Derleyen: CENGİZ ORHAN
Voltaire
(1694-1778)
Voltaire 21 Kasım 1694'te Paris'te doğdu. Asıl adı
Françoı's-Marie Arouet'dir. Bir Cizvit okulunda okuyup hazcı yaşam felsefesini
benimsedi. 1717'de ülkeyi yöneten Orleans dükünü hicveden bir yazı yazdığı için
tutuklanıp on bir ay Bastille'de yattı. Hapisten çıktıktan sonra yazdığı Oedipe
ve Henriade adlı trajedileriyle büyük başarı kazandı. Dönemin en büyük trajedi
yazarı olarak anılmasıyla birlikte Voltaire ismini kullanmaya başladı. l726'da
Ruhan düküyle kavga ederek Bastille'de beş ay daha kaldı, sonra da İngiltere'ye
sürüldü.
Burada dönemin ünlü isimleriyle tanıştı. Edebiyat akımları
ve bilimsel gelişmelerle ilgilendi. 1729da Fransa'ya döndü. Döner dönmez yeni
yatırımlar yaptı ve kendine bir servet edindi. Tarihe yöneldi, yeni bir türü
deniyordu. Yayınladığı Felsefe Sözlüğü, Fransız siyasal rejimini eleştiriyordu.
Yerleşik. dinsel ve siyasal kurumları açıkça karşısına alıyordu. Bu yüzden
yeniden tutuklama kararı çıktı. Bunun üzerine Voitaire, Chatelet markizinin
yanına sığındı. Şatosunda edebiyat çalışmalarına ve tarih araştırmalarına devam
etti.
Hayranı olduğu ve yazıştığı Prusya Veliahtı Il.Friedrich
tahta çıkınca, Fransız. hükümeti onu yarı resmi bir görevle Berlin'e gönderdi.
Voltaire yeniden yükselmişti, dostlarının yardımıyla Versailles'da tarih
yazmanlığına getirildi. Yazdığı Fanatiznveya Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] Peygamber trajedisi bir oyundan sonra yasaklandı. Bu arada Fransa
kralıyla arası açıldığı için Cenevre'ye yerleşti. Yazılarıyla protestanları
kızdırdı ve J. Rousseau ile arası açıldı. Diderot'nun Encydopedie'si için
yazdığı Cenevre maddesi buradaki düşünürleri kızdırınca, Cenevre'de de kalamadı.
Bundan sonra İsviçre-Fransa sınırında, biri İsviçre'de diğeri Fransa'da iki
malikane alarak polis takibinden kurtulmaya çalıştı.
1778'de Paris'ten gelen daveti kabul etti ve Irene adlı
oyunun provaları için Paris'e gitti. 30 .Mart 1778 günü Fransız Akademisi'ne ve
Comedie Française'e kabul edildi. Mayıs 1778'de öldü.
İÇİNDEKİLER
Önsöz/ 9
Türkler nereden geldiler ve nasıl ınüsliiman oldular /
1l
Haçlı Seferleri/ 22
İstanbul'un Haçlılar tnrafından işgali / 28
Türklerin Avrupaya geçişinden Fatih'in ölümüne kadar/ 32
Cem Sultan' ın macerası / 50
Fatih'in ölümünden sonra Yunanistan/ 52
Endülüs devletinin çöküşü / 60
Mısır'ın fethi / 62
Endüljanslar, İranlılar ve Kanuni Sultan Süleyman / 64
Araplar ve Yahudiler/ 74
Osmanlı İmparatorluğuna bir bakış/ 78
İnebahtı deniz savaşı/ 81
III. Mtırad'dan IV. Murad'ın ölümüne kadar/ 83
Girit Adası'nın fethi/ 87
Viyana savaşı/ 93
Ruslar Anzak Savaşı/ 94
Büyük Petro Prut Savaşı/ 102
ÖNSÖZ
Cenevre'deki ortam da Voltaire'in özgürlükçü fikirlerine
henüz hazır değildi. Sonunda, 1760 yılında İsviçre sınırındaki Fernay'i seçti
ve hiç durmadan çalıştı. Eserleri Fransa'da halkın coşkusuyla karşılanıyor ve
ihtilal için geriye doğru sayılıyordu sanki. Bir oyununun temsili için gittiği
Paris'te binlerce kişi tarafından karşılanan bu yaşlı ve yorgun yazar, 1778
yılında devrimin gerçekleşmesini göremeden öldü. Ancak 1789 Fransız Devrimi'nin
düşünsel yapısını oluşturan, hiç kuşkusuz Voltaire'di.
Dünyada yeni bir dönemin başlangıcı olan Fransız
İhtilalinin düşünsel alt yapısını hazırlayan Voltaire, devrimi göremeden
ölmüştü ama onun hayatı boyunca cefasını çektiği düşünce özgür-lüğünün
yokluğunun sonuçları; Voltaire'i, hakkında yazdığı coğrafyaların, düşünce ve
ifade özgürlüğüne verdiği önemi in-celemeye yöneltmiştir. Şserlerinden
derlediğimiz bu kitapta; Voltaire'in, Türkler ve müslümanlık halkındaki
gözlemlerinden _ seçilmiş yorumlarını bulacaksınız, i.»
Osmanlı'yı tutuculuk ve barbarlıkla eleştiren Batı
dünyasının aksine Voltaire, bu yazılarında Osmanlı'da -Avrupa'dan daha fazla
olduğunu düşündüğü-ifade hakkının sınırlarını ve Arap dünyasının (Müslümanlığın)
Türklük üzerindeki etkisini ve kültürel belirleyiciliğini de incelemektedir.
"... Türkmenler, tıpkı Franklar, Normandyalılar ve
Gotlar gibi, egemenliklerine giren ülke halklarının din ve geleneklerine
uydular. Tatarlar da, Çinlilere karşı aynı davranışta bulundular.
Bu durum, zayıf ama kültürlü ulusların, güçlü ama ilkel
saldırıcıları karşısındaki üstünlüğünü gösterir.
Türkler, Arapların dinini ve dilini
benimsediler..."
TÜRKLER NEREDEN GELDİLER VE NASIL MÜSLÜMAN OLDULAR?
Türklerin nereden geldiğini araştırıp dururuz. Kafkasya'nın
ardında, Volga'dan Çin'e ve Buz Denizi'ne kadar uzayan sonsuz ülkelere İskitya
denirdi. Üzerlerinde hemen hemen hiçbir şehir bulunmayan bu yerler, belirsiz
zamanlardan beri küme küme insanlarla doluydu.
Göçebe halinde başıboş yaşama zevkini tabiattan almışa
benzeyen o kavimler, şehirlere krallar tarafından yapılmış esir kampları gözü
ile bakarlardı. Devamlı akınları, basit geçinmeleri; arabada, çadır altında,
toprak üstünde, pek az rahat yüzü görmeleri dolayısıyla bunlardan yorgunluğa
alışık gürbüz nesiller yetişmiştir. Çok fazla üreyen bu insan yığınları,
dünyanın her tarafına alabildiğine yayılmış, kah Hindistan'a ve Çin'e, kah İran
ve Ermenistan'a doğru akmışlardır.
Bugün o steplerde yaşayan ilkel insanlar, sadece atalarının
vaktiyle dünyaya hakim olduklarını bilirler. Tatarlar da aynı köktendirler.
Büyük İskender'den çok önce, Asya'yı defalarca soyguna uğratan Avrupa'mızda
adım adım tozu dumana katan onlardır. Moğollar adı altında Asya'yı, Hunlar ve
Türkmenler adı ile de Arabistan, Suriye ve Avrupa'nın büyük bir kesimini
sindirip, ta Roma'ya kadar gelen yine onlardır.
Kimi tarihçilerin İskitleri tanımadan onlar hakkında
övgüler dökmelerine sinsilik veya tafracılıktan başka ne anlam verilebilir?
Onları dünyanın en doğru adamları gibi göstermek, İskender için,
'fetihleresusamış yaman hırsız' dediklerini iddia etmek acaba nedendir?
Horatius, İskitlerin karakterini Romalılarınkiyle
karşılaştırırken: "Arabalar üstünde ömür süren korkunç İskitlere bakınız:
Yaşayışları savaşçı milletlerinkinden çok daha
masumanedir." demekle o barbarları övüyorsa da Horatius, biraz satirik bir
şair özelliğiyle kendi ulusunun aleyhine yabancıları yükseltmek hevesine
kapılmış olabilir.
Eski tarihlerin İskitler dedikleri Tatarlar arasında yer
alan Türkmenler, ilkin çapulla, geçinen göçebelerdi. XI. Yüzyılda yaptıkları
akınlarla Hazar Denizi çevresinde yığıldılar. Araplar, ilk halifeler zamanında
Küçük Asya'yı ele geçirmişlerdi. Sonra Türkmenler onları kovdular.
Harun Reşid soyundan Mu'tasım, muhafız alayı olarak yanma
birkaç yüz Türk çağırmakla, kendisinden sonraki halifeleri çöküntüleri altında
ezecek olan binanın ilk taşını koymuştu. Mu'tasım'ın hizmetinde çalışan bir
avuç Türk eri, Viyana kapılarına kadar dayanan Osmanlı İmparatorluğunun
temelini atmıştır.
Halifelerin kavgalarından faydalanan Türkler, Mezopotamya,
Suriy}? ve Küçük Asya'da yerleştiler.
Şurasını hatırlatırız ki; bu Türkmenler, tıpkı Franklar,
Normandiyalılar ve Gotlar gibi, egemenliklerine giren ülke halklarının din ve
geleneklerine uydular. Tatarlar da, Çinlilere karşı aynı davranışta bulundular.
Bu durum, zayıf ama kültürlü ulusların, güçlü ama ilkel
saldırıcıları karşısındaki üstünlüğünü gösterir.
Türkler, Arapların dinini ve dilini benimsediler.
Dünyada, bir tek yasa kuran veya, ülke açan yoktur ki;
hayatı Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'inki kadar büyük
ayrıntılar ve tüm bir gerçeklikle yazılmış olsun.
Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] 571 yılında Mekke'de doğdu. Ailesinin, çok ünlü
Kureyşi oymağından olduğuna şüphe yoktur. Ama onu. doğrudan doğruya Hazreti
İbrahim'e bağlayan şecere, insanlarda çok doğal olan üstün görünmek özlemiyle
uydurulmuştur.
İlk çağların gelenekleri ve boş inançları Arabistan'da da sürüp
gidiyordu. Her kabile birer yıldıza tapardı. Ayrıca yan ilah sayılan perilerle
cinlere de dinsel paylar ayrılırdı.
Bununla beraber, hepsinin üstünde bir Allah tanınırdı ki,
bu kanıda hemen hemen bütün uluslar birleşmişlerdir.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] genç yaşta fakir
kaldığı için, amcalarından biri onu Suriye ile geniş çapta ticaret yapan Hatice
isminde dul bir kadına deveci olarak vermişti. Hatice bir süre sonra
devecisiyle evlendi. Bu evlenmeyi düzenleyen amca, Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem]'e 250 gram kadar ultın bağışladı. Dünyanın en büyük ve en güzel
kesiminin yüzünü değiştirecek olan kişinin ilk varlığ1 bu olmuştur.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] kırk yaşına kadar,
Hatice ile sıradan bir insan gibi yaşadı. Kırkından sonra, yurttaşlarına
üstünlüğünü belirten yüksek yeteneklerini gösterdi. Araplar nezdinde çok
geçerli olan, sanatsız ve metodsuz ama ateşli ve sürükleyici bir söz yeteneğine
sahipti. Güzel bir fizyonominin çerçevelediği keskin gözlerle, kendini saydıran
bir havası da vardı. Yurttaşlarının çabuk coşan ve kolayca inanan karakterini
ve bilgisizliğini iyiden iyiye tartıp anladıktan sonra kendini ortaya
atabileceğini tahmin etti.
Ülkesinde, hem Allah'a hem de yıldızlara tapan Sabiacılığı,
her yerde nefretle karşılanan ve Arabistan'da üstünlük uzanmakta olan
Yahudiliği ve tarikatçılarının kötülüklerini gördüğü Hıristiyanlığı yok etmeyi
kafasına koydu.
Bütün dinlerde, niteliğini kaybetmişe benzeyen ana fikri,
yani Alluh'ın birliğine dayanan Hazreti İbrahim'in yalın ve katışıksız
mezhebini yeniden canlandırmak istiyordu. Bunu Kur'an'm 3. suresinde şöyle
açıklıyor:
"Allah bilir, sizler bilmezsiniz. İbrahim ne
Hıristiyandı ne de Yahudi. Tamamen Müslümandı ve Allah'a eş koşanlardan
değildi."
Kureyşiler onun bu çahşrnalarma karşı geldiler. Bu aradu
birçok düşmanı oldu ve bu düşmanlar, Mekke'nin şairlerinden daha çok ulernası
(ilim mensupları) idi. Bunlar, hakimleri kışkırtarak, onun yıldızlara değil,
yalnız Allah'a tapmak gerektiğini söylemiş olmak suçundan idamına karar
verdirdiler.
Bu karar, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in şan ve
şerefinin kaynağı olmuştur. Baskı görmeseydi, belki de başarılı olamazdı.
Mekkelilerin düşmanlığından kurtulmak için Medine'ye kaçtı.
Hıcret denilen bu ayrılış, onun büyüklüğünün ve devletinin kuruluş tarihi oldu.
Üzerine çullanmaya gelen bin Mekkeliyi yüz on üç kişi ile
yenebilmesi bir mucize sayılarak; Medinelilere, Allah'ın onlar için, onların da
Allah için savaştığı inancını verdi.
Devrimler ne tuhaf rastlamalara bağlanıyor! Bu çarpışmada Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem]'e atılan taş biraz daha iri olsaydı, dünyanın
yazgısı bambaşka olacaktı.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in okuyup yazması
olmadığı inanılır şey değildir. Hatta, milletine ve zamanına göre çok bilgin
olması gerekir; çünkü Arap takvimini reforme etmesini bildiği gibi, onun
hekimliğe ait bazı meşhur sözleri de vardır. Tüccar, şair, yasa yapan, devlet
kuran olunur da imza atmayı bilmez mi? O, kendine ümmi (okuyup yazması olmayan)
peygamber dedirtti. Ama bilginlik taslamadan da yazı bilmek mümkündür!
Kur'an, bütün Kuzey Afrika'yı, Mısır'ı, Suriye'yi, Küçük
Asya'yı, Hazar Denizi'ni ve Karadeniz'i saran ülkeleri, Hindistan'ı, İran'ı,
Tataristan'ın büyük bir kesimini, Trakya Makedonya ve Bosna'yı sıkı
hükümleriyle bağlayan bir kitaptır. Bu azametli geniş dünya parçasında, bir tek
müslüman yoktur ki; bizim kutsal kitaplarımızı okumakla şeref duymuş olsun.
Bizim, ediplerin pek azı. Kur'an'rn ne olduğunu bilir. Gerçek bilginlerimizin
onca incelemelerine rağmen, bu konuda edinilen fikirler yanlış ve gülünçtür.
Kur'an'ın ilk sözleri şöyledir:
"Şükür alemlerin Rabbi olan Allah'a; acıması ve
rahmeti çok; din (kıyamet) gününün sahibi; (Rabbımız) yalnız sana kulluk ederiz
ve ancak senden yardım dileriz; bizi doğru yola yönelt; idrak ve iman
sahiplerinin yoluna; gazaba uğramamış olanların doğru yoluna."
Başlangıç bu; sonra üç harf geliyor. A.L.M. Bunların anlamı
anlaşılmazmış. Ama genel olarak yorumcuların kabul ettikleri anlam ALLAH,
LATİF, MECİT'miş. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] devam ediyor ve
bunları ona Allah söylüyor:
"Bu bir kitaptır ki şüphe götürmez. Allah'tan korkup,
kötülüklerden sakınanlara doğru yolu gösterir. Onlar ki görünmeyene inanırlar,
namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yoksullara yedirirler. Sana
indirilene (kutsal Kur'an'a) ve senden önce indirilmiş olana ve ahirete içten
inanırlar. (İşte onlar) Rablarının doğru yolunu bulmuş, kurtuluşa ermiş
olanlardır. İnanmayanlara gelince, sen onları (kötülüklerden) sakındırmasan da
kafir kalırlar. Allah onların gönüllerini
ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerini perdelemiştir, büyük gazaba
uğrayacaklardır. İnsanlardan Allah'a ve ahiret gününe inandık deyip de hiç
inanmayanlar vardır. Onlar Allah'ı ve Allah'a inananları kandırdıklarını
sanırlar. Oysa ki; kendilerini kandırırlar ve farkında olmazlar. Gönülleri
hastadır. Allah da onların derdine dert kattı." Bu sözler Arapça'da yüz
misli daha kuvvetliymiş. Gerçekten, bu güne kadar bu dilde yazılmış kitapların
en incesi ve en yücesinin Kur'an olduğu onaylanmıştır. Bu, bir nevi vezinli,
kafiyeli nesirdir ki; içinde altı bin mısra vardır. Hiçbir şair, eseri ve
kişiliği ile bu kadar yüksek rağbet kazanmış değildir."
Biz o kitaba sayısız saçma sözler kondurduk. Oysa,
Kur'an'da bunların hiçbiri yoktur. Keşişlerimizin asıl zoru, müslüman olan
Türklerle idi. İstanbul'un fatihlerine başka türlü karşı konulamayınca, onlar
aleyhine bir suru kitaplar yazıp durdular. Sayıca Yeniçerilerden üstün olan
yazarlarımız, kadınları partilerinde kazanmaya uğraştılar. Sözde, Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] kadınları akıllı yaratıklardan saymazmış;
Kur'an'ın hükümlerine göre hepsi köleymiş. Bu dünyada hiçbir varlıkları
olmadığı gibi, cennette de yerleri yokmuş.
Baştan başa yalan olan bütün bunlara Avrupalılar
inanmıştır. Meğerse, bu inancı değiştirmenin tek çaresi, Kur'an'ın ikinci ve
dördüncü surelerini okumakmış. Orada şu emirlere rastlanır:
"Hoşunuza giden kadınlardan iki, üç veya dört kadın
alın ama bunların arasında eşit muamele yapamamaktan korkarsanız; bir zevce ile
yetinmeniz doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur, iyi kadınlar itaatli
olur. Allah onların haklarını nasıl korursa, onlar da kocaları yanlarında
yokken iffetlerini korurlar. Onlarla iyi ve güzel geçinin. Karı ile kocanın
arasının açılmasından endişelenirseniz, erkek tarafından bir hakem, kadın
tarafından da bir hakem koyun. Kadınlara verdiğiniz bir şeyi geri almak helal
değildir. Onları sırf zulüm etmek için, zararlarına olarak tutmayın. Zorla
kadınların mirasına konmak helal değildir.
Keza, verdiğiniz mihrin kirasını kurtarmak için baskı
yapmanız da doğru değildir. Meğer ki; aranızı bozacak açık kötülükler yapmış
olsunlar.
Şayet, karınızı bırakıp, yerine başka karı almak
istiyorsanız, birinci karınıza yükler dolusu mihir de vermiş olsanız; içinden
bir şey almayınız. Boşanan kadınları geleneğe göre nafakalandırmak gerekir.
Kadınları boşar, onlar da müddetlerini tamamlarsa,
aralarında güzellikle uzlaştıklarında, kocalarına varmalarına engel
olmayın,"
İşte, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'le kadınların
aralarını bulmaya bu kadarı yeterli. Görülüyor ki onlara karşı sanıldığı gibi
sert davranmamış. Onu her bakımdan haklı göstermeğe kalkışacak değiliz. Ancak,
Allah'ın birliği üzerine kurduğu doktrin aleyhine bir şey söylenemez. Bütün Doğuyu
hükmü altına almasına kılıcından ziyade, 122. surenin şu sözleri yetmiştir:
"De ki, Allah birdir. O Allah ki sonsuzdur ve herkes
ona muhtaçtır. Doğurmaz ve doğmamıştır. Ona hiçbir şey eşit ve benzer
olamaz."
Eğer Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in kitabı
zamanımıza ve biz Hristiyanlara göre kötü ise onun çağdaşları için pek güzeldi;
kurduğu din ise daha da iyiydi. İtiraf edelim ki hemen de bütün Asyayı
putperestlikten kurtardı. Allah'ın birliğini öğretti. Ona eş koşanlara şiddetle
çattı. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in dininde tefecilik yasaktır,
sadaka ernrolunmuştur, dua farzdır; kadere boyun eğmek en büyük ilkedir.
Bütün yorumcuların kanısınca Kur'an'ın töresi şu sözlerle
özetlenebilir:
"Sizi kovanlara yaklaşınız; sizden kapanlara veriniz;
sizi aşağılatanları bağışlayınız; herkese iyilik ediniz; bilgisizlerle
tartışmayınız."
Hepsinden önemlisi, inşan aklının erebileceği bir şekilde,
muammasız ve gizlisiz olarak ortaya koyduğu 'bir Allah' inakıdır ki; ta Afrika,
zencilerine ve Hint Okyanusu'ndaki adalılara varıncaya kadar, yüzlerce buduna
yasalarını kabul ettirebildi.
Kur'an'ın üst tarafı, gelişigüzel toplanmış birtakım
anlaşılmaz vahiyler, kuralsız haber vermelerden ibarettir. Ama çevresine aldığı
milletler için gayet güzel yasaları vardır. Ve bu yasalar hiçbir zaman, hiçbir
biçimde değişmediği ve gevşemediği halde, onlara harfi harfine uyulmaktadır.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in baskı ile alt
edilemeyeceğini ve nüfuzunun gittikçe arttığını gören Kureyşiler, ötede beride,
Kur'an'ı onun yazmadığı, olsa olsa bu yaprakların doldurulmasında bazen bir
Yahudinin, bazen de bilgin bir Hristiyanın yardımından faydalandığı yolunda
dedikodular çıkardılar. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem], kitabının lO.
ve 16. bölümlerinde onlara şöyle , cevap veriyor:
"Bu Kur'an Allah'tan başkasına atfedilemez. Onu
Peygamber uydurdu mu diyorlar? De ki, eğer sözünüz doğru ise; Allahtan başka
kimi isterseniz çağırın da hep beraber onun bu süresine eş bir süre meydana
getirsin." (Sure 10)
"Kur'an okuyacağın zaman, taşlanmış şeytandan Allah'a
sığın. Şüphesiz inanan veAllah'ına güvenen kimselere karşı şeytanın gücü
yetmez. Şeytanın gücü, ancak kendisine dost olanlara ve Allah'a eş koşanlara
geçer. Bir ayetin hükmünü bir ayetle değiştirdiğimiz zaman Allah indireceği
şeyi iyi bilir. Ama onlar sen bir iftiracısın derler. Halbuki, onların çoğu
bilmez. De ki; inananların imanını pekiştirmek ve müslümanlara müjde olmak
üzere kutsal ruh hak ve gerçek olarak Rabbı tarafından indirilmiştir. Muhakkak
ki biz biliriz. Onlar, bunu ancak birisi öğretiyor, derler. Öğrettiğini
sandıkları adam yabancıdır, Arapçayı bilmez. Bu Kur'an ise öz bir Arapça
iledir."
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'le beraber
çalıştığı söylenen Yahudi, Bensalon adında biriydi. Bir Yahudinin, Musevilik
aleyhinde yazmak koşuluyla Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'e yardım
etmesi gerçeğe benzemiyorsa da imkansız değildir.
En bilgin insanların bazen ne kadar aldandıklarını
belirtmek için ansiklopedilerimizin 'Harut ve Marut hakkında yazdıklarına bir
göz gezdirelim:
"Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'e göre,
insanlara eğitim vermek ve onları yanlış düşüncelerden, cinayetlerden ve her
türlü aşırılıktan korumak üzere Allah tarafından gönderilen iki meleğin
adlarıdır. Çok güzel bir kadın bunları yemeğe davet etmiş. Misafirler bir
miktar şarap içip kızışınca, kadını aşka davet etmişler. Kadın, cennete
girebilmek için ahiret sorularına nasıl cevap verileceğini söylemeleri şartıyla
bu işe razı olur gibi görünmüş ama istediğini öğrenince sözünü tutmamış. Bunun
üzerine gökyüzüne çıkarılmış ve olup bitenleri Allah'a anlattıktan sonra Zühre
denilen 'Sabah Yıldızımı' çevrilmiş. Bu iki melek de ağır cezalara
çarpılmışlar. Müslümanlara şarabın yasak edilmesine sebep bu olaymış."
Kur'an'ı baştan başa istediğiniz kadar okuyun, bu saçma
masal hakkında tek bir söz bulamazsmız. Bütün Müslümanlar iyi bilirler ki,
Peygamberlerinin alkollü içkileri yasaklaması onların sağlıklarını korumak
içindir. Arabistan'ın sıcak ikliminde her türlü fermante içki başa vurur; hem
aklı hem de sağlığı bozar.
Gökten inerek şarap içen ve bir Arap kadını ile yatmak
isteyen Harut ve Marut masalı, hiçbir müslüman yazarın kaleminden çıkmış
değildir.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] bir gün cami,
kürsüsünde önemli bir pot kırmıştı. Bunun büyük tepkilerle karşılandığını
görünce, Kur'an'a şöyle bir süre ekledi:
"Kulunu, ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye,
gece Mescid-i Hanım'dan, çevresini kutlu kıldığımız Mescid Aksa'ya götüren
Allaha şükürler ve övgüler olsun!"
Hoş bir yolculuk! Fakat aynı gece, gezegenler arasında
yaptığı seyahatin ve gördüğü güzel şeylerin yanında bu hiç kalır. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in dostları tecrübeyle bilirlerdi ki; aşağı
halkın mantığı hurafe ve keramettir. Akılları erenler inanmad ıklarım gizlice
belirtirlerse de çoğunluk onları susturur.
Müslümanlar arasında, üzerinde çok durulan bir konu da
Kur'an'ın öncesizliği veya onu Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'e
bildirmek için Allah tarafından sunulmuş olduğudur. Alimler onun öncesiz
olduğuna karar verdi. Hakları da vardı; çünkü öncesizlik öteki tahminden çok
daha güzeldir.
Kısacası, bu sözlerimiz, tarihçi ve kalemşörlerimizin bize
aşıladığı boş inançları yeter derecede yalanlamaktadır. Gerçekçilik onlarla
savaşmayı söyler. Fakat şimdilik biz şu tarihsel gerçekle yerinelim:
Müslümanlıği kuran o güçlü ve yaman adam, doktrinini cesaret ve silahlarıyla
yaydıktan sonra ortaya, acıması ve bağışlaması bol bir din çıkıverdi. Oysa,
Hristiyanlığın ilahi kurucusu İsa, sade ve sakin ömrü boyunca kötülüğe karşı
hoşgörüyü öğütlediği halde, onun aziz ve tatlı dini, birtakım gayretkeşlerin
çalışmalarıyla dinlerin en merhametsizi ve en barbarı olmuştur.
Müslümanlar kuvvetlenince uygarlıkları da arttı. Bilimler,
güzel sanatlar ve şiirler, o geniş ülkelere eğitim ve incelik getirdi.
Hindistan'dan aldıkları bugünkü rakamları Avrupa'ya getiren Araplardır.
Yıldızların seyrini de biz onlardan öğrendik. Sadece 'Almanak' sözü bunun büyük
kanıtıdır. Bugün bizde çok ilerlemiş olan kimya, Arapların malıdır. Hekimlik de
onlarda epey gelişmişti. Onlara, Hipokrat ve Galien mektebinin ilaçlarından
daha tatlı ve daha şifalı, 'minoratif' denilen bir çok devalar borçluyuz. Cebir
de onların icatlarından biridir.
Batı ulusları Müslümanlardan ders alıyorlardı.
Bir milletin duygu ve düşünce sanatlarındaki üstünlüğünün
şaşmaz ölçüsü, şiir kültüründeki yüceliğidir. Sözüm, öyle şişirmece şiire; ay,
güneş, dağlar, denizler, yıldızlar gibi tatsız tuzsuz bayağı tekrarlamalar
sürüsüne değildir. August devrinde dallanıp budaklanan, 14. Lui zamanında
yeniden çiçeklenen kibar ve coşkun şiir demek istiyorum. işte öyle sürekli etki
bırakan içli şiirler Harun Reşid devrinde yazılmaktaydı. Bunlar arasında
dikkatimi çeken bir tanesini, kısa olduğu için buraya koyuyorum. Bu şiir, Cafer
Bermeği'nin felaketine aittir:
"Feleğin lütfuyla tehlikeli yerlere erişen ey zavallı
fani, Kralların geçici ihsanlarının ne olduğunu gör de ibret al. Bermeği'ye
bakıp saadetten kork ve titre."
Özellikle bu "saadetten kork ve titre" sözünün
ender güzelliğine hayranım. Arapçanın avantajı, çok eskiden beri yetkinleşmiş
olmasıdır. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'den önce bütün kuralları
kesinleşmişti. Sonradan hiçbir şey kaybetmedi. Oysa, o vakitler Avrupa'da
konuşulan derme çatma (jargon) dillerden bugün eser kalmamıştır.
işte bunun içindir ki; yıllarca sonra, Asya'dan gelen
Türklerin egemenliği altına düştükleri halde Araplar, efendilerine bile
dinlerini kabul ettirdiler ve Türkler Müslüman bir millet oldu.
HAÇLI SEFERLERİ
Müslümanlığın en parlak çağında, Halifelik Türkmenlerin
eliyle yıkılmış gibiydi. Tuğrul Bey'in 1050 yılında Bağdat'a girişi, birçok
imparatorun Roma'ya girişine benzemişti. Tuğrul Bey Bağdat'ı alınca, Halifenin
önünde yerlere tapandı. Sonra onu katırına bindirdi ve katın yularından
çekerek, saraya götürdü. Fakat kendi hükümdarlığını sağladıktan sonra, Halifeye
cuma namazlarında imamlık etmek ve derebeylerine kılıç kuşatmaktan başka bir iş
bırakmadı.
Bizans İmparatorluğu şöyle böyle tutunuyordu. Bugün
Türkmenistan denilen Fontus Eyaleti'nden başka, Anadolu'nun doğu bölgeleri,
merkezini İznik'te kuran Süleyman (Selçuki) adlı türkün eline geçmişti. Haçlı
Seferleri başladığı zaman, Süleyman İstanbul'u sıkıştırıyordu.
Küçük Asya'ya sel gibi akıp giden Fransız, İtalyan ve Alman
Haçlılar arasında birlik . sağlanamadığı gibi, çekememezlikler yüzünden ikide
bir çarpışmalar da olduğundan, onları yenmek Türklere zor gelmiyordu.
Alman Kralı Konrad, güçlü bir süvari ordusuyla Anadolu'ya
dalıverdi. Ondan daha becerikli olan Konya Beyi, bu ağır ve yorgun orduyu
kayalık bir araziye çekebildi ve orada Türklere kalan iş sadece Almanları
öldürmek oldu.
Fransa Kralı genç Lui de Almannların akıbetine uğradı.
Üstelik onun başına, Antakya'ya kaçtığı vakit, bu bozgunu hiçe saydıracak başka
bir bela da geldi. Bu savaşta hazır bulunmuş olan güzel karısı Eleonor'un, bu
yorgunlukları, yakışıklı bir Türk delikanlının kollarında giderdiği rivayet
olunur! Genç Lui, Müslümanlara veya Antakya Prensine esir düşmemek için
karısıyla Kudüs'e kaçtı. Hiç olmazsa İsa'nın doğduğu ve yaşadığı yerleri
gördüğünü Fransa'da anlatıp böbürlenecekti. Fakat bu seyahati yaparken,
emrindeki bütün askerler yenilerek dağıldı. En sonunda, üç bin Fransız,
silahlarını bırakıp, açlıktan ölmemek için müslüman oldu.
Bu Haçlı Seferi'nin sonucu olarak, İmparator Konrad da
hemen tek başına Almanya'ya döndü. Fransa kralı da memkeketine; ancak karısıyla
birkaç dalkavuğunu götürebildi. Dönüşünde, akrabalık bahanesiyle karısını
boşadı; çünkü zina suçundan kutsal evlilik bağının çözülmesine Hristiyanlık izin
vermiyordu.
1182'de, Avrupa Haçlı Seferleri ile yıpranıp dururken,
Andronik Komen yeğenini öldürmekle ele geçirdiği İstanbul'un sallanan tahtına
otururken, papalar İtalya'yı silahlandırmaya uğraşırken; insanlarım kendilerine
gelmelerini, kendilerinin de, kavgalarının da boşluğunu anlamalarını gerektiren
dehşetli, bir deprem oldu. Suriye ve Kudüs'teki şehirlerin çoğu yıkıldı.
Yüzlerce yerde topraklar açılarak insanları ve hayvanları içine aldı.
Türklere, Allah'ın gazabının Hristiyanlara çarptığı;
Hristiyanlara da Tanrı'nın Müslümanlara çattığı yolunda propagandalar yapıldı.
Ve Suriye'nin harabeleri üstünde boğuşmalara devam edildi.
Bu yıkıntıların ortasında, Avrupalıların 'Saladen'
dedikleri büyük Selahattin Eyyübi yükseliyordu. Selahattin, kısa bir zamanda
Mısır, Suriye, Arabistan, İran ve Mezopotamya'yı fethetti; Kudüs'te kendini
kral ilan ettirmiş olan Gui de Lusinyan, o çevrenin bütün hristiyanlarını
toplayarak, Selehattin'e saldırdı. Kudüs Piskoposu, İsa'nın idamında kullanılan
çarmıhtır diye ortaya koyduğu kocaman bir haçı sırtlayarak, saldırganların
başına geçmişti. Buna rağmen, bütün hristiyanlar esir veya telef edildi. Ölüm
cezasından başka bir şey beklemeyen Lusinyan, en yüksek duygulu generallerin
savaş esirlerine uyguladıkları tutumun aynısıyla karşılaştığını görüp şaştı.
Selahattin ona, karda soğutulmuş bir kupa şerbeti kendi eliyle sundu. Lusinyan
bir parça içtikten sonra, kupayı Renaud de Chatillon isimli generaline uzatmak
istedi. Çünkü, Müslümanlar arasında şöyle bir adet vardı: Bir esire yiyecek ve
içecek verilirse, o esir öldürülemezdi. Bu gelenek Selfıhattin için de
kutsaldı. Onun için, Renaud de Chatillon'un kraldan sonra içmesine razı
olamadı. Çünkü defalarca yeminlerini çiğnemişti. Selahattin, bağışlamak kadar
cezalandırmayı da bildiğini göstererek, kılıcıyla bir vuruşta bu iki yüzlü
adamın kellesini uçurdu.
Kudüs'e girdiği vakit, kadınlar ayaklarına kapanarak; baba,
koca, kardeş ve oğullarının affı için yalvardılar. Selahattin, dünyanın o
tarafında eşi görülmemiş bir cömertlikle hepsini salıverdi ve kimseden hiçbir
kurtulmalık istemedi!
Setahattin, düşmanlarının bile hayranlığı içinde, 1198'de
Şam'da öldü. Son hastalığı süresince, kapısının önüne bayrak yerine kefenini
astırdı. Ve bu ölüm sancağını bekleyen nöbetçi etrafa şöyle sesleniyordu:
"Doğunun fatihi Selehattin'in beraber götüreceği
varlığa bakınız!"
Rivayete göre Selahattin, fakir Müslümanlara, Hristiyanlara
ve Yahudilere eşit olarak dağıtılmak üzere, vasiyetnamesinde miraslar ayırmış.
Böylece, bütün insanların kardeş olduklarını, onlara yardım etmek için
inançlarım değil, ıstıraplarım göz önünde tutmak gerektiğini anlatmak istemiş!
