine son verildi. Devlet sırlarını açıklama olasalığına karşı, sürekli gözetim altında tutularak ona bir cehennem hayatı yaşatıldı. Devletin "kutsal ailesine" karşı suç işlemiş biri ola­rak, ağır hapis cezası ile deneysel hormon tedavisi arasında bir seçim yapmaya zorlandı. Turing çalışma alanını genişletmiş, biyoloji ve fi­zik alanlarında da büyük ilerleme kaydetmişti. Bu nedenle bilimsel çalışmalarına devam edebilmek amacıyla, deneysel hormon tedavisi­ni seçmek zorunda kaldı. Bir deney hayvanı gibi kullanıldı, göğsü­nün büyük oranda genişlemesine, dayanılmaz ağrılar duymasına ne­den olan ıstırap verici iğnelere, maruz kaldığı aşağılanmaya daha faz­la dayanamayarak, 1954 yılında kendi eliyle hazırladığı siyanürlü bir karışımı zerk ettiği elmayı ısırarak intihar etti. Öldüğünde sadece 42 yaşında olan ve yaşasaydı daha kim bilir neler yapacak olan Alan Tu­ring'in cesedi yakıldı, külleriyle birlikte adı, anıları ve fikirleri hava­ya savruldu. Madalya almadı, göğsüne ya da omzuna yıldız takılma­dı, heykeli dikilmedi. Faşizmin yenilmesinde, ll. Dünya Savaşı'nın kazanılmasında ve savaşın kısalmasında bu kadar önemli ve büyük katkısı olan bir bilim adamı, sadece bir eşcinsel olduğu için öldü. Böyle durumlarda hep denildiği gibi, tarihin bir cilvesi olarak, ölü­münden yalnızca dört yıl sonra İngiltere'de eşcinsel ilişkiler suç ol­maktan çıkarıldı.

Echelon

Kanadalı eski istihbarat görevlisi, "Echelon, gökyüzünde adeta bir elektrik süpürgesi gibi çalışır. Torbasına çektiği şeyler arasından değerli mallar bir bir ayıklanır" demişti. Bir sistem düşünün: Dünya çevresinde dönen lOO'ü aşkın uydusuyla telefon, faks, e-posta trafi­ği, uydu sinyalleri ve uzayda dolaşan tüm haberleşme trafiğini din­lesin. Kod adı Echelon ve tüm şüphelere, zaman zaman eski ajanla­rın itiraflarına rağmen, kurucu ülkeler tarafından varlığı hiçbir za­man kabul edilmedi. 6 Eylül l960'da Rusya'ya iltica eden Bernon Mitchell ve William Martin adlı iki ABD ajanı, Ulusal Güvenlik Ajansı'nda (NSA) görev yaptıklarını belirterek, bu kuruluşun en az 40 ülkenin haberleşmesini dinlediğini açıkladılar. Şaşırtıcı olan, din­lenen ülkeler arasında Echelon sistemine üye olan ve sistemin aynı zamanda kurucusu olan ülkelerin de olmasıydı.

Biri Bizi Gözetliyor

Echelon'un varlığı resmi olarak ise ilk kez, 23 Mayıs l999'da Avustralya, Canberra'daki Savunma Sinyalleri Müdürlüğü (DSD) Başkanı Martin Brady'nin yaptığı bir açıklamayla kabul edildi. Brady bu açıklamayla, ülkesinin yaklaşık 50 yıldır varolan ve gizle­nen küresel bir elektronik izleme sisteminin parçası olduğunu ka­bul eden ilk kişi oldu. Bu açıklamadan önce Avrupa Birliği, konu hakkındaki iddiaları araştırmaya çoktan başlamıştı bile. Avrupa Parlamentosu, Echelon'la ilgili iki rapor hazırlattı. Bunlardan ilki l988'de yayınlandığında Avrupa'da soğuk duş etkisi yaptı. Rapora göre ABD, Avrupa'daki telefon, faks ve e-posta haberleşmelerinin % 90'ını denetliyordu.

