Hazırlayan:
Necati SÜMER
Cinsellik dünyaya gözünü açmış her insanın bir şekilde tesadüf ettiği
önemli ve lüzumlu bir olgudur. Buna cinsellikle ilgisi bulunan insan dışındaki
diğer canlıları da eklediğimizde durumun önemi daha iyi anlaşılabilir.
Cinselliğin sınırları geniş olduğundan ona bir sınır çizmek ve belli bir
perspektiften bakmak gerekir. Bu bağlamda cinselliğin ne olduğu ve nereye kadar
olduğunu belirlemek için onu iki semavi din ekseninde vurgulamaya çalıştık.
Çalışmamızda Kutsal Kitap metni içinde yer alan Eski ve Yeni Ahit’in cinselliğe
nasıl yaklaştığını ortaya koymayı amaçladık.
Kutsal
Kitap elimizde çevirisi bulunan metnin adıdır. Eski ve Yeni Ahit’i bir kapakta toplayan
bu metin, Batılıların dilinden tercüme edilen, bizim de üstüne
çalıştığımız eserdir. Bizim için bu kitabın nasıl ve kimler tarafından
çevrildiğinden çok içinde konumuzla ilgili nelerin bulunduğu önemlidir. Bu
bakımdan Batı dünyasının esas aldığı bu dinsel metin üstünde çalışırken onu kendi
koşulları ve kuralları içinde değerlendirdik.
Eski ve Yeni Ahit, esasında oldukça karmaşık bir yapıya sahip olduğundan,
çalışmamızı desteklemesi açısından ikinci elden kaynaklara da değindik. Bu
şekilde elimizdeki tüm verileri harmanlayarak Eski ve Yeni Ahit’te din ve
cinsellik ilişkisini ortaya koyduk. Vardığımız sonuçlar bize yeni ufuklar
açmakla kalmadı aynı zamanda farklı perspektifler kazanmamızı da sağladı.
Çalışmamızın neticesinin, cinselliğin Yahudilik ve Hıristiyanlığın
özellikle bu iki dinin müntesiplerince nasıl algılandığını belirlememiz
bakımından bir nebze de olsa anlaşılırlık ve açıklık getireceğini umuyoruz.
Günümüz küresel dünyasında, toplumların iç içe geçtiği ve ilişkilerin iyice
giriftleştiği bu arenada dinlerin cinselliğe bakışını ortaya koymak
kanaatimizce çok önemlidir. Özellikle tarih boyunca ilgiyi üstünde toplamış
semavi dinlerin günümüzde bazı konulara yaklaşımı insanları oldukça
etkilemektedir. İşte yığınların zihnini ve bedenini sürekli meşgul etmiş olan
cinsellik kavramı, bu noktada dinler tarafından çok önemsenmektedir.
Eski ve Yeni Ahit, inananları için bir cinsel ahlak oluşturmuş ve bunu
gündelik hayatlarında uygulamaları için de müntesiplerinin gözleri önüne
sermiştir. Çünkü insanların yaşam şeklini düzenlemeyen bir dinsel metin,
aslında işlevsiz ve yok olmaya mahkûm bir metindir. Tüm bunların öneminin
farkında olarak bu iki dinin kutsal metinlerinde cinsellikle doğrudan ve
dolaylı olarak ilgisi bilinen cinsel motifleri araştırdık. Bu gerçekliği de
Kutsal Kitap sınırları içerisinde ve olduğunca tarafsız bir gözle ortaya
koymaya gayret ettik.
Adana, Haziran, 2007
Necati SÜMER
İÇİNDEKİLER
ÖZET i
ABSTRACT ii
KISALTMALAR iii
ÖNSÖZ iv
İÇİNDEKİLER vı
KİTAB-I
MUKADDES’TE CİNSEL MOTİFLER
GİRİŞ
Konunun Amacı ve Önemi 1
Konunun Kapsamı ve Sınırları 1
Metodoloji ve Kaynaklar 2
Kitab-ı Mukaddes Hakkında Genel Bilgi 2
Eski Ahit 3
Yasa Kitapları 3
Tarihsel Kitaplar ve Peygamberlikler 3
Mezmurlar, Şiirsel ve Düz Metinler 4
Yeni Ahit 5
Matta, Markos, Luka, Yuhanna 5
Elçilerin İşleri 5
Mektuplar 5
Vahiy 6
BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL OLARAK
CİNSELLİK KAVRAMI
Cinselliğin Tanımı 7
Cinselliğin Tarihi 12
Cinsiyet Kavramı 15
Erkek ve Kadın 16
Cinsel Birleşmedeki Muamma 18
Cinsellik Bağlamında Tinsel ve Tensel Aşk
23
İKİNCİ BÖLÜM
ESKİ AHİT’TE
CİNSEL MOTİFLER
Eski Ahit’te Cinsellik 26
Eski Ahit’te Çıplaklık 34
Eski Ahit’te Cinsellikle İlgili Tensel
Motifler 38
Eski Ahit’te Dudak ve Ağız Motifi 40
Eski Ahit’te Saç, Göz, Burun ve Boyun
Motifi 41
Eski Ahit’te Meme Motifi 43
Eski Ahit’te Bacak ve Kalça Motifi 50
Eski Ahit’te Penis Motifi 51
Eski Ahit’te Bekâret 53
Eski Ahit’te Evlilik 56
Eski Ahit’te Endogami 66
Eski Ahit’te Poligami 68
Eski Ahit’te Zina 75
Eski Ahit’te Boşanma 86
Eski Ahit’te Sünnet 89
Eski Ahit’te Örtünme 94
Eski Ahit’te Cinsel Sapıklıklar 99
Eski Ahit’te Homoseksüellik ve
Lezbiyenlik 100
Eski Ahit’te Yakın Akraba ile Cinsel
İlişki 107
Eski Ahit’te Hayvanlarla Cinsel İlişki 114
Eski Ahit’te Mastürbasyon 117
Eski Ahit’te Travestilik 119
Eski Ahit’te Fuhuş ve Fahişelik 120
Eski Ahit’te Erkek ve Kadınların Özel
Hallerine İlişkin Cinsel Motifler 126
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YENİ AHİT’TE
CİNSEL MOTİFLER
Yeni Ahit’te Cinsellik 131
Yeni Ahit’te Çıplaklık 141
Yeni Ahit’te Evlilik 143
Yeni Ahit’te Monogami 152
Yeni Ahit’te Zina 155
Yeni Ahit’te Boşanma 161
Yeni Ahit’te Sünnet 171
Yeni Ahit’te Örtünme 174
Yeni Ahit’te Cinsel Sapıklıklar 177
Yeni Ahit’te Homoseksüellik ve
Lezbiyenlik 178
Yeni Ahit’te Yakın Akraba ile Cinsel
İlişki 181
Yeni Ahit’te Mastürbasyon 184
Yeni Ahit’te Fuhuş ve Fahişelik 186
SONUÇ 194
KAYNAKÇA 202
ÖZGEÇMİŞ 207
Cinsellik, adı sıkça duyulan ve aynı zamanda gündelik hayatımızın parçası
olan bir kavramdır. Din ise cinselliği de içine alan ve hayatımızın odağında
bulunan olgudur. Bu iki kavramdan hareketle özellikle Kutsal Kitap eksenli bir
araştırma yapmaya çalıştık. Konumuzun tam adı “Kitab-ı Mukaddes’te Cinsel
Motifler”dir. Eski ve Yeni Ahit’i kapsayan Kitab-ı Mukaddes, Yahudilik ve
Hıristiyanlığın inanç sistemi ve ritüellerini içinde toplayan kitabın genel
adıdır. İlk insan Adem’den başlayarak tarihsel bir süreç içerisinde Eski ve
Yeni Ahit’in cinselliğe bakış açısını araştırdık. Bu çalışma cinselliğin Eski
ve Yeni Ahit toplumuna nasıl yansıdığını ortaya koymak amacıyla yapılmıştır.
Çünkü semavi dinlerden olan Yahudilik ve Hıristiyanlık kendi müntesiplerinin
yaşam biçimi üstünde oldukça etkili olmuştur. Biz de onların cinsel motifler
yönünden nasıl bir süreç geçirdiklerini ve onların cinselliğe bakış açılarının
ne olduğunu inceledik. Bu araştırmayla tarih boyunca insanların zihnini meşgul
eden cinsellik kavramının Kitab-ı Mukaddes özelinde nasıl işlendiğini ve
inananların cinsel hayatlarını dinsel kurallar çerçevesinde nasıl
sergilediklerini başka bir deyişle dinin cinsel hayatlarına yaptığı etkinin ne
olduğunu izah etmektedir. Umarız ki çalışmamız amacına az da olsa ulaşmıştır.
Dinler ve cinsellik çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Biz de bunu daha
dar bir alanda ve derinlemesine incelemek için konumuzu “Kitab-ı Mukaddeste
Cinsel Motifler” şeklinde sınırladık. Özellikle Eski ve Yeni Ahit metinlerinde
bulunan cinsel motifler üzerinde yoğunlaştık. Eski ve Yeni Ahit metinleri kendi
içinde kapsamı geniş olan dinsel ifadeler olmasına rağmen konunun dağılmaması
için cinsellikle bir şekilde doğrudan ya da dolaylı olarak ilgisi bulunan
dinsel metinler üstünde durduk. Böylece Kitab-ı Mukaddes genelinde detaylı bir
araştırma yaparak konuyu sınırlandırılmış bir şekilde ve yoğun olarak işledik.
Ayrıca konunun sınırlarını şu şekilde belirledik: Öncelikle cinsellik ile
ilgili kavramları tanımladık. Bu kavram belirlemesinden sonra cinselliğin
tarihi ve diğer cinsel motifleri açıklamaya çalıştık. Daha sonra Eski Ahit’te
cinsel motifleri ortaya koyduktan sonra nihayet Yeni Ahit’te bulunan cinsel
motifler üstünde durduk. Böylece Kitab-ı Mukaddes perspektifinde cinsellik
olgusunu sınırlandırılmış bir alanda ve olabildiğince objektif bir gözle
anlatmaya çalıştık. Sonuçta konumuzun sınırlarının geniş olduğunun bilincinde
olarak derli toplu bir ana düşünceye ulaşmaya gayret ettik.
Dinler Tarihi, metodolojik açıdan tarafsız olmayı ve bilimsel yaklaşmayı
gerektiren bir alandır. Biz de bu bağlamda Yahudilik ve Hıristiyanlığın kendi
ölçütlerinin olduğunu ve bu dinlerin ortaya çıktıkları ve yaşandıkları zamanın
koşullarının da önemli olduğunun farkında olarak çalışmamıza olabildiğince
bilimsel bakmaya gayret ettik. Ayrıca iki dini karşılaştırmalı bir perspektifle
ele alarak cinselliğe bakış açılarını net bir şekilde ifade ettik. Bu
çalışmamızı tek taraflı bir kaynak araştırmasıyla değil birçok farklı görüşün
ortaya koyduğu değişik kaynaklarla bir araya getirdik. Geçmişten günümüze değin
üstünde çok konuşulan tek Tanrılı iki din hakkında birçok kaynak olmasına
rağmen biz öncelikle Kutsal Kitap eksenli daha sonra ikinci elden kaynaklarla
konumuzu örneklendirip ve belirginleştirdik. Bu çalışmamızın hedefini, yöntem
ve kaynaklarını dinler tarihi ilkeleri çerçevesinde ortaya koyduk.
Kitab-ı
Mukaddes Hakkında Genel Bilgi
Kitab-ı Mukaddes elimizde çevirisi bulunan metnin adıdır. Çalışmamızı
Batılıların esas aldığı bu dinsel metin üstünde yaptık. Her ne kadar Kutsal
Kitap’ın çeviri olduğu ve bunun özellikle bir kesimin düşüncesine göre başka
bir dile tercüme edildiği söylense de bu konu bizi fazla bağlamamaktadır. Çünkü
çalışmamız elimizde bulunan Kitab’ı Mukaddes metni üstünedir. Buna dikkat
ederek elde bulunan metin üstüne yoğunlaştık.
Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahit ile Yeni Ahit’in birleşmesinden meydana gelen
kutsal metnin adıdır (Gündüz, 1998: 221). Temelde iki bölüme ayrılan Kutsal
Kitap, İsa Mesih'in doğumundan önce insanlara bildirilen Tevrat ve Zebur olarak
da bildiğimiz
Eski Ahit adını alıp kitabın birinci bölümünü oluşturur. İkinci bölüm,
“iyi haber” anlamına gelen ve İncil denilen Yeni Ahit ise Mesih'in doğumundan
onun ikinci kez gelişine kadar sürecek olan dönemi anlatır. Bununla birlikte
Yeni Ahit’in içinde bulunan bölümler kendi içinde farklılıklar arz
edebilmektedir (Schimmel, 1999: 160).
Eski Ahit Yahudilerin kutsal kitabıdır. İbranice olarak yazılmıştır.
Yahudilerin Eski Ahit adı verilen bu kitabının önemli bir özelliği,
İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki “ahd”e geniş yer ayırmasıdır. Bundan dolayı
bu din, bir “ahit” dini olarak bilinmektedir (Tümer ve Küçük, 2002: 204). Eski
Ahit üç bölüme ayrılır. Bunlar, Yasa Kitapları, Tarihsel Kitaplar ve
Peygamberlikler, Mezmurlar, Şiirsel ve Düz Metinlerdir.
Yaratılış: Bu bölümde ilk insanın ve kâinatın yaratılışı, Adem’in işlediği
suç, yeryüzüne indirilişi, çocukları, tufan olayı ve Yusuf’un hayat hikâyesi
anlatılır.
Çıkış: İsrailoğulları’nın Firavunla dramatik ilişkisi, Musa’nın ortaya
çıkışı ve Sina dağındaki olaylar anlatılır.
Levililer: Kâhinlerin görevleri, günahlar, haram kılınmış yiyecekler, dini
ayin, bayram ve adaklar gibi daha çok fıkhi konular anlatılır.
Çölde Sayım: İsrailoğulları’nın çöl yaşamlarından ve şeriat kanunlarından
bahseder.
Yasa’nın Tekrarı: Musa’nın ölmeden önce Yahudilere öğütleri, Musa’nın
ölümü, adet, gelenek ve şeriat kanunlarının tekrarından bahseder. Çıkış, Levililer
ve Sayılar kitaplarında anlatılan tarihi olaylar ve hukuki konular bu bölümde
tekrar ele alınır (Gündüz, 1998: 367).
Tarihsel
Kitaplar ve Peygamberlikler
Tarihsel Kitaplar, Kutsal Kitabın tarihini yani ilahi yorumun geçmişini
anlatır. Tanrı’nın insanlarla olan tarihsel gelişimini kronolojik olarak
açıklar. Tarihsel kitapların bölümleri şunlardır:
Yeşu, Hâkimler, Rut, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar, II. Krallar, I.
Tarihler, II. Tarihler, Ezra, Nehemya ve Ester.
Peygamber Yazıları ya da Peygamberlikler, Tanrı’nın görevlendirdiği
peygamberlerin adlarıyla anılan 16 kitapçıktan oluşur. Bu peygamberlerin asıl
görevleri Tanrı'ya itaat etmemekte direnen halkı uyarmak, onları işledikleri
günahlardan dönmedikçe başlarına gelecek Tanrı'nın yargısından haberdar
etmektir. İsrailoğulları, Tanrı'yla olan ilişkisini kesmiş, O'na tapınmayı
bırakmış, kendilerine yaptıkları iyilikleri unutmuş ve günah içerisinde
yaşarken Tanrı, peygamberler göndererek kendilerini üzerlerine gelecek olan
yargı konusunda uyararak tövbeye çağırır. Bunlar sırasıyla şunlardır:
İşaya, Yeremya, Hezekiel, Daniel, Hoşea, Yoel, Amos, Ovadya, Yunus, Mika,
Nahum, Habakkuk, Tsefenya, Haggay, Zekeriya ve Malaki’dir (Tümer ve Küçük,
2002: 224).
Mezmurlar, Şiirsel ve Düz Metinler
Çoğu şiirsel ve estetik dizelerden oluşan bir bütündür. Davud, Eyup ve
Süleyman Peygamber’in özlü, bilge ve güzel deyişlerinden oluşur. İyilik,
doğruluk, fazilet, aşk, cinsellik ve bilgelik üstüne yazılmış ve ayrıca ahlaki
nitelikler öğütleyen bu bölüm edebi bir şekilde dile getirilmiş anlamlı
ifadelerden oluşur. Bu bölümün kısımları ise şunlardır:
Eyup
Mezmurlar
Süleyman’ın Özdeyişleri
Vaiz
Ezgiler Ezgisi
Özellikle Ezgiler Ezgisi maşuk ve maşuka arasındaki aşk ilişkisini
anlatırken Süleyman’ın Özdeyişleri ise İsa ile Kilise’nin muhabbetinin sembolü
olarak kabul edilmiştir (Schimmel, 1999: 138).
Eski ve Yeni Ahit Hıristiyanların kabul ettiği kutsal yazılardır. Eski
Ahit, 39 kitaptan ibarettir. Yeni Ahit ise 27 kitap ihtiva eder. Dolayısıyla
Hıristiyan Kutsal Kitabı toplam 66 kitaptır. Diğer taraftan Yeni Ahit’in dili
Grekçe’dir. Esasında Hz. İsa Aramca konuşmasına rağmen Yeni Ahit metinleri
sonradan Yunanca yazılmıştır (Tümer ve Küçük, 2002: 286- 289).
İlk dört kitap İsa’nın yaşamını, öğretilerini, ölüm ve dirilişleriyle
ilgili bilgileri içermektedir. İlk üç İncil arasında benzerlik bulunduğundan
bunlara Sinoptik İnciller denir. Dördüncü İncil olan Yuhanna İncili ise ilk üç
İncil’in yorumlarını içerir. Bu İncil anlattığı olayların tefsirine daha fazla
önem verdiği için sembolik bir anlam taşır (Cilacı, 1998: 82). Bunların dışında
Kilisenin sahih saymayarak Yeni Ahit dışında bıraktığı Ebionitlerin İncili ve
Barnaba İncili de vardır. Bu iki İncil’de Allah’ın birliği, İsa’nın Tanrı
olmayıp peygamber olduğu, çarmıha gerilmediği ve İsa’dan sonra yeni bir
peygamberin geleceği gibi konular vardır (Tümer ve Küçük, 2002: 286).
Elçilerin İşleri kitabı, İsa’nın ölümünden sonra elçilerin bu öğretiyi
yaymak için yaptığı işleri anlatır. Bu işler İsa’nın göğe çıkmasından ve
Pentekost gününde Kutsal Ruh’un havarilere gelmesinden itibaren genç Hıristiyan
cemaatinin hayatına dair malumat ve bilhassa Elçi Pavlus’un seyahati hakkındaki
rivayetlerdir (Schimmel, 1999: 161). Elçilerin işleri Luka’nın bir devamıdır.
İncil’de yer alan Mektuplar, İsa Mesih’in elçileri ve yakın izleyicileri
tarafından, ilk inanlı topluluklarına yol göstermek, onun öğretisine uygun bir
yaşam sürmelerini sağlamak ve karşılaştıkları sorunların üstesinden nasıl gelebileceklerini
göstermek amacıyla Tanrı’nın esiniyle yazıldı (Tümer ve Küçük, 2002: 286).
Bu bölüm, apokaliptik bir kitap görünümündedir. İnananları sıkıntılar
karşısında cesaretlendirmektedir. Anadolu’daki yedi kiliseye mektuplardan
başka, bir dizi vizyon da içerir. Metnin yazarının İncil yazarı, Yuhanna olduğu
belirtilir (Gündüz, 1998: 381).
GENEL OLARAK
CİNSELLİK KAVRAMI
Cins kelimesi sözlükte tür, çeşit; aralarında ortak özellikler bulunan
varlıklar topluluğu; soy, kök, asıl; yüksek nitelikte olan demektir (Türkçe
Sözlük, 1998: I, 410). Ayrıca yakın türlerin içinde toplandıkları birlik
anlamına da gelir (Akarsu, 1998: 43). Bunun yanında cins, ıstılahta seks;
erkekle kadını birbirinden ayıran genetik (cinsiyet kromozomları) ve anatomik
(bedensel yapı), fizyolojik (hormonlar), ruhsal farklar, bu şekilde farklılaşan
cinslerden her birisi; cinsel etkinliklerden alınan haz ve doyum olarak
tanımlanmıştır (Budak, 2000: 167). Bu bağlamda cinselliği, bireylerin cinslik
gereği olarak gösterdikleri, iki cinslikten her birinin ötekini araması,
kendine çekmesi, birleşimdeki özel rolleri, yavrular karşısındaki davranışları
ve her birinin yaşamadaki ruh durumları gibi, cinsel özelliklerin topu olarak
tanımlayabiliriz (Türkçe Sözlük, 1979, 160). Cinselliği bu kavramlar
çerçevesinde tanımlamanın yanında onun ilişkili olduğu diğer kavramlardan da
söz etmek gerekir.
“Cinsel” ise erlik ve dişilik niteliklerine değindir. Bu terimdeki cins
deyimi, sadece erkek ve kadın türlerini dile getirir ve bunların erkeklik ve
kadınlık özellikleriyle ilgilidir (Hançerli- oğlu, 1976: I, 225). Cinsel işlevi
açıklamak gerekirse o, kesinlikle kalıtımsal bir özelliktir ve başlangıçta
gıdıklanma duygusunun fazlalığıyla kendini gösterir. Diğerleriyle birlikte bu
işlev de yaygınlaşarak şişme, kabarma, ereksiyon ve otomatik güdüler yoluyla
aynı anda çeşitli noktalarda var olan tepkiler gibi bir gelişme çizgisi izler
(Adler, 1999: 87). Dolayısıyla cinsel işlev, cinselliğin uygulanan kısmını
belirtir. O, artık düşünce olmaktan çıkıp eyleme dönüşmüştür.
“Cinsellik”, cinsel ilişkiye dair davranışları, tutumları, düşünceleri ve
yönelimleri içine alan; her ne kadar bazı toplumlarda kendi başına bir olgu
olarak algılanabilse de, gömülü olduğu ekonomik, siyasi ve kültürel boyutlara
gönderme yapmaksızın hakkında inceleme yapılması mümkün olmayan bir kavramdır
(Emiroğlu ve Aydın, 2003: XII, 183). O, içinde bulunduğu toplumun karakterini
taşır ve bu anlamda değişebilen bir olgudur. Bir anlamda karmaşık ve diğer
faktörlerle birlikte açımlanabilen bir eylemdir. Kendi başına çok az şey ifade
eder.
Cinsel eğilimin ne olduğunu ortaya koymak da cinselliğin çerçevesinin
çizilmesini sağlayacaktır. İnsan, hemcinslerine yönelik bir eğilime sahiptir,
başkalarının hizmet ve emeğinden yararlanmadığı sürece bu eğilim zevklerin
nesnesi olarak doğrudan doğruya diğer insanları hedef alır. Gerçi insanlarda
başkalarının etinden zevk alma eğilimi yoktur ama böyle bir durum söz konusu
olduğu zaman bu bir eğilimden çok savaştan dolayı alınan bir öç olur, ne var
ki, bu yine de iştah diye tanımlanabilecek ve başkasından zevk duymaya dayanan
bir eğilim olarak kalır. Bunun adı, cinsel eğilimdir (Kant, 2003: 177). Cinsel
eğilim bir nevi erkeğin kadına ve kadının erkeğe duyduğu ihtiyaçtır. Bu
ihtiyaç, insanın yeryüzüne ayak basışından ölümüne değin onunla birlikte
yaşayacak bir gerçekliktir. Ne erkek ne de kadın onsuz, var oluşunu
tamamlayamaz. Ancak çiftin birbirine eğilim göstermesiyle cinsellik doğal
mecrasında akışını sağlayabilmektedir.
Cinsel eylem ise, çok genel bir deyişle, bedenin cinsel bölgeleriyle bir
biçimde doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkisi bulunan eylemler bütünü olarak
tanımlanabilir (Ulaş, 2002: XVI, 1728). Erkek ve kadının cinsel davranışta
bulunması cinsel eylem olabileceği gibi eylemi hatırlatan dolaylı cinsel
davranışlar da bu kategoriye girer. Yani erkekliğin ve kadınlığın cinsel amaç
için yaratılan uzuvları, cinsel eylemin en önemli iki dinamiğidir. Bunlar
olmadan cinsel eylem doğal haliyle yapılmaz. Bu anlamda cinsel eylem hislerden
ziyade davranışa yönelik bir tutumdur.
Cinselliği, sadece insan cinsi bağlamında ortaya koymak yeterli
olmayabilir. İnsan dışındaki diğer canlıların özellikle hayvanların da cinsel
güdüleri vardır. Onlar, türlerinin karşı cinsleriyle zamanı geldiğinde çiftleşirler.
Bu noktada esasında insan cinselliğiyle hayvan cinselliği arasında fark vardır.
Özellikle insan cinselliğinin amacıyla hayvan cinselliğinin amacı arasında
belirgin bir ayrım söz konusudur. Kuşkusuz hayvanların da bir iç dünyası
vardır, ancak çözümlenebildiği kadarıyla, bu iç dünya, kendilerine cansız ve
hiçbir dinamik gelişmeye sahip olmayan bir nesneymişçesine verilmiş gibi
görünmektedir. İnsanın erotizmi, hayvan cinselliğinden işte bu çerçevede yani
ruhsal birikimler içermesiyle farklıdır. İnsanın bilincinde erotizm, kendi
varlığını sorgulamasına yol açan bir öğedir. Hayvanların cinselliği,
yapılarına, belki de hayatlarını tehdit eden bir dengesizlik unsuru soksa bile,
hayvan bunun bilincinde değildir. Yaşamında cinselliğin yaratmış olabileceği
bir sorgulama yoktur (Battaille, 2007). Kısaca, insanın cinsel devinimi,
hayvanın cinsel deviniminden farklı olduğu oranda erotizm olur. Ayrıca insanın
yaptığı cinsel girişimler hayvansı ve ilkel amaçlı olmamalıdır. Burada aslında
insanın cinselliğinde hayvanınkinden farklı olarak bir inceliğin olduğu
görülür.
Cinsellikle ilgili olarak vurgulanan tüm açıklamalar yine de cinselliğin
sınırının kesin olarak netleştiğini göstermez. Cinsellik, esasında üstüne ne
kadar söz söylenirse söylensin o yine farklı mecralarda kendisini gösteren bir
kavramdır. Bu meyanda seks, konuşmaya fırsat bırakmayan ağır bir işçiliktir
(Zeldin, 2000: 103). Esasında seks, köken olarak erkek ve kadın arasındaki
fiziki fark, cinsiyet anlamına gelmektedir (Doğan,1996: 965). Bir bakıma bu
fark, yani seks veya cinsellik kendisini sahnede gösterdiği zaman cümleler
susar bedenler konuşur. Fakat cinselliğin suskunluğu tercih edip haz almamıza
odaklanmamızı istediği bu tavır, bir anlamda bize değer verdiğini de
göstermektedir. Çünkü ilişkiler ve cinsellik, insana sevilmeye değer olduğunu
hissettirir. Bu kadınlığın ve erkekliğin bir açıdan onaylanmasıdır. Bu
onaylanma cinsel eylemle veya cinsel eylemin belirtileriyle gerçekleşir. Bu
eylem ve belirtilerin sınırını çizmek biraz zordur. Elbette ki cinselliği
tanımlamak ve ona ilişkin duyguları net olarak ortaya koymak, kolay değildir.
Fakat akla gelen kelimeler; haz, arzu, üreme, yaşama, aşk ve yakınlıktır
(Kayır, 1993: 33). Aslında cinsellik, hem bunların her biri hem de bunların
hepsinin toplamıdır.
Cinselliğin psikolojik boyutu da muhakkak önemlidir. Çünkü sosyal bir
varlık olan insanın aynı zamanda bireysel yönleri de vardır. Cinsellik,
içgüdüsel olarak insanda var olan ekmek ve su gibi bir ihtiyaçtır. Hem sosyal
tarafları hem de içgüdüleri olan insanın bu bağlamda karmaşık bir yapıda olduğu
da psikoloji biliminin verileri arasındadır. İnsanın bir yanı, hayvansı bedeni
olduğu sürece, var olacak iptidai hayvansı yaratılışına aittir. Öte yandan, bu
durum ruhun en yüce hali ile ilişkilidir. İnsanın ancak ruhu ile içgüdüsü doğru
uyum içindeyken, gelişip serpilir. Herhangi birinden yoksunsa, sonuç hastalığa
yol açar ya da kolayca marazililiğe dönecek bir tek yanlılık olur. İnsanda
aşırı kaçan hayvansallık, uygar kişiyi hasta eder, aşırı uygarlıksa, hasta
hayvanlar yetiştirir.
Bu ikilem, Eros’[1]un insanın ne kadar güvensiz bir
ortamda olduğunu göstermektedir. Çünkü eninde sonunda Eros, insanüstü bir
güçtür, doğanın kendi gibi, dizginlenmeye ve sanki güçsüzmüş gibi sömürülmeye
açıktır (Jung, 1997: 110). Burada eros, insanın cinsel eğilim ve isteklerinin
tamamı olarak vurgulanmaktadır (Doğan, 1996: 346). O ancak insanın en yüce
duygularıyla bütünleşirse bir anlam ifade eder. Bunun için, cinselliğin bir
ruhu olmalıdır. Kendi başına hayvani özelliği ağır basan bir cinselliğin insana
faydası olmayacaktır. O, öyle bir ihtiyaçtır ki bedeni doyurduğu anda aynı
zamanda ruhu da doyurmalıdır. Yoksa insanın güven problemi ortaya çıkar. O ya
ruhsuz bir uygarlık ya da uygar bir hayvan mitine dönüşür.
Öte yandan cinsellik, tüm dinlerin üstünde durduğu önemli bir olgudur.
Kutsal Kitab’ın cinselliğe bakış açını ortaya koymadan önce şunu belirtmek
gerekir ki, dinle cinsellik çoğu toplumda iç içe gelişme göstermiştir. O
bulunduğu zaman ve mekân itibariyle dinle şekillenmiş ve dine göre değişim
göstermiştir. Örneğin genel olarak cinsellik, ilkel toplumlarda ayinlerin
önemli bir parçası, ilerleyen çağlarda Hıristiyanlıkta ideal tek eşlilik ve
sevgi, Yahudilik ve İslam’da dünyanın onaylanması, klasik Hinduizm’de tensel
ilişkiden alınan haz, Çin geleneklerinde kadın erkek bağlantısı şeklinde bir
cinsel ahlak olarak ortaya çıkmıştır (Parrinder, 2003: 366). Tüm bunlar
dinlerin cinselliği ne kadar önemsediğini ortaya koymaktadır. Esasında
cinsellik, hem dinler hem de yaşam için önemli bir ruhsal ihtiyaçtır. Bu
nedenle o, insan için elzem bir denge unsurudur.
İnsan için değerli olan cinsellik, işin özünde, insanın var oluşunun
vazgeçilmez öğelerinden biridir. Çünkü cinsel etkinlik ölümle yaşamın, zaman,
oluş ve sonsuzluğun geniş ufkunda yer alır. Bu yüzden bu etkinlik, birey ölmeye
koşullu olduğundan ve bir anlamda onun ölümden kurtulabilmesi için de gerekli
kılınmıştır (Foucault, 1993: I, 146). Bununla kendini ve sonraki nesli ayakta
tutabilen insan, aslında gizli bir ölümsüzlüğün kalp atışını bir türlü bitmek
bilmeyen doğum ve ölüm sancılarıyla ifade eder. Yani cinsellik dediğimiz olgu
veya cinsel coşku, iki anlam düzeyinde akıp gider. Sürüklenme ve arzunun, öznel
gerçekleştirim ve tadılan zevkin arkasında, tüm bunların bir sonucu olarak
insan soyunun yeniden canlandırılması sezinlenir (Simmel, 2001: 170). Bu
sezilen ayindir ki zincirleme bir ufuk çizgisi gibi durmadan insanı sonsuzluğa
taşır. Her insan halkası doğarak aslında yüzyıllık yalnızlığının bayrağını
diğer bir yalnız insana devretmektedir. Böylece hayat oyununda kendisine
biçilmiş rolü oynamaktadır. Çoğalmak, sadece sayı olarak varlığını ifade etmek
değil, insana ait tüm donanımlarla nefes almak ve son nefesini ardında
kendinden bir şey bırakmış olarak ölmektir. Böylece dünya kocaman ve egzotik
bir ayin çadırı gibidir. Tüm duyguları ve yaşantıları muhakkak içinde
barındıran minyatür Tanrısal bir alandır. Herkesin elinde olmadan girdiği ve
bilinçli veya bilinçsiz lades olmak zorunda kaldığı derin bir muammadır.
William Faulkner’ın deyişiyle doğmak için iki, ölmek için bir kişi yeterlidir.
İşte cinsellik varlığımız daha bir tasarıyken bizi ete ve kemiğe büründüren ve
tek başına kendinden kopup geldiğimiz yere, yine bizi gerisin geri iten, o
meşum paradokstur. Çoğul bir doğumun tekil bir yalnızlığa bıraktığı acı
mirastır. Doğar, yaşar ve ölürüz. Cinsellik bundan ibaret değildir. İnsan için
bundan öte ve daha anlamlıdır
Asırlardır insanların belleğinde ve bedeninde bir tılsım gibi duran bu
kelime, neyi ifade etmektedir? İnsanlık bu kavram üzerinde oldukça kafa
yormuştur. Özellikle çağımızda bilinmesi sanki Tanrısal bir zorunlulukmuşçasına
irdelemeye ve deşmeye çalıştığımız bu muamma, sadece bir temel içgüdüden ibaret
değildir. Cinsellik biraz da nereden baktığımıza bağlıdır ya da güçlünün ve
güçsüzün bakış açısında gizlidir. Belki cevapları bile önceden hazır olan bu
gizin, iktidar ve bilme ikileminde gidip geldiği kuşku götürmez bir gerçektir.
Bilmek ve bilindiği kadar anlamak zihnimizi hep dar çerçevelere sıkıştırmıştır.
Tıpkı bilenin bir gizli özne olup aşikâr olan diğer tüm öğeleri etkilemesi gibi
cinsellik de hep gizli bir iktidarın gözünden açık olduğunu sandığımız
zihinlerimize yansıtılmıştır. Kim tarafından? Bu soru o kadar da ehemmiyet
taşımaz. Önemli olan, ne şekilde ve nasıl bu oyuna geldiğimizdir. Cinselliği bu
bakış açısıyla okuyabilirsek, o kerameti kendinden menkul olan kavramı da
çözebiliriz. Bu gerçeği, açık bir şekilde dile getiren filozofun sözlerini göz
ardı etmemeliyiz: ”Hepimiz yıllardır Mangogul Prensi’nin krallığında yaşıyoruz.
Cinselliğe ilişkin müthiş bir merakın kıskacındayız. Cinselliği sorgulamakta
inat ediyor onu ve ondan söz edilmesini dinlemeye doyamıyor, gizliliğini
zorlayacak tüm büyülü halkaları yaratmaya yatkın görünüyoruz. Sanki kendimizin
bu küçücük parçasında yalnızca hazza değil, aynı zamanda bilmeye ve birinden
öbürüne (hazdan bilmeye) geçen bir oyuna ulaşmamız temelmiş gibi devinip
duruyoruz” (Foucault, 1993: I, 83). İktidar, cinselliği bir sır gibi saklamak
yerine onun üstünde çokça durarak enformatik bir yığın oluşturmaktadır. Bu
suretle üstüne söz söylenen cinsellik, içinde barındırdığı anlamla kafaları
belirli pozisyonlarda dolduracak hatta bu yöntemle yönetilenler haz veren bir
ödülle kendi kendilerini tuzağa düşürmüş olacaklardır.
Kendinden bu denli söz ettiren cinselliğin mahiyeti nedir? Bu çok muğlâk
olmakla birlikte insan bilincinde önceden kurgulanamayan, dolayısıyla da
terbiye edilmeyen tek olgu, cinselliktir. O nedenle cinsellik, yeryüzündeki
insan sayısı kadar çok ve çeşitlidir (Kahraman, 2005: 19). Bu yüzden
tanımlanması çok zordur. Fakat bu üzerinde hiç konuşulmamalı anlamına da
gelmez. Cinsellik, ya üstüne çok konuşularak çözülecek veya daha karmaşık hale
gelecek ve yahut üstüne susulmak suretiyle bastırılacaktır.
Cinsellik dediğimiz şey, herkesin zihin kategorisinde aynı durumu ifade
ediyor mu? Buna evet demek çok mümkün gibi görünmüyor. Dahası ortak bir
kavramda buluşmak çok zordur. Çünkü kültürel algılama biçimleri farklı
şekillerde anlamamıza neden olmaktadır. Cinselliğin bir geçmişinin olduğunu göz
önüne alırsak, onun tarihsel aşınmaya ve deformasyona uğraması ayrıca kültürel
etkilenmeler geçirmesi işi daha da karmaşık hale getirmektedir. Çünkü tarih
diziseldir. Olan her şey, daha önceden olmuş şeylerle bir şekilde bağlantılıdır;
dolayısıyla erken dönem Homo Sapiens’in de cinsellik ve aile yaşamı, uzaktan da
olsa, beş yüz bin, beş milyon, on beş milyon yıl öncesinin cinsellik ve aile
yaşamının bir ürünüdür (Tannahill, 2003: 18). Cinsellik, tarih boyunca
insanların zihninde veya bedeninde biten bir olgu olarak var olduğuna göre, onu
içinde bulunduğu koşullarla değerlendirmek daha bilimsel olacaktır.
Cinsellik, insanın en temel ihtiyacı olarak onunla ortaya çıkmış ve insan
olduğu müddetçe yine onunla yaşayacaktır. Cinselliğin de kendi mecrasında bir
tarihi vardır. Cinsellik, daha semavi dinlerin ortaya çıkmasından önce, var
olan bir olgudur. Özellikle mülkiyet kavramının ortaya çıkmasından ve tek
Tanrılı dinlerden önce hemen tüm topluluklarda cinsellik dini ayinin bir parçasıdır.
Yeni Gine’nin, Polinezya’nın, Endonezya’nın Afrika ve Güney Amerika’nın dinsel
sanatı, Hindistan ve Japon tapınakları kadar müstehcendir. Toplayıcılık
kültüründen tarım kültürüne ve oradan da tek Tanrı inancına gelinceye değin
yapılan hemen her dinsel tören birçok dans, şarkı ve müstehcen figürleri
barındırmıştır. Bu dinsel etkinliklerin esasında işaret ettiği şey, cinsel
birleşmenin sembolüdür (Battaile, 2006). Dolayısıyla cinsellik, insanlık
tarihinin ilk dönemlerinde hatta yakın zamana kadar günlük yaşamın ve dinsel
ayinlerin önemli bir parçası olagelmiştir.
Cinselliğin geçmişini ve günümüz dünyasındaki geldiği durumu irdelemek
istediğimizde onun ne kadar anlam değiştirdiğini ve çağın koşullarına göre ne
kadar farklılaştığını görebilmekteyiz. Geçmişte cinsellik ve üreme birbirlerini
yapılandırırdı. Üreme iyice toplumsallaşmadan önce biyolojik bir fenomen olarak
toplumsal faaliyete dışsaldı; akrabalığı düzenliyordu, onun tarafından
düzenleniyordu ve bireylerin hayatını nesillerin devamına bağlıyordu. Böylece
cinsellik, doğrudan üremeyle bağlandığında bir aşkınlık aracıydı. Cinsel
faaliyet, bireyin sonluluğuyla bir bağ kuruyor ve aynı zamanda kendi
önemsizliğine ilişkin bir vaadi taşıyordu; çünkü bir kuşaklar silsilesiyle
ilişki içinde görüldüğünde bireyin hayatı, daha kuşatan bir sembolik düzenin
parçasıydı (Giddens, 1994: 185). Böylece üreyerek çoğalan insanlar aslında yeni
bir neslin temelini atmış oluyordu. Cinsellik böylece hem aşkınlığın hem de
yeni kuşakların varlığının nüvesi olmaktaydı.
Öte yandan, tek Tanrılı dinlerde önemli bir olgu olarak üstünde durulan
cinsellik, içinde bulunduğu toplumun dinsel kurallarından etkilenmiştir. Çünkü
her dinde, özellikle monoteist dinlerde, bireylerin cinsel hayatlarını
düzenlemeye yönelik emir ve yasaklar mevcuttur. Bunlar dinlerin beraberlerinde
getirdikleri dünya görüşü, ahlak anlayışı ve insan modeline bağlı olarak
şekillenmektedir (Yapıcı, 2007: 69). Örneğin bir toplumda çoğu zaman üreme
ağırlıklı bir düşünceyle bütünleşen cinsellik, kimi zaman da zevk amacıyla
yapılabilmektedir. Günümüz modern dünyasına gelindiğindeyse durum biraz
farklılaşmaktadır. Modern toplumların kendine has özelliği, cinselliği gölgede
kalmaya zorlamaları değil, onu tek sır olarak öne çıkarma yoluyla, kendilerini
sürekli cinsellikten söz etmeye zorlamalarıdır (Foucault, 1993: I, 41). Bu
yolla cinsellik, söyleme geçirilerek iktidarın hizmetinde bir araç olarak
kullanılmıştır. Böylece geçmişten modern çağa gelen cinsellik, üstüne
konuşulmak suretiyle anlam kazanmaya başladı.
Nihayetinde günümüz gerçekliğinde cinsellik, üreme eyleminden soyutlanmış
ve plastik bir cinsellik seviyesine indirilmiştir. Çünkü üremenin veya kutsal
olan doğurma ediminin olmaması, onu maddileştirmiş ve Tanrısal bir eylem
olmaktan çıkarmıştır. O, bir meta haline gelerek esasında bayağılaşmış ve
küçülmüştür. Bu durumda modern çağda cinsellik, seksin üreme ihtiyaçlarından
kademe kademe ayrışmasının parçası olarak doğmuştur. Üreme teknolojilerinin
daha da geliştirilmesiyle, bu ayrışma bugün tamamlandı. Artık hamilelik sadece
suni olarak engellenmekle kalmayıp suni olarak üretilebilir hale geldiği için,
cinsellik nihayet tümüyle özerkleşmiştir. Üreme, cinsel etkinlik olmadan da
sağlanabiliyor; bu artık tamamen bireylerin ve birbiriyle olan ilişkilerin bir
niteliği haline gelen cinsellik için nihai bir özgürleşmedir (Giddens, 1994:
31). İşte cinselliğin kutsal manadan çıkıp manasızlaşması sonuçta onun dinler
tarafından sürekli olarak gerçek manasına çağrılmasına neden olmuştur. Böylece
cinsellik, tenselliğin ruhsuzluğundan, tinselliğin kutsallığına davet
edilmiştir. Bu halde o, tinselliğin davetine uyarak, maddeleşmeyi kabul etme
pahasına özgürleşmek yerine dinin güzergâhına girerek aşkınlaşmayı seçmiştir.
Eğer cinsellik, bu davete kulak asıyorsa aşkınlaşabilir yoksa sağır bir
cinselliğin maddi ölümünü görmekten öte şansımız kalmaz.
Cinsellik,
her toplumda farklı algılanmıştır. Kimi yerlerde aşk, kimi yerlerde
cinsellik
kimi yerlerdeyse afrodizyak enerji olarak algılarda yer edinmiştir. Örneğin
kırsal toplumda aşk yoktur; cinsellik, mantık vardır; kentselleşmeyle birlikte
aşk mitosu doğar, yani kişilerin ailelerinden kopmalarıyla başlar (Ünsal, 2001:
25). Bu fikrin
yanında onunla taban tabana zıt olan “köyde aşk vardır; kentte özellikle
modern dünyadaki kentte her yer cinsellik kokar” anlayışını savunabiliriz.
Modern dünya, insan bedeninden ruhu kovmuş onu hazdan ibaret tene
büründürmüştür. Ten, her yerde görsel olarak cinsellik kokusunu yayar. Hal
böyleyken, bazen de cinsellik, kimi toplumlarda aşk adı altında fakat tamamen
hazza yönelik eğilimler şeklinde görülür. Bunun yansıması zaman ve mekâna göre
çeşitlilik arz eder. Öte yandan, kimi toplumlarda her şey tamamen çok doğal
iken kimi toplumlardaysa bir sır gibi gizlenmiş ve yatak odasına
sıkıştırılmıştır. Ama kesin olan bir gerçek var ki, cinsellik bir vakıadır ve
onsuz yaşayan bir toplumun olmadığıdır. Sadece dinlerde değil müzikte, resimde,
edebiyatta kısacası sanatta cinsellik çok önemli bir yer tutar. Yeryüzüne
gelmiş tüm büyük adamların cinsellik motifiyle bir şekilde yoğun bir
ilişkisinin olması da ilginçtir. Bu sonuç bizi şaşırtmamalı çünkü açlık ve
susuzluk gibi cinsellik de hayat üçgeninde yerini her zaman almıştır.
Cinsellik, bu kadar ilgi çeken bir motifse neden hep kadının etrafında
algılana gelmiştir? Erkek cinselliğinden ziyade kadın cinselliğine yönelen bu
ilginin altında baskın çıkan bir iktidarın parmağı mı vardır? Bu soruların
cevabını ataerkil bir dünyanın bakışında mı bulmalıyız? Gerçekten de
toplumların çoğunun bunu yadsımadığı açıkça ortadır. Erkekler, egemen
olduklarında kadın etrafında örülen cinsellik ağı, hakikaten ilgi çekici ve
gizemli olmuştur. İster mitolojiye isterse yalın gerçeklerin yaşandığı günlük
yaşamın içine bakıldığında böyle bir durum görülmektedir. Çünkü tenin üstüne
yazılan, çizilen ve hayal edilen çok şeye, bir anlam kazandırılıp kadın üstüne
zimmet edilmiştir. Beden ve tinin bu dehşetengiz ilişkisi ve nihayetinde
yarattıkları öykü, tüm Ademoğullarınca hala okunup anlatılmakta ve hassaten
yaşanmaktadır. Fakat şöyle bir soru da zihnimize takılmıyor değildir.
Kadınların çok özgür oldukları günümüz dünyasında da cinsellik kadın
merkezlidir. Bunu nasıl izah edebiliriz? Bu durumu ya kadının gerçekten Tanrı
tarafından estetik ve zarif bir cazibe motifi olarak yaratılmasıyla (ister
özgür ister köle olsun) ya da ataerkil bir yorumla açıklayabiliriz.
Kanaatimizce bu durum sadece erkeğin bakışıyla şekillenen bir olgu değildir.
Kadının kendisi bile özgürlüğünü kazandığı halde içgüdüsünden kaynaklanan motor
bir kuvvetle kendisini cinsellikle hazla ilişkilendirme gereği duyabilmektedir.
Her ne kadar erkekler veya bazı dinler, kadına menfi bir gözle baksa da kadının
kendini ne şekilde tanımladığı da önemlidir. Modern dünya, kadın teni üzerinden
iktidar kurmaya çalışırken aslında kadının kendisi de, kendisine reva görülen
bu durumun bazen öncüsü olmayı kabullenmiştir. Bazen de erkeğe isteklerini
kabul ettirebilmek için bedenini bir ödül olarak vermekten de kaçınmamıştır.
Semavi dinlerin cinselliğe yaklaşımını tüm bu etkenler ve olgular ışığında
ortaya koyduğumuzda, Eski ve Yeni Ahit’in de bu durum karşısında kadına yönelik
nasıl tavır takındığını daha net olarak anlayabiliriz.
Cinsiyet, bireye üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt
ettiren özel bir yaratılıştır (Türkçe Sözlük, 1998: I, 411). Buna ilaveten
cinsiyet kimliğini de biyolojik, ruhsal, toplumsal, kültürel vb. etkenlerin
etkileşiminin bir ürünü olarak, kişinin kendini kendi özel dünyasında bir
“erkek” veya “kadın” olarak hissetmesi; bir “erkek” veya “kadın” olma duygusu,
şeklinde ifade edebiliriz (Budak, 2000:174). O zaman cinsiyet denince akla
gelmesi gereken, erkeklik ve kadınlık olmalıdır. Bu iki kavram farklı iki tipi
ortaya koyduğu gibi aynı zamanda ortak bir işlevi de dile getirmektedir: O da
cinselliktir.
İnsan, cinsiyet bakımından veya cinsel yönden erkek ve kadın olarak
yaratılmış iki özel kutuptur. Cinsel kutuplaşma, insanı özgün bir yola, karşı
cinsle birleşmeyi aramaya iter. Erkek ve dişi kutuplaşması her erkeğin ve her
kadının içinde vardır. Fizyolojik olarak kadın ve erkek, her ikisi, karşı
cinsin hormonlarına sahiptir. Ruh bilimsel olarak da kadın ve erkek iki
cinsiyetlidir. İçlerinde alma ve nüfuz etme, nesne ve ruh unsurlarını taşırlar.
Erkek ya da kadın, kendi içinde birliğe, ancak içindeki erkek ve dişi kutupları
birleştirerek ulaşabilir. Kutuplaşma tüm yaratıcılığın kaynağıdır (Fromm,1998:
40). Ayrıca kutuplaşma, yaratıcılığın kaynağı olarak bereketli ve verimlidir.
Erkek ve dişi kutupları, cinsiyet olarak yani birer ayrı kutup olarak bir araya
gelince yeni cinsiyetler ve kutuplar üretebilmektedir.
Sonuç
olarak cinsiyet sinirsel, fizyolojik, hormonal, psikolojik yönleriyle insan
cinsel hayatının topluluğunu ifade eden bir fonksiyondur. Zira döllenmeden
doğuma, aşktan evliliğe, kısırlıktan cinsel anomalilere kadar bütün normal ve
hasta cinsel davranışlar bu cinsiyet teriminde toplanır. Nihayetinde insan türü,
cinsel vasıfları
itibariyle kadın ve erkek olmak üzere ikiye ayrılır (Adasal, 1975: 13). Bu
iki cins, yaşadıkları sürece birbirlerine muhtaçtırlar ve birbirleri için
vardırlar. Bunlar bir araya gelip başka kadın ve erkek cinsiyetleri dünyaya
getirirler. Böylece insan soyunun sürdürülmesinin zorunluluğunu yerine getirmiş
olurlar.
Erkek, dişiyi dölleyen kadınsa, erkekten döllenen kişi olarak birbirinden
farklı iki cinstir. İkisi birbirinden bedensel ve ruhsal olarak farklılık arz
eden kişilerdir. Onlar aslında aynı sosyal çevrenin ayrı bireyleridir. Erkekler
ve kadınlar aynı halktandır ve birbirlerine bağımlıdırlar (Canetti, 1998: 66).
Sosyal birer varlık olarak birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayan
unsurlardır. Biri olmadan diğerinin varlığı anlamsızdır. Çünkü üremek ve
yaşamak için, birbirlerine şiddetle gereksinim duyarlar.
Erkeklerle kadınlar, aile içinde birlikte yaşarlar. Farklı faaliyetler
sürdürme eğilimi gösterebilirler; ama insan bunların birbirleriyle ayrı,
heyecanlı iki grup olarak karşı karşıya geleceklerini neredeyse hiç aklına
getirmez (Canetti, 1998: 63). Çünkü ikisi öyle bir birliktelik oluşturmuşlardır
ki farklı kimlikte olduklarının bile ayrımına varma ihtiyacı hissetmezler.
Sosyal bir varlık olmanın gereği olarak aynı grup içinde birlikte yaşarlar.
Erkeklerin karakteristiklerinin kabalık ve şiddetten ibaret olduğu;
zayıflık, hassaslık, duyarlılık ve hoşa gitmeyen şeylerden uzaklaşma eğiliminin
ise kadınlığın belirgin işaretleri olduğu söylenir (Vatsyayana, 2001: 81). İki
cinsin tabiatı gereği birbirinden farklı özellikleri olması doğaldır. Erkek,
genel olarak doğa şartlarına uyum sağlayacak kaba güçlere sahipken kadın hassas
yaratılışı gereği daha narin özelliklere sahiptir. Bunun yanında erkek,
cinselliği kadın cinselliğinden farklılık gösterir. Kadın bedeninde cinsellik,
üreme eylemiyle kendini belirgin kılarken erkek bedeninde cinsellik, kendini
eylemin şiddeti bir yana, bütünüyle çözülmez, anlaşılamaz nitelikte ortaya
koyar. Cinsel taşkınlık her defasında, yetersiz, zamana aykırı, zorlayıcı,
sırasız ya da utandırıcı, bütünüyle irade dışı, her zaman buyurgan ve
tanımlanamaz biçimde yaşanan bir geriye dönüş olarak kendisini gösterir
(Quignard, 2001: 91). Bu durum erkek bedenine göre kadın bedeninin hassaslığını
ve inceliğini de ortaya koymaktadır. Ayrıca erkek bedeninin fiziki güç sembolü
olarak koruyucu özelliğini de işaret etmektedir. Sonuçta kadın ve erkek, yaratılışlarında
kendilerine zimmet edilen özellikleri kullanmışlar ve onları geliştirmişlerdir.
Kadın veya erkek, içinde bulunduğu çağın koşullarına göre yaşamlarını
idame ettirmişlerdir. Özellikle kadın gibi cinselliğin cazibe merkezi olan tür,
ezik varlığını her şartta iyileştirmeye çalışmıştır. Örneğin, yoksul ve aile
hayatına gömülmüş bir kadının hareket imkânı yoktur. Burada kadın, kendini
erkeklerin insafına bırakmak zorundadır. Bu durumda kadının kapalı dünyasında
varabileceği tek nokta delilik ya da şehitliktir (Berman, 1994: 72). Öte
taraftan varlıklı ve iktidarı elinde tutan kadın dahi, cinsellik söz konusu
olduğunda yoksul kadının başına gelen sonuçtan nasibini almıştır. Ama öyle
kadınlar da vardır ki tarihin akışına cinselliklerinden çok cesaretleriyle ve
akıllarıyla yön vermişlerdir. Örneğin Fransız ihtilalinin kadın aktörlerinden
Marie Antonette bunlardan yalnızca biridir.
Sonuçta her toplumun kadınlara ilişkin düşüncesi ve yazınsal metinleri,
onların doğasına ve işlevine ilişkin ön kabuller tarafından koşullanır; üstelik
bu ön kabuller hiçbir zaman tutarlı da değildir. Zaten çeşitli toplumlarda
erkeklerce, kadınlardan hem iyi hem kötü, hem kutsal hem dünyevi, hem bakire
hem de fahişe olmaları beklenir (Berktay, 2003: 131). Fakat bu ön yargıları
üretenler özellikle erkeklerdir. Çünkü erkek, bu önyargılarla kadını iktidar
aracı olarak kullanmak ister. Bu yüzden kadının çeşitli varyasyonlarla, ön
kabullere ayrılması ilginçtir. Bunda erkeğin işine gelen bir fayda söz
konusudur. Öte taraftan kadının da bunda suçu yok değildir. O da çoğu zaman
kendini, ezilmişliğin verdiği duygusallıkla iyice ezmiştir. Oysa Tanrı, erkek
ve kadını yeryüzünde eşit ve özgür olarak yaratmıştır. Bundan yalnızca kadının
nasibini almaması sırf erkeğin suçu değildir. Erkeğin de hep güçlü görülmesinin
nedeni yalnızca kadının zayıf olmasından kaynaklanan bir durum değildir. Kadın
ve erkek yazgılarına yön verdikçe, kendileri olmuşlardır. Zaten kendi kaderinin
efendisi olanlar ancak söz sahibi olabilmişlerdir.
Cinsellik,
doğası gereği çok arzulanan ve gerçekleştiğinde anlık bir hazla noktalanan ve
ardında insanı bir hüzünle, hatta sevinçle karışık coşkuyla kaplayan derin bir
muammadır. Burada sadece iki karşı cinsin bedenlerinin bir araya gelişigüzel
gelmesi değil kozmik bir birleşmeden de öte bir şey vardır. Korku, haz,
mutluluk ve bilinmezlik cinsel birleşme esnasında var olan karmaşık
duygulardır. Sanki yer ve gök kutsal birleşmeyi gerçekleştirmekte ve sonucunda
doğaüstü hüzünler ve olağan olmayan sırlar ifşa olmaktadır. İnsanın bu birleşme
ayininin sonunda, bir takım olağan olmayan durumlar ortaya çıkmaktadır. Çünkü
insanlar hep tekrarlana gelen dünyanın oluşumunu, yer ile göğün bir araya
gelişini, cinsel birleşmesini tekrarlamaktadır. İşte bu esnada kendimizden bir
şeyler kopmakta, bir şeylerin hazzını alırken bir bedel vermekteyiz. Acı, hüzün
ve belirsizlik bundan mıdır acaba? Çok kadim bir zamandan beri dile getirilen ‘Birleşmeden
sonra bütün canlılar hüzünlenir’ deyişi bugün bile ortak bir
tecrübeyi dile getirmektedir. Hararet ve büyük bir şevkle beklenen anın
ardından, çoğu kez, sahip olduklarımızın ötesinde kalan daha büyük bir şeyi
kaçırdığımızı hissederiz (Armstrong, 1998: 19). Cinsel birleşmenin neticesinde
arzu, kendini ortaya koymuş ve açıklığa kavuşturmuştur. Artık şehvetteki enerji
rahatsızlık ve olumlu bir acı yaratmıştır (Baudelaire, 2003: 19). Bundan sonra
hazzın gerileyişi damarlarda yankısını hissettirir, ta ki arzunun geri gelişine
kadar. Bu durum gerçekten ilginç ve gizemlidir. Biz bir haz alırken farkında
olmadan bir bedel de vermekteyiz. Aslında bu, tabiatın genel geçer bir
kanunudur.
Cinsel birleşmenin gerçekleşmesi ve ardından hüzünlü bir havanın oluşması
bu eylemin iki taraftan da bir şeyleri eksilttiğini gösterir. Çünkü tutkuyla
birbirlerinin bedenine sarılan çiftler büyük bir açmaza girmişler gibi hemen
duygulanıp hüzünlenmektedirler. Bu durumda şunu söylemek mümkündür: Sevişme
sırasında mutluluğa ait bir şeyler yitip gider. En kusursuz aşkta, hatta
mutlulukta bile her şeyi bir anda altüst eden, insanı ölüme doğru çeken istek
vardır. Doyum anında kabına sığmayıp taşan şiddeti, bir hüzün bastırır.
Korkutucu bir gevşeklik bu şiddeti aşar. Mutlak gözyaşları birbirine karışır.
Böylece cinsel istekte yitip giden bir şeyler vardır (Quignard, 2001: 144-
145). Bu yitip giden şey, sadece basit bir sıvı değil ruhun tüm duygularının
gevşemesi, kendini bırakmasıdır. Bir nevi kozmik düzenin çözülüşüdür. Ortaya
bir sonuç çıkarmak için bir araya geldiğimizde aslında bizden bir şey alınarak,
üretmemiz beklenmektedir. Burada bir alış veriş diyalogu vardır. Fakat bu alış
veriş, bir madde üstünden değil tinsel bir erek üstünden
gerçekleştirilmektedir. Bu anlamda cinsel eylem basit bir olgu değildir. Aksine
o derin kökleri olan kadim bir birleşmedir. Nihayetinde bu birleşmelerin bir
meyve vermesi, Tanrının beklediği bir karşılıktır.
Cinsel
birleşme, doğası gereği tutkulu bir şekilde istenir fakat bu isteğin arkasında
yok oluş da vardır. Cinsel birleşmeyi bir an önce gerçekleştirmek isteyen
insanoğlu, bu eylem bittiğinde tamamen geri çekilme halini alır. Ta ki tutku
tekrar depreşene dek, bu bekleyiş sürer. O biter bitmez, bir dev gibi yere
yığılır. Zaman geçtikçe yok olan devin kıpırtıları hissedilir ve cinsel temas
için yeniden fırtınalar kopar. Hem ayrılık hem birleşme zıtlığı vardır. Cinsel
ihtiyaç, konuşma ihtiyacı gibi insanları birleştirmekten yana güçlü değildir;
seksüel doyum her şeyden önce özel, bireysel bir iştir (Freud, 2002: 105). Kişisel
bir eylem olması nedeniyle insanlar, bu birleşmeden sonra hemen
bencilleşip karakterlerine sahip çıkmakta ve hızla karşı taraftan
uzaklaşmaktadır. Benliklerinin bir araya getirdiği sır dolu buluşma, onları
sonsuza kadar birbirine bağlamak yerine aralarındaki tüm zincirleri
kırmaktadır. Cinsel birleşmenin ayırıcılığının zevki, gizemi buradadır. Bu
meyanda cinsel ihtiyaç, insanları birleştirmez, ayırır (Freud, 2002: 199).
Vuslat anı ayrılıkla netice bulur. Nihayetinde yaklaşmakta olan,
uzaklaştırmıştır. Buradaki uzaklık tamamen bir soğuma değil, bir kez yaşanan
hazzın artık geri gelmezliğidir. Yani her cinsel bir araya gelişte, birbirine
benzemeyen haz almalar vardır. Alınan her haz, aslında insan gibi ölmeye
hazırlanan aynı hazdır. Bundan sonra başka birleşmeler, beraberinde yeni
hazlara kapı aralamakta ve bu dünyanın dönüşü gibi sürekli tekrarlanmaktadır.
Ancak
tutkunun sırf o birkaç dakikanın peşindeki bir arayıştan başka bir şey
olmaması, ona son derece acıklı görünüyor. Müsamaha çağrının rüyası,
gerçekleşmemiştir. Seks ancak, zaten bir arada olan insanları bir araya getiriyor.
“Herkes yalnız yaşar” (Zeldin, 2000: 275). Yalnız yaşayanlar bir anın
tutkusunda yine bir an önce birleşip asıl yalnızlıklarına gerisin geri
dönerler. Seks, içgüdüden komut alıp sosyal işlevini yerine getirerek insanı
asıl doğasına bırakır. Dolayısıyla sekste bir anlamda yalnızlık da söz
konusudur. Hem haz alma sürecinde hem cinselliğin bitiminde insan, kendinden
başka hiç kimsenin farkında değildir. Aynı bedenin yanı başında, gurbete çıkmış
başka bir beden gibi durabilmektedir.
Cinsel isteğin amacı, birleşmektir. Cinsellik, hiçbir zaman sadece
bedensel bir açlığın, acı veren bir gerginliğin giderilmesi değildir (Fromm,
1998: 59). Bilakis o iki yalnız evrenin buluşma noktası, yalnızlığın anlık
giderildiği bir buluşma durağıdır. Belki de yatak sembolü bu yüzden yıllardır
cinsellikle simgelene gelmiştir. Yatak, tüm hırsların bir kenara bırakıldığı,
kadın ve erkek kutbunun bir savaşa girdiği ve ikisinin de yorgun olarak oradan
kalktığı fenomendir. Böylece sadece bedensel açlık giderilmiş olmaz; aynı zamanda
duygular, zekâ ve iktidar burada çarpışmış ve tensel kıyamet kopmuştur.
Cinselliği farklı bir yönden ele alırsak, paganlara göre dünya kendi
kendine işleyen devasa bir seksüel makineydi: Toprak gökyüzünün nemiyle
dölleniyordu ve her çiftleşme, bu ebedi tazelenme sürecinin bir parçasıydı,
kirli bir iş olmadığı gibi, bütün tabiatla akrabalığımızı doğrulayan bir
eylemdi (Zeldin, 2000: 102). Bu eylem yer ve gök motifinin kadın ve erkek
simgesine benzeyişini gösterir. İlk zamanlarda paganlar bu benzeyişi cinsellikle
bağdaştırmışlarsa da günümüz dünyası, onu kendi hayalinde ruhlarından sıyrılmış
tenlere sıkıştırmıştır. Kadının ve erkeğin duyguları ve duygulanımları
bedenlerinden sökülmüş ve tenler ticari bir meta haline getirilmiştir.
Dolayısıyla ilk insanın kozmik bir bütünleşme olarak gördüğü cinsellik, modern
insanın elinde içi boş bir tene dönüştürülmüştür.
Cinsel
bir araya geliş neticesinde oluşan haz ve onun somut göstergesi olan orgazm,
bir kendinden geçiş halidir. Yaşanılan boyuttan farklı bir uzama kaymadır.
Kişiler, hem o anda bedensel olarak bir arada hem de zihinsel ve ruhsal olarak
farklı yerlerdedirler. Aynı anda birbirlerini kabul ve ret aynı mekânda
gerçekleşmektedir. Bu duruma, kaybolmadan önceki birleşme hali de denilebilir.
Çünkü cinsel boşalmanın ana ilkesi, benin tek başınalığının olumsuzlanmasıdır.
Ben, kendi varlığına yalnızlığı unutturacak kadar kuşatılıp kucaklandıkça
bitkin düşer, kendini aşar ve bu yaşadıklarının sonunda kendinden geçer (Bataile,
1997: 13). İşte o zaman birleşmenin yarattığı kutsallık
çözülür; böylece âlem insana çıplak ve somut yüzünü gösterir. Evrenin
sırları birer birer dökülür, cinsel birleşmenin tutkulu hazzı, hüznünü yaratır.
Artık bilmecenin sırrı çözülmüş ve taraflar bilmeye doymanın hazzını
yaşamışlardır.
Erkeğin cinsel işlevinin en ulaşılmaz anında, verme edimi yatmaktadır.
Erkek kendini, cinsel organını, doyum anında dölünü kadına vermektedir. Eğer
güçlüyse vermekten kendini alamaz. Veremiyorsa eğer, güçsüz demektir. Kadın
için süreç, pek farklı değildir. Hatta bir ölçüde daha da karmaşıktır. Kadın
ayrıca kendisini de vermektedir. Kadınlığının merkezine giden kapıları açmakta,
alma edimi içinde vermektedir. Eğer bu verme edimini başaramıyorsa, sadece
alıyorsa, o zaman soğuk bir kadın olduğu ortaya çıkar (Fromm, 1998: 32). Bu
noktada aslında doğuran kadının erdeminden söz edilmektedir. Çünkü doğuran yani
anne olan kadın hem erkekten almakta ve hem de bunu kendi içinde özümleyerek
doğurmak suretiyle erkeğe bir dönüt vermektedir. İşte kısır erkek ve kısır
kadın, bu eylemi gerçekleştiremeyen kişilerdir. Bu yüzden özellikle kimi
dinler, kadın ve erkeğin kısır oluşunu iyi karşılamazlar. Onlar üreyen ve
üreten kullar isterler.
Cinsiyetin farklılığı sebebiyle erkeklerde tatmin olma ve zevk alma farklı
bir şekilde olurken kadınların birleşmeleri ve o esnada yaşadıkları ruhsal ve
biyolojik değişiklikler daha farklı olmaktadır. Kadınlar, erkekler gibi
boşalmazlar. Erkekler arzularını kolaylıkla giderirler. Kadınlar, arzunun
bilincinde olduklarından dolayı, kendilerini
tatmin eden bir çeşit zevk hissederler; ne çeşit bir zevk hissettiklerini
size söylemeleri olanaksızdır. Bundan çıkan sonuç, erkeklerin birleşme
sırasında boşaldıktan sonra durdukları ve tatmin oldukları; ama bunun
kadınlarda böyle olmadığıdır (Vatsyayana, 2001: 49- 50). En nihayetinde erkek
ve kadının farklı varlıklar olması münasebetiyle cinsel ilişkiye ve birleşmeye
kattıkları muamma çeşitlidir. Çünkü doğaları gereği cinsel birleşme esnasında
kendi karakterlerinin özelliklerini serbestçe ve açıkça gösterirler.
Aslında erkek ve kadın, her ne kadar farklı tatmin olma özelliklerine
sahip olsa da yine, erkeğe göre zevkin tanımlandığı gibi bir endişe vardır.
Erkek, cinsel birleşme sırasında yöneten konumunda algılanmaktadır. Çünkü
çalışma yolları gibi zevk bilinci de erkek ve kadında farklıdır. Erkeklerin
yöneten, kadınların yönetilen olduğu çalışma yollarındaki fark, erkeklerin ve
kadınların doğasından kaynaklanır. Böyle olmasaydı bazen yöneten yönetilen kişi
olurdu ya da yönetilen yöneten kişi olurdu. Çalışma yollarının farklılığını
zevk bilincinin farklılığı izler; çünkü bir erkek ” Bu kadın benimle yattı.”
Bir kadın ise “ ben bu erkekle yattım.” diye düşünür (Vatsyayana, 2001: 51).
Dolayısıyla doğası gereği cinsel birleşme anı, erkeğin konumuna göre kendisini
belirler. Ama birleşmede tamamen erkeğin hâkim olduğunu söylemek güçtür.
Sonuçta bu birleşme anında erkek ve kadın olduğu gibi davranmakta, kendi
cinsiyetlerinden bekleneni yapmaktadırlar. Zaten cinsel birleşme de iki kişinin
çabalarından ve ürettiklerinden başka bir şey değildir. Yöneten de olsa
yönetilen de olsa kadının da ilişkide kendine göre bir zevk alma üslubu vardır.
Orgazmı yani cinsel boşalımı başka açılardan değerlendirmek olasıdır.
Bazen cinsel boşalım peşinde koşma, tek başınalığın verdiği huzursuzluktan
kurtulmak için umutsuz bir uğraş biçimini alır ve artan bir ayrı olma duygusu
ile sonuçlanır. Çünkü içinde sevgi bulunmayan bir cinsel birleşme iki insan
arasındaki uçurumu kısa bir süre için kapatsa bile tümüyle yok edemez (Fromm,
1998: 21). Bir cinsel birleşmenin ruhunda sevgi ve üreme kaygısı yoksa o
tenlerin birbiriyle çarpışmasından başka bir şey değildir. Karşılıklı verme ve
alma edimi olduğu sürece, orgazm anlam kazanır. Burada kadın ve erkeğin bir
araya gelişinin temelinde sevgi olması gerektiği gibi aynı şekilde bir araya
gelişlerinin neticesinde de sevgi doğmalıdır. Çünkü erkeğin ve kadının haz
almak için giriştikleri bu çaba, sadece tensel bir ayin değil esasında tinsel
bir törendir. O halde cinsel birleşmeleri yalnızca kadın ve erkeğin haz almak
için bir araya gelişleri olarak değerlendirmemek gerekir. Bu olayı özünde
derinliği olan, erkek ve kadının her şeyiyle katıldıkları bir var oluş kaygısı
olarak ele almak gerekir
Cinsellik
Bağlamında Tinsel ve Tensel Aşk
Farklı cinslerden iki eşit insanın görevi olarak tanımladığımız aşk, iki
bireyin bedensel ve düşünsel yönlerden birbirlerini çekmesini, başkalarını
dışlamasını ve birbirlerine mutlak bir teslimiyetle yaklaşmalarını gerektirir
(Adler, 1999: 90). Buna tinsel aşk adını verebiliriz. Tinsel aşk, insanın
ruhunu sarıp sarmalar ve onun manevi açlığını doyurur. Bu aşk her insanın
isteyebileceği ve istediğinde varabileceği bir durum değildir. Ona ulaşabilmek
için tinsel acıların çekilmesi gerekir. Bu aşk, bir bedel ister. Çünkü ruhun
arzuladığı sevgi bu aşkın içinde saklıdır. Öte taraftan tensel aşk ise yani
başka bir deyişle erotizm, insanın bütün kişiliğini ve dolayısıyla toplumsal
yaşama bağlılığını, iki kişilik bir yaşantıya hazır olup olmadığını yansıtan
toplumsal duygunun çok incelikli bir bölümüdür (Adler, 1999: 90). Erotizm,
tinsel aşka ulaşanın nihayetinde vardığı en son yoldur. Artık aşkın aldığı
mesafenin bittiği ve yorgunluğunun meyveye durduğu yerdir. Genellikle aşk ve
erotizm cinselliğin bir sonuç vermesi için aşmak zorunda kalınan iki önemli
aşamadır. Bu iki engeli geçen kişi hem ruhsal hem de bedensel olarak rahatlamış
olur. Bu rahatlamanın sonundaysa çoğu zaman Tanrısal ruhu devam ettirecek bir
varlık oluşur.
Tinsel aşkın olduğu yerde karşılıklı anlayış ve gerçek anlamda aşk vardır oysa
tensel aşkın olduğu yerde küçük hesaplar, iktidar kavgaları vardır. Orada
gerçek anlamda aşk veya sevgi yoktur. Zaten mantıken, aşkın karşıtı nefret;
eros’unki ise korkudur ama psikolojik olarak, iktidar istencidir. Aşkın egemen
olduğu yerde iktidar istenci yoktur; iktidar istencinin üstün olduğu yerdeyse
aşk yok demektir (Jung, 1997: 134). Demek ki tinsel aşk, karşılıksız ve
koşulsuz bir sevgiyi barındırır. Orada iç hesaplaşmalar, küçük iktidar oyunları
yoktur. Tinsel aşk kendi başına saf, masum ve ruh gıdıklayıcıdır.
Öte yandan, tinsel aşkın taraflarından olan dişiler, erkeğe göre aşka esir
gibi maruz kalırlar. Daha doğrusu kadınlar, bir şiddet eyleminin nesnesidirler.
Bunun silik de olsa bir anısı, kadınların, en çok da küçük burjuva kadınlarının
bilincinde, geç endüstriyel çağa kadar sürüp gelmiştir. Uygarlaşma sürecinde
fiziksel acı ve korkunun dolaysız biçimi aşılmış olsa da eski yaralanmanın
anısı silinememektedir. Toplum kadının teslimiyetini bir kurban ayini olmaktan
çıkarıp özgürleştirirken bir yandan da onu her defasında yine aynı deneyime
mahkûm eder (Adorno, 2000: 93). Kanaatimizce kadınlar, her halükarda aşk için
çabalamaya çalışırken kendilerini verici durumda bulurlar. Tabiî ki imtiyazlı
olan eril karakterler bu aşk savaşından çoğu kez muzaffer olarak çıkarlar.
Böyle bir arenada dişiye ise bu savaşın tutkulu esiri olmak kalır. Kadın,
kendini özgür buldum derken aslında o birdenbire esaretin en moderni ve
şiddetlisiyle karşı karşıya kalır. Bir anlamda ataerkil vurguları altüst eden
çağdaş bir sorunla karşı karşıya kalır. Yüzyıllardır erkek egemenliğinden
yakınan kadın birden en çağdaş zamanda kendini ataerkil kıskacından daha kötü
bir kıskaç içinde bulur. Bu bağlamda çağımızda özgürlük ya kadınca farklı
algılanmıştır ya da sürekli erkek tarafından ezilen kadın, bu kadar özgürlük
karşısında nasıl bir yol izleyeceğini bilememiştir.
İster tinsel aşk olsun isterse de tensel aşk, bütün aşk serüvenlerinin son
amacı, gelecek kuşağın ortaya çıkmasından, yaratılmasından başka bir şey
değildir. Biz çekilip gittiğimiz zaman, ortaya çıkacak oyuncular, hem
varlıkları hem de özleri bakımından, işte bu önemsiz aşk serüveninde
belirlenirler. Gelecek insanların var oluşu; varlığı, genel olarak bizim cinsel
içtepimizle mutlak biçimde koşullanmıştır; özleri ise bu cinsel içtepinin
doyurulmasındaki bireysel seçişle belirlenmiştir; yani cinsel aşkla belirlenmiş
ve her bakımdan, kesin olarak bu aşkla biçimlendirilmiştir (Schopenhauer, 1997:
13). Bunun için belki de bir insanın dünyaya getirilmesi, gerçekte dünyaya getirenin
var oluş amacıdır. Zannedersek tüm aşk masalının özeti budur. İnsan, doğduğu
andan son nefesine kadar zincirin halkalarını eksik bırakmadan görevini
hakkıyla yerine getirmeye çalışmaktadır. Aşık erkek ve kadın, birbiriyle tinsel
ve tensel ilişki kurduklarında aslında bilinçaltında özledikleri belki de
doğalarının özledikleri o yeni varlığı yaratacak olmanın heyecanını duyarlar.
İşte aşk, kadın ve erkeğin özlediği o yeni canlıya kendi vasıflarını
aktarmalarının bir biçimi belki de en güzel biçimidir.
Söylenmesi gereken bir söz olacaksa o da ünlü Alman edebiyatçı Goethe’nin
dediği söz olabilir: “İnsan kendini yalnızca insanda tanır.” Ezcümle kendini
tanıyan insanın tinsel ve tensel aşka bakışı daha keskin olacaktır. Çünkü
kendini bilen ve tanıyan insan ruhunu neyle doyuracağını çok iyi bilir. Tinsel
aşkın amaç olduğunu ve tinsel aşkın da buna aracılık ettiğini sezinler. Böylece
o tenden hareketle yüce tine ulaşır, varlığının özünü bulur. Zaten var oluş
amacını öğrenmiş olan bir kişi, özgürleşmiş ve hedefine ulaşmıştır. Bu bağlamda
hiçbir çıkarın kendi dışında hiçbir şeyin aracı olmayan bir tinsellik, insanı
özgürleştiren, yücelten tek yaşantıdır (Benjamin, 2001: 8). Belki de insanların
doğduktan sonra hayatta mutlu ve huzurlu olabilmelerinin tek geçerli yolunun bu
yüce yaşantının peşinde koşmakla yakalanabileceğini ilahi kitaplar bize
söylemektedirler. Ancak günümüzde söylenen şeyler o kadar çok ki bizim
katılaşmış ruhumuzla onları algılamamız mümkün görünmemektedir.
İKİNCİ BÖLÜM
ESKİ AHİT’TE
CİNSEL MOTİFLER
Eski Ahit’te Cinsellik
Eski Ahit’te cinsellik denince akla gelebilecek en özlü ve anlaşılabilir
mesaj ya da erkekle dişiye verilen cinsel amaç, üremek ve ilahi yaratımı devam
ettirmektir. “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde
yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak,
‘verimli olun, çoğalın’ dedi (Yaratılış: 1: 27- 28). Pasajda da belirtildiği
üzere ilk insanlara “verimli ol ve çoğal” emri verildi, böylece cinsel ilişki
ırkın devam ettirilmesi için kullanıldı (Parrinder, 2003: 258). Fakat burada
‘verimli olun ve çoğalın’ cümlesi hakkında ünlü Hıristiyan yazar ve piskopos
St. Augustinus, yine bu cümleyi açarak, gerçek anlamda değil mecaz anlamda
şöyle ifade etmektedir: “ Bu cümleyi kelimesi kelimesine alacak olursak, o
zaman ‘verimli olun ve çoğalın’ bir tohumdan doğan her canlıya uygun düşer. Ama
mecaz anlamını ele alırsak, bana göre burada Kutsal Kitap, daha çok bu şekilde
anlamamızı istiyor, bu kutsama boşu boşuna sadece balıklara ve insanlara özgü
değildir. Bunun sayısız örneğini, dünyevi ve ruhsal varlıklarda, yerde olduğu
gibi gökte, doğru olanlarda ve olmayanlarda, ışıkta ve karanlıklarda, Yasa’yı
bize bildiren kutsal yazarlarda buluyoruz. Son olarak bunun sayısız örneğini
gökteki meşaleler gibi bizlerin iyiliği için dağıtılan tinsel armağanlarda ve
canlı ruhta olduğu gibi itidalle düzenlenmiş tutkularda buluyoruz” (Augustinus,
1999: 351). Üreme eylemi bu şekilde sınırlı bir anlamdan çıkartılmış hem
imgesel hem de mecaz bir anlamla genişletilmiştir. Tevrat, üreme edimini basit
bir cinsel eylem olmaktan çıkararak onun sınırını genişletmiştir. St.
