. . .
HAKAN TURAN
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE İSTİHBARAT
ÖRGÜTLERİ
Bütün
uluslarda olduğu gibi, doğu uluslarında da casusluk iki ayrı doğrultuda
yürütülen özel bir görevdi. Bunlardan biri dinle, öteki de politikayla
ilgiliydi. Ancak, her iki casusluk türünün birleştiği bir amaç vardı ki, o da
devleti ele geçirmek, egemenliğe son vermek ve onu denetim altına almaktı. Din
örtüsü altında yürütülen casuslukların, özellikle Türklerle ilgili olanlarının
ilk örnekleri Asya'da, daha çok Türklerle komşu olan Çin'de görülmüştür.
Türkler
casuslara "çaşıt" derlerdi. Casusluğun ilk örnekleri sayılan bu
çaşıtlar din görevlileriydi. Bunlar ya Çiniiierin bağlı bulundukları dine
ya Hindistan'da doğup doğuya doğru yayılan Buda dinine ya da öteki eski
diniere tapan kimselerdi. Bunların genel görevleri göğe tapan, gök tamıyı
kutsal sayan Türk topluluklarına, kendi uluslannın inançlarını benimsetmek,
özellikle yöneticileri elde ederek toplumda sarsıntılar yaratmak, sonra da onu
asimile etmekti. Asya'da görülen ilk casuslar Çin manastırlarında yetişen
rahiplerdi. Bunlar Türkler arasına girer, gezgin gibi davranır, bir yandan
kendi dinlerini yaymaya çalışırken, öte yandan da Türk toplumunun genel
yaşayışı, gelenekleri, insanlar arasındaki karşılıklı davranışlarla güvenlik
konularında bilgiler toplar, bunları bir seyahatname biçiminde düzenleyip
hükümdara sunarlardı. Bugün elde bulunan ve eski Türklerle ilgili geniş
bilgileri kapsayan ve Çinli rahipler eliyle Çin hükümdarlarına sunulmuş
seyahatnameler bu niteliktedir.
Daha sonraları Türklerin Hindistan, Iran ve Hristiyan dünyasıyla komşu
olmaları yüzünden, bu çevrelerde yetiştirilen özel görevli casuslarla uğraşmak
gereğinde kaldıklarını eski kaynaklardan öğreniyoruz. Batı Hunları Avrupa
içerlerine kadar ilerleyince, Bizans ile Roma'dan elçi ve din adamı gibi özel
görevlerle Attila'ya casuslar gönderildiği belgelerde yer almaktadır.
Attila'nın Roma üzerine yürüyüşü sırasında birden savaşa ara vermesini, savaşın
kesin bir sonuca varılmadan bırakılmasını, Papa'nm Attila'ya gönderdiği
casuslarla başarelığını söyleyenler vardır. Buna göre Attila'nın büyüden korktuğunu
casusları aracılığıyla öğrenen papanın, tepeden tırnağa parlak, göz kamaştırıcı
giysilerle karşısına çıkarak onu ürküttüğünü ileri sürerler. Bunun doğruluk
ölçüsü pek kestirilemez, ancak Attila'nm Hristiyan dünyası üzerine yürüyüşü ve
Bizans'a yaklaşması sırasında çevresini sayısız casusların kuşattığı, bunların
din adamı ya da elçi gibi davrandıkları biliniyor. Attila'nın büyük çadırında
kalan, özel hayatını anlatan, Hunlaria ilgili gerçek bilgiler veren Bizans
tarihçisi Priskos, casusluk işlerinin yürütülmesinde kolaylıklar sağladı.
Priskos'un casus olduğu kesinlikle bilinmiyar ama Bizans ile Hunlar arasında
birtakım gizli ilişkilerin kurulmasını sağlamak için özel bir elçi olarak
görevlendirildiği, bu görevi sırasında da Hunlarla ilgili önemli bilgiler
topladığı yazılarından anlaşılıyor.
ikinci türden olan siyasal casusluksa daha sonraki dönemlerde
başlamıştır. Bunun da ordu ve devlet görevlilerince yürütüldüğü bilinmektedir.
Bu tür casusluklara da gene Çinlilerle komşu olan Türklerde, Göktürklerde,
Topalarda, Hunlarda ve Uygurlarda rastlanır. Türklerin Iran, Hint ve öteki
uluslarla komşuluk kurmaları sonucunda yeni yeni casusluk olayları ortaya
çıktı. Bir masal niteliğine bürünmekle birlikte, eski Iranlılarla Turanlılar
arasında geçen savaşların çoğunu casusların çıkardığı ya da körüklediği, Iran
destanlarında yer almaktadır. Orhun yazıtlarında bu tür casusların alıp yürüdüğü,
Türklere karşı düşmanlıkların belirdiği, bunları belli görevliierin yaptığı
üstü kapalı bir dille anlatılmakta, bu tür davranışlarla bölücü eylemlerden
yakınılmaktadır.
Türk
tarihinde ilk casusluk olayları Çinlilerle Hunlar arasında başladı. Çinli.ler
savaşta yenemedikleri, sürekli saldırılan karşısında tutunamadıkları Hunları
çökertmek için gizli yollara başvurdular. M.Ö. 138 yılında Hunlar arasında
geziye çıkan Chang-Chien adlı bir Çin gezgini, gerçekte bir casustu; M.Ö. 125
yılına kadar 13 yıl bütün Hun topraklarını gezip dolaştı. Hunlann
durumunu, güçlerini, ordu düzenlerini, savaş tutumlarını, yaşayışlarını,
birbirleriyle olan ilişkilerini iyiden iyiye öğrendi. Bütün gördüklerini ve
duyduklarım bir raporla Çin hükümdarına sundu. Özü bakımından Türk tarihinin
ilk casusluk belgelerineen biri olan bu rapor Asya'nın durumunu, Hunlarla
Çinliler arasındaki ilişkileri ve Chang Chien'in görevini nasıl başardığını
göstermesi yönünden önemlidir. Bu gibi casusluklar sonucu Asya'da Türk
devletlerinin kısa bir süre içinde bölündükleri, birbirlerine düştükleri
görülmüştür. Eski Türk tarihinde casuslara, ulusların toplumsal kuruluşlarına,
yapılarına, öğretim ve eğitim durumlarına göre değişik alanlarda rastlanır.
Kendisini din görevlisi diye tanıtan biri, sırası gelince değişik sınıDardan
insanların arasına girer; araştırmalar, ilgi çekici çalışmalar, sözde yararlı
işler yapardı. Görevlisi olduğu devletin yapısı neyi yapmayı, nasıl davranmayı
gerektiriyorsa onu yapar ve öyle davranırdı. Türkler arasına giren bütün
yabancı casuslar bu durumdan yararlanmayı, Bunlarda olduğu gibi rahip ya da
gezgin kılığına girerek iş görmeyi durumlarına uygun bulurlardı. Hunlar
arasına giren, onların içinde 13 yıl dolaşan Chang Chien gibi gezginlerin ve
rahiplerin, daha sonraları Topalar arasına da sokuldukları bilinmektedir.
Ancak Çin casusları Topalar arasında Hunlara göre daha değişik bir yol
izlediler.
Ordu güçleri,
çağlarına, yaşadıkları çevreye göre oldukça üstün olan Topalar, kültür alanında
ilgiye değer bir gelişme gösteremediler. Çin'in etkisi altında kaldılar ve
zamanla özelliklerini yitirdiler. M. S. 3. yüzyılda Çin'in kuzeyinde Şansi'nin
Ta-Tung bölgesinde yaşayan Topalar, hükümdar Topa Kucı (386-409) çağında bütün
Kuzey Çin'i ele geçirdiler. Onların ezici baskısı altında kalan, savaşla onları
alt edemeyeceğini anlayan Çinli yöneticiler, özel eğitimden geçirilmiş
kimseleri Topalar arasına soktular ve Topa ülkesinde Çin kültürünü yaymakla
görevlendirdiler. Hükümdarların çevresine kadar sokulan bu özel görevliler,
kısa bir süre içinde saray çevresini etkileri altına aldılar. 5. yüzyıl başında
Topa hükümdarları kendi dillerini yasakladılar, bütün ulusa Çince konuşmaları
için emirler verdiler. llk dönemlerin bu ilkel casusları çalışmalarım daha çok
din alanında yürüttükleri için, Topa hükümdarları önce Çin ulusunun bağlı
bulunduğu inançları benimsediler, sonrada kendi öz dillerini yasaklama
gereğini duydular. Bu gizli etkinin gelişmesi sonucu Çinliler, Topaların
ordularına ve yönetimlerine de el attılar. Özel olarak görevlendirilen
casuslar da Topa ülkesinde ordu yöneticileri ve komutanları arasına ikilik sokmakta
gecikmediler. Bunun üzerine 534'te Topalar ikiye bölündü. Buda rahiplerinin
etkisiyle Buda dinini benimseyen Topalar, bu dini yaymaya başladılar. Bir
yandan rahiplerin, bir yandan gizli görevlilerin çalışmaları sonucunda
Topalar, 6. yüzyıl sonlarına doğru büsbütün ortadan kalktılar ve Çin ulusu
içinde eriyip gittiler. M. Ö. 2. yüzyıl sonlarında (138-125) başlayan Çin
casusluğu, M. S. 6. yüzyıl sonlarına kadar aralıksız sürdü. Çinliler önce bölmeye,
sonra dilini unutturmaya, daha sonra da dininden etmeye çalıştıkları
toplulukları böylece ortadan kaldırdılar.
Göktürklerin
Yıkılışında Çin Casusları
Türk tarihinde sürekli casusluk sonucunda önce ikiye bölünen, sonra
ortadan kalkan başka bir Türk devleti de Göktürklerdir. Orta Asya'da 552-745
yılları arasında yaşayan bu devlet, Çinlilerle komşuydu. Önce iki ülke
arasındaki ilişkiler iyi gidiyor, karşılıklı elçiler gönderiliyor, dostluk
bağları kuruluyordu. Ancak 6. yüzyıl sonlarına doğru Göktürk devletinin
güçlenmesi, yavaş yavaş çevresindeki toprakları ele geçirmesi Çiniileri
ürküttü. Bunun üzerine Çin hükümdarı, iyi bir casus olan bakanlarından Çang
Sun Çing aracılığı ile Göktürk ülkesine casu?lar soktu; onların Göktürk
hükümdarlarının konaklarına kadar girmelerini sağladı. O çağlarda büyük çadırlarda
yaşayan Göktürk kağanları, gelen bütün yabancı elçileri ulusunun önünde
karşılayıp, onlara taylar ve şölenler verirlerdi. Bu açık durumdan yararlanan
Çin casusları, Göktürk hükümdarlarının özel yaşayışlannı, çevreleriyle olan
ilişkilerini öğrenmekte güçlük çekmediler. Göktürkler arasına karışan,
hükümdarların çadırIarına kadar sokulan bu casuslann kışkırtmaları ve ara
bozucu davranışları yüzünden Göktürk hükümdan Şapolyo ile yakınlarından Apohan
arasında anlaşmazlık çıktı. Casuslann körüklemeleri sonucu bu anlaşmazlık, önce
ayaklanma, daha sonra savaş durumuna döndü. Casuslar bir yandan Şapolyo'nun
yeğeni Tıkınca'yı da ayaklandırdılar. Kısa bir süre içinde kargaşalık ülkenin
her yanını sardı. Göktürk devleti; Doğu Göktürkleri ve Batı Göktürkleri olmak
üzere ikiye bölündü (582). Çinliler bu bölünme işini başarınca, gene casuslar
aracılığıyla iki Göktürk devletini birbirine düşürdüler. Batı Göktürklerinin
başında bulunan Kağan Tardu, Doğu Göktürklerinin başında bulunan Kağan Şapolyo
üzerine yürüdü; savaşların ardı arkası kesilmedi. Savaşlar, ulusun genel
çıkarları ve toprak bütünlüğüyle ilgili olmadığı için kesin bir sonuca
vanlamıyordu. Çinliler, savaşla ortadan kaldıramayacaklarını anladıkları bu
iki Türk devleti arasındaki casusluklarını daha da genişlettiler. Sonunda her
iki Göktürk devleti de ortadan kalktı. Casuslarla devletlerin yıkılması,
parçalanması o çağlardaki devlet düzeninin darlığı, kolay sarsılır nitelikte
oluşu yüzündendir. Büyük çadırlarda yaşayan hükümdarları birbirine karşı kışkırtmak,
savaşa zorlamak, özel görüşmeler sonucu doğabilecek olaylardı. Bunları da bu
konuya büyük önem veren, bu işi başarması için özel adamlar yetiştiren
Çinliler çok iyi beceriyordu. Tarihi belgelerden öğrenildiğine göre, Ortaçağ'ın
başlarında Çinliler en çok casuslardan yararlanıyor, komşuları içine kimi zaman
da devlet işleriyle görevli kimseler sokarak yöneticileri birbirine düşürüyor,
bölünmelere ve parçalanmalara yol açabiliyorlardı.
Casuslar
Uygurlarda da vardı. Bu Türk topluluğu içine giren yabancı casuslar bir yandan
din, bir yandan siyasal konularla ilgileniyor, Uygur toplumunu sarsmaya
çalışıyorlardı. 9. ile 12. yüzyıl aralannda iş gören bu casuslar, eskisi gibi
yalnız Çinli değillerdi. Aralannda Moğol, Kırgız, Iranlı, Hintli ve Müslümanlar
da vardı. Uygur topluluğu içinde en çok etkili olanlar, din kisvesi altında iş
gören casuslardı. Bunların kimi Hint ülkesinden gelen Buda dinini, kimi Orta
Asya kaynaklı Şamanizm'i, kimi de Müslümanlığı yaymak için çalışıyordu. Kırgız
casuslarının bütün amaçları ise siyasaldı. Yönetimi ele geçirmek, devletin
bütünlüğünü parçalayarak egemenliğine son vermeyi amaçlıyorlardı.
Doğu Türkleri
arasına Çintilerden sonra en çok casus sokan uluslardan biri de Kırgızlardı.
Aynı soydan gelmelerine rağmen at üstünden inmeyen bu savaşçı topluluk, sık sık
öteki Türk topluluklarının içine casusları sokar, onlara en güçsüz
zamanlarında saldırır ve ülkelerini yağmalardı. Eski Türk yazıtlarında
görüldüğü üzere Türk kağanları, Kırgızlara karşı kazandıkları başarılarla övünürler.
Bu durum Uygurlarda da görülür. Ancak Uygurlar daha çok inançların etkisi
altında kalarak, dıştan gelen dinlerin baskısı ile sarsıldılar.
Uygurlardan
başka Avarlar, Bulgarlar ve Macarlar batıya göçtükten sonra Hristiyan
casuslarının (daha çok din adamı kisvesi altında) etkisiyle Hristiyanlaştılar.
Hristiyan casusları, papaların görevlendirdiği özel elçiler olarak, adı geçen
üç Türk ulusu arasına, yöneticilerin konaklarına girip, onları zaman zaman
etkileyerek dinlerinden uzaklaştırdılar. Avrupa'ya göçen Türkler arasında iş
gören casusların çoğu, papaların emrindeydiler. Bunlar iyiliksever,
bilgisizleri aydınlatmak ve yetiştirmek gibi soylu bir amaçla davranıyormuş
gibi görünen, içten pazarlıklı kişilerdi. Nitekim Bulgarların Hristiyan
oluşları, papanın etkisi ve baskılar sonucunda, ancak 9. yüzyılda gerçekleşebildi.
Batının casusları, başlangıçta Hristiyan misyonerlerdi. Hristiyan casusları,
önceleri papanın yönetimi altındayken, sonraları işe Doğu Kilisesi de karıştı. ll.
yüzyıl ortalarına kadar gözlerini güneyden gelen yeni bir eine, İslam'a
diken Bizans kilisesi, Doğu Türkleriyle pek ilgilenmedi. Batı Türkleri de
papanın etki alanı içinde kalıyordu. Batıya gelişlerine kadar Bizans,
Türklerle pek köklü ilişki kurmadı. Ancak İran içlerine her zamanki gibi elçi
ve gezgin kisvesi altında, arada bir de misyonerlik göreviyle özel casuslar
göndermekten geri kalmadılar. Gürcü ve Ermeni kaynakları, Bizans casuslarının
görünüşte elçi ya da başka bir görevle Asya içlerine kadar gittiklerini, oralarda
Türklerle konuştuklarını, birtakım bilgiler edindiklerini bildirmektedirler.
Bizans'ın Türkler arasına sakabildiği en büyük casuslar işte bu gezginler ve
elçilerdi. Asya'da Türkler arasında, özellikle Moğollarla komşuluk ilişkileri
kuranlar içinde büyük casusluk olaylarının geçtiğini Moğollarla ilgili
kaynaklarda belgelenmiştir.
Türk tarihinde casusluğun çok geniş bir alana yayıldığı, oldukça geniş
bir örgüt niteliği kazandığı dönem, bu dönemdir. ll. yüzyılda Moğollan,
Selçukluları, lran'ı, Anadolu'yu, Suriye'yi, Irak'ı, Trakya'yı ve Türkistan'ı
kapsayan bu casusluklar iki ayrı doğrultuda gelişti. Din kisvesi altında
gelişen bu tür casuslukların, daha çok Batıniler tarafından yürütüldüğü
biliniyor. Türklere, özellikle Sünni inançlarına bağlanan Selçuklulara karşı
yürütülen bu casusluk hareketlerinin başında Hasan Sabbah'ın kurduğu İsmailiye
tarikatı gelir. Alamut kalesine sığınarak İran, Anadolu, Irak ve Suriye'ye
birer fedai olarak yetiştirdiği casuslarım salan Hasan Sabbah, Selçuklutara
kafa tutmaya başladı. Çalışmalarını önlemek isteyen Selçuklu Veziri Nizamül
Mülk'ü öldürttü (1092). Hasan Sabbah'ın gizli törenlerle içine afyon
karıştırılmış şarap içirterek kendisine bağladığı adamları, gerçekte
devletleri yıkmak, onları parçalamak için yetiştirilmiş birer casustular.
Bunların içinde kadınlar, kızlar, yaşlı ve genç erkekler vardı. Selçuklu
Sultanı Melikşah bu durumu anlayınca, Hasan Sabbah'ın adamlarını yakalatmaya,
ülkesinden uzaklaştırmaya başladı. Hasan Sabbah'm sığındığı yüksek Alarout
kalesini kuşatıp yıkmaya karar verdi. Fakat 1092'de ölümü bu kuşatmanın yarıda
kalmasına yol açtı.
1090'da Alamut kalesini ele geçiren Hasan Sabbah, iki türlü casus
çalıştırıyordu. Birinciler; sarayiara giren, hükümdarlarla yakınlık kuran,
cariye olarak hükümdarın çevresine sokulabilen kadınlardı. Bunların çoğu
Selçuklu sarayiarına kadar girmiş, Sultan Sencer'i bile ürkütmüşlerdi.
Melikşah'ın ölümünden sonra yönetimi ele alan Sultan Sencer de Alarout kalesini
yıkmayı ve Hasan Sabbah'ı ortadan kaldırmayı denedi. Alamut'u kuşatmak için
ordu hazırladı. Sencer'in cariyeleri arasında bulunan Hasan Sabbah'ın
casuslarından bir kadın, bir gün üzerinde, "bu işten vazgeçmezsen bu
hançer yüreğine saplanacak" yazılı bir mektubu, bir hançerle birlikte
Sencer'in yastığının altına koydu. Sultan Sencer, kimsenin bulunmadığı bir
zamanda konulan bu mektubun kimin tarafından yazıldığını bir türlü ortaya
çıkaramadı. Ama mektubun büyük etkisi oldu: Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan
vazgeçti.
Selçuklulara
karşı ikinci casusluk merkezi de Bizans'tı. l07l'den sonra Anadolu'ya yerleşen,
yavaş yavaş batıya doğru yayılmaya başlayan Türklere karşı Bizans, geniş
ölçüde casusluk örgütleri kurdu. Bunların amacı, Türkler arasına bölücülük
sokmak ve Anadolu'daki gelişmeyi önlemekti. Bizans casusları bir yandan elçi,
bir yandan misyoner, bir yandan da gezgin olarak iş görüyorlardı. Bu casusların
üzerinde en çok durdukları konu, lslam dininin Hristiyanlığı yıkmak için
geliştiği, Müslümanların gitgide batıya doğru yayılarak Konstantinopolis'i
almaya çalıştıkları düşüncesini yaymaktı. Bizans, bu casuslarla batıya doğru
yayılan Türkleri, lranlılara arkadan vurdurmak, böylece Anadolu'daki Bizans
egemenliğini sürdürmek amacını güdüyordu. Bu amaçla Bizans casusları Hasan
Sabbah'ın adamlarıyla da ilişki kurmuş ve onların çalışmalarını
kolaylaştırmışlardı.
l07l'de
Malazgirt savaşında yenilen Bizans lmparatoru, Anadolu'da savaşarak Türkleri
alt edemeyeceğini anlayınca, o çağın en büyük casus örgütünü kurmuştu. ll.
yüzyılda Bizans, Selçuklu ve Moğol ulusları arasında yaygın bir nitelik
kazanan casusluk, 12. yüzyılda daha çok Anadolu üzerinde yoğunlaşmaya başladı.
Bu dönemde Moğollar, başlarında bulunan Cengiz Han'ın adamları aracılığıyla
doğuda, Çin sınırlarında, Bizanslılar ise Anadolu'da çalışmalara başladılar.
Cengiz Han'ın ele geçirdiği ve yakıp yıktığı yerlerle ilgili geniş bilgiler
veren Çinli rahip Çan Çun, gerçekte Moğollar arasında uzun süre yaşamış,
onların özelliklerini ve geleneklerini öğrenmiş çok usta bir casustu.
Anadolu'ya
sızmaya başlayan Moğol casusları, daha çok siyasal amaçlar güden ve Selçuklu
devletinin gelişmesini kendileri için engel sayan bir devletin görevlendirdiği
kimselerdi. Bunlar Anadolu içinden Suriye, Irak ve lran'a kadar yayılmış bir
durumdaydı. Anadolu'da, Bizans'ı ezerek güneye doğru inmeye çalışan Haçlı
ordularının saldırıları sırasında da Selçukluların gücünü, Bizans karşısındaki
durumlarını öğrenmek amacıyla oldukça yoğun bir casusluğun başladığını, daha
önce Anadolu'da gezip dolaşan gizli görevlilerin Bizans arşivlerindeki
raporlanndan öğrenmekteyiz. Haçlıların Kudüs'ü ele geçirmelerinden sonra,
Selçuklulara karşı biri güneyden, biri batıdan olmak üzere iki koldan gizli
saldırıya geçildi. Bunun amacı, ortak bir düşman karşısında birleşmeyi önlemek,
önce Bizans'ı yalnız bırakıp yıkmak, sonra Selçuklu devletine karşı doğudan
gelecek saldırılara kolaylık sağlamaktı. Bunu göz önünde tutan Selçuklular
hemen Bizans'la ilişki kurmuş, Bizans sarayı ile gene gizli görevler verilen
casuslar aracılığıyla yakınlaşma yolları aramıştır. Anadolu Selçuklularının ll.
yüzyıl sonlarından 13. yüzyıla kadar Bizans ile kurdukları
ilişkiler, görünüşte elçi, gerçekte casus olan görevlilerle olmuştur.
Anadolu'da
görülen en büyük casusluk olaylarından biri de Moğollarla Selçuklular arasında
geçmiştir. 13. yüzyıl başlarından bu yana Selçukluların Anadolu'da
gelişmesini ve batıya yayılmasını istemeyen Moğollar, daha çok Batınî
casuslarının kışkırtmaları ile batıya akmaya başlamıştı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev
zamanında, Anadolu'da Baba Ishak Horasani adlı bir Türkmen şeyhi, çevresine
topladığı kimselerle (Babailer) ayaklandı. Bu ayaklanma sadece dinsel bir amaç
gütmüyordu. Moğolların Anadolu'yu ele geçirmeleri için, daha önceden
düzenlenen bir tasarının sonucuydu. Babai müritleri arasına karışan casuslar,
Selçuklu ordusunun başarı kazanmasını güçleştiriyordu. işte o yıllarda
Anadolu'ya gelen Baycu komutasındaki Moğol ordusu, Kösedağ'da Selçukluları
yendi (1243), savaşın ardından barış yapıldı. Kösedağ Savaşı sırasında
Ermeniler de Selçuklulara karşı birtakım direnişlerde bulundular. Barış
yapıldıktan sonra II. Keyhüsrev, gönderdiği bir ordu ile Kilikya'yı aldı;
yakalanan Ermeni casuslarını cezalandırıldı. Bunları o dönemlerden kalan
Süryani ve Gürcü yazarlarının yazılarından ve Moğollarla ilgili kitaplardan
öğreniyoruz. Ilhanlılar zamanındaysa, Hasan Sabbah'ın izinden giderek,
casusluğu Barıniliğin yayılması için kullanan dervişlerin çalışmaları önlendi.
Hülagu Han'ın kamutası altındaki Moğol ordusu, Alarnur kalesinden başka,
Ismaililerin elinde bulunan ve Anadolu'da da gizli çalışmalarını sürdüren
Batınileri ortadan kaldırdı.
13. yüzyılda
Anadolu, İran, Irak, Suriye ülkelerinde Moğol casuslarının başarılı oldukları
bir çağdır. Özellikle Selçuklulara karşı yürütülen bu gizli çalışmalar,
Selçuklulardan sonra Osmanlı devletinde de sürdü. Selçuklulara karşı geniş bir
casus örgütü kuran Moğollar, zamanla Selçuklu imparatorluğu üzerinde kurulan
beylikleri birer birer egemenliği altına alarak, bütün Anadolu'yu, Trakya'yı ve
Balkanların bir kesimini kaplayan Osmanlılara karşı da iyi davranmadılar.
Moğollar Anadolu beyliklerinin bağımsızlık duygularını körükleyerek, Ankara
Savaşı'nda Yıldırım Bayezit'e karşı direnmelerini sağladılar. I402'de yapılan
Ankara Savaşı'nın kazanılmasını, Timur'un daha önceden Anadolu'ya yolladığı
casuslar aracılığıyla, bağımsızlıkları elinden alman beyliklere özgürlük
bağışlayacağım vaat etmesine bağlayanlar vardır. Osmanlı tarihçilerinin çoğu
bu görüşü savunur. Onlara göre Yıldırım Bayezit'in yenilmesi, Timur
casuslarının başarılı çalışmaları ve beyleri kandırmaları yüzündendir.
Gerek I4.
yüzyıl sonlarında, gerekse IS. yüzyıl başlarında Anadolu'da güçlenen
Osmanlılada Bizanslılar arasında geçen birtakım olayların casusluğa dayandığı
bilinmektedir. Özellikle Bizans'tan Osmanlılara, Osmanlılardan Bizans'a kaçan
bazı soylu kişilerin (sonradan şehzade, prens diye anılan gençlerin ve
çocukların) birer casus oldukları, iki devlet arasındaki savaşların bitiminde
anlaşılmıştır. Bizans'ın yanında Osmanlılara karşı yer alan Venedikli denizci
casuslar da vardı. Bunlar, duruma göre hem Osmanlılarla, hem de BizanslIlarla
iyi geçinir ve yakınlık kurarlardı. Osmanlı saraylarında büyük görevler alan
dönmelerden birçoğunun birer casus olduklarını ileri süren tarihçilere göre,
Osmanlı padişahlarıyla evlenen yabancı kadınların arasında da casuslar vardı.
İstanbul'un
alınması sırasında, Bizans tahtına çıkacağını uman bir Bizans prensinin, kendi
devletine karşı casusluk ettiği biliniyor. Öte yandan, bir Bizanslı casusun da
İstanbul'un alınmasını geciktirip Bizans'a zaman kazandırsın diye Çandarlı
Halil Paşa'ya balığın içine saklayarak altın verdiği, Türk ve Avrupa
tarihlerinde yazılıdır.
İS. yüzyıl
ortasında, Türklerin İstanbul'u alışları sırasında, Türklerin Bizans'a,
Bizanslılann da Türkler arasına casuslar soktukları, İstanbul'da bir Osmanlı
şehzadesinin bulunduğu bilinmektedir. Bizans'ın iç durumunun, sarayla halk
arasındaki ilişkilerin, Roma ile Bizans kilisesi arasındaki gerginliğin, Osmanlılar
hesabına çalışan casuslar aracılığıyla öğrenildiği açıktır. "Bizans'ta
kardinal tacı göreceğimize Türk başlığı görelim daha iyi" diyen büyük
rütbeli bir din adamının bu sözlerini Fatih Sultan Mehmet'in kulağına ulaştıran
da bu casuslardı. Osmanlılada Bizanslılar arasında sürüp giden casusluk
olaylarında adı karışanlardan bazılar da yukarda söylendiği gibi, her iki
tarafa sığınan ve gelecekte tahta çıkmayı uman bazı şehzade ve prenslerdi.
Osmanlılarm
Anadolu ve Avrupa'da güçleurneleri sonucu, biri Papa eliyle, öteki krallar
aracılığı ile yürütülen iki türlü casusluk ortaya çıktı. Papa, bütün Avrupa
uluslarını bir yandan açıkça OsmanhIara karşı birleşmeye çağırıyor, bir yandan
da casusları aracılığıyla Hristiyanlığın korunması için bütün kiliseleri ve
kiliselere bağlı kralları kışkırtıyordu. Bu amaçla başta İstanbul kilisesi
olmak üzere birçok kiliseye gizli haberler ve bildiriler ulaştırıyordu. İkinci
türden olan casusluksa, saltanatlarının geleceğinden, ülkesinin Osmanlılar
eline geçeceğinden korkan kralların kurdukları örgüttü. Bu konudaki
çalışmalar, siyasal yönden Avrupa devletlerinin ortak düşmanları sayılan
Osmanlılar karşısında bir birlik kurulması, din açısından da kiliseler
birliğinin sağlanması doğrultusunda yürüyordu. Fener Patrikhanesi ile Vatikan
arasında birçok gizli yazışmalar olmuştu. Bu yüzden Osmanlı padişahlarının
astırdığı papazlar bile vardır.
16.
yüzyıl başlarında, Anadolu
ve çevrelerinde geniş casusluk olaylarına girişen Iranlılann yanı sıra,
Rumeli'de, Makedonya'da, Ege adalarında da Osmanlılara karşı, özellikle Papa ve
Venedikliler tarafından desteklenen görevliler casusluk yapmışlardı. Bunlar da
önceki yüzyıllarda olduğu gibi, daha çok din adamları, gezginler ve elçilikle
görevlendirilen kimselerdi. Osmanlı İmparatorluğu bu durum karşısında geniş
bir casusluk örgütü kurdu. Ancak bu örgüte daha çok Yahudiler ve özel olarak
yetiştirilen Hristiyanlar alınıyordu. Avrupa'da, özellikle İtalya ve
Avusturya'da görev yapan bu casuslara "martolos" adı veriliyordu.
Martalosların İtalya'da görev yapanlar yalnız Yahudiler arasından seçiliyor ve
Yahudiler kendi dinlerine karşı olan Hristiyanlar arasında casuslukla
görevlendiriliyorlardı. İtalya'da görev yapan martaloslar özel eğitimden geçer,
Avrupa dillerini öğrenir ve çoğunlukla tercümanlık yaparlardı. Martalosların
görevli olduklar Avrupa ülkelerinden bir başkası da Avusturya'ydı. Buna
karşılık Osmanlılarla sürekli savaşlara girişen, Avrupa'nın sınır karakolu
niteliğinde olan Avusturya'nın da Osmanlılar arasına soktuğu casusları vardı.
Martaloslar
ilgi çekmemek, gözden uzak kalmak için çeşitli işler yaparlardı. Tuna nehri
üzerinde kayıkçılık yapmak, gidiş gelişi sağlamak, haber getirip götürmek
bunların görevleri arasındaydı. Avusturya ve Balkanlarda, gene Osmanlılar adına
casusluk eden, özel olarak yetiştirilmiş Hristiyanlar da vardı. Bunların çoğu
küçükken alınır, yabancı dilleri öğrenmeleri sağlanır, yetiştirilir, eğitilir
sonra göreve gönderilirdi. Avusturya ve Balkanlar'da çalışan martoloslar, geniş
bir örgüte bağlıydılar. Martaloslar bulundukları ülkenin geleneklerine,
göreneklerine uygun olarak yaşarlar ve kendilerini gizlerlerdi.
Kanuni Sultan
Süleyman zamanında gerek İtalya'da görev yapan Yahudi casuslara, gerekse
Balkanlarda ve Avusturya'da çalışanlara büyük önem verildi, gizlice para
yardımı yapıldı. Kanuni, her çıkacağı Avrupa seEerinden önce martoloslardan
geniş bilgiler alır, Avrupa devletlerinin durumlarını, askeri güçlerini, savaş
yeteneklerini, Türklere karşı olan duygu ve düşüncelerini öğrenmeye çalışır,
savaş hazırlıklarını ona göre yapardı.
Gerek Mohaç
seferinde, gerekse ondan sonra yapılan bütün batı seferlerinde martoloslardan
geniş ölçüde yararlanıldı. Kanuni, martoloslara ayrı bir nitelik kazandırdı.
Barış zamanlarında onları, daha çok haber alma işlerinde görevlendirdi.
Martalosların görevlerinden biri de Osmanlılada savaşmayı göze alan devletin
halkı arasına girerek, onlardan yana görünüp Osmanlıların gücünü, üstünlüğünü
anlatmak, böylece morallerini bozarak, genel güvenlerini sarsmaktı.
Öte yandan
Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde
görevlendirilen yabancı casusların çoğu ise Venediklilerdi. Bunlar, özellikle
İstanbul ve dolaylarında yaşar, deniz ticaretiyle uğraşır ve gemicilik
yaparlardı. Fransızlarla yapılan ikili anlaşmalar sonucu Kanuni'nin onlara
tanıdığı özel haklar, Osmanlı devletinde Avrupalıların daha geniş ölçüde
çalışmalarına yol açtı. Bundan yararlanan Venedikli gemiciler Ege kıyılarında
Hristiyanlar adına casusluk yapmaya koyuldular. Bazı tarihçilerin ortaya attığı
iddialara göre, Kanuni devrinde saraya giren ve saray çevresini yavaş yavaş
etkisi altına alan yabancı kadınlar, bu casusluk örgütünün yöneticilerindendi.
Kendi oğlu Selim'in tahta geçmesini sağlamak için Şehzade Mustafa'yı boğdurtan
Hürrem Sultan'ın bütün başarısı, saray çevresinde barındırdığı özel casusları
aracılığıyla olmuştu.
Hristiyan dünyası, Osmanlı ordulannın her Avrupa seferinde Istanbul'a
özel görevli casuslar gönderir, kiliseler arasında ilişkilerden yararlanmaya
çalışırdı. Osmanlı devleti sınırlan içinde casusluğun en büyük merkezi, zamanla
Fener Patrikhanesi oldu. Fatih Sultan Mehmet'in Rumiara tamdığı inanç
özgürlüğü, gitgide kötüye kullanıldı ve Fener Patrikhanesi Hristiyan dünyası
çıkanna çalışan bir örgüt durumuna geldi. Özellikle 17. yüzyıl
başlarında İstanbul Patrikliği Avrupa Hristiyanlığı için çalışan bir kurum
niteliği kazandı. Görünüşte saraya ve padişaha bağlı gibi davranan Fener
Kilisesi, içten içe Hristiyan dünyasının çıkanna çalışıyordu.
17.
yüzyıl başlannda Rusya'nın
önemli bir devlet durumuna gelmesi, Romanovlann yönetimi ele alması, Osmanlı
topraklanna birçok Rus casusunun sızmasına yol açtı. Çoğu elçi, haberci,
gezgin gibi görevleri taşıyan Rus casusları Ermeni, Gürcü, Rum gibi azınlıklardan
yararlanıyorlardı. Ruslar, daha çok Bizans'ın ve Hristiyan dünyasının
koruyucusu gibi davranıyor, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan
Rumlan kışkırtıyorlardı. Bu konuda en çok da Fener Kilisesi ile işbirliği
yapıyordu. Fener Kilisesi'nin yanı sıra, Anadolu'da casusluk eylemlerini
sürdüren bir başka kuruluş da Ermeni Kilisesi'ydi. Ermenilerin yoğun olduğu
bölgelerin Rusların elinde bulunması, onları Osmanlılara karşı birtakım gizli
işlere girişmeye doğru itti.
Rusların Osmanlılada olan ilişkilerinde Kırım Tatarlan da önemli roller
oynadılar. Osmanlılar, Ruslara ve onlara bağlı Hristiyan topluluklarına karşı
Kırım Tatarlanndan kurulu bir casusluk örgütü düzenlemişlerdi. Bu örgüte giren
Tatarlar, daha çok "ulak" adı verilen habercilerdi. Bunların belli
sınır karakollan vardı. Bu karakollarda gözcüler ve onların kısa bir süre
içinde haber ulaştırmasın sağlayan, çok hızlı giden atları vardi. Karakolların
bulunduklan yere menzil denirdi. Kırım Tatarlannın bu görevde kullamlanlanna
genellikle Balkanlar'da, Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan yerlerde,
Rusya ve İran yörelerinde rastlamrdı. Ulaklann çoğu Osmanlı devleti yaranna
çalışan özel görevli casuslardı. Rusya ise, gelişen ve güçlenen Osmanlı devleti
karşısında ayrı bir casus örgütü kurmuştu. Bu örgütte daha çok güzel kadınlar,
kızlar ve cariyeler çalıştırılırdı. Ruslar bu konuda en çok, değişik
nedenlerle Osmanlılara sundukları Gürcü kadınlardan (Hristiyan olanlardan)
yararlanırlardı. Kanuni Süleyman, ll. Selim ve lll. Murat zamanlarında Osmanlı
saraylarına alınan Gürcü güzelleri ve cariyeler arasında bu işlerde çalışanlar
vardı.
IV Murat
zamanında Fener Patrikhanesi geniş bir casusluk harekeline girişti. Bu durumu
gizlice ineeleten IV Murat, Fener Patriği'ni astırdı. Osmanlı tarihinde devlet
düzenine karşı yaptığı casusluk sonucu ilk kez bir patrik idam ettiren IV
Murat'tır. Fener Patriği kendisine tanınan haklara dayanarak cemaati arasında
Osmanlı Devleti çıkarlarına karşı Avrupa devletleriyle gizli ilişkiler kurduğu
gibi, Balkanlar'da da Hristiyan topluluklarını kışkırtmaya başlamıştı. Aynıca,
adamlarıyla Osmanlı Devleti sınırlan içinde bulunan öteki kiliseleri de
devlete karşı gelmeye çağırıyordu. Fener Patrikhanesi, 17. yüzyıldan sonra
Osmanlı Devleti içinde en geniş örgütü olan bir casusluk kurumu niteliği
kazanmıştı. Patrikhane'nin Rusya ile de gizli ilişkileri vardı.
18.
yüzyılda Ruslarla kurulan
siyasal ilişkiler sonucunda martolosların yerini elçiler, özel görevliler ve
temsilciler almaya başladı. Yabancı dil bilmeleri dolayısıyla bu işlerde de
genellikle Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin çalıştırıldığı görülür.
Osmanlılar, bu çağlarda denizciliğin gelişmesini, Avrupa devletleriyle deniz
yolları üzerinden ilişkiler kurması sonucunda, gemicilerden de yararlanmaya
başladı. Daha önce denizlerdeki korsanlık olayları yüzünden, Akdeniz'de
korsanlar yararına çalışan Rum ve Venedikli casuslar vardı. Bunlar limanlardan
yola çıkacak gemilere neler yüklendiğini, nerelere gideceklerini öğrenir ve
karsanlara gizlice bildirirlerdi. 18. yüzyıl sonlarında deniz casusluğu hızla
gelişmeye başladı. Bu görevi Fener Patrikhanesi, adalı Rumlar arasındaki
denizcilere yaptırıyordu.
I.
Abdülhamit, I. Mahmut ve III. Selim dönemlerinde bu gizli çalışmalar büsbütün
hızlandı. 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında casusluk, bir devlet
örgütü niteliği kazandı. Devlet bütçesinden aylık alan özel casuslar
yetiştirildi. Eskiden, daha çok devşirme ve dönme olan Osmanlı casusları, bu
dönemde Türkler arasından da yetişmeye başladı. 19. yüzyıl başlarında Osmanlı
Devleti'nin gittikçe gerilemesi ve güçten kesilmesi sonucu, doğuda Ermenilerin,
Istanbul ve Balkanlar'da Rumların ve öteki Hristiyan azınlıkların gizli çalışmaları,
daha da yoğunlaştı. Fener Patrikhanesi, Osmanlı Devleti'ne karşı bağımsızlık
isteyen Yunanistan, Girit ve komşu adalardaki Rumlar yararına geniş bir
casusluk örgütü kurdu. Kendi adamları aracılığıyla Fener Rum Patriği'nin bu
gizli çalışmalarını duyan II. Mahmut, Patrik Grigorius'u astırdı. II. Mahmut'un
astırdığı Rum Patriği, casusluk yaptığı için ölümle cezalandırılan ikinci
patriktir.
|
1 J |
|
|
|
TEŞKİLAT-I MAHSUSA
Teşkilat-ı
Mahsusa, 1913 yılında Sultan Mehmet Reşat'ın yayımlanmayan ve resmi olmayan
bir fermanıyla Savaş Bakanlığı (eski adıyla Harbiye Nezareti) bünyesine
İttihat ve Terakki tarafından kurulan Osmanlı Devleti'nin ilk gizli haber alma
örgütüne verilen addır. Örgütün ilk daire başkanı Süleyman Askeri Bey, ikinci
başkanı Ali Başhampa, son başkanı Hüsamettin Ertürk'tür. Misyonu Arap
ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele etmekti. Kurulma amacı, Osmanlı
Devleti'nde dağılma döneminde Ortadoğu üzerinde odaklanan yabancı haberalma
faaliyetlerinin izlenebilmesi için, bireysel bazda ve sınırlı nitelikte
sürdürülen haberalma çalışmalannın bir merkezeen organize biçimde yürütülmesine
duyulan ihtiyaçtı. I. Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler
gerçekleştirerek önemli görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30
Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağılmıştır.
Örgütün
kurumsallaşması Balkan Savaşı'ndan sonra ivme kazanmıştır. Örgüt çoğunlukla
iktidarı devirmeyi planlayan ve düşmanla işbirliği içerisinee olan güçleri
bastırmakta kullanılmıştır. Örgütün resmi kuruluş tarihi 1913 yılı olsa da
Enver Paşa kamutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin
edilmektedir. Enver Paşa, Savaş Bakanı olmasından kısa bir süre sonra
Teşkilat-ı Mahsusa'yı resmi statüsüne kavuşturmuş, dönemin yetenekli
subaylarını örgüte üye yapmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında bu subaylar Kafkasya,
Mısır ve Mezopotamya'daki özel askeri operasyonlarda kullanılmışlardı. 1915
yılındaki Süveyş Kanalı operasyonu buna bir örnektir. Bu operasyonda özel
birlikler, Osmanlı ordusunun ileri uçlarındaki vahaları ele geçirip tampon
bölge oluşturmuşlardı. I. Dünya Savaşı'nda Arabistan, Sina Yarımadası, Yemen ve
Kuzey Afrika'daki özel operasyonları, örgütün efsanevi ismi Kuşçubaşı Eşref Bey
(Eşref Sencer Kuşçubaşı) idare etmiştir.
Örgütün
haberalma alanındaki alt yapı ve tecrübe eksikliğiyle beraber, savaş
yıllarının ekonomik koşulları, örgüt üyelerini istihbarat çalışmalarından çok
çatışmalara yöneltmiştir. Teşkilatla ilgili tek akademik araştırmanın yazarı
Philip Stoddart, birimin zirvede olduğu dönemde, örgüte kayıtlı 30 bin üye
bulunduğundan bahsetmektedir. Stoddart'a göre Teşkilat-ı Mahsusa, Ermeni
techirinde herhangi bir rol oynamamıştır. Teşkilat-ı Mahsusa'da görev yapmış
ünlü kişilerden bazıları şunlardır:
Mustafa Kemal
Paşa, Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı, Teğmen Yakup Cemiİ,
Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüp Sabri, Fuat Balkan, Teğmen
Hilmi Musallimi, İsmail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey,
Şerif Burgiba, Arabistan'da lbnür Reşit, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi
Okyar, Hacı Selim Sami, Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, ilk hava şehitlerden
Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay.
Cumhuriyeti
Teşkilat-ı Mahsusa Kurdu
Enver Paşa'nın
kurdurduğu ve zamanının en etkin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa, Afrika
içlerinden Orta Asya'ya, oradan Java'ya kadar geniş Islam coğrafyasında
istihbarat ve karşı istihbarat için çalışmıştı. Osmanlı Devleti'nin
yıkılmasıyla başarısızlığa uğrayan teşkilat, asıl yararlılıklarını Milli
Mücadele'nin örgütlenmesinde gösterdi. Philip H. Stoddard adlı Amerikalı bir
yazar, Ford Foundation'ın da desteğiyle Washington-Ankara-lstanbul ve
Washington-Mısır arasında mekik dokumuş, Türkiye ve Mısır'da eski bir gizli
örgütün üyeleri ile sık sık görüşmeler yapmıştı. Philip H. Stoddard, bunca
zahmete, Osmanlı'nın istihbarat örgütü niteliğindeki Teşkilat-ı Mahsusa
hakkında ayrıntılı bilgi edinebilmek amacıyla katlanıyordu.
Trablusgarp
Savaşı sonunda kurulan Teşkilat-ı Mahsusa'nın birçok görevlisi hayattaydı o
yıllarda. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Eşref Kuşçubaşı idi. Aziz el
Mısri, Zübeyde Şaplı, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, Satvet Lütfi Tozan ve
Hamza Osman Erkan gibi, her biri adeta "yaşayan tarih" niteliğindeki
Teşkilat-ı Mahsusa üyeleriyle Türkiye ve Mısır'da defalarca bir araya gelen
Stoddard, hayatının hazinesini bulmuştu. Elde ettiği çok önemli bilgileri, ll
Mayıs 1963 tarihinde Princeton Üniversitesi'nde doktora tezi olarak sundu.
Çalışmada, 1911-1918 yıllan arasında Osmanlı hükümetleri ile Arapların
ilişkileri inceleniyor, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki
faaliyetleri araştırılıyordu.
Teşkilat-ı Mahsusa:
İlk Gizli Örgüt
Harbiye
Nazırı Enver Paşa'ya bağlı olarak 1913 yılında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa'nın
daire başkanı, Süleyman Askeri Bey'di. Dr. Philip H. Stoddard'a göre, 1916
yılında personel sayısı 30 bin kişiye ulaşan örgüt ajanlarının büyük bir kısmı
uzmanlardan oluşmaktaydı. Örgütle doktorlar, mühendisler, gazeteciler,
politikacılar ve subayların yanı sıra, geçmişi oldukça karanlık ama
sadakatierinden kuşku duyulmayan gerilla savaşı uzmanlan da yer alıyordu.
Böylesine zengin bir ajan kadrosuna sahip olmasına rağmen, Türkçe ve yabancı
dillerde yayınlanan kitaplarda Teşkilat-ı Mahsusa'dan pek söz edilmemesi, söz
edenlerin de yeterince bilgi vermemesi, Stoddard'a göre teşkilatın faaliyet
alanı ve personel sayısını gizli tutmakla yükümlü olan Osmanlı devlet
adamlarının bir taktik başarısıydı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde faaliyet
gösteren Teşkilat-ı Mahsusa, o yıllarda dünyanın en güçlü ve en etkin
örgütlerinden biriydi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika başta olmak üzere, üç kıtada
örgütlenen Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının pek azı örgüt mensubu olarak
tanınıyordu. Resmi üyelik listeleri bulunmamakla birlikte, Kuşçubaşı Eşref'e
göre böyle bir listenin yayınlanması, Ortadoğu'daki birçok devlet adamını
rahatsız edecekti.
ittihatçıların
ittifakları doğrultusunda Teşkilat-ı Mahsusa, Almanya ile hem finansal hem de
teorik ve pratik eylem birliği içindeydi. Kafkasya, İran, Ortadoğu, Hindistan
ve Afganistan bölgelerinde önceleri Almanlarla birliktelik sağlanmış, ancak
daha sonraları baş gösteren bazı sorunlar nedeniyle bu dayanışma çözülmeye başlamıştı.
Almanlar maddi gücü, Teşkilat-ı Mahsusa ise milis ajanları sayesinde bölge
halkının desteğini sağlamışlardı. Genel planlama Enver Paşa'nın Alman
Genelkurmayı ile koordinasyonu sonucu gerçekleştirilmişti. Uygulama
alanındaysa, Eşref Sencer'in başkanlığında Zübeyde Şaplı, Ahmet Salih Harb,
Hilmi Musailimi ve Hamza Osman Erkan gibi yer alıyordu.
Teşkilatın
gayesi özetle, İslam dünyasını ve Müslüman Türkleri bir bayrak altında
toplamak, yani geniş imparatorluk coğrafyasında yerine göre Panislamizm, yerine
göre de Pantürkizm yapmaktı. Ancak İttihatçı kurmayların sanıldığı kadar
ütopi.st olmadıklarını da söylemek gerek. Bu ideolojilere sahip olmalarına
rağmen, gerçekleşmeyecek bir rüyanın peşinde olduklarının da farkındaydılar.
Her şeyden önce genel konjonktür tümüyle aleyhteydi. Buna karşı onların
Teşkilat-ı Mahsusa'dan bekledikleri şey, İslam ülkelerine saldıran Ruslara ve
İngilizlere karşı 5. kol faaliyetlerini sürdürebilmekti. Teşkilat-ı Mahsusa'nın
faaliyetleri I. Dünya Savaşı'nda yoğunluk kazandı. Teşkilat, savaş boyunca
savaş ilanını duyurmanın yanında; karşı casusluk, İngiliz istihbarat ve keşif
kollarına karşı İstihbarata karşı koyma harekatı da gerçekleştirdi. Bu arada
teşkilatın askeri operasyonlar yaptığı da bilinen bir gerçektir.
Örgütün ilk
çalışma alanı Batı Trakya oldu. İlk başkan Süleyman Askeri'nin başında
bulunduğu Teşkilat-ı Mahsusa, özel bir timle 1913 İstanbul Anlaşması sonucu
Bulgadara terk edilen Batı Trakya'da, Osmanlı Devleti'nden ayrı, bağımsız bir
Batı Trakya Türk Devleti de kurdu.
1 9 1 4'te
daha savaş başlamadan Enver Paşa, Rauf Orbay'ı İran, Afganistan, Hindistan
sahasında ajitasyon ve İngilizlere karşı eylemler yapmakla görevlendirmişti.
İstanbul Harbiye Nezareti Şark Şubesi Başkanı Ömer Fevzi Bey aracılığı ile
yürütülen hazırlıklar sonucunda, 20 kişilik asker kökenli özel tim göreve
başlamıştı. Ekipte bir ara Çerkeş Ethem de görev almış, ancak bölge halkının
kayıtsızlığı ve Almanların ikilik çıkarması sebebiyle eylemler yaklaşık bir
yıl sonra, Eylül 19 15'te sona ermiş ve tim dağılmış n.
Afrika'da
Trablusgarp, Mısır, Çad, Habeşistan ve Sudan'a kadar ajanlar gönderilmişti.
Şeyh Ahmet El Sunusi'nin Trablusgarp'tan bir denizaltı ile İstanbul'a
kaçırılması, teşkilatın bölgedeki en başarılı eylemi olmuştu. Ayrıca Enver
Paşa'nın Türkistan seferi ve Cemal Paşa'nm Afganistan'a geçirilmesi, en kötü
zamanında bile örgütün hareket kabiliyetini göstermesi bakımından önem
taşıyordu. Bu arada savaş sırasında Nil Nehri üzerindeki su depolarını ve
barajlan havaya uçurmak, hatta nehrin Sudan ve Habeşistan'daki yataklarını
değiştirmek gibi görevler üstlenen Teşkilat-ı Mahsusa'nın bu faaliyetlerine
dair belgeler, yıllardır araştırmacılara kapalı tutulan Genelkurmay Askeri
Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi'nde saklanmaktadır.
Entelektüel Enformatik
Faaliyetler
Anadolu-Iran-Hindistan
çizgisinde mezhep ayrılıklarına karşı politika oluşturmak üzere özel bir
çalışma başlatan Teşkilat-ı Mahsusa, bir taraftan da emekli Yüzbaşı Baha Sait
Bey'in idaresinde sosyolojik araştırmalar yapıyordu. Ayrıca Hindistan'a Sünni
imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasıf'ın başkanlığında İslam İhtilal Komitesi
oluşturulmuştu. Baha Sait, Rusça dahil beş yabancı dil bilen ve birikimi hayli
fazla bir entelektüel olarak önemli görevler üstlenen bir Teşkilat-ı Mahsusa mensubu
olarak biliniyordu. Hicaz şeyhlerinin çocuklarının özel olarak eğitilmek üzere
Galatasaray Lisesi'ne getirilmesi ve bunun yanı sıra Mısır'dan bir grup din
adamının Muğla'da bir çiftlikte misafir edilmeleri ee teşkilatın faaliyetleri
arasında yer alıyordu.
İttihat ve
Terakki bir yandan Teşkilat-ı Mahsusa gibi faaliyet alanı alabildiğine geniş
bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan da İslam dünyasında İttihat-ı İslam
fikrinin oluşması için eğitim ve yayın faaliyetleri de yapmaktan geri kalmıyordu.
Arşivlerde bulunan belgeler sayesinde İttihatçıların, Teşkilat-ı Mahsusa'ya
paralel bir sivil örgüt kurduğu belirlendi. Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye
adıyla oluşturulan bu sivil cemiyet, Medine'de bir İslam Üniversitesi kurmayı
bile başarmıştı. Teşkilatın en önemli prensiplerinden biri de sivil ve askeri
örgütlerin birbirleriyle ile koordineli bir şekilde çalışmalarını sağlamaktı.
1911-1918
yılları arasında Ortadoğu-Orta Asya, Güney Asya, Kuzey ve Orta Afrika'da
casusluk, karşı casusluk, propaganda ve çeşitli operasyonlar yapan Teşkilat-ı
Mahsusa'nın faaliyetleri, Osmanlı Devleti'nin yenilmesiyle resmen sona erdi.
Teşkilat için çalışan çok sayıda Osmanlı vatandaşı Arap, işgal altındaki kendi
ülkelerine dağıldılar. Bütün bu gelişmelerden sonra faaliyetler, örgüte bağlı
kalmaksızın bir şekilde devam etti. Türk-Arap ilişkileri üzerine önemli
çalışmalar yapan Doç. Dr. Zekeriya Kurşun'un araştırmaları sonucunda vardığı
neticeye göre, Kuzey Afrika'daki bağımsızlık mücadelelerinde Teşkilat-ı
Mahsusa'nın bir hayli etkili olduğu görülüyor. Mesela Sekip Arslan Kuzey
Afrika'da milli mücadele fikrini yayarken, Satıq El Husri, Arap Birliği'nin
fikir babalığını yapıyordu ve bu kimselerin teşkilalla ilişkileri vardı.
Teşkilat-ı
Mahsusa batmakta olan bir devletin askeri istihbarat örgütü niteliğini
taşıyordu. Bu niteliğinden dolayı da parlak başarılar elde etmesi neredeyse
imkansızdı. Buna karşılık, teşkilat karşı casusluk faaliyetlerinde
küçümsenmeyecek başarılar elde etmiş, Şerif Hüseyin isyanının diğer Arap
bölgelerine yayılması, teşkilatın çalışmaları sayesinde önlenmiş ve
Arabistan'da Ibn Reşid, Yemen'de ise Imam Yahya savaşın sonuna kadar Osmanlı
Devleti'ne bağlı kalmıştı.
Milli Mücadele ve
Teşkilat-ı Mahsusa
Bütün
olumsuzluklara rağmen Mütareke Devri İstanbul'unda ve Anadolu'sunda Teşkilat-ı
Mahsusa'nın faaliyetleri durmadı. Zamana ve zemine çok çabuk adapte olup
faaliyete geçebilen bu örgüt mensupları, İstanbul'da Milli Kongre olarak
bilinen cemiyeti de oluşturdular. Tarihçi Dr. Haluk Dursun, "Mütareke
Devri İstanbul'unda Milli Kongre çatısı altında birleşen ve milli direnişi
destekleyen eski
Teşkilat-ı Mahsusacılar; bilim, fikir adamları, sanatçılar, doktorlar,
gazeteciler yani imparatorluk entelektüelleri özellikle yabancı dilde gazete,
kitap çıkararak milli tezleri dünya kamuoyunda savunmuşlardır. Ayrıca o
şartlarda Cenevre, Paris, Budapeşte ve Londra gibi merkezlerde kitap, gazete
yayınlamak imparatorluk kadrosunun vizyon ve misyon bakımından seviyesini
gösterir" demektedirler.
l9l8'de
resmen sona eren Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyetleri devam etmiştir. Kara
Kemal, Kara Vasıf, Baha Sait öncülüğünde Karakol Cemiyeti kurulmuş ve Milli
Mücadele'nin temeli atılmıştı. Bunlar hem Anadolu'ya silah ve asker
geçirilmesini sağlamışlar, hem de Mustafa Kemal'in faaliyetlerinde önemli rol
oynamışlardır
Philip H.
Stoddard'ın Eşref Kuşçubaşı'ndan aldığı teşkilat listesinde de görüldüğü gibi,
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal'in de teşkilatla ilişkisi
olmuştu. Mustafa Kemal'in teşkilatla ilişkisi Trablusgarp Savaşı'nda yerli
milisleri örgütlemekle başlamıştı. Mustafa Kemal daha sonra Enver Paşa ile
olan ihtilafı nedeniyle teşkilata biraz mesafeli durmayı tercih etmişti. Orhan
Koloğlu'nun belirttiğine göre de Enver Paşa, Trablusgarp'ta Bedevi Araplarla
bir lslam imparatorluğu kurabileceğini raporlarına yazarken, Mustafa Kemal
dönemin genelkurmayına. bedevilerle hiçbir iş yapılamayacağına dair bir rapor
gönderiyordu O dönemde teşkilat henüz kurulmamış olmasına rağmen fiili olarak
görev yapıyordu. Gerek İstiklal Savaşı'nda, gerekse cumhuriyet sonrasında
önemli roller oynayan Rauf Orbay, İstiklal Mahkemeleri'ne başkanlık eden Ali
Çetinkaya, Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Ali Fethi Okyar, bakanlık
ve başbakanlık yapan Dr. Refik Saydam, Atatürk'ün yaveri piyade subayı Rasuhi,
THK Başkanlığı yapan Fuat Bulca, İstiklal Marşı'nın yazan ve Kurtuluş
Savaşı'nın manevi dinamiklerinden Mehmet Akif Ersoy da teşkilatta çalışmıştı.
Enver Paşa,
Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı, Rauf Orbay, Çerkez Ethem, Abdulaziz
El Sinusi, Dr. Esat Işık Paşa, Hüsamettin Ertürk, Mehmet Akif Ersoy, Cezayirli
Emir Ali, Afyonlu Ali Çetinkaya, Ali Fethi Okyar, Binbaşı Mısırlı Aziz Ali Bey
(sonradan Mısır ordusunda general), Nuri Kıllıgil (Enver'in kardeşi, sonradan
önemli bir sanayici), Binbaşı Fuat Bulca (sonradan THK Başkanı), Teğmen Islam
Bey (Fuat Paşa'nın oğlu), Binbaşı Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Yüzbaşı
Manastırlı Nuri Conker (Osmanlı Meclis-i Mebusan üyesi), Dr. Refik Saydam
(sonradan bakan ve başbakan), Piyade Yüzbaşı Çerkez Reşit (Çerkez Ethem'in
ağabeyi), Teğmen Yakup Cemil (l916'da vatana ihanetten asıldı), Dr. Bahattin
Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüp Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi
Musailimi (1915 Süveyş Kanalı Harekatı'nda Kürt mücahitlerin komutanı, Said
Halim Paşa'nın katibi), Isınail Canbulat (1926 lstiklal Mahkemesi'nde asıldı),
piyade subayı Rasuhi (sonradan Atatürk'ün yaveri), Filibeli Hilmi Bey Clttihat
ve Terakki Müfettişi, l926'da asıldı), Şerif Burgiba (Habib Burgiba'nın babası),
Arabistan'da lbn ur Reşit.
Teşkilatı
Mahsusa K. Afrika'da Özgürlük Fikrini
Yaymıştı
Osmanlı sonrasında Kuzey Afrika'da yürütülen bağımsızlık mücadelesinde
Teşkilat-ı Mahsusa'nın etkisi vardır. Osmanlı askeri Katar'dan çekilirken
Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi Ömer Fevzi Bey, Enver Paşa'ya yazdığı mektupta
"Anlaşma üzerine askerlerimizi çekiyoruz; ama halkın durumu müsait.
Libya'daki gibi milisieri organize ederek mi çıkalım?"' diye soruyordu.
Şekip Arslan, Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yaymıştır, Satıq El Husri,
Arap Birliği fikrinin babasıydı ve teşkilattandı. Gerek manda yönetimi altında,
gerekse bağımsızlığını kazandıktan sonra Arap devletlerinin yöneticileri Osmanlı
okullarından mezun olmuşlardı ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgileri olduğu tahmin
edilmektedir. Doğu ve Kuzey Afrika'da Bedeviler arasında yapılan sözlü tarih
araştırmalarında, hâlâ Ingiliz istihbarat örgütleri ve keşif kollarına karşı,
İstihbarata karşı koyma harekatı gerçekleştiren başta Eşref Kuşçubaşı ve
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kahramanlıklarının anlatıldığı tespit edilmiştir.
TEŞKİLAT-I MAHSUSA OPERASYONLARI
Teşkilat-ı
Mahsusa'dan Kuşçubaşı Eşref ve dört arkadaşı Keşmir üzerinden Pamir dağlarını
aşarak Batı Türkistan'a sızmıştı. l9l6'daki, Ruslara büyük kayıplar verdiren
Yedi-Su lsyanlan'nda önemli rol oynadılar. Hint ihtilalini hazırlamak için
Hindistan'a giden altı kişilik ekibin başında Kuşçubaşı Eşref vardı. Ekibin
elemanlan Hacı Selim Sami, Emrullah Barkan, Adil Hikmet, lbrahim Hakiler ve
Tatar Hüseyin'di. Ekip Bombay'a giderken savaş patlak verdi. Enver Paşa, Eşref
Bey'i geri çağırdı. İngilizler ekibin peşindeydi. Yol haritası değişmişti.
Eşref Bey, dostu Maskat Emiri'ne uğrayıp İstanbul'a döndü. Diğerleriyse Orta
Asya'ya gittiler.
Hacı Sami ve
arkadaşları Keşmir üzerinden Pamir dağlarını aşarak Doğu Türkistan'a girdi.
İslam Milis Teşkilatı'nın kumandanlarından biri Teşkilat-ı Mahsusa'dan Ömer
Naci'ydi. Teşkilat-ı Mahsusa'nın Doğu cephesi, "Kafkasya İhtilal
Cemiyeti" ismiyle hareket ediyordu. Cemiyetin şubeleri Erzurum, Trabzon ve
Van'daydı. Erzurum'un idaresinden Dr. Bahattin Şakir, Hilmi Bey ve Vali Tahsin
Uzer sorumluydu. Ömer Naci ise Van'da kalarak, Rusya ve İran dahilinde
istihbarat ve teşkilatla meşgul oluyor, çeteler oluşturuyordu. Ömer Naci'nin
Teşkilat merkezine çektiği telgraflara göre, Van'da milis örgütü
beklediklerinin çok üstünde başarı elde etmişti.
Ömer Naci'nin
sözünü ettiği milis örgütünde Necip Fazıl'ın şeyhi Abdulhakim Arvasi, Seyyid
Taha, Seyyid Hacı Baba Şeyh, Van ve Gevaş Müftüleri ile Bediüzzaman da vardı.
Şeyhler ve hocalar müritlerinden çeteler teşkil ederek, Ruslara ve Ermeni
çetelerine karşı savaştılar. Bediüzzaman'ın katibi Molla Habib, İran
cephesinde Teşkilat-ı Mahsusa'nın ünlü isimlerinden Halil Paşa'yla önemli bir
haberleşmeden sonra şehit düştü. Milis Albayı Bediüzzaman ise Bitlis'te
Ruslara esir düştü. Esaretten kurtulup İstanbul'a geldi. Nursi, İstanbul'un
işgalinde Hutuvat-ı Sitte'yi yazarak tavrını ortaya koydu. Kadir Mısıroğlu'nun
"Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücahitler" kitabındaki belgelere göre,
bölgedeki milislerin kumandam Ömer Naci, Şeyhülislam'a telgraf çekerek Seyyid
Abdulhakim Arvasi ve kardeşi Hacı
Baba Şeyh'in İran'daki mücadelede başarılı olduklarını ve rütbelerinin
arttınlmasını istiyorlardı.
Mevleviler
ve Bektaşiler de Milis Olmuşlardı
Teşkilat-ı Mahsusa'nın topladığı gönüllüler arasında tarikatlar ve
aşiretler de vardı. Mevlevi Mücahit Alayı'nın başında Veled Çelebi, Bektaşi
Mücahit Taburu'nun başında Cemaleddin Çelebi vardı. Kadiri, Nakşi ve Rufailer
Mevlevi Alayı bünyesindeydiler. Yenikapı Mevlevi Şeyhi Abdülbaki Efendi ile
Erzincan Mevlevi Şeyhi lbrahim Hakkı Efendi de dervişleriyle Şam'daki Mevlevi
Alayı'na katıldılar.
Vatan Özgül'ün "Balabanlılar" kitabındaki belgelere göre, Erzincan
ve Dersim'de yerleşik Balabanlı Alevi aşireti reisi Gül Ağa ve Şadıllı aşireti
reisi Kırmo Yusuf'un, Teşkilat'la sıkı ilişkisi vardı. Ittihadi lslam, Alevi
aşiretler arasında da kabul gördü. Balabanlı milislerden, "Gül Ağa'nın
Mücahitleri" diye söz ediliyordu. Bektaşi Şeyhi Cemalettin Çelebi,
Dersim'deki Alevi ocaklarını ziyaret ederek, Teşkilat-ı Mahsusa'ya gönüllü
topladı. Bu gönüllülere Mücahidin-i Bektaşiye adı veriliyordu. Erzurum'da
Bektaşi Alayı Kumandanı Cemalettin Efendi'nin askeri danışmanı, Yüzbaşı Nuri
Dersimi'ydi. Bektaşi Mücahit Taburları'nın Erzincan şubesinin başında yüzbaşı
rütbesiyle Alevi babası ve ozanı Sıtkı Baba vardı.
Nurşin
Şeyhleri Milis Teşkilatı Kurdular
Bitlis'teki Nurşin Şeyhleri de I. Dünya Savaşı'nda müritleriyle milis
birlikleri kurdular. Bunların ikisi, Molla Sadrettin Yüksel'in kayınpederi
Şeyh Masum ve amcası Şeyh Muhammed Ziyaüddin idi. Şeyh Ziyaüddin'in iki kardeşi
şehit oldu, kendisi de kolunu kaybetti.
Elli
Devletin Temelinde Teşkilat'ın Harcı Var
Osmanlı İmparatorluğu'nun son on yılına imza atan örgüt, Teşkilat-ı
Mahsusa'dır. Enver Paşa'nın emriyle İttihat ve Terakki'nin seçkin eylemcileri
tarafından kurulan örgüt, Meşrutiyet'in ilanında önemli bir rol oyuarnakla
kalmadı, İtalyanlar tarafından işgal edilen Libya'da, daha sonra Balkanlar'da,
I. Dünya Savaşı'nda ve Kuvayı Milliye'de de önemli rol oynadı. İttihat ve
Terakki Cemiyeri'nin yer altı faaliyetlerinde pişmiş olan eylemcilerden teşkil
edilen Özel Teşkilat, 19l3'deki Babıali Baskını'nda da önemli rol oynadı.
İttihat ve Terakki'nin iktidar olmasıyla resmileşen ve uluslararası nitelik de
kazanan Teşkilat-ı Mahsusa, Hindistan'dan Afrika'ya, Ortadoğu'dan Balkanlar'a,
Arap Yarımadası'ndan Orta Asya'ya uzanan Islam dünyasını Osmanlı etrafında
birleştirmeyi amaçlıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'cılara göre Teşkilat, tanıdık
bildik bir gizli servis, bir ajanlar topluluğu değildi. Onlar bir dava
etrafında bir araya gelen, güçlerini ve yeteneklerini bu çerçevede birleştiren
idealistlerdi. Onların tek gayesi imparatorluğu ayakta tutmaktı. Hangi etnik
kökene ve dine mensup olursa olsun, imparatorluk sınırları içinde herkese yer
vardı. Sömürge altında yaşayan Müslüman halklar kendi bağımsızlıklarını
kazanmalı ve kardeş ülkelerle dayanışma içinde olmalıydı.
Örtülü Ödenekten Beslendi
Teşkilat'ın
giderleri Harbiye Nezareti'nden ve örtülü ödenekten karşılanıyordu. Teşkilat'ın
adı resmi olarak Umur-ı Şarkiye Dairesi'ydi. Merkezi, Nur-u Osmaniye Caddesi,
Şeref Sokak'ta, Tasvir-i Efkar gazetesinin karşısındaki bir binadaydı. Harbiye
Nezareti'ne bağlı olarak kurulan teşkilat, İttihat ve Terakki'nin Meşrutiyet
öncesi yeraltı çalışmalarının bir ürünü, hatta devamıydı. Kara Kemal'den
Yenibahçeli Nail'e, Kuşçubaşı Eşref'ten Süleyman Askeri'ye, Yakup Cemil'den
Ömer Naci'ye kadar, Cemiyet'in pek çok ünlü fedaisi daha sonra Teşkilat-ı
Mahsusa'da yer aldı. Teşkilat'ın Hilal olarak adlandırılan İslam dünyasının
her yerinde faaliyet gösteren 30 bini aşan mensubu vardı. Resmi yazışmalarda
"Hafi Teşkilat" olarak da zikredilen Teşkilat-ı Mahsusa'nın en dikkat
çekici yanlarından biri de ideolojik söylemleriydi. İttihat ve Terakki,
Trablusgarp Savaşı'ndan sonra, Osmanlı Imparatorluğu'nun dağılmasını önleyecek
tek çare olarak Ittihad-ı lslam Projesi'ni devreye soktu. Bu proje kapsamında,
başta Ingiltere olmak üzere Fransız, Hollanda, Rus ve İtalyan sömürgesi
altında yaşayan Müslüman ülkelerde lslam lhtilal Komiteleri kuruluyordu.
Teşkilat-ı Mahsusa içinde çeşitli etnik kökenlere sahip idealist subayların
yanı sıra yüzlerce aydın, şeyh ve din adamı yer alıyordu. Bediüzzaman Said
Nursi'den Mehmet Akif'e, Dürzi Emir Şekip Arslan'dan Mısırlı Şeyh Abdulaziz
Çaviş'e, Tunuslu Şeyh Salih Şerif et-Tunusi'den Libyalı Şeyh Ahmet
es-Sunusi'ye, Hintli Muhammed Bereketullah Efendi'den Ebul Kelam Azad'a, Pakistan'ın
ilk devlet başkanı Muhammed Ali'den kardeşi Şevket Ali'ye, lbnürreşid'den Şeyh
Mehdi'ye pek çok ünlü isim Teşkilat'la bir şekilde ilişkiliydi.
Teşkilat-ı Mahsusa'nın yapısı Osmanlı'nın etnik yapısını içinde
barındırıyordu. Hepsinin ortak gayesi imparatorluğu ayakta tutabilmekti.
Kafkas kökenli Kuşçubaşı Eşref, Teşkilatçıların bu yapısına dikkat çekerek,
"Ben ne Dağıstan rüyalarını gören bir Çerkez, ne Arap, ne de Rum'dum; ben
Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlı'ydım" diyordu. Fuat Bulca da
Teşkilat-ı Mahsusa'nın esas görevinin, imparatorluğun ayakta kalabilmesi için
bağlanılmış olan büyük davaları gerçekleştirecek şahsiyetleri teşkilatlandırmak
olduğunu belirterek şöyle diyordu: "Türk İstiklal Savaşı ile ilk fiili
neticesini veren, ll. Dünya Savaşı sonucundaysa bütün dünyaya yayılan ve sayısı
eliiyi geçen bağımsız devlet kurdurmuş olan milli uyanışların fikri
oluşumunda, bizim Teşkilat-ı Mahsusa'nın büyük etkisi vardır."
Eski
Cumhurbaşkanı Celal Bayar da
Teşkilat'ın
Adamı
Ülke ekonomisinin millileştirilmesi de Teşkilat'ın ilgi alanı içindeydi.
İstanbul'da Kara Kemal Bey, bu amaçla esnafı örgütleyerek yerli sermayeye
dayanan şirketler kurdurmuştu. Celal Bayar, Teşkilat-ı Mahsusa'nın İzmir
şubesindeydi. Başlıca görevi Teşkilat ve Parti arasındaki iletişimi sağlamak,
bunun yanı sıra İzmir ekonomisini Türkleştirmekti. Kara Kemal ve Celal Bayar,
Teşkilat-ı Mahsusa'nın Ticariye grubundaydı. Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar
"Ben de Yazdım" isimli hatıratında, Kuşçubaşı Eşref'in gönderdiği bir
özel dosyada yer alan bilgilere yer verdi. Buna göre Teşkilat-ı Mahsusa,
l913'te Batı Trakya Hükümeti'ne son verildikten sonra yeniden ikinci defa ve
Enver Paşa'nın emriyle kuruldu. Dosyada Eşref Bey, şunları belirtiyordu:
"Enver'in emrinde bir kurul ve başkanı Süleyman Askeri, ordudan subaylar,
hükümet ricalinden yetkili bazı kişiler, yabancı Müslüman memleketlerinden
Hilafet'e bağlı zevattan tanınmış ulema, tanınmış siyasi, milliyetçi ve
memleketin kurtulması uğrunda çalışan kimselerle memleketleri için de
hidematiyle kendini göstermiş, teferrüt etmiş olanlardan kuruludur."
Eşref Bey'in
verdiği listede önemli isimler vardı. Örneğin Hindistan'dan Muhammed ve Şevket
Ali Cinnah kardeşler, Sih-Ghadr Partisi'nin lideri Dar Hayal bile Teşkilat'la
ilişkilidir. Eşref Bey bazı isimleri açıklamamıştı. Bu kişiler önemli
mevkileri işgal ediyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa'nın efsanevi şeflerinden Eşref
Bey, işin en başından beri içindeydi. Teşkilat zaten büyük ölçüde Eşref Bey'in
deneyimlerinden yararlandı. Kendisi Teşkilat-ı Mahsusacı'ların ruh yapısını ise
şöyle anlatmaktaydı: "Birer eski tüfekti bu adamlar. Kendilerini göreve,
vatan hizmetine adamış, ucuz kahramanlıklara, süslü lafları ve sahte tavırlara
yüz vermeyen gerçek vatanseverlerdi. Onların vatanseverliği derin ve içten
yaşanan bir duyguydu. Kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu. Davamızın haklı bir
dava olduğuna inanmıştık Sonunda kazanamayacak oluşumuzu göz ardı etmek
gayreti içindeydik. Etrafımızdaki dünya yıkılıp gitmeden hiç olmazsa birkaç
tane daha küçük zafer elde edebiliriz diye düşünüyorduk."
Gizli Görevle Libya'ya Giden Atatürk, Halı
Tüccarı Kılığındaydı
Halı tüccarı
kılığında Mısır'a giden Mustafa Kemal'in ve diğer gerillaların sahte kimlik ve
pasaportlarının temin edilmesinden, ünlü Teşkilat-ı Mahsusacı Kara Kemal
sorumluydu. İttihat ve Terakki'yi Ittihad-ı İslam projesine teşvik eden,
Trablusgarp'ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesiydi. ittihat ve Terakki,
iktidarın dizginlerini ele geçirdiklerinde bu projeye bel bağladı. İttihatçı
eylemciler Libya'da kazandıkları tecrübeden, Balkan ve I. Dünya savaşlarında da
yararlanacaklardı. Enver Paşa'nın liderliğindeki Özel Teşkilat, Libya'da silah,
cephane ve profesyonel asker kıtlığına rağmen, mükemmel bir gerilla savaşı
örgütleyerek, 200 bin kadar İtalyan askerini sahil şeridine kilitlerneyi
başarmıştı. Trablusgarp'ta, sonradan çoğu Teşkilat-ı Mahsusa'er olan ünlü
isimler gerillalık yaptı. Bunların başında Mustafa Kemal Paşa, Nuri ve Halil
Paşalar, Ali Fethi Okyar, Kuşçubaşı Eşref ve Hacı Selim Sami, Kel Ali lakaplı
Ali Çetinkaya, ilk havacı şehitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Süleyman
Askeri, Fuat Bulca, Yakup Cemil, Nuri Conker, Rauf Orbay gibi isimler yer
alıyordu. Ünlü Masonlardan Ord. Prof. Mim Kemal Öke de yüzbaşı rütbesinde Deme
cephesindeydi. Prof. Ayhan Songar'ın babası Nazmi Bey ve ünlü seyyah AbCurreşit
Ihrahim de Libya'ya giden gönüllü mücahitler arasında yer alıyorlardı.
Trablusgarp direnişi için kurulan Özel Teşkilat, Enver Paşa tarafından gerçekleştirildi.
Enver Paşa ve Ali Fethi Okyar binbaşı, Mustafa Kemal Paşa Kolağası
rütbesindeydi. Özel Teşkilat'ın kuruluşunu Atatürk'ün akrabası Fuat Bulca,
Cemal Kutay'ın yayınladığı "Trablusgarp'ta Bir Avuç Insan" adlı
anılarında anlatır. Bulca, Mustafa Kemal'in yardımcısıydı. Mustafa Kemal'in
Bulca'ya ilk sözü: "Trablusgarp'a gidiyoruz, sen de geleceksin"
olmuştu. Mustafa Kemal, şöyle diyordu: "Enver'in planı şu: Bizler kendi
arzumuzla ve özel bir teşkilat olarak müdafaayı ele alacağız. Harbiye Nezareti
de bizi istifa etmiş sayacak. Orada teşkilat yapacağız. Biliyorsun ki ben daha
önce de Trablusgarp'ta bulundum. Durumu iyi bilirim. Eğer ciddi olarak
müdafaaya girişirsek, başta Sunusiler olmak üzere halk bize yardım eder. Enver
halkı teşkilatlandıracak, onların dillerini ve adetlerini bilen arkadaşları
beraberimize alacağını söyledi. Eşref bey de geliyor. Mıntıkaları harita
üzerinde taksim dahi ettik. Sen benim muavinim olacaksın. Bu akşam Beşiktaş'ta
Enver'in evinde toplanacağız. Gizli tut. Hiç kimse bir şey bilmiyor. Mahmut
Şevket Paşa'yla Enver temas ediyor. Ali Fethi de Cezayir'e geçecek, oradan
deniz vasıtasıyla ulaşım imkanlarını araştıracak"
Mısır'ın liman kenti İskenderiye, Trablusgarp'a geçişin kilidiydi. Özel
Teşkilat'ın subayları İskenderiye'den sınıra, oradan da Trablusgarp'a
geçeceklerdi. Teşkilat mensupları subay olduklarını gizlemek zorunda
olduklarından sahte kimliklerle yolculuğa çıkacaklardı. Mustafa Kemal halı
tüccarı, Süleyman Askeri genç bir molla kılığına bürünmüştü. l915'te Teşkilat'ın
Osmancık Gönüllü Taburu'nun başında, daha sonra Irak'ta şehit düşen Kısıkhlı
Yüzbaşı Cemil bulunuyordu ve hoca kılığındaydı. Mustafa Kemal yolcuğa çıkmadan
önce
Fuat Bulca'ya şöyle diyordu: "Hükümet acziyer içinde. Bunu Harbiye
Nazırı elem ve üzüntüyle itiraf etti. İstanbul'dan hiçbir yardım göreceğimizi
zannetıniyorurn. Enver de aynı kanaatte. Evvela o gitrnek istiyor. Eşref
Bey'in Mısır'daki muhitinden ve dostlarından istifade edeceğiz. Sevkıyatın
tehlikesiz oraya varması için Mısır'ın muhtelif yerlerinde teşkilat yapacak.
Takma adiarımızla bu unvanlara uygun mesleklerimizin listesi
hazırlanıyor."
Sahte Pasaportlar
Kara Kemal'den
Kara Kemal,
Özel Teşkilat'ın İstanbul'daki işleriyle ilgilenecekti. Özel Teşkilat'a
seçilecek subayların iaşeleri, yolculukta kullanacakları kıyafetler, sahte
kimlik ve pasaportların tanzim edilmesi onun işiydi. Hazırlıklar gizli tutuldu.
Özel Teşkilat'ın hükümetle, İttihat ve Terakki merkezi ile irtibatından da Kara
Kemal ve Şükrü Bey sorumluydu. Kara Kemal Bey'in Karagümrük'teki evi, Özel
Teşkilat'ın güvenli eviydi (Kara Kemal, l926'da Atatürk'e suikast davasından
aranırken intihar etti).
Enver Bey'in
evinde yapılan gizli toplantıda Mustafa Kemal, Ali Fethi Okyar, Kuşçubaşı
Eşref, Mümtaz Bey, Süleyman Askeri, Fuat Bulca ve birkaç subay vardır.
