Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Pîr-i Türkistan HOCA AHMED YESEVÎ 2

 

I BÖLÜM

Yesevîlik Yolu ve Yesevî Mesajını
Bugüne Ulaştıranlar

1.                 Yedi iklimde Salınan Azizler

2.                 Yesevî’nin Vârisleri: "Bel Evlâdı" "Yol Evlâdı"

3.                 Atalar Silsilesi: Hakîm Ata, Zengî Ata ve Diğer Atalar

4.                 Sultanlara Baş Eğdiren Manevî Güç

5.                 Yesevî Külliyesi

6.                 Yesevîyye Tarikatı

7.                 Günümüze Ulaşan Yesevîlik Bilinci

8.                 Hikmetler Pınarı

Notlar ve Açıklamalar

Dr. Hayati Bice

Hazret Sultan Yesevî’nin ‘Yesevîyye’, ‘Yesevîlik’ gibi isim­lerle anılan eğitim metodu, İslâm tasavvuf geleneğinin bir parçasıdır. Türkistan’da Yesi kenti merkezindeki mad­dî ölçülerle küçük olduğu asla söylenemeyecek, fakat asıl önemlisi mânâca çok muazzam olan Yesevîlik âsitânesi1 olan der­gâhında eğittiği ve o zamanın bilinen dünyasının dört bir köşesine gönderdiği temsilcileri ile kısa sürede dünya tarihini etkileyecek bir manevî akım oluşturan kurucusu da bir tarîkat önderidir. Ye­sevî’nin insan, şair, düşünür, olarak tüm nitelikleri tasavvufî işlevi göz ardı edilerek anlaşılmaz ve kavranamaz. Yesevîlik bir tarîkat ve kurucusu olan Hazret Sultan Yesevî de tarîkat şeyhi olduğuna göre öncelikle Yesevîlik yolunun tasavvufî özellikleri anlaşılmalı ve açıklığa kavuşturulmalıdır. Oysa günümüzdeki Ahmed Yesevî ve Ye­sevîlik çalışmalarına ve araştırmalarına bakıldığında bu iki öncelikli konunun -nedendir bilinmezısrarla ihmal edildiğini kolayca söy­leyebiliriz. Kimi çalışmalarda Ahmed Yesevî kimliğinin Türkçe ilk şiirlerden bir kısmını söylediği iddia edilen bir şairden öteye götü­rülmediğini hatırlanırsa “ihmal” hükmünün az bile kaldığı görülür. Ahmed Yesevî, Türklüğün manevî hayatındaki büyük yerini, sadece bazı tasavvufî şiirler yazmakla kazanmamıştır.

Bir insan olarak Ahmed Yesevî’den Türk yurtlarına kalan mi­rası düşünüldüğünde iki unsur öne çıkar:

a.               Yesevîyye Mürşîdleri: İlk olarak Yesevîyye tarîkatını ku­şaktan kuşağa, biat için uzatılan tutulan elden biat için uzanan ele aktararak bugüne ulaştıran Yesevîyye mürşîdleri söz konusudur. Ahmed Yesevî, Yesi’ye yerleştikten sonra Türkistan’ın her yerin­den gelen ve eğitimini tamamladıktan sonra bütün Türk yurtların­da İslâm’ı tebliğ ile görevlendireceği mürîdlerine İslâm’ın zâhirî ve bâtınî inceliklerini öğretir ve irşad görevi ile dünyanın değişik köşelerine yönlendirir; farklı ülkelerde görevlendirirdi. Ahmed Ye­sevî’nin Türk yurtlarında kendinden önce ve sonra benzeri görül­medik kalıcı bir etki bırakmasındaki en önemli faktör, yetiştirdiği ve Türk dünyasının dört bir tarafına gönderdiği mürîdleri olmuştur. İlk bölümde naklettiğimiz Yesevî menkıbelerinin çoğunluğu bu mürşîdler ile ilgilidir. Kitabımızın bu ikinci kısmında ise bu Yesevî vâris­lerinin ismi bilinen zirve isimleri, yazılı kaynaklar esas alınarak eser ve etkileri ile anılacaklardır. İsmi anılan bu Yesevî dervişlerinden çok daha fazlasının kâh bir ahî2 olarak çarşısına manevî zenginlik katan fütüvvet3 ehli bir esnaf görünümünde; kâh bir fetih sırasında kılıç sallayan ve şehîd olan askerler arasında “adsız kahramanlar” olarak misyonlarını tamamladıktan sonra Türk tarihinin derinlikle­rindeki asûde yerlerini aldıkları da burada hatırlanmalıdır.

b.               Yesevîyye Tarîkatı: Yesevî mirasından günümüze kalan­ların bir diğeri ise bu mürşîdlerin yaptıkları faaliyetlerde uygula­yacakları yöntem ve yordamı gösteren Yesevîyye tarîkatı kuralları ve ritüelleridir. Bir tarîkat olarak Yesevîyye, ilk kez bir bütün arz edecek şekilde bu bölümde ortaya konmaktadır. Öyle ki, bugün Yesevîyye tarîkatının ritüellerini yerine getirmek isteyen bir okur, bu bölümde verilen bilgiler ile amel etmesi ile dokuz yüzyıl önceki bir Yesevî mürîdi kadar bilgilenmiş olacaktır.

Ahmed Yesevî’nin büyük manevî tasarrufu ile yayılan ve asır­lardır yaşayan Yesevîyye tarîkatı, “bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş olan ilk tarîkat”tır.4 Bu tarîkat Türklüğün sadece gönül gözünü ışıtıp, ruhunu manevî zevklerle süslemekle kalmamış, Türklüğe asırlar boyu yeni hedefler ve fetihler nasib eden bir kay­nak olarak etkisini bugünlere kadar taşımıştır. Yesevîyye’den gelen tarîkatlar olarak kabul edilen bütün dünyada yaygın olan ve sülük silsilesi bakımından Ahmed Yesevî’ye doğrudan irtibatlı Nakşbendîyye ve Bektâşîyye tarîkatları ile Kübrevîyye, Çiştiyye gibi Türk kökenli sûfîlere isnad edilen daha lokal tarîkatlar da bir derecede bu çerçevede değerlendirilebilir.

Şah-ı Nakşbend olarak bilinen Bahaeddîn Buharî’nin manevî eğitimi, üveysiyyet kanalından Abdul-Hâlık Gucduvânî etkisinde olduğu için Ahmed Yesevî de Hâcegân silsilesine dâhil edilebilir. Nakşbendîlik bir yandan Bahaeddîn Buharî’nin mürşîdleri Kuşem Şeyh ve Halil Ata vasıtasıyla Yesevîlik etkisine girdiği gibi, diğer yandan da Yûsuf Hemedânî halîfeliğinde Abdul-Hâlık Gucduvânî ile halef-selef olmaları, itibarıyla da birçok yönden Yesevîlik ile ben­zerlik gösterir. Bu yüzden bazı araştırmacılar, Nakşbendîlik’in ge­nel hatları yönünden Yesevîlik’ten pek farklı olmadığını ve Orta-Asya’da kısa sürede yayılma zemini bulmasını Yesevîlik tarafından iki yüzyıl içerisinde hazırlanan manevî ve kültürel ortama borçlu ol­duğunu söylemektedirler. Günümüz Nakşbendî mürşîdlerinin önde gelenlerinden Şeyh M. Nazım Kıbrısî’nin de bir sohbetinde Ahmed Yesevî’yi -kendi tarîkat silsilesinden olduğunu vurgulayaraksaygı ile andığı bilinmektedir. Nakşbendi tarîkatının kadim merkezleri­ni barındıran Semerkand-Buhara gezisi sonrasında bölgede Hazret Sultan Yesevî’ye gösterilen saygı ile Şah-ı Nakşbend arasında ister istemez bir mukayese yapan Arab kökenli bir Nakşbendî mürşîdinin sözleri de bunu teyid etmektedir.

Zaman zaman cehrî (= sesli) veya hafî (= sessiz) zikir ayrı­mını önplana çıkaran yaklaşımların ne kadar yersiz olduğu da bu bölümde ayrıntılı olarak tarif edilen zikr-i erre bahsinde verilen örneklerle ortaya konmaktadır. Bazı oryentalistlerin -bir kasta binâen olmasa bileTürkistan’ın iki önemli tarîkatı olan Yesevîyye ile Nakşbendîyye’yi sadece bu zikir niteliği noktasından birbirinden ayrıştıran -ve hattâ birbirlerine ‘düşman kardeşler’ olarak takdim edenyaklaşımlarının yanlışlığı da açıkça ortaya çıkacaktır.

Nakşbendî tarîkatının temel klasiklerinden olan Reşehât ki­tabının giriş bölümünün Ahmed Yesevî ile Zengî Ata gibi takipçi­lerine tahsisi edilmiş olması bile bu ayrıştırma çabalarının yersiz­liğini göstermeğe yeterli iken oryentalistlerin izinden giden bazı ilahiyatçıların ısrarla aynı iddialarını sürdürmesi gariptir. 16. asrın büyük Nakşbendî pîri Ubeydullah Ahrar’ın zikr-i erre ile ilgili söz­lerini mekân ve zaman ayrıntıları ile nakleden -ve bu bölümde yer verilenmenkıbe de hatırlanmalıdır.

Yesevî mirası sözkonusu olduğunda hemen akla gelen Dîvân-ı Hikmet’i de mutlaka hatırlamak gerekir. Ülkemizde Yesevîlik ile araştırmalar neredeyse Dîvân-ı Hikmet’e inhisar ettirildiği için bu konuda Dîvân-ı Hikmet’in önemi ve fonksiyonu üzerine bir makale çapında inceleme ile yetinilmiştir.

1.              Yedi İklimde Salınan Azîzler:

Yesevîlik hakkındaki kaynaklar incelendiğinde Yesevî etkisi­nin dünya üzerinde başlıca üç Türk sahasında yayılmış olduğu gö­rülmektedir: Hazar Denizi’nin Doğu kıyılarından Çin şeddine kadar uzanan uçsuz bucaksız Türkistan bozkırları, Doğu Türkistan saha­sının kuzeyinde İdil boyunca uzanarak Kazan etrafına kadar giden Kıpçak sahası ve Hazar’ın batısında Anadolu’yu boydan boya içi­ne alarak Rûmeli’ye atlayan Oğuz sahası. Bu durum aynı zamanda bugün üzerinde Türk topluluğu yaşayan hiçbir yeryüzü parçasının Yesevî etkisinden uzakta kalmadığını da ifade eder. Türkistanlı bir Yesevî dervîşi tarafından yazılmış olan “CevâhirüTEbrâr” menâkıbnâmesi5 ile Kırgızlar üzerinden geçerek Kuzey Türkleri arasına yayılmış olan “Hakîm Ata Kitabı” gibi halk kitablarında yer alan menkıbeler bunu isbatlayan anekdotlar ile doludur.

Bugünkü Yesi (= Türkistan) bölgesinde hâlâ yaşatılan Yesevî dergâhı odaklı inanç ve ritüeller Hazret Sultan Yesevî etkisinin en köklü -ve tarihî gerçekle nisbeten en fazla ilgiligörünümlerini teş­kil eder.

Yûsuf Hemedânî’nin olgun halîfelerinden Ahmed Yesevî, Yesi’de irşad faaliyetine başladığı yıllarda, İslâm’ın yeni merkezî mekânı haline gelen Asya bozkırlarının her tarafında şeyhlerin ge­niş bir nüfuz kazandıkları, hemen her yerleşim yerinde dergâhlar yükseldiği bir devir başlamıştı. Ahmed Yesevî de Seyhun(=Sir-Derya) boylarında yayılıp, Taşkend çevresine ulaşan geniş bir alanda ve hattâ daha kuzeydeki Sibirya sınırlarına uzanan sahada yaygın bir şöhret kazandı.

Yesi’deki dergâhında etrafına toplanan, çevresinde halkalanan Türkler, Buhara, Semerkand veya Horasan şehirlerinde olduğu gibi Arapça’ya, Fars dili ve edebiyatını bilen; İslâmî ritüeller ile ülfet etmiş sûfîler değil, İslâm’la yeni tanışmış, fakat çok güçlü bağlarla inancına bağlanmış, saf inançlı, duru gönüllü, temiz yü­rekli insanlardı.

Bu durumu dikkate alan Ahmed Yesevî, mürîdlerine, anlaya­bilecekleri bir dil ile, Türkçe hitabetmek zorunda olduğunu fark etmiş olmalıdır. Ahmed Yesevî’nin hafî zikrin revaçta olduğu Buhara’dan Yesî’ye döndükten sonra organize ettiği dergâhında düzen­lediği zikir meclislerinde cehrî (= sesli) zikri tercih etmesi, dile ge­tirdiği hikmetlerinin zikir toplantılarında mürîdler tarafından koro halinde, cezbe oluşturacak tarzda okunmasına izin vermesi tebliğ yöntemi olarak halkı etkilemeyi hedeflediği söylenebilir.

Bu yüzden, İslâm’ın zâhirî ve bâtınî bütün bilgilerine hâkim olan ve Arabça ve Farsça’yı çok iyi bilen bir âlim olarak Ahmed Yesevî, İran kültürü etkisinde kalan başka Türkistanlı sûfîler gibi Farsça ile yazmaktansa, Türklere kolayca anlayabilecekleri ana dilleri ile, Türkçe hitab etmeyi tercih etti. Yûsuf Hemedânî’den tevarüs ettiği sülük adâbını Arabça, Farsça bilmeyen Türk derviş­lerine anlatmak için, yine Türk halk edebiyatından örnek alınmış basit kalıplarla, daha sonra diğer manzumelerden ayırt edilmeleri için ‘hikmet’ olarak tanımlanacak ahlâkî ve tasavvufî şiirler yazdı. Özellikle uzlete çekildiği çilehanesinde halka İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarîkatının adâb-erkânını öğretmek gayesiyle sâde ve samimî bir dille şiirlerini söylemiş ve yanındaki dervişleri bunları yazıya dökmüşlerdir.

Ahmed Yesevî, -tıpkı mürşîdi Yûsuf Hemedânî gibiHanefî mezhebinde bir fakih, bir şeriat âlimi olduğundan şerîatle tarîkatı ustalıkla kaynaştırdı; dinî emirler karşısında dikkatsizliğin tarîkat adâbıyla bağdaşamayacağını yaymağa çalıştı.

Ahmed Yesevî’nin halefi ve öz yeğeni Sûfî Muhammed Dânîşmend’in Mir’âtü’l-kulûbb isimli eserinde Yesevî’den naklettiği “âhir zamanda sahte şeyhlerin ortaya çıkacağı ve bunların Ehl-i Sünnet’i sevmeyeceği” şeklindeki rivayetler ile Yesevî şeyhlerinden Hoca İshâk’ın Hadîkâtü’l-ârifîn’inde İmâm Ebû Mansûr Mâturîdî’ye atıf yapılması ve Yesevî kaynaklarında cehrî zikri müdâfaa için sürekli Hanefî fıkıh kitaplarına referans yapılmış olması, Yesevîyye men­suplarının diğer Türkistan Türkleri gibi Mâturîdî ve Hanefî olduğunu göstermektedir.7

Ahmed Yesevî etrafındaki dervişlere tarîkatın seyr ve sülük adâbı, sûfîyâne hakikatler, bâtınî tasfiye ve ahlâkı düzeltmenin gereği, dinî gelenekler hikmetlerde anlatılıyor, Arap ve Fars dilin­de yazılmış kitablardan bu önemli bilgileri edinmekten mahrum olanlara Türk dilinden seslenen hikmetler ile yol gösteriliyordu. Bu hikmetler Yesevî dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk obalarına kadar ulaştırılacaktır. Bu “hikmetler” yeryüzünün Türkleri arasında bir düşünce ve iman birliğinin teşekkül etmesine hizmet etmesi bakımından tarihî bir rol oynamıştır. Yesevî’nin irşad gayretinde ne derecede başarılı olduğu aradan geçen asırlara rağmen devam eden etkisinden kolayca anlaşılabilir.

Yesevî dergâhındaki coşkulu zikir halkasında yer alan mürîdlerden, pek azının isimleri bilinmektedir. Ahmed Yesevî’nin ilk hali­fesi ve Arslan Baba’nın oğlu olan Mansûr Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sûfî Muhammed Dânîşmend, Şeref Ata, ZengîAta, Seyyîd Ata, Baba Mâçin, İsmail Ata, Süleyman Gaznevî, Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş, ... gibi namlı halefleri yanında adları o kadar bilinmeyen mürşîdler de hayırlı halefler olarak her yerde Ahmed Yesevî’nin belirlediği kurallar doğrultusunda bir irşad faaliyetini sürdürdüler.

Bu isimler de bugüne kadar ulaşabilmelerini Safîyyüddîn Orun-Koylakî, Sultan Ahmed Hazînî gibi gayretli Yesevî dervişleri­nin yazdıkları eserlerde isimlerinin anılmasına borçludurlar. Eğer Neseb-nâme; CevâhirüTEbrâr ve Menbâü’l-Ebhâr gibi eserler ya­zılmış olmasa idi, muhtemeldir ki Ahmed Yesevî ’den bahsederken Arslan Baba, Yûsuf Hemedânî, Hakîm Ata gibi birkaç isimle yetin­mek zorunda kalınacaktı.

Yesevî yolunu sürdüren isimsiz ve fakat azîz dervişler, birer maneviyat pınarı haline getirdikleri ocaklarının8 tüttüğü her yerde, bulundukları her çevrede İslâm’ın temiz inancını tebliğ ve Allah dostluğuna davet misyonunu yerine getirerek Türk yurtlarında İs­lâm etrafında şekillenen ortak bir inanç ve ruh ikliminin hâkim ol­masına ve bu şekilde Yesevîyye’nin bugüne kadar yaşatılıp etkisini sürdürmesine vesile olmuşlardır. Ne mutlu o ismi bilinen dervişle­re, ne mutlu o ‘isimsiz’ azizlere...

2.              Ahmed Yesevî’nin Tasavvuftaki Vârisleri

Ahmed Yesevî, Yesi’ye yerleştikten sonra Türkistan’ın her yerinden gelen ve eğitimini tamamladıktan sonra Moğolistan kır­larından Balkanlara kadar bütün Türk yurtlarında İslâm’ı tebliğ ile görevlendireceği mürîdlerine İslâm’ın zâhirî ve bâtınî ilimlerini öğretir. Bu şekilde Seyhun nehri boylarında, Taşkend çevresinde ve Türkistan’ın bugün Kazakistan ve Tataristan’da kalan daha ku­zeydeki bozkırlarında da ünlenir. Buna paralel olarak kerametleri de dilden dile aktarılarak halk arasında hergün biraz daha yayılır.

Rivayetlere göre Ahmed Yesevî dergâhında yetiştirildikten sonra Hind kıtasından İdil boylarına, Çin şeddinden Tuna kenarları­na kadar uzanan geniş bir coğrafyaya tebliğ ve irşad göreviyle gön­derdiği dervişlerinin sayısı doksandokuz bindir. Bu doksandokuz bin rakamı, sayı olarak tam tamına olmasa bile çokluğu ifade etmesi yönünden gerçekliğe işaret eder.

a.               Yesevî Soyundan Çelen Dervişler: “Bel Evlâdı”

Ahmed Yesevî’nin soyundan gelen ve İslâm dünyasının deği­şik yerlerinde yaşayıp irşad faaliyetinde bulundukları kaydedilen tasavvuf adamlarından bir kısmı -ki bunlara tasavvuf literatüründe “bel evlâdı” denirçeşitli kaynaklarda zikredilmiştir.

Gerek bugün Türkistan’da Yesi merkezli sözlü geleneğin izle­rini takib ederek varacağımız bilgiler, gerekse CevâhirüTEbrâr’da mevcut olan bir menkıbeye göre, Hazret Sultan Yesevî’nin İbrâhim adlı bir oğlu olmuştur. Fakat kaynaklar, bu Yesevî evlâdının daha çocukluğunda babasının sağlığında dramatik bir şekilde öldürüldü­ğünü nakletmektedir.

Yaygın rivayetlere göre Yesevî’nin oğlu İbrahim’den başka Gevher Şahnâz adlı bir kızı vardır ki, asırlardan beri kendilerini Ahmed Yesevî torunlarından sayan birçok kimseler Gevher Şahnâz soyundan gelirler. Kaynaklarda pek değinilmeyen Ahmed Yesevî’nin erkek kardeşi (büyük ihtimalle ağabeyi) Hâce Sadreddin (kısaca Sadr) Şeyh’in neslinden gelen bu kişiler Yesevîlik geleneğinin oluş­turulması ve Yesevî yolunun günümüze kadar taşınmasında faal bir rol alarak önemli hizmetler yapmışlardır. Yesevî’nin önde gelen halifelerinden Sûfî Muhammed Dânîşmend ile Yesevî şeceresinin tesbitindeki en önemli kaynak olan Neseb-nâme’nin yazarı Safîyyüddîn Orun-koylakî Ahmed Yesevî’ye kan bağı bağlı olan bu isim­lerdendir.

Hem Türkistan’da, hem de Anadolu’daki Türkler arasında kendilerinin Yesevî soyundan olduklarını iddia eden pek çok kişi­ye tarihte de bugün de rastlanmaktadır. Tarihî kaynaklara geçen Yesevî soyundan kişilerin sayısı ise bu kadar fazla değildir. Bu on­larca kuşaktan Yesevî torunları arasında Semerkand âlimlerinden Sadr-ı Âlem Şeyh, Ejderhan yakınlarında katledilen Baba Sultan Şeyh, Bağdat-Kazvin arasındaki Gürgan’da yaşayan Şeyh Muhammed Demtiz bin Yesevî, Keşmir’de medfûn bulunan Ahmed Yesevî en-Nakşbendî isimlerine rastlanmaktadır.

16.               asır Mâverâünnehir ileri gelenlerinden olup, bir süre Şeybânîlerden Abdullah Han’ın yanında bulunan ve hikmet tarzında şiirler söylediği de bilinen Şeyh Zekeriyya Semerkandî’nin Yesevî evlâdından olduğunu, Nakîbü’l-Eşraf Haşan Buharî kaydetmiştir. Bu kişilerin Ahmed Yesevî’nin kızı Gevher Şahnâz’dan gelen bir soy kütüğüne sahip olmaları muhtemeldir.

Batı Türkleri arasında, Yesevî torunlarından olarak, Tuhfetu’l-Uşşak adlı bir eser yazan Üsküplü şair Mevlidci Âta Yesevî evlâ­dından olduğunu kaydeder.

17.               yüzyılın ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi de Ahmed Yesevî neslinden olduğunu seyahatnâmesinin çeşitli yerlerinde ifti­harla tekrar eder.

Evliya Çelebi en az kendisi kadar ünlü kitabının Orhan Saik Gökyay tarafından yayına hazırlanan ve Yapı-Kredi Yayınları arasın­da neşredilen transkribe tam metninde ilk cildinden itibaren pek çok yerinde “Türk-i Türkân” (=Türklerin Türkü), “Pîr-i Pirân-ı Türkistan” (=Türkistan’m mürşidlerinin mürşidi) olarak saygı ile andığı Ahmed Yesevî hakkında “cedd-i izamımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri” ibaresini övünçle kullanır.9

Evliya Çelebi Hoca Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini Seyahatnâmesi’nin birçok yerinde, hemen her vesileyle ve belirgin bir iftiharla belirtir: “Tâ ecdâd-ı izamımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî ibn Muhammed Mehdi’den berü ecdâdlarımızdan şarâb [u] mükeyyefât yemiş içmiş yokdur. ”10

Evliya Çelebi (d. 1611) Hz. Ali’ye uzanan Hoca Ahmed Yesevi şeceresinden haberdar olduğunu gösteren ve Göynük’te Akşemseddin türbesi civarında medfun Bıçakçı (Sikkini) Ömer Dede’den bahsederken yazdıkları son derecede dikkat çekicidir: “...Islambol zindanında medfun Baba Cafer oğlıdır. Anlar Muhammed Hanefi evladıdır kim bizim ceddimiz Ahmed Yesevi bin Muhammed Ha­nefi’ye müntehi olduğında şecerelerimizde böyle tahrir olmağı la hasib ve nesihleri ile malumumuzdur... ” ibaresiyle Hoca Ahmed Yesevi’nin Hz. Ali’nin oğlu olan Muhammed Hanefi soyundan geldiğini açıklıkla ortaya koyar.11

“...Horasan’dan yediyüz Horasan erenleri ile Hacı Bektaş-ı Veli ceddimiz Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinden Rûm’a gelmek içün mezun olup doğru bu Âsitâne-i Seyyid Battal Gazi’ye gelüp nice zaman anda ikâmet edüp Bursa’dan Orhan Gazi Hacı Bektaş-ı Veli’yi görmeğe bu Seyyid Battal âsitânesine gelüp Bektaş-ı Veli ile müşerref olup Bektaş-ı veli ricasıyla bu âsitâne-yi Battal’ı Koca Orhan Gazi eyle imar edüp gûya bir kal’a-yı metîn edüp bin adet hâne halkın iskân etdirüp şehr imar eder. ”12

Evliya Çelebi, devrindeki Bektaşîlerin Pîr-i Türkistan’a saygı ile bağlı olduklarını ve kendilerini Ahmed Yesevî’ye izafe ettikleri­ni de İstanbul’da yaşayan Derviş Sünnetî dilinden şöyle yansıtır: Evvela tarik-i Hoca Ahmed-i Yesevî’den fukara-yı Bektaşiyânız ve üstâdımız Derviş Alî Nâdimi’dir. ” sözleri ile dile getirir.13

Yakın tarihlerde Suudî Arabistan’da vefat eden ve Türkistan tarihi konusunda bilgili bir insan olan Yesevî torunlarından Şehabeddin Yesevî de, Gevher Şahnâz Hanım evlâdından olduklarını söylemekteydi. Ahmed Yesevî’nin ağabeyi Hâce Sadr(eddin) ço­cuklarının Ak-kurganlı Hocalar ailesi olarak Türkistan’da varlıkları­nı sürdürdükleri bilinmektedir.

b.                 Yesevî Geleneğini Yaşatan Dervişler: “Yol Evlâdı”

Genetik verasetten daha da önemli olarak Ahmed Yesevî’nin rûhânî vârîsi olan bu mürşîd-i kâmiller ki bunlar ise “yol evlâdı” olarak anılırlarAsya bozkırlarından Balkan dağlarına14; Sibirya’dan Hindistan içlerine kadar yayılan Yesevîyye pîrleri olarak Ahmed Ye­sevî mirasının bugüne taşınmasında pay sahibi olmuşlardır.15

Ahmed Yesevî’nin Yesi’deki dergâhında eğitilerek manevî makâmlara ulaşmalarına vesîle olduğu Yesevî dervişlerini Türkis­tan’ın dört bir tarafına halîfe olarak gönderdiği bilinmektedir. Bu halifelerin büyük kısmının isimleri unutulsa da, güçlü bir şahsiyete sahib olan veya tarihî kaynaklara bir vesîle ile girebilme şansını bulan bazılarının kerametlerini yansıtan rivayetler ve menkıbeleri günümüze ulaşabilmiştir.

Yesevîyye silsilesini sürdüren ilk halîfelerden en ünlüleri ola­rak Yesevîyye silsilesini 17. asır sonlarına kadar getiren bu isim­lerden bazılarının menkıbeleri diğerlerinden daha ayrıntılı olarak çeşitli tasavvuf eserlerinde yer alırken, bazıları ise sadece bir isim olarak bilinmektedir.

Ahmed Yesevî’nin ismini yaşatarak Türkistan’daki irşad hal­kasını sürdüren ve böylece Yesevîyye tarîkatını atayurdunda devam ettiren başlıca halîfeleri Mansûr Ata ve oğulları (Tâc Hâce, Zengî Ata), Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sûfî Muhammed Dânîşmend, Safîyyüddîn Orun-Koylakî, Baba Mâçin Muhammed Hotenî, Emîr Alî Hakîm, Haşan Bulgarî, Osman Mağribî, Cemâlüddîn Taşkendî, Mevdûd İkânî, Cemâlüddîn Kâşgârî, Süleyman Gaznevî, Seyyîd Mansûr Belhî gibi isimlerdir.

Ahmed Yesevî’nin Horasan halkını tarîkatına davet ve manevî terbiye göreviyle gönderdiği halifeleri ise İmam Mervezî; Muham­med Bağdadî, Kemalü’ş-Şeybanî, Sa’deddîn Ata, Bahaeddîn Ata’dır. Buhara’nin tanınmış Kübrevîyye şeyhi Seyfeddîn Baharzî de Yesevî halifeleri arasında gösterilmişse de bu konu araştırılmağa muhtaçtır.

3. ‘Ata’lar Silsilesi: Hakîm Ata, Zengî Ata ve Diğer ‘Ata’lar

‘Ata’lar Geleneği:

Başta Reşehât olmak üzere Türkistan tasavvufu ile ilgili kay­naklarda isimlerine ‘Ata’ eki eklenmiş birçok isme rastlanır. Bu ‘Ata’Tarın hemen hepsinin Yesevîyye geleneğinden mürşîdler oldu­ğunu söylemek yanıltıcı olmaz. Nakşbendîyye geleneğinin pîrlerine -Hâcegân olarak tanındığı Şah-ı Nakşbend öncesi dönemden itibârenHâce denilmesi de bunun bir benzer örneğidir.

Türkmenistan’ın tanınmış çağdaş âlimlerinden Ahmet Bekmuradov’a göre “12. asırdan başlayarak Türkistan’da iz bırakmış dinî önderlere, özellikle de ulu sûfîlerin isimlerine “Ata” takısının eklenmesi bir gelenek halini almıştır. Türk soylu halklar arasında bu geleneğin öncüsü de ilk kez kendisine bir saygı göstergesi olarak “Ata” ünvânı verilen Hazret Sultan Ahmed Yesevî olmuştur.16

Aral gölü bölgesi civarındaki Hive-Hârezm bölgesindeki Sü­leyman Hakîm Ata ve takibçilerinin vesîle olduğu Yesevîyye tarîkatı egemenliği düşünüldüğünde bu tarifin gerçeği yansıttığı görülür. Sadece Yesevî ile ilgili kaynaklarda Hazret Sultan Yesevî için ‘Ata’ tabirinden çok Hâce ünvânı kullanıldığı bilinmektedir.

Mansûr Ata ve Oğullan

Yesevîyye geleneğinde kendisine önemli bir yer ayrılmış olan ilk halefi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Ata’dır. Mansûr Ata’dan sonra yerine oğlu Abdul-Melik Ata, sonra da sırasıyla Tac Hoca ve Zengî Ata geçmiştir. Bunlardan günümüzde en iyi bilinen sima, Türkistan tasavvufu klasiklerinden ReşehâtTn ilk sayfalarında Ahmed Yesevî ve halefleri anlatılırken ayrıntılı denebilecek derecede bilgi sahibi olmamızı sağlayan menkıbelerine yer verilmesi sayesinde Zengî Ata olmuştur.

Arslan Baba’nın oğlu ve Ahmed Yesevî’nin ilk haleflerinden olan Mansûr Ata (ölümü: 1198) hakkında yeni belge ve bilgilerin ortaya çıkması halinde şimdilik hayatı bir efsaneden öteye gideme­yen Arslan Baba ve ailesinin Türkistan’ın manevî hayatındaki yerini daha iyi öğrenebilmek mümkün olacaktır. Şu haliyle bile Otrar ya­kınlarındaki türbesindeki Arslan Baba ile yüzlerce kilometre ötede Taşkend yakınlarındaki türbesinde ebedi hayatını yaşayan dördün­cü kuşaktaki torunu Zengî Ata, aslında bu ailenin Türkistan’ın ma­nevi hayatı hakkında yeteri derecede fikir vermektedir.

Said Ata

Ahmed Yesevî’ nin ikinci halîfesi olarak bilinen Sa’idAta hak­kında Hârezm’li olduğu ve 1219’da öldüğünden fazla bilgi yoktur.

Sûfî Muhammed Dânîşmend

Sûfî Muhammed Dânîşmend, Ahmed Yesevî’nin ağabeyi Hâce Sadr(eddîn) ibn İbrahim’in oğlu ve Yesevî’nin öz yeğeni olup tarihî kaynaklarda hakkında bilgilere ulaşılabilen nâdir ve önde gelen Ye­sevî halîfelerindendir. Kaynaklarda Hazret Sultan Yesevî’nin üçün­cü halifesi olarak kaydedilmiştir. Hâzinî, ise Cevâhiru’l-ebrâr’ında Sûfî Muhammed Dânîşmend’i, Ahmed Yesevî’nin Yesi dergâhındaki ilk postnişîn olarak birinci halîfe olarak gösterir.

Rivayetlere göre şeyhi ve amcası Ahmed Yesevî ile birlikte kırk defa halvete girmiş ve yine Ahmed Yesevî’nin icâzetiyle Otrar’a gidip tekke kurmuş ve vefatından sonra defnedileceği Otrar’da kırk yıl irşâdda bulunmuştur. Sûfî Muhammed Dânîşmend’in önde gelen halîfesi Süksük (bazı kaynaklarda Süzük) Ata olarak bilinen Hâce Mustafa’dır. Süksük Ata sonrasında silsile İbrahim Ata ile devam eder. İbrahim Ata’nın oğlu da İsmail Ata babası öldürüldüğünde on yaşında olduğu için zâhirî ve tasavvufî eğitimine Hârezm, Buhara ve Semerkand’da devam etmiş, sonra Hocend’deki Şeyh Maslahat Hocendî’den tasavvuf yolunda icâzet alarak kendi memleketi Kazıgurt’ta irşâda başlamıştır. İsmail Ata’nin oğlu ve halifesi Hoca İshâk, 14. yüzyıl ortalarında kaleme aldığı Hadîkâtü’l-ârifîn isimli Türkçe eserinde İsmail Ata’nın ve diğer bazı sûfîlerin tasavvufî gö­rüşlerine yer vermiştir.

Süksük Ata’nın halifelerinden olarak gösterilen Hâce Evliyâ Melik’in, ‘Melikü’zzühhâd’ (zâhidler sultanı) lakâbı ile Taraz’da va­lilik yapan bir zat olduğu söylenir. Evliyâ Melik’ten devam eden Ye­sevî silsilesinin sırasıyla Ebû’n-Nûr Süleyman Âşık b. Dâvûd, Cemâleddin Muhammed Kâşgarî ve İbrahim b. Ömer el-Alevî ez-Zebîdî yoluyla devam ederek önce Yemen’de sonra Kuzey Afrika’da başka tarîkatlarla birleştiği ve zamanla Senûsiyye içinde eridiği rivayet edilmiştir. Bu ilginç rivayet Yesevîlik yolunun bir şekilde Yemen ve Kuzey Afrika’ya kadar uzandığına işaret eder. Hazînî’nin Cevâhiru’l-ebrâr’da Ahmed Yesevî’yi överken nâmının Yemen’e kadar ya­yıldığını kaydetmesi bu rivayeti desteklemektedir.

Bu hususlar torunu Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin Neseb-nâme’sinde şu şekilde kayıtlıdır:

“Yine Sûfî Muhammed Dânîşmend-i Zernûkî geldi, Ahmed Hâce Ata’nın hizmetinde kırk defa halvet kıldı. Ondan sonra Şeyh Ahmed Yesevî, SûfîMuhammed Dânîşmend’e izin verdi: “Git, Ot­rar’da sofra tut!” diye söyledi. Sûfî Muhammed Dânîşmend Otrar’da kırk yıl sofra tuttu, yetmiş yıl Hızır (a.s.) ile sohbet etti.

Ve yine SûfîMuhammed Dânîşmend’in bir mürîdi oldu: Süksük Hâce idi. Yesevî Ahmed Hâce Ata huzurunda on iki yıl hizmet etti. Yüzoniki yıl ömür gördü. Üç bin mürîdi oldu. Seçkin mürîdi Evliya Melik idi, yerini Melik Ata’ya verdi. Melik Ata’nın doksaniki yıl ömrü oldu, Hızır (a.s.), llyâs (a.s.) ve abdâllar ile yetmiş yıl sohbet etti.

Sûfî Muhammed Dânîşmend’in bir kerâmeti buluta binip hacca varmak idi, Kaf’dan Kaf’a ulaşırdı. Mezarı Otrar’da Sûfîhâne’dedir. Sûfî-hâne’nin yeri ve suyunu üç yüz kızıl altına halktan satın aldı. SûfîMuhammed Dânîşmend hânkahma vakf kıldı, amma SûfîMuhammed Dânîşmend’i “Şeyhim, atanısınız.” diyerek Şît’in yeri, suyunu verdi. “Dokuz atamdan beri helâl mülkümdür. Başı Öküz dağından ayağı Karaçuk dağına kadar yüz koşumluk yerdir. Tanrı, azîz ve celîl olsun, rızâsı için, Muhammed Rasûlullah (s.a.v.) şefaati için vakf kıldım. ”

Sûfî Muhammed Dânîşmend, uzun yıllar boyu Otrar’da irşâd makâmında bulunmuş ve halkı Hakk’a dâvet etmiştir. Ayrıca, Cevâhirü’l-Ebrâr’da, Ahmed Yesevî’ye muhâlefet ile sorular sormak için Hârezm’den gelen İmâm Mervezî’nin hâfızasındaki bin soruyu silen ilk kişi olarak gösterilmiştir. Âlim Şeyh de, Sûfî Muhammed Dânîş­mend hakkında benzer bir rivayet nakleder. Ona göre soru sormak için gelen İmâm Merâğî’dir. Kerâmet göstererek onun zihnindeki soruları silen kişi Hakîm Ata, kitaplarındaki yazıları silen ise Sûfî Muhammed Dânîşmend’dir. Sûfî Dânîşmend’in yazdığı Ahmed Ye­sevî Menâkıbı’r\dar\ bazı nakiller de yapan Âlim Şeyh, kabrinin Ye­si’ye dört fersah mesâfedeki Otrar şehrinde olduğunu yazmıştır.

Hazret-i îşân (Ubeydullah Ahrâr) buyuruyorlardı ki: Sûfî Mu­hammed Dânîşmend, çok âlim, dînine bağlı ve muttakîbir kişi imiş. Hâce Ahmed Yesevî Yesi’ye gelip halkı cehrîzikirle meşgûl edince, Sûfî Muhammed Dânîşmend onu bu işten menetmek düşüncesiyle evinden çıkmış. Ahmed Yesevî, onun kendisini îkâz için gelmekte olduğunu mânen keşfedip daha görüşmeden onda mânevî tasar­ruflarda bulunmuş ve görüşme esnâsmda onun işini tamamlamış (mürîd yapmış ve hilâfet vermiştir).

Muhammed Şerîf el-Hüseynî, İsmâil Ata’dan bahsederken şöyle der: “Şu konu kapalı kalmasın ki, Hz. Sultân İsmâil’in üç mâ­nevî nesebi (intisâb ve icâzeti) vardır. Birincisini, Şeyh Mustafa’dan almıştır ki ona bazıları Süksük Ata bazıları da Süzük Ata, diyorlar. Onlar Sûfî Muhammed Dânîşmend’den ve onlar da Hâce Ahmed Yesevî’den almışlardır”. Bu rivayetten, SûfîMuhammed Dânîşmend’in halîfesi Süksük (ya da Süzük) Ata’nın asıl isminin Şeyh Mustafa ol­duğu anlaşılmaktadır. Âlim Şeyh gibi, Muhammed Şerîf de, Sûfî Mu­hammed Dânîşmend’in yazdığı menâkıb’dan istifâde etmiştir.

Nâsıruddîn Buharî ise, Tuhfetü’z-zâirîn’de Sûfî Muhammed Dânîşmend’in Ahmed Yesevî’nin üçüncü halîfesi olduğunu, muttakî bir insan olup Otrar’da Arslan Baba’nın yakınında medfûn bulundu­ğunu söyler.

Safîyyüddîn Orun-Koylakî

“Hâce Ahmed Yesevî Ata âhirete göçeceği sıra kendi yerini “kardeşimin oğlu” dediği Safîyyüddîn Orun-Koylakî’ye verdi.” şek­lindeki rivayet, Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin Hazret Sultan Yesevî ile akrabalığını gösterirse de “kardeşinin oğlu” değil ‘ağabeyi Hâce Sadr(eddîn) ve Sûfî Muhammed Dânîşmend’in torunlarından’ oldu­ğu anlaşılır. Yesevî silsilesinin belirlenmesinden büyük bir önemi olan Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin derlediği Neseb-nâme’de yer alan kendisi ile ilgili satırlar şöyledir:

MENKIBE

Safîyyüddîn Orun-Koylakî 'nin doksanüç yıl ömrü oldu. Elli yıl Hı­zır (a.s.) ve İlyâs (a.s.) ile sohbet etti. Amma Karğalığ 'da İshâk Bâb za­manından beri on bir atamız geçti. Bu Neseb-nâme Mevlânâ Safiyyüddîn Orun-Koylakî'ye kaldı. Bu Neseb-nâme Arap dili ile idi, Mevlânâ Safiy­yüddîn Orun-Koylakî Türk diline çevirdi (aktardı), Hicret 'den beş yüz kırk yıl geçmiş idi.

Mevlânâ Safiyyüddîn Orun-Koylakî, der: “Benim ulu atam İshâk Bâb zamanından Yesevî Ahmed Hâce Ata'ya kadar on bir atamız geçti. Ulu atamız İshâk Bâb 'ın bütün helâl yerleri ve sularını hepsi ekin için kul­landılar, sofrasını daima (açık) tuttular Bu sebeple bu yerler ve suları bu Neseb-nâme içinde kaydettim. Benim vefatımdan sonra oğlum Zâhid'in çocukları, benim neslim bu Neseb-nâme 'yi okusalar, aslıma bağlı kalsalar, ulu atam İshâk Bâb 'ın helâl mülkü, yer ve sularını bilirler Benden sonra iddia edip (bu yer ve suları) alırlar Ulu atam İshâk Bâb 'ın sofrasını Hak rızâsı için tutarlar Dervîşler ve mü inin müslümanlar yorulup acıkıp uzak yakından gelseler, yemek yapıp “Tanrı, azîz ve celîl olsun, kabul etsin. ” diye dua kılsalar, geçmiş nesebim, hoşnudkılmış olurum. Bu benim dünya­lığım olur. Tanrı, azîz ve celîl olsun, hoşnudhığu olur Kıyâmet günü, inan­dık ve tasdik ettik, şefâatçı olurum, 'diyerek, gerçekten bu sebeple ulu atam İshâk Bâb 'ın helâl mülklerini bu Neseb-nâme içinde kaydettim. ” Mevlânâ Safiyyüddîn Orun-Koylakî, der: “Doksan üç yıl ömrüm oldu. Elli üç yıl Hızır ve İlyâs ile sohbet ettim. Ne kadar az ekin eksek, Hızır ve İlyâs dua kılar. Tanrı, azîz ve celîl olsun, o kadar çok bereket verir idi, artar ve taşar idi. Gelen, giden müslümanlar ve dervîşler ile fazlalaşır. Tanrı, azîz ve celîl olsun, o kadar çok bereket verirdi. Gerçekte o sebepten ulu atam İshâk Bâb 'ın helâl yerlerini ve sularını (kendimiz için) almadık, ekin ekmedik ve tasarruf kılmadık. Hızır ve İlyâs duası bereketiyle asla açlık görmedik, Tanrı, azîz ve celîl olsun, bize hiç sıkıntı ve darlık zahmetini gösterme­di. ” YineMevlânâ Safîyyüddîn Orun-Koylakî der: “Ulu atam İshâkBâb 'ın helâl mülkleri ve sofraları bana miras kaldı. Hakikatte ben mirasçıyım. ” Yine Mevlânâ Safîyyüddîn Orun-Koylakî der: “Benim vefatımdan sonra bu Neseb-nâme 'yi okuyan kimseler, ulu atam İshâk Bâb 'ın helâl mülklerini ve sofralarını dâva kılıp alsalar ve ulu atam İshâk Bâb 'ın sofrasını câri tutmasalar (açık tutmasalar), yorulup acıkıp gelen dervişlere ve mü 'min müslümanlara bakmasalar, kusur kılsalar ve (onlara) kolaylık gösterme­seler ben Mevlânâ Safîyyüddîn Orun-Koylakî, kıyamet günü, inandık ve tasdik ettik, olsa, o kimseye büyük hasım olurum. ”

(Neseb-nâme, Kemal Eraslan)

Süleyman Hakîm Ata

Asıl ismi Süleyman Bakırganî olmakla beraber daha çok ‘Hakîm Ata’ diye tanınmış olan Ahmed Yesevî’nin haleflerinden dördüncü halife olan, Süleyman Hakîm Ata, Türkler arasında en tanınmış Yesevî vârîsidir. Süleyman Hakîm Ata’nın “dervişler ahvâ­linden Türkî dilde kelimât-ı hikmetâmîz ve letâif-i ibretengîzleri” olduğu rivayet edildiği gibi, menkıbeleri ve halîfeleri hakkında da yazılı kaynaklarla nakledilmiş ayrıntılı denebilecek bilgiler vardır.