Augustinus’un tam da söylemek istediği budur.
Burada önemli bir soru işareti vardır. Yeryüzünde çoğalmak neden bu kadar
önemliydi? Tanrı, kendisini bir neslin zihin zincirine yazdırıp hep hatırlanmak
ve hatırlatmak istemiş olabilir. Aslında bir gerçek var ki o da üremenin sırf
bir boşluğu doldurmak için değil bir boşluğa ad olmakla ilgi olduğudur.
Tanrı’nın Tevrat’ ta
konuşurken
daha ilk cümlesinde bu gerçeği vurgulaması çok ilgi çekici ve derin bir anlam
ifade eder. Artık dünya yaratılmış ve kendisine nimet olacak insanlarını
beklemektedir. Ardından insan bir mitoz bölünme gerçekleştirip çoğalmaya
başladı. Böylece Tanrı perdeyi açıp sahnede boy gösterdi. “Gök ve yer bütün öğeleriyle
tamamlandı. Rab Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu
üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu .”(Yaratılış: 2: 1; 2: 7). Toprak,
böylece şekillenerek dile geldi.
Adem’in yaratılması, tüm insanların yaratılmasının başlangıcı olmuştur.
Böylece insanlık serüveni nefes almaya başladı. İnsanın yaratılış serüveni
konusunda eski Mısır, Hint, Mezopotamya, Babil, İbrani ve Sümerlerin birçok
görüşü mevcuttur. Nitekim insanın yaratılışı konusunda en eski görüşlerden
ikisi Babillilerin ve İbranilerin görüşleridir; birincisi Yaratılış kitabında
anlatılır, ikincisi Babillilerin “Yaratılış Destanı”nın bir parçasını
oluşturur. Kitab-ı Mukaddes’teki öykülere göre ya da en azından bunun
yorumlarından birine göre insan, bütün hayvanları yönetmesi amacıyla kilden
biçimlenmiştir. Babil mitinde insan, en baş belası Tanrılardan birinin bu
amaçla öldürülmesiyle onun kanından yapılmıştı; yaratılış nedeni temelde
Tanrılara hizmet etmesi ve ekmekleri için onların yerine çalışmasıydı (Kramer,
2001: 132). Sümer Mitolojisi, Babil ve Tevrat aynı eksende erkek ve dişinin bu
yaratılış olayını anlatmakta ve anımsatmaktadır.
“Tanrı, insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım, dedi.
Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere,
yeryüzünün tümüne egemen olsun. Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece
insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.
Onları kutsayarak ‘verimli olun ve çoğalın’ dedi. Yeryüzünü doldurun ve denetiminize
alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara
egemen olun.” (Yaratılış: 1: 26- 28). Tanrı, insanı iki cins şeklinde erkek ve
kadın olarak yarattı. Cinselliğin iki cinsiyetini tür olarak, dişi ve erkek
yaratarak ve ayrıca kendi ruhundan ruh üfleyerek onları birbirleri için var
etti. Geçimlerini sağlamaları için gökte, yerde ve denizde onlara birçok nimet
sundu. İnsana kendi dışında yeryüzünde yaşayan diğer canlılara hükmetme
özgürlüğünü bağışladı. Ayrıca Tevrat’taki bu ifadelerde cinsellik karşıtı bir
durum söz konusu değildir.. İnsanoğluna, yeryüzünü tekrar doldur ve onu hizaya
getir; denizin, havanın ve toprağın tüm hayvanlarını “hâkimiyetin altına al”
denilmiştir. Burada herhangi bir şekilde dünyadan el etek çekme yoktur.
Yahudilik genelde cinsellikten kaçınmaya ve çileciliğe karşıdır (Parrinder,
2003: 258). O, haz alma temelinde olmayan fakat çoğalma taraftarı bir anlayış
ekseninde cinselliği ister. Yahudilerin de zaten bu konuda kendilerini
esirgemedikleri Eski Ahit’te görülür. Eğer Tanrı, Yahudilere münzevi bir hayatı
emretseydi o zaman cinselliğe bakış açıları çileci bir perspektifte olurdu.
Fakat Tevrat metinleri Yahudilerin cinselliğe karşı tepki geliştirme gibi bir
savunma mekanizması uygulamadıklarını göstermektedir.
“Sonra Adem’in yalnız kalması iyi değil, ona uygun bir yardımcı
yaratacağım, dedi” (Yaratılış: 2: 18). Kendisinin tekliğini her şartta dile
getiren Tanrı, elbette ki yarattığı insanın kendisi gibi yalnız kalmasına
müsaade edemezdi. Onu çift yaratarak hem kendisinin yüceliğini ve birliğini bir
kat daha ortaya koyduğu gibi hem de erkeğin yalnız kalamayacağını ve insanın
ancak çift çift mutlu olacağını vurgulamıştır. Böylece Adem’den sonra Havva’yı
da ona eş kılarak erkeğin yalnızlığını bir kadınla gidermiş oldu. Tanrı,
yarattığı insana nazire yaparcasına onun tek bir cins olarak yalnız
kalamayacağını belirterek sanki kendi yalnızlığına bir öteki yaratmıştır.
Nitekim ünlü yunan filozofu, “Düşün ki Tanrı da yalnızdır ama kendi
yalnızlığından hiç şikâyetçi değildir”, sözüyle aslında bu gerçeğe vurgu
yapmaktadır. (Epiktetos, 2004: 53). Filozof, bu sözüyle Tevrat’ın sanki
Tanrının dışında hiçbir insanın, yalnız kalamayacağı görüşüne telmihte
bulunmuştur. İlahi dinlerin tek Tanrıcılığa vurgu yapması alışılmış bir
durumdur. Güçlü ve azametli olan Tanrı, büyük ilahi dinlerde bu sıfatını ön
plana çıkararak insanları uyarmıştır. Tevrat’ın genelinde asabi ve tehditkâr
davranan Yehova, İsrailoğulları’nın yoldan çıkmamaları için kendini onlara sık
sık hatırlatmıştır.
“Rab Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Rab onun kaburga
kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga
kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. Adem: ‘İşte bu benim
kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir’ dedi. Ona ‘kadın’
denilecek. Çünkü o adamdan alındı. Bu nedenle adam, annesini babasını bırakıp
karısına bağlanacak. İkisi tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar,
henüz utanç nedir bilmiyorlardı” (Yaratılış: 2: 21- 25). Adem’i önce yaratan
Tanrı, onu uyuttuktan sonra uyluk veya kaburga kemiklerinden birini alıp etle
kaplar ve artık ona kendisinin bir parçası olan eş yaratır. Buna ‘kadın’ adını
verir. Yani Tanrının verimli olun ve çoğalın anlayışını geliştirecek olan dişi
taraf da ikinci bir varlık olarak yeryüzüne gözlerini aralar. Fakat burada
sıkça tartışılacak bir konu ortaya çıkmaktadır. Tevrat’ta kadın neden erkeğin
kaburgalarından yaratılır? Dahası niçin önce erkek sonra kadın yaratılır? Bu
sorulara verilen cevaplar farklı bakış açılarını yansıtsa da hiçbir cevap
olması gereken çözüm olmamıştır. Ama farklı ve çeşitli cevapların verilmesi
erkek ve kadını anlama açısından iyi olmuştur.
Kadının
Adem’den alınan bir kaburga kemiğinden yaratılması, ilk insanın er
dişiliğini belirten bir özellik olarak da yorumlanabilir. Bazı Midraş[2]ların aktardıkları dâhil, başka
geleneklerde de benzer anlayışlar bulgulanmıştır. Er-dişi insan miti oldukça
yaygın bir inancı yansıtmaktadır: Mitolojik atada tanımlanan insan
mükemmeliyeti, aynı zamanda bir bütünlük olan birliği kapsamaktadır (Eliade,
2003: 207). Bu yoruma göre insanın er-dişiliği yani iki cinsiyetin de
vasıflarını üstünde taşıması olayı, pozitif bir durumdur. Çünkü böylece insanın
birliği ve bütünlüğü vurgulanmış olmaktadır. Diğer taraftan burada ilgi çekici
olan nokta, önce Adem’in sonra da Havva’nın yaratılmasıdır. Çünkü bu öncelik
sırası ilk insanın anaerkil bir yapıda mı yoksa ataerkil bir yapıda mı olduğu
problemini anlamlı kılmaktadır. Bu durum genellikle kutsal söylemde kadına can
veren erkektir, anlamına gelmektedir. Yani kadın sonradan yaratılmanın
bedelinden yine kurtulamamaktadır.
Öte taraftan bu konu hakkında söylenen başka bir yorum da çok
enteresandır. Buna göre, çift yeniden yaratılırken döllenme, yani eşeyli üreme
yönteminden değil döllenmesiz üreme, yani eşeysiz üreme yönteminden
yararlanılır ve kadın erkekten doğar. Burada söz konusu olan birleşme değil,
bölünmedir (Sabbah, 1995: 131). İşte asıl karışıklık buradan çıkmaktadır. O da
bölünmenin niçin kadından değil de erkekten hareketle olduğudur. Kanaatimize
göre bölünmenin erkek veya kadından olması pek önemli değildir. Önemli olan,
insan türünün yaratılmasıdır. Çünkü var olmak hangisi daha önce var oldu,
sorunsalından daha önemlidir. Burada cinsiyetin önceliğini sorun yapmak yerine cinsiyetlerin
niçin var olduğu sorununu ön plana almak daha mühim olacaktır. Çünkü insan,
çoğu zaman baktığı yerden görmek ister. İnsanın yaratılış olayını sürekli
popüler olan bir anlayışla yorumlamaya kalkışmak bizi cevaba götüren doğru
yoldan saptırabilir. Bu bağlamda ataerkillik veya anaerkillik etrafında
oluşturulan bir kısır döngü, Tanrının cinsiyetleri yaratış felsefesini
belirsizleştirebilir. Yaratılış öyküsünü, kadın ve erkeği iki kutba ayırıp bu
olaya muhakkak ikisinden birinin gözüyle bakmak ve ona göre haklı olanı ortaya
koymak kanaatimizce insana haksızlık yapmaktır. Ama bu durum yine de
cinsiyetlerin önceliği üstüne söz söylememek gerektiği anlamına gelmez.
Ataerkil bir düzeninin dilinin bize söyledikleri ilginçtir. Temsili dil
anlayışı, ontolojik ve işlevsel açıdan kadınların erkeklere nispetle ikinci
derecede olduğuna dair efsanenin oluşumuna zemin hazırlarken; büyüsel din
anlayışı, kadın varlığının bu efsane doğrultusunda tarihsel olarak
şekillenmesine yol açmaktadır. Böylece, temsili dil anlayışı, erkek merkezli
düşünme modelinin ve ön yargıların teşekkülünü mümkün kılarken; büyüsel dil
anlayışı, bu modelin tarihsel hadiseler içinde somutlaşması, yani kadınların
erkeklerin tahakkümüne boyun eğmesi anlamında geçerlik kazanmasına yol açmaktadır.
İki dil anlayışının birbirini tamamlayarak ataerkil çarkın dönmesine ve bu çark
içinde kadınların tarihsel algı ve kimliklerinin belirlenmesine ‘kendi kendine
gerçekleşen kehanet’ deyimiyle işaret edilmektedir (Tatar, 2000: 50). Sorunu
somutlaştırmak açısından dışarıdan bakıldığında ister büyüsel din anlayışı
isterse temsili din anlayışı, kadın veya erkeği merkeze almaya çalışsın
nihayetinde Tanrı onları birbiri için yaratmıştır. Burada gizli bir cinsel
iktidar kavgası yerine insanlığın tarihinin gelişmesi ve Tanrıyı bilinçlerinde
saklaması gerçeği vardır. Kadın ve erkek olarak yaratılış, bir üreme ve bunun
altında Tanrı’ya itaat eden kullar yaratma olgusunu taşır. Kadını ve erkeği
birbirine öteki kılarak bunun üzerinden epistemik bir gerçeklik yaratmak Tanrı’nın
insanı yaratış amacına uygun düşmez. Bunun yerine iki cinsin birbiri ve Tanrı
için yaratılmış olduğunu belirtmek daha gerçekçi olacaktır. Esasında Eski
Ahit’in söylemek istediği fakat inananların söyletmediği şey budur.
İlginç
olan, Kutsal Kitabı okumaya başlayınca karşılaşılacak ilk gerçek, Tanrı’nın
emirlerini verirken, yasak ve ödülün ne olduğunu gösterirken hep bir cinse
seslenmesidir. Bu cins, erkeklerdir. Tanrı, sürekli olarak erkeklere seslenir,
onları muhatap alır (Çalışlar, 1991: 10). Bu durumda Eski Ahit’in geneline bakıldığında
neredeyse her pasajda ataerkillik fışkırmasına rağmen Havva’nın konumu
kafaları karıştırmaktadır. Eril olan Adem’den dişil Havva’nın ortaya çıkması ve
Havanın bereketli rahmiyle sonraki nesil zinciri için döl üretiyor olması,
gerçekten tuhaf ve ilginçtir. Yani Eski Ahit’te erkek cinsine seslenme ön
plandayken ve kadın erkeğin kaburgasından yaratılmışken ondan sonra kadının
devreye girip soyları üretme işlevini üstüne alması, enteresan bir durumdur.
Onun için yaratılışın mahiyeti ne olursa olsun erkeğin bir adım öndeliği sık
sık kabul edilen bir gerçeklik olmuştur. Fakat üreme eylemini daha sonra
sürdürecek olan cinsiyet de kadındır. Bunu Tevrat’ın bakış açısından doğrulamak
belki mümkündür. Havva’nın cennette Adem’e bilgelik ağacının meyvesini
yedirtmesi ve bunun onu suçlu olduğunu göstermesi, Havva için bir
talihsizliktir. Bu talihsizliğin sonucu olarak kadın hem acı çekmekle
cezalandırılmış hem de erkek tarafından yönetilmeye mahkûm bırakılmıştır. “Rab
Tanrı kadına, çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim, dedi. Ağrı çekerek
doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.” (Yaratılış: 3:
16). Bu pasajlar erkeğin kadını ezdiği görüşünü destekleyenlerin kullandığı
argümanlardır. Buna göre kadın erkeğe suç işletmiş ve böylece erkeğin Tanrı’nın
sözüne ihanet etmesine neden olmuştur. Bunun tek suçlusu ise kadındır.
Bir başka konu da ilk çiftin ismi meselesidir. Adem ve Havva isminin
Musevi kültüründe nereden çıktığı ve ne anlama geldiği ayrıca bu adların gizinin
ne olduğu tartışması üzerinde biraz durmak gerekirse; “Adem” kelimesinin
yapısında belirsizlik ve birkaç anlama gelme ihtimali bulunmaktadır. Bununla
birlikte Adem kelimesi, toprak, esmer, kırmızı, yerin kabuğu ve yerin tozu gibi
anlamlara gelmektedir. Kelimenin Arapça, İbranice veya başka bir dilden olması
anlamını etkilememektedir (Erdem, 1993: 13). Kutsal Kitap’ta, Havva adının
nereden geldiği konusunda ise bir işaret bulunmamakla birlikte dinlerde ilk
kadın ve Adem’in ilk eşi olan “Lilith”in Adem’i terk etmesinden sonra, onun sağ
tarafından alınan on üçüncü kaburga kemiğinden yaratıldığı nakledilmektedir.
Havva İbranice bir kelime olup hayat anlamına gelen “Hay” veya “hayay” kökünden
gelmiştir (Erdem, 1993: 34- 35). Bu anlamda Adem’i bütünleyen yaşamın diğer
parçasıdır.
Tevrat’ta böylece Adem’in kemiklerinden bir kemik ve etinden bir et olan
Havva, Adem’in bilgelik ağacının meyvesini yiyip çıplaklığın ne olduğunu ifşa
edinceye kadar, tıpkı diğer yarısı olan erkek gibi çıplaklık ve utanma nedir
bilmez haldedir. Bir süre sonra Adem, Tanrı’nın yasaklamış olduğu meyveden yer
ve ilk günahın sarhoşluğuyla tüm âlemin ters yüz olduğunu görür. Olan olmuş ve
insan artık çıplak olduğunu fark etmiştir. Hemen cinsel organlarını gizlemeye
çalışmıştır. Çünkü çıplaklık görülmek ve utanmak demektir. Bunda yılanın da
etkisi vardır. “Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen Rab Tanrı’nın sesini
duydular. Ondan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. Rab Tanrı, Adem’e,
‘neredesin?’ diye seslendi. Adem bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü
çıplaktım bu yüzden gizlendim, dedi. Rab Tanrı, sana çıplak olduğunu kim
söyledi? Diye sordu. Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin? Dedi. Adem
yanıma koyduğun kadın, ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim, diye
yanıtladı. Rab Tanrı kadına, nedir bu yaptığın? Diye sordu. Kadın, yılan beni
aldattı o yüzden yedim, diye karşılık verdi.” (Yaratılış: 3: 8-12). Bu pasajda
kadın ve yılan motifi iç içe geçmiştir. Burada kadın ve çıplaklık cinselliğin
bir tarafı; yılan korkunun, coşkunun ve heyecanın diğer tarafıdır. Yılan
kavramı, ilginç olması sebebiyle üstüne düşünülmesi gerekmektedir.
Adem’in yasak meyveyi yemesinde rol oynayan unsurlardan birisi olan yılan,
insanın utanmasına sebep olmuşsa onun da utanmanın bir sembolü olabileceğini göz
ardı etmemek gerekir. Zehirli olması ve şekil olarak Adem’in cinsel organına
benzemesi ayrı bir bilinmezliktir. Yılan, yaygın bir fallik semboldür ve bazı
ülkelerde insana cinsel ilişki kurma yöntemlerini öğrettiği kabul edilir.
Yaratılış pasajlarında yılan meyveyi yediklerinde “gözlerinin açılacağını ve
Tanrılar gibi olacaklarını, iyiyi kötüden ayırt edeceklerini” söylüyordu
(Parrinder, 2003: 259). Burada, yılanın doğru ve yanlışı ayırt eden ve Adem’e
yol gösteren bir sembol olması ayrıca kayda değer bir husustur. Bu öyküde
özellikle yılanın seçilmiş olması muhtemelen zorlama bir yorumla cinsellikle
ilintilendirilebilir fakat burada daha önemli olan onun suça ortak olmasıdır.
Olayı mitolojik bir kaygıdan uzak tutarak ifade edersek yılanın sinsiliği ve zehriyle
ürkütücülüğü, Tanrı, Adem ve Havva arasındaki uyumu bozmuştur.
Sonuçta,
yılan bir günaha ortak olmuş ve bunun bedelini sürünüp toprak yiyerek
ödemiştir. Ayrıca günahın diğer öğesi olan kadın da doğum esnasında acı çekme
cezasına layık görülmüştür. Yılan, kadın ve Adem’in sahneye çıktığı bu bölüm
gerçekten yoruma açıktır. Oldukça gizemli olan bu bölüm, sayısız yoruma kapı
aralamıştır. Fonda görünenler iyi bilinen mitolojik bir simgeyi
hatırlatmaktadır: Çıplak Tanrıça, mucizevî ağaç ve onun bekçisi yılan. Ama
zaferi kazanıp hayat simgesini (mucizevî meyve, gençlik çeşmesi, hazine vs.)
ele geçiren bir kahraman yerine, Tevrat anlatısı, Adem’i yılanın kalleşliğinin
saf kurbanı olarak sunar (Eliade, 2003: 208). Yani kötü olan insanoğlu değil
onu kandıran yılandır. Diğer taraftan Tanrı’nın aklı olmayan hayvanı, aklı olan
insanla ortak bir paydada buluşturması Tevrat’a mitolojik esintilerin
karıştığını göstermektedir.
İlk insanın masumiyetini ortaya koyan bu durum, Tevrat’ın insanın lehine
olan tavrını ortaya koyar. “İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını
anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar”
(Yaratılış: 3: 7). İlk günah esnasında Adem’in hangi meyveyi yediği ve bunun
bir cinsel öğeyle ilişkisi olup olmadığı ayrıca başlı başına bir tartışma
konusudur. Tevrat’ta bununla ilgili açık bir vurgu yoktur. Yani Adem’le
Havva’nın yedikleri meyvenin adı verilmemiştir; fakat kesinlikle elma değildir,
muhtemelen bir sembolizm taşıyan incir veya şeftali olabilir. Meyveyi yedikten
hemen sonra Adem’le Havva çıplak olduklarının farkına vardılar ve kendilerini
incir yapraklarıyla örttüler (Parrinder, 2003: 259). Gerek incir ve gerekse de
şeftali, şekilleri itibariyle cinsel organlarla ilintilidir. Aslında öyküde,
incir yapraklarıyla örtünen çiftin bereket ve bolluğun sembolü olan bu meyveyle
kurdukları bağ, muammadan öte açıklayıcı tarafları olan bir unsurdur.
Adem ve Havva kıssasını eleştirel yönden değerlendirmek de mümkündür.
Eleştirenlerin bakış açısına göre bu kıssa hayal ürününden ibarettir. Bunların
başında İlhan Arsel gelir. Bu bakış açısı bağlamında Kitab-ı Mukaddes’in
yazdığına göre Tanrı, daha insan neslini yaratmaya karar verdiği andan itibaren
kadına haksızlık yapmakla işe başlamıştır. Çünkü bir kere erkeği topraktan
yaratmış ve Aden Bahçesi’ne koymuş ve belli bir ağaca dokunmaması için onu
uyarmıştır. Daha sonra onun kaburga kemiğinden kadını yapmış fakat ona, Adem’e
yapılan uyarıyı yapmamıştır. Bu hatırlatmayı Havva’ya muhtemelen Adem yapmış
olmalıdır.
Öte yandan kadını ayartan ve yasak meyveyi yemeye kışkırtan yılandır ve
yılan bunu yalan ve dolana başvurarak yapmıştır. Eğer bu taktiğini kadına karşı
değil de Adem’e karşı uygulamış olsaydı, hiç kuşkusuz yasak meyveyi ilk yiyecek
insan, erkek olacaktı. Eğer Tanrı, söylendiği gibi bütün varlıkların ve
mahlûkatın kaderini çizen güç ise, yılanın Adem yerine kadını aldatmış
olmasının nedenini de bu güçte aramak gerekmez mi?
Yasak emri kendisine verildiği halde Adem, Havva’nın sözüne uymuş olmakla
sorumluluktan kurtulmuş değildir. Fakat bütün bunlara rağmen Tanrı, esas cezayı
kadına layık görmüş, onu ağrılar içerisinde çocuk doğurmaya mahkûm etmiş ve
kocasına boyun eğer duruma itmiştir (Arsel, 1995: 72). Adem ve Havva motifi
cinselliğin değerlendirilmesi bağlamında yoruma açık bir hikâyedir. Birçok
farklı bakış açısına göre yorumlanabilecek bu olayı, insanın müntesibi olduğu
din, ideoloji veya görmek istediği perspektif açısından bakması esasında çok
doğaldır.
Öte yandan, Eski Ahit’te cinselliğin kutsal olmasının nedeni, Tevrat’ın
cinselliği başka bir sözcükle özdeşleştirmesidir. Cinsellik, Tevrat’ta ilk
olarak kadın ve erkeğin birleşmesi anlamında kullanılmıştı. Ayrıca Tevrat’ta
cinsellik için diğer bir sözcük de ”tanımak” tır. Tevrat, ideal cinselliği
“tanımak” olarak tarif ederek, fiziksel eylemi samimi ve anlamlı bir ilişki
düzeyine yükseltmektedir. Cinselliğin herhangi bir önemi olacaksa, iki kişinin
birbirlerinin özü hakkında derin bir bilgiye sahip olmaları gerekir. İki kişi
Tevrat’ın dediği gibi “bir beden” olmalıdır. Tek beden olmak fiziksel yakınlık,
duygusal birlik ve birbirinin karşılıklı olarak farkında olmanın aynasıdır.
Tanımadan yapılan cinselliğin en fazla yapabileceği, orgazma yol açmaktır.
Birbirine önem veren ve paylaşan iki kişinin birbirini en yakın şekilde
tanıması sadece kendilerinden geçmesini değil, yüce bir kutsallık durumuna
ulaşmasını da sağlayabilir (Durant, 2006). Zaten Eski Ahit’in dilinde eğer
cinsel eylem normal bir şekilde karı koca arasında geçmişse bu olay için
birbirlerini bildiler veya tanıdılar fiilleri kullanılır. Fakat yasak bir
cinsel ilişki söz konusuysa daha çok birbiriyle yattılar fiili kullanılır.
Nihayetinde cinsel ilişki kavramı ister tanımak isterse de yatmak anlamında
kullanılsın Yahudiliğin asıl üstünde durduğu nokta bu ilişkinin somut bir şeyle
sonuçlanmasıdır. Yani dünyaya bir Yahudi getirmek ve soyu saf tutup
sürdürmektir. Bunun için Eski Ahit’te cinsellik sadece kavram düzeyinde ele
alınan bir olgu değildir. O, aslında Eski Ahit’in ısrarla üstünde durduğu ve
kişilerin bunu yapması için kutsal emirlerle ısrarla vurgulanan bir davranış
biçimidir. Yahudiler bu söylenenlere ciddiyetle inanarak verimli olup
çoğalmanın peşinde koşmaktadırlar ancak sadece kendi kimlikleriyle bu çoğalmayı
gerçekleştirmek istemektedirler.
Çıplak, üstünde bulunması gereken giysi, örtü vb. bulunmayan demek iken
çıplaklık, çıplak olma durumudur (Türkçe Sözlük, 1998: I, 477). Çıplak olma
kavramı insanın zihninde utanmayla karşılık görmüştür. Onun için ilk insandan
günümüze kadar insanlar genellikle çıplaklıklarını örtme gereği duymuşlardır.
Çünkü toplumsal bir varlık olan insan, başkalarının arasında bir yaşam
sürdüğünü bildiğinden vücudunu herhangi bir örtü veya giysiyle örtmeyi gerekli
görmüştür. Çıplaklığı örtme, bir anlamda mahremiyetini gözlerden saklamadır.
Tevrat, Yaratılış bölümünde Adem’in nasıl çıplak kaldığını ve bunun
sonucunda utanma belirtisi gösterdiğini anlatmaktadır. Çıplaklık kavramı artık
ilk insanın zihnine ayıp olan ve saklanması gereken bir kavram olarak
kodlanmıştır. Bundan sonra Tevrat, bu cinsel kavramı oldukça sık kullanacaktır.
Adem ve Havva’nın çıplak bedenlerinden sonra Nuh’un ve çocuklarının çıplaklığa
bakış açıları bu kavramı belirginleştirmemize yardımcı olacaktır. “Nuh
çiftçiydi, ilk bağı o dikti. Şarap içip sarhoş oldu, çadırının içinde
çırılçıplak uzandı. Kenan’ın babası olan Ham, babasının çıplak olduğunu görünce
dışarı çıkıp iki kardeşine anlattı. Sam ile Yafet bir giysi alıp omuzlarına
attılar, geri yürüyerek çıplak babalarını örttüler. Babalarını çıplak görmemek
için yüzlerini öbür yana çevirdiler.” (Yaratılış: 9: 20- 23). Görüldüğü üzere
bu pasajlar, Adem’den sonra gelen insanların çıplaklık kavramını
benimsediklerini ve ona ayıp, utanılacak bir davranış olarak baktıklarını
belirtmektedir. Adem’e öğretilen adların daha sonraki nesiller için bir kavram
geleneği oluşturduğu ortadadır. Burada kayda değer olan husus, insanın zihin
dünyasına giren, çıplak olmanın ayıp ve utanılacak şey olduğu gerçeğinin
Tevrat’ta işlenmiş olmasıdır. Nuh peygamberin sarhoş haldeyken yani çıplak
olduğunun bilincinde değilken, ayıp davranışının çocukları tarafından
örtülmesi, aslında onun çocuklarının çıplak olmanın gerçekten utanılacak ve
saklanacak bir davranış olduğunu fark ettiklerini göstermektedir. Çünkü bu
cinsel sembol, Yahudi toplumunun kültürüne girerek o toplumun artık bir parçası
olmuştur.
Çıplaklık kavramını cinsel organların görülmesi bağlamında ele aldığımızda
yıkanma esnasında başkası tarafından görülen vücutların utanması yani görülen
kişinin utanması da ilginç bir motiftir. Kitab-ı Mukaddes’in indiği tüm
toplumlar açısından düşündüğümüzde bu gerçeği yine görebilmekteyiz. Örneğin bir
erkeğin istemeden de olsa ara sıra başka bir erkeğin cinsel organını görmesi
kaçınılmaz olduğundan, bu durumun yaşanmaması için bir erkeğin -tıpkı
Romalılarda olduğu gibi- babasıyla, kayınpederiyle, hatta bazı yörelerde kendi
erkek kardeşiyle yıkanmasına bile izin verilmezdi. Aksi takdirde yıkanırken
cinsel organını gördüğü için Nuh tarafından lanetlenen Ham’ın durumuna
düşebilirdi (Duerr, 1999: 75- 76). Çünkü Ham’ın içine düştüğü durum ayıplanacak
ve hoş görülmeyecek bir durumdu. Özellikle o çağın insanı çıplaklığı ayıp bir
davranış olarak nitelendirmişti.
Günümüz modern dünyasında bile hala çıplaklık, görüldüğünde saklanması
gereken bir öğedir. Ama çıplaklık çağımızda kadın ve erkek cinsel organlarına
indirgenmiştir. Bedenin diğer tarafları nerdeyse çıplaklık alanına
girmemektedir. Bir vücut yalnızca en çıplak haliyle çekici olmayıp göze hoş
görünmeyebilir. Fakat yine de gösterilmesi bir sakıncadır. Diğer taraftan
örtüye sarınmış bir vücut daha cazibeli olabilir. Ama asıl önemlisi vücudun
çekiciliği değil onun çıplak olduğunda gösterdiği apaçık görüntüdür. İşte o bu
haliyle sürekli görülmesi gereken bir şey değildir.
Tevrat’ın çıplağa vurgu yaptığı pasajlar oldukça fazladır. “Kadın ağacın
güzel, meyvesinin yenmek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu
gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de
gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip
kendilerine önlük yaptılar” (Yaratılış: 3: 6- 7). Çıplak olma bu pasajlarda
saklanması gereken ayıp bir davranış olarak nitelendirilmektedir. Bilgelik
ağacını izinsiz yiyen çift, artık yakalarından bir türlü silkemeyecekleri bir
sorumlulukla yaşayacaklardır. Çıplaklıklarını her zaman saklayacak ve insana
dair kötü ve iyi olan ne varsa hepsini yaşayacaklardır. Çünkü onlar,
kendilerinin farkına varmadığı Tanrı’nın verdiği birçok nimetin içinde
yaşarlarken, bu olanakların hepsini ellerinin tersiyle itmişlerdir.
“Davut’un
Rama’nın Nayot mahallesinde olduğu haberi Saul’a ulaştırıldı. Bunun üzerine
Saul, Davut’u yakalamaları için ulaklarını oraya gönderdi. Ulaklar Samuel’in
önderliğinde bir peygamber topluluğunun, oynayıp coştuğunu gördüler. İşte o
zaman, Tanrı’nın ruhu Saul’un ulaklarının üzerine indi. Onlar da oynayıp
coşmaya başladılar. Saul olup bitenleri duyunca, başka ulaklar gönderdi. Onlar
da oynayıp coştular. Saul’un üçüncü kez gönderdiği ulaklar da öncekiler gibi
yaptı. Sonunda Saul kendisi Rama’ya doğru yola çıktı. Seku’daki büyük sarnıca
varınca, Samuel ile Davut neredeler? Diye sordu. Biri, Rama’nın Nayot Mahallesi’nde,
dedi. Saul Rama’daki Nayot’a doğru
ilerlerken, Tanrı’nın ruhu onun üzerine de indi. Nayot’a varıncaya dek yol
boyunca oynayıp coştu. Giysilerini de çıkarıp Samuel’in önünde oynayıp coştu.
Bütün gün ve gece çıplak yattı. Halkın, Saul da mı peygamber oldu? Demesi
bundandır” (I. Samuel: 19: 18- 249). Bu çok ilginç ve şaşırtıcı bir olaydır.
Saul’un oynayıp coşması ve tüm gün boyunca çıplak yatması bu cinsel motifi
eğlence gibi kullanması bir o kadar tuhaftır. Acaba Saul Tanrı’nın ruhu üstüne
indi diye mi yoksa sevincinden dolayı mı çıplak olarak yatmaktadır? Her ne
olursa olsun Saul, çıplak ve utanmasız bir görünüşle çıplaklığını ortaya
koymaktadır. Ayrıca eğlendiğini göstermek için tüm gün ve gece çıplak olarak
yatmaktadır. Belki de çıplak olmayı, eğlencenin ve sevincin son raddesi olarak
görmektedir.
“Geceyi giysisiz, çıplak geçiriyorlar, Örtünecek şeyleri yok soğukta.
Dağlara yağan sağanaktan ıslanıyor,
Sığınakları olmadığı için kayalara sarılıyorlar,
Öksüz memeden uzaklaştırılıyor,
Düşkünün bebeği rehin alınıyor,
Giysisiz, çıplak dolaşıyor,
Aç karnına demet taşıyorlar” (Eyüp: 24: 7- 10).
Burada fakirlerin tasviri yapılırken onların çıplak olmalarına vurgu
yapılmaktadır. Çıplaklık kavramının bir anlamı da hiçbir şeyi olmamaktır. Eyüp
bu tür insanların yokluk içindeki durumlarını giysisiz ve çıplak olarak
tanımlamaktadır. Aynı tema Yeşeya bölümünde de vardır:
“Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi?
Barınaksız yoksulları evinize alır,
Çıplak gördüğünüzü giydirir,
Yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezsiniz” (Yeşeya: 58: 7).
Yine burada yoksulluk yani hiçbir şeyi olmamak, giysisiz ve çıplak olmakla
anlatılmıştır. Cinsel bir figür olan çıplaklık, bu ifadelerde toplumsal bir
durumu da dile getirmektedir. Halkın çıplaklığı, aslında fakirlik olan
toplumsal yarasıdır.
“Asur ordusunun başkomutanı, Asur kralı Sargon’un buyruğuyla gelerek
Aşdot’a saldırıp kenti ele geçirdiği yıl Rab, Amots oğlu Yeşeya aracılığıyla
şöyle dedi: ‘Git, belindeki çulu çöz, ayağındaki çarığı çıkar.’ Yeşeya denileni
yaptı, çıplak ve yalın ayak dolaşmaya başladı” (Yeşeya: 20: 1- 2). Çıplaklık
teması bu metinde Rab’in sözüyle bir istek olarak gerçekleştirilmekte ve Yeşeya
yalın ayak ve çıplak olarak dolaşmaktadır. Çıplak olma buyruğunun özellikle
niçin istendiği çok enteresandır. Genellikle arınma ve saflığın simgesi olan
çıplaklık, Yeşeya tarafından bir ayin gibi sergilenmektedir.
Son olarak Eski Ahit’in Mika bölümünde çıplaklık özgürlük, kendini
serbestçe bırakış anlamında kullanılmıştır. Ayrıca üzüntünün verdiği
sarhoşlukla bir protesto da söz konusudur. Haksızlığa, eleme, çıplak ve
yalınayak dolaşarak isyan etmektedir. Bu bağlamda Mika’nın pasajları çıplaklığın
başka bir yönüne ışık tutmaktadır:
“Ben Mika, bundan ötürü ağlayıp ağıt yakacağım
Çırılçıplak, yalın ayak dolaşacağım,
Çakal gibi uluyup baykuş gibi öteceğim” (Mika: 1: 8).
Eski Ahit’te Cinsellikle İlgili Tensel
Motifler
Eski Ahit, cinsellik motifleri içeren bir Kutsal Kitap olarak yoğun bir
şekilde tensel ifadelerden yani cinsellikle bir şekilde ilgisi olan organlardan
bahseder. Bunlar özellikle kadın bedeninden hareketle tasvir edilen tensel
organlardır. Dudak, ağız, burun, saç, boyun, meme, kalça, bacak ve penis
motifleri bunlardan yalnızca bir kaçıdır. Özellikle cinselliğin aşk ekseninde
fakat üreme temelli bir cinsel diyalektikle, işlendiğini görürüz. Eski Ahit’te
cinselliği yalnız sıradan insanlar değil krallar, soylu insanlar ve
peygamberler de yaşar. Bu ilk bakışta normal karşılanabilir. Ancak adı anılan
cinsellik şehvet kokan cümlelerle dile getirilir. Özellikle Ezgiler Ezgisi
bölümü Tanrısal aşk sembolü adı altında insansal boyuttaki tensel aşk üzerinde
durur. Kadın ve erkek, aşklarını arzulu ve tutkulu kur süreçleriyle belli
ederler. Birbirlerine şairane sözcükler söyleyerek tenlerini çekici kılarlar.
Erkek ve kadının diyaloglarında adeta kavramsal bir orgazm yaşanır. En sonunda
âşıklar tattıkları şehvetin hayalini durmadan anarlar. İşte tene yükledikleri
bu coşku dudaklarda, memelerde ve diğer cinsel motiflerde soluk bulur. Kadının
ağız, dudak, bağır, dil, burun, kulak, gözlerin rengi, çene ve boyun gibi,
hemen her an göz önünde olduğu için kolayca görülebilen kimi fiziksel
özellikleri, hem kadının heyecan duyma kapasitesi hem de dölyolunun biçimi ve
boyutları üstüne kesin bilgiler verir. Üç öğe, yani kadının fiziksel
özellikleri, cinsel organın biçimi ve heyecan potansiyeli üçlü ayna oyunu
gibidir. Bu öğelerden her biri diğer iki öğeyi yansıtır, onlara yansır ve bütün
bu yansımalar “omniseksüel” kadını temsil eder (Sabbah, 1995: 38). Yani erkeğin
zevkine ve iştahına bütünüyle uygun kadın tipolojisini belirgin kılar. Böyle
bir kadın tamamen cinsel öğelerle yüklü ve erkeğin tüm cinsel tatminlerini hakkıyla
yerine getirebilecek niteliktedir. Eski Ahit cinsellikle yüklenmiş bu organları
özellikle Ezgiler Ezgisinde çokça kullanır. Erkek ve kadın seksüalitesini
ortaya koyan ve cinsel uyarıcılığı yüksek olan tenin bu bölümleri, Eski Ahit’te
üzerine şiirsel ifadeler yazılacak kadar değerlidir.
Erotik evrende “gerçek”, cinsel organlara indirgenen bir gerçektir; bu
evrende gerek erkekler gerekse kadınlar kendilerini tüm benlikleriyle sunarlar.
Onları harekete geçiren tek ve biricik amaç, en dar anlamıyla cinsel hazdır.
Cinsel haz ise şudur: Kollar, bacaklar, memeler, döl yolu, fallus gibi maddi
boyutlarına indirgenmiş iki fetiş beden arasında gerçekleşen ve tümüyle mekanik
sayılabilecek bir dizi dokunuştur. Orgazma gelince, bu nihai hedef, kendisi de
mekanik olma özelliği gösteren bir sürecin çevresinde gelişir ve bu sürece
eklemlenir, bu da ereksiyondur (Sabbah, 1995: 84). Erkek, ereksiyon olarak
hazzın tadını çıkarmaya hazırken kadın da orgazma hazır olmak suretiyle
kendinden geçmenin sarhoşluğunu yaşamak ister. Bu hazır oluş halleri de cinsel
organların birbirine kavuşma kaygılarını dile getirir.
Ezgiler Ezgisi, sürgünlükten sonraki zamanlarda gelişen dünyevi, tatlı ve
güzel aşk şarkılarını, maşuk ile maşuka arasındaki maceraları, konuşmaları pek
şairane anlatmaktadır. İsrail’de bu kitap yani şehevi aşkı anlatan eser, Allah
ile kendi nişanlısı sayılan İsrail milleti arasındaki sevginin bir sembolü
olarak telakki edilmiş, şarkılar bu bakımdan mukaddes kitaba sızmıştır.
Süleyman’ın bir eseri olduğu iddia edilen bu kitap, Hıristiyanlıkta mistik
manada anlaşılmış, ya İsa ile kilise arasındaki muhabbetin güzel bir sembolü
yahut da kalbin İsa’ya karşı duyduğu aşkın bir ifadesi olarak kabul edilmiştir
(Schimmel, 1999: 138). Bu minvalde Ezgiler Ezgisi’nde yoğun cinsel ifadeler
bulunmaktadır. Bu bölüm özellikle tene dair aşkın ipuçlarını açıkça gözler
önüne sermektedir.
Tene dair aşkın temel nedeni aslında arzudur. Ona kapılmak, onu istemek ve
onunla hemhal olmak arzunun biricik amacıdır. Eski Ahit, arzuyu güzel bir his saymakla
birlikte onu günah derecesinde istemenin yasak olduğunu da söylemektedir. Arzu,
ancak
yasak yollarla arzulanmalıdır. “Gözlerimle antlaşma yaptım, şehvetle bir kıza
bakmamak için” (Eyüp: 31: 1). Cümleleri şehvet ve arzunun çekiciliğini ve
vücudu günah işlemek için kasıp kavurduğunu dile getirir. Fakat damarları saran
ve insanın beynindeki kanı coşturan şehvet ve arzu bir şekilde susturulmalı
veya ona gem vurulmalıdır. Yoksa o kendini bir günah olarak sürükleyip taşar.
“Öfkelenebilirsiniz ama günah işlemeyin; iyi düşünün yatağınızda susun”
(Mezmurlar: 4: 4). Susun ki arzu taşmasın, insanın benliğine ve ruhunu zarar
vermesin. Fakat Eski Ahit, tüm uyarılara rağmen bazı kişilerde arzunun
dinmediğini ve kontrol altına alınmadığını söylemektedir. Arzunun insandaki
yıkıcılığının nedenini özellikle kadına yükler. İnsan soyunun devam ettiricisi
kadın bir şekilde arzunun da doğurucusu ve müsebbibi olarak kabul ettirilir.
“İnsan gerçekten temiz olabilir mi? Kadından doğan biri, doğru olabilir mi?” (Eyüp:
15: 14). Kadın, kirli sayılarak günaha eğilimli olduğu vurgulanmak
istenmektedir. Adem ve Havva’nı yaratılış olayına telmihte bulunan bu
pasaj, kadının hala bedel vermekte olduğunu göstermektedir.
Arzu, yüzyıllar boyunca olağanüstü bir değişkenlikle kılıktan kılığa
girmiş, taban tabana zıt amaçlara hizmet etmiş, bir oyuncu gibi tarihte birçok
farklı rol oynamıştır: Bazen komik, bazen trajik, bazen basmakalıp klişeleri
yeniden üreten basit roller; bazen de deneysel, karmaşık ve özellikle esrarlı
kılınmış roller. Bu daha başka terkiplerin, başka heyecanların da mümkün
olduğunu gösterir (Zeldin, 2000: 132). Arzu neyi gösterirse göstersin, kendini
tende belli eder. Bu kimi zaman cinsel organlar olurken kimi zaman boyun, ağız
kimi zaman da kalça veya memeler olur. Fakat var olan gerçek arzunun kendisini
bedende dışa vurmasıdır. Eski Ahit’te adı geçen bu tensel motifleri çokça
bulmak mümkündür. Bunları ana hatlarıyla belirtmek konumuzun açıklığa kavuşması
için önemli olacaktır.
Eski
Ahit’te Dudak ve Ağız Motifi
“Beni dudaklarıyla öptükçe öpsün!
Çünkü aşkın şaraptan daha tatlı” (Ezgiler Ezgisi: 1: 2).
Al kurdele gibi dudakların,
Ağzın ne güzel!
Peçenin ardındaki yanakların
Nar parçası sanki!” (Ezgiler Ezgisi: 4: 3).
“Ey yavuklum, bal damlar
Dudaklarından,
Bal ve süt var dilinin altında,
Lübnan’ın kokusu geliyor giysilerinden”
(Ezgiler Ezgisi: 4: 11).
“Yanakları güzel kokulu tarhlar gibi,
Nefis kokuları saçıyor,
Dudakları zambak gibi,
Mür yağı damlatıyor” (Ezgiler Ezgisi: 5:
13)
“Ağzı çok tatlı,
Tepeden tırnağa güzel,
İşte böyledir sevgilim, böyledir yârim
Ey Yeruşalim kızları” (Ezgiler Ezgisi: 5:
16).
Yukarıda Ezgiler Ezgisi bölümünden alınan parçalar, ağız ve dudak
motifinin nasıl dile getirildiğinin güzel örnekleridir. Dudaklardan ve ağızdan
bal damlaması, yanakların güzel kokular saçan tarhlara benzetilmesi ve öpülen
dudakların şehvet veren çekiciliği bu motifin ne kadar ilginç resmedildiğini
göstermektedir. Kutsal bir metnin cinsel öğelerle ifade edilmesi hakikaten
enteresan ve bir o kadar da anlamlıdır. Çünkü dilin sınırları insanın
dünyasının sınırlarıdır. Bu bağlamda Ezgiler Ezgisi, Eski Ahit’in dilini ve
dolayısıyla dünyasını bize ifşa etmektedir.
Eski Ahit’te Saç, Göz, Burun ve Boyun
Motifi
“Firavunun arabalarına koşulu Kısrağa
benzetiyorum seni, Aşkım benim!
Yanakların süslerle,
Boynun gerdanlıklarla ne güzel!
Sana gümüş düğmelerle
Altın süsler yapacağız” (Ezgiler Ezgisi: 1:
9- 11).
“Ah ne güzelsin, aşkım, ah ne güzel!
Gözlerin tıpkı birer güvercin” (Ezgiler
Ezgisi: 1: 15).
“Kaya kovuklarında,
Uçurum kenarlarında gizlenen
Güvercinim!
Boyunu posunu göster bana,
Sesini duyur;
Çünkü sesin tatlı, boyun posun
Güzeldir” (Ezgiler Ezgisi: 2: 14).
“Ah ne güzelsin, aşkım, ah ne güzel!
Peçenin ardındaki gözlerin
Güvercinler gibi.
Siyah saçların Gilat Dağı’nın
Yamaçlarından inen
Keçi sürüsü sanki” (Ezgiler Ezgisi: 4: 1).
“Boynun Davut’un kulesi gibi,
Kakma taşlarla yapılmış,
Üzerine bin kalkan asılmış,
Hepsi de birer yiğit kalkan” (Ezgiler
Ezgisi: 4: 4).
“Akarsu kıyısındaki
Güvercinler gibi gözleri;
Sütle yıkanmış,
Yuvasındaki mücevher sanki” (Ezgiler Ezgisi: 5: 12).
“Fildişi kule gibi boynun,
Bat- Rabim kapısı yanındaki.
Heşbon havuzları gibi gözlerin,
Şam’a bakan.
Lübnan kulesi gibi burnun” (Ezgiler Ezgisi: 7: 4).
Ezgiler Ezgisi’nin bu parçalarında saç, göz, burun ve boyun motifleri
yoğun olarak işlenmiştir. Boyun hem gerdanlık takılan bir süs yeri hem de
cinsel çekiciliğin cazibe merkezi olarak anlatılmıştır. Gözler, güvercinin
güzelliğine benzetilmiş hem ürkek hem çekici olarak nitelendirilmiştir. Kadının
boy ve posu estetik olarak resmedilmiş, kadın bir güvercine benzetilerek sesi
tatlı, boyu güzel olarak belirtilmiştir. Sevgilinin saçları keçi sürüsüne,
peçenin ardındaki gözleri de gizemli bir çekiciliğe büründürülmüştür.
Sevgilinin boynu ise Davut’un kulesine benzetilerek alımlı olması
vurgulanmıştır. Üstüne bin bir taşın işlendiği uzun ve çekici kule, insanları
görkemliliği ve çekiciliğiyle cezp eder. Ayrıca boyun başka bir metinde Fildişi
kulesine benzetilirken, burada Lübnan kulesine benzetilmiştir. Kısacası,
saçlar, gözler, boyun ve burun cinsel çekim odakları olarak Eski Ahit’te yoğun
ve şiirsel olarak dile getirilmiştir.
Meme, doğurganlığın simgesidir. Üretmenin, bereketin ve bolluğun diğer
adıdır. Şairler bile ölümden söz ettiklerinde onu memenin olmadığı yer diye
isimlendirirler. Bir insan için su nasıl hayatı ve yaşamayı temsil ediyorsa
meme de aynı derecede bir neslin başlangıç damarıdır. Meme motifi, dinlerin
üzerinde durmaya değer gördüğü önemli bir cinsel motiftir. Eski Ahit, onun
üzerinde özellikle doğurganlığın simgesi olarak durur. Nitekim İbrahim
Peygamber’in karısı ve Yahudi halkının annesi Sara, ileri yaşlarında İshak’ı
doğurduğunda bu motifin önemine dikkat çekmiştir. “Sara hamile kaldı;
İbrahim’in yaşlılık döneminde, tam Tanrı’nın belirttiği zamanda ona bir erkek
çocuk doğurdu. İbrahim Sara’nın doğurduğu çocuğa İshak adını verdi. Tanrı’nın
kendisine buyurduğu gibi İshak’ı sekiz günlükken sünnet etti. İshak doğduğunda
İbrahim, yüz
yaşındaydı.
Sara, Tanrı yüzümü güldürdü, dedi. Bunu duyan herkes benimle birlikte gülecek.
Kim İbrahim’e Sara çocuk emzirecek, derdi? Bu yaşında ona bir oğul doğurdum”
(Yaratılış: 21: 2- 7). Burada memenin emzirme yönü vurgulanmaktadır. Meme, her
ne kadar karşı cins için cinselliğin önemli bir motifi olarak algılansa da bu
pasajlarda İbrahim’in karısı Sara’nın, İshak’ı emzirmesi özelinde ‘emzirme’
özelliğine vurgu yapmaktadır. Eski Ahit’in Tevrat bölümünde bu sıkça görülen
bir durum iken Ezgiler Ezgisi bölümünde meme, çekiciliğin ifadesi olarak anlam
bulmaktadır. Nitekim aşağıdaki şiirsel ifadede memeler, şehvetin kokusunu
çağrıştırmaktadır. Memeler, vahşi zambaklar arasında otlayan, orada gezinen narin
ve ince ceylan yavrularına
benzetilmektedir. Gerçekten de memelerin hassas ve narin oldukları
düşünülürse onların ne kadar önemli bir cinsel tahrik unsuru olduğu görülür.
İşte Ezgiler Ezgisi buna işaret etmektedir:
“Sanki bir çift geyik yavrusu,
Memelerin.
Zambaklar arasında otlayan,
İkiz ceylan yavrusu!” (Ezgiler Ezgisi: 4: 5).
Memenin emzirme ve besleme özelliğinin dışında ayrıca Eski Ahit’te bir
kocaya karısının memelerinden zevk alması emredilirken bunun tam tersi olarak,
bir yabancının memelerinden uzak durulması da zorunlu kılınıyordu; bu öğüde
uyan kişi, tek eşliliğin bir ödülü olarak, meşru soyun hayır dualarını
umabilirdi (Yalom, 2002: 27). Yahudi kadının şuh memelerinden bir Yahudi erkek
yararlanmalıdır. Meme milliyetçiliğini, özelde de Yahudi kadınlarıyla evlenme
isteğini dile getiren Eski Ahit ifadelerinin vurgusu oldukça önemlidir. Bu
buyruk, gelişi güzel söylenmiş değildir. Zevkle ve hazla ancak bir Yahudi,
pınardan su içer gibi öteki dişi bir Yahudi’nin memelerinden zevk almalıdır.
Hazzın vatanı olur mu bilinmez fakat Tevrat, zevke sınır koymayı bir emirle
dile getirmiştir. Bir İsrailoğlu, ceylan gibi atfettiği Yahudi kadınından başka
kadına yaklaşmamalıdır. Aynı şekilde bu benzerlik, Tevrat’ın Tanrı’sının
Yahudilerin kendisine tapmasını, kendisinin dışındaki Tanrılardan uzak
durmasını istediği pasajlara benzemektedir. Burada başka ilahlardan şiddetle
uzak durulması teması çok yoğun işlenmektedir. Meme milliyetçiliği, Tanrı’nın
inancında kendisini göstermektedir. Eski Ahit’in birçok metninde bu durum
görülebilir.
“Çeşmen bereketli olsun,
Ve gençken evlendiğin karınla
Mutlu ol.
Sevimli bir geyik, zarif bir ceylan gibi,
Hep seni doyursun memeleri.
Aşkıyla sürekli coş.
Oğlum neden ahlaksız bir kadınla
Coşasın,
Neden başka birsinin karısını,
Koynuna alasın?” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 5: 18- 20).
Şiirsel ve dinsel metinde evliliğe duyulan saygı estetik bir duyarlılıkla
işlenmiştir. Bu tam bir Yahudi emaresidir. Yahve’nin istediği birleşme
biçimidir. Bu kutsal evlilikte erkeğe hitap eden Tanrı, karından başka kadına
gitme, diyor. Ancak kadının bir ceylan gibi seni memeleriyle doyurur. Senin
soyunun ekmeği, karının aşkındadır. Başka kadınların, yabancıların koynuna
girip onların kurumuş memelerinden bir fayda bulamazsın. Bir Yahudi’nin
belleğine işlenen kendi karınla, kendi evliliğinle mutlu ol emri, tıpkı bir
mermi gibi Yahudi milletinin hafızalarına kazınmaktadır.
Diğer taraftan düşük yapan rahimler gibi, sütsüz memeler de bir lanet
olarak görülürdü. Bir kişinin verimli rahim, düşük yapan rahim ve sütsüz
memelere sahip olup olmamayı hak ettiğine karar veren Yahudilerin Tanrı’sı her
iki olasılık için hüküm verirdi:
“Efrayim’in görkemi bir kuş gibi
Uçup gidecek.
Ne doğum ne gebelik olacak,
Kimse gebe kalmayacak.
Çocuklarını büyütseler bile,
Çocuklarından edeceğim onları,
Kimse kalmayıncaya dek;
Evet, vay başlarına,
Onları terk ettiğimde!
Efrayim’i, Sur Kenti gibi,
Güzel bir yere kurulmuş gördüm.
Ama Efrayim çocuklarını cellâdın
Önüne götürecek.
Ya Rab, ver onlara ne vereceksen!
Düşük yapan rahimler, sütsüz
Memeler ver” (Hoşea: 9: 11- 14).
Tanrı’nın iradesine karşı gelenlere ceza olarak verilen kıraç ya da kuru
meme laneti, peygamberlerin dillerinde en hiddetli ifadesini bulmaktadır
(Yalom, 2002: 27). Tanrı’dan bir halk için kısır, kurumuş meme laneti dilemek
çok ağır bir taleptir. Düşük bir rahim ve cılız meme motifi bir toplumun başına
gelebilecek en büyük felakettir: Yok oluştur. Tensel temadan dinsel temaya akış
sağlayan bu cinsel motifi, Eski Ahit’in birçok yerinde görmek mümkündür. Bu
motif, Eski Ahit’te kimi zaman zevkle kimi zaman hiddetle anlam bulmuştur.
Eski Ahit’te Hezeikel Peygamber, memeyi Kudüs ve Samiriye tarafından
işlenen günahlarla ilişkilendirmişti. Bu kentleri simgeleyen iki fahişenin
öyküsünde, kıyamet habercisi bir peygamber için dahi sıra dışı olan bir
hiddetle onların memelerine saldırılıyordu. Kudüs ve Samiriye, iki şehvetli
kardeşi temsil etmekteydi; bu iki kız kardeş gençliklerinde Mısır’da fahişelik
ettiler. Memeleri orada okşandı, bekâretlerini orada yitirdiler. Onlar,
Asurlular ve Babilliler’le de fahişelik etti ve daha önceki dinsiz sevgilileri
tarafından eninde sonunda yok edileceklerdi (Yalom, 2002: 28). Tanrıdan
uzaklaşan iki kentin dinsiz ve ruhsuz ilahlarla girdiği ahlaksız ilişki,
Tanrıyı kızdırmaktadır. Artık her şeyini yitirmiş iki kentin yapmayacağı cinsel
ahlaksızlık kalmaz. Çünkü en kötü günah Yahve’ye yapılan ihanettir. İşte iki
kardeşin fahişeliği, memelerinin bakireliklerini yitirip kirlenmeleriyle
sonuçlanır. Memelerin bekâreti kalmamış ve işledikleri günah her şeyi onların
elinden almıştır. Kitab-ı Mukaddes, iki günahlı kız kardeşin simgesel öyküsünün
ana temasını Hezekiel bölümünde açıkça ortaya koyar: “Rab bana şöyle seslendi:
İnsanoğlu, bir anneden doğma iki kadın vardı. Gençliklerinde Mısır’da fahişelik
ettiler. Memeleri orada okşandı, erdenliklerini orada yitirdiler“ (Hezekiel:
23: 1- 3). Bu şekilde gelişen öykünün devamında Allah’ın adına konuşan Hezekiel
Peygamber, Kudüs’ü aynen kız kardeşi Samiriye gibi şiddetle cezalandıracağını
vurgulamaktadır:
“Egemen Rab şöyle diyor:
Kız kardeşinin kâsesinden içeceksin,
derin ve geniştir;
Sana gülecek, seninle alay edecekler,
Dopdolu bir kâse
Sarhoş olacak, umutsuzluğa,
Boğulacaksın,
Kız kardeşin Samiriye’nin kâsesi,
Yıkım, perişanlık kâsesidir.
Ondan içecek, tüketeceksin;
Parçalarını kemirecek,
Ve göğsünü paralayacaksın.
Bunu ben söylüyorum diyor
Egemen Rab” (Hezekiel: 23: 32- 34).
Memeler, sadece bu şekilde anlatılmakla kalmaz. Ayrıca Ezgiler Ezgisi
bölümünde de şiirsel ve estetik açıdan değerini bulur. Ezgiler Ezgisi, aşk
şiirlerinden oluşan bir metindir. Çok büyük kısmı iki sevgilinin, yani erkekle
kadının, karşılıklı olarak söylediği aşk şiirlerinden oluşur. Memenin
erotikliğini, dudakların ateşli öpüşünü, cezp ediciliğe açık olan yüzleri,
kadın bedenine yönelik hazzı ve daha farklı cinsel motifleri burada bulmak
mümkündür. Erotik aşka Eski Ahit’te gösterilen görece ilgi eksikliğinin aksine,
bu lirik şiirler vücuttaki tensel isteklerin samimi bir ifadesini ve fiziksel
arzunun içtenlikle onaylanmasını üstlenmektedir. Burada meme doğal olarak
hitabet sanatının kilit noktalarında ortaya çıkmaktadır (Yalom, 2002: 28).
Elbette bu metinlerde sadece meme ifade edilmez. Dudaklar, onlar ki şehvetin
kapısıdır, doyasıya ve şuh olarak anlatılır. Ezgiler Ezgisi’nde bedenin diğer
çekici yönleri bakışlar, sütun gibi bacaklar, ceylan gözler ve şehvet hissini
galeyana getiren daha birçok tensel bölge resmedilir. Arzulu isteklerin ve
şehevi duyguların can damarı olan memeler ise hepsini birbirine bağlayan
Kudüs’ün çanları gibi bedenin merkezinde yer almaktadır. Bu nedenledir ki meme
motifi Eski Ahit’in genelinde emzirme motifi şeklinde ifade bulurken bunun
aksine Ezgiler Ezgisi bölümünde cinselliği çağrıştırıcı bir anlam kazanmıştır.
Yani daha çok şehvet üretici yönüyle anılmaktadır. Onun için bu bölüm, Eski
Ahit’in üremeye yönelik endişesinden çok uzak bir metindir.
“Memelerim arasında yatan
Mür dolu bir kesedir benim için
Sevgilim;
Eyn-Gedi bağlarında kına çiçeğidir benim
için, Sevgilim” (Ezgiler Ezgisi: 1: 13- 14).
“Sanki bir çift geyik yavrusu
Memelerin.
Zambaklar arasında otlayan, İkiz ceylan yavrusu!” (Ezgiler Ezgisi: 4: 5).
“Sevgilimin teni pembe beyaz,
Işıl ışıl yanıyor!” (Ezgiler Ezgisi: 5: 10).
“Sanki bir çift geyik yavrusu
Memelerin,
İkiz ceylan yavrusu,
Ne güzel, ne çekicidir aşk!
Zevkten zevke sürükler.
Hurma ağacına benziyor boyun,
Salkım salkım memelerin
“Çıkayım hurma ağacına” dedim,
Tutayım meyve dallarını,
Üzüm salkımları gibi olsun.
Memelerin,
Elma gibi koksun soluğun,
En iyi şarap gibi ağzın.
Gel sevgilim kıra çıkalım,
Köylerde geceleyelim.
Bağlara gidelim sabah erkenden,
Bakalım, asma tomurcuk verdi mi?
Dalları yeşerdi mi?
Narlar çiçek açtı mı?
Orada sevişeceğim seninle” (Ezgiler Ezgisi: 7: 3, 6- 9, 11- 12).
“Keşke kardeşim olsaydın,
Annemin memelerinden süt emmiş.
Dışarıda görünce öperdim seni,
Kimse de kınamazdı beni.
Küçük bir kız kardeşimiz var,
Daha memeleri çıkmadı.
Ben bir surum, memelerim de
Kuleler gibi” (Ezgiler Ezgisi: 8: 1, 8, 10).
Yukarıdaki ifadelerde meme motifi bazen ikiz bir ceylan yavrusuna, bazen
güvercine, bazen bir kuleye bazen de meyveye benzetilmiştir. Ama hepsinde var
olan ortak nokta cinsel çekiciliklerinin olmasıdır. Gerçekten cinsellik ve
şehvet bağlamında, Ezgiler Ezgisi, Kitab-ı Mukaddes’teki hiçbir örneğe
benzemeyen ilginç bir nazım parçasıdır. Geyik yavruları, üzüm ve hurma
salkımlarına benzetilen kadın göğsü, karşılıklı zevkin tensel sembollerine
dönüşüyor. İnsan, aşkın koku, tat ve dokunmaya ilişkin özelliklerini ele
alıyor. Tabi ki diğer dinler de Tanrıları ve ölümleri ele alan öykülerinde
cinsel aşka yer ayırmışlardı. Ancak İsraillilerin Tanrının cismanileştirilmesi
görüşüne kesin olarak karşı çıkmış olmaları ve evlilik bağları dışında cinsel
ilişkiyi reddetmeleri nedeniyle Ezgiler Ezgisi didaktik bir metnin ortasında
bir cinsel haz düşü gibi ortaya çıkmaktadır (Yalom, 2002: 29). İfade etmek
gerekir ki, Kitab-ı Mukaddes’in böyle bir nazım türünü içermesi çok şaşırtıcıdır.
Tamamen lirik olan bu metnin didaktik bir kapak arasında bulunması tuhaftır.
Fakat diğer taraftan insan bedenine yönelik tasvirler ancak bu şekilde sanatsal
bir üslupla dile getirilebilir. Bunu da göz ardı etmemek gerekir.
Nihayetinde Eski Ahit, özellikle Ezgiler Ezgisi ve diğer bölümleriyle,
tensel zevke verilen değeri ortaya koymaktadır. Kadın, bedeniyle ve cinsel haz
veren teniyle adeta resmedilmiştir. Esasında kadının üretkenlik yönüne önem
veren Eski Ahit’in sadece tensel zevk üstünde çokça durması yadırganacak bir
durum olsa da nihayetinde kadın yine annedir ve verimli bir şekilde çoğaltan
neslin sürdürücüsüdür. Yani sözün bittiği ve kadının teninin tasvirinin
noktalandığı yerden sonra annelik son söz olma şerefini yine elde etmektedir. Çünkü
anne olmak şartıyla cinsel zevk, ancak bu şekilde mubah hale gelebilir. Meme
motifi, her ne kadar yukarıdaki dinsel metinlerde şehvetle doldurulsa da onun
emzirme yönü yani doğurma eyleminin sembolü olması yönü Eski Ahit açısından çok
daha önemlidir. Yüz yaşına gelmiş İbrahim Peygamber’in Sara’ya emzirme şansını
vermesi daha kutsaldır. Sara, Tanrı’nın kendisine verdiği lütufla kurumuş
memelerini bereketle doldurmuş ve İshak’ı geç gelen bu bereketle doyurmuştur.
Bu yüzden Eki Ahit’te meme motifi, şehvetten çok emzirmenin ve verimliliğin
sembolü olarak belirmektedir.
Eski Ahit’te Bacak ve Kalça Motifi
“Mermer sütun bacakları,
Saf altın ayaklıklar üzerine kurulmuş.
Boyu posu Lübnan dağları gibi,
Lübnan’ın sedir ağaçları gibi eşsiz” (Ezgiler Ezgisi: 5: 15).
“Ne güzel sandaletli ayakların,
Ey soylu kız!
Mücevher gibi yuvarlak kalçaların,
Usta ellerin işi
Karışık şarabın hiç eksilmediği
Yuvarlak bir tas gibi göbeğin,
Zambaklarla kuşanmış
Buğday yığını gibi karnın” (Ezgiler Ezgisi: 7: 2).
Bu edebi ifadeler bacak ve kalça motifinin ne denli şehvetle yüklü
olduğunu vurgulamaktadır. Bacaklar Lübnan’ın sedir ağaçlarına ve kulesine
benzetilerek görkemliliği ve çekiciliği belirtilmiştir. Ayrıca ayaklar, göbek
ve karın da şehvet üreten bölgeler olarak Ezgiler Ezgisinde kendine yer
bulmuştur. Kalçalar ise mücevhere benzetilerek onun değerliliği ve çekiciliği
belirtilmiştir. Bu çekiciliği yaratan Yehova, bir usta gibi bacak ve kalçaları
çizmiş ve bu resmi de kadın bedeni üstünde yapmıştır. Kadının tıpkı bir tuval
gibi estetik bir cazibeye dönüştürüldüğü bu pasajlar Yahudiler için önemli zevk
ve haz alma noktalarıdır. Aslında kadın bedeni sadece çizilerek çekici hale
getirilmemiştir. Aynı zamanda çizilen bu tablo, tenin ince ayarları güzel ve
şairane sözcüklerle dile dökülmüştür. İşte Ezgiler Ezgisi ve diğer ayetler bu
ince sanatın ve usta nakışın hem gözle hem de dille en güzel yansımalarını dile
getirmektedir.
Penis simgeciliği veya kültü, tarihi çok eskilere kadar giden bir
gelenektir. Tarihi İ.Ö. 3000 yıllarına kadar dayanan bu inançta cinsel bir öğe
olan ve üreme eylemenin kaynağı olan penise tapma vardır. Çünkü o, bereketin
simgesidir. Fallus kültü, çeşitli toplumlarda verimliliğin, bereketin ve
bolluğun sembolü olarak erkek cinsel organının tazim edilmesidir (Gündüz, 1998:
127). Bu geleneğin tam olarak ne zaman başladığı bilinmese de niçin yapıldığı
hakkında toplumdan topluma değişen yorumlar vardır. Fakat ortak olan nokta,
onun üremenin ve çoğaltmanın sembolü olduğuyla ilgilidir. Eski Ahit’te penis
simgeciliğini çağrıştıran bir takım semboller vardır. Bunlar dik kayalar, bazı
sivri taşlar, yılan, altın buzağı gibi penisin biçimini ve işlevini çağrıştıran
kavramlardır. Fakat Eski Ahit’teki en açık penis simgeci unsur, sünnet
uygulamasıdır (Parrinder, 2003: 261). Bu uygulamada tapınmaktan çok toplumları
diğerlerinden ayırt eden unsurlar göze çarpmaktadır.
Penis, aslında Eski Ahit’te açık bir şekilde olmasa da üstüne en çok
konuşulan cinsel motiftir. Erkeklerin egemen olduğu Yahudi toplumu için, bu
organ çok lüzumlu ve işlevseldir. Bunun için nice kadınlar eş olarak alınmış ve
yine bu sebeple nice eşler feda edilmiştir. Penis eğer üreticiyse çok anlam
ifade eder aksine kısır bir penisin Yahudilere faydası yoktur. Bu anlamda
Tanrı, bolluk ve bereket üreten fallusların peşindedir. “Erkekleriniz,
kadınlarınız, hayvanlarınız arasında döl vermeyen olmayacaktır.“ (Yasanın
Tekrarı: 7: 14). Demek ki Eski Ahit, cinsel organların özellikle penisin
etrafında yarattığı bir hayatla Yahudileri heyecandan heyecana sürükleyip
durmaktadır. Bu heyecanın adı soydur, nesildir. Özünde bereket ve döldür.
“Çocuklar, Rabbin verdiği bir armağandır. Rahmin ürünü bir ödüldür“ (Mezmurlar:
127: 3). Bu da rahme er suyuyla kaynaklık eden erkeğin penisidir. Erkek, bunu
gereksiz yere sarf etmeden kadının rahmine doğacak bir nesil olarak
yerleştirir. Kadın ise tıpkı eski kültürdeki tarım tanrıçası Kibele gibi
erkeğin bir emanetini bin berekete dönüştürür. Kibele, iri memeli ve büyük
kalçalı bir kadın simgesi olarak bolluk getirir. İşte Yahudi kültürü de aslında
tarihteki bu mitolojiden esinlenerek bolluk ve bereketi devamlı kılmaya
çalışır.
Penisin
kutsallığına zarar gelmemelidir. O, iyi korunmalı ve onun önemi iyi
bilinmelidir. Eski Ahit, penise gelecek bir zararın tüm bir kuşağa geleceğini
bilir. Bunun için bu organına önem vermeyip onu hor kullananları, toplumdan
dışlamaktadır. Hatta kişi doğuştan kısır olsa bile bu dışlanma yine söz
konusudur. “Erkeklik bezi ezilmiş ya da organı kesilmiş kişi Rab’in topluluğuna
girmeyecek“ (Yasanın Tekrarı: 23: 15).
Buradan da görülüyor ki Eski Ahit’in penis motifine verdiği değer çok
büyüktür. Diğer cinsel motiflerin yanında penis asla göz ardı edilmeyen bir
cinsel öğedir. Şehvetin, tutkunun ve arzunun somutlaştırdığı ana organ
olduğundan Eski Ahit onu gözünden bile sakınmaktadır. Fakat asıl değer tabiî ki
penisin şehvet üretiyor olması değildir. O, erkek olan göktür. Yani kozmik
birliği gerçekleştiren ve yeri dölleyen eril ilkedir. Bu nedenle verimliliğin
ve bolluğun simgesi olarak Eski Ahit’te önem kazanır. Yoksa o, sadece şehvet
veren bir organ niteliğinde değildir.
Penis, tapınmanın sembolü olarak algılana dursun asıl işlevi Eski Ahit
gibi Kutsal bir kitapta kadının üreme organına canlılık kazandırmaktır. Nasıl
ki yağmurlar tarlayı sulayarak onu bereketli ve canlı kılıyorsa, erkek penisi
de kadının vulvasına menisini boşaltarak ona hayat vermektedir. Cinsellik, bu
bağlamda düşünüldüğünde çiftleşme tıpkı bir ayine dönüşmektedir. İki tarafın
olağanca hem zevk aldığı hem de zevkin somut bir meyve şekline dönüştüğü kutsal
bir anafordur. Bu meyanda Eski Ahit’te kadını yaşama bağlayan tek şey
çiftleşmedir; çünkü çiftleştikten sonra bedeni büyüyüp gelişir; erkeğin
kokusunu duyan kadın serpilip gelişir. Çiftleşmek ona büyük bir haz ve sonsuz
bir mutluluk verir. Özellikle birleşme tek düze olmadığında bu haz daha çok
zevk doğurur. Kadın her değişiklikten ayrı bir tat alır ve her doğaçtan
davranışı, onu kendisinden esirgemeyen erkeğe göre değerlendirir. Fakat burada
çelişkili bir durum söz konusudur. Çiftleşmenin cinsiyetler üzerindeki etkisi
ters yönlü olmaktadır. Çiftleşme birinin enerjisini arttırırken diğerini
zayıflatır; kadını geliştirirken erkeği yoksullaştırır (Sabbah, 1995: 42).
Çünkü erkek sıvı kaybıyla aslında tüm enerjisini bir bedel karşılığında vermeyi
göze almıştır. Fakat kaybolan bu hayati sıvı, canlı bir motif olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu da tam Eski Ahit’in istediği bir durumdur. Böylece hazzın hem
getirisi hem de götürüsü olmuştur. Yani tabiat yine dengeden yana kartını
kullanmıştır. Belki Tanrı düşüncesi de bu noktada daha iyi algılanabilir. O,
dengeden yanadır, denge de ondan yanadır.
“Eğer iki adam kavgaya tutuşur da birinin karısı, kocasını dövenin elinden
kurtarmak için gelip elini uzatır, öbür adamın erkeklik organını tutarsa,
kadının elini keseceksiniz. Ona acımayacaksınız” (Yasanın Tekrarı: 25: 11- 12).
Burada da penise yani erkeklik organın önemine ilişkin önemli bir vurgu vardır.
Kadın penise zarar verdiğinde el kesme cezasına uğramaktadır. Kavga anında
erkeklik organına zarar gelmesini önlemek için böyle bir yaptırımın Tevrat’ta
var olması penise verilen önemi açıkça ortaya koymaktadır. Sonuçta penis hem
erkek hem de kadın için çok gerekli ve işlevsel bir can damarıdır. Eski Ahit
onu neslin sürdürücüsü olarak görmüş ve bu bağlamda gelecek her türlü zarardan
onu korumak için iki tarafı da uyarmıştır. Hem erkek hem de kadın bunun
değerini bilmelidir. İşte yüzyıllardır çoğu toplumda görülen fallus kültünün
felsefesi de bu yönden değerlendirilmelidir. Gök ve yer nasıl birbirine
muhtaçsa penis ve vulva da o derece birbiri için vardır.
Bekâret, kız oğlan kız olma durumu, kızlık, erdenlik anlamına gelir
(Türkçe Sözlük: 1998: I, 256). Ayrıca erkek görmemiş kızın hali olarak da
tanımlanır (Develioğlu, 2000:
. Bekâret, özellikle erkeklerin evlenecekleri kızda bu
şartı araması olayıdır. Bunun tam olarak ne zaman arzulandığı bilinmemekle
birlikte, erkeklerin evlenecekleri kızda bekâret aramaya başlamaları ataerkil
sistemin ortaya çıkmasıyla başlar (Russel, 1993: 21). Eski Ahit ise bir kadında
bulunması gereken özelliklerden bir tanesinin erdenlik yani bekâret olması
koşulunu vurgular. Hatta çoğu zaman erdenlik, şiddetle istenen bir şart halini
alır. Eğer bu şart evlenecek kadında bulunmasa ceza olarak öldürülmesi bile söz
konusu olmaktadır.
Cinsellik tarihinde, seksüel ahlak kapsamı içinde yer alan konulardan
birisi de bekârettir. Bekâret, çok uzun bir tarihsel süreçte namuslu olmanın ve
kadının saflığının bir simgesi olarak değerlendirilmiştir. Bekâret, kutsal
kitaplara bile girmiş bir konudur. Tevrat’ta evlenen bir erkek, karısında
kızlık belirtileri bulmazsa, o zaman genç kadını babasının evinin kapısına
çıkarmakta ve kentin adamları onu taşladıktan sonra ona ölecek denilmekte,
evlenip de bakire çıkmayan kadınların taşlanarak öldürülmesini ön görmektedir
(Korkmaz, 2004: 22). Çünkü o erkeğin namusunun bir ölçüsüdür. Kadının
bekâretine gelecek bir zarar aslında erkeğin toplumsal statüsüne ve onuruna
çalınmış bir lekedir. Tarihte erkeklerin bekâretten anladıkları çoğu zaman
budur. Fakat özellikle Yahudilerin Tanrısı, onu kadının korunma ve saf olma
özelliği olarak belirtmiştir. Kadın evleninceye kadar kendisini kontrol etmiş,
dolayısıyla evlilik kurumuna kendisini hazırlamıştır.
Bekâret arama edimi, erkeğin kıskançlık güdüsünün bir yansımasıdır.
Aslında erkek, kızlık zarına önem vermekle onu tamamen sahiplenmek için onun
temiz olması şartını ön koşul olarak kabul etmektedir. Erkek, kendisi bakir
olmasa dahi içinden fışkıran kıskançlık içgüdüsü nedeniyle kadını elinin
altında görmek ister. Böylece iktidar tüm kıskançlığına rağmen erkektedir. Öyle
ki, kadının vücudu üzerinde hâkim olan erkek, kadını kendi malı sayarken
kadının erkek üzerinde hiçbir hakkı yoktur. Erkeğe bu hakkı veren Tanrı,
erkeğin zevki uğruna kadının kızlık zarını çok ciddiye alırken, erkek için
hiçbir sınırlama getirmemiştir (Arslan, 1999: 23). Bu durumu Eski Ahit’te de
görmek mümkündür. Burada kadının bekâretinin kutsallığına rağmen çoğu zaman
erkeğin bunu istismar ettiği ve dolayısıyla Tanrı’nın da buna çok kızdığı bilinen
bir durumdur.
Kadının bakir olmasına önem verme, Eski Ahit’te oldukça normal
karşılanabilen bir durumdur. Bu duruma değişik bir yaklaşım I. Krallar
bölümünde yer alır: “Kral Davut kocamış ve yaşta ilerlemişti. Onu esvapla
örttüler fakat o ısınmadı. Kulları ona dediler: Efendim, kral için genç bir kız
aransın ve o kralın önünde dursun, ona baksın. Senin koynunda yatsın da efendim
kral ısınsın. İsrail’in bütün sınırlarında genç ve güzel bir kadın aradılar.
Şunemli Abişag’ı buldular ve onu krala getirdiler. Genç kadın, çok güzeldi,
krala baktı ve ona hizmet etti; fakat kral onu bilmedi” (I. Krallar: 1: 1- 4).
Kitab-ı Mukaddes’e göre Davut, İsrail üzerinde kırk yıl hüküm sürer. Sonra
yaşlanır ve zayıf düşer. Onun ahlakının ne kadar bozuk olduğunun farkında olan
maiyetindekiler, ona moral vermenin en iyi yolunun seks olduğundan emin bir
şekilde, yatağına bir bakire sokarlar. Çok uğraşmalarına karşın Davut başarısız
olur (Casciolli, 2006: 60). Davut’a yakıştırılan kadın bakire ve gençtir. Onun
eş seçme şansı yoktur hatta kendisinin bakire olması şartıyla başkasına arzusu
dışında seçilmektedir. Pasajdan da anlaşıldığı gibi neticede bakire olmak
Yahudi toplumunun kadında aradığı ölçüttür.