Toplantıda büyük bir harita başında çalışılıyordu. Teşkilat, Mısır üzerinden
Libya'ya sızacaktı. Ingiliz kontrolü altındaki Mısır'dan geçişler
tehlikeliydi. Başka bir çare de yoktu. Mısır'da Eşref Bey'in çevresi işe dahil
edilecekti. Mısır'ı iyi tanıyan biri daha vardı: Ömer Fevzi Mardin.
Fevzi Bey,
Özel Teşkilat'ın İskenderiye'deki sevkiyat ve ikmal sorumlusu tayin edildi.
Teşkilat, Trablusgarp'a karadan ve denizden bağlanan yollar üzerindeki
merkezlerde güvenilir elemanlar görevlendirecekti. Özel Teşkilat herkese açık
olmayacak rı. Profesyonel çeteciler ve idare etme niteliğine sahip güvenilir
subaylar yer alacaktı.
Enver
Paşa'nın kardeşi Nuri Bey, Libya'da keskin nişancılığıyla ün saldı. Pusuya
yatan Nuri Paşa'nın, tek başına lOO'den fazla kalyan askerini öldürdüğü dilden
dile dolaştı. Kuşçubaşı Eşref de "Uçan Şeyh" unvanını Libya'da
kazanıyordu. Tunus, Cezayir ve Sudan'dan gönüllüler akıyordu. Cezayirli Emir
Abdulkadir'in oğlu Emir Ali Paşa ile Tunuslu Şeyh Salih Şerif Tunusi de Eşref
Bey'in davetiyle Trablusgarp'a geldi. Enver Paşa'nın baskısıyla Osmanlı Devleti,
hükümete tabi olmayan gayrı resmi bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa'nın Bulgar
işgali altındaki Batı Trakya'da çete faaliyeti göstermesine göz yumdu. Teşkilat-ı
Mahsusa, gönüllülerden kurduğu çetelerle Bulgarları Batı Trakya'dan tümüyle
sürüp attı.
Teşkilat-ı
Mahsusa'nın ikinci görev alanı işgal altındaki Batı Trakya'ydı. Teşkilat, %
85'i Müslüman ve Türk olan Batı Trakya'da da gayrı resmi hareket edecekti.
Enver Paşa, Libya'da devlete vergi vermemek için dağa çıkan eşkıyaları
gönüllüler arasına katmıştı. Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Hacı Sami, çetecilikte
epey tecrübe sahibiydiler. Aynı yöntem Batı Trakya'da uygulanabilirdi. İttihat
ve Terakki, Edirne yüzünden hükümet darbesi yapmıştı. Edirne hâlâ Bulgar
işgali altındaydı. Batı Trakya'da yüz binlerle ifade edilen Pomak Müslüman
zorla vaftiz ediliyordu. İstanbul göçmen kaynıyordu. Yeni hükümet işleri
ağırdan alıyor, sorunu diplomatik yollardan çözmek istiyordu. Bu arada Mahmut
Şevket Paşa'nın öldürülmesi, işleri karıştırdı. Enver Paşa, Eşref Bey'i
Trablusgarp'tan çağırdı. Görevini Aziz Ali ElMısri'ye bırakıp İstanbul'a dönen
Eşref Bey'in ilk işi, Şevket Paşa'nın katillerini yakalamaktı.
Enver Paşa,
hükümeti ve Harbiye Nazırı'nı askeri harekata ikna edemiyordu. Kuşçubaşı Eşref,
Enver Paşa'ya baskı yapıyordu. Cemal Kutay'ın yayınladığı anılara göre, Eşref
Bey, Enver Paşa'ya Trablusgarp'ta bir avuç insanla neler yaptıklarını hatırlatarak,
benzer bir teşkilatla Bulgarları püskürtebileceklerini savunuyordu. Enver
Paşa, Kuşçubaşı Eşref'e sordu: "Ne kadarlık bir kuvvete ihtiyaç var?"
Eşref Bey,
"Ordudan resmi yardım istemiyorum" diyerek şöyle devam etti:
"Sami Bey kuvvetleri, Cihangiroğlu İbrahim Bey kuvvetleri, Erzurum, Kars,
Uşak taburlar kafidir. Neden endişe ediyoruz? Benim unvanım ne? Umum Çeteler
Kumandamİ Gayr-ı mesul bir makamın gayr-ı mesul şahsiyeti. Ben ilerlerim,
düşman beni çevirirse eritir, yok eder, mesele de kalmaz. Er meydanında ölmek
hassası baki kalmışsa düşmanı önümüze katar, geldiği yere sürükleriz. O zaman
da çıkacak siyasi meseleleri, sakalları yerleri sürüyen, omuzlarında yanın
asrı geçmiş tecrübeler olan nazır paşalar düşünsün. Daha sıkıya geldiniz mi, bu
adam asinin biridir, asılması gerekir der, beni yakaladığınız yerde
asarsınız."
Enver Paşa,
Kuşçubaşı Eşref ile konuştuktan sonra Kolordu Komutanı Hurşit Paşa'ya gitti.
Döndüğünde vize çıkmıştı. Cemal Paşa anılarında hükümetin, ordunun Edirne'ye
yürüyeceğini, ancak Meriç nehrini geçmeyeceğini taahhüt ettiğini, Enver Paşa
ve arkadaşlannınsa, hükümete tabi olmayan gayri resmi bir Teşkilat-ı Mahsusa'nın
Meriç nehrinin öte tarafında istediği gibi hareket etmesini hükümete kabul
ettirdiklerini söylüyordu.
Teşkilat-ı
Mahsusa hemen harekete geçti. Kuşçubaşı Sami, hapishanelerde yüz kızartıcı
suçlar dışında kalan deneyimli silahşorlara af çıkartarak gönüllü müfrezelere
dahil etti. Anadolu'nun her yerinden gönüllü geliyordu. Gönüllüler, Umum Milli
Kuvvetler Kumandam Eşref Bey'in etrafında toplanıyordu. Kürt aşiret reisleri,
atlılar ve delikanlılarının yanı sıra, 80 yaşındaki dedeler bile gelmişti.
Eşref Bey'in çeteleri harekete geçti. Enver Paşa, muzaffer bir komutan olarak
Edirne'ye girmesini Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri'nin çetelerine
borçluydu. Edirne'nin işgalden kurtarılması Enver Paşa ve ittihat ve
Terakki'nin itibarını artırdı. Çeteler, Meriç Nehri'ni aşıp Batı Trakya'ya
girdiler, kısa sürede Bulgarları bölgeden süpürdüler.
Bulgar Bakandan Cemal
Paşa'ya Övgü
Batı Trakya,
Bulgarların boş vaatleri ve Rus tehdidi yüzünden boşaltıldı. Osmanlı hükümeti,
Cemal Paşa'yı Teşkilat-ı Mahsusa'yı ikna etmek için Batı Trakya'ya gönderdi.
Eşref Bey Cemal Paşa'ya haber gönderip, Batı Trakya Hükümeti'nin bağımsız
olduğunu, Osmanlı pasaportuyla gelmemesi halinde kendisini tutuklayacağını
söyleyecek kadar kızgındı. Bulgar Dışişleri Bakanı Ivan Geşof anılarında şöyle
diyordu: "Osmanlı hükümeti Batı Trakya'da kurulan hükümeti kendi eliyle
yok etmiş olmasaydı, büyük devletler bu tampon devleti kesin olarak
tanıyacaklar ve Türkler Balkanlar'dan çıkmamış olacaklardı. Biz bu sonuçtan
endişe ettik. Fakat Osmanlı devlet adamları, özellikle Cemal Paşa bize, bizden
daha çok hizmet etti."
Özel Teşkilat Batı
Trakya'da Hükümet Kurdu
Meriç nehri
boylarını Bulgarlardan temizleyen Teşkilat-ı Mahsusa, Ağustos l9l3'te Batı
Trakya Devleti adıyla bir geçici hükümet kurdu. Parası, pulu, posta teşkilatı,
haber ajansı ve küçük bir ordusu olan hükümetin Başkanı Müclerris Salih Hoca,
başkenti Gümülcine, hükümetin icra ve Genelkurmay Başkanı "Süleyman
Zeynelabidin" takma ismini kullanan Süleyman Askeri'ydi. Bayrağı yeşil,
siyah ve beyaz renkli, ay yıldızlıydı. Eşref Bey, Kuvayı Milliye Umum Müfettişi
unvanı taşıyordu. Osmanlı Hükümeti'nin Bulgarlarla yaptığı bir anlaşma
sonucunda Batı Trakya Hükümeti'nin ömrü kısa sürdü. Eşref Bey ve Teşkilat'ın
itirazı sonuç vermedi. Beşiktaş Kulübü'nün eski başkanlarından Fuat Balkan ünlü
bir komitacıydı. Batı Trakya'da Süleyman Askeri'yle çalışan Balkan, Teşkilat-ı
Mahsusa emrine girdi. Komitacılığa Bulgarların Pornakları zorla
Hristiyanlaştırmalan üzerine başlayan Balkan, batıralarında şöyle diyordu:
"Komitacılık bazılarının sandığı gibi, soygunculuk, çapulculuk değildir.
Aksine, vatanseverliğin en uç noktasına kornitacılık denir. Komitacı, vatan
davası karşısında her şeyini feda eden; gözünü budaktan ayırmayan adamdır.
Memleket ve milleti için, gerekirse acımadan yakar, yıkar, öldürür. Biz de
gerektikçe böyle hareket ettik. Kaç defa böyle vaziyerler karşısında kaldık,
yapılması lazım olanı yaptık. Şimdi bakıyerum da şu veya bu işte radikal
olmasaydık, memleket kim bilir kimlerin ayakları altında kalacak ve bu şerefli
millet kimlerin esiri kalmaya mahkum olacaktı."
Teşkilat-ı
Mahsusa'nın kuruluş toplantısında yer alan Nevrekoplu Celal Bey, gizli bir
görevle, Abidinov takma adıyla Bulgar Millet Meclisi'ne milletvekili olarak
girmeyi başardı. Celal Bey, Bulgar Meclisi'nde Bulgaristan'ın I. Dünya
Savaşı'na katılmasıyla ilgili oylamada diğer 14 Türk milletvekiliyle birlikte
önemli bir rol oynadı. Celal Bey, kendisine verilen bir başka görev
çerçevesinde, I. Dünya Savaşı'ndan sonra da Trakya'nın Türkiye'ye bağlanması
için Roma'da diplomatik girişimlerde bulundu.
l9l4'te Enver
Paşa, Suudi Arabistan'ın ilk kralı İbn Suud ile anlaşması için Teşkilat-ı
Mahsusa'dan Binbaşı Ömer Fevzi'yi gönderdi. Binbaşı Fevzi, İran Körfezi ve
Uroman'da Ingiİizlere karşı halkı örgütlemeye çalıştı. Buna örnek gösterilen
vaka, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Libya'daki tecrübesiydi. I. Dünya Savaşı
başlamadan önce Enver Paşa, İngilizlere karşı Hintli Müslümanlada işbirliği
yapmaya çalışırken, Arap yarımadasında Osmanlı'nın durumunu da güçlendirmek
istiyordu. Arabistan'ın güçlü aşiret reisi İbn Suud, Osmanlı'ya isyan
halindeydi. Enver Paşa, İbn Suud ile anlaşma sağlamak istiyordu. Paşa'nın İbn
Suud ile anlaşma yapması için seçtiği kişi bir binbaşıydı. Bu görevlendirme
Basra Valisi Süleyman Şefik Paşa'yı bile şaşırtmıştı. Paşa, görevin kendisine
verilmesini istiyordu.
Binbaşı,
Harbiye Nezareti'ne bağlı Urour-ı Şarkiye Dairesi (Teşkilat-ı Mahsusa)
emrindeydi. Trablusgarp, İran, Mısır, Irak, Kafkasya ve Arabistan'da
Teşkilat'ın operasyonlarına katılan bu binbaşının adı Ömer Fevzi'ydi. Prof. Dr.
Zekeriya Kurşun'un "Necid ve Ahsa'da Osmanlı Hakimiyeti" isimli
kitabında yer alan belgelere göre, Fevzi Bey bölgede araştırmalar yapmış,
Kuveyt Şeyhi Mübarek ve Muhammare Şeyhi Hazal Han'ı da ziyaret etmişti.
Temaslarının ardından lbn Suud ile yapılacak anlaşmanın içeriğine ilişkin bir
raporu Enver Paşa'ya sunmuştu. Kuveyt Şeyhi Mübarek'le yaptığı görüşmeyi
şifreli telgrafla iletmişti. Şeyh Mübarek'e göre, Osmanlı Hükümeti'nin lbn
Suud ile gizli bir anlaşma sağlaması Umman, Maskat ve Bahreyn'e el atılmasında
çok kolaylık sağlardı. İbn Suud bu bölgeleri işgal ederdi; bu fiili durum
Osmanlı'ya resmi sorumluluk getirmezdi. lbn Suud'un Osmanlı Devleti'ne isyan
ettiği söylenerek işin içinden çıkılabilirdi.
Ömer Fevzi,
13 Nisan l9l4'de Harbiye Nezareti'ne çektiği şifreli telgrafta, Katar'ın
İngilizlere teslim edilmesi halinde, Libya'daki gibi milli bir müdafaa
kuvvetinin oluşturulabileceğini kaydediyordu. Resmi surette cevap verilemezse,
özel bir emir yeterliydi. Fevzi Bey, Katarlıların Osmanlı'ya sadık olduklarını
ve İngiliz idaresine girmek istemediklerini kaydediyordu. Katar'ın terki bütün
Müslümanlar nezdinde kötü bir etki bırakırdı. İran Körfezi'nde Katar'dan başka
liman olmadığını belirten Fevzi Bey, İngilizlerin Necid ve İran sahillerini
birer birer ele geçirdiğine dikkat çekiyor, ileride Basra'nın zor durumda
kalacağını söylüyordu. Kuveyt Şeyhi Mübarek ve lbn Suud'la uzlaşma
sağlanmalıydı. Bu anlaşmayla, lngilizlerin istila planına karşı, Iran Körfezi
ve Umman Denizi sahillerinde genel bir durum meydana getirilebilirdi. Ömer
Fevzi, şöyle devam ediyordu: "İngilizler Islam mülkünü küçük ve kuvvetsiz
şeyhliklere, hakimiikiere ayırarak istila esaslarını kurmak istiyorlar. Biz de
aşiret şeyhlerini lbn Suud'un etrafında birleştirelim. Hatta milli' bir Islam
ordusunu, Iran'ın güneyinden dolaştırarak Hindistan'ı kurtarmaya hazırlamayı
bunlara bir gaye olarak telkin edelim. Bunu devlet adına değil de şahsi bir
durum olarak tarif edeyim. lngilizler, Osmanlı Hükümeti'ne karşı ne kadar
pervasız iseler, böyle bir Islam ordusundan da o kadar çekinirler. Çünkü ufak
bir kıvılcımın Kızıldeniz ve Umman Denizi salıillerindeki İslam beldelerine
yayılması halinde, büyük bir dert karşısında bulunacaklarını
zannediyorlar." Fevzi Bey, Enver Paşa'dan anlaşma yapma yetkisi istiyor,
"İngilizlerin her yerde bize karşı aynadıkları role hiç olmazsa bu şekilde
bir karşılık verebiliriz." diyordu.
l953'de vefat
eden Ömer Fevzi Bey, soyadı kanunuyla birlikte Mardin soyadını almıştı. Ord.
Prof. Ebulula Mardin, Prof. Şerif Mardin, Amerika'nın ünlü müzisyenlerinden
Arif Mardin, diplomat Şemsettin Mardin, eski milletvekili ve şair Yusuf Mardin,
halkla ilişkiler duayeni Betül Mardin ve daha pek çok ünlü ismin yer aldığı
Mardinizade ailesine mensuptu. l878'de doğan Ömer Fevzi Efendi., yazar Cemal Kutay
ve Kuşcubaşı Eşref arasında da akrabalık bağları vardır. Ömer Fevzi Efendi'nin
annesi Zarife Hanım, Kürt Bedirhan Paşa'nın kızıydı. Bedirhan Paşa'nın oğlu
eski Trablus Mutasarrıfı Bedri Paşa ise Kuşcubaşı Eşref'in teyzesinin kızının
eşiydi.
Trablusgarp
Savaşı sırasında Ömer Fevzi'nin temin ettiği silah yüklü bir gemiye Ingilizler
el koydu. Silahlar Libya'daki direnişçilere aitti. Ömer Fevzi, lskenderiyeli
kabadayılarla anlaştı. Akşam hava karardığında gemiye çıktılar, Ingiliz
nöbetçileri etkisiz hale getirerek yükü boşalttılar. Ömer Fevzi, ajanları
vasıtasıyla Yunanlıların savaş sevkiyatlarını da takip ediyordu. Rauf Bey de
sevkiyat yapılan limanları bombardıman ediyordu. Bu bilgilerin bir kısmı,
Osmanlı Genelkurmayı'nın verdiği bilgilerle zıttı. Ancak Genelkurmay'ın değil,
Ömer Fevzi'nin bilgileri doğru çıkıyordu. Balkan Savaşlan sonrasında
yurda dönen Hamidiye'yi Çanakkale'de hükümet ve padişah adına Ömer Fevzi
karşıladı. Büyük bir kalabalığa hitap eden Ömer Fevzi, etkili bir hoş geldin
konuşması yapmıştı. Hamidiye'ye yaptığı yardımlardan dolayı Harbiye Nezareti
tarafından ödüllendirilmek istendi. Ödülü reddetti; sadece Hamidiye'nin
sancağının hatıra olarak verilmesini rica etti. Hamidiye Zırhlısının sancağı
daha sonra Denizcilik Müzesi'ne intikal edecekti.
Arif Bey,
daha önce Hudeyde Mutasarn[ Vekili olduğu sırada Yemen'de İmam Yahya ile
Osmanlı Hükümeti arasındaki soğukluğu gidermiş, Basra'da Kut'el Amara
kuşatmasını kaldırtmıştı. Libya'da Sunusi tarikan vasİlasıyla Osmanlı
subaylarının kamutasında savaşan Arap aşiretleri cephesinin kurulmasında büyük
payı vardı. Teşkilatı Mahsusa'nın Mısır'daki sevkıyat ve ikmal sorumlusu olan
Fevzi Bey, babasının Mısır'daki nüfuzundan yararlanmıştı.
Teşkilat-ı
Mahsusa, sömürge altındaki bölgelerde Islami-milli ayaklanmaların zeminini
hazırladı. Plana göre uygun ortam gelip ihtilal kıvılcımları çakılınca,
Osmanlı birlikleri bölgelere girerek yerel güçlerle birleşecekti. Harbiye
Nazırı Enver Paşa, Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay'ı, küçük bir Alman askeri
misyonuyla Afgan Emiri Habibullah'la özel bir görüşme yapmakla görevlendirdi.
Yolculuk, Teşkilat-ı Mahsusa'nın sorumluluğundaydı. Heyet, Iran içinden Kabil'e
ulaşacaktı. 1914 sonlarıydı. Amaç, Ingilizlere karşı Afgan Emiri'ni
Osmanlı-Alman tarafına çekmekti. Heyetin kurmay başkanı Binbaşı Ömer Fevzi
Bey'di. Rauf Bey'in adı saklı tutuluyordu. Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu,
"Teşkilat-ı Mahsusa'dan Cumhuriyete" isimli çalışmasında bu yolculuğu
anlatırken, Ömer Fevzi'den Umur-ı Şarkiye Müdürü (Teşkilat-ı Mahsusa) olarak
söz eder. Hazırlıkları yapan da Fevzi Bey'di. Sahte pasaportla iki ajanını
önceden hazırlık yapmak üzere Hindistan'a göndermişti. Ingilizler iki ajanı
gemiden indikten sonra tutukladılar. Prof. Balcıoğlu'na göre, Fevzi Bey'in iki
ajanı uğurlarken göğsünde altın madalyası ve Umur-ı Şarkiye Müdürü sıfatıyla
iskelede görünmesi dikkat çekmişti.
Heyet, İran'a
üç grup halinde Halep üzerinden Iran'ın Loristan eyalerine girmişti. Heyette
Almanların yanı sıra bazı Hintli ve
Iranlı ihtilalciler vardı. Heyet Iran içlerindeyken Osmanlı Hükümeti
savaşa girdiğini ilan etti. Yolculuğu uzatan Rauf Bey, bölgedeki büyük Kürt
aşireti Bahriyarileri yanına çekmek suretiyle Güney Iran'da kontrolü ele almak
niyetindeydi. Kabil'e gitmek üzere yola çıkan Teşkilat-ı Mahsusa heyeti, Iran
içinde gruplar oluşturuyordu. Kürt aşiretleri içinde faaliyet gösteren Rauf
Bey'in müfrezesinin Kasr-ı Şirin'i işgal edip, ardından Kirmanşah'a girmeye
hazırlanması Alman subayların uykusunu kaçırdı. Almanlar Rauf Orbay'ı Enver
Paşa'ya şikayet ederken, Iran Hükümeti ve basını, Tahran'daki Osmanlı Elçisini
etki altına aldı. Ingilizler ve Ruslar tarafından kıskaç altına alınan Iran
Şahı tarafsızlık siyaseti izliyordu. Enver Paşa, Rauf Bey'den Kirmanşah'a zorla
girmemesini, güneydeki aşiretler üzerinde çalışmaya devam etmesini istedi.
Almanlar, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Iran'daki çalışmalarından rahatsız
olmuşlardı. Rauf ve Ömer Fevzi beyler de Almanların Iran'da kendi adianna
yaptıklar faaliyetlerden kuşkuluydular. Almanlar Orbay'ı, Orbay da Almanları
Enver Paşa'ya şikayet ediyordu. Irak cephesinde Bedevi gönüllüleri
örgütleyerek cepheye sevk eden Süleyman Askeri de ortak misyanun sona
erdirilmesini, heyetin elindeki silah ve teçhizatın kendisine gönderilmesini
istiyordu. Ingilizler Basra'yı işgal etmişti. Irak cephesi öncelikliydi.
Askeri'ye göre Iran'da Almanlardan ayrı hareket edilmeliydi. Enver Paşa, ortak
misyanun Almanlar üzmeden sona erdirilmesine izin verdi. Silahiara el konulmayacak,
Almanlar Kabil'e ayrı gidecekler, yanlarında refakatçi olarak Yüzbaşı Kazım
bulunacaktı. Cihad-ı Mukaddes ilan edilmişti. Kirmanşah'taki Ingiliz
Konsolosluğu'nu koruyan Hintli muhafızların komutanı ve adamlar Rauf Bey'e
katıldılar. Van cephesinden Çerkez Ethem ve Cihangiroğlu İbrahim Bey de İran'a
geldi.
Bu arada Ömer Fevzi Bey, Tahran Elçiliği'ne askeri ateşe olarak tayin
edildi. Görevi, Teşkilat-ı Mahsusa'nın örgütlediği Kafkasya'daki Islam Ihtilal
Komiteleri ile Istanbul arasındaki koordinasyonu sağlamaktı. Ömer Fevzi,
Iran'daki Ingiliz ve Rus etkisini kırmaya çalıştı. Şii ve Sünniler arasındaki
uzlaşmazlıkları çözümlernek istiyordu. Şii din adamlarıyla görüşüyordu.
Şiilerin Hac konusundaki isteklerini İstanbul'a ileterek olumlu adımlar
atılmasını sağladı. Faaliyetleri Ingilizierin dikkatini çeken Ömer Fevzi Bey,
bir suikast girişiminden son anda kurtuldu. Teşkilat-ı Mahsusa kuvvetleri,
Iran içlerinde Rus kolordusunu bozguna uğratıp Kirmanşah ve Hemedan'a
girmişti. Kirmanşah'ta eski nazırlardan Nizam-üs-Saltana Hüseyin geçici hükümet
kuruyordu. Teşkilat'tan Ömer Naci, Ruşen Barkın, Cihangiroğlu lbrahim ve
kardeşi Hasan Bey, Meşrutiyet'ten önce Güney Iran'da Nizam-üs-Saltana ile
Meşrutiyet için çetecilik yapmıştı. Ömer Fevzi Bey'in ön ayak olmasıyla kurulan
Kirmanşah Defa-i lslam Cemiyeti, Ittihad-ı lslam'ı savunuyordu.
Ömer Fevzi
Mardin, Kafkas işleriyle yakından ilgileniyordu. Dr. Vahdet Keleşyılmaz'ın
verdiği bilgilere göre, Teşkilat-ı Mahsusa'dan Ali Murtaza Bey, Tahran'daki
Ömer Fevzi Bey'e bir rapor göndermişli: "Yeterli silah ve cephane sağlandığı
takdirde Kafkaslar'da ihtilal çıkarmak, köprüleri uçurmak, Bakü petrollerini
yakmak mümkündü." Ömer Fevzi Mardin'le ilişki kuranlar arasında
Azerbaycan Musavat Partisi lideri Mehmet Emin Resulzade de vardı. Resulzade,
Tahran Elçiliği'ne gönderdiği raporda Ömer Fevzi Bey'den silah ve cephane
yardımı istiyordu.
Enver Paşa
belki Ingilizleri şaşırtmak, belki Almanlardan ayrı olarak Emir'le ittifak
sağlamak amacıyla bir başka heyeti, Ubeydullah Efendi başkanlığında yola
çıkarmıştı. Ubeydullah Efendi de Rauf Bey gibi Kabil sefiri olarak
gönderiliyordu. Iki heyetin birbirinden haberi yoktu. Aydın Mebusu ve
Merdivenköy Bektaşi Tekkesi Şeyhi olan Ubeydullah Efendi'nin Iran-Afganistan
yolculuğu çok renkliydi. Efendi'nin kurmay başkanı Teşkilat-ı Mahsusa'dan eski
Basra Valisi Süleyman Şefik Paşa, heyetin askeri doktoru ise Fahri Kutlar'dı.
Dr. Kutlar, Teşkilat-ı Mahsusa'dandı. Ubeydullah Efendi'nin anılarını yayma
hazırlayan Ömer Hakan Gökalp'in verdiği bilgilere göre Kutlar, Ubeydullah
Efendi'nin hücresinde çalışıyordu. Kutlar, daha sonra Iran'da çalışırken
Ingilizlere tutsak düşmüştü.
8 Nisan
I9I5'de başlayan Afganistan yolculuğu, Ubeydullah Efendi'nin 24 Ağustos I9I8'de
Ingilizler tarafından Tahran'da tutuklanmasıyla sonlandı. Ubeydullah Efendi
Kabil'e ulaşamamıştı. lstanbul'a götürülerek hapsedilen Ubeydullah Efendi, I 9
1 9'da serbest bırakıldı. I920'de yeniden tutuklanarak Malta'ya gönderildi.
Prof. M. Kemal Öke, "Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar"
adlı kitabında, lttihad-ı Islam'ın başarılı olması için Teşkilat-ı Mahsusa'nın
büyük bir mesai harcadığını belirterek, "Teşkilat-ı Mahsusa ekipler
çıkararak propaganda faaliyetlerine başlayarak, düşman sömürgelerinde
Islami-milli ayaklanmaların zeminini hazırlayacaktı. Uygun ortam oluşturulup
ihtilal kıvılcımları çakılmaya başlanınca, zaten harekete geçmiş olan düzenli
Osmanlı birlikleri mezkur bölgelere girerek yerel milliyetçilerle
birleşecekti." diyor. Prof. Öke, Teşkilat-ı Mahsusa'nın diğer
çalışmalarından şöyle söz ediyor: "Bahattin Şakir'in, Rıza Bey'lerin
Kafkas hududuna gönderilerek çeteler teşkil etmeleri ve Acara ahalisini
ayaklandırmak için Rus hududunu geçmeleri, Enver Paşa'nın yaveri Binbaşı Mümtaz
Bey'in Eşref ile M}sır hududunda mücahit toplayarak tecavüz hareketlerine
girişmeleri, Ubeydullah Efendi grubunun Binbaşı Rauf Bey'in ekibinin eşliğinde
lran'a, oradan da Afganistan'a sızmaları sağlandı. Öte yandan lttihatçıların
girişimleriyle cihadın akisleri Güney Asya'da da şiddetle
hissedilmiştir."
Teşkilat-ı Mahsusa'nın tran-Kafkas bölgesindeki önemli eylemcilerden
biri de Ömer Naci'ydi. ll. Meşrutiyet ilan edilmeden önce tran'da meşruti bir
rejim için çalıştı, çetecilik yaptı ve tutuklandı. Güney lran'da, Anayasacılığı
savunan devrimci grupların Ömer Naci'yle sıkı ilişkileri vardı. Bu ilişkiler
Ittihat ve Terakki Hükümeti döneminde de sürdü. Iran'da ipten dönen Ömer Naci,
I. Dünya Savaşı sırasında tran Azerbaycan'ını ayaklandırmaya çalıştı. Emrindeki
birlikler Türk ve Kürtlerden oluşuyordu. Komutasındaki birlikler Ocak l915'de
Tebriz'e girdi. tran'da Hüveyze ve Ahraz'a girerek petrol borularını havaya
uçurdu. l916'da Musul'a geçen Naci'nin gönüllü birlikleri Urumiye civarında
Ruslara büyük kayıplar verdirdi. tran'daki Bahtiyari aşiretini Ingilizlere
karşı ayaklandırmaya çalışan Ömer Naci, tifüse yakalanarak Kerkük'te vefat
etti. Naşit Hakkı Uluğ, l969'da Yeni Gazete'de "Kutsal Cihat"
başlıklı yazısında şöyle diyordu: "lslam Birliği adlı lran derneği,
Ittihat ve Terakki'den teşvik görüyordu, Türk ileri gelenleri Sünnilik ve
Şiilik gibi mezhep farklarına önem vermeyerek, Türkiye, lran ve Afganistan'ın
büyük bir maksat uğrunda birleşmelerini mümkün görüyorlardı. Bu sebeple
Meşrutiyetin ilanından sonra idealist bir subay ve şair olan Ömer Naci, yanına
verilen birkaç kornitacı ile birlikte lran'a dalmıştı. lttihatçılar için
İran'daki ırktaş ve dindaşlara yaklaşmak dayanılmaz bir arzu olmuştur. Göçebe
oymaklar Irak salırası ile lran yayiası arasında gidip geliyordu."
Uluğ'un sözünü ettiği İslam Birliği Derneği, Ömer Fevzi Bey'in kurulmasına ön
ayak olduğu Defa-i lslam'dı.
MİT
Milli İstihbarat
Teşkilatı, Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzenine,
varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine ve milli gücünü meydana getiren bütün
unsurlarına karşı içten ve dıştan gelecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında
bilgi toplamak, önlem almak ve gerekli durumlarda ilgili makamları uyarmakla
görevli teşkilattır.
Atatürk'ün
1925 yılında " ...muasır devletlerde olduğu gibi, bizde de modern bir
istihbarat teşekkülü kurmak mecburiyetindeyiz..." direktifi doğrultusunda
kurulmuştur.
II.
Abdülhamid ve Hafiye Teşkilatı 19. yüzyılın sonlarına doğru devlet
istihbaratını geliştirmiş, ancak özel çıkariara hizmet veren bir araç haline
getirilmiştir. II. Abdülhamid devrinde yaşanan iç ve dış olaylar, Abdülhamid'i
Yıldız istihbarat Teşkilatı'nı kurmaya sevk etmiştir. O hatıratında,
"Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve
sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı.
Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat Teşkilatı kurmaya bu düşünce ile
karar verdim.
İşte düşmanlarımınjurnalcilik dedikleri teşkilat budur."
ifadeleriyle bu teşkilata neden ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir.
II.
AbdülhamiC'in teşkilat
kadrosundan beklediği diğer bir husus, kendi tahtına yönelik komploları ortaya
çıkarmaktı. Onun bu yolda yürüttüğü operasyonlar, sadece imparatorluğun içinde
yapılmamış, Avrupa'da kendisine karşı gruplaşan Jön Türkler'in bulunduğu
Paris, Londra, Brüksel, Cenevre ve Kahire gibi şehirleri de kapsamıştır.
Abdülhamid'in 33 yıllık yönetimine, lttihad ve Terakki Cemiyeli'nin
Makedonya'da başlattığı hareket sonunda, 23 Temmuz 1908 tarihinee II.
Meşrutiyet'in ilanı ile son verilecektir. lttihad ve Terakki yönetimi,
ihtilalden hemen sonra Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nı ortadan kaldırmak için
harekete geçmiştir. Bakanlar Kurulu'nun, teşkilatın kaldırılmasına dair 29
Temmuz 1908 tarihli kararnamesi ile Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nın
faaliyetlerine son verilmiştir. ll. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden
sonra teşkilata ait olan yüz binlerce rapor (jurnal) saraydan alınarak
yakılmıştır.
Ülkelerin birbirlerine yönelik siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri
faaliyetleriyle beklentilerinin önceden saptanması ihtiyacının zaman
içerisinde giderek artması, haber almaya dönük yapılanmaların varlığını zorunlu
kılmıştır. Türkiye'de, sistemli ve organize nitelikte istihbarat örgütü kurma
girişimleri, Osmanlı Devleti'nin son yıllarında başlamıştır. Siyasi birliğin
korunması, ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi ve özellikle yabancı devletlerin
Ortadoğu üzerinde odaklaşan faaliyetlerinin izlenebilmesi için, bireysel bazda
ve sınırlı nitelikte sürdürülen istihbarat çalışmalarının bir merkezden ve organize
biçimde yürütülmesine ihtiyaç duyulmuş ve 17 Kasım 1913 tarihinde Enver Paşa
tarafından Teşkilat-ı Mahsusa isimli istihbarat örgütü kurulmuştur. Birinci
Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli
görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde
imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağılmıştır.
İstanbul'un işgalinden sonra milli uyanışın başlaması ile kişiler kendi
kendilerine çeşitli örgütler kurmuşlardır. Bu örgütlerin birisi de kimilerine
göre de hâlâ yaşayan 'karakol' örgütüdür. Bu örgüt ve diğer örgütlerin
birleşmesi ile MlT adını almışlardır. 5 Şubat 1919 tarihinde kurulan Mütareke
döneminin ilk gizli direniş grubu, İstanbul'da kurulan Karakol Cemiyeti'dir.
1918 Ekim sonlan veya Kasım başlarında Talat Paşa'nın direktifi ile kurulan
cemiyetin kurucuları arasında, Kurmay Albay Kara Vasıf, Emekli Yüzbaşı Baha
Said, Albay Galatalı Şevket ve Yenibahçeli Şükrü Beyler gibi İttihatçı kişiler
bulunmaktaydı. Kısa zamanda örgütlenme çalışmalarını tamamlayan Karakol
Cemiyeri'nin Milli Mücadele'ye yaptığı en büyük hizmet, İstanbul'dan
Anadolu'ya silah ve cephane ile subayların kaçırılmasını sağlaması, İngiliz
Muhibleri Cemiyeti gibi kuruluşların planlarını ve faaliyetlerini Mustafa Kemal
Paşa'ya haber vermesi olmuştur. Ancak Cemiyet, Bolşevikler ile gizli ilişkilere
girmesi ve kendi başına Milli Mücadele'ye sahiplenme çalışmalarında bulunması
sebepleriyle Anadolu Ordusu kadrosuna dahil edilmemiş, 16 Mart 1920 tarihinde
İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgali sırasında da liderlerinin
tutuklanmaları ile büyük bir darbe yemiş ve nihayet Erzurum ve Sivas
Kongreleri'nin kararlarını uygulamak için seçilen Heyet-i Temsiliye'nin emri
üzerine faaliyetlerine son verilmiştir.
Düşman gemileri 13 Kasım 1918'de artık İstanbul limanlarında
demirlemiş durumdaydı. 15 Mayıs 1919'da düşman İzmir'deydi. Halk bıkkın, yılgm,
kararsız, Osmanlı Saltanatı aciz, belki ondan da vahimi düşmanla anlaşma
yollarını aramaktaydı. İngilizler ile onları destekleyen veya onların
desteklediği gizli servisler askerlerin gidemediği yerlerde, İstanbul merkezli
bir harekat ile Anadolu'da Osmanlı'dan kalan her karış toprak parçasında bir
işgal ve nüfuz kavgasına girişmişlerdi. İttihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusacı avı
başlatılmıştır. Türk kurum ve kuruluşları işletilmez hale getirilmiştir; bu durumda
korunmak gerekmekteydi. Çareyi İttihatçılar ile Teşkilat-ı Mahsusacılar
birlikte bulmuşlardı. Ortak düşmana karşı ortak mücadele verilecekti.
Teşkilat-ı Mahsusa'nın son başkanı Büsarnettin Ertürk'ün de içinde bulunduğu
yeni bir örgüt kurulmuştu. Örgütün kuruluşundan, ülkeden kaçan Enver, Cemal ve
Talat Paşalar haberdardı. Talat Paşa'nın da oluruyla İttihatçıların ünlü iaşe
nazırı Kara Kemal ile Kurmay Albay Kara Vasıf Bey ilk görüşmeleri yapmışlardı.
Daha sonra yeni örgütün kurulması için yapılan çalışmalarda bir öncü daha
belirlenmişti. Bu kişi, Karadeniz Boğaz Komutanı Galatalı Şevket Bey'di. Yeni
örgütün kuruluş toplantısı 5 Şubat 1919 tarihinde Avukat Refik İsmail Bey'in
Sultanhamam’daki yazıhanesinde yapılmıştı. Toplantıda Galatalı Şevket Bey
örgütün başkanlığına seçildi. Örgütün adı Baha Sait Bey'in isteği üzerine Kara
Vasıf Bey ve Kara Kemal'in adından esinlenilerek "Karakol" olarak
belirlenmişti. Örgüt, öncelikle İttihatçılara ve Teşkilat-ı Mahsusacılara karşı
girişilen saldırılara karşı kayacaktı. Ancak bu yapılanma giderek genişlemişti.
Bireysel savunmanın yerini Anadolu'nun düşmandan kurtarılması için genel bir
karşı koyuş almıştı. Burada örgüt, Karadeniz kıyıları, Ege ve Doğu Anadolu'da
güçlü bir şekilde örgütlenmişti. İstanbul ve Anadolu'da halk üzerinde yapılan
çalışmalarda, işgal kuvvetlerine karşı konulması gerektiği vurgulanıyordu.
Türk kökenli en büyük istihbarat gücü olan Karakol Örgütü'nün kuruluş şeması ve
çalışmaları şöyleydi: Kurucusu ve Başkanı Albay Kara Vasıf. Yönetim Kurulu
Üyeleri: Albay Galatalı Şevket, Yarbay Kemalettin Sami Gökçe, Yarbay Edip
Servet Tör, Baha Sait, Kara Kemal, Binbaşı Ali Rıza, Binbaşı Ali Çetinkaya...
Üsküdar Grubu Başkanı Yenibahçeli Şükrü Oğuz, Topkapı Grubu Başkanı Yarbay
Büsarnettin Ertürk (sonra Albay), İslam Kadınlar Birliği Başkanı Naciye Faha
Hanım sayılabilecek başlıca isimlerdi. Başlıca müfrezeler ve önde gelen
kişiler şunlardı: Yahya Kaptan, Küçük Arslan, Büyük Arslan, İpsiz Recep,
Bulgar Sadık, Dayko, Yüzbaşı Nail, Yalovalı Ibo, Gebzeli Rıfat Kaptan ve
Kuşçubaşı Eşref.
Karakol
Örgütü ile Ankara arasında ortaya çıkan bazı sorunlar, Mustafa Kemal'i yeni
arayışlara yöneltecekti. Mustafa Kemal örgütün İttihatçı yapısından oldukça
rahatsızdı. Hatta görüşmeleri sırasında Kara Vasıf'a, Anadolu ve Rumeli
Müdafaai Hukuk Cemiyetleri dışında oluşturulan bu örgütün bağımsız
çalışmalarına karşı olduğunu belirtmişti. 16 Mart 1920'de yaşanan baskın olayından
sonra tutuklanan Karakol Örgütü yöneticilerinden Şevket ve Kara Vasıf'ın
İngilizlerce Malta'ya sürgün edilmeleri, Karakol Örgütü'nü zor durumda
bırakmıştı. Bu, İngilizlerin bir çökertme operasyonuydu. İngitizler tarafından
Malta'ya sürülenler bu örgütün belkemiğiydiler. Albay Galatalı Şevket (İstanbul
Merkez Komutanı), Albay Kara Vasıf (Karakol Örgütünün kurucusu), Ali Sait Paşa,
Refet Paşa, Ali Fethi Okyar, Ali lhsan Paşa, Hacı Mehmet Paşa (Enver Paşa'nın
babası) ve birçok önemli isim Malta'ya sürülmüştü. Aslında örgüt İttihatçılık
anlamında dağılmamıştı. Mustafa Kemal daha sonra bu örgütün çalışmalarını
zararlı bulduğunu belirtecekti. Malta sürgününün ardından toparlanma
çalışmalan sırasında Karakol Cemiyeti büyük bir gedik vermişti. Bu istihbarat açığının
adı Mustafa Sagi.r'di.. Karakol cemiyetinin içine sızan İngiliz Gizli Servisi
elde ettiği adamlarıyla Mustafa Sagi.r adlı ajanı Ankara'ya göndermiş ve
Mustafa Kemal'i öldürmekle görevlendirmişti. Bu konuda ortaya çıkan sorun,
Ankara hükümetince halledilmiş ve Mustafa Sagir yakalanarak idam edilmişti.
Karakol Örgütü resmen I 920'de dağıtılmıştı. Örgütün dağılması emrini veren
otoritenin Ankara olduğu ve Mustafa Kemal'in bu örgüte karşı duyduğu
güvensizliğin bunda etkili olduğu kesindir. Bu arada geride kalanlar küçük
istihbarat, kaçakçılık, sabotaj grupları olarak çalışmışlardı. lttihatçıların
muhalif hareketleri. ancak I923'te Milli Mücadele'den sonra bitirilebilecekti.
Zabitan,
Yavuz, Hamza ve Felah Grupları
Karakol Cemiyeri'nin dağılmasından sonra Zabitan ve Yavuz gibi çeşitli
istihbarat gruplan oluşturulmuş, bunlardan 23 Eylül I920 tarihinde faaliyete
geçen Hamza Grubu'nun adı 3I Ağustos I92I tarihinde Felah Grubu olarak
değiştirilmiş, istihbarat grupları Kurtuluş Savaşı sonuna kadar faaliyetlerini
sürdürebilmiştir.
lstihbarat örgütleri arasındaki dağınıklığı gidermek, ordu içerisine
sızan düşman casusluk faaliyet ve propagandasına karşı koymak amacıyla IS
Temmuz I 920 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından Askeri Polis
Teşkilatı (A.P. veya P) kurulmuştur. Savaş yıllarında başarılı hizmetler veren
örgütün faaliyetlerine 2 1 Mart 1 921 tarihinde son verilmiştir.
Askeri Polis Teşkilatı'nın kapatılmasının istihbarat faaliyetleri
açısından kısa bir süre doğurduğu boşluksa, Genelkurmay Başkanlığı tarafından
kurulan ve 1 Nisan 192122 Haziran 1922 tarihleri arasında Anadolu'nun çeşitli
şehirlerinde faaliyet gösteren Tedkik Heyeti Amirlikleri vasıtasıyla
giderilmiştir.
Edinilen
tecrübelerin ışığında ve belirlenen yeni hedeflere ulaşılabilmesi amacıyla, bu
defa Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın direktifiyle Müsellah Müdafaa-i
Milliye isimli bir istihbarat grubu kurulmuştur. TBMM Hükümeti, 3 Mayıs 1921
tarihinde kısa adı "M.M." (MİM MİM) olan bu örgüte resmiyet kazandırmıştır.
Tedkik Heyeti
Amirlikleri Anadolu'da faaliyetlerini sürdürürken, "M.M." örgütü
asker ve sivil kesimden oluşmuş kadrolarıyla, İstanbul'da büyük bir ajan ve
haber ağı kurmayı başarmış, Anadolu'ya silah ve cephane kaçırılması
faaliyetlerini organize etmiş, düşman karargahlarına, işbirlikçi gruplara ve
yabancı misyona sızarak çok sayıda önemli belge ve bilgiler elde etmiştir.
Milli Mücadele sırasında düşman faaliyetlerine karşı oluşturulan çeşitli
istihbarat gruplarıyla da işbirliği yapan örgütün faaliyetleri, İstanbul'un
kurtuluşundan sonra 5 Ekim 1923'de son bulmuştur.
Milli Emniyet Hizmeti
Riyaseti
İstihbarat
örgütlerinin kapatılmasından ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasından
sonra, 1926 tarihine kadar geçen dönem içinde haber alma çalışmaları, Ordu
Müfettişlikleri İstihbarat Şubeleri tarafından yürütülmüştür. Daha sonra
Atatürk, 1925 yılı sonunda, gelişmiş devletlerdeki istihbarat kuruluşlarına
benzer, çağdaş bir örgütün kurulması talimatını vermiştir. Bunun üzerine,
Avrupa ülkelerinde eğitilen kadroların da katılımıyla, Genelkurmay Başkanı
Mareşal Fevzi Çakmak'ın 6 Ocak 1926 tarihli emri doğrultusunda, Türkiye
Cumhuriyeti'nin ilk istihbarat kuruluşu olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti
(M.E.H./MAH) kurulmuştur. Teşkilat, 5 Ocak 1927 tarihinde şeklen İçişleri
Bakanlığı'na bağlanmıştır. 6 Ocak 1926-5 Ocak 1927 tarihleri arasındaki bir
yıllık dönem çalışmaları, dönemin yöneticileri tarafından Riyaset'in
kuruluşuna hazırlık dönemi olarak değerlendirilmiş ve bir gün sonraki 6 Ocak
1927 tarihi MAH'ın kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.
Kuruluşuyla başkanlığına Şükrü Ali Ögel'in getirildiği MAH, Milli İstihbarat
Teşkilatı mensupları için bir simge olarak önemini korumakta ve MlT'in tarihi
kökleriyle gelecek arasında kuvvetli bir bağ oluşturmaktadır. MAH, duyulan
ihtiyaçlara bağlı olarak zaman içerisinde birkaç kez küçük yapısal değişiklik
geçirmiş ve 1965 yılına kadar Türkiye'nin istihbarat faaliyetini başarıyla
yürütmüştür.
Devletin milli güvenlik politikasının hazırlanmasıyla ilgili her konuda
İstihbaratın tek elde toplanabilmesi amacıyla, 22 Temmuz 1965 tarihinde TBMM
tarafından 644 sayılı kanun kabul edilmiş ve bu kanunla kuruluşun adı Milli İstihbarat
Teşkilatı (MlT) olarak değiştirilmiştir. Kanun ile MlT'in bir müsteşar
tarafından yönetilmesi ve müsteşarın, kanunla belirlenen görevlerin yerine
getirilmesinde sadece başbakana karşı sorumlu olması öngörülmüştür.
MlT, yaklaşık 19 yıl süreyle faaliyetlerini 644 sayılı kanun hükümleri
doğrultusunda yürütmüş, ancak süratle değişen ve gelişen koşulların ışığında
yeni bir yasal düzenlemeye gidilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu amaçla, 1
Kasım 1983 tarihinde 2937 sayılı "Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat
Teşkilatı Kanunu" çıkarılmış olup, kanun 1 Ocak 1984 tarihinde yürürlüğe
girmiştir. Halen milli hedeflere ulaşınada her çeşit teknolojik gelişmenin de
yakın takipçisi olan MlT, deneyimli mesleki ve teknik kadrolarıyla, modern bir
yapı içerisinde, çoğulcu demokrasinin, hukukun gereklerine uygun ve yansız
olarak, insan hakları ilkelerine bağlı bir anlayış doğrultusunda, yasanın
verdiği görevleri başarıyla becermektedir.
MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE
CASUSLAR
Mütareke
yıllarında İstanbul'a, orta boylu, yakışıklı, kırmızı suratlı bir Hintli
geldi. Adı Mustafa Sagir'di. Sagir çok iyi Türkçe ve İngilizce konuşuyor, o
zamanların ünlü Kroker otelinde kalıyordu. Bu otel, Tepebaşı'ndaydı ve İngiliz
sarayına çok yakındı. Hint uyruklu Sagir'in İstanbul'a gizli olarak geldiği
söyleniyordu.
Sagir, çok
geçmeden Şehzadebaşı'nda oldukça büyük bir ev kiralayarak, burada Darülfünun
(üniversite) öğrencilerine İngilizce dersler vermeye başladı. Evinin
duvarlarına süslü yazılarla yazılmış Kuran ayetleri, Mustafa Kemal, Enver ve
Cemal Paşaların boy boy resimlerini asmıştı. Sagir genç üniversiteiiiere çok
yakınlık gösteriyor, onlara Anadolu'da yeni başlamış olan milli mücadeleden
yana olduğunu söylüyordu. Daha sonra bir haber bomba gibi patladı. Mustafa
Sagir, Hint-lslam Cemiyeri'nin Mustafa Kemal Paşa'ya sunulmak üzere kutsal bir
emanetini, bir mektubunu ve birkaç milyon lira tutan para yardımını yanında
getirmişti. Oysa Mustafa Sagir tehlikeli bir Ingiliz casusuydu. Mustafa Sagir,
bir fırsatını bularak milli mücadele yanlısı insanlardan arkadaşlar edinmiş ve
onların güvenlerini kazanmıştı. Mustafa Sagir'in kurduğu bu tür ilişkiler
başarıya ulaşmıştı. Hintli casus, Karakol Örgütü'nün yardımıyla İstanbul'dan
gizlice Sofya'ya geçti. Amacı, Varna-Inebolu yoluyla Anadolu'ya geçmekti. Fakat
deniz yolculuğu başarılı geçmedi ve Iğ-
neada'da Yunanlılar tarafından yakalandı. Atina'ya gönderildiyse de
İngilizler tarafından İstanbul'a getirildi ve hapishaneye atıldı. İngilizlerce
hapse atılması Kuvayı Milliyecilerden çoğunun Mustafa Sagir'e olan güvenini
artırmıştı. Nitekim 17. günün sonunda Mustafa Sagir zindandan sözde
"kaçtı." Hemen o gece Karakol Örgütü'nün yardımıyla bir vapura bindi;
cebinde KG. yani Karakol Grubu parolalı bir de belge vardı.
Sagir,
İnebolu rıhtımında Anadolu topraklarına ayak bastı. Geleceği önceden
bildirildiğinden, kendisini Kemalettin Sami Paşa olağanüstü bir törenle
karşılamıştı. Mustafa Sagir hayatından son derece memnun görünüyordu; amacına
adım adım yaklaşmaktaydı. Yanında mihmandarı Kemalettin Sami olduğu halde
Kastamonu'ya doğru ilerliyordu. Kastamonu'da Muhittin Paşa her nedense Hintli
konuğu soğuk karşıladı. Bu yüzden Kemalettin Sami ile Muhittin Paşa arasında
ufak bir tartışma bile geçti. Ama Çankırı'daki karşılanışı, doğrusu anılmaya
değerdi. Kendisine burada mükellef bir ziyafet verildiği gibi, Türkçe bildiği
halde Yüzbaşı Mehmet Ali Bey, Sagir'e tercümanlıkla görevlendirildi.
Sagir,
Ankara'ya ancak karanlık iyice bastıktan sonra ulaşabildi. Mustafa Kemal Paşa
adına, Kılıç Ali, Ankara Valisi, polis müdürü, birçok mülki ve askeri amir,
milletvekilleri Hintli misafiri karşılamak için Çankırı Kapı'ya
toplanmışlardı. Sagir buradan konvoy halinde Ankara'ya girdi ve Hürriyet
Oteli'nin en üst katındaki dairesine yerleşti. Hintli, geç vakitlere kadar
birçok kişiyi kabul ederek kendileriyle dostane görüşmelerde bulundu.
Ertesi gün,
Sagir için çok önemli bir gündü. Program gereğince otelinden doğruca odasına
götürüldü. Sagir, Türk ulusunun kurtarıcısına kıymetli bir bohçaya sarılmış,
üzerinde "Lailahe illallah Muhammeden resulüllah" yazılı, değerli
kumaştan, işlemeli bir sancakı şerif sunduktan sonra şöyle dedi: "Paşa
hazretleri, kutsal sancağı şahsınıza Hindistan İslam Cemiyeti Başkanı Ebu Fazıİ
takdim ediyor. Hint Müslümanları başlattığınız milli mücadeleye tamamen katılıyor,
madden ve manen elinden geleni esirgemeyeceğini vaat ediyor, bendenizi bu
kararı tebliğe memur ediyor ve olağanüstü temsilci olarak göndermiş
bulunuyor."
Mustafa Kemal
Paşa, kendisini Hint Müslümanlarının temsilcisi olarak gösteren bu adama iltifat
etti, onun Meclis'e takdimini emretti. Mustafa Sagir'in TBMM salonuna girişi
tam anlamıyla bir olay oldu. Milletvekilleri kendisini büyük gösterilerle
karşıladılar. Mustafa Sagir'in memnuniyeti gün geçtikçe artıyor, Hürriyet
Oteli'nin en üst katındaki dairesinde her gün kendisini ziyaret eden
milletvekilleri, din adamlan ve gazetecilerle görüşmeler yapıyordu. Bu
görüşmelerden birinde Hakimiyet-i Milliye muhabirierine Ankara'da kaç gazete
çıktığım sordu: Hakimiyet-i Milliye, Yeni Gün ve Yeni Dünya; Ankara'da üç
gazete çıkıyordu. Yeni Gün'ün sahibi ve başyazarı Yunus Nadi'ydi. Sagir, Yunus
Nadi ile olan bir görüşmesinde Yeni Gün gazetesinden birkaç bin tane alarak
Hindistan'a göndermek istediğini söyledi ve Nadi Bey'e Ankara'da Urdu dilinde
bir gazete çıkannasım önerdi. Hintli konuk, her türlü masrafı da üstüne
alıyordu. Nadi Bey bu öneriler karşısında şaşırdı ama Sagir'den kuşkulanmadı.
Ancak böyle bir gazete için Urdu diliyle harfler, Urdu dilini bilen dizgiciler
gerekliydi. Hintli konuk öylesine inandırıcı konuşuyordu ki, Yunus Nadi çok
geçmeden durumu Mustafa Kemal'e arz ederek bu konudaki direkrifini beklediğini
söyledi. Ama, Mustafa Kemal Paşa: "Bu adam casustur, hakkında gizli
soruşturma var. Sonuç alınıncaya kadar bundan hiç kimseye bahsetmeyin."
dedi.
Yunus Nadi
heyecan ve şaşkınlıktan sapsan kesilmişti. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa,
hiçbir şey olmamışeasma Sagir'in bilgisi altında Hindistan İslam Cemiyeti
Başkanı'na teşekkür telgrafı çekiyordu. Mustafa Sagir'in Ankara'daki
durumu-tabii kendi düşüncesine göreadamakıllı kuvvetlenmişti. Hürriyet
otelinden ayrılarak Karaoğlan semtinde özel bir daire kiraladı. Bu arada
İçişleri Bakanı Adnan Bey'le (Dr. Adnan Adıvar) tanışmış, dostluğu ve
samimiyeti ilerletmişti. Görüşmelerinden birinde Adnan Bey'e, İstanbul ile
haberleşmesi gerektiğini, Ankara'daki faaliyet ve çalışmalan günü gününe rapor
etmesi gerekiyordu. Dr. Adnan Bey, Sagir'in isteklerini kabul eder göründü.
Hintli konuk, lstanbul'a gönderilmek üzere Adnan Bey'e bir mektup, bir de Yeni
Gün gazetesi verdi. Gazetede Sagir'in Yunus Nadi'ye hitaben yazdığı bir açık
mektup yayınlanmıştı. Mektupta milli mücadele övülüyor, İngilizlerin tutumu ise
eleştiriliyordu. Sagir, Adnan Bey'in yanından kendinden emin ve memnun
ayrıldı.
Oysa Dr. Adnan Bey her şeyin farkındaydı. Nitekim Sagir'in kaleme aldığı
mektup uzmanlara incelettirilince, görünen yazıların altında görünmez
mürekkeple kaleme alınmış olanlar ortaya çıktı. Öte yandan İstanbul'dan Sagir'e
sık sık mektup yazan Ramiz'in, aslında İngiliz Haberalma Servisi'nden Albay
Nelson olduğu anlaşıldı.
Bir süre için Sagir davranışlarında serbest bırakıldı. Ama bu arada
kendisini İstiklal Mahkemesi'ne götürecek olan deliller de kabarık bir dosya
meydana getirmişlerdi. Mustafa Sagir, İstanbul'a yazdığı mektuba aradan on beş
gün geçtiği halde cevap gelmeyince, gene İçişleri Bakanı Adnan Adıvar'ın
makamına giderek durumu anlattı. Artık oyun bitmişti. Adnan Bey, çekmecesinden
Sagir'in şifreleri çözülmüş, okunur hale getirilmiş mektuplarını gösterdi ve tutuklandığını
bildirdi. Sagir şaşırmıştı. Şaşkınlığı geçmeden iki sivil polis koluna girip
kendisini nezarethaneye götürdüler. Bu sırada Karaoğlan'daki evine Türk
haberalma ve güvenlik görevlileri tarafından bir baskın yapılıyor, bütün
belgelere ve gizli evrakına el konuyor, gizli dolaplara saklanmış tabanca,
bomba ve patlayıcı maddeler ele geçiriliyordu. Hint asıllı İngiliz casusu
Mustafa Sagir yakalanmıştı. Sagir, polis nezaretinde lO gün kaldı. En sonunda
müdüriyette şu ifadeyi verdi: "Lawrence, Osmanlı İmparatorluğu'nu
altınlara dayanarak yıkmıştı. İngilizler beni de milli hükümeti silahla ortadan
kaldırmakla görevlendirdiler. Maksadım Mustafa Kemal Paşa'yı öldürmekti.
Bununla Türklerin kurtuluş savaşı duracak, milli hükümet yıkılmış olacaktı.
Fakat başarılı olamadım. Suç kimsenin değildir, doğrudan doğruya benimdir.
Arkadaşlarım, hiçbir şeyden haberleri olmayan, iyi niyet sahibi, saf
insanlardır. Yalnız para için bana yardım etmişlerdir. Zira, suikast planı
benden başka kimse tarafından bilinmiyordu." Yargılanan Mustafa Sagir
idam cezasına çarptırıldı ve asılarak idam edildi.
Yıl 1919. Anadolu'da Türk ulusal kurtuluş savaşı yeni başlamıştı.
İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali bir yana, Anadolu'nun birçok kesiminde yerli
Rumlar Müslüman halka akla hayale
gelmeyen işkenceler yapıyorlardı. İşte bu yıllarda Şile'de bir bakkal türedi:
Bakkal Todori. Todori'nin büyük bir bakkal dükkanından başka, iskelede bir de
gazinosu vardı. Todori'nin Yunanlı olduğu biliniyordu. Ama pasaportu, Ingiliz
pasaportuydu. Istanbul'un işgal altında olması yüzünden Ingiliz pasaportlu
bakkal-gazinocu, rahatça dolaşıyordu.
Bir gece Şile Iskelesi'ne büyük bir motor yanaştı. Todori ve adamları
motoru karşılamışlardı. Soranlara, 'İstanbul'dan bakkaliye malzemesi
geldi" diyorlardı. Oysa motorun getirdikleri bakkaliye malzemesi değil,
çuvallara sarılmış silah ve cephaneydi. Silah ve cephaneler gazinoya ve bakkal
dükkanına taşındı. Gece yarısından sonra da bu silahlar, Kocaeli bölgesindeki
Türklere dehşet saçan Yeniköylü çetecilere dağıtıldı. Bu işi, aslında bir Yunan
albayı olan bakkal Todori yönetiyordu, çeteler kuruyor, onlara silah ve
cephane sağlayıp dağıtıyor, harekat planlarını düzenliyordu. Amacı, gerek Kocaeli
bölgesinde, gerekse Istanbul'a yakın yerlerde halkı tedirgin etmek, buralardan
başka yerlere göçmelerini sağlamaktı. Oysa silah ve cephanelerin dağıtıldığı
gece, Kocaeli bölgesinde Yenibahçeli Şükrü Bey'in komutasındaki milli
kuvvetlerden Yüzbaşı Demir (Hulusi) ve Sadık Baba, Yunan casus albay Todori'nin
yaptıklarını tespit etmişlerdi. Albay Todori ve çetesinin ortadan kaldırılması
işi çok geçmeden Yüzbaşı Demir Hulusi, Sadık Baba, Hasan Kardaşko, Manastırlı
Hacı, Inegöllü Nuri Muyyo, Manastırlı Osman, Manastırlı Şakir ve Hicizli Osman
Kaptan'a verildi. Osman Kaptan, daha önce Örnerli ve çevresinde casusluk,
kılavuzluk, yataklık ve çetecilik yapanlara karşı, arkadaşı Alemdar Jandarma
Karakol Kumandanı Hacı Çavuş ile birlikte başarılı askeri harekatlar
yönelmişti.
Kararlaştırılan gün hepsi asker kıyafeti giydiler. Gece herkes ayrı
yollardan Şile eski komiserlerinden Ali'nin evinde buluştular. Ardından
Todori'nin ön tarafını dükkan, arka tarafını da ev olarak kullandığı binanın
çevresini bir anda kuşattılar. Todori'yi alıp dışarı çıkartmak işi Osman
Kaptan'la Inegöllü Nuri Muyyo'ya verilmişti. Osman'la Nuri içeriye
girdiklerinde Todori masasında bir şeyler yazıyordu. Karşısında silahlı iki
Türk askeri görünce ne istediklerini sordu. Askerler, yüzbaşının dışarıda
kendisini beklediğini bildirdiler. Todori Ingiliz pasaportunu gösterdikten
sonra kimsenin kendisini dışarı çıkaramayacağını, Ingiliz yurttaşı olduğunu öne
sürdü; yüzbaşının dükkana gelmesini önerdi. Ancak Osman ile Nuri onu alıp gitmekte
direttiler, hatta Nuri bir ara tabancasını çekerek Todori'ye doğrulttu. Buna
rağmen Yunan casusu dışarı çıkmamakta ısrar ediyordu. Sonunda ikisi birden
Todori'nin üstüne atıldılar, o anda içeriye giren Manastırlı Şakir'in de
yardımıyla Yunan casusunu yakalayıp dışarı çıkarttılar.
Kafile doğru Şile dağlarına çekildi. Todori önce direnmiş ama sonunda
her şeyi, kendisinin bir Yunan casusu ve albay rütbesinde bir subay olduğunu,
buradaki Rum çetelerini örgütleyip yönettiğini itiraf etmişti. Kuvayı
Milliyeciler durumu, kumandanları Yenibahçeli Şükrü'ye bildirmek için
Todori'nin anlattıklarını not ettiler. Birkaç hafta sonra Şile ve çevresi
çetelerden temizlenmişti.
BATİDA İSTİHBARAT
FAALİYETLERİ
BATİDA ÖRGÜTLENMİŞ
CASUSLUĞUN ÖNCÜLERİ
Intelligence
Service'in Habercileri
Avrupa'da örgütlenen en eski gizli servis, Ingiliz Gizli Servisi
(Intelligence Service) oldu. Kraliçe I. Elizabeth'in bakanı Sir Francis
Walsingham, 1568 yılında ilk profesyonel haberalma servisini kurdu. Çevresine
mektup açmayı, mühür yapmayı, yazı ve imzalan taklit etmeyi bilen uzmanları
topladı. Thomas Phelippes adında biri, özellikle gizli şifreleri çözmekle
görevliydi. Elizabeth'in rakibi olan Iskoçya Kraliçesi Mary'ye Badington
komplosu sırasında şifreyle gönderilen mesajları çözen oydu.
Walsingham, kraliçeye birtakım entrikalar çevirerek hizmet ediyor,
krallığın ileri gelenlerinin çevresine özel casuslarını sokuyor, güvendiği
adamlarını yabancı saraylara ve üniversitelere gönderiyordu. Özel
casuslarının, Fransa ve Ispanyadaki küçük devlet elçilerinin dolaylı yollardan
güvenini kazanabilmeleri için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Nitekim
Walsingham'ın sadık adamlarından biri olan Antony Standen, Toscana Krallığı'nın
Madrid'deki temsilcisi ile sıkı fıkı bir dostluk kurdu ve sonunda kendi
ajanlarından birini Madrid'deki Toscana elçiliğine yerleştirmeyi başardı.
Ispanya limanlarında olup bitenler, bu yoldan İngiliz sarayına ulaştı,
Walsingham da böylece İspanya'nın yenilmez armadasının hazırlıklarını tam zamanında
haber alabildi.
İngiltere kraliçesinin baş casusu, ajan toplama ve bu ajanları görevlendirmede
her tekniği denedi. Walsingham, daha çok aklını kullanarak şaşırtıcı buluşlar
uyguladı. Çünkü eli pek sıkı olan kraliçenin Walsingham'a ayırdığı ödenek çok
azdı.
Cromwell'in Haberalma Dairesi'nde ise durum böyle değildi. Haberalma
servisinin emrine 60.000 sterlin ayrılmıştı ki; bu o çağda hayli önemli bir
paraydı. Örgütün şefi Thurloe, birbirinden ayrı iki kolu yönetiyordu. Bunlardan
biri dış casusluk kolu, ötekisiyse Stuartları yeniden tahta geçirmek için
hazırlanan komploları bozmak amacıyla kurulmuş iç güvenlik koluydu. Thurloe,
haberalma çalışmalarında yabancı ülkelerdeki İngiliz temsilcilerinden
yararlanıyor, bunlara ajan seçimi için öğütlerde bulunuyordu. Thurloe, İngiliz
posta idaresini posta sansürü ile gayet iyi bilgiler edinebilecek biçimde
örgütlemişti. Bakan olduktan sonra da bu doğrultudaki sistemli çalışmalarını
bırakmadı. Son derece iyi ödeme yapıyor, dilediği kadar da gönüllü
bulabiliyordu. Cromwell, böylece her bilgiyi elde etme olanağını buldu.
Intelligence Service'in bu iki ünlü öncüsünün Fransa'da seçkin ve etkili
rakipleri oldu: Kardinal Richelieu ile onun gizli servis şefi Papaz Joseph du
Trempley. Richelieu, son derece iyi örgütlenmiş bir haberalma şebekesinin beyni
durumundaydı.
Fransa kralları casuslardan yararlanmayı öteden beri biliyorlardı.
Bakanları da onlardan geri kalmadı. Mazarin, ajanlarından birini Frejus
Piskoposu seçtirmek için papanın çevresinde entrikalara girişmekten bile
çekinmedi. Naiplik devrinde, papaz ve bilim adamı olan Lenglet Dufresnoy,
siyasal mahkumların gizli niyetlerini öğrenmek üzere Bastille'e kapatıldı.
lspanyol çıkarları adına çalışarak Naibi iktidardan uzaklaştırmak isteyen
Cellemare'ın komplosu, cezaevinde duyduklarını saraya ileten Dufresnoy'un
hafiyeliği ile meydana çıkarılmış oldu.
Kral XV Louis'nin kabinesi; güzel, akıllı ve yetenekli gizli ajanların
yürüttüğü bir diplomasi örneğiydi. Her türlü yeteneği kendinde toplamış bir
kadın olan madam Pompadour, aşığı olan kralın sevgisini korumak için
casusluğu, güzelliğinden daha etkili bir silah olarak kullanıyordu. Saraya ve
krallığın ileri gelen kişilerine ait mektupların kontrolü işini, Berryer adında
birine vermişti. Titiz bir düzenle çalışan bu örgüt, sistemli posta sansürünün
bir çeşit ilk örneği oldu.
Ama Fransa'da modern anlamda gerçek bir haberalma şefi örneğini Fouche
vermiştir. Fouche, ajanlarını muhalefet çevrelerine yerleştirmekle son derece
ustaydı. Muhaliflerini tehdit etmek ya da sorumlu tutmak için elindeki bilgileri
kullanıyordu. lmparatoriçe josephine'e borçlarını ödeyebilmesi için para
veriyor, bunun karşılığında da ondan imparatorun sırlarını öğreniyordu.
Fouche, tarih romanlarının çizdiği gibi aşağılık bir casus değildi. Açık
görüşlü ve yorulmak bilmez ölçüde çalışkan bir yurtseverdi. Bir devlet
görevini yerine getiriyordu. Her yerde daima hazır olan polisiyle Fouche,
kralcıların ve jakobenlerin entrikalarını kolayca bozmaktaydı. Fouche'un ustaca
örgütlediği dış casusluk şebekesini ise Real ve Desmarest yönetiyordu. Bunlar
entrikacılığı bilen zeki yöneticilerdi. Bu alanda gerçekten örnek işler
başardılar. Çeşitli baskı ve kandırma yoluyla her çevreden insanın işbirliğini
sağladılar.
Fouche'un polisi, şüpheli kişiler için özel dosyalar açıp bu dosyalan
sistemli olarak düzenleme işinin de öncüsüdürler. Yasalara aykırı ya da
skandal yaratacak her haber bu dosyalara dikkatle işleniyor, sonra da
bunlardan, yerine göre açıkça ya da üstü kapalı bir şantaj için yararlanmak
mümkün oluyordu. Gizli polis ve genel güvenlik dairesi, bu yolla imparatora
karşı hazırlanan bütün komploları öğrendi ve hazırlanan isyanları, bu
isyanların önem kazanmasına fırsat kalmadan önledi. Öte yandan Napolyon,
askeri harekatını hazırlamak için de doğrudan doğruya ajanlardan yararlanıyor,
çevirdiği diplomatik entrikalarda ajanlarından elde ettiği bilgileri kurnazca
kullanmasını biliyordu.
Almanyaida
Sistemli Casusluğun Doğuşu
Kral Frederich, rakibi Fransız Mareşali Soubise'den söz ederken;
"Ardından daima yüz aşçı gider, bense daima yüz casusun ardından
giderim." Bu rakam, Prens Bismarck'ın gizli servisinin yetkili örgütçüsü,
özel danışman Wilhelm Stieber tarafından ISOO'e yükseltilecek ve bu gizli
ordu, askeri harekatın başlamasından önce düşman topraklarını istila edecekti.
Bismarck'ın
casusu Stieber, örnek bir casus sayılabilir. Kurnazlığı, teknik bilgisi,
giriştiği işleri körü körüne bir bağlılıkla yerine getirecek bir kişiliği
vardı. Olağanüstü bir meslek hayatı yaşadı. Bir başkasını onunla ölçebilmek
gerçekten güçtür. Wilhelmjohann Karl Edouard Stieber, Mersebourglu küçük bir
memurun oğluydu. Bu küçük Saksonya şehrinde, 1818 yılının 3 Mayıs günü doğdu.
Babası onu Lutherci bir papaz yapmak istiyordu. Ama bu meslek delikanlının
hoşuna gitmedi. Aile Berlin'e yerleşince, Wilhelm hukuk öğrenimini tamamladı
ve meslek olarak avukatlığı seçti.
Kurnaz ve
ihtiraslı Stieber, davalarını daha kolay kazanabilmek için müşterileri olan
suçluları tutuklayan polislere iltifatlar yağdırıyordu. Bu yolla elde
ettiklerine bakıp, çok daha fazlasını sağlayabileceğini düşündü. lşi casusluğa
döktü. Prusya polisinin çok tutulan, beğenilen, etkili yardımcısı oldu. Henüz
30 yaşındaydı. Stieber 1845-1850 arasında böyle bir yığın başarılı savunma
yaptı. Buna paralel olarak da Prusya'daki kanunsuzlan iyice tanıdı. Garip ama
yararlı dostluklar kurdu. Ama çok geçmeden bir skandal patlak verdi.
Steiber'in polis dosyalarından yararlandığı ortaya çıktı. Stieber çabuk
telaşlanmazdı, hesaplıydı. lşe kralı karıştırdı, delil yetersizliğinden
hakkında bir şey yapılamadı. Stieber, kral tarafından polis komiserliğine
atandı. O tarihlerde 32 yaşındaydı. Avukat Stieber müşterilerini savunurken
gösterdiği başarılardan dolayı üne kavuşup zengin olmuştu. Kralın yardımıyla
haftalık bir polis dergisinin yazı işlerinde görevlendirilmişti. Polisten
müşterilerinin dosyalarını getirtebiliyor, savunmalarını ona göre
hazırlıyordu. Ateşli savunmalar yapıyor, deliller buluyor, müşterilerine karşı
işleri iyi yürüttüğüne inanıyordu. Üstelik kendisini henüz işin başlangıcında
sayıyordu. Polis haberalma örgütünden doğrudan doğruya siyasal haberalmaya
geçecek ve daha önce Berlin'de yürüttüğü karşı devrimci çalışmalarını, yabancı
ülkelerde geliştirecekti.
Londra'da
Alman radikalleri, etkisi çok büyük olan Karl Marx'ın çevresinde toplanmışlardı.
Londra'daki Dünya Sergisi, Prusyalı polis casusu için bir yolculuk nedeni oldu.
Ama İngiltere'deki görev başarısızlıkla sonuçlandı. Birkaç yıl boyunca Stieber
sosyalistlere ve marksisdere karşı ateşli bir mücadeleyi sürdürdü.
Propagandacılann peşine düştü, mektuplara el koydu. Kralın davasını kendi
davası gibi benimsemiş görünüyor ve polis olarak çalışmalarıyla tahtın en güvenilir
desteği olduğu izlenimini yaratıyordu. Stieber bu arada bir de kitap yayınladı.
Bu kitapta Prusya'daki solcu düşünce ile savaşmak için alınması gerekli
tedbirleri anlatıyor, liberallerin adlarını veriyordu. Gerçekten de Prusya
Krallığı, Avrupa'da yaygın olan liberal hareketten Srieber'in çabalan ile
korundu.
Ruslar
kendisine Rusya'dan kaçmayı başaran çar rejimi aleyhtarlarını ortaya çıkarmak
için bir gizli polis örgütü kurmayı önerdi. Stieber bu öneriyi kabul etti.
Kendisine çok yüksek miktarlarda para ödediler. Avrupa'yı baştan başa dolaştı.
Yeni görevlerinde çok büyük başarılar sağladı ve Ohrana'nın dış örgütünü kurdu.
Bolşevik devrimi sırasında bu örgüt, hala Srieber'in koyduğu temellere
dayanarak işliyordu.
Stieber çarın
hizmetindeydi ama aslını, polis de olsa yurdunu unutamazdı. Bu yüzden de gezip
dolaştığı ülkelerde her şeyden önce Prusya hesabına casusluk yaptı. St.
Petersburg'da Rus yönetiminden gizli haberler topluyor, bu haberleri Prusya'ya
ulaştırıyordu. Bunu yurtseverliğinin bir gereği olduğu kadar, birtakım
hesapları düşünerek yapıyordu. Ülkesinde onu unutmamalıydılar. Davranışlarında
değişen bir şey yoktu: Gene liberal eğilimlerin karşısındaydı. Ama ne yaptıysa
bir türlü l86l'de kral olan naibin gözüne girmeyi başaramadı.
1863 yılı
Stieber için sürgünün sonu demek oldu. O tarihte Bisınarck ile karşılaştı. O
yıllarda Bismarck'ın "Prusya hegemonyası" ilkesine dayalı siyasal
stratejisinde, Avusturya'nın seçkin bir yeri vardı. Devlet adaını yenilenmiş
Prusya ordusunu ileri sürerken, hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyordu. Bu
yüzden de Avusturya'nın askeri kapasitesini kesinlikle bilmesi gerekmekteydi.
Srieber casusluk görevini kabul etmişti.
Eski polis,
Avusturya'ya kendisine müstehcen resimler sarıcısı süsü vererek gitti. Bir
yandan da gevezelik ediyor, sorular soruyor, şehirleri geziyor, garnizonları
dolaşıyor, çantasındaki resimleri göstererek karşısındakileri neşelendiriyor
ve onların anlattıklarını dinliyordu. Bu yolla o kadar zengin ve o kadar
sağlam askeri sırlar elde etti ki 3 Temmuz l866'da Avusturya Sadova'da çöktü.
Bismarck
partiyi kazanmıştı ama yapılanların değerini de bildi. Subayların üstten bakan
tavırlarına rağmen Stieber'i Prusya Genelkurmayı'na kabul ettirdi; nişan verdi,
özel görüşme yaptı ve sonunda Prusya işgali altında bunan Moravya Valiliği'ne
atadı. Ayrıca Bismarck onu kralın ve krallığın yüksek kişilerinin güvenliği
ile görevlendirdi. Genelkurmay arşiv dairesindeki görevine ek olarak her türlü
araçtan yararlanıp, askeri sırların korunması işini de ona verdi.
Bu kadar
güvenle güçlenip, eline bunca yetkiyi alınca, Stieber, ilk Alman karşı casusluk
servisini kurma olanağını buldu. Bu servisi merkezi bir polis örgütü gibi
düzenledi. Nüfuzunu arttırmak için bir askeri sansür kurulu kurdu. Hatta daha
da ileri gitti, Bismarck'a bir "Merkezi İstihbarat Bürosu" kurmayı
teklif etti. Bismarck bu teklifi de kabul etti. Srieber'in elinde artık eşsiz
bir araç vardı. Düşmanın kayıpları, birliklerin düşünceleri ve askeri
harekatla ilgili haberleri, dozu ustaca ayarlayarak geçirebilir, böylece de
Prusyalıların ve ordunun morali üzerinde dilediği etkiyi yapabilirdi. Öte
yandan Avrupa kamuoyunu erkilernek de elindeydi. Beyin yıkama alanında tam bir
egemenlik kurmak için Reuter ajansı ile öteki basın ajansiarına nüfuz etmeye
çalıştı. Yarı resmi bir basın örgütünün başına kendi adamlarından birini,
Doktor Wolff'u geçirmek için el altından manevralar çevirdi.
Bismarck,
Avusturya'ya karşı girişilen savaşın hazırlanışı ve bu savaş sırasındaki
hizmetlerin bir ödülü olmak üzere Stieber'i özel danışmanlığa atadı. Alman
Askeri Polisi'ndeki (Geheimfeld Polizei) müdürlük görevini de elinde bulundurmasına
izin verdi.
Öte yandan
lll. Napolyon Avusturya'ya karşı bir zafer kazanacağına inanıyordu. Kendini
beğenmiş Prusya Krallığı'na bir ders vererek Orta Avrupa'da dengeyi yeniden
kurmayı düşündü. Ama Bismarck, Sadova'da gördüğü ordunun niteliklerini ve
Prusya ordusunun üstünlüğünü biliyordu. Fransa ile savaşa girmeyi
soğukkanlılıkla karşıladı. Yalnız kötü bir oyuna gelmernek için, Srieber'den
Fransız birliklerinin gerçek değeri ve yeni silahlar hakkında kesin bilgiler
edinmesini istedi.
Stieber, iki
sadık adamı Kaetenbach ve Zernicki ile 1.5 yıl Fransa'yı dolaştı. Üçü de kendi
başlarına çalışıyorlardı: Adam alıyor, ajan topluyorlardı. Bir yandan da
Paris'teki örgüt, imparator sarayından
gizli haberler topluyor, Fransız ordusunun savaş planlarını ele geçiriyordu.
Çalışma sonunda elde edilen kazanç büyük oldu. Stieber, son yaptığı yolculukta
sınırdan üç bavul belge geçirdi. Prusya Genelkurmayı, Fransız birlikleri ve
savunma planlan konusunda o kadar iyi bilgi edinmişti ki, savaşa büyük bir
güvenle girdi. Prusya'nın Fransa'yı ezmesi, ancak birkaç haftalık bir işti.
III.
Napolyon'un polisi, siyasal
muhalefetin yurtiçindeki bozguncu oyunlarına karşı giriştiği mücadeleye dalmış
olduğundan, Stieber'e çalışmalarını dilediği gibi rahatça geliştirme olanağı vermişti.
Fransa'da polisin karşı-casusluğa önem vermeyişi, desteklediğini sandığı
rejimin yok olmasıyla sonuçlandı.
1778 yılında George Washington, Komutan Tallmage'dan orduya bilgi
verecek casuslar bulmasını istedi. Bu, ilk Amerikan haberalma servisinin
taslağını meydana getirdi. İngilizlere karşı girişilen bağımsızlık savaşı
süresince de işledi. 1846-1848 yılları arasında ise Meksika Savaşı sebebiyle
bir çeşit "Ordu Haberalma Servisi" kuruldu. Düşman hatlarında
dolaşan serserilerden, gözü pek serüvencilerden kurulu bu servis bir casuslar
şirketi biçimindeydi. İç savaş sırasında birkaç ünlü casus dikkati çekti.
Bunlardan en önemlisi bir kadındı: "Asi Rose." Rose Greenhowe,
güneyiiierin casusuydu. Kuzeylilerin Manassas'daki yenilgilerinin baş
sorumlusu oldu. General Beauregard'a, Kuzeytilerin harekat planlarını ulaştıran
oydu. Washington'da kalıyor, orada birliğin üst düzey görevlilerini kabul ediyor,
onları konuşturmayı başarıyordu. Çünkü son derece güzel ve çekici bir kadındı.
Konfederasyon'un casuslarından kurulu bir şebekenin başındaydı. Casusluğunu,
salonların göz alıcı havasıyla örtbas ediyordu.
Rose, mütevazı bir ailenin kızıydı. Ünlü bir yazar olan Robert Greenhowe
ile evlenmişti. Kocası ölünce Washington'un gözdesi ve Demokrat Parti'nin bir
numaralı kadını oldu. lç savaş sırasında kırk yaşlarında, olgun bir kadındı.