Raporun açıklanmasının ardından Italyan hükümeti, Echelon'un bilgi toplama yöntemlerinin İtalyan kanunianna aykırılığının ince­lenmesi için bir komisyon kurdu. Danimarka Parlamentosu da ben­zer bir araştırma başlattı. Ve 1999'da, ABD'deki elektronik mahremi­yet örgütü EPIC, Echelon'un faaliyetleriyle ilgili olarak ABD hükü­metini dava etti.

AB de Echelon'a Özendi, Enfopol Doğdu

Konuyla ilgili ikinci rapor, 1999 yılında gazeteci Duncan Campbell'a hazırlatıldı. Avrupa sistemin ayrıntıları bir bir ortaya çıktıkça ne kadar büyük bir şebeke ile karşı karşıya olduğunu anladı. Uydu­lar aracılığıyla yapılan tüm iletişimi.n di.nlendiği, internetin de bun­dan nasibini aldığı öğrenildi. Sistem, yeraltı ve denizaltı haberleşme kabloları ile telsiz haberleşmesine müdahale ediyor, büyükelçilikle­re gizli dinleme aygıtları yerleştirilmesi yoluyla geleneksel yöntem­ler kullanmaktan da geri kalmıyordu.

AB raporunun hazırlanmasının ardından ABD'nin dünyayı din­leme faaliyetlerinin bir benzerinin Avrupa Birliği tarafından da ger­çekleştirilmesi için bir proje yürürlüğe konuldu. Enfopol adı verilen proje ile Echelon'a ciddi. bir rakip çıkarmak isteyen AB, bu konuda­ki çalışmalarını günümüze kadar bir hayli ilerletmişti. Özellikle Av­rupa'dan yükselen muhalefete rağmen Avrupa Birliği projede geri adım atmadı. Günümüzde Enfopol'le ilgili dışarıya pek fazla bilgi sızmış değil. Çalışmalar büyük bir gizlilik içinde sürdürülüyor.

Echelon'un doğuş sürecine göz attığımızda, Nazi Almanya'sına karşı II. Dünya Savaşı'nda ittifak halinde olan İngiltere ve ABD'nin, istihbarat konusundaki birlikteliklerini savaştan sonra da sürdür­mek için UKUSA (İngiltere-ABD) adıyla bilinen bir işbirliği anlaş­ması imzaladıklarını görmekteyiz. Bu anlaşmaya 1947'de ABD adına NSA, Ingiltere adına da İngiliz Devlet İletişim Karargahı (GCHQ) imza koymuştu.

Ne de olsa iki ülke savaşta birbirlerini yakından tanıma fırsatı bulmuştu. İngiliz matematikçi Alan Turing ve ekibi, Alman şifre ma­kinesi Enigma'nın şifresini çözerek büyük bir iş başarmış, Ingiltere şifrenin anahtarını Amerikalılara vermişti. Bunun altında kalmayan Amerikalılar da japonların askeri şifrelerini çözerek İngilizlere verdi. tki ülke bu yolla düşmanlarının radyo haberleşmelerini dinlediler ve yüz binlerce gizli mesajı çözdüler.

UKUSA anlaşmasıyla ilk etapta İngiltere ve ABD'nin ortak ol­duğu Echelon sistemine, daha sonra İngiliz Uluslar Topluluğu üye­si Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın elektronik istihbarat bi­rimleri katıldı. llerleyen zamanlarda Batı Almanya, Danimarka, Norveç ve Türkiye de UKUSA kapsamına "üçüncü ülkeler" olarak dahil oldu.

Katılan ülke sayısı artınca da İngilizce konuşan beş ülke dünya­nın çeşitli bölümlerindeki haberleşmeyi izlemek üzere işbirliği yap­tı. İngiltere, Afrika ile Urallar'a kadar Avrupa'yı; Kanada, Kuzey en­lemleri ve kuzey kutbundaki bölgeleri; Avustralya ise Okyanusya'da­ki iletişimi izleme sorumluluğunu üstlendi.

