Yesevîlik Yolu ve Yesevî
Mesajını
Bugüne Ulaştıranlar
1.
Yedi iklimde Salınan
Azizler
2.
Yesevî’nin Vârisleri:
"Bel Evlâdı" "Yol Evlâdı"
3.
Atalar Silsilesi: Hakîm
Ata, Zengî Ata ve Diğer Atalar
4.
Sultanlara Baş Eğdiren
Manevî Güç
5.
Yesevî Külliyesi
6.
Yesevîyye Tarikatı
7.
Günümüze Ulaşan Yesevîlik
Bilinci
8.
Hikmetler Pınarı
Notlar ve Açıklamalar
Dr. Hayati Bice
Hazret Sultan Yesevî’nin ‘Yesevîyye’, ‘Yesevîlik’ gibi isimlerle anılan
eğitim metodu, İslâm tasavvuf geleneğinin bir parçasıdır. Türkistan’da Yesi
kenti merkezindeki maddî ölçülerle küçük olduğu asla söylenemeyecek, fakat
asıl önemlisi mânâca çok muazzam olan Yesevîlik âsitânesi1 olan dergâhında
eğittiği ve o zamanın bilinen dünyasının dört bir köşesine gönderdiği
temsilcileri ile kısa sürede dünya tarihini etkileyecek bir manevî akım
oluşturan kurucusu da bir tarîkat önderidir. Yesevî’nin insan, şair, düşünür,
olarak tüm nitelikleri tasavvufî işlevi göz ardı edilerek anlaşılmaz ve
kavranamaz. Yesevîlik bir tarîkat ve kurucusu olan Hazret Sultan Yesevî de
tarîkat şeyhi olduğuna göre öncelikle Yesevîlik yolunun tasavvufî özellikleri
anlaşılmalı ve açıklığa kavuşturulmalıdır. Oysa günümüzdeki Ahmed Yesevî ve Yesevîlik
çalışmalarına ve araştırmalarına bakıldığında bu iki öncelikli konunun
-nedendir bilinmezısrarla ihmal edildiğini kolayca söyleyebiliriz. Kimi
çalışmalarda Ahmed Yesevî kimliğinin Türkçe ilk şiirlerden bir kısmını
söylediği iddia edilen bir şairden öteye götürülmediğini hatırlanırsa “ihmal”
hükmünün az bile kaldığı görülür. Ahmed Yesevî, Türklüğün manevî hayatındaki
büyük yerini, sadece bazı tasavvufî şiirler yazmakla kazanmamıştır.
Bir insan olarak Ahmed Yesevî’den Türk yurtlarına kalan mirası
düşünüldüğünde iki unsur öne çıkar:
a.
Yesevîyye
Mürşîdleri: İlk olarak Yesevîyye tarîkatını kuşaktan kuşağa, biat için
uzatılan tutulan elden biat için uzanan ele aktararak bugüne ulaştıran
Yesevîyye mürşîdleri söz konusudur. Ahmed Yesevî, Yesi’ye yerleştikten sonra
Türkistan’ın her yerinden gelen ve eğitimini tamamladıktan sonra bütün Türk
yurtlarında İslâm’ı tebliğ ile görevlendireceği mürîdlerine İslâm’ın zâhirî ve
bâtınî inceliklerini öğretir ve irşad görevi ile dünyanın değişik köşelerine
yönlendirir; farklı ülkelerde görevlendirirdi. Ahmed Yesevî’nin Türk
yurtlarında kendinden önce ve sonra benzeri görülmedik kalıcı bir etki
bırakmasındaki en önemli faktör, yetiştirdiği ve Türk dünyasının dört bir
tarafına gönderdiği mürîdleri olmuştur. İlk bölümde naklettiğimiz Yesevî
menkıbelerinin çoğunluğu bu mürşîdler ile ilgilidir. Kitabımızın bu ikinci
kısmında ise bu Yesevî vârislerinin ismi bilinen zirve isimleri, yazılı
kaynaklar esas alınarak eser ve etkileri ile anılacaklardır. İsmi anılan bu
Yesevî dervişlerinden çok daha fazlasının kâh bir ahî2 olarak
çarşısına manevî zenginlik katan fütüvvet3 ehli bir esnaf
görünümünde; kâh bir fetih sırasında kılıç sallayan ve şehîd olan askerler
arasında “adsız kahramanlar” olarak misyonlarını tamamladıktan sonra Türk
tarihinin derinliklerindeki asûde yerlerini aldıkları da burada hatırlanmalıdır.
b.
Yesevîyye
Tarîkatı: Yesevî mirasından günümüze kalanların bir diğeri ise bu
mürşîdlerin yaptıkları faaliyetlerde uygulayacakları yöntem ve yordamı
gösteren Yesevîyye tarîkatı kuralları ve ritüelleridir. Bir tarîkat olarak
Yesevîyye, ilk kez bir bütün arz edecek şekilde bu bölümde ortaya konmaktadır.
Öyle ki, bugün Yesevîyye tarîkatının ritüellerini yerine getirmek isteyen bir
okur, bu bölümde verilen bilgiler ile amel etmesi ile dokuz yüzyıl önceki bir
Yesevî mürîdi kadar bilgilenmiş olacaktır.
Ahmed Yesevî’nin büyük manevî tasarrufu ile yayılan ve asırlardır
yaşayan Yesevîyye tarîkatı, “bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş
olan ilk tarîkat”tır.4 Bu tarîkat Türklüğün sadece gönül gözünü
ışıtıp, ruhunu manevî zevklerle süslemekle kalmamış, Türklüğe asırlar boyu yeni
hedefler ve fetihler nasib eden bir kaynak olarak etkisini bugünlere kadar
taşımıştır. Yesevîyye’den gelen tarîkatlar olarak kabul edilen bütün dünyada
yaygın olan ve sülük silsilesi bakımından Ahmed Yesevî’ye doğrudan irtibatlı
Nakşbendîyye ve Bektâşîyye tarîkatları ile Kübrevîyye, Çiştiyye gibi Türk
kökenli sûfîlere isnad edilen daha lokal tarîkatlar da bir derecede bu
çerçevede değerlendirilebilir.
Şah-ı Nakşbend olarak bilinen Bahaeddîn Buharî’nin manevî eğitimi, üveysiyyet
kanalından Abdul-Hâlık Gucduvânî etkisinde olduğu için Ahmed Yesevî de Hâcegân
silsilesine dâhil edilebilir. Nakşbendîlik bir yandan Bahaeddîn Buharî’nin
mürşîdleri Kuşem Şeyh ve Halil Ata vasıtasıyla Yesevîlik etkisine girdiği gibi,
diğer yandan da Yûsuf Hemedânî halîfeliğinde Abdul-Hâlık Gucduvânî ile
halef-selef olmaları, itibarıyla da birçok yönden Yesevîlik ile benzerlik
gösterir. Bu yüzden bazı araştırmacılar, Nakşbendîlik’in genel hatları
yönünden Yesevîlik’ten pek farklı olmadığını ve Orta-Asya’da kısa sürede
yayılma zemini bulmasını Yesevîlik tarafından iki yüzyıl içerisinde hazırlanan
manevî ve kültürel ortama borçlu olduğunu söylemektedirler. Günümüz Nakşbendî
mürşîdlerinin önde gelenlerinden Şeyh M. Nazım Kıbrısî’nin de bir sohbetinde
Ahmed Yesevî’yi -kendi tarîkat silsilesinden olduğunu vurgulayaraksaygı ile
andığı bilinmektedir. Nakşbendi tarîkatının kadim merkezlerini barındıran
Semerkand-Buhara gezisi sonrasında bölgede Hazret Sultan Yesevî’ye gösterilen
saygı ile Şah-ı Nakşbend arasında ister istemez bir mukayese yapan Arab kökenli
bir Nakşbendî mürşîdinin sözleri de bunu teyid etmektedir.
Zaman zaman cehrî (= sesli) veya hafî (= sessiz) zikir ayrımını önplana
çıkaran yaklaşımların ne kadar yersiz olduğu da bu bölümde ayrıntılı olarak
tarif edilen zikr-i erre bahsinde verilen örneklerle ortaya konmaktadır. Bazı
oryentalistlerin -bir kasta binâen olmasa bileTürkistan’ın iki önemli tarîkatı
olan Yesevîyye ile Nakşbendîyye’yi sadece bu zikir niteliği noktasından
birbirinden ayrıştıran -ve hattâ birbirlerine ‘düşman kardeşler’ olarak takdim
edenyaklaşımlarının yanlışlığı da açıkça ortaya çıkacaktır.
Nakşbendî tarîkatının temel klasiklerinden olan Reşehât kitabının giriş
bölümünün Ahmed Yesevî ile Zengî Ata gibi takipçilerine tahsisi edilmiş olması
bile bu ayrıştırma çabalarının yersizliğini göstermeğe yeterli iken
oryentalistlerin izinden giden bazı ilahiyatçıların ısrarla aynı iddialarını
sürdürmesi gariptir. 16. asrın büyük Nakşbendî pîri Ubeydullah Ahrar’ın zikr-i
erre ile ilgili sözlerini mekân ve zaman ayrıntıları ile nakleden -ve bu
bölümde yer verilenmenkıbe de hatırlanmalıdır.
Yesevî mirası sözkonusu olduğunda hemen akla gelen Dîvân-ı Hikmet’i de
mutlaka hatırlamak gerekir. Ülkemizde Yesevîlik ile araştırmalar neredeyse
Dîvân-ı Hikmet’e inhisar ettirildiği için bu konuda Dîvân-ı Hikmet’in önemi ve
fonksiyonu üzerine bir makale çapında inceleme ile yetinilmiştir.
1.
Yedi İklimde Salınan
Azîzler:
Yesevîlik hakkındaki kaynaklar incelendiğinde Yesevî etkisinin dünya
üzerinde başlıca üç Türk sahasında yayılmış olduğu görülmektedir: Hazar
Denizi’nin Doğu kıyılarından Çin şeddine kadar uzanan uçsuz bucaksız Türkistan
bozkırları, Doğu Türkistan sahasının kuzeyinde İdil boyunca uzanarak Kazan
etrafına kadar giden Kıpçak sahası ve Hazar’ın batısında Anadolu’yu boydan boya
içine alarak Rûmeli’ye atlayan Oğuz sahası. Bu durum aynı zamanda bugün
üzerinde Türk topluluğu yaşayan hiçbir yeryüzü parçasının Yesevî etkisinden
uzakta kalmadığını da ifade eder. Türkistanlı bir Yesevî dervîşi tarafından
yazılmış olan “CevâhirüTEbrâr” menâkıbnâmesi5 ile Kırgızlar
üzerinden geçerek Kuzey Türkleri arasına yayılmış olan “Hakîm Ata Kitabı” gibi
halk kitablarında yer alan menkıbeler bunu isbatlayan anekdotlar ile doludur.
Bugünkü Yesi (= Türkistan) bölgesinde hâlâ yaşatılan Yesevî dergâhı
odaklı inanç ve ritüeller Hazret Sultan Yesevî etkisinin en köklü -ve tarihî
gerçekle nisbeten en fazla ilgiligörünümlerini teşkil eder.
Yûsuf Hemedânî’nin olgun halîfelerinden Ahmed Yesevî, Yesi’de irşad
faaliyetine başladığı yıllarda, İslâm’ın yeni merkezî mekânı haline gelen Asya
bozkırlarının her tarafında şeyhlerin geniş bir nüfuz kazandıkları, hemen her
yerleşim yerinde dergâhlar yükseldiği bir devir başlamıştı. Ahmed Yesevî de
Seyhun(=Sir-Derya) boylarında yayılıp, Taşkend çevresine ulaşan geniş bir
alanda ve hattâ daha kuzeydeki Sibirya sınırlarına uzanan sahada yaygın bir
şöhret kazandı.
Yesi’deki dergâhında etrafına toplanan, çevresinde halkalanan Türkler,
Buhara, Semerkand veya Horasan şehirlerinde olduğu gibi Arapça’ya, Fars dili ve
edebiyatını bilen; İslâmî ritüeller ile ülfet etmiş sûfîler değil, İslâm’la
yeni tanışmış, fakat çok güçlü bağlarla inancına bağlanmış, saf inançlı, duru
gönüllü, temiz yürekli insanlardı.
Bu durumu dikkate alan Ahmed Yesevî, mürîdlerine, anlayabilecekleri bir
dil ile, Türkçe hitabetmek zorunda olduğunu fark etmiş olmalıdır. Ahmed
Yesevî’nin hafî zikrin revaçta olduğu Buhara’dan Yesî’ye döndükten sonra
organize ettiği dergâhında düzenlediği zikir meclislerinde cehrî (= sesli)
zikri tercih etmesi, dile getirdiği hikmetlerinin zikir toplantılarında
mürîdler tarafından koro halinde, cezbe oluşturacak tarzda okunmasına izin
vermesi tebliğ yöntemi olarak halkı etkilemeyi hedeflediği söylenebilir.
Bu yüzden, İslâm’ın zâhirî ve bâtınî bütün bilgilerine hâkim olan ve
Arabça ve Farsça’yı çok iyi bilen bir âlim olarak Ahmed Yesevî, İran kültürü
etkisinde kalan başka Türkistanlı sûfîler gibi Farsça ile yazmaktansa, Türklere
kolayca anlayabilecekleri ana dilleri ile, Türkçe hitab etmeyi tercih etti.
Yûsuf Hemedânî’den tevarüs ettiği sülük adâbını Arabça, Farsça bilmeyen Türk
dervişlerine anlatmak için, yine Türk halk edebiyatından örnek alınmış basit
kalıplarla, daha sonra diğer manzumelerden ayırt edilmeleri için ‘hikmet’
olarak tanımlanacak ahlâkî ve tasavvufî şiirler yazdı. Özellikle uzlete
çekildiği çilehanesinde halka İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini,
tarîkatının adâb-erkânını öğretmek gayesiyle sâde ve samimî bir dille
şiirlerini söylemiş ve yanındaki dervişleri bunları yazıya dökmüşlerdir.
Ahmed Yesevî, -tıpkı mürşîdi Yûsuf Hemedânî gibiHanefî mezhebinde bir
fakih, bir şeriat âlimi olduğundan şerîatle tarîkatı ustalıkla kaynaştırdı;
dinî emirler karşısında dikkatsizliğin tarîkat adâbıyla bağdaşamayacağını
yaymağa çalıştı.
Ahmed Yesevî’nin halefi ve öz yeğeni Sûfî Muhammed Dânîşmend’in Mir’âtü’l-kulûbb
isimli eserinde Yesevî’den naklettiği “âhir zamanda sahte şeyhlerin ortaya
çıkacağı ve bunların Ehl-i Sünnet’i sevmeyeceği” şeklindeki rivayetler ile
Yesevî şeyhlerinden Hoca İshâk’ın Hadîkâtü’l-ârifîn’inde İmâm Ebû Mansûr
Mâturîdî’ye atıf yapılması ve Yesevî kaynaklarında cehrî zikri müdâfaa için
sürekli Hanefî fıkıh kitaplarına referans yapılmış olması, Yesevîyye mensuplarının
diğer Türkistan Türkleri gibi Mâturîdî ve Hanefî olduğunu göstermektedir.7
Ahmed Yesevî etrafındaki dervişlere tarîkatın seyr ve sülük adâbı,
sûfîyâne hakikatler, bâtınî tasfiye ve ahlâkı düzeltmenin gereği, dinî
gelenekler hikmetlerde anlatılıyor, Arap ve Fars dilinde yazılmış kitablardan
bu önemli bilgileri edinmekten mahrum olanlara Türk dilinden seslenen hikmetler
ile yol gösteriliyordu. Bu hikmetler Yesevî dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk
obalarına kadar ulaştırılacaktır. Bu “hikmetler” yeryüzünün Türkleri arasında
bir düşünce ve iman birliğinin teşekkül etmesine hizmet etmesi bakımından
tarihî bir rol oynamıştır. Yesevî’nin irşad gayretinde ne derecede başarılı
olduğu aradan geçen asırlara rağmen devam eden etkisinden kolayca
anlaşılabilir.
Yesevî dergâhındaki coşkulu zikir halkasında yer alan mürîdlerden, pek
azının isimleri bilinmektedir. Ahmed Yesevî’nin ilk halifesi ve Arslan
Baba’nın oğlu olan Mansûr Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sûfî Muhammed Dânîşmend,
Şeref Ata, ZengîAta, Seyyîd Ata, Baba Mâçin, İsmail Ata, Süleyman Gaznevî,
Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş, ... gibi namlı halefleri yanında adları o kadar
bilinmeyen mürşîdler de hayırlı halefler olarak her yerde Ahmed Yesevî’nin
belirlediği kurallar doğrultusunda bir irşad faaliyetini sürdürdüler.
Bu isimler de bugüne kadar ulaşabilmelerini Safîyyüddîn Orun-Koylakî,
Sultan Ahmed Hazînî gibi gayretli Yesevî dervişlerinin yazdıkları eserlerde
isimlerinin anılmasına borçludurlar. Eğer Neseb-nâme; CevâhirüTEbrâr ve
Menbâü’l-Ebhâr gibi eserler yazılmış olmasa idi, muhtemeldir ki Ahmed Yesevî
’den bahsederken Arslan Baba, Yûsuf Hemedânî, Hakîm Ata gibi birkaç isimle
yetinmek zorunda kalınacaktı.
Yesevî yolunu sürdüren isimsiz ve fakat azîz dervişler, birer maneviyat
pınarı haline getirdikleri ocaklarının8 tüttüğü her yerde,
bulundukları her çevrede İslâm’ın temiz inancını tebliğ ve Allah dostluğuna
davet misyonunu yerine getirerek Türk yurtlarında İslâm etrafında şekillenen
ortak bir inanç ve ruh ikliminin hâkim olmasına ve bu şekilde Yesevîyye’nin
bugüne kadar yaşatılıp etkisini sürdürmesine vesile olmuşlardır. Ne mutlu o
ismi bilinen dervişlere, ne mutlu o ‘isimsiz’ azizlere...
2.
Ahmed Yesevî’nin
Tasavvuftaki Vârisleri
Ahmed Yesevî, Yesi’ye yerleştikten sonra Türkistan’ın her yerinden gelen
ve eğitimini tamamladıktan sonra Moğolistan kırlarından Balkanlara kadar bütün
Türk yurtlarında İslâm’ı tebliğ ile görevlendireceği mürîdlerine İslâm’ın
zâhirî ve bâtınî ilimlerini öğretir. Bu şekilde Seyhun nehri boylarında,
Taşkend çevresinde ve Türkistan’ın bugün Kazakistan ve Tataristan’da kalan daha
kuzeydeki bozkırlarında da ünlenir. Buna paralel olarak kerametleri de dilden
dile aktarılarak halk arasında hergün biraz daha yayılır.
Rivayetlere göre Ahmed Yesevî dergâhında yetiştirildikten sonra Hind
kıtasından İdil boylarına, Çin şeddinden Tuna kenarlarına kadar uzanan geniş bir
coğrafyaya tebliğ ve irşad göreviyle gönderdiği dervişlerinin sayısı
doksandokuz bindir. Bu doksandokuz bin rakamı, sayı olarak tam tamına olmasa
bile çokluğu ifade etmesi yönünden gerçekliğe işaret eder.
a.
Yesevî
Soyundan Çelen Dervişler: “Bel Evlâdı”
Ahmed Yesevî’nin soyundan gelen ve İslâm dünyasının değişik yerlerinde
yaşayıp irşad faaliyetinde bulundukları kaydedilen tasavvuf adamlarından bir
kısmı -ki bunlara tasavvuf literatüründe “bel evlâdı” denirçeşitli
kaynaklarda zikredilmiştir.
Gerek bugün Türkistan’da Yesi merkezli sözlü geleneğin izlerini takib
ederek varacağımız bilgiler, gerekse CevâhirüTEbrâr’da mevcut olan bir
menkıbeye göre, Hazret Sultan Yesevî’nin İbrâhim adlı bir oğlu olmuştur. Fakat
kaynaklar, bu Yesevî evlâdının daha çocukluğunda babasının sağlığında dramatik
bir şekilde öldürüldüğünü nakletmektedir.
Yaygın rivayetlere göre Yesevî’nin oğlu İbrahim’den başka Gevher Şahnâz
adlı bir kızı vardır ki, asırlardan beri kendilerini Ahmed Yesevî torunlarından
sayan birçok kimseler Gevher Şahnâz soyundan gelirler. Kaynaklarda pek
değinilmeyen Ahmed Yesevî’nin erkek kardeşi (büyük ihtimalle ağabeyi) Hâce
Sadreddin (kısaca Sadr) Şeyh’in neslinden gelen bu kişiler Yesevîlik
geleneğinin oluşturulması ve Yesevî yolunun günümüze kadar taşınmasında faal
bir rol alarak önemli hizmetler yapmışlardır. Yesevî’nin önde gelen
halifelerinden Sûfî Muhammed Dânîşmend ile Yesevî şeceresinin tesbitindeki en
önemli kaynak olan Neseb-nâme’nin yazarı Safîyyüddîn Orun-koylakî Ahmed
Yesevî’ye kan bağı bağlı olan bu isimlerdendir.
Hem Türkistan’da, hem de Anadolu’daki Türkler arasında kendilerinin
Yesevî soyundan olduklarını iddia eden pek çok kişiye tarihte de bugün de
rastlanmaktadır. Tarihî kaynaklara geçen Yesevî soyundan kişilerin sayısı ise
bu kadar fazla değildir. Bu onlarca kuşaktan Yesevî torunları arasında
Semerkand âlimlerinden Sadr-ı Âlem Şeyh, Ejderhan yakınlarında katledilen Baba
Sultan Şeyh, Bağdat-Kazvin arasındaki Gürgan’da yaşayan Şeyh Muhammed Demtiz
bin Yesevî, Keşmir’de medfûn bulunan Ahmed Yesevî en-Nakşbendî isimlerine
rastlanmaktadır.
16.
asır Mâverâünnehir ileri
gelenlerinden olup, bir süre Şeybânîlerden Abdullah Han’ın yanında bulunan ve
hikmet tarzında şiirler söylediği de bilinen Şeyh Zekeriyya Semerkandî’nin
Yesevî evlâdından olduğunu, Nakîbü’l-Eşraf Haşan Buharî kaydetmiştir. Bu
kişilerin Ahmed Yesevî’nin kızı Gevher Şahnâz’dan gelen bir soy kütüğüne sahip
olmaları muhtemeldir.
Batı Türkleri arasında, Yesevî torunlarından olarak, Tuhfetu’l-Uşşak adlı
bir eser yazan Üsküplü şair Mevlidci Âta Yesevî evlâdından olduğunu kaydeder.
17.
yüzyılın ünlü Osmanlı
seyyahı Evliya Çelebi de Ahmed Yesevî neslinden olduğunu seyahatnâmesinin
çeşitli yerlerinde iftiharla tekrar eder.
Evliya Çelebi en az kendisi kadar ünlü kitabının Orhan Saik Gökyay
tarafından yayına hazırlanan ve Yapı-Kredi Yayınları arasında neşredilen
transkribe tam metninde ilk cildinden itibaren pek çok yerinde “Türk-i
Türkân” (=Türklerin Türkü), “Pîr-i Pirân-ı Türkistan”
(=Türkistan’m mürşidlerinin mürşidi) olarak saygı ile andığı Ahmed Yesevî
hakkında “cedd-i izamımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri”
ibaresini övünçle kullanır.9
Evliya Çelebi Hoca Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini Seyahatnâmesi’nin
birçok yerinde, hemen her vesileyle ve belirgin bir iftiharla belirtir: “Tâ
ecdâd-ı izamımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî ibn Muhammed Mehdi’den berü
ecdâdlarımızdan şarâb [u] mükeyyefât yemiş içmiş yokdur. ”10
Evliya Çelebi (d. 1611) Hz. Ali’ye uzanan Hoca Ahmed Yesevi şeceresinden
haberdar olduğunu gösteren ve Göynük’te Akşemseddin türbesi civarında medfun
Bıçakçı (Sikkini) Ömer Dede’den bahsederken yazdıkları son derecede dikkat
çekicidir: “...Islambol zindanında medfun Baba Cafer oğlıdır. Anlar Muhammed
Hanefi evladıdır kim bizim ceddimiz Ahmed Yesevi bin Muhammed Hanefi’ye
müntehi olduğında şecerelerimizde böyle tahrir olmağı la hasib ve nesihleri ile
malumumuzdur... ” ibaresiyle Hoca Ahmed Yesevi’nin Hz. Ali’nin oğlu olan
Muhammed Hanefi soyundan geldiğini açıklıkla ortaya koyar.11
“...Horasan’dan yediyüz Horasan erenleri ile Hacı Bektaş-ı Veli
ceddimiz Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinden Rûm’a gelmek içün
mezun olup doğru bu Âsitâne-i Seyyid Battal Gazi’ye gelüp nice zaman anda
ikâmet edüp Bursa’dan Orhan Gazi Hacı Bektaş-ı Veli’yi görmeğe bu Seyyid Battal
âsitânesine gelüp Bektaş-ı Veli ile müşerref olup Bektaş-ı veli ricasıyla bu
âsitâne-yi Battal’ı Koca Orhan Gazi eyle imar edüp gûya bir kal’a-yı metîn edüp
bin adet hâne halkın iskân etdirüp şehr imar eder. ”12
Evliya Çelebi, devrindeki Bektaşîlerin Pîr-i Türkistan’a saygı ile bağlı
olduklarını ve kendilerini Ahmed Yesevî’ye izafe ettiklerini de İstanbul’da
yaşayan Derviş Sünnetî dilinden şöyle yansıtır: Evvela tarik-i Hoca Ahmed-i
Yesevî’den fukara-yı Bektaşiyânız ve üstâdımız Derviş Alî Nâdimi’dir. ” sözleri
ile dile getirir.13
Yakın tarihlerde Suudî Arabistan’da vefat eden ve Türkistan tarihi
konusunda bilgili bir insan olan Yesevî torunlarından Şehabeddin Yesevî de,
Gevher Şahnâz Hanım evlâdından olduklarını söylemekteydi. Ahmed Yesevî’nin
ağabeyi Hâce Sadr(eddin) çocuklarının Ak-kurganlı Hocalar ailesi olarak
Türkistan’da varlıklarını sürdürdükleri bilinmektedir.
b.
Yesevî
Geleneğini Yaşatan Dervişler: “Yol Evlâdı”
Genetik verasetten daha da önemli olarak Ahmed Yesevî’nin rûhânî vârîsi
olan bu mürşîd-i kâmiller ki bunlar ise “yol evlâdı” olarak anılırlarAsya
bozkırlarından Balkan dağlarına14; Sibirya’dan Hindistan içlerine
kadar yayılan Yesevîyye pîrleri olarak Ahmed Yesevî mirasının bugüne
taşınmasında pay sahibi olmuşlardır.15
Ahmed Yesevî’nin Yesi’deki dergâhında eğitilerek manevî makâmlara
ulaşmalarına vesîle olduğu Yesevî dervişlerini Türkistan’ın dört bir tarafına
halîfe olarak gönderdiği bilinmektedir. Bu halifelerin büyük kısmının isimleri
unutulsa da, güçlü bir şahsiyete sahib olan veya tarihî kaynaklara bir vesîle
ile girebilme şansını bulan bazılarının kerametlerini yansıtan rivayetler ve
menkıbeleri günümüze ulaşabilmiştir.
Yesevîyye silsilesini sürdüren ilk halîfelerden en ünlüleri olarak
Yesevîyye silsilesini 17. asır sonlarına kadar getiren bu isimlerden
bazılarının menkıbeleri diğerlerinden daha ayrıntılı olarak çeşitli tasavvuf
eserlerinde yer alırken, bazıları ise sadece bir isim olarak bilinmektedir.
Ahmed Yesevî’nin ismini yaşatarak Türkistan’daki irşad halkasını
sürdüren ve böylece Yesevîyye tarîkatını atayurdunda devam ettiren başlıca
halîfeleri Mansûr Ata ve oğulları (Tâc Hâce, Zengî Ata), Said Ata, Süleyman
Hakîm Ata, Sûfî Muhammed Dânîşmend, Safîyyüddîn Orun-Koylakî, Baba Mâçin
Muhammed Hotenî, Emîr Alî Hakîm, Haşan Bulgarî, Osman Mağribî, Cemâlüddîn
Taşkendî, Mevdûd İkânî, Cemâlüddîn Kâşgârî, Süleyman Gaznevî, Seyyîd Mansûr
Belhî gibi isimlerdir.
Ahmed Yesevî’nin Horasan halkını tarîkatına davet ve manevî terbiye
göreviyle gönderdiği halifeleri ise İmam Mervezî; Muhammed Bağdadî,
Kemalü’ş-Şeybanî, Sa’deddîn Ata, Bahaeddîn Ata’dır. Buhara’nin tanınmış
Kübrevîyye şeyhi Seyfeddîn Baharzî de Yesevî halifeleri arasında gösterilmişse
de bu konu araştırılmağa muhtaçtır.
3. ‘Ata’lar Silsilesi: Hakîm Ata, Zengî Ata ve Diğer ‘Ata’lar
‘Ata’lar Geleneği:
Başta Reşehât olmak üzere Türkistan tasavvufu ile ilgili kaynaklarda
isimlerine ‘Ata’ eki eklenmiş birçok isme rastlanır. Bu ‘Ata’Tarın hemen
hepsinin Yesevîyye geleneğinden mürşîdler olduğunu söylemek yanıltıcı olmaz.
Nakşbendîyye geleneğinin pîrlerine -Hâcegân olarak tanındığı Şah-ı Nakşbend
öncesi dönemden itibârenHâce denilmesi de bunun bir benzer örneğidir.
Türkmenistan’ın tanınmış çağdaş âlimlerinden Ahmet Bekmuradov’a göre “12.
asırdan başlayarak Türkistan’da iz bırakmış dinî önderlere, özellikle de ulu
sûfîlerin isimlerine “Ata” takısının eklenmesi bir gelenek halini almıştır.
Türk soylu halklar arasında bu geleneğin öncüsü de ilk kez kendisine bir saygı
göstergesi olarak “Ata” ünvânı verilen Hazret Sultan Ahmed Yesevî olmuştur.16
Aral gölü bölgesi civarındaki Hive-Hârezm bölgesindeki Süleyman Hakîm
Ata ve takibçilerinin vesîle olduğu Yesevîyye tarîkatı egemenliği
düşünüldüğünde bu tarifin gerçeği yansıttığı görülür. Sadece Yesevî ile ilgili
kaynaklarda Hazret Sultan Yesevî için ‘Ata’ tabirinden çok Hâce ünvânı
kullanıldığı bilinmektedir.
Mansûr Ata ve Oğullan
Yesevîyye geleneğinde kendisine önemli bir yer ayrılmış olan ilk halefi
Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Ata’dır. Mansûr Ata’dan sonra yerine oğlu
Abdul-Melik Ata, sonra da sırasıyla Tac Hoca ve Zengî Ata geçmiştir. Bunlardan
günümüzde en iyi bilinen sima, Türkistan tasavvufu klasiklerinden ReşehâtTn ilk
sayfalarında Ahmed Yesevî ve halefleri anlatılırken ayrıntılı denebilecek
derecede bilgi sahibi olmamızı sağlayan menkıbelerine yer verilmesi sayesinde
Zengî Ata olmuştur.
Arslan Baba’nın oğlu ve Ahmed Yesevî’nin ilk haleflerinden olan Mansûr
Ata (ölümü: 1198) hakkında yeni belge ve bilgilerin ortaya çıkması halinde
şimdilik hayatı bir efsaneden öteye gidemeyen Arslan Baba ve ailesinin
Türkistan’ın manevî hayatındaki yerini daha iyi öğrenebilmek mümkün olacaktır.
Şu haliyle bile Otrar yakınlarındaki türbesindeki Arslan Baba ile yüzlerce
kilometre ötede Taşkend yakınlarındaki türbesinde ebedi hayatını yaşayan dördüncü
kuşaktaki torunu Zengî Ata, aslında bu ailenin Türkistan’ın manevi hayatı
hakkında yeteri derecede fikir vermektedir.
Ahmed Yesevî’ nin ikinci halîfesi olarak bilinen Sa’idAta hakkında
Hârezm’li olduğu ve 1219’da öldüğünden fazla bilgi yoktur.
Sûfî Muhammed Dânîşmend
Sûfî Muhammed Dânîşmend, Ahmed Yesevî’nin ağabeyi Hâce Sadr(eddîn) ibn
İbrahim’in oğlu ve Yesevî’nin öz yeğeni olup tarihî kaynaklarda hakkında
bilgilere ulaşılabilen nâdir ve önde gelen Yesevî halîfelerindendir.
Kaynaklarda Hazret Sultan Yesevî’nin üçüncü halifesi olarak kaydedilmiştir.
Hâzinî, ise Cevâhiru’l-ebrâr’ında Sûfî Muhammed Dânîşmend’i, Ahmed
Yesevî’nin Yesi dergâhındaki ilk postnişîn olarak birinci halîfe olarak
gösterir.
Rivayetlere göre şeyhi ve amcası Ahmed Yesevî ile birlikte kırk defa
halvete girmiş ve yine Ahmed Yesevî’nin icâzetiyle Otrar’a gidip tekke kurmuş
ve vefatından sonra defnedileceği Otrar’da kırk yıl irşâdda bulunmuştur. Sûfî
Muhammed Dânîşmend’in önde gelen halîfesi Süksük (bazı kaynaklarda Süzük) Ata
olarak bilinen Hâce Mustafa’dır. Süksük Ata sonrasında silsile İbrahim Ata ile
devam eder. İbrahim Ata’nın oğlu da İsmail Ata babası öldürüldüğünde on yaşında
olduğu için zâhirî ve tasavvufî eğitimine Hârezm, Buhara ve Semerkand’da devam
etmiş, sonra Hocend’deki Şeyh Maslahat Hocendî’den tasavvuf yolunda icâzet
alarak kendi memleketi Kazıgurt’ta irşâda başlamıştır. İsmail Ata’nin oğlu ve
halifesi Hoca İshâk, 14. yüzyıl ortalarında kaleme aldığı Hadîkâtü’l-ârifîn
isimli Türkçe eserinde İsmail Ata’nın ve diğer bazı sûfîlerin tasavvufî görüşlerine
yer vermiştir.
Süksük Ata’nın halifelerinden olarak gösterilen Hâce Evliyâ Melik’in,
‘Melikü’zzühhâd’ (zâhidler sultanı) lakâbı ile Taraz’da valilik yapan bir zat
olduğu söylenir. Evliyâ Melik’ten devam eden Yesevî silsilesinin sırasıyla
Ebû’n-Nûr Süleyman Âşık b. Dâvûd, Cemâleddin Muhammed Kâşgarî ve İbrahim b.
Ömer el-Alevî ez-Zebîdî yoluyla devam ederek önce Yemen’de sonra Kuzey
Afrika’da başka tarîkatlarla birleştiği ve zamanla Senûsiyye içinde eridiği
rivayet edilmiştir. Bu ilginç rivayet Yesevîlik yolunun bir şekilde Yemen ve
Kuzey Afrika’ya kadar uzandığına işaret eder. Hazînî’nin Cevâhiru’l-ebrâr’da
Ahmed Yesevî’yi överken nâmının Yemen’e kadar yayıldığını kaydetmesi bu
rivayeti desteklemektedir.
Bu hususlar torunu Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin Neseb-nâme’sinde
şu şekilde kayıtlıdır:
“Yine Sûfî Muhammed Dânîşmend-i Zernûkî geldi, Ahmed Hâce Ata’nın
hizmetinde kırk defa halvet kıldı. Ondan sonra Şeyh Ahmed Yesevî, SûfîMuhammed
Dânîşmend’e izin verdi: “Git, Otrar’da sofra tut!” diye söyledi. Sûfî Muhammed
Dânîşmend Otrar’da kırk yıl sofra tuttu, yetmiş yıl Hızır (a.s.) ile sohbet
etti.
Ve yine SûfîMuhammed Dânîşmend’in bir mürîdi oldu: Süksük Hâce idi.
Yesevî Ahmed Hâce Ata huzurunda on iki yıl hizmet etti. Yüzoniki yıl ömür gördü.
Üç bin mürîdi oldu. Seçkin mürîdi Evliya Melik idi, yerini Melik Ata’ya verdi.
Melik Ata’nın doksaniki yıl ömrü oldu, Hızır (a.s.), llyâs (a.s.) ve abdâllar
ile yetmiş yıl sohbet etti.
Sûfî Muhammed Dânîşmend’in bir kerâmeti buluta binip hacca varmak idi,
Kaf’dan Kaf’a ulaşırdı. Mezarı Otrar’da Sûfîhâne’dedir. Sûfî-hâne’nin yeri ve
suyunu üç yüz kızıl altına halktan satın aldı. SûfîMuhammed Dânîşmend hânkahma
vakf kıldı, amma SûfîMuhammed Dânîşmend’i “Şeyhim, atanısınız.” diyerek Şît’in
yeri, suyunu verdi. “Dokuz atamdan beri helâl mülkümdür. Başı Öküz dağından
ayağı Karaçuk dağına kadar yüz koşumluk yerdir. Tanrı, azîz ve celîl olsun,
rızâsı için, Muhammed Rasûlullah (s.a.v.) şefaati için vakf kıldım. ”
Sûfî Muhammed Dânîşmend, uzun yıllar boyu Otrar’da irşâd makâmında
bulunmuş ve halkı Hakk’a dâvet etmiştir. Ayrıca, Cevâhirü’l-Ebrâr’da, Ahmed
Yesevî’ye muhâlefet ile sorular sormak için Hârezm’den gelen İmâm Mervezî’nin
hâfızasındaki bin soruyu silen ilk kişi olarak gösterilmiştir. Âlim Şeyh de,
Sûfî Muhammed Dânîşmend hakkında benzer bir rivayet nakleder. Ona göre soru
sormak için gelen İmâm Merâğî’dir. Kerâmet göstererek onun zihnindeki soruları
silen kişi Hakîm Ata, kitaplarındaki yazıları silen ise Sûfî Muhammed
Dânîşmend’dir. Sûfî Dânîşmend’in yazdığı Ahmed Yesevî Menâkıbı’r\dar\
bazı nakiller de yapan Âlim Şeyh, kabrinin Yesi’ye dört fersah mesâfedeki
Otrar şehrinde olduğunu yazmıştır.
Hazret-i îşân (Ubeydullah Ahrâr) buyuruyorlardı ki: Sûfî Muhammed
Dânîşmend, çok âlim, dînine bağlı ve muttakîbir kişi imiş. Hâce Ahmed Yesevî
Yesi’ye gelip halkı cehrîzikirle meşgûl edince, Sûfî Muhammed Dânîşmend onu bu
işten menetmek düşüncesiyle evinden çıkmış. Ahmed Yesevî, onun kendisini îkâz
için gelmekte olduğunu mânen keşfedip daha görüşmeden onda mânevî tasarruflarda
bulunmuş ve görüşme esnâsmda onun işini tamamlamış (mürîd yapmış ve hilâfet
vermiştir).
Muhammed Şerîf el-Hüseynî, İsmâil Ata’dan bahsederken şöyle der: “Şu konu
kapalı kalmasın ki, Hz. Sultân İsmâil’in üç mânevî nesebi (intisâb ve icâzeti)
vardır. Birincisini, Şeyh Mustafa’dan almıştır ki ona bazıları Süksük Ata
bazıları da Süzük Ata, diyorlar. Onlar Sûfî Muhammed Dânîşmend’den ve onlar da
Hâce Ahmed Yesevî’den almışlardır”. Bu rivayetten, SûfîMuhammed Dânîşmend’in
halîfesi Süksük (ya da Süzük) Ata’nın asıl isminin Şeyh Mustafa olduğu
anlaşılmaktadır. Âlim Şeyh gibi, Muhammed Şerîf de, Sûfî Muhammed Dânîşmend’in
yazdığı menâkıb’dan istifâde etmiştir.
Nâsıruddîn Buharî ise, Tuhfetü’z-zâirîn’de Sûfî Muhammed
Dânîşmend’in Ahmed Yesevî’nin üçüncü halîfesi olduğunu, muttakî bir insan olup
Otrar’da Arslan Baba’nın yakınında medfûn bulunduğunu söyler.
Safîyyüddîn Orun-Koylakî
“Hâce Ahmed Yesevî Ata âhirete göçeceği sıra kendi yerini “kardeşimin
oğlu” dediği Safîyyüddîn Orun-Koylakî’ye verdi.” şeklindeki rivayet,
Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin Hazret Sultan Yesevî ile akrabalığını gösterirse
de “kardeşinin oğlu” değil ‘ağabeyi Hâce Sadr(eddîn) ve Sûfî Muhammed
Dânîşmend’in torunlarından’ olduğu anlaşılır. Yesevî silsilesinin
belirlenmesinden büyük bir önemi olan Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin derlediği
Neseb-nâme’de yer alan kendisi ile ilgili satırlar şöyledir:
MENKIBE
Safîyyüddîn
Orun-Koylakî 'nin doksanüç yıl ömrü oldu. Elli yıl Hızır (a.s.) ve İlyâs
(a.s.) ile sohbet etti. Amma Karğalığ 'da İshâk Bâb zamanından beri on bir
atamız geçti. Bu Neseb-nâme Mevlânâ Safiyyüddîn Orun-Koylakî'ye kaldı. Bu
Neseb-nâme Arap dili ile idi, Mevlânâ Safiyyüddîn Orun-Koylakî Türk diline
çevirdi (aktardı), Hicret 'den beş yüz kırk yıl geçmiş idi.
Mevlânâ
Safiyyüddîn Orun-Koylakî, der: “Benim ulu atam İshâk Bâb zamanından Yesevî
Ahmed Hâce Ata'ya kadar on bir atamız geçti. Ulu atamız İshâk Bâb 'ın bütün
helâl yerleri ve sularını hepsi ekin için kullandılar, sofrasını daima (açık)
tuttular Bu sebeple bu yerler ve suları bu Neseb-nâme içinde kaydettim. Benim
vefatımdan sonra oğlum Zâhid'in çocukları, benim neslim bu Neseb-nâme 'yi
okusalar, aslıma bağlı kalsalar, ulu atam İshâk Bâb 'ın helâl mülkü, yer ve
sularını bilirler Benden sonra iddia edip (bu yer ve suları) alırlar Ulu atam
İshâk Bâb 'ın sofrasını Hak rızâsı için tutarlar Dervîşler ve mü inin
müslümanlar yorulup acıkıp uzak yakından gelseler, yemek yapıp “Tanrı, azîz ve
celîl olsun, kabul etsin. ” diye dua kılsalar, geçmiş nesebim, hoşnudkılmış
olurum. Bu benim dünyalığım olur. Tanrı, azîz ve celîl olsun, hoşnudhığu olur
Kıyâmet günü, inandık ve tasdik ettik, şefâatçı olurum, 'diyerek, gerçekten bu
sebeple ulu atam İshâk Bâb 'ın helâl mülklerini bu Neseb-nâme içinde kaydettim.
” Mevlânâ Safiyyüddîn Orun-Koylakî, der: “Doksan üç yıl ömrüm oldu. Elli üç yıl
Hızır ve İlyâs ile sohbet ettim. Ne kadar az ekin eksek, Hızır ve İlyâs dua
kılar. Tanrı, azîz ve celîl olsun, o kadar çok bereket verir idi, artar ve
taşar idi. Gelen, giden müslümanlar ve dervîşler ile fazlalaşır. Tanrı, azîz ve
celîl olsun, o kadar çok bereket verirdi. Gerçekte o sebepten ulu atam İshâk
Bâb 'ın helâl yerlerini ve sularını (kendimiz için) almadık, ekin ekmedik ve
tasarruf kılmadık. Hızır ve İlyâs duası bereketiyle asla açlık görmedik, Tanrı,
azîz ve celîl olsun, bize hiç sıkıntı ve darlık zahmetini göstermedi. ”
YineMevlânâ Safîyyüddîn Orun-Koylakî der: “Ulu atam İshâkBâb 'ın helâl mülkleri
ve sofraları bana miras kaldı. Hakikatte ben mirasçıyım. ” Yine Mevlânâ
Safîyyüddîn Orun-Koylakî der: “Benim vefatımdan sonra bu Neseb-nâme 'yi okuyan
kimseler, ulu atam İshâk Bâb 'ın helâl mülklerini ve sofralarını dâva kılıp
alsalar ve ulu atam İshâk Bâb 'ın sofrasını câri tutmasalar (açık tutmasalar),
yorulup acıkıp gelen dervişlere ve mü 'min müslümanlara bakmasalar, kusur
kılsalar ve (onlara) kolaylık göstermeseler ben Mevlânâ Safîyyüddîn
Orun-Koylakî, kıyamet günü, inandık ve tasdik ettik, olsa, o kimseye büyük
hasım olurum. ”
(Neseb-nâme, Kemal
Eraslan)
Süleyman Hakîm Ata
Asıl ismi Süleyman Bakırganî olmakla beraber daha çok ‘Hakîm Ata’ diye
tanınmış olan Ahmed Yesevî’nin haleflerinden dördüncü halife olan, Süleyman
Hakîm Ata, Türkler arasında en tanınmış Yesevî vârîsidir. Süleyman Hakîm
Ata’nın “dervişler ahvâlinden Türkî dilde kelimât-ı hikmetâmîz ve letâif-i
ibretengîzleri” olduğu rivayet edildiği gibi, menkıbeleri ve halîfeleri
hakkında da yazılı kaynaklarla nakledilmiş ayrıntılı denebilecek bilgiler
vardır.