Güzel ve zarifti. Kısacası, eksiksiz bir sosyete kadınıydı. Ama Başkan
Lincoln'ün güvenlik danışmanı Pinkerton ondan kuşkulanıyor, Rose'un
Washington'daki subaylar arasındaki tanıdıklarını gözaltında tutuyordu. Bir
gece jandarma subaylarından birini güneyli casus kadına haber verirken
yakaladı. Onu tutuklamak istediyse de sonunda cezaevini boylayan kendisi oldu.
lleriki
tarihlerde Rose'u bu kez kıskıvrak ele geçirdiğini sandı ama yapılan
soruşturmadan hiçbir sonuç alınamadı. Casus kadın bir yolunu bulmuş, tehlikeli
belgeleri polislerin gözü önünde bir suç ortağına vermişti. Pinkenan gene de
Rose'u tutukladı. Rose cezaevine girdikten sonra ilgi çekici haberler toplayıp,
bunları General Beauregard'a ulaştırmaya devam etti. Pinkenan'un elinden geçen
mektuplannda şiirden ve bulmacadan başka hiçbir şey yoktu. Ama güvenlik şefi bu
mektuplarda takma adlarla Rose'a haber yollayan işadamı, bankacı ve subaylardan
bazılarını ortaya çıkarma olanağını buldu. Alınan bütün gözetierne tedbirlerine
rağmen Rose casusluğunu sürdürüyordu.
1862 yılı
başında Pinkerton, Rose'un şebekesinin bir kısmını etkisiz kılınayı başardı.
Casus kadını daha sıkı gözaltında bulundurabileceği bir başka cezaevine
naklettirdi. Ama bütün bu tedbirlere rağmen Rose Kuzeyiiierden öğrendiğini,
hiçbir zaman açıklamadığı araçlarla dostlarına ulaştırmaya devam etti. 1862
yılında serbest bırakıldı. Avrupa'ya gitti ve büyük heyecan yaratan anılarını
yayınladı. Amerika'ya dönüşünde, bir sandalla kıyıya geçmeye çalışırken boğularak
öldü.
Sovyet
Güvenlik Servislerinin Kökenieri
Geçmişte,
Rusya'da, Korkunç lvan çağında bir polis baskısı ve iç casusluk örgütü vardı.
1565 yılına doğru Korkunç lvan, Boyariarı ezmek ve Moskova Krallığı'nı
köleleştirmek amacı ile Opriçnina örgütünü kurdu. Bu, hem polis örgütü hem de
idari bir örgüttü; üyeleri mutlak yetkiye sahiptiler. Siyah elbiseler giyiyor,
atla dolaşıyor, eyerlerine bağlı bir köpek başı ile süpürge taşıyorlardı.
Opriçnina'nın görevi büyük toprak sahiplerini dize getirmek, pazarları ve
yollan ele geçirerek çarın halk üzerindeki baskısını daha da yaygınlaştırmaktı.
Opriçnina'da soylular ve soylu olmayanlar vardı. Örgüt, amacına ulaşmak için
korkunç işkenceler uyguluyor, egemenliğini terörle, Moskova Krallığı'nın
topraklarına ve kaynaklarına doğrudan doğruya el koyarak sağlamlaştırıyordu.
Yüzyıllar
geçtikçe Opriçnina, bir polis devleti durumuna dönüştü. Büyük Petro çağında
imparatorluğun bütün faaliyetlerinde varlığını duyuruyordu. 18. yüzyılın
başında bu örgütün statüsü, daha çok yurttaş ve toplum ahlakı ile ilgili
görevlerle sınırlıydı. Opriçnina, gençlerin, evli kadınlarım ahlakını
gözetecek, halkı eğitecek, suçlulan cezalandıracak, herkesi bir meslek sahibi
olmaya zorlayacaktı. Görevleri arasında "aşırı ev masraflarını
yasaklamak" bile vardı. Büyük bir çoğunluğu hala çarın kölesi ve mülkü
sayılanlardan oluşan bir toplumda, bundan daha fazlası beklenemezdi. Rusya'ya
geziye gelen her yabancının eşliğine birini vermek geleneği, Opriçnina ile
başlar. Yabancıları bir hafiye (Pristav) adım adım izliyor, onları sürekli
olarak gözaltında bulunduruyordu. Daha sonra Rus polisi, yurtdışındaki
yurttaşlarını gözaltmda tutmak için yabancı ülkelere ajan yollama alışkanlığını
da edindi. 1878'de siyasal polis içişleri bakanlığı güvenlik bölümüne,
Ohrana'ya bağlandı. 1917 Rus devrimcileri Ohrana'yı lağvettilerse de onun
iskeleti üzerine Çeka polis örgütünü kurdular. Sovyet güvenliği gizli
servisleri de yavaş yavaş Çeka'dan doğdu.
MODERN DÜNYANIN
İSTİHBARAT SERVİSLERİ
Central
intelligence Ageney'nin açılımı (CIA), Amerikan Merkezi Haberalma
Teşkilatı'dır. l947'de ABD başkanlarından Truman tarafından kurulmuştur.
Amerikan devletinin birimleri için gereken ABD dışı ülkelerle ilgili istihbarat
bilgilerini toplayan kurumdur. Merkezi Virginia eyaletinde Langley'de
bulunmaktadır. CIA yasasına göre kurum, organizasyonunu, görevleri, maaşları,
personel sayısını saklı tutmak hakkına sahiptir. Soğuk Savaş yıllarında ve sonrasında
CIA pek çok gizli operasyonda rol alarak siyasi rejimleri zayıflatmaya ve
hükümetleri devirmeye çalışmıştır.
194?'de,
Milli Güvenlik Konseyi ile (National Security Council, NSC) bu konseyin
yönetimi altında çalışmak üzere CIA kuruldu. CIA, NSC'ye milli güvenliği
ilgilendiren konularda bilgi toplayıp verecek, elde edilen bilgileri
değerlendirdikten sonra, hükümetle ilgili yerlere ulaştırılmasını sağlayacaktı.
CIA, NSC'nin vereceği emirler doğrultusunda, güvenlikle ilgili istihbarat
işlerini yerine getiriyordu. Değişik kesimlerden seçilen CIA yöneticileri
arasında, ABD'ye başkanlık yapan George Bush da bulunmaktaydı.
CIA, 4 Müdürlük Halinde Çalışmaktadır:
Haberalma Müdürlüğü
Her türlü
haberalma aracıyla bilgi toplama ve casusluk faaliyetlerini yürütür. Gizli
olarak yapılan İstihbaratı değerlendirir. Havadan çekilen resimleri, radyo,
telefon, televizyon, telgraf, telsiz ve internet gibi ulaştırma araçları ile
toplanan bilgileri değerlendirir. Bu değerlendirmeler, raporlar halinde ilgili
makamlara gönderilir.
Harekat
Müdürlüğü
Gizli
operasyonları yürütür.
Bilim ve
Teknoloji Müdürlüğü
Teşkilat
elemanlarını, son teknolojik gelişmelerde eğitmek, kullanmasını öğretmek,
kullanılan araçları geliştirmek, yapılan operasyanlara bilimsel ve teknik
destek sağlamak, bu müdürlüğün görevidir.
Yönetim
Müdürlüğü
Teşkilat
personelinin, toplanan bilgilerin ve tesislerin güvenliğini sağlar.
CIA'in
şimdiye kadar başka devletlerde birçok operasyon yaptığı meydana
çıkarılmıştır. Bütün bu işleri yapabilmek için, CIA'ye geniş bir maddi imkan
tahsis edilmektedir. Kadrolarında devamlı memur şeklinde on altı bin kişi
(tahmini) çalışmaktadır. Ayrıca gayri resmi yüz binlerce kişiyi menfaat temin
ederek kullanmaktadır. CIA'in faaliyetleri çeşitli dedikodulara sebep
olduğundan, son yıllarda Kongre'de durumu incelenmiş ve Pike Raporu hazırlanıp
açıklamalar yapılmıştır. Bazı devlet başkanlarını, devlet ileri gelenlerini suikast
düzenleyerek öldürtmek, ülkeler içinde bazı etnik gruplan teşvik ve tahrik
ederek karışıklıklar çıkarmak, hükümetleri devirmek gibi işleri CIA'in yaptığı
ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan bazılarının da ABD başkanlarının emriyle
gerçekleştirildiği tespit edilmiştir. CIA, ABD siyasetinde olduğu gibi, bütün
dünya ve özellikle Ortadoğu'da daha büyük faaliyet gösterir.
ABD'de CIA Öncesi Dış Politika Alanındaki istihbarat
Teşkilatlanması: Bağımsızlık Savaşı'ndan II. Dünya Savaşı'na kadar istihbarat
Örgütlenmesi
ABD'de, dış
politika alanında istihbarat faaliyetleri, Ingiltere'ye karşı yürütülen
Bağımsızlık Savaşı (1775-1783) zamanında başlamıştır. Bağımsızlık Savaşı
sırasında Amerikan ordularının başkomutanı ve sonra ABD'nin ilk başkanı olan
George Washington, Ingiltere'ye karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde
istihbarat faaliyetlerine büyük önem vermiştir. Amerika'da istihbarat
fonksiyonunun yerine getirilmesi amacıyla ilk olarak bir örgüt kurulması da
Bağımsızlık Savaşı yıllarına rastlar. Ingiltere'ye karşı yürütülen savaşın en
önemli karar merkezi olan "Kıta Kongresi", daha mücadelenin en
başında 29 Kasım 1775 tarihinde kabul ettiği bir kararla, "Gizli Haberleşme
Komitesi" adıyla Amerikan devletinin ilk istihbarat örgütünü kurmuştur.
Gizli Haberleşme Komitesi'nin yöneticileri arasında Benjamin Franklin de yer
almıştır. Söz konusu teşkilat, Büyük Britanya, Fransa ve diğer önemli
devletlerdeki Amerikan bağımsızlık mücadelesini destekleyen kişi ve kurumlarla
haberleşme ve görüşme faaliyetini yürütmüş, bu ülkelerde, Amerikan
bağımsızlığı lehinde bir kamuoyu yaratmak için propaganda faaliyetlerinde
bulunmuştur. Ayrıca söz konusu Komite gizli yazışma ve kriptoloji teknikleri
geliştirmiş ve kullanmış, ülke dışına da çok sayıda ajan göndermiştir. CIA'in
tüm elemaniarına örnek bir kahraman olarak gösterdiği Nathan Hale, söz konusu
teşkilatta Ingilizlere karşı faaliyette bulunmuş ilk ABD istihbarat
elemanlarındandır. Söz konusu faaliyeti sırasında yakalanmış ve Ingilizler
tarafından asılmış olan Hale'in heykeliyle asılmadan önce söylediği kabul
edilen "Sadece, ülkem için kaybedecek tek bir canım olduğu için
üzülüyorum." sözleri, bugün CIA'in, Virginia, Langley'de bulunan merkez
binasının önünde yer almaktadır.
ABD
Anayasası'nın kabulü sonrasında, l 789 yılında yapılan seçimlerle oluşan ilk
Kongre, devletin varlığını sürdürebilmesi için, istihbarat faaliyetlerinin
etkili bir şekilde kullanılmasının önemini vurgulamış ve bu dönemde, ABD
Başkanı'nın istihbarat faaliyetleri için gizli fonlar kullanmasına imkan
sağlayan bir yasayı kabul etmiştir. 1861 yılında başlayan Amerikan İç Savaşı
sırasında da istihbarat faaliyetleri önemli rol oynamıştır. Savaş'ın son
dönemlerinde Başkan Lincoln tarafından istihbarat faaliyetlerini yerine
getirmek amacıyla kurulan Gizli Servis, özellikle 1898 Amerikan-lspanyol Savaşı
sırasında büyük rol oynamıştır. Yine bu dönem içinde Gizli Servis, İspanyol
İstihbaratına karşı ABD'de karşı istihbarat faaliyetlerini de yürütmüştür.
ABD'de doğrudan askeri birimlere bağlı olarak faaliyet gösteren askeri
istihbarat teşkilatlarının kurulması da oldukça erken dönemlere rastlar.
ABD'nin bu anlamda kurduğu ilk askeri istihbarat dairesi, 1882 yılında Deniz
Kuvvetleri'ne bağlı olarak kurulan "Deniz İstihbarat Dairesi"dir
(Office of Naval intelligence ONI). Deniz İstihbarat Dairesi, buhar gücüyle
çalışan gemilerin çıkmasıyla, özellikle yabancı güçlerin bu konudaki deniz
gücünü tespit amacıyla faaliyet göstermiştir. Daha sonraki yıllardaysa, büyük
deniz gücüne sahip ülkelerin gemi sayısı, bu gemilerin türü, silahları; bir
başka deyişle deniz gücü ve savaş kapasitesinin araştırılması, bu bilgilerin
düzenlenip kullanıma hazır duruma getirilmesi ONI'nin başlıca fonksiyonları
arasında yer almıştır. Söz konusu askeri istihbarat birimleri ağırlıklı olarak
askeri ataşe sistemiyle faaliyet göstermişlerdir. Askeri ataşeler aracılığıyla
faaliyet gösteren ONI, hiçbir zaman çok sayıda elemanın çalıştığı geniş bir
istihbarat birimi olmamıştır. Örneğin 1931 yılında ONI'de, ülke dışında on
ataşe, merkezde de 18'i subay, 38'i sivil olmak üzere 56 kişi, toplam 66
personel faaliyet göstermiştir.
Askeri istihbarat alanında Deniz Kuvvetleri'nin ONI deneyimini örnek alan
Kara Kuvvetleri, 1885 yılında "Askeri Enformasyon Bölümü "nü
(Military Information Division MID) kurmuştur. Söz konusu birim, 1918 yılında
adını "Askeri İstihbarat Bölümü" (Military Intelligence Division)
şeklinde değiştirmiştir. MID, ONI'nin ataşe sistemine dayalı bilgi toplama
yönteminden ayrılarak, gizli istihbarat, gizli operasyonlar ve karşı
istihbarat faaliyetlerini de yürütmüştür. Söz konusu iki birim, sahip
oldukları istihbarat analiz merkezleriyle, ABD İstihbaratı içinde analiz ve
değerlendirme merkezlerinin kurulması konusunda da öncülük yapmışlardır.
1908 yılına
gelindiğinde Federal Başsavcı Charles Bonaparte, Federal Araştırma Bürosu'nun
(FBI) kurulmasını sağlamıştır. Federal Araştırma Bürosu, Gizli Servis'in hem
gizli istihbarat, hem de karşı casusluk fonksiyonlarını üstlenmiştir. I. Dünya
Savaşı sırasında da istihbarat faaliyetlerinin yönetimi ve koordinasyonu,
Dışişleri Bakanlığı içinde "U-I" adıyla kurulan bir istihbarat
dairesi tarafından yerine getirilmiştir. Amerikan Dışişleri Bakanlığı
istihbarat koordinasyon birimi (U-I), 1927 yılına kadar faaliyetlerini
sürdürmüştür. 1927 yılında bu birim kapatılmış ve bunun sonucu olarak, dış
istihbarat faaliyetleri üzerindeki merkezi koordinasyon da ortadan kalkmıştır.
Bu dönem içinde ABD'nin sadece askeri istihbarat faaliyetleri devam etmiştir.
II. Dünya
Savaşı'nın ilk işaretleri gelmeye başlayınca, istihbarat konusunda merkezi bir
yapılanmanın önemi ABD'de tekrar ortaya çıkmıştır. Özellikle I. Dünya Savaşı ve
sonrasında Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olarak çalışmış ve etkili şekilde
faaliyet göstermiş olan UI deneyimi, bu yöndeki çabaları cesaretlendirici bir
örnek oluşturmuştur. ABD'de dış politika alanında faaliyet gösteren istihbarat
örgütlenmesi, daha Bağımsızlık Savaşı yıllarında başlamıştır. Söz konusu
birimler gizli istihbarat, karşı casusluk ve gizli operasyonlar olmak üzere
her türlü istihbarat fonksiyonunu etkili şekilde kullanmıştır. ABD'nin
kuruluşundan II. Dünya Savaşı'na kadar, çeşitli birimler ve adlar altında
varolan istihbarat faaliyeti, savaş dönemleri başta olmak üzere, kriz anlarında
merkezi koordinasyon altına alınmış ve daha büyük imkanlarla donatılmıştı.
II. Dünya Savaşı Sırasındaki İstihbarat
Örgütlenmesi
II. Dünya
Savaşı'nın başlamasıyla birlikte ABD'nin, özellikle Japonya'da istihbarat
altyapısının bulunmadığı belirginlik kazanmıştır. Ayrıca ABD istihbaratı, bu
dönemde merkezi koordinasyondan da yoksun bulunmaktadır. Roosevelt başta ONI,
MID ve FBI olmak üzere devletin istihbarat örgütlerinin aynı alanda faaliyet
gösterdiği, aynı bilgileri topladığı ve dolayısıyla üst üste gelen aynı yöndeki
çalışmaların yarattığı gereksiz tekrarlar nedeniyle de zaman ve para kaybına
uğranıldığı saptamasım yapmış ve bu düşünceler ışığında söz konusu sorunu
gidermek için yeni bir yapılanmaya gitme kararına varmıştı. Bu amaçla İngiliz
lstihbaratı'ndan da destek sağlanmıştır. Koordinasyon ve merkezi kontrol
eksikliğini gidermek amacıyla yapılan söz konusu çalışmalar sonrasında, ilk
olarak 1939 yılı sonlannda FBI, ONI ve MID başkanlarını bir araya getiren
"Bölümler Arası İstihbarat Komitesi" (Interdepartmental Intelligence
Committee IlC) kurulmuştur. Komite'nin amacı, istihbarat alanında devlet
organları arasında koordinasyon ve işbölümünü sağlamaktı. Bölümler Arası İstihbarat
Komitesi'nin kurulmasıyla başlanan çalışmalara, bir başka merkezi koordinasyon
ve ayrıca analiz birimi olan "Enformasyon Koordinasyon Ofisi"nin
(Office of Coordinator of Information COI) kurulmasıyla devam edilmiştir.
Enformasyon Koordinasyon Ofisi, Amerikan istihbaratında bizzat başkan
tarafından saptanan dağınıklığı gidermek amacıyla, bir üst istihbarat koordinasyon
ve analiz birimi olarak kurulmuştu.
Roosevelt ll
Temmuz 1941'de yayınladığı bir başkanlık emriyle, ulusal güvenlik
konusunda çeşitli Amerikan birimlerince toplanan İstihbaratın bir araya
getirilmesi, analizi ve Başkan'ın bilgilendirilmesi amacıyla Enformasyon
Koordinasyon Ofisi'nin kurulmasını karara bağlamıştı. Enformasyon Koordinasyon
Ofisi'nin başına, I. Dünya Savaşı'nda albay rütbesiyle büyük başarılar elde
etmiş ve savaş sonrasında da ünlü bir avukat olarak başarılı kariyerini devam
ettirmiş olan William]. Donavan getirilmişti. Enformasyon Koordinasyon Ofisi,
etkili bir merkezi haberalma teşkilatı olmaktan çok, dış politika alanında
faaliyet gösteren çeşitli ABD istihbarat birimlerinin elde ettiği bilgilerin
toplandığı ve değerlendirildiği bir koordinasyon ve analiz birimi olarak
faaliyet göstermiştir. Enformasyon Koordinasyon Ofisi'ne, yukarıda değinilen
başkanlık emriyle, ulusal güvenlik ve savunma ile ilgili elde edilen bilgileri
bir araya getirme, değerlendirme, yorumlama ve Başkan'ın bilgisine sunma
fonksiyonu verilmiştir. Ayrıca tüm askeri sivil istihbarat birimlerinin koordinasyonundan
da sorumlu olan Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin başkanı, bu fonksiyonuna
uygun olarak Stratejik Enformasyon Koordinatörü unvanını taşımıştır.
Enformasyon Koordinasyon Ofisi, analiz ve yorum faaliyetine katkıda bulunmak
üzere istihbarat yapısı içine üniversite hocaları ve uzman akademisyenleri de
dahil eden ilk ABD istihbarat örgütü olmuştu. Bu amaçla Enformasyon
Koordinasyon Ofisi içinde bir büro kurulmuş ve başına da bir üniversitede
faaliyet gösteren bir profesör getirilmişti. Bu birimde; tarih, siyaset
bilimi, ekonomi, sosyoloji ve psikoloji hocaları görev yapmışlardır. Donavan'ın
başkanlığında hızla gelişen Enformasyon Koordinasyon Ofisi, kısa sürede 670
kişilik bir çalışan sayısına ulaşmıştı. Enformasyon Koordinasyon Ofisi, zaman
içinde koordinasyon ve analiz işlevinin yanı sıra, özellikle Avrupa'da, radyo
yayınları, basın ve basılı malzemeler kullanmak yoluyla örtülü propaganda
faaliyetlerine de girişmişti. Ancak söz konusu faaliyetleri yerine getirmesi
ve bu amaçla oluşturduğu teşkilatlanmasıyla Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin,
koordinasyon ve analiz çalışmalarının yanı sıra operasyonel özellik de
kazanması, bu alanda faaliyet gösteren askeri istihbarat birimlerini ve bizzat
Amerikan Genelkurmayı'nı rahatsız etmişti. ABD'nin ll. Dünya Savaşı'na hızla
yaklaştığı bir dönemde Amerikan Genelkurmayı ile Deniz, Kara Kuvvetleri ve
Savaş Bakanlığı, operasyonel çalışmalann kendi denetimleri dışına çıkmasını
istememişlerdir.
7 Aralık
194l'de japonlann Pearl Harbor saldırısının gerçekleşmesi ve Amerikan
istihbaratının bu saldırıyı önceden haber alamamış olması, mevcut istihbarat
yapısının bir kez daha sorgulanmasına neden olmuştu. Dolayısıyla, Pearl Harbor
ile savaşa dahil olan ABD'nin söz konusu istihbarat zayıflığının giderilmesi
gereği, ABD'nin istihbarat alanında yepyeni bir aşamaya geçmesi sonucunu
doğurmuştu. Bu gelişmeler sonrasında Enformasyon Koordinasyon Ofisi
kapatılmıştır. Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin örtülü propaganda
faaliyetleri, 1942 Haziran'ında çıkarılan başkanlık kararnamesi ile kurulan ve
ABD'nin tüm enformasyon birimlerini denetimi altına alan Savaş Enformasyon
Ofisi'ne (Office of War Information OWI) devredilmiştir. Enformasyon
Koordinasyon Ofisi'nin propaganda faaliyetleri dışında kalan fonksiyonlarını
yürüten 815 personeliyse, tüm dosyalar ile birlikte Savaş Enformasyon Dairesi
ile aynı zamanda, Roosevelt'in yayımladığı bir askeri emirle, Genelkurmay
Başkanlığı'na bağlı olarak kurulan "Stratejik Hizmetler Ofisine"
(Office of Strategic Services OSS) geçirilmişti. Stratejik Hizmetler Ofisi
Başkanlığı'na, Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nin de başkanlığını yürüten
William ]. Donovan general rütbesi verilerek getirilmiştir.
l3 Haziran
1942 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı olarak kurulan Stratejik
Hizmetler Ofisi'ne stratejik istihbarat toplama ve analiz yetkisiyle birlikte,
Genelkurmay'ın talep edeceği stratejik hizmetleri de planlama ve yerine getirme
görevi verilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı Stratejik Hizmetler Ofisi'nin görev
tanımını, söz konusu teşkilatın kuruluşunun hemen sonrasında 23 Haziran l942'de
çıkardığı bir yönetmelikle ayrıntılı olarak belirlemişti. Özetle söz konusu
yönetmelik Stratejik Hizmetler Ofisi'nin, Genelkurmay Başkanlığı'nın
ihtiyaçları ve emirleri doğrultusunda gizli istihbarat toplama, bunları
değerlendirme ve yorumlama, yıkıcı eylem planları hazırlama ve uygulama ve
başka özel operasyonları gerçekleştirme görevlerini yerine getireceğini karara
bağlamıştı.
Stratejik
Hizmetler Ofisi, Enformasyon Koordinasyon Ofisi'nden farklı olarak, özel
operasyonlar (sabotaj, gerilla faaliyetleri, direniş hareketlerinin
desteklenmesi ve diğer özel savaş teknikleri) da dahil olmak üzere İstihbaratın
tüm alanlarında doğrudan faaliyette bulunmuştur. Bu özelliğiyle Stratejik
Hizmetler Ofisi, bugünkü Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) gerçek anlamda
öncüsüdür. Hatta ll. Dünya Savaşı süresince Stratejik Hizmetler Ofisi içinde
yetişen pek çok istihbarat elemanı, daha sonra CIA'in kuruluşunda görev almış
ve bu teşkilatın üst düzey yöneticiliklerine kadar yükselmiştir.
ABD'nin en
iyi okullarını en iyi derecelerle bitiren gençlerin istihdam edildiği
Stratejik Hizmetler Ofisi, ll. Dünya Savaşı boyunca çok önemli faaliyetleri
yerine getirmişti. Amerikan Genelkurmayının denetimi ve yönlendirmesi
altındaki Stratejik Hizmetler Ofisi elemanları, II. Dünya Savaşı'nda Alman
kontrolü altındaki Fransa ve Norveç'e sızmışlar, buralarda direniş
hareketlerini örgütlemişlerdir. Yine söz konusu teşkilat, İtalya'da
partizanların Faşist yönetime karşı mücadelesinde, Burma kabilelerine de japon
yayılmacılığına karşı direnmeleri konusunda yardımda bulunmuştur. Savaşın
sonuna doğru Başkan Roosevelt'in ölmesi sonucunda onun yerine geçen Harry
Truman'ın, Stratejik Hizmetler Ofisi konusunda önemli çekinceleri bulunması,
Amerikan ulusal güvenlik örgütlenmesinde yeni bir aşamaya geçilmesine neden
olmuştu. Truman, özellikle Stratejik Hizmetler Ofisi'nin Genelkurmay
Başkanlığı'na bağlı olmasından ve bu örgütün savaş sırasında kazandığı büyük
örtülü operasyon ve istihbarat kapasitesinden rahatsız olmuştu. Başkan
Truman'ın Stratejik Hizmetler Ofisi hakkındaki söz konusu çekinceleri, bu
istihbarat teşkilatının 20 Eylül l945'te çıkarılan bir Başkanlık Kararnamesi
ile kapatılması sonucunu doğurmuştur. Başkan Truman barış dönemi içinde
faaliyet gösterecek kendine bağlı başka bir örtülü örgütlenmeyi hayata
geçirmeyi planlamıştı. Söz konusu örtülü örgütlenme, Il. Dünya Savaşı
sonrasında ortaya çıkan yeni Soğuk Savaş koşullarında, liberal demokrasileri
korumak için başlatılan dış ekonomik yardım programlarıyla (özellikle Marshall
Planı) paralel şekilde yapılandırılmıştır.
ABD'nin Gizli
Servisleri Için Gemiler,
insanlar ve
Kanunlar
1956 yılmda Albay Lawrence White, kongrenin bütçe komisyonunda,
onu dikkatle dinleyen milletvekillerine, Amerikan gizli servislerinin, tek bir
kuruluş halinde örgütlenirlerse çalışmalarının çok daha ucuza mal olabileceğini
söylüyordu. Bu iş için, arkadaşlarının kendisine güvenmeleri yeterliydi.
Uzmanların yardımıyla, her şeyi inceden ineeye hesaplamıştı. Washington'un
çeşitli bölgelerine rast gele serpiştirilmiş olan kalabalık büroları bir yerde
toplanırsa, personelde önemli miktarda kısıntı yapmak mümkün olacaktı. Bu
işin, basit bir hesapla Amerikalı vergi yükümlülerini yılda 600.000 dolarlık
bir giderden kurtaracağı ortaya konmuştu. Milletvekilleri bu teklifi çok
beğendiler. Dolayısıyla, öngörülen değişiklik için gerekli ödenekler usulen
yapılan bir miktar kısıntıdan sonra kabul edildi. Böylece Virginia kırlarında,
Beyaz Saray'dan ve Pentagon'dan otomobille yirmi dakika uzaklıktaki Langley'e,
CIA'ye gideceklere yol gösteren yeşil-beyaz boyalı yol işaretleri dikilmeye
başlandı. Albay White iyimserdi; yapılmasına karar verilen inşaat işlerinin
masrafları 46 milyon dolan bulmuştu. Öngörülmüş olan kısıntı da hesaba katılırsa,
bu miktar her yılın masraflarından sağladığı indirimle, bir yüzyıl içinde
kendini ödeyebilecek bir yatırım demekti. O halde ortada
CIA'ye uzun ömür dilemekten başka yapılacak bir şey kalmıyordu. Bu arada,
en beceriksiz bir casusun bile Langley'deki 10.000 görevliden herhangi biri
gibi, CIA binalar ile başkent arasında işleyen "mavi kuş" adındaki
otobüslerden biriyle buraya gelebileceğini belirtmeden geçmemek gerekir.
Başkentin çıkışında, gideceği yerin adresi şöyle gösterilmişti: "1717 H
Street yoluyla Langley Atomic Build ing Durağı."
Ama bütün
bunlar devlet sırrıydı. Her gün, sabırla fabrikalarına giden işçiler gibi
"mavi kuş" otobüslerini bekleyen bu gizli ajanlar ordusundan kimse
söz edemezdi. Gene de bir casus, tıpkı herhangi bir Amerikalı ziyaretçi gibi bu
geniş yapı bütününün giriş kapılarından geçebilirdi. Orada karşısına silahlı
muhafızlar çıkar, bazı belgeler doldurması ve bazı sorulara cevap vermesi
gerekirdi. Bunlar, kişinin özel hayatıyla ilgili bir sürü soruydu. Daha
sonraysa şayet bir CIA görevlisini ziyaret etmek ya da üç hektarlık alan
üzerindeki. bu çok modern binaları görınek isterse, bu işi ona refakatçi olarak
verilen ve yanından bir an bile ayrılmayan görevlilerle birlikte yapmak
zorunda kalmaktaydı.
Bu küçük
gezintinin, ziyaretçiyi şaşkınlık içinde bırakması doğaldı. Çünkü bütün
binaların klima tertibatıyla donatılmış olduğunu; her biri sekiz katlı olan bu
kocaman binaların içinde, üst katlara çıkmak için, dört grup halinde dörder
asansör bulunduğunu görecekti. Ayrıca, binaların otoparkları üç bin otomobil
alacak genişlikteydi. Kafeteryadaysa, bini aşkın oturacak yer vardı. Konferans
salonu beş yüz kişilikti. Ziyaretçi böylece, ABD istihbarat örgütüne ait bu
yönetim merkezinin gerçekten, ABD'nin büyüklüğüne uygun düştüğünü anlayacaktı.
Bütün bunlardan başka herhangi bir ziyaretçi, koridorlarından geçerken kağıt
sepetleriyle ilgili talimatı okuduğunda, bu sepetlere atılan kağıtların ancak
belirli saatlerde toplandığını görüp hayrete düşerdi. Gördüğü şeyler
karşısında ziyaretçi, bu istihbarat görevlileri ve casuslar dünyasının büyük
bir gizlilik ve güvenlik havası içinde çalıştığını aniayacak ve buranın,
anlaşılması güç, ürkütücü, biraz da yapay bir hava taşıdığını fark edecekti.
Üzerindeki bu izlenimi, ancak karşılaştığı bazı tanıdık şeyler hafifletebilirdi.:
Çocuklar için gece bakıcısı genç kız, kiralık daire, satılık otomobil, kitap
veya evlilik davetiyeleri gibi....
CIA'in kurucusu Allen Dulles, gerçek değerini halkın yeterince bilmediği
bu esrarengiz gizli servislerin, devletin en çok saygı uyandıran ve en yüksek
ücretleri sağlayan olmasını istemişti. Ama yazık ki onun yönetimi sırasında,
CIA'in önemli görevlerine yapılan atamalarda, işin gereğinden çok, belirli bir
züppelik anlayışı ağır bastı. Dolayısıyla, Langley'deki başlıca ajan ve
yöneticilerin listesinde bankacılar, işadamları, hukuk ve siyaset adamları
gibi, Amerikan toplumunun zengin ve nüfuzlu kişileri yer aldı. Yani devletin
denetiminde ve ülkenin gizli yönetiminde, dolaylı ama etkili bir biçimde bunlar
rol oynuyordu.
FBI'da Edgar Hoover'in yardımcılarından biri olan Nickey Ladd, bu durumu
Sovyet casusu Philby'ye şu alaycı ifadeyle açıklıyordu: "CIA'de onlara,
çatal bıçak kullanmanın ve zengin kadınlarla evlenmenin yolları
öğretiliyor."
Tabii ki Alien Dulles'ın niyeti çok başkaydı. O, bu yeni ABD gizli
servislerinde, çağdaş devrimierin çıkar gözetmeyen, işine sıkıca bağlı
rahiplerinin görev almasını istemişti. Dulles bu konuda şöyle diyordu:
"Bunlar CIA'de görev almayı kabul ettikten sonra, sözgelimi askerseler,
askerlikteki mevkilerini bir yana bırakmak ve deyim yerindeyse, hizmetin aba
elbisesini giymek zorundadırlar." Bir başka deyişle Dulles, bir çeşit
"rahip-askerler" istiyordu. Oysa böylesini bulmak çok güçtü. lşte
bundan dolayıdır ki CIA'de, üniversitelerden en elverişli. elemanları bulmak
ve bunları başarı derecelerini sapıayacak deneylerden geçirmek üzere bir
personel servisi kurulmuştu. Son derece geniş bir kırtasiyecilik makinesi
durumuna gelmiş olan CIA'yi verimli kılmak amacıyla, her çevrede araştırmalar
yapılarak bu iş için özel yetenekli kişiler bulmaya çalışılmaktaydı. CIA'in,
sanayi, fizik, tıp, ruhbilim gibi bütün etkinlik dallarında uzman kişiler olan
adamları vardı. Bu kuruluşun emrinde, anlaşılması en güç lehçeleri konuşabilen
etnologlar görev almışlardı. Langley merkezindeki görevlilerin birçoğu, en az
dört yabancı dil konuşan kimselerdi. Öğrendikleri her dil, bu görevlilere ek
gelir sağlamaktaydı. lşte bundan dolayı CIA personeli dil öğrenmek konusunda
büyük bir çaba gösteriyordu. Ayrıca, aralarında üniversite bilirmiş olanların
sayıları da pek çoktu. Bundan başka, macera heveslisi olan ve bu işten
sağladıkları paranın üstüne kendi özel gelirlerini ekleyen zengin çocuklarına
da rastlanıyordu. CIA'de ücret tavanı, 1950'-lerde, yılda I 4.000 doları
geçmemekteydi. Başka bir deyişle ücretler hiç de fazla değildi.
CIA'in bütün
personeli sürekli bir eğitim ve öğrenim içindeydi. Personel, gerek maddi
gerekse manevi bakımdan daima hazır durumda bulundurulur, yetenekleri kontrol
edilir, kişisel veya resmi bütün işlerinin bütünüyle gizli kalması konusunda
çok dikkatli olması önerilirdi. Üstlerinden birinin isteği üzerine ya da
yeterince açık görünmeyen bir olay dolayısıyla herhangi bir CIA görevlisi hemen
yalan makinesinin denetimine sokulurdu. Güvenlik servisleri, kimliği ve görevi
ne olursa olsun bütün CIA görevlileri konusunda ayrıntılı dosyalar tutmaktaydı.
CIA
yöneticileri, çalışmaları Amerikan ulusu tarafından pek büyük masraflarla
yürütülen bu örgütün gizliliğini sağlamak için ne kadar çok tedbir alınırsa, o
kadar iyi olacağını söylerler. Gerçekte CIA'in hiçbir eksiği yoktur.
Langley'deki merkezinde çalışmalarını büyük bir lüks içinde sürdürür. CIA'in
ondan daha bilimsel bir kimliği olan rakibi NSA ise çok modern bir cerrahi
merkeze, çeşitli kafeteryalar ve self servis lokantalara, Washington'un en
lüks ve yalnız üyelerinin girebildiği bir kulübe sahip olmakla övünür.
Başkan Harry
Truman tarafından imzalanmış ve Kongre tarafından kabul edilmiş olan İS Eylül
1 947 tarihli yasa, yabancı ülkelerdeki Amerikan casusluk hizmetlerini büyük
bir açıklıkla şöyle ta" nımlıyordu:
CIA'in
görevi, Milli Güvenlik Kurulu (National Security Council) ya da kısa adıyla
NSC'ye, ABD'nin güvenliğiyle ilgili bütün bilgileri sağlamaktır.
CIA, NSC'ye
casusluk çalışmalarıyla ilgili her türlü uyan ve teklifi yapmakla görevlidir.
CIA gelen
bilgileri toplar, bunlardan genel sonuçlar çıkarır, hem bu bilgilerin
değerlendirilmesi, hem de bunların hükümete iletilmesi ve hükümet tarafından
açıklanması konusunda çalışmalar yapar.
CIA, ulusun
öteki istihbarat servisleri yararına kullanılmasını uygun gördüğü özel
yöntemler için önerilerde bulunur.
CIA, devletin
güvenliği için gerekli eylemler için önerilerde bulunur.
Bu sonuncu bölüm,
gerçek bir patlayıcı madde niteliğindedir. Çekoslovakya'da iktidarı
komünistlerin ele geçirmesinin ABD'de yol açtığı tedirginlikten sonra, 10/2
sayılı belgenin ortaya çıkmasını işte bu madde sağladı. Amerikan Milli Güvenlik
Kurulu'nun bu kararıyla CIA'in içinde, birbirine paralel ve gizli bazı
servisler kuruldu. 1953'te lran'da, 1954'te Guatemala'da sol eğilimli
hükümetlerin devrilmesi, Küba'da Domuzlar Körfezi'ne yapılmak istenen çıkarma,
Kongo'daki ayaklanma ve bunlara benzeyen küçük ama hepsi de birbirinden
tehlikeli daha birçok olay, hep bu 10/2 sayılı kararın sonucudur.
Böylece,
kapılar her türlü serüvene ardına kadar açılmış oluyordu. Dolayısıyla,
uluslararası alanda işler gizli ve bütünüyle sorumsuz bir politikaya
dayanılarak yürütülmeye başlanmış oldu. CIA görevlileri, ABD'nin müttefiki ya
da ABD'ye karşı olan ülkelerin iç işlerine müdahale etmekle haberalma
çalışmalarını birbirine karıştırdılar. CIA'in Allen Dulles'ın başkanlığında
kurulduğu ilk yıllardaki iddialı olmayan ve görevinin sınırları içinde
kalmasını bilen ölçülü tutumuyla, bugün, sürekli olarak kurban isteyen CIA
canavarı arasında gerçekten büyük farklar vardır.
Kutsal Bir Canavarın
Doğuşu ve Fizyolojisi
Pearl Harbour
baskını ve bu baskının yol açtığı kayıplar ABD'de büyük bir kızgınlık ve
hoşnutsuzluk uyandırmıştı. Hemen bir soruşturma açıldı. Bu soruşturma
sonucunda da japon saldırısı konusunda silahlı kuvvetlerin istihbarat
servisleri tarafından, önceden ipucu niteliğinde bazı bilgiler elde edilmiş
olduğu ama bu bilgilerin, söz konusu istihbarat servislerinin umursamazlık ve
ilgisizliği yüzünden gerektiği gibi değerlendirilmediği anlaşıldı. Bu durum,
stratejik ve askeri bilgileri incelemek, birleştirmek ve ilgili yerlere
ulaştırmak bakımından güçlü bir biçimde donatılmış merkezi bir kuruluşun gerekliliğini
ortaya koydu. Bunun üzerine, yapılması gerekenin ne olduğunu çok iyi anlayan
başkan Roosevelt, Office of Strategic Service (Stratejik Hizmetler Ofisi) ya
da kısa adıyla OSS'yi kurdu ve örgütün başına William]. Donovan'ı getirdi. Ama
barıştan hemen sonra Washington yeniden işin kolayına kaçtı. OSS, Harry Truman
tarafından lağvedildi. Başkanın bazı çalışına arkadaşları, bu kuruluşun
etkinliğini gerektiği gibi değerlendiremiyor, OSS'yi "devlet içinde
devlet" olmakla suçluyor, fazla masraflı buluyor ve FBI ile aynı işi
yaptığı için gereksiz sayıyorlardı.
Daha sonralarıysa, ABD'de baş gösteren casusluk olayları ve dört bir
yandan ulaştırılan birbirini tutmaz ve inanılması güç bilgiler Truınan'ı
kızdırdı ve bunalttı. Günün önemli işlerini yürütebilmek için eline gelen
bilgileri çok yetersiz buldu. İşte bundan dolayı, 1946 yılı Ocak ayında
"National Intelligence Authority" adındaki inceleme komisyonunun
kurulmasını emretti. Bundan birkaç hafta sonra da Central Intelligence Group
(Merkezi İstihbarat Grubu) ya da kısa adıyla CIG ortaya çıktı. Bu kuruluşun
başına da Amiral Soulers getirildi.
Bundan sonraysa ABD Kongresi daha da ileri gitti. Kongre, Alien Dulles'ın
ABD'nin etkili ve merkezileştirilmiş bir casus sistemiyle donatılmak
zorunluluğuyla ilgili incelemelerini göz önünde tutmuştu. Stalinci
çılgınlıklara karşı Amerikan gücünü ortaya koyma isteğini benimseyen Kongre,
savunmayla ilgili olarak ayrı ayrı çalışan kuruluşların birleştirilmesini
kararlaştırdı. Böylece CIG, CIA'ye dönüştü. Dolayısıyla Stalin, hiç istemediği
halde, ters bir sonuçla ABD Kongresi'ni bu çok önemli kararı almaya itmiş
oluyordu.
Yalta'da Stalin, Roosevelt'ten, ABD silahlı kuvvetlerinin Avrupa
topraklarında iki yıl daha kalmaması konusunda söz almayı başarmıştı. Bu arada
Stalin de açık ve belirli bir biçimde olmamakla birlikte, Roosevelt'inkine
benzer bir söz vermişti. Ama Japonya'nın teslim olmasından sonra olaylar baş
döndürücü bir hızla gelişti. Stalin, ABD'yi gafil aviadı ve aldatılmış olduklarını
fark edince de onları çılgına döndürecek şeyler yaptı.
Böylece, ABD için yıkım sayılabilecek olaylar birbirini izledi: Komünistler
Çin'i ele geçirdi, Polonya, Romanya ve Bulgaristan'da Sovyet rejimleri
kuruldu, Macaristan'da komünist bir yönetim işbaşına geldi, Yunanistan'da ve
Vietnam'da iç savaş çıktı, Çekoslovakya'da rejime komünistler el koydu, Berlin
ablukası başladı, Kore savaşı çıktı, Sovyetler atom silah ve araçları yapmaya
başladılar. Sovyet dip-
lomasisinin l milyar insana egemen olmasını sağlayan bu büyük gücü,
Washington'u korkutmuştu. CIA'in olağanüstü gelişmesi, işte bu büyük güce karşı
bir savunma tepkisiydi. CIA ile ilgili yasalardaysa en büyük rolü Allen Dulles
oynadı ve 1947 tarihli "Ulusal Güvenlik Kanunu'nun" kaleme alınmasına
önemli bir katkıda bulundu.
CIA'in
başlangıç dönemi biraz kararsız geçti. Genelkurmay'daki subaylar, bu yeni ve
bütünüyle sivil nitelikteki gizli servis anlayışını kabul etmek istemiyorlardı.
Giderek, başlangıçtaki gizli çatışma açık bir muhalefete dönüştü. CIA'in
uğradığı bazı başarısızlıklar, kuruluşunun üzerinden henüz bir yıl bile
geçmeden, Amiral Hillenkoetter'in (o sırada CIA başkanıydı) ABD Kongresi'nin
özel bir soruşturma komisyonu tarafından sorguya çekilmesiyle sonuçlandı.
Amiral'den açıklama isteniyor ve CIA'in, ABD Dışişleri Bakanı'nın Latin
Amerika'ya yaptığı bir gezi sırasında gerçekleşen Kolombiya devrimi konusunda
önceden bilgi alamamış olması eleştiriliyordu.
1947 ile 1950
yılları arasında CIA, birbiri ardınca başarısızlıklara uğradı. Sovyetlerin
patiattığı atom bombasını ve Kore savaşının çıkışını önceden haber vermediği
için sert eleştirilere uğradı. Zaten, CIAin Kore'deki etkinliğinin bilançosu
hiç de göz daldurucu olmamış, sonunda siyasal bir skandala yol açmıştı. Bunun
üzerine gizli servisierin başına Smith getirildi. Bu yeni yönetici, otoriter
bir askerdi; ona görevinin CIA'yi içindeki bütün yetersiz ya da kuşkulu unsurları
temizlemek olduğu söylenmişti. Smith büyük bir şevkle işe girişti ve amansız
bir temizlik yaptı. Ama o da o sıralar Washington'da salgın olan "her
yerde casus görme" hastalığına tutulmuştu. Bu yüzden, 13 Ekim l962'de,
"Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Soruşturma Komisyonu" karşısında,
CIA'in içinde de bazı Sovyet ve komünist ajanlarının çalıştığını ve hiç
kimsenin bu ajanları tespit ederek, CIA'yi onlardan temizlemek olanağına sahip
bulunmadığı kanısında olduğunu belirtti. Böyle bir durum, gelecek için
gerçekten ürkütücüydü.
Başlangıçta
CIA'in kuruluş amacı, daha önce bu kuruluşun işini yapan gizli
servisierinkinden bütünüyle farklıydı. Çünkü CIA'in iki yönlü bir amacı vardı:
Bütün coğrafi bölgelerde tek bir otoritenin sürekli bir çalışmayla gizli
bilgiler elde etmesini ve bu bilgileri o tek otoritenin incelemesini sağlamak.
Bu ilkenin kabul edilmesinden sonra, CIA'in değerlendirme ve koordinasyon
servisi, kendi araştırma servislerinden olduğu kadar öbür ABD istihbarat
servislerinden gelen bilgileri de ele alarak işlemeye başladı. CIA böylece,
yabancı ülkelerdeki ABD diplomatik kaynaklarına ve ABD silahlı kuvvetlerinin
yabancı ülkelerdeki işgal kuvvetlerine direktifler vererek, işlerin yürütülmesi
bakımından göze çarpan bazı boşlukları doldurdu. CIA, resmi kuruluşların
etkinlik alanı dışında kalan casusluk eylemlerini kendi üzerine alıyor,
Washington'u özellikle ilgilendiren bir bölgede daha derinlemesine bir
istihbarat gereksinmesi ortaya çıktığındaysa mali kaynaklarım ve elindeki insan
olanaklarını bu bölgede topluyordu. Bu arada, görevlerde de büyük bir yenilik
yapılmıştı. Eski gizli servislerde casusluk ve karşı casusluk hizmetlerinin
ayrı olmasına çok önem verilmesine karşılık, CIA bu iki hizmetin ikisini de
kendi yetki alanı içinde toplamıştı. Örgüt ayrıca siyasal ya da psikolojik savaşla
ilgili bütün işlerden de sorumluydu. Olanakların böyle tek elde toplanması,
doğal olarak CIA'ye tehlikeli bir güç kazandırmıştı. Bunun için de CIA'ye karşı
olanlar, bu örgütü kamuoyu ve siyasal çevreler karşısında suçlu sandalyesine
oturtınayı ihmal etmediler. CIA'yi diktatörce iş gören korkunç bir kuruluş diye
gösterdiler; Amerikan yurttaşlarının özel hayatlarını denetim altına almaya kalkışırken
bir çeşit Gestapo durumuna gelen ve yeryüzünde insanlara Amerikalıların hayat
tarzını zorla kabul ettirmeye çalışırken de Sovyet KGB'sine benzeyen bir örgüt
biçiminde tanıttılar.
Bu hem doğru, hem de çok abartılıydı. Çünkü gerçekte CIA bir zabıta
kuvveti değildi ve emrinde bir zabıta kuvveti bile yoktu. CIA, FBI'dan
bütünüyle ayrıydı. ABD'nin iç güvenliğinden ise sadece özerk bir kuruluş olan
FBI sorumluydu. Bu eleştirilere cevap vermek ve ABD'nin siyasal ve askeri
stratejisinin hazırlanması ve bu stratejinin yürütülmesi için CIA'in
savunmasını yapabilmek amacıyla, önce Başkan Eisenhower, ondan sonra da Başkan
Kennedy, MIT'denjames Killian'ın başkanlığında bir başkanlık komisyonunu
görevlendirdiler. Bu komisyonun üyeleri, Amerikan casusluğunun etkili olmasına,
bu konuda bazı temel nitelikte yasalara uymasına ve çeşitli istihbarat
servisleri arasındaki dengenin sağlanmasına çalıştılar. Bu çeşitli istihbarat
servisleri pek çok ve karmaşıktır.
l955'te
Pentagon ile CIA sert bir biçimde çatıştılar. Olay önemliydi. Çünkü CIA'in
kara, deniz ve hava kuvvetleri istihbarat servislerine üstünlüğü
tartışılıyordu. Anlaşmazlık, kara kuvvetleri istihbarat bölümünün başında
bulunan General Arthur Trudeu'nun talihsiz bir girişimi dolayısıyla ortaya
çıkmıştı. Çünkü bu beceriksiz general, kendisininkine rakip kuruluşun
çalışmasına engel olmak için doğrudan doğruya Alman Başbakanı Adenauer'e
başvurmuştu.
Mantıklı
olarak, Alien Dulles'ın bu çatışmadan galip çıkması gerekirdi. Çünkü Allen
Dulles silahlı kuvvetlerin istihbarat servislerine karşıydı ve yasalar da
ondan yanaydı. Nitekim ABD başkanı Dulles'a hak verdi. Dolayısıyla,
Langley'deki merkezin, bütün ABD istihbarat ve karşı casusluk servislerine
üstünlüğünü artık kimse tartışamayacaktı. Bu servisler ise çok ve kalabalıktı.
Bunlar arasında, gücünü II. Dünya Savaşı'nda ispat etmiş olan ünlü G-2
geliyordu. Bu kuruluş, kara kuvvetleri istihbarat hizmetleri örgütüydü. Dünya
başkentlerinde birer askeri ataşeliği vardı ve bu durum G-2'nin birçok gizli
soruna burnunu sakmasını sağlıyordu. Ayrıca ABD birliklerini korumak
bahanesiyle Batı Almanya'da bulunan CIC (Counter Intelligence Corps) adındaki
karşı casusluk örgütü de G-2'nin yönetimindeydi. Yüklü bir özerk bütçesi olan
G-2'de 5.000 kadar istihbarat ve güvenlik subayı görev yapıyordu.
Deniz
kuvvetleri istihbarat servisi olan Office of Naval Intelligence'ın olanak ve
çalışmaları da kara kuvvetlerininkinden farklı değildi. Bu kuruluşta görevli
subayların işi, yabancı limanların altyapı tesisleri ve yabancı donanmalar
konusunda bilgi toplamaktı. Deniz kuvvetleri istihbarat subayları, Sovyetler
Birliği gemilerinin hareketlerine özellikle dikkat ederdi. Bu arada, kıtalararası
füzelerle donatılmış Rus denizalnlarının hareketlerini de izliyorlardı. Bu
denizaltıları yüzlerce kilometre uzaktan teşhis etmeyi öğrenmişlerdi, ve parmakları
her an, bu denizaltıları bir anda yok edecek olan düğmenin üzerindeydi.
Bu atom
savaşı hazırlığı sırasında hava kuvvetleri istihbarat servisinin (Air Force
Intelligence) çalışmaları da yer alıyordu. Bu servis, hava filosunun yok
etmekle görevli olduğu düşman hedeflerinin ve atom bombası taşıyan füzelerin
bilgilerini barındırıyordu. Bu önemli görev, "Targets Directorate"
adındaki özel bir servise verilmişti. Atom üslerini ve bu üslerin
personeliniyse, özel bir karşı casusluk servisi koruyordu. Bu servisin adı,
Özel Araştırma Servisi'ydi (Office of Special Investigation). Bu servis,
dosyalarını FBI'ın ve CIA’in yardımıyla tamamlıyordu.
ABD gizli servisleri ellerine geçen en küçük ve önemsiz bilgileri bile
CIA'ye göndermek zorundadır. Langley'deki CIA merkezi, her gün gelen bu
belgeleri incelemek ve Langley'in dev salonlarında işleme koymak durumundadır.
Yabancı ülkelerdeki ABD resmi temsilciliklerinde, bazen CIA temsilcisi ile
askeri istihbarat sorumluları arasında yetki anlaşmazlıkları çıkıyordu. Çünkü
üniformalı görevliler, genellikle sivillerden emir almaktan hoşlanmıyorlardı.
CIA bu güçlüğü, görevlilerini oldukça yüksek bazı diplomatik unvaniarın
arkasına gizleyerek çözümlemişti. Bu unvanlar, maslahatgüzarlık ya da birinci
katiplik gibi oldukça yüksek görevlerdi. Yani, batı demokrasilerinin gizli
servisleri Sovyet gizli servisleri mensupianna göre çok şanslılardı. Sovyetler
ise bu konuda daha az şekilciydi. Sözgelimi, bazı M”^D veya GRU subaylarının
basit bir kavas ya da elçilik şoförü olarak görev yapması olağan bir durumdu.
Bu arada, ABD Dışişleri Bakanlığı ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki ABD
temsilcilikleri ile CIA arasında sürekli bir ilişki vardı. Hatta bu iki
kuruluşun, aradaki mesleki çekingenliğe rağmen, birbirlerine paralel bazı eylemler
sürdürdükleri bile oluyordu. Gene aynı şekilde, CIA bazen Atom Enerjisi
Komisyonu'na önemli yardımlarda bulunarak, bu komisyona Sovyet veya Avrupa
biliminin teknoloji alanındaki son keşiflerini bildiriyordu. Böylece, CIA’in
merkeziyetçi rolü göz önüne serilmiş olmaktadır. CLAin dünyanın her yanında
oradan oraya koşup durduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu durum, ABD'nin dış politikası
için gerçek bir tehlikedir. Çünkü CIA, araştırma olanaklarının bolluğuna, özel
malzemelerinin çokluk ve çeşitliliğine, dolarlarına, teknisyenlerine ve
servislerinin rasyonel ve bilimsel bir biçimde örgütlenmiş olmasına rağmen
gene de çok büyük yanlışlıklar yapmaktadır. Sebep, kendisine gerektiğinden çok
güvenmesidir. Bu durumun en açık delili, dünyayı üçüncü bir büyük savaşın
eşiğine getiren "Küba Bunalımı" olmuştur.
İşte bundan
dolayı, ABD Başkanı Kennedy, bu kaygılandırıcı durumu çözüme bağlamak ve bütün
ABD gizli servislerinin çalışmalarını birbiriyle ilişkili duruma getirmek
amacıyla, "Birleşik Devletler İstihbarat Bürosu" ya da kısa adıyla
USIB'yi (United States Intelligence Bureau) kurdu. CIA yöneticisinin
başkanlığındaki bu kuruluşun iki yönlü bir görevi vardı: Hükümet düzeyinde
bilgileri süzgeçten geçirmek ve araştırmaları düzenli bir duruma getirmek.
USIB, ABD Başkanı'na karşı sorumluluğu dolayısıyla, istihbarat sorunlarını,
sakınarak ve dikkatle incelemekteydi. Bu durum, her bakımdan yararlı olmuştu.
1966 yılı
Nisan ayında New York Times Gazetesi, CLAin içyüzünü açıkladı. Ülke istihbarat
servislerinin kapsamına giren gizli çalışmaların başlıca dört bölüme ayrılmış
olduğunu öğrenmek Amerikan toplumunu şaşırttı. Öte yandan halk, bütün bu
çalışmaları biraz fazla karışık buldu; bunların çok büyük paralara mal olduğu
ve ulusal başarılar sağlamasının yanı sıra can sıkıcı birçok olaya da yol
açtığını düşünüyordu.
Sıradan bir
Amerikan yurttaşı, bir cıvatanın CIA uzmanlarına Çekoslovak fabrikalarından
çıkmış traktörterin sayısını bulmayı sağladığını ya da çalınan portmantonun
sesten hızlı uçak yapımında kullanılan alaşım artıklarından imal edilmiş
olduğunu hiç aklına getirebilir miydi? Sıradan Amerikan yurttaşının, ülkesinin
gizli servislerine körü körüne bir güven duysa bile, o portmantonun, şaşılacak
bir kesinlikle, dev boyutlu yeni Rus bombardıman uçaklarının hızını ortaya
koyduğunu, hatta bu uçakların kanatlarının biçiminin bile bu sayede
öğrenildiğini tahmin edebilmesine imkan var mıydı? Üstelik bu bilgiler, söz
konusu uçaklar daha fabrikadan çıkmadan elde edilmiş olmaktaydı. Bütün bunlar
pek esrarlı şeylerdi. Halk, insanın hayal sınırlarını aşan bu hikayeler karşısında
şaşkına dönüyor ve herkes kendi kendine CIA’in karşı casusluk bölümü tarafından
yürütülen casustuk olaylarının ne anlama geldiğini soruyordu. Amerikalılar,
güçlü düşmanları Sovyetlerin olduğu kadar, müttefiklerinin de sırlarını ele
geçirmek amacıyla, bilgisayarlar, radarlar ve elektronik dinleme cihazlarından
oluşan bir dünyayı büyük bir ürküntü duyarak keşfediyorlardı. Halk, CLA'in
"Dirty Trics" (pis işler) bölümünün bu karanlık marifetlerini,
olağanüstü bir macera romanının olaylarıymış gibi izlemekteydi. Halkın bu
konudaki tepkisi, gururlu her insanın davranışını andırıyordu. Halk, işlerin
Amerikalılara özgü bir biçimde dakik ve özenli yürütülmesine hayranlık
duyuyor; bir ülkenin hayatının, telefon rehberleri, yolları, gelenek ve
göreneklerinin en küçük ayrıntılarına kadar tanınmasını sağlayan dosyalara
sahip olunduğunu bilmek ona gurur veriyordu. ABD yurttaşları bu çok ayrıntılı
ve büyük çalışmaların, yabancı ülkelere mümkün olduğu kadar çok başarı
şansıyla casuslar gönderilmek için yapıldığını bilmiyordu. Ayrıca Amerikalılar,
CIA'in yeni bir Pearl Harbour faciasıyla bir daha karşılaşmamak için
çalıştığını bilmekten dolayı da memnundu.
Bununla birlikte halk, günlük basında ABD gizli servislerinin ülkenin
toprakları üstünde, Kongre'nin kabul ettiği yasalara aykırı olarak yoğun bir
etkinlik içinde bulunduğunu öğrenince ve gizli servislerin bu amaçla Beyaz
Saray'dan birkaç adım ötede, Pennsylvania Avenue üzerindeki 1750 numaralı büyük
ve modern yapıda büyük bir gizli daire tuttuklarını okuyunca, gene de belirli
bir tedirginlik duymaktan geri kalmadı. Gerçi CIA, bu dairenin çalışmalarını "U .S. Army Element joint
Planning Activities joint Operation Group" adı altında gizlemeye çalışmış
ama bunun bir yararı dokunmamıştı. Domestic Operations Division ya da kısa
adıyla DOD'nin, hiç de hoşa gitmeyen ve ajanlarının kazandığı başarıların bile
bağışlatamadığı bir zorba yanı vardı. Ilya Ehrenburg, DOD'yi Allen Dulles'a şu
hiç de diplomatça olmayan sert sözlerle anlatmıştı: ‘‘Eğer bir gün, eğlenmek
için gökyüzüne gönderilecek olurlarsa, orada hemen bulutları patlatmaya,
yıldızlan dinamitlemeye ve melekleri öldürmeye başlayacaklarından şüphe
edilemez."
CIA'in tasarıları karşısında en büyük şaşkınlığa düşenlerden biri, Fidel
Castro'nun Birleşmiş Milletler toplantısında bulunmak üzere Amerika'ya gelişi
sırasında, onu korumakla görevli Michel Murphy adındaki polis oldu. Çünkü
Michel Murphy, "Barbudosların" (Sakallıların) önderine armağan
olarak sunulacak bir paket puranun patlaması sonucunda Castro'nun kafasının
havaya uçurulacağını öğrenmişti. Murphy şaşırmakta haklıydı; çünkü öldürülecek
olan kişi, yani Castro, onun korumakla yükümlü olduğu kişiydi. Suikast
tasarısı CIA’indi ve söz konusu puralar CIA'in gizli bir laboratuarında özel
olarak hazırlanmıştı. Neyse ki tasarıdan çok geç kalmadan vazgeçildi ve puralar
"Dirty Trics" (pis işler) bölümüne geri gönderildi.
Bir başka
olay da General Del Valle'yi şaşkınlığa uğrattı. Del Valle, Mac Arthur'un eski
bir silah arkadaşıydı. Mac Arthur henüz Uzak Doğu'da başkomutan olarak görev
yaptığı sırada, Del Valle bir gün CIA'ye çağırıldı. CIA Başkanı Smith ile o
sırada Smith'in yerine geçmek üzere olan Alien Dulles, General Del Valle'ye,
"japonya'nın Amerikalı İmparatoru" dedikleri Mac Arthur'u
başkomutanlıktan uzaklaştırmak amacıyla düzenlenecek bir kampanyaya katılması
teklifinde bulundular. Onlara göre Mac Arthur'un işlediği suç, CIA’in
raporlarına hiç önem vermemekti. Allen Dulles'ın en sevdiği ve en çok
tekrarladığı sözlerden biri şuydu: "Yıldırımın nereye ve ne zaman düşeceği
hiç belli olmaz." Ama bu kez, yıldırım CIA’in üstüne düşecekti. Çünkü
ikiyüzlülükten hiç hoşlanmayan General Del Valle, CIA yöneticilerinin bu
oyununu Amerikan basınına açıkladı. Ve bu da nice garip işin arasında bir başka
rezaletti. Gizli servisler hatasız çalışmaz. Casuslukta her zaman hedefe
vurulması imkansızdır. Çünkü bu alanda da yasa, savaş yasasıdır ve bazen
kurunun yanında yaş da yanar.
Ama CIA yine
de hiç değilse resmen kural dışı olmayan yollar kullanmaya çalışıyordu. Örgüt,
Sovyetlerin, "yabancı bir ülkede meşru olarak bulunanlarla meşru olarak
bulunmayanlar" formülünü benimsemişti. CIA’in ana hücresi, bütün ABD
diplomatik temsilciliklerini içine alan ekipti. CIA görevlileri, bu
temsilciliklerde, diplomatik pasaportların ve diplomatik görevlerin
"örtüsü" altındaydılar. Sözgelimi Paris'teki ABD Büyükelçiliği'nde,
her birinin özel görevleri ve ayrıcalıkları olan 70-80 arası CIA görevlisi
vardı. Fransız yetkililer bunu biliyor ve göz yumuyorlardı. Fransa'da meşru
olarak oturan Amerikalı ajanların karargahı (yani ABD Büyükelçiliği), o ülkede
ya da o ülkeye komşu olan ülkelerde kendisi için çalışan çok sayıda gizli ajan
beslemişti.
ClAin "meşru olmayan" ve çeşitli "örtüler" arkasında
gizli işler gören karargahları da vardı. Bu konuda geçerli olan yöntem,
"her meyvenin içine bir kurt yerleştirme" politikasıydı. Zaman, bu
yöntemden daima olumlu sonuç alınmasını sağlamıştı. Yani ajan, düşman
sisteminin içinde yaşar; bu sistemin bir dişlisidir. Sistemi içinden gözler.
Bu duruma gelebilmesi için de yıllarca süren bir sabır ve hazırlık dönemi
gereklidir.
Baltık limanı Stettin'deki bir Alman işadamı, öğle yemeği olarak, bir
tepenin üzerinde sandviç yemekten hoşlanıyordu. Bu garip adamın bütün zevki,
komünist topraklarında olmasına rağmen, dürbünle doğayı ve bu büyük Polanya
limanının tesislerini seyretmekti. Bir gün, kendisi gibi CIA ajanı olan
sekreterine uzun bir mektup yazdırdı. Rakamlar ve satış teklifleriyle dolu bir
iş mektubuydu bu. Sonra Paris'e gitti ve şehirde kısa bir gezinti yaptı. Bu
gezinti sırasında, CIA hesabına çalışan bir fotoğrafçıyla konuştu. Fotoğrafçı
banyo ettiği bir mikrofilmde yazılı olan mesajı büyüterek kendisine verdi. Bu
mesaj Stettinli Alman işadamının dürbünle gözlemlediği bilgileri
kapsamaktaydı. ClAin gizli görevlilerinden bir başkası da mikrofilmdeki
büyütülmüş mesajı doğruca Washington'a iletti. Dolayısıyla Alien Dulles,
Stettin'den silah yüklü bir geminin bilinmeyen bir yöne hareket etmiş olduğunu
öğrenmişti. Demek ki yeryüzünün bir yerinde, bir devrim hazırlanıyordu. İki bin
ton ağırlığındaki bu silah, top ve patlayıcı maddeler, "Alfhem"
adındaki söz konusu İsveç şiiebinin yolculuğunu izlemeye değecek kadar
önemliydi. Konşimentosunda "optik araçlar" yüklü olduğu yazılı olan
gemi, izini kaybettirmek için yaptığı birçok manevradan sonra, Amerikan United
Fruit firmasının çiftliği durumunda olan Orta Amerika ülkesi Guatemala'nın
Puerto Barrios limanına varmıştı.
Acaba Sovyetler Birliği, Guatemala'nın Başkanı Arbenz'in kişiliğinde
yeni bir "devrimci" önder mi yaratmak istiyordu? Alien Dulles, gizli
dosyalarını inceleyerek bu sonuca vardı ve düşüncesini Milli Güvenlik Kurulu'na
açıkladı. CIAin Stettin'de bulunan gayrı meşru görevlisinin, Arbenz'e karşı
gizli bir silahlı mücadele hazırlamak üzere, gerekli çalışmaları yapmasına
karar verildi. Öte yandan bir CIA ajanı olan ve Honduras ormanlarında yaşayan
Albay Castillo ise Bonduras'ta sürgünde bulunan bir avuç Guatemalalı ile birlikte,
ilerde geleceğini umduğu mutlu günleri. beklemekten sıkılmıştı. Albay
Castillo'ya hemen, ABD gizli servisleri tarafından uçakla 25 ton makineli
tüfek gönderildi; ayrıca emrine bazı eski B-26 uçakları verildi. Uçakların,
Guatemala başkentini bombalamasından sonra Arbenz'in ordusu, Moskova'dan yana
olan başkanı kovarak yerine anti komünist bir cuntayı işbaşına getirdi. CIA'in
bu kez, Allen Dulles'ın nükteli deyimiyle, "becerikli kahinlerini"
kullanmasına gerek kalmamıştı.
Meşru olmayan karargahiarın sayısı, istenildiği gibi arttırılamıyordu. Çünkü
bu yerlerin merkezle bağlantıları -bu bağlantıları kurmak son derece karmaşık
olduğu içinbüyük güçlüklerle karşılaşmaktaydı. Buna karşılık, "açık
yöntem" her türlü bilgi edinilmesini sağlıyordu. Açık yöntem, CIA'in
tanımak istediği ülkenin gazete ve dergilerini okumaya dayanıyordu. Dikkatli
bir çalışmayla, bu gazete ve dergilerden, bazen, ajan raporlarından daha çok
bilgi sağlayan değerli ipuçları edinilebiliyordu. Işte bundan dolayı, CIA'in
Langley'deki merkezinin çeşitli bölümlerine, her ay on binlerce gazete
gelmektedir. Söz konusu bölümler bu gazete, dergi ve benzerlerinden, çeviri
makineleri ve bilgisayarlar yardımıyla, gerekli bilgileri çıkarmaktadırlar.
Bazı resmi görevlere yerleştirilen kişiler için protokol gereği kurulan
ilişkiler, çeşitli gösteri ve toplantılar da önemli haber kaynaklarıydı. Alien
Dulles, iş arkadaşlarına bu konunun önemini belirterek, "haber ve bilgi
derlemek, geniş ve yoğun bir iştir" demişti. Bu, aynı zamanda, çok ince
bir işti; çünkü resmi istatistikler çok aldatıcı olabilmektedir. CIA'in uzman
olduğu bir alan vardır: Teknik casusluk. Gerçekten de Washington'un ajanları
küçük boyda mikrofonlar ve benzeri araçlar yerleştirmek konusunda eşsizlerdir.
Uzak mesafeden dinlemeyi sağlayan bir aracın yerleştirilmesi, çoğu kez oraya
daha önceden sokulmuş bir ajan tarafından yapılıyordu. CIA, işitme-görme
araçları alanında, gerçekten önemli bir düzeye ulaşmıştı.
1955 yılında bir CIA ajanı, sınırdan üç yüz metre uzaklıkta Sovyetlere
ait telefon kabloları demeti bulunduğunu fark etmişti. Berlin'deki Sovyet
genel karargahı, bu hatlardan doğrudan doğruya Moskova'yla görüşüyordu. CIA,
çok ilginç olduğunu düşündüğü bu telefon konuşmalarını dinlemeyi
kararlaştırmıştı. Bu amaçla, sınıra çok yakın olan Rudow'da bir radar istasyonu
kuruldu. Bu yeni yapılar, gözüpek bir harekatı gizlemek amacını güdüyordu.
Yerin 6 metre altında CIA’in son model teybi Sovyet telefon kabloianna gizlice
bağlanacak; bütün bu çalışmalar da Sovyet toprakları üzerinde gerçekleştirilecekti.
Bu tehlikeli harekat yaklaşık bir yıl sürdü. Ayrıca, Washington'daki
birçok CIA uzmanı, konuşmaların kayıtlarını teker teker inceleyerek önemli
bölümlerini ABD yetkililerine ilettiler. Bu arada kötü rastlantılar, bu
tesislerin birkaç kez Rusların eline düşmesi tehlikesini doğurmuştu. Kış
gelince ABD gizli ajanları üşümemek için tünele ısıtma araçları
yerleştirmişlerdi. Amerikalılar casusluk işlerinde bile konfora büyük önem
veriyorlardı. Ama karlar erimeye başlayınca, CIA'in bu olağanüstü çalışması,
karlı toprağın üstünde yüzlerce metrelik, siyah bir iz halinde ortaya
çıkıvermişti. Bir aksiliği önlemek için tünele hemen vantilatörler ve çok güçlü
soğutma araçları koymak gerekmişti. Kar yeniden başladı ve böylece modern
gizli savaşın en cüretli girişimlerinden birinin açığa çıkması tam zamanında
önlenmiş oldu. Ruslar, bu tünelin varlığını ancak bir rastlantı sonucu öğrendiler.
Moskova bundan, ABD aleyhine bir propaganda imkanı çıkarmasını bildi ve
böylece uğradığı zararı karşılamaya çalıştı.
CIA, Washington'da bir ajanın korunması için gerekli bütün olanakları
kısa zamanda sağlayabilecek durumdaydı. Herhangi bir ajanın dünyanın herhangi
bir bölgesinde istediği gibi dolaşabilmesini sağlayan bir kimlik belgesini ya
da gerekli bir başka belgeyi her an sağlayabiliyordu. CIA, dünya üzerindeki
yıkıcı faaliyetlerini, lüks sayılabilecek araçlan ve casusluğa uygulanmış
teknik yetkinliği ile yıllardır sürdürmektedir.
Bütün
Dünyada Bir Dizi Kötü Darbe
Avrupa, CLA'in en güçlü olduğu yerlerden biriydi ve halen de öyledir.
ABD gizli servisleri Avrupa'da çalışmalarını değişik 'örtüler' altında
sürdürmüşlerdi. Piyasa inceleme ve araştırmaları ya da işyerlerinin yeniden
örgütlenmesi konularında uzmanlaşmış Amerikan ortaklıklarının doldurdukları
soru listeleri, Washington'daki CIA merkezine ulaşmaktaydı. Bu listeler,
kullanılmaya elverişli mühendislerin, en yeni ve ileri araştırma alanlarında
çalışan bilim adamlarının CIA tarafından bilinmesini sağlıyordu. Böylece söz
konusu iş ortaklıkları, ABD'nin hizmetinde kullanılmaya hazır duruma gelmiş
oluyordu. Bugün de aynı yöntem Amerikan gizli servisleri tarafından yoğun bir
şekilde kullanılmaktadır. CIA ajanları insan faaliyetinin birçok alanlarında
kendilerini gösteriyorlardı. Sözgelimi, Akdeniz limanlarında çıkması ihtimali
olan ve Amerikan mallarının boşaltılmasını tehlikeye düşüren bir komünist işçi
grevi vardı. CIA hemen "Hür Sendikalar Uluslararası Konfederasyonu"
(CISL) lideri Irwing Brown'a grev kırıcılar harekete geçirmesi için gerekli
olan binlerce doları vermiş ve grevi etkisiz hale getirtmişti. 194?'de Fransa,
Komünist Genel İş Konfederasyonu'nun giriştiği (CGT) grevler yüzünden felce
uğramıştı. Amerikalılar işe el atmak istediler; ama bu resmen imkansızdı.
Sonunda çözüm yolu bulundu: Sendikalar el altından işi karıştıracaktı. Bu
amaçla "Force Ouvriere" adlı bir sarı sendika kuruldu. Ama bu
makinenin işlemesi çok büyük masraflar gerektirdiği ve Irwing Brown'un elinde
bunu karşılayacak kadar para bulunmadığı için, parayı CIA ödedi; bu uğurda
büyük miktarlar harcandı. Buna benzer bir durum İtalya'da da uygulanmıştı.
Avrupa'nın karşı casusluk servisleri, ABD'li meslektaşlarının yöntem ve
davranışlarını çok iyi bilmelerine rağmen, CIA'in pervasızlığı ve dökülen
bunca para karşısında güçsüzlüklerini kabul etmek zorunda kalmışlardı. CIA,
Ispanya'da SSCB'ne yıkıcı ajanlar sokmak amacını güden "Russioum"
adlı bir örgütü kontrol ediyordu. Ayrıca, bütün dünyaya dal dal yayılmış bir
Katolik örgütü olan Opus Dei'nin gizli ipleri de CIA'in elindeydi. CIA, bu
örgütün üyelerinden bazılarını Fransa'da ticari casusluk yapmakta
kullanıyordu.
Bütün bu ajanlar, İspanyol makamlarıyla alay edercesine ortalık yerde
dolaşıyorlardı. Bakanlıklarda ve Ispanya gizli servislerinin etki alanı
içindeki yerlerde her şeyin kısa zamanda olumlu çözüme bağlanması için,
dağıtılan birkaç dolar yetiyordu Bir zamanlar, tüfeğinin birden patlaması
sonucunda neredeyse Franco'nun hayatma mal olacak olan av kazasının, ABD
Büyükelçiliği'ndeki yüksek görevlilerden birinin verdiği bir kutu mermi
dolayısıyla meydana geldiği, devlet başkanının çevresinde uzun süre fısıldanıp
durmuştu.
Yunanistan'da
ise CIA uzun süre açık açık çalışmıştı. NATO'nun Akdeniz'de kilit niteliğindeki
üssü olan bu ülke, bir ara ABD gizli ajanlarının, sosyalist Balkan ülkeleri ile
bunların daha ötesinde bulunan ülkelerde yürüttükleri gizli görevler için bir
hareket noktasıydı. Sayıları sanıldığından az olmasına rağmen, yıllarca CIA
tarafından beslenmiş bazı ajanların, orada hükümet başkanı ya da bakan
oldukları bile görülmüştü.
İtalya'daysa,
27 Haziran 1968'de "SIFAR Skandali" adı verilen olay, gene bu
tür CIA operasyonlarından biriydi. Bu skandal, şakağına 6.35'lik bir mermi
sıkılmış olarak bulunan Rocca'nın ölümüyle ilgiliydi. Soruşturma sonucu Renzo
Rocca'nın albay olduğu ve İtalyan Askeri Haberalma Servisi (Servizio
Informazioni Forze Arınete Riuniti, kısa adıyla SIFAR) içindeki gizli bir
servisi yönettiği ortaya çıkmıştı. Kısaca lER (İktisadi ve Sınai Araştırmalar)
adıyla anılan bu servisin, İtalya'daki iş hayatının bütün önemli kişileriyle
ilişkisi vardı. Güçlü bir kuruluş olan lER, Amerikan gizli servislerine
bağlıydı ve İtalya'da karşı bir hükümet darbesi düzenieyebilecek durumda bulunuyordu.
Basın, bu olayın bütün görünümlerini göz önüne serdi, önemini azaltmaya
çalışmakla birlikte SIFAR'ın, aslında CIA'in bir şubesinden başka bir şey
olmadığını ortaya koymuştu. Devletlerarası ittifakları özel bir biçimde
yorumlayan bu davranış konusunda Le Monde gazetesi şöyle yazıyordu: "ABD,
belki yalnız İngiliz gizli servisleri dışında, müttefiklerinin istihbarat
servislerini elinde tutuyor. 1950 yıllarında bu ülkelerle ABD arasında çok sıkı
bir 'işbirliği' kuruldu. Bunun sonucu olarak da bugün ABD ajanları Fransa'da,
tamamen resmi bir biçimde çalışmaktadırlar. Yunanistan gibi başka ülkelerde
ise istihbarat servisleri Washington'dan para yardımı alır. Hatta NATO
ülkelerinin önemli askeri ve sivil sorumluları çekici tekliflerle bile
karşılaşırlar. Bazı ABD özel kuruluşları, bunlara belirli bir ücret
karşılığında her türlü bilgiyi sağlamak teklifinde bulunurlar."
Avrupa'da
CIA'nin emrinde, dilediğinde kullanabileceği bitmez tükenmez gizli ajan depolan
vardı. Bir ülkeden ötekine göç edenleri CIA açıkça ve yakından izliyordu. Ünlü
siyaset adamlarını kendisine bağlar, sendika merkeziyle ilişki kurar ve hizmet
edeceklerini garantilediği bazı adayların seçim kampanyalarını paraca
destekiernekte en küçük bir duraksama göstermezdi. CIA bazen, bir çeşit 'gizli
hükümet' durumuna gelmekle bile suçlanmaktadır. Çok ileri bir etkinliği olan
CIA, ABD politikalarının en büyük destekçisi olmuştur. Bu duruma geleli beri
de çalışmalarını yaygınlaştırmaya bakmakta, en olmayacak entrikalara
karışmaktadır: Satın alınan bakanlar, güdümlü duruma getirilmiş siyasiler,
örgüt emrine sokulmuş parti başkanları, gerillalar ve kontrgerillalar,
muhalefet partilerine, kurtuluş cephelerine sistemli olarak sağlanan destekler,
anti komünist bir gelecek kurmak amacına dönük kışkırtmalar... Latin Amerika'da
1961 ile 1963 yılları arasında yapılan sekiz hükümet darbesinin ABD gizli
ajanlarınca düzenlendiğini belirtmek, bu durumu gereğince ortaya koymaktadır.
Baskı, şantaj, tehdit... Langley merkezinin elektronik beyinleri
tarafından işlenen ve yürütülen casusluk sanayi, ABD çıkarlarının üstünlüğünü
sağlamak amacıyla kullanılır. Ama bütün sakınmalara ve teknik ustalığa rağmen,
ihanetiere ve bazı gizli durumların açığa çıkmasına engel olunamamaktadır. Bu
durumun sonucu olarak ortaya çıkan birtakım rezaletleriyse, bu gibi fırsatları
hiç kaçırmayan komünist propagandası iyice şişirerek gözler önüne serer:
Bolivya İçişleri Bakanı Antonio Arguedas'ın Latin Amerika'da CIA'in baskı
yöntemleri konusundaki açıklamaları, İngiliz Guyana'sında çıkan grevler, ABD
tarafından tasfiye edilmek istenen Kübalı devrimciler, çeşitli yerlerde kurulan
ve paraca desteklenen örgütler, sendikalara sokulan adamlarla buralarda
girişilen propaganda eylemleri...
CIA'in başka oyunları da var olmuştur: Afrika'da düzenlenen komplolar,
Uzak Doğu'da Kuzey Koreliler tarafından ele geçirilen casus "Pueblo"
gemisi olayı, Interaramco Limited Şirketi'nin oyunları, Laoslu önderiere
gizlice yapılan para yardımları, Western Enterprise Incorporated firmasının
Çin'le kurduğu birtakım kaçakçılık ilişkileri, "Friends of Middle
East" örgütünün Yemen'deki faaliyetleri... Bütün bunlar, geçmişte CIA'in
dünya çapındaki casusluk çalışmalarının ve siyasal etkinliğinin örnekleridir.
ABD hükümeti bu tür eylemleri, varlığını korumanın gereği saymıştır.
Bundan dolayı da bu geniş çaptaki yıkıcı girişimler, arada bir müdahale ettiğinde,
CIA'ye daha ihtiyatlı davranmasını öğütlerken, asıl amacı onun gücünü arttırmak
ve daha etkili olmasını sağlamaktır.
CIA DARBELERİ VE
SKANDALLARI
Watergate Skandali, 1972-1974 ABD'nin başkentinde gelişen ve Başkan
Richard Nixon'un istifa etmesiyle sonuçlanan siyasi bir skandaldir. Watergate,
ABD'nin başkenti Washington'da bulunan bir otel ve iş merkezinin adıdır.
Skandal bu binada ortaya çıktığı için Watergate Skandali ya da kısaca Watergate
adıyla anılır. 17 Haziran 1972 günü 5 hırsız, Watergate Iş Merkezi'ndeki bir
büroya girerken polis tarafından yakalanarak tutuklandı. Bu büronun ABD'nin o
zamanki ana muhalefet partisi olan Demokratik Parti'nin merkezi olduğu ortaya
çıktı. Sürdürülen soruşturma, hırsızların Nixon'un partisi olan Cumhuriyetçi
Parti ile bağlantılı olduklarını ve amaçlarının Demokratik Parti'nin
telefonlarını gizlice dinlemek üzere mikrofonlar yerleştirmek olduğunu ortaya
koydu. Bunun üzerine Başkan Richard Nixon, bu hırsızlığın arkasında olan bütün
siyasetçilerio ortaya çıkarılması için Adalet Bakanı Elliot Richardson'u
görevlendirdi. Richardson, Archibald Cox isimli bir savcıyı bu göreve atadı.