15.               yüzyıl sonrasının yazılı kaynaklarına göre Süleyman Hakîm Ata’nın doğum yeri Hârezm, yaşadığı yer ise Hârezm böl­gesinin Ürgenç vilâyeti ve Akkurgan beldesidir. Türkmenistan’daki son yayınlardan birisinde Anadolu’dan Yesi’ye gelerek Hazret Sul­tan Yesevî’ye intisab ettiği yazılmış ise de; bu rivayet, Hârezmli olduğu şeklindeki diğer rivayetlere göre zayıf görünmektedir. Ri­vayete göre Karahanlı Buğra Hanlar soyundan asîl bir hanım olan Anber Ana ile evli olan Hakîm Ata’nın Anber Ana’dan büyükten kü­çüğe Mahmud, Asğar ve Hubbî isimli üç oğlu olur. İki büyük oğlu­nun Hârezm’de zamanın önde gelen âlimlerinden Carullah Allame Şeyh’ten ilim öğrendikten sonra irşad çalışmalarında bulundukları kaydedilmiştir. Ölümü hakkında da çok ilginç bir menkıbe rivayet edilen Hakîm Ata’nın en küçük oğlu Hubbî Hâce’nin ise daha küçük­lüğünden itibaren babası gibi pek çok kerâmet göstermiş olduğu nakledilir.

Hakîm Ata daha çok Türkistan’ın Aral gölü yakınlarındaki böl­gelerinde İslâmî tebliğ ve tasavvufî eğitim ile uğraşmış, Lemehât min Nefahâtü’l-kuds adlı eserdeki bir rivayetten anlaşıldığına göre daha Ahmed Yesevî’nin sağlığında, izniyle oluşturduğu dergâhın­da faaliyet göstermiştir. Ömrünün son yıllarını yaşadığı Hârezm’de bölgesinde, Akkurgan’da kaynaklarda 1186 yılı olarak kaydedilen ölümünden sonra inşa edilen türbesine defnedildiği bilinmektedir.

Süleyman Hakîm Ata, 12. yüzyılda Ahmed Yesevî ile başlayıp Orta Asya ve Türkistan’da geniş bir coğrafyaya yayılarak etkili olan Yesevîlik akımının ilk ve önemli temsilcilerindendir. Ahmed Yesevî ölümünden sonra yirmi yıl kaldığı irşad postunda HakkT arayan mürîdleri irşada devam etmiştir. Yesevî mürîdlerinin büyük kısmını etrafına topladığı rivayet edilen Hakîm Ata’nın diğer Yesevî halîfe­lerinden önce öldüğü rivayet edilir.

Hayatı ve kimliği ile ilgili bilgiler kesin kaynaklara değil men­kıbelere dayanmaktadır. Eserlerinde Süleyman, Kul Süleyman, Sü­leyman Bakırganî, Hakîm, Hakîm Süleyman gibi mahlâslar kullanan Hakîm Ata’nın daha çok menkıbelerle iç içe efsanevî bir hayatı vardır.

Türk şeyhlerinin büyüklerinden olan Hakîm Ata, mürşîdi Ye­sevî’nin izini takib ederek dervişlerin görevleri hakkında hikmet­ler söylemiştir. Yesevîlik silsilesi ile ilgili bazı kaynaklarda zahir ve bâtın ilimlerine sahip olan Hakîm Ata’dan “otuz bin şeriat, otuz bin tarîkat ve otuz bin de hakikat ilmine dair hikmet” türünde şiir nak­ledildiği kaydedilmiştir. Başka bir kaynakta ise, Süleyman Hakîm Ata’nın Ahmed Yesevî’nin son zamanlarında verdiği emirle Ürgenç bölgesinde irşada başladığı, “doksan beş yıl yaşadı”ğı, “yetmiş yıl Hızır (a.s.) ile sohbet etti”ği ve “beş bin mürîdi oldu”ğu nakledil­mektedir.

Süleyman Hakîm Ata’nın eserleri: Mürşîdi Ahmed Yesevî gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata şiirleri ile de­ğişik Yesevî şairlerinden Dîvân-ı Hikmet’tekiler tarzında tasavvufî şiirlerin bulunduğu bir eser olan Bakırgan Kitabı isimli mecmua gü­nümüze ulaşmıştır. Âhir zaman alâmetlerini ve kıyameti anlatan ve Takı Aceb Kitabı ve Kıyâmet-nâme adlarıyla da bilinen Âhir Za­man Kitabı, İmâm-ı Azâm hakkındaki, ‘Yarım Elma Hikâyesi’ adıyla da bilinen manzum bir eser olan Kıssâ-ı Hazret-i İmâm-ı Azam ve Hazret-i Meryem’in ölümünü anlatan Kıssâ-i Hazret-i Meryem Bibi kitabıdır.17 Mi'râcnâme gibi başka manzum eserleri de olan Hakîm Ata’nın hayatı ve menkıbeleri, yazarı belli olmayan Türkçe ve men­sur Hakîm Ata Kitabı’nda toplanmıştır. Rus bilgini K. G. Zaleman, Londra’daki Asya Arşivi’nde bulduğu, XIV-XV. asra ait yazarı belirsiz “Hakim Ata Risalesi” adlı bu eseri 1897 yılında Sen-Petersburg’ta tercümesiyle yayınlamıştır.18

Süleyman Hakîm Ata’nın bu eserleri ile ilgili olarak son yıl­larda ülkemizde bazı çalışmalar yayınlanmış bunlar arasında Doç. Dr. Münevver Tekcan’ın çalışmaları dikkat çekmektedir.

Süleyman Hakîm Ata’dan geriye hikmet tarzı şiirleri ve kitabları dışında yetiştirdiği çok sayıda halifesi ve binlerce mürîdi kalmıştır. Halifeleri arasında en çok tanınanlardan ilki Zengî Baba, Zengî Ata olarak da bilinmektedir. Önce Ahmed Yesevî’ye mürîd olan Zengî Ata, daha sonra Hakîm Ata’ya mürîd olarak onun ter­biyesiyle kemale ermiştir. Hakîm Ata’nın ikinci halifesi ise Şeref Ata’dır. Zengî Ata ve Şeref Ata hakkında bilgiler de bu eserde yer almaktadır.

Hakîm Ata Menkıbeleri

Yesevî geleneğinde hakkındaki menkıbeler neredeyse Hazret Sultan Yesevî menkıbeleri hacmine ulaşan tek kişi Süleyman hakîm Ata olarak görülmektedir. Süleyman Hakîm Ata’ya ilişkin menkıbe­ler, sözlü anlatılardan derlenerek 19. yüzyıldan itibaren ‘Hakîm Ata Kitabı’ adı ile basılarak günümüze kadar gelebilmiştir.

Hakîm Ata ile ilgili menkıbeleri içeren kaynaklar 15. yüzyıla kadar iner. Hakîm Ata’nın hâl tercümesine geniş olarak yer veren ilk eser Alî Şîr Nevâî’nin NesâyimüT Mahabbe min ŞemâyimiTFütüvve adlı eseridir. Alî Şîr Nevâî’nin (1441-1501) verdiği bu bilgiler şöyledir: “Adı Süleyman’dır ve Ahmed Yesevî mürîdidir. Hoca Ah­med, bir gün yemek pişirilmesini buyurur. Yemeği pişiren kişi, odun yetmedi diye gelir. Yesevî, mürîdlerine kırlardan çalı-çırpı toplayıp getirmelerini söyler. Ve bu sırada yağmur yağmaktadır. Mürîdler odun toplarsa da, yağmur yağdığından odunları ıslanmıştır. Hakîm Ata, topladığı odunları giyeceklerine sarıp kuru halde dergâha getirir. Hoca Ahmed Yesevî der ki: ‘Ey oğul, hakîmâne iş yaptın.’ Ve ona Hakîm lâkabı bu olaydan kalmıştır. Hakîm Ata, hikmet dili söyler olmuştur, öyle ki hikmetleri Türkler arasında meşhurdur.” Hakîm Ata’nın hayatı ile ilgili olarak Alî Şîr Nevâî’nin verdiği bu bilgiler, Hakîm Ata Kitabı’nda bulunan aynı konulu menkıbe ile çok büyük bir benzerlik göstermektedir.

Ahmed Yesevî’nin manevî işaretiyle 17. yüzyılda yazılan Lemehât min Nefahâtü’l-kuds adlı eserin Ahmed Yesevî’den başlaya­rak Yesevî silsilesindeki bazı mürşîdlerin anlatıldığı ikinci bölümün­de, Süleyman Hakîm Ata’ya ait menkıbeler de nakledilmektedir. Bu eserde, Hakîm Ata Kitabı’nda yer almayan kerametleriyle ilgili iki menkıbe daha bulunmaktadır. Bunlardan birisi şöyledir: “Ahmed Yesevî’nin toprak altındaki halvet hücresi dar idi. Hakîm Ata’ya onu genişletmesini söyledi. Hakîm Ata, duvara sırtını yaslayıp itti. Hücre bütün dervîşleri alacak kadar genişledi. ”

Hakîm Ata Kitabı adı ile kitab halinde yayınlanan menkıbeleri sayesinde Kuzey Türkleri arasında asırlardan beri bu yana bilinen Hakîm Ata, Doç. Dr. Münevver Tekcan’ın Hakîm Ata Kitabı hakkındaki değerli çalışması ile ülkemizde de daha iyi bilinir hale gel­miştir. Hakîm Ata Kitabı’ndaki menkıbelerinde çizilen portresi ile Hakîm Ata daha çocukluk günlerinden itibaren kerametlerine tanık olunmuş bir Yesevî erenidir. Hakîm Ata Kitabı’nda kayda girmiş bazı kerametleri şöyledir:19

HAKÎM ATA MENÂKIBI

“Hikâyede şöyle anlatılır ki Süleyman Hakîm, çocukluğunda mektebe giderken başka çocuklar Kuranlarını boynuna asıp gider­lerdi. Ama Hakîm Hâce, Kurân’ı boynuna asmaz, eliyle alttan tu­tup veya Kurân’ı tepesine kaldırıp hürmetle götürürdü. Mektep­ten çıkınca da yüzünü mektebe hocalarına doğru arkasını da ev­lerine doğru çevirip geri döner idiler. O mahalde adları Süleyman idi. Hâsılı günlerden bir gün Hâce Ahmed Yesevî, mescid kapısında, eşiğinde oturur idi. Görür ki bir bölük çocuk mektebe gitmektedir. Bunların arasında bir çocuk Kurân’ı tepesine kaldırarak gitmekte­dir. Hâce Ahmed Yesevî, bu hali görünce, hoşuna gitti, buyurdular:

“Ey çocuk git, hocandan izin iste! Eğer izin verirse, bize gel, biz sana Kuran öğretelim!” dedi. Bu sözü işitince Süleyman hocasına edeble gidip söyledi, hocası da kabul etti, izin verdi. On­dan sonra ana-babasından izin istedi, onlar da rızâ gösterip izin verdiler, kendileri oğullarını edeb yoluyla, getirerek Hâce Ahmed Yesevî’ye emanet ettiler. Hâce Ahmed Yesevî, Süleyman’ı Kur’an okutmağa yanma aldılar ve Kuran öğretmeye başladılar. Kısa süre içinde bütün ilim esaslarını öğrendi. On beş yaşma geldikten sonra da masum iken tövbe ederek, Hâce Ahmed Yesevî’ye mürîd oldu, bütün edep usullerini de öğrendi. Gece gündüz edeb esasları ile hizmet şartlarını yerine getirdiler.

Günlerden bir gün Hızır (a.s.), Hâce Ahmed Yesevî’nin, evi­ne misafir oldular. Hâce Ahmed Yesevî, yemek pişirmeğe bir mik­tar odun getirmek için çocuklara buyurdular: “Kıra gidin, odun alıp gelin, yemek pişirelim!. ” Bütün çocuklar koşarak kırlara odun toplamaya gittiler. Odunları alıp gelirken gökten bir kara bulut peyda oldu, müthiş bir yağmur yağmağa başladı, seller akıp bütün çocukların odunları ıslandı. Gelen odunlar hep ıslaktı. Süleyman giysisini çıkarıp odunları sararak kendisi çıplak olup geldi. Elbise­sini sardığı için, Süleyman’ın getirdikleri kuru idi. “Bütün çocuk­ların odunlarını alıp gelip ateşe yakalım!” dediler. O çocukların ıslak odunları yanmadı. Bu durumda Süleyman’ın odununu getirip yakınca hemen yandı.

O sayede Süleyman’ın odununun ateşi ile bütün çocukların diğer ıslak olan odunları da yandı. Yemek pişirmekle meşgul ol­dular. Bu durumu Hızır Ata (a.s.) görüp: “Bütün çocukların odun­ları ıslandı, yanmadı. Süleyman’ın odunu çabuk yandı, onun tu­tuşturması ile bütün çocukların odunu da yandı. Bu ne sırdır?” diye odunlarının neden kuru kaldığını Süleyman’dan sordular: Sü­leyman da tevazu gösterdi, sebebini anlattı ve “Yolda gelirken, yağmur yağarken elbisemi çıkarıp odunuma sardım, kendim çıplak olup geldim; o sebepten odunum kurudur. ” diye cevap verdi. Hızır Ata (a.s.) bunu pek beğendi ve çok takdir ettiler. “Hoş hakîmâne (akıllıca) iş yapmıştır, bunun adı Hakîm Süleyman olsun!” dedi ve çocuğa, “Bundan sonra adın Hakîm olsun!” dedi. “Hakîm”lik ad verdiler ve nefes üflediler, duâ da ettiler.

Hâce Ahmed Yesevî, mutlu oldular, Süleyman’a kutlu nefes ile kutlu ad verdiler, “Mübarek olsun ve karşılığını verdi. ” deyin­ce, Hızır, selâm onun üzerine olsun: “Ey Hakîm Süleyman, ağzını aç!” dedi. Hakîm Süleyman ağzını Hızır’a selâm onun üzerine ol­sun, tuttu, Hızır, selâm onun üzerine olsun, nefesle tükrük bırak­tı. Süleyman’ın içi, feyz ve nûr ile doldu. Hızır, selâm onun üze­rine olsun: “Haydi, şimdi durma, feyz izhar et! manânın sırlarını göster!” diyerek izin verdi. Hakîm Ata, o andan itibaren birtakım hikmetler söylemeğe başladı.

Hakîm Hâce’nin, manânın sırlarını (göstermek için), ağzını açıp ilk önce söylediği hikmet budur:

Hikmet

Eski püskü kürküm var. Kırık dökük baltam var.

Şeyh (im) oduna gönderse, Gitmemeye ne gücüm var.

Donum oduna sarıp, Bedenim soğuğa titreyip, İçten muhabbet coşup, Hızır-İlyâs atam var.

Âb-ı hayat verilen, Dünya içinde derilen, Hak’dan nasip verilen, Hızır-İlyâs atam var.

Gece gündüz gezer yabanda;

Manâ hâzinesi var onda;

Erenlerin katında; Hızır İlyâs atam var.

Bassa dağlar yarılan, Binse yerler dürülen, Maşrık Mağrib görünen, Hızır-İlyâs atam var.

Zahir göze görünmez;

Gizli sırrı görülmez;

Onsuz yollar bitmez; Hızır İlyâs atam var.

Kumda izini izleyen, Hak’dan özünü gizleyen, Hakikati sözleyen, Hızır İlyâs atam var.

Âlimlerin dediği, Kitaplarda bulduğu, Gönüllerin hâzinesi, Hızır İlyâs atam var.

Hakîm Ata’ya, Hâce Ahmed Yesevî’nin verdiği himmetin müj­desi nasip oldu, Hızır Ata’dan hisse aldılar. Allah en doğrusunu bilir.

Günlerden bir gün kurban ayında, Ahmed Yesevî’nin tekke­sinde doksandokuz bin şeyh hepsi hazır olup zikr ve semâ sohbe­ti kuruldu. Namaz vakti olunca, bütün şeyhler namaza kalktılar, Hâce Ahmed mihraba geçti, imam oldu. Acaba bu şeyhlerin han­gisi olgunluğa erişmiş (ve) dileğine ulaşmıştır (diye) gizli maksat­ları vardı. “Bunları deneyelim!” diyerek, koyunun mesanesini ısla­tıp bellerine bağlayıp mihraba geçtiler. Hoca Yesevî namaza baş­ladılar. Sağında Hakîm Ata, solunda Sûfî Muhammed Dânîşmend vardı. Namaz sırasında, Hâce Ahmed Yesevî, kıraat okuyup rükûya vardılar. Hoca’dan bir ses çıktı; -kovuktan (mesaneden) seste yel çıkardılar-, sonra secdeye vardılar. Yine su salındı, onu görüp bü­tün mürîdler ve cemaat: “İmamın abdesti bozuldu” diye icabetten vazgeçtiler, namazlarını bozdular. Lâkin Hoca aldırmadı. Namaza devam etti. Hakîm Ata Hâce tereddüt etmeksizin ona uydu, na­mazını bozmadı. SûfîMuhammed Dânîşmend de Hakîm Ata’ya ba­karak devam etti, sol ayağını burarak bastı, gördü ki Hakîm Hâce ayakta duruyor, o da ayağını öndeki gibi berkitti. Bu üç azîz na­mazlarını edâ ettiler, Nihayet, selâm verildikten sonra namazdan çıktılar. Hâce Ahmed Yesevî, arkalarını mihraba doğru yüzlerini cemaate doğru dönüp dedi ki: “Ne için namazlarınızı bozdunuz? “Ben bunu sizin sülûktaki mertebenizi anlamak için mahsus yap­tım. Bende tam temizlik var idi. Ancak sizleri denemek için belime kovuk (mesane) bağlamıştım. Yoksa, o ses benden değil, belime soktuğum bir kovuk parçasından çıktı; işte bakın!” diye çıkarıp gösterince hepsi ayağa kalktılar.

Hâce Ahmed Yesevî, “Anlaşıldı ki, benim bir tek tam mürî' > '

dim, bir de yarım müridim kemâle erişmiş; diğerleri hep nâdanmış. Sordular: “Kimleri söylüyorsunuz?” Hâce Ahmed Yesevî, “Tam mürîd olarak Hâkim Hâce’yi, yarım mürîd diye de SûfîMuhammed Dânîşmend’i söylüyorum. ” dediler.

Nâdân ne bilsin er sırrını,

Kalp gözünü açmayınca;

Er nazarını nasıl bulursun, Yürek yağını eritmeyince.

Ve bunun üzerine ondan sonra Hâce Ahmed Yesevî, Hakîm Ata’ya icazet verdi ve emretti: “Şimdi senin işin tamam olmuştur” dedi. Hakîm Ata’yı Hârezm’e gönderdi. O bölgedeki Hak taliple­rini irşad etmesini istedi. “Yarın seher vakti, şafakla sana bir deve gelecek, eşiğinde bir deve çökecek, o deveye bin, başını boş bırak, varıp o deve Hârezm’de nerede durur ve çökerse ineceğin yer orasıdır, senin menzil makamın orası olsun ; (ikâmet yerin) orada olacak. ” diye izin verdiler. Hakîm Ata veda edip menzile ha­reket etti. Ertesi sabah seher vakti Hakîm Ata, gelen deveye binip salıverdi, başını boş bırakınca, o deve Türkistan’dan batı tarafı­na doğru yürüdü ve Hârezm şehrinin batısına doğru Beynâr arkası denen yere geldi, durdu; çöktü, ayağa kalkmadı. Deve, o bölge sultanının yasak bölgesinde çökmüştü. O kadar zorladılar, kalkma­dı. Dilek dilediler, yine kalkmadı, deve bağırdı. Bundan dolayı o yere, Bakırgan dediler, adı ondan kaldı. Deve durunca Hâkim Ata, deveden indiler, o yeri bulup gördüler. Bir adam eline bir sopa alıp devenin basma atmak istedi ama hemen eli kurudu.

O yer Buğra Han’ın at yılkılarının, koyun sürüsünün otladığı bir yerdi. Beş çoban gelip Hakîm Ata’ya: “Kimsin, burada edebsizlik yaparak iniyorsun?” dediler. Yılkıcılar -at sürücülerionu bura­dan kovmak istediler Hakîm Ata “Ben dervîşim, bir yere gitmem; burada menzil makâm tutma isteğim var! ” diye cevap verdiler.

Onlar: “Bu yer Buğra Han’ın çobanının otlatma yeridir, se­nin burada menzil makâm kurmana izin vermeyiz. Sonra ellerinde­ki, at sürdükleri değneklerini kaldırıp hücum ettiler. Hakîm Ata’ya hamle kılınca, Hakîm Ata oradaki ağaçlara: “Tutun bunları!” diye emretti. Turangu ağaçları var idi. O zaman ağaçlar üçünü sımsıkı yakaladılar, o üç çobanı ağaçlar budaklarıyla basarak alıp kaldı, diğer ikisi kaçarak, kurtuldular, Buğra Han’a, Sultanın huzuruna gittiler. Adamlar durumu, olup-biteni Buğra Han’a anlattılar, (bk. IV, s. 60-63).

Bu vakadan haber verince, Buğra Han bu habere pek memnun oldu: “Üç gün oldu, üç gündür burnuma erenler kokusu geliyordu. O şekil de olsa, Allah’a şükür, memleketimizde bir er de ortaya çıkmış olacak.” dedi ve isi tahkik için Abdullah Sadr adlı veziri J > > >

var idi.. Ona seslenip “Edeple, saygıyla onu söylet, sor, kimdir, o dervîş nereden gelmiştir, adı nedir, bir de kime mürîd imiş?” deyip gönderdi. Abdullah Sadr gelen dervîşe kim olduğunu ve ne istedi­ğini sordu. Hakîm Ata’dan edeple gelip sordu: “Ey dervîş, kimsin, nereden gelirsin, adın nedir?” diye sorunca, cevap verdiler: “Ata­mın anamın koyduğu adım Süleyman’dır, ancak şimdi adımıza Sü­leyman Hakîm diyorlar. ” Hâce Ahmed Yesevî’nin müridiyim” dedi. Abdullah Sadr, Yesevî mürîdlerinden Hakîm Süleyman olduğunu anladı. Yılkıcıların neye ağaçta kaldıklarının hakikatini sezince, ağaçlardan, “Böyle yapan böyle olur!” sadası geldi. Abdullah Sadr sordu: “Bu çobanlar burada nasıl asılı dururlar?” Hakîm Ata cevap verdi: “Ağaçlardan sorun! ” Ağaçlardan sorunca, “Her kime şeyh­lerin gazabı olursa, bu şekilde olur” diye ağaçlardan ses geldi. Bu dervîşin derecesinin yüksekliğine inanan Abdullah Sadr, geri dönüp Buğra Han’a haber verdi. Abdullah bu acayiplikleri görüp hayretle atma bindi. Bu sözü Buğra Han’a söyledi. Buğra Han bu sözleri işi­tip hayrette kaldı. Dedi ki: “Vezirler bu kimse, acayip azîz kişidir. Buna duâ etmek, hürmet etmek gerek, tarikatına girmek gerek. ” Sultan Hakîm Ata’nın yanma geldi, mürîd oldu. Buğra Han’ın Anber adlı çok güzel bir kızı var idi. O kızını, bu dervîşin rızasını celb için Hakîm Ata’ya hürmetini ve bağlılığını göstermek için, vermeyi uygun gördü ve kızlan da kabul ettiler, kızını Hakîm Ata ile evlen­dirdi. Kızı Anber Ana idi. Bu evlilikten Hubbî Hâce dünyaya geldi Buğra Han, o Anber adlı kızını alıp develerini deveci ile, koyanla­rını çobanı ile, sürülerini otlakçısı ile bütün malını, sürülerini ge­tirip Hakîm Ata’ya bağış olarak sundular, ayrıca da birçok develer, koyunlar, atlar gönderdi; Hakîm Ata, bunları kabul etti. Buğra Han kendisi bütün beyleri ile gelerek Hakîm Ata’ya mürîd oldular. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürîd ve mu’tekid idiler. Ve in­sanlar günden güne toplaşmaya başladılar. Hakîm Ata’nın şöhreti halk arasında yayıldı. Bakırgan adlı o yeri kendisine menzil yaptı. Orada yer ve mevkî tuttular ve o yere de Bakırgan adı verdiler. Hakîm Ata’nın yerleştiği bu yere, şimdi Bakırgan diyorlar. Hakîm Ata’nın şöhreti dört tarafa yayıldı.

Naklederler ki Anber Ana’dan üç oğlan oldu. Büyüğünün adı Mahmud Hâce, ondan küçük oğlunun adı Asgar Hâce, ondan küçük oğlunun adı HubbîHâce idi, Allah’ın rahmeti cümlesine olsun. Hâ­rezm şehrinde bir ulu şeyh var idi. Cârullah Allâme Şeyh derler idi. Gayet âlim, bilgin idi; Keşşafı, yeniden açıklayıp anlatır idiler ve Muhammed Hâce ile Asgar Hâce’yi Hârezm’e göndermişlerdi Şeyh Cârullah Allâme Şeyh yanında ilim tahsil etmeye. Günler­den bir gün hücre içinde şarap kadehini doldurarak bu hâcezâdeler birbirlerine şarap sunuyorlardı. İnsanlar bunu görüp; “Acaba bunun gibi hâcezâdeler bu İslâm’ın kubbesi içinde (nasıl) şarap içiyorlar ve sarhoş oluyorlar. ” diye hayrete düştüler. Bu durumu gidip Hakîm Ata’ya anlatınca, Hâkim Ata hâcezâdelere “Hemen oğullarım bana gelsinler!” diye (bir) kişi gönderdi. Hâcezâdeler bu sözü duyunca “Biz bu kötü şöhretle Bakırgan iline nasıl gireriz?” diyerek endişelendiler, gitmediler. Hakîm Ata,Bakırgan’dan Şeyh Cârullah Allâme Şeyh’e ve ileri gelenlere “Hâceleri tutarak şeriat yoluyla hesap soracaksınız” diye mektup gönderdiler.

Şeyh Cârullah Allâme Şeyh, buyurdular: “Şeriat yolu ile şa­rap işi yapacağız”. Mesuliyet sahiplerine: “Bundan sonra her ne­rede şarap içseler, tutun, hesap sorun!” dedi. Hârezm şehrinin ortasında bir uzun minare var idi, onun üstüne çıkıp hâcezâdeler şarapla meşgul idiler. Mesuliyet sahipleri, bunu görünce, Hâcele­ri tutup hesap sormak için minareye çıktılar. Hâceler kendilerini minareden dışarı attılar, yere sessizce düştüler, ayak üstüne ba­sarak dik durdular. Ellerinde şişe, şarap kadehi var idi, bunlar da kırılmadı. Hâceler orada, o şarap kadehini doldurup şerbet sunuşarak içtiler. Onu gören insanlar çığlık atarak toplanıp boyunlarına peştemâl sarıp Hâcelerin ayağına kapanarak özür dilediler; halkın çoğu orada Hâcelere mürîd oldular. Şüphesiz inananlar arasında bunun gibi muhabbetler vardır. Erenlerin işi gerçektir, hakiki ol­mayan işi yok, korkmazlar. İlâhî aşk şarabını içerler.

“Baba-Oğul Rekabeti”

Naklederler ki Hubbî Hâce babasının karsısında idi. Hakîm Ata’nın, en küçük çocuğu olan Hubbî Hoca’ya gelince, Hubbî Hâ­ce’nin, bir kara semiz atı var idi ve de iki kara tazı köpeği var idi. Her gün atma binip dağlarda, kırlarda dolaşır, geyik avlar, semiz atma yükleyip getirerek babalarına hürmetle sunarlardı. Her gün âdetleri bu idi. Bununla beraber Hakîm Ata, küçük oğlunun ma­nevî olarak ne kadar yüksek bir mertebeye eriştiğini hiç bilmiyor­du. Hakîm Hâce, Hubbî Hâce’nin böyle bir siyâsetle yürüdüğünü görüp: “Benim bu oğlumun dervîş olmayıp sipahi olma düşüncesi olmalı. ” derdi. Bir gün garib bir vesile ile oğlunun manevî dere­cesini anladı:

Naklederler ki Hîve vilâyetinde, Tura denen kasabasından Şeyh Sa’at adlı bir mürîdi vardı. Şeyh Sa’ad Hâce, Ürgenç’e ge­lerek, Hakîm Ata’ya mürîd oldu. Tarîkat yolunun edeplerini bü­tünüyle öğrendi, nefsini men edip gece gündüz çok uygun hizmet etti. Hakk’dan nazar-ı rahmet buldu, Hakîm Ata’dan nasip aldı. Hakîm Ata, can-ı gönülden Şeyh Saat Hâce’yi oğul kabul etti, nasip veren Tura denen yere kendi makâmına vardı. Hülâsa günlerden bir gün Hakîm Ata, Anber Ana’ya: “YâAnber, bu Şeyh Saat öz oğlumuzdur. Hubbî Hâce nefes oğlumuzdur. Bunların hangisinin işinin tamam olup olgunluğa erişip erişmediğini deneyelim, her ikisinin adlarını çağıralım; hangisi sesimizi işittiği zaman hazır bulunsa, Hakk dergâhında işleri kemale ermiştir ve dilek yerine getirecek­lerdir.” diyerek müzakere ettiler. “Evvel öz oğlumuz Şeyh Saat’i çağıralım!” dedi. Oturduğu yerlerinden “Yâ oğlum Saat!, Yâ oğlum Saat!, Yâ oğlum Saat!.. ” diyerek üç defa çağırdı. Şeyh Saat Hâce o dakikada koşup geldi. “Buyurunuz sultanım” diyerek yetişip he­men kapıdan girip geldiler. Hakîm Ata’ya: “Esselâmü aleyküm, yâ azîz ata!” diyerek selâm verdiler. Hakîm Ata, “Ve aleyküm selâm, yâ oğlum Şeyh Saat! ” diye cevap verdiler. O zaman görürler, Şeyh Saat Hâce’nin eteğinde bir şey vardır. Hakîm Ata, “Hey oğlum Şeyh Saat nerede idin, nereden gelirsin, eteğindeki nedir, eteğini tutup gelirsin?” diye sorunca, Şeyh Saat Hâce özür dilediler. “Ey azîz ata, ben Tura yerinde burçak tohumunu saçıyor idim, sizin sesiniz kulağıma ulaşınca, burada huzurunuzda hazır oldum. Eteğimdeki burçaktır.” diye cevap verdiler. Ve Tura yeri ile Bakırgan’m arası on beş günlük yol idi. On beş günlük yoldan Şeyh Saat Hâce, göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede geldi, hazır oldular, Hakîm Ata, Şeyh Saat Hâce’den hoşnut oldular, Fâtiha okuyup duâ ede­rek Şeyh Saat Hâce’ye izin verdi. Şeyh Saat Hâce, yine göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede Tura’ya gidip işiyle meşgul oldu­lar. Şeyh Saat Hâce’nin kerâmeti, ermişliği çoktur, ancak burada kısalttık. Biraz sonra oturduğu yerinden oğlu HubbîHâce’nin adını söyleyerek “Yâ Hubbî!”, “Yâ Hubbî!”, “Yâ Hubbî!..” diye üç defa HubbîHoca’yı da çağırdılar. HubbîHâce gelmedi, ona gönlü gücen­di. Biraz geç geldi, gecikerek ulaştı, “Buyurunuz baba!” diyerek ve Hubbî Hâce babasına adeti üzere avladığı geyiki getirip Hakîm Hâce’ye hürmetle sununca, Hakîm Hâce hediyesini kabul etmedi. Oğlunun hemen gelmeyişi, babasının canını sıkmıştı. Hubbî Hâce bunu anlayıp, “Ey baba selâmımızı, hürmetimizi niçin kabul et­mezsiniz, bunda ne eksiklik gördünüz?” deyince, Hakîm Ata, “Ey oğlum Hubbî, ben oğlum Şeyh Saat’i çağırdığımda, oğlum Saat, Tura yerinden göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede geldi. Seni çağırdığımda, Bakırgan sahralarından gecikerek geliyorsun. O se­bepten gönlüm perişan olmuştur. ” deyince, Hubbî Hâce, gecikme­sinin sebebini anlattı: “Ey baba, Hind okyanusunda -Muhit deni­zindeiki gemi batıp gitmekteydi ‘Yâ Hubbî medet yardım et!’ diye seslendiler, benden yardım istediler. Ben oraya gidip Hakk Teâlâ yardımı ile o kişileri denizden çekip çıkardım, sesiniz kula­ğıma orada ulaştı, ama bu sebepten onlarla meşgul olduğum için geç kaldım, gecikerek geldim. ” diye özür dileyince, babası Hakîm Hâce bu söze inanmadılar, (cevap verdiler): “Ey oğlum sözünü öyle söyle ki kişi inansın, sen nerede okyanus nerede?” dedi.

Hubbî Hâce: “Ey baba, eğer inanmazsanız işte boynuma ba­kın! ” diye gemiyi çekerken oluşan yarasını gösterdi. Boksalar bo­yunları gömgök olmuş. Ve yine “Eğer buna inanmazsanız, buraya on bin altın şükrane getirecekler, bağış dediler, tamam beş aydan sonra, getirip bize ulaştıracaklar; o zaman görürsünüz!”” diye ce­vabını verdi. Hakîm Ata bir şey demedi. Hakikaten de öyle oldu; Beş ay geçince, o kimseler on bin altın bağışı getirerek Hubbî Hâ­ce’ye ulaştırdılar ve o parayı getiren adamların hepsi, kendileri de HubbîHâce’ye mürîd oldular, çığlık atarak toplanıp hepsi Hubbî Hâce’nin ayağına kapandılar. (Lemahât’taki versiyonu şöyledir: Bir tüccar, güzel bir sarığı Hakîm Ata’nın huzuruna getirdi ve “Bu sa­rık HubbîHâce’ye adağımdır. Denizde gemimiz batmak üzereyken ona bu sarığı adadık ve o tehlikeden kurtulduk. ” dedi. Hakîm Ata, Hubbî Hâce’ye durumu sordu ve o da gemideki insanların kendi­sinden manen yardım istediklerini, kendisinin de manen yardım ederek gemiyi kurtardığını söyledi. Hakîm Ata, Hubbî Hâce’den böyle kerâmeti görüp şaşırdılar, içinden “Hayret bu oğlumdan böyle kerâmet, velîlik görülüyor. ” diye gönlünden geçirdi. Hakîm Ata, artık oğlunun yüksek mertebesini anlamağa başlamıştı. Ve adak, bağış HubbîHâce’ye sınırsız gelir idi. Hepsini dervîşlere sarf eder idi.

Naklederler ki Hakîm Ata, sabah namazının sünnetini kılıp farzını Kâ’be’de gidip kılar idiler. Yine günlerden birgün oğlu Hubbî Hâce Hakîm Ata’ya şu soruyu sordu: “Ey baba, siz sabah namazı­nın sünnetini daima burada kılıyorsunuz, görüyorum; lâkin farzın­da yok olursunuz, sabah namazının farzını nerede kılarsınız?” diye sorunca, babası Hakîm Ata bu soruya karşılık “Ey oğlum, farzını da Kâ’be’de kılarım” buyurdular. HubbîHâce: “İyi amma, oraya kadar gitmek büyük bir zahmet” dedi. Ey baba Kâ’be’ye giderseniz eziyet çekersiniz; Kâ’be’yi buraya getirseniz olmaz mı? Kâ’be’yi buraya getirmek daha uygun olmaz mı?” dedi. Hakîm Hâce: “Ey oğlum, her kişi Kâ’be’ye varıp orada hizmet etse bu, ulu derecede mertebe­dir, Kâ’be’yi getirmeye yüce kudret kuvvet gerek.” dediler. Hub­bî Hâce: “Ey baba, erenlerde eğer tam itikat ve üstün irâde olsa, Kâ’be kendisi gelecek(tir).” dedi. Hakîm Ata kendisinde bu kadar kuvvet olmadığını itiraf etti: “Ey oğlum, bizde bu kudret kuvvet yok; eğer sizde varsa görelim!” dediler. Hülâsa o gece Hakîm Hâce, tan yeri ağardığında kalkıp sabah namazının sünnetini kılmak için geldiler. Lâkin ertesi gün oğlunun Kâ’be’yi Bakırgan’a getirdiğini görünce, birdenbire şaşırdı. Boksalar HubbîHâce’yi mescidde durur gördüler. Ve yine bütün Kâ’be erenlerini de gördüler, HubbîHâce’yi tavaf ediyorlar, Kâ’be-i Muazzama’nın mübarek halkası mihrabın üstünde duruyor. Hakîm Ata mübarek halkayı tavaf ettiler. O gün Kâ’be erenleri ile toplanıp sabah namazını kıldılar ve bütün Bakırgan şehri gelip mescide dergâha girdiler, Kâ’be-i Muazzama’nın mübarek halkasını tavaf ettiler. Ve Hubbî Hâce’yi de tavaf ettiler. Bütün Bakırgan cemaati gelip Hubbî Hâce’ye mürîd oldular. Sabah namazı okunduktan sonra Kâ’be-yi Muazzama ve Kâ’be erenleri ile kayboldu. O gün bu kerâmetleri görüp Hakîm Hâce’nin gönlünde yine kıskançlık oldu ve içine biraz kıskançlık düştü derler. Bir postta iki velînin duramayacağı muhakkaktı.

Naklederler ki günlerden bir gün Hakîm Ata’nın mürîdleri toplanıp geldiler, dokuz öküz kestiler, zikir ve semâ meclisi kurul­du, zikr ve sema’a meşgul oldular. Halka davet verdiler, herkes çağırıldı. Yalnız Hubbî Hâce çağrılmamıştı, orada değildi, ava git­mişti. Pay bırakmadılar. Bu sırada Hubbî Hâce geldiler, avladığı geyiklerle avdan geldi; geyikleri getirip Hakîm Ata’ya sundular. Herkesin çağı rıh p kendine haber verilmediğini görünce canı sı­kıldı; hürmetle oturup babasından sebebini sordu ve şu sözleri söyledi: “Ey baba mürîdleriniz gelmiş, dokuz öküz öldürmüşler, büyük küçük hepsi pay almış, bize pay koymamışsınız; bizde ne kusur gördünüz?” deyince Hakîm Hâce: “Ey oğlum erenler, çalıştı­lar, pay aldılar, sen de çalışsan pay alacak idin. ” dedi. HubbîHâce: “Çalışsak bütün payı eşit alacak idik. ” dedi. Gayretle ayağa kalk­tı; babasının mürîdlerine yüksek sesle; “Öldürülmüş öküzlerinizin derisini getirin! ” diye seslendi. Mürîdler hemen öldürülmüş dokuz öküzün derisini Hubbî Hâce’nin önüne koydular. Hubbî Hâce, kıb­leye doğru yönelip, kolunu kaldırarak Tanrı’ya yalvarıp yakardı. Sonra, asası ile öküzlerin derisine vurdular ve “Ey canavarlar, tez ayağa kalkın. Hakk Teâlâ emri ile! ” diyerek, öküzlere işaret edin­ce, kerâmetle, kesilen öküzleri tekrar diriltti. Dokuz öküz hep­si böğürüp kalkarak geldi. Hubbî Hâce: “Ey baba, işte biz de iş yaptık, şimdi bütün erenler payını eşit alsınlar!”, dediler. Hubbî Hâce’nin bu hikmetini görüp babasının mürîdleri hepsi gelip çığlık atarak toplanıp Hubbî Hâce’nin ayağına kapandılar. Bunu gören bütün halk HubbîHâce’nin kerâmetine itikad ettiler.

Ve hepsi de Hak yoluna dönmeyi kabul ederek mürîd oldular. Bu işleri görüp Hakîm Ata’ya gayret geldi. Bunun üzerine babası onu çağırdı ve bir yerde ikisinin beraber bulunamayacağını söy­ledi. “Ey oğlum, iki koçun başı bir kazanda kaynamaz; ya siz, ya biz! ” diyerek derin bir nefes çektiler, gücendiler. Bu sözün manâsı­nın sırrını pek iyi anlayan Hubbî Hoca, babasına, “Ey baba, sözler içinde meşhurdur, eğer boynuzları ile olursa iki koçun başı bir ka­zanda kaynamaz, sığmaz; ancak boynuzlarını kesse, üç koçun başı dahi bir kazana sığardı. Şüphesiz o nefesi bize çektiniz, gücendi­niz, “Siz hoşça kalın, biz gidelim baba!” deyip ağlayarak çıktılar. (Bu ilginç rivayet Lemahât kitabında şu şekilde nakledilir: Hakîm Ata, gayrete geldi (kıskandı) ve: “İki koçbaşı, bir kazanda kayna­maz. ” dedi. Hubbî Hâce: “Eğer boynuzlarını kırarlarsa kaynar. ” dedi. Hakîm Ata’nın huzurundan kalktı ve odasına gitti.) Anası Anber Ana’nın katma girdiler, anasından esenlik diledi, anasıyla vedalaştı. Ve “Ey ana, her yiğidin başına iş düşse, bizi şefaatçi kılıp itikat ile yardım di leşe, hazır olup ona yardım yetiştirir idim. Huzurunuzda olsam, analık hakkinizin karşılığını yerine getirmek için, şüphesiz geri döner idim. Şimdi gâyb âlemine yolculuğa çıkı­yorum, hoşça kalın ana! Babama benden selâm söyle! Duâ ile yâd etsin!” dedi. Anası bu sözü işitince, Hubbî Hâce’yi kucaklayarak yalvarıp yakardı, sızlanarak ağlamaya başladı: “Ey benim aydınlı­ğım, vây canımın paresi, bağrım parçası sevgili oğlum, sensiz nasıl yapacağım, senin gitmene iznim yok! ” diyerek feryat etmeye baş­layınca, Hubbî Hâce, Ey ana, siz beni bırakın eşikte durun! ” dedi. Anası Hubbî Hâce’yi bırakıp “Seni göndermem!” diyerek eşikte durdu.

Hubbî Hâce kepeneğini, kefenini giyip hücrenin ortasına gelip durdu, oturdu. Kepeneğini çözerek açıp başına örtündü. Anasına, kendisi için ağlamamasını ve babasının rızasını almasını söyledi. “Ey ana, şimdi benim için çok ağlama! Eğer babam ben­den incindi ise, hoşnut olsun; size yurt kutlu olsun, bize yol kutlu olsun!” diyerek başını çekti, kepenek altından kaybolup gitti ve kepenek kefeni o yerde kaldı. O odada kayboldu. Bir daha görül­medi.