15.
yüzyıl sonrasının yazılı
kaynaklarına göre Süleyman Hakîm Ata’nın doğum yeri Hârezm, yaşadığı yer ise
Hârezm bölgesinin Ürgenç vilâyeti ve Akkurgan beldesidir. Türkmenistan’daki
son yayınlardan birisinde Anadolu’dan Yesi’ye gelerek Hazret Sultan Yesevî’ye
intisab ettiği yazılmış ise de; bu rivayet, Hârezmli olduğu şeklindeki diğer
rivayetlere göre zayıf görünmektedir. Rivayete göre Karahanlı Buğra Hanlar
soyundan asîl bir hanım olan Anber Ana ile evli olan Hakîm Ata’nın Anber
Ana’dan büyükten küçüğe Mahmud, Asğar ve Hubbî isimli üç oğlu olur. İki büyük
oğlunun Hârezm’de zamanın önde gelen âlimlerinden Carullah Allame Şeyh’ten
ilim öğrendikten sonra irşad çalışmalarında bulundukları kaydedilmiştir. Ölümü
hakkında da çok ilginç bir menkıbe rivayet edilen Hakîm Ata’nın en küçük oğlu
Hubbî Hâce’nin ise daha küçüklüğünden itibaren babası gibi pek çok kerâmet
göstermiş olduğu nakledilir.
Hakîm Ata daha çok Türkistan’ın Aral gölü yakınlarındaki bölgelerinde
İslâmî tebliğ ve tasavvufî eğitim ile uğraşmış, Lemehât min Nefahâtü’l-kuds
adlı eserdeki bir rivayetten anlaşıldığına göre daha Ahmed Yesevî’nin
sağlığında, izniyle oluşturduğu dergâhında faaliyet göstermiştir. Ömrünün son
yıllarını yaşadığı Hârezm’de bölgesinde, Akkurgan’da kaynaklarda 1186 yılı
olarak kaydedilen ölümünden sonra inşa edilen türbesine defnedildiği
bilinmektedir.
Süleyman Hakîm Ata, 12. yüzyılda Ahmed Yesevî ile başlayıp Orta Asya ve
Türkistan’da geniş bir coğrafyaya yayılarak etkili olan Yesevîlik akımının ilk
ve önemli temsilcilerindendir. Ahmed Yesevî ölümünden sonra yirmi yıl kaldığı
irşad postunda HakkT arayan mürîdleri irşada devam etmiştir. Yesevî
mürîdlerinin büyük kısmını etrafına topladığı rivayet edilen Hakîm Ata’nın
diğer Yesevî halîfelerinden önce öldüğü rivayet edilir.
Hayatı ve kimliği ile ilgili bilgiler kesin kaynaklara değil menkıbelere
dayanmaktadır. Eserlerinde Süleyman, Kul Süleyman, Süleyman Bakırganî, Hakîm,
Hakîm Süleyman gibi mahlâslar kullanan Hakîm Ata’nın daha çok menkıbelerle iç
içe efsanevî bir hayatı vardır.
Türk şeyhlerinin büyüklerinden olan Hakîm Ata, mürşîdi Yesevî’nin izini
takib ederek dervişlerin görevleri hakkında hikmetler söylemiştir. Yesevîlik
silsilesi ile ilgili bazı kaynaklarda zahir ve bâtın ilimlerine sahip olan
Hakîm Ata’dan “otuz bin şeriat, otuz bin tarîkat ve otuz bin de hakikat ilmine
dair hikmet” türünde şiir nakledildiği kaydedilmiştir. Başka bir kaynakta ise,
Süleyman Hakîm Ata’nın Ahmed Yesevî’nin son zamanlarında verdiği emirle Ürgenç
bölgesinde irşada başladığı, “doksan beş yıl yaşadı”ğı, “yetmiş yıl Hızır
(a.s.) ile sohbet etti”ği ve “beş bin mürîdi oldu”ğu nakledilmektedir.
Süleyman Hakîm Ata’nın eserleri: Mürşîdi Ahmed Yesevî gibi hikmet
tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata şiirleri ile değişik Yesevî
şairlerinden Dîvân-ı Hikmet’tekiler tarzında tasavvufî şiirlerin bulunduğu bir
eser olan Bakırgan Kitabı isimli mecmua günümüze ulaşmıştır. Âhir zaman
alâmetlerini ve kıyameti anlatan ve Takı Aceb Kitabı ve Kıyâmet-nâme adlarıyla
da bilinen Âhir Zaman Kitabı, İmâm-ı Azâm hakkındaki, ‘Yarım Elma Hikâyesi’
adıyla da bilinen manzum bir eser olan Kıssâ-ı Hazret-i İmâm-ı Azam ve Hazret-i
Meryem’in ölümünü anlatan Kıssâ-i Hazret-i Meryem Bibi kitabıdır.17 Mi'râcnâme
gibi başka manzum eserleri de olan Hakîm Ata’nın hayatı ve menkıbeleri, yazarı
belli olmayan Türkçe ve mensur Hakîm Ata Kitabı’nda toplanmıştır. Rus
bilgini K. G. Zaleman, Londra’daki Asya Arşivi’nde bulduğu, XIV-XV. asra ait
yazarı belirsiz “Hakim Ata Risalesi” adlı bu eseri 1897 yılında
Sen-Petersburg’ta tercümesiyle yayınlamıştır.18
Süleyman Hakîm Ata’nın bu eserleri ile ilgili olarak son yıllarda
ülkemizde bazı çalışmalar yayınlanmış bunlar arasında Doç. Dr. Münevver
Tekcan’ın çalışmaları dikkat çekmektedir.
Süleyman Hakîm Ata’dan geriye hikmet tarzı şiirleri ve kitabları dışında
yetiştirdiği çok sayıda halifesi ve binlerce mürîdi kalmıştır. Halifeleri arasında
en çok tanınanlardan ilki Zengî Baba, Zengî Ata olarak da bilinmektedir. Önce
Ahmed Yesevî’ye mürîd olan Zengî Ata, daha sonra Hakîm Ata’ya mürîd olarak onun
terbiyesiyle kemale ermiştir. Hakîm Ata’nın ikinci halifesi ise Şeref Ata’dır.
Zengî Ata ve Şeref Ata hakkında bilgiler de bu eserde yer almaktadır.
Yesevî geleneğinde hakkındaki menkıbeler neredeyse Hazret Sultan Yesevî
menkıbeleri hacmine ulaşan tek kişi Süleyman hakîm Ata olarak görülmektedir.
Süleyman Hakîm Ata’ya ilişkin menkıbeler, sözlü anlatılardan derlenerek 19.
yüzyıldan itibaren ‘Hakîm Ata Kitabı’ adı ile basılarak günümüze kadar
gelebilmiştir.
Hakîm Ata ile ilgili menkıbeleri içeren kaynaklar 15. yüzyıla kadar iner.
Hakîm Ata’nın hâl tercümesine geniş olarak yer veren ilk eser Alî Şîr Nevâî’nin
NesâyimüT Mahabbe min ŞemâyimiTFütüvve adlı eseridir. Alî Şîr Nevâî’nin
(1441-1501) verdiği bu bilgiler şöyledir: “Adı Süleyman’dır ve Ahmed Yesevî
mürîdidir. Hoca Ahmed, bir gün yemek pişirilmesini buyurur. Yemeği pişiren
kişi, odun yetmedi diye gelir. Yesevî, mürîdlerine kırlardan çalı-çırpı
toplayıp getirmelerini söyler. Ve bu sırada yağmur yağmaktadır. Mürîdler odun
toplarsa da, yağmur yağdığından odunları ıslanmıştır. Hakîm Ata, topladığı
odunları giyeceklerine sarıp kuru halde dergâha getirir. Hoca Ahmed Yesevî der
ki: ‘Ey oğul, hakîmâne iş yaptın.’ Ve ona Hakîm lâkabı bu olaydan kalmıştır.
Hakîm Ata, hikmet dili söyler olmuştur, öyle ki hikmetleri Türkler arasında
meşhurdur.” Hakîm Ata’nın hayatı ile ilgili olarak Alî Şîr Nevâî’nin verdiği bu
bilgiler, Hakîm Ata Kitabı’nda bulunan aynı konulu menkıbe ile çok büyük bir
benzerlik göstermektedir.
Ahmed Yesevî’nin manevî işaretiyle 17. yüzyılda yazılan Lemehât min
Nefahâtü’l-kuds adlı eserin Ahmed Yesevî’den başlayarak Yesevî silsilesindeki
bazı mürşîdlerin anlatıldığı ikinci bölümünde, Süleyman Hakîm Ata’ya ait
menkıbeler de nakledilmektedir. Bu eserde, Hakîm Ata Kitabı’nda yer almayan
kerametleriyle ilgili iki menkıbe daha bulunmaktadır. Bunlardan birisi
şöyledir: “Ahmed Yesevî’nin toprak altındaki halvet hücresi dar idi. Hakîm
Ata’ya onu genişletmesini söyledi. Hakîm Ata, duvara sırtını yaslayıp itti.
Hücre bütün dervîşleri alacak kadar genişledi. ”
Hakîm Ata Kitabı adı ile kitab halinde yayınlanan menkıbeleri sayesinde
Kuzey Türkleri arasında asırlardan beri bu yana bilinen Hakîm Ata, Doç. Dr.
Münevver Tekcan’ın Hakîm Ata Kitabı hakkındaki değerli çalışması ile ülkemizde
de daha iyi bilinir hale gelmiştir. Hakîm Ata Kitabı’ndaki menkıbelerinde
çizilen portresi ile Hakîm Ata daha çocukluk günlerinden itibaren kerametlerine
tanık olunmuş bir Yesevî erenidir. Hakîm Ata Kitabı’nda kayda girmiş bazı
kerametleri şöyledir:19
HAKÎM ATA MENÂKIBI
“Hikâyede şöyle anlatılır ki Süleyman Hakîm, çocukluğunda mektebe
giderken başka çocuklar Kuranlarını boynuna asıp giderlerdi. Ama Hakîm Hâce,
Kurân’ı boynuna asmaz, eliyle alttan tutup veya Kurân’ı tepesine kaldırıp
hürmetle götürürdü. Mektepten çıkınca da yüzünü mektebe hocalarına doğru
arkasını da evlerine doğru çevirip geri döner idiler. O mahalde adları
Süleyman idi. Hâsılı günlerden bir gün Hâce Ahmed Yesevî, mescid kapısında,
eşiğinde oturur idi. Görür ki bir bölük çocuk mektebe gitmektedir. Bunların
arasında bir çocuk Kurân’ı tepesine kaldırarak gitmektedir. Hâce Ahmed Yesevî,
bu hali görünce, hoşuna gitti, buyurdular:
“Ey çocuk git, hocandan izin iste! Eğer izin verirse, bize gel, biz
sana Kuran öğretelim!” dedi. Bu sözü işitince Süleyman hocasına edeble gidip
söyledi, hocası da kabul etti, izin verdi. Ondan sonra ana-babasından izin
istedi, onlar da rızâ gösterip izin verdiler, kendileri oğullarını edeb
yoluyla, getirerek Hâce Ahmed Yesevî’ye emanet ettiler. Hâce Ahmed Yesevî,
Süleyman’ı Kur’an okutmağa yanma aldılar ve Kuran öğretmeye başladılar. Kısa
süre içinde bütün ilim esaslarını öğrendi. On beş yaşma geldikten sonra da
masum iken tövbe ederek, Hâce Ahmed Yesevî’ye mürîd oldu, bütün edep usullerini
de öğrendi. Gece gündüz edeb esasları ile hizmet şartlarını yerine getirdiler.
Günlerden bir gün Hızır (a.s.), Hâce Ahmed Yesevî’nin, evine misafir
oldular. Hâce Ahmed Yesevî, yemek pişirmeğe bir miktar odun getirmek için
çocuklara buyurdular: “Kıra gidin, odun alıp gelin, yemek pişirelim!. ” Bütün
çocuklar koşarak kırlara odun toplamaya gittiler. Odunları alıp gelirken gökten
bir kara bulut peyda oldu, müthiş bir yağmur yağmağa başladı, seller akıp bütün
çocukların odunları ıslandı. Gelen odunlar hep ıslaktı. Süleyman giysisini
çıkarıp odunları sararak kendisi çıplak olup geldi. Elbisesini sardığı için,
Süleyman’ın getirdikleri kuru idi. “Bütün çocukların odunlarını alıp gelip
ateşe yakalım!” dediler. O çocukların ıslak odunları yanmadı. Bu durumda
Süleyman’ın odununu getirip yakınca hemen yandı.
O sayede Süleyman’ın odununun ateşi ile bütün çocukların diğer ıslak
olan odunları da yandı. Yemek pişirmekle meşgul oldular. Bu durumu Hızır Ata
(a.s.) görüp: “Bütün çocukların odunları ıslandı, yanmadı. Süleyman’ın odunu
çabuk yandı, onun tutuşturması ile bütün çocukların odunu da yandı. Bu ne
sırdır?” diye odunlarının neden kuru kaldığını Süleyman’dan sordular: Süleyman
da tevazu gösterdi, sebebini anlattı ve “Yolda gelirken, yağmur yağarken
elbisemi çıkarıp odunuma sardım, kendim çıplak olup geldim; o sebepten odunum
kurudur. ” diye cevap verdi. Hızır Ata (a.s.) bunu pek beğendi ve çok takdir
ettiler. “Hoş hakîmâne (akıllıca) iş yapmıştır, bunun adı Hakîm Süleyman
olsun!” dedi ve çocuğa, “Bundan sonra adın Hakîm olsun!” dedi. “Hakîm”lik ad
verdiler ve nefes üflediler, duâ da ettiler.
Hâce Ahmed Yesevî, mutlu oldular, Süleyman’a kutlu nefes ile kutlu ad
verdiler, “Mübarek olsun ve karşılığını verdi. ” deyince, Hızır, selâm onun
üzerine olsun: “Ey Hakîm Süleyman, ağzını aç!” dedi. Hakîm Süleyman ağzını
Hızır’a selâm onun üzerine olsun, tuttu, Hızır, selâm onun üzerine olsun, nefesle
tükrük bıraktı. Süleyman’ın içi, feyz ve nûr ile doldu. Hızır, selâm onun üzerine
olsun: “Haydi, şimdi durma, feyz izhar et! manânın sırlarını göster!” diyerek
izin verdi. Hakîm Ata, o andan itibaren birtakım hikmetler söylemeğe başladı.
Hakîm Hâce’nin, manânın sırlarını (göstermek için), ağzını açıp ilk
önce söylediği hikmet budur:
Eski püskü kürküm var.
Kırık dökük baltam var.
Şeyh (im) oduna gönderse,
Gitmemeye ne gücüm var.
Donum oduna sarıp, Bedenim
soğuğa titreyip, İçten muhabbet coşup, Hızır-İlyâs atam var.
Âb-ı hayat verilen, Dünya
içinde derilen, Hak’dan nasip verilen, Hızır-İlyâs atam var.
Gece gündüz gezer yabanda;
Manâ hâzinesi var onda;
Erenlerin katında; Hızır
İlyâs atam var.
Bassa dağlar yarılan,
Binse yerler dürülen, Maşrık Mağrib görünen, Hızır-İlyâs atam var.
Zahir göze görünmez;
Gizli sırrı görülmez;
Onsuz yollar bitmez; Hızır İlyâs atam var.
Kumda izini izleyen, Hak’dan özünü gizleyen, Hakikati
sözleyen, Hızır İlyâs atam var.
Âlimlerin dediği, Kitaplarda bulduğu, Gönüllerin hâzinesi,
Hızır İlyâs atam var.
Hakîm Ata’ya, Hâce Ahmed Yesevî’nin
verdiği himmetin müjdesi nasip oldu, Hızır Ata’dan hisse aldılar. Allah en
doğrusunu bilir.
Günlerden bir gün kurban ayında, Ahmed Yesevî’nin tekkesinde
doksandokuz bin şeyh hepsi hazır olup zikr ve semâ sohbeti kuruldu. Namaz
vakti olunca, bütün şeyhler namaza kalktılar, Hâce Ahmed mihraba geçti, imam
oldu. Acaba bu şeyhlerin hangisi olgunluğa erişmiş (ve) dileğine ulaşmıştır
(diye) gizli maksatları vardı. “Bunları deneyelim!” diyerek, koyunun
mesanesini ıslatıp bellerine bağlayıp mihraba geçtiler. Hoca Yesevî namaza başladılar.
Sağında Hakîm Ata, solunda Sûfî Muhammed Dânîşmend vardı. Namaz sırasında, Hâce
Ahmed Yesevî, kıraat okuyup rükûya vardılar. Hoca’dan bir ses çıktı; -kovuktan
(mesaneden) seste yel çıkardılar-, sonra secdeye vardılar. Yine su salındı, onu
görüp bütün mürîdler ve cemaat: “İmamın abdesti bozuldu” diye icabetten
vazgeçtiler, namazlarını bozdular. Lâkin Hoca aldırmadı. Namaza devam etti.
Hakîm Ata Hâce tereddüt etmeksizin ona uydu, namazını bozmadı. SûfîMuhammed
Dânîşmend de Hakîm Ata’ya bakarak devam etti, sol ayağını burarak bastı, gördü
ki Hakîm Hâce ayakta duruyor, o da ayağını öndeki gibi berkitti. Bu üç azîz namazlarını
edâ ettiler, Nihayet, selâm verildikten sonra namazdan çıktılar. Hâce Ahmed
Yesevî, arkalarını mihraba doğru yüzlerini cemaate doğru dönüp dedi ki: “Ne
için namazlarınızı bozdunuz? “Ben bunu sizin sülûktaki mertebenizi anlamak için
mahsus yaptım. Bende tam temizlik var idi. Ancak sizleri denemek için belime
kovuk (mesane) bağlamıştım. Yoksa, o ses benden değil, belime soktuğum bir
kovuk parçasından çıktı; işte bakın!” diye çıkarıp gösterince hepsi ayağa
kalktılar.
Hâce Ahmed Yesevî, “Anlaşıldı ki, benim bir tek tam
mürî' > '
dim, bir de yarım müridim kemâle erişmiş; diğerleri hep nâdanmış.
Sordular: “Kimleri söylüyorsunuz?” Hâce Ahmed Yesevî, “Tam mürîd olarak Hâkim
Hâce’yi, yarım mürîd diye de SûfîMuhammed Dânîşmend’i söylüyorum. ” dediler.
Nâdân ne bilsin er sırrını,
Kalp gözünü açmayınca;
Er nazarını nasıl bulursun, Yürek yağını eritmeyince.
Ve bunun üzerine ondan sonra Hâce Ahmed Yesevî, Hakîm Ata’ya icazet
verdi ve emretti: “Şimdi senin işin tamam olmuştur” dedi. Hakîm Ata’yı Hârezm’e
gönderdi. O bölgedeki Hak taliplerini irşad etmesini istedi. “Yarın seher
vakti, şafakla sana bir deve gelecek, eşiğinde bir deve çökecek, o deveye bin,
başını boş bırak, varıp o deve Hârezm’de nerede durur ve çökerse ineceğin yer
orasıdır, senin menzil makamın orası olsun ; (ikâmet yerin) orada olacak. ” diye
izin verdiler. Hakîm Ata veda edip menzile hareket etti. Ertesi sabah seher
vakti Hakîm Ata, gelen deveye binip salıverdi, başını boş bırakınca, o deve
Türkistan’dan batı tarafına doğru yürüdü ve Hârezm şehrinin batısına doğru
Beynâr arkası denen yere geldi, durdu; çöktü, ayağa kalkmadı. Deve, o bölge
sultanının yasak bölgesinde çökmüştü. O kadar zorladılar, kalkmadı. Dilek
dilediler, yine kalkmadı, deve bağırdı. Bundan dolayı o yere, Bakırgan dediler,
adı ondan kaldı. Deve durunca Hâkim Ata, deveden indiler, o yeri bulup
gördüler. Bir adam eline bir sopa alıp devenin basma atmak istedi ama hemen eli
kurudu.
O yer Buğra Han’ın at yılkılarının, koyun sürüsünün otladığı bir
yerdi. Beş çoban gelip Hakîm Ata’ya: “Kimsin, burada edebsizlik yaparak
iniyorsun?” dediler. Yılkıcılar -at sürücülerionu buradan kovmak istediler
Hakîm Ata “Ben dervîşim, bir yere gitmem; burada menzil makâm tutma isteğim
var! ” diye cevap verdiler.
Onlar: “Bu yer Buğra Han’ın çobanının otlatma yeridir, senin burada
menzil makâm kurmana izin vermeyiz. Sonra ellerindeki, at sürdükleri
değneklerini kaldırıp hücum ettiler. Hakîm Ata’ya hamle kılınca, Hakîm Ata
oradaki ağaçlara: “Tutun bunları!” diye emretti. Turangu ağaçları var idi. O
zaman ağaçlar üçünü sımsıkı yakaladılar, o üç çobanı ağaçlar budaklarıyla
basarak alıp kaldı, diğer ikisi kaçarak, kurtuldular, Buğra Han’a, Sultanın
huzuruna gittiler. Adamlar durumu, olup-biteni Buğra Han’a anlattılar, (bk. IV,
s. 60-63).
Bu vakadan haber verince, Buğra Han
bu habere pek memnun oldu: “Üç gün oldu, üç gündür burnuma erenler kokusu
geliyordu. O şekil de olsa, Allah’a şükür, memleketimizde bir er de ortaya
çıkmış olacak.” dedi ve isi tahkik için Abdullah Sadr adlı veziri J > > >
var idi.. Ona seslenip “Edeple, saygıyla onu söylet, sor, kimdir, o
dervîş nereden gelmiştir, adı nedir, bir de kime mürîd imiş?” deyip gönderdi.
Abdullah Sadr gelen dervîşe kim olduğunu ve ne istediğini sordu. Hakîm Ata’dan
edeple gelip sordu: “Ey dervîş, kimsin, nereden gelirsin, adın nedir?” diye
sorunca, cevap verdiler: “Atamın anamın koyduğu adım Süleyman’dır, ancak şimdi
adımıza Süleyman Hakîm diyorlar. ” Hâce Ahmed Yesevî’nin müridiyim” dedi.
Abdullah Sadr, Yesevî mürîdlerinden Hakîm Süleyman olduğunu anladı.
Yılkıcıların neye ağaçta kaldıklarının hakikatini sezince, ağaçlardan, “Böyle
yapan böyle olur!” sadası geldi. Abdullah Sadr sordu: “Bu çobanlar burada nasıl
asılı dururlar?” Hakîm Ata cevap verdi: “Ağaçlardan sorun! ” Ağaçlardan
sorunca, “Her kime şeyhlerin gazabı olursa, bu şekilde olur” diye ağaçlardan
ses geldi. Bu dervîşin derecesinin yüksekliğine inanan Abdullah Sadr, geri
dönüp Buğra Han’a haber verdi. Abdullah bu acayiplikleri görüp hayretle atma
bindi. Bu sözü Buğra Han’a söyledi. Buğra Han bu sözleri işitip hayrette
kaldı. Dedi ki: “Vezirler bu kimse, acayip azîz kişidir. Buna duâ etmek, hürmet
etmek gerek, tarikatına girmek gerek. ” Sultan Hakîm Ata’nın yanma geldi, mürîd
oldu. Buğra Han’ın Anber adlı çok güzel bir kızı var idi. O kızını, bu dervîşin
rızasını celb için Hakîm Ata’ya hürmetini ve bağlılığını göstermek için,
vermeyi uygun gördü ve kızlan da kabul ettiler, kızını Hakîm Ata ile evlendirdi.
Kızı Anber Ana idi. Bu evlilikten Hubbî Hâce dünyaya geldi Buğra Han, o Anber
adlı kızını alıp develerini deveci ile, koyanlarını çobanı ile, sürülerini
otlakçısı ile bütün malını, sürülerini getirip Hakîm Ata’ya bağış olarak
sundular, ayrıca da birçok develer, koyunlar, atlar gönderdi; Hakîm Ata,
bunları kabul etti. Buğra Han kendisi bütün beyleri ile gelerek Hakîm Ata’ya
mürîd oldular. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürîd ve mu’tekid idiler. Ve insanlar
günden güne toplaşmaya başladılar. Hakîm Ata’nın şöhreti halk arasında yayıldı.
Bakırgan adlı o yeri kendisine menzil yaptı. Orada yer ve mevkî tuttular ve o
yere de Bakırgan adı verdiler. Hakîm Ata’nın yerleştiği bu yere, şimdi Bakırgan
diyorlar. Hakîm Ata’nın şöhreti dört tarafa yayıldı.
Naklederler ki Anber Ana’dan üç oğlan oldu. Büyüğünün adı Mahmud Hâce,
ondan küçük oğlunun adı Asgar Hâce, ondan küçük oğlunun adı HubbîHâce idi,
Allah’ın rahmeti cümlesine olsun. Hârezm şehrinde bir ulu şeyh var idi.
Cârullah Allâme Şeyh derler idi. Gayet âlim, bilgin idi; Keşşafı, yeniden
açıklayıp anlatır idiler ve Muhammed Hâce ile Asgar Hâce’yi Hârezm’e
göndermişlerdi Şeyh Cârullah Allâme Şeyh yanında ilim tahsil etmeye. Günlerden
bir gün hücre içinde şarap kadehini doldurarak bu hâcezâdeler birbirlerine
şarap sunuyorlardı. İnsanlar bunu görüp; “Acaba bunun gibi hâcezâdeler bu
İslâm’ın kubbesi içinde (nasıl) şarap içiyorlar ve sarhoş oluyorlar. ” diye hayrete
düştüler. Bu durumu gidip Hakîm Ata’ya anlatınca, Hâkim Ata hâcezâdelere “Hemen
oğullarım bana gelsinler!” diye (bir) kişi gönderdi. Hâcezâdeler bu sözü
duyunca “Biz bu kötü şöhretle Bakırgan iline nasıl gireriz?” diyerek
endişelendiler, gitmediler. Hakîm Ata,Bakırgan’dan Şeyh Cârullah Allâme Şeyh’e
ve ileri gelenlere “Hâceleri tutarak şeriat yoluyla hesap soracaksınız” diye
mektup gönderdiler.
Şeyh Cârullah Allâme Şeyh, buyurdular: “Şeriat yolu ile şarap işi
yapacağız”. Mesuliyet sahiplerine: “Bundan sonra her nerede şarap içseler,
tutun, hesap sorun!” dedi. Hârezm şehrinin ortasında bir uzun minare var idi,
onun üstüne çıkıp hâcezâdeler şarapla meşgul idiler. Mesuliyet sahipleri, bunu
görünce, Hâceleri tutup hesap sormak için minareye çıktılar. Hâceler
kendilerini minareden dışarı attılar, yere sessizce düştüler, ayak üstüne basarak
dik durdular. Ellerinde şişe, şarap kadehi var idi, bunlar da kırılmadı.
Hâceler orada, o şarap kadehini doldurup şerbet sunuşarak içtiler. Onu gören
insanlar çığlık atarak toplanıp boyunlarına peştemâl sarıp Hâcelerin ayağına
kapanarak özür dilediler; halkın çoğu orada Hâcelere mürîd oldular. Şüphesiz
inananlar arasında bunun gibi muhabbetler vardır. Erenlerin işi gerçektir,
hakiki olmayan işi yok, korkmazlar. İlâhî aşk şarabını içerler.
Naklederler ki Hubbî Hâce babasının karsısında idi. Hakîm Ata’nın, en
küçük çocuğu olan Hubbî Hoca’ya gelince, Hubbî Hâce’nin, bir kara semiz atı
var idi ve de iki kara tazı köpeği var idi. Her gün atma binip dağlarda,
kırlarda dolaşır, geyik avlar, semiz atma yükleyip getirerek babalarına
hürmetle sunarlardı. Her gün âdetleri bu idi. Bununla beraber Hakîm Ata, küçük
oğlunun manevî olarak ne kadar yüksek bir mertebeye eriştiğini hiç bilmiyordu.
Hakîm Hâce, Hubbî Hâce’nin böyle bir siyâsetle yürüdüğünü görüp: “Benim bu
oğlumun dervîş olmayıp sipahi olma düşüncesi olmalı. ” derdi. Bir gün garib bir
vesile ile oğlunun manevî derecesini anladı:
Naklederler ki Hîve vilâyetinde, Tura denen kasabasından Şeyh Sa’at
adlı bir mürîdi vardı. Şeyh Sa’ad Hâce, Ürgenç’e gelerek, Hakîm Ata’ya mürîd
oldu. Tarîkat yolunun edeplerini bütünüyle öğrendi, nefsini men edip gece
gündüz çok uygun hizmet etti. Hakk’dan nazar-ı rahmet buldu, Hakîm Ata’dan
nasip aldı. Hakîm Ata, can-ı gönülden Şeyh Saat Hâce’yi oğul kabul etti, nasip
veren Tura denen yere kendi makâmına vardı. Hülâsa günlerden bir gün Hakîm Ata,
Anber Ana’ya: “YâAnber, bu Şeyh Saat öz oğlumuzdur. Hubbî Hâce nefes
oğlumuzdur. Bunların hangisinin işinin tamam olup olgunluğa erişip erişmediğini
deneyelim, her ikisinin adlarını çağıralım; hangisi sesimizi işittiği zaman
hazır bulunsa, Hakk dergâhında işleri kemale ermiştir ve dilek yerine getireceklerdir.”
diyerek müzakere ettiler. “Evvel öz oğlumuz Şeyh Saat’i çağıralım!” dedi.
Oturduğu yerlerinden “Yâ oğlum Saat!, Yâ oğlum Saat!, Yâ oğlum Saat!.. ”
diyerek üç defa çağırdı. Şeyh Saat Hâce o dakikada koşup geldi. “Buyurunuz
sultanım” diyerek yetişip hemen kapıdan girip geldiler. Hakîm Ata’ya:
“Esselâmü aleyküm, yâ azîz ata!” diyerek selâm verdiler. Hakîm Ata, “Ve aleyküm
selâm, yâ oğlum Şeyh Saat! ” diye cevap verdiler. O zaman görürler, Şeyh Saat
Hâce’nin eteğinde bir şey vardır. Hakîm Ata, “Hey oğlum Şeyh Saat nerede idin,
nereden gelirsin, eteğindeki nedir, eteğini tutup gelirsin?” diye sorunca, Şeyh
Saat Hâce özür dilediler. “Ey azîz ata, ben Tura yerinde burçak tohumunu
saçıyor idim, sizin sesiniz kulağıma ulaşınca, burada huzurunuzda hazır oldum.
Eteğimdeki burçaktır.” diye cevap verdiler. Ve Tura yeri ile Bakırgan’m arası
on beş günlük yol idi. On beş günlük yoldan Şeyh Saat Hâce, göz açıp
kapayıncaya kadar geçen sürede geldi, hazır oldular, Hakîm Ata, Şeyh Saat
Hâce’den hoşnut oldular, Fâtiha okuyup duâ ederek Şeyh Saat Hâce’ye izin
verdi. Şeyh Saat Hâce, yine göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede Tura’ya
gidip işiyle meşgul oldular. Şeyh Saat Hâce’nin kerâmeti, ermişliği çoktur,
ancak burada kısalttık. Biraz sonra oturduğu yerinden oğlu HubbîHâce’nin adını
söyleyerek “Yâ Hubbî!”, “Yâ Hubbî!”, “Yâ Hubbî!..” diye üç defa HubbîHoca’yı da
çağırdılar. HubbîHâce gelmedi, ona gönlü gücendi. Biraz geç geldi, gecikerek
ulaştı, “Buyurunuz baba!” diyerek ve Hubbî Hâce babasına adeti üzere avladığı
geyiki getirip Hakîm Hâce’ye hürmetle sununca, Hakîm Hâce hediyesini kabul
etmedi. Oğlunun hemen gelmeyişi, babasının canını sıkmıştı. Hubbî Hâce bunu
anlayıp, “Ey baba selâmımızı, hürmetimizi niçin kabul etmezsiniz, bunda ne
eksiklik gördünüz?” deyince, Hakîm Ata, “Ey oğlum Hubbî, ben oğlum Şeyh Saat’i
çağırdığımda, oğlum Saat, Tura yerinden göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede
geldi. Seni çağırdığımda, Bakırgan sahralarından gecikerek geliyorsun. O sebepten
gönlüm perişan olmuştur. ” deyince, Hubbî Hâce, gecikmesinin sebebini anlattı:
“Ey baba, Hind okyanusunda -Muhit denizindeiki gemi batıp gitmekteydi ‘Yâ
Hubbî medet yardım et!’ diye seslendiler, benden yardım istediler. Ben oraya
gidip Hakk Teâlâ yardımı ile o kişileri denizden çekip çıkardım, sesiniz kulağıma
orada ulaştı, ama bu sebepten onlarla meşgul olduğum için geç kaldım, gecikerek
geldim. ” diye özür dileyince, babası Hakîm Hâce bu söze inanmadılar, (cevap
verdiler): “Ey oğlum sözünü öyle söyle ki kişi inansın, sen nerede okyanus
nerede?” dedi.
Hubbî Hâce: “Ey baba, eğer inanmazsanız işte boynuma bakın! ” diye
gemiyi çekerken oluşan yarasını gösterdi. Boksalar boyunları gömgök olmuş. Ve
yine “Eğer buna inanmazsanız, buraya on bin altın şükrane getirecekler, bağış
dediler, tamam beş aydan sonra, getirip bize ulaştıracaklar; o zaman
görürsünüz!”” diye cevabını verdi. Hakîm Ata bir şey demedi. Hakikaten de öyle
oldu; Beş ay geçince, o kimseler on bin altın bağışı getirerek Hubbî Hâce’ye
ulaştırdılar ve o parayı getiren adamların hepsi, kendileri de HubbîHâce’ye
mürîd oldular, çığlık atarak toplanıp hepsi Hubbî Hâce’nin ayağına kapandılar.
(Lemahât’taki versiyonu şöyledir: Bir tüccar, güzel bir sarığı Hakîm Ata’nın
huzuruna getirdi ve “Bu sarık HubbîHâce’ye adağımdır. Denizde gemimiz batmak
üzereyken ona bu sarığı adadık ve o tehlikeden kurtulduk. ” dedi. Hakîm Ata,
Hubbî Hâce’ye durumu sordu ve o da gemideki insanların kendisinden manen
yardım istediklerini, kendisinin de manen yardım ederek gemiyi kurtardığını
söyledi. Hakîm Ata, Hubbî Hâce’den böyle kerâmeti görüp şaşırdılar, içinden
“Hayret bu oğlumdan böyle kerâmet, velîlik görülüyor. ” diye gönlünden geçirdi.
Hakîm Ata, artık oğlunun yüksek mertebesini anlamağa başlamıştı. Ve adak, bağış
HubbîHâce’ye sınırsız gelir idi. Hepsini dervîşlere sarf eder idi.
Naklederler ki Hakîm Ata, sabah namazının sünnetini kılıp farzını
Kâ’be’de gidip kılar idiler. Yine günlerden birgün oğlu Hubbî Hâce Hakîm Ata’ya
şu soruyu sordu: “Ey baba, siz sabah namazının sünnetini daima burada
kılıyorsunuz, görüyorum; lâkin farzında yok olursunuz, sabah namazının farzını
nerede kılarsınız?” diye sorunca, babası Hakîm Ata bu soruya karşılık “Ey
oğlum, farzını da Kâ’be’de kılarım” buyurdular. HubbîHâce: “İyi amma, oraya
kadar gitmek büyük bir zahmet” dedi. Ey baba Kâ’be’ye giderseniz eziyet
çekersiniz; Kâ’be’yi buraya getirseniz olmaz mı? Kâ’be’yi buraya getirmek daha
uygun olmaz mı?” dedi. Hakîm Hâce: “Ey oğlum, her kişi Kâ’be’ye varıp orada
hizmet etse bu, ulu derecede mertebedir, Kâ’be’yi getirmeye yüce kudret kuvvet
gerek.” dediler. Hubbî Hâce: “Ey baba, erenlerde eğer tam itikat ve üstün irâde
olsa, Kâ’be kendisi gelecek(tir).” dedi. Hakîm Ata kendisinde bu kadar kuvvet
olmadığını itiraf etti: “Ey oğlum, bizde bu kudret kuvvet yok; eğer sizde varsa
görelim!” dediler. Hülâsa o gece Hakîm Hâce, tan yeri ağardığında kalkıp sabah
namazının sünnetini kılmak için geldiler. Lâkin ertesi gün oğlunun Kâ’be’yi
Bakırgan’a getirdiğini görünce, birdenbire şaşırdı. Boksalar HubbîHâce’yi
mescidde durur gördüler. Ve yine bütün Kâ’be erenlerini de gördüler,
HubbîHâce’yi tavaf ediyorlar, Kâ’be-i Muazzama’nın mübarek halkası mihrabın
üstünde duruyor. Hakîm Ata mübarek halkayı tavaf ettiler. O gün Kâ’be erenleri
ile toplanıp sabah namazını kıldılar ve bütün Bakırgan şehri gelip mescide
dergâha girdiler, Kâ’be-i Muazzama’nın mübarek halkasını tavaf ettiler. Ve Hubbî
Hâce’yi de tavaf ettiler. Bütün Bakırgan cemaati gelip Hubbî Hâce’ye mürîd
oldular. Sabah namazı okunduktan sonra Kâ’be-yi Muazzama ve Kâ’be erenleri ile
kayboldu. O gün bu kerâmetleri görüp Hakîm Hâce’nin gönlünde yine kıskançlık
oldu ve içine biraz kıskançlık düştü derler. Bir postta iki velînin
duramayacağı muhakkaktı.
Naklederler ki günlerden bir gün Hakîm Ata’nın mürîdleri toplanıp
geldiler, dokuz öküz kestiler, zikir ve semâ meclisi kuruldu, zikr ve sema’a
meşgul oldular. Halka davet verdiler, herkes çağırıldı. Yalnız Hubbî Hâce
çağrılmamıştı, orada değildi, ava gitmişti. Pay bırakmadılar. Bu sırada Hubbî
Hâce geldiler, avladığı geyiklerle avdan geldi; geyikleri getirip Hakîm Ata’ya
sundular. Herkesin çağı rıh p kendine haber verilmediğini görünce canı sıkıldı;
hürmetle oturup babasından sebebini sordu ve şu sözleri söyledi: “Ey baba
mürîdleriniz gelmiş, dokuz öküz öldürmüşler, büyük küçük hepsi pay almış, bize
pay koymamışsınız; bizde ne kusur gördünüz?” deyince Hakîm Hâce: “Ey oğlum
erenler, çalıştılar, pay aldılar, sen de çalışsan pay alacak idin. ” dedi.
HubbîHâce: “Çalışsak bütün payı eşit alacak idik. ” dedi. Gayretle ayağa kalktı;
babasının mürîdlerine yüksek sesle; “Öldürülmüş öküzlerinizin derisini getirin!
” diye seslendi. Mürîdler hemen öldürülmüş dokuz öküzün derisini Hubbî Hâce’nin
önüne koydular. Hubbî Hâce, kıbleye doğru yönelip, kolunu kaldırarak Tanrı’ya
yalvarıp yakardı. Sonra, asası ile öküzlerin derisine vurdular ve “Ey
canavarlar, tez ayağa kalkın. Hakk Teâlâ emri ile! ” diyerek, öküzlere işaret
edince, kerâmetle, kesilen öküzleri tekrar diriltti. Dokuz öküz hepsi böğürüp
kalkarak geldi. Hubbî Hâce: “Ey baba, işte biz de iş yaptık, şimdi bütün
erenler payını eşit alsınlar!”, dediler. Hubbî Hâce’nin bu hikmetini görüp
babasının mürîdleri hepsi gelip çığlık atarak toplanıp Hubbî Hâce’nin ayağına
kapandılar. Bunu gören bütün halk HubbîHâce’nin kerâmetine itikad ettiler.
Ve hepsi de Hak yoluna dönmeyi kabul ederek mürîd oldular. Bu işleri
görüp Hakîm Ata’ya gayret geldi. Bunun üzerine babası onu çağırdı ve bir yerde
ikisinin beraber bulunamayacağını söyledi. “Ey oğlum, iki koçun başı bir
kazanda kaynamaz; ya siz, ya biz! ” diyerek derin bir nefes çektiler,
gücendiler. Bu sözün manâsının sırrını pek iyi anlayan Hubbî Hoca, babasına,
“Ey baba, sözler içinde meşhurdur, eğer boynuzları ile olursa iki koçun başı
bir kazanda kaynamaz, sığmaz; ancak boynuzlarını kesse, üç koçun başı dahi bir
kazana sığardı. Şüphesiz o nefesi bize çektiniz, gücendiniz, “Siz hoşça kalın,
biz gidelim baba!” deyip ağlayarak çıktılar. (Bu ilginç rivayet Lemahât
kitabında şu şekilde nakledilir: Hakîm Ata, gayrete geldi (kıskandı) ve: “İki
koçbaşı, bir kazanda kaynamaz. ” dedi. Hubbî Hâce: “Eğer boynuzlarını
kırarlarsa kaynar. ” dedi. Hakîm Ata’nın huzurundan kalktı ve odasına gitti.)
Anası Anber Ana’nın katma girdiler, anasından esenlik diledi, anasıyla
vedalaştı. Ve “Ey ana, her yiğidin başına iş düşse, bizi şefaatçi kılıp itikat
ile yardım di leşe, hazır olup ona yardım yetiştirir idim. Huzurunuzda olsam,
analık hakkinizin karşılığını yerine getirmek için, şüphesiz geri döner idim.
Şimdi gâyb âlemine yolculuğa çıkıyorum, hoşça kalın ana! Babama benden selâm
söyle! Duâ ile yâd etsin!” dedi. Anası bu sözü işitince, Hubbî Hâce’yi
kucaklayarak yalvarıp yakardı, sızlanarak ağlamaya başladı: “Ey benim aydınlığım,
vây canımın paresi, bağrım parçası sevgili oğlum, sensiz nasıl yapacağım, senin
gitmene iznim yok! ” diyerek feryat etmeye başlayınca, Hubbî Hâce, Ey ana, siz
beni bırakın eşikte durun! ” dedi. Anası Hubbî Hâce’yi bırakıp “Seni
göndermem!” diyerek eşikte durdu.
Hubbî Hâce kepeneğini, kefenini giyip hücrenin ortasına gelip durdu,
oturdu. Kepeneğini çözerek açıp başına örtündü. Anasına, kendisi için
ağlamamasını ve babasının rızasını almasını söyledi. “Ey ana, şimdi benim için
çok ağlama! Eğer babam benden incindi ise, hoşnut olsun; size yurt kutlu
olsun, bize yol kutlu olsun!” diyerek başını çekti, kepenek altından kaybolup
gitti ve kepenek kefeni o yerde kaldı. O odada kayboldu. Bir daha görülmedi.
Anber Ana kepeneği kaldırıp yüzüne sürüp, feryat edip ağlayarak Hakîm
Ata’nın karşısına geldi, bu durumdan haber verdi. Hakîm Hâce de ağlamaya
başladı. Bu vak’a üzerine baba-ana çok ağlaştılar. Ne kadar ağlasalar, faydası
olmadı. HubbîHâce’nin kaybolduğunu duydular. Büyük küçük, el gün feryat ederek
ağlaştılar. Hakîm Hâce çok kaygılandı. Bütün vilâyetlere haber gönderdiler,
karşılık bulamadılar. Hakîm Ata, oğlunun derdi ile birçok Hikmet’ler söyledi.