Cox, Beyaz Saray'da başkanın bütün konuşmaların teybe alındığını öğrenerek bu
bant kayıtlarının kendisine verilmesini istedi. Nixon bu isteği kesinlikle
reddetti ve Cox'un görevden alınmasını emretti. Adalet Bakanı Cox'u görevden
almayı reddedince Nixon, Richardson'un işine son verdi. Olaylar gitgide çorap
söküğü gibi gelişmeye başladı. ABD Yüksek Mahkemesi Nixon'u bant kayıtlarını
savcılara teslim etmeye zorladı. Nixon bant kayıtlarını sonunda teslim etti ama
Nixon halkın desteğini kaybetmişti ve ABD Kongresi'nde Nixon'u görevden almak
üzere soruşturmalar başlamıştı. 8 Ağustos 1974 tarihinde Nixon televizyonda
yaptığı bir konuşmayla ertesi gün istifa edeceğini açıkladı. Yerine başkan
yardımcısı Gerald Ford başkan oldu. Böylece Nixon, ABD tarihinde başkanlıktan
istifa eden ilk başkan olmuştur.
1973 Şili Darbesi, ll Eylül
1973'te sosyalist Başkan Salvador Allende'nin devriJip General Pinochet'nin
iktidara geldiği askeri darbedir. ABD'nin onayı ve desteği ile yapılan bu
darbeyle dünyanın seçimle başa gelmiş ilk sosyalist hükümeti devriimiş ve
yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştur. Salvador Allende, 1970 başkanlık
seçimlerinde oylanın % 36'sını alarak Şili'nin başkanı olmuştu. Başkan
olduktan sonra geniş çaplı reformlara girişti. Bu reformlardan en önemlileri
olan endüstrilerin (özellikle bakır endüstrilerinin) devletleştirilmesi ve
topraklanın yeniden dağıtılması, Şili'deki toprak sahipleri ve diğer
zenginlerin tepkisini çekti. Ailende'nin ekonomik reformları, ilk yılında çok
başarılı oldu ve Şili ekonomisi % 8.6 büyüdü. Ancak bu başarı ertesi sene devam
etmedi ve 1972'deki % 140'lık enflasyon yıkıcı sonuçlar doğurdu. Yiyecek
sıkıntısı baş gösterdi ve karaborsacılık yaygınlaştı. 1971 ve 1972 yıllan boyunca
bakır fiyatlannın düşmesi, ihracatının neredeyse tamamı bakır olan Şili
ekonomisine ağır bir darbe daha vurdu. 1971'de Küba'nın lideri Fidel Castro
Şili'yi ziyaret etti. 4 hafta süren bu ziyaret, başta Amerika olmak üzere
birçok kapitalist çevrelerde Şili'nin Küba gibi olacağı korkusunu güçlendirdi.
Kötüleyen ekonomik göstergelere rağmen 1973 seçimlerinden Ailende
güçlenerek çıktı ve oyunu % 43'e çıkardı. Fakat rakipleri muhafazakarlar,
milliyetçiler ve Hristiyan demokratlar birleşerek Demokratik Koalisyon'u
kurdular. 1973'de Allende ile muhalefet arasındaki çekişme, Şili'de birçok
siyasi krize yol açtı. 22 Ağustos 1973'de Hristiyan demokratlar ile
muhafazakarlann kontrolündeki Şili Meclisi, "Şili demokrasisinin kınlmakla
olduğunun bildirgesi" adlı kararı kabul etti. Meclisin aldığı kararda
Allende'nin anayasayı delmekte olduğu iddia ediliyor ve Ailende bir diktatörlük
kurmaya çalışmakla suçlanıyordu. Sorunu çözmek ve demokrasiyi yeniden işler
kılmak için ordunun yönetime el koyması isteniyordu. Allende, iki gün sonra
verdiği cevapta bu kararı alanların "ülkenin dışarıdaki itibarını bozmak
ve iç karışıklıklar çıkarmak" arnacında olduğunu söyledi.
ll Eylül 1973'de
General Pinochet önderliğindeki silahlı kuvvetler yönetime el koydu. Önce Şili
hava kuvvetleri başkanlık sarayı La Moneda'yı bornbaladı, daha sonra ise kara
birlikleri saraya girdi. Darbe sırasında Başkan Ailende öldü. Darbeyi yapan
cunta tarafından intihar ettiği açıklanmış olsa da ölümü hakkında tartışmalar
sürmektedir. Darbenin ardındaki Şili Kara Kuvvetleri Komutanı ve darbecilerin
başı Augusto Pinochet devlet başkanı ilan edildi. Böylece Şili'de,
Pinochet'nin 1990 yılında iktidardan ayrılmasına kadar sürecek olan diktatörlük
dönemi başladı.
Washington'daki Amerikan yönetimi, Salvador Ailende yönetiminin iktidara
gelmesinden hiçbir zaman memnun olmamıştı. Allende'nin Arnerikan şirketlerinin
elinde olan bakır endüstrisini devletleştirmesi bu memnunsuzluğu daha da
arttırdı. Nixon'un ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger'in 5 Kasım 1970
tarihli raporunda Ailende'nin iktidara gelmesi, "bu yarımkürede
karşılaştığımiz en büyük sorunlardan biri" olarak tanımlanıyordu. Bu
sebeple Amerika, Allende'yi devirmek için çalışmalar yapmıştı. 1970'ler
boyunca CIA, Ailende'nin rakiplerini mali yardım yapmak suretiyle desteklemiş
ve Ailende'nin seçilmesini engellemek istemişti. Bunu başaramayınca da askeri
darbeyle Allende'nin yönetiminden kurtulmaya çalışmıştı. 16 Ekim 2006 tarihli
CIA raporunda, Şili'de darbe yapılması için çalışmalara başlanması
emrediliyordu.
ABD, 1964-1970 yılları arasında Şili'ye yaklaşık 1 milyar dolarlık
ekonomik yardım yapmıştı. 1 970'de Ailende'nin başa gelmesiyle bu yardımlar
kesilmişti. 1972-1973 yıllarında bakır fiyatlarının düşmesiyle bu yardımların
kesilmesi birleşince, Şili ekonomisinde büyük sorunlar baş göstermişti. 9 Ekim
1973'te Nixon ile danışmanı Kissinger arasında telefon görüşmesinde Nixon,
darbenin başarıya ulaşmış olmasındaki mutluluğu dile getiriyor ve
"darbenin gerçekleşmesi için gerekli koşullan yarattıklarını"
söylüyordu.
1961 yılında ABD'nin desteğini arkasına alan sürgün Kübalıların, Castro
rejimini yıkmak için gerçekleştirdikleri başarısız işgal girişimidir. Adını,
çıkarmanın yapıldığı körfezden almıştır. Kübalı devrimci Fidel Castro, ABD'nin
desteklediği Batista diktatörlüğünü 1959'da devirdiği zaman, ülkedeki tüm
kumarhane ve genelevleri kapattı ve ekonomiyi millileştirdi. Bu, ınafya ile
çokuluslu ABD şirketlerini çok karlı bir birliktelikten yoksun bıraktı. ABD
cephesindeyse, en iyi arkadaşı Bebe Rebozo ve diğerleri üzerinden mafyayla
uzun zamandan beri bağlar kurmuş olan Başkan Yardımcısı Richard Nixon, CIA ile
birlikte Castro'yu saf dışı bırakmak için gizli planlar yapmaya başladı. Bu
işe, sonraki başkanın Nixon olacağı beklentisiyle, Eisenhower'dan habersiz
girişilmişti. Nixon'ın yerine John Fitzgerald Kennedy QFK) başkan seçilince,
hakkında ciddi endişe duyduğu bir operasyon devraldı: Domuzlar Körfezi'nden
Küba'yı işgal etmek...
CIA, Castro'nun öldürülmesi için mafyayı kiralamıştı. Bunu hem CIA, hem
de mafya canı gönülden istiyordu. Suikast işgalle aynı anda olacaktı. Tetikçi,
Castro'dan sonra Küba'yı yönetmek için seçilmiş Kennedy'nin desteklediği sekiz
Kübalı göçmen liderden birisiydi. Fakat Nixon bu sekiz kişinin hepsini işgal
girişimi sırasında tutuklattı. Eğer işgal başarıya ulaşsaydı bu sekiz Kübalı
öldürülecek ve yerlerine Nixon'un desteklediği Kübalılar geçecekti. CIA
tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmış 2000 Kübalı sürgün, 17 Nisan 1961'de
Domuzlar Körfezi'ne çıkarına yapmaya başladı. Çıkarma birlikleri Küba ordusu
tarafından kolayca geri püskürtüldü. işgalcilerin hemen hepsi ya öldürüldü ya
da esir edildi. Esir edilenler de vatana ihanet suçundan 30 yıl hapse
çarptırıldı. Daha sonra ABD ile yapılan pazarlıklar sonucunda bu esirler, 53
milyon dolarlık yiyecek ve ilaç yardımı karşılığında serbest bırakıldı.
Aslında Kennedy de Castro'dan kurtulma arzusundaydı; ancak bu iş için
Amerikan kuvvetlerini değil, yalnızca Kübalı mültecileri kullanmak istiyordu.
CIA, Kennedy'yi Amerikan ordusunu kullanmaya ikna edecek bir provokasyon
yapabileceğini umdu. Fakat Kennedy inatla Amerikan silahlı kuvvetlerini
bulaştırmayı reddedince, 1961 Nisanı'ndaki işgal harekatı başarısız oldu. Belki
de işgal her durumda başarılı olmayacaktı, 1500 kişilik işgal kuvvetinin
eğitimi gibi, operasyonun güvenliği de zayıftı. Guantanamo'daki Amerikan
üssünden başlatılması planlanan yanıltıcı saldırının yapılamamasının yanı
sıra, CIR’in öteki kozu olan Castro'ya suikast da gerçekleşmedi. Bu olay
sonucunda CIA başkanı görevden alındı; Küba ile ABD arasındaki uçurum iyice
açıldı; Amerika tekrar dünyanın gözünde itibar kaybederken, Castro bir
kahraman olarak görülmeye başlandı. CIA, kendisine yönelecek suçlamaları
önlemek ve Kennedy'yi daha savaşçı bir tutuma zorlamak için, Kennedy'nin
Küba'ya hava saldırısını iptal etmesinin Domuzlar Körfezi başarısızlığına yol
açtığı yönünde propaganda kampanyası başlattı. Aslında hava saldırısı kararı
Kennedy'nin haberi olmadan alınmıştı. Tıpkı Eisenhower'ın benzer bir durumda
yaptığı gibi, Kennedy de bütün sorumluluğu üstlendi. Kennedy'nin ölümünden
sonra da CİR’in Castro ile savaşı sürdü. CIA, en azından 1987'ye kadar,
Castro'yu öldürmek için iki düzineden fazla girişimde bulundu. Ayrıca biyolojik
savaş da dahil, Küba'da çok sayıda CIA sabotajı düzenlendi. Domuzlar Körfezi'ne
karışan Kübalıların çoğu sonradan örgütlü suça yöneldi. Diğerleri, örtülü
operasyonlarda CIA için çalışmayı sürdürdü. Elbette büyük bölümü ikisini bir
arada yürüttü. Aslında birçok kişi ve kurum tarafından planlanıp uygulamaya
konulduğu halde (çıkarmanın fiyaskoyla sonuçlanmasından dolayı), tüm yükün
dönemin ABD başkanı john f Kennedy'e kalması üzerine başkan, siyasi tarihe geçen
o ünlü sözünü sarf etmişti: "Zaferin yüz tane babası vardır; ancak
hezimet yetimdir."
U-2
Krizi
U-2 Krizi, (U-2 Olayı olarak da bilinir) 1960 yılının Mayıs
ayında Sovyet topraklan üzerinde bir Amerikan U-2 casus uçağının düşürülmesi
üzerine çıkan ve Sovyet-Amerikan ilişkilerinde önemli bir bunalıma yol açarak
Soğuk Savaşı şiddetlendiren bir olaydı. ABD'nin Türkiye dahil bazı NATO
ülkelerinden kalkan uçaklarının faaliyetlerinin yarattığı bir olaydı, yalnız
Doğu ve Batı açısından değil, Türkiye açısından da önemli sonuçlar doğurmuştu.
U-2 Olayı,
Amerikan yöneticilerinin Sovyetler Birliği'nin 1949 yılında ABD'nin atom
tekelini ortadan kaldırmasından sonra duymaya başladıkları derin güvensizliğin
doğrudan bir sonucudur. ABD'nin kesin bir zaferle bitiremediği Kore Savaşı
önemli bir endişe kaynağı olmuş, Sovyetlerin nükleer silahlarını ve uzun
menzilli bombardıman uçaklarını geliştirmedeki başarısı Amerikalı yöneticilerin
güvensizliğini artırmıştır. ABD, tarihinde ilk kez, ülke topraklarının kıta
dışı bir devletin vurucu gücü içine girdiğine şahit olmuştu. Bu durumun
yarattığı endişe ortamında ABD Stratejik Hava Komutanlığı'nın karşılık verme
kapasitesi, bir Sovyet "sürpriz saldırısına" karşı en etkili silahı
oluşturmaktaydı. Ancak bunun etkili olabilmesi için, düşmanın sürpriz saldırı
yönünde yaptığı hazırlıkların önceden bilinmesi gerekiyordu. Aynı derecede
önemli bir nokta da verilecek karşılığın hangi düşman hedeflerine
yöneltileceğiydi. Bu nedenlerle, özellikle 1957 yılından sonra ABD'-nin
yürüttüğü haberalma faaliyetleri hız kazanmış ve Sovyettopraklarının ayrıntılı
ve dakik haritalarının çıkartılmasına başlanmıştı. Bunun sonucu olarak hava
fotoğrafçılığı, Sovyet askeri faaliyetlerinin gözlenip dinlenmesi (uçak ve
radarla) ABD'nin stratejik planlamasında büyük önem kazanmıştır. U-2
uçuşlarının nedeni ABD'nin savunması için gerekli olan bu bilgileri toplamaktı.
Lockhead uçak
şirketi, Amerikan hükümetine Sovyet savaş uçaklarının ve uçaksavar ateş
menzilinin çok üstünde radara yakalanmadan uçabilecek bir uçak yaptı. U-2
olarak adlandırılan bu uçak bir füze gibi havalanabilmekte, 30 bin metre
yükseklikte uçabilmekte, 300 mil süzülebilmekte ve yakıt almaksızın yedi buçuk
saat (3000 mil) uçabilmekteydi. U-2'ler çok yüksekten net fotoğraf çekecek
güçlü kameralarla donatılmıştı. U-2 uçuşları, ABD başkanının yetkisi altında
gerçekleştirilmişti. Uçuşun harekat ve yönetimiyse CIA'in sorumluluğu
altındaydı. Dönemin CIA Başkanı, Savunma ve Dışişleri Bakanlarının onaylarını
aldıktan sonra, Başkan Eisenhower'a bir dizi uçuş programı önermiş ve uçuşlar
1956 yılında İngiltere, Almanya, Türkiye ve Japonya'dan başlamıştı.
Dünya U-2 Olayı'nı, 3 Mayıs 1960'ta Kruşçev'in Sovyet hava sahasında bir
Amerikan casus uçağının 1 Mayıs I960'ta düşürüldüğünü açıklamasıyla öğrendi.
ABD, bu uçağın casus uçak olmadığını, açık hava sağanaklarını inceleyen bir
meteoroloji uçağı olduğunu açıkladı. Kruşçev, 5 Mayıs I 960'ta verdiği ikinci
demeçte, ABD ve SSCB arasında zirve toplantısı yapılacağı sırada, Sovyetler
Birliği'ne karşı girişilen bu düşmanca hareketin söz konusu zirve toplantısını
baltalamak amacını güttüğünü söylemiş ve Amerikan uçaklarına üslerinde
faaliyet izni veren devletlere de uyarıda bulunacağını belirtmişti. Ayrıca,
herhangi bir saldırıya karşı Sovyetler Birliği'nin güdümlü füzelerle karşılık
vereceğini ve bu saldırıda kullanılan üslerin de yerle bir edileceğini ifade
etmişti. Bu sözler Türkiye'ye doğrudan bir tehdit niteliği taşıyordu. Bu
noktaya kadar SSCB, U-2 uçağının pilotunun sağ olduğunu gizli tutuyordu. Bu
durumun açıklanması üzerine, ABD uçağın Sovyetler Birliği hakkında bilgi
toplayan bir casus uçak olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Uçağın pilotu Gary
Powers'ın Moskova'da yapılan soruşturması sırasında yaptığı açıklamalar şu
noktaları kapsamaktaydı:
1-
Pilot CIA ile imzaladığı
özel sözleşme uyarınca ABD'nin özel bir hava birliğinde çalışmaktaydı ve görevi
Sovyetler'deki telsiz istasyonları, radar üsleri ve füzeler hakkında havadan
bilgi toplamaktı.
2-
Pilotun bağlı olduğu birlik
I 956 tarihinden beri Türkiye'deki Incirlik Üssü'nde üslenmiş olup, her yıl bir
dizi haberalma uçuşlarına çıkmaktaydı.
3-
Pilot düşürüldüğü gün,
görevinin Pakistan'dan Norveç'e doğru uçup bilgi toplamak olduğunu söylemişti.
Bu olaylar üzerine Türk hükümetince yapılan tek açıklamada, uçağın
Peşaver'den Norveç'e uçtuğunun öğrenilmiş olduğuna göre Türkiye'nin bu olaydan
sorumlu tutulamayacağı kaydedilmişti.
ABD Başkanı Eisenhower, ABD'nin prestijine gölge düşüren ve soğuk savaşı
hızlandıran bıi olaydan sonra 25 Mayıs I960'ta yaptığı bir açıklamada, U-2
uçuşlarının durdurulmasını emrettiğini söylemişti. Ayrıca, bu uçuşların
yararlı olmaktan çıktığını da belinerek, "Kaldı ki, uçaktan başka yeni
teknikler geliştirilmektedir" demişti. Bu konuda bir başka ilgi çekici
nokta, Başkan Kennedy'nin de bu uçuşların uluslararası hukuka uygun olmadığını
belirtmesi ve Sovyet hava sahasına giren Amerikan uçaklarının uçuşlarına son
vermesidir (Kennedy'nin uçuşlara son vermesi, U-2 Olayı'na karşın Başkan
Eisenhower döneminde uçuşların devam ettiğini göstermektedir).
Ekim Füzeleri
Bunalımı, ABD'nin Türkiye'ye, SSCB'nin de Küba'ya nükleer başlıklı füze
yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962'de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya
getiren ve dünyayı nükleer savaş tehdidi altında bırakan bunalımdır. Söz konusu
bunalım, "Küba Füzeleri Bunalımı" veya "Küba'da Ekim Füzeleri
Bunalımı" olarak da bilinmektedir.
Ekim Füzeleri
bunalımının en önemli özelliği, nükleer silahlara sahip iki süper gücün
dünyada ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesidir. Bunalımın bir başka özelliği
hem soğuk savaşın doruğunu, hem de 1962 sonrasında yavaş yavaş ama kararlı bir
tempoda yerleşmeye başlayan "yumuşama" (detente) olgusunun temelini
oluşturmasıdır. Ekim Füzeleri bunalımının temelinde yatan asıl neden, Amerikan
hükümetinin Fideİ Castro rejimini devirmek istemesidir.
Castro'nun
1959 yılında ABD'nin kontrolündeki Batista rejimini yıkarak iktidara gelmesi
üzerine, ABD önce Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) bünyesinde Latin Amerika
ülkelerinin ortak harekatıyla Castro rejimini yıkmayı denediyse de OAS üyeleri
yalnızca Castro rejimini kötülemekle yetindiler. Daha sonra, ABD'ye kaçan
Kübalı mültecilerin Amerikan hükümetinin yardım ve desteği ile Küba'yı işgal
etmesini içeren bir plan yürürlüğe konduysa da mültecilerin "Domuzlar
Körfezi Çıkartması'nda" başarısızlığa uğraması, ABD'nin bu dalaylı
müdahale girişimini sonuçsuz bıraktı. Bunalımın bir diğer nedeniyse, Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin, ABD'nin gerek OAS bünyesinde, gerekse
Domuzlar Körfezi Çıkartması'nda yaşadığı başarısızlıktan yararlanması ve
Küba'daki Castro rejimine destek olmaya başlamasıdır. SSCB, ihtiyaç duymamasına
karşın Küba'nın şeker ihracatının büyük kısmını satın aldı ve Küba'ya olası
bir Amerikan müdahalesine karşı güvence verdi.
Amerika'ya ait bir U-2 casus uçağının I Mayıs I960'ta düşürülmesiyle
ABD-SSCB ilişkileri gerginleşirken, Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaşıyordu.
Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak, I 962 sonbaharında Küba'ya Sovyet
füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı. Bir görüşe göre, Küba bunalımının
ortaya çıkardığı tehlike gerçek olmaktan çok, görünüşteydi. Füzelerin
yerleştirilmesi dönemin SSCB lideri Kruşçev açısından becerikli bir soğuk
savaş oyunuydu ve füzeler dönemin ABD Başkanı J. E Kennedy zorladığı takdirde
sökülrnek üzere yerleştirilmişti. Ancak sökme bedeli olarak Kruşçev bazı
ödünler beklemekteydi: Küba'nın işgal edilmeyeceğine dair güvence ve SSCB
toprakları yakınına yerleştirilmiş füzelerin sökülmesi.
Füzelerin yerleştirilme amacı ne olursa olsun, Küba ile SSCB arasında
gelişen bu ilişkiler ABD'yi bir müdahaleye doğru itmeye başladı. ABD Başkanı
Kennedy, I952 yılı Ekim ayının hemen başında verdiği bir demeçte şu
olasılıkların gerçekleşmesi halinde Küba'ya müdahale edeceğini açıkladı:
Küba'-daki Amerikan Guantanamo Üssü, Panama Kanalı, öteki Latin Amerika
ülkeleri veya kıtadaki Amerikalıların hayatları tehlikeye girerse, Cape
Canaveral Üssü'ne müdahale edilirse, SSCB Küba'da saldırgan üsler kurarsa.
ABD'de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde, I6 Ekim I962 günü
dönemin ABD Savunma Bakanı Robert Mc Namara Küba'da füze üslerini belirleyen
hava fotoğraflarını Başkan Kennedy'e gösterdi. Fotoğraflardan edinilen bilgiye
göre, Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlerneye hazır hale
gelmeleri için bazı parçalanın Küba'ya gelmesi gerekiyordu. Kennedy teknik
danışmanlarıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba'nın denizden abluka
altına alınmasına karar verdi. ABD, abluka kararı konusunda Birleşmiş
Milletler'e, OAS'a ve NATO'ya danışmadı ve sadece bu örgütleri kararından
haberdar etmekle yetindi.
22 Ekim 1962
tarihinde abluka uygulanmaya başladı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu'nda seyreden
Sovyet gemileri Küba'ya yaklaşmaktaydı. Bu gemiler ablukaya uymadıkları
takdirde batırılacaklardı. Kruşçev ilk tepki olarak, saldırı değil savunma
silahı taşıdığını söylediği. gemilerin durması için emir vermeyeceğini
açıkladı. Bu durum gerilimi daha da tırmandırdı. Kruşçev, 27 Ekim 1962'de
Kennedy'ye gönderdiği mektupta, ABD'nin Türkiye'deki benzer füzeleri sökmesi
halinde (ABD 1960 yılında Türkiye'ye jüpiter füzeleri yerleştirmişti) SSCB'nin
de Küba'dakileri sökeceğini, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına
saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini
belirtmiş ve Küba'daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD'nin de aynı
güvenceleri Küba açısından vermesi gerektiğini eklemişti. Başkan Kennedy ise
aynı tarihli cevap mektubunda, Küba'daki füzeler söküldüğü taktirde Küba'ya
karşı uygulanan ablukaya son verileceğini ve Küba'yı işgal etmeyeceği
güvencesini verebileceğini kaydetmiş; ancak Türkiye'deki füzelerin sökülmesi
konusunda kesin bir güvence vermekten kaçınarak, "Dünyadaki gerginlikterin
yumuşaması, mektubunuzda belirttiğiniz öteki silahlarla ilgili olarak daha
geniş bir düzenlemeye gidebilmemize olanak sağlayabilir." demişti.
ABD Başkanı
Kennedy, kısa vadeli tedbirlerle uzun süreli tedbirleri birbirinden
ayırmaktaydı. Kennedy için önemli olan ABD'ye yönelik tehdidin ortadan
kaldırılmasıydı. jüpiterler ise daha sonra ele alınacak bir düzenleme içinde
düşünülebilirdi. ABD'ye göre pazarlık unsurları da birbirine uflamaktaydı. Bir
yanda birdenbire Küba'ya yerleştirilen füzeler, öte yanda çok önce
yerleştirilmiş bulunan ve yerleştirildikleri anda SSCB'nin tepkisiyle
karşılaşmadığı için üstü kapalı olarak kabul edilmiş füzeler bulunuyordu.
Kruşçev, 28 Ekim 1962'da Kennedy'ye ikinci. bir mektup yazmıştı. Bu mektupta
Türkiye'dekijüpiter füzelerinden hiç bahsedilmemiş ve Kennedy'nin önerilerine
sıcak bakıldığı vurgulanmıştı. Kennedy, aynı gün Kruşçev'e bir mektup göndermiş
ve sağduyulu kararından dolayı kendisini tebrik etmişti. 28 Ekim 1962 tarihli
mektuplar ve ABD'nin Küba'ya uygulanan ablukayı kaldırmasıyla bunalım adatılmış
oldu. Kruşçev'in füzeleri sökme kararı NATO'da da rahatlama yaşanmasına neden
oldu. Çünkü, 28 Ekim 1962 tarihli NATO Konseyi toplantısında ABD Küba'yı işgal
hareketine girişirse Türkiye'nin Sovyet işgaline uğrayabileceği ve NATO'nun
savaşa sürüklenebileceğine değinilmişti. NATO Konseyi'ndeki bazı delegeler
ABD'den Küba'yı işgal etmeme garantisi istemiş, ABD delegesi ise bu güvenceyi vermekten
kaçınmıştı.
Ekim Füzeleri bunalımı, biraz da çelişkili olarak, soğuk savaşın doruk
noktasına vardığı bir dönemde "yumuşama" ve "görüşme"
havası yaratmıştı. Nükleer savaşın eşiğine gelindiğini anlayan taraflar, bu
bunalımdan sonra daha temkinli olacaklardı (Örneğin ABD, Türkiye'deki Jüpiter
füzelerini tek taraflı bir kararla sökmeye başlamıştı). NATO üyeleri, daha
doğrusu NATO'nun Avrupa kanadı, böyle büyük bir bunalımCa (kendilerini de
tehlikeye atan bir durum olsa dahi) görüşlerinin alınmayacağını, ABD'nin tek
başına hareket edeceğini anlamışlardı. SSCB'de ise Kruşçev serüvencilik suçlamasıyla
iktidardan düşürülmüştü.
Ekim Füzeleri bunalımı, o dönemki iki kutuplu dünya düzeninde, blokları
oluşturan devler arasındaki ilişkileri. de etkiledi. ÇinSovyet anlaşmazlığı
açığa çıktı. Peki.n, Moskova'yı "devrimci davaya ihanetle" suçladı.
Moskova, Pekin'i serüvencilikle itharn etti. Batı Bloğu'nda Fransa, iki süper
devlet arasında denge kuracak bir "'Batı Avrupa Koalisyonu" girişimi
başlattı ve ABD ile ilişkilerini gevşetme yönünde önemli adımlar atarak, kendi
nükleer programını başlattı. ABD ve SSCB, Ekim Füzeleri bunalımından sora
nükleer silahların yayılmasını önlemek için Moskova'da S Temmuz l 963'te "Nükleer
Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaşmasını imzaladılar (Bu anlaşma
atmosferde, uzayda ve denizaltında nükleer denemeleri yasaklıyor; ancak toprak
altındaki nükleer denemelere izin veriyordu).
Herhangi bir bunalım sırasında Washington ve Moskova arasında doğrudan
bir haberleşme hattının kurulması gerekliliği ortaya çıkmıştı. Iki başkent
arasında anında haberleşmeyi sağlayacak telefon hattı kurulmuştur. Türkiye iki
süper güç arasında sıkıştığını fark etmiş ve coğrafi konumu ile ABD'ye olan
yakınlığının kendisi açısından olumsuz sonuçları olabileceğini görmüştü.
Vietnam
Savaşı, komünist dünya (Sovyetler Birliği ve Çin) ile ittifaka girmiş olan
Vietnam Demokratik Cumhuriyeti (Kuzey Vietnam) ile Vietnam Cumhuriyeti (Güney
Vietnam) ve başta ABD olmak üzere kapitalist müttefikleri arasında yaşanan
savaştır. ABD, 1965 yılından 1973 yılına kadar savaşa dahil olmuştur ve 58.000
askerini kaybetmiştir. II. Dünya Savaşı bittiğinde Hindiçin, Ingiliz ve
Fransız sömürgesiydi. lll. Napolyon döneminde Fransızlar Annam, Kamboçya, Koşen
ve öteki bazı bölgeleri ellerine geçirmişler, bu arada Hindistan ve Birmanya
yoluyla Hindiçin'e giren İngilizlerle Mekong'da.çatışmışlar ve sonunda bu
akarsuyu sınır yapmışlardı.
II. Dünya
Savaşı'nda Hindiçin Japonya'nın eline geçti. Japonya 1945 yılında yenileceğini
anlayınca buradaki milliyetçi duyguları körükledi ve bölge halkını
silahlandırdı. Hindiçin'de üç bağımsız devletin (Vietnam, Laos ve Kamboçya)
kurulduğunu ilan ederek, Vietnam'ı lmparator Bao Dai'nin yönetimine bıraktı.
1945 yılında Fransız Hindiçin'e gelen ilk birlikler lngiltere'ninkilerdi.
Bunlar Saygon'a geldiklerinde durumu karışık buldular. Çünkü milliyetçi
gruplar savaş sonu düzensizliğinden yararlanarak denetim kurmak için çaba
gösterirken, "Hür Fransa"ya bağlı birlikler de bölgedeki Fransızların
hayatını korumak için mücadeleye başlamışlardı.
Vietnam'ın
20. yüzyıl tarihinin otuz senesinde savaş hüküm sürdü. Komünistlerin Fransız
kolani kuvvetlerine karşı 1940'lı yıllarda başlattıkları mücadele, Saygon ve
ülkenin tamamının kontrolünün 1975'te ellerine geçmesine dek sona ermedi.
Kuzeyee mevzilenmiş komünist güçler, milliyetçi lider Ho Şi Minh liderliğinde
1954 yılında Fransızları bozguna uğrattılar. Ülke, yapılan anlaşmalarla Komünist
Kuzey ve Amerikan yanlısı Güney olmak üzere ikiye bölündü, arada askerden
arındırılmış bir bölge vardı. Kalıcı bir çözüm için ülke çapında seçim sözü
verildi ama bu asla gerçekleşmedi. Beş yıl içinde komünistler, güneyde gerilla
savaşı başlattılar.
1964 yılmda
Kuzey Vietnam devriye botlan, Tonkin Körfezi'nde seyretmekte olan Amerikan
savaş gemisi 'Maddox'a ateş açtılar. Amerika da bu gerekçeyle Kuzey'i
bombalamaya başladı. Sonradan devriye batlarının ateş açma hikayesinin düzmece
olduğu anlaşıldı.
Bu saldırı hikayesi sadece Kuzey'i bombalamak gibi bir avantaj sağlamakla
kalmadı, ABD Kongresi'nin, Başkan'a yeni yetkiler veren Tonkin Körfezi
Kararnamesi'ni onaylamasını da sağladı. Buna göre Amerikan Başkanı,
saldırganlan püskürtecek ve yayılmasını engelleyecek her türlü yetkiyle
donatılmış bulunuyordu. Amerika'nın Vietnam Savaşı'ndaki komploları bundan
ibaret değildi. 1963 Kasım ayında Güney Vietnam Devlet Başkanı Diem askeri bir
darbe sırasında öldürüldü. Bu cinayetin CIA tarafından işlendiği sonra
kanıtlandı. Komünistlerle savaşmak üzere bölgeye yüz binlerce Amerikan askeri
gönderildi. Bu, nihayetinde pahalı ve başarısız olacak; sivil huzursuzluğa ve
uluslararası şaşkınlığa yol açacak bir süreçti. ABD, bilhassa domino teorisine
dayanarak komünizmin yayılacağı yönündeki Soğuk Savaş kaygısıyla hareket
etmişti.
Vietnam savaşı çok çetin geçtiği kadar, iki tarafın da birbirine
acımadığı bir savaş olarak akıllara kazınmıştır. Vietkonglar her türlü
işkenceyi ele geçirdikleri Amerikan askerlerine yapmaktan geri kalmamış, keza
Amerikan askerleri de yakaladıklar Vietkongları helikopterlerden alçaktan
(ölümleri geç ve can çekişerek olsun diye) atmışlardır. Toplu halde yapılan
işkenceler, insanları canlı canlı yakmalar, biyolojik saldırılar, napalın
bombalan sıradan hale gelmişti.
Ülkenin dağlık orta bölgelerinde bir kasaba olan Buon Ma Thuot'un ele
geçirilişiyle savaşın kaderi değişmiş ve Kuzey Vietnam güçleri iyice güçlenmiş
ve moral kazanmıştı. Kuzey Vietnam güçleri iki ay sonra, 30 Nisan 1975
tarihinde Güney'in başkenti olan, o zamanki adıyla Saygon'a girmişti. 'Vietnam
Savaşı' uzun ve kanlı bir savaş oldu. Hanoi hükümeti, 21 yıl süren
çatışmalarda kuzey ve güneyde toplam dört milyon sivil ile bir milyondan fazla
komünist savaşçının hayatını kaybettiğini söylüyor. ABD'nin verilerine
göreyse, 200 ile 250 bin Vietnamlı asker ile 53 bin 200 Amerikan öldü ya da
kayboldu.
Latince'de kılıç anlamına gelen Gladio sözcüğünü isim olarak kullanan
örgüt, Amerikan ve Ingiliz kontrgerilla örgütlenmesi olan Stay Behind
tarafından 1952 yılında kuruldu. CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen
örgüt, 1956 yılında ABD ile işbirliği içinde, casusluk ve gerilla savaşı yapmak
üzere örgütlendi. Sardunya'da örgütün ilk eğitim kampı kuruldu ve Kuzey
İtalya'da 139 yerde silah ve mühimmat depolan oluşturuldu. Resmi adı Müttefik
Koordinasyon Komitesi'ydi (Allied Coordination Committee).
1956
sonrasında ikisi kadın 622 kişi ABD ve İngiliz gizli servisleri tarafından
eğitildi. 1990 yılında Gladio'yu ortaya çıkaran soruşturmalar esnasında, bu
622 kişinin grup liderleri oldukları, her bir grup liderinin belli sayıda
kişiyi idare ettiği, böylece toplam sayının l5.000'e yaklaştığı ortaya çıktı.
Örgütün İtalya'daki adı Gladio (Kılıç) idi. Yunanistan'da B-8 ya da Sheep Skin
(Koyun Postu), Belçika'da SDRA-8, Hollanda'da NATO Command, Batı Almanya'da
Gehlen Harekatı, Stay Behind ya da Sword, Avusturya'da Schwert, Fransa'da
Rüzgar Gülü, İspanya'da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere'de ise
Seeret British Network olarak bilindiği, bu ülkelerin yetkililerince açıklandı.
Örgüt, Türkiye'de kontrgerilla olarak biliniyor.
Soruşturmaların
ünlü yargıcı Felice Casson, gizli servis arşivinde yaptığı incelemelerde, 1972
yılındaki bir bombalamanın kesinlikle NATO destekli bazı gizli örgütlerce
yapıldığı sonucuna ulaştı. Yargıç, Başbakan Andreotti'nin bilgisine başvurdu,
1972'de bu olay tespit edildiği için Başbakan örgütün varlığını kabul etti,
ancak l972'de kapatıldığını söyledi. Araştırmalara devam edilince Gladio'nun
faaliyete devam ettiği ortaya çıktı. Eylemlerin en büyüğü, l 980 Ağustos
ayında Bologna tren istasyonunda patlayan bomba ile 85 kişinin ölümüydü.
İtalya'da 1969-80 arasında 4.298 terör olayı meydana gelmiştir. Yapılan
soruşturmalar sonucu, bunların önemli bir bölümünden Gladio sorumlu
gösterilmiştir. Bazı eylemleri bizzat yapmakla, bazısında patlayıcı ve silah
sağlamakla, bazısında da tahrik ve yönlendirme yapmakla suçlanmıştır.
Ronald Reagan
l980'de Jimmy Carter'a karşı başkanlığa adaylığını koyduğunda, İran'da 52
Amerikalı rehin tutuluyordu. ReaganBush ikilisi, rehinelerin Kasım'daki
seçimlerden önce serbest bırakılması halinde, bu "Ekim Sürprizi "nin
Carter'in kazanmasına yardımcı olacağından endişeleniyorlardı.
İran eski Cumhurbaşkanı Beni Sadr'a göre, Reagan'ın adamları l 980 Ekim'inde
Paris'te Iranlılarla buluştu ve rehineleri seçim sonrasına kadar tutma
karşılığında 40 milyon dolar verdi. Bazı kaynaklar, bu toplantılara eski CIA
Başkanı George Bush ya da sonradan CIA Başkan olan William Casey veya her
ikisinin katıldığını belirtiyor.
Ekim Sürprizi, Reagan'ın seçim kampanyasında yer alan eski veya halen
göreve devam eden CIA ajanlarının oluşturduğu şebekenin de adıdır. Şebekenin
görevi, Carter'ın başında bulunduğu Beyaz Saray'dan istihbarat toplamaktı.
Carter yönelimini istikrarsızlaştırmak için yapılan karmaşık ve başarılı bir
çalışmaydı bu.
Ekim Sürprizi ekibi, Beyaz Saray'dan toplantı tutanaklarını ve öteki
belgeleri çaldı. Ayrıca, basma Carter'ın İranlılarla görüşmeler yaptığına ve
rehineleri kurtarmak için planlar hazırladığına ilişkin bir dizi yalan haber
sızdırıldı. Böylelikle hem görüşmeler hem de kurtarma operasyonları zora
sokuldu. Sonunda Carter bir rehine kurtarma operasyonu başlattığında, birileri
İranlılara -ve William Casey'eplanın ayrıntılarını verdi. Operasyon, 8
Amerikalının canına mal olan bir felaketle sonuçlandı.
Ekim Sürprizi ekibinin etkili yalan haber yayma kampanyasına karşın,
Carter İranlılarla, rehineleri silahla değiştirmeyi içermeyen bir pazarlık
yapmayı denedi. Fakat Paris'teki toplantıdan sonra İranlılar anlaşmadan
vazgeçti. Rehineler, Reagan yemin edip resmen göreve başladığı güne dek
serbest bırakılmadı. Bu tarihten hemen sonra, İran'a milyonlarca dolarlık
silah ve mühimmat akınaya başladı.
Ekim Sürprizi, JFK suikastından bu yana CIA'in gerçekleştirdiği en büyük
manipülasyon ve dezenformasyon operasyonu oldu. Operasyonun kimi önemli
tanıkları vakitsiz öldü. Tıpkı bu operasyonla Reagan döneminin öteki örtülü
operasyonları arasında bağlantı keşfeden bir gazeteci gibi. Sonuç olarak,
Warren Komisyonu'na benzer bir Kongre araştırma komisyonu, komplo kurulduğunu
gösteren herhangi bir kanıt bulunmadığını açıkladı. Ne yazık ki, komplonun
varlığını gösteren hiç bakmadıkları sayısız kanıt vardı. Yayınlanan rapordaki
kimi maddi hatalar da göze batareasma sırıtıyordu.
CIA,
Reagan'ın başkanlığı döneminde, çeşitli ülkelerin hükümetlerine karşı iki
düzine kadar örtülü operasyon yürüttü. Afganistan, bunlar içinde açık arayla
en büyüğüydü. Hatta gerçekte hem harcanan para (5-6 milyar dolar), hem görev
alan personel bakımından, gelmiş geçmiş en büyük CIA operasyonuydu. Öyle ki,
yalnızca küçük çaplı karşıtlıklar yaratmakla kalmadı, derin düşmanlıklar
doğmasından destek aldı. Çünkü, bu operasyonun asıl amacı Sovyetler Birliği'ne
kan kaybettirmekti; tıpkı ABD'ye Vietnam'da kaybettirildiği gibi. Afganistan, 1979'daki
Rus işgalinden önce zalim bir diktatör tarafından yönetiliyordu. O da komşusu İran
Şah'ı gibi, CIA'in, ülkesinde, Sovyetleri izlernede kullanılan radar
istasyonları kurmasına izin verdi. l979'da çok sayıda Sovyet danışmanı Afgan
aşiretleri tarafından öldürülünce, Sovyetler Birliği Kızıl Ordu'yu Afganistan'a
soktu.
Sovyetler,
Afgan halkının tepkisini hesaba katmadan, sözünü dinleyen işbirlikçi bir rejim
kurdurmaya çalıştı. Afganistan'ın hemen her yöresini denetim altında tutan
mollaların çoğu, Sovyetlerin kadınları eğitme ve toprak reformu yapma
çabalarına karşı çıktı. Sovyetler Birliği'nin eroin ticaretini önleme
girişimlerine öfkelenen bir başka kesim, faaliyetlerini Pakistan'a kaydırdı.
CIA'ye
gelince, amacı kısaca Kızıl Ordu'ya karşı savaşacak herkesi silahlandırarak
Sovyetlerin itibarını sarsmaktı. Çoğu Sovyet işgali öncesindeki yıllarda
Pakistan'dan saldırılar düzenleyen bir düzineden fazla gerilla örgütüne para
ve silah akıttı.
CIA, çatışma
çıkarmak için milyarlarca dolar dökmenin ötesinde, fanatik Müslüman güçlere en
hassas silah teknolojilerini aktardı. Afgan operasyonunun önde gelen
kıdemlilerinden biri olan Şeyh Abdül Rahman, Dünya Ticaret Merkezi'nin
bombatanmasındaki rolüyle ünlendi. 11 Eylül saldırılarının sorumluluğunu
üstlenen Usame bin Ladin ise Taliban hareketinin desteğini almıştı. Kendisinin
halen Afganistan'da olduğu söylenmektedir.
CIA kaos
yaratmakta çok başarılıyd, ama hiçbir zaman kaosu bitirecek bir plan geliştirmedi.
lO yıllık savaş bittiğinde bir milyon insan ölmüş, Afgan eroini
Amerikan pazarının % 60'ını ele geçirmişti.
Angola'ya
müdahale, CIA’in en anlamsız operasyonu olmaya güçlü bir adaydır. Akıtılan
kanla varılan hedeflerin -ki hedeflerin ne olduğu da belli değiloranı, bu
operasyonu kesin olarak CIA’in en büyük fiyaskosu yapar.
l975'te
Portekiz Imparatorluğu çökünce, Afrika'daki sömürgesi Angola iktidar
mücadelesi veren üç gruba kaldı. Grupların üçü de değişik dönemlerde hem
kapitalizmle hem sosyalizmle flört ettiler; hem Doğu'dan hem Batı'dan yardım
aldılar. ABD'nin müttefiki Zaire, bir fraksiyonu destekledi. Sovyetler MPLA'ya
arka çıktı. CIA ise üçüncü grubu, Jonas Savimbi'nin UNITA'sını tercih etti.
CIA’in Angola'ya karışmasının başlıca nedeni, Dışişleri Bakanı Henry
Kissinger'ın, Saygon'un düşmesinden sonra "Amerika'nın güçlü
olduğunu" dünyaya göstermek için en kısa sürede bir başka savaş çıkarma
kararıydı. CIA, petrolden endişe ettiğini söylüyordu, oysa Angola'da kayda değer
petrol yoktu. CIA düşman kontrolüne geçmemesi için müdahale etmek zorunda
olduğunu açıklamak zorunda kalmıştı. Ayrıca, l975'ten beri petrol alanlarını
kontrol altında tutan MPLA, savaş boyunca Batı'ya petrol satmayı sürdürdü.
Gösterilen bir başka saçma savaş gerekçesi de Angola'nın deniz trafiğine
yakınlığıydı. Kissinger, hiçbir diplomatik girişimde bulunmadı. Buna karşılık
CIA, kana susamış ve zalim bir diktatör olan Savimbi'yi ölçüsüz miktarda para
ve kanla destekledi. ABD'nin Angola'yı Soğuk Savaş alanına dönüştürme
kararlılığı, Savimbi'yi destekleyen Güney Afrika birlikleriyle, buna karşılık
büyük bir başarıyla MPLA'yı destekleyen Küba birliklerini Angola'da karşı
karşıya getirdi.
Güney
Afrika'nın Angola'ya müdahalesi, siyah çoğunluğun kaçınılmaz iktidarını
ertelernek amacıyla, tüm komşularını istikrarsızlığa sürükleme çabasının bir
parçasıydı. Güney Afrika'nın ABD'nin arka çıktığı grubu desteklemesi, ABD'nin
Afrika ile ilişkilerinde önemli bir tahribata yol açtı. 40 milyon dolar
harcandıktan ve binlerce insan öldükten sonra, Kongre, Angola savaşına
aktarılan fonları l976'da kesti. Kongre ilk kez bir CIA operasyonunu ayiayarak
durdurmuş oldu. CIA, Kongre'nin koyduğu yasayı yok etme kararlılığını,
Reagan'ın 1 981 'de yönetime gelişine kadar sürdürdü. Bu tarihten sonra, sürüp
giden Angola çıkmazı I 990'da seçimle sonuçlanıncaya kadar, milyonlarca dolar
ve binlerce insanın hayatı hiç uğruna harcandı.
Savimbi, MPLA
karşısında seçim hezimetine uğrayınca, yine ClAin desteğiyle savaş başlattı.
Nihayet I993'te, ABD Savimbi'den desteğini çekerek MPLA hükümetini tanıdı;
ancak o güne kadar 300 bin Angolah öldü, 80 bini sakat, 50 bini yetim kaldı;
maddi zarar ise SO milyar doları
aştı.
Rafael
Trujillo, 1930'da darbeyle Dominik Cumhuriyeti'nde iktidarı ele geçirdi ve
sonraki 30 yıl boyunca ABD'nin coşkulu desteğini aldı. Trujillo'nun muhalefeti
bastırma yöntemleri, iğrenç yöntemlerin aynıydı: Kitlesel katliamlar ve
işkence. ABD buna hiç ses çıkarmadı ve Trujillo'nun BM'de ABD politikalarının
en güvenilir destekçisi olmasıyla karşılığını gördü. Ancak tüm diktatörlerde
sık sık görüldüğü gibi Trujillo da çok açgözlüydü. Dominik ekonomisinin beşte
üçünü kontrol edecek ölçüde büyüyen kişisel serveti, yabancı devletler
tarafından öncelikle kurulan "yatırım için uygun iklimi" tehdit
ediyordu.
Bu arada,
Castro'nun devrimci ordusunun Küba'da iktidarı ele geçireceğini görmeye
başlayan ABD, Trujillo'nun aşırı gücünün benzer bir devrime yol açacağı
endişesine kapıldı. Böylesi nedenlerle CIA, 1 958'de Trujillo'yu öldürme
entrikalarına başladı.
Trujillo'nun
hayatı 1 961 Mayıs'ında ani bir sonla noktalandı. Washington olayda parmağı
olmadığını söylese de 1975'teki Church Komitesi'ne’ göre, bu ClAin en belgeli
suikastlarından biriydi. ABD, çürümüş Trujillo rejimini Trujillo'suz sürdürmeye
kalkıştı; ancak 1 962 seçimleri juan Bosch adlı doktoru iktidara getirdi.
Bosch anti
komünistti ve serbest girişim taraftarıydı. Fakat kendini, toprak reformu
yaparak, ucuz kiralı konut sağlayarak ve kamu yatırımlarına girişerek
"temiz bir demokratik rejim" kurmaya adamıştı. iktidarda sadece 7 ay
kaldı; ClAin tezgahladığı bir darbeyle devrildi. 1965'te Bosch'u yeniden
iktidara getirmeyi amaçlayan bir halk hareketi patlak verince ABD adayı işgal
etti ve yatırımlar için elverişli iklimini koruyan eli kanlı rejimler dizisini
başlattı.
Başkan
Kennedy, "JFK Doktrini" diye anılan politikasının sonuçlarını
görecek kadar yaşamadıysa da ABD'nin dış müdahaleleri konusunda oldukça net
bir akılcılık önermişti. Dominik Cumhuriyeti hakkında, "Üç ihtimal var:
Temiz bir demokratik rejim, Trujillo rejiminin devam etmesi veya Castro rejimi
(bununla Bosch'u kastediyordu). Biz ilkinin olmasını amaçlıyoruz; ancak
üçüncüsünün olmayacağından emin olmadan, ikincisinden vazgeçmeyiz" demişti.
"Pratikte,
birinci şıkkı hiç denemedik. Sonuçta, ABD ile işbirliği içindeki bütün ülkeler
Trujillo rejimine ve onun yerine kurduğumuz rejimiere benziyorlar."
El Salvador'u
yöneten 1 4 aile, yollarına çıkan herhangi birinin canını alma konusunda asla
yufka yürekli olmadı. Yollarına çıkanların arasında çoğunlukla, sık sık
yoksulların durumuna ilişkin endişelerini dile getiren Katalik din adamları
bulunuyordu. Bu nedenle Salvadorlu sağcılar birbirlerine şöyle sesleniyorlardı:
"Yurtsever ol, bir rahip öldürİ"
1 980'de, El
Salvador Başpiskoposu Oscar Romero, Başkan Carter'ın insan haklarına ilişkin
nutuklannı ciddiye alma hatasını yaptı. Carter'a bir mektup yazarak, El
Salvador'un katil yöneticilerine askeri yardımı durdurmasını istedi. Carter,
Romero'yu görmezden geldi; ama El Salvador'u yönetenler affetmedi. Mektubu
gönderdikten kısa bir süre sonra, ayin sırasında kalbinden vurularak öldürüldü.
Romero'nun
ölüm emri, en sevdiği işkence aletinden dolayı "Meşale Bob" diye
anılan Roberto D'Aubuisson tarafından verildi. Büyük bir Hitler hayranı olan
D'Aubuisson bir keresinde; "Şu Almanlar çok akıllı. Komünizmin
yayılmasından Yahudilerin sorumlu olduğunu anladılar ve onları öldürmeye
başladılar" demişti.
D'Aubuisson,
Dünya Anti Komünist Birliği'nde (WACL) önemli yeri olanlardan biriydi. 1 961
'de kurulan WACL, aşırı sağcı militanların dünya çapındaki şemsiye örgütüydü.
Üyeleri arasmda sürgündeki Naziler, İtalyan teröristler, Japon faşistleri,
ırkçı Afrikaneerler,
Latin Amerika ölüm mangalarının liderleri, Amerikan Kongre'sinin bazı
mensupları ve "eski" CIA ajanları bulunuyordu.
CIA, WACL içinde yer almasının ötesinde, El Salvador'da kan dökülmesine
başka katkılarda da bulundu. Tasarrufunda bulunan ABD askeri yardımındaki
milyarlarca dolarla hava akınları ve şiddetli çatışmalar düzenledi, ölüm
mangalarını ve düzenli askeri birlikleri eğitti.
ClAin uzmanları da El Salvador hükümetinin imajını düzeltmek için
çalıştılar. Bu kapsamda örneğin 1982'deki El Mozote katliamı tümüyle inkar
edildi, hiç olmamış gibi gösterildi. BM Gerçeği Belirleme Komisyonu'nun El
Mozote'yi soruşturduğu ve 733 köylünün katiedildiğini saptadığı 1993'e kadar,
CIAin basındaki dalkavukları bu onursuz görevi papağan gibi tekrarladılar.
Dahası, Gerçeği Belirleme Komisyonu, 1972-1992 yılları arasında 63 bin
Salvadorlunun öldürüldüğü sonucuna vardı.
Jimmy Carter, başkanlık görevi bittikten sonra, 1982'de El Salvadar
hükümetini "yarımküredeki en kana susamış" rejim diye niteledi.
Kendinden önceki ve sonraki başkanlar gibi, El Salvador rejimini desteklediği
dönemde bu gerçeği keşfedememişti.
ClAin en önemli operasyonlarından biri, daha servis doğmamışken başladı.
Çok sayıda Nazi lideri ll. Dünya Savaşı'nı kaybedeceklerini anladı ve ileride
Sovyetler Birliği'ne karşı açılacak olası bir savaş konusunda, Hitler'den
habersiz ABD ile görüşmeler başlattı. Geleceğin CIA Başkanı Allen Dulles, 1943
yılında İsviçre'nin Bern kentine giderek, bu etkili Nazilerle gizli görüşmeler
yaptı.
Dulles, resmi olarak CIAin öncülü OSS'nin (Overseas Seeret
Service-Denizaşırı Gizli Servis) ajanıydı. Fakat, çoğuyla savaştan önce
birlikte çalıştığı Nazilerle özel işler yapmaktan geri kalmadı. Gerçekten de
Wall Street'in önde gelen hukuk danışmanlarından biri olan Dulles'ın, savaş
sırasında da Nazilerle iş yapmayı sürdüren Standard Oil* gibi bazı müşterileri
vardı.
Bu yüzden, Hitler'in Doğu Cephesi İstihbarat Şefi General Reinhard
Gehlen'in Amerikalılara teslim olması sürpriz yaratmadı. Gehİen ev
sahiplerinden sıcak bir ağırlama bekliyordu. Özellikle de gizli bir yere
gömdüğü ve pazarlıkta kullanmayı planladığı çok sayıda dosya nedeniyle...
General Gehlen, Virginia'daki Hunt Kalesi'ne kaçınıldı. Kendisini teslim
alanları kısa sürede Sovyetler Birliği'nin Batı'ya saidıracağına ikna etmeyi başardı.
ABD ordusu ve Gehlen "centilmenlik anlaşması" yaptılar.
Gizli anlaşmaya göre, Gehlen'in casusluk örgütü ("Gehlen Org"
diye anılır), Almanya'da yeni bir hükümet kuruluncaya kadar ABD için çalışacak
ve ABD tarafından finanse edilecekti. Bu süre zarfında Gehlen, ABD'nin
çıkadarıyla Almanya'nın çıkarlannın çatıştığını görürse, Almanya'nın
çıkarlarına öncelik vermekte özgür olacaktı.
Gehlen, yaptığı anlaşma için Hitler'in halefi Amiral Doenitz'in onayını
sağlamayı da garantiledi. Amiral Doenitz, Nazi ileri gelenlerinin kapatıldığı
Almanya Wiesbaden'deki esir kampında rahat bir tutukluluk sürdürüyordu. Gehlen
Org, on yıl boyunca CIA'in Doğu Avrupa'daki tek istihbarat kaynağı oldu.
1955'te, Almanya'nın CIA'yi BND'ye dönüştü. Elbette BND, CIA ile işbirliğini
sürdürdü.
Gehlen, CIA'in çalıştırdığı tek Nazi savaş suçlusu değildi. Diğerleri
arasında, "Lyon Kasabı" Klaus Barbie, soykınının fikir babası ve
Eichmann'ın yakın çalışma arkadaşı Otto von Bolschwing ve Hitler'in gözdesi SS
Albayı Otto Skorzeny de bulunuyordu. Hatta, savaşın son döneminde rejimin
Hitler'den sonraki ikinci adamı Martin Barınann'ın bile, CIA'yle bağlantılı
olarak çalışırken kendini öldü göstererek Latin Amerika'ya kaçtığı yönünde
kanıtlar bulunmaktadır.
Grenada İşgali
Amerikan halkına söylenen şuydu: Başkan Reagan, bir gün Karayipler'deki
Grenada adasında korkunç Marksist bir darbe yapıldığı keşfiyle uyandı. Adada
Kübalı askerler bulunduğuna göre, Başkan, orada kapana kısılmış, rehin
alınmakla karşı karşıya kalan Amerikan vatandaşlarını kurtarmak için Amerikan
askeri göndermek zorundaydı.
Bu komik açıklamanın ötesinde, olayın gerçek fotoğrafını elde etmenin
imkanı da bırakılmadı. Çünkü Amerikan askeri gücü, işgal sırasında
gazetecilerin Grenada'ya girmesini yasakladı. Bir tekne dolusu Amerikalı
gazeteci silah zoruyla geri çevrildi ve adaya tüm uçak seferleri iptal edildi.
Çok sonra, herkesin Grenada'yı dikkatle izlemeyi bırakmasının üzerinden hayli
zaman geçtikten sonra, resmi hikayenin yalanlar dağı üzerine kurulduğu ortaya
çıktı.
CIA, Maurice Bishop adlı Grenada'yı yöneten "egzantrik haydudu"
alaşağı ettiği 1979'dan itibaren, adayı istikrarsızlaştırmaya başladı. Bishop,
Grenada halkının hayatını iyileştirme çalışmasına koyuldu ve bu yüzden halkın
büyük desteğini kazandı. Ancak çok geçmeden, Küba'nın ablukaya alınmasına
katılmayınca ABD'nin öfkesini üzerine çekti.
Bishop'ın ılımlı sosyalist programı (özel sektöre dokunulmuyor, fakat
parasız eğitim ve sağlık hizmetleri öngörülüyordu) bardağı taşıran son damla
oldu. Çok önceden harekete geçen CIA’in propaganda aygıtı, Grenada'nın
Sovyetler Birliği'nin müttefiki terörist bir ülke olduğu, dişlerine kadar
silahlı 100 bin Grenadalının Amerika'ya saldırmak için hazır beklediği
iddialarını yayıyordu.
Işgal iki yıl önceden planiandı ve CIA’in sabotaj eylemleri devreye
sokuldu. Muhalif partilere ve komşu ülkelerin ordularına para dağıtıldı.
Nihayet, 1983 sonlannda Bishop kendi partisindeki aşırılar tarafından
iktidardan düşürülerek idam edildi ve ABD işgali başladı. Sözde rehin alınan
Amerikalılar arasındaki CIA ajanları, kısa dalga radyo yayınıyla üç günlük
savaşı koordine ettiler.
Kübalı askerlerin topu topu 43 kişi oldukları ortaya çıktı. Grenada'daki
öteki Kübalılar ise çoğunlukla orta yaşlı inşaat işçileriydi. Kübalılar
ABD'nin "kurtarma" operasyonuna karışmayacaklarını açıkladılar. Ama
Amerikan askerleri ateş açtı ve onlar da kendilerini savundu. O gece, ABD
Küba'ya, Grenada'daki Kübalıların Amerikan hedefleri arasında yer almadığına
dair güvence verdi. Ertesi gün Kübalılara savaş helikopterleriyle saldırdı.
Her şey bittiğinde 81 Kübalı, 296 Grenadalı ve 131 Amerikalı ölmüş ya da yaralanmıştı.
ABD, Haiti'yi beş kez işgal etti ve bir keresinde 20 yıl (19151935)
kaldı. Kafa tutmaya cesaret eden binlerce Haitiliyi öldürdüğü bu uzun süreli
ziyaretin sonunda ABD ülkeyi, verdiği işleri yapacağından emin olduğu yerel
Ulusal Muhafızlar'ın ellerine terk etti. Bu düzenlemeden, Duvalier ailesi
hanedanı ve onların pala kullanan özel terör kuvveti Tonton Macoute'ler çıktı.
"Papa Doc" Duvalier (tıp doktoruydu) voodoo büyülerine güveniyordu.
1959'daki ayaklanma sırasında imdadına ABD ordusu yetişti. 1971'de "Papa
Doc" ölünce, 19 yaşındaki oğlu "Baby Doc" "ömür boyu
başkan" oldu.
Yalnızca Tonton Macoute'lerin 100 bin kişiyi öldürdüğü Duvalierlerin
kanlı iktidarları döneminde, ABD, insan hakları ihlalleri konusunda küçük bir
ses bile çıkarmadı. Buna karşılık 1986'da Baby Doc'un başkanlık görevinin ömür
boyu sürerneyeceği (elbette kısa zamanda ölmezse) anlaşılınca, Reagan yönetimi
onu Fransa'daki bir villaya uçurdu ve "demokratik süreçten" söz
etmeye başladı. Ancak bundan önce Haiti ordusunun daha da güçlendirilmesi
şarttı. Reaganh yıllarda, ABD yardımının ikiye katlandığı Haiti'ye CIA parası
akınaya başladı. CIA, SIN (Ulusal İstihbarat Servisi) adlı bir uyuşturucuyla
mücadele örgütü kurdu. Bir CIA ajanının itiraf ettiği gibi, SIN, CIA
kaynaklarından aldığı milyonları, halk hareketini işkence ve cinayetlerle
bastırmakta kullandı. Uyuşturucuyla mücadele bir yana, çoğu SIN görevlisi uyuşturucu
ticaretine girdi.
Nihayet 1990'da seçimlere izin verildi. Haitililer, ABD'nin adayını
seçmeyerek Washington'u bir kez daha şaşkına çevirdiler. Solcu rahip
jean-Bertrand Aristide sandıktan zaferle çıktı. ABD eğitiminden geçmiş Haiti
ordusu 8 ay sonra Aristide'yi devirdiğinde, Bush yönetimi sevincini
gizlemeyecekti.
Bill Clinton başkan olunca, durumu kurtarmak için Aristide'nin iktidara
dönmesi vaadinde bulundu. Bu ikiyüzlülük bile CIA’ye çok gelmiş olacak ki,
kararlı ve cesur Aristide'yi "psikopat" olarak belimleyen bir
"psikolojik rapor" sızdırdı. Arkası kesilmeyen göç dalgası ve Haiti
güvenlik kuvvetlerinin 4.000 kişiyi öldürmesi karşısında ABD'nin zor durumda
kalması, Amerikan yönetiminin durumu kurtarmak çabalarını daha da artırdı.
Fakat tarihten ders çıkarmak söz konusuysa, Haiti halkının ihtiyaçlarını
karşılayacak bir hükümetin iktidara gelme şansı yok denecek kadar azdır.
Aristide ve ABD arasındaki gerginlik, 2003 Eylül ayından itibaren sokak
çatışmalarını körükledi. 28 Şubat 2004'te, ABD'nin iç savaş tehdidi yüzünden
Aristide görevi bırakmak zorunda kaldı.
ABD
başkanlanndan Roosevelt (FDR) bir keresinde Nikaragua diktatörü hakkında
konuşurken, "Somoza bir orospu çocuğu olabilir, ama bizim orospu
çocuğumuz" demişti. Bu yüzden, Somoza l979'da iktidardan
uzaklaştınldığmda, Nikaragua'nın yeniden ABD'nin olması için hiçbir çaba
esirgenmedi.
Başkan
Carter, oğul Somoza'nın günlerinin sayılı olduğunu görünce, emekli CIA
ajanlarının silah akıttığından habersiz, Somoza'yı iktidardan uzaklaştırmak
istedi. Carter'ın planı, 900 milyon dolarlık servetinin keyfini sürmek üzere
Somoza'yı ülkeden çıkarmak ve Somoza'nın özel ordusu Ulusal Muhafızları
iktidarda tutmaktı.
46 yıl
Muhafızların amansız kıyıcılığı altında inleyen Nikaragualılar, Carter'ın
planından oralı olmadı. Somoza düştüğünde nefret toplayan Ulusal Muhafızlar da
alaşağı edildi. Muhafıziarın çoğu Amerikan uçaklarıyla kaçırıldı. Onları
yeniden toparladı, silah ve teçhizatla donattı, Arjantinli ölüm mangalarına
eğittirdi ve yeni rejimin başına bela olmaları için Nikaragua'ya geri
gönderdi. Muhafız deyimi Nikaragua'da o denli aşağılayıcıydı ki, onlara yeni
bir ad, İspanyolca karşı devrimci sözcüğünün kısaltması olan Kontralar adı
verildi.
Sonraki kanlı
olaylar, belki de CIR’in örtülü operasyonları içinde en az gizli kalmış
olanıydı. Başkan Reagan hedefi dobra dobra açıkladı: Yarımkürenin en yoksul
ikinci halkı Nikaragualılar "pes" deyinceye kadar
"ezilecekti."
CIR’in
"Özgürlük Savaşçıları El Kitabı" (Freedom Fighters Manual) basma sızdırılınca,
istenmese de uygulanan yöntemleri kamuoyu öğrendi. Kitap, suikast
düzenlenmesi, sabotaj, adam kaçırma, şantaj ve sivillerin öldürülmesi
konularında ayrıntılı dersler veriyordu.
ABD,
Nikaragua'nın kırsal kesiminde terör estirrnekte kullandığı Kontralara askeri
ve mali yardım yağdırdı. Yeni rejimin ülke tarihinde ilk kez köylere doktor ve
öğretmen gönderrnesi köylüleri çok sevindirdiği için, Kontralar özellikle bu
mesleklerden olanları hedef aldı.
CIA limanları
rnayınladı, yakıt tanklarını havaya uçurdu, sonra da Kontraları saldırıların
parsasını toplamaya yöneltti. Nikaragua önderliğini öldürmeleri için kontralara
kaynak akıttı, muhalif partilere milyonlarca dolar pompaladı ve Şili'deki
gibi, ekonomiyi "çığlık atar" duruma getirdi.
Nihayet, 10
yıl süren hem ekonomik hem askeri savaştan sonra, 1989'da Nikaragualılar teslim
oldu ve ABD'nin desteklediği adaylara oy verdi. 2006'da yapılan seçimlerde
solcu aday Ortega seçimleri kazandı.
Manuel
Noriega, hayatının büyük bölümünde CIA ile iyi geçindi. 1959 gibi çok eski
tarihlerde Panarnalı sokulan Arnerikalılara ihbar ediyordu. 1966'ya
gelindiğinde CIA'in maaş bordrosundaydı. Tutuklulara kötü muamelede bulunmasına
karşın -belki de bu yüzdenNoriega, Panama'da Arnerikan ordusunca kurulan ve daha
sonra Georgia'daki Fon Benning'e taşınan "School of Arnericas"ta
("Diktatörler Okulu" ya da "Katiller Okulu" da denilir)
eğitim görmeye layık bulundu.
1972
başlarında N oriega'nın uyuşturucu kaçakçılığına ilişkin duyumlar,
Uyuşturucuyla Mücadele Ajansı DEA'da sıkıntı yarattı. ABD Dışişleri Bakanlığı
da lsrail ve Küba başta olmak üzere başka ülkelerin gizli servisleriyle
ilişkisinden şikayetçiydi. "Endişelenrneyin" dedi CIA; "bizim
oğlan."
1976'da
Noriega, CIA Başkanı George Bush'u -Washington'da ziyaret etti. Bush'tan
sonraki CIA başkanı Nonega'dan memnun değildi ve adını CIA bordrosundan
çıkardı. Fakat, 1980'de Bush Başkan Yardırncısı olunca, Noriega yılda altı
sıfırlı maaşla yeniden bordroya girdi.
1981'de,
Panama'nın sevilen Devlet Başkanı Ornar Torrijos bir uçak kazasında öldü.
1983'e doğru Noriega ülkenin kontrolünü ele geçirdi. l987'de Noriega'nın yakın
yardımcılarından biri, pek çok kuşkuyu doğruladı: Noriega, Torrijos'un uçağına
sabotaj yapmıştı. CIA, dönemin Başkan Yardımcısı Nixon'ın onayıyla, l955'te
Panama Devlet Başkanı'nın öldürülmesine karışmıştı.
Noriega'nın
suç dosyası CIA için hiçbir sakınca oluşturmuyordu. Kontralara silah taşıyan
uçaklarla kokain mi kaçırıyordu; olsun, tek o değildi ki bunu yapan. Kendisini
uyuşturucu kaçakçısı olmakla suçlayan siyasi muhalifinin kellesini mi uçurdu;
olsun, iktidarını sağlamlaştırıyordu. Buna karşın 1989'a gelindiğinde aşk sona
erdi. Noriega, Nikaragua'daki Sandinistlere muhalefet konusunda tereddüde
düşünce efendilerini kızdırdı. Huzursuz edici başka itaatsizlik işaretleri de
gösteriyordu. 1989 Aralık ayında, ABD askerleri Nariega'yı
"yakalamak" için Panama'yı işgal etti. lşgal sırasında 2 bin ila 4
bin arasında masum sivil katledildi.
İşgalden
sonra ne değişti? Şiddet, yolsuzluklar ve uyuşturucu kaçakçılığı azalmadan
sürdü. Fakat Panama'nın yeni iktidar sahipleri, Noriega'nın aksine emirlere
nasıl uyacaklarını biliyorlardı. Dahası, 2000 yılına kadar Panama'daki tüm ABD
askeri üslerini kapatmayı öngören Torrijos dönemi anlaşmalarını gözden geçirmeyi
kabul ettiler. 1994'te Torrijos ve Noriega'nın eski partisi seçimi yeniden
kazandı.
CIA ve Saddam
İstihbarat örgütlerine
özellikle de Mossad'a yakınlığıyla tanınan yazar Gordon Thomas'a göre, Saddam
Hüseyin uzun yıllar önce ABD'nin antikomünizm konseptine uyacak eylemiere
girişmişti. Irak'ın işgaliyle birlikte ansızın 'direnişçi' sıfatıyla
adlandırılmaya başlanan Saddam, aslında Baas ideolojisine uyacak şekilde ezilen
Arap dünyasının kurtarıcısı olmak bir tarafa, kendi halkını kurtaracak
politikalar bile yürütmemişti.
Saddam-CIA
ilişkisi epey karanlık ama bu konuda bilinen pek çok somut gerçek de vardı. O
yıllarda bir parti olmaktan çok içindeki hizipler ve çatışmalarla bir mafya
örgütünü andıran Irak Baas Partisi'nde Saddam'ın ani yükselişi de sorgulanmaya
değer. llginç olan Baas Partisi'nin iktidara gelir gelmez, özellikle Saddam
Hüseyin eliyle ülkede komünist avına çıkması ve binlerce muhalifi bu gerekçeyle
öldürmesi. CIA'in, Baas Partisi'nin etkili ismi Saddam Hüseyin'e istenmeyen
isirolerin listesini gönderdiği belirtiliyor.
Despot tavrı ve acımasızlığı ile Saddam Hüseyin başlangıçta Baas
Partisi'nin Sosyalist Parti'yle ilişkisinden ötürü (Sosyalist Parti de bilinen
anlamda Markist bir parti değildi) 'sosyalist' olarak adiandırılmasına rağmen, komünistlerin
öldürtülmesinde rol aldı. Hüseyin'in komünist avında, kurbanlardan biri kendi
kayınbiradeydi. Saddam bu cinayet yüzünden altı ay hapis yattı.
Ortadoğu'da iki güçlü ülke arasında süren sekiz yıllık savaş, ABD'nin
deyim yerindeyse uzaktan keyifle izlediği korkunç savaşlardan biriydi. lran'a
saldırmak için 1980 yılında Şattül Arap su meselesini bahane eden Saddam,
devrim sonrasında sistemi oturtmaya çalışan tran'ın zayıflığından yararlanıp
petrol kaynaklarını genişletmek ve Arap dünyasında ekonomik gücü elinde
bulundurmak istiyordu. Askerlerini lran'a soktuktan sonra hızlı bir şekilde
ilerlemeye başlayan Saddam Hüseyin, Şattül-Arap'ı ele geçirdi. Ancak 1984
yılında ciddi bir direnişle karşılaşmaya başladı. Saddam'ın askerleri ağır
kayıplar veriyordu. Bu aşamadan sonra lranlıların yanı sıra Kuzey'deki Kürtler
de kimyasal silahların hedefi oldu. Binlerce kişi bu saldırılarda öldü.
tran-Irak Savaşı 1988 yılında sona erdiğinde kayıplar l ile 1.5 milyon
arasında hesaplanıyordu.
Yıllar süren BM araştırmaları ve lO bin civarında ABD'li ordu, istihbarat
ve bilim araştırmacısının yaklaşık beş ay boyunca yaptığı binlerce inceleme ve
mülakat sonrasında, Irak'ın kitle imha silahlarına (ve hatta daha kullanışlı
bir ulusal savunmaya bile) sahip olmadığı ortaya çıktı, ki bu nokta artık
pratik olarak Bush yönetiminin bazı üyeleri tarafından bile dile getiriliyor.
Bu da bir sonraki soruyu ortaya çıkartıyor. Bush yönetimi içinde kim, hangi
amaçla bu kanıtları imal etti?
Bush savunucularının ilk tepkisi, bu imalatları "bürokratik hatalara"
ve "iletişim hatalarına" ya da Wolfowitz'in sinik biçimde iddia
ettiği üzere "savaş siyaseti konusundaki güvenli uzlaşmaya" atıila
açıklamaktı. CIA müdürü Tenet "hataların" günah keçisi haline geldi.
Ancak soruşturmalar geliştikçe, rejim içindeki bir sürü yüksek düzey kaynağın
ifşaatları iki ayrı politika oluşturma ve danışmanlar kanalı bulunduğunu
gösterdi: Pentagon ve dışişleri bakanlığında kariyer sahibi profesyonel asker
ve sivillerden oluşan resmi yapı ile politik atanmışlardan oluşan paralel bir
başka yapı. Eldeki tüm kanıtlar da Irak'ın işgal ve istila edilmesini
"meşrulaştırmak" için kullanılan imalat kanıtların kaynağının,
Wolfowitz, Feith ve Rumsfeld tarafından OSP'de (Özel Planlama Bürosu) örgütlenen
"gayri resmi" politik danışmanlar olduğunu gösteriyor. OSP,
istihbarat ve askeri işlerde hiçbir profesyonel bilgi ya da niteliğe sahip
olmayan Abram Shulsky tarafından yönetilmekte ve diğer yeni muhafazakarları
kapsamaktadır. Savunma bakan yardımcısı Douglas Feith ve Paul Wolfowitz OSP'yi
kurdular. Shulsky, Ortadoğudaki Arap rejimlerine yönetik askeri saldırıların
eski destekleyicisi ve ünlü militarist Richard Perle'nin büyük bir takipçisi
ve arkadaşıdır.
Pentagon görevlilerinden birisinin, Pentagon'daki Politika İçin Savunma
Bakan Yardımcılığı, Yakındoğu ve Güney Asya bölümü ile özel planlar bölümünde
görev yapan Teğmen Karen Kwiatkowski'nin ifadesine göre, sivil servis ve aktif
görevdeki askeri profesyoneller, Feith, Wolfowitz ve Rumsfeld açısından önem
taşıyan İsrail, Irak ve Suudi Arabistan gibi "kilit bölgelere açıkça
karıştırılmıyorlardı." Teğmen Kwiatkowski daha da ileri giderek şunu
belirliyor: "İsrail ve Irak açısından, sürdürülen tüm temel hazırlık
görevleri politik danışmanlar-tarafından, İsrail örneğinde Washington Yakındoğu
Politikası Enstitüsü tarafından atanan bir masa görevlisi ve Irak örneğinde de
Abe Shusky tarafından yönetiliyordu." Yine aynı önemde olmak üzere, eski
Pentagon görevlisi "kurum ötesi kliklerin varlığını da tarif ediyor.
Şimdi Bush yönetimi içinde bulunan çeşitli yeni muhazafakar ve çeşitli İsrail
yanlısı örgütlerin (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, Güvenlik Politikası Merkezi
ve Amerikan Girişim Enstitüsü) üyelerinin nasıl çeşitli kurumlar arasında
sadece birbirleriyle ilişki kurduklarını tarif ediyor. Çok açık olan, OSP'nin
ve onun yöneticileri olan Feith ve Wolfowitz'in savaşı meşrulaştıran
"Kitle İmha Silahları" konusundaki kanıt imalatından özel olarak
sorumlu olduklarıdır.
Irak
Konusunda Safsatalar ve Gerçekler
Saddam rejiminin
kitle imha silahlarına sahip olduğu, uluslararası terörizme destek olduğu ve
dünya barışı için bir tehdit oluşturduğu, ABD'nin Irak savaşı konusunda öne
sürdüğü gerekçelerdi.
Irak
işgalinin üstünden 3.5 yıl geçmesine rağmen, ABD bu gerekçelerinin haklılığı
konusunda hiçbir delil ileri süremedi, tersine kitle imha silahları ve el-Kaide
terörüne destek konularında istihbarat hataları yapıldığı en yetkili ağızlar
tarafından itiraf edildi. Irak savaşını gerekçelendirme konusunda
başarısızlığından söz edilen ABD'nin, geçen 3.5 yıl içerisinde Irak'ta
kalışıyla ilgili olarak son derece başarılı bir propaganda ve kamuoyu
yönlendirme faaliyeti yürüttüğü söylenebilir.
20 Mart
2003'te başlayan Irak savaşı, 8 Nisan 2003'te Bağdat'ın Firdevs Meydanı'ndaki
Saddam heykelinin devrilmesiyle fiilen sona ermişti. ABD, Irak savaşını ll
Eylül'le başlattığı "terörle mücadelecin aşamalarından biri olarak
tanımlıyor ve Irak'ta oluşturulacak yeni devlet modelinin Ortadoğu'daki tüm
rejimler üzerinde bir domino etkisi yaratacağını ve bölgeyi, Büyük Ortadoğu
Projesi çerçevesinde yeniden şekillendireceğini ifade ediyordu.
Nitekim ABD
Başkanı Bush, Abraham Lincoln uçak gemisinde düzenlenen bir törende, "Irak
Savaşı, ll Eylül 200 l'de başlayan ve halen devam eden teröre karşı savaşta bir
zafer olmuştur" diyerek, 1 Mayıs 2003'te savaşın resmen sona erdiğini
duyuruyor ve bu yeni sürecin başlamış olduğunu ortaya koyuyordu.
ABD'nin
"uluslararası terörizmle mücadele" adına çokça gündeme getirdiği ve
kendi lehine bir psikolojik savaş malzemesi olarak kullandığı el-Kaide örgütü,
Saddam kalıntıları tarafından lojistik ve istihbarat bakımından desteklenen
taşeron bir örgüt olarak dikkati çekmektedir.
CIA Operasyonları
Kanada'lyı Sarstı
Kanada
Emniyet Müdürü, Suriye doğumlu bir Kanada vatandaşının Amerika Birleşik
Devletleri'nce Şam'a iade edilmesindeki rolüne ilişkin çelişkili açıklamaları
ardından istifa etti.
Arar, 2002 yılının Ekim ayında Amerikalılarca sorgulandı. Mahir Arar adlı
Kanada vatandaşı, 2002 yılında Kanada polisinin ihbarı sonucunda Amerikalılar
tarafından gözaltına alınmış ve daha sonra da işkence gördüğünü söylediği
Suriye'ye iade edilmişti.
Kanada Başbakanı Stephen Harper, Emniyet Müdürü Giuliano Zaccardelli'nin
istifasına ilişkin resmi açıklamayı Kanada Parlamentosu'nda bizzat yaptı. Ancak
Mahir Arar'ın dosyasının gölgesi hâlâ emniyet teşkilatı üzerinde kalmaya devam
ediyor. 2002 yılının Ekim ayında Mahir Arar, tatil için gittiği Tunus'tan
Kanada'ya dönüşü sırasında New York'ta uçak değiştirmek üzereyken gözaltına alındı
ve Amerikalı yetkililerce sorgulandı. Amerikalılar, Kanadalı yetkililerin
Arar'ın El Kaide'yle bağlantısı olduğu ihbarı üzerine harekete geçtiklerini
söylüyor. Arar gözaltına alındıktan sonra Suriye'ye iade edildi ve Kanadalı
yetkililer daha sonra serbest bırakılmasını sağlayıncaya dek, yaklaşık bir yıl
cezaevinde kaldı.
Kanada parlamentosunca oluşturulan bir soruşturma heyeti, Arar'ın işkence
gördüğü iddialarını yerinde buldu. Ayrıca, aşırı gruplarla bağlantısı olduğu
suçlamalarından da akladı. Parlamento heyeti, Arar hakkında ilk aşamada
yürüttükleri soruşturmada izledikleri yol ve yanlış bilgileri Amerikalı
yetkililere aktardıkları gerekçesiyle de emniyet teşkilatını ağır şekilde
eleştirdi. Emniyet Müdürü Giuliano Zacardelli, parlamento komisyonuna ikinci
kez verdiği ifadede, ilk ifadesinde bazı düzeltmeler yapmaya çalışmış, yeni
ifadesinde Arar dosyasının bütün ayrıntılarına ne zaman vakıf olduğuna ilişkin
bir önceki anlatımlarını değiştirmişti. Bu açıklamalar, komisyondaki milletvekillerince
inandırıcı bulunmamış ve Emniyet Müdürü Giuliano Zaccardelli'nin istifasının
istenmesine neden olmuştu.
Irak'ın devrik lideri Saddam'ın ve yardımcılarının ABD tarafından idamı,
derin bir çelişkinin en güzel halkası olarak karşımıza çıkmaktadır. Saddam bir
zamanlar ABD'nin dostlarındandı. Saddam'ı idama götüren süreç, daha önce başka
isimler nezdinde defalarca yaşanmıştı. Sırp diktatör Miloseviç, Panama
diktatörü Noriega, Şilili diktatör Pinochet, Usame bin Ladin ve benzer isimler
Saddam'la benzer kaderi paylaşmışlardı. ABD ile flört edenin hali haraptı, sevdikleri
bir süre sonra sevemedikleri safına alınıyordu. Saddam'ın diktatörlüğünü bahane
ederek Irak'ı işgal eden ABD, geçmişinde buna benzer birçok operasyon
gerçekleştirdi. Guatemala, Vietnam, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Lübnan,
Panama, Somali, Afganistan ve Sudan gibi ülkelerde yaşanan iç savaş, darbe
veya yönetim değişikliklerinde, başrol hep ABD'nin olmuştur.
ABD'NİN İNSANLIK DIŞI DENEYLERİ
Ortadoğu'yu kimyasal silah üretmekle suçlayan ABD, anayasasına göre
yurttaşlar üzerinde gizli askeri deney yapılması yasal olduğundan,
Amerikalılar üstünde insanlık dışı deneyler gerçekleştirdi. 'Kitle imha
silahları geliştirmekle' suçladığı Irak'ı işgal eden, ardından da benzer
nedenlerle Suriye, Iran ve Kuzey Kore'yi hedef göstermeye başlayan ABD,
yıllardır kimyasal ve biyolojik silah geliştirmek uğruna yaptığı sayısız
deneyde kendi yurttaşlarını kullandı. Üstelik Amerikan anayasasına göre
yurttaşlar üzerinde gizli askeri deneyler yapılması yasaldı. 1977 yılından
itibaren yirmi yıl süreyle yürürlükte kalan bu madde, Körfez Savaşı'ndan sonra
bazı sivil örgütlerin girişimiyle, böyle bir yasadan haberdar olan halkın
tepkisi üzerine 1997 yılında geri çekildi. Amerikan İstihbaratı ile Savunma
Bakanhğı'nın çoğu zaman ortaklaşa gerçekleştirdiği bu deneyierin başlangıç
tarihi, 1930'lara kadar uzanıyor. ll. Dünya Savaşı'nın ardından Almanların ve
Japonların bu konudaki deneyiminden de yararlanan ABD, Soğuk Savaş sırasında
dünyanın en korkunç biyolojik silah deposu haline geldi.
ABD'nin 34. Başkanı Eisenhower'ın, Nazi savaş suçlularına çalışmalarını
Amerika'da devam etmeleri karşılığında dokunulmazlık verdiği biliniyor.
Almanların sayısız insan hayatı ve hayal bile edilemeyecek işkenceler
karşılığında elde ettikleri bilgileri edinmek isteyen Eisenhower, Nazi toplama
kamplarında gerçekleştirilen araştırmalardan "yararlanılması" emrini
vermişti. Dachau toplama kampında Yahudiler üzerin-de gerçekleştirdiği korkunç
deneylerle tanınan Dr. Hubertus Strughold ve onun gibi 34 Nazi "bilim
adamı" uzay tıbbı çalışmalarına Amerikan topraklarında devam edebilmeleri
için Teksas, San Antonio'daki Randolph Hava Kuvvetleri Üssü'ne getirildi. Ataç
Projesi kapsamında toplam 3 bin kadar Nazi savaş suçlusuna ABD ve Kanada
topraklarında çalışma izni verildiği tahmin ediliyor. Tarihçiler ve bilim
adamları, CIA tarafından Amerikan ve Kanada (başta MKULTRA projesi olmak üzere
ABD'de yapılan bazı deneylerin bir ayağı da Kanada'da sürdürülmüştür) vatandaşları
üzerinde gerçekleştirilen deneyierin çoğunun Nazi ölüm kamplarında yapılan
insanlık dışı deneyierin bir devamı olduğunu ortaya koymuşlardır.
Soğuk
Savaş'la birlikte Rusların zihnin kontrolü alanında kaydettikleri ileriemelere
karşılık, CIA:de zihin kontrol tekniklerine olan ilgisini ve bu konudaki
araştırmalarını yoğunlaştırdı. Dehşet veren araştırmalarda, psikotropik ilaçlar
kullanılarak beyin yıkama ve insan zihnini kontrol etme deneyleri yapıldı.
Vietnam Savaşı sırasında sorgulanan insanları itirafa zorlamak için aynı
yöntemler kullanıldı. Belki de tüm bunlar arasında en rahatsız edici olanı,
belgelerin büyük bölümü sonradan CIA tarafından yok edildiği için ve ilgili
kişilere ulaşılamadığı için insan kobaylar üzerinde yapılan deneylerin gerçek
boyutlarının bilinmiyor olması. Zihin kontrolü deneyleri arasında en acımasız
ve en geniş kapsamlı olanı, l950'li yıllarda başlayıp 1970'lere kadar süren
ünlü MKULTRA projesiydi. Üniversitelerde, hapishanelerde, akıl hastanelerinde,
yetimhanelerde ve uyuşturucu bağımlıları rehabilitasyon merkezlerinde yürütülen
eeneyierin yanı sıra, kentlerin olası bir saldırıya karşı ne kadar dirençli
olduğunu ölçmek için kalabalık yerleşim birimleri de kimyasal ve biyolojik
maddelere maruz bırakıldı.
Gizli Deneyler
Kronolojisi
1931
Dr. Cornelius Rhoads, Rockefeller Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü'nün
gözetiminde insan deneklere kanser hücreleri aşıladı. Daha sonra Maryland, Utah
ve Panama'da ABD Ordusu Biyolojik Silah tesislerini kurdu ve ABD Atom Enerjisi
Komisyonu'na tayin edildi. Buradaki görevi sırasında Amerikan askerlerine ve
hastanelerde yatan sivil hastalara radyoaktif madde verilmesini içeren bir
dizi deneye başladı.
1932
Tuskegee Frengi Araştırmaları başladı. Frengi teşhisi konulmuş ancak
hastalıkları kendilerine bildirilmemiş 200 siyah erkek, tedavi edilmek yerine
hastalığın seyrini ve belirtilerini izlemek amacıyla kobay olarak kullanıldı.
Sonuçta hepsi frengiden ölen bu insanların ailelerine, onların aslında tedavi
edilebilecekleri asla söylenmedi.
1935
Pelagra Olayı: Milyonlarca insan 20 yıl içinde Pelagra'dan (vitaminsizlikten
kaynaklanan bir hastalık) öldükten sonra, ABD Kamu Sağlığı Hizmetleri Ajansı
nihayet hastalığın kökenine inmek için harekete geçti. Ajansın müdürü en az 20
yıldır Pelagra'nın niasin eksikliğinden kaynaklandığını bildiklerini, ancak
ölümlerin büyük kısmı yoksul siyah halk arasında gerçekleştiğinden harekete
geçmediklerini itiraf etti.
1940
Chicago'daki 400 tutukluya yeni ve deneysel ilaçların etkilerinin
araştırılması amacıyla sıtma mikrobu enjekte edildi. Daha sonra Nürnberg'de
yargılanan Nazi doktorlar, soykırım sırasında kendi yaptıklarını savunmak için
bu Amerikan araştırmasını örnek gösterdiler.
Japonya'nın
tam kapsamlı biyolojik silah programına karşılık ABD de Fort Detrick'de
biyolojik silahlarla ilgili araştırmalar başlattı.
1944
1944 Amerikan
Donanması gaz maskelerini ve koruyucu kıyafetleri denemek için insan kabaylar
kullandı. Gaz odasına kapatılan bu denekler hardal gazı ve levisit'e maruz bırakıldı.
1945
Ataç Projesi
başlatıldı. Nazi bilim adamlarını işe alan ABD Dışişleri Bakanlığı, Ordu
İstihbaratı ve CIA, onlara ABD'de çok gizli hükümet projelerinde çalışmaları
karşılığında dokunulmazlık ve yeni kimlikler verdi. "Program F", ABD
Atom Enerjisi Komisyonu tarafından başlatıldı. Bu program, atom bombası
üretimindeki en önemli kimyasal maddelerden biri olan 'floridin' insan sağlığı
üzerindeki etkilerini araştıran en geniş kapsamlı çalışmaydı. Araştırma
sırasında floridin insanoğlunun bildiği en zehirli kimyasallardan biri olduğu
ve merkezi sinir sistemi üzerinde büyük hasara yol açtığı anlaşıldı; ancak elde
edilen bilgilerin büyük bölümü atom bombalarının yapımının engelleneceği
korkusuyla ulusal güvenlik adına gizli tutuldu.
1946
Savaş gazilerine
hizmet veren hastanelerdeki hastalar, tıbbi deneylerde kobay olarak
kullanıldı. Kuşkuları ortadan kaldırmak için ne zaman böyle bir hastanede
gerçekleştirilen bir çalışmayla ilgili rapor hazırlansa, "deney"
sözcüğü yerine "araştırma" ya da "inceleme" sözcüklerinin
kullanılması emredildi.
1947
l947'de ABD
Atom Enerjisi Komisyonu, insan deneklere damardan radyoaktif maddelerin
verileceği deneyiere başlayacağını bildi-
ren gizli bir belge yayımladı. CIA, Amerikan İstihbaratı tarafından silah
(zihin kontrol ve beyin yıkama aracı) olarak kullanılabilmesi için LSD
araştırmalarına başladı. Hem sivil hem asker denekler haber verilerek ya da
verilmeyerek bu deneylerde kullanıldı.
1950
Savunma
Bakanlığı, nükleer silahların çöllerde denenmesi ve bombanın etki alanı içinde
kalan insanların sağlık problemlerinin ve ölüm oranlarının gözlenmesi için
planlar yapmaya başladı. Amerikan kentlerinin bir biyolojik saldırı durumunda
ne ölçüde zarar göreceğini belirlemek için, ABD donanmasına bağlı gemiler San
Francisco'ya bakteriden oluşan bir bulut püskürttü. Çok sayıda insan zatürre
benzeri belirtiler göstererek hastalandı.
1951
Savunma
Bakanlığı hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava
deneyleri başlattı. 1969 yılına kadar süren bu deneylerde, geniş kitlelerin bu
bakterilere maruz kaldığından kuşkulanılıyor.
1953
ABD ordusu,
kimyasal maddeleri dağıtmak konusunda ne kadar etkin olduklarını belirlemek
amacıyla Fort Wayne, Minneapolis, Winnipeg, St. Louis ve Leesburg, Virginia'da
çinko kadmiyum sülfür gazıyla yüklü bulutlar saldı. Ordu, Donanma ve ClAin
ortaklaşa gerçekleştirdiği deneylerde New York ve San Francisco'da yaşayan on
binlerce kişi solunum yoluyla bulaşan mikroplara maruz bırakıldı. CIA, MKULTRA
projesini başlattı. Resmi olarak ll yıl
süren bu araştırma programı, zihin kontrolünde kullanılabilecek ilaçların ve
biyolojik silahların üretimi ve denenmesi için tasarlanmıştı.
1955
Geniş kitlelere biyolojik maddeleri bulaştırabilme yeteneğini ölçmek
isteyen CIA, ordunun biyolojik silah cephaneliğinden alınmış bir bakteriyi
Florida'daki Tampa Körfezi'ne saldı.
Amerikan
ordusu, sıtma mikrobu taşıyan sivrisinekleri Georgia'nın Savannalı ve
Florida'nın Avon Park bölgelerine bıraktı. Her deneyin ardından kendilerini
kamu sağlığı görevlileri olarak tanıtan ordu ajanları, mikrobun kurbanlar
üzerindeki etkilerini inceledi.
1960
Savunma
Bakanlığı, Avrupa ve Uzakdoğu'daki halklar üzerinde LSD'yle ilgili saha
denemeleri yapılması için onay verdi. MKULTRA kapsamında Avrupa'da yapılan
deneyin kod adına Üçüncü Şans Projesi, Asya'dakine de Derbi Şapkası Projesi
denildi.
1964
CIA ve
Savunma Bakanlığı, ortaklaşa, zihin kontrol tekniklerinin araştırıldığı
MKSEARCH Projesi'ni başlattı. Aynı yıl resmen sona erdirilmiş gözüken MKULTRA
Projesi, aslında MKSEARCH Projesi'yle birleştirilmişti. MKSEARCH Projesi,
davranış ve algı bozukluklarına yol açan kimyasallar (uyuşturucular) yoluyla
insan davranışlarını yönlendirme çalışmalarına verilen addır.
1965
Philadelphia'daki
Holmesburg Eyaler Cezaevi'ndeki tutuklulara, ABD'nin Vietnam Savaşı'nda bitki
örtüsünü ve ormanları yok etmekte kullandığı yüksek oranda zehre sahip
Portakal Gazı'nın kimyasal bileşeni olan dioksin verildi. Tutukluların daha
sonra kanser taramasından geçirilmeleri, Portakal Gazı'nın başından beri
kanserojen bir madde olduğundan kuşkulanıldığını gösterdi.
1966
CIA, yine
MKULTRA'nın devamı olan Proje MKOFTEN'ı başlattı. Bu, belli kimyasalların
insanlar ve hayvanlar üzerindeki zehirleyici etkilerini araştıran bir
projeydi. ABD ordusu tarafından New York kenti metrosuna Bacillus Subtilis
mikrobu verildi. Ordu bilim adamlarının bakteriyle dolu ampulleri havalandırma
ızgaralarına atmaları sonucu, bir milyonun üzerinde insan bu zehirli havayı
soludu.
CIA ve
Savunma Bakanlığı, yine biyolojik ve kimyasal silahları denemeyi amaçlayan
MKNAOMI Projesi'ni hayata geçirdi.
1969
Savunma
Bakanlığı'ndan Dr. Robert MacMahan, S-lO
yıl içerisinde "insanın bağışıklık sistemine saldıran ve
hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirmek için"
Amerikan Kongresi'nden lO milyon
dolar ödenek talep etti.
1970
Ödeneğin
sağlanmasının ardından CIA gözetimi altında yürütülen proje, ordunun çok gizli
biyolojik silah tesisi olarak bilinen Fort Detrick'teki Gizli Operasyonlar
Bölümü'nde başlatıldı. Burada, AIDS benzeri virüsleri ayrıştırmak için
moleküler biyoloji teknikleri kullanıldığı yolunda spekülasyonlar giderek
arttı. ABD, DNA'larındaki genetik değişiklikler ve varyasyonlar nedeniyle
hassas olan belli etnik gruplan hedef almak ve yok etmek amacıyla tasarlanmış,
"etnik silahları" geliştirme çalışmalarını yoğunlaştırdı. (Military
Review, Kasım 1970)
1975
Fort
Detrick'deki Biyolojik Silah Merkezi'nin virüs bölümüne Fredrick Kanser
Araştırma Tesisleri adı verilerek, Ulusal Kanser Enstitüsü'nün (NCI) denetimine
verildi. ABD Dananınası'nın burada kansere neden olan virüsleri geliştirmek
amacıyla özel bir virüs kanser programı başlattığı tahmin ediliyor. Bilim
adamları burada, aynı zamanda, hiçbir bağışıklığın bulunmadığı bir virüs
aynştırdılar. Bu virüse sonradan HTLV (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) adı
verildi.
1977
Senato'da
yapılan oturumlarda, 239 yerleşim
bölgesinin 19491969 yıllan
arasında biyolojik maddelerle zehirlendiği doğrulandı. San Francisco, başkent
Washington, Key West, Panama City, Minneapolis ve St. Louis bu bölgelerden
sadece birkaçıydı.
Salgın Önleme Merkezi ( CDC) tarafından gerçekleştirilen deneysel
Hepatit B aşılama çalışmaları New York, Los Angeles ve San Francisco
kentlerinde başladı. Araştırma denekieri bulmak için verilen ilanlarda özeilikle
çok eşli eşcinsel erkekler arandığı vurgulandı.
1981
lik AIDS vakalarının New York, Los Angeles ve San Francisco'daki eşcinsel
erkekler arasından çıktığı doğrulandı. Bu vakaların ortaya çıkması, AIDS'in
Hepatit B aşısı yoluyla bulaştığı yönünde spekülasyonların da yayılmasına neden
oldu.
1985
Öldürücü bir koyun virüsü olan VISNAnın HTLV'ye (İnsan Thücresi Lösemi
Virüsü) çok benzediği ortaya çıktı. Bu benzerlik, iki virüsün ortak evrimsel
ilişkisine işaret etmekteydi.
1986
Ulusal Bilimler Akademisi Tutanaklan'na (83: 4007-4011) göre HIV ve VISNA virüsleri, HTLV ile
neredeyse aynıydı (ufak bir kısım hariç yüksek oranda benzerlik taşıyordu). Bu
bilgi, HTLV ve VISNA virüslerinin, doğada hiçbir bağışıklığı bulunmayan yeni
bir virüs ayrıştırmak amacıyla birleştirilmiş olabileceği spekülasyonlarını doğurdu.
Kongre'ye sunulan bir rapor, ABD'nin ürettiği bu yeni virüslerin, aralarında
dünyada bilinen hiçbir tedavisinin bulunmayacağı şekilde genetik mühendislik
yoluyla üzerlerinde aynanmış virüslerin ve kimyasal maddelerin bulunduğu
gerçeğini ortaya koydu.
1987
Savunma Bakanlığı, biyolojik silah geliştirilmesini yasaklayan
uluslararası bir sözleşme bulunmasına karşın, ülke çapında 127 tesiste ve üniversitede
araştırma çalışmalarını sürdürdüğünü kabul etti.
Houston'daki
MD Anderson Kanser Merkezi'nden Dr. Garth Nicholson, "gen izleme" adı
verilen bir teknikle, Çöl Fırtınası Operasyonu'ndan dönen askerlerin
birçoğunda, biyolojik silah yapımında kullanılan bir mikrop olan mycoplasma
incognitus'un değiştirilmiş bir cinsini keşfetti. Moleküler yapısının % 40'ına
HIV protein tabakası katılmış olması mikrobun insan yapımı olduğunu göstermekteydi.
Senatör John D. Rockefeller, Savunma Bakanlığı'ntn en az SO yıldır yüz binlerce askeri
personeli deneylerde kobay olarak kullandığını ve bilinçli olarak tehlikeli
maddelere maruz bıraktığını açıklayan bir rapor yayımladı. Bu maddelerin
arasında, hardal gazı, sinir gazı, radyasyon ve Körfez Savaşı sırasında
kullanılan kimyasallar bulunuyor.
1995
ABD Hükümeti,
insanlar üzerinde tıbbi deneyler gerçekleştirmiş Japon savaş suçlutarına ve
bilim adamlarına biyolojik silah araştırmalarıyla ilgili bilgi karşılığında
maaş ve dokunulmazlık teklif ettiğini kabul etti. Dr. Garth Nicolson, Körfez
Savaşı'nda kullanılan biyolojik silahların Houston, Teksas ve Boca Raton
Florida'da üretildiğini ve Teksas Cezaevi'ndeki tutuklular üzerinde
denendiğini gösteren kanıtları ortaya serdi.
1996
Savunma
Bakanlığı, Çöl Fırtınası'na katılan askerlerin kimyasal maddelere maruz
kaldığını kabul etti.
1997
88 Kongre
üyesi, biyolojik silah kullanımı ve Körfez Savaşı Sendromu ile ilgili
soruşturma açılmasını talep eden bir mektup imzaladı.
Manhattan Projesi
Nagasakîyi Yerle Bir Etti
Almanya'da
Adolf Hitler'in iktidara gelmesiyle Yahudi kökenlilere yapılan baskılar
sonucu, aralarında dünyaca ünlü Nobel ödüllü fizikçi Albert Einstein'ın da
olduğu çok sayıda değerli bilim adamı çareyi ABD'ye sığınmakta buldu. ll.
Dünya Savaşı yaklaşırken, Başkan Franklin Roosevelt'e mektup yazan ünlü
fizikçi, Nazi rejiminin yakında atom bombası yapabileceği uyarısında bulundu.
Roosevelt, Einstein'ın uyarısını dikkate alarak, atom bombası geliştirilmesini
öngören 'Manhattan Projesi'ni devreye soktu. Ne var ki Einstein, atom
bombasının yapımında rol almadığı gibi, buna açık bir dille de karşı çıkmıştı.
Ancak Almanya'nın 7 Mayıs 1945'te teslim olmasının ardından atom bombası yapma
işinde korkulduğu kadar ciddiyetle uğraşmadıkları ortaya çıktı. Bu proje
çalışmaları sonunda ABD, yaptığı atom bombalarını, Japonya'yı teslim olmaya
zorlamak için, Hiroşima ve Nagazaki'ye attı.
Uluslararası
Af Örgütü (UAÖ), kişilerin yakalandığı ya da kaçırıldığı, nakledilerek gizlice
tutulduğu ya da işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı gizli operasyonları
ortaya döken yeni bir rapor yayınladı. Raporda, CIA'nin "teslimat"
uçuşlarını gizli tutmak için özel uçak işletmeleri ve paravan şirketlerini
nasıl kullandığı anlatılmaktadır. "Radara yakalanmadan: lşkence ve Kayıp
Edilmeye Giden Gizli Uçuşlar" başlıklı rapor, CIA'in uçuşlarını havacılık
yetkililerine bildirmernek için havacılık uygulamalarını kötüye kullandığım
ortaya koyuyor. Raporda "teslimat" uçuşlarıyla bağlantılı uçakların
kalkış ve iniş yaptığı dünyanın farklı bölgelerindeki yerler ve dünya genelinde
ABD askeri üslerine iniş yapma izni olan özel havayolları listeleniyor.
UAÖ'nün
elinde, doğrudan CIA ile bağlantılı ve çoğu Avrupa hava sahasını kullanmış
olan yaklaşık 1000 uçuşun kaydı var. Bu uçuşlar paravan şirketler aracılığıyla
sürekli CIA tarafından işletildiği anlaşılan uçaklarla yapılmıştı. tkinci
kategorideyse, en azından geçici olarak CIA tarafından kullanıldığı teyit
edilmiş uçaklarca gerçekleştirilen 600'den fazla uçuşun kaydı bulunmaktadır.
Raporda UAÖ'nün görüştüğü ve yasadışı olarak nakledilmiş kişilerle bağlantılı
bazı uçakların gittiği yerler ve uçakların kime ait olduğuyla ilgili detaylar
da yer almaktadır. Örneğin uçaklardan birinin Guantanamo'ya IOO'-den fazla iniş
yaptığı biliniyordu. Bir diğeri ise ltalya'da kaçınıldıktan sonra Abu Ömer'i
Almanya'dan Mısır'a götürmüştü. Bu uçağın sahipleri uçağı CIA'ye
kiraladıklarını kabul etmiş, ama sadece onlar tarafından kullanılmadığını dile
getirmiştir. Şubat 200ITemmuz 2005 tarihleri arasında bununla ilgili 488 iniş
ve kalkış kaydı bulunmaktadır.
UAÖ Genel
Sekreteri Irene Khan, konuyla ilgili olarak şunları söylemişti: "ABD
yönetimi birçok yolla işkence ve kötü muamele yasağını delmeye çalıştı. Son
kanıt, yönetimin insanları uluslararası hukuku ihlal ederek nakledebilmek için
nasıl ticari ayarlamalar yaptığını göstermektedir. ABD hükümetinin bu
kaçırmaları gizlemek için işi nereye kadar götürebileceğinin bir göstergesidir
bunlar."
Rapor,
teslimat uygulamasının üzerini örten sis perdesinin bir bölümünü kaldırılmıştı.
Teslimat operasyonlarını sarmalayan gizlilik nedeniyle kaç kişinin yakalandığı
ya da kaçırıldığı, sınır ötesi nakledildiği, gizli gözaltında tutulduğu ya da
"terörle savaş"ta işkence gördüğünü bilmek imkansız. Hükümetlerin
kendilerinden gelen bilgiler bu sayının büyük olasılıkla yüzlere varabileceğini
gösteriyor. Raporda, Uluslararası Af Örgütü'ne üç Yemenli tarafından sağlanan
"kara bölge" gözaltı uygulaması da inceleniyor. Bu üç kişi, iki yıl
süren "teslimat" çilesinden sonra yakın zamanda serbest
bırakıldılar. Verdikleri bilgiler doğrultusunda, Doğu Avrupa veya Orta Asya'da
bir yerlerde tutuldukları tahmin edilmektedir.
Muhammad
Al-Assad, Muhammad Bashmilalı ve Salah Ali Qaru, 13 ay gizli bir tesiste tutulduktan sonra Mayıs
2005'te Yemen'e uçakla nakledildi ve ardından serbest bırakıldı. "Onları
yakalayan kişiler nerede bulunduklarını gizlemek için çok uğraşmasına rağmen
iklim, dua zamanlan ve bölgeden ve bölgeye uçuş saatleri gibi dolaylı kanıtların
Doğu Avrupa veya Orta Asya'yı işaret ettiğini" söyleyen başdanışman Anne
Fitzgerald; "Ancak ABD hükümeti ve Avrupalı yetkililerden daha fazla
bilgi elde edemezsek onların tam olarak nerede tutulduklarını doğrulamak
imkansız olacak. Teslimat, kişileri bir ülkeden diğerine tüm idari ve hukuki
denetimi atlayarak yasadışı nakletme işlemidir. Terörle savaşta bu
teslimatların amacı, genellikle şüphelileri hukukun uzanamayacağı şekilde
sorgulanmasını kolaylaştırmaktır. Teslimatlar, sadece terör zanlılarının bir
yerden bir yere bürokrasiye takılmadan nakledilmesi değildir. Bu terim, uygulama
boyunca işlenen çok katmanlı insan hakları ihlallerini de yumuşatmaktadır. Bu
teslimatlara maruz kalanların birçoğu ilk etapta yakalanarak yasadışı
gözaltına alındı. Birçoğu kaçırıldı, herhangi bir yasal sürece erişimi
engellendi ve sonunda 'kayıp' edildi. UAÖ'nün görüştüğü herkes işkence
gördüğünü ya da kötü muameleye uğradığını dile getirdi. lhlallerin bu denli
vurdumduymazca ve kasıtlı çeşitliliği şok edicidir. Gözaltına alınan kişiler,
işbirliği yapan hükümetler elinden bir dizi ihlale maruz kalmaktadır ve tüm
bunlar gizlilik ve hileyle yapılmaktadır. Raporda yakalama ve sınır dışı etme
usullerinin nasıl göz ardı edildiği, işkence ve kötü muamele yasağının nasıl
dikkate alınmadığı aniatılmakla kalmıyor, ayrıca havacılık uygulamalarının da
nasıl altının oyulduğu gösteriliyor. Yani işin özünde hukukun üstünlüğünün
nasıl devre dışı bırakıldığı anlatılıyor." şeklinde açıklamada bulunmuştu.
UAÖ, bu uçakların topraklarına inmesine göz yuman devletleri ve bu
uçuşlan yürüten şirketleri, bir gün kendilerini ağır insan hakları ihlallerine
suç ortaklığı yaparken bulabilecekleri konusunda uyardı. Örgüt tüm tutukluların
başka ülkelere nakillerinin, adli denetim ve resmi uçaklar kullanmak gibi
uygun koruyucu tedbirlere uyularak yapılması için çağrıda bulundu. UAÖ
havacılık sektörüne, havacılık şirketlerinin teslimatlarda kullanılma olasılığı
olan durumlarda uçaklarını kiralamamaları için de çağrı yaptı. Kiraladıkları
ya da işlettikleri uçağın son kullanıcı tarafından nasıl kullanılacağı ve insan
hakları ihlallerini kolaylaştırmadığım bilme sorumluluğunun şirketlere ait
olduğu da vurgulandı.
Teslim
Edilen Kişilerin Yaklaşık Sayısı
2005 yılmda Mısır Başbakanı, ABD'nin sadece Mısır'a 60-70 tutukluyu
naklettiğini söyledi. Bölgede deneyimli eski bir CIA ajanıysa, ABD'nin
Ortadoğu ülkelerindeki hapishanelere "yüzlerce" tutuklunun
gönderilmiş olabileceğine inanmaktadır. ABD yaklaşık 30 "yüksek öneme
sahip" tutuklunun yakalandığını kabul etti; bu kişilerin nerede olduğu
hâlâ bilinmiyor. CIA ise, yanlış kanırlara dayanılarak ya da isim karışıklığı
nedeniyle gözaltına alınmış ve "yanlışlıkla teslimatı yapılmış"
yaklaşık 40 vakayla ilgili araştırma yapıyor.
Uluslararası
Af Örgütü, CIA:in testimatlar için kullandığı altı uçağın Avrupa hava sahasında
yaklaşık 800 uçuş yaptığını ve Irianda'daki Shannon Havaalanı'na da 50 iniş
yaptığını ortaya çıkardı. Bu bilgi, geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı
Condoleezza Rice'ın İrlanda Dışişleri Bakanı Derroot Ahern'e, Shannon
Havaalanının "istenmedik" amaçlar için ya da terör zanlılan için bir
transit noktası olarak kullanılmadığına dair verdiği güvencelerle çelişiyordu.
UAÖ, ABD Dışişleri Bakanı'nın dört ülkeyi kapsayan Avrupa turuna başlarken dile
getirdiği iddialan da reddetti. Rice bugün yaptığı açıklamada, teslimatın (tutukluların
bir ülkeden başka bir ülkeye yasal işlem yapılmadan transfer edilmesi)
uluslararası hukukta yeri olduğunu iddia etti. Teslimat kurbanlarının
genellikle sorgu sırasında işkence yaptığı bilinen ülkelere götürütmesine
rağmen Rice, ABD hükümetinin alıcı ülkelerden bu kişilere iyi muamele edilmesi
konusunda güvence istediklerini söyledi.
Uluslararası
Af Örgütü Bölgesel Programlar Direktörü Claudio Cordone, tutukluların işkence
ya da kötü muamele görebileceği ülkelere götürmenin, sözde "diplomatik
güvence" olsun olmasın, uluslararası hukukun doğrudan doğruya ihlal
edilmesi anlamına geldiğini dile getirdi. "Bu güvenceler anlamsızdır.
Sistematik işkence uyguladıklar bilinen ülkeler bu tür uygulamaların var
olduğunu her zaman inkar ederler" dedi.
UAÖ, CIA:nin
kiraladığı 6 uçağın Eylül 2001-Eylül 2005 arasındaki uçuş kayıtlarını ele
geçirdi. ABD Federal Uçuş Idaresi'nin bu döneme ait kayıtlarına göre bu
uçaklar, Shannon'a 50 kez iniş ve 35 kalkış yapmıştı. Bu da bazı uçuşların
gizli turulduğunu düşündürüyor. Her ne kadar Shannon Havaalanı ABD ordusu için
bir yakıt ikmal noktası olarak kullanılıyorsa da bu uçakların hiçbiri askeri
nakil uçağı değildi. Bu dönem içinde toplam 6 uçak, Avrupa giriş ya da çıkışlı
olan yaklaşık 800 uçuş yaptı.
Uçaklardan
dördü şunlardı:
Boeing
737-7ET: Kuyruk numarası N313P (daha sonra N4476S olarak yeniden kaydedildi).
32 koltukla 6 uçağın en büyüğü. Sahibi, N379P'nin de sahibi olan CIA'in paravan
şirketi Premier Executive Transport Services. N313P aralarında Afganistan'ın da
bulunduğu ABD askeri üslerinde sıklıkla görüldü.
Gulfstream V:
Kuyruk numarası N379P (daha sonra N8068V, ondan sonra da N44982 olarak yeniden
kaydedildi). Bu uçak Guantanamo'daki ABD gözaltı merkezine elliden fazla uçuş
yaptığı için lakabı "Guantanamo Körfezi Expresi" idi. Ayrıca Ahmed
Agiza ve Mohammed al-Zari'yi İsveç'ten Mısır'a teslim etmek için CIA bu uçağı
kullanmıştı.
Gulfstream
lll: N829MG (daha sonra N259SK olarak yeniden kaydedildi). Bu uçak çifte
vatandaşlığı olan (Suriye ve Kanada) Maher Arar'ı, ABD'den 13 ay boyunca
gerekçesiz gözaltında tutulduğu ve işkence gördüğü Suriye'ye götürdü. Maher
Arar Ekim 2003'te serbest bırakıldı.
Gulfstream
IV: Kuyruk numarası N85VM (Daha sonra N227SV olarak yeniden kaydedildi). Bu
uçak, Abu Omar'ı İtalya'da kaçırıldıktan sonra Almanya'dan Mısır'a götürdü,
oradan dönüşte de Shannon'a uçtu. Uçağın seyir defterinden Afganistan, Fas,
Dubai, Ürdün, İtalya, Japonya, İsviçre, Azerbaycan ve Çek Cumhuriyeti'ne de
uçtuğu anlaşılmıştı.
CIA İngiliz Gizli
Servisleri Arasındaki ilişkiler
1946 yılı
Ekim ayının sonunda en etkili İngiliz gazetelerinden biri olan Daily
Telegraph'ta yayımlanan bir haber, kamuoyunda ilgi uyandırmıştı. Haberde,
Liverpool'da askeri birliklerin taşınmasında kullanılan "Duchess of
Bedford" adlı gemiye binen "esrarengiz bir adamdan" söz
ediliyordu. Bu "önemli sivil yolcu" gizlice seyahat etmekteydi; ama
Bay White'ın, adına ayrılan karnarada tek başına kaldığı öğrenildi. Esrarengiz
Bay White, Duchess of Bedford'da özel bir biçimde ilgi görmüştü ve gemi yola
çıkmadan önce savaş bakanlığının özel bir temsilcisi ona bir şifreli mesaj
paketi getirmişti. Bu küçük olay üstüne çeşitli yorumlar yapılmaktaydıİ War
Office'e göre White, normal izine gelen ve "görevi dışında sivil seyahat
etme emri alan" bir subaydı ve Ortadoğu'daki birliğine dönüyordu. Bunda
gizli kapaklı hiçbir şey yoktu.
Kuşkusuz, War Office ihtiyatlı davranıyordu. Bakan yalan söylememiş,
yalnız gerçeğin bir bölümünü gizlemişti. Çünkü White, gerçekte Seeret
Intelligence Service'in (SIS) önde gelen şeflerinden biriydi. Ayrıca, SIS'e
uzmanlar MI 6 adını da veriyorlardı; çünkü bu servis, aslında Albay
Cockerill'in 190S'te kurduğu Askeri Harekat ve Haberalma Dairesi'nin bir
bölümüydü. White'ın gerçek adı Goldsmith White'tı. 40 yaşında olan White başarılı
bir üniversite öğrenimi yapmış, Oxford Üniversitesi'ni bitirdikten sonra
Michigan ve California üniversitelerinde görev almıştı. IL Dünya Savaşı
başlayınca White yeteneklerini G-2 yararına kullandı; müttefik karşı casusluk
örgütünün başkan yardımcısı bile oldu. Savaştan sonra, Daily Telegraph
gazetesinde çıkan habere kadar ondan hiç söz edilmemişti.
Albay White savaştan sonra Ml 6'ya (Ml; Askeri Haberalma'nın
kısaltılmışıdır) girdi; bu servis, Ingiliz gizli servislerinin öbür büyük kolu
MI S gibi, sadece askeri bilgiler toplamakla kalmıyordu. MI 6, temelde Britanya
Imparatorluğu'nun gizli servisiydi. Ml S ise yalnız karşı casusluk çalışmaları
ve daha genel olarak iç güvenlikle ilgileniyordu.
Gerçekte, MI S'in varlığı yasalarca tanınmamıştı. 1 963'teki Profuma
olayından sonra düzenlenen bir raporda şu çok şaşırtıcı paragraf yer almıştı:
"Güvenlik servisi. bir parlamento kararıyla kurulmuş resmi bir kuruluş
değildir. Hatta gizli resmi. kararlarda bile MI S'in varlığından söz
edilmez."
Bu yüzden, içişleri bakanlığına bağlanmayan MI S'i, doğrudan doğruya
içişleri bakanından emir alan bir müdür yönetiyordu. Bu çelişki, siyasal rejimi
yazılı bir anayasaya dayanmayan bir ülkede önemli sonuçlar doğurmamıştı.
Bununla birlikte, resmen tanınmamış olması MI S ve MI 6'nın Londra'nın
göbeğinde, konforlu bürolarda çalışmasını engellemiyordu; yalnız bu kurumların
isimleri titizlikle gizli tutulmaktaydı.
MI S'in merkezi, seçkin bir semt olan Mayfair'deki Curzon Street'te
bulunan ve "Lecenfield House" adını taşıyan gösterişli bir binadaydı.
Bir Anglikan piskoposunun oğlu olan MI 5'in o dönemki müdürü Sir Roger Hollis
l905'te doğmuştu; yaşamı üstüne çok az şey biliniyordu. Savaş sırasında
yararlıklar göstermiş ve savunma bakanlığında ataşelik yapmıştı. l963'te hazırlanan
rapor, Sir Roger'ın yönettiği servisi şöyle tanımlar: "Yabancı karşı
casusluk servislerine oranla çok küçük olan, casusluk ve sabotajlara karşı
savaşmakla görevlendirilen profesyonel bir örgüt." MI 6'nın merkeziyse
Curzon Street'e göre çok daha güzeldi: St. James Parkı'nın hemen yanı başındaki,
sakin Queen Ann's Gate caddesi 2l numara.
Kuşkusuz, gizli servisierin Queen Ann's Gate'in dışında başka bürolan da
vardı. Sözgelimi, asıl merkeze bitişik "Broadway Buildings" ile
(gizli bir geçit aracılığıyla bir yapıdan öbürüne geçilebiliyordu) Waterloo
Station'a bitişik, cam ve çelikten yapılmış 20 katlı "Century House."
Ayrıca, İngiltere'de önemli bir rol oynayan klüpleri de unutmamak
gerekir. Sanatçılara, yazarlara, avukatlara ve akla gelebilecek her çeşit
serbest meslekten insanlara bu klüplerde rastlamak mümkündü. Bu klüplerden
bazılan o kadar tutuluyordu ki, sürekli olarak buralara gitmemek onur kırıcı
bir durum sayılıyordu. Sıcak. salonlarda, ince nükteli ve çoğunlukla ilginç
haberlerle dolu sohbetler yapılmaktaydı. Sir Richard Goldsmith White da sık sık
Garrick Klubü'ne gidiyordu. MI 5'in adamlan ise hemen birkaç adım ilerdeki
White Elephant Club'e devam etmekteydiler. Bu iki büyük servis dışında,
"Intelligence" (haberalma) adı verilen, ama varlığı sadece resmi
makamlar tarafından tanınan küçük bir servis daha vardı.
Bu üç servis birbirlerinden bağımsızdı. Bu servislerden her biri, arada
sırada bağlı oldukları bakanlıkla (Ml 6 dışişleri bakanlığına, Ml 5 içişleri
bakanlığına; Intelligence ise savunma bakanlığına bağlıydı) ilişkiler
kurarlardı. Bununla birlikte her üçünü de dışişleri bakanlığına bağlı bir
komite örgütlemişti; gizli servisler konusunda uzmanlaşmamış bir diplematın
gerçekleştirdiği bu örgütler, hiçbir devlet kuruluşundan emir alınıyordu.
Kısacası İngiliz servisleri, savaştan sonra kötü sonuçlar değurabilecek derin
bir uykuya dalmıştı.
Bir Ingiliz
dostu sayılamayacak olan Alien Dulles, Ingiliz gizli servisleri için şöyle
diyordu: "Ingiliz servislerinin geçmişinde, uzmanlaşmış bir kadronun
kazandığı sayısız tarihsel başanya rastlanır." Bu servisierin geleceği
nasıldı? Kuşkusuz kadro, gene uzmanlardan seçiliyordu. Gene her servis için
eleman yetiştiren özel okullar vardı; bu okullar SOE'ninkiler gibi,
Ingiltere'nin dört bir köşesine dağılmıştı. Kuramsal ve tarihsel bilgilerin
yanı sıra, bu okullarda işlenen konular somut bir biçimde öğretiliyar ve
"uygulama çalışmaları" yapılıyordu. Bu çalışmalardan biri, neredeyse
büyük bir rezaletin çıkmasına yol açıyordu. Olay şöyle gerçekleşmişti:
Ml 6'nın
karşı casusluk servislerine ajan yetiştiren merkezlerinden birinde sorguya
çekme tekniği öğretiliyordu. Bu merkez, yalnız nasıl soru sorulacağını
öğretmekle kalmıyor, ayrıca sorgulardan nasıl ustalıkla kurtulabileceğini ve en
etkili kandırma yöntemlerine nasıl karşı konulabileceğini de öğretiyordu. 1955
yılında, sonbaharın son günleri, Ml 6'nın bir grup öğrencisi, sorguya çekme
provası yapıyordu; başka bir grupsa sözde şüphelileri meydana getirmekteydi.
Bir uygulama çalışması düzenlendi: Sözde, Içişleri Bakanı Sir Maxwell Fyfe'i
sürekli olarak izleyen bir öğrenci kaçırılacaktı.
Harekat en
küçük ayrıntılarına kadar düşünülmüştü. Öğrenci grubu, şüpheli kişiyi yol
ortasında tutuklayacak ve önemli bir diplomatın bu harekat için verdiği Old
Brompton Road'daki bir apartmana götürecekti.
Her şey
önceden hesaplandığı gibi geçti. MI 6 grubu, bakanın peşindeki adamı,
öğrendikleri kurallara göre yakaladılar. Yakalanan kişi olup bitenlerden
habersiz rolünü çok iyi oynuyor, kapana düşmüş bir hayvan gibi mücadele
ediyordu. Bu yüzden biraz sert davranmak gerekti, oysa başına geleceklerin
ilkiydi bu...
Adam,
apartmanda sert bir biçimde sorguya çekildi. Dehşete düşen adam, suçsuz
olduğunu tekrarlıyor ve serbest bırakılması için yalvarıyordu. Doğrusu,
bildiklerini söylemekte direnen suçlu rolünü çok iyi oynamaktaydı. MI 6'nın
öğrenci grubu, elbisesinin kıvrımları arasında sakladığı şeyleri bulmak için
adamı çırılçıplak soydular. Birden zorba öğrencilerin kafasında bir kuşku doğdu
ve bu kuşku, giderek büyük bir kesinlik kazandı: Yakaladıklan adam rol
yapmıyordu, yanlış adamı yakalamışlardı. Adamı serbest bırakırken, bir yandan
özür dilerken öte yandan da başına gelen olaylar konusunda çenesini tutmasını
sıkı sıkı öğütlerneyi de ihmal etmediler. Serbest bırakılınca çok tehlikeli.
bir çeteye çattığına inanan adam, hemen en yakın karakala koştu. Duyduklarını
kuşkuyla karşılayan ve adamın bir 'dengesiz' olduğuna inanan polisler, gene de
Old Brompton Road'da soruşturma yapmaya karar verdiler. Ama, henüz bütünüyle
kafasını topadayamayan şikayetçi adam apartmanın dairesini şaşırdı ve
polislere önemli bir iş adamı olan Erick Tannock'un dairesini gösterdi.
Gerçek bir komedi oynanmaktaydı. Tannock sorguya çekildi; suçunu ve suç
ortaklarını itiraf ettirmek için iyice sıkıştırıldı. Tannock'un karısı sinir
krizleri geçirdi; bağrışmalan sokağa kadar ulaştı. Tannock'lann üstünde oturan
ve dairesini MI 6'ya veren diplomat bu sırada evine dönüyordu. Diplomat kulak
kabarttı ve yanlışlığa son vermek için hemen işe karışmak gerektiğini aniayıp
aşağı indi; polisleri bir köşeye çekerek her şeyi anlattı ve bu
"güvenlikle ilgili çok önemli olay" konusunda Tannock'un ağzını sıkı
tutmasını istedi. Tannock, ne pahasına olursa olsun kimseye olayla ilgili tek
ketime söylememeliydi. Ama komedi henüz bitmemişti. Birkaç saniye yalnız
bırakılmasından yararlanan Tannock birkaç gazeteci dostuna telefon etti;
gazeteciler hemen geldiler. Işin iyice sarpa sarması üzerine diplomat olayı MI
6'nın şefine haber vermeyi uygun buldu. Endişeye düşen MI 6'nın şefi, MI 5'in
şefine telefon etti. Iki şef, bu komik olayı örtbas etme işini, olayla
ilişkisi olmayan üçüncü bir kişiye, yani Tuğamiral Thomson'a verdiler. 1955
sonlarında Ingiliz kamuoyu, böylesine bir rezaleti hoş karşılayacak durumda
değildi. O sıralarda atomla ilgili bilgilerin Londra'ya verilip verilmemesi
konusunda ABD'de değişik eğilimler mevcuttu. Amerikalılar eğer Old Brompton
Road'da olup bitenleri öğrenirlerse, atomla ilgili bilgileri vermek için
herhalde uzun uzun düşüneceklerdi. Sonunda Tuğamiral Thomson, büyük bir
ustalıkla olayı rezalet çıkmasına yol açmadan örtbas etti.
Ingiliz servisleri, yeni uluslararası duruma ayak uydurmakta çok güçlük
çektiler. Barış sırasında yürütecekleri çalışmalar savaştakinin aynı
olmayacaktı; sözgelimi Sovyetlerin faaliyetlerine, savaş döneminden kalma
yöntemlerle karşı konulamazdı. MI 5'in savaş sonunda bu alanda elde ettiği en
büyük başarıysa, varla yok arası İngiliz Komünist Partisi'nin kuruluş şemasını
öğrenmekten ibaret kaldı. Bu, Ingiliz gizli servisinin içinde bulunduğu komik
durumu açıkça ortaya koymaktaydı. Gene de savaş bittikten sonra Ingiliz gizli
servislerinin uzmanlaştıkları alanlar çoğaldı. Sovyet diplomatlarını etkisiz
kılmak ve Ingiltere'de faaliyet gösteren komünist ajanları elde etmek için bir
plan hazırlandı. Kağıt üzerinde çok ilginç olan bu plan hiçbir zaman
uygulanamadı; çünkü sözgelimi Kravçenko gibi "özgürlüğü seçmiş"
ajanları, Ingiliz servisleri hesabına çalışmaya kandırmak çok güçtü.
Ingiliz
servislerinin çok etkisiz kaldığını MI 6 şeflerinden Sir Stuart Menzies bile
kabul ediyordu. Kim Philby, dostu Sir Stuart Menzies'yi şöyle anlatmıştı:
"Sir Stuart Menzies hiçbir zaman iyi bir istihbarat subayı olamadı. Genel
kültürü azdı; dünya üstüne bilgisi ve dünya görüşü, yaşadıkları çevrenin dışına
çıkamamış Ingiliz yüksek sosyetesinden kişilerde görülenin eşiydi. Kendi uzmanlık
alanı olan karşı casusluk dalıyla ilgili düşünceleri çocukçaydı (barlar, takma
sarı sakallar gibi). Ama Menzies'in sürüp giden bu saflığı, dünya savaşının
omuzlarına yüklediği ezici sorumluluğu hafifletmemişti."
MI 5'in
yetersizliği yüzünden bütün şimşekleri üstüne çeken ve özellikle Amirallik
tarafından acımasızca eleştirilen Sir Stuart, subaylarından üç temsilci
istedi. Bu temsilciler, geniş yetkilerle MI 6'da yardımcı müdür olacaklardı.
Ama alışık oldukları servislerden koparılan ve "askeri komiser" adı
verilen bu temsilciler, MI 6'nın bürokrasisi içinde kaybolup gittiler.
Bütünüyle yabancı olan bu ortamda elleri kolları bağlı oturmaktan başka bir şey
yapamadılar. 1945 yılı yaz sonlarında bu karışıklığa ve başı boşluğa son verme
gereği açıkça duyulmaya başlandı. Bu düşünceyi benimseyen Sir Stuart Menzies,
servisleri "Yeniden Örgütleme Komisyonu" kurdu. Ama bu komisyon,
uzun süre kimin başkanı olacağını tartışmaktan başka bir iş yapmadı. Sir
Stuart, Pasaport Kontrol Müdürü Maurice Jeffes'i başkanlığa atayarak
tartışmalara son verdi. Bu beklenmedik bir atanmaydı; çünkü Philby'in de
alaylı bir biçimde gözlemlediği gibi, Maurice Jeffes'in gizli servisin genel
görünümü, olanaklan ve çalışma alanı konusunda en ufak bir bilgisi yoktu.
Yöneticilik
yanı pek olmayan ve özel servisler konusunda yabancı bu namuslu memur, olsa
olsa hiçbir yararı olmayan ve sorunların kökenine inmeyen yüzeysel tartışmaları
yönetebilirdi. Bununla birlikte, komisyonda olumlu önerileri de bulunan birkaç
uzman vardı. Bu önerilerden en önemlisi, servisin yapısında beş ayrı yönde
köklü değişiklikleri amaçlıyordu: Maliye ve yönetim, üretim, araştırmalar,
uygulama ve gelişme, savaş planlaması.
Kendini
çağdaş dünyaya uyarlamada büyük güçlük çeken ve faaliyetleri rezaletiere kadar
varan başarısızlıklar yüzünden hoşgörü sınırlarını aşan bu servis, daha birçok
öneriyi de kabul edecekti.
Ingiliz Gizli
Servislerinin İran'da Uğradığı Başarısızlık
1951 yılı
Mart ayı başında, Burgess ve Mac Lean Londra'da kaçmaya hazırlanırlarken,
gazeteler önemli. bir olayla uğraşmaktaydılar. Olay, İran'da meydana geliyordu
ve Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin düğünüyle ilgiliydi. Gazeteciler, genç
lmparatoriçe Süreyya'nın güzelliğini ve çiftin büyük mutluğunu anlata anlata
bitiremiyorlardı. Ama, bu şatafatlı evlilik, bin yıllık bu imparatorluğun
tarihine özlenen barışı getiremedi. İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan beri İran
birçok önemli karışıklığa sahne olmuştu. Önce yabancı birliklerin ve özellikle
1945 yazında ülkeye giren Sovyet birliklerinin İran'dan çıkarılması sorunu
belirmiş, Ruslar askerlerini İran'dan çekmek şöyle dursun, tam tersine yeni
birliklerle daha da güçlendirmişlerdi. Siyasal düzeyde, sol eğilimli Tudeh
partisinin desteğiyle Azerbaycan'da bir ayaklanma çıkmış, bu ayaklanma, Ocak
1945'te Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurulmasına yol açmıştı. Muhtar
Azerbaycan cumhurbaşkanlığına da eski bir komintern ajanı olan Pişevari getirilmişti.
Bütünüyle Sovyet servislerinin planladığı ve gerekli mali desteği sağladığı bu
ilk kopma, hemen başka bir kopmanın da meydana gelmesine yol açtı.
Azerbaycan'ın batısında, "Kürt Demokrat Partisi'nin" şefleri, bir
"Kürt Halk Cumhuriyeti" kurmaya karar verdiler. Bu cumhuriyetin de
başı başka bir komünist ajanıydı: Gazi Muhammed. İki yeni devlet Rusların
denetimi altında, hemen bir askeri yardımlaşma antiaşması imzaladılar.
Olaylar
karşısında eli kolu bağlı kalan İngilizler, l Ocak l946'ya kadar İran
topraklanndaki bütün kuvvetlerini geri çekmeleri için Ruslara başvurdularsa da
bir sonuç alamadılar. Olay, yeni kurulan Birleşmiş Milletler'e getirildi. BM,
akıllıca bir tutumla, Moskova ve Tahran hükümetlerine karşılıklı görüşmelerini
öğütledi. Şah, Ruslarla şiddetli bir çatışmayı göze alamayan İngilizlerin
isteği üzerine istifa eden başbakanın yerine, Tudeh taraftan olan Gavam
Sultaneh'i atadı.
Sultaneh,
hemen Moskova'ya koşarak son derece gizli tutulan görüşmelerden sonra Sovyet
birliklerinin Iran'dan çekilmesini sağladı. Ama buna karşılık İran, iki büyük
taviz vermek zorunda kalmıştı: Iran ve Azerbaycan hükümetleri arasında
görüşmelerin başlatılması ve ortak bir Sovyet-İran petrol şirketinin
kurulması.
Birinci şart,
Gavam Sultaneh'in iyi niyetiyle (İ) kolayca gerçekleştirildi. Pişevari,
Tahran'a gitti. Haziran l946'da, Azerbaycan ve Iran hükümetleri arasında
Azerbaycan'ın bağımsızlığını gerçekleştiren bir antlaşma imzalandı. Birkaç gün
sonra Sultaneh, Tudeh lehine çalışmalarını sürdürerek kabinesine üç komünisti
aldı. İran, Sovyetler Birliği'nin Ortadoğu'ya doğru yayılma politikasına uygun
düşecek bir yola girmişti. Işte bu dönemde, Ingiliz-İran petrol şirketinde
meydana gelen kanlı ayaklanmalarla birlikte baş gösteren genel grevden yararlanan
İngilizler, eyleme geçme zamanının geldiğine karar vererek Basra'ya, Iran-Irak
sınırına birlikler gönderdiler. Ingiliz ajanlar, İran'ın güneyini dolaşarak,
kabileleri Tudeh'e karşı ayaklanmaya teşvik ettiler.
Tahran
tehlikenin büyüklüğünü kavradı, Gavam Sultaneh üç komünist bakanı kabineden
çıkarttı ve Azerbaycan eyaleti dahil, Iranda genel seçimler düzenledi.
Sultaneh, bu şaşırtıcı değişikliklere devam ederek Tudeh üyelerinin büyük
çoğunluğunu tutukiattı ve Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti'ni işgal etti. Bu
şiddet siyaseti meyvelerini vermekte gecikmedi. Pişevari'nin Azerbaycan'da
kurduğu rejim, birkaç gün içinde yıkıldı. "Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti"
ve "Kürt Halk Cumhuriyeti" Ruslar müdahale ederneden yeniden İran'a
katıldı. Yeni seçimler Gavam Sultaneh için bir zafer oldu. Komünistler mecliste
ancak iki sandalye kazanabildiler. Bu durum, yalnız İran petrolleriyle ilgili
bütün imtiyazlarını korumakla kalmayarak, Sovyetleri İran'dan atan İngilizler
için de büyük bir başarıydı. 20 Haziran 1947'de Tahran ve Washington arasında
bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre Washington, İran'ın istediği bütün
silahları verdi. Ertesi yıl da kalabalık bir ABD askeri misyonu Tahran'a
yerleşmekteydi.
1949 yılından
itibaren Amerikalıların paraca desteklediği bir iktisadi gelişme planı
uygulanmaya başlandı. Ruslar gene tepki göstermiyorlar ve kuşku verici bir
gizlilik içinde intikam hazırlıklarını tamamlıyorlardı. İran'ın
batılılaştırması, Haziran 1950'de Genelkurmay Başkanı General Ali Razmara'nın
iktidara gelmesiyle daha da hızlandı. Ruslar ancak 1951 başında harekete
geçmeye karar verdiler ve şiddetli bir darbe indirdiler. Muhammed Rıza ile
Süreyya'nın evlenmesinden birkaç gün sonra, General Razmara öldürüldü. General
Razmara'nın bu acıklı sonu, 1950 yılı boyunca komünist ajanlarla birlikte
Azerbaycan'ın ve Kürtlerin bağımsızlığından yana olanların baltalamaya
çalıştıkları Razmara hükümetinin yıkılışını da hızlandırdı. Razmara'nın yerine
geçecek adam hazırdı: Dr. Muhammed Musaddık.
Dr. Musaddık
ülkesinde tanınmış bir kişiydi. Yetmiş yaşındaki bu adam parlak ve şeref dolu
bir siyaset hayatı yaşamış ve çok önemli görevlerde bulunmuştu. Yüksek
öğrenimini Paris'te Siyasal Bilimler Okulu'nda yapan Musaddık, 34 yaşında faal
olarak siyaset hayatına atılmış ve 1920-1925 arasında birçok bakanlıkta görev
almıştı. Sırasıyla adalet, maliye ve dışişleri bakanlıkları yapan Musaddık,
1922'de Azerbaycan Genel Valisi de olmuştu.
1925'teki
hükümet darbesi, karısı tarafından uzak akraba olduğu hükümdara karşı duyduğu
bağlılığı azaltmadı. Yeni hükümdara düşman olduğu için, siyasi hayata ancak
1943'te bu hükümdar tahttan indikten sonra döndü. Meclise seçilince, giderek
önem kazanan petrol sorunları üstünde büyük titizlikle durdu. Büyük konuşma yeteneği
ve mistik mizacı, her fırsatta ortaya koyduğu koyu milliyetçiliği ile Dr.
Musaddık parlamentoya hakim olmuştu. Bu yüzden General Razmara'nın
öldürülmesinden sonra parlamento, Şah üzerindeki nüfuzunun kullanarak,
başbakanlığa Dr. Musaddık'ın getirilmesini sağladı.
Dr. Musaddık,
kuşkusuz bir Rus ajanı değildi. Tuhaflıkları, ilginç geçici hevesleri, din
alanındaki tutuculuğu, birkaç bin yıllık bir ülke olan lran için duyduğu
endişeler, komünist olduğu konusundaki kuşkuları dağıtıyordu. Alien Dulles,
Musaddık ile tanıştı. Musaddık zor kullanarak değil yasal yollardan iktidara
gelmişti. Üstelik komünist bir devlet yaratmak amacında da değildi.
Ama iktidarı
ele geçirirken, Musaddık'ın Sovyet gizli servislerinden büyük ölçüde destek
gördüğü de kesindi. Daha iş başına geldiğinde, yeni başbakanın İngilizleri ve
Amerikalıları sevmediği bilinmekteydi. Musaddık'ın iş başında kaldığı dönem,
lran'a bir "teknisyenler" ve "danışmanlar" ordusu
göndermek için acele eden KGB için başarılı bir dönem oldu. Ayrıca tran'a
kışkırtıcı ajanlar ve propaganda uzmanları gönderildi; bunların görevi, batı
ajanlarının faaliyet gösterdiği yerlerde halka gerçekleri göstermekti.
Yeni
başbakan, hükümetinin bir numaralı görevi olan İngilizlerin İran'daki
imtiyazlarını geri almak için çalışmalara başladı. Bu iş için bir müttefike
ihtiyacı vardı ve bu müttefiki de buldu: Komünist Tudeh Partisi. Razmara bu
partiyi kapatmıştı ama bu kapatma pek etkili olamamıştı.
Daha
başbakanlığa getirilmeden önce Musaddık ve taraftarları, İran petrollerinin
millileştirilmesini kabul ettirmeyi başarmışlardı (15 Mart). Bunun üzerine
Foreign Office'in şefi Herben Morrison şu açıklamayı yaptı: "İngiltere'nin
tran'daki çıkarlarını koruyacağız..." Üç Ingiliz savaş gemisi Basra
körfezine demir attı; ama iş işten geçmişti. 2 Mayıs'ta Musaddık başbakanlığa getirildi.
Ingilizlerin askeri müdahalesi, Sovyetlerin de bir karşı müdahalesine yol
açabilirdi. Artık eski devirler geçmişti ve Musaddık bir Pişevari değildi.
Bununla
birlikte böyle bir durumun sürüp giderneyeceği de ortadaydı. Musaddık
serüveninin başından beri, önemli bir krizin patlak vermesine yol açacak
koşullar bir araya gelmeye başlamıştı. Ingilizler, dünyanın en büyük petrol
yataklarının üretimi durdurmasını hoş karşılayacak ve İran'ın komünist bir
ülke olmasına (Musaddık, Tudeh'i imtiyazlı müttefik durumuna getirdiğine göre,
tran'ın komünistleşmesi kaçınılmaz olmaktaydı) seyirci kalacak değillerdi.
CIA,
Musaddık'ın Ayağını Kaydırıyor
13 Ağustos
1953'te, han sokaklarında garip bir komedi oynandı. Büyük bir kalabalık
birdenbire toplanarak başbakanlık sarayına doğru yürüdü. Halkın ilgisini çekmek için cambazlar,
çalgıcılar ve hakkabazlar hünerlerini gösterdiler. Kalabalık, Musaddık'ın
sarayına kadar bir bayram havasında ilerledi. Bu duruma aldanarak, gelenlerin
kendisine hayran bir topluluk olduğunu sanan Musaddık kalabalığın karşısına
çıktı. O zaman, birkaç saniye içinde her şey değişti. Musaddık balkona çıkar
çıkmaz hemen hoşnutsuzluk haykırışiarı duyulmaya başladı. Halk garip bir birlik
içinde bağırıyordu: "Katil Musaddık'a ölümİ" Bu haykırışları ikinci
bir slogan izledi: "Yaşasın Şah." Aynı anda şaşırtıcı bir haber
başkente yayıldı: Şah, başbakanı görevinden uzaklaştırmıştı. Musaddık'a karşı
girişilen bu harekatı, Amerikalıların adamı olan Içişleri Bakanı General Zahidi
gerçekleştirmişti. Gerçekte, Musaddık'ın ayağını kaydırma kararı ne Şah'tan ne
de Zahidi'den çıkmıştı; olayları perde arkasından ustalıkla yöneten bir üçüncü
kişiydi: Amerikalı General Herbert Norman Schwarzkopf (Körfez Savaşı komutanı
Norman Schwarzkopf'un babasıydı).
Schwarzkopf,
han'ın yabancısı değildi. 1944-1948 yılları arasında polis örgütüne ve
haberalma servislerine çeki düzen vermek için Iran'da kalmıştı. Daha sonra
ABD'ye döndüğünde CIA'in en iyi Ortadoğu uzmanlarından biri oldu. Oysa Ingiliz
Dışişleri Bakanı Morrison'ın belirttiği gibi, "Ingiltere'nin çıkarları
ABD'nin petrol konusundaki çıkarlarıyla uyuşmakla kalmıyor, aynı zamanda
başkan Eisenhower'ın CIA'in başına getirdiği Allen Dulles'ın da özel çıkarlarına
uygun düşüyordu." Zira Allen Dulles, kardeşi john Foster ile birlikte,
Ingiliz-han petrol şirketinin hukuk danışmanlığını yapan "Sullivan and
Cromwell" adlı bir hukuk bürosunun ortaklarındandı. Bu güçlü özel
çıkarların ve siyasal çıkarların birleşmesi, ancak lran'a bir Angio-Sakson
müdahalesiyle sonuçlanabilirdi. ABD servisleri bu konu üstüne çalışmalar
yaptılar. MI 6 ajanları bir süreden beri Iran karasularında cirit atıyorlardı.
Güttükleri siyaset çok basitti. Özellikle birçok vaatte bulunuyorlardı. Kendi
sonunun da çok geçmeden General Razmara'ya benzeyeceğinden korkan Şah,
İngilizlerin dostluk gösterilerine güvenemiyordu: Ingilizler inandırıcı
olamıyorlardı.
General Schwarzkopf'un
gelişiyle her şey değişti. Şah, savaş sonrası çalışmaları sırasında gördüğü bu
eski kurdu tanıyor ve General Schwarzkopf'a tam bir güven duyuyordu. Öte yandan
Schwarzkopf, lahidi ile çok iyi dosttu. Musaddık'ı devirmek için tasarlanan
planı uygulamak için hemen harekete geçildi. Schwarzkopf, CIA'in en yetenekli
birkaç uzmanını da birlikte getirmişti. Ayrıca bavullar dolarla (generalin
emrine lO milyon dolar verildiği sanılmaktadır)
doluydu. Bu para, kararsız olanları kandırmak ve 13 Ağustos gösterileri için
gerekli masrafı karşılamakta kullanılacaktı. Gösteriye katılan herkese,
başbakanın sarayı önünde "Yaşasın Şah" diye bağırma karşılığında 3
dolar ödendi. Bu hiç de küçümsenecek bir para değildi. Bununla birlikte, uzun
uzun düşünerek planlanan bu olay, az daha başarısızlıkla sonuçlanıyordu.
Gerçekte, Musaddık'ın yakınlarından bazılarının, bu komployla ilgili bazı
şeyler öğrendikleri sanılmaktaydı. Ayrıca komplonun gerçekleştirilmesinde bazı
gecikmeler de olmuştu. Birkaç saatlik gecikme, Şah'ı kuşkulandırmaya yetti.
Üstelik Sovyet danışmanların desteğiyle, Dr. Musaddık'ın hemen bir karşı saldırıya
geçeceği dedikodusu yayılmıştı: Musaddık taraftarlarının düşündüğü ilk tedbir,
Şah'ın tutuklanmasıydı. Çılgına dönen Şah, lahidi ve Schwarzkopf'u yüzüstü
bırakarak İran'dan kaçtı.
Şah, Roma'da, İsviçre'de
tatilini geçiren (İ) Allen Dulles ile buluştu. Sonunda Şah'ın ülkede bulunmaması, Musaddık
aleyhine ayaklananların işine yaradı. Schwarzkopf'un dolarlar inanılmaz işler
gördü. 19 Ağustos'ta kitle halinde yapılan bir gösteride Şah'ın geri dönmesi
istendi. lahidi imparatorluk sarayına gitti ve Şah'ı karşılama hazırlıklarına
başladı. Roma'dan dönen Şah, çok gösterişli bir biçimde karşılandı. Dr.
Musaddık ve Sovyetler, lahidi ve Schwarzkopf'un çok iyi yönettiği bu komployu
önleyememişler ve yenilmişlerdi. Dr. Musaddık hemen o akşam tutuklandı; kısa
bir süre sonra da yargılanarak üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapisten
çıkınca Tahran yakınında herkesten uzak yaşadı, l967'de de bütünüyle unutulmuş
olarak öldü.
ABD gizli servislerinin
büyük bir başarısı olan Musaddık'ın devrilmesi olayı, Sovyet müdahalelerine
karşı koyabilecek güçte bir ordunun kurulması için Amerikalıların İran'a 250
milyon dolar yardım yapmasıyla sonuçlandı. Ayrıca bu olay o tarihe kadar
İngiliz gizli servislerinin at aynattığı bir alan olan Ortadoğu'nun ve özellikle
İran'ın, bundan böyle ABD gizli servislerinin nüfuz alanına girdiğini açıkça
gösteriyordu.
Gerçekte, İran'daki bu
olay sayısız örnekten biridir. Sömürge imparatorluğunda patlak veren özgürlük
hareketlerine engel olamayan İngiltere, her yanda boyun eğmeye başladı. İngiliz
servislerinin güçsüz kalışı ve başarısızlıklara uğrayışı, daha genel ve
evrensel bir gerçeği ortaya koyuyordu: Uluslararası alanda İngiltere, artık
güçlü bir devlet değildi. Şimdi sadece iki güçlü devlet vardı: ABD ve Sovyetler
Birliği...
Kuşkusuz, ABD'nin yüksek
çıkarlarının söz konusu olduğu bölgelerde, İngilizlerden boşalan yeri
Amerikalıların alması çok doğaldı. ABD servisleri işlerine gelen yerde bu
görevi yüklendiler. İngilizlerin bıraktığı en yağlı parçalarından biri de
Hindistan'dı. Hindistan sorununu çözme işi, başbakan olan Clement Attlee'ye
düştü. İngilizlerin büyük ustalığıyla, başkaldırma sırasında birleşen Hindular
ve Müslümanlar birbirlerine düşman oldular. 1 947 bölünmesi, yeni bir statüden
çok gerçek bir kapitülasyondu. Gandi bu bölünmeye sert bir biçimde karşı çıktı;
ama gene de Hindistan ile Pakistan (zaten o da ikiye ayrılmıştı) 1S Ağustos 1
946'deki bağımsızlık anlaşmasına katıldılar. Sözgelimi, Keşmir sorunu gibi
önemli birçok sorun çözüm beklemekteydi. Keşmir sorunu, 1947'yi izleyen
yıllarda iki devleti çok uğraştıracak ve bundan yararlanan İngiltere,
Hindistan yarımadasında bazı çıkarlar elde etme olanağı bulacaktı.
Daha küçük parçalara
ayrılmış Afrika topraklarıysa yutulmaya hazır başka bir avdı. Kenya'daki
Mau-Mau'ların ayaklanması, gerçekten vahşice bir görünüme büründü ve kanlı bir
biçimde bastırıldı. Bununla birlikte, öbür Afrika ülkeleri gibi Kenya da
bağımsızlık yolunda kararlı adımlarla ilerledi. İngilizler Gandi, Nasır ya da
Makarios gibi güçlü siyaset adamlarıyla karşılaşınca daha çetin sorunlar
ortaya çıktı. İngiltere bu ülkelerdeki imtiyazlarından vazgeçince, Amerikalılar
İngilizlerin yerlerini aldılar. Bu evrim, Eisenhower ile Macmillan'ın 1957'de
Bermuda Adalarında askeri bir antlaşma imzalamalarına yol açtı. Bu antlaşmaya
göre, o tarihe kadar İngiliz servislerinin mücadele ettiği bütün gizli savaş
alanlarında, nöbeti ABD gizli servisleri alıyordu. İngiltere, kendi kabuğuna
çekilmeye başlamıştı.
Ingiliz
Ajanlar, Makarios'u Şantajla imzaya Zorladı
Rauf Denktaş, Makarios'un
1959 yılında iki toplumlu Kıbrıs'a nasıl ikna edildiğinin öyküsünü şöyle
anlatmaktadır:
"Önce direndi,
ertesi gün imzayı bastı. Meğer iki İngiliz ajanı, genç erkeklerle ilişkisini
gösteren resimleri halka sızdırırız” dediler.
"Makarios anlaşmayı
imzalamaya, o gece kendisini iki İngiliz ajanı ziyaret etmişti. Makarios'un
Şeysel adalarında sürgündeyken girdiği eşcinsel ilişkiler sırasında çekilen
resimleri göstermiş ve anlaşmayı imzalamazsa, resimlerin ertesi gün gazelerde
çıkacağını söylediler. Bunun üzerine Bakarios anlaşmayı imzalamak zorunda
kaldı.”
MOSSAD
İbranice adı 'Ha-Mossad
le-modi'in u-le-tafkidim meyuhadim'. "istihbarat ve özel operasyonlar
teşkilatı" isimli İsrail gizli servisinin kısa adıdır. 18 Eylül 1947'de
kurulmuştur. Merkezi Tel Aviv'dedir. Mossad'ın anlamı teşkilattır. Mossad;
dünya genelinde faaliyet gösteren, en gizli, en bilinmeyen istihbarat
örgütüdür. Çoğu kimse İsrail gibi "küçük" bir devletin niçin ve
nasıl böyle bir organizasyona sahip olduğunu anlayamaz. Süper güç ABD'nin
CIA'i dışında, dünyada bu kadar etkin tek istihbarat örgütünün İsrail'e ait
olması aslında oldukça dikkat çekicidir. Mossad'ın kurulmasından önce İsrail
Devleti'nin İstihbaratı SHAI isimli örgüt tarafından sağlanıyordu. Mossad'ın
kurulmasıyla bambaşka bir yapılanma oluşturuldu. Mossad'dan önce, onun görevini
üstlenen SHAI isimli örgütün görünümü ise şöyleydi: SHAI, Sherut Yediot baş
harflerinden oluşan bir kısaltmadır. İbranice'de Bilgi (istihbarat) Servisi anlamına
gelmektedir. Haganah'ın istihbarat koluydu. İsrail Devleti'nin kurulmasıyla
Haganah, İsrail ordusunun içinde eridi ve SHAI'de yerini altı hafta sonra yeni
kurulacak İsrail İstihbarat Servisine bıraktı. SHAI servisinin en son Başkanı
Isser Beeri'ydi. Isser Beeri SHAI üyeleriyle yaptığı son toplantıda, Ben
Gurion'un isteğini açıklıyordu: SHAI'nin dağıtılması ve bu üyelerin yeni
kurulacak istihbarat servisini şekillendirmesi. Bu sadece SHAI'nin isim
değiştirmesi olayı değildi. İsrail'de dört tane istihbarat grubunun oluşması
anlamına geliyordu.
Mossad, 1 Nisan 19Sl‘de kurulmuştur. Mossad'ın
ilk başkanı bir hahamın oğlu olan Reuven Shiloah'dı. Shiloah, başkanlığı çok
kısa sürmesine rağmen teşkilatın temel kurallarını belirleyen kişi olmuştur.
Shiloah, ll. Dünya
Savaşı'ndan sonra Siyonist lideriere yazdığı gizli raporda yabancı
istihbaratlarla ilişkiye geçeceklerini, özellikle CIA'ye bildirmişti. Shiloah
tüm dünyadaki Yahudilerle, İsrail arasında kurulacak sağlam ilişkinin öneminin
farkına varmıştı. Mossad, çalışmalarını farklı alanlarda uzmanlaşmış 4 ayrı
bölümle yürütür. Bunlar; Askeri İstihbarat, Yerli Gizli Servis, Yabancı İstihbarat
Servisi ve Aliyalı Beth'dir.
Mossad'ın Yapısı
Askeri İstihbarat (Aman):
Mossad'ın askeri istihbarat bölümü,
Aman olarak tanınır. İbranice adı 'Agaf ha-Modi'in'dir. Bunun tercümesi,
istihbarat kanadıdır. Görevi Müslüman ülkeler hakkında bilgi toplamaktır. Aman
çok iyi organize edilmiş bir askeri birliktir. Altı bölümden oluşur. Özellikle
iki bölüm tarafından yönetilir: Toplama ve Prodüksiyon. Toplama bölümü, sınır
ötesine ajanlar göndermek, radyo kanallarını ele geçirmek, genellikle
ülkelerdeki telefon konuşmalarını dinlemekten sorumludur. Prodüksiyon
bölümünde tahminen 3000' kişi
çalışmaktadır. Konuları, dış ülkelerden çalınan belgelerin ve bilgilerin
analizidir. Bu analizler politikacıların karar vermesinde yardımcı olur. Aman
basma verilen bilgileri de kontrol altında tutar. Aman'ın sınır ötesi
harekatlar için oluşturduğu çok gizli komando birliğinin adı Sayeret
Matkal'dır. 30 Haziran 1
954'te Aman'ın gizli kolu Unit 13
1 Mısır'da bir operasyon
düzenlemişti. Operation Susannalı adlı operasyon bir sabotaj operasyonuydu.
Bombaların hedefi Mısır askeri örgütleri değil; İngiliz ve Amerikan
enstitüleri, tiyatrolar ve postanelerdi. Bundaki amaç Washington ve Londra'nın
Mısır aleyhinde bir politika geliştirmesini sağlamaktı. Bu iş için Alman Yahudi'si
Avraham Seidenwerg seçilmişti. Kibbutz'da Avri El-Ad adını almıştı. Daha sonra
Mısır'a, Paul Frank adında zengin bir Alman işadamı karakterinde gitmişti.
Aman'a bağlı 'Gaclna'da değişik bir eylem grubuydu.
Genel
Güvenlik Servisi (Shin Beth):
Bu servis Shin-Beth adını almıştır.
Genel Güvenlik Servisi anlamına gelmektedir. İbranicesi Sherut-ha-Bitachon
ha-Khali'dir. Shin Beth, Destek ve Operasyon olmak üzere iki bölüme ayrılır.
Destek bölümünde, sorgulama teknolojileri, koordinasyon ve operasyonlar için
lojistik destek departmanları bulunmaktadır. Operasyon bölümü ise üçe
ayrılmaktadır: 1Koruma ve güvenlik: İsrail elçiliklerini, Başkan'ı ve lsrail
savunma sanayinin korunması, 2Müslüman ülkelerle ilişkiler, 3Müslüman olmayan
ülkelerle ilişkiler.
Yabancı
istihbarat Servisi (Varash):
Bu servisin ilk Başkanı Boris
Gurtel'dir. Yabancı istihbarat servisi Varaslı'ın toplantı saati ve yeri
hiçbir zaman bilinmez. Dikkatlice saklanır. Varash, halka hiç açıklanmamıştır.
Varaslı'ın görevi, çeşitli gizli servisler arasında bağlantı kurmaktır.
Politika Şubesi, adına rağmen İsrail istihbaratının denizaşırı kolunu
oluşturur. Bu şubenin ajanları diğer gizli servislerle bağlantı kurarlar.
Yahudileri Filistin topraklarına göç
ettirme görevini Mossad'ın özel bir bölümü üstlenmiştir. Bu iş için kurulmuş
olan Aliyalı Beth isimli alt örgüt, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği provokasyonlarla
sahte bir Yahudi aleyhtarı hava estirmiştir. Aliyalı Beth, Sihirli Halı
Operasyonu (Operation Magic Carpet) adı altında bir operasyon düzenledi. Bu
operasyonda Near East Air Transport Corporation adında, İsrail hükümetiyle
gizli bağlan olan bir şirket kullanıldı. 1948 ve 1949'da bu şirket Yemenli ve
Adenli SO bin Yahudi'yi gizlice İsrail'e
taşıdı. Irak'ta 1950 Mart'ında meclisten çıkan yasayla, isteyen bütün Iraklı
Yahudilerin Irak'ı terk edip İsrail'e gidebileceği açıklandı. Tek şart Irak
vatandaşlığından vazgeçmeleriydi. Bu sürpriz açıklamanın altında, Irak
Başbakanı Tevfik el-Sawidi'ye İsrail ajanları tarafından verilen rüşvetler
yatıyordu. Tevfik el-Sawidi aynı zamanda Irak Tur'un başkanıydı ve bu turizm
şirketi Near East Air Transport'un bir bölümüydü. Daha sonra Başbakan olan Nuri
as-Said'den de İsrailli ajanlar tarafından faydalandırılmıştı. Düzenlenen
operasyonları Ben-Porat yönetmişti. 150.000'den fazla Yahudi, Irak'tan İsrail'e
götürülmüştü. Ben-Porat Irak İstihbaratı tarafından tutuklanmış, daha sonra
İsrail'e kaçmıştı.
Mossad'ın propaganda mahiyetindeki,
fakat fazla stratejik önemi olmayan eylemlerini açık bir güç gösterisi şeklinde
yaptığı, bilinen bir durumdur. Bu propaganda genellikle Mossad kontrolündeki basın
aracılığıyla dünya kamuoyuna duyurulur. Entebbe Baskını gibi eylemler bu sınıfa
dahildir. Ancak İsrail'in ve Siyonizmin menfaatlerini doğrudan ilgilendiren
ciddi konularda ise son derece gizli ve örtülü bir politika izlenmektedir. Bu
durumda kendi eylemlerini başka örgütlere yıkarak, tamamen ilgisiz bir tutum
sergilenir. Tüm bunlar dünya çapında bağlı basın organları, gazeteci ve
yazarlar, film yönetmenleri, siyasi yarumcular kanalıyla kamuoyuna
benimsetilir. Mossad'ın bu anlamda propagandasının yapıldığı filmler dünya televizyonlarında
sık sık yayınlanmaktadır. Filistiniiieri sürekli olarak terörist olarak tasvir
eden, ancak İsrail'in suçlarından hiç söz etmeyen "Delta Force",
Münih Olimpiyat Köyü'ndeki olayların İsrail lehinde çarpıtılarak aktarıldığı
"Münih'te 2l Saat",
1976 Entebbe Baskını'nın anlatıldığı eylemler hakkında çok sayıda filmler
çekilmiş, kitaplar yazılmış ve Mossad dünya kamuoyuna yalnızca İsrail
Devleti'ni düşünen, diğer devletlerin iç işlerine karışmayan, kahraman bir
örgüt gibi tanıtılmıştır.
Öte yandan N azi savaş suçlusu Adolf
Eichmann ve İsrail'in nükleer santralı Dimona ile bilgileri açıklayan
Vanunu'nun kaçırılmaları gibi eylemler, bir anlamda tüm dünyaya "İsrail'e
ihanet edenleri nerede olurlarsa olsunlar buluruz ve cezalandırırız"
mesajı vermek için düzenlenmiş Mossad operasyonlarıdır. Bu gibi eylemler dünya
kamuoyu önünde rahatlıkla gerçekleştirilir. Daha sonra basın organları
aracılığıyla da sıkça gündeme getirilerek Mossad'ın caydırıcı mesajı kitlelere
ulaştınlmış olur. Bir başka metotsa kendi ajanlarını bilgi sızdırmış gibi
gösterip, "Hile Yolu Mossad" türü kitaplarla Mossad'ı olduğundan da
mükemmel bir istihbarat örgütü gibi göstererek, Mossad'a karşı kişilerde korku
dolu bir hayranlık uyandırmaktır. "Bizim elimizde bu kadar nükleer güç
var" mesajının ilgili yerlere gitmesi için, Vanunu tarafından açıklanan
Dimona Nükleer Santralı hikayesi de benzer bir taktikle planlanmıştır. Ayrıca
CIA'den sadece istemekle elde edebileceği bilgileri, Mossad'ın bir güç
gösterisi yapmak amacıyla ajan Pollard vasıtasıyla CIA'den çalması da Mossad'ın
metotlarına biridir. Ancak pek çok kaynakta yer alan daha önemli bilgiler ve
Mossad'ın gerçek yüzünü gösteren eylemlerse örtbas eelilmesi gereken kirli
işlerdir. Mossad'ın dünyadaki uyuşturucu ve silah ticareti üzerindeki denetimi,
Olof Palme'nin öldürülmesi, Kennedy suikastı, Maxwell'in sır dolu ölümü,
çeşitli ülkelerdeki faili meçhul cinayetler, mafyanın örgütlenmesi,
kontrgerilla ve terör örgütlerinin teşkilatlandırılması, tüm dünyadaki
kentralara verilen destekler bu tür eylemlerdendir.
Mossad'ın propaganda amacıyla
gerçekleştirdiği eylemlerden birkaçı şunlardır:
-
1969 yılında Fransa Devlet Başkanı De
Gaulle'ün İsrail'e göndermediği 5 adet roket atabilen hücumbotu, Mossad İsrail'e kaçırdı.
-
1972 yılında FKÖ'lülerin Münih Olimpiyat
Köyü'nde İsrailli sporculara yaptığı baskın nedeniyle 12 Filistinli, Mossad'ın Golda Meir
tarafından kurulmuş X Komitesi
tarafından tek tek öldürüldü. Bu cinayetler bazen bir telefon ahizesine
yerleştirilen bomba ile bazen de tabanca ile yapıldı. Mossad'ın ölüm
listesindeki 12 kişi
öldürülürken, Filistinli olmayan birçok kişi de bu 12 kişinin yanında Mossad tarafından
öldürüldü. Bu 12 kişi
arasında eylemle en ufak ilgisi olmayan Filistinli aydınlar da bulunuyordu.
-
2 Ağustos 1976 Entebbe Baskını, Mossad ajanlarının giriştiği önemli
eylemlerden biriydi. Uganda sınırları içinde FKÖ tarafından esir alınan
uçaktaki İsrailli yolcular Entebbe Havaalanı'ndan kurtarıldı. Bu baskın
Mossad'ın tüm dünyaya bir gövde gösterisi oldu. Entebbe Baskını hemen filme
alınmış ve "Entebbe" adıyla gösterilerek dünya çapında Mossad
propagandası yapılmıştır.
İsrail gizli servisinin
gerçekleştirdiği eylemlerden hiçbiri, l 976 yılında gerçekleştirilen ve kamuoyunda Entebbe Baskını olarak
bilinen eylem kadar dünyanın ilgisini çekmemiş ve Siyonizm davasına katkıda
bulunmamıştır. Bu eylem şaşırtıcı boyutlarda destansı öğelere sahip askeri bir
macera olarak gösterilmişti ve Ortaçağ korsanlarının ruhuna sahip, askeri ve
istihbarat konularında uzman bir ekip tarafından gerçekleştirilmişti. Olayla
ilgili hiçbir bilgi dışarı sızdırılmamasına rağmen çok sayıda gazeteci tüm
operasyonu dramatik boyutlarda ele alarak yazıya dökmüş, en az yarım düzineye
yakın yazar da olayı kitap haline getirmiştir. Birkaç hafta içinde tüm dünya
basınında baskınla ilgili yazılar birbiri ardından yayınlanmaya başlamıştır.
Kısa bir süre sonra da Hollywood, piyasaya başrollerinde Charles Peter Finch,
Burt Lanchester, Kirk Douglas, hatta Yahudi bir anne rolü ile Elizabeth
Taylor'ın yer aldığı bir film sunmuştur. Ünlü Entebbe Baskını, Uganda'da ldi
Amin'in başta bulunduğu bir dönemde, Mossad timlerinin "Filistinli
teröristleri" saf dışı ederek gerçekleştirdikleri önemli, önemli olduğu
kadar da ilginç bir eylemdir. Entebbe Havaalanı'nda yeterli Ugandalı askerin
bulunmamasından, Mossad timlerinin Ugandalı askerlerin havaalanına gelecekleri
saati bilmelerine kadar en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir şovdu aslında.
Uçak kaçırma eylemini
gerçekleştirip Entebbe Havaalanı'nı son durak yapan teröristler, kamuoyuna hep
Filistinliler olarak lanse edilmişti. Teröristlerin şefi Wilfred Boese,
Baader-Meinhof üyesiydi ve Avrupa polisi tarafından aranan biriydi. Uçakta
Wilfred'in yardımcılığını yapan kadın da Alman'dı. Ama her nedense adının Halime
olduğunu söylemişti. Ekipte ayrıca Carlos'un da bulunduğu belirtilmişti.
Araştırmacı gazeteci
David Yallop'un 'Die Verschworung Der Lugner' kitabında açıkladığı gibi, Mossad'ın
bilgisi dahilinde faaliyetlerini sürdüren Çakal Carlos'un yeri bütün gizli
servisler tarafından bilinmesine rağmen her nedense yakalanamıyordu. Entebbe
Baskını'nda da Çakal yine kilit isimdi.
Entebbe Baskını'na katılan kadın
terörist Gabriele, daha önce dünyanın en meşhur ve en çok aranan teröristi
Carlos'la (Çakal) beraber yaşamıştı ve şimdi de kendisine refakat eden Alman
arkadaşı, Baader-Meinhof şehir gerillaları grubunun bir üyesiydi.
Carlos olarak da bilinen Çakal'ın
asıl adı lliç Ramirez Sançez'di. Onu Entebbe'de yakalamak ihtimali pek yoktu.
Ama 2 Temmuz'da, Avrupa
ve Güney Amerika'dan onunla ilgili olarak verilen bilgiler aceleyle bir dosya
haline getirildi. Çakal, Parisli iki polisin öldürülmesi, Petrol lhraç Eden
Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) Viyana'da düzenlediği konferansa katılan delegelerin
kaçırılması olayları ve bunlar gibi başka şiddet olayiarına karışmıştı. Şimdi
Entebbe'de rehinelerin başında bekleyen Alman, Çakal'ın arkadaşı ve teknik
danışmanıydı.
Mossad'la işbirliği yapan Çakal
Carlos'un ekibinden birisinin de aralarında olduğu Alman teröristler, neden
Filistinli gibi davranıp eylemi onlara mal etmek istemişlerdi? Bu sorunun
cevabı, kaçırma olayının arkasında kimlerin olduğu ve bunun kime ne kazandıracağı
sorularının cevaplandırılmasıyla açığa çıkacaktır. Olayın arkasındaki gizli
bağlantılar önemli ipuçları vermektedir.
Taşeron çalışan Baader-Meinhof
örgütü, İsrail gizli servislerinden Shin-Beth'in kontrolünde uçak kaçırma
eylemini gerçekleştirip, senaryonun devamı için uçağı İdi Amin'in ülkesi
Uganda'ya indirdi. Senaryoda rolleri biten Baader-Meinhof üyelerinin İsrail
için artık önemi kalmamıştı.
Bu şovun Uganda bölümünün başrol
oyuncusu da İdi Amin'di. Zalim bir diktatör olan İdi Amin, çeşitli çıkar
çevreleri tarafından kullanılan bir aktördü. Uganda sınırları içinde Entebbe
Havaalanı'nda Mossad'ın gerçekleştirdiği eylemde İdi Amin'in katkıları neydi?
Mossad tarafından Uganda'nın başına geçirilen İdi Amin, her ne kadar daha sonra
Yahudi aleyhtarı gibi gözükmeye çalışmışsa da bunun planlı bir hareket olduğu
apaçık ortadaydı. Ancak bazı çevreler tarafından Müslüman bir lider olarak
tanırılınaya çalışılıyordu.
İsrail ve
Uganda'nın arasındaki ilişkiler oldukça iyiydi. İsrail Uganda'ya sadece maddi
yardım yapmakta cömert değildi, aynı zamanda Uganda ordusunu eğitmiş ve bu
orduya malzeme sağlamıştı. O sıralarda Albay Baruch Burlev, İsrail Savunma
Bakanlığı görevlisi olarak Uganda'da 5 yıl geçirmişti. Kısa bir süre içinde ldi
Amin'in ortağı haline gelmişti. Arkadaşlıkları o kadar ileri gitmişti ki, Idi
Amin İsrail'de kalmaya davet edildi. Uganda Başbakanı Milton Obote'ye karşı
İsrail'i savunup destekleyen ve İsrailli danışmanları koruyan ldi Amin'di.
1967
Arap-Israil Savaşı'ndan sonra İsrailliler Afrika ülkeleri üzerinde daha fazla
söz sahibi olabilmek için kararlı bir siyaset izlediler. Bu amaçla Uganda'da
askeri eğitim merkezleri kurdular. Uganda ordusunun eğitimini İsrailli
subaylar yaptırmaktaydı. Böylece Uganda'daki ticari hayattan sonra savunma
sistemleri de İsrail'in eline geçmiş oldu.
1966'da
İsrail, Uganda'nın askeri güçlerini geliştirme sorumluluğunu üzerine aldı.
1964 ve 1971 arasında İsrail, Uganda'ya 26 eğitim ve nakliye uçağı sattı.
Uganda'daki İsrailli danışmanlar Albay ldi Amin'e yakındılar.
Uganda
İsrail'in yıllardır yakın ilişki içinde bulunduğu bir ülkeydi. Ve o dönemde
albay olan Idi Amin de İsrail'in çok yakın bir dostuydu. Albay Bar-Lev,
İsraillilerin Uganda'daki eski askeri birliğinin komutanlığını yapmıştı ve
diktatörün yakın bir arkadaşıydı. Daha 1970 yılında, Uganda'daki yabancı
uzmanların faaliyetlerine son verilmesi kararlaştırılmıştı. Bar Lev, o zamanlar
üç yıllık bir askeri eğitim programı imzalanması için Idi Amin'i ikna etmiş ve
bu yardımlan için de Amin sonradan ödüllendirilmişti. Uganda bağımsızlığını
kazandıktan kısa bir müddet sonra, o zaman İsrail Savunma Bakanlığı'nda
Müsteşar olan Şimon Peres bir ziyaret için Uganda'ya gelmişti. Ev sahipleri,
Peres'ten kendi ordu ve hava kuvvetlerini kuradarken onlara yardım etmesini
istediler. Peres uygun buldu ve 1963 Nisan'ında, o zaman Dışişleri Bakanı olan
Golda Meir, İsrail'le Uganda arasındaki yardım ve işbirliği antlaşmasını
imzaladı. Anlaşmadan sonra Albay Şaham, İsrail Savunma Bakanlığı heyetinin
başında Uganda'ya geldi. Şöyle üstün körü yaptığı bir teftiş Şaham'a yapılacak
çok şey olduğunu gösterdi.
Uganda ordusu, 700-800 askerden oluşan tek bir piyade taburundan
ibaretti. Taburun hem komutanı, hem de diğer bütün subayları İngiliz'di.
Piyade taburu, her şeyden önce merasimler ve resmi geçitler için
kullanılıyordu. Genellikle bayramlarda sokaklardan geçiyor, pek başka bir işe
yaramıyordu. Şaharn ve yanındaki }srailli subaylar, işte bu komik-opera
taburunu, etkin bir savaş gücüne dönüştüreceklerdi.
Hatta Idi Amin hayatını bile bir İsrailli subaya, Ze'ev (Zonik) Şaham'a
borçludur. Zonik ve arkadaşları işe ufaktan başlayarak, sadece bir bölüğü
savaşabilecek bir bölüğe dönüştürmeye koyuldular. Ugandalı askerler eğitilmek
için Israil'e gönderildiler. Piyade bölüğünün eğitilmesinde İsrailli subayların
gösterdikleri başarı, Cumhurbaşkanı Obote'nin, Israil heyetine, Uganda'nın özel
polis kuvvetlerini yetiştirmesi için istekte bulunmasına yol açtı. Israil'den
gönderilen Fuga-Magista ve Dakota'ları kullanan İsrailli havacı öğretmenler,
Uganda Hava Kuvvetleri'nin temelini attılar ve hatta teknik bir okul bile
açtılar. Uganda'nın bağımsızlığının ikinci yıldönümünde, Israilli subayların
gururlu bakışları önünde altı tane Fuga-Magista uçağı hava gösterilerinde
bulundu. Idi Amin, Kampala'daki Israil misyonuyla özel ilişkiler kurdu. Sık sık
Israil'i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat
daha artıyordu. İsraillilerin çalışkanlığını öve öve bitiremiyordu. Deniz ve
karadan taşınmak üzere parçalara demonte edilmiş şekilde Uganda'ya getirilen
ilk jet uçaklarının orada tekrar monte edilişini görünce, Israillilerin bu
metal parçalarını nasıl bir jet uçağına dönüştürdükleri karşısında
hayretlerini gizleyemedi. Monte edilen ilk Fuga-Magista'nın ilk uçuşuna gönüllü
olarak katıldı ve bu işten son derece zevk aldı. Daha sonra Israilliler Amin'e
nadir kimselere verdikleri bir ödül verdiler: Paraşütçülerin madalyasını, 2
Temmuz'da Moritanya'ya giderken bile, saklamaya gerek duymadığı bir gururla
taşıyordu."
Aradaki ilişkiler o denli iyiydi ki, Amin bir gün, Kampala'da askeri
ataşe olarak görev yapan Şaham'dan, Israil'in, Kongo'dan çalınan muazzam
miktarlardaki altınının satışı için yardımcı olmasını istedi. Bankerler, işin
esasını kurcalamak gereği hissetmedi, altınların satış işlemlerini ayarladılar.
Mossad, Idi Amin'in bu dostluğunu boşa çıkaracak değildi elbette. Başkan
Milton Obote devrilerek, İsrail'in yakın dostu Albay Idi Amin başa geçirildi.
İsrail Etiyopya'da Haile Selasi'yi, Uganda'da İdi Amin'i, Zaire'de
Mobutu'yu, Orta Afrika Cumhuriyeti'nde Bokassa'yı destekledi. Afrika'nın
derinliklerinde, Uganda'da bile Mossad, İdi Amin'e Başkan Milton Obote'yi
devirmek için yardım etti. İdi Amin l970'de İsrailli askeri danışmanların
yardımıyla bir darbe yapıp Başbakan olmuştu.
Idi Amin tarafından Başkan Milton Obote'ye karşı düzenlenen ihtilali
Mossad destekledi. Uganda'daki İsrail askeri delegesinin başında bulunan Albay
Baruch Bar-Levi'nin ihtilalde bizzat katkısı oldu. İsrailliler, Obote'nin
artan anti siyonizminden rahatsız olmuşlardı. Onlara göre Idi Amin iyi bir
kukla olacaktı.
Idi Amin, Mossad'ın kendisine sağladığı yardımlan karşılıksız bırakacak
değildi, bırakmadı da. Entebbe Baskını bunun bir örneğiydi. Idi Amin, dış
dünyaya karşı göstermelik antisemit politikasını sürdürdü. Sözde İsrail'den ve
İsraillilerden "nefret ediyordu."
Fanatik bir antisemitmiş gibi davranan Amin'in, Entebbe Operasyonu'nda
rehin alınan İsrailli yolculara karşı tavrı asıl gerçeği ortaya koyuyordu:
"İsrail haber alma servisinden rapor edildiğine göre, Uganda'nın
Başkanı Amin yolcuların önünde, onların koruyucusu pozunda dolaşıyordu. Ve
'Yüce Tanrı tarafından sizleri kurtarmakla görevlendirildim' diyordu.
Amin her gün değişik bir üniforma giyerek rehineleri ziyaret etmekleydi.
Küçük oğlu Şaron da onunla beraber dolaşmaktaydı (bir zamanlar İsrail'de Şaron
Hotel'de kaldığı için oğluna bu ismi vermiştir). Idi Amin Dada'nın annesi,
oğluna Yahudi halkına iyilik etmesini vasiyet etmişti.
Baskında kurtulan bir kişinin günlüğü, Amin'in rehinelere nasıl
davrandığını gösteren bir diğer örnektir:
"Idi Amin bundan başka, Uganda'daki kalışımız süresince mümkün
olduğu kadar rahat edebilmemiz için elinden geleni yapacağını söyledi. Afrikalı
kadınlar bulunduğumuz yere koltuk taşıyorlardı. Herhalde hepimize yetecek
sayıda koltuk getirdiler, yani 250 kadar.
Bundan sonra kahvaltı verildi: Çay, muz, ekmek, tereyağı, yumurta ve
hatta patates. Arkadan bir doktorla bir hemşire geldi. Her birimize hasta olup
olmadığımızı ya da tıbbi müdahale gerektiren herhangi bir şeyimiz olup olmadığını
sordular."
Rehin alınmış
kişilere iyi davranılması elbette gerekli ve önemli bir davranıştır. Ancak bu
hususların belirtilmesinin nedeni, bizim bu iyi tavra karşı olmamız değil,
olayın içindeki bazı çelişkilerdir. Amin'in İsrail'e karşı hislerinin hiç de
dünya televizyonlannda defalarca yayınlanan Entebbe filmlerinde anlatıldığı
gibi olmadığı açıkça görülmektedir. İsrailli rehinelerin, İsrailli komandoların
Ugandalı askerlere ateş açmalarını engellemeleri de Ugandalı askerlerin rehinelere
karşı tutumlarını açıklar nitelikteydi.
"Patlak
gözlülere zarar vermeyin (Rehinelerin, komandolara U gandalılara ateş etmemelerini, onların daima
kendilerine yardımcı olmaya çalıştıklarını söylemeleri üzerine eski terminal
binasındaki U gandalı askerlere zarar verilmemesi isteniyor)."
Amerikan
siyasetinin 'şahinlerinden biri olan Brzezinski de Entebbe'de yaşananların
gerçek yüzünden haberdardı. ABD'nin Başkan adaylarından Jimmy Carter'ın dış
politika danışmanlarından biri olan ve o gece İsrail haberalma örgütünün önde
gelenleriyle beraber bir ziyafette davetli bulunan Profesör Zbigniew
Brzezinski'ye de operasyon çıtlatıldı. Ziyafeti, kendisi gibi Polanya doğumlu
olan Brzezinski'yle Lehçe konuşan Savunma Bakanı Peres veriyordu.
Savunma
Bakanı, diğer bütün görevli bakanlar gibi, 'hiçbir şey yokmuşcasına' günlük
işlerine devam etmek zorundaydı. Yıldırım Harekatı'nın çölde tam bir provasının
yapıldığı o gece, Peres bir gün Henry Kissinger'in yerini alabilecek olan bir
insanla beraber olmaktan memnunluk duyuyordu. Amerikan politikacılarının
birçoğunun çıktığı yer olan Columbia Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler
profesörü olan 48 yaşındaki
Brzezinski, sorunu kendine has bir analitik yaklaşım tarzıyla incelemeye
başladı."
Idi Amin'in
Mossad ajanlarına Entebbe Havaalanı'nda gösterdiği kolaylığa rağmen,
Filistiniiierin bu eylemi nasıl rahatlıkla gerçekleştirip Uganda'daki Entebbe
Havaalanı'na taşıdıkları da bir başka merak konusuydu. Bu sorunun cevabını da
Alman İstihbaratı vermektedir:
"Alman
İstihbaratı Entebbe Baskını'na sebep olan uçak kaçırma olayı için şöyle bir
yorum yapmıştı: "Bu mükemmel organizasyon, Mossad'ın bir kolu olan Shin
Beth tarafından, Filistinlileri ön plana çıkararak organize edilmiştir."
Münih Olimpiyat Köyü
Baskını Üzerindeki Şüpheler
Olayla ilgili
bazı ilginç bilgiler şunlardır:
İsrail
Büyükelçiliği, Alman Hükümeti'ne bazı emirler vermiştir. (Le Monde, 17 Ekim
1992)
Yahudi
Sosyolog Gilbert Mury: "Münih katliamı, eli silahlı kişilerin silahsız
insanları öldürmesidir. Fakat bu silahlı kişiler, İsrailli sporculara ve
Filistiniiiere ateş açan Alman polisidir." açıklamasını yapmıştır. (Le
Monde, 19 Eylül 1972)
Leon
Schrimann: "lsrailli sporcuların sürekli korumaları o sırada neden
görevlerinde değillerdi?" (Dossier Seeret Sur Israel: Le Terrorisme, Vincent
Monteil, say. 86)
Yahudi
Sosyolog Gilbert Mury 6 kişinin imzasının bulunduğu açıklamasında, Golda
Meir'in antlaşmaya razı olmayarak, İsrailli sporcuları ölüme mahkum etmesinin
bir vahşet olduğunu belirtmiştir.
Tel Aviv'den
Moshe Dayan başkanlığında gelen özel bir tim, Alman polisiyle görüşmeler
yapmıştır.
"Alman
polisinin olayın başından itibaren FKÖ'lülerle vardığı antlaşmaya sadık kalmaya
hiç niyeti yoktu. Bunun sebebi Bonn'daki İsrail yetkililerinin hiçbir şekilde
rehine ve mahkum değiş tokuşuna yanaşmamasıdır... Alman polisi İsrailli
sporcuların kimler tarafından öldürüldüğünü kesin olarak kanıtiayacak olan
otopsi sonuçlarını halka açıklamayı da reddetmiştir."
"Eğer
gerçekten Filistiniiieri öldürmek için operasyon yapılmış olsa, her Filistinli
için iki vurucu olması gerekirdi. Ama ll Filistinli için sadece 5 tane
vurucu vardı. Karanlıkta helikopteri kullananlar bile vurulmuşlardı. Diğer
pilot yere yatıp ölü taklidi yaparak kurtuldu. Bu olayların tam ortasında olan
Golda Meir, Willy Brandt'a karşı hiçbir kızgın ifade kullanmamıştı. Olay öncesi
Tel Aviv'den Münih'e bir Boeing kalkmış ve iki uzmanı taşımıştı. İsimleri
gizli, çok önemli bu iki İsrailli subay, Almanya'ya gelmişti."
Yahudi Dayanışma Derneği Başkanı Bertram Zweiben, olay sonrası demecinde;
"Bir misilierne hareketi ancak dünya çapında Arap diplomatlarının
öldürülmesiyle olur" demiştir.
"Münih Olimpiyat Köyü'nde ölen İsrailli sporcuların üzüntüsü, yerini
zamanla rehineleri kurtarma girişiminde başarılı olamayan Almanlara karşı
duyulan kine bıraktı."
Filistinliler, esirlerin değiş tokuşunun sağlanması için gerçekleştirdikleri
bu eylemin İsrail tarafından bu şekilde kullanılıp tüm Filistinli aydınların
teker teker katiedilmesine yol açacağını tabii ki düşünmemişlerdi. Fakat bir
ölüm timi olan Mossad için, İsrailli sporcuların Filistiniiierin yanında
öldürülmesi propaganda amacıyla kullanacakları küçük bir ayrıntıdan başka bir
şey değildi. Bu olaydan sonra suçsuz birçok Filistinli, olayla ilgili
oldukları gerekçesiyle öldürüldü. Oysa operasyon sırasında olayla ilgili
Filistinliler, ölüm timi tarafından zaten öldürülmüşlerdi. "Filistin
Devrimci Destek Grubu olaydan sonra bir deklarasyon yayınlamıştı. Yaptıkları
hareketin insancıl amaçlı olduğunu söylemişlerdi: 'Bu eylem, İsrail hapishanelerinde
çürüyen, acı çeken ve işkencelere maruz kalan 200 savaşçımızı almak için
yapıldı. Alman polisi tarafından planlanan kanlı operasyon, tamamen Golda
Meir'in isteği üzerine yapıldı. Bu vahşice hareket bu drama sebebiyet verdi.
Filistinlilerin yaptığı insancıl harekete nazaran çok fazla vahşiydi.
imzalayanlar arasında üniversiteden Vincent Monteil, sosyolog Gilbert Mury,
Dominikalı Paul Planquard ve bir avukat olan Michele Bauvilard vardı.' Aynı gün
New York'ta bir teşkilat 'tüm dünyadaki Arap diplomatları öldürme kararı
aldı.' Bu teşkilatın adı Yahudi Koruma Derneği'ydi. '' (L'Express, ll-17 Eylül
1972)
İsrailli sporcuların öldürülmesi olayına, Alman Gizli Servisi BND'nin
Mossad'la bağlantısını sağlayan Yahudi Başkanı Markus 'Misha' Wolf'un adının karışması,
olay üzerindeki soru işaretlerini arttırmıştır.
"Üç yıl önce, Avrupa'nın en gelişmiş casusluk örgütünün başkanı
olarak emekli olan, usta Doğu Alman casus Markus 'Misha' Wolf'un başlıca
uluslararası terör saldırılarında suç ortağı olduğu sanılıyor. The Post
Gazetesi, yayımlanan bir köşe yazısında casus Wolf'un şu olaylarla ilişkisi
olduğunu iddia etti: 1972 Münih Olimpiyatları'nda Israilli atletlere karşı
düzenlenen Kara Eylül saldırısına silah sağlanması..." (Şalom, 23 Mayıs
1990)
Mossad'ın en önemli amaçlarından biri de İsrail'in büyük bir nükleer güce
ulaşmasıdır. Bu doğrultuda nükleer silah üretimi için, dünyanın en büyük
nükleer santrallerinden biri olan Dimq_na'nın kurulması amacıyla Mossad çeşitli
operasyonlar düzenlemiştir. Israil'in kuruluşundan itibaren Ben Gurion nükleer
güç elde etmeyi amaçlamış ve İsrail kurulduktan 7 ay sonra Fransız Atomik
Enerji Komisyonu üyesi ve Fransız atom bombasının mimarı Maurice Surdin
Israil'e getirilmişti. Rus kökenli bir Yahudi olan, asıl adıyla Moshe Surdin
önderliğinde, İsrail Atomik Enerji Komisyonu l952'de kuruldu. Başına Ernst
David Bergman getirildi. Ben Gurion, bilim adamları, askerler ve politik
danışmanlar, nükleer reaktör satın almak için her fırsatı kolladılar. l955'de
bir fırsat yakalandı. Tel Aviv'in lO mil .güneyinde, Eisenhower'ın barış
için atom programı dahilinde Nahal Sorek'te küçük bir reaktör oluşturuldu. Aynı
yıl Şimon Peres daha büyüğü için Fransa'dan bir şans yakaladı. Ben Natan,
Fransa'nın Israil'e nükleer reaktör vermesi için lobi faaliyetlerinde bulundu.
3 Ekim l957'de Bourgers Maunoury ve Dışişleri Bakanı Pineau, Peres ve Ben
Natan ile gizli bir antlaşma imzaladı. Antlaşma, 24 megawatlık bir reaktörün
gerekli teknik donanımla Israil'e verilmesini içeriyordu. Israil'de kapalı
kapılar arkasında bu konu çok tartışıldı ve gizliliğini her zaman korudu.
Nükleer santral, her şeyi gizli olan bir ülkede tarihte görülmediği kadar gizli
tutuldu. Peres, İsrail istihbaratından nükleer santralı korumalarını istemedi.
Çünkü ona göre Israil'in nükleer gücünün, ayrı bir nükleer istihbarat
servisine ihtiyacı vardı. l957'de Peres nükleer meseleler için yeni bir
istihbarat servisi kurdu ve başına Benjamin Blumberg'i getirdi. Blumberg daha
önce Haganah'da çalışmış, 1948-49 Savaşı'ndan sonra Shin-Beth'e katılmıştı.
Shin-Beth'te görevi, Savunma Bakanlığı'nda ve çeşitli projeler üstünde çalışan
fabrikalarda güvenliği sağlamak ve gizliliği korumaktı. Bu bölüme Lakam adı
verildi. Lakam ajanları bilim ataşeleri olarak Avrupa ve ABD'deki İsrail
konsolosluklarına gitmişler ve aldıkları bilgiyi Dışişleri Bakanlığı'ndan önce
ofislerine rapor etmişlerdi. Bilim danışmanları halktan her türlü bilgi
almakla ve gönderildikleri ülkedeki bütün bilim adamları ile ilişkiye geçmekle
yükümlüydüler. Peres'in desteği ile Blumberg, Lakam istihbaratını diğer
branşlardan ayrı tutuyordu. Isser Harel bu konuda: "Devletin üst
düzeyinde bazı kişiler bile Lakam'ı oluşturan ünitelerden habersizdir"
demekteydi.
-’ "Fransa'dan gelecek yeni reaktör en gizli konudan bile daha gizli
birkonuydu. Fransa'dan gelen yeni reaktör için Negev Çölü seçildi (Negev,
Tevrat'ta İbrahim Peygamber'in sevdiği vaha olarak geçiyor). Bu konuda sadece
Lakam değil, Fransız İstihbaratı da hassastı. Paris'ten papaz kılığında bir
ajan Negev'e gönderildi. Dimona'daki bu inşaat için orada yaşayan halka bir
tekstil fabrikası inşa edildiği söylendi.' Bu fikir Blumberg'indi. Charles De
Gaulle, İsrail'in Dirnona Reaktörü'nü askeri amaçla kullanacağını hissediyordu
ve bu, Fransız Başkanı rahatsız ediyordu. Mayıs l960'da De Gaulle, Dışişleri
Bakanı'na, İsrail” Konsolosluğu'nu artık Dimona'ya uranyum göndermeyecekleri
konusunda haberdar etmesini istedi."
Fakat, İsrail
nükleer silah üretmeye kararlıydı. Gerekli malzemeleri bulmak iç}n yeni
operasyonlar düzenlendi:
"Fransa'nın
silah ambargosu koyarak uranyum sevkıyatını durdurması üzerine İsrail zo r
durumda kalmıştı. Moshe Dayan her ne pahasına olursa 'olsun atom bombası
istediğini belirterek 'gerekirse bu nesneyi çalmalıyız' diyordu. Isser Harelin
yerine Mossad Şefi olan Meir Arit 200 ton uranyum bulma görevini üstlenmişti.
Uranyum bulma operasyonu son derece gizli işler arasındaydı. Bu komando
harekatına kimyada bir kurşun bileşiminin adı verildi: Plumbot Operasyonu.
İsrail Gizli Servisi, Brüksel'deki Madenler Genel Merkezi'nde büyük miktarda
uranyum bulunduğunu tespit etmişti. Bu uranyum MGM'ye, Belçika Kongosu'nda
faaliyet gösteren bir firmadan kalmıştı. Uranyum Antwerpe'in doğusunda bir
köyde depo edilmişti. Mossad şüpheyi çekmeden uranyum satın alacak bir iş arkadaşı
aramaya başladı. Tabii bu arkadaş uranyumu olduğu gibi İsrail'e devredecekti.
Nihayet Mossad ajanı Daniel Aerbel uygun bir tip bulduğunu bildirdi. Bu, Alman
işadamı Herben Schulzen'di. Shulzen, Wiesbaden de 'Asmara Kimya Şirketi'nin
ortağıydı. Bu şirket kimyasal ve radyoaktif zehirlenmelere karşı kullanacak
yeni ilaçlar ve yöntemler bulmakla uğraşıyordu. Fakat Shulzen'in küçücük
şirketinin 200 ton uranyumu değil işletmek, depo bile ederneyeceği Belçika'daki
MGM'nin şef yardımcısı Denis Dewez tarafından anlaşılması zor olmayacağından,
Asmara'ya ltalya'dan Sarca adında paravan bir ortak firma bulundu."
(Hayat Dergisi, 5 Ocak 1981)
"Zürih'te 24 saatte 1500 Alman Markı'na kurulan Biscayne Traders
Shipping Corp. aracılığıyla, Liberyalı bir deniz ulaşım şirketi kuruldu.
Şirketin başkanı Mossad ajanı Daniel Ert'ti. Şirketin diğer ortağı ise Türk
armatörü Burhan Yansal idi. 1968 yılının 27 Eylül'ünde, Burhan Yarısal'ın 1.2
milyon Mark ödeyerek aldığı 78 metrelik Scheersberg adını taşıyan geminin
yönetimi de Mossad'ın emriyle Percey Barrov'a verildi.
Türk armatörü Burhan Yansal olarak geçen şahıs Benjamin Yeruşalmi
adındaki Mossad ajanıydı. Mossad'ın güvenilir elemanlarından Benjamin
Yeruşalmi, nasıl becerdiği bilinmemekle birlikte bir Türk pasaporlu edinmiş ve
Burhan Yarısal kimliğine bürünmüştü." (Milliyet, 27 Kasım 1986)
"Yeni kaptan Londra'dan uçakla gelirken beraberinde tamamen Mossad
ajanlarından oluşan tayfalarını da getirtmişti. Uranyumun her hareketi AET
içinde Euratom denilen teşkilat tarafından denetleniyordu. Euratom sonunda
Mossad tarafından ayarianan Dewez'in baskılarıyla uranyum ticareti için izin
verdi. 29 Kasım 1968 günü gemi gece yarısında Kıbrıs açıklarındaki bir İsrail
tankerine yanaşarak yükünü bıraktı. İsrail tankeri, yüklediği uranyumu Hayfa
Limanı'na getirdi ve bu kıymetli madeni oradan İsrail nükleer santralı
Dirnona'ya götürüldü. Euratom, olayı ancak 7 ay sonra fark etmişti." (Hayat
Dergisi, l Ocak 1981)
"NATO'da üçüncü dünya ülkelerine karşı nükleer silah kullanımını
öngören planlar tartışılıyordu. Dağılan Sovyetler Birliği'nin eski
cumhuriyetleri, Irak, Libya, Kuzey Kore, Mısır, Şili, lran ve Hindistan'a yeni
tehdit kaynakları gözüyle bakılıyordu. Oysa l960'lardan beri faaliyetleri
pekala bilinen bir nükleer sabıkalı daha var dünyada. Batı'nm özenle 'kara
liste'lerin dışında tuttuğu, bütün suçlamalardan uzakta yaşayan bu ülkenin adı
İsrail. Amerikalılar, gazetecilerin ortaya attıkları soruları bugüne kadar
geçiştirmeyi tercih ettiler. Elde yeterli kanıt bulunmadığını söyleyip, birçok
suçlamayı UFO hikayeleriyle bir tuttular. 1990'da İngiltere Avam Kamarasında
bir soruyu yanıtlayan eski Dışişleri Bakanı William Waldegrave, 'İsrail,
bilgimiz dahilinde, hiçbir zaman kimyasal, biyolojik ve nükleer silahiara
sahip olduğunu doğrulamadı ya da inkar etmedi' demekle yetinmişti.
Son yıllarda
İsrail'den gelen nükleer tehlikeyle ilgili pek çok makale ve kitap yayınlandı.
199l'de çıkan "The Samson Option" kitabının yazarı Seymour Hersh,
ABD Başkanlarını, İsrail'in sürekli genişleyen nükleer gücünü dünya
kamuoyundan saklamakla suçladı. Çeşitli çevreler, Batılı ülkelerin, casus
uydularına ve kamuoyunun henüz haberdar olmadığı ileri teknolojik yöntemlere
rağmen İsrail'e inanmasının 'saflık' olacağını belirttiler.
Nükleer
silahların sınırlandırılması antlaşmasını imzalamayan İsrail'in füzeleri, tüm
Yakın ve Ortadoğu'yu vurabilecek kapasitededir. Nükleer savaş başlıkları
yerleştirebilen füzeler Türkiye'ye de uzanabiliyor. Isabet oranı yüksek jericho
2B tipi balistik füzeler, 1660 kın'lik menzilleriyle Trakya'nın tümünü
hedefleyebiliyor. İsrail'in elindeki diğer füzeler ve özellikleri şöyle
sıralanıyor: jericho l, Fransa kökenli ve menzili 650 km. jericho 2, İsrail'de
geliştirilmiş, menzili 1450 km. Şavid füzeleri, İsrail yapımı ve menzili 4500
km. ABD'nin İsrail'e verdiği Lance füzelerinin menzili 96 km. Yine ABD'nin
verdiği MGM5-2C tipi Lance füzelerinin menzili 130 km. Nükleer savaş
başlıklarını yerleştirebileceği savaş uçakları ve uzun menzilli topları bulunan
İsrail, nötron bombası yapımında kullanılan araçlarla, bir kenti yok
edebilecek güçte hidrojen bombalarına da sahip." (Nokta Dergisi, 7-13 Mart
1993)
CIA'in
Sırlarını Çalan Mossad Ajanı:
Jonathan
Pollard
Mossad'ın bir
güç gösterisi olarak gerekleştirdiği eylemlerden birisi de Siyonİst Pollard
vasıtasıyla CIA'in sırlarının çalınmasıydı.
"Jonathan
Pollard, ABD donanma istihbaratında İsrail için casusluk yapan bir Siyonistti.
Pollard'ın casusluk olayı, İsrail'in Amerikan istihbarat sırlarını almak için
giriştiği çabanın bir göstergesidir. J ona than Pollard, İsrail için casusluk
yapan, Birleşmiş Milletler Denizcilik istihbarat Servisi'nde bir memurdu. 31
yaşındaki Amerikalı, Washington'daki İsrail BüyükelçiÜği'ne sığınmaya çalışırken, FBI tarafından
yakalandı. Bu, iki müttefik arasındaki ilişkilerde gerginliğe sebep oldu."
Raporlara
göre İsrail, Amerikan istihbaratının İsrail ve Arap ordusunun çalışmalarıyla
ilgili bilgilerini detaylı olarak biliyordu. Operasyon, başbakanın istihbarat
danışmanı Rafael Eitan'ın kişisel emirleriyle yürütüldü. Eitan, Ariel Şaron'a
politik olarak çok yakındı. Resmi yetkililer şüpheleniyorlardı; çünkü
meslektaşları Pollard'ı çeşitli dokümanları ofisin dışına çıkarırken
görüyorlardı." (Middle East International, Ocak 1986)
"FBI
yöneticisi Raymond W Vannal, FBI'ın Amerika'da yaşayan en az bir düzine ajanın
İsrail'e bilgi sızdırdığını bildiğini söylüyor. Pollard birçok defa
Pentagon'dan kutularla bilgi çaldı. Pollard bilgileri Siyonist Albay Avrem
Sella'ya veriyordu. Pollard askeri bilgileri elde ettikten sonra Paris'e gitti,
orada onu ünlü Mossad ajanlarından Rafael Eitan ve Sella karşıladılar. İsrail
Konsolosluğu'nda çalışan Joseph Yagur da Pollard'ı besleyenlerdendi. Pollard,
geri götürölmesi gereken dokümanları fotokopisi çekilmek üzere, İsrail
Konsolosluk Sekreteri Irit Erbin'in Washington'daki apartman dairesine götürüyordu."
(Middle East International, 13 Haziran 1986)
Pollard
Washington'a dönünce 3 haftada bir ABD askeri merkezinden bilgi çaldı. Diğer
sonbaharda Pollard İsrail'e lüks bir gezi yaptı. Jonathan adına bir pasaportla
yolculuk yapıyordu. Olay ortaya çıkınca İsrail, ABD'den özür diledi. Dönemin
Dışişleri Bakanı George Schultz özürü kabul etti. Olay hükümet tarafından
örtbas edildi. Binlerce belge çalındığı halde, 163 tanesini geri getirdi.
PollarCı
olayını düzenleyenler ise İsrail tarafından ödüllendirildiler: "Pollard
casusluk olayında rol oynayan iki İsrailli çok önemli görevlere
getirildi."
"İsrail
Devleti'nin Başhaharnı Mordechai Eliyahu, Pollard'ı ziyaretinde onu
kutsayarak, kendisine bir siddur verdi." (Washington jewish Week, 19 Mart
1992)
Mossad Ajanı Vanunu,
İsrail'e İhanet Etti mi?
1986 yılında
tüm dünyada yankı uyandıran bir olay gerçekleşti. İsrail'den kaçan bir
teknisyen, bir İngiliz gazetesine İsrail'in dev bir nükleer santral inşa
ettiğini ve burada çok sayıda nükleer silah ürettiğini açıkladı. Söz konusu
reaktör, Negev Çölü'ne kurulmuş olan Dimona Nükleer Santrali'ydi. Dünyanın en
büyük birkaç nükleer santralinden biri olan Dimona'nm haberini veren kişiyse,
bir hahamın oğlu olan ve İsrail'e 8 yaşında yerleşmiş Vanunu idi:
"Bir
hahamın oğlu olan Vanunu nükleer teknisyen olarak çalışmış ve radikal
politikaya sürüklenerek İsrail'in Komünist Partisi olan Rakah'a
girmiştir." (Newsweek, 10 Kasım 1986)
The Sunday
Times, Dimona'daki İsrail'in nükleer programından bahsettiğinde bütün gözler bu
sırları açıklayan Vanunu'ya çevrildi. İsrailli teknisyen Vanunu, İsrail'in
sadece nükleer silah üretmeyi bildiğini değil, bunu ürettiğini gösteren fotoğraflar
ve belgelere sahipti. Bu rapor pek çok cevaplandırılması gereken soruyu da
beraberinde getirdi. Vanunu'yu bu bilgileri açıklamaya iten hareket noktası
neydi? Neden ihanet etmişti? Binaya kamerayı nasıl sokmuştu ve yakalanmadan 60
fotoğrafı nasıl çekmişti? Belki bunu yapmasına izin verilmişti. Neden Vanunu
gerçek bir güvenlik araştırması yapılmadan Dimona'da işe başlatılmıştı? Ve
neden Vanunu birdenbire en hassas yer olan radyoaktif ayrıştırmaların yapıldığı
ve bombanın hazırlandığı Machon ll'de çalıştırılmaya başlanmıştı?
Olay patlak
verdikten kısa bir süre sonra, İsrail'deki günlük bir gazete olan Haaretz,
başyazısında artık süper güçlerin dışarıya uydurma haber taşıyanları
kullanmaktan kaçındıklarını yazmıştı. Fakat Mossad kaynaklı bu haber bile
Vanunu olayından şüpheleri uzaklaştıramadı. Alevlenen bölgesel tahminlere göre
o sahte muhbirdi. Vanunu'nun hem birdenbire haber olması, hem de ortadan
kaybolması, her ikisi de çok tuhaftı. Onca plan yapıp fotoğrafları kaçıran
biri için hikayesini bastırmak için yaptığı girişimler çok acemiceydi. Bütün
aksi iddialarına rağmen kendi kişisel güvenliği konusunda çok gevşekti. Birçok
kişi onun bir hikayesi olduğunu biliyordu ve bunu açıklayabilirlerdi. Bu olay
olmadan önce, Londra'daki İsrail Konsolosluğu'na Dimona'da görevli kişilerin
tanırılınası için pasaportunun kopyası yollanmıştı. Orada başka insanlarla
bağlantı kurması imkansızdı. Fakat The Sunday Times ona erişmişti. Vanunu,
İsrail'in nükleer gücünü ortaya çıkarmıştı. Bu bir kaza mıydı yoksa önceden mi
hazırlanmıştı? Tabii ki Vanunu'nun her şeyi bilmesi gerekmezdi, ama tahmin
edilebilecekler dışında bir şey açıkladığı da söylenemez.
The Sunday
Times'ta yayınlanan bir makalede, İsrail'in Avrupa'da bulunanların 15 katı
kadar olan 200'e yakın nükleer savaş başlığına sahip olduğunu bildirmiş, bu
hikayeyle ilgili fotoğrafların Güney İsrail'deki Dimona nükleer yerleşim
yerinde çekildiği söylenmişti. Gazetede, kaynağının Mordechai Vanunu isimli 32
yaşında, lO yıl Dinamo'da çalışmış, İsrailli bir nükleer teknisyen
olduğu belirtildi. Makalenin yayımlanmasından sonra Vanunu, Londra'da gözden
kaybolmuştu. Raporlara göre Vanunu, İsrail istihbarat teşkilatı Mossad
tarafından kaçırılmış ve devlet sırlarını açıklamak suçundan yargılanmak üzere
İsrail'e götürülmüştü.
"Vanunu
olayı, bazı İsraillilerin bu olayın İsrail'in askeri gücünü düşmaniara karşı
ispatlamak üzere hükümetin planının bir parçası olduğuna inanmalarına yol
açtı." (Newsweek, lO Kasım 1986)
"Vanunu
sonrası çıkan skandal, İsrail gizli servislerinin Arap ülkeleri karşısında
İsrail nükleer gücünü daha caydırıcı göstermek için yapılmıştı. Bu tez İsrail
için çok iştah açıcıydı. Çünkü tran-Irak Savaşı'na baktığımızda çok büyük bir
potansiyel açığa çıkıyordu. Bunlar İsrail için yeni bir tehditti. Mossad, atom
bombasının gücünü kanıtlamak için böyle bir senaryo planlayabilirdi. Zaten
Shin Beth'in (İsrail İç Güvenlik Servisi) Vanunu'nun yaptıklarını anlamamış olmasına
kimse inanmadı. 11
Espionage
dergisi de Vanunu'nun Mossad için çalıştığını veya Ortadoğu politikasında bir
piyon olarak kullanıldığını belirtiyordu.
"Mordechai
Vanunu, İsrail'de bir yerlerde, iyi korunan bir hücrede. İsrail gizli servisi
adına iş yapmış olan Vanunu'nun durumu bugün çok karışık bir sır. Vanunu
söylentiye göre politikada sol görüşe sahip biri ve Filistintilere sempati
duymaya başladı. Bunu gizlemedi de. İlk sır burada ortaya çıkıyor. Böyle bir
politikaya sahip olan Vanunu'nun, İsrail'in en gizli nükleer araştırma bünyesi
olan Dirnona'da çalışmasına nasıl izin verildi? Yalnızca çalışmasına izin verilmekle
kalınmayıp gizli silah yapımı için bir araştırmacı teknisyen olarak nasıl görev
aldı?
Vanunu'nun bu
açıklamaları öncesinde Suriye, İsrail'e karşı askeri bir harekat düşünüyordu.
Vanunu'nun açıklamalarının Suriye'nin hareketlerini kısıtlamak için İsrail'in
özel bir planı olduğunu söylemek mantıksız değil. Vanunu'nun The Sunday Times'a
verdiği fotoğrafların çabuk çekildiği düşünülürse kalitesi biraz fazla kaçıyordu.
Her gün çekilen değişik askeri tesisat resimlerini andırıyordu. Bu yüzden
Vanunu Mossad için çalışıyordu veya Ortadoğu politikasında bir piyon olarak
kullanıldı. Söylenti bitmiyordu. Vanunu Avustralya'ya giderken Moskova'da
durmuştu. Diğer durduğu durak da Bangkog'du. İsrailli müfettişiere göre ise
Vanunu transit bir yolcuydu. Bu iki durakta da Vanunu'nun cebinde mikrofilmler
olduğu halde KGB ajanlarına bunu vermemişti. Belki bunu başka merkezlere
verecekti. Öyleyse bunları kendi adına mı yoksa Mossad adına mı yapıyordu?
İşler
Vanunu'nun İsrail'e geri dönmesiyle daha da karışıyor; sarışın bir kadının
Vanunu'yu kandırıp yatla İsrail'e kaçırma hikayesi doğru muydu? İsrail'in
dediğine göre, Vanunu iki yıldır Dimona'daki bu faaliyetini de kapsayan bir
günlük tutuyordu. Bu söylentiye göre Vanunu bir kız arkadaş bulamadığı için
intihar edeceğini yazmıştı. Defteri başkasının yazdığı düşünülüyor. Kim ve
neden? Yine şüpheler Mossad'da toplanıyor." (Espionage, Mayıs 1 987)
"Tel
Aviv bölgesinde Işçi Partisi Sekreteri olan Eliahu Speiser'in belirttiğine
göre, İsrail Işçi Partisi Simon Peres'in özel faaliyet alanı oldu. Peres
sadece kendisinin ayrıntıyla bildiği skandallan kamufle etti: Vanunu, Pollard,
Shin Beth olayı, Iran trafiği... Bunlar sistematik yalan haber yayma
olaylarıdır ve bunların yanlış bilgilendirme özellikleri KGB'ninkinden çok
daha gerçekçi... Mordechai'nin davasını üstlenen İsrail'in tanınmış
avukatlarından Avigdor Feldman'a göre, davada her şey ilk başından beri İsrail
Gizli Servisi'nin istekleri doğrultusunda organize ediliyor." (Nokta
Dergisi, 7-13 Mart 1993)
john Mc Cone, yeni alınan İstihbarata göre İsrail'in Negev'te
Fransızların yardımıyla gizlice bir nükleer reaktör inşa ettiğinin ortaya
çıktığını söyledi ve Times muhabiri Finney'in bu haberi yazmasını istedi.
Finney, 19 Aralık 1960'da Times'ın birinci sayfasında İsrail'in Dimona'da bir
nükleer santrale sahip olduğunu yazdı. Bu haberde Finney Amerikan kamuoyuna,
Art Lundahi ve Dino Brugioni'nin iki yıldan daha fazla bir zaman önce Beyaz
Saray'a bildirdiği şeyleri anlatıyordu. İsrail, Fransızlar'ın yardımıyla
plütonyum üretecek bir nükleer reaktör inşa ediyordu."
CIA, Castro, johnson, KGB, silah tüccarları, FBI ve mafya hipotezleriyle
kafaların karıştırıldığı, Mossad'ın adının titizlikle gizli tutulduğu Kennedy
bilmecesi... Oysa ABD'nin Siyonistlere karşı çıkan tek Başkanı john Fitzgerald
Kennedy, İsrail Başbakanı Ben Gurion'a, İsrail'de yapılmakta olan Dimona
Nükleer Santrali.'ne, İsrail'in Ortadoğu politikasına, Siyonist silah
tüccarlarına, mason danışmanlarına, Amerika'daki Yahudi lobisine, lobinin en
güçlü ismi Rockefeller'a ve masonik örgütlere ters düşmüştü.
Kennedy'nin 1963 yılında Texas'ta öldürülmesinin ardından kurulan ve
Warren Komisyonu olarak bilinen Senato Özel Soruşturma Komisyonu, cinayeti tek
başına hareket eden Lee Harvey Oswald'ın işlediği sonucuna varmıştı. Ancak hem
cinayetin sorumlusu olarak gösterilen Oswald'ın, hem de henüz mahkeme önüne
çıkmadan onu öldürenjack Ruby'nin ve olaya adı karışan bazı kişilerin kuşkulu
biçimde öldürülmeleri, öte yandan soruşturmanın yürütülmesindeki bazı kuşkulu
noktalar, ABD kamuoyunda birçok spekülasyona yol açmıştı. Olayla ilgili olarak
toplanan binlerce sayfalık belgenin bugüne dek gizli tutulması da ortaya
birçok komplo teorisinin atılmasına neden oldu. Kennedy'nin devre dışı
bırakılışının ardında bazı sorular zihinlerde kaldı:
Cinayeti gören 47 şahit, kaza veya hastalık sebebiyle
(İ) ya da intihar ederek (İ) öldü. FBI'ya göre Oswald cinayeti tek başına
işlemişti. Tek silah kullanılmıştı. ABD gizli servisi olaya karışmamıştı. Olay
basit bir bireysel terör hareketi olarak gösterilmek isteniyordu. Olayı
araştırmak amacıyla iki komisyon kuruldu. 1964 ve 1975'de kurulan Warren ve
Rockefeller Komisyonlarında aynı sonuçlara ulaşıldı. Komisyonların raporlarına
göre Ruby aşırı milliyetçiydi ve katil olarak tanıtılan Oswald'ı da başkanı
öldüren kişiden intikam almak amacıyla öldürmüştü. Oysa, Oswald ve Ruby'nin
beraber hareket ettikleri ortaya çıktı.
Olayı gören birçok şahit Warren Komisyonu'nca
dinlenmiyor, dinlenenlerin ifadeleri de değiştiriliyordu. Daha sonra, mason
senatör Frank Church'ün başkanlığını yaptığı Church Komisyonu'nun hazırladığı
raporda da hiçbir sonuca ulaşılamaması, bu suikastm arkasındaki güçlerle
ilgili önemli ipuçları veriyordu.
Ortada, bir komplo düzenlenmiş olduğunu açıkça
gösteren bazı gerçekler vardı. Dikkati dağıtmak için, Kennedy'yi mafyanın öldürdüğü
söyleniyordu. Acaba mafya tören güzergahını değiştirebilir miydi? Başkanın
korumalarım kaldırabilir miydi? FBl'yı, Dallas polisini, Warren Komisyonu'nu
yönlendirebilir miydi? Otopsiye müdahale edip, medyaya yalan haber
yazdırabilir miydi?
Kennedy 3 ayrı yerden gelen kurşunlarla vurulmuştu.
Bu, otopside kanıtlanmış ama üstü örtülmüştü. Bazı polisler buna şahitti
(Polis Memuru Craig).
Olayla ilgili ipuçları şunlardı:
Kennedy'nin yanında vurulan Texas Valisi Conoly'nin
kanlı üniforması temizleyiciye, Kennedy'nin limuzin arabası yıkamaya gönderiliyordu.
Başkanın beyninin ise kaybolduğu söyleniyordu.
Oswald'ın 2 kurşunundan 8 yara izi çıktığı söyleniyordu.
Fakat otopsi gereğince yapılmıyor, askeri doktorlar tarafından örtbas ediliyordu.
Ordudaki general ve arniraller otopsiyi yönetiyorlardı. Birçok kaynak,
Oswald'ın CIA'e kayıtlı olduğunu yazdı. Oswald bu tip bir iş için çok daha
önceleri "hazırlanmış" bir kişiydi. CIA, suikasttan çok daha önceleri
Oswald'ı Rusya'ya göndermişti. Oswald Rusya'da kendini bir vatan haini olarak
gösteriyordu ama aslında CIA, onun oradaki durumunu en ince ayrıntısına kadar
yönetiyordu. Daha sonra Rusya'dan ayrıldı. Küba'da bir delegasyonla görüştü.
Bu arada CIA, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıyordu. Oswald, ardından
İsviçre'de bir üniversiteye yazıldı. Buradan Ingiltere'ye gitti. Sonra Sovyet
vatandaşı oldu. 2 yıl sonra Henry Kissinger'ın ileride ortağı olacak olan B.
Classon, Oswald'ın ABD'ye dönüşünü ayarladı. FBI ve CIA tüm bu gelişmeleri
denetliyordu. Oswald, 1962'de Pentagon'da çalışmaya başladı. 1963'de FBI aniden
Oswald'ın KGB ajanı olduğu söylentilerini yaydı, bu konuyla ilgili Oswald'a ait
sahte belgeler ortaya çıkarıldı. Böylece Kennedy suikastı öncesi, Oswald'ı bir
KGB ajanı gibi gösteren senaryo düzenlenmiş oldu. Kennedy suikastından 1-2 gün
önce Oswald Küba'yı savunan anti-Amerikan yazılar yazdı ve Dallas'ta polislerin
eline tehdit mektupları verdi. Ve bunu nedense CIA, FBI ve Deniz Kuvvetleri
haberalma binalarının bulunduğu bir meydanın ortasında yaptıİ Bu senaryo,
aslında olayın içine Küba ve KGB gibi değişik alternatifler sokmak için
yapılmıştı. Kennedy'nin ölümünden sonraysa Oswald'ın CIA ajanlığıyla ilgili tüm
belgeler yok edildi.
Olayı ısrarla KGB'nin üzerine atanların başındaysa, CIA'in Mos, sad'la
bağlantılarını gerçekleştiren eski CIA şefi James jesus Angieton vardı:
"Angleton, Oswald'ın KGB ajanı olduğu tezinin
ünlü savunucularından. Oysa Angleton, Oswald gibi CIA ajanları hakkında en çok
bilgiye sahip kişi." (US News and World Report, 17 Ağustos 1992)
Fakat olayın çok değişik boyutları vardı. Kennedy
ölümünden önce, CIA Başkanı Alien Dulles'ı görevinden almaya karar vermişti.
Oswald ve onu öldüren Ruby'nin Dallas'taki polis otoriteleriyle ve FBI'la yakın
ilişkileri vardı. FBI Ruby'i birçok görevde kullanmıştı.
"Ruby konuşmasını engellemek için hapiste
kendisine kanser yapıcı ilaçlar verildiğini söyler ve esrarengiz bir şekilde
kanserden ölür." (People's Almanac 3)
Olayla ilgilenen polis M. Tippit, olaydan kısa bir
süre sonra elinde Oswald'ın resmini taşıyordul Daha sonra öldürüldü. Dallas'da
bilinmeyen bir nedenle askeri koruma görevlileri görevlendirilmedi. Oswald,
ordu tarafından l2 saat soruşturuldu. Sonuç açıklanmadı.
"Kennedy suikastını soruşturan Warren Komisyonu, Oswald'ın suikastı
tek başına işlediği sonucunu çıkardı; fakat Amerikan halkının sadece % lO'u
buna inandı." (US News and World Report, 17 Ağustos 1992)
Suikast hakkında komisyonca üretilen teoriler, komisyonun CIA-FBI ve
Johnson'a bağlılığıyla ilgili sorular ortaya çıkardı. Çünkü komisyon KGB
teorisini ısrarla gündemde tuttu. Resmi KGB masalı, medya tarafından da
körüklenince, JFK dosyalan açılmadan kapatıldı. FBI şefi Edgar Hoover ve
Kennedy'nin yerine Başkan olan Lyndon Johnson kimin emrindeydi? Kennedy'nin
karşı çıktığı Vietnam Savaşı'ndan kimin çıkarı olabilirdi? Johnson, İsrail'in
gelmiş geçmiş en iyi dostu oldu. Hoover, Mossad'ın ABD'deki tüm eylemlerini
örtbas eden bir "dost"uydu. Vietnam, Arap-İsrail sorunlarına ABD'nin
tarafsız yaklaşmasını engelleyen önemli bir faktör oldu. İsrail, Vietnam
krizinden istifade ederek Kennedy'nin karşı çıktığı Diamona'daki nükleer
santralin inşasına büyük bir hız verdi.
Jack Ruby ve Oswald, her ikisi de FBI ajanı olarak çalışmıştı. Kennedy
Hoover'ı FBI şefliğinden almayı planlıyordu. Suikast günü Hoover özel bir iş
için Dallas'taydı. 1977 yılında olay hakkında bilgisi olan 10 FBI ajanı, garip
ve açıklanmayan koşullarda öldü.
Suikasta
Göz Yuman FBI Şefi Edgar Hoover
Kennedy'nin ölümünden önce görevden almayı düşündüğü Hoover, Mossad'ın
ABD'deki tüm eylemlerine göz yuman bir "dost"uydu. İşte bu
eylemlerden birkaçı:
"Carl Duckett, 1976 Mart ayında mesleğine mal olacak bir hata yaptı;
İsrail'in nükleer silahları hakkında açıkça konuştu. Ancak sarhoş birinin,
İsrail nükleer silahlarından uluorta söz edecek kadar ihtiyatsız olabileceği
ima edildi. Daha sonra Duckett'ın, o anki CIA Başkanı George Bush tarafından
istifaya zorlanarak istifası sağlandı."
CIA ajanı Carl Duckett'ın, İsrail'in 3 ya da 4 nükleer bombaya sahip
olduğu şeklindeki 1968 yılına ait çok gizli CIA değerlendirmesi, bir Amerikan
Yahudisi olan Zalman Shapiro'nun 4 bombaya yetecek miktarda olan, yaklaşık 100
kilodan fazla zenginleştirilmiş uranyumu İsrail'e kaçırmış olmasına
dayanıyordu. Kaçırılan uranyum, Duckett'ın İsrail'in en az on bombaya sahip
olduğu şeklindeki değerlendirmesinin de temeliydi. CIA açısından Shapiro,
İsrail'e destek olan bir Yahudi'den daha fazla bir şeydi. O, nükleer yakıt
işleme işinde olan, İsrail'e düzenli seyahatler yapan ve İsrail hükümetiyle
bazı cüretkar işlere girişen bir Yahudi'ydi. Pek çok başka yönden de tipik bir
çifte sadakat örneğiydi. Litvanya'dan göç eden bir halıamın çok başarılı oğluydu.
Shapiro'nun en büyük koruyucusu ise Hoover'dı.
"Edgar Hoover Amerikan masonluk tarihinin en
önemli insanıydı. 1924'den ölümüne kadar FBI'yı yönetti. Onun mason oluşu, mason
başkanlar için bir garanti olmuştur. 48 yıllık başkanlığı da bu şekilde daha
iyi anlaşılır."
1992 Mart tarihli Washington Report on Middle East
Affairs dergisinde, eski senato üyesi Paul Findley, Kennedy suikastıyla ilgili
şunları söylemekteydi:
"Kimin Kennedy'i saf dışı etmek için kuvvetli bir
nedeni olabilirdi? tlginç fakat şaşırtmayan bir gerçek de Kennedy suikastı ile
ilgili yazılan hiçbir raporda Mossad'dan kesinlikle bahsedilmemesidir. Oysa
olaydaki Mossad rolü çok açıktır. İsrail liderleri Kennedy ailesine hiçbir
zaman güvenmemişlerdi. Başkan Kennedy'nin babası Ingiltere'ye başkonsolos
olduğu zaman İsrail aleyhtarı faaliyetleriyle tanınıyordu. john Kennedy'nin
başkanlık kampanyası sırasında bir grup New Yorklu Yahudi, Kennedy'nin Ortadoğu
politikasını kendi çıkarları çevresinde oluşturmasına karşılık, onun kampanya
giderlerini karşılamayı vaat etmişlerdi. Fakat, Kennedy kabul etmemişti. Diğer
yandan Kennedy'nin yerine başkan olan Lyndonjohnson, politik kariyeri boyunca
İsrail'e destek olup yardım etti. İsrail hükümeti de johnson başkan olursa her
şeyin lehlerine dönüşeceğini bilmekteydi ve gerçekten de öyle oldu.
Kennedy'nin ölümünden sonra ABD, ilk defa İsrail'e çok geniş çapta silah
göndermeye başladı. 1967 Haziran savaşı sırasında johnson el altından İsrail'e
hem malzeme hem de personel yardımında bulundu. Gerçekten de Mossad'ı suikasta
götürecek her türlü neden vardı ve İsrail hükümeti de kendi amaçları için
ABD'li hayatları kurban etmeye can atıyordu."
Emekli ABD Dış İlişkiler Servis yetkilisi ve Washington Report On Middle
East Affairs'in editörü olan Richard Curtis de suikasttaki Mossad parmağını şu
şekilde belirtmekteydi:
"O zamanda ve şu anda geniş çapta inanılan, Mossad'ın suikastta
parmağı olduğuydu. Sebep de Kennedy hükümetinin gereğinden fazla Ortadoğu
politikasına el atmasıydı. Kennedy, Cezayir'in Fransızlardan bağımsızlığını
kazanması gerektiğini savunan ilk ABD senatörüydü." (The Washington Report
On Middle East Affairs, Mart 1992)
Kennedy'nin ardından başkanlık koltuğuna oturan Johnson ise Mossad'ın
aradığı özelliklere sahipti:
"Johnson iktidara gelir gelmez, CIA'in hep karşı olduğu Kennedy'nin
Arap taraftarı politikasını bir kenara attı. Johnson döneminde Yahudi Walt
Rostaw'ın Başkan'ın özel danışmanı olması İsrail için çok büyük şanstı.
Washington'daki görüşmeler sırasında, Mossad ile CIA arasında gizli bir anlaşma
imzalandı."
Kennedy suikastı İsrail-ABD ilişkilerinin en bozuk olduğu dönemde
gerçekleşti. İsrail bu suçun Kennedy'e ait olduğunu düşünüyordu.
"John Kennedy suikastı, 1962'de Golda Meir'le yaptığı görüşme
sırasında Amerikan-tsrail ilişkilerinin bozulduğu bir dönemde gerçekleşti.
1963 yılında ABD ile İsrail arasındaki ayrılma noktası, Amerika'nın Filistinli
göçmenler sorununu ele alan BM asamblesinde temsilci olmasıydı. İsrail her
Arap ülkesiyle, BM'nin karışması olmadan, tek tek anlaşmayı tercih etmekteydi.
Çünkü ancak İsrail doğrudan uzlaşma görüşmelerinde güç kullanabilirdi,
karşısındaki Arap ülkesi kullanamazdı."
İsrail, Kennedy'nin kabul etmediği Arap ülkeleriyle ayrı ayrı anlaşmalar
yapma stratejisini bugün uygulayarak barışı engeliernekte ve kendi isteği
doğrultusunda kararların alınmasını bu sayede rahatlıkla sağlamaktadır.
"Kennedy suikastı, İsrail basınının 'ABD'nin BM genel asaroblesinde
göçmen sorunu için aldığı görevi protesto kampanyası' yaptığı sırada
gerçekleşti. Gazetelerde editör köşeleri ve makaleler hemen yeni Başkan
Johnson'a övgüler yağdırmaya başladı. İsrail basını johnson'ın başkanlığı için
oldukça heyecanlanmıştı. İsrail İşçi Federasyonu aylık yayını ümer, yeni
Amerikan hükümeti sayesinde daha geniş ve derin ilişkileri beklediklerini
belirtmişti. Pek çok İsrailli gazete, Başkan johnson'ın Amerika'daki İsrail
sempatizanlarına karşı önceki başkanlardan daha fazla cevap verici olacağını
savunuyordu. Özellikle yaklaşan I964 seçimlerinde Herut ve Haboker (en büyük
iki İsrail gazetesi), bu sempatizanları hareketlendirrnek için çağrılarda
bulunuyordu."
"Johnson Hükümeti'nin ilk 3 yılında, Amerika'nın
İsrail için olan desteği hem nitelik hem de miktar bakımından oldukça gelişti.
ABD, Kennedy zamanında 40 milyon dolar yardım yapmıştı. I965'te miktar 71
milyona, I 966'da ise 130 milyona çıktı."
BASIN KRALI, MOSSAD AJANI MAXWELL'İN
Basın kralı olarak bilinen ve dünyada sayısız yayın
organından oluşan dev bir kartelin sahibi Robert Maxwell'in şüpheli ölümü,
"Bu da Mossad'ın oyunlarından biri mi?" sorusunu akla getirebilecek
karmaşadaydı. "Maxwell öldürüldü mü, yaşıyor mu?" Bu sorulara gerçek
cevabı yalnızca İsrailli yetkililer verebilir. Karmaşanın boyutunu görebilmek
içinse dönemin gazete başlıklarından, Maxwell olayı hakkında genel bir bilgi
edinmek faydalı olacaktır:
"Maxwell'in hayatta olması çok muhtemel. Kendini
öldü göstermek için kullanabileceği bir benzerine sahip olduğunu biliyorduk.
Kanarya Adaları'nda denizden çıkarılan cesedin zehirli gazla kalp krizi
geçirtilerek öldürülen Andreas olduğu ve çalışanların emekli sandığından 426
milyon sterlin çaldığı öne sürülen Maxwell'in, Güney Amerika'da gizli bir yere
gitmiş olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğu kaydedildi." (Sunday Sports,
İS Kasım I99I)
Bütün bunlar, işin içinde garip bir şeyler döndüğünü
gösteriyordu. Maxwell'in öldüğünü "ispatlamak" için İsrail'de gizli
bir otopsi yapıldı:
"İsrail'de gizli otopsi... Maxwell'in cesedine
ölümünden 4 gün sonra Tel Aviv'deki sağlık enstitüsünde gizli bir otopsi
yapıldı. Otopsi İsrailli doktorlar tarafından yapıldı. Otopsiyi yapan İsrailli
doktorlar, diş yapısından cesedin Maxwell'e ait olduğunu söyledi." (Hürriyet,
14 Ocak 1992)
"The Guardian gazetesi ceset üzerinde yapılan diş ve parmak incelemelerinin,
cesedin Maxwell'e ait olduğunu kanıtlayamadığını belirtti. Ayrıca cesede
yapılan otopside Maxwell'in kulağına benzemeyen bir kulak yapısı
saptandı." (The Guardian, 15 Kasım 1991)
Sorular:
1.
Her zaman yanında bir
sekreter bulunduran Maxwell, yatma neden yalnız başına bindi?
2.
Akşam yemeğinden yatma gece
22.00 'de döndü. Kaptanla en son ertesi sabah 04.45'te konuştu. Bu kadar süre
içinde Maxwell ne yaptı?
3.
Yata herhangi biri, kimseye
görünmeden girebilir miydi?
4.
Kaybolduğu anlaşılınca
kaptan neden İspanyol makamları yerine Londra'yı haberdar etti? Neden denizde
hemen bir arama başlatılmadı?
5.
Kaybolduğu neden ancak 54
metrelik yatın 3 kez
aranmasından sonra anlaşıldı?
6.
Adli Tıp uzmanları yatı
inceledi mi?
7.
Yatta daima 4 kişi devriye
gezerdi. Neden kimse Maxwell'in denize düştüğünü görmedi ve duymadı?
8.
İngiliz-İsrail Dostluk
Derneği toplantısında bir konuşma yapması gereken Maxwell bunu niye iptal
etti? Düzenleyiciler neden iptal kararını toplantıya bir saat kala
açıkladılar?
Acaba bu şüpheli ölümün nedeni neydi? Kayboluşundan bir süre önce
Seymour M. Hersh, "The Sampson's Option" adlı kitapta Maxwell'in
Mossad ajanlığını açıklamıştı. Deşifre olan Maxwell garip bir ölüme doğru yol
aldı.
İngiltere'de yayınlanan Business Age dergisi, Maxwell'i Mossad'ın
öldürdüğüne dair yabana atılmayacak kanıtlar öne sürdü. İngiltere'de
yayınlanan Business Age dergisinin yazarlarından Kevin Cahill yönetimindeki bir
gazeteci ekibi İspanya, İsrail, ABD, Kanada ve İrlanda'da yaptıkları araştırma
ve röportajlardan sonra Robert Maxwell'in Mossad'ın denetimindeki eski
ajanlarca öldürüldüğü sonucuna vardılar. Bu arada ünlü Pulitzer ödüllü
Amerikalı yazar Seymour Hersch, "The Sampson's Option" isimli
kitabını yazmış, Maxwell ile Mossad arasındaki organik bağları ifşa ederek
Maxwell'in sahip olduğu Mirror Grubu'nun borsada büyük ölçüde değer kaybetmesine
yol açmıştı. Hersh kitabında Maxwell'in kısa süre içerisinde iflas edeceği
kehanetinde de bulunmuştu. Kitabın yayınlanmasından sonra basın imparatorunun İsrail
için olan önemi bir anda kayboldu. Işin ilginç yanı, Maxwell'in cesedinin
bulunmasından üç gün önce, 2 Kasım 1 99 1 'de Israil kabinesine yakın bir
yetkilinin Hersch'e, Maxwell'in saf dışı edilmek üzere olduğunu söylemiş
olmasıdır.
Maxwell'in kullanılma fikri, dönemin Başbakanı lzak
Şamir'den gelmişti ama operasyon tamamen Mossad'ın kontrolü altındaydı.
Şartların değişmesiyle İsrail ile Sovyetler Birliği arasında para akışını
sağlayan Maxwell'in bir değeri kalmamış, üstüne üstlük kendisine verilen
paraların bir kısmını hesabına geçirmiş ve geri ödenmesi İstenince de şantaj
yapmaya kalkmıştı. Bütün şartlar Maxwell'in aleyhine gelişmişti. Otopsi yapmak
isteyen birçok daktorun isteği her nedense Maxwell'in ailesi ve avukatlarınca
geri çevrildi. Israil'de yapılan gizli otopsiden sonra Maxwell, Kudüs'te devlet
töreniyle gömüldü.
Business Age dergisi konuyu şöyle açıklamıştı:
"2 Kasım I99I'de, Robert Maxwell'in cesedinin
Kanarya Adaları'nda bulunmasından üç gün önce İsrail Kabinesi'ne yakın bir kaynak,
Seymour Hersch'e Maxwell'in ortadan kaldırılacağını söyledi. Patolojisılere ve
Ispanyol yargı otoritelerine göre Maxwell'in ölümü cinayetti. Fakat neden
öldürülmüştü? Doğu Bloku'nda ve tüm dünyada şirketler ağı vardı. Maxwell
Israil'e her para sağladığında bir kısmını da kendine ayınyordu. Bu rolü
nedeniyle önceki borçlarını ödemenin gereksiz olduğunu düşünüyordu. İsrail
parasıyla Maxwell milyarder konumuna geldi. Maxwell, Israil'deki birçok
kuruluşa borçluydu ve onlar Maxwell'e ödemesi için baskı yaptıkça, o da bunları
açıklamakla tehdit ediyordu. Bir İsrail-Amerikan fonu olan Ora Vakfı'ndan para
almıştı. Ayrıca İsrail'in kendisine SO'lerde Mirror'ı kurması için verdiği
borçları da ödeyemiyordu. Böylece Maxwell'e operasyonlarında ve Mirror
Grubu'nun kurulmasında yardım eden eski Mossad görevlilerini ölümle tehdit
ediyordu. SO'lerde Maxwell, İsrail'in Sovyetler Birliği ile olan ticari
bağlantısıydı... İsrail'e jetiyle yaptığı garip ve sık ziyaretler hiçbir zaman
açıklanamadı.
Çek Yahudi'si olan Maxwell'i kullanma fikri Başbakan
lzak Şamir'indi; fakat bunun idaresi çoğunlukla Mossad'ın elindeydi. Maxwell'in
rolü parayı dolaştırmaktan ibaretti, özellikle Doğu Bloku'na. Maxwell,
İsrail'den yıllarca büyük miktarlarda para borç almıştı ve geri ödememişti.
İsimleri kanuni nedenlerle saklanan İsrailli görevliler Sicilya'da Katanya'ya
giderek mafya bağlantılı iki kiralık katil tuttular. Bu, 1980'lerin başında
Avrupa'daki cinayetler için Mossad tarafından uygulanan standart programdı. Bu
iki adam önceden de Mossad için çalışmıştı ve iyi tanınıyorlardı. Bu Katanyalı
kiralık katiliere işin resmi bir Mossad görevi olduğu izlenimi verildi. Zaman
kısaydı. Bunun nedeni 68 yaşındaki Maxwell'in iş imparatorluğu çökmeden
öldürülmesiydi. Durumunu savunması engellenmeliydi; ayrıca İsrail ajanlarına
yaptığı tehditleri gerçekleştirmemeliydi. Maxwell 31 Ekim'de yat gezisine
çıkmaya karar verince katillerin eline düştü. İsrail İstihbaratı Maxwell'in tüm
uluslararası iletişimlerini dikkatle izliyordu. Hayatı boyunca Maxwell'in
faaliyetleri çeşitli gizli servislerce takip edilmişti: Mossad, MI-6, KGB, CIA,
Doğu Bloku'ndaki diğer gizli servisler. 4 Kasım'da Maxwell uydu telefonuyla
bazı yerleri aradı ve bunlar Kanarya Adaları'ndaki CIA merkezinden ve
Kıbrıs'taki üssü ile İsrail'deki Mossad tarafından dinlendi."
Maxwell öldü ama, cevapsız birçok soruyu da hiç
şüphesiz beraberinde götürdü.
MOSSAD VE DİĞER GİZLİ SERVİSLER
Mossad, operasyonlarını yalnızca kendi bünyesi içinde
sürdürmez. Dünyadaki pek çok ülkenin gizli servisi Mossad'a yardım etme
durumunda bırakılır. Çoğu zaman bu ülkelerdeki localar, Yahudi lobileri ve
finansörler, söz konusu gizli servisleri Mossad'la ortak çalışmaya
itmektedirler. Sonuçta Mossad, kimi zaman zorla da olsa bu istihbarat
örgütlerini maşa olarak kullanabilmektedir.
"KGB'nin etkin pozisyonlarındaki Yahudi ajanlarına en iyi örnek,
İsrail Başbakanı Ben Gurion'un baş danışmanı Israel Beer'dir. Siyonist
teşkilatın ilk günlerinde tanınmış bir isim olan Beer, Haganah'ın üst düzeydeki
askeri komutanlarındandı. 1950'de politik kariyerine başladığında askeri ve
istihbarat örgütleriyle yüksek düzeyli ilişkisine devam etmekteydi. 1968'de
ölümünden önce İsrail'in en iyi şekilde çıkarlarını gözettiğini söyledi. Beer
KGB'nin içine sızarak, bazı bilgileri ABD ve İsrail'e ulaştırmıştı. " (The
Middle East International, Ocak 1982)
KGB-Mossad arasındaki bağlantı Yahudi örgütleri aracılığıyla da
kurulmaktaydı:
"B'nai B'rith ve KGB arasında en güçlü ilişki, B'nai B'rith'in Başkanı
Kenneth Bialkin'den geçer. Bialkin zamanında, B'nai B'rith'le KGB arasında
yakın ilişkiler olmuştu."
Mossad, dünyanın tüm gizli servislerine olduğu gibi KGB'ye de sızmıştı.
Buna bir başka çarpıcı örnek de SSCB'de yaşayan KGB ajanı Yahudi Levchenko
idi:
"Stanislav Aleksandrovich Levchenko, Yahudi bir KGB ajanıydı. 1981
Ağustos'unda KGB Yüzbaşısı Levchenko askeri mahkeme tarafından ihanetten suçlu
bulundu. KGB suçunu gizli tuttu."
Levchenko, KGB içinde oldukça aktif ve önemli bir role sahipti:
"Önceleri Levchenko, KGB'de ideal bir görevli gibiydi. KGB,
Levchenko'yu Japonya'ya yolladı. Çünkü Japonya endüstriyel yönden çok
gelişmişti. Bu amaçla Japonca'yı çok iyi konuşan Levchenko'yu kullandılar.
Moskova Üniversitesi'nin yabancı diller bölümünde yaptığı araştırmalar sonucunda
ve birkaç kez Japonya'ya giderek Japonca'yı çok iyi öğrenmişti. Sovyet Barış
Komitesi'nde ve AfrikaAsya Dayanışma Komitesi'nde çalışarak zeki bir
propagandacı olduğunu göstermiş ve yabancıları da etkileyebileceğini
kanıtlamıştı. Moskova Radyosu için çeviriler hazırladı. Novoye Vremyo dergisinde
makaleler yazdı. KGB onu karizmatik görüntüsüyle de etkili olduğu için
diplomatik yemekler gibi organizasyonlarda kullandı. Levchenko, Tokyo'daki ABD
istihbaratçılarıyla bağlantı kurdu. Daha sonra Tokyo üzerinden ABD'ye kaçtı.
Karargahlarda, FBI ofislerinde,
CIA'in saklı konferans salonlarında, Hava Kuvvetleri üslerinde, Ulusal
Savaş Koleji'nde, Kongre'de, Beyaz Saray'da Levchenko KGB hakkında konuştu.
Levchenko disiplinli bir tempoyla haftanın her günü I2 saat CIA'e bilgi verdi. 11
KGB'nin ünlü
ajanlarından Kim Philby, KGB-Mossad görüşmelerinde kanal oluşturuyordu.
Karısının Litzi Friedmann adında bir Yahudi olması da Kim Philby'nin gizlice
İsrail amaçlarına hizmet ettiği düşüncesini güçlendiriyordu. Mossad, Philby'e
Ingilizler tarafından arandığını haber veriyor ve ona yardım ediyordu.
"0SS ve
CIA için Ingiliz bağlantısı olan Kim Philby de Ispanya Sivil Savaşı'nda meşhur
olmuştu. I943'te Viyana'da ajan Litzi Friedmann ile evlendi. Evliliğindeki
şahidi Teddy Kollek'ti. Kollek, Israil'e mali destek sağlıyordu. 2006 yılında
ölen Kollek 28 yıl Kudüs Belediye Başkanı olarak görev yapmıştı. Sovyet
köstebeği olarak çalışan Philby, I934'te Hitler taraftan dergi olan
Angio-German Fellowship'i yayınlamak için Schroder Bank'tan para almıştı. Times
daha sonra onu Ispanya'ya iç savaşı yazmaya gönderdi. Philby orada General
Franco'yla görüştü. I 940'da Ingiliz SIS'e alındı. 1 949'da Philby, CIA ve FBI
ile SIS bağlantı görevlisi olarak Washington'a gönderildi.]. Edgar Hoover
(mason, FBI şefi) sık sık CIA'den James Angieton ve Philby ile Harvey's
Restaurant'ta öğle yemekleri yiyordu. Roma'da CIA şefiyken Angleton, Teddy
Kollek vejacob Meridor ile yakın olarak çalıştı ve sonradan CIA'in İsrail
masasının şefi oldu. Philby'nin Sovyet ajanı olduğundan şüphelenildiği halde,
CIA ve FBI'ın çok gizli dosyalan ona gösteriliyordu. l984'te Tad Szulc,
Washington Post'ta Philby'nin hiçbir zaman Sovyet ajanı olmadığını, fakat CIA
kaynaklarına göre üçlü bir ajan olduğunu yazıyordu. 11
Alman Gizli Servisi
BND-Mossad Bağlantısı
Alman Gizli
Servisi BND'nin Mossad ile olan bağlantısını, bu servisin 30 yıla yakın
şefliğini yapmış olan Markus Wolf açıkça ifade etmektedir. Doğu Almanya
Istihbarat Servisi'nin başında I958'den I987'ye kadar Markus Wolf bulunuyordu.
Soğuk Savaş'ın bu en gözde casusu, Batı Almanya'da ve diğer NATO ülkelerinde
yüzlerce ajan yetiştirdi. Almanya birleştiği zaman, Wolf tutuklanmaktan
kurtulmak için Moskova'ya kaçmıştı. Sonradan Almanya'ya döndü, şu anda
Berlin'de yaşıyor. Alman Hükümeti'nin kabul ettiğine göre Federal İstihbarat
Servisi, tarım malzemesi adı altında İsrail gizli servisi Mossad'a askeri
malzeme yollamıştı.
Markus
Wolf'un başkanlığında Alman gizli servisi BND, Münih Olimpiyatları'nda İsrailli
sporcuların öldürülmesi, Margaret Thatcher'e suikast girişimi, Beyrut'ta 17 CIA
ajanının öldürülmesi gibi birçok olaya karışmıştır.
"Avrupa'nın
en gelişmiş casusluk örgütünün başkanı olarak emekli olan, Doğu Alman usta
casus Markus 'Misha' Wolf'un başlıca uluslararası terör saldırılarında suç
ortağı olduğu sanılıyor. The Post gazetesi, yayınlanan bir köşe yazısında casus
Wolf'un şu olaylarla ilişkisi olduğunu iddia etti: 1972 Münih Olimpiyatlarında
İsrailli atletlere karşı düzenlenen Kara Eylül saldırısına silah sağlanması,
Margaret Thatcher'i öldürmek için Brighton Grand Hotel'in IRA tarafından
bombalanması, 1983'te Beyrut'taki Amerikan Konsolosluğu'nda 17 CIA ajanının
öldürülmesi. Yahudi asıllı olan Wolf, bir kitap yazmak için yakın geçmişte Doğu
Berlin'den Moskova'ya gitmişti. Batılı istihbarat kaynaklarına göre gerçekte
Wolf, Mikhail Gorbaçov tarafından KGB'nin yeniden düzenlenmesi için Rusya'ya
çağrılmış bulunuyor. Batılı kaynaklara göre, Sovyetler bir KGB generali olan
Wolf'u ve Batı Alman kuruluşlarına yerleştirdiği 'adamlarını', Birleşmiş
Almanya'yı NATO'dan çıkarmak için kullanmayı planlıyordu. Doğu Almanya'da
reform hareketlerinin lideri olmasına rağmen, birçok Doğu Alman, Wolf'un şimdi
resmen dağılmış olan Alman gizli polis örgütü 'Stasi' ile ilişkisini göz önüne
alarak, kendisinin gerçek amacı konusunda kuşku duyuyorlardı." (Şalom, 23
Mayıs 1990)
Bu arada BND,
pek çok istihbarat örgütünün Mossad'a yaptığı "hizmeti" de yapmış,
İsrail aleyhtarı tutukluları "sorgulanmaları" için Mossad ajanlarının
eline vermiştir.