Anber Ana kepeneği kaldırıp yüzüne sürüp, feryat edip ağ­layarak Hakîm Ata’nın karşısına geldi, bu durumdan haber verdi. Hakîm Hâce de ağlamaya başladı. Bu vak’a üzerine baba-ana çok ağlaştılar. Ne kadar ağlasalar, faydası olmadı. HubbîHâce’nin kay­bolduğunu duydular. Büyük küçük, el gün feryat ederek ağlaştılar. Hakîm Hâce çok kaygılandı. Bütün vilâyetlere haber gönderdiler, karşılık bulamadılar. Hakîm Ata, oğlunun derdi ile birçok Hik­met’ler söyledi. Hakîm Hâce’nin HubbîHâce’nin ayrılığının acısın­dan söylediği hikmetleri:

Hikmet

Âh yazık yerin göğün arasında, Yitirdim şunkar kuşumu bilmez işte. Dostlarım siz dilekte ben izinde; Ağlayıp gözde yaşımı silmez işte.

Ağlayıp gözde yaşını sil derler;

Dört yanma doğru soru sor derler;

İsteyip can kuşunu bul derler;

Ben de ona (gitmeye) karar vermem işte.

Ben ona (gitmeye) nasıl karar vereceğim;

Atım yorgun benzim solgun nereye varacağım;

Ayâ cânân bulunmasa ben kul öleceğim;

Haberini bilsem orada durmam işte.

Haberden bulunur derler Şâm Irak’ta;

Kırım ile Hıtay’dan da uzakta;

Uçup gider derler cân firakta;

Ben de onun yollarını bilmem işte.

Yollarını bilmem ben deyip ne durayım;

Yolunda ben çok eziyet zahmet göreyim;

Dostlar siz kaim ben de varayım;

Ben de varsam o yerden gelmez işte.

Ben de varsam bulunacak mı orada kuşum?

Bulunmasa zordur benim işim;

Elime konar ise şunkar kuşum;

Eziyet kaygı karşı gelse salmaz işte.

0 kuşuma ad verdiler Âdem aslı;

Adağıdır Kul Süleyman Hakîm sözü;

Kimler bildi kim bilmedi bu sır sözü;

Mevlâm’dan başka kimseye demem işte.

Oğluna karşı yaptığı bu hareket Hakk Teâlâ nezdinde cezayı mucib oldu. Ona malum oldu ki, Hubbî Hoca eğer yaşasaydı, nes­linden altmış velî gelecekti; Ondan sonra Hakk Teâlâ’dan Hakîm Ata’ya: “Yâ Hakîm senin oğlunun neslinden altmış velî meydana gelir idi. Bu bütün velîler dünyadan gittiler. Madem ki bu velîler dünyadan kesildi, Bu günahının bedeli için kefareti olarak kırk yıl üstünden su akacak; ancak ondan sonra o günahın temizlenecek, günahından arınırsın!” diye emir malûm oldu. Hakikaten de öyle oldu. Bu buyruğu işitince Hakîm Ata’nın gönlü çok perişan oldu. O saatte ulu dergâha el kaldırarak (yalvarıp) ağladı: “Ey Allah’ım, hâzırsın, görensin, kudretlisin, bilensin, varsın ve birsin. Bütün kullarının sırrım aşikâr bilirsin!” diye hasret ile yalvardı. Sonunda o vâdeler onlara verildi.

Naklederler ki Hakîm Ata dünyadan göçünce, nice zamandan sonra Ceyhun nehri, Kât şehrinin ön tarafından ileriye doğru akıp giderek Bakırgan şehrini basıp geçti. Bakırgan su altında kaldı, harâb oldu. Bakırgan bilinmez oldu. Hakîm Ata’nın türbesi üstün­den kırk yıl su aktı. Sonra sular çekildi; o nehir kurudu; fakat Hakîm Ata’nın türbesinin nerede olduğunu hiç kimse bilmedi. Gün­lerden bir gün Hakîm Ata, Hâce Celâleddîn Menzilhâne’nin düşüne girdi: “Ey oğlum Celâleddîn, bizi arayıp bul! Ve de bizim üstümü­ze imaret yap! Ve bizden hisse al! ” diye. Böyle bir rüya görünce, Hâce Celâleddîn hiç kimseye anlatmadı. Bir gün Hâce Celâleddîn sınırsız mal ile Türkistan’a tüccarlığa gidip çok kazançlar sağlayıp iyi haberlerle ayrıldıktan sonra Bakırgan ovasına gecelemek için gelerek indiler. Gecesi hava bulutlanıp yel esti, şiddetli yel esip gök gürleyip şimşek çakarak kıyamet kopana kadar güneş doğmadı, bütün tüccarların sürüleri bir olup, kendileri darmadağın dağıla­rak herbiri bir yöne yönelip ayrıldılar. Tan ağardı, güneş doğunca, Hâce Celâleddîn Menzil hâne, malından sürüsünden ayrılıp gezerek yürüdü. “Bu nasıl bir yer diyerek, ansızın bir tepenin üstüne çıktı. Baksa uzaktan bir otağ görünür. O otağa vardı gördü ki bir ihtiyar kadın oturmaktadır. O ihtiyara selâm verdi; ihtiyar selâma karşılık verdi, ihtiyar: “Ey yiğit, nereden geldin, nereye gidiyorsun!”’ dedi. Hâce Celâleddîn “Ey kardeş Hakîm Ata’nın mezarını bilir misin? Eğer biliyorsan, bize anlat! Bizim (için) önemlidir dedi. İhtiyar kadın: “Ey yiğit ben bilmem; ancak benim bir ihtiyar, çok yaşamış anam var; bilse o bilir!” dedi. Hâce Celâleddîn: “O çok yaşamış ananız nerededir?” dedi. O (kadının) ihtiyar anasına doğru yola çıktı. Gördü ki o ihtiyar, kendinden geçerek semâ yapmaktadır. Hâce Celâleddîn selâm verdi, o ihtiyar selâmını aldı; “Ey yiğit, kimsin, nereden gelirsin, nereye gidersin?” diye sorunca, Hâce Celâleddîn: “Ey Ana, nereden geleyim, Hakîm Ata’nın türbesini arayarak geziyorum. Siz ulu, yaşlı kişisiniz, eğer biliyorsanız, bize söyleyin!” deyince, o yaşlı kadın: “Ey oğlum, nasıl bilirim?” Sakır­gan ili, kırk yıl su alanda kaldı. Şimdi Hakîm Ata’nın türbesinin ne­resi olduğunu kim bilebilir? Ben de bilemem. Ancak şurada yalan bir sülün ağacı vardır. Gece olunca onun dibine geyikler, ceylanlar, kutanlar, taylar gelerek tan atmcaya kadar dururlar, ziyaret eder­ler. O yerden dinleyin, zikir sesi gelir. Eğer Hakîm Ata’nın türbesi olsa o yerde olur! ” diye söyleyince, Hâce Celâleddîn, bu sözü du­yar duymaz, derhal ayağa kalktı. O ağaca doğru gitti. Daha yakın gelip bir yerde, gizlenerek durdu. Akşama kadar bekledikten son­ra, geceleyin gördü ki geyikler, taylar o ağacın dibine geldiler, o yere bakıp durdular, ziyaret ettiler. Dinleyince o yerden zikir sesi geldi. Hâce Celâleddîn uykuya daldı. Tam o hâlde Hakîm Ata’nın rüyasına girdi. “Ey oğlum Celâleddîn hoş geldin! Şimdi bizi bul­dun; bu yattığın yerinden kalk! Yedi adım ileri bas, oradan o yeri kaz; orada hasır çıkacak, göreceksin! Ve o hasırın altından koparıp baksanız, bir deste gül göreceksiniz! O yerden geçmeyeceksiniz! Orası, benim türbem olur. Ve de o kaybolan malın için gam yeme­yin! O malların hepsi menzilhâneye gitmiştir. O mallarını alıp bu­raya geleceksin! Bizim üstümüze imaret yapacaksın. Bize de kom­şu olup kalacaksın, bizden hisse alacaksın. ” dedi. Hâce Celâleddîn hazırlanarak derhal yerinden kalktı, yedi adım ileri bastı. Ondan sonra o yeri kazınca gördü ki o yerden bir hasır ortaya çıktı. Yine o hasırı kaldırdı, koparınca, hasırın altından bir deste gül çıktı. Gördü ki bağdan henüz koparılmış gibi tazedir. O gülün hoş kokusu Hâce Celâleddin’in burnuna ulaşınca kendinden geçip düştü. Bir zamandan sonra kendine gelince, ruh âleminden bütün şeyhlerin makberlerini, irâdelerini, ruhlarını hazır gördü. Nihayet, Hakîm Ata’nın manevî işaretiyle Celaleddin Hoca onun merkadini buldu.

Ondan sonra Hâce Celâleddîn, o yere nişan yapıp koydu. Ete­ğini beline berkitip menzilhâneye doğru hareket etti. Göz açıp ka­payıncaya kadar geçen sürede menzilhâneye ulaştılar. Bütün mal sürülerini sağ selâmet gördüler. Hemen mal metalarını toplayıp sürülerini sürüp, Hârezm şehrine geldiler. Bütün hünerli ustaları toplayarak yüz bin altın bedeli malı ile Bakırgan’a gitti. Hakîm Ata’nın üstüne alî imaret yaptı. Kısa sürede imaretini tamam­lattırdı, öyle ki yakınındaki imaretinden bir kerpici eksik, farklı olmadı. İnsanlar tebriklemek için geldiler. Her taraftan ziyarete koştular. Hâce Celâleddîn, menzilhânede Hakîm Ata’nın komsusu olup durdular. Ve çevre vilâyetlerden adak ve bağış ile insanlar gelmeye başladı. Hâce Celâleddin’e Şeyh Celâleddîn adı verdiler, Bakırgan ili düzeldi.

Naklederler ki Hakîm Ata, kara yüzlü, esmer tenli, zayıf kişi imişler. Ama Anber Ana beyaz tenli, güzellik sahibi, alımlı kişi imişler. Günlerden bir gün Hakîm Ata yıkanıyor idi. Anber Ana dö­şek üzerinde oturuyor idi. Hakîm Ata’ya gözü takılınca, içinden ya­vaşça, gizlice şöyle geçirdi: “Ben Buğra Han’ın güzellik sahibi kızı idim. Tanrı Teâlâ bunun gibi kara, çirkin kişiye nasip etti. ” Hakîm Ata’ya bu sır ayân oldu “Ey Anber, beni kara diye ne aşağılıyorsun, kendini beyaz tenliyim, diye yüceltiyorsun. Beni seninle çok uzun (zaman) bırakmazlar, siz bizden (sonraya) kalacaksınız. Ama ben­den sonra seni birisi alacak, bütün vücudunda dişinden başka akı olmayacak” diye sitem ettiler. Anber Ana, yaptığına çok pişman olup ağladılar. Hülâsa Hakîm Ata’nın bu faydasız fâni dünyadan âhirete yürüme vakti gelince, Mahmud Hâce ile Asgar Hâce’ye (haber vermek için) kişi gönderdiler, Hârezm vilâyetinden geldi­ler, babalarını ziyaret ettiler. Hakîm Ata onlardan hoşnut oldu ve buyurdu: “Ey oğullarım, size vasiyetim; işte bana (gitme) vakiti gelmiştir, benden sonra benim kırk aşımı verirken, kırk abdal gelecekler doğu tarafından, onların duraklan, Kâ’be’de olacak. Aralarında bir kara abdal olacak, bir gözü kör bir ayağı da aksak, şeriata göre beklenilmesi gereken süre geçtikten sonra, ananızı ona nikâhlayıp veriniz! ” diye vasiyet edip dünyadan göçtü. Hakîm Ata’nın kırkı olunca, kırk aşım verirken doğu tarafından kırk abdal geldiler. Misafir olup oturdular. Hâcezâdeler, gördüler, vardılar. Aralarında kara abdal var ama Hakîm Ata’nın söylediği gibi kara abdal yok. Hâceler sordular: “Sîzlerin bundan başka kimseniz var mı?” dediler. Abdallar: “Bir zayıf kara abdal var sürülerimizi sak­lıyor. ” dediler. “Gidin, o dervîşi alıp gelin! ” dediler. Abdallar gidip o dervîşi alıp geldiler. Hâceler onu görünce anladılar ki babaları­nın söylediği nişan bu dervîşdedir. Hâceler: “Yâ dervîş, kimsin, adın nedir?” diye sorunca, o dervîş: “Adım Zengî’dir. ” dedi. Hâce­ler buyurdular: “Ey abdallar, kalkın, bu Zengîbize baba olur. Önce hepinizin ayağı idi şimdi baş oldu.” diyerek hepsinden ileri alıp

Zengî Baba’yı ön tarafa geçirdiler. Ve Anber Ana’yı şeriata göre beklenilmesi gereken süre geçtikten sonra, nikahlayarak Zengî Ba­ha’ya verdiler. Onun böyle yüceliğini, veliliğini hiç kimse bilmez idi. Ondan sonra ZengîBaba Anber Ana’yı alıp, Taşkent vilâyetine gidip orada ev inşa ettirdi. Anber Ana her gün kalkıp kuşağını bel­lerine bağlayıp, bellerine bir de büyük destek ve bir küçük destek sokup iki eline de cam kâseleri alarak Zengî Baha’ya götürür idi. Ve insanlar ondan: “Ey Ana iki elinize cam kâse alıp ve de kuşağı belinize bağlayıp bir büyük destek, bir küçük destek alarak gider­siniz. ” diye sorunca, Anber Ana onlara şöyle cevap verir idi: “İki cam kâse birinde sıcak aş, yine birinde soğuk aş; eğer babanın gönlü sıcak aş dilese, sıcak aş içer, eğer soğuk aş dilese, soğuk aş içer. Ve yine büyük küçük desteği şunun için götürürüm; eğer baba çok öfkelenirse büyük değnek ile vurur; eğer az öfkelenirse, küçük değnek ile vurur. Ve de kuşağı bu sebeple belime bağlayıp giderim, ansızın baba (sabırsızlanarak) isteğinin tez yerine geti­rilmesini isterse, ben gecikip babanın kahrına uğrayarak âsî olu­rum diye kuşağı belime bağlayarak giderim. ” der idi. ve de Anber Ana hatunlara nasihat eder idi: “Ey hatunlar, hanenizin reislerine (kocalarınıza) iyi hizmet edin! Bir hatun kibirlense, erine cevap verse, azarlasa hacet vaktinde geç kalksa, o hatunun hâli müşkil olacak, dünyada da âhirette de. ” diye öğüt verir idi. Ananın evvel­ki adı Anber Ana idi, şimdi babaya aş götüren Ana diye çağırırlar. Ve de Zengî Baba’nın sayısız kerâmetlerinden biri o idi, babanın otlattığı sığırlar büyür idi ve semiz olurdu. Ve de ilin ekinlerinin arasından gezerek yürür idi. Ama ekinin bir tanesine bile zarar vermez idi, yemez idi ve de basmaz idi.

Naklederler ki Hz. Rasûlullah (s.a.v.), Miraç’a çıktığında, arş âleminde gördü ki bir karakuş gibi nesne uçup gitmekte idi. Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in gözü o kuşa düştü. Hz. Rasûlullah (s.a.v.), mehter Cebrail (a.s.)’dan sordu: “Ey kardeşim Cebrail bu kuş han­gi kuştur?” dedi. Cebrail (a.s.), “Ya Allah’ın Rasûlü, bu kuş senin ümmetlerinin arasında bir şeyhin canıdır” dedi. “O kuş saygı için sizin huzurunuzda, önünüzden geçerek uçuyor. ” dedi.

Hz. Rasûlullah (s.a.v.) onu övdü: “Ey kardeşim Cebrail, biz­den sonra, o dünyaya gelip şeyhlik yaparak ümmetimizi iyiliğe da­vet ederse, benim ehillerimden birisi ona komşu olsun!” diye söz verdiler. Simdi o kus, Hakîm Ata’nın canı imiş derler.

Zengî Ata

Orta Asya tasavvufunun klasikleşmiş eserlerinden Reşehât’ta Ahmed Yesevî ve halefleri anlatılırken Zengî Ata hakkında da ay­rıntılı denebilecek derecede bilgi sahibi olmamızı sağlayan men­kıbelere yer verilmiştir. Reşehât’a göre Arslan Baba’nın dördüncü kuşaktaki torunu olan Zengî Ata, Ahmed Yesevî’nin en yetkin ta­kipçisi olan Süleyman Hakîm Ata’nın en önde gelen halefidir. Zengî Ata, neseb olarak ise Ahmed Yesevî’nin ilk halifesi Mansûr Ata’nın evlâdıdır. Mansûr Ata’dan sonra oğlu Abdul-Melik Ata, sonra O’nun oğlu Tac Hoca (ölümü: 1199) Yesevî postuna geçmişlerdir ki bunlar­dan Tac Hoca, Zengî-Ata’nin babasıdır.

Bunun anlamı Zengî Ata’nın, Yesevîyye yolunun dördüncü ku­şaktaki zirve ismi olduğudur. Doğduğu, yaşadığı ve öldüğü yer, ge­rek Yesevî’nin şehri Yesi’ye gerekse büyük dedesi Arslan Baba’nın türbesinin bulunduğu Otrar’a oldukça uzak olan Şaş (= bugünkü Taşkend) kentidir. Zengî Ata’nın yaşadığı yıllarda Taşkend’in adı “Şaş” vilâyeti olarak kaydedilmiştir.

MENKIBE

Zengî Ata, Taşkend dağlarında sığır güden kalın dudaklı, zenci bir çobandı; kendini ve ailesini çobanlık ücreti olarak Taşkendlilerden aldığı beş-on para ile geçindirirdi. Ömrü daima kırlarda geçtiği için, namazı da kırlarda, ovalarda kılar ve namazdan sonra cehri zikre başlardı. O zikre başladığı zaman, bütün sığırlar otlamayı bırakırlar, ZengîAta hin etrafın­da bir halka teşkil ederek sessizce onun zikrini dinlerlerdi.

Zengî Ata’nın Yesevîyye yolunun olduğu kadar sonraki asırlar­da Türkistan’ın en etkili tasavvufî ekolü haline gelen Nakşbendîyye büyüklerince de bilinen ve saygıyla anılan bir velî olduğu anlaşıl­maktadır. Reşehât’te birçok menâkıbı anlatılan ve Zengî Ata hak­kında büyük bir saygı besleyerek sık sık kabrini ziyaret eden Tür­kistan’ın en tanınmış evliyasından Nakşbendîyye ulusu, Ubeydullah Ahrar’ın “Zengî Ata’nın mezarını her ziyaret edişimde kabirden “Allah Allah!” nidasını duyarım.” sözleri bunun açık bir delilidir. Yesevî dervîşi Hâzinî’de bu rivayete şu mısraları ile işaret eder:20

“Devamlı “Hâce Ahrar ” dersen, sabah-akşam O 'min can kulağına erişir.

Zengî Ata 'mn kabrinin toprağından bile “Allah ” sadâsı göklere yükselir. ”

Hakîm Ata’nın halîfeleri arasında en tanınmışı olan Zengî Ata, Taşkend’de bulunurken, mürşîdi Hakîm Ata’nın vefatını haber aldı ve derhal Hârezm’e giderek kabrini ziyaret edip ailesine tâziyelerini arzetti. Dul kalan bir kadının nikâhlanması için beklenilmesi gereken süre bittikten sonra, ölen Süleyman Hakîm Ata’nın manevî işaretiyle, dul kalan eşi Anber Ana’yı nikâhlamak istedi. Zengî Ata, Arab asılı olan Arslan Baba’nın evlâdından olduğu için rivayetlere göre esmer, koyu tenli -hattâ o zamanın kabullerine göre zâhiren ‘çirkin’ denebilecekbir adamdı. İşte bu nedenle olsa gerek Anber Ana her ne kadar Zengî Ata’yla nikâhlanmak istemediyse de, niha­yet kendisine gösterilen bir kerâmetin işaretine uyarak kendisiyle nikâhlanmayı kabul etti.

Türkistan Nakşbendî kültürünün temel eserlerinden Reşehât, Zengî Ata’nın -bugün için de oldukça ilginç olabilecekbu menkıbe­sine ayrıntılı olarak yer verilir. Bu menkıbe şöyledir:

MENKIBE

“Ahmed Yesevî’nin gözde halefi Süleyman Hakîm Ata 'mn ten rengi karaya yakın denecek kadar koyu esmermiş... Bir gün eşi Anber Ana 'mn gönlünden şöyle bir düşünce geçmiş: “-N'olaydı, Hakîm Ata bu kadar es­mer olmasaydı! ” Hakîm Ata, kerâmet ile hanımının bu gizli fikrini keş­fetmiş ve eşine şakayla karışık olarak “-Tiz ola ki benden siyaha musâhib olasın! ” demiş. Bu sözünün üstünden çok geçmeden Hakîm Ata Hâ­rezm 'de vefat edince ZengîAta Taşkend'ten Hârezm 'e gelir ve mürşidinin kabrini ziyaret ederek yakınlarına taziyede bulunur Anber Ana 'mn yeni­den nikâhlanabilmesi için geçirilmesi gereken ‘iddet ’ süresi sona erince yakınlarından birisini Anber Ana 'ya gönderip nikâhına talip olduğunu bildirir ve mürşidinin dul eşi Anber Ana 'ya talib olur Anber Ana yüzünü hiddetle döndürüp : “-Ben Hakîm Ata 'dan sonra kimseye varmam!... Kal­dı ki, bu kömür yüzlüye, hele böyle zenciye... ” diye reddeder: fakat boynu o vaziyette, bükük kalır

Anber Ana, boyun ağrılarıyla ıstırab içinde kıvranırken teklife aracı olan yakını ZengîAta 'ya koşup vaziyeti haber verir ZengîAta, bu aracıya: “-Git ve Anber Ana 'ya de ki: “Beni Zengî Ata gönderdi ve soruyor: Bir gün 'Keşki kocam bu kadar esmer almayaydı!' diye kalbinden geçen duy­guyu Hakîm Ata keşfetmiş ve 'Benden daha karasına düşeceksin! 'dememiş miydi sana? Şimdi ne dersin bu tecelliye? ” Anber Ana bu soru karşısında herşeyi anlar ve kaderin emrine boyun eğip teklifi kabul eder; o anda da boynunda ağrı ve tutulma düzelir Böylece Anber Ana, “kuzguni siyah de­rili bir zenci olan ” ZengîAta 'mn nikâhlı hanımı, zevcesi olur... ”

Hakîm Ata Kitabı’nda ise bu menkıbenin başka bir versiyonu şu şekilde verilir:

“Hakîm Ata kara tenli olduğu hâlde, Anber Ana beyaz tenli ve güzel­di. Bir gün, Hakîm Ata yıkanırken Anber Ana, Satuk Buğra Han 'ın neslinden iken bu kara adama düşmesindeki hikmeti düşündü. Hakîm Ata'ya bu dü­şünce malum oldu: “Sen beni beğenmiyorsun amma, benden sonra dişinden başka beyazı olamayan bir karaya düşeceksin! ” dedi. Anber Ana pişmân olup ağladı: lâkin iş işten geçmişti. Hakîm Ata, rıhlet zamanı yaklaşınca Hârezm 'den oğullarını çağırttı ve onlara dedi ki, “Ölümümden sonra “kırk aşı ”nı verirken gün-doğusundan Kâ 'be ahalisinden kırk Abdal gelecek: ara­larında bir gözü zayıf ve ayağının biri aksak bir kara Abdal vardır Ananızı, evlenmesi için beklemesi lazım gelen süre sona erince ona nikahlayın... ” Hakikaten Hakîm Ata hin vefatından kırk gün sonra Abdallar geldiler: fakat içlerinde kara Abdal yoktu. Çocuklar O ’nu sorup geri kaldığını anladılar ve çağırttılar Onun adı Zengî idi. Babalarının vasiyetine göre, analarını Zengî'ye nikahladılar. Bu Zengî'nin veliliğini o zaman kimse bilmezdi. Zengî Ata, karısını alıp kendi kentine çekilip gitti. Anber Ana, eski kocasının kerâmeti eseri olarak bu Zengî 'den çok sıkıntı çekti: lâkin ona tahammül eder ve başka kadınlara da bu hususta nasihatte bulunurdu ”

Bunlar birer rivayet; doğrulukları tartışılabilir; ancak tartışılamayacak bir şey var ki şu anda Taşkend yakınlarındaki Zengî Ata kasabasındaki Zengî Ata türbesinin hemen arkasındaki bahçede Anber Ana da kabri üzerindeki asûde türbede asırlardır kendisini ziyaret eden Türkistan kadınlarını ağırlamaktadır. Taşkend’in güney-batısında yer alan Zengî Ata kasabası, Enhar çayının iki ya­kasında kurulduğundan suyu bol, etrafı bağ ve bahçelerle çevrili güzel bir yerdir. Zengî Ata Türbesi, köyün kuzey-doğusunda olup bir tarafında mescid, diğer tarafında ise medrese bulunmaktadır. Zaman içerisinde türbenin arkasında büyük bir kabristan teşekkül etmiş olup Anber Ana türbesi de işte bu kabristandadır.

Anber Ana’nın türbesi, üstü kubbeli, taştan yapılan küçük bir yuvarlak odadır. Son yıllarda Özbekistan’da yeniden canlanan dini hayatın biraz da taassuba kaymasıyla -nâmahrem olduğu inancıylaAmber Ana’nın türbesine erkeklerin girmesi engellenmeye çalışıl­maktadır.

Ülke geneline göre kıyaslanırsa, Zengî Ata kasabası üç yüz hane kadar olan nüfusuna karşılık köyün dindar oluşunun bir işa­reti olarak üç ayrı mescidi ile dikkat çeker. Kasaba halkı kendile­rini Zengî Ata’dan dolayı “Hoca evlâdıyız” diye tanıtmaktadır ki, Türkistan’da “Hoca evlâdı olmak” deyimi bölgeye fetih için gelen “Arab ordularından kalanların kanmdan-soyundan olmak” anla­mında kullanılmaktadır.

Zengî Ata türbesine girişteki kapının kenarında, ‘orada bir Allah dostu yattığına işaret eden’ ucunda açılmış bir el ayası bulu­nan uzun bir direğe bağlanmış bir demet atkuyruğu kılından oluşan heybetli bir tuğ bulunmaktadır. Bu tür tuğları Buhara’dan Fergana’ya, Hive’den Herat’a kadar tüm Türkistan’da evliyaullaha ait olduğu bilinen kabristanlarda ve/veya evliya türbeleri içerisinde kabirlerin başına dikili/asılı olarak görmek mümkündür.

Reşehât, tarîkat mürşîdi olarak Zengî Ata portresini de daha sonra kendisinin halefi olacak olan dört mürîdinin intisab edişlerini ve irşad edilmelerini anlamlı bir menkıbe olarak aktarır. Bu men­kıbede yer alan bir husus olarak, kalbden geçirilen duygunun seyr ü sülük başarısını zora sokması ise tasavvufî uygulama yönünden çok önemlidir:

MENKIBE

“Dört medrese öğrencisi yıllarca tahsil ettikleri zahirî ilimlerle mutmain alamayıp kendilerini manevî yolda erdirecek mürşîd aramağa çı­karlar Taşkend kırlarından geçerken, dudakları kalın bir zencinin namaz kıldığını görüyorlar Bu garib zenciyle konuşmak üzere bir kenarda durup namazı bitirmesini beklerler Bu kuzgun karası derili çoban Taşkend kırla­rında sığır otlatan ZengîAta 'dır ve manevî kemalini gizleyerek dağda-bayırda halkın sığırlarını otlatmaktadır. Türkistan müslümanları arasında Taşkendyakınlarındaki adıyla anılan tepecikte medfûn bulunan Çoban Ata koyanların piri sayılırken, Zengî Ata 'mn ise sığırların piri kabul edilmesi de bununla ilgilidir

ZengîAta, kırlarda kıldığı her vakit namazı sonrası sesli zikirle meş­gul olmaktadır Zengî Ata, her zamanki gibi namaz sonrası cehri zikrine başlayınca sığırlar otlamayı bırakıp ZengîAta 'mn etrafında halkalanarak zikri dinlerler... Bugarib hali gören dört genç, ZengîAta'mn yanına gelir­ler. Zengî Ata, birgün dağdaki çalılıklardan koca bir yük dikenli çalı topla­yıp evine götürmek üzere iple bağhyordı. Gençler bakarlar ki bu kapkara, zenci çoban dikenli otlardan bir demet yapıyor ve çıplak ayağını üzerine bastığı halde dikenler kendisine acı vermiyor. Çobanın bu hallerine hayret­le bakıp yaklaşırlar ve ZengîAta 'ya selâm verirler.

Zengî Ata gençlerin selâmlarını aldıktan sonra sorar: “Siz yaban­cıya benziyorsunuz! Nereden gelip nereye gitmektesiniz? ” Gençler Buha­ra 'da bir medresede tahsil ile meşgul iken Hak tarîkına sülük niyyetine düşerek, kendilerini irşada muktedir bir şeyh aradıklarını söyler: “Biz Buhara 'da medrese öğrencisiydik. İlim okuyorduk. Birden içimize bir ateş düştü ve akıl didişmelerinden vazgeçip mânâ yoluna girmek arzusu geldi. Bu arzuyla yurdumuzu, her şeyimizi bırakıp yollara düştük. Biricik mura­dımız, bizi gayemize erdirecek bir kâmil mürşîd bulmaktır... Onu arıyoruz! Bize bildiğiniz bir mürşîd varsa bir salık verebilir misiniz? ” Buhara 'dan mürşîd aramak niyeti ile oralara kadar gelmiş olan bu dört genç, sonraları Zengî Ata sırasıyla dört büyük halîfesi olacak olan Uzun Haşan A ta, Seyyîd AhmedAta, Sadr Ata, Bedr Ata idi. Sadr Ata ile Bedr Ata 'mn asıl isimleri ise Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed olup Zengî Ata'mn üçüncü ve dördüncü halîfesi olacaklardır

ZengîAta, bu samimi gençlerin yüzüne bakıp: “-Biraz durun: dün­yanın çepeçevre, dört bucağını, her tarafını koklayayım. Araştırıp nerede kâmil mürşîd kokusu alacak olursam size haber vereyim. ” der Gençler sevinç ve merakla zenci çobanın araştırmasının sonucunu beklerler Zengî Ata, başıyla bir daire çevirerek yüzünü dört yöne yöneltip her tarafı koklar ve sonunda bütün istikametleri kontrol ettikten sonra “Her tarafı kokla­dım ve yokladım, sizi irşâda ehil, kemale eriştirmeğe kadir, benden yetkili, kendimden başka kimse yoktur, bulamadım! ” diye konuşur Bu durum kar­şısında gençlerin dördü birden müthiş bir hayrete düşerler

ZengîAta 'mn sözleri üzerine aralarından en önce kalbleri mutmain olan Uzun Haşan Ata mürşîdi olarak kabul ederek Zengî Ata 'ya gönlüyle ilk bağlananı olur: bu tereddütsüz bağlılığıyla da ZengîAta 'dan sonra ir­şad makâmına ilk vârîsi olur Sadr Ata da “-Mümkündür ki, Kadir Allah, bu kara adamın gönlüne emanet nurunu yerleştirmiş olsun... Esrar âlemi bu, kim ne bilir? ” diyerek hemen biat etmeyi düşünür Uzun Haşan Ata ile Sadr Ata bu yüzden, kemal mertebesine de ilkönce erişirler

Gençlerden SeyyîdAta ile Bedr Ata ise zenci çobana hemen teslim alamayıp kalblerinden inkâra yönelirler Gençlerden Rasûlullah 'ın soyıından olduğu için Seyyîd Ata olarak anılan Ahmed adlı genç, kalbinden soyca seçkin olduğunu geçirip ‘böyle bir kara sığır çobanı 'mn kendisini irşad etmeğe kalkmasını biraz garib karşıladı; gönlü yatmadı. Ben Sey­yîd soyundan, ilim sahibi ve ilmin inceliklerini bilen bir insan olarak zenci bir çobana nasıl bağlanabilirim? "diye geçirdi.

Seyyîd Ahmed Ata’nın bu gurur ile karışık tereddütü manevî seyrini zorlaştırdı; feyz alarak maneviyatta ilerleme yolunu ka­pattı. Öyle ki bütün mücâhedelerinden hiçbir fayda görmüyordu. Sonunda, Anber Ana’ya yalvararak, bu hususta Zengî Ata nezdinde özür dilemesine aracı olmasını istedi. Anber Ana, yardımını va’detti ve dedi ki : “Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp ZengîAta’nın yolu üzerine bırak; o, seher zamanında taharete çık­tığı zaman seni o halde görüp acısın!”. Hakikaten, bu çok iyi kalbli kadın, o gece lâyık olduğu halde Seyyîd Ahmed’i niçin inayetine mazhar etmediğini eşine sordu. Zengî Ata gülümseyerek, kendi­sini ilk gördüğü zaman Seyyîd Ahmed’in kalbinde nasıl bir gurur uyanmış olduğunu anlattı; fakat Anber Ana’mn Seyyîd Ahmed’e himmeti vesilesiyle o ilk kusurunu afvettiğini söyledi. Ertesi sa­bah seher vaktinde ZengîAta dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığını gördü. Ne olduğunu anlamak için ayağıyle dokununca, Seyyîd Ahmed yüzünü-gözünü Zengî Ata’nın ayağına sürerek af diledi. ZengîAta, Seyyîd Ahmed’e iltifatlar ederek af­fetti ve Seyyîd Ahmed’in bir anda keşfi açıldı, bütün maksudu o anda hâsıl oldu. Seyyîd Ata, Anber Ana’mn aracı olması ile, Zengî Ata’nın afvma ve mürşîdinin himmetine mazhar olduktan sonra, manevî tekâmül yolunda hızla ilerlemiştir. ”

Seyyîd Ahmed Ata hakkında anlatılan bu rivayetin bir benzeri Bedr Ata ile ilgili olarak da nakledilir: Zengî Ata’nın mürîdi olan Sadr Ata ile Bedr Ata’nın isimleri Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed’dir. Buhara’da bulundukları zaman, medresede öğrenci iken çok samimî iki arkadaş oldukları için aynı hücrede otururlar, aynı dersleri takip ederler, birbirlerinden hiç ayrılmaz­larmış. Zengî Ata’ya mürîd olduktan sonra Sadreddin’in manevî mertebesi hızla yükselirken, Bedreddin sülûkunda sürekli geride kalır. Sonunda, Bedreddin bundan etkilenir ve mürşîdinin eşi An­ber Ana’ya hâlini ağlaya ağlaya anlatır. Anber Ana da Bedreddin’in üzüntüsünü uygun bir zamanda, eşinin gönlünün ferah bir anında Zengî Ata’ya açıklar. Zengî Ata Anber Ana’ya gülerek der ki: “Bedr, benimle ilk defa görüştüğü zaman, “Bu kalın, deve dudaklı zenci­nin yeltendiği iddiaya ve güttüğü dâvaya da bak! ” diye alay ederek dudak büktü. Bedreddin, içinden de ‘Bu kara zenci de haddinden fazla iddialı...’, diye düşündü. Şimdiye kadar varidâta21 kavuşup feyz alamamasının sebebi budur. Fakat mâdem ki, sen aracı olu­yorsun, ben de Bedreddin’in bu kusurunu affettim!” Gerçekten de, o günden sonra iki arkadaşın, Sadr Ata ile Bedr Ata’nın sülûktaki seyirleri de birbiriyle paralel olarak gider.

Fakat ilk karşılaşma anında hem hemen kabul gösterenler hem de kalben inkâr edenler, Zengî Ata’nın tasarrufuna yakala­nır ve dört arkadaşın hepsi birden cezbesine kapılarak seçkin bi­rer mürîd ve sonrasında Yesevîyye yolunda halifesi olurlar. Anber Ana’nın birer evlâdı gibi esirgeyip kolladığı bu dört genç, hızla ma­nevî kemal derecelerine ulaşırlar ve Zengî Ata’dan sonra da sırayla irşad makâmına geçerler. Yesevîyye silsilesi, özellikle Zengî Ata’nın iki mürîdi olan, Seyyîd Ata ve Sadr Ata’dan devam eder.

Bu rivayetlerde Anber Ana’nın dervişlerin seyr ü sülûklarını etkileyecek kadar söz sahibi olarak zikredilmesi dikkat çekicidir. Bu da bazen İslâm adına tenkid edilmiş olan Yesevîyye geleneğin­deki kadınların rolü konusunda ilginç bir noktadır.

Bu arada yeri gelmişken bir düzeltme de yapalım: Bugünkü Kazakistan’da Cambul olarak bilinen ve tarihte “Evliyâ-Ata”olarak adlandırılan kente bu adını veren Karahanlı soyundan şehza­denin Ahmed Yesevî torunlarından olduğu iddiası bölge insanının Yesevî’ye akrabalığa verdiği önemin kanıtı olan bir söylencedir. Bölgede yaygın olan bir diğer rivayete göre Evliya Ata kentinin ba­tısındaki gösterişli bir türbesi olan Karahanlı şehzadenin kavuşama­dığı sevgilisi Ayşe Bibi’nin Zengî Ata’nın kızı olduğu rivayeti de bir yakıştırmadan ibaret olsa gerektir.

Zengî Ata, 1259 yılında Şaş yakınlarında Semerkand yolunun on birinci kilometresinde Zengî Ata köyünde vefat edip oraya def­nedilir.

Yesevî sûfîlerinden Şeyh Zinde Ali’nin 1682 tarihinde kaleme alınan “SemerâtuTmeşâyih” kitabında Kübreviyye’nin kurucusu Necmeddin Kübra’nın, Zengi Ata’ya asa ve seccade gönderdiği ri­vayet edilir. Zengi Ata ise asayı ikiye parçaya ayırıp, sığırlarından birisinin boynuzuna bağlar; seccadeyi ise yırtarak bir ineğin başına giydirir. Aynı kitabda Zengî Ata’nın hem Türkçe hem de Farsça hik­metler söylediği kaydedilmiş ve örnekler verilmiştir.22

Zengi Ata’nın bir Farsça rubaisi:

Zincir-i dar-ı saray-ı şahi mâim,

Sanduk-ı cevahir-i ilahi mâim,

Ez mah girifta tu ba mahi mâim, Ba in hama nur dar siyahi mâim.

Anlamı:

Şahlık sarayı kapısının zinciri biziz,

İlahi cevherler sandığı biziz,

Ay’dan balığa (yer altına) kadar örten biziz, Bu kadar nur ile de siyah olan biziz.

ZengîAta İçin Yazılan Şiirler23

Hatırası Türkistan’da asırlardır yaşatılan ve Yesevî şâir-dervîşleri tarafından saygı ile anılan Zengî Ata için yazılmış olan şiirler bulunmaktadır. Bunlardan biri olan, Yesevî dervişlerinden Şemsî’nin Mecmua-i Hâzinî’de yer alan şiir şöyledir:

Hak Mustafâ’nın peyrevîSultân Ahmed Yesevî SûfîMuhammed Mevlevî Yâ Zengî Babâ himmeti

Şemsî’nin Zengî Ata’ya hitaben yazılmış bir Mürâcaât’ı da vardır:

Ol Seyyîd-i Âdem hakkı yâ ZengîBaba himmeti

Ol mefhar-i Âdem hakkı yâ Zengî Baba himmeti

Zengî Ata’nın hemşehrisi Kemmî Taşkendî’nin Zengî Ata için yazdığı şiir ise şöyledir:

Dergâh-i Hak pâsbânı Hazret-i ZengîAtâ

Sırr-ı gaybîrâzdânîHazret-i ZengîAtâ

İrdiler zâhir siyâh-fâm ü lîkin bâtmen

Tabtılar nûr u ziyânı Hazret-i ZengîAtâ

Turfa bir keşf-i kerâmet görgüzüb dehr ehligâ

Aldılar Anber-Anâ’nı Hazret-i ZengîAtâ

Şeref Ata

Hakîm Ata’nın özel bir ilgi gösterip yetiştirdiği Şeref Ata’yı, Hakîm Ata’nın evlat edindiği ve çok lütufta bulunduğu nakledil­miştir. Yazılı kaynaklarda ismine “Şeyh Şerafüddin el-Hasi”, “Şeyhül-İslâm Şerafüddin el-Hârezmî el-Hasi” olarak yer verilen Şeref Ata, Hârezm’in Has yöresinden olup Hârezm hanlığı’nın merkezi olan Ürgenç’te yaşamıştır. Ebûl-Gâzi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime adlı eserinin “Türkmen olup Türkmen’e Katılan Boyların Zikri” bölümünde, Ersarı Bay’dan söz edilirken, 13. yüzyıl sonları ile 14. yüzyılın başlarında Salur Türkmenlerinin önderliğini yapan Ersarı Baba’nın, Ürgenç’te yaşayan Şeyh Şeref adlı bir âlime başvurarak; “-Biz Türk halkı tururbiz, Arabî kitaplarnı okup, manisige yetişip amel kılmak besi müşkül bolaturur. Eğer Arabî meselelerni Türkî tile tercime kılıp, inayet kılsanız erdi, sevabıga şerik bolur erdi­niz.” dediği nakledilerek, MuinuTMürîd adlı bir eserin yazıldığı ve o zamandan bu zamana (1314-1661) kadar Türkmenlerin Şeref Ata tarafından yazılan bu kitaptaki esaslara göre amel işledikleri haber verilmektedir.24 Türkmen âlimleri tarafından 14. asır Türkmen ya­zılı edebiyatının ilkesen olarak 1314yılı başında tamamlanan kita­bın yarısı abdest, namaz, zekât, oruç gibi çeşitli konulardaki İslâmî kurallara, yarısı ise tasavvufî meselelere ayrılmıştır. MuinuTMürîd risâlesinin yazılmasına karşılık, Ersarı Bay tarafından Şeref Ata’ya kırk deve hediye edildiği şeklindeki rivayet Türkmenler arasında yaygındır. Ersarı Bay’ın İslâmî ve tasavvufî meseleleri Türk halkına kendi dilinde öğretmek maksadıyla yazdırdığı Muinu’lMürîd 6+5 hece ölçüsüyle yazılmış didaktik bir eserdir.

Muinu’l-mürîd’de toplam 407 kıta yer alır. Bu dörtlüklerden 266 tanesi mukaddime (giriş), iman esasları, akaid, kelâm, namaz, oruç, zekât gibi meseleler ile birlikte Hanefi mezhebi ile ilgili bazı meselelere, bu çerçevede İmam-ı Âzam Ebû Hanife, İmameyn Ebû Yûsuf ve Muhammed, Muhammed Şeybani gibi şahsiyetlere temas etmekte, sonraki 141 dörtlükte ise çeşitli tasavvufî fikir ve sûfî şahsiyetlere yer verilir. Eserdeki tasavvufî görüş ve bilgiler, özetle biat, âdâb, ittibâ, sohbet, şeriat-tarîkat-hakikat, kalb-nefs, sülük, şükür ve zikir bölümlerini içerir. Halka tasavvufu öğretme maksadı güdülen bu bölümde “İradet’Tn yani bir Pîr’den biat alıp mürîd olmanın anlamı, sûfînin bütünüyle şeyhine teslim olması, tasavvuf yolunda yürümek isteyen sûfînin mutlaka bir “pîr”i olmasının ge­rekli olduğu, aksi halde yolunu bulamayacağı anlatılır. Sûfî, vücu­dundaki egoizmi (benliği) terk edip, mürşidine bir ölü gibi teslim olduğu zaman kendisine tasavvufun sırları açılır. “Tirik eken, evvel kerek ölsen sen” (= Ölmeden önce -diri ikenölmek gerek) (Hârezmî, 1995-a) şeklindeki dizeler, Şeref Ata’nın tasavvufun klâsik öğretileri ile tanışmış olduğunun kanıtıdır. Sûfî, tasavvuf yolundaki menzillerin (durakların), makâmların tamamına, kendi isteğiyle ve gönüllü olarak nefsini öldürmek şeklinde ulaşabilir. Şeyh Şeref, ta­savvuftaki bu menzili şu dizelerde ifade ediyor:

“Tirik erken, evvel kerek ölsen sen

Tirik erken ölmek heva (aşk) yöniden

Zikr-i Hak tapabil kulavuz sana

Tirik erken ölsen yiğitken karıp”

(Hârezmî, 1995).