Türkiye'de iki Echelon Üssü Var

Türkiye'deki Echelon üslerinde görev yapan eski NSA ajanı Wayne Madsen 2001 yılında yaptığı açıklamalarda, Türkiye'de halen iki Echelon üssünün faaliyette olduğunu, bu iki üsten lran, Irak, Kafkaslar ve Rusya'nın iç bölgelerinin izlendiğini, radar imajlan, radyo sinyalleri ve telemetri gibi faaliyetlerin yürütüldüğünü açıkla­dı. Ajan Madsen, Türkiye'de daha çok NSA üssünün bulunduğunu, ancak sayının ikiye indirildiğini ve diğerlerinin Türkiye'ye devredil­diğini anlatıyordu. "Yunanistan'daki tüm NSA tesisleri kapatıldı ve onlara güvenmediğimiz için de hiçbirini devretmedik, hepsine kilit vuruldu. Şu an NSA'nın KKTC'de bir tesisi var. 1974'den sonra Tür­kiye ile bir anlaşma yaptık. Buradan Ortadoğu izleniyor, Türkler ile birlikte çalışıyoruz." diyerek açıklamalanna devam ediyordu.

Sovyetler Birliği 12 Nisan 1961 günü bir devrim yapıyor ve ta­rihte uzaya insan gönderen ilk ülke oluyordu. Bugün hâlâ büyük bir kahraman olarak görülen Yuri Gagarin, uzaya giden ilk insan unva­nını kazanmış, Kremlin son derece gizli tuttuğu bu olayla ilgili açık­lamayı Kozmonot Yuri Gagarin dünyaya döndükten sonra yapmayı planlamıştı. Bamford'a göre olay daha Kremlin açıklama yapmadan NSA raporlarında yerini almıştı:

"Türkiye, Soğuk Savaş döneminde NSA'nın incisi haline gelmiş­ti. Çünkü Sovyetler'in füze denemeleri, konumundan ötürü Türki­ye'den çok iyi takip ediliyordu. NSA, l957'de Karamürsel yakınla­rında bir istasyon kurdu. Karamürsel kahvelerinde çiftçiler nargile tüttürüp siyaset konuşurken, istasyonun dev antenieri SSCB'yi din­liyordu. NSA'nın Karamürsel'deki kulaklarıyla, ABD yönetimi olayı anı anına izliyor, NSA, Yuri Gagarin ile merkez arasındaki konuşma­ları bile Karamürsel'den not ediyordu."

Eski bir NSA görevlisinin açıklamalarına göre siyasi olarak aktif herhangi bir kişi, dünyanın neresinde olursa olsun, NSA'in radarına yakalanıyordu. Kanadalı eski bir istihbarat görevlisi ise Echelon'u şöyle anlatacaktı: "Echelon, gökyüzünde adeta bir elektrik süpürge­si gibi çalışır. Torbasına çektiği şeyler arasından değerli mallar bir bir ayıklanırİ"

İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİ

TÜRKİYE

MlT Milli İstihbarat Teşkilatı

FRANSA

DGSE Directian Generale de la Securite Exterieure (Fransız Dış İstihbarat Servisi)

BCRA Bureau Central de Renseignements et d'Action (Fransız Merkezi Harekat Bürosu)

DST Directian de la Surveillance du Territoire (Fransız Güven­lik ve Karşı Haberalma Servisi)

SDECE Service de Documentation Exterieur et Contre Espiyonage (Fransız Dış Dokümantasyon ve Kontrespiyonaj Servisi)

İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

VEVAK Vezarat-e Ettela'at va Amniat-e Keshvar (lran İstihbarat Örgütü)

SAVAMA lç Güvenlik Servisi

YUNANİSTAN

EYP Ethniki Ypiresia Pliroforion (Yunanistan İstihbarat Servi­si)

ROMANYA

SRI (Romanya İstihbarat Servisi)

PORTEKİZ

SIS (Portekiz İç İstihbarat Servisi)

İSPANYA

CNI Centro Nacional de Inteligencia (Ulusal istihbarat Servisi)

İTALYA

SISDe Servizio per le Informazioni e la Sicurezza Democratica (İtalya istihbarat ve Demokratik Güvenlik Servisi)

İSVEÇ

SISD Swedish Intelligence and Security Directarate (tsveç İstihbarat ve Güvenlik Direktörlüğü)

FOE Forsvarvarsftaben Operativ Enhat (İsveç Güvenlik Teşki­latı)