Bizim Hristiyan prenslerin pek azında böyle yüksek bir
asalet görülmüş ve tarihçilerimizden pek azı onun hakkını verebilmiştir!
İSTANBUL'ÜN HAÇLILAR TARAFINDAN İŞGALİ
Ege Adaları, Trakya, 'bütün Yunanistan ve Avrupa'nın
Belgrad'dan Eflak'a (Romanya) kadar uzayan kesimi, o zamanlar Roma
İmparatorluğu ad1nı takınan İstanbul hükümetinin elindeydi. Bu devlet, Küçük
Asya'dan arta kalan yerleri Araplara, Türklere ve Haçlılara karşı savunmak
çabasındaydı.
İstanbul'da her zaman, bilimler ve güzel sanatlar üzerine
çalışmalar olurdu. 1453 yılma kadar süren o devrin ardı arkası kesilmeyen
tarihçileri; hep krallar, prensler veya devlet adamlarıydı. Dolayısıyla bunlar
doğru dürüst bir şey yazmazlardı.* Hep dinden bahsederler, bütün olayları
diledikleri gibi gösterirler ve işe yaramayan birtakım' söz canbazlıklarıyla
vakit geçirirlerdi. Onlara Eski Yunanistan'dan kalan biricik miras çene
kuvvetiydi.
12. yüzyılda, İmparator Manuel, epey zaman piskoposlarıyla
birlikte, Incil'deki şu sözlerin anlamını çözmeye uğraşıp durdu: "Babam
benden büyüktür." Oysa, Haçlılardan ve Türklerden korunmayı düşünmesi
gerekirdi. Yunanca bir akaitte, Kur'an'ın "Kul hü'vallahü ehad"
(ihlas) suresini lanetleyen bir bölüm vardı. Manuel, bu bölümün o kitaptan
çıkarılmasını istedi. Bu yüzden doğan anlaşmazlıklar ona tahtını kaybettirdi.
Gerçekte, Manuel Müslümanları koruyordu, Yalnız Allah'ı tanıyan ve
Hristiyanların üçlü Allah'ın-dan nefret eden muzaffer bir millete dil
uzatılmasını doğru bulmuyordu. Düştü. Yerine oğlu geçti (1185). Onu da akrabsısından
Andronik isimli biri düşürdü.
Andronik'i de Isak Angalos adlı bir saray subayı tahtından
indirdi. Andronik'i sokaklarda sürüklediler, bir elini kestiler, gözlerini
oydular ve üzerine kaynar sular dökerek tüyler ürpertici işkenceler altında
öldürdüler.
Az sonra Isak Angelos da öz kardeşi Aleksis tarafından
düşürüldü ve gözleri kör edildi. Ve bu olay İstanbul'un Haçlılar tarafından
işgaline sebep oldu. Çünkü, Papanın yardımını sağlamak üzere Ortodoks
kilisesinden ayrılıp, Latin kilisesine bağlanan Aleksis, halkın nefretini
çekmişti. Mirziflos adında bir akrabası, onu kendi elleriyle boğdu ve
imparatorluk nişanesi olan kırmızı potinleri giydi.
Böylece Haçlıların eline elverişli bir fırsat düşmüş oldu:
Uydularının korunması!
İstanbul'u yağma etmek için, orada sürüp giden
entrikalardan faydalandılar. Başkente hemen hemen hiç karşı koyma görmeden
girdiler. Önlerine çıkan birkaç kişiyi öldürdükten sonra, açgözlülük ve
zorbalığın bütün aşırılıklarına dalıverdiler. Nicetas'ın anlattığına göre,
yalnız Fransız kodamanlarının elde ettikleri ganimetler, ağırlık olarak doksan
ton gümüş değerindeymiş.
Kiliseler soyuldu, Ayasofya'da Azizlere ait eşyalar en
kirli yerlere döküldü; kutsal kaseler dinsiz hizmetlerde kullanıldı.
Ve bir milletin değişmez karakterini belirten bir olay
da şu olmuştur ki; Fransız'lar, Ayasofa'nın en kutsal yerinde dans ettiler;
ordularının peşi sıra gelmiş olan kadınlardan biri de Patrik'in kürsüsüne çıkıp
mesleğine ait şarkılar söyledi!
Yunanlılar çok defa, krallarını . boğazlarken Meryem Ana'ya
dua ederlerdi. Fransızlar da bir taraftan Ayasofya'yı yağmalarken, öte yandan
kızları okşayıp kucaklıyorlardı.
Her ulusun karakteri ayrıdır.
TÜRKLERİN AVRUPA'YA GEÇİŞİNDEN FATİH'İN ÖLÜMÜNE KADAR
Her taraftan Latinlerle Türklerin baskısı altında kalan
zavallı Yunanlılar, İsa'nın öldükten sonra yeryüzüne inip, çömezlerine görünüşü
(Transfiguration) hakkında altından çıkılmaz tartışmalara dalmışlardı. Halkın
yarısı Tabor ışığının öncesizliğini, diğer yarısı da Tanrı'nın bu ışığı
Transfiguration için yarattığını iddia ediyordu. Büyük bir gizemci tarikatı,
keşişler ve sofular, bu ışığı göbeklerinde görüyorlardı. Tıpkı Hint
fakirlerinin 'nur-u semaviyi' burunlarının ucunda gördükleri gibi.
Oysa Türkler, Anadolu'da kuvvetleniyorlardı. Kısa bir süre
içinde Trakya'yı sel gibi kapladılar. Sultan Osman, karargahını Bursa'da
kurmuştu. Oğlu Orhan, Marmara kıyılanına kadar geldi ve imparator Jan
Kantakümen ona kızını vermekle kendini çok mutlu saydı. Düğün İstanbul'un
karşısında, Üsküdar'da yapıldı. Az sonra Kantakümen, üz-erinde başkasının gözü
olan imparatorluğunda tutunamayacağım anlayarak bir manastıra çekildi.
Türklerin henüz gemileri dahi yoktu ama arzuları Avrupa'ya geçmekti. Yunanlıların
düşüklüğü o derecedeydi ki Cenevizliler ufak bir bedel karşılığında Galata'ya
sahip olmuşlardı. Orhan'ın oğlu Murat, askerlerini Gelibolu'ya geçirmek üzere
Cenevizlilerle uyuştu. Anlaşılan Cenevizliler, birkaç bin altın alarak Avrupa'yı
teslim etmişler. Bazıları da Türklerin düpedüz Yunan gemileriyle geçtiklerini
söylüyorlar.
Murat geçti; Edirne'yi aldı ve bütün Hristiyanlığı tehdide
koyuldu.
1. Paleolog, Roma'ya koşarak papanın ayaklarına kapandı.
Yardım diledi. Ama Haçlı Seferlerinden ağzı yanan Avrupa hiç kıpırdamadı,
Papadan umduğunu bulamayan imparator, padişahın eteğine yapıştı. Onunla bir
anlaşma yaptı. Ancak bu bir anlaşmadan çok, bir efendinin uşağına verdiği
buyruğa benziyordu. Paleolog, veliahtının gözlerini oydurdu. İkinci oğlu
Manuel'i de rehine olarak sultana teslim etti.
1. Murat zaferleri ortasında öldürülünce, yerine Yıldırım
Bayezit geçti. Yunan krallarının aşağılık ve kepazelikleri son kerteyi
bulmuştu. Babası tarafından kör edilen talihsiz Andronik, Türklerin yardımıyla
İstanbul'a giderek, Jan Paleolog'u zindana attırdı. İki yıl sonra, baba yine
tahta çıktı ve Bayezit'ten korunmak için Galata tarafında bir kale yaptırdı. Bayezit
ona kaleyi yıktırmasını ve İstanbul'daki Türk tacirlerin davalarına bakmak
üzere orada bir kadı bulundurmasını emretti. Bu emirler hemen yerine getirildi.
Fakat Bayezit, İstanbul'un hesabını sonraya bırakarak
Macaristan'ın fethine koştu (1396). Orada, Batı imparatoru Sigismond'un
kumandasındaki Hristiyan ordusunu ve o cesur Fransızları. perişan etti.
Fransızlar, savaştan önce ellerine geçirdikleri Türk esirleri öldürmüşlerdi.
Bayezit de zaferden sonra bu kötü örneğe uyarak, Fransızları yok etmişse buna
hiç de şaşılamaz!
Ancak, o Fransızlardan yirmi beş şövalye ayırdı. Bunlar arasında,
sonradan Burgonya Dükü olan Kont de Nevers de vardı. Onun kurtulmalığını
alırken: "Bana karşı bir daha eline silah almayacağına yemin
ettirebilirdim ama senin yeminini de silahlarını da umursadığım yok."
demiş. Ardından Burgonya Dükü, Orlean Dükünü öldürdü ve sonra kendisi de VII.
Şarl tarafından katledildi.
Ve biz Fransızlar, Türklerden daha insaniyetli olduğumuz
kuruntusuyla övüne duralım!
O sıralarda Tiınurlenk, Hindistan'ı zaptetmiş, ayaklarıma
eğiliminde olan Bağdat'a koşmuş, oranın bütün halkını kılıçtan geçirmiş, şehri
yağma ettirmiş ve 'taş taş üstünde bırakmamıştı. O ülkelerin şehirleri kolayca
yıkılır ve yeniden yapılırdı; çünkü bütün binalar kerpiçtendi.
Öte yandan Bizans İmparatoru, Hristiyan krallardan umudu
kesince, Bayezid'e karşı bu Tatarı imdadına çağırmıştı. Ayrıca, Karadeniz
çevresinde mülkleri Bayezit tarafından alman dört derebeyi de ona
başvurmuşlardı.
Timur'un karakteri hakkında avantajlı bir fikir veren olay,
onun Osmanlı padişahıyla çatışmaya başlamadan önce, hiç olmazsa devletler
hukukuna uymuş olmasıdır. Öncelikle Bayezit'e elçiler göndererek İstanbul'u
almaktan vazgeçmesini, Derebeylerinin mülklerin geri vermesini istedi.
Padişahın bu teklifleri öfke ve hakaretle karşılaması üzerine ona savaş açtı ve
üstüne yürüdü. Bayezit, İstanbul'u kuşatmayı yüzüstü bırakarak (1401), Ankara
ile Kayseri arasında büyük bir meydan savaşı verdi.
Sanki dünyanın bütün kuvvetleri bu alanda toplanmıştı.
Timur'un askerleri herhalde çok disiplinliydi. Yoksa,
Yunanlıların, Macarların, Almanların, Fransızların ve nice nice savaşçı
ulusların hakkından gelmiş olan Osmanlı ordularını, bu çetinler çetini
kavganın, sonunda alt edemezlerdi. O tarihe kadar oklar ve palalarla savaşan
Timur'un bu defa top ve tüfek kullandığı şüphe götürmez.
Türkler, ona karşı hem top hem de eski grejua ateşiyle çıkmışlardı. Tatarlarda
top olmasaydı, Osmanlılar bu çifte üstün' lükle
onları bir çırpıda darmadağın ederlerdi elbet.
Bayezit'in yanı sıra dövüşen büyük oğlu Mustafa öldürüldü.
Kendisi de diğer oğullarından Musa ile birlikte esir düştü.
Arap tarihçilere göre Timur, düşmanının karısı güzel
Elena'ya yarı çıplak vaziyette şakilik ettirmiş; bu büyük yanlışın karşılığı
olarak, bir Türk Hakanı'nın eşine yapılan bu hakaretten sonra sultanların bir
daha evlenmedikleri söylenir. Fakat II. Murat'ın bir Sırp kızı ile Fatih'in de
bir Türkmen prensesiyle evlenmeleri bu söylentileri yalanlıyor.
Demir kafes hikayesini ve Beyazit'in karısına yapılan
hakareti, Türklerin Timur'a atfettikleri yüksek yiğitlikle bağdaştırmak zordur.
Türklerin ifadesine göre; Timur Bursa'ya girdiği zaman, Bayezit'in oğlu
Süleyman'a, Büyük İskender'e yaraşan şu mektubu yazmış:
"Bayezit'ın düşmanı olduğunu unutmak istiyorum. Onun
çocuklarına babalık edeceğim. Şefkatimin sonuçlarını beklesinler. Aldığım
yerler bana yeter. Vefasız felekten başka lütuflar bekleyemem."
Süleyman dik başlılık edince, onun yerine Musa'yı Bursa'da
sultan ilan etmiş ve ona:
"Babanın mirasını sana geri veriyorum. İnsan olan,
ülkeler fethetmesini bildiği gibi onları bağışlamasını da bilir." demiş.
Şarklı tarihçiler de bizimkiler gibi meşhur adamların
ağızlarına, hiç söylemedikleri lakırdıları, yerleştirmekte beceriklidirler.
Babaya karşı o gaddar davranıştan sonra çocuğa bu kadar iyi yürekliliği akıl
almıyor. Yalnız, gerçek olan ve dikkatimizi çeken bir şey varsa; o da Timur'un
o büyük zaferinin Türk İmparatorluğu'ndan ufak bir parça dahi eksiltmediğidir.
Bayezit'in oğulları arasında on üç yıl süren kavgadan Timur'un faydalandığı
görülmedi.
Bayezit'in felaketi şunu kanıtlamıştır kl; Türkler
yenilebilse de boyunduruk altına alınamayan savaşçı bir ulustur.
Anadolu'da barınamayacağını gören Timur'un silahlarını
başka ülkelere çevirmesi bu inancımızı destekliyor.
Tirnur'un Büyük İskender'den daha sert olduğunu sanmıyorum.
O korkunç olayları biraz şenlendirmeme, büyükle küçüğü karıştırmama müsaade
edilirse; bir İranlının anlattığı fıkrayı tekrarlayacağım: Hamdi Kermani adında
bir şair, Timurlenk ve bazı saray adamlarıyla bir hamamda bulunurken, bunlardan
her birine değer biçmek yolunda bir mizah oyunu açılmış. Şair, Timurlenk'e:
'Tahminimce siz otuz beş akçe edersiniz." demiş. Büyük Han:
"Üstümdeki peştamal o kadar eder." deyince, Hamdi: "Onu da
hesaba kattım." cevabını vermiş.
Bu gibi zararsız çıkışları hoş gören Timur, belki de
tamamen sert karakterli değildi. Fakat küçüklerle şaka edilir, büyüklerin de
boyunları vurdurulur.
Timurlenk, ne büyük Lama mezhebindendi ne de müslümandı.
Fakat Çin aydınları gibi bir Allah'a inanırdı. Kendisinde ve ordularında boş
inançlara rastlanmaz. Müslümanları, Lamistleri, Brahmanları, Mecusileri,
Yahudileri, putperest denilenleri, kısacası hepsini hoş görürdü. Hatta, Lübnan
dağlarından, geçerken, bir manastırda Maroni papazların ayinlerinde de bulundu.
Ancak bütün insanlar gibi, astrolojiye zaafı vardı. Bilgin değildi ama
yeğenlerine öğrenim gördürdü.
II. Murat, Osmanlı Devleti'nin gelişmesinde büyük rol
oynayan bir padişahtır. Fakat büyüklüğünü silahlarıyla artırıp durduğu bu
ülkenin gürültü patırtı ve gösterişinde hiç de gözü yoktu. Tek isteği, köşeye
çekilmekti. Filozoflar arasında yer almaya yaraşan bu Türk, kahramanlık
sırasında parlıyordu. Bir hükümdarın tacından vazgeçmesi nadir bir olaydır. İki
defa çekildi; ikisinde de Yeniçeri ve Paşalarının ayak diremeleri üzerine tahta
dönmeye mecbur kaldı.
Yunanistan'ın önemli bir kısmını ellerine geçiren
Venedikliler, Selanik'i satın almışken; imparatorluk, Müslümanlarla
Hristiyanlar arasında paylaşılırken; Jan II. Paleolog, İtalya'ya giderek, orada
Teslisin (Üçlü Allah'ın) kutsal ruhuna yapılacak ayinler hakkında kilise
bilginleriyle tartışıyordu. II. Murat, Venediklilere yeni satılmış olan
Selanik'i fethetti. Venedikliler orayı sekiz bin adım uzunluğunda bir surla
emniyete aldıklarını sanıyorlardı. Daha önce Romalıların da kuzey İngiltere'de
başvurdukları bu tarz savunma, ilkel kabilelerin akınlarını önlemeye yarardı.
Fakat Türklerin üstün ordularına karşı faydası olmadı. Onlar surları yıkarak,
Selanik'i aldılar ve her tarafa dolu dizgin akıp durdular.
Avrupalıların birbirlerini kemirircesine çekişmeleri, Türk
silahlarının şansını artırıyordu. Hindistan'dan Yunanistan'a kadar tufan gibi
yayıldıktan sonra, Avusturya ve Macaristan'ı talan ediyorlardı.
O sırada, Macar Kralı Ladislas ile Padişah arasında tarihin
en tantanalı barışı yapıldı. Türkler artık ileri gitmemeye ant içtiler. Hatta,
kimi yerleri de geri verdiler. Türk, Venedik ve Macar sınırları kesinleşti. Bu
barışa saygı göstereceklerine dair bir taraf Kur'an'a, diğer taraf da İncil'e
el bastı. Fakat Almanya'da Papanın elçiliğini yapan Kardinal Cezarisini,
Türklere verilen yemini bozmanın helal olacağım sandı. II. Murat'ın tahtından
çekilip, hükümeti henüz çocuk sayılan oğluna bırakmasıyla bu inanç Kardinale
daha da cazip göründü. Hristiyan olmayanlara verilen sözü tutmak borç
sayılamazdı. Papa IV. Ojen, bu yaman Kardinalin düzenbazlıklarına kanarak,
Macar Kralı Ladislas'ı, Papalığın haberi olmadan yapılan barışı bozmaya davet
etti.
Aldatıcı umutlara ve ancak sonucun haklı çıkarabileceği
yalancı bir vicdan sesine uyan Macar Kralı, Türk topraklarını çiğneyiverdi. İki
taraf kuvvetleri Varna yakınında kapıştılar. Murat, yeni imzalanmış olan
anlaşmayı koynunda taşıyordu. Ordularının sarsılmaya yüz tuttuğu bir sırada onu
çıkardı ve yeminlerini tutmayan, dünya kanunlarına aykırılık eden hainlerin
cezalandırması için Allah'a yakardı. Hristiyan birlikleri uzun bir karşı
koymadan sonra bozguna uğradı. Ladislas delik deşik edildi. Bir Yeniçeri onun
başmı keserek, Türk saflarında törenle gezdirdi. Bu gösteri bozgunu tamamladı.
Kardinal Cezarini, canını kurtarmak amacı ile bir ırmaktan geçerken, üzerindeki
altınların ağırlığı altında kalarak boğuldu (1444).
Savaştan galip çıkan II. Murat, düşmanı Ladislas'ı askeri
törenle dövüş yerinde gömdürdü. Mezarı üzerine onun cesaretini öven, felaketine
acıyan sözlerle büyük bir mezar taşı diktirdi! İşin tuhafı, Murat'ın bu
zaferden sonra bir daha köşeye çekilmesi ve ondan sonra da yine savaşıp, yenmek
için tekrar görev başına gelmeye mecbur olmasıdır (1451 ).
Nihayet Edirne'de öldü ve II. Mehmet, babasının
filozofluğunu değil, yiğitliğini örnek almak azmiyle Osmanlı tahtına çıktı.
Fatih Sultan Mehmet, o zamanın en iyi yetişmiş
şehzadelerindendi. Babası hakkında söylediklerimiz, Osmanlı tahtının
mirasçısına mükemmel bir terbiye verilmekte kusur edilmediğini belirtecek
niteliktedir. Mehmet'in de babasından aldığı tahtı geri vermek gerektiğinde,
makul bir evlat gibi davrandığı, aşırı isteklerini susturmasını bildiği itiraz
götürmez bir gerçektir. İki defa, en ufak bir kargaşalık çıkarmadan
sultanlıktan inmeye razı oldu. Tarihte eşsiz bir olaydır bu! Fatih'in keskin ve
sert mizaçlı oluşu da bu olaya bir farklılık katar.
Il. Mehmet, Yunanca, Arapça, Farsça konuşurdu. Latince
anlar, resim yapardı. O vakitler bilindiği kadar coğrafya ve matematik bilirdi.
Pentürü severdi. Venedik'ten meşhur Gentili Bellini'yi getirttiği ve Büyük
İskender'in ressam Apelles'in gönlünü aldığı gibi ona çok yakınlık göstererek,
hediyeler verdiği bütün güzel sanat amatörlerince bilinir. Ona, üç bin Duka
değerinde bir altın taç bağışladı, büyük saygı ve iltifatlarda bulundu.
Bir baş gövdeden koparılınca, boğazın deri ve kaslarının
büzülüşünü Bellini'ye göstermek için, bu denemeyi bir köle üzerinde
yaptırdığını asılsız haberlerden sayarım. Hayvanlara uygulanan bu
vahşilikleri, insanlar ancak savaşlarda öç almak için birbirlerine yaparlar.
Dünyaya ateş saçan bütün fetihçiler gibi II. Mehmet, zaman zaman yırtıcı ve zalimdi. Fakat hiç de gerçeğe
benzemeyen böyle kıyıcılıkları ona yüklemeye ne sebep var? XV. yüzyılda yaşamış
olan Philippes de Comines der ki: "Vatandaşlarına bir vergi saldığı
için, Fatih ölürken Allah'tan af dilemiş."
Hristiyan prenslerin hangisinde böyle bir pişmanlık
görülmüştür?
Fatih yirmi iki yaşında Osmanlı tahtına çıktı. Bizans
tahtına da çıkmaya hazırlanırken, bu devletin kodamanları, hamursuz ekmek
yensin mi yenmesin mi, dualar Yunanca mı yoksa Latince mi okunsun konularını
sonuçlandırmaya uğraşıyorlardı.
II. Mehmet, İstanbul'u Avrupa ve Asya tarafından
sıkıştırmaya koyuldu. 1453 Nisan'ının ilk günlerinde, savaş alanı askerlerle
doldu. Şişirme payı indirilmezse; bu alanı üç yüz bin asker, Boğazı da üç yüz
kalyonla iki yüz kadırga kaplamış.
Bu savaşın en ilginç olayı, Fatih'in bir kısım gemilerini
kullanış tarzıdır. Kalın bir zincirle kapanmış ve anlaşıldığına göre, üstün
kuvvetlerle savunulan limana gemilerini sokamıyordu. Birkaç fersahlık bir
araziye kızaklar döşeterek, seksen kadırga ile yetmiş mavnayı bir gecede
Haliç'e indirdi. Kuşatılmış olanlar, ertesi sabah koca bir fionun karadan
limana inişini büyük bir şaşkınlıkla seyrettiler. Onların gözleri önünde, aynı
,gün içinde, gemiler yanyana getirilerek bir topçu bataryasının iskelesi
kuruldu. Anlaşılan İstanbul'un bataryaları da yoktu veya çok kötü
yönetilmiştir. Çünkü, topçu kuvvetlerinin o iskeleyi dövmemesi nasıl
açıklanabilir? Söylendiği gibi, Fatih'in doksan kiloluk gülle atan toplar
kullandığı şüphelidir. Yenilenler her şeyi büyütürler. Öyle gülleleri iyi
savurmak için en az yetmiş kilo barut lazım. Bu miktar barut birden tutuşmaz;
on beşte biri bile ateşlenmeden gülle namludan fırlar ve etkisi çok az olur.
Belki Türkler bilgisizlik yüzünden böyle toplar
kullandılar; belki de Bizanslılar da bilgisizlikten ötürü bundan korktular.
Kendini dünyanın başkenti sanan İstanbul'a, Mayısın ilk
gününde saldırılar başladı. Demek ki İstanbul çok kötü güçlendirilmişti.
Savunulması da öylece oldu. Bizans İmparatoru, papanın ve katolik prenslerin
gözüne girmekle yardım sağlayacağını umarak, Kardinal İzidor'un yanı başında
Latin mezhebine göre ayinler yaptırıyordu. Bu saçma manevraya Bizanslılar öyle
kızıyorlardı ki, artık onun gittiği kiliseye ayak basmıyorlardı:
"Burada bir kardinal şapkası görmektense, bir sarık
görmeği tercih ederiz." diyorlardı.
Eskiden, bütün Hristiyan prensleri, kutsal savaş
bahanesiyle Hristiyanlığın bu kalesine çullanmak üzere el ele vermişlerdi.
Şimdi oraya Türkler saldırırken, imdada hiç kimse yetişmedi. Doğrusunu
isterseniz, İstanbul düşmeliydi ve düştü; çünkü dış yardımla tutunmak isteyen
her kurum, çökmeye mahkumdur!
Şehrin savunması Jüstiniani isimli bir Cenevizlinin
kumandası altındaydı. Oysa, hiçbir zaman eski Yunanlıların başında bir Farslı
bulunmadı; hiçbir zaman da Roma ordularına bir Gaulois kumanda etmedi.
İstanbul alındı ama bu iş Dukas ve Chalcondyle'i kopya eden
tarihçilerimizin anlattıklarından bambaşka türlü oldu.
İstanbul'un fethi büyük bir devirdir. Avrupa
Hristiyanlannın ortasında Türk İmparatorluğu'nun gerçek kuruluşu o tarihte
başlar. Bizanslılar, kırk dokuz günlük kuşatılmadan sonra teslim oldular. İlk
önce, galiplerin emirlerini almak üzere birkaç elçi gönderdiler. Bazı
noktalarda mutabık kaimdi. Türk dergilerinin bu kuşatma hakkında verdikleri
bilgiler çok doğru görünüyor. Kral soyundan olduğu saman ve çocukluğunu
İstanbul'da geçiren Dukas bile sultanın, Peloponezya'yı Konstantin'e ve birkaç
ufak sancağı onun kardeşlerine vermek teklifinde bulunduğunu itiraf eder.
Fatih, İstanbul'u kendi malı gibi görüyor, onu yağmaya . uğratmadan alıp
korumak istiyordu. Bizans elçileri bu teklifleri götürmeye giderlerken, Padişah
onlara bir şeyler söylemek üzere arkalarından adamlar koşturdu. Durumu
hisarların ardından gözetleyen Yunanlılar, kendi adamlarının peşi sıra, bir
küme Türkün koştuğunu görünce, sonrasını düşünmeden ateş açtılar. Derken, o
Türklerin yanına daha büyük bir küme ulaştı. Elçiler gizli bir kuvvetli siper
kapısından girerken, Türkler de beraber girdiler ve aşağı kentten ayrı olan
yüksek şehre hakim oldular. Bizans İmparatoru kargaşalıkta öldürüldü.
Dukas'ın kitabında okuduğumuza göre; Sultan her yerin ateşe
verilmesini emretmiş ve bu emir, boş inançlardan gelen kafirce haykırışlar
içinde yerine getirilmiş! Bu sözleri okurken içinizi öfke mi yoksa acıma
hisleri mi kaplar? O kâfirce çığlıklar, müslümanların her savaşta attıkları
'Allah, Allah!' naralarıdır. Asıl boş inançlar Yunanlılarda olmalı ki; bir
kahinliğe güvenerek, gidip Ayasofya Kilisesi'ne sığındılar. Sözde, bir melek
oraya inecek, onları koruyacakmış! Kilisenin avlularında birkaç Yunanlı
öldürüldü, kalanı esir edildi. Fatih de o kiliseyi gül suyu ile yıkattıktan
sonra orada namazını kıldı, Allah'ına şükretti ve gidip Konstantin'in sarayına
yerleşti.
Bütün tarihçileriiz, en modernlerine kadar, keşişlerin o
zaman uydurdukları masalları tekrarlayıp dururlar. Fatih, İstanbul'u kan ve
ateşe boğan bir barbarmış; bir kavunu kimin yediğini, anlamak için on dört
uşağının karnını yardırmış; Yeniçerilerine hoş görünmek amacıyla sevgilisi
İrena'nın başını kestirmiş!
Tarihsel yanlışlıklardan hoşlanan uluslar çoktur. Bazı
Batılı tarihçiler, Müslümanların Venüs'e taptıklarını ve Allah'ı inkar
ettiklerini ileri sürdüler. Grotius dahi, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem]'in bir güvercini kulağı etrafında uçmaya alıştırdığını, Tanrı
buyruklarının bu güvercin vasıtasıyla kendisine ulaştığını zannettirmeye
çabaladığını tekrarlayıp dururdu.
Çoğu birer alfabetik yalan dergisi olan sözlüklerimizde
böyle gülünç masallara sık sık rastlanır.
II. Mehmet, Avrupa hükümdarlarının hepsinden daha terbiyeli
ve kültürlüydü. Gözdesinin canına kıymaya gelince, bir sultanın yatak işlerine
askerin karışabileceğini düşünmek için, Türk gelenekleri hakkında pek cahil
olmak gerekir!
Kardinal İzidor'un ve daha birçoklarının safsatalarına
aykırı olarak, Fatih'in sanıldığından daha makul ve kibar bir padişah olduğunu
kabul etmek zorundayız; yenilen Yunanlılara. patriklerini seçmek serbestliğini
bağışladı. Yeni Patrik Gennadius'u parlak bir törenle makamına yerleştirdi.
Ona, batılı imparatorların çoktan beri vermeye cesaret edemedikleri asa ve
yüzüğü sundu. Ve protokolü bir tarafa bırakarak, patriği. sarayının kapışma
kadar geçirdi.
Gennadius, öncekilerden hiçbirinin Hristiyan krallardan bile
görmediği bu ilgilenmeden mahcup olduğunu söyledi, bazı yazarlar, II. Mehmet'in
güya patriğe "Bendeki yetki ile seni Kutsal Teslis patrik yaptı."
dediğini anlatırlar. Bu aptalca iddiayı ileri sürenler, bilmiyorlar mı ki;
bizim 'Üçlü Allah' doğmamız Türkleri tiksindirir; onlar bu sözü ağızlarına
almayı küfür sayarlar ve bizlere birden fazla Allah'a tapan putperestler
gözüyle bakarlar.
II. Mehmet, fetih yoluyla hakimi olduğu İstanbul'da,
Rumlara taviz vermek ve bu tavizi üzerinde dindarca sözünü tutmak insanlığını
veya siyasiliğini gösterdi. Bu o kadar gerçektir ki; aşağı kentin bütün
kiliselerine, torunu Selim'e kadar hiç dokunulmadı. 'İsevi camileri' denilen bu
kiliselerin birçoğunu Yavuz yıktırdı. Haliçte, patrikhane kilisesi durmaktadır.
O mahallede, şimdi artık Yunanistan'da konuşulmayan Eski . Yunanca, Aristo'nun
felsefesi, ilahiyat ve hekimlik öğretilmek üzere bir akademi açılmasına Türkler
müsaade etti. Sonradan Eflak Beyliği'ne atanan Konstantin Dukaslar,
Mavrokordatolar ve Kantemirler hep bu okulda yetişti. Kantemir'in birçok eski
masallar anlattığını biliyorum. Fakat gözüyle gördüğü modern yapıtlar ve içinde
okuduğu akademi hakkında yanılamazdı.
Hristobul adında bir Rum mimar sayesinde, Hristiyanlara bir
kilisenin daha muhafazası ve bir mahallenin hediye edilmesi sağlandı. Fatih, bu
mimara, zamanında Jüstinien'in karısı Teodora tarafından yaptırılmış olup,
zamanla çöken Havariler Kilisesi'nin yıkıntıları üstünde, hemen hemen de
Ayasofya kadar güzel bir cami, inşa ettirmişti. Aynı mimar, bu caminin
etrafında sekiz medrese ve sekiz imaret yaptı. Bu hizmetine karşılık Padişah
ona, bahsettiğim mahalleyi bağışladı. Bir mimarın bir mahalle sahibi olması
tarihsel bir olay değildir ama Türklerin Hristiyanlara karşı, hayal edildiği
gibi, her zaman barbarca davranmadıklarını bilmek önemlidir.
Hiçbir Hristiyan devleti, kendi topraklarında Türklerin bir
camisi bulunmasına müsaade etmez. Oysa, Türkler bütün Rumların kiliseleri
olmasını hoşgörürler.
O zamandan beri İstanbul' da bir patrik bulunur; papanın da
orada bir patriği vardı. Ona Latin Patriği derler. Bu iki kilise birbirini
çekemez ve onların kavgalarını yatıştırmak Sultanların en hafif kaygılarından
sayılmaz! Hristiyanları yenenler, şimdi onların arabulucuları rolündeler.
Türkler, 10. ve 11. yüzyıllarda Arapları yendikleri halde,
onların din, dil. ve adetlerini benimsemişlerdi. O zamanlar henüz uygar
değillerdi. Fakat Yunan İmparatorluğu'nu devirdikleri zaman, hükümet
teşkilatları çoktan beri yetkinleşmişti. Onun için Yunanlılara karşı, eskiden
Araplara olduğu gibi davranmadılar. Yunanlılara sadece esir bir ulus gözüyle
baktılar.
Türklerle Romalılar arasındaki büyük fark şudur ki; Roma,
yendiği bütün milletlerle kaynaştı. Türkler ise onlardan daima ayrı kaldılar.
Bugün İstanbul'da yaşayan Rumlar, efendileri için çalışan tüccar ve
zanaatçılardan başka bir şey değildirler. Onlara, Türkler gibi giyinmek bile
yasaktır.
Hemen ekleyelim ki, bir zamanlar Haçlı Seferleri için
birleşen yirmi devlet, yirmi misli askerle ve iki yüzyıl süren çalışmalarla,
aynı topraklar üzerinde ancak geçici bir egemenlik sağlayabildiler. .
Otuz bir yıl süren saltanatı içinde Fatih, ülkesini
durmadan genişletti. İran'ı yıldırdı, Yunanistan'a koştu, tekrar Karadenize
döndü ve tekrar Avrupa topraklarında ilerleyerek; Trieste'ye, Venedik kapışma,
Kalabra'nın ortalarına kadar daldı.
Orada, Venedik 'Doge'nin [Doge: Venedik Cumhuriyeti'nin
başı] Adriatik Deniziyle nikahlı olduğunu işitince: Zifaf tamam olsun diye
"Doge"yi denizin dibine salacağını söylemiş! (Not: Venedik Doge'ları
parmaklarında, bu nikahı belirten bir yuzük taşırlar.)
II. Mehmet'e başarıyla karşı koyan, Arnavutluk'ta İskender
Bey'den başka Rodos Şövalyeleri oldu (1480). Fatih bu aday1 zorladığı halde
eline geçiremedi. Fakat burada çok tuhaf olan şey, Rodos kuşatılırken, II. Mehmet'in
yanında bir sürü Hristiyan mühendisin çalışmış olmasıdır. Rodos üzerine yürüyen
sadrazam dahi Paleolog soyundandı. Oysa, hiçbir Müslümanın dinini bırakıp
Hristiyan ordularında çalıştığı görülmemiştir. Acaba bu fark neden? Belki
müslüman olmak için katlanılan o ızdıraplı ve kanlı ameliyat, onları dinlerine
sımsıkı bağlıyor. Belki de Allah katında Müslüman silahlarının daha makbul
olduğu inancıyla Türklerin tarafı benimseniyordu.
Chalcondyle, 'Türklerin tarihi' adlı kitabında, Rodos'taki
başarısızlığı şöyle yorumluyor: "Türkler, açtıkları gedikten geçerlerken,
gökyüzünde ışıklar saçan bir altın haç ile beyazlar içinde güzel bir kadın
görmüşler. Bu mucizeden ürkerek hemen sıvışmışlar." Halbuki, güzel bir
kadının Türkleri korkutacak yerde, daha çok şahlandıracağı akla yakın gelir!