Şeref Ata’ya göre, tasavvufun klâsik öğretilerinde vurgulan­dığı gibi tasavvuf yoluna girdikten sonra Allah’ın cemalinden başka bir arzu taşıyan sûfî, “mürîd” değil, “kuru bir ot” demektir. Sûfî, şeyhine hiçbir konuda ters düşmemelidir. Çünkü O, namazda ima­ma uymuş gibidir. Şeyhinin elinde tıpkı “ ölü yıkayanın elindeki ceset” gibi olmalıdır.

Tövbe’nin anlamı, “Dön” sözüne dayandırılıp günahlarından pişman şekilde bir ölünün gidişi gibi, Yaradan’a dönmek olarak açıklanmaktadır. Bu da Dirilikte tövbe etmektir.

Şeref Hoca’nın

“Hilaf kılsa olmaz, bilin muktedi

İmanın sonunda kim “uydum” dedi.

Kılıp tövbe, dostlar, iradet verin

Ölüp tövbesiz çok pişmanlıklar yedi. ”

“Isıg kılmas ol köp ökünç yese son Er ol kim, onarsa isin munda ön Açalın hazanı kelur nâgehan Urug ekse bolmas kirur yerge ton (Hârezmî, 1995)

Şeyh Şeref Ata, ‘Pîr’, ‘şeyhe kesin teslimiyet’, ‘pîrsiz ta­savvuf yoluna çıkmama’, ‘ölmeden önce ölmek’, ‘fenâfillah’, ‘tövbe’, ‘pişmanlık’ (ökünç) gibi tasavvufun temel meselelerinde pîri Ahmed Yesevî çizgisindedir. Bu uyumluluk, Şeref Ata’nın Muinu’l-Mürîd risâlesindeki şiirler, Yesevî hikmetleri ile karşılaştırıldı­ğında hemen anlaşılır.

Muinu’l-Mürîd risâlesi matbu olarak ilk kez 1928’de Zeki Velîdi Togan, Türkiye’de yayınlamıştır. Kitabın bir kopyası 1994 yılında Türkiye’den getirilip Nazar Halimov ve Cebbar Göklenov tarafın­dan Aşgabat’ta yayınlanarak Türkmenistan’da ilim çevrelerine su­nuldu. (Hârezmî, Şıhîslâm Şeref Hoca, Muinu’lMürîd, Hazırlayan: Cebbar Göklenov-Nazar Halimov, Aşgabat 1995).

Son zamanlarda elde edilen verilere göre, Şeref Ata’nın kab­ri, bugün yaşamakta olan torunları tarafından da teyid edildiği üzere, Köhneürgenç’te Hârezm şahı Tekeş’in türbesinin doğu ta­rafı ndadır.

Seyyîd Ahmed Nasreddin Merginani adlı müellifin kitabındaki Hakîm Ata’nın önde gelen iki halifesi Şeref Ata ile Seyyîd Ata hakkındaki bir menkıbe, Zeki Velîdi Togan’ın Muinü’l Mürîd’i konu alan makalesinde nakledilmiştir:

MENKIBE

“Hârezm ” (Ürgenç) civarında birbirinden haberli Seyyîd Ahmed Ata ve Şeyh Şeref adlı iki Yesevî pîri yaşamıştır Ersarı Bay bunlardan bi­risinin mürîdi, diğerinin ise dostu imiş. Bu iki pîrin arası beklenmedik bir şekilde bölgenin emiri olan Ersarı Bay yüzünden açılmış. Seyyîd Ahmed Ata, Şeyh Şerefi ortadan kaldırmak amacıyla ona doğru iki ok fırlatmış. Şeref Ata, okları havada yakalayıp sadağına koymuş. Seyyîd Ahmed Ata, mürîdi Gulgul'a “git, sor Şeyh Şereften, Ashâb-ı Kehfin köpeği Kıtmir'in rengi nasıldı?” diyerek. Şeref Ata'mn yanına göndermiş. (Raviye göre bu hareketi ile Seyyîd Ahmed Ata, Şeref Ata 'yı köpeğe benzetmiş.) Seyyîd Ahmed Ata sûflsi Gulgul, Şeyh Şerefe bu soruyu sormaya cesaret edememiş. Şeyh Şeref Ata, dervişe bakarak Seyyîd Ahmed Ata'mn kendisi­ne ok fırlatmasını kınayan şu şiiri söylemiş:

Gelin (ey) sûfî Gulgul

Ashâb-ı Kehf itini sorgul.

Er eri atması bolar mı?

Er okm er kaytarması bolar mı?”

(-Beri gel ey sûfî Gulgul

Ashâb-ı Kehf köpeğini sor.

Erin eri kötülemesi olur mu ?

Erin okunu erin döndürmesi olur mu?)

Daha sonra sadağından -aralarında SeyyîdAhmedAta 'mn üç oku da bulunan63 tane ok çıkarıp, “ Seyyîd Ahmed Ataya karşılık verecek olsam işte oklarım, fakat siz bunları yok edin ” diyerek kendi oklarını da, Seyyîd Ata 'mn attığı okları da Sûfî Gulgul 'a veren Şeref Ata, “ Seyyîd Ata tekebbür gösterip başka birine ok atıp özüni helâk etmesin. Böyle densizlikleri ben, Kul Şeref, doksan yola çekdim. Başkaları çekmez. ” deyip kalkıp gitmiştir.

Bu rivayette geçen ‘Kul Şeref’ mahlâsına tasavvufî şiirlerin, mesnevilerin yer aldığı çeşitli dinî mecmualarda sıkça rastlanması Şeref Ata’nın da silsilesinden geldiği Hazret Sultan Yesevî ve Hâkim Ata’nın izinden gittiğinin kanıtıdır.

Seyyîd Ahmed Ata

Yesevîyye silsilesi, Zengî Ata’nın yukarıda bahsedilen dört mürîdinden ikisi olan Seyyîd Ahmed Ata ile Sadreddin Muhammed Ata vasıtasıyla Seyhun havzasında devam edegelir. Hakîm Ata ile il­gili bir menkıbesi daha önce nakledilen Seyyîd Ahmed Ata, Hârezm bölgesinde yaşamış ve çağdaşı olan Nakşbendîyye silsilesinden Hâcegân şeyhlerinden -Hâce Azîzân olarak bilinenAli Râmîtenî ile birçok görüşmeler yapıp sohbetlerde bulunmuştur. Kabrinin Hakîm Ata türbesi civarında olduğu bilinmektedir. Reşehât’a göre Seyyîd Ata’nın en önemli halifesi İsmail Ata’dır.

MENKIBE

Naklederler ki: Günlerden bir gün SeyyîdAta 'mn, meclisinde Hakîm Ata risalesini okudular Hakîm Ata 'yı yâd edip onların kerâmetlerini ve ve­liliklerini anlatınca, o arada Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in ehlinden birisine söz verdiği anlatıldı. SeyyîdAta bu sözü duyunca sordu: “Hakîm Ata 'ya sîzler­den hiç kimsenin, komşuluğu oldu mu? ” Risaleye baktılar, “Bugüne kadar Seyyîdlerin hiç birisi, komşu olmamıştır” dediler SeyyîdAta, “Öyle ise, ceddimiz Rasûl 'ün (s.a.v.) sözünü yerine getireyim komşu olayım! ” diye üç evlik kişi ile Hârezm şehrinden çıkarak Bakırgan 'a doğru yola koyuldular Ve gidip Bakırgan 'dan üç ağaçlık yol uzaklıkta durup indiler

SeyyîdAta, azizlere yönelerek: “Sizler gerçek dünyada bizler yalan dünyada duruyoruz. Bizim aramızda iyimiz kötümüz olabilir O sebepten (ileriye) varmıyoruz “ deyince, “Hoş geldiniz, ileri yürüyün? ” diye işaret ettiler. Ondan sonra Seyyîd Ata, göçüp gelip Bakırgan 'a yalan durdular Şeyh Celâleddîn Menzilhâne duyunca, Seyyîd Ata'mn gönlü incindi. Sey­yîd Ata: “Ey Şeyh Celâleddîn, bizi komşuluğa kabul eder misiniz? ” Şeyh Celâleddîn: “Buraya geldiysek, Hakîm Ata 'mn izni ile geldik ” dedi. Seyyîd Ata: “Ey Şeyh Celâleddîn, kalkın, ikimiz bu gece dergâha varıp azizlerin dergâhına doğru yönetelim, ikimiz de sırrımızı söyleyelim, hangimize işa­ret gelirse, o komşu olsun. ” deyince. Şeyh Celâleddîn de kabul etti. O gece ikisi birlikte kalkıp dergâhın içine girerek azizlere doğru yönelip, sözlerini söyleyince, o anda Şeyh Celâleddîn Menzilhâne 'ye işaret gönderdi: “öyle ki ey oğlum Şeyh Celâleddîn, bil ve haberdâr ol! Seyyîd Ata bu durumda geldiyse, Hz. Rasûlullah (s.a.v.) 'in Allah onun şanını yüceltsin ve selâm onun üzerine olsun, sözü ile gelmiştir: komşuluğu ona emânet et! Şimdi hisse vererek izin verdik ki Hârezm şehrinin yanında Aktaş denen yer karşı durur, oraya giderek mevkî ve yer tutacaksın! Her kim bizi tavaf etmek için gelse, eıve/ sizi tavaf etsinler, sizden sonra bize gelsinler! Eğer sizi tavaf etmezler, sizden önce bize gelirseler, biz o kimsenin tavafını kabul etmeyeceğiz ” diye vaad etti. Şeyh Celâleddîn bu iyilik müjdesini duyunca, bahtiyar oldu. Kalkıp dergâha veda edip SeyyîdAta ile karşılıklı hayır di­leklerinde bulunarak Bakırgan 'dan göçüp Aktaş 'a (gitmeye) niyet ettiler Gelip Aktaş 'ta yer ve makâm tuttular Son menzilleri de orada oldu. Şimdi o sebepten, evvel varıp Şeyh Celâleddîn 'i tavaf ederler Ne zaman Şeyh Celâleddîn Ata, Bakırgan 'dan göçüp çıktılar ise, SeyyîdAta komşu oldular Nice yıllar SeyyîdAta Bakırgan 'da yer ve makâm tuttular

Sonunda, faydasız fâni dünyadan göçüp gitme vakitleri gelince, mürîd dostları sordular: “Yâ evlâd-ı Resûlullâh sizi bu Bakırgan 'da mı defnedelim, yahut Kâ 'be 'ye götürüp Kâ 'be erenlerinde onlar katında mı defnedelim? ” dediklerinde, SeyyîdAta: “Ey dostlar bana bu iş malûm ol­mamaktadır Ama vasiyetim odur, beni temiz yıkayın, âhiret elbisesini de giydirin, tabuta koyun. Beni bir büyük arabaya yükleyerek Bakırgan 'dan Kâ 'be tarafına çıkarıp koyun! O gece sürü köpeklerinizi ve it kuşlarını­zı iyi bağlayın! Geceleyin yüksek ses çıkarmayın! Evlerinizin kapılarını sağlamlaştırıp oturun! Eğer yüksek ses işitirseniz dışarı çıkmayın! Eğer ses duyup dışarı çıkarsanız zarar görürsünüz! Şafak söktüğünde bakın, o araba nerede gidip durmaktadır O arabanın durduğu yer bizim yerimizdir Bizi o yerde defnedin. ” diye vasiyet ettiler

SeyyîdAta, dünyadan âhirete göçünce, mürîdleri SeyyîdAta 'mn va­siyetini yerine getirdiler Arabaya yükleyip Kâ 'be tarafına çıkarıp koydu­lar Ondan sonra sürü köpeklerini ve it kuşlarını sıkı bağlayıp kendileri ev­lerine girip kapılarını kilitleyerek oturdular Gece yansı olunca bir düğün zamanının haykırmaları (karışıklığı), hıçkırık duyuldu, öyle ki insanlar bu sesi işitip evlerinde sesini çıkarmaksızın hareket etmeksizin oturdular, dı­şarı da çıkmadılar Şafak söktüğünde, o hıçkırık sesi kayboldu. Şafak sök­tü, gün aydınlanınca, hepsi evlerinden çıktılar Gördüler ki araba o konan yerinde yok. Arayarak geldiler, gördüler ki araba Hakîm Ata 'yı türbelerine yaklaşarak indirmiştir. Mürîdleri SeyyîdAta 'yı hürmetle arabadan indirip Hakîm Ata 'ya yaklaştırarak defnettiler.

Şimdi Hakîm Ata ile Seyyîd Ata 'mn türbeleri yakındır Ve o kavga, hıçkırık ve haykırmanın anlamı şu idi: O yerde, o gece Kâ 'be şeyhlerinin erenlerinin ruhları ile Bakırgan ruhları savaştılar O geceki kalabalığın sesi o ruhların vııruşmalarının sesiydi. Kâ 'be 'den gelen ruhlar Seyyîd Ata 'yı alıp gidecek oldular. Bakırgan ruhları izin vermediler. Bakırgan ruh­ları Kâ 'be 'den gelen ruhlara izin vermediler. Bakırgan ruhları Kâ 'be 'den gelen ruhları kovalayıp kaçırdılar Seyyîd Ata 'yı sevk edip Hakîm Ata 'mn yanma koydular. O günden şimdi bu güne değin Bakırgan 'a varıp evvel Hakîm Ata 'yı tavaf edip arkasından da Seyyîd Ata 'yı: ondan sonra da bü­tün kabristanı ziyaret ederler.

Hûzyanlı İsmail Ata

Menkıbe kitaplarında birçok kerametleri zikredilen Seyyîd Ata’nın en meşhur halîfesi Hûzyanlı İsmail Ata’dır. Oğlu İshâk Hoca’ya ait Hadîkâtü’l-ârifîn ve Muhammed Şerîf el-Hüseynî’nin Huccetü’z-zâkirîn isimli eserlerinde İsmail Ata’nın Yesevîyye silsilesi şu şekilde kaydedilmiştir: Ahmed Yesevî > Hakîm Ata > Sûfî Mu­hammed Dânişmend > Mustafa Süksük (Süzük) Ata > İbrâhîm Ata > İsmâil Ata. Bazı silsilelerde ise Hazret Sultan Yesevî halifelerinden Yaşlığ Yunus Ata ile de ilişkilendirilir.

İshâk Hoca, kaleme aldığı Hadîkâtü’l-ârifîn kitabında babası İsmâil Ata’dan naklederek silsilesi hakkında şu önemli bilgileri ve­rir: “İsmâil Ata’nın babası (İshâk Ata’nın dedesi) İbrahim Ata, Yaşlıg Yûnus Ata’nın sohbetine devam ediyordu. Yûnus Ata ömrünün son döneminde ona: “Ey İbrâhim Hoca! Benim vefatımdan sonra Sük­sük Hoca’nın sohbetine devam et, nasibin ondadır, biz seni irsâd makamına ulaştı ramadık, o ulaştırır”, dedi. Ancak Yûnus Ata’nın vefâtından sonra İbrâhim Ata önceleri Süksük Ata’nın sohbetine devam etmedi. Bir gün rüyasında Hz. İbrâhim (a.s.) ve Hz. Mûsâ (a.s.) gelerek: “Rahmet kilidi Süksük Ata’dadır, onun yanma git!” diye uyardılar. Bunun üzerine İbrâhim Ata Süksük Ata’nın yanına gidip sohbetinden istifâde etti.” Süksük Ata, böylece İshâk Ata’nın dedesi İbrahim Ata’ya icâzet verir.

MENKIBE

ibrâhimAta’nın Şehâdeti:

İsmail Ata'mn babası, (İshâk Ata'mn dedesi) İbrahim Ata bir gün sabah namazından sonra mürîdleriyle birlikte zikirle meşgul iken büyük oğlu Cebrail Şeyh, İbrâhim Ata 'ya: “Bu gece bir rüyâ gördüm, kan altında kaldık”, der İbrâhim Ata da: “Bu, bizim şehîd olacağımızın işâretidir”, diye cevap verir O esnâda İbrâhim Ata 'mn oğlu Ismâil Ata henüz on ya­şındadır O gün Moğol kâfirleri kasabalarına baskın yapar ve İbrâhim A ta, otuz kadar dostu ve mürîdi ile birlikte öldürülür

Kaynakların bildirdiğine göre özbe öz bir Türk olan İsmail Ata babasının şehâdetinden sonra öz yurdundan uzaklaşır, gurbet­lerde dolaşır ve bazı Kalmuk -Moğolkâfirlerini müslüman eder. Daha sonra Hârezm ve Buhara’da medrese tahsilini tamamlayıp Semerkand’a gelir. Buralarda bazı sûfîlerin sohbetinde bulunduysa da aradığı muhabbeti bulamaz ve Hocend’e gider. Hocend’de Şeyh Maslahat Hocendî’nin sohbet ve hizmetinde tasavvufî eğitimini ta­mamlar. Bu dönemde yaşı kırka ulaşmıştır. Maslahat Hocendî, İsma­il Ata’ya icâzet verip babası İbrâhim Ata’nın memleketi olan Kazıgurt taraflarında halkı irşâd için görevlendirir. İsmail Ata yurduna döndüğünde babasının dergâhında halîfelerinden Mevdûd Şeyh’in postnişîn olup irşâd ile meşgul olduğunu görür. Mevdûd Şeyh’e hür­meten bir süre irşâd faaliyetine başlamaz, daha sonra göreceği bir rüyâ üzerine irşâd çalışmalarına başlayacaktır.

İshâk Ata, HadîkâtüTârifîn eserinde Süksük Ata’nın üçyüz, Süksük Ata’nın halifesi (ve İshâk Ata’nın dedesi) İbrahim Ata’nın dörtyüz; oğlu (ve İshâk Ata’nın babası) İsmail Ata’nın ise, tasavvufî tasarrufunun yüceliği sayesinde sayısız mürîdi olduğunu kaydeder.

İsmail Ata, mollaların kendisine karşı olan eleştiri ve sözlü saldırılarına hiç önem vermez, irşad görevini asla ihmal etmezdi. Zengî Ata’dan sonra Yesevîyye’nin anayol olarak Seyyîd Ata’dan sonra halefi İsmail Ata ve İsmail Ata’nın oğlu İshâk Ata vasıtasıyle devam ettiği bilinmektedir. Sayram ile Taşkend arasındaki Hûziyân kasabası halkı da, medreselerindeki zâhir ulemasının muhalif ol­duğu İsmail Ata hakkında söylemediklerini bırakmazmış. Bu sözler kendisine aktarılan İsmail Ata: Bu mollalar bizim sabunumuzdur. Onlar olmasa nasıl temizleniriz?” der geçermiş ki Ubeydullah Ahrar’ın, bu sözü çok beğendiği için sık sık tekrarladığı kaydedil­miştir. Reşehât’ta İsmail Ata’nın halkla ilişkisindeki kuralını dile getiren : “Halkı sev ; halkın güneşte gölgesi, soğukta kaftanı, kıtlıkta ekmeği ol!..” sözleri için de yine Ubeydullah Ahrar’ın “her hikmeti toplayıcı kelâm” dedikleri bilinmektedir.

İsmail Ata, Hâce Abdullah Taşkendî’nin ceddi olan Hâce Mu­hammed Namî’nin kabri önünden geçerken -O’nun çok zaman önce vefat etmesinden dolayı hiçbir etkisi olamıyacağını ima ederek-, “Çürük saman bir işe yaramaz!” dediği için, birdenbire havadan gelen bir saman gözüne girmiş ve sonunda gözünü yitirmişti. Bu­nunla beraber, Hoca Abdullah Taşkendî, daima İsmail Ata’nın yüce vasıflarından bahsederdi.

Reşehât’ta Abdullah Hocendi adlı Nakşbendî ulusu anlatır:

“-Şah-ı Nakşbend’in sohbetine ulaşmadan çok önceleri güç­lü bir cezbeye kapılmıştım. Tasavvuf ulularından birisinin kabrini ziyaretimde bana hitaben “-Geri dön; senin muradın oniki yıl son­ra Buhara’da gerçekleşecektir!” denildiğini işittim. Bu hitabdan epey sonra birgün pazaryerinden geçerken bir köşeye çekilmiş, birbiriyle halleşen, içli içli konuşarak ağlaşan iki Türk gördüm. Kulak verdim: Tasavvuftan konuşuyorlardı. Sohbetlerine katılmak istedim. Pazardan biraz meyva ve yiyecek alıp önlerine koydum. Birbirlerine işaret ederek hakkımda iyiniyet gösterdiler ve: “ -Bu dervîş istekli görünüyor. Onu Sultanımızın oğlu İshâk Hoca’ya gö­türelim!” dediler. İshâk Hoca’nın yerini öğrendim ve gittim. İs­mail Ata, benim için ilgi ve himmet isteyen oğluna benim için: “ -Bu dervişin nasibi benden değil, Şah-ı Nakşbend’den... Benim onu tasarrufa mecalim yoktur. ” dedi. Bu sözü işitince, yıllar önce kabirden gelen hitabı hatırladım ve İsmail Ata ve İshâk Hoca’nın ermişliğine tam inandım. Nasibimi bekledim...”

İsmail Ata’nın bir mürîde telkin ettiği : “Ey dervîş, seninle yol arkadaşı olduk! Bizden şu sözleri bir nasihat olarak kabul et: Bu dünyayı süslü bir kabir say, Allah ile kendinden başkasını yok bil ve nihayet tevhid denizinde öyle boğul ki, sen de aradan çık ve “Lâ mevcûde İllallah” (= Var olan ancak Allah’tır) sırrına er...” sözleri tasavvufî kemalinin, secde ederken kendilerinden yayıldığı rivayet edilen zevkin kokusunu taşımaktadır.

Türkistan edebiyatının önde gelen isimlerin Âta mahlâslı şa­irin de İsmail Ata’nın mürîdi olduğu ve buna işaretle Âta mahlâsını kullandığı bilinmektedir.

İshâk Ata

14. yüzyılın Yesevî mürşîdlerinden İsmail Ata’nın oğlu İshâk Hoca’ya gelince, bir Yesevî şeyhi olarak Sayram (= İsfîcab)’da uzun süre halkı irşad etmiştir. Türkler arasında şöhret kazanmış olan İshâk Hoca’nın Çağatay Türkçesi ile kaleme aldığı HadîkâtüTârifîn isimli eseri Yesevîlik kültürünün temel eserlerindendir. Hadîkâtü’l-ârifîn müellifi İshâk Ata, babası İsmail Ata’nın ismini ki­tabında “Şeyh İsmâil Ata b. İbrahim Ata Kazıgurdî et-Türkistânî” şeklinde zikretmiştir.

HadîkâtüTârifîn’de konular anlatılırken bazen Arapça ve Farsça nakiller yapılır; âyet, hadîs, sûfîlerin sözlerine yer verilir ve özellikle yazarın babası ve şeyhi olan İsmâil Ata’nın sözleri de sıklıkla nakledilir. HadîkâtüTârifîn’de Ehl-i Sünnet veTcemâat’in önemli bir îtikâdî mezhebi olan Mâturîdîyye’nin kurucusu Ebû Mansûr Mâturîdî’den nakiller bulunmaktadır. İshâk Hoca Ebû Mansûr Mâturîdî’nin “Dünyada dört şey aradım, bulamadım: 1. Açgözlü olmayan âlim, 2. Uyumlu bir dost, 3. Gösterişsiz ibâdet, 4. Helâl lokma...” dediğini nakleder.

İshâk Ata, cehrî zikrin câiz olduğunu kanıtlamak için Hanefî mezhebinin kurucusu olan İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe’nin yüksek sesle tekbir getirmeyi bidat saymadığını söyler. Ayrıca el-Hidâye isimli Hanefî fıkhına dâir eserin şerhi olan Hüsâmeddin Sığnâkî’nin en-Nihâye’sinden, yine bir Hanefî fıkıh kitabı olup Sedîdüddin Mu­hammed Kâşgarî (ölümü: 1305) tarafından kaleme alınan Münyetü’l-musallî’den, Tâhir b. Ahmed Buharî’nin (ölümü: 1147) Hulâsatü’l-fetâvâ’sından, EbuTLeys Semerkandî ve Fahreddin Râzî’nin tefsir kitaplarından cehrî zikre deliller getirir. Bu belgeli referans­lar, İshâk Ata gibi ilk dönem Yesevî şeyhlerinin, diğer Türkistan Türkleri gibi Hanefî mezhebinde olduğunu göstermektedir. Kitabın­da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in fazîlet, tevâzu ve üstün hizmet­lerinden övgü ile söz eden Hoca İshâk Ata’nın diğer Yesevî şeyhleri gibi Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğu anlaşılmaktadır. İshâk Ata’nın Hadîkâtü’l-ârifîn kitabı Yesevîlikteki intisab töreni hakkında bilgi veren en eski ve muhtemelen yegâne eserdir. İlginç bir nokta da İshâk Ata’nın asâ konusuna özel bir bahis açmasıdır; burada asâ kullanmanın fazileti ve Yesevî dervişine mürşîdi tarafından asâ tak­diminin âdâbı anlatılır.

İshâk Ata, her mürşîdin zikir için Allah’ın isimlerinden birini tercih ettiğini, Ahmed Yesevî’nin “Allah” ve “Hû” şeklinde iki ismi mürîdlere telkîn ettiğini, babası ve mürşîdi İsmâil Ata’nın ise “Hû” zikrini tercih ettiğini söyler.

İshâk Hoca, ünlü Hanefi fakihi İmâm Serahsî’nin ünlü eseri Mebsût’tan bir rivayeti de naklederek bayram gecelerini zikir ve duâ ile geçirmenin önemi üzerinde de durmuştur.

İshâk Ata’nın kabri, Türkistan’da eski kaynakların ifâdesiyle Hûziyân (bazı eserlerde Hareziyân)Tn nâhiyelerinden -bugün Kaza­kistan’ın güneyinde, Çimkent ile Taşkent arasındaki Kazıgurt ilçe­sinin doğusundayer alan ve Türbet diye anılan kasabadadır. Ölüm tarihini bilinmeyen ancak 14. yüzyıl sonları olarak tahmin edilen İshâk Ata’nın Türbet kasabasına ismini veren kabri üzerine Emîr Timur tarafından bir imâret inşâ ettirilmiştir.

Şah-ı Nakşbend olarak ünlenen Bahaeddîn Nakşbend İshâk Ata’nın irşad döneminde; kısa süre sonra Türkistan’ın en ünlü sûfîsi olarak meydana çıkacaktır.

Sadr Ata

Yesevî silsilesi Sadr Ata halîfeleri aracılığıyla Türkistan boz­kırlarında etkinliğini korudu. Sadr Ata’nın halîfesi Eymen Baba, Eymen Baba halîfesi Şeyh Alî ve onun halîfesi AAevdûd Şeyh’dir. Mevdûd Şeyh’in başlıca halîfelerinden en ünlü iki isim ise Hoca Abdullah çağdaşlarından Kemal Şeyh ile Hadîm Şeyhdir. Hoca Abdullah’ın Mâ­verâünnehir’de ünlendiği sıralarda Buhara, Semerkand ve Taşkend’de birçok mürîdleri olan Hadîm Şeyh, sonraları Hoca Abdullah ile sohbet­lerde de bulunmuştur. Reşehât’te Hadîm Şeyh’in halîfesi Cemalü’ddin Buharî’den naklen, Hadîm Şeyh’in birçok kutsal sözü nakledilir.

Sadr Ata’nın Seyyîd Ahmed Ata ile birlikte Zengî Ata’nın işa­reti ile Deşt-i Kıpçak (= Kuzey Türkistan bozkırları)’taki Sarayçık’a

gittiği, orada Altınorda hükümdarı Özbek Han’ı İslâm’a davet ettiği ve bu dâvet esnasında Sadr Ata’nın gösterdiği kerâmet neticesinde Özbek Han ile birlikte yetmiş bin Türk’ün müslüman olduğu nak­ledilir.

Yesevîlik konusundaki en önemli tarihi kaynaklardan olan Hazînî’nin CevâhiruTEbrâr kitabına göre ise Yesevî silsilesi Zengî Ata’dan sonra asıl Sadr Ata halifeleriyle şu şekilde devam eder: Zengî Ata, Sadr Ata, Cemal Şâşî (Hârezm’de bulunmuş), oğlu Ha­şan Şeyh, Ali Hoca, Hoca Ali, Şeyh Pehlivân, Şeyh Mevdûd, Hâdim Şeyh, Şeyh Cemâleddin Kaşgarî (Buhara’da yaşamış ve Herat’ta defnedilmiştir), Süleyman Gaznevî (önce Ubeydullah Ahrar’dan, sonra Cemâleddin Kaşgarî’den feyz almış), Şeyh Hudâydâd, Molla Velî Kûh-i Zerî, Kâsım Şeyh... Şeyh Hudâydâd’ın diğer halifesi olan Şeyh Metîn, Şeyh Ali Emin, Seyyîd Mansûr Ata aracılığı ile silsile Hâzinî’ye kadar ulaşır. Bu isimlerden Şeyh Mevdûd, Timurlu Devleti hanı Sultan Ebû Said’in şeyhidir.

Hazînî’nin, Zengî Ata’dan itibaren bu şekilde verdiği Yesevîy­ye silsilesi, Tibyan-ı Vesaire göre Hadîm Şeyh’den sonra epeyce farklı olarak gösterilir: Hadîm Şeyh, Şeyh Cemalü’ddin Buharî, Şeyh Hudâydâd Azîzegî, Mevlana Kûh-i Zerrînî (Kûh-Zerî), Şeyh Germînî, Muhammed Mü’min Semerkandî, Şeyh Ahund, Molla Hurd Azîzan. Kemal Şeyh’den gelen silsile de aynı eserde şöyle kaydedilir: Ke­mal Şeyh İkânî. Şeyh ‘Alî Abâdî, Şeyh Şems Özkendî, Abdal Şeyh, Şeyh Abdü’1-Vasi’, Şeyh AbdüTMüheymin. Şeyh AbdüTMüheymin 1566’da Taşkend’de hayatta idi.

Uzun Haşan Ata

Zengî Ata’dan gelen Yesevîyye silsilesinin Türkmenistan böl­gesinde faaliyet gösteren halifesi olup Ata Türkmenleri arasında Gözlü Ata olarak bilinir. “Kul Gedâyî” mahlâsı ile dinî-tasavvûfi şi­irler yazan bir dervîş-şair, velî olarak tanınan Yesevî mürîdi, Uzun Haşan Ata, 12.-13. yüzyıllarda yaşamıştır. Haşan (Gözlü) Ata, Ye­sevî ocağına dervîş olduğunda 41-42 yaşlarında olduğu ve dergâh­taki eğitimini 50 yaşında tamamladığı rivayet edilir.

Uzun Haşan Ata’nın neslinden gelen Ata Türkmenleri, soy kü­tüklerini gösteren şecereden anlaşılacağı üzere, kendilerini nesil bakımından Hz. Osman’ın Hz. Muhammed’in büyük kızı (Bibi) Rukiye’den doğma büyük oğlu Abdul-Ekber’e bağlarlarken, nesilbaşı olarak Gözlü Ata’yı kabul ederler. Sözü edilen şecerenin bir ‘ne­seb-nâme’ olduğu iddia edilir ki, asırlardır Türkmenistan coğrafya­sında yaşayan Ata Türkmenleri oymağının ileri gelenleri tarafından muhafaza edilmiş ve kutsal bir emanet olarak günümüze kadar ge­tirilmiştir. Bu şecerenin yirmisekizinci sırasında yer alan “Haşan Ata” Türkmenler arasında anısına hâlâ büyük saygı duyulan Göz­lü Ata’dır. Ata Türkmenlerinin Yesevî türbesinden yazılıp göçürülen şeceresinde, Uzun Haşan Ata hakkında şu bilgi verilir: “Muhîb Ata’nın oğlu Uzun Haşan Ata, tarîkat bâbında müşkil (= zor) işleri çözerdi. Bu sebepten Hazret Sultan Yesevî adını “Gözli Ata” ad koydular.” Bu şecere Hakîm Ata ile Uzun Haşan Ata’yı amca çocuğu olarak gösterir. Şecereye göre Ahmed Yesevî’nin dervişlerinden “ Süleyman”, “Haşan” ve “ Koçkar” amca çocuklarıdır. Dedelerinin adı “Süleyman”dır. Haşan, Muhîb’in oğlu; Süleyman ve Koçkar ise Sücüklü’nün oğullarıdır. Gösterdikleri kerâmetlere bağlı olarak Sü­leyman’a “Hakîm Ata”, Hasan’a “Gözlü Ata”, Koçkar’a da “Süzük Ata” adları Ahmed Yesevî tarafından verilmiştir.

Ata Türkmenlerine ait şecerenin, elyazması olarak Ata Türkmenleri’nden Sabır Orazgulı adlı Ata uruğuna mensub bir Türk­men’in nezdinde olduğu bildirilmiştir. Hz. Osman (r.a.)Tn oğlu Abdul-Ekber’den başlayıp Uzun Haşan Ata’ya kadar gelen şecere şöyledir:

1-Abdul Ekber (Hz. Osman (r.a.)’ın, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ikinci kızı Bibi Rukiye’den doğan büyük oğlu), 2-Harun, 3Abdul-Cebbar, 4Abdul-Kahhar, 5-Abdullah, 6Abdul-Kerim, 7Şahabeddin, 8Necibeddin, 9Maruf, 10Davud, 11Haşan, 12-Hüseyin, 13Kuzeymelik, 14Mümin, 15Bayazeddin (Beyazid Bestami), 16İsa Hoca, 17Ali Hoca, 18Bedr Ata, 19Sadr Ata 20İskender Ata, 21Yahya Ata, 22Kayşar Ata, 23Murat Ata, 24Süleyman Ata, 25Sücilik, 26-Süleyman Hakîm Ata ve Koçkar Ata, 27Muhîb Ata, 28-Hasan (Gözli) Ata.

Günümüzde, soylarını Uzun Haşan (Gözlü) Ata’nın oğulları Nur Ata, Ömer Ata ve İbik (İbrahim) Ata’ya bağlayan Türkmen top­lulukları vardır. Kendilerine “Evlad” yani “Peygamber soyu” deni­lerek hürmet gösterilen bu Ata Türkmenleri oymağı, Türkmenistan, İran ve Karakalpakistan’ın çeşitli bölgelerinde yaşamaktadır.

Uzun Haşan Ata’yı doğrudan doğruya Hazret Sultan Yesevî’ye bağlayan ve “Kul Gedayî” mahlâsını alışını izah eden rivayet şöy­ledir:

Türkistan 'ın ulu pîri Hoca Ahmed Yesevî 'nin dergâhına varıp biz­zat O 'mm elinden “Gözlü Ata” ünvânını alan Uzun Haşan Ata, büyük bir sınamadan geçtikten sonra kendisine bağışlanan yurdu yani Mangışlak ’ı mesken tutar Bu bölgenin hanı Cambek 'ten büyük ilgi görür Bu arada bazı kerametler gösterir Meselâ: Yolda bir susuzu kandırır Çölde azgınlaşanları yola getirir Cambek hanın develerini kurtarır Susuzluğunu gideren bir Kazak kadınına dua edip yoğurdunu yağa çevirir Ve daha başka müşkil işleri çözüp, halkın sevgisini ve hürmetini kazanır Cambek Han, bu iyilik­lerine karşılık olarak Uzun Haşan 'a kendi kızı Aksuluv 'ıı verir Ancak Ak Sultan diye bilinen kız kendisini Gözlü Ata'ya yakıştırmaz. “Babam beni bir dilenci(= gedâ)ye uygun gördü ” diyerek, gönül koyar Mesele, Gözlü Ata 'ya malum olur Gözlü Ata 'mn gösterdiği bir kerâmetle kızın boynu bu­rulup kalır Yaptığı hatanın farkına varan Aksuluv kız pişman olup. Gözlü Ata 'dan özür diler Bunun üzerine Gözlü Ata, kızın boynuna dilenci torba­sını takmasını ve yedi kapıda dilenmesini ister Aksuluv kız Uzun Haşan Ata 'mn bu emrini yerine getirince, boynu düzelir ve ilk işittiğinde “dilen­ci ” diye hor gördüğü adamın hanımı olarak ömrünü tamamlar Gözlü Ata ise Hak yolunda, Hak ışığı için dilendiğinden “Kul Gedâyî” mahlâsını almıştı.

Mahtumkulu, Durdu Şair, Miskîni (Muhammed Taç), Kurayş (Nadir Şair), Miskînkılıç gibi birçok Türkmen şairi çeşitli şiirlerinde Gözlü (Uzun Haşan) Ata’yı öven mısralar kaleme almışlardır. Göz­lü Ata bu mısralarda şu sıfatlarla yâd edilmiştir: “Kureyş kabilesi’nden”,”Hz. Osman neslinden”, “Rasûlullah evlâdı”, “nesli pâk”, “velîler serveri”, “arz üzre mekân tutmuş”, “Hak aşkından divâ­ne”, “kulluğa bel bağlayan”, “dünyadan bigâne”, “şifa kaynağı”, “susuzu kandıran”, “dertlilerin dermanı”, “gözsüzlerin rehberi”, “tırnakta âlem görücü”, “gaibi gören”, “Kırklar ile sohbet eden”, “şeker sözlü”, “su üstünde balık gibi yüzen”, “kuş gibi havada sey­ran kılan”...

Bugün bir ziyaretgâh haline gelen ve Gözlü Ata’ya ait olduğu söylenen bir kabir ile çevresinde oluşan kabristan, bugünkü Türk­menistan’da Balkan vilâyetine bağlı Türkmenbaşı şehrinin 150 kilo­metre kuzeydoğusunda yer alır. Bu kutsal kabristanda her yıl Ocak ayında geleneksel hale gelmiş olan dinî törenler yapılmaktadır.25

Baba Mâçîn Muhammed Hotenî

Mâçîn Baba (Mâçîn Bâb) diye bilinen Baba Muhammed Hotenî’nin Hazret Sultan Yesevî’ye intisabı pek garib olmuştur. Baba Muhammed Hotenî, Ahmed Yesevî’ye intisaptan önce. Horasan erenlerinden ünlü bir velî idi. Hergün herkesin gözü önünde yirmidört fersahlık mesafeye tayy-ı mekân ile uçarcasına giderdi. Eriştiği bu manevî rütbeden gururlanarak gelip -meclisinde kadın erkek beraber bulunduğundan dolayıAhmed Yesevî’yi azarlamak istedi. Fakat Ahmed Yesevî’nin emriyle Süleyman Hakîm Ata ve Sûfî Muhammed Dânîşmend onu yakaladılar. Tekkenin direğine sıkıca bağlayarak beşyüz kere kamçı vurdular; hiç etkisi olmadı. Tekrar bir defa daha vurdular. Arkasında bir nişane peyda olarak ağlamağa başladı. Bunun üzerine direkten çözdüler. Hazret-i Pîr-i Türkistan’a bî’at etti ve ve inâbe26aldı. Hazret Sultan Yesevî bu­yurdular ki : “Baba Mâçîn’in arkasında kuvvetli bir cin yerleşmişti. Hergün nice fersah yer uçardı. Bu cin beşyüz defa kamçı vurmaktan etkilenerek, nihayet Baba Mâçîn’in sırtını terk etti ve kaçtı. Beş­yüz kamçıdan sonraki ilk darbe Baba Mâçîn’e bu yüzden etki etti ve böylece cinden kurtuldu.”. Baba Mâçîn, bundan sonra Yesi’deki dergâhta erbaînler ve halvetler çıkardı. Ahmed Yesevî ile beraber üç defa halvete girdiği de rivayet edilir. Nihayet, Hazret Sultan Ye­sevî’nin en ileri gelen halîfelerinden biri oldu. Baba Mâçîn ile ilgili rivayeti ayrıntılı olarak yansıtan bir hikmet, Dîvân-ı Hikmet’te yer almaktadır.

Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş elBelhî

16.               yüzyıl Türkistan’ının bu ünlü Yesevî mürşîdi, âlim ve vefâlı mürîdi Anadolu topraklarında vefat ederek 1557’de Diyar­bakır’da toprağa verilmiştir. Sultan Ahmed Hazînî’nin kitablarında verdiği bilgiler sayesinde günümüz insanı tarafından bilinmiş ve ta­nınmıştır.

Yesevîyye geleneğinin günümüze taşınmasında büyük emeği olan Yesevî dervîşi, Sultan Ahmed Hazînî, içinde yaşadığı manevî iklimi, tasavvuf bilgi ve kültürünü kazandığı aile çevresini tanıttığı, çağının tanınmış bir Yesevî şeyhi olduğu anlaşılan mürşîdi Seyyîd Mansûr (ölümü: 1557) ile karşılaşmasını, aralarında sıkı bir bağ ku­rulduktan sonra meydana gelen gelişmeleri, şeyhi ile ilgili rivayet­leri, Seyyîd Mansûr’un hacca gitmek için çıktığı yolculuk sırasında Diyarbakır’da ölmesini, sonrasında gelişen olayları ayrıntılı olarak kaleme almıştır.

Hazînî, şeyhi Seyyîd Mansûr’u ‘velîler efendisi’, ‘âhir zaman nuru’, ‘Zekeriya’ya benzer’, ‘Yahya gibi birer’, ‘Hızırve İlyâsımız’ gibi yüceltici sözlerle över; Ahmed-i Yesevî silsilesini sürdürdüğü­nü, çağın erginlerinin şeyhi olduğunu söyler. Ardından ‘şeyh-i Tayfûrî’ diyerek Tayfûr bin İsa’nın, yani Bistâmlı Bâyezîd (= Bâyezîd-i Bistâmî)’nin kurucu şeyhi olduğu Tayfûriyye tarîkatı şeyhi olduğunu söyleyerek, ayrıca ‘azîz-i turûk (= tarîkatlar ulusu)’ diye bir de güçlendirici ekleme yaparak, Seyyîd Mansûr’un çağın diğer tarîkat şeyhlerinden daha ünlü, daha önde bir konumu olduğunu vurgular. Yesevîyye gibi Nakşbendîyye’yi de canlandırdığını belirterek yaptı­ğı vurguyu pekiştirir. Yazarın şeyhi hakkındaki son değerlendirmesi, kendisini daha önce tanımamış olanların yüzünü ilk görüşte “Bu Seyyîd Mansûr’dur” dedikleri yolundaki sözleridir.

Hazînî, ilk olarak mürşîdi Seyyîd Mansûr Yesevî’ye intisabını şöyle anlatmaktadır:

“Merhum babam ömrünü Kübreviyye tarîkatı uluları yolun­da, onların, kalbi manevî yüceliklere açan virdlerini okumakla ge­çirdi. Bunlardan Hârezmli Şeyh Hüseyn bin Mahmûd Hazretleri’ne mürîd olmak için bu tarikata dair yazılmış kitaplara, risalelere ilgi gösterir, onları okur ve incelerdi. Ben de bu gibi kitaplara ilgi gös­teriyor, okuyordum. Diğer tarîkatlerden özellikle de Yesevîyye’den habersizdim. Seyyîd Mansûr’un Hisar-1 Şâdmân’a gelişinden sonra bir gün babam ve kardeşimin yanıp yakılarak ağlamakta oldukla­rını gördüm. Sebebini sorduğumda: “Bugün camide Hz. Ali (r.a.) soyundan bir ulu şeyhin yaptırdığı zikir sırasında dervîşler öyle coştular ki solukları İsrafil’in surunu andırıyor, ağızlarından sanki yanık ciğer kokusu geliyordu; her biri çılgın ve kendini kaybetmiş bir hâldeydi” dediler. Bu güzel nitelikleri duyduğumda dayana­madım; sabırsızlıkla hemen soruşturdum, toplanıp zikir yaptıkları yeri buldum ve zikirlerine katıldım. Zikir sırasında birden duydu­ğum şiddetli hararet sebebiyle su içmek istedim. Seyyîd Mansûr Hazretleri engel oldu: “Zikirden maksat yüreği kaplayan yağların erimesi ve kalp gözünün açılmasıdır, bunu sağlayan da iç yanıklığı­dır. Ayrıca zikreden basiretli olmalı; soğuk su içmek çok zararlıdır, zikredenlerin kaçınmaları gerekir”dedi. Çok etkilendim, hizmeti­ne girdim ve Yesevîyye yolunun çekiciliğine kapılıp yolu yordamını (= âdabını) uygulamaya başladım.