Hakîm Hâce’nin HubbîHâce’nin ayrılığının acısından söylediği hikmetleri:
Âh yazık yerin göğün
arasında, Yitirdim şunkar kuşumu bilmez işte. Dostlarım siz dilekte ben izinde;
Ağlayıp gözde yaşımı silmez işte.
Ağlayıp gözde yaşını sil derler;
Dört yanma doğru soru sor derler;
İsteyip can kuşunu bul derler;
Ben de ona (gitmeye) karar vermem işte.
Ben ona (gitmeye) nasıl karar vereceğim;
Atım yorgun benzim solgun nereye varacağım;
Ayâ cânân bulunmasa ben kul öleceğim;
Haberini bilsem orada durmam işte.
Haberden bulunur derler Şâm Irak’ta;
Kırım ile Hıtay’dan da uzakta;
Uçup gider derler cân firakta;
Ben de onun yollarını bilmem işte.
Yollarını bilmem ben deyip ne durayım;
Yolunda ben çok eziyet zahmet göreyim;
Dostlar siz kaim ben de varayım;
Ben de varsam o yerden gelmez işte.
Ben de varsam bulunacak mı orada kuşum?
Bulunmasa zordur benim işim;
Elime konar ise şunkar kuşum;
Eziyet kaygı karşı gelse salmaz işte.
0 kuşuma ad verdiler Âdem aslı;
Adağıdır Kul Süleyman Hakîm sözü;
Kimler bildi kim bilmedi bu sır sözü;
Mevlâm’dan başka kimseye demem işte.
Oğluna karşı yaptığı bu hareket Hakk Teâlâ nezdinde cezayı mucib oldu.
Ona malum oldu ki, Hubbî Hoca eğer yaşasaydı, neslinden altmış velî gelecekti;
Ondan sonra Hakk Teâlâ’dan Hakîm Ata’ya: “Yâ Hakîm senin oğlunun neslinden
altmış velî meydana gelir idi. Bu bütün velîler dünyadan gittiler. Madem ki bu
velîler dünyadan kesildi, Bu günahının bedeli için kefareti olarak kırk yıl
üstünden su akacak; ancak ondan sonra o günahın temizlenecek, günahından
arınırsın!” diye emir malûm oldu. Hakikaten de öyle oldu. Bu buyruğu işitince
Hakîm Ata’nın gönlü çok perişan oldu. O saatte ulu dergâha el kaldırarak
(yalvarıp) ağladı: “Ey Allah’ım, hâzırsın, görensin, kudretlisin, bilensin,
varsın ve birsin. Bütün kullarının sırrım aşikâr bilirsin!” diye hasret ile
yalvardı. Sonunda o vâdeler onlara verildi.
Naklederler ki Hakîm Ata dünyadan göçünce, nice zamandan sonra Ceyhun
nehri, Kât şehrinin ön tarafından ileriye doğru akıp giderek Bakırgan şehrini
basıp geçti. Bakırgan su altında kaldı, harâb oldu. Bakırgan bilinmez oldu.
Hakîm Ata’nın türbesi üstünden kırk yıl su aktı. Sonra sular çekildi; o nehir
kurudu; fakat Hakîm Ata’nın türbesinin nerede olduğunu hiç kimse bilmedi. Günlerden
bir gün Hakîm Ata, Hâce Celâleddîn Menzilhâne’nin düşüne girdi: “Ey oğlum
Celâleddîn, bizi arayıp bul! Ve de bizim üstümüze imaret yap! Ve bizden hisse
al! ” diye. Böyle bir rüya görünce, Hâce Celâleddîn hiç kimseye anlatmadı. Bir
gün Hâce Celâleddîn sınırsız mal ile Türkistan’a tüccarlığa gidip çok kazançlar
sağlayıp iyi haberlerle ayrıldıktan sonra Bakırgan ovasına gecelemek için
gelerek indiler. Gecesi hava bulutlanıp yel esti, şiddetli yel esip gök
gürleyip şimşek çakarak kıyamet kopana kadar güneş doğmadı, bütün tüccarların
sürüleri bir olup, kendileri darmadağın dağılarak herbiri bir yöne yönelip ayrıldılar.
Tan ağardı, güneş doğunca, Hâce Celâleddîn Menzil hâne, malından sürüsünden
ayrılıp gezerek yürüdü. “Bu nasıl bir yer diyerek, ansızın bir tepenin üstüne
çıktı. Baksa uzaktan bir otağ görünür. O otağa vardı gördü ki bir ihtiyar kadın
oturmaktadır. O ihtiyara selâm verdi; ihtiyar selâma karşılık verdi, ihtiyar:
“Ey yiğit, nereden geldin, nereye gidiyorsun!”’ dedi. Hâce Celâleddîn “Ey
kardeş Hakîm Ata’nın mezarını bilir misin? Eğer biliyorsan, bize anlat! Bizim
(için) önemlidir dedi. İhtiyar kadın: “Ey yiğit ben bilmem; ancak benim bir
ihtiyar, çok yaşamış anam var; bilse o bilir!” dedi. Hâce Celâleddîn: “O çok
yaşamış ananız nerededir?” dedi. O (kadının) ihtiyar anasına doğru yola çıktı.
Gördü ki o ihtiyar, kendinden geçerek semâ yapmaktadır. Hâce Celâleddîn selâm
verdi, o ihtiyar selâmını aldı; “Ey yiğit, kimsin, nereden gelirsin, nereye
gidersin?” diye sorunca, Hâce Celâleddîn: “Ey Ana, nereden geleyim, Hakîm
Ata’nın türbesini arayarak geziyorum. Siz ulu, yaşlı kişisiniz, eğer
biliyorsanız, bize söyleyin!” deyince, o yaşlı kadın: “Ey oğlum, nasıl
bilirim?” Sakırgan ili, kırk yıl su alanda kaldı. Şimdi Hakîm Ata’nın
türbesinin neresi olduğunu kim bilebilir? Ben de bilemem. Ancak şurada yalan
bir sülün ağacı vardır. Gece olunca onun dibine geyikler, ceylanlar, kutanlar,
taylar gelerek tan atmcaya kadar dururlar, ziyaret ederler. O yerden dinleyin,
zikir sesi gelir. Eğer Hakîm Ata’nın türbesi olsa o yerde olur! ” diye
söyleyince, Hâce Celâleddîn, bu sözü duyar duymaz, derhal ayağa kalktı. O
ağaca doğru gitti. Daha yakın gelip bir yerde, gizlenerek durdu. Akşama kadar
bekledikten sonra, geceleyin gördü ki geyikler, taylar o ağacın dibine
geldiler, o yere bakıp durdular, ziyaret ettiler. Dinleyince o yerden zikir
sesi geldi. Hâce Celâleddîn uykuya daldı. Tam o hâlde Hakîm Ata’nın rüyasına
girdi. “Ey oğlum Celâleddîn hoş geldin! Şimdi bizi buldun; bu yattığın
yerinden kalk! Yedi adım ileri bas, oradan o yeri kaz; orada hasır çıkacak,
göreceksin! Ve o hasırın altından koparıp baksanız, bir deste gül göreceksiniz!
O yerden geçmeyeceksiniz! Orası, benim türbem olur. Ve de o kaybolan malın için
gam yemeyin! O malların hepsi menzilhâneye gitmiştir. O mallarını alıp buraya
geleceksin! Bizim üstümüze imaret yapacaksın. Bize de komşu olup kalacaksın,
bizden hisse alacaksın. ” dedi. Hâce Celâleddîn hazırlanarak derhal yerinden
kalktı, yedi adım ileri bastı. Ondan sonra o yeri kazınca gördü ki o yerden bir
hasır ortaya çıktı. Yine o hasırı kaldırdı, koparınca, hasırın altından bir
deste gül çıktı. Gördü ki bağdan henüz koparılmış gibi tazedir. O gülün hoş
kokusu Hâce Celâleddin’in burnuna ulaşınca kendinden geçip düştü. Bir zamandan
sonra kendine gelince, ruh âleminden bütün şeyhlerin makberlerini, irâdelerini,
ruhlarını hazır gördü. Nihayet, Hakîm Ata’nın manevî işaretiyle Celaleddin Hoca
onun merkadini buldu.
Ondan sonra Hâce Celâleddîn, o yere nişan yapıp koydu. Eteğini beline
berkitip menzilhâneye doğru hareket etti. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen
sürede menzilhâneye ulaştılar. Bütün mal sürülerini sağ selâmet gördüler. Hemen
mal metalarını toplayıp sürülerini sürüp, Hârezm şehrine geldiler. Bütün
hünerli ustaları toplayarak yüz bin altın bedeli malı ile Bakırgan’a gitti.
Hakîm Ata’nın üstüne alî imaret yaptı. Kısa sürede imaretini tamamlattırdı,
öyle ki yakınındaki imaretinden bir kerpici eksik, farklı olmadı. İnsanlar
tebriklemek için geldiler. Her taraftan ziyarete koştular. Hâce Celâleddîn,
menzilhânede Hakîm Ata’nın komsusu olup durdular. Ve çevre vilâyetlerden adak
ve bağış ile insanlar gelmeye başladı. Hâce Celâleddin’e Şeyh Celâleddîn adı
verdiler, Bakırgan ili düzeldi.
Naklederler ki Hakîm Ata, kara yüzlü, esmer tenli, zayıf kişi imişler.
Ama Anber Ana beyaz tenli, güzellik sahibi, alımlı kişi imişler. Günlerden bir
gün Hakîm Ata yıkanıyor idi. Anber Ana döşek üzerinde oturuyor idi. Hakîm
Ata’ya gözü takılınca, içinden yavaşça, gizlice şöyle geçirdi: “Ben Buğra
Han’ın güzellik sahibi kızı idim. Tanrı Teâlâ bunun gibi kara, çirkin kişiye
nasip etti. ” Hakîm Ata’ya bu sır ayân oldu “Ey Anber, beni kara diye ne
aşağılıyorsun, kendini beyaz tenliyim, diye yüceltiyorsun. Beni seninle çok
uzun (zaman) bırakmazlar, siz bizden (sonraya) kalacaksınız. Ama benden sonra
seni birisi alacak, bütün vücudunda dişinden başka akı olmayacak” diye sitem
ettiler. Anber Ana, yaptığına çok pişman olup ağladılar. Hülâsa Hakîm Ata’nın
bu faydasız fâni dünyadan âhirete yürüme vakti gelince, Mahmud Hâce ile Asgar
Hâce’ye (haber vermek için) kişi gönderdiler, Hârezm vilâyetinden geldiler,
babalarını ziyaret ettiler. Hakîm Ata onlardan hoşnut oldu ve buyurdu: “Ey
oğullarım, size vasiyetim; işte bana (gitme) vakiti gelmiştir, benden sonra
benim kırk aşımı verirken, kırk abdal gelecekler doğu tarafından, onların
duraklan, Kâ’be’de olacak. Aralarında bir kara abdal olacak, bir gözü kör bir
ayağı da aksak, şeriata göre beklenilmesi gereken süre geçtikten sonra, ananızı
ona nikâhlayıp veriniz! ” diye vasiyet edip dünyadan göçtü. Hakîm Ata’nın kırkı
olunca, kırk aşım verirken doğu tarafından kırk abdal geldiler. Misafir olup
oturdular. Hâcezâdeler, gördüler, vardılar. Aralarında kara abdal var ama Hakîm
Ata’nın söylediği gibi kara abdal yok. Hâceler sordular: “Sîzlerin bundan başka
kimseniz var mı?” dediler. Abdallar: “Bir zayıf kara abdal var sürülerimizi saklıyor.
” dediler. “Gidin, o dervîşi alıp gelin! ” dediler. Abdallar gidip o dervîşi
alıp geldiler. Hâceler onu görünce anladılar ki babalarının söylediği nişan bu
dervîşdedir. Hâceler: “Yâ dervîş, kimsin, adın nedir?” diye sorunca, o dervîş:
“Adım Zengî’dir. ” dedi. Hâceler buyurdular: “Ey abdallar, kalkın, bu
Zengîbize baba olur. Önce hepinizin ayağı idi şimdi baş oldu.” diyerek
hepsinden ileri alıp
Zengî Baba’yı ön tarafa geçirdiler. Ve Anber Ana’yı şeriata göre
beklenilmesi gereken süre geçtikten sonra, nikahlayarak Zengî Baha’ya
verdiler. Onun böyle yüceliğini, veliliğini hiç kimse bilmez idi. Ondan sonra
ZengîBaba Anber Ana’yı alıp, Taşkent vilâyetine gidip orada ev inşa ettirdi.
Anber Ana her gün kalkıp kuşağını bellerine bağlayıp, bellerine bir de büyük
destek ve bir küçük destek sokup iki eline de cam kâseleri alarak Zengî Baha’ya
götürür idi. Ve insanlar ondan: “Ey Ana iki elinize cam kâse alıp ve de kuşağı
belinize bağlayıp bir büyük destek, bir küçük destek alarak gidersiniz. ” diye
sorunca, Anber Ana onlara şöyle cevap verir idi: “İki cam kâse birinde sıcak
aş, yine birinde soğuk aş; eğer babanın gönlü sıcak aş dilese, sıcak aş içer,
eğer soğuk aş dilese, soğuk aş içer. Ve yine büyük küçük desteği şunun için
götürürüm; eğer baba çok öfkelenirse büyük değnek ile vurur; eğer az
öfkelenirse, küçük değnek ile vurur. Ve de kuşağı bu sebeple belime bağlayıp
giderim, ansızın baba (sabırsızlanarak) isteğinin tez yerine getirilmesini
isterse, ben gecikip babanın kahrına uğrayarak âsî olurum diye kuşağı belime
bağlayarak giderim. ” der idi. ve de Anber Ana hatunlara nasihat eder idi: “Ey
hatunlar, hanenizin reislerine (kocalarınıza) iyi hizmet edin! Bir hatun
kibirlense, erine cevap verse, azarlasa hacet vaktinde geç kalksa, o hatunun
hâli müşkil olacak, dünyada da âhirette de. ” diye öğüt verir idi. Ananın evvelki
adı Anber Ana idi, şimdi babaya aş götüren Ana diye çağırırlar. Ve de Zengî
Baba’nın sayısız kerâmetlerinden biri o idi, babanın otlattığı sığırlar büyür
idi ve semiz olurdu. Ve de ilin ekinlerinin arasından gezerek yürür idi. Ama
ekinin bir tanesine bile zarar vermez idi, yemez idi ve de basmaz idi.
Naklederler ki Hz. Rasûlullah (s.a.v.), Miraç’a çıktığında, arş
âleminde gördü ki bir karakuş gibi nesne uçup gitmekte idi. Hz. Rasûlullah
(s.a.v.)’in gözü o kuşa düştü. Hz. Rasûlullah (s.a.v.), mehter Cebrail
(a.s.)’dan sordu: “Ey kardeşim Cebrail bu kuş hangi kuştur?” dedi. Cebrail
(a.s.), “Ya Allah’ın Rasûlü, bu kuş senin ümmetlerinin arasında bir şeyhin
canıdır” dedi. “O kuş saygı için sizin huzurunuzda, önünüzden geçerek uçuyor. ”
dedi.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) onu övdü: “Ey kardeşim Cebrail, bizden sonra,
o dünyaya gelip şeyhlik yaparak ümmetimizi iyiliğe davet ederse, benim
ehillerimden birisi ona komşu olsun!” diye söz verdiler. Simdi o kus, Hakîm
Ata’nın canı imiş derler.
Zengî Ata
Orta Asya tasavvufunun klasikleşmiş eserlerinden Reşehât’ta Ahmed Yesevî
ve halefleri anlatılırken Zengî Ata hakkında da ayrıntılı denebilecek derecede
bilgi sahibi olmamızı sağlayan menkıbelere yer verilmiştir. Reşehât’a göre Arslan
Baba’nın dördüncü kuşaktaki torunu olan Zengî Ata, Ahmed Yesevî’nin en yetkin
takipçisi olan Süleyman Hakîm Ata’nın en önde gelen halefidir. Zengî Ata,
neseb olarak ise Ahmed Yesevî’nin ilk halifesi Mansûr Ata’nın evlâdıdır. Mansûr
Ata’dan sonra oğlu Abdul-Melik Ata, sonra O’nun oğlu Tac Hoca (ölümü: 1199)
Yesevî postuna geçmişlerdir ki bunlardan Tac Hoca, Zengî-Ata’nin babasıdır.
Bunun anlamı Zengî Ata’nın, Yesevîyye yolunun dördüncü kuşaktaki zirve
ismi olduğudur. Doğduğu, yaşadığı ve öldüğü yer, gerek Yesevî’nin şehri
Yesi’ye gerekse büyük dedesi Arslan Baba’nın türbesinin bulunduğu Otrar’a
oldukça uzak olan Şaş (= bugünkü Taşkend) kentidir. Zengî Ata’nın yaşadığı
yıllarda Taşkend’in adı “Şaş” vilâyeti olarak kaydedilmiştir.
MENKIBE
Zengî Ata, Taşkend
dağlarında sığır güden kalın dudaklı, zenci bir çobandı; kendini ve ailesini
çobanlık ücreti olarak Taşkendlilerden aldığı beş-on para ile geçindirirdi.
Ömrü daima kırlarda geçtiği için, namazı da kırlarda, ovalarda kılar ve
namazdan sonra cehri zikre başlardı. O zikre başladığı zaman, bütün sığırlar
otlamayı bırakırlar, ZengîAta hin etrafında bir halka teşkil ederek sessizce
onun zikrini dinlerlerdi.
Zengî Ata’nın Yesevîyye yolunun olduğu kadar sonraki asırlarda
Türkistan’ın en etkili tasavvufî ekolü haline gelen Nakşbendîyye büyüklerince
de bilinen ve saygıyla anılan bir velî olduğu anlaşılmaktadır. Reşehât’te
birçok menâkıbı anlatılan ve Zengî Ata hakkında büyük bir saygı besleyerek sık
sık kabrini ziyaret eden Türkistan’ın en tanınmış evliyasından Nakşbendîyye
ulusu, Ubeydullah Ahrar’ın “Zengî Ata’nın mezarını her ziyaret edişimde
kabirden “Allah Allah!” nidasını duyarım.” sözleri bunun açık bir
delilidir. Yesevî dervîşi Hâzinî’de bu rivayete şu mısraları ile işaret eder:20
“Devamlı “Hâce
Ahrar ” dersen, sabah-akşam O 'min can kulağına erişir.
Zengî Ata 'mn
kabrinin toprağından bile “Allah ” sadâsı göklere yükselir. ”
Hakîm Ata’nın halîfeleri arasında en tanınmışı olan Zengî Ata, Taşkend’de
bulunurken, mürşîdi Hakîm Ata’nın vefatını haber aldı ve derhal Hârezm’e
giderek kabrini ziyaret edip ailesine tâziyelerini arzetti. Dul kalan bir
kadının nikâhlanması için beklenilmesi gereken süre bittikten sonra, ölen
Süleyman Hakîm Ata’nın manevî işaretiyle, dul kalan eşi Anber Ana’yı nikâhlamak
istedi. Zengî Ata, Arab asılı olan Arslan Baba’nın evlâdından olduğu için
rivayetlere göre esmer, koyu tenli -hattâ o zamanın kabullerine göre zâhiren
‘çirkin’ denebilecekbir adamdı. İşte bu nedenle olsa gerek Anber Ana her ne
kadar Zengî Ata’yla nikâhlanmak istemediyse de, nihayet kendisine gösterilen
bir kerâmetin işaretine uyarak kendisiyle nikâhlanmayı kabul etti.
Türkistan Nakşbendî kültürünün temel eserlerinden Reşehât, Zengî Ata’nın
-bugün için de oldukça ilginç olabilecekbu menkıbesine ayrıntılı olarak yer verilir.
Bu menkıbe şöyledir:
MENKIBE
“Ahmed Yesevî’nin
gözde halefi Süleyman Hakîm Ata 'mn ten rengi karaya yakın denecek kadar koyu
esmermiş... Bir gün eşi Anber Ana 'mn gönlünden şöyle bir düşünce geçmiş:
“-N'olaydı, Hakîm Ata bu kadar esmer olmasaydı! ” Hakîm Ata, kerâmet ile
hanımının bu gizli fikrini keşfetmiş ve eşine şakayla karışık olarak “-Tiz ola
ki benden siyaha musâhib olasın! ” demiş. Bu sözünün üstünden çok geçmeden
Hakîm Ata Hârezm 'de vefat edince ZengîAta Taşkend'ten Hârezm 'e gelir ve mürşidinin
kabrini ziyaret ederek yakınlarına taziyede bulunur Anber Ana 'mn yeniden
nikâhlanabilmesi için geçirilmesi gereken ‘iddet ’ süresi sona erince
yakınlarından birisini Anber Ana 'ya gönderip nikâhına talip olduğunu bildirir
ve mürşidinin dul eşi Anber Ana 'ya talib olur Anber Ana yüzünü hiddetle
döndürüp : “-Ben Hakîm Ata 'dan sonra kimseye varmam!... Kaldı ki, bu kömür
yüzlüye, hele böyle zenciye... ” diye reddeder: fakat boynu o vaziyette, bükük
kalır
Anber Ana, boyun
ağrılarıyla ıstırab içinde kıvranırken teklife aracı olan yakını ZengîAta 'ya
koşup vaziyeti haber verir ZengîAta, bu aracıya: “-Git ve Anber Ana 'ya de ki:
“Beni Zengî Ata gönderdi ve soruyor: Bir gün 'Keşki kocam bu kadar esmer
almayaydı!' diye kalbinden geçen duyguyu Hakîm Ata keşfetmiş ve 'Benden daha
karasına düşeceksin! 'dememiş miydi sana? Şimdi ne dersin bu tecelliye? ” Anber
Ana bu soru karşısında herşeyi anlar ve kaderin emrine boyun eğip teklifi kabul
eder; o anda da boynunda ağrı ve tutulma düzelir Böylece Anber Ana, “kuzguni
siyah derili bir zenci olan ” ZengîAta 'mn nikâhlı hanımı, zevcesi olur... ”
Hakîm Ata Kitabı’nda ise bu menkıbenin başka bir versiyonu şu şekilde
verilir:
“Hakîm Ata kara
tenli olduğu hâlde, Anber Ana beyaz tenli ve güzeldi. Bir gün, Hakîm Ata yıkanırken
Anber Ana, Satuk Buğra Han 'ın neslinden iken bu kara adama düşmesindeki
hikmeti düşündü. Hakîm Ata'ya bu düşünce malum oldu: “Sen beni beğenmiyorsun
amma, benden sonra dişinden başka beyazı olamayan bir karaya düşeceksin! ”
dedi. Anber Ana pişmân olup ağladı: lâkin iş işten geçmişti. Hakîm Ata, rıhlet
zamanı yaklaşınca Hârezm 'den oğullarını çağırttı ve onlara dedi ki, “Ölümümden
sonra “kırk aşı ”nı verirken gün-doğusundan Kâ 'be ahalisinden kırk Abdal
gelecek: aralarında bir gözü zayıf ve ayağının biri aksak bir kara Abdal
vardır Ananızı, evlenmesi için beklemesi lazım gelen süre sona erince ona
nikahlayın... ” Hakikaten Hakîm Ata hin vefatından kırk gün sonra Abdallar
geldiler: fakat içlerinde kara Abdal yoktu. Çocuklar O ’nu sorup geri kaldığını
anladılar ve çağırttılar Onun adı Zengî idi. Babalarının vasiyetine göre,
analarını Zengî'ye nikahladılar. Bu Zengî'nin veliliğini o zaman kimse
bilmezdi. Zengî Ata, karısını alıp kendi kentine çekilip gitti. Anber Ana, eski
kocasının kerâmeti eseri olarak bu Zengî 'den çok sıkıntı çekti: lâkin ona
tahammül eder ve başka kadınlara da bu hususta nasihatte bulunurdu ”
Bunlar birer rivayet; doğrulukları tartışılabilir; ancak tartışılamayacak
bir şey var ki şu anda Taşkend yakınlarındaki Zengî Ata kasabasındaki Zengî Ata
türbesinin hemen arkasındaki bahçede Anber Ana da kabri üzerindeki asûde
türbede asırlardır kendisini ziyaret eden Türkistan kadınlarını ağırlamaktadır.
Taşkend’in güney-batısında yer alan Zengî Ata kasabası, Enhar çayının iki yakasında
kurulduğundan suyu bol, etrafı bağ ve bahçelerle çevrili güzel bir yerdir.
Zengî Ata Türbesi, köyün kuzey-doğusunda olup bir tarafında mescid, diğer
tarafında ise medrese bulunmaktadır. Zaman içerisinde türbenin arkasında büyük
bir kabristan teşekkül etmiş olup Anber Ana türbesi de işte bu kabristandadır.
Anber Ana’nın türbesi, üstü kubbeli, taştan yapılan küçük bir yuvarlak
odadır. Son yıllarda Özbekistan’da yeniden canlanan dini hayatın biraz da
taassuba kaymasıyla -nâmahrem olduğu inancıylaAmber Ana’nın türbesine
erkeklerin girmesi engellenmeye çalışılmaktadır.
Ülke geneline göre kıyaslanırsa, Zengî Ata kasabası üç yüz hane kadar
olan nüfusuna karşılık köyün dindar oluşunun bir işareti olarak üç ayrı
mescidi ile dikkat çeker. Kasaba halkı kendilerini Zengî Ata’dan dolayı “Hoca
evlâdıyız” diye tanıtmaktadır ki, Türkistan’da “Hoca evlâdı olmak”
deyimi bölgeye fetih için gelen “Arab ordularından kalanların
kanmdan-soyundan olmak” anlamında kullanılmaktadır.
Zengî Ata türbesine girişteki kapının kenarında, ‘orada bir Allah
dostu yattığına işaret eden’ ucunda açılmış bir el ayası bulunan uzun bir
direğe bağlanmış bir demet atkuyruğu kılından oluşan heybetli bir tuğ
bulunmaktadır. Bu tür tuğları Buhara’dan Fergana’ya, Hive’den Herat’a kadar tüm
Türkistan’da evliyaullaha ait olduğu bilinen kabristanlarda ve/veya evliya
türbeleri içerisinde kabirlerin başına dikili/asılı olarak görmek mümkündür.
Reşehât, tarîkat mürşîdi olarak Zengî Ata portresini de daha sonra
kendisinin halefi olacak olan dört mürîdinin intisab edişlerini ve irşad
edilmelerini anlamlı bir menkıbe olarak aktarır. Bu menkıbede yer alan bir
husus olarak, kalbden geçirilen duygunun seyr ü sülük başarısını zora sokması
ise tasavvufî uygulama yönünden çok önemlidir:
MENKIBE
“Dört medrese
öğrencisi yıllarca tahsil ettikleri zahirî ilimlerle mutmain alamayıp
kendilerini manevî yolda erdirecek mürşîd aramağa çıkarlar Taşkend kırlarından
geçerken, dudakları kalın bir zencinin namaz kıldığını görüyorlar Bu garib
zenciyle konuşmak üzere bir kenarda durup namazı bitirmesini beklerler Bu
kuzgun karası derili çoban Taşkend kırlarında sığır otlatan ZengîAta 'dır ve
manevî kemalini gizleyerek dağda-bayırda halkın sığırlarını otlatmaktadır.
Türkistan müslümanları arasında Taşkendyakınlarındaki adıyla anılan tepecikte
medfûn bulunan Çoban Ata koyanların piri sayılırken, Zengî Ata 'mn ise
sığırların piri kabul edilmesi de bununla ilgilidir
ZengîAta, kırlarda
kıldığı her vakit namazı sonrası sesli zikirle meşgul olmaktadır Zengî Ata,
her zamanki gibi namaz sonrası cehri zikrine başlayınca sığırlar otlamayı
bırakıp ZengîAta 'mn etrafında halkalanarak zikri dinlerler... Bugarib hali
gören dört genç, ZengîAta'mn yanına gelirler. Zengî Ata, birgün dağdaki
çalılıklardan koca bir yük dikenli çalı toplayıp evine götürmek üzere iple
bağhyordı. Gençler bakarlar ki bu kapkara, zenci çoban dikenli otlardan bir
demet yapıyor ve çıplak ayağını üzerine bastığı halde dikenler kendisine acı
vermiyor. Çobanın bu hallerine hayretle bakıp yaklaşırlar ve ZengîAta 'ya
selâm verirler.
Zengî Ata
gençlerin selâmlarını aldıktan sonra sorar: “Siz yabancıya benziyorsunuz!
Nereden gelip nereye gitmektesiniz? ” Gençler Buhara 'da bir medresede tahsil
ile meşgul iken Hak tarîkına sülük niyyetine düşerek, kendilerini irşada
muktedir bir şeyh aradıklarını söyler: “Biz Buhara 'da medrese öğrencisiydik.
İlim okuyorduk. Birden içimize bir ateş düştü ve akıl didişmelerinden vazgeçip
mânâ yoluna girmek arzusu geldi. Bu arzuyla yurdumuzu, her şeyimizi bırakıp
yollara düştük. Biricik muradımız, bizi gayemize erdirecek bir kâmil mürşîd
bulmaktır... Onu arıyoruz! Bize bildiğiniz bir mürşîd varsa bir salık verebilir
misiniz? ” Buhara 'dan mürşîd aramak niyeti ile oralara kadar gelmiş olan bu
dört genç, sonraları Zengî Ata sırasıyla dört büyük halîfesi olacak olan Uzun
Haşan A ta, Seyyîd AhmedAta, Sadr Ata, Bedr Ata idi. Sadr Ata ile Bedr Ata 'mn
asıl isimleri ise Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed olup Zengî Ata'mn
üçüncü ve dördüncü halîfesi olacaklardır
ZengîAta, bu
samimi gençlerin yüzüne bakıp: “-Biraz durun: dünyanın çepeçevre, dört
bucağını, her tarafını koklayayım. Araştırıp nerede kâmil mürşîd kokusu alacak
olursam size haber vereyim. ” der Gençler sevinç ve merakla zenci çobanın
araştırmasının sonucunu beklerler Zengî Ata, başıyla bir daire çevirerek yüzünü
dört yöne yöneltip her tarafı koklar ve sonunda bütün istikametleri kontrol
ettikten sonra “Her tarafı kokladım ve yokladım, sizi irşâda ehil, kemale
eriştirmeğe kadir, benden yetkili, kendimden başka kimse yoktur, bulamadım! ”
diye konuşur Bu durum karşısında gençlerin dördü birden müthiş bir hayrete
düşerler
ZengîAta 'mn
sözleri üzerine aralarından en önce kalbleri mutmain olan Uzun Haşan Ata
mürşîdi olarak kabul ederek Zengî Ata 'ya gönlüyle ilk bağlananı olur: bu
tereddütsüz bağlılığıyla da ZengîAta 'dan sonra irşad makâmına ilk vârîsi olur
Sadr Ata da “-Mümkündür ki, Kadir Allah, bu kara adamın gönlüne emanet nurunu
yerleştirmiş olsun... Esrar âlemi bu, kim ne bilir? ” diyerek hemen biat etmeyi
düşünür Uzun Haşan Ata ile Sadr Ata bu yüzden, kemal mertebesine de ilkönce
erişirler
Gençlerden
SeyyîdAta ile Bedr Ata ise zenci çobana hemen teslim alamayıp kalblerinden
inkâra yönelirler Gençlerden Rasûlullah 'ın soyıından olduğu için Seyyîd Ata
olarak anılan Ahmed adlı genç, kalbinden soyca seçkin olduğunu geçirip ‘böyle
bir kara sığır çobanı 'mn kendisini irşad etmeğe kalkmasını biraz garib
karşıladı; gönlü yatmadı. Ben Seyyîd soyundan, ilim sahibi ve ilmin
inceliklerini bilen bir insan olarak zenci bir çobana nasıl bağlanabilirim?
"diye geçirdi.
Seyyîd Ahmed Ata’nın bu gurur ile karışık tereddütü manevî seyrini
zorlaştırdı; feyz alarak maneviyatta ilerleme yolunu kapattı. Öyle ki bütün
mücâhedelerinden hiçbir fayda görmüyordu. Sonunda, Anber Ana’ya yalvararak, bu
hususta Zengî Ata nezdinde özür dilemesine aracı olmasını istedi. Anber Ana,
yardımını va’detti ve dedi ki : “Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp
ZengîAta’nın yolu üzerine bırak; o, seher zamanında taharete çıktığı zaman
seni o halde görüp acısın!”. Hakikaten, bu çok iyi kalbli kadın, o gece lâyık
olduğu halde Seyyîd Ahmed’i niçin inayetine mazhar etmediğini eşine sordu.
Zengî Ata gülümseyerek, kendisini ilk gördüğü zaman Seyyîd Ahmed’in kalbinde
nasıl bir gurur uyanmış olduğunu anlattı; fakat Anber Ana’mn Seyyîd Ahmed’e himmeti
vesilesiyle o ilk kusurunu afvettiğini söyledi. Ertesi sabah seher vaktinde
ZengîAta dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığını gördü.
Ne olduğunu anlamak için ayağıyle dokununca, Seyyîd Ahmed yüzünü-gözünü Zengî
Ata’nın ayağına sürerek af diledi. ZengîAta, Seyyîd Ahmed’e iltifatlar ederek
affetti ve Seyyîd Ahmed’in bir anda keşfi açıldı, bütün maksudu o anda hâsıl
oldu. Seyyîd Ata, Anber Ana’mn aracı olması ile, Zengî Ata’nın afvma ve
mürşîdinin himmetine mazhar olduktan sonra, manevî tekâmül yolunda hızla
ilerlemiştir. ”
Seyyîd Ahmed Ata hakkında anlatılan bu rivayetin bir benzeri Bedr Ata ile
ilgili olarak da nakledilir: Zengî Ata’nın mürîdi olan Sadr Ata ile Bedr
Ata’nın isimleri Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed’dir. Buhara’da
bulundukları zaman, medresede öğrenci iken çok samimî iki arkadaş oldukları
için aynı hücrede otururlar, aynı dersleri takip ederler, birbirlerinden hiç
ayrılmazlarmış. Zengî Ata’ya mürîd olduktan sonra Sadreddin’in manevî
mertebesi hızla yükselirken, Bedreddin sülûkunda sürekli geride kalır. Sonunda,
Bedreddin bundan etkilenir ve mürşîdinin eşi Anber Ana’ya hâlini ağlaya
ağlaya anlatır. Anber Ana da Bedreddin’in üzüntüsünü uygun bir zamanda,
eşinin gönlünün ferah bir anında Zengî Ata’ya açıklar. Zengî Ata Anber Ana’ya
gülerek der ki: “Bedr, benimle ilk defa görüştüğü zaman, “Bu kalın, deve
dudaklı zencinin yeltendiği iddiaya ve güttüğü dâvaya da bak! ” diye alay
ederek dudak büktü. Bedreddin, içinden de ‘Bu kara zenci de haddinden fazla
iddialı...’, diye düşündü. Şimdiye kadar varidâta21 kavuşup feyz
alamamasının sebebi budur. Fakat mâdem ki, sen aracı oluyorsun, ben de
Bedreddin’in bu kusurunu affettim!” Gerçekten de, o günden sonra iki arkadaşın,
Sadr Ata ile Bedr Ata’nın sülûktaki seyirleri de birbiriyle paralel olarak
gider.
Fakat ilk karşılaşma anında hem hemen kabul gösterenler hem de kalben
inkâr edenler, Zengî Ata’nın tasarrufuna yakalanır ve dört arkadaşın hepsi
birden cezbesine kapılarak seçkin birer mürîd ve sonrasında Yesevîyye yolunda
halifesi olurlar. Anber Ana’nın birer evlâdı gibi esirgeyip kolladığı bu dört
genç, hızla manevî kemal derecelerine ulaşırlar ve Zengî Ata’dan sonra da
sırayla irşad makâmına geçerler. Yesevîyye silsilesi, özellikle Zengî Ata’nın
iki mürîdi olan, Seyyîd Ata ve Sadr Ata’dan devam eder.
Bu rivayetlerde Anber Ana’nın dervişlerin seyr ü sülûklarını etkileyecek
kadar söz sahibi olarak zikredilmesi dikkat çekicidir. Bu da bazen İslâm adına
tenkid edilmiş olan Yesevîyye geleneğindeki kadınların rolü konusunda ilginç
bir noktadır.
Bu arada yeri gelmişken bir düzeltme de yapalım: Bugünkü Kazakistan’da
Cambul olarak bilinen ve tarihte “Evliyâ-Ata”olarak adlandırılan kente bu adını
veren Karahanlı soyundan şehzadenin Ahmed Yesevî torunlarından olduğu iddiası
bölge insanının Yesevî’ye akrabalığa verdiği önemin kanıtı olan bir
söylencedir. Bölgede yaygın olan bir diğer rivayete göre Evliya Ata kentinin batısındaki
gösterişli bir türbesi olan Karahanlı şehzadenin kavuşamadığı sevgilisi Ayşe
Bibi’nin Zengî Ata’nın kızı olduğu rivayeti de bir yakıştırmadan ibaret olsa
gerektir.
Zengî Ata, 1259 yılında Şaş yakınlarında Semerkand yolunun on birinci
kilometresinde Zengî Ata köyünde vefat edip oraya defnedilir.
Yesevî sûfîlerinden Şeyh Zinde Ali’nin 1682 tarihinde kaleme alınan
“SemerâtuTmeşâyih” kitabında Kübreviyye’nin kurucusu Necmeddin Kübra’nın, Zengi
Ata’ya asa ve seccade gönderdiği rivayet edilir. Zengi Ata ise asayı ikiye
parçaya ayırıp, sığırlarından birisinin boynuzuna bağlar; seccadeyi ise
yırtarak bir ineğin başına giydirir. Aynı kitabda Zengî Ata’nın hem Türkçe hem
de Farsça hikmetler söylediği kaydedilmiş ve örnekler verilmiştir.22
Zengi Ata’nın bir Farsça rubaisi:
Zincir-i dar-ı saray-ı şahi mâim,
Sanduk-ı cevahir-i ilahi mâim,
Ez mah girifta tu ba mahi
mâim, Ba in hama nur dar siyahi mâim.
Anlamı:
Şahlık sarayı kapısının zinciri biziz,
İlahi cevherler sandığı biziz,
Ay’dan balığa (yer
altına) kadar örten biziz, Bu kadar nur ile de siyah olan biziz.
ZengîAta
İçin Yazılan Şiirler23
Hatırası Türkistan’da asırlardır yaşatılan ve
Yesevî şâir-dervîşleri tarafından saygı ile anılan Zengî Ata için yazılmış olan
şiirler bulunmaktadır. Bunlardan biri olan, Yesevî dervişlerinden Şemsî’nin Mecmua-i
Hâzinî’de yer alan şiir şöyledir:
Hak Mustafâ’nın
peyrevîSultân Ahmed Yesevî SûfîMuhammed Mevlevî Yâ Zengî Babâ himmeti
Şemsî’nin Zengî Ata’ya hitaben yazılmış bir Mürâcaât’ı
da vardır:
Ol Seyyîd-i Âdem hakkı yâ ZengîBaba
himmeti
Ol mefhar-i Âdem hakkı yâ Zengî Baba
himmeti
Zengî Ata’nın hemşehrisi Kemmî Taşkendî’nin
Zengî Ata için yazdığı şiir ise şöyledir:
Dergâh-i Hak pâsbânı Hazret-i ZengîAtâ
Sırr-ı gaybîrâzdânîHazret-i ZengîAtâ
İrdiler zâhir siyâh-fâm ü lîkin bâtmen
Tabtılar nûr u ziyânı Hazret-i ZengîAtâ
Turfa bir keşf-i kerâmet görgüzüb dehr
ehligâ
Aldılar Anber-Anâ’nı Hazret-i ZengîAtâ
Hakîm Ata’nın özel bir ilgi gösterip yetiştirdiği Şeref Ata’yı, Hakîm
Ata’nın evlat edindiği ve çok lütufta bulunduğu nakledilmiştir. Yazılı
kaynaklarda ismine “Şeyh Şerafüddin el-Hasi”, “Şeyhül-İslâm Şerafüddin
el-Hârezmî el-Hasi” olarak yer verilen Şeref Ata, Hârezm’in Has yöresinden olup
Hârezm hanlığı’nın merkezi olan Ürgenç’te yaşamıştır. Ebûl-Gâzi Bahadır Han’ın
Şecere-i Terâkime adlı eserinin “Türkmen olup Türkmen’e Katılan Boyların Zikri”
bölümünde, Ersarı Bay’dan söz edilirken, 13. yüzyıl sonları ile 14. yüzyılın
başlarında Salur Türkmenlerinin önderliğini yapan Ersarı Baba’nın, Ürgenç’te
yaşayan Şeyh Şeref adlı bir âlime başvurarak; “-Biz Türk halkı tururbiz, Arabî
kitaplarnı okup, manisige yetişip amel kılmak besi müşkül bolaturur. Eğer Arabî
meselelerni Türkî tile tercime kılıp, inayet kılsanız erdi, sevabıga şerik
bolur erdiniz.” dediği nakledilerek, MuinuTMürîd adlı bir eserin yazıldığı ve
o zamandan bu zamana (1314-1661) kadar Türkmenlerin Şeref Ata tarafından yazılan
bu kitaptaki esaslara göre amel işledikleri haber verilmektedir.24
Türkmen âlimleri tarafından 14. asır Türkmen yazılı edebiyatının ilkesen
olarak 1314yılı başında tamamlanan kitabın yarısı abdest, namaz, zekât, oruç
gibi çeşitli konulardaki İslâmî kurallara, yarısı ise tasavvufî meselelere
ayrılmıştır. MuinuTMürîd risâlesinin yazılmasına karşılık, Ersarı Bay
tarafından Şeref Ata’ya kırk deve hediye edildiği şeklindeki rivayet Türkmenler
arasında yaygındır. Ersarı Bay’ın İslâmî ve tasavvufî meseleleri Türk halkına
kendi dilinde öğretmek maksadıyla yazdırdığı Muinu’lMürîd 6+5 hece ölçüsüyle
yazılmış didaktik bir eserdir.
Muinu’l-mürîd’de toplam 407 kıta yer alır. Bu dörtlüklerden 266 tanesi
mukaddime (giriş), iman esasları, akaid, kelâm, namaz, oruç, zekât gibi
meseleler ile birlikte Hanefi mezhebi ile ilgili bazı meselelere, bu çerçevede
İmam-ı Âzam Ebû Hanife, İmameyn Ebû Yûsuf ve Muhammed, Muhammed Şeybani gibi
şahsiyetlere temas etmekte, sonraki 141 dörtlükte ise çeşitli tasavvufî fikir
ve sûfî şahsiyetlere yer verilir. Eserdeki tasavvufî görüş ve bilgiler, özetle
biat, âdâb, ittibâ, sohbet, şeriat-tarîkat-hakikat, kalb-nefs, sülük, şükür ve
zikir bölümlerini içerir. Halka tasavvufu öğretme maksadı güdülen bu bölümde
“İradet’Tn yani bir Pîr’den biat alıp mürîd olmanın anlamı, sûfînin bütünüyle
şeyhine teslim olması, tasavvuf yolunda yürümek isteyen sûfînin mutlaka bir
“pîr”i olmasının gerekli olduğu, aksi halde yolunu bulamayacağı anlatılır.
Sûfî, vücudundaki egoizmi (benliği) terk edip, mürşidine bir ölü gibi teslim
olduğu zaman kendisine tasavvufun sırları açılır. “Tirik eken, evvel kerek
ölsen sen” (= Ölmeden önce -diri ikenölmek gerek) (Hârezmî, 1995-a) şeklindeki
dizeler, Şeref Ata’nın tasavvufun klâsik öğretileri ile tanışmış olduğunun
kanıtıdır. Sûfî, tasavvuf yolundaki menzillerin (durakların), makâmların
tamamına, kendi isteğiyle ve gönüllü olarak nefsini öldürmek şeklinde
ulaşabilir. Şeyh Şeref, tasavvuftaki bu menzili şu dizelerde ifade ediyor:
“Tirik erken, evvel kerek ölsen sen
Tirik erken ölmek heva (aşk) yöniden
Zikr-i Hak tapabil kulavuz sana
Tirik erken ölsen yiğitken karıp”
(Hârezmî, 1995).