Fakat şimdiki Yunanlılar işte böyle yazıyorlar:
"II. Mehmet, Mısır'ı fethetmeyi sonra da Napoli
Krallığı topraklarında bıraktığı kumandanlarının yanma giderek, Roma'yı almayı
tasarlıyordu. Ahmet Gedik Paşa, yüz elli kalyonla Otranto şehrini elinde
tutuyordu. Napoli Krallığı'nın tümü düşmek üzereydi. Roma titriyordu. Hristiyan
prenslerinin gevşekliği bu müthiş akını durduramazdı."
Fakat hiç umulmadık bir musibet; bir karın sancısı,
Fatih'i elli üç yaşında ebediyete götürdü. (1481)
CEM SULTANTN MACERASI
Fatih'in iki oğlu vardı: Biri Cem, diğeri Bayezit Türkler Cem'i pek çok severlerdi; Bayezit'ten
ise nefret ederlerdi. Fakat ulusların arzularına aykırı olarak Bayezit tahta
çıktı. Yenilgiye uğrayan talihsiz Cem, Rodos Şövalyeleri'ne bir elçi göndererek
onlara sığınmayı teklif etti. İlkin, şövalyeler onu ağırlanması gereken ve
faydası dokunabilecek bir prens diye kabul ettilirse de daha sonra esir olarak
alıkoydular. Bayezit, onlara Cem'in bir daha
saraya dönmemesi için yılda kırk bin altın ödüyordu. Şövalyeler Cem'i
Fransa'ya gönderdiler. Bu değerli tutsak hakkında Fransa Kralı VIII. Şarl'a,
biri Bayezit'ten biri de Papa tarafından iki elçi ulaştı. Padişah, Cem'in geri
verilmesini, Papa ise İtalya'nın Türklere karşı korunması için bu prensin
rehine olarak kendisine bırakılmasını istiyordu. Fransa Kralı onu papaya
gönderdi. Roma'nın hakimi, İstanbul hakiminin kardeşini gösterişçiliğin bütün
gürültü ve tantanasıyla karşıladı. Cem'i, papanın ayaklarını öpmeye mecbur
etmek istediler. Fakat bu olayı gözüyle görmüş alan Bozzo, bu alçakça teklifi
Cem'in öfke ve şiddetle geri çevirdiğini anlatıyor.
Papanın ardından gelen, meşhur VI. Aleksandr (Borjya),
padişahla anlaşarak, ücret karşılığında Cem'i öldürmeyi üstlenmiş. Öte yandan,
çok fazla geniş projelere dalan Fransa kralı, kendini Bayezit'e haddini
bildirebilecek değerde bir hasım olarak görüyordu. Bu amaçla o kara bahtlı
şehzadeyi elinin altında bulundurmak istedi. Tarihçi Paul Jove'e göre, Papa onu
zehirlemiş ve öyle göndermiş.
Zehirin papa eliyle mi, yoksa Padişahın gizli bir ajanı
tarafından mı verildiği karanlıkta kalmıştır. Ancak, kardeşinin başı için
Bayezit'in papaya üç yüz bin duka altım vaat ettiği açıklanmıştır.
Bu zavallı prens, Kantemir'in Türk dergilerine dayanan
iddiasınca, özel berberi tarafından boğazı kesilerek öldürülmüş ve sonra da o
berber, mükafat olarak sadrazamlığa atanmış. Bir berberin başvekil ve general
olmasına ihtimal verilemez. Eğer Cem'in ölümü bu tarzda olsaydı, cesedini
Sultana gönderen Fransa Kralı bunu bilecekti ve o zamanın adamları da
konuşacaktı.
Kantemir de Borja'yı suçlandıranlar da aynı derecede
yanılmış olabilirler. Bu papaza karşı haklı olarak beslenen kin yüzünden, ona
birçok kötülükler yüklenmiştir ama o da bunların hepsini yapabilecek tabiatta
bir adamdı.
II. Bayezit devrinde Türkler, Avusturya ve Macaristan'a
karşı müthiş saldırılarda bulundular. Ancak Fatih zamanındaki akınların yanında
bunlar, büyük bir fırtınadan sonra kıyılara vuran dalgaları andırıyordu.
FATİH'İN ÖLÜMÜNDEN SONRA YUNANİSTAN
Fatih'in ölümüyle İtalya nefes almışsa da Türklerin elinde
bütün İtalya'dan daha büyük ve daha güzel bir ülke kalmıştı. Miltiyadislerin,
Leonuidasların, Sofoklislerin, Platonların vatanı kısa bir zamanda yabanlaştı,
Yunan dili bozuldu. Güzel sanatlardan eser kalmadı. Çünkü, her ne kadar
İstanbul'da bir Yunan akademisi varsa da bu, Atina'dakine benzemez. Vaktiyle
İstanbul bile Atina'nın kanadı altındaydı. Kalkedonya (şimdiki Kadıköy)
Atina'ya bağlıydı. Trakya Kralı Atina hemşehriliğine aday olmuştu! Şimdi o
güzel ülkelere Tatarların torunları hakimdir. Yunanistan'ın adı bile kalmamış
gibidir. Fakat Türkler bütün dünyayı da alsalar, o küçücük Atina yine de
gönlümüzde yaşayacaktır.
Romalılarca taklit edilip de daha iyisi yapılamayan
Atina'daki büyük anıtların çoğu yıkılmış veya kaybolmuştur. Temistoklis'in
mezarı üstünde bir cami yükseldi; tıpkı Roma'da, Kapitol'ün çöküntüleri
üzerinde küçük bir kilise dikildiği gibi, Minerva tapınağı camiye çevrildi.
Akademinin olduğu yer birkaç bahçıvan kulübesiyle örtülüdür. Stadyumun muhteşem
harabeleri insanın içini hayranlıklar ve sızılarla doldurur. Zamanın aşındıramadığı
Seres tapınağı, bir vakitler Atina'nın ne olduğunu hatırlatır. Kserksesi
püskürtmüş olan o kentte, şimdi on yedi bin Yunanlı, ellerinde çomaklarla
dolaşan birkaç Yeniçeri önünde titreşip duruyor!
Baskı altında olmakla beraber, Yunanlılar esir muamelesi
görmüyorlar. Düşüktürler, hakirdirler fakat rahatsız edilmezler. Ticaretle
uğraşır, tarlalarda çalışırlar. Vergileri pek hafittir. Patriklerine çok
bağlıdırlar. Patrik de onlardan kim bilir ne kadar para sızdırıyor ki Babıaliye
her yıl dört bin Duka altını ödeyebiliyor.
Evrenin olaylarını birbirine zincirleyen kaçınılmaz ve
yenilmez kaderin en büyük tecellisi olarak bakılacak şey Romulus'un yüzyıllarca
önce Kapitol'ün temellerini Katolik Kilisesi için attığına benzediği kadar,
Konstantin'in de İstanbul'u Türkler için yapmış olmasına, benzemesidir!
OTUZ MİLLETİ BAYRAĞI ALTINDA TOPLAYAN TÜRK DEVLETİ
Şimdi burada yanlış bir anlayışla savaşmak gereğini
duymaktayız. Türk hükümetinin saçma ve münasebetsiz olduğu, ulusların mal ve
canlarıyla topyekün padişahın kölesi sayıldığı iddia ediliyor. Böyle bir idare
kendiliğinden çökerdi. Türkler hür ve bağımsızdırlar. Aralarında hiçbir sınıf
farkı yoktur. Yalnız devletteki görevleri dolayısıyla birer rütbeleri olabilir.
Karakterleri hem sert ve dikbaşlı hem de yumuşak ve sabırlıdır. Yırtıcılığı İskitlerden,
yumuşaklığı da Yunanistan ve Asya'dan almışlardır. Gururları çok yüksektir.
Fetihçi ve cahil olduklarından bütün uluslara tepeden bakarlar.
Türk İmparatorluğu, 'Avrupa devletlerinden hiçbirine
benzemez. Fakat; oradaki kanunların, bir kişinin keyfi üzerine kitleler asıp
kesmeye elverişli olduğunu düşünmek hatadır. Bizler öyle sanıyoruz ki, bir
çavuş, eline bir hattı şerif (padişah buyruğu) alarak şehirdeki bütün aile
reislerinden, padişah adına kızlarını ve paralarını toplayabilir. Gerçekten,
Türk yönetiminde korkunç yolsuzluklar olmaktadır. Ama bunun kötülüğü ulustan
ziyade, devlet adamlarının sırtına yüklenir. Babıalinin gizli bir kararı
üzerine en büyük başlar en ufak kuşkular yüzünden uçurulur, Orada kanunları
saydırmak ve padişahın dokunulmazlığını sağlamak için yüksek bir adalet
mekanizması yoktur. Yeryüzünde en güçlü görünen sultan, tahtından pek az
emindir. Bir günlük ayaklanma onu tepetaklak edebilir. Bu konuda Türkler, yere
vurdukları Roma'nın usullerini kopya etmişlerdir.
Şu farkla ki onlar Osmanlı soyuna çok bağlıdırlar. Bir
sultanlarını atarlar veya boğdururlarsa, onun yerine Osmanlı Hanedanı'ndan
başka birini ettirirler. Halbuki, Yunan İmparatorluğu, katliam ve cinayetlerle
türlü ellere geçmiştir.
Bir padişah için en büyük fren, görevden alınma korkusudur.
Müftüden bir fetva çıkarmakla yanındaki adamlardan dilediğinin canına
kıyabilir. Fakat devlet işlerinde keyfine göre hareket edemez; vergileri
arttıramaz, hazinenin parasına dokunamaz.
Paşaların durumu daha az tehlikeli değildir ve bugünlere
kadar çoğunun son kısmeti korkunç bir ölüm olmuştur.
Bu gibi barbarlıkların despotik hükümetlerin sonucu
olduğunu düşünmek yanlıştır. Avrupa'da yüzlerce vekil sehpada can vermiştir.
Oysa, Hristiyan prenslerin hiçbiri müstebit (diktatör) değildi. Sultanlar da
değildirler. Bütün tarihçilerimiz, Türk İmparatorluğu'nu istibdada dayanan bir
devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır. Bunlar arasında, en derin
bilgileri olan Kont de Marsigli şöyle diyor: "İstanbul'da bulunan Yeniçeri
Ocağı, sultanı hapse atmak, öldürmek ve yerine başkasını getirmek
yetkisindedir. Savaş açmak veya barış yapmak için padişah çok defa süel [asker]
ve siyasal çevrelere danışmak zorunda kalır. Paşalar da taşrada istedikleri
gibi davranamazlar. Kentin ileri gelenleri onlar hakkında Divan'a rapor yazıp,
şikayette bulunabilirler. Türk devleti bir demokrasidir."
Türk hükümetini tekdüzen bir idare sanmak, İstanbul sarayının
bir köşesinden her gün bütün illere aynı yönergelerin salındığını düşünmek de
doğru, değildir.
Devamlı zaferlerle gelişen, 18. yy'a kadar durmadan
ilerleyen şu koca imparatorluk, dilleri, dinleri, gelenekleri birbirine hiç
uymayan otuz milleti içine almıştır: Yunanlılar, Eflaklılar, Boğdanlılar,
Macarlar, Araplar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Arnavutlar,
Hırvatlar, Mısırlılar, Suriyeliler, Yahudiler, eski Kartaca toplulukları, Türk
bayrağı altında yaşıyorlar. Bunların nüfusları Türklerinkinden kat kat
fazladır. Türk gücü, tek başına bütün bunları yendi ve sindirdi. İçlerinde öz
Türk pek az bulunur. Tarımla uğraşan hemen hemen yok gibidir; pek azı güzel
sanatlarla ilgilenir. Virgilius'un Romalılar hakkında söylediği gibi:
"ONLARIN SANATI KUMANDANLIKTIR.'
Bir takım cahil ve aptallar, başka birtakım cahillerin
telkinlerine uyarak, İslam dininin bedensel 'nefsani' zevklere dayandığını
ileri sürüyorlar. Hiç de öyle değildir. Bizleri birçok noktalardan olduğu kadar
bu yönden de aldattılar.
Hristiyan dininin doğruluğuna inanmamız yetmiyor mu ki; ta
Kafkas Dağı'ndan Atlas Dağına, Epir'den, Hindistan'ın en ücra köşelerine kadar
yerleşmiş bulunan Müslümanlığı çekiştirmeye uğraşıyoruz? Onlara karşı durmadan
kötü kötü yazılar basıyoruz. Onların ise bu kitaplardan haberleri yoktur. Bizim
zannımızca, birçok milletlerin Müslümanlığı kabul etmesi bu dinin beden
isteklerine elverişli oluşundandır. Oysa, Avrupalıların aşın derecede
kullandıkları alkollü içkileri yasak eden, yıllık kazançlardan en az yüzde iki
buçuğunu fukaraya vermeyi farz kılan, en sıkı bir şekilde oruç tutmayı,
ergenliğe ermek sırasında kanlı bir ameliyat geçirmeyi, günde beş defa namaz
kılmayı, yüzlerce fersah uzakta, yakıcı kumlar ortasında hacca gitmeyi buyuran
dinin nefsani zevkleri neresinde?
İyi ama diyeceksiniz, onlar, hem bu dünyada dört kadın
alabiliyorlar, hem de öldüklerinde hurilere kavuşuyorlar. Bu konuda Grotius
aynen şöyle diyor: "Bu gibi kaba ve pis hayallere kapılmak için geniş
ölçüde sersem olmak lazım."
Meğerse, Doğu beylerinin, prenslerinin ve derebeylerinin
saraylarında besledikleri niceliği belirsiz kadınların sayısını dörde
indirmekte ne sersemliği ne de pisliği andıran bir şey göremiyoruz. Hazreti
Süleyman'ın yediyüz karısı ve üç yüz odalığı olduğu söylenir. Araplar ve
Yahudiler iki kız kardeşle evlenebilirlerdi. Bu gibi evlenmeleri ilk defa yasak
eden Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] olmuştur (Sûre IV). Pislik nerede?
Huriler hakkında da sorabiliriz: Pislik nerede? Allah'ın emri olarak kabul
ettiğimiz nikahlı birleşmelere pislik diyemeyiz ya!
Tanrısal gücün en şanlı gösterisi, zevki yaratıp, zevkin
etkisiyle duygulu yaratıkların nesillerini çoğaltmaktır.
Sadece mantığınıza danışacak olsak, o bize diyecektir ki;
boş yere hiçbir iş yapmayan Tanrının, kıyametten sonra bizleri tekrar bütün
organlarımızla canlandırması boşuna olamaz! Madem ki kıyametten sonra da
midelerimiz olacak, o mideleri nefis meyvelerle beslemek, yaradanın şanına
noksan getirmez. Kutsal kitaplarımızdan öğrendiğimize göre, Adem ile Havva,
önce, sefası bol bir cennet bahçesine konulmuş. Orada hastalık ve ölüm
afetlerinin dışında, şerefli ve günahsız bir durumdaymışlar. Kıyametten sonra
cenneti hak edecek olan doğru insanlar, aşağı yukarı ilk atalarımızın birkaç
gün sürebildikleri bu hayatın bir benzerini sonsuz olarak yaşayacaklar. O
halde, cennete tam birbedenle gidileceğine göre, o bedenin her zaman tatmin
edilebileceğini düşünenleri mazur görmeli.
Hristiyan bilginlerinin de görüşleri bundan farklı olmadı.
Plazza adında büyük bir İtalyan ilahiyatçı, 'Cennet hakkındaki yorumlar'inda
şöyle diyor: "Orada, günahsız insanlar durmadan gitar çalarak şarkı
söyleyecekler. Onların üç ayrıcalığı olacak: Bıkkınlık vermeyen eğlenceler,
gevşetmeyen sevişmeler, aşırıya, kaçmayan zevkler."
Türklerin sırtına, yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir
kitap olur. Onlar, dünyanın en güzel ve en büyük kesimine hakimdirler. Küfürler
savurmaktansa, o yerleri geri almaya çalışmak daha şık olmaz mıydı?
Kadınları baskı altında tutan, güzel sanatlara ilgisiz
davranan Türkleri sevmem fakat iftiradan o kadar iğrenirim ki; onlara dahi
çamur sıçratılmasına katlanamam!
Türklerin karakterinde büyük tezatlara rastlanır: Hem
kıyıcı hem de merhametlidirler. Açgözlüdürler fakat hırsızlıkları hemen hemen
hiç yoktur; boş vakitlerini kötüye kullanmazlar; içlerinden pek azı birden
fazla kadınla evlenir. Avrupa'daki büyük merkezler arasında en az genelev
kadını olan şehir İstanbul'dur. Dinlerine pek sıkı bağlı olan Türkler,
Hristiyanlardan tiksinirler; onlara kafir gözüyle bakarlar. Bununla beraber,
onları bütün ülkeleri içinde, hatta devlet merkezinde hoş görür ve korurlar.
İstanbul'daki Hristiyan mahallesinin sokaklarında, paskalya yortusunda, ağır
yürüyüşle yapılan ayinlere izin verildiği gibi, bu törenlerin başında dört
yeniçerinin muhafızlık ettiği de görünür.
Türkler gururludurlar fakat asilzadelik taslamazlar;
yiğittirler fakat düello etmezler; çünkü ancak harbe giderken kılıç taşırlar.
Eski Yunanlılar ve Romalılarda da adet öyleydi, Bunun tam aksine, barbarlık ve
şövalyelik çağlarından beri Avrupalılarda, yaya giderken bile topuğuna mahmuz
takmak, belinde kocaman bir kılıçla yemek masasına oturmak, veya Allah'a dua
etmek, bir vazife hatta bir onur meselesi olmuştur!
ENDÜLÜS DEVLETİ'NİN ÇÖKÜŞÜ
Hristiyan kralların ayrılıkları yüzünden Müslüman Türkler
Avrupa'da yerleşirken, Müslüman Araplaı, aynı nedenlerden ötürü, Avrupa'nın öte
tarafından kovuluyorlardı.
8. yüzyılın başında İspanya'ya egemendiler. Endülüs,
Valensya, Mürkiya, Gırnata, Tortos ellerindeydi. Kordova. hükümet merkezleriydi.
Orada, kubbesi üç yüz altmış beş adet kıymetli mermer sütuna dayanan bir cami
yaptırmışlardı. Güzel sanatlar gelişiyordu. Sarayda, zevk, ihtişam ve incelik
hüküm sürüyordu. Turnuvalar, zorlu dövüşler belki de onların icadıdır.
Temsilleri, tiyatroları vardı; bunlar değersiz eserler olmakla beraber, diğer
ulusların Müslümanlardan daha az yontulmuş olduğunu gösterir. Astronomi,
geometri, kimya ve hekimlik üzerinde çalışmalar, Batının yalnız bu kesiminde
yapılırdı.
Bir gün, Leon Kralı şişman Sanche, kendini tedavi ettirmek
için ünlü bir Arap hekimini yanına çağırtmış. Fakat hekimin "Kral bana
gelsin!" demesi üzerine, kalkmış onur'la ayağına gitmiş (956).
Uçarılık ve eğlence, yavaş yavaş Arapların hakkından
gelmeye başlamıştı. Öyle ki, 1485'de ellerinde yalnız Gırnata kalmıştı. Ebu
Abdullah, bu ülkenin kralı olan amcası Ebu Hasan'a karşı ayaklandı. Katolik
Ferdinand, bu iç kavgayı körüklemek için amcaya karşı yeğeni destekledi. Az
sonra, Ebu Hasan ölünce, Ferdinand, bütün gücüyle müttefiki Ebu Abdullah'a yüklendi.
Bu Müslüman Krallığını ele geçirmek için tam altı yıl uğraştı. Nihayet
Gırnata'nın etrafı sarıldı. Kraliçe İsabella, bu başarının zevkini yakından
tatmak için savaş yerine koştu. Ebu Abdullah, savunma gücünü henüz kaybetmediği
halde, birtakım şartlar altında kenti teslime razı oldu. Arapların mallarına,
yasalarına, hürriyetine ve dinine dokunulmaması; esirlerin fidyesiz olarak
iadesi ve Yahudilerin de aynı haklardan faydalanması bu şartların başlıcalarıydı.
Bunların tümü İspanyollarca kabul edildi ve Arap Kralı, şehrin anahtarlarını
Ferdinand ve İsabella'ya kendi eliyle teslim etti. Onlar da Ebu Abdullah'ı bir
krala yaraşan saygı töreni ile son defa olarak karşıladılar.
O günleri yaşamış olan tarihçiler, beş yüzyıldan daha önce
Müslümanların kurduğu, hayat, sefa ve zenginliklerle dolu o muhteşem kenti,
içinde Avrupa'nın en güzel banyoları, su mermerleriyle döşeli, sütunlu,
kubbeli, şahane salonları bulunan o heybetli sarayı uzakta bir tepeden dönüp
seyrederken Ebu Abdullah'ın gözlerinin yaşardığını yazdılar. O gün kaybına
ağladığı lüks, acaba onun yok olmasına sebep olmuş değil miydi?
(Fransız ansiklopedisinden: Bugün, Arabın iç çekmesi'
diye anılan o tepede, Ebu Abdullah'ın annesi Ayşe ona şöyle demiş: "Ne bir
kral ve ne de bir erkek gibi koruyamadığın tahtına şimdi bir kadın gibi
ağla.")
MISIR'IN FETHİ KÖLEMENLER ve
MISIRLILAR
Fatih Sultan Mehmet'in aldığı ülkeler o kadar genişti ki;
Türk Ulusu bu mirasla yetinebilirdi. Fakat Yavuz Sultan Selim oraya eklemeler
yaptı. 1515 yılında Suriye ile Mezopotamya'yı aldı. Sonra Mısır'ın fethine
koştu. Bu iş Mısırlılarla savaşmaya kalsaydı kolayca biterdi ama orası,
yeniçeriler kadar güçlü ve çetin yabancı bir milis tarafından yönetiliyor ve
savunuluyordu. Bunlar, Kafkasya'dan gelme Mamelük denilen Çerkezlerdi. Köle
anlamına gelen bu terimin aslım bulmak zordur. Bir ihtimale göre, ilk Mısır
Kralı, esir olarak satın aldığı bu Çerkezlere mamelük (kölemen) adım koymuştur.
Gerçeğe daha yakın bir ihtimal de bu milisin krala olan sıkı bağlılığını
belirtmek için konmuş bir isim olmasıdır.
Nitekim, Osmanlı paşaları da sultana kendilerinden
bahsederken 'kulunuz' derler.
Kafkasya ve Gürcistan'dan gelerek, Nil kıyılarında yerleşen
bu kölemenler, son Haçlı Seferleri'nden beri Mısır'a egemendirler. İklimin
Sıcaklığı bu dövüşken ırkı gevşetmemiştir. Çünkü her yıl bu Çerkez milisi yeni
gelen gençlerle tazeleniyordu.
Üç yüzyıldan fazla bir süre Mısır bu şekilde idare edildi.
Tomanbay, kölemen kralların sonuncusu oldu. Onun da şöhreti bu sonunculuktan ve
Yavuz Sultan Selim'in eline düşmek fe15ketinden ibarettir. Başka bir tanınma
sebebi de bize hayret veren fakat şarklılar için hiç de şaşırtıcı olmayan şu
olaydır: Selim, onun elinden aldığı ülkenin yönetilmesini yine ona bıraktı.
Krallıktan paşalığa düşen Tomanbay, paşaların kaderine uğrayarak kısa zaman
sonra idam edildi.
O zamandan beri, Mısır halkı en utanç verici bir şekilde
aşağılandı. Sezostris devrinde kahramanlığı ile övünen o millet, Kleopatra
zamanında olduğundan daha ürkek olmuştur. Bilim ve tekniğin kaşifidirler
deniyor. Şimdi hiçbir bilimle ilgileri yoktur. Ağırbaşlı ve ciddi oldukları
söylenir. Oysa esir ve düşük oldukları halde, kaygısızca danslar ve şarkılarla
zaman geçirdiklerini görüyoruz.
Bazı tarihçiler Mısırlıları göklere çıkarmışlardır. Bence
bundan aşağılık bir ulus olamaz. Yaradılış ve idarelerinde, kendilerini her
zaman bayağı köleliğe indiren esaslı bir kusur olmalı. Belirsiz zamanlarda
dünyayı zaptettiklerini kabul etsek bile, tarih boyunca kendilerini hükümleri
altına almak zahmetine katlanan her devletin boyunduruğunu kolayca
benimsemişlerdir.
Piramitleri ile övünüp dururlar. Fakat bunlar köle bir
milletin anıtlarıdır. Ve bütün halkın bu işte çalıştırıldığı besbelli, başka
türlü bu çirkin yığınlar ortaya çıkmazdı. Acaba ne işe yarıyorlar? Küçücük bir
odada, herhangi bir kralın bin yıl sonra tekrar ruhuna kavuşacağı umulan
cesedinin mumyasını saklamaya! Peki ama vücudun bir gün tekrar dirileceğine
inanıyorlarsa, onları mumyalarken ne diye beyinlerini çıkarıyorlardı? Yoksa
Mısırlılar beyinsiz mi dirileceklerdi?
ENDULJANSLAR İRANLILAR ve KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
Türklere karşı Avrupa'nın tek siperi Venedik'ti. Yüz
taraftan didiklenmiş ve yontulmuş olan bu siper, Yunanistan'da birkaç şehirle,
Girit, Kıbrıs ve Dalmaçya'yı elinde tutmakla yine de dayanıyordu. Türklerle her
zaman kavgalı değildi ve savaşlarda kaybettiğinden fazlasını onlarla yaptığı
ticaretten çıkarıyordu.
O sıralarda Papa X. Leon'un büyük bir projesi vardı.
Roma'da pentürle mimarlığın çok kibar gelişmelerine yol açmış olan öncelikle
II. Jul devrinde başlanan Saint Pierre Kilisesi'ni, Ayasofya'dan üstün ve
hatta, dünyada biricik güzellikte bir tapınak olarak tamamlamak istiyordu.
Fakat, cihan metropolüne böyle eşsiz bir şaheseri kazandırmak için pek çok para
lazımdı. Bütün Hristiyanların böyle bir yatırıma katılması şarttı ama
bayındırlık işlerinde kullanılacak para, ancak zorbalık veya kurnazlık ile
sağlanır.
Papa, Türklere savaş açmak bahanesiyle bütün Hristiyan
ülkelerinde, 'göz yumma' anlamına gelen 'endüljanslar' çıkartıp satmaya
başladı. Denebilir ki bunları alanların gerek kendileri, gerekse akraba ve
dostları cehennem azabından kurtulmuş olacaklardı. Bu satışların istekle
karşılanması o zamanki, anlayışın bir örneğidir. Buna kimse şaşmadı. Her yerde satış
gişeleri açıldı. En çok satışlar meyhanelerde oluyordu. Kahinler, çiftçiler,
mutemetler para kazanıyorlardı. Papa, kendi payına düşen kardan bir kısmını kız
kardeşine verdi. Buna da ses çıkaran olmadı.
Kahinler, pazar yerlerinde: "Bu endüljanslardan
alanlar, Hazreti Meryem'in ırzına da geçseler yine de ceza görmeyecekler!"
diye bağırdıkları zaman, halk onları dindarlıkla dinliyordu.
Fakat Almanya'daki Ogüsten papazları bu işe ayak
uyduramayınca, satamadıkları malın aleyhine cephe aldılar. Bir demirci oğlu
olan Marten Lüter isimli ogüsten keşişi, bu devrimin elebaşılığını yaptı.
Büyüklerinden aldığı direktifler üzerine, endüljansları kötüleyici
propagandalara girişerek bunları Hristiyanlara satanın yetkilerini incelemeye
koyuldu. Böylece, peçenin bir ucu kaldırılmış oldu. Heyecana gelen halk, o
zamana kadar tapındığı Papa hakkında hükümler yürütmeğe başladı.
Ve keşişlerin bu çıkar ayrılığı, otuz millet arasında yüz
yıldan fazla geçimsizlik, çekişme ve felaket konusu oldu.
Bunca sarsıntılar, iç kavgalar, komplolar, suçlar ve
delilikler arasında, ilk önce İtalya'da, sonra diğer Hristiyan ülkelerde, nasıl
olup da o kadar güzel ve faydalı sanatlar türediğini. sorasımız geliyor.
Türklerin egemenliği altımda olan yerlerde bunu hiç görmüyoruz. Bize ait Avrupa
ahalisinin zekasmda ve yaradılışımda, Türklerde rastlanmayan bir özellik olsa
gerek. İnsan zekasına üç şey etki eder: İKLİM, HÜKÜMET ve DİN. Şu dünya
bilmecesinin başka açıklaması yoktur.
Yavuz Sultan Selirn'in oğlu Süleyman, Avrupalılarla
İranlıların en korkulu düşmanı olmuştur.
Macaristan ve Bohemya Kralı Genç Lui, tek başına Türk
gücüne karşı koyabileceğini sanmıştı. Süleyman'a savaş açmakla kendini
bilmezlik etti. Budin yakınlarında, Mohaç denilen alanda yapılan meydan savaşı,
Hristiyanlar için Varna bozgunu kadar acıklı oldu. Hemen hemen bütün Macar asilzadeleri
orada harcandı. Orduları baştan başa kılıçtan geçirildi. Kral Lui . kaçarken
bir bataklığa düşerek boğuldu. O zamanın yazarlarına göre, bu zaferden sonra
Süleyman bin beş yüz Macar asilzadesinin başını kestirmiş fakat zavallı Lui'nin
portresini görünce ağlamış. Soğukkanlılıkla bin beş yiz kişinin canına kıyan
adamın bir tek baş için ağlamasını mantığımız kabul edemez. Bu iki olay aynı
derecede şüphe çekicidir.
O zamandan beri Macaristan Avrupa'nın en şanssız ülkesi
olmuştur. Macarlar, pek çok nüfuslu bir toplumun kalıntısıdırlar. İç kavgaların
ve Türk kılıcının baskısı altında, atalarının kanlarıyla sulanmış tarlalarını
elleri silahlı olarak sürerlerdi. Bu talihsiz milletin ileri gelenleri
haklarını krallarından, bağımsızlıklarını da Macaristan'ı korumakla beraber
soymaktan geri durmayan Türklerden savunmak zorunluluğundaydılar.
Türklerin Macaristan'daki davranışları, İsveçlilerle
Fransızların Almanya'daki tutumlarına eşitti.
Süleyman 1532'de Viyana'yı kuşattı. Fakat pek . ünlü bir
padişah olmasına rağmen bu işi beceremedi. Doğrusuna bakılırsa çok zararı
dokundu. İki yüz bine yakın askeri esir alarak İstanbul'a gönderdi. Yalnız şu
var ki; ordularının güdümünde büyük bir kumandandan ziyade, bir Tatar ağası
gibi hareket etti.
Viyana'daki başarısızlığı üzerine Süleyman silahlarını
İran'a yöneltti. İran, bu olay dolayısıyla Avusturya'yı kurtarmış oldu.
15. yüzyılın sonlarından beri, Türklerle İranlıların
araları açıktı. Buna sebep, Sofu diye anılan ve İran'da sofuluğundan çok daha
fazla arazisi olan Haydar isminde birinin kurduğu mezhepti. Tatar soyundan Uzun
Hasan'ın hükümdarlığı sırasında İran'ın bir kısmı, Türklere karşı yeni bir
mezheple çıkmak, Hz. Ali'yi Hazreti Ömer'den üstün tutmak ve hac ibadetini
Mekke'den başka bir yerde yaptırmak hevesiyle Haydar'ın doktrinine canla başla
sarılmıştı. Bu doktrinin tohumları çok eskiden atılmış bulunuyordu.
Birbirini kiskanan iki komşu imparatorluk arasında, şimdi
gerekli görünen bu dinsel ve siyasal mesleğe, ancak Haydar bir şekil vermiştir.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in ardılı olarak Hz. Ömer'i veya Hz. Ali'yi
tanımak yolunda ne Türkler ne de İranlılar için herhangi bir sebep yoktur.
Ülkelerinden kovdukları Arapların hakları, onları ilgilendiremezdi.
Fakat İranlılar için önemli olan haç yerinin Türk mülkünde
olmamasıydı. Hz. Ali'nin öldürülmesinden ötürü Türklere karşı dargın
görünüyorlardı. Oysa, Hz. Ali'yi öldüren Türkler değildi. O zamanlar Türklerin
adı bile anılmazdı. Yalnız şu var ki, halkın görüş ve düşünüşleri o kadar uzağa
varamaz.
İran hakkında işittiklerimiz, İran'ın insan haklarına çok
önem veren bir ülke olduğu kanısını uyandırmaktadır. Hayatın zehiri olan can
sıkıntısına karşı, İranlılar şöyle bir çare bulmuşlardır: Kahvehane denilen
büyük salonlarda toplanılır, kimi kahve içer, kimi oynar, kimi okur, kimi
meddahı dinler, kimi hokkabazları seyreder, kimi de bir kenarda birkaç para
vererek dervişe dualar okutur.
Bütün bunlar bize, toplulukla yaşamaya alışık, mutluluğu
hak etmiş bir ulus gösteriyor.
İran'ın Osmanlı'ya benzeyen tarafı, kişiler arasında
sınıf farkı olmayışıdır. Görev dolayısıyla kazanılan aşamalar aileye ulaşmaz.
Kimse, babasının şu veya bu oluşundan faydalanamaz, Adalet mekanizması gayet
basittir. Orada avukatlar ve mahkeme kuralları diye bir şey yoktur. Herkes
davasını kendi çözer. Uzu n ve dikenli yollardan geçen bir yargılama yerine,
kestirme bir karar daha olumlu sayılır.
İsfahan Sarayı, İstanbul Sarayı'ndan daha yumuşaktır.
Saltanat kaygısı padişahları çok defa akraba ve kardeşlerini öldürmeye sevk
ederken, İran'da sadece şehzadeler kör edilir!
Fransızlarla dostluk yapan ilk Osmanlı Padişahı
Süleyman'dır.
Şarlken, şanını en yüksek dereceye çıkartmak için Tunus'tun
sonra Ceznyir'i ele geçirmeye yeltenirken, I. Fransua, Türklerle samimiyeti
perçinliyordu. Venedik yolundan Babıaliye iki elçi gönderdi. Bunlar, İtalya'dan
geçerken Milano valisinin emriyle öldürüldü. Ondan birkaç yıl önce, Şartken
yine Fransa kralının bir elçisinin başını kestirmişti. Bu yeni olay üzerine,
iki kral arasında her zamankinden daha çetin bir düşmanlık baş gösterdi. I.
Fransua, düşmanından öç almak hırsı ile bütün Hıristiyan dünyasını tehlikeye
sokmaktan çekinmiyordu. Şarlken'e kesin bir darbe indirmek amacıyla Süleyman'la
anlaşarak İtalya'yı paylaşmayı tasarladı. Kendisi, büyük bir ordu ile Milano'ya
yürüyecek, Türkler de Napoli Krallığı ve Avusturya'ya saldıracaklardı. Süleyman
sözünü tuttu. Fransua tutamadı. Meşhur Barbaros Hayrettin, gemileriyle Taranto
ve Otranto'yu kuşattı. Süleyman Avusturya'ya yürüdü. Artık Güney İtalya, ile
Avusturya'nın Osmanlı İmparatorluğu'na katılması, Lombardya'nın da Fransa'ya
eklenmesi gerçekleşmek üzereydi. Fakat hayır! Fransızların Milano'ya karşı
harekete geçme-diklerini gören Barbaros, ganimetlerini ve on altı bin esirini
alarak İstanbul'a vardı.
Süleyman da müttefikinden memnun kalmayarak zaferlerine
devam etmekten vazgeçti. Bu savaşta her şey yarıda bırakılmış oldu (1538).
Sonra Şarlken, Fransa'yı ezmek için İngiltere'yle
anlaşırken, 1. Fransua tekrar Türklerden yardım istedi. Barbaros, kalyonlarıyla
Marsilya'ya geldi, Türk ve Fransız deniz kuvvetleri, Niş üzerine yürüdüler ve
şehri zaptettiler. Fakat Niş Kalesi'ni ele geçiremedikleri gibi meşhur Andrea
Dorya imdada yetişince, kuşatmayı kaldırmaya mecbur oldular. Barbaros, filosunu
Tulon'a çekti ve oranın mutlak hakimi kesilerek, büyük bir binayı camiye
çevirdi.
Bu savaşın başlıca önemi, Türklerin Fransa kralı adına
silahlanmış olmalarındadır. 'Çok Hıristiyan' diye vasıflandırılan I.
Fransua'nın ancak bir Türk Amirali sayesinde kendini saydırmaya çabalamış
olması üzücü bir niteliktir. İhtiyar Amiral Barbaros, kışı Tulon'da ve
Marsilya'da geçirdikten sonra, gidip İtalya sahillerini topa tuttu ve
gemilerini tekrar esir ve ganimetlerle doldurarak İstanbul'a döndü.
Hristiyanlık için felaket ve uğursuzluklarla dolu çok uzun bir devir, bu adamın
İstanbul'da ölmesiyle şiddetini kaybetti.
Barbaros Tulon'da cami yaptırırken, Fransa'da, Lüter
mezhebine katılanlar için özel bir işkence düzenlenmişti. Onları bir sırığın
ucuna bağlarlar ve öldürünceye kadar ateşe uzatıp çekerlerdi. Jezüit
papazlarından tarihçi Daniel'in, 'dindarlık örneği' diye alkışladığı harekete
bakınız! Tarihçilerimiz işte böyle şereften düşerler! Hıristiyanlara bu
işkenceleri reva gören Fransa kralı, Tulon'da Müslümanlığa göz yumuyordu.
Politika böyledir işte: Müslümanlığı hoş görür, Lüteryen Hıristiyanları da
hafif ateşte kızartır!
Dini hayal kaprislerine ve ihtiras taşkınlıklarına esir
eden bir anlayışa yobazlık denir. Bugünkü yobazlık ise kan dökücü bir
deliliktir. Çiçek hastalığı kadar bulaşıcı bir akıl hastalığıdır bu. Ve bunun
yayılmasında kitaplardan çok, topluluklar ve nutuklar etkilidir. Okumakla pek
heyecananılmaz. Çünkü o zaman duygular uyanık olmayabilir. Fakat hayal gücüne
sahip coşkun bir adam, zayıf hayallilere söz söylerken gözleri ateş saçar ve bu
ateş çarçabuk etrafı sarar. Sesinin tonu, el hareketleri dinleyicilerin bütün
sinirlerini oynatır, o bağırır: "Allah size bakıyor, onun uğruna
savaşınız" der ve kitleler boğuşmaya gider.
Sayıklama karşısında humma, öfke karşısında kudurma ne ise,
boş inançların karşısında yobazlık odur. Hayaller görerek kendinden geçen,
rüyalarını gerçek, düşündüklerini de keramet sanan kişi, büyük yetenekler
taşıyan bir yobaz çömezidir. O ilk fırsatta. Allah'ın aşkı için adam
öldürebilir.
Soğukkanlı yobazlar da vardır. Bunlar, bütün suçları
kendileri gibi düşünmemekten ibaret olanları darağacına gönderen yargıçlardır.
İnsan neslinin en çok lanetini hak eden bu yargıçlardır işte! Çünkü, öteki
yobazlar gibi coşup taşma nöbetine tutulmadıkları için, pekala sağduyularını
dinlemeleri mümkündür.
Bu hastalığın biricik ilacı filozofça düşünüş ve
anlayıştır. Giderek oluşan hoşgörü, sonunda insanların huylarını inceltir ve
kötülük salgılarını önler; böyle ruhsal vebalara karşı din yasaları da yetersiz
kalır. Çünkü yobazlık mikrobuna tutulan beyinler üzerinde din, iyileştirici bir
gıda olacak yerde zehir etkisi yapar.
Kanunlar bu gibi çılgınlıklara karşı acizdirler. İnsanlara
boyun eğmektense; Allah'a itaat etmeği daha uygun bulduğunu söyleyen ve sizi
boğmakla cennete gideceğine inanan yobaza ne diyebilirsiniz?
Dünya kodamanlarının çoğuna gelince, bunlar tanrıtanımazlar
gibi yaşarlar. Gözü dikkatli olan herkes pekala bilir ki; onların hayatlarım
dolduran kazanç hırsları, çıkarlara aşırı bağlılıklar, eğlenceler, savaşlar ve
anlaşmalar üzerinde Allah korkusunun en ufak bir etkisi yoktur, Ancak onlar,
sosyal gelenekleri çiğneseler dahi, bunu pek kabaca yapmaktan çekinirler.
Boş inançlılar ve yobazlardansa tanrıtanımazların yanında
yaşamak daha çok hoşa gider elbet. Fakat tanrıtanımazlık ve yobazlık, insanlığı
parçalayıp yiyebilen iki canavardır. Şu farkla ki; tanrıtanımaz yanlışına
rağmen, aklının dengesini korur; bu da onun tırnaklarını söker. Oysa yobaz,
devamlı bir sayıklama nöbeti içindedir. Bu nöbet de onun tırnaklarını büsbütün
keskinleştirir. Türklere gelelim.
Kanuni Süleyman, denizlerde yok ettiğini sandığı düşmanlannın
her gün gemilerine saldırmasından huylanarak, Malta'nın fethini tasarladı. Yedi
yüz şövalye tarafından savunan o küçük adaya otuz bin asker gönderdi.
Şövalyelerin başkanı, yetmiş bir yaşında. Jan de LavaJette, dört ay kuşatılmaya
dayandı. Türkler birkaç noktadan hücuma geçtiler. Maltalılar, üstlerine yağ,
kezap, ispirto ve barut ekilmiş çuhalarla örtülü yuvarlak tablaları ateşleyip,
savuran yeni silahlarla karşı duruyorlardı.
Nihayet, Sicilya'dan altı bin kişilik yardımın yetişmesi
üzerine, Türkler çekilmek zorunda kaldılar. En çok saldırıya uğrayan Malta
kasabası 'Zafer Sitesi' adını aldı ve hâlâ bu namı taşır.
Büyük Şövalye Lavalette, yeni bir belde kurdu. Bunun da
ismi 'Lavalette' oldu ve o zamandan beri bu yeni kale, Osmanlı gücüne şiddet ve
başarı ile göğüs gerebilmektedir.
İhtiyarlamış olmasına rağmen, Süleyman savaşmaktan geri
durmuyordu. Otuz bin kişilik bir ordunun başında Zigeta şehrini kuşatmaya
giderken öldü. İki gün sonra da yeniçeriler yalın kılıç kente girdiler.
Zigeta'yı savunan Macar kontu Seren, her yeri eliyle ateşledikten sonra
öldürüldü. Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, kontun başını İmparator Maksimilyen'e
şu sözlerle beraber gönderdi: "Madem ki emrinizde yüz yirmi bine yakın er
vardı, mülkünüzü korumak için kendi başınızı tehlikeye koyabilirdiniz."
Süleyman'ın ölümünde Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları
Cezayir'den Fırat'a, Karadeniz'in doğusundan Yunanistan ve Epir'e kadar
uzuyordu.
ARAPLAR VE YAHUDİLER
II. Selim 1571 yılında, Kıbrıs'1 Venediklilerin elinden
aldı.
Tarihçilerimiz tekrarlayıp dururlar ki; Selim, bu sefere
adanın meşhur şarabından içmek ve adayı bir Yahudi'ye peşkeş çekmek amacıyla
girişmiş. Kıbrıs'ın fethi, Anadolu'nun korunması bakımından gerekliydi. Hiçbir
hükümdar şarap içmek veya bir Yahudi için savaşmaz. Mekines adında bir Musevi,
adanın zaptını kolaylaştırıcı bilgiler vermişti. Savaşı kaybedenler, bu gerçeğe
öyle masallar eklediler ki bunlardan galiplerin haberi yoktur.
Avrupa'da Yahudilere karşı davranış, yer yer ve zaman zaman
değişmiştir. Bu millet ilgimize layıktır. Hıristiyan dininin birçok yasa ve
geleneklerini onlara borçluyuz.
Yağma aşkı ve heyecan bakımından Araplar Yahudilere
benzerlerse de yiğitlik, büyüklük ve cömertlikleriyle onlardan kat kat
üstündürler. Tarihleri, gerçek de, uydurma da olsa ruhlara yücelik aşılayan
dostluk ve yiğitlik örnekleriyle doludur.
Tuğra! denilen bir dergide anlatıldığına göre, bir gün
Mekke camisinin avlusunda, üç Arap arkadaşlık ve yüce gönüllülük hakkında
yorumlar yaparken, bu erdemlere geniş ölçüde sahip görünen o zamanki adamlardan
hangisinin en çok beğenildiği noktasında anlaşamamışlar. Kimi, Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in amcası Cafer'in oğlu Abdullah'ı; kimi
Saadi'nin oğlu Kais'i; kimi de As Kabilesinden Arabad'ı tutmuşlar. Epey
tartışmadan sonra, bahis konusu olan bu üç kişiye birer arkadaşını göndererek,
onları tecrübeden geçirmeye ve sonuçları mecliste oya koymaya karar vermişler.
Abdullah'ı görmeye giden arkadaşı ona, ipekli kumaşlar ve
altın yüklü devesiyle giderken rastlamış. "Ey Abdullah" demiş.
"Yolculuğa çıktım ama hiç de harçlığım yok." Abdullah hemen aşağıya
inmiş, devesini olduğu gibi ona bağışlamış ve yaya olarak evine dönmüş.
İkincisi Kais'e gitmiş. Kais uykudaymış. Bir hademe ne
istediğini sorunca: "Kais'in arkadaşıyım, yardıma ihtiyacım var."
demiş. Hademe şu cevabı vermiş: "Efendimi uyandırmak istemem. Buyurun size
şu yedi bin altını vereyim. Evimizde yalnız bu var. Size bir deve ile bir de
köle takdim edeyim. Evinize varmak için bu kadarının yeteceğini umarım."
Kais uyandığı zaman, arkadaşını bu kadar az ağırladığından ötürü hademeyi
paylamış.
Üçüncüsü As kabilesine varıp, arkadaşı Arabad'ı bulmuş. Bu adam
körmüş. İki esirine dayanarak, Mekke camisine gitmek üzere evinden çıkıyormuş.
Arkadaşının sesini duyunca şöyle demiş: "Bütün varlığım bu iki köleden
ibarettir. Lütfen bunları alıp satınız. Ben, değneğime basıp camiye
giderim."
Araplarda böyle fıkralar çoktur. Bizim Batılılarda ise hiç
yoktur. Bizim zevkimiz başka! Bizim romanlarımız 'Boccace', 'Gilbias' ve daha
birçoklarınınki gibi düzenbazlıklarla doludur. Oysa bu gibi şeyler bir ulusun
özelliklerini belli eder. Bunun tam aksine, Yahudi ' milletinin tarihinde
hiçbir asil jeste rastlanmaz: Ne konukseverlik, ne hoşgörü ne de bağışlama. En
büyük mutlulukları; yabancılara tefecilik etmektir. Bu tefeci ruhu kalplerine o
derece işlemiştir ki; kendilerine has olan konuşmalarında kullandıkları
figürler hep buna dairdir.
1215
yılında, Hristiyanlardan ayırt edilebilmeleri için Yahudiler, göğüslerinde
tekerlek şeklinde ufak bir rozet taşımaya mecbur tutuldular. Hristiyan
hizmetçi, sütnine ve metres tutmaları yasaktı. Kimi, ülkelerde, Yahudilerle
cinsel ilişkide bulunanları diri diri yakarlardı. Bunun en önemli nedenini, büyük
hukukçu Gallus şöyle açıklıyor: "Çünkü bir Yahudi ile yatmak, bir köpekle
yatmaktan farksızdır."
Yahudilerin
meşhur hahamları, Maymonid'leı; Abravanel'ler, Aben İsrael'ler, Hristiyan
dünyasına: "Bizler sizin atalarınızız. Kitaplarımız, ilahilerimiz kiliselerinizde
okunmaktadır." diye haykırmışlarsa da bu telkinlerinden yağma edilmek,
kovulmak, iki köpek arasında asılmaktan başka sonuç elde edemediler. İspanya ve
Portekiz'de onları yakmak adet olmuştu.
Fakat
son yıllarda Hollanda ve İngiltere'de durumları oldukça düzeldi. Asilzadelik
almaya kadar ileri gittiler. İngiltere Senatosunda Maylord Aaron'larla Maylord
Yuda'lar çoğalmaya başladı. Bu hale çok gülündü ama Yahudiler, hür yaşamak ve
zenginleşmekle yetinerek umursamadılar.
Hazreti Yakup soyundan kimileri Lizbon'da
törenle yakılırken, diğerlerinin Büyük Britanya'da yüksek ayrıcalıklara aday
oluşları, dimağ kaprislerimizin azımsanacak belirtisi değildir. Yahudiler,
Türkiye'de ne yakılırlar ve ne de paşalığa ererler. Fakat oranın ticareti
ellerindedir. Fransızlar, İngilizler ve Hollandalılar, onların kanalından
geçmeksizin mal alıp satamazlar.
Onun
içindir ki; İstanbul'un bu zengin tellaları, Türklerin hor bakışlarına ve ağır
muamelelerine rağmen, Kudüs'ün hasretini çekmezler.
OSMANLI İMPARATORLUĞUNA BİR BAKIŞ
Avrupa, Asya ve Afrika'da en güzel yerleri Türklere
kaptırdıktan sonra, onları zengin etmek için de elimizden geleni esirgemedik!
Venediklilerden Kıbrıs'ı almışlar, Famagus'ta valisi
Bragadino'mın derisini yüzmüşlerdi. Bununla beraber iki devlet arasında dostça
alışverişler devam ediyordu. Cenova, Floransa, Marsilya şehirleri, İstanbul'dan
ipekli kumaşlar ve yiyecek satın almak için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğu'yla olduğu kadar, bütün Asya ile
ticari ilişkiler kuruyorlardı.
Bizler her zaman Türklerin ayağına gideriz, onlar bir defa
olsun Batıya gelmezler; bu bizim, ihtiyacımızın açık bir belirtisidir. Doğu
iskeleleri ticaret filolarıınızla doludur. Bütün Avrupa devletlerinin orada
konsoloslukları vardır. Hepsinin Babıali'de elçileri olduğu halde, Türklerin
Batıda bir tek temsilcileri yoktur. Babıali bu durumu, muhtaç Avrupalıların
kendi haşmetine—karşı bir nevi yağcılığı diye bakar. Bu elçilere zaman zaman
öyle hakaretler edilir ki, Avrupa prensleri arasında bunların bir nebzesinden
savaşa tutuşulurdu.
Fakat Türklere aldırılmaz! İngiliz Kralı Giyoın:
"Türklere karşı onur taslanmaz." demiştir. Bu söz, malını satmak
isteyen bir bezirgan tarafından söylenirse belki hoşa gider ama şeref denilen
nesneye kıskançlıkla bağlı bir hükümdara bilmem nasıl yaraşır!
Türk imparatorluğunun yönetimi de gelenekleri ve dini kadar
bizimkine aykırıdır. Devlet başkanının gelirleri, Avrupa'da para ile
sayılırken; orada gelir ölçüsü, padişaha bağlı bütün ülkelerin üretimidir.
İstanbul limanı, uzun yıllar boyunca sarayın, yeniçerilerin ve deniz
kuvvetlerinin ihtiyaçları için Mısır'dan, Rumeli'den, Anadolu'dan,
Karadeniz'den yiyecek taşıyan gemilerle dolup boşalır.
Hazinenin
1683 yılına kadar tahsil ettiği paralara bakılırsa, bunun o kadar büyük ordular
ve memurlar idare etmeye yetmediği görülür. Türkiye'de devlet işlerine harcanan
paralar, Fransa ve İngiltere hükümetlerinin sarf ettiklerinin üçte birini
tutmaz. Fakat bu iki devletin kültürleri daha yüksek, sanayileri daha
gelişmişken; ciroları daha dolgun ve ticaretleri daha geniştir.
Sultanın özel gelirleri arasında müsaderelerin (herhangi
bir kişinin malının padişah tarafından zaptıyla elde edilen gelirler) hatırı
sayılır payı vardır. En eski zamanlardan beri kökleşmiş zorbalıklardan biri de
bir aile reisi ölüme mahkum edilince, ailenin bütün mal ve mülklerinin
hükümdara kalmasıdır. Padişaha bir vezirin başı getirilir ve bu baş ona çok
defa, birkaç milyon kazandırabilir. Kıyıma bu kadar yüksek değer biçen bir
hükümdara cinayet yoluyla mal edinmek gibi Ianetli emeller aşılayan böyle bir
hak kadar iğrenç bir şey düşünülemez.
Fakat bütün dünyada, devlet idaresi genellikle izinli bir
soygunculuktan ibaret olmuştur.
Netice itibarıyla, Türklerin az masrafla pek büyük işler
başardıkları kabul edilebilir. En yüksek dereceli memurların dahi maaşları çok
azdır. Armağanlar ve müsadereler olmasa sadrazamlık bile -savaş zamanları
hariçparadan ziyade itibar sağlayan bir makamdır.
Türklerin, bugünkü Avrupa prensleri gibi paraya ve
anlaşmalara dayanarak savaş açtıkları görülmemiştir. Teşkilatının kuvveti ve
yeniçerilerin yiğitliği sayesinde, disiplinsiz olarak ortaya çıkan bu
imparatorluk, yenilmiş milletlerin yılgınlığından, komşu devletlerin de
birbirlerini kıskanmalarından faydalanarak tutunmaktadır.
Sultanlar hiçbir zaman yüz kırk bin kişiyi birden seferber
etmediler. Fakat ordularının ardı sıra giden Tatarlar ve başka yığınlar hesaba
katılırsa, karşılarına çıkan kuvvetlerden sayıca daima üstündürler.
İNEBAHTI (LEPANT) DENİZ SAVAŞI
Venedikliler, Kıbrıs'ın kaybından sonra Türklerle ticarete
devam etmekle beraber, onların düşmanı olmaktan çekinmiyor, birleşik çıkar
uğruna çalışmaları gereken Avrupalılardan yardım koparmaya çabalıyorlardı. Bir
Haçlı Seferi başlatmanın tam sırasıydı. Ancak vaktiyle yapılan bunca Haçlı
Seferleri iyi sonuç vermediği için, şimdi daha zorlularıma da girişmeye kimsede
yürek yoktu.
Papa V. Pie, Haçlı Seferi örgütlemekten daha iyi bir iş
yaptı. Venedikliler ve İspanyollarla sözleşerek, Osmanlılara savaş açma
cesaretini gösterdi. Tarihte ilk kez 'iki anahtarlı' bandıranın Türk bayrağına
karşı yükseldiği ve Roma kalyonlarının Türk deniz kuvvetlerine saldırdığı
görüldü. Bu büyük silahlanma baş döndürücü bir hızla yapıldı. Kıbrıs'ın
düşmesinden beş ay sonra, Eylülde, 200 kadırga, 6 büyük kalyon, 25 savaş
gemisi, 50 yük gemisi, Sicilya limanlarında hazır bulundu. Şarlken'in o meşhur
piçi, Don Juan, filonun kumandanı olmuştu. Bu deniz ordusu, tarihçilere göre
elli bin kişilikmiş. Savaş konularında hep böyle abartmalar olur. Saydığımız
gemiler, belki yirmi bin kişi alabilir. Osmanlı filosu tek başına, birleşik üç
Hıristiyan donanmasından üstündü. İki ordu Korent'e yakın İnebahtı Körfezi'nde
karşılaştı. Aksiyom savaşından beri Yunan denizleri bunca geminin bir araya
gelişine ve böylesine çetin bir çarpışmaya şahit olmamıştı. Osmanlı
kadırgalarında Hristiyan esirler, öte tarafta Türk esirler hizmet ediyordu. Her
iki tayfa da istemeyerek vatanlarına karşı çalışmak zorundaydı.
İki filo bütün eski ve modem silahlarla çarpıştılar:
Yaylar, mızraklar, kızgın topuzlar, çengelli demirler, toplar, fitilli
tüfekler, baltalar, kılıçlar. Birbirlerine kancalanan gemilerde, tıpkı karada
olduğu gibi göğüs göğüse dövüşüldü (3 Ekim 1571 ). Hıristiyanlar kazandılar.
Türklerin ilk defa olarak denizde yenilmeleri, bu utkuya olağanüstü bir önem
veriyordu: Venedik Amirali Don Juan, Kaptan Paşa Ali'ye saldırdı. Ali,
kalyonuyla beraber esir düştü ve kesilen başı grandi direğine dikildi. Bu
hareket savaş haklarına uymamakla beraber, Farnagusta'da Bragadino'nun derisini
yüzenlere karşı başka türlü davranılamazdı. Türkler, o gün yüz elliden fazla
gemi kaybettiler. Beş bin Hıristiyan esir kurtarıldı. Venedik, bu zaferi özel
bilgi ve yetenekleriyle düzenledikleri şenliklerle kutladı. İstanbul matem
içindeydi.
Fakat bu zaferin faydası ne oldu?
Venedikliler Türklerden bir karış toprak alamadılar. II.
Selim'in amirali hiç yorulmadan Tunus'u tekrar fethetti. Oradaki bütün
Hıristiyanlar kılıçtan geçirildi.
İnebahtı Savaşı'nı sanki Türkler kazanmıştı!
III. MURAT'TAN IV. MURAT'IN ÖLÜMÜNE KADAR
II. Selim'in
ölümünden sonra (1585). Türkler Avrupa ve Asya'daki egemenliklerini
tutabildiler. III. Murat zamanında sınırlarını daha da genişlettiler. Murat'ın
generalleri, Macaristan'da Raab'ı ve İran'da Tebriz'i aldılar.
Düşmanlara dehşet salan yeniçeriler, sultanlarını da
yıldırmaya başlamışlardı. Fakat III. Murat, onlara kumanda edebilecek özellikte
bir sultan olduğunu gösterdi (1593). Bir gün, defterdarın başını istemek üzere,
sarayın iç kapısı önünde gürültü ile toplanmışlardı. Padişaha gözdağı
veriyorlardı. Murat, yanına adamlarını alarak kapıyı açtırdı, kılıcını çekti.
Yeniçerilerin üstüne yürüdü ve birkaçının başını uçur-du. Ötekiler dağıldılar
ve kaçtılar.
Bu haşarı milis, gözleri önünde ele başlarının yok
edilmesine soğukkanlılıkla seyirci, kalır. Fakat bu nasıl bir milistir ki;
efendileri dahi kendisiyle çekişmek zorundalar! Kimi defa, yatıştırılması
mümkünse de ne emir dinler, ne disiplin tanır, ne de ortadan kaldırılır. Çok
defa hükümet işlerine de burnunu sokar.
Yeniçeriler, efendilerine buyurmak hakkını zorla kaptıkları
günden beri, bu zorbalığın altında kalmayı, III. Mehmet • kadar hak etmiş bir
sultan çıkmamıştır. Söylentilere
göre, III. Mehmet saltanata başlarken, on dokuz kardeşini boğdurmuş ve
babasının on iki karısını -belki gebedirler diye-denize attırmış. Bu
olaya karşı ancak biraz homurdanma olmuş. Fakat bu vahşi ve kaba adam,
devletini şahane bir ustalıkla yönetti. Ordusunun başına geçerek Macaristan'a
koştu.
Transilvanya voyvodası Sigisnıond Battori, Osmanlı
boyunduruğunu bırakıp, Viyana himayesine girmişti. İki büyük koruyucu arasında
kalen zayıf devletlerin böylece saf değiştirmelerine sık sık rastlanır. Bu
onların kaderidir.
O
sıralarda, Türklere karşı durmak amacıyla inanılmayacak kadar gülünç bir çareye
başvuruldu. Para toplamak için Almanya'daki bütün kiliselerin kapılarına birer
yardım sandığı konuldu. Sadakayla savaş yapılacağı ilk defa görülüyordu.
Üstelik, sandıklar açıldıkça, fazla bir şey de çıkmayışından tamamen kuduran
askerler, savunmaya geldikleri yerlerin bir kısmını talan ettiler.
III. Mehmet, Eğri
şehrini bizzat kuşattı. Hristiyan garnizonu, hayatları bağışlanmak şartıyla
teslim olduğu hâlde, siperinden çıkarken katledildi. Fakat Padişah, bu
namertliğe kızarak, bunu yaptıran Yeniçeri Ağasının başını kestirdi.
I. Ahmet devrinde, 1605'ten 1631'e kadar, her şey
yozlaşmaya yüz tuttu. Büyük Şah Abbas, Türklerin zaman zaman fethetmiş
oldukları İran topraklarını tekrar ele geçirdi. Onun sayesinde, Rodolf'ün,
Matyas'ın ve II. Ferdinand'ın korkuları azaldı. Şah Abbas, farkına varmayarak
Hristiyan prenslerin yararına dövüşüyordu.
I, Ahmet,
1615'te Matyas ile yüz kızartıcı bir barış yaptı. Atalarının fethetmiş
oldukları Eğri, ÂKaniş, Peşte ve
Alb-Hoyal şehirlerini, geri verdi. Talihin terazisi böyledir işte. Uzun Hasan'la
Sofu İsmail, vaktiyle Türklerin Venedik ve
Almanya üzerine saldırılarını önlemişti. Daha eski zamanlarda Timurlenk de İstanbul'u kurtarmıştı. l. Ahmet'in ölümünden
sonra olup bitenler bize gösteriyor ki; Türk hükümeti, tarihçilerimizin yalan yanlış
anlattıkları gibi, ulusa söz hakkı ve davranma erginliği vermeyen bir monarşi
değildir. Sultanın elindeki yetki, iki tarafı keskin bir kılıçtı. Kötü
kullanıldığı zaman sahibini de kesebilirdi. Tahta çıkmayı yöneten bir sıra da
yoktu. Yeniçeriler, Ahmet'in oğlu Osman'ın yerine, kardeşi Mustafa'yı padişah
yaptılar (1617). İki ay sonra, saltanat sürmeye yeteneksiz buldukları
Mustafa'dan bıkarak, onu hapse attılar ve on iki yaşında Genç Osman'ı tahta
oturttular. Fakat Mustafa'nın yandaşları vardı.
Bunlar Genç Osman'ın Yeniçeri Ocağı'nı kapatmak için önce
zayıf düşürmeye çalıştığı yolunda propaganda yapınca, Osman tahttan indirildi.
Vitellus'tan beri hiçbir hükümdara bu kadar alçakça davranılmamışlır.
Genç Osman bir eşeğe bindirilerek, İstanbul sokaklarında dolaştırıldı ve aşağı
halkın hakaretleri altında Yedikule'ye götürülüp boğduruldu. Sadrazam Davut,
bizzat sultanını öldürmeye koştu (1627). Mustafa ikinci defa tahta çıkarıldı ve
bir sene sonra da yine indirildi.
Gazi unvanını taşıyan IV. Murat zamanında durum tamamen değişti.
Bu sultan, İranlılara açtığı savaşta ordularının başına geçmekle yeniçerilere
kendini saydırmasını bildi (12/12/1628). Erzurum'u aldı, on sene sonra da
Bağdat'ı kurtardı. İranlılar, sınırlarını emniyete almak için Bağdat'ın
doğusunda en verimli topraklardan yüz kilometre derinliğinde bir alanı çöl
haline getirmişlerdi. Başka uluslar mülklerini kalelerle savunurken, İranlılar
sahralarla korundular.
IV. Murat Bağdat'ta savaşırken, Türk-Moğol İmparatoru Şah
Cihan'ın oğlu Evrenkzip, babasına karşı ayaklandı. Murat kırk bin kişilik bir
orduyu Şah Cihan'ın imdadına yolladı. Asya'ya doğru akın eden bu insan yığını,
o zaman İsveçlilerle Fransızların işgalinde bulunan Alrnanya'ya yöneltilseydi,
Almanya hiçbir zaman topyekün düşman çizmesi altında kalmamış olmak şöhretini
kaybedebilirdi.
Türkler IV. Murat'ın sadece yiğitliğini överler fakat içki
ve eğlencelere çok düşkün ve zorba (kıyıcı) olduğunu da söylerler.
Aşırı içkiciliği ömrünü kısalttı ve hatırasını kirletti
(1639).
GİRİT ADASI'NIN FETHİ
Murat'm oğlu İbrahim, ayrn kötü huyları taşıyordu. Üstelik,
beceriksiz ve korkaktı. Bununla beraber Türkler, Girit Adası'nı onun zamanında
aldılar. Ancak, adanın başkenti ve bazı kaleleri daha yirmi yıl dayandı. Eski
çağlarda yasaları, sanat eserleri ve masallarıyla ün salmış olan o Girit, 19.
yüzyılın başlangıcında Araplar tarafından zapt edilmişti. Araplar orada Kandya
şehrini kurdular fakat Haçlı Seferleri zamanında İstanbul'a yardım için
birleşen Latin prensleri, Yunanistan'ı koruyacak yerde onu çiğnedikleri sırada,
Venedikliler Girit'i para ile aldılar ve muhafaza edebildiler.
Roman konusu olacak kadar garip bir serüven, Türk
silahlarını Girit üzerine çekmişti: Maltalı altı kadırga, büyük bir Türk
gemisini ele geçirip, Kalismen denilen bir küçük adanın limanına getirmişler.
Gemide sultanın bir oğlu bulunduğu haber verilmiş. KızlarAğası ile birkaç saray
adamının orada bulunuşu ve çocuğa üstün saygılar gösterilmesi bu habere
inanılır bir nitelik vermiş. Kızlar Ağası çarpışmalarda öldüğünden, saray
adamları çocuğun Sultan İbrahim'in oğlu olduğunu, annesi tarafından Mısır'a
gönderildiğini söylemişler. Maltalılar, padişahtan dolgunca bir kurtulmalık
kopartmak umudu ile çocuğa uzun zaman bir şehzade muamelesi yaptılar. Fakat
İbrahim, Malta şövalyeleriyle uzlaşmaya tenezzül etmediği veya çocuk kendi
evladı olmadığı için, herhangi bir fidye vermek teklifinde bulunmadı. Bu
şehzade nihayet Maltalıların ihmaline uğrayıp serbest bırakılınca, Dominiken
papası oldu, Dominikenler de aralarında bir şehzade var diye övünüp durdular.
Erişilmez sarp
kayalar üzerinden Türk gücüne meydan okuyan Malta'dan hıncını alamayan Babıali,
öfkesini Venediklilere çevirdi. Maltalı kadırgaların ele geçirdikleri Türk
gemisini bir limanında barındırmış olmakla Venedik hükümeti barış şartlarını
bozmuş sayılıyordu. Türk filosu Kandya önünde demir attı (1645). Kandya düştü
ve az sonra hemen hemen bütün ada teslim oldu.
İbrahim'in bu olayda hiçbir rolü yoktu. Kimi defa, en zayıf
hükümdarlar zamanında en büyük işler başarılır. İbrahim devrinde yeniçeriler,
devlet işlerine tamamen karışıyorlardı. Nihayet, müftünün fetvası ve Divan'ın
kararı üzerine İbrahim tahttan indirildi (1648). O zamanlar Türk imparatorluğu
gerçek bir demokrasiydi; çünkü sultan, kadınlar koğuşuna kapatıldıktan sonra,
yerine kimse getirilmedi. Devlet yönetimi sultansız olarak devam etti (1649).
Tarihçilerimiz iddia ederler ki; İbrahim, dört dilsiz
eliyle boğdurulmuş. Bu yersiz iddia, sarayda verilen kanlı kararların dilsizler
tarafından yürütüldüğünü sanmaktan ileri gelmektedir. Halbuki dilsizlerin
cüceler ve soytarılardan farkı yoktu. Onları hiçbir ciddi işte kullanmazlardı.
Türkler, İbrahim'in nasıl öldürüldüğüne dair bir şey söylemiyorlar. Bu, sarayın
bir sırrı olarak kalmıştır.
Bu kadar yakınımızda bulunan Türkler hakkında sayılıp
dökülen safsataları işittikçe, eski tarihe karşı güvensizliğimiz tamamen
artıyor. Etrafımızda olup bitenler bize böyle yanlış anlatılırken, İskitleri,
Gomeritleri ve Seitleri bize tanıtmaya çalışmak ne boş çaba! Herşey bize bu
inancı veriyor ki; devletler tarihinde gerçekte ancak yaygın bilinen olaylar
vardır; gizli ayrıntılar, sözüne inanılır görgü tanıkları tarafından bize
anlatılmadıkça, onları derinleştirmeye uğraşmak sadece zaman kaybıdır.
İbrahim'e uğursuz gelen o zamanların, diğer bütün krallar
için de belalı oluşu tuhaf bir rastlantıdır. Alman İmparatorunun tahtı, Otuz
Yıl Savaşı ile sarsılmıştı; İspanya Kralı IV. Philip, Asya'daki sömürgelerinin
hepsini kaybettikten sonra Portekiz'i de elinden kaçırmıştı; iç kavgalar
Fransa'yı kemiriyordu; İngiltere'de 1. Şan idama mahkum edilmişti.
17. yüzyılın başlangıcı bütün dünyada zorbaların devri
olmuştur. O zamanın olayları gözden geçirilirse; acizlikler cezada, büyük
cinayetler sefada, evren tesadüfe bırakılmış geniş bir soygunculuk sahnesi
olarak görünür.
Girit Savaşı sürüp gidiyordu. Türkler, Fatih, Yavuz ve
Kanuni zamanlarında olduğu kadar korkunç olmamakla beraber yine de tehlikeli ve
kuvvetçe bizden üstündüler; Girit'i sekiz yıl abluka altına aldıktan sonra
bütün güçleriyle zorlamakta devam ediyorlardı. Venediklilerin böylesine
dayanmalarına mı, yoksa Avrupalıların onları yardımsız bıraktıklarına mı şaşmak
gerektiğini kestirmek kolay değil.
Zamanlar çok değişti! Eskiden, Avrupa barbarken, bir papa,
hatta bir keşiş, milyonlarca Hristiyan'ı Müslüman ülkelerinde savaşa, Haçlı
Seferleri'ne gönderiyordı. İnsan ve paraca bütün varlıklarımız o sefil Filistin
topraklarını elde etmek uğruna harcanıp eriyordu. Şimdiki Hristiyanlığın
anayolu sayılan Girit, altmış bin Türkün saldırganlığına uğramıştı. Krallarımız
bu kaybı umursamıyorlardı bile. Malta'dan ve papalıktan gelen birkaç kalyon bu
cumhuriyeti Osmanlı pençesinden kurtarmaya çalışan tek yardımdı. Venedik, bu
kadar az yardımla ve ücretli askerleriyle, Köprülü Fazıl Ahmet Paşa gibi,
korkunç orduları, yetkin mühendisleri olan Türkiye'ye hakim, büyük vezir ve
üstün komutana karşı koyamazdı.
Fransa Kralı XIV. Lui, Girit'in yardımına koşmakla öteki
Avrupa prenslerine önayak olmaya yeltendi. Tulon'da yaptırılan yeni gemiler ve
kadırgalar, oraya Dük de Bofor'un kumandası altında yedi bin asker taşıdı.
Fakat Avrupalı krallardan hiçbiri tarafından desteklenmeyen bu yardım, Girit'in
düşmesini ancak geciktirmeye yaradı.
Bu savaşta Türkler, askerlik mesleğindeki üstünlüklerini
ispat ettiler. Avrupa'da henüz görülmemiş çapta, büyük topları onlar döktüler.
Birinci defa olarak sahralarda, paralel siper çukurları kazdılar. Biz bu usulü
onlardan öğrendik. Onlar da bir İtalyan mühendisten almışlar.
Hiç şüphe yok ki; o devrin çalışmakta dirençli, görgülü,
batur ve zengin Türkleri kısa bir zamanda, Roma'yı da, bütün İtalya'yı da
alabilirlerdi. Fakat, sonradan gelen ahlaksız padişahları, kötü generalleri ve
kusurlu hükümetleri Avrupa'yı kurtarmıştır.
XIV. Lui'nin davranışına uyarak, diğer Avrupa kralları da
bir parça yardımda bulunsalardı, Kandya şehri düşmezdi. Liman daima serbestti.
Oraya yeter miktarda asker gönderilseydi, yeniçerilere dayanılabilirdi.
Yeteneğinden çok tuhaflığıyla, tanınan Dük de İ3ofor,
yanına asilzadelerini alarak Türkleri hücumla siperlerinden kovmaya çabaladı.
Fakat bu siperlerde barut ve bomba dolu bir cephaneliğin patlaması bu işi
altüst etti. Fransızlar bir mayın tarlasına düştüklerini sanarak kaçıştılar. Dük
de Bofor birçok subayıyla birlikte öldü.
Türklerin müttefiki olan XIV. Lui, böylece bu devlete karşı
önce Venediklilere, sonra . da Almanlara yardım ettiği halde, Türkler buna pek
içerlemiş görünmediler. Fransa Kralı, daha sonra kuvvetlerini Kandya'dan çekti.
Bu çekilişin nedeni anlaşılamadı. Fransız kumandanı Dük de Navay, kalenin
Türklere karşı duramayacağı kanısındaydı. Bu önemli kuşatmaya yıllarca dayanmış
olan general Francesko Morosini, barış yapmaksızın harabeleri terk edip,
denizden çekilebilirdi. Fakat uzlaşmaya gitmekle adadaki bazı yerlerin Venedik
Cumhuriyeti'ne bırakılmasını elde etti.
Köprülü Ahmet, kendisinin ve Osmanlı Devleti'nin bütün
prestijini Kandya'nın alınmasına bağlamıştı. Harabeye dönmüş olan bu şehir,
'1669 yılının Eylül'ünde, Morosini'nin Sadrazamla yaptığı barışa uyularak
Türklere bırakıldı. Yenenlerle yenik düşenler arasında bundan şerefli bir
anlaşmayı tarih kaydetmemiştir. Sadrazam, Venedik gemilerinde yer bulamayan
ahaliyi götürmek üzere, Morosini emrine şalupalar verdi. Anahtarları teslime
gelen şehir temsilcisine beş yüz altın, onun yanındakilere ikişer yüz altın
bağışladı. Hristiyanların gemilere bindirileceği güne kadar Türklerle
Venedikliler birbirleriyle arkadaşça görüştüler.
Kandya Savaşı'nın galibi Köprülü Ahmet Paşa, Avrupa
generallerinin en iyilerinden biri, büyük devlet adamı ve aynı zamanda adil,
ince bir insandı. Türklerin kendi itiraflarınca, iki yüz bin askerlerine mal
olan bu uzun savaşta Köprülü, sonsuz bir şan ve şeref kazanmıştır.
Bu savaşı, Truva Savaşı'na benzetmek biraz yerinde olur.
Sadrazamın yanında Ülis lakabına layık, Panayoti adında bir
Rum vardı. Prens Kantemir'in anlattığına göre bu Rum, Ülis'e yaraşan bir taktik
kullanarak, Kandya karargahını teslim olmaya ikna etti.
Beş altı Fransız gemisi, Kandya'ya cephane ve yiyecek
getirmek üzere yola çıkmıştı. Panayoti, birkaç Türk gemisinin gece vakti denize
açılmasını ve sabahleyin direklerine Fransız bandıraları çekerek, Türk
filosunun yanıma gelmesini ve orada sevinç gösterileriyle karşılanmasını
tertipledikten sonra, Kandyalılara giderek, Fransız Kralı'nın Venediklilere
yardımdan vazgeçip, müttefiki olduğu Türklerin yanında yer aldığını söyledi.
Onun bu hilesi, kalenin düşmesini hızlandırdı.
Venedik Senatosu, general Morosini'yi vatana ihanet suçuyla
yargıladı. Fakat savunulması suçlandırılması kadar kuvvetli oldu. Bu büyük
insan, sonra Türklerden Mora'yı almakla itibarına tekrar kavuşmuşsa da Venedik
Cumhuriyeti bu kazançtan uzun zaman faydalanamadı.
Türk gücünün akınları, yalnız Venedik Cumhuriyetinin adalarına
yayılmakla kalmıyor, genellikle Polonya ve Macaristan'a doğru ilerlemeler
kaydediyordu. IV. Mehmet, Kazakları Polonyalıların zulmünden kurtarmak
bahanesiyle Polonya üzerine yürüdü. Ukrayna'yı, Podoli, Volhini ve Kaminiek
şehirlerini aldıktan sonra (1672), Polonya'yı senede yirmi bin altın haraca
bağlayarak onunla barış yaptı.
VİYANA SAVAŞI
Almanya'yı. altüst eden Otuz Yıl Savaşı süresince, Türkler
Macaristan'a rahat nefes aldırdılar. 1541 yılından beri, ta Budin'e kadar,
Tuna'nm iki kıyısına sahiptiler. Macaristan'ın diğer bölgeleri serbestti.
Bu tarihte, gözümüz önünden geçen bütün ulusların en
talihsizi Macarlar olmuştur. Ahalisi azalan, Katolik ve Protestan arabozucuları
ve partizanlar tarafından bölük pörçük edilen ülkeleri, aynı zamanda. Türk ve
Alınan ordularının işgali altındaydı. Bütün bu felaketlere ilk önce Prens
Ragoteski sebep olmuştu. Babıali'ye borçlu olduğu haracı ödememekle Osmanlı
silahlarını üzerine çekti, İmparator Lcopold, Türklere karşı Montekukuli'yi
gönderdi. Fransa Kralı da tabii düşmanı olmasına rağmen, bu imparatora altı bin
asker verdi (1664). Bu birlikler meşhur Sen-Gotar savaşında Türkleri yenmişse
de yapılan barış yine de onlara yaradı: Budin, Nöhauscl ve Transilvanya onlara
kaldı.
Türklerden kurtulan Macarlar, Leopold'a karşı
özgürlüklerini savunmaya kalkıştılar fakat bu adam, kendi taht ve tacından
başka bir hak tanımak istemiyordu. Yeni karışıklıklar patlak verdi. Genç Emerik
Tekeli, Viyana Sarayı tarafından kanları döktürülen akran ve akrabasının öcünü
almak üzere, Leopold'un egemenliği altında bulunan Macarları ayaklandırdı. IV.
Mehrnet'in himayesine sığınarak, Kuzey Macaristan'ın krallığını elde etti.
O tarihte Osmanlı Devleti, Hristiyan prenslere dört taç
vermiş oluyordu. Kuzey Macaristan, Transilvanya, Eflak, Boğdan.
Viyana'da cellatlar
eliyle döktürülen Tekeli partisine bağlı asilzadelerin kanı, Leopold'a çok
pahalıya mal olabilirdi. Az daha Viyana ve Avusturya elinden gidiyordu.
Tekelinin öcünü almak bahanesiyle, IV. Mehmet sadrazam Kara Mustafa Paşa'ya,
Almanya üzerine yürüme emrini verdi.
Padişah, Edirne'ye giderek ordusunu orada topladı. O zamana
kadar Türklerin seferber ettikleri en büyük ordu bu olmuştur: Yüz elli bin
asker. Kırım Tatarlarının sayısı otuz bindi. Gönüllüler, topçular, levazımcı,
işçi ve hizmetçilerle bu ordu üç yüz bini buluyordu. Bu kalabalığa yemek
yetiştirmek için Macaristan'ın bütün mevcudu tüketildi.
Kara Mustafa'nın yürüyüşüne hiçbir engel çıkmıyordu. Viyana
kapılarına kadar ilerledi (16 Temmuz 1683) ve şehri hemen kuşattı.
Viyana Kuşatması, gelecek nesillerin dikkatle üzerinde
durmaları gereken bir konudur. Bu kent, Avusturya hanedanından birbiri ardı
sıra gelen on imparatorun hükümdarlığı altında bir nevi Avrupa kalesi haline
gelmişti. O düştükten sonra ta Ren Nehri'ne kadar Türk gücünün karşısına
çıkabilecek bir tek mevzi bulunamazdı.
Viyana ve dolaylarının iki yüz bine yakın nüfusu vardı.
Bunun üçte ikisi savunmas1z banliyölerde oturuyordu. Kara Mustafa, Tuna'nın sağ
kıyısını tutmuştu. Tekeli ve yandaşları karşı yakadan yürüyorlardı. Macaristan
tamamen kaybedilmiş, Viyana her yönden abluka altına alınmıştı. Viyana valisi
Stareınberg Kontunun elinde, kadro olarak on altı bin kişilik bir garnizon
vardı ama bu garnizonun gerçek mevcudu sekiz bini aşmazdı. Şehirde kalan
erkekler silah altına alındı. Üniversite silahlandırıldı. Profesörler,
okullular nöbetçilik ettiler. Bir vücut doktoru onlara çavuşluk ediyordu.
İmparator Leopold'un 7 Temmuz günü bütün ailesiyle birlikte Viyana'dan Linz'e
kaçışı korkulan arttırdı. Ahali palas pandıras göçüyordu. Her tarafta
muhacirler, atlar, eşya yüklü arabalar görülüyordu. Sona kalanlar Tatarların
ellerine düştüler. Kral ailesi Linz'te de kendini emniyette göremeyerek
Passau'ya taşınınca, Viyana'da büyük bir panik koptu. Varoşları ve yazlık
yerleri ateşe vermek, mevzileri sağlamlaştırmak, erzak ve cephaneyi bir araya
toplamak gibi telaşlar baş gösterdi. Az sonra, Sen-Ulrik dolayında, hendeğin
dış yönündeki duvarın yamacında gedik açıldı bile!
Vivana artık uzun zaman dayanamazdı ve İstanbul'dan daha
kolay Türk eline düşerdi, eğer karşısında II. Mehmet olsaydı!
Kara Mustafa'nın Hristiyanları kabaca hiçe sayması,
uyuşukluğu, gevşekliği, Viyana Seferini ağırlaştırdı. Kuşatılan şehir kadar
geniş Türk ordugahında, felaketin öncüsü olan aşırı lüks hüküm sürüyordu:
Banyolar, bahçeler ve çeşmeler!
Türk tarih dergilerine bakılırsa, bu sadrazam Viyana ve
Macaristan'da, sultana bağlı olmayan bir devlet kurmayı tasarlıyormuş. Alman
krallarının hükümet merkezinde pek zengin hazineler bulacağını hayal etmiş.
Çünkü, İstanbul'dan ta. Asya'nın en ücra sınırlarına kadar, ülke başkanlarının
savaş zamanında kullanılmak üzere servet biriktirmeleri adettir. Onlarda,
olağanüstü vergiler salmak, makamlar satmak, emlak ve arazi üzerine ömür
boyunca gelir sağlamak gibi şeyler yoktu: Halk kredisi denilen vergi, hükümdar
adına açılmış banka düzenbazlıkları, onlarca bilinmezdi. Onlar, altın, gümüş ve
değerli taşlar toplamaktan başka bir şey bilmezlerdi. Kirus zamanından beri bu
böyle giderdi. Kara Mustafa, Alman kralının da öylece yaptığını sanıyordu. Ve
bu fikre saplanarak, şehri fazla zorlamıyordu.
Viyana hücumla alınırsa yağmaya uğrar, ve o hayali
hazineler eline geçemez kaygısındaydı. Büyük gedikler açıldığı halde, kentin
dayanma gücü kalmadığı halde, genel saldırı emrini bir türlü vermiyordu.
Nihayet, Jan Sobieski Tuna'yı geçince, öte taraftan da
Alman birlikleri yetişince, Viyana'nın birkaç fersah kuzeyinde, Kalemberg
Dağı'nın tepesinden Viyanalılara işaretler verildi. Kara Mustafa'nın ihmal
ettiği bu tepeden inen Alman ve Polonyalı kuvvetler, dağın eteklerine anfi
tiyatro şeklinde yayıldılar. Bu ordunun mevcudu altmış dört bindi. Sadrazamın
ordusu bunun, iki. mislinden fazlaydı; bu savaş bir daha gösterdi ki, ufak sayı
büyüğü yenebilir.
Belki de bunun nedeni, büyük ordularda karışıklığın, küçüklerde
ise düzenin çok olmasıdır.
12 Eylül 1683 günü yapılan savaşta, akşama doğru Viyana
kurtuldu. Pek az ölümle kesin sonuç alman bir gündü o gün. Hristiyanlar iki
yüzden fazla ölü vermediler. Türklerin kaybı ancak bindir. Gece vakti vezirin
karargahında panik başladı. Kara Mustafa, bütün ordusu ile birlikte acele bir
ricata koyuldu. Çok uzun süren bir durgunluktan sonra bu şaşkınlık o kadar
tuhaf oldu ki; Türkler, çadırlarını, bagajlarını ve hatta 'sancak-ı
şeriflerini' bırakıp kaçtılar. O gün sadrazamı kovalamamak Hristiyanların en
büyük yanlışı olmuştur.
Polonya Kralı 'sancak-ı şerifi' papaya gönderdi. Almanlarla
Polonyalılar Türklerden kalan eşya ile zengin oldular. Jan Sobieski, bir
Fransız kadını olan eşine yolladığı mektupta, Kara Mustafa'nın onu mirasçısı
yaptığını, vezirin otağında birkaç milyon Dukalık mal bulunduğunu yazdı. O
mektuptaki şu sözleri herkes bilir:
"Savaştan ganimetsiz dönen Tatarlara karıları:
"Sen adam değilsin; çünkü boş elle geldin, dermiş. Ben sizden bu sözleri
işitmeyeceğim."
Pek kolay kazanılan bu zaferden az sonra, beklenmedik bir
olay yüzünden, Sobieski'nin şanının da, saadetinin de suya düşmesine ramak
kalmıştı: Macarları itaate mecbur etmek üzere, Strigonia şehrine yürümek
gerekiyordu. Oraya varmak için Barkam'dan geçmek lazımdı. Orada ise, oldukça
zorlu bir Türk garnizonu vardı. Polonya Kralı, jandarmaIarıyla birlikte o
tarafa doğru ilerleyince, Türkler Üzerlerine çullanarak iki bin Polonyalı
öldürdüler. Viyana'nın kurtarıcısı kaçmaya koyuldu ve arkasından koşup yetişen bir
Türk tarafından yakalanmışken, mantosunu bırakmakla sıyrılıp kurtulabildi.
IV. Mehmet'in devri, birbiri arkasından sökün eden
başarısızlık ve bozgunlarla geçmiştir. Macaristan, 150 yıl süren işgalden sonra
geri alındı. Girit'i kaybetmiş olan Morosini, bu adadan daha önemli olan
Peloponezya'yı baştan başa zaptetti. Bu savaşlarda Venedik ordusunun bombaları,
Türklerin korumuş oldukları tarihsel anıtları yıktı. Bunlar arasında Atina'nın
meşhur Akropolis'i de hasara uğradı.
Bu kadar aksiliği sultanın kaygısızlığımdan bilen yeniçer.
iler, onu. tahttan indirmeye karar verdiler. İstanbul kaymakamı, Ayasofya
imamı, sancak-ı şerif muhafızı ve Köprülü Mustafa, huzura çıkıp, ulusun isteği
üzerine saltanatı terk etmesini padişaha bildirdiler. IV. Mehmet şu cevabı verdi:
"Allah'ın dediği olsun. Milletin sesiyle beliren Tanrı
buyruğunu, gidin kardeşime bildirin."
RUSLAR AZAK SAVAŞI
Artık Türkiye'nin talihi ters dönmeye başlamıştı. Venedik,
yavaş yavaş kalkmıyordu. Kandya'yı kaybetmiş olan Morosini, Peloponezyayı
almış, Alman Kralı Leopold, Macaristan'da bazı başarılar sağlamış, Polonyalılar
da hiç olmazsa Kırım Tatarlarının akınlarını durdurmayı başarmışlardı.
Çar Petro, bu durumdan faydalanmak için askerlerine
manevralar yaptırıyor, günün birinde Karadeniz egemenliğini ele geçirmek
fırsatını kolluyordu. General Shein adında, Prusyalı bir kumandanın emrine
verdiği beş bin kişilik orduyu, bir bölük Kazak ve birkaç top ile Azak tarafına
yolladı. Kendi de kumandayı ele almadan önce, uzun süre staj görmek amacıyla bu
orduya gönüllü olarak katıldı. Nehrin sağ ve sol kıyılarında, Türkler
tarafından yaptırılmış olan iki kale giderayak hücumla alındı (1695).
Fakat hedefe ulaşmak hayli zor olacaktı; Azak Kalesi'ni
savunan Türk garnizonu oldukça kuvvetliydi. Venedik'te yaptırılan uzun
kayıklarla Hollandalıların inşa ettikleri ufak çapta iki gemi, Azak körfezine
yaklaşamıyordu. Her başlangıç engellere çarpar. Ruslar henüz doğru dürüst bir
kuşatma yapmamışlardı. Bu deneme iyi sonuç vermedi.
Topçu kuvvetini General Shein'in emrinde Jakop adlı bir
Alman subayı yönetiyordu. Çünkü o tarihte Rus ordusunun topçuları, mühendisleri
ve hatta kılavuzları hep yabancılardı. Prusyalı general, Jakob'u batok cezasına
çarptırdı. Bu ceza şöyledir: Suçlu çırılçıplak yüzüstü yatırılır ve yargıç
'yeter'deyinceye kadar iki cellat onu sopalarla döver. Askerlerinden böylesine
dayak yiyen albaylar, üstelik onlara teşekkür etmeye mecbur tutulurlar; çünkü
doğu geleneklerince suçlular ceza gördükten sonra yargıçlarının elini öperler.
O zamanlar disiplinin ancak böyle terörlerle sağlanacağına
inanılırdı. Ruslar, isyancı ' karakterlerine rağmen, bu usule boyun eğerler,
böyle cezalardan sonra kuzu gibi olurlardı.
Fakat Alman subayı aynı fikirde değildi; intikam almak
istiyordu. Topu çiviledi, Azak'a atladı, Müslüman oldu ve kaleyi başarı ile
savundu.
Bu olay bize gösteriyor ki; insanca davranış, eski
gaddarlıklara tercih olunur. Kişiyi görevine bağlamak için ona güzel bir
terbiye vermekle şeref duygusunu geliştirmek yeter. Kızıl şiddet o vakitler,
aşağı halk için zorunluydu. Ölüm cezaları verilirken ihtişamlı merasimler
yapılırdı. Bununla beraber cinayetler azalmadı. Bu ceza yerine suçlular
madenlerde ve bayındırlık işlerinde kullanılsa, hiç olmazsa memlekete faydası
olur. llcm de çoğu haylaz olan bu kötü adamlar, ölümden ziyade, bitmez tükenmez
angaryalarda çalışmaktan yılarlar.
Azak Kalesi'ne dönelim. Orasını kuşatmaya gelen Jakob,
şimdi oranın koruyucusu olduğundan, yapılan saldırılar boşa gitti. Ağır
kayıplardan sonra kuşatmadan vazgeçildi.
Fakat her başlanan işte dayanmak, Çar Petro'nun asıl
karakteriydi. 1696 yılının baharında, Azak'a daha güçlü bir ordu gönderdi. Bu
savaşta onu en çok sevindiren olay, yeni yaptırdığı küçücük filosunun başarısı
olmuştur. Bu filo, İstanbul'dan gelen Türk kayıklarından birkaçını batırdı, bir
kaçını da esir aldı. Kuşatma derli toplu siperlerle tamamlandı ve sonunda 28
Temmuz'da Türkler ciddi bir dayatma göstermeden silahlarını bıraktılar. Jakob'u
da Ruslara teslim ettiler.
Türkleri ve Tatarları yenen Çar, ulusunu çalışmaya olduğu
kadar gösterişli olmaya da alıştırmak istiyordu. Moskova'da pırıl pırıl bir
donanma düzenlendi, zafer takları diktirdi ve ordusuna büyük gösterişli bir
geçit resmi yaptırdı. Bu törende, Türkleri Venedik kayıklarıyla yenen askerler
en önde, ayrı bir bölük halinde yürüyorlardı. Savaşın ileri gelen general ve
subayları Petronun önünde yer almışlardı. Çar, orduda henüz bir yeri olmadığını
söyleyerek arkada kalmıştı; bununla asilzadelere anlatmnk istiyordu ki, askeri
aşamalarla onurlanmak için onları çalışarak kazanmak gerekir.
Bu gösteri bir parça eski Romalıların törenlerini
andırıyordu. Benzeyiş noktası da yenilgiye uğrayan askerleri Roma'da halkın
önünden geçirmek ve bazılarını da öldürmekti. Bu savaşta Alman esirler, ordunun
ardı sıra yürüyorlardı. En arkada, bir araba, arabanın içinde de bir dar ağacı
ve Jakob görünüyordu. Törenin sonunda bu adam tekerlek işkencesine konuldu ve
sonra da asıldı.
BÜYÜK PETRO PRUT SAVAŞI XII. (DEMİRBAŞ) ŞARL'IN TÜRKİYE'DE MİSAFİRLİĞİ
Osmanlı padişahları içinde, devlet mekanizmasını ve
yasalarını kendi dileğince işleten yalnız Fatih, Yavuz ve Kanuni olmuştur.
Diğerlerinin hemen hemen hepsi, millet iradesine boyun eğdiler.
1703 yılında, U. Mustafa, çok güvendiği ordusunun kendi
aleyhine düzenlediği devrim sonucunda merasimle tahttan indirilerek, saray hapishanesine
götürüldü. Kardeşi III. Ahmet, aynı koğuştan alınarak tahta çıkarıldı. Bütün
bunlar bir damla kan dökülmeden olup bitti.
Yeni padişaha saltanatı bağışlayan bu devrime katılmış olan
bakanlarla, yeniçeri general ve subayların gördükleri mükafat, birbiri
arkasından yok edilmek oldu. Çünkü sultanın içinde, aynı adamların bunu günün
birinde tekrar edebilecekleri kuşkusu vardı.
Bu işten sonra III. Ahmet, bütün çabalarını devlet hazinesi
için para biriktirmeye yöneltti. Ayarı düşük para döktürmek, yeni vergiler
çıkarmak ataklığım gösteren ilk padişah odur. Fakat bir ayaklanmaya yol açmamak
için, bu iki girişimden çabuk caydı. Çünkü padişahın açgözlülüğü ve kıyıcılığı
ancak saraydaki adamlara karşıdır. Bu çevre dışındaki Müslümanlar, can, mal ve
hürriyetleri için hiç tasalanmadan tam bir güvenlik içinde rahat rahat
yaşarlar.
Türkiye'deki misafirliğinde yeniçeriler tarafından
'Demirbaş' diye anılan İsveç Kralı XII. Şarl, bütün Avrupa'ya hakim ohıcak
güçte bir adamdı. Büyük İskender kadar genç, ondan daha dövüşken, daha çevik ve
atılgan, sağlık olarak daha sağlam, yorulmak bilmez bir kahramandı o. Sabahın
dördünde kalkar, tek başına giyinir, günde üç defa ata biner, hiç şarap içmez,
her gün askerlerine talim yaptırır ve Avrupa'yı titretmekten başka bir zevk
aramazdı. İran ve Türk imparatorluklarını yere serebilecek ve sonra da
İtalya'yı avucu içine alabilecek tek adam varsa, onun XII. Şarl olduğu şüphe
götürmez. Fakat başarıldığı zaman tanrılaşan bu gibi projeler, talih yaver
olmayınca gülünçleşir.
Şarl Almanya'da kazandığı zaferler sayesinde, bütün
isteklerini dikte edebilecek duruma geldikten sonra Büyük Petro'yu tahtından
indirmekle Avrupa'da hakem rolü oynamak hevesine kapılmıştı. 1707 Eylül'ünde,
altın ve gümüş işlemeli zırhlı elbiseler giyinmiş kırk üç bin askerin başında, Ukrayna'ya
dalıverdi. Ayrıca, Polonya'da yirmi bin, Finlandiya'da on beş bin er emirlerine
hazırdı. İsveç'ten de yeni yeni bölükler gönderiliyordu. Bütün bu kuvvetlerle
Çar'ın hakkından gelebileceğine şüphe yoktu.
Başarılı ilerlemeleri ortasında, İsveç Kralı bir Türk
elçisinin ziyaretini kabul etti. Elçi, Kont Piper'in karargahında karşılandı.
Görkemli törenlere hep bu vekil bakardı. Giyimine, yemek, yatak ve kişisel
bakımına en küçük subayından daha az önem, veren Kral: "Benim sarayım
Piper'in karargahıdır." derdi. Türk elçisi, Kalınuks'ta tutulup Türkiye'de
satılmış olan yüz İsveçli esiri majesteye takdim etti. Sultan III. Ahmet
bunları satın almış ve çok değerli bir hediye olacağı düşüncesiyle Şarl'a göndermişti.
Moskofların düşmanı olan padişah, bu jest ile İsveç'in dostluğunu kazanarak
kendi durumunu pekiştirmeyi amaçlıyordu.
Böylece XII. Şarl'ın krallığım kısa zamanda Almanya,
Fransa, İngiltere, İspanya ve Türkiye tanımış oluyordu.
Türk elçisi ile görüşmesi biter bitmez, İsveç kralı savaş
alanına koştu. Küçücük Pultava şehri erzakla doluydu ve Şarl'a güzel bir
karargâh olabilirdi. Orada kuzeyden Tutarlar geçidini tutarak Moskova'ya inmek
mümkünse de bu yol-dan ilerlemek kolay değildi. Rus imparatoru orayı hemen geçilmez
bir hale sokmuştu. Fakat Şarl'a imkansız görünen şey yoktu. Pultava'yı aldıktan
sonra Moskova yolunu tutabi-leceğine inanıyordu. 1709 Mayıs başında bu şehir
kuşattı.
Çar, düşmanını oralarda bekliyordu. Kolordularını
gerektiğinde birleşip, topyekün saldırganlar üzerine yüklenecek durumda
mevzilendirmişti. Altmış bin kişilik ordusunun hiç noksanı yoktu. Ağır top,
sahra topu, türlü silah ve cephane, erzak ve ilaca kadar her şey yeterli
miktarda vardı. Pultava'nın sarıldığını haber alınca, bütün kuvvetlerine birden
saldırı emrini verdi. 3 Temmuz'da genel savaş başladı. Petro, kendi ordusunda
alay kumandanı görevindeydi. General Bauer sağı, Mcnçikof solu, Şeremetof
merkezi tutuyordu. Çarpışmalar iki saat sürdü. Şarl ayağından yaralı olduğu
halde, muhafızlarının taşıdığı bir sedye üzerinde, elinde tabancasıyla saftan
safa uçuyordu. Bir obüs parçası muhafızlarından birini öldürdü, sedyeyi
parçaladı. Kralı mızraklar üzerinde taşımak zorundu kalındı. Petro'nun
elbiselerine ve şapkasına birkaç şarapnel isabet etti. Bütün çarpışmalar
boyunca bu iki prens, ateş hattından dışarı çıkmadılar.
Nihayet İsveç safları bozuldu. Şarl, o kadar aşağı gördüğü
adamın önünde kaçmaya mecbur kaldı. Savaşırken ata binemeyen bu yiğit, şimdi
kaçmak için binebiliyordu. Zorda kalınca kendinde bir parça kuvvet bulmuştu.
Dayanılmaz ağrılar çekerek atını dört nala sürerken, bu ağrılar, çaresiz
yenilgiye uğramanın acısı ile de birleşerek, onu kasıp kavuruyordu (12 Temmuz
1709). Borysthen'in karşı yakasına vardığı zaman, Prens Mençikof on bin
süvarisi ve topçu kuvvetleriyle yüksek tepelerde göründü. Aralarında bir
mareşal, birkaç general ve kabine üyeleri olmak üzere, on sekiz bin yedi yüz
kırk altı İsveçli, bu on bin Rus'a esir düştü.
j Esirler küme küme Rus imparatorunun önünden geçiril-dikçe,
o bütün benliğini saran sevincini gizleme-ye
gerek görmeksizin: "Şarl kardeşim nerede? Şarl
kardeşim nerede?" di.ye sorup duruyordu.
Moskova'da elçilik yapmış bir kişinin hatıra defterinden
öğrendiğimize göre, Şarl'ın Türklere sığınmak niyetinde olduğunu haber alan
Çar, ona acele bir mesaj bir karara saplanmamasını, bütün Hristiyan
prenslerinin doğal düşmanına başvurmaktansa, kendisine teslim olmasını istemiş;
ona esir muamelesi yapmayacağına, aralarındaki anlaşmazlıkları insaflı bir
barışla ortadan kaldıracağına şeref sözü vermiş. Fakat bu mektubu taşıyan Tatar
Bug ırmağına varmadan, İsveçli kral, Türk sınırını geçmişti.
Bug'un diğer tarafında Akçaköy adlı ufak bir Türk kasabası
vardır. Orada oturanlar, dil ve kıyafetlerinden kim oldukları anlaşılmayan
birtakım insanların yaklaştıklarını görünce, onlara, Vali Mehmet Paşa'nın izni
olmadan yol veremeyeceklerini bildirdiler. Kral valiye bir kurye göndererek,
ırmağı aşmak iznini istedi. Fakat yanlış bir davranışın, çok defa darağacına
götürdüğü bir ülkede böyle bir sorumluluğu üstüne almaya cesaret edemeyen vali,
Bender seraskerine (savunma bakanı) danıştı. İznin gelmesi beklenirken, İsveç
ordusunu esir almış olan Ruslar, krallarını da almak üzere yetişiyorlardı. Bu
tehlikeli durum karşısında, İsveçliler, güzellikle hareketi bırakarak ırmağı
zorla geçtiler. Tam o sırada seraskerin de izni gelmişti.
Mehmet Paşa, bu gecikmelerden dolayı kraldan özür diledi,
ve Zatı Şahaneye (Padişaha) şikayette bulunmamasını yalvardı. Şarl bu ricayı
kabul etmekle beraber, paşayı kendi adamıymış gibi azarladı ‘
Serasker, krala hoşgeldine gitmek, onu Bender'e kadar şan
ve şerefle getirtmek ve yolda onun her türlü rahatını sağlamak üzere bir ağa
vasıtasıyla acele, güzel bir otağ, bagajlar, çeşitli levazım, arabalar ve yaverleı
,emir subayları) gönderdi.
Çünkü Türk gelenekleri öyledir; elçilerin yol masraflarının
tümünü ödemekle kalmayıp, kendilerine sığınan devlet başkanlarının da o ülkede
kaldıkları süre içinde ihtiyaçları olan her şeyi büyük bir cömertlikle ikram
ederler.
Rus Çarına Büyük Petro denilmesine sebep, öncekilerden
hiçbirinin aklına gelmemiş olan çok önemli işlere başarıyla girişmiş olmasıdır.
Ondan önce Ruslar, ancak ihtiyacın öğrettiği. bayağı sanatlarla yetinirlerdi.
Alışkanlık, insanlar üzerinde öyle etkilidir ki, bilmedikleri şeylere kolayca
ısınmazlar; yetenek ve zeka pek zor gelişmekle kalmayıp, engeller karşısında,
çabucak sönüverir. Bütün ulusların binlerce yüzyıl kaba saba kalışları,
başlarına Çar Petro gibi adamların gerekli vakitte yetişmemesi yüzünden olsa
gerek.
Timurlenk devrinde Rusya, Kazan Tatarlarının çizmesi
altında, üstünkörü Hristiyanlaşmış vahşi bir ülkeydi. Moskova dükü her yıl
Tatarlara para, av derileri ve büyük baş evcil hayvanları haraç olarak verirdi.
Bu haracı kendi ayağıyla Tatar elçisine getirir, onun önünde yerlere kapanır ve
ona, içmek üzere bir kupa süt uzatırdı. Eğer, Tatar atının yelesine birkaç
damla süt dökülecek olursa, Rus Dükü onu yalamaya mecbur olurdu.
Rusların bütün varlıkları soygunla, yağmayla edindikleri
küçük bir miktar para ve erzaktan ibaretti ki; onu da çok defa Tatarlara
kaptırırlardı.
Bu yüzden, dar bir geçime yetecek kadar maldan başka bir
şey göremezlerdi.
Örf ve adetlerine gelince, hayvanlardan farksızdılar.
Kendilerini Ortodoks kilisesine bağlı sayarlardı ama. bu kilisenin niteliği
hakkında olgun bir fikirleri yoktu. Ölüm vakalarında, papazlar ölünün avucuna
Aya Petro veya Aya Nikola adresine yazılı bir tezkere sıkıştırır ve cesedi
öylece gömerlerdi.
Rusların en büyük dinsel törenleri de buydu işte. Moskova'
nın dışında ise; biraz kuzeyde, bütün köylüler puta taparlardı.
1695'e doğru Moskova'da, Danimarka elçiliğinde, Le Fon
adında isviçreli bir genç bulunuyordu. Bu genç, birkaç ayda Rusça'yı öğrenmişti
ve hemen hemen bütün Avrupa dillerini konuşurdu. O zaman on dokuz yaşında olan
Petro, bu genci tanıdı, beğendi, hizmetine aldı ve çok geçmeden onunla ahbap
oldu. Le Fort, çara, bu geniş ülkede yüzyıllardan beri talihsizce sürüp giden
tutuma hiç benzemeyen bambaşka bir yaşayış ve yönetim tarzının varlığını anlattı.
Bu İsviçreli olmasaydı, belki Rusya hâlâ yerinde sayacaktı.
Vatan ve taht geleneklerinden silkinip, bir yabancıyı
dinlemeye razı olmak için pek yüksek bir ruha sahip olunmalıdır. Çar, yurdunda
reform yapmak gereğini duydu. Fakat etrafından hiçbir yardım göremiyordu.
Yurttaşlarını aydınlatmak ve canlandırmak amacıyla memleketinden çıkıp, kutsal
alevi. yabancı ülkelerde aramaya karar verdi. Dünyanın en büyük
imparatorluğunun hakimi, Amsterdam'a yakın küçük bir köyde; iki yıl yaşadı.
Bütün Avrupa'ya gemiler yapıp veren bu meşhur köyde sıradan bir işçi gibi
balta, çekiç salladı, geometri, coğrafya, tarih okudu.
Boyu uzun, fizyonomisi heybetliydi. Fakat bazı sinirli
hâllerinde yüzü çarpılır, çirkinleşirdi. Sözde, kız kardeşi Sophie ona bir
zehir içirıniş de ondan sonra böyle olmuş. Asıl zehir, sağlam bünyesine fazla
güvenerek rakı ve şarabı aşırı derecede içmesiydi.
Bir orgeneralle nası 1 görüşürse, bir esnaf ile deöyle
konuşurdu. F<ıbt bu halinde, ne insanlar arasinda fork gözetmeyen bir barbar
ve ne de herkes tarafından beğenilmek çabasmda popüler bir prens havası vardı.
Sadece kültürünü arttırmak isteyen bir adamdı o.
Rakibi İsveç Kralı'nın kadınlardan çekindiği kadar kadınları
severdi. Ancak, masa alemlerinin zevkini sevişmekle bir tutardı. Nefis
şarapların tadına bakmaktan ziyade, çok içebilmekle övünürdü.
Yasa yapanlarla krallara kızmak yaraşmazmış derler. Bunun
aksine, Büyük Petro kadar öfkeli ve katı yüreklisine rastlanmamıştır. Bunu
kendisi de itiraf ederdi: Hollandalı bir mahkeme reisine: "Yurdumu reforme
ettim, ama kendimi edemedim." demişti. Fakat bir kralın böyle bir kusuru,
itirafla affedilir gibilerden değildi. Yalnız şu var ki; ona yüklenen kıyımlar,
Moskof Sarayı'nın eski geleneklerindendi. Bir çarın, haşmetli eliyle yüksek
rütbeli bir subayın veya bir saray kadınının çıplak omuzlarını yüz defo
kamçıladığını ya da kılıcını denemek üzere bir caninin kellesini uçurduğunu
görmek olağanüstü bir olay sayılmazdı. Bu memleket törenlerinden birkaçını
Petro da yapmıştı. Le Fort, bazı defalar onu durdurmayı başardı. Oysa Le Fort,
her zaman onun yanında değildi.
Petro'nun Hollanda yolculuğu ve güzel sanatlara karşı
sevgisinin artışı, onun bu sert mizacını biraz yumuşatmıştı; çünkü bütün
sanatlarda insanı ince ruhlu yapan bir yan vardır.
l698'de Amsterdam'dan Londraya geçti. Orada parasız kaldı.
Bazı tüccarlar, Rusya'ya tütün girmesine izin vermesi karşılığında ona yüz bin
altın, teklif ettiler. Yurdu için büyük bir yenilikti bu ve din buna karşıydı.
Düşmanları olan Türkler içtiği için Rus Kilisesi tütün kullananları aforoz
ediyordu. Petro yüz bin altını alarak, kilise adamlarına bile tütün dumanı
çektirmeyi üstüne aldı. Fakat tütün kullanma izni çıkınca, Petro'nun Moskova'da
bulunmamasını fırsat bilen kimileri Rum, kimileri de Rus soyundan olan bazı
keşişler, Allah'ıin bu işe çok kızdığını ileri sürerek, Strelitzleri
ayaklandırdılar ve bu kutsal kavga uğruna memleket ateşe verildi.
Yeniçeriler kadar gürültücü ve başkaldıran, cesarette düşük
ama barbarlıkta onlardan geri kalmayan bu Strelitz-ler, çarların eski milisleriydi.
Bunlar hakkında daha aydınlatıcı bir fikir vermek üzere, Petro'nun tahta çıkışı
zamanında geçen bir olaya dönelim:
1682 Nisanında, Çar Födor ölüm, hastasıydı; tabiatın mağdur
bıraktığı, kendinden bir küçük kardeşi İvan'm devlet yönetemeyeceğini bildiği
için, henüz on yaşında olmakla beraber büyük yetenekleri beliren ikinci kardeşi
Petro'yu Rusya tahtına aday göstermişti.
Halk içinden bir kadının Çariçeliğe yükselebilmesi; Moskof
geleneklerinin kadınlar hesabına elverişli bir yönü olmakla beraber, bu
geleneklerin pek acı olan başka bir tarafı da vardı:
Çarların kızları çok nadiren evlenirlerdi. Bunların çoğu
manastıra çekilir, orada yaşarlardı.
Ölüm döşeğinde olan Födor'un Sophie adlı bir kız kardeşi
vardı. Yüksek fakat çok tehlikeli bir zekaya sahip olan bu prenses, ağabeyinin
ömrünün az kaldığını ve kardeşlerinden birinin aciz, diğerinin de henüz çocuk
olduğunu düşünerek, devletin başına geçmeyi tasarladı.
Födor gözlerini hayata yumunca, İvan'ın kenarda
bırakılması; yerine on yaşında bir prensin tahta çıkarılması, prenses
Sophie'nin entrikaları sayesinde, Strelitzler ocağında en kanlı ayaklanmalardan
birinin patlak vermesine sebep oldu.
Böylesine bir vahşet ne yeniçerilerde ne de Roma imparatorlarının
hassa askerlerinde hiçbir zaman görülmemiştir. Födor'un cenaze töreninden hemen
iki gün sonra Strelitzler, elde silah, Kremline koştular. Önce ücretlerini
tamam ödememiş olan dokuz albaydan şikayetçi oldular. Bakanlık, albayları
kırarak istenilen parayı ödemek zorunda kaldı.
Strelitzler bununla kalmayarak, albayların kendilerine
teslim edilmesini istediler ve onları 'batok' cezasına çarptırdılar. Zavallı
albaylar, askerlerinden dayağı yedikten sonra, onlara teşekkür etmeye ve birer
miktar para vermeye mecbur tutuldular.
Bu yaman milis böylece etrafı yıldırmaya başlarken, Prenses
Sophie onları suçtan suça sürüklemek üzere el altından kışkırtıyordu. Amacı,
Prens İvan'ı tahta çıkarıp devleti gizlice kendi idaresine almaktı. Önce
Streliztlerin maaşlarını artırmak ve onlara ikramiyeler verdirmek vaadinde
bulundu; sonra aracılar vasıtasıyla, onları Petro'nun dayıları olan iki
Nariskin'lerin aleyhine kurmaya başladı. Söylenene göre bunlardan biri, Jan
Nariskin, çar elbisesi giyerek tahta oturmuş ve Prens İvan'ı boğdurmak istemiş
've sözde Daniel Vangad adlı zavallı bir Hollandalı hekim, Çar Födor'u
zehir-lemiş gibi söylentiler çıkardı. Ve sonunda onlara, memleket ileri
gelenlerinden elli kişilik bir liste vererek, bunların hem Strelitzlerin hem de
vatanın düşmanları olduklarını ve bundan dolayı yok edilmeleri gerektiğini
bildirdi.
Strelitzlerin gözlerini kan bürümüştü. Eşraftan Dolgoriki
ve Mateofu pencereden aşağıya, askerlerin mızrakları üstüne fırlattılar.
Askerler onları soyduktan sonra meydana sürüklediler ve derhal saraya koştular.
Orada Petro'nun amcalarından Atanas Nariskin'i tutup aynı şekilde telef
ettiler. Sarayın yakınında bir kilisenin kapısını zorlayarak, orada saklı üç
hükümlüyü de soyup bıçakla parça parça ettiler.
Taşkınlıktan hiçbir şey fark edemez olmuşlardı. O sıralarda
oradan geçmekte olan, çok sevdikleri Salikof ailesinden genç bir asilzadeyi,
ismi listede olmadığı halde, Jan Nariskin'e benzeterek öldürdüler. Sonra
yanıldıklarını anlayarak, zavallı gencin cesedini gömülmek üzere babasına
götürdüler. Biçare baba, şikayet etmek şöyle dursun, oğlunun kanlı cesedini
getirdikleri için onlara bahşişler verdi.
Karısı, kızları ve gelini, onun bu zaafını eleştirince,
ihti. yar baba: "Bekleyin, intikam sırası gelir elbet!" dedi.
Strelitzlerden birkaçı bu sözleri işittiler; hemen odaya girdiler, babayı
saçlarından çekerek evin önüne getirdiler ve boğdular.
Diğer Sterlitzler, vızır vızır Hollandalı Hekim Vangad'ı
arıyorlardı. Onun oğluna rastladılar ve babasının nerede olduğunu sordular;
genç adam titreyerek bilmediğini söyleyince hemen boğazlandı. Bir başka Alman
hekim gördüler ve: "Sen hekimsin, efendimiz Födor'u zehirleyen sen
değilsin ama herhalde başkalarını zehirlemişsindir." diyerek onu da
öldürdüler.
Nihayet, aradıkları HollandalIyı buldular. Dilenci kılığına
girmişti. Onu sarayın önüne sürüklediler. Bu iyi adamı seven ve ona güvenen
prensesler, onun çok değerli bir hekim olduğunu, ağabeyleri Födor'u çok iyi
tedavi ettiğini söyleyerek affını istediler. Strelitzler onun yalnız hekimlik
yüzünden değil, aynı zamanda sihirbaz olduğundan ötürü öldürülmesi gerektiğini,
evinde kurutulmuş kocaman bir kurbağa ile bir yılan derisi bulunduğunu
söylediler.
Sonra, iki günden beri aramakta oldukları genç Nariskin'i
mutlaka bulmaları gerektiğini, herhalde sarayda olduğunu, eğer teslim edilmezse
sarayı yakacaklarını ilave eltiler. Korku ve dehşete kapılan Nariskin'in kız
kardeşi ve diğer prensesler, onun saklandığı yere koştular. Saray piskoposu ona
son duasını okudu, eline kerametli sayılan bir Meryem Ana portresini aldı ve bu
resmi göstererek, genç adamı Sterlitzlerin karşısına getirdi. Prensesler,
gözyaşları dökerek, onun etrafını sardılar, askerler önünde diz çökerek,
akrabalarının bağışlanmasını Meryem Ana adına yalvar-dılar. Fakat askerler onu
çekip, Vangad'la birlikte merdivenden aşağıya sürüklediler. Orada mahkeme gibi
bir şey kurdular; içlerinden, yazma bilen bir tanesi bir tutanak doldurdu ve
hekimle Nariskin, 'kıyma haline getirilmek' cezasına çarpıldılar. Bu ceza
Çin'de ve Tataristan'da 'on bin parça işkencesi' adı ile ancak baba katillerine
uygulanır. Vangad'la Nariskin böylece kıyıldıktan sonra; baş, ayak ve elleri
bir parmaklığın demir uçlarına geçirilerek teşhir edildi.
Strelitzlerin bir kısmı bu şekilde, prenseslerin gözleri
önünde çılgın öfkelerinin öcünü alırlarken diğerleri, kendilerince sevilmeyen
veya Prenses Sophie tarafından şüpheli görünen kimler varsa hepsini telef
ediyorlardı (Haziran 1682).
Bu tüyler ürpertici katliam sonunda her iki prens, İvan ve
Petro, çar ilan edildiler. Ablaları Sophie de 'beraber yönetici' unvanıyla
devletin basma geçti, işlenen suçlar meşru gösterildi. Hükümlülerin malları
alınarak, katillere mükafat olarak verildi; katliama kurban gidenlerin adları
vatan haini olarak bir anıt taşı üzerine kazıldı. Prenses Sophie, bütün
Strelitzlere, fedakarlık ve bağlılıklarından dolayı teşekkür mektupları
gönderdi.
Büyük Petro'nun çarlık hayatında ilk gördüğü örnekler işte
bunlardı! Şimdi artık Sterlitzlerle keşişlerini iyi tanıyordu; onların günün
birinde nelere kalkışabileceklerini tahmin ettiği için gerekli tedbirlerini
önceden almıştı.
Savaştan iyi anlayan ve keşişleri, sevmeyen General Gordon
idaresinde, hemen de tamamı yabancılardan kurulmuş, iyi maaşlı, iyi silahlı ve
disiplinli bir ordusu vardı.
Genç Osman'ın da hülyası böyleydi, o da Petro gibi,
yeniçerilerini reforme etmek istemişse de onlara karşı bir kuvvet çıkaramadı ve
onlar tarafından harcandı.
Çar, ordularını kısa zamanda Batı devletlerinin orduları
seviyesine yükseltti. İngiliz ve Hollandalılara gemiler ısmarladı, şehirleri
güzelleştirdi, güvenliklerini sağladı; iki bin kilometrelik yollar yaptırdı,
türlü fabrikalar kurdurdu. O zamanki Rusya'nın ne derin bir bilgisizlik içinde
bocaladığını belirten olay, ilk tesisin bir toplu iğne fabrikası oluşudur.
Şimdi Moskova'da zarif kadifeler, altın ve gümüş işlemeli kumaşlar yapılır.
Sözünü geçirmeyi ve istemesini bilen bir tek adamın ne
yüksek gücü vardır!
1699 sonunda, artık yılbaşının Eylül'de değil Ocak ayında
başlayacağını ilan etti. Dünyanın eylülde yaratıldığını sanan Ruslar, Allah'ın
yaptığını bile Çarın bozabildiğine şaştılar. 17. yüzyılda başlayan bu reform,
Petro'nun önderliği altında büyük bir jübile ile kutlandı.
Petro, uyruklarını çoğaltmak için papazların sayısını
azaltmayı düşündü. Elli yaşından önce papaz olunmasını yasak etti. Bu karar
sayesinde, kendi sağlığında bile Rusya, papazı en az olan ülke sayıldı. Fakat
çarın toptan yok etmek istediği bu kötü tohum, onun ölümünden sonra yeniden dal
budak saldı; çünkü bütün din adamlarında emsallerinin sayısını artırmaya
çabalayan doğal bir düşkünlük ve bütün hükümetlerde de buna taviz vermek
yolunda doğal bir tutukluk vardır.
Petro'dan önce, kadınlar erkeklerden .ayrı yaşarlardı. Bir
genç, alacağı kızı ancak nikah günü kilisede görebilirdi. Evlenme hediyeleri
arasında, geline bir demet sopa gönderilirdi. Bununla küçük hanıma, ileride
ufacık bir koca terbiyesi görmeye hazırlanması haber verilmiş olurdu. Kocalar
karılarını öldürebilirdi; bunun cezası yoktu ama aynı hakkı kocalarına karşı
kullanan kadınlar diri diri gömülürdü.
Çar, sopa demetini ve kadınların öldürülmesini kaldırdı.
Eşlerin birbirlerine daha uygun olması, dolayısıyla de evlenmede
talihsizliklerin azalması için, kadınların erkeklerle bir arada yemelerini ve
gençlerin nikahtan önce kızlara takdim edilmelerini gelenek yaptı. Tek sözle
sosyeteyi yarattı ve kurdu. Yol yordamdan hiç anlamayan bir ulus için bu kadarı
da yeterdi,
Sonradan ara sıra tiyatro oyunları,. dram sahneleri
gösterilmeye başlandı. Çarın bir kızkardeşi, prenses Natali, Rus dilinde
Shakespeare'in piyeslerini andıran bir trajedi düzenledi. Zorbalarla palyaçolar
baş rollerdeydi o piyeste. Orkestrayı, öküz sinirleriyle çalınan Rus kemanları
teşkil ediyordu. Şimdi Petersburg'ta (Leningrad) Fransız komedyenleri ve
İtalyan operaları vardır!
Barbarlığın ardından gösteriş ve hatta beğeni gelmiştir.
Kurucunun el attığı reformlardan en zoru, halkının
elbiselerini kısaltmak ve sakallarımı kestirmek oldu. Bu iş çok büyük
homurdanmalara yol açtı. Bütün bir millete Almanlar gibi giyinmeyi ve ustura
kullanmayı nasıl öğretmeli? Kentin kapılarıma terziler ve berberler konuldu. Girenlerin
elbiseleri ve sakallan kesilmeye başlandı. Direnenler kırk akçe öderlerdi. Çok
geçmeden, paradan olmaktansa sakaldan olmak daha mantıki göründü.
Bu konuda kadınların çara büyük yardımı dokundu. Sakalsız
yanakları daha çok seviyorlardı. Sopa yemekten kurtulmayı, erkeklerle bir arada
bulunabilmeyi ve nihayet daha temiz yanaklar öpmeyi hep ona borçluydular.
Büyüklü küçüklü reformlar yaparak eğlenirken; bir taraftan
da İsveç kralına karşı ölüm kalım savaşına girişmişken, 1704'te üzerinde bir
kulübe dahi bulunmayan bataklıklar ortasında Petersburg kentinin ve rıhtımının
temellerini attı. Petro, ilk binanın yapımında kendi elleriyle çalıştı. Hiçbir
iş ona ağır gelmiyordu. Astragan sınırlarından, Karadeniz' ve Hazar
kıyılarından Baltık sahiline işçiler getirildi. Çekilen zahmetler ve
yoksunluklar yüzünden bu işlerde yüz binden fazla adam telef oldu. Fakat şimdi
bir şehir vardır.' Arkanjel, Astragan, Azak, Veroniz rıhtımları da vardır.
Bunca büyük tesisler kurmaya, Baltık Denizi'nde filolara ve yüz bin kişilik
düzenli bir orduya sahip olmaya devletin kaynakları yetmezdi. Şu var ki; işçi
ücretleri, hazineden varolan para oranında ödenirdi. Hatırlatmak isterim ki
Mısır Firavunları .işçilere sadece soğan vererek piramitleri yaptırdılar.
Tekrar ediyorum, istemek yeterlidir ama yeter derecede istenmiyor.
Memleketini yarattıktan sonra, eşi olmaya çok yaraşık
bulduğu metresiyle evlenip, kendi arzusunu da yerine getirmenin haklı olacağım
düşündü. Bu evlenme 1712'de halka ilan edildi. Bu meşhur Katerina, Estonya'da
bir köyde doğmuş, çocukken öksüz kalmış, lüteryen bir vekilin evinde sığıntı
olarak büyütülmüş, bir askerle evlendirilmiş, iki gün sonra bir parti
tarafından alınmış, birkaç generalin yanında hizmetçilik etmiş ve sonunda bir
partacı çırağıyken, general, prens ve imparatorluğun birinci adamı olan
Mençikofun hizmetine geçmiş bir kadındı. Son olarak, Büyük Petro'nun karısı,
çarın ölümünden sonra da çariçe oldu ve bu unvanı hakkı ile taşıdı. Kocasının
huylarını epey yumuşatmıştı; birçok sırtları, kamçıdan, birçok başları da
satırdan kurtardı. Kendisini sevdirdi ve saydırdı.
Rus geleneklerinin eski , Asya adetlerine pek benzeyen bir
yönü de; çarların evlenme tarzıdır. Bir çar evlenmek istediği zaman, ülkede
güzellikleriyle tanınmış kızlar saraya çağrılırdı. Sarayın baş hanımı onları
misafir eder, ayrı ayrı odalarda yatırır, yemekte hepsini bir masada toplardı.
Çar, kendini takdim ederek veya etmeyerek onları gözden geçirirdi. Evlenme günü
belli olmakla beraber, mavi boncuğun kimde kalacağı bilinmezdi. Nihayet o gün, seçimi
kazanan güzele bir gelin elbisesi verilirdi. Diğerleri de hediye olarak birer
kat elbise alır ve evlerine dönerlerdi.
Bir Alman baronu Katerina ile evlenemezdi. Fakat Büyük
Petro, insanın değerini otuz iki göbek asalette arayanlardan değildi.
Krallar sanırlar ki onların ihsan ettikleri unvanlardan
başka, asalet yoktur. Oysa gübre taşıyan bir eşekle, kutsal emanetler taşıyan
bir eşek arasında ne fark olabilir? İnsanlar arasında farkı yapan terbiyedir ve
daha ziyade akıl, ve hünerdir.
Katerina yüksek ruhlu ve becerikli bir kadındı. Okuyup
yazması olmadığı halde prens Minçikof'un sarayını düzenlemiş ve çok iyi
yönetmişti. Büyük bir evi idare edebilen yüce bir devleti de edebilir. Gerçi bu
soyut bir lafa benzer ama dağınık olmayan kavrayışlı bir zekaya ve karakter
sağlamlığına sahip olduktan sonra, yüz kişiye kumanda edildiği gibi bin kişiye
de edilebilir.
Ruslar, Çar Petro'yu dünyanın en büyük adamı olarak
görürler; Baltık Denizi'nden Çin sınırlarına kadar o bir kahramandır. Fakat
gerek değer, gerek zeka ve karakter bakımından, çevrelerimizde yaşayan bunca
yetenekli insanlara oranlrı yine de öyle midir? Hayır; ancak şu var ki o bir
kraldı ve terbiyesiz bir kral. Ama aynı durumda yüz devlet başkanınım
yapamayacağını yaptı. Eski ve yeni bütün boş inançların üstüne çıkabilen bir
kavrayışa sahipti. Ve milyonlarca Rus’un arasında, bir kişinin bambaşka bir
zeka ve yetenekte oluşu, o kişinin de çar olması, tarihin ne büyük bir
lütfudur. Ruslar, elli yıldan daha kısa bir süre içinde bütün sanatları
öğrendiler. Bu durum şimdi onlara normal görünür. Sanki bu sanatlar öteden beri
varmış gibi geliyor onlara.
Hala Afrika'nın birçok yerlerinde Çar Petro gibi bir adama
ihtiyacı olan ülkeler vardır. Her şey çok geç geldiğine göre, belki yüzlerce
yıl sonra oralarda da biri yetişecek.
XII. Şarl, Bender'e vardığı 13 Temmuz 1709 günü III.
Ahmet'e bir mesaj gönderdi. Sultanın cevabını ancak Eylül sonuna doğru
alabildi. Bu gecikme ile ona, bir Türk hakanıyla, yenilmiş ve kaçkın bir
Hristiyan kral arasında, Babıali'nin gözettiği fark duyurulmak isteniyordu.
XJI. Şarl, Türkiye'de şerefli muamele gören bir esirden farksızdı. Bununla
beraber, Osmanlı ordusunu kendi düşmanlarına karşı saldırtmayı tasarlayıp
duruyordu. Polonya'yı tekrar boyunduruğu altına almak ve Rusya'yı çiğnemek sevdasından
vazgeçemiyordu. İstanbul'da bir temsilcisi vardı. Fakat geniş proje-lerinde
kendisine çok değerli hizmetlerde bulunan Kont Ponyatovski oldu. Görevli
olmaksızın İstanbul'a giden bu adam, kısa zamanda kendisini sarayda sevdirerek,
sadrazamları yerlerinden oynatacak kadar saygınlığa sahip oldu.
Valide Sultanla sık sık görüşen bir Yahudi kadını da bu
prensese, ballandıra ballandıra İsveç kralının zaferlerini anlatıyordu. Çoğu
kadınlar, kendilerini görmeden bile üstün ve yiğit erkeklere karşı gizli bir ilgi
duyarlar. Valide Sultan, sarayda açıkça Şarl' m tarafında olmuş, ondan her
bahsedişinde 'aslanım' deyip dururdu. Bazen oğluna:
"Şu çarın kafasını ezmek için aslanıma ne zaman yardım
edeceksiniz?" diye soruyordu.
Bender'de umduğundan
çok daha uzun süren ikameti süresince Şarl, daima Türk ordusunun imdadına
yetişmesini bekleyip durdu. Ponyatovski, Türk kıyafetiyle saraya gire çıka
büyük itibar kazanmasını bilmişti. Padişah, kendisine bin Dukalık bir kese
sundu. Sadrazam da bir gün:
"Bir elime kılıcımı, diğerine kralınızı alarak onu,
iki yüz bin askerin başında Moskova'ya götüreceğim." dedi. Çorlulu Ali
Paşa adını taşıyan bu zat, Çorlu'da bir köylünün oğluydu.
Aşağı tabakadan yetişmiş olmak, Türklerce utanılacak bir
durum, sayılmaz. Onlarda asilzadelik yoktur. Aşamalar ancak görevlere bağlıdır.
Makamlar yeteneğe göre verilseydi, bundan mükemmel bir usul olamazdı; fakat
vezirler, genel olarak, harem ağalarının veya gözdelerin kayırmalarıdır.
Çorlulu Ali Paşa, az sonra fikrini değiştirdi. Çünkü Şarl,
kuru kuruya görüşmelerden başka bir şey yapamazken, Rus Çarı ortaya para
döküyordu. Hem de Şarl'ın kesesindo.n harcıyordu. Pultava'da eline geçirdiği
askeri sandıktan epeyce faydalanmıştı. Petro'nun kredisi Babıali'de öyle
yükselmişti ki, Ruslara karşı savaşmak artık ağıza alınmıyordu. Çok geçmeden,
Çorlulu saray entrikalarına kurban edilerek Kırım'a sürüldü. Devlet mühürü
Numan Köprülü'ye verildi.
Bu yeni vezir, Avrupalılar içinde kültürü az olanlarca
anlaşılmas1 güç, Türk tipinin tam bir örneğiydi: Kanun dışına tek adım atmayan
dosdoğru bir adam!
Çok defa, efendisinin arzularına adaleti siper ederdi.
Moskoflara savaş açılmasını isteyen sultana:
"Sana karşı hiçbir kusurda bulunmayan çara saldırmana
kanun engeldir. Oysa, mülküne sığınmış olan bedbaht İsveç kralına yardım etmek
vicdan borcundur." dedi.
XII. Şarl, er geç Türk İmparatorluğu'nu Rusya ile savaşa
tutuşturmaktan ümidini kesmiyordu. Öteden beri değersiz ve küçük gördüğü çarı,
her fırsatta Türklere korkunç göstermeye çabalıyordu. Saraya gönderdiği
adamlar, Rusların Karadeniz'e hakim olmak amacını güttüklerini, Kazakları yere
vurduktan sonra Kırım'a saldıracaklar diye kışkırtmaktan geri durmuyordu.
Nihayet 1710 yılının temmuzunda arzu-larını gerçekleştirecek bir ışık belirdi.
Numan Köprülü, iki aylık sadrazamlıktan sonra görevden alındı. Söylentilere
göre, vezirin sarsılmaz doğruluğu bu düşüşe sebep olmuştur. Yeniçerilerin
ücretlerini ödemek için, Çorlulu gasplarla elde ettiği paraları kullanır,
devlet hazinesine dokunmazdı. Köprülü, bu ücretleri hazinenin parasıyla ödedi.
III. Ahmet, uyruğunun çıkarlarının kendi çıkarından üstün tutulduğundan
şikayetle: "Çorlulu, askerlerime ödenecek paraları başka yollardan
sağlamasını bilirdi." deyince, sadrazam: "Eğer zatı şahaneyi
zorbalıkla zengin etmek hünerine o sahipse; ben böyle bir hünerden yoksun
olmaktan kıvanç duyarım." karşılığım verdi.
Sarayda geçen konuşmalar halkın kulağına pek gitmez. Fakat
Numan Köprülü'nün gözden düşmesiyle bu öğrenildi. Bu cevap vezirin hayatına mal
olabilirdi ama sahici erdem hoşa gitmese dahi, bazen kendini saydırır.
Köprülü'nün Eğriboz Adası'na çekilmesine izin verildi.
III. Ahmet, ondan sonra Halep'ten Baltacı Mehmet'i getirterek
sadrazam yaptı. Sarayda odun yaran hademelere baltacı denirdi. Gençliğinde
baltacılık etmiş olan ve Türk adetlerine göre bu lakabı yüzü kızarmadan taşıyan
Mehmet, o zamanlar Sultan Mustafa'nın sarayında mahpus tuttuğu Ahmet'e bazı
küçük hizmetlerde bulunmuştu: Şehzadelerin zevki için, onlara, doğurmak çağını
geçirmiş fakat yine de alımlı birkaç kadın bırakırlardı!
Ahmet de tahta çıkınca, vaktiyle çok sevmiş olduğu bir
gözdesini Baltacı Mehmet'le evlendirdi. Bu kadın, entrikalarıyla kocasını
vezirliğe kadar yükseltti.
Baltacı görevine başladığı zaman, bütün saray erkanını
Moskoflara karşı savaş açmaya kararlı buldu. Ömründe hiç bir savaşa
katılmamıştı. Fakat kendisinden memnun olmayan İsveçlilerin anlattıkları gibi
hiç de budala değildi. Padişahın uzattığı cevherli kılıcı alırken:
"Zatı Şahaneniz iyi biliyorlar ki; balta ile odun yarmak
için yetiştirildim, ordulara kumanda etmek üzere kılıç kullanmaya yetişkin
değilim. Bütün varlığımla seni tatmin etmeye çalışacağım. Eğer başarısızlığa
uğrarsam, beni suçlamamanı yalvardığımı unutma!" demiş.
III. Ahmet
nihayet Büyük Petro'ya savaş ilan etti. Bunu İsveç Kralı için yapmadı.
fHorkesin inanacağı gibi, kendi yararına. yaptı. Kırım Tatarları, gittikçe
kuvvetlenen komşularından rahatsız oluyorlardı. Babıali, Rusların
Karadeniz'deki gemilerini, Azak Şehrinin tahkimini, Taganrok limanının önem
kazanmasını ve daha birçok başarılarını ve bunlar yüzünden aşırı isteklerinin günden
güne artmasını çekemiyordu.
İlk iş olarak, Moskof elçisi Tolstoy ve otuz adamı
Yedikule'ye gönderildi. Konukseverliğe her yönden saygılı olan Türkler, bu
konuda en kutsal dünya haklarını çiğneyip geçerler. Bu kabalıklarına sebep,
onlar bize hiçbir zaman elçi göndermedikleri halde, bizlerin daima Türk
topraklarında temsilciler bulundurmamızdır. Onlar bu elçilere bir nevi
komisyoncu gözüyle bakarlar.
IV. Mehmet
zamanında, Girit'i alan meşhur Ahmet Köprülü, bir Fransız elçisinin oğlunu
tartaklamış ve hapse artırmıştı. O mağrur X1V. Lui'nin, bu onur kırıcı
davranışa karşı tepkisi, sadece o elçinin yerine bir başkasını göndermek
olmuştu.
Elçilerine yapılan kötü muameleler nedeniyle en çok
hırpalanan kral, Büyük Petro olmuştur. Birkaç yıl içinde, Londra. elçisi borç
yüzünden hapse atıldı; Polonya delegesi, İsveç kralının bir emri üzerine çark
işkencesine konuldu; Babıali'deki. elçisi de aşağılık bir suçlu gibi hapse
tıkıldı.
İngiltere Kraliçesi onun gönlünü alıcı sözler söyledi.
Polonya elçisine yapılan tüyler ürpertici hakaret, Pultava Savaşı'nda
İsveçlilerin kanıyla temizlendi. Fakat insan haklarının Türkler tarafından
çiğnenmesini tarih cezasız bıraktı.
Kırım Hanı, kırk bin Tatarla hazır bulunmak emrini aldı: Bu
kişiye uyrukları imparator unvanını verirler; gerçekte o, parlak unvana rağmen,
Babıali'nin bir uşağından başka biri değildir. Ancak, Osmanlı kanından oluşları
ve Aliosman soyu tükendiği takdirde Türk saltanatına aday sayılmaları
dolayısıyla padişah bile hanlara karşı çekingen ve saygılı davranır. Şu farkla
ki 'bunların hiçbir zaman taht üzerinde ihtiyarlamalarına izin verilmez. Eğer
Tatarlar, Babıali'ye handan şikayet ederlerse; bu bahane ile han görevden
alınır; yok eğer, Tatarlar onu çok seviyorlarsa, bu daha büyük bir kabahat
sayılır ve cezası daha erken verilir. Böylece her biri, er geç makamından
sökülerek, Rodos'a sürülür ve ölümünü orada bekler.
Tatarlar, dünyanın en çapulcu milletidir. Fakat aklın
alamayacağı şey, misafirciliğin de en çok onlarda oluşudur. Ülkelerinden
fersahlarca uzakta bir kervan soymaya veya bir köyü ateşe vermeye koşa koşa
giderler; sonra da semtlerinden kim olursa olsun, bir yabancı geçti mi, ondan
esirgeyecekleri ikram olmadığı gibi, onu ağırlamak için millet bir birine girer.
Ona kim daha iyi hizmet edecek diye ev sahibi, karı ve kızları adeta
yarışırlar.
Tatarlar, Osmanlı ordusuna katıldıkları zaman yiyip
içmelerine padişah bakar; tek ücretleri savaş ganimetleridir. Onun için,
disiplinli çalışmaktan ziyade yağmacılıkta beceriklidirler.
İsveç Kralı'nın hediye ve entrikaları ile elde edilmiş olan
han, askeri birliklerin genel toplanma yerinin Bender olmasını sağladı.
Böylelikle XII. Şarl'a savaşın kendisi için yapıldığını ispat ederek yaranmaya
çalışıyordu. Oysa Baltacı Mehmet'in bu yabancı krala o kadar yüz vermeye gönlü
yoktu. Emri değiştirdi ve büyük ordu, her seferde olduğu gibi Edirne'nin geniş
yeşil ovalarında toplandı. Asya ve Afri-ka'dan gelen kuvvetler çoğu kez orada
birkaç hafta serinlenir ve dinlenirlerdi. Bu sefer, çarı önlemek için ordulara
yalnız üç gün istirahat verildi.
Sadrazam, Tuna'ya ve oradan Besarabya'ya doğru ilerledi;
yanında İsveç Kralı'nın adamı Kont Ponyatovski vardı. Prut Nehri üzerinde Yaş
kentine yaklaşıldığı sırada, ordusunu göstermek üzere, Kont Ponyatovski
aracılığıyla Şarl'ı karargahına çağırttı. Kral, Baltacı'nın ayağına gitmeyi
küçüklük saydı. Gururunu çıkarının üstünde tutuyordu. İlk önce vezirin onu
ziyaret etmesini şart koştu. Baltacı bu cevabı alınca, Kırım Hanına: "Şu
koca gavurun böyle davranacağı içime doğmuştu." dedi.
Makam sahibi insanları birbirlerine düşüren çalım, İsveç
Krah'nın işlerini pek yoluna koymamıştı. Nitekim, az sonra anlaşıldı ki;
Türkler onun için değil, kendi çıkarları için savaşıyorlardı.
Türk ordusu Tuna'yı geçti. Büyük Petro, seksen bin kişilik
bir kuvvetin başında Boğdan sınırlarına doğru yol aldı.
Türklerin İstanbul'u fethettikten sonra, Eflak ve Boğdan
eyaletleri bir süre yerel prenslerin baskısı altında yönetildi. Sonra, padişah
onları Osmanlı mülküne kattı ve oralarda beylikler kurdu. Babıali tarafından
seçilen Hospodar veya Voyvoda adıyla anılan bu beyler, daima Hristiyan
Rumlardır. Bu davranışlarıyla Türkler, hoşgörü sahibi olduklarını bir daha
ispat ettiler. Oysa bizim cahil ve ukala yazarlarımız, onları zulümle suçlamaktadırlar!
Divan, bu beylikleri arttırmaya koyar. En çok haraç ödemeyi teklif eden ve
sadrazamı en çok memnun bırakan aday, -bazen Babıali'nin bir tercümanıbu makamı
elde eder. Eflak ve Boğdan'ın bir tek voyvodaya bırakıldığı pek az görülmüştür.
Divan, bu iki beyliği ayırmayı kendi güvenliği bakımından uygun bulur.
O zamanlar Boğdan eyaleti, Yunan soyundan olup, eski
Yunanlıların yazı, söz ve silah kullanma hünerlerini benliğinde toplayan Prens
Kantemir'in idaresindeydi. Bu adamı Timurlenk sülalesine bağlı gibi
gösterirlerdi. Çünkü o devirde böyle bir köken Yunanlılıktan daha elverişliydi.
Bunun ispatı da, Kantemir adında Timur'a benzeyen 'TEMIR'
ve Han'a benzeyen 'KAN' sözlerinin bulunuşuna dayanıyordu. Çoğu soyluluklar
işte böyle temeller üzerine kurulmuştur!
Hangi soydan olursa olsun, Kantemir bütün ikbalini Türklere
borçluydu. Onların emeğiyle yetişmiş ve Boğdan Beyliği'ne atanmıştı. Şimdi
savaşı Rusların kazanacağım sezerek, bağımsızlığını elde etmek fırsatının
geldiğini sandı ve efendisine dirsek çevirdi.
Çar, gizli bir anlaşma ile onu ordusuna aldıktan sonra,
Haziran 1711'de Prut Nelıri'nin kuzey kıyısına vardı. Boğdan beyi Kantemir'den
emin olan Petro, halkın başka türlü davranabileceğini düşünememişti.
Boğdanlılar Türklerden memnundular; çünkü Türkün zulmü, yalnız kodamanlara
karşıdır. Halka sataşan olmaz. Oysa, Moskofların idaresi insanlığa yakışmayacak
derecede kabayd ı.
Rus yabaniliğinden bir o kadar bıkkın olan Eflaklılar da
Türkleri seviyorlardı. Çar'a erzak yetiştirmeye söz vermiş olan müteahhitler,
bütün mallarını Baltacı Mehmet Paşa'ya götürdüler.
Umutları kınlan çar, birdenbire ordusunun erzaksız
kaldığını gördü. Askerleri sürü sürü kaçıyorlardı. Kısa zamanda bu ordu,
açlıktan ölmeye mahkum otuz bin kişiye düştü.
Bu sırada Türkler nehri geçtiler. Moskofları çepeçevre sard
ı lar ve karşılarında kuvvetli bir mevzi kurdular.
İsveçliler, sadrazam Baltacı Mehmet Paşa'nın aptal olduğu
nu iddia ede dursunlar. Bana çok ayrıntılı ve doğru olarak anlatılan olaylardan
sezdiğime göre bu . vezir, bilakis pek akıllıca hareket etmiştir. Düşmanın gözü
önünde Prut'u geçmek, onu püskürtüp kovalamak, çar ordusu ile bir süvari
bölüğünün birleşme yolunu kesmek, bu orduyu çember içine almak, susuz ve
yiyeceksiz bırakmak, nehrin karşı yakasından onu top ateşi altına almak,
beceriksiz ve öngörüsüz bir adamın harcı olamaz.
Türk ordusunda. İsveç Kralı'nın iki subayı vardı: Kont
Ponyatovski ve Kont Sparre. Bunlar düşmanla çarpışmayıp, onu açlık ve
susuzluktan teslim olmaya veya ölmeye zorlamayı vezire öğütlemişler. Birtakım
başka anlatımlara göre de bunun tersini, yani yorgun ve takatsiz düşen bu
orduyu kılıçtan geçirmeyi tavsiye etmişler. Birinci fikir daha ihtiyatlı;
ikincisi ise XII. Şarl'ın yetiştirdiği generallerin karakterlerine daha uygun
görünmektedir.
Denebilir ki; Petro bu savaşta yenilmek için, ne lazımsa
yaptı. Arkasında I'rut, önünde yüz elli ;:,'.n Türk, etrafında durmadan
rahatsız eden kırk bin Tatar!
Kont Ponyatovski, Rus ordusunun ümitsiz durumunu gidip
Şarl'a müjdeledi. İsveç Kralı, önceden duyduğu bir zevkle, kırk subayını
arkasma katıp, doludizgin Moskof İmparatoru. ile kozunu paylaşmaya koşhı. Büyük
kayıplarla Prut'a doğru itilen çarın, istihkam olarak kullanılacak bir miktar
dikenli telle, birkaç yük arabasından başka bir şeyi kalmamıştı. Yeniçeri ve
sipahi birliklerinden bazıları, kötü şartlar altında bulunan bu orduya
çullandılarsa da saldırıları. düzensizdi. Oysa Moskoflar, ümitsizlik içinde ve
he*m de krallarının gözü önünde bulunmaktan aldıkları büyük enerji ile
çarpışıyorlardı. Türkleri iki defa püskürttüler.
Bu ağır dövüşmelerden sonra, iki taraf gece vakti
mevzilerine çekildi. Fakat Rus kuvvetleri sarılı kalmıştı. Ne yiyecekleri vardı
ne de suları. Prut kıyılarına yakın oldukları halde, nehre yaklaşmak
imkansızdı. Karşı tarafta nöbet bekleyen Türk birlikleri, su almaya çabalayan
tek tük Moskof askerlerini kurşun yağmuruna tutuyorlardı. Türk topçusu, Rus
karargahına durmadan ateş yağdırıyordu. Rical yolu kesildi. Açlık, susuzluk,
düşmanın sayıca üstünlüğü, Moskofların nasıl olsa yenileceğini gösteriyordu.
Ertesi gün yeniden savaşa devam etmekle karısını, ordusunu, imparatorluğunu ve
bunca emeğin meyvelerini göz göre göre tehlikeye sokacağım, düşünen çar,
perişan halini kimseye belli etmemek için otağına çekildi, içeri girilmesini
yasak etti.
Bütün bu savaşlarda, hazır bulunmuş, düşman ateşine herkes
gibi göğüs germiş olan bir kadın, Petro'nun eşi Katerina, ancak onunla
konuşabilirdi. Yasağa rağmen otağa girdi ve kocasını Türklerle uzlaşmaya razı
etti.
Belirsiz tarihlerden beri, doğu hükümdarlarının veya
temsilcilerinin huzuruna çıkarken, armağanlar sunmak bir gelenekti. Katerina,
bu savaş seyahatine çıkarken yanına lüks eşya almamıştı. Üzerinde bulunan
birkaç parça değerli taşla, siyah tilkiden yapılmış iki adet kürkü sadrazama ve
toplayabildiği paraları kahya Osman Ağa'ya götürmek için, zeki bir subayla iki
hademe seçti. Bu subay, Mareşal Semeretofun bir mesajını Baltacı Mehmet'e
verecekti. Çarın hatıra defterinde mesajdan bahsediliyorsa da Katerina'nın
Baltacı otağına girişi hakkında hiçbir açıklama yoktur. Yalnız 1723 yılında,
Katerina'ya çariçe tacını giydirme töreninde, çarın verdiği şu demeç her şeyi
açıklayıcı niteliktedir:
"Çariçe bize bütün tehlikeli anlarımızda, özellikle
konumuz Prut Savaşı'nda, ordumuz yirmi iki bin kişiye düştüğü zaman büyük bir
fayda sağlamıştır."
Öncelikle, Baltacı Mehmet, hem sadrazam ve hem de galip
olmanın verdiği azametle dedi ki: "Çar bana başbakanını göndersin, ne
yapacağımı o zaman düşünürüm." Başbakan yardımcısı Şefirof huzura çıktığı
zaman, vezir ilk ağızda, çarın bütün ordusu ile kayıtsız şartsız teslim
olmasını istedi. Şefirof, bu kadar şeref kırıcı bir. şartı kabul etmektense,
Moskofların son askerine kadar çarpışarak ölmeyi tercih edeceklerini söyledi.
Kahya Osman Ağa da bu konudaki görüşlerini ilave etti.
Baltacı Mehmet savaş adamı değildi. Daha bir gün önce,
yeniçerilerin püskürtüldüğünü görmüştü. Ümitsizlik içinde can havliyle çarpışan
küçük kuvvetlerin çok defa büyükleri yendiğine dair tarihteki, sürü sürü
örnekler gözü önüne geliyordu. Kahya Osman Ağa da yeni bir çarpışmanın talihine
bel bağlıyarak bu avantajlı durumu kaçırmanın hatalı olacağını belirtti. Bunun
üzerine, uzlaşma şartlarını görüşmek için altı saatlik bir ateşkes emri
verildi.
Bütün İsveç partisinin muhtıralarında, Baltacı Mehmet Paşa
alçak, korkak ve yiyici olarak gösteriliyor. Böyle iftiralar Avrupalı büyüklere
de çok atılmıştır; derler ki, Kont Piper, İsveç Kralı'nı Rus Çarı'yla savaşa
tutuşturmak için Dük de Mariborough'dan para almış; Fransa başvekili, para
karşılığında Seville Anlaşmasını yapmış. Bu gibi suçlamalar ancak elde sağlam
kanıtlar olursa yapılabilir. Nasıl olsa er geç ortaya çıkan böyle utanç verici
aşağılıklara başvekillerin düşmesi p k nadirdir; çünkü bütün diplomasi dünyası
onları izler. Onların doğrulukları itibarlarının temelidir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda sadrazamlık oldukça parlak ve
heybetli bir makamdır; hele savaş günlerinde ganimetleri sayısızdır. Çarın
ordusunda yoksunluk son haddindeyken, Baltacı'nın otağlarında serpilen
zenginlikler ise; tahminlerin üstünde bulunurken, vezirin almaktan ziyade vermek
durumunda olduğu besbelli.
Bütün saraylarda, daha doğrusu bütün Şark Divanlarında adet
olduğu üzere, bir kadının incelikle sunduğu birkaç parça av derisi ve yüzüğe
rüşvet denemez. Vezirin dürüst ve açık davranışı, onu lekelemek amacıyla
yapılan suçlayıcı yorumları çürütür.
Moskofların Başvekil Yardımcısı Şafirof, Sadrazamın otağına
büyük bir heyetle gitti. Her yapılan şey meydandaydı ve başka türlü olamazdı.
Görüşmelerde İsveç Kralı'nın bir subayı tercümanlık etti; Kont Poniatovski de
hazır bulunuyordu. Kahya Osman Ağa'nın hediyesi herkesin önünde törenle
verildi. İki tarafça karşılıklı armağanlar sunuldu. Her şey doğu geleneklerince
yürüdü. Bütün bu olanlar arasında ihanetten eser yoktu.
Vezirin uzlaşmaya yanaşmasına sebep, Boğdan'dan
kolordusuyla ilerleyen general Renne'in, güçlü bir Türk garnizonuyla savunulan
Braila kentini ve kalesini zaptetmesi olmuştu. Çarın Polonya sınırlarından yola
çıkmış bir kolordusu daha vardı. Aynı, zamanda, çevrilmiş olan Moskof ordusunun
ağlanacak durumundan Baltacı'nın haberi yoktu. Türklerle Ruslar arasında
casusluk yapılamaz; kıyafet, din ve dil ayrılıkları buna imkan vermez. Bizlerde
olduğu gibi, kaçıp düşman tarafına geçmek de onlarda nedir bilinmez.
Savaştan hoşlanmadığı halde onu pek güzel yönetmiş olan
Baltacı, Karadeniz limanlarının anahtarlarını almakla, general Reıme'in
muzaffer ordusunu Tuna kıyılarından kovmakla, bu savaşın hedeflerine ulaşmış
olacağını düşünüyordu. Şarl'ın subaylarıyla Tatar Han'ı bu kararı hiç beğenmediler.
Tatarların amacı Rusya ve Polonya sınırlarında yağmacılık yapmak, İsveç Kralı'nın
arzusu da çardan öç almaktı. Oysa, bir Hristiyan prensinin kişisel hıncı ile
Tatarların ganimet sevgisi, Osmanlı İmparatorluğu'nun general ve sadrazamım hiç
de ilgilendirmezdi.
Ateşkes emri yürürlükte olduğu sırada geçen bir olay,
Türklerin sandığımızdan fazla sözlerine sadık olduklarını bize öğretti. Çarın
hizmetindeki humbaracı alayına bağlı iki İtalyan asilzadesi, atlarına yem
aramak üzere mevzilerinden çıkmışken, Tatarlar tarafından yakalanıp bir
yeniçeri subayına satılmak istenmiş. Ateşkese aykırı bulduğu bu harekete kızan
Türk subayı, Tatarları tutup iki esirle birlikte sadrazamın huzuruna gelirdi.
Vezir bu iki asilzadeyi çarın karargahına iade etti ve onları yakalayan Tatar
elebaşılarını ipe çektirdi.
Barış şartı olarak da çarın Polonya'daki askerlerini
çekmesini, Azak'ın verilmesini, bu limandaki gemilerin yakılmasını,
sahillerdeki büyük kalelerin yıktırılmasını ve daha birçok şeyler arasında
Prens Kantemir'in teslimini istedi.
Çar, yalnız bu sonuncu isteğe karşı diretti. Şafirof'a
yazdığı mesajda: 'Türklere, Kursk'a kadar uzayan topraklarımın hepsini
bırakabilirim; çünkü onları bir gün geri alabilmek umudu bende kalır. Fakat
haysiyetimi kaybedersem, bir daha bulamam. Tek gerçek varlığımız şerefimizdir. Ondan
vazgeçtiğim gün, çarlığa veda etmeliyim." dedi.
Sonunda, Falcıköy'e yakın bir yerde barış imzalandı.
Antlaşmaya eklenen bir maddede:
"Demirbaş Şarl ülkesine dönmek isterse; Çarın onu
rahatsız etmeyeceği ve bu iki imparator arzu ettikleri ve uzlaştıkları takdirde
barış yapabilecekleri" açıklandı.
Bu maddenin yazılış tarzı gösteriyor ki; Baltacı Mehmet,
İsveç Kralı'nın tarafçılığını unutamamıştı. Belki de Sadrazamı barış yoluna
yönelten bu olmuştur. Çünkü çarın düşmesi, Şarl'ın büyümesi dernekti. Oysa,
bizi aşağılatanların büyümesini istemeye götüren bir duygunun insan kalbinde
yeri yoktur.
Bu şartlar altında, Büyük Petro'nun ordusu, topları,
tüfekleri, sancakları ve bagajlarıyla birlikte gitmesine müsaade edildi. Türkler
ona yiyecek verdiler ve barış imzalandıktan iki saat sonra Moskof kampında her
şey bollaştı (1 Ağustos 171 1). Bu kötü durumdan kurtulan çar bayraklar
çekerek, trampetler çalarak savaş alanından çekildi. Yolda Tatarlar tarafından
rahatsız edilmesin diye, yanına da sekiz bin kişilik bir Türk bölüğü verildi.
Zamanında gönlünü alması gereken vezirin ordusunu görmeye
gitmeyen XII. Şarl, bütün ümitlerini suya düşüren uzlaşmanın imzalandığı anda
yetişip geliverdi. Baltacı onu karşılamaya bile gitmedi. Sadece iki. paşa
gönderdi, kendisi de otağının ancak birkaç adım ilerisinde onu kabul etti.
Bilindiği gibi bu görüşme çetin ve sinirli bir hava içinde
geçti. Çarı esir etmek mümkünken bunu yapmadığını çekiştiren krala Baltacı'nm
cevabını, birçok tarihçiler aptallık diye nitelendirdiler:
"Eğer Çarı esir alsaydım, onun devletini kim
yönetirdi." demiş.
Bu sözlerde bir kuyruk acısı olduğu besbelli ve hemen ilave
ettiği:
"Bütün kralların mülklerinden çıkmaları doğru
olmaz!" sözüyle, Bender misafirine haddini bildirmeyi ne kadar arzuladığı
anlaşılır.
Şarl, acı. bir gülümseme ile karşılık verdi. Bir sedire
çökercesine oturdu ve bacağını sadrazama doğru uzatarak, çizmesinin mahmuzu ile
onun kaftanını sıyırdı. Sonra acele atına bindi ve içi ümitsizliklerle
sızlayarak Bender'e döndü. Baltacı onu bu hareketinden pişman edebilirdi ama
hiç farkına varmamış gibi görünmekle insanlıkta ondan daha üstün olduğunu
gösterdi.
Poniatovski bir süre daha vezirin yanında kalarak, tatlı
dille gönül almaya ve onu çarın yenilgisinden daha geniş ölçüde faydalanmak
yoluna götürmeye çabaladı. Fakat namaz vakti gelmişti. Sadrazam tek laf
etmeden, abdest almaya ve Allaha dua etmeye gitti.
İsveç Kralı'na . keşmekeşli ve parlak hayatı içinde,
yazgının her büyüklüğü nasıl darmadağm edebileceğini duyuran olay, Pultava'da
bütün ordusunu bir 'pastacı çırağının' yere sermesi, Prut'ta da hem kendisinin
hem de çamı yazgısının bir 'baltacı' tarafından tayin edilmiş olmasıdır!
Padişah ve bütün İstanbul, vezirin bu başarısından önce çok
sevindiler. Bir haftalık şenlikler yapıldı. Antlaşmayı Babıali'ye getiren Osman
Ağa, büyük mirahurluğa atandı.
İsveç Kralı'na, Türk sarayında entrika çevirmekten başka iş
kalmamıştı. Vaktiyle kurallar yapıp düşüren bir kral, alınmak istenmeyen
muhtıralarını padişaha sunmak üzere türlü menfaatlere başvuruyordu. Baltacı
Mehmet'i gözden düşürmek için kimi defa bir Yahudi kadını vasıtası ile Valide
Sultan'a, bazen de bir harem ağasına müracaat ediliyordu. Bütün bu
dalaverelenin sonucu yine Şarl'ın zararına oldu: Divanın cömertliği ile
kendisine bağlanan tayin kesildi ve sadrazam, artık Osmanlı'yı terk etmesi
yolunda tavsiye kılıklı bir emirname gönderdi. O ise daima Polonya'ya ve
Rusya'ya bir Türk ordusunun başında gireceği umuduyla kalmakta inat ediyordu.
Fakat Baltacı Mehmet, onun kendini mahvetmek amacıyla
Osmanlı'dan gitmek istemediğini çok iyi sezdiği için, kararından vazgeçmedi.
Eğer hemen gitmeye razı olmazsa, sultanın kızacağım bildirmeye Bender Seraskeri
İsmail Paşa'yı memur etti. Kral, seraskerle görüşmeye yanaştı. Ancak Sultan
Ahmet'ten iki dileği vardı: Baltacı'nın ceza görmesi ve Polonya'ya dönmek üzere
kendisine yüz bin asker verilmesi.
Babıali onu göndermeye karar verdi fakat yalnız yedi sekiz
bin kişilik bir kuvvetle ve artık kendisine yardım edilmek istenen bir kral gibi
değil de baştan savulmak istenen bir misafir gibi.
Sultanın bir mektubuyla iletilen bu karar, İsveç Kralı'na
bütün ümitlerini kaybettirdi. III. Ahmet'e gönderdiği dilekçede, zatı
şahanesinin sınırsız lütuflarına hayatınca minnettar kalacağını, ancak henüz
çarın askerleriyle dolu bir ülkeye kendisini önemsiz bir kuvvetle göndermeyecek
kadar adil bir sultan olduğunu yazdı.
Gerçekte Rus İmparatoru, Prut Antlaşması'nın birinci
maddesi gereğince, Polonya'daki bütün askerlerini çekmesi gerekirken, tersine olarak
oraya yeni kuvvetler göndermişti. Tuhafı şu ki. sadrazamın bundan hiç de haberi
yoktu.
Babıali'nin yabancılara karşı gururu dolayısıyla,
İstanbul'da daima elçiler bulundurup, kendisi yabancı saraylarına hiçbir elçi
göndermemek yolundaki kusurlu siyaseti, bu . elçilerin sultanın en gizli
kararlarını öğrenip, çok defa bunları dileklerine göre yönetmeleri. Divanın ise
Hristiyan ülkelerde açıkça olup bitenlerden derin bir bilgisizlik içinde
kalması sonucunu yaratır.
Kadınları ve harem ağaları arasında saraya kapanan sultan,
her şeyi sadrazamın gözleriyle görür. Vezir de saray entrikalarıyla uğraşmak
yüzünden, dış ilişkilerin akışından habersiz olduğu için, ya aldatılır veya
sultanı. aldatır. Padişah, ilk kusur üzerine veziri düşürür veya boğdurur ve
yerine bir başkasını getirir; yeni, vezir de öncekiler kadar cahil veya hilekar
olup onlar gibi hareket eder, kısa bir süre sonra da aynı akıbete uğrar.
Osmanlı Sarayı ’nın kaygısızlığı ve hareketsizliği o
derecedeydi ki; Avrupalılar onun aleyhine birleşselerdi, donanma ve orduları,
Türkler uyanıp davranıncaya kadar, Çanakkale ve Edime kapılarına varmış
olurlardı.
Fakat Hristiyanların menfaat ayrılıkları, Türkleri zayıf
siyasetlerinden başka, deniz ve kara savaşlarındaki bilgisizliklerinin
hazırlamakta olduğu sonuçtan kurtarmaktadır.
Bu sırada Poniatovski, Prut seferinin bir tarihçesini
kaleme alarak, Baltacı Mehmet'i rüşvet yemekle suçhmdırıyordu. Vezirin gevşek
davranışına kızmış ve üstelik Poniatovski'nin hediyeleriyle avlanmış olan
ihtiyar bir yeniçeri, İstanbul'a gidip raporu eliyle padişaha sundu.
Durum elverişliydi. Hürriyetine kavuşan çar, vaatlerini
tutmakta acele etmiyor, Azak'ın anahtarlarını bir türlü göndermiyordu. Bundan
sorumlu olan sadrazam, efendisinin gazabından korkarak, huzura çıkmaya cesaret
edemiyordu.
Saray her zamankinden fazla fesat ve entrikalarla doluydu.
Avrupa saraylarında kimi vekillerin işten el çektirilmesi veya sürgün
edilmesiyle sonuçlanan bu gibi cambazlıklar İstanbul'da birçoklarını darağacına
götürür. Bu seferki de Çorlulu Ali Paşa ile Prut barışında önemli rol oynayan
Osman Ağa'nın canlarına mal oldu. Osman Ağa'nın evinde çariçenin yüzüğü ile
Saksonya ve Moskof damgalı yirmi bin altın bulundu. Petro'yu uçurumdan kurtaran
ve Demirbaş Şarl'ı mahveden gücün rüşvet olduğu kanısına varıldı. Fakat
Baltacı'da hiçbir varlık çıkmadı. Onun fakirliği hatırasını suçlamalardan
kurtardı.
İsveçli tarihçi Norberg der ki; Baltacı Mehmet'i tutmaya ve
kendisinden devlet mührünü geri almaya giden Bostancıbaşı ona: "Efendisine
itaatsizlik etmek, düşman parasıyla satın alınmış olmak ve İsveç Kralı'nın
yararını korumamak suçlarından dolayı hain ilan edildiğini" bildirmiş.
Öncelikle, bu yolda beyanat Türkiye'de usiılden değildir.
Sultanın emirleri gizli verilir ve sessizce yerine getirilir. Oysa, onun sadakatinden
emin olan Padişah ne canına ne de malına dokundu. Onu sadece kumandan olarak
Midilli'ye gönderdi. Hayatının ve servetinin bağışlanması ve her şeyden önce
kumandan tayin edilmesi, bu adamın Rus parasıyla satın alınmış olduğuna dair
söylentileri çürütür. Çünkü Osmanlı'da bu gibi suçların cezası idamdır ve
hiçbir zaman affedilmez.
Eğer Baltacı, İsveç kralının isteklerine göre davranmadığı
için düşürülmüş olsaydı, bu kralın diğer vezirleri de titretecek bir forsu
olabilirdi. Bunun tersine olarak, Baltacı Mehmet'in yerine geçen Yeniçeri
Ağalarından Yusuf Paşa, tıpkı önceki gibi bir yol tutarak, Şarl'ı esirgeyecek
yerde, bu zorlu misafiri baştan savmak çabasını kullandı ve yeni makamını
kutlamaya gelen Poniatovski'yc: "Sana şimdiden haber vereyim ki gavur,
bundan sonra en ufak bir entrikaya kalkışırsan, boynuna taş bağlatıp seni
denizin dibine sarkıtacağım" dedi.
Görülüyor ki Demirbaş Şarl'ın menfaatleri Baltacı Mehmet
tarafından gözetilmeyince, İsveçli tarihçiler bu vezire rüşvetçi damgası
vurmaya yeltenmişler.
İspatsız olarak yüzlerce defa tekrarlanan bu gibi iftiralar
tarihsel gerçek sayılamaz. Bu, olsa olsa çaresiz düzenbazlığın pısırık
haykırışlarıdır. Olayları.kabullenmeye mecbur olan partizan zihniyeti, bunların
nedenlerini ve ayrıntılarını değiştirir.
Ne yazık ki bütün tarihler, gelecek nesillere böyle hatalı
olarak ulaştırılıyor ve onlar da yalanla gerçeği ayırt edemez duruma
düşüyorlar!
Baltacı Mehmet'in yerine geçen Yusuf Paşa, altı yaşında Rus
topraklarında, ailesiyle birlikte Türklerce esir edilerek bir yeniçeriye
satılmıştı. Sarayda uzun zaman uşaklık etti ve sonra, kölelikle başladığı bir
imparatorlukta ikinci şahsiyet oldu. Fakat gerçek durumu kuklalıktı; görevi,
devlet mühürlerini, •genç silahtar ve sultanın gözdesi Ali Kömürcü'nün arzularına
göre basmaktan ibaretti. Bu vezirliğin daha ilk gününde Osmanlı Sarayının
siyaseti değişti. Moskof İmparatoru'nun hem sefr hem de rehine olarak
İstanbul'da kalan elçileri her zamandan iyi muamele görür oldular. Sadrazam,
Prut barışını onayladı. Fakat İsveç kralının onuruna dokunan şey, İstanbul'da,
Petro ile yapılan gizli anlaşmalarda İngiltere ve Hollanda'nın arabuluculuk
ettiklerini öğrenmek oldu.
Demirbaş Şarl'ın Bender'e çekilişinden beri İstanbul,
Hristiyan dünyasına ait konuların pazarı haline gelmişti. Fransa Elçisi Kont Dasaleurs
orada, Demirbaşla Polonya Kralı Stanislas'ın çıkarlarını koruyordu; Alman
elçisi bunların aleyhine çalışıyordu; İsveç ve Rus partileri de orada •
vuruşuyorlardı.
İngiltere ile Hollanda göründükleri gibi tarafsız
değillerdi. Çarın Petrograt'ta açtığı yeni ticaret, bu iki tüccar milletin
ilgisini çekiyordu. Bunlar daima ticaretlerini kolaylaştıran tarafı tutarlar.
Moskofla kazanılacak çok şey vardı. Şu halde İngiliz ve Hollanda sefirlerinin
Babıali nezdinde gizlice Ruslara hizmet etmelerine şaşılamazdı. Bu yeni
dostluğun şartlarından biri de Şarl'ın, Türk İmparatorluğu sınırlarından
çıkarılmasıydı. Çarın amacı, ya onu yoldayken ele geçirmek veya onun Türk
topraklarında bulunduğu müddetçe günün birinde yine Osmanlı silahlarını Rusya'ya
karşı çevirtmeyi başarmasını önlemekti.
III. Ahmet, Polonya'da olup bitenlerden o derece habersizdi
ki; Çar ordularının hala orada bulunup bulunmadığını teyit etmek üzere bir ağa
yolladı. Bu ağa durumu gözleriyle gördü ve gelip sultana anlattı. Ahmet öyle
öfkelendi ki veziri boğduracaktı. Fakat Ali Kömürcü onun hayatını bağışlattı ve
bir müddet daha makamında kalmasını sağladı.
Ancak padişah o kadar kızgın, antlaşmaya aykırılık o derece
aşikar, yeniçerilerin savaş istekleri öyle coşkundu ki; sarayda kimsenin
tarafsız bir oy kullanmaya dili varmadı.
Hapse girmeye, huzura çıkmak kadar alışık olan Rus elçileri
derhal Yedikule'ye kapatıldı. Çara yeniden savaş ilan edildi. At kuyrukları
mızraklara dikildi ve iki yüz bin erlik bir ordu toplamak emri bütün paşalara
verildi. Savaş alanına daha yakın olmak üzere padişah İstanbul'dan ayrılarak,
sarayını Edirne'de kurdu.
İsveç Kralı kendi durumunu hiçbir zaman o günkü kadar
sağlam görmemişti. Oysa, bütün bu hazırlıklar az sonra yine faydasız oldu ve
İsveçlilerin umutları yine de suya düştü.
O zamanlar İstanbul'da bulunan, doğru görüşlü bir
diplomatın iddiasına bakılırsa; genç Ali Kömürcü'nün aklında, sonucu belirsiz
bir savaşla Petro'dan çöller almaya uğraşmaktan daha elverişli projeler vardı:
Venediklilerin elinden Mora'yı almak ve sonra Macaristan'a hakim olmak.
Bu göz kamaştırıcı projeleri gerçekleştirmek için sadrazam
olmayı tasarlıyordu. Muradına ermek üzere de. Çarın düşmanlığına değil,
dostluğuna güveniyordu. İsveç kralını daha fazla alıkoymak ve hele onun
yararına Türkiye'yi silahlandırmak, ne hesabına ne de düşüncelerine uygundu.
Onun niyeti sadece bu kralı ülkesine yollamak değildi. Artık İstanbul'da
Hristiyan sefirleri tutmamak gerektiğini, bütün bu daimi elçilerin, vezirleri
yolsuzluğa sürükleyen veya onları aldatan şerefi casuslar olduğunu, saraydaki
entrikaları öteden beri onların yönettiğini, Beyoğlu ve Doğu iskelelerinde
yerleşmiş Frenklerin bir sefire değil, ancak bir konsolosa ihtiyaçları olduğunu
açıkça söylüyordu.
Sadrazam Yusuf gibi, İstanbul müftüsü de onun elinde birer
oyuncaktı. Önce Ali Kömürcü öyle istedi diye, Rusya'ya savaş açılmasını müftü
uygun görmüştü. Bu delikanlı fikrini değiştirince, müftü de savaşı haksız
buldu. Bu nedenle ordular toplanır toplanmaz, hemen barış teklifleri dinlendi;
İstanbul'da bulunan Rus elçi ve rehineleri, çarın askerlerini Polonya'dan
çekeceğine söz verdiler. Sadrazam, çarın bu sözünü yerine getirmeyeceğini pek
güzel bildiği halde antlaşmayı imzalamaktan çekinmedi. Şöyle ki; altı aydan
kısa bir zamanda Ruslı:ırla barışa ant içildi, yeniden savaşa girildi ve tekrar
barışıldı.
Bütün bu antlaşmalarda, İsveç kralının sınır dışı edilmesi
özellikle söz konusu olmaktaydı. Fakat Demirbaş Şarl, yolda düşmanları
tarafından ele geçirilirse; bundan hem onun haysiyetine hem de Osmanlı
İrnparatorluğu'nun prestijine zarar gelmesini padişah istemiyordu. Kralın
yolculuğu süresince Polonya ve Rus elçilerinin onun emniyetine kefil olmaları
şart koşuldu. Divan, bu suretle Şarl'ın durumunu düzenledikten sonra Bender
seraskeri İsmail Paşa, kralın yanma vardı ve uygun bir lisanla Babıali'nin
kararlarını kendisine bildirdi.
Şarl, borçlarını ödeyebilecek kadar para bulmadan yerinden
kıpırdayamayacağı cevabını verdi. Ne kadar para istediği sorulunca, rastgele
'bin kese' dedi. Paşa bunu Babıali'ye yazdı ve sultan, bin yerine derhal bin
iki yüz kese verilmesini emretti.
Fakat Türkiye'den adeta kovulmakta olduğunu görmekle
sinirlenen Şarl, hiçbir suretle gitmemeye karar verdi. Bin iki yüz kese geldiği
zaman, önce bu parayı çekmek, sonra yine de Osmanlı İmparatorluğu'nu çar
aleyhine silahlandırmak amacıyla haznedarı Grothusen'i paşaya gönderdi.
Türkçe bilen Grothusen, kralın arabalarım parasız elde
edemeyeceğinden bahsetti. Paşa dedi ki: "Yolculuğunuzun bütün masraflarını
biz karşılayacağız. Majeste kral zatı şahanenin himayesi altında bulundukça,
hiçbir şey sarf edecek değildir." Grothusen, Türk ve Frenk arabaları
arasındaki tarz farklarından ötürü Varniça'da bulunan İsveçli ve Polonyalı
ustalara başvurmak gerektiği cevabını verdi. Efendisinin gitmeye razı olduğunu,
bu paranın bir an önce yola çıkmayı kolaylaştıracağını ileri sürdü. Bu sözlere
fazla inanan İsmail Paşa, bin iki yüz keseyi hemen teslim etti. Birkaç gün
sonra da gayet saygılı bir tavırla kralın yanına varıp, emirlerini ak mak istedi.
Fakat Şarl, gidiş hazırlıkları için bin keseye daha, ihtiyacı olduğunu
söyleyince, şaşkınlıktan dili tutulan paşa bir pencereye doğru çekilerek,
yaşaran gözlerini silmeye koyuldu. Krala dönerek:
"Majestelerini memnun etmeye çalışmak hayatıma mal olacaktım
Bin iki yüz keseyi, padi şahım m" açık talimatına rağmen size
vermiştim." dedi ve oradan hemen ayrıldı.
Sonra gidip bu haberi Tatarlar Hanına bildirdi Han da
_Şarl'ın gitmesini sağlama bağlamadan paranın verilmemesi hakkında, paşa gibi
emir almış olduğu, için, bu durum karşısında aynı derecede sultanın. gazabından
korkuyordu. İkisi de Babıali'ye yazarak, bin iki yüz keseyi ancak derhal gitmek
hususunda Grothusen'in verdiği söze inanıp teslim ettiklerini bildirdiler: Onun
bu kaypaklığından sorumlu tutulmamalarını zatı şahaneden istediler.
Han ile paşanın, onu düşmanlarına teslim etmek istedikleri
kanısında direnen Şarl, bunlar hakkında şikayette bulunmak ve bin kese daha
kopartmak üzere, o zaman sultan nezdinde elçi bulunan Mr. Funk'a talimat gönderdi.
Aşırı savurganlığı ve paraya hiç önem vermemesi yüzünden, böyle bir teklifin
onursuzluğunu kestiremiyordu. Bunu, ancak bir geri çevirme karşısında kalmak ve
gitmemek için yapıyordu. Fakat böyle hilelere başvurmak, pek garip durumlara ve
çaresizliklere düşmek demekti. Funk bu teklifi yapmaya mecbur kaldı ama aldığı
tek cevap hapse tıkılmak oldu. Öfkesi göklere çıkan padişah, olağanüstü bir
divan topladı ve pek seyrek hallerde yaptığı gibi kendisi konuştu. Sözleri
şöyle oldu:
"İsveç Kralını hemen hemen Pultava yenilgisiyle ve
tarafımıza sığınma talebiyle tanıdım. Sanırım ki ona hiçbir ihtiyacım olmadığı
gibi, onu sevmek veya ondan korkmak için de hiçbir sebebim yoktur. Bununla
beraber, İslam misafirperverliğinden ve lütuflarını ister kendi uyruklarından,
ister yabancıdan olsun, küçüklere ve büyüklere esirgemeyen gönül cömertliğimden
başka neden gözetmeksizin, kendisini, bakanlarını, subay ve erlerini mülküme
kabul ettim; üç bu-çuk yıldan beri onun her türlü ihtiyaçlarını karşılamakla
kalmayıp, onu geniş ölçüde hediyelere boğdum. Kendisini, ülkesine kadar
götürmek üzere büyük bir muhafız alayı verdim. Bütün masraflarını üstüme
aldığım halde, bazı gerekli şeyler için bin kese istedi. Bin yerine bin iki yüz
verdim. Bunları benden seraskerinin elinden aldıktan sonra, bin kese daha
istiyor ve dost bir memleketten geçmek için, fazla büyük olduğu halde
maiyetinin çok az olduğunu bahane ederek, gitmemekte diretiyor.
Şu halde, kralı göndermenin misafircilik geleneklerine
saygısızlık olup olmayacağım ve eğer kendisini zorla yollamak gerekirse,
yabancı devletlerin beni şiddet ve haksızlıkla suçlandırmakta haklı, olup
olamayacaklarını, soruyorum?"
BüHin divan, padişahın adil olduğuna karar verdi. Müftü,
Müslümanların kafirlere, özellikle nankörlere karşı misafirperver davranmaya
borçlu olmadıkları yolunda fetva çıkardı.
Padişahın önemli kararlarına her zaman eklenen bu fetvaları
yazıp imzalayanlar; onun emir kulları olmakla beraber, fetva daima bir keramet
gibi saygı görür.