Şeyhim küçük yaşlarda Kübreviyye ile ilgili okuduğum kitap­ları, incelediğim risaleleri ve öğrendiğim virdleri zihnimden sildi, Kübreviyye risalelerinden öğrenip bellediğim her şey yok oldu. Yüce Tanrı’nın ezelî iradesi öne çıktı; bildiğim virdler, dualar ve benzeri şeyler hafızamdan uçup gitti. Üzerimde yarattığı sarsıcı etkiyle baba ocağıyla ilgimi kestim, Yesevîyye yolunun âdabından yarar sağlayıp kitapsız, risalesiz; delilsiz ve tanıksız şeyhe bağlan­dım. ”

Hazînî Yesevîliğe giriş hikâyesini şu beyitle sonlandırır:

“Mâyil oldum hazretine ne risâle ne kitâb

Muktedâ bildim yakîn va’llâhü a’lem bi’s-savâb. ”

(Risalesiz, kitapsız o hazrete bağlılık duydum; hiç tereddüt etmeksizin önder bildim; doğrusunu Allah bilir.)

Seyyîd Mansûr ve Yesevîyye Silsilesi

Hazînî’nin, MenbâuTEbhâr’da ‘Der Beyân-ı İntisâb-ı ân Kutbü’l-Aktâb be-Dergâh-i Risâlet-Meâb (= 0 kutuplar kutbunun Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e çıkan intisabı hakkındadır) başlığı ile kaydet­tiği Yesevîyye silsilesi Pîr-i Türkistan’dan Seyyîd Mansûr Belhî’ye kadar şöyledir:27

Hoca Ahmed Yesevî > Hakîm Ata > Zengî Ata > Sadr Ata > Cemâlüddîn Şâşî > Elemin ((bazı kaynaklarda Eymen veya Alîemîn, Alemin, Almin) Baba > Haşan Ata > Hoca Alî Şeyh > Şeyh Mevdûd İkânî > Şeyh Hâdim Türkistanî > Cemâlüddîn Kâşgârî > Süleymân Gaznevî > Seyyîd Mansûr Belhî...

Şeyh Mevdûd İkânî’den sonra Yesevîyye silsilesi iki kola ayrı­larak devam eder: Bunlardan ilki Hâdim Şeyh, İkincisi Kemâl Şeyh Îkânî ile başlamaktadır.

Mevdûd Şeyh’ten sonra Hâdim Şeyh ile başlayan diğer Yesevî kolu da kendi içinde ikiye ayrılarak devam etmiştir: Birinci kol Hâ­dim Şeyh’in halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kaşgarî Buharî, Süley­man Gaznevî, Seyyîd Mansûr Belhî (ölümü: 1557) ile devam ederek Ahmed b. Mahmûd Hazînî’ye ulaşır. İkinci alt kol ise Şeyh Hudâydâd TaşMuhammedoğlu Buharî Gazîregî (ölümü: 1532), Mevlânâ Velî Kûh-i Zerî, Kâsım Şeyh Azîzân Kermînegî (ölümü: 1578) ve Pîrim Şeyh yoluyla devam eder ve Âlim Şeyh olarak tanınan Muhammed Âlim Sıddîkî’ye (ölümü: 1633) ulaşır.

Şeyh Mevdûd İkânî halifesi Şeyh Kemâl İkânî’den ayrılan sil­silenin bu kolu şöyle devam eder: Şeyh Aliâbâdî (Seyyîd Ahmed), Şemseddin Özgendî, Abdâl Şeyh (Şeyh Üveys), Şeyh Abdülvâsi ve Şeyh Abdülmüheymin. Bu son zâtın 16. yüzyılda Taşkent’te yaşadığı bilinmektedir.

CevâhirüTEbrâr’a göre Yesevî mürşîdi Süleyman Gaznevî’den geçerek Seyyîd Mansûr’a ulaşan silsile bir başka koldan yine Süleyman Gaznevî haleflerinden Şeyh Hudâydâd Taş-Muhammedoğlu üzerinden Şeyh Emin aracılığıyla Hazînî’ye ulaşır:28

Buhara’dan Herat tarafına geldiğinde Süleyman’a irşad be­ratı verdi.

Mürsîd-i kâmil ve herkesin makbulü idi; dinin, esaslarında da ayrıntısında da fazıldı.

O’nun irşadı, önce Ubeyd’dendir ki, Nakşbendîyye’ye geçip, O’nun kaydına girdi.

İkinci irşadı Kaşgar Pîrindendi ve Süleyman, Cemâleddin sa­yesinde din rehberi oldu.

O’ndan sonra dervîşler, arasında manevî mürşîd, kuvvetli önder, saygıdeğer Molla Emin’di.

Bu fakirin (Hazînî) mürşîdi de o benzersiz kişidir ve Seyyîd Mansûr gibi o da (beni) irşad etti.

Bizim tarikatımız o faziletli sayesinde kabul gördü. O, tarî­kat ehlinin basının tacı idi. i

O kuvvetli ve saygıdeğer Hudâydâd, “taksir” diyerek Gaznevî’ye geldi.

Sen Süleyman’a taksir diyerek gelmiştin, bazan yüz veriyor bazan da yüz çeviriyordu.

Fazilet sahibi ve işinin eri olanların hepsi Gaznevî’nin kapı­sında taksîr deyici idi.

Kapısındaki kutba benzer sadık âşıkların her birinin gönül testisi ap-arı suyla dolu gibiydi.

O’nun ondört olgun halifesi (vardı ki) her biri kavuşma der­gâhının sultanı (idi).

“Benim nezdimde şarab var” meyhanesinin sakisi, genç-yaşlı meclisinin bezeyen!,

Onların temel direği aşk sarhoşu Seyyîd Mansûr ki O, yüce makâmdan da alçak tavırdan da uzaktı.

O güzel yaşantılı kapının yeni doğan nuru, erler kutbu Sey­yîd Kaşıktraş,

Helal kazanılmış lokmadan o temiz ere Hakk Teâlâ perçem devrini vurdu, (silsilesini güçlendirdi).

Hazînî intisabından sonra mürşîdinin yanında yaşadığı sûfîlik tecrübesini ve manevî kazanımlarını ise şöyle dile getirir:

“0 uluya bağlandıktan sonra, günden güne, sevgiyle Hakk’m rızasına yönelme güneşi yükseldi, benlik karanlığının ayı nefis kir­lerinden arınma ışığı ile burçlar kuşağında yol alıp ilerledi. Vak­timi itikâf, halvet, erbain, ibadet ve riyâzât ile geçirmek nasip oldu. Gayb güzelleri ve Hak katından kalbe gelen manevîesintiler fakr makâmlarına ve fenâ mertebelerine çekmekteydi. Yüzüm Hak varlığından gayrı her şeyden arınınca bu aynadan arzu pası silindi. Zikir parlatıcısıyla pırıl pırıl oldum, varlığım ayna gibi tertemiz oldu. Şeyhimin destek ve ilgisi manevî gelişimim üzerinde o de­recede etkili ve kaplayıcı oldu ki, sanki aynada kendi yüzlerinin görüntüsünü görmekte imişler. İşte bu aynada 0 göründü. Meğer kendi aksine baktı ve ‘Ey aşk şarabından esrimiş şaşkın! ‘Sevdiğimsin... Gökte ve yerde sen benimsin, ben senin. ’ dediler.

Sonrasında Seyyîd Mansûr’un irşad konusunda yetkinliğine değinen Hazînî, erre zikri ile içini-dışını her türlü kirden pastan arındırdığını belirtir.

Nihayet kendisine seslenerek, dünyada korku çekmemesini, tasalanmamasını, o ‘Rabbânî şeyh’in bu dünyada da, öte dünyada da güzel bir dost olarak yardımcı olacağını söyleyerek sözlerini ta­mamlar.

Seyyîd Mansûr ile Hazînî’nin Yaşadığı Fakr Hâli

Sultan Ahmed Hazînî fakr konusunu ustaca bir kurgulamayla işleyip yorumladıktan sonra, Şeyhi Seyyîd Mansûr gibi kendisinin de yoksulluk içinde sıkıntılı bir ömür geçirdiğinden söz eden satırlara yer verir:29

“Şeyh Hazretleri, fakr mutluluğuna eriştirici ve fena mer­tebesine ulaştırıcı meskenet (=yoksulluk) ve mezellet (= horluk) hâlini koruyup sürdürmek için kaşık yapma meşakkatine katlanır, bu mezellete sürekli boyun eğer, geçimini bu yolla sağlardı. Beni de meskenet ve mezelletten başka bir şey olmayan şiir söylemek meşakkatine uğrattılar (şiir söylemek meşakkatine, ki mûris-i me­zellet ve muhdis-i meskenetdür, mübtelâ kıldılar).

Şeyhini “Sultanım” diye anarak mürşîdi Seyyîd Mansûr’un buyruğuna uyduğunu, "Sabır ve sebat göstererek nazmı kendine iş edin; şiirle kötülük emr eden nefisle (= nefs-i emmâreyle) savaş, ona göz açtırma” dediğini belirtir, sonra yine, daha açık bir biçim­de şikâyet yollu şu sözlere yer verir: “Şiirim alma (= ahz) ve dilen­me (= suâl) aracı oldu; (bu yüzden) şerefim ve izzetim kalmadı. Nefsim değerini yitirdi, gönlüm kırılıp hüzünle doldu. Miskinlik30 hâlimin sebeplerinin ardı bir türlü kesilmedi. “

Hazînî, mürşîdi Seyyîd Mansûr’u anlattığı satırlardan sonra kendi kendisine seslenerek “Vatanına dön, zikir nakdiyle alış veriş et” uyarısında bulunur. Bu beyitin, örtülü olarak, İstanbul’da bir Yesevî tekkesi açma, bu tekkenin şeyhi sıfatıyla erre zikrini uygu­lama isteğinin gerçekleşmediğini anlattığı kaydedilmiştir.31

Seyyîd Mansûr ile İlgili Rivayetler

Hazînî, mürşîdi Seyyîd Mansûr’un çağında kazandığı ünü, çevresinde yarattığı etkiyi ve manevî mertebesini ortaya koymak amacıyla hakkındaki rivayetleri şu şekilde nakletmektedir:

Bu rivayetin nakledildiği, ‘Mevlânâ Velî Kûhzerî’nin halifele­rinin en seçkini ve çağın şeyhlerinin en tanınmışı’ Kasım Şeyh şöyle buyurmuştur:

MENKIBE

“Mahşerde iyilikler ve kötülüklerin hesabı sorulduğunda, eğer Hak Teâlâ: Ey filan oğlu filan! Kurtuluşa ermek ve dereceler kazanmak için dünyadan ne armağan getirdin? ’ diye sorsa, Rabbim! Müflis Kasım eli boş, nasipsiz ve sermayesiz gelmiştir: ancak SeyyîdMansûr 'un yüzünü bir bakışlık görmekle elde ettiği kazancı armağan ve kıyamet sermayesi olarak getirmiştir Ümit ederim ki Yüce Tanrım bunu kurtuluşa ermem ve yüksek dereceler kazanmam, belki de kendi cemalini göstermek için yeter sayar ”

■Mele

Aşkıyye tarikatı ulularından ve Tayfûriyye tarikatı büyükle­rinden Hoca Sengîn’e dayandırılan bu rivayete göre Hoca Sengîn, Seyyîd Mansûr Belhî için şöyle buyurmuştur:

“Seyyîd Mansûr’u görmeye aşırı istek duyuyor, O’nunla bu­luşma hasreti çekiyordum. Beklemediğim bir sırada Nundâk ka­sabasında görme mutluluğuna erdim. Şöyle dua etti: “Yüce Tanrı sana huzur versin”. O zamandan bu âna gelinceye kadar, otuz yıl boyunca, and olsun ki, huzur benden hiç ayrılmadı. Umarım ki Rabbimin varlığıyla bütünleşme (= visal) sermayesi olur ve ölünce­ye dek benden ayrılmaz. ”

Seyyîd Mansûr ile, kendisine karşı çıkan iki ilim adamı ile arasında yaşanan bir olayı anlatan rivayete göre, zamanın seçkin bilginlerinden, Mâverâünnehir’in ünlü ilim erlerinden, Taşkent’te ‘hocalar hocası’ diye bilinip anılan Taşkentli Mevlânâ Hafız ve Mevlânâ Mirzâde, Seyyîd Mansûr’un arkasından konuşmakta, kendisini tanımadan hakkında dedikodu yapmakta, eriştiği manevî rütbesini kabul etmemekte idiler. Şeyh bir gün Hisâr-ı Şâdmân’da camiden zikir harareti (= coşkunluğu) ile çıkıp evine gitmekte iken adı ge­çenlerle karşılaşır. İlk bakışta onları etkisi altına alır, benliklerini saran bu etkiyle söz konusu bilginler şeyhliğini, önderliğini tanı­dıklarını yüksek sesle dile getirirler. Bunu işitenler hayret ederler; şeyhin, kendisini hiçe sayan kendini beğenmiş bu iki ünlü bilgini böyle birdenbire etkileyip onları mürîd yapması karşısında şaşkınlık içinde kalırlar.

Bu rivayeti aktaran Hazînî: “Seyyîd Mansûr’un, kendisini tanımazları tanır duruma getirmesi, çaresizlere çare göstermesi, etkileme gücüyle insanları yönetip yönlendirmesi, kendi düşmanı­na ün kazandırması, inkârcısını sır denizine döndürmesi; çağında yaşayanların, özellikle bilgi ve mana erlerinin kabul ettikleri doğru ve geçerli bir durumdur” diyerek, şeyhinin insanları birden etki altında bırakan manevî gücünü, erişmiş olduğu yüksek mertebeyi dile getirir.

Ali-âbâdlı Şeyh Seyyîd Ahmed, Yesevîyye büyüklerinden olup dokuz seçkin halife yetiştirmişti. Bu ünlü şeyh, Seyyîd Mansûr hak­kında şöyle buyurdu: “O, dünya şeyhleri arasında en büyük mıkna­tıstır; istese bütün evreni çekip etkisi altına alır, istemese bütün insanları kendisinden kaçırır. Zamanın birçok uluları O’nun bu manevî derecesini ve Tanrı katındaki mertebesini yakından görmüş­ler, itirafta bulunmuşlardır. ”

Seyyîd Mansûr bir sohbet sırasında şöyle der:

“Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerini yaşadığı süre içinde kimse tanımadı. Ondört kez ‘Yaramaz adamsın’ denilerek bulunduğu kentden sürüldü. “Bâyezîd’in kötü görüldüğü şehir ne güzel şe­hirdir” sözü O’nundur. Bizi de hayatımızda az kimse tanımıştır, ama öldükten sonra çok kimse tanıyacak ve yattığımız yerin mürî­di olacak. ”

Hazînî şeyhinin bu sözlerine “Kıyamete kadar sürecek ne güzel hasret, ne güzel nedamet!” diyerek bir yorum ekleyip naklini sonlandırır.

Seyyîd Mansûr’un Hac Yolculuğu ve Diyarbakır’da Ölümü

Hazînî’nin şeyhinin hacca gitmek amacıyla çıktığı seyahat, hac yolculuğu sırasında yaşadığı olaylar, Van üzerinden Diyarbakır’a gelişi, burada hayatının son bulması ve vasiyeti ile sonrasında geli­şen birtakım olayları MenbâüTEbhâr’da anlatır. Hazînî’nin şeyhi Seyyîd Mansûr Hacc arzusu ile ve Kâ’be’yi ziyaret için Türkistan’dan yola çıkar ve ancak o devirde Karaâmed adiyle bilinen Diyarbakır’da konakladıklarının üçüncü gününde ölür ve orada toprağa verilir.

Hazînî’nin “Menkûldür ki” diyerek başladığı kısımlarda, ken­di gördüklerini değil, başkalarından duyup öğrendiklerini nakleder. Başlıca kaynakları, tanınmış bir bilgin ve şeyh olarak gösterdiği Mev­lânâ Nazar-ı Bedahşî ile, büyük ihtimalle, şeyhinin vefatından yedi yıl sonra kabrini ziyaret etmek için Diyarbakır’a gidişi sırasında Ah­lat’ta tanışıp konuştuğu anlaşılan ‘Muhammed Çavuş’ adlı kişidir.

MENKIBE

Nazar-ı Bedahşî'nin anlattıklarına göre, hacca gitmek üzere yola çıktığında İbrâhîm Edhem 'in mezarının bulunduğu Belli şehrine uğrar. O sırada Seyyîd Mansûr da Kâ 'be 'ye gitmek niyetiyle yola koyulmuştur Nazar-ı Bedahşî, bugünkü Afganistan 'da bulunan Şıhırgan kasabasında Seyyîd Mansûr ile karşılaşır ve ona yol arkadaşı olur. Yolculuk sırasın­da aralarında gayb âlemiyle ilgili gerçekler, gerçeklikler dünyasıyla ilgili incelikler üzerine ‘sûfîler yolu yordamınca' konuşma ve tartışmalar olur. Nazar-ı Bedahşî, bu sohbet sırasında SeyyîdMansûr 'a velîlere nasip olan Tanrı 'yı görme ( = rü yetullâh) konusunu da sorar. Bu soru üzerine Sey­yîd Mansûr öyle şaşkınlık verici bir yorum yapar ki Nazar-ı Bedahşî 'nin kendi deyişiyleaklı başından gider, deliye döner, zihni alt üst olur, ne di­yeceğini bilemez hâle gelir.

Nazar-ı Bedahşî, düştüğü durumu ve sonrasını kendi ağzından şöyle hikâye eder:

“Yer gök bana karşı baş kaldırdı. Öyle bir hâle düştüm ki, eğer bir an yanından uzak düşsem sürüyle yırtıcı hayvanlar belirip beni parçala­mak istiyor, yanına yakınlaştığımda gözden kayboluyorlardı. Böyle olunca, ister istemez kendilerine sığınıyordun. Uzun süre bu belâdan kurtulamadım. Horasan, Azerbaycan, Irak bozguncuları, sapkınları ve alçaklarının topraklarından güvenlik içinde geçinceye kadar bu durum sürdü. O dinden çıkmışlar, sapık inançlılar ve iğrenç şîa ehli SeyyîdMansûr Hazretleri 'nin ürkütücü ve caydırıcı gücünden bir yana kaçışıp zarar vermeye cesaret bulamadılar

Nihayet kervanımız güvenli bir yer olan Van şehrine ulaştı. Gelişi­mizle birlikte şehirde bir dalgalanma oldu, değerli-değersiz, sıradan-seçkin, atlı-yaya kıvanç içinde şeyhi selâmlamak, bağlılıklarını sunmak için üşüştüler. Bir araya gelinmekte, toplantılar yapılmaktaydı. Van valisi olan Kubâd Paşa binlerce adamıyla mürîd oldu. Halvetiyye şeyhlerinin en ta­nınmışı olan Mirza Çelebi diyordu ki: Eğer SeyyîdMansûr Hazretleri Hak Teâlâ ömür verip de Osmanlı topraklarından geçseydi, o etkisi ve manevî gücüyle bütün tarîkat silsilelerini siler, kendi silsilesine katardı'. ”

“Valilikgörevlilerinden, erdemli ve değerli bir kimse olan ‘Hamza' adındaki Dîvân kâtibi mürîd oldu ve şeyhe bir bahçe armağan etti. Şeyh Mansûr Hazretleri kabul etti ve yalnızca beni yanına alıp ikimiz birlikte bahçeyi görmeye gittik. Ortasında bir yüksek tepe vardı. Oraya çıkıp şöy­le buyurdular: ‘Ey Molla Nazar! Hz. Allah Mâverâünnehir 'de bana: Ey filân! Korkusuzluk (= emâniyyet) emanetini on dört yıl sonra Van 'da, bir yüksek yerde Nazar ' adlı kuluma teslim edesin ve bu emaneti vermekle onu şereflendiresin ' diye ilham etmişti. Bu gün o belirli müddet doldu ve Tanrı katından gelen bu bağışı vermek kaçınılmaz oldu. Teslim ettik' dedi ve uğurlu olması için Fâtiha okundu. Allah 'a şükürler olsun ki o sıkıntıdan, o korku belâsından kurtuldum ”.

Hazînî, Bedahşlı Nazar’ın sözlerine:

Kim ki oldı ehl-i irşada refik

Kalmaya âciz müzebzeb fi 't-tarîk

(Bir mürşîde yoldaş olan, yolda zavallı ve ne yapacağını bil­mez hâlde kalmaz)

beytini ekleyip araya girdikten sonra sözü yine ona bırakır:

“Şeyh Mansûr Hazretleri Ahlat kasabasına ayak bastığında o diyarın ünlü mürşîdi ve büyük şeyhi olan -ki Dede Ömer Rûşenî’nin halifesiydi, çok uzun yaşayıp yüz yirmi beş yaşında vefat etmiştiNûreddîn Dede Maksûd ile buluştu. Bu buluşma sırasında aralarında tuhaf ve inanılması güç bir manevî coşkunluk hâli yaşandı. İki coşkun deniz birbirini kucaklayıp zikir ede ede dönmeye başla­dılar. Yanlarında bulunanların tümü vecd ve semadan kendilerini kaybetti; haykırışlar, çığlıklar ortalığı kapladı”.

Hazînî, Nazar Bedahşî’nin tasvir ettiği bu sema sahnesini ikinci kaynağıyla tamamlar. Bu kaynak, yaşanan sahnenin içinde kendisi de yer alan ‘Muhammed Çavuş’ adlı ve şeyhinin ölümünden yedi yıl geçtikten sonra yaptığı seyahat sırasında tanımış olduğu bir derviştir. Hazînî, bu ikinci canlı tanığını ‘Sûfî-i bâ-hûş Muhammed Çavuş’ kelimeleriyle tanıttıktan sonra olayın sonrasını O’nun ağzın­dan şöyle nakleder:

“Dayanma gücüm kalmadı; yalvararak Seyyîd’in mübarek di­zini öptüm ve gözyaşlarıyla inleyerek: ‘Bu ne hâldir?’ diye sordum. Buyurdular ki: ‘Kâ’be’ye kavuşmayı ve Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’i zi­yaret etmeyi umarak gurbet acısı ve yolculuk sıkıntısı çekerek gel­dik. Şimdi Yüce Tanrı katından ruh ve gönül kulağına ‘Razı olarak Rabbine dön’ ve ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ ilhamı erişti. Varlığı ezelî ve ebedî olan Allah’ın istiğna hançeri ciğerimi yaraladı, Mek­ke ve Medine özlemi benliğimi kaplayıp beni benden aldı. ”

Şeyhinin ölüm haberini duyuran bu satırların ardından Hazînî, “Çavuş der ki” başlığıyla Muhammed Çavuş adlı kaynak kişinin an­lattıklarını aktarmaya devam eder:

“ ‘Ey ulu!’ dedim, ‘Hak Teâlâ hacca gitmeye niyet etmiş bir kulunu seviyorsa, canını Kâ’be yollarında alır, çünkü o kul her sene hac sevabı kazanır. Bu ne mutluluk, ne devlettir! Böyle göçüş se­vinç sebebidir, korku ve ürküntü sebebi değil’. Bunun üzerine o velîler övüncü Seyyîd Mansûr, gül gibi açıldılar, bülbül gibi: ‘Ne güzel, ne güzel’ deyip teselli buldular ve bana dua edip hakkımda iyi dileklerde bulundular. Sonra gözyaşları içinde sordum: ‘Ey ulu! Yesevîyye tarîkatı âdabı kimden öğrenilecek ve bizim diyarımızın insanları kimden bu yolla ilgili bilgi alacak?’ Buyurdular ki: ‘Yedi yıl geçtikten sonra Mâverâünnehir’den bir halife gelecek. O ha­life, bu tarîkat âdâbının üstadıdır; aynı zamanda güzel konuşan; söz bilir, ne dediği anlaşılır biridir. Dostlar ve dervîşler için gerekli olan şeyleri o karşılar, yol için lâzım olan her şeyi yerli yerince ve yeterince yerine getirir. O, akranları arasında seçkindir, herkesin beğenip değerli bulduğu bir kimsedir. ”

Muhammed Çavuş, Seyyîd Mansûr ile arasındaki bu konuşma­yı aktardıktan sonra Hazînî’ye şöyle demiştir:

“Mâverâünnehir’den nice halife geldi, yüzlerinde Seyyîd Mansûr Hazretleri’nin bildirdiği nitelik ve belirtilerden hiç bir iz bulunmadığından, beklemekteydim. Şimdi söz konusu süre dolmuş­tur, açıklanıp belirtilmiş olan nitelik ve belirtiler de yüzünüzde ve görünüşünüzde apaçık görülüyor. Biatimi yenilemek istiyorum. ”

Muhammed Çavuş’un bu sözlerini aktardıktan sonra “dedi ve bey’at etti” kendisine mürîd olduğunu bildirir.

“O içi temiz, gönlü arı duru kişi bağlılığını bildirdi. Irâdet (= derin sevgi duyarak gönülden bağlanma) kapısı hep açıktır. O kardeşlik bağı yenilendi, babalık sözleşmesi ilişkisi değerlendi. ”

Sonrasında ise:

“Revâc-i silsile oldı Muhammed

Muhammed'din tarîk oldı mümecced”

(Muhammed, tarîkate ilgi gösterilmesini sağladı; yol, O’nun sayesinde önem kazanıp canlandı).

beytinde bu rivayetin kaynağı olan Muhammed Çavuş’un daha sonra bir Yesevîyye halifesi olarak o bölgede Yesevîyye tarîkatının tanınması için çalışmalar yaptığını, çabalarıyla bu yolun oralarda tutunup yayıldığını açıklar. Hazînî’nin Şeyhi Seyyîd Mansûr’un ölü­mü ve defnedilmesini naklederken Menbâü’l-Ebhâr’da yazdıkları şöyledir:32

MENKIBE

“Seyyîd Mansûr Hazretleri Diyarbakır 'a varıp da şehri uzaktan gördüğünde 'Buşehrin adinedir? 'diyesordular. Yanındakiler KaraAmid' ve 'Kara Hamîd' diye cevap verdiler Bunun üzerine şöyle buyurdular: 'Şimdiden sonra ‘Ak Hamîd' olsun'. Mardin Kapısı ha yaklaştıklarında karşıda bulunan Şeyh Muhammed-i Bekrî 'nin mezarı başına geldiler ve “Bu cenneti andırır topraktan dostluk kokusu geliyor şehre girmek gerek­siz görünüyor ' dediler Ama yanında bulunanlar ve doğru görüşlü kimseler girmenin iyi olacağı yolunda dil döküp ısrar ettiler bunun üzerine Şeyh Mansûr şehre girdiler üç gün sonra da sır dolu ruhunu teslim ettiler Şey­hin ölüm acısını yaşayanların ahları ve feryatları göğü doldurdu. Sûfîler yakalarını parçaladı, yakınları ve çoluk çocuğu yerlere kapandı, yer ve gök gözyaşı döktü. Görenler canlarından ayrılmanın acısını yaşadılar, görme­yenler 'vah vah, yazık yazık!' diyerek gözyaşı döktüler Kara Hamîd ve Ak Amid (Diyarbakır) halkının söylediğine göre, halk tabutunu eller üzerinde uçururcasına taşıdı. Söz konusu yerde gömüldü. H. 965 tarihinde, Sultan Süleyman zamanında... ”

Hazînî’nin şeyhinin ölümünü anlattığı satırlardan sonra gelen tarih mersiyesinde, sondan önceki beyitteki “şâh-ı hûbân” deyi­mindeki harflerinin ebced hesabına göre toplamı ölüm tarihi olan hicrî 965’e (milâdî: 1557) karşılık gelir. Bu şiirde başka önemli bir nokta “Belhî-i ârif” tanımlaması ile Seyyîd Mansûr’un Belhli oldu­ğunu bildirmesidir.

Hazînî, mürşîdinin Diyarbakır’da vefatını Cevâhirü’l-Ebrâr’da ise şu mısralarla anlatır:33

O’nda kutubluk izleri ve melek özellikleri vardı. İçine varlık hırsızı uğramamıştı.

O olgunluk kutbu elli yıl boyunca beldeden beldeye seyahat etti.

Sonunda ölüm O’nun ömrüne de değdi ve doksanbeşinde dünyadan geçti.

Ölüm emri tarihinin sözü “şah-ı hûban” (965/1557) dır...

Sevinç beldesi Hisar ve Belh’den ayrıldı ve vatan zevkinin hırkasını çıkardı.

İbrâhim Edhem gibi vatan garibi oldu; ezelde onlara gurbet takdir edilmişti.

Gönlünde Medine ve Mekke’ye gitmek vardı; ama varabildiği Karaâmed oldu.

Seyyîd Mansûr, Belh ve Hisar’dan Karaamid’e sevinçle gel­dikten.

Üç gün sonra dünyadan göç etti ve bu felaket gönülleri derd ile yaktı.

Çoluk-çocuğuyla vedalaştı, Rûm halkı bu durumdan haber­dar oldu.

Herkes tabutunu “ya Hu” diye uğurladı, O’nun gamı Kayser sarayında bile yankılandı.

O cenazede öyle bir kargaşa oldu ki bu musibet kıyameti andırdı.

Hazineler ve madenler sahibi padişah, dünyanın Hazret-i Sultan Süleyman’ın devrinde,

Kâ’be’den uzakta, hasretini çekerek öldü. Ravza hasretini kendiyle birlikte kabre götürdü. (...)

Seyyîd Mansûr’un Vasiyeti

Hazînî, mürşîdinin yerine geçen ve aynı zamanda damadı olan halefinin de yedi yıl sonra Şam’da dünyaya veda ettiğini ya­zar. Abdullah Han adlı bu mürşîd-i kâmil, manevî bir sultan olduğu gibi gerçekten de Karahanlı devleti’nin kurucusunun varislerinden biri olarak maddenin de hükümdarıdır. Seyyîd Mansûr’un Diyarba­kır’da vefatı ve orada gömülmesinden sonra yerine kimin geçtiği, seyahat sırasında yanında bulunan aile fertlerinin ve mürîdlerinin durumları, sonrasında gelişen olaylar, Hazînî’nin yıllar sonra se­yahate çıkıp Diyarbakır’a gelerek şeyhinin kabrini ziyaret etmesi de Hazînî tarafından Menbâü’l-Ebhâr eserinde ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiştir:34

MENKIBE

“SeyyîdMansûr 'un vefatından kısa bir süre önce, SeyyîdMansûr 'un ZengîBaba 'mn halifelerinden olan Sadr Ata 'mn soyundan gelme damadı Şeyh-zâde Abdullah Han bir rüya görüp kayınpederine anlatmış, Seyyîd Mansûr Hazretleri de “Benden sonra şeyhlik edeceksin, ama 7yıl sonra bu dünyadan göçeceksin ” diye yorumlamış. Bunun üzerine mürîdler ister is­temez damadın (= Şeyh-zâde Abdullah Han 'ın) şeyhliğini kabullenip itaat etmişler. Sonrasında Van ve Diyarbakır beylerbeylerinden yardım istenmiş, ayrıca mürîd olan sancaklara dervişlerin bakımı ve ihtiyaçlarının sağlan­ması için mektuplarla yardım çağrısı yapılmış, bir türbe yapılması için de İstanbul 'a gidilmiş, Sadrazam Rüstem Paşa ile görüşülmüş. O sıralar, yazarın da ‘merhum ' diyerek bunları yazdığı sırada ölmüş bulunduğunu belirttiği Sultan Süleyman 'ın oğlu Şehzade III. Bayezîd'in (ölümü: 1561) taht yüzünden kardeşi (Şehzade II. Selîm) ile mücadele ettiği kargaşa gün­leri imiş, bu yüzden adı geçen vezir fazlaca ilgi göstermemiş. Görüşmenin yapıldığı günün gecesinde SeyyîdMansûr 'un ruhundan yardım dilemişler. Abdullah Han o gece adı geçen şehzade III. Bayezîd 'in yenileceği, kardeşi II. Selîm 'in tahta geçeceği, kimi bozguncuların hakkından gelineceği yo­lunda bir rüya görmüş. Rüyasını bir kağıda yazıp Sadrazam Rüstem Pa­şa 'ya göndermiş. Meğer Rüstem Paşa da o gece korkulu bir rüya görmüş. Rüyasında elinde hançer bulunan ‘istediğini elde etmekte kararlı görünen bir ulu (= azîz-i gayûr) ', üzerine gelmiş, “Ey filan oğlu filan! Rasûlullah (s.a.v.) soyundan ve benim gibi olanlardan gelen şeyhe ve dervişlerine ik­ramda bulun ve saygı göster: yoksa, yemin ederim ki, bu hançerle seni öl­dürürüm ' demiş. Korku içinde uyanan vezir Rüstem Paşa, abdest aldıktan sonra armağanlar hazırlayıp sofaya çıkmış ve misafir olarak gelen şeyhin (yani SeyyîdMansûr 'un damadı Abdullah Han 'ın) mürîdlerinden bir der­vişi elinde mektupla görmüş. Mektubu okuduktan sonra hediyeleri vermiş ve kendi gördüğü korkulu rüyasını olduğu gibi yazıp iki mektubu Kanunî Sultan Süleyman 'a iletmiş. O sırada rüyada görülen ve mektubta söz edilen şehzadelerle ilgili durum aynen gerçekleşmiş. Sultan Süleyman Hazretleri sevinç içinde (çünkü yerine Selîm 'in geçmesini istemekteydi) misafir gelen ‘Abdullah Han ' adındaki şeyhi bulup getirtmiş, istediklerinden daha çok bağışlarda bulunup dervişlerin geçimliği için tımar olarak üç köy bağışla­mış, bir de ferman vermiş. Fermanda, “Söz konusu köyler merhum Seyyîd Mansûr 'un halifelerince kullanılacak, ancak halife kalmadığında Medi­ne 'ye vakıf olacaktır " yazmakta imiş. ”

Hazînî Seyyîd Mansûr’un hacca gitmek üzere çıktığı seya­hatte olan biteni, ölümünü ve ölümünden sonra damadının yerine geçmesi ile sonrasında yaşananları anlatan satırlardan sonra kendi ziyaretini anlatmaya geçer:35

“Ben o yöredeki halifelerin sonu kesildikten sonra geldiğimden şeyhim Seyyîd Mansûr 'un mezarını harap bir hâlde buldum. Dervişler ve türbedârlar Mekke ve Medine 'ye yerleşmişler. Merhum Sultan II. Selîm Han zamanında İstanbul 'a gittim. Merhum vezir Rüstem Paşa 'mn veli rüt­beli (= ehliye-i veliye) eşi (Kanuni 'nin kızı Mihrimâh Sultandır, ölümü: 1578) mezarın yeniden yapılması için usta ve gerekli malzeme için yeteri kadar para verdi: ayrıca dervişlerim, mürîdlerim ve ailemle birlikte yur­duma dönmem için de bol bol bağışta bulundu. Bunun üzerine Buhara 'ya ve Mâverâünnehir 'e döndük. Yurduma dönme mutluluğunu yaşadıktan sonra yaşadığımız yerler Özbek zorbalığından yıkıma uğrayıp karışıklığa düştüğünden ayrılıp tekrar Mekke ve Medine 'ye gittim. Ne var ki yokluk ve sıkıntıya düşüp İstanbul 'a geri dönmek zorunda kaldım. Kimi fukara dostu ilim adamları yakınlık gösterip arkadaş oldular, kimi tasavvuf ehli erdemli kişiler de mürîd olup sırdaşlık ettiler. Sultan III. Murâd'ın tah­ta çıkışını (1574) kutlamak için hadis âlimi Emir Cemâlüddîn'in Siyer-i Nebisinden şehnâme vezninde manzum olarak yaptığım çeviriyi kendisine sunmak istiyordum. Ancak ihmal yüzünden Sultan III. Murâd 'a ulaştırıla­madı. Tahta çıkışından bu âna gelinceye kadar olgun ve ergin kimselerin mutluluk sermayesi olan yoksulluk, emellerimi gerçekleştirmemi engelle­di: aşk erlerinin yüzlerine güzellik katan geçim sıkıntısı, yakamı bir türlü bırakmadı. Şu var ki borç içinde yaşamak insanın itibarını düşüren bir durumdur. Yurduma dönmek için güç ve oradan evi-barkı getirmek için imkân lâzım. Kimi zaman yaşadığım yerlerden hac niyetiyle gelen tanıdık, eş-dost ve iyi yürekli kimselerin hazırlıksız, parasız pulsuz gelmesi karşı­sında kalbim sızlar, huzurum kaçar: kimi zaman da çoluk-çocuğun sıkıntı içinde bulunması, yanımda bulunanların kolunun kanadının kırık olması yüzünden ne yapacağını bilmez hâlde zihnim allak bullak. Yerleşip kalsam işleyecek toprak, oturacak ev-bark yok: veda edip ayrıtsam yol azığı sağ­layacak kudret, özür dileyecek kuvvet yok. Sultanın kapısı perdeli ve ben zavallı tarafından mevki sahiplerine bu özge durumum için nice kaside, nice mektup iletildi: ama hiç biri karşılık bulmadı ve hepsi cevapsız kaldı. Hâsılı, devasız derde düşmüş gibiyim, yola gidecek mecalim de yok: üstüne üstlük yoldaşların boynu bükük ve başı düşük”.

(Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr, Hazırlayan: Meh­met Mahûr Tulum, İstanbul, 2009)

Mahmûdoğlu Sultan Ahmed Hâzinî

(1533 1593-?-)

Hazînî, ilk defa II. Selim’in saltanat döneminde (1566-1574), şeyhi Seyyîd Mansur’dan almış olduğu icâzetle bir Yesevî tekkesi kurmak ve Yesevîyye tarîkatinin âdâb ve erkânını Anadolu coğraf­yasında yaymak amacıyla İstanbul’a gelen bir Yesevî şeyhi ve ge­ride bıraktığı eserleriyle Yesevî çalışmalarının en önemli kaynak kişisidir. Yesevîlik silsilesi yanında bir Nakşbendî silsilesine de sahib olduğu ifade edilmektedir. Hazînî, CevâhirüTEbrâr min E’mvâci’l-Bihâr adlı eserinde kendisini “Sultân Ahmed Mevlânâ Mahmûd bin Sultân Hacı Şâhü’l-Kureşî, sümme’lİskenderiyyüTHisâriyyi’l-Mâverâ’ün-nehrî, eş-şehîr bi-Hazînî” olarak tanıtır ve Cevâhiru’l-Ebrâr eserinde Yesevî’nin ilk halefi Mansûr Ata’nın torunların­dan olduğunu belirtir.36

Hisâr-ı Şâdmânlı olduğunu söyleyen Hazînî’nin, 1533 yılında günümüzde Tacikistan sınırları içinde bulunan ‘Hisar’ bölgesinde dünyaya geldiği kabul edilmekte idi ise de, bugünkü Özbekistan’ın Surhanderya vilâyetinin Karatag ırmağı boylarına kurulmuş Çeğâniyân şehrinin diğer bir adı da Hisâr-ı Şâdmân’dır.

Doğu ve Batı olmak üzere iki edebî Türk lehçesi yanında şiir yazabilecek kadar mükemmel derecede Arapça ve özellikle de Far­sça’ya hâkimdir. Tasavvufî eserleri yanında bir de Farsça Dîvânı bulunan Hazînî, tefsir ve hadis başta olmak üzere İslâmî ilimler, edebiyat, siyasi tarih ve tasavvuf tarihi konularında her dalında derin bilgi sahibi, Dîvân sahibi, son derecede yetkin bir şairdir.

Hazînî’nin yol önderleri (= mürşîdler, velîler, muktedâlar) ve mürîdlik hakkında şöyle söyler: “Yo/ önderlerinin varlıkları zengin­liktir; onları tanımak sünnettir, Kur’an âyetleri gereğidir. Bir şey­he mürîd olmak gerekir. Şeyhsizin şeyhi şeytandır. Bunların yüzü Hakk’m yüzüdür, öyleyse Hakk’m yüzünden (= dîdârdan) asla uzak­laşma. Kul bir mürşîde mürîd olup ders aldığında bu kutubluktan daha iyidir; çünkü kutubluk varlık, mürîdlik ise yokluktur”.

Sultan Ahmed Hazînî adlı Yesevî dervîşinin “MenbâüTEbhâr Fi RiyâziTEbrâr” ve 1593 yılında Osmanlı Sultanı III. Murad’a sun­mak üzere kaleme aldığı “CevâhiruTEbrâr Min Emvâc-ı Bihâr” eserleri Yesevîlik çalışmalarının bilinen en önemli kaynağıdır. Eser­lerinde Yesevîyye’nin Türkistan coğrafyasındaki etkileri ve Yesevîlik’in esasları hakkında önemli veriler ve Hz. Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî ve halefleri hakkında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.

CevâhiruTEbrâr’da yer alan Farsça bölümdeki manzum silsi­lede Rasûlullah (s.a.v.)’den eserin müellifi Hazînî’ye kadar uzanan Yesevîyye ve Nakşbendîyye silsilelerine işaret edilmektedir. Bu 312 beyitlik mesnevi tarzı Farsça şiirde Yûsuf Hemedânî’nin halifele­ri olarak Ahmed Yesevî ve Abdul-Hâlık Gucduvânî zikredilir. Bazı önemli mısralarının Prof. Dr. Cihan Okuyucu tarafından yapılan ter­cümesi şu şekildedir:37

Hazret Sultan’m yolundan bahset; öyle ki arayıp soranlara bir iz olsun.

(Bu yol) her yolun en kestirmesi ve kolayı; titiz yol erlerinin geniş caddesi.

Nam sahibi, din sultanı Hazret Ahmed ki, Ebû Yûsuf’un aşığı idi.

Berakî ve Endakî’den sonra o takva eri Ahmed, Yûsuf’un yerini aldı.

Hazret Sultan seccadeye geçti ve derdlilerin derdi O’nunla ondu.

O (Rasûlullah’ın) hırka ve hurmasını buldu; fakr güneşi O’nunla parladı.

Postun altında gizli bir hakandı, gizliden halkı Hakk yoluna çağırdı.

Ulu şeyh, din kutbu Ebû Yûsuf (Yûsuf Hemedânî) ki o yakîne ulaşmış mürsîdler önderidir. > » >

Fakr çarşısı ve fena pazarı o rehber sayesinde serpilip ge­lişti.

O, sırlarla dolu aşk pazarının süsü, adeta aşk tüccarlarının sultanı idi.

Derd ve gam kumaşının taciri olan o benzersiz Ebû Yakub devrinin Yûsuf’uydu.

Dalgalı bir mana deniziydi ve sahile çok Aden incisi döktü.

(İnsanlar) onun içinde çok hazineler buldular. Lâkin o dervîş (eğitme) yolunda çok sıkıntı çekti.

O iş bilme denizlerinin baş kaynağı idi. İş bilenler kapısında öğreneceklerini öğrendiler.

Ondan çok gönül erbabı zuhur etti. Şeyhler onun zuhuru sa­yesinde huzur içindedirler.

Dünyada dört önder bıraktı ki her biri tavırca mürşîdler peh­livanıdır,

Fena iklimlerinin nam sahipleri, uyma yolunun iş bilicileri,

Abdullah Berakî ve Hasen; o Hasen ki ondan dolayı çemende idi.

Türklerin pîri, cihanın kutbu Ahmed ve Allah’ın kulu Gucduvanlı Abdul-Hâlık,

Her biri fakr u fena yolunun kükreyen arslanları, kutbu ve yol göstericileridir.

Türklerin pîri ve dünyanın kutublannm kutbu Hoca Ah­med, o büyük velîden,

Allah’ın Zat isminin denizinde gark oldu; o Zat ismi ki zat­ların eğiticisi oldu.