"1979'da
Almanya'da bir skandal ortaya çıktı. Bu skandal Der Spiegel'de açıklandı. Buna
göre İsrail ajanları Alman hapishanelerine alınıp, rahatlıkla Filistinli
mahkumları sorguya çekebiliyorlardı. Hristiyan Demokrat Partisi Başkanı Franz
joseph Strauss da bunu basın toplantısında teyit etmişti. BND ve Mossad
ilişkileri Camp David'den sonra daha da kuvvetlenmiştir. 11 (The Middle East International, Eylül 1981)
BND-Mossad ilişkisinin kilit isimleri arasında eski Nazi subayları da
vardı:
"BND Başkanı, eski Nazi subayı Gehlen de Mossad'la sıkı iş birliği
içindeydi. Gehlen, Alman gizli servisi BND'nin başında bulunduğu sürece BND
ile Mossad arasında etkin bir işbirliği vardı. Mossad Almanlarla yaptığı bu iş
birliğine karşılık Alman cezaevlerinde bulunan Mossad aleyhtariarını sorguladı.
BND Başkanı Gehlen emekli olunca, yerine Gerhard Wessel geçti. Gerhard Wessel
de Gehlen gibi eski bir Nazi subayıydı. Daha sonraları BND'ye yeni genç
isimler de katıldı. Fakat Siyonizm ile iyi giden ilişkiler hiç bozulmadı. Eski
Nazi ajanlarının İsrail'i güçlendirmeye yardım etmesi böylece sürüp gitti. 11
Fransız
Gizli Servisi SDECE ve Mossad
Mossad, dünyadaki hemen her istihbarat örgütünü kendi amaçları
doğrultusunda kullanır. Fransız gizli. servisi SDECE'y-le olan bağlantıları
bunun bir örneğidir:
Fransız isıihbaratı ve ordusu illegal olarak İsrail gizli servisiyle çok
sağlam bir ilişki kurmuştur. Fransa-İsrail gizli servislerinin iş birliğinde en
büyük pay Albay Haim Herzog'undu. Fransa Devlet Başkanı De Gaulle'ün gizli
servisler konusunda en yakın danışmanı jacques Foccart'ın Yahudi olması,
SDECE-Mossad bağlantısının gücünü göstermek açısından küçük bir örnek.
SDECE, İsrail Devleti kurulduktan sonra Mossad'ın oluşmasına da yardım
etti. Üç ülkenin istihbarat servisi (lsrail-Fransa-lngiltere) Süveyş Kanalı'nın
istilasında çalışıyorlardı. 1961 ortasında Mossad, SDECE'nin güvenilir bir
müttefiki haline geldi. General De Gaulle'ün İsrail Başbakanı David Ben
Gurion'la dostluğu bunu etkileyen bir faktördü. 1961'de İsrail'i 'dostumuz ve
müttefikimiz' olarak nitelendiriyordu. Israil'in Dimona'daki nükleer santrali,
Fransızlarla beraber kuruldu. Fransız gizli servisi SDECE'nin elemanları
İsrail'in bu projesine gönülden yardım ettiler.
1950'li yıllardan beri Fransa ile İsrail arasından su sızmıyor. Fransız
Savunma Bakanı Tel Aviv saatine göre yaşıyordu. Iki devletin üst düzey
görevlilerinin birbirinden saklısı gizlisi yoktu. Iki ülkenin casusları
birbirleri için çalışıyorlar. 1956'da Sosyalist Guy Mollet zamanında Fransız
hükümetinin içinde İsrail Savunma sorumlularıyla gizlice çalışacak bir bölüm
açıldı. Şimon Peres ve yanındaki Mossad ajanlarının, Paris'te Saint Dominique
sokağında çalışma yapabilmesi için bir büroları oldu."
Mossad'ın İngiliz İstihbarat
Servisi MI 6 ile İşbirliği
"İngiliz istihbarat yüksek düzey yetkililerinden Ml6 bölüm şefi
Maurice Oldfield ve Peter Wright, Amerika'da CIA şefi Angieton'un yaptığını
İngiltere'de yaptılar. Mossad'la Ingiliz İstihbaratı arasında sıkı bağlar
oluşturdular. Daha sonra Mossad bağlantı subayları Ml 6 ile Mossad ve CIA
arasındakine benzer bir iş birliği anlaşması imzaladılar (İsrail'in İngiliz
Istihbaratı'nda en önemli adamı Maurice Oldfield, Kudüs Belediye Başkanı Teddy
Kollek'e her zaman Siyonizmi benimsediğini söylemişti). Oldfield 1970 yılında
Ml 6'nın başına geçti ve İngiltere'de her zaman İsrail'in savunucusu
oldu."
Mossadİspanya Gizli
Servisi CESID Bağlantısı
"Ispanya'da, lOO'den fazla Mossad ajanı çalışmaktadır. İspanya,
Mossad'ın operasyonlarını gerçekleştirdiği aktif bir bölgedir. Mossad
Ispanya'da en önemli ajanlarını kullandı, göstermelik amaçlarla operasyonlar
düzenledi, halen düzenliyor. Sessiz bir şekilde etkili ve güçlü bir
teşkilatianma kurdu. İspanya'da Mossad gayrı resmi bir şekilde çalışıyor ve olayların
çoğunda da İspanyol haberalma teşkilatlarıyla işbirliği yapıyor. İspanyol
gizli servisi CESID ve Askeri istihbarat, Mossad'la ortak çalışmalar
yapıyorlar. İsrailli casuslar Ispanya'da yetkililer tarafından hiçbir takibe
uğramamışlardır. Mossad'ın İspanyol gizli servisleriyle yaptığı iş birliği
geniş çaplı. Birçok İspanyol askeri, istihbarat görevlisi ve tüm kontra
birlikleri eğitimlerini İsrail'de yapıyorlar. Mossad'a bağlı İsrailli
diplomatlar Ispanya yönetiminde etkili olan partilerle bağlantı
kuruyorlar." ( Cambio, No 804, 27 Nisan 1987)
Mossad Faaliyetlerine En Büyük Destek: İsrail
Dışında Yaşayan Siyonistler
El-Al Havayolları, Mossad'ın tüm dünyada koruyucu örtüsü görevini
görüyor. Mossad, El-Al Havayolları'nı o ülkeye rahatlıkla sızmak ve gerekli
istihbarat için paravan olarak kullanmaktadır.
Mossad'ın Politik Hareket ve Bağlantı Şubesi, gizli ikinci Dışişleri
Bakanlığı konumundadır. Mossad'ın Politik Hareket Şubesi'nin amacı, hedef
ülkelerde endüstriyel ve ticari kuruluşlar oluşturmak ve bunların hükümet
üzerinde baskı kurmalarını sağlamak, bu ülkeye danışmanlar gönderip önemli
mevkilere ajanlar yerleştirmektir. Bu, İsrail tarafından dünya çapında
uygulanan bir sistem. Endüstriyel ve ticari kuruluşların başında bulunan ülke
dışındaki Yahudilerin yanında, konsolosluklarda da Mossad ajanları diplomasi
adı altında görevlerini sürdürürmektedirler."
İsrail'in diğer ülkelerde pek görülmeyen biçimde, dünyaya dağılmış
Yahudi cemaatinden anlamlı ve sadık bir kadrosu vardır. Bu, ayrıcalıklı bir
gönüllü Siyonist yardımcılar şebekesidir. Bu Siyonistler siyasi olsun ya da
olmasın, bulunduklar ülkelerdeki işyerlerini, mevkilerini, görev ve
olanaklarını Mossad'ın hizmetine sunarlar.
Dünyanın her yerindeki Yahudi topluluklarında Siyonistler ve sempatizanları
vardır. Ve bu kişiler İsrail gizli servisine destek verirler. Mossad'a bu
kanallarla bilgi ve materyal verilir. Bu kişiler yoluyla propaganda yapılır ve
diğer pek çok hedef elde edilir. Mossad'ın aktiviteleri İsrail'in resmi veya
resmi olmayan kurumlarıyla bağlantı içindedir. Bu resmi olmayan kurumların bir
kısmı, özellikle bu iş için kurulmuştur. İsrail'in gizli servisi çeşitli
ülkelerdeki Yahudi toplumlarına, organizasyonianna dayanır. Bu organizasyonlar
ajansı güçlendirir ve bilgi akımını artırır.
Bir CIA görevlisine göre, suikast ve kara propaganda gibi psikolojik ve
yarı askeri, sabotaj türünden eylemlerin yanında İsrail istihbarat servisinin
işlevlerinden biri de 'Batı'daki İsrail karşıtı grupları susturmak için
kullanılmak üzere bilgi toplamaktır.' Dünyanın hemen her ülkesinde var olan
Yahudi cemaatlerinde, İsrail gizli servisine yoğun destek veren Siyonistlere
her türden sempatizan bulunmaktadır. Bu tür bağlantılar özenle kurulmakta,
korunmakta ve bilgi, yanıltmaca, propaganda ve başka amaçlarda
kullanılmaktadır. Aynı zamanda muhalefeti nötralize etmek için anti-Siyonİst
unsurlara da sızmaya çalışılır.
Mossad, ABD'deki en aktif gizli servistir. Yıllar boyunca İsrail, ABD'nin
gizli dış politikasını öğrenmiştir. Bu tip olaylar Pentagon'da, Hükümet'te,
Kongre'de, Milli Güvenlik Servisi'nde ve hatta ABD'nin Gizli Servisi'nde
çalışanlar tarafından desteklenir.
Dünyada Siyonizmin gücü, İsrail'in faaliyetlerinden çok daha geniştir.
Dünyadaki süper güçlerin üzerindeki Yahudi lahilerinin güdümü göz önüne
alındığında, gerçek tablo ancak anlaşılabilir. Aynı şekilde, Mossad'ın
faaliyetleri de Mossad ismiyle sınırlı değildir. Mossad, çoğu kez ortaya başka
şekillerde çıkar. Mossad'ın örgütleyip yönlendirdiği yan kuruluşlar, örneğin mafya,
kontrgerilla, sahte anti-semitik örgütlenmeler gibi paravan teşkilatlar, Mossad
hedefleri doğrultusunda faaliyet gösterirler. Mossad'ın üzerinde en etkili olduğu
örgütlerden biri de CIA'dir. İhtilaller yapan, hükümetler kuran, dünyanın en
büyük örgütü CIA, Mossad ile büyük bir işbirliği içindedir. Ancak kuşkusuz
CIA'in isminin karıştığı bu eylemlerden ve Mossad'la birlikte yürütülen bazı
operasyonlardan tüm CIA çalışanlarını sorumlu tutmak mümkün değildir. CIA'in
kuruluş aşamasından itibaren CIA içinde ve yönetiminde Mossad'la bağlantısı
olan bazı kimseler görev almış, yine bazı masonların örgüt üzerinde etkisi
olmuştur. Ama bu, teşkilatın geneli için geçerli bir durum değildir.
Siyonistler ve masonlar ile işbirliği içerisinde hareket eden kişilerin yanı
sıra, CIA'de ulusal çıkarları için çalışmalarda bulunan pek çok iyi niyetli
insan da görev yapmaktadır. Dolayısıyla CIA'in bazı politikaları ve eylemleri
eleştirilirken, bu eleştirilerin CIA'in tüm faaliyetlerini kapsamadığı
açıktır. Bu eleştirilerde kastedilen, belli bir ülkenin veya zümrenin
menfaatlerinin, dünya halklarının huzuru ve güvenliğinin önüne geçtiği yanlış
ve tek taraflı politikalardır. Nitekim bu uygulamalar -ABD de dahildünyanın
pek çok ülkesinde, farklı dinlerden, milletlerden ve görüşlerden sağduyu sahibi
tüm insanlar tarafından kınanmaktadır.
Mossad-CIA
bağlantısının geçmişi ise İsrail'in ilk kurulduğu yıllara dayanır ve oldukça
ilgi çekicidir:
Mayıs 1951'de
Ben Gurion ABD'ye gitti. CIA Başkanı Walter Bedell Smith ve onun yardımcısı
Allen Dulles'la yaptığı toplantıda Gurion açık bir tekiifte bulundu. Acaba
İsrail İstihbarat Servisi, CIA ile birlikte çalışamaz mıydı? CIA bu teklifi
kabul etti. Gurion'un ziyaretinden bir ay sonra Shiloah, Washington'a giderek
detayları görüştü. Bedell Smith, Dulles veJamesJesus Angieton bu konuyla
ilgili kişilerdi. James Jesus Angieton kariyerinin sonuna kadar CIA-Mossad
ilişkileri için çalıştı. CIA'de de şef oldu.
ABD, İsrail
oluştuğu anda istihbarat alışverişi için anlaşmıştı. CIA ve FBI yeni
arkadaşlarına şifreleme ve şifre çözme için gerekli malzemeyi vermeye ve İsrail
yöneticilerine bunları kullanmayı öğretmeye hazırdı. Haim Herzog ve Mossad'ın
ilk şefi Reuven Shiloah İsrail adına ilk bağlantıları kurdular.
1974 yılında
CIA'den ayrılan Philip Agee Mossad'la ilişkilerini şu şekilde anlatmaktadır:
"CIA
merkezinde o zamanlar son derece gizli tutulan özel bir bölüm kurulmuştu. Bu
bölümün tek görevi CIA ile Mossad arasındaki ilişkileri yürütmek ve ortak
operasyonlar düzenlemekti. Bu bölümün şefi James Jesus Angleton'dur. CIA
Savunma Bölümü Başkanı Angleton, Şah karşıtı yüz binlerce lranlı'ya işkence
eden ve öldüren Şah'a bağlı İran gizli servisi SAVAK'ın elemanlarını
İsrailliler ile birlikte eğitmişti. Amerikan ve İsrail gizli servisleri arasındaki
bu sıkı işbirliği Angieton döneminde doruk noktasındaydı. Nixon taraftarı aşırı
tutucu Angleton, Amerikan basını ve kamuoyu tarafından şiddetle suçlanmaya
başlamıştı. Angieton'un emriyle Şili Devlet Başkanı Ailende'nin devrilmesi
için CIA kanalıyla darbe düzenlenmiş ve yine onun emriyle CIA ajanları Vietnam
Savaşı sırasında on binlerce Amerikan vatandaşını savaş aleyhtarı oldukları
için izietmiş ve haklarında dosyalar düzenletmişti."
Angieton'ın
en bilinen ve önemli özelliklerinden biri de İsrail ile yakın ilişkileriydi.
Öyle ki, Angieton pek çok insan tarafından 'Mossad'ın manevi babası' olarak
tanımlanıyordu. Farklı kaynaklarda söz konusu ilişki şu şekilde
anlatılmaktadır:
"Angleton,
İsrail'le 20 yıl boyunca hep çok samimi ilişkiler içinde oldu. Hatta bu
samirniyet o kadar ilerlemişti ki, bazı bilgileri Yakın Doğu'daki kendi
servisinin (CIA) operatör ve analistlerinden bile gizledi. I984'te Suudi
Arabistan'dan, NikaragualI Sandinist hareketin kontralarına silah sağlamak
için gizli bir yardım almıştı. Şimdi ise İsrail sayesinde İran'a yapılan silah
satışlarından onlara komisyon sağlama yollarını arıyordu."
Kudüs ile Tel
Aviv arasındaki yolda bir mezarın üzerindeki kayıtta hem İngilizce hem de
İbranice şöyle yazıyor: james Jesus Angleton-I917-1987. İyi arkadaşımızın
anısına.' Bu adam CIA'in en gizemli ve güçlü kişilerindendi. İsrail ile çok
iyi ilişkileri olduğundan, İsrail'de ona çok saygı gösteriliyor."
Kissinger,
1968'de Nixon'un milli güvenlikle ilgili özel danışmanlığına getirildi. ABD Başkanı'nın
güvenlik müşaviri olan Kissinger, böylece ABD'nin gerçek hükümeti olarak kabul
edilen National Security Council (Milli Güvenlik Konseyi) ve görevi bu meclise
yardım etmek olan National Security Council Planning Board (Milli Güvenlik
Planlama İdaresi) ve Operations Coordinating Board (Operasyon Koordinasyon İdaresi)
isimli teşekküllerin kontrolünü eline aldı. CIA, Milli Güvenlik Konseyi'ne
bağlıydı. Böylece Kissinger CIA'e de hükmetmiş oluyordu. Daha sonra Başkan
Yardımcısı, Nelson Rockefeller'ın desteğiyle ABD Dışişleri Bakanı oldu.
Watergate skandalıyla CIA, Amerikan kamuoyunda itibarını kaybetti ve
faaliyetleri zayıfladı. Birçok eylem ve ajan da açığa çıktı. Watergate
skandalından sonra bir hükümet buhranıyla toplumsal şok geçiren Amerikalılar,
CIA'in dünyanın dört bir yanında karanlık işlere karışmasını istemiyorlardı.
Öte yandan
İsrail ise CIA'i kontrol altında tutmak için, kilit noktalara yerleştirdiği
bazı adamlarını kullandı. Pentagon'da görev yapan kimi İsrail sempatizanları
da İsrail tarafından kullanıldı. İsrail'in, ABD'nin devlet kurumları
üzerindeki etkisi aslında CIA ile de sınırlı değildi. İsrail'in
yönlendirmesinin etkili olduğu başka devlet kurumları da vardı:
"1977'de
ABD Hava Kuvvetleri'nden joseph Churba'nın İsrail'le gizli ilişkileri olduğu
öğrenildi. 1979'da BM Amerika temsilcisi Andrew Young, Filistin Kurtuluş Örgütü
temsilcisiyle yaptığı gizli konuşmaları Mossad'a verdi. 1984'te CIA danışmanı
Charles Waterman, İsrail Büyükelçiliği'ne yakın bir basımevine bilgi verdi. 1985'te
California'da Hutington'un şirketlerinden birinin müdürü olan Richard Smyth,
İsrail'e kanundışı yollardan nükleer patlamalar için kripton yolladığı ortaya
çıkmadan az önce yok oldu. Ayrıca NATO yanında bir danışma bürosunda da
çalışıyordu. 11
CIA'in daha
sonraki şeflerinden William Casey de İsrail ile yakın ilişki kuran
kişilerdendi:
11 Casey başa geldikten sonra yabancı gizli
servislerle ilişki içine girmesi gerektiğini anlamıştı. Ama özellikle
İsraillilerle gizli bir ortaklık geliştirilmesi yollarını aramıştı. Hatta
1982'de Tshal'ın ll. Bürosu'nun şefi General Sagu'yla Langley'deki merkez
lokallerinde lsraillilerle yaptığı görüşmelerinde şunları söylüyor: 'Bir
probleminiz olduğunda beni aramakta tereddüt etmeyin.' 16 Mart 1984'de ilk telefonu
kendisi etmişti. Aynı gün kaçırılan Beyrut şube şefi Buckley'in bulunmasında
yardım etmek istemişti. Bu ilk ve son arama olmamıştı. Bir sonraki yıl CIA'in
Etiyopya'dan kaçırılan bir ajanını bulmada da yardımcı olmuştu. Mossad'ın
1985'te lran'ı silahlandırması olayında da Casey iki soruroluyu
cesaretlendirmekten çekinmemişti. Alışverişi organize eden Başkan'ın danışmanı
Mc Farlane ve Oliver North'tur."
Casey görev
yaptığı dönem boyunca, Mossad'la ortak pek çok iş yapmıştı:
1116 Mart
1984'te William Casey'e Langley'den bir telefon gelmişti. Beyrut ajanı William
Buckley bilinmeyen kişilerce kaçırılmıştı. Buckley sadece bir ajan değil,
Casey'in OSS'den (Office of Strategic Service) samimi arkadaşıdır. Buckley,
CIA'in casuslar listesindeydi. Bir ihanet olayında basın tarafından tanınmıştı.
Bu yüzden onu gerçek kimliğiyle Beyrut'a gönderemezlerdi. Bu öğrenilirse CIA
adına bir rezalet çıkardı. Bu yüzden hemen Mossad'ı aradı. 11
Bu iletişim
artık çok normal karşılanıyordu. İsrail'in her yere ulaşan 'uzun eli', dünyanın
en iyi gizli servisi olarak tanınışı, Lübnan'da İsrail ordusunun bulunması ve
Casey'nin İsrail'e olan kişisel sevgisi bu refleksi açıklıyordu. Ama dahası da
vardı. 1983'de de Etiyopya'da Bush'un bir casus arkadaşı kaçınılmıştı. O zaman
da Bush ve Casey hemen Mossad'ı aramışlardı. Bunun karşılığında Mossad,
ABD gizli servislerinden bir yardım istemişti. Amerikan ordularının
çektiği, Irak nükleer santrallerinin resimleri İsrail'e verildi. Bush,
Washington'daki İsrail Büyükelçisi Meir Rosen'e 'Size bir iyilik borçluyum'
demişti. 1985 Ocak ayında Mossad bu sözü hatırlattı. Yahudilerin İsrail'e
giderken Sudan'da durdurulduklarını söylediler. Düzinelerce ABD uçağı bu
Yahudilerin Kızıldeniz'i geçmelerine yardımcı olmuştu. Casey, İsrail casusluk
servislerinden yardım isteyen tek istihbarat görevlisi değildi."
CIA Başkanı William Casey 1981 ilkbaharında Yakındoğu'daki Mossad
ofislerini ziyaretinden sonra oluşan Mossad hayranlığını asla gizlememiştir.
Osirak'ın bombalanması sırasında İsraillilerin uydu resimleri olmasa başarılı
olamayacaklardı. Casey Mossad'la olan güven bağlarını sağlamlaştırmak
istemişti. Bu nedenle başa james AngIeton getirildi. Angleton, İsrail ile o
kadar samimi bir ilişki içerisine girmişti ki, Yakındoğu'yla ilgili özel
bilgileri kendi servisinden bile saklıyordu. Casey Mossad'la ortak
ilişkilerinde Mc Farlane ve Oliver North'u ön plana çıkarmıştır. Oliver North,
Beyaz Saray'daki bürosundan hemen terfi edip üst düzeylere yükselmiştir. Ve
gizli operasyonların iplerini elinde tutmaya başlamıştır. Bu operasyonlarda bazen
ABD resmi politikasından farklı yollar da izlenmiştir.
Oliver North İsrail'le ortak çalışmak için, devletten William P Goode
adlı bir pasaport, Mc Farlane ise Amiral Pointdexter adlı sahte bir pasaport
almıştı. North, İsrail'de Peres'in özel danışmanı olan Amirarn Nir'le bağlantı
kurmuştu.
3 Eylül 1979 tarihli Newsweek dergisindeyse CIA-Mossad ilişkisi şu
şekilde anlatılmaktadır:
"Mossad, Hükümetin içinde ve dışında olan Yahudiler sayesinde ABD
desteğini sağlıyor. ABD'nin İsrail'e vermek istemediği teknik bilgileri ele
geçiriyor. CIA ajanları, Mossad'ın herhangi bir seçkin Yahudi'den istediği
gibi yardım alacağını bildiriyor. ABD, Mossad'ın kendi topraklarındaki
operasyonlarına tolerans gösteriyor. 1954'de CIA ve Mossad arasında bir anlaşma
yapılıyor."
Mossad'ın bir diğer özelliği de faaliyet gösterdiği ülkelerde, o ülke
içinde yaşayan bazı Siyonizm taraftarı Yahudilerin de desteğini alıyor
olmasıdır. Bu durum ABD için de geçerlidir:
"l979'da
CIA bir analiz hazırladı. Bu 48 sayfalık raporun adı, 'İsrail yabancı casusluk
ve güvenlik servisi.' Raporda ABD'nin, Mossad'ın operasyonlarında odak noktası
olmaya devam edeceği bildiriliyordu ve Mossad'ın operasyon yöntemi de
anlatılıyordu. 'Mossad yıllardır yüksek mevkilerdeki ve hükümetteki
yetkililerden faydalanıyordu. Dünyanın her yerindeki Yahudi topluluklarında
Siyonistler ve sempatizanları vardı. Ve bu kişiler İsrail gizli servisine
destek vermektedirler. Mossad'a bu kanallarla bilgi materyalleri verilir,
propaganda yapılır ve diğer amaçlarla kullanılır. Mossad'ın çalışmalar İsrail'in
resmi olmayan kurumlarıyla bağlantı içindedir. Bu resmi olmayan kurumların bir
kısmı özellikle bu iş için kurulmuştur. İsrail'in gizli servisi çeşitli
ülkelerdeki Yahudi toplumlarına, organizasyonianna dayanmaktadır. Bu
organizasyonlar ajansı güçlendirir ve bilgi akımını artırır. Mossad yetkilileri
Yahudi organizasyonlarla çok gizli bir şekilde ilişkiye girmektedir."
CIA-Mossad
yakın işbirliğinin yanı sıra Mossad, karşı tarafa güç gösterisi yapacak
eylemlerde de bulunmaktadır. Bu eylemlerin temel amaçlarından birisi,
'işbirliğine yanaşılmasa da istenilenin elde edilebileceği' mesajını
vermektir:
"İsrail,
Pentagon'dan bir mermi üretme makinesi istemişti. Yetkililer hayır deseler
bile İsrail'in alacağını bildikleri için henüz makine üzerindeki çalışmaların
bitmediğini söylediler. l967'de Richard Helms CIA Başkanı'ydı. İsrail askeri
servisi ABD'den bir rapor istedi. Rapor yanlış bilgilerle doluydu. İsrail
subaylar belgeyi tekrar gönderdiler. Belgedeki bütün yanlışlıklar
düzeltilmişti. Ama belgeyi İsrail'in normalde bilmemesi gerekiyordu; çünkü çok
gizliydi. Ve İsrailliler Helms'e bir not eklemişlerdi: Belki de Pentagon bizim
ne istediğimizi anlamamıştır."
ABD Savunma
Bakanlığı Asistanlığı da yapmış olan Les Sanka'nın İsrail'le ilişkilerde önemli
bir başka konu olan silah satışlarında, dikkat çekici açıklamaları vardır.
Ortadoğu politikasında uzman olan Sanka'nın açıklamalarına göre, "İsrail'e
yapılan silah satışlarında normal yollar izlenmemektedir." İsrail'e
yapılan satışlar diğer ülkelere yapılanlardan farklıdır:
"İsrail'in
Pentagon'daki operasyonları her zaman hazır ve en profesyonel yöntemlerdir.
Bizim sistemimizi anlayan adamları vardır ve her seviyede, en dipten en yükseğe
tanıdıkları vardır."
Mossad
kurduğu ilişkiler ağıyla CIA ve
Pentagon'u denetlemekten de geri kalmaz:
"David
Mc Giffert, ABD Savunma Ofisi Sekreteri. İsraillilerin ise daha onun masasına
ulaşmayan belgelerden bile haberleri var. ABD'li bir subay, Mossad'ın bütün
ABD'li politikacıların yaşadıkları yerlere dinleme cihaziarı koyduklarını
söylüyordu.
Bir gün bir
İsrailli, ismini vermek istemeyen ABD'li bir subaya geliyor ve İsrail'in
istediği askeri araçların listesini veriyor. ABD'li subay olayı şöyle
anlatıyor: 'Subayın bana uzattığı listede bir not vardı: Buradaki bilgiler son
derece gizlidir ve sizin hiçbirini öğrenmeye yetkiniz yoktur.' Bütün belgelerin
kopyasını sonradan yok etmekle görevlendirilmiştim. Belgeler, bazı elektronik
araçların kodlarıyla ilgiliydi. Ben içindekileri bilmiyordum ama İsrail
biliyordu.
İsrailliler
kendi gizli operasyonlarında kullanmak için teknik ve bilimsel bilgileri de
çalarlar. Bu çaldıklanna ABD'nin ve diğer Batılı ülkelerin savunma sistemleri
de dahildir. Yasak aşkları da bağlantı kurmak için kullanırlar. Kudüslü bir kız
Amerikan konsolosluk görevlisiyle aşk yaşadı ve çok gizli belgeleri
aldı."
Tüm bu
bilgilerin gösterdiği gibi İsrail, Amerikan sistemini değişik yönlerden
kontrol altına almış durumdadır. Bu sayede de çoğu zaman istediklerini
rahatlıkla elde edebilmektedir. Bunun bir örneğini Amerikalı bir silah uzmanı
şu şekilde anlatmaktadır:
"İsrail
ajanları ABD sisteminin çok yakın izleyicileridir. Bir silah uzmanı Yahudilerin
tekniklerini şöyle anlatıyor: Onlarla ilgili her konu, her şehirde bir
numaradır. Onlar sizin ne yaptığınızı bilirler, şu an ne yaptığınızdan ve yarın
ne yapacağınızdan da haberdardırlar. Şu an ne yaptığınızı ve ne
söyleyeceğinizi de bilirler. Kanunları, kanunların geçmişini ve geleceğini de
bilirler. Eğer ele geçirmeye uygun gördükleri şeylerde bir problem varsa İsrail
gazetelerine haber sızdırırlar. Hemen ertesi gün bir gazeteci Devlet
Bakanlığı'na veya Savunma Bakanlığı'na gider. Bu gazeteci sadece lsrail devlet
yetkililerinin bilebileceği konular hakkında çok detaylı sorular sorar.
Bazen de baskı, doğrudan Yahudi lobisi AIPAC'tan gelir. İşler tamamen
sarpa sanınca bu sefer Kongre üyeleri mektuplar ve telgraflar yollamaya
başlarlar. Bir gün İsrailliler bizden gizli bir liste istediler. Belgeyi daha önce
Carter'ın sekreteri Harold Brow'la kontrol etmiştik. Kimseye vermememiz
gerekiyordu. Onlara "hayır" cevabını verdim. Bir hafta sonra Harold
Brown'dan bir telefon geldi. Senatör Henry onu aramış ve neden İsrail'e o
belgeleri vermediğimizi sormuş. Belgeleri verdik."
Mossad-CIA
ilişkileri farklı kaynaklarda da şöyle ifade edilmektedir:
"Mossad,
Ortadoğu'daki soğuk savaşta Amerika'nın en büyük yardımcısıdır. İlişkiler tek
bu yönde kalmadı, İsrail'in nükleer silah imal edebilmesi için dışandan yardıma
ihtiyacı vardı. Bu iş de Washington'a kalıyordu. Belgeler gösteriyor ki
1950'den beri İsrail istihbarat ajanları Amerikan hükümeti yetkililerinden
hassas istihbarat ve teknik bilgileri almak için şantaj yapmışlar, gizli
dinleme cihazı yerleştirmişler, telefonları gizlice dinlemişler ve rüşvet
teklif etmişlerdir. CIA, Mossad'la aralarındaki iş birliğinin derecesinin
oldukça yakın olduğunu ve o yüzden birbirleriyle ilgili casusluk yapmaya gerek
bile kalmadığını onaylamaktadır.
ABD
hükümetinin istihbarat kalesi Harvard Üniversitesi Profesörü Nadav Safran,
Ortadoğu Çalışmalan Merkezi'nin başında bulunuyordu. Safran CIA'den maddi
destek alırken, aynı zamanda Mossad'la da ilişki içindeydi. Harvard
Üniversitesi Basın Müdürü Arthur Rosenthal da CIA'in maddi desteğini biliyordu.
Amerikan Yahudi Komitesi II. Başkanı ve Safran'ın Harvard'daki önde gelen
kefili Henry Rosovsky'nin, CIA bağlantısını bildiği ortaya çıktı." (Middle
East International, 10 Temmuz 1986)
CIA, ABD'deki
Yahudi lobilerinin yanı sıra İsrail'le de yakın işbirliği içindedir:
"
1960'larda CIA'deki en hassas harekatın kod adı KK Mountain'di (KK, CIA'in
İsrail'le ilgili belge ve mesajlarda kullandığı kendi adıdır). Ve Mossad'a
yapılan yıllık milyonlarca dolarlık nakit ödemeleri sağlıyordu. Buna karşılık
da Mossad, ajanlarını Kuzey Afrika ülkelerinde ve Kenya, Tanzanya ile Kongo
gibi ülkelerde Amerikan ajanlarının vekilleri gibi davranmakla görevlendiriyordu.
1979'da Amerika'nın en önemli askeri sırrı yörüngedeydi. Müstahkem
mevzilerin ürkütücü, paha biçilmez değerdeki fotoğraflarını çekiyordu. KH-ll
diye bilinen bu uydu, bir teknoloji harikasıydı. Çektiği resimler dijital
olarak anında yer istasyonlarına ulaştırılıyor ve haberalma birimlerince
anında analiz ediliyordu. tik KH11 uydusu jimmy Carter'ın, Başkan Gerald R.
Ford'u yenmesinin ardından 1976'da fırlatıldı. Carter yönetimi, Ford'un izinden
gitti ve yüksek kalitedeki resimlerin başka ellere geçmesine izin vermedi.
Haberalma konusunda Amerika'nın en yakın müttefiki olan İngiltere, fotoğraflar
sınırlı ölçüde ve ancak yeri geldiğinde görebiliyordu. Yoğun güvenlik sistemi,
Başkan Carter'ın İsrail'e KH-ll fotoğrafları vermeye karar vermesiyle delindi.
Anlaşma İsrail'e, komşuları Lübnan, Suriye, Mısır ve Ürdün'ün sınırları içinde
160 km. mesafeye kadar olan yerlerdeki her türlü askeri harekatı ya da başka
tehdit edici faaliyetlerle ilgili olarak uydunun kaydedeceği bilgileri elde
etme izni veriyordu. Jimmy Carter'ın bu yüksek teknolojik görüntüleri İsrail'e
verme kararı, Amerikan istihbaratının bazı üst düzey yetkililerince kuşkuyla
karşılandı. Aslında bu, bir yıl önce Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'la Camp
David'de başarılı bir zirve toplantısı gerçekleştiren İsrail Başbakanı Menahem
Begin'e bir ödüldü. Bu yetkililer, Beyaz Saray'dakilerin pek çoğunun anlamadığı
bir şeyi anlamışlardı: Sisteme İsrail boyutunu katmak büyük bir taahhüttü.
KH-ll, zamanının, uzay keşifleri için en ileri, en gelişmiş teknoloji
ürünüydü. Yaklaşık 19 metre boyundaki uydunun can alıcı unsuru, kamerasının
önündeki aşağıya bakan aynasıydı. Bir periskop gibi bir yandan bir yana dönen
kamera sayesinde uydu, atmosferde yol alırken tek bir bölgeyi izleyebiliyordu.
Sonuçta alışılmamış boyutta yüksek kalitede stereoskopik bir görüntü elde
ediliyordu ki, bunu bilgisayarla daha da mükemmelleştirrnek mümkündü. KH-ll
yöneticilerinin amacı, uydunun programını dikkatle ve öncelikleri hesaba
katarak planlamak, doğru yerde, doğru zamanda bulunmasını sağlamaktı. lyi
yönlendirildiği takdirde, milyonlarca dolara mal olan bu uydu, sınırlı miktardaki
yakıtıyla çok daha uzun bir süre yörüngede kalıp, çok daha fazla bilgi
toplayabilecek, daha 'hesaplı' olacaktı. Ne var ki, Carter'ın İsrail'in KH-ll'e
doğrudan 'girmesine' izin veren kararı, bazı Amerikan haberalma birimlerinin
uydudan daha az yararlanması demekti. İsrailliler ise, KH-I1 anlaşmasını Carter
yönetiminin kendilerine duyduğu saygının ve desteğin bir belirtisi şeklinde
değerlendirdiler. 1 979 anlaşmasına göre, özel istihbarat isteme hakları
vardı. Her istekleri tek tek ele alınıp inceleniyordu. Bu durum, İngiliz
haberalma yetkililerini çılgına çevirdi. Kendileri, ll. Dünya Savaşı müttefiki
ve NATO üyesi oldukları halde bu bilgilerden yararlanamazken, İsrail bu şansa
sahipti. İsrail gerçekten de KHl l'den en değerli İstihbaratı elde ediyordu. Bu
konuda, CIA Başkanı William J. Casey'nin kilit adam olduğuna dair işaretler
vardı. Casey, göreve geldiği günden beri uydu fotoğraflarının İsrail'le ortak
kullanımını heyecanla destekliyordu ve daha ilk günlerde İsrail inibat
görevlilerine, CIA merkezine yakın bir özel büro tahsis edilmesini emretti.
Bundan amaç, KH-ll fotoğraflarıyla ilgili Amerikalı görevlilerle İsrail
görevlilerinin doğrudan temasını kolaylaştırıp tüm önemli bilgilerin ellerine
geçmesini sağlamaktı. Zira İsrail için neyin daha önemli olduğunu ancak
Israilliler bilebilirdi.
Eski bir NSA
üst düzey yetkilisi, Reagan döneminde Israil askeri yetkililerinin, KH-ll
uydusunun yeni görev ve yörüngesinin tespiti için yapılan Pentagon toplantılarına
katıldıklarını öğrendiğinde öfkeden deliye döndüğünü söyledi. 'Bunu kim duysa
saçını başını yolmak geliyordu içinden' dedi. Ne var ki, bir başka Amerikan
istihbarat yetkilisi bu konuda çok daha rahat görünüyordu. 'Gerçekten de pek
çok kişi bunu öğrendiğinde neye uğradığını şaşırıyordu, ama ben bunda bu kadar
büyütülecek bir şey görmüyorum doğrusu' dedi. Ona kalırsa, Israil'e bilgileri
doğrudan edinme izni verilmesi bir uzlaşmaydı. 'İsrail önemli hiçbir şeyin
gözünden kaçmasını istemiyordu.' Zira Sovyet ve Doğu Avrupalı Yahudi göçmen
dalgaları İsrail'e akınaya devam ediyordu. Angieton ve İsrail'de aynı işi yapan
meslektaşları, Yahudi göçmen akınını yönettiler. CIA'dekilerin çoğunun fark
ettiği gibi, Sovyet Bloku içinden en önemli bilgileri, ilk savaş sonrası
yıllarında batıya sağlayanlar Yahudi göçmenlerdi. Programların bazıları, KK
Mountain'ın bir bölümü olarak CIA kontenjan fonlarından finanse edildi.
Pentagon'a atanan İsrail yetkilisi, KH-11 programı görevlisine İsrail'in
ihtiyacı olan bilgilerin neler olduğunu belirtiyordu sadece. KH-11'in
resimleri Washington'a ilettiği esnada yanında durup beklemesine de izin
veriliyordu. Richard Allen'a göre de İsrail'in KH-11 anlaşmasını İstisınan o
kadar önemli değildi doğrusu: 'Pentagon'da dostları vardı ve daha geniş
bilgileri gayrı resmi olarak sağlayabilirlerdi' diyordu. Güçlü bir İsrail yanlısı
olan Allen, bundan etkilenmediğini söylüyordu. Gerçekten de Amerikan istihbarat
birimlerinde bile, 1981'de İsrail'in, neden Sovyetler Birliği'ne ait uydu resimlerini
topladığını ve de Sharon'un neden bu bilgileri edinmekte bu kadar ısrarlı
olduğunu anlayabilen pek fazla kimse yoktu. Aslında İsrail'in kendisi de artık
bir nükleer güçtü.
Yüksek düzeyde yetkili ve bilgili Amerikalı ve İsrailli kaynaklar iki ülke
arasındaki istihbarat ilişkisinin oldukça iyi olduğunu belirttiler. Bundan
daha önemlisi iş birliği olmasıdır. Hatta, neredeyse 'yüksek derecede hassas
istihbarat alanlarında' aralarında belirli bir iş bölümü yapmışlardır.
İstihbarat ilişkileri İsrail'le Amerika arasında sağlam bir şekilde ilerledi.
Adeta iki ülke istihbarat konularında aynı dalga boyundaydılar. Washington'daki
İsrail Büyükelçiliğindeki Mossad vekili, CIA ile yakın ilişkiler
içerisindeydi. Görev yapan Mossad ajanları başka isim altında ABD'de
çalışmalarını yürütmekteydiler. İsrail yetkilileri hemen hemen her gün CIA
liderleriyle görüşüyor ve çalışıyordu. Kissinger bu iki teşkilatın yakın
bağlantısının farkındaydı. Washington'daki İsrail Büyükelçiliği diplamatlarımn
bütün vakti, Amerikan Dışişleri Bakanlığı Ulusal Güvenlik Konseyi, Pentagon ve
CIA'deki uzmanlardan bilgi toplamakla geçmekteydi. Yıllarca, İsrail Savunma
Bakanları Washington'a yaptıkları ziyaretler sırasında CIA direktöderiyle
buluşmuşlardı. Bu toplantılar hiçbir zaman halka açıklanan programlarda kayıtlı
değildir. Fakat düzenli olarak gerçekleşmektedir. Mossad Başkanı Washington'u
sıkça ziyaret etmektedir. Bu tür gezilerden kamuoyunun haberi olmasa da, çok
nadir kendilerinin başkalarınca fark edilmesine izin verirler. Mossad Başkanı
resmi misafir listesinde kesinlikle 'Mossad
Başkanı' olarak geçmez. Amerika'daki CIA Başkanı'nın tersine, İsrail'de
onun kimliği çok gizli tutulur. içerdekiler bilmese de CIA ve Mossad'ın
ilişkileri uzun yıllardır kuvvetlidir. Bu ilişkiler en çok CIA'in casusu ve
İsrail'le yapılacak gizli ilişkiler şefi olan James ]esus Angieton zamanında
artmıştır. Bir Amerikalı istihbarat uzmanı şöyle diyor: 'İsrailliler Amerikan
hükümetinin her tarafına nüfuz etmişlerdir.' Dergide Mossad'ın, hükümetin
içinde veya dışındaki Amerikalı Yahudilerin yardımlarıyla bir açık veya zayıf
yön aradıklarını veya hükümetin İsrail'e vermek istemediği teknik bir
İstihbaratı almaya çalıştıkları söyleniyordu. Üst düzeyde bir CIA ajanı dergide
şöyle diyor: 'Mossad herhangi bir üstün ve sivrilmiş Yahudi'ye gidip yardım
isteyebilir.' CIA'deki İsrail masası şefi james jesus Angieton döneminde CIA'e
pek çok Yahudi alındı ve bunlar çok önemli konumlara getirildi."
Kontralar, Uyuşturucu Baronları ve Silah Ticareti: Mossad'ın
'Arka Bahçesi' Latin Amerika
İsrail,
Nikaragua'daki kontralardan tutun da Kolombiya'daki askeri ve polis
güçlerinden, Medellin kartelindeki kokain baraniarına kadar Latin Amerika'daki
diktatörleri, devlet terörü yapanları eğitmekte, yönlendirmekte ve silahlandırmaktadır.
İsrail'in yönlendirdiği uyuşturucu ticaretinin en önemli parçalarından biri de
Panama'dadır.
"Mossad
ajanı Mike Harari, Panama'ya özel bir görev için gönderilmiştir: Harari,
İsrail Hükümeti için çalışırken Panama diktatörlerini.n yakın dostu olmuştur.
Michael Harari, General Manuel Nariega'nın arkasındaki adam diye bilinir.
Harari, Mossad'ın el altındaki operasyonlarına başkanlık ederdi. Kendisi
Panama'da 'Deli Mike' diye bilinir. Generalin akıl hocasıdır."
"Bazı
İsrailliler Latin Amerika'ya tamamen yerleştiler. Bunların arasında % 5-10
komisyon karşılığında İsrail silah endüstrisi ile diktatörlük arasında aracılık
görevi üstlenen silah tüccarları var. İsrailliler Guatemala, Honduras, El
Salvador ve Kolombiya'da askeri ve polis güçlerini eğittiler. 1989 Ağustos
ayında dünyaya yayılan bir video kasette Albay Yair Klein ve diğer
İsraillilerin, kokain baronu Medellin'in suikast birliği olarak bilinen
Kolombiya ordusunu eğittiği ortaya çıktı. Sadece Nikaragua değil, fakat Latin
Amerika'nın herhangi bir yerindeki diğer bir faktör, ABD'nin faşist
müşterilerinin başka bir yerden silah satın almasıydı. Bu, özellikle İsrail'di.
İsrail, 4 yıl
boyunca Latin Amerika'nın diktayla yönetilen ülkelerinde sağ kanatlara askeri
teçhizat yardımı yapan destekçilerin başıydı. Ülkenin silah ihracatının önemli
bir kısmı oraya gitti. 11 (The Middle East
International, Ağustos 1987)
İsrail Latin
Amerika'da dostlar edinmekle kalmamış, gerçek hayranlar kazanmıştır. Bunlar,
Şili'de General Pinochet, Guatemala'da General Romeo Lucas Garcias, El
Salvador'da Roberto D'Aubuisson, Paraguay'da General Alfredo Stroessnar ve
Nikaragua'da Somozo Debayle'dir.
İsrail,
istihbarat ve gizli polis konusunda da Pinochet rejimine özellikle yardımcı
oldu. Şiiili liderler İsrail'e ve İsrail-Şili ilişkisine pozitif duygular
besliyorlardı.
Guatemala'da
İsrailli askeri danışmanlar görev yapmaktaydı. Korkunç katliamlardan sorumlu
olan rejim, başarısını çok sayıda İsrailli danışmanın sağladığı güce
borçluydu. Guatemala'nın önceki kanlı Lucas Garcia rejimi, İsrail'e duyduğu
hayranlığı açıkça dile getirmişti.
İsrail'in
Paraguay Başkanı Stroessner ile olan ilişkisinden İsrail basınında 'mükemmel'
diye bahsediliyordu. Diktatör El Excelentisimo sadece İsrail yapımı silahlar
kullanıyordu ve İsrail silahlarının iyi bir müşterisiydi.
Tegucigalpa'da
bir Mossad istasyonu vardır. Mossad bölgede İsrail'in yaptığı operasyonlarla
meşguldür. Bu operasyona kontralan eğitmek de dahildir. İsrail, Orta Amerika
tarihinin bir parçası olmuştur. 1975'de İsrail, bölgeye büyük bir silah satış
kaynağı olarak girdi. Time dergisine göre 1984'de İsrail'in bölgedeki silah
satışının tutarı 12 milyon dolardı. Bu bölge çok fakir olduğu için birkaç
milyonluk silah binlerce insanı donatır, aynı CIA kontralannda olduğu gibi.
Birçok Orta Amerikalı general İsrail'e hayran olduklarını sık sık
belirtmişlerdi. 11
Bölgedeki generallerle İsrailli emekli subaylar arasında kişisel
ilişkiler vardır. Bu subaylar Orta Amerika'da dolaşıp kendi kişisel
yardımlarını teklif ederler. İsrailli teknisyenler de resmi ilişkilerin sonucu
olarak bu bölgeye giderler. Bu generallerin İsrail'le bağlantıya geçmeyi
tercih etmelerinin bir sebebi de ABD'deki güçlü İsrail lobileridir.
KGB
KGB (Komitet Gosudarstvennoy BezopasnostiDevlet Güvenlik Komitesi),
SSCB'nin gizli servisiydi. Şu anda yerini FSB adlı örgüt almış olmasına
rağmen, bu isim değişikliğinin sadece görünüşte olduğu ve KGB'nin ad
değiştirerek faaliyetlerini sürdürdüğüne birçok insan ve örgüt inanmaktadır.
KGB, 1954 yılında İç İstihbaratın NKVD birimi ve İçişleri Bakanlığının
MVD biriminin birleşmesiyle meydana geldi. Merkezi Moskova'daki Lubyanka
Meydanı'nda bulunuyordu. 1991 Ağustos'undaki ihtilal girişiminde, zamanın KGB
Başkanı General Vladimir Kryuçkov'un rolü olduğu ispatlanmıştı. General Vadim
Bakatim'e verilen emirle, KGB 6 Kasım 1991'de resmen lağvedilmiştir. Rusya'da
KGB'nin görevini FSB (Federal Güvenlik Teşkilatı) üstlenmiştir. Beyaz
Rusya'daki gizli servisin adı halen KGB'dir.
Bolşevik ihtilalinden bu yana Sovyetler Birliği tüm politikalarında
sadece taktik değişiklikler yapmıştır. Fakat Sovyetler Birliği her zaman tek
örgüt tarafından yönetilmiştir. Bu örgütün adı KGB'dir. Sovyetler Birliği
kurulduğu gün, dünya tarihine yeni bir sayfa açtı. Bu tarih yazılırken belki de
en önemli payeyi KGB üstlendi. Bir zamanların efsane örgütü, dünyanın
her yerinde tüm gizli servisleri peşinden koşturdu. KGB, yani Rusça açılımıyla
"Komitet Gosudarstvennoy Bezopasbosti" örgütün resmi adıdır.
Türkçe'de manası Devlet Emniyet Komitesi'dir. Devlet Emniyet Komitesi,
"Halk Komiserleri Konseyi'nin" 20 Aralık 1919 tarihinde aldığı
kararla kurulmuştur. O dönem adı ÇEKA'ydı. lik yöneticisi Polanya asıllı
Feliks Edmundoviç Dzerjinski'ydi. Örgütün ilk karargahı Rusya Sigorta
Şirketinin el konulan Petrograd binasından Moskova'ya bu dönemde taşınmış ve
yıkılana kadar burada faaliyet yürütmüştür. Batılı kaynaklar, ÇE^A’nın kuruluş
dönemine ait nitelikli bilgilere günümüze kadar sahip olamamıştır. O nedenle
ÇEKA'nın o dönemdeki gücü hakkındaki bilgiler sınırlıdır. ÇEKA'nm Sovyet
halkına uyguladığı baskı kısa sürede kötü bir üne neden olunca, örgüt 1922
yılında yeniden organize edilmiştir. Bu dönemde ÇEKA lağvedildi ve yerine
Devlet Politik Direktörlüğü GRU kuruldu. Ancak GRU kurulurken, çalışanlarını
eski ÇEKA üyelerinden oluşturduğundan bu gelişmeye ancak kabuk değiştirme
denilebilir.
ÇEKA, GRU, OGPU, NKGB, NKVD, GUGB, MGB ve KGB derken Sovyet haberalması
filizleniyordu. Hepsi Politbüro'nun emrinde dallanan bu örgütler iç içe geçmeye
başladı. 1920'ler ve 1930'ların başında birçok Batılı devlet Savyerlerle
diplomatik ilişki kurmadılar. Böylelikle Sovyet elçiliklerine casusların
sızmasına fırsat vermediler. Bu yüzden Sovyet haberalması işlerin çoğunu
kanunsuz yollarla halletmeye başladı. Bu gelişme örgütün tam anlamıyla Gizli
Servis olmasını sağladı ve müthiş tecrübeler kazandırdı.
KGB su gibidir, bulunduğu zemine uygun hareket eder. Bu nedenle, yıllar
boyu ona karşı mücadele veren karşı gizli servisler KGB'nin tam anlamıyla
fotoğrafını çekememiştir. Yüzyıla yakın süren KGB avında, sonunda yakalanmayı
başaran KGB casuslarından elde edilen veriler bir araya getirilerek gerçeğe
yakın bir tablo oluşturulmuştu. Bu sır perdesi Sovyetler Birliği tamamen
ortadan kalkana kadarda sürmüştür denebilir. KGB tüm dünyaya yayılmış örgüt
elemanlarıyla günümüzün adeta GSM sistem ağlarını anımsatır. Elbetteki dünyada
mükemmel şey yoktur ve bu devasa örgütün de zafiyetleri bulunmaktadır.
KGB karargahı Kremlin binaları arasındaydı ve iki uzun bloktan oluşmaktaydı.
Kapılarında bu binaların ne olduğunu belirtir tabelası yoktu. Asıl bina
Dzerzinsky Meydanı No: 2'ydi. ÇE^4’nın faaliyet gösterdiği eski binanın
ortasında bir avlu ve bu avlunun yanında meşhur Lubyanka hapishanesi vardı. Bu
hapishanede Sovyet tarihinin önemli şahsiyetleri idam sehpalarına
götürülmüştür. Latin Amerika'da gerilla olarak görev yapanlar, Suriye'de
Filistinlileri eğitenler, ABD topraklarında Amerikalı gibi rol yapanlar, Beyaz
Rusya'da dini yasaklayanlar, Orta Asya'da muhalifleri ezenler, dünyanın her
tarafına yayılmış yaklaşık 90.000 kişilik ajan kadrosu için Dzerzinsky merkez
bina olarak kabul edilir ve buradan yönetilirdi. Bu rakam batılı gizli
servisierin elde ettikleri verileri paylaşarak ortaya koyduğu tablodur ve bu
kadroya büro işçisi, bina muhafızı gibi görevleri yapan 400.000 kişilik destek
memurları dahil değildi.
KGB bu devasa kadrosuyla insanlık tarihinin en büyük gücüydü. Cengiz
Han'dan günümüze, bu denli personel istihdam eden bir örgüt daha dünyaya
gelmemiştir. Bu sayının anlamı CIA ile karşılaştırıldığında daha manidardır.
CIA tüm faaliyetlerini tahminen 18.00020.000 kişiyle yürütmektedir. KGB'nin
ana karargahı Dzerzinsky binası olmasına rağmen, operasyon büroları
Moskova'nın çeşitli semtlerine dağılmış binalardaydı. 1972 yılından sonra dış
operasyondan sorumlu büroların çoğu çevre yolu üzerinde yeni bir binaya taşınmıştır.
KGB personeli bir iç kontrol ağıyla çevriliydi. Parti oligarşisi bu ağı
kendi emniyeti için elzem görmüştür. KGB, teoride her ne kadar Bakanlar Kurulu'na
bağlı olsa da aslında Politbüro'ya karşı sorumluydu. Raporlar doğrudan
Palithüro l. Sekreteri'ne (Bu makam Politbüro'da ikinci derece icra
makamıdır, SSCB'nin iki numaralı adamı da denebilir) verilmekteydi. Politbüro,
KGB'nin günlük işlerini Palithüro Merkez Komitesi Idari Işler Departmanı
vasıtasıyla kontrol ediyordu. Bu departmanın izni olmadan KGB eleman angaje
(başka servisten adam çalma) edemezdi. Dış göreve ajan gönderemezdi. Bir KGB
mensubunun kariyeri boyunca terfisinden görev yapacağı alana kadar bu büronun
alacağı kararlara bağlıydı. KGB gizliliğe emsallerinden daha fazla önem
vermişti. Bu önem kimi yerde kendisini
paranaya noktasına kadar sürüklemişti. Öyle ki merkez binada en küçük notun
bile çöpe gitmesi kontrol altındaydı. Dış operasyonlar ve elçilik faaliyetleri
kişiye özel kriptolarla yapılıyordu. Kimi zaman yıllarca üzerinde çalışılan
bir operasyonun yöneticisi batıya sığınır veya yaşamını yitirir, yerine
gönderilen subay bu kriptolar yüzünden operasyonun hangi safhada olduğunu
anlayamaz ve süreç sil baştan başlardı. Bu süreç güvenlik sağladığı gibi, büyük
maddi ve zaman kaybına da neden oluyordu. Gizlilik merakı KGB'de kast
sisteminin oluşmasına neden olmuştu. Subaylar yukarıdan aşağı inen komuta
zincirine tabi tutulmuştu. Alt birimler üstlerinden gelecek komutlara muhtaçtı.
Bu nedenle yükselrnek isteyen bir subay veya merkezden haberdar olmak
isteyenler, kişisel ilişkiler peşinde koşuyorlardı. Bu çaba KGB'nin gizlilik
perdesine inen en büyük darbelerden birisiydi.
KGB'nin amblemi kalkan
üzerinde baş aşağı duran kılıçtı. Bunların tam ortasına bir de kızıl yıldız
eklenmişti. Amblemdeki kızıl yıldız devrimi, kalkan rejimin bekçiliğini,
kılıçsa rejimin tüm dünyaya yayılma arzusunu ifade ediyordu.
KGB muazzam kadrosu, hakimiyet
alanı, kaynakları ve sorumluluklarıyla devasa bir boyuttaydı. Bir anlamda bu
örgütü yöneten dünyaya hükmetmiş sayılıyordu. Örgüt başlıca dört genel müdürlüğe,
yedi bağımsız müdürlüğe, altı bağımsız bölüme bölünmüştü.
KGB'NİN YAPISI
KGB Başkanı
1-
Kollegium
2-
Sekreterlik
3-
Genel Müdürlük
a)I. Genel Müdürlük
b)II. Genel Müdürlük
c)V. Genel Müdürlük
d)Sınır Muhafızları
DDoğrudan Genel
Müdürlüğe Bağlı Müdürler (Daireler)
f IIII. Daire
f 2Teknik
operasyon
f 3Personel
f 4İdare
f 5VII. Daire
f 6VII. Daire
f 7IX. Daire
f 8Arşiv,
Muhasebe, Emniyet vs. destek birimleri
KGB'nin ana
şeması böyle olmakla birlikte, bir de bunlar kendi içlerinde bölümlere
ayrılmaktaydı.
1.
Genel Müdürlük
1-
Sekreterlik
2-
Parti Komitesi
3-
Kanundışı direktörlüğü
4-
Bilimsel ve Teknik Servis
5-
Enformasyon Servisi
6-
Kontr-Entelijans Servisi
(Casus Avcıları)
7-
Planlama-Analiz
8-
Bölümler (Bölümler başlığı
da kendi içinde aşağıdaki gibi açılım yapıyordu)
a)Kuzey Amerika sahasından sorumlular
b)Latin Amerika sahasından sorumlular
c)Çin sahasından sorumlular
d)Ortadoğu sahasından sorumlular
e)Batı Avrupa sahasu\dan sorumlular
0İdari operasyonel takviye
birlikler
g)İhtisas
operasyonlar bölümü, dost servisler ve Sovyet "cover" birlikleri.
Sovyet Askeri
Haberalma teşkilatı olan GRU askeri casuslukla ilgileniyordu. Bu alanın
dışındaki tüm dış operasyanlara KGB'nin I. Genel Müdürlüğü bakıyordu. Bu genel
müdürlük üç ana direktörlüğe bölünmüştü. Bunlar Kanundışı, Bilimsel ve Teknik
Servis, Planlama-Analiz direktörlükleriydi. Ayrıca iki özel servisi vardı: Yalan
Haber Yayma ve Fiili Hareketler Servisi. Ayrıca bunlara ilaveten 16 ayrı bölümü vardı.
Bunlardan ilk lO tanesi aynı dil konuşulan coğrafyalarda operasyonlar
yapıyorlardı.
Kanundışılar
Direktörlüğü veya kısa adıyla "S" direktörlüğü; yabancı ülkelerde
kanunsuz olarak ve sahte kimlikle yaşayan KGB ajanlarını seçerdi. Adaylar
ideolojilerine, soğukkanlılıklarına, dil becerilerine ve kültür derecelerine
bakılarak seçiliyorlardı. Bu ajanlar genellikle ideolojik düşünceleri nedeniyle
vatanlanndan kaçan ve Sovyetlere iltica eden siyasi sığınmacılar arasından
bulunuyorlardı. Örnek vermek gerekirse İspanya iç savaşından kaçan komünistler,
Sovyetlerde eğititerek aynı dili konuşan Latin Amerika'ya ajan olarak
gönderilmişlerdi.
Genelde gizli
ajanlar eğer tim olarak görev yapmayacaksa tek tek eğitilir ve her birine
Moskova'da ayrı daire tahsis edilirdi. Böylece mesai arkadaşlarınca deşifre
olmaları engellenirdi. Tüm gizli servislerde olduğu gibi her ajan, kariyeri
boyunca mutlaka kanundışı olarak (casus olarak) ülke dışında görev yapardı. Bu
görevi yerine getirirken merkez desteğinden yoksundu ve hayatta kalması
kişisel yetenekleriyle ölçülürdü. Ajanlığın gerçek manasıyla yaşandığı evre bu
dönemdi. Bu zorlu sınavdan geçerek hayatta kalmayı başaranlar, ardından
elçiliklerde diplomatik dokunulmazlıkla "cover" olarak göreve devam
ediyorlardı. Bu kariyerin sonu ajan öğretmenliği ve ardından emekiilikle
sonuçlanmaktaydı.
Bilimsel ve
Teknik Servis veya diğer adıyla "T" direktörlüğü; Batının nükleer
füze, uzay araştırmaları, stratejik bilimler, sibernetik ve endüstri alanındaki
sırlarını çalmak için çalışmaktaydı. Bu direktörlük doğrudan doğruya operasyon
yapıyor ve diğer birimlere teknik konularda destek oluyordu.
Planlama-Analiz
ya da diğer adıyla "I" direktörlüğünün görevi eski operasyonları
incelemek ve kullanılan yöntemleri, hataları tespit ederek, yeni nesil
ajanlara aktarmaktı. Meslek içi kültür hizmeti görür ve casusluğun
inceliklerini eğitimlerde kullanılmak üzere sistemleştirdi. Bu faaliyeti tüm
gizli servisler yapar ve dost servislerle bile bu bilgileri kısmen
paylaşırlardı. Bir bilginin istihbarat olarak elde edilmesi sürecindeki bu
yöntemler, dünyanın en iyi korunan ve hiçbir kitaba şimdiye değin konu olmayan
casusluğun nasıl yapıldığına yönelik sistem bilgileridir. Kimi zaman imkansız
gibi görünen bir bilginin elde edilmesi sürecinde, bilgi bir ajan tarafından
hiç akla gelmeyecek bir yöntemle ele geçirilebilir. Bu yöntemin yeniden ve
daha iyi nasıl uygulanabileceği gözden geçirilerek, bu departman tarafından
sistemleştirilirdi. Geçmişi eskilere dayanan gizli servisierin başarısı bu
bilgi birikiminde gizlidir. O nedenle darbeyle dahi gelse hiçbir rejim eski
gizli servisi dağıtarak yenisini kuramaz. Yapacağı tek şey tabelayı değiştirmek
olacaktır.
Enformasyon Servisi ya da diğer adıyla "Özel I" servisi; rakip
gizli servisierin ne yaptığıyla değil ne yapmadıklarıyla ilgileniyordu. Servis
tüm dallardan istihbarat bilgileri derliyordu. Parti liderleri için haftalık
istihbarat raporları hazırlıyordu. Ancak KGB tüm dünyadan elde edilen
istihbarat bilgilerinin ve çalınan belgelerin geçerliliği konusunda çok titiz
olmasına rağmen, bu bilgileri bağımsız bir kanalda inceletmemekteydi. Bu
birimin eksikliği ileride KGB'ye çok pahalıya mal olacaktı. 17 Mayıs 1941
yılında Richard Serge (dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ajanı olarak kabul
edilir), Almanların Sovyet Rusya'ya taarruz için 170'le 190 tümen arasında bir
kuvvetle yığmak yaptıklarını Tokyo'dan bildirmişti. Richard Serge'nin Tokyo'dan
bildirdiği bu bilgi Alman Genelkurmayı'na sızan Sovyet ajanları tarafından
teyit edilmesine rağmen, Stalin bu bilgiyi değerlendirememişti.
Kontr-Entelijans Servisi ya da diğer adıyla "Özel II" servisi;
adında savunma olmasına rağmen saldırgan operasyon yapan bir bölümdü.
Sovyetlerde karşı casusluk faaliyeti yapmaktan çok karşı gizli servisierin
kontr entelijans bölümlerine adam sokmak için çabalıyordu. Bundaki amaç KGB
casuslarının dış ülkelerdeki güvenliğini sağlamaktı. Kontr-entelijans servisi
ayrıca Sovyetler dışında yaşayan tüm sivilleri de (elçilik görevlileri vb.)
izlemekteydi. O nedenle bu siviller için en korkulu servislerden birisiydi.
Kontr-entelijans subayının bu insanlar hakkında vereceği en küçük olumsuz
rapor, kariyerlerinin sonu anlamına geliyordu. Bu servis, dünyaca ünlü Ml6'ya
ve CIR’ye başkan yardımcılığı konumuna bile adam sokmayı başarmıştı.
Yerleştirmeyi başardığı bu casuslar yıllarca MI6 ve CIA'de iki numaralı adam
olarak görev yapmıştır.
Yalan Haber Bölümü ya da diğer adıyla "A" servisinde görev yapan
insanlar gerçek birer dehaydılar. Görevleri yabancı devletlerin kararlarını
etkileyecek operasyonlar yapmaktı. Yabancı toplumların moralini bozacak, fitne
çıkaracak eylemler yapmışlardı. Bu birim, aynı zamanda Sovyetler Birliği
aleyhinde faaliyet yürüten kişileri karalamak için de kişiye özel operasyonlar
gerçekleştirmiştir.
Fiili Eylemler Bölümü ya da diğer adıyla "bölüm V"; KGB'nin batıdan
gizlerneye çalıştığı en gizli bölümüydü. Çünkü bu olağanüstü gizli örgüt
Sovyetlerin politik cinayetlerini, adam kaçırmalarını, sabotajlarını
düzenliyordu. Bu eylemiere KGB literatüründe "Islak Işler" deniyordu.
Bölüm V'de görev yapan bir ajana ıslak iş emri geldiğinde, bunun anlamı kan
akacağıydı. Bu bölüm aynı zamanda öyle global eylem planları hazırlamıştır ki,
bu plan ancak uluslararası topyekun bir savaş riski ortaya çıktığında
uygulanacaktı. Böyle bir risk belirdiğinde bölüm V harekete geçerek, tüm rakip
ülkelere önceden hazırlanmış bir dizi operasyon yapacaktı. Bu operasyonlar sonunda
rakipierin sinir sistemi kesilerek hareket edemez hale getirileeekti
(ayaklanmalar, sabotajlar vb).
I. Genel Müdürlük
dünya çapındaki çalışmalarını coğrafi bölümlere ayırarak yürütmektedir. Bu
bölümler aynı dili konuşan ülkeler esasına göre düzenlenmiştir.
1.
Bölüm: ABD ve Kanada
2.
Bölüm: Latin Amerika
3.
Bölüm: Ingiltere,
Avustralya, Yeni Zelanda ve İskandinavya
4.
Bölüm: Almanya ve Avusturya
5.
Bölüm: Fransa, İtalya,
Ispanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg
6.
Bölüm: Çin, Kuzey Kore ve
Vietnam
7.
Bölüm: japonya, Hindistan,
Endonezya, Filipinler ve Güney Asya
8.
Bölüm: Türkiye, Arap
ülkeleri, Yugoslavya, Yunanistan, Iran, Afganistan ve Arnavutluk
9.
Bölüm: Afrika'da İngilizce
konuşulan ülkeler
10.
Bölüm: Afrika'da Fransızca
konuşulan ülkeler
11.
Genel Müdürlük
SSCB içindeki
Sovyet halkı ve yabancıların kontrolünden sorumluydu. II. Genel Müdürlük on
iki direktörlükten kurulmuştu. Bu on iki direktörlük çift yönlü görev
yapıyorlardı. Hem yabancı diplamatlan avlıyorlar, hem de bu yabancıların Sovyet
yurttaşlarıyla izinsiz temasını engelliyorlardı. Bölümlerin görev dağılımları
ülkelere göre düzenlenmişti.
1.
Bölüm: Kuzey ve Güney
Amerika
2.
Bölüm: Birleşik Krallık
3.
Bölüm: Almanya, Avusturya,
İskandinavya
4.
Bölüm: Batı ulusları
5.
Bölüm: Gelişmiş Avrupalı
olmayan uluslar
6.
Bölüm: Gelişmemiş Avrupalı
olmayan uluslar
Bu birim altmış
kadar yüksek rütbeli memur, avlayıcılar, sevk memurları, ihtiyat birliği,
gözetierne direktörlüğünden geçici görevle alınmış üç yüz gözlemciden
kuruluydu. Il. Genel Müdürlük karargahı ABD elçiliğiyle aynı semtte, dış
cephesi depo görünümünde beş katlı bir binaydı. Ancak bu müdürlüğün Moskova'da
emrine tahsis edilmiş birçok apartman vardı. Bu apartmanlarda tesadüfen Sovyet
yurttaşları ile karşılaştıklarını sanan yabancı uyrukluları avlıyorlardı. Bu
birimin tipik görev tanımı şöyleydi: SSCB'ye gelmek isteyen bir yabancı vize
başvurusunda bulunduğu anda, bu birim KGB'nin tüm birimleriyle temasa geçerek,
gelen yabancı hakkında bilgi topluyordu. Gelenin kim olduğu, niçin geldiği, ne
kadar kalacağı, kaç yaşında ve sağlık durumu, istihbarat raporunda yer alıyordu.
Ardından vize başvurusuna olumlu veya olumsuz cevap veriliyordu. Bu kişi havaalanından
indiği anda bu birim tarafından izlenmeye alınıyordu.
Kaldığı otelde, katıldığı turlarda izlenerek bilgiler dosyasına kaydedilmekteydi.
Bu kişi gazete alırken dahi bir yurttaşla tek kelime konuşsa, o yurttaş bu
birim tarafından sorguya çekiliyordu. Moskova'daki hiçbir tur operatörü bu
birimin izni olmadan tur programını değiştiremezdi. Çünkü KGB önceden belli bu
programa göre tertip almıştı. Bu birim aynı yöntemle elçilik çalışanlarını ve
onların Sovyet yurttaşları ile kuracağı temasları da izlemekteydi. Tüm bu
işlemleri, ll. Genel Müdürlüğün birden altıya kadar olan bölümleri aralarında
görev taksimi yaparak yerine getiriyordu. Altıdan on ikiye kadar olan bölümlerse
yabancı öğrencileri, öğretim görevlilerini, gazetecileri, basılı yayınları ve
yayınevlerini, parti üyelerini ve rüşvet konularına bakıyordu. Ancak bunlardan
sadece 12. bölüm diğerlerinden farklıydı ve görevi sadece Çin'den gelecek
yıkıcı faaliyetleri izlemekti. Buradan da anlaşılacağı gibi SSCB yöneticileri
sanıldığı gibi kendilerine en yakın tehlike olarak Batı'yı değil, Çin'den
gelecek ithal rejimi görmekteydi.
II. Genel
Müdürlüğün emrinde ayrıca bu bölümlerin dışında iki birim daha vardı. Bunlar
Teknik Destek Grubu ve Endüstri Güvenliği Grubu'ydu. Teknik Destek Grubu'nun
görevi profesyonel hırsızlıktı. Bünyesinde yirmi-otuz civarında uzman hırsız
bulunuyordu. Bunların görevi girilmesi imkansız her yere girip çıkmaktı. Bu
elemanlar özellikle elçiliklere girerek kilitleri ve kasaları açıyorlardı. Her
türlü kapalı zarfı zarar vermeden açıp, tekrar kapatabilmekteydiler. Tüm
güvenlik önlemlerine rağmen hayalet gibi elçiliğin içinde rahatça
dolaşabiiiyorlar ve her şeyi filme alıyorlardı.
Endüstri
Güvenliği Grubu ise isminden de anlaşılacağı gibi kritik üretim tesislerindeki
güvenlik kaçağına muhbirler vasıtasıyla mani olmaya çalışmaktaydı. Yine ayrıca
bu bölüm Sovyetlerin ticaret ilişkisi içinde bulunduğu ülkelerde, gizli
faaliyet imkanları araştırmaktaydı. Tüm bunlarıysa limanlara giren çıkan
yabancı gemicileri avlayarak, ticaret odalarına ve Dış Ticaret Bakanlığı'na
sızarak yapmaktaydılar.
V. GENEL MÜDÜRLÜK
SSCB
yurttaşlarını izlemeye yönelik kurulmuş iç istihbarat birimiydi. Ozetle
görevleri şöyleydi:
1-
Dini baskılamak, kontrol
etmek ve yönlendirmek.
2-
Etnik azınlıklara baskı
yapmak ve milliyetçilik akımlarını engellemek.
3-
SSCB dışında akrabaları
olanlan ve bu akrabalarını SSCB içinde görmeye gelenleri izlemek.
4-
Dışandaki Sovyet göçmen
gruplarını nötralize etmek.
5-
Yasak kitap, dergi gibi
basılı yayınların yayınIanmasını ve dağıtımını engellemek.
6-
SSCB içinde yaşayan
Yahudileri izlemek ve baskı yapmak.
Sibirya'daki çalışma kamplarında daha çok ağır suçlular, rejim
muhalifleri, aydınlar ve etnik milliyetçiler misafir edilmişti. Kamplar
Sibirya'nın geniş coğrafyasına dağınık olarak yayılmıştı. Kimi kamplar daha da
ağır koşullara sahip, Sibirya'nın da kuzeyinde yer alan adalardadır. Buraya
giden kişiden umut kesildiği gibi, aileleri bu kişilerin bir mezarlarının dahi
olacağından emin olamamaktaydılar. Kamp ahşap evierden oluşan bir dizi yaşam
alanıydı. Alan askeri tesislerde olduğu gibi dikenli tellerle çevrilmişti.
Kamptan kaçmaya çalışacak kişinin, dışanda hayatta kalma şansı yok denecek
kadar azdı. Gün sabah 06.00'da içtima ile başlıyordu. Kampın ortasında bir
direk ve üzerinde termometre vardı. Hava ısısı 40 Cnin altına düştüğünde
mahkumlar çalıştırılmıyordu. O nedenle içtimadan sonra bir mahkum koşarak
direğe çıkar ve termometreyi kontrol ederdi. Ancak termometre sürekli
donduğundan, asla ısının 40 Cnin altına düştüğünü kimse göremezdi.
KGB Sınır
Muhafızları Genel Müdürlüğü
Bu birimin
300.000 kişiden oluşan seçme kara ve deniz birliği vardı. Modern silahiara
sahipti. Emirlerinde toplan, zırhlı birlikleri ve savaş gemileri vardı. Bu
gemilerle SSCB karasularının oldukça uzağına açılarak görevlerini yerine
getirmekteydiler.
Bu birim diğer bölümlere ajan eğittiği gibi, 3.500 civarında kendi
gözetmenine de sahipti. II. Genel Müdürlüğün emrine tahsis edilen 300
gözetmen, bu direktörlükten giderek görev yaparlardı. Buradaki ajanların
eğitimleri; şahıs tanıma, kendini gizleme, izleme-takip, takipten kurtulma gibi
şeyler üzerineydi. Bu kişiler profesyonel yaşamlarının tamamına yakınını,
sadece şüpheli izleyerek ve rapor yazarak geçiriyorlardı. Başka operasyanlara
katılmazlardı. Ayrıca görevlerinin icap ettirdiği gözetierne araçlarının
icadını ve imalatını da yapma kabiliyetine sahiplerdi. Kızılötesi fotoğraf
makineleri, kameralar, ses ve görüntü aktarma cihazları, takma bıyık, yüz ve
çeşitli elbiseler imal etmekteydiler. Ayrıca bu ajanların altlarına yüksek hızlara
çıkabilen araçlar tahsis edilmişti.
Burada görev alanlar, yüksek derecede güvenlik soruşturmasından
geçtikten sonra işe başlıyorlardı. Silah taşıma ve kullanma yetkileri vardı.
Bu silahları en etkili şekilde kullanma eğitimi almışlardı. SSCB tarihinde bu
birim kurulalı beri, hiçbir SSCB politikacısı çeşitli suikastiara rağmen, ne
vurularak yaralanmış ne de öldürülmüştü.
KGB'nin
Yalan Haber Operasyonları Derin Darbe
Robert Lee Johnson ABD ordusunda çavuştu. ABD'nin Avrupa Kuvvetleri'nde,
Berlin'de görev yapıyordu. Karakteristik özellikleri bir casustan oldukça
uzaktı. Bir casusta olması gereken "idealizm, hırs, irade, korkusuzluk ve
maceraperestlik" gibi duyguların yerine pornografik merak, ahlaksızlık,
para düşkünlüğü ve kumar tutkusu vardı. 1952 yılında Berlin'deki birliğinde
yazıcılık yapanJohnson, istediği göreve bir başka arkadaşının atanmasıyla
büyük bir hayal kırıklığı yaşamaya başladı. Johnson yaşadığı bu hayal
kırıklığının etkisiyle ordudan intikam almak istedi. Bunun için Doğu Berlin'e
geçerek SSCB'ye iltica etmek istiyordu. İltica talebi kabul edilirse, SSCB
radyosunda komünizm propagandaları yaparak Pentagon'u kızdıracaktı. O zamanlar
Berlin Duvarı henüz örülmeye başlamadığından, bir gece yürüyerek sarhoş halde
karşıya geçti. SSCB subaylanyla ilk teması böyle sağladı. SSCB subayı, durumu
görevli KGB ajanına havale etti. KGB ajanı karşısındaki silik adamın öyküsünü
iyice sorgulayarak, niyetini anlamaya çalıştı. Karşısındaki kişi işe
yararnazın tekiydi. Ancak KGB ajanı, johnson'dan iltica etmek yerine faydalı
bilgiler getirmesini istedi. Çavuş Robert Leejohnson'un KGB'yle ilk teması
böylece başladı. Robert Lee johnson kıyıda köşede ne kadar bilgi varsa KGB'ye
taşımaya başlamıştı. Ancak gelen bilgilerin istihbarat niteliği yoktu. Bu
yüzden KGB kendisine önemsiz ücretler ödüyordu. johnson aldığı bu paraları
hızla kumarda tüketerek, KGB için yeni çöpler toplamaya devam ediyordu. KGB bir
ara ondan kurtulmak istedi. Zira işe yarar bir yanı yoktu. Ancak ona
ödedikleri para o kadar önemsizdi ki, kalmasına karar verdiler. Robert Lee
johnson'dan sorumlu KGB ajanı, bir ara kendisine Kara Kuvvetleri'nden çıkarak
Hava Kuvvetleri'ne girmesini tavsiye etti. Böylece daha faydalı bilgiler
getirerek daha fazla kazanabilirdi. Ancak Johnson Hava Kuvvetleri'ne geçmeyi
başaramadı. johnson'nın tayini Texas'a çıkınca KGB'nin ilgisi daha da arttı. Artık
teması KGB'nin ABD'deki ajanları yürütüyordu. Robert Lee Johnson'dan füzeler
ve başlıklarla ilgili duyduğu her şeyi getirmesini istediler. johnson sağdan
soldan ne bulabildiyse, fotokopisini çekip bir araya getirerek KGB'ye ulaştırmaya
başladı. Bir ara NASA’nın kullandığı roket yakıtını merak eden KGB'ye, yakıttan
bir numune getirmeyi de başarmıştı. Bu başarısı için KGB johnson'a tam 1.000
dolar ödedi.
1960 yılına
gelindiğinde Robert Lee johnson'ın görev yeri tekrar değişmişti. Robert Lee
johnson Paris'te NATO'nun kurye merkezine atanmıştı. Bu merkezin özelliği
şuydu: Pentagon'dan NATO'ya ve tam tersi NATO'dan Pentagon'a buradan da tüm
Avrupa ve Kuzey Afrika'ya giden mesajlar önce bu merkeze geliyor, ardından
gitmesi gereken yere ulaşıyordu. Merkeze; Kara, Deniz ve Hava birliklerinin
gücünü ve durumunu gösterir raporlar, haritalar, füze rampalarının yerleri,
askeri haberleşmede kullanılan şifreler, taktik planlar, nükleer saldırı
planları, özetle KGB'nin asla ilgilenmeyeceği değersiz bilgiler geliyordu.
Üstelik Robert Lee johnson da burada önemsiz bir göreve verilmişti. Tüm bu
bilgilerin saklandığı kasanın başında, sabaha kadar nöbet tutacaktı.
Robert Lee johnson'la KGB tekrar temasa geçti. Plan basitti, kasanın içi
boşaltılacaktı. Ancak sorunlar vardı. Öncelikle kasanın başında johnson tek
durmuyordu. Bir arkadaşı daha vardı. Ayrıca kasa odasının anahtarı bir
subaydaydı. Kasanın şifreleri bilinmiyorCu ve bir alarm düzeneğinin olup
olmadığı meçhuldü. KGB elinee bir katalogla johnson'a geMi. KatalogCa ABD'deki
bankaların kullandığı alarm modellerinin resimleri vardı. Robert Lee johnson'a
çeşitli resimler göstererek merkezde buna benzer şeyler görüp görmediği soruldu.
Robert Lee johnson emin değildi. Ancak KGB bundan mutlaka emin olmak
istiyordu. KGB, Robert Leejohnson'dan merkezin ilk boya işinee görev almasını
istedi. Aylar sonra merkezin boyanmasına karar verilince Johnson bu angarya
işe gönüllü oldu. Böylece merkezi boyarken duvarları karış karış inceleyerek,
alarm olup olmadığını kontrol etti. Merkezee maalesef alarm sistemi yoktu. En
önemli sorunlardan birisi aşılmıştı. KGB ikinci aşamaya geçti. Kasa odasının
anahtarı gerekiyordu. Robert Lee Johnson'a kibrit kutusu içinde anahtar kalıbı
almaya yarayan macun verildi. johnson uzun uğraşlar sonunda anahtarın kalıbını
almayı başardı. Ancak aceleyle alınan kalıp bozuktu. Tekrar başa dönüldü.