Öte yandan Eski Ahit, yalnızca birbirine bağlı ve evliliği sürdürebilen kadın
ve erkeklerden yanadır. Bu kuralı bozan erkek veya kadının her ikisine de ölüm
cezası uygulayabilecek kadar serttir. Özellikle yattığı kadının bakir
olmadığını görüp onu başından atan erkekler uyarılmaktadır. Keyfice istediği
kadınla cinsel ilişki kuran erkek, şehevi tutkularına hâkim olamadığı için
kendisine sert cezalar verilmek suretiyle bu aşırılığı törpülenmektedir. Fakat
bunun erkeği ne derece sakinleştirdiği de meçhuldür. “Bir adam bir kadın alır,
yattıktan sonra ondan hoşlanmazsa, ona suç yükler, adını kötüler: Bu kadınla
evlendim ama onunla yatınca erden olmadığını gördüm, derse, kadının annesiyle
babası kızlarının erden olduğuna ilişkin kanıtı alıp kapıda görevli kent ileri
gelenlerine getirecekler. Kadının babası ileri gelenlere, kızımı bu adamla
evlendirdim ama o kızımdan hoşlanmıyor, diyecek. Şimdi kızımı suçluyor onun
erden olmadığını, söylüyor. İşte kızımın erden olduğunun kanıtı budur. Sonra
anne baba kızlarının erden olduğunu kanıtlayan yatak çarşafını ileri gelenlerin
önüne serip getirecekler. Kent ileri gelenleri de adamı cezalandıracaklar. Ceza
olarak ondan yüz gümüş alıp kadının babasına verecekler. Çünkü adam, İsrailli
bir erden kızın adını kötülemiştir. Kadın adamın karısı kalacak ve adam yaşamı
boyunca boşayamayacaktır. Ancak bu sav doğruysa, kızın erden olduğuna ilişkin
bir kanıt bulunamazsa, kızı baba evinin kapısına çıkaracaklar. Kent halkı
taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evinde iken fuhuş yapmakla İsrail’de
iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız” (Yasanın
Tekrarı: 22: 13- 20). Bu pasajlar erkeğin insafına bırakılan kadının halini
ortaya koymaktadır. Kadın bir cinsel motif olarak, hangi rüzgâra kapıldığını
bilemeden oradan oraya bir takım yasaklar içerisinde sallanıp durmaktadır.
Erkek hoşgörülü olduğu takdirde kadın için sorun yoktur fakat keyfi
davrandığında kadının başı sorundan kurtulmamaktadır. Hele baba evinde bakire
çıkmayan bir kadın evlenmeye kalkıştığında kendisini ölümle yüz yüze bulur.
Evlilik öncesi cinsel ilişki onun mezarını, tüm hayatı boyunca sırtında
taşımasına neden olur. Bekâret, Yahudiler için Eski Ahit’te belirtildiği üzere
elzem şartlardan bir tanesidir. Cezası ölümle sonuçlanan bir eylemdir. Fakat
vurgulanması gereken başka bir nokta da bekâretin sırf erkeklerin keyfiyetine
bırakılmış bir durum olmadığıdır. Eski Ahit, özellikle kadınlar için bekâret
aramayı isterken diğer taraftan erkeğin de bunu istismar etmemesini istemiştir.
Erdenliğin kendisi hem erkek hem kadın için önemli bir tavır olduğundan aslında
buna önem verilmekle evlilik kurumuna önem verilmiş olunmaktadır.
Evlenmek, erkekle kadının aile kurmak için kanuna uygun olarak
birleşmeleri, izdivaç etmeleridir (Türkçe Sözlük, 1998: I, 746). İlk insan Adem
ve Havva’dan beri kurulan bu bağ, toplumun çekirdeğidir. Evliliğin tarihi, ilk
birleşmenin kutsallığının tarihidir. Nitekim gökle yerin evliliği ilk kutsal
evliliktir. Tanrılar da kendi aralarında evlenmişlerdir ve insanlar da onların
ardından zamanın başlangıcında gerçekleşen her şeyi taklit ettikleri gibi aynı
kutsal ciddiyetle Tanrıları taklit etmişlerdir (Eliade, 2003: 243). Bu taklit
sıradan bir birleşmeyi onaylayan durum değil, yeryüzü ve gökyüzünün
birlikteliğini teyit eden bir akittir. Burada gelişigüzel bir cinsel birleşme
felsefesi değil, aksine neslin devamını sağlayacak dinamikler savunulmaktadır.
Yahudilerin ısrarla vurguladığı çoğul eylemin arzusu ve endişesi evlilikte
gizlidir. Evlilik Eski Ahit’in dilinden düşürmediği bir duadır. Böylece
Musevilerin doğurganlığa ilişkin kaygıları, ifadesini çoğunlukla tekrarlanan
“verimli ol ve çoğal” duasında bulur; gerek kadın, gerekse erkek için bir
temenni ve buyruk olan duada bulur (Yalom, 2002: 26). Böyle olmalı ki yeryüzü
ve gökyüzünün son nefesine kadar rahatlaması yani kutsal orgazma ulaşması gerçekleşmiş
olsun. Bunu yapacak kişiler mitolojilerin ortak insanı olan, gökle yeri
simgeleyen kadın ve erkektir. Onlar, bu vazifeyle görevlendirilmişlerdir.
Eski Ahit’te evlilik, cinselliğin disiplin altına alınması,
dizginlenmesidir. Bunun için farklı iki cinsiyetin olması yani karı ve kocanın
bir araya gelerek, bir arada yaşama etkinliğini göstermesi gerekir. Bu
birliktelik, salt cinsel eylemler dizisi şeklinde olmamalıdır. Nitekim Birinci
yüzyılda yaşamış olan Yahudi tarihçi Osephus’un dediğine göre: Yasa, karıyla
koca arasındaki doğal birleşmeden başka cinsel bağ tanımaz ve onu da ancak,
çocuk olması için tanır. Hem pozitif hem de negatif olmak üzere bu ilkeyi
dayatma amaçlı çeşitli hükümler bulunmaktaydı (Tannahill, 2003: 64). Birleşme
sonrası ortaya muhakkak surette bir ürünün ortaya çıkması gerekir. Haz ve zevke
dayalı erkek ve kadın motifi yerine baba ve anne modeline dayanan insanlar
temel alınarak evlilik bağı sağlamlaştırılmalıdır. Evlilikten anlaşılan aile
kurumunun ortaya çıkmasıdır. Hem zevkin yaşandığı cinsel deneyim hem de
üremeyle neticelenen bir yapı oluşmasıdır.
Evlilikte kadının şekli ve şemaili ön planda değildir. Kadının estetiği ne
olursa olsun eğer doğurganlık, daha da önemlisi analık niteliği yoksa diğer
özellikleri önemli değildir. Kitab-ı Mukaddes’te yer alan bazı kadınlar
güzellikleri, sadakatleri, sağduyuları ve hatta yiğitlikleri nedeniyle saygı
görüyor olsalar da genellikle asıl değerlerini analık oluşturuyordu (Yalom,
2002: 26). Öyle olmalı ki doğurgan ana Tanrısal işlevini yerine getirmiş olsun.
Kadın rahmine atfedilen bu kutsallık nerdeyse tüm din ve mitolojilerde
başköşeye oturtulmuştur.
Eski Ahit’te karı ve koca, ancak evlilik çatısı altında birbirleriyle
mutlu bir yaşam sürebilirler. Buna bağlı olarak Eski Ahit, yasak evliliklere ve
cinsel yaramazlıklara çok sert bir şekilde karşı çıkar. Sadece evlilik
kurumunun içinde kendi eşiyle mutlu olmayı emreder “Bir kadın yoldan çıkar,
kocasıyla evliyken kendini kirletirse ya da bir koca karısını kıskanır, ona
karşı yüreğinde kuşku uyanırsa, kâhin, kadını Rab’bin önünde durduracak bu
yasayı ona uygulayacak. Kocası herhangi bir suçtan suçsuz sayılacak, kadınsa
suçunun cezasını çekecektir” (Çölde Sayım: 5: 30). Diğer bir Tevrat metni de
evliliğin kutsallığının zinayla bozulmamasını emretmektedir. “Zina
etmeyeceksin. Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne,
eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin” (Yasanın Tekrarı: 5: 21). Evliliği
bozmama kuralı o kadar önemsenmiştir ki Eski Ahit’in Tevrat bölümünde bu
uyarılara sıkça rastlamaktayız. Tevrat’ın başka bir bölümünde geçen bununla
ilgili pasaj şöyle emretmektedir: “Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın
kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin” (Çıkış: 20: 17).
Çünkü bu davranış evliliğin kutsallığına zarar vermektedir. Karı ve kocanın
mutlu aile resmini bozmaktadır.
Eski Ahit ile doğrudan ilgili olmasa da evlilik Yahudilere göre bir
anlaşma niteliği taşır. Bu anlaşma iki insanı ebediyen bağlayan yazılı bir
belgedir. Hatta bir erkek ile bir kadın arasındaki antlaşmanın ötesinde bir
olgudur. Evlilik, kutsal bir bağ, dinsel simgelerle yasallaştırılmış kozmik
anlamı olan bir kurumdur. Yahudilik, evliliğe ilahi yetkinliği hâkim kılarak
onu kutsallıkla donatır (Besalel, 2001: II, 161- 162). Tanrısal bir erek etrafında
örülen bu bağ, kendisini sağlam tutmak zorundadır. Toplumsal iflasın,
yozlaşmanın yaşanmaması için bu kozmik oluşuma saygı duyulması gerekir. Eski
Ahit, evlilik olgusunu öyle sağlam emirlerle korumuştur ki bu kuralı bozanları
şiddetli azaplar beklemektedir.
Evlenme üzerine yoğunlaşan, verimli olup çoğalmak ilkesinden ayrılmayan
Yahudilik, evli bir adamın kadınıyla her an beraber olmasını istemektedir. Eski
Ahit’in vurgusu da bu yöndedir. “Yeni evli bir adam savaşa gitmeyecek, ona
herhangi bir görev verilmeyecek. Bir yıl özgürce evinde kalıp karısını mutlu
edecektir“ (Yasanın Tekrarı: 24: 5). Karı kocanın zor ve özel durumlarda bile
birbirine kavuşup birliktelik yaşamaları gerekir. Çünkü Yahudi yasaları
bekârlığı soyları için bir tehlike olarak görmektedir. Bir arada olmak aslında
derin anlamı olan var oluş biçimidir, onlara göre; bir narın diğer taneleriyle
aynı kabukta yaşamayı benimsemeleri ve bunu bir ömür boyu kabul etmeleridir.
“İki kişi bir kişiden iyidir,
Çünkü emeklerine iyi karşılık
Alırlar,
Biri düşerse, öteki kaldırır.
Ama yalnız olup da düşenin vay
Haline!
Onu kaldıran olmaz.
Ayrıca iki kişi birlikte yatarsa,
Birbirini ısıtır.
Ama tek başına yatan nasıl
Isınabilir?
Yalnız biri yenik düşer,
Ama iki kişi direnebilir.
Üç kat iplik kolay kolay kopmaz” (Vaiz: 4: 9- 12).
Vaiz bölümünde yer alan bu şiirsel ifadeler aslında Yahudiler için
evliliğin üç katlı iplik gibi ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Erkek tenini yalnızlıktan ve soğuktan koruyup ısıtan kadın, aslında hem bedeni
hem de ilahi görevini yerine getirmektedir. Böylece iki kişinin zaferi bir anda
üçlü ve güçlü bir kazanıma dönüşmektedir. Evliliğin yarattığı bu durum,
Yahudilerin Tanrısı açısından çok arzulanan bir eylemdir. Kutsal Kitap,
durmadan bu kaynaşmış bağ üzerinde durur. Çünkü iki kişi Tanrı’nın, ‘birleşin’
emrini yerine getirmiş ve böylece bu buyruğa itaat etmişlerdir. Diğer taraftan
iki kişi bir araya gelerek Tanrı’nın emrini yerine getirmiş olmakta ve onunla
bütünleşmektedir. Böylece erkek, kadın ve Tanrı üç katlı iplik gibi
sağlamlaşmışlardır. Artık bu bağ kopmayacak kadar güçlenmiş ve evliliğe verilen
önem pekiştirilmiş olmaktadır.
Aslında Eski Ahit boyunca evliliğin bir antlaşma ilişkisi olarak
görüldüğünü söylemek doğru olur. Ancak Yahudilikte gelişen kavram, yaratılışta
görülen standarttan daha düşük bir düzeydeydi. Yahudilikte antlaşma ilişkisi,
yalnızca yatay bir bakış açısından ele alınıyordu, yani yalnızca erkekle kadın
arasındaki ilişki söz konusuydu. Ama yaratılışta kurulan antlaşma ilişkisinin
yatay ve dikey olmak üzere iki boyutu vardı. Yatay olarak Adem’le Havva’yı
birbirine bağlıyordu, dikey olarak her ikisini birlikte Tanrıya bağlıyordu
(Prince, 1995: 14). Bu şekilde bir süreç içerisinde evlilik basit bir karı koca
ilişkisini aşıp aşkın bir anlam ifade etmeye başladı. Artık evlilik sadece
çiftlerin birliği değil her ikisinin Tanrı’da birleştiği bir odak noktası
haline geldi. Dikey boyutun Kutsal Kitap’ta gelişerek ön plana çıkması Yahudi
evliliğine daha fazla önem katmaya başladı. Bir anlamda evlilik kozmik ve kutsal
bir birlikteliği simgeler oldu.
Tanrı, çiftlerin mutlu bir evlilik kurmasını ister ve onların hiçbir
şekilde kendisinin koyduğu kuralları bozmasını istemez. Bu evlilikte cinsel
ilişkinin amacı bile kutsaldır.
Amaç, karı ve koca arasındaki cinsel ilişkinin manevi saflığını ve
bütünlüğünü sağlamaktır. Cinsel dürtünün tatmini ile kişinin mutluluğu
yakalaması amaç ise de, bu arada ahlaktan ödün vererek daha ulvi değerlerin
yitirilmesi asla Yahudiliğe ait bir amaç olmamıştır. Bu, bilakis bir zaaf
olarak tanımlanmıştır (Besalel, 2001: II, 42). Bu bağlamda evlilik sadece iki
kişi arasında bir antlaşma değil aynı zamanda Tanrı ile yapılan bir akittir.
Çiftler bunu göz önüne alarak evliliğin prensiplerine uymalı, onun temizliğine
halel getirmemelidirler. Evliler, cinsel tatmin uğruna amacından sapıp kutsal
bağa zarar vermekten kaçınmalı ve evliliği zaafları yüzünden sekteye
uğratmamalıdırlar.
Tanrı’nın benzerliği, evlilik bağı yoluyla dışa vurulur. Tanrı’nın kendi
halkına bağlı olması ve onların da kendisine bağlı olmalarını arzulaması, sadık
evlilik antlaşması aracılığıyla simgelenmektedir. Kutsal Yazı’nın tümünde ve
özellikle Eski Ahit’te Tanrı’nın kendi halkına bağlılığı, bir kocanın karısına
bağlılığına benzetilmektedir. Halkına sadık kalacağını vaat etmiş ve halkından
da aynısını beklemiştir (Comiskey, 2000: 78). İlginç bir sembol diline
başvurularak karı koca ve Tanrı arasındaki birliktelik özümsenmeye
çalışılmıştır. Bu üçlü sacayağı Tanrı’nın ruhundan ruh almış insanın erkek ve
kadının yani çift olarak ikisinin ona karşı saygısını da ifade etmektedir. “O
gün gelecek, diyor Rab. Bana, ‘kocam’ diyeceksin; artık ‘efendim’ demeyeceksin.
Kırdaki hayvanlarla, gökteki kuşlarla, toprakta yaşayan canlılarla, halkım için
o gün antlaşma yapacağım; ülkeden yayı, kılıcı, savaşı kaldıracağım, güvenlik
içinde yatıracağım onları. Seni sonsuza dek kendime eş alacağım, doğruluk,
adalet, sevgi, merhamet temelinde seninle evleneceğim. Rabbi tanıyacaksın“
(Hoşea: 2: 16; 2: 18- 20). İşte bu ifadeler Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki
ilişkiyi karı koca ilişkisine benzetmektedir. Burada Tanrı, adeta
İsrailoğulları’nın kocası gibi davranıp onlara beni bırakıp başka putların
peşine takılarak Tanrı’nızı aldatmayın, demektedir. Nasıl bir kadın kocasını
başka bir erkekle aldatıp ona ihanet ediyorsa, İsrailoğulları da Tanrı’yı başka
Tanrılarla aldatmaktadır. Bu durum edebi bir sanatla karı koca ilişkisine
benzetilmektedir. Demek ki Eski Ahit’in Tanrısı, evliliğe çok özel bir önem
atfediyor olmalı ki böyle bir anlatım tekniği kullanmaktadır. Yeremya bölümünde
de Tanrı-İsrailoğulları ve karı-koca arasındaki benzeyiş tekniği
kullanılmaktadır.
“Yaptıklarından ötürü neden
Bağışlayayım seni?
Çocukların beni terk etti,
Tanrı olmayan ilahların adıyla ant içtiler.
Onları doyurduğumda zina ettiler, Fahişelerin
evlerine doluştular.
Şehvet düşkünü besili aygırlar!
Her biri komşusunun karısına Kişniyor
“(Yeremya: 5: 7- 8).
“Payın sana ayırdığım pay bu
Olacak” diyor Rab.
Çünkü beni unuttun, Sahte ilahlara
güvendin.
Ayıbın ortaya çıksın diye,
Eteklerini yüzüne dek kaldıracağım.
Kırdaki tepeler üzerinde yaptığın
iğrençliklerini- zinalarını, Çapkın çapkın kişneyişini, yüzsüz Fahişeliklerini-
gördüm.
Vay başına geleceklere ey
Yeruşalim! Ne zamana dek böyle kirli
Kalacaksın?” (Yeremya: 13: 25- 27).
“İsrail halkıyla ve Yahuda halkıyla
Yeni bir antlaşma yapacağım
Günler geliyor” diyor Rab,
Atalarını Mısır’dan çıkarmak için
Ellerinden tuttuğum gün, Onlarla yaptığım
antlaşmaya
Benzemeyecek.
Onların kocası olmama karşın,
Bozdular o antlaşmamı, diyor, Rab “
(Yeremya: 31: 31- 32).
Tanrı, İsrail halkının sadakatsizliğini putperestliğe benzetmektedir. Bu
sadakatsizlik, halkın cinsel ahlaksızlığında ifade bulmaktadır. İsrail halkının
cinsel sınırlarda gösterdiği özen ve paklık ulusun ruhsal sağlığının iyi bir
göstergesiydi. Ahlaksızca ilişkiler ise halkı, çevresindeki uluslardan ve
onların putlarından farksız kılıyordu (Comiskey, 2000: 78). Oysaki Tanrı, nasıl
ki koca, karısı ile iyi geçinip mutlu bir hayat sürmeyi arzuluyorsa, İsrail’le
yeni bir antlaşma yapıp onunla sonsuza kadar derin bir sevgiyle yaşamak
istiyordu. Eski Ahit’te bu minval üzere, eşler arasındaki mutluluk, Tanrı
İsrail yakınlığı şeklinde simgelenerek anlatılmaktadır. Ez cümle, Tanrı’nın
ilişkisi Eski Ahit’te şöyle özetlenmiştir; Tanrı’nın Sina Dağı’nda İsrail’le
yaptığı antlaşma, Tanrı’yla İsrail arasında bir evlik ilişkisi olarak
görülmektedir ve bu antlaşma aracılığıyla Rab onların kocası olmuştur. Sonra
İsrail, sadakatsizliği ve putlara tapması yüzünden antlaşmayı bozmuş ve bu
antlaşmadaki hakkını kaybetmişti. Ancak Tanrı sonunda İsrail’i reddetmemiş ve
onlara olan sevgisi son bulmamıştı. Bu yüzden Tanrı’nın nihai amacı, onlarla
bir kez daha kendileriyle bir kocanın ilişkisine girebileceği yeni bir antlaşma
yapmaktı. Bu yeni antlaşma, ilkinden farklı olarak sonsuza dek geçerli
olacaktı, bir daha asla bozulmayacaktı. Bunun aracılığıyla İsrail, Rab’bi daha
önce hiç tadıp yaşamadıkları şekilde yepyeni derin bir yakınlıkta bilecek,
tanıyacaktı (Prince, 1995: 56). Adeta bir arınmadan geçirilen İsrail halkı, kendisini
bırakmak istemeyen Tanrı’nın lütfunden doyasıya faydalanmaktadır. Burada gerçek
anlamda bir sevgi söz konusudur. İşte karı ve kocanın örnek alacağı bu model,
Yahudiler için çok önemlidir. Erkek, kadına sadakat gösterecek ve bu
sadakatlerinin karşılığı olarak Tanrı’nın esirgemesine kavuşacaklardı. Eski
Ahit’in Tanrısı böyle evliliklere özellikle büyük prim vermektedir. Çünkü karı
ve kocanın kendilerini bildiği ve birbirlerine ihanet etmediği evlilikler,
aslında Tanrı’ya duyulan büyük saygılarından ileri gelir. Onun için Yahudilerin
Tanrısı bu durumdan ve kurumdan oldukça zevk alır. ”Biri başka birinin
karısıyla, yani komşunun karısıyla zina ederse, hem kendisi, hem de zina ettiği
kadın, kesinlikle öldürülecektir“ (Levililer: 20: 10). Bunlar evliliği zedeleyen
olumsuz ve günahkâr davranışlardır. Eski Ahit, bu tür davranışlara karşılık
sert cezalar getirmek suretiyle, Yahudilere kendi kadınlarıyla mutlu olmalarını
emreder. “Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem
kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecektir. İsrail’den kötülüğü
atacaksınız“ (Yasanın Tekrarı: 22: 22).
İhanet, Eski Ahit’in kolay kolay kabul edeceği bir davranış değildir. O,
bunu en şiddetli biçimde cezalandırmaktan kaçmaz.
Gerçekten Eski Ahit’in diğer bölümlerinde de evliliğe verilen önemi açıkça
fark edebilmekteyiz. Çünkü evlenmek, ilahi bir zincirin kopmadan kıyamete kadar
gitmesi demektir. Ayrıca Tanrı, ortaya koyduğu ilkelerin inananlarınca ciddiye
alınmasını ister. Bu nedenle çiğnenen bir yasa aslında varlığının
büyüleyiciliğine çizilmiş yamuk ve silinmez bir hatadır. Eski Ahit’in
Tanrısının böyle bir davranışı kaldırmaya tahammülü yoktur. Zaten her seferinde
tekliğini ve güçlülüğünü vurgulayan bir ilahın, bu tür hataları hoş görmesi
doğal değildir. Belki bu yüzden Yahudilerce evlilik, aslında insanın Tanrı’nın
sureti olması nedeniyle önemsenmesi gereken bir ilkedir. Yasalar ne zaman
çiğnenmeye kalkışılırsa, o vakit Tanrı’nın azabı gecikmeden kulun ensesinde
soluğu bulur. “Tanrı sizi tek beden ve ruh yapmadı mı? Neden tek? Çünkü O
kendisine özgü bir soy arıyordu. Onun için kendinize dikkat edin, hiçbiriniz
gençken evlendiği karısına ihanet etmesin. İsrail’in Tanrısı Rab, ben
boşanmadan nefret ederim, diyor. Giysisinin üstüne bir de zorbalığı kuşanan
kişiden de nefret ederim. Her şeye egemen Rab böyle diyor. Bunun için kendinize
dikkat edin ve ihanet etmeyin” (Malaki: 2: 15- 16). İhanet, Yahudileri
Tanrı’dan uzaklaştıran ve kendilerinden nefret ettiren bir suçtur. Yehova gibi
birliğe ve güce sürekli telmihte bulunan bir Tanrı, ihaneti asla bağışlamaz.
Hele ki başka Tanrılarla ihanetin bağışlanması ise söz konusu olamaz. Bu
anlamda bir erkeğin karısını aldatması ve onun dışında başka kadınlara göz
dikmesi ihanettir. Yahudilerin bundan kesinlikle kaçınması ve ayaklarını denk
alması gerekmektedir. Yoksa Tanrı’nın öfkesi büyük bir azaba dönüşebilmektedir.
Tanrı’nın değişmez amacına göre evlilik, bir antlaşmadır. Bu, evlilik
ilişkisinin başarısını sağlayan tek sırdır (Prince, 1995: 12). Bu sır
unutulduğunda, görmezlikten gelindiğinde evlilik kaçınılmaz bir şekilde
kutsallığını ve bu yüzden kuvveti ile sağlamlığını yitirir. Tanrı bunu Eski
Ahit’te birkaç yerde tekrarlamaktadır: “Yaptığınız başka bir şey var: Rabbin
sunağını gözyaşı seline boğuyorsunuz. Ağlayıp sızlanıyorsunuz. Çünkü Rab artık
getirdiğiniz sunulara ilgi göstermiyor, onları elinizden beğeniyle kabul
etmiyor. “Neden?” diye soruyorsunuz. Çünkü Rab seninle gençken evlendiğin karın
arasında tanıktır. O yoldaşın ve evlilik antlaşmasıyla karın olduğu halde ona
ihanet ettin” (Malaki: 2: 13- 14). Bu metinde antlaşma, Tanrı’nın tanıklığında
yani onun ilkelerine riayet edilerek yapıldığı halde antlaşmaya ihanet
edilmiştir. Koca karısını aldatıp ona Tanrı’nın tanıklığına rağmen ihanet
etmiştir. Rab de bunlara ceza olarak getirilen sunulara önem vermeyip onları
hiçe saymıştır. Aslında eşlerin birbirlerine ihanet etmeleri kendi
iktidarlarına tuzak kurmalarıdır. Eğer antlaşmaya sadık kalıp dürüst olsalardı
ikisi de iktidarın hazzına varabilirlerdi.
Cinsellik ve iktidar ilişkisi, eşlerin birbirlerine karşı takındıkları
tavırlarında saklıdır. Aslında erkek ve kadının evlilik içinde birinin diğerine
karşı kurduğu pusular, onların, ben daha öndeyim benim sözüm geçer, şeklindeki
üstünlük anlayışlarının sonucudur. Fakat ikisi de aynı iktidarın hazzını farklı
ölçüde yaşayabilirler. Kocasından başkasıyla ilişkisi olmaması kadın için, onun
iktidarına bağlı olmanın doğurduğu bir sonuçtur. Koca içinse, karısından
başkasıyla ilişki kurmama, karısı üzerindeki iktidarını en iyi kullanma
biçimidir (Foucault, 1993: 163). Bu çerçeve biraz daha genişletilip Tanrı ve
kul bağlamında düşünülürse olay daha dikkate değer bir anlam kazanır. Eğer
Tanrı’nın inanları da başka putlarla Tanrıları’nı aldatmasalardı; Tanrının
iktidarda olma güdüsünü fazlasıyla doyururlardı. Fakat Tanrı’ya ihanet etmekle
hem kendi iktidarlarını bozdular hem de Tanrı’yı kızdırarak onu iktidar
hazzından yoksun bıraktılar. Evliliğe bu pencereden bakılabilirse Eski Ahit’in
tek Tanrısının kullarıyla ilişkisi daha farklı bir yönden algılanabilir. Ayrıca
evliliğin öneminin altında yatan sebepler de daha kolay anlaşılabilir.
“Öfkelenebilirsiniz ama günah işlemeyin; iyi düşünün yatağınızda susun”
(Mezmurlar: 4: 4). Erkek ve kadının iktidar yarışına girip yataklarının
kirletmemelerini ve bunun için birbirlerine sadakat gösterip susmalarını
isteyen bu pasaj, evliliğin Tanrı için ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Nihayetinde Tanrı, kadın ve erkeğin tek bedende birleşmelerini isteyerek hem
kendi tekliğini hem de evliliğin onları için bütünleştirici önemini
vurgulamıştır. “Tanrı sizi tek beden ve ruh yapmadı mı? Neden tek? Çünkü O
kendisine özgü bir soy arıyordu. Onun için kendinize dikkat edin, hiçbiriniz
gençken evlendiği karısına ihanet etmesin “(Malaki: 2: 15). Ona sadık olsun ve yatağını
kirletmesin. Çünkü onlar Tanrı’nın antlaşmasında birbirlerine söz vermişler ve
evliliği koruyacaklarına dair Tanrı’ya taahhütlerini bildirmişlerdir.
Eski Ahit’in evliliğe verdiği önem kadına verdiği önemden de
anlaşılabilir. Çünkü o doğurgandır ve döl verendir. Sadece Eski Ahit’te değil,
diğer dinlerde de kadın bir doğurganlık sembolüdür. Kadın, çoğaltan verimli bir
topraktır. Eski Ahit’te buna dikkat çekilmiş; kadın, erkeklerin gözünde
doğurgan bir varlık olarak hep arzulanmış ve doğurganlık özelliği bittiğindeyse
rafa kaldırılmıştır. Hatta Mezmurlar’da doğurganlığa şiirsel methiyeler
dizilmiştir:
“Çocuklar Rabbin verdiği bir
Armağandır.
Rahmin ürünü bir ödüldür“ (Mezmurlar: 127: 3).
Eski Ahit’te doğurmak veya çocuk sahibi olmak bir armağan, Tanrı vergisi
bir sunudur. Devam eden ifadelerde doğurmanın tadına doyulmaz zevkinden
bahsedilerek onun önemine işaret edilmektedir. Burada Tanrı, insanlara bu
özelliği bahşetmekle kulların kendisine şükretmelerini istemektedir.
“İç varlığımı sen yarattın,
Annemin rahminde beni sen ördün.
Sana övgüler sunarım,
Çünkü müthiş ve harika
Yaratılmışım.
Ne harika işlerin var!
Bunu çok iyi bilirim” (Mezmurlar: 139: 13- 14).
Bunlar,
Eski Ahit’in ilk insandan bu yana süregelen verimlilik ve çoğalma
kavramlarının ördüğü sonuçlardır. Tanrı yaratır, kul çoğaltır ve yeryüzü,
döngüsünü döndükçe sürdürür. Tüm mesele budur, doğurmak veya doğurmamak. İlk
çağ filozoflarının savaşma seviş benimle teorisine uygun olarak seviş ama
üretmek şartıyla, şeklinde Yahudiliğe uyarlanabilir. Enerjini, yaşamını içinde
barındıran dölünü boş yere harcayıp Tanrı’ya ihanet etme. Evlen ve doğur. Tıpkı
ünlü şair Cemal Süreyya’nın “önce öp sonra doğur beni” dizelerine uygun bir
anlayışla Eski Ahit, evliliği bekârlığa tercih etmiştir.
Sonuçta Kitab-ı Mukaddes döneminin Yahudi ailesi evliliğe önem vermiş ve
cinselliği değerli kılmış ayrıca bekâr kalmaya soğuk bakmıştır. Günümüze
geldiğimizde geleneksel Yahudi ailesinin gücünün özellikle son yıllarda,
Yahudiliğe özgü her şeyin özümlenme süreci içinde yok olması nedeni ile hızla
azaldığını söyleyebiliriz. Şu anda Yahudi ailelerinin Yahudi olmayanlardan,
eski günlere duyulan duygusal bir bağdan ve gençler üzerinde kendilerini
düzeltmeleri ve Yahudi olmayanlarla evlenmemeleri için yapılan baskının
ötesinde, bir farkı kalmamıştır (BUA, 1987: IV, 96). Artık saf bir Yahudi
ailesi kimliği aramak yerine biraz daha ılımlı ve cinselliği ön planda tutan
Yahudi ailesinin varlığını görmek mümkündür. Çünkü tarih içinden geçtiği
koşullardan dolayı Yahudi ailesinin evliliğe ve cinselliğe bakış açısını
oldukça törpülemiş ve onu zamanın tünelinden geçirerek şimdiki ana getirmiştir.
Artık Yahudiler için evlilik, önemlidir fakat saf bir Yahudi ırkının da hayal
olmaktan öteye geçemediği bilinen ve tecrübe edilen bir gerçekliktir.
İç evlilik demek olan endogami, Eski Ahit’te, Yahudilerde çok sık görülen
bir evlilik çeşididir. Burada klan üyeleri veya Yahudi olanların kendi
aralarında kurduğu bir bağ söz konusudur. Akraba olmayanlar ya da soyun dışında
olanlar böyle bir evlilik yapamazlar. Çünkü mirasın bölünmemesi, soyun
bozulmaması ve dağılmaması için iç evlilik şarttır. Endogamiye aykırı hareket
edenler hemen yaptırımlarla karşılaşırlar. Tanrı, Eski Ahit’te egzogami, yani
dış evlilik yapanları sert bir biçimde uyarmış ve onları cezalandırmıştır.
“İshak Yakup’u çağırdı: Kenanlı kızlarla evlenme diye buyurdu. Hemen Paddam
Aram’a annenin babası Betuel’in evine git. Orada dayın Lavan’ın kızlarından
biriyle evlen. Böylece babasının Kenanlı kızlardan hoşlanmadığını anladı.
İsmail’in yanına gitti. İbrahim, oğlu İsmail’in kızı Nevayot’un kız kardeşi
Maharat’la evlenerek onu karılarının üzerine getirdi” (Yaratılış: 28: 1- 2; 28:
8). İshak Yakup’un Kenanlı kızlarla evlenmesini istemeyerek kendi
akrabalarından evlilik yapmasını istemiş, bu şekilde kendi kabilesinin
varlığını dış tehlikelere karşı koruyarak soyunun bozulmadan devam etmesini
istemiştir. Çünkü iç evlilik, dışarıdan kız almayı bir riziko olarak görür. Bu
nedenle dış evliliğe karşı tıpkı bir kalkan gibi kendi soyundan ve kabilesinden
kızları yine kendi kabilesinin erkekleriyle evlendirerek bir savunma
mekanizması oluşturur.
İç evlilik, aile içinde ölen bir kardeşin dul kalan karısını diğer bir
kardeşin almasına kadar uzanır. Geçimini tarımdan kazanan toplumların bir
özelliği olan endogami, soyu ve toprakları elde tutmanın en güvenilir ve
garantili yoludur. Eski Ahit de tarım toplumunda yaşayan insanlara hitap
ettiğine göre emirlerini bu yönde vermesi çok doğaldır. Bunu Eski Ahit’te sıkça
görmek mümkündür. “Birlikte oturan kardeşlerden biri oğlu olmadan ölürse,
ölenin dulu aile dışından biriyle evlenmemeli. Ölenin kardeşi dul kalan kadına
gidecek. Onu kendine karı olarak alacak, ona kayınbiraderlik görevini yapacak.
Kadının doğuracağı ilk oğul, ölen kardeşin adını sürdürsün“ (Yasanın Tekrarı:
25: 5- 6). Metinde ailenin dağılmaması için tamamen iç evlilik özendirilmiş ve
toplumsal geleneğe dinsel bir referans verilerek soy, dine ve kültüre uygun
olarak ayakta tutulmaya çalışılmıştır.
Eski Ahit, iç evliliği özendirdiğine göre dışarıdan almayı da haliyle
yasak kabul edecektir. İşte yabancılarla evlenmeyi Tanrı’ya ihanet derecesinde
vurgulayan Eski Ahit’in bu tutumunu anlamak kabul edilir bir durumdur. O zaman
Yahudi erkeklerin yabancı kadınlardan tamamen uzak durması şarttır. Çünkü soya
gelecek tehdit Yahudi toplumunun kökten yok olmasına kadar tehlikeli boyutlara
varabilir. Eski Ahit, bu hassas konuya dikkat çeker. “Şekenya, Ezra’ya şöyle
dedi: Çevremizdeki halklardan yabancı karılar aldığımız için Tanrı’mıza ihanet
ettik. Buna karşın İsrail için hala umut var. Senin ve Tanrımızın buyrukları
karşısında titreyenlerin öğütleri uyarınca, bütün yabancı kadınları ve
çocuklarını uzaklaştırmak için Tanrımızla şimdi bir antlaşma yapalım. Bu
antlaşma yasaya uygun olsun. Kâhin Ezra kalkıp: Siz Tanrı’ya ihanet ettiniz,
dedi. Yabancı kadınlarla evlendiniz. İsrail’in suçuna suç kattınız. Şimdi
atalarınızın Tanrısı Rabbe suçunuzu açıklayın. Onun istediğini yapın. Çevredeki
halklardan ve yabancı karılardan ayrılın” (Ezra: 10: 2- 3, 10- 11). Çok çarpıcı
ifadeler kullanılarak yasaklanan egzogami, çiftler hata ile bir arada olsalar
dahi onların ayrılmalarını öngörerek halkı dış evlilikten iç evliliğe ısrara
zorlamaktadır. Bu kadar katı bir endogami anlayışı esasında toplumu
kısırlaştırmakta ve o dini bölgesel bir alana sıkıştırmaktadır. Fakat burada
ilginç olan Tanrı’nın bu savı hiç ciddiye almayarak, hep kendisine daima itaat
eden özel bir grubun varlığını ısrarla istiyor olmasıdır. Tevrat’ta ‘az olsun
Yahudi olsun’ dercesine iç evliliğe sıkı sıkıya sarılmış bir Eski Ahit toplumu
görürüz. Bu ilkeleri çiğneyenler hem kabileye hem de Tanrı’ya ihanet etmiş
sayılmaktadırlar. Bu bakımdan insanlar dış evliliğe cesaret edemedikleri gibi
bunu yapanlar da boşanmak suretiyle yine o dar kalıpta özlerini ve köklerini
korumaya çalışmaktadırlar.
Nehemya Peygamber’in söyledikleri de iç evliliğe eğilim doğrultusundadır:
“Çevremizdeki halklarla kız alıp kız vermeyeceğiz“ (Nehemya: 10: 30).
Aslında Eski Ahit’te İsrailoğullarının, putperestlerle evlenmesinin yasaklanmasının
sebebi, tek Tanrı inancın temsilcileri olan Yahudi halkını yozlaşmaktan
korumaktır. Çünkü birçok Tanrı’ya birden inanmak olan putperestlik, Tanrı’nın
birliğine ihanet olarak kabul edilmiştir. Sonuç olarak, Eski Ahit endogamiyi
teşvik etmekle hem soyun değişmemesini hem İsrailoğulları’nın topraklarının tek
elde toplanmasını ve hem de Yahudi Tanrısının tekliğini ispatlamış oluyordu.
Çok eşlilik de demek olan poligami, bir erkeğin birden fazla kadınla
evlenmesi olayıdır. Burada erkek çeşitli sebeplerle bir kadınla yetinmemekte
daha çok sayıda kadınla bağ kurarak yaşantısını sürdürmektedir. Çeşitli
coğrafyalara göre değişmekle birlikte sebep ne olursa olsun poligaminin de
kendine ait bir felsefesi vardır. Özellikle Ortadoğu geleneğinde sıkça
karşılaşılan poligami, erkek ve kadının yapısındaki muammanın da bir
neticesidir. Kadın ve erkeğe bu ilginçlik penceresinden bakılırsa, her şeyden
önce aşkta erkek, yapısı gereği vefasızlığa; kadın ise vefalı davranışlara
eğilimlidir. Erkeğin aşkı, doygunluğa erdiği andan sonra, gözle görülecek
biçimde azalır; önüne çıkan her kadın, elde ettiği kadından çekici gelir ona;
çeşitliliği arzulamaya başlar. Kadının aşkı ise, doygunluğa erdiği andan sonra
artmaya başlar. Bu, doğanın amacının, türün sürdürülmesi ve elden geldiğince
çoğaltılması gereğinin bir sonucudur. Erkek bir yılda, yüzden fazla çocuğu
kolaylıkla yapabilir: oysa kadın, ne kadar erkekle sevişirse sevişsin, yılda
ancak bir çocuk yapabilir. İşte bundan ötürü, erkeğin gözü her zaman başka
kadınlardadır; oysa kadın, bir tek erkeğe iyice bağlanır. Çünkü doğa onu,
kendisi farkına varmaksızın, gelecekte doğacak çocuğun besleyicisini ve
koruyucusunu elde tutacak biçimde davrandırmaktadır (Schopenhauer, 1997: 24).
Bu nedenle erkek ve kadın, özlerinde barındırdığı şifrelerle amacına uygun
davranarak görevlerini yerine getirmektedirler. Bu nedenle ilahi yaratım,
semavi dinlerde çoğu kez çok eşlilik şeklinde devam ettirilmiştir. Yahudilik de
bunu isteyen dinler arasındadır.
Yahudilerde evlilik, çok eşli bir yapıya sahipti. Eski Ahit, tek eşle
evlenmeyi emrettiği gibi çok eşli evliliklere de izin veriyordu. Çok eşlilik,
Eski Ahit’te net olarak ortaya konmamıştır. Bu konuda muğlâk ve kimi yerlerde
birbiriyle çelişen ifadeler vardır. Bazen tek eşlilik övülürken ve emredilirken
çoğu yerde de yapılan davranışlar tamamen çok eşlilik doğrultusundadır.
Peygamberler dâhil birçok İsrailoğlu cariyeler, köleler ve beğendikleri birçok
kadına sahip olmuşlardır. Kimilerini soylarını devam ettirmek için, kimilerini güzelliği
ve çekiciliğinden dolayı, kimilerini de kendisine verilmiş armağanlar olarak
almışlardır. Ama genel olarak Eski Ahit’in uygulamada çok evliliği yansıttığı
ortadadır. “Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi
vardı. Karıları onu yolundan saptırdılar (I. Krallar: 11: 3)
Cinsel bir motif olarak, Yahudilerin kadına verdiği önemin en açık
örneklerinden birisi yeni evlenmiş bir erkeğin karısını mutlu etmesi ve onu
yalnız bırakmamasıdır. Savaş halinde olsalar bile bir Yahudi, karısını bırakıp
savaşa gidemez. Bu durum gerçekten kadınının mutluluğuna verilen değeri
gösterir. “Yeni evli bir adam savaşa gitmeyecek, ona herhangi bir görev
verilmeyecek. Bir yıl özgürce evinde kalıp karısını mutlu edecek“ (Yasanın
Tekrarı: 24: 5). Çoğu toplumlarda uğruna karısını bile feda ederek savaşa giden
erkeklerin aksine, Yahudilik kadın uğruna savaşı önemsiz kılabilmektedir. Çok
ilginç bir tema olan kadının mutluluğu, Eski Ahit’in cümleleri arasında kendine
yer bulabilmektedir.
Eski Ahit’in kadına verdiği önemle ilgili daha birçok pasaj vardır. Erkek
onu muhakkak surette mutlu etmeli, kadın da buna karşılık Tanrının ve erkeğin
saygısını hiç bir zaman zedelememelidir.
“Çeşmen bereketli olsun,
Ve gençken evlendiğin karınla
Mutlu ol“ (Süleyman’ın Özdeyişleri: 5: 18).
“Çekicilik aldatıcı, güzellik boştur;
Ama Rabbe saygılı kadın ,
Övülmeye layıktır” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 31: 30).
Evli bir erkeğin kadınına önem vermesi, onu mutlu etmesi Yahudiler için
önemli bir erdemdir. Fakat kadına önem onu sadece evliyken mutlu etmek
değildir. Bazen mutlu edeyim derken birçok kadınla birlikte olmak, onlarla bir
harem kuracak kadar ilgilenmek bazı sorunlara yol açabilmektedir. Erkek, kimi
zaman bir kadınla yetinememekte çeşitli sebeplerden dolayı başka kadınlarla da
evli veya bekâr olarak ilişkilere girebilmektedir. Aslında, hiçbir erkeğin
gönlünde tek bir kadına yetecek kadar yer yoktur (Zeldin, 2000: 108). Erke
içinde dizginlenemeyen içgüdülerden dolayı birçok kadınla birlikte yaşamayı
arzulamaktadır. Eski Ahit’te de bu içgüdüden kaynaklanan veya başka sebeplerden
dolayı Yahudilerin özellikle de Yahudi peygamberlerin bu durumu sıkça
yaşadıkları bilinen bir gerçektir. İster kadın kısır olduğu için, ister
kendisine armağan edildiği için, isterse de cinsellik içgüdüsüne hâkim
olamadığı için birçok Yahudi peygamber ve Yahudi erkek birden fazla kadının
peşinden koşmuştur. Yahudi toplumunun erkekleri belki de yaşadıkları coğrafya
veya sahip oldukları gelenekleri dolayısıyla bu tür teşebbüslerde
bulunmuşlardır.
Diğer taraftan tek eşlilik denilen aile tarzı bazı durumlarda önerilen bir
emirdir. Bunda amaç kişinin kadınların çokluğundan dolayı Rabbini unutma
endişesini taşımasıdır. Bir kaygı halinin sonucunda tek eşliliğin önerildiği,
Eski Ahit’te karşılaşılan bir durumdur. “Atayacağınız kral yüreğinin Rab’den
sapmaması için çok kadın edinmemeli, büyük ölçüde altın, gümüş biriktirmemeli”
(Yasanın Tekrarı: 17: 17). Bu endişenin yanında gerçekten bazı dönemlerde
İsrail’de en yaygın evlilik şeklinin tek evlilik olduğu açıktır. İşaret etmeye
değer ki tüm krallık dönemini kapsayan Samuel ve Krallar kitapları, halk
tabakasından olan kimseler arasında bir tek, iki evlilik vakasını kaydetmez
(Vaux, 2003: 53). Hal böyleyken yani burada poligami karşıtı bir durum söz
konusuyken başka pasajlarda da monogami karşıtlığı vardır. Bu durum Eski Ahit
için çelişkili ve enteresandır.
Kutsal Kitap’ın indiği zamanlarda poligaminin uygulandığı, daha sonra uzun
zaman boyunca bir dereceye kadar uygulanmaya devam edildiği iyi bilinir. “Kral
Süleyman Firavun’un kızının yanı sıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve
Hititli birçok yabancı kadın sevdi. Bu kadınlar, Rab İsrail’in halkına, ne siz
onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar
kesinlikle sizi kendi ilahlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır,
dediği uluslardandı. Buna karşın Süleyman, onlara sevgiyle bağlandı.
Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı. Karıları
onu yolundan saptırdılar. Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilahların ardınca
yürümek üzere saptırdılar” (I. Krallar: 11: 1- 4). Erkeklerin en bilgesi
Süleyman’ın 700 eşinin ve 300 cariyesinin olduğu söylenirdi fakat kendi
Tanrılarına ait kültleri de beraber getirdiklerinden eşleri Süleyman’ın kalbini
Tanrı’dan çevirdiler (Parrinder, 2003: 276). Süleyman’ın bu derece çokça kadına
sahip olması bir peygamber olmasına rağmen onun da Tanrı’yı unutmasına neden
olmuştur. Eski Ahit’in çok evlilik konusundaki endişesi burada net olarak
ortaya çıkmaktadır. Fakat Süleyman’ın bu kadar çok sayıda eşle evlenmesi
gerçekten Eski Ahit’te çok eşli evliliğin abartıldığını mı gösterir yoksa bu
durum ilahi adı kemiyet derecesinde onurlandırmakla mı ilgilidir? Ya da
ataerkil bir kültüre gelen Kutsal Kitap’ın bu fazlasıyla hoşgörüsünü doğal mı
karşılamak gerekiyor? Bu soruların cevaplarını kesin olarak bulmak zor olsa da
var olan gerçek, Eski Ahit’in indiği toplumda çok eşli evliliğin oldukça fazla
olduğudur. Bu durumu aslında bir noktaya kadar Yahudiler için doğal karşılamak
lazımdır. Çünkü bir ailede birden fazla kadınla evlenmek, bütün kadim
şeriatlarda bilinen ve kabul gören bir muamele olagelmiştir. Hint ve Mısır
medeniyetinde aynı anda birden fazla kadınla evlenmenin bütün şekilleri vardı.
Beni İsrail’in peygamberlerinde bunun hiçbir sınırı yoktu. Eski Ahit’in I.
Krallar bölümünde ve Yahudilerin de hikâyelerinde belirtildiği üzere büyük
hekim Salamon’un (Süleyman) yedi yüz karısı ve üç yüz de cariyesi vardı.
Makkabeos zamanında Yahudilerin Kâbeleri olan Süleyman’ın büyük heykeli,
hatunların Mahoru olup kalmıştı (Carullah, 2000: 82). Neticede Eski Ahit’te çok
eşlilik vardı. Zaten o coğrafyanın karakteri ve tarihi bunu açıkça
doğrulamaktadır.
Aslında
erkek egemen bir toplumda poligami çok sık görülen ve şaşırtmayan bir sonuçtur.
Fakat öte taraftan aşırı bir poligami yapısının da bazı sorunlara yol açtığı
aşikârdır. Eski Ahit’in birçok bölümünde peygamberler, eşleri kısır
olduklarında çekinmeden çocuk getirene kadar sayısız kadınla
evlenebilmişlerdir. Tevrat’ta İbrahim’in bu durumu çok sıkça dile getirilmiştir.
“Karısı Saray Avram’a çocuk verememişti. Saray’ın Hacer adında Mısırlı bir cariyesi
vardı. Saray Avram’a: Rab
çocuk sahibi olmamı engelledi, dedi. Lütfen cariyemle yat. Belki bu yoldan
bir çocuk sahibi olabilirim. Avram, Saray’ın sözünü dinledi. Saray Mısırlı
cariyesi Hacer’i kocası Avram’a karı olarak verdi. Bu olay, Avram Kenan’da on
yıl yaşadıktan sonra oldu. Avram Hacer’le yattı. Hacer hamile kaldı. Hacer
hamile olduğunu anlayınca hanımını küçük görmeye başladı” (Yaratılış: 16: 1-
4). Öyle görünüyor ki, bir erkeğin sahip olabileceği hanım ve cariyelerin
sayısında hiç sınırlama yoktu. Çünkü ortada masum bir neden vardı: soyun
devamını sağlamak! Bu durum bize göstermektedir ki poligami, kısır bir toplumun
derdine çare olarak görülmüştür. Zaten Eski Ahit’te vazedilen pasajlarda,
Peygamberlerin dahi çocuksuz kalma endişeleri doğduğunda hemen kendilerine
uygun bir eş bulduklarını göstermektedir. Hal böyleyken Yahudi toplumunun
seçkin olmayan ama kısır olan erkeklerin de bu yönteme başvurduğu bilinen bir
gerçektir. Çünkü kısırlık veya kısırlığın olmadığı halde cinsel istek,
Yahudileri bu tavra yöneltmiştir.
Çok eşlilik kişinin statüsüne göre de değişebiliyordu. Halk tabakasından
kişiler en az iki kadınla yetinirken bu konuda krallık mertebesinde olanların
kredisi daha yüksekti. Bu sayı yedi yüz veya binlere kadar varabiliyordu. Hatta
çok sonraları bu iş resmi hale getirildi. Talmud, tebaa için hanımların
sayısını dört ve kral için on sekiz olarak kararlaştırdı. Bununla birlikte
uygulamada geniş bir harem içinde yaşamak sadece krallık ailesinden kimselerin
işine gelirdi ve halk tabakasından olan kimseler bir veya en çok iki hanımla
yetinmek zorunda idiler (Vaux, 2003: 52). Erkeklerin lehine işleyen yazılı ve
yazısız kurallar da oluşturulmuşsa kadının pek yapacağı bir şey kalmamaktadır.
Mecburiyetin getirdiği bir kabul edişle, kıskançlığa rağmen bir erkeği
paylaşmak zorundaydı. Tek erkek için onlarca rakibinin arasında kendini
sıyırıp, yine erkeğine kendini fark ettirmek büyük maharet ve cesaret isteyen bir
iş olsa gerekti. Ama burada ilginç olan statüye rağmen bile bir erkeğin birden
fazla kadınla evlenme şansının olmasıdır. Dolayısıyla kadın cinsinin hem
hemcinsiyle hem de erkekle yaşayacağı bir takım sorunlar ortaya çıkacaktır. Her
halükarda o seçmekle seçilmek arasında çok ter dökecektir.
Tevrat’ta Yakup Peygamberin başından geçenler poligaminin önemli bir
örneğidir. Çok eşli evlilikte ortaya çıkan sorun, aynı kocanın eşlerinin
birbirini çekemeyip kıskanması ve bunun aile içinde entrikalara yol açmasıdır.
Kıskançlık, rekabet ve beraberinde gelen mecburi eziklik vardır.
İsrailoğullarında çok eşlilik, kaybedenin kesinlikle kadın olduğu fakat
kazananın da bir veya birkaç kadın olduğu bir savaştı. Tevrat’ta buna çokça
rastlamak mümkündür. “Lavan’ın iki kızı vardı. Büyüğünün adı Lea, küçüğünün adı
Rahael’di. Lea’nın gözleri alımlıydı. Rahael ise boyu posu yerinde güzel bir
kızdı. Yakup Rahael’e âşıktı. Lavana: Küçük kızın Rahael için sana yedi yıl
hizmet ederim, dedi. Lavan bütün yöre halkını toplayıp bir şölen verdi. Gece,
kızı
Lea’yı
Yakup’a götürdü. Yakup onunla yattı. Lavan cariyesi Zilpa’yı kızı Lea’nın
hizmetine verdi. Sabah olunca Yakup bir de baktı ki, yanında Lea. Lavana: Nedir
bana bu yaptığın? Dedi. Ben Rahael için yanında çalışmadım mı? Niçin beni aldattın?
Lavan, bizim buralarda adettir, büyük kız dururken küçük kız evlendirilmez,
dedi. Bu bir haftayı tamamla, Rahael’i de sana veririz, dedi. Yalnız ona
karşılık yedi yıl daha yanımda çalışacaksın, dedi. Yakup kabul etti. Lea’yla
bir hafta geçirdi. Sonra Lavan, kızı Rahael’i de ona verdi. Cariyesi Bilha’yı
da kızı Rahael’in hizmetine verdi. Yakup Rahael’le de yattı. Onu Lea’dan çok
sevdi. Lavan’a yedi yıl daha hizmet etti. Rab, Lea’nın sevilmediğini görünce,
çocuk sahibi olmasını sağladı. Oysa Rahel kısırdı. Lea hamile kalıp, bir erkek
çocuk doğurdu. Adını Ruben koydu. Çünkü Rab, mutsuzluğumu gördü, dedi. Kuşkusuz
Kocam beni artık sever. Yine hamile kaldı ve bir erkek çocuk daha doğurdu. Rab
sevilmediğimi duyduğu için bana bu çocuğu verdi, diyerek adını Şimon koydu.
Üçüncü kez hamile kalıp bir daha erkek çocuk doğurdu. Artık kocam bana
bağlanacak, dedi. Çünkü ona üç erkek çocuk doğurdum. Onun için çocuğa Levi adı
verildi.” (Yaratılış: 29: 16- 18, 23- 34). İşte çok evliliğin renkli resmi
budur. Bir kadın kendini kıskançlığa rağmen feda edebilir. Kısır olmak bir kusurdur.
Kısır
kadınlar, bu kusurun bedelini başka kadınlarla aynı evde yaşamakla öder.
Kadın aynı erkeği paylaşmak zorunluluğunu ta uyluk kemiklerinde hisseder. Yoksa
ilk yaratılışın ve cennetten kovuluşun diyeti başka nasıl ödenebilir!
Ataerkil evrende kadın, erkeği doyuma ulaştırmak için yaratılmış bir zevk
nesnesidir. Bu evrende cinsel eylem, eşit iradeyle donatılmış iki kişiyi
birleştiren bir eylem olarak görülmez ve yalnızca erkeğin iradesi göz önüne
alınır. Kadın ise çoğu kez cansız nesnelerle bir tutulur ve bir mal olarak
görülür (Sabbah, 1995: 65). Böyle bir gerçeğin ışığında kadının durumuna geniş
bir perspektiften bakıldığında bu coğrafyada, ister Mısırlı olsun, ister
Babilli ya da Yahudi, “özgür kadın” çocukluğu sırasında babasının ve
erişkinliğinden itibaren de kocasının malıydı. Talihli bir rastlantı sonucu aşk
işe karışmadıkça, kocası için temelde çocuklarının annesi ve bir kâhya,
görevlerinde başarısız olmadığı sürece iyi muamele gösterilmesi gereken üst
düzey bir hizmetçiydi. Başarısız olması durumundaysa koca keyfine göre onu
kovabilir ya da bir gelir bağlayarak uzaklaştırabilirdi (Tannahill, 2003: 59).
Eski Ahit, erkek ve kadının konumunu içinde bulunduğu çağın ışığında
değerlendirdiğinde ve ikisine rollerini dağıttığında, erkek için çok eşlilik
kadın içinse buna riayet etmek gibi bir sorumluluk ortaya çıkmaktadır. Tek
Tanrı inancının güçlü iktidar deneyimi, dağıttığı toplumsal rollerde kendini
iyice hissettirmektedir. Güçlü olanın ilkeleri gücü olduğu müddetçe onu
iktidarda tutmaya muktedir kılar fakat bu arada güçsüzler de içinde bulunduğu
çarkın dişlileriyle meşgul olmuşlardır. Başlarını kaldırmaya fırsatları ve
zamanları yoktur. Tensel hazzın, tinsel güçlerin eliyle dağılımı onları (kadın)
adaletsiz ve keyifsizce başkalarının vicdanına bırakmıştır. Ama göze çarpmayan
bir durum vardır ki, o çağda kadınların iktidarı elinde bulundurmak için
yeterli kartlarının olmayışıdır. Kadın bilgisizliğe mahkûm edilmiş ve elinde
iktidarın sopasını taşıyan güçlüler yani erkekler de bunu fırsat bilip onları
çok evlilik konusunda seçimsiz bırakmışlardır. Aslında o coğrafyanın en
belirgin özelliklerinden biri de kol gücüne dayalı bir yaşam, bunun yanında
sürekli savaşmaya hazır güçlü kaslar ve kendi soylarını sürekli yaşatacak
verimli erkeklerin revaçta olma durumuydu. Tüm bunlar, erkeği daha çekici
kılmaktaydı. O zaman Eski Ahit’in tek Tanrısının toplumsal durumu düzenlemek
için pasajları bu minvalde göndermesi bir dereceye kadar kabul edilebilirdir. Ama
tüm bunlara rağmen yine iktidarı elinde bulunduran güçlü kadınlar da yok
değildir. Bunlar ellerindeki güç ve cazibeyle istediği erkekle evlenebilmiş ve
topluma kadın da vardır mesajını verebilmişlerdir.
Nihayetinde, Eski Ahit’teki evlilik, çok eşli bir evliliktir. Bu evlilikte
karının sayısını erkeğin zevki, fizik gücü ve tutumsal olanakları belirler. O,
ya beğenilip sevilen ya da beğenilmeyip sevilmeyen bir nesnedir (Kılıç, 2000:
21). Kadının bu seçilme ve başkası için seçenek olma ezikliği, Eski Ahit’in metinlerinde
açıkça görülmektedir. Hakikaten Eski Ahit’te eleştirel bir gözle bakıldığında
orada abartılı bir erkek egemen toplum imajı görülmektedir. Toplumda kadın,
neredeyse yok denecek kadar silikleşmiş ve erkek üzerinden tanımlanmıştır. Bu
durum hele kadın kısırsa daha acı bir şekilde cereyan etmektedir. ”Rahael,
cariyesi Bilha’yı eş olarak kocasına verdi. Yakup onunla yattı. Bilha hamile
kalıp Yakup’a bir erkek çocuk doğurdu. Lea artık doğum yapamadığını görünce
cariyesi Zilpa’yı Yakup’a eş olarak verdi. Zilpa, Yakup’a bir erkek çocuk
doğurdu. Akşamleyin Yakup tarladan dönerken Lea, onu karşılamaya gitti.
Yakup’a, benimle yatacaksın, dedi. Oğlumun adamotuna karşılık bu gece benimsin.
Yakup, o gece onunla yattı.” (Yaratılış: 30: 4- 5, 9- 10, 16). Yakup’un sırayla
hamile bıraktığı kadınlar ve bu yazgıyı bir anlamda kendisi belirleyen
kadınların çizdiği bu tablo, o dönemin koşulları açısından normal görünebilir.
Çağımızın gözünde çok ilkel gibi görünse de Yahudi erkeğinin o dönemde hangi
ihtiyaçlara cevap olduğu anlaşılabilirse, kadına verilen asıl önem belki daha
iyi anlaşılabilir. Bu durumu sadece Yahudilerin bir tarım toplumu olduğu veya
onların ataerkil bir yapıda oldukları genellemesiyle çözümlemeye kalkışırsak
yanlışlık yapmış oluruz. Özellikle Yahudi peygamberler, kimi zaman politik
nedenlerle, kimi zaman güç dengesini sağlayabilmek amacıyla, kimi zaman da tek
tanrı inancını kabul ettirebilmek amacıyla çok eşli evlilikler yapmış
olabilirler. Elbette içgüdüsel olarak haz almaya yönelik çok eşli vakıalar da
yok değildir. Fakat var olan gerçeklik, çok evlilik durumunu sadece ataerkillik
çözümlemesiyle yorumlamanın eksik bir tanı olacağıdır.
Zina, aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişkidir
(Türkçe Sözlük, 1998: II, 2515). Evlilik dışı cinsel ilişki olarak da bilinen
zina, ayrıca meşru olmayan cinsi münasebet, aralarında nikâh bağı bulunmayan
kadın ve erkek arasındaki cinsi münasebettir (Doğan, 1996: 1166). Zina, Eski
Ahit’in en keskin günahlarından bir tanesidir. Evlilik kurumunu kökünden
dinamitleyen bir kavramdır. Birçok üslupta ve bölümde defalarca üstünde
durulmuş ve bir yılanın zehri gibi olduğu her yerde, olan her şeyi
mahvetmiştir. Çoğalmanın ve soyun devamının zorunlu olduğu bir yerde zinanın
yer alması çelişkili ve kısırlık yaratan bir durumdur. Eski Ahit’in kısır bir
topluma ise asla tahammülü yoktur. Bu nedenledir ki evlilik dışı cinsel
ilişkiyi kabul edilemez bir günah olarak, yasaklarının arasına koyar.
Yahudilere bu suçu işlememeleri için defalarca uyarılarda bulunur. Bu da yetmez
Yehova, onları sert yaptırımlarla cezalandırır.
Verimli olup çoğalmak gerekirken, Tanrı’ya başkaldırıp bu emre itaat
etmemek inananlar için tehlikeli ve acı verici bir durumdur. Eski Ahit, bunu
bıkıp usanmadan her an dile getirmiştir. Evli Yahudi bir kadının, kocası
dışında herhangi bir kimseyle cinsel ilişkiye girmesi her iki taraf açısından
da büyük bir suçtur ve üç büyük günahtan biridir (Shakak, 2004: 155). Çünkü
zina, aile kurumunu ortadan kaldırabilecek en tehlikeli günahlardan bir
tanesidir. Dolayısıyla Tanrı’nın yasal kabul ettiği birlikteliği zedelediği
için men edilmiştir.
Eski Ahit’in zinayla ilgili cezaları, olayın türüne, bu işi yapanların
yakınlık oranına göre değişir. Genellikle zina konusunda verilen ceza, ölüm cezasıdır.
“Zina etmeyeceksin” (Yasanın Tekrarı: 5: 18). Öbür ceza konularında olduğu
gibi, bu konuda da Yahudiliğin, Hammurabi yasalarının geniş ölçüde etkisi
altında kaldığı görülür. Ancak cezanın uygulanma biçimi değişir. Yukarıdaki
pasajda On Emir’den birinde kesinlikle yasaklandığı belirtilen zinanın cezası,
Eski Ahit’te çeşitli bölümlerde belirtilmiştir (DTA, 1999: I, 270). Bu
cezaların çoğu da cinselliğin disipline edilmesiyle ilgilidir. Cezanın türü ve
biçimi bir yana işlevi daha çok önemlidir. Yahudi toplumunun yoldan sapmaması
için ancak böylesi şiddetli cezalara ihtiyaç vardır. Tevrat, gerektiğinde
Hamurabi kanunu kadar azap verici cezalarda bulunuyor ve böyle yapmakla yasak
cinselliği gemlemiş oluyordu.
Eski
Ahit’te birçok şekilde arzuya itilme ve cinselliğe davet edilme vardır.
Özellikle fiziksel görünümüyle kadınların ilgisini çeken Yusuf Peygamber’in
başına gelenler çok dikkate değerdir. “Yusuf güzel yapılı, yakışıklıydı. Bir
süre sonra efendisinin karısı ona göz koyarak, “Benimle yat, dedi. Ama Yusuf reddetti.
Potifar’ın karısı her gün
kendisiyle yatması ya da birlikte olması için direttiyse de Yusuf onun
isteğini kabul etmedi “ (Yaratılış: 39: 7- 8; 39: 10). Zinaya her gün davet
edilen Yusuf Peygamber, bu tehlikeden uzaklaşmasını bilmiş ve Tanrı’nın
yasağına uygun hareket etmiştir. Gerçekleşen bu vakıa, tensel çekiciliğin
günaha davetiye çıkaracak kadar merak uyandırıcı bir öğe olduğunu
göstermektedir. Böyle bir cezp edicilik masumiyete ve dinsel yasalara
aykırıdır.
Musa’ya gelen On Emir’den biri olan zinanın yasaklanması emri, Yahudi
toplumunun dikkat etmesi gereken önemli ilkelerden biridir. Eğer bu emre itaat
edilseydi bu kültürün insanları uzun bir müddet Tanrı’nın hükmüyle
yaşayabilirdi. Bu suretle zinadan uzak durmak bunun bir garantisiydi. Eğer
zina, On Emir’den biri olacak kadar önemli bir günahsa buna karşı alınabilecek
önlem de o derece hatırı sayılır bir sertlikte olmalıdır. Nitekim Musa, Sina’ya
çıkarken böyle bir emirle geri dönmüştür. “Zina etmeyeceksin. Komşunun evine,
karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz
dikmeyeceksin” (Çıkış: 20: 14- 17). Kendine yapılmasını istemediğin şeyi
başkasına, yakınlarına ve komşularına da yapmayacaksın. Bu, On Emir’in en
çarpıcı yasaklarından biridir. Eski Ahit’te bu pasajları çoğaltmak mümkündür.
“Komşunun karısıyla cinsel ilişki kurarak kendini kirletmeyeceksin” (Levililer:
18: 20). Herkes kendi elindekilerle yetinmelidir. Başkasının iffetine göz
koymak suçtur. Kişi kendi karısıyla cinsellik yaşamalı gözü dışarıda olmamalıdır.
Böylesi bir tutum evliliğe ve dolayısıyla Tanrı’ya zarar verir. Başkasının
cinsel mülküne göz koymak beraberinde toplumsal yozlaşmayı getireceğinden bu
tür yanlış ve yasak tutkulardan uzak durmak gerekir.
Evlilik
dışı cinsel ilişkinin çeşitleri çoktur. Örneğin bir adamın yaşadığı evin içinde
bulunan diğer kadınlarla cinsel ilişkiye girmesi bunlardan bir tanesidir. Küçük
mekânlarda veya dar alanlarda yapılan bu tutkulu arzular, Yahudi ailesine çok
büyük zararlar verir. Çünkü bir güvensizlik ortamı doğmaktadır. “Bir adam bir
cariyesiyle yatarsa, eğer kadın nişanlı, bedeli ödenmemiş ya da azat edilmemişse,
ikisi de
cezalandırılacak ama öldürülmeyecek. Çünkü kadın özgür değildir“
(Levililer: 19: 20). Bu yasak ilişkide adam, karısını bırakıp başkalarıyla cinsel
ilişkiye girmektedir. Evde bulunan hizmetçilik görevi yapan cariyeyle girilen
yasak ilişkinin sonucunda, ikisi de sınırı geçmiştir. Tevrat’ın bunun için
muhakkak bir cezası vardır. Fakat öldürülmeye kadar varmadığı için bu suçun
tekrarlanma ihtimali çoğalır.
Bir kişinin komşusuyla girdiği yasak ilişki de zina kapsamında sayılır.
“Biri, başka birinin karısıyla, yani komşunun karısıyla zina ederse, hem
kendisi, hem de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir” (Levililer: 20:
10). Kadının özgür olup olmaması cezanın oranını belirlemektedir. Kadının özgür
olması halinde kişiye verilen ceza artarken, özgür olmadığında ise erkeğin
lehine bir durum söz konusu olmaktadır. Fakat ikisi de tutkulu ve arzulu bir
şekilde dileyerek böylesi bir cinsel ilişkiye girerse her ikisi ölümle
cezalandırılmaktadır.
Eski Ahit’e göre zina, gizli ve ya açık yapıldığında buna uygulanacak
yaptırımlar da farklı olmaktadır. Bununla ilgili olarak gizli yapılan bir zina
ve erkeğin bu gizli zina karşısındaki tutumu ve yaptıkları Tevrat’ta açıkça
izah edilmektedir. Bu kural, Yahudilerin evlilik kurumuna verdikleri önemi
göstermektedir. “Rab Musa'ya şöyle dedi: İsrail halkına de ki, eğer bir adamın
karısı yoldan çıkar, ona ihanet eder, başka bir adamla yatarsa kadın kâhine
götürülecektir. Yine kirlendiği halde bu olayı kocasından gizler ve tanık
olmadığı için kadının yaptığı ortaya çıkamazsa ayrıca koca karısını kıskanır,
ona karşı yüreğinde kuşku uyanırsa; kadın suçluysa ya da suçlu olmadığı halde
kocası onu kıskanır, ona karşı yüreğinde kuşku uyanırsa, adam karısını kâhine
götürecektir. Karısı için sunu olarak onda bir efe arpa unu alacak. Üzerine
zeytinyağı dökmeyecek, günnük koymayacak çünkü bu kıskançlık sunusudur. Suçu
anımsatan anımsatma sunusudur. Kâhin kadını öne çağırıp Rabbin önünde durmasını
sağlayacak. Sonra, toprak bir kabın içine kutsal su koyacak. Konutun kurulu
olduğu yerden biraz toprak alıp suya koyacak. Kadını Rabbin önünde durdurduktan
sonra onun saçını açacak. Anımsatma sunusunu yani kıskançlık sunusunu eline
verecek. Kendisi de lanet getiren acı suyu elinde tutacak. Sonra kadına ant
içirtip şöyle diyecek: Eğer başka bir adam seninle yatmadıysa, kocanla evliyken
yoldan çıkıp günah işlemediysen, lanet getiren bu acı su sana zarar vermesin.
Ama kocanla evliyken yoldan çıkıp başka biriyle yatarak günah işlediysen-kâhin
kadına lanet andı içirtip şöyle diyecek: Rab sana eriyen kalça, şişen karın
versin. Rab halkın arasında seni lanetli ve iğrenç duruma düşürsün. Lanet
getiren bu su karnına girince karnını şişirsin, kalçanı eritsin. O zaman kadın
âmin, âmin diyecek. Bir kadın yoldan çıkar, kocasıyla evliyken kendini
kirletirse ya da bir koca karısını kıskanır, ona karşı yüreğinde kuşku
uyanırsa, kâhin kadını Rabbin önünde durduracak bu yasayı ona uygulayacaktır.
Kocası herhangi bir suçtan suçsuz sayılacak, kadınsa suçunun cezasını
çekecektir” (Çölde Sayım: 5: 11- 30). Tevrat’ın çizdiği bu tablo, toplumsal
dengeyi korumanın önemine dikkat çekmektedir. Herkes kendi eşiyle dilediği
şekilde cinsel zevk alabilir. Kişi, yabancı kadınlarla yasak ilişkiye girmekten
kaçınarak, kendi eşiyle istediği mutluluğu yakalamalıdır. Evlilik dışı cinsel
ilişki, Yahudi aile kurumunu çökerttiğinden bu suçu işleyenlere kesin ve sert
cezalar uygulanmaktaydı. Arabulucu olan Kâhin ise cinsel suçların çözümlenmesinde
aktif rol oynayarak masum ve suçluyu birbirinden ayırt ettirirdi.
Zina fiili, o kadar karşı çıkılan bir durum haline gelmiş ki bu suç ancak
ölümle paklanmaktadır. Evlilik dışı cinsel eyleme katılan tüm bireyler özelde
de erkekler, sanki bir tabuyu yerle bir etmişler gibi görülmektedir. “Şimdi
bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün. Yalnız erkekle
yatmamış genç kızları kendiniz için sağ bırakın” (Çölde Sayım: 31: 17- 18).
Aslında erkeklerin zulmünden kurtulup sağ kalan kadınlar, huzura kavuşmuş
olmuyorlardı. Onlar yine başka erkekler için aslan payı olarak kenarda saklı
tutuluyorlardı. Çünkü erkeğin bilgisinin ve belgesinin önemli sayıldığı bir
toplumda, kadının sağ veya ölü olması onu bir cinsel obje olmaktan
çıkarmamaktadır. O, her halükarda erkeğin işine gelen ve ona cinsel haz veren
bir motiftir. Yani erkeğin işlediği zina suçu ve karşılığında aldığı ceza,
diğer erkeler için caydırıcı olmamaktadır. Kadın, adeta bir ganimet gibi keyif
çatılarak paylaşılabilmektedir.
Evli veya nişanlı bir kadına göz dikmenin cezası da elbet büyük olacaktır.
Çünkü kişi kutsal olan evlilik bağına ihanet edip Tanrı’nın emrini hiçe
saymaktadır. Bu durumda ceza olarak gelecek ölüm, diğerlerinin bu suçu
işlemesine engel olacaktır. “Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken
yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecektir.
İsrail’den kötülüğü atacaksınız. Eğer bir adam başka biriyle nişanlı erden bir
kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak
öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı;
adam da komşunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü ortadan
kaldıracaksınız. Eğer bir adam, nişanlı bir kızla karşılaşır yakalayıp ona
tecavüz ederse, yalnız tecavüz eden adam öldürülecektir. Kıza hiçbir şey
yapmayacaksınız. Çünkü kızın ölümü hak edecek bir günahı yoktur. Bu, komşusuna
saldırıp onu öldüren adamın davasına benzer. Adam, kızı kırda gördüğünde
nişanlı kız bağırmışsa da onu kurtaran olmamıştır. Eğer bir adam, nişanlı
olmayan erden bir kızla karşılaşır, tutup onunla yatarsa ve bu ortaya çıkarsa,
kızla yatan adam kızın babasına elli gümüş verecektir. Kıza tecavüz ettiği için
onu karı olarak alacak ve yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır” (Yasanın Tekrarı:
22: 13- 29). Bu pasajlarda erkek ve kadın, evli olduğu halde zina yaptıklarında
kesinlikle ölüme mahkûm edilmekte fakat taraflardan biri nişanlı olduğundaysa
sadece erkek öldürülmektedir. Sonuçta Yahudilik, evliliğe önem veren bir din
olduğundan kişilerin özellikle evliyken zina yapmamalarını emretmektedir. Fakat
ne olursa olsun erkek, kadına istediği gibi ambargo koyabilmekte ve keyfine
göre onu suçlayabilmekte veya ödüllendirebilmektedir.
Eski Ahit’te bir peygamberin istediği kadınla evlenmeden önce cinsel
ilişkiye girmesi, karşılaşılabilen cinsel motiflerden birisidir. Örneğin Eski
Ahit’te adı geçen Yahudi peygamberlerden Davut, bunu çokça yapmıştır. İstediği
kadınla yatıp onu hamile bırakmıştır. Fakat bunun sonucunda herhangi bir
yaptırımla karşılaşmamıştır. Bu durum gerçekten dikkat çekicidir. “Bir
akşamüstü Davut yatağından kalktı, sarayın damına çıkıp gezinmeye başladı.
Damdan, yıkanan bir kadın gördü. Kadın çok güzeldi. Davut onun kim olduğunu
öğrenmek için birini gönderdi. Adam, kadın Eliam’ın kızı Hititli Uriya’nın
karısı Bat-Şeva’dır, dedi. Davut kadını getirmeleri için ulaklar gönderdi.
Kadın, Davut’un yanına geldi. Davut, aybaşı kirliliğinden yeni arınmış olan
kadınla yattı. Sonra kadın evine döndü. Gebe kalan kadın Davut’a “Gebe kaldım”
diye haber gönderdi“ (II. Samuel: 11: 2- 5). Bu ifadede görüldüğü üzere Davut,
tesadüfen gördüğü bir kadına vurulmuş ve onu elde etmek için bir çaba
göstermemiştir. Gönderdiği bir kişiyle kadının kimliğini öğrenip daha sonra onu
huzuruna çağırmıştır. Kadın aybaşı kirliliğinden yeni arındığı halde Davut’la
yatmış ve ona hamile kalmıştır. Bu durum çok enteresan ve hatta trajik
komiktir. Davut Peygamber, aralarında herhangi bir yasal bağ olamayan bir
kadınla evlilik dışı cinsel ilişkiye girmiş ve bundan hiçbir suçluluk
duymamıştır. Böylesi yasak bir cinsel ilişkiye rahatça girmeyi sağlayan nedir?
Acaba Davut peygamber olduğundan dolayı bu dini nüfuzunu mu kullandı? Yoksa o
çevrede tanınan bir kişi veya iyi bir aileden olduğu için herkes tarafından
iktidar sahibi biri olarak bilindiği için, istediği kadınla hiçbir sınırlama
olmadan cinsel ilişkiye giren bir peygamber midir? Konumu ne olursa olsun
Davut’un keyfi bir şekilde evlilik dışı cinsel ilişkiye girdiği ve bu şekilde
kadını hamile bıraktığı gerçeği vardır. Burada Eski Ahit’in bunu yasaklamasına
rağmen ona zıt davranışların sergilenmesi olayı vardır.
Zina
eylemi Eski Ahit’in diğer bölümlerinde de vardır. Bu eylem II. Samuel
bölümünde oldukça yaygındır. Örneklemek gerekirse: “Kral Davut olan
bitenleri duyunca çok öfkelendi. Avşalom ise Amnon’a iyi kötü hiçbir şey
söylemedi. Kız kardeşi Tamar’a tecavüz ettiği için Amnon’dan nefret ediyordu”
(II. Samuel: 13: 2122). Tecavüz, evlilik dışı zorla yapılan cinsel bir
davranıştır. Bu pasajda Avşalom’un kız kardeşi, Amnon tarafından tecavüze
uğramıştır. Bu olayın da Eski Ahit’te yer aldığı ve bu davranışa karşı
çıkıldığından bahsedilmektedir. Aslında Eski Ahit’te geçen bu olay, evlilik
dışı cinsel ilişkinin sadece isteyerek değil istemeden de gerçekleştirildiğinin
bir göstergesidir.
Zina olgusu, Kral Davut ve oğlu Avşalom arasında geçen olaylardan da
açıkça görülebilir. Avşalom, herkesin babasından nefret etmesi için onun
sarayındaki cariyelerle yatarak zina eylemini kendi oyunlarında babasına karşı
bir tuzak olarak kullanmaktadır. “Ahitofel, babanın saraya bakmak için
bıraktığı cariyelerle yat, diye karşılık verdi. Böylece bütün İsrail babanın
nefretini kazandığını duyacak ve seni destekleyenlerin tümü, kendilerini daha
da güçlenmiş bulacaklardır” (II. Samuel: 16: 21). Bu olay açık bir haz
senaryosudur. Davut peygamberin İsrailliler tarafından nefret edilmesi için, öz
oğlu babasının statüsünü kullanarak canının çektiği kadınla, saraydaki
cariyeyle cinsel ilişkiye girebilmektedir. Eski Ahit’in bu tür cinsel eylemleri
bu kadar kolay ve masalsı anlatması çok enteresandır. Sanki bir erkek dünyası
yaratılmış da kadınlar da erkeklere cinsel haz vermekten başka görevi olmayan
varlıklar görünümündedir. Çok şaşırtıcı ve mitolojik gibi görünen bu olayların
Eski Ahit için ne kadar önem taşıdığı ve bunların ne kadar doğru olduğu
meçhuldür.