Şeref Ata’ya göre, tasavvufun klâsik öğretilerinde vurgulandığı gibi
tasavvuf yoluna girdikten sonra Allah’ın cemalinden başka bir arzu taşıyan sûfî,
“mürîd” değil, “kuru bir ot” demektir. Sûfî, şeyhine hiçbir konuda ters
düşmemelidir. Çünkü O, namazda imama uymuş gibidir. Şeyhinin elinde tıpkı “
ölü yıkayanın elindeki ceset” gibi olmalıdır.
Tövbe’nin anlamı, “Dön” sözüne dayandırılıp günahlarından pişman şekilde
bir ölünün gidişi gibi, Yaradan’a dönmek olarak açıklanmaktadır. Bu da
Dirilikte tövbe etmektir.
Şeref Hoca’nın
“Hilaf kılsa olmaz, bilin muktedi
İmanın sonunda kim “uydum” dedi.
Kılıp tövbe, dostlar, iradet verin
Ölüp tövbesiz çok pişmanlıklar yedi. ”
“Isıg kılmas ol köp
ökünç yese son Er ol kim, onarsa isin munda ön Açalın hazanı kelur nâgehan Urug
ekse bolmas kirur yerge ton (Hârezmî, 1995)
Şeyh Şeref Ata, ‘Pîr’, ‘şeyhe kesin teslimiyet’, ‘pîrsiz tasavvuf yoluna
çıkmama’, ‘ölmeden önce ölmek’, ‘fenâfillah’, ‘tövbe’, ‘pişmanlık’ (ökünç) gibi
tasavvufun temel meselelerinde pîri Ahmed Yesevî çizgisindedir. Bu uyumluluk,
Şeref Ata’nın Muinu’l-Mürîd risâlesindeki şiirler, Yesevî hikmetleri ile
karşılaştırıldığında hemen anlaşılır.
Muinu’l-Mürîd risâlesi matbu olarak ilk kez 1928’de Zeki Velîdi Togan,
Türkiye’de yayınlamıştır. Kitabın bir kopyası 1994 yılında Türkiye’den
getirilip Nazar Halimov ve Cebbar Göklenov tarafından Aşgabat’ta yayınlanarak
Türkmenistan’da ilim çevrelerine sunuldu. (Hârezmî, Şıhîslâm Şeref Hoca,
Muinu’lMürîd, Hazırlayan: Cebbar Göklenov-Nazar Halimov, Aşgabat 1995).
Son zamanlarda elde edilen verilere göre, Şeref Ata’nın kabri, bugün
yaşamakta olan torunları tarafından da teyid edildiği üzere, Köhneürgenç’te
Hârezm şahı Tekeş’in türbesinin doğu tarafı ndadır.
Seyyîd Ahmed Nasreddin Merginani adlı müellifin kitabındaki Hakîm Ata’nın
önde gelen iki halifesi Şeref Ata ile Seyyîd Ata hakkındaki bir menkıbe, Zeki
Velîdi Togan’ın Muinü’l Mürîd’i konu alan makalesinde nakledilmiştir:
MENKIBE
“Hârezm ” (Ürgenç)
civarında birbirinden haberli Seyyîd Ahmed Ata ve Şeyh Şeref adlı iki Yesevî
pîri yaşamıştır Ersarı Bay bunlardan birisinin mürîdi, diğerinin ise dostu
imiş. Bu iki pîrin arası beklenmedik bir şekilde bölgenin emiri olan Ersarı Bay
yüzünden açılmış. Seyyîd Ahmed Ata, Şeyh Şerefi ortadan kaldırmak amacıyla ona
doğru iki ok fırlatmış. Şeref Ata, okları havada yakalayıp sadağına koymuş.
Seyyîd Ahmed Ata, mürîdi Gulgul'a “git, sor Şeyh Şereften, Ashâb-ı Kehfin
köpeği Kıtmir'in rengi nasıldı?” diyerek. Şeref Ata'mn yanına göndermiş.
(Raviye göre bu hareketi ile Seyyîd Ahmed Ata, Şeref Ata 'yı köpeğe benzetmiş.)
Seyyîd Ahmed Ata sûflsi Gulgul, Şeyh Şerefe bu soruyu sormaya cesaret edememiş.
Şeyh Şeref Ata, dervişe bakarak Seyyîd Ahmed Ata'mn kendisine ok fırlatmasını
kınayan şu şiiri söylemiş:
Gelin (ey) sûfî Gulgul
Ashâb-ı Kehf itini sorgul.
Er eri atması bolar mı?
Er okm er kaytarması bolar mı?”
(-Beri gel ey sûfî Gulgul
Ashâb-ı Kehf köpeğini sor.
Erin eri kötülemesi olur mu ?
Erin okunu erin döndürmesi olur mu?)
Daha sonra
sadağından -aralarında SeyyîdAhmedAta 'mn üç oku da bulunan63 tane ok çıkarıp,
“ Seyyîd Ahmed Ataya karşılık verecek olsam işte oklarım, fakat siz bunları yok
edin ” diyerek kendi oklarını da, Seyyîd Ata 'mn attığı okları da Sûfî Gulgul
'a veren Şeref Ata, “ Seyyîd Ata tekebbür gösterip başka birine ok atıp özüni
helâk etmesin. Böyle densizlikleri ben, Kul Şeref, doksan yola çekdim.
Başkaları çekmez. ” deyip kalkıp gitmiştir.
Bu rivayette geçen ‘Kul Şeref’ mahlâsına tasavvufî şiirlerin,
mesnevilerin yer aldığı çeşitli dinî mecmualarda sıkça rastlanması Şeref
Ata’nın da silsilesinden geldiği Hazret Sultan Yesevî ve Hâkim Ata’nın izinden
gittiğinin kanıtıdır.
Seyyîd Ahmed Ata
Yesevîyye silsilesi, Zengî Ata’nın yukarıda bahsedilen dört mürîdinden
ikisi olan Seyyîd Ahmed Ata ile Sadreddin Muhammed Ata vasıtasıyla Seyhun
havzasında devam edegelir. Hakîm Ata ile ilgili bir menkıbesi daha önce
nakledilen Seyyîd Ahmed Ata, Hârezm bölgesinde yaşamış ve çağdaşı olan Nakşbendîyye
silsilesinden Hâcegân şeyhlerinden -Hâce Azîzân olarak bilinenAli Râmîtenî ile
birçok görüşmeler yapıp sohbetlerde bulunmuştur. Kabrinin Hakîm Ata türbesi
civarında olduğu bilinmektedir. Reşehât’a göre Seyyîd Ata’nın en önemli
halifesi İsmail Ata’dır.
MENKIBE
Naklederler ki:
Günlerden bir gün SeyyîdAta 'mn, meclisinde Hakîm Ata risalesini okudular Hakîm
Ata 'yı yâd edip onların kerâmetlerini ve veliliklerini anlatınca, o arada Hz.
Rasûlullah (s.a.v.) 'in ehlinden birisine söz verdiği anlatıldı. SeyyîdAta bu
sözü duyunca sordu: “Hakîm Ata 'ya sîzlerden hiç kimsenin, komşuluğu oldu mu?
” Risaleye baktılar, “Bugüne kadar Seyyîdlerin hiç birisi, komşu olmamıştır”
dediler SeyyîdAta, “Öyle ise, ceddimiz Rasûl 'ün (s.a.v.) sözünü yerine
getireyim komşu olayım! ” diye üç evlik kişi ile Hârezm şehrinden çıkarak
Bakırgan 'a doğru yola koyuldular Ve gidip Bakırgan 'dan üç ağaçlık yol
uzaklıkta durup indiler
SeyyîdAta,
azizlere yönelerek: “Sizler gerçek dünyada bizler yalan dünyada duruyoruz.
Bizim aramızda iyimiz kötümüz olabilir O sebepten (ileriye) varmıyoruz “
deyince, “Hoş geldiniz, ileri yürüyün? ” diye işaret ettiler. Ondan sonra
Seyyîd Ata, göçüp gelip Bakırgan 'a yalan durdular Şeyh Celâleddîn Menzilhâne
duyunca, Seyyîd Ata'mn gönlü incindi. Seyyîd Ata: “Ey Şeyh Celâleddîn, bizi
komşuluğa kabul eder misiniz? ” Şeyh Celâleddîn: “Buraya geldiysek, Hakîm Ata
'mn izni ile geldik ” dedi. Seyyîd Ata: “Ey Şeyh Celâleddîn, kalkın, ikimiz bu
gece dergâha varıp azizlerin dergâhına doğru yönetelim, ikimiz de sırrımızı
söyleyelim, hangimize işaret gelirse, o komşu olsun. ” deyince. Şeyh
Celâleddîn de kabul etti. O gece ikisi birlikte kalkıp dergâhın içine girerek
azizlere doğru yönelip, sözlerini söyleyince, o anda Şeyh Celâleddîn Menzilhâne
'ye işaret gönderdi: “öyle ki ey oğlum Şeyh Celâleddîn, bil ve haberdâr ol!
Seyyîd Ata bu durumda geldiyse, Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in Allah onun şanını
yüceltsin ve selâm onun üzerine olsun, sözü ile gelmiştir: komşuluğu ona emânet
et! Şimdi hisse vererek izin verdik ki Hârezm şehrinin yanında Aktaş denen yer
karşı durur, oraya giderek mevkî ve yer tutacaksın! Her kim bizi tavaf etmek
için gelse, eıve/ sizi tavaf etsinler, sizden sonra bize gelsinler! Eğer sizi
tavaf etmezler, sizden önce bize gelirseler, biz o kimsenin tavafını kabul
etmeyeceğiz ” diye vaad etti. Şeyh Celâleddîn bu iyilik müjdesini duyunca,
bahtiyar oldu. Kalkıp dergâha veda edip SeyyîdAta ile karşılıklı hayır dileklerinde
bulunarak Bakırgan 'dan göçüp Aktaş 'a (gitmeye) niyet ettiler Gelip Aktaş 'ta
yer ve makâm tuttular Son menzilleri de orada oldu. Şimdi o sebepten, evvel
varıp Şeyh Celâleddîn 'i tavaf ederler Ne zaman Şeyh Celâleddîn Ata, Bakırgan
'dan göçüp çıktılar ise, SeyyîdAta komşu oldular Nice yıllar SeyyîdAta Bakırgan
'da yer ve makâm tuttular
Sonunda, faydasız
fâni dünyadan göçüp gitme vakitleri gelince, mürîd dostları sordular: “Yâ
evlâd-ı Resûlullâh sizi bu Bakırgan 'da mı defnedelim, yahut Kâ 'be 'ye götürüp
Kâ 'be erenlerinde onlar katında mı defnedelim? ” dediklerinde, SeyyîdAta: “Ey
dostlar bana bu iş malûm olmamaktadır Ama vasiyetim odur, beni temiz yıkayın,
âhiret elbisesini de giydirin, tabuta koyun. Beni bir büyük arabaya yükleyerek
Bakırgan 'dan Kâ 'be tarafına çıkarıp koyun! O gece sürü köpeklerinizi ve it
kuşlarınızı iyi bağlayın! Geceleyin yüksek ses çıkarmayın! Evlerinizin
kapılarını sağlamlaştırıp oturun! Eğer yüksek ses işitirseniz dışarı çıkmayın!
Eğer ses duyup dışarı çıkarsanız zarar görürsünüz! Şafak söktüğünde bakın, o
araba nerede gidip durmaktadır O arabanın durduğu yer bizim yerimizdir Bizi o
yerde defnedin. ” diye vasiyet ettiler
SeyyîdAta,
dünyadan âhirete göçünce, mürîdleri SeyyîdAta 'mn vasiyetini yerine getirdiler
Arabaya yükleyip Kâ 'be tarafına çıkarıp koydular Ondan sonra sürü köpeklerini
ve it kuşlarını sıkı bağlayıp kendileri evlerine girip kapılarını kilitleyerek
oturdular Gece yansı olunca bir düğün zamanının haykırmaları (karışıklığı),
hıçkırık duyuldu, öyle ki insanlar bu sesi işitip evlerinde sesini
çıkarmaksızın hareket etmeksizin oturdular, dışarı da çıkmadılar Şafak
söktüğünde, o hıçkırık sesi kayboldu. Şafak söktü, gün aydınlanınca, hepsi
evlerinden çıktılar Gördüler ki araba o konan yerinde yok. Arayarak geldiler,
gördüler ki araba Hakîm Ata 'yı türbelerine yaklaşarak indirmiştir. Mürîdleri
SeyyîdAta 'yı hürmetle arabadan indirip Hakîm Ata 'ya yaklaştırarak
defnettiler.
Şimdi Hakîm Ata
ile Seyyîd Ata 'mn türbeleri yakındır Ve o kavga, hıçkırık ve haykırmanın
anlamı şu idi: O yerde, o gece Kâ 'be şeyhlerinin erenlerinin ruhları ile
Bakırgan ruhları savaştılar O geceki kalabalığın sesi o ruhların
vııruşmalarının sesiydi. Kâ 'be 'den gelen ruhlar Seyyîd Ata 'yı alıp gidecek
oldular. Bakırgan ruhları izin vermediler. Bakırgan ruhları Kâ 'be 'den gelen
ruhlara izin vermediler. Bakırgan ruhları Kâ 'be 'den gelen ruhları kovalayıp
kaçırdılar Seyyîd Ata 'yı sevk edip Hakîm Ata 'mn yanma koydular. O günden
şimdi bu güne değin Bakırgan 'a varıp evvel Hakîm Ata 'yı tavaf edip arkasından
da Seyyîd Ata 'yı: ondan sonra da bütün kabristanı ziyaret ederler.
Hûzyanlı İsmail Ata
Menkıbe kitaplarında birçok kerametleri zikredilen Seyyîd Ata’nın en
meşhur halîfesi Hûzyanlı İsmail Ata’dır. Oğlu İshâk Hoca’ya ait
Hadîkâtü’l-ârifîn ve Muhammed Şerîf el-Hüseynî’nin Huccetü’z-zâkirîn isimli
eserlerinde İsmail Ata’nın Yesevîyye silsilesi şu şekilde kaydedilmiştir: Ahmed
Yesevî > Hakîm Ata > Sûfî Muhammed Dânişmend > Mustafa Süksük (Süzük)
Ata > İbrâhîm Ata > İsmâil Ata. Bazı silsilelerde ise Hazret Sultan
Yesevî halifelerinden Yaşlığ Yunus Ata ile de ilişkilendirilir.
İshâk Hoca, kaleme aldığı Hadîkâtü’l-ârifîn kitabında babası İsmâil
Ata’dan naklederek silsilesi hakkında şu önemli bilgileri verir: “İsmâil
Ata’nın babası (İshâk Ata’nın dedesi) İbrahim Ata, Yaşlıg Yûnus Ata’nın
sohbetine devam ediyordu. Yûnus Ata ömrünün son döneminde ona: “Ey İbrâhim
Hoca! Benim vefatımdan sonra Süksük Hoca’nın sohbetine devam et, nasibin
ondadır, biz seni irsâd makamına ulaştı ramadık, o ulaştırır”, dedi. Ancak
Yûnus Ata’nın vefâtından sonra İbrâhim Ata önceleri Süksük Ata’nın sohbetine
devam etmedi. Bir gün rüyasında Hz. İbrâhim (a.s.) ve Hz. Mûsâ (a.s.) gelerek: “Rahmet
kilidi Süksük Ata’dadır, onun yanma git!” diye uyardılar. Bunun üzerine
İbrâhim Ata Süksük Ata’nın yanına gidip sohbetinden istifâde etti.” Süksük Ata,
böylece İshâk Ata’nın dedesi İbrahim Ata’ya icâzet verir.
MENKIBE
İsmail Ata'mn
babası, (İshâk Ata'mn dedesi) İbrahim Ata bir gün sabah namazından sonra
mürîdleriyle birlikte zikirle meşgul iken büyük oğlu Cebrail Şeyh, İbrâhim Ata
'ya: “Bu gece bir rüyâ gördüm, kan altında kaldık”, der İbrâhim Ata da: “Bu,
bizim şehîd olacağımızın işâretidir”, diye cevap verir O esnâda İbrâhim Ata 'mn
oğlu Ismâil Ata henüz on yaşındadır O gün Moğol kâfirleri kasabalarına baskın
yapar ve İbrâhim A ta, otuz kadar dostu ve mürîdi ile birlikte öldürülür
Kaynakların bildirdiğine göre özbe öz bir Türk olan İsmail Ata babasının
şehâdetinden sonra öz yurdundan uzaklaşır, gurbetlerde dolaşır ve bazı Kalmuk
-Moğolkâfirlerini müslüman eder. Daha sonra Hârezm ve Buhara’da medrese
tahsilini tamamlayıp Semerkand’a gelir. Buralarda bazı sûfîlerin sohbetinde
bulunduysa da aradığı muhabbeti bulamaz ve Hocend’e gider. Hocend’de Şeyh
Maslahat Hocendî’nin sohbet ve hizmetinde tasavvufî eğitimini tamamlar. Bu
dönemde yaşı kırka ulaşmıştır. Maslahat Hocendî, İsmail Ata’ya icâzet verip
babası İbrâhim Ata’nın memleketi olan Kazıgurt taraflarında halkı irşâd için
görevlendirir. İsmail Ata yurduna döndüğünde babasının dergâhında
halîfelerinden Mevdûd Şeyh’in postnişîn olup irşâd ile meşgul olduğunu görür.
Mevdûd Şeyh’e hürmeten bir süre irşâd faaliyetine başlamaz, daha sonra
göreceği bir rüyâ üzerine irşâd çalışmalarına başlayacaktır.
İshâk Ata, HadîkâtüTârifîn eserinde Süksük Ata’nın üçyüz, Süksük Ata’nın
halifesi (ve İshâk Ata’nın dedesi) İbrahim Ata’nın dörtyüz; oğlu (ve İshâk
Ata’nın babası) İsmail Ata’nın ise, tasavvufî tasarrufunun yüceliği sayesinde
sayısız mürîdi olduğunu kaydeder.
İsmail Ata, mollaların kendisine karşı olan eleştiri ve sözlü
saldırılarına hiç önem vermez, irşad görevini asla ihmal etmezdi. Zengî Ata’dan
sonra Yesevîyye’nin anayol olarak Seyyîd Ata’dan sonra halefi İsmail Ata ve
İsmail Ata’nın oğlu İshâk Ata vasıtasıyle devam ettiği bilinmektedir. Sayram
ile Taşkend arasındaki Hûziyân kasabası halkı da, medreselerindeki zâhir
ulemasının muhalif olduğu İsmail Ata hakkında söylemediklerini bırakmazmış. Bu
sözler kendisine aktarılan İsmail Ata: Bu mollalar bizim sabunumuzdur. Onlar
olmasa nasıl temizleniriz?” der geçermiş ki Ubeydullah Ahrar’ın, bu sözü çok
beğendiği için sık sık tekrarladığı kaydedilmiştir. Reşehât’ta İsmail Ata’nın
halkla ilişkisindeki kuralını dile getiren : “Halkı sev ; halkın güneşte
gölgesi, soğukta kaftanı, kıtlıkta ekmeği ol!..” sözleri için de yine
Ubeydullah Ahrar’ın “her hikmeti toplayıcı kelâm” dedikleri bilinmektedir.
İsmail Ata, Hâce Abdullah Taşkendî’nin ceddi olan Hâce Muhammed Namî’nin
kabri önünden geçerken -O’nun çok zaman önce vefat etmesinden dolayı hiçbir
etkisi olamıyacağını ima ederek-, “Çürük saman bir işe yaramaz!” dediği için,
birdenbire havadan gelen bir saman gözüne girmiş ve sonunda gözünü yitirmişti.
Bununla beraber, Hoca Abdullah Taşkendî, daima İsmail Ata’nın yüce
vasıflarından bahsederdi.
Reşehât’ta Abdullah Hocendi adlı Nakşbendî ulusu anlatır:
“-Şah-ı Nakşbend’in sohbetine ulaşmadan çok önceleri güçlü bir
cezbeye kapılmıştım. Tasavvuf ulularından birisinin kabrini ziyaretimde bana
hitaben “-Geri dön; senin muradın oniki yıl sonra Buhara’da gerçekleşecektir!”
denildiğini işittim. Bu hitabdan epey sonra birgün pazaryerinden geçerken bir
köşeye çekilmiş, birbiriyle halleşen, içli içli konuşarak ağlaşan iki Türk
gördüm. Kulak verdim: Tasavvuftan konuşuyorlardı. Sohbetlerine katılmak
istedim. Pazardan biraz meyva ve yiyecek alıp önlerine koydum. Birbirlerine
işaret ederek hakkımda iyiniyet gösterdiler ve: “ -Bu dervîş istekli görünüyor.
Onu Sultanımızın oğlu İshâk Hoca’ya götürelim!” dediler. İshâk Hoca’nın yerini
öğrendim ve gittim. İsmail Ata, benim için ilgi ve himmet isteyen oğluna benim
için: “ -Bu dervişin nasibi benden değil, Şah-ı Nakşbend’den... Benim onu
tasarrufa mecalim yoktur. ” dedi. Bu sözü işitince, yıllar önce kabirden gelen
hitabı hatırladım ve İsmail Ata ve İshâk Hoca’nın ermişliğine tam inandım.
Nasibimi bekledim...”
İsmail Ata’nın bir mürîde telkin ettiği : “Ey dervîş, seninle yol
arkadaşı olduk! Bizden şu sözleri bir nasihat olarak kabul et: Bu dünyayı süslü
bir kabir say, Allah ile kendinden başkasını yok bil ve nihayet tevhid
denizinde öyle boğul ki, sen de aradan çık ve “Lâ mevcûde İllallah” (= Var olan
ancak Allah’tır) sırrına er...” sözleri tasavvufî kemalinin, secde ederken
kendilerinden yayıldığı rivayet edilen zevkin kokusunu taşımaktadır.
Türkistan edebiyatının önde gelen isimlerin Âta mahlâslı şairin de
İsmail Ata’nın mürîdi olduğu ve buna işaretle Âta mahlâsını kullandığı
bilinmektedir.
14. yüzyılın Yesevî mürşîdlerinden İsmail Ata’nın oğlu İshâk Hoca’ya
gelince, bir Yesevî şeyhi olarak Sayram (= İsfîcab)’da uzun süre halkı irşad
etmiştir. Türkler arasında şöhret kazanmış olan İshâk Hoca’nın Çağatay Türkçesi
ile kaleme aldığı HadîkâtüTârifîn isimli eseri Yesevîlik kültürünün temel
eserlerindendir. Hadîkâtü’l-ârifîn müellifi İshâk Ata, babası İsmail Ata’nın
ismini kitabında “Şeyh İsmâil Ata b. İbrahim Ata Kazıgurdî et-Türkistânî”
şeklinde zikretmiştir.
HadîkâtüTârifîn’de konular anlatılırken bazen Arapça ve Farsça nakiller
yapılır; âyet, hadîs, sûfîlerin sözlerine yer verilir ve özellikle yazarın
babası ve şeyhi olan İsmâil Ata’nın sözleri de sıklıkla nakledilir.
HadîkâtüTârifîn’de Ehl-i Sünnet veTcemâat’in önemli bir îtikâdî mezhebi olan
Mâturîdîyye’nin kurucusu Ebû Mansûr Mâturîdî’den nakiller bulunmaktadır. İshâk
Hoca Ebû Mansûr Mâturîdî’nin “Dünyada dört şey aradım, bulamadım: 1. Açgözlü
olmayan âlim, 2. Uyumlu bir dost, 3. Gösterişsiz ibâdet, 4. Helâl lokma...”
dediğini nakleder.
İshâk Ata, cehrî zikrin câiz olduğunu kanıtlamak için Hanefî mezhebinin
kurucusu olan İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe’nin yüksek sesle tekbir getirmeyi bidat
saymadığını söyler. Ayrıca el-Hidâye isimli Hanefî fıkhına dâir eserin şerhi
olan Hüsâmeddin Sığnâkî’nin en-Nihâye’sinden, yine bir Hanefî fıkıh kitabı olup
Sedîdüddin Muhammed Kâşgarî (ölümü: 1305) tarafından kaleme alınan
Münyetü’l-musallî’den, Tâhir b. Ahmed Buharî’nin (ölümü: 1147)
Hulâsatü’l-fetâvâ’sından, EbuTLeys Semerkandî ve Fahreddin Râzî’nin tefsir
kitaplarından cehrî zikre deliller getirir. Bu belgeli referanslar, İshâk Ata
gibi ilk dönem Yesevî şeyhlerinin, diğer Türkistan Türkleri gibi Hanefî
mezhebinde olduğunu göstermektedir. Kitabında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in
fazîlet, tevâzu ve üstün hizmetlerinden övgü ile söz eden Hoca İshâk Ata’nın
diğer Yesevî şeyhleri gibi Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğu anlaşılmaktadır.
İshâk Ata’nın Hadîkâtü’l-ârifîn kitabı Yesevîlikteki intisab töreni hakkında
bilgi veren en eski ve muhtemelen yegâne eserdir. İlginç bir nokta da İshâk
Ata’nın asâ konusuna özel bir bahis açmasıdır; burada asâ kullanmanın fazileti
ve Yesevî dervişine mürşîdi tarafından asâ takdiminin âdâbı anlatılır.
İshâk Ata, her mürşîdin zikir için Allah’ın isimlerinden birini tercih
ettiğini, Ahmed Yesevî’nin “Allah” ve “Hû” şeklinde iki ismi mürîdlere telkîn
ettiğini, babası ve mürşîdi İsmâil Ata’nın ise “Hû” zikrini tercih ettiğini
söyler.
İshâk Hoca, ünlü Hanefi fakihi İmâm Serahsî’nin ünlü eseri Mebsût’tan bir
rivayeti de naklederek bayram gecelerini zikir ve duâ ile geçirmenin önemi
üzerinde de durmuştur.
İshâk Ata’nın kabri, Türkistan’da eski kaynakların ifâdesiyle Hûziyân
(bazı eserlerde Hareziyân)Tn nâhiyelerinden -bugün Kazakistan’ın güneyinde,
Çimkent ile Taşkent arasındaki Kazıgurt ilçesinin doğusundayer alan ve Türbet
diye anılan kasabadadır. Ölüm tarihini bilinmeyen ancak 14. yüzyıl sonları
olarak tahmin edilen İshâk Ata’nın Türbet kasabasına ismini veren kabri üzerine
Emîr Timur tarafından bir imâret inşâ ettirilmiştir.
Şah-ı Nakşbend olarak ünlenen Bahaeddîn Nakşbend İshâk Ata’nın irşad
döneminde; kısa süre sonra Türkistan’ın en ünlü sûfîsi olarak meydana
çıkacaktır.
Yesevî silsilesi Sadr Ata halîfeleri aracılığıyla Türkistan bozkırlarında
etkinliğini korudu. Sadr Ata’nın halîfesi Eymen Baba, Eymen Baba halîfesi Şeyh
Alî ve onun halîfesi AAevdûd Şeyh’dir. Mevdûd Şeyh’in başlıca halîfelerinden en
ünlü iki isim ise Hoca Abdullah çağdaşlarından Kemal Şeyh ile Hadîm Şeyhdir.
Hoca Abdullah’ın Mâverâünnehir’de ünlendiği sıralarda Buhara, Semerkand ve
Taşkend’de birçok mürîdleri olan Hadîm Şeyh, sonraları Hoca Abdullah ile sohbetlerde
de bulunmuştur. Reşehât’te Hadîm Şeyh’in halîfesi Cemalü’ddin Buharî’den
naklen, Hadîm Şeyh’in birçok kutsal sözü nakledilir.
Sadr Ata’nın Seyyîd Ahmed Ata ile birlikte Zengî Ata’nın işareti ile
Deşt-i Kıpçak (= Kuzey Türkistan bozkırları)’taki Sarayçık’a
gittiği, orada Altınorda hükümdarı Özbek Han’ı İslâm’a davet ettiği ve bu
dâvet esnasında Sadr Ata’nın gösterdiği kerâmet neticesinde Özbek Han ile
birlikte yetmiş bin Türk’ün müslüman olduğu nakledilir.
Yesevîlik konusundaki en önemli tarihi kaynaklardan olan Hazînî’nin
CevâhiruTEbrâr kitabına göre ise Yesevî silsilesi Zengî Ata’dan sonra asıl Sadr
Ata halifeleriyle şu şekilde devam eder: Zengî Ata, Sadr Ata, Cemal Şâşî
(Hârezm’de bulunmuş), oğlu Haşan Şeyh, Ali Hoca, Hoca Ali, Şeyh Pehlivân, Şeyh
Mevdûd, Hâdim Şeyh, Şeyh Cemâleddin Kaşgarî (Buhara’da yaşamış ve Herat’ta
defnedilmiştir), Süleyman Gaznevî (önce Ubeydullah Ahrar’dan, sonra Cemâleddin
Kaşgarî’den feyz almış), Şeyh Hudâydâd, Molla Velî Kûh-i Zerî, Kâsım Şeyh...
Şeyh Hudâydâd’ın diğer halifesi olan Şeyh Metîn, Şeyh Ali Emin, Seyyîd Mansûr
Ata aracılığı ile silsile Hâzinî’ye kadar ulaşır. Bu isimlerden Şeyh Mevdûd,
Timurlu Devleti hanı Sultan Ebû Said’in şeyhidir.
Hazînî’nin, Zengî Ata’dan itibaren bu şekilde verdiği Yesevîyye
silsilesi, Tibyan-ı Vesaire göre Hadîm Şeyh’den sonra epeyce farklı olarak
gösterilir: Hadîm Şeyh, Şeyh Cemalü’ddin Buharî, Şeyh Hudâydâd Azîzegî, Mevlana
Kûh-i Zerrînî (Kûh-Zerî), Şeyh Germînî, Muhammed Mü’min Semerkandî, Şeyh Ahund,
Molla Hurd Azîzan. Kemal Şeyh’den gelen silsile de aynı eserde şöyle
kaydedilir: Kemal Şeyh İkânî. Şeyh ‘Alî Abâdî, Şeyh Şems Özkendî, Abdal Şeyh,
Şeyh Abdü’1-Vasi’, Şeyh AbdüTMüheymin. Şeyh AbdüTMüheymin 1566’da Taşkend’de
hayatta idi.
Zengî Ata’dan gelen Yesevîyye silsilesinin Türkmenistan bölgesinde
faaliyet gösteren halifesi olup Ata Türkmenleri arasında Gözlü Ata olarak
bilinir. “Kul Gedâyî” mahlâsı ile dinî-tasavvûfi şiirler yazan bir
dervîş-şair, velî olarak tanınan Yesevî mürîdi, Uzun Haşan Ata, 12.-13.
yüzyıllarda yaşamıştır. Haşan (Gözlü) Ata, Yesevî ocağına dervîş olduğunda
41-42 yaşlarında olduğu ve dergâhtaki eğitimini 50 yaşında tamamladığı rivayet
edilir.
Uzun Haşan Ata’nın neslinden gelen Ata Türkmenleri, soy kütüklerini
gösteren şecereden anlaşılacağı üzere, kendilerini nesil bakımından Hz.
Osman’ın Hz. Muhammed’in büyük kızı (Bibi) Rukiye’den doğma büyük oğlu
Abdul-Ekber’e bağlarlarken, nesilbaşı olarak Gözlü Ata’yı kabul ederler. Sözü
edilen şecerenin bir ‘neseb-nâme’ olduğu iddia edilir ki, asırlardır
Türkmenistan coğrafyasında yaşayan Ata Türkmenleri oymağının ileri gelenleri
tarafından muhafaza edilmiş ve kutsal bir emanet olarak günümüze kadar getirilmiştir.
Bu şecerenin yirmisekizinci sırasında yer alan “Haşan Ata” Türkmenler arasında
anısına hâlâ büyük saygı duyulan Gözlü Ata’dır. Ata Türkmenlerinin Yesevî
türbesinden yazılıp göçürülen şeceresinde, Uzun Haşan Ata hakkında şu bilgi
verilir: “Muhîb Ata’nın oğlu Uzun Haşan Ata, tarîkat bâbında müşkil (= zor)
işleri çözerdi. Bu sebepten Hazret Sultan Yesevî adını “Gözli Ata” ad
koydular.” Bu şecere Hakîm Ata ile Uzun Haşan Ata’yı amca çocuğu olarak gösterir.
Şecereye göre Ahmed Yesevî’nin dervişlerinden “ Süleyman”, “Haşan” ve “ Koçkar”
amca çocuklarıdır. Dedelerinin adı “Süleyman”dır. Haşan, Muhîb’in oğlu;
Süleyman ve Koçkar ise Sücüklü’nün oğullarıdır. Gösterdikleri kerâmetlere bağlı
olarak Süleyman’a “Hakîm Ata”, Hasan’a “Gözlü Ata”, Koçkar’a da “Süzük Ata”
adları Ahmed Yesevî tarafından verilmiştir.
Ata Türkmenlerine ait şecerenin, elyazması olarak Ata Türkmenleri’nden
Sabır Orazgulı adlı Ata uruğuna mensub bir Türkmen’in nezdinde olduğu bildirilmiştir.
Hz. Osman (r.a.)Tn oğlu Abdul-Ekber’den başlayıp Uzun Haşan Ata’ya kadar gelen
şecere şöyledir:
1-Abdul Ekber (Hz. Osman (r.a.)’ın, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ikinci kızı
Bibi Rukiye’den doğan büyük oğlu), 2-Harun, 3Abdul-Cebbar, 4Abdul-Kahhar, 5-Abdullah,
6Abdul-Kerim, 7Şahabeddin, 8Necibeddin, 9Maruf, 10Davud, 11Haşan, 12-Hüseyin,
13Kuzeymelik, 14Mümin, 15Bayazeddin (Beyazid Bestami), 16İsa Hoca, 17Ali Hoca,
18Bedr Ata, 19Sadr Ata 20İskender Ata, 21Yahya Ata, 22Kayşar Ata, 23Murat Ata,
24Süleyman Ata, 25Sücilik, 26-Süleyman Hakîm Ata ve Koçkar Ata, 27Muhîb Ata,
28-Hasan (Gözli) Ata.
Günümüzde, soylarını Uzun Haşan (Gözlü) Ata’nın oğulları Nur Ata, Ömer
Ata ve İbik (İbrahim) Ata’ya bağlayan Türkmen toplulukları vardır. Kendilerine
“Evlad” yani “Peygamber soyu” denilerek hürmet gösterilen bu Ata Türkmenleri
oymağı, Türkmenistan, İran ve Karakalpakistan’ın çeşitli bölgelerinde
yaşamaktadır.
Uzun Haşan Ata’yı doğrudan doğruya Hazret Sultan Yesevî’ye bağlayan ve
“Kul Gedayî” mahlâsını alışını izah eden rivayet şöyledir:
Türkistan 'ın ulu pîri Hoca Ahmed
Yesevî 'nin dergâhına varıp bizzat O 'mm elinden “Gözlü Ata” ünvânını alan
Uzun Haşan Ata, büyük bir sınamadan geçtikten sonra kendisine bağışlanan yurdu
yani Mangışlak ’ı mesken tutar Bu bölgenin hanı Cambek 'ten büyük ilgi görür Bu
arada bazı kerametler gösterir Meselâ: Yolda bir susuzu kandırır Çölde
azgınlaşanları yola getirir Cambek hanın develerini kurtarır Susuzluğunu
gideren bir Kazak kadınına dua edip yoğurdunu yağa çevirir Ve daha başka müşkil
işleri çözüp, halkın sevgisini ve hürmetini kazanır Cambek Han, bu iyiliklerine
karşılık olarak Uzun Haşan 'a kendi kızı Aksuluv 'ıı verir Ancak Ak Sultan diye
bilinen kız kendisini Gözlü Ata'ya yakıştırmaz. “Babam beni bir dilenci(=
gedâ)ye uygun gördü ” diyerek, gönül koyar Mesele, Gözlü Ata 'ya malum olur
Gözlü Ata 'mn gösterdiği bir kerâmetle kızın boynu burulup kalır Yaptığı
hatanın farkına varan Aksuluv kız pişman olup. Gözlü Ata 'dan özür diler Bunun
üzerine Gözlü Ata, kızın boynuna dilenci torbasını takmasını ve yedi kapıda
dilenmesini ister Aksuluv kız Uzun Haşan Ata 'mn bu emrini yerine getirince,
boynu düzelir ve ilk işittiğinde “dilenci ” diye hor gördüğü adamın hanımı
olarak ömrünü tamamlar Gözlü Ata ise Hak yolunda, Hak ışığı için dilendiğinden
“Kul Gedâyî” mahlâsını almıştı.
Mahtumkulu, Durdu Şair, Miskîni (Muhammed Taç), Kurayş (Nadir Şair),
Miskînkılıç gibi birçok Türkmen şairi çeşitli şiirlerinde Gözlü (Uzun Haşan)
Ata’yı öven mısralar kaleme almışlardır. Gözlü Ata bu mısralarda şu sıfatlarla
yâd edilmiştir: “Kureyş kabilesi’nden”,”Hz. Osman neslinden”, “Rasûlullah
evlâdı”, “nesli pâk”, “velîler serveri”, “arz üzre mekân tutmuş”, “Hak aşkından
divâne”, “kulluğa bel bağlayan”, “dünyadan bigâne”, “şifa kaynağı”, “susuzu
kandıran”, “dertlilerin dermanı”, “gözsüzlerin rehberi”, “tırnakta âlem
görücü”, “gaibi gören”, “Kırklar ile sohbet eden”, “şeker sözlü”, “su üstünde
balık gibi yüzen”, “kuş gibi havada seyran kılan”...
Bugün bir ziyaretgâh haline gelen ve Gözlü Ata’ya ait olduğu söylenen bir
kabir ile çevresinde oluşan kabristan, bugünkü Türkmenistan’da Balkan
vilâyetine bağlı Türkmenbaşı şehrinin 150 kilometre kuzeydoğusunda yer alır.
Bu kutsal kabristanda her yıl Ocak ayında geleneksel hale gelmiş olan dinî
törenler yapılmaktadır.25
Mâçîn Baba (Mâçîn Bâb) diye bilinen Baba Muhammed Hotenî’nin Hazret
Sultan Yesevî’ye intisabı pek garib olmuştur. Baba Muhammed Hotenî, Ahmed
Yesevî’ye intisaptan önce. Horasan erenlerinden ünlü bir velî idi. Hergün
herkesin gözü önünde yirmidört fersahlık mesafeye tayy-ı mekân ile uçarcasına
giderdi. Eriştiği bu manevî rütbeden gururlanarak gelip -meclisinde kadın erkek
beraber bulunduğundan dolayıAhmed Yesevî’yi azarlamak istedi. Fakat Ahmed
Yesevî’nin emriyle Süleyman Hakîm Ata ve Sûfî Muhammed Dânîşmend onu
yakaladılar. Tekkenin direğine sıkıca bağlayarak beşyüz kere kamçı vurdular;
hiç etkisi olmadı. Tekrar bir defa daha vurdular. Arkasında bir nişane peyda
olarak ağlamağa başladı. Bunun üzerine direkten çözdüler. Hazret-i Pîr-i Türkistan’a
bî’at etti ve ve inâbe26aldı. Hazret Sultan Yesevî buyurdular ki :
“Baba Mâçîn’in arkasında kuvvetli bir cin yerleşmişti. Hergün nice fersah yer
uçardı. Bu cin beşyüz defa kamçı vurmaktan etkilenerek, nihayet Baba Mâçîn’in
sırtını terk etti ve kaçtı. Beşyüz kamçıdan sonraki ilk darbe Baba Mâçîn’e bu
yüzden etki etti ve böylece cinden kurtuldu.”. Baba Mâçîn, bundan sonra
Yesi’deki dergâhta erbaînler ve halvetler çıkardı. Ahmed Yesevî ile beraber üç
defa halvete girdiği de rivayet edilir. Nihayet, Hazret Sultan Yesevî’nin en
ileri gelen halîfelerinden biri oldu. Baba Mâçîn ile ilgili rivayeti ayrıntılı
olarak yansıtan bir hikmet, Dîvân-ı Hikmet’te yer almaktadır.
Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş elBelhî
16.
yüzyıl Türkistan’ının bu
ünlü Yesevî mürşîdi, âlim ve vefâlı mürîdi Anadolu topraklarında vefat ederek
1557’de Diyarbakır’da toprağa verilmiştir. Sultan Ahmed Hazînî’nin
kitablarında verdiği bilgiler sayesinde günümüz insanı tarafından bilinmiş ve
tanınmıştır.
Yesevîyye geleneğinin günümüze taşınmasında büyük emeği olan Yesevî
dervîşi, Sultan Ahmed Hazînî, içinde yaşadığı manevî iklimi, tasavvuf bilgi ve
kültürünü kazandığı aile çevresini tanıttığı, çağının tanınmış bir Yesevî şeyhi
olduğu anlaşılan mürşîdi Seyyîd Mansûr (ölümü: 1557) ile karşılaşmasını,
aralarında sıkı bir bağ kurulduktan sonra meydana gelen gelişmeleri, şeyhi ile
ilgili rivayetleri, Seyyîd Mansûr’un hacca gitmek için çıktığı yolculuk
sırasında Diyarbakır’da ölmesini, sonrasında gelişen olayları ayrıntılı olarak
kaleme almıştır.
Hazînî, şeyhi Seyyîd Mansûr’u ‘velîler efendisi’, ‘âhir zaman nuru’,
‘Zekeriya’ya benzer’, ‘Yahya gibi birer’, ‘Hızırve İlyâsımız’ gibi yüceltici
sözlerle över; Ahmed-i Yesevî silsilesini sürdürdüğünü, çağın erginlerinin
şeyhi olduğunu söyler. Ardından ‘şeyh-i Tayfûrî’ diyerek Tayfûr bin İsa’nın,
yani Bistâmlı Bâyezîd (= Bâyezîd-i Bistâmî)’nin kurucu şeyhi olduğu Tayfûriyye
tarîkatı şeyhi olduğunu söyleyerek, ayrıca ‘azîz-i turûk (= tarîkatlar ulusu)’
diye bir de güçlendirici ekleme yaparak, Seyyîd Mansûr’un çağın diğer tarîkat
şeyhlerinden daha ünlü, daha önde bir konumu olduğunu vurgular. Yesevîyye gibi
Nakşbendîyye’yi de canlandırdığını belirterek yaptığı vurguyu pekiştirir.
Yazarın şeyhi hakkındaki son değerlendirmesi, kendisini daha önce tanımamış
olanların yüzünü ilk görüşte “Bu Seyyîd Mansûr’dur” dedikleri yolundaki
sözleridir.
Hazînî, ilk olarak mürşîdi Seyyîd Mansûr Yesevî’ye intisabını şöyle
anlatmaktadır:
“Merhum babam ömrünü Kübreviyye tarîkatı uluları yolunda, onların,
kalbi manevî yüceliklere açan virdlerini okumakla geçirdi. Bunlardan Hârezmli
Şeyh Hüseyn bin Mahmûd Hazretleri’ne mürîd olmak için bu tarikata dair yazılmış
kitaplara, risalelere ilgi gösterir, onları okur ve incelerdi. Ben de bu gibi
kitaplara ilgi gösteriyor, okuyordum. Diğer tarîkatlerden özellikle de
Yesevîyye’den habersizdim. Seyyîd Mansûr’un Hisar-1 Şâdmân’a gelişinden sonra
bir gün babam ve kardeşimin yanıp yakılarak ağlamakta olduklarını gördüm.
Sebebini sorduğumda: “Bugün camide Hz. Ali (r.a.) soyundan bir ulu şeyhin
yaptırdığı zikir sırasında dervîşler öyle coştular ki solukları İsrafil’in
surunu andırıyor, ağızlarından sanki yanık ciğer kokusu geliyordu; her biri
çılgın ve kendini kaybetmiş bir hâldeydi” dediler. Bu güzel nitelikleri
duyduğumda dayanamadım; sabırsızlıkla hemen soruşturdum, toplanıp zikir
yaptıkları yeri buldum ve zikirlerine katıldım. Zikir sırasında birden duyduğum
şiddetli hararet sebebiyle su içmek istedim. Seyyîd Mansûr Hazretleri engel
oldu: “Zikirden maksat yüreği kaplayan yağların erimesi ve kalp gözünün
açılmasıdır, bunu sağlayan da iç yanıklığıdır. Ayrıca zikreden basiretli
olmalı; soğuk su içmek çok zararlıdır, zikredenlerin kaçınmaları gerekir”dedi.