İradeyle fetva mirahur ve başkapıcı Çavuş Paşa'ya teslim
edilerek Bender'e gönderildi. İsmail Paşa derhal Varniça'ya gidip krala,
güzellikle gitmek mi, yoksa sultanın emirleri gereğince gönderilmek mi
istediğini sordu. Küplere binen Şarl:
"Cesaretin varsa efendinin dediğini yap ve karşımdan
çekil!" dedi. Son derece hiddetlenen paşa, Türk alışkanlığınım tersine
olarak dört nala döndü. Giderken, Holstein Dükü'nün. elçisi Fabrice'ye rastladı
ve atını koşturmakta devamla: "Kral söz dinlemek istemiyor. Çok acayip
şeyler göreceksiniz." diye bağırdı. Aynı günde Şarl'ın erzakını kesti ve
muhafız yeniçerilerini geri aldı. Vaniça'da bulunan Polonyalılarla Kazaklara,
eğer erzak almak isterlerse; İsveç Kralı'ndan ayrılarak, Babıali'nin himayesine
gelmelerini teklif el!i. Hepsi itaat etliler ve Şarl'ı dairesinin subaylarıyla
üç yüz Isveçliden ibaret maiyetiyle bıraktılar.
Karargahta, artık ne insanlar ne de hayvanlar için yiyecek
vardı. Kral: "Ne erzaklarını isterim ne de beygirlerini!" diyerek,
padişahın hediye etmiş olduğu o güzel yirmi atı vurmalarını emretti.
Bu emir, beygir etinden pek hoşlanan Tatarlar için mükellef
bir ziyafet vesilesi oldu.
Yirmi bin Tatarla altı. bin Türk, kralın küçük karargahını
her taraftan sardılar. Şarl, hiç şaşkınlığa uğramadı, üç yüz İsveçliye düzenli
siper kazdırdı. Bu çalışmalara kendisi başta olmak üzere; başvekili, haznedarı,
katipleri, oda hizmetçileri, bütün uşakları katılmaktaydı. Kimileri pencereleri
sağlamlaştırıyor, kimileri de kapıların arkasına kemerli kaim sırıklar
sokuyorlardı. Evin etrafındaki barikatlar tamamIattıktan ve bu sözde tahkimatı
teftiş ettikten sonra; kral, her şey büyük bir emniyet içindeymiş gibi,
Grothuşe'le oturup rahat rahat satranç oynadı.
İsabet ki Fabrice, yakın bir köyde, İngiltere'nin Şarl
nezdinde sefiri (elçisi) bulunan Mr. Jeffreys ile beraber oturuyordu. Boranın
patlamak üzere olduğunu gören bu iki sefir, Türklerle kralın arasını bulmaya
kalktılar. Bu iş de zor kullanmaya hiç de hevesli olmayan paşa ile han, fetvayı
getiren saray çavuşuyla mirahuru yanlarına katarak, bu sefirlerle iki defa toplantı,
yaptılar. Fabrice onlara İsveçli majestenin, düşmanlara teslim edileceği
kuşkusunda olduğunu açıkladı. Han, paşa ve diğerleri, böyle iğrenç bir
hainlikten tiksindiklerini, krala saygısızlık edilmesine katlanmaktansa, bütün
kanlarım dökmeye hazır olduklarını başları üzerine ve Allah'ı şahit göstererek
yemin ettiler.
Genel olarak yeminler ihanetin örtüsü olmakla beraber,
onların şikayetli sözlerinde öyle bir samimiyet vardı, ki Fabrice'ye doğru
geldi.
Çünkü yalan söz, gerçeği ne kadar iyi taklit etse yine de
sırıtır..
Sefirle Türk heyeti arasında şöyle bir konuşma oldu:
Fabrice Majesteyi gitmeye zorlamak kararında mısınız?
Paşa Efendimizin iradeleri böyledir.
Fabrice Bu irade, taçlı bir başın kanını dökmeye izin verir
mi?
Han Eğer bu taçlı baş padişahımıza itaatsizlik ederse,
evet!
Saldırı için bütün hazırlıklar tamamdı. XII. Şarl,
kaçınılmaz bir ölümle karşı karşıya bulunuyordu. Bununla beraber sultan, karşı
koyma halinde onun, öldürülmesini gerektiren kesin bir emir vermiş değildi.
Sefirler, o zaman Edirne'de bulunan zatı şahanenin son emirlerini , almak üzere
oraya bir haberci gönderilmesine paşa ile Tatar hanını ikna ettiler. Sonra, pek
hayırlı bir başarı kazandıkları kanısıyla sevinerek, müjdeyi krala iletmeye
koştular. Fakat pek soğuk karşı-landılar. Kral kendileriyle "gönüllü
arabulucular" diye alay etti ve saraydan yeni emirler istenildiğine göre,
ilk emrin ve fetvanın da uydurma olduklarında direndi. Bunun üzerine İngiliz
elçisi, böyle dik kafalı bir prensin işlerine bir daha karışmaya tövbe ederek
çekildi gitti. Kralın mizacına alışık olan Fabrice, böyle değersiz bir nedenle
bu kadar kıymetli bir başı tehlikeye koymamasını rica etmek üzere onun yanında
kaldı. Cevap olarak, kral ona siperlerini gösterdi ve kendisine ancak erzak
sağlamaya çalışmasını söyledi.
Edirne'ye giden habercinin dönmesine kadar İsveçlilere
yiyecek verilmesine Türkler izin verdiler. Han, yağma sabırsızlığı içinde
kuduran Tatarlarına, yeni bir emre kadar İsveçlilere dokunmalarını yasakladı.
Öyle ki XII. Şarl, kırk süvari ile karargahından çıkarak, Tatar askerlerine
doğru atını sürdükçe, onlar saygıyla izin veriyorlardı.
Sonunda, en küçük bir dayatmada bulunacak İsveçlileri
kılıçtan geçirmek ve kralın hayatı için de sakınmamak üzere sultanın kesin
fermanı gelince, İsmail Paşa bunu Fabrice'e göstermek iyiliğinde bulundu.
Sefir, bu üzücü haberi Şarl'a bildirdiğinde, o yine: "Siz o fermanı
gördünüz mü?" dedi. Fabricc "Evet!" cevabını verdi. Kral:
"Öyle ise bunun da ikinci bir uydurma emir olduğunu ve gitmek istemediğimi
onlara söyleyiniz." dedi.
Sefir, Majestenin ayaklarına kapandı, kızdı, bu kadar
inatçılığı suçladı; fakat hepsi boşa gitti. Kral gülümseyerek: 'Türklerinizin
yanına dönün. Eğer bana saldırırlarsa kendimi savunmasını bilirim." dedi.
Majestenin papazları, huzurunda diz çökerek, Pultava'dan
sağ kalan birkaç zavallı askeri, özellikle kendi kutsal bedenini kesin bir
ölüme atmaması için yalvardılar. Bu karşı koymanın haksızlığını, kendisine üç
buçuk yıl cömertlikle yardımlarda bulunan yabancıların mülkünde zorla kalmakta
direnmenin misafirlik haklarını çiğnemek olduğunu anlatmaya çalıştılar.
Fabrice'e karşı sertlik göstermemiş olan kral, papazlarına fena halde çattı,
onları fikir beyanı için değil, dua etmeleri için almış olduğunu söyledi.
Az sonra, toplarla taarruza gelen Türklerle Tatarların
ordusu küçük mevzinin etrafını sardı. At kuyrukları havada dalgalanıyor,
borular çalıyor, her taraftan 'Allah! Allah!' çığlıkları yükseliyordu.
Grothusen, onların bağınşlarında Şarl'a karşı hiçbir hakaret olmadığını,
ağızltırında ancak Demirbaş sözünün dolaştığını fark etti. Yalnız ve silahsız
olarak ortaya çıktı ve onlara şöyle hitap etti: "Nasıl, dostlarım
savunmasız üç yüz İsveçliyi öldürmeye mi geliyorsunuz? Aman diledikleri vakit
yüz bin Moskofu bağışlamış olan mert yeniçeriler, o kadar sevdiğiniz ve
iyiliklerini gördüğünüz büyük İsveç kralını öldürmek mi arzunuz? Dostlarım, o
sizden ancak üç gün istiyor; sultanın emirleri sizlere anlatıldığı kadar
şiddetli değildir."
Bu sözler Grothusen'in dahi beklemediği bir sonuç verdi.
Krala saldırmayacaklarına ve istediği üç günü vereceklerine yeniçeriler
sakalları üzerine yemin ettiler.
Saldın emri verildi. Fakat boşuna! Yeniçeriler itaat edecek
yerde, krala üç gün verilmezse amirlerine saldıracakların bağırdılar. Paşa,
hesapta olmayan bu ayaklanmayı sabırla karşıladı. Yeniçerilerin bu asil
kararından memnunmuş gibi görünerek Bender'e çekilmelerini emretti. Orada,
bütün subaylarla eski erleri toplayıp, padişahın fermanıyla müftünün fetvasını
kendilerine okudu ve gösterdi. Aksakallı, saygı değer altmış ihtiyar krala
gidip, onlara teslim olması ve koturnalarını kabul etmesi ricasında bulunmayı
teklif ettiler. Paşa, ne pahasına olursa olsun majesteye silah çekmek is^ temi
yordu. Bu sebeple ihtiyarların teklifini kabullendi. Erte^ si sabah, bu altmış
ihtiyar, ellerinde uzun beyaz değneklerle Varniça yolunu tuttular.
Yeniçeriler savaş zamanları dışında, ellerine silah yerine
yalnız bu değnekleri alırlar; çünkü Türkler, Hristiyanların barış zamanında
dostlarının evlerine ve kiliselerine silahla gitmelerini barbarlık sayarlar.
İhtiyarlar, ilk önce Grothusen'e Başvekil Müllern'e danışa
tılar. Krala sadık muhafız olarak hizmet etmeye geldiklerini ve eğer isterse,
kendisini sultanla görüşmek üzere Edirne'ye götüreceklerini söylediler. Bu
teklif kendisine geldiği zaman Şad, o münasebetsiz bin kese isteğinden beri,
İstanbul'da hapiste bulunan Poniatovski'den gizlice aldığı bir mektubu
okuyordu. Mektupta, Sultanın kararının gerçek olduğu bildirilerek yumuşaması
tavsiye ediliyordu.
Fakat, ne ihtiyar yeniçerilerin teklifi ne de
Poniatovski'nin mektubu kralın fikrini değiştiremedi. İhtiyarların bir nevi
esiri olmaktansa, Türklerin eliyle ölmeyi tercih ediyordu. Yeniçerileri görmek
bile istemeden kovdu ve hemen çekilip gitmezlerse sakallarını kestireceğini söyletti
ki bu, Doğuda hakaretlerin en ağırıdır.
İhtiyarlar, köpüren bir öfke ile oradan ayrılırken:
"Ah! Demirbaş! Madem ki gebermek istiyor, gebersin!" diye bağırıyorlardı.
Bender'e vardıklarında, girişimlerinin sonu^ cimu ve nasıl kabul edildiklerini
paşaya ve arkadaşlarına anlattılar. O zaman hepsi bir ağızdan paşaya bağlılık
yemini verdiler ve bir gün önce hücum etmek istemeyen bu adamlar, şimdi
saldırmak için kuduruyorlardı. Emir derhal verildi. Türkler siperlere
yürüdüler. Toplar atılmaya başladı. Bir taraftan yeniçeriler, ötekinden
Tatarlar, bir an içinde küçük karargahı zorladılar. Yirmi İsveçli, ancak kılıç
çekmeye vakit bulmuştu. Üç yüz asker çevrildi ve çabucak esir alındı. Kral ve
generaİleri, at üstünde, evle karargah arasında bulunuyorlardı. Bütün
askerlerinin ele geçirildiğini görünce, gülümseyerek: "Gidip evi
savunalım." dedi.
Derhal atını dört nala eve doğru sürdü. Onun, korku
bilmeyen azim ve inadına alışık olan bu generaller, şimdi bütün bir orduya ve
on topa karşı soğukkanlılıkla ve şakalar yaparak, kendisini savunma çabasında
bulunuşuna tamamen şaştılar. Yirmi kadar uşak ve muhafızla beraber kralı takip
ettiler. Fakat Türkler evin kapısını çevirmişlerdi. Hatta, iki yüze yakın Türk
ve Tatar, bir pencereden sirmiş, evin bir çok dairelerini ele geçirmişlerdi.
Bereket ki IsveçJilerin barındıkları büyük salon, kralının yirmi kişilik
kafilesiyle girmek istediği kapının yanındaydı. Tüfek ve kılıcı elinde olarak
orada atından indi. Maiyeti de onu taklit etti. Yeniçeriler üstlerine
saldırdılar. Şarl, kendisine yaklaşanları öldürüyor ve yaralıyordu. Yaralamış
olduğu bir yeniçeri, karabinasıyla yüzüne ateş etti; kalabalıktan kolu
sarsılmasaydı, Şarl ölecekti. Kurşun burnunun ucundan geçti, kulağının bir
parçasını götürdü ve kaderi daima efendisinin yanında yaralanmak olan General
Hord'un kolunu kırdı.
Şarl, kılıcını yeniçerinin kamına sapladı. O sırada, büyük
salonda kapalı bulunan İsveçliler, kapıyı açtılar ve kral, kafilesiyle beraber,
bir ok gibi içeri daldı. Hemen kapıyı kapadılar ve içerideki eşya ile arkasını
örttüler. Birtakım yeniçerilerle Tatarlar evin diğer dairelerini doldurmuşlar,
yağma ediyorlardı. Majeste: "Gidip şu barbarları evimizden biraz
kovalim." dedi ve salonun kapısını açarak; yağmacı-ların üzerine ateş
etti. Bunlar, birdenbire karşılarında kralı görünce afallayıp kaçıştılar. Bu
başarıdan cesaretleri artan isveçliler, saldırganları odadan odaya kovaladılar,
kaçmayanları vurdular, yaraladılar ve kısa bir süre içinde evi düşmandan
temizlediler. Bu çetin dövüşmeler olurken Şarl, yatağının altında gizlenen iki
yeniçeri gördü. Birini kılıcı ile öldürdü. Diğeri aman diledi. Kral:
"Paşaya gidip burada gördüklerini. doğru anlatman şartıyla. seni
bağışlıyorum." dedi. Türk, bu teklifi kolayca kabul ettiğinden, pencereden
atlamasına izin verildi, İsveçliler pencereleri tekrar kapadılar ve arkadan
sürdüler. Silahları az değildi. Fitilli tüfek ve barutla dolu bir mahzen
yeniçerilerin gürültülü araştırmalarından kurtulmuştu; bundan tam yerinde
faydalanıldı. İsveçliler, pencere arkasından ve pek yakından çekiyorlardı. On
dakikada iki yüz kişi öldürdüler.
Top, evin üzerine nişan alıyordu. Fakat duvarlar yumuşak malzemeden
yapılmış olduğundan, ancak delikler açıyor, yıkılma olmuyordu.
Majesteyi sağ olarak ele geçirmek isteyen Han ile Paşa, evi
ateşe vermekle onu teslim olmaya mecbur edeceklerini düşündüler. Çatı üzerine,
kapılara ve pencerelere yanmış fitillerle sarılı oklar fırlattılar. Bir anda
evi alevler sardı. Tutuşan çatı, İsveçlilerin başıma yıkılacak hale geldi. Kral
orada bulduğu dolu bir varilin içinde ne olduğunu kontrol etmeden, iki adamının
yardımıyla kaldırdı, ateşin en şiddetli yerine boşalttı. Oysa, varil içki ile
doluymuş. Ateş büsbütün arttı. Şarl'ın odası yandı. Büyük salon korkunç bir
dumanla doldu. Çatının bir kısmı çatlayarak evin içine çöktü.
Bu çaresizlik içinde bir muhafız, teslim olmak gerektiğini
bağırınca, Kral: "İşte, yanmanın teslim olmaktan daha güzel olduğunu
bilmeyen tuhaf bir adam!" dedi. Başka, bir muhafız, elli adım. ötede
tavanı taştan olan Kançılar dairesine çıkarına yapıp, orada savunmaya devam
etmeyi önerdi. Kral: "İşte sahici bir İsveçli!" diye bağırarak onu
öptü, derhal miralay yaptı ve devam etti: "Haydi dostlarım, acele barut ve
kurşun alınız, elde kılıç, Kançılar odasına koşalım."
Evi kuşatan Türkler ise; İsveçlilerin bu ateşler içinden
çıkmadıklarını görerek, dehşetle karışık bir hayranlığa gömülmüşlerdi. Sonunda,
birdenbire kapılar açılarak, Kralla adamlarının umutsuz bir hamleyle Üzerlerine
çullandıklarını görünce şaşkınlıkları tamamen arttı. İsveçlilerin her biri
ikişer el silah attı ve derhal tabancalarını fırlatıp kılıçlarını çekerek,
Türkleri elli adım geriye püskürttüler. Fakat hemen bu küçük kuvvet çevrildi.
Şarl'ın mahmuzları birbirine dolaştı ve kendisi yere düştü. Yirmi bir yeniçeri
üstüne üşüştü. Majeste, kılıcını teslim etmemek için havaya fırlattı.
Türkler,-incinmesinden korkulan bir hastayı taşır gibi onu büyük bir özenle
paşanın karargahına görürdüler.
Böylece ele geçirilen kralın o kinci mizacı ve bu çetin
kavganın sonucu olması beklenen hırs ve öfkesi, apansızın tatlı bir sükunete
büründü. Ne ağzından taşkın bir söz çıktı ne de bakışında bir kızgınlık vardı.
Yeniçerilere, gülümseyerek bakıyordu. Onlar da saygı ile karışık bir hiddetle
"Allah!" diyerek kendisini taşıyorlardı (12 Şubat 1713).
Bender Paşası, yanında tercümanı Marka ile otağında, ağır
ve resmi bir pozla majesteyi beklemekteydi. Onu derin bir saygı ile karşıladı;
bir divan üzerinde dinlenmesini rica etti. Fakat Şarl, bu nezaket gösterilerine
aldırmadı, ayakta durdu. Sonra, şöyle bir konuşma oldu:
Majesteleri hayatta bulundukları için Tanrıya şükürler
olsun. Zatı şahanenin fermanını yerine getirmek zorunda kaldığımdan çok
üzgünüm. •
-Ah! Üç yüz askerim kendilerini savunsalardı, on günde hakkımızdan
gelinemezdi.
Yazık! İşte yerinde kullanılmayan bir yiğitlik. Görkemli
takımlarla bir at süslendi ve Şarl Bender'e gönderildi. Diğer İsveçliler ya
öldürülmüş veya, esir edilmişlerdi. Yollarda, yarıçıplak, ikişer ikişer
bağlanmış, yeniçerilerin arkasından yürüyen subaylar görülüyordu. Başvekilin ve
generallerin kaderleri başka türlü olmamıştı.Onlar da esir olarak, yeniçeriler
ve Tatarlar arasında pay edilmişlerdi.
Kralı Bender'deki sarayına götüren İsmail Paşa, ona kendi
odasını bıraktı. Nöbetçi olarak kapısına birkaç yeniçeri koydurmakla beraber,
ona çok saygılı davranılmasını emretti. Şarl, hazırlanan özenli yatağa itibar
etmeyerek, çizmelerini bile çıkarmadan bir sedire yıkıldı, derin derin uyudu.
Ertesi sabah İsmail Paşa, Fabrice'i kralın odasına soktu.
Fabrice onu, elbiseleri yırtık, yüzü gözü, elleri ve her tarafı kan ve baruta
bulanmış, kaşları yanmış fakat bu müthiş durumda yine de içi rahatmış gibi
buldu. Bir tek söz bile söylemeden önünde diz çöktü. Az sonra Şarl'ın sesindeki
yumuşaklıktan cesaretlenerek ferahladı; her ikisi Bender dövüşünden gülerek söz
etmeye başladılar.
Fabrice: Majestemizin eliyle yirmi yeniçeri telef ehniş
olduğu söyleniyor, dedi.
Kral: Peki, her şeyi bir misli büyütürler, cevabını verdi.
Bu konuşmalar olurken İsmail Paşa, kendi parasıyla satın
almak kibarlığında bulunduğu Grothusen'le miralay Ribins'i krala takdim etti.
Fabrice, diğer esirlerin fidyelerini ödemeyi üstüne aldı. İngiltere Elçisi
Jeffreys de ona paraca yardım etti. Merakla şevkle Bender'e yetişmiş ve bu
olayların bir kısmını yazmış olan bir Fransızda nesi varsa verdi. Paşanın
çabalarıyla ve hatta parasıyla desteklenen bu ya-bancılar, yeniçerilerle
Tatarların ellerinden yalnız subayları değil, onların elbiselerini de aldılar.
Hemen bir gün sonra esir kralı, al kumaşlarla örtülü bir
yük arabasına bindirerek, Edirne'ye sevk ettiler. Grothusen yanındaydı.
Başvekil Müllern ve bazı subaylar başka bir arabaya, kalanları da atlara
bindirildiler. Bunlar, efendilerinin bulunduğu yük arabasına baktıkça
gözyaşlarını tutamıyorlardı. Ismail Paşa bu alayın başındaydı. Fabrice ona,
Majesteyi kılıçsız bırakmanın ayıp olacağını anlatarak, bir kılıç vermesini
öğütledi. Paşa; "Allah esirgesin! Vereyim de sakalımızı kesmek istesin,
öyle mi?" diye cevap verdi. Fakat az sonra Şarl'a kılıcı iade edildi.
Kral Edirne'ye yaklaşıyordu. Bu kent onun serüvenlerinin
haberleriyle dolmuş bulunuyordu. Türkler onu suçlu görmekle beraber
kahramanlığına hayrandılar. Ancak, kızgınlığı geçmemiş olan Divan, onu Ege'de
bir adaya sürmekle tehdit ediyordu. Artık Sultanın tahtı, XII. Şarl'ın şikayetlerine
her taraftan kapanmıştı.
Fransa tarafından kralın kendisine gizlice gönderilmiş olan
Marki dö Fierville, o zaman Edirne'de bulunmaktaydı. O tarihte İsveç Kralı'nın
şöhretine vurulmuş olup, onun hizmetine girmek amacıyla Türkiye'ye gelen Villelongue
adlı pek cesur bir Fransız asilzadesi, Fierville'e başvurarak, beraber
çalışmayı teklif etti. İkisi birlikte kralın dilinden bir metin yazdılar. Bu
yazıda kral, kendi benliğinde bütün taçlı başlara yapılmış hakarete, Hanla
Bender Paşası'nm gerçek veya uydurma ihanetine karşı intikam istiyordu.
Metinde, sadrazamla diğer nazırlar, Moskoflar tarafından satın alınmış olmakla,
zatı şahaneyi, aldatmakla, sultan gibi büyük bir imparatorun şanına ve İslam
konukseverliğine yaraşmayan bir emri, dolambaçlı hilelerle padişahtan almış
bulunmakla suçlanıyorlardı.
Bu yazı Türkçe'ye çevrildi, altına kralın imzası taklit
edildi, Şarl'ın mührünü taşıyan Fierville onu kağıda bastı ve evrak İsveç
armalarıyla kapatıldı.
Villelongue, bu mektubu sultanın selamlığa (erkek misafirhanesine)
gideceği gün kendi ellerine vermeyi üstüne aldı. Sultana nazırları aleyhinde layihalar
(metinler) sunmak için bu usul daha önce de kullanılmıştı. Bundan ötürü şimdi
artık öyle bir girişimin başarısı daha güç, tehlikesi de daha büyüktü.
İsveçlilerin boş durmayacaklarını ve kendinden öncekilerin
uğradıkları felaketi çok iyi bilen sadrazam, dilekçelerle cami yakınlarına kim
gelirse, tutulup hapse atılmasını kesin olarak emretmişti. Villelongue bunu
biliyordu; bu işte başının uçmasını da göze almıştı. Frenk elbisesini çıkardı,
bir Rum elbisesi giydi, sunmak istediği mektubu koynunda saklayarak, sultanın
gideceği cami önünde dolaşmaya başladı, deli taklidi yaptı. İki sıra yeniçeri
ortnsında zıplayarak ilerledi, muhafızları eğlendirmek için de ceplerinden
birkaç gümüş para düşürdü.
Sultan yaklaşır yaklaşmaz Villelongue'u geri çekmek
istediler. O, yerlere yattı, yeniçerilerle tepişti. Tepişirken tnkkesi düştü,
uzun saçlarından Frenk olduğu anlaşıldı. Bir hayli dayak yedi ve hırpalandı.
Padişah bu gürültüyü duyunca nedenini sordu. Villelongue göğsünden mektubunu
çıkararak, bütün kuvvetiyle "Aman! Aman!" diye bağırdı. Sultan onun
yaklaştırılmasın! emretti. Genç Fransız, padişahın üzengisini öptü ve
"Sued Kraldan" diyerek yazıyı sundu. Sultan mektubu göğsüne koydu,
camiye doğm ilerledi. Villelongue'u yakalayıp, sarayın dış binalarının birinde
hapsettiler.
Camiden çıkışında mektubu okuduktan sonra, III. Ahmet
tutuklunun sorgusunu kendi yapmak istedi.
Bu anlattıklarıma inanmak zor görünecektir ama bunları
Villelongue'un mektuplarına dayanarak yazıyorum. Böylesine mert bir subay,
sözünün doğruluğuna şahit olarak şerefini gösterirse, itimat edilmez mi?
Villelongue'un bana bildirdiğine göre, padişah bir yeniçeri
subayı kılığına girerek ve yanına ihtiyar bir Maltalıyı alarak onu koğuşunda
ziyarete gitmiş. Bu aldatıcı kıyafet sayesinde, genç Fransız, hiçbir Hristiyan
elçiye nasip olmayan bir onura ermiş. Türk İmparatoru ile bir süre konuşmuş.
Sultanla görüşürken, kendi ayarında birine hitap eder gibi,
hiç çekinmeden İsveç Kralı'nın şikayetlerini anlatmakta, bakanların ceza
görmelerini istemekte kendisini tamamen serbest hissetmiş. Koğuşun karanlığına
rağmen padişahı kolayca tanımış, konuşmalarında daha cesur davranmış. Sözde
yeniçeri subayı, ona şöyle demiş:
"Zatı şahane tam bir imparator ruhu taşır. Eğer senin
İsveç kralı haklı ise, kendisine adil davranılacağına güvenebilirsin."
Bu görüşmeden sonra, Villelongue salıverildi. Birkaç hafta
sonra da sarayda değişiklikler olmaya başladı; müftü görevden alındı, Tatar
Hanıyla Bender Seraskeri, Ege'de birer adaya sürüldüler.
İsveçliler bu olayların nedenini hapishanedeki o görüşmeye
bağladılar. Oysa, Türk Sarayı böyle fırtınalara öylesine alışıktır ki; sultanın
bu fedakarlıklarını, İsveç kralını sevindirmek için yaptığına yormak çok
zordur. Hele, bu olayların ardından XIL Şarl'a karşı davranış, bu prensin
gönlünü almak çabasında olunduğunu hiç de ispat etmemektedir.
Ali Kömürcü'nün bütün bu değişiklikleri kendi yararına
yaptığından şüphelenildi. Tatar Hanı ile Bender Seraskerinin bin iki yüz keseyi
padişahın emrine aykırı olarak kraltı verdikleri bahanesiyle sürüldükleri
söylendi. Ali Kömürcü, düşük Tatar Hanının yerine, onu pek sevmeyen kardeşini
tahta oturttu. Tasarlamakta olduğu savaşlar için bu delikanlıya çok
güveniyordu. Birkaç hafta sonra da Sadrazam Yusuf düşürüldü, yerine Süleyman
Paşa geçirildi.
O sıralarda XII. Şarl, Edime yakınlarında Demirtaş
Köşkü'nde misafir edilmişti. Oradan birkaç fersah ötede, bugün Meriç denilen
meşhur Hebeus Nehri civarında küçük bir şehir olan Dirnetoka'da oturmasına
Babıali nazlanarak izin verdi. Kömürcü, Vezir Süleyman'a: "Canı isterse,
bütün ömrünce orada kalsın. Ben eminim ki bir yıl geçmeden bıkıp kendiliğinden
gidecektir. Fakat sakın ha kendisine para verdirme." dedi.
Bu şekilde, Majesteyi Dimetoka'ya gönderdiler; kendisiyle
maiyeti için Babıli büyük miktarda erzak tayını verdi. Yalnız, Türklerin
veremedikleri domuz eti ve şarcıbı alabilmesi için günde yirmi beş gümüş para
tahsis edildi.
Kral oraya henüz varmış bulunuyordu ki, Sadrazam Süleyman
makamından indirildi. Yerine, cesur fakat son derece kaba bir adam olan İbrahim
Molla geçti. Şarl'ın kaderi üzerinde uzun zaman etkileri olnn bütün bu Osmanlı
vezirlerinin daha iyi tanınmaları için, onun da tarihçesini bilmek faydalı olacaktır:
IIl. Ahmet tahta çıktığı zaman, İbrahim. Molla sıradan bir
gemiciydi. Ahmet, çok defa kendisi hakkında neler söylendiğini işitmek ve
halkın düşüncelerini anlamak üzere, gece vakti kıyafet değiştirerek, İstanbul
kahvelerine ve topluluk yerlerine giderdi. Bir gün, bu Mollanın Türk
gemilerinin hiçbir vakit ganimetle dönmediklerinden şikayet ettiğini, kendisi
kaptan olsa, karlerin bir gemisini esir olarak yanına katmadan İstanbul
limanına dönmeyeceğine yemin ettiğini duydu. Hemen ertesi gün onun kumandasına
bir gemi verilerek, yola çıkarılmasını emretti. Yeni kaptan birkaç gün sonra
bir Malta kayığı ve bir Ceneviz Galyotuyla döndü. İki yıl geçmeden onu, amiral
ve sonra da sadrazam yaptılar. İbrahim Molla bu makama geçer geçmez, Ali
Kömürcü'ye ihtiyacı olmadığını sandı ve kendisini vazgeçilmez kılmak için
Moskoflara savaş açmayı düşündü. Bu amaçla Dimetoka yakınlarında bir çadır
kurdurdu ve İsveç Kralı'na, yeni Tatar Hanı ile Fransız Elçisini yanına alıp
görüşmek üzere gelmesini bildirtti. Bunca felaketten sonra gururu kırılacak
yerde tamamen artan kral, bir uyruğun adam yollayıp kendisini çağırtmasını
hakaretlerin en büyüğü olarak saydı. Kendisi yerine Başbakanı Müllern'i
yolladı. Bir daha da Türklerin böyle saygısızlığıyla karşılaşmamak için hasta
taklidi yaparak yatağına yattı ve Dimetoka'da kalacağı süre içinde ayağa .
kalkmamaya yemin etti. On ay hareketsiz kaldı, kendisini unutturdu.
Ali Kömürcü'nün tasarılarına aykırı olarak Ruslara savaş
açmakta direnen İbrahim Molla, o mağrur sadrazam, sonunda iki kapı arasında
sıkıştırılarak öldürüldü.
Vezirlik makamı o kadar tehlikeli olmuştu ki; onu kabul
etmeyi artık kimsenin gözü kesmiyordu. Bu makam altı ay boş kaldıktan sonra,
Ali Kömürcü sadrazam oldu.
Yıllardan beri Türk yardımına bel bağlayıp durmuş olan İsveç
kralının bütün umutları suya düştü. Bunca çekişmeden sonra kendisini böyle bir
durgunluk içine gömmesi, taklit ettiği hastalığı eninde sonunda gerçekleştirmiş
oluyordu. Bütün Avrupa'da onu ölmüş sanıyorlardı, Stokholın'den ayrılırken
kurmuş olduğu Geçici Meclis (Vekalet Meclisi) ondan bahsedildiğini artık
duymuyordu. Senatörler, Şarl'ın kız kardeşi Prenses Ulrik Eleonor'a gelerek,
kralın bu uzun kayboluşu süresinde vekaleti kabullenmesini rica ettiler.
Prenses kabul etti fakat İsve^e her yandan saldırmakta olan Rusya ve Danimarka
ile barış yapması için senatörler tarafından sıkıştırılınca, kardeşinin bunu
asla onaylamayacağını bildiği için istifa etti ve durum hakkında yazdığı
memorandumu Dimetoka'ya iletti.
Doğumundan beri hamuru despotlukla yoğrulmuş olan Şad,
İsveç'te vaktiyle senatonun devleti, krallarla beraber . yönettiğini
unutuyordu. Senatörlere, efendi ortada yokken evde kumandanlığa kalkışan
uşaklar gözüyle bakıyordu. Onlara yolladığı bir mektupta: "Eğer ülkesinin
işlerini yürütmeye heves ediyorlarsa, oraya çizmesinin bir tekini
göndereceğini, emirleri o çizmeden alacaklarını." yazdı.
Krallık otoritesine karşı güya İsveç'te yapılan komploları
önlemek ve sonunda vatanını kendi, gücü ile savunmak üzere, Almanya yoluyla
dönmek istediğini vezire bildirdi. Çünkü artık Osmanlı'dan tamamen umudu
kesmişti. Bu girişimi Fransa Sefiri Mr. Dsaleurs aracılığıyla yaptı. Sadrazam
sefire: "Nasıl? Majestenin bir yıl dolmadan gitmek isteyeceğini söylememiş
miydim? Dilediği gibi olsun. Ancak iyice karar versin de başımızı ikinci bir
Bender derdine sokmadan gideceği günü bildirsin." dedi.
Mr. Dsaleurs bu sözleri daha tatlı bir dille krala anlattı.
Gidiş günü kesinleşti. Fakat Şarl, kaçkın bir adam yoksunluğu içinde bulunduğu
halde, Osmanlı'dan büyük bir Kral şaşaasıyla ayrılmak istiyordu. Grothusen'i
olağanüstü elçi tayin etti. Yanına son derece ihtişamla giyinmiş seksen kişilik
bir heyet vererek, onu protokol gereğince veda etmek üzere İstanbul'a gönderdi.
Bu gösterişi yapabilmek icin başvurulan düzenlemeler ise
her şeyden fazla yüz kızartıcıydı. Dsaleurs, Majesteye kırk bin ekü ödünç
verdi. Grothusen, İstanbul'da yüzde elli faizle, bir Yahudi'den bin ekü, bir
İngiliz tüccardan iki yüz pistol, bir Türk'ten bin frank borç aldı. Bu suretle,
Babıali'nin huzurunda parlak bir İsveç Sefareti komedyası oynayacak kadar para
toplandı. Bütün bu cambazlıkların amacı, sadrazamdan para koparmaktı. Fakat
vezir bildiğinden şaşmadı.
Grothusen, divandan bir milyon kredi istedi. Vezir, sert
bir dille, efendisinin istediği zaman bağışlamayı bildiğini, ancak ödünç para
vermeyi onursuzluk saydığını, kralın yolculuğu için gereken her şeyin zatı
şahanenin şanına yaraşan, miktarda, bol bol sağlanacağını, Babıali'nin krala
altın eşyalar armağan etmesi ihtimalinin de bulunduğunu söyledi.
Hareket günü, padişah tarafından krala altın işlemeli kızıl
renkte bir otağ, mücevherli bir kılıç, muhteşem, eğerler ve som altından
üzengiler taşıyan fevkalade güzel, sekiz Arap atı sunuldu.
Kafile, her türlü erzakla dolu altmış yük arabası ve üç yüz
beygirden meydana geliyordu.
Tam beş sene süreyle, en geniş anlamında, Türk konukseverliğinden
yararlandıktan sonra, sonunda 1714 ekiminin ilk gününde, Demirbaş Şarl bir
posta sürücüsü kılığına girerek, Osmanlı topraklarından ayrıldı.
İtiraf etmeliyiz ki, eğer onun davranışlarında bir mantık
aramak lazımsa, bu mantık başkalarınınkine hiç de benzemiyor