Evlilik dışı cinsel ilişki, Eski Ahit’in birçok bölümünde çokça yasaklanan
bir günahtır. Aslında çokça yasaklanması bu suçun sıkça işlendiğinin bir
göstergesidir. Bu bir çelişki olarak görünmektedir. Zaten Kitab’ı Mukaddes’te
anlatılanlara bakılırsa bu suçu sadece sıradan bir Yahudi yapmamakta ayrıca
Peygamber ve Kralların çocukları da yapmaktadır. Eski Ahit’in Tanrısının
yasakladığı günahın bu kadar kolay yapılması Eski Ahit için şaşırtıcı ve ilginç
bir durumdur. Eski Ahit’in en dikkat çekici bölümlerinden biri olan Süleyman’ın
Özdeyişleri’nde, bu günahla ilgili olarak bilge bir adamın ağzından dökülen
şiirsel ifadeler, aslında anlatmaya çalıştığımız tablonun açık bir yorumudur.
Bir Kutsal Kitap’ta bu kadar güzel ve derin anlamlı ifadelerin bulunması
gerçekten ilginç bir o kadar da çelişkili bir durumdur. İşte zina bu bölümde o
kadar derin ve sade anlatılmış ki evliliğin değeri bir kat daha
anlaşılmaktadır. Öte yandan Yahudilerin zinaya karşı ilgilerini göstermesi
açısından bu kadar çok uyarılmaları da onların ne dereceye geldiklerini
göstermektedir. Demek ki Eski Ahit bıkıp usanmadan bu günahı yasaklamış fakat
yasaklandıkça da bir türlü önüne geçilememiştir. Yine de Süleyman, bir bilge
olarak inananların zinadan uzak durmasını ve eşlerine bağlı olmalarını
içtenlikle vurgulamıştır:
“Bilgelik, gençken evlendiği eşini
Terk eden,
Tanrı’nın önünde içtiği andı
Unutan ahlaksız kadından,
Seni kurtaracak” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 2: 16- 17).
“Zina eden kadının bal damlar
Dudaklarından,
Ağzı daha yumuşaktır
Zeytinyağından. Ama sonu Pelin otu kadar
acı, İki ağızlı kılıç kadar keskindir.
Ayakları ölüme gider,
Adımları ölüler diyarına ulaşır.
Yaşama giden yolu hiç düşünmez,
Yolları dolaşıktır ama farkında
Değil.
Oğlum, şimdi beni dinle,
Ağzımdan çıkan sözlerden ayrılma.
Öyle kadınlardan uzak dur,
Yaklaşma kapısına.
Yoksa onurunu başkalarına,
Yıllarını bir gaddara kaptırırsın”
(Süleyman’ın Özdeyişleri: 5: 3- 9).
“Oğlum, neden ahlaksız bir kadınla
Coşasın,
Neden başka birinin karısını
Koynuna alasın?
Rab, insanın tutuğu yolu gözler,
Attığı her adımı denetler” (Süleyman’ın
Özdeyişleri: 5: 20- 21).
“Seni kötü kadından,
Başka birinin karısının yaltaklanan
Dilinden,
Koruyacak olan bunlardır.
Böyle kadınların güzelliği seni
Ayartmasın,
Bakışları seni tutsak etmesin.
Çünkü fahişe yüzünden insan bir
Lokma ekmeğe muhtaç kalır.
Başkasının karısıyla yatmak da
Kişinin canına mal olur.
İnsan koynuna ateş alır da,
Giysisi yanmaz mı?
Korlar üzerinde yürür de
Ayakları kavrulmaz mı?
Başkasının karısıyla yatan adamın
Durumu budur.
Böyle bir ilişkiye giren cezasız
Kalmaz” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 6: 24-
29).
“Zina eden adam sağduyudan
Yoksundur.
Yaptıklarıyla kendini yok eder.
Payına düşen dayak ve
Onursuzluktur.
Asla kurtulamaz utançtan.
Çünkü kıskançlık kocanın öfkesini
Azdırır,
Öç alırken acımasız olur.
Hiçbir fidye kabul etmez, Gönlünü alamazsın
armağanların
Çokluğuyla” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 6:
32- 35).
“Bilgeliğe, “ Sen kız kardeşimsin”,
Akla, “Akrabamsın” de.
Zina eden kadından,
Yaltaklanan ahlaksız kadından seni
Koruyacak olan bunlardır” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 7: 4- 5).
“Zina eden kadının yolu da şöyledir:
Yer ağzını siler,
Sonra da ‘suç işlemedim’ der” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 30: 20).
Yukarıda dile getirilen manzumelerde zina, uzak durulması gereken büyük
bir günah olarak nitelendirilmiştir. Zina eden kadın aileyi bozan tehlikeli bir
hastalık gibi anlatılırken; bunu yapan erkeğin de ateşe körükle giden
arzularının kölesi bir günahkâr olduğu vurgulanmaktadır. Süleyman, erkeğin ve
kadının bu günahla aklı ve bilgeliğiyle baş edeceğini belirtmiştir. Ayrıca
kıskançlıktan uzak duran kadının zinadan uzak durabileceğini vurgulayan dinsel
ve şiirsel metin, iki cinsin de sağduyulu davranarak bu kötü eylemden uzak
durabileceğini derin ve edebi bir şekilde ifade etmiştir.
Eski Ahit’in Yeremya bölümünde yine zinaya karşı çıkılmaktadır. Fakat
burada daha ilginç bir durum söz konusudur. Hem halk zina yapmakta hem de
onlara gelen peygamberler bu işi yapmaktadırlar. Yani ortada bir karmaşa durumu
vardır. Bir taraftan da Yahudilerin Tanrısı başka Tanrılarla aldatılmaktadır.
Bu duruma çok sinirlenen Tanrı, onları ihanetle suçlamakta ve kendilerine büyük
cezalarla tehditler savurmaktadır. Çünkü kendi halkını esenliğe kavuşturan bir
Tanrıya yapılan bu muamele, çok çirkindir. Hele hem karısına hem de Tanrısına
bu ihaneti yapanlarınsa bağışlanır tarafı yoktur. Çünkü bu Tanrı için, acı
verici bir olaydır ve bunu yapanlar artık insanlıktan çıkmışlardır. İşte bu
bölümde hem zinaya vurgu yapılmakta hem de Tanrı’nın başka Tanrılarla
aldatıldığı için ortaya çıkan trajedisi anlatılmaktadır:
“Yaptıklarından ötürü neden
Bağışlayayım seni?
Çocukların beni terk etti,
Tanrı olmayan ilahların adıyla ant
İçtiler.
Onları doyurduğumda zina ettiler,
Fahişelerin evlerine doluştular.
Şehvet düşkünü besili aygırlar!
Her biri komşusunun karısına
Kişniyor” (Yeremya: 5: 7- 8).
“Payın, sana ayırdığım pay bu
Olacak, diyor Rab.
Çünkü beni unuttun,
Sahte ilahlara güvendin.
Ayıbın ortaya çıksın diye
Eteklerini yüzüne dek kaldıracağım.
Kırdaki tepeler üzerinde yaptığın
iğrençliklerini- zinalarını,
Çapkın çapkın kişneyişini, yüzsüz
Fahişeliklerini- gördüm.
Vay başına geleceklere ey
Yeruşalim! Ne zamana dek böyle kirli
Kalacaksın?” (Yeremya: 13: 25- 27).
“Yeruşalim peygamberleri arasında
Şu korkunç şeyi gördüm:
Zina ediyorlar, yalan peşindeler.
Kötülük edenleri güçlendirdiklerinden,
Kimse kötülüğünden dönmüyor.
Benim için hepsi Sodom gibi,
Yeruşalim halkı Gomora gibi oldu” (Yeremya:
23: 14).
“İsrail halkıyla ve Yahuda halkıyla
Yeni bir antlaşma yapacağım
Günler geliyor, diyor Rab,
Atalarını Mısır’dan çıkarmak için
Ellerinden tuttuğum gün
Onlarla yaptığım antlaşmaya
Benzemeyecek.
Onların kocası olmama karşın,
Bozdular o antlaşmamı, diyor, Rab” (Yeremya: 31: 31- 32).
Yahudilerin Tanrısı, İsraillilerin elini tutup onları bir halk olarak
esenliğe çıkarmıştı. Fakat nankör olan İsrailoğulları bu iyiliği unutup ilah
olmayan başka Tanrılara yöneldiler. Nasıl ki bir adam, karısını aldatıp başka
kadınlara gidiyorsa, Tanrı da, halkı onu bırakıp başka Tanrılara gittiği için,
kendisini aldatılmış kadın durumunda görmektedir. Bu durumdan yakınan Tanrı
aldatılmış olmanın, ihanete uğramanın bedeli olarak halkını yalnız bırakmakla
tehdit eder ve onlara cezalar verir.
Eski Ahit’in başka pasajlarında artık Tanrı’nın iyice köpürdüğünü ve hem
kendi karısını hem kendisini aldatanları çileden çıkaracak öneriler sunduğunu
görürüz. “Rab Hoşea aracılığıyla konuşmaya başladığında ona şöyle dedi: Git,
kötü bir kadınla evlen, ondan zina çocukların olsun. Çünkü ülke halkı benden
ayrılarak adice zina ediyor.” (Hoşea: 1: 2). Bu duruma çok içerleyen Tanrı,
öfkesini belirtmeye devam eder. “Rab bana şöyle dedi: İsraillilerin başka
ilahlara yönelmelerine, üzüm pestillerine gönül vermelerine karşın, Rab onları
nasıl seviyorsa, sen de git, o kadını sev, başkasınca sevilmiş, zina etmiş olsa
bile” (Hoşea: 3: 1). En sonunda Tanrı onlara aklına gelemeyecek cezalar verir.
“Yiyecekler ama doyamayacaklar, zina edecekler ama çoğalmayacaklar. Çünkü Rabbi
dinlemekten vazgeçtiler. Zina, tıpkı yeni ve eski şarap gibi insanın aklını
başından alır” (Hoşea: 4: 10- 11). İşte bir şarap gibi Yahudilerin aklını
başından alan zina, onların hem karılarına hem de Tanrıya ihanet etmelerine yol
açmıştır. Bu yüzden Eski Ahit, evlilik dışı cinsel ilişkiye çokça karşı çıkmış
ve böyle bir hataya düşenleri sert cezalarla caydırmaya çalışmıştır. Fakat
Yahudi toplumunda bu cezaların pek karşılık almadığı da bir gerçektir. Zaten
Tanrıya ihanet etmeye yeltenen bir toplumun kendi eşlerini aldatması veya
istedikleri kadınla cinsel ilişkiye girmesi çok doğaldır. Ama ne olursa olsun,
Yahudi Tanrısının gözünde zina büyük bir suçtur ve Yahudilerin bundan ciddi bir
şekilde sakınması gerekir.
Boşanma,
eşlerden birinin boşanma ilamı almasıyla evlilik birliğinin son bulmasıdır
(Türkçe Sözlük, 1998:I, 332). Bir anlamda eşlerin birbirleri üzerinde haklarının
kalmaması demektir. Eski Ahit, boşanma konusuna olumlu bakmaz. Zorda
kalmadıkça evliliğin bozulması taraftarı değildir. Bu nedenle, boşananlar için
katı kurallar koyar. Çünkü ilahi yaratım kesintiye uğrayacak ve kişiler bekâr
kaldığında sapkın yollara düşebileceklerdir. Ayrıca Yahudilik çileciliğe de
karşı olduğundan kişilerin evli kalması hem kendileri için hem de Yahudiliğin
Tanrısı için iyi olacaktır. Böylece iktidarda olan Tanrı’nın varlığı,
sarsılmayacaktır.
Yahudi dinine göre, boşanma hakkı yalnız kocanındır; kadının böyle bir
hakkı yoktur. Erkek gerektiğinde, Tevrat’ın bildirdiği koşullar altında
karısını boşayabilir; kadınsa, hangi koşullar altında olursa olsun boşanma
yetkisini kullanamaz. Birçok konuda Hamurabi yasalarına benzer nitelikler
taşıyan, bazı maddeleri hiç değiştirilmeden ondan aynen alınmış olan Yahudi
dini yasası, boşanma konusunda Hamurabi yasalarından ayrılır. Hamurabi
yasasında, koca gibi, kadının da, gerektiğinde kocasından ayrılma hakkı vardır
(DTA, 1999: I, 272). Buradan hareketle, Eski Ahit’te boşanmak erkek için kolay
olsa da kadın için çok zordur. Çünkü erkek egemen kültürün varlığı, kadının
istediği zaman boşanmasına müsaade etmemektedir. Fakat erkek, istediği zaman
hatta keyfince boşanabiliyor ve kafasına estiğince kadınlar arasında cirit
atabiliyordu. Durum böyle olunca, Yahudilikte boşanma, erkek için kolayken
kadın için zordur diyebiliriz.
Eski Ahit ve Talmud’taki ataerkil sistem, erkeğe mutlak bir otorite
veriyordu ve bir kadın isteği dâhilinde veya haricinde boşanabilse de, bir
erkek ancak kendi isteğiyle boşanabiliyordu. “Eğer bir adam evlendiği kadında
yakışıksız bir şey bulur, bundan ötürü ondan hoşlanmaz, boşanma belgesi yazıp
ona verir ve onu evinden kovarsa onunla yeniden evlenemez. Ayrıca kadın, adamın
evinden ayrıldıktan sonra başka biriyle evlenir, ikinci kocası da ondan
hoşlanmaz, boşanma belgesi yazıp verir ve onu evinden kovarsa ya da ikinci adam
ölürse, kadını boşayan ilk kocası onunla yeniden evlenemez. Çünkü kadın
kirlenmiştir. Bu Rabbin gözünde iğrençtir. Tanrınız Rabbin size mülk olarak
vereceği ülkeyi günaha sürüklemeyin” (Yasanın Tekrarı: 24: 1- 4). Bu pasajda
açıkça görüldüğü gibi kadın erkeğin elinde bir piyon gibi istenildiği zaman
kullanılmakta ve ardından keyfi bir şekilde kendi haline terk edilebilmektedir.
Hatta ikinci evlilik yapıp tekrar boşanırsa kendisine kirli muamelesi
yapılmakta ve başkasıyla da evlenemediğinden ortada kalmaktadır. Eski Ahit’in
diğer metinlerini de incelediğimizde kadına karşı bir keyfiliğin olduğu gayet
alenidir. Erkeğe göre tanımlanan kadının bu duruma düşmesinde yasaların da
caydırıcı olmayan cezalarını göz önüne alırsak, aslında Eski Ahit’te adı geçen
kadının perişan bir durumda olduğunu fark etmek mümkündür. Çünkü doğurmak gibi
kutsal bir vasıfla vasıflanan kadın, aslında kendi öz yapısıyla çelişir bir
haldedir. Hem doğuran ve ilahi yaratımın ana öğesi ve hem de erkek tarafından
hor görülen ve hatta kullanılan bir nesnedir. Oysaki Eski Ahit’te bu durum çok
doğal ve sıkça karşımıza çıkan bir yaşam biçimidir.
Eski Ahit’te Tanrı, insanları karı ve koca olarak yarattığı için kendisine
şükredilmesini istemektedir. Bu nedenle erkek ve kadının birbirlerine saygı
duyarak evliliklerini sürdürmelerini arzulamaktadır. İki tarafın da birbirine
yapacağı ihaneti, kendisine yapılmış saymakta ve bunu yapan erkek ve kadını
nankör olarak nitelendirmektedir. “Tanrı sizi tek beden ve ruh yapmadı mı?
Neden tek? Çünkü O kendisine özgü bir soy arıyordu. Onun için kendinize dikkat
edin, hiçbiriniz gençken evlendiği karısına ihanet etmesin. İsrail’in Tanrısı
Rab, ‘ben boşanmadan nefret ederim’, diyor. Giysisinin üstüne bir de zorbalığı
kuşanan kişiden de nefret ederim. Böyle diyor her şeye egemen Rab. Bunun için
kendinize dikkat edin ve ihanet etmeyin” (Malaki: 2: 15- 16). Boşanmadan nefret
eden Rab, evlilikte eşlerin birbirine sadık olmasını ve ayrılık durumuna
gelmemelerini istemektedir. Bu konuda karı ve kocayı ikaz ederek, boşanma
kertesine gelmemelerini onların tek beden ve ruh olarak mutlu yaşamalarını
arzulamaktadır.
Ayrıca Yahudilerde büyük önemi olan kâhinlere bile boşanmış kadınlarla
evlenmek yasaklanmıştır. Çünkü boşanma, kendisinde kirlenmişlik sıfatı
barındıran bir motif olarak algılanmıştır. Kuşkusuz bunun evliliği kuvvetli
tutmak için bu şekilde anlam bulduğu da bir gerçektir. “Kâhinler fahişelerle,
kirletilmiş kadınlarla, boşanmış kadınlarla evlenmeyecek. Çünkü kâhin Tanrı
için kutsal olmalıdır” (Levililer: 21: 7- 9). Boşanmanın kirlilik sayıldığı bir
ortamda kadın ve erkeğin buna kalkışması cesaret isteyen bir durumdur. Hülasa
Eski Ahit, boşanmayı yasaklayan pasajları ardı ardına dizmektedir. Bu konuda
Yahudi toplumunu korkutan uyarılar göndermektedir. “Kâhinler dul ya da boşanmış
bir kadınla evlenemeyecek, İsrail soyundan erden bir kızla ya da başka bir
kâhinden dul kalmış bir kadınla evlenebilirler” (Hezekiel: 44: 22). Evlenmenin
ön koşulu olarak kadın ya İsrailoğulları’ndan olacak ya da dini otoriteye sahip
olan kâhinden arta kalmış bir kadın olacaktır. Sonuçta boşanmış birisi hem
kendisine hem de Tanrısına yanlış yaparak bir daha evlenme olanağını
yitirmektedir. Boşanma Tanrı’nın, erkek ve kadının birleşip tek vücut olacağı
anlayışına karşıt bir tavır olacağından Eski Ahit’in ısrarla üstünde durduğu
bir konudur.
Boşanma mevzusunda günümüzde Yahudilerde yaşanan durum nasıldır? Tarihsel
yazgısında sürekli kadın aleyhine işleyen dini kurallar, bugünün Yahudi’sinde
nasıl cereyan etmektedir? Ortodoks Yahudiler arasında günümüzde bile koca,
boşanmada tayin edici rol oynamaktadır. Eğer boşanmayı isterse, erkeğin buna
razı olması ve ona Get[3] adı verilen bir belge vermesi
gerekmektedir. Eğer erkek boşanmaya razı olmazsa - karısının sonunda kendisine
geri döneceğini ya da nafakayı ve bakım masraflarını azaltmak için Get’i koz
olarak kullanmayı düşünüyorsa- kadın, dini nikâhtan asla kurtulamaz ve yeniden
evlenemez. Günümüzde Amerika ve İsrail’de böylesi bir evlilik çıkmazıyla karşı
karşıya olan yüzlerce Ortodoks Yahudi kadın bulunmaktadır. Ama koca, karısını
onun rızası olmadan boşayabilmektedir, çünkü boşanma belgesini veren kendisidir
(Yalom, 2002: 6). Günümüzdeki durum yalnızca geleneksel uygulamayı sürdürmekle
kalmaktadır. Yine erkeğin kadına göre avantajlı sayıldığı bir durum söz
konusudur. Bu durumun daha çok süreceği Yahudilerin yaptıklarından ve
söylemlerinden anlaşılmaktadır.
Sünnet, erkek çocukta erkeklik organının ucundaki deriyi çepeçevre
kesmektir (Türkçe Sözlük, 1998: II, 2051). Arapça, Hitan, kamışın (penis)
ucundaki derinin bir bölümünün ya da tümünün kesilmesi olayıdır. Uygulamanın
kökeni bilinmemekle birlikte, etnik bakımından yaygın bir tören olması ve bu iş
için başlangıçtan beri metalden çok, taş bıçakların kullanılması, sünnetin
tarihinin en eski çağlara dayandığını gösterir. Yahudilik gibi bir dinde erkek
çocukların ön derisinden bir kısmının Tanrı’yla yapılan ahdin bir işareti
olarak ve İslam’da Hz. İbrahim’in konuyla ilgili davranışının tekrarlanması
olarak ifade bulan sünnet, birçok kültürde önemli bir ayin ola gelmiştir
(Gündüz, 1998: 349).
Eski Ahit’te kadın sünneti için herhangi bir kural bulunmazken; Yahudiler
açısından bu olay erkek sünnetinin temelini oluşturur. Tevrat’ ta yer alan iki
metin bu uygulamayı açık bir biçimde açıklar: “İbrahim 99 yaşında iken Tanrı
ona gözüktü ve dedi ki, ben Ulu Tanrı'yım. Benim önümde yürü ve masum ol.
Seninle ve senden sonraki neslinle, size Tanrı olmak için, senden sonra da
geçerli olacak bir anlaşma yapacağız. Sana ve nesline, şu an için yabancı
olduğun Kenan ülkesini, daimi malınız olması için vereceğim ve size Tanrı
olacağım. Sen de, anlaşmayı uygulayacaksın, neslin de uygulayacak. İçinizdeki
her erkek çocuk, sünnet edilecek. Kendi üstderini sünnet edeceksin ve bu
aramızdaki anlaşmanın delili olacak. Nesillerin süresince, her erkek sekiz
günlük olduğunda ki buna evinde doğan köle ve paranla satın aldıkların da
dâhildir; sünnet edilecektir. Böylece anlaşmamız senin etinde sonsuza kadar
yaşayan bir anlaşma olacaktır. Sünnet olmayan herhangi bir erkek, toplumunuzdan
dışlanacak; çünkü o, anlaşmayı bozmuştur” (Yaratılış: 17: 1- 14). Sünnet,
cinsel bir motif olarak Kenanlılarla Tanrı arasında bir antlaşma aracı
olmuştur. Bu nesil, nereye giderse gitsin sünnet olma özelliği sayesinde
kendini ayrıcalıklı ve farklı kılarak belli edecektir. Çünkü Tanrı İbrahim’le
anlaşmış ve bunu somut bir delille sembolize etmiştir. Yahudiler, sekiz günlük
iken sünnet edilmek suretiyle antlaşmayı kabul ettiklerini taahhüt ederler. Bu
öyle sıradan bir söz verme değil sonsuza dek Tanrıyla yapılan bir ahittir.
İkinci metinde sünnetin açıklığı iyice netleşir. “Rab Musa’ya şöyle dedi:
İsrail halkına de ki: Bir kadın, hamile kalıp erkek çocuk doğurursa, adet
gördüğü günlerde olduğu gibi yedi gün kirli sayılacaktır. Çocuk sekizinci gün
sünnet derisinin (üstderisinin) eti sünnet edilmeli. Kadın kanamasından
paklanmak için otuz üç gün bekleyecek. Pak sayılması için geçmesi gereken bu
günler doluncaya dek kutsal bir şeye dokunmayacak, tapınağa girmeyecek. Ancak,
kız çocuk doğurursa, adet gördüğü günler gibi iki hafta kirli sayılacaktır.
Kanamasından paklanmak için altmış altı gün bekleyecektir” (Levililer: 12: 1-
5). Hamile kadın, doğumunun yedinci günü kirlerinden arındıktan sonra sekizinci
gün getirdiği erkek çocuğunu sünnet ettirmektedir. Bu şekilde arınmış olarak
erkek çocuğunu Tanrı’yla akitleştirmiş olmaktadır. Bunun kutsallığı bir yana
bir ayin haline gelip her erkek çocuğunun doğumunda sünnetin yapılması Yahudi
toplumunu diğer topluluklardan ayırıcı bir alâmetifarika olmuştur.
Birinci metinde sünnet, Tanrı ile İbrahim arasındaki anlaşmanın
işaretidir. Bu yüzden İbranicede sünnet, "Berit Milah", yani “kesme
anlaşması” olarak adlandırılır.
İkinci metin, sünnete çocuk ve annenin temizliği açısından değinir (Sami
A. Aldeeb Abu-Sahlieh, 2006). Sünnet, bu iki metinde bir ahdi simgeler. Büyük
olasılıkla tam da iddia edilen şey, bir kan ahdi sembolüydü. İnsanlar arasında
kan ahdi yapıldığında kan genellikle, o anda en uygun olan koldan alınırdı. Ama
Tanrı’nın ahdi, İbrahim’in kendisiyle olduğu kadar zürriyetiyle ilgiliydi. Tam
anlamını bulması için, kanın İbrahim’in üreme organlarından gelmesi gerekiyordu
(Tannahill, 2003: 62). İşte sünnet bu kanı simgeler. Yahudiler daha sekizinci
günden itibaren doğan çocukları sünnet ettirerek onları kirlilikten kurtarıp
kan ahdini yerine getirirler.
Yahudiler arasında uzun yıllar bir gelenek haline gelen bu dinsel ritüel,
kesinlikle ilk olarak bu kültürde mi belirmiştir? Bu soruya cevap bulmak çok
zor olmakla birlikte sünnetin Mısırlılardan alınmış olabileceğine dair kanıtlar
vardır. Çünkü Yahudiler, Mısır gibi büyük bir kültürün arasından çıkmış ve daha
sonra çöle göç etmişlerdir. Henüz oluşmakta olan yeni bir kültürün, kökleşmiş
bir medeniyetin törelerini almış olması kaçınılmazdır. Bu durumda gerçekliğini
yitirmeyecek bir şey varsa, o da sünnet âdetinin Yahudilere nereden geldiği
sorusuna verilecek tek cevabın Mısır’dan olduğudur (Freud, 1998: 41). Demek ki
Eski Ahit, sünnet uygulamasını bir yandan atalar zamanına götürüp onu Tanrı’yla
İbrahim arasındaki antlaşmanın simgesi olarak kabul ederken diğer yandan
Yahudilerin diğer toplumlardan ayırt edici bir vasfı olan sünnetin çıkış
yerinin Mısır olduğu hakkında, bize ipucu vermektedir.
Eski Ahit’in Yeşu bölümünde Yahudilerin çölde sünnet oldukları
belirtilmiştir. “Sizi Mısırlıların yanında iken yüz karanız olan bir şeyden
kurtardım” (Yeşu: 5: 9). Tanrı’nın Yahudi halkının Mısır’da uğradığı utancı
üzerinden kaldırması herhalde dikkat çekici bir durumdur. O zaman, Fenike
uluslarının, Arapların, Mısırlıların arasında yaşayan insanlar için bu yüz
karası kendilerini bu üç ulusun yanında küçük düşüren şeyden, başka ne
olabilirdi? Bu yüz karasından nasıl kurtulmuşlardır? Bir küçük deri parçasından
arınarak kurtulmuşlardır. Kitaptaki parçanın doğal anlamı bu değil midir?
(Voltaire, 2001: I, 239). Aslında böyle bir utancın çöle gelindiğinde arkada
bırakılması bir tür arınmadır. Bu temizlik ve saf olma hali artık Yahudilerde
uzun bir zaman boyunca kirlilik ve utançtan kurtulmanın simgesi olagelmiştir.
Kaldı ki Yahudiler, Yeşu zamanında sünnet edildikten sonra bu töreyi bugüne
kadar korumuşlardır; Araplar da her zaman için bu töreye bağlı kalmışlardır;
ama ilk zamanlar erkek çocuklarını da sünnet eden Mısırlılar, sonraları kızları
sünnet etmekten vazgeçmişlerdir. Sonunda da bu işi yalnızca rahiplerle astrologlara
ve peygamberlere bırakmışlardır (Voltaire, 2001: I, 241). Genel bir arınma
halinin, erkek egemen toplumda cinsiyet kazanmasının göstergesi olan sünnet,
böylece erkeklere mahsus bir tören olarak uygulanmış ve ardından gelenler de bu
geleneğe saygı duyarak onu sürdürmüşlerdir.
Ataerkil bir hüviyete bürünen sünnetin ilk çıkış yerinin Mısır olması ona
mitolojik ve Tanrısal bir özellik atfetmektedir. Çünkü Mısır, köklü bir
medeniyet olarak onlarca Tanrı’nın kendisini ispatlarcasına gösterdiği Tanrısal
bir meydandır. Burada ayin ve ritüeller sıradan, basit ve köksüz değildir.
Muhakkak derin bir anlam ifade eden olgulardır. Sünnete bu bağlamda bakılırsa
böylelikle döl aracına derin bir saygı gösteren, dinsel tören alaylarında
şatafatla onun resmini taşıyan Mısırlıların, yeryüzünde her şeyin kendinden
doğduğu İsis[4] ile Osiris’e[5] bu Tanrıların, insan soyunu sürdürmesini
buyurdukları motifin küçük bir parçasını sunmak istemiş olmaları pek olasıdır
(Voltaire, 2001: I, 242). Tanrılara sunu olarak sunulmuş olan sünnet motifinin
Yahudilerde de utançtan ve arınmadan başka daha anlamlara gelebileceği açık ve
mümkündür.
Sünnet olmak, Yahudiler için basit ve sadece tıbbi bir olay değildir. O,
toplumların birbirleriyle anlaşmasının da yoludur. Bir kültür, diğerini ancak
sünnetli olursa kendisine muhatap olmaya çağırmaktadır. Sünnetsiz bir toplum,
bu ayinsel ritüeli gerçekleştirmeden başka toplumlardan kız alamamakta ve yine
onlara kız vermemektedir. Çünkü arada bağı sağlayan köprü sünnet edilmiş bir
erkek cinsel organıdır. Erkek, çünkü ataerkil bir kültürün bundan daha geçer
bir akçe sağlaması mümkün değildir. Eğer erkekler bir yerde söz sahibiyse
toplumun antlaşma sembolünün sünnetli bir penis olması kaçınılmazdır. Nitekim
Tevrat, kendisine benzemeyen toplumlardan kız istemeyi ancak sünnetli olma
koşuluyla kabule yanaşmaktadır. “Lea ile Yakup’un kızı, bir gün yöre
kadınlarını ziyarete gitti. O bölgenin beyi Hivli Hamor’un oğlu Şekem, Dina’yı
görünce tutup ırzına geçti. Yakup’un kızına gönlünü kaptırdı. Babası Humor’a, bu
kızı bana eş olarak al, dedi. Kız kardeşleri Dina’nın ırzına geçildiği için
Yakup’un oğulları Şekem ile babası Humor’a aldatıcı bir yanıt verdiler. Olmaz,
kız kardeşimizi sünnetsiz bir adama veremeyiz, dediler. Bizim için utanç olur.
Ancak şu koşulla kabul ederiz: Bütün erkekleriniz bizim gibi sünnet olursa
birbirimize kız verip kız alabiliriz. Eğer kabul etmez, sünnet olmazsanız;
kızımızı alır gideriz.” (Yaratılış 34: 1- 4, 13- 17). Tevrat’ta görüldüğü üzere
sünnet olan cinsel organ, toplumları birbirine bağlayan ve o toplumun emaresi
olan önemli bir cinsel değerdir.
Yehova ile halkı arasındaki sözleşmeyi mühürleyen işaretin sünnet
olmasının, yani erkek cinsel organının ucunun itaat göstergesi olarak Tanrı’ya
armağan edilmesinin simgesel anlamı, önemlidir. Aslında görsel kanıtlardan
anlaşıldığına göre, sünnet uygulamasının Eski Mezopotamya’da İ.Ö 2300 yıllarına
dek geri giden bir geçmişi vardır ve erginleme törenlerinin bir parçası olarak
uygulandığı bilinmektedir. Ancak artık İsrail’de bu ritüelin giderek dinsel
içerik bakımından değişmekte olduğunu ve zamansal olarak ergenliğe geçiş
sırasında uygulanmaktan çıkarak çocukluğa doğru kaydığını görmekteyiz
(Berktay,1995: 66). Zamanla Yahudiler onu asıl anlamından uzaklaştırmış,
kutsallığından arındırıp normal bir gelenek düzeyine kadar indirgemişlerdir.
Her ne kadar anlamından uzaklaştırılsa da sünnet, Yahudi toplumunda
ayırıcı bir emare olduğu gibi aynı zamanda bir çeşit vaftizdir (Jung, 1997:
180). Yani üst derisi kesilen insanın arındığı ve ileriki yaşamında Tanrı’nın
gözetiminde onun inananı olarak yaşadığı, bir arınma felsefesidir. Sekiz
günlükken sünnet edilen kişi, artık arınmış ve saf olarak hayatına adım
atmıştır. Bundan sonra sünnetli kişi, günahlardan uzak durmayı arınmış biri
olarak yaşamayı taahhüt etmiştir. Böylece kişi aslında Tanrı’nın ahdine vefa
göstermeyi kabul etmiş bir birey olarak işaretlenmiştir.
Sünnet, Eski Ahit’te bir cinsel motif olarak penis simgeciliği etrafında
anlam kazanır. Nitekim Eski Ahit’teki en açık penis simgeci unsur, sünnet
uygulamasıdır. Bu törenin kaynağı ve amacı belirsizdir. Sünnetin orijinal
amacının ne olduğunu söylemek zordur ve bunun üstüne değişik teoriler öne
sürülmüştür. Bunlar arasında en olası görüneni, gulfenin[6]
yarattığı darlığı gidererek cinsel ilişki için bir hazırlık oluşturmasıdır
(Parrinder, 2003: 263). Penis simgeciliği, hem şekilsel hem de işlevsel olarak
birçok anlam ihtiva etmesine rağmen Yahudi kültüründe yine de tam olarak niçin
yapıldığı kesin ve açık olmayan sünnetle ilişkilendirilmiştir. Elbette ki
sünnetin cinsel motif olarak penis etrafında kendini ifade etmesi çok olağandır
fakat buna rağmen niçin sorusuna tam bir cevap değildir. Sünnetin kaynağının
belirsizliği Eski Ahit’te belirginlik kazanmış değildir.
Tevrat, penis simgeciliğini açıklaya dursun bununla ilintili olan başka
öğeleri de doğrudan veya dolaylı olarak vurgulamıştır. Örneğin, müstehcen
bulunan bölümleri çıkarılmış olsa da, Eski Ahit’te penis simgeciliğine ilişkin
başka öğeler olan ve kutsal sayılan dik kayalar ve taşlar penis simgesi olmuş
olabilir (Parrinder, 2003: 260). Abartılı ve zorlama bir yorum gibi
görülebilecek olan bu simgeler, belki de ilk insandan Tevrat’a kadar gelen
bunun yanında bir anlam ifade eden şekillerdir.
Tanrı, Eski Ahit’te sünneti yapılması gereken bir zorunluluk olarak
belirtmiştir. Yahudiler de bu gerekliliğe uymanın getirdiği sorumlulukla onu
törensel olarak daha çekici hale getirdiler. Sonuçta sünnet, Tanrı’nın bir
ilkesiyken, İsrail’in kanun koyucuları onu ergenlikten bebekliğe indirdiler,
zorunlu kıldılar ve Tanrı’nın Yahudi halkıyla ahdinin ebedi simgesi olarak
sunarak, bir pagan ayinini, ilahi lütuf göstergesine dönüştürdüler (Tannahill,
2003: 62). Bu lütfu önemseyen Yahudiler, onu ayinsel bir heyecanla halkına bir
gelenek şeklinde benimsetmeyi başardılar. Günümüze değin bu ayin hala Yahudiler
arasında yapıla gelmektedir. Çünkü sünnet hem arınma hem bir işaret olarak
Yahudilerin üstünde durduğu önemli bir dini sorumluluktur. Böylece sünnet,
yalnızca soyu üretme yetisinin artık Tanrı’nın lütfu olduğunu ve onun
aracılığıyla insanın erkeğine aktarıldığını simgelemekle kalmamakta, aynı
zamanda, erkeği ve onun cinsel organını güç ve iktidar ile ilişkilendirmektedir
(Berktay, 1995: 67). Nihayetinde sünnet hem ırkın saflığını ve ayırtıcılığını
belirtmiş hem de Tanrı’nın işareti olarak erkeğin gücünü pekiştirmiş
olmaktadır. Nitekim günümüzde sünnetin cazibesi korunmakta eskisi gibi tamamen
dinsel amaçla olmasa da hala Yahudileri bağlayıcı bir ayin olarak
sürdürülmektedir.
Örtünme, kendi üstünü örtmek ve giyinmek anlamlarına gelir (Doğan, 1996:
879). Ayrıca, örtünme saklama ve gizleme de demektir. Semavi dinlerden
Yahudilik, örtünmeye önem veren ve bunu günlük yaşantısında uygulayan dinlerden
biridir. Yahudilerin kitabı, Eski Ahit’in baş örtmeye statüsü önemli kadınlara
atıfta bulunarak yer vermesi, onu onaylaması anlamına gelmiş; Rabbinik
literatürünün oluşturduğu Yahudi geleneğinde başörtüsü hukuki bir boyut
kazanmıştır. Önceleri iffet, pagan kültüre tepki ve evlilik alameti olarak
görülen başörtüsü, zamanla statü farkını ifade eder hale gelmiştir (Görmez,
2001: 33).
Örtü
Yahudilikte açıkça var olan bir durumdur. Bu konudaki kesinliğe birçok pasajda
rastlanır. Örneğin Yahudi kadınları tanımadığı yabancı erkekler karşısında
örtünürlerdi. Tevrat, bu uygulanışı açıklamaktadır. “Rebeka İshak’ı görünce
deveden indi. İbrahim uşağına, tarladan bizi karşılamaya gelen bu adam kim?
Diye sordu. Uşak, efendim, diye karşılık verdi. Rebeka peçesini alıp yüzünü
örttü” (Yaratılış: 24: 64- 65). Hatta bu örtünme biçimi kadın ve erkeği
birbirinden ayırt eden bir özelliktir. Yahudi kültüründe kadın ve erkeğin
örtünme biçimleri birbirinden ayrıştırılmıştır. “Kadınlar erkek giysisi, erkekler
de kadın giysisi giymesin. Tanrınız Rab, bu gibi şeyleri
yapanlardan
tiksinir” (Yasanın Tekrarı: 22: 5). Örtü, bir sembol olarak hem bedeni
saklamakta hem de cinsleri birbirinden ayırt ettirmektedir. Çünkü Rab, erkek ve
kadınların çaprazlama olarak birbirlerinin kıyafetlerini giymesinden ya da
aynı şekilde saçlarını açarak birbirine benzemesinden hoşlanmaz. Eski Ahit’e
göre erkek ve kadın ilahi vazifenin bilincinde olarak kendilerini kendi rolleri
çerçevesinde ortaya koymalıdırlar.
Yahudilikte
örtünme konusunda en temel dayanaklardan birisi ve hatta en önemlisi Çıkış’ta
belirtilen pasajlardır. “Musa elinde iki antlaşma levhasıyla Sina Dağı’ndan
indi. Rab’le konuştuğu için yüzü ışıldıyordu, ama kendisi bunun farkında
değildi. Harun’la İsrailliler Musa’nın ışıldayan yüzünü görünce, ona yaklaşmaya
korktular. Musa, onları yanına çağırdı. Harun’la İsrail topluluğunun bütün
önderleri çevresine toplandılar. Musa, onlarla konuştu. Sonra herkes ona yaklaştı.
Musa Rabbin Sina Dağı’nda
kendisine bildirdiği bütün buyrukları onlara verdi. Konuşmasını
bitirdikten sonra, yüzüne bir peçe taktı. Ama ne zaman konuşmak için Rabbin
huzuruna çıksa, ayrılıncaya kadar peçeyi kaldırırdı. Dönünce de kendisine
verilen buyrukları İsraillilerle bildirir, İsrailliler de onun ışıldayan yüzünü
görürlerdi. Sonra Musa, içeri girip Rab’le görüşünceye kadar yine peçeyi takardı”
(Çıkış: 34: 29- 35). Hz. Musa’nın bu hareketi, Yahudilikte tarih boyunca pek
çok dinsel âdete kaynaklık yaptığı gibi, pek çok sembolik yorumlara da yol
açmıştır. Bugün neredeyse bütün Yahudilerin, gerek günlük hayatta gerekse
ibadet esnasında kafalarını bir şekilde örtmelerinin bilhassa ibadet esnasında
yüzlerine bir örtü almalarının temelinde, Hz. Musa’nın bu hareketi yatmaktadır
(Görmez, 2001: 24). Yani Musa, Tanrı’nın karşısına çıkınca peçesini indirmekte
fakat halkın arasına karışınca da peçesini yüzüne takmaktadır. Aynı şekilde,
Tanrı’nın emrini insanlara anlatınca yüzünün ışıltısıyla insanlara ışık
vermekte, konuşması bitince de peçesiyle yüzünü örtmektedir. Musa’nın bu
davranışını Yahudiler kendilerine örnek almakta ve onun gibi örtünmeyi kendilerine
yaşam tarzı haline getirmektedirler. Bu olay örtünmenin gerçekliğini göstermesi
bakımından çok önemlidir. Çünkü güzümüzde dahi birçok Yahudi, Musa’yı örnek
almakta ve bu ayini tekrarlamaktadır.
Eski Ahit, örtünmeye açıklama getirirken kadınların nasıl giyineceği
hususuna da izah getirmiştir. Özellikle erkekleri cezp eden giysilerden
kaçınılmasını buna yönelik takılar takılmasını ve düzgün yürünmesini
istemiştir. Yani erkeğe şehvet kokuları verecek davranışlardan kaçınılması için
bir takım yasaklar belirtilmiştir. Yasakları aşan kadınların uğrayacağı cezalar
kendilerine hatırlatılarak davranışlarına dikkat etmeleri salık verilmiştir.
“Rab dedi: Mademki Sion kızları kibirlidir ve boyunlarını ileri uzatarak göz
edip yürüyorlar, gezerken kırıtarak gidiyorlar ve ayaklarının halkalarını
çıngırdatıyorlar, bundan ötürü Rab, Sion kızlarının tepesini kellik ile vuracak
ve Rab onların gizli yerlerini açacak. Ayak halkalarının güzelliğini,
filelerini, mehçelerini, küpelerini, bileziklerini, peçelerini, alın çatkılarını,
ayak zincirlerini, bel kemerlerini, hoş koku şişelerini, muskalarını,
yüzüklerini, burun halkalarını, bayramlık giysilerini, örtülerini, şallarını,
keselerini, el aynalarını, gömleklerini, baş sargılarını ve atkılarını Rab o
gün kaldırıp atacaktır. Vaki olacak ki hoş koku yerine pis koku, bel kemeri
yerine ip, saç lülesi yerine saçsız baş, süslü esvap yerine çuldan gömlek,
güzellik yerine dağlanmak olacaktır. Erkekler kılıçla, yiğitler cenkte
düşecekler ve Sion’un kadınları ah çekip yas tutacak ve kimsesiz kalıp toprakta
oturacaktır” (Yeşeya: 3: 16- 26). Dinsel metin, Yahudi kadının kendini bazen
nasıl cazibe merkezi haline getirdiğinden bahsederek bu durumu yadırgar.
Kadınların seksapelliği ön planda tutarak ve işveli görünerek giyinmesi,
yürümesi ve konuşması erkeleri yanlış yollara sürüklemektedir. Hele evli olan
kadın ve erkeklerin bu kurala sıkı sıkıya bağlı olması gerekir. Çünkü evli bir
kadın bekâr kadın gibi işveli ve çekici dolaşamaz. O kocasının evinde bir
annedir. Dahası bir takım evlilik kurallarına uyma gibi sorumluluğu vardır. Bu
bağlamda özellikle evlenmemiş kızlar ve evlenmiş kadınlar olmak üzere Sion
kadınlarının şahsında tüm Yahudi kadınları uyarılmakta ve yapacakları bu günah
yüzünden onların cezalandırılacakları belirtilmektedir.
Eski Ahit, açık bir şekilde çarşaf ve kadınların yüzünü örttükleri peçeden
söz etmektedir. Bu da o dönemdeki Yahudi kadınlarının örtünme niteliğini
göstermektedir. Nitekim Eski Ahit Kitabı’nda şöyle yer almıştır: “Dedi,
üzerimde olan örtüyü getir ve onu tut; kadın onu tuttu; altı ölçek arpa ölçüp
kadına yükletti ve şehre gitti. ” (Rut: 3: 15). Diğer bir pasaj ise örtünmenin
niteliğini şöyle vurgular: “Tamar’a kayınbaban sürüsünü kırkmak için Timna’ya
gidiyor, diye haber verdiler. Tamar üzerindeki dul giysisini çıkardı, peçesiyle
örtündü ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü
Şela’nın büyüdüğü halde kendisinin ona eş olarak verilmediğini görmüştü”
(Yaratılış: 38: 13- 14). Burada da Yahuda’nın gelini Tamar’ın yüzünü, peçeyle
örtmesi ve başkalarından kendini saklaması vardır.
Örtünme, aynı zamanda ayıbı örtme biçimidir. Bekârla evliyi, ayıpla ayıp
olmayanı ayırt etme aracıdır. Bu toplumsal kural, Eski Ahit’te Yahudilere
açıklanmıştır. “Ey sen ere varmamış Babil kızı, aşağı in de toprakta otur; ey
Kildaniler kızı, taht yok, yere otur; çünkü sana nazik ve nazlı demeyecekler.
İki değirmen taşı al da un öğüt; peçeni aç, eteği kaldır, baldırı aç,
ırmaklardan geç. Çıplaklığın açılacak, evet ayıbın görülecek, ben öç alacağım
ve kimseyi esirgemeyeceğim” (Yeşeya: 47: 1- 3). Örtü, burada belki de en temel
anlamıyla açık olan yerleri kapatma şeklinde kendini ifade etmektedir.
Özellikle cinsel organların veya cinselliği çağrıştıracak ayıp yerlerin
kapatılmasında örtü, asli işlevini yerine getirmektedir. Zaten Eski Ahit, yasak
yerlerin örtüyle kapanmasını emrederek örtünün bu işlevinin gerçekleşmesini
istemektedir.
Ezgiler Ezgisi bölümünde örtünmenin gerçekliği görülebilir. Burada şairane
bir ifadeyle sevgilinin örtünme biçimi ve güzelliği anlatılır. Peçe, ardında
sevgilinin güzel gözlerini ve saçlarını saklar. İşte örtünmenin yarattığı gizem
Eski Ahit’te şu şekilde ifade edilmiştir:
“Ah ne güzelsin aşkım,
Ah sen ne güzelsin!
Peçenin arasındaki gözlerin güvercinler gibi,
Siyah saçların Gilat Dağı’nın
Yamaçlarından inen keçi sürüsü sanki (Ezgiler Ezgisi: 4: 1).
Bu şiirsel metin, Yahudilerde örtünmenin varlığını göstermektedir.
Özellikle
saçların
örtünmesinin zorunlu olduğu gözden kaçmamaktadır. Bu durumun Yahudilerin
ayinleri sırasında açıkça görüldüğü ortadadır. “Kâhin kadını Rabbin önünde
durduracak ve kadının başını açacak ve onun avuçlarına, anımsama sunusu yani
kıskançlık sunusu verecek ve lanet getiren acılık suyu, kâhinin elinde olacak” (Çölde
Sayım: 5: 18).
Örtünme sadece burada değil birçok yerde ve zamanda Yahudilerin dikkat
ettiği bir emirdir. Hem ritüellerde hem de günlük hayatta örtünmeye dikkat
edilir. Çünkü Eski Ahit, bunun gerekliliğini ısrarla vurgulamıştır. Esasında
kadınlar, örtünme yoluyla, kendilerine sunulmuş geleneksel yaşantılardan sıyrılmaya,
farklılaşmaya çalışmaktadırlar. Tanrı’nın emirlerine teslimiyeti ifade
etmektedirler.
1400 yıl boyunca Talmud Kitabı Yahudilerin eğitim ve öğretiminde esas
alınan bir kitaptı.
Yahudi toplumunun bu önemli fıkhi kitabında kadının yaratılış şekli ve
kadının Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmasının sebebi hakkında şu açıklama
yer almıştır: “Ben, kadını hafif meşrepli olmasın ve kibirden başını yüksekte
tutmasın diye Adem’in başından yaratmadım. Çok araştırmasın diye de gözlerinden
yaratmadım. Gizlice kulak vermesin ve laf taşımasın diye de kulağından
yaratmadım. Geveze ve konuşkan olmasın diye de ağzından yaratmadım. Haset
etmesin diye de kalbinden yaratmadım. Eli boş şeylere uzanmasın diye de elinden
yaratmadım. Boş yere gezmesin diye de ayaklarından yaratmadım. Ben kadını
Adem’in bedeninden sürekli örtülü ve gizli olan bir parçasından yarattım ki her
zaman örtülü ve iffetli kalsın” (Durant, 2006). Bu sözlerden de anlaşıldığı
üzere Yahudiler için örtü ve iffet önemli iki unsurdur. Bir Yahudi kadını tüm
yaşamı boyunca bu iki önemli kurala dikkat edecek ve Tanrı’nın indinde
kendisini bunları uymakla şereflendirecektir. Demek ki Eski Ahit’te örtü
sıradan bir emir değil derinliği olan bir yaşam biçimidir. Zaten Kitab-ı
Mukaddes’in bu konuda titizlik göstermesi ve Yahudilerin de ister geçmişte
isterse günümüzde bunda titizlik göstermesi örtünmenin onlar için ne denli
önemli olduğunu göstermektedir.
Buradan şöyle bir sonuç çıkarılabilir. Eski Ahit örtünmeyi, kadınların
gerek yabancı erkekler karşısında saçlarını saklamak için gerek kadının
yalnızca kocasına kendisini örtüyle süslü göstermesi için, gerek yabancı
erkekleri kendisine bakmaktan sakındırması için, gerek tahrik edici durumlardan
kaçınması için ve gerekse de namahreme bakmaktan kendini alıkoyması için, bir
gizleme aracı olarak önemli
görmüştür.
Nihayetinde Eski Ahit’te doğrudan başörtüsü ve peçe takılmasını emreden ya da
yasaklayan bir emir söz konusu değildir. Fakat Yahudilerin kendilerinin baş
örtmeye yükledikleri anlamlar vardır. Bu bağlamda başörtüsü; saygınlık ve
soyluluk göstergesi olarak, kadının iffetli olması için ayrıca pagan kültlere
karşı tavır almak ve kadının kocasına aidiyetini belirtmek için takılmış olabilir.
Yahudiler bu şekilde
örtünmeyi toplumlarına mal etmiş ve bu geleneği günümüze değin
sürdürmüşlerdir.
Eski
Ahit’te Cinsel Sapıklıklar
Cinsel sapma, belli bir toplumda, kültürde veya alt kültürde cinsel
heyecan veya doyuma ulaşma konusunda normal dışı kabul edilen her türlü cinsel
etkinlik olarak tanımlanmıştır (Budak, 2000:171). Bir anlamda cinsel sapma,
bireyin cinsel kimliğinin belirlenmesinde, cinsel eş seçiminde veya cinsel haz
alma yollarında olağan dışı seçimlere yönelmesidir. Bir eğilimin cinsel sapma
olarak nitelenebilmesi için, bu davranışın zorunlu ve sürekli bir tutku biçiminde
cinsel uyarılma ve doyum yolu olarak kullanılması gerekir. Cinsel sapmaların
hemen hepsinin özünde cinsel kimlik alanındaki bir bozukluk yatar ve sapma
genellikle bu bozukluğu örtmeye yarar. Çünkü cinsel sapkınlık örtük bir kimlik
bozukluğunun iyice örtbas edilmesidir.
Diğer taraftan bir davranışı cinsel sapma olarak değil normal bir cinsel
eylem olarak kabul etmişsek, bunun erkek ve kadın cinsel organlarına yönelik
olması gerekir. Daha açık bir deyişle normal cinsel amaç olarak kabul edilen
eylem, üreme bölümlerinin cinsel birleşme yolu ile birbiriyle kaynaşmasıdır.
Böylece cinsel gerilim gevşer ve bir zaman için dürtü söner. Bu, açlığın
yatıştırılması ile benzerlikler sunan bir doyumdur (Freud, 2006: 4). Bu şekilde
hangi davranışın sapıklık ve hangi davranışın normal bir cinsel eylem olduğunu
kullanılan organların doğal uyumundan da anlayabilmekteyiz.
Birçok din, cinsel sapıklıkları ret etmektedir. Özellikle monoteist dinler
sadece gayri meşru zeminde yaşanan heteroseksüel cinsel ilişkileri değil, bununla
birlikte lezbiyenlik, homoseksüellik ve biseksüelliği de haram fiiller
kapsamında değerlendirmektedir. Başka bir deyişle, dinler mensuplarının sadece
cinsel hayatlarını değil, cinsel tercihlerini de belirlemektedir (Yapıcı, 2007:
76). Bu çerçevede cinsel sapma, bir bozukluk ve kimlik arızası olduğuna göre
Eski Ahit’in bu konudaki tavrı da netleşecektir. Çünkü Eski Ahit, yasal ve
doğru olan davranışın peşindedir. Bu nedenle cinselliği Tanrısal amaçlara
yönlendirmeye çalışır. Bunun dışındaki sapmalara iyi gözle bakmaz. Evlilikten
amaç üremek ve nesli devam ettirip ilahi yaratıma şeref vermek olduğuna göre
Eski Ahit’in evlilik dışındaki üreme amaçlı olmayan her türlü cinsel eyleme
karşı çıkması gerekirdi. Nitekim Tanrı, bu doğrultuda evlilik dışı ve aşırı
olan tüm ahlaksızlıkları cinsel sapma kategorisine koymuştur. Eski Ahit’te
cinsel sapma olarak belirtilen davranışlar genel olarak şunlardır:
Homoseksüellik ve lezbiyenlik, ensest (yakın akraba ile cinsel ilişki),
hayvanlarla cinsel ilişki, travestilik ve öz doyum demek olan mastürbasyondur.
Eski
Ahit’te Homoseksüellik ve Lezbiyenlik
Homoseksüellik,
eşcinsel olma durumudur. Homoseksüel, kendi cinsinden kimselerle cinsel
ilişkide bulunan kimse demektir (Türkçe Sözlük, 1998: I, 733). Bu durumda homoseksüellik,
bir erkeğin kendi cinsinden bir erkekle cinsel ilişkiye
girmesiyken; lezbiyenlik, bir kadının yine bir kadınla cinsel ilişkiye
girmesi durumudur. Yani lezbiyenlik bir anlamda kadın sevicilik demektir.
Genel olarak eşcinsellik, eski Yunan'da benzer anlamına gelen “amos” ile
cinsellik anlamında kullanılan seksüalite sözcüklerinden türemiş olup, aynı
cinsiyetten bireyler arasında kurulan, cinsel nitelikli bedensel ya da duygusal
bağlılık ve ilişki anlamına gelir. Eşcinselliğin tarihi oldukça eskidir. En eski
zamanlardan beri bilinmektedir. Hemen hemen bütün kültürlerde ve büyük dinlerde
eşcinsellik, normal dışı cinsel davranış olarak kabul edilmiştir. İnsanlık
tarihi boyunca birçok medeniyet, eşcinsel ilişkileri daha az, heteroseksüel
ilişkileri ise daha fazla kabul etmiştir (Ateizm, 2006). Çünkü bu tür doğal
olmayan ilişkiler toplumun ahlak çizgilerini inceleştirmiştir. Yoz bir kültüre
kayma bu tür sakıncalı ilişkilerin sonucudur.
Homoseksüel kelimesi ilk defa 1869’da Viyanalı yazar Benkert tarafından
ortaya atıldı. Benkert, bu kelimeyi, eşcinsellerin kendi iradelerinden bağımsız
olarak bir “üçüncü cins” oluşturduklarını, dolayısıyla günah ya da suç işlemiş
sayılamayacaklarını göstermek, böylece eşcinselliği zulümden korumak umuduyla
kullanıma sokmuştu; bu sayede eşcinsellik tıbbi olarak ilk kez
sınıflandırılıyordu (Zeldin, 2000: 129). Artık günümüzde bu kelimeyi bilimsel
anlamda sıkça kullanmaktayız. Homoseksüel, gay, lezbiyen, eşcinsel kavramları
bu cinsel sapıklıkta bulunanlar için etiketlenen sözcüklerdir. Oysa Eski
Ahit’in geldiği dönemden itibaren eşcinsellik, yasaklanmış ve günah
kategorisine sokulmuştur. Ama Kitab-ı Mukaddes toplumuna gelene kadar bu
sapıklıklar kabul görmüştür. Semavi dinlerin gelmesiyle birlikte bu davranışlar
yasak olarak nitelendirilmiştir. Özellikle ilk semavi din Yahudilik, bu tür
davranışlara oldukça sert tepki göstermiştir.
Öte taraftan Eski Ahit’te daha çok erkek eşcinselliği üzerinde durulurken
buna karşın lezbiyenlik üstüne fazla konuşulmaz. “Lut ovadaki kentlerin arasına
yerleşti, Sodom’a yakın bir çadır kurdu. Sodom halkı çok kötüydü. Rabbe karşı
büyük günah işliyordu” (Yaratılış: 13: 12- 13). Sodom halkı homoseksüelliği ile
Tevrat’ta sıkça kendisinden bahsedilen bir halktır. Bunlar Tanrı’nın kesin olan
kurallarını bile bile çiğnemiş ve bunun neticesinde şiddetli azaplara müstahak
olmuşlardır. Sodom halkının çok kötü olmasından anlaşılan, cinsel sapma
geçirmesi bu cinsel sapıklığı şiddetli bir şekilde yapmasıdır. Tarih, Sodom ve
Gomora adını homoseksüel sıfatlarla insanların hafızasına kazımıştır. Şiire,
resme ve sanata da konu alan bu iki şehir halkı, eşcinselliğin sembolüdür.
Bunlar insanların havsalasına bir kişi veya birey olarak değil bir toplum
olarak geçmişlerdir. Eşcinsellik, toplu bir günahın tarihin aklında çirkin yerini
alışıdır. Doğal olmayan ve insanın doğallığına aykırı olan bu günah, Tevrat’ın
elinde kan ağladığı bir kötülüktür. Lut Peygamberin talihsizlikle kendisine
denk geldiği bu toplumun günahkâr kişileri, onu bu günah sebebiyle imtihan
ettiler. Bu günah sıradan ve affedilecek bir çirkinlik değil Rabb’e karşı
isyandı.
Bu isyan Tevrat’ın birçok kısmında açıkça dile getirilir: “O iki melek de
akşamleyin Sodom’a vardılar ve Lut, Sodom’un kapısında oturuyordu. Lut görüp
onları karşılamak için kalktı; yere kapandı ve dedi: İşte, efendilerim, şimdi
kulunuzun evine inin, geceyi geçirin, ayaklarınızı yıkayın ve erken kalkıp
yolunuza gidersiniz. Ve dediler: Hayır, fakat biz geceyi meydanda geçireceğiz,
deyip onları çok zorladı; sonra onun yanına indiler ve evine girdiler; en sonra
onlara ziyafet yaptı, mayasız ekmek pişirip yediler. Fakat onlar yatmazdan
önce, şehrin adamları, Sodom adamları, her mahalleden gençten ihtiyara kadar
bütün halk, evi sardılar ve Lut’u çağırıp ona dediler: Bu gece senin yanına
giren o adamlar nerede; onları bize çıkar, onları bilelim. Lut, kapıya çıktı ve
arkasından kapıyı kapatıp onlara seslendi. Şöyle dedi: Ey kardeşlerim, rica
ederim, kötülük etmeyin. İşte, benim ere varmamış iki kızım var; rica ederim,
onları size çıkarayım, onlara gözünüzde iyi olana göre yapın; mademki damımın
gölgesine geldiler, bu adamlara bir şey yapmayın. Sonra dediler: Geri çekil! Bu
adam garip olarak geldi ve kendisini hâkim sayıyor; şimdi sana onlardan ziyade
kötülük ederiz. Adamı, Lut’u çok zorladılar ve kapıyı kırmak için yaklaştılar.
Fakat adamlar ellerini uzatıp Lut’u yanlarına, evin içine getirdiler ve kapıyı
kapadılar. Evin kapısında olan adamları, küçükten büyüğe kadar körlükle
vurdular, şöyle ki, kapıyı bulmak için yoruldular. Adamlar Lut’a dediler: Senin
burada daha kimin var? Damatlarını ve oğullarını ve kızlarını ve şehirde sana
ait olanların hepsini bu yerden çıkar; çünkü biz bu yeri harap edeceğiz; çünkü
Rabbin önünde onların feryadı büyümüştür. Rab onu harap etmek için bizi
gönderdi “(Yaratılış: 19: 1- 12).
Burada Sodom halkının, gözü dönmüş bir aşırılıkla Lut Peygamberin evine
adam kılığında gelen meleklere karşı tavrından bahsedilmektedir. Tanrı’nın
emrine karşı gelerek veya Tanrı’nın emrini unutarak böyle bir azgınlığa
kalkışmaları ve sonunda hak edilen cezayı çekmeleri teması, işlenmektedir.
Homoseksüel bir sapıklığın getirdiği taşkınlık, Sodom’u kendinden geçirmiş ve
amacına ulaşmak için gözü kara bir şekilde Lut’un kapısını zorlayarak onlarla
cinsel ilişkiye girmek istemişlerdir. İşte bu olay, Tanrı’nın bu sapıklık
karşısında Lut’a verdiği ihtarla önce bu halkı uyarması ve ardından gazabını
onların üstüne indirmesi en sonra da Sodom halkının tarihe gömülmesi ile
sonuçlanmıştır. Toplumun nerdeyse tümünde eşcinselliğin bu kadar yaygın hale
gelmesi gerçekten anlaşılır değildir. Kadın ve erkeğin birbirini tamamlamak
için gönderildiği İsrailoğulları toplumunda kadının oyun dışına itilip, erkek
erkeğe cinsel ilişiklerin yaşanması bir talihsizliktir. Tabiat böyle bir günah
karşısında dilini yutmuştur. Kadının diskalifiye edildiği bu oyunda erkeklerin
kendini dileyerek dişileştirmesi bir rol ve doğa sapmasıdır. Erkeğin kendi
cinsiyetini olumsuzlamasıdır. Buna anlam vermek çok zordur. Ama Tanrı’nın bu
suça karşı tepkisini şiddetlice göstermesi anlaşılır bir cezadır.
Eski Ahit, insanı Adem ve Havva olarak iki ayrı cins şeklinde yarattığını
belirtmektedir. Ortada iki erkek veya iki kadın değil birbirine zıt ve
birbirini tamamlayan iki varlık vardır. Bu iki ayrı cins birleştiklerinde
kendinden bir parça doğurarak yeni bir varlık yaratır. Bunun anlamı ise
üretkenlik, doğurganlık ve berekettir. Oysaki eşcinsel birleşmelerin sonu
kısırlıktır. Bir türlü ot bitmeyen kurak tarla örneğidir. Onun altında çoğalmak
değil hep aynı kalma hatta azalma vardır. Buradan hareketle eşcinseller asıl
cinsellikten uzaklaşmış kişilerdir. Özüne bakılırsa eşcinsel eğilimleri
olanlar, çarpıklıklarını ve Aden’deki yetkin cinsellikten kopuk olduklarını
alçakgönüllülükle kabul etmelidirler. Aynı cinsin kollarında ya da hayalinde
cinsel doyum ve sağlık arayışı, boş ve sonuçsuz bir deneyimdir. Tanrı, erkek ve
kadının, kendilerini aynı cinsle tanımlamalarını hiçbir şekilde uygun
görmemiştir (Comiskey, 2000: 33). Cinselliği, ancak evlilik ilişkisi
çerçevesinde, karşı cinsle yasal bir döşekte ve Tanrı’nın ilahi amacı
doğrultusunda olursa doğal ve sağlıklı kabul etmektedir. Aksi halde bunun
dışındaki, her tür sapıklığı şiddetli bir azapla cezalandırmaktadır.
Eski Ahit eşcinsellik gibi bir çıkmazı kendi üslubuyla şöyle ifade eder:
“Kadınla yatar gibi erkekle yatma; bu iğrençtir” (Levililer: 18: 22). Çünkü
kadının yapmış olduğu işi erkek yapamaz. O ancak erkekten beklenenleri yapar.
Dolayısıyla bir erkek, cinsine saygısızlık yapıp kendini saptırmamalıdır. Bu
iğrençliktir ve yoldan çıkmışlıktır.
“Bir erkek başka bir erkekle cinsel ilişki kurarsa, ikisi de iğrençlik
etmiş olur. Kesinlikle öldürülecekler. Ölümü hak etmişlerdir” (Levililer: 20:
13). Erkeğin içine düştüğü bu iğrenç ve çirkin tuzak kendi yazgısını yok
etmesine sebep olmuştur. Cinselliğin bu derece saptırılması ve asıl cinsel
organların işlevsizleştirilmesi Yahudilerin soyu için ciddi bir tehlikedir. Bu
yüzden Tevrat sürekli azap ve şiddet uygulayacağı uyarısında bulunur. Çünkü
Tanrı, homoseksüel davranışları kötülemiş ve bu eylemlerin kabul edilmeyecek
günahlar olduğunu belirtmiştir. Burada ilginç olan bir nokta daha vardır. O da,
Yahudilerin kutsal kitabında ‘bir erkek kendisi gibi bir erkekle yattığı
takdirde, ikisi de bir günah ve suç işlemiş olduklarından ölüm cezasına
çarpılırlar’ yolunda hükümler olduğu halde, kadının kadınla yatması kaydı
yoktur. Hâlbuki hayvanla ilişkide bulunan kadının da ölümünden söz
edilmektedir. Çok eski ve gizli İbrani kaynaklarına göre Kral Davut, sevici
genç kadınların sevişmelerini seyretmekten hoşlanırdı. Kral Süleyman’ın
yüzlerce cariyesi olan sarayında da sevicilik rağbet görmekteydi (Adasal, 1975:
401). Bu durum bize erkek eşcinselliğinin kadın eşcinselliğine göre daha çok
olduğunu göstermekle birlikte kadın eşcinselliğinin de olmadığını kanıtlamaz.
Fakat kadın eşcinselliğinin ilkçağlardan günümüze değin var olduğu da bir
gerçektir. Bu bağlamda Eski Ahit’te kadın seviciliğine açıkça örnek verilmemesi
bu günahın işlenmediği anlamına gelmez.
Eski Ahit’in yukarıda açıkladığımız ifadeleri, yani Levililer, 18: 22 ve
Yasa’nın Tekrarı, 22: 5’te geçen ifadeler, yüzyıllar boyunca Yahudilerin
eşcinsel erotizme ve travestiliğe bakışlarını etkiledi. Kutsal Kitap uzmanı
akademisyenlere göre bu emirlerin katılığı, o dönemdeki İsrailoğulları'nın
kendilerini, yerleştikleri topraklarda onlardan önce ikamet etmiş olan
Kenanlılardan ayırma çabasından kaynaklanıyor olabilir. Kenanlıların dininde
toplumsal ve biyolojik cinsiyet çeşitliliği tanrıça inancıyla ilişkiliydi.
Kenanlıların dinini yok etmek için bu dinle ilişkili cinsel uygulamaların da
yok edilmesi zorunlu görülmüştü. Bu uygulamaların en güçlü simgeleri, tanrıça
Athirat ve erkek eşi Baal’ın kutsal fahişeleri olan rahibeler ve rahiplerdi.
Daha sonra bile Beni İsrail ve Yahudi hükümdarlar rahip ve rahibeleri yok
etmeye yönelik şiddetli hareketler düzenlediler (Baird, 2004: 90- 91). Fakat
sonraları eşcinsellik giderek Yahudiler arasında ılımlılaşmaya başladı. Eski
Ahit, artık eski kültlerden iyice ayrışmış ve kendine göre toplumsal bir yol
çizmiştir. Eşcinselliğin bir yasak ve günah olarak Yahudilere yakışmayan bir
davranış tarzı olduğu netleşmiştir. Zaten Eski Ahit’in sert cezaları bu suçun
sınırını iyice keskinleştirmiştir.
Bilindiği gibi sertçe eleştirilen homoseksüel sapıklık yasaklanmış ve onun
tiksinti verici bir davranış olduğu Eski Ahit’in birçok yerinde vurgulanmıştır.
“Onlar dinlenirken kentin serserileri evi kuşattı. Kapıya var güçleriyle
vurarak yaşlı ev sahibine, evine gelen o adamı dışarı çıkar, onunla yatalım,
diye bağrıştılar. Ne var ki adamlar, onu dinlemediler. Bunun üzerine Levili
cariyesini zorla dışarı çıkarıp, onlara teslim etti. Adamlar bütün gece, sabaha
dek kadınla yattılar, onun ırzına geçtiler. Şafak sökerken onu salıverdiler”
(Hâkimler: 19: 22- 25). Hâkimler bölümünde aynı suç, aynı tema anlatılır.
Burada eşcinsel arzular ve tatmin edilemeyen aşırılığın bir cariyeyle
yatıştırılması söz konusudur. Ayrıca damarlardaki azgın hayvanın bir bedelle
sakinleştirilmesi ya da yem derecesindeki kadının önemsizliğinin bir erkek
sapıklığına kurban edilmesi durumu vardır. Bu tavra Eski Ahit’in birçok
bölümünde rastlamak gayet mümkündür ve hatta çok doğal bir durumdur. Tanrı
yasaklar, yapılır; Tanrı kızar, cezalandırır. Fakat uslanamayan homoseksüel
duygular Tanrı’nın gazabı kalktıktan sonra tekrar depreşir.
“Yeruşalim Peygamberleri arasında
Şu korkunç şeyi gördüm:
Zina ediyorlar, yalan peşindeler.
Kötülük edenleri güçlendirdiklerinden,
Kimse kötülüğünden dönmüyor.
Benim için hepsi Sodom gibi,
Yeruşalim halkı Gomora gibi oldu” (Yeremya: 23: 14).
Tanrı en kötü suçu eşcinsellikle kıyaslarken aslında homoseksüelliğin ne
kadar alçakça bir suç olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır. Nitekim Yeruşalim
halkının yaptığı kötü fiilleri, Sodom ve Gomora halkının yaptığı suçlar
derecesine indirerek, onlara güvenmediğini ve onların yanlış yaptıklarını
anlatmaktadır.
Eşcinsellik, özünde bir kısır döngüdür. Öyle ki tüketen bir eylem
tarzıdır. Çünkü orada ne doğurma ne ana olmanın kutsallığı ve ne de Yahudiliğin
ısrarla vurguladığı aile kavramı vardır. Sadece hazza ve zevke yönelik bir
işleve takılma söz konusudur. Tevrat’ın ısrarla üstünde durduğu bir gerçeği,
homoseksüel yatkınlık, sürekli arka plana itmektedir. O da üremedir. Kısır
olmayan bir bereketlilik hali yani doğurganlıktır. Döl veren bir üretkenliktir.
Bunu Tevrat’ta net olarak doğrulayan birçok ifade vardır. “Erkekleriniz,
kadınlarınız, hayvanlarınız arasında döl vermeyen olmayacaktır” (Yasanın
Tekrarı: 7: 14). Kısır olan hayvan olsun erkek olsun Yahudiliğin istemediği bir
durumdur. Tevrat’ın kutsal amacına ancak doğurganlık hizmet eder. “Erkeklik
bezi ezilmiş ya da organı kesilmiş kişi Rabbin topluluğuna girmeyecek” (Yasanın
Tekrarı: 23: 15). Rab kısırlığa yol açan tüm nedenlere karşıdır. Kısırlık
yaratan tüm problemler ortadan kaldırılmalıdır. Gerekirse kısırlığın sebebi
olan cinsel organ kesilip atılmalıdır. Erkek veya kadın cinsel organı üretmek
ve çoğaltmak için vardır. İşlevini yerine getirmeyen bu organların gövdede
kalma hakkı yoktur. Yahudilikte kısırlık tıpkı bir veba gibi, ölümcül bir
hastalık gibi algılanmıştır. Yahudi neslini kuruyup bitirecek bu hastalık kimde
varsa o kişi cezasını çekip tarihe gömülecektir.
Homoseksüellik üzerindeki yasaklama ile ilgili çeşitli sebepler ileri
sürülmüştür. Bunlardan bir tanesi bu tür cinsel ilişkilerin insanlığın
çoğalmasını engellediğiyle ilgilidir. Çünkü bu şekilde cinselliğin temel işlevi
yerine getirilmemiş olmaktadır. Diğer bir neden de evli bir adam homoseksüel
eğilimler taşıyorsa, bu yüzden karısı ve ailesini terk edebilir. Bu şekilde
böyle bir kişi, Yahudilikte çok büyük önem taşıyan aile kurumunu yıkmış olur.
Bu sebeple başka kültürlerde bu eylem nasıl kabul edilirse edilsin; Yahudilik,
Tevrat’ın açıklaması doğrultusunda homoseksüelliği itici ve iğrenç olarak
tanımlar (Besalel, 2001: II, 216). Sürekli verimlilikten bahseden bir dinin eşcinselliğin
yasaklanması üstünde bu derece önemle durması doğrusu haklı sebeplere
dayanmaktadır.
Dikkat çeken bir diğer nokta da lezbiyenliğin Eski Ahit’te vurgulanmıyor
olmasıdır. Erkek eşcinselliği açıkça anlatılmakta ve uyarılmakta fakat
kadınların lezbiyenliği konusu üstünde durulmamaktadır. Lut’un karısının da
homoseksüellerle ilişkisinin olduğundan bahsedilmekte fakat bunun adının
özellikle lezbiyenlik olduğundan söz edilmemektedir. Bunun o dönem bu tür
sapıklığın olmamasından mı erkek egemen Yahudi kültüründe böyle bir şey olduğu
halde bahsedilmemesinden mi olduğu açık değildir. Fakat her türlü azgınlığın
var olduğu o çağda böyle bir sapıklığın da olmayacağı mantık dışı bir
sorgulamadır. Geçmişte olduğu gibi günümüz toplumlarında da var olan eşcinsellik
veya lezbiyenlik tüm yasaklanmalara rağmen varlığını gün geçtikçe şiddetli bir
şekilde hissettirmektedir. Eski Ahit, geçmişten günümüze değin tüm Yahudileri
bu günahı işlememeleri konusunda uyarmasına rağmen modern dünyada bu eylemler
yasallaşmakta ve bir cinsel yaşam hakkı olarak resmi belgelere geçmektedir.
Günümüzde bazı Yahudiler, eşcinselliği bir hak olarak gördükleri için
dinsel ayinlerini rahatça ifa edebilecekleri ibadet yerleri talep
etmektedirler. Hatta bazı homoseksüel Yahudilerin, aşırı aile temelli Yahudi
topluluklarından yabancılaşmalarının bir göstergesi olarak, birkaç tane de
eşcinsel sinagogu açılmıştır. Öte taraftan Ortodoks ve geleneksel sinagog
yaşamının erkek hâkimiyeti aynı türden bir umutsuzluğu kadınlar arasında
yaratmış ve bazı kadın gruplarının oluşmasına neden olmuştur. Ancak bu
toplulukların çoğunda kadınlar statülerini yükseltme çabalarını, mevcut
yerleşik çevre içinde çalışarak göstermektedirler. Herhalde kadınların
geleneksel Musevilikteki ayrımlanmasını ve eşitsiz durumunu değiştirmek için
Ortodoks olmayan kesim oldukça önemli bir çaba göstermemiştir. Fakat Reform
hareketlerinde cinsler kurumsal olarak eşittir ve tutucu sinagoglarda da
kadınların maruz kaldıkları kısıtlamalar giderek kaldırılmaktadır (BUA, 1987:
96). Durum böyle olmakla birlikte Yahudilerin tarihte ilk ortaya çıkışından bu
yana kadın ve erkeklerin dini kurallara itaat etmekteki bakış açısı da oldukça
değişme göstermiştir. Fakat çoğu zaman sabit kalan davranış biçimi ise
cinselliğin sürekli talep edilen bir durum olmasıdır.
Nihayetinde Yahudilik ilkçağda eşcinselliğe sert tepki gösterirken,
ortaçağda biraz daha ılımlı davranmıştır. Modern çağa gelindiğindeyse bu
yumuşama devam etmiştir. 1970’lerden bu yana gay ve lezbiyen Yahudi örgütleri
kongresi gibi çok sayıda gay merkezli Yahudi grup kuruldu. Merkezi Amerika
Hahamlar Konferansı ve Yeniden Yapılanmacı Hahamlar Birliği gibi bazı örgütler
de eşcinsel eğilimli Yahudileri destekleme kararı aldılar (Baird, 2004: 92). Bu
şekildeki örgütlenmeler Yahudi geleneğinin çözülmesine ve birçok ülkede
eşcinsel sapıklıkların doğal ve resmi hale getirilmesine neden olmuştur.
Nitekim birçok yerde bazı eşcinsel Yahudiler, resmi haklar elde ederek
birbirleriyle evlenebilmişlerdir.
Eski
Ahit’te Yakın Akraba ile Cinsel İlişki
Ensest, yakın akraba arasında yaşanan cinselliktir. Bu anlayışa göre
toplumda bazı yakın akrabalar arasında cinsel ilişki yasaklanmıştır. Böyle bir
yasaktan dolayı akraba olan kişiler asla birbiriyle evlenemezler. Ensest olayı
ilkel kabilelerden beri var olan bir totem anlayışıdır. Buna göre tek ve aynı
bir totem grubunun üyeleri, aralarında cinsel ilişkide bulunamaz ve dolayısıyla
birbirleriyle evlenemezler (Freud, 2002: 15). Bu egzogami yasasıdır. Yasaya
göre ancak dışarıdan evlenilmelidir. Dış evlilik de denilen egzogami, ensest
olayını ortadan kaldırır. Böylece soyun güvenliği sağlanarak toplum günaha
sürüklenmekten kurtulmuş olur.
Annelik yapan kişiye ya da onun yerini alan şeylere -kana, aileye,
kabileye- bağlı kalma eğilimi her kadının ve erkeğin içinde doğuştan getirdiği
bir özelliktir (Fromm, 1994: 98). Fakat bu özellik aile kurumunu
belirsizleştirdiği hatta ortadan kaldırdığı için birçok din tarafından
yasaklanmıştır. En başta semavi dinler, ensesti şiddetle kınamış ve ret
etmişlerdir. Bir ailede anne, baba ve çocukların cinsel kimliği birbirinden
tamamen ayrıdır. Herkes kendi cinsel ve ruhsal kimliği oranında kendini
tanımlar ve ona göre yaşar. Oysa bir ailede ensest olayının yaşanması aile
bireylerinin cinsel kimliğine saldırıdır. Bu yüzden dinler, ensesti çirkin ve
tutarsız bir davranış olarak kabul ederler.
İnsanlar niçin bu cinsel sapmanın peşinde koşmuşlardır? İlk insanların
sayı olarak az olması ve aile kurumunun nerdeyse çekirdek aile kadar küçük
olması bu cinsel sapmanın ortaya çıkma nedeni olabilir. Zamanla insanlar
çoğalınca artık aile içi cinsel ilişkinin durumu ortadan kalkmaya başlamıştır.
Dinler de bu yasağı keskinleştirince ensest olayı iyice silikleşmeye
başlamıştır. Bu halde yakın akraba ile cinsel ilişki Adem ve Havva’dan sonra
çoğalma tehlikesi kalmadığından yasaklanmıştır. Bu yasağın altı çizili
kurallarla hangi akrabalar arasında uygulandığı bellidir. Ensestte bulunmanın
sınırı iyice keskinleştirilmiş ve kesinleştirilmiştir. Çünkü bu sapıklık, içten
eşleşme olarak bilinen şeyin, evliliklerin sürekli olarak kısıtlı bir toplumsal
grup içerisinde ve dolayısıyla, az çok aynı soy içerisinde gerçekleşmesinin
aşırı uçta bir çeşididir (Tannahill, 2003: 27). Dar bir alanda ve birbirine çok
yakın kişiler arasında gerçekleştiğinden, ailenin ve akrabalık derecesinin
sınırını belirsizleştirmektedir. İşte Eski Ahit, bunun önüne geçmek için kimin
kiminle evlenebileceğini net olarak belirtmiştir. Ayrıca, bu yasağı
çiğneyenlerin sapıklık içinde olduklarını vurgulamıştır.