Çok etkilendim, hizmetine girdim ve Yesevîyye yolunun çekiciliğine kapılıp
yolu yordamını (= âdabını) uygulamaya başladım.
Şeyhim küçük yaşlarda Kübreviyye ile ilgili okuduğum kitapları,
incelediğim risaleleri ve öğrendiğim virdleri zihnimden sildi, Kübreviyye
risalelerinden öğrenip bellediğim her şey yok oldu. Yüce Tanrı’nın ezelî
iradesi öne çıktı; bildiğim virdler, dualar ve benzeri şeyler hafızamdan uçup
gitti. Üzerimde yarattığı sarsıcı etkiyle baba ocağıyla ilgimi kestim,
Yesevîyye yolunun âdabından yarar sağlayıp kitapsız, risalesiz; delilsiz ve
tanıksız şeyhe bağlandım. ”
Hazînî Yesevîliğe giriş hikâyesini şu beyitle sonlandırır:
“Mâyil oldum hazretine ne risâle ne kitâb
Muktedâ bildim yakîn va’llâhü a’lem bi’s-savâb. ”
(Risalesiz, kitapsız o hazrete bağlılık duydum; hiç tereddüt etmeksizin
önder bildim; doğrusunu Allah bilir.)
Seyyîd Mansûr ve Yesevîyye Silsilesi
Hazînî’nin, MenbâuTEbhâr’da ‘Der Beyân-ı İntisâb-ı ân Kutbü’l-Aktâb
be-Dergâh-i Risâlet-Meâb (= 0 kutuplar kutbunun Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e çıkan
intisabı hakkındadır) başlığı ile kaydettiği Yesevîyye silsilesi Pîr-i
Türkistan’dan Seyyîd Mansûr Belhî’ye kadar şöyledir:27
Hoca Ahmed Yesevî > Hakîm Ata > Zengî Ata > Sadr Ata >
Cemâlüddîn Şâşî > Elemin ((bazı kaynaklarda Eymen veya Alîemîn, Alemin,
Almin) Baba > Haşan Ata > Hoca Alî Şeyh > Şeyh Mevdûd İkânî > Şeyh
Hâdim Türkistanî > Cemâlüddîn Kâşgârî > Süleymân Gaznevî > Seyyîd
Mansûr Belhî...
Şeyh Mevdûd İkânî’den sonra Yesevîyye silsilesi iki kola ayrılarak devam
eder: Bunlardan ilki Hâdim Şeyh, İkincisi Kemâl Şeyh Îkânî ile başlamaktadır.
Mevdûd Şeyh’ten sonra Hâdim Şeyh ile başlayan diğer Yesevî kolu da kendi
içinde ikiye ayrılarak devam etmiştir: Birinci kol Hâdim Şeyh’in
halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kaşgarî Buharî, Süleyman Gaznevî, Seyyîd Mansûr
Belhî (ölümü: 1557) ile devam ederek Ahmed b. Mahmûd Hazînî’ye ulaşır. İkinci
alt kol ise Şeyh Hudâydâd TaşMuhammedoğlu Buharî Gazîregî (ölümü: 1532),
Mevlânâ Velî Kûh-i Zerî, Kâsım Şeyh Azîzân Kermînegî (ölümü: 1578) ve Pîrim
Şeyh yoluyla devam eder ve Âlim Şeyh olarak tanınan Muhammed Âlim Sıddîkî’ye
(ölümü: 1633) ulaşır.
Şeyh Mevdûd İkânî halifesi Şeyh Kemâl İkânî’den ayrılan silsilenin bu
kolu şöyle devam eder: Şeyh Aliâbâdî (Seyyîd Ahmed), Şemseddin Özgendî, Abdâl
Şeyh (Şeyh Üveys), Şeyh Abdülvâsi ve Şeyh Abdülmüheymin. Bu son zâtın 16.
yüzyılda Taşkent’te yaşadığı bilinmektedir.
CevâhirüTEbrâr’a göre Yesevî mürşîdi Süleyman Gaznevî’den geçerek Seyyîd
Mansûr’a ulaşan silsile bir başka koldan yine Süleyman Gaznevî haleflerinden
Şeyh Hudâydâd Taş-Muhammedoğlu üzerinden Şeyh Emin aracılığıyla Hazînî’ye
ulaşır:28
Buhara’dan Herat tarafına geldiğinde Süleyman’a irşad beratı verdi.
Mürsîd-i kâmil ve herkesin makbulü idi; dinin, esaslarında da
ayrıntısında da fazıldı.
O’nun irşadı, önce Ubeyd’dendir ki, Nakşbendîyye’ye geçip, O’nun
kaydına girdi.
İkinci irşadı Kaşgar Pîrindendi ve Süleyman, Cemâleddin sayesinde din
rehberi oldu.
O’ndan sonra dervîşler, arasında manevî mürşîd, kuvvetli önder,
saygıdeğer Molla Emin’di.
Bu fakirin (Hazînî) mürşîdi de o benzersiz kişidir ve Seyyîd Mansûr
gibi o da (beni) irşad etti.
Bizim tarikatımız o faziletli sayesinde kabul gördü. O, tarîkat
ehlinin basının tacı idi. i
O kuvvetli ve saygıdeğer Hudâydâd, “taksir” diyerek Gaznevî’ye geldi.
Sen Süleyman’a taksir diyerek gelmiştin, bazan yüz veriyor bazan da
yüz çeviriyordu.
Fazilet sahibi ve işinin eri olanların hepsi Gaznevî’nin kapısında
taksîr deyici idi.
Kapısındaki kutba benzer sadık âşıkların her birinin gönül testisi
ap-arı suyla dolu gibiydi.
O’nun ondört olgun halifesi (vardı ki) her biri kavuşma dergâhının
sultanı (idi).
“Benim nezdimde şarab var” meyhanesinin sakisi, genç-yaşlı meclisinin
bezeyen!,
Onların temel direği aşk sarhoşu Seyyîd Mansûr ki O, yüce makâmdan da
alçak tavırdan da uzaktı.
O güzel yaşantılı kapının yeni doğan nuru, erler kutbu Seyyîd
Kaşıktraş,
Helal kazanılmış lokmadan o temiz ere Hakk Teâlâ perçem devrini vurdu,
(silsilesini güçlendirdi).
Hazînî intisabından sonra mürşîdinin yanında yaşadığı sûfîlik tecrübesini
ve manevî kazanımlarını ise şöyle dile getirir:
“0 uluya bağlandıktan sonra, günden güne, sevgiyle Hakk’m rızasına
yönelme güneşi yükseldi, benlik karanlığının ayı nefis kirlerinden arınma
ışığı ile burçlar kuşağında yol alıp ilerledi. Vaktimi itikâf, halvet, erbain,
ibadet ve riyâzât ile geçirmek nasip oldu. Gayb güzelleri ve Hak katından kalbe
gelen manevîesintiler fakr makâmlarına ve fenâ mertebelerine çekmekteydi. Yüzüm
Hak varlığından gayrı her şeyden arınınca bu aynadan arzu pası silindi. Zikir
parlatıcısıyla pırıl pırıl oldum, varlığım ayna gibi tertemiz oldu. Şeyhimin
destek ve ilgisi manevî gelişimim üzerinde o derecede etkili ve kaplayıcı oldu
ki, sanki aynada kendi yüzlerinin görüntüsünü görmekte imişler. İşte bu aynada
0 göründü. Meğer kendi aksine baktı ve ‘Ey aşk şarabından esrimiş şaşkın!
‘Sevdiğimsin... Gökte ve yerde sen benimsin, ben senin. ’ dediler.
Sonrasında Seyyîd Mansûr’un irşad konusunda yetkinliğine değinen Hazînî,
erre zikri ile içini-dışını her türlü kirden pastan arındırdığını belirtir.
Nihayet kendisine seslenerek, dünyada korku çekmemesini, tasalanmamasını,
o ‘Rabbânî şeyh’in bu dünyada da, öte dünyada da güzel bir dost olarak yardımcı
olacağını söyleyerek sözlerini tamamlar.
Seyyîd Mansûr ile Hazînî’nin Yaşadığı Fakr Hâli
Sultan Ahmed Hazînî fakr konusunu ustaca bir kurgulamayla işleyip
yorumladıktan sonra, Şeyhi Seyyîd Mansûr gibi kendisinin de yoksulluk içinde
sıkıntılı bir ömür geçirdiğinden söz eden satırlara yer verir:29
“Şeyh Hazretleri, fakr mutluluğuna eriştirici ve fena mertebesine
ulaştırıcı meskenet (=yoksulluk) ve mezellet (= horluk) hâlini koruyup
sürdürmek için kaşık yapma meşakkatine katlanır, bu mezellete sürekli boyun
eğer, geçimini bu yolla sağlardı. Beni de meskenet ve mezelletten başka bir şey
olmayan şiir söylemek meşakkatine uğrattılar (şiir söylemek meşakkatine, ki
mûris-i mezellet ve muhdis-i meskenetdür, mübtelâ kıldılar).
Şeyhini “Sultanım” diye anarak mürşîdi Seyyîd Mansûr’un buyruğuna
uyduğunu, "Sabır ve sebat göstererek nazmı kendine iş edin; şiirle
kötülük emr eden nefisle (= nefs-i emmâreyle) savaş, ona göz açtırma”
dediğini belirtir, sonra yine, daha açık bir biçimde şikâyet yollu şu sözlere
yer verir: “Şiirim alma (= ahz) ve dilenme (= suâl) aracı oldu; (bu yüzden)
şerefim ve izzetim kalmadı. Nefsim değerini yitirdi, gönlüm kırılıp hüzünle
doldu. Miskinlik30 hâlimin sebeplerinin ardı bir türlü kesilmedi. “
Hazînî, mürşîdi Seyyîd Mansûr’u anlattığı satırlardan sonra kendi
kendisine seslenerek “Vatanına dön, zikir nakdiyle alış veriş et” uyarısında
bulunur. Bu beyitin, örtülü olarak, İstanbul’da bir Yesevî tekkesi açma, bu
tekkenin şeyhi sıfatıyla erre zikrini uygulama isteğinin gerçekleşmediğini
anlattığı kaydedilmiştir.31
Seyyîd Mansûr ile İlgili Rivayetler
Hazînî, mürşîdi Seyyîd Mansûr’un çağında kazandığı ünü, çevresinde
yarattığı etkiyi ve manevî mertebesini ortaya koymak amacıyla hakkındaki
rivayetleri şu şekilde nakletmektedir:
Bu rivayetin nakledildiği, ‘Mevlânâ Velî Kûhzerî’nin halifelerinin en
seçkini ve çağın şeyhlerinin en tanınmışı’ Kasım Şeyh şöyle buyurmuştur:
MENKIBE
“Mahşerde iyilikler ve kötülüklerin
hesabı sorulduğunda, eğer Hak Teâlâ: Ey filan oğlu filan! Kurtuluşa ermek ve
dereceler kazanmak için dünyadan ne armağan getirdin? ’ diye sorsa, Rabbim!
Müflis Kasım eli boş, nasipsiz ve sermayesiz gelmiştir: ancak SeyyîdMansûr 'un
yüzünü bir bakışlık görmekle elde ettiği kazancı armağan ve kıyamet sermayesi
olarak getirmiştir Ümit ederim ki Yüce Tanrım bunu kurtuluşa ermem ve yüksek
dereceler kazanmam, belki de kendi cemalini göstermek için yeter sayar ”
■Mele
Aşkıyye tarikatı ulularından ve Tayfûriyye tarikatı büyüklerinden Hoca
Sengîn’e dayandırılan bu rivayete göre Hoca Sengîn, Seyyîd Mansûr Belhî için
şöyle buyurmuştur:
“Seyyîd Mansûr’u görmeye aşırı istek duyuyor, O’nunla buluşma hasreti
çekiyordum. Beklemediğim bir sırada Nundâk kasabasında görme mutluluğuna
erdim. Şöyle dua etti: “Yüce Tanrı sana huzur versin”. O zamandan bu âna
gelinceye kadar, otuz yıl boyunca, and olsun ki, huzur benden hiç ayrılmadı.
Umarım ki Rabbimin varlığıyla bütünleşme (= visal) sermayesi olur ve ölünceye
dek benden ayrılmaz. ”
Seyyîd Mansûr ile, kendisine karşı çıkan iki ilim adamı ile arasında
yaşanan bir olayı anlatan rivayete göre, zamanın seçkin bilginlerinden,
Mâverâünnehir’in ünlü ilim erlerinden, Taşkent’te ‘hocalar hocası’ diye bilinip
anılan Taşkentli Mevlânâ Hafız ve Mevlânâ Mirzâde, Seyyîd Mansûr’un arkasından
konuşmakta, kendisini tanımadan hakkında dedikodu yapmakta, eriştiği manevî
rütbesini kabul etmemekte idiler. Şeyh bir gün Hisâr-ı Şâdmân’da camiden zikir
harareti (= coşkunluğu) ile çıkıp evine gitmekte iken adı geçenlerle
karşılaşır. İlk bakışta onları etkisi altına alır, benliklerini saran bu
etkiyle söz konusu bilginler şeyhliğini, önderliğini tanıdıklarını yüksek
sesle dile getirirler. Bunu işitenler hayret ederler; şeyhin, kendisini hiçe
sayan kendini beğenmiş bu iki ünlü bilgini böyle birdenbire etkileyip onları
mürîd yapması karşısında şaşkınlık içinde kalırlar.
Bu rivayeti aktaran Hazînî: “Seyyîd Mansûr’un, kendisini tanımazları
tanır duruma getirmesi, çaresizlere çare göstermesi, etkileme gücüyle insanları
yönetip yönlendirmesi, kendi düşmanına ün kazandırması, inkârcısını sır
denizine döndürmesi; çağında yaşayanların, özellikle bilgi ve mana erlerinin
kabul ettikleri doğru ve geçerli bir durumdur” diyerek, şeyhinin insanları
birden etki altında bırakan manevî gücünü, erişmiş olduğu yüksek mertebeyi dile
getirir.
Ali-âbâdlı Şeyh Seyyîd Ahmed, Yesevîyye büyüklerinden olup dokuz seçkin
halife yetiştirmişti. Bu ünlü şeyh, Seyyîd Mansûr hakkında şöyle buyurdu: “O,
dünya şeyhleri arasında en büyük mıknatıstır; istese bütün evreni çekip etkisi
altına alır, istemese bütün insanları kendisinden kaçırır. Zamanın birçok
uluları O’nun bu manevî derecesini ve Tanrı katındaki mertebesini yakından
görmüşler, itirafta bulunmuşlardır. ”
Seyyîd Mansûr bir sohbet sırasında şöyle der:
“Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerini yaşadığı süre içinde kimse tanımadı.
Ondört kez ‘Yaramaz adamsın’ denilerek bulunduğu kentden sürüldü. “Bâyezîd’in
kötü görüldüğü şehir ne güzel şehirdir” sözü O’nundur. Bizi de hayatımızda az
kimse tanımıştır, ama öldükten sonra çok kimse tanıyacak ve yattığımız yerin
mürîdi olacak. ”
Hazînî şeyhinin bu sözlerine “Kıyamete kadar sürecek ne güzel hasret, ne
güzel nedamet!” diyerek bir yorum ekleyip naklini sonlandırır.
Seyyîd Mansûr’un Hac Yolculuğu ve
Diyarbakır’da Ölümü
Hazînî’nin şeyhinin hacca gitmek amacıyla çıktığı seyahat, hac yolculuğu
sırasında yaşadığı olaylar, Van üzerinden Diyarbakır’a gelişi, burada hayatının
son bulması ve vasiyeti ile sonrasında gelişen birtakım olayları
MenbâüTEbhâr’da anlatır. Hazînî’nin şeyhi Seyyîd Mansûr Hacc arzusu ile ve
Kâ’be’yi ziyaret için Türkistan’dan yola çıkar ve ancak o devirde Karaâmed
adiyle bilinen Diyarbakır’da konakladıklarının üçüncü gününde ölür ve orada
toprağa verilir.
Hazînî’nin “Menkûldür ki” diyerek başladığı kısımlarda, kendi
gördüklerini değil, başkalarından duyup öğrendiklerini nakleder. Başlıca
kaynakları, tanınmış bir bilgin ve şeyh olarak gösterdiği Mevlânâ Nazar-ı
Bedahşî ile, büyük ihtimalle, şeyhinin vefatından yedi yıl sonra kabrini
ziyaret etmek için Diyarbakır’a gidişi sırasında Ahlat’ta tanışıp konuştuğu
anlaşılan ‘Muhammed Çavuş’ adlı kişidir.
MENKIBE
Nazar-ı Bedahşî'nin anlattıklarına
göre, hacca gitmek üzere yola çıktığında İbrâhîm Edhem 'in mezarının bulunduğu
Belli şehrine uğrar. O sırada Seyyîd Mansûr da Kâ 'be 'ye gitmek niyetiyle yola
koyulmuştur Nazar-ı Bedahşî, bugünkü Afganistan 'da bulunan Şıhırgan
kasabasında Seyyîd Mansûr ile karşılaşır ve ona yol arkadaşı olur. Yolculuk
sırasında aralarında gayb âlemiyle ilgili gerçekler, gerçeklikler dünyasıyla
ilgili incelikler üzerine ‘sûfîler yolu yordamınca' konuşma ve tartışmalar
olur. Nazar-ı Bedahşî, bu sohbet sırasında SeyyîdMansûr 'a velîlere nasip olan
Tanrı 'yı görme ( = rü yetullâh) konusunu da sorar. Bu soru üzerine Seyyîd
Mansûr öyle şaşkınlık verici bir yorum yapar ki Nazar-ı Bedahşî 'nin kendi
deyişiyleaklı başından gider, deliye döner, zihni alt üst olur, ne diyeceğini
bilemez hâle gelir.
Nazar-ı Bedahşî, düştüğü durumu ve sonrasını kendi ağzından şöyle hikâye
eder:
“Yer gök bana karşı baş kaldırdı.
Öyle bir hâle düştüm ki, eğer bir an yanından uzak düşsem sürüyle yırtıcı
hayvanlar belirip beni parçalamak istiyor, yanına yakınlaştığımda gözden
kayboluyorlardı. Böyle olunca, ister istemez kendilerine sığınıyordun. Uzun
süre bu belâdan kurtulamadım. Horasan, Azerbaycan, Irak bozguncuları,
sapkınları ve alçaklarının topraklarından güvenlik içinde geçinceye kadar bu
durum sürdü. O dinden çıkmışlar, sapık inançlılar ve iğrenç şîa ehli SeyyîdMansûr
Hazretleri 'nin ürkütücü ve caydırıcı gücünden bir yana kaçışıp zarar vermeye
cesaret bulamadılar
Nihayet kervanımız güvenli bir yer
olan Van şehrine ulaştı. Gelişimizle birlikte şehirde bir dalgalanma oldu,
değerli-değersiz, sıradan-seçkin, atlı-yaya kıvanç içinde şeyhi selâmlamak,
bağlılıklarını sunmak için üşüştüler. Bir araya gelinmekte, toplantılar
yapılmaktaydı. Van valisi olan Kubâd Paşa binlerce adamıyla mürîd oldu.
Halvetiyye şeyhlerinin en tanınmışı olan Mirza Çelebi diyordu ki: Eğer
SeyyîdMansûr Hazretleri Hak Teâlâ ömür verip de Osmanlı topraklarından
geçseydi, o etkisi ve manevî gücüyle bütün tarîkat silsilelerini siler, kendi
silsilesine katardı'. ”
“Valilikgörevlilerinden, erdemli ve
değerli bir kimse olan ‘Hamza' adındaki Dîvân kâtibi mürîd oldu ve şeyhe bir
bahçe armağan etti. Şeyh Mansûr Hazretleri kabul etti ve yalnızca beni yanına
alıp ikimiz birlikte bahçeyi görmeye gittik. Ortasında bir yüksek tepe vardı.
Oraya çıkıp şöyle buyurdular: ‘Ey Molla Nazar! Hz. Allah Mâverâünnehir 'de bana:
Ey filân! Korkusuzluk (= emâniyyet) emanetini on dört yıl sonra Van 'da, bir
yüksek yerde Nazar ' adlı kuluma teslim edesin ve bu emaneti vermekle onu
şereflendiresin ' diye ilham etmişti. Bu gün o belirli müddet doldu ve Tanrı
katından gelen bu bağışı vermek kaçınılmaz oldu. Teslim ettik' dedi ve uğurlu
olması için Fâtiha okundu. Allah 'a şükürler olsun ki o sıkıntıdan, o korku
belâsından kurtuldum ”.
Hazînî, Bedahşlı Nazar’ın sözlerine:
Kim ki oldı ehl-i irşada refik
Kalmaya âciz müzebzeb fi 't-tarîk
(Bir mürşîde yoldaş olan, yolda zavallı ve ne yapacağını bilmez hâlde
kalmaz)
beytini ekleyip araya girdikten sonra sözü yine ona bırakır:
“Şeyh Mansûr Hazretleri Ahlat kasabasına ayak bastığında o diyarın
ünlü mürşîdi ve büyük şeyhi olan -ki Dede Ömer Rûşenî’nin halifesiydi, çok uzun
yaşayıp yüz yirmi beş yaşında vefat etmiştiNûreddîn Dede Maksûd ile buluştu. Bu
buluşma sırasında aralarında tuhaf ve inanılması güç bir manevî coşkunluk hâli
yaşandı. İki coşkun deniz birbirini kucaklayıp zikir ede ede dönmeye başladılar.
Yanlarında bulunanların tümü vecd ve semadan kendilerini kaybetti; haykırışlar,
çığlıklar ortalığı kapladı”.
Hazînî, Nazar Bedahşî’nin tasvir ettiği bu sema sahnesini ikinci
kaynağıyla tamamlar. Bu kaynak, yaşanan sahnenin içinde kendisi de yer alan
‘Muhammed Çavuş’ adlı ve şeyhinin ölümünden yedi yıl geçtikten sonra yaptığı
seyahat sırasında tanımış olduğu bir derviştir. Hazînî, bu ikinci canlı
tanığını ‘Sûfî-i bâ-hûş Muhammed Çavuş’ kelimeleriyle tanıttıktan sonra olayın
sonrasını O’nun ağzından şöyle nakleder:
“Dayanma gücüm kalmadı; yalvararak Seyyîd’in mübarek dizini öptüm ve
gözyaşlarıyla inleyerek: ‘Bu ne hâldir?’ diye sordum. Buyurdular ki: ‘Kâ’be’ye
kavuşmayı ve Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’i ziyaret etmeyi umarak gurbet acısı ve
yolculuk sıkıntısı çekerek geldik. Şimdi Yüce Tanrı katından ruh ve gönül
kulağına ‘Razı olarak Rabbine dön’ ve ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ ilhamı
erişti. Varlığı ezelî ve ebedî olan Allah’ın istiğna hançeri ciğerimi yaraladı,
Mekke ve Medine özlemi benliğimi kaplayıp beni benden aldı. ”
Şeyhinin ölüm haberini duyuran bu satırların ardından Hazînî, “Çavuş der
ki” başlığıyla Muhammed Çavuş adlı kaynak kişinin anlattıklarını aktarmaya
devam eder:
“ ‘Ey ulu!’ dedim, ‘Hak Teâlâ hacca gitmeye niyet etmiş bir kulunu
seviyorsa, canını Kâ’be yollarında alır, çünkü o kul her sene hac sevabı
kazanır. Bu ne mutluluk, ne devlettir! Böyle göçüş sevinç sebebidir, korku ve
ürküntü sebebi değil’. Bunun üzerine o velîler övüncü Seyyîd Mansûr, gül gibi
açıldılar, bülbül gibi: ‘Ne güzel, ne güzel’ deyip teselli buldular ve bana dua
edip hakkımda iyi dileklerde bulundular. Sonra gözyaşları içinde sordum: ‘Ey
ulu! Yesevîyye tarîkatı âdabı kimden öğrenilecek ve bizim diyarımızın insanları
kimden bu yolla ilgili bilgi alacak?’ Buyurdular ki: ‘Yedi yıl geçtikten sonra
Mâverâünnehir’den bir halife gelecek. O halife, bu tarîkat âdâbının üstadıdır;
aynı zamanda güzel konuşan; söz bilir, ne dediği anlaşılır biridir. Dostlar ve
dervîşler için gerekli olan şeyleri o karşılar, yol için lâzım olan her şeyi
yerli yerince ve yeterince yerine getirir. O, akranları arasında seçkindir,
herkesin beğenip değerli bulduğu bir kimsedir. ”
Muhammed Çavuş, Seyyîd Mansûr ile arasındaki bu konuşmayı aktardıktan
sonra Hazînî’ye şöyle demiştir:
“Mâverâünnehir’den nice halife geldi, yüzlerinde Seyyîd Mansûr
Hazretleri’nin bildirdiği nitelik ve belirtilerden hiç bir iz bulunmadığından,
beklemekteydim. Şimdi söz konusu süre dolmuştur, açıklanıp belirtilmiş olan
nitelik ve belirtiler de yüzünüzde ve görünüşünüzde apaçık görülüyor. Biatimi
yenilemek istiyorum. ”
Muhammed Çavuş’un bu sözlerini aktardıktan sonra “dedi ve bey’at etti”
kendisine mürîd olduğunu bildirir.
“O içi temiz, gönlü arı duru kişi bağlılığını bildirdi. Irâdet (=
derin sevgi duyarak gönülden bağlanma) kapısı hep açıktır. O kardeşlik bağı
yenilendi, babalık sözleşmesi ilişkisi değerlendi. ”
Sonrasında ise:
“Revâc-i silsile oldı Muhammed
Muhammed'din tarîk oldı mümecced”
(Muhammed, tarîkate ilgi gösterilmesini sağladı; yol, O’nun sayesinde
önem kazanıp canlandı).
beytinde bu rivayetin kaynağı olan Muhammed Çavuş’un daha sonra bir
Yesevîyye halifesi olarak o bölgede Yesevîyye tarîkatının tanınması için
çalışmalar yaptığını, çabalarıyla bu yolun oralarda tutunup yayıldığını
açıklar. Hazînî’nin Şeyhi Seyyîd Mansûr’un ölümü ve defnedilmesini naklederken
Menbâü’l-Ebhâr’da yazdıkları şöyledir:32
MENKIBE
“Seyyîd Mansûr Hazretleri Diyarbakır
'a varıp da şehri uzaktan gördüğünde 'Buşehrin adinedir? 'diyesordular.
Yanındakiler KaraAmid' ve 'Kara Hamîd' diye cevap verdiler Bunun üzerine şöyle
buyurdular: 'Şimdiden sonra ‘Ak Hamîd' olsun'. Mardin Kapısı ha
yaklaştıklarında karşıda bulunan Şeyh Muhammed-i Bekrî 'nin mezarı başına
geldiler ve “Bu cenneti andırır topraktan dostluk kokusu geliyor şehre girmek
gereksiz görünüyor ' dediler Ama yanında bulunanlar ve doğru görüşlü kimseler
girmenin iyi olacağı yolunda dil döküp ısrar ettiler bunun üzerine Şeyh Mansûr
şehre girdiler üç gün sonra da sır dolu ruhunu teslim ettiler Şeyhin ölüm
acısını yaşayanların ahları ve feryatları göğü doldurdu. Sûfîler yakalarını
parçaladı, yakınları ve çoluk çocuğu yerlere kapandı, yer ve gök gözyaşı döktü.
Görenler canlarından ayrılmanın acısını yaşadılar, görmeyenler 'vah vah, yazık
yazık!' diyerek gözyaşı döktüler Kara Hamîd ve Ak Amid (Diyarbakır) halkının
söylediğine göre, halk tabutunu eller üzerinde uçururcasına taşıdı. Söz konusu
yerde gömüldü. H. 965 tarihinde, Sultan Süleyman zamanında... ”
Hazînî’nin şeyhinin ölümünü anlattığı satırlardan sonra gelen tarih
mersiyesinde, sondan önceki beyitteki “şâh-ı hûbân” deyimindeki harflerinin
ebced hesabına göre toplamı ölüm tarihi olan hicrî 965’e (milâdî: 1557)
karşılık gelir. Bu şiirde başka önemli bir nokta “Belhî-i ârif” tanımlaması ile
Seyyîd Mansûr’un Belhli olduğunu bildirmesidir.
Hazînî, mürşîdinin Diyarbakır’da vefatını Cevâhirü’l-Ebrâr’da ise şu
mısralarla anlatır:33
O’nda kutubluk izleri ve melek özellikleri vardı. İçine varlık hırsızı
uğramamıştı.
O olgunluk kutbu elli yıl boyunca beldeden beldeye seyahat etti.
Sonunda ölüm O’nun ömrüne de değdi ve doksanbeşinde dünyadan geçti.
Ölüm emri tarihinin sözü “şah-ı hûban” (965/1557) dır...
Sevinç beldesi Hisar ve Belh’den ayrıldı ve vatan zevkinin hırkasını
çıkardı.
İbrâhim Edhem gibi vatan garibi oldu; ezelde onlara gurbet takdir
edilmişti.
Gönlünde Medine ve Mekke’ye gitmek vardı; ama varabildiği Karaâmed
oldu.
Seyyîd Mansûr, Belh ve Hisar’dan Karaamid’e sevinçle geldikten.
Üç gün sonra dünyadan göç etti ve bu felaket gönülleri derd ile yaktı.
Çoluk-çocuğuyla vedalaştı, Rûm halkı bu durumdan haberdar oldu.
Herkes tabutunu “ya Hu” diye uğurladı, O’nun gamı Kayser sarayında
bile yankılandı.
O cenazede öyle bir kargaşa oldu ki bu musibet kıyameti andırdı.
Hazineler ve madenler sahibi padişah, dünyanın Hazret-i Sultan
Süleyman’ın devrinde,
Kâ’be’den uzakta, hasretini çekerek öldü. Ravza hasretini kendiyle
birlikte kabre götürdü. (...)
Seyyîd Mansûr’un Vasiyeti
Hazînî, mürşîdinin yerine geçen ve aynı zamanda damadı olan halefinin de
yedi yıl sonra Şam’da dünyaya veda ettiğini yazar. Abdullah Han adlı bu
mürşîd-i kâmil, manevî bir sultan olduğu gibi gerçekten de Karahanlı
devleti’nin kurucusunun varislerinden biri olarak maddenin de hükümdarıdır.
Seyyîd Mansûr’un Diyarbakır’da vefatı ve orada gömülmesinden sonra yerine
kimin geçtiği, seyahat sırasında yanında bulunan aile fertlerinin ve
mürîdlerinin durumları, sonrasında gelişen olaylar, Hazînî’nin yıllar sonra seyahate
çıkıp Diyarbakır’a gelerek şeyhinin kabrini ziyaret etmesi de Hazînî tarafından
Menbâü’l-Ebhâr eserinde ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiştir:34
MENKIBE
“SeyyîdMansûr 'un vefatından kısa bir
süre önce, SeyyîdMansûr 'un ZengîBaba 'mn halifelerinden olan Sadr Ata 'mn
soyundan gelme damadı Şeyh-zâde Abdullah Han bir rüya görüp kayınpederine
anlatmış, Seyyîd Mansûr Hazretleri de “Benden sonra şeyhlik edeceksin, ama 7yıl
sonra bu dünyadan göçeceksin ” diye yorumlamış. Bunun üzerine mürîdler ister istemez
damadın (= Şeyh-zâde Abdullah Han 'ın) şeyhliğini kabullenip itaat etmişler.
Sonrasında Van ve Diyarbakır beylerbeylerinden yardım istenmiş, ayrıca mürîd
olan sancaklara dervişlerin bakımı ve ihtiyaçlarının sağlanması için
mektuplarla yardım çağrısı yapılmış, bir türbe yapılması için de İstanbul 'a
gidilmiş, Sadrazam Rüstem Paşa ile görüşülmüş. O sıralar, yazarın da ‘merhum '
diyerek bunları yazdığı sırada ölmüş bulunduğunu belirttiği Sultan Süleyman 'ın
oğlu Şehzade III. Bayezîd'in (ölümü: 1561) taht yüzünden kardeşi (Şehzade II.
Selîm) ile mücadele ettiği kargaşa günleri imiş, bu yüzden adı geçen vezir
fazlaca ilgi göstermemiş. Görüşmenin yapıldığı günün gecesinde SeyyîdMansûr 'un
ruhundan yardım dilemişler. Abdullah Han o gece adı geçen şehzade III. Bayezîd
'in yenileceği, kardeşi II. Selîm 'in tahta geçeceği, kimi bozguncuların
hakkından gelineceği yolunda bir rüya görmüş. Rüyasını bir kağıda yazıp
Sadrazam Rüstem Paşa 'ya göndermiş. Meğer Rüstem Paşa da o gece korkulu bir
rüya görmüş. Rüyasında elinde hançer bulunan ‘istediğini elde etmekte kararlı
görünen bir ulu (= azîz-i gayûr) ', üzerine gelmiş, “Ey filan oğlu filan!
Rasûlullah (s.a.v.) soyundan ve benim gibi olanlardan gelen şeyhe ve
dervişlerine ikramda bulun ve saygı göster: yoksa, yemin ederim ki, bu
hançerle seni öldürürüm ' demiş. Korku içinde uyanan vezir Rüstem Paşa, abdest
aldıktan sonra armağanlar hazırlayıp sofaya çıkmış ve misafir olarak gelen
şeyhin (yani SeyyîdMansûr 'un damadı Abdullah Han 'ın) mürîdlerinden bir dervişi
elinde mektupla görmüş. Mektubu okuduktan sonra hediyeleri vermiş ve kendi
gördüğü korkulu rüyasını olduğu gibi yazıp iki mektubu Kanunî Sultan Süleyman
'a iletmiş. O sırada rüyada görülen ve mektubta söz edilen şehzadelerle ilgili
durum aynen gerçekleşmiş. Sultan Süleyman Hazretleri sevinç içinde (çünkü
yerine Selîm 'in geçmesini istemekteydi) misafir gelen ‘Abdullah Han ' adındaki
şeyhi bulup getirtmiş, istediklerinden daha çok bağışlarda bulunup dervişlerin
geçimliği için tımar olarak üç köy bağışlamış, bir de ferman vermiş. Fermanda,
“Söz konusu köyler merhum Seyyîd Mansûr 'un halifelerince kullanılacak, ancak
halife kalmadığında Medine 'ye vakıf olacaktır " yazmakta imiş. ”
Hazînî Seyyîd Mansûr’un hacca gitmek üzere çıktığı seyahatte olan
biteni, ölümünü ve ölümünden sonra damadının yerine geçmesi ile sonrasında
yaşananları anlatan satırlardan sonra kendi ziyaretini anlatmaya geçer:35
“Ben o yöredeki halifelerin sonu
kesildikten sonra geldiğimden şeyhim Seyyîd Mansûr 'un mezarını harap bir hâlde
buldum. Dervişler ve türbedârlar Mekke ve Medine 'ye yerleşmişler. Merhum
Sultan II. Selîm Han zamanında İstanbul 'a gittim. Merhum vezir Rüstem Paşa 'mn
veli rütbeli (= ehliye-i veliye) eşi (Kanuni 'nin kızı Mihrimâh Sultandır,
ölümü: 1578) mezarın yeniden yapılması için usta ve gerekli malzeme için yeteri
kadar para verdi: ayrıca dervişlerim, mürîdlerim ve ailemle birlikte yurduma
dönmem için de bol bol bağışta bulundu. Bunun üzerine Buhara 'ya ve
Mâverâünnehir 'e döndük. Yurduma dönme mutluluğunu yaşadıktan sonra yaşadığımız
yerler Özbek zorbalığından yıkıma uğrayıp karışıklığa düştüğünden ayrılıp
tekrar Mekke ve Medine 'ye gittim. Ne var ki yokluk ve sıkıntıya düşüp İstanbul
'a geri dönmek zorunda kaldım. Kimi fukara dostu ilim adamları yakınlık
gösterip arkadaş oldular, kimi tasavvuf ehli erdemli kişiler de mürîd olup
sırdaşlık ettiler. Sultan III. Murâd'ın tahta çıkışını (1574) kutlamak için
hadis âlimi Emir Cemâlüddîn'in Siyer-i Nebisinden şehnâme vezninde manzum
olarak yaptığım çeviriyi kendisine sunmak istiyordum. Ancak ihmal yüzünden
Sultan III. Murâd 'a ulaştırılamadı. Tahta çıkışından bu âna gelinceye kadar
olgun ve ergin kimselerin mutluluk sermayesi olan yoksulluk, emellerimi
gerçekleştirmemi engelledi: aşk erlerinin yüzlerine güzellik katan geçim
sıkıntısı, yakamı bir türlü bırakmadı. Şu var ki borç içinde yaşamak insanın
itibarını düşüren bir durumdur. Yurduma dönmek için güç ve oradan evi-barkı
getirmek için imkân lâzım. Kimi zaman yaşadığım yerlerden hac niyetiyle gelen
tanıdık, eş-dost ve iyi yürekli kimselerin hazırlıksız, parasız pulsuz gelmesi
karşısında kalbim sızlar, huzurum kaçar: kimi zaman da çoluk-çocuğun sıkıntı
içinde bulunması, yanımda bulunanların kolunun kanadının kırık olması yüzünden
ne yapacağını bilmez hâlde zihnim allak bullak. Yerleşip kalsam işleyecek
toprak, oturacak ev-bark yok: veda edip ayrıtsam yol azığı sağlayacak kudret,
özür dileyecek kuvvet yok. Sultanın kapısı perdeli ve ben zavallı tarafından
mevki sahiplerine bu özge durumum için nice kaside, nice mektup iletildi: ama
hiç biri karşılık bulmadı ve hepsi cevapsız kaldı. Hâsılı, devasız derde düşmüş
gibiyim, yola gidecek mecalim de yok: üstüne üstlük yoldaşların boynu bükük ve
başı düşük”.
(Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Mehmet Mahûr
Tulum, İstanbul, 2009)
Mahmûdoğlu Sultan Ahmed Hâzinî
(1533 1593-?-)
Hazînî, ilk defa II. Selim’in saltanat döneminde (1566-1574), şeyhi Seyyîd
Mansur’dan almış olduğu icâzetle bir Yesevî tekkesi kurmak ve Yesevîyye
tarîkatinin âdâb ve erkânını Anadolu coğrafyasında yaymak amacıyla İstanbul’a
gelen bir Yesevî şeyhi ve geride bıraktığı eserleriyle Yesevî çalışmalarının
en önemli kaynak kişisidir. Yesevîlik silsilesi yanında bir Nakşbendî
silsilesine de sahib olduğu ifade edilmektedir. Hazînî, CevâhirüTEbrâr min
E’mvâci’l-Bihâr adlı eserinde kendisini “Sultân Ahmed Mevlânâ Mahmûd bin Sultân
Hacı Şâhü’l-Kureşî, sümme’lİskenderiyyüTHisâriyyi’l-Mâverâ’ün-nehrî, eş-şehîr
bi-Hazînî” olarak tanıtır ve Cevâhiru’l-Ebrâr eserinde Yesevî’nin ilk halefi
Mansûr Ata’nın torunlarından olduğunu belirtir.36
Hisâr-ı Şâdmânlı olduğunu söyleyen Hazînî’nin, 1533 yılında günümüzde
Tacikistan sınırları içinde bulunan ‘Hisar’ bölgesinde dünyaya geldiği kabul
edilmekte idi ise de, bugünkü Özbekistan’ın Surhanderya vilâyetinin Karatag
ırmağı boylarına kurulmuş Çeğâniyân şehrinin diğer bir adı da Hisâr-ı
Şâdmân’dır.
Doğu ve Batı olmak üzere iki edebî Türk lehçesi yanında şiir yazabilecek
kadar mükemmel derecede Arapça ve özellikle de Farsça’ya hâkimdir. Tasavvufî
eserleri yanında bir de Farsça Dîvânı bulunan Hazînî, tefsir ve hadis başta
olmak üzere İslâmî ilimler, edebiyat, siyasi tarih ve tasavvuf tarihi
konularında her dalında derin bilgi sahibi, Dîvân sahibi, son derecede yetkin
bir şairdir.
Hazînî’nin yol önderleri (= mürşîdler, velîler, muktedâlar) ve mürîdlik
hakkında şöyle söyler: “Yo/ önderlerinin varlıkları zenginliktir; onları
tanımak sünnettir, Kur’an âyetleri gereğidir. Bir şeyhe mürîd olmak gerekir.
Şeyhsizin şeyhi şeytandır. Bunların yüzü Hakk’m yüzüdür, öyleyse Hakk’m
yüzünden (= dîdârdan) asla uzaklaşma. Kul bir mürşîde mürîd olup ders
aldığında bu kutubluktan daha iyidir; çünkü kutubluk varlık, mürîdlik ise
yokluktur”.
Sultan Ahmed Hazînî adlı Yesevî dervîşinin “MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr”
ve 1593 yılında Osmanlı Sultanı III. Murad’a sunmak üzere kaleme aldığı
“CevâhiruTEbrâr Min Emvâc-ı Bihâr” eserleri Yesevîlik çalışmalarının bilinen en
önemli kaynağıdır. Eserlerinde Yesevîyye’nin Türkistan coğrafyasındaki
etkileri ve Yesevîlik’in esasları hakkında önemli veriler ve Hz. Pîr-i
Türkistan Ahmed Yesevî ve halefleri hakkında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.
CevâhiruTEbrâr’da yer alan Farsça bölümdeki manzum silsilede Rasûlullah
(s.a.v.)’den eserin müellifi Hazînî’ye kadar uzanan Yesevîyye ve Nakşbendîyye
silsilelerine işaret edilmektedir. Bu 312 beyitlik mesnevi tarzı Farsça şiirde
Yûsuf Hemedânî’nin halifeleri olarak Ahmed Yesevî ve Abdul-Hâlık Gucduvânî
zikredilir. Bazı önemli mısralarının Prof. Dr. Cihan Okuyucu tarafından yapılan
tercümesi şu şekildedir:37
Hazret Sultan’m yolundan bahset; öyle ki arayıp soranlara bir iz
olsun.
(Bu yol) her yolun en kestirmesi ve kolayı; titiz yol erlerinin geniş
caddesi.
Nam sahibi, din sultanı Hazret Ahmed ki, Ebû Yûsuf’un aşığı
idi.
Berakî ve Endakî’den sonra o takva eri Ahmed, Yûsuf’un yerini
aldı.
Hazret Sultan seccadeye geçti ve derdlilerin derdi O’nunla ondu.
O (Rasûlullah’ın) hırka ve hurmasını buldu; fakr güneşi O’nunla
parladı.
Postun altında gizli bir hakandı, gizliden halkı Hakk yoluna çağırdı.
Ulu şeyh, din kutbu Ebû Yûsuf (Yûsuf Hemedânî) ki o yakîne ulaşmış
mürsîdler önderidir. > » >
Fakr çarşısı ve fena pazarı o rehber sayesinde serpilip gelişti.
O, sırlarla dolu aşk pazarının süsü, adeta aşk tüccarlarının sultanı
idi.
Derd ve gam kumaşının taciri olan o benzersiz Ebû Yakub devrinin
Yûsuf’uydu.
Dalgalı bir mana deniziydi ve sahile çok Aden incisi döktü.
(İnsanlar) onun içinde çok hazineler buldular. Lâkin o dervîş (eğitme)
yolunda çok sıkıntı çekti.
O iş bilme denizlerinin baş kaynağı idi. İş bilenler kapısında
öğreneceklerini öğrendiler.
Ondan çok gönül erbabı zuhur etti. Şeyhler onun zuhuru sayesinde
huzur içindedirler.
Dünyada dört önder bıraktı ki her biri tavırca mürşîdler pehlivanıdır,
Fena iklimlerinin nam sahipleri, uyma yolunun iş bilicileri,
Abdullah Berakî ve Hasen; o Hasen ki ondan dolayı çemende idi.
Türklerin pîri, cihanın kutbu Ahmed ve Allah’ın kulu
Gucduvanlı Abdul-Hâlık,
Her biri fakr u fena yolunun kükreyen arslanları, kutbu ve yol
göstericileridir.
Türklerin pîri ve dünyanın kutublannm kutbu Hoca Ahmed, o
büyük velîden,
Allah’ın Zat isminin denizinde gark oldu; o Zat ismi ki zatların
eğiticisi oldu.