KANADA

CSIS Canadian Security Intelligence Service (Kanada Güven­lik İstihbaratı Servisi)

ALMANYA

BND Bundes Nachrichten Dienst (Almanya İstihbarat Servisi)

BfV Bundesamt für Verfassungsschutz (Almanya Anayasa Ko­ruma Teşkilatı)

İSRAİL

MOSSAD Mossad le Modiyn ve le Tafkidim Meyuhadim (istih­barat ve Özel Görevler Enstitüsü)

AMAN Agaf ha-Modi'in (İsrail Askeri İstihbaratı)

SHlN BETH Sherut haıi3itachon ha Khali (Genel Güvenlik Ser­visi)

SHABAKSherut Bitahon Klali (İsrail İç Güvenlik Teşkilatı)

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ

CIA Central intelligence Ageney (Merkezi Haberalma Teşkila­tı)

FBI Federal Bureau of Investigation (Federal Soruşturma Büro­su)

NSA National Security Ageney (Ulusal Güvenlik Servisi)

DIA Defense intelligence Ageney (Savunma istihbarat Teşkila­tı)

RUSYA FEDERASYONU

FSB Federal'naya Sluzhba Bezopasnosti (Federal Güvenlik Ser­visi)

GRU Glavnoye Razvedovatel'noye Upravlenie (Askeri Haberal­ma Servisi)

SVR Sluzhba Vneshney Razvedki (Dış istihbarat Servisi)

KGB Komitet Gosudarstvennoi Bezopasnosti (Sovyet Rusya Haberalma Servisi)

FSK Federal'naya Sluzhba Kontrrazvedky (Federal Güvenlik Servisi)

FAPSi Federal'naya Agenstvo Pravitel'stvennoy Svayazi i informatsii (Federal Hükümet İletişim ve Enformasyon Ajansı)

MBR Ministerstvo Bezopasnosti Ruskii (Rusya Güvenlik Ba­kanlığı)

İNGİLTERE

Mi-5 Security Service (Güvenlik Servisi)

Mi-6 Seeret intelligence Service (Gizli istihbarat Servisi)

CIM Central İntelligence Machinery (İngiliz Merkezi İstihbarat Mekanizması)

ÇİN HALK CUMHURİYETİ

Guoanbu Guojia Anquan Bu (Devlet Güvenlik Bakanlığı)

AVUSTRALYA

ASIO (ASIS) Australian Security and Intelligence Organization (Service) (Avustralya Istihbarat Teşkilatı)

MACARİSTAN

AYB Allami Yedeimi Batosag (Macar Istihbarat Servisi)

VİETNAM

BCA Bo Cong An (Vietnam Istihbarat Servisi)

KÜBA

DGI Direecian General de lnteligencia (Küba Istihbarat Teşki­latı)

ROMANYA

DIE Departmentul de Informatii Externe (Romanya Dış Istih­barat Başkanlığı)

BULGARİSTAN

DS Drzaven Sigurnost (Bulgar Istihbarat Teşkilatı)

SURİYE

El Muhaberat

NORVEÇ

NSM Nasjonal Sikkerhetsmyndighet (Norveç Istihbarat Servi­si)

POLONYA

SB Sluzba Bezpieczenstwa (Polonya istihbarat Servisi)

JAPONYA

Naikaku joho Chosashitsu Naicho (Japonya İstihbarat Ofisi)

ÜRDÜN

Dairat al-Mukhabarat al-Ammah (Ürdün Kraliyer Haberalma Servisi)

GÜNEY KORE

NIS National Intelligence Service (Kore istihbarat Servisi)

LlTVANYA

VSB Valstybes Saugumo Departamentas (Güvenlik Servisi)

MAKEDONYA

Agencija za Razuznavanje

MALEZYA

JRP jabatan Risikan Persekutuan (Federal istihbarat Servisi)

MEKSİKA

CISEN Centro de Investigaci6n y Seguridad Nacional (Ulusal Güvenlik ve istihbarat Servisi)

HOLLANDA

AIVD Algemene Inlichtingen-en Veiligheidsdienst (İstihbarat ve Güvenlik Servisi)

MIVD Militaire Inlichtingen-en Veiligheidsdienst (Askeri İs­tihbarat ve Güvenlik Servisi )

PAKİSTAN

İSİ Pakistan istihbarat Servisi

AZERBAYCAN

MTN-Milli Tehlukesizlik Nazirliyi

ÇEK CUMHURİYETİ

BİS-Bezpecnostni İnformacni Sluzba (Ulusal Güvenlik Servisi)

İSTİHBARAT TERİMLERİ

Accommodation Address (Aracı Adres): Normalde, o yerde oturmayan gizli bir ajan için yollanılan posta malzemesinin gönde­rildiği adres.