“Hiçbiriniz
cinsel ilişkide bulunmak için yakın akrabasına yaklaşmayacak, Rab benim” (Levililer:
18: 6). Eski Ahit’te adı sıkça geçen bu sapıklık, bir suç olarak
görülmüş
ve çeşitli yaptırımlarla desteklenmiştir. Çünkü ensest ilişki, evlilik kurumuna
zarar vermekte ve kan bağına dayalı yakınlıkları zedelemektedir. Tevrat’ta
belirtildiği üzere kan birliği bulunan kimseler arasında evlenme olamaz.
Kardeşler, bir ana babadan olan yakınları, yengeler, sütanneler, babanın
kardeşleri ile evlenme yasaktır. İnsanın kızı ya da oğluyla da evlenmesi suçtur
(DTA, 1999: I, 271). Acaba, bu akraba
arasındaki yakın cinsel temasların kökeninde neler yatmaktadır? Doğal
olmayan bir davranış olan ensesti hazırlayan etmenler neler olabilir? Bu gibi sorular
aslında sadece Yahudi kültüründe var olan sorgulamalar değildir. Bunlar, ta
ilkel kabilelerden beri varlığını sürdüre gelen soru işaretleridir. Ensest,
sapkın cinselliğin insanlar arasındaki farklı çeşitlerinden yalnızca biridir.
İnsanların cinsel özgürlüğü konusundaki görüşler yalnız toplumdan topluma
değil, zamana bağlı olarak da değişir. Ama tarih boyunca bütün toplumlarda
geçerli olan cinsel tabuların başında, aynı ailenin bireyleri arasındaki cinsel
ilişki ya da toplumbilimlerdeki terimiyle ensest gelir. Ana baba ile çocuklar
ya da kız ve erkek kardeşler arasındaki cinsel ilişki, yalnız yasaların değil
ahlak kurallarının da kesinlikle bağışlamayacağı bir davranış olarak her zaman
şiddetle kınanmış ve yasaklanmıştır. Bu cinsel sapıklık sürekli yasaklandığına
göre tarihsel bakımından da derin kökleri olmalıdır. Nitekim psikanalizin bize
gösterdiğine göre küçük oğlan çocuğunun cinsel seçiminin yöneldiği ilk obje
incest karakterlidir, iğrençtir. Çünkü bu objeyi annesi ya da kız kardeşi
temsil eder (Freud, 2002: 33). Freud’un bu yorumu ensestin daha çocukluktan
itibaren ve içgüdüsel olarak var olan bir davranış olduğunu göstermektedir.
Çocuk ilk yönelim olarak; eğer erkek çocuksa annesine, kız çocuksa babasına
eğilim göstermektedir. Bu psikolojik yorum ne kadar doğrudur bilinmez fakat
gerçek olan bir şey var ki yakın akraba arasıdaki ensestin toplumu ahlaki
açıdan çöküntüye uğrattığıdır. Bu sapıklıkla kişiler anne, baba ve kardeş
kavramlarını ortadan kaldırmaktadırlar. Bu da aileye önem veren Eski Ahit için
çok değerli bir detaydır.
Ensest, tarihte öyle derin izler bırakmıştır ki sanat ve edebiyatta da
yankısını bulmuştur. Daha ilk çağlarda bile bu günahın efsanesi dilden dile
dolaşmıştır. Çünkü o, çok sıra dışı ve doğal olmayan bir birleşme biçimidir. İnsanın
nesline itaatsizlik ve kuralsızlığın aşırı bir neticesidir. Soyların ve
sınırların sise büründüğü belirsizlik halidir. Şu nesle bakın: “Babalar,
kardeşler, oğullar, karılar, analar hep birbirine karışmış tohumlar. Sözü
eyleminden çirkin ayıplar (Sofokles, 2002: 79). Sofokles’in anlatmaya çalıştığı
aslında, klasik ve edebi bir yapıtta yer bulan çirkin eylemin, ensestin ince
bir resmi ve sonucunda acı sızlanışın üsluplu ifadesidir. Nihayetinde ensest,
Tanrı’nın azaplı yasağıdır. Bir sanatçı bu cinsel sapıklığı ancak böyle
cümlelerle sanatsal olarak ifade edebilir.
Ensest, tüm toplumlarca sertçe eleştirilen bir cinsel sapma olduğuna göre
semavi dinlerden Yahudiliğin de elbette bu konuya yaklaşımı bir ölçüde şiddetli
olacaktır. İşte Tanrı’nın Eski Ahit’te ensest sapıklığını sert ve şiddetli bir
şekilde yasaklamasının altında yatan en önemli sebeplerden bir tanesi de onun
aile kurumunu yok etmesi ve akrabalığın rolünü belirsizleştirmesidir. Bundan
dolayıdır ki ensest, Tevrat pasajlarında uzunca üzerinde durulan bir suçtur.
“Lut Soar’da kalmaktan korkuyordu. Bu yüzden iki kızıyla kentten ayrılarak dağa
yerleşti, onlarla birlikte bir mağarada yaşamaya başladı. Büyük kızı küçüğüne,
babamız yaşlı, dedi. Dünya geleneklerine uygun bir biçimde burada bizimle yatacak
bir erkek yok. Gel babamıza şarap içirelim soyumuzu yaşatmak
için
onunla yatalım. O gece babalarına şarap içirdiler. Büyük kız gidip babasıyla
yattı. Ancak Lut yatıp kalktığının farkında değildi. Ertesi gün büyük kız
küçüğüne, dün gece babamla yattım, dedi. Bu gece de ona şarap içirelim.
Soyumuzu yaşatmak için sen de onunla yat. O gece babalarına şarap içirdiler ve
küçük kız babasıyla yattı. Ama Lut yatıp kalktığının farkında değildi. Böylece
Lut’un iki kızı da öz babalarından hamile kaldılar. (Yaratılış: 19: 30- 36). Yaratılış
bölümünde geçen bu pasajlar, Lut
peygamberin
sarhoşken kızlarının onunla kurduğu cinsel ilişkiden söz etmektedir. Yahudi
kültüründe yasak olmasına rağmen kızların peygamber olan babalarıyla cinsel
temasa geçmesi doğrusu çok şaşırtıcıdır. Tüm ahlak ilkelerince ve dinlerce bir
tabu olan yakın akraba cinselliğinin burada çok rahatça çiğnenmesi bize tuhaf
ve muğlâk gelmektedir. Çünkü dini vazeden bir peygamberin sarhoş olup kızları
tarafından cinsel ilişkiye maruz kalması pek doğal ve uygun olan bir davranış değildir.
Bu olay,
insanların geldiği noktayı göstermesi bakımından dikkate değerdir. Çünkü
bir tabu yıkılmış ve tabiat kanunlarına ters davranılmıştır. Bu metne bakarak
Davut’un kızlarının ona tuzak kurarak soylarının devam etmesini sağlamak için
ensest eylemini yaptıklarını söylersek yeterli bir cevap vermiş olmayız. Öte
taraftan Yahudilerin sayısının az olduğundan bu işin yapıldığını söylemek de
doğru olmaz. Çünkü o zamana kadar mevcut olan insan ve aile sayısı yeterli
miktardadır. Zaten Adem ve Havva’dan sonra ensest olayı iyice azalma göstermiş
olmalıdır. O zaman Davut’un kızlarının babasıyla yatması tipik bir yakın akraba
arası cinsel sapmadır. Zaten bu eylem Tevrat’ta oldukça açık bir biçimde
yasaklanmıştır.
Tevrat’ın
Yaratılış bölümünde bulunan yukarıdaki pasajları farklı bir açıdan yorumlayan
bakış açıları da yok değildir. Örneğin Nabil el-Fadl’ın adı geçen pasajlar
hakkındaki görüşleri bu doğrultudadır. ”Lut hakkında bu okuduklarına okuyucu
inanmayacaktır. Ancak bu, bütün Tevrat nüshalarında mevcuttur. O Lut ki,
homoseksüelliğe
batmış olan Sodom ve Gomore’nin yok oluşunda Allah’ın kurtardığı elçisidir.
Buna rağmen Lut çok rahat bir şekilde içki içmekte, içkinin verdiği
sarhoşlukla sırasıyla iki kızıyla da yatmaktadır. Bu durum iki kızının
hamile kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu hangi akla sığar ve Allah’ın böyle
kelamı olur mu? Yüce Allah cinsel sapıklık yüzünden daha önce helak ettiği iki
beldeden Lut’u ve ailesini kurtarmışken, şimdi onun sarhoş olup iki kızıyla
yattığını kabul mü edeceğiz?” (el-Fadl, 2006: 33). Gerçekten de Lut peygamber
hakkında Tevrat’ta anlatılan iki farklı kıssa birbiriyle çelişmektedir. Bu
durum Peygamber olan Lut’un saygınlığına gölge düşürmektedir. Çünkü ensest
davranışının onun ailesi tarafından işlenmesi kabul edilecek bir vakıa
değildir.
Tevrat’ın
başka bölümlerinde yine ensest olayına rastlayabiliriz. “Hiçbiriniz cinsel
ilişkide bulunmak için yakın akrabasına yaklaşmayacak, Rab benim. Annenle
cinsel ilişkide bulunarak babanın namusuna dokunmayacaksın. O senin annendir.
Onunla ilişki kurmayacaksın. Babanın karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. O,
babanın namusudur. Annenden ya da babandan olan, ister seninle aynı evde doğmuş
olsun, ister olmasın üvey kız kardeşlerinden biriyle cinsel ilişki kurmayacaksın.
Kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü onların namusu
senin namusundur. Babanın evlendiği kadından doğan kızla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Çünkü o babandan olmadır, senin kız kardeşin sayılır. Halanla
cinsel ilişki kurmayacaksın çünkü o babanın yakın akrabasıdır. Teyzenle cinsel
ilişki kurmayacaksın; çünkü o annenin yakın akrabasıdır. Amcanın namusuna
dokunmayacaksın. Karısına yaklaşmayacaksın; çünkü o senin yengendir. Gelininle
cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü oğlunun karısıdır. Onunla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Kardeşinin karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o
kardeşinin namusudur. Bir kadının hem kendisiyle, hem kızıyla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Kadının kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Çünkü onlar kadının yakın akrabasıdır. Karın yaşadığı sürece
onun kız kardeşini kuma olarak almayacak ve onunla cinsel ilişki kurmayacaksın.
Bu davranışların hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin. Çünkü önünüzden kovacağım
uluslar böyle kirlendiler. Onların yüzünden ülke bile kirlendi. Günahından
ötürü ülkeyi cezalandırdım. Ülke, üzerinde yaşayan halkı kusuyor. İster yerli
olsun ister aranızda yaşayan yabancılar olsun kurallarıma ve ilkelerime göre
yaşayacaksınız. Bu iğrençliklerin hiçbirini yapmayacaksınız. Sizden önce bu
ülkede yaşayan insanlar bütün bu iğrençlikleri yaparak ülkeyi kirlettiler. Eğer
siz de ülkeyi kirletirseniz, ülke sizden önceki uluslara yaptığı gibi sizi de kusar.
Kim bu iğrençliklerden birini yaparsa halkın arasından
atılacaktır. Buyruklarımı yerine getirin. Sizden önceki insanların iğrenç
törelerine uyarak kendinizi kirletmeyin. Tanrı’nız Rab benim” (Levililer 18: 6-
18; 24- 30). Levililerin bu ifadelerinde, insanların yakın akrabaları arasında
kimlerle cinsel ilişkide bulunamayacağı tek tek açıklanmaktadır. Ayrıca Tanrı,
bunlarla ilişkiye geçmenin sakıncasından ve bu iğrenç eylemin zararlarından
bahsederek bunlardan uzak durulmasını emretmiştir.
Hemen her toplumda
karma bir endogami-egzogami bileşimi görülür, ama kan bağı olan kişilerle cinsel
ilişki kurmayı bütün toplumlar yasaklamıştır. Bunun temelinde akraba
evliliğinin genetiksel sakıncaları değil, büyük olasılıkla toplumsal yapının
getirdiği zorunluluklar; örneğin bireyler arası hak, ödev, miras konularını
düzenleyebilme kaygısı vb. nedenler yatar. İlk insanların Adem ve Havva’nın
çocuklarının doğurma eylemleri bunu doğrulamaktadır. Fakat ensestin daha sonra
yasaklanması dinsel sebeplere bağlı olduğu gibi sosyal sebeplere de bağlıdır.
Bu bakımdan genetik açıklamanın dışında ensestin miras, hak ve ödev gibi
hukuksal nedenlerden ötürü yasaklandığı da doğrudur. Çünkü yeryüzünde insan
nüfusu zamanla arttığı halde bununla orantılı olarak ensest azalmamıştır. Demek
ki yakın akraba
arasındaki bu cinsel
sapıklık daha başka faktörlerin etkisiyle yapılmaya devam
etmektedir. İşte bu faktörleri de sosyal ve hukuksal olarak açıklamak
mümkündür.
Eski
Ahit’te yakın akraba arası cinsel ilişki kuran kişileri önemli tehditler
beklemektedir. “Babasının karısıyla yatan, babasının namusuna leke sürmüş olur.
İkisi de kesinlikle öldürülecektir. Ölümü hak etmişlerdir. Bir adam geliniyle
yatarsa, ikisi de kesinlikle öldürülecektir. Rezillik etmişler, ölümü hak
etmişlerdir“ (Levililer: 20: 1112). Başka bir pasajda aynı günahın laneti şu
şekilde ifade edilmiştir: “Babasının karısıyla yatana lanet olsun! Çünkü o
babasının evlilik yatağına leke sürmüştür. Annesinden ya da babasından olan kız
kardeşiyle yatana lanet olsun! Kaynanasıyla yatana lanet olsun “ (Yasanın Tekrarı:
27: 20; 27: 22- 23). Anne ve babayla cinsel
ilişkiye girme eylemi o kadar iğrenç bir suç olarak görülmüş ki Eski Ahit
bunu yapanı ölümle cezalandırmaktadır. Ensest, gerçekten anne ve babanın
yatağına sürülecek en büyük lekedir. Ayrıca kız kardeş ve kaynanayla cinsel
ilişki de ölüm cezası kapsamına alınan suçlardır.
Ensest sapıklığını açıklayıcı ve onun çirkinliğini belirtici başka dinsel
metinleri de göstermek mümkündür: “Kimse babasının karısını almayacak,
babasının evlilik yatağına leke sürmeyecektir” (Yasanın Tekrarı 22: 30). İğrenç
sapıklıklardan olan anneyle cinsel ilişki Tevrat’ın midesini bulandıran bir
eylemdir. Buna yeltenen çocuk babasının namusuna leke sürmüş olur. Bu çirkin
cinsel birleşmenin trajedisini Klasik Yunan Edebiyatı, çok şiirselce ve açıkça
ifade etmiştir:
Döşek limandır insana
Doğduğun döşek gerdeğin oldu,
Anan avradın oldu.
Hem bebek hem baba
Aynı döşekte (Sofokles, 2002: 72).
Eski Ahit’in başka ifadelerinde kişinin hem kadın ve hem de kızıyla cinsel
ilişkiye girmesi, ensest olarak değerlendirilmiştir. “Bir adam hem bir kızla,
hem de kızın annesiyle evlenirse, alçaklık etmiş olur. Aranızda böyle
alçaklıklar olmasın diye üçü de yakılacaktır” (Levililer: 20: 14). Böyle bir
ilişkiye girdiği için olaya karışan tüm şahıslar yanmakla cezalandırılmıştır.
Gerçekten adi bir suçun ölümle sonuçlanması Yahudiler açısından adalet olarak
görülmektedir. İşledikleri iğrenç suçun cezası toplumsal huzur getirmekle
birlikte bu ceza aynı zamanda Tanrı’nın tekliği ve güçlülüğü de
vurgulanmaktadır. Çünkü Kutsal iktidar emirlerin çiğnenmesine müsaade etmemektedir.
“Bir adam anne ya da baba tarafından üvey olan kız kardeşiyle evlenir,
cinsel ilişki kurarsa utançtır. Açıkça aşağılanıp halkın arasından
atılacaklardır. Adam kız kardeşiyle ilişki kurduğu için suçunun cezasını
çekecektir” (Levililer: 20: 17). Bu ifadelerde üvey anne veya babadan doğan
çocuklarla yasak ilişkiye girmenin sakıncasından bahsedilmektedir. Bu yakınlık
ilişkisinde kız kardeşle cinsel ilişki boyutuna girildiği için sapıklığı
işleyen kişi halkın arasından kovulmakta ve kendisine sert cezalar
verilmektedir. Ensestin iğrençliği bu kadar içlere kadar giderse soyun, ailenin
saygınlığı anlamsız kalmaktadır. Onun için bu tehlikeyi sezen Yehova, ensestte
bulunan kişilere nefes aldırmamaktadır.
Diğer bir Eski Ahit metniyse kişinin anne, baba ve çocuklarının dışında
kalan diğer yakın akrabalarıyla işlediği iğrençlik dile getirilmektedir.
“Teyzenle ya da halanla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü yakın akrabanın
namusudur. İkiniz de suçunuzun cezasını çekeceksiniz. Amcanın karısıyla cinsel
ilişki kuran adam, amcasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de günahlarının
cezasını çekecek ve çocuk sahibi olmadan öleceklerdir. Kardeşinin karısıyla
evlenen adam rezillik etmiş olur. Kardeşinin namusunu lekelemiştir. Çocuk
sahibi olmayacaklardır” (Levililer: 20: 19- 21). Teyze, hala ve amca karısı ve
kardeşinin karısıyla cinsel ilişkiye giren adam çirkinliğini ve günahkârlığını
burada da göstermiştir. Akrabalarının namusunu lekeleyerek tabiatın doğasına
aykırı hareket etmiştir. Bunu yapan kişi hayatı boyunca çocuksuz kalacak ve
böylece kasıtlı kısırlık onun kaderi olacaktır.
Yakın akraba arası cinsel ilişkinin ne kadar şiddetle yasaklandığı
malumdur. Çünkü toplumsal ve genetik yapı bu duruma müsaade etmemektedir.
Yahudi kültüründe sert bir şekilde yasaklanan ensest veya diğer adıyla yakın
akraba arası cinsel ilişki bir tabudur ve bu tabuya aykırı hareket eden herkes
cezalandırılmalıdır. Aksi halde toplum çökecek ve başıboşluk, Tanrısal yasaları
amaçsız ve işlevsiz bırakacaktır. Eğer ensest sapkınlığına karşı çıkılmayıp bu
durum hoş karşılanırsa toplum zedelenir. Tanrı bunları lanetlemiştir. Halkın bu
lanete âmin demeyip onu kınaması gerekir. Çünkü bir nesil kendinden sonrakilere
yeni bir kuşak bırakmalıdır. Tanrı’nın ihtarı dikkate alınmazsa yeni nesil
yozlaşmış olacak ve kendinden sonra hiçbir varlık ve değer bırakamayacaktır.
Zaten bu cinsel sapıklık sadece genetiksel, sosyal, ahlaksal sebeplerle değil
insanın doğasına aykırı olması sebebiyle de olağandışı bir davranıştır.
İnsanlık, yüzyıllardır birçok farklı sapıklıkta bulunmuş fakat aralarında en
iğrenci ve akla sığmazı yakın akraba arası cinsel ilişki olmuştur. Çünkü
Tanrı’nın özenerek yarattığı bir varlık olan insan, bu kadar alçalarak anne,
baba veya diğer yakınlarıyla bile bile, cinsel ilişki kurmamalıdır. Fakat bu
suç tüm toplumlarda görülmüş ve bu yüzden sertçe yasaklanmıştır. İşte Eski Ahit
de bu bağlamda ensest sapıklığından çokça bahsetmiş ve onu şiddetle kınamıştır.
Ayrıca bu eylemde bulunanları ölümle cezalandırmıştır. “Babasının karısıyla
yatan, babasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de kesinlikle öldürülecektir.
Ölümü hak etmişlerdir. Halasıyla, teyzesiyle, amcasının karısıyla, kardeşinin
karısıyla yatan namusuna leke sürmüş olur. Ayrıca bir adam geliniyle yatarsa,
ikisi de kesinlikle öldürülecektir. Rezillik etmişler, ölümü hak etmişlerdir“
(Levililer: 20: 12; 19). Bu ve buna benzer daha birçok Eski Ahit metni ensestin
doğru olmadığını ve yapıldığı takdirde cezasının şiddetli olduğunu dile
getirmektedir.
Eski
Ahit’te Hayvanlarla Cinsel İlişki
Hayvanlarla cinsel ilişki kurma insanın arsızca yaptığı cinsel
sapıklıklardan bir tanesidir. Bu sapıklığı hem erkek hem kadın yapar. Erkekler
doğrudan doğruya bazı hayvanları homoseksüel bir istekle bu sapıklığa
zorlarlar; daha az olmak üzere kadınlar ise daha ziyade köpek gibi bir hayvanın
metresi olurlar. Fakat gerçek hayvanla sevişme, hayvanlarla cinsel ilişkide
bulunmaktan zevk alma sapıklığıdır. Bu bir erkek tarafından dişi ve bir kadın
tarafından erkek bir hayvanla yapılır. Hayvanlarla sevişme eskilerin efsaneleri
ve şiirleriyle benimsenmiştir. Jupiter kadınlarla sevişmek için hayvan şekline
girerdi. Heredot, kitabında Pan adlı ilahın bir enkarnasyonu olan Mendes adlı
koçla bazı dini günlerde kadınların ilişkilerini anlatır. Roma’nın yıkılma
devrinde sapık kadınlar, şehvet meclisleri sonunda hayvanlarla cinsel ilişkide
bulunurlardı. Ortaçağda muhtelif hayvanlara vahşetle tecavüz edenlere ait
birçok mahkeme vakalarında erkek mütecaviz ile beraber biçare hayvan da
öldürülerek yakılırdı (Adasal, 1975: 324- 325). Tüm bu olanlar insanın ilk
çağlardan günümüze değin hayvanlarla nasıl cinsel ilişkide bulunarak sapıklığa
düştüklerini göstermektedir. İnsan, değerini hayvanlarla ilişkiye girerek
ayaklar altına almıştır. Bu öyle çirkin ve iğrenç bir sapıklık ki insanın aklının
alamayacağı bir davranış tarzıdır.
Bu çirkin davranış insanın doğasına aykırı olduğu halde cinsel hazzın
sınırını tanımayan bazı kişiler bunu yapmakta sakınca görmemişlerdir.
Hayvanlarla cinsel ilişkinin tarihinin ne zaman başladığı bilinmemekle birlikte
bunun insanın cinsel içgüdüsüne hâkim olamadığı andan itibaren başladığını
belirtmek uygun olacaktır. Belirttiğimiz gibi tarihin çoğu döneminde hayvanlar
cinsel sapıklık nesnesi olarak da kullanıldılar. Mitolojide bile bu konuya
ilişkin örneklere rastlamak mümkündür. Sözgelimi, Pasiphae, Girit kralı
Mitos’un karısıdır. Kraliçe, bir ustaya yaptırdığı inek heykelinin içine
girerek âşık olduğu ak boğa ile birleşir. Bu birleşmenin sonucunda
Minotaurus’un doğduğu söylenir (Korkmaz, 2004: 122). Buna benzer daha birçok
hayvanla cinsel ilişki öyküleri tarihin sayfalarında mevcuttur.
İnsanların hayvanlarla cinsel ilişkiye girmesi eskiden beri var olan bir
durumdur. Özellikle bu ilişkiler antik dönemde oldukça yaygındı. Kenanlıların
Ugarit yazıtlarına baktığımızda Tanrıların hayvanlarla cinsel ilişkiye
girdiklerinden bahsettiğini görürüz. Eski tarihsel Mısır kaynaklarında da yine
bu tarz cinsel ilişkinin varlığını öğrenebiliriz. Hatta II Ramses’in keçi Tanrı
Ptah’ın oğlu olduğu bile iddialar arasında yer almaktadır. Hitit yasalarına
baktığımız zaman insanların koyunlar, inekler ve domuzlar ile ilişki
kurabilmelerine izin verildiğini görürüz. Ama bu izin at ve katırlar için
verilmemiştir. Bu tarz ilişkiler Kutsal Kitap tarafından kesinlikle
yasaklanmıştır. Çünkü bunlar doğal olmayan cinsel sapmalardır (Malcolm ve Üçal,
2006). Bu tür yasak ilişki Tanrı’nın üreme ve saygın bir soy olma amacına
terstir. İnsan bir hayvanla ilişkiye girerek nesil yaratma yerine kendini
kısırlaştırarak, hem neslin köküne dinamit koymakta hem de insanlık onurunu
aşağılamaktadır.
Eski
Ahit, hayvanlarla cinsel ilişki kurma üstünde az da olsa durmuştur. Tanrı
Tevrat’ta böyle bir sapkınlığı hem evlilik kurumuna ters gördüğü için hem de
insan doğasına aykırı gördüğü için şiddetle yasaklar. Acaba birbiri için
yaratılan insanların kendi türünü bırakıp hayvanlarla böylesi sapkın bir
ilişkiye girmesi neyle açıklanabilir? İnsanın doğası bu kadar deformasyona
nasıl uğrayabilir? Baudlaire’nin dediği gibi insanın içinde iyilik ve kötülük
ırmakları vardır. O, kendisini hangisinin akışına bırakırsa doğası ve ruhu da oraya
doğru akar. Tevrat’ta bahsedilen ve uyarılan
sapkınlığa bakılırsa, insanların kötülük ırmağına kendini kaptırıp orada
boğulduklarını görürüz. Yoksa kâinatta en değerli varlığın en aşağılar
aşağısına düşmesini, başka ne ile açıklayabiliriz. Ama yapılan bu davranış çok
gecikmeden şiddetli ve sert cezalarla karşılık bulmuştur. Öyle ki Tanrı bu suçu
ölümle cezalandırmıştır.
Eski Ahit, hayvanla cinsel ilişkiye girenler için ölüm ve lanet dilemektedir.
“Hayvanlarla cinsel ilişki kuran herkes öldürülecektir” (Çıkış: 22: 19).
Tevrat, sert bir karşılıkla onları uyarmış ve bu suçu işlememelerini
emretmiştir. “Herhangi bir hayvanla cinsel ilişki kurana lanet olsun” (Yasanın
Tekrarı: 27: 21). Yine başka bir pasaj da şöyledir: “Bir hayvanla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Kendini kirletmiş olursun. Kadınlar cinsel ilişki kurmak
amacıyla bir hayvana yaklaşmayacak. Bu Sapıklıktır” (Levililer: 18: 23). Burada
hem hayvanlarla cinsel ilişki kurulmaması emredilmiş hem de bu yönde özellikle
kadınlar uyarılmıştır. Erkek adının değil de kadın adının hayvanlarla cinsel
ilişkide geçmesi enteresandır. Fakat kurulan bu ilişki sapıklık olarak
nitelendirilmiştir. Bu pasajda hayvanlarla cinsel temasın cinsiyeti anlatılmış
olmakla birlikte yaptıkları suçun ne kadar çirkin olduğu da ortaya konmaktadır.
Eski Ahit’in başka metinlerindeyse, hayvanlarla kurulan cinsel ilişki
neticesinde bu işi yapan insan ve hayvan öldürülmek suretiyle
cezalandırılmaktadır. “Ayrıca, bir hayvanla cinsel ilişki kuran adam kesinlikle
öldürülecek, hayvansa kesilecektir. Bir kadın cinsel ilişki kurmak amacıyla bir
hayvana yaklaşırsa, kadını da hayvanı da kesinlikle öldüreceksiniz. Ölümü hak
etmişlerdir” (Levililer 20: 15- 16). Bu pasajlarda ana hatlarıyla hayvanlarla
cinsel ilişki boyutundaki sapıklığın şiddetle cezalandırılması anlatılarak
insanlar, böyle bir eylemi yapmaktan men edilmektedir. Demek ki hayvanlarla
cinsel birleşmenin, kimi toplum ve geleneklerde dinsel bir anlamı vardır. Bu
gelenek ve inanış, çok Tanrıya inananlar için geçerlidir. Tevrat’ın hayvanlarla
cinsel birleşmeye karşı çıkması da bundandır; dinsel bir anlam taşıdığı ya da
böyle bir anlamı akla getirdiği içindir. Cinsel ilişkide bulunan hayvan, daha
önceki inançlarda Tanrının sembolü diye görüldüğü, bu da tek Tanrıcılığa aykırı
olduğu için Tevrat’ta yasaklanmıştır (Dursun, 2002: 58). Son tahlilde Eski Ahit
diğer cinsel sapıklıklara karşı gösterdiği şiddetli tavrı burada da izlemiştir.
İnsan yaratılmış üstün bir varlık olarak bu kadar iğrenç bir seviyeye
düşebiliyorsa bu suçun karşılığının da sert ve caydırıcı olması gerekir.
Nitekim eski Ahit bu caydırıcı özelliğini tek ve güçlü Tanrı’nın ağzından sıkça
ve açıkça dile getirmiştir.
Öz doyum da demek olan mastürbasyon, cinsel bölgelere dokunarak orgazm
sağlama anlamına gelir (Türkçe Sözlük, 1998: II, 1513). Yaygın bir cinsel
boşalma yolu olan bu davranış biçimi, ergenlik çağındaki erkekler arasında çok
yaygındır ve bir eşle doyurucu bir cinsel ilişki düzeni kurulduğunda çoğu kez
giderek azalır, hatta yok olur. Fakat mastürbasyon kişinin kendisinin kendi
elleriyle yarattığı bir davranış biçimidir. Mastürbasyonun yapılış sebebi
cinsel bir doyum bulma arayışıdır. Bunu kendi kendine yapan kişi doğal olmayan
bir yolla cinsel saplantıya düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu davranış
biçimi daha sonra sıklaşıp alışkanlık haline gelir.
Mastürbasyon, bir yerde cinsel bir rahatsızlığın sonucunda oluşan
sapıkınktır. Kişi kendi kendine zevk almak için bunu yapar. Fakat burada bir
ahlak problemi vardır. Tabiatın düzenine karşı bir isyan söz konusudur. Tanrı,
yarattığı insanlardan doğaları gereği normal cinsel birleşmeler bekler; fakat
mastürbasyon buna karşı çıkış olduğu gibi gerçek anlamda doyum sağlamayan bir
cinsel motiftir. Mastürbasyon cinselliğin bir hayal olarak yaşanmasıdır
(Kahraman, 2005: 20). Dolayısıyla gerçek hayatla ve cinsel
ilişkiyle çok az bağlantısı vardır. Kişi kurduğu muhayyilelerin sonucunda
kendisini cinsel ilişkide bulunuyormuş gibi aldatır. Aynı zamanda Tanrı’nın
kendisini de aldatmaktadır. Çünkü cinsel birleşmenin amacı meninin dışarıya boş
yere atılması değil onun üreme eylemi için kullanılmasıdır. Neredeyse tüm
dinler mastürbasyonu bir cinsel israf olarak görürler. Bu bağlamda semavi
dinlerden olan Yahudilik de bunu cinsel bir sapma olarak niteleyip onu
yasaklar.
Eski Ahit’in Tanrısı öz doyum denilen bu ilişkiyi, müntesipleri için
tehlikeli olarak görür. Çünkü buradaki cinsel motifte meninin oldukça gereksiz
yere kullanılarak üreme eyleminden uzaklaşılması vardır. Eski Ahit, bu tür
üreme eyleminden uzak, gereksiz yere cinsel enerji harcanmasından yana
değildir. Onun için bunu bir cinsel sapıklık olarak dile getirir. Bu cinsel
eylemden, Tevrat’ta Onan günahı olarak bahsedilir. Bunun Yahudiler arasında
tarihsel bir gerçekliği vardır. Yahudiler arasındaki eski bir geleneğe göre,
kadın, yalnızca kocasıyla değil, kocasının ailesiyle de evlenirdi. Parası
ödenerek satın alınır ve kocasının ölmesi durumunda kadın bir yük olurdu;
üstelik kocasına çocuk doğurmadıysa, ölümü erkeği sanki hiç yaşamamış gibi
silerdi. Çözüm levirat (kayın alma) evliliğiydi. Ağabeyin varis bırakmadan
ölmesi durumunda erkek kardeşi onun dul eşiyle evlenmek ve doğacak ilk erkek
çocuklarını ölü ağabeyinin meşru çocuğu olarak yetiştirmek zorundaydı; ama Onan
buna isyan etti (Tannahill, 2003: 68). Bundan sonra kayınbiraderinin karısıyla
cinsel ilişkiye girdiği anda menisini yere boşaltırdı. Çocuğu olmasın diye bu
hareketi yapmaya başlar ve artık mastürbasyon denilen, adı Onan sapıklığı olarak
da bilinen eylemi, bir yaşam tarzı haline getirir. Onan bunun bedelini
yaşamından olarak, öder.
Eski Ahit, bu günahtan halkını uyararak şu şekilde bahseder. “Yahuda
Onan’a, kardeşinin karısıyla evlen, dedi. Kayınbiraderlik görevini yap.
Kardeşinin soyunu sürdür. Ama Onan doğacak çocukların kendisine ait
olmayacağını biliyordu. Bu yüzden ne zaman kardeşinin karısıyla yatsa,
kardeşine soy yetiştirmemek için menisini yere boşaltıyordu. Bu yaptığı Rabbin
gözünde kötüydü. Bu yüzden Rab onu öldürdü” (Yaratılış 38: 8- 10). Onan günahı,
Rab tarafından şiddetle yasaklanıyordu. Çünkü levirat evliliği, Yahudi
kültürünün bir parçasıydı ve buna uyulması gerekiyordu. Fakat asi olan Onan, bu
geleneği çiğnemiş böylece hem Yahudilerin gözünde hem de Tanrının gözünde kınanmış
ve Rab tarafından lanetlenerek ölümle cezalandırılmıştır. Onan günahından
çıkarılabilecek sonuçlardan biri de Yahudiliğin neslin çoğalmasına verdiği
önemdir. Çünkü öz doyumla, kişi dışarı boşalarak aslında Tanrı’nın emrine karşı
gelip isyankâr davranmaktadır. Yahudilik gibi ‘semereli olun ve çoğalın’
ilkesine sıkı sıkıya bağlı olan bir kültürün böyle bir cinsel eyleme karşı
çıkması çok anlamlıdır. Çünkü öz doyum, kişiler açısından zararlı olan ve
ahlaksal olmayan bir davranış biçimidir. Bunu yapan kişiler, hem toplumdan hem
de dinsel kurallardan uzaklaşmış olmaktadır. İşte eski Ahit bu noktada
inananlarının sosyal ve dinsel sorumluluklarının bilincine varmasını isteyerek,
onları bu günah konusunda uyarır. Eski Ahit, bu cinsel sapıklıktan uzaklaşan
kişilerin topluma kazandırılmak suretiyle iyileşeceğini vurgulayarak onları,
Yahudiliğin kurallarına uyması için uyarır.
Öte yandan Onan günahının mastürbasyonla ilgili olup olmadığı ayrı bir
tartışma konusudur. Esasında, Eski Ahit’in anlattıklarından bir nokta iyice
anlaşılmamaktadır. Onan’ın tohumu, bir mastürbasyon yani kendi kendini tatmin
sonucu mu gelmiştir, yoksa cinsel ilişki sonucu mu? Dinsel metinde tam bu
açıklanmamaktadır. Ama genellikle Onan’nın mastürbasyon yaptığına inanılır ve
öyle inanıldığı için bu işe Onanizm de denir (Dursun, 2002: 39). Her ne olursa
olsun meninin dışarıya atılması Eski Ahit’in prensiplerine aykırıdır. Çünkü
Eski Ahit gibi üremeye önem veren kutsal bir kitabın meniyi boşa harcamayı
doğal karşılaması pek olası değildir. İster Onan günahı isterse de bir doğum
kontrol yöntemi olsun Onan’ın yaptığı cinsel bir sapmadır. Yahudilik de buna
ısrarla karşı çıkmış semavi bir dindir.
Kadınsı özelliklere sahip erkeğin kendisini kadın gibi hissederek onlar
gibi giyinmesi, süslenmesi ve onlara benzemeye çalışması olan travestilik, Eski
Ahit’te Tanrı tarafından uyarılan cinsel suçlardandır. Burada erkeğin doğasına
aykırı hareket etmesi vardır. Bu sebeple Rab, insanı yaratılışına uygun olarak
hareket etmesini istemiş ve bunun dışında yapılanları yasaklamıştır. “Kadınlar
erkek giysisi, erkekler de kadın giysisi giymesin. Tanrı’nız Rab bu gibi
şeyleri yapanlardan tiksinir” (Yasanın Tekrarı 22: 5). Pasajda, hem kadınların
erkek giysileri giymesi şeklinde, hem de erkeklerin ‘kadın giysisi giymesi’
biçiminde ortaya çıkan travestilik kınanıyordu ve bunun için,
Tanrı’nın tiksindiği bir uygulama olduğu belirtiliyordu (Parrinder, 2003:
268). Çünkü Tanrı kadın ve erkek cinsini kendi nevi şahsına münhasır olarak
yaratmıştır. Kişilerin bu cinsiyet tiplemelerini kabul etmeleri gerekir.
İnsanın yaratılış biçimi bu şekildedir. Fakat kadın veya erkeğin yaratıldıkları
biçime itiraz edercesine birbirlerine benzemeye çalışmaları doğru değildir.
Yahudi toplumunda böyle bir davranış aşağılayıcı anlamlar taşımaktadır. Bu
nedenle Eski Ahit bu konuda Yahudileri oldukça sert uyararak kendi
cinsiyetlerinden memnun olmalarını ve herhangi bir sapıklığa eğilim
göstermemelerini emretmiştir. Sonuçta travestilik, Tanrının iğrenç ve
tiksindirici olarak tarif ettiği bir sapıklıktır. Eski Ahit, bu cinsel sapmaya
düşenleri uyararak, onların doğru ve doğal olan yola gelmelerini emreder.
Eski
Ahit’te Fuhuş ve Fahişelik
Fuhuş, içinde bulunulan toplumun kurallarına uymayan cinsel ilişkide
bulunma; bir veya birkaç kişiyle para karşılığında cinsel ilişkide bulunma
işidir (Türkçe Sözlük, 1998: I, 804). Bu cinsel motif, Tanrı’nın emrettiği
cinsel ilişki dışında ve evlilik kurumuna sadakatsizliğin bir göstergesi olarak
para karşılığı ve keyfe göre yapılan günahlardan bir tanesidir. Burada
Tanrı’nın kanunlarına ters düşen bir ahlaksızlık vardır. Kişi kendisini bir
meta olarak diğer insanların zevkine bırakmakta ve bunu bir vazife olarak
yapmaktadır. Kimi zaman para karşılığında fahişelik bir kurum haline
getirilmekte kimi zamanda bağımlılık yaratan bir hastalık olarak sürekli
yapılmaktadır. Her ne olursa olsun fahişelik, Tanrı’nın kutsal ereğine ters
olan cinsel bir eylemdir. Burada insan nesline karşı bir başkaldırı vardır.
Aynı zamanda ahlaksal cinsel ilkelere aldırmazlık söz konusudur. Bundan ötürü,
fuhuş veya fahişelik Eski Ahit’in karşı çıktığı cinsel motiflerden birisidir.
Bu, Yahudilere göre ahlaksızca bir tavırdır. İbrani halkı için, İbrani soyundan
gelen bir kimse için fuhuş ve bu yoldan kazanılan para kesinlikle haramdır. Bu
tür paraların Tanrı yolunda tüketilmesi, onlarla adak sunulması da yasaktır
(DTA, 1999: I, 274). Böylesi amaçsız bir tavır, Yahudi toplumunun kabul
edebileceği sağlıklı bir cinsel üreme biçimi değildir. Doğal olan cinsel
birleşmeler göz ardı edilip kısır bir ortam yaratılması evrensel amaçlara da
aykırıdır.
Fuhuş olayının nasıl ortaya çıktığı sorulması gereken bir önemli bir
sorudur. Fuhşa veya fahişeliğe gereksinim, bekârlıkları nedeniyle ya da
çıktıkları seyahat yüzünden karılarından uzakta oldukları için kadınsızlıktan
rahatsızlık duyan pek çok erkeğin, geleneksel namusu sürdüren bir toplumda,
kendilerine uygun bir hanımefendi bulmamaları gereğinden doğmuştur. Böylece
toplum, onaylamaktan utanç duyduğu fakat tamamıyla doyumsuz bırakmaktan da çekindiği
erkeklerin gereksinimlerini karşılamaları için belli bir sınıf kadını bir yana
ayırmıştır (Russel, 1993: 95- 96). Bu durum bize fahişeliğin kişisel bir haz
alma isteğinin yanında sosyal bir gereksinim nedeniyle de ortaya çıktığını
göstermektedir. Ne olursa olsun hatta fahişelik bir kurum olarak birilerine
fayda getirmiş de olsun bunun doğal olmayan bir cinsel ilişki yolu olduğu
açıktır. Kişi, burada bekârsa yanlış bir yola girerek hata yapmış olmakta eğer
evliyse de aile kurumunu bozarak hem eşine hem de topluma zarar vermiş
olmaktadır.
Dinler, fahişelik kurumuna, inananlarının ahlakını ve cinsel kimliğini
bozduğu için karşı çıkmaktadır. Özellikle dinlerinde bir tanrıçaya yer olmayan
Yahudiler, kutsal olsun ya da olmasın her iki cinsiyette de fahişeliği teşvik
eden ithal yabancı kültlere karşı tüm güçleriyle savaştılar. Ama bu gerçek bir
savaş olmaktan çok görüntüden ibaretti (Tannahil, 2003: 74). Yahudilik,
fahişeliğe karşı çıkıyordu fakat kendisinde barındırdığı ataerkil yapı
nedeniyle de bir anlamda onu körüklüyordu. Çünkü erkekler, sınırsızca
istedikleri kadar kadınla yatabiliyordu. Bu durum kadının sadece seçilen rolde
olduğunu gösterdiği için bir anlamda kendisinin önemsizliğini de vurgulamış
oluyordu. Bu durumda kadına ya bir ekonomik kazanç yolu olarak fahişelik yapmak
kalıyor ya da ona tarih sahnesinde silik bir özne olarak arka planda kalma rolü
düşüyordu. Bu durum erkek egemen toplumda yaşayan Yahudilerin işine geliyordu.
Eski Ahit toplumunda Yahudi erkek ve kadınların fahişelik yapmalarının yasak
olmasına karşın, Yahudi kadın fahişeler olduğuna kuşku yoktur. Özellikle de
hayatta kalmak için başka çıkar yolu olmayanlar; bunların arasında en başta
gelenler, kocaları tarafından boşanmış kadınlar ve çocuksuz dullardı. Müşteri
bulmakta asla zorlanmıyorlardı; ne de olsa, çeşitlilik arzusunu fazladan eş ya
da cariyelere yatırım yaparak tatmin etmeye erkek nüfusun ancak küçük bir
azınlığının mali gücü yetiyordu (Tannahil, 2003: 74). Bunun içindir ki
erkeklerin ezici bir güçle kadına yüklendiği bu zaman diliminde fahişelik
zorunlu olarak yapılmış ve erkek de buna ses çıkarmamıştır. Çünkü Yahudi
kültürünün tarihi geçmişi bu kurumun ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Erkek, hayal ettiği şeyi ayağının dibinde zorlanmadan bulmuştur. Kadın da
içinde bulunduğu zorunlu koşullar nedeniyle bataklığa düşmüş ve işin içinden
çıkamayınca da ister istemez fahişeliğin kabul görmesini bir anlamda
körüklemiştir.
Fahişelik motifini Tevrat’ın birçok yerinde bulmak mümkündür. ”Kızını
fahişeliğe sürükleyip rezil etme yoksa fahişelik yayılır ve ülke ahlaksızlıkla
dolup taşar” (Levililer: 19: 29). Fahişeliğin çoğalmasını engellemenin yolu
Tevrat’ın emirlerine uymaktan geçer. Yahudiler uyarılmış fakat uyarılara kulak
verilmediğinden ahlaksızlık diz boyu olmuştur. Tevrat’ın sertçe uyarmasına
rağmen ailelerin kızlarını böylesi bir ahlaksızlığa itmesi toplumun geldiği
boyutun göstergesidir. Tanrı, kızların fahişeliğe özendirilip rezil edilmesini
çok tiksinti verici bir davranış olarak dile getirir.
Diğer yandan Yahudilerde kâhinlerle fahişeler arasındaki ilişki de çok
enteresandır. Kâhinler için özel durumlar söz konusudur. Buna göre bir kâhin ve
onunla ilgili olan yakınları Tevrat’ta göre temiz ve ahlaklı olmalıdır. Kâhin
kutsal bir kişidir. “Kâhinler fahişelerle, kirletilmiş kadınlarla, boşanmış
kadınlarla evlenmeyecek. Çünkü kâhin Tanrı için kutsal olmalıdır. Bir kâhinin
kızı fahişelik yaparak kendini kirletirse hem kendini hem de babasını rezil
etmiş olur. Yakılmalıdır. Baş kâhinin evleneceği kadın bakire olmalıdır. Dul,
boşanmış, kirletilmiş ya da fahişe bir kadınla evlenmeyecek. Yalnız kendi
halkından bakire bir kızla evlenebilir. Böylece halkının arasında çocuklarına
leke sürmemiş olur” (Levililer: 21: 7- 9; 21: 13- 15). Fahişeliğin çirkinliği
kâhinlerin temizliğiyle ve kutsal kişi olmalarıyla daha açık olarak vurgulanır.
Ne kâhin ne kızı ne de onun akrabaları asla fahişelerle veya fahişelikle bir
ilişkiye girmelidirler. Çünkü kâhinlik kutsal bir görevdir. Böylesi bir
kutsallığın çirkinlikle bağdaştırılması Tanrı’ya ihanet kadar kötüdür. Bu
yüzden fahişelik kutsallığa zarar veren tiksinti verici ve lekeleyici bir
cinsel ahlaksızlıktır.
Fuhuş, Tevrat’ın başka bölümlerinde ise sakınılması gereken kirli bir
davranış olarak nitelendirilmiştir. Çünkü insanın ve dolayısıyla Tanrı’nın gözünde
kirlenmiş bir insan sevilmeyen ve tiksinti veren bir hastalık gibidir. Bu
yüzden böyle kişilerden uzak durulmalıdır. “Putperest törenlerinde fuhuş yapan
İsrailli bir kadın ya da erkek olmasın. Fuhuş yapan kadın ya da erkeğin
kazancını adak olarak Tanrı’nız Rabbin tapınağına götürmeyeceksiniz. İkisi de
Tanrı’nız Rabbin gözünde iğrençtir” (Yasanın Tekrarı: 23: 17- 18). Fahişelikle
uğraşan bir kişinin kazandığı her şey haramdır. Böyle bir kişi
Yahudi törenlerine çağrılmamakta hatta ceza olarak oradan uzaklaştırılmaktadır.
Çünkü Tanrı’nın gözünde kirlenmiş bir insanın kutsal bir ayine gelmesi ve orada
temiz sıfatıyla bulunması kabul edilecek bir durum değildir. Fuhuş yapan kişi
hastalıklıdır ve gittiği yerlerde o hastalığını temiz insanlara bulaştırır. Eski
Ahit’in fahişelik konusundaki titizliği gerçekten çok açık ve nettir.
Fahişelik Mezmurlar’da şiirsel bir dille dile getirilmiş ve onun ne kötü
bir ayartıcı olduğu belirtilmiştir. Fahişeyle birlikte olan birisinin gireceği
zarar edebi ve dinsel bir üslupla ifade edilmiştir:
“Seni kötü kadından,
Başka birinin karısının yaltaklanan
Dilinden
Koruyacak olan bunlardır.
Böyle kadınların güzelliği seni
Ayartmasın,
Bakışları seni tutsak etmesin.
Çünkü fahişe yüzünden insan bir
Lokma ekmeğe muhtaç kalır.
Başkasının karısıyla yatmak da
Kişinin canına mal olur.
İnsan koynuna ateş alır da,
Giysisi yanmaz mı?
Korlar üzerinde yürür de
Ayakları kavrulmaz mı?
Başkasının karısıyla yatan adamın
Durumu budur.
Böyle bir ilişkiye giren cezasız
Kalmaz “ (Süleyman’ın Özdeyişleri: 6: 24- 29).
Fahişelik yukarıdaki ifadelerde belirtildiği gibi kişinin koynuna aldığı
bir ateştir. Bu ateş insanı yakan ve onu bir lokma ekmeğe muhtaç bırakan
hastalıktır. Başkasının karısıyla çirkin bir şekilde cinsel ilişkiye girmenin
sakıncalarından bahseden Mezmurlar, bu kötülükten uzak durulmasını
emretmektedir. Böyle bir ateşle dans eden kişi cezasız kalır mı? Tabiî ki
Yahudilerin Tanrısının tepkisi çok şiddetli olacaktır. Fahişeliğin güzelliğinin
ve cazibesinin yarattığı ayartıcılık bunu yapanın koynunda bir ateşe
dönüşmektedir. Bu ateş ki kişiyi pişman eden amansız bir cezadır. Bunu
kendisine iş edinen kişi, onun yakıcılığını da göz ardı etmemelidir. Çünkü
fuhuş insanın koynuna aldığı yakıcı bir ateştir.
Eski Ahit’in diğer bölümlerindeyse fahişelik şu şekilde ifade edilir:
“Oğlum, beni yürekten dinle, gözünü gittiğin yoldan ayırma. Çünkü fahişe derin
bir çukur; ahlaksız kadın, dar bir kuyudur. Evet, soyguncu gibi pusuda bekler
ve birçok erkeği yoldan çıkarır” (Süleyman’ın Özdeyişleri: 23: 26- 28). Fahişe
çok ilginç bir benzetmeyle soyguncuya, hayduda benzetilmiştir. Temiz insana
kurulan sinsi bir pusudur. Kişi yolunu gözü açık bir şekilde gözetleyerek bu
pusuya düşmemelidir. Çünkü düşeceği çukur derin ve dar bir kuyudur. Bir kez
düştü mü bir daha paklanması zordur. Bu özdeyişler insanların fahişelik
karşısında daima uyanık olmalarını istemektedir.
Bir başka yerde ise Tanrı’ya ihanet eden Yahudilerin bir fahişe gibi
davrandığını ve Kutsal ilişkiyi bozduklarını teşbihi bir dille anlatan ifadeler
görülür. Bir fahişenin insanın temizliğini bozması gibi başka Tanrı’ya sapan
bir Yahudi de Tanrısına ihanet etmiştir. Ülkesinin bekâretini başka Tanrılara
taparak bozmuştur. Yeremya’da bu durumdan yakınılır:
“Çıplak tepelere bak da gör.
Sevişmediğin yer mi kaldı?
Çölde yaşayan bedevi gibi
Yol kenarlarında oynaşlarını
Bekleyip durdun.
Fahişeliğinle, kötülüklerinle ülkeyi
Kirlettin” (Yeremya: 3: 2).
“Yaptıklarından ötürü neden
Bağışlayayım seni?
Çocukların beni terk etti,
Tanrı olmayan ilahların adıyla ant
İçtiler.
Onları doyurduğumda zina ettiler,
Fahişelerin evlerine doluştular.
Şehvet düşkünü besili aygırlar!
Her biri komşusunun karısına
Kişniyor“ (Yeremya: 5: 7- 8).
Eski Ahit’in bu bölümünde açıkça sezilen bir durum söz konusudur.
Peygamberler durmadan başka Tanrılara tapan Yahudileri eleştirmektedir. Burada
Peygamberlerin ilk dikkat çeken özelliği, tapıma yönelttikleri eleştiriler ve
bağdaştırmacılığa, yani onların “fahişelik” adını verdikleri Kenan etkilerine
amansızca saldırmalarıdır. Ama durmadan ateş saçtıkları bu fahişelik, kozmik
dinselliğin en yaygın biçimlerinden birini temsil etmektedir. Tarımcılara özgü
kozmik dinsellik, en temel kutsallık diyalektiğinin, özellikle de Tanrısal
olanın kozmik nesnelerde veya ritimlerde bedenlendiği ya da tezahür ettiği inancının
bir uzantısını oluşturuyordu. Ama Yahve müminleri, Filistin’e girdiklerinden
beri, tam da bu inancı putperestliğin en mükemmel örneği olarak kınıyorlardı.
Fakat daha önce kozmik dinselliğe hiç bu kadar vahşice saldırılmamıştı (Eliade,
2003: 430).
Eski Ahit’i derleyenlerin fahişelerden nefret etmeleri için özel bir neden
bulunmuyor ama dilleri en iyi olasılıkla sert ve aşırı uçta da müstehcenliğin
eşiğindeydi. Siyasi güdüler taşıyan ve fahişeliği Kudüs’ün günahlarının
eşanlamlısı olarak kullanan Hezekiel Kitabı, buna tipik bir örnektir (Tannahil,
2003: 74). Eski Ahit’in bu kısmında fahişe kavramı sıkça kullanılır. Özellikle
Mısır’da bir anneden doğan iki kızın yaptıkları ve işledikleri günahları
anlatan simgesel hikâyede bu duruma rastlanılabilir. Ohola ve Oholiva’nın
yaptıkları aslında hem fahişeliğin boyutunun hem de bir ülkenin bekâretini
kaybedişinin sembolik bir dille ifadesidir. Başka bir deyişle, burada bir
ülkenin Tanrıya karşı yaptığı ihaneti, bir fahişenin şahsında somutlaştırmak
gibi bir durum söz konusudur. “Rab bana şöyle seslendi: İnsanoğlu, bir anneden
doğma iki kadın vardı. Gençliklerinde Mısır’da fahişelik ettiler. Memeleri
okşandı, erdenliklerini orada yitirdiler. Büyüğünün adı Ohola, küçüğünün
Oholiva’ydı. Benim oldular; kızlar doğurdular. Ohola Samiriye’dir, Oholiva da
Yeruşalim. Ohola benimken fahişelik etti. Oynaşları olan Asurlulara gönül
verdi. Hepsi de genç, yakışıklı, lacivertler kuşanmış savaşçılar, valiler,
komutanlar atlı askerler idi. Asurluların en seçkin adamlarına kendini
fahişe
olarak verdi. Gönül verdiği bu kişilerin putlarına bağlanarak kendini kirletti.
Mısır’da başladığı fahişeliği bırakmadı. Gençken onunla yattılar, erdenliğini
bozdular, şehvetlerini onun üzerine boşalttılar. Bu nedenle onu oynaşlarının, gönül
verdiği
Asurluların eline teslim ettim. Çıplaklıklarını açtılar, oğullarını,
kızlarını aldılar, onu kılıçla öldürdüler. Kendisine verilen cezalardan ötürü
kadınlar arasında adı kötüye çıktı. Kız kardeşi Ohlova bunu gördü. Ama şehveti
ve fahişelikleri kız kardeşininkinden daha utanç vericiydi. O da, hepsi de
yakışıklı, genç Asurlulara gönül verdi. Kendisini ne kadar kirlettiğini gördüm.
İkisi de aynı yolu izlediler” (Hezeikel: 23: 1- 13). Görüldüğü gibi Hezekiel’in
buraya kadar olan kısmında ve pasajların buraya yazılmayan devamında iki kız
kardeşin yaptığı çirkinlikler anlatılmakla gerçekte, Tanrı’ya ihanet eden
ulusların ihaneti ifade edilmiş olmaktadır. Kullanılan dilin üslubu ise
fahişeliğin çirkin vurgusu üzerinden yapılmaktadır. Bu öyle bir çirkinlik ki
Tanrı’yı çileden çıkarmakta adeta Tanrı tüm öfkesini bu iki kente kusmaktadır.
Nihayetinde fahişelik Yahudi toplumunda özellikle erkeklerin sıkça
başvurdukları bir kurumdur. Bu sektör çoğu zaman sosyal sebeplerle para
kazanılan bir ekonomik geçim kaynağı olmuştur. Bazen de kadınsız kalan
erkeklerin yalnızlığında başvurduğu cinsel bir mola yeri olmuştur. Ama
fahişelik kurumu, ayrıca buna bağlı olarak kadın bir meta haline gelmiş ve onun
sırtından para kazanılmıştır. Çoğu zaman da fahişelik iktidarın elinde kendisini
hükmedici kıldığı bir koz olmuştur. Sebepleri arttırmak mümkünse de son
tahlilde Eski Ahit, Yahudi toplumuna bunu yasaklamıştır. Çünkü fahişelik, aile
kurumunu ortadan kaldıracak denli tehlikeli bir boyuta ulaşabilmektedir. Ayrıca
Eski Ahit, kadının yerinin evinde, kocasının yatağı olması gerektiğini
vurgulamaktadır. Günümüzde bile bir türlü ortadan kaldırılamayan fahişelik
kurumu, artık devletler için bir para kaynağı ve toplum için bir deşarj yeri
olarak kabul görmektedir. Ama sonuçta fahişelik Eski Ahit’in onaylamadığı bir
cinsel davranış biçimidir. Bundan dolayı o hem sert bir biçimde hem de edebi
bir incelikle eleştirilmiş ve yasaklanmıştır.
Eski
Ahit’te Erkek ve Kadınların Özel Hallerine İlişkin Cinsel Motifler
Her insanın kendine ait bir takım muayyen halleri vardır. İster erkek
olsun ister kadın, insana has bu özellikler insan doğasının bir gereğidir. İşte
Yahudi kültüründe de Eski Ahit’te belirtildiği üzere böyle özel durumlarda
erkek ve kadınların nasıl davranması gerektiği ile ilgili bir takım kurallar
vardır. Yahudiler, bunlara uymak zorundadır. Aksi halde Tanrı’nın yasaklarını
çiğneyerek günah işlemiş olurlar. Eski Ahit, bu özel halleri şu başlıklar
altında toplamıştır: Akıntısı olan yani boşalarak kirlenen adam, adet gören
kadın ve ayrıca kirli sayılan kadınla yatan erkekle ilgili yasalar.
“Rab Musa’yla Harun’a şöyle dedi: İsrail halkına deyin ki, adamın erkeklik
organında akıntı varsa, akıntı kirlidir. Akıntı ister devam etsin ister
kesilsin adamı kirletir. Akıntının neden olduğu kirlilikler şunlardır: Üzerinde
yattığı her yatak ve oturduğu her şey kirli sayılacaktır. Kim yatağına
dokunursa, giysilerini yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır.
Adamın üzerine oturduğu bir eşyaya oturan da giysilerini yıkayacak, yıkanacak,
akşama kadar kirli sayılacaktır. Kim akıntısı olan adamın bedenine dokunursa
giysilerini yıkayacak, yıkanacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Eğer
akıntısı olan adam temiz bir adama tükürürse, o kişi giysilerini yıkayacak,
yıkanacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Akıntısı olan adamın bindiği her
eyer kirli sayılacaktır. Adamın üzerine oturduğu herhangi bir eşyaya dokunan,
akşama kadar kirli sayılacaktır. Bu eşyaları taşıyan herkes, giysilerini
yıkayacak, yıkanacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Akıntısı olan adam
ellerini yıkamadan kime dokunursa kişi giysilerini yıkayacak, yıkanacak ve
akşama kadar kirli sayılacaktır. Akıntısı olan adamın dokunduğu toprak kap
parçalanacak, tahta kap ise suyla çalkalanacaktır. Eğer adamın akıntısı
kesilirse paklanmak için yedi gün bekleyecektir. Sonra giysilerini yıkayacak,
akarsuda yıkanacak ve temiz sayılacaktır. Sekizinci gün iki kumru ya da iki
güvercin alıp Rabbin huzuruna buluşma çadırının giriş bölümüne gelecek ve
bunları kâhine verecektir. Kâhin birini günah sunusu, ötekini yakmalık sunu
olarak sunacaktır. Böylece akıntısı olan adamı Rabbin huzurunda arıtacaktır.
Eğer bir adamdan meni akarsa bedenin tümünü yıkayacak ve akşama kadar kirli
sayılacaktır. Üzerine meni bulaşan her giysi ya da deri eşya yıkanacak akşama
kadar kirli sayılacaktır. Bir adam kadınla cinsel ilişkide bulunurken menisi
akarsa ikisi de yıkanacak ve akşama kadar kirli sayılacaklardır. Adet gördüğü
için kan kaybeden kadın yedi gün kirli sayılacaktır. Ona dokunan da akşama
kadar kirli sayılacaktır. Adet gördüğü günlerde kadının üzerinde yattığı ya da
oturduğu her şey kirli sayılacaktır. Kim kadının yatağına dokunursa giysilerini
yıkayacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Kim kadının üzerine oturduğu
herhangi bir şeye dokunursa o da giysilerini yıkayacak, yıkanacak ve akşama
kadar kirli sayılacaktır. Kadının yatağındaki ya da oturduğu şeyin üzerindeki
herhangi bir eşyaya dokunan herkes akşama kadar kirli sayılacaktır. Adet gören
kadının kirliliği onunla yatan adama da bulaşır. Adam yedi gün kirli kalır ve
yattığı her yatak kirli sayılır. Eğer bir kadının adet günleri dışında uzun
süreli bir kanaması varsa ya da kanaması adet günlerinden sonra da devam
ediyorsa kanaması olduğu sürece adet günlerinde olduğu gibi kirli sayılır.
Kanaması olduğu sürece adet günlerinde olduğu gibi yattığı her yatak ve üzerine
oturduğu her şey kirli sayılacaktır. Kim bunlara dokunursa kirli sayılacak,
giysilerini yıkayacak, yıkanacak ve akşama kadar kirli kalacaktır. Ama kanama
durursa kadın yedi gün bekleyecek sonra temiz sayılacaktır. Sekizinci gün iki
kumru ya da iki güvercin alıp Buluşma Çadırı’nın giriş bölümüne getirecek ve
bunları kâhine verecektir. Kâhin, birini günah sunusu ötekini yakmalık sunu
olarak sunacaktır. Böylece kadının kanamasından doğan kirlilikten Rabbin huzurunda
arıtacaktır. İsrail halkını kirliliğinden arındıracaksın. Öyle ki aralarında
bulunan konutumu kirletip kirlilik içinde ölmesinler. Akıntısı olan, boşalarak
kirlenen adam, adet gören kadın, akıntısı olan erkek ya da kadın ve kirli
sayılan kadınla yatan erkekle ilgili yasa budur” (Levililer: 15: 1- 33).
Yukarıda çok açık bir şekilde Yahudilerin nelere uyması gerektiği
açıklanmıştır. Burada görülen durum kirli sayılan erkek veya kadının arınma
süresinin uzun olmasıdır. Bunun sebebi de inananların olduğunca temiz bir
biçimde Tanrı’ya ibadet etmesi ve bu kirlilikten bir an önce arınmaları olsa
gerektir.
“Adet gördüğü için kirli sayılan bir kadınla cinsel ilişki kurmayacaksın”
(Levililer: 18: 19). Bu ifade, adet gören kadının dokunulmazlığını belirtip ondan
uzak durulmasını emretmektedir. Çünkü Tanrı, adet olma özelliğiyle kadına
bedensel bir temizleme imkânı verirken erkeğe de kadınına özlem duyma fırsatı
sağlamıştır. Bu yüzden kirli sayılan kadınla girilen cinsel ilişkiler, Eski
Ahit’te yasak ve günah olarak nitelendirilmiştir. Kadınların aybaşı döneminde
cinsel ilişkiye girmesi yasaklanmıştı ama bunun nedeni, kadının o anda pis ve
iğrenç olarak görülmesi değildi. Aybaşının gerekçesi aslında, erkeğin, karısını
‘elde var bir’ olarak görmesini önlemekti. Çünkü bir erkek, karısını fazlasıyla
kanıksar duruma gelebilir ve karısı da onu arzulamaz; bu yüzden Tevrat, kadının
aybaşından sonra yedi gün boyunca cinsel ilişkiye kapalı olmasını, böylece
kocasının gözünde evlendikleri günkü kadar sevgili bir konuma gelmesini
istemektedir (Armstrong, 1998: 110). Cinsellik, bu şekilde değerli hale
getirilerek aslında Yahudiler için ne kadar önemli bir ritüel olduğu, ortaya
konmaktadır.
“Adet
gören bir kadınla yatıp cinsel ilişki kuran adam, kadının akıntılı yerini açığa
çıkarmış, kadın da buna katılmış olur. İkisi de halkın arasından atılacaktır”
(Levililer: 20: 18). Yukarıdaki pasaj erkeğin, kadın akıntılıyken onunla cinsel
ilişkiden uzak
durmasını emretmektedir. Çünkü böyle bir ilişki, kadının hoş olmayan
durumunu ortaya çıkarmış olduğu için erkeğin bu şekilde görmesini
yasaklamıştır. Eğer buna rağmen günah işlenirse ikisi de halk arasından atılmak
suretiyle toplumdan dışlanmış olurlar.
Erkekler için de ayrıntılı açıklamalarda bulunan Eski Ahit, kirli kalmayı
istememekte ve bu durumda olanların bir an önce temizlenip hayatlarına devam
etmelerini istemektedir. “Düşmanlarınızla savaşmak üzere ordugâh kurduğunuzda,
her kötülükten sakınacaksınız. Aranızda gece menisi boşaldığı için dinsel
açıdan kirli biri varsa, ordugâhın dışına çıkıp orada kalsın. Akşama doğru
yıkansın, günbatımında ordugâha dönsün” (Yasanın Tekrarı: 23: 9- 11). Zorunlu
hallerde bile özellikle savaşlarda erkek istemeden de olsa cinsel olarak
kirlendiğinde hemen temizlenmesi istemektedir. Çünkü Eski Ahit, bir erkeğin
cinsel olarak kirlenmesini hoş görmemekte ve onun bir an önce temizlenmesini
emretmektedir.
Öte yandan Yahudilerde var olan ilginç cinsel motiflerden birisi de
erkeğin cinsel organına yanlışlıkla dokunan bir kadının başına gelenlerdir. Bu
durumda kadının eli acımasızca kesilmektedir. Kadın kasıtlı olarak erkeğin
cinsel organına dokunduğu ve bu suretle taraf tuttuğu için bu eyleminin
cezasını çok şiddetlice görmektedir. El kesme cezası, gerçekten kadın ve erkek
cinsel motifleri arasındaki keskin sınırı göstermektedir. “Eğer iki adam
kavgaya tutuşur da birinin karısı, kocasını dövenin elinden kurtarmak için
gelip elini uzatır, öbür adamın erkeklik organını tutarsa, kadının elini
keseceksiniz. Ona acımayacaksınız” (Yasanın Tekrarı: 25: 11- 12). Bu gerçekten
enteresan ve düşündürücü bir hükümdür. Bunun sebebi ya erkek organının çok
değerli olması ya hakikaten kirli olduğu için onun dokunulmaz olması yahut
kadının dokunmasının onu kirletmesidir.
Kadın ve erkek cinsel motifleriyle yakından ilgili olan bu muayyen haller,
Yahudilerin cinsellik sınırını göstermesi açısından önemlidir. Kadın ve erkek,
hangi durumlarda ve ne zaman Tanrı’nın belirttiği temiz ve helal sınırlar
içerisinde hareket edeceğini böylece net olarak bilmiş olur. Ayrıca kadın ve
erkeğin kirli sayıldığı bu dönemlere sadece biyolojik kirlilik olarak bakmamak
gerekir. Bu muayyen haller aslında kadın ve erkeği birbirine bağlayan, onların
birbirlerini özlemesini sağlayan önemli özel durumlardır. Bu bakış açısı,
Yahudilerin hem beden sağlığına hem de ruh sağlığına özen göstermeleri
gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca Tanrı, bu özel hallerine dikkat eden
Yahudilerin esasında bu emirlere uymakla, gerçekte Tanrılarına itaat
ettiklerini vurgulamaktadır. Bu yüzden her Yahudi kendisini bu kirliliklerden arındırarak,
esasında eşlerine ve özelde de Tanrı’ya olan bağlılıklarını dile getirmiş
olmaktadır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YENİ AHİT’TE
CİNSEL MOTİFLER
Yeni Ahit’te Cinsellik
Cinsellik
veya cinsel ilişki, iki kişi arasında yapılan ve hayat boyu sürecek olan bir
antlaşmanın Tanrı tarafından verilen fiziki işaretidir (Buckley ve Poorta,
2003: 18). Bu tanım, Hıristiyanlığın cinsellik hakkındaki bakış açısını net olarak
ortaya koyar.
”Yaratan, başlangıçtan insanları erkek ve dişi olarak yarattı. Şöyle dedi:
‘Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden
olacak.’ Şöyle ki, onlar artık iki değil, tek bedendir.’ O halde Tanrı’nın
birleştirdiğini insan ayırmasın.” (Matta: 19: 5- 6). Kilise cinselliği evlilik
bağlamında değerli ve kutsal bir gerçek olarak kabul etmiştir. Bu nedenle
cinselliğin kötüye kullanılması ve yozlaştırılmasını kınar (İannnitto, Jacob ve
Hıdıroğlu, 1994: 228). Bunun için pasajlarda, Hıristiyanların cinselliği
Tanrı’nın emri olarak görüp ona değer vermesi istenir.
Hıristiyanlıkta cinsellik denince akla ilk gelmesi gereken şey, İsa’nın bu
konuda ne dediğidir. Cinsellik, İsa merkezli bir bakışın etrafında şekillenir.
Böyle olunca İncil’in ne söylediği, İsa’nın ne yaptığı ve Havarilerin yorumları
çerçevesinde süregelen bir cinsellik anlayışı inananları etkileyecektir.
Cinselliğin Hıristiyanlar için ne anlama geldiğini belirtmeden önce
Hıristiyanlığın kendisinin din olarak nasıl bir yapıda olduğuna bir cümleyle
değinmek gerekecektir. Bunu da genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, Hıristiyanlık
oluşturduğu kurallar bütünü olarak kendine has bir inanç sistemidir. Yani başka
bir deyişle Hıristiyanlık karmaşık bir dindir. Daha çok İbrani ve eski Yunan
düşüncelerinin ve başka etkilerin bir sentezidir. İbrani doğacılığına dayanan
bir arka planı vardır ve bu düşüncede cinselliğin Tanrı tarafından yaratıldığı
düşünülür, üremeyle erkek egemenliği vurgulanır (Parrinder, 2003: 289).
Erkeklerin ön planda yer alması durumu, semavi dinlerin kaderi olmuştur.
Hıristiyanlık da bu temel üzerine yapılandığı için kadına karşı bakış açısı
olumsuzdur. Ama Yeni Ahit, Eski Ahit’in aksine ruhaniliği, ön plana çekmeyi
yeğlemiştir. Kadının yeri bu anlamda ikinci planda kalmış ve buna bağlı olarak
cinsellik de az önemsenen bir olgu haline gelmiştir. Aslında cinselliğe sadece
tek bir pencereden bakıp onu, Hıristiyanlık bağlamında ataerkil bir yorumla
açıklayamayız. Tabi ki işe sosyolojik açıdan bakıldığında cinselliğin,
Hıristiyanlıkta, tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar geçirdiği bir takım
değişimler sonucunda şekillendiğini belirtmemiz gerekecektir. İbrani etkisi,
Yunanlıların katkısı ayrıca her yüzyılda geçirdiği etkilenmeler ve zamanın
getirdiği koşullar Hıristiyanlıkta cinselliğin şekillenmesinde çok önemli rol
oynamıştır.
Hıristiyanlıkta cinselliğin ne ifade ettiğini anlayabilmek için öncelikle
bu dinde kadının neyi ifade ettiğini bilmemiz gerekir. Hıristiyanlar için kadın
neyi ifade eder? Esasında Hıristiyanlıkta kadın iki şeyi sembolize eder: Bir,
iffet diğeri de büyük günahların temsilidir (Sucu, 2005: 24). Burada iffet
kadının namuslu olması, erkeğinin gözünde istenilen vasıflara sahip olmasıdır.
Ayrıca kadının olumsuz ve suç işleyici, suça teşvik edici yönü de
vurgulanmaktadır. Nihayetinde iki temsilde de ortak olan yön erkeğin saf olarak
kabul edilip kadının suçlu ve günahkâr görülmesidir. Esasında Batı
uygarlığında, Hıristiyanlık öncesi dönemden bu yana var olan cinsel ahlakın ilk
amacı, kadının namusunu korumak oldu. Çünkü onsuz babalık belirsizleşeceği için
ataerkil aile de var olamazdı (Russel, 1993: 9). Dolayısıyla erkeğin namusunun
garanti altına alınması onun işine geliyordu. Böylece erkek, kadın onurunu
kendi iktidarı için araç olarak görüp onun amacına hizmet etmesini sağlıyordu.
Yeryüzündeki hemen hemen tüm dinlerin dayandıkları argümana bakıldığında
neredeyse hepsinin ataerkiliğe vurgu yaptığını görmek mümkündür. Çünkü erkeğin
gücünü besleyen ve onu ayakta tutan tek dayanak kadın olmuştur. Hal böyleyken
tüm uygar toplumlara baktığımızda, bunların ataerkil aile temeline
oturduklarını ve kadında sadakat kavramının ataerkil aileyi olanaklı kılmak
için oluşturulduğunu görürüz (Russel, 1993: 15). Erkeğin sözlerinin kadın
üzerinde iktidar olmasını isteyen ataerkillik söylemi, gerçekten tarih boyunca
cinselliğin erkeğin tasarrufundan yana şekillenmesinde etken olmuştur. Bu
durum, Hıristiyanlıkta bir yere kadar cinselliğin tanımlanmasında ve
konumlanmasında önemlidir.
Hıristiyanlık, cinselliğe hem tarihsel nedenlerden hem de Adem ve Havva
öyküsünden dolayı soğuk bakmaktadır. Buna bir de İsa’nın bekârlığı eklendiğinde
cinsellik, artık iyice araka plana itilmek zorunda kalmaktadır. Özellikle, Adem
ve Havva hikâyesi Hıristiyanlık içinde büyük bir tartışma konusu olmuştur.
Cinselliğin baskı altına alınmasında ve kaçınılması gereken bir davranış
olmasında bu kıssanın makûs talihi önemli rol oynamıştır. Çünkü böylesi içe
kapanık bir cinselliğin sonucunda ruhbanlık veya münzevilik doğmaktadır. Bu
noktada Hıristiyanlıkta kendi içine çekilme, bir münzevilik söz konusudur.
Dolayısıyla insan bedeni maddi sayıldığından - özellikle kadın bedeni- insanın
ruhuna nazaran arka plana itilmiştir. Bedensel perhiz, Hıristiyanlığın ilk
dönemlerinden itibaren var olan bir olgudur. Nitekim erken dönem Hıristiyan
inancında beden, öncelikle bozguna uğratılması gereken bir düşman olarak
görülüyordu. İnsan vücudu, özellikle kadın vücudu ruhani mükemmellik için bir
tehditti; çünkü o, insanı Tanrı yolundan saptırıyor ve insanoğlunun evlilik
dışı cinsel ilişki ve zina gibi günahkâr eylemlerin tuzağına düşmesine neden
oluyordu (Yalom, 2002: 31). Kadın bedenine karşı bu olumsuz yaklaşımın
kökenine, sadece erkeğin kadına karşı belirlediği katı erkek politikacılığı
açısından bakmamak gerekir. Fakat kaçınılmaz olarak tarihin akışı erkeğin
belirlediği mecrada ilerlediği için Hıristiyanlıkta da cinsellik, erkeğe
kodlanmış olarak belirtilir ve bu durum, erkek hükümranlığında işlev kazanır.
Tarihte
kadın, bazı dönemlerde pis ve kaçınılması gereken bir yaratık iken çoğu zaman
dışlanan ve erkeğe haz veren bir araç olarak görülmüştür. Hıristiyanlıkta ise
kadına ürkütücü bir etki bağlanmıştır. Hıristiyan din adamlarınca kadınla
ilişki günah, doğallığa aykırı ve pistir. Kilise adamları Havva’yı karşılarına
alarak vaazlarına bağlamışlardır. Tüm Hıristiyan edebiyatı bu tiksinti, ürperti
ve korkuyu yansıtan
metinlerle doludur. Kadın cinsel organları, iğrençliğin tipik sembolü
olarak anılmıştır (Aktaş, 1986: 24). Tüm bu önyargılar, kadının cinsel açıdan
kötü ve uzaklaşılması gereken bir varlık olarak nitelenmesine yol açmıştır.
Neredeyse kadın insan seviyesinden çıkartılıp iğrenç bir yaratık düzeyine
indirgenmektedir.
Hıristiyanlıkta kadın niçin böylesine karamsar resmedilmiştir? Yeni
Ahit’in belirttikleri ile kilise düşünürlerini söyledikleri birbiriyle çoğu
zaman çelişmekle birlikte bu sorunun cevabını vermek güç fakat kadın cinsinin
değişmez yazgısını tahmin etmek kolaydır. Çünkü toplumsal cinsiyet her zaman
akılların bir köşesinde duracak, dünya gereğinden fazla durulduğunda şeylerin
düzenini çalkalayacak bir tehdit olmaya her zaman devam edecektir (Reynolds ve
Press, 2003: 3259). Günümüz Hıristiyanlarının takındığı tavra bakılırsa
cinsiyetin kadın lehine Hıristiyanlıkta pek değişeceği mümkün görünmemektedir.
Çünkü daha yaratılış olayında bile kadın yasak meyveyi Adem’e yedirten bir
suçlu olarak resmedilmiştir. Böyle bir önyargının tüm zamanlarda bir
gerçeklikmiş gibi kabul edilmesi, Hıristiyanlığın kadına ve dolayısıyla
cinselliğe karşı olumsuz bakışını şekillendirmiştir.
Hıristiyanlık, kadının ezilmesine az katkıda bulunmamıştır. İncil’de,
gerek kadınları gerekse cüzamlıları kapsayan bir iyilikçilik esintisi vardır;
yeni yasaya dört elle sarılanlar da zaten varlıksız kişiler, köleler ve
kadınlar olmuştur. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde boyunlarını kiliseye uzatan
kadınlara belli bir saygı gösterilmekteydi; erkeklerin karşısına bir çilekeş
gibi çıkmaktaydılar; fakat bununla birlikte tapınma törenlerinde ikinci plana
itilmişlerdir (Beauvoir, 1993: 93). Kadının ikinci cins olduğu özellikle dinsel
ayinlerde açıkça ortaya konmuştur. Bu durum bile Hıristiyanlığın ilk yıllarında
kadına gösterilen saygının yanında ona bir nebze de olsa saygısızlık da
gösterildiğinin işaretidir. Bu bakış açısı, kilise düşünürlerinin sert
eleştirileriyle taraf kazanmış ve nerdeyse her Hıristiyan, kadının günahkâr ve
pis bir cinsiyet olduğu konusunda hem fikir olmuşlardır.