İkinci bir tesadüf sonucu, dalgın subayın anahtarı birkaç dakikalığına kapıda
bırakmasından faydalanan Johnson, bu defa görevi başardı. KGB'nin artık bir anahtarı
da vardı. Şimdi önlerinde iki engel kalmıştı: Kasa şifresi ve kilit sisteminin
çözümü. Kilit sisteminin işleyişini anlamak için KGB, Robert Lee johnson'a
küçük bir röntgen cihazı teslim etti. Bunu merkeze sokması ve uygun bir anda
kasanın kilit sisteminin etrafında dolaştırması isteniyordu. Johnson bu görevi
de başarıyla yerine getirdi. Röntgenden elee edilen resimler KGB'nin Teknik Departmanında
masaya yatırıldı. Geriye tek engel olarak şifre kalmıştı. Odaya giren
subayların kasayı her açışlarında Johnson bir bahaneyle odaya girerek,
şifrenin bir harfini öğreniyorCu. Sonuncu şifreyi de öğrenmişti. Ama her şey
KGB için bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü şifre yine değişti. Johnson yeni
şifreyi öğrenmeliydi. Bir süre bu mümkün olmadı. Ama göreve yeni gelen
ihtiyatsız bir subayın şifreyi unutmamak için yazıp çöpe attığı kağıt, bu
sorunu da çözdü.
İlk operasyona böylece başlandı. Kuryelerin geliş gidiş zamanı ve nöbet
çizelgesi göz önüne alınarak, kasayı boşaltmak için en uygun günün cumartesi
olduğuna karar verildi. Johnson nöbetteyken gece belgelerle merkezden çıkacak
ve onu KGB ajanına teslim edecekti. KGB ajanı belgelerin mikrofilmlerini
aldıktan sonra geri dönecek ve belgeleri]ohnson'a teslim edecekti. Belgelerin
ilk örnekleri KGB Karargahı'na ulaştığında uzmanlar gözlerine inanamadı. NATO
çıplak bir halde karşılarında duruyordu. Belgelerde NATO'nun SSCB'ye saldırı
planları bile vardı. Dünya tarihinde olası bir savaş öncesi, bu nitelikte pek
az belge ele geçirilebilmiştir. Politbüro olaya hemen el koydu. Bu altın
yumurtlayan tavuk, beceriksiz ajanlar nedeniyle kaybedilmemeliydi. Paris ekibi
geri çekilerek bölgeye en iyi ajanlar sürüldü. Kasanın her on beş günde bir
soyulması kararlaştırıldı.
Robert Lee
Johnson bir sabah işe gitmek için evden çıktı. Kasa en son iki gece önce
boşaltılmıştı. Yolun karşısında kendisiyle temasta olan iki KGB ajanını gördü.
Orada niçin beklediklerini düşünerek ilerlerken birden durdu. Sigara paketini
unutmuştu. Johnson gece belgeleri KGB'ye teslim ettikten sonra, tekrar alıp
yerine koyuyordu. Eğer ertesi gün işe gittiğinde bir anormallik sezmiyorsa,
işaretli bir sigara paketini KGB'nin kararlaştırdığı bir yere bırakıyordu.
Bunun anlamı "her şey yolunda, sorun yok" demekti. Ama Johnson önceki
gece paketi işaretli yere koymayı unutunca KGB bir problem çıktığını düşünerek
alarma geçmiş ve Fransa'daki yüzlerce ajanını bir gecede sınır dışına
çıkarmıştı. Johnson bu unutkanlığı yüzünden KGB'den okkalı bir fırça yedi.
Bu ilişki
yıllarca sürdü. KGB on beş günde bir yapılan her operasyon için Johnson'a tam
2.000 dolar verdi. Aslında bu paranın oldukça komik olduğunu KGB de biliyordu.
Ama bunu johnson bilmediğinden, onu şımartmak istemiyorlardı. Ayrıca KGB ajanı
johnson'a Kızıl Ordu'daki rütbesinin binbaşılığa yükseltildiğini tebliğ etti,
Tabii bu kocaman bir yalandan başka bir şey değildi.
Robert Lee
johnson ve KGB ilişkisi asla çözülmedi. Ta ki o güne kadar. Robert Lee Johnson
ve karısı bir gün trafikte kavga ettiler. Boşboğaz Robert Lee johnson, KGB
ilişkisini kanısına anlatmıştı. Kadın doğruca FBI'ya giderek kocasından
intikam aldı. FBI araştırmayı tamamladığında gerçek tablo ortaya çıktı.
Çavuş Robert
Lee]ohnson, NATO ve Pentagon'a milyarlarca dolara mal olmuştu. Tüm savunma ve
saldırı planlarının değişmesi, şifrelerin yenilenmesi, kriptolarının yeni
algoritmalarla yapılması, birliklerin ve füze rampalarının başka alanlara
kaydınlması gerekiyordu. Bu olay NATO tarihinin en büyük casusluk olayıdır.
Parapsikoloji
Savaşlarında CIA ve KGB
1970'li
yıllarda iki ünlü gizli servis bu yolda çok büyük paralar harcadı ve onlarca
deney yaptı. Parapsikoloji geçmişte ve günümüzde bilimsel olarak tartışılsa da
yıllarca gizli deney ve araştırmalarda kullanıldı. Başta CIA, FBI ve Sovyet
istihbarat servisi KGB olmak üzere gizli örgütlerin de bu yöntemleri kullandığı
biliniyor. 1970'li yıllarda her iki ülkenin gizli servisleri, parapsikolojiyi
kullanarak, birçok gizli bilgiyi elde etmişlerdi. ABD, Il. Dünya Savaşı
sonrasında parapsikolojik çalışmalar için 6 milyar dolarlık bir bütçe
ayırmıştı. Pentagon'un "Medyum Teknolojik Risk Projesi" adı altında
psişik güçleri olan Madam Zodiack'ı kullandığı ve SSCB'nin denizaltı rotalarını
tespit ettiği de yıllarca dile getirilen iddialar arasındaydı. ll Eylül
saldırılarının ardından FBI, olası terör saldırıları ile Ladin'in yerini
parapsikologlara sordu. Bu olayla birlikte ABD istihbarat servisleri, terörle
mücadelede parapsikologlan etkin bir şekilde kullanma kararı aldı.
Parapsikolojinin temel kavramlarından telepati de güçlü devletler için gizemli
bir silah anlamındaydı. Sovyetler Birliği ve ABD'de bu konuda yıllarca birçok
deney yapıldı. SSCB'de Prof. Vassiliyev'in 1930'larda yaptığı araştırmalar
ilginç örneklerden birini oluşturuyor. Deney için yaşları 25 olan, İvanova ve
Fedorova isimli iki ruh hastası kullandı. Ivanova deney odasında beyin dalgaları,
cilt direnci ve diğer biyolojik fonksiyonları ölçülecek şekilde aletiere
bağlanıyordu. İvanova'ya telkinle hipnoza giriyordu.
Cihazlar da
bunu kaydediyordu. İki kadın önceleri ayrı ayrı odalarda, daha sonra da uzak
mesafelerde transa sokuldu. Beyin yoluyla birbirlerine gönderdikleri mesajlar
kaydediliyordu. Deney, kurşun tabuna ve denekierin birbirine 1500 kilometre
uzaklıkta iki şehirde bulunduğu ortamda da tekrarlandı. Sonuç aynıydı. Denekler
hipnotize olduklarında, birbirlerine telepatik yöntemle mesaj
gönderebiliyorlardı. Deney başka denekler üzerinde de denendi ve aynı sonucu
verdi.
Sovyetlerin
doğaüstü güçleri olan kişileri casus olarak kullandığı iddiası, Büyük Sovyet
Ansiklopedisi yazarlanndan Profesör Alexandre Spirkin'in ölümünden önce
Komsomolskaya Pravda'ya verdiği demeçle doğrulandı. Spirkin, özel izinle gizli
bir laboratuar yönetip yüzlerce kahin ajanla çalıştığını anlattı. Spirkin,
1960'larda 'Hangi değişik güçlere sahipsiniz', 'Rüyalannızda uçuyor musunuz'
gibi soruların olduğu sınavdan geçen kahinlik, düşünce okuma gibi yetileri olan
200 kişiyi ajan olarak kullanmıştı. Olağanüstü algı enerjisiyle felaketleri
haber veren Ivan Fomin, sonradan Devlet Başkanı Boris Yeltsin'e danışmanlık
yapmıştı. Geçmişte Sovyetlerin turist kılığında ABD'ye gidip altıncı
hisleriyle bilgi toplamaları için kahin tuttuğu, medyaya yansımıştı.
Rus
Nezavisimaya gazetesi, SSCB gizli servisi KGB'nin ll. Dünya Savaşı sırasında
istihbarat faaliyetlerini İstanbul Bağazı'nda bulunan "Svanetiya"
adlı bir gemide yürüttüğünü yazdı. Rus gizli servisi KGB, ll. Dünya Savaşı'nda
İstanbul'daki işlerini bir gemiden yürütmüştü. Gazetenin "Lyubyanka'nm
(KGB merkezinin Moskova'daki adı) Yüzen Şubesi." başlığıyla yayımladığı
haberde, Rus tarihçi Alexandre Borisoviç'in Rusya-Türkiye tarihinde bilinmeyen
bazı konulan açıklığa kavuşturduğu kaydedildi. Haberde, II. Dünya Savaşı sırasında
Alman savaş uçaklar tarafından Karadeniz'de hatırılan yolcu gemisi
Svanetiya'nm, aslında savaş yıllarında KGB'nin şubesi gibi faaliyet gösterdiği
belirtildi. Sovyetler Birliği tarihçileri, Svanetiya gemisine savaş sırasında
Çanakkale Boğazı yakınlarında Türk yetkililer tarafından el konulduğunu ve
geminin 1942 yılına kadar alıkonulduğunu ileri sürüyorlardı. Rus tarihçiler,
Almanya ve müttefiki ülkelerden ayrılmak zorunda kalan Rus temsilcilikleri
çalışanlarının, otel olarak kullandığı geminin bırakıldıktan sonra aynı yıl
(1942) Gürcistan'ın Poti İimanına geldiğini belirtiyordu. Rus gemisi, Poti
limanındaki yaralıları Novorosisyk limanına götürürken Alman savaş uçakları
tarafından batırılmıştı. Rus tarihçilerin, Türkiye'nin ikinci Dünya Savaşı'nda
gemilerinin geçişine izin vermediğini savunduğu belirtilen haberde, "Bu
bilgiler doğru değil. Türkler bir yolcu gemisini tüm anlaşmalara ve şartlara
rağmen tutamazlardı. Savaş sırasında Türkler bizim tüm tankerlerimizin, yolcu
ve yük gemilerimizin Boğazlar'dan geçmesine müsaade ediyorlardı" denildi.
Rus diplomatik kaynaklarının verdiği, geminin Almanya ve müttefiki olan
ülkelerdeki Rus Büyükelçilik çalışanları tarafından otel olarak kullanıldığı
bilgisinin de gerçeği yansıtmadığı kaydedilen haberde, şu bilgilere yer
verildi: "Bu da doğru değil. Rusya'nın tüm Batı ülkelerindeki
büyükelçilik ve konsolosluk çalışanları Ağustos 1941'e kadar Kars üzerinden
Sovyetler Birliği'ne gelmişlerdi. Svanetiya'nın İstanbul sahillerinde KGB'nin
yüzen bir şubesi olarak kullanıldığı en gerçekçi bilgi. Svanetiya KGB'nin ajan
ve terörist operasyonlarının merkezi olarak faaliyet gösteriyordu. Geminin
yönetim merkezi de İstanbul'daki Sovyetler Birliği Konsolosluğu'ydu."
Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Franz Von Papen'e yönelik 24 Şubat 1942'de düzenlenen
suikast girişiminin Svanetiya'da hazırlandığı görüşü savunulan haberde,
"Von Papen'e suikast başarısız olunca İstanbul sahillerini terk eden
Svanetiya gemisi Gürcistan'ın Poti limanına geldi" denildi. Tüm KGB
çalışanlarının burada gemiyi terk ettiği, ardından 221'i yaralı olmak üzere 896
kişiyi Poti'den alan geminin Novorosisyk'e doğru yola çıkmak için hazırlandığı
belirtilen haberde, şunlar kaydedildi: "Ancak, yola çıktıktan bir gün
sonra Alman savaş uçaklarının saldırısına uğrayan Svanetiya, Karadeniz'in 2 bin
metre derinliğindeki sularına gömüldü. Böylece, Svanetiya gemisinin Boğaziçi'ndeki
faaliyetinin şahitlerinin büyük bölümü de (mürettebat) hayatını kaybetmiş
oldu."
MATA HARl
Hallandalı olan Mata Bari'nin asıl adı Margaretha Geetruide Zelle'dir
(Doğum, 7 Ağustos 1876, Leeuwarden Ölüm, 15 Ekim 1917 Vincennes). I. Dünya
Savaşı yıllarında Almanlar hesabına çalıştığı için idam edilen Mata Bari'nin
ismi Malay dilinde şafağın gözü anlamına geliyordu.
Hallandalı bir işadamının kızı olup, okul çağında bir manastırda eğitim
gördü. 18 yaşındayken Hollanda ordusunda görevli lskoç asıllı bir subayla
evlendi. Kocasının vazifesi sebebiyle bir müddet Amsterdam'da, bir süre de java
adasında bulundu. Hollanda'ya döndükten sonra kocasından ayrılarak Paris'e yerleşti.
Burada dansetmeye başladı ve kısa sürede meşhur oldu. Şöhreti Paris, Londra,
Viyana, Berlin ve Roma gibi Avrupa şehirlerine yayıldı. Bu ülkelerin
hükümetlerinde görev yapan önemli kişilerle yakınlık kurdu. Fransız, lngiliz,
Rus subay ve devlet adamlarından topladığı çok gizli askeri bilgileri, kızına
yazılmış masum mektuplar halinde özel diplomatik kurye ile Paris'ten Almanlara
ulaştırıyordu. Alman askeri ve denizcilik istihbarat başkanlarıyla toplantılara
katıldığı Madrid'den Paris'e döndükten sonra, 13 Şubat 1917'de tutuklandı.
Yıllardır hakkında toplanan belgelerin en önemlisi, son Madrid seyahatinde
Madrid elçiliğinden Alman askeri merkezine kendi kodu (H2l) ile
gönderdiği ve yolda ele geçirilen telgraftı. Madrid dönüşü alacağı 15.000 İspanyol
Pezosu tutarındaki çek, tutuklandığı zaman üzerinde bulundu. Bir diğer delil
de l915'te Fransa'ya dönmesinden önce Alman Gizli Servisi'nden aldığı 30.000
marklık senetti. Mahkemenin söz konusu paralarla ilgili suçlamasını,
"Hediye aldım" diyerek reddeden Mata Hari, kuvvetli delil
bulunamamasma rağmen idama mahküm edildi ve lS Ekim l917'de kurşuna dizildi.
ldama giderken gayet soğukkanlı olan Mata Hari, "Bu Fransızlar beni
öldürmekle ne kazanacaklar, savaşı mı kazanacaklar?" diye yanındakilere
dert yanmıştır. Kurşuna dizilirken gözlerini bağlatmayarak bir cesaret ve soğukkanlılık
örneği göstermiştir.
llyas Bazna (veya Arnavutça adı ile Elyesa Bazna), l904'de Kosova'da
doğmuş, 2l Aralık l970'de Münih'te ölmüştür. ll. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanya'sı
hesabına çalışmış en önemli casuslardan biridir. Babasının ölümünden sorumlu
tuttuğu Ingilizlerden nefret etmesi, parasal kazanç arzusu ve hep bir operacı
olmak istemesine rağmen ll. Dünya Savaşı sırasında Ankara'da çeşitli
büyükelçiliklerde uşaklık yapıyor olması, casusluk yapmaya başlamasına önayak
olmuştur. Franz von Papen'in elçiliği döneminde Ankara'daki Almanya
Büyükelçiliği'ne gizli Ingiliz askeri ve diğer istihbaratını satmıştır. ll.
Dünya Savaşı yıllarında önce Yugoslavya Krallığı büyükelçisinin, daha sonra
Almanya büyükelçiliği müsteşarının uşaklığını yapmıştır. Almanya elçilik
müsteşarı mektuplarını okuduğu için kısa sürede llyas Bazna'yı kovmuştur.
l942'den itibaren İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe
Knatchbull-Hugessen'in uşaklığını yapmaya başlamış, banyosunda sırtını ovarken
ona opera aryaları okuyacak kadar büyükelçi ile yakınlık kurmuştu. 2l Ekim
l943'den itibaren fotoğraflarını çektiği gizli belgelerin örneklerini Almanya
Büyükelçiliği'ne teslim etmeye başladığı bilinmektedir. Bunun için, Almanya
Büyükelçiliği'nde ataşelik yapan Ludwig Moyzisch'e kendisi yaklaşarak 20.000
Sterlin karşılığı elindeki elli altı belgeyi satma önerisinde bulunmuştu. Kısa
bir süre ücretli bir Alman ajanı haline gelmiş ve Alman istihbarat
servislerince kendisine "Çiçero" kod adı verilmişti. Müttefiklerce
düzenlenen uluslararası toplantılar ve bazı bombardıman planları hakkında
önemli bilgiler aktarmış olmakla birlikte, Normandiya Çıkartması'na ilişkin çok
belli belirsiz istihbarat ulaştırmıştır. Bütün bu dönem boyunca Ankara'daki
İngiliz istihbarat görevleri ise Bazna'nın İngilizce anlamadığım zannetmekte,
kendisini casusluğundan şüphelenilemeyecek kadar "eğitimsiz" ve
"aptal" olarak görmekteydi.
Bazna, 1944
yılında Alman Büyükelçiliği'nde görevli bir sekreterin Müttefikler safına
iltica etmesi üzerine, ele geçmekten korkarak İngiliz Büyükelçisi'nin yanındaki
görevinden aynlmıştı. Hizmetleri için Nazi Almanya'sı istihbarat servisi Abwehr
tarafından kendisine 300.000 Sterlin ödenmişti. Ancak tlyas Bazna daha sonra,
ödenen paraların, Almanların İngiliz ekonomisini çökertmek için bastıkları
sahte sterlinlerden olduğunu fark etmişti. Savaşın bitiminden bir süre sonra
Federal Almanya hükümetine karşı tazminat davası açmış, çok uzun süren bir davadan
sonra kendisine mütevazı bir ödeme yapılmıştır.
"I was
Cicero" (Ben Çiçero'ydum) başlığı altından yayınladığı anılanından ise
daha yüksek bir kazanç elde etmiştir. Kitabı 1951 yılında 5 Fingers (Beş
Parmak) adı altında, Joseph L. Mankiewicz'in yönetmenliğinde sinemaya
uyarlanmış, Bazna rolünü James Mason oynamıştır.
Ernest
Hemingway; yaşamını daha da maceralı kılmak için ABD Deniz Kuvvetleri Haberalma
Bölümü (ONI) adına casusluk yapmıştı. Hemingway bu işlere epey kafa patlatıp,
mesai ayırsa da asla klasik ve profesyonel bir casus olmadı. Ama çok önemli
bir haberi yetkililere bildirmeyi başardı. Hemingway, ONI Başkanı Albay John W
Thomason Jr.'a, "Japonlann ABD Dananınası'na ait bir üsse saldırıya
kalkışacaklannı" haber verdi. Fakat Albay, Hemingway'e inanmadı ve
"Böyle bir şeyin mümkün olmadığını" söyledi. Amatör casusların
duyduklan her dedikoduyu müthiş haber diye pazarlamasından bıkmıştı. Fakat
daha sonra Pearl Harbour saldırısı gerçekleşecek ve Hemingway'in "şüpheli
istihbaratı" gerçeklik kazanacaktı.
Kaptan Cousteau, mesleki geçmişi hayli eskilere dayanan bir casustu. II.
Dünya Savaşı sırasında Fransız Gizli Servisi adına Portekiz'de çalıştı ve
buradaki Fransız ajanlarının Londra ile irtibatını kurdu. Ayrıca İtalyan
ordusuna sızarak çok gizli şifreleri ele geçirdi. Bu ünlü okyarrus
araştırmacısının casus olduğu ancak ölümünden sonra yayınlanan biyografisi
sayesinde öğrenildi. Tabii, Cousteau'nun bütün bu deniz dibi araştırmalarını
bir gizli servis adına yapıp yapmadığı ve ekolojik istihbarat verileri olarak
kullanıp kullanmadığı halen merak konusudur.
Kim Philby
Ikinci Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde kendilerini yeni bir savaş
dönemine (Soğuk Savaş) hazırlayan dünya ülkeleri, çok geçmeden iki kamp etrafında
bölündü. Kamplardan biri Amerika Birleşik Devletleri, Batı Almanya, Fransa ve
İngiltere gibi güçlü Avrupa devletlerinden oluşuyordu. Diğer kampta ise
Sovyetler Birliği, Doğu Bloku ülkeleri ve Çin gibi ülkeler yer aldı.
Japonya ile ABD arasındaki düşmanlık, japonların l94l'deki Peari Harbor
saldırısından sonra doruk noktasına ulaşmıştı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra
dünyada önemli değişiklikler yaşandı. Avrupa, deyim yerindeyse, ortadan ikiye
bölündü. Afrika ile Asya'daki koloniler bağımsızlıklarını kazandı. Milyonlarca
insan ülkelerinden sürüldü. Komünist ve antikomünist blok ülkeleri oluştu ve
Soğuk Savaş dönemi başladı. Bu dönem, çift taraflı ajanlar ya da köstebeklerin
çağı oldu.
Ingiliz gizli servisinin üst yönetimindeki ajanların KGB için çalıştığı
anlaşılınca ortalık karıştı. KGB için çalışan İngilizlerin en kötü şöhretlisi
1963 yılında Moskova'ya kaçan Kim Philby'di. Gerçek adı Harold Adrian Russell
Philby olan Kim Philby, yaşamının son dönemlerinde "lhanet etmek
için," demişti, "insanın bir yere ait olması gerekir. Oysa ben
hiçbir yere ait değilim." Philby Sovyetler için çalışan Ingiliz
ajanlarının en ünlüsü olmak bir tarafa tüm zamanların en bilinen köstebek
casusu olarak anılageldi. Philby Hindistan'da doğmuş ve Cambridge'de eğitim görmüştü.
Arkadaşlan Guy Burgess, Donald Maclean ve Anthony Blunt'la birlikte komünist
oldu ve Burgess tarafından 1940 yılında Ml 6'ya alındı. 1963 yılına kadar da
Sovyetler için çalıştı.
"Beşli
Zincir" diye anılan diğer KGB köstebeklerinin adı ise Donald Maclean,
Anthony Blunt, Guy Burgess ve John Cairncross idi. Bunlardan Blunt bir
eşcinseldi ve Ingiliz gizli servisine eşcinsellerin girmesini sağlamak yönüyle
de bir fanatikti. Blunt'ın Ingiliz istihbaratıma -ya da daha doğrusu
KGB'yekazandırdığı kişilerden biri Guy Burgess'dı. Guy da tıpkı Blunt gibi
eşcinseldi. Blunt, Sovyetler hesabına çalışmaktan korkan Burgess'ı ve diğer
eşcinselleri cinsel tercihlerini Ingiliz kamuoyuna duyurmakla tehdit ediyordu.
Efsanevi KGB yöneticisi Yuri Modin'in koordinatörlüğünde Moskova'ya çalışan
Beşli Zincir'den en rahat yaşayanı Philby oldu. Sovyetler, İngiltere'de traitor
(hain) olarak anılan Kim Philby'nin fotoğraflarını pullannın üzerine basarak
onu onore ettiler. Philby yaşamının son dönemlerini Moskova'da geçirdi ve orada
öldü.
Benedict
Arnold Yurtsever Hain
Istihbarat
tarihine Patriot Traitor (Yurtsever Vatan Haini) olarak geçen ilginç bir
casusun öyküsü, pek çok istihbarat servisi için ilginç dersler içeren bir
nitelik taşıyor. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda büyük yararlılık gösteren
Benedict Arnold, Amerikalıların kendisine sahip çıkmaması üzerine Ingiliz
saflarına geçti. 1741 doğumlu Arnold'un ailesi ticareıle uğraşıyordu. Amold,
Amerikan davası için çalışan ve bu uğurCa iki kez ağır yaralanan bir isim
olarak tarihe yazıldı. Ancak Amerikan Kongresi onu onore etmediği gibi savaş
uğruna harcadığı paralan da geri vermedi. Böylece Arnold için melankoli
dönemi başladı ve Ingiliz ajanlarının tatlı sözleriyle onlara yaklaştı. Hemen
ardından Amerikalılara göre hayatındaki en kötü karanı aldı. Tarafını
değiştirdi. Ingiltere'de 60 yaşındayken öldü ve herhangi bir askeri onur notu
olmaksızın gömüldü. Son yılı acı ve mutsuzlukla doluydu. Ölümünden sonra
hakkında önemli bir kitap yazıldı. Willard Sterne Randall'ın kaleme aldığı
kitabın adı son derece ilginçti: Patriot Traitor (Yurtsever Vatan flaini).
Gehlen, Nazi
Almanya'sında casusluk uygulamalarını başlatan teorisyen ve pratisyen olarak ün
yaptı ve giderek bütün zamanların en büyük casusluk ustalarından biri olarak
anılmaya başlandı. Gehlen'in bazı Türk casus yöneticilerini de etkilediği ileri
sürüldü. Gehlen'in en önemli özelliklerinden biri, o dönemde kapalı bir yapıya
sahip olan Sovyetler hakkında önemli bilgiler toplaması ve bunları
Amerikalılara vermesi oldu.
Aslında
Gehlen, 1955-68 yılları arasında Batı Alman gizli servisinin yöneticisi olana
kadar Amerikalılara da çalıştı. 1942'de Dış Doğu Orduları Komutanlığı'na
atandığında, Sovyet savaş suçluianna ve sivillerine karşı acımasız bir tutum
takındı. 17 Temmuz 1944'de Loringhoven Birliği Gehlen'e, Stauffenberg'in
Hitler'e suikast yapmak üzere plan yaptığını bildirdi. Nazi yönetimi bu
başkaldırıdan sıyrıldı. Gehlen, Aralık 1944'de tümgeneralliğe terfi etti. Nisan
1945'te Hitler öldü. Böylece Gehlen de ordu komutanlığından ayrıldı. Mart
ayında Gehlen ve ajanları pek çok gizlı Sovyet dokümanının mikrofilmini çekti
ve bunları Avusturya Alpleri'nde çelik kasaların içinde sakladı. Gehlen, mayıs
ayında bu bilgileri Amerikan ordusundaki meslektaşlarına teslim etti. O dönem
Sovyetlerle ilgili fazla bilgiye sahip olmayan Amerikalılar, bu bilgilerden
ötürü Gehlen'e minnettar kaldılar.
Bu aşamadan sonra OSS (Office of Strategic Services-Amerikan Stratejik
Hizmetler Bürosu) ve CIA'in kontrolü altında Gehlen bir istihbarat örgütü
kurdu. Ilk kadroCa 350 eski Alman ordu istihbarat ajanı bulunuyordu ve Gehlen
Örgütü giderek CIA'in Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği'ndeki gözü kulağı oldu.
1956 yılında Gehlen Örgütü şimdiki yapısını aldı. Bu, aynı zamanda kısa adı
BND olan Federal Almanya Gizli Servisi'nin doğumuydu. Gehlen bu örgütün başına
getirildi. &>
Gehlen, Nisan
l968'de Alman gizJi servisinde çalışırken KGB adına casusluk yapan Heinz
Felfe'nin kimliğinin deşifre edildiği operasyondan sonra istifa etti. Bu, Gehlen
için eksi bir puandı ama
Felfe skandalına rağmen Gehlen, 1979'da ölene dek istihbarat tarihinin
efsane isimleri arasında anıldı. Öldükten sonra da bu sıfatını korudu.
I. Dünya
Savaşı'ndan önce daha 18. ve 19. yüzyılda felsefede büyük akımların öncülüğünü
yapan Almanya, II. Dünya Savaşı yıllanna gelindiğinde bu felsefelerden
etkilenen casusların dünya tarihine yön verdiği bir ülke olarak anıldı.
Hegel'in etkilediği Marx'ın diyalektik ve tarihsel materyalizmini benimseyen
ve bu ideolojik bağlılıklarından ötürü Rusya'ya hizmet eden ajanların sayısı
hiç de az değildi. Diğer taraftan Nietzsche'nin 'üst insan' öğretisinden de
destek alarak nazist akımın öncülüğünü yapan Hitler'e çalışan pek çok casus
yöneticisi ve istihbarat ustası bulunuyordu. Soyvetlere hizmet eden Almanların
en ünlüsü Richard Sorge'ydi. Verdiği istihbaratlarla Stalin'i bile etkilerneyi
başaran bu casusun komünist felsefeyi benimsernemesi için aslında hiçbir neden
yoktu. Çünkü komünist bir aile geleneğinde büyümüştü ve dedesi Karl Marx'ın
özel sekreteriydi. Sorge, Çin ve japonya'da Sovyetler hesabına casusluk yaptı
ve asıl zararı memleketi Almanya'ya verdi. Bakü'de Alman asıllı bir petrol
mühendisinin oğlu olarak dünyaya gelen Sorge, Almanya'da Hamburg Üniversitesinde
eğitim gördü. 1920'de ateşli bir Alman Komünist Partisi üyesi oldu. 1918'den
1930'a kadar bu partide görev aldı. 1933'de Çin'de bir Sovyet ajanı olarak
çalışmaya başladı. Almanların ve Japonların savaş hazırlıklarını Moskova'ya
bildirdi. ]aponların 1941'de ABD'ye saldırısını önceden haber veren casus oldu.
Sorge, Hitler'in Sovyetler Birliği'ne girmeye hazırlandığını bildiren ajandı.
Thomas Edward
Lawrence
(ArabistanlI
Lawrence)
Yarbay Thomas
Edward Lawrence, 16 Ağustos 1888-19 Mayıs l 935
tarihleri arasında yaşadı. Arkeologluk, askerlik, casusluk ve yazarlık yaptı.
Şövalyelik nişanını reddetmişti; üstün hizmet madalyası ve Fransız Şeref
Lejyonu Madalyası ile ödüllendirilmişti. Profesyonel olarak TE. Lawrence veya
TE. Shaw isimlerini kullanmıştı.
Ancak 1916-1918 yıllarındaki Arap İsyanında, İngiliz inibat subayı olarak
aldığı görev nedeniyle en çok ArabistanlI Lawrence olarak tanınmıştır.
Arapların birçoğu, Osmanlı ve Avrupalı devletlerin hakimiyetine karşı
verdikleri özgürlük mücadelesine katkılarından dolayı onu bir "halk
kahramanı" kabul etmektedirler. Britanyalılar da onu en büyük savaş
kahramanlarından biri kabul etmektedirler. Bahsi geçen dönemi, "Bilgeliğin
Yedi Sütunu" (Seven Pillars of Wisdom) adlı otobiyografik eserinde anlatmıştır.
Lawrence, ilk tayin yeri olan Kahire'de İngiliz Askeri Haberalma Servisi
için çalışmıştı. Araplarla olan sıcak ilişkileri Lawrence'ı, İngiliz ve Arap
kuvvetleri arasındaki irtibat subaylığı görevi için biçilmiş kaftan kılıyordu.
Ekim 1916'da, Arap Milli Hareketleri'ni rapor etmesi için çöle gönderildi.
Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali'nin oğlu Emir Faysal komutasındaki düzensiz
birliklerle birlikte, Osmanlı ordusuna karşı gerilla mücadelesi verdi.
Arapları, Medine'deki Osmanlı muhafız birliklerini şehirden çıkarmamaları konusunda
ikna etti. Böylece Araplar, şehre malzeme getiren Hicaz demiryoluna yaptıkları
saldırılara ağırlık verebildiler. Osmanlı askerleri de hem şehri hem de
demiryolunu savunmak ve tamir etmek zorunda kalarak oyalandılar. Lawrence,
Akabe ve Şam'ın işgalinde de önemli rol aldı. Araplarla geçirdiği zaman
zarfında, gelenek ve yaşantıianna bayağı adapte oldu. Deve ile seyahat edip,
sıkı bir dostluk kurduğu Prens Faysal'm hediye ettiği yerel kıyafetleri
giymeye alıştı. Savaşın son yıllarında İngiliz hükümetini, Arapların
bağımsızlığının İngilizlerin yararına olduğuna ikna etme konusunda bir
dereceye kadar başarılı oldu.
CASUSLUK VE TEKNOLOJİ
Günümüz istihbarat dünyasında casus uydular, bilgisayarlar, internet ve
teknolojinin bütün diğer imkanları yoğun bir şekilde kullanılıyor. Casuslukta
insan faktörü önemini yitirmemekle birlikte, bilgiye daha az tehlikeli
yollardan ve kesin bir şekilde ulaşmak mümkün.
Teknolojiyi en iyi kullanabilen istihbarat örgütlerinin başında CIA
gelmektedir. l947'de Milli Güvenlik Kanunu ile kurulan CIA, muhtemel
personelini yalan makinesi ve güvenirlik testinden geçirmektedir.
Köstebeklerin bu testten geçmesi için insanüstü bir tepkisizliğe sahip olması
gerekmektedir. Merkezi Güney Virginia'nın Langley bölgesinde bulunan CIA'in
Amerika'da çalışan 25 bin personeli bulunmaktadır. Ayrıca dünyanın dört bir
tarafında faaliyet gösteren casuslara da Langley'den komuta edilmektedir.
Yalan makinesi testinin çok daha etkili biçimde kullanıldığı diğer bir istihbarat
örgütü ise İsrail'in Mossad'ıdır. Mossad'ın kendi ajanlarına iki haftada bir
yalan makinesi testi uyguladığı söylenmektedir. Bu durumda, Mossad içinde başka
ülke hesabına çalışabiirnek için başka ülke hesabına çalıştığını dahi
bilmemek, yani "köstebek olduğunun farkında olmayan bir köstebek
olmak" gerekiyor. Bir kısaltma sanılan ve bu yüzden büyük harflerle
yazılan Mossad aslında kısaltma değil ve Ihranice'de enstitü anlamına
gelmektedir.
Mossad'ın asıl gücünü, resmi elemanlarından çok, dünyanın dört bir
tarafında etkili pozisyonlarda olan Yahudileri kullanabilmesinden aldığı
söylenmektedir. Mossad'ın dünyada 20.000 tanesi faal, 15.000 tanesi gizli olmak
üzere toplam 35.000 ajanının bulunduğu belirtilmektedir. CIA ve Mossad,
dünyanın bütün gelişmiş istihbarat servisleri gibi son dönemlerde bilgisayar
teknolojisini bütün unsurlarıyla kullanmaktadır. Ayrıca casus uydular ve
yüksekten uçan casus uçakları bazı dataları elektronik sinyaller ve gelişmiş
antenlerle yeryüzüne geri gönderebiliyorlar. Sismograflar gizli ya da
yeraltındaki nükleer testleri kaydedebiliyorlar. Gizli dinleme aygıtları özel
telefon konuşmalarını dinliyor, minyatür kameralar birçok datanın fotoğrafını
çekebiliyor ve sonra bu datalar bilgisayarlada sınıflandırılıp saklanabiliyor.
Gizli servisierin bilgisayar ağlarını son derece güvenli bir sistem üzerine
inşa etmeleri gerektiği bilinmektedir. Çünkü artık dünyada pek çok istihbarat
teşkilatı, network üzerinde çok gizli bilgilere ulaşabilecek bilgisayar
uzmanlarını kullanıyor. Yine Soğuk Savaş dönemlerinden bu yana casusluk
faaliyetleri yürütülürken televizyon antenleri, uydu çanak antenieri ve diğer
becerikli elektronik aletlerden faydalanıldığı bilinmekte. Bütün bu gelişmeler
askeri casusluktan sonra teknolojik casusluğun önem kazandığını göstermektedir.
Soğuk Savaş yıllarında casusluk faaliyetlerinin daha fazla riskli olduğu
kabul edilmiştir. O dönemde istihbaratçılığın, İngiliz casus lan Fleming'in
yarattığı James Bond romanlarında olduğu gibi heyecan verici olmadığı
biliniyor. Özellikle casus yöneticileri; espiyonajın çok güç, zaman ve derin
bir araştırma gerektiren bir iş olduğunu savunmaktadırlar. Bunda haklılık payı
var çünkü özellikle Soğuk Savaş yıllarında CIA'in ve KGB'nin faaliyetleri tam
olarak bu tanıma uyuyordu. Çoğu zaman rakip ülke içine diplomatik ya da ticari
kisve altında ajan sızdırma ve uzun yıllar bilgi toplama yöntemi ile yürüyen
casusluğun daha farklı biçimleri de vardı. Bu yöntemler diğerlerinden daha
kolaydı.
Özellikle
Amerika Birleşik Devletleri gibi toplumlarda açık yayınlardan, bilimsel
konferanslardan, halka açık toplantılardan ve endüstriyel sergilerden bilgi
almak mümkündü. Bununla birlikte hükümetlerin ve endüstriyel kuruluşların
gizli bilgilerini çalmak casusluğun en önemli kısmıydı. Bu işi yapanlar, kendi
ülkelerinde düşman ülkeler için çalıştıklarından ötürü "köstebek"
olarak anılıyorlardı.
Açık ve
kapalı toplum yapısı casuslar için çok önemliydi. Sovyetler Birliği için
Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa'da çalışmak, Amerikalıların
Sovyetler Birliği'nde bilgi toplamasından daha kolaydı. Çünkü Sovyetler Birliği
kapalı bir toplumdu. Her bölgenin ulusal yaşantısı gizli hükümet kontrolü
altındaydı ve bu özel yaşamın gözetimini de kapsıyordu. Tüm yayınlar denetleniyordu,
hükümetin dikkatinden kaçan çok az bilgi vardı. Amerika, Kanada, Batı Avrupa
ülkeleri, japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler ise açık toplumlardı
ve yaklaşık olarak onların tüm politik, sosyal, ekonomik faaliyetleri; hükümet
araştırmaları ve medya yayınlarıyla açıklanıyordu.
Teknolojik
casusluğun önem kazandığı, Amerika'da bilgisayar şirketlerinden gizli
bilgilerin çalınmasıyla kendini gösterdi. 22 Haziran 1982'de ABD Adalet
Bakanlığı 18 japon vatandaşını bazı gizli bilgisayar bilgilerini IBM
şirketinden çalınakla suçladı. Bu japon idareciler Hitachi ve Mitsubishi
şirketleri için çalışıyorlardı. japonların yakalandığı operasyonu FBI yürütmüş
ve enformasyon satıcılarını ortaya çıkarmıştı. Idareciler datalar için ücret
ödemeye çalıştığı zaman tutuklandılar. Bu bilgiler 300 milyon dolar
değerindeydi.
Soğuk Savaş
yıllarında pek sık rastlanan "köstebek" faaliyetlerine yakın bir
geçmişte Amerika'da yine rastlandı. Kasım 1996'da ABD, bazı gizli bilgilerinin
Rusya'ya verildiğini iddia etti. FBI, 1980 yılında CIA:ye giren Harold j.
Nicholson'un 1994'ten beri Rusya hesabına çalıştığını tespit etti. FBI'a göre
Nicholson Rusya'da ve Rusya hükümeti nezdinde faaliyet gösteren CIA ajanlarının
listesini Ruslara vermişti. Amerikalılara göre Nicholson'un ihaneti, hiçbir
ideolojik temele dayanmayan ve parasal nedenlerden kaynaklanan bir ihanetti.
Yine aynı dönemde Aldrich Ames'in de 1980'in başından beri Rusya ajanı olarak
çalıştığı belirlendi. Nicholson Rusya gizli servisinden 120 bin dolar almıştı.
Ames'ın aldığı para ise söylentilere göre 2 milyon dolardan fazlaydı.
Gizli
Servisler Arası İşbirliği
Gizli servislere ilişkin en çok merak edilen konulardan biri, örgütlerin
birbirleri arasındaki ilişkilerin yalnızca "espiyonaj-kontrespiyonaj"
faaliyetlerinden mi ibaret olduğuydu. Yani bu ilişkileri her zaman gizli
savaşların mı biçimlendirdiğiydi. Birinci ve tkinci Dünya Savaşları ile Soğuk
Savaş dönemlerindeki casusların faaliyetleri, gizli servisler arasında genelde
"savaş" eksenli bir durumun hakim olduğu kanısını uyandırabilir.
Ancak özellikle bazı gizli servisler arasında yoğun bir işbirliği olduğu da bir
gerçektir. Politik stratejileri birbirine uyan İngiltere ve ABD'nin uzun
yıllardır gizli servis faaliyetlerinde işbirliğine gittiği bilinmektedir.
İngilizlerin MI 5 ve Ml 6'sının CIA ile koordinasyon içinde değerlendirdiği
bilgileri sınıflandırmada ve analiz yapmada üstün olduğu biliniyor. Körfez
Savaşı sırasında son teknolojiyle donatılmış askeri materyalierin kullanıldığı
gerçeği bir tarafa, Kuveyt içinde ve hatta Irak'ta İngilizlerin ve Amerikalıların
Arap kökenli ajanları kullanmaları, İstihbaratta insan unsurunun hâlâ önem
taşıdığının bir kanıtıdır. Yine Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Bloku'nun
dağılmasında perde gerisindeki casusluk faaliyetlerinin rol oynadığı da bilinen
bir gerçektir.
Soğuk Savaş dönemi casusluk felsefesinin temelleri aslında 19. yüzyılda
atılmıştı. Endüstriyel gelişmeler, teknolojik yenilikler ve nüfusun yapısına
ilişkin değişimler özellikle Avrupa'da bambaşka bir toplum yarattı. Artık
bilgi, her zamankinden daha fazla iktidar demekti. Telgraf ve telefonun icadı,
bilginin edinilmesi ve komünikasyonun sağlanması noktasında değişen çağın
itici gücü oldu.
Jeffrey T Richelson,
A Century of Spies (Bir Casuslar Yüzyılı) adlı eserinde, 1800 yıllar
Avrupa'sındaki temel değişimierin casusluk bilimine olan etkisine şöyle
açıklıyor:
"19. yüzyılda önemli gelişmeler yaşandı. 1840'da telgraf ortaya
çıktı ve 1876'da Alexander Graham Bell telefonu icat etti. Telefon ve telgraf
doğal iletişimi dramatik bir şekilde değiştirdi. 19. yüzyılın ortalarına kadar
haberciler, posta ofisleri ve diplomatik çantalar iletişimde kullanılan
araçlardı. Görsel araçlar da kullanılıyordu. Telefon telgrafın icadı, ajanlar
için iyi bir gelişmeydi."
Richelson, aynı eserinde Marconi ve Wright kardeşlerin uçak icatları ve
uçuş denemelerini de önemli bir devrim olarak nitelendiriyordu. Marconi ve
Wright kardeşlerin bu çalışmasının istihbarat dünyasınca önemle izlendiğini ve
not edildiğini belirten yazar, iletişim yöntemlerinin 1900'den sonra etkin bir
şekilde kullanılmaya başlandığını ve o yıllarda gerçekten çok küçük bir dünya
olan istihbarat dünyasının giderek geliştiğini anlatıyordu. Yazara göre bu
gelişmeler sayesinde Avrupa ülkeleri düşmanlarını daha kolay bir şekilde
tespit edebilmişlerdi.
Alan Turing adı bugün birçok kişiye yabancı gelebilir. tkinci Dünya
Savaşı sırasında, Almanya'ya karşı yürütülen istihbarat savaşında, Nazilerin
en büyük gizlilik silahı olarak bilinen efsanevi şifre makinesi Enigma'nın
kodlarının kırılmasında, mesajlarının çözülüp, Alman ordularının eylem
planlannın izlenmesinde büyük katkılan olmuş, Cambridge'li bir matematik
dehasıdır. Parlak bilimsel buluşları, yalnızca İkinci Dünya Savaşı'nın seyrinde
değil, aynı zamanda teknoloji devriminde de önemli rol oynamıştır.
1940 yılında lngiliz casusluk kuruluşu bünyesinin içinde bir araya
getirilen özel kişilerden kurulan, daha sonra "Ultra" adıyla anılacak
olan birimin çekirdek kadrosunda yer alan Alan Turing, tuhaf takıntıları olan;
uzun saçları, kırışık elbiseleri, fıyonklu ayakkabı bağlarıyla dikkat çeken;
kimi halleriyle karikatürlerdeki dalgın profesörleri andıran, azıcık dağınık
bir tip olarak anlatılır. Onun soyut matematiğe odaklandığı yıllarda, bu
alanda çalışanların sayısı yok denecek kadar azdır. Aralarında önemli
matematikçilerin yanı sıra, London Times'ın satranç editörüyle, çapraz bulmaca
meraklısı bir Anglikan rahibi gibi ilginç kişiliklerin de yer aldığı Ultra diye
anılan bu özel birim, ll. Dünya Savaşı sırasında Almanlara önemli kayıplar
verdirecek çok gizli istihbarat bilgilerinin ele geçirilmesinde, iki taraflı
oynayan ajanların ortaya çıkarılmasında ve saldırı planlarının önceden
öğrenilmesinde belirleyici önemde rol oynamıştır.
Almanların sırrı asla çözülemez sandıkları ve kendi zekalarına hayranlık
ve tapınma nesnesi haline getirdikleri, daha sonra uğradıkları büyük kayıplara
karşın, ondan kuşkuya düşmeyi bir an bile akıllarına getirmedikleri Enigma'ya
karşı başlatılan savaşta, önemli ölçüde Alan Turing'in parlak bilimsel
buluşlarıyla geliştirilen mekanizmalar sayesinde hızla yol alınmış, Alman
bilgi kaynaklarına, ordularının stratejik planiarına ulaşılabilmiş, önlemler
alınmış, karşı taraf yanıltılmış ya da önemli kayıplar verdirilmiştir. Oysa o
sıralar Turing, bugünkü modern bilgisayar devriminin ilk teknolojisini başlatmış
olduğunun farkında bile değildi. Ayrıca bugünkü elde taşınan hesap
makinelerinin yaygın kullanımını olanaklı kılan matematiksel hamleyi de
Turing'in geliştirdiği aritmetik düşüneeye borçlu olduğumuz söylenebilir.
Savaş sırasında Polonyalılar Enigma'yı çözümlernek amacıyla, onun
şifreleme yöntemini yansılayan, "Bombi" adını verdikleri bir
mekanizma geliştirmişlerdi. Almanların Enigma'da kullandıkları rötarlar
yerine, bir dizi manyetik tekerlek kullanan bu mekanizmanın matematiksel
yaklaşımını gözden geçiren Alan Turing, zekice tasarlanmış olmasına karşın bu
mekanizmanın en önemli zaafının, önceden aldığı hiçbir bilgiyi geri çağırıp
kullanamaması olduğunu görmüştür. Bunun üzerine rnekanizmaya bir hafıza
yerleştirmeye karar vererek, kendi bulduğu algoritma yardımıyla,
"Enigma" çizelgelerinin olası bütün kombinasyonlarına göre
değişebilen elektromanyetik cihazlarla donatılmış olarak kendi aletini
yaratmış ve ona "Bronz Tanrıça" adını vermiştir. 2 metre eninde, 2
metre boyundaki bu dev ve hantal alet, bugün dünyanın ilk gerçek bilgisayarı
kabul edilmektedir. Daha sonra masa üzerinde kullanılabilir hale getirilmesini
sağlamak amacıyla yaptığı küçültme çalışmaları sırasında, önemli bir
teknolojik atılım sayılan "transistor teknolojisinde" büyük gelişim
kaydetmiş, bugün masalarımızda ağırladığımız bilgisayarların önünü açmıştır.
Ayrıca gelişim biyolojisi alanındaki en önemli matematiksel modellerden biri
sayılan "reaksiyon-difüzyon" modeli de Turing tarafından formüle
edilmiş; Alonzo Church ile birlikte geliştirdiği Church-Turing hipotezi ile de
matematik tarihine geçmiştir. Bugün Alan Turing adı, akademik bilişim
dünyasının, bilgisayar alanının Nobel'i sayılan "Turing Ödülü"
sayesinde anılmaktadır.
Almanların
enigmanın sırlarının çözülemeyeceğine inançları o kadar tamdı ki, 1974 yılında
Ingiliz hükümeti "Ultra" operasyonlarının varlığını ve savaş
belgelerini açıklayana kadar bu inançları sürdü. Yalnızca Alman denizaltı
haberleşmesi için geliştirilmiş, 1036 farklı anahtar denemesiyle
çözümlenebilecek olan altı rötarlı 36 sıfırlı sayıyı olası başlangıç çizelgesi
olarak üretebilen bir makinenin, o yıllarda bilinen yöntemlerle asla
çözülemeyeceğine inanıyorlardı. Bu başarının arkasındaki en önemli adam olan
Alan Turing'in varlığından bile haberleri yoktu.
Çünkü Alan
Turing bir eşcinseldi ve o yıllarda İngiltere'de eşcinsel olmak bir suçtu.
Kimi geceler, Ultra'nın çekirdeğini oluşturan kişilerin sıkı önlemlerle
konuşlandırıldığı Bletchey Parkı'nın dışına gizlice çıkıyor, gönlüne göre olan
barlarda halktan kişilerle takılıp, kamyon şoförleriyle beraber olmayı
seviyordu. Nitekim 1952 yılında, o sıralar işsiz olan on dokuz yaşındaki genç
bir fabrika işçisiyle yaşadığı suç sayılan "gayri meşru ilişkisi"
nedeniyle tutuklandı. Aşağılandı, kapatıldı ve tecrit edildi. Güvenlik
belgeleri elinden almdı. Şifre çözme merkezindeki görevine son verildi. Devlet
sırlarını açıklama olasalığına karşı, sürekli gözetim altında tutularak ona bir
cehennem hayatı yaşatıldı. Devletin "kutsal ailesine" karşı suç
işlemiş biri olarak, ağır hapis cezası ile deneysel hormon tedavisi arasında
bir seçim yapmaya zorlandı. Turing çalışma alanını genişletmiş, biyoloji ve fizik
alanlarında da büyük ilerleme kaydetmişti. Bu nedenle bilimsel çalışmalarına
devam edebilmek amacıyla, deneysel hormon tedavisini seçmek zorunda kaldı. Bir
deney hayvanı gibi kullanıldı, göğsünün büyük oranda genişlemesine, dayanılmaz
ağrılar duymasına neden olan ıstırap verici iğnelere, maruz kaldığı
aşağılanmaya daha fazla dayanamayarak, 1954 yılında kendi eliyle hazırladığı
siyanürlü bir karışımı zerk ettiği elmayı ısırarak intihar etti. Öldüğünde
sadece 42 yaşında olan ve yaşasaydı daha kim bilir neler yapacak olan Alan Turing'in
cesedi yakıldı, külleriyle birlikte adı, anıları ve fikirleri havaya savruldu.
Madalya almadı, göğsüne ya da omzuna yıldız takılmadı, heykeli dikilmedi.
Faşizmin yenilmesinde, ll. Dünya Savaşı'nın kazanılmasında ve savaşın
kısalmasında bu kadar önemli ve büyük katkısı olan bir bilim adamı, sadece bir
eşcinsel olduğu için öldü. Böyle durumlarda hep denildiği gibi, tarihin bir
cilvesi olarak, ölümünden yalnızca dört yıl sonra İngiltere'de eşcinsel
ilişkiler suç olmaktan çıkarıldı.
Echelon
Kanadalı eski
istihbarat görevlisi, "Echelon, gökyüzünde adeta bir elektrik süpürgesi
gibi çalışır. Torbasına çektiği şeyler arasından değerli mallar bir bir
ayıklanır" demişti. Bir sistem düşünün: Dünya çevresinde dönen lOO'ü aşkın
uydusuyla telefon, faks, e-posta trafiği, uydu sinyalleri ve uzayda dolaşan
tüm haberleşme trafiğini dinlesin. Kod adı Echelon ve tüm şüphelere, zaman
zaman eski ajanların itiraflarına rağmen, kurucu ülkeler tarafından varlığı
hiçbir zaman kabul edilmedi. 6 Eylül l960'da Rusya'ya iltica eden Bernon
Mitchell ve William Martin adlı iki ABD ajanı, Ulusal Güvenlik Ajansı'nda (NSA)
görev yaptıklarını belirterek, bu kuruluşun en az 40 ülkenin haberleşmesini
dinlediğini açıkladılar. Şaşırtıcı olan, dinlenen ülkeler arasında Echelon
sistemine üye olan ve sistemin aynı zamanda kurucusu olan ülkelerin de
olmasıydı.
Biri Bizi Gözetliyor
Echelon'un
varlığı resmi olarak ise ilk kez, 23 Mayıs l999'da Avustralya, Canberra'daki
Savunma Sinyalleri Müdürlüğü (DSD) Başkanı Martin Brady'nin yaptığı bir
açıklamayla kabul edildi. Brady bu açıklamayla, ülkesinin yaklaşık 50 yıldır
varolan ve gizlenen küresel bir elektronik izleme sisteminin parçası olduğunu
kabul eden ilk kişi oldu. Bu açıklamadan önce Avrupa Birliği, konu hakkındaki
iddiaları araştırmaya çoktan başlamıştı bile. Avrupa Parlamentosu, Echelon'la
ilgili iki rapor hazırlattı. Bunlardan ilki l988'de yayınlandığında Avrupa'da
soğuk duş etkisi yaptı. Rapora göre ABD, Avrupa'daki telefon, faks ve e-posta
haberleşmelerinin % 90'ını denetliyordu.
Raporun
açıklanmasının ardından Italyan hükümeti, Echelon'un bilgi toplama
yöntemlerinin İtalyan kanunianna aykırılığının incelenmesi için bir komisyon
kurdu. Danimarka Parlamentosu da benzer bir araştırma başlattı. Ve 1999'da,
ABD'deki elektronik mahremiyet örgütü EPIC, Echelon'un faaliyetleriyle ilgili
olarak ABD hükümetini dava etti.
AB de Echelon'a Özendi, Enfopol
Doğdu
Konuyla
ilgili ikinci rapor, 1999 yılında gazeteci Duncan Campbell'a hazırlatıldı.
Avrupa sistemin ayrıntıları bir bir ortaya çıktıkça ne kadar büyük bir şebeke
ile karşı karşıya olduğunu anladı. Uydular aracılığıyla yapılan tüm
iletişimi.n di.nlendiği, internetin de bundan nasibini aldığı öğrenildi.
Sistem, yeraltı ve denizaltı haberleşme kabloları ile telsiz haberleşmesine
müdahale ediyor, büyükelçiliklere gizli dinleme aygıtları yerleştirilmesi
yoluyla geleneksel yöntemler kullanmaktan da geri kalmıyordu.
AB raporunun
hazırlanmasının ardından ABD'nin dünyayı dinleme faaliyetlerinin bir
benzerinin Avrupa Birliği tarafından da gerçekleştirilmesi için bir proje
yürürlüğe konuldu. Enfopol adı verilen proje ile Echelon'a ciddi. bir rakip
çıkarmak isteyen AB, bu konudaki çalışmalarını günümüze kadar bir hayli
ilerletmişti. Özellikle Avrupa'dan yükselen muhalefete rağmen Avrupa Birliği
projede geri adım atmadı. Günümüzde Enfopol'le ilgili dışarıya pek fazla bilgi
sızmış değil. Çalışmalar büyük bir gizlilik içinde sürdürülüyor.
Echelon'un
doğuş sürecine göz attığımızda, Nazi Almanya'sına karşı II. Dünya Savaşı'nda ittifak halinde olan
İngiltere ve ABD'nin, istihbarat konusundaki birlikteliklerini savaştan sonra
da sürdürmek için UKUSA (İngiltere-ABD) adıyla bilinen bir işbirliği anlaşması
imzaladıklarını görmekteyiz. Bu anlaşmaya 1947'de ABD adına NSA, Ingiltere
adına da İngiliz Devlet İletişim Karargahı (GCHQ) imza koymuştu.
Ne de olsa
iki ülke savaşta birbirlerini yakından tanıma fırsatı bulmuştu. İngiliz
matematikçi Alan Turing ve ekibi, Alman şifre makinesi Enigma'nın şifresini
çözerek büyük bir iş başarmış, Ingiltere şifrenin anahtarını Amerikalılara
vermişti. Bunun altında kalmayan Amerikalılar da japonların askeri şifrelerini
çözerek İngilizlere verdi. tki ülke bu yolla düşmanlarının radyo
haberleşmelerini dinlediler ve yüz binlerce gizli mesajı çözdüler.
UKUSA anlaşmasıyla
ilk etapta İngiltere ve ABD'nin ortak olduğu Echelon sistemine, daha sonra
İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın
elektronik istihbarat birimleri katıldı. llerleyen zamanlarda Batı Almanya,
Danimarka, Norveç ve Türkiye de UKUSA kapsamına "üçüncü ülkeler"
olarak dahil oldu.
Katılan ülke
sayısı artınca da İngilizce konuşan beş ülke dünyanın çeşitli bölümlerindeki
haberleşmeyi izlemek üzere işbirliği yaptı. İngiltere, Afrika ile Urallar'a
kadar Avrupa'yı; Kanada, Kuzey enlemleri ve kuzey kutbundaki bölgeleri;
Avustralya ise Okyanusya'daki iletişimi izleme sorumluluğunu üstlendi.
Türkiye'de iki Echelon Üssü Var
Türkiye'deki
Echelon üslerinde görev yapan eski NSA ajanı Wayne Madsen 2001 yılında yaptığı
açıklamalarda, Türkiye'de halen iki Echelon üssünün faaliyette olduğunu, bu iki
üsten lran, Irak, Kafkaslar ve Rusya'nın iç bölgelerinin izlendiğini, radar
imajlan, radyo sinyalleri ve telemetri gibi faaliyetlerin yürütüldüğünü açıkladı.
Ajan Madsen, Türkiye'de daha çok NSA üssünün bulunduğunu, ancak sayının ikiye
indirildiğini ve diğerlerinin Türkiye'ye devredildiğini anlatıyordu.
"Yunanistan'daki tüm NSA tesisleri kapatıldı ve onlara güvenmediğimiz için
de hiçbirini devretmedik, hepsine kilit vuruldu. Şu an NSA'nın KKTC'de bir
tesisi var. 1974'den sonra Türkiye ile bir anlaşma yaptık. Buradan Ortadoğu
izleniyor, Türkler ile birlikte çalışıyoruz." diyerek açıklamalanna devam
ediyordu.
Sovyetler
Birliği 12 Nisan 1961 günü bir devrim yapıyor ve tarihte uzaya insan gönderen
ilk ülke oluyordu. Bugün hâlâ büyük bir kahraman olarak görülen Yuri Gagarin,
uzaya giden ilk insan unvanını kazanmış, Kremlin son derece gizli tuttuğu bu
olayla ilgili açıklamayı Kozmonot Yuri Gagarin dünyaya döndükten sonra yapmayı
planlamıştı. Bamford'a göre olay daha Kremlin açıklama yapmadan NSA
raporlarında yerini almıştı:
"Türkiye,
Soğuk Savaş döneminde NSA'nın incisi haline gelmişti. Çünkü Sovyetler'in füze
denemeleri, konumundan ötürü Türkiye'den çok iyi takip ediliyordu. NSA,
l957'de Karamürsel yakınlarında bir istasyon kurdu. Karamürsel kahvelerinde
çiftçiler nargile tüttürüp siyaset konuşurken, istasyonun dev antenieri SSCB'yi
dinliyordu. NSA'nın Karamürsel'deki kulaklarıyla, ABD yönetimi olayı anı anına
izliyor, NSA, Yuri Gagarin ile merkez arasındaki konuşmaları bile
Karamürsel'den not ediyordu."
Eski bir NSA
görevlisinin açıklamalarına göre siyasi olarak aktif herhangi bir kişi,
dünyanın neresinde olursa olsun, NSA'in radarına yakalanıyordu. Kanadalı eski
bir istihbarat görevlisi ise Echelon'u şöyle anlatacaktı: "Echelon,
gökyüzünde adeta bir elektrik süpürgesi gibi çalışır. Torbasına çektiği şeyler
arasından değerli mallar bir bir ayıklanırİ"
TÜRKİYE
MlT Milli İstihbarat Teşkilatı
FRANSA
DGSE Directian Generale de la Securite Exterieure (Fransız Dış İstihbarat
Servisi)
BCRA Bureau Central de Renseignements et d'Action (Fransız Merkezi
Harekat Bürosu)
DST Directian de la Surveillance du Territoire (Fransız Güvenlik ve
Karşı Haberalma Servisi)
SDECE Service de Documentation Exterieur et Contre Espiyonage (Fransız
Dış Dokümantasyon ve Kontrespiyonaj Servisi)
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ
VEVAK Vezarat-e Ettela'at va Amniat-e Keshvar (lran İstihbarat Örgütü)
SAVAMA lç Güvenlik Servisi
YUNANİSTAN
EYP Ethniki Ypiresia Pliroforion (Yunanistan İstihbarat Servisi)
ROMANYA
SRI (Romanya İstihbarat Servisi)
PORTEKİZ
SIS (Portekiz İç İstihbarat Servisi)
İSPANYA
CNI Centro Nacional de Inteligencia (Ulusal istihbarat Servisi)
İTALYA
SISDe Servizio per le Informazioni e la Sicurezza Democratica (İtalya
istihbarat ve Demokratik Güvenlik Servisi)
İSVEÇ
SISD Swedish
Intelligence and Security Directarate (tsveç İstihbarat ve Güvenlik
Direktörlüğü)
FOE
Forsvarvarsftaben Operativ Enhat (İsveç Güvenlik Teşkilatı)
KANADA
CSIS Canadian
Security Intelligence Service (Kanada Güvenlik İstihbaratı Servisi)
ALMANYA
BND Bundes
Nachrichten Dienst (Almanya İstihbarat Servisi)
BfV Bundesamt
für Verfassungsschutz (Almanya Anayasa Koruma Teşkilatı)
İSRAİL
MOSSAD Mossad
le Modiyn ve le Tafkidim Meyuhadim (istihbarat ve Özel Görevler Enstitüsü)
AMAN Agaf ha-Modi'in (İsrail Askeri İstihbaratı)
SHlN BETH
Sherut haıi3itachon ha Khali (Genel Güvenlik Servisi)
SHABAKSherut
Bitahon Klali (İsrail İç Güvenlik Teşkilatı)
AMERİKA
BİRLEŞİK DEVLETLERİ
CIA Central
intelligence Ageney (Merkezi Haberalma Teşkilatı)
FBI Federal
Bureau of Investigation (Federal Soruşturma Bürosu)
NSA National
Security Ageney (Ulusal Güvenlik Servisi)
DIA Defense
intelligence Ageney (Savunma istihbarat Teşkilatı)
RUSYA
FEDERASYONU
FSB Federal'naya
Sluzhba Bezopasnosti (Federal Güvenlik Servisi)
GRU Glavnoye
Razvedovatel'noye Upravlenie (Askeri Haberalma Servisi)
SVR Sluzhba
Vneshney Razvedki (Dış istihbarat Servisi)
KGB Komitet
Gosudarstvennoi Bezopasnosti (Sovyet Rusya Haberalma Servisi)
FSK
Federal'naya Sluzhba Kontrrazvedky (Federal Güvenlik Servisi)
FAPSi
Federal'naya Agenstvo Pravitel'stvennoy Svayazi i informatsii (Federal Hükümet
İletişim ve Enformasyon Ajansı)
MBR
Ministerstvo Bezopasnosti Ruskii (Rusya Güvenlik Bakanlığı)
İNGİLTERE
Mi-5 Security Service (Güvenlik
Servisi)
Mi-6 Seeret
intelligence Service (Gizli istihbarat Servisi)
CIM Central
İntelligence Machinery (İngiliz Merkezi İstihbarat Mekanizması)
ÇİN HALK CUMHURİYETİ
Guoanbu Guojia Anquan Bu (Devlet Güvenlik
Bakanlığı)
AVUSTRALYA
ASIO (ASIS) Australian Security and Intelligence Organization (Service)
(Avustralya Istihbarat Teşkilatı)
MACARİSTAN
AYB Allami Yedeimi Batosag (Macar Istihbarat Servisi)
VİETNAM
BCA Bo Cong An (Vietnam Istihbarat Servisi)
KÜBA
DGI Direecian General de lnteligencia (Küba Istihbarat Teşkilatı)
ROMANYA
DIE Departmentul de Informatii Externe (Romanya Dış Istihbarat
Başkanlığı)
BULGARİSTAN
DS Drzaven Sigurnost (Bulgar Istihbarat
Teşkilatı)
SURİYE
El Muhaberat
NORVEÇ
NSM Nasjonal Sikkerhetsmyndighet (Norveç Istihbarat Servisi)
POLONYA
SB Sluzba Bezpieczenstwa (Polonya istihbarat Servisi)
JAPONYA
Naikaku joho Chosashitsu Naicho (Japonya İstihbarat
Ofisi)
ÜRDÜN
Dairat al-Mukhabarat al-Ammah (Ürdün Kraliyer Haberalma Servisi)
GÜNEY KORE
NIS National Intelligence Service (Kore istihbarat Servisi)
LlTVANYA
VSB Valstybes Saugumo Departamentas (Güvenlik Servisi)
MAKEDONYA
Agencija za Razuznavanje
MALEZYA
JRP jabatan Risikan Persekutuan (Federal
istihbarat Servisi)
MEKSİKA
CISEN Centro de Investigaci6n y Seguridad Nacional (Ulusal Güvenlik ve
istihbarat Servisi)
HOLLANDA
AIVD Algemene Inlichtingen-en Veiligheidsdienst (İstihbarat ve Güvenlik
Servisi)
MIVD Militaire Inlichtingen-en Veiligheidsdienst (Askeri İstihbarat ve
Güvenlik Servisi )
PAKİSTAN
İSİ Pakistan istihbarat Servisi
AZERBAYCAN
MTN-Milli Tehlukesizlik Nazirliyi
ÇEK CUMHURİYETİ
BİS-Bezpecnostni
İnformacni Sluzba (Ulusal Güvenlik Servisi)
Accommodation Address (Aracı Adres): Normalde, o yerde oturmayan
gizli bir ajan için yollanılan posta malzemesinin gönderildiği adres.
Active Opposition (Aktif Mukavemet): Belirli bir operasyon
bölgesindeki gizli faaliyeti önlemeye veya istismar etmeye çalışan unsurlardır.
Bunların başında ilgili operasyon bölgesindeki güvenlik sistemi gelmekte olup,
bu sistem profesyonel güvenlik güçleri ile polis ve diğer bu uygulayıcı
kuruluşlar gibi yardımcı güvenlik unsurlarından ve gönüllü muhbirlerden
oluşmaktadır. Mukavemet sistemi diğer siyasi grupları veya üçüncü bir ülkenin
güvenlik servislerini de kapsam içine alabilir.
Agent Net (Ajan Şebekesi): Bir baş ajanın yönetiminde gizli
maksatlar için çalışan grup, şebeke.
Alias (Takma Ad): Bir kişinin temasta bulunduğu şahıslar veya
kurumlardan gerçek kimliğini saklamak için kullandığı sahte isim. Bu isim,
genellikle özel ve geçici bir operasyonel maksatla kullanılır.
Audio Surveillance (Teknik Dinleme): lstihbari açıdan ilgi çeken
kişi veya kişilerin konuşmalarını, her türlü ses alma, kayıt ve yayınlama
cihazlarını gizli bir şekilde kullanarak tespit etmek.
Authentication Documentation (Dokümantasyon): (l) Ajanın hayat
hikayesine uygun düşen, onu destekleyen gizli belgeler, hesaplar, teçhizat
temin için girişilen teknik destek görevi. (2) Okuyucuya, güvenlik çerçevesi
içinde kalmak kaydıyla, bir haber raporunun bilinen veya muhtemel olan
doğruluğunu kaynağın tarifi gibi bilgilere dayalı olarak kanıtlamak,
doğruluğuna karar vermek olgusu.
Backstop
(Geri Destek): Sahte kimliğin, soruşturmaya tabi tutulduğu takdirde, bağımsız
bir kaynak veya kaynaklar tarafından teyit edilebilecek şekilde düzenlenmesi.
Blow
Compromise (Deşifre): Gizli bir teşkilat veya faaliyetle ilgili bilgilerin
genellikle kasıtsız olarak açığa vurulması. Açığa vurma dost unsurlar
tarafından kasıtsız, düşman tarafındansa kasıtlı olarak yapılır.
Border
Crossing (Saldırı): Bir sının veya bir siyasi sorumluluk sahasını legal veya
illegal geçiş şekilde geçme olayı.
Brush Contact
(Fırça Teması): Gizli bir teşkilatın iki mensubu arasında yazılı veya sözlü bir
haberin dikkat çekmeden aktarılması için, kazayla yapıldığı izlenimini verecek
şekilde düzenlenen bir anlık temas.
Bug (Böcek):
Dinleme cihazı veya böyle bir cihazı yerleştirmek.
Build up
Material (Yemleme Malzemesi): Bir istihbarat servisi tarafından, karşı servise
aktarılmak üzere bir çift taraflı ajana verilen gerçek bilgiler. Bu bilgilerin
veriliş amacı, ajanın düşman servis nezdindeki itibarını artırmaktır.
Bury (Gömü):
Bir sorgulama sırasında asıl ilgiyi. çeken mesele, isim veya konunun etrafını,
ona olan ilgiyi perdelemek amacıyla ona benzeyen fakat direkt ilgisi olmayan
unsurlarla sarmak, (2) yere gömmek.
Cache (Zula):
Operasyonları ileride desteklemek maksadıyla ihtiyaç duyulan malzemenin
gizlenmesi.
Case Officer
(Keysofiser): İngilizce'den Türkçe'ye adapte edilmiş olup, herhangi bir
istihbarat operasyonunu yürüten, çeşitli kategorideki elemanları sevk ve idare
eden istihbarat görevlisi. Bu görevi masa başında yapıp değerlendirmeye tabi
tutan kişiyeyse deskofiser (desk officer) denilir.
Chicken Feed
(Yem): Rakip bir servisi, yanıltına malzemesine heveslendirmek için özellikle
hazırlanmış yemierne malzemesi.
Conducting
Officer (Refakat Memuru): (1) Bir operasyon bölgesinde bir ajan veya ajan
grubuna sevk noktasına kadar refakat eden memur. (2) Istihbarat amacıyla, bir
ajana veya dost servis temsilcisine bir yerden bir yere veya bir ülkeden
diğerine kadar refakat eden bir memur.
Consumer
(Müşteri): Bir istihbarat teşkilatının ürettiği istihbarat bilgilerini
kullanan şahıs veya kuruluşlar.
Countersurveillance
(Karşı takip): Bir şahsın başka bir şahıs veya grup tarafından takip
edilip edilmediğini anlamak için, sistematik bir şekilde uygulanan takip ve
gözetierne faaliyeti.
Cover
Story (Maske Hikayesi): Bir gizli faaliyet elemanının faaliyetini gizlemek
için mevcut kimliğine, pozisyonuna ve yaşantısına uygun olarak hazırlanmış
hayat hikayesi.
Cover
Disruptive Action (Örtülü Önleme Faaliyeti): Yıkıcı faaliyetleri önleme
gayretlerine destek olmak amacıyla şahıslara baskı yapmak, provokasyonlara
girişip, isyanlara sebep olmak veya önlemek, sokak olaylarını düzenlemek veya
onları dağıtmak gibi faaliyetlerde bulunmak.
Covert
Action Operations (Örtülü Faaliyet Operasyonları): Gerçek organizatörü
gizlemek ve gerektiğinde onun ilişkisini ve sorumluluğunu reddetmek imkanı
yaratmak amacıyla planlanan ve uygulanan operasyonlardır. Bu operasyonlar,
organizatörün istihbarat teşkilatının hedef ülkedeki resmi temsilcilikleri
tarafından yapılanlara ilaveten ve onları tamamlamak üzere siyasi, ekonomik ve
paramiliter sahalarda ve organizatörün milli politikasını o ülkede daha köklü
uygulayabilmek amacıyla tatbik edilirler. Bu operasyonlarda organizatörün
kimliğini gizlemek için gizli faaliyet teknikleri uygulanmakla birlikte,
genelde gözle görülür bir sonuç elde etmek maksadıyla uygulandıklanndan, diğer
gizli faaliyet operasyonlanndan ayrı olarak değerlendirilirler.
Dead-End
(Çıkmaz Yol ): Ajanın hayat hikayesine dahil unsurların, bir soruşturmaya
imkan vermeyecek şekilde, bir tıkanma noktasına getirilmek suretiyle
düzenlenmesi.
Deception
(Yanıltma): Bir millet, grup veya şahsı, yanlış yola sevk etmek amacıyla
düzenlenmiş faaliyet.
Defection
(İltica, Taraf Değiştirme): Kişinin bir ülkeye, hükümete, davaya, partiye,
inançlara olan bağlılığını bilinçli olarak terk etmesi. Genelde o ülkeden kopan
ve istihbari, operasyonel ve psikolojik değeri olduğu için rakip ülkenin
bağımlılığına giren şahıslar (Defector) için kullanılır.
Defection
In Place (Yerinde Taraf Değiştirme): Bir şahsın bağlılığını gizlice terk
ederek, kendi hükümetinin hizmetinde kalınakla beraber, rakip devlete
çalışması. Yerinde Angaje (Recruitment in Place) terimi de aynı manada
kullanılmaktadır.
Dispatch
(Resmi Yazı): Karargahla kuruluşları veya üniteleri arasında veya bölge
tesislerinin kendi aralarında kurye çantası içinde taşınan resmi yazılı
belgeler.
Disposal (İz
Silme): Bir ajanın ilişkisinin kesilmesinin ardından, onu kullanan gizli
teşkilatın güvenliğini sağlamak amacıyla yapılan işler ve alınan tertipler.
Double
Cover Second Cover (Duble Maske İkinci Maske): Belirli bir gizli faaliyet
için kullanılan yedek hikaye. Genellikle ilk kullanılan hikaye veya açıklamanın
geçerli olmaması üzerine ufak çaplı bir suç veya yanlış bir uygulamaya karışmış
olma keyfiyetinin itiraf edilmesi halidir. Maksat esas gizli faaliyetin ve niyetin
saklanmasıdır.
Double
Agent (Çift Taraflı Ajan): lki istihbarat veya güvenlik servisi ile ajan
ilişkilerini sürdüren, bir servise diğeri hakkında veya her iki servise de
birbirleri hakkında bilgi veren kişi.
EEFIS
Evasion And Escape Fingerprint Identification System (Kaçma, Kurtulma ve Parmak
İzi Teşhisi Sistemi): Bir şahsa ait parmak izlerinin bulunduğu bölgede
tasnif edildikten sonra, şifreli olarak bir veri formuna geçirilip daha kesin
bir teşhis sağlamak amacıyla ilgili makama gönderilmesi metodu.
EEl
Essential Elements Of Information (Esas Bilgi Unsurları): Esas itibariyle
askeri bir terim olup, elde edilmesi istenilen ve lüzumlu olan istihbarat
bilgilerinin tespiti anlamında kullanılır.
Elicit
(Sızdırma): Bir şahısla yapılan konuşma sırasında, ona kendisinin
istihbarat amacıyla kullanıldığını hissettirmeden bilgi almak.
Evasive Action (Atlatma): Yakalanmayı, saldırıyı veya özellikle
bir takibi atlatmak için uygulanan hareket.
Exfiltration (Gizli Çıkış): Karşı tarafın veya düşmanın kontrolü
altındaki bölgelerde bulunan personelin gizlice oradan tahliye edilmesi.
Fabricator (Fabrikatör): Siyasi ve şahsi amaçlar için, genellikle
gerçek ajan kaynaklarına sahip olmaksızın uydurma veya şişirme haber üreten
şahıs veya grup anlamındadır.
Handolder (Rehber): Bir ajana, bir dost servisin temas unsuru veya
operasyonla ilgili bir başka şahsa; onların aşina olmadıkları bir bölge veya
şart için rehberlik ve refakat eden, genellikle servis mensubu olan bir kişi.
Infihration (Sızma): (1) Düşman arazisindeki bir hedefe bir ajan
veya bir başka şahsın gizlice yerleştirilmesi. Bu faaliyet, sürekli olarak bir
sınır veya muhafaza altındaki bir hattın geçilmesini gerektirir. (2) Bir veya
daha fazla şahsın, bir grup veya teşkilat içinde onları dinlemek veya faaliyetlerini
kontrol etmek amacıyla gizlice sokulması.
Informanı Sub Source (Tali Kaynak): (1) lstihbarat bilgisi veren,
angaje edilmemiş kontrol dışı bir kaynak. (2) Rapor yazmada: Belirli bir bilgi
veren ve kendisine ana kaynağın kaynağı şeklinde atıfta bulunan şahıs.
Informer (Muhbir): Şüpheli şahıslar veya faaliyetler hakkında
polise veya güvenlik servisine bilinçli olarak maddi mükafat karşılığında
bilgi veren şahıs.
Insulate (İzolasyon): Genel anlamda bir veya diğerinin deşifre
olduğu veya sızmaya maruz kaldığının bilinmesi veya bundan şüphe edilmesi
hafinde; bir şahıs, teşkilat veya bölgenin diğer gizli unsurlardan tecrit
edilmesi.
Liaison (Liyezon): lki veya daha fazla ülkenin servisleri arasında
resmi ve kurumsal işbirliğinden, gayri resmi, son derece kural dışı veya şahsi
ilişki şekline kadar değişkenlik gösterebilen ilişkiler.
Liasion Operations (Liyezon Operasyonları): Bir yabancı servisin
mensupları ile ilişkilere dayalı olarak en basit anlamdaki işbirliğinden
başlayıp, ortak operasyanlara kadar yönelebilen her türlü faaliyet.
Motivation (Motivasyon): Motive etmek, yüreklendirmek anlamında
kullanılmaktadır.
Name Check (Fiş Kontrolü): Bir şahıs hakkında bilgi edinmek
amacıyla kayda geçmiş mevcut bilgileri araştırmak. Bu işlem, normalde ilgili
şahıs hakkında bir kasıt mevcut olup olmadığını tespit etmek amacıyla yapılır
ve onun güvenirliğine veya istihbarat sahasında kullanılabilir olup olmadığına
karar verme aşamasındaki ilk adımı teşkil eder. Traces ibaresi de aynı anlamda
kullanılır.
One Time Pad (Bir Defalık Şifre Bloğu): Belirli bir usulle karıştırılmış
harflerden meydana gelen bir şifre sistemi olup, bir kere kullanıldıktan sonra
terk edilir.
Project (Proje): Bir istihbarat örgütüne verilmiş belirli bir görevin
başarılabilmesi için, hazırlanan operasyon planının onaylanmış şekli.
Recruitment (Angaje): Bir şahsı, bir gizli teşkilat için çalışmaya
ikna etme görevi.
Recruitment In Place (Yerinde Angaje): Bir hedef kuruluş mensubunun,
o kuruluştaki görevini muhafaza etmekle beraber, bir ajanın hizmet etmeye ikna
edilmesini amaçlayan bir faaliyettir.
Refugee (Mülteci): Değişik bir yöntem tarzıyla idare edilen her
ülkenin fiili veya eski vatandaşı olup, o ülkeden kaçmış bulunan ve/veya oraya
geri dönmek isteyen ve aynı zamanda ikamet etmekte olduğu ülkenin ekonomisiyle
bütünleşmiş bulunan kimse.
Roll Up Roll Back (Temizlik): Mevcudiyeti ve faaliyetleri sızma
yoluyla veya belirli bir şekilee deşifre edilerek ortaya çıkarılan bir gizli
örgütün, bir güvenlik servisi tarafından imhası.
Stake Out (Sabit Takip ve Gözetleme): Bir şahıs, yer veya tesisin
sabit takip ve gözetlerneye alınması.
Termination (ilişki Kesme): Bir proje veya bir ajanın kullanımını
sona erdirirken uygulanan idari ve güvenlik usulleridir.
Third Country Operation (Üçüncü Ülke Operasyonu): Bir istihbarat
teşkilatının, bir yabancı ülkeeen diğer bir ülkeye karşı yönettiği bir
operasyon.
Third Country Agent (Üçüncü Ülke Ajanı): Milliyeti, kendisini
kullanan ve aleyhinde kullandığı ülkeden ayrı olan bir ajan.
Walk In (Kendi Gelen): Başka bir ülkenin temsilcisine, taraf değiştirmek,
istihbarat alanında hizmet etmek veya başka şekillerde yardımcı olmak amacıyla
gönüllü olarak başvuran kişi.
KAYNAKÇA
Dünya Casusluk Tarihi
Ansiklopedisi M. Ali Eren
Cemal Kutay
Prof. Dr. Zekeriya Kurşun
Prof. Dr. Mustafa
Balcıoğlu
Milli Istihbarat
Teşkilatı Tarihçesi Dr. Erdal llter
CIX’in Büyük Operasyonlan Mark Zepezauer/Kaynak Yayınlan1996
Uluslararası Af Örgütü
wwwsabah.com. tr
İsrail Gizli Servisi Richard Deacan/Anahtar Kitaplar Yayınevi 1993
Entebbe Havaalanı'nda 90 Dakika Uri Dan
The Seeret War in Sudan Edgar O'Ballance
The lsraeli Connection Benjamin
Beit-Hallahmi
Every Spy a Prince Dan Raviv/Yossi Meirnon
Dangerous Liaison Andrew
and Leslie Cockburn They Dare to Speak Out Paul Findley
Israel Ultra Seeret jacques Derogy/Hesi Carmel
The Sampson's Option Seymour M. Hersh
Les Vrais Maitres du Monde Gonzales Mata
Taking Sides, American Seeret Relations with a Militant Israel Stephen
Gren
Kader Üçgeni Noam Chomskyilletişim Yayınları 1993