Active Opposition (Aktif Mukavemet): Belirli bir operasyon bölgesindeki gizli faaliyeti önlemeye veya istismar etmeye çalışan unsurlardır. Bunların başında ilgili operasyon bölgesindeki güvenlik sistemi gelmekte olup, bu sistem profesyonel güvenlik güçleri ile po­lis ve diğer bu uygulayıcı kuruluşlar gibi yardımcı güvenlik unsurla­rından ve gönüllü muhbirlerden oluşmaktadır. Mukavemet sistemi diğer siyasi grupları veya üçüncü bir ülkenin güvenlik servislerini de kapsam içine alabilir.

Agent Net (Ajan Şebekesi): Bir baş ajanın yönetiminde gizli maksatlar için çalışan grup, şebeke.

Alias (Takma Ad): Bir kişinin temasta bulunduğu şahıslar veya kurumlardan gerçek kimliğini saklamak için kullandığı sahte isim. Bu isim, genellikle özel ve geçici bir operasyonel maksatla kullanılır.

Audio Surveillance (Teknik Dinleme): lstihbari açıdan ilgi çe­ken kişi veya kişilerin konuşmalarını, her türlü ses alma, kayıt ve ya­yınlama cihazlarını gizli bir şekilde kullanarak tespit etmek.

Authentication Documentation (Dokümantasyon): (l) Ajanın hayat hikayesine uygun düşen, onu destekleyen gizli belgeler, he­saplar, teçhizat temin için girişilen teknik destek görevi. (2) Oku­yucuya, güvenlik çerçevesi içinde kalmak kaydıyla, bir haber rapo­runun bilinen veya muhtemel olan doğruluğunu kaynağın tarifi gi­bi bilgilere dayalı olarak kanıtlamak, doğruluğuna karar vermek ol­gusu.

Backstop (Geri Destek): Sahte kimliğin, soruşturmaya tabi tu­tulduğu takdirde, bağımsız bir kaynak veya kaynaklar tarafından te­yit edilebilecek şekilde düzenlenmesi.

Blow Compromise (Deşifre): Gizli bir teşkilat veya faaliyetle il­gili bilgilerin genellikle kasıtsız olarak açığa vurulması. Açığa vurma dost unsurlar tarafından kasıtsız, düşman tarafındansa kasıtlı olarak yapılır.

Border Crossing (Saldırı): Bir sının veya bir siyasi sorumluluk sahasını legal veya illegal geçiş şekilde geçme olayı.

Brush Contact (Fırça Teması): Gizli bir teşkilatın iki mensubu arasında yazılı veya sözlü bir haberin dikkat çekmeden aktarılması için, kazayla yapıldığı izlenimini verecek şekilde düzenlenen bir an­lık temas.

Bug (Böcek): Dinleme cihazı veya böyle bir cihazı yerleştirmek.

Build up Material (Yemleme Malzemesi): Bir istihbarat servisi tarafından, karşı servise aktarılmak üzere bir çift taraflı ajana verilen gerçek bilgiler. Bu bilgilerin veriliş amacı, ajanın düşman servis nezdindeki itibarını artırmaktır.

Bury (Gömü): Bir sorgulama sırasında asıl ilgiyi. çeken mesele, isim veya konunun etrafını, ona olan ilgiyi perdelemek amacıyla ona benzeyen fakat direkt ilgisi olmayan unsurlarla sarmak, (2) yere gömmek.

Cache (Zula): Operasyonları ileride desteklemek maksadıyla ih­tiyaç duyulan malzemenin gizlenmesi.