Arş da ferş de O’nun Zatı’nı anma sesiyle dolu. Allah’ın velîleri de
fakr u fenadadır.
Çok hakanlar O’nun kapısında kuldur, Herkes O’nun uyanık canına
muhtaçtır.
Yesi, Mâverâünnehir ve Yemen’de
kadın-erkek herkes O’nun itaatindedir.
O Erre zikrinde sadık bir şeyhtir. Diğer zikir olan sessiz zikir
sahibi ise Abdul-Hâlik’tır,
Bunlardan biri “Allah” diyerek başını yükseltti; diğerindense
Nakşbendî yolu yürümüştür.
Hâzinî’ye göre “Yesi, Mâverâünnehir ve Yemen’de kadın-erkek herkes” Ahmed
Yesevî’nin manevî tasarrufu altındadır.
Hâzinî, Ahmed Yesevî hakkında “Türklerin piri”, “Türklerin sultanı”,
“kutublarm kutbu”, “din sultanı”, “takva eri” gibi oldukça dikkat çekici
ibareler kullanır:
Dünya kutublannın kutbu, Türklerin (mânâ) sultam, Yeşili ulu şeyh
Hoca Ahmed.
Ki O’nun kapısında nice bin evliya fakr makâmını elde etti ve yokluk
yolunu tamamladı.
Hakk erleri O’nun dergâhında hizmet kemerini kuşandı, kutblarm kutbu
O’nun ayağına baş koydu.
Hakk yolunda yola girmişlerin başı, ayağının toprağı meliklerin
tacının incisi.
0 Hazret’in naibleri de ulu kişilerdir; evliya arasında her biri
zamanın kutbudur.
Hazînî daha sonra Ahmed Yesevî’nin manevî derecesine işaret ederek
Arslan Baha’dan Rasûlullah emaneti olan “hurma” ve “hırka”yı devralmasını ve
O’nun kemalini dile getirmektedir:
Hazret Sultan seccadeye geçti ve derdlilerin derdi O’nunla iyilendi.
O (Rasûlullah’m) hırka ve hurmasını buldu; fakr güneşi O’nunla
parladı.
Postun altında gizli bir hakandı, gizliden halkı Hakk yoluna çağırdı.
Bundan sonraki mısralarda Yesevîyye yolunu Ahmed Yesevî’den sonra devam
ettiren yolbaşçısı önderler, Hazînî’nin soy yönünden ataları arasında saydığı
Mansûr Ata’dan başlamak üzere anılmaktadır:
Onlar arasında bu fakirin atası olan Mansûr Ata; Allah’tan korkanların
önderi, cesur mürsîd,
Ahlak kutbu, Ahmed Yesevî makamına oturdu; nice ay ve yıllar O’nun
halefi oldu.
Öyle bir Mansûr’du ki darağacma ihtiyacı yoktu; hem “Ene’lHakk”
demekle kimin eline ne geçer ki...
Fakr mücadelesinin başçekmişi idi; zamanında fakr ile nam kazanmıştı.
Hakk yolu mürşîdlerinin mürşîdi, küçük-büyük bütün Hak sırlarının
vâkıfı,
0 dünya sultanı, olgunlaştırdıktan sonra herbir mürîdini birçok şehre
mürşîd olarak (yolladı).
Mâverâünnehir, Horasan ve Irak; bunların hepsi O’nun kutub olduğunda
müttefik.
Arkadaşlarının sonuncusu bilge Hakîm (Ata) ki O’ndan Zengî Ata arınmış
bir gönül kazandı.
Bu işini bilen Hakîm’den, ZengîAta ölümsüzlük şehrinin parmakla
gösterileni oldu.
0 gösterişsizlik yurdunun hakanı olan Zengî, bilinmezlik âleminin
emiri ve gönle hoş geleni oldu.
Devamlı “Hâce Ah rar” dersen, bu her sabah ve aksam O’nun can kulağına
erişir.
ZengîAta’nın kabrinin toprağından bile “Allah” sadâsı göklere
yükselir.
0, henüz herşey bilinmezlik makâmında iken de diri idi; pak yakalı
hırka giyenin mürşîdi idi.
Rahman Allah’ın feyzi, semanın en yüce katından insin ve zaten arşın
nurundan olan toprağında tecelli etsin.
Sadr Ata o pîrden dolayı gerçek bir kutb oldu, Cemaleddin Şaşî de Sadr
Ata sayesinde önder oldu.
Yesevîyye yolu büyüklerinin dünyevî iktidar sahibleri ile yakından
ilgilenmişler ve manevî himayelerine almaları bir gelenek haline gelmiştir.
Yesevî mürşîdleri ile Türkistan’ın Hâcegân yolu önderlerinin seviyeli
ilişkilerine ilişkin işaretler de risalede yer almaktadır. Bu iki yönlü
muhabbete ilişkin Yesevîyye’nin Pîrlerinden Yesevî silsilesinde adı geçen Şeyh
AAevdûd’un halefi Hadîm Şeyh, Emîr Timur hanedânından Sultan Ebû Said’in de
mürşîdidirve “makbul dervişleri bir tek nazarla bağış sahibi Allah’a
ulaştır”dığı belirtilir.
Hadîm Şeyh ile Timur’un torunlarından Ebû Said Mirza ile devrin en ünlü
Nakşbendî mürşîdi olan Ubeydullah Ahrar arasındaki ilgi de Hazînî tarafından şu
şekilde anlatılmıştır:
Şerefli oğul Şeyh Hadîm velîlerden sonra tam bir olgunluğa erişti.
Mevdûd Şeyh’in kapısında rahat buldu; isimsizdi orada isim buldu.
Şeyh Hadîm vekillerinin en ilerisindekiydi; mürîdlerin başına halef
olarak geçti.
O’nun kapısında iş gören ve iş öğrenenler dergâhın kapısında
görünmesini gözlerlerdi.
Öyle bir oğuldu ki, belde melik ve seçkinlerinin herbiri kapısında
yol önderi oldular.
Sultan Ebû Said de O’nun bağlısıydı: O’nun memleketinin hanları da.
Erişilmez kerametli mürsîdler O’na mürîd olmakla akıllılık ettiler.
Her azîz gerçi mürîdlerine bir nice ay ve yıl sonra bir olgunluk
verirler
O, ilgi göstermekle mürîdleri hidayet yolunda Allah’ın Zat ismi ile
olgunlaştırdı.
Makbul dervîşleri bir tek nazarla bağış sahibi Allah’a ulaştırırdı.
Celal sahibi Allah’ın bağış denizinin dalgıcı olduğundan Mâverâünnehir
inci doldu.
Kutubların kutbu herkesin sevgilisi olan Şeyh Hâdim herkesin canının
rahatı idi.
Hoca Ahrar O’nu dost edindi ve gece gündüz O’nunla olmak isterdi.
Onun her evlâdı kutb özellikli; oğul ve torunları da hep olgun mürşîd
idi.
Mürîdlerinden liyakatli nicesi de vuslat dergâhının makbulü ve mürşîdi
oldu.
Onlar arasında Cemaleddin’e nazar olundu; O nazar olunan Kaşgar’m Pîri
oldu.
O’nun varlığıyla beldelerin hayırlısı olan Kaşgar, O mayası temizden
dolayı ünlendi.
Hâzini, Hızır (a.s.)’ın Yesevîyye yoluna Erre zikrini emanet edişini de
anlatmaktadır. “Ahmed Yesevî’ye Erre ( =bıçkı) zikrini Hızır (a.s.), Vedûd
olan Allah’tan gelen ilhamla telkin etmiştir. ”
Hazînî Topkapı Sarayında:
OsmanlIlar ile Yesevîyye ilişkisinde önemli bir isim ise bir Yesevî
şeyhi olarak 16. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden ve devrin hükümdarı
tarafından ağırlanan Yesevî şeyhi Hazînî’dir. Hazînî ilk kez Sultan II. Selim
zamanında İstanbul’a gelir. Daha sonra Hacc’a gittikten sonra tekrar İstanbul’a
döner. Bu sırada Osmanlı tahtına Kanuni’nin torunu III. Murad geçmiştir:
“Ben köle ise o sıralarda Hisar’da, O’nun ayrılığı ile gözyaşı
döküyordum.
Güçsüz, dertli ve gamlı, O’nun kapısından uzak düşmenin matemini
çekiyordum.
Aynı şekilde, kendisine can verilmeye layık damadı Abdullah Han da
gamlara bulanmıştı.
Hanlık ve şeyhlik lakabı O’na atalarından kalmadır, cezbeli ve edebli
bir derviştir.
Sadreddin Ata’nın nesli arasında (atasının) yerini tutan O’dur,
hanlığı evliya Karahan’dandır.
O da Şam diyarında yedi yıl sonra bu alçak dünyadan göç etti.
Ben de o yıl kendi yurdumdan, çoluk-çocuğumla Medine’de Ravza’ya geldim.
Seyyîd’in ravzası (Ravza-i münevvere) ziyaret olundu; tevekkülle, ama
yetersiz ve bî-edebâne olarak.
Sultan Selim’in saltanatı zamanında; bu hayran gönlüm geldi,
İstanbul’u mesken tuttu.
Zamanın Sultanı’nin yardımlarıyla yine Harem’e gittim ve orayı mekân
tuttum.
Sonra memleketlerin idaresi Sultan Murad Han’a geçti.
Yüce bahtının ayağı tahta kadar yükseldi ve tahta oturmakla bahtı
parladı.
Kutlama için yine geri geldim; başı yüksek hükümdar tarafına
yöneldim.
Şanlı hakanın daveti ile İstanbul’a yerleştim.
Hazînî, İstanbul’da temas ettiği çevrelerde pek de iyi karşılanmış
olmamalı ki şiirinde İstanbul’daki ortamdan rahatsızlığını açıkça dillendirir:
Devrin Sultanından başka Rûm halkı edeb ve ilimden nasipsizdir.
Gerçekten samimi biri ortaya çıkmadı; bunların yolunda çok çile
çektim.
Rum halkı mevki düşkünü ve mal tutkunu; hal ehlini anlamaktan uzak.
Dervîşler beldesi yurdumdan uzak düşdüm. Bundan sonra başıma neler
gelecek, ya nasibi
Ne yapayım, bu Hakk’m yazgısıymış; ancak yolda en güzel düşünce “n’apayım”
değil midir?
Eğer Sultan da ilgi göstermeyecek olursa, bu tasavvuf yolu kapanıp
gidecek.
Tasavvuf yolunun yolcuları nerede; Hazret-i Allah’ı taleb edenler
nerede?
Gençler bu silsileden tadmamış; dergâh müdavimleri yaşlı
kalabalığından ibaret...
Allah’ım, yaşlı ve perişanım; eğer üzüntümden dolayı yakınıyorsam
bağışla.
Eğer kendi halime ağlarsam ve üzüntümü söylersem bunu geri çevirme.
Şiirin sonunda Hazînî, dilek ve dualarını dile getirmektedir:
(Allah’ım) Bu evliya yoluna kargaşa verme. Kadm-erkeklerin sapkınlığı
ne vakte dek sürecek?
Ah bu karışık asrın oğullarından ki onlar kendi kusurlarını da itiraf
etmezler.
Bu keder ve gamda yalnız değilim; bu haldeki sayısız kimseden sadece
birisiyim.
Benim gibi çok mürîdler de gam yemiş ve bu hüzünlerini Hakk kapısına
iletmiştir.
0 isim yapmış sevgili Şeyh Hadîm bile ölüm anında yüz kere hayıflandı
ve dedi ki:
“Niçin onlar Allah’ın zikrinden yüz çevirip heva yoluna gittiler?
Onların değersiz kanını yol toprağına bile dökmem ve gayret atını
onlardan tarafa sürmem.
Birlikte zikrettiğimiz öylelerini de gördüm ki onları gözümden başka
yere oturtmaya kıya mam.
Bu hasretleri kendimle mezara götürüyorum. Zikr edenlerin ayağının
tozu, başımın tacıdır. ”
Tasavvufun faydası ve zikrin faziletinden istifade için o şefkatli
kutub böyle buyurdu.
Bu şaşılacak çevrede ne yapacağımı bilmez oldum. Arab’dan mı Acem’den
mi; kimden yakınıp, ağlayayım?
Ya Rab, bu temiz insanların tarikatını Sen, devrin devlet ricalinin
ilgisi ile ortaya çıkart, yeşert.
Temiz itikad kapısını halka aç ki onlar mana sarayına giden yolu
bulsunlar.
Herbiri silsilesinde kayıtsız ve bağsız olarak giderek maksudlarına
erişsinler. >
O mutluluğa erişmiş sultanın hürmetine, bu halk
perdeden baslarını çıkarsın, i >
O şahlar şahı ile irtibat kimya gibidir; ki, bu irtibat ile halkın
bakır vücudu altın olur.
Hakanın gösterdiği muhabbet sebebiyle mürşîdler iltifat gördü; irşad
sarayı sağlamlaştı.
Devlet adamları Allah’ın (yeryüzünde) gölgesi olduğu için, irşad yolu
böyle şöhret kazandı.
Evliya yolunun gayeye ulaşma sebebi, din yolunu açan sultanlarla
irtibattır.
Özellikle devrin sahibi Osmanoğulları’nm ve âhir zamanın sultanının
irtibatı ki,
(O) gizli ilimlerin esrarını ve “kün” (ol ) emrinin gizli anlamlarını
bilendir.
Benzeri ne Arab’da vardır ne Acem’de; o zamanının yegâne kalem ve
kılıç sahibidir.
O, insan ve nebilerin hayırlısı’nin hizmetkârı; Merve ve Safa
kapısının bekçisidir.
Ahmed’in dinine adaletiyle güç verdi. O’nun halkla ilişkisi ve
fetihleri Hakk üzre, Hakk içindir.
Ya Rab, O’nu şehzadeleriyle birlikte bu dünyada kendi korumanda tut.
Ömrünü tabiî vasıflı eyle, onunla âlemi düzen içinde kıl.
Deniz ve karasıyla kâinatın bütününde askerine daima fetih ve zafer
ver.
Allah’ın velî kulları ve melek topluluğu ta dokuz feleğe kadar onun
askerini izlemektedir.
O’nun zamanında, O’nun gün ve geceleri boyunca evliyanın işlerini
yolunda eyle.
Hoca Ahmed’i, o zamanın büyüğü ve Mâverâünnehir’in öncüsünü,
Ya Rab! gece gündüz, sen o kutubların kutbunu ve edebli kafileyi O’nun
yardımcısı kıl.,
O’nu, Allah erlerinin meclisini parlatıcı ve şevk sohbetine neşe
verici eyle.
O’nun varlığı ve bağışıyla yol açıldı ve bu yol her dakika O’nun
iltifatıyla revaç buldu.
Hak sarhoşu Seyyîd Mansûr’u koruyucusu kıl; Elest meclisinin eseriyle
başını yukarıda tut.
Bu dünya ve onda her ne varsa hepsi vefasızdır. O, şahın da kulun da
göç etme yeridir.
Allah’ın dostluğu ve zikri dışında bu alçak dünyada her ne varsa hepsi
ayıptan ibarettir.
Bu kâinat dükkânında insan için adil ve daima diri olan Allah aşkından
daha iyi bir hüner yoktur.
(...)
Allah’ım, bizi aşk ve fakrdan ayırma; padişahları da dervişlere dost
kıl.
Bu başı yüksek hakan ki âlemin sığmağı oldu; Sen ona ve askerlerine
aşkını da nasib eyle.
Hidayete ileten, herşeye gücü yeten ve en ulu olan; insan, cin ve
perilere yol gösteren Sen’sin.
Her ne istersen güzelce yapmağa gücün yeter. Varlık âleminde senden
başka gaybın bilicisi yok
Sen ayıpları örten, günahları bağışlayan, bilensin. Mahmud ve Ayaz’ın
suçunu örten, affeden Sen’sin.
Ey Allah’ım, ister dervîş ister şah olsun, herkes yüzünü Sen’in
dergâhına çevirir.
Diken ve gülün boy-bos atması Sen’dendir; yerin ve göğün genişliği ve
yüksekliği Sen’dendir.
(...)
Dünya gecesi ve kıyamet gününde Sen’in kapından başka bize bir sığmak
yok.
Aniden kabir toprağı bana yatak olduğunda,
Seyyîd Kaşıktıraş hürmetine merhamet et.
Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr’ın dua beyitlerinde de, dervîşin mürşîdine
minnettarlığını seslendirerek şöyle seslenir:38 “Şeyhinin
dîdârını görmekten, O’nu tanımaktan, O’na bağlanmaktan ötürü şükür kıl. Tanrım!
O önderin hakkı için asrımın hükümdarını koru, sözlerimden haz duysun.
Velîlerin sözlerinden yararlanmak sonsuz mutluluktur; dünya ise alınır satılır
bir şeyden başka bir şey değildir. ”
Hazînî’nin İstanbul’da Osmanlı Sultanı ile hangi ortamlarda ve nasıl
görüştüğü, kendisine yazdığı eserler karşılığında nasıl ödüllendirildiği
meçhuldür. Menbâü’l-Ebhâr’ın son kısmındaki sitemlerden gönlünden geçen
dileklere erişemediği anlaşılmaktadır. Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr eserini
yayına hazırlayan Dr. Mehmet Mahûr Tulum, Hazînî’nin bu sitemlerini
yorumlayarak şairin İstanbul’da bir Yesevî dergâhı açmak için aradığı desteği
bulamadığı için, gönlü kırık bir şekilde atayurduna dönmek zorunda kaldığı
kanaatini belirtir.39
Hazînî, yazdığı değerli eserleri ile hem başta Ahmed Yesevî olmak üzere
Yesevîyye yolunun önderlerini efsanelere karışmış bir konu olmaktan korumuş hem
de kendi adını ebedileştirmiştir ki Hâzinî’ye Pâdişâhlar tarafından verilecek
hiçbir maddi ödül bu hizmet ile kıyaslanamaz.
Hazînî’nin eserleri sâyesinde, Hazret Sultan Yesevî’nin ölümünden dört
asır sonra kaleme aldığı satırlar ışığında, (bugün vefatı üzerinden sekizyüz
yıl geçmiş olan) Ahmed Yesevî’nin tarihi bir kişilik olarak Türkistan
coğrafyası üzerindeki etkilerini konuşmak, tartışmak imkânına sahibiz. Yine bu
sâyede Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş isimli Yesevî mürşîdi hakkında da bir fikir
edinebilmemiz mümkün olabilmiştir.
Hazînî’nin eserleri: Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr,
Menbâ‘u’l-ebhâr fî riyazi’l-ebrâr, Huccetü’l-ebrâr, Teselliyu’l-kulûb,
Câmi‘u’l-mürşîdîn ve HazînîDîvânı’dır..
Dîvân-ı Hikmet ortada olmasına rağmen, hikmetlerin Yesevî’ye ait olup
olmadığı, kimler tarafından ne zaman kaleme alındığı gibi kafa karıştırıcı
tartışmaların ortaya çıkardığı puslu havalarda Hazret Sultan Yesevî’nin tarihi
misyonunun gölgelenmesi tehlikesi de Hazînî’nin bilhassa, “Cevâhiru’l-Ebrâr
Min Emvâc-ı Bihâr” ve “Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyazi’l-Ebrâr” eserlerinin
yayınlanması ile ortadan kalkmıştır.
Bir kez daha isbatlanmıştır ki, söz uçar, yazı kalır !..
Kıpçak Bozkırlarında Yesevî Halîfeleri:
Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevî’nin Türk yurtlarının doğu ve batı
bölgelerindeki etkisinden söz etmişken Türkistan’ın kuzey bozkırlarındaki
Yesevî izlerinden de söz etmeliyim. Kazak topraklarında yayıldıktan sonra
doğuda Kırgız bozkırlarına, Uygur ovalarına uzanan Yesevî etkisi, kuzeyde ise
İdil-Ural bölgesine, Bulkar Türklerinin yurtlarına kadar yayıldı ve ulaştığı
her yerde bugüne kadar yaşadığı gözlemlenen izler bıraktı. Kuzey Türklerinden
bugüne intikal eden tarihî belgeler -ne yazık kipek az olduğu için, Ahmed
Yesevî menkıbesinin bu Kıpçak bozkırlarında nasıl yayıldığı tam olarak
bilinmemektedir. ‘Risâle-i Tevârih-i Bulkariyye’ ile, ünlü ‘Hakîm Ata Kitabı’,
‘Bakırgan Kitabı’, ‘Âhir-zaman Kitabı’ gibi, oldukça eski zamanlardan beri
Kuzey Türkleri arasında yaygın olarak okunan bazı eserler, Yesevî ve
mürîdlerinin menkıbelerini asırlarca yaşatmıştır.
Türklük aleminin en kuzeyindeki kültür merkezi Kazan’da komünizmin egemen
olduğu dönemdeki katı yasak günlerinden önceki yüzyılda defalarca basılmış
olan Dîvân-ı Hikmet’in ilk matbaa basımının 1878 yılında Kazan’da 1200 tirajla
65 hikmetten oluşan bir derleme olarak yapılması da Kıpçak bölgesinde Hazret
Sultan Yesevî’nin manevî etkinliğinin somut bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.
1887 yılındaki ikinci baskının 71, üçüncü baskının 134, 1896 yılında 147, 1901
yılında 4000 tirajla, 1904 yılı baskısının 149, 1905 yılında 159 hikmetten
oluşturularak 10.000 tirajla basıldığı ve son olarak 1912’de matbaa baskısı
olarak yayınlandığı bildirilmiştir. 1887-1912 yıllarındaki baskılarının
3600-6000 arasında değişen tirajlarla -bir baskının ise 10.000 tirajlayapılmış
olması yapılması Dîvân-ı Hikmet’in bölgedeki popülaritesi hakkında bir fikir
vermektedir. Aynı dönemde Yesevîlik tarîkatının merkezinde yer alan bölgede
yapılan Taşkent baskısının 1902 yılında 2000 tirajı olduğu düşünülürse Kıpçak
bölgesinin Yesevî’ye verdiği önem ortaya çıkar.
Ahmed Yesevî’nin Kıpçak Türkleri arasında çok eski zamanlardan bu yana
büyük bir şöhreti olup, bölgede yetişen ünlü mürşîdlerin doğrudan doğruya veya
bir vesile ile Yesevîyye (bölgedeki yaygın adı ile Cehrîyye) mensubu oldukları,
Hüsâmeddîn b. Şerefeddin’in 1584’de yazmış olduğu Risâle-i Tevârih-i
Bulkariyye’den kolayca anlaşılmaktadır.
Tarihî bir değeri olmasa da menkıbevî bir mahiyeti olan bu eserde
zikredilen, Ahmed Yesevî halîfelerinden bazı ünlü mürşîdler şunlardır:
Eski Kazak şeyhlerinden Biraş ibn Abraş Sûfî, Cehrîye tarikinden ve
Ahmed Yesevî mürîdlerinden olup, Hazret Sultan Yesevî’nin işaretiyle İdil
boylarına irşad için gönderilmiştir.
Buri nehri boyunda Aday-Çermiş avulundan Eşmehmed Tokmehmedoğlu, Biraş b.
Abraş Sûfî’ nin mürîdi ve halefi olarak otuzaltı yıl irşad yaparak edip
etrafında birçok dervîş toplamış ve Şeyh Baba lakabiyle şöhret kazanmıştır.
Cehriye tarîkatının kuzeydeki Kıpçak bozkırlarındaki bu ünlü temsilcisi
öldükten sonra, yirmi sene bütün o bölgeler mürşîdsiz kaldı; rivayete göre
artık tarîkatın sülük adâbını bilen hiçbir kimse kalmamıştı.
O yıllarda Doğu Türkistan’daki Yarkend’de Ahmed Yesevî’nin mürîdinin
mürîdi olarak bilinen Şeyh Hidâyetullah, Cehrîyye tarîkatının başında
bulunuyordu. Kıpçak bölgesinin Terbirdi Çallis avulundan İdris Zü’lMehmedoğlu
Yarkend’e gidip onbeş sene Şeyh Hidâyetullah’ın yanında seyr ü sülük yaptı.
Kıpçak bölgesinin ünlü mürşîdi Sûfî Eşmehmed’in vefatından yirmi yıl sonra
Şeyh Hidayetullah, halifesi Zül-Mehmedoğlu İdris Hâce’yi İdil bölgesinin
mürşîdi olarak görevlendirdi. İdris Hâce’nin halifesi ise Kazan’lı Kasım Şeyh
İbrâhimoğlu’dur. Ak-İdil başında Bay Çura-Çermişî’nin avulunda ise Ahmed Yesevî
mürîdlerinden Hoca Emîr Kelal’in kabri bulunur.
Bütün bu bilgiler, Ahmed Yesevî’nin Kuzey Türkleri arasındaki etkisini
gösteren bulgulardır.
Hazret Sultan Yesevî’nin Kuzey Türkleri arasındaki önemini anlatmak için
çayın Türkler arasında ilk defa kullanılması hakkında bölgede ağızdan ağıza
dolaşan bir menkıbenin bu olguyu Yesevî ile ilişkilendirmesi de
gösterilebilir. Bu menkıbeyi kaydeden Abdul-Kayyum Naşirî, “Yesi karyesi,
KaşgarTn doğu tarafında bir kasabadır; Ahmed Yesevî 1166. yılda orada vefat
etmiştir.” şeklinde tarihi ve coğrafi bilgi de verir.
MENKIBE
Ahmed Yesevî,
birgün Hıtay (= Çin) sınırındaki Türkistan karyelerinden birine konuk oldu. O
gün hava oldukça sıcak olduğu için, eşeğine binerek kat 'ettiği uzun mesafeli
bu yolculukta çok da yorulmuştu. Tesadüfen evine konuk olduğu çiftçinin eşi bu
sırada bir çocuk dünyaya getirmek üzere idi. Kendisini konuk eden çiftçi, bunu
hatırlatıp Hazret Sultan 'dan doğumun kolaylaşması için duasını talep etti.
Ahmed Yesevî, bir duâ yazdı; bu duanın olduğu kâğıdı kadının beline bağladılar
Doğum kolayca gerçekleşti. Eşinin doğum sıkıntısından zahmetsizce
kurtulmasından dolayı çok memnun olan çiftçi, çay kaynatıp getirdi. Hazret Sultan,
çayı sıcak sıcak içince terledi, yorgunluğu gitti. Yorgunluğunu giderdikten
sonra: “Bu içecek şifalı birşey imiş, hastalarınıza bundan içirin ki şifa
bulsunlar Allah kıyamete kadar buna revaç versin ” diye duâ etti. İşte, çay,
rivayete göre, Türkler arasında o zamandan beri kullanılıp durmuş ve herkese
şifa verici olmuştur (Abdul-Kayyum Naşirî, Fevâkihü '1-Cülesâ, s. 658, Kazan
Üniversitesi basımı, 1884).
Bütün bu bilgi ve rivayetler, Kuzey Türkleri arasında da Yesevî isminin
ve tarîkatının bilindiğinin somut bir işareti olarak kabul edilmelidir.
Nogaylar arasında İdgü menkıbesi teşekkül ettiği zaman, Yesevî,
kahramanın atası olarak hikâyeye dâhil edilir ve bu ünlü bir Nogay menkıbesi,
Türklerin tarihî halk kahramanlarından Yedigey’i Yesevî neslinden gösterir.
Shaw tarafından yayımlanan ünlü Satuk Buğra Menkıbesi’nde Sultan Ahmed Yesevî
türbesinde yapılan bir ayinden bahsedilir.
Türk dünyasının kuzey kuşağını teşkil eden Başkırdistan ve Tataristan’da
da Ahmed Yesevi’nin kalıcı tesirlerinin izine bugün bile rastlanılmaktadır.
Kırgız-Kazaklar arasından geçerek İdil boylarına kadar yayılan Yesevîyye
tarîkatı ve Ahmed Yesevî halifeleri ve mürîdlerinin menkıbe ve kerametleri
hakkında nisbeten az bilgi olunması, bölge tarihine ait eski devirlerden kalan belgelerin
yok denecek kadar az bulunmasından ileri gelir. ŞeraituTİman40 gibi
bölgede çok yaygın olan ve iyi bilinen, halka ilmihal bilgileri vermek için
hazırlanan basit eserler, Hazret Sultan’ın halk nezdindeki yeri ve önemini gösterir.41
Doç Dr. İbrahim Maraş’ın değerli bir armağanı olarak bir örneği elimde
bulunan ve 1894 yılında halka İslâm’ı öğretmeğe yönelik olarak Kazan’da Arab
ve Kiril harfleri ile Kazan Tatarcası ve Rusça olarak basılmış olan
‘ŞeraituTİman’ isimli risalede yer alan bir ifade bile tek başına Ahmed
Yesevi’nin Türk yurtlarının kuzey alanındaki etkisini kanıtlamağa yeterlidir.
ŞerâituTİman (İmanın Şartları) risalesinde iman esaslarını ezberletmek
üzere tek tek sıralanan “Kimin kulusun?”, “Kitabın hangisidir” , “Kimin
ümmetindeniz?” gibi temel soruların hemen ardından sıralanırken şu soru ve
cevabı verilmektedir: Soru: “Kimin silsilesindeniz?” Cevab: “Hoca
Ahmed Yesevi r.a. silsilesindeniz. ”42
Kazan’da defalarca basılan ünlü Hakîm Ata Kitabı’ndaki Yesevî
mürîdlerine ait bazı menkıbelerin de İdil-Ural bölgesinde yaygın olduğu
bilinmektedir.
Hazret Sultan’ın Eli Kalem Tutan
Halefleri
Ahmed Yesevî’nin manevî yolunun sürdürülmesinde, fikirlerinin
geliştirilerek yaşatılmasında asırlar boyu tasavvufî irşadı devam ettirmiş
Yesevî mürşîdleri kadar Yesevî’nin hikmetleri tarzında yazdıkları şiirler ile
tebliğ usulünü sürdüren sûfî şairler de etkin olmuşlardır. Hazret Sultan’ın bu
şair halefleri Yesevî sonrası asırlarda yaşattıkları şiir ekolünü günümüze
kadar getirmeyi başarmışlardır. Öyle ki bu şairlerin dile getirdiği hikmetli
mısralar halk nezdinde o kadar etkinlik kazanıp yaygınlaşmıştır ki 19. yüzyılda
matbu olarak basılan “Dîvân-ı Hikmet” nüshalarına kadar girmiştir. Pîr-i
Türkistan’ın “Dîvân-ı Hikmet’Tnin tek tek istinsah edilen el yazması
nüshalarında da görülebilen bu isimler arasında Süleyman Hakîm Ata, Baba Mâçîn,
Tac Hoca, Zengî Ata, Azim Hâce, Âlim Şeyh lakâblı Muhammed Âlim Sıddîkî (ölümü:
1633) Dervîş Ali, Şeyh Hudâydâd, Kemal İkânî, Şems Özkendî, Nimetullah Kul
Ubeydî, Kul Şerif önde gelenleridir. Bunların bir kısmının aynı zamanda Yesevî
mürşîdi olarak tarîkatın sürdürücüsü olarak irşad postunda da oturdukları
bilinmektedir. Matbû “Dîvân-ı Hikmet” nüshalarında şiirlerine en sık rastlanan
ismin Hâce (Miskîn) Azîm olarak bilinen sûfî olması da dikkat çekmektedir.
Şemseddin Özgendî de, “Şems-i Âsî” mahlasıyla hikmet tarzında şiirler
söylemiştir. Şeyh Zinde Ali “Semerâtu’l-meşâyih” kitabında yüzden fazla Yesevî
şeyhinin adları -ve birbirinden ilginç menkıbelerikaydedilmiştir ki Yesevîyye
tarîkatının bölgedeki etkinliğini isbatlayan bir rakamdır.43
Hazret Sultan Yesevî’nin tasavvufî irşadının yaygınlaşmasında etkin olan
şair olmayan sûfî yazarlardan Sûfî Muhammed Dânîşmend’in “Mir’âtü’l-kulûb”,
Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin “Neseb-nâme”, Hüsâmeddin Sığnâkî’nin “Risale
derterceme-i Ahmed Yesevî”, Sadr Ata, İshâk Ata’nın “Hadîkâtü’l-ârifîn”, Âlim
Şeyh’in “Lemehât min nefehâtü’l-kuds”, Muhammed Şerif Hüseyin el-Buharî’nin
“Hüccetü’z-zâkirîn”, Zinde Ali’nin “SemerâtüTmeşâyih” ve Yesevîlik yolunun
velûd dervîşi Hâzinî’ nin “Cevâhirü’l-ebrâr min emvâci’l-bihar”,
“Menbâü’l-ebhâr fi-riyâzi’l-ebhâr”, “Hüccetü’l-ebrâr der esâmi-i evliya-i
kibâr”, “CâmiüTMürşîdîn”, gibi eserleri de Yesevîyye kültürünün temel
kaynakları olarak kaydedilmeyi hak etmektedir. Âlim Şeyh lakaplı Muhammed Âlim
Sıddîkî’nin 1624 yılında tamamladığı Lemehât min nefehâti’l-kuds isimli
Farsça eseri, Ahmed Yesevî’den başlayarak kendi dönemine kadar yaşamış olan
birçok Yesevî şeyhi hakkında bilgi içermektedir. Âlim Şeyh’in halifelerinden
olan ve Yesevîlik yanı sıra Nakşbendîlik icâzeti de bulunan Muhammed Şerîf
Buharî (ölümü: 1697) Farsça olarak kaleme aldığı Huccetü’z-zâkirîn li
reddi’l-münkirin isimli eserinde hem cehrî zikrin meşrûiyetini göstermeğe
çalışmış; hem de önceki Yesevî şeyhleri hakkında bilgiler vermiştir. Hikmet tarzında
Türkçe şiirler yazan Kul Şerîf mahlâslı şair olduğu da düşünülen bu zâttan
sonra Yesevîyye silsilesi sırasıyla Fethullah Azîzân ve Lütfullah Azîzân ile
devam edip Şeyh Hudâydâd Taş-Muhammedoğlu Buharî’ye (ölümü: 1801) ulaşır.
Tasavvufa dâir birçok eser kaleme alan Şeyh Taş-Muhammedoğlu Hudâydâd’ın Bustânü’l-muhîbbîn
isimli Türkçe eseri Yesevîyye tarîkatının âdâbı hakkında önemli bilgiler içeren
ve cehrî zikri savunan bir kaynaktır.44 Şeyh Hudâydâd halifesi
Ömerîşân, Yesevîlikle birlikte Nakşbendî-Müceddidî silsilesine de mensubtur.
Yesevîyye kültürünün temelini teşkil eden Ahmed Yesevî’nin eserleri
yanında edebî ürünler üretmiş bu sûfî şâir ve yazar takipçilerinin etkisi ile,
Arabça ve Farsça’nın egemen olduğu medrese tarzı eğitim dairesinin etkisiz
kaldığı geniş Türk kitlelerinde paralel bir halk irfanı asırlar içerisinde
böylece teşekkül etmiştir.
Eser veren bu Yesevî şeyhlerinin dışında, kaynaklarda hayatı ya da
silsilesi hakkında yeterli bilgi bulunmayan başka Yesevîyye mensupları da
vardır. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Yaşlıg Yunus Ata, İsmail Ata mürîdi
Otlug Yunus Ata, Bahâeddin Nakşbend’in kendileriyle görüştüğü Kuşem Şeyh, Halil
Ata ve Pehlivan Ata, Emîr Külâl’in oğlu ile görüşen Kök Ata, Türkistanlı Tonguz
Şeyh, bunlardan bazılarıdır.
İlk Yesevî Halifeleri Sonrasında
Türkistan’da Tasavvuf ve Yesevîlik
Ahmed Yesevî’nin mürîdi Sûfî Muhammed Dânîşmend’in ‘Mir’âtüTkulûb’ isimli
eserinde Yesevî’den naklettiği “âhir zamanda sahte şeyhlerin ortaya çıkacağı
ve bunların ‘Ehl-i Sünnet’i sevmeyeceği” şeklindeki rivayetler ile Hoca
İshâk’ın HadîkâtüTârifîn’inde İmâm Ebû Mansûr Mâturîdî’ye atıf yapılması ve
Yesevî kaynaklarında cehrî zikri savunmak için sürekli Hanefî fıkıh kitaplarına
referans yapılmış olması, Yesevîyye mensuplarının diğer Orta Asya Türkleri gibi
Mâturîdî ve Hanefî olduğunu göstermektedir.
Yesevîyye tarîkatı ve kurucusu Hazret Sultan Yesevî menkıbesi Seyhun (=
Sir-Derya) bölgesinde, yani Yesi, Taşkend ve çevresinde gösterdiği yayılma
gücünü, Horasan bölgesinde, Hive Hârezm havzasında, Mâverâünnehir olarak
bilinen Buhara, Semerkand’da ve Fergana’da birkaç asır boyu gösteremedi. Bu
bölgelerde Yesevîyye tarîkatı ve Yesevî menkıbelerinin yaygınlaşması ancak 14.
asırdan sonra Timur ve oğulları döneminde olmuştur. Türkistan’ı emri altında
birleştiren Emîr Timur’un 1398’de Hazret Sultan Yesevî adına görkemli bir
türbe ve külliye yaptırırken yakından -ve muhtemelen şahsentanıdığı Şah-ı
Nakşbend dergâhında böylesi bir imar faaliyetini tercih etmemesi de dikkate
değer bir durumdur. Bu tercihin zâhirî bir sebebini kaydedebilmek pek mümkün
görülmemektedir. Bu nedenle Hazret Sultan Yesevî ile Emîr Timur arasındaki
manevî ilişkiyi yansıtan rivayetlerin önemi artmaktadır.
Halk üzerindeki nüfuzunu yerleştirmek ve güçlendirmek için manevî
önderlere ve ünlü mürşîdlere dayanma siyasetini güden Emîr Timur, bu suretle
Seyhun bölgesi halkının kendisine sempatisini arttırmak maksadını takip
ediyordu.
Bu dönem Türkistan’da tarîkata ismini veren Şah-ı Nakşbend Bahâüddin
Buharî tarafından Nakşbendîyye tarîkatının temel esaslarının sistematik olarak
belirlendiği ve halk arasında yayıldığı zamandır. İlginç bir şekilde
Nakşbendîyye ile Yesevîyye tarîkatlarının halk içinde birlikte yayılmakta ve
toplum seçkinleri arasındaki nüfuzlarını arttırmakta oldukları söylenebilir. Bu
vakıada her iki tarîkatın silsilelerinin birkaç halka geriye gidildiğinde Yûsuf
Hemedânî’de birleşiyor olması etkili olmuş olabilir. Nakşbendîyyenin kurucusu
olan Şah-ı Nakşbend lakâbıyla tanınan Bahaeddîn Muhammed ibn
Muhammedü’l-Buharîyyül-Üveysî mürşîdleri arasında sayılan Yesevî mürşîdleri
ile ilişkisi her iki tasavvuf ekolü arasındaki yakın ilişkinin bir diğer
kanıtıdır. Şah-ı Nakşbend’in Yesevî şeyhlerinden Kuşem Şeyh ve Halil Ata ile,
bir süre beraber bulunarak feyz alması Nakşbendîliğin, Ahmed Yesevî ile ilgili
sayılmasına yol açmıştır.
Hoca Bahaeddîn Buharî, dervişliğinin ilk yıllarında Emîr Seyyîd Külal’m
işareti gereğince Nahşeb’deki Yesevî şeyhi Kuşem Şeyh’in yanına gitti. İki-üç
aydan fazla süre ile Kuşem Şeyh’in yanında kalarak manevî eğitim aldı. Bu
rûhânî eğitim süreci sonunda Şeyh Kuşem, Şah-ı Nakşbend’i “Benim dokuz oğlum
vardır, sen onuncususun ve seni hepsine tercih ederim.” sözleriyle teşrif
(=onore ) etti. Bundan sonra Kuşem Şeyh, Nahşeb’den Buhara’ya geldikçe Hoca
Bahaeddîn, bu Yesevî pîrine olağanüstü derecede bir saygı gösterirdi.
Şah-ı Nakşbend’in Yesevîlik’le ikinci bir ilişkisi de, yine Yesevî
şeyhlerinden Halil Ata’dan feyz ve nasib almasından dolayıdır. Şah-ı
Nakşbend’in kendisi Halil Ata ile ilişkisini şöyle anlatır: Dervişliğin ilk
zamanlarında rüyamda Hakîm Ata’nın beni bir dervişe yönlendirdiğini gördüm.
Saliha bir ninem vardı; bu rüyamı ona nakledince, Türk şeyhlerinden nasibim
olduğu şeklinde yorumladı. Birgün, o rüyamda gördüğüm -sonradan adının Dervîş
Halil olduğunu öğrendiğimo dervîşe Buhara pazarında rastladım; fakat konuşamadım.
Akşam evime birisi gelerek Dervîş Halil denen dervîşin benimle görüşmek
istediğini söyledi. Niyâz ve şevkle derhal Dervîş Halil’in meclisine vardım.
Gördüğüm rüyamı anlatmak istediğimde Türkçe olarak rüyamın kendisine de malûm
olduğunu anlattı. Zaman içerisindeki siyasi gelişmeler sonunda o dervîş,
Mâverâünnehir hükümdârı oldu ve ‘Sultan Halil’ ünvânını aldı. Sultan olduğunda
da benimle sohbetini sürdürdü, ilgi ve yakınlık ve şefkat gösterdi. Gâh lütuf
ve gâh unf ile bana tarîkat adâbını öğretti. Bu şekilde altı sene kadar Sultan
Halil’in yanında kaldım: aldığım feyz ve bereket ile tasavvufî sülük yolunda
çok terakki gösterdim. Halk arasında iken zâhiren Sultan’ın hizmetinde
bulunurdum; yalnız kaldığımızda ise mahrem-i hassı idim. Daha sonra Sultan
Halil’in saltanatı sarsıldı; bir anda saltanatını yitirdi. Bu hale şâhid
olunca, gönlüm dünya işlerinden tamamen soğudu. Buhara’ya yakın bir köye gelip
yerleştim.”
Siyasî alanda güç dengelerinin sarsıldığı ve merkezî bir otoritenin
kalmadığı 16. yüzyıl sonrasında Yesevîlik, Orta Asya’nın diğer tarîkatlarıyla
bazen iyi ilişkiler içinde olmuş, bazen de karşılıklı rekâbet içerisine
girmiştir. 14. yüzyıl sonlarından itibaren bölgede etkinliğini arttıran
Nakşbendî meşâyihi, Yesevîleri cehrî zikir, postnişînliğin genellikle aile
içerisinde devri, dergâh oluşturma ve toplu gösterilere önem vermeleri gibi
konularda eleştirmişlerdir. Bu itirazlara karşı Yesevî mürşîdleri de cehrî
zikrin câiz olduğunu kanıtlamak için birçok eser kaleme almışlardır. Ancak
Nakşbendiyye’nin Kâsâniyye kolunda cehrî zikir, semâ ve halvet gibi uygulamalara
sempati ile bakıldığı için Nakşîliğin Kâsânîyye kolundan sûfîlerle Yesevîler
genelde iyi ilişkiler içerisinde olmuşlardır. 16. yüzyıldan itibâren bazı
Yesevîlerin mensuplarının kendi tarîkatlarının yanı sıra Nakşbendî silsilesine
de intisabı tercih ettikleri kaydedilir. Ünlü Yesevî mürşîdi ve müellifi Hazînî
(ölümü: 1593?-), Nakşbendiyye’nin Kâsâniyye kolundan Hâce Sa‘d Cûybârî’nin
halifesi Molla Emîn’den Nakşibendî icâzeti de almıştır. 17. yüzyılın başlarında
yaşayan Yesevî şeyhi Tokum Şeyh Hîvekî dört yüz mürîdi ile birlikte bir
Nakşbendî şeyhine intisab etmiştir. Âlim Şeyh’in halifesi olan Mevlânâ Osman’a
intisab ederek hilâfet almış bulunan Buharalı Muhammedî İmlâ (ölümü: 1749)
Yesevîliğin yanı sıra Nakşbendiyye’den de icâzetli idi. Orta Asya’dan
Hindistan’a göç eden ve menâkıbı oğlu Muhammed Kâsım tarafından Menâkıbu’l-ahyâr
veya Makâmât-ı Seyyîd Atâî adlı eserle nakledilen Cemâleddin Hâce
Dîvâne Seyyîd Atâî (ölümü: 1607) de Yesevîlikle birlikte Nakşbendiyye,
Kübreviyye ve Aşkıyye tarîkatlarına bağlı idi. Fakat bu intisabların önemli bir
kısmının tasavvuf geleneğinde teberrük olarak adlandırılan türden olduğu
kolayca tahmin edilebilir.
Tasavvufun Türkistan’daki seyrine baktığımızda Doğu’dan Batı’ya -veya
Baykal gölünden Hazar’adoğru Yesevîyye-Nakşbendîyye-Kübrevîyye şeklinde bir
yapılanma sergilendiğini söylemek mümkündür. Bu tarîkatların nüfuz alanları
birbirinden kesin sınırlarla ayrılmış olmayıp adeta iç içe geçmiş halde bir
arada yaşatılmışlardır. Öyle ki bazı kaynaklarda bir Kübrevî şeyhinin Yesevî
olarak veya bir Yesevî mürşîdinin Nakşbendî olarak gösterilmesi de şaşırtıcı
bir durum değildir.
Fars dili ile mükemmel şiirler yazan tanınmış sûfîlerin şöhreti yanında
Ahmed Yesevî’nin etkileri Nakşbendîlik’in kurulmasına kadar, daha çok Türk
kültürünün hüküm sürdüğü Türkistan’ın kuzeydoğu bozkırlarında kendisine lokal
denebilecek yayılma sahası bulabilmişti. Şah-ı Nakşbend Bahâüddîn’den sonra
Nakşbendîlik, Mâverâünnehir ve Horasan Türkleri arasında çok yayılmış,
Yesevîlik nüfuz sahasını bir bakımdan daraltmıştır. Emîr Timur ve oğullarının
zamanında faaliyet gösteren Ubeydullah Ahrar gibi mürşîdlerin çoğu, Nakşbendî
tarîkatı mensubu olduklarından, bu önemli mürşîdler zamanında Yesevî
menkıbeleri, Fars kültürünün şiddetle hüküm sürdüğü Horasan ve Mâverâünnehir
bölgelerinde de yayılmağa başlamıştı.
Yesevîyye mürşîdlerinden Hakîm Ata’nın irşad sahası olarak bilinen Hârezm
bölgesinde ise 13. yüzyıldan itibaren bölgenin ünlü mutasavvıfı Necmüddin
Kübra’nın Kübrevîyye tarîkatı etkinlik kazanmış durumda idi. Tasavvuf
klasiklerinden NefahâtüT-Üns’te Kübrevî şeyhlerinden Ali Lala hakkında verilen
bilgi, Ahmed Yesevî’yi Moğol istilâsı sırasında, 1221 yılında şehid olan Hz.
Pîr Necmeddin Kübra ile çağdaş olarak gösterir. Eğer bu çağdaşlık rivayeti
doğru olarak kabul edilirse, Hazret Sultan Yesevî’nin vefat tarihinde henüz
genç olduğu kabul edilmesi gereken Necmeddin Kübra’nın Ahmed Yesevî’nin son
günlerine yetişebilmesi mümkündür. Yesevî geleneğinin temel kaynaklarından
Cevâhirü’l-Ebrâr’da, Necmeddin Kübra halîfelerinden Şeyh Seyfeddin Baharzî’nin
de Yesevî halifesi olarak zikrediIdiği düşünülürse, Nefahat’taki rivayetin doğru
olabileceği, bunun yanısıra Kübrevîyye şeyhlerinden Ali Lala’nın Yesevî’nin
ölümünü takip eden ilk yıllarda bir Yesevî tekkesinde -belki Yesi’debulunduğu
kabul edilebilir.
Her büyük tarîkatta onun esas hatları dışına çıkmamak üzere, birtakım
küçük kolların doğduğu görülür. İkânîye gibi birkaç tane küçük tarîkat
kolu daha Yesevîyye’den kaynaklanmış ise de, gerçekte ayrı birer tarîkat
sayılmaları doğru olmaz. Tibyan-ı Vesailü’1-Hakâyık yazarı, Nakşbendîlik
ve Bektâşîlikten başka, İkânîyye gibi birkaç lokal tasavvufî kolu Yesevîlik
kaynaklı olarak göstermekte ise de doğru değildir. “İkânîyye” Yesevîyye
mürşîdlerinden Mevdûd Ata halîfelerinden Şeyh Kemal İkânî’ye dayanır. Taşkend
vilâyetinde oturan Şeyh Kemal İkânî’yi zamanının en ünlü Nakşbendî mürşîdi Hoca
Abdullah Hocendî, Horasan’dan Taşkend’e geldiği zaman tanıdı ve kendisine
büyük saygı ve sevgi gösterdi. Bu karşılıklı sevginin göstergesi olarak sık sık
bir araya gelip sohbet ederlerdi. İkinci kola gelince, Tibyan-ı Vesâit,
bu kolun adını bile anmadan Yesevîyye silsilesinden Hadîm Şeyh’den Şeyh
Hâcegî-i Kasanî halîfelerinden 1567’de ölen Ahund Molla Hıred Azîzan’a ulaştığını
kaydeder.
19. yüzyıl sonlarında Türkistan’ın Fergana vâdisinde ve Kırgız
yaylalarında bulundukları kaydedilen ve bazı kişiler tarafından Yesevî
dervişleri ile ilgili olarak gösterilen ‘Lâ...’-çılar ile “Saçlı
îşân” takibçilerinin Yesevîlik ile ilişkisi kanıtlanamamıştı^ Tarih boyu
heretik bazı görüşleri ve şeriat sınırlarını zorlayan uygulamaları ile tepki
çekmiş olan bu münferid gruplar Horasan Kalenderliğinin Türkistan’daki son
kalıntıları olarak kabul edilebilir.
Yazılı kaynaklarda 19. yüzyıl başlarına kadar izi sürülebilen Yesevîlik,
Kazak bozkırlarının Rus esaretine düşmesine paralel olarak günden güne
zayıflamıştır. Bu dönemde Mâverâünnehir bölgesinde Nakşbendîlik içinde erimeye
başladığı için silsile akışı da yer yer sekteye uğrayan Yesevîler, bu tarihten
sonra yazılı kaynaklarda görülmez hale gelmiş, 19. yüzyılın sonlarında
Ruslar’ın Orta Asya’nın tamamını işgal etmesi ardından da, adetâ gözden
kaybolmuştur. 1917 Komünist Devrimi sonrasında Rus emperyalizminin ağır
baskısına eklenen ateist saldırılarda Yesevî, Nakşî, Kübrevî denilmeden tüm
tarîkat mensubları yok edilmeğe çalışılacaktır. Aralıksız yetmiş yılı aşkın
süre ile devam eden bu ağır saldırı döneminde tarîkat faaliyetlerini sürdürmek
imkânsız hale gelmiş; münferit dervişlerin aile içinde dahi tasavvufî bir hayat
yaşamaları güçleşmiştir. Türkistan’a yerleşen Ruslara karşı organize edilen
Basmacı ayaklanmalarına katılan Türkistan Türkleri Afganistan, Pakistan,
Hindistan, Suudî Arabistan ve Türkiye’ye kadar uzanan bir coğrafyada darmadağın
olmuşlardır. Bu göçmenler arasında Yesevî kültürünü ailesinden tevârüs
edenlerin çalışmaları ise genellikle kendi aile çerçevesini aşamamıştır.
Gayretli Türkistan evlâdı ve Yesevî torunu Şehabeddîn Yesevî, Suudî
Arabistan’da yeni bir hayat kurarken elyazması olarak hazırlayıp fotokopi kitap
haline getirdiği “ “Türkistannıng Accığ Hakikatleri” (= Türkistan’ın Acılı
Gerçekleri) kitabı ile Türkistan bilincini yaşatmağa çalışan ve yaşadıklarını
sonraki nesillere aktarmayı başarmış nadir insanlardan birisi idi.
Medine-i Münevvere’nin parmak ile gösterilir evliyâullahından olan Şeyh
Muhammed Zekeriya Mergilânî (Buharî) de aynı rüzgârın annesi ile beraber
savurduğu mazlum Türkistanlılardan birisi idi.
Bu insanlardan Türkistan’da tanışma fırsatı bulabildiğim bir diğeri olan
Sultan Ahmed İşan isimli dervişin anlattıkları çok ibret verici idi.
Semerkandlı bir Yesevî dervîşi ailenin çocuğu olarak 1920’lerde Pakistan’a göç
eden bir mülteci ailesinin çocuğu olan Sultan Ahmed İşan 2. Dünya Savaşı’nın
bitiminden hemen sonra kısmen yumuşayan iklim sayesinde 1945’de Özbekistan’a
dönmüştü. Daha sonra gördüğü bir rüya45 ile Kazak bozkırının en
çorak bölgesinde bir vaha gibi duran Yesevîyye mürşîdlerinden Ay Hoca İşan
Türbesi türbedârlığına kendisini vakfeden bu Yesevî dervişine tarîkat
faaliyetini, neden sürdüremediğini sorduğumda verdiği yanıt korkunçtu:
“Evimdeki çocuğuma bile tarîkatı anlatamadım. Çünkü KGB öylesine acımasız bir
takip sistemi kurmuştu ki, karısını kocasına, çocuğunu annesine yönelik bir
takibin casusu olarak kurgulamıştı.”
Tanıklık ettiğim bu birkaç örnek dahi Türkistan’ın nasıl acımasız bir
saldırının muhatabı olduğunu göstermeğe yeter sanırım.
Türkistan’ın Üveysî Yesevîleri
Yaşayan bir şeyhe yüzyüze intisab ettikten sonra tasavvufî bir eğitim
almadan genellikle rüyada bir mürşîde bağlanıp manevî yolla silsileye dâhil
olan mürîdler Üveysî olarak bilinir. Türkistan’da dün de bugün de, rüyada Ahmed
Yesevî’den ya da sonraki Yesevî mürşîdlerinden Üveysîyyet yoluyla hilâfet
aldığını söyleyen kişilere rastlanır. Çoğunlukla ferdî bir bağlılık ötesine
geçmeyen üveysî irşad, bazı örnek üveysî mürîdler etrafında daha derinlemesine
bir etki alanı oluşturabilmiştir.
15.
yüzyılda Şehrisebz
yakınlarında yaşayan ve ‘Hazret Beşîr’ olarak anılan Seyyîd Ahmed Beşîrî
(ölümü: 1463) ile 16. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayıp 1556’da Yârkend’de
vefat eden Muhammed Şerîf Buzurgvâr bu üveysî Yesevîlerinin ismi bugüne
intikal etmiş iki örneğidir. Seyyîd Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbeleri
Nâsır b. Kâsım Türkistan?nin Heşt Hadîkâ veya Hadâiku’l-cinân adıyla
anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Buzurgvâr’ın menkıbeleri
ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe Tezkire-i Muhammed Şerîf Buzurgvâr
isimli manzum eseri ile aynı ismi taşıyan ancak yazarı bilinmeyen, yine Türkçe
mensûr bir eserde bir araya getirilmiştir.
Osmanlı Coğrafyasındaki Yesevî Dervişleri
Hazar’ın Azerbaycan kıyılarından başlayarak Balkanlara kadar yayılan Batı
Türkleri arasında Yesevî etkisi, daha Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan çok
önceleri yayılmıştı. 13. yüzyılda, Kazak bozkırlarından başlamak üzere tüm Türk
yurtlarını kasıp kavuran Moğol fırtınasıyla, kalabalık Türk oymaklarının
doğudan batıya doğru bir sel gibi aktığı süreçte, Anadolu’daki Türklere eski
anavatanları Türkistan’dan insan grupları yanında etkin unsurunu Yesevî
geleneğinin oluşturduğu manevî akımların da nakledildiği muhakkaktır.
Moğolların Türkistan ve Horasan’ı istilâsı, Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru
büyük bir nüfus hareketinin oluşmasına yol açmıştır. Bu nüfus hareketleri ile
Anadolu’ya gelen göçmen Türk kitlesi içerisinde yer alan dervişler ve bunlar
arasındaki Yesevî alp-erenleri, Anadolu’da yepyeni bir tasavvufî hayatın boy
atmasını sağladılar.
Hârezm, Horasan, Azerbaycan yolu ile Anadolu’ya gelen insanlar arasında
Yesevîyye tarikatından dervişler olduğu ve bu dervişlerin Anadolu’nun muhtelif
yörelerinde zaviyeler oluşturarak yerleştikleri tarihî kayıtlarda da
görülmektedir. Bu zaviyelere ait vakıfnâmelerin de tanıklık ettiği gibi,
onlarca merkezde yerleşerek, Anadolu’da adetâ yeniden doğan Yesevî tasavvuf
geleneğinin etkileri halk arasında yayılmıştı. Ahmed Yesevî’nin manevî nüfuzu
Batı Türkleri arasında, bütün Anadolu ve Rûmeli’de hattâ Azerbaycan
topraklarında uzun süre devam etmiş, Hazret Sultan Yesevî silsilesine müntesib
olduğunu söyleyen birçok dervîş grubu, yüzyıllar boyu Türkistan’dan batıya
doğru sürekli ve artan hareketlilik içinde olmuştur.
Türkistan’da kurulan da bütün tarîkatlar Yesevîlikten etkilendiği gibi
Orta Asya’dan Anadolu’ya ve Balkanlar’a kadar yayılan geniş sahada Türk
sûfîliğinin şekillenmesinde ve halk düzeyinde yaşayan İslâm algısının
oluşumunda Yesevî tarîkatının rolü büyüktür. Hacı Bektaş Velî’nin hayatı ile
ilgili menkıbelerin hepsinde Yesevî bağlantısı görülebileceği gibi Bektâşîlik
yanı sıra Kalenderîlik, Vefaîlik, Haydarîlik gibi tarîkat oluşumları da coğrafî
ve kronolojik bakımdan Yesevîlik ile etkileşim içerisinde olmuştur.
Aşıkpaşazâde tarihinde zikredilen Ahiyân-ı Rûm, Bacıyân-ı Rûm, Gâziyân-ı
Rûm, Abdalân-ı Rûm gibi tasavvufî zümreler ve tarihî kaynaklarda Yesevîlik ile
ilişkisi gösterilen Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rûm (Anadolu)
Erenleri olarak sınıflandırılan sûfîyye mensubları Osmanlı devletinin
kuruluşunda önemli bir rol oynamışlardır.
Türkistan’da Nakşbendîliğin kurucu isimlerinin Ahmed Yesevî ile ilişkisi
gibi Anadolu’da da Bektâşîlik, Yesevîlik ile arasında organik bağların varlığı
gözlemlenen ikinci büyük bir tarîkattır. Bazı silsilenâmelerde Hacı Bektaş
Velî’nin tarîkat silsilesi Yesevîlikten uzaklaştırılıp başka tarîkat zincirleri
ile bağlantılı olarak gösterilmekle beraber, bu silsilelerin gerçekte hiçbir
tarihî değeri yoktur. Osmanlı tarihinin temel kaynaklarından Aşıkpaşazâde
Tarihi’nde Hacı Bektaş’ın, OsmanlIların kuruluşundan önce Anadolu’ya gelip
yerleşmiş meczub bir dervîş olduğu ve bir tarîkat oluşumunu başlatmadığı kayıtlıdır.46
Anadolu Türkleri arasında 13. yüzyıldan başlayarak 15. yüzyıla kadar
devam eden dinî yapılanma döneminde, Mevlevîlik, Halvetîlik ve diğer tarîkatlar
gibi Bektâşîlik tarîkatı da -daha önce değilse bile herhalde15. yüzyıl
başlarında teşekkül etmiş ve kendisine kurucu Pîr olarak da -13. yüzyıldan
beri tarihî kimliği unutularak halk arasında menkıbeleri yayılmış ve ünlenmiş
olanHacı Bektaş Velî’yi seçmiştir. Hacı Bektaş Velî’nin, Yesevî mürîdlerinden
olduğu hakkındaki rivayet, daha Osmanlı devletinin kurulmadan Anadolu’ya birçok
Yesevî dervişlerinin gelmesi nedeniyle Hacı Bektaş’ın gerçekten de Yesevî
mürîdlerinden olması ihtimal dâhilindedir. Yesevîlik geleneğinde; zikir
törenlerinde kullanılan dilin -Arapça ve Farsça yerineTürkçe olması Anadolu sahasında
Bektâşîlik ile benzer algılanmasında etkin olmuştur. Bektaşî nefeslerinin tıpkı
Yesevî hikmetlerinde olduğu gibi sûfî meclislerinde halk edebiyatı şiirlerinin
dili ve vezni ile yazıldığı gibi otantik Türk ezgilerine has müzikler ile ritim
zenginliğine kavuşturulup seslendirilmesi sosyal psikolojik benimsemede ihmal
edilemeyecek derecede önem taşıyan bir faktördür.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin birçok yerinde Yesevi etkisinin kurucusu
Hacı Bektaş Velî üzerinden Osmanlı coğrafyasında gelişen Bektaşîlik tarikatına
etkisinin derinliğini gösteren veriler sunulmaktadır. Birkaç örnek verelim:
Evliya Çelebi, OsmanlI’nın kuruluş yıllarının Orhan Gazi dönemini
anlatırken Horasan’dan gelerek Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Veli
hakkında şunları yazar: Orhan Gâzi’nin “zaman-ı hilafetinde cedd-i izâmımız
Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri Horasan’dan halifesi olan Hacı
Bektaş-ı Veli’yi üçyüz fukarasıyla sahib-i seccade idüp deff ve kudüm ve alem
saraf virüp “Var Orhan Beğ ile Rûm fatihi ol yâ Bektaş” diyü nefes idüp Hacı
Bektaş-ı Veli üçyüz er ile Horasan’dan Orhan Gazi’ye gelüp mülakat olduğı gibi
Bursa üstüne gelüp feth Udiler... ”47
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde ismine sık sık yer verilen Hacı Bektaş-ı
Veli’nin Ahmed Yesevi ile ilişkili olarak gösterildiği bazı yerler de şöyledir:
“Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî’nin halifelerinden Şeyh Lokmân ki
Horasan erenlerindendir. Vâlid-i büzürgvârı Hacı Bektaş’ı Şeyh Lokmân’a
tilâmizliğe verüp Hacı Bektaş anlardan ulûm-ı zahire ve bâtımayı tahsîl eyledi.
”48
“...devletleri müebbed ola deyü yetmiş aded kibâr-ı evliyaullah
Horasan’da Yesu şehrinde Türk-i Türkan Hoca Ahmed Yesevi hazretleri huzurunda
hayr dua ve senalar edüp yedi yüz fukarasıyla Hacı Bektaş-ı Veli’yi Devlet-i
Âl-i Osman’a mûin ü zahir ola deyü gönderüp... ”49
“Amma (Hacı Bektaş) irşadı Hoca Yesevî’den görüp Rûm erenlerinden
olmağla izin taleb edüp yedi yüz fukara ile Seyyid Muhammed-i Buhari-i Saltık
ile Hacı Bektaş’ı Rûm’da Osmancığa gönderüp Mevlânâ-yı Rûmi ve Hacı Bektaş-ı veli
ve Şems-i Tebrizi ve Muhyiddin-i Arabi ve Karaca Ahmed Sultan ve gayrı yetmiş
kibâr-ı evliyaullahlarm bin yirde haşrolup sohbet-i has edüp Orhan Gazi asrında
Hacı Bektaş-ı Veli iştihar bulup yeniden çeri yani yeni-çeri peyda edüpRûm
diyarların Orhan ile maan feth edüp yedi yüz fukarâlarınnın cümlesin feth
olunan şehirlerde sâhib-i seccade edüp Muhammed Buhari Sarı Saltık Bay’ı
Kafiristan’a gönderüp Dobruca ve Eflak ve Boğdan ve Leh ve Moskov’da çok
gazalar edüp “Saltık” namıyla iştihar verdi. Anmçünhâlâ Rûm’da yedi yüz
âsitâne-i Bektaşiyân vardır. Ba’dehû Hacı Bektaş-ı Veli sene (----) tarihinde
yine Orhan hilafetinde mehûm olup Orhan, cenâze-i Sultan’a hazır olup
Kırşehri’nde defn etdiler. ” 50
Yesevîlik ile Bektâşîlik arasında bağlantı olma ihtimalini zora sokan
husus ise, Bektaşîyye tarîkatinin daha ilk kuruluş yıllarında bile Osmanlı
medrese çevrelerince kuşku ile karşılanması ve müntesiblerinin haram olan
şeyleri mübah gören ‘mülhid’ ve ‘zındıklar’ (zenâdikâ) gibi algılanmış
olmalarıdır. O kadarki bazı Bektaşî ozanları, bâtınîliğin uçlarına savrulan
Hurûfiyye taifesinden addolunmak suretiyle ‘şerîatdışı’ ilan edilmişlerdir.
Oysa Evliyâ Çelebi örneğinde çok iyi görülmüş olduğu gibi Yesevî evlâdı olmak,
hattâ 17. yüzyılda Osmanlı entelektüel çevrelerinde daima bir itibâr unsuru
olarak kabul edilmiştir. 13. asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu Türkleri
arasında Ahmed Yesevî geleneğinin yaşadığı ve bu Batı sahasındaki menkıbenin
Türkistan ve İdil sahalarındaki gelenekten daha karışık ve tarihî gerçeklikten
daha uzak olduğu iddia edilebilir. Anadolu’nun Yesevî dervişleri ile tanıştığı
13. ve 14. asırlara ilişkin belgeler, sonraki asırlara nazaran daha az
olduğundan, Yesevîlik geleneğinin yazılı belgelerine ancak 15. asırdan sonra,
yani Bektaşî geleneğinin oluşması ve belgelerde tesbitinden sonra rastlanır.
Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Bektaşîlerin, bu belirsizlikten yararlanarak halk
arasında yaygın olan Yesevîlik menkıbeleri arasına Hacı Bektaş Velî’yi
“sokuşturmak” yolu ile bütün Türkler nezdinde olduğu gibi Osmanlı yönetimi
katında da saygın bir isim olan Ahmed Yesevî ile Hacı Bektaş Velî arasında
gerçeğinden hayli uzak bir bağ kurguladıklarını da iddia eder.51 Bu
görüş, kâğıt üzerinde tutarlı gibi görünmekte ise de, Bektâşîlik geleneğinin
dün olduğu gibi bugün de sahiblendiği -Emevî Arablarından olan ve Ahmed
Yesevî’nin soykütüğü ile organik bağı bulunanSeyyîd Battal Gazî’ye ait türbe ve
külliyenin Anadolu Selçukluları tarafından imar edilmesi gerçeği gibi somut
bulgular ve Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde nakledildiği gibi daha Orhan Gazî
döneminde Hacı BektaşTn ulaştığı saygınlık gibi sağlam bilgilerle
çelişmektedir. Önemli bir nokta da Osmanlı Sultanlarının gözden düşüp ocakları
târümâr edilene kadar her zaman Bektâşîlik geleneğine mâl edilen Yeniçeri
Ocağı’nın 1 numaralı üyesi olması ve bunun Yeniçeri sicilleri kayıtları
sayesinden resmileştirilmiş olmasıdır. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün kurgusu
ile bu gerçekleri bağdaştırmak da mümkün görülmemektedir.
Menkıbelerin yansıttığı bu karmaşaya karşın Osmanlı coğrafyasındaki
Yesevî izleri net ve somut olarak ünlü Osmanlı gezgini Evliyâ Çelebi
seyahatnâmesinden izlenebilir. Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini ve ‘Ahmed
Yesevî evlâdı’ olduğunu seyahatnâmesinin birçok yerinde iftiharla belirten Evliyâ
Çelebi, ayrıca OsmanlI’nın Anadolu ve Rûmeli topraklarını gezerken rastladığı
Ahmed Yesevî halîfeleri ve Yesevî dervişlerine ait tekke, makam ve
türbelerinden de uzun uzun bahseder ve yeri geldikçe bu Yesevî fukarâsı
dervişler ile ilgili menkıbeleri de eserine tek tek ve ayrıntıları ile
kaydeder.
Evliyâ Çelebi, gezdiği Osmanlı coğrafyasında izlerini tesbit edebildiği
Ahmed Yesevî’ye mensup sayılan birçok velînin türbelerini ziyaret etmiştir.
Evliyâ Çelebi’nin makamlarını tesbit edip eserinde bahsettiği Yesevî
dervîş-gâzileri arasında Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Velî;
Merzifon’da medfûn Pîr Dede, Bursa’daki Geyikli Baba Sultan, Dâvûd Baba52
ve Abdal Musa, Karadeniz kenarında Batova’daki Akyazılı, İstanbul Unkapanı’nda
medfûn Horoz Dede, Bozok Sancağı Yozgat’taki Emîr-i Çin Osman, Tokat il
merkezindeki Gaj-Gaj (= Gıj-Gıj) Dede ve Arık-ova’dan kuzeye gidip Çamlıbel’i
aştıktan sonra vardığı Tokat’ın Zile ilçesindeki Horasanlı Şeyh Nusret,
Aksaray’daki Pertevi Sultan53 yer almaktadır. Evliya Çelebi bu
Yesevî dervişlerinin isimlerini sıraladıktan sonra, tarihî olarak önem taşıyan
bir noktaya temas ederek bu makamlarda tasavvufi bir hayatın gereklerini
Yesevîyye tarikatı adâbına göre yaşayan Yesevi fukarası ile sohbetlerinden
bahseder.
Bu Yesevî dervişlerinden bazıları hakkında anekdotlar da Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi’nde yer alır:
“Geyikli Baba Sultan, Fukarâ-yı Yesevi’den olup Azerbaycan
şehirlerinden Hoy-ı hüsn-hûydandır. Kûh-ı azimlerde vahşi sığınlara süvâr olup
Orhan Gâzi ile sefer eşüp at tavlası gibi bir tavla sığınları var idi,
barhanasın bile vahşi gazâllara yükledirdi. (...) Kabr-i şerifi Bursa şehri
içre (---) mahallesinde bir tekye-i azîmdir kim Orhan Gâzî binasıdır. ”54
“Şeyh Hazret-i Abdal Musa, dahi Hoca Ahmed Yesevi fukarası
idi.Horasan’dan Hacı Bektaş ile Rûm’a geldi.Nice yüz keşf [u] kerametleri zahir
olmuşdu.Cümleden biri Geyikli Baba’ya kor olmuş âteşi pembe içine sarup
hedâyâ-yı rumûz gönderi.Geyikli Baba dahi anlara süd gönderir. Rûmûz oldur kim
“Sen ateşle pembeyi imtizâc ettirdinse ben dahi leben-i hâlis hâsıl olan vahşî
gazâlları teshir edüp at gibi binüp ve südün yiyüp kullnaırım rumûzun
etdi.Hakkâ ki ol asrın ikisi de gerçek erleridir.Bursa içre (---) mahallesinde
bir tekye-i ma’mûrda âsûdedir. Bunlar dahi Bursa fethinde bulunmuşlardır. ”55
Evliya Çelebi’nin, İstanbul fethini anlatırken İstanbul Unkapanı’nda
medfun ‘Horoz Dede’ hakkında yazdıkları, İstanbul’un fatihlerinden bu Yesevî
dervişinin “Horoz” olarak adlandırılmasını izah etmesi noktasında
ayrıntı verir:
“... Horos Dede ceddimiz Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi
hazretlerinin fukaralarından bir pir-i fâni olup asâkir-i İslam içre
yigirmidört saatde yigirmidört kere bank-i horos urup “Kum yâ Gafilûn” diyü
guzât-ı müslimîni agâh itdiğiçün Horos Dede dirlermis...”56
Emir-i Çin Osman Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde şöyle anlatılır: ...Ve
Kazâ-yı Hüseyinova kutb-ı âfâk-ı cihân eş-Şeyh Çin Osman hazretleri bu
mahallerde bir ma’mûr kurâda medfûndur kim, Bozok sancağı kurâlarında
Kürkçükıran karyesinde âsitâne-i azîmi Osman Paşa tekyesinde medfûndur kim
Türk-i Türkân Hâce Ahmed-i Yesevî ceddimizin yedinci halifesidir. Çin diyârında
bir tahta kılıç ile bir ejder-i heftser kati etmeğile Emîr-i Çin Osman deyü nâm
etdiler. Kuddise sırruhu’l azîz. Hâlâ ziyâretgâh-ı hâss [u] âmmdır. Rivayete
göre birgün Ahmed Yesevi dergahına Çinli tüccarlar gelip ülkelerinde emsali
görülmemiş yedibaşlı bir ejderha türediğini ve insanları öldürdüğünü söyleyerek
yardım isterler. Ahmed Yesevi yardım için gözüpek müridlerinden Osman’ı Çin’e
gönderir. Ejderhayı öldürüp geri dönen Osman, canavarı nasıl öldürdüğünü
anlatınca Hoca Ahmed Yesevi bu yiğid müride “Emir-i Çin” ünvanını verir ve
artık ‘Emir-i Çin Osman’ olarak tanınır. Yozgat yöresinde Emirci Sultan olarak
da bilinir. Adına inşa edilen türbe ve zaviye bugün Yozgat’ın merkez ilçesinin
Osman Paşa köyünde bulunmaktadır. Türbenin ne zaman bina edildiği
bilinmemektedir, türbenin yanında inşa edilen zaviyenin ise 1204’te kurulduğu
bilinmektedir.57 Evliyâ Çelebi’nin yanı sıra bir başka, Osmanlı
tarihçisi Alî Gelibolulu Mustafa da ünlü kitabı Künhü’l-Ahbâr’da Sultan Orhan
devri şeyhleri arasında gösterilen, yine Ahmed Yesevî halîfelerinden 1203’den
sonra Anadolu’ya gelen ve Bozok sancağı civarında ‘Osman Baba Tekkesi’ adıyla
bilinen bir tekke oluşturan Emîr-i Çin Osman isminde bir dervîşi zikreder.58
Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi’r\de Yesevî dervîşi olarak takdim
edilen Geyikli Baba Sultan ve Emîr-i Çîn Osman’ın, daha eski ve güvenilir
kaynaklar olan Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-kudsiyye’si ile Âşıkpaşazâde
Târihinde Vefâiyye şeyhi Baba İlyâs’ın önde gelen halifelerinden olduğu ifâde
edilmektedir.
Doç Dr. Necdet Tosun’a göre geç döneme ait ve güvenilirliği tartışmalı
olan bazı kaynaklarda Anadolu’daki bir kısım Vefâiyye mensuplarının Yesevîyye
tarîkatından gibi gösterilmesi, 13. yüzyılda Vefâiyye şeyhlerinden Baba
İlyâs-ı Horasânî’nin Anadolu Selçuklu Devleti aleyhine başlattığı isyânın
oluşturduğu sosyal psikoloji ile doğrudan ilişkili olabilir. Babaîler isyanı
adı verilen bu hareket devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra
Vefâiyye tarîkatına mensup, özellikle de Babaîler ile ilişkisi bulunan birçok
sûfî, isyan töhmetinden uzak kalmak için tarîkatının adını gizlemiş ya da Ahmed
Yesevî yolundan geldiğini öne sürmüş olmalıdır.59
“Şeyh Hazret-i Pir Dede, Hazret-i Hacı Bektaş-ı Veli ile Horasan’dan
Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî izniyle Rûm’a gelüp şehr-i Merzifon’un
cânib-i şimalisi haricinde şehre nazır bir mürtefi zeminde sakin olup kâhice
hammâmlarda yatup meczûb-u Hûda bir ârif-i billâh kimesne idi kim Orhan Gazi
asrından tâ EbulFeth’e ermiş bir zât-ı şerif idi. (...) Hâla âsitânesi
Osmancık’ta Koyun Baba Tekyesinden ziyade binâ-yı azîm kibâb-ı âliler ile
ârâste ve ve müteaddid meydanlar ve matbah u kilâr ve dervişân hücreleriyle
pîraste olmuş, her şeb iki yüz ve üç yüz âdem konup göçer mihmân-sarây-ı
Bektaşiyân’dır.
... cümle fukarâların izniyle azîz Pîr Dede Sultan’ın bozdoğanî (---)
tereklü keçe külah Tâcını tekbir ile tekye-nîşin Memi Dede Can başımıza koyup
cümle dervişân gülbâng-ı Muhammedî çeküp hakîre hayr dua etdiler. ” 60
“Sahrâ-yı Zile’de menzil-i tekye-i Şeyh Nusret, Hacı Bektaş ile
diyâr-ı horasan’dan gelmiş ceddimiz Hâce Ahmed-i Yesevi halifelerinden Horasan
erenleridir. Zile vadisinde mamûr u âbâdan imaret ve mescid ve misafirhanen bir
tekye-i muazzamdır pâ-bürehne ser-bürehne yetmiş adet fukaraları vardır.Bu
diyarın ahalisi azîz Şeyh Nusret’e gâyet mutekidlerdir...”M
Evliyâ Çelebi’ye göre, Şeyh Nusret de Hacı Bektaş-ı Velî gibi bizzat Hazret-i
Pîr-i Türkistan’ın emri ile Anadolu’ya gelmiştir ve kurduğu ma’mûr ve geniş
dergâhta yetmiş kadar dervîşi olan bu nüfuzlu şeyh, çevre halkının saygısını
kazanmıştır. Hattâ Evliyâ Çelebi, Şeyh Nusret dergâhı önündeki yaşlı dut
ağacının kabuklarının hummaya karşı ilaç olarak kullanıldığı gibi önemsiz
görülebilecek ayrıntıları dahi notlarına kaydetmiştir.
Evliyâ Çelebi’nin ziyaret ettiği Tokat’taki Gaj-Gaj Dede tekkesi
hakkındaki ifadeleri de ilginçtir: “Şehre hail cihan-nüma” bir küçük dağ
üzerinde olup, bir mesire makâmında olan ve o sırada birkaç kanaat sahibi
dervîşi bulunan bu tekkenin banîsi Gaj-Gaj Dede, Yesevî mürîdlerinden bir er
olup, Hazret-i Pîr-i Türkistan’ın emri ile buraya gelmiş ve “Celalî sıfat olup,
ejder gibi gaj-gajladığından” Gaj-Gaj Dede ismini almıştır. Benim için özel
anılara konu olmuş olan Tokat’taki GıjGıj Dede Sultan’dan bahsedilen satırları
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden nakledelim: “..Şehre hâil bir cihannü mâ
püşte üzere tekye-i Gıjgıj Dede Sultan tarik-i Yesevî’de bir ulu sultan
imiş.Hacı Bektaş Velî-i Horasanî’yle diyar-1 Horasan’dan gelüp izn-i Bektaş
Velî ile bu kûh-ı bülend üzere sakin olur. Kaçan kim celâl sıfat olduklarında
ejderha gibi gıjıldadığmdan Gıj-Gıj Dede derlermiş. Himmeti hâzır ü nâzır ola.
Sâhib-i kanâat birkaç fukaraları vardır. ” h2
Hacı Bektaş Velî
Evliyâ Çelebi’nin isimlerini kaydettiği Yesevî mürşîd ve dervîşlerinden
hiçbirisi bugünkü Nevşehir’de adı ile anılan kasabaya yerleşen Hacı Bektaş Velî
kadar ün kazanmamıştır. Evliyâ Çelebi’nin saygı dolu ifadelerinden kolayca
anlaşıldığı gibi, 17. yüzyıla Anadolu Türkleri arasında Hazret Sultan Yesevî
ve Hacı Bektaş Velî arasında doğrudan ilişki kuran ve Yesevî silsilesine
müntesib dervişlerin manevî bir görev ile DiyârRûm’a gelmeleri hakkındaki
rivayetlerle örülen kapsamlı bir Bektaşî menkıbesi teşekkül etmişti. Tarihe
geçmiş rivayetlerle mutabık olan Bektaşî menkıbesinde Hazret Sultan Yesevî’ye
verilen saygın makâmı, yapay bir plan ile izah edip küçümsemek akıl kârı
değildir. Bektâşîlik son döneminde gözden düştükten sonra her türlü kötülüğün
kaynağı olarak “lânetlenmesi” modasının başlangıçta sadece ‘medrese
çevrelerinin soğukluğu’ndan ibaret kalan menfî yaklaşımın yaygınlaşarak
OsmanlI’nın son döneminde ilim ve kültür ortamını da zehirlediği
anlaşılmaktadır.
Hacı Bektaş Velî’nin Yesevî mürîdi olduğu hakkındaki rivayetlere, ancak
16. asırda yazılmış KünhüTAhbâr ve 17. yüzyılda kaleme alınan Evliyâ Çelebi
Seyahatnâmesi gibikitaplarda rastlanır.
Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki, bazı akademik çalışmalarda
vurgulandığı üzere Ahmed Yesevî’nin Fakr-nâme risalesindeki fikir ve görüşler
ile Hacı Bektaş Velî’ye izafe edilen Makâlât kitabı arasındaki paralellikler de
önem taşımaktadır.
Anadolu sûfîlerinden Hacı Bektâş-ı Velî doğrudan veya dolaylı olarak
Ahmed Yesevî’nin halifesi olarak gösterilmiş ise de, 14.. yüzyılda yazılan
Eflâkî’nin ‘Menâkıbü’l-ârifîn’ eserinde ve 15. yüzyılda kaleme alınan ‘Âşıkpaşazâde
Târihi’nde Hacı Bektâş Velî’nin Vefâiyye tarîkatı şeyhi ‘Baba Rasûl’
lakaplı Baba İlyâs Horasânî’nin halifesi olduğu açıkça belirtilmiştir.
Tarihî mahiyeti her ne olursa olsun, Anadolu’da teşekkül eden Bektaşî
geleneği, Ahmed Yesevî’ye dair menkıbevî birçok bilgi vermektedir ki Evliyâ
Çelebi ve tarihçi Gelibolulu Ali’nin verdikleri bilgi ile tamamlandığı takdirde
Ahmed Yesevî’nin Batı Türkleri üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olduğunu açıkça
göstermektedir.
Bektaşî Geleneğine Göre Ahmed Yesevî ile Hacı Bektaş
Hacı Bektaş Velî hakkında yazılmış olan muhtelif velâyet-nâme’ler, bazan
büyük ayrılıklar gösterse de Hazret Sultan Yesevî ile ilgili izler taşır.63
15. yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin olunan Hacı Bektaş Velî
Velâyet-nâmesi ile KünhüTAhbâr’ın beşinci cildinde Hacı Bektaş’ın Şeyh Lokman
Perende mürîdi olduğu ve Lokman Perende’nin ise Ahmed Yesevî’den el aldığı
anlatılırken Hacım Sultan Velâyet-nâmesi’nde ve Fevâid’de Hacı Bektaş Velî
doğrudan doğruya Ahmed Yesevî halîfesi olarak zikredilir. Buna paralel olarak
Hacım Sultan Velâyet-nâmesi’nde doğrudan doğruya Ahmed Yesevî ile Bektaş Velî
arasında geçtiği nakledilen rivayetler, diğerlerinde Lokman Perende ile Hacı
Bektaş arasında geçmiş olarak verilir.
MENKIBE
Hacı Bektaş Velî
velâyet-nâmelerinde bulunan bir rivayete göre, Bektaş Velî, daha çocukken
eğitimi için Ahmed Yesevî halîfelerinden, zahir ve bâtın ilimlerinde
derinleşmiş bir mürşîd olan Şeyh Lokman Perende 'ye teslim edilir. ‘Perendelik
'nisbetini Ahmed Yesevî 'den, -bir rivayete göre de Hz. Ali 'nin
oğluMuhammedHanefi'denalmıştı.
Bektaş Velî de
tıpkı Ahmed Yesevî gibi daha çocukken aşağıda birkaçı verilen birçok
kerâmetler gösterir:
Lokman Perende,
birgün yanına girdiği zaman, odasının nur ile dolu görüp şaşırır: etrafına
bakındığında Bektaş 'ın sağında ve solunda tanımadığı iki nuranî Zat 'ın
Bektaş 'a Kur 'an okutmakta olduğunu görür Hz. Rasûlullah (s. a. v.) ve Hz. Alî (k. v.) olan bu iki
nuranî Zat 'ın Lokman odaya girince hemen kaybolurlar: bu kişilerin kim
olduğunu soran şeyhi Lokman Perende, kim olduklarını sorduğu öğrencisi Bektaş
'tan öğrenir
Yine birgün Hacı
Bektaş, Lokman 'dan ders okurken namaz vakti girer Lokman, şakirdi64
Bektaş 'dan abdest almak için su getirmesini ister Bektaş, mürşidine “Bir nazar
etseniz de, su burada çıksa, dışarı gitmeye hâcet kalmasa ” der Şeyhi Lokman,
manevî kudretinin buna yetmeyeceğini söyleyince, Bektaş Velî, derhal Allah 'a
dua eder Lokman Perende de müridinin bu duasına, “Amin ” der Bir anda odanın
ortasından latif bir su çıkıp pınar haline gelir : kapıya doğru akıp gider,
pınarın başında ise güzel susam çiçekleri açar
Bir süre sonra
Şeyh Lokman, Hacc 'a gider Vakfe için Arafat dağına çıkıp Kâ 'be 'ye doğru
döndükleri esnada Lokman, mürîdlerine: “Yârânlar! Bugün arefe günüdür Şimdi
bizim illerde güzel yemekler pişirilir... ” der. Tam bu sırada Şeyh Lokman 'ın
Anadolu 'daki dergâhında da yemekler pişirilmektedir. Allah 'ın kudretiyle
Lokman Perende 'nin sözlerini, Anadolu 'daki genç Bektaş da işitir Bektaş,
hemen bir tepsi böreği aldığı gibi tayy-ı mekân ile vardığı Arafat 'ta şeyh ve
mürîdlerine sunar Lokman Perende o günden sonra, “Hacı ” olarak anılmasını
istediği Bektaş 'ın bu kerâmetini Hacc 'dan Nişabur 'daki dergâhına döndükleri
zaman herkese söyledi ve “Hacı Bektaş "ın “Hacı ” lâkabı böylece ortaya
çıktı. O sırada Horasan erenleri, hac tebriki için Şeyh Lokman 'a gelmişlerdir.
Odanın ortasından çıkan pınarı görünce şaşırıp, nasıl olduğunu sorarlar Lokman
Perende, “Bu kerâmet Hacı Bektaş 'indir! ” der ve genç müridinin sayısız
kerâmetlerini birer birer Horasan erenlerine anlatır Horasan erenleri, bir
çocuktan bu kadar olağanüstü kerâmetin zuhurunu garib gördüler. Meclisde hazır
olan Bektaş Velî, erenlere, “Hz. Alî (k.v.) neslinden bir çocuğa bu ikrâmı çok
görmeyin ki, nasîb-i İlâhî ’dir! ” der Horasan erenleri, bu sitem üzerine “Eğer
sâhib-i sır isen, nişanın nerede? ” diye sorarlar. Bektaş Velî elinin ayasında
ve iki kaşı arasında bulunan iki yeşil beni gösterince, hayret içerisinde
kalırlar
Yine birgün
Horasan erenleri toplanıp Hacı Bektaş Velî 'ye, mürşîd olarak içlerinden
hangisini seçeceğini sorarlar. Bektaş Velî, hangisi susam yaprağı üzerine seccade
salıp namaz kılarsa, o erenin mürîdi olacağını söyler. Bu zor iş karşısında
hepsi aciz kalır ve bu kerâmeti kendisinin gösterip gösteremeyeceğini Hacı
Bektaş 'tan sorarlar Hacı Bektaş Velî, bu kerâmeti de gösterince, mürşîdi
Lokman Perende de dâhil bütün Horasan erenleri başlarındaki sarıklarını
çıkarırlar Hacı Bektaş, bu sarıkları bir mürşîd gibi tekbirleyerek tekrar
erenlere giydirir. Böylece manevî makâmının Şeyhi Lokman 'ınkinden daha yüce
olduğu anlaşılır O sıralarda Horasan emîri olan Sultan İbrâhim-i Sanî vefat
ettiğinden Hacı Bektaş 'a Horasan sultanlığını teklif ederlerse de kabul etmez.