Arş da ferş de O’nun Zatı’nı anma sesiyle dolu. Allah’ın velî­leri de fakr u fenadadır.

Çok hakanlar O’nun kapısında kuldur, Herkes O’nun uyanık canına muhtaçtır.

Yesi, Mâverâünnehir ve Yemen’de kadın-erkek herkes O’nun itaatindedir.

O Erre zikrinde sadık bir şeyhtir. Diğer zikir olan sessiz zikir sahibi ise Abdul-Hâlik’tır,

Bunlardan biri “Allah” diyerek başını yükseltti; diğerindense Nakşbendî yolu yürümüştür.

Hâzinî’ye göre “Yesi, Mâverâünnehir ve Yemen’de kadın-erkek herkes” Ahmed Yesevî’nin manevî tasarrufu altındadır.

Hâzinî, Ahmed Yesevî hakkında “Türklerin piri”, “Türklerin sultanı”, “kutublarm kutbu”, “din sultanı”, “takva eri” gibi ol­dukça dikkat çekici ibareler kullanır:

Dünya kutublannın kutbu, Türklerin (mânâ) sultam, Yeşi­li ulu şeyh Hoca Ahmed.

Ki O’nun kapısında nice bin evliya fakr makâmını elde etti ve yokluk yolunu tamamladı.

Hakk erleri O’nun dergâhında hizmet kemerini kuşandı, kutblarm kutbu O’nun ayağına baş koydu.

Hakk yolunda yola girmişlerin başı, ayağının toprağı melik­lerin tacının incisi.

0 Hazret’in naibleri de ulu kişilerdir; evliya arasında her biri zamanın kutbudur.

Hazînî daha sonra Ahmed Yesevî’nin manevî derecesine işa­ret ederek Arslan Baha’dan Rasûlullah emaneti olan “hurma” ve “hırka”yı devralmasını ve O’nun kemalini dile getirmektedir:

Hazret Sultan seccadeye geçti ve derdlilerin derdi O’nunla iyilendi.

O (Rasûlullah’m) hırka ve hurmasını buldu; fakr güneşi O’nunla parladı.

Postun altında gizli bir hakandı, gizliden halkı Hakk yoluna çağırdı.

Bundan sonraki mısralarda Yesevîyye yolunu Ahmed Yesevî’den sonra devam ettiren yolbaşçısı önderler, Hazînî’nin soy yönünden ataları arasında saydığı Mansûr Ata’dan başlamak üzere anılmaktadır:

Onlar arasında bu fakirin atası olan Mansûr Ata; Allah’tan korkanların önderi, cesur mürsîd,

Ahlak kutbu, Ahmed Yesevî makamına oturdu; nice ay ve yıl­lar O’nun halefi oldu.

Öyle bir Mansûr’du ki darağacma ihtiyacı yoktu; hem “Ene’lHakk” demekle kimin eline ne geçer ki...

Fakr mücadelesinin başçekmişi idi; zamanında fakr ile nam kazanmıştı.

Hakk yolu mürşîdlerinin mürşîdi, küçük-büyük bütün Hak sırlarının vâkıfı,

0 dünya sultanı, olgunlaştırdıktan sonra herbir mürîdini bir­çok şehre mürşîd olarak (yolladı).

Mâverâünnehir, Horasan ve Irak; bunların hepsi O’nun kutub olduğunda müttefik.

Arkadaşlarının sonuncusu bilge Hakîm (Ata) ki O’ndan Zengî Ata arınmış bir gönül kazandı.

Bu işini bilen Hakîm’den, ZengîAta ölümsüzlük şehrinin par­makla gösterileni oldu.

0 gösterişsizlik yurdunun hakanı olan Zengî, bilinmezlik âle­minin emiri ve gönle hoş geleni oldu.

Devamlı “Hâce Ah rar” dersen, bu her sabah ve aksam O’nun can kulağına erişir.

ZengîAta’nın kabrinin toprağından bile “Allah” sadâsı gök­lere yükselir.

0, henüz herşey bilinmezlik makâmında iken de diri idi; pak yakalı hırka giyenin mürşîdi idi.

Rahman Allah’ın feyzi, semanın en yüce katından insin ve zaten arşın nurundan olan toprağında tecelli etsin.

Sadr Ata o pîrden dolayı gerçek bir kutb oldu, Cemaleddin Şaşî de Sadr Ata sayesinde önder oldu.

Yesevîyye yolu büyüklerinin dünyevî iktidar sahibleri ile yakın­dan ilgilenmişler ve manevî himayelerine almaları bir gelenek haline gelmiştir. Yesevî mürşîdleri ile Türkistan’ın Hâcegân yolu önderleri­nin seviyeli ilişkilerine ilişkin işaretler de risalede yer almaktadır. Bu iki yönlü muhabbete ilişkin Yesevîyye’nin Pîrlerinden Yesevî sil­silesinde adı geçen Şeyh AAevdûd’un halefi Hadîm Şeyh, Emîr Timur hanedânından Sultan Ebû Said’in de mürşîdidirve “makbul dervişleri bir tek nazarla bağış sahibi Allah’a ulaştır”dığı belirtilir.

Hadîm Şeyh ile Timur’un torunlarından Ebû Said Mirza ile devrin en ünlü Nakşbendî mürşîdi olan Ubeydullah Ahrar arasındaki ilgi de Hazînî tarafından şu şekilde anlatılmıştır:

Şerefli oğul Şeyh Hadîm velîlerden sonra tam bir olgunluğa erişti.

Mevdûd Şeyh’in kapısında rahat buldu; isimsizdi orada isim buldu.

Şeyh Hadîm vekillerinin en ilerisindekiydi; mürîdlerin başı­na halef olarak geçti.

O’nun kapısında iş gören ve iş öğrenenler dergâhın kapısında görünmesini gözlerlerdi.

Öyle bir oğuldu ki, belde melik ve seçkinlerinin herbiri kapı­sında yol önderi oldular.

Sultan Ebû Said de O’nun bağlısıydı: O’nun memleketinin hanları da.

Erişilmez kerametli mürsîdler O’na mürîd olmakla akıllılık ettiler.

Her azîz gerçi mürîdlerine bir nice ay ve yıl sonra bir olgun­luk verirler

O, ilgi göstermekle mürîdleri hidayet yolunda Allah’ın Zat ismi ile olgunlaştırdı.

Makbul dervîşleri bir tek nazarla bağış sahibi Allah’a ulaş­tırırdı.

Celal sahibi Allah’ın bağış denizinin dalgıcı olduğundan Mâ­verâünnehir inci doldu.

Kutubların kutbu herkesin sevgilisi olan Şeyh Hâdim herke­sin canının rahatı idi.

Hoca Ahrar O’nu dost edindi ve gece gündüz O’nunla olmak isterdi.

Onun her evlâdı kutb özellikli; oğul ve torunları da hep ol­gun mürşîd idi.

Mürîdlerinden liyakatli nicesi de vuslat dergâhının makbulü ve mürşîdi oldu.

Onlar arasında Cemaleddin’e nazar olundu; O nazar olunan Kaşgar’m Pîri oldu.

O’nun varlığıyla beldelerin hayırlısı olan Kaşgar, O mayası temizden dolayı ünlendi.

Hâzini, Hızır (a.s.)’ın Yesevîyye yoluna Erre zikrini emanet edişini de anlatmaktadır. “Ahmed Yesevî’ye Erre ( =bıçkı) zikrini Hızır (a.s.), Vedûd olan Allah’tan gelen ilhamla telkin etmiştir. ”

Hazînî Topkapı Sarayında:

OsmanlIlar ile Yesevîyye ilişkisinde önemli bir isim ise bir Ye­sevî şeyhi olarak 16. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden ve devrin hükümdarı tarafından ağırlanan Yesevî şeyhi Hazînî’dir. Hazînî ilk kez Sultan II. Selim zamanında İstanbul’a gelir. Daha sonra Hacc’a gittikten sonra tekrar İstanbul’a döner. Bu sırada Osmanlı tahtına Kanuni’nin torunu III. Murad geçmiştir:

“Ben köle ise o sıralarda Hisar’da, O’nun ayrılığı ile gözyaşı döküyordum.

Güçsüz, dertli ve gamlı, O’nun kapısından uzak düşmenin matemini çekiyordum.

Aynı şekilde, kendisine can verilmeye layık damadı Abdullah Han da gamlara bulanmıştı.

Hanlık ve şeyhlik lakabı O’na atalarından kalmadır, cezbeli ve edebli bir derviştir.

Sadreddin Ata’nın nesli arasında (atasının) yerini tutan O’dur, hanlığı evliya Karahan’dandır.

O da Şam diyarında yedi yıl sonra bu alçak dünyadan göç etti.

Ben de o yıl kendi yurdumdan, çoluk-çocuğumla Medine’de Ravza’ya geldim.

Seyyîd’in ravzası (Ravza-i münevvere) ziyaret olundu; te­vekkülle, ama yetersiz ve bî-edebâne olarak.

Sultan Selim’in saltanatı zamanında; bu hayran gönlüm gel­di, İstanbul’u mesken tuttu.

Zamanın Sultanı’nin yardımlarıyla yine Harem’e gittim ve orayı mekân tuttum.

Sonra memleketlerin idaresi Sultan Murad Han’a geçti.

Yüce bahtının ayağı tahta kadar yükseldi ve tahta oturmakla bahtı parladı.

Kutlama için yine geri geldim; başı yüksek hükümdar tara­fına yöneldim.

Şanlı hakanın daveti ile İstanbul’a yerleştim.

Hazînî, İstanbul’da temas ettiği çevrelerde pek de iyi karşı­lanmış olmamalı ki şiirinde İstanbul’daki ortamdan rahatsızlığını açıkça dillendirir:

Devrin Sultanından başka Rûm halkı edeb ve ilimden nasip­sizdir.

Gerçekten samimi biri ortaya çıkmadı; bunların yolunda çok çile çektim.

Rum halkı mevki düşkünü ve mal tutkunu; hal ehlini anlamaktan uzak.

Dervîşler beldesi yurdumdan uzak düşdüm. Bundan sonra başıma neler gelecek, ya nasibi

Ne yapayım, bu Hakk’m yazgısıymış; ancak yolda en güzel düşünce “n’apayım” değil midir?

Eğer Sultan da ilgi göstermeyecek olursa, bu tasavvuf yolu kapanıp gidecek.

Tasavvuf yolunun yolcuları nerede; Hazret-i Allah’ı taleb edenler nerede?

Gençler bu silsileden tadmamış; dergâh müdavimleri yaşlı kalabalığından ibaret...

Allah’ım, yaşlı ve perişanım; eğer üzüntümden dolayı yakı­nıyorsam bağışla.

Eğer kendi halime ağlarsam ve üzüntümü söylersem bunu geri çevirme.

Şiirin sonunda Hazînî, dilek ve dualarını dile getirmektedir:

(Allah’ım) Bu evliya yoluna kargaşa verme. Kadm-erkeklerin sapkınlığı ne vakte dek sürecek?

Ah bu karışık asrın oğullarından ki onlar kendi kusurlarını da itiraf etmezler.

Bu keder ve gamda yalnız değilim; bu haldeki sayısız kimse­den sadece birisiyim.

Benim gibi çok mürîdler de gam yemiş ve bu hüzünlerini Hakk kapısına iletmiştir.

0 isim yapmış sevgili Şeyh Hadîm bile ölüm anında yüz kere hayıflandı ve dedi ki:

“Niçin onlar Allah’ın zikrinden yüz çevirip heva yoluna git­tiler?

Onların değersiz kanını yol toprağına bile dökmem ve gayret atını onlardan tarafa sürmem.

Birlikte zikrettiğimiz öylelerini de gördüm ki onları gözüm­den başka yere oturtmaya kıya mam.

Bu hasretleri kendimle mezara götürüyorum. Zikr edenlerin ayağının tozu, başımın tacıdır. ”

Tasavvufun faydası ve zikrin faziletinden istifade için o şef­katli kutub böyle buyurdu.

Bu şaşılacak çevrede ne yapacağımı bilmez oldum. Arab’dan mı Acem’den mi; kimden yakınıp, ağlayayım?

Ya Rab, bu temiz insanların tarikatını Sen, devrin devlet ri­calinin ilgisi ile ortaya çıkart, yeşert.

Temiz itikad kapısını halka aç ki onlar mana sarayına giden yolu bulsunlar.

Herbiri silsilesinde kayıtsız ve bağsız olarak giderek maksudlarına erişsinler. >

O mutluluğa erişmiş sultanın hürmetine, bu halk perdeden baslarını çıkarsın, i >

O şahlar şahı ile irtibat kimya gibidir; ki, bu irtibat ile hal­kın bakır vücudu altın olur.

Hakanın gösterdiği muhabbet sebebiyle mürşîdler iltifat gördü; irşad sarayı sağlamlaştı.

Devlet adamları Allah’ın (yeryüzünde) gölgesi olduğu için, irşad yolu böyle şöhret kazandı.

Evliya yolunun gayeye ulaşma sebebi, din yolunu açan sul­tanlarla irtibattır.

Özellikle devrin sahibi Osmanoğulları’nm ve âhir zamanın sultanının irtibatı ki,

(O) gizli ilimlerin esrarını ve “kün” (ol ) emrinin gizli an­lamlarını bilendir.

Benzeri ne Arab’da vardır ne Acem’de; o zamanının yegâne kalem ve kılıç sahibidir.

O, insan ve nebilerin hayırlısı’nin hizmetkârı; Merve ve Safa kapısının bekçisidir.

Ahmed’in dinine adaletiyle güç verdi. O’nun halkla ilişkisi ve fetihleri Hakk üzre, Hakk içindir.

Ya Rab, O’nu şehzadeleriyle birlikte bu dünyada kendi ko­rumanda tut.

Ömrünü tabiî vasıflı eyle, onunla âlemi düzen içinde kıl.

Deniz ve karasıyla kâinatın bütününde askerine daima fetih ve zafer ver.

Allah’ın velî kulları ve melek topluluğu ta dokuz feleğe ka­dar onun askerini izlemektedir.

O’nun zamanında, O’nun gün ve geceleri boyunca evliyanın işlerini yolunda eyle.

Hoca Ahmed’i, o zamanın büyüğü ve Mâverâünnehir’in ön­cüsünü,

Ya Rab! gece gündüz, sen o kutubların kutbunu ve edebli kafileyi O’nun yardımcısı kıl.,

O’nu, Allah erlerinin meclisini parlatıcı ve şevk sohbetine neşe verici eyle.

O’nun varlığı ve bağışıyla yol açıldı ve bu yol her dakika O’nun iltifatıyla revaç buldu.

Hak sarhoşu Seyyîd Mansûr’u koruyucusu kıl; Elest meclisi­nin eseriyle başını yukarıda tut.

Bu dünya ve onda her ne varsa hepsi vefasızdır. O, şahın da kulun da göç etme yeridir.

Allah’ın dostluğu ve zikri dışında bu alçak dünyada her ne varsa hepsi ayıptan ibarettir.

Bu kâinat dükkânında insan için adil ve daima diri olan Allah aşkından daha iyi bir hüner yoktur.

(...)

Allah’ım, bizi aşk ve fakrdan ayırma; padişahları da derviş­lere dost kıl.

Bu başı yüksek hakan ki âlemin sığmağı oldu; Sen ona ve askerlerine aşkını da nasib eyle.

Hidayete ileten, herşeye gücü yeten ve en ulu olan; insan, cin ve perilere yol gösteren Sen’sin.

Her ne istersen güzelce yapmağa gücün yeter. Varlık âlemin­de senden başka gaybın bilicisi yok

Sen ayıpları örten, günahları bağışlayan, bilensin. Mahmud ve Ayaz’ın suçunu örten, affeden Sen’sin.

Ey Allah’ım, ister dervîş ister şah olsun, herkes yüzünü Sen’in dergâhına çevirir.

Diken ve gülün boy-bos atması Sen’dendir; yerin ve göğün genişliği ve yüksekliği Sen’dendir.

(...)

Dünya gecesi ve kıyamet gününde Sen’in kapından başka bize bir sığmak yok.

Aniden kabir toprağı bana yatak olduğunda,

Seyyîd Kaşıktıraş hürmetine merhamet et.

Hazînî, Menbâü’l-Ebhâr’ın dua beyitlerinde de, dervîşin mürşîdine minnettarlığını seslendirerek şöyle seslenir:38 “Şeyhinin dîdârını görmekten, O’nu tanımaktan, O’na bağlanmaktan ötürü şükür kıl. Tanrım! O önderin hakkı için asrımın hükümdarını koru, sözlerimden haz duysun. Velîlerin sözlerinden yararlanmak sonsuz mutluluktur; dünya ise alınır satılır bir şeyden başka bir şey de­ğildir. ”

Hazînî’nin İstanbul’da Osmanlı Sultanı ile hangi ortamlarda ve nasıl görüştüğü, kendisine yazdığı eserler karşılığında nasıl ödüllendirildiği meçhuldür. Menbâü’l-Ebhâr’ın son kısmındaki sitemler­den gönlünden geçen dileklere erişemediği anlaşılmaktadır. Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyâzi’l-Ebrâr eserini yayına hazırlayan Dr. Mehmet Mahûr Tulum, Hazînî’nin bu sitemlerini yorumlayarak şairin İstan­bul’da bir Yesevî dergâhı açmak için aradığı desteği bulamadığı için, gönlü kırık bir şekilde atayurduna dönmek zorunda kaldığı kanaatini belirtir.39

“Söz uçar, yazı kalır !.. ”

Hazînî, yazdığı değerli eserleri ile hem başta Ahmed Yesevî olmak üzere Yesevîyye yolunun önderlerini efsanelere karışmış bir konu olmaktan korumuş hem de kendi adını ebedileştirmiştir ki Hâzinî’ye Pâdişâhlar tarafından verilecek hiçbir maddi ödül bu hizmet ile kıyaslanamaz.

Hazînî’nin eserleri sâyesinde, Hazret Sultan Yesevî’nin ölü­münden dört asır sonra kaleme aldığı satırlar ışığında, (bugün ve­fatı üzerinden sekizyüz yıl geçmiş olan) Ahmed Yesevî’nin tarihi bir kişilik olarak Türkistan coğrafyası üzerindeki etkilerini konuşmak, tartışmak imkânına sahibiz. Yine bu sâyede Seyyîd Mansûr Kaşıktıraş isimli Yesevî mürşîdi hakkında da bir fikir edinebilmemiz müm­kün olabilmiştir.

Hazînî’nin eserleri: Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr, Menbâ‘u’l-ebhâr fî riyazi’l-ebrâr, Huccetü’l-ebrâr, Teselliyu’l-kulûb, Câmi‘u’l-mürşîdîn ve HazînîDîvânı’dır..

Dîvân-ı Hikmet ortada olmasına rağmen, hikmetlerin Ye­sevî’ye ait olup olmadığı, kimler tarafından ne zaman kaleme alın­dığı gibi kafa karıştırıcı tartışmaların ortaya çıkardığı puslu hava­larda Hazret Sultan Yesevî’nin tarihi misyonunun gölgelenmesi teh­likesi de Hazînî’nin bilhassa, “Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr” ve “Menbâü’l-Ebhâr Fi Riyazi’l-Ebrâr” eserlerinin yayınlanması ile ortadan kalkmıştır.

Bir kez daha isbatlanmıştır ki, söz uçar, yazı kalır !..

Kıpçak Bozkırlarında Yesevî Halîfeleri:

Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevî’nin Türk yurtlarının doğu ve batı bölgelerindeki etkisinden söz etmişken Türkistan’ın kuzey bozkırlarındaki Yesevî izlerinden de söz etmeliyim. Kazak toprak­larında yayıldıktan sonra doğuda Kırgız bozkırlarına, Uygur ovala­rına uzanan Yesevî etkisi, kuzeyde ise İdil-Ural bölgesine, Bulkar Türklerinin yurtlarına kadar yayıldı ve ulaştığı her yerde bugüne kadar yaşadığı gözlemlenen izler bıraktı. Kuzey Türklerinden bu­güne intikal eden tarihî belgeler -ne yazık kipek az olduğu için, Ahmed Yesevî menkıbesinin bu Kıpçak bozkırlarında nasıl yayıldı­ğı tam olarak bilinmemektedir. ‘Risâle-i Tevârih-i Bulkariyye’ ile, ünlü ‘Hakîm Ata Kitabı’, ‘Bakırgan Kitabı’, ‘Âhir-zaman Kitabı’ gibi, oldukça eski zamanlardan beri Kuzey Türkleri arasında yaygın olarak okunan bazı eserler, Yesevî ve mürîdlerinin menkıbelerini asırlarca yaşatmıştır.

Türklük aleminin en kuzeyindeki kültür merkezi Kazan’da komünizmin egemen olduğu dönemdeki katı yasak günlerinden ön­ceki yüzyılda defalarca basılmış olan Dîvân-ı Hikmet’in ilk matbaa basımının 1878 yılında Kazan’da 1200 tirajla 65 hikmetten oluşan bir derleme olarak yapılması da Kıpçak bölgesinde Hazret Sultan Yesevî’nin manevî etkinliğinin somut bir sonucu olarak değerlendi­rilmelidir. 1887 yılındaki ikinci baskının 71, üçüncü baskının 134, 1896 yılında 147, 1901 yılında 4000 tirajla, 1904 yılı baskısının 149, 1905 yılında 159 hikmetten oluşturularak 10.000 tirajla basıldığı ve son olarak 1912’de matbaa baskısı olarak yayınlandığı bildirilmiş­tir. 1887-1912 yıllarındaki baskılarının 3600-6000 arasında değişen tirajlarla -bir baskının ise 10.000 tirajlayapılmış olması yapılma­sı Dîvân-ı Hikmet’in bölgedeki popülaritesi hakkında bir fikir ver­mektedir. Aynı dönemde Yesevîlik tarîkatının merkezinde yer alan bölgede yapılan Taşkent baskısının 1902 yılında 2000 tirajı olduğu düşünülürse Kıpçak bölgesinin Yesevî’ye verdiği önem ortaya çıkar.

Ahmed Yesevî’nin Kıpçak Türkleri arasında çok eski zaman­lardan bu yana büyük bir şöhreti olup, bölgede yetişen ünlü mürşîdlerin doğrudan doğruya veya bir vesile ile Yesevîyye (bölgedeki yaygın adı ile Cehrîyye) mensubu oldukları, Hüsâmeddîn b. Şerefeddin’in 1584’de yazmış olduğu Risâle-i Tevârih-i Bulkariyye’den kolayca anlaşılmaktadır.

Tarihî bir değeri olmasa da menkıbevî bir mahiyeti olan bu eserde zikredilen, Ahmed Yesevî halîfelerinden bazı ünlü mürşîdler şunlardır:

Eski Kazak şeyhlerinden Biraş ibn Abraş Sûfî, Cehrîye tarikin­den ve Ahmed Yesevî mürîdlerinden olup, Hazret Sultan Yesevî’nin işaretiyle İdil boylarına irşad için gönderilmiştir.

Buri nehri boyunda Aday-Çermiş avulundan Eşmehmed Tokmehmedoğlu, Biraş b. Abraş Sûfî’ nin mürîdi ve halefi olarak otuzaltı yıl irşad yaparak edip etrafında birçok dervîş toplamış ve Şeyh Baba lakabiyle şöhret kazanmıştır. Cehriye tarîkatının kuzeydeki Kıpçak bozkırlarındaki bu ünlü temsilcisi öldükten sonra, yirmi sene bütün o bölgeler mürşîdsiz kaldı; rivayete göre artık tarîkatın sülük adâbını bilen hiçbir kimse kalmamıştı.

O yıllarda Doğu Türkistan’daki Yarkend’de Ahmed Yesevî’nin mürîdinin mürîdi olarak bilinen Şeyh Hidâyetullah, Cehrîyye tarîkatının başında bulunuyordu. Kıpçak bölgesinin Terbirdi Çallis avulun­dan İdris Zü’lMehmedoğlu Yarkend’e gidip onbeş sene Şeyh Hidâyetullah’ın yanında seyr ü sülük yaptı. Kıpçak bölgesinin ünlü mür­şîdi Sûfî Eşmehmed’in vefatından yirmi yıl sonra Şeyh Hidayetullah, halifesi Zül-Mehmedoğlu İdris Hâce’yi İdil bölgesinin mürşîdi olarak görevlendirdi. İdris Hâce’nin halifesi ise Kazan’lı Kasım Şeyh İbrâhimoğlu’dur. Ak-İdil başında Bay Çura-Çermişî’nin avulunda ise Ahmed Yesevî mürîdlerinden Hoca Emîr Kelal’in kabri bulunur.

Bütün bu bilgiler, Ahmed Yesevî’nin Kuzey Türkleri arasındaki etkisini gösteren bulgulardır.

Hazret Sultan Yesevî’nin Kuzey Türkleri arasındaki önemini anlatmak için çayın Türkler arasında ilk defa kullanılması hakkın­da bölgede ağızdan ağıza dolaşan bir menkıbenin bu olguyu Ye­sevî ile ilişkilendirmesi de gösterilebilir. Bu menkıbeyi kaydeden Abdul-Kayyum Naşirî, “Yesi karyesi, KaşgarTn doğu tarafında bir kasabadır; Ahmed Yesevî 1166. yılda orada vefat etmiştir.” şeklin­de tarihi ve coğrafi bilgi de verir.

MENKIBE

Ahmed Yesevî, birgün Hıtay (= Çin) sınırındaki Türkistan karyele­rinden birine konuk oldu. O gün hava oldukça sıcak olduğu için, eşeğine binerek kat 'ettiği uzun mesafeli bu yolculukta çok da yorulmuştu. Tesadü­fen evine konuk olduğu çiftçinin eşi bu sırada bir çocuk dünyaya getirmek üzere idi. Kendisini konuk eden çiftçi, bunu hatırlatıp Hazret Sultan 'dan doğumun kolaylaşması için duasını talep etti. Ahmed Yesevî, bir duâ yazdı; bu duanın olduğu kâğıdı kadının beline bağladılar Doğum kolayca ger­çekleşti. Eşinin doğum sıkıntısından zahmetsizce kurtulmasından dolayı çok memnun olan çiftçi, çay kaynatıp getirdi. Hazret Sultan, çayı sıcak sıcak içince terledi, yorgunluğu gitti. Yorgunluğunu giderdikten sonra: “Bu içecek şifalı birşey imiş, hastalarınıza bundan içirin ki şifa bulsunlar Allah kıyamete kadar buna revaç versin ” diye duâ etti. İşte, çay, rivayete göre, Türkler arasında o zamandan beri kullanılıp durmuş ve herkese şifa verici olmuştur (Abdul-Kayyum Naşirî, Fevâkihü '1-Cülesâ, s. 658, Kazan Üniversitesi basımı, 1884).

Bütün bu bilgi ve rivayetler, Kuzey Türkleri arasında da Ye­sevî isminin ve tarîkatının bilindiğinin somut bir işareti olarak ka­bul edilmelidir.

Nogaylar arasında İdgü menkıbesi teşekkül ettiği zaman, Ye­sevî, kahramanın atası olarak hikâyeye dâhil edilir ve bu ünlü bir Nogay menkıbesi, Türklerin tarihî halk kahramanlarından Yedigey’i Yesevî neslinden gösterir. Shaw tarafından yayımlanan ünlü Satuk Buğra Menkıbesi’nde Sultan Ahmed Yesevî türbesinde yapılan bir ayinden bahsedilir.

Türk dünyasının kuzey kuşağını teşkil eden Başkırdistan ve Tataristan’da da Ahmed Yesevi’nin kalıcı tesirlerinin izine bugün bile rastlanılmaktadır.

Kırgız-Kazaklar arasından geçerek İdil boylarına kadar yayı­lan Yesevîyye tarîkatı ve Ahmed Yesevî halifeleri ve mürîdlerinin menkıbe ve kerametleri hakkında nisbeten az bilgi olunması, bölge tarihine ait eski devirlerden kalan belgelerin yok denecek kadar az bulunmasından ileri gelir. ŞeraituTİman40 gibi bölgede çok yaygın olan ve iyi bilinen, halka ilmihal bilgileri vermek için hazırlanan basit eserler, Hazret Sultan’ın halk nezdindeki yeri ve önemini gös­terir.41

Doç Dr. İbrahim Maraş’ın değerli bir armağanı olarak bir ör­neği elimde bulunan ve 1894 yılında halka İslâm’ı öğretmeğe yö­nelik olarak Kazan’da Arab ve Kiril harfleri ile Kazan Tatarcası ve Rusça olarak basılmış olan ‘ŞeraituTİman’ isimli risalede yer alan bir ifade bile tek başına Ahmed Yesevi’nin Türk yurtlarının kuzey alanındaki etkisini kanıtlamağa yeterlidir. ŞerâituTİman (İmanın Şartları) risalesinde iman esaslarını ezberletmek üzere tek tek sı­ralanan “Kimin kulusun?”, “Kitabın hangisidir” , “Kimin ümmetindeniz?” gibi temel soruların hemen ardından sıralanırken şu soru ve cevabı verilmektedir: Soru: “Kimin silsilesindeniz?” Cevab: “Hoca Ahmed Yesevi r.a. silsilesindeniz. ”42

Kazan’da defalarca basılan ünlü Hakîm Ata Kitabı’ndaki Ye­sevî mürîdlerine ait bazı menkıbelerin de İdil-Ural bölgesinde yay­gın olduğu bilinmektedir.

Hazret Sultan’ın Eli Kalem Tutan Halefleri

Ahmed Yesevî’nin manevî yolunun sürdürülmesinde, fikir­lerinin geliştirilerek yaşatılmasında asırlar boyu tasavvufî irşadı devam ettirmiş Yesevî mürşîdleri kadar Yesevî’nin hikmetleri tar­zında yazdıkları şiirler ile tebliğ usulünü sürdüren sûfî şairler de etkin olmuşlardır. Hazret Sultan’ın bu şair halefleri Yesevî sonrası asırlarda yaşattıkları şiir ekolünü günümüze kadar getirmeyi başar­mışlardır. Öyle ki bu şairlerin dile getirdiği hikmetli mısralar halk nezdinde o kadar etkinlik kazanıp yaygınlaşmıştır ki 19. yüzyılda matbu olarak basılan “Dîvân-ı Hikmet” nüshalarına kadar girmiştir. Pîr-i Türkistan’ın “Dîvân-ı Hikmet’Tnin tek tek istinsah edilen el yazması nüshalarında da görülebilen bu isimler arasında Süleyman Hakîm Ata, Baba Mâçîn, Tac Hoca, Zengî Ata, Azim Hâce, Âlim Şeyh lakâblı Muhammed Âlim Sıddîkî (ölümü: 1633) Dervîş Ali, Şeyh Hudâydâd, Kemal İkânî, Şems Özkendî, Nimetullah Kul Ubeydî, Kul Şerif önde gelenleridir. Bunların bir kısmının aynı zamanda Yesevî mürşîdi olarak tarîkatın sürdürücüsü olarak irşad postunda da otur­dukları bilinmektedir. Matbû “Dîvân-ı Hikmet” nüshalarında şiirle­rine en sık rastlanan ismin Hâce (Miskîn) Azîm olarak bilinen sûfî olması da dikkat çekmektedir. Şemseddin Özgendî de, “Şems-i Âsî” mahlasıyla hikmet tarzında şiirler söylemiştir. Şeyh Zinde Ali “Semerâtu’l-meşâyih” kitabında yüzden fazla Yesevî şeyhinin adları -ve birbirinden ilginç menkıbelerikaydedilmiştir ki Yesevîyye tarîkatının bölgedeki etkinliğini isbatlayan bir rakamdır.43

Hazret Sultan Yesevî’nin tasavvufî irşadının yaygınlaşmasın­da etkin olan şair olmayan sûfî yazarlardan Sûfî Muhammed Dânîşmend’in “Mir’âtü’l-kulûb”, Safîyyüddîn Orun-Koylakî’nin “Ne­seb-nâme”, Hüsâmeddin Sığnâkî’nin “Risale derterceme-i Ahmed Yesevî”, Sadr Ata, İshâk Ata’nın “Hadîkâtü’l-ârifîn”, Âlim Şeyh’in “Lemehât min nefehâtü’l-kuds”, Muhammed Şerif Hüseyin el-Buharî’nin “Hüccetü’z-zâkirîn”, Zinde Ali’nin “SemerâtüTmeşâyih” ve Yesevîlik yolunun velûd dervîşi Hâzinî’ nin “Cevâhirü’l-ebrâr min emvâci’l-bihar”, “Menbâü’l-ebhâr fi-riyâzi’l-ebhâr”, “Hüccetü’l-ebrâr der esâmi-i evliya-i kibâr”, “CâmiüTMürşîdîn”, gibi eserleri de Yesevîyye kültürünün temel kaynakları olarak kayde­dilmeyi hak etmektedir. Âlim Şeyh lakaplı Muhammed Âlim Sıddîkî’nin 1624 yılında tamamladığı Lemehât min nefehâti’l-kuds isimli Farsça eseri, Ahmed Yesevî’den başlayarak kendi dönemine kadar yaşamış olan birçok Yesevî şeyhi hakkında bilgi içermektedir. Âlim Şeyh’in halifelerinden olan ve Yesevîlik yanı sıra Nakşbendîlik icâzeti de bulunan Muhammed Şerîf Buharî (ölümü: 1697) Farsça olarak kaleme aldığı Huccetü’z-zâkirîn li reddi’l-münkirin isimli eserinde hem cehrî zikrin meşrûiyetini göstermeğe çalışmış; hem de önceki Yesevî şeyhleri hakkında bilgiler vermiştir. Hikmet tar­zında Türkçe şiirler yazan Kul Şerîf mahlâslı şair olduğu da düşünü­len bu zâttan sonra Yesevîyye silsilesi sırasıyla Fethullah Azîzân ve Lütfullah Azîzân ile devam edip Şeyh Hudâydâd Taş-Muhammedoğlu Buharî’ye (ölümü: 1801) ulaşır. Tasavvufa dâir birçok eser kale­me alan Şeyh Taş-Muhammedoğlu Hudâydâd’ın Bustânü’l-muhîbbîn isimli Türkçe eseri Yesevîyye tarîkatının âdâbı hakkında önemli bilgiler içeren ve cehrî zikri savunan bir kaynaktır.44 Şeyh Hudâydâd halifesi Ömerîşân, Yesevîlikle birlikte Nakşbendî-Müceddidî silsile­sine de mensubtur.

Yesevîyye kültürünün temelini teşkil eden Ahmed Yesevî’nin eserleri yanında edebî ürünler üretmiş bu sûfî şâir ve yazar takip­çilerinin etkisi ile, Arabça ve Farsça’nın egemen olduğu medrese tarzı eğitim dairesinin etkisiz kaldığı geniş Türk kitlelerinde paralel bir halk irfanı asırlar içerisinde böylece teşekkül etmiştir.

Eser veren bu Yesevî şeyhlerinin dışında, kaynaklarda hayatı ya da silsilesi hakkında yeterli bilgi bulunmayan başka Yesevîyye mensupları da vardır. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Yaşlıg Yu­nus Ata, İsmail Ata mürîdi Otlug Yunus Ata, Bahâeddin Nakşbend’in kendileriyle görüştüğü Kuşem Şeyh, Halil Ata ve Pehlivan Ata, Emîr Külâl’in oğlu ile görüşen Kök Ata, Türkistanlı Tonguz Şeyh, bunlar­dan bazılarıdır.

İlk Yesevî Halifeleri Sonrasında Türkistan’da Tasavvuf ve Yesevîlik

Ahmed Yesevî’nin mürîdi Sûfî Muhammed Dânîşmend’in ‘Mir’âtüTkulûb’ isimli eserinde Yesevî’den naklettiği “âhir za­manda sahte şeyhlerin ortaya çıkacağı ve bunların ‘Ehl-i Sünnet’i sevmeyeceği” şeklindeki rivayetler ile Hoca İshâk’ın HadîkâtüTârifîn’inde İmâm Ebû Mansûr Mâturîdî’ye atıf yapılması ve Yesevî kaynaklarında cehrî zikri savunmak için sürekli Hanefî fıkıh kitapla­rına referans yapılmış olması, Yesevîyye mensuplarının diğer Orta Asya Türkleri gibi Mâturîdî ve Hanefî olduğunu göstermektedir.

Yesevîyye tarîkatı ve kurucusu Hazret Sultan Yesevî menkıbe­si Seyhun (= Sir-Derya) bölgesinde, yani Yesi, Taşkend ve çevresin­de gösterdiği yayılma gücünü, Horasan bölgesinde, Hive Hârezm havzasında, Mâverâünnehir olarak bilinen Buhara, Semerkand’da ve Fergana’da birkaç asır boyu gösteremedi. Bu bölgelerde Ye­sevîyye tarîkatı ve Yesevî menkıbelerinin yaygınlaşması ancak 14. asırdan sonra Timur ve oğulları döneminde olmuştur. Türkistan’ı emri altında birleştiren Emîr Timur’un 1398’de Hazret Sultan Ye­sevî adına görkemli bir türbe ve külliye yaptırırken yakından -ve muhtemelen şahsentanıdığı Şah-ı Nakşbend dergâhında böylesi bir imar faaliyetini tercih etmemesi de dikkate değer bir durum­dur. Bu tercihin zâhirî bir sebebini kaydedebilmek pek mümkün görülmemektedir. Bu nedenle Hazret Sultan Yesevî ile Emîr Timur arasındaki manevî ilişkiyi yansıtan rivayetlerin önemi artmaktadır.

Halk üzerindeki nüfuzunu yerleştirmek ve güçlendirmek için manevî önderlere ve ünlü mürşîdlere dayanma siyasetini güden Emîr Timur, bu suretle Seyhun bölgesi halkının kendisine sempati­sini arttırmak maksadını takip ediyordu.

Bu dönem Türkistan’da tarîkata ismini veren Şah-ı Nakşbend Bahâüddin Buharî tarafından Nakşbendîyye tarîkatının temel esaslarının sistematik olarak belirlendiği ve halk arasında yayıldığı zamandır. İlginç bir şekilde Nakşbendîyye ile Yesevîyye tarîkatlarının halk içinde birlikte yayılmakta ve toplum seçkinleri arasındaki nüfuzlarını arttırmakta oldukları söylenebilir. Bu vakıada her iki tarîkatın silsilelerinin birkaç halka geriye gidildiğinde Yûsuf Hemedânî’de birleşiyor olması etkili olmuş olabilir. Nakşbendîyyenin kurucusu olan Şah-ı Nakşbend lakâbıyla tanınan Bahaeddîn Muham­med ibn Muhammedü’l-Buharîyyül-Üveysî mürşîdleri arasında sa­yılan Yesevî mürşîdleri ile ilişkisi her iki tasavvuf ekolü arasındaki yakın ilişkinin bir diğer kanıtıdır. Şah-ı Nakşbend’in Yesevî şeyh­lerinden Kuşem Şeyh ve Halil Ata ile, bir süre beraber bulunarak feyz alması Nakşbendîliğin, Ahmed Yesevî ile ilgili sayılmasına yol açmıştır.

Hoca Bahaeddîn Buharî, dervişliğinin ilk yıllarında Emîr Seyyîd Külal’m işareti gereğince Nahşeb’deki Yesevî şeyhi Kuşem Şeyh’in yanına gitti. İki-üç aydan fazla süre ile Kuşem Şeyh’in yanında kalarak manevî eğitim aldı. Bu rûhânî eğitim süreci so­nunda Şeyh Kuşem, Şah-ı Nakşbend’i “Benim dokuz oğlum vardır, sen onuncususun ve seni hepsine tercih ederim.” sözleriyle teşrif (=onore ) etti. Bundan sonra Kuşem Şeyh, Nahşeb’den Buhara’ya geldikçe Hoca Bahaeddîn, bu Yesevî pîrine olağanüstü derecede bir saygı gösterirdi.

Şah-ı Nakşbend’in Yesevîlik’le ikinci bir ilişkisi de, yine Ye­sevî şeyhlerinden Halil Ata’dan feyz ve nasib almasından dolayı­dır. Şah-ı Nakşbend’in kendisi Halil Ata ile ilişkisini şöyle anlatır: Dervişliğin ilk zamanlarında rüyamda Hakîm Ata’nın beni bir dervi­şe yönlendirdiğini gördüm. Saliha bir ninem vardı; bu rüyamı ona nakledince, Türk şeyhlerinden nasibim olduğu şeklinde yorumladı. Birgün, o rüyamda gördüğüm -sonradan adının Dervîş Halil olduğu­nu öğrendiğimo dervîşe Buhara pazarında rastladım; fakat konu­şamadım. Akşam evime birisi gelerek Dervîş Halil denen dervîşin benimle görüşmek istediğini söyledi. Niyâz ve şevkle derhal Dervîş Halil’in meclisine vardım. Gördüğüm rüyamı anlatmak istediğimde Türkçe olarak rüyamın kendisine de malûm olduğunu anlattı. Za­man içerisindeki siyasi gelişmeler sonunda o dervîş, Mâverâünnehir hükümdârı oldu ve ‘Sultan Halil’ ünvânını aldı. Sultan olduğunda da benimle sohbetini sürdürdü, ilgi ve yakınlık ve şefkat gösterdi. Gâh lütuf ve gâh unf ile bana tarîkat adâbını öğretti. Bu şekilde altı sene kadar Sultan Halil’in yanında kaldım: aldığım feyz ve bereket ile tasavvufî sülük yolunda çok terakki gösterdim. Halk arasında iken zâhiren Sultan’ın hizmetinde bulunurdum; yalnız kaldığımız­da ise mahrem-i hassı idim. Daha sonra Sultan Halil’in saltanatı sarsıldı; bir anda saltanatını yitirdi. Bu hale şâhid olunca, gönlüm dünya işlerinden tamamen soğudu. Buhara’ya yakın bir köye gelip yerleştim.”

Siyasî alanda güç dengelerinin sarsıldığı ve merkezî bir otori­tenin kalmadığı 16. yüzyıl sonrasında Yesevîlik, Orta Asya’nın diğer tarîkatlarıyla bazen iyi ilişkiler içinde olmuş, bazen de karşılıklı rekâbet içerisine girmiştir. 14. yüzyıl sonlarından itibaren bölge­de etkinliğini arttıran Nakşbendî meşâyihi, Yesevîleri cehrî zikir, postnişînliğin genellikle aile içerisinde devri, dergâh oluşturma ve toplu gösterilere önem vermeleri gibi konularda eleştirmişlerdir. Bu itirazlara karşı Yesevî mürşîdleri de cehrî zikrin câiz olduğunu kanıtlamak için birçok eser kaleme almışlardır. Ancak Nakşbendiyye’nin Kâsâniyye kolunda cehrî zikir, semâ ve halvet gibi uygu­lamalara sempati ile bakıldığı için Nakşîliğin Kâsânîyye kolundan sûfîlerle Yesevîler genelde iyi ilişkiler içerisinde olmuşlardır. 16. yüzyıldan itibâren bazı Yesevîlerin mensuplarının kendi tarîkatlarının yanı sıra Nakşbendî silsilesine de intisabı tercih ettikleri kaydedilir. Ünlü Yesevî mürşîdi ve müellifi Hazînî (ölümü: 1593?-), Nakşbendiyye’nin Kâsâniyye kolundan Hâce Sa‘d Cûybârî’nin halifesi Molla Emîn’den Nakşibendî icâzeti de almıştır. 17. yüzyılın başlarında yaşayan Yesevî şeyhi Tokum Şeyh Hîvekî dört yüz mürîdi ile birlikte bir Nakşbendî şeyhine intisab etmiştir. Âlim Şeyh’in ha­lifesi olan Mevlânâ Osman’a intisab ederek hilâfet almış bulunan Buharalı Muhammedî İmlâ (ölümü: 1749) Yesevîliğin yanı sıra Nakşbendiyye’den de icâzetli idi. Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden ve menâkıbı oğlu Muhammed Kâsım tarafından Menâkıbu’l-ahyâr veya Makâmât-ı Seyyîd Atâî adlı eserle nakledilen Cemâleddin Hâce Dîvâne Seyyîd Atâî (ölümü: 1607) de Yesevîlikle birlikte Nakşbendiyye, Kübreviyye ve Aşkıyye tarîkatlarına bağlı idi. Fakat bu intisabların önemli bir kısmının tasavvuf geleneğinde teberrük ola­rak adlandırılan türden olduğu kolayca tahmin edilebilir.

Tasavvufun Türkistan’daki seyrine baktığımızda Doğu’dan Batı’ya -veya Baykal gölünden Hazar’adoğru Yesevîyye-Nakşbendîyye-Kübrevîyye şeklinde bir yapılanma sergilendiğini söylemek mümkündür. Bu tarîkatların nüfuz alanları birbirinden kesin sınır­larla ayrılmış olmayıp adeta iç içe geçmiş halde bir arada yaşatılmışlardır. Öyle ki bazı kaynaklarda bir Kübrevî şeyhinin Yesevî olarak veya bir Yesevî mürşîdinin Nakşbendî olarak gösterilmesi de şaşırtıcı bir durum değildir.

Fars dili ile mükemmel şiirler yazan tanınmış sûfîlerin şöh­reti yanında Ahmed Yesevî’nin etkileri Nakşbendîlik’in kurulmasına kadar, daha çok Türk kültürünün hüküm sürdüğü Türkistan’ın ku­zeydoğu bozkırlarında kendisine lokal denebilecek yayılma sahası bulabilmişti. Şah-ı Nakşbend Bahâüddîn’den sonra Nakşbendîlik, Mâverâünnehir ve Horasan Türkleri arasında çok yayılmış, Yesevîlik nüfuz sahasını bir bakımdan daraltmıştır. Emîr Timur ve oğulları­nın zamanında faaliyet gösteren Ubeydullah Ahrar gibi mürşîdlerin çoğu, Nakşbendî tarîkatı mensubu olduklarından, bu önemli mürşîdler zamanında Yesevî menkıbeleri, Fars kültürünün şiddetle hü­küm sürdüğü Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerinde de yayılmağa başlamıştı.

Yesevîyye mürşîdlerinden Hakîm Ata’nın irşad sahası olarak bilinen Hârezm bölgesinde ise 13. yüzyıldan itibaren bölgenin ünlü mutasavvıfı Necmüddin Kübra’nın Kübrevîyye tarîkatı etkinlik ka­zanmış durumda idi. Tasavvuf klasiklerinden NefahâtüT-Üns’te Kübrevî şeyhlerinden Ali Lala hakkında verilen bilgi, Ahmed Yesevî’yi Moğol istilâsı sırasında, 1221 yılında şehid olan Hz. Pîr Necmeddin Kübra ile çağdaş olarak gösterir. Eğer bu çağdaşlık rivayeti doğru olarak kabul edilirse, Hazret Sultan Yesevî’nin vefat tari­hinde henüz genç olduğu kabul edilmesi gereken Necmeddin Kübra’nın Ahmed Yesevî’nin son günlerine yetişebilmesi mümkündür. Yesevî geleneğinin temel kaynaklarından Cevâhirü’l-Ebrâr’da, Nec­meddin Kübra halîfelerinden Şeyh Seyfeddin Baharzî’nin de Yesevî halifesi olarak zikrediIdiği düşünülürse, Nefahat’taki rivayetin doğ­ru olabileceği, bunun yanısıra Kübrevîyye şeyhlerinden Ali Lala’nın Yesevî’nin ölümünü takip eden ilk yıllarda bir Yesevî tekkesinde -belki Yesi’debulunduğu kabul edilebilir.

Her büyük tarîkatta onun esas hatları dışına çıkmamak üze­re, birtakım küçük kolların doğduğu görülür. İkânîye gibi birkaç tane küçük tarîkat kolu daha Yesevîyye’den kaynaklanmış ise de, gerçekte ayrı birer tarîkat sayılmaları doğru olmaz. Tibyan-ı Vesailü’1-Hakâyık yazarı, Nakşbendîlik ve Bektâşîlikten başka, İkânîyye gibi birkaç lokal tasavvufî kolu Yesevîlik kaynaklı olarak göster­mekte ise de doğru değildir. “İkânîyye” Yesevîyye mürşîdlerinden Mevdûd Ata halîfelerinden Şeyh Kemal İkânî’ye dayanır. Taşkend vilâyetinde oturan Şeyh Kemal İkânî’yi zamanının en ünlü Nakşbendî mürşîdi Hoca Abdullah Hocendî, Horasan’dan Taşkend’e gel­diği zaman tanıdı ve kendisine büyük saygı ve sevgi gösterdi. Bu karşılıklı sevginin göstergesi olarak sık sık bir araya gelip sohbet ederlerdi. İkinci kola gelince, Tibyan-ı Vesâit, bu kolun adını bile anmadan Yesevîyye silsilesinden Hadîm Şeyh’den Şeyh Hâcegî-i Kasanî halîfelerinden 1567’de ölen Ahund Molla Hıred Azîzan’a ulaş­tığını kaydeder.

19. yüzyıl sonlarında Türkistan’ın Fergana vâdisinde ve Kırgız yaylalarında bulundukları kaydedilen ve bazı kişiler tarafından Ye­sevî dervişleri ile ilgili olarak gösterilen ‘Lâ...’-çılar ile “Saçlı îşân” takibçilerinin Yesevîlik ile ilişkisi kanıtlanamamıştı^ Tarih boyu heretik bazı görüşleri ve şeriat sınırlarını zorlayan uygulamaları ile tepki çekmiş olan bu münferid gruplar Horasan Kalenderliğinin Türkistan’daki son kalıntıları olarak kabul edilebilir.

Yazılı kaynaklarda 19. yüzyıl başlarına kadar izi sürülebilen Yesevîlik, Kazak bozkırlarının Rus esaretine düşmesine para­lel olarak günden güne zayıflamıştır. Bu dönemde Mâverâünnehir bölgesinde Nakşbendîlik içinde erimeye başladığı için silsile akışı da yer yer sekteye uğrayan Yesevîler, bu tarihten sonra yazılı kay­naklarda görülmez hale gelmiş, 19. yüzyılın sonlarında Ruslar’ın Orta Asya’nın tamamını işgal etmesi ardından da, adetâ gözden kaybolmuştur. 1917 Komünist Devrimi sonrasında Rus emperyaliz­minin ağır baskısına eklenen ateist saldırılarda Yesevî, Nakşî, Kübrevî denilmeden tüm tarîkat mensubları yok edilmeğe çalışılacak­tır. Aralıksız yetmiş yılı aşkın süre ile devam eden bu ağır saldırı döneminde tarîkat faaliyetlerini sürdürmek imkânsız hale gelmiş; münferit dervişlerin aile içinde dahi tasavvufî bir hayat yaşamala­rı güçleşmiştir. Türkistan’a yerleşen Ruslara karşı organize edilen Basmacı ayaklanmalarına katılan Türkistan Türkleri Afganistan, Pa­kistan, Hindistan, Suudî Arabistan ve Türkiye’ye kadar uzanan bir coğrafyada darmadağın olmuşlardır. Bu göçmenler arasında Yesevî kültürünü ailesinden tevârüs edenlerin çalışmaları ise genellikle kendi aile çerçevesini aşamamıştır.

Gayretli Türkistan evlâdı ve Yesevî torunu Şehabeddîn Ye­sevî, Suudî Arabistan’da yeni bir hayat kurarken elyazması olarak hazırlayıp fotokopi kitap haline getirdiği “ “Türkistannıng Accığ Hakikatleri” (= Türkistan’ın Acılı Gerçekleri) kitabı ile Türkistan bilincini yaşatmağa çalışan ve yaşadıklarını sonraki nesillere aktar­mayı başarmış nadir insanlardan birisi idi.

Medine-i Münevvere’nin parmak ile gösterilir evliyâullahından olan Şeyh Muhammed Zekeriya Mergilânî (Buharî) de aynı rüz­gârın annesi ile beraber savurduğu mazlum Türkistanlılardan birisi idi.

Bu insanlardan Türkistan’da tanışma fırsatı bulabildiğim bir diğeri olan Sultan Ahmed İşan isimli dervişin anlattıkları çok ib­ret verici idi. Semerkandlı bir Yesevî dervîşi ailenin çocuğu olarak 1920’lerde Pakistan’a göç eden bir mülteci ailesinin çocuğu olan Sultan Ahmed İşan 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra kısmen yumuşayan iklim sayesinde 1945’de Özbekistan’a dönmüş­tü. Daha sonra gördüğü bir rüya45 ile Kazak bozkırının en çorak bölgesinde bir vaha gibi duran Yesevîyye mürşîdlerinden Ay Hoca İşan Türbesi türbedârlığına kendisini vakfeden bu Yesevî dervişi­ne tarîkat faaliyetini, neden sürdüremediğini sorduğumda verdiği yanıt korkunçtu: “Evimdeki çocuğuma bile tarîkatı anlatamadım. Çünkü KGB öylesine acımasız bir takip sistemi kurmuştu ki, karısı­nı kocasına, çocuğunu annesine yönelik bir takibin casusu olarak kurgulamıştı.”

Tanıklık ettiğim bu birkaç örnek dahi Türkistan’ın nasıl acı­masız bir saldırının muhatabı olduğunu göstermeğe yeter sanırım.

Türkistan’ın Üveysî Yesevîleri

Yaşayan bir şeyhe yüzyüze intisab ettikten sonra tasavvufî bir eğitim almadan genellikle rüyada bir mürşîde bağlanıp manevî yolla silsileye dâhil olan mürîdler Üveysî olarak bilinir. Türkistan’da dün de bugün de, rüyada Ahmed Yesevî’den ya da sonraki Yesevî mürşîdlerinden Üveysîyyet yoluyla hilâfet aldığını söyleyen kişile­re rastlanır. Çoğunlukla ferdî bir bağlılık ötesine geçmeyen üveysî irşad, bazı örnek üveysî mürîdler etrafında daha derinlemesine bir etki alanı oluşturabilmiştir.

15.               yüzyılda Şehrisebz yakınlarında yaşayan ve ‘Hazret Beşîr’ olarak anılan Seyyîd Ahmed Beşîrî (ölümü: 1463) ile 16. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayıp 1556’da Yârkend’de vefat eden Muham­med Şerîf Buzurgvâr bu üveysî Yesevîlerinin ismi bugüne intikal etmiş iki örneğidir. Seyyîd Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbele­ri Nâsır b. Kâsım Türkistan?nin Heşt Hadîkâ veya Hadâiku’l-cinân adıyla anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Buzurgvâr’ın menkıbeleri ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe Tezkire-i Muhammed Şerîf Buzurgvâr isimli manzum eseri ile aynı ismi taşıyan ancak yazarı bilinmeyen, yine Türkçe mensûr bir eserde bir araya getirilmiştir.

Osmanlı Coğrafyasındaki Yesevî Dervişleri

Hazar’ın Azerbaycan kıyılarından başlayarak Balkanlara kadar yayılan Batı Türkleri arasında Yesevî etkisi, daha Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan çok önceleri yayılmıştı. 13. yüzyılda, Kazak bozkırlarından başlamak üzere tüm Türk yurtlarını kasıp kavuran Moğol fırtınasıyla, kalabalık Türk oymaklarının doğudan batıya doğru bir sel gibi aktığı süreçte, Anadolu’daki Türklere eski anavatanları Türkistan’dan insan grupları yanında etkin unsurunu Yesevî geleneğinin oluşturduğu manevî akımların da nakledildiği muhakkaktır. Moğolların Türkistan ve Horasan’ı istilâsı, Orta As­ya’dan Anadolu’ya doğru büyük bir nüfus hareketinin oluşmasına yol açmıştır. Bu nüfus hareketleri ile Anadolu’ya gelen göçmen Türk kitlesi içerisinde yer alan dervişler ve bunlar arasındaki Yesevî alp-erenleri, Anadolu’da yepyeni bir tasavvufî hayatın boy atması­nı sağladılar.

Hârezm, Horasan, Azerbaycan yolu ile Anadolu’ya gelen in­sanlar arasında Yesevîyye tarikatından dervişler olduğu ve bu der­vişlerin Anadolu’nun muhtelif yörelerinde zaviyeler oluşturarak yerleştikleri tarihî kayıtlarda da görülmektedir. Bu zaviyelere ait vakıfnâmelerin de tanıklık ettiği gibi, onlarca merkezde yerleşe­rek, Anadolu’da adetâ yeniden doğan Yesevî tasavvuf geleneğinin etkileri halk arasında yayılmıştı. Ahmed Yesevî’nin manevî nüfuzu Batı Türkleri arasında, bütün Anadolu ve Rûmeli’de hattâ Azerbay­can topraklarında uzun süre devam etmiş, Hazret Sultan Yesevî silsilesine müntesib olduğunu söyleyen birçok dervîş grubu, yüz­yıllar boyu Türkistan’dan batıya doğru sürekli ve artan hareketlilik içinde olmuştur.

Türkistan’da kurulan da bütün tarîkatlar Yesevîlikten etki­lendiği gibi Orta Asya’dan Anadolu’ya ve Balkanlar’a kadar yayılan geniş sahada Türk sûfîliğinin şekillenmesinde ve halk düzeyinde ya­şayan İslâm algısının oluşumunda Yesevî tarîkatının rolü büyüktür. Hacı Bektaş Velî’nin hayatı ile ilgili menkıbelerin hepsinde Yesevî bağlantısı görülebileceği gibi Bektâşîlik yanı sıra Kalenderîlik, Vefaîlik, Haydarîlik gibi tarîkat oluşumları da coğrafî ve kronolojik bakımdan Yesevîlik ile etkileşim içerisinde olmuştur.

Aşıkpaşazâde tarihinde zikredilen Ahiyân-ı Rûm, Bacıyân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm gibi tasavvufî zümreler ve ta­rihî kaynaklarda Yesevîlik ile ilişkisi gösterilen Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rûm (Anadolu) Erenleri olarak sınıflandırılan sûfîyye mensubları Osmanlı devletinin kuruluşunda önemli bir rol oynamışlardır.

Türkistan’da Nakşbendîliğin kurucu isimlerinin Ahmed Yesevî ile ilişkisi gibi Anadolu’da da Bektâşîlik, Yesevîlik ile arasında or­ganik bağların varlığı gözlemlenen ikinci büyük bir tarîkattır. Bazı silsilenâmelerde Hacı Bektaş Velî’nin tarîkat silsilesi Yesevîlikten uzaklaştırılıp başka tarîkat zincirleri ile bağlantılı olarak gösteril­mekle beraber, bu silsilelerin gerçekte hiçbir tarihî değeri yoktur. Osmanlı tarihinin temel kaynaklarından Aşıkpaşazâde Tarihi’nde Hacı Bektaş’ın, OsmanlIların kuruluşundan önce Anadolu’ya gelip yerleşmiş meczub bir dervîş olduğu ve bir tarîkat oluşumunu baş­latmadığı kayıtlıdır.46

Anadolu Türkleri arasında 13. yüzyıldan başlayarak 15. yüz­yıla kadar devam eden dinî yapılanma döneminde, Mevlevîlik, Halvetîlik ve diğer tarîkatlar gibi Bektâşîlik tarîkatı da -daha önce değilse bile herhalde15. yüzyıl başlarında teşekkül etmiş ve ken­disine kurucu Pîr olarak da -13. yüzyıldan beri tarihî kimliği unu­tularak halk arasında menkıbeleri yayılmış ve ünlenmiş olanHacı Bektaş Velî’yi seçmiştir. Hacı Bektaş Velî’nin, Yesevî mürîdlerinden olduğu hakkındaki rivayet, daha Osmanlı devletinin kurulmadan Anadolu’ya birçok Yesevî dervişlerinin gelmesi nedeniyle Hacı Bektaş’ın gerçekten de Yesevî mürîdlerinden olması ihtimal dâhilindedir. Yesevîlik geleneğinde; zikir törenlerinde kullanılan dilin -Arap­ça ve Farsça yerineTürkçe olması Anadolu sahasında Bektâşîlik ile benzer algılanmasında etkin olmuştur. Bektaşî nefeslerinin tıpkı Yesevî hikmetlerinde olduğu gibi sûfî meclislerinde halk edebiyatı şiirlerinin dili ve vezni ile yazıldığı gibi otantik Türk ezgilerine has müzikler ile ritim zenginliğine kavuşturulup seslendirilmesi sosyal psikolojik benimsemede ihmal edilemeyecek derecede önem taşı­yan bir faktördür.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin birçok yerinde Yesevi etki­sinin kurucusu Hacı Bektaş Velî üzerinden Osmanlı coğrafyasında gelişen Bektaşîlik tarikatına etkisinin derinliğini gösteren veriler sunulmaktadır. Birkaç örnek verelim:

Evliya Çelebi, OsmanlI’nın kuruluş yıllarının Orhan Gazi dö­nemini anlatırken Horasan’dan gelerek Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Veli hakkında şunları yazar: Orhan Gâzi’nin “zaman-ı hilafetinde cedd-i izâmımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri Horasan’dan halifesi olan Hacı Bektaş-ı Veli’yi üçyüz fukarasıyla sahib-i seccade idüp deff ve kudüm ve alem saraf virüp “Var Orhan Beğ ile Rûm fatihi ol yâ Bektaş” diyü nefes idüp Hacı Bektaş-ı Veli üçyüz er ile Horasan’dan Orhan Gazi’ye gelüp mülakat olduğı gibi Bursa üstüne gelüp feth Udiler... ”47

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde ismine sık sık yer verilen Hacı Bektaş-ı Veli’nin Ahmed Yesevi ile ilişkili olarak gösterildiği bazı yerler de şöyledir:

“Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî’nin halifelerinden Şeyh Lokmân ki Horasan erenlerindendir. Vâlid-i büzürgvârı Hacı Bektaş’ı Şeyh Lokmân’a tilâmizliğe verüp Hacı Bektaş anlardan ulûm-ı zahire ve bâtımayı tahsîl eyledi. ”48

“...devletleri müebbed ola deyü yetmiş aded kibâr-ı evliyaullah Horasan’da Yesu şehrinde Türk-i Türkan Hoca Ahmed Yesevi hazretleri huzurunda hayr dua ve senalar edüp yedi yüz fukara­sıyla Hacı Bektaş-ı Veli’yi Devlet-i Âl-i Osman’a mûin ü zahir ola deyü gönderüp... ”49

“Amma (Hacı Bektaş) irşadı Hoca Yesevî’den görüp Rûm erenlerinden olmağla izin taleb edüp yedi yüz fukara ile Seyyid Muhammed-i Buhari-i Saltık ile Hacı Bektaş’ı Rûm’da Osmancığa gönderüp Mevlânâ-yı Rûmi ve Hacı Bektaş-ı veli ve Şems-i Tebrizi ve Muhyiddin-i Arabi ve Karaca Ahmed Sultan ve gayrı yetmiş kibâr-ı evliyaullahlarm bin yirde haşrolup sohbet-i has edüp Orhan Gazi asrında Hacı Bektaş-ı Veli iştihar bulup yeniden çeri yani yeni-çeri peyda edüpRûm diyarların Orhan ile maan feth edüp yedi yüz fukarâlarınnın cümlesin feth olunan şehirlerde sâhib-i secca­de edüp Muhammed Buhari Sarı Saltık Bay’ı Kafiristan’a gönde­rüp Dobruca ve Eflak ve Boğdan ve Leh ve Moskov’da çok gazalar edüp “Saltık” namıyla iştihar verdi. Anmçünhâlâ Rûm’da yedi yüz âsitâne-i Bektaşiyân vardır. Ba’dehû Hacı Bektaş-ı Veli sene (----) tarihinde yine Orhan hilafetinde mehûm olup Orhan, cenâze-i Sultan’a hazır olup Kırşehri’nde defn etdiler. ” 50

Yesevîlik ile Bektâşîlik arasında bağlantı olma ihtimalini zora sokan husus ise, Bektaşîyye tarîkatinin daha ilk kuruluş yıllarında bile Osmanlı medrese çevrelerince kuşku ile karşılanması ve müntesiblerinin haram olan şeyleri mübah gören ‘mülhid’ ve ‘zındıklar’ (zenâdikâ) gibi algılanmış olmalarıdır. O kadarki bazı Bektaşî ozan­ları, bâtınîliğin uçlarına savrulan Hurûfiyye taifesinden addolun­mak suretiyle ‘şerîatdışı’ ilan edilmişlerdir. Oysa Evliyâ Çelebi ör­neğinde çok iyi görülmüş olduğu gibi Yesevî evlâdı olmak, hattâ 17. yüzyılda Osmanlı entelektüel çevrelerinde daima bir itibâr unsuru olarak kabul edilmiştir. 13. asrın ikinci yarısından itibaren Anado­lu Türkleri arasında Ahmed Yesevî geleneğinin yaşadığı ve bu Batı sahasındaki menkıbenin Türkistan ve İdil sahalarındaki gelenekten daha karışık ve tarihî gerçeklikten daha uzak olduğu iddia edile­bilir. Anadolu’nun Yesevî dervişleri ile tanıştığı 13. ve 14. asırlara ilişkin belgeler, sonraki asırlara nazaran daha az olduğundan, Yesevîlik geleneğinin yazılı belgelerine ancak 15. asırdan sonra, yani Bektaşî geleneğinin oluşması ve belgelerde tesbitinden sonra rast­lanır. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Bektaşîlerin, bu belirsizlikten ya­rarlanarak halk arasında yaygın olan Yesevîlik menkıbeleri arasına Hacı Bektaş Velî’yi “sokuşturmak” yolu ile bütün Türkler nezdinde olduğu gibi Osmanlı yönetimi katında da saygın bir isim olan Ahmed Yesevî ile Hacı Bektaş Velî arasında gerçeğinden hayli uzak bir bağ kurguladıklarını da iddia eder.51 Bu görüş, kâğıt üzerinde tutarlı gibi görünmekte ise de, Bektâşîlik geleneğinin dün olduğu gibi bu­gün de sahiblendiği -Emevî Arablarından olan ve Ahmed Yesevî’nin soykütüğü ile organik bağı bulunanSeyyîd Battal Gazî’ye ait türbe ve külliyenin Anadolu Selçukluları tarafından imar edilmesi gerçeği gibi somut bulgular ve Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde nakledildi­ği gibi daha Orhan Gazî döneminde Hacı BektaşTn ulaştığı saygınlık gibi sağlam bilgilerle çelişmektedir. Önemli bir nokta da Osmanlı Sultanlarının gözden düşüp ocakları târümâr edilene kadar her za­man Bektâşîlik geleneğine mâl edilen Yeniçeri Ocağı’nın 1 numaralı üyesi olması ve bunun Yeniçeri sicilleri kayıtları sayesinden resmi­leştirilmiş olmasıdır. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün kurgusu ile bu gerçekleri bağdaştırmak da mümkün görülmemektedir.

Menkıbelerin yansıttığı bu karmaşaya karşın Osmanlı coğraf­yasındaki Yesevî izleri net ve somut olarak ünlü Osmanlı gezgini Ev­liyâ Çelebi seyahatnâmesinden izlenebilir. Ahmed Yesevî’nin soyun­dan geldiğini ve ‘Ahmed Yesevî evlâdı’ olduğunu seyahatnâmesinin birçok yerinde iftiharla belirten Evliyâ Çelebi, ayrıca OsmanlI’nın Anadolu ve Rûmeli topraklarını gezerken rastladığı Ahmed Yesevî halîfeleri ve Yesevî dervişlerine ait tekke, makam ve türbelerinden de uzun uzun bahseder ve yeri geldikçe bu Yesevî fukarâsı dervişler ile ilgili menkıbeleri de eserine tek tek ve ayrıntıları ile kaydeder.

Evliyâ Çelebi, gezdiği Osmanlı coğrafyasında izlerini tesbit edebildiği Ahmed Yesevî’ye mensup sayılan birçok velînin türbe­lerini ziyaret etmiştir. Evliyâ Çelebi’nin makamlarını tesbit edip eserinde bahsettiği Yesevî dervîş-gâzileri arasında Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Velî; Merzifon’da medfûn Pîr Dede, Bursa’daki Geyikli Baba Sultan, Dâvûd Baba52 ve Abdal Musa, Karade­niz kenarında Batova’daki Akyazılı, İstanbul Unkapanı’nda medfûn Horoz Dede, Bozok Sancağı Yozgat’taki Emîr-i Çin Osman, Tokat il merkezindeki Gaj-Gaj (= Gıj-Gıj) Dede ve Arık-ova’dan kuzeye gidip Çamlıbel’i aştıktan sonra vardığı Tokat’ın Zile ilçesindeki Ho­rasanlı Şeyh Nusret, Aksaray’daki Pertevi Sultan53 yer almaktadır. Evliya Çelebi bu Yesevî dervişlerinin isimlerini sıraladıktan sonra, tarihî olarak önem taşıyan bir noktaya temas ederek bu makamlar­da tasavvufi bir hayatın gereklerini Yesevîyye tarikatı adâbına göre yaşayan Yesevi fukarası ile sohbetlerinden bahseder.

Bu Yesevî dervişlerinden bazıları hakkında anekdotlar da Ev­liya Çelebi Seyahatnâmesi’nde yer alır:

“Geyikli Baba Sultan, Fukarâ-yı Yesevi’den olup Azerbaycan şehirlerinden Hoy-ı hüsn-hûydandır. Kûh-ı azimlerde vahşi sığın­lara süvâr olup Orhan Gâzi ile sefer eşüp at tavlası gibi bir tavla sığınları var idi, barhanasın bile vahşi gazâllara yükledirdi. (...) Kabr-i şerifi Bursa şehri içre (---) mahallesinde bir tekye-i azîmdir kim Orhan Gâzî binasıdır. ”54

“Şeyh Hazret-i Abdal Musa, dahi Hoca Ahmed Yesevi fu­karası idi.Horasan’dan Hacı Bektaş ile Rûm’a geldi.Nice yüz keşf [u] kerametleri zahir olmuşdu.Cümleden biri Geyikli Baba’ya kor olmuş âteşi pembe içine sarup hedâyâ-yı rumûz gönderi.Geyik­li Baba dahi anlara süd gönderir. Rûmûz oldur kim “Sen ateşle pembeyi imtizâc ettirdinse ben dahi leben-i hâlis hâsıl olan vah­şî gazâlları teshir edüp at gibi binüp ve südün yiyüp kullnaırım rumûzun etdi.Hakkâ ki ol asrın ikisi de gerçek erleridir.Bursa içre (---) mahallesinde bir tekye-i ma’mûrda âsûdedir. Bunlar dahi Bur­sa fethinde bulunmuşlardır. ”55

Evliya Çelebi’nin, İstanbul fethini anlatırken İstanbul Unkapanı’nda medfun ‘Horoz Dede’ hakkında yazdıkları, İstanbul’un fatihlerinden bu Yesevî dervişinin “Horoz” olarak adlandırılmasını izah etmesi noktasında ayrıntı verir:

“... Horos Dede ceddimiz Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin fukaralarından bir pir-i fâni olup asâkir-i İslam içre yigirmidört saatde yigirmidört kere bank-i horos urup “Kum yâ Gafilûn” diyü guzât-ı müslimîni agâh itdiğiçün Horos Dede dirlermis...”56

Emir-i Çin Osman Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde şöyle anla­tılır: ...Ve Kazâ-yı Hüseyinova kutb-ı âfâk-ı cihân eş-Şeyh Çin Osman hazretleri bu mahallerde bir ma’mûr kurâda medfûndur kim, Bozok sancağı kurâlarında Kürkçükıran karyesinde âsitâne-i azîmi Osman Paşa tekyesinde medfûndur kim Türk-i Türkân Hâce Ahmed-i Yesevî ceddimizin yedinci halifesidir. Çin diyârında bir tahta kılıç ile bir ejder-i heftser kati etmeğile Emîr-i Çin Osman deyü nâm etdiler. Kuddise sırruhu’l azîz. Hâlâ ziyâretgâh-ı hâss [u] âmmdır. Rivayete göre birgün Ahmed Yesevi dergahına Çinli tüccarlar gelip ülkelerin­de emsali görülmemiş yedibaşlı bir ejderha türediğini ve insanları öldürdüğünü söyleyerek yardım isterler. Ahmed Yesevi yardım için gözüpek müridlerinden Osman’ı Çin’e gönderir. Ejderhayı öldürüp geri dönen Osman, canavarı nasıl öldürdüğünü anlatınca Hoca Ah­med Yesevi bu yiğid müride “Emir-i Çin” ünvanını verir ve artık ‘Emir-i Çin Osman’ olarak tanınır. Yozgat yöresinde Emirci Sultan olarak da bilinir. Adına inşa edilen türbe ve zaviye bugün Yozgat’ın merkez ilçesinin Osman Paşa köyünde bulunmaktadır. Türbenin ne zaman bina edildiği bilinmemektedir, türbenin yanında inşa edilen zaviyenin ise 1204’te kurulduğu bilinmektedir.57 Evliyâ Çelebi’nin yanı sıra bir başka, Osmanlı tarihçisi Alî Gelibolulu Mustafa da ünlü kitabı Künhü’l-Ahbâr’da Sultan Orhan devri şeyhleri arasında gös­terilen, yine Ahmed Yesevî halîfelerinden 1203’den sonra Anado­lu’ya gelen ve Bozok sancağı civarında ‘Osman Baba Tekkesi’ adıyla bilinen bir tekke oluşturan Emîr-i Çin Osman isminde bir dervîşi zikreder.58

Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi’r\de Yesevî dervîşi olarak tak­dim edilen Geyikli Baba Sultan ve Emîr-i Çîn Osman’ın, daha eski ve güvenilir kaynaklar olan Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-kudsiyye’si ile Âşıkpaşazâde Târihinde Vefâiyye şeyhi Baba İlyâs’ın önde gelen halifelerinden olduğu ifâde edilmektedir.

Doç Dr. Necdet Tosun’a göre geç döneme ait ve güvenilirliği tartışmalı olan bazı kaynaklarda Anadolu’daki bir kısım Vefâiyye mensuplarının Yesevîyye tarîkatından gibi gösterilmesi, 13. yüzyıl­da Vefâiyye şeyhlerinden Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Anadolu Selçuk­lu Devleti aleyhine başlattığı isyânın oluşturduğu sosyal psikoloji ile doğrudan ilişkili olabilir. Babaîler isyanı adı verilen bu hareket devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra Vefâiyye tarîkatına mensup, özellikle de Babaîler ile ilişkisi bulunan birçok sûfî, isyan töhmetinden uzak kalmak için tarîkatının adını gizlemiş ya da Ahmed Yesevî yolundan geldiğini öne sürmüş olmalıdır.59

“Şeyh Hazret-i Pir Dede, Hazret-i Hacı Bektaş-ı Veli ile Ho­rasan’dan Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî izniyle Rûm’a gelüp şehr-i Merzifon’un cânib-i şimalisi haricinde şehre nazır bir mürtefi zeminde sakin olup kâhice hammâmlarda yatup meczûb-u Hûda bir ârif-i billâh kimesne idi kim Orhan Gazi asrından tâ EbulFeth’e ermiş bir zât-ı şerif idi. (...) Hâla âsitânesi Osmancık’ta Ko­yun Baba Tekyesinden ziyade binâ-yı azîm kibâb-ı âliler ile ârâste ve ve müteaddid meydanlar ve matbah u kilâr ve dervişân hücre­leriyle pîraste olmuş, her şeb iki yüz ve üç yüz âdem konup göçer mihmân-sarây-ı Bektaşiyân’dır.

... cümle fukarâların izniyle azîz Pîr Dede Sultan’ın bozdoğanî (---) tereklü keçe külah Tâcını tekbir ile tekye-nîşin Memi Dede Can başımıza koyup cümle dervişân gülbâng-ı Muhammedî çeküp hakîre hayr dua etdiler. ” 60

“Sahrâ-yı Zile’de menzil-i tekye-i Şeyh Nusret, Hacı Bektaş ile diyâr-ı horasan’dan gelmiş ceddimiz Hâce Ahmed-i Yesevi ha­lifelerinden Horasan erenleridir. Zile vadisinde mamûr u âbâdan imaret ve mescid ve misafirhanen bir tekye-i muazzamdır pâ-bürehne ser-bürehne yetmiş adet fukaraları vardır.Bu diyarın ahalisi azîz Şeyh Nusret’e gâyet mutekidlerdir...”M Evliyâ Çelebi’ye göre, Şeyh Nusret de Hacı Bektaş-ı Velî gibi bizzat Hazret-i Pîr-i Türkis­tan’ın emri ile Anadolu’ya gelmiştir ve kurduğu ma’mûr ve geniş dergâhta yetmiş kadar dervîşi olan bu nüfuzlu şeyh, çevre halkı­nın saygısını kazanmıştır. Hattâ Evliyâ Çelebi, Şeyh Nusret dergâhı önündeki yaşlı dut ağacının kabuklarının hummaya karşı ilaç olarak kullanıldığı gibi önemsiz görülebilecek ayrıntıları dahi notlarına kaydetmiştir.

Evliyâ Çelebi’nin ziyaret ettiği Tokat’taki Gaj-Gaj Dede tek­kesi hakkındaki ifadeleri de ilginçtir: “Şehre hail cihan-nüma” bir küçük dağ üzerinde olup, bir mesire makâmında olan ve o sırada birkaç kanaat sahibi dervîşi bulunan bu tekkenin banîsi Gaj-Gaj Dede, Yesevî mürîdlerinden bir er olup, Hazret-i Pîr-i Türkistan’ın emri ile buraya gelmiş ve “Celalî sıfat olup, ejder gibi gaj-gajladığından” Gaj-Gaj Dede ismini almıştır. Benim için özel anılara konu olmuş olan Tokat’taki GıjGıj Dede Sultan’dan bahsedilen satırları Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden nakledelim: “..Şehre hâil bir ci­hannü mâ püşte üzere tekye-i Gıjgıj Dede Sultan tarik-i Yesevî’de bir ulu sultan imiş.Hacı Bektaş Velî-i Horasanî’yle diyar-1 Hora­san’dan gelüp izn-i Bektaş Velî ile bu kûh-ı bülend üzere sakin olur. Kaçan kim celâl sıfat olduklarında ejderha gibi gıjıldadığmdan Gıj-Gıj Dede derlermiş. Himmeti hâzır ü nâzır ola. Sâhib-i kanâat birkaç fukaraları vardır. ” h2

Hacı Bektaş Velî

Evliyâ Çelebi’nin isimlerini kaydettiği Yesevî mürşîd ve dervîşlerinden hiçbirisi bugünkü Nevşehir’de adı ile anılan kasabaya yerleşen Hacı Bektaş Velî kadar ün kazanmamıştır. Evliyâ Çelebi’nin saygı dolu ifadelerinden kolayca anlaşıldığı gibi, 17. yüzyıla Anado­lu Türkleri arasında Hazret Sultan Yesevî ve Hacı Bektaş Velî arasın­da doğrudan ilişki kuran ve Yesevî silsilesine müntesib dervişlerin manevî bir görev ile DiyârRûm’a gelmeleri hakkındaki rivayetler­le örülen kapsamlı bir Bektaşî menkıbesi teşekkül etmişti. Tarihe geçmiş rivayetlerle mutabık olan Bektaşî menkıbesinde Hazret Sul­tan Yesevî’ye verilen saygın makâmı, yapay bir plan ile izah edip küçümsemek akıl kârı değildir. Bektâşîlik son döneminde gözden düştükten sonra her türlü kötülüğün kaynağı olarak “lânetlenmesi” modasının başlangıçta sadece ‘medrese çevrelerinin soğukluğu’ndan ibaret kalan menfî yaklaşımın yaygınlaşarak OsmanlI’nın son döneminde ilim ve kültür ortamını da zehirlediği anlaşılmaktadır.

Hacı Bektaş Velî’nin Yesevî mürîdi olduğu hakkındaki rivayet­lere, ancak 16. asırda yazılmış KünhüTAhbâr ve 17. yüzyılda ka­leme alınan Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi gibikitaplarda rastlanır.

Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki, bazı akademik çalışma­larda vurgulandığı üzere Ahmed Yesevî’nin Fakr-nâme risalesindeki fikir ve görüşler ile Hacı Bektaş Velî’ye izafe edilen Makâlât kitabı arasındaki paralellikler de önem taşımaktadır.

Anadolu sûfîlerinden Hacı Bektâş-ı Velî doğrudan veya dolay­lı olarak Ahmed Yesevî’nin halifesi olarak gösterilmiş ise de, 14.. yüzyılda yazılan Eflâkî’nin ‘Menâkıbü’l-ârifîn’ eserinde ve 15. yüz­yılda kaleme alınan ‘Âşıkpaşazâde Târihi’nde Hacı Bektâş Velî’nin Vefâiyye tarîkatı şeyhi ‘Baba Rasûl’ lakaplı Baba İlyâs Horasânî’nin halifesi olduğu açıkça belirtilmiştir.

Tarihî mahiyeti her ne olursa olsun, Anadolu’da teşekkül eden Bektaşî geleneği, Ahmed Yesevî’ye dair menkıbevî birçok bilgi vermektedir ki Evliyâ Çelebi ve tarihçi Gelibolulu Ali’nin verdikleri bilgi ile tamamlandığı takdirde Ahmed Yesevî’nin Batı Türkleri üze­rinde büyük bir nüfuz sahibi olduğunu açıkça göstermektedir.

Bektaşî Geleneğine Göre Ahmed Yesevî ile Hacı Bektaş

Hacı Bektaş Velî hakkında yazılmış olan muhtelif velâyet-nâme’ler, bazan büyük ayrılıklar gösterse de Hazret Sultan Yesevî ile ilgili izler taşır.63 15. yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin olu­nan Hacı Bektaş Velî Velâyet-nâmesi ile KünhüTAhbâr’ın beşinci cil­dinde Hacı Bektaş’ın Şeyh Lokman Perende mürîdi olduğu ve Lokman Perende’nin ise Ahmed Yesevî’den el aldığı anlatılırken Hacım Sultan Velâyet-nâmesi’nde ve Fevâid’de Hacı Bektaş Velî doğrudan doğruya Ahmed Yesevî halîfesi olarak zikredilir. Buna paralel olarak Hacım Sultan Velâyet-nâmesi’nde doğrudan doğruya Ahmed Yesevî ile Bek­taş Velî arasında geçtiği nakledilen rivayetler, diğerlerinde Lokman Perende ile Hacı Bektaş arasında geçmiş olarak verilir.

MENKIBE

Hacı Bektaş Velî velâyet-nâmelerinde bulunan bir rivayete göre, Bektaş Velî, daha çocukken eğitimi için Ahmed Yesevî halîfelerinden, zahir ve bâtın ilimlerinde derinleşmiş bir mürşîd olan Şeyh Lokman Perende 'ye teslim edilir. ‘Perendelik 'nisbetini Ahmed Yesevî 'den, -bir rivayete göre de Hz. Ali 'nin oğluMuhammedHanefi'denalmıştı.