Case Officer (Keysofiser): İngilizce'den Türkçe'ye adapte edil­miş olup, herhangi bir istihbarat operasyonunu yürüten, çeşitli ka­tegorideki elemanları sevk ve idare eden istihbarat görevlisi. Bu gö­revi masa başında yapıp değerlendirmeye tabi tutan kişiyeyse deskofiser (desk officer) denilir.

Chicken Feed (Yem): Rakip bir servisi, yanıltına malzemesine heveslendirmek için özellikle hazırlanmış yemierne malzemesi.

Conducting Officer (Refakat Memuru): (1) Bir operasyon böl­gesinde bir ajan veya ajan grubuna sevk noktasına kadar refakat eden memur. (2) Istihbarat amacıyla, bir ajana veya dost servis tem­silcisine bir yerden bir yere veya bir ülkeden diğerine kadar refakat eden bir memur.

Consumer (Müşteri): Bir istihbarat teşkilatının ürettiği istihba­rat bilgilerini kullanan şahıs veya kuruluşlar.

Countersurveillance (Karşı takip): Bir şahsın başka bir şahıs ve­ya grup tarafından takip edilip edilmediğini anlamak için, sistema­tik bir şekilde uygulanan takip ve gözetierne faaliyeti.

Cover Story (Maske Hikayesi): Bir gizli faaliyet elemanının fa­aliyetini gizlemek için mevcut kimliğine, pozisyonuna ve yaşantısı­na uygun olarak hazırlanmış hayat hikayesi.

Cover Disruptive Action (Örtülü Önleme Faaliyeti): Yıkıcı fa­aliyetleri önleme gayretlerine destek olmak amacıyla şahıslara baskı yapmak, provokasyonlara girişip, isyanlara sebep olmak veya önle­mek, sokak olaylarını düzenlemek veya onları dağıtmak gibi faali­yetlerde bulunmak.

Covert Action Operations (Örtülü Faaliyet Operasyonları): Gerçek organizatörü gizlemek ve gerektiğinde onun ilişkisini ve so­rumluluğunu reddetmek imkanı yaratmak amacıyla planlanan ve uygulanan operasyonlardır. Bu operasyonlar, organizatörün istihba­rat teşkilatının hedef ülkedeki resmi temsilcilikleri tarafından yapı­lanlara ilaveten ve onları tamamlamak üzere siyasi, ekonomik ve paramiliter sahalarda ve organizatörün milli politikasını o ülkede daha köklü uygulayabilmek amacıyla tatbik edilirler. Bu operasyonlarda organizatörün kimliğini gizlemek için gizli faaliyet teknikleri uygu­lanmakla birlikte, genelde gözle görülür bir sonuç elde etmek mak­sadıyla uygulandıklanndan, diğer gizli faaliyet operasyonlanndan ayrı olarak değerlendirilirler.

Dead-End (Çıkmaz Yol ): Ajanın hayat hikayesine dahil unsur­ların, bir soruşturmaya imkan vermeyecek şekilde, bir tıkanma nok­tasına getirilmek suretiyle düzenlenmesi.

Deception (Yanıltma): Bir millet, grup veya şahsı, yanlış yola sevk etmek amacıyla düzenlenmiş faaliyet.

Defection (İltica, Taraf Değiştirme): Kişinin bir ülkeye, hükü­mete, davaya, partiye, inançlara olan bağlılığını bilinçli olarak terk etmesi. Genelde o ülkeden kopan ve istihbari, operasyonel ve psiko­lojik değeri olduğu için rakip ülkenin bağımlılığına giren şahıslar (Defector) için kullanılır.

Defection In Place (Yerinde Taraf Değiştirme): Bir şahsın bağlı­lığını gizlice terk ederek, kendi hükümetinin hizmetinde kalınakla beraber, rakip devlete çalışması. Yerinde Angaje (Recruitment in Pla­ce) terimi de aynı manada kullanılmaktadır.

Dispatch (Resmi Yazı): Karargahla kuruluşları veya üniteleri arasında veya bölge tesislerinin kendi aralarında kurye çantası için­de taşınan resmi yazılı belgeler.

Disposal (İz Silme): Bir ajanın ilişkisinin kesilmesinin ardından, onu kullanan gizli teşkilatın güvenliğini sağlamak amacıyla yapılan işler ve alınan tertipler.

Double Cover Second Cover (Duble Maske İkinci Maske): Belirli bir gizli faaliyet için kullanılan yedek hikaye. Genellikle ilk kullanılan hikaye veya açıklamanın geçerli olmaması üzerine ufak çaplı bir suç veya yanlış bir uygulamaya karışmış olma keyfiyetinin itiraf edilmesi halidir. Maksat esas gizli faaliyetin ve niyetin saklan­masıdır.

Double Agent (Çift Taraflı Ajan): lki istihbarat veya güvenlik servisi ile ajan ilişkilerini sürdüren, bir servise diğeri hakkında veya her iki servise de birbirleri hakkında bilgi veren kişi.

EEFIS Evasion And Escape Fingerprint Identification System (Kaçma, Kurtulma ve Parmak İzi Teşhisi Sistemi): Bir şahsa ait par­mak izlerinin bulunduğu bölgede tasnif edildikten sonra, şifreli ola­rak bir veri formuna geçirilip daha kesin bir teşhis sağlamak amacıy­la ilgili makama gönderilmesi metodu.

EEl Essential Elements Of Information (Esas Bilgi Unsurları): Esas itibariyle askeri bir terim olup, elde edilmesi istenilen ve lü­zumlu olan istihbarat bilgilerinin tespiti anlamında kullanılır.

Elicit (Sızdırma): Bir şahısla yapılan konuşma sırasında, ona kendisinin istihbarat amacıyla kullanıldığını hissettirmeden bilgi al­mak.

Evasive Action (Atlatma): Yakalanmayı, saldırıyı veya özellikle bir takibi atlatmak için uygulanan hareket.

Exfiltration (Gizli Çıkış): Karşı tarafın veya düşmanın kontrolü altındaki bölgelerde bulunan personelin gizlice oradan tahliye edil­mesi.

Fabricator (Fabrikatör): Siyasi ve şahsi amaçlar için, genellikle gerçek ajan kaynaklarına sahip olmaksızın uydurma veya şişirme haber üreten şahıs veya grup anlamındadır.

Handolder (Rehber): Bir ajana, bir dost servisin temas unsuru veya operasyonla ilgili bir başka şahsa; onların aşina olmadıkları bir bölge veya şart için rehberlik ve refakat eden, genellikle servis men­subu olan bir kişi.

Infihration (Sızma): (1) Düşman arazisindeki bir hedefe bir ajan veya bir başka şahsın gizlice yerleştirilmesi. Bu faaliyet, sürekli olarak bir sınır veya muhafaza altındaki bir hattın geçilmesini gerektirir. (2) Bir veya daha fazla şahsın, bir grup veya teşkilat içinde onları dinle­mek veya faaliyetlerini kontrol etmek amacıyla gizlice sokulması.

Informanı Sub Source (Tali Kaynak): (1) lstihbarat bilgisi ve­ren, angaje edilmemiş kontrol dışı bir kaynak. (2) Rapor yazmada: Belirli bir bilgi veren ve kendisine ana kaynağın kaynağı şeklinde atıfta bulunan şahıs.

Informer (Muhbir): Şüpheli şahıslar veya faaliyetler hakkında polise veya güvenlik servisine bilinçli olarak maddi mükafat karşılı­ğında bilgi veren şahıs.

Insulate (İzolasyon): Genel anlamda bir veya diğerinin deşifre olduğu veya sızmaya maruz kaldığının bilinmesi veya bundan şüp­he edilmesi hafinde; bir şahıs, teşkilat veya bölgenin diğer gizli un­surlardan tecrit edilmesi.

Liaison (Liyezon): lki veya daha fazla ülkenin servisleri arasın­da resmi ve kurumsal işbirliğinden, gayri resmi, son derece kural dı­şı veya şahsi ilişki şekline kadar değişkenlik gösterebilen ilişkiler.

Liasion Operations (Liyezon Operasyonları): Bir yabancı servi­sin mensupları ile ilişkilere dayalı olarak en basit anlamdaki işbirli­ğinden başlayıp, ortak operasyanlara kadar yönelebilen her türlü fa­aliyet.

Motivation (Motivasyon): Motive etmek, yüreklendirmek anla­mında kullanılmaktadır.

Name Check (Fiş Kontrolü): Bir şahıs hakkında bilgi edinmek amacıyla kayda geçmiş mevcut bilgileri araştırmak. Bu işlem, nor­malde ilgili şahıs hakkında bir kasıt mevcut olup olmadığını tespit etmek amacıyla yapılır ve onun güvenirliğine veya istihbarat saha­sında kullanılabilir olup olmadığına karar verme aşamasındaki ilk adımı teşkil eder. Traces ibaresi de aynı anlamda kullanılır.

One Time Pad (Bir Defalık Şifre Bloğu): Belirli bir usulle ka­rıştırılmış harflerden meydana gelen bir şifre sistemi olup, bir kere kullanıldıktan sonra terk edilir.

Project (Proje): Bir istihbarat örgütüne verilmiş belirli bir göre­vin başarılabilmesi için, hazırlanan operasyon planının onaylanmış şekli.

Recruitment (Angaje): Bir şahsı, bir gizli teşkilat için çalışmaya ikna etme görevi.

Recruitment In Place (Yerinde Angaje): Bir hedef kuruluş men­subunun, o kuruluştaki görevini muhafaza etmekle beraber, bir aja­nın hizmet etmeye ikna edilmesini amaçlayan bir faaliyettir.

Refugee (Mülteci): Değişik bir yöntem tarzıyla idare edilen her ülkenin fiili veya eski vatandaşı olup, o ülkeden kaçmış bulu­nan ve/veya oraya geri dönmek isteyen ve aynı zamanda ikamet etmekte olduğu ülkenin ekonomisiyle bütünleşmiş bulunan kim­se.

Roll Up Roll Back (Temizlik): Mevcudiyeti ve faaliyetleri sız­ma yoluyla veya belirli bir şekilee deşifre edilerek ortaya çıkarılan bir gizli örgütün, bir güvenlik servisi tarafından imhası.

Stake Out (Sabit Takip ve Gözetleme): Bir şahıs, yer veya tesi­sin sabit takip ve gözetlerneye alınması.

Termination (ilişki Kesme): Bir proje veya bir ajanın kullanımı­nı sona erdirirken uygulanan idari ve güvenlik usulleridir.

Third Country Operation (Üçüncü Ülke Operasyonu): Bir is­tihbarat teşkilatının, bir yabancı ülkeeen diğer bir ülkeye karşı yö­nettiği bir operasyon.

Third Country Agent (Üçüncü Ülke Ajanı): Milliyeti, kendisini kullanan ve aleyhinde kullandığı ülkeden ayrı olan bir ajan.

Walk In (Kendi Gelen): Başka bir ülkenin temsilcisine, taraf de­ğiştirmek, istihbarat alanında hizmet etmek veya başka şekillerde yardımcı olmak amacıyla gönüllü olarak başvuran kişi.

KAYNAKÇA

Dünya Casusluk Tarihi Ansiklopedisi M. Ali Eren

Cemal Kutay

Prof. Dr. Zekeriya Kurşun

Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu

Milli Istihbarat Teşkilatı Tarihçesi Dr. Erdal llter

www.wikipedia.org

CIX’in Büyük Operasyonlan Mark Zepezauer/Kaynak Yayınla­n1996

www.netpano.com

Uluslararası Af Örgütü

wwwsabah.com. tr

İsrail Gizli Servisi Richard Deacan/Anahtar Kitaplar Yayınevi 1993

Entebbe Havaalanı'nda 90 Dakika Uri Dan

The Seeret War in Sudan Edgar O'Ballance

The lsraeli Connection Benjamin Beit-Hallahmi

Every Spy a Prince Dan Raviv/Yossi Meirnon

Dangerous Liaison Andrew and Leslie Cockburn They Dare to Speak Out Paul Findley

Israel Ultra Seeret jacques Derogy/Hesi Carmel

The Sampson's Option Seymour M. Hersh

Les Vrais Maitres du Monde Gonzales Mata

Taking Sides, American Seeret Relations with a Militant Israel Stephen Gren

Kader Üçgeni Noam Chomskyilletişim Yayınları 1993


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to