Horasan sultanlığını amcalarından Haşan 'a terk eder. Kendisi uzlete çekilerek
bir çilehanede halvete girer ki, büluğ çağından sonra kırk yıl bu halvette kaldığı
rivayet olunur.65
Velâyet-nâmedeki bu satırlardan sonra Şeyh Lokman Perende’den bir daha
söz edilmez ve Hacı Bektaş Velî, yaşlılık dönemini yaşayan Ahmed Yesevî ile
ilişkili olarak gösterilir. Bu rivayetlerin ilginç bir noktası Ahmed Yesevî’yi
Horasan ülkesinin hükümdârı olarak göstermesidir:
MENKIBE
“Ahmed Yesevî,
bütün Horasan ülkesinin valisi ve doksandokuz bin müridin şeyhidir. Bu sırada
tamamen kâfirler elinde olan Bedahşan ülkesinden, İslâm beldelerine sürekli
olarak akınlar olmaktadır Bu saldırılardan yılgın hale düşen halk Hazret
Sultan Yesevî 'ye gelip kâfir üzerine sefer açması için yalvarırlar Ahmed
Yesevî de, henüz oniki yaşında bulunan oğlu Haydar 'ın başına taç ve beline
kılıç kuşatıp, eline tuğ ve âlem verir. Haydar, maiyyetinde beşbin mücahid
olduğu halde Bedahşan müşrikleri ile savaşmak üzere sefere çıkar Ahmed Yesevî,
oğlunu gönderirken -her nasılsaAllah adını anmadığından, oğlunun birlikleri
Bedahşan 'da bozguna uğrar; bütün maiyyeti kılıçtan geçirilen Haydar, yedi yıl
tutsak kalır Horasan halkının daha da azgınlaşan Bedahşan kâfirlerinden
çekmedikleri kalmaz. Tekrar gelip Ahmed Yesevî’ye yalvarırlar Hazret Sultan
Yesevî de, Allah 'a münacat eder, Bedahşan kâfirine karşı yardım ister O sırada
birdenbire dergâh kapısında beliren Hacı Bektaş Velî, içeri girip Pîr-i
Türkistan 'a selam verir, eşiğine yüz sürer Hazret Sultan Yesevî de, “İşte
yurdun sahibi geldi! ” diye sevinir Yemekten sonra Ahmed Yesevî olanı-biten
Bedahşan kâfirleri ile mücadelelerini anlatır Hacı Bektaş Velî, hemen şahin
kılığına girerek uçarak gider Hazret Sultan Yesevî 'nin eski mürîdleri,
tanımadıkları bu ‘Çıplak Abdal 'a gösterilen iltifata kızıp dergâhı terk
ederler Hacı Bektaş Velî bir anda Bedahşan 'daki Haydar î esaretten kurtararak,
babası Ahmed Yesevî 'ye teslim eder Bunun üzerine bütün küskün
Yesevîdervişleri, ‘ÇıplakAbdal 'Hacı Bektaş 'ın büyüklüğünü teslim eder Hacı
Bektaş sadece Hazret Sultan 'ın oğlunu esaretten kurtarmakla kalmaz; birçok
kerâmetler göstererek Bedahşan halkını da İslâm 'a kazandırır ”66
Hacı Bektaş Velî bu olağanüstü başarılarından sonra artık Horasan’da
kalmayacaktır. Ahmed Yesevî’ye babası İbrâhim Şeyh’den intikal etmiş emanetleri
-taç, hırka, sofra, seccadeyine kerâmetler göstererek alan Hacı Bektaş Velî,
Hazret Sultan Yesevî’nin emir ve işaretiyle Anadolu topraklarına gelecektir.
Hazret Sultan Yesevî’nin Hacı Bektaş’ı Anadolu’ya göndermesine ilişkin rivayete
göre, Ahmed Yesevî, uzun zamandır sakladığı babası Şeyh İbrâhim ’ in
emanetleri, sahibi olan Hacı Bektaş’a teslim ettikten sonra, “Ya Hacı
Bektaş, işte nasibini aldın. Sana müjdeler olsun ki, şimdiye kadar nezdimde
olan Kutbü’l aktâb’lık makamı artık şenindir ve kırk yıl hükmün vardır. Zaten
fakirin de intikal vakti geldi. Haydi git, seni Rûm’a saldım ve Rûm abdallarına
seni baş kılıp ser-çeşme eyledim! ” der. 67
Hacim Sultan Velâyet-nâmesi ise Hazret Sultan Yesevî ile Anadolu’nun
manevî fethi ile görevlendirdiği Hacı Bektaş arasındaki ilişkiyi şu tatlı
üslub ile anlatır:
“...Sultan Ahmed
Yesevî Hazretleri 'nin bir ağaç kılıcı vardı. Getirip tekbîr edip Sultan Hacı
Bektaş Velîyyü'l-Horasanî'nin beline kuşattı ve dahi ocakta dut ağacından od
yanardı. Bir eğsiyi kavrayıp Rûm 'a doğru pertav etti ve ol eğsiyi “Horasan
'dan Rûm 'a er gönderdiğim malum ola, Rûm 'da bunu tutalar deyu ” dedi. Ol eğsi
havada yana yana geçerken Konya vilâyetinde. Sultan Hoca Fakih derler bir er
var idi. Ol odu kapıp hücresinin önüne dikti. Kudret-i İlahî, ol eğsi bitti.
Tepesi yanık, aşağısı dut idi. El-halet-i hazihî şimdi yemiş verir. Pes imdi Sultan
Hacım ve Hacı Bektaş Velî, ol gece seccade üzerinde yattılar ve kudretten bir
avaz geldi ki: “Eğlenmen! Rûm 'a varın! ” Durdular Sabah namazın kılıp ve
evrâdların tamam edip “Ya Fettâh ” deyip dostuna secde ettiler O 'ndan icâzet
talep ettiler Pes Ahmed Yesevî b. Muhammed Hanefi b. Aliyyü '1-Murtaza dahî
doksandokuz bin halîfe ile bunlara hayr-dua edip bir mübarek perşenbe günü ol
saatte Kâ 'be yoluna revan oldular ".
(...Sultan Ahmed Yesevî Hazretleri’nin bir ağaç kılıcı vardı. Getirip
tekbîr edip Sultan Hacı Bektaş Velîyyü’l-Horasanî’nin beline kuşattı ve dahi
ocakta dut ağacından ateş yanardı. Bir ‘yanık odun’u kavrayıp Anadolu’ya doğru
savurdu ve o ‘yanık odun’u “Horasan’dan Anadolu’ya er gönderdiğim malum ola,
Anadolu’da bunu tutalar diye...” dedi. 0 ‘yanık odun’ havada yana yana geçerken
(bugünkü Hacı Bektaş ilçesinin de bulunduğu) Konya vilâyetinde, Sultan Hoca
Fakih derler bir er vardı. 0 ‘yanık odun’u kapıp hücresinin önüne dikti.
Kudret-i İlahî, o ‘yanık odun’ yeşerdi. Tepesi yanık, aşağısı dut veren bir
ağaç oldu. Şimdi hâlen, -o dut ağacıyemiş verir. Şimdi Sultan Hacım ve Hacı
Bektaş Velî, o gece seccade üzerinde yattılar ve kudretten bir ses geldi ki: “Eğleşmeyin!
Anadolu’ya varın!” Kalktılar, sabah namazın kılıp ve evrâdlarını tamam
edip “Ya Fettâh” deyip Allah dostuna secde ettiler. O’ndan icâzet talep
ettiler. Sonra Ahmed Yesevî b. Muhammed Hanefî b. Aliyyü’l-Murtaza dahî
doksandokuz bin halîfesi ile bunlara hayır duası edip bir mübarek perşembe günü
o saatte Kâ’be yoluna düştüler.)68
Pîr-i Türkistan Yesevî’nin, Anadolu’ya gelen Türkleri unutmayarak, daima
manevî yardımlarda bulunduğu ve dervişlerini gönderdiği hakkındaki birçok başka
menkıbelerin varlığı Evliyâ Çelebi’nin notlarından da kolayca anlaşılır.
Evliyâ Çelebi’nin seyahatnâmesinde yer alan bilgilere göre Yesevî himmeti
Anadolu’yu da aşarak Balkanlar’a ulaşmıştır. Evliya Çelebi’nin Balkanlardaki
seyahatlerinde tesirlerine tanık olduğu ve türbeleri ile karşılaştığı ismi
bilinen Yesevî dervişleri, Yesevi izdaşları ise Deliorman’daki Demirci Baba,
Filibe yolu üzerinde Adatepe’de medfûn Kıdemli Baba Sultan, Varna yakınındaki
adına tekke ihdas olunmuş Karadeniz kenarında Batova sahrasında muazzam
tekkesi mevcut ve menkıbeleri meşhur olan Akyazılı Sultan olarak Evliya
Çelebi’nin seyahatnâmesinde yer almaktadır.
Balkanlardaki Özi eyaleti seyahat anlatılırken de “Menzil-i sahrâ-yı
âsitâne-i Batova, yani Akyazılı Sultan” başlığı altında Akyazılı Sultan isimli
Yesevi dervişinden şöyle bahsedilir: “... Der sitâyiş-i âsitâne-i Akyazılı
Sultan: İsm-i şerifleri (....) (...) Belh [u] Buhara ve Horasan’da cedd-i
izâmımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi halîfelerindendir. Hatta Hacı
Bektaş-ı Veli Horasan’dan Rûm’a teveccüh etdiklerinde yetmiş aded kibâr-ı
kümelin erenler ile Bektaş-ı Veli Bursa gazâsma Orhan Gâzi’ye geldiklerinde
Hazret-i Sarı Saltık Bay ki ism-i şerifi Muhammed Buhari’dir, anlar ve Keligra
Sultan ve bu Akyazılı Sultan Bursa’ya bile gelüp ba’delfeth mezkûr erenler Rûm
diyârında Bektaş-ı Veli izniyle post sahibi olurlar. ”b9
Rumeli’nin fethinin manevî öncüsü olan Sarı Saltık da asıl adı Muhammed
Buharî olan bir Yesevî dervişidir. Evliyâ Çelebi, Sarı Saltık’ın Karadeniz
kıyısında Romanya’nın Silistre bölgesindeki türbesini ziyaret ettiğini
belirtmiştir. Sarı Saltık için yapılan bir makâm ise İstanbul Boğazı’nın Rûmeli
yakasındaki Rûmeli Feneri’nde yer almaktadır. Evliyâ Çelebi’nin tesbit ettiği
şekle göre Batı Türkleri arasında eskiden beri ünlenmiş olan Sarı Saltık
Menkıbesi, bunun güzel bir örneğidir.
Rivayete göre, Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltık” lakabı
ile tanınacak olan Muhammed Buharî’yi de Horasan erenlerinden yediyüz kişi ile
Anadolu’ya Hacı Bektaş’ın yardımına, Balkanlardaki Müslümanların imdadına
gönderir.
Menkıbevî maneviyat gücünü temsil eden ‘tahta kılıç’ı
Sarı Saltık’ın beline kuşatarak: “Saltık Muhammed’im! Bektas’ım seni i >
Rûm’a göndersin. Leh diyarında delâlet gösteren Sarı Saltık suretine
girip, o melunu bu tahta kılıçla katleyle! Makedonya, Dobruca’da, Yedi-krallık
yerde nam ve şan sahibi ol!” diye nasihat eder. Hazret Sultan Yesevî’nin bu
talimat ve emri yerine getirilerek, Anadolu’ya gelen Sarı Saltık’ın Hacı Bektaş
Velî’yi bulur. Hacı Bektaş Velî’nin talimâtı ile Sarı Saltık, Rûmeli’ne
geçerek Dobruca’ya yerleşen Sarı Saltık Rûmeli’nde sayısız kerâmetler gösterir,
birçok küfür beldelerini fetheder ve bölge halklarını İslâm’a davet edip
müslümanlaştırır.
Evliya Çelebi’nin bugünkü Romanya’da bulunan türbesinde ziyaret ettiği
Sarı Saltuk’dan bahsederken de Hazret Sultan Yesevî’nin Osmanlı
coğrafyasındaki etkisine tanıklık eder: Sarı Saltuk “...Sâdât-ı kiramdan bir
ulu sultan idi. Bu hakirün ecdadı Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi
hazretlerinin halifesidür kim ism-i şerifleri Muhammed Neccâr’dur kim hasib ve
nesib ırk-ı tâhirdendür. ” Evliya Çelebi “Bir mücâhid-i fisebilullah bir
sultan idi.. ” diye övdüğü Sarı Saltuk’a Ahmed Yesevi tarafından Rumeli’nin
fethinin hedef gösterildiği rivayetini anlatırken “ceddimiz pîr-i pirân-ı
Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ibn Muhammed Hanefi, Hacı Bektaş-ı Veli’ye imdat
içün, yedi yüz âdem Horasan erenlerinden virüp” “Makedonya ve Dobruca ve yedi
krallık yerde nam ve nişan sahibi ol” talimatı ile yönlendirildiğini
belirtir.70
Evliya Çelebi’nin bu satırları Ahmed Yesevi’nin OsmanlI’nın kuruluş döneminde
etkili olan Hacı Bektaş-ı Veli; Sarı Saltuk gibi seçkin dervişleri beraberinde
gönderdiği belirtilen ve sayıları “üçyüz” ve “yediyüz” olarak kaydedilen
Horasan erenleri vasıtasıyla icra ettiği fonksiyonu kanıtlamaktadır. Sarı
Saltık Sultan Menkıbesi’ne Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin başka yerlerinde de
yer verilmiştir:
“Hakkâ ki Belh [ü] Buhara’da hazretleri Hacı BektaşVeli’yi Rûm’a Sarı
Saltuk yani Muhammed Buharîhazretlerinigönderdikte....’m
“Der sitâyiş-i Tekye-i Keliğra Sultan yani San Saltık Sultan
... sene (---) tarihinde bizzat Muhammed Hacı Bektaş-ı Veli Yesev
şehrinde Türk-i Türkân Hoca Ahmed Yesevi’den cihâz-ı fakrı kabul edüp diyâr-ı
Rûm’da sahib-i seccâde olmağa mezun olup üç yüz yetmiş fukara ve bu Keliğra
Sultan cümle fukaralara ser-çeşme olup...
... Nice zaman bu hal ile Sarı Saltık namıyla seyahat etdi. Ve
kendülerinde alâ-sûret-i asfaru’l levn olmağıla Şeyh Ahmed Yesevi hazretleri
kendülere Saltık Bây namıyla künye demişler idi. (...)
Lisân-1 Latinde Keliğra ejder-i heft-sere derler. ... Anmçün yedi
kralda medfûn olup âsitâne-i saadetleri vardır. Üçü Âl-i Osman hükmünde ulu
âsitânelerdir. Ve her diyarda birer ismiyle müsemmâdır. Amma Rûm’da Baba Sultan
ve Sarı Saltık Sultan ve Kaliğra Sultan derler. Amma kâfiristan-ı Hıristiyanistan’da
İsvet-i Nikola derler. ”72
Dünyanın Diğer Yerlerindeki Yesevîler
Azerbaycan’ın kuzey bölgesindeki Şirvan Hanlığı sahasındaki
Niyâzabad’daki türbesi ziyaretgâh olan Avşar Baba âsitânesi de Evliya
Çelebi’nin Yesevi dervişleri ile karşılaştığı yerlerdendir. Evliya Çelebi,
Avşar Baba’yı ziyaretini Ziyaret-i Avşar Baba, başlığı ile anlatıyor: “Avşar
Baba, cedd-i izamımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî hazretlerinin
halifelerindendir. Tarik-i Yesevî, Acem’de makbul olmağıla yüz aded fukarâ
Yesevî âsitânesinde taat [u] ibadete meşgûllerdir. ” 73
Seydî Alî Reis’in Mir’âtü’l-Memâlik kitabında verdiği bilgiler, 16.
yüzyılda şimdiye kadar anılan yerler dışında Hârezm, Ejderhan ve Batı İran’da
da Yesevî şeyhlerine rastlandığını göstermektedir.
16.
asırda Asya’nın hemen her
yerinde Ahmed Yesevî’ye nisbet iddia eden birçok sûfîye rastlandığı Osmanlı
deniz amirali Seydî Ali Reis’in Mir’âtüTMemâlik’inden anlaşılmaktadır. Kâtibî
mahlâslı önemli bir Osmanlı şairi de olan Seydî Alî Reis, 1553-1557 yıllarında
yaptığı zorunlu Asya seyahatinde Sind, Pencab, Afganistan, Mâverâünnehir,
Horasan, Azerbaycan, İran sahalarından geçerken karşılaştığı ve Yesevî’ye
nisbet iddia eden sûfîlerden Süleyman Hakîm Ata ve Seyyîd Ata gibi bazılarının
türbelerini ziyaret etmiştir. Karşılaştığı Yesevî evladından bazı isimleri de
eserinde zikretmiştir: Semerkand Emîri Barak Han, Ahmed Yesevî evlâdından
Sadr-ı âlem Şeyh’i yanına katarak OsmanlI’ya elçi olarak gönderir.74
Ejderhan yakınlarında katledilen Baba Şeyh de Yesevî soyundan bir azîz olarak
bilinmektedir. Kazvin-Bağdad yolu üzerinde Sultaniyye yakınında Ebher’i
geçtikten sonra uğradığı Gürgan’da ziyaret ettiği Şeyh Muhammed Dem Tîz b.
Ahmed Yesevî de Yesevî evlâdından imiş. Seydî Ali Reis’in verdiği bu
ayrıntılar, Yesevîlik ve Yesevî nüfuzunun, 16. asır Asyası’nda nasıl bir geniş
coğrafyada yayıldığını gösteren işaretlerdir.
Rumeli’nde rastlanan Yesevî dervişlerinden esasen Hindli olup,
Temeşvar’daki Lippa kalesinde 1567’de ölen Şeyhü’ş-şerîf MuhammedüTHindî adlı
bir Yesevî dervişinin öyküsü, Yesevî etkisinin Hindistan’a kadar ulaştığını
kanıtlaması yönünden oldukça ilginçtir. Hindistan’ın Agra kentinden olan bu
Yesevî Şeyhi, Ataî’nin ifadesine göre, “Şeyh Hacı Bektaş hizmetinde kalan
Şeyh Rıza hulefâsmdan Ahmed Yesevî tarikatında bir pîr”dir. Şakayık
Zeyli’ne göre Babürlü sultanlarından Hümâyûn Şah’ın maiyyetinde 1552’de İran
Şahı Tahmasb’a sığınmış, lâkin “Sünnî oldukları sezilip hayatının tehlikede
olduğu”nu anlayınca Osmanlı ülkesine kaçmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın
ihsan ettiği günlük 120 akçe masraf ile dört sene İstanbul’da oturduktan sonra,
Temeşvar’da Lippa kalesinde 20.000 akçe maaş ile görevlendirilip orada vefat
etmiştir.
Hindistan’ın Keşmir bölgesinde Ahmed Yesevî’ye mensub olduğu kaydedilen
Hoca Hafız Ahmed Yesevî Nakşbendî, de isminden anlaşıldığı üzere bir Yesevî
dervişidir. Hazinetu’l-Asfiyâ yazarının ifadesine göre, “havârik ve keramâta
mazhar ve envâr ve tecelliyâta mevrîd olan” bu dervîş, kader şevkiyle
vatanından ayrı düşerek Arabistan, Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Irak, Rûm, Rus
memleketlerinde bulunduktan sonra Hindistan’daki Keşmir’e gelerek
yerleşmiştir. 17. yüzyılda yaşayan bu sûfî, ömrünün son yıllarında uzleti
seçtiği için halk ile görüşmez, yalnız arasıra Şeyh Agâh Molla Şah’ın tekkesine
gelirdi.
Hoca Nizamüddin b. Mu’inü’ddin, birkaç sene sonra manevî derecesinin
yüceliğini fark ederek hizmetine girer. Hoca Nizamüddin çok rica ederek
kendisi ile beraber şehre gelmeğe razı eder. Nizamü’d-Dîn’in ölümünden sonra
Hoca Nureddin Muhammed Aftab, hizmetini üstlenerek mürîdi oldu ve böylece o
çevrede büyük bir ün kazandı. Ahmed Yesevî torunlarından olan bu Nakşbendî
-daha doğrusu Yesevîşeyhi, 1702 tarihinde vefat ederek Keşmir’de gömülür.75
4. Yesevî’nin Sultanlara Baş Eğdiren Gücü: “Emîr Timur’un Rüyası”
Yesevî Geleneği ile ilgili kaynaklar incelendiğinde hemen dikkati çeken
hususlardan birisi de Ahmed Yesevî ve tarîkatının sonraki önderlerinin emîr ve
devlet yetkilileri ile ilişkileridir. Bu ilişkiye yakından bakıldığında manevî
erki elinde tutan sûfîlerin, siyasi erki sultanlar üzerinde etkin oldukları
görülecektir. Bir tür ‘manevî danışmanlık’ olarak değerlendirilmesi mümkün olan
bu birliktelik tarih boyu Türk hükümdârlarının halka adalet ile muamele
etmelerinde ve merhamet ile davranmalarında başlıca etken olarak
değerlendirilebilir.
Türk tasavvuf geleneğini yansıtan kaynaklarda, maneviyat ulularının
devlet yöneticilerine her zaman yön verir konumda oldukları izlenir.
Karahanlılardan Gaznelilere, Selçuklu’dan OsmanlI’ya intikal eden bu geleneğin
belgeli kanıtlarını tarih kitaplarından okumak mümkündür. Bu ilişkinin
belgelenmiş ilk örneklerinden birisi, son büyük Selçuklu Sultanı Sultan Sencer
ile Yûsuf Hemedânî arasındaki ilişkiyi yansıtan rivayet kaydedilmişti. (Bkz.
l/4-Yûsuf Hemedânî Ocağı) Bu rivayet bir gönül sultanı ile devletin başındaki
bir emir arasındaki sevgi ve saygıya dayalı bir ilişkinin tarihte yaşanmış
kayda değer bir örneği olarak çok anlamlıdır. Bu anlamlı ilişki Selçuklu mirası
üzerinde yükselen Osmanlı asırlarında da aynı hassasiyetle sürdürülecek ve
yakın tarihlere kadar yaşatılacaktır.
Tasavvuf ehli ile devlet yöneticileri arasındaki karşılıklı muhabbet
ilişkisinin kayda değer bir örneği de henüz bir çocuk olan Ahmed Yesevî’nin
olağanüstü bir kerametine tanık olan bir hükümdâr ile ilgilidir. İbrâhim
Şeyh’in küçük oğlu Ahmed’in nasıl Yesevî ünvânını aldığını açıklayan ve
Yesevî’nin ününü ilk kez bütün Türkistan’a yayan bu olağandışı rivayet
şöyledir:
MENKIBE
“Mâverâünnehir ve
Türkistan 'da Yesevî adlı bir hükümdar saltanat sürüyordu. Kışın Semerkand 'da
oturuyor, yazları Türkistan dağlarında yaşıyordu. Bütün Türk hükümdarları gibi
av meraklısı olan bu sultan, yazları, Türkistan dağlarında aylanmakla vakit
geçirirdi. Bir yaz Karaçuk dağında aylanmak istediği halde, dağın çok sarp
olması bu emelden mahrum etti; hiç ay’ avlayamadığı Karaçuk dağım ortadan
kaldırtmak istedi.
Hükmettiği
yerlerde ne kadar evliyâ varsa hepsini topladı ve duaları berekâtıyla bu dağı
ortadan kaldırmalarını istedi. Türkistan evliyâsı hükümdarın bu niyâzını kabul
ettiler. İhram bağlayıp üç gün kadar bu dağın ortadan kalkması için tazarru ve
niyâza koyuldular; fakat bütün tazarru ve duaları, umulanın aksine, neticesiz
kaldı. Sebebini araştırdılar, “Memleketteki ariflerden, velîlerden gelmeyen
var mı? ” diye sordular Şeyh İbrâhim oğlu Ahmed 'in henüz pek küçük olduğu
için, çağırılmadığı anlaşıldı.
Hemen Sayram 'a
adamlar gönderip Ahmed 'i de çağırdılar Henüz çocuk olan Ahmed, ablası Gevher
Şahnâz 'a danıştı. Gevher Şahnâz dedi ki, “Babamızın vasiyyeti vardır Senin meydana
çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın mescidi içindeki
bağlı bir sofradır Eğer onu açmağa kadir olursan, var git. Meydana çıkma
zamanın gelmiş demek olur
Ahmed, bunun
üzerine mescide gitti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmiş
demekti. Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi. Bütün evliyâ orada hazırdılar
Sofrasında olan bir tane ekmeği niyâz gösterdi, kabul edip Fâtiha okudular Bu
ekmeği meclistekilere böldü; hepsine yetti. Evliyâdan ve sultanın ümera ve
askerlerinden orada doksandokuz bin kişi hazır olmuştu. Onlar bu kerâmeti
görünce, Ahmed 'in büyüklüğünü daha iyi anladılar Hoca Ahmed, babasının hırkası
içinde duasının neticesini bekliyordu.
Birdenbire
gökyüzünden seller boşandı, her yer suya boğuldu. Şeyhlerin seccadeleri
dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağrışıp niyâz ettiler Ahmed,
hırkadan başını çıkardı. Hemen fırtına kesilerek güneş açıldı.
Baktılar, Karaçuk
dağı ortadan kalkmış: Şimdi o dağ yerinde Karaçuk adlı bir kasaba bulunur ki Hoca
Ahmed’in ekser evlâdının mesken ve vatanıdır
Bu kerâmeti gören
hükümdâr Yesevî, kendi adının kıyamete kadar cihanda bakî kalmasını temin için
Hoca Ahmed 'den niyâz etti. Hoca Ahmed, bu niyâzı da kabul eyledi ve dedi ki :
“Alemde her kim bizi severse senin adınla beraber vâdeylesin ”.
İşte bundan dolayı
o gündenberi “Ahmed Yesevî” adı ile anılır oldu. ”
Ahmed Yesevî ile Kazan Han adlı bir hükümdar arasındaki hadiseyi anlatan
bir menkıbe ise tayy-ı mekân yaparak Mısır el-Ezher Camii’nde Cuma namazı kılmağa
gidilmesi hakkındadır:
MENKIBE
“Kazan Han, Ahmed
Yesevî 'nin Cum 'a namazı için camie gelmediğini görerek, Hazret Sultan 'ın
mürîdi ve mahremi SûfîMuhammed Dânîşmend ile kendisine haber gönderdi. O
sırada Cum 'a namazı için salâ veriliyordu.
SûfîMuhammed
Dânîşmend, acele ile ve korka korka Hazret Sultan Yesevî 'nin huzuruna girince
Yesevî dedi ki: “Ya SûfîMuhammed, gel bana yapış, seninle Cum 'a namazına
varalım. ” Sûfî Muhammed Dânîşmend, mürşîdi Ahmed Yesevî 'nin emrine itaat
etti. Bir anda kendisini bir büyük cami içinde, safların birinde oturur buldu.
Cum 'a namazı kılınır kılınmaz, bu olağanüstü hadiseden şaşırmış olan
SûfîMuhammed Dânîşmend, Ahmed Yesevî 'yi aradıysa da bulamadı. Yedi kere cami
kapısına gidip geldi, bir netice çıkmadı. Meğer cami kayyımı bu sırra vakıf
imiş, Sûfî Muhammed Dânîşmend'e dedi ki: “Ey dervîş, burası Mısır 'dır ve bu
cami de ‘Camin '1 Ezher ’dir Aradığın mübârek insan nice zamandır Cum 'a
namazını burada kılar ”
Sûfî Muhammed
Dânîşmend bir hafta orada kaldıktan sonra, Ahmed Yesevî 'yi bularak yine bir
an içinde Yesi 'deki halvethaneye geldi. Hazret Sultan Yesevî, gördüğünü gidip
Kazan Han 'a haber vermesini Sûfî Muhammed Dânîşmend'e emretti. Sûfî Muhammed
Dânîşmend, Kazan Han 'a geldi, başına gelenleri birer birer anlattı: hâlbuki
henüz müezzinler salâdan fariğ olmamışlardı. Bunun üzerine Kazan Han ve
maiyyetindekiler Hazret Sultan 'ın büyüklüğünü iyice anladılar ”
Hoca İshâk Ata,
Yûnus Han isminde bir devlet yöneticisinin babası İsmâil Ata 'ya mürîd
olduğunu, dünyevî işleri terk edip dervişliğe yöneldiğini ve irşad edildikten
sonra ‘Otluğ (= Ateşli) Yunus 'lakâbıyla anıldığını Hadîkâtü 1-ârifîn 'de
nakleder
Emîr Timur ile Hazret Sultan Yesevî İlişkisi
Aynı zaman diliminde yaşamadıkları bilinmesine rağmen, Emîr Timur (1336-1405)
iki asır sonra yaşadığı Ahmed Yesevî’ye derin bir bağlılık duygusu
taşımaktadır. BU konuda nakledilen rivayetlerin ötesinde Kazak bozkırlarında
Emîr Timur’un emri ile inşa edilen ve dünya kültür mirasının nadide bir eseri
olarak bugün de dimdik ayakta duran Yesevî külliyesi, bu bağlılığın elle
tutulur gözle görülür bir eseri olarak ziyaret edilmektedir. Emîr Timur’un,
Ahmed Yesevî’nin kabri üzerine bir türbe ve külliye bina etmesi de, menkıbeye
göre, Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerâmeti eseridir. Ahmed Yesevî Türbesi’nin
yapımı ile ilgili olarak tarihi kaynaklarda kaydedilenler, Türk tarihi
yönünden önemli bir boyutu ortaya sermektedir.
Rivayete göre vefatından sonra da kerametleri devam eden Ahmed Yesevî,
büyük Türk hanı Emîr Timur’ un rüyasına girerek Batı seferini ve yapacağı
fetihleri müjdeler. Risale-i Tevârih-i Bulgariye adlı eserde Emîr
Timur’un rüyası ve Ahmed Yesevî’ye olan manevî bağlılığı Emîr Timur'un dilinden
verilen şu satırlarda anlatılmaktadır: “...Nihayet Hazret-i Emîr Timur,
Hızır (a.s.) ile beraber Buhara’ya gitmeğe niyet etti. Yolda Türkistan’a
uğradı. Türkistanlı Ahmed Yesevî, Emîr Timur’un rüyasına girdi. “Ey yiğit!
Çabuk Buhara’ya git, inşaallah oradaki sultanın ölümü senin elindedir, bütün
Buhara halkı zâten seni bekliyorlar. Senin başından çok şeyler geçse gerektir”
dedi. Emîr Timur, bu rüyayı görüp uyandı, Allah’a şükretti. Ertesi gün
Türkistan hâkimi Nogaybek Han’ı çağırttı; Ahmed Yesevî kabri üzerine bir
âsitâne yaptırması için ona akça verdi. Türkistan hâkimi öyle zînetli bir
âsitâne yaptırdı ki hâlâ bütün güzellikleriyle durur”.
Rüyasında verilen bu işaret üzerine Buhara üzerine sefere çıkan Emîr
Timur, Buhara’da zafere ulaştıktan sonra şükran hissinden kaynaklanan manevî
bir yöneliş ile Seyhun nehrini geçerek Ahmed Yesevî’nin mütevazı’ kabrini
ziyaret eder.
Şerefüddin Yezdî’nin Zafernâme adını taşıyan ve Emîr Timur dönemini
anlatan eserinde bu durumu şöyle tasvir eder: “Emîr Timur, 1396 yılında
Semerkand’da eşi için Dilguşa Bağı’nı yaptırdıktan sonra Taşkend taraflarına
doğru gitti. Seyhun nehrini geçip o civardaki kasabalarda ordunun kışlamasını
emretti ve kendisi de Türkistan’da ve Kırgız bozkırlarında büyük nâmı olan
Ahmed Yesevîkabrini ziyaret için Yesi’ye geldi. “Muhammed Hanefî evlâdından bu
din ulusuna hürmeten” mezarı üzerine alî bir imaret yapılmasını emr ve ferman
etti. Mevtana Abdullah Sadr, bu işle görevlendirilerek Hoca Hüseyin Şîrazîadlı
bir mi’mar marifetiyle işe başlandı. Büyük bir kubbe ile iki minareden ve
sayısız sofalar, hücreler, künbetlerden oluşan muhteşem bir bina iki senede
meydana çıktı.
Yesevî külliyesinin kubbe ve duvarlarının çinilerle tezyini ve Hazret
Sultan Yesevî’nin kabir tası olacak sandukanın mermerden ve nakışlarla
süslenerek yapılması Emîr Timur’un kesin emri olduğu için, bina gerek içten
gerek dıştan kusursuz denecek bir şekilde inşa edilmiştir. Külliyenin zikir
meydanında 1398’de vakfedildiği anlaşılan ve üzerine Kur’an âyetleri kazınmış
çok büyük bir kazan da vardır. Külliyenin ahşap kapı oymaları, külliye
ayrıntılarındaki incelik ve zerafet harikulade denecek kadar güzeldir. Bu muazzam
binanın yapılmasından sonra, Emîr Timur, şehirdeki fakir ve muhtaçlara birçok
ihsan ve sadakalarda bulundu. Külliyenin açılış töreni sonrasında tekrar
Semerkand’a döndü. ”
Din âlimlerinin ve tasavvuf önderlerinin halk üzerindeki manevî
nüfuzlarından faydalanmak maksadıyla din büyüklerine saygı gösteren, bazı
kaynaklarda “bütün hayatında İslâmî bir siyaset takib eden bir hükümdâr” olarak
bilinen Emîr Timur’un, Buhara’nın fethinin kendisine bir rüya ile müjdelenmesi
ve fethin de nasib olmasından sonra Hazret Sultan Yesevî’nin manevî
tasarrufunun etkisine daha kesin bir inanç ile bağlandığı kaydedilmiştir.
Hattâ, bir belgenin tanıklığına göre Yıldırım Bayezid ile savaşmak üzere
Anadolu’ya yürüdüğü zaman, Yesevî Makâmât’ından tefe’ül etmişti. Azerbaycan ve
Anadolu’yu da içerisine alan Batı seferine ilişkin beklediği işareti Yesevî
Makâmât’ından araması Emîr Timur’un dilinden şöyle nakledilmektedir:
MENKIBE
Batı seferine, Rûm
ülkesine -Anadolu'yayöneldiğim zaman Hazret-i Şeyh Yesevî” Makâmât îndan” bir
işaret aradığımda şu müjde veren rubai (= dörtlük) ile karşılaştım ki her ne
zaman müşkilât (=güçlük) ile karşılaşsanız Hazret Sultan Yesevî’nin bu
rubaisini okuyun:
“Yeldâ giceni şem-i şebistan itken
Bir lahzada alemni gülistan itken
Bes müskil isim tüsübdür asan itken » » >
Ey barçanı müşkilini âsân itken”
[ Uzun geceyi kandil gibi aydınlatan
Bir anda cihanı gül bahçesi eden
Ne zaman güç işim düşse kolay eden
Ey herkesin güçlüğünü kolay eden -Allah’ım-...]
Ben bu rubaiyi hıfzettim(= ezberledim). Rûm (= Anadolu) hükümdarı
Bayezid’in askeriyle karşılaştığımızda bunu yetmiş defa okudum; zafer hasıl
oldu.. ”
Bu sözler Emîr Timur’un Ahmed Yesevî’ye duyduğu saygı ve O’nun manevî
tasarrufuna olan inancı yanında derin bir sevgi ve güveni de açıkça
hissettirmektedir. Yine bu ifade, Emîr Timur’un Şâh-ı Nakşbend başta olmak
üzere bütün Allah dostlarına karşı sergilediği -ve yazılı kaynaklarda da
zikredilensaygısının bir örneğidir. Bu sözler aynı zamanda Batı Türk devleti
olan OsmanlI’yı Ankara Ovası’nda yenen Doğu Türk devleti’nin dayandığı manevî
gücü de ifade eder. Anadolu seferinde yaşananlar nedeniyle Emîr Timur’a yönelik
küçümseyici, hakaret dolu hikâyelere inanmış olanlar için bu saygılı ifadeler
-herhaldeçok çarpıcı gelmiş olmalıdır.
Bugün bir Türk için, Ankara’nın Çubuk ovasında perişan edilen Yıldırım
Bayezid için ne kadar üzülmeli isek, -aslında istemediği halde Anadolu’ya
yönelmek zorunda bırakılanEmîr Timur’a da -hiç değilse Allah’ın evliyâsına muhabbeti
nedeniyleen az o kadar saygı duymalıyız. Bugünün dünyasında geçmişin kavgalarının
kan davasını gütmek yerine, bu örnekten yola çıkılarak Ahmed Yesevî’nin -dün
olduğu gibi bugün dedünya Türklerini dizleri dibinde bir araya getiren “ortak
manevî önder” olduğu hatırlanmalı ve Yesevî ocağında kucaklaşılmalıdır.
Emîr Timur’un Buhara civarında yaşayan ve çağdaşları olan Hâcegân
silsilesi meşayıhına gösterdiği ilgiyi anlatan birçok menkıbe yanında, Emîr
Timur’dan asırlarca sonra yaşamış olan büyük mutasavvıf İmam-ı Rabbani’nin
Mektubât’ında yer alan bir mektubunda yer verdiği manevî müjde Emîr Timur
hakkında konuşulurken dikkatli olunmasını ihtar etmektedir.
Nakşbendî geleneği, Emîr Timur hanedânından ünlü Sultan Ebû Saîd
Mirza’nın, Hâcegân silsilesinden Ubeydullah Ahrar’ın iltifatına mazhar
olmasını da, yine Ahmed Yesevî’nin bir kerametine dayandırır:
MENKIBE
Sultan Ebû Saîd
Mirza 'mn daha nam ve sam yokken Ubeydullah Ahrar, bir kâğıt parçasına Ebû
Saîd'in ismini yazıp sarığının kıvrımı arasına soktu. Bunu gören Ubeydullah
Ahrar 'ın mürîdleri, ismi yazılan Ebû SaîdMirza 'mn kim olduğunu mürşîdlerinden
sordular Ubeydullah Ahrar: “Bize, size, Taşkend, Semerkand ve Horasan halkına
sultan olacak adam!” cevabını verdi. Gerçekten de aradan az bir zaman geçtikten
Ebû SaîdMirza 'mn yıldızı parladı ve nâmı âleme yayıldı.
Meğer o vakitler Sultan Ebû Saîd
Mirza da şöyle bir rüya görür: Bu rüyada Ubeydullah Ahrar Ahmed Yesevî 'nin
işaretiyle Ebû Saîd için dua edip Fâtiha okur Ebû SaîdMirza rüyasında Hazret
Sultan Yesevî 'ye kendisine dua edip Fâtiha okuyan velînin kim olduğunu sorup
adının “Ubeydullah Abrar” olduğunu öğrenir Ebû SaîdMirza sabahleyin,
maiyetindekilere, Ubeydullah Ahrar adlı birini tanıyıp tanımadıklarını sorar
Taşkend 'de o isimde bir mürşîd bulunduğunu haber alır almaz, hemen Taşkend 'e
doğru yola çıkar ve nihayet Ferket 'te Hoca Ubeydullah Ahrar ile karşılaşıp
mülakat ederek, dua ile bir Fâtiha niyâz eder Bu talebi üzerine Ubeydullah
Ahrar gülerek Ebû SaîdMirza 'ya der ki: “Fâtiha bir kez olur ”,
Cevâhirü’l-Ebrâr’da Hind ikliminin Türk Sultanı Babür Şah soyundan olan
Hümâyûn Şah hakkında Seyyîd Mansur aracılığı ile gerçekleşen Yesevî’nin bir
kerâmeti de anlatılır:76
MENKIBE
SeyyîdMansûr Ata, bir ara Türkistan
'a, yani Yesi 'ye gelerek, Ahmed Yesevî türbesini ziyaret edip ve Hazret
Sultan ile manevî olarak sohbet etti. Bu manevî mülâkat sırasında Ahmed Yesevî,
SeyyîdMansûr 'a dedi ki: “Çağatay Sultanı -yani Babür 'ün oğlu Hümâyûn
ŞahSemerkand'ı zaptedip o bölgenin egemenliğini ele geçirmek istiyor: fakat
ervâh-ı tayyibe buna razı değil, onu Hindistan 'a havâle ediyorlar Hümâyûn Şah
'ın Hind ülkesindeki zaferleri için, türbemizden bir âlem al ve Hümâyûn Şah 'a
götür "Ahmed Yesevî’nin bu emri üzerine Seyyîd Mansûr, türbedeki bir
âlemi alarak Hümâyûn Şah 'ın taht merkezi olan Kabil şehrine gitti. Hümâyûn
Şah, ceddi olan Emîr Timur 'un kabrinin bulunduğu Semerkand j almak istiyordu.
Hümâyûn Şah 'ın kardeşi Hindal Mirza, Kabil 'de SeyyîdMansûr ile başbaşa
görüştü ve bu Yesevîyye mürşîdinin manevî derecesini anlayarak müridi oldu.
Kardeşi Hindal Mirza, Hümâyûn Şah 'ın
yanına gittiği zaman, kardeşine başından geçenleri anlattı. O da rüyasında
bunu işaret eden benzer bir rüya görmüştü. Bunun üzerine iki kardeş Seyyîd
Mansûr ît davet ettiler SeyyîdMansûr Ata, Ahmed Yesevî’nin işareti ile yanına
aldığı âlem ile beraber Kabil ’e geldi. Hümâyûn Şah, tarafından saygı ile
karşılandı. Hümâyûn Şah 'ın sarayında zikr halkası kuruldu, Türkistan
pirlerinin hikmetlerinden manzumeler okundu. Dinleyenlerde vecd hâsıl oldu.
Bundan sonra SeyyîdMansûr Ata, Hümâyûn Şah 'a dedi ki: "Mâverâü ’nnehir
evliyâsı, size Hind fethini müjdeliyorlar Hazret Sultan Yesevî de zaferiniz
için bu âlemi nişane olarak gönderdi. Kabul buyurunuz Bunun üzerine Hümâyûn Şah
bu müjdeden çok memnun oldu ve Hindistan 'a yürüyerek pek çok yeri fethetti.
(Babürnâme’de bu rivayetin bir başka versiyonu yer almaktadır.)
Türkistan Emîr ve Hanları ile ilişkiler konusunda Yesevîler başlangıçta
daha etkili iken Nakşbendîyye tarîkatının önce Mâverâünnehir’de ve sonra bütün
Türkistan’da etkinlik kazanması ile zamanla Nakşbendîlerin gerisinde
kalmışlardır.
Şeybânî Hanlığı’mn ilk zamanlarında Yesevîlik tekrar ön almışsa da,
Şeybânî Han’ın önceleri intisab ettiği Yesevî şeyhi Cemâleddin Kâşgarî
Buharî’yi Buhara’dan Herat’a sürgün etmesi neticesinde durum yeniden
Nakşbendîler lehinde değişmiştir. Son dönemlerinde Yesevî şeyhleri ile
aralarına giren soğukluğa rağmen Şeybânî hanlarının Hazret Sultan Yesevî’ye
saygısı ise hiç eksilmemiş; Yesevî külliyesi vakıflarının güçlendirilmesi
yanında yazdıkları şiirlerde de bu bağlılığı göstermişlerdir.
18.
yüzyılda bazı Mangıt
hanlarının Nakşbendîliğin Müceddidiyye koluna bağlanmaları ve bazı din
adamlarının yönlendirmesi ile cehrî zikri yasaklamaları, bu asırda
Türkistan’daki nüfuzları da azalmış olan Yesevîler’i siyasî destek yönünden de
geriletmiştir.
19.
-17. asırlarda ölen Kazak
hanları, Altınorda hanlarının defnedildiği Sarayşık (Saraycık)’da toprağa
verilirlerdi. Bazı hanlar ile önde gelen Kazak beylerinden bir kısmı ise Yesi
(= Türkistan) şehrindeki Ahmed Yesevî türbesine defnedilmeyi vasiyet ettiklerinden
Yesi’deki Yesevî külliyesinde sıvanmışlardır.
Hazret Sultan Yesevî külliyesinde, ebedî istirahatgâhlarına tevdi edilen
Kazak hanlarından Abılay Han, Colbarıs-Han, Esim-Han, Babır-Han’a ait
sandukalar külliyede ana binanın çatısı altındadır. Kazak tarihinin şanlı
isimlerinden Kazıbek-Biy, Canıbek-Biy gibi tarihi şahsiyetlerin türbeleri de
Ahmed Yesevî türbesi civarındadır.
20.
asrın ünlü Kazak
komutanlarından Bögembay Batır Arka’da Silti boyunda öldüğü halde cesedi
vasiyeti üzerine Türkistan’a getirilerek Yesevî türbesi yanına defnedilmiştir.77
Kazak hanlarının ölümlerinden sonra Yesevî külliyesinde defnedilmelerini
vasiyet etmeleri Hazret Sultan Yesevî’nin manevî çekim alanının 18. yüzyılda da
güçlü bir şekilde varlığını devam ettirdiğinin bir işaretidir.