Öte yandan Hıristiyanlığın yeni doğuşunda kadınlara özgürlük yolunda
önemli adımlar atıldığı bilinirken, Hıristiyanlık devlet dini olunca kadına
karşı olumsuz bir tavır sergilenmeye başlandı. Özellikle Kilise’nin papazları
ve yüksek bilginleri, kadına bir düşmanmış gibi davrandılar, onda ebedi baştan
çıkarıcıyı, cinsi günaha çağırıcıyı, şeytanın tuzağını gördüler: Tertulien,
‘Kadın, sen şeytanın kapısısın. Her zaman paçavralar ve karalar giyinerek
dolaşman gerekirdi’. Saint Jean Chrisostome, kadını kınar, ‘Bütün vahşi
hayvanlar arasında kadından daha zararlısı bulunmaz’ derdi. Saint Thomas Aquin,
‘kadının, erkeğin nüfuzu altında yaşaması mukadderdir ve o kendi başına hiçbir
yetkiye sahip değildir’ şeklinde bir ifade kullanmıştır (Marx, Engels ve Lenin,
1996: 23). İşte bu düşünceler, Hıristiyanlığın cinsellik konusunda olumsuz
tavır takınmasında etkin rol oynamışlardır. Özellikle daha sonraki dönemlerde
Hıristiyanlık bu fikirlerden oldukça nasibini almıştır. Bu fikirler, bu şekilde
o çağa özgü olarak kalmamış, sürekli yenilenerek ve üstüne yeni düşünceler
eklenerek geliştirilmiştir. Böylece kadınla ilgili açılan her konuşma onun
aleyhine olmuş, kadın adeta bir günah keçisi gibi dilden dile ve yerden yere
vurulmuştur.
Nitekim Adem ve Havva kıssası hakkında ilk kilise düşünürleri, özellikle
de Tertullian, Saint Jerome ve Saint Augustinus, elmanın Havva tarafından
alınmasının, evlenme içinde dahi olsa her tür cinsel birleşmenin ahlaki bir
leke olarak addedilmesine yol açtığını öne sürmüşlerdir. Örneğin Augustinus,
evliliğin sadece üreme, toplumsal istikrar ve zinaya karşı sağladığı güvence
dolayısıyla kabul edilebileceğini, zevk için veya zinayla cinsel ilişkiye
girmenin yanlış olduğunu belirtirken; Saint Jerome cinsel ilişkiyi evlilik
içinde dahi olsa kötü bir şey olarak değerlendirmiştir. St. Jerome cinsel
ilişkiden zevk almayı pis, iğrenç, alçaltıcı ve sonuçta yozlaştırıcı bir şey
olarak görüp ret etti. Bu nedenle öncelikle Havva’nın kızları suçlanarak,
cinsel ilişki ve günahın bu şekilde ilişkilendirilmesi kiliseye giderek daha
çok yerleşti ve XV. yüzyıla gelindiğinde Hıristiyan kilisesinin yetkilileri
arasında yaygınlaştı. Aynı zamanda Hıristiyan erkek ve kadınlara evlenmeye
alternatif olarak önerilen manastıra çekilme, XVI. yüzyılda hızlanmış oldu
(Yalom, 2002: 15). Hala günümüze kadar bile Katolik rahip ve rahibeler
cinselliğe soğuk bakmakta ve bekârlığı en uygun yol olarak tercih
etmektedirler. Çünkü Hıristiyanlıkta cinsel ilişki günah sayılmaktadır. Soyun
sürdürülmesine yönelik cinsel eylemle günah işleme duygusu ise çatışma konusu
olmuştur. Öyle ki Katolik kiliselerinde yapılan evlenme törenlerinde günümüzde
bile okunan duada, ‘günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana
gebe kalırken’, denilmektedir (Akdemir, 1991: 262). Bu dogmatik tavır, aslında
günahın Hıristiyanlarda yarattığı tahribatı göstermektedir. İşte kadına karşı
geliştirilen bu yıkıcı tavır, daha ilk kilise düşünürlerinin ektikleri tohumun
ürünleridir.
Nitekim Hıristiyan yazar ve piskopos Augustin bu kötülük tohumunu
ekenlerden en önemlisidir. Onun cinselliğe bakışı ise çok keskindir. O,
Tanrı’nın sırf Adem’in o biricik günahından ötürü, insanlığı ezeli lanete
mahkûm ettiğine inanıyordu. Kalıtımsal günah, Augustinus’un ‘şehvet’ adını
verdiği duyguyla kirlenmiş olan cinsel eylemle, onun bütün soyuna geçmişti.
Şehvet, Tanrı yerine yaratıklardan zevk almaya yol açan akıldışı arzuydu;
özellikle aklımızın tutku ve duyguyla başımızdan gittiği, Tanrı’nın tamamıyla
unutulduğu ve yaratıkların utanmazca birbirlerine açıldıkları cinsel eylem
sırasında hissediliyordu (Armstrong, 1998: 170). Hıristiyanlık uzun yıllar
boyunca bu fikrin altında renk değiştirip durmuştur. Çünkü Hıristiyanlıkta asli
günah, hala günümüze değin cinselliğe olumsuz bakışın bilinçaltındaki
nedenidir.
Sonuçta
Augustinus’un Hıristiyanlıkta açtığı bu yara, kadının ister eş ister anne olsun
sakınılması gereken bir varlık olduğu noktasında önyargı oluşturmuştur. Bu
durumda kadınların tek işlevi cinsel bir hastalık gibi ilk günahın etkisini sonraki
kuşaklara aktaran çocuklar yetiştirmektir. İnsan soyunun yarısını beğenmeyerek
ayrıca da zihnin, yüreğin ve gövdenin her türlü irade dışı hareketini ölümcül
bir şehvetin belirtisi olarak gören bir din, sadece erkek ve kadınları kendi
konumlarına yabancılaştırır. Batı Hıristiyanlığı, bu nevrotik kadın
düşmanlığından hiçbir zaman tam anlamıyla kurtulamadı ve hala kadınların papaz
olarak atanmasına gösterilen dengesiz tepkiyle gündemdedir. Doğulu kadınlar o
zaman ki bütün uygar dünyanın kadınlarının yaşadığı aşağılanmanın yükünü
paylaşırlarken, Batılı kız kardeşleri fazladan, onları toplum dışı bırakan,
korku ve nefrete yol açan günahkâr ve iğrendirici cinselliğin lekesini de taşıdılar
(Armstrong, 1998: 172). Hala da bu leke alınlarında çarmıha
gerilmiş bir günah gibi durmaktadır.
Yeni Ahit’in İsa etrafında vurguladığı cinsellik, kadının kocasına belli
kurallar çerçevesinde helal kılındığı ve yasak olmayan, bilindik inanç
sistemine uygun davranışlar bütünüdür. Tanrı isteminde cinsellik yalnızca
evlilik kurumu içinde görülmektedir. Çünkü bu iki kişi ruhen ve bedenen bir
bütün olmuşlardır. İki kişinin tek beden olması ciddi bir olaydır. Cinsel
birleşim, evlilik antlaşmasının bir işareti olarak gerçekleşmektedir. Tanrı
öğretisine göre evlilik dışı cinsellik günahtır. “Rab Tanrı Adem’e derin bir
uyku verdi. Adem uyurken, Rab onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini
etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e
getirdi. Adem: İşte bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış
ettir, dedi, Ona ‘kadın’ denilecek. Çünkü o adamdan alındı. Bu nedenle adam
annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak. İkisi tek beden olacak”
(Yaratılış: 2: 21-24). Kutsal Kitap’ın, Hıristiyanlığın cinselliğine kaynak
olan bu pasajları, erkeğin kadında aramaya çalıştığı günah ve namus söylemine
ters olarak onun daha saf ve ulvi tarafını vurgulamaktadır. Burada kadın,
erkeğin bir parçası hatta onu tamamlayan en önemli parçasıdır. Kadın, erkekle
bütünleşerek Hıristiyanlığın bütünlüğünü simgelemiştir. Evlilik bağıyla kadın
ve erkek Hıristiyanlığın emrine itaat eden inananlar olmuştur. Bu bağlamda
cinsellik beden ve ruhun birliğinde insanın bütün yanlarını etkiler. O insanın
aşk yapma ve üreme yeteneğini içerir. Cinsler arasındaki fiziksel, ahlaki ve
ruhsal farklılık ve tamamlayıcılık evlilik mutluluğuna ve aile yaşamının
yolunda gitmesine bağlıdır. Dolayısıyla insan bir kişidir. Çünkü her ikisi de
Tanrı’nın suretinde ve benzerliğinde yaratılmıştır. Bunun için erkekle kadının
evlilikte birleşmeleri yaratanın üretkenliğini ve cömertliğini bir bakıma
bedende yansıtmaktadır (Pelatre, 1998: 534). Cinsellik, bu yönden hem ruhsal
hem de fiziksel masum bir eylem haline gelmektedir. Ayrıca Hıristiyanlık için
değerli ve kutsal bir gerçek olarak da algılanmaktadır.
Hıristiyanlık, tek vücut olmayı emrettiği halde bazen o iki cinsiyet
arasında öncelik tartışması olabilmektedir. Erkek kendinde gördüğü iktidar
gücüyle kadını kendi üzerinden tanımlayabilmektedir. İşte oluşan bu durum yani
kadın veya onun etrafında oluşan kısırdöngü, ataerkil bir dairede cereyan
etmiştir. Tanrı İsa’ya buyurur, İsa erkeğe iletir ve erkek kadına söylenenleri
uygular. Sonuç olarak kadın, emri alan ve yapılması gerekenleri yapandır. Yani
bir anlamda eli kolu bağlı bir verimlilik içerisindedir. Doğurur, çoğaltır
fakat memnun olmayan bir cinselliğin hazzını tadar. Bunun nedenlerini
Hıristiyan ahlakının cinselliğe, kadına ve iffete olumsuz bakış açısında bulmak
mümkündür. Cinsel iffet üzerinde duran Hıristiyan ahlakı, kaçınılmaz olarak kadınların
konumunu alçaltmakta büyük rol oynamıştır. Ahlakçılar erkek oldukları için
kadınlar hep baştan çıkarıcı olarak görülmüşlerdir. Şayet kadınlar ahlakçı
olsaydı şüphesiz aynı rol erkeklere yüklenecekti (Russel, 1993: 43). Diğer
taraftan da kadının erkeğe göre ön planda olması bir sorun yaratacağına göre
ortak bir noktada, Kitab’ı Mukaddes’in tek vücut olma prensibinde buluşulması,
sorunu belki bir nebze olsun çözebilecektir.
Hıristiyanlığın çileci bir din olduğu bilinmesi gereken bir gerçektir. Bu
yüzden çileci Hıristiyan dini, doğal ve kaçınılmaz olan cinsel hazzı, özellikle
kadınlar için adeta yasak etmiştir. O, anaerkil bir toplumun ürünü olarak
sevdiği erkeği kollarında taşımaktan çekinmeyen ulu Kibele’lerin yani Efes’teki
adıyla Artemis’in yerine oğlu İsa’nın bile saygı duymadığı Meryem’i getirmiştir
(Duby, 1992: 140). Bunu yapmakla anaerkil kültürün önemsenen kadınının yerine,
ataerkil kültürün ezilmiş ve hor görülmüş kadınını ön plana çıkarmış olur.
Artık bundan sonra kadının yazgısı Meryem’in şahsında fakat ezik Hıristiyan
kadının rol aldığı bir yapıya bürünür. Bu durum çileciliğin yarattığı sonucun
kadının arka plana itilmesiyle sonuçlandığını gösterir. Kadın, Hıristiyanlıkta
önemsenmeyen ve günahkâr görülen bir cins olarak beliriyorsa onun kendini doğru
olarak tanımlaması elbette ki zorlaşacaktır.
Hıristiyanlıkta
kadınının mutsuzluğu ön plana çıkar. Çünkü cinsellik kadının çizdiği kara bir
tablo gibi görünür. Hıristiyanlıkta, cinselliğini inkâr eden kadın, Tanrı
katında erkekle eşittir. Artık bu iki cins, bir nevi melektir. Ama insanları
yöneten de bir kadın, yani Meryem’dir. Bedenini inkâr eden kadın, günahsızlar safının
en önünde yer alır.
Meryem, günahkâr Havva Ana’ya karşılık, şerefli biridir. Bu bağlamda
Hıristiyanlığın ermiş kadınları hep erkeklerle ilgilenmeyen, evlenmemiş
kızlardır. Saygı duyulan kadın, bunun dışında sadece Ana’dır. Ananın
saygınlığı, köle ve erkekten aşağı oluşunu kabul edişiyle belirlenir. Ana
oluşu, kadının doğayla özdeşleştirilmesini getirmiştir. Doğa gibi üretkendir kadın
ve hep vermelidir. Kadının analığı, bir bakıma onun kurtuluşu olmuştur. Ne var
ki cinselliğinin inkârı ile analığının kabulü çelişki teşkil etmiştir (Aktaş,
1986: 25). Hıristiyanlıkta kadın ancak cinselliği olumsuzladığı oranda
masumlaşabilmektedir. Ayrıca ana olmak bile kadının meçhul saygısını ayaklar
altına almaktan kurtaramamaktadır. Bu durum kadının Hıristiyanlığın bakış
açısından pek mutlu olmadığını gösterir.
Hıristiyan erkeğin penceresinden bakıldığında kadın cinsi, siyahı ve
karamsarlığı, bir ressamın ustalığıyla yaşamına ve dolayısıyla erkeğin hayatına
aktarır. Özellikle Hıristiyanlık, cinselliği, öbür dünyanın nimetlerine
kavuşmayı engelleyen dünyevi bir zaaf olarak görmüştür. Hıristiyanlıktaki bu
cinselliğe karşı tutum özellikle kadınlar üzerinde yoğunlaşmış, Adem’e yasak
elmayı sunarak ilk günaha kışkırtan Havva’nın soyundan gelen kadınlar, dünya
zevklerine kapılan zayıf yaratıklar olarak görülmüştür. İncil Havva’nın bu
görüntüsünü belirsiz olarak yansıtsa da görünen ve yaşanan cinsellik, kadının
gerçekten kötü bir durumda olduğunu ortaya koymaktadır. Kadın çoğu zaman susan
ve lal olması gereken bir varlıktır. Kocası izin verdiğinde söz söyleyebilen ve
kendini ortaya koyabilen bir kişiliktir. Yeni Ahit, kadına bu durumunu açıkça
hatırlatır. “Kadınlar, toplantılarınızda sessiz kalsın. Konuşmalarına izin
yoktur. Kutsal Yasa’nın da belirttiği gibi uysal olsunlar. Öğrenmek istedikleri
bir şey varsa, evde kocalarına sorsunlar. Çünkü kadının toplantı sırasında
konuşması ayıptır” (I. Korintliler: 14: 34- 35). Pasajda açılandığı gibi
kadınlar ancak kocaları aracılığıyla isteklerini yerine getirebilir. Onların
sesinin toplantıda duyulması dahi ayıptır. Kadınlar, kutsal yasada uysal
varlıklar olarak tanımlanmışlardır. O zaman bu yasaya riayet edip dillerine
kelepçe takmaları gerekir.
Kendi
başına, iktidarın erkekte olduğu sistemde varlığını açıkça ortaya koyamayan
kadın ancak kocası üzerinden söz sahibi olabilmektedir. Bunu Yeni Ahit’in
birçok bölümünde görmek mümkündür. “Erkek kadında değil; fakat kadın erkektedir;
çünkü erkek kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı” (I.
Korintliler: 11: 18). Açıkça görüldüğü üzere kadının konumunu matlaştıran bu
ifade, ona yaratılışta dahi ikinci şahıs muamelesi yapmaktadır. Çünkü İsa,
erkeği oldukça ön plana çıkarırken kadını ikinci plana itmekle kalmıyor,
Tevrat’ın yaratılış efsanesine dayanarak kadının erkek için yaratıldığını
savunarak erkeğin egemenliğini pekiştiriyor (Arslan, 1999: 32). Tabi ki erkek
egemenliğinin pekiştiği bir yerde kadının erkekten olması çok olasıdır. Buradan
hareketle o kadın olduğu için var olan değil, erkek var olduğu için olan
kadındır. İsa neden erkeği kadına göre öncelemiştir? Kadın, İsa’nın yaşadığı çağda
toplumda
konumu ve değeri olmayan bir varlık mıydı? Doğrusu Hıristiyanlık, kadının
olumsuz talihini değiştirmek yerine ona olumsuz bakmak suretiyle talihini daha
da belirsizleştirmiştir.
Kadın, eğer olumsuzlanmışsa o zaman onun cinselliği de doğal olarak
küçümsenecektir. Bu yüzden üremeye ilişkin kaygı ile sevişenleri birbirine yeterli
kılan zevk korkusu, Hıristiyanlığın ana kaynaklarından birisi olmuştur (Kılıç,
2000: 140). İşte Hıristiyan kültürü bu minval üzerine şekillenir. Çünkü burada
erkek iktidarının derin kokusu, erkeğe göre davranmanın kaygılı üslubu vardır.
Nitekim bu şekilde yalnızca erkek özelliğine göre değerlendirilen arzular
dünyası iki yaratık doğurur: Bedenleri bozulmuş ve acımasızca
çirkinleştirilmiş, robot bir döl yoluna ve robot bir fallusa indirgenmiş bir
kadınla, bir erkek; bu yaratıkların insanlığı tasfiye edilerek, böylece cinsel
organa bağımlı bir organizma oluşturulur (Sabbah, 1995: 85). Bu şekilde cinsel
organlara indirgenen cinsellik, kısır ve verimsiz bir kadın imajının oluşmasına
yol açar. Böylece Hıristiyanlık için günahkâr, münzevi ve erkeğin varlığıyla
var olan, sadece günahkâr fallusuyla ortada dolaşan bir Hıristiyan kadın tipi
ortaya çıkar.
Hıristiyanlık, günah ve yasal evlilik ikilemi içerisinde hatta paradoksal
bir durum haline gelecek kadar zıtlaşan bu kutuplar içinde döndükçe bir
Hıristiyan’ın zihnini de sürekli olarak kurcalayıp durur. Kavramlar yerli
yerine oturmadan ve kadın, evlilik bağı içerisinde düşünülmeden cinsellik ifade
edilmeye çalışılırsa, doğal olarak Hıristiyanlığın kadına bakışıyla ilgili bir
takım taşlar yerine oturmaz. Cinsellik bu bağlamda, Yeni Ahit’in istediği
mükemmel kadın tipine göre tanımlanmalı ve onun kendisine göre bir adabı
oluşturulmalıdır. Aslında Hıristiyanlıkta cinsellik çoğu zaman kurallar örgüsü
şeklinde detaycı ve katı bir zeminde gelişmiştir. Onda yapılması gerekenlerin
bir sırası ve adabı vardır. Cinsellik, rasgele ve düzensizce yapılandırılmış
değildir. Öyleyse Yeni Ahit’e saygı gösterilerek istenilenler harfiyen ona göre
yapılmalıdır. Bu bağlamda Hıristiyan ahlakında cinsellik, cinsel eylemlerin
gitgide daha ayrıntılı ve kesin bir hal alarak kurallaştırılması ve ayrıca
isteğin bir yorum bilgisi ile nefsin deşifre edilmesi yöntemlerinin
geliştirilmesi şeklinde sürmüştür denilebilir (Foucault, 1993: II, 104). Burada
bir ölçüden söz etmek mümkündür. Sistematik olarak ve gerektiği şeklide
kullanılması tavsiye edilen cinsellik, organize edilmiş bir yapıya bürünmüştür.
Cinsel eylem, gelişi güzel ve aşırı bir kullanımdan uzaktır. Öyle ki cinsel
eylem, kötülükle bağlantılı olduğundan değil, kişinin nefsiyle olan ilişkisini
ve ahlaksal özne olarak oluşumunu tehdit ettiğinden endişe verir; ölçülü
olmadığı ve gerektiği gibi dağıtılmadığı takdirde, irade dışı güçlerin
boşalmasına, enerjinin zayıflamasına ve onurlu bir soy bırakmaksızın ölüme
neden olur (Foucault, 1993: II, 148). Esasında Hıristiyanlık, dengeden ve
sistemli cinsel yaşamdan yanadır. Böyle olursa Hıristiyanlığın ulvi amacı
gerçekleştirilmeye çalışılır. Aynı zamanda Hıristiyanlıkta gereksiz cinsel
enerji israfları, uygunsuz sevişme pozisyonları ve sonuçsuz cinsel birleşmeler
bir kenara atılarak direk amaca yönelik eylemlerde bulunulması öngörülmüştür.
Bu şekilde oluşan hava, kadının günahkâr ve suçlu olduğu imajını ortadan
kaldırmayı sağlayacaktır.
Ölçü ve denge konusundan söz eden Yeni Ahit, erkek ve kadının sevişirken
hangi pozisyonda olacağına da karar vermiştir. Nitekim Hıristiyanlığın
dışındaki diğer toplumlar seksi her pozisyonda bir zevk olarak görmüşlerdi.
Kiliseye göre cinsel zevk bir günahtı ve ancak erkeğin üstte olduğu pozisyon
kabul edilebilirdi (Tannahill, 2003: 139). Buradan hareketle İncil’de cinsellik
alelade bir cinsel motif değildir. Onun aynı zamanda semantik bir anlamı da
vardır. Ahlaksal amaçtan yoksun bir cinselliği İsa, zaten dışlamıştır. Bu
bağlamda Hıristiyanlıkta birleşme sıradan bir eylem, yani sırf cinsel
organların bir eylemi değildi, o tüm kişiliğin ifade tarzıydı. Fiziksel ilişki,
evlilikte olsun, zinada olsun birleştiriyordu ve sonuçlarını da beraberinde
getiriyordu (Parrinder, 2003: 30). Cinsel birleşme, Hıristiyanlık için herhangi
bir cinsel ilişki değil tek vücut olma, erkekle kadının ruhsal bir araya gelişi
demektir. Her ne kadar erkek, kadını cinsel organdan örülü bir varlık gibi
görse de Yeni Ahit’te cinsellik veya cinsel birleşme var oluşsal bir eylemdir.
Bu, insan bedeninin kendini ifade ediş tarzıdır. İster evlilikte isterse de
ruhsal mana da olsun Hıristiyanlık, cinselliğe bu perspektiften bakmıştır.
Sonuçta Yeni Ahit’in cinsellik konusundaki soğuk tavrını açıkça
görebilmekteyiz. Bunun elbette tarihsel nedenleri de vardır. Fakat
Hıristiyanlık tarihten günümüze değin kadının dolayısıyla onunla ilgili
cinselliğin kötü olduğu fikrini bir türlü kıramamıştır. Hıristiyanlığın
özellikle ilk yılları cinsel konularda Musevilikten ve Yunan’dan çok
etkilenmiştir. Örneğin Yunan’da eros sözü ile cinsel bedensel aşk
anlatılmaktaydı ve bu cinsel aşk ile ruhsal-spritüel aşkın farklı olduğu kabul
edilmekteydi. Bu temel fark Hıristiyanlığa da aynen geçmiş, Hıristiyan dininde
aşkın erotik olmayan, ruhsal yönü önemsenmiş, kilisenin katı kuralları ve
sınırlamaları zaman zaman ciddi boyutlara ulaşmıştır (Ekşi, 1993: 10). Böylece
cinsellik kavramı, bedenden soyutlanarak ruhsal bir zemine taşınmıştır. Artık
rahip ve rahibeler de kendilerine bu konuda perhizler uygulamışlardır.
Cinsellik, zaten Yeni Ahit’in bakış açısında olumsuz bir anlam kazanmışken
Hıristiyanlığın uygulamaları bu bakış açısını iyice pekiştirmiştir. Ama ister
toplumsal nedenlerden isterse de Hıristiyanlığın kendisinden olsun cinsellik,
gerçek anlamda arzulanan bir eylem değildir. Eğer olacaksa dahi evlilik içinde
ve Hıristiyanları Tanrı’dan uzaklaştırmayacak yoğunlukta olmalıdır. Aksi
takdirde öte tarafa önem veren Hıristiyanlığın cinsellikle veya cinsel
ilişkiyle kaybedeceği zamanı yoktur. Çünkü cinsellik, Hıristiyanlık için amaç
değil sıradan bir araçtır. Şunu da vurgulamak gerekir ki cinsellik kavramı
İncillerde direkt olarak vurgulanmamakta; kadın, evlilik ve zina bağlamında
üstünde durulmaktadır. Yani Hıristiyanlıkta cinsellik, genel kavramlar ışığında
ortaya konmaktadır.
Hiçbir şeyle örtülmemiş olma hali, soyunmuşluk demek olan çıplaklık,
süssüzlük ve sadelik anlamına da gelir (Doğan, 1996: 226). Yeni ahitte
çıplaklık asıl anlamında, kişinin tamamen soyunması olarak geçtiği gibi
vücudunun bir bölümünün elbiselerden sıyrılmış durumda olması anlamında da
kullanılmıştır. Dolayısıyla çıplaklık, Eski Ahit’te olduğu gibi Yeni Ahit’te de
cinsel bir motif olarak karşımıza çıkmaktadır.
“İsa onlara, niçin bir haydutmuşum gibi beni kılıç ve sopalarla yakalamaya
geldiniz? Dedi. Her gün tapınakta, yanı başınızda öğretiyordum, beni
tutuklamadınız. Ama bu, Kutsal Yazılar yerine gelsin diye oldu. O zaman
öğrencilerinin hepsi O’nu bırakıp kaçtı. İsa’nın ardından sadece keten beze
sarınmış bir genç gidiyordu. Bu genç de yakalandı. Ama keten bezden sıyrılıp
çıplak olarak kaçtı” (Markos: 14: 48- 52). Bu pasajlarda İsa’nın arkasında
keten bezle örtünen bir gencin kaçarken elbisesinin üstünden sıyrıldığından ve
gencin çıplak kaldığından bahsedilmektedir. Burada genç, çıplak olmasına rağmen
kaçmış fakat çıplaklığı büyük ihtimalle onun için bir utanç vesilesi
olmamıştır. Belki de kaçarak aslında çıplaklığını bir an önce gözlerden
saklamak istemiştir. Fakat burada önemli olan çıplaklık motifinin özellikle bir
nitelik olarak vurgulanıyor olmasıdır.
“Celile’nin karşısında bulunan Gerasalılar’ın memleketine vardılar. İsa,
karaya çıkınca kentten bir adam onu karşıladı. Cinli ve uzun zamandan beri
giysi giymeyen bu adam evde değil, mezarlık mağaralarda yaşıyordu” (Luka: 8:
26- 279). Cinli adam çıplak olmayı önemsemeden ya da çıplak olmanın bilincinde
olmadan üstsüz bir şekilde dolaşmaktadır. İsa’yla diyaloga geçen bu şahıs,
uzuvlarını saklama gereği duymamaktadır. Hatta çıplak ve yalnız yaşamayı
kendine bir hayat tarzı olarak seçmektedir.
“İsa şöyle yanıt verdi: Adamın biri Yeruşalim’den Eriha’ya inerken
haydutların eline düştü. Onu soyup dövdüler, yarı ölü bırakıp gittiler. Bir
rastlantı olarak o yoldan bir kâhin geçiyordu. Adamı görünce yolun öbür
yanından geçip gitti. Bir Levili de oraya varıp adamı görünce yolun öbür
yanından geçip gitti (Luka: 10: 30- 32). Bu pasajlarda kişinin haydutlar
tarafından hem yağmalanma hem de giysisinin soyulması anlamında gasp edilişi
anlatılmaktadır. Çıplak olan adamı gören kişiler, adamın bu durumu karşısında yolarını
değiştirmektedirler. Burada adamın hem yaralı olması hem de çıplak olması
yoldan gelip geçenleri kaçırtmış olabilir.
“İsa, ağı teknenin sağ yanına atın, tutarsınız, dedi. Bunun üzerine ağı
attılar. O kadar çok balık tuttular ki, artık ağı çekemez olmuşlardı. İsa’nın
sevdiği öğrenci Petrus’a, bu Rab’dir, dedi. Simun Petrus onun Rab olduğunu
işitince üzerinden çıkartmış olduğu üstlüğü giyip göle atladı” (Yuhanna: 21: 6-
7). Burada Simun Petrus üstlüğünü çıkarmış bir haldedir. Fakat üstlüğü giyip
göle atlamaktadır. Bu da bize elbisenin hem çıplaklığı koruduğunu hem de suya
girmek için gerekli bir giysi olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda çıplaklık
kavramı bu pasajlarda da işlenmek suretiyle bir cinsel motif olarak
belirtilmiştir. Yeni Ahit, bu ve buna benzer ifadelerde çıplaklık kavramına
açıklık getirmiş ve genelde inananların örtünerek çıplaklıklarını gizlemelerini
istemiştir.
Evlilik, erkek ve kadın cinsinin bir araya gelişinin, bütünleşmesinin ve
Tanrı’nın kutsal emrinin uygulanışının diğer adıdır. Kişinin hayat boyu sürmesi
dileğiyle bir başkasıyla bütünleşmek istemesi, aynı çatı altında yaşamaya karar
vermesi, insanlarda bulunan bir gereksinmedir. Evlilik, gerçekte iki ruhun, iki
gönlün, iki bedenin birleşmesidir. Evlilik dostluk, arkadaşlık kaynağı, kişiyi
yalnızlıktan kurtaran bir kurum, düzenli ve dengeli cinsel hayat kaynağı,
ekonomik destek kaynağı, kişinin hayatında yeni bir bağ, yeni bir uyum gösterme
nedenidir (Eker, 1993: 87). Bu bağlamda o kutsal ve ulvidir. Semavi dinler onun
süreklilik arz eden bir kurum olması için ona sıkı sıkıya sarılmışlardır.
Evliliğe diğer semavi dinlere göre yeterli olmasa da önem veren dinlerden bir
tanesi de, Hıristiyanlıktır.
Hıristiyanlığın evliliğe önem verdiği ve özellikle İsa’nın bu konudaki
tavrının ilk dönemlerde evlilik lehine olduğu Yeni Ahit’te var olan bir
gerçekliktir. Özellikle Yeni Ahit’in Markos bölümünde geçen pasajlar evliliğin
kabullenildiğini göstermektedir. ”Üçüncü gün Celile’nin Kana Köyü’nde bir düğün
vardı. İsa’yla öğrencileri de düğüne çağrılmışlardı. Şarap tükenince annesi
İsa’ya, şarapları kalmadı, dedi. İsa, ‘Anne benden ne istiyorsun? Benim saatim
daha gelmedi’ dedi. Annesi hizmet edenlere, size ne derse onu yapın, dedi.
Yahudilerin geleneksel temizliği için oraya konmuş, her biri seksenle yüz yirmi
litre alan altı taş küp vardı. İsa hizmet edenlere, küpleri suyla doldurun,
dedi. Küpleri ağızlarına kadar doldurdular. Sonra hizmet edenlere, şimdi biraz
alıp şölen başkanına götürün, dedi. Onlar da götürdüler. Şölen başkanı, şaraba
dönüşmüş suyu tattı. Bunun nereden geldiğini bilmiyordu, oysa suyu küpten alan
hizmetkârlar biliyorlardı. Şölen başkanı güveyi çağırıp, herkes önce iyi
şarabı, çok içildikten sonra da kötüsünü sunar, dedi. Ama sen iyi şarabı
şimdiye dek saklamışsın. İsa bu ilk doğaüstü belirtisini Celile’nin Kana
Köyü’nde gerçekleştirdi ve yüceliğini gösterdi. Öğrencileri de ona iman
ettiler” (Yuhanna: 2: 1- 11). İsa, insanlar arasına girerken ilk mucizesini
annesinin isteği üzerine bir düğünde davetliyken gerçekleştirdi. Kilise İsa’nın
Kana’daki düğünde hazır bulunuşuna çok büyük önem vermektedir. Kilise, İsa’nın
düğüne katılmasının evliliğin iyi bir şey olduğunu gösterdiği gibi, evliliğin
de Mesih’in varlığını gösteren etkin bir işaret olduğunu kabul eder (Pelatre,
1998: 389).
Hıristiyanlığa göre evlenme, belirli yaşa gelmiş bir kadın ile erkek
arasında, Kutsal Kitap’a uyularak kurulan birliktir. Tanrı’nın insanı erkek ve
kadın olarak yaratması, evlenmenin ilk kaynağı sayılır. Bu nedenle evlilik, bir
Tanrı buyruğu, bir din görevi olarak nitelenir (DTA, 1999: II, 68). Bunun yeni
Ahit’te de onaylandığını görebiliriz: “İsa şöyle dedi: Yaradan başlangıçtan
insanları erkek ve dişi olarak yarattı. Şöyle dedi: Bu nedenle adam anne
babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak” (Matta: 19: 4-
5). Buna göre doğan her Hıristiyan, esasında bir eş bularak ilahi birliğe
katılmaktadır. Çünkü kişi dünya tek beden olarak gelmez. O diğer eşini bulup
birlik olmak ister. Bu bir olmanın altında Tanrı’nın tekliğini ispatlama
endişesi de olabilir. Çünkü kadın ve erkek, yalnız yaşamayıp tek vücut
olduğunda Tanrı’nın yalnızlığı gibi yalnız kalmamış olmaktadırlar. Bu anlamda
Hıristiyanlıkta kişinin anne babasını bırakıp karısına bağlanması esasında
Tanrı’nın birliğinin kanıtlanmasıdır.
Hıristiyanlıkta evlilik, hiçbir zaman medeni hal ile ilgili bir olay
değildir. Hıristiyanlıkta evlilik, Tanrı’nın insanlığa sevgisini simgeleyen bir
yaşam halidir (Aydın, 2005: 73). Tanrı, insanı sevgiyle yarattığı gibi, sevmeyi
bilmesini de istedi. Sevme eğilimi insanda doğuştan vardır. Tanrı, insanı erkek
ve kadın olarak yarattıktan sonra onların birbirlerine karşı duyduğu sevgi,
Tanrı’nın insana karşı duyduğu mutlak ve ebedi sevginin bir sureti olur. İşte
Tanrı’nın kutsadığı bu sevgi de üretken olmak zorunda ve yaratılışın gizemi
içinde gerçekleşmelidir (Pelatre, 1998: 386). Dolayısıyla Tanrı, erkek ve
kadını birbiri için yaratarak sadece onları bedensel anlamda birliktelik için
değil Tanrı’nın sevgisini simgeleştirmek için de yaratmıştır. Hıristiyanlıkta
evlilik Tanrı’nın sevgisinin bir göstergesidir. Kadın erkeğe, erkek kadına ve
sonuçta ikisi de Tanrı’ya sevgisini bu yolla ifade eder. “Ne var ki Rab’de ne
kadın erkekten ne de erkek kadından bağımsızdır. Çünkü kadın erkekten
yaratıldığı gibi erkek de kadından doğar” (I. Korintliler: 11: 11- 12). Eşler,
evliliğin zorunlu kıldığı karşılıklı kendilerinden bir şeyler verme vaadine her
gün sadık kalarak birlikteliklerini durmadan pekiştirmelidirler. Bu insani
birliktelik, evlilik sırrı ile verilen Mesih İsa’nın birlikteliği ile
onaylanır, arıtılır ve tamamlanır (Pelatre, 1998: 3969). Böylece eşler, İsa’ya
olan saygılarını ve Tanrı’nın kutsallığını yüceltmiş olmaktadırlar. Sonuçta,
evlilik kişinin bedenen ve daha başka şekillerde kendisini eşine tümüyle
vermesini gerektirir. Cinsel ilişki, karşılıklı olarak kendini birbirine
vermeyi betimler ve anlatılır. Böylece karşılıklı olarak kendini birbirine
verme davranışı sona erdiğinde cinsel etkinlik bozulur (İannnitto, Jacob ve
Hıdıroğlu, 1994: 228). Ayrıca evlilik kurumu ortadan kalkma tehlikesiyle karşı
karşıya gelir. Bu yüzden Hıristiyanlar Tanrı’nın suretinde birlikteliği
gerçekleştirmeli ve onun kutsallığına sevgiyle evlenerek, güç katmalıdırlar.
Hıristiyan inancına göre evlilik, iki insanın anlaşmasının kilise
tarafından takdis edilmesi ve bunların kilise bünyesinde kutsal bir bağla
hayatlarını birleştirmesidir. Evlilik kurumu, Mesih ile kilisenin birleşmesini
simgelediği gibi Evharistiya ayininin de meyvesi olarak anlaşılmaktadır
(Yıldırım, 2005: 143). Evlilik, sıradan bir birliktelik değil, kilise ve
Mesih’in kutsal bir bağla birleşmesinin simgesidir. Bu birleşmeden kadın ve
erkek, meyveler üretebilir ve bu kutsal bağ inananların Tanrı’ya olan sevgisini
arttırıp o bağı güçlü kılabilir.
Yeni Ahit, evliliği basit bir ayin olarak algılamaz. Ona göre evlilik
birliği, kozmik ritim ile birleşen ve bu bütünleşmeyle geçerlilik kazanan bir
ayindir (Eliade, 1994: 39). Kadın ve erkeğin Tanrı’nın huzurunda bir araya
gelişi, yer ile göğün bir araya gelişinin temsilidir. Burada evliliği
simgeleyen kutsal gök ve yer kavramları vardır. Gök ve yer nasıl bir araya
gelip bir evrenin bütününü ifade ederse karşı cinsler de bu bağ sayesinde bir
araya gelip esasında kozmik bir bütünlük ortaya koymaktadır. Nitekim evlilik
ayinlerinin de bir ilahi modeli vardır. İnsanların evliliği, kutsal evliliği,
yani özellikle gök ve yer arasındaki birleşmeyi yeniden üretmektedir (Eliade,
1994: 37). Bu birleşme, amacı ve anlamı özel olan bir birlikteliktir. Bunun
sonucunda kutsal evlilik, dünya ve insanın yeniden doğumunun somut ve canlı
ifadesi olarak algılanmalıdır. Bu cinsel birleşme teması gerçekten çok derin ve
enteresandır. Böylece Hıristiyanlık da evliliği olacaksa eğer değerini önemli
kılarak emretmektedir. Başka bir deyişle evliliği bedensel veya maddesel bir
algılamadan çıkartıp ona manevi bir tat vermektedir. Bu bağlamda
Hıristiyanlıkta evlilik birleşmek, tek olmaktan kurtulup bir bütün olmak
şeklinde ifade bulmuştur. Nasıl Oğul, Baba ve Kutsal Ruh bir bütün
oluşturuyorsa kadın ve erkek de Tanrı’nın huzurunda birleşerek bir birliği
oluşturmakta ve bütünleşmeyi sembolize etmektedir.
“İsa öğrencileriyle birlikte halkı da yanına çağırıp şöyle konuştu:
Arkamdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin, çarmıhını yüklenip beni izlesin”
(Markos: 8: 34). Hıristiyanlığa göre, günah tarafından bozulmuş yaratılışı ilk
halindeki düzene sokmak için gelen İsa, evliliğin Tanrı egemenliğinin yeni
boyutunda yaşanması için gerekli gücü ve lütfu kendisi vermektedir. Eşler,
evliliğin asıl anlamını ancak İsa’yı izleyerek, kendilerinden fedakârlık
ederek, birbirlerinin Haçlarını kendi üzerlerine alarak anlayabilir. Bunu
Mesih’in yardımı ile yaşayabilirler. Hıristiyan evliliğinin lütfu, her
Hıristiyan’ın yaşamının kaynağı olan Mesih’in Haçının bir ürünüdür (Pelatre,
1998: 389). O sadece bedensel bir cinsel eylem değildir. Bu yönden
Hıristiyanlık, evlilik konusuna bedensel açıdan bakmaz. Bu bağı kutsal gördüğü
için onu basit bir cinsel birleşme düzeyine indirgemez. Öyle ki İsa tarafından
ortaya konulan evlilik birliği ve evliliğin çözülmezliği idealleri, diğer
ideallerine paraleldir. İsa yalnızca şehvet eylemlerini değil, şehvetli
hayalleri de eleştirdi (Parrinder, 2003: 296). Çünkü evlilikte amaç yalnızca
haz almak değildir. Üremek ve birliği oluşturmak asıl yapılması gereken şeydir.
Bu durumun bile manevi amaçları vardır. Tek beden olmak daha ulvi ve kutsal bir
görevdir. Bu sebeple Yeni Ahit, sadece hazza ve şehvete yönelik birleşmeye çok
sert bir şekilde karşı çıkmıştır. ”Zina etmeyeceksin, dendiğini duydunuz. Ama ben
size diyorum ki, bir kadına şehvetle bakan her adam, yüreğinde o kadınla zina
etmiş olur. Eğer sağ gözün günah işlemene neden olursa, onu çıkar at. Çünkü
vücudunun bir üyesinin yok olması, bütün vücudunun cehenneme atılmasından
iyidir. Eğer sağ elin günah işlemene neden olursa, onu kes at. Çünkü vücudunun
bir üyesinin yok olması, bütün vücudunun cehenneme gitmesinden iyidir” (Matta:
5: 27- 30). Evlilikte birleşmenin bile bir amacı varken kadına sadece hazza
yönelik yaklaşmak, yasak bir davranış olarak kabul edilmiştir. Yeni Ahit,
yalnızca zevk için kurulmuş evlilikleri onaylamaz. Kadın ve erkek, yatak
odasına kapanıp haz almanın peşine düşmemelidir. Cinsel haz amaç değil,
evlilikte yapılması gereken bir ritüeldir. Bunu amaç yapıp evliliği kutsal
hedefinden saptırmak, Hıristiyanlığın tasvip etmediği bir davranıştır.
Hıristiyanlığın evliliğe kutsal bir ayin olarak baktığı ve asıl amacın
cinsel birleşmeye yönelik haz almak olmadığı Yeni Ahit’in diğer bölümlerinde de
açıkça vurgulanan bir gerçektir. “Tanrının istediği şudur: Kutsal olmanız,
fuhuştan kaçınmanız, her birinizin, Tanrı’yı tanımayan uluslar gibi şehvet
tutkusuyla değil, kutsallık ve saygınlıkla kendine bir eş alması ve bu konuda
haksızlık edip kardeşini aldatmamasıdır” (Selanikliler: 4: 3- 6). Bu pasajda
görüldüğü gibi kutsal amaca hizmet etmeyen her türlü cinsel teşebbüs, ret
edilmektedir. Yeni Ahit, kişinin şehvet tutkusuyla değil sevgi temelli cinsel
eylemde bulunmasını istemektedir. Fakat bu sevgi temelli cinsel ilişkinin
sonucunda üremeye yönelik bir eylem olmalıdır.
Hıristiyanlıkta cinsellik ile ilgili bazı soruları sorma zorunluluğu
vardır: Neden hazza karşı bir nefret söz konusudur? Niçin karı ve kocanın
karşılıklı olarak kendini vermesini ve bu ilişkiyi paylaşmasını anlatır? Bu
soruların yanıtı, cinsel ilişkinin doğal olarak insan yaşamını aktarmaya
yaradığı, gerçeğinde aranmalıdır. Cinsel ilişkiye girişenler, bunun bilincine
varmasalar da kendilerini insanlık için temel bir iyiliğin içinde bulurlar. Söz
konusu iyilik üremedir (İannnitto, Jacob ve Hıdıroğlu, 1994: 229). Demek ki
cinselliğin odak noktası çocuk dünyaya getirmektir. İnsanlığa iyilik yapmak
isteyen bir Hıristiyan, dünyaya Tanrı’nın kutsallığına inanan Hıristiyan bir
nesil getirmelidir. Burada kutsal erek, üremedir.
Tanrı’nın kutsal bir nimetinin fütursuzca kullanılmasını yasaklayan Yeni
Ahit, kadın ve erkeğin birbirlerinin üzerinde hakları olduğunu vurgulamıştır.
Fakat Yeni Ahit bu hakları gelişigüzel değil yine kutsal ölçülere uygun bir
şekilde düzenler. “Erkek kadına erkeklik görevini yapmalı, kadın da erkeğe
kadınlık görevini yapmalı. Kadın kendi bedenine egemen değildir, erkek o bedene
egemendir. Tıpkı bunun gibi, erkek de kendi bedenine egemen değildir, kadın o
bedene egemendir. Birbirinize gerekeni vermezlik etmeyin. Kendinizi duaya
adamak için anlaşmaya varıp bir süre ara verirseniz o başka. Ama sonradan
yeniden bir araya gelin ki, tutkunuzu denetleyememeniz yüzünden şeytan sizi
denemesin” (I. Korintliler: 7: 35). Evlilik birbirlerinin bedenlerinin
haklarına saygılı olarak ve Tanrı’ya sadakat gösterme amacına uygun olarak
yapılmalıydı. Erkek ve kadın birbirlerinin haklarına saygılı olarak görevlerini
yerine getirmeliydiler. Özellikle evlilik içindeki cinsel hayatlarına değer
verip birbirlerine verilmesi gerekenleri vermeliydiler. Bunun için
Hıristiyanlık evlilik içi cinsel ilişkiye büyük ölçüde onay veriyordu. Evli
çiftler birleşmeden kaçınmamalıydılar, çünkü birbirlerine bedenleri üzerinde
hak vermişlerdir (Parrinder, 2003: 303). Yeni Ahit, kadın ve erkeğin bu
haklarını kurallar çerçevesinde, şeytanın şehvet çağrısına uymadan yapmalarını
istemektedir.
Hıristiyanlık,
genel olarak cinsellik konusundaki tavrını netleştirip cinselliği sadece
evlilik içinde serbest bıraktıysa da bazı inananlar bu durumu farklı
algılamışlardır. Örneğin, Aziz Paul evliliğin çocuk yapmak için değil zinadan
kurtulmak için yapılmasını öngörüyordu. Evliliğin biyolojik amacı Aziz Paul’un
gözünde tümüyle önemsizdi. Böyle olması da doğaldı zira dünyanın sonunun pek
uzak olmadığını ve İsa’nın ikinci kez dünyaya gelişinin yakın olduğuna
inanmaktaydı. İsa’nın dünyaya ikinci kez gelişinde insanlar koyun ve keçi
olarak ikiye ayrılacaklardı, önemli olan tek şey, kişinin kendini o anda
koyunlar arasında bulabilmesiydi. Aziz Paul, cinsel birleşmenin, evlilikte bile
Tanrı’nın rahmetini kazanmak için bir engel olduğu kanısındaydı. Yine de evlilerin
günahtan korunabilme olasılıkları vardı ama zina
ölümcül bir günahtı ve zinadan tövbekâr olmayanın yeri mutlaka keçilerin
arasıydı (Russel, 1993: 34). Aziz Paul, zinaya şiddetle karşı çıkmıştır. Bu
sert karşı çıkışının sonucunda çocuk yapmaya bile kutsal bir amaç olarak değil
de sırf zinadan uzaklaşmak için bir araç olarak bakmaktadır. Bu durumda Yeni
Ahit’in bu tür yorumlar karşısındaki evliliğe ve dahası cinselliğe bakış açısı ister
istemez farklı şekilde algılanabilmektedir.
Yeni Ahit’in evlilikte üstünde durduğu konulardan bir tanesi de karı
kocanın birbirleri üzerindeki haklarıdır. İsa, bu konuda erkek ve kadını
birbirinden ayırt etmeden onların birbirleri üstünde hakları olduğunu
belirtmektedir. Çünkü kadın ve erkek, birbirlerini kabullenmekle aslında bir
aynanın aynı yüzü olmayı kabullenmişlerdir. Artık onlar evlilik bağı içinde
birbirlerini sevmeyi ve birbirlerine saygı göstermeyi taahhüt etmişlerdir.
Böylece Tanrı’ya bağılılıklarını ortaya koymuş oluyorlardı. “Ey kadınlar, Rabbe
bağımlı olduğunuz gibi kocalarınıza bağımlı olun. Çünkü Mesih, bedenin
kurtarıcısı olarak kilisenin başı olduğu gibi erkek de kadının başıdır. Kilise,
Mesih’e bağımlı olduğu gibi, kadınlar da her durumda kocalarına bağımlı
olsunlar. Ey kocalar! Mesih kiliseyi nasıl sevip onun uğruna kendini feda
ettiyse siz de karılarınızı öyle sevin. Mesih kiliseyi suyla yıkayıp Tanrısal
sözle temizleyerek kutsal kılmak için kendini feda etti. Öyle ki kiliseyi üzerinde
leke, buruşukluk ya da buna benzer bir şey olmadan, görkemli bir biçimde
kendine sunabilsin. Amacı kilisenin kutsal ve kusursuz olmasıdır. Aynı biçimde
kocalar da karılarını kendi bedenleri gibi sevmelidir. Karısını seven kendisini
sever. Hiç kimse hiçbir zaman kendi bedeninden nefret etmemiştir. Tersine onu
besler ve kayırır; tıpkı Mesih’in kiliseyi besleyip kayırdığı gibi. Çünkü
bizler onun bedeninin üyeleriyiz. Bunun için adam annesini babasını bırakıp
karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Bu sır büyüktür; ben bunu Mesih ve
kiliseyle ilgili olarak söylüyorum. Size gelince her biriniz karısını kendisi
gibi sevsin. Kadın da kocasına saygı göstersin (Efesliler: 5: 21- 33). Erkek ve
kadın birbirlerine saygı gösterip karşılıklı haklarına riayet ettiklerinde
evliliğin kutsallığına değer katmış olmakta ve Yeni Ahit’e olan saygılarını
belirtmiş olmaktadırlar. Böylece evlilik sayesinde onlar tek beden olmayı
başarıp kilisenin önemli üyeleri olmuşlardır.
Yeni Ahit’te belirtildiği üzere erkek ve kadının birbiri üstünde hakları
vardır. Gerek kadın ve gerekse erkek, üstlerine düşen sorumluluğu vazifeleri
gereği yapmalıdırlar. Hiçbir sorumluluktan kaçınmadan Tanrı’nın buyruğu gereği
birbirlerine saygı göstermelidirler. Aslında erkeklerin ve kadınların işi temelde
kutsaldır. Çünkü eşlerini İsa Mesih’in Kilise’yi sevdiği gibi sevmeleri
gerekmektedir. İsa Mesih, Kilise için çarmıhta canını vermiştir. Erkek de
karısı için böyle sevgi göstermelidir. Aile içindeki düzende sevgi ve bağlılık
vardır. Bu düzen bozulduğunda bir evliliğin bitiş noktasına gelinmiş olur.
Ancak eşlerin Tanrı’ya duyduğu sevgiyle karı koca ilişkileri düzeltilebilir.
Kadınlardan beklenen kocalarına saygı duymalarıdır. Bu hiç de yadırganacak bir
durum değildir. Erkeklerden beklenen de karılarını sevmeleridir (Çelik, 2004:
49). Kutsal evlilik, ancak çiftler birbirlerine saygı gösterdikleri müddetçe
süreklilik kazanır ve amacına ulaşmış olur. Yeni Ahit’in, kadın ve erkeğin
saygılı olmaları, tavsiyesinden bu anlaşılmalıdır.
Yeni Ahit, karı-koca ve Tanrı arasındaki ilişkiyi Süleyman’ın üç katlı
iplik teşbihine benzetir. Üç katlı iplik gibi karı-koca ve Tanrı arasındaki
bağın kuvveti de Yeni Ahit’in umut ettiği önemli bir emirdir. Süleyman’ın üç
katlı iplik örneği sadece yaratılışta konulan evlilik kalıbını örneklemekle
kalmaz, Mesih’e olan imanları aracılığıyla birleşmiş olan inanlılar için de
evliliğin nasıl olması gerektiğini doğru bir şekilde gösterir. İpliğin üç katı;
erkek, kadın ve Tanrı’dır. Onları birbirinden ayrılmaz bir biçimde bağlayan ilk
antlaşmadır (Prince, 1995: 159). Yeni Ahit bu bağın önemini
belirtmek ve bunu güçlendirmek için Koloseliler bölümünde şunları söyler:
“Ey kadınlar, Rabbe ait olanlara yaraşır biçimde kocalarınıza bağımlı olun. Ey
kocalar, karılarınızı sevin. Onlara sert davranmayın” (Koloseliler: 3: 18- 19).
Bağın gücü bu şekilde dile getirilerek birlikteliğin sarsılmazlığı ifade
edilir. Nitekim Yeni Ahit’te buna benzer başka ifadelerde bu birlikteliğin
sürekli kalması için saygılı kadın tipinin özellikleri anlatılır. Bu ideal
kadın tipi sayesinde evliliğin tek eşle mutlu bir şekilde sürdürülebileceği
vurgulanır. “Kadınlar ağırbaşlı olmalı; iftiracı değil, ama ölçülü ve her
bakımdan güvenilir olmalı. Görevliler tek karılı, çocuklarını ve evlerini iyi
yöneten kişiler olsun (Pavlus’tan Timoteos’a Birinci Mektup: 3: 11- 12). Demek
ki üç katlı iplik örneği, üçlü bir sacayağı gibi kutsal amaca uygun olarak
güçlü bir bağı ifade etmektedir. Bu bağ sayesinde karı kocasına bağlı olmakta
ve ikisi aynı zamanda Tanrı’ya bağlanmaktadır.
Hıristiyanlıkta ailede evin reisi erkekti ve erkeğin bu hakkına karşılık,
eşi ve çocukların geçimini temin etmek, onları koruyup gözetmek görevi
yüklenmiştir. Kadının en önemli sorumluluğu ise kocasına sevgi, sadakat ve
itaattir. Bunlar kadar önemli görülmemekle birlikte, annelik ve ev işlerini
yapmak da kadının sorumluluğuna verilmiştir (Ünal, 2002: 136). Dürüst ve
Tanrı’ya bağlı kadının nitelikleri sıralanırken yine kocasına bağlı ve Tanrı
korkusu olan kadının özellikleri ön plana çıkarılmaktadır. Aynı şekilde
karısına bağlı erkeğin de rolü kendisine hatırlatılmaktadır. Böylece evlilik
kurumu çerçevesinde, karı ve kocanın birbirleri üzerindeki sorumlulukları altı
çizili bir şekilde vurgulanmaktadır. “Ey kadınlar, siz de kocalarınıza bağımlı
olun. Öyle ki kimileri Tanrı sözüne inanmazsa bile, Tanrı korkusuna dayanan
temiz yaşayışınızı görerek, söze gerek kalmadan karılarının yaşayışıyla
kazanılsınlar. Süsünüz örgülü saçlar, altın takılar, güzel giysiler gibi dışla
ilgili olmasın. Gizli olan iç varlığınız, sakin ve yumuşak bir ruhun solmayan
güzelliğiyle, süsünüz olsun. Bu Tanrı’nın gözünde çok değerlidir. Çünkü
geçmişte umudunu Tanrı’ya bağlamış olan kutsal kadınlar da kocalarına bağımlı
olarak böyle süslenirlerdi. Örneğin, Sara, İbrahim’i ‘Efendim’ diye çağırır,
sözünü dinlerdi. İyilik eder, hiçbir tehditten yılmazsanız, siz de Sara’nın
çocukları olursunuz. Bunun gibi ey kocalar, siz de daha zayıf varlıklar olan
karılarınızla anlayış içinde yaşayın. Tanrı’nın lütfettiği yaşamın ortak
mirasçıları oldukları için onlara saygı gösterin. Öyle ki, dualarınıza bir
engel çıkmasın” (Petrus’un I. Mektubu: 3:
7). Yani Ahit’in bu mektubunda olması gereken karı ve
koca tipi oldukça net olarak anlatılmıştır. İdeal eşlere örnek olarak İbrahim
ve Sara verilmiştir. İşte her evli erkek ve kadın birbirlerine ve Tanrılarına
saygılarını kaybetmeden evliliklerini sürdürürlerse İbrahim ve Sara gibi
mükemmel olabilir. Ayrıca bu pasajlarda eşlerin mutlu olmalarının temelinde
karşılıklı anlayışın öneminin büyük olduğu da belirtilmiştir.
Hıristiyanlıkta evlilik anlayışı diğer dinlerden farklı bir özellik arz
etmektedir. Hıristiyanlıkta evliliğe İsa ve Kilise birliğinin sembolü olarak
bakılmakta; bu sebeple evlilik kutsal ve çözülmez bir birliktelik kabul
edilmektedir. Bununla birlikte evlenmeyip bekâr kalmak ve kendini Tanrı’ya
adamak daha üstün görülen bir durumdur. Ayrıca evliliğin dinen geçerli olması
için nikâhın kilisede gerçekleştirilmesi gerekir (Ünal, 2002: 135). Çünkü nikâh
Hıristiyanlar için önemli bir kuraldır. Böylece Hıristiyanlığın evliliğe önem
vermesine rağmen kadını ilk yaratılıştaki olaydan ötürü suçladığından aslında
bekâr kalmayı, daha uygun görmektedir. Çünkü kadına karşı bakışın olumsuz
olduğu bir yerde haliyle cinsellik de arka plana itilecek ve böylece ruhani bir
din anlayışı ortaya çıkacaktır. Zaten uzun yıllar boyunca ve günümüzde hala
bazı rahip ve rahibelerin bekâr kalması bunu göstermektedir. Her ne kadar
Hıristiyan mezhepleri arasında evlenmeye karşı farklı bakışlar varsa da
hepsinde var olan ortak özellik cinselliğe soğuk bakmalarıdır.
Nitekim Katolik Kilisesi’ne göre evliliğin onayı olan nikâh, İsa ile
Kilise arasındaki çözülmez ruhani münasebetin bir sembolü ve bundan dolayı
kutsal bir sakramenttir. Bir ayin olarak evlilik, iki kişinin anlaşmasının
kilise tarafından takdis edilmesi ve bu çiftin kilisede mukaddes bir bağla
bağlanmasıdır. Evlilik Tanrı’nın meydana getirdiği bir kurum sayıldığı için,
ilk çağlardan beri kutsal sayılmıştır. Evlenme ayinleri, genellikle kadının
bağlı bulunduğu kilisede yapılır (Tümer ve Küçük, 2002: 299). Ayrıca Katolik
mezhebinde rahip ve rahibelerin evlilik konusundaki tavırları da önemlidir.
Katoliklerde ruhban zümresi evlenemez. Ruhban sınıfı dışında olanlardan
evlenenler boşanamaz. Kilisede yapılmayan nikâh, sahih sayılmaz. Ayrıca boşandıktan
sonra evlenme zina sayılır (Tümer ve Küçük, 2002: 300). Katoliklerde durum
böyleyken Ortodokslarda papazlar evlenebilir. Keşişler, Piskoposlar ve
Patrikler evlenmez. Boşanma ise, bazı şartlara bağlı olarak vardır. Görüldüğü
üzere Katolik mezhebi, Ortodoks mezhebine göre daha katıdır. Özellikle evlilik
ve boşanma konularında bu sertlik daha fazla belirginleşebilmektedir.
Monogami, tek eşle evlenme prensibi yani tek eşliliktir (Doğan, 1996:
780). Burada cinsiyetlerden her biri yalnızca bir eşle evlenerek yaşamını
sürdürmek ister. Aslında bir anlamda sevginin ve aşkın tek kişiye yöneldiği bir
birleşme arzusudur. Bu nedenle aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına
kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini; uykuyu paylaşma arzusunda (tek
bir kadınla sınırlı olan bir arzu) duyurur (Kundera, 2004: 23). Kundera’nın
dediği şey, tek kadınla mutlu bir beraberlik halidir. Nitekim bir eşle evli
olmak aşkı ondan başkasıyla paylaşmamaktır. Tek eşlilik, aşk ve cinsellik
motifi eksenli bir ilişki demektir. Burada arzular, tutkular ve şehvet
dizginlenmiş ve ulvi bir ereğe bağlanmıştır. Bunun için bir kadınla sevişmek ve
bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt
tutkulardır.
Öte yandan işin cinsel tarafının yanında daha farklı sosyolojik sebepleri
de vardır. Örneğin, modern öncesi kültürler bağlamında iki veya daha fazla eş
alınmasının, çoğunlukla cinsel zaferle bir ilgisi yoktu. Neredeyse tüm çok eşli
toplumların danışıklı evlilik sistemleri vardı. Birçok eş elde etmek, maddi
zenginlik ve toplumsal saygınlık gerektirirdi ve bunun bir ifadesiydi; aynı
şey, kabul edilen bir kurum olan cariyelik için de doğruydu (Giddens, 1994:
79). Çok eşlilik veya tek eşlilik bu bağlamda değerlendirildiğinde semavi dinlerin
ona karşı bakış açısı, özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlığın bakış açısı, daha
net olarak ortaya konmuş olur.
Semavi dinlerde hem tek eşlilik hem de çok eşlik uygulaması görülmekle
birlikte, genellikle önerilen evlenme biçimi tek eşlilik şeklinde vuku
bulmaktadır. Nitekim Hıristiyanlık başlangıçtan beri tek eşlilik üzerinde ısrar
eden tek dindir (Parrinder, 2003: 289). “Tanrı, yaratılışın başlangıcından
insanları erkek ve dişi olarak yarattı. Bu nedenle adam, annesini babasını
bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Onlar artık iki değil tek
bedendir” (Markos: 10: 6- 8). Böylece Yeni Ahit, birleşmeyi kutsal kılarak
evliliğin çözülmemesi için tek eşliliği daha uygun göstermiştir. Tanrı’nın
kendisi ”Onlar tek bir beden olacaktır!” demektedir. Kadın ve erkeğin evlilik
ilişkisi budur. Tanrı’nın istediği kadın ve erkeğin, tek bir beden olmasıdır.
Yani çok eşlilik Tanrı’nın yaratılıştaki tasarısına ait değildir (Çelik, 2004:
15). Bu Hıristiyanlık için geçerli bir durumdur. Kadın ve erkek aynı döşekte
birliktelik kurarak tek beden olmaktadır. Ortaya çıkan bu eylem Tanrı’ya sevgi
gösterisidir.
Kadın ve erkeğin birbirini tamamlaması ve adalete uygun olarak
birbirlerinin haklarını gözetmesi için İsa, ısrarla tek eşliliği önermiştir.
Aslında İsa, tek eşliliği bir öğreti değil, Tanrı’nın emri kabul etmiştir
(Parrinder, 2003: 295). Çünkü tek eşlilikle artık evlilik garantiye alınmış
oluyordu. Böylece bozulmayan bir birliktelik Yeni Ahit için emrin sıkı sıkıya
korunması demekti. “Tanrı yaratılışın başlangıcından, insanları erkek ve dişi
olarak yarattı. Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak,
ikisi tek beden olacak. Şöyle ki; onlar artık iki değil, tek bedendir. O halde
Tanrı’nın birleştirdiğini insanlar ayırmasın” (Markos: 10: 6- 9). Bu pasajlar
da göstermektedir ki evlilik tekleşmeyi ve tek bedende bir olmayı
simgelemektedir. Ayrıca bu birliktelik sıradan değil Tanrı’nın istediği bir
birleşmedir.
Hıristiyanlığın ret ettiği ve kadınlar için çok önemli olan uygulamalardan
biri, erkeğin çok eşliliğidir. Hıristiyanlık, evlilik içinde kadına olduğu
kadar erkeğe de mutlak sadakat şartı koşar ve erkeğin ayrıcalığı olan boşanmayı
zorlaştırarak, kadını evlilik içinde güvenceye kavuşturur. Böylece İsa’nın
öğretisinin ikili niteliği bir kere daha ortaya çıkar: bir yandan geleneksel
aile yapısı korunmuş ve onaylanmış olur; öte yandan kadının evlilik içindeki
konumu iyileştirilerek var olan yapıda reform yapılır (Berktay, 1995: 101-
102). Böylece İsa tek eşlilik buyruğuyla hem evliliği hem de evlilik içi cinsel
ilişkiyi sağlamlaştırmış olmaktadır. Çünkü Hıristiyanlığa göre evlilik içinde
haz alma, evlilik dışı veya evlilik öncesi haz almadan çok önemlidir.
Hıristiyanlıkta kesinlikle tek eşli konumda erkeğin karısıyla tatması
gerekenin dışında herhangi bir haz biçimini araması yasaklanmıştır ve hatta
karısından alması gereken haz da bile, cinsel ilişkinin amacı şehvet değil de
üreme olarak saptanmıştır (Foucault, 2003: II, 156). Aksi takdirde İsa’nın tek
olma idealine halel getirilmiş olunacaktır. Onun için amacı saptırmadan bedenin
azaları kurala uygun olarak işlevini yerine getirmelidir. Bu nedenle, “Bedenin
tutkularına uymamak için günahın ölümlü bedenlerinizde egemenlik sürmesine izin
vermeyin. Bedeninizin üyelerini haksızlığa araç ederek günaha sunmayın. Ölümden
dirilenler gibi kendinizi Tanrı’ya adayın; bedeninizin üyelerini doğruluk
araçları olarak Tanrı’ya sunun. Günah size egemen
olmayacaktır.
Çünkü Kutsal Yasa’nın yönetimi altında değil, Tanrı’nın lütfu altındasınız”
(Romalılar: 6: 12- 14). Tanrı’nın lütfu ise bedenin azalarını saptırmadan onun
kutsallığını belirtmek ve onun isteği doğrultusunda tek beden olmaktır. Bunu
yapmayıp sırf cinsel haz almak için eşler birbirlerinin bedenlerini arzularsa,
bu tavır Tanrı’nın lütfune saygısızlık olur. Böylece günaha sapan birisi
kendisini bedenin tutkularına kaptırarak yanlış yola girer. Bu da günahın onun
ölümlü bedeninde yer bulması ve onu hastalıklı hale getirmesi demektir. Yeni Ahit,
kişinin bedenin
tutkularına kendisini kaptırmamasını istemiştir.
Diğer taraftan acaba Hıristiyanların tarihinde hep tek eşle evlenme mi
olmuştur? Çok eşlilik örneğine hiç rastlanmamış mıdır? Bilindiği gibi çok
eşlilik, Tevrat’ta vardı. İncillerde de yasaklanmamıştı. Hıristiyanlıkta tek
eşlilik son asırlarda Yunan ve Roma tesiriyle ortaya çıktı ise de, çok eşlilik
her vakit her yerde yaygın olmuştur (Carullah, 2000: 82). Demek ki, Yeni Ahit,
tek eşlilikte ısrar eden bir din olmasına rağmen yayıldığı ilk dönemlerde onda
çok eşlilik örneğine de rastlanmıştır. Özellikle erkekler kadınlara nazaran
daha çok eşle evlenmişlerdir. Yani tek veya çok eşliliğin cinsiyete göre
değişmesi de söz konusu olmuştur.
Bir kişinin erkek veya kadın olması onun kaç eşle evleneceğinin göstergesi
olmuştur. Bu bağlamda, Hıristiyan dinindeki çok evlilik kadınlar için yasaktır,
fakat erkek için böyle bir yasaklama yoktur. Erkek istediği kadar kadınla
evlenebilmektedir (Arslan, 1999: 33). Böyle bir çelişkinin varlığını İncil’de
bulmak mümkündür. Bunun sebebi özellikle başlangıçta “Seçkin Millet” in süratle
artmasını sağlamak için, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine izin verilmiş
olmasıdır. Ne Eski ne de Yeni Ahit’te poligamiyi reddeden bir belirtiye
rastlanmaktadır (Erbaş, 1998: 211). Hıristiyanlık, her ne kadar tek eşlilik
üzerinde ısrar etse de o da Eski Ahit gibi bir ölçüye kadar çok eşliliğe onay
vermiştir. Fakat özünde Hıristiyanlıkta cinselliğin kendisine karşı olumsuz bir
tavır takınıldığından ne çok eşlilik ne de tek eşlilik, ısrarla üzerinde
durulan evlenme biçimleri olmuştur. Bu evlilikler sadece kişinin günah
işlemesini engelleyen amentüler olarak nitelendirilmiştir.
Tanrı önünde evlenen çiftin birlikteliği, bir beden olmak için
gerçekleştirdiği cinselliği utanılacak yanı olmayan, doğal bir cinselliktir.
Tanrı, eşleri birbirleri için teşvik etmektedir. Tanrı’nın oluşturduğu evlilik
anlayışı monogami (tek eşlilik) ve heteroseksüel (karşı cinslerin ilişkisi) bir
evlilik anlayışıdır (Malcolm ve Üçal, 2006). Yeni Ahit, bunun dışındaki her
türlü cinsellik anlayışına karşı çıkmaktadır. Bu nedenle inanlar Hıristiyan
ahlakına uygun olarak doğal ve tek eşle yaşamayı prensip edinmelidirler. Çünkü
Hıristiyanlara göre birlik, bozulmazlık ve üretkenlik evliliğin temel
amaçlarıdır. Çok eşlilik, evliliğin birliğiyle bağdaşmadığı için tek eşlilik
salık verilir.
Hıristiyanlıkta çok eşlilik, gerek Yahudilikte çok uygulanmasının gerekse
bu hususta kutsal kitaplarda yasaklayıcı bir hüküm bulunmamasının tesiriyle
yüzyıllar boyu uygulanmıştır. Bununla birlikte Hıristiyanlıkta çok eşlilik uzun
süre tartışma konusu olmuş, evlilik anlayışındaki değişiklikler ve bekârlığın
tercih edilmesi karşısında tek evlilik kabul edilmiştir (Ünal, 2002: 136).
Günümüzde de tek eşlilik iyice benimsenmiş hatta tek eşlilikten de feragat
edilerek evliliğin kendisi yozlaştırılmıştır.
Günümüz gerçekliğinde bugün birinin eşi olmak gerçekten yaratıcılık
isteyen bir girişim olmuştur. Kendi kimliğini kocasınınkiyle birleştiren
geleneksel eş imajı artık pek çok kadın için geçerli bir model olmasa da,
Amerikalılar “eşlik” kavramından vazgeçmiyorlar. Bunun yerine, para kazanan,
ortak olarak kendi yeni statülerine ve kocalarının henüz emekleme dönemindeki
ev idarisinde ortak statülerine dayanan, daha kusursuz birliktelikler yaratmak
için çabalıyorlar (Yalom, 2002: 400). Bu gerçeklik günümüz Batı dünyasında var
olan bir durumdur. Tek eşlilik, çok eşlilik kavramları dışında günümüz
Hıristiyan dünyasında, her tarafı saran cinsel endüstrinin ve çağın
koşullarının getirdiği gerekliliklerin baskısıyla evlilik başka bir mecrada
akmaktadır. Günümüzde evlilik artık çözülmeye yüz tutmuş bir kurum olarak
gevşemiş ve dinsel baskıdan iyice uzaklaşmıştır.
Zina, evlilik öncesi ve evlilik dışında yapılan cinsel suçlardan biridir.
Zina fiili kutsal ereğin dışında bir fiil olduğundan tek Tanrılı dinlerin hepsi
onu çok ağır bir suç olarak kabul ederler ve zina suçunu işleyenlere ağır
cezalar verirler (Çalışlar, 1991: 89). Özellikle monoteist dinler meşru
zeminde, yani nikâh ve evlilik şartıyla cinsel ilişkilere izin vermektedir.
Böylece evlilik ve aile kurumu din tarafından özel koruma altına alınmaktadır.
Bu sebeple zina ve aldatma yasaklanmaktadır (Yapıcı, 2007: 76). Semavi
dinlerden Hıristiyanlığın Kutsal Kitabı olan Yeni Ahit, erkek ve kadının evli
kalmak suretiyle doğru olanı yapacaklarını söylemiş ve bunun dışında yapılan
fiillere ise sert bir şekilde karşı çıkmıştır. Çünkü ona göre evlilik dışındaki
her türlü cinsel ilişki, haz veya şehvet almaya yönelik her teşebbüs, yasak
olan eylemlerdir. Çünkü Hıristiyanlık, kadın ve erkeği tek beden olup Tanrı’ya
itaat etmeleri için yaratmış, cinsellik yönünden münzevi perspektifli olan bir
dindir. Bu yüzden amacı bedensel etkinliklere yönelik olan cinselliği, asla
kabul etmez.
Yeni Ahit’te Tanrı, insanlara cinselliği sadece evli olmak şartıyla uygun
görmüştür. Bunun dışında yapılan cinsel hareketleri veya birleşmeleri ise
yasaklamıştır. Zina, genel bir anlam içerir. Şehvet duymak, başkaların namusuna
göz dikmek, kendi eşi dışında başka kişilerin eşleriyle cinsel birleşmeye
girmek, Tanrı’nın yasakladığı kişiler veya şeylere karşı cinsi duygular
beslemek veya onlarla cinsel temasa girmek ve bu minvalde evlilik dışı yapılan
cinsel eylemlerin hepsi, zina kapsamına girer. Her türlü zinayı lanetlemek
Hıristiyan dininde bir yeniliktir. İlk uygarlığın tüm yasaları gibi Tevrat da
evli bir kadınla cinsel ilişki kurulması olarak tanımladığı zinayı,
yasaklıyordu (Russel, 1993: 35). Yeni Ahit, bu motif üstünde sıkça durmuş ve
inananların bu tür hareketlerden uzak durmasını özellikle vurgulamıştır. “Zina
etmeyeceksin dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, bir kadına şehvetle
bakan her adam, yüreğinde o kadınla zina etmiş olur.” (Matta: 5: 27- 28). Bu
ifadelerde keskin bir zina tehdidi vardır. Zinanın şehvet kokan özelliği
insanları kendinden geçirmektedir. Bakmak bile zina açısından ateşli bir
tutkudur. Bu tutkuyla, kadınlara arzulu bakan kişilerin zinakar olduğu
kuşkusuzdur. İsa bunu yapan kişinin yüreğinde, baktığı kadınla cinsel ilişkiye
girdiğini söylemektedir.
Hıristiyanlığa göre zina bir ahlaksızlıktır. Zina yapan kişi yükümlülüklerini
yerine getirmiyor demektir. Evlilik sözleşmesi denilen bağı yaralamakta, diğer
eşin hakkını zarara uğratmakta, evlilik kurumunu zedelemekte ve evliliğin
temelini oluşturan sözleşmeyi ihmal etmektedir. Sürekli bir anne babaya
ihtiyacı olan çocukların ve insan soyunun selametini tehlikeye düşürmektedir
(Pelatre, 1998: 545). Bunun için Yeni Ahit’te cinselliğe ne zaman olumlu olarak
bakıldıysa, bu olumluluk evlilik içinde değerlendirilmektedir. Yeni Ahit’in
bakış açısında evlilik sınırları dışındaki cinselliğin yaşanması söz konusu
bile edilemez. Tanrı isteminde cinsellik yalnızca evlilik kurumu içinde
görülmektedir. Çünkü bir araya gelen iki kişi ruhen ve bedenen tek beden
olmuşlardır. İki kişinin bir beden olması ciddi bir olaydır. Cinsel birleşim,
evlilik antlaşmasının bir işareti olarak gerçekleşmektedir. Tanrı öğretisine
göre evlilik dışı cinsellik günahtır (Malcolm ve Üçal, 2006). Bu durum
Tanrı’nın birliğine ve çiftlerin tek beden olmasına aykırıdır. Bu yüzden
evlilik dışı ilişki yerine Tanrı’nın istediği evlilik içi ilişkiler tercih
edilmelidir.
Diğer taraftan evlilik dışı ilişkide bulunan kadının, kötü olduğu
düşünülürdü. Erkek başkasının karısıyla cinsel birleşmede bulunmadıkça, bu
durum bir başkasının mülkiyetine tecavüz etme suçuydu, günahkâr sayılmazdı
(Russel, 1993: 35). Burada erkek lehine bir tavır söz konusudur. Erkek, gözünü
başka erkeklerin eşine göz çevirdiğinde o zaman yanlış yapmaktadır. Bu durumda
erkek çok büyük bir günah sergilemektedir. Yuhanna İncil’i bu noktada zinayı doğru
bir şekilde ifade etmektedir. “İsa ise zeytin Dağı’na gitti. Ertesi sabah
erkenden yine tapınağa döndü. Bütün halk onun yanına geliyordu. O da oturup
onlara öğretmeye başladı. Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış
bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa’ya, öğretmen, bu kadın tam
zina ederken yakalandı, dediler. Musa, Yasa’da bize böyle kadınların
taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin? Bunları İsa’yı denemek amacıyla
söylüyorlardı; onu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş,
parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine
doğruldu ve içinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın, dedi. Sonra yine eğildi,
toprağa yazmaya başladı. Bunu işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere,
birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde
duruyordu. İsa doğrulup ona kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?
Diye sordu. Kadın, hiçbiri, efendim, dedi. İsa, ben de seni yargılamıyorum,
dedi. Git, artık bundan sonra günah işleme” (Yuhanna: 8: 1- 11). Zina eylemi
Yuhanna İncil’inin yukarıdaki bölümünde bir günah olarak kadına yüklenmiş fakat
İsa kesin olmadan yapılan suçlamaların yersiz olduğunu dile getirmiştir. Böyle
riskli bir günahın başkasına atılmasının tehlikeli olduğunu vurgulayan İncil,
kesinlik taşımadan bir kadına zina iftirası atmanın doğru olmadığını
belirtmektedir. Ayrıca önce iğneyi kendine sonra çuvaldızı başkasına
batırmadan, başkasının günah işleyip işlemediğini bilmenin anlamsızlığına vurgu
yapan İsa, önce bu hatayı yapanları yargılamak gerektiğini belirtmektedir.
Kadını suça iten nedenin erkekten kaynaklandığını belirtmek isteyen İsa’nın
tavrını masumiyet açısından kadın lehine kullanması da ilginç bir durumdur. İsa
Mesih’i neden sınamak istiyorlardı? Çünkü İsa Kutsal Yasa’nın söylediklerini
başka bir bakış açısıyla insanlara açıklıyordu. Bu yüzden Kutsal Yasa’ya göre
çok ciddi ve ölüm cezası gerektiren bir suçla karşısına gelerek ne yapacağını
görmek istediler. Zina Tanrı’nın gözünde çok çirkin bir şeydi. Çünkü böylece
Tanrı’nın yaratmış olduğu bedeni ve ruhu kirletiyordunuz. Zina aynı zamanda
Tanrı’nın büyük saygı duyduğu evlilik kurumuna karşı işlenmiş büyük bir suçtu
(Çelik, 2004: 25- 26). Bu yüzden İsa’nın bakış açısını bilmek ve böyle bir
durum karşısındaki tavrını da görmek istediler.
Evlilik dışı cinsel ilişki bedene bulaşan bir günahtır. Hıristiyanlık,
bedenle günahı bir araya getirmekten çekinmeyen bir dindir. Bunu ilkçağlardan
itibaren görmek mümkündür. Özellikle Yunan felsefesinin Platoncu geleneği ile Hıristiyan
öğretiyi kaynaştırmaya çalışan, Hıristiyanlığın en büyük düşünürlerinden olan
Saint Augustinus, itiraflarında beden ve günah arasındaki yakınlığı açıkça
ortaya koymaktan çekinmemiştir. “Bana bedenin tutkularından, gözün
tutkularından ve yaşamın gösterişçiliğinden kaçınmamı buyuruyorsun. Yasal
olmayan cinsel ilişkileri yasakladın, evliliği onaylamana rağmen ondan daha iyi
bir durumun var olduğunu söyledin” (Augustinus, 1999: 244). Burada görüldüğü
gibi bedenle günah arasında ilişki kuran St. Augustinus, İsa’nın evliliği
önermesine rağmen ondan daha iyi bir durum sunduğuna da itiraf etmektedir. St.
Augustinus, Hıristiyanlıkta kadına karşı olumsuz bakışıyla tanınır. O insanın,
daha dünyaya gelmeden önce ilk günahı işlemesinden dolayı, suçlu ve günahkâr
olduğuna inanır. Bunun için kadına ve bedene günahkâr olarak bakar.
Evlilik
dışı cinsel ilişki tehlikeli ve yasak olduğundan bu yasak ilişki, insan
bedenine bulaşan ve insanı kirleten bir hastalık olarak ifade edilmiştir.
Bu hastalığa yakalanan kişi artık hem bedeninde hem de kalbinde bir çürümeyle
karşı karşıyadır. Yeni Ahit, Hıristiyanların bu kirliliği, bedenlerinden
uzaklaştırmasını ister. Onun hükmü altına alınmayı Tanrı’ya ihanet sayar.