Bektaş Velî de tıpkı Ahmed Yesevî gibi daha çocukken aşağıda bir­kaçı verilen birçok kerâmetler gösterir:

Lokman Perende, birgün yanına girdiği zaman, odasının nur ile dolu görüp şaşırır: etrafına bakındığında Bektaş 'ın sağında ve solunda ta­nımadığı iki nuranî Zat 'ın Bektaş 'a Kur 'an okutmakta olduğunu görür Hz. Rasûlullah (s. a. v.) ve Hz. Alî (k. v.) olan bu iki nuranî Zat 'ın Lokman odaya girince hemen kaybolurlar: bu kişilerin kim olduğunu soran şeyhi Lokman Perende, kim olduklarını sorduğu öğrencisi Bektaş 'tan öğrenir

Yine birgün Hacı Bektaş, Lokman 'dan ders okurken namaz vakti gi­rer Lokman, şakirdi64 Bektaş 'dan abdest almak için su getirmesini ister Bektaş, mürşidine “Bir nazar etseniz de, su burada çıksa, dışarı gitmeye hâcet kalmasa ” der Şeyhi Lokman, manevî kudretinin buna yetmeyeceği­ni söyleyince, Bektaş Velî, derhal Allah 'a dua eder Lokman Perende de müridinin bu duasına, “Amin ” der Bir anda odanın ortasından latif bir su çıkıp pınar haline gelir : kapıya doğru akıp gider, pınarın başında ise güzel susam çiçekleri açar

Bir süre sonra Şeyh Lokman, Hacc 'a gider Vakfe için Arafat dağına çıkıp Kâ 'be 'ye doğru döndükleri esnada Lokman, mürîdlerine: “Yârânlar! Bugün arefe günüdür Şimdi bizim illerde güzel yemekler pişirilir... ” der. Tam bu sırada Şeyh Lokman 'ın Anadolu 'daki dergâhında da yemekler pişirilmektedir. Allah 'ın kudretiyle Lokman Perende 'nin sözlerini, Anado­lu 'daki genç Bektaş da işitir Bektaş, hemen bir tepsi böreği aldığı gibi tayy-ı mekân ile vardığı Arafat 'ta şeyh ve mürîdlerine sunar Lokman Pe­rende o günden sonra, “Hacı ” olarak anılmasını istediği Bektaş 'ın bu kerâmetini Hacc 'dan Nişabur 'daki dergâhına döndükleri zaman herkese söyledi ve “Hacı Bektaş "ın “Hacı ” lâkabı böylece ortaya çıktı. O sırada Horasan erenleri, hac tebriki için Şeyh Lokman 'a gelmişlerdir. Odanın or­tasından çıkan pınarı görünce şaşırıp, nasıl olduğunu sorarlar Lokman Perende, “Bu kerâmet Hacı Bektaş 'indir! ” der ve genç müridinin sayısız kerâmetlerini birer birer Horasan erenlerine anlatır Horasan erenleri, bir çocuktan bu kadar olağanüstü kerâmetin zuhurunu garib gördüler. Meclisde hazır olan Bektaş Velî, erenlere, “Hz. Alî (k.v.) neslinden bir çocuğa bu ikrâmı çok görmeyin ki, nasîb-i İlâhî ’dir! ” der Horasan erenleri, bu sitem üzerine “Eğer sâhib-i sır isen, nişanın nerede? ” diye sorarlar. Bektaş Velî elinin ayasında ve iki kaşı arasında bulunan iki yeşil beni gösterince, hay­ret içerisinde kalırlar

Yine birgün Horasan erenleri toplanıp Hacı Bektaş Velî 'ye, mürşîd olarak içlerinden hangisini seçeceğini sorarlar. Bektaş Velî, hangisi su­sam yaprağı üzerine seccade salıp namaz kılarsa, o erenin mürîdi olaca­ğını söyler. Bu zor iş karşısında hepsi aciz kalır ve bu kerâmeti kendisinin gösterip gösteremeyeceğini Hacı Bektaş 'tan sorarlar Hacı Bektaş Velî, bu kerâmeti de gösterince, mürşîdi Lokman Perende de dâhil bütün Horasan erenleri başlarındaki sarıklarını çıkarırlar Hacı Bektaş, bu sarıkları bir mürşîd gibi tekbirleyerek tekrar erenlere giydirir. Böylece manevî makâmının Şeyhi Lokman 'ınkinden daha yüce olduğu anlaşılır O sıralarda Horasan emîri olan Sultan İbrâhim-i Sanî vefat ettiğinden Hacı Bektaş 'a Horasan sultanlığını teklif ederlerse de kabul etmez. Horasan sultanlığını amcalarından Haşan 'a terk eder. Kendisi uzlete çekilerek bir çilehanede halvete girer ki, büluğ çağından sonra kırk yıl bu halvette kaldığı rivayet olunur.65

Velâyet-nâmedeki bu satırlardan sonra Şeyh Lokman Perende’den bir daha söz edilmez ve Hacı Bektaş Velî, yaşlılık dönemini yaşayan Ahmed Yesevî ile ilişkili olarak gösterilir. Bu rivayetlerin ilginç bir noktası Ahmed Yesevî’yi Horasan ülkesinin hükümdârı ola­rak göstermesidir:

MENKIBE

“Ahmed Yesevî, bütün Horasan ülkesinin valisi ve doksandokuz bin müridin şeyhidir. Bu sırada tamamen kâfirler elinde olan Bedahşan ülkesinden, İslâm beldelerine sürekli olarak akınlar olmaktadır Bu sal­dırılardan yılgın hale düşen halk Hazret Sultan Yesevî 'ye gelip kâfir üze­rine sefer açması için yalvarırlar Ahmed Yesevî de, henüz oniki yaşında bulunan oğlu Haydar 'ın başına taç ve beline kılıç kuşatıp, eline tuğ ve âlem verir. Haydar, maiyyetinde beşbin mücahid olduğu halde Bedahşan müşrikleri ile savaşmak üzere sefere çıkar Ahmed Yesevî, oğlunu gönde­rirken -her nasılsaAllah adını anmadığından, oğlunun birlikleri Bedah­şan 'da bozguna uğrar; bütün maiyyeti kılıçtan geçirilen Haydar, yedi yıl tutsak kalır Horasan halkının daha da azgınlaşan Bedahşan kâfirlerinden çekmedikleri kalmaz. Tekrar gelip Ahmed Yesevî’ye yalvarırlar Hazret Sultan Yesevî de, Allah 'a münacat eder, Bedahşan kâfirine karşı yardım ister O sırada birdenbire dergâh kapısında beliren Hacı Bektaş Velî, içeri girip Pîr-i Türkistan 'a selam verir, eşiğine yüz sürer Hazret Sultan Yesevî de, “İşte yurdun sahibi geldi! ” diye sevinir Yemekten sonra Ahmed Ye­sevî olanı-biten Bedahşan kâfirleri ile mücadelelerini anlatır Hacı Bektaş Velî, hemen şahin kılığına girerek uçarak gider Hazret Sultan Yesevî 'nin eski mürîdleri, tanımadıkları bu ‘Çıplak Abdal 'a gösterilen iltifata kızıp dergâhı terk ederler Hacı Bektaş Velî bir anda Bedahşan 'daki Haydar î esaretten kurtararak, babası Ahmed Yesevî 'ye teslim eder Bunun üzerine bütün küskün Yesevîdervişleri, ‘ÇıplakAbdal 'Hacı Bektaş 'ın büyüklüğünü teslim eder Hacı Bektaş sadece Hazret Sultan 'ın oğlunu esaretten kurtar­makla kalmaz; birçok kerâmetler göstererek Bedahşan halkını da İslâm 'a kazandırır ”66

Hacı Bektaş Velî bu olağanüstü başarılarından sonra artık Ho­rasan’da kalmayacaktır. Ahmed Yesevî’ye babası İbrâhim Şeyh’den intikal etmiş emanetleri -taç, hırka, sofra, seccadeyine kerâ­metler göstererek alan Hacı Bektaş Velî, Hazret Sultan Yesevî’nin emir ve işaretiyle Anadolu topraklarına gelecektir. Hazret Sultan Yesevî’nin Hacı Bektaş’ı Anadolu’ya göndermesine ilişkin rivaye­te göre, Ahmed Yesevî, uzun zamandır sakladığı babası Şeyh İbrâ­him ’ in emanetleri, sahibi olan Hacı Bektaş’a teslim ettikten sonra, “Ya Hacı Bektaş, işte nasibini aldın. Sana müjdeler olsun ki, şim­diye kadar nezdimde olan Kutbü’l aktâb’lık makamı artık şenin­dir ve kırk yıl hükmün vardır. Zaten fakirin de intikal vakti geldi. Haydi git, seni Rûm’a saldım ve Rûm abdallarına seni baş kılıp ser-çeşme eyledim! ” der. 67

Hacim Sultan Velâyet-nâmesi ise Hazret Sultan Yesevî ile Anadolu’nun manevî fethi ile görevlendirdiği Hacı Bektaş arasında­ki ilişkiyi şu tatlı üslub ile anlatır:

“...Sultan Ahmed Yesevî Hazretleri 'nin bir ağaç kılıcı vardı. Geti­rip tekbîr edip Sultan Hacı Bektaş Velîyyü'l-Horasanî'nin beline kuşattı ve dahi ocakta dut ağacından od yanardı. Bir eğsiyi kavrayıp Rûm 'a doğ­ru pertav etti ve ol eğsiyi “Horasan 'dan Rûm 'a er gönderdiğim malum ola, Rûm 'da bunu tutalar deyu ” dedi. Ol eğsi havada yana yana geçerken Konya vilâyetinde. Sultan Hoca Fakih derler bir er var idi. Ol odu kapıp hücresinin önüne dikti. Kudret-i İlahî, ol eğsi bitti. Tepesi yanık, aşağısı dut idi. El-halet-i hazihî şimdi yemiş verir. Pes imdi Sultan Hacım ve Hacı Bektaş Velî, ol gece seccade üzerinde yattılar ve kudretten bir avaz geldi ki: “Eğlenmen! Rûm 'a varın! ” Durdular Sabah namazın kılıp ve evrâdların tamam edip “Ya Fettâh ” deyip dostuna secde ettiler O 'ndan icâzet talep ettiler Pes Ahmed Yesevî b. Muhammed Hanefi b. Aliyyü '1-Murtaza dahî doksandokuz bin halîfe ile bunlara hayr-dua edip bir mübarek perşenbe günü ol saatte Kâ 'be yoluna revan oldular ".

(...Sultan Ahmed Yesevî Hazretleri’nin bir ağaç kılıcı vardı. Getirip tekbîr edip Sultan Hacı Bektaş Velîyyü’l-Horasanî’nin be­line kuşattı ve dahi ocakta dut ağacından ateş yanardı. Bir ‘yanık odun’u kavrayıp Anadolu’ya doğru savurdu ve o ‘yanık odun’u “Ho­rasan’dan Anadolu’ya er gönderdiğim malum ola, Anadolu’da bunu tutalar diye...” dedi. 0 ‘yanık odun’ havada yana yana geçerken (bugünkü Hacı Bektaş ilçesinin de bulunduğu) Konya vilâyetinde, Sultan Hoca Fakih derler bir er vardı. 0 ‘yanık odun’u kapıp hücre­sinin önüne dikti. Kudret-i İlahî, o ‘yanık odun’ yeşerdi. Tepesi ya­nık, aşağısı dut veren bir ağaç oldu. Şimdi hâlen, -o dut ağacıye­miş verir. Şimdi Sultan Hacım ve Hacı Bektaş Velî, o gece seccade üzerinde yattılar ve kudretten bir ses geldi ki: “Eğleşmeyin! Ana­dolu’ya varın!” Kalktılar, sabah namazın kılıp ve evrâdlarını tamam edip “Ya Fettâh” deyip Allah dostuna secde ettiler. O’ndan icâzet talep ettiler. Sonra Ahmed Yesevî b. Muhammed Hanefî b. Aliyyü’l-Murtaza dahî doksandokuz bin halîfesi ile bunlara hayır duası edip bir mübarek perşembe günü o saatte Kâ’be yoluna düştüler.)68

Pîr-i Türkistan Yesevî’nin, Anadolu’ya gelen Türkleri unut­mayarak, daima manevî yardımlarda bulunduğu ve dervişlerini gönderdiği hakkındaki birçok başka menkıbelerin varlığı Evliyâ Çe­lebi’nin notlarından da kolayca anlaşılır. Evliyâ Çelebi’nin seyahatnâmesinde yer alan bilgilere göre Yesevî himmeti Anadolu’yu da aşarak Balkanlar’a ulaşmıştır. Evliya Çelebi’nin Balkanlardaki seyahatlerinde tesirlerine tanık olduğu ve türbeleri ile karşılaştığı ismi bilinen Yesevî dervişleri, Yesevi izdaşları ise Deliorman’daki Demirci Baba, Filibe yolu üzerinde Adatepe’de medfûn Kıdemli Baba Sultan, Varna yakınındaki adına tekke ihdas olunmuş Kara­deniz kenarında Batova sahrasında muazzam tekkesi mevcut ve menkıbeleri meşhur olan Akyazılı Sultan olarak Evliya Çelebi’nin seyahatnâmesinde yer almaktadır.

Balkanlardaki Özi eyaleti seyahat anlatılırken de “Menzil-i sahrâ-yı âsitâne-i Batova, yani Akyazılı Sultan” başlığı altında Akyazılı Sultan isimli Yesevi dervişinden şöyle bahsedilir: “... Der sitâyiş-i âsitâne-i Akyazılı Sultan: İsm-i şerifleri (....) (...) Belh [u] Bu­hara ve Horasan’da cedd-i izâmımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi halîfelerindendir. Hatta Hacı Bektaş-ı Veli Horasan’dan Rûm’a teveccüh etdiklerinde yetmiş aded kibâr-ı kümelin eren­ler ile Bektaş-ı Veli Bursa gazâsma Orhan Gâzi’ye geldiklerinde Hazret-i Sarı Saltık Bay ki ism-i şerifi Muhammed Buhari’dir, anlar ve Keligra Sultan ve bu Akyazılı Sultan Bursa’ya bile gelüp ba’delfeth mezkûr erenler Rûm diyârında Bektaş-ı Veli izniyle post sahi­bi olurlar. ”b9

San Saltık Sultan

Rumeli’nin fethinin manevî öncüsü olan Sarı Saltık da asıl adı Muhammed Buharî olan bir Yesevî dervişidir. Evliyâ Çelebi, Sarı Saltık’ın Karadeniz kıyısında Romanya’nın Silistre bölgesindeki türbe­sini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Sarı Saltık için yapılan bir makâm ise İstanbul Boğazı’nın Rûmeli yakasındaki Rûmeli Feneri’nde yer almaktadır. Evliyâ Çelebi’nin tesbit ettiği şekle göre Batı Türkleri arasında eskiden beri ünlenmiş olan Sarı Saltık Menkıbesi, bunun güzel bir örneğidir.

Rivayete göre, Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltık” lakabı ile tanınacak olan Muhammed Buharî’yi de Horasan erenlerinden yediyüz kişi ile Anadolu’ya Hacı Bektaş’ın yardımına, Balkanlardaki Müslümanların imdadına gönderir.

Menkıbevî maneviyat gücünü temsil eden ‘tahta kılıç’ı Sarı Saltık’ın beline kuşatarak: “Saltık Muhammed’im! Bektas’ım seni i >

Rûm’a göndersin. Leh diyarında delâlet gösteren Sarı Saltık sure­tine girip, o melunu bu tahta kılıçla katleyle! Makedonya, Dobruca’da, Yedi-krallık yerde nam ve şan sahibi ol!” diye nasihat eder. Hazret Sultan Yesevî’nin bu talimat ve emri yerine getirilerek, Anadolu’ya gelen Sarı Saltık’ın Hacı Bektaş Velî’yi bulur. Hacı Bek­taş Velî’nin talimâtı ile Sarı Saltık, Rûmeli’ne geçerek Dobruca’ya yerleşen Sarı Saltık Rûmeli’nde sayısız kerâmetler gösterir, birçok küfür beldelerini fetheder ve bölge halklarını İslâm’a davet edip müslümanlaştırır.

Evliya Çelebi’nin bugünkü Romanya’da bulunan türbesinde ziyaret ettiği Sarı Saltuk’dan bahsederken de Hazret Sultan Ye­sevî’nin Osmanlı coğrafyasındaki etkisine tanıklık eder: Sarı Saltuk “...Sâdât-ı kiramdan bir ulu sultan idi. Bu hakirün ecdadı Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin halifesidür kim ism-i şerifleri Muhammed Neccâr’dur kim hasib ve nesib ırk-ı tâhirdendür. ” Evliya Çelebi “Bir mücâhid-i fisebilullah bir sultan idi.. ” diye övdüğü Sarı Saltuk’a Ahmed Yesevi tarafından Rumeli’nin fethinin hedef gösterildiği rivayetini anlatırken “ceddimiz pîr-i pirân-ı Tür­kistan Hoca Ahmed Yesevi ibn Muhammed Hanefi, Hacı Bektaş-ı Veli’ye imdat içün, yedi yüz âdem Horasan erenlerinden virüp” “Makedonya ve Dobruca ve yedi krallık yerde nam ve nişan sahibi ol” talimatı ile yönlendirildiğini belirtir.70

Evliya Çelebi’nin bu satırları Ahmed Yesevi’nin OsmanlI’nın kuruluş döneminde etkili olan Hacı Bektaş-ı Veli; Sarı Saltuk gibi seçkin dervişleri beraberinde gönderdiği belirtilen ve sayıları “üçyüz” ve “yediyüz” olarak kaydedilen Horasan erenleri vasıtasıyla icra ettiği fonksiyonu kanıtlamaktadır. Sarı Saltık Sultan Menkıbesi’ne Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin başka yerlerinde de yer ve­rilmiştir:

“Hakkâ ki Belh [ü] Buhara’da hazretleri Hacı BektaşVeli’yi Rûm’a Sarı Saltuk yani Muhammed Buharîhazretlerinigönderdikte....’m

“Der sitâyiş-i Tekye-i Keliğra Sultan yani San Saltık Sultan

... sene (---) tarihinde bizzat Muhammed Hacı Bektaş-ı Veli Yesev şehrinde Türk-i Türkân Hoca Ahmed Yesevi’den cihâz-ı fakrı kabul edüp diyâr-ı Rûm’da sahib-i seccâde olmağa mezun olup üç yüz yetmiş fukara ve bu Keliğra Sultan cümle fukaralara ser-çeşme olup...

... Nice zaman bu hal ile Sarı Saltık namıyla seyahat etdi. Ve kendülerinde alâ-sûret-i asfaru’l levn olmağıla Şeyh Ahmed Yesevi hazretleri kendülere Saltık Bây namıyla künye demişler idi. (...)

Lisân-1 Latinde Keliğra ejder-i heft-sere derler. ... Anmçün yedi kralda medfûn olup âsitâne-i saadetleri vardır. Üçü Âl-i Osman hükmünde ulu âsitânelerdir. Ve her diyarda birer ismiyle müsemmâdır. Amma Rûm’da Baba Sultan ve Sarı Saltık Sultan ve Kaliğra Sultan derler. Amma kâfiristan-ı Hıristiyanistan’da İsvet-i Nikola derler. ”72

Dünyanın Diğer Yerlerindeki Yesevîler

Azerbaycan’ın kuzey bölgesindeki Şirvan Hanlığı sahasındaki Niyâzabad’daki türbesi ziyaretgâh olan Avşar Baba âsitânesi de Ev­liya Çelebi’nin Yesevi dervişleri ile karşılaştığı yerlerdendir. Evliya Çelebi, Avşar Baba’yı ziyaretini Ziyaret-i Avşar Baba, başlığı ile an­latıyor: “Avşar Baba, cedd-i izamımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî hazretlerinin halifelerindendir. Tarik-i Yesevî, Acem’de makbul olmağıla yüz aded fukarâ Yesevî âsitânesinde taat [u] iba­dete meşgûllerdir. ” 73

Seydî Alî Reis’in Mir’âtü’l-Memâlik kitabında verdiği bilgiler, 16. yüzyılda şimdiye kadar anılan yerler dışında Hârezm, Ejderhan ve Batı İran’da da Yesevî şeyhlerine rastlandığını göstermektedir.

16.               asırda Asya’nın hemen her yerinde Ahmed Yesevî’ye nisbet iddia eden birçok sûfîye rastlandığı Osmanlı deniz amirali Seydî Ali Reis’in Mir’âtüTMemâlik’inden anlaşılmaktadır. Kâtibî mahlâslı önemli bir Osmanlı şairi de olan Seydî Alî Reis, 1553-1557 yılların­da yaptığı zorunlu Asya seyahatinde Sind, Pencab, Afganistan, Mâ­verâünnehir, Horasan, Azerbaycan, İran sahalarından geçerken kar­şılaştığı ve Yesevî’ye nisbet iddia eden sûfîlerden Süleyman Hakîm Ata ve Seyyîd Ata gibi bazılarının türbelerini ziyaret etmiştir. Kar­şılaştığı Yesevî evladından bazı isimleri de eserinde zikretmiştir: Semerkand Emîri Barak Han, Ahmed Yesevî evlâdından Sadr-ı âlem Şeyh’i yanına katarak OsmanlI’ya elçi olarak gönderir.74

Ejderhan yakınlarında katledilen Baba Şeyh de Yesevî so­yundan bir azîz olarak bilinmektedir. Kazvin-Bağdad yolu üzerinde Sultaniyye yakınında Ebher’i geçtikten sonra uğradığı Gürgan’da ziyaret ettiği Şeyh Muhammed Dem Tîz b. Ahmed Yesevî de Yesevî evlâdından imiş. Seydî Ali Reis’in verdiği bu ayrıntılar, Yesevîlik ve Yesevî nüfuzunun, 16. asır Asyası’nda nasıl bir geniş coğrafyada yayıldığını gösteren işaretlerdir.

Rumeli’nde rastlanan Yesevî dervişlerinden esasen Hindli olup, Temeşvar’daki Lippa kalesinde 1567’de ölen Şeyhü’ş-şerîf MuhammedüTHindî adlı bir Yesevî dervişinin öyküsü, Yesevî et­kisinin Hindistan’a kadar ulaştığını kanıtlaması yönünden oldukça ilginçtir. Hindistan’ın Agra kentinden olan bu Yesevî Şeyhi, Ataî’nin ifadesine göre, “Şeyh Hacı Bektaş hizmetinde kalan Şeyh Rıza hulefâsmdan Ahmed Yesevî tarikatında bir pîr”dir. Şakayık Zeyli’ne göre Babürlü sultanlarından Hümâyûn Şah’ın maiyyetinde 1552’de İran Şahı Tahmasb’a sığınmış, lâkin “Sünnî oldukları sezilip haya­tının tehlikede olduğu”nu anlayınca Osmanlı ülkesine kaçmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın ihsan ettiği günlük 120 akçe masraf ile dört sene İstanbul’da oturduktan sonra, Temeşvar’da Lippa kale­sinde 20.000 akçe maaş ile görevlendirilip orada vefat etmiştir.

Hindistan’ın Keşmir bölgesinde Ahmed Yesevî’ye mensub ol­duğu kaydedilen Hoca Hafız Ahmed Yesevî Nakşbendî, de isminden anlaşıldığı üzere bir Yesevî dervişidir. Hazinetu’l-Asfiyâ yazarının ifadesine göre, “havârik ve keramâta mazhar ve envâr ve tecelliyâta mevrîd olan” bu dervîş, kader şevkiyle vatanından ayrı dü­şerek Arabistan, Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Irak, Rûm, Rus mem­leketlerinde bulunduktan sonra Hindistan’daki Keşmir’e gelerek yerleşmiştir. 17. yüzyılda yaşayan bu sûfî, ömrünün son yıllarında uzleti seçtiği için halk ile görüşmez, yalnız arasıra Şeyh Agâh Molla Şah’ın tekkesine gelirdi.

Hoca Nizamüddin b. Mu’inü’ddin, birkaç sene sonra manevî derecesinin yüceliğini fark ederek hizmetine girer. Hoca Nizamüd­din çok rica ederek kendisi ile beraber şehre gelmeğe razı eder. Nizamü’d-Dîn’in ölümünden sonra Hoca Nureddin Muhammed Aftab, hizmetini üstlenerek mürîdi oldu ve böylece o çevrede büyük bir ün kazandı. Ahmed Yesevî torunlarından olan bu Nakşbendî -daha doğrusu Yesevîşeyhi, 1702 tarihinde vefat ederek Keşmir’de gö­mülür.75

4. Yesevî’nin Sultanlara Baş Eğdiren Gücü: “Emîr Timur’un Rüyası”

Yesevî Geleneği ile ilgili kaynaklar incelendiğinde hemen dikkati çeken hususlardan birisi de Ahmed Yesevî ve tarîkatının sonraki önderlerinin emîr ve devlet yetkilileri ile ilişkileridir. Bu ilişkiye yakından bakıldığında manevî erki elinde tutan sûfîlerin, siyasi erki sultanlar üzerinde etkin oldukları görülecektir. Bir tür ‘manevî danışmanlık’ olarak değerlendirilmesi mümkün olan bu birliktelik tarih boyu Türk hükümdârlarının halka adalet ile mua­mele etmelerinde ve merhamet ile davranmalarında başlıca etken olarak değerlendirilebilir.

Türk tasavvuf geleneğini yansıtan kaynaklarda, maneviyat ulularının devlet yöneticilerine her zaman yön verir konumda ol­dukları izlenir. Karahanlılardan Gaznelilere, Selçuklu’dan Osman­lI’ya intikal eden bu geleneğin belgeli kanıtlarını tarih kitapların­dan okumak mümkündür. Bu ilişkinin belgelenmiş ilk örneklerinden birisi, son büyük Selçuklu Sultanı Sultan Sencer ile Yûsuf Hemedânî arasındaki ilişkiyi yansıtan rivayet kaydedilmişti. (Bkz. l/4-Yûsuf Hemedânî Ocağı) Bu rivayet bir gönül sultanı ile devletin başında­ki bir emir arasındaki sevgi ve saygıya dayalı bir ilişkinin tarihte yaşanmış kayda değer bir örneği olarak çok anlamlıdır. Bu anlamlı ilişki Selçuklu mirası üzerinde yükselen Osmanlı asırlarında da aynı hassasiyetle sürdürülecek ve yakın tarihlere kadar yaşatılacaktır.

Tasavvuf ehli ile devlet yöneticileri arasındaki karşılıklı mu­habbet ilişkisinin kayda değer bir örneği de henüz bir çocuk olan Ahmed Yesevî’nin olağanüstü bir kerametine tanık olan bir hükümdâr ile ilgilidir. İbrâhim Şeyh’in küçük oğlu Ahmed’in nasıl Yesevî ünvânını aldığını açıklayan ve Yesevî’nin ününü ilk kez bütün Tür­kistan’a yayan bu olağandışı rivayet şöyledir:

MENKIBE

“Mâverâünnehir ve Türkistan 'da Yesevî adlı bir hükümdar salta­nat sürüyordu. Kışın Semerkand 'da oturuyor, yazları Türkistan dağların­da yaşıyordu. Bütün Türk hükümdarları gibi av meraklısı olan bu sultan, yazları, Türkistan dağlarında aylanmakla vakit geçirirdi. Bir yaz Karaçuk dağında aylanmak istediği halde, dağın çok sarp olması bu emelden mah­rum etti; hiç ay’ avlayamadığı Karaçuk dağım ortadan kaldırtmak istedi.

Hükmettiği yerlerde ne kadar evliyâ varsa hepsini topladı ve duaları berekâtıyla bu dağı ortadan kaldırmalarını istedi. Türkistan evliyâsı hü­kümdarın bu niyâzını kabul ettiler. İhram bağlayıp üç gün kadar bu dağın ortadan kalkması için tazarru ve niyâza koyuldular; fakat bütün tazarru ve duaları, umulanın aksine, neticesiz kaldı. Sebebini araştırdılar, “Memle­ketteki ariflerden, velîlerden gelmeyen var mı? ” diye sordular Şeyh İbrâ­him oğlu Ahmed 'in henüz pek küçük olduğu için, çağırılmadığı anlaşıldı.

Hemen Sayram 'a adamlar gönderip Ahmed 'i de çağırdılar Henüz çocuk olan Ahmed, ablası Gevher Şahnâz 'a danıştı. Gevher Şahnâz dedi ki, “Babamızın vasiyyeti vardır Senin meydana çıkma zamanının gelip gel­mediğini belli edecek şey, babamızın mescidi içindeki bağlı bir sofradır Eğer onu açmağa kadir olursan, var git. Meydana çıkma zamanın gelmiş demek olur

Ahmed, bunun üzerine mescide gitti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmiş demekti. Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi. Bütün evliyâ orada hazırdılar Sofrasında olan bir tane ekmeği niyâz gös­terdi, kabul edip Fâtiha okudular Bu ekmeği meclistekilere böldü; hepsine yetti. Evliyâdan ve sultanın ümera ve askerlerinden orada doksandokuz bin kişi hazır olmuştu. Onlar bu kerâmeti görünce, Ahmed 'in büyüklüğünü daha iyi anladılar Hoca Ahmed, babasının hırkası içinde duasının netice­sini bekliyordu.

Birdenbire gökyüzünden seller boşandı, her yer suya boğuldu. Şeyh­lerin seccadeleri dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağ­rışıp niyâz ettiler Ahmed, hırkadan başını çıkardı. Hemen fırtına kesilerek güneş açıldı.

Baktılar, Karaçuk dağı ortadan kalkmış: Şimdi o dağ yerinde Karaçuk adlı bir kasaba bulunur ki Hoca Ahmed’in ekser evlâdının mesken ve vatanıdır

Bu kerâmeti gören hükümdâr Yesevî, kendi adının kıyamete kadar cihanda bakî kalmasını temin için Hoca Ahmed 'den niyâz etti. Hoca Ah­med, bu niyâzı da kabul eyledi ve dedi ki : “Alemde her kim bizi severse senin adınla beraber vâdeylesin ”.

İşte bundan dolayı o gündenberi “Ahmed Yesevî” adı ile anılır oldu. ”

Ahmed Yesevî ile Kazan Han adlı bir hükümdar arasındaki ha­diseyi anlatan bir menkıbe ise tayy-ı mekân yaparak Mısır el-Ezher Camii’nde Cuma namazı kılmağa gidilmesi hakkındadır:

MENKIBE

“Kazan Han, Ahmed Yesevî 'nin Cum 'a namazı için camie gelmedi­ğini görerek, Hazret Sultan 'ın mürîdi ve mahremi SûfîMuhammed Dânîş­mend ile kendisine haber gönderdi. O sırada Cum 'a namazı için salâ ve­riliyordu.

SûfîMuhammed Dânîşmend, acele ile ve korka korka Hazret Sultan Yesevî 'nin huzuruna girince Yesevî dedi ki: “Ya SûfîMuhammed, gel bana yapış, seninle Cum 'a namazına varalım. ” Sûfî Muhammed Dânîşmend, mürşîdi Ahmed Yesevî 'nin emrine itaat etti. Bir anda kendisini bir büyük cami içinde, safların birinde oturur buldu. Cum 'a namazı kılınır kılınmaz, bu olağanüstü hadiseden şaşırmış olan SûfîMuhammed Dânîşmend, Ah­med Yesevî 'yi aradıysa da bulamadı. Yedi kere cami kapısına gidip geldi, bir netice çıkmadı. Meğer cami kayyımı bu sırra vakıf imiş, Sûfî Muham­med Dânîşmend'e dedi ki: “Ey dervîş, burası Mısır 'dır ve bu cami de ‘Ca­min '1 Ezher ’dir Aradığın mübârek insan nice zamandır Cum 'a namazını burada kılar ”

Sûfî Muhammed Dânîşmend bir hafta orada kaldıktan sonra, Ah­med Yesevî 'yi bularak yine bir an içinde Yesi 'deki halvethaneye geldi. Hazret Sultan Yesevî, gördüğünü gidip Kazan Han 'a haber vermesini Sûfî Muhammed Dânîşmend'e emretti. Sûfî Muhammed Dânîşmend, Kazan Han 'a geldi, başına gelenleri birer birer anlattı: hâlbuki henüz müezzinler salâdan fariğ olmamışlardı. Bunun üzerine Kazan Han ve maiyyetindekiler Hazret Sultan 'ın büyüklüğünü iyice anladılar ”

Hoca İshâk Ata, Yûnus Han isminde bir devlet yöneticisinin babası İsmâil Ata 'ya mürîd olduğunu, dünyevî işleri terk edip dervişliğe yöneldi­ğini ve irşad edildikten sonra ‘Otluğ (= Ateşli) Yunus 'lakâbıyla anıldığını Hadîkâtü 1-ârifîn 'de nakleder

Emîr Timur ile Hazret Sultan Yesevî İlişkisi

Aynı zaman diliminde yaşamadıkları bilinmesine rağmen, Emîr Timur (1336-1405) iki asır sonra yaşadığı Ahmed Yesevî’ye derin bir bağlılık duygusu taşımaktadır. BU konuda nakledilen ri­vayetlerin ötesinde Kazak bozkırlarında Emîr Timur’un emri ile inşa edilen ve dünya kültür mirasının nadide bir eseri olarak bugün de dimdik ayakta duran Yesevî külliyesi, bu bağlılığın elle tutulur gözle görülür bir eseri olarak ziyaret edilmektedir. Emîr Timur’un, Ahmed Yesevî’nin kabri üzerine bir türbe ve külliye bina etmesi de, menkıbeye göre, Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerâmeti eseri­dir. Ahmed Yesevî Türbesi’nin yapımı ile ilgili olarak tarihi kaynak­larda kaydedilenler, Türk tarihi yönünden önemli bir boyutu ortaya sermektedir.

Rivayete göre vefatından sonra da kerametleri devam eden Ahmed Yesevî, büyük Türk hanı Emîr Timur’ un rüyasına girerek Batı seferini ve yapacağı fetihleri müjdeler. Risale-i Tevârih-i Bul­gariye adlı eserde Emîr Timur’un rüyası ve Ahmed Yesevî’ye olan manevî bağlılığı Emîr Timur'un dilinden verilen şu satırlarda an­latılmaktadır: “...Nihayet Hazret-i Emîr Timur, Hızır (a.s.) ile beraber Buhara’ya gitmeğe niyet etti. Yolda Türkistan’a uğradı. Türkistanlı Ahmed Yesevî, Emîr Timur’un rüyasına girdi. “Ey yiğit! Çabuk Buhara’ya git, inşaallah oradaki sultanın ölümü senin elin­dedir, bütün Buhara halkı zâten seni bekliyorlar. Senin başından çok şeyler geçse gerektir” dedi. Emîr Timur, bu rüyayı görüp uyan­dı, Allah’a şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimi Nogaybek Han’ı çağırttı; Ahmed Yesevî kabri üzerine bir âsitâne yaptırması için ona akça verdi. Türkistan hâkimi öyle zînetli bir âsitâne yaptırdı ki hâlâ bütün güzellikleriyle durur”.

Rüyasında verilen bu işaret üzerine Buhara üzerine sefere çı­kan Emîr Timur, Buhara’da zafere ulaştıktan sonra şükran hissinden kaynaklanan manevî bir yöneliş ile Seyhun nehrini geçerek Ahmed Yesevî’nin mütevazı’ kabrini ziyaret eder.

Şerefüddin Yezdî’nin Zafernâme adını taşıyan ve Emîr Timur dönemini anlatan eserinde bu durumu şöyle tasvir eder: “Emîr Ti­mur, 1396 yılında Semerkand’da eşi için Dilguşa Bağı’nı yaptırdıktan sonra Taşkend taraflarına doğru gitti. Seyhun nehrini geçip o civar­daki kasabalarda ordunun kışlamasını emretti ve kendisi de Türkistan’da ve Kırgız bozkırlarında büyük nâmı olan Ahmed Yesevîkabri­ni ziyaret için Yesi’ye geldi. “Muhammed Hanefî evlâdından bu din ulusuna hürmeten” mezarı üzerine alî bir imaret yapılmasını emr ve ferman etti. Mevtana Abdullah Sadr, bu işle görevlendirilerek Hoca Hüseyin Şîrazîadlı bir mi’mar marifetiyle işe başlandı. Büyük bir kubbe ile iki minareden ve sayısız sofalar, hücreler, künbetlerden oluşan muhteşem bir bina iki senede meydana çıktı.

Yesevî külliyesinin kubbe ve duvarlarının çinilerle tezyini ve Hazret Sultan Yesevî’nin kabir tası olacak sandukanın mermerden ve nakışlarla süslenerek yapılması Emîr Timur’un kesin emri oldu­ğu için, bina gerek içten gerek dıştan kusursuz denecek bir şekilde inşa edilmiştir. Külliyenin zikir meydanında 1398’de vakfedildiği anlaşılan ve üzerine Kur’an âyetleri kazınmış çok büyük bir kazan da vardır. Külliyenin ahşap kapı oymaları, külliye ayrıntılarındaki incelik ve zerafet harikulade denecek kadar güzeldir. Bu muaz­zam binanın yapılmasından sonra, Emîr Timur, şehirdeki fakir ve muhtaçlara birçok ihsan ve sadakalarda bulundu. Külliyenin açılış töreni sonrasında tekrar Semerkand’a döndü. ”

Din âlimlerinin ve tasavvuf önderlerinin halk üzerindeki ma­nevî nüfuzlarından faydalanmak maksadıyla din büyüklerine saygı gösteren, bazı kaynaklarda “bütün hayatında İslâmî bir siyaset takib eden bir hükümdâr” olarak bilinen Emîr Timur’un, Buhara’nın fethinin kendisine bir rüya ile müjdelenmesi ve fethin de nasib olmasından sonra Hazret Sultan Yesevî’nin manevî tasarrufunun etkisine daha kesin bir inanç ile bağlandığı kaydedilmiştir. Hattâ, bir belgenin tanıklığına göre Yıldırım Bayezid ile savaşmak üzere Anadolu’ya yürüdüğü zaman, Yesevî Makâmât’ından tefe’ül etmiş­ti. Azerbaycan ve Anadolu’yu da içerisine alan Batı seferine ilişkin beklediği işareti Yesevî Makâmât’ından araması Emîr Timur’un di­linden şöyle nakledilmektedir:

MENKIBE

Batı seferine, Rûm ülkesine -Anadolu'yayöneldiğim zaman Hazret-i Şeyh Yesevî” Makâmât îndan” bir işaret aradığımda şu müjde veren rubai (= dörtlük) ile karşılaştım ki her ne zaman müşkilât (=güçlük) ile karşılaşsanız Hazret Sultan Yesevî’nin bu rubaisini okuyun:

“Yeldâ giceni şem-i şebistan itken

Bir lahzada alemni gülistan itken

Bes müskil isim tüsübdür asan itken » » >

Ey barçanı müşkilini âsân itken”

[ Uzun geceyi kandil gibi aydınlatan

Bir anda cihanı gül bahçesi eden

Ne zaman güç işim düşse kolay eden

Ey herkesin güçlüğünü kolay eden -Allah’ım-...]

Ben bu rubaiyi hıfzettim(= ezberledim). Rûm (= Anadolu) hükümdarı Bayezid’in askeriyle karşılaştığımızda bunu yetmiş defa okudum; zafer hasıl oldu.. ”

Bu sözler Emîr Timur’un Ahmed Yesevî’ye duyduğu saygı ve O’nun manevî tasarrufuna olan inancı yanında derin bir sevgi ve güveni de açıkça hissettirmektedir. Yine bu ifade, Emîr Timur’un Şâh-ı Nakşbend başta olmak üzere bütün Allah dostlarına karşı ser­gilediği -ve yazılı kaynaklarda da zikredilensaygısının bir örneğidir. Bu sözler aynı zamanda Batı Türk devleti olan OsmanlI’yı Ankara Ovası’nda yenen Doğu Türk devleti’nin dayandığı manevî gücü de ifade eder. Anadolu seferinde yaşananlar nedeniyle Emîr Timur’a yönelik küçümseyici, hakaret dolu hikâyelere inanmış olanlar için bu saygılı ifadeler -herhaldeçok çarpıcı gelmiş olmalıdır.

Bugün bir Türk için, Ankara’nın Çubuk ovasında perişan edi­len Yıldırım Bayezid için ne kadar üzülmeli isek, -aslında isteme­diği halde Anadolu’ya yönelmek zorunda bırakılanEmîr Timur’a da -hiç değilse Allah’ın evliyâsına muhabbeti nedeniyleen az o kadar saygı duymalıyız. Bugünün dünyasında geçmişin kavgaları­nın kan davasını gütmek yerine, bu örnekten yola çıkılarak Ahmed Yesevî’nin -dün olduğu gibi bugün dedünya Türklerini dizleri di­binde bir araya getiren “ortak manevî önder” olduğu hatırlanmalı ve Yesevî ocağında kucaklaşılmalıdır.

Emîr Timur’un Buhara civarında yaşayan ve çağdaşları olan Hâcegân silsilesi meşayıhına gösterdiği ilgiyi anlatan birçok men­kıbe yanında, Emîr Timur’dan asırlarca sonra yaşamış olan büyük mutasavvıf İmam-ı Rabbani’nin Mektubât’ında yer alan bir mektu­bunda yer verdiği manevî müjde Emîr Timur hakkında konuşulur­ken dikkatli olunmasını ihtar etmektedir.

Nakşbendî geleneği, Emîr Timur hanedânından ünlü Sultan Ebû Saîd Mirza’nın, Hâcegân silsilesinden Ubeydullah Ahrar’ın ilti­fatına mazhar olmasını da, yine Ahmed Yesevî’nin bir kerametine dayandırır:

MENKIBE

Sultan Ebû Saîd Mirza 'mn daha nam ve sam yokken Ubeydullah Ahrar, bir kâğıt parçasına Ebû Saîd'in ismini yazıp sarığının kıvrımı ara­sına soktu. Bunu gören Ubeydullah Ahrar 'ın mürîdleri, ismi yazılan Ebû SaîdMirza 'mn kim olduğunu mürşîdlerinden sordular Ubeydullah Ahrar: “Bize, size, Taşkend, Semerkand ve Horasan halkına sultan olacak adam!” cevabını verdi. Gerçekten de aradan az bir zaman geçtikten Ebû SaîdMir­za 'mn yıldızı parladı ve nâmı âleme yayıldı.

Meğer o vakitler Sultan Ebû Saîd Mirza da şöyle bir rüya görür: Bu rüyada Ubeydullah Ahrar Ahmed Yesevî 'nin işaretiyle Ebû Saîd için dua edip Fâtiha okur Ebû SaîdMirza rüyasında Hazret Sultan Yesevî 'ye kendi­sine dua edip Fâtiha okuyan velînin kim olduğunu sorup adının “Ubeydul­lah Abrar” olduğunu öğrenir Ebû SaîdMirza sabahleyin, maiyetindekilere, Ubeydullah Ahrar adlı birini tanıyıp tanımadıklarını sorar Taşkend 'de o isimde bir mürşîd bulunduğunu haber alır almaz, hemen Taşkend 'e doğ­ru yola çıkar ve nihayet Ferket 'te Hoca Ubeydullah Ahrar ile karşılaşıp mülakat ederek, dua ile bir Fâtiha niyâz eder Bu talebi üzerine Ubeydullah Ahrar gülerek Ebû SaîdMirza 'ya der ki: “Fâtiha bir kez olur ”,

Cevâhirü’l-Ebrâr’da Hind ikliminin Türk Sultanı Babür Şah soyundan olan Hümâyûn Şah hakkında Seyyîd Mansur aracılığı ile gerçekleşen Yesevî’nin bir kerâmeti de anlatılır:76

MENKIBE

SeyyîdMansûr Ata, bir ara Türkistan 'a, yani Yesi 'ye gelerek, Ah­med Yesevî türbesini ziyaret edip ve Hazret Sultan ile manevî olarak sohbet etti. Bu manevî mülâkat sırasında Ahmed Yesevî, SeyyîdMansûr 'a dedi ki: “Çağatay Sultanı -yani Babür 'ün oğlu Hümâyûn ŞahSemerkand'ı zap­tedip o bölgenin egemenliğini ele geçirmek istiyor: fakat ervâh-ı tayyibe buna razı değil, onu Hindistan 'a havâle ediyorlar Hümâyûn Şah 'ın Hind ülkesindeki zaferleri için, türbemizden bir âlem al ve Hümâyûn Şah 'a gö­tür "Ahmed Yesevî’nin bu emri üzerine Seyyîd Mansûr, türbedeki bir âlemi alarak Hümâyûn Şah 'ın taht merkezi olan Kabil şehrine gitti. Hümâyûn Şah, ceddi olan Emîr Timur 'un kabrinin bulunduğu Semerkand j almak istiyordu. Hümâyûn Şah 'ın kardeşi Hindal Mirza, Kabil 'de SeyyîdMansûr ile başbaşa görüştü ve bu Yesevîyye mürşîdinin manevî derecesini anlaya­rak müridi oldu.

Kardeşi Hindal Mirza, Hümâyûn Şah 'ın yanına gittiği zaman, kar­deşine başından geçenleri anlattı. O da rüyasında bunu işaret eden benzer bir rüya görmüştü. Bunun üzerine iki kardeş Seyyîd Mansûr ît davet etti­ler SeyyîdMansûr Ata, Ahmed Yesevî’nin işareti ile yanına aldığı âlem ile beraber Kabil ’e geldi. Hümâyûn Şah, tarafından saygı ile karşılandı. Hümâyûn Şah 'ın sarayında zikr halkası kuruldu, Türkistan pirlerinin hik­metlerinden manzumeler okundu. Dinleyenlerde vecd hâsıl oldu. Bundan sonra SeyyîdMansûr Ata, Hümâyûn Şah 'a dedi ki: "Mâverâü ’nnehir evliyâsı, size Hind fethini müjdeliyorlar Hazret Sultan Yesevî de zaferiniz için bu âlemi nişane olarak gönderdi. Kabul buyurunuz Bunun üzerine Hümâyûn Şah bu müjdeden çok memnun oldu ve Hindistan 'a yürüyerek pek çok yeri fethetti.

(Babürnâme’de bu rivayetin bir başka versiyonu yer almak­tadır.)

Türkistan Emîr ve Hanları ile ilişkiler konusunda Yesevîler başlangıçta daha etkili iken Nakşbendîyye tarîkatının önce Mâverâünnehir’de ve sonra bütün Türkistan’da etkinlik kazanması ile zamanla Nakşbendîlerin gerisinde kalmışlardır.

Şeybânî Hanlığı’mn ilk zamanlarında Yesevîlik tekrar ön al­mışsa da, Şeybânî Han’ın önceleri intisab ettiği Yesevî şeyhi Cemâleddin Kâşgarî Buharî’yi Buhara’dan Herat’a sürgün etmesi neti­cesinde durum yeniden Nakşbendîler lehinde değişmiştir. Son dö­nemlerinde Yesevî şeyhleri ile aralarına giren soğukluğa rağmen Şeybânî hanlarının Hazret Sultan Yesevî’ye saygısı ise hiç eksilme­miş; Yesevî külliyesi vakıflarının güçlendirilmesi yanında yazdıkları şiirlerde de bu bağlılığı göstermişlerdir.

18.               yüzyılda bazı Mangıt hanlarının Nakşbendîliğin Müceddidiyye koluna bağlanmaları ve bazı din adamlarının yönlendirmesi ile cehrî zikri yasaklamaları, bu asırda Türkistan’daki nüfuzları da azalmış olan Yesevîler’i siyasî destek yönünden de geriletmiştir.

19.               -17. asırlarda ölen Kazak hanları, Altınorda hanlarının defnedildiği Sarayşık (Saraycık)’da toprağa verilirlerdi. Bazı hanlar ile önde gelen Kazak beylerinden bir kısmı ise Yesi (= Türkistan) şehrindeki Ahmed Yesevî türbesine defnedilmeyi vasiyet ettiklerin­den Yesi’deki Yesevî külliyesinde sıvanmışlardır.

Hazret Sultan Yesevî külliyesinde, ebedî istirahatgâhlarına tevdi edilen Kazak hanlarından Abılay Han, Colbarıs-Han, Esim-Han, Babır-Han’a ait sandukalar külliyede ana binanın çatısı altındadır. Kazak tarihinin şanlı isimlerinden Kazıbek-Biy, Canıbek-Biy gibi tari­hi şahsiyetlerin türbeleri de Ahmed Yesevî türbesi civarındadır.

20.               asrın ünlü Kazak komutanlarından Bögembay Batır Arka’da Silti boyunda öldüğü halde cesedi vasiyeti üzerine Türkis­tan’a getirilerek Yesevî türbesi yanına defnedilmiştir.77

Kazak hanlarının ölümlerinden sonra Yesevî külliyesinde def­nedilmelerini vasiyet etmeleri Hazret Sultan Yesevî’nin manevî çekim alanının 18. yüzyılda da güçlü bir şekilde varlığını devam ettirdiğinin bir işaretidir.

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to