2-
TOLONİLER VE ABBASİ
HİLAFETİ
A- HUMARAVEYA TARİH SAHNESİNDE
a- Humâraveyh'in Yeni Politika Arayışı
Ahmed'in vefatından sonra onun yerine oğlu Humaraveyh geçmiştir.
(270/883) Humâraveyh "mülk-ü Mısra" vâris olduktan sonra yeni bir
politika icabı Bağdatla hoş geçinmek istemiştir. Gerçekte, merkezle iyi geçinme
politikasının temeli bir bakıma onun babası tarafından atılmıştı. Zira; Ahmed
b. Tolon, daha ölüm döşeğinde iken, Halife el-Mutemedin bütün yetkilerini
elinde bulunduran (bir nevi nâibi olan) kardeşi el-Muvaffak sulh yapma
temayülünde bulunmuştu. Fakat iki taraf arasındaki müzakereler bir netice
vermeden Ahmed Bey ölmüştü. (270/883)
(207)
Ibnül-Abiri, Tarihu Muhtasarud Düvel, s.
147.
(208)
Ibnül-Abiri, a.g.e., s.
148.
Onun yerine
geçen oğlu Humâraveyh, şecaat, kahramanlık, hüsnü tedbir, siyaset ve kiyaset
bakımından merhum babasından hiçte geri değildi. O da tıpkı babası gibi devrin
halifesi el-Mutezid Billâhla çok daha iyi münasebetler kurma yoluna gitmiştir.
Hatta o bu münasebetlere yeni boyutlar kazandırmak istiyordu. Ona göre bu
ilişkilere sosyal bir muhteva kazandırılmalı idi. Sıcak ve samimi bir zemin
üstüne oturtulması lazımdı. İşte bütün bu güzel düşünce ve iyi niyetli
teşebbüsler en sonunda, mülk-ü Mısırdan, Bağdada Abbasi hilafetine, güzelliği
dillere destan soylu bir Türk Prensesi Katru'n-Neda Hatunun muhteşem bir düğün
ile gelin gitmesiyle noktalanmıştır. İşte bundan sonraki sayfalarda, bu büyük
oluşumun perde arkasına bakılacak sayfa sayfa, ince zeka üstün aklı ve
fevkalade ruh ve beden güzelliği ile süslü olan Katrun-Neda Hatun, onun haşmet
azamet bakımından dillere destan ve uzun seneler yankısı devam eden asrın
düğünü üzerinde durulacak ve onun hilafet saraylarındaki göz kamaştıran hayatı
hakkında geniş bilgiler verilecektir.
b-
el-Mutazıd; Bağdad-Mısır İlişkileri:
Gerçekte
el-Mutazıd da hilafet makamına geçtikten sonra aynı şeyleri düşünmüş ve
Mısırdaki Türk sultanlığı ile güzel geçinmek ve münasebetlerini geliştirmek
istemiş ve Hümaraveyh'in Mısır ve Yakın Şarkla ilgili bütün hükümranlık
haklarını kabul ve tasdik etmiştir (213). Karşılıklı anlayışa dayanan bu güzel
münasebetleri (213) Üçok, B;
Emeviler, Abbasîler, Ank. 1968, s.
110-111.
Humaraveyh, daha sıcak ve samimi bir hale getirmek istiyordu. O çağlarda
böylesine güzel münasebetler kurmak ve devam ettirebilmek için Halife, Sultan
ve hükümdarlar arasında kıymetli hediyelerle birlikte bir birinden güzel bir
çok cariye köleler takdim etmek köklü bir adet idi (214). Fakat bundan çok daha
önemlisi sıhriyet bağlan ile bağlanmaktı. Sıhriyet bağlarının iki tarafın
münasebetlerinin gelişme ve derinleşmesinde çok daha önemli bir yeri olurdu.
Bunun hemen her milletin tarihinde bir çok ilginç örnekleri vardır. Mısır Türk
Sultanı Humaraveyh'in kafasında yatan da, yani iki hanedan arasında sıhriyet
köprüsünün bir an önce kurulması idi.
Diğer taraftan onun güzelliği dillere destan olan bir kızı vardı. Adı
Esma olan bu kız, (215) güzelliği kadar zekası ahlakı, terbiyesi ve üstün
medeni davranışları ilede ün yapmıştı. Belkide onun nazlı nazenin melek
yaratılışta bir kız olduğu içindir ki, çevresi ona daha sonraları
"Şebnem-Çiğ Danesi" manasına "Katru'n-Neda" lakabını
vermişlerdir (216). İbnü'r-Rumi şiirlerinde "Bedru'd - Deca - Karanlıklara
Doğan Ay" olarak tavsif etmektedir (217). İşte Humâraveyh Halifeye karşı
beslediği bu güzel duygusunun samimi bir ifadesi olmak üzere,
"Katru'n-Neda" lakabı ile anılan o güzel kızı Esma'yı, hilafet
merkezine yani Abbasi Sarayına gelin olarak göndermek istiyordu.
B- MISIR ELÇİSİ EL-CESSAS BAĞDAT'TA
a- İlk Temaslar
Diğer taraftan Mumâraveyh ailesini, bu meselede çok daha rahat davranmaya
zorlayan sebebler vardı. Bunların başında da
(214)
el-Mesudi, Müruc, IV, s.
210.
(215)
ibnü Hallikan, Vefayatu'l-Ayan, II, s. 249,
ibnü İmad, Şezaret, II,
s. 179, H.M. Zihni Efendi, Meşahirun-Nisa,
II, s. 158.
(216)
et-Taberi, ibni Tağrıberdi,
en-Nücum, III, s. 53, ibnül Abiri, a.g.e., s. 150, el-Kindi, K. el-Vülad, s.
240.
(217)
el-Mesudi Müruc, IV, 271,
H.M. Zihni Efendi, a.g.e., II, s. 160.
Çiçek Hatun geliyordu. Çiçek Hatun, el-Mu'tazıd'ın sarayındaki en gözde
Türk analarından biri bir valiahd anası idi. Onun oğlu Ali evlenecek bir
olgunluğa ulaşmıştı. İşte Humaraveyh kızını, ana tarafından Türk olan Çiçek
Hâtun'un oğlu Ali ile evlendirmek istiyordu.
Bunun içinde Humaraveyh, çok yakın adamlarından biri ve daha ziyade
İbnü'l-Cessas adıyla bilinen Hüseyin b. Abdullah'ı çok kıymetli paha biçilmez
hediyelerle birlikte hilâfet merkezine göndermiştir (279/892) (218). Diğer
tarihçilerin aksine et-Taberi, hilafet çevrelerinin hiçte alışık olmadıkları
böylesine yüklü hediyeleri bütün ayrıntıları ile zikretmekte, onların nevileri
ve cinsleri hakkında geniş bilgiler vermektedir. Böylece vaktiyle o hediyeleri
görenler hayran kaldığı gibi bugün onları bu tarih sayfalarından okuyanlarda
şaşkınlığa varan bir hayranlık duymaktadırlar.
b- Halifenin Beklenmedik Cevabı
İbnü'l-Cessas pek tabii olarak sarayda temaslarına başlamış ve
Humâraveyh'in kızı, Esmayı daha sonra el-Müktefi Billah adıyla hilafet makamına
geçecek olan Çiçek Hâtun'un oğlu Ali ile evlendirmek niyetinde olduğunu
söylemiştir. Abbasi Halifesi el-Mutazıd bundan fevkalade duygulanmış ve
beklenmedik bir karşı teklifte bulunarak şöyle demiştir:
"Madem Humâraveyh bizimle şeref yab olmak istiyor! Öyle ise ben onun
şerefini dahada yükselteceğim ve kızı ile kendim evleneceğim (219).
el-Mesûdi, Halifenin başta İbnü'l-Cessas olmak üzere kafilede bulunan 7
kişiye özel ihsanlarda bulunduğu ve hilaflar giydirdiğini zikretmektedir (220).
Mamafih burada bir noktayı zikretmeden
(218)
el-Mesudi, a.g.e., IV, s. 234,
et-Taberi, X, s. 30.
(219)
İbni Hallikan, Vefayat, II, s. 249.
(220)
eJ-Mesudi, Müruc, IV, s. 234.
geçemiyeceğiz, O da İbnü'l-Cessas'ın sanıldığının aksine çok aç gözlü
hasis ruhlu bir kimse olmasıdır. Zira Humaraveyh'in kızı namına halifeye
gönderdiği o paha biçilmez hediyelerin önemli bir bölümünü yanında alıkoymuş ve
kendisi için saklamıştır.
Nitekim el-Mesûdide İbnül-Cessas'ın herkesi kıskandıran aşırı
zenginliğinin asıl sebebinin bu saklantı servetler olduğunu kaydetmektedir
(221). Fakat bunun dedikodusu etrafa yayılmış ve senelercede sürmüştür.
el-Muktedi, Şağab Hatun'un oğlu hilafet makamına geçinde bu İbnül-Cessas'ın
yakasına yapışmış, haksız yoldan ele geçirdiği o paha biçilmez kıymetli
hediyelerin hesabını sormuş ve bütün mallarını müsadere etmiştir. (302/914)
İbni İmâd el-Hanbeli, Halifenin resmen el koyduğu bu had ve hesaba gelmez
servetlerin pek çoğunun Humaraveyh'in kızı ve el-Mutazıdın eşi Katrun-Nedâya
aid olduğunu zikretmektedir (222).
3-
ASRIN DÜĞÜNÜ VE
KATRÜ'N-NEDÂ HÂTÛN
A- DÜĞÜN HAZIRLIKLARININ BAŞLAMASI
a- Söz Kesimi ve Nikah
Şimdi sıra düğün hazırlıklarına gelmişti. Muasır kaynaklarda asrın düğünü
hakkında çok geniş bilgiler vardır.
Bu cümleden olmak üzere önce Katru'n-Nedâ'nın mihri tesbit edildi.
el-Mesudi ve daha birçok yazarlar bunun 1.000.000 dirhem, (yaklaşık iki trilyon
TL.) (223) İbni İyaz ise meşhur eserinde "Dinâr" olduğunu
kaydetmektedir (224). Bu ilk temas ve müsbet gelişmelerden sonra Türk kafilesi
Mısır'a dönmüştür. (280/893) Abbasi halifesi başta Humâraveyh olmak üzere saray
erkânına
(221)
el-Mesudi, Müruc, IV, s.
234.
(222)
ibni Imad, Şezarat, II, s.
283.
(223)
el-Mesudi, Müruc, IV, s.
234, ibni Tağrıberdi, en-Nücum, III, s. 53.
(224)
İbni lyas, Bedayi, I, s.
171.
takdim edilmek üzere birçok hediyeler göndermeyide ihmal etmemiştir.
el-Kindi aynı yılda Mısır'a Türk sarayına Halife tarafından gönderilen başka
bir kafileden daha bahsetmektedir. Kâfile, Şerif adında, Halifenin özel ulağı
başkanlığında gelmişti. Yanlarında saraya takdim edilmek üzere 12 hilat, 12
kıhnç kıymetli cevherlerle süslü tac ve kaftanlar vardı (225). el-Mutazıd'ın bu
kafileyi düğünle ilgili hazırlıkları yakından görmek ve gelişmeler hakkında
bilgi edinmek üzere gönderdiği anlaşılmaktadır.
b- Kimsenin Görüp İşitmediği Çeyizler:
Bundan sonra asıl hazırlık Mısır'da Tolon oğulları sarayında başlamıştı.
Baba Humaraveyh, kızının düğünü için göze alamayacağı hiç bir fedakarlık yoktu.
Bu düğünün Mısır Türk sultanlığının şanına şerefine layık bir şekilde olmasını
istiyordu. Bunun için hâzinenin bütün kapılarını arkasına kadar açmış, nesi
varsa Katru'n-Neda'nın yoluna dökmüştü. Hilafet sarayına hazırlanan çok değerli
hediyeler yanısıra, her biri ayrı güzellikte bin bir kap-kacak, top top ipek
kumaşlar ve bunlardan yapılmış binbir çeşit mücevherlerle süslü elbiselerin had
ve hesabı yoktu. O kadarki, bunca giyim kuşam yanısıra dört bin ipek şalvar
dikilmiş ve bunların özenle dokunan uçkurlarının her birinin ucuna güvercin
yumurtası büyüklüğünde bir inci takılmıştı. Düğün hediyesi ve çeyiz için
hazırlanan altın gümüş takılar inci, elmas yakuttan bin bir çeşit kıymetli
mücevherlerle süslü eşyalar o kadar çoktuki es-Suyuti bunların on sandık
olduğunu kaydetmektedir (226). Bütün bunlar dağlar gibi yığılıp kalmıştı. İbni
İyaz, Mısırlı büyük tarihçi, olayları çok iyi bilen adam, yalnız bu hediyeler
ve Katru'n-Neda'nın düğün eşyalarının Mısırdan Bağdad'a naklinin altı ay
sürdüğünü zikretmektedir ki onun sadece bu rivayeti bile, düğün hazırlığının
boyutları ve ihtişamı hakkında bizlere hayret ve şaşkınlık
(225)
el-Kindi, K. el-Vülat, s. 240.
vermektedir (227). Bu bakımdan devrin tarihçileri bu akıl almaz üğün
çeyizini tasvir ederken hayretlerini şu cümlelerle ifade etmişlerdir
Katru’n-Nedaya babası öyle çeyiz hazırladıki; ondan önce hiç bir kimsenin kızı
için böylesine muazzam bir çeyiz hazırladığı ne duyulmuş, ne de işitilmiştir
(228).
B- KATRü’N-NEDA BAĞDAD YOLÜNDA
a- Gelinin Uğurlanması:
Düğün eşyaları ve kıymetli hediyeler yukarda da işaret edildiği gibi daha
önce peyder pey Bağdad'a gönderilmişti. Artık şimdi sıra Katru'n-Neda ve onunla
birlikte düğün alayının Mısırdan hareket etmesine gelmişti. Bu büyük düğün
alayının kimlerden oluştuğu hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Ancak,
İbnü'l-Cessas, Humaraveyh ailesini temsil etmek üzere yine bu muhteşem düğün
alayının başında idi. Düğün alayına, bunların çoğu onu uğurlamak için, Saray
erkanı ve Katru'n-Neda'nın bir çok yakınlarıda katılmışlardı. Bunlar arasında
onun hayır ve hasenat yapmaya düşkün son derece dindar saygı değer halası
Abbâse de vardı.
Düğün alayı ve buna katılan büyük kalabalık, Kahireden hareket etmiş ve
Mısır-Şam istikametindeki kervan yolunu takip ederek son Mısır hudut (çıkış)
yerine gelmişler ve çadırlarını burada kurmuşlardır. Burada hazin bir ayrılık
olmuştu. Düğün alayı Bağdad'a, geri kalan hısım akraba ve saray erkanı da yine Kahireye
dönmüşlerdir. Ancak yaşlı hala Abbâse, bu hudud bölgesinde bir müddet daha
kalmış buraya içinde çok güzel camii, alış-veriş mahalli, pazar yeri bulunan
gösterişli bir köy inşaa ettirmiştir. Türk anası insanlığın hayrına olan medeni
vasfını burada da göstermiştir. Zira, Hala sultanın asaletine bakınız ki kendi
çadırlarının kurulduğu bu yerlere şimdi yeni mamur müreffeh bir köy kurdurmuş
ve bunun
(227)
İbni İyas, Bedayi, I, s. 171.
bütün masraflarını kendi kekesinden karşılamıştı. İbni Hallikan bu köye
dirayetli Türk anasına izafeten "Abbase Köyü" denildiğini ve hala
mamur ve müreffeh bir köy olduğunu kaydetmektedir (229).
b- Katru'n-Neda'nın Bağdada Gelişi:
İbnü'l-Cessas'ın başkanlığında hareket eden düğün alayı, et-Taberinin
bize bildirdiğine göre nihayet bir Pazartesi günü 2. Muharrem, 282- 3 Mart 895
te Bağdada gelmiş ve burada daha önceden kararlaştırılan Said İbni Muhalled
konağına inmiştir (230). et-Taberi Bağdada bu düğün alayı ile birlikte
Katru'-Nedanm Halalarından birisinin de teşrif ettiğini bildirmektedir (231).
İsmi ve kişiliği hakkında fazla bir açıklama verilmeye bu Halanın yukarda zikri
geçen Abbase'den başka birisi değildir. Halbuki bu sıralarda el-Mutazıd her
nedense Musulda bulunuyordu.
C- BAĞDAD'TA YAPILAN MüHTEŞEM TÜRK DÜĞÜNÜ
a- Düğün Alayı:
Asrın düğünü ve muhteşem merasimler Bağdad ta yapılacak ve el-Mutazıd
zifafa el-Mansurun Medinetü's-Selamında inşaa edilen hilafet sarayında
girecekti. Bağdad'taki bu ön hazırlıklar tamamlandıktan sonra düğün başlamıştı.
Halk büyük bir coşku içinde düğün şenliklerine katılıyordu. Nihayet düğün alayı
Said b. Muhalledin konağından hareket etmiş ve saraya doğru ilerlemeye
başlamıştı. Katru'n-Neda etrafında pervaneler gibi dolaşan 150 hizmetçisi
olduğu halde sanki bir kehkaşan, saman yolunu andırıyorlardı. Çünkü bu
hizmetçilerden her birinin, bir eline altın, diğer eline gümüşten yapılmış
büyük şamdanlar verilmiş ve ortalık bir renk cümbüşüne dönmüştü.
(229)
ibni Hallikan, Vefayat, II, s. 250.
(230)
et-Taberi, X, s. 39,
el-Mesudi, IV, s. 271.
(231)
et-Taberi, X, s. 39,
Ibnül-Esir, VII, s. 474, Krş. Meşahirün-Nisa,
II, s. 45.
Oysa hilafet saraylarında bunun aksine bir telaş başlamıştı. Başta harem
ağası hatta Halife sağa sola koşuşturuyorlardı. Çünkü Harem Ağası ve Halife
Türk düğün alayı ve Katru'n-Nedayı şan ve şöhretlerine uygun bir şekilde
karşılamak için büyük bir telaşla şamdan aramaya koyulmuşlar ve sonunda ancak
beş adet şamdan bulabilmişlerdi.
b- Halifenin Büyük Sıkıntısı:
Diğer taraftan Türk düğün olayı yürüyen bir ışık denizi gibi hilafet sarayına
yaklaşıyordu. Halife ve Harem Ağası heyecan ve telaştan ne yapacaklarını
şaşırmışlar, hatta Harem Ağası döğünerek Halifeye gelmiş ve;
"-Saklanalım, saklanalım da hiç olmazsa bizim bu sefaletimizi kimse
görmesin" demiştir.
Diğer taraftan bütün bunlar, Mısır Türk Sultanının uçsuz bucaksız
zenginliğini asaletini, engin denizleri andıran cömertliği yanısıra, Hilafet
sarayının davranış fukaralığını, belki bundan da öte el-Mutazıd'ın bütün
açıklılığı ile cimriliğini sergilemektedir. Zira, el-Mesudi, onun açık açık
cimri bir kimse olduğunu, çarşı ve pazarda avamı nasm bile tenezzül edip
bakmadığı şeylere rağbet ettiğini satın aldığını kaydetmektedir (232).
c- Türk Kızının Halifeyi Şaşırtması:
Onların zifaf gecesinde de buna benzer ilginç olaylar olmuştu. Bunlar
Katru'n-Neda'nın edeb ahlâk, nezâket ve yüksek irfanını sergilemekte ve Türk
prensesinin gerektiğinde ne kadar hür iradeli ve müstakil davranışlı olduğunu
göstermektedir. Şöyleki;
(232)
el-Mesudi, Mûruc, IV, s. 232.
Katru'n-Neda
zifaf gecesinde Halife el-Mutazıd'ın kendisine daha ilk bakışında yüzünde
bulunan gelinlik duvağını hemen sıyırıp almış ve Halife ile ilk defa göz göze
gelmişti. Buna bir mana veremeyen Halife şaşkın şaşkın Katru'n-Neda'nın yüzüne
bakmış, o da;
"Ey
Müminlerin Emiri! Eğer yüzüm güzelse bunu ilk gören siz olunuz yok eğer çirkin
ise ilk örten de yine siz olunuz, demiştir (233). Öyle ya, bu, onun hayatında
yüzünü gösterdiği ilk ve tek mahrem erkekti.
d- Şairlere
Konu Olan Mutluluk
Onların bu
dillere destan olan düğünleri o devrin şair ve ediplerine ilham kaynağı olmuş
ve bu asrın düğünü hakkında bir çok güzel şiirler yazılmıştır. Bu şairlerden
birisi olan Ali b. Abdurrahman er-Rûmi şöyle demiştir;
"Ey!
büyük bir esenlik ve bereketle Türkün asili (Esma) ile evlenen Arap Seyyidi
(Halifesi)
Onunla artık
sonsuza kadar mutlu ol! Tâki seninle de o mutlu olsun.
Zira bu
(evlilikle) hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mürüvvete kavuştun. Şemsu'd-Duca
(Sabahın parlak güneşi olan Halife) Bedru'd-Duca (karanlıklara doğan ay misali
Katru'n-Neda) ile evlendi. Böylece bütün dünyadan karanlıklar sıyrılıp gitti. Her
yer jece gündüz aydınlık oldu (234),
(233)
Meşahirûn-Nisa, II, s. 159.
(234)
el-Mesudi, Mûruc, IV, s. 271.
5- KATRG'N-NEDÂ HİLÂFET SARAYLARINDA
A- KATRÜ'N-NEDA'NIN SARAY HAYATINDAN ÇİZGİLER
a- Halifeye İlginç Saygısı
el-Mutazıd,
Katru'n-Neda Hatuna Türk kadınının bu asil temsilcisine hayran olmuştu. Onun
her türlü takdirin üstündeki kibarlığı, inceliği, anlayışı, nezaketi
el-Mutazıda öyle derinlemesine etki etmişti ki, boş vakitlerini nerede ise hep
onunla birlikte geçirmek isterdi. Onların bu mutlu geçen yıllarının bazı
olayları tarihede geçmiştir. Bunlardan en önemlisi de bir defasında
Katru'n-Nedâ'nın sakin kucağında huzur bulan uyuyan Halife el-Mutazıd'ın
uyanınca sağa sola bakarak telaşla Katru'n-Neda diye bağırmaya başlaması ve
Katru'n-Neda'nın bu olay vesilesiyle sadece Halifeye değil belki bütün
insanlığa verdiği edeb irfan dersidir. Çeşitli kaynaklarda çok daha ayrıntılı
bir şekilde belirtildiğine göre;
Bir gün
Halife el-Mutazıd, Katrun-Neda ile baş başa kalarak güzel bir gün geçirmek
istemişti. İki sevgili yemişler, içmişler, tatlı tatlı sohbet etmişler,
dakikalar sanki bir mutluluk ırmağının suları gibi akıp gidiyordu. Bu sırada
Halifeye bir ağırlık gelmiş ve çok sevdiği, güvendiği Katru'n-Neda'nın
kucağında uyuya kalmıştı. Türk Hatun'u Halifenin başını yavaşça bir yastığa
koymuş ve kendisi de sessizce onun uyanmasını bekliyordu. ■
Aradan bir
müddet geçtikten sonra el-Mutazıd uyanmış telaşla, "Katru'n-Neda,
Katru'n-Neda! diye bağırmaya başlamıştı. Bu sırada zaten Halifenin uyanmasını
bekleyip duran Türk kızı, büyük bir edeble efendisinin karşısına dikilip
kalmıştı. Bu incelikten hiç bir şey anlamıyan Abbâsi Halifesi;
"Canımı
sana emanet ettim, kucağında uyudum. Bunca cariyelerim varken bunu ben sadece
seni sevdiğim için yaptım. Yalnızlığı seninle paylaştım. Oysa sen başımın
altında bir yastık koydun ve beni terkettin." gibi sözlerle sitemler
yağdırmaya başlamıştı. Katru'n-Neda gözleri yerde, mücessem bir saygı abidesi
gibi duruyor hiç bir şey konuşmuyordu. Halife yersiz sitemlerine ara verince o
vakur bir eda ile tane tane;
"Ey
Müminlerin Emiri! Bana yaptığın iyiliklerin ve benim üzerime nasıl titrediğinin
farkındayım. Fakat bizim aile terbiyemize göre (Türk töresi) bir mecliste,
uyuyanın yanında oturulmaz, oturup sohbet ederken de uyunulmaz!" (Böylece
insan her iki haldede ayıp bir şey yapmış olmaktan ari olur (235) demiş ve
Halifeyi bir kere daha hayret içinde bırakmıştır.
b- Sözleri
Darb-ı Mesel Olan Türk Kızı:
Böylesine
güzel, böylesine alımlı böylesine ince bir cevap veren Türk kızının ağzı altın
değil, inci, yakut, zümrüt gibi paha biçilmez cevherlerle doldurulması
gerekirdi. Bu manada onun söylediği sözlerin her biri mutluluk bağına açılan
altın kapılarn anahtarları gibi idi. Heyhat! Abbasi Halifesi el-Mutazıd Billâh
bu inceliği nezaket, terbiye ve ruh güzelliğini anlayacak ve takdir edecek
kadar medeni yaratılışta bir adam değildi. Mamafih böylesine üstün bir davranış
ve asalet örneği sergileyen Türk Hatunu Katru'n-Nedâ'nın henüz 13-14 yaşında
genç bir kız olduğu da unutulmamalıdır.
Katru'n-Neda'nın
bu sözü dil ve edebiyat kitaplarına geçmiş bir kadının kocasına karşı saygı
edeb ve terbiyeyi ifade babında "darb-ı mesel" haline gelmiştir. O
zamandan bu güne kadar bu sözler hala canlılığını korumakta, nesilden nesile
aktarılıp gelmektedir. Bu gün bile Arap toplumunda sosyal hayatın örf, adet,
anane, gelenek ve teamüllerine aykırı hareket edenlere Katru'n-Neda'nın bu
darb-ı mesel haline gelmiş sözü
(235)
ibni Hallikan, Vefayat, II, s. 250, İbni
Tağrıberdi, en-Nücum, III,
s. 53, el- Kayravani, Zuharu'l-Adab,
III, s. 823, Kadı er-Reşid, K. ez-Zehair, s. 384, İbni Imad, Şezarat, II, s. 179.
hatırlatılmaktadır.
Evet, "uyuyanın yanında oturulmaz, oturanın yanında da
oyunmaz"! denilerek toplumun birlik ve beraberliğinin korunması
istenilmektedir.
Türk Prensesi Katru'n-Neda'nın Halifeye karşı bu asil ve vakur davranışı
bir çok ediplere konu olmuş, şiirlerle bu hareket herkese özellikle yeni
yetişen gençlere imrenilmeye çalışılmıştır. Nitekim İbni İyaz bu olayı hayran
hayran zikrettikten sonra şu beyitleri zikretmektedir.
"Kimin oğlu olursan ol! Biraz edep öğren. Edep seni nesebden aha
soylu kılar.
Asıl yiğit kendine güvenen ve "işte ben buyum!" diyen insandır.
Yoksa "Benim babam falanca idi" diye soyu ile övünen kimse
değildir" (236).
B- KATRU'N-NEDA'NIN BÜYÜK ZEKASI
a- Halifeyi Şaşırtan Sezgi Gücü:
Artık bu olaydan sonra Katru'n-Neda Halifenin gözünde bir kere daha
büyümüştü. Türk Hatunu hal, hareket ve üstün davranışları ile el-Mutazıd adeta
büyülenmişti. Halife vaktinin büyük bir kısmını onunla geçirirdi (237). Halife
onun odasına, ona olan saygısından dolayı müsaade almadan girmezdi. Girincede
yerlere kadar eğilerek
(236)
ibni İyaz, Bedayi, I, s. 172.
(237)
İbni iyaz, Bedayi, I, s. 171.
onu selamlardı (238).
Gerçekte Katru'n-Neda, üstün zekası, edebi, terbiyesi, ile sarayda
herkesi kendisine hayran bırakmıştı. Bir çok yazarlar onun bu özelliğini
belirtmekte adeta yarış etmektedirler. Bunlardan el-Cehşiyari onun için;
Katru'n-Neda çekici güzelliği yanısıra üstün bir akıl ve idrak gücüne
sahipti" (239) derken İbni Hallikan; "Onun deha derecesinde bir akıl
ve güzelliği vardı" demektedir (240). İbni İmad onun, son derece akıllı
olduğuna işaret etmektedir (241).
Mamafih onun el-Mutazıd'la olan evlilik yıllarında deha derecesindeki bu
aşın zekasını sergileyen daha bir nice önemli vaka vardır. Biz buna sîzinde
şaşırıp kalacağımız bir misâl verelim; Bir gün Halife onun odasına girmişti.
Hal ve hareketlerinde fazla bir tuhaflık ta yoktu Katru'n-Neda hemen ayağa
kalkmış, gözlerinden boşanırcasına akan yaşlar içinde;
"Heyhat babam öldü!" diye haykırmıştı. Gerçekten de Humaraveyh
ölmüşmü idi? Evet ölmüştü. Ama "Ordu Babası (Ebul Ceyş) diye anılan
Halifede dâhil bu acı haberi kimse ona söylememişti. Fakat o bunu nereden
bilmişti? Katru'n-Neda'nın bu zekası ve sezgi gücü karşısında şaşırıp kalan
el-Mutazıd, bunu nasıl anladığını sorunca ona şöyle demiştir;
"-Şimdiye kadar yanıma her geldiğinde beni selamlamak için yerlere
kadar eğiliyordun. Oysa şimdi "Merhaba" demekle yetidin." Halifenin
böylesine basit bir hareketinden babasının öldüğünü, hem de doğru olarak tahmin
etmesi, Katru'n-Neda'nın nerede ise cinnet derecesinde bir zekaya sahip
olduğunu göstermektedir.
(239)
el-Cehşiyari, Zuharu'l-Adab, III, s. 823.
(240)
ibni Hallikan, II, s. 249.
(241)
ibni İmad, Şezarat, II, s. 196.
b-
Humaraveyh'in Ölümü ve Tolonilerin Yıkılışı:
Gerçekte
"Ordu Babası" diye anılan Humaraveyh genç denilebilecek bir yaşta
(30-31 yaşında) habis ruhlu bir iki müfsidin su-i kasdı sonucu Şamda
katledilmişti. (283/896) (242). Ama daha önceden de Mısır'ın ekonomik düzeni
bir hayli bozulmuştu. Zira Humaraveyh güzel kızı Katru'n-Neda'nın düğünü için
dünyaları sarfetmişti. Bu, bolluk değil israf ve savurganlığın ta kendisiydi. O
bağdada sadece güzel kızını değil, aç gözlü cimri Abbasi Halifesi el-Mutazıd'a,
mülk-ü Mısır'ın varidat ve hayratını, Toloniler devletinin nerede ise bütün
hâzinesini göndermiş ve dolayısıyla "Beytül Mal" tam takır kalmıştı.
Düğün için bunca israfa lüzum varmı idi? Bu ayrı bir münakaşa konusu olsa
gerektir.
Mamafih
Toloniler devletinin yıkılmasında, Humaraveyh'in genç yaşta öldürülmesi
talihsizliği yanısıra, devletin içine düştüğü mali krizin de önemli rolü
vardır. İşlerin bu kadar kötü gitmesinde ne yazık ki yazarların bir çoğu Halife
el-Mutazıd'ı suçlamaktadırlar. Onların nerede ise ittifak edercesine
el-Mutazıd'ın böyle bir evlilik yapmaktan asıl maksadının Tolonoğullarını fakir
düşürmek olduğunu zikretmektedirler (243). Yazarların bu görüşlerinin gerçek
dışı olduğunu iddia etmek biraz safdillik olur. Zira yukarıda da işaret
edildiği gibi, Humaraveyh, sanki kızımı Bağdada gelin gönderiyorum! diye
hâzinede hiç bir şey bırakmamıştı. Oysa, Mısır'ın idari hizmetlerine yapılan
masraflar, devletin giderleri nasıl karşılanacaktı? Sayıları 30-60 bazı
hallerde 100 bini bulan ordunun aylıkları nereden verilecekti? Bütün bunlardan
sonra Halifeye anlaşma gereği her sene muntazaman 400.000 dinar vergi nasıl
ödenecekti? Bütün bu ağır külfetler Tolonileri ekonomik yönden çökertmeye yetip
artıyordu.
(242)
İbni Hallikan, Vefayat, II, s. 250, İ.A., V/l,
s. 587.
(243)
İbni Tağrıberdî, en-Nûcum, III, s. 53, İbni
imad, a.g.e., II, s. 179, ibni Hallikan, II, s. 250.
C- KATRU'N-NEDA HÂTUN'UN VEFATI
Baba Humaraveyh'in ölümünden bir süre sonra Katru'n-Neda Hatun da ne
yazıkki gençliğinin baharında nerede ise 23 yaşlarında vefat etmiştir.
Kaynaklarda ölüm sebebi olarak özel bir illetten bahsedilmemektedir. et-Taberi
Onun 287/900 yılında vefat ettiğini (244) ve cesedinin Bağdadta el-Mansur
tarafından inşa edilen "er-Russafe sarayı" nın geniş (245) avlusuna
defnedildiğini kaydetmektedir. Yazarlar onun vefatını daimi rahmet ve gufranla
yadetmektedirler (246).
el-Mutazıd Katru'n-Neda Hatun'la olan bu evliliği ve mutlu yılları 8-9
yıl devam etmiştir. O bu süre zarfında, ağır başlılığı, vekar ve haysiyetini
-çok küçük yaşta evlenmiş olmasına rağmen- korumasını bilmiş, sarayın
entrikalarına karışmadığı gibi devrin boğucu siyasi havasınında daimi dışında
ve uzak kalmıştır. Türk Prensesi bu yüce meziyetleri, görgüsü, ahlakı, edebi
ile herkese örnek olmuş ve sarayda pek çok cariyenin gıpta edeceği müstesna bir
hayat yaşamıştır.
Katru'n-Neda Hatun, hayatta olduğu süre kendisini devrin halifesine
saydırmasını bilmiş dolayısıyla el-Mutazıd ona her zaman derin bir sşygı
duymuş, günlerinin büyük bir kısmını bu ağır başlı Türk hatunu ile
paylaşmıştır. Onun sarayda özel bir mevki vardı. Huzuruna herkes.girip
çıkmazdı. el-Mutazıd bile odasına geldiğinde, diz üstü çöker alnı nerede ise
yerlere değecek kadar eğilir ve onu selamlar, ona olan saygı ve sevgisini bu
şekilde ifade etmekten zevk duyardı (247). Onların pekte kısa olmayan bu
evlliklerinden her hangi bir erkek veya kız çocukları olmamıştır.
(244)
et-Taberi, X, s. 77,
İbnü'l-Esir, VII, s. 498-508, Tarihü'l-Hamis,
II, s. 344.
(245)
er-Russafe Sarayı için bkz.
et-Taberi, VII, s. 652, VIII, s. 37, 39, 63, 74,111.
(246)
İbnü'l-İmad, Şezarat, II,
s. 196.
6- EL-MÜTAZID'IN ÖLÜMÜ VE ŞAHSİYETİ
Mamafih
el-Mutazıd devrinin (892-902) konumuz açısından son derece önemli ve mutlaka
üzerinde durulması gereken bir diğer hayırlı gelişmesi daha vardır. O da yine
bu devirlerde Ziimrüd Hâtûn, Katru'n-Neda Hatun gibi hilafet saraylarında
kendini gösteren ve Abbasi hilafetinde çok önemli yeri olan bir diğer Türk
anası Şağab Hâtun'dur.
Gerçekte
el-Mutazıd çok yönlü bir Abbasi Halifesi idi. O uzun hilafet yılları döneminde
çevresindeki dinamiklerle iyi ilişkiler içinde olmaya ayrı bir özen göstermiş,
kendinden önce gelen Abbasi halifelerinin aksine Türk generalleri ile fazla bir
sürtüşmeye de girmemiştir. es-Sûyûti'nin onun hakkında "tecrübesi en çok
olan Abbasi Halifesi" derken kasd ettiği husus her halde bu olsa gerektir
(248).
el-Mutazıd
Mısır Türk Hanedan ailesi, Tolonilerle çok iyi ilişkiler kurduğu gibi,
çevresindeki Türk aristokrat askeri aileleri ile de sıcak ilişki kurmuş ve
onlarla iyi geçinmenin yollarını aramıştır. Yine O bu cümleden olmak üzere
hilafet çevrelerinin güçlü askeri ailelerinden birine mensup Şağab Hatunla
evlenmiştir. (900) Onların bu evliliklerinden Cafer adında bir erkek çocukları
dünyaya gelmiş ve Şağab Hatun'da ümmü'l-Veled olmuştur.
Ancak
el-Mutazıd'ın Şağab Hatun'la olan bu evliliği pek fazla sürmemiştir. O, bu
evlilikten bir iki sene sonra vefat etmiştir. Kaynaklarda el-Mutazıd'ın şahsi
hayatı ve kişiliği hakkında verilen bilgiler pek te iç açıcı değildir.
el-Mesudi onun son derece cimri, piti, hırslı bir adam olduğunu kaydetmektedir
(249). Diğer taraftan el-Mutâzıd diğer bir çok Abbasi halifesi gibi kadınlara
aşırı düşkün bir kimse idi. O bu üzden zayıf düşmüş, aklî dengesi bozulmuş ve
sonunda genç yaşta ölmüştür.
(249)
el-Mesudi, et-Tenbih, s.
373.
Şağab Hatun'a
gelince bu değerli Türk anasının çok ilginç bir kader çizgisi vardır.
el-Mutazıd'tan sonra onun yerine, Zümrüd Hatun'un oğlu Ali, el-Mütefi Billâh
lakabıyla halife olmuştur. Onun hilafeti ancak beş sene sürmüştür. Ondan sonra
hilafet makamına Şağab Hatun1 un oğlu Cafer, el-Muktedir Billâh
geçmiştir. el-Muktedir'in hilafet makamına geçmesiyle Şağab Hatun ve onun
şahsında hilafet camiasındaki Türk varlığı için yeni ve çok parlak bir devir
daha başlamıştır.
Çünkü oğlu
el-Muktedir'in çok küçük olması sebebiyle, onun namına Abbasi hilafetinin bütün
dizginlerini eline alan bu değerli Tük anası Abbasi devletini tam yirmi beş
sene hem de büyük bir ehliyetle idare etmiştir. Bundan sonraki sayfalarda işte
hilafet tarihinin bu ilginç konulan üzerinde durulacak, Şağab Hatun'un herkesi
titreten etkin şahsiyeti ve Abbasi devletini idare etmede üstün kabiliyet ve
dehası hakkında ilk defa geniş bilgiler verilecektir.
ABBASİ HİLÂFETİNE YÖN VEREN
BÜYÜK TÜRK ANASI
(ŞAĞAB HATUN
GİRİŞ
ŞAĞAB
HÂTÛN VE ABBASİ HİLÂFETİNDEKİ
YERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Şağab Hâtûn, Türk Islâm Tarihinin karanlık sayfaları arasında hâlâ
sıkışıp kalmış, son derece görgülü, bilgili, dirâyetli ve bir çok üstün
meziyetleri olan, faziletli herkese örnek bir Türk anasıdır.
Bilindiği gibi uzun asırlar devam eden Abbâsi Hilâfetinde Türkler'in
idâri ve özellikle askerî sahalarda büyük bir varlık hâline geldikleri görülür.
Hemen ilk devirlerden başlamak üzere daha sonraları hilâfet ordusunun en etkin
ve temel unsurlarından biri haline gelen bu Türkler çok kısa bir zaman sonra
askerî ve siyâsî idâreye hakim olmuşlardır. O kadar ki çoğu kere bir halîfenin
azli veya yeni bir halîfenin iş başına getirilmesi ancak bu Türklerin arzu ve
iradeleri sâyesinde mümkün oluyordu.
Halbuki madalyonun birde öbür yüzü vardır. Bu devirlerde askerî ve idârî
mevkilerde yükselmiş ünlü Türk komutan ve devlet adamları yanı sıra yine
hilâfet camiasında yetişmiş, o çevrelerde büyümüş ve müessir şahsiyetleri ile
kendilerini o, toplumda kabul ettirmiş, sevdirmiş saydırmış bir çok Türk
hatunları, yani Vâlide Sultanlar ve bir o kadar da faziletli Türk anaları
bulunmaktadır. Bu Türk analarının bir çoğu daha çok küçük yaşlarda hilâfet
saraylarına intisab etmişler ve emsalleri arasında temâyüz ederek o çevrelerin
en gözde saygı değer hanımları olmuşlardır.
Diğer taraftan hilâfet camiasına intisab etmiş olan bu Türk anaları çoğu
zaman Abbasî Halîfeleri ile evlenmişler ve her biri bir veliahd anası
olmuşlardır. Bu ise onlar için başlı başına bir mutluluk ve müstesnâ bir
mazhariyetti. Zira, onlar böylece, o devirlerde her kesin gıbta edeceği ve bir
câriye için ulaşabieceği en yüce bir şeref olan "ümmü'l-Veled-Vâlide
Sultan" olma gibi en ulu bir mertebeye ulaşmış oluyorlardı. Vâlide Sultan
olma şerefine ulaşmak ise, hilâfet saraylarındaki binlerce câriyenin hayal
dünyasını süsleyen bir ümid ve bir yaşama kaynağı idi.
Bu bakımdan hiç çekinmeden diyebiliriz ki Abbasî Halîfelerinden pek
çoğunun anası öz be öz Türktür. Onlar şu veya bu vesile ile hilâfet saraylarına
intisaâ etmiş ve her biri ayrı bir değer ve şahsiyeti olan bu Türk analarından
dünyaya gelmişlerdir.
İşte ndan sonraki sayfalarda, şüphesiz ilk defa üzerinde durduğumuz ve
millî tarihe mâl etmeye çalıştığımız Şağab Hâtûn da bu şekilde hilâfet
saraylarında boy göstermiş, müessir şahsiyetiyle koca Abbasî İmparatorluğunu
kucaklamış, devletin dizginlerini elinde tutmuş ve tam yirmi beş yıl ona yön
vermiş müstesnâ karakterde Türk analarından biridir.
O da, Çiçek Hâtûn, Katru'n-Nedâ Hatun ve emsâli bir çok Türk anaları
gibi, el-Mu'tazıd'm saraylarında kendisini göstermiş ve çok geçmeden o çevrenin
en gözde hanımlarından biri olmuştur. Fakat Onun hilâfet çevrelerinde ası
sesinin duyulması ve etkin bir varlık haline gelmesi biricik oğlu Cafer'in
el-Muktedir Billâh lakabı ile hilâfet makamına geçmesiyle başlamıştır. (H.
295/908)
Şağab Hatun asıl bundan sonradır ki devlet işlerinde ehliyet ve dehasını
göstermiş ve çok kısa bir zaman sonra o çevrelerin en otoriter, en saygın bir
hanımı bir vâlide sultanı haline gelmiştir. O kadar ki vüzerâ ve ümerâ
meclislerinde Şağab Hâtun'un ismi anıldığı zaman bu vezir ve devlet
adamlarının kendilerini derleyip topladıkları ve bir çeki düzen verdikleri
görülürdü. Ona hürmet ve saygıda kim olursa olsun hiç bir kusur etmemeye
çalışırdı.
Şağab Hâtûn, yukarda da zikredildiği gibi, çok küçük yaşlarda hilâfet
koltuğuna oturtulan oğlu el-Muktedir namına devlet işlerine el koymuş ve nerede
ise tam yirmi beş yıl, hemde Kaşgar önlerinde ta Atlas Okyanusu sahillerine
kadar çok geniş bir sahaya yayılmış olan koca Abbâsî İmpaatorluğunu üstün bir
kâbiliyet ve liyakatla idâre etmiştir. Gerçekte devlet idâresinde yirmi b'eş
yıl hemde hiç kesiksiz hüküm sürmek üstelik her zaman aktif olmak, işleri zabtu
rabt altına alarak otoritesini herkese kabul ettirmek pek kolay bir şey
olmadığı gibi bir kadın için imkansızı başarmak gibi bir şeydir.
İşte O, bir çeyrek asra varan bu uzun müddet zarfında her zaman olayların
bilfiil içinde olmuş, her hal-ü kârda devletin dizginlerini elinde tutmuş,
icraat ve tasarruflarında vezirlerde dahil hiç kimseden çekinmemiş ve her zaman
müstakil hareket ederek geniş bir çevreye sözünü dinletmiş, son derece etkin,
son derece otoriter bir Türk Anası bir Devlet Ana idi.
Bu bakımdan hiç çekinmeden diyebiliriz ki Şağab Hâtûn bu müstesnâ yönleri
ile Abbasî Hilâfetinde gelmiş geçmiş bütün Türk hatunlarının şüphesiz en
büyüğü, en ulusu ve yücesi olmuştur.
Onun devlet idâresinde ki bu aktif rolünün, izzet ve ikbâl devrinin
yirmi beş yıl olduğunu söylemiştik. Gerçekte yirmi beş yıl devlet idâresinde
aktif rol oynamak değil bir kadın, Abbâsî Halîfelerinden çok az bir kimseye
nasib olmuş üstün bir keyfiyettir. Abbasîlerin şan ve şöhreti cihanı tutmuş çok
renkli halifelerinden biri olan Harun er-Reşîd'de dahil daha bir çok halîfenin
hilâfet müddetinin yirmi beş yılın çok gerilerinde olduğu göz önüne
getirilirse, bunun ne kadar önemli bir şey olduğu bir kere daha ortaya çıkmış
olur.
Şağab Hâtûn bu uzun süre zarfında her zaman büyük olayların içinde olmuş,
olaylarla yuğrulmuş, onlara yön vermiş ve son derece tecrübeli bir kaptan gibi
devlet gemisinin selâmet sahiline doğru yol almasını sağlamıştır.
Ayrıca Şağab Hâtun'un burada son derece ilginç bir özelliğini de dile
getirmek istiyoruz. O da, Onun berrak kişiliği ve görev an layışında yani
devlet idâresinde kadınların yeridir. Öyleki Şağab Hâtûn devlet işlerinde
erkekler kadar kendi hemcinsleri olan ka- dınlarada önem vermiş ve onları kendi
idâresi zamanında çok ilginç makamlara getirmiştir. Kadınların, devlet
işlerinde en yüksek makamlara getirilmesi, idârede onlardan yararlanılması o
devirlerde hemen hemen hiç görülmemiş bir keyfiyettir.
Bunlardan meselâ, Dîvânü'l-Mezâlim (İstinaf Mahkemesi Reisliği) gibi,
gerçektende çok önemli bir makama devrin bütün teamüllerini aşarak hemde hiç
çekinmeden çok güvendiği bir kadını başkan tayin etmesi, Onun bu konulardaki
cesarete ve belki çok çarpıcı, kişilik ve tasarruflarından biri olsa gerektir.
O uzun saltanat yılları döneminde çevresinde şahsiyetli kadınlardan müteşekkil
bir ekib oluşturmuş ve bir çok önemli meselelerde onlarla istişâre ederek
karar vermiştir. Meselâ kendi öz kardeşi ve kaynaklarda Teyze Hâtûn olarak
zikredilen diğer bir Türk Anası devlet işlerinde Onun adetâ bir sağ kolu olmuş
ve Onunla hayatı boyunca aynı kaderi paylaşmıştır. Abbâsî hilâfetinde kadınlara
böylesine önem veren, onları hiç çekinmeden üstün mevkilere getiren bir başka
ne bir halîfe, nede halîfe anası gelmemiştir.
O uzun seneler devam eden bu saltanat döneminde sadece siyâsî, idârî
değil toplumun sosyal meseleleri ilede hem hâl olmuş ve kendisini şükranla yâd
etmemizi sağlayacak bir çok küllî hayır hizmetlerinde bulunmuştur. O, devlet
idâresinde bir çok fazîletli davranışların öncülüğünü yapmış, sosyal dayanışma
ve bütünleşmeyi sağlayacak bir çok ciddî müessir adımlar atmıştır.
Onun bu yöndeki küllî hizmetlerinin en önemli tezâhürlerinden biri, belki
de en anlamlısı insan sağlığına yönelik ve Bağdad1 in en uygun bir
yerinde düşkün, yoksul, hasta ve zavallı kimselerde dâhil herkes1 in
en ufak bir ücret bile ödemeden tedâvî edilmeleri ve şifâ bulmalarını
sağlayacak müazzamâ bir hastahane inşa etmiş olmasıdır."
Ömmü'l-Muktedir-Vâlide Sultan Hastahanesi" olarak tarihe geçen bu
hastahaneye devrin en büyük en ünlü hekimlerinden biri olan Sinan b. Sâbit
getirilmiştir. Hastahanenin bütün giderleri ve görevlilere ödenen maaşlar,
Şağab Hatun tarafından karşılanmakta idi.
O, toplumda sanki bir hayır ve hasenât âbidesi gibi idi. Fazîlet ve
dindârlığının sınırlan olmadığı gibi, Onun sehâ, kerem, cömertlik, lutuf ve
ihsanlarınında sınırı yoktu. Yoksulları gözetmek, düşkünlere yardım etmek şu
fâni dünyada belki de Onu en mutlu kılan mânevi bir zevk idi. Onun hayır ve
hasenatla dolu nurlu elleri Bağdad ve hilâfet merkezini çoktan aşmış ve başka
başka mübarek diyarlara ulaşmıştı.
Bir eli Hz. Peygamber'in öz yurdu Mekke'de, diğer bir eli
Mescidü'l-Aksa'ya yani Kudüs'e uzanmış, gönlü ise Peygamber sevgisi ile dolup
taşan Medine'de idi. O, uçsuz bucaksız mal ve servet zenginliğini gönül
zenginliği ile birleştirmiş, hem Mescid'i Haram, hem Mescid'i Aksa, hem de
Mescid'i Nebevî'nin tamiri, ayrıca bu kutsal mabedlerin çevresinde yaşayan
fakir fukaranın se- vindirilmesi için oluk, oluk paralar akıtmıştır. O sınır
boylarında nöbet tutan askerlere bile Allah rızası için yardım ediyor ve sadakalar
veriyordu.
Şağab Hâtûn bunlarla da iktifa etmemiştir. Hayır ve hasenatta kalbi
ummanlar kadar geniş olan bu Türk anası dahada ileri gitmiş ve Abbasî Hilâfetinde
hiç bir halîfe anasının yapmadığı veya ya- pamıyacağı bir sosyal dayanışma ve
yardımlaşma örneği vermiştir. O da bütün bu uçsuz bucaksız çiftliklerini, arazî
ve gayri menkullerini ve bunların bilcümle gelirlerini bu küllî hayır
hizmetleri için vakfetmesidir.
Bu vakfetme prosesi, o günkü şartlar altında formalite bakımından en
mükemmel şekilde yapılmış, gayri menkullerin hepsi ayrı ayrı kayda geçmiş
kullanılmaları bir takım hukûkî şartlara bağlanmıştı. O, bu haliyle bugünkü
modern vakıf müessesesinin kadınlar arasında ilk kurucularından birisi
olmuştur.
Bu arada aklımıza şöyle bir süal gelmektedir; Abbâsi Hilâfetini böyle bir
çeyrek asır idâre etmiş, bir devre adını vermiş, küllî hayır hizmetleri ile
koca bir imparatorluğu kucaklamaya çalışmış olan bu büyük Türk anasının sonu ne
olmuştur? Hemen şunu söyliyelim ki; O'nun sonu tam anlamıyla bir trajedi
olmuştur. Zira, talihsizlikler bu büyük Türk Anasının yakasını bir türlü
bırakmamış, kendi lutuf ve nimetleri ilebüyütüp beslediği, ermeni bir anadan doğma
Halîfe el- Kâhir, sefil bir nankörlük örneği yermiş, bu faziletli Türk Anasını
insan haysiyetini ayaklar altına alacak bir tarzda ve binbir türlü işkence ve
azab ile öldürtmüştür. Bundan sonraki geniş açıklamalarımızda bu yüz kızartıcı
trajedi üzerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde durulacaktır.
Şunu itiraf edelim ki, Şağab Hatun, bir devre adını vermiş, Abbâsî
Hilâfeti ve el-Muktedir döneminde çok müstesnâ bir yeri olan Vâlide Sultan, ne
yazık ki bu devirlerde hilâfet gök kubbesi altında parlayan emsâli bir çok Türk
anaları gibi, Türk İslâm Tarihinin karanlık sayfaları altında gömülüp
kalmıştır. Onun müstakil şahsiyeti, millî tarihimize daha gerçek manada
kazandırılmadığı gibi, Onun hakkında daha şimdiye kadar ne Türkçe, nede başka
bir dilde hiç bir ciddî araştırmada yapılmamıştır. Oysa bir devre adını veren
bu örnek Türk Anası ve millî gururumuzun önde gelen sîmâlanndan biri olması
gereken (hele hele o devirlerde) Şağab Hâtun'un böyle kaygısızca ihmâl edilmiş
olması, şahsiyetinin tarih objektifinde hâlâ değerlendirilmemesi, kelimenin tam
anlamı ile insanı kahreden bir talihsizliktir.
Bu bakımdan bundan sonraki Şağab Hâtun'un ailesi, aslı, hayatı, idârî
kişiliği ve Abbasî Hilâfetindeki mümtaz mevkii üzerinde durulacak kendisi
tarihe mâl olmuş bu Türk anası hakkında hemde ilk defa çok geniş bilgiler
verilecektir.
1 -
ŞAĞAB HATÜN HİLÂFET ÇEVRELERİNDE;
(H.
264/87 7-321/933)
A - ŞAĞAB HÂTÛN'UN TÜRKLÜĞÜ:
Gerçekte Şağab Hâtûn; faziletli, ahlâkı, kendine özgü davranışları,
mümtaz meziyet ve üstün karekterleri ile hilafet câmiasına intisâb eden gelmiş
geçmiş en büyük, en dinamik Türk Hâtûnlarından biridir.
Onun aslı ve el-Mukdedir döneminde (908 - 933) devlet idaresinde önemli
bir kadro oluşturan ailesinin Türklüğü hakkında en ufak bir şüphemiz yoktur. Her
ne kadar es-Süyûtî, onun Türklüğünü biraz cılız kelimelerle ifade etmekte ise
de biz bunu yazarın bir üslûb özelliği olarak görmekteyiz. es-Süyûtî; ona, Türk
denildiğini, asıl adının ise Garib olduğunu ve bazılarınca ona Şağab
denildiğini açık açık kaydetmektedir. (250) Gerek Garib, gerekse Şağab, kaynaklarda
bu Türk anasının müşterek ismi olarak görülmektedir. Belki de ona âilesi içinde
daha önceleri Gârib denilmekte idi. Çünkü onun bir çok yakınları, önümüzdeki
sayfalarda örneğini göreceğimiz gibi bu isimle anılmaktadır. Ancak ona, hilâfet
câmiasına intisâb ettikten sonra, onun kenine has müstakil şahsiyeti ve davranışlarından
kinâye Şağab lakabının verilmiş olması gerekmektedir. (251)
Diğer taraftan İbnü'r-Rûmî'nin (Doğ. 836) dîvânını şerheden ve o devrin
ricâlini çok yakından tanıyan M. S. Selim, Şağab Hatun'un aslen Türk olduğunu
çok cesur olarak dile getirmektedir. (252)
(250)
es-Süyûtî, Abdurrahman b.
Ebî Bekr, Tarîhu'l-Hulefâ, Mısır, 1952, s. 376.
(251)
Daha geniş bilgi için bkz.
İbni Tağrıberdî, Cemâlü'd-Dîn Ebi'l-Mehâsin, en- Nücûmü'z-Zâhire fi-Mülûki’l-Mısr vel-Kâhirah, Mısır
1963, 111, s. 192. el- Hmezânî, Muhammed b. Abdü'l-Melik, Tekmileh, Tah. M.E. İbrahim,
Beyrut, 1967, XI. s. 212, Ibnü'l-Esîr, Ali b. Ebi'l-Kerem, el-Kâmil fit-Târih, Beyrut,
1965, VIII, s. 15, 116. el-Kurtubî, Arîb b. Sad, Sıleh, Tah. M. E. İbrahim,
Beyrut, 1967, XI, s. 65. Dayı Garib'in hilâfet çevrelerindeki yeri hakkında
ileriki sayfalarda daha geniş bilgiler verilecektir.
(252)
Bkz. Dîvânü İbn er-Rûmî, Şrh. M.S.
Selim, Mısır, 1. s. 28. Kitapçı, Z. et-Türk fi-Müellefâti'l-Cahız, Beyrut, 1972, s. 180.
Mâmafih, bu konuda o yalnız da değildir. Bunlardan meselâ C. Zeydân, ilim
dünyasında pek meşhur olan "Tarîhu't-Temeddüni'l- İslâmi" adındaki
kıymetli eserinde defâlarca Şağab-Hâtûn'un Türk asıllı olduğunu vurgulamakta,
müessir şahsiyeti, müstakil karar vermede kendine has üstün bir yeteneği olan
bu Türk anası hakkında çok şitayişkâr ifâdelerde bulunmaktadır. (253) O'nun
Türklüğünü savunan çağdaş tarih otoritelerinden bir diğer yazarda Ph.K. Hitti'dir.
Arap asıllı milli tarih şuuruna vâkıf hıristiyan bir yazar olan bu büyük
tarihçi kaleme aldığı eserlerinin bir çoğunda Şağab- Hâtûn'un Türk olduğunu
açıklamakta ve onun Abbasîler Dev- leti'ndeki inanılmaz gücü ve sultası
hakkında objektif yorumlarda bulunmaktadır. (254)
B - ŞAĞAB HÂTûN'ÜN AİLESİ VE YAKIN
ÇEVRESİ;
Esâsen Şağab Hâtûn, karakteri, icratı ve yakın çevresi ile birlikte
değerlendirildiğinde, Onun Türklüğü hakkında hiç kimsenin şüphe etmemesi
gerekmektedir. Zirâ Şağab-Hâtûn'da kendisinden önce hilâfet saraylarına intisab
eden Merâcil (255), Mâride, (256) Şuca’ Hâtûnlar (257) gibi köklü bir Türk
ailesinden gelmektedir.
(253)
Zeydân, Corci. Tarîhu't-Temeddüni'l-İslâmî, Beyrut,
1967, 11, s. 460. Krş. el- Hilâl es-Sâbî, Tarîhu'l-Vüzerâ, Beyrut, 1904, s. 61.
(254)
Hitti, P.K., The Arabs in History, Great
Britain, 1970, P. 468. Aynı Müellifin diğer eseri, The Arabs; Chicago, 1962, p.
41. P. K. Hitti’riîn Tarihte Arablar adındaki bu pek meşhur eseri, Prof. Dr. S.
Tuğ tarafından dilimize Siyâsî
ve Kültürel İslâm Tarihi adıyla tercüme edilmiş ve dört cild olarak
yayınlanmıştır. İstanbul, 1980. Müellif2in, kitabının adını değiştirmek ve bile
bile tercih etmediği "islham" kelimesini kullanarak kitabı, İslâm Tarihi adiyle Türkçe
yayınlamak, eminiz ki O'nun hıristiyân ruhunu bir kere daha muazzeb etmiş olsa
gerektir.
Müellifin en belirgin özelliği, İslâm Dini ve Onun
kültürel gelişmelerini koyu bir Arabizm çerçevesi içinde mütalea etmesi ve
Islâm Tarihini, siyhasî Arab Tarihinin bir devamı olarak görmesidir. Türkler'in
Arab camiası ve Orda Doğudaki misyonunu çok iyi bilen bir kaç yazardan biridir.
(255)
ibni Hazm, es-Sîre, Tah. N. el-Esed, ve i.
Abbas, Mısır, s. 370. el-Mesûdî, Ali b. el-Hasan, et-Tenbîh vel-eşrâf, Tah. A. i. es-Sâvî, el-Kâhire,
1357, s. 302.
(256)
Zeydân, C. a.g.e., 1. s.
355. 11, s. 450.
Ayrıca bkz. et-Taberî, innü Cerîr, Tarihu'l-Ümemi vel-Mülûk, Tah.
M. E. İbrahim, Beyrut, 1967, VIII, s. 360. el-Hatîb el-Bağdâdî, Tarih-u Bağdâd, Mısır, 1931,
111, s. 347. ibnü Abdi Rabbih, Ahmed b. M., el-lkdü'l-Ferîd, 11, s. 440.
(257)
Kitapçı, Z. Ümmahatü'l-Hulefâ min Cevâri'l-Etrâk, Mecelleh,
Mecmau'l-Lugah el-Arabiyyeh, Dımışk, 1972, no. 3, s. 626. ibni Hazm, a.g.e., s.
372. el-Mesûdi, et-Tenbîh, s.
313.
Onun da, kız ve erkek kaddeşleri, dayı ve amcaları bulunmaktadır. Fakat
bu köklü ailenin şeceresi, yâni aile zincirinin halkaları çok dağınık ve kopuk
bir haldedir. Bu ailenin önemli fertleri ancak Şağab Hâtûn, devlet
dizginlerini eline aldıktan sonra Onun çevresinde toplanmışlar ve devlet
idâresinde etkili bir kadro oluşturmuşlardır. Böylece bu geniş Türk askerî
ailesini, bizlerin çok daha yakından tanımamız mümkün olabilmiştir.
Ailenin Şağab Hâtûn'dan sonra en önemli ferdi, Onun kız kardeşidir.
Kaynaklarda, el-Muktedir'e nisbetle "Onun Teyzesi" olarak
zikredilmektedir. Bizim anlayabildiğimiz kadarı ile, Teyze Hâtûn, Şağab
Hâtûn'un devlet işlerinde can dostu mahremi, Onun gizli aşikâr bütün ahvâline
vâkıf, icraatımnın en büyük destekçisidir. Nerede ise ikiz kardeş
diyebileceğimiz Teyze Hâtûn, sonunda Şağab Hâtûn'la pek tabiî olarak aynı
kaderi paylaşmış ve büyük sıkıntılara düşmüştür.. (258)
a - Garîbü'l-Hâl (Dayı Garib)
Bu ailenin bilinen ünlü sîmâlarından bir diğeri ise Şağab Hâtûn'un erkek
kardeşi ve pek tabiî olarak Halife el-Mektedir'in Dayısı Garib idi. Bu bakımdan
daha ziyâde Arapça "Dayı" anlamına gelen "el-Hâl" adını
almış ve bu isimle meşhur olmuştur. (259) Garîbü'l-Hâl olarak Abbasiler Devleti
tarihine geçen bu zât Emîr (Korgeneral) rütbesine kadar yükselmiş önemli
komutanlardan biridir.
Onun el-Muktedir'in yanında özel bir yeri vardır. el-Mutezz'in oğlu
Abdullah'ın öldürülmesi hattâ yeğeni el-Muktedir'in hilâfet makamına
getirilmesinde bu Garibü'l-Hâl'in çok etkin rolü olmuştur. (260) el-Muktedir
devrinin bir çok askerî ve siyâsî olay-
(258)
İbnü'l-Esir, VIII, s. 201. İbni
Imâd el-Hanbelî, Şezerâtü'z-Zeheb,
Beyrut, 11, s.
284. el-lsfahânî, Hamza b. el-Hasen, Tarih-u Seniyy-i Mulûki'l-Ard
vel-Enbiyâ, Beyrüt, s. 158.
(259)
es-Sûlî, Ebû Bekir, Ahbaru'r-Râdî, nşr. J.H. Dunne,
London, 1935, s. 5.
(260)
İbni Tağrıberdî, en-Nücûm, III, s. 192.
İbnü'l-Esir, el-Kâmil, VIII,
s. 15. el-Hudari Bek, Tarîhul'
Ûmemil-İslâmiyye, Mısır, 1934, s. 337. larında önemli görevler üstlenmiş olan bu
değerli komutan, (H. 305/917) yılında bir çeşitmide hastalığı yüzünden
en-Necmiyy'deki evinde vefat etmiştir.
Cenâzesinde devrin ileri gelen simalarından biri olan İbnü'I- Furat'da
hazır bulunmuştur. (261) Ancak cenaze namazını, ümmü Mûsâ'nın erkek kardeşi
Ahmed b. Abbas el-Hâşimî kıldırmış ve Kasrı İsâda hazırlanan bir Türbeye
defnedilmiştir. Cenâzesinde başta vezir Ali b. Muhammed olmak üzere, bütün
yakın silâh arkadaşları, yüksek rütbeli komutanlar, şehrin eşraf ve ayânı, kadılarda
hazır bulunmuşlardır. (262)
b - Hârûn b. Garîb
Çok geniş bir aile olduğu anlaşılan Şağab Hâtûn ailesinin önemli
halkalarından biri de Hârûn b. Garîb'dir. Yukarda kısmen üzerinde durduğumuz
el-Muktedir'in Dayısı Korgeneral Garib'in oğludur. Babası Garîb hicrî 305
yılında vefât edince, el-Muktedir tarafından babasının yüklendiği bütün
görevler Onun uhdesine verilmiştir. (263)
Hârûn da babası gibi devirin Emîr (Korgeneral) rütbesine ulaşmış Türk
asıllı büyük komutanlarından biridir. el-Muktedir devrinde birçok ayaklanma ve
iç isyânların bastırılmasında takdire değer önemli hizmetleri olmuştur. (264)
O, er-Râdî Billâh (933 - 940) zamanında daha da güçlenmiş, nüfûz ve
sultası Halîfe ve çevresini korkutacak bir hâle gelmiştir. He yazık ki hicri
312/933 yılında çıkan olaylar sırasında O da diğer bir kısım komutanlarla
birlikte hayatını kaybetmiştir. (265) Hârûn
(261)
el-Hemezânî, Tekmileh, XI, s. 212.
(262)
el-Kurtubî, Sıleh, XI, 65, 66.
(263)
el-Hemezânî, Tekmileh, XI, s. 212.
(264)
İbnü'l-Esir, a.g.e., VIII,
s. 152,187,188,227. İbni Haldun, Tarîh,
Beyrut, 1971, İli, s. 382.
(265)
İbnü'l-Esir, a.g.e., VIII,
s. 288.
b. Garib'in olaylarla dop-dolu geçen aktif hayatı hakkında kaynaklarda
çok geniş bilgiler bulunmaktadır. (266)
Yine bu aileden olupta devlet idaresinde en üst mevkilere tırmananlardan
biri de Bedir'dir. Bu zât'ın Şağab Hâtûn'un amcası olması gerekmektedir. Onun
oğlu Ahmed ise; el-Muktedir devrinin emsâli bir çok Türk gibi, ileri gelen
komutanlarından biri olmuştur. (267)
c - Şağab Hâtûn'un Câriye Oluşu :
Her ne kadar Şağab Hâtûn'un hilâfet camiasında çok şerefli bir yeri ve
müstesnâ bir mevkii varsada onun doğumu ve ailesinin yanında geçirdiği ilk
çocukluk yılları hakkında pek fazla bir bilgimiz yoktur. Hayatının dönüm
noktası olabilecek önemli olayların değerlendirilmesinden onun (265/878) li
yıllarda dünyaya gelmiş olması gerekmektedir. ( ) O'nun bu küçüklük yıllarında adı Nâım idi.
(268.)
O, daha sonraları M. b. Abdullah b. Tahir'in kızı Ömmü'l- Kâsım'ın
câriyesi olmuştur. (269) Ancak bunu klasik mânâda bir hizmetçi olarak almamamız
gerekmektedir. Bu kâbil rivayetlerden Şağab ve yakınlarının bu Arap ailesi içli
dışlı olduğu anlaşılmaktadır.
2 - ŞAĞAB HATUN HİLAFET SARAYLARINDA
A - HİLÂFET SARAYLARININ YENİ GÖZDESİ
Pırıl pırıl zekâsı ve olgun kişiliği ile nazarı dikkatleri çeken cici kız
Nâim'in, el-Mu'temid Alellâh (870/892) devrinin son yılları veya onnu daha
sonra el-Mu'tazid Billâh lâkabıyla hilafet makamına geçen oğlu Ahmed'in ilk
yıllarında hilâfet saraylarına intisab etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zâten
halife el-Mu'tazid'ın saraylarına intisab etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zâten
halife el-Mu'tazid'ın saraylarında Çiçek Hâtûn, (270) Katru'n-Nedâ (Şebnem)
Hâtûn (271) gibi daha bir çok Türk asıllı câriyeler bulunmakta idi.
El-Mutazid'ın bu Türk câriyesi ile ne zaman evlendiği ve düğünleri
hakkında kaynaklarda hemen hemen hiç bir ayrıntı yoktur. Ancak O'nün güzel
huylu Nâım'dan çok geçmeden bir erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. (H. 283/896)
Cafer adını alan bu sevimli çocuk daha sonra el-Muktedir Billâh adıyla halife
olmuş ve saltanatı nerede ise bir çeyrek asır sürmüştür. İşte, Abbasi
Hilâfetinde "Türk Hatunları Saltanatı" da bu el-Muktedir devrinde en
haşmetli zirvesine ulaşmıştır.
El-Mutazıd, kendisine bir erkek evlad ve bir "veliahd" kazandıran
Nâim'e bu mutlu olayın bir anısı olmak üzere Şağab adını vermiş, bundan böyle
O, hep bu yeni adıyla anılır olmuştur. (272) Böylece Şağab Hâtûn da hilâfet saraylarındaki
bütün câriyelerin nihâî ümidi olduğu halde ancak çok ender kadınlara nasıb olan
"Ümmü'l-Veled, Veliahd Anası" olmak gibi asil ve yüce bir şerefe
ulaşmış oluyordu. Bundan sonra onun adı "Ümmü'l-Veled" olacak ve
tarihlerede bu meşhur ismiyle geçecektir.
Şağab Hâtûn'un el-Mutazıd'la olan evlilik yıllan ve saray hayatı hakkında
bize fazla bir bilgi, hatıra anekdot ulaşmamıştır. Yine onun halifenin
hareminde bulunan diğer Türk asıllı taçlı kraliçelerden meselâ Katru'n-Nedâ
Hâtûn ve Çiçek Hâtûn'la olan ilişkileri hakkında bildiklerimiz yok denecek
kadar azdır. Bu da Onun, el-Mutazıd devrinin baş döndürücü olayları ve
kalabalık saray hareminin renkli hayatının dışında mümkün olduğu kadar sâde
kendi halinde vakur bir hayat yaşadığını göstermektedir.
a - Şağab Hâtûn ve el-Mûktedirin Halife Oluşu :
Gerçekte talih Şağab-Hâtûn'a oğlu Cafer'in çok küçük denebilecek bir
yaşta halife olması ile gülmüş ve onun hilâfet semâsındaki yıldızı asıl bundan
sonra parlamaya başlamış ve emsâlleri arasında gittikçe göz kamaştırıcı bir hal
almıştır.
Çiçek Hâtûn'un oğlu, el-Mûktefi Billâh, uzun süre devâm eden bir hastalık
sebebiyle vefât ettikten sonra kimin halife olacağı yolunda bazı kıpırdanma ve
homurtular başlamış ve sonunda Şağab Hâtûn'un oğlu Cafer, el-Muktedir Billâh
adıyla halife olmuştur. (H. 295/908) (273)
el-Muktedir, halife olduğunda henüz 13 yaşlarında sakalı bıyığı bitmemiş
hiç bir şeyin farkında olmıyan küçük bir çocuk idi. Ondan önce böylesine küçük
bir yaşta hiç kimse halife olmamıştı. (274) Hatta, bazı kaynakların
bildirdiğine göre; el-Muktefî'nin ölümyüle adetâ bir kriz haline dönüşen
hilafet meselesi için kendisi ile görüşmek ve onu alıp getirmek için bir
heyetin saraya doğru geldiğinde küçük Cafer topaç gibi yuvarlak bir şeyle
oynamakta idi. Zavallı Cafer, kendisine taht ve baht getiren bu adamları
görünce korkup içeri kaçmış ve kapıları kapatarak arkasını da sürgülemişti.
(275)
b - Şağab Hâtûn'un İktidâra Gelmesi :
İşte, Şağab Hâtûn'un devlet işlerinde asıl müdâhalesi, bu nâmüsâit
şartlar altında bir vecibe ve kaçınılmaz bir zaruret olarak başlamıştır. Çünkü
hakikaten çok küçük olduğu için memleketin genel durumu, devlet işlerinin
yürüyüşü, bu arada olup bitenler hakkında ne ilgisi, ne de bilgisi vardı.
Şağab Hâtûn olağan üstü kabiliyeti, müstesnâ kişiliği ve bütün
yetenekleri ile hilâfet makamında meydana gelen bu yeni iktidâr ve otorite
boşluğunu doldurmaya çalışmış, dolayısıye devrin, millî tarihimizde emsâlini
sık sık gördüğümüz Kösem Sultan gibi çok güçlü bir "Valide Sultanı"
olmuştur.
Asıl bundan sonradır ki O, gerçek mânada "es-Seyyide, Hanım
Sultan" lâkabı ile anılır olmuş (276) ve "Ümmü'l-Muktedir : el-
Muktedir'in Anası" olarak şöhretinin kemâline ulaşmış ve tarih kitaplarına
da bu yeni isimlerle geçmiştir. (277) Öyle ki; herhangi bir meclisde
"Gmmü'l-Muktedir" denildiği veya bu isim zikredildiği zaman bazı
vezir ve devlet adamlarının tüylerinin diken diken olduğu yüzlerinin renginin
değiştiği ve dudaklarının uçukladığı bile olurdu.
Şağab-Hâtûn'un hilâfet câmiasındaki korkunç otoritesi ve ulaşılmaz
gücünü C. Zeydân o çarpıcı uslubu ile şu kelimelerle tasvir etmektedir;
"Nüfûz ve etkinlik bakımından " Vâlide Sultan el-Muktedirin
Anası" ki o bir Türk idi:, oğlunun hilâfeti zamanında devlet
adamlarının üzerinde şaşılacak derecede bir gücü kudreti vardı. Kararlarını
doğru doğruya kendisi verir ve kimse karışamazdı. Bütün vezirler ondan çekinir
ve adı geçtiği zaman korkudan titremeye başlarlardı." (278) Değerli Arap
tarihçisi Ph.K. Hitti de C. Zeydân ile aynı görüşleri paylaşmakta
ve "Halife el-Muktedirin Türk asıllı anasının (Ki bu Şağab Hâtûn olur,)
devlet işlerine hiç çekinmeden açık açık müdahale ettiğini ve yön verdiğini
bildirmektedir." (279)
B - ŞAĞAB
HÂTÛN'ÜN SİYASİ GÜCÜ VE OTORİTESİ
Evet, Şağab Hâtûn yeni bir insiyatifie devletin dizginlerini eline almış,
kısa zamanda vaziyete hâkim olmuş ve oğlu namına devleti yönetmeye başlamıştır.
O, bu hususlarda müstakil hareket ediyordu. Bir kısım köklü icrâât ve
tasarruflarda bulunuyor, bazı vezirleri, hatta yüksek mevkilere gelmiş
görevlileri azlediyor, onların yerine yenilerini atıyor, tatmin olmadığı
kimseleri çok yakın çevresinde olsalar dahi devlet ve ordudan
uzaklaştırabiliyordu. Onun Abbâsiler Devletinde elinin ulaşmadığı gücünün
yetmediği hiç bir şey yoktu.
Şağab Hâtûn bu haliyle C. Zeydân'm da işaret ettiği gibi, adının
zikredildiği meclislerde bir çok kimsenin korkusundan titrediği, bir çoklarının
da gerçekten saygı ve hürmet duyduğu tam anlamı ile bir "Nâibe
Sultan" bir "Melike" olmuştur. O, bu yönleriyle Abbasîler Devletinde
bir istiânâ teşkil etmektedir. Zirâ beş asır süren Abbâsî Hilâfetinde, Onun
kadar devlet idaresine hâkim olmuş, kadın-erkek herkese korkunç otoritesini
kabul ettirmiş, nerede ise bir çeyrek asır Abbâsî Hilâfetine yön vermiş bu Türk
anasının dışında bir başka Vâlide Sultan yoktur. Şağab Hâtûn'un bu müstesnâ
durumuna işâret eden İbni Kesir şöyle demektedir;
"O, oğlunun hilâfeti zamanında haşmet, ululuk, nüfûz ve saltanat
bakımından zirvelerde idi. (Onun gücünü aşan hiç bir kimse yoktu.)'' (280)
C - ŞAĞAB HÂTÛN-KINIK HÂTÛN BENZETMESİ;
Şağab Hâtûn bu saygın ve otoriter haliyle geleneksel Türk Hâtûnluğunun
Abbasîler devletinde en güzel bir örneğini oluşturuyordu. Zîrâ eski Türklerde,
Türk Hâtûnları daima Hakanın yanında yerini alır ve devlet işlerinde
aktif bir rolü olurdu. Çoğu kere bu Hatunlar küçük veliahdlar nâmına devleti
senelerce idare eder, gerekirse ordular bile sevkederlerdi. (281) Bunlardan
meselâ Arap vali ve devlet adamlarının bu hususta çok yakından tanıdıkları
diğer bir Türk anası da meşhur Buhara Melikesi Kınık Hâtûn'dur.
(282)
Kınık Hâtûn, kocası Buhar Hudah'ın çok zamansız bir şekilde vefat
etmiş olması sebebiyle henüç çok küçük, meme çağında bulunan oğlu Tuğ-Şâd
namına Buhara Hanlığını otuz küsür sene idâre etmiştir. Onun bu süre
zarfında başta Ubeydullah b. Ziyâd olmak üzere (678/680) Emeviler
devrinde (661/750) Horasan'a gönderilen Arap vali ve devlet
adamları ile çok başarılı mücadeleleri olmuştur. (283)
Mâmâfih, Şağab Hâtûn'un bu şekilde cesur icraatları, entrikacı ihtiyar
kurtları, devlet idâresinden yeri ve sırası geldikçe uzaklaştırması bir
dereceye kadar Abbasi Hilâfetininde hayrına olmuş ve küçük yaşta halife
olmasına rağmen el-Muktedir'in 25 sene gibi çok uzun bir süre iktidarda
kalmasını sağlamıştır.
II. ABBASİ HİLÂFETİNDE ŞAĞAB HÂTÛNLA
BAŞLAYAN, YENİ KADINLAR DÖNEMİ
1
- ŞAĞAB HÂTÛN VE YAKIN
ÇEVRESİNDE BÜLÜNAN ETKİLİ HANIMLAR
Şağab Hâtûn'un en çarpıcı özelliklerinden bir diğeri de devlet işlerini
yönetmede erkekler kadar kadınlarada önem vermiş olması ve onları şaşılacak
derecede yüksek ve önemli mevkilere getirmesidir. O, kendi devrinde bu yönde en
cesur adımları atmış ve nerede ise bir çığır açmıştır. Bunlara ilâveten Şağab
Hâtûn, çevresinde kendisinin son derece güvendiği ve genellikle yakın
akrabalarından olan sağlam bir kadınlar halkası oluşturmuş, önemli meselelerde
isâbetli kararlar almada dâima onlarla samimî istişarelerde bulunmuştur. O bu
hususlarda, devlet işlerinde kadınlara aşırı derecede yüz verdiği ve
dolayısıyla bir kadınlar saltanatı kurduğu yolunda yersiz ittiham ve acı acı
tenkit edenleri haklı çıkaracak kadarda ileri gitmiştir. (284)
A - TEYZE HÂTÛN
Fakat Onun devlet işlerinde asıl danıştığı,, içini döktüğü samîmî
istişarelerde bulunduğu, belki de ortaklaşa kararlar verdikleri kadın kendi öz
kız kardeşi idi. O devrin kaynaklarında bu büyük Türk anasının ismi, bir
üslûp özelliği nedeniyle ne yazıkki zikredilmemiş ve halife el-Muktedir'e
nisbetle "Onun Anası ve Teyzesi" olarak geçmiştir. (285)
Bu Teyze Hâtûn, idârî dehâ ve meselelere nüfûz ve kavrama gücü, mâkul ve
mantıklı düşünme bakımından Şağab Hâtûn'dan hiç de geri kalır bir tarafı yoktu.
Teyze Hâtûn, nerede ise Şağab Hâtûn’un bir ikiz kardeşi imişçesine onun
sorumluluklarını paylaşmış, icrâât ve tasarruflarında onun en büyük destek ve
yardımcısı olmuştur. Böylece bu iki kız kardeş hiç bir ihtiras ve kaprise
düşmeden, büyük bir anlayış ve uyum içinde koca Abbâsi İmparatorluğunu
senelerce idare etmişleridir. En sonunda felâketler kapıya gelip dayandığında
Teyze Hâtûnda Şağab Hâtûn'la aynı meşum kaderi paylaşmış oda insanlık dışı bir
çok eziyet ve işkencelere maruz kalmıştır.
Teyze
Hâtûn'un, el-Muktedir devrindeki yeri ve önemini burada değerlendirmek ve
geniş yorumlarda bulunmak, konunun hudutlarını zorlamak olur. Ancak bizim
bundan sonraki çalışmalarımızda, kaynaklarda adı sık sık Teyze olarak
zikredilen bu Türk anası üzerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde
durulacak ve O'da bu devirlerde A bbâsîler Devleti'ne hizmeti geçen
diğer bir çok faziletli Türk anaları gibi ilk defâ tarih literatürüne kazandırılacaktır.
Zirâ, Abbasîler devri, büyük Islâm kültür ve medeniyetinin önemli mozayikleri
olan bütün bu unsurlar, hilâfet camiasındaki müessir Türk kadınları, ordudaki
Türk askerî varlığı idârî ve edebî sahalarda kendini göstermiş alim, fâzıl pek
çok Türk, bir bakıma unutulmuş kendi milli tarihimizin övünç dolu sayfalarını
oluşturmakta ve bu büyük kültür ve medeniyet hamlesinde Türkün yapıcı şahsiye
ve profilini sergilemektedir.
B - ŞAĞAB
HÂTÛN VE EL-KAHRAMANE HANIMLAR
Bu konunun
diğer ilginç bir yönüde yine Şağab Hâtûn'un yakın çevresinde yer alan ve el-Kahramâne
olarak zikredilen şahsiyetli hanımlardır. Büyük Türk Anası, devlet işlerini
yürütmede, saray ve çevrelerine bir çeki düzen vermede bu el-Kahramâne makamına
getirdiği son derece seçkin, kültürlü, kadınlardan büyük ölçüde yararlanmıştır.
Bu el-KahramânelerdenFatıma
Hanım, ümmü Mûsa, Semmel Hanım ve Zeydan Hanım; Şağab Hâtûn devrinin zirveye
tırmanan, etkin hanımların en başında gelmektedir. Şağab Hâtûnun demir elinin
bir nevi parmakları olan bu kadınlar ve onların icraatındaki yerlerini izâha
geçmeden önce bizim; Abbasîler devletinde önemli bir fonksiyonu olan el-Kahramaneler
kimdir, onların görevi ve icraattaki yeri nedir, kısada olsa izah etmemiz
herhalde yararlı olacaktır.
a - El-Kahramâne Ne Demektir?
Haddi zâtında el-Kahramâne veya el-Kahârime, Abbasî
hilâfetinde kadınlar için ihdâs edilmiş, üst seviyede önemli resmi devlet
makamlarından biri idi. Devlet hiyerarşisinde bir kadının gelebileceği en son
makam idi. Hilâfet saraylarının girdisi çıktısı, halifenin haremi de dâhil
saraydaki bütün kimselerin masrafı, ihtiyâçlarının giderilmesi hep bu
el-Kahramâne hanımlardan sorulurdu.
Onların büyük sarf yetkileri olurdu. Halifeye çok yakın ve onunla
görevleri icâbı sıkı temâs halinde bulunduklarından bu kadınların idârî, hattâ
askerî erkân üzerinde büyük nüfuz ve sultaları vardı. Halife ve
çevresindekiler, özellikle vesirler, onlarla genellikle her hangi bir
sürtüşmeye girmezler ve bundan son derece çe- dnirlerdi. (286)
b - Şağab Hâtûn ve el-Kahramânelik Makamı
Şağab Hâtûn döneminde ise bu makam yeni bir muhtevâ ve ıtkinlik kazanmış,
Abbasi hilâfetinin en gözde mevkilerinden biri ilmuştur. üzün süren saltanat
yılları sırasında Türk Anası bu makarna birçok dirâyetli kadınlar tayin etmiş
ve bunların hepsi, Vâlide Sultan'm icrââtında onun sağ kolu olmuşlardır.
Hatta bu el-Kahramâneler arasında, "Meclisü'l-Mezâlim"
veya "Divânü.'l-Mezâlim"e bizdeki bir nevi İstinaf
Mahkemeleri gibi, başkanlık eden son derece önemli kadın hakimler bile
vardı.
(286)
Zeydân, Corci, a.g.e., II,
s. 381. Krş. el-Hudarî Bek, a.g.e., s. 340-41
Kadın
haklarının yeni yeni tartışıldığı ve kabul edildiği zamanımızdan on asır önce
bir Türk Anasının kadınlara böylesine önem vermesi, onları hiç bir ayırım
gözetmeden en önemli görevlere getirmesi, hattâ hâkim ve kadı tayin etmesi,
üstelik çevrenin şiddetli protesto ve tepkilerine rağmen onları yılmadan sonuna
kadar cesaretle savunması, her türlü takdirin üstünde fevkalâde önemli bir
davranış olsa gerektir.
2
– BU DÖNEMİN AKTİF
HANIMLARI
A - EL - KAHRAMÂNE FÂTIMA HANIM (Öl. 297/909)
Şağab
Hâtûn'un bu el-Kahramânelerlnden biri şüphesiz Fâtıma Hanımdır.
Saltanatının ilk yıllarında hizmetinde bulunmuştur. İlk defâ bu göreve ne zaman
geldiği bilinmemektedir.
et-Taberî
ondan sadece H. 297/909 yılı olayları sırasında bahsetmektedir. O da Dicle
üzerinde teknesiyle seyretmekte olan Fâtıma Hanımın, bu teknesinin köprü
mevkiine geldiği sıralarda çok şiddetli bir fırtınaya tutulduğu ve neticede
batmış olduğudur. (287)
el-Kahramâne
Fâtıma Hanımın böyle bir facia sonucu ölümünden sonra Şağab Hâtûn onun yerine
Ümmü Mûsâ el- Hâşimiyye'yi tayin etmiştir.
B -
EL-KAHRAMÂNE ÜMMÜ MÛSÂ HANIM (909-922)
Ümmü Mûsa
el-Hâşiriıiyye hilâfet camiasının en seçkin, en kültürlü, en olgun izzeti nefs
ve haysiyetine son derece düşkün en onurlu kadınlardan biridir. Asıl adı
Sükeyne olup, Muhammed b. el-Abbasm kızıdır. (288) Haseb ve neseb itibarı ile
çok asil bir aileye mensub idi.
el-Muktedir,
halife olmadan çok daha önce, Şağab Hâtûnun çevresine intisab etmiş ve Onun
himâyesinde yetişmiştir. Bir başka
(288)
er-Reşîd, a.g.e., s. 239 ifâde ile kâbiliyet
ve yeteneklerinin gelişmesinde bu Türk Anasının önemli rolü olmuştur. Bu
bakımdan Sükeynenin gerek el-Muktedir, gerekse Şağab Hâtûnun nezdinde çok özel
bir yeri, kişiliği ve itibarı vardı.
Hele hele Ümmü Mûsa, el-Kahramâne gibi devlet idâresinde fevkalade önemi
haiz bir göreve getirilince, Onun vüzerâ ve ümerâ nezdinde nüfuz ve sultası
dahada artmış ve kelimenin tam anlamı ile bir "Ümmü Mûsâ" olmuştu.
(289) Onun Halife ve gerekse Şağab Hâtûnla görüşmesinde hiç bir engel yoktu. O
doğrudan doğruya el-Mukdedir ve Şağab Hâtûnun huzuruna çıkar onlarla muhatab
olur, isteklerini onlara arzeder ve çoğu kere de onun istekleri kabul edilirdi;
Halife ve vüzerâ nezdinden onun eli boş döndüğü görülmezdi. Bu bakımdan idâri
ve siyâsi erkân onunla olan münâsebetlerinde son derece dikkatli davranırlardı.
Haddizâtında bu devirde saraya, Halife ve Vâlide Sultana böy- lesine
içli-dışlı olan bir başka kimse de yoktu. el-Muktedir veyâ Şağab Hâtûn
tarafından yazılan resmi yazılar, emirname ve kararlar önce ona verilir O da bu
kıymetli evrakı baş vezir veya diğer ilgili yerlere ulaştırırdı. (290) Bunun
gibi vezirlerin yazdıkları resmi yazılanda yine O, bir nevi kurye olarak
el-Muktedir ve Şağab Hâtûna getirirdi. (291) Bu da Ümmü Musanın ne derecede
itimâda şayan, Halife ve çevresinde güvenilir aklı başında bir kadın olduğunu
göstermektedir.
O, bu son derece önemli görevleri yanısıra, hilâfet sarayları, harem ve
buna yakın çevrelerin giyim kuşam yiyecek içecek gibi her türlü ihtiyaçlarını
karşılamak için gerekli parayı bulmak ve onlar arasında huzur ve ahengi de
sağlamak durumunda idi. el- Muktedirin saraylarındaki câriyeler, onların
hizmetçileri, ve sa-
(289)
er-Reşîd, a.g.e., s. 239
Bu bakımdan idârî ve siyâsî erkân Onunla olan
münâsebetlerinde son derece dikkatli davranırlardı.
(290)
İbnü'l-Esir, VIII, s. 62.
el-Hemezânî, XI, s. 214.
(291)
İbni Haldûn, III, s. 387.
raydaki diğer bütün görevlilerin sayıları 11.000 kişinin üzerinde olduğu
düşünülürse (292), bu görevin sağlıklı bir şekilde yürütülmesinin ne kadar zor
bir iş olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
3
- ŞAĞAB HÂTÛN VE TÜRK
KIZLARININ DÜĞÜNÜ
A - TÜRK AİLELERİ ARASINDAKİ YENİ İLİŞKİLER
ümmü Mûsâ'nın, Şağab Hâtûn'la olan bu uzun hizmet yıllarının burada
hatırlatılması gereken kayda değer mesud olaylarından biri de Şağab Hâtûn'un
erkek kardeşi, Dayı Garib'in kızlarının devrin yine Türk asıllı büyük
komutanlarından biri olan Bedr b. Abdullah el-Hammâmî ile evlenmeleri ve bu
düğünde hem Şağab Hâtûn, hem de ümmü Mûsâ'nın gösterdiği samîmî gayret ve ali-
cenablıhktır. (H. 307/919) Öyle ya, Dayı Garib'in üç güzel kızı Bedr b.
Abdullah'ın üç oğlu ile evlenmiş ve bu evlenmeler sırasında yapılan düğünle
bütün Bağdad sosyetesi nerede ise ayağa kalkmıştır.
Şağab Hâtûn devrinin bu çok önemli düğünü Bağdad'ta olmuş ve bunu iki
aristokrat Türk ailesinin şanına yaraşır bir şekilde olması için Şağab Hâtûn
elinden gelen her şeyi yapmış, onları hediye ve ihsanlarına boğmuş, geleneksel
mürüvvetini bir kerede yakın akrabası olan bu Türk gençlerine de göstermiştir.
Gerçekte hem Dayı Garib, hemde Bedr b. Abdullah, devrin Türk asıllı, bir
çok olaylarla kendini kabul ettirmiş şahsiyetli, yüksek rütbeli Türk
komutanlarından biridir.
Babası Abdullahdır. Mısırda Ahmed b. Tolun'un çevresinde yetişmiş
kudretli bir Türk komutandır. (293) Gerek et-Taberî gerekse İbnü'l-Esîr,
hicri 280/893 yılı olayları sırasında, Bedr'in Bizansa karşı yapılan
harplerde, Tarsus emîri el-üceyfî ile birlikte hareket ettiklerini ve
büyük başarılar gösterdiğini kaydetmektedir. (294) Bedr daha sonra, Karmatîlerden
Zükrâveyh b. Mükrâveyh adına bir
(292)
es-Süyûtî, a.g.e., s. 384.
İbni Kesir, XI, s. 170.
(293)
et-Taberî, X, s. 95 Krş.
İbnü’l-Esir, VII, s. 464
(294)
et-Taberî, X, 95.
Ibnü'l-Esir, VII, s. 464.
bozguncunun Şam ve havâlisinde çıkardığı kargaşalıkların bastırılması
için Mısırdan özel olarak gönderilmiş ve devrin yine kendisi gibi bir diğer
Türk komutanı olan Toğac b. Cüf ile birlikte başarılı hizmetleri olmuştur. (H.
298/910) (295) el-Müktefî bir defasında Bedr'i İsfahan ve çevresinde
başkaldıran Abdullah b. üzerine göndermiş ve onun bu bozguncu âsiyi
tepelemesinden son derece memnun olmuştur. (H. 295/907) (296)
el-Muktedir, hilâfet koltuğuna oturduğu zaman, Mıısıfda Ahmet b.
Tolun'un terbiye ve disiplininde yetişmiş bu değerli Türk komutanı Onun
çevresindeki en güçlü şahsiyetlerden birisi idi. el- Muktedir, yeteneğinden son
derece emin olduğu Bedr'i, İmparatorluğun en karışık bölgelerinden biri
olan Faris ve Kirman'a âmil olarak tayin etmiş (H. 301/913) (297)
ve yörede asayişin sağlanmasında büyük hizmetleri dokunmuştur. (298)
B - BÜYÜK DÜĞÜN VE ŞAĞAB HÂTÛN
Başta el-Mütazid olmak üzere, el-Müktefî Billâh ve el-Muktedir Alellâh
gibi üç büyük Abbâsî halifesinin hizmetinde bulunan bu büyük Türk komutanı,
yine o devrin Türk asıllı kudretli komutanlarından aynı zamanda el-Müktedir'in
dayısı olan korgeneral Garib ile çok yakın bir dostlık içinde oldukları
anlaşılmaktadır.
İki Türk ailesinin bu samimi dostlukları çok daha mutlu bir olayla noktalanmış
ve Dayı Garib’in kızları ile Bedr b. Abdullah'ın oğlulları Bağdad'da
yapılan müşterek bir düğünle evlenmişlerdir. (H. 307/919) (299) Bir âilenin en
az üç erkek çocuğunun, yine diğer bir ailenin üç kız çocuğu ile
evlendirilmeleri değil Abbâsiler devri, belki, başka devirlerde bile eşi örneği
az bulunan çok ender olaylardan biri ve belki de en ilginci olsa gerekir. Bu
ancak bi- ribirlerini yakından tanıyan, son derece güvenen, kaynaşan iki
aristokrat Türk ailesi arasında olabilirdi.
(295)
et-Taberî, X, s. 95. Krş.
İbnü'l-Esir, VII., s. 520.
(296)
İbnü'l-Esir, VIII, s. 12
(297)
İbnü'l-Esir, VIII, s. 79.
(298)
İbnü'l-Esir, VIII, s. 79.
el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 58.
(299)
el-Kurtubî, a.g.e., XI, s.
72.
Düğün'ün, bu
Türk ailelerinin yanısıra, fevkalâde güzel ve mükemmel olmasında hem Şağab
Hâtûn, hem de Onun el- Kahramânesi, saray ve hilâfet çevrelerinin en gözde, en
dirayetli, en seçkin kadınlarından biri olan Ümmü Mûsâ elinden gelen her şeyi
yapmışlardır.
O kadar ki;
bu büyük düğüne katılmak için hilâfet çevresi ve aristokrat kadınlar kendi
aralarında nerede ise hediye yarışına girişmişlerdir. Her ne kadar bu
hediyelerin keyfiyeti ve ayrıntıları hakkında kaynağımızda pek fazla teferruat
yoksada, el-Kurtubî'nin bu yüklü hediyelerin taşınması için büyük bir düğün
alayından bahsetmesi (300) onların hem maddi, hemde manevi değerlerinin çok
büyük miktarlara ulaştığını göstermektedir.
Gerçekte,
saray ve hilâfet çevresindeki bütün bu soylu ve aristokrat hanımların harekete
geçmesi ve genç evlileri bir hediye yağmuruna tutmalarında Şağab Hâtun'un çok
önemli rolü olmuştur. Şağab Hâtûn dolayısıyla Ümmü Mûsâ'nın, Türk ailelerin
düğünlerine gösterdiği bu sıcak ilgi çevresine de sirâyet etmiş ve hilâfet
camiasındaki bir çok soylu kadınların hediyelerini takdim etmede adetâ bir
gövde gösterisi olmuştur. Düğün hediyeleri ailelere değil bizzat Şağab Hâtûn'a
takdim ediliyordu. Bunun ayrı bir manası vardı. Şağab Hâtûn böyle davranmakta
haklı idi. Zira bu iki komutan, Türk asıllı olmaları yanısıra, devletin
hizmetinde bir bakıma Şağab Hâtûn'un en büyük yardımcıları durumunda idiler.
C - DÜĞÜN
ALAYI VE HEDİYELER;
Saray ve
yakın çevresinden özellikle kadınların takdim ettikleri bütün bu kıymetli
hediyeler Vâlide Sultan’in nezdinde toplanmış ve büyük bir düğün alayı
oluşturarak Ümmü Mûsâ'nın başkanlığında düğün evine gönderilmiştir.
el-Muktedir ve Şağab Hâtûn devrinin belki de en renkli düğünlerinden biri olan
bu Türk düğünü, aristokrat kadınların hediyeleri ve büyük düğün alayı hakkında
çok özlü bilgiler veren el-Kurtûbî şöyle demektedir:
(300)
el-Kurtubî, a.g.e., XI, s.
73
"Artık bundan sonra Ümmü Mûsâ el-Kahramâne, Dayı Garib'in
kızları ile Bedrü'l-Hamâmî'nin oğlanlarının hem evliliklerini tebrik,
hem de bu vesile ile toplanan düğün hediyelerini hazırlamak ve takdim etmek
için Şağab Hâtûn'un emri ile harekete geçti. İçinde bir çok süvâri ve
yayalarında yer aldığı çok büyük bir düğün alayı hazırlandı;
Bu cümleden olmak üzere, bütün bu hediyeler onun önünde on iki beygire
yüklendi. Bu beygirlerden altısının eğeri, gem ve diğer koşumları altından,
diğer altısının ise gümüşten yapılmıştı. Ayrıca her bir hayvanın yanıbaşında en
güzel elbiseler giydirilmiş, altın kemer ve altın hamayilli kılınçlarla
donatılmış bir hizmetçi bulunuyordu. Bu arada kırkta sandık vardı. Bu
sandıkların hepisi en kıymetli elbiselerle doldurulmuş ve her birinin içine de
100.000 dinâr (iki milyar) TL. konulmuş idi. Bütün bunlar Şağab Hâtûn'un
çevresindeki kadınlar tarafından bu düğün için toplanan hediyelerdi. İşte ümmü
Mûsâ böyle bir alayın başında yürüyerek hediyeleri yerine ulaştırdı."
(301)
4
- EL - KAHRAMANE SEMMEL
HANIM
(H. 310/922 - 317/928)
A - SEMMEL HANIM’IN İLK YILLARI
Şağab Hâtun'un yakın çevresindeki en önemli kadınlmardan biri olan bu
Ümmü Mûsâ, daha sonraları el-Muktedir aleyhine yeni bir kısım kirli oyunlar
peşine düştüğü için pek tabiî olarak bu görevinden alınmış (302) ve onun
yerine el-Kahramânelik görevine, Semmel Hanım getirilmiştir.
(301)
el-Kurtubî, a.g.e., XI,
72-73.
(302) lbnü'l-Esir, VIII, s. 137. ibn Haldun, III, s. 389. Tekmile,
(et-Taberi), XI, s. 227. Haddizâtında Şağab Hâtûn, bu kadının ne yapmak istediğini onun sinsi emelleri
ve çevresinde toplanan bozguncu grubun farkında idi. Düğün bitipte ortalık
biraz yatıştıktan sonra derhal Ümmü
Mûsâ'yı huzuruna çağırtmış ve adeta bir dişi kaplan edâsıyla;
Demek sen benim oğlum için bir kısım (âdî) tertipler peşindesin! el-
Mütevekil'in torunu ile yakın akrabalık kurdun! Tâki Onu hilâfet tahtına
oturtmak istersin!" diyerek
bütün bu sinsi planlarını yüzüne vurmuş ve Onu derhal el-Kahramânelik
görevinden azletmiştir.
Gerçekte
Semmel Hanımın daha önceden Ahmed b. Abdül- Aziz adında bir zâtın "Kahramânesi"
olduğu rivayet edilmektedir. (303) Bu görevi Ona, yeni yeni ufuklar açmış, Onun
hem tecrübe kazanmasına, hem de daha üst çevrelere ulaşmasına sebeb olmuştur.
Çünkü O, saraya yakın çevrelerde gösterdiği bu başarıları, Şağab Hâtûn'un
dikkatini çekmiş ve ümmü Mûsâ'dan boşalan bu makama Onu el-kahramâne
olarak tayin etmiştir. Semmel Hanım, bu önemli görevi yanı sıra Vâlide Sultanın
özel sekreterliğini yani Onun resmî yazışmalarını da yapmakta idi. (304)
Semmel
Hanımda bu göreve geldikten sonra ümmü Mûsâ'nın ilk yıllarında olduğu gibi,
hilâfet camiası ve devletin üst kademelerinde nüfuz ve sultası artmış,
herkesin saygı gösterdiği bir hanım olmuştu. Zira O, zeki, üstün kabiliyetli
olayların üstüne varmaktan çekinmeyen cesur şahsiyetli bir kadındı. Bu
bakımdan kısa zamanda Vâlide Sultan'ın en gözde en güvendiği elemanlardan biri
olmuştur. Bir kısım yazarlar daha da ileri gitmekte ve haklı olarak Semmel
Hanımın, Vâlide Sultan’ın devlet işlerini ve genel politikasının
yürütülmesinde, Onun sağ kolu olduğunu kaydetmektedirler. (305)
Semmel Hanım,
Valide Sultan tarafından kendisine tevcih edilen her türlü görevi hiç
çekinmeden kabul etmiş ve birbirinden farklı olan bu görevlerdeunanılmaz bir
sabır, ehliyet ve vukuf göstererek büyük başarılar elde etmiştir.
B - SEMMEL
HANIM VE DÎVÂNÜ'L-MEZÂLÎM BAŞKANLIĞI :
Vâlide
Sultan’ın ona olan bu sarsılmaz güveni Semmel Hanımı, İslâm Tarihinde bir kadın
için düşünülmesi dahi mümkün olmayan önemli, hassas görevlerin başına
getirilmesine sebeb olmuştur. Bundan maksadımız el-Kahramâne Semmel
Hanımın aynı zamanda "Diuânü'l-Mezâlim" veya "İstînâf
Mahkemesi" Başkanlığına tayin edilmesi ve bu görevi büyük bir vukûf ve
ehliyetle senelerce sürdürmesidir. (H. 306/918)
(303)
el-Hemezânî, a.g.e., XI, s.
227.
(304)
el-Kurtubî, a.g.e., XI, s.
109.
(305)
Kehhâle, Ö.R., a.g.e., 1.
s. 185.
Gerçekte bu sadece o devirde değil,
İslâm Tarihinde de bir istisna teşkil etmektedir. Zira on dört asırlık İslâm
Tarihinde ne Semmel Hanım'dan önce, ne de sonra doğrudan doğruya halife veya
onu temsilen devrin Baş Kadısının yönettiği böylesine önemli ve herkese
adâlet dağıtan sorumlu bir makamın başkanlığına hiç bir zaman bir kadın
getirilmemiştir.
Şağab Hâtûn bu yönüylede üzerinde çok daha geniş bir şekilde durulması
gereken mümtaz bir kadındır. Kadınları toplumda hemde hilâfet merkezinde
böylesine önemli görevler ancak Onun zamanında verilmiştir. O, bu uğurda
nerede ise bir çığır açmak istemiş ve fakat ölümüyle her şey bitmiş, fazla bir
mesâfede alınamamıştır. Hattâ diyebiliriz ki, Onun başını yiyen sebeblerden
birisi de belki bu devlet işlerinde kadınlara Teyze Hâtûnda dahil, aşırı
derecede güvenmesi ve üstün görevler vermiş olmasıdır.
C - DÎVÂNÜ'L-MEZÂLİM NEDİR?
''Dîoânü'l-Miezâlim" veya diğer bir adıyla ''Meclisü.'1-Mezâlim”
de denilen bu yargı usulü, herkese açık, bir nevi halk mahkemesi
niteliğinde idi. Sâdece hilâfet merkezi Bağdad'ta yâni er-Russafe ( )
semtinde, haftada bir defa o da Cuma günleri olmak üzere kurulurdu. (306)
Halifeye ulaşamayan fakat adâlet isteyen kimseler buraya yızılı olarak
müracaatta bulunur ve divân başkanına gelerek derdini anlatır ve kârşı taraftan
davacı olduğunu bildirirdi. Divân kurulunca davâcı ve dâvâlının yüz yüze
müdafaları yapılır, sonunda divan başkanı hükmünü verir, alınan kararın altına
imzasını atar ve divânın kararını orada bulunanlara açıkça ilân ederdi.
Bu
meclislerde, genellikle halife veya ona vekâleten devrin "Kadıyü'l-Kutadı"
(Başkadısı) Anayasa Başkan fukahası, şehrin ileri gelenleri yâni âyân ve
eşrafı da hazır bulunurlardı. (307) Mezâlim meclisleri yukarıda da belirtildiği
gibi haftada sadece Cuma günleri kurulur, mazlumların, haksızlığa uğrayan
kimselerin hakları verilir ve bir nevi adâlet tevziî yapılırdı.
Böylece
halkın genel şikâyetleri bir dereceye kadar önlendiği gibi halifenin halkla
olan ilişkilerinin daha canlı tutulması ve sağlıklı olmasına da özen
gösterilmiş olurdu. Divânü'l-Mezâlimin en büyük özelliği burada açılan
davaların süratle neticelenmiş olması idi. (308)
D - SEMMEL HAİNİM YENİ GÖREVİ BAŞINDA
İşte toplum hayatı için böylesine önemli olan bir göreve, bir adalet
tevzi makamının başına, hem de Abbâsi Hilâfetinin başkenti olan Bağdatta
Şağab Hâtûn, kendi akıl, izan ve dehasını kullanarak el-Kahramâne Semmel
Hanımı tayin etmiştir. (309) O çağlarda böyle bir uygulamayı daha önceki
sayfalarda da belirtildiği gibi kadın haklan yolunda atılmış çok önemli bir
adım olarak kabul etmemiz gerekmektedir.
Belki onun bu yönde cesûr adımlar atmasını oğlu el- Muktedir'in dilinin
biraz kekeme olması ile izah edenler olacaktır. Zîrâ ibnü'l-lmâd, Vâlide
Sultan'ın oğlunun kekeme olması nedeniyle uzun süre halkın içine
çıkmasına (Cuma Selâmlığı gibi) müsade etmediğini kaydetmektedir. (310)
Ancak böyle bir uygulama yani Semmel el-Kahramânenin Divân'ül-Mezâllim
başkanlığına getirilmesinin el-Muktedirin kekeme olmasıylla hiç bir ilgisi
yoktur. Zîra bu sıralarda el-Muktedir büyümüş ve nerede ise 24 yaşlarına gelmiş
devlet idâresine vakıf bir halife olmuştu.
Hatta o, hiç çekinmeden çok muazzam, matantan renkli merasimlerle
yabancı devlet elçilerini bile kabul ediyor ve onlarla diplomatik bir dille
münâkaşa dahi ediyordu. (311) Zâten el- Muktedir'den çok daha önce, Abbâsi
Halifeleri Divânü'l-Mezâlime çıkmayı terketmişler ve bunu şehrin
Başkadısı (Kadıyü'l-Kudat)a havâle eder olmuşlardır.
a - Ulemâ ve Halkın Protestosu :
el-Kahramâne Semmel Hanım'ın bu göreve getirilmesi halkın âyân ve eşrafta
dâhil umumî protestolarına sebeb olmuştur. Bu yöndeki acı tenkit homurtu, hatta
öfkelerinde çok çok ileri gidenler dahi oluyordu. (312)
Onun için Semmel Hanım er-Russâfe'de kurulan bu Divânü'l-
Mezâlim'e ilk defa çıktığında başta, divân üyeleri hazır bulunmak şöyle
dursun, halktan dahi hiç kimse gelmemişti. Şağab Hâtûn, dîvan üyeleri, ulemâ ve
halkın bu sessiz protestoları, onları ileri geri konuşmalarına hiç bir önem
vermedi.
Semmel'den görevine çekinmeden sabırla devâm etmesini istedi. Bu ikinci,
üçüncü defa tekrar etti. Sonunda direnme kendiliğinden kırıldı. Şağab Hâtûn,
güçlü azmî ve irâdesi sâyesinde bundada muvaffak olmuştu. Zîra şehrin Başkadısı,
Ebü'l-Hasan geldi, vekâr ve ciddiyetle Diuânü'l-Mezâlimdeki yerini aldı.
Onun divana çıkması Semmel Hanım ve dolayısıyla Şağab Hâtûn'un bu kendi nevine
münhasır icraatını tasvip ettiği, böyle bir uygulamanın yâni Divânü'l-Mezâlime
(İstinaf Mahkemesi Reisliğine) bir kadının başkanlık etmesinin dinen herhangi
bir sakıncasının olmadığı anlamında idi.
b - Halkın Yararlanması:
Bundan sonra işler süratle düzeldi ve yolunda gitmeye başladı. Artık
Semmel Hanım, her Cuma günü geliyor ve muntazam olarak Divanü'l-Mezalime
başkanlık ediyordu. Onunla birlikte şehrin, Baş- kadısı, Fukaha, din
alimleri şehrin ileri gelen âyân ve eşrafı da yerlerini
alıyor ve adâletin yerini bulmasında Ona yardımcı oluyorlardı.
Semmel Hanım usul gereğince davalar hakkında karar veriyor, altına bizzat
kendi imzasını atıyor ve jürinin verdiği bu müşterek karan halka açıklıyordu.
(313) Semmel Hanım, Divânü'l-Mezâllm başkanlığındaki bu görevinde acaba
muvaffak olmuşmudur? el- Muktedir devrinin tarihçisi el-Kurtubî buna
olumlu bir gözle bakmakta ve şöyle demektedir :
"Böyle bir uygulamadan zulme uğrayan kimseler çok yararlandı.
İnsanların gönlü rahat etti, huzura kavuştu. Halbuki onlar daha önce bundan ve Semmel
Hanımın davalara bakmasından nefret etmişlerdi." (314)
E - EL-KAHRAMÂNE SEMMEL HANIMIN ÖLÜMÜ :
el-Kahramâne Semmel Hanım yukarıda da işaret edildiği gib: Şağab
Hâtûnun icraatında Onun nerede ise bir sağ kolu olmuş ve ölünceye kadar da
sadâkatle hizmet etmiştir.
Gözü kara, olayların üstüne yılmadan giden cesur bir kadındı. Bu aşırı
cesareti onu belki de taş kalbli olmakla suçlamalara yol açmıştı. O bilgi ve
görgüsüyle kendisine verilen ve birbirinden farklı bir çok önemli görevlerin
hemen hepsinde başarılı olmuştur. Bu da diğer taraftan Şağab Hâtûn'un adam
seçme ve tayin etmede ne kadar isabetli davrandığını göstermektedir.
Mamafih Semmel Hanımın, Şağab Hâtûn nezdindeki bu müessir durumu, saray
ve hilâfet çevrelerindeki saygınlığı ölünceye kadar devam etmiştir. el-Kurtubî
onun H. 317/928 yılında vefat ettiğini kaydetmekte ve hastalığı hakkında fazla
bir açıklamada bulunmamaktadır. (315)
5 - EL-KAHRAMANE ZEYDÂN HANIM (928
?-933?)
Yine bu
devirlerde hilâfet çevreleri ve Şağab Hâtûn'un çok yakın hizmetinde bulunan
şahsiyetli kadınlardan bir diğeri de e/- Kahramâne Zeydân hanımdır.
Her ne kadar
Zeydân Hanım varlığı ve "el-Kahramâne" olarak görevlendirilmesi
Semmel Hanımın vefatından sonra çok daha belirgin bir hale gelmişse de Onun
çok daha önceki yıllarda hilafet sarayları ve Şağab Hâtûnun yakın çevresi ve
özel hizmetinde olduğu anlaşılmaktadır.
Zeydân
Hanımın, hilafet sarayları, ümerâ ve vüzerâ üzerindeki otorite ve
sultası her ne kadar (İmmü Mûsâ ve Semmel Hanım derecesinde etkili olmasa bile
gerek Şağab Hâtûn ve gerekse el- Muktedirin hizmetinde her zaman özel bir yeri
olmuştur. O bir bakıma hilâfet saraylarının emniyet sorumlusu idi. Zirâ;
Devletin başına belâ olan birçok azılı kimseler hapsedilmek üzere Onun eline
teslim edildiği gibi, zaman zaman izzet ve ikbâlini kaybetmiş talihsiz vezirler
bile onun eline düşmüşler onun insaf ve merhametine bırakılmışlardır. Zeydân
Hanımın bunlarla cedelleşmesi, kendisini onlara kabul ettirmesi, ayrıca
üzerinde dikkatle durulması gereken hususlardan biridir.
Buraya kadar
olan açıklamalarımızda Abbasî Hilâfetinde devletin en yüksek
mevkilerinde ve Şağab Hâtûn'un yakın çevresinde yer alan kadınlardan özellikle el-Kahramâne
Ömmü Mûsâ, Semmel ve Zeydân Hanımlar üzerinde durulmuş ve onların hilâfet
câmiasındaki üstün hizmetleri hakkında ilk defa köklü bilgiler verilmiştir.
Bunlar bir
bakıma Şağab Hâtûnun devlet idâresi ve halka hizmette ufkunun son derece geniş
ve hoş görüsünün denizler kadar engin bir Türk Anası olduğunu da ortaya
koymaktadır. Zîrâ O, bu zengin davranışları ile çoğu zaman erkeklerin yaptığı
bir çok görevleri kadınlarında pek alâ yapabileceklerini ortaya koymuş ve Abbâsîler
Devletinde uzun asırlar kimsenin arkasından gi- demiyeceği bir çığır
açmıştır.
ŞAĞAB
HATUNUN KÜLLİ HAYIR HİZMETLERİ
Gerçekte Şağab Hâtûn, sadece Abbasî toplamımdaki Türk varlığının değil,
Hilâfet İmparatorluğunda gelmiş geçmiş en büyük, en otoriter, en şahsiyetli
kadınlarından biridir. Kaşgar önlerinden, Atlas Okyanusu,
sahillerine kadar, çok geniş bir sahaya yayılan koca bir hilâfet
imparatorluğunu, dahili ve harici bütün tehlikeleri göğüsleyerek 25 sene (bir
çeyrek asır) idâre etmiştir.
O, uzun süre devam eden bu saltanat yılları sırasında sadece siyâsi idâri
değil toplumun sosyal meseleleri ile de hem-hâl olmuş ve kendisini şükrânla yâd
etmemizi sağlayacak bir çok küllî hayır hizmetlerinde bulunmuştur. Onun çok
yönlü olan büyük ve küllî hayır hizmetlerini üç ana grupta toplamamız
mümkündür:
A - İnsan sağlığı ile ilgili hayırları; Hastahane
B - Kutsal beldelere yaptığı hayırlar : Camiler, Su yollan vs.
C - Vakıf varlığı
Şağab Hâtûn, böyle külli hayır hizmetlerine sevkeden şüphesiz Onun köklü
dînî duyguları, halka hizmetin hakka hizmet olduğu inancının hoşnutluğunu
kazanma arzusu, engin denizleri andıran merhameti, cömertliği, keremi idi. Bu
güzel duyguların onun hayatında ve uygulamada göz yaşartıcı uygulamaları
vardır.
Gerçekte bunlar, belirli ölçüde her müslümanın gönül zenginliğini
oluşturan güzel hasletlerdir. Ancak Şağab Hâtûn, bu hususta çevresinde bir
ufuk turu halindedir. Hayır ve hasenatta bir kadın olmasına rağmen onunla
kimsenin yarış etmesine imkân yoktu. İşte câriye Şağab'i, önce
"Cİmmü'l-Veled", sonra "Seyyide", sonra
''Ğmmü'l-Mütedir", Şağab Hâtûn ve Vâlide Sultan kılanda Onun herkesin arzu
ettiği ve fakat kimsenin bir türlü elde edemediği bu üstün, İnsanî, imanî
meziyetleri idi. O nefsinde bütün bunları toplamış ve onları bir gönül
zenginliği haline getirmiş idi.
1
- BİMÂRİSTÂN-I
ÜMMÜL-MÜKTEDİR VEYA
ŞAĞAB HÂTÛN HASTAHANESİ
Onun, hayır ve hasenattaki külli hizmetlerinin en önemli tezahürlerinden
biri belki de en anlamlısı insan sağlığına yönelik Bağdadin uygun bir yerinde
de düşkün, yoksul, hasta ve zavallı kimselerde dâhil herkesin hiç bir ücret
ödemeden tedavi edilebileceği bir "Hastane" inşa etmesidir.
Hastahane ve burada görevli bütün doktorların masraflarıda bizzat kendisi
tarafından karşılanmak üzere yapılmıştır.
Şağab Hâtûn kendi hesabına böyle bir hastahane, bir imâret yapmaya karar
verdikten sonra, önce bunun için Bağdad'ta uygun bir mekân aranmıştır. Bu yönde
yapılan araştırmalar sonucu, hastahanenin Bağdad’ta "Sük-u Yahya
Çarşısı" denilen bir mahalde kurulması uygun görülmüştür. (316)
İnşaatının bütün masrafları Seyyide Şağab tarafından karşılanan bu hastahane
süratle tamamlanmış ve müs- lüman halkın hizmetine açılmıştır. (H. 306/918)
Daha sonra bu hastahane bânîsinden dolayı "Bimâristân Seyyide Ümmül
Muktedir- Valide Sultan Hastahanesi" adıyla anılır olmuştur. (317)
A - HASTAHANE BAŞHEKİMİ : SİNÂN B. SABİT :
Hastüahaneye devrin ünü cihanı tutmuş, büyük hekimlerinden Harranlı
( ) Sinân b. Sâbit b. Kurra başhekim
olarak atanmıştır. (318) Pek tabiî olarak onun yanında bir çok pratisyen
hekimler ve hizmetlilerde görev yapmakta idi. Sinan'a gelince :
Tıp sahasındaki büyük yeteneği ilmi, bilgisi yanısıra alîm, fazıl,
felsefe ve hikmette otorite müstesna bir kimse idi. (319) Bağdad'ta bir
kimsenin mesleğini icrâ edebilmesi, o devirlerde ancak Sinân b. Sâbit'in
imtihanından geçmesi ve müsade etmesi ile mümkün olurdu. Zirâ bir defasında "hekim"
diye geçinen bir kimse, bir hastayı yanlış bir usul ile tedâvi etmiş, fakat
zavallı adam ölmüştü. Bunun üzerine el-Muktedir, Bağdad ve civarındaki
bütün hekimleri, mesleklerini icradan menetmiş ancak Sinan'ın imtihanını kazananlara
müsade edilmişti. (320)
Sinân b. Sâbit'in bu şekilde imtihan ederek hekimlik yapmasına müsade
ettiği kimselerin sayısının kaynaklarda 900 kişi kadar olduğu bildirilmektedir.
(321) Bu aynı zamanda Bağdad ve civarındaki doktorlar hakkında bize bazı
fikirler vermektedir ki bu son derece yeterli bir rakam olsa gerektir. Bu durum
aynı zamanda, o devirlerde İslâm Kültür ve Medeniyetinin önemli bir beşiği olan
Bağdad'ta müslümanların hekimlik ve tıp ilmine ne kadar önem
verdiklerini dahi göstermektedir ki, bu cidden övünülecek bir durumdur.
B - HASTAHANENİN MASRAFLARI :
Sûk-u Yahyada kurulan bu yeni hastahanenin baş hekimi, doktorlar ve diğer
görevlilerin aylıkları, kendi derecelerine göre tesbit edildi. Böylece söz
konusu Hastahanenin yıllık giderleri için ödenen para 7000 dînâr, yaklaşık
olarak (1.5 trilyon) idi. (322) es-Süyûtî ve diğer temel kaynakların tesbit
ettiği bu meblağa doktor ve diğer resmî görevlilerin aylık ücretlerinin dâhil
olmaması gerekmektedir.
Başta doktorlar olmak üzere görevliler ve tüm hastaların giderleri büyük
Türk Anası Şağab Hâtûn tarafından karşılanmakta idi. Evet o devirde insan
sağlığına bu kadar önem vermek bunun için müstakil bir hastahane kurmak onun
başına devrin önü cihanı tutmuş bir hekimi hem de başhekim olarak tayin etmek,
hastaların imdâdına koşmak ve bütün bunların masraflarını sırf yüce bir inanç
için kendi imkânları ile karşılamak, ancak faziletli bir Türk Anasının
yapabileceği bir şeydi,
Şağab Hâtûn bu hareketleri ile daha sonra yine kendi neslinden gelecek
olan Cevher Nesibe Hâtûn ve Haseki Sultan gibi şerefli Türk analarına da
öncülük etmiş oluyordu. Zirâ bu Türk anaları da tıpkı büyük Vâlide Şağab Hâtûn
gibi Meselâ Cevher Nesibe, Kay- seride(Anadolu Selçukluları zamanı)
(323) Haseki Sultan İs- tanulda, (Osmanlılar Devrinde) (324) birer
hastahane kurmuşlar böylece isimleri müslüman halk tarafından kıyâmete kadar
hayırla yâd edilecek kimseler arasına girmişlerdir.
C - EL-MÜKTEDİR HASTAHANESİ :
Aradan çok geçmeden el-Muktedir'in nazarında büyük bir itibar ve kıymeti
olan tabibler başkanı büyük hekim Sinan, Halife el- Muktedire kendisinin de
böyle bir Hastahane yaptırmasını da söylemiştir. el-Muktedir bu teklifi olumlu
bulmuş ve Bağdad'ta şehrin dört önemli giriş bölgelerinden biri olan "Babüş-Şam”
(*) mevkiinde bir hastahane yapılmasını emretmiştir. (325) "Mâristân
el-Muktedir diye anılan bu hastanenin es-Seyyide Şağab'ın yaptırdığı has-
tahaneden çok daha küçük olduğu anlaşılmaktadır. Zira Şağab Hâtûnun hizmete
soktuğu hastahanenin aylık masrafı ortalama 600 dînâr olduğu halde bu yeni
hastahanenin aylık masrafı 200 dinâr, idi. (326)
Bu aynı zamanda Şağab Hâtun'un kurduğu bu hastahranenin Bağdad
halkı tarafından büyük bir rağbet ve hüsnü kabul gördüğüne de en iyi bir delil
olsa gerektir. Belki de halkın bu aşırı rağbet ve izdihamı sebebiyledir ki,
Sinan b. Sâbit, Bağdad'm bir başka semtinde, Halifeden topluma sağlık
hizmetleri vermek üzere yeni bir hastahaneenin kurulmasını istemiş ve
el-Muktedir de bu teklifi hiç çekinmeden kabul etmiştir. Böylece Abbâsi Hilâfetinde
ilk defa bir Halifeye Anası (ana - oğul) halkın medeni ihtiyaçlarını
karşılamak, insan sağlığına hizmet için hastahane inşa etmiş oluyorlardı.
2
- KCITSAL BELDELERE YAPTIĞI
HAYIRLAR : CAMİLER -
SU YOLLARI
Şağab Hâtûn Bağdad'ta inşa ettiği bu güzel hastahane yanısıra bir sadaka-i
câriye olarak daha başka bir çok hayır ve hasenatlarda bulunmuştur.
Bunlardan bir diğeri de Onun yine Bağdad'\n
"Katiatü'd-Dakik" mevkiinde yaptırdığı güzel bir camidir. Halk
arasında bu camide Hz. Peygamberin geceleri namaz kıldığına dair bazı şayialar
çıkmış bu da caminin itibarını arttırmıştır. (327)
Hâtib el-Bağdâdi'nin rivayetlerinden bu cami'in muhtelif zamanlarda
ta'mir ve restore edildiği anlaşılmaktadır. Fakat Abbasi Halifelerinden et-Tâ-i
Lillâh zamanında (973-991) camii yeniden ve çok esaslı bir şekilde tamir
edilerek genişletilmiş ve Cuma günleri daha kalabalık bir cemaatin ihtiyacını
karşılayacak bir hale getirilmiştir. (328)
Gerçekte Şağab Hâtûn bulunduğu toplumda bir hayır ve hasenat abidesi
gibi idi. Fazilet ve dindarlığının sının olmadığı gibi Onun sehâ, kerem,
cümertlik, lutuf ve ihsanında sınırı yoktu.
Yoksulları gözetmek düşkünlere yardım etmek şu fâni dünyada belki de onu
en mutlu kılan mânevi bir zevki idi. İbni Kesir es- Seyyide Şağab'ın
emlâklarının senelik gelirinin 1.000.000, dinâr olduğunu, bunun hemen hepsini
fakirler ve hacıların yeme içmelerine, doktorlara, hastalara, yolların yapım
ve onarımı, halka su temin eden kanalların ıslahına sarf ettiğini bildirmektedir.
(329)
Onun hayır ve hasenatla dolu nurlu elleri, Bağdâd ve hilâfet
merkezini çoktan aşmış ve kilometrelerce uzaklara uzanmıştı. Bir eli Hz.
Peygamberin özyurdu Mekkede diğer bir eli Mescidü'l- Aksâ, gönlü
ise peygamber sevgisi ile dolup taşan Medinede idi. Bunlar bir bakıma
dört kitabın mukaddes birliği ve her devirde binlerce mü'minin koşuştuğu
mukaddes.yerlerdi.
İşte Şağab Hâtûn hayır ve hasenat için buralara yönelmişti. O uçsuz
bucaksız mal ve servet zenginliğini gönül zenginliği ile birleştiriyor, hem Mescidi
Haram, hem Mescidi Aksa, hem de Miescidi Nebinin tamir ve
masrafları için oluk oluk para akıtıyordu. Şağab Hâtûn'un bu hayır ve
hasenâtlarından sınır boylarında nöbet tutan askerlerde çok büyük meblâğlarda
her sene para dağıtıyordu. Çünkü ona göre "nöbet" tutmak çok kutsal
bir ibâdet idi. (330)
İbni Hıbban, çağdaş tarihçi Bağdad'ın Şağab Hâtûn dönemindeki bu mutlu
ve müreffeh yıllarını şu hayırhah ifadelerle dile getirmektedir: "İlim
ehli, ülemâ, her yerde gelişti, itibarları arttı. Bağdad bu dönemde daha önceki
dönemlere göre çok daha mamur, çok daha müreffeh ve yüce oldu. (331)
A - ŞAĞAB HÂTÛNÜN MAL VARLIĞI :
Abbasî
Halifelerinin bütün halife analarında olduğu gibi, Şağab Hâtûnunda bir çok çiftlik,
arazi, otluk, mera gibi irâd getiren kıymetli gayrı menkûlleri vardı. Onun
emlâkinin senelik gelirlenf yukarıdada belirtildiği gibi milyon dinar olarak
ifade ediliyordu. Ayrıca bu çiftliklerde bir çok kişi, işçi ve amele olarak
çalışıyordu. Bu arazilerin veriminin düşmemesi ve randımanlı bir şekilde işletilmesi
için Şağab Hatunun özel "İşletme Müdürü" dahi vardı.
Ona yakın
olan ve gayrı menkullerini idare eden bu müdürlerin hayat seviyesi, refah ve
geçim şartları vezirlerden daha üstün idi. O kadar ki bazıları el-Muktedire
vezir olmaktansa Şağab Hâtûn'a özel işletme müdürü olmayı tercih ederlerdi. Bu
durumun tarih kitaplarına geçmiş örnekleri bile vardır.
Onun bu
şekilde uzun süre İşletme Müdürlüğünü el-Hasibî ün- vanıyla bilinen
Ebü'l-Abbas Ahmed b. Ubeydullah yapıyordu, el- Hasibînin hem Şağab Hâtûn, hemde
daha önce kendisinden uzun uzadıya bahsettiğimiz Semmel Hanımın nezdinde özel
bir yeri vardı. Onların güven ve itimadını kazanmıştı. (332)
et-Taberinin
hicri 313/925 senesi olayları sırasında verdiği bilgilerden öğrendiğimize
göre; Abdullah b. M. el-Hâkânî vezaretten azledilince yerine uygun bir aday
aranmış, özellikle Sammel Hanımın yardım ve desteği ile onun yerine el-Hasbî
vezir olmuştu. Bundan sonraki gelişmeleri Arib el-Kurtubi şöyle
anlatmaktadır.
"Bunun
üzerine Şağab Hâtûnun çiftlikleri, çayır, meralar vs. gayrı menkullerin
işletmelerini üstlenecek bir adam aradı, el- Kahramâne Semmel Hanımı
çağırarak :
"-Bana el-Hasbînin yerini dolduracak ve onun yaptığı bütün görevleri
yapacak birisini bul" dedi. Semmel Hanım ona Ab- durrahman b. M. b.
es-Sehli tavsiye etti. O bundan sonra Vâlide Sultan katibi "İşletme
Müdürü" oldu ve bütün işlerini omuzladı. İşlere bir çeki düzen verdi,
bütün savurganlıkları önledi. O, zaten bu işlerin içinde olan bir aileden
geliyordu. Kendisi ayrıca ilim ve fazilet ehli idi." (333)
Bütün bunlar diğer taraftan el-Hasibînin işlerini de zorlaştırdı. Artık
musluklardan su akmıyordu. Neticede el-Hasîbi, Vâlide Sultan'ın maiyyetinde
olmak (maddi bakımdan) Halifeye yakın olmaktan çok daha faydalı idi.
Abdurrahman b. Sehlin, sâdece bu söz konusu emlâki randımanlı bir
şekilde işletmekle görevli bir kimse olduğuda zan- nedilmemeliir. O aynı
zamanda bir eli Mescidü'l-Aksada olan Şağab Hâtûn'un küllî hayır ve hasenat
işlerini de yürütmekte idi. Fakir, düşkün ve zavallı kimselere yapılan yardımlar
bir yana hastahane ve buradaki başhekim, pratisyen doktorlar ve diğer
görevlilerin aylık giderleri bir bir hesaplanıyor ve bunlar muntazam şekilde
dağıtılıyordu.
B - ŞAĞAB HÂTÛNUN VAKFI :
Şağab Hâtûn bunlarla da iktifâ etmedi. Hayır ve hasenat için onun kalbi
ummanlar kadar genişti. O bu haliyle el-Mütevekkilin anası Şuca-Hâtûna ne kadar
benzemektedir. (334) Kader eli sanki bu iki Türk anasının hamurunu aynı undan
yoğurmuştu. Mayasını da aynı mayadan katmıştı. Bunlar hayır ve hasenat için
yaratılmış melek ruhlu iki Türk anası idi. Ancak Şağab Hâtûn daha da ileri
gitmiştir. O, Abbâsi Hilâfetinde hiç bir kadının yapamayacağı bir hizmeti
yapmış büktün bu gayrı menkullerinin mülkiyeti ve onların gelirlerini bu külli
hayır ve hizmetler için vakfetmiştir. Bu vakfetme işlemi o günkü şartlar içinde
formalite bakımından en mükemmel şekilde yapılmıştı. Şağab Hâtûnun belki bir
koordinatörlüğünün dışında fazla bir etkiside kalmamıştı. İstese bile bunu
kendisinin satmasına imkân yoktu. (335) Bu haliyle Şağab Hâtûn modern vakıf
müessesesinin belkti de ilk kurucuları arasında yer almaktadır.
Mâmâfih, Şağab Hâtûn'un bu külli hayır mefhûmuna yabancı olan Onu bir
türlü keşfetmek istemeyen yazarlar yok da değildir. Onun hasbî olan bu samimî
duygularını çarpıtmak için çırpınıp duran papaz tarihçi meşhur C. Brockelman,
Şağab Hâtûn'un sırf kendi emlâkini emniyet altına almayı denemek
maksadıyla" (336) böyle bir yola gittiğini mesnedsiz bir görüş olarak
ortaya atmaktadır.
Şağab Hâtûn bütün bu hayırhah ve ali cenap davranışlarına rağmen nankör
bir el, Onun hilafet kolyelerinin süslediği boğazına sarılacak Ona insanlığın
en tiksindirici usûlleriyle eziyet ve işkenceler yapacak kutsal beldelere,
Harameyne vakfettiği bütün bu kıymetli arâzi ve çiftliklerin sahte bir
muamele ile satılması için devretmeye zorlayacak ve bunun içinde bu faziletli
Türk anasına her türlü rezil muameleyi yapmaktan çekinmeyecektir. (337)
Mâmâfih önümüzdeki sayfalarda Abbâsiler devrinin bu yüzkarası
tiksindirici olayları hakkında daha geniş bilgiler verilecektir. Buraya kadar
olan açıklamalarımızda, Şağab Hâtûn'un Sosyal yönü ağır basan faaliyetleri
üzerinde durulmuştur. Bundan sonraki sayfalarda onun saltanat yıllarının genel
karakterleri üzerinde durulacak ve bunların yeterli bir değerlendirilmesi yapılacaktır.
ŞAĞAB HAKINÜN HİLÂFET CAMİASINDAKİ
İDÂRİ ŞAHSİYETİ
1 - ŞAĞAB HÂTÛN'ÜN SALTANAT YILLARI
Şağab Hâtûn'un saltanat yılları nerede ise bir çeyrek asır sürmüştür. O,
çok az kimseye nasip olan bu saltanat yılları için de İmparatorluğun yönetimi ve
olaylara yön vermede daima aktif bir rol oynamış, şahsiyetli son derece
otoriter bir Türk Anasıdır. O, bu süre zarfında bir Vâlide Sultan (Ümmü'l-Milktedir)
olarak Hilâfet imparatorluğunun zirvelerinde bulunmuş, onun mukadderatı ile ilgili
olarak bir çok siyâsi sosyâl, idâri kararlar almış ve gerektiğinde bunları çok
rahat bir şekilde uygulamıştır. O gerektiğinde devletin en üst kademelerinde
gerekli değişiklikleri yapmaktan bile çekinmemiştir. Yerine göre, bir kısım
vezirlerde dâhil, zirvedeki idâri, ve mülki erkânı azlettiği gibi yerine göre
de yeni yeni devlet adamları bulmuş ve onları önemli mevkilere getirmiştir.
Şimdi biz Onun bu olaylarla dopdolu geçen saltanat yılları ve bazı önemli
olaylar üzerinde duralım;
A - ŞAĞAB HÂTÛN VE BAZI VEZİRLER;
Önceleri Onun "Baş Müşteşan" (Meşâyıhu'l-Küttab) M. b.
Abdü'l-Hamid idi. el-Kurtubi, kendisine vezâret teklif edilen ve fakat
onu kabul etmekten çekinen bu kimsenin son derece cimri, pinti olduğunu
kaydetmektedir. (338) Bu zat vefât edince (H. 307/919), yerine müşteşar olarak
Ahmed b. Ubeydullah el-Hasîbî tayin edilmiştir. el-Hasîbî'nin yukarıda da
belirtildiği gibi daha ziyâde Şağab Hâtûn'un uçsuz bucaksız kıymetli emlâkini
tedvire ağırlık verdiğinin burada bir kere daha hatırlatılmasında yarar vardır.
el-Hasîbî, daha önce yukarda ismi geçen Semmel Hanım'ın hizmetinde
bulunmuşktu. Yine Semmel hanım'ın tavsiyesi üzerine Şağab Hâtûn'un
müsteşarlığına getirilmiş ve kısa zamanda mâlî ve idârî işlere bir çeki düzen
vererek Vâlide Sultan'ın takdirlerini kazanmıştır. (339) O, bu başarılı
hizmetleri dolayısıyle vezirliğe yükseltilince, yerine baş müsteşar olarak
Abdurrahman b. M. b. es-Sehl getirilmiştir. (H. 314/926) (340)
Vezîr olanlar görevleri icâbı pek tabiî olarak halîfeye yakın, Ana
Sultan'a ise bir dereceye kadar uzak olurlardı. Bu bakımdan el-Hasîbî, kısa bir
süre sonra Şağab Hâtûn'un baş müsteşarı olarak kalmayı arar bir hale
gelmiştir.
Zîrâ, Ömmü'l-Muktedir'in bilfiil hizmetinde bulunmak, Onun yakınında
olmak, maddî refah, hayat seviyesi, bolluk ve bereket bakımından çok daha
faydalı idi. (341) Böylece o kimse Halîfe ve çevresinin tehlike ve
entrikalarından da bir dereceye kadar selâmette kalmış olurdu. Nitekim öyle de
olmuş ve el-Hasîbî, baş müsteşarlıkta gösterdiği başarıyı vezirlikte
gösterememiş ve el- Muktedir tarafından bir süre sonra azledilerek, yerine Ali
b. İsâ getirilmiştir. (H. 315/927) (342)
Ali b. İsâ, devlet işlerinde savurganlık ve isrâfı önlemeye çalışmış,
devletin gelir kaynaklarına yeni bir çeki düzen vermiş ve hazine gelirlerini
artırmıştır. Onun asıl şanssızlığı yukarıda da belirtildiği gibi, Şağab
Hâtûn'un kudretli kadınlarından biri olan Ümmii Mûsâ ile olan takışması ve
saray çevrelerinde çok etkin bir yeri olan bu el-Kahramânenin ihtirasına
kurban gitmesidir. (343)
B - ALİ B. İSÂ ŞAĞAB HÂTÛNA YAZDIĞI ARIZA :DİLEKÇE
Gerçekte, Onun Ömmü Mûsâ'nın baskısı ile vezirlikten çekilmeye
zorlanması, o günlerin en aktüel konularından biri ol muştur. Baş Vezîr istifâ
etmek niyetinde değildi. Bunun içinde kendisini haklı gösterecek bir çok
sebebleri vardı. Ali b. İsâ, devreye, Şağab Hâtûn'un girmesini istemiş ve
kendisini savunan çok geniş bir "arıza" dilekçe takdim
etmiştir.
Muhtevası bir
yana, siyâsî, edebî nezâket ve üslûp bakımından da fevkâlâde bir değeri olan
bu uzun arîzasında, tecrübeli Vezir olayların çok geniş bir
değerlendirmesini yapmış ve böylece bizlere diplomaside, terbiye, nezâket ve
incelik örneği olacak şahane bir belge bırakmıştır. Arîzanın siyasi
muhtevasının uzun uzadıya değerlendirilmesi bizim konumuzun genel çerçevesini
aşmaktadır.
Ancak yine bu arîzada en içten duygu ve bir biri arkasından birer inci daneleri gibi dökülen o güzel ifâde ve kelimelerle Şağab Hâtûn'un müessir şahsiyeti de dile getirilmiştir. Bir taraftan Şağab Hâtun'un devlet erkânı, üzerindeki otorite ve şahsiyetini vurgulayan, diğer taraftan devlet erkânı, hatta baş Vezirin Ona olan tutum ve davranışlarını, üstün saygı ve hürmetlerini sergileyen bu arîzanın. bazı yerlerini bir fikir vermek üzere aşağıya almış bulunuyoruz.
Tanrı, Hanım Sultanin ömrünü uzun saltanatını ziyâde etsin!
Şerefini devamlı kılsın! Onu korusun! Ona olan desteğini uzatsın! Yüce
nimetlerine gark etsin! İhsanını ve her türlü güzel armağanlarını bol bol onun
üzerine saçsın! Katında her türlü faydalı yardımı esirgemesin!... "Sizleri
Allaha ısmarlar ve her türlü kötü sonuç ve korkunç tehlikelerden yüce
acımasıyla izzet ve ikramıyla muhafaza kılmasını niyaz ederim!"
"...Bana her işimde doğruluktan uzaklaşmak helâl olmaz. Ben bütün bu
işlerde her şeyden önce Allah'ın hakkım, efendimiz Müminlerin Emirinin
hakkını gözetirim. Allah, Hanım Sultanı şereflendirsin! Ben Tanrıdan,
önünde ve sonunda her zaman, Müminlerin Emîri ve Hanım Sultan'ın bütün
işlerini, açığını gizlisini, küçüğünü, büyüğünü, düzeltmesini, hayır(lar murad
etmesini) dilerim.. Tanrı, önemli işlerinde onlara en güçlü destektir. Allah
onların her ikisini de doğruya eriştirmeyi, ellerinden doğru olan işlerin sudur
etmesini dilerim (Benim bu temennilerim) Tanrının ihsanı, keremi ve cömertliği
ile gerçekleşsin! (Amin)" (344)
Diğer taraftan, Şağab Hâtûn'un böylesine muhtevalı, zengin ifâdelerle
dolu diplomatik bir tarzda yazılan mektuplara muhatap olması, onun Arap dili
ve edebiyatına vâkıf son derece iyi yetişmiş kültürlü bir kadın olduğunu
göstermektedir. Ayrıca böyle bir arîzanın niçin Halife el-Muktedir'e değilde
Şağab Hâtûna takdim edilmiş olması üzerinde daha geniş yorumlar yapılması
gereken) bir husustur.
2 - ŞAĞAB HÂTÛN VE
KARMATÎLER
A - HİLÂFET DÜNYASINDA KOPAN YENİ FİTNE
Şağab Hâtûn devrinin en önemli olaylarından biri de, şüphesiz Karmatîlerin
Bağdad üzerine yürümeleri ve Vâlide Sultanın onlarla çarpışan hilâfet
askerlerini desteklemek için elinde avucunda ne varsa sarfederek, bu güzel
İslâm beldisenin, çölün derinliklerinden kopup gelen vahşi, bedevi, ile
Araplar tarafından
(344)
el-Hudarî Bek, a.g.e., s.
341 - 342.
hunharca yağma edilmesi ve yakılıp yıkılmasını önlemiş olmasıdır. Konunun
önemi ve Şağab Hâtûn'un bu bitmez tükenmez fedâkârlıklarının daha iyi
anlaşılabilmesi için bu habislerin kimler olduğu ve nasıl ortaya çıktıkları
hakkında kısa da olsa bazı bilgiler vermekte yarar vardır.
a - Karmatîler Nasıl Ortaya Çıkmıştır? Bunlar Kimlerdir?
Gerçekte Karmatiliğin öncüleri her ne kadar çok daha önceki
devirlere kadar gitmekte ise de, bunların asıl ortaya çıkışı Vas ve Küfe
havalisinde Hamdân Karmat adındaki habis ruhlu bir Arabın "Hz. Peygamberin
Medineye hicretini örnek alarak, 890'h yıllarda, tarafları için "Dâru'l-Hicre"
adını verdiği bir buluşma ve birleşme yeri tesis etmesiyle başlamıştı.
Bu zât Iraklı bir "Arâmi" idi. Onun lâkabı olan Karmat'a
nis- betle bütün bu terörist, başı bozuk, çapulcu tayfasına "Karmatîler"
denilmiştir. (345) Bâtınî ve İsmailî idiler. Savundukları fikirler,
Bâbek el-Hurremîde olduğu gibi, halkın aşağı taraflarını harekete getiren bir
nevi komünizmden başka bir şey değildi. (346) Malların herkes için müşterek
olduğunu savunan bu kimseler cennet ekmeği ile kardeşlik yemeği
yerlerdi. (347)
b - Karmatiler Devleti:
Arapların, karakteristik meziyetleri olan yağma ve çapulculuk ruhunu
okşayan ve yeni bir fikir ve bir heyecân dalgasıyla ortaya çıkan bu çahpulcular
takımının, Arabistandaki yıkıcı varlık ve faaliyetlerini hiç bir. halife
önleyememiştir.
Karmatîler; 899 yılında Basraf Körfezi'nin garb
sahillerinde müstakil bir devlet kurmuşlar 900 yılında
halifenin müstakil or-
(345)
Karmatiler hakkında daha
geniş bilgi için bkz. el-Hudari Bek a.g.e., S. Broc-
kelman, C. a.g.e., s. 133. Danişmend I. H., Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu? s.
205 vd„ Konya, 1987
(346)
Danişmend, İ.H., a.g.e., s.
205.
(347)
Brockelman, C. a.g.e., s.
134.
duşunu bozguna uğrattıkları gibi, onun bütün askerlerini de kılıçtan
geçirmişlerdir. Onlar buhunlada yetinmemişler ileri harekatlarına devam ederek
Suriyeyi ele geçirmişler ve Şam kapılarına kadar olan bu geniş
yerleri insafsızca yakıp yıkmışlardır. Basra ve Küfede onların
yakıp yıktıkları bu mamur müreffeh şehirler arasında idi. Bu yeni devletin
başkenti el-Ahsâ (Bahreyndeki eski Hacar ve Şimdiki Hufuk) kasabasının
yerine kurulmuş olan "Müminiye" şehri idi. (348)
c - Karmatîler Bağdad Önlerinde ;
Karmatî çapulcu Arapların) temsil eden liderlerin en şerlisi, Ebû
Tâhir el-Karmatî idi. Özellikle 914-943 yılları arasında her türlü kötü
faaliyetlerini sürdüren bu habis ruhlu Allaha dine çerre kadar saygısı olmayan
taş kalbli kâfir, Şağab Hâtûn ve dolayısıyla el-Muktedir devrinin en korkunç
tehlikelerinden biri olmuştur. Hattâ O, bütün vahşetiyle 930 yılında Mekkeye
yürümüş, şehri yağma ve talan etmekle yetinmemiştir.
O bu vahşetinde daha di ileri gitmiş, 30.000 müslümanı kılıçtan
geçirdiği gibi pek çok ganimet yanısıra Hacerû'l-Esued ue Kabe örtüsünüde
beraberinde alıp götürmüştür. Hattâ onun çapulcuları Hâremi Şerifi
pislemekten bile çekinmemişlerdir. (349) Ebû Tâhir ve çevresinde toplanan bu
vahşi Arapların ehli İslâma irtikâp ettikleri bu şenâet, vahşet, zulüm, İslâm
Tarihinin daima nefret ve lânetle yâd edeceği olaylardır.
Ebû Tâhir bu çapulcu hareketlerinin bir devamı olmak üzere, Bağad
üzerine yürümüş ve hilafet merkezini ele geçirerek bu güzel ve zengin İslâm
beldesini de yağma ve talan etmek insafsızca yakıp yıkmak istemiştir. (H.
315/927) Bu meşum haber Bağdada ulaştığında başta devlet erkanı olmak
üzere, herkes korkunç bir dehşet ve panik içinde kalmıştı. (350)
(348)
Brockelman, C. a.g.e., s.
134, Danişmend, I.H. a.g.e., s. 207.
(349)
ibni Kesir, XI, s. 160,
es-Süyûti, I., s. 383, İbnü'l-Verdî,
Zeynü'ddin AmrTah. A.R, el-Bedrâvi Beyrut, 1970 I, s. 390.
(350)
el-Hemezâni, Tekmile, XI, s. 253. krş.
ed-Diyarbekiri, Tarihu'l-Hamis,
II, s. 347.
B - ŞAĞAB
HÂTCIN'ÜN ORDUYA SAĞLADIĞI
BÜYÜK DESTEK :
Ebû Tâhir
el-Karmatî, Bağdad üzerine kara bir duman gibi inmiş ve halkın üzerine
bir kabus gibi çökmüştü.
Onun ve
berâberinde getirdiği çapulcuların Bağdada girmesinin önlenmesi, ayrıca
çarpışan askerler ve onların ihtiyaçlarının giderilmesi için çok büyük
meblağlara ihtiyaç vardı.- İşte, Şağab Hâtûn, bu külli belânın defedilmesi için
maddî ve mânevi her türlü fedâkârlıktan çekinmemiş ve bütün mal varlığı ile bu
sefil çapulcuların karşısına dikilmiştir.
Biz bu konu
ile ilgili olarak burada baş Vezir Ali b. İsâ ile, el- Muktedir arasında geçen
çok önemli, belge niteliğinde bir konuşmayı nakletmek istiyoruz. Bu
konuşmalar, Ebû Tâhir veya Karmatîler kabusunun, hilâfet merkezi ve
devlet erkanı üzerinde nasıl bir şok tesiri yaptığını, acz ve çaresizlik
girdabı içinde nasıl da çırpınıp durduklarını göstermektedir.
Ancak yine bu
konuşmalar, Şağab Hâtun'un hiç bir paniğe kapılmadığını, son derece soğuk kanlı
bir şekilde olayların üzerine yürüdüğünü hattâ bütün varını yoğunu cömertçe
Oğlunun emrine verdiğini de açık açık ortaya koymaktadır ki bu ayrıca tesbit
edilmesi gereken ilginç bir husustur. el-Hemezânî'nin naklettiğine göre
Ali b. İsâ, el-Muktedire büyük bir telaşla geldi ve dedi ki;
"Halifeler,
düşmanlarını tepelemek için bütün mallarını sar- fedegelmişlerdir. Müslümanlar
bugün (bu alçak) kâfirden daha büyük bir tehlike ve zararla
karşılaşmamışlardır. Oysa Beytül-- Mâlde bir şey kalmadı. Ey
Müminlerin, emiri Allahtan kork! Hiç olmazsa Vâlide Sultanla konuş.
Onun bela ve musibet anlarında sarfedilmek üzere biriktirdiği servetten yardım
iste. Oysa bu belâların anası en büyüğü en korkunç olanı ise, Ebû Tahir el-
Karmatîdir!" el-Muktedir bundan sonra Vâlide Sultana mü
racaatta bulundu. Oda defaten 500.000 dinar (yaklaşık bir tirilyon TL) nakit
yardımda bulundu. (351)
Gerçekte, Ebû Tâhir el-Karmatî ile çarpışan askerlerin ihtiyaçlarını
karşılamak için hazine-i hassada bir şey kalmamıştı. Her şey Şağab Hâtûn'a
bakıyordu. Karmatîler belasının de- fedilmesi artık onun yapacağı mali
fedakarlığa kalmıştı. Faziletli Türk Anası şahsî hazînelerinin saklı olduğu
demir kapıları arkasına kadar açtı. Elinde avucunda ne varsa Ebû Tâhir
belâsının de- fedilmesi için oğlunun ve ordu kumandanlarının emrine verdi, el-
Kurtubî onun hilâfet merkezi Bağdadın mağruz kaldığı bu belâların
atlatılması için sarf ettiği paraların tam 3.000.000 dinâr, olduğunu
kaydetmektedir. (352) Görüldüğü gibi bu çok büyük bir meblağ, Şağab Hâtûn'un
değil, ancak "Devlet Ana" nın sarfedeceği bir meblağ idi. Bu
yönüyle O, hilâfet merkezinin aynı zamanda bir Devlet Anası idi.
a - Şağab Hâtûn ve Karmatîlerin Sonu;
Ebû Tâhir el-Karmatî, Bağdadın üzerine çöken bu kâbûs, Şağab
Hâtunun orduya sağladığı büyük mâlî destekler sâyesinde defolup gitmişti ama
Onun elinde avucunda da hiç bir şey kalmamıştı.
Bu diğer taraftan Abbâsi Devleti içinde tam bir yıkıntı olmuştur.
Zîrâ bu olaylardan sonra paralı askerlerin maaşları kolay kolay ödenemez olmuş,
bu durum ise ileride daha ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulacağı gibi
devletin başına bir çok gaileler açmış huzursuzluk ve iç isyanların doğmasına
sebeb olmuştur. Fakat burada aklımıza şöyle bir sual gelmektedir; Acebâ Şağab
Hâtûn, diğer bir ifade ile Devlet Ananın bunca mâlî destek ve fedâkârlıklarına
rağmen Karmatîlerin kökü kazınabilmiş midir? Bu soruya bizim cevabımız
şüphesiz ki hayır olacaktır. Buna asıl ne-
(351)
el-Hemezânî, Tekmile, XI,
s. 255.
(352)
el-Kurtubî, Sıleh, XI, s.
155. dende
hilâfet ordusundaki şahsiyetli Türk komutanlar neslinin yavaş yavaş inkıraza
doğru gitmiş olmasıdır.
b - Karmatî
Olayının Kısaca Askerî
Bakımdan Değerlendirilmesi;
Gerçekte, Karmatilerin
çıkardıkları bu bitmez tükenmez kargaşalık yağma iç isyan ve huzursuzluklarla,
el-Memûn ve el- Mu'tasım devrinde zuhur eden ve uzun seneler İslâm dünyasını
kasıp kavuran Bâbek el-Hurremi olayları arasında gerek davranış gerekse fikir
ve ideoloji bakımından bir çok benzerlikler vardır.
Ancak
el-Mu'tasım, büyük mâlî desteklerle donattığı Türk askerleri ve onun yine
kudretli Türk generali büyük taktik ve strateji dehası, el-Afşini, Bâbek
el-Hurremî'nin üzerine göndermiş O da, anlı şanlı birçok Arap komutanlarını
dize getiren Bâbek el- Hurremi'yi şaşkına çevirmişti. el-Afşîn hiçte
beklemediği bir yer ve zamanda bu iri yapılı dev cüsseli gerillâ liderinin
karşısına dikilmiş ve Onu kıskıvrak yakalayarak esir almıştı. Böyiece kudretli Türk
generali dost ve düşmanlarına karşı Türk askerî dehâ ve gücünden kimsenin
kurtulamıyacağını bir kere daha isbât etmiş oluyordu. (H. 223/837). (353)
c -
el-Muktedir'in Başarısızlığının Sebebleri;
He varki
el-Muktedir ve Şağab Hâtûn, Ebû Tâhir el- Karmatînin karşısında el-Mutasım
kadar şanslı değillerdi. Onların meseleyi kâhir bir kılıç darbesiyle
halledecek, üstelik taktik ve stratejide Ebû Tâhirle boy ölçüşecek kadar
değerli cesur bir komutanları da yoktu. Zâten olanların bir kısmının da iç huzursuzluklar
nedeniyle başı dertte idi. İşte Şağab Hâtûnun Kar- matiler karşısındaki
aczi buradan, yani müesir şahsiyetli güçlü kuvvetli bir Türk komutanının
olmayışından kaynaklanıyordu. Buna sebebde hilafet camiasında temâyüz etmiş ve
önemli mevkilere gelmiş şahsiyetli Türk komutanlarının el-Miitevekkilden sonra
şu veya bu nedenle başlarının vurdurulmuş olmalarıdır.
(353) Kitapçı Z. et-Tûrk
fi-Müellefâti'l-Cahız, s. 142
vd.
SANCILI YILLARIN BAŞLAMASI
A - MGNIS EL-HÂDİMLE BAŞLAYAN OLAYLAR
Bundan
sonraki devirler artık Şağab Hâtûn için bir bakıma sancılı yılların başlaması
demekti.
Bunun ilk
belirtileri devrin Türk asıllı büyük komutanı el- Muzaffer lakabıyla
meşhur Munis el-Hâdim ile Şağab Hâtûn'un aralarının hem de endişe verici bir
şekilde açılmış olmasıdır. Bu kötü gelişmelerin asıl sebebi hakkında fazla bir
açıklamada bulunmayan el-KurtubîMûnis el-Hâdim'e, Şağab Hâtûn'un
kendisini öldürteceği yolunda inandırıcı haberler gelmeye başladığını kaydetmektedir.
Bundan büyük bir dehşet ve kuşkuya kapılan Mûnis, Vâlide Sultan'ın gazabından
kurtulmak için kısa bir süre de olsa suğur'a, Bizans sınır boylarına gitmek
istemiş ve bu boğucu çevreden böylece uzaklaşmıştır. (H. 315/927) (354)
Saray ve
yakın çevre ile Mûnis el-Hâdimin aralarının açılması her iki taraf içinde
birbirlerini felâkete götüren olaylar zincirinin adetâ bir başlangıca olmuştur.
Artık bundan böyle Mûnis hemen her fırsatta Halifeye başkaldırmayı düşünüyordu.
Zâten olaylarda bu mecrada gelişmiş ve Mûnis kendisini bir ihtilâl ortamının
içinde bulmuştur.
Gerçekte
Şağab Hâtûn'un uzun süren saltanat yıllarının en önemli olaylarından biri
şüphesiz•Mûnis el-Hâdim'in gerçekleştirdiği darbe ve bunun acı bir sonucu
olarak başta eL Muktedir olmak üzere, Şağab Hâtûn, onun kız kardeşi "Teyze
- Hâtûn" ve bu Türk hanedan ailenin diğer ferdlerinin işten el çek-
tirilmeleri ve sonu mechûl bir şekilde hapsedilmeleridir.
(354)
el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 115.
a - Mûnis el-Hâdim'in Darbe Teşebbüsü;
Bilindiği gibi Mûnis el-Hâdim, Emîrûl-Ümerâ (Orgeneral rütbesinde
bir komutandı. el-Muktedir'in dayısı olan Garibin oğlu Hârûnu, Onun yerine,
Emîru'l-ümerâ yapacağı ve Bağdad Emniyet Umum müdürü Türk asıllı
Nazûk'unda, Hârûn'u desteklediği yolunda bir kısım şayialar çıkmıştı. (355)
Bundan büyük ölçüde kuşkulanan Mûnis, bir taraftan makam endişesi, diğer
taraftan da sadaredten azledilen kimselerinde tahriki ile yeni bir ihtilâl
girişiminde bulunmuştur. Asiler kısa zamanda sarayı kuşatarak el-Muktedir ve
yakın çevresini göz altına almışlardır. Bundan sonra, el-Muktedir kılınç ve
baskı zoruyla halifelikten el çektirmişler ve Onun yerine el-Mutezid'in oğlu,
el- Muktedirin ise üvey kardeşi, Muhammedi "el-Kâhir Billâh" lâkabıyla
halife ilân etmişlerdir. (317/929) (356)
Ne yazık ki ihtilâl, çok geçmeden ciddiyetini kaybetmiş bir çapul ve
yağma hareketi hâline dönüşmüştür. Bu cümleden olmak üzere âsiler el-Muktedirin
sarayına saldırmışlar ve Dâru'l-Hılâfeyi büyük ölçüde yağma ve talan
etmişlerdir. Bu arada çapulculardan bir başka grup da Şağab Hâtûn'un üzerine
yürümüş ve Ondan da 500.000 dinâr gibi yüklü bir meblağ gasbetmişlerdir.
b - el-Muktedir ve Şağab Hâtûn'un Hapsedilmeleri;
Bu sıralarda el-Muktedir ve yakınları Dâru'l-Hilâfede göz altında
bulunuyorlardı. Bu darbeciler için mahzurlu olabilirdi. Bunun için asiler bir
adım daha ileri atarak başta el-Muktedir olmak üzere sır dostu, "Teyze -
Hâtûn" ve daha bir çok yakınlarını evlâd ve iyâlini hattâ câriyelerini
buradan alarak Mûnis'in sarayına getirmişjer ve orada hapsetmişlerdir. (357)
(356)
el-Kâhir'in 1. defa halife
ilân edilişi
(357)
Ibnü'l-Esir, VIII, s. 201.
Oysa el-Muktedir hâlâ meşru halife idi. ne kendisi çekilmiş ve nede onun
azledilmesi yolunda bir fetva sağlamamıştı. Bunun için darbeciler el-Muktedire
çok ağır baskılar yapmışlar ve Baş- kadımn huzurunda ondan kendi arzusu
ile hilafetten çekildiğine dair yazılı bir belge almışlardır. (358) Böylece
daha önce ilân edilen el-Kâhir'in halifeliğide güyha meşru bir zemine
oturtulmuş oluyordu.
Diğer taraftan askerlerin büyük bir kısmı, darbecilerin safına henüz
iltihak etmemişlerdi. Onlar, ihtilhalin önderlerine gelerek maaşlarını
istemişler fakat pek bir şey elde edememişlerdir. Bundan büyük ölçüde öfkeye
kapılan askerler büyük kalabalıklar halinde Munis el-Hâdim'in sarayını
kuşatmışlar ve mazul halifenin hemde duyacağı bir şekilde "Ya
Muktedir!" diye bağırmaya ve sloğan atmaya başlamışlardır. Artık
askerlerden pek çoğunun darbeyi tasvip etmedikleri anlaşılmıştı. (359)
Bu beklenmedik gelişmeler karşısında Mûnis el-Hâdim geri bir adım atmış
ve galeyâna gelen askerlerin her türlü taşkınlığı yapabileceklerini, belki bu
arada kendisininde öldürüleceğini iyi bildiği için el-Muktediri hapsettiği
yerden çıkararak tekrâr halife ilân etmek durumunda kalmıştır.
B - EL-MUKTEDİR VE ŞAĞAB HÂTÛN TEKRAR İKTİDÂRDA
Tekrar iktidara gelen el-Muktedir ve Şağab Hâtûn, ihtilâlcilerin üzerine
fazla varmamışlardır. Şağab Hâtûn tecrübeli Vâlide, olayları tırmandırmak ve Bağdad
sokaklarını bir kan gölü haline getirmek niyetinde değildi. Ihtilhalci askerler
tarafından öldürülenlerin dışında Onlar kimseye dokunmamışlardır. Bu başarısız
ihtilâlin önderi, Mûnis el-Hâdim affedildiği gibi, geçici bir süre halife ilân
edilen rakib el-Kâhir'ede dokunulmamıştır.
(359) Abu’l-Faraç Tarihi, s. 175.
Onların ihtilâlin önderlerine hele hele el-Kâhir'e dokunmamaları
affedilmez bir hata olsa gerektir. Zîrha el-Muktedir ve hele hele Şağab Hâtûn,
el-Kâhire dokunmamalarının cezâsını fazlasıyla ödiyeceklerdir. el-Muktedir'e
gelince; O sâdece el- Kâhirin, Şağab Hâtûn'un nezaretinde geçici bir süre için
göz hapsinde tutulmasını emretti. Belki de bu Şağab Hâtûnun arzusu idi.
d - Şağab Hâtûn'un el-Kâhire Yaptığı
İyilikler;
Şağab Hâtûn bu tutukluluk süresince el-Kâhir'e bir suçlu değil bir
misafir, belki bir oğul gibi bakmış, Ona öyle muâmele etmiş, izzet, ikrâm ve
ihsanlardan bulunmuştur.
Çünkü Şağab Hâtûn, öz oğlu el-Muktedir gibi, üvey oğlu el- Kâhir'ide
kendi kucağında büyütmüş ve mübârek memesinden süt . emzirmişti. (360) Onun
aynı zamanda süt anası idi.
Değerli tarihçi İbnü'l-Esir o güzel uslûbu ile Şağab Hâtûnun, el Kahire
yaptığı iyiliklerden bahsederken aynen şöyle demektedir :
"el-Kâhire gelince, el-Muktedir Onu Validesinin
yanında hapsetti. Ancak Valide Sultan, Ona çok iyi muamelede bulundu.
Ona izzet, ikram etti'. Bol bol harçlıklar verdi. Hattâ onun gönlünü hoş
tutacak kızlar, ayrıca hizmetinde bulunmak üzere câriyeler ihsân etti. Onu
hemen her yolla izzet ve ikramının her türlüsüne boğdu." (361)
(360)
İbni Kesir, XI, s. 175. V
(361)
İbnü'l-Esir VIII, s. 207,
Kr El-Hemezâni, Tekmileh, XI, s. 268.
Hulâsa Şağab Hâtûn, üvey oğlu el-Kâhjr'e bu kötü günlerinde fazla bir
eziklik hissettirmemek ve üzüntüsünü gidermek için elinden gelen her türlü
iyiliği yapmıştır.
Şağab Hâtûnun bu alicenâb davranışı sadece el-Kâhir içinde değildir.
Bilindiği gibi el-Kâhirle birlikte el-Muktedir, el-Müttefinin oğlu Ali ile,
el-Mutazıd'ın oğlu Muhammedide Vâlide Sultanın na- zaretinde hapsedilmelerini
emretmişti. Şağab Hâtûn onlarada aynı âlicenab hayırhah davranışlarda bulunmuş
maddi mânevi bir sıkıntıya düşmemeleri için onlarada elinden gelen her türlü
iyiliği yapmış, şahsi hizmetlerinde bulunmak üzere câriyeler hediye etmiştir.
(362)
Kötülüğe iyilikle mukabele etmek üstün bir inanç ve sağlam bir karakterle
mümkün olurdu. Bir fazilet abidesi olan Şağab Hâtûn işte bunu sergiliyordu.
Böyle bir davranışı o camiada ancak Şağab Hâtûn yapabilirdi.
4
- GELİYORUM DİYEN İHTİLÂL
VE EL-MUKTEDİR
el-Muktedir ve devlet işlerinde tecrübeli ana melike, Şağab Hâtûn'un ve
oğlunun muhaliflerine karşı bu melekvâri davranışlarının tesiri çok uzun
sürmemiştir.
Bir müddet sonra el-Muktedir ile Mûnis el-Hâdim'in araları tekrar açılmış
ve iki taraf bir birlerinin amansız düşmanı haline gelmişlerdir. İki taraf
arasındaki bu fitnenin alevlenmesinde, baş vezir Hüseyin b. Kâsım’ın hıyânet
derecesine varan tutum ve davranışlarının şüphesiz çok önemli rolü olmuştur.
(363) Bu zât her vesile ile Halifeyi, Mûnis'e karşı kışkırtmış ve ipler nerede
ise kopma derecesine gelmiştir. Vezir bu şekilde Halifenin aleyhine olacak
tehlikeli provakasyonlarına devam etmiş, hatta daha da ileri giderek aptalca
bir kararla "Münus el-Hâdim'in üzerine asker bile sevketmiştir.
(362)
el-Hemezâni, Tekmileh, XI,
s. 268.
(363)
ibni Haldûn, III, s. 390.
A -
EL-MUKTEDİRLE MÛNİS KARŞI KARŞIYA GELİYOR;
Mûnis
el-Hâdim bu sırada Musulda bulunuyordu. Büyük bir basiretsizlik eseri,
Halifenin üzerine gönderdiği askerleri emrindeki Türk birliklerinin büyük
desteği ile yenerek Bağdad üzerine yürümüş ve fazla bir mukâvemet
görmeden "Bâbü'ş- Şemmâs iye "denilen yere kadar gelmiş ve
orada karargahını kurmuştur. (364)
Mûnis'in
saraya karşı, doğrudan doğruya harekete geçmemesi, Onun olayları pek fazla
tırmandırma niyetinde olmadığını göstermektedir. Bu arada iki taraf arasında
bir çok elçiler gelip gitmiştir. Fakat bu elçiler, el-Muktedirle, Mûnis arasında
bozulan ve gittikçe karmakarışık bir hale gelen ilişkilerin olumlu yönde
çözülmesinde kayda değer bir fayda sağlayamamışlardır.
el-Muktedir'in
çevresindekiler, Mûnis'e karşı silahlı bir tavır almasında ısrar edip
duruyorlardı. Oysa el-Muktedir'in bunu yapacak yanında ne parasal gücü ve nede
eğitilmiş, disiplinli eli silâh tutan askerleri vardı. Şağab Hâtûnla,
aralarında geçen şu konuşmalar, Onun bu tehlikeyi atlatmak için ne Kadar acz
içinde olduğunu göstermektedir.
Değerli
tarihçi el-Kurtubî'nin ayrıntılı bir şekilde naklettiğine göre; el-Muktedir,
Mûnisle açıkça muharebeye tutuşmaya karar verdiği zaman anasına geldi ve,
"-Ne
hallere düştüğümü görüyorsun! Halbuki yanımda ne bir dînâr altın ve nede bir
dirhem gümüşüm yok. Bana şu anda mutlaka para-pul lâzım. Yanında ne var ne
yoksa bana yardım et." dedi. O zaman anası ona
"-Sende
biliyorsun Karmatîler, Bağdad üzerine yürüdüklerinde sana 3.000.000
dinâr verdim. Bundan sonra yanımda ançak şu gördüğün kaldı" dedi ve
oğluna 50.000 dinar
(364)
. İbni Kesir, XI, s. 168,
ibni Haldûn, III, s. 391. nakit verdi. el-Muktedir bu parayı çok az buldu ve şöyle yakındı;
"-Bu dinârlar bana ne kadar yeter? Karşı karşıya olduğum tehlikenin
büyüklüğü karşısında bunun ne değeri vardır?" Bundan sonra anasına
sitemle;
"-Bana gelince artık dönüşü olmayan bir yoldayım. Gücümün yettiği
kadarda çarpışacağım. Belki ölürümde kurtulurum. Fakat asıl mesele benden
sonraya kalanların başına neler geleceğidir. (Bundan sonra anasını kasdederek)
birileri mutlaka yakalanacak, ağır işkenceye uğrayacak ve işte şu dürraciye
ağacına asılacaktır. "(365)
Ne yazık ki el-Muktedir'in bu kehânetleri gözüyle görürmüşçesine doğru
çıkmış Şağab Hâtûn, hem yakalanmış, hem ayaklarından asılmış, hemde bin bir
çeşit işkenceye uğramıştır.
B - EL-MÜKTEDİRİN FECİ ÖLÜMÜ :
Nihayet el-Muktedir, elinde Kur'anı Kerim, üzerinde Hz. Peygamberin
cübbesi ve etrafında kelimenin tam anlamı ile bir sürü başı bozuk tabir
edebileceğimiz bir güruh ile Mûnis el-Hâdim'ın silahlı askerlerinin üzerine
yürüdü. Hatta bunları teşvik içinde;
"Bir kelle getirene 5 dinar, bir esir getirene ise 10 dinar mükafat
verilecektir!" diye de ilân ettirdi. (366) el-Muktedirin adamları, sanki
bir düğün alayına gider gibi idiler. En ufak bir askerî düzen ve disiplin
emâresi dahi göstermeyen ve fakat tekbir sadaları ile etrafı yıkarak ilerleyen
bu başıbozuk takımı, Mûnisin askerlerinin kınından sıyrılmış parlak keskin
kılınçlan görünce, her biri bir tarafa çil yavrusu gibi dağılıp gitmişlerdir.
Halife kendini bir anda Mûnis'in askerlerinin ortasında yapayalnız bulmuştur.
el- Muktedirin büyük bir şaşkınlık içinde (2. Genç Osman Vâri)
"Yazıklar olsun ben sizin Halifeniz değilmiyim!" diyerek ba ğırıp çağırmaya
başlamıştır. Ne yazık ki, bağırıp çağırmaları hiç bir fayda vermemiş ve
el-Muğârebe birliğine bağlı bir gurub askerden birinin ensesine indirdiği bir
kılınç darbesi ile kellesi yere düşmüştür.-
(365)
el-Kurtubî, Sıleh, XI, s.
155.
(366)
İbni Kesir, XI, s.
169.(386) İbni Haldûn, III, s. 391,
C - MÛNİS EL-HÂDİMİN DCIYDÜĞÜ BÜYÜK ÜZÜNTÜ;
el-Muktedirin
kesik başını bir mızrağın ucuna takan askerler bin bir türlü lânet sesleri ile
Mûnisin huzuruna gelmişlerdir. Mûnis bir el-Muktedirin kesik başına, birde
öfkeli askerlere bakmış;
"-Size
yazıklar olsun! Allaha yemin ederim ki ben böyle yapmanızı emretmemiştim. Lânet
olasıcalar hepinizi öldüreceğiz!" diyerek hışmını dile getirmiştir. (367)
Fakat olanlar olmuştu.
Bütün bunlar
Mûnis el-Hâdim'in olayların bu noktaya kadar tırmanması ve hele hele Halifenin
hunharca öldürülmesine taraftar olmadığını vurgulamaktadır. Nitekim Ali b.
Balık, Mûnis'in ileri gelen Türk asıllı komutanlarından biri, Halifenin kendi
askerleri tarafından kuşatıldığını görünce hemen atından inmiş önünde eğilerek
yerleri öpmüş ve perişan bir şekilde yapayalnız kıvranıp duran Halifeye,
"-Sizi
böyle bir günde huruç hareketine teşvik edenleri Allah lânet etsin!"
demiştir. Ancak, Onun galeyân halindeki askerlere söz dinletmesi mümkün
olmamıştı. el-Muktedir, yirmi beş yıl saltanat sürdükten? sonra bu şekilde
kendi tedbirsizliği ve çevresindekilerin hıyânet derecesine varan ihtirasları
yüzünden feci bir şekilde öldürülmüştür. (368)
el-Muktedir1
in cesedi daha da ürpertici ve yürekler acısıydı. Askerler üzerinde ne varsa
her şeyi hatta şalvarını bile söküp almışlar ve soyup soğana çevirmişlerdi.
Zavallı Halifenin üryan cesedi günlerce sokakta kaldı. Kimse ona yaklaşmaya
bile cesaret edemedi.
(367)
ibni Haldûn, III, s. 391
(368)
İbni Kesir, XI, 169, İbni
Haldûn, III, s. 391.
Sonunda bu yürekler acısı feci manzaraya daha fazla dayanamayan bir
adam, önce Halifenin cesedini hemen bir çukur kazarak oraya gömmüş, sonrada
kimsenin farkına varmaması için kazdığı bu çukuru toprakla örtmüştür. (369)
Bir çeyrek asır Abbasi Hilâfetini itidâl ve temkinle idâre etmiş
koca Halifeye kader mendil kadar bir kara parçasını çok görmüştü. Onun yer
yüzünde herkes için tabiî olan bir mezarı ve mezar taşı dahi yoktu. Ne
el-Muktedir nede Şağab Hâtûn böyle bir akıbete lâyık kimseler değillerdi.
Haddizâtında bu, ne büyük Türk generali Mûnis ve ne de onun sağ kolu olan
Balık Oğlu Ali için bir başarı değildir. Daha doğrusu bu onların başlarını
kılınçlara yem edecek cinsden bir başarı idi. Nitekim öyle de olmuş ve Onun
kılıncı gölgesinde hilâfet tahtına oturan el-Kâhir hem Mûnisin hem de Ali b.
Balık'ın aynı tarzda bir kılınç darbesiyle kafalarını uçurtmuştur. Önümüzdeki
sayfalarda bu trajedinin kısmen de olsa kahredici safhaları üzerinde durulacaktır.
5
- ŞAĞAB HÂTÜN'ÜN İŞKENCE VE
ÖLÜM YILLARI
A - EL-KÂHİR’İN HALİFE ÖLÜŞÜ;
el-Muktedir'in böyle feci bir şekilde öldürülmesinden sonra yeni
halifenin seçimi pek te kolay olmamıştır. Zira, ortada, hilâfet koltuğunu
lâyıkıyla dolduracak, bu işlere bir çeki düzen verecek, askeri ve sivil erkânı
tatmin edecek, kırgınlıkları gidererek dolayısıyla sosyal bünyede açılan bu
büyük gediklikleri kapatacak kudretli, bu işe tam ehil bir kimsede yoktu. Onun
için, bu meseleyi halletmek üzere toplanan hilâfet komitesi üyeleri yani, Baş
kadı, Fukahâ, askerî ve idâri erkân arasında şiddetli münakaşalar olmuştur.
(369) ibnü'l Abîrî, Tarihu Muhtasaru'd-Düvel, s.175.
İhtilâlin kudretli lideri Mûnis el-Hâdim, yine de el-Muktedir'in öz oğlu
ve Şağab Hâtûn'un torunu Ebü'l-Abbâs'ın halîfe olmasını istiyordu. Böylece
başta gün görmüş Şağab Hâtûn ve Teyze Hâtûn olmak üzere el-Muktedir ailesinin
gönlü alınmış olacaktı. Mûnis böyle yapmakla diğer taraftan;
Şağab Hâtûn'un büyük mal varlığının, yine eskiden olduğu gibi devlet
işlerine kanalize olacağına inanıyor ve bunda ısrarda ediyordu. (370)
Oysa Ebü'l-Abbâs daha anasının kucağında küçük bir çocuktu. Bu bakımdan
ona büyük itirazlar oldu. Hattâ heyette bulunan vezir Ebû Yakûb İsmail
en-Nevbahti daha da ileri giderek ;
"-Bu kadar zorluk ve sıkıntılardan sonra bir halife, Onun anası, ve
Teyzesinden güç belâ kurtulabildik. Şimdi yine küçük bir çocuğa biat edip
halife ilân edeceğiz. Yine onun anası olacak! Yine onun Teyzesi olacak! O,
bizden önce onların sözlerine bakacak ve onlara uyacak, İdâre yine eskiye
davet edecektir. Allaha yemin ederim buna kesinlikle rızam yoktur. Halife bizi
çekip çevirecek aklı başında olgun biri olmalıdır." demiş ve Mûnise şiddetle
karşı çıkmıştır. (371)
Bunun üzerine el-Mutazıdm oğlu ve el-Muktedirin üvey kardeşi,
"Muhammed getirilmiş ve el-Kâhir Billâh lâkabıyla ikinci defa halife
olmuştur. (H. 320/932) el-Muktedir Türk asıllı bir anadan olmasına rağmen
el-Kâhir, hem ana hem baba tarafından Arap sayılırdı. Fitne (372) veya Kâbul
(373) adında bir câriyeden dünyaya gelmişti.
Gerçekte Mûnis el-Hâdim, el -Kâhirin halife olmasına kesinlikle karşı
idi. O, el-Kâhir için; Onun nasıl bir kötülük ve adilikler yapacağını gayet
iyi biliyorum!" diye homurdana, ho- murdana ekseriyete uymuş ve el-Kâhire
biat etmiştir. (374) Fakat
(370)
Ebû'l-Farac Tarihi, s. 252, İbni Kesir, XI, s.
170, el-Hudarî Bek, a.g.e., s. 358.
(371)
ibni Kesir, XI, s. 170,
İbnü'l-Abiri, a.g.e., s. 158, ibni Haldûn, III, s. 391.
(373)
et-Mesûdî, et-Tenbîh, s. 336.
(374)
İbnü'l-Abiri, s. 159,
el-Hudari Bek, a.g.e., s. 358. ne yazık ki bundan hemen sonra ceryân eden olaylar, Mûnis el- Hâdimin bu
görüşlerinde ne kadar haklı olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.
B - ŞAĞAB HÂTÛN'UN HASTALIĞI
el-Kâhir'in halife olması, Abbasîlerdevri Türk - hâtûnlarının
en mümtaz »imâlarından biri olan Şağab Hâtûn, Abbasiler devletini bir çeyrek
asır dâhili ve hârici tehlikelere karşı ayakta tutan bu Türk anası, yakın çevresi
ve diğer Türk kadınları için tam bir felâket ve yıkıntı olmuştur. Şöyle ki;
Zâten Şağab Hâtûn bu sıralarda "İstiska" denilen bir hastalığa tutulmuştu. (375)
Olayların bu şekilde gelişmesi, hele, oğlunun hunharca öldürülmesi ve koca
Halifenin başsız cesedinin perişân bir halde günlerce sokak ortasında kalması,
Onun dayanılmaz üzüntü, ızdırap ve acılarına tuz biber ekmişti. Yüreği lime
lime olmuş içi kan ağlıyordu. Oğlunun düştüğü bu süfli durum onun izzeti
nefsini büyük ölçüde yaralamıştı.
Kendisini kahreden bu ağır üzüntülerden dolayı, O, yemeden içmeden
kesilmiş günlerce ağzına ne bir lokma yemek nede bir damla su koymuştu. Nerede
ise kendi kendinhi helâk edecek bir açlık grevi yapıyordu. Araya saygı değer
bazı kadınlar girdi. Hiç olmazsa bir şeyler yemesi için ona yalvarıp yakarmaya
başladılar. O da onları kırmadı. Bir parça ekmeği tuza banarak yemekle iktifâ
etti. (376)
C - ŞAĞAB
HÂTÛN'UN İTİRAFA ZORLANMASI ;
Zâten dünyası başına yıkılan son derece hasta bin bir ızdırapla boğuşup
duran muzdarip Türk anasını, üvey oğlu el-Kâhir kendi derdi ile baş başa
bırakmadı. Onu yaka - paça huzuruna getirtti. Altın, gümüş kıymetli cevherler
hulasa varı yoğu ne varsa bütün mal varlığını itiraf etmesini söyledi.
Şağab
Hatun'un şahsi hâzineleri zaten tamtakır idi. O, devletin hayrına olan diğer
harcamaları bir tarafa sadece Karmatilerin Bağdadı yağmalamalarını
önlemek için 3.000.000 dinar şahsi yardımda bulunmuştu. Oğlu, çaresizlikten
ölümün kucağına giderken dahi Ona yeterli mâli desteği sağlayamamıştı. Yok
olan şeylerin nesini itiraf edecekti. Bu bakımdan hiç bir şeyi olmadığını ancak
yanında çok özel zinet eşyâları, takılar, gerdanlık ve kıymetli elbiselerinin
saklı bulunduğu bir sandık olduğunu, bundan başka hiç bir
şeyi.olmadığını söyledi.
Gözünü kan,
ve ihtiras bürümüş olan el-Kâhir için bunlar yeterli değildi. O, Şağab
Hâtûndan daha büyük servet mal mülk beyân etmesini hâzinelerini döküp saymasını
nerede ne varsa bir bir itiraf etmesini istiyordu. Oysa harbler peş-peşe gelen
felâketler Şağab Hâtûnun elinde avucunda ne varsa alıp götürmüştü. O, bu
manasız ısrarlar karşısında gerçeği dile getiriyor ve içtenlikle şöyle diyordu;
"-Yanımda
şahsi eşya ve elbiselerimi koyduğum sandıktan başka bir şey yok, hiç bir şeyim
kalmadı, Eğer mal, mülk ve servetim olsaydı oğlumu hiç bile bile ölümün
kucağına teslim eder miydim." (377)
D - ŞAĞAB
HÂTÛN’A YAPILAN AĞIR İŞKENCELER ;
Bunden sonra
el-Kâhir gerçek karekterini ve cebeliyetsizliğini ortaya koymakta gecikmedi. Bu
hasta serapa ızdırab yükü olan Türk anasına en ağır bir şekilde işkence
yapılmasını emretti.
Artık bundan
sonra Şağab Hâtûn için her dakikası bin bir zulüm ve azabla dolu yeni bir dönem
başlamıştı. Korkunç eziyet ve işkenceler yapıldı. Dayak ve hakâretler bir belâ
ve musibet sağnağı halinde üzerine indi. Ondan Kararılan geride
bırakacak servet ve zenginlikler istiyorlardı.
Bu işkenceler de yetmedi. Daha sonra câniler, onu ayaklarından tavana
baş aşağı gelmek üzere asmışlar ve bir müddette işkencelerine bu şekilde devâm
etmişlerdir. O günlerce bu şekilde asılı olarak kaldı. İşkenceye memur edilmiş
cellâd rublu, kara vicdanlı kişiler ona, bu asılı olduğu halde bile döğüyor,
çarpıyor ellerinden gelen her türlü eziyet ve işkenceyi yapıyorlardı. Hatta
haya edilmesi gereken en nâzik yerlerini dahi yara bere içinde bırakmışlardı.
(378)
Sanki el-Kâhiri memesinden süt emziren, onu kucağında öpüp okşayarak
büyüten, en kara günlerinde onu teselli eden,.ona hizmetinde bulunmak üzere
câriyeler hediye eden, her türlü iyilik ve ihsanına boğan bu Şağab Ana değildi.
el-Kâhir kendisini bunca nimetleriyle büyütüp besleyen Şağab Anaya karşı
sergilediği bu insanlık dışı, son derece vahşi tutum ve davranışları ile bir
insanın halife bile olsa ne kadar alçalabileceğim’ ne kadar nankör âdi bir
mahlûk olduğunu en ibretli bir şekilde cümle cihâne ilân etmiş oluyordu.
Şağab Ana, hasta kadına yapılan bu işkenceler o kadar ağır idi ki, Onun
şuursuz bir şekilde baygın hale geldiği hiç bir şeyin farkında olmadığı
görülürdü. O, bu takdirde, iç güdüsel hareketlerini kontrol edemezdi. Hatta bazan
nâhoş hallere düştüğü bile olurdu.
Nitekim İbni Kesîr bu ağır işkence ve eziyetler sebebiyle ayakları
tavanda asılı zavallı kadının zaman zaman kendinden geçtiğini sidiğini
tutamıyarak işediğini bazan bunun yüzüne gözüne doğru aktığını dahi kaydetmektedir.
(379)
Bütün bu
olmadık azab, eziyet ve işkenceler, onun güyâ gizli hâzinelerini biran önce
itiraf etmesi için yapılıyordu. Halbuki Onun yanında yukarda da işâret edildiği
gibi, kıymetli elbiseleri ve bazı ufak tefek altın gümüş eşya ve süs takılarını
koyduğu sandıktan başka bir şey yoktu. Kefen sayan nebbaşları andıran bu kanlı
eller o sandığa saldırmışlar, içindekileri boşaltarak satışa çıkarmışlardır.
Bütün bunların satışından 130.000 dinar nakit elde etmişlerdir. (380)
6 - ŞAĞAB HÂTÛN'ÜN VAKIF MALLARINA EL KONULMASI
Günlerce
süren bu ağır işkencelerden sonra beklediğini bulamayan el-Kâhir, daha cânîce
bir adım atmış ve Şağab Hâtûn'un bütün Vakıf Mallarına el koymak istemiştir.
A - VAKIF
MALLARININ DEVRİ İÇİN YAPILAN BASKI ;
Bilindiği
gibi Şağab Hâtûn'un çiftlik, çayır, mera gibi Seııâd bölgesinde
gerçekten de bir çok kıymetli emlâki vardı. Fakat O, bunları ve gelirlerini çok
daha önceden Harmi Şerif Mekke, Mescidi Aksâ Kudüs ve Mescid-i Nebî Medine
olmak üzere bütün devirlerde yer ve gök ehlince mukaddes sayılan kutsal
mabedlere vakfetmişti.
İşte
el-Kâhir, bunlara göz koymuştu. O, Şağab Anadan bütün bu vakıf mallarını
«atılmak üzere birine devretmesini yani vekil tayin etmesini istiyordu. Allah
için vakfettiği mallar nasıl satılabilirdi? Türk Anası bunca ağır işkence ve
zulme varan eziyetlere rağmen azim ve iradesinden bir şey kaybetmedi.
O, bir nevî
Allah'ın hakkına saldırı olan böylesine pervâsız isteklere kesinlikle
"Hayır!" diyor ve kendisini samimî bir şekilde şöyle müdafaa ediyordu
:
"-Ben bütün bu emlâkimi Mekkeye, Medineye, hac yollarının
tamiri, su yollarının onarımı, Bizans'a karşı harbeden mücâhidlere,
düşkün yoksul, zayıf ve kimsesiz yolda kalmışlara, onların ihtiyaçlarını
karşılamak üzere vakfettim. Onların satılmasına benim bile gücüm yetmez. Ancak
vakıf mallarımın dışında kalan emlâkimi devredebilirim." (381)
Bu hususta el-Kâhir'in tertiplediği ilginç oyunları akıcı bir üslupla
en‘güzel bir şekilde hemde içi sızlayarak dile getiren İbni Kesir şöyle
demektedir:
"el-Kâhir, halife olunca Valide Sultanı huzuruna
getirtti. O son derece hasta idi. Ona korkunç eziyet ve-işkenceler etti. Hatta
baş aşağı gelmek üzere ayaklarından tavana dahi astırdı. Bütün bu korkunç ezâ
ve cefâlar ona gizli hazînelerini itiraf etmesi için yapılıyordu. Oysa Onun,
zînet esvablannı koyduğu özel sandığından başka yanında hiç bir şey yoktu. el-Kâhir
buna (dahi) el koydu.
Onun bundan başka bir kısım gayri menkulleri vardı. Bunlar vakıf malı
idi. el-Kâhir onların satılmasını istiyordu. Bunun için bazı şahidler
çağırdı. Onlar güyâ Vâlide Sultan'a vekâleten bu malların satılması
konusunda kendilerinin yetkili olduklarına şehâdet edeceklerdi. Bu kimseler
ancak onunla görüştükten kendi rızasını aldıktan sonra böyle bir şehidliği
yapabileceklerini aksi halde bundan çekineceklerini bildirmişlerdir. Şağab
Hâthun da orada idi. Halîfenin izni ile perde açıldı. Onlar Vâlide
Sultanı görünce hayretle :
"-Sen el-Mutazıd'm câriyesi, Cafer el-Muktedir'in anası Şa-
ğabsın!" dediler. Vâlide Sultan kendini tutamıyarak (hıçkıra hıç-
kıra) ağladı. Ondan sonra da kafasını kaldırarak çökmüş yüzü ince alnı, esmer
görünüşü ile onlara :
"-Evet benim!" dedi. Bu defa ağlama sırası (gûya
uydurma) şahidlik oraya getirilen kimselere gelmişti. Hep birlikte ağlaşıp
kalmışlardı. (382)
B - EL-KÂHİR'İN İĞRENÇ TERTİBİ :
Mâmâfih, el-Kâhir’in bu haksız tasarrufunun önüne çıkmak isteyen
kimseleri biz tanımakta zorluk çekmekteyiz. Zirâ, onların isimleri ve sosyal
mevkileri hakkında herhangi bir açıklamada bulunmayan İbni Kesif in yarı
hikemî rivâyetleri bazı ibretli sözlerle burada sona ermektedir. Bunlardan el-Kâhir’in
bu şahıslar vasıtasıyla bu süfli gayesine ulaşamadığı anlaşılmaktadır.
Ancak olaylar bundan sonra daha feci bir şekilde gelişmiştir. Temel
kaynakların bu konulardaki genel rivayetlerinden anlaşıldığına göre, el-Kâhir
bu defâ şehrin Başkadısı (Kâdıyü'l- Kudat) nı çağırdı. Onun yanında bazı Fukahâ
(yüksek derecede hukuk bilginleri) de vardı. Onlardan bu vakıf mallarının
satılması için mutlaka bir yol bulmalarını istedi.
Neticede Başkadının verdiği cevazla Şağab Hâtun'un bütün vakıf malları,
kendi arzusunun hilâfına bir bir satılmış ve el-Kâhir'in ihtiras dolu
arzularına tahsis edilmiştir. (383) Böylece hilâfet ülkesinin Başkadısı, âlim
ve fukahâları, İlâhi hükümleri, zâlim, fâcir, haksız bir halîfeye karşı
savunmada, bir Türk Anası kadar bile cesâret ye sabır gösterememişler, zulüm ve
haksızlığa apaçık boyun eğmişlerdir.
C. Brockelman Alman asıllı papaz yazar, Şağab Hâtûn'un
şahsiyetini, Onun dünyayı kucaklayacak kadar geniş olan imanını, vakf hususunda
ne kadar duyarlı olduğunu, inkâr etmekte ve hasbiliğini görmemezlikten
gelmektedir. Ona göre el-Muktedir'in anası, kendi emlâkini emniyet altına
almayı denemek için (!.) bir vasıta olarak kullanmış ve el-Kâhir'de buna göz
yummamıştır. (384) Bu diğre bir ifade ile el-Kâhir'in Şağab Hâtûn'a yaptığı
bunca zulm ve haksızlığı meşru saymaktan başka bir şey değildir. Mâmâfih bunun
gibi daha bir çok imânî meselelerde, ciddiyetsiz, gerçeklere karşı gayri samîmî
beyânlarda bulunmak sadece C.Brockelman'ın değil, diğer bir çok batılı
yazarlarında müzmin bir adeti olsa gerektir.
C -
EL-MÜKTEDİR VE YAKINLARININ
MALLARININ MÜSÂDERESİ :
el-Kâhir'in,
Şağab Hâtûnun uçsuz bucaksız bütün bu vakıf emlâkinin satılmasından, Türk
parasıyla ancak milyarlarla ifâde edebileceğimiz çok büyük meblağlar elde
ettiği asla unutulmamalıdır.
el-Kâhir'in
bunlarla da yetinmemiştir. O, Bağdad sokaklarında feci bir şekilde öldürülen
el-Muktedirin bütün mallarını müsadere ettiği gibi, ailesi ve yakınlarının
mallarına da el koydurtmuş ve onlarında satılmasını istemiştir.
el-Kâhir bu
şekilde bütün mal ve mülklerini müsadere ettiği kimseler arasında
el-Muktedir'in geride kalan Ebû'l-Abbâs, Harun b. Abbas, Ali, Fazl, İbrahim
gibi öz çocukları da vardı. Gözü gönlü bu servet ihtirâsıyla yanıp tutuşan
aşağılık Halife, el-Muktedirin bütün evlâd ve yâlini de bir araya toplamış ve
onlarında bütün mal varlıklarına el koydurtmuştur. Böylece el-Kâhir,
el-Muktedir ve Şağab Hâtûn ailesinin belini kırmış ve onların bir daha
kendilerini toparlanmamak üzere darma dağın perişân etmiştir.
Mâmâfih
el-Kâhirin alev alev yanan ve bir türlü sönmek bil- miyen bu ihtirası, daha
sonra onun başına bir kor parçaları gibi inecektir. el-Kâhiri, silâhlarının
gölgesinde iktidâra getirenler çok geçmeden onun da yakasına yapışacaklar,
haksız yere Şağab Hâtûn ve el-Muktedir ailesinden zorla ele geçirdiği
milyarlarla ifâde edilen bu çok yüklü servetin'hesabını soracaklar, itiraflarda
bulunması için işkence ve eziyetler edeceklerdir.
D - ŞAĞAB
HÂTÛN'ÜN SON GÖNLERİ VE ÖLÜMÖ :
el-Kâhir,
bunca ağır zulm ve işkencelerden, hatta mallarını müsâdere etmesinden sonra
bile el-Muktedir ailesinden geride kalanlarının yakasını bırakmak istememiştir.
Onların hepsini yeniden hapsedilmek üzere asıl Hâcibi Ali b. Balık'a
teslim etmiştir.
Ali b. Balık'ın nezaretinde hapsedilenler arasında pek tabii olarak Şağab
Hâtûnda bulunuyordu. Gerçekte, devrin büyük Türk asıllı komutanlarından olan Balık
ailesi ve oğlu Alinin, daha ziyade el-Kâhir tarafından yürütülen bu ağır
baskı ve siyasi hesaplaşmaların dışında Şağab Anaya sonsuz bir hürmet ve
saygısı vardı.
Bu bakımdan Ali, Şağab Anaya bir hapis değil bir misâfir muamelesi yaptı.
Onu kendisi gibi Türk olan annesinin yanına aldı. Ona ikram ve hürmette kusur
etmedi. Acılarını mümkün olduğu kadar unutturmaya çalıştı. (385)
Fakat yukarda da ifâde edildiği gibi, Şağab Ana İstiskâ hastalığından
muzdaripti. Bu tedâvi kabul etmeyen hastalığı yanısıra, el-Kâhir'in ardı arkası
kesilmeyen, işkenceleri, zulme varan eziyetleri, Onu daha bitkin ve takatsiz
bırakmıştı. Artık onun eski sıhhat ve sağlığına kavuşmasına imkân yoktu.
blihâyet Abbasiler Devletini 25 yıl (bir çeyrek asır) idâre etmiş,
bir devre adını vermiş, bu dirâyetli, şahsiyetli, izzeti nefsine düşkün, hayır
ve hasenât sahibi yoksul ve düşkünlerin sığınağı fazilet abidesi, mümtaz Türk
anası yakalanmış olduğu bu "istiska" hastalığından
kurtulajnıyarak vefât etmiştir.
Mübârek cesedi, daha önce bizzat kendi sağlığında yaptırdığı er-Russâfedeki
türbesine defnedilmiştir. (H. 321/933) (386) Büyük tarihçi İbni Kesir onu
her vesile ile hayırla yad etmekte ve vefâtı için "Allah Ona rahmet etsin!
Onu gufranına mazhar kıl- sın!" niyazında bulunmaktadır. (387)
(385)
el-Hemezânî, a.g.e., XI, s.
278.
(386)
İbni Haldûn, III, s. 392.
İbnü’l-Esir, VIII, s. 251, el-Hemezâni, Tekmile, XI, s. 274, İbnü'l-Verdi, I, s. 393.
Şağab Hâtûn :
kendi hastalığı, peş - Peşe gelen bunca felâketlerden sonra dünyası başına
yıkılıp kalan bu zavallı kadına, bütün bunlar yetmiyormuşcasına zulüm, işkence
yapan en sonunda onun ölümüne sebeb olan el-Kâhir'in sonu ne olmuştur? Biz
bundan sonraki sayfalarda Tarihin engin muhakemesine müracaat ederek ibretlerle
dolu bu soruyu cevaplandırmaya çalışacağız.
ŞAĞAB HARIN VE EL-KÂHİR TARİH
YARGISINDA
1 - EL-KÂHİR'İN GEÇMİŞİ ŞAĞAB HÂTÛN
A - EL-KÂHİR'İN İLK ÇOCÜKLÜK YILLARI VE
ŞAĞAB HÂTÛN :
Bilindiği
gibi kanh bir ihtilâl sonucu ikinci defâ hilâfet makamına getirilen el-Kâhir,
Arab berberi asıllı Kabûl, veya Fitne adında bir câriyeden dünyaya gelmiştir.