”Bedenin tutkularına uymamak için günahın ölümlü bedenlerinizde egemenlik
sürmesine izin vermeyin. Bedeninizin üyelerini haksızlığa araç ederek günaha
sunmayın. Ölümden dirilenler gibi kendinizi Tanrı’ya adayın; bedeninizin
üyelerini doğruluk araçları olarak Tanrı’ya sunun. Günah size egemen
olmayacaktır. Çünkü kutsal Yasa’nın yönetimi altında değil, Tanrı’nın lütfu
altındasınız” (Romalılar: 6: 12- 14). İmanlı kişi kendisini bedeninin
tutkularına kaptırmaz aksine bedeni onun imanı için bir araçtır. Kim günahı
bedeninde tutsak etmez ve onu azalarından atarsa, o yüceliğin yasasına ulaşır.
Kutsal ilahın istediği günahsız ve şehvetsiz bir bedendir.
Yeni Ahit, yasaya uymayı evli kadının kocasına sadık kalmasına benzetir.
Nasıl ki insan Tanrı’ya bağlılığını devam ettirip onu başka Tanrılarla
aldatmazsa evli kadın da kocasına bağlılığında sadık kalmalıdır. Yoksa
Tanrı’nın egemenliğinden çıkar ve zinanın kirliliğinde anlamsız kalır. Nitekim
Yeni Ahit bunu şöyle izah eder: “Bilmez misiniz ki, ey kardeşler-Kutsal Yasa’yı
bilenlere söylüyorum- yasa ancak insana yaşadığı sürece egemendir? Örneğin evli
kadın, kocası yaşadıkça yasayla ona bağlıdır; kocası ölürse, onu kocasına
bağlayan yasadan özgür olur. Buna göre kadın, kocası yaşarken başka bir erkekle
ilişki kurarsa, zina etmiş sayılır. Ama kocası ölürse, kadın yasadan özgür
olur. Şöyle ki, başka bir erkeğe varırsa, zina etmiş olmaz (Romalılar: 7: 1-
3). Evlilik süreci içerisinde kadın kocasına bağlıyken hiçbir şekilde zinaya
yaklaşamaz. Fakat kocası öldükten sonra kadın yasadan özgür olur ve istediği
kişiyle evlenebilir. Bu bakımdan kadın, hem kocasına hem de Tanrıya bağlılığını
bildirerek evlilik dışı cinsel ilişkiye girmemelidir.
Esasında zina kavramı günah kavramının çözümlenmesiyle daha iyi
anlaşılabilir. Günah, insanın içini kemiren bir kurt gibi kişiyi mahveder. O,
bir anlamda insanın kendi kendisini arzularıyla yiyip bitirmesidir. Bunun
içindir ki insanın kendisini ayartmasıdır da denilebilir. Tanrı’nın buna karşı
çıkması insanın mutluluğu için olsa da kişi bunun farkında değildir. O
günahlara gebedir ve bununla yani şehvet dolu bir arzuyla yaşamayı kabullenir.
Yeni Ahit, insanın bu dizginlenemeyen arzu ve şehvet gerçeğine parmak
basmıştır. “Ne mutlu denemeye dayanan kişiye! Denemeden başarıyla çıktığı zaman
Rabbin kendisini sevenlere vaat ettiği yaşam tacını alacaktır. Ayartılan kişi,
Tanrı beni ayartıyor demesin. Çünkü Tanrı kötülükle ayartılmadığı gibi kendisi
de kimseyi ayartmaz. Herkes kendi arzularıyla sürüklenip aldanarak ayartılır.
Sonra arzu gebe kalır ve günah doğurur. Günah olgulaşınca da ölüm getirir
(Yakup’un Mektubu: 1: 12- 15). İsa bir anlamda günahtan uzaklaşıp kendisini saf
bir şekilde Tanrı’nın huzuruna götüren kişileri mutlu sona kavuşan imanlılar
olarak görmektedir. Bu kişilerin hiçbir günahın ayartmasının etkisinde
kalmadan, denemeden başarıyla geçtiğini vurgulamaktadır.
Ancak kendi kendisini günahla ayartanların ve Tanrı’nın ayartmasıyla
ayartıldıklarını zannedenlerin denemeden geçemeyeceklerini ve günahkâr olarak
öleceklerini belirtmektedir. Çünkü İsa Tanrı’nın hiçbir insanı günahla
ayartmayacağını ve ancak kendilerinin günaha düşeceklerini vurgulamaktadır.
Yeni Ahit’te Tanrı’nın günahlar konusunda insanların iradesine karışmadığı
ancak insanların kendi elleriyle bu bataklığa sürüklendiği, bakış açısı vardır.
Onun bu bakış açısına göre, içinde şehvet ateşini gizleyen kimselerin
yaptıkları günahı Tanrı’nın ayartması olarak kabul etmemeleri gerekir. Kişi
içinde taşıdığı günah dolayısıyla kendisini arzulara kaptırır. Bunun
neticesinde kendisini ayartmış olur. Yeni Ahit, bu uyarıya dikkat çekerek
inananlarını uyarır. Nitekim Petrus’un İkinci Mektubu’nda, kendisini ayartan
insan tipinin özellikleri belirtilirken, onlar şöyle tarif edilir: “Gözleri
zinayla doludur, günaha doymazlar. Kararsız kişileri ayartırlar” (Petrus’un II.
Mektubu: 2: 14). Görüldüğü üzere gözlerinden şehvet akan ve imanı konusunda
karasızlık yaşayan kişiler kendisini, zinanın ayartıcılığına kaptırarak
mahvederler. Yeni Ahit böyle kimselerin bir an önce Tanrı’nın yasalarının
egemenliği altına girerek sakinleşmelerini ister.
Günah yoluna düşüp kendisi ayartanların kurtuluş ümidi yok mudur? İsa
günahtan kurtulmanın yolunu ise en açık biçimde şu şekilde ifade etmiştir: “Bu
yolda yürüyenler için ayartma yoktur. Bu yol ise şeytandan uzak durup Tanrı’ya
sığınmaktır. Ayık olun, uyanık olun. Düşmanınız İblis, kükreyen aslan gibi
dolaşarak, yutabileceği birini arıyor “(Petrus’un I. Mektubu: 5: 8). İşte
günaha düşenlerin kurtuluş reçetesi şeytanın ayartmalarından olduğunca
kaçınmaktır. Bunu yapan kişi eğer Tanrı’ya sığınırsa bu hastalıktan ebediyen
kurtulmuş olmaktadır. Ancak bu şekilde kişi doğru yolu bulabilir. Aslında
günahsız olan Mesih bu konuda etkin rolünü ortaya koyarak inananları huzura
kavuşturup onları günahtan kurtarmaya çalışmaktadır. “Mesih’in günahları
kaldırmak için belirgin olduğunu biliyorsunuz. O’nda günah yoktur (Yuhanna’nın
I. Mektubu: 3: 5). Mesih, günahsız olduğuna göre inananlar şeytanın
ayartmasından kaçıp bir an önce ona sığınmalıdırlar. Çünkü denemeden geçip
Tanrı’nın göğünün altında mutlu sona ulaşmanın tek yolu şeytanın ayartmalarından
kaçıp, İsa’ya ve dahası Tanrı’ya sığınmaktır. Ancak bu yolla Hıristiyanlar
zinadan uzaklaşıp paklanabilirler.
Evliliğin sona erdirilmesi demektir (Doğan, 1996: 158). Boşanma,
Hıristiyanlıkta kabul edilmeyen bir durumdur. Yeni Ahit, karı kocanın
boşanmasından yana değildir. O, boşanmayı Tanrı’ya karşı bir saygısızlık olarak
görür. Çünkü zaten cinselliğe karşı bir önyargısı olan ve verimli olup soyu
sürdürmekten yana olan Hıristiyanlık için boşanma, gerçekten iç açıcı bir durum
değildir. Bu, Hıristiyanlık için onursuz bir davranıştır. Bunun cezası
büyüktür. Öyle ki boşanma neredeyse tek affedilmez günah olarak kabul
edilmişti; böylece bu gizemli hata İsa tarafından Kutsal Ruh’a karşı işlenen
günah olarak tanımlanmıştı (Parrinder, 2003: 296). Bu durumu Matta İncil’inde
görmek mümkündür: “Kim karısını boşarsa ona boşanma belgesi versin, denmiştir.
Ama ben size diyorum ki, karısını fuhuş dışında bir nedenle boşayan onu zinaya
itmiş olur. Boşanmış bir kadınla evlenen de zina etmiş olur” (Matta: 5: 31-
32). Evliliği sürdürmek temel gaye olmuştur. Boşanma fiilinin kendisi Yeni Ahit
için menfi bir anlam taşır. Kişi, ne evliliğinden vazgeçip boşanmalı ne de
boşanmış bir kadına yaklaşmalıdır. Çünkü boşanma eylemiyle bir şekilde ilişkisi
olan kişiler kirlidirler, zina etmişlerdir. Yeni Ahit, normal şekilde bir
boşanmayı kabul etse bile yine gizli bir tiksintiyle bu fiile karşıdır. Bu
surette boşanma, Kiliseye göre doğa yasasına karşı işlenmiş ciddi bir suçtur.
Boşanma, eşler arasında ölünceye dek birlikte yaşamak üzere yapılmış olan
sözleşmenin ihlali demektir. Ayrıca, boşanma evlilik sınırının işareti olan
esenlik antlaşmasına hakarettir. Aslında yeniden evlenen eş açıkça ve sürekli
zina durumunda sayılır (Pelatre, 1998: 545). Bu durumda kişi Tanrı’ya karşı çok
büyük günah işlemektedir. O ya boşanmamalıydı ya da bekâr kalıp Tanrı’ya
kendini adamalıydı.
Hıristiyanlık, boşanmaya karşı gönülsüz olduğundan boşanan eşlere,
yaptıkları bu olumsuz davranışlarından dolayı sert yaptırımlar getirmiştir.
Bunu Yeni Ahit’in Matta İncil’inde görmek mümkündür: “İsa’nın yanına gelen bazı
Ferisiler, onu denemek amacıyla şunu sordular: Bir adamın herhangi bir nedenle
karısını boşaması kutsal yasaya uygun mudur? İsa şu karşılığı verdi: Kutsal
yazıları okumadınız mı? Yaratan başlangıçta insanları erkek ve dişi olarak
yarattı. Şöyle dedi: Bu nedenle adam anne babasını bırakıp karısına bağlanacak,
ikisi tek beden olacak. Şöyle ki onlar artık iki değil tek bedendir. O halde
Tanrı’nın birleştirdiğini, insan ayırmasın. Ferisiler İsa’ya, öyleyse, dediler,
Musa neden erkeğin boşanma belgesi verip karısını boşayabileceğini söyledi? İsa
onlara: İnatçı olduğunuz için Musa karılarınızı boşanmanıza izin verdi, dedi.
Başlangıçta bu böyle değildi. Ben size şunu söyleyeyim, karısını fuhuştan başka
bir nedenle boşayıp başkasıyla evlenen, zina etmiş olur. Boşanan kadınla
evlenen de zina etmiş olur. Öğrenciler, İsa’ya: Eğer erkekle karısı arsındaki
ilişki buysa, hiç evlenmemek daha iyi, dediler. İsa onlara, herkes bu sözü
kabul edemez, ancak Tanrı’nın güç verdiği kişiler kabul edebilir, dedi. Çünkü
kimisi doğuştan hadımdır, kimisi insanlar tarafından hadım edilir kimisi de
Göklerin Egemenliği uğruna kendisini hadım sayar. Bunu kabul edebilen etsin!”
(Matta: 19: 3- 12). Bu pasaj çetrefilli gibi görünse de aslında ısrarla kadın
ve erkeğin tek beden olmasını isteyen Hıristiyanlığın, boşanmaya karşı menfi
tavrını göstermektedir. Eğer kişi evlenecekse ya bu davranışına sadık kalıp
boşanmayı asla aklından geçirmeyecektir ya da bekârlığı tercih edip evlenmeyecektir.
Eğer kişi birinci seçeneği kabul ederse yani evlenmeyi kabul ederse o zaman
Tanrı’nın yolundan ayrılmadan ona karşı görevlerini aksatmadan sanki evli
değilmiş de sadece Tanrı’ya sürekli bağlılığını ifade eden bir münzeviymiş gibi
davranacaktır. Boşanma eylemini gerçekleştirip zina yapmayacaktır. Çünkü
İsa’nın gözünde boşanmış biri zina yapmış olanla eşdeğerdir. Eğer kişi ikinci
seçeneği tercih edip hiç evlenmezse o zaman sürekli Tanrı’ya itaat edecek ve
onun yolundan çıkmayacaktır. O, evlenmese de olur. Çünkü burada asıl önemli
olan Tanrı’ya karşı kayıtsızlığın olmamasıdır. Bunu gerçekleştiren ister evli
olsun ister bekâr, medeni hali önemli değildir. Çünkü bunlar Tanrı’nın güç
verdiği, onlara ışık olduğu kişilerdir. Gerekirse bunlar, evliyken bile
hadımmış gibi davranıp kadınlarının evlilikte kendilerini Tanrı’nın yolundan
ayırmasına izin vermezler. Bekârken de hiçbir cinsel şehvet duymadan Tanrı’nın
kendilerine verdiği güçle yine Tanrı’ya hizmet ederler.
Matta İncil’indeki pasajlara benzer bir diğer ifade de boşanan adamın
durumunu açıkça ortaya koyan Yeni Ahit’in Markos İncil’indeki metinlerdir.
“Yanına gelen bazı Ferisiler onu denemek amacıyla, bir erkeğin, karısını
boşaması Kutsal Yasa’ya uygun mudur? Diye sordular. İsa karşılık olarak, Musa
size ne buyurdu? Dedi. Onlar, Musa, erkeğin bir boşanma belgesi yazarak
karısını boşamasına izin vermiştir, dediler. İsa onlara, inatçı olduğunuz için
Musa bu buyruğu yazdı, dedi. Tanrı, yaratılışın başlangıcından, insanları erkek
ve dişi olarak yarattı. Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına
bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Şöyle ki; onlar artık iki değil, tek
bedendir. O halde Tanrı’nın birleştirdiğini insanlar ayırmasın. Öğrencileri
evde ona yine bu konuyla ilgili bazı sorular sordular. İsa onlara, karısını
boşayıp başkasıyla evlenen, karısına karşı zina etmiş olur, dedi. Kocasını
boşayıp başkasıyla evlenen kadın da zina etmiş olur.” (Markos: 10: 2- 12).
Esasında, Yeni Ahit’in karşı olduğu şeyin, evliliğin birleştirilmesinden çok
boşanmanın ayırması olduğu görülecektir. Boşanan adam, başlangıçtaki yaratılış
olayının tekliğine zarar vermiş olacaktır. Kadın ve erkek tek beden olmuş ve
Tanrı’nın şahsında birlik olmuşlardır. Bu birliği boşanmayla bozan kişi
Tanrı’ya karşı asilik yapmış olmaktadır. Çünkü Tanrı’nın birleştirdiği şeyi
insanlar ayırmış olmakla zina etmiş oldular. Bu hataya düşmek istemeyen kadın,
kocasına koca da karısına bağlı olmalı onu başkalarıyla aldatmamalı ve bu
şekilde ikisi de zinadan kaçınmalıdır. Ayrıca ikisi de Kutsal birliğin amacına
saygı göstermelidir.
Kısacık yaşamı süresince belki de hiçbir kadınla yatma olanağı bulmamış
olan İsa; ” Kim karısını boşar ve başkasıyla evlenirse, ona karşı zina eder.
Kadın kocasını boşar, başkasıyla evlenirse zina eder.” diyordu (Kılıç, 2000:
146). Boşanmayı zina derecesinde gören İsa, Luka İncil’inin bir metnindeyse
şöyle bir ifadede bulunuyordu: “Karısını boşayıp başkasıyla evlenen zina etmiş
olur. Kocasından boşanmış bir kadınla evlenen de zina etmiş olur” (Luka: 16:
18). Aynı tema ve sürekli vurgulanan boşanma uyarısı aynı isteği dile
getirmektedir; kadın ve koca evliliğe bağlı olmalıdır. Bu bağ koparsa kişi
tehlikeye düşmektedir. Çünkü Hıristiyanlık, karısına sevgi göstermeyen kocanın
veya kocasına sevgi göstermeyen kadının Tanrı’ya da sevgi göstermeyeceğini
ifade etmektedir. Eğer eşler gerçek anlamda birbirlerine sevgi ve saygı
çerçevesinde yaklaşırlarsa Tanrı bundan büyük memnuniyet duyacaktır. Ama
eşlerin birbirine karşı besledikleri sevginin de ölçüsü yine Tanrı sevgisidir.
Tek beden olan çiftler birbirlerini Tanrı’yı sevdiklerinden daha çok
sevmeyeceklerdir. O zaman yanlış yola sapmış olurlar. Bu bağlamda boşanma
zinayla eşdeğer tutulmuş olmaktadır.
Boşanma, İncil’in birçok yerinde şiddetle karşı çıkılan bir davranış
olarak görülmekle birlikte Korintliler bölümünde yine kendisine karşı çıkılmış
fakat burada evlenmeye karşı bir soğukluk da göze çarpmaktadır. Evlilik bir
anlamda kocaya fazla ilgi göstermek yüzünden Tanrı’nın arka plana itilmesi
olarak ifade edilmektedir. Ayrıca
bu
durumdan oldukça yakınılmaktadır. Bu ilginç ayrıntı ilginin en çok Tanrı’ya
gösterilmesi için bir uyarıdır. “Karın varsa, boşanmayı isteme. Karın
yoksa kendine eş arama. Ama evlenirsen günah işlemiş olmazsın. Bir kız da
evlenirse günah işlemiş olmaz. Ne var ki evlenenler bu yaşamda sıkıntılarla
karşılaşacak. Ben sizi bu sıkıntılardan esirgemek istiyorum. Kardeşler, şunu
demek istiyorum: Zaman daralmıştır. Bundan sonra karısı olanlar karısı yokmuş
gibi, yas tutanlar yas tutmuyormuş gibi, sevinenler sevinmiyormuş gibi, mal
alanlar malları yokmuş gibi, dünyadan yararlananlar alabildiğine
yararlanamıyormuş gibi olsun. Çünkü dünyanın şimdiki hali geçicidir. Kaygısız
olmanızı istiyorum. Evli olmayan erkek, Rabbi nasıl hoşnut edeceğini düşünerek,
Rabbin işleri için kaygılanır. Evli erkekse karısını nasıl hoşnut edeceğini
düşünerek dünya işleri için kaygılanır. Böylece ilgisi bölünür. Evli olmayan
kadın ya da kız hem bedence hem de ruhça kutsal olmak amacıyla rabbin işleri
için kaygılanır. Evli kadınsa kocasını nasıl hoşnut edeceğini düşünerek dünya
işleri için kaygılanır” (I. Korintliler: 7: 27- 34). Bunlar çok ilginç ve
doğrusu şaşırtıcı pasajlardır. Bu kez evliliğe olmasa da olur, gözüyle
bakılmaktadır. Bunlar, sanki evlenen kişiye artık evlendiği için zorunlu olarak
katlanması gerektiğini vurgulayan ifadelerdir. Madem evlenmişse bir şey olmaz
ama keşke evlenmeseydi, mealindeki bu ifadeler, Yeni Ahit’in belirsiz duruşunun
ifadesidir. Ruhani bir bakış açısıyla hareket eden İsa, bekâr kadın ve erkeğin
tavrını övmekte ve desteklemektedir. Çünkü onlar Tanrı’ya daha çok bağımlı
kalabilirler. Oysaki evli kadın veya erkek birbirlerine ilgi gösterip Tanrı’yı
unutacaklardır. Bunun önüne geçmek için İncil, inananlarını adeta bekârlığa
özendirmektedir. Tabiî ki, bu da cinselliğin arka plana itilmesi ve
Hıristiyanların dünya hayatından el etek çekip çileciliğe gömülmeleri anlamına
gelmektedir. Buradan hareketle İncil’in cinsel ilişkiye olumsuz baktığını da
çıkarabiliriz. Cinsel birleşmeyi ancak evlilikle kabul gören Hıristiyanlık, bunu
gönül rahatlığıyla önermemektedir. Çünkü Hıristiyanlık, gerçekten çileci ve
asketik bir dindir. Özellikle rahip ve rahibeler münzevi hayatı yaşayarak
kendilerini evlilikten uzak tutmuşlardır. Günümüzde bile evlenmeyen rahip ve
rahibelerin varlığı bunu kanıtlamaktadır.
Rahip ve rahibelerin evlenmemesi yani bir anlamda çilecilik (asketizm) ile
ilintili bir kavramdır. Asketizm ise başka bir deyişle çilecilik, dünyevi olan
her şeyi ret eden içeriğiyle bedenin denetlenmesinin en uç biçimidir. Dinsel
anlamda kendini inkâr; yeryüzünden el etek çekmek; yeme içme ve diğer dünyevi
şeylerden uzak durarak dinsel disiplini sağlama metodudur (Gündüz, 1998: 43).
Bir anlamda ruhbanlık gibi bir durum söz konusudur. Zaten ruhbanlığın kelime
anlamı da korkmak demektir. Kendini arındırmak için nefsin zevklerinden
kaçmaktır.
Ruhbanlık, özellikle Hıristiyan dünyasında ilk asırlardan günümüze değin
var olan bir durumdur. Esasında Hıristiyan ruhbanlığı, evliliği ve aile
hayatını fiilen haram kılarak, acımasızca nikâh bağlarını koparmıştır. Öyle ki
IV. ve V. asırlarda "bekâr kalmak" en yüce ahlâkî erdemlerden biri
olarak kabul ediliyordu. Onlara göre iffetli olmanın anlamı, cinsel ilişkiden
kaçınmak ve evlenmemekti. Hatta nikâhlı olsalar bile kadın-erkek ilişkisi onların
iffet telakkilerine tersti. Çünkü pak ve temiz bir ruhsal terakki, nefsi
öldürmeyi gerekli kıldığından, lezzet ve zevklerden uzak kalınmalıydı. Onlara
göre, maddi istekleri yok etmek, insanın hayvanî arzularını öldürmek demekti.
Dolayısıyla lezzet ve günah aynı şeylerdi. Öyle ki, bir şeyden memnuniyet
duymak, Tanrı'yı unutmak anlamına geliyordu. Bu yüzden St. Basil, gülmeyi ve
tebessüm etmeyi dahi yasaklamıştır. Yine aynı nedenler dolayısıyla bir erkek
ile kadının evlenmesi kötü bir fiil olarak kabul görüyordu. Rahipler için değil
evlenmek, bir kadının yüzüne bakmak bile günahtı. Nitekim bir kimse evliya veya
rahip olmak istiyorsa hanımını terk etmek zorundaydı. Aynı husus erkekler gibi
kadınların zihinlerine de yerleştirildi. Yani, şayet onlar da semavi saltanatın
içine girmek istiyorlarsa, hiç evlenmemelidirler veya evli iseler kocalarından
ayrılmalıdırlar. St. Jerom gibi ünlü Hıristiyan bir âlim şöyle diyor:
"Şayet bir kadın İsa uğruna bakire kalır ve ömrü boyunca evlenmezse, o
artık İsa'nın gelini olur. O kadının annesi de Tanrı'nın yani İsa'nın
kayınvalidesi olma şerefine erer." Yine St. Jerom bir başka yerde,
"İffetin kılıcıyla evliliğin ipini kesmek, bu yolun yolcusu için ilk
şarttır" demektedir. Böyle bir talimatın evli bir kadın ile erkek üzerindeki
ilk etkisi, onların mutlu evliliklerinin son bulması şeklinde tezahür
etmekteydi. Çünkü Hıristiyanlıkta boşanmak söz konusu olmadığından, kadın ve
erkek ayrı kalmak zorundaydı. Örneğin iki çocuk babası olan St. Nilus,
ruhbanlığın etkisi altına girdiğinde, karısını ağlar bir halde bırakarak ondan
ayrılmıştır. St. Amman zifaf gecesinde, karısına iffet üzerine vazetmiş ve
sonunda her ikisi de hayatları boyunca ayrı yaşamak konusunda anlaşmışlardı.
St. Abraham ise, daha ilk gece karısını bırakarak kaçmıştır. Aynı davranışı St.
Alex de yapmıştır. Öyle ki Hıristiyanların Aziz menkıbelerini anlatan
kitapları, bu tür örneklerle doludur (Hackhell, 2007). Cinselliğin korku ve
günah olarak algılanıp baskı ile içselleştirilmesi ve sonucunda gelen toplumdan
soyutlanış, Hıristiyanlığın önemli problemlerinden biridir. Çünkü bu davranış
tarzı olmadığında insanın doğasının zorlanabileceği ve bunun en az ekmek ve su
kadar elzem olan bir ihtiyaç olduğu açıktır.
Burada ruhbanlığın başlatıcılarından olan İsa’nın da etkisini göz ardı
etmemek gerekir. Çünkü Başkâhin olan İsa, Tanrı için bir ruhban sınıfı
oluşturmuştur (Karakurt, 1994: 28). O, bir anlamda kendisi de bir bekâr olarak,
evlenmeye olumsuz bir örnek teşkil etmiştir. Bu durumda Hıristiyanlıkta
kadınlara karşı bir kayıtsızlık, onlara karşı bir sevimsizlik ortaya çıkar.
”144 000 kişi, tahtın önünde, dört yaratığın ve ihtiyarların önünde yeni bir
ezgi söylüyordu. Yeryüzünden satın alınmış olan bu kişilerden başka kimse o
ezgiyi öğrenemedi. Kendilerini kadınlarla lekelememiş olanlar bunlardır. Pak
kişilerdir” (Vahiy: 14: 3- 4). Bu pasajlara göre sayısı çokça fazla olan ve
kendilerini Tanrı’ya adayan bu kişiler, kadınlardan uzak duranlardır. Böylece
onlar kadınlarla kendilerini lekelemeyerek temiz olduklarını ispatlamışlardır.
Bu tavır, ruhbanlığın kadına karşı içten içe iticiliğinin en bariz
göstergesidir. Rahiplerin evlenmesi bir yana onların kadına karşı sevimlilik
göstermeleri bile çok büyük bir adımdır.
Vurgulanması gereken bir nokta da Katolik Hıristiyanlarda görülen din
adamlarının evlenmemeleri gerektiği inancı Artemis Tapımı[7]’ndan
kalma bir gelenek olarak bilinmektedir. İşte rahip ve rahibeler aslında bu
geleneğin sürdürücüsüdürler. Buna benzer bir görüş de şöyledir: Alman düşünürü
Schopenhauer, bir kadınla bir erkeğin birleşmesinin çok iğrenç bir şey
olduğunu, İsa’nın böylesine iğrenç bir ilişkinin ürünü olmamak için babasız
doğduğunu ileri sürmüştür (Hançerlioğlu, 1993: 134). Bu yüzden rahip ve
rahibeler evlenmeye karşı çıkıp kendilerini cinsel perhize adarlar. Cinsellik,
evlilik içinde yaşandığına ve din adamları da evlenmediğine göre yapılacak bir
tek şey kalmaktadır; o da cinselliği bilinçaltına atmak ve ruha yönelmektir.
Kendini sadece Tanrı’nın yolunda ve Tanrı’ya adamak, din adamlarının çıkmaz
sokağı olmuştur.
Bir Hıristiyan’ın evlenmeyip bakir kalması, aslında bir çeşit kutsal
adanmadır. Göklerin egemenliği uğruna bakire kalma vaftiz ruhunun bir
yayılması, Mesih’le olan bağın önceliğinin, Mesih’in dönüşünü hararetle
bekleyişin güçlü bir işaretidir. Aslında bakire kalma, evlenmenin fani olan bu
dünyanın bir gerçeği olduğunu anımsatan emaredir. Tanrı’nın egemenliği uğruna
bakire kalmaya itibar etmek ile Hıristiyan evliliğinin anlamı, birbirinden
ayrılmaz ve karşılıklı olarak birbirlerini desteklerler (Pelatre, 1998: 390).
Bu anlamda bakire kalma ruhbanlıktan biraz uzaklaştırılıp kutsal amaca hizmet
etme hususunda yumuşatılmaktadır.
Yeni Ahit’te, bekârlık bu dünyada tercih edilen bir yaşama biçimi olduğu
takdirde övülmekte hatta ebedi hayatta bunun bir karşılığının olduğu izlenimi
verilmektedir. Markos İncil’inde bekârlar, melek sıfatıyla
nitelendirilmektedir. “İnsanlar ölümden dirilince ne evlenir ne evlendirilir,
göklerdeki melekler gibidirler” (Markos: 12: 25). İşte bunun gibi ve daha
birçok nedenle kilise bekârlığı destekler. Bu bağlamda rahipler, Mesih İsa’ya
daha çok benzer. Kilise, imanlılara eziyete sabırla dayanmalarını ve en güç
koşullarda bile Tanrı’nın buyruklarına boyun eğmelerini görevini vazeden
rahiplerin, İncil için kişisel büyük özveride bulunduklarını açıkça gösteren
bir yaşam sürdürmelerini istemektedir. Rahiplerin bekârlığına, ahireti
anımsatan bir işaret denmiştir. Çünkü bu dünyada bekâr olarak yaşamını sürdüren
kişi, aslında gelecek yaşamın gerçeğine uygun biçimde yaşamaktadır. Böylece
kişi ebedi yaşama olan inancını göstermektedir (İannnitto, Jacob ve Hıdıroğlu,
1994: 320). Kişi ebedi hayattaki yaşamın provasını bu dünyada bekâr olarak
sergilemektedir. Bir nevi bu dünyada kendisini Tanrı için bekâr bırakan kişi
öte tarafta ödül olarak Tanrı’nın yanında yaşamayı hak etmiştir.
Özellikle Hıristiyan rahip ve rahibeleri kendilerini cinsel perhizlere
adayarak ve manastırlara kapatarak olması gereken cinsellikten uzak kalmaya
çalışmışlardır. Nitekim Ortaçağ’da sıkça karşılaşılan bu durum Hıristiyanlıkta
giderek gündelik bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Bu bağlamda boşanma, bazen
evlenmeyenler için cinsellikten uzak durmanın bir çözüm yolu olmuştur. Çünkü
farklı bir taraftan bakıldığında İsa’ya göre evli olan insan, eşine ayıracağı
zamanı Tanrı’ya ayırarak daha verimli olabilirdi. Bu bağlamda dul kalan kadının
kendini Tanrı’ya adaması da bir çeşit asketik davranıştır. O yalnızlığını
Tanrı’yla gidererek ruhunu verimli kılabilmektedir. “Gerçekten kimsesiz, yalnız
kalmış dul kadın, umudunu Tanrı’ya bağlamıştır; gece gündüz ona dilekte
bulunmaya ve dua etmeye devam eder. Kendini zevke veren dul kadınsa daha
yaşarken ölmüştür. Daha genç dulların evlenmelerini, çocuk yapmalarını,
evlerini yönetmelerini, düşmana hiçbir iftira fırsatı vermemelerini isterim.
Kimisi zaten sapmış şeytanın ardına düşmüştür. İmanlı bir kadının dul yakınları
varsa onlara yardım etsin. İnananlar topluluğu yük altına girmesin ki,
gerçekten kimsesiz olan dullara yardım edebileşin” (Pavlus’tan Timoteos’a
Birinci Mektup: 5: 5 -6; 14-16). Pavlus mektubunda dulların bile bekâr
kaldıklarında zevke ve sapkınlığa yönelmemelerini, kendilerini Tanrı yolunda
güzel işlere adamalarını istemiştir. Böyle yapan dul bir kadının daha yaşarken
ölmeyi tercih ettiğini söylemektedir. Fakat çok genç olan dulların kendilerini şehvetten
uzak tutmaları için onların evlenebileceğini ve çoluk çocuğa karışabileceğini
vurgulamaktadır.
Aslında dul kalıp Tanrı’ya kendini adamakla bekâret arasında da bir ilişki
söz konusudur. Çünkü dul kalan kadın da, kendisini bakir bırakıp evlenmeyen kadın
da aynı ruhbanlığı göstermiştir. İkisi de kendilerini Rabbe adayabilecekleri
münzevi bir hayat tercih etmişlerdir. Bu bağlamda Hıristiyanlıkta kadınlar için
tek seçenek evlilik değildir; bekâretlerini koruyarak kendilerini Tanrı’ya
adayabilmektedirler. İncil’in dediği gibi, İsa’nın nişanlısı olmayı dünyevi
gelinliğe tercih edebilirlerdi. Çünkü nişanlı olan başka bir deyişle bakire,
bekâretini korumakla ve onu Tanrı’nın emrine sunmakla, Havva’nın işlediği ilk
cinsellik günahının sonuçlarını çekmekten kurtulmuş olur. Çünkü onun kocası
olmadığı için, yeryüzünde ne arzu duyacağı ne de tabi olmak zorunda kalacağı
bir efendisi vardır (Berktay, 1995: 104). O özgür ve adanmış bakire bir
kadındır. Bu yüzden Tanrı’nın gözünde o kurtulmuş bir inanandır.
Tanrı’nın
gözünde kurtulmak bir anlamda bekârlığa övgüdür. Çünkü bekâr kimse kendini
Tanrı’ya adayarak ona olan sevgisinin çokluğunu ifade etmek istemiştir. Bu
yüzden Yeni Ahit, bir anlamda bekârlığa ayrıcalık tanır. Özellikle Matta İncili,
erkeklerin isteyerek kendi kendilerini hadım edeceklerini söyler. Pavlus
da, Mesih’in gelişini çabuklaştıracak olan bekâretin üstünlüğünü savunur:
Dindar bir kişi yalnızca Tanrısına bağlanarak, evliliğin de bir parçası olduğu
bugünkü yaşamın, sona doğru gittiğini belirtmiş olur. Sözlerin de ötesinde
cinsel iffet, İsa’nın örnek bekârlığı ve Meryem’in bekâretiyle fiilen de
yüceltilmiştir (Sot, 1992: 174). Burada evliliğe tamamen sırt çevirmek olmasa
da bekârlık, İsa ve Meryem’in saflığıyla ilintilendirilerek övülmüştür. Belki
bu anlamda boşanma eyleminden önce bekârlık eyleminin önemi vurgulanmak
istenmiştir.
Öte
yandan bekârlık konusunda Hıristiyan tavrını tam olarak belirginleştirmek
zordur. Hem evliliğe, hem bekâr İsa’nın davranışlarına bakarsak bu zorluğu
anlamak mümkün olacaktır. Konuyu belirginleştirmek açısından birkaç şey
söylemek gerekirse, bekâr kalma, her ne kadar birçok değişik Hıristiyan
mezhebinde görülürse de, en belirgin olduğu yer Roma Katolik Kilisesidir. Bu
kilisenin rahipleri, bekâr kalma yeminleri ederler. İsa, bekâr kalmanın
gerekliliği konusunda hiçbir şey söylememiş, yalnızca “Tanrının Krallığı adına”
evlilikten uzak duranları övmüştür. Aziz Pavlus’un bu konudaki tutumu daha
açıktır: Evli olmayanlara ve dullara derim ki, oldukları gibi kalmaları yani
benim gibi olmaya (bekâr) devam etmeleri onlar için iyi olur (RCİA, 1975: III,
663). Bu sözler Pavlus’un net tavrını ortaya koymakla birlikte İsa’nın bunu
söylediği anlamına gelmez. Bu anlamda İsa, evlilik konusunda belki de
kendisinin de bekâr olmasından dolayı ketum kalmıştır. İsa’nın hem bekâr olması
hem de inananlara soyu devam ettirmeleri için evliliği önermesinin gerekliliği
onu zorda bırakmış olabilir. Fakat Pavlus açıkça bekârlığı övmekten çekinmemiştir.
Bu nedenle Yeni Ahit’in
Pavlus’a
ait bölümlerinde Hıristiyanlığın bekârlığa yakın olduğunu söylemek mümkün
olacaktır. “Yine de evli olmayanlarla dul kalanlara şunu söyleyeyim: Benim gibi
kalsalar kendileri için iyi olur” (I. Korintliler: 7: 8).
Nihayetinde
Katolik Kilisesindeki bekâr kalmanın kaynağı ne olursa olsun, rahiplerin bekâr
kalması zorunluluğu, hala bütün şiddetiyle devam etmektedir. Hollanda
piskoposlarının ve Amerika’daki Katolik düşünürlerin baskılarına karşılık
papalık bu konuda ödün vermeye yanaşmamaktadır. Bu konudaki tek gevşeme,
yeminlerinden vazgeçip evlenmek isteyen rahiplerin, kiliseden büsbütün
ayrılmadan laik hayata dönmeleri olmuştur (RCİA, 1975: III, 664). Demek ki Pavlus’un
sözleri İsa’nın
suskunluğunu yıllarca bozmuş ve bu sözler hala da etkisini göstermektedir.
Ama günümüz Hıristiyanlarında bekârlıkla evlilik arasındaki çizgi iyice
incelmiştir. Birçok rahip ve rahibe artık evlenebilmekte ve hatta kiliselerde
rahip ve rahibeler arasında adından söz ettiren yasak ilişkiler ortaya
çıkabilmektedir.
Evliliğin kesin olarak kabulü bir tarafa bırakıldığında boşanma, zaten
anlamsız ve belirsiz bir konu olarak havada kalmaktadır. Cinselliğin
olumsuzlandığı böylesi bir kitapta evliliğin bozumu demek olan boşanma,
kendisinde gizli bir benimsenmişlik barındırır. Çünkü bekâr kalmak olumlanmakta
ve evlilik, zorunluluğun bir ifadesi olarak belirtilmektedir. Boşanma,
onaylanmayan bir davranış olarak kabul edilmekle birlikte, Matta İncil’i
boşanma için tek bir istisna tanıyordu, o da zina haliydi; fakat çoğu
araştırıcı bunun sonradan yapılan bir ekleme olduğu fikrindedir ve bu istisna,
diğer İncillerde bulunmamaktadır (Parrinder, 2003: 296). Ama Yeni Ahit’in
evlenme ve bekârlık arasındaki çizgide bekârlığa daha yakın bir yaklaşım
sergilediği gözden kaçmamalıdır. Bu durumu belki de İsa’nın kendisinin bekâr olmasında
aramak gerekir. İsa evlenmemişti fakat Hıristiyanlığın yayılması ve inananların
çoğalması için evliliği teşvik etmesi gerekirdi. Fakat Hıristiyanlığın yayılma
endişesi ortadan kalkınca bu sefer evlilerin birbirlerine olan sevgilerinden
dolayı Tanrı’yı unutmaları endişesi ortaya çıktı. Bu durumda İsa, gözünü
bekârlığa tam olarak çevirmese de en azından evlilerin bu konuda daha dikkatli
olmalarını istemiştir. Böylece kişi istediği zaman kolayca boşanamıyor ayrıca
evlilikte de Tanrı’yı unutmayacak kadar kendisini münzevileştiriyordu.
Sonuçta Yeni Ahit, boşanmanın tek taraflı algılanmasına neden olmuştur.
Erkeğe bu konuda ayrıcalık veren Hıristiyanlık kadının bir nevi erkeğin
keyfiyetine bırakıldığını göstermektedir. Öyle ki İncil, kadının kocasına
bağlılığını ölünceye kadar emrederken, erkek karısını tek taraflı istediği
zaman boşama hakkına sahiptir. Hıristiyanlıkta kadın zina yaparsa kocası
tarafından boşanır. Bu hakkı kocaya tanıyan Hıristiyanlık, böyle bir hakkı
kadına tanımamaktadır. Kadın kocasının hovardalığına, yani zina yapmasına göz
yummaktadır (Arslan, 1999: 339). Bunu da artık o coğrafyanın erkek egemen
kültürle yoğrulmuş olmasıyla açıklamak doğru olacaktır. Zaten Eski Ahit’in
ardından gelen ve ondan bir takım kurallar devralan Hıristiyanlığın bunu
yapmasını doğal karşılamak gerekir. Esasen tarihin ilk cümlesinden bu yana
kadının değişmeyen yazgısı, ikinci kişi veya arka planda olma talihsizliği
olmuştur.
Nihayet boşanma konusuna Hıristiyanlık mezheplerinin nasıl baktığına
gelince, Katolik ve Ermeni Kiliseleri, boşanmaya kesinlikle izin vermez.
Ortodoks Kiliseleri’nde boşanmaya, belirli şartlara bağlı olarak izin
verilmektedir (Tümer ve Küçük, 2002: 298). Katolik Kilisesi zaten evlenmeye
olumlu bakmazken boşanmaya karşı tavrı tabi ki daha sert olacaktır. Fakat
Ortodoks Mezhebi hem evlenmeye hem de boşanmaya biraz daha tolerans
tanıyabilmektedir.
Yahudilikten önceki çok Tanrılı dinlerde, sözgelimi totemcilikte de
bulunan, genellikle erkek çocuklara, uygulanan sünnet (çocuğun belli bir yaşta
geçirdiği gelişme nedeniyle uygulanır, bir totem değiştirme olayı olarak
yapılmasına önem verilirdi) sonradan Yahudiliğe ve başlangıç döneminde
Hıristiyanlığa geçmiştir (DTA, 1999: II, 64). Sünnetin tarihi ilkel
kabilelerden başlayıp ta Hıristiyanlığa kadar dayanır. Nitekim ilkel
kabilelerde sünnet uygulaması erkelerdeki uygulamanın dışında kızların cinsel
organlarının derisini büzme biçiminde uygulanırdı. Fakat geçirdiği
değişiklikler ve toplumların buna katkılarıyla erkek sünneti biçimine girmiş ve
öyle yapıla gelmiştir. Fakat günümüzde bile ilkel kabilelerde kızların
klitorisinin sünnet edildiği bilinen bir gerçektir. Kız sünneti, değişik
yerlerde değişik biçimlerde yapılıyor. Firavun sünneti de denilen biçimde
olanı, kadınlık organının dış ve iç dudakları kesilerek yapılıyor. Diğerinde
klitoris bütünüyle kesilirken, bir başka türünde klitorisin başından küçük bir
parça kesiliyor. Sünnetin bir biçiminde, klitoris ve küçük dudaklar kesilip üst
dudaklar birbirine dikiliyor (Korkmaz, 2004: 89). Nihayetinde kadın sünnetinin
erkek sünnetine ilham kaynağı olduğu bir gerçektir. Tarihin ilerleyen
dönemlerinde semavi dinler ilkel kabilelerin yaptığı kadın sünnetini değiştirip
onu erkek sünneti şekline dönüştürerek kendilerine mal etmişlerdir.
Sünnet hakkındaki başka bir görüşe göre, Kybele’nin[8]
rahipleri, Kybele’nin sevgilisi Attis’in[9] erkeklik örgenini kesmesine uymak için
kendilerini hadım ederlerdir. Onların kökünden kesme yoluyla
gerçekleştirdikleri bu işlem zamanla hafifletilmiş ve günümüzdeki durumunu
almıştır. Bir anlamda sünnet, sadece Semitik ve Müslüman halklarda değil,
birçok ülkede uygulanan dinsel ve büyüsel bir işlemdir (Hançerlioğlu, 1993:
591). Dolayısıyla sünnetin tarihi semavi dinlerle başlayan bir olgu değildir. O
tarihten gelen köklü bir ayindir.
Eski Ahit’in önemle üstünde durduğu sünnet, Yeni Ahit’te de
vurgulanmıştır. İsa Yahudiler arasından ortaya çıktığına göre bu uygulamadan o
da nasibini almıştır. Onun sünneti sekizinci günden itibaren olmuştur. Bunu
Luka İncil’inde görmek mümkündür. “Çocuğu sünnet için sekiz gün tamam olunca,
ana rahmine düşmeden evvel melek tarafından denilmiş olduğu üzere, adını İsa
koydular” (Luka: 2: 21). Görüldüğü gibi başlangıçta Hıristiyanlıkta sünnetin
(hıtan) bulunduğu, Luka İncil’inde İsa’nın doğduktan sekiz gün sonra İbrani
geleneğince sünnet edilip, kendisine İsa adı koyulduğunun belirtilmesinden
anlaşılmaktadır. İsa, doğduktan sonra sünnet edilmiştir. Çevresinde toplanan
havarilerin de Yahudiliğe bağlı oldukları, Hıristiyanlığı sonradan benimsedikleri
göz önünde tutulursa, onların da sünnet edilmiş oldukları anlaşılır (DTA, 1999:
II, 64). Bunlardan anlaşılacağı gibi Hıristiyanlık sünnet uygulamasını
onaylamıştır. Gerek İsa gerekse havarileri bu uygulamayı kabul etmiş ve
kendileri de sünnet olmuşlardır.
Öte yandan sünnet bir emir olarak Tanrı’dan geldiği için önemlidir.
Tanrı’nın buyruğu olarak yerine getirilmesi gerekiyorsa yapılmalıdır. Tanrı
emretmiyorsa yapılması gereksizdir. Başka bir deyişle bu emir, sünnetin
mahiyetinin ne olduğundan çok, kimin istediğiyle ilgilidir. Onun için İsa’nın
bu konudaki direktifi Hıristiyanları bağlar. “Biri sünnetliyken mi çağrıldı,
sünnetsiz olmasın. Bir başkası sünnetsiz iken mi çağrıldı, sünnet olmasın.
Sünnetli olup olmamak önemli değildir. Önemli olan Tanrı’nın buyruklarını
yerine getirmektir” (I. Korintliler: 7: 18- 19).
Hıristiyanlık sünnet uygulamasını yapmakla birlikte onu çok anlamlı gören
bir din değildir. Çünkü Yaratılış bölümünde geçen sünnetin asıl anlamı
Pavlus’un elinde farklılaşmış ve hatta Hıristiyanlara ait olmayan bir özellik
haline gelmiştir. Yeni Ahit’tin Romalılar bölümünde sünnetli olmakla olmamak
arasındaki önemsizlik açıkça fark edilebilir. “Kutsal Yasa’yı yerine
getirirsen, sünnetin elbet yararı vardır. Ama Yasa’ya karşı gelirsen, sünnetli
olmanın hiçbir anlamı kalmaz. Bu nedenle sünnetsizler Yasa’nın buyruklarına
uyarsa, sünnetli sayılmayacak mı? Sen Kutsal Yazılar’a ve sünnete sahip olduğun
halde Yasa’yı çiğnersen, bedence sünnetli olmayan ama Yasa’ya uyan kişi seni
yargılamayacak mı? Çünkü ne dıştan Yahudi olan gerçek Yahudi’dir, ne de
görünüşte, bedensel olan sünnet gerçek sünnettir. Ancak içten Yahudi olan
Yahudi’dir. Sünnet de yürekle ilgilidir; yazılı yasanın değil, Ruh’un işidir.
İçten Yahudi olan kişi, insanların değil, Tanrı’nın övgüsünü kazanır”
(Romalılar: 2: 25- 29). Emre uymak asıl istenen şey olduğundan kişi sünnetsiz
de olsa emre itaat ettiği için sünnetli olmuş durumdadır. Eğer yasaya karşı
gelmişse de sünnetli olmasının hiçbir anlamı kalmamaktadır. Buna benzer başka
bir dinsel metin de şöyledir: “Çünkü sünnetlileri imanları sayesinde,
sünnetsizleri de aynı imanla aklayacak olan Tanrı tektir. Öyleyse biz iman
aracılığıyla Kutsal Yasa’yı geçersiz mi kılıyoruz? Hayır, tam tersine Yasa’yı
doğruluyoruz” (Romalılar: 3: 30- 31). Pavlus, böylece sünneti asıl anlamından
uzaklaştırmış onu İsa’nın söylediklerinden başka bir anlama kaydırmıştır.
Pavlus, bir Yahudi idi ve Yahudi öğretilerine göre sünnet olmuştu. O
İsa’ya inanmıştı ve İsa da sünnet olmuştu. Ayrıca İsa’nın öğrencilerinin hepsi
sünnet olmuşlardı, çünkü onlar Yahudi idiler ve Allah’ın İbrahim’e buyurduğu
Yasa’ya uyuyorlardı. Fakat Allah’ın İbrahim ve onun nesli için emrettiği ve
şartlarını da koyduğu bu ilahi sözleşme alametini Pavlus tamamen ve kökten ilga
etmiş, hatta zamanla sünnetli biri Hıristiyan sayılmamaya başlanmıştır. Böylece
Pavlus’un elinde, İsa’nın şeriatından çok farklı yeni bir Hıristiyanlık
şekillenmiş oldu. Bütün tahmin edilen şey, Pavlus’un bunları diğer milletlerin
Hıristiyanlığa geçişini kolaylaştırmak için yapmış olduğudur. Çünkü diğer
milletler sünnet olmayı bilmiyor ve domuz eti yemeyi haram sayıyorlardı (Fadl,
2006: 161- 162).
XX. yüzyılda erkek sünneti hakkındaki dinsel tartışma Hıristiyanlar
arasında, özellikle Protestan köktendinciler arasında iyice alevlendi.
Tartışmanın alevlendiği bu Protestan ülkelerde, sürekli Eski Ahit'i
meşrulaştırmak için bilimsel nedenler öne sürüldü ve bu sünnetle de sınırlı
değildi. Sünneti yalnızca erkek sağlığı için değil aynı zamanda ahlak ve
ruhsallık için de gerekli bir şey olarak resmettiler. Sünnet İbrahim'e
verilmişti ve sekizinci günde Hıristiyanlar da dâhil olmak üzere onun bütün
takipçileri tarafından uygulanmalıydı. Çünkü sünnet uygulaması, cinsel organın
ön derisini keserek saflığı sağlar ve pek çok hastalığı önler. Bu bağlamda onun
yapılması şarttır (Sami A. Aldeeb Abu-Sahlieh, 2006). Böylece sünnet hem bir
sağlık düzenlenmesi hem de kutsal bir sorumluluk olarak yapılmaktadır. O sadece
erkek cinsel organın biyolojik olarak kesilmesi değil Tanrı’nın önemsediği ve
bir milleti diğerlerinden ayırt eden bir vasıftır.
Öte taraftan fallus kültü olarak adlandırılan ve tarihte verimliliğin,
bereketin ve bolluğun sembolü olarak algılanan erkek cinsel organına tazim,
eski toplumlarda görülen bir tapınma türüydü. Bunun yanında erkek ve kadın
cinsel organlarını yüceltme/tanrılaştırma birçok dinde görülen en eski tapınma
şekillerinden birisi olarak ifade edilmektedir. Buna göre Phallic tapınmanın
sembolü olan haç, daha sonra Hıristiyanlığın da sembolü haline gelmiştir
(Albayrak, 2004: 107- 108). Buna göre ‘T’ şekli erkeklik organını yanlarındaki
uzantılar ise testisleri göstermektedir. Haça benzetilen erkek cinsel organının
ayrıca sünnet edilmesi, aralarında bir ilişki olduğunu gösterebilir. Eğer
Hıristiyanlıkta cinsel organlar haça benzetilip bir anlam çıkartılmışsa sünnet
işinin yapılması daha anlamlı olacaktır. Nihayetinde sünnet bu motifin önemini
desteklemektedir.
Fallus tapımı, erkeğin cinsel organına tapmadır. Erkeklik organının
kutsallığı inancı tarımla uğraşan bütün ilkellerde saptanmıştır. Fallus tapımı
eski Mısır, Yunan, Roma, Çin, Japon, Hint vb. gibi gelişmiş toplumlarda da
süregelmiştir. Bu tapımla bereket sağlanacağına inanılır. Korkuluk olarak
toprağa saplanan kazıklar da aslında fallusu simgeler. Taş, toprak, ağaç, maden
gibi maddelerden yapılan fallus muskalarının da sihirli bir güç taşıdığına
inanılır (Hançerlioğlu, 1993: 189). İşte semavi dinler bu tapımı ortadan
kaldırmaya çalışmışlardır.
Fallus inancının ortadan kaldırılması, silinmesi ve kaybolması için
çeşitli önlemler alındı. Yasaklama yoluna gidildi. Ancak getirilen yasaklar
istenen sonucu doğurmadı. IX. yüzyılda, yani Hıristiyanlığın başlangıcından
itibaren sekiz yüzyıl geçmesine rağmen, Chalon Konsili yasaklandığı halde
yüzyıllarca kullanıldı. Bu durum XIV. yüzyılda dahi sürdü. O zamanlar ekmekler
erkek ve kadın cinsel organı biçiminde yapılırdı. Fallus nazarlığının ise şans
getirdiğine inanılırdı. Bazı kadınlar, suç sayılıp ceza öngörülmesine
aldırmayıp, fallus nazarlığını kendilerini cinsel olarak tatmin için kullanırlar,
bununla mastürbasyon yaparlardı (Korkmaz, 2004: 18). Fallus kültü uzun
zamanlar, semavi dinlerin varlığına rağmen kendini göstermiştir. Hıristiyanlık
onu kaldırmaya çalışmış fakat yine tam olarak başaramamıştır. Ama sünnet motifi
inananların gözünü fallus kültünden çekip dinsel bir noktaya odaklamış
olabilir. Çünkü sonuçta sünnet edilen şey insanların taptığı özellikle erkek
cinsel organıydı. Bu bağlamda sekiz günlükken yapılan sünnetin bu külte karşı
yok edici etkisi olduğu muhtemeldir. Zaten daha sonraki zamanlarda Hıristiyan
kültüründe, fallus kültü iyice etkisini yitirmiştir.
Örtünmek, kendi üzerine bir şey örtmek, kadının erkeğin kendisini
görmemesi için başını ve yüzünü örtmesidir (Türkçe Sözlük, 1998: II, 1738). Bu
halde örtü, kadını erkek bakışlarından koruyarak ve cinsiyetler arasındaki
sınırları belirleyerek, mahrem alanı yasak koyarak çizmektedir. Zira cemaatin
birliği erkeğin şerefine bağlıdır ki bunun ölçüsü kadının mahrem alanda korunan
namusudur (Göle, 2001: 128). Kadın, erkeğin gözünden kendisini uzaklaştırarak
aslında kendisine bir özgürlük alanı yaratmıştır. Bir nevi onlardan farkını
belirgin kılarak kendisini kimsenin baskısının altında hissetmeden
tanımlamıştır. Bu bağlamda kadınlar örtünme yoluyla, kendilerine sunulmuş
geleneksel yaşantılardan sıyrılmaya, farklılaşmaya çalışmaktadırlar. Tanrı’nın
emirlerine teslimiyeti ifade eden örtü, iç dünyalara ait değişimi
pekiştirmektedir (Göle, 2001: 168). Örtünün hem özgürleştirici yani erkeğin
gözünden koruyuculuğu hem de dinsel bir emir olarak Tanrı’ya bağlılığı, ifade
ettiğini söyleyebiliriz.
Esasında örtünmenin veya örtünün ilkel çağlara kadar uzanan derin uzantısı
vardır. Doğaüstü zararlı güçlerden birçok şeyleri saklamak gerektiği inancı, en
ilkel düşüncelerden en gelişmiş dinlere kadar hepsinde ortak bulunan örtme
inancı el, yüz, vücut, çeşitli yiyecek ve içecekler, kutsal araçlar vb. örtüp
gizlemekle gerçekleştirilir. Kötü ve zararlı güçlerin, örtünün altındaki
gizlenmişi bulamayacağına inanılır (Hançerlioğlu, 1993: 484). Bu şekilde
gizemli bir anlayışı ifade eden örtü, özünde de mahremiyeti gizemliliği ve
değerli olmayı simgeler. İnsanlar, başka gözlerden saklamakla, önemsiz bir şeyi
dahi değerli kılabilmektedir. Bu anlamda örtünme dinlerin üzerinde önemle durduğu
bir motiftir.
Yeni Ahit’te örtünme bağlamında, özellikle başın örtünmesi, erkek için
yasaklanmışken kadın için zorunluluk haline getirilmiştir. Ayrıca kadının
saçını tıraş etmesi uygun görülmemiştir. Öyle ki erkek başını örterse kadın da
başını açarsa Tanrı’yı küçük düşürmüş olur. Onun için erkeğin saçının kısa
olması ve kadının saçının uzun olması Hıristiyanlık için anlamlıdır. Kadın
Tanrı’ya dua ederken muhakkak başını örtünmelidir. Erkek ise başını açık
tutmalı ve Tanrı’ya bu şekilde itaat etmelidir. Bu tavır Yeni Ahit’te şöyle
belirtilir: “Her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek, Mesih’in başı da
Tanrı’dır. Başına bir şey takıp dua ya da peygamberlik eden her erkek, başını
küçük düşürür. Ama başı açık dua ya da peygamberlik eden her kadın, başını küçük
düşürür. Böylesinin başı tıraş edilmiş kadından farkı yoktur. Kadın başını
açarsa, saçını kestirsin. Ama kadının saçını kestirmesi ya da tıraş etmesi
ayıpsa, başını örtsün. Erkek başını örtmemeli o Tanrı’nın benzeri ve
yüceliğidir. Kadın da erkeğin yüceliğidir.
Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için
değil kadın erkek için yaratıldı. Bu nedenle ve melekler uğruna kadının başı
üzerinde yetkisi olmalıdır. Ne var ki Rab’de ne kadın erkekten ne de erkek
kadından bağımsızdır. Çünkü kadın erkekten yaratıldığı gibi erkek de kadından
doğar. Ama her şey tanrıdandır. Siz kendiniz karar verin. Kadının açık başla
Tanrı’ya dua etmesi uygun mudur? Doğanın kendisi bile size erkeğin uzun saçlı
olmasının kendisini küçük düşürdüğünü, kadının uzun saçlı olmasının ise
kendisini yücelttiğini öğretmiyor mu? Çünkü saç, kadına örtü olarak
verilmiştir. Bu konuda çekişmek isteyen varsa, şunu bilsin ki, bizim ya da
Tanrı’nı kiliselerinin böyle bir alışkanlığı yoktur” (I. Korintliler: 11: 3-
15). Bu pasajda gayet açık olarak belirtilen örtünme, erkekler için istenmeyen
ve kadınlar için zorunlu olan bir kuraldır. Bunun nedeniyse kadının başının
erkek, erkeğin başının Mesih ve Mesih’in de başının Tanrı olmasıdır. Kim
kurallara aykırı örtünür veya açılırsa Tanrı’nın yüceliğine ve benzerliğine
zarar vermiş olmaktadır. Onun için erkek saçını örtmeye kadın da kapatmaya
dikkat eder. Özellikle dua ve ayinler sırasında kişiler buna daha çok önem
vermelidir. Bu metinlere yapılan bir eleştiri şudur: Pavlus, Sezar’a mümkün
olduğu kadar itaat sağlayabilmek için, insanlığın yarısını köleleştiriyor,
başlarına hâkimiyet damgasını vuruyor, örtünmeyen kadının saçlarını sıfır
numaraya tıraş ettirmeye, usturaya vurdurmaya kalkışıyordu (Hatemi, 1988: 106).
Aslında bu tavır, kadının ikinci bir cins ve saygı gösterilmemesi gereken
varlık oluşuna vurulan bir damga olmaktadır. Bu durum önce Musevilikte boy
göstermiş ardından Pavlus aracılığıyla Hıristiyanlığa geçmiştir.
Başörtüsüne dini bir mahiyet kazandırarak bünyesine alan gelenek,
Hıristiyanlık olmuştur. III. yüzyıldan itibaren Hz. İsa ile manevi evliliğin
sembolü olarak kabul edilen başörtüsü, Pavlus’un mektupları ile yaratılışın ve
düzenin bir parçası haline getirilmiştir (Görmez, 2001: 33). Karı koca
ilişkilerinde bile örtü, dış bir süs olarak değil, itaat eden iffetli kadının
iç özelliği olarak belirtilir. “Süsünüz örgülü saçlar, altın takılar, güzel
giysiler gibi dışla ilgili olmasın. Gizli olan iç varlığınız, sakin ve yumuşak
bir ruhun solmayan güzelliğiyle süsünüz olsun. Bu Tanrı’nın gözünde çok
değerlidir” (Petrus’un Birinci Mektubu: 3: 3- 4). Tanrı’ya inanan ve İsa’nın
yolunda giden bir Hıristiyan, iffetli ve süssüz giyinerek kendisini ikisinin
gözünde değerli kılmaktadır. Dolayısıyla Hıristiyanlık Yahudilikten aldığı başörtü
geleneğini aynen uygulamıştır.
Zaten Hıristiyanların birçok ikonundan da belli olduğu gibi Meryem Ana
başı örtülü olarak tasvir edilmiştir. Ayrıca bütün rahibeler asırlarca bu
uygulamaya sıkı sıkıya bağlı kalmış ve bugün de bağlı kalmaya devam etmektedirler.
Yeni
Ahit’te Cinsel Sapıklıklar
Sahip oldukları özellikler nedeniyle üremeye hizmet etmesi asla mümkün
olmayan cinsel sapmalar vardır. İşte bunlar normal cinsel ilişkiden farklı olan
bir cinsel aktivitedir. Bu tür sapkınlıklar arasında; sadizm, mazoşizm,
homoseksüellik, teşhircilik, dikizcilik, mastürbasyon, incest, travestilik,
oral ve genital uygulamalar sayılabilir (Fromm, 1998: 33). Bunlar zevk amacıyla
ve çoğunlukla sapıkça fanteziler olarak yapılır. Dinler bu tür sapıklıkları
şiddetle ret etmiştir. Çünkü bunlar soyun sürdürülme ereğinden uzak ve sadece
cinsel arzuların tatmininden ibaret cinsel davranış tarzlarıdır.
Cinsel sapıklık, her toplumda olduğu gibi Hıristiyanlarda da görülen fakat
Yeni Ahit’in şiddetle karşı çıktığı yasak bir davranıştır. Yeni Ahit’te neyin
sapıklık olduğu ve neyin doğru davranış olduğu belirgindir. Bir Hıristiyan
bunlardan uzak durduğunda Tanrı’nın gözünde yücelmiştir fakat sapıklığa
düştüğünde ise o, şiddetle cezalandırılmış ve toplumdan dışlanmıştır. Yeni
Ahit’te yer alan cinsel sapıklıklar, homoseksesüellik, yakın akraba ile cinsel
ilişki ve mastürbasyondur. Bunlar açıkça vurgulanan ve yasaklanan cinsel
sapıklıklar olarak Yeni Ahit’te yer almıştır. Bunun dışında kadın eşcinselliği
olan lezbiyenlik, kesin olarak geçmese de bu günahın da olması mümkündür. Çünkü
örnekleri çok az olmakla fakat tam belirgin olmamakla birlikte erkek
eşcinselliğinin olduğu bir toplumda kapalı kapılar arsında kadın
eşcinselliğinin de olması kuvvetle muhtemeldir. Her ne olursa olsun adı anılan
tüm sapıklıklar toplumda cinselliğin yasal ve doğal olarak yaşanmasına ket
vururlar. İnsanlar bunlara uymakla Tanrı’nın istediği cinsel sorumluluklardan
uzaklaşırlar. Ayrıca bu tür sapık davranışlar insan nesline vurulmuş birer
damgadır. Bu sapıklıklarla etiketlenen insanlar kendinden sonraki neslin
hafızasında menfi bir yer bulurlar. Ayrıca yapılan her sapıklıktan eğer ibret
alınmaz ise sonraki nesil bundan daha fazla zarar görebilmektedir. İşte bu
nedenlerden ötürü Hıristiyanlık dini, bu sapıklıkların tümünü şiddetle ret edip
onları yapanlara sert yaptırımlar getirmektedir. Örneğin Hıristiyanlık dinine
göre travestilik yorumlanırsa, bu durumda ‘kadın olan’ doğaya karşı gelerek
‘erkek olan’ biçiminde davranmamalı, erkek olan da uygunsuz biçimde, yumuşamamalıdır.
Bu belirlenmenin dışına çıkmak istediğinde, insan yalnızca bireylerin özgün
niteliklerine karşı gelmez, aynı zamanda da evrensel gerekliliğin silsilesine
zarar vermiş olur (Foucault, 2003, III: 229). Bu ve buna benzer birçok sapıklık
Yeni Ahit’in yasakları arasındadır.
Yeni
Ahit’te Homoseksüellik ve Lezbiyenlik
Eşcinsellik livata, lutilik veya erkekler arasındaki cinsel ilişki olarak
bilinir (Doğan, 1996: 719). Cinsel davranışın sapık şekillerinden biri olarak
dünyanın her tarafında yaygın olan ve en ilkel toplumlarda da görülen
homoseksüalite aynı cinsten iki insanın birbirini sevmesi ve bu tutkunun
tesiriyle cinsel ilişkide bulunmaları halidir. Bir kadının kendi cinsine yani
diğer bir kadına karşı beslediği fizik ve affektif manadaki sevgi eğilimine ve
dürtüsüne halk arasında sevicilik denir. Kadın homoseksüalitesi de denilen
sevicilik lezbiyenlik olarak da ifade edilir (Adasal, 1975: 333). Dolayısıyla
erkek cinselliği için gay, homoseksüel, eşcinsel kavramlarını kullanırken kadın
eşcinselliği için lezbiyenlik terimi kullanılır.
Yalnızca aynı cinsten kişilere karşı baskın bir cinsel çekim hisseden
erkekler ya da kadınlar arasındaki ilişki olan eşcinsellik, değişik çağlarda ve
kültürlerde değişik biçimlere bürünmüştür. Psişik nedeni tam olarak açıklanamamakla
birlikte Kilise geleneği bunu, ciddi bir sapıklık olarak gören Kutsal Kitaba
dayanarak, eşcinsel davranışların, özünde bozuk davranışlar olduğunu söyler.
Eşcinsellik doğa yasasına aykırıdır. Çünkü yeni hayatlar vermeye yönelik
cinselliğin ömrünü kapatır (Pelatre, 1998: 539). Kısır bir anlayışın ortaya
çıkmasına neden olur. Bu yüzden Hıristiyan ahlakı buna karşı çıkmaktadır.
Eşcinsellik, değişik biçimlerde tanımları yapılan bir kavramdır. Ancak
birbirlerinden farklı da olsalar, bütün tanımlamalarda karşılaşılabilecek ortak
unsur, aynı cinse yönelik seçim olgusudur. Yani erkeğin erkekle, kadının
kadınla cinsel ilişki kurmasını, buna yönelmesini ifade etmektedir. Değişik
tanımları yapılan bu olguya toplumların bakışı nasıldır? Genel olarak hemen
hemen bütün toplumların, eşcinselliği normal dışı davranışlar içerisinde
saydıkları söylenebilirse de bunun bütünüyle doğru olmadığı bir gerçektir
(Korkmaz, 2004: 43). Fakat semavi dinlerden Hıristiyanlık bu konudaki tavrını
net olarak belirtmiştir: Eşcinsellik bir sapıklıktır ve ortadan kaldırılması
gerekir.
Yeni Ahit’te eşcinsellik, yasak olan davranışlar arasında oğlancılık adı
altında vurgulanmıştır. “Günahkârların Tanrı Egemenliği’ni miras almayacağını
bilmiyor musunuz? Aldanmayın! Ne fuhuş yapanlar Tanrı’nın Egemenliği’ni miras
alacaklar, ne puta tapanlar, ne zina edenler, ne oğlanlar, ne oğlancılar, ne
hırsızlar, ne açgözlüler, ne ayyaşlar, ne sövücüler, ne de soyguncular.
Bazılarınız böyleydiniz; ama yıkandınız, kutsal kılındınız, Rab İsa Mesih
adıyla ve Tanrı’nızın ruhu aracılığıyla aklandınız” (I. Korintliler: 6: 9- 11).
Yeni Ahit burada Tanrı’nın mirasına egemen olamayacak günahkârları belirtirken
oğlanlar ve oğlancılar adıyla eşcinsellerin ne kadar büyük bir sapıklık içinde
olduğunu vurgulamaktadır. Ama yine de bu günahkârlardan bazılarının aklanarak
bağışlandığını ve İsa’nın onlara iyi olmaları yolunda kucak açtığını ifade
etmektedir.
Doğal
olmayan bir cinsel eylem olan eşcinsellik ve lezbiyenlik, Hıristiyanlığın çok
sertçe yasakladığı sapıklıklardandır. Hem erkek hem de kadının hemcinsleriyle
yaptığı bu sapıklık doğal olmayan bir cinsel motif olarak yaygınlık
kazanmıştır. Tanrı’nın insan doğasına aykırı bulduğu eşcinsellik Yeni Ahit’te
inananların kesinlikle uzak kalmak zorunda kaldığı davranış olarak belirlenmiştir.
Çünkü cinsiyet Tanrı’nın benzerliğini yansıtır. Eşcinsel birleşme ise bu
benzerliği lekeler. Bu nedenle yaratıcı böyle bir ilişkiyi kutsayamaz. Eşcinsel
ilişki, Tanrı’nın insanın yaratma amacına ters düşmektedir. Bu tür ilişkiler
şeytanın amacına uymaktadır (Comiskey, 2000: 82). Yeni Ahit, şeytanın işi
saydığı bu azgınlığı birçok yerde vurgulamıştır. “İşte böylece Tanrı, onları
utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınları bile doğal ilişki yerine doğal
olmayanı yeğlediler. Aynı şekilde erkekler de doğal ilişkilerini bırakıp
birbirleri için şehvetle yanıp tutuştular. Erkekler erkelerle utanç verici
ilişkilere girdiler ve kendi bedenlerinde sapıklıklarına yaraşan karşılığı aldılar
(Romalılar: 1: 26- 27). Görüldüğü gibi utanç olarak ifade edilen bu durum
insanların geldiği derecenin vahimliğini anlatmaktadır. Erkek ve kadınlar
eşcinsellik ve lezbiyenlik yaparak doğal olmayan eğilimlere saptılar. Bu utanç
verici şehvet birleşmeleri, şeytanın insanı ayartmasının neticeleridir.
İsa, eşcinsellik konusunda hiçbir şey söylememiştir. Hâlbuki zina
konusunda çeşitli
yasaklamaları vardır.
Ancak Aziz Pavlus, hem erkek hem de kadın eşcinselliğini açık biçimde
kınamıştır. Aynı cinsten olanların erotizmine olumsuz yaklaşımının kökeni,
heteroseksüel ilişkileri doğal, cinselliğin diğer biçimleriniyse doğal olmayan
ilişkiler olarak niteleyen yaygın düşünce sisteminde bulunmaktadır. Tanrı, Eski
Ahit’te her şeyin doğal düzenini oluşturmuştur ve heteroseksüel çiftlerden
herhangi bir sapma Tanrı’nın tasarımının inkârı olarak görülmektedir (Yalom,
2002: 13). Bu bakış açısını Yeni Ahit’te görmek mümkündür. “Yasa doğrular için
değil yasa tanımayanlarla asiler, Tanrısızlarla günahkârlar, kutsallıktan
yoksunlarla kutsala karşı saygısız olanlar, anne ya da babasını öldürenler,
katiller, fuhuş yapanlar, oğlancılar, köle tüccarları, yalancılar, yalan yere
ant içenler ve sağlam öğretiye karşıt olan başka ne varsa onlar için
konmuştur”
(Pavlus’tan Timoteos’a Birinci Mektup: 1: 9- 10). Bu pasaj yasanın yasa
tanımayanlar için konulduğu söylenirken bunların arasında oğlancıların da
sayılması, bu sapkınlığın Yeni Ahit’in gözündeki çirkinliğini açıkça ortaya
koymaktadır.
Sonuçta eşcinsellik Yeni Ahit’te ibret alınması gereken ders olarak
inananların önüne serilir. Hıristiyanların bunlardan kaçınması için daha önceki
kavimlerin yaptığı bu günah ve sonucunda karşılaştıkları cezalar hatırlatılır.
“Sodom, Gomora ve çevresindeki kentler de benzer biçimde kendilerini fuhuş ve
sapıklığa teslim ettiler. Sonsuza dek ateşte yanma cezasını çeken bu kentler
ders alınacak birer örnektirler (Yahuda’nın Mektubu: 3: 7). Böylesi bir
sapıklığı yapan kişilerin artık tüm ahlak kurallarını çiğnedikleri ve ateşte
yanmayı hak ettikleri dinsel bir gerçekliktir. Doğal olmayan bir cinsel
birleşme yolu olan homoseksüellik ve lezbiyenlik kendisinden sonra gelenler
için bir ibret olacak kadar sapıkça bir günahtır. Yeni Ahit, insanların şeytana
uymayarak bu günahtan kaçınmasını emretmektedir.
İsa eşcinselliğe karşı suskun kalsa da Havari Pavlus, suskun kalmadı ve bu
konudaki sözleri, eşcinselliği cezalandırmak için sıklıkla kullanıldı.
Hıristiyan düşüncesini derinden etkileyen ilahiyatçı Aziz Thomas Aquinas,
şehveti açıklarken dört doğaya aykırılık günahı kategorisi oluşturdu:
Mastürbasyon, hayvanlarla seks, doğal olmayan bir pozisyonda birleşme ve uygun
olmayan cinsiyetten biriyle cinsel ilişki, erkeklerin erkekle, kadınların
kadınla cinsel ilişkide bulunması (Baird, 2004: 93). Bunlar ilkçağdan Ortaçağa
kadar Hıristiyanlığın eşcinselliğe bakış açısını oldukça etkilemiştir.
Her ne kadar eşcinsellik Hıristiyanlıkta bu şekilde yasaklansa da esasında
günümüz
gerçeğinde
o doğallaştırılmış ve bilimde yaşanan sıradan bir cinsel eylem olarak kabul
görmüştür. Hatta modern öncesi yasada livata yani eşcinsellik yasaklanan bir eylem
olarak tanımlanıyordu, bir bireyin niteliği veya davranış modeli değildi.
Ama IX. yüzyıl homoseksüeli “hem bir şahsiyet, bir geçmiş, bir örnek olay”, hem
de “bir yaşam türü, bir yaşam biçimi, bir biçimbilim” oldu (Giddens, 1994: 24).
Fakat XX. yüzyılın başlarında açıkça eşcinsel merkezli bir Hıristiyanlık
kavramı ortaya çıktı. 1960’lardan bu yana eşcinsellik ve Hıristiyanlığın yapıcı
bir biçimde bir arada var olabileceği fikri geliştirildi. Fakat günümüzde
Hıristiyanlığın gelenekçi kollarının çoğu, eşcinselliğin Hıristiyan değerlerine
aykırı olduğu gerekçesiyle lezbiyen ve gaylara karşı aktif ayrımcılık
uygulamaktadır. Bazı daha aşırı Fundamentalist kollar bunu taraftarlarını
şiddetle kışkırtmaya kadar vardırmakta, bazıları da AİDS’i ilahi cezanın açık
bir işareti olarak görmektedir (Baird, 2004: 93). Öte yandan buna rağmen artık
o çeşitli ülkelerde yasalarca kabul edilen bir özgürlük olarak
nitelendirilmektedir. Fakat yine de son söz olarak Yeni Ahit’in bu davranışı
ret ettiği kuşku götürmez bir gerçektir.
Yeni
Ahit’te Yakın Akraba ile Cinsel İlişki
Ensest (incest), fücur da demek olup günahkârlık anlamına gelir. Tanrı’ya
başkaldırma anlamındaki Arapça fısk deyimiyle birlikte fısk-u fücur biçiminde
de kullanılır. Özel bir anlamda da fücur deyimi, evlenmeleri yasaklanmış
olanların cinsel ilişkilerini dile getirir. Din açısından bu birleşme de günah
sayılmaktadır (Hançerlioğlu, 1993: 200).
Bu sapıklık sadece aralarında kan bağı bulunan kimseler arasında cinsel
istek duyulması şeklindeki kaba biçimiyle karşımıza çıkmaz. Ensest sevgi, bir
simge olarak da düşünülebilir; bir yabancıyı yani aileden olmayan kan bağıyla
veya daha önceki yakın ilişkilerimizle bağlı olmadığımız bir insanı
sevemeyişimizi simgeler. Ona, yabancı korkusu (xenefobi), nefret ve yabancıya
güvensizlik tanımlamaları yakıştırılabilir. Ensest, olgun insanın
bağımsızlığına karşıt olarak, anne vücudunun ve göbek kordonuyla anneye bağlı
oluşun sıcaklığına ve güvenliğine karşılık düşen bir simgedir (Fromm, 1998:
123). Dahası bu cinsel sapıklık aslında derin temelli bir cinsel yaklaşım
tarzıdır. Bunun için tüm toplumlarda karşı çıkılan bir cinsel davranış türü
olmuştur.
Ensest, en eski ve evrensel bir tabudur. İlkel insandan günümüze kadar
olan binlerce, on binlerce yıllık süreç içerisinde varlığını sürdürmesi ve
bütün toplumlarda bulunması dikkate alındığında, benzeri bir başka yasak daha
gösterilemez (Korkmaz, 2004: 28). Fakat dinler özellikle semavi dinler bu
tabuyu yıkmaya hatta mümkünse ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
Aslında antik mitolojide hep karşılaşılan ensest, içerdiği çeşitli çoğulcu
evlilik biçimleriyle birlikte artık son bulmuş olan matriarkal[10] düzenin, bir ilk duruma ve bu
durumun patriarkal[11] düzen tarafından lanetlenişine ilişkin
anının bir uzantıdır (Musil, 2000: 57). Anaerkil bir düzen dönemine kadar
uzanan bu sapıklık ataerkil dönemde bile karşı çıkılmasına rağmen varlığını
sürdürmüştür. Çünkü çoğalan insanlar ensesti raftan kaldırmayı düşünmesine
rağmen çeşitli ekonomik, geleneksel veya sosyal sebeplerden hep yapıla gelen
bir eylem olmuştur. İşte Hıristiyanlık da bu noktada sert yaptırımlar
uygulayarak bunu kesinlikle ret etmiştir.
Hıristiyanlıkta her ne kadar sıkça ensest ilişkilere rastlanmasa da bunun
tamamen olmadığını söylemek mümkün değildir. Yeni Ahit, yakın akrabalar arası
cinsel ilişkiyi fuhuş olarak nitelendirmiştir. Bunu sıradan bir cinsel motif
olarak değil şaşırtan ve anormal karşılanan bir sapıklık olarak ifade etmiştir.
“Aranızda fuhuş olduğu söyleniyor, üstelik putperestler arasında bile
rastlanmayan türden bir fuhuş! Biri babasının karısını almış. Siz hala
böbürleniyorsunuz! Oysa bunun için yas tutup bu işi yapanı aranızdan atmanız
gerekmez miydi?” (I. Korintliler: 5: 1- 2). Görüldüğü gibi putperestler
arasında bile görülmeyen böyle bir günahın Hıristiyanlar arasında görülmesi pek
doğal karşılanan bir durum değildir. Yeni Ahit’in bu hayreti şiddetli bir
biçimde cezaya dönüşmüştür.
Yeni Ahit, soyun devamı ve Tanrı’nın hükmünün daim olması için yakın
akrabalar arası cinsel ilişkiyi bir ölçüde uygun görmüştür. Aynı soydan veya
aileden olan kardeşlerden birisi öldüğünde diğerinin onun karısını alması ve
ondan çocuklar dünyaya getirmesi doğal ve yasal kabul edilmiştir. Böylece hem
ailenin dağılması engellenmiş olmakta hem de soyun devamı sağlanarak Tanrı’nın
adı yüceltilmiş olmaktadır. “Ölümden sonra diriliş olmadığını söyleyen
Sadukiler aynı gün İsa’ya gelip şunu sordular: Öğretmenimiz Musa şöyle
buyurmuştur: Eğer bir adam çocuk sahibi olmadan
ölürse,
kardeşi onun karısını alsın, soyunu sürdürsün. Dirilişten sonra insanlar ne evlenir,
ne de evlendirilir, gökteki melekler gibidirler” (Matta: 22: 23- 24; 22: 30).
Bir başka pasaj da bu durumu şöyle izah eder: “Eğer bir adamın evli kardeşi
çocuksuz ölürse, adam ölenin karısını alıp soyunu sürdürsün” (Luka: 20: 28). Bu
iki ifadeden anlaşılan odur ki Hıristiyanlık yakın akrabalar arası cinsel
ilişkiyi yasaklamıştır. Fakat bir istisna doğal kabul edilmiştir. Ölen kardeşin
karısı ortada kalmasın ve miras
dağılmasın diye kardeşin karısıyla evlenmek doğru kabul edilmiştir. Bu
şekilde dışarıdan kız alınmayacak ve ölen kardeşin karısı da ortada
kalmayacaktır. Burada tamamen aile içi anne baba ve çocuklar arasındaki
yakınlaşma değil gelinle girilen cinsel ilişki söz konusudur. Bu da büyük
ihtimalle kayının dul gelinle evlenmesiyle netice bulmuştur. Yoksa ensest
denilen olay Hıristiyanlıkta kesinlikle bir cinsel sapıklık olarak
nitelendirilmiş ve bu suçu işleyenlerin cezalandırılacağı vurgulanmıştır.
Kandaşla
cinsel ilişki, ister evli, ister bekâr olsun, babası, oğlu ya da erkek
kardeşiyle cinsel ilişkide bulunan her kadın, kandaşıyla cinsel ilişkide
bulunmaktan suçludur. Bu, cinsel suçların en büyüğü ve de en kötüsü olarak
kabul edilir; çünkü suça katılan kişiler kan akrabasıdır ve bu durumun doğacak
çocuğun kanını kirleteceğine yani çocuğun sakat olacağına inanılır. Bu yüzden
Hıristiyanlık da buna bağlı olarak yakın akraba arasındaki cinsel ilişkiyi ret
etmektedir. Bu yasak, çeşitli Hıristiyan ülkelerde farklılık göstermektedir.
Örneğin 1907’de bir erkeğin ölen kardeşinin kız kardeşiyle bir arada oturması
İngiliz yasalarına göre kandaşla cinsel ilişki yasağına giriyordu; bir kadının,
ölen kocasının erkek kardeşiyle yatması ise; hala yasak sayılıyor. Amerika’da
kandaş evlilikleri yasaktır; yeğenle evlenmeyse yalnızca birkaç eyalette
yasaklanmıştır (Reed, 1983: 210- 212). Fakat ensest olayı, tarihin ilk çağlarından
günümüze değin insanlığın lanetinden kurtulamamıştır. Çünkü bu sapıklık
insan neslinin belirsizleşmesine yol açmaktadır. Tüm akrabalık bağlarının
çözüldüğü bu davranış yüzünden insan cinsiyetinin doğallığına zarar gelmiş
olmaktadır. Bu yüzden tüm semavi dinler özelde de Hıristiyanlık bu sapıklığı en
çirkin davranışlar arasına alarak, onu kesinlikle yasaklamıştır.
Elle karıştırmak veya elle kirletmek anlamına gelen mastürbasyon
Hıristiyanlığın cinsel sapıklıklar arasına aldığı yasaklardan biridir. Zamanla
bağımlılık yaratan bu fiil “Onan günahı” olarak da bilinir. Diğer adı İstimna
da demek olan mastürbasyon, kendi vücudundan faydalanarak şehvet hislerini
doyurma çaba ve alışkanlığının en çok görülen şeklidir. İstimna veya onanizm,
cinsel organla oynamak; ya oylukları sıkıştırıp birbirine sürtmek yahut bir
takım vasıtalar ve maddeler kullanmak ve nihayet hayal kurmakla cinsel şehvet
yaratma halidir. Her iki cinste gençlikte en fazla tesadüf edilen cinsel
belirtidir (Adasal, 1975: 272). Kişi bunu yapmakla doğal cinselliği arka plana
itmekte bu da onu sapıklığı alışkanlık haline getiren bir insan haline
getirmektedir. Bunun için dinler özellikle de Hıristiyanlık bu yanlış davranışa
karşı çıkmakta ve bunu yapanları uyarmaktadır.
Yeni Ahit’te her ne kadar pasajlarda tam olarak vurgulanmasa da
mastürbasyon, İsa’nın yasakladığı cinsel bir sapıklıktır. Yasaklanma gerekçesi
olarak, evlilik kurumuna zarar vermesidir. Çünkü kişi bu eylemi Tanrısal onur
kazanmak için değil kişisel ve Tanrı için yararsız olan bir haz almak için
gerçekleştirmektedir. Aquinas’a göre en ciddi “doğal olmayan” şehvetli eylemler
mastürbasyon, hayvanlarla cinsel ilişki, eşcinsellik ve alışılmamış cinsel ilişki
biçimleriydi. En az kötü olanı mastürbasyondu, fakat bu eylem mantığa aykırı
bulunuyordu. Bu yüzden de ensest ilişki, zina ve tecavüzden daha yanlıştı.
Çünkü kısmen değerli meninin yanlış kullanımı ve ziyan olması söz konusuydu
(Parrinder, 2003: 318). Ki meni tüm dinlerde önemi olan bir sıvıdır. Önemi ise
üremeye katkı sağlamasından kaynaklanmaktadır. O sıvı çoğalmayı ve bereketi
simgelemektedir. Bu bakımdan meninin kendisi değil ama yarattığı sonuç çok
önemlidir. Bereketin, bolluğun ve soyun simgesi olan meninin israf edilmesi,
boş yere zevk için akıtılması Yeni Ahit tarafından da yasaklanmıştır.
Yeni Ahit, inananlarının bu günahtan kaçınması için onların kendilerini
kontrol etmelerini istemektedir. “Ruhun ürünü sevgi, sevinç, esenlik, sabır,
şefkat, iyilik, bağlılık, yumuşak huyluluk ve özdenetimdir. Mesih İsa’ya ait
olanlar, benliği tutku ve arzularıyla birlikte çarmıha germişlerdir”
(Galatyalılar: 5: 23- 24). Ayrıca bir diğer pasaj da şehvet yüklü bu türlü
ilişkilerin ortadan kaldırılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.
“Yaşamınız olan Mesih, göründüğü zaman siz de onunla birlikte yücelmiş olarak
görüleceksiniz. Bu nedenle bedenin dünyasal eğilimlerini -fuhşu, pisliği,
şehveti, kötü arzuları ve putperestlikle eş olan aç gözlülüğü- öldürün” (Koloseliler:
3: 5). Cinsel zevk almak için cinsel organların isteyerek uyarılması olan
mastürbasyon, esasen bozuk bir davranıştır. Nedeni ne olursa olsun normal
evlilik ilişkileri dışında cinsel yetilerin kasten kullanılması esas itibariyle
Yani Ahit’in amacına aykırı düşer. Ancak insan neslinin devamı amacıyla ve
gerçek bir sevgi bağlamında cinsel ilişki kabul edilebilir. Zevk için cinsel
ilişki Hıristiyan ahlakına aykırıdır (Pelatre, 1998: 537). Ancak evlilik içinde
ve amacına uygun olarak cinsel eylem doğal ve yasal kabul edilebilir.
Hıristiyanlık bunun dışındaki seçenekleri elinin tersiyle iter.
Yeni Ahit’in başka metinlerindeyse günahla yüklü insanların olumsuz
tiplemesinden bahsedilmektedir. Bunlar zayıf iradeli, aceleci ve kendini
beğenmiş insanlar olarak günahla vasıflıdırlar. “Hain, aceleci, kendini
beğenmiş, Tanrı’dan çok eğlenceyi seven, Tanrı yolundaymış gibi görünüp bu
yolun gücünü inkâr edenler olacaktır. Böylelerinden uzak dur. Bunların arasında
evlerin içine sokulup günahla yüklü, çeşitli arzularla sürüklenen, her zaman
öğrenen ama gerçeğin bilgisine bir türlü erişemeyen zayıf iradeli kadınları
adeta tutsak eden adamlar var” (Pavlus’tan Timoteos’a İkinci Mektup: 3: 4- 7).
Böylesi günahkârlar evlerinin içinde çeşitli şehvet duygularını tadarak kendi cahilliklerinin
farkına varmadan yaşarlar. Bile bile cinsel günahlar işlemek, ya da hayal
gücüyle bundan zevk almak suçtur. Kötü bir eylemde bulunmak ya da böyle bir
eylemi onaylamak da suçtur. Cinsel hayaller kurmak akla aykırı olarak tutkulara
özendirir ve suç işlemeye neden olur, bu nedenlerle de suçtur (İannnitto, Jacob
ve Hıdıroğlu, 1994: 229). Böylesi bir hayal sermayesiyle mastürbasyon suçunu
işleyen Hıristiyanlar Yeni Ahit’in gözünde günahkârdırlar. Onların bir an önce
bu suçtan kaçınmaları ya da uzak durmaları istenir.
Nihayetinde mastürbasyon Tanrı’nın isteği olmadan yapılan, suçluluk ve
kaygı veren cinsel bir sapmadır. Bu eylemde Tanrı’nın kutsal amacına ters bir
durum söz konusudur. Evliliğe önem veren Yeni Ahit’in aksine bu davranışta,
evlilikte tam bir paylaşımın sembolü olarak düşünülen cinsel ilişkiyi bencil
bir amaç için kullanmak söz konusudur. Bu, tek başına yapılan solo bir sekstir
(Buckley ve Poorta, 2003: 44). Bu nedenle mastürbasyon, Hıristiyanlığın onurunu
zedeleyici bir sapmadır. Yeni Ahit inananlarını bu tutkuya uymamaya
çağırmaktadır. “Söz dinleyen çocuklar olarak, bilgisiz olduğunuz geçmiş
zamandaki tutkularınıza uymayın. Sizi çağıran Tanrı kutsal olduğuna göre, siz
de her davranışınızda kutsal olun” (Petrus’un Birinci Mektubu: 1: 15- 16).
Çünkü kutsal olmak Tanrı’nın emirlerine kulak kesilip günahlardan
uzaklaşmaktır. Bunu yapan kişiler Tanrı’nın sözünü dinleyen sadık kullardır.
Tanrı’nın sözlerine sağır olanlar ise tutkularının esiri olanlardır. Bunlar
davranışlarında ulvi amaçlardan yoksun basit insanlardır.
Yeni
Ahit’te Fuhuş ve Fahişelik
Fahişelik için dünyanın en eski mesleği denir. Bu, ne derece doğrudur
bilinmez ama gerçek olan bir şey var ki, o da fahişeliğin çoğunlukla başka
seçeneği olmayan, çaresiz insanların işi oluşudur (Korkmaz, 2004: 7).
Dolayısıyla fuhuş kişinin en son seçeneğidir. Onun için fahişeliğin ne
olduğundan çok niçin ortaya çıktığı daha önemlidir.
Fahişelik bazen de istekle yapılan ve kutsal bir amacı olan eylem haline
dönüşebilmektedir. Özellikle de antikçağlarda kutsal fahişelik çok yaygın bir
kurumdu. Bazı yerlerde sıradan, namuslu kadınlar tapınağa giderek ya rahiple ya
da orada karşılaştıkları bir yabancıyla cinsel birleşmede bulunurlardı. Başka
yerlerde ise rahibelerin, kendileri kutsal fahişeydiler. Tüm bu töreler büyük
olasılıkla Tanrıların lütfüyle kadınların doğurganlığını arttırmak ya da
duygudaşlık büyüsüyle ürünleri verimli kılmak için kalkışılan işlerdi (Russel,
1993: 27- 28).
Tek eşlilik uygulayan toplumlarda, kadınların evlilik dışı cinsel ilişkilerinin
ahlaksızlık sayıldığı yerlerde, fahişelere talep yükselir. Fakat buna ters
olarak Batı ülkelerinde, cinsel özgürlüğün artması fahişelere olan isteği
azaltmışsa da ortadan kaldıramamıştır. Gizli de olsa açık da olsa fuhuş her
yerde devam etmektedir. Ne olursa olsun, sonuçta her toplumda fuhuş, başka
yönlerde yeteri kadar cinsel çıkış yapmayan erkeklerin ihtiyaçlarını tatmin
eder (RCA, 1975: 783). Fakat Hıristiyanlık bu kuruma karşı çıkmıştır. Çünkü bu
davranış, inananları yoldan saptırıp Tanrı’dan uzaklaştırmaktadır. Oysa Tanrı,
cinselliği evlilik kurumu içerisinde ve kendisine ulaşılması için bir araç
olarak ifade etmiştir. Fakat fahişelik cinselliği ayaklar altına alıp araç
seviyesine indirgemektedir.
Evlilik dışında birçok kişiyle yasak olduğu halde yapılan cinsel ilişki
olan fuhuş, Yeni Ahit’in sık olarak ve şiddetle karşı çıktığı cinsel bir
motiftir. Evlilikten yana olan Hıristiyanlık için fuhşun ne kerte zararlı
olacağı ortadadır. Bu yüzden Yeni Ahit fuhşa, fahişeye ve bu türden
azgınlıklara karşı çıkar. Ataerkil bir inancın kadın üzerinde kurduğu baskının
neticesi olarak fuhuş, kötü bir eylem olmasına karşın biraz da zorunluluğun
getirdiği yasal olmayan bir durum değil midir? Ya da ekonomik bir kurum olarak
erkeğin kazanç kapısı olmamış mıdır? Yeni Ahit bunu yasakladı ve Tanrı’ya bir
saygısızlık olarak atfetti ama Hıristiyanlık kadınlara doğuştan ikinci sınıf
olduklarını öğreten bir zihinsel, fiziksel hiyerarşi kurarak ruh ve beden
arasındaki çatlağı Tanrılaştırdı. Her şey, yaşamın getirdiği fiziksel
süreçlerden ve kendi bedenlerinden uzaklaştıkları oranda, onur kazanan
erkeklerin hizmet ettiği saf ruhlu bir erkek Tanrı tarafından yönetim altına
alındı (Wells, 1997: 25). Böylece doğal olabilecek bir netice yine Yeni Ahit
tarafından yasaklanmış oldu. Ruh ve beden arasındaki derin uçurum, kadının
aleyhine olabilecek bir beden sermayesi oluşturdu. Hıristiyanlık, çileci bir
karakterden olaya bakınca bedeni kötüledi. Öte taraftan kötülenen beden
kendisini pazarlamaya ve işi aşırılaştırmaya götürdü. Bunda Hıristiyanlığın
bedene karşı soğuk davranması etkili olmuştur. Çünkü ruh, tenden
uzaklaştırılınca tenin sahipsiz kalması, onun yolundan sapmasına neden
olmuştur. İşte şeytanın ayartmasına gelen kişiler bunu iyi kullanmış ve kadın
bedeni üzerinde bitip tükenmeyen bir haz medeniyeti ve ekonomisi kurmuşlardır.
Böyle olunca da fahişelik, Hıristiyanlığın ortasında bir kurum olarak
bitiverdi. Yeni Ahit her ne kadar sert bir şekilde yasaklasa da yeraltına
gömülen bedenin tutkuları buna dayanamazdı. Nitekim daha sonra rahip ve
rahibeler arasında bir sürü entrika ve olaylar vuku bulmuştur.
Fuhuş, toplumun bozulma nedenlerinden birisi olarak yaygınlaşınca buna
karşı Yeni Ahit’in önlem alması zorunlu oldu. Bu yüzden fuhşu yasaklar kısmına
koydu. “Kutsal Ruh ve bizler, gerekli olan şu kuralların dışında size herhangi
bir şeyi yüklememeyi uygun gördük: Putlara sunulan kurbanların etinden, kandan,
boğularak öldürülen hayvanların etinden ve fuhuştan sakınmalısınız. Bunlardan
kaçınırsanız iyi edersiniz. Esen kalın” (Elçilerin İşleri: 15: 28 -29). Böylece
fuhuş, yavaş yavaş kutsal metinlerle uyarılmaya başlanmış ve ardı sıra gelen
diğer pasajlarla bu yasak desteklenmiştir. “Zina etmeyeceksin, adam
öldürmeyeceksin, başkasının malına göz dikmeyeceksin. Güne yaraşır biçimde vaktimizi
saygıdeğer tutumla geçirelim; içkili, gürültülü eğlence âlemleriyle,
sarhoşlukla, fuhuşla, soysuzlukla, kavgacılıkla, kıskançlıkla değil. Tam
tersine, Rab İsa Mesih’i kuşanın ve bedenin gereksiz tutkularını karşılamayı
bırakın” (Romalılar: 13: 9; 13: 13- 14). Bir hastalık gibi Hıristiyanlar
arasında yaygınlaşan fuhşa, Tanrı müdahale etmeye başlayınca inananlar oturup
bu günahı düşünmeye başladı. Çünkü her günahın olduğu gibi fuhşunda Tanrı
katında cezası vardı.
Yeni Ahit’in Korintliler kısmında fuhuş yapma davranışı günah ve çirkin
bir davranış olarak belirtilmiş ve bu günahı işleyenlerden uzak durulması
emredilmiştir. Çünkü kirli bir dostla yapılan ilişki diğer kişiye de kirleterek
onu günahkâr yapmaktadır. “Kardeş diye bilinirken fuhuş yapan, açgözlü,
putperest, sövücü, ayyaş ya da soyguncu olanla arkadaşlık etmeyin, böyle
biriyle yemek bile yemeyin” (I. Korintliler: 5: 11). Fuhuş yapanlar, pasajda
belirtildiği üzere toplumdan dışlanmak suretiyle sert yaptırım görmüşlerdir.
Yeni Ahit, günahlar arasına aldığı fuhşun cezasını Tanrı egemenliğinden
yoksun kalmak olarak belirledi. Böylece bunlar bu mirastan yoksun bırakılarak
yalnız kaldılar fakat arınan kişi ancak aklandığı için tekrar o mirasa sahip
olabilirdi. Ayrıca fuhşu yapanlar toplumdan dışlanma cezasına layık görüldü.
Bununla kalınmadı daha ağır cezalar verilmeye başlandı. “Günahkârların Tanrı
Egemenliği’ni miras almayacağını bilmiyor musunuz? Aldanmayın! Ne fuhuş
yapanlar Tanrı’nın Egemenliği’ni miras alacaklar, ne puta tapanlar, ne zina
edenler, ne oğlanlar, ne oğlancılar, ne hırsızlar, ne açgözlüler, ne ayyaşlar,
ne sövücüler, ne de soyguncular. Bazılarınız böyleydiniz; ama yıkandınız,
kutsal kılındınız, Rab İsa Mesih adıyla ve Tanrı’nızın ruhu aracılığıyla
aklandınız” (I. Korintliler: 6: 9- 11). Bu pasajda açıklandığı üzere fuhuş
yapan ve yaptıranlar Tanrı’nın mirasından mahrum olmak gibi büyük bir cezayla
cezalandırılmaya başlandılar. Fuhuş yapanlar eşcinsellerle, ayyaşlarla,
sövücülerle ve soyguncularla aynı kategoriye koyularak onların ne kadar iğrenç
bir konuma düştükleri vurgulanmaya çalışıldı. Fakat her şeye rağmen fuhşa
düşenler Mesih sayesinde Tanrı’nın katında aklanabilirlerdi. Çünkü Yeni Ahit,
Tanrı’nın geniş ruhuna sarılanları, yaptıkları günahları affetmekle
ödüllendirmekteydi.
Kendi bedenine zulüm yapan birisinin aslında Tanrı’ya zulüm yaptığını
söyleyen Yeni Ahit, inananın özellikle fuhuştan kaçınmasını istemiştir. Fuhuşla
hem kendi bedenine karşı hem Tanrı’ya karşı günah işlemiş birisinin Kutsal
Ruh’tan uzaklaştığını bilmesi gerekir. Yeni Ahit, bu nedenle inananların
fuhuştan kaçmasını ısrarla vurgular. “Benim için her şey yasaldır, ama her şey
uygun değildir. Kuşkusuz, her şey yasaldır; ama hiçbirinin buyruğu altına
girmeyeceğim. Yemekler mide içindir, mide de yemekler için. Tanrı onu da,
ötekini de ortadan kaldıracak. Beden fuhuş için değil, Rab içindir. Rab de
beden içindir. Rabbi dirilten Tanrı, kudretiyle bizi de diriltecek.
Bedenlerinizin Mesih’in üyeleri olduğunu bilmiyor musunuz? Mesih’in üyelerini
alıp bir fahişenin üyeleri mi yapayım? Asla! Yoksa fahişeyle birleşenin, onunla
tek beden olduğunu bilmiyor musunuz? Çünkü ikisi tek beden olacak deniyor, Rab
ile birleşen kişiyse onunla tek ruh olur. Fuhuştan kaçının, insanın işlediği
bütün öbür günahlar bedenin dışındadır ama fuhuş yapan, kendi bedenine karşı
günah işler. Bedeninizin Tanrı’dan aldığınız ve içinizdeki Kutsal Ruh’un
tapınağı olduğunu bilmiyor musunuz? Kendinize ait değilsiniz. Bir bedel
karşılığı satın alındınız, onun için Tanrı’yı bedeninizde yüceltin” (I.
Korintliler: 6: 12- 20). Burada bedenin kötülüğünün onun cinsel sapmalara
uğramasından kaynaklandığını vurgulayan metin ancak Tanrı’ya bağlanmakla
bedenin kötülüklerden arınabileceğini vurgulamaktadır. Çünkü Rab ile birlik
olan beden ayartmalara ve sapmalara gelmeyecek, sadece Tanrı için
çırpınacaktır. Mesih’in üyeleri olan beden ancak Rab ile birleşerek mana
kazanır.
Yeni Ahit’in bir başka yerinde benliğin işleri anlatılırken bunların
arasında fuhuş da sayılır. Fuhşun kötülüklerden birisi olduğunu söyleyip bunun
yerine ne koyulması gerektiğini belirtir. Bir anlamda kötü olan teze karşı
antitezini, yani ilacını da salık verir. “Benliğin işleri bellidir. Bunlar
fuhuş, pislik, sefahat, putperestlik, büyücülük, düşmanlık, çelişme,
kıskançlık, öfke, bencil tutkular, çekemezlik, sarhoşluk, çılgın eğlenceler ve
benzeri şeylerdir. Sizi daha önce uyardığım gibi yine uyarıyorum, böyle
davrananlar Tanrı egemenliğini miras alamayacaklar. Ruhun ürünüyse sevgi,
sevinç, esenlik, şefkat, iyilik, bağlılık, yumuşak huyluluk ve özdenetimdir. Bu
tür nitelikleri yasaklayan yasa yoktur” (Galatyalılar: 5: 19- 23 ). Fuhuş
bedenin kötü huyları arasında sayılmıştır. Bunun yerine Tanrı’nın ruhunun
parçası sayılan güzel huyların konulması önerilmiştir. Bu iyi huylar Tanrı’nın
egemenliğine girenlere miras olarak bırakılmıştır.
Tanrı’nın egemenliğini saf bir ruhla kazananların durumunu daha farklı
pasajlarda görmek mümkündür: “Aranızda fuhuş, pislik ya da açgözlülük anılmasın
bile. Kutsallara yaraşmaz bu. Aranızda açık saçık budalaca konuşmalar, bayağı
şakalar da olmasın. Bunlar size yakışmaz. Bunun yerine şükredin. Şunu
kesinlikle bilin ki, fuhuş yapanın, pisliğe düşkün olanın ya da putperest demek
olan aç gözlü kişinin Mesih’in ve Tanrı’nın egemenliğinde mirası yoktur”
(Efesliler: 5: 3- 5). Burada da fuhuş yapanların çirkin özellikleri göz önüne
serilmekte ve bunların Tanrı’nın mirasından yoksun kaldıkları vurgulanmaktadır.
Bu kötü davranışlar fuhuş da dâhil insana yakışmayacak kötülüklerdir. Tanrı’nın
mirasına layık olacak kişi bu özelliklerin hiçbirine sahip olmamalıdır. Bir
imanlı ısrarla bunlardan kaçınmalıdır.
Evliliğin temelinden sarsılmasına neden olan fuhuş, Hıristiyanlıkta çokça
üstünde durulan cinsel bir motiftir. Bunun belki de erkek egemenliğine dayalı
bir kültürün ve ayrıca Yeni Ahit’in evlenmeye tam anlamıyla sıcak bakmamasından
ileri geldiği söylenebilir. Neticede bunlara rağmen fuhşun çokça yasaklandığı
Yeni Ahit’te zikredilmiştir. “Yaşamınız olan Mesih göründüğü zaman siz de
onunla birlikte yücelmiş olarak görüleceksiniz. Bu nedenle bedenin dünyasal
eğilimlerini -fuhşu, pisliği, şehveti, kötü arzuları ve putperestlikle eş olan
aç gözlülüğü- öldürün” (Koloseliler: 3: 5). Buna benzer başka bir pasajı
Selanikliler’de görmek mümkündür. “Tanrının istediği şudur: Kutsal olmanız,
fuhuştan kaçınmanız, her birinizin, Tanrı’yı tanımayan uluslar gibi şehvet
tutkusuyla değil, kutsallık ve saygınlıkla kendine bir eş alması ve bu konuda
haksızlık edip kardeşini aldatmamasıdır. Daha önce de size söylediğimiz, sizi
uyardığımız gibi. Rab bütün bu suçlardan ötürü insanları cezalandıracaktır.
Çünkü Tanrı bizi ahlaksızlığa değil, kutsal bir yaşam sürmeye çağırdı”
(Selanikliler:4: 3- 7). Rab Yeni Ahit’in bu ifadelerinde ahlaklı bir yaşamı
tavsiye etmektedir. Tiksinti verici fuhuştan kaçınmayı ve bunun yerine temiz
bir ailede yaşamayı önermiştir. Çünkü fuhuş, kötü arzular, şehvet vb. kötü
şeyler insanın bedenini ve ruhunu öldüren hastalıklardır. Ayrıca cinsel zevk
aracına indirgenen fahişelik, kişinin onurunu zedeler. Bunun için para ödeyen
de kendi açısından büyük günah işlemiş olur. Vaftizlinin, kendisini içine
soktuğu iffetlilikle bağlarını kopartır. Aynı zamanda Kutsal Ruh’un tapınağı
olan bedenini kirletmiş olur. Ayrıca fuhuş eşlerin mutluluğuna, çocukların
dünyaya getirilmesine, insan cinselliğine ve kişilerin onuruna aykırı bir
davranıştır (Pelatre, 1998: 538). Yeni Ahit, bunun yerine kutsal evlilik
ilişkisi içinde yaşanan aile hayatını tercih etmek gerektiğini belirtir. Tersi
durumun onur kırıcı ve doğal olmayan yüz kızartıcı bir günah olduğunu dile getirir.
Bir şeyin bu kadar çok yasaklanması Hıristiyanlara çok cazip gelmesinden
ötürü müdür? Ya da gerçekten fahişelik bir ideoloji olarak tam da kiliseyle bir
şekilde bağlantısı olan bir sapkınlık mıdır? Kadınla kilise arasındaki derin
bağ düşünüldüğünde bu durumun ortaya çıkmasının sebebi anlaşılır gibidir. Çünkü
fahişelik kadını baskı altında tutmayı öngören ideolojisinin bir parçası olarak
kiliseye göbekten bağlıdır (Wells: 1997: 26). Fahişeliğin hem bir kazanç kurumu
olarak hem de erkek egemenliğine vurgu yapan kilisenin kadına uyguladığı baskı
neticesinde böyle bir kazanıma ulaşması çok tabiidir. Her ne kadar
Hıristiyanlık, sürekli eleştirse de sonuçta fahişelik erkekler ve hatta devlet
için bir baskı ve ekonomik kaynak olarak görülebilmektedir. Bundan dolayı artık
yasaklamalar cazibesini yitirebilmektedir.
Esasen Yeni Ahit gibi erkek egemenliği üstüne kurulan ve kadına karşı
olumsuz tavır takınan bir kitapta fahişeliğe yol açan neden iktisadi yapıda
değil, kadının cinsel arzularının çok büyük olmasında aranır. Hatta bu olgu,
oldukça kökleşmiş ve günümüzün anlayışlarını da etkileyen bir inançtır. Bu
inanca göre fahişelik, doyumsuz bir dölyolunun çırpınışlarıdır. Kadın normal
olarak tek bir kişiye (kocasına) tahsis etmesi gereken şeyini, ayrım
gözetmeksizin topluluğun bütün üyelerine açar. En önemli sorun, cinsel eylemin
toplumsal hiyerarşiyi zayıflatması değil, yıkmasıdır. Çünkü cinsel eylem,
köleleri efendi haline getirir (Sabbah, 1995: 56). Burada fahişeliğin toplumsal
sistemi nasıl bertaraf ettiği de ortaya çıkmaktadır. Hıristiyanlık onu
yasaklamakta fakat erkeklerin şehvet dürtüsü ancak bu kurumla
dizginlenebilmektedir. Bu bağlamda fahişe kendisini şehvet dürtüsüyle yanıp
tutuşan her erkeğe para karşılığında veya karşılıksız vererek dinsel ve
toplumsal düzeni çökertmektedir. Fahişe tüm yasaklamalara ve dinsel buyruklara
sırt çevirerek var olan kurallara meydan okumaktadır. Dolayısıyla Hıristiyan
toplumunda bir karışıklığın yaşanması da kaçınılmaz olmaktadır. Fakat Yeni
Ahit, her şeye rağmen inananlarını bu konuda uyarmakta ve onları korkutmaya
devam etmektedir.
Yapılan uyarılardan bir tanesi şudur: “Kimse fuhuş yapmasın ya da ilk
oğulluk hakkını bir yemeğe karşılık satan Esav gibi kutsal değerlere
saygısızlık etmesin” (İbraniler: 12: 16). Bu pasajda fuhuş kutsal değerlere
saygısızlık olarak ifade edilirken aşağıdaki metinde de İzebel adındaki bir
kadın peygamberin fuhşa sürüklenişi ve onun yaptığı yanlışlık dile getirilir.
“Kendini peygamber diye tanıtan İzebel adındaki kadını hoş görüyle
karşılıyorsun. Bu kadın öğretisiyle kullarımı saptırıp fuhuş yapmaya, putlara
sunulan kurbanların etini yemeye yöneltiyor. Tövbe etmesi için ona bir süre
tanıdım ama fuhuş yapmaktan tövbe etmek istemiyor. Bak, onu yatağa düşüreceğim;
onun yaptıklarından tövbe etmezlerse, onunla zina edenleri de büyük
sıkıntıların içine atacağım. Onun çocuklarını salgın hastalıkla öldüreceğim. O
zaman bütün kiliseler, gönülleri ve yürekleri denetleyenin ben olduğunu
bilecekler. Her birinize yaptıklarınızın karşılığını vereceğim” (Vahiy: 2: 20-
23). İzebel adındaki kadın peygamber insanları fuhşa sürüklemekte ve onların
gönüllerini doğru yoldan saptırmaktadır. Bu kadına öfkelenen Tanrı, onu ve
çocuklarını salgın hastalıkla tehdit etmektedir. Çünkü İzebel gönülleri ve
yürekleri denetleyenin Tanrı olduğunu unutmuştur. Kendisine tövbe müddeti
tanınmasına rağmen o buna yanaşmamıştır. Bu yüzden o ve ailesi sert bir şekilde
ölüm cezasıyla tehdit edilmiştir.
Fahişeliğe
bu kadar şiddetle karşı çıkışın temelinde aslında evliliği sıkı sıkıya korumak
fikri vardır. Çünkü ancak evlilik çileci Hıristiyanları teskin edebilir,
onların ihtiyaçlarını doğal ve helal yolardan temin edebilir. Bu yüzden fuhşa
karşı en büyük silah evliliğe hürmettir. “Herkes evliliğe saygı göstersin.
Evlilik yatağı günahla lekelenmesin. Çünkü Tanrı fuhuş yapanları, zina edenleri
yargılayacak” (İbraniler: 13: 4). Fuhuş, evlilikle ortadan kaldırılmaya
çalışıldı fakat bir de evliliği sağlam bir şekilde koruma sorunu vardı. Bunun
için karı kocasına, koca da karısına saygı gösterip her ikisi de birbirlerini
aldatmadan ve saygıyla evliliğe devam etmeliydiler. Yeni Ahit bu yöndeki
ifadelerle onları uyarmıştır. “Şimdi bana yazdığınız konulara gelelim: Erkeğin
kadına dokunması iyidir, diyorsunuz. Ama fuhuştan ötürü her erkek karısıyla,
her kadın da kocasıyla yaşasın, erkek karısına kadın da kocasına hakkını
versin. Kadının bedeni kendisine değil kocasına aittir. Geçici bir süre için
anlaşıp kendinizi duaya vermekten başka bir nedenle birbirinizi mahrum etmeyin.
Sonra yine birleşin ki, kendinizi
denetleyemediğiniz için şeytan sizi ayartmasın” (I. Korintliler: 7: 1- 5).
Böylelikle evlenmekle tek beden olan çiftler Kutsal Ruhu yüceltmiş ve yanlış
yola düşmekten korunmuş oluyorlardı. Fuhşun çözümü erkek ve kadının
birbirlerine saygı ve sevgi göstererek evliliklerini sürdürmelerinden geçer.
Evli olan kişi hem eşini hem de
Tanrısını ihmal etmemiş olur.
Yeni Ahit, fahişeliği evlilik için çok zararlı ve hatta yıkıcı bir unsur
olarak görse de ona karşı yöneltilen eleştiriler aslında duruma farklı bir
açıdan bakmayı da gerektirir. Özellikle Hıristiyanlığın evlilikten ziyade
fahişeliği teşvik ettiğini belirten eleştiriler çok ilginçtir. Bu bakış açısını
da göz ardı etmemek gerekir. Evlilik Hıristiyan mükemmelliğiyle bağdaşamaz.
Evlilik neyi temsil eder? Ruhların birleşmesini. Kilise evliliğin cinsi
cazibesini kabul etmez. İki insani varlık arasındaki antlaşmaların en ciddi, en
gösterişli ve en içten olanında, aşkın yeri yoktur; ama fuhuş gerekli bir
kötülük olarak kabul edilir. St. Thomas’ın Somme adlı eserinde, ‘Bir şehirde
fahişeler, bir sarayda çirkef kuyusu neyse odur; çirkef kuyusunu kaldırınız,
saray pis ve kokmuş bir yer olacaktır’, denir (Marx, Engels ve Lenin, 1996:
24). St. Thomas’ın eleştirisi aslında evliliğin önemine, fuhşun kötülüğüyle
vurulan bir darbe gibidir. Hıristiyanlığın Kilise düşünürlerince, bu şekilde
açıkça yerden yere vurulması doğrusu ilginç bir öz eleştiridir.
Nihayetinde fahişelik tarih boyunca kadınların kullanılmasıyla sürekli
varlığını yaşatmıştır. Bu işi ne sebeple olursa olsun kabul eden kadın ve bunu
bir iktidar aracı olarak kullanmak isteyen erkek oldukça fahişelik her çağda
geçerli bir kurum olarak kalacaktır. Zaten antikçağda, kurum olarak fahişeliği
devlet yaratmıştı. Bu Ortaçağda da değişmeyecekti. Ancak antikçağdan farklı olarak
bu sefer işletmeci, Kilise’dir. Ortaçağ Avrupa’sında genelevlerin arkasındaki
güçler devlet ve kiliseydi (Korkmaz, 2004: 7). İşte fahişelik kurumunun
arkasındaki isimler değişse de o her zaman cazip bir iktidar kaynağı olmuştur.
Günümüzde bile batıda hızla gelişen bu sektör artık devletler tarafından
yönetilmekte hatta çeşitli yeraltı örgütleri bu sermaye üstünden çokça paralar
kazanabilmektedir. Günümüz Hıristiyan dünyası fahişeliği inananları için bir
tehlike olarak görse de bunun önüne bir türlü tam anlamıyla da geçememektedir.
Cinsellik, erkek ve kadının tarih sahnesinde kendilerine biçilmiş rolü
oynadıkları muammanın bir parçasıdır. Cinsiyetin eril ve dişil olarak
tanımlandığı bitki, hayvan ve insan türünde görülen davranış biçimidir.
Özellikle de insanın bedensel ve ruhsal olarak tüm benliğiyle katıldığı, erkek
ve dişinin bir araya geldiği kozmik bir bütünlüktür. Gök ile yer, biri erkek
diğeri dişi olmak üzere bir kozmozu nasıl oluşturursa, kadın ve erkek de
cinsiyet olarak bir araya geldiğinde insan bütünlüğünü oluşturur. İnsan denen
meçhul, âlemde kendisine dair sırları çözmeden veya çözme fırsatı bulmadan bir
başka insan dünyaya getirir. Bunun adı yeni kuşaktır. İşte ortaya çıkan yeni
nesil cinsel birleşmenin, eril ve dişil bedenin aynı düzlemde buluşmasının
sonucudur. Bu bir anlamda var oluşsal kaygıdır. Doğurma, üretme ve insanı
oluşturma endişesidir.
Din, insan için inanma ihtiyacını ifade eder. Cinsellik ihtiyacı gibi din
de en temel ihtiyaçlardan biridir. İnsan türü doğada muhakkak surette bir
nesneye, canlıya, güce, varlığa ve kutsala inanmak ister. Meçhul denen insanın
belki en malum özelliği inanma gerekliliğidir. İlk insandan son insana kadar
canlı kalacak inanç yani din ihtiyacı kuşku götürmez bir hakikattir. Diğer
taraftan din olgusu her toplumda farklı şekillerde tezahür etmiştir. İlkel
kabilelerde yaşanan din olgusu gelişmiş toplumlarda yaşanan din olgusundan
farklı olabilmektedir. Bu bağlamda semavi dinler bile aynı orijinden gelmesine
rağmen müntesiplerince farklı algılanmış ve yaşanmıştır. İşte tek Tanrılı
dinlerden olan Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da böyle bir durum söz konusudur.
Hem inanç hem de ritüel bakımından bu iki din ve müntesipleri arasında çok fark
vardır.
Cinsellik olgusunu Yahudilik ve Hıristiyanlık dinleri bağlamında
irdelediğimizde karşımıza apayrı olmasa da ayrı sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle Yahudilik açısından cinsellik çok önemli bir noktada yer alır. Eski
Ahit metinlerinden hareketle varılan sonuç, Yahudilerde bu ihtiyacın önemli ve
gerekli olduğudur. Eski Ahit, cinselliğe yalnızca kadın ve erkek arasında
yaşanan basit bir cinsel birleşme olarak bakmaz. Onu, toplumu ayakta tutan yeni
ve ayrıcalıklı kuşaklar yaratan, kendine özgü bir Yahudi ırkı oluşturan eylem
olarak görür. Eski Ahit verimli olup çoğalma ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalan
bir kitaptır. Bunun için cinsel birleşmeyi, sırf bir zevk olayı değil toplumsal
bir itici güç olarak nitelendirir. Bu gücü sürekli üreterek ve yeni nesiller
ortaya çıkarmanın önemine dikkat ederek, Yahudi toplumunu saf bir ırk düzeyinde
tutmaya önem verir.
Eski Ahit’te cinsellik, Adem ve Havva’nın malum olayından hareketle şekil
bulur, anlam kazanır. Adem, yasak meyveyi Havva ve yılanın kendisini
kandırmasına dayanarak yemiş, çıplak olduğunu, ilk günahı işlediğini fark etmiştir.
Bundan sonra bedenlerinin cinselliği simgelediğini öğrenen Adem ve Havva yeni
nesiller ortaya çıkarma konusunda ilk adımı atmışlardır. Çıplaklık fenomeninin
ardından doğurma, cinsel etkinliklerin neler olduğunu bilme gibi ayrıntılar
Yahudilerin tecrübeleri arasına girmiştir. Böylece Adem ve Havva gerçekliğinin
yarattığı model kendisinden sonra gelen insanlar için örnek olmuştur. Bu
bağlamda Eski Ahit’e inanan, insanlar cinselliğin neye işaret ettiğini,
semereli olup çoğalma ilkesinin ne ifade ettiğini bilerek gündelik yaşamlarında
bunları uygulamışlardır.
Eski Ahit, Yahudi toplumuna gelmiş kutsal bir metin olarak cinselliği
doğrudan veya dolaylı olarak çağrıştıran birçok motifle doludur. Eski Ahit’te,
kadın ve erkeğin kendine has saç, boyun, burun, dudak, ağız, meme, bacak, kalça
ve cinsel organları birer cinsel motif olarak üstüne konuşulmuştur. İnsanın adı
geçen bu organları hakkında yasal ve yasak durumlar oluşmuştur. Yahudi
toplumunun fertleri gündelik hayatında bu kurallar doğrultusunda cinsellik
çağrıştıran bölgeleriyle ilgili olarak bir takım ritüellere ve kurallara
uymuşlardır. Buna uymayanlara sert yaptırımlar getirilmiştir.
Eski Ahit’te meme motifi emzirmenin simgesi olmuşken; penis, üremenin,
bolluğun ve bereketin simgesi olmuştur. Kadın ve erkek cinsel organları bu
bağlamda soy üretme amacına hizmet etmiştir. Bunun yanında bekâret kavramı ise
Yahudi toplumu için önemsenir bir değerdir. Bakirlik, erkek ve kadın bütün
Yahudiler için çok önemli olmasına rağmen bilhassa kadınlar için bekâret daha
çok istenen bir şeydir. Erkek egemenliğiyle açıklanacak bu olay, kızlar için
kâbusa dönecek kadar sert yaptırımlarla desteklenmiştir. Çünkü Eski Ahit
pasajları, kadınların bakir olmaları gerektiğini belirten ifadelerle doludur.
Evlilik, Eski Ahit için çok önemli bir ayindi. Tanrı’nın huzurunda
antlaşmanın ve söz kesmenin sembolüydü. Bunun için Yahudiler evliliğe çok önem
vermektedirler. Evliliğin bitmesi demek olan boşanma ise kesinlikle arzu
edilmeyen bir davranış biçimiydi. Yahudi toplumu bir kadının dul kalmasına
dolayısıyla evlilik antlaşmasının bozulmasına iyi gözle bakmazdı. Kadının yeri
erkeğinin yanıydı. Bu yüzden boşanmalarda bile söz hakkı erkeğindi. Kadın,
boşayan değil boşanmak zorunda olan taraftı. Bu nedenle evlilik Yahudiler için
sadece cinsel birleşme değil neslin başlangıcına karar verilen kutsal bir
sözleşmeydi. Evlilikten amaç
disipline
edilmiş cinsel bir hayatın somut neticeler vermesiydi. Yahudi toplumu
soylarının saf olmasına, dolayısıyla arı bir ırkın yaratılmasına evlilikle
hazırlık yapmış oluyordu. Evlilik çok önemliydi fakat birden çok evliliğin
yaşanması Yahudilerin yaşam biçimi olmuştu. Tek eşlilik Yahudilerde neredeyse
yok denecek kadar azdı. Eski Ahit toplumunun geleneksel yaşam biçimi, kültürü,
ekonomisi ve kutsal metinlerinin etkisi ile Yahudilerde çok eşlilik oldukça
yaygındı. Bu duruma yalnızca halk düzeyinde değil, statüsü yüksek olanlar, krallar
ve
peygamberler düzeyinde de rastlamak mümkündü.
Bunun yanında Eski Ahit toplumunda iç evlilik denen sadece Yahudi olanlar
arasında gerçekleşen evlenme biçimi vardır. Burada soyun devamını sağlamak,
ailenin bölünmesini engellemek ve kendine özgü bir Yahudi toplumunu yaşatmak
amacıyla kutsal metinlerin de desteğiyle iç evlilik oldukça sık yapılırdı.
Böylece Yahudi toplumunun dışında kalan yabancıların soya karışmasına engel
olunmaktaydı. Eski Ahit metinleri, bu tür evliliklerin yapılması gerektiğini
belirten emirlerle, iç evliliği bir anlamda teşvik etmiştir. Evlilik kurumuna
oldukça önem veren Eski Ahit, bu bağı çözecek ve yıpratacak her türlü yanlışa
karşı çıkmıştır. Bunun için zina ve fahişeliğe getirdiği yasaklarla
inananlarını oldukça korkutmuştur. Çünkü zina veya fuhuş Yahudi toplumunun
birlik ve beraberliğini ortadan kaldıracak büyük bir tehlikeydi. Tanrı’nın
antlaşmasının bozulması demekti.
Bilindiği gibi zina veya fuhuşta, evlilik antlaşmasına ters bir durum söz
konusuydu. Üçüncü bir kişinin karı koca arasına girerek Tanrı’nın ve insanın
bütünlüğün bozması durumu vardır. Zina, evlilik dışı cinsel ilişki olarak ve
fuhuş da erkek zevkine hizmet eden bir kötülük olarak evlilik kurumuna çok
zarar veren iki ciddi tehlikeydi. Eski Ahit bu tehlikeleri engellemek için çok
sert yaptırımlar getirmiştir. Zina veya fuhşa sürüklenen erkek ya da kadınlar
ölüm cezasına çarptırılmıştır. Diğer taraftan bu iki tehlikeyi körükleyenlerin
başında yine erkek gelmekteydi. Gerek fahişelik kurumunun ortaya çıkmasında
gerekse de zina fiilinde erkeklerin itici güç olma gibi özelliği vardır. Bekâr
ve gözü dışarıda olan erkekler evlilik kurumunu adı geçen iki günahla
lekelemelerine rağmen nadiren de olsa bu suçu işleyen kadınlar daha ağır
bedeller vermiştir. Eski Ahit toplumunda kadının yazgısı çoğu zaman aleyhine
işlemekteydi. Erkekler ise iktidarı ve gücü ellerinde bulundurmanın
haklılığıyla durumu lehlerine çevirmekteydiler.
Yahudi toplumunu yabancılardan ayıran bir ritüel de sünnettir. İbrahim
peygamberin sekiz günlük iken sünnet edilmesi ve halen Yahudilerin bu geleneği
sürdürmeleri onları diğer milletlerden ayırt edici bir unsur haline gelmiştir.
Eski Ahit ilkelerine göre her Yahudi muhakkak sünnet edilmeli ve bu kutsal
geleneğe uymalıydı. Erkek sünnetinin yaygın olduğu bu toplumda kadın sünneti
yapılmazdı. Ama bunun yanında kadınların da kendilerine özgü muayyen halleri
vardı. Özellikle âdet, doğum ve cinsel ilişki esnasında ortaya çıkan özel
durumlarda Yahudi kadınların ne yapacağı ve hangi kurallara uyacağı belliydi.
Erkeklerin de muayyen hallerde kirli sayılacağı durumlar vardı fakat bu durum
bile kadınların daha az kirli olmalarına engel değildi. Çoğu zaman olduğu gibi
kadınlar erkeklere göre daha fazla kirliydi. Bunun için erkek ve kadınlar Eski
Ahit’te belirtilen süreler içinde hemen temizlenmeli ve ibadetlerini öylece
yapmalıydılar.
Eski Ahit toplumunun dikkat ettiği kurallardan birisi de örtünmedir.
Özellikle ibadet esnasında baş ve vücudun belirli diğer bölümlerinin örtülmesi
Yahudilik için oldukça önemliydi. Eski Ahit erkeklerin ve bilhassa kadınların
örtünmesi gerekliliğine önem verirdi. Bununla birlikte Kutsal Kitap’ta
cinsellik bağlamında doğal sayılan ve sayılmayan durumlar da yok değildi.
Özellikle Yahudi erkek ve kadınların cinsel davranışlar konusunda Tanrı’nın
istediği uygulamaları sergilemesine dikkat edilirdi. Zaten bu cinsel
davranışların amacı da Tanrı’nın adını yeni bir nesille yaşatmaktı. Fakat doğal
kabul edilen cinsel eylemler ancak yasal zeminlerde karı koca arasında yani
evlilik bağı içerisinde gerçekleşmeliydi. Bunun dışında yapılan her türlü
cinsel eylem, Eski Ahit’te sapıklık olarak nitelendirilmiştir. Bu cinsel
sapıklıkların başında homoseksüel eğilimli davranışlar gelirdi. Eski Ahit’e
göre erkeğin erkekle ve kadınının kadınla girdiği her türlü cinsel ilişki
yasaktı. Bu tür sapkın davranışlar Yahudilik dinine ve Yahudilere büyük
zararlar verirdi. Çünkü bir toplumun yozlaşması bu tür sapkın eylemlerle
başlardı. Bu yüzden birçok Yahudi kavmi bu günahtan dolayı toplu olarak cezaya
çarptırılmıştır.
Karşı çıkılan bir diğer sapıklık da yakın akraba arası cinsel ilişkiydi.
Ensest olayı tüm dinlerin şiddetle ret ettiği bir sapıklık olarak Yahudilikte
de istenmedi. Buna teşebbüs edenler çok şiddetlice uyarılıp çeşitli cezalara
çarptırıldı. Eski Ahit’in Yahudi soyunu belirsizleştiren böylesi bir sapıklığa
izin vermesi zaten mümkün değildi. Çünkü bu sapıklıkta anne, baba, çocuklar,
hala, teyze, kayınbaba, kaynana, gelin vb. arasında kurulan cinsel bir yakınlık
tüm aileyi rencide etmekte ve rollerini belirsizleştirmektedir. Yakın akraba
arası cinsel ilişki sapıklığı kadar tehlikeli olan bir diğer sapıklık da
hayvanlarla cinsel ilişkiydi. Eski Ahit, inananlarının hayvanlarla cinsel
ilişkiye girmesini kesin ve şiddetli bir dille yasaklamıştır.
İnsan nesline ihanet demek olan bu sapıklık Yehova’nın sertçe karşı
çıktığı bir cinsel davranış şekliydi. Bunlar kadar olmasa da mastürbasyon demek
olan öz doyum da Eski Ahit’te yasaklanmıştır. Tevrat’ta “Onan” günahı olarak
adından bahsedilen bu sapıklık meninin boşa harcanması sonucunu doğurur.
Yahudilik gibi çoğalmaya önem veren bir dinin menisini boşa harcayan
inananlarına prim vermesi mümkün değildi. Bu nedenle mastürbasyon sapkınlığı da
sertçe eleştirilmiş ve yasaklanmıştır.
Bunlara ilaveten travestilik denen kadın ve erkek cinsiyetine saygısızlık
olarak nitelendirilen bir sapıklık daha vardır. Eski Ahit erkeğin kadın giysisi
giyerek kadın gibi davranmasına karşı çıkmıştır. Çünkü kadın ve erkek farklı
cinsiyetler olup aslında bir araya geldiklerinde bütünlük oluştururlar. Oysa
Eski Ahit travestilik gibi erkeğin cinsiyetini silikleştiren bir sapıklığa
müsaade edemezdi. Nitekim bu şekilde davranan birçok kişiye şiddetli yasaklar
getirilmiş ve bunun Tanrı’nın inananlarına yakışmayacak bir davranış biçimi
olduğu ortaya konmuştur.
Genel
olarak Eski Ahit’in muhatabı olan Yahudi toplumunda cinsellik anlayışının nasıl
olduğunu ifade etmek için kadının değerinin ne olduğunu bilmek gerekir. Kadın,
Yahudi kültüründe erkeğin tamamlayıcısı cinsiyetin öteki tarafıdır. Fakat
erkeğe göre yeri eşit konumda değil ikinci plandadır. Çok eşlilik, bekâret ve
buna benzer konularda kadın erkeğe göre siliktir. Yahudi dinsel metinlerinde
erkek lehine bir durum söz konusudur. Buradan hareketle Yahudilikte cinselliğin
vazgeçilemez bir öğe, özellikle Yahudi ırkının çoğalması ve kendine özgü bir
topluluk olarak kalması için önemli bir olgu olduğunu söyleyebiliriz. Adem ve
Havva simgesinden gündelik yaşam biçimine kadar Eski Ahit’te cinsellik, önemli
bir unsurdur. Her ne kadar kadın erkek hakları açısından bir dengesizlik olsa
da cinselliğin vazgeçilemez özelliği, iki tarafı sarıp sarmalamasıdır. Eski Ahit’te
erkek ve kadınlar,
cinselliği hem ihtiyaçlarını karşıladığı bir düzlem hem de doğurma yani
çoğalma eylemini giderdikleri kutsal birleşme yatağı olarak görürler.
Hıristiyanlığa geldiğimizde, durum Yahudilikten farklılaşmaktadır.
Hıristiyanlık, Yahudi kültürü başta olmak üzere, ilk çağın felsefi
görüşlerinden ve kilise düşünürlerinin fikirlerinden oldukça etkilenmiştir. Bu
yüzden Yeni Ahit’in cinselliğe bakış açısı Eski Ahit’e nazaran daha karamsar
olmuştur. Hıristiyanlıkta cinsellik kadına bakış etrafında çözümlenir. İlk
günahın müsebbibi kadındır. Bu yüzden Adem cennetten kovulmuştur. Doğan her
Hıristiyan ise bundan böyle günahkâr sayılmıştır. Böyle karamsar bir netice,
cinselliğe soğuk bakılmasına neden olmuştur. Kilise düşünürlerinin kadını
ikinci hatta üçüncü bir varlık seviyesine indirgemesi cinselliği daha da
çetrefilli bir hale sokmuştur. Genel hatlarıyla Yeni Ahit’te cinsellik
kendisine soğuk bakılan fakat evlilik içerisinde yasal kabul edilen bir olgu
olmuştur. Bu anlayış neticesinde bir Hıristiyan zevk için cinsel ilişkiye giremez
ancak evlilik kurumu içinde ve doğurma eylemine katkı sağlayacaksa bu ilişkide
bulunabilir. Cinselliğe soğuk bakışın bilinçaltında yatan nedenlerden biri de
İsa’nın bekâr olmasıdır. Öncüsü bekâr olan ve cinselliğe mesafeli yaklaşan bir
dinin inananlarının, cinselliğe olumsuz bakması çok doğaldır. Bu nedenle Yeni
Ahit’in bu tavrı Hıristiyan’ın günlük hayatında oldukça etkili olmuştur. Hatta
Hıristiyanlık, cinselliğe bu karamsar bakışı nedeniyle çoğu zaman çileci bir
karakterde görülmüştür. Asketik bir dini yaşamın insanların yaşam tarzına
yalnızlık katacağı da bilinen bir gerçektir.
Bu
bağlamda Hıristiyanlıkta evlilik, Tanrı’nın huzurunda bir antlaşmadır. Kadın ve
erkeğin Tanrı’ya bağlılık andında bulunmalarıdır. Evlilik bir anlamda
Tanrı’nın insanlığa sevgisini simgeleyen bir yaşam biçimidir. O sıradan bir
durum değildir. Bir araya gelen erkek ve kadın, Kilise tarafından takdis dilmiş
ve Tanrı önünde tekliği ve bütünlüğü göstermişlerdir. Ayrıca evlilik sayesinde
Kilise ile Mesih kutsal bir bağla birleşmişlerdir. Yeni Ahit cinsel
birlikteliğe bu pencereden bakar. Diğer taraftan Hıristiyanlık, bekârlık
konusuna kapıyı kapatmaz. Kişi eğer evlenemiyorsa bir çeşit perhiz yapar gibi
bekâr kalabilir. Yani evlenebilen evlenir, evlenemeyen ise bekâr kalabilir.
Çünkü bilindiği gibi İsa da bekârdır. Bununla ilintili olarak Yeni Ahit
boşanmaya karşıydı. Kişi ya evlenir Tanrı’nın sevgisini sonsuza kadar yaşatır
ya da bekâr kalarak kendisini Tanrı’ya adar. Evlenip de boşanmak Tanrı’ya karşı
saygısızlık kabul edilirdi.
Yeni Ahit toplumunda Eski Ahit kültüründe olduğu gibi çok eşlilik hâkim
değildir. Hıristiyanlık tek eşliliği savunur. Kişi evlenebiliyorsa tek eşli
evlilik yapmalıdır aksi halde evlenmese de olur. Bunun yanında çok eşlilik
Hıristiyanlıkta kabul edilen bir evlenme biçimi değildir. Her ne kadar münferit
çok eşlilik durumlarına rastlansa da Hıristiyanlığın bu konudaki tavrı
monogamiden yanadır.
Evlilik kurumuna sadakati de önemli gören Hıristiyanlık, zina ve fuhuş
gibi yasak eylemleri oldukça sert bir dille kınar. Zaten evlilik kurumuna Tanrı
sözleşmesi olarak bakan Hıristiyanlığın bu sözleşmeyi zedeleyecek ve ortadan
kaldıracak her türlü eyleme karşı çıkması doğaldır. Zina ve fahişelik evlilik
kurumuna dolayısıyla Tanrı’nın sevgisine ihanet ve saygısızlıktır. Bir kadına
gözleriyle bile şehvetle bakan kişiyi günahkâr sayan Yeni Ahit’in zina ve
fahişeliğe çok sert yaklaşması tabiidir. Çünkü Yeni Ahit’e göre zina ve
fahişeliğe dahası şehvete saplanan birisi kendisini şeytanla aldatmıştır. O
şeytanla dostluk kurmuştur. Bu nedenle kendisini yakıcı azaptan kurtarmak için
yüreğini Tanrı sevgisiyle doldurup, günah işlemekten sakınmalıdır.
Yeni Ahit’in cinsel motifler çerçevesinde üstünde durduğu konulardan biri
de sünnettir. İbrahim peygamberin sünnet oluşunu tekrarlayan ve Yahudilik kadar
olmasa da sünnete önem veren Hıristiyanlık, onu bir emir olarak inananlarına
salık verir. Sünnet Yeni Ahit’te yeniden keşfedişmiş bir uygulama değildir.
Hıristiyanlar onu Yahudilerden almış ve İsa’nın sünnetli olmasını kendilerine
örnek alarak bu ritüeli uygulamışlardır. Diğer taraftan özellikle Pavlus,
yabancıların Hıristiyanlığa geçişini kolaylaştırmak amacıyla sünnetli olmaya
biraz soğuk bakmış ve İncillerde de bu bakışını açıkça ortaya koymuştur.
Bunun gibi örtünme de Yeni Ahit’in emrettiği kurallardan biridir. Fakat
Yeni Ahit kadının saçını örtmesi erkeğin de açması gerektiğini söyler. Çünkü
Hıristiyanlığa göre her kadının başı erkek, her erkeğin başı Mesih, Mesih’in
başı da Tanrı’dır. Bir anlamda Eski Ahit’in yaptığı bir uygulamayı Yeni Ahit
bünyesinde özümleyerek Hıristiyanlar için özellikle de kadınlar için emir
haline getirmiştir. Bu emir, bir anlamda çıplaklığı yani ayıbı örtmenin somut
göstergesidir.
Evlilikte cinselliği, sağlıklı ve doğru gören Yeni Ahit, bunun dışındaki
şehvetli her türlü eylemi yasaklamıştır. Özellikle de cinsel sapıklık
seviyesinde olan tüm cinsel haz alma yollarına sert bir şekilde karşı
çıkmıştır. Bunlardan biri olan homoseksüellik ve lezbiyenlik şeytan işi
tiksindirici bir sapıklık olarak kabul edilmiştir. Yeni Ahit’te göre bu tür
sapık bir cinsellik kişiyi Tanrı egemenliğinin mirasından alıkoyar. Onu
insanlıktan çıkarır, Tanrı’nın sevgisinden uzaklaştırır. Hıristiyanlık doğal
olmayan bir yol olan eşcinsel ilişki yerine evlilik içindeki cinsel birleşmeyi
önerir. Ensest de denilen yakın akraba arası cinsel ilişki Yeni Ahit’te en
çirkin sapıklıklar arasına alınır. Çünkü o, insan soyunu belirsizleştiren ve
ortadan kaldıran bir davranıştır. Bunun gibi mastürbasyon da Yeni Ahit’te bir
sapıklık olarak ifade bulur. Kişinin şehvetten zevk almak amacıyla kendi
kendisine yaptığı bu eylem oldukça sert kınanır. Hıristiyanlık bu tür sapık
cinsel davranışlar yerine Tanrı’nın sözleşmesine zarar getirmeyecek doğal bir
yolla yani evlilik yoluyla cinsel ihtiyacın karşılanmasını ister. Bunun
dışındaki her türlü sapıklığı Mesih’e, Kilise’ye ve Tanrı’ya saygısızlık olarak
algılar.
Cinsellik gerek Yahudilikte olsun gerekse de Hıristiyanlıkta kadın ve
erkek için en temel ihtiyaçtır. Semavi dinlerin iki kutsal kitabı Eski ve Yeni
Ahit, kendi toplum yapılarına uygun olan ilkeleri ortaya koymuş ve cinselliği
de bu bağlamda değerlendirmişlerdir. Cinsellik iki dinde de üremek ve Tanrı’ya
inanan bir topluluk oluşturmak adına evlilik kurumu içerisinde kabul görmüştür.
Karı koca ilişkisi dışına taşan her türlü cinsel ilişki iki dinde de yanlış
olarak nitelendirilmiştir.
Nihayetinde Adem ve Havva ile başlayan insanlık serüveni dinlerin koymuş
oldukları prensipler çerçevesinde kendi yatağında akıp durmuştur. Din ve
cinsellik, insanın bu serüveninde yolunu bazen sekteye uğratmış bazen de
yolunda daha hızlı ilerlemesi için bir motor görevi görmüştür. Bu noktada
Tanrı, insanların din ve cinsellik ihtiyacını mantıklı ve doğru bir şekilde
karşılamasını istemektedir. Bunun için insana çok önemli zihinsel ve ruhsal
görevler düşmektedir. Hal böyleyken, mühim olan insanların kendilerini hayat
karşısında dilsiz ve sağır yapmamalarıdır. Çünkü nice insanların tüm duyu
organları olduğu halde yürekleri mühürlenmiş ve asıl amacı göremeyecek kadar
zihinleri kapanmıştır. Oysa insanlık serüvenin amacını yakalayanlar sürekli
kendisini uyandıranlar olmuşlardır. Umulur ki insan uyarılmadan kendisini
uyarsın.
Adasal, R. (1975), Normal ve anormal
cinsiyet ve evlilik, Ankara Doruk Yayınları.
Adler, A. (1999), Cinsiyetler arasında
işbirliği (Çev. S. Selvi), İstanbul Payel Yayınları.
Adorno, T. W. (2000), Minima Moralia
(Çev. O. Koçak ve A. Doğukan), İstanbul
Metis Yayınları.
Akdemir, S. (1991), Tarih boyunca ve
Kur’an- ı Kerim’de kadın, İslami Araştırmalar
5 (4), 262.
Aktaş, C. (1986), Kadının serüveni,
İstanbul Girişim Yayınları.
Albayrak, K. (2004), Dinsel bir sembol
olarak Haç’ın tarihi, Dini Araştırmalar 7 (19), 107- 108.
Arsel, İ. (1995), Şeriat ve kadın,
İstanbul Dilek Ofset.
Arslan, H. (1999), Tanrı ve kadın, İstanbul
Berfin Yayınları.
Armstrong, K. (1998), Tanrının tarihi
(Çev. O. Özel, H. Koyukan ve K. Emiroğlu), Ankara Ayraç Yayınevi.
Ateizm ,(2006), Eşcinsellik, (http
://www. ateizm. org/31.05.06)
Augustinus, S. (1999), İtiraflar
(Çev. D. Pamir), İstanbul Kaknüs Yayınları.
Aydın, M. (2005), Hıristiyan
kaynaklarına göre Hıristiyanlık, Ankara Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Ayt Sabah, F. (1995), İslam’ın
bilinçaltında kadın (Çev. A. Sönmezay), İstanbul Ayrıntı Yayınları.
Baird, V. (2004), Cinsel çeşitlilik
(Çev. H. Doğan), İstanbul Metis Yayınları.
Bataille, G. (2006), Cinsellikten
Dinselliğe Erotizm, (http://www.dunyagazetesi.com.tr).
Bataille, G. (1997), Edebiyat ve kötülük
(Çev. A. Sönmezay), İstanbul Ayrıntı Yayınları.
Baudelaire, C. (2003), Paris sıkıntısı
(Çev. E. Alkan), İstanbul Varlık Yayınları.
Beauvoir, S. (1993), Kadın ikinci cins
(Çev. B. Onaran), İstanbul Payel Yayınevi.
Bedia, A. (1998), Felsefe Terimleri
Sözlüğü, İstanbul İnkılap Yayınevi.
Benjamin, W. (2001), Son bakışta aşk
(Haz. N. Gürbilek), İstanbul Metis Yayınları.
Berktay, F. (2003), Tarihin cinsiyeti,
İstanbul Metis Yayınları.
Berktay, F. (1996), Tek tanrılı dinler
karşısında kadın, İstanbul Metis Yayınları.
Berman, M. (1994), Katı olan her şey
buharlaşıyor (Çev. Ü. Altuğ ve B. Peker),
İstanbul İletişim Yayınları.
Besalel, Y. (2001), Yahudilik
Ansiklopedisi, II, İstanbul Gözlem Gazetecilik
Basın ve Yayın A.Ş.
BUA: Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi
(1987), Yahudi Dünyası IV içinde (ss. 96- 95), İstanbul İletişim Ansiklopedi
Yayınları.
Budak, S. (2000), Psikoloji Sözlüğü,
Ankara Bilim ve Sanat Yayınları.
Buckley; M. ve Poorta, S. (2003), Cinselliğin
doğası (Çev. A. Balçı), İstanbul
Bütün Dünya Kitaplığı.
Caner, E. (2004), Kutsal fahişeden
bakire Meryem’e toprak ve kadın, İstanbul Su Yayınları.
Canetti, E. (1998), Kitle ve iktidar
(Çev. G. Aygen), İstanbul Ayrıntı Yayınları.
Carullah, M. (2000), Hatun (Yay.
Haz. M. Görmez), Ankara Kitabiyat Yayınları.
Casciolli, L. (2006), Mesih masalı
(Çev. A. Aydın), İstanbul Çiviyazıları Yayınevi.
Comiskey, A. (2000), Cinselliğin
iyileştirilmesi (Çev. L. Kıran), İstanbul
Yeni YaşamYayınları.
Çalışlar, O. (1991), İslam’da kadın ve
cinsellik, İstanbul Afa Yayınları.
Çelik, A. (2004), Benim adım kadın,
İstanbul Haberci Yayınları.
Develioğlu, F. (2000), Osmanlıca - Türkçe
Ansiklopedik Lügat, Ankara Aydın Kitabevi.
DTA: Dinler Tarihi Ansiklopedisi
(1999), Yahudilik, Eski Dinler Şamanizm ve Musevilik
I içinde (ss.241- 320), İstanbul
Ansiklopedi Yayınları.
DTA: Dinler Tarihi Ansiklopedisi
(1999), Hıristiyanlık II içinde (ss. 64- 68). İstanbul Ansiklopedi Yayınları.
Doğan, M. (1996), Büyük Türkçe Sözlük,
Ankara İz Yayınları.
Duerr, H. P. (1999), Uygarlaşma
sürecinin miti: I çıplaklık ve utanç (Çev. T. Onur), Ankara Dost Kitabevi
Yayınları.
Durant, W. (2006), Örtünme. (http://www.biriz.biz/tesettur/bsrt6.htm).
Dursun, T. (2002), Din ve seks,
İstanbul Berfin Yayınları.
Eker, E. (1993), Evlilik sorunları
N. Arat (Yay. Haz), İstanbul Say Yayınları.
Ekşi, A. (1993), Genç kızlarımız ve
cinsellik N. Arat (Yay. Haz), İstanbul Say Yayınları.
Eliade, M. (2003), Dinler tarihine giriş
(Çev. L. Arslan), İstanbul Kabalcı Yayınevi.
Eliade, M. (2003), Dinsel inançlar ve
düşünceler tarihi (Çev. A. Berktay), I, İstanbul
Kabalcı Yayınevi.
Eliade, M. (1994), Ebedi dönüş mitosu
(Çev. Ü. Altuğ), Ankara İmge Kitabevi.
Emiroğlu, K. ve Aydın, S. (2003), Antropoloji
Sözlüğü, Ankara Bilim ve Sanat Yayınları.
Erbaş, A. (1998), Hıristiyan ayinleri,
İstanbul Nun Yayıncılık.
Erdem, M. (1993), Hz. Adem. Ankara Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
Erhat, A. (1993), Mitoloji Sözlüğü,
İstanbul Remzi Kitabevi.
el-Fadl, N. (2006), “Hz. İsa Hz.
Muhammed’i müjdeledi mi?” (Çev. K. Albayrak), İstanbul Emre Yayınları
Freud, S. (2006), Cinsiyet üzerine
(Çev. A. A. Öneş) İstanbul Say Yayınları.
Freud, S. (1998), Hz. Musa ve tek
Tanrıcılık (Çev. K. Şipal), İstanbul Cem Yayınları.
Freud, S. (2002), Totem ve tabu
(Çev. S. Sel), İstanbul Sosyal Yayınları.
Fromm, E. (1998), Cinsellik ve cinsel
sapmalar (Çev. A. Arıtan), İstanbul Arıtan Yayınevi.
Fromm, E. (1998), Sevme sanatı (Çev.
I. Gündüz), İstanbul Say Yayınları.
Fromm, E. (1998), Sevginin ve şiddetin
kaynağı (Çev. Y. Salman ve N. İçten), İstanbul Payel Yayınevi.
Foucault, M. (1993), Cinselliğin tarihi
(Çev. H. Tufan), I, İstanbul Afa Yayınları.
Foucault, M. (1993), Cinselliğin tarihi
(Çev. H. Tufan), II, İstanbul Afa Yayınları.
Foucault, M. (1993), Cinselliğin tarihi
(Çev. H. Tufan), III, İstanbul Afa Yayınları.
Giddens, A. (1994), Mahremiyetin
dönüşümü: modern toplumlarda cinsellik, aşk ve erotizm (Çev. İ. Şahin),
İstanbul Ayrıntı Yayınları.
Göle, N. (2001), Modern mahrem,
İstanbul Metis Yayınları.
Görmez, M. (2001), İlahi Dinlere Göre
Başörtü, İslamiyat 4 (2), 24.
Gündüz, Ş. (1998), Din ve İnanç Sözlüğü,
Konya Vadi Yayınları.
Quignard, P. (2001), Cinsellik ve korku
(Çev. A. Derman), İstanbul Can Yayınları.
Hackhel (2007), Ruhbanlık, (http://www.hackhell.
com/ archive/index.php/t-55955. html).
Hançerlioğlu, O. (1976), Felsefe
Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar, I, İstanbul
Remzi Kitapevi.
Hançerlioğlu, O. (1993), İnanç Sözlüğü,
İstanbul Remzi Kitabevi.
Hançerlioğlu, O. (1993), Toplumbilim
Sözlüğü, İstanbul Remzi Kitabevi.
Hatemi, H. (1988), Kadının çıkış yolu,
Ankara Fecr Yayınları.
İannnitto, L; Jacob, X ve Hıdıroğlu, N.
(1994), Hıristiyan inancı (Çev. L. Alberti), İstanbul Müjde Yayıncılık.
İzzetbegoviç, A. (1993), Doğu ve batı
arasında İslam (Çev. S. Şaban), İstanbul
Nehir Yayınları.
Jung, C. G. (1997), Analitik psikoloji
(Çev. E. Gürol), İstanbul Payel Yayınları.
RCİA: Ruhsal ve Cinsel İlişkiler
Ansiklopedisi (1975), Kadın ve Erkek III içinde (ss. 663- 783), İstanbul
Ansiklopedi Yayınları.
Kahraman, H.B. (2005), Cinsellik,
görsellik, pornografi, İstanbul Agora Kitaplığı.
Kant, İ. (2003), Etik üzerine dersler
(Çev. O. Özügül), İstanbul Pencere Yayınları.
Kant, İ. (2004), Yaşamın anlamı
(Çev. G. Uyanık ve A. Sarı), İstanbul Birey Yayıncılık.
Karakurt, R. (2004), Hıristiyanlıkta
ruhbanlık, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi.
Kayır, A. (1993), Kadın ve cinsel yaşamı,
N. Arat (Yay. Haz), İstanbul Say Yayınları.
Pelatre, L. (1998), Katolik Kilisesi din
ve ahlak ilkeleri (Çev. D. Pamir), İstanbul
Yaylacılık Matbaacılık Ltd. Şti.
Kılıç, H. (2000), Antikçağdan günümüze
kadın ve cinsellik, İstanbul Otopsi Yayınları.
Kramer, S.N. (2001), Sümer mitolojisi
(Çev. H. Koyukan), İstanbul Kabalcı Yayınevi.
Korkmaz, A. (2004), Tabular ve tuhaf
adetler, İstanbul Aykırı Yayınlıcılık.
Kundera, M. (2004), Var olmanın
dayanılmaz hafifliği (Çev. F. Özgüven), İstanbul
İletişim Yayınları.
Kutsal Kitap, (2001), İstanbul Kitab-ı
Mukaddes Şirketi Yayınları.
Malcolm ve Üçal.(2006a), Cinsellik, (http://www.hristiyan.net/hristiyanahlakı/5.htm).
Malcolm ve Üçal.(2006b), Evlilik, (http://www.hristiyan.net/hristiyanahlakı/5.htm).
Marx, K. ; Engels, F. ve Lenin, V. (1996). Kadın
ve Marksizm (Çev. Ö. Ufuk), İstanbul
SorunYayınları.
Musil, R. (2000), Niteliksiz adam
(Çev. A. Cemal), İstanbul Yapı Kredi Yayınları.
Parrinder, G. (2003), Dünya dinlerinde
cinsellik (Çev. N. Elçi), İstanbul Say Yayınları.
Prince, D. (1995), Evlilik antlaşması
(Çev. H. Taylan), İstanbul Müjde Yayıncılık.
Reed, E. (1983), Kadının evrimi, II
(Çev., Ş. Yeğin), İstanbul Payel Yayınevi.
Reynolds, S. ve Press, J. (2003), Seks
isyanları (Çev. M. Küçük), İstanbul Ayrıntı Yayınları.
Russel, B. (1993), Evlilik ve ahlak
(Çev. V. Eranus), İstanbul Say Yayınları.
Sami A. Aldeeb Abu-Sahlieh. (2006), Kadın
ve Erkek Sünneti, (http://www.geocities.com/ tabibler/sunnet-efsane-islamiyet.htm).
Simmel, G. (2001), Aşk üzerine parçalar
(Çev. B. Gülmez), Cogito 4, 170.
Schimmel, A. (1999), Dinler tarihine
giriş, İstanbul Kırkambar Yayınları.
Schopenhauer, (1997), Aşkın metafiziği
(Çev. S. Hilav), İstanbul Sosyal Yayınları.
Shakak, İ. (2004), Yahudi tarihi Yahudi
dini (Çev. A. E. Dağ), İstanbul Anka Yayınları.
Sofokles, (2002), Kral Oidipus (Çev.
G. Dilmen), İstanbul Mitos Boyut Yayınları.
Sot, M. (1992), Batıda aşk ve cinsellik
“Hıristiyan evliliğinin oluşum süreci” (Çev. A. Gür), İstanbul İletişim
Yayınları.
Sucu, A. (2005), Din ve kadın,
Ankara Lotus Yayınları.
Tannahil, R. (2003), Tarihte cinsellik
(Çev. S. Gül), Ankara Dost Kitapevi.
Tatar, B. (2000), Kadın bilincinin
özgürleşmesi bağlamında dil sorunu, İslamiyat 3 (2), 50.
Türkçe Sözlük, (1998), Ankara Türk Dil
Kurumu Yayınları.
Tümer, G. ve Küçük, A. (2002), Dinler
tarihi, Ankara Ocak Yayınları.
Ulaş, E. (2002), Felsefe Sözlüğü,
XVI, Ankara Bilim ve Sanat Yayınları.
Ünal, A. (2002), Hıristiyanlıkta kadın ve
aile anlayışına genel bir bakış,
Dinler Tarihi Araştırmaları. 3, 135-
136.
Ünsal, A. (2001), Aşka dair, Cogito
4, 25.
Vatsyayana. (2001), Kama Sutra (Hint
sevişme sanatı) (Çev. M. Küpüşoğlu ; A. Deniz), İstanbul Çiviyazıları
Yayınları.
aux, R. (2003), Yahudilikte
evlilik (Çev. A. Güç), Bursa Arasta Yayınları.
oltaire, (2001), Felsefe
Sözlüğü (Çev. L. Ay), I, İstanbul Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi.
oltaire, (2001), Felsefe
Sözlüğü (Çev. L. Ay), II, İstanbul Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi.
Wells, J. (1997), Kadın gözüyle ve Batı
Avrupa’da fahişeliğin tarihi (Çev. N. Arman), İstanbul Pencere Yayınları.
alom, M. (2002), Antik
çağlardan günümüze evli kadının tarihi (Çev. Z. Yelçe ve N. Domaniç),
İstanbul Çitlembik Yayınları.
alom, M. (2002), Memenin
tarihi (Çev. A. Gün), İstanbul Çitlembik Yayınları.
apıcı, A. (2007), Ruh
Sağlığı ve Din, Adana Karahan Kitabevi .
ıldırım, M. (2005), Yunanistan
ve Ortodoks Kilisesi, Ankara Aziz Andaç Yayınları.
Zeldin, T. (2000), İnsanlığın mahrem
tarihi (Çev. E. Özsayar), İstanbul Ayrıntı Yayınları.
Eski Yunan aşk tanrısı. Eros, dişi güzellik kadar erkek
güzelliğinin de tanrısı olarak kabul edilir. Ayrıca o bereket ve verimlilikle
de ilişkili görülür (Gündüz, 1998: 120).
Midraş: Yahudilikte ilk dönem din bilginlerinin kutsal kitaba
ilişkin vaaz ve çeşitli görüşlerinin derlenmesinden oluşan kitaptır (Gündüz,
1998: 262).
Eski Mısır tanrısal varlıklarının en önemlilerinden birisi;
ideal annelik ve kadınlık sembolü; ana tanrıça (Gündüz, 1998: 195).
[5]
Eski Mısır’da yeraltı dünyası, cenaze ve ölüler tanrısı (Gündüz, 1998: 296).
[7] Artemis Tapımı: Artemis’i
sürdüren en belirgin Tanrı kişiliği Meryem Ana’dır. Efesliler inandıkları ve
tapındıkları büyük tanrıca kendilerine yasak edilince, inançları yüzünden akla,
hayale sığmaz işkence ve saldırılara uğrayınca Meryem diye karşılarına
çıkarılan ve zorla kabul ettirilen tanrısal varlığa Artemis’in bütün
niteliklerini aktarmışlardır. Böylece hem inançlarının özü korunduğu gibi hem
de Meryem Ana’yı yüceltmişler, onu da büyük bir ana, büyük tanrıça nitelikleriyle
dünyada tutulabilen bir varlık olarak yaratmışlardır (Erhat, 1993: 60).
Kybele: Bir Frigya tanrıçası; verimlilik, bolluk ve bereket
tanrıçası; ana tanrıça (Gündüz, 1998: 229).
[9]Attis: Eski Yunan’da bitki tanrısı.
Frigyalılar ona ”papa” delerdi. Mitolojiye göre annesinin çılgınca sevgisi
yüzünden Attis delirdi ve bir çam ağacının altında kendisini iğdiş etti
(Gündüz, 1998: 48).
Matriarkal: Ana tarafı hâkim olan,
anaerkillik (Doğan, 1996:745).
[11]
Patriarkal: Baba tarafı hâkim olan, ataerkillik (Doğan, 1996: 8959).