Annesi çok
küçük yaşta vefât ettiği için Şağab Hâtûn Ona sahip çıkmış, onun kucağında
büyümüş hatta onu emzirmekten bile çekinmemiştir. Böylece onun üvey anası
olması yanısıra berde süt anası olmuştur. Abbasi saraylarında "Ümmül
Veled" bir ananın kendi çocuğunun yanısıra bir başka câriyenin
çocuğunu emzirmesi görülmüş bir şey değildir. Bunu ancak insani meziyet ve
hamiyet duyguları, pınarlar gibi coşup taşan bir Türk Anası yapabilirdi.
Şağab Hâtûn,
el-Kâhiri bu ilk çocukluk yıllarından itibâren tıpkı biricik oğlu el-Muktedir
gibi gözetmiş, şefkat ve merhametini esirgememiş, hiç bir zaman ana yokluğunu
Ona, his- settirmemiştir.
O biraz
büyüyünce hilâfet sarayında kendi oğlunun oynadığı özel bahçeye onuda
çıkarırdı. Küçük el-Kâhir, orada el-Muktedirle birlikte güler ve onunla
birlikte eğlenirdi.
Hattâ Şağab
Hâtûn, sarayda saz meclisleri tertip edildiği gecelerde, çok nadir kimselerin
çağrıldığı bu meclislere el-Kâhiride getirtir, hanende ve sâzemdelerin
söylediği birbirinden güzel şârkı, türkü ve zengin musiki ile onunda gülüp
eğlenmesini ve hoşça bir gün geçirmesini sağlardı.
(388)
B - ÂSÎ
EL-KÂHİR VE ŞAĞAB HÂTÛN AİLESİ :
Şağab
Hâtûn'un el-Kâhire olan bu âlicenap tavru, el-Muktedir ve Şağab Hâtûn aleyhine
düzenlenen balum başarısız darbe sırasında da devam etmiştir. Bilindiği gibi Emirü'l-Ümera,
Mûnis el Hâdim ve yakın arkadaşları Şağab Hâtûn ve halifenin güven ve itimadını
kaybettikleri için bir darbe teşebbüsünde bulunmuşlar ve el-Muktediri azlederek
yerine el-Kâhiri halife ilân etmişlerdi.
Ancak Hilâfet
askerlerinin onları desteklememeleri ve halkın sert tepkileri üzerine Vâlide
Sultan ve el-Muktedir çok geçmeden tekrar duruma hakim olmuşlardır. (H.
317/929)
Bu fitneye ön
ayak olanlardan bir kısmının"*başını uçuran el- Muktedir, kendine rakib
olarak ilân edilen el-Kâhiri huzuruna çağırmış büyük bir anlayış göstererek onu
affettiğini söylemiştir. Bunun üzerine çocuklar gibi sevinen el-Kâhir ne
diyeceğini bilememiş ve hüngür hüngür ağhyarak ;
Allah Allah
camım emniyettedir, (inanamıyorum) Ey Müminlerin Emiri Allah ve Rasulü hakkı
için benden size hiç bir kötülük gelmiyecektir. (389) demiştir. Bundan sonra
el-Muktedir üvey kardeşi el-Kâhiri hapsedilmek üzere Vâlide Sultana havale
etmiştir.
Şağab Hâtûn,
asilerin safında yer alan bu üvey oğlunu, yine bağrına basmış ona, son derece
güzel muamelelerde bulunmuş, adeti olduğu üzere izzet ve ikramlarına boğmuştur.
Hatta Onun yukarda da belirtildiği gibi özel hizmetinde bulunmak üzere
câriyeler bile ihsan etmiştir. (390)
C -
EL-KÂHİRİN KARAKTERİ VE ŞAĞAB HÂTÛN ;
Ne varki,
el-Muktedir, çevresinin hıyânet derecesine varan nifak ve kışkırtmaları sonucu
ordu komutanları ile bütün ipleri koparmış ve neticede el-Kâhir ikinci defa
halife olmuştur.
(389)
es-Süyûti, s. 283, ibni
Kesir, XI, s. 160.
İşte bu el-Kâhir, ikinci defâ halife olduktan sonra her şeyi bir anda
inkâr etmiş, Şağab Hâtûn ve el-Muktedir ailesinin en amansız düşmanı olmuştur.
el-Kâhirin; mübarek memesinden süt emdiği, kucağında büyüdüğü, şefkat ve
merhametini esirgemediği her türlü iyilik, ihsan ve keremine mazhar eden Şağab
Hâtûn'a bağrı lime lime olmuş, üstelik bir halifenin karısı yine bir halifenin
de anası olan ve fakat bin bir türlü hastalık, ızdırap, musibet ve belâ içinde
kıvranıp duran melek tabiatlı Türk Anasına, yaptığı insanlık dışı, işkence, ezâ
ve cefâlar, kelimenin tam anlamışla bir vahşet bir canavarlıktan başka bir şey
değildir. el-Kâhirin sergilediği bu vahşi manzara, tarihte eşi örneği az
bulunan bir nankörlük ve bir cibilliyetsizlik örneğidir.
D - TARİHİM ACI İNTİKAMI ;
Ancak kaderin garip cilvesine bakınız ki; el-Kâhir'in sonuda Şağab
Hâtûn'a benzemiş ve onan belki bin beter olmuştur. Hilâfeti ancak bir seneden
biraz fazla sürmüştür. Kısa zamanda taç ve tahtını kaybetmiş Bağdad
sokaklarında zillet ve sefalet içinde dilenecek bir hale gelmiştir.
Onada gizli servet ve hâzinelerinin yerini söylemesi için her türlü
eziyet ve işkence yapılmış hatta gözlerine mil çekilerek dünyası bir kere daha
yıkılmış ve kap-kara bir hale getirilmiştir. Abbâsi halifelerinin arasında onun
gibi sağlığında gözüne mil çekilmiş ve göz aklan akıtılmış başka bir halife de
yoktur. Ne yazık ki, Şağab Hâtûn ruhunu rahmana teslim ettiği aynı günlerde
el- Kâhirde, Bağdad sokaklarında aç, sefil olarak dilencilik yaparken ölmüştür.
(391)
el-Kâhir ile Şağab Hâtûn arasında geçen bu ibretlerle dolu olaylara temas
eden İbni Kesir sâde, güzel üslubu ile şu hikemî yorumlarda
bulunmaktadır; "Öyle ya zaman insanlar için nasıl da değişiyor, dün aziz kıldığı bir kişiyi
bugün zelil ediyor. Dünya bir belâ ve musibet yeridir. Onun iyiliğinden de
kötülüğünende kimse emin olamaz. Bugün talihi yâr olanın birde bakarsınız ki
yarın işleri kötüye gitmiş ve perişân olmuştur. Kimse dünyaya dayanıp güvenmesin.
Dünya ona dayanıp güvenen kimseleri ateşiyle yakar tüketir. Oysa (nankör)
el-Kâhir, Şağab Hâtûnun kendisine yaptığı bunca iyiliğe bir defa olsun
hatırlamadı bile!" (392)
(391)
es-Süyûti, s. 389-390, ibni
Kesir, XI, s. 178.
Biz buraya kadar olan açıklamalarımızda Şağab Hâtûn ve el- Kâhirin tarih
mahkemesinde yargılanmasını istedik. Bunlar mahkemenin birinci safhası idi.
Şimdi biz bu tarihi muhâkemenin ikinci safhası üzerinde durmak istiyoruz. O da
el-Kâhir;, Mûnis el-Hâdim ve Balık üçlüsünün sonu ne olmuştur? Kısaca onu izah
edeceğiz ve tarihin bu kişiler hakkındaki hükmünü birlikte göreceğiz.
2 - KISACA EL-KÂHİRİN HİLÂFETİ VE SONU
el-Kâhir, işin başında Mûnis el-Hâdim'inde işaret ettiği gibi, hiç kimse
hakkında iyilik düşünmeyen habis ruhlu içi dışı fesad dolu bir adamdı. O,
Mûnis'in büyük ölçüde muhâlefetine rağmen halife olmuştu.
el-Kâhir, bu durumu çok iyi bildiği halde Mûnisi biraz da çekindiği için
yine Emirü'l-Ümerâ (Orgeneral) ve devrin ileri gelen Türk asıllı
komutanlarından Bahk ile oğlu Aliyi, de Hâcib tayin etmişti. Hıer ne
kadar el-Kâhir bu kişileri böyle çok önemli makamlara getirmişsede gerçekte ne
bu Türk liderlerinin el-Kâhire nede el-Kâhirin bu Türk liderlerine hiç bir
güven ve itimadı yoktu. el-Kâhir fırsat bulunca her türlü kötülüğü yapabilirdi.
A - MÛNİS VE BALIK'IN KATLEDİLMESİ ;
Türk komutanları el-Kâhir'in şerrinden emin olmak için hilâfet sarayını (Dâru'l-Hilâfe)
göz altına almışlar saraya kimin girip çıktığını sıkı bir şekilde kontrol
etmeye başlamışlardı. Hattâ tecrübeli komutan Mûnis el-Hâdim, bunun böyle sürüp
gitmiyeceğini çok iyi bildiği için Balıkla birlikte bir ihtilal hazırlığı içine
bile girmişlerdi.
el-Kâhir, çok geçmeden bunun farkına varmış ve bir punduna getirerek hiie
ve desise ile hem Balık hemde oğlu Alinin başını vurdurmaya muvaffak olmuştur.
Daha sonra aynı oyuna Mûnisde gelmiş, her nasılsa bu büyük Türk komutanının
başı da el-Kâhir tarafından feci bir şekilde boğazlanmıştır. (393) el-Kâhir, Arap-
lara has olan bu sinsi hile ve desisesi ile el-Muktedir devrinin üç önemli
şahsiyeti, olaylara her zaman yön vermiş ve önemli ölçüde tesir etmiş üç Türk
generalinden yakasını kolayca kurtarmış oluyordu.
B - EL-KÂHİR'İN HİLÂFETTEN DÜŞÜRÜLMESİ ;
Onun bu gayri ciddi tutumu ve hilekâr davranışları bütün askeri komutan
ve ileri gelen devlet erkânının güvenini sarsmış ve onlar arasında derin bir
kuşku yaratmıştı.
el-Kâhir, bu sinsi davranışlarında, o kadar ileri gidiyordu ki, bazen,
kendisine yardım eden askerî komutanlara, kendilerine hiç dokunmayacağına dair
yeminler ediyor, ve ellerine yazılı emânlar veriyor, sonrada hiç bir
ciddî sebeb olmadığı halde sözünden dönüyor, şu veya bu nedenle onların birer
birer başını vurduruyordu.
Bu bakımdan büyük komutan Simâ da el-Kâhire, çoktan itimadını
kaybetmişti. Halifenin kendisine karşı, heran bir suikasd tertip edeceğinden
endişe edip duruyordu. O, Mûnis'in düştüğü hataya düşmedi. Emrindeki askerleri,
derhal vaziyet olmaya çağırmış ve bir gece süratle gelerek el-Kâhir'in
sarayını kuşatmıştır. Bu zâten beklenip duran yeni bir darbe teşebbüsünden
başka bir şey değildi. (394)
a - el-Kâhir'in Uğursuz Günleri;
Oysa, ihtilâl başladığı sıralarda el-Kâhir âdeti olduğu üzere yine işret
meclisinde gönlünce eğlenmiş üstelik körkütük sarhoş bir hâlde idi.
(393)
İbni Haldûn, ili, s. 392,
Ibnü'l-Kesir, VIII, s. 252 vd. 261.
(394)
Ibnü'l-Esir, VIII, s. 279,
İbni Haldun, III, s. 398.
Yakınları Ona durumu haber verdikleri zaman biraz ayrılır gibi olmuş,
kurtulacağını zannederek hemen kaçmış ve sarayın hamam bacasına gizlenmiştir.
Zavallı Halife tam bir acz içinde şaşırıp kalmıştı. Ne yapacağını dahi
bilmiyordu. Tam bu sıralarda yalın kılınç saraya dolan askerler tarafından
yakalanan el-Kâhir, perişan bir halde Simah'ın huzuruna getirilmiştir.
Askerler şimdi de ona haksız olarak müsâdere ettiği malların hesabını
soruyor ve itirafta bulunması için bin bir türlü eziyet ve işkence ediyorlardı.
Onun daha önce Şağab Hâtûn üzerine sürdüğü cellâdları, kader şimdi başka bir
çehre ve isimle onun üzerine saldırtmıştı.
Askerler tarafından yapılan bunca ezâ, cefâ ve işkencelerden sonra
el-Kâhir'in gözlerine mil çekildi. Onun dünyasını, başına yıktığı Şağab
Hâtûn'un dünyasından daha da kapkara oldu. Tarih nasılda intikamını alıyordu.
Zirâ Abbasi Halifeleri içinde gözlerine bu şekilde mil çekilen başka bir
halife yoktu. Bütün bu sorgulama ve itiraflardan sonra gideceği yer ancak bir
hapishane idi. Nitekim öyle de olmuş ve el-Kâhir bir hapishaneye tıkılmıştır.
(395)
b - el-Kâhir ; Bağdad Sokaklarında Bir Dilenci ;
Ortalık yatıştıktan sonra serbest bırakıldı. Artık O, bundan sonra canlı
bir ibret heykeli olarak Bağdad sokaklarında dolaşıp duracaktı. Çünkü
el-Kâhir'in gidecek bir yeri, barınacak bir evi yoktu. Kimse Ona sahip çıkmaya
hattâ tanışıklık göstermeye bile cesâret edemiyordu. O, gözleri kör, aç, sefil,
yan çıplak bir şekilde Bağdad sokaklarında dolaşıp ve dilencilik ederdi.
Hatta el-Kâhir, zaman zaman el-Mânsur Camii'nin revakları arasında
dilencilik yapmak için oturur, ve gelen geçen müslümanlara ;
"-Ne olur bana bir sadaka veriniz! Ben sizin tanıdığınız bir
kimseyim!" diye yalvarır dururdu. (396) O nerede ise ölümü dahi gönüllü
olarak arar bir hale gelmişti.
(395)
İbnü'l-Esir, VIII, s. 283, Tarihul-Hamîs, 11, s. 351
Büyük tarihçi İbni Kesir Onun bu feci halini tasvir ederken şöyle
demektedir; "O yakalanınca hemen öldürülmedi. Önce gözleri, kızgın mil
çekilerek kör edildi. Çeşitli eziyet ve işkenceler gördü, böylece Allah ondan
intikamını almış oldu."(397)
Buraya kadar olan açıklamalarımızdan Şağab Hâtûn'un Abbâsi
Hilâfetindeki saltanat yılları ve 25 yıllık idâri hayatı tarih objektifinde
incelenmiş ve belirli ölçülerde aydınlatılmak istenilmiştir. Bundan sonraki
sayfalarda Şağab Hâtûn için yapılan tenkidler üzerinde durulacak objektif
cevaplar verilecek ve Şağab Ananın umûmi bir değerlendirilmesi yapılacaktır.
3 - ŞAĞAB HÂTÛN VE EL-MÜKTEDİR'E
YAPILAN TENKİTLER
İslâm alimlerinin Şağab Hâtûn zatı ve Onun şahsiyeti hakkında fazlaca
ağır tenkitleri yoktur. Hatta başta İbni Hıbban, İbni Kesir, olmak üzere
bir çok İslâm âlimleri bu fazileti Türk Anasını bir çok hayırhâh ifâdeler
ile açık açık takdir etmektedirler. Ancak onların asıl tenkitleri el-Muktedir
ve Onun devrinde devlet idâresinde çok daha müessir bir hale gelen aristokrat
kadınlar varlığı ve onların saltanatı hakkında yoğunlaşmaktadır. Onlara göre
el-Muktedir, devlet idâresinde dizginleri anası, teyzesi ve bunlar gibi
daha el-Kahramâne makamına getirilen bir çok kadın hanım efendilere
bırakmış bu ise hilâfetin zayıflamasına sebeb olmuştur.
A - KLASİK TARİHÇİLER NE DİYOR?
Bu cümleden olmak üzere İbni İmâd, el-Muktedir için "O,
hilâfete lâyık değildi. Çünkü Anası, Teyzesi ve el-Kahramâne olan
hanımefendiler büyüklerin işlerine karışmaktan çekinmezlerdi" demektedir.
(398) Arib el-Kurtubî ise; "anası ve
(398)
ibni imâd, Şezerât, II, s.
8.
yakın çevresinden olan daha bir çok kadınlar onun işlerine müdahale
etmemiş olsalardı el-Muktedir devrinin halk için çok daha müreffeh bir devir
olacağını" vurgulamaktadır. (399)
İbni Tağrıberdi açık açık el-Muktedire kadınların büyük ölçüde
tesir ettiklerini bildirmektedir. (400) Başta el-Mesüdî olmak üzere daha
bir çok klasik İslâm Tarihçileri, İbni Ta^nberdi'nin bu genel tenkidini
paylaşmakta, aşağı yukarı aynı ifâdelerle aynı görüşleri ileri sürmektedirler.
(401) Şağab Hâtûn ve el-Muktedir hakkmdaki bu mutedil görüşleri kabul edenlere
zamanımız tarihçilerinden P. K. Hitti'yide ilâve etmemiz gerekmektedir.
Oda klasik İslâm Tarihçileri ile aynı görüşleri paylaşmakta hemde çok daha
açık ibr şekilde Halife el-Muktedir'in Türk asıllı anası (ki Şağab
Hâtûn)nm çok bariz bir şekilde devlet işlerine müdâhale ettiğini bildirmektedir.
(402)
B - MADALYONUN ÖBÜR YÖNÜ ;
Her ne kadar İslâm tarihçileri bu beyanlarında kısmen de olsa haklı
iselerde birde madalyon'un öbür yüzü vardır. O da şudur;
Şağab Hâtûn ve çevresindeki diğer Türk aristokrat kadınlarının
el-Muktedir yanısıra devlet işlerine yön vermeleri, hilâfet erkânı ümerâ ve
vüzerâ ile bu kadar içli dışlı olmaları, olaylar ve şartların zorlamasıyla
olmuştur. Daha açık bir ifâde ile şartlar Şağab Hâtûnu ve yakınlarını devlet
işlerinde oğlu, el-Muktedir'e yardımcı olmaya (müdâhale değil) mecbur etmiştir.
Bilindiği gibi, el-Muktedir, daha sokakta arkadaşları ile to- pacımsı bir
şeyler oynadığı sıralarda, küçük bir yaşta halife olmuştu. Abbasiler devleti
tarihinde, el-Mûktedir müstesna, böy- lesine küçük bir yaşta hilâfet tahtına
kimse oturmamıştır. (403)
(399)
el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 29
(400)
İbni Tağrıberdi, III, s.
234.
(401)
el-Mesüdi, et-Tenbih, s. 328.
(402)
Hitti, P.K. The Arabs in Hisktory, p. 468.
(403)
el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 28.
İşte Şağab Hâtûn'u devlet işlerine karışmaya zorlayan asıl sebeb de akıl
baliğ dahi olmamış el-Muktedirin böyle çok küçük bir yaşta halife olmasıdır.
Tecrübeli, Türk Anası, usta bir kaplan gibi devlet gemisinin dümenini eline
almış ve zaman zaman büyük tehlikelere karşı karşıya olmasına rağmen onun zaman
denizinde batmamasını ve tam 25 yıl selâmet limanına doğru seyret; sağlamıştır.
Bu şekilde Şağab Hâtûn'un devlet idâresine yön vermesi bunu başarılı olarak
bir çeyrek asır devam ettirmesi tenkit edilecek değil, her halükârda takdir
edilecek bir husus olsa gerektir.
Aksi takdirde, küçük halife el-Muktedir, bir birlerine karşı kötü bir
rekâbet ve makam hırsı için kıvranıp duran, dar görüşlü küçük oyunlar peşinde
koşan bir çok siyâsî, askerî ve idâri erkân arasında, onların muhteris
emellerinin tahakkuku için bir oyuncak haline gelecek, dolayısıyla emniyet ve
huzurda kalmıyacaktı.
Asıl bundan sonradır ki, bir çok iç isyân, karışıklık, baş kaldırmalar
bir birini takib edecek ve bütün bunlar Abbasi hilâfetinin çok süratli bir
şekilde çöküşe doğru gitmesine sebeb olacaktı. Binâenaleyh, Şağab Hâtûn'un
devlet işlerinde oğluna yardım etmesi, onu yönlendirmesi, onun zaman zaman
müstakil insiyatifini kullanarak, kararlar alması, Abbasi hilâfetinin hayrına
olmuş ve Valide Sultan sâyesinde el-Muktedirin saltanatı çok az bir halifeye
nasib olacak derecede uzun (25 yıl) sürmüştür.
C - EL-MÜKTEDİRİN GERÇEK DÜRÜMÜ
VE İSLÂM TARİHÇİLERİ
Bununla beraber el-Muktedirin hiç bir insiyatifinin olmadığı ve bütün
devlet işlerini Valide Sultan ve Teyze Hâtûn'a yâni Türk Hanımlar
aristokrasisine bıraktığını iddia etmenin gerçeklerle bağdaşmasına imkân
yoktur. el-Muktedir belli bir olgunluk çağına geldikten sonra devlet işlerinde
çok daha müstakil hareket ederek kararlar almış, icraat ve tasarruflarda
bulunmuştur.
Ancak, uzun
saltanat yılları döneminde Vâlide Sultan ve Teyze Hâtûnla daima tatlı bir uyum
içinde olmuş, acı ve tatlı günlerini birlikte yaşamışlar ve büyük olayları
beraber göğüslemişlerdir. Bu ahenkli uyumun sağlanması şüphesiz Şağab Hâtûn ve
Teyze Hâtûn'un üstün meziyet ve idâri kabiliyetleri sâyesinde mümkün olabilmiş
ve bu sayede onun iktidarı kendinden önce gelip geçen bütün Abbâsi
Halifelerinden Harûn er-Reşid'te dahil en uzun ömürlüsü olmuştur.
Gerçekte
İslâm Tarihçilerinin el-Muktediri tenkit etmeleri ve onun devrini nerede ise
bir kadınlar saltanatı, yılları olarak tasnif edecek kadar ileri gitmeleri bu
Türk aristokrat kadınlarının aczi, ehliyetsizliği ve devlet işlerini onların
yüzlerine gözlerine bulaştırmaları yolunda da değildir.
Kanaatimize
göre bu birazda hilâfet câmiasında, o çağlarda bir kadının devlet işlerinde söz
sahibi olması hele hele kilit makamlara getirilmesi, hatta Divâni!’l-Mezâlirne
(İstinaf mahkemesi başkanlığına) kadar giden geniş bir yelpazede hizmet
etmelerini alı- şılmışlığın dışında görülmesi ve yadırganmasından kaynaklanmaktadır.
Nitekim el-Kahramâne, Semmel Hanımın Divâni!'l-Mezâlime ilk
çıkışlarında bağdad halkının protesto etmeleri, şehrin eşraf ve âyânından hiç
kimsenin katılmamaları da bunu gösteriyor. Ancak daha sonra işlerin bundan
önceki sayfalarda belirtildiği gibi süratle yola girdiği bunun ise halkın
hayrına ve yararına olduğu muassır kaynaklarda dahi dile getirilmiştir.
Nitekim ondan
sonra hilâfet makamına gelen el-Kâhir'in, el- Muktedirin aksine böyle Şağab Ana
gibi faziletli devlet idaresinde tecrübeli üstelik eli her türlü hayır ve
hasenata açık bir yol göstericisi bulunmadığından, hilâfet süresi ancak bir
buçuk yıl bile sürmemiş ve sonunda cümle aleme rezil ve rüsvâ olarak hilâfetten
azledilmiştir.
4 - ÇAĞDAŞ YAZARLAR VE ŞAĞAB HÂTÛN
Gerçekte Abbâsi
Hilafetinde değil Türk Hâtûnları, genel olarak askerî, idâri ve
edebî sahalardaki Türk varlığı, sadece klasik İslâm Tarihçilerinin değil,
çağdaş Arap yazarlarınında üzerinde hassasiyetle durdukları önemli bir konudur.
Bunlar içinde
Türkleri tenkid etmeyi bir üslûb özelliği hâline getiren bir çok arap yazarlar
olduğu gibi, ne yazık ki bu konuda çok ileri giden ve bunu nerede ise bir
hakaret derecesine kadar ileri götüren bir çok Arap yazarlarıda vardır.
Konunun
özelliği dolayısıyla, Orta-Doğu Türk Varlığı için Arap yazarlar
tarafından alışılagelmiş bu tenkidlerin burada geniş bir münâkaşa ve
değerlendirmesini yapmamıza imkân yoktur. Ancak biz sâdece Şağab Hâtûn hakkında
yapılan tenkidler ve onunda bir misâl olmak üzere en aşırısını ele almakla
iktifâ edeceğiz.
A - EL-HÜDARÎ
BEK NE DİYOR?
Şağab Hâtûnu
bu şekilde haksız, hissi, hemde çok acı ve aşırı bir şekilde tenkit eden
yazarların başında şüphesiz el-Hudari Bek bulunmaktadır. Emevîler ve
Abbâsiler devri ile ilgili olarak yayınladığı bir çok eserinde Türkleri hemen
her vesile ile tenkit eden müellif üzerinde durduğumuz Şağab Hâtûn ve
el-Muktedir devrini de acı tenkid etmekte ve şöyle demektedir;
"Hulâsa el-Muktedir'in
hilâfeti dönemi tümüyle Abbâsi Devletinin en kötü devri olmuştur. Zîra o
devirde kadınlar ve kadın hizmetçiler (!) devlet idâresine hâkim olmuşlar,
dolayısıyla da israf ve döküp saçma son haddini bulmuştur. el-Muktedir
ya kendisi, veya anası, yahutta el-Kahramânelerinden birine takdim
edilen rüşvete göre ya bir veziri azl veya diğerini tayin ederdi. Vezirlik,
belli bir rüşvet vaadi ile alınırdı. Bu bakımdan bu görevlilerin hemen hepsi
önce rüşvet olarak takdim ettikleri parayı elde etmek, sonrada halifenin hakkı
olan vergileri toplamak için halkın elinde avucunda ne varsa alırlardı. Bu
vergiler haklı mı yoksa haksız yollardan mı elde ediliyor kimsenin umurunda değildi.
Bu ise tam anlamı ile artık (Abbasîler) devletinin yıkılacağını ihbâr eden
köklü bozgunculuktan başka bir şey değildi.” (404)
Bu kabil
tutarsız tenkitlerin ilim, insaf ve izanla bağdaşması mümkün değildir. Bir
çeyrek asırlık bir dönemi, başta halife el- Muktedir olmak üzere bütün askerî,
idârî ve siyâsî erkânı yüzlerce adamı rüşvet, haksızlık ve adaletsizlikle
ittiham etmek ilimden de öte bir kin ve husumet ifâdesidir. Bu yazarlara
sormamız gerekir; Mâdem Şağab Hâtûn ve çevresi, bu kadar kötü idilerde 25 yıl
nasıl iktidarda kalmışlardır?
Daha açık bir
ifâde ile zulüm, haksızlık ve ayyuka çıkan rüşvet ve adaletsizliklerle bir
kadının hemde 25 yıl pâyidâr olduğu nerede görülmüştür? Bu sorulara gönül
ferahlığı ile cevap bulmamız mümkün değildir.
Çünkü Abbasîler
devletine hizmet ve emeği geçen Türk devlet adamları askeri ve idâri erkâna
yapılan bu kabil ağır tenkid ve it- tihamların bir tek sebebi vardır. O da,
onların gayrı Arap ve fakat Türk olmalarıdır. Şağab Hâtûn, kız kardeşi,
ve el-Muktedire yapılan tenkitler de işte böyledir. Asıl sebeb onların
tertemiz, faziletli birer Türk anaları olmalarıdır.
B - TÜRKLER
NİÇİN TENKİT EDİLİYOR?
Arap
yazarların, Abbâsi toplumundaki Türk varlığına böylesine hırçın davranmaları
kanaatimize göre başka başka sebeblerden kaynaklanmaktadır. Kuru bir şovenizmle
övünmek isteyen bir kısım çağdaş Arap yazarları; Abbasi Hilâfetindeki, değil
Türk askeri varlığı, Türk Hâtûnlarının bile zirvelerdeki bu göz kamaştırıcı
durumlarını gördükçe, izzeti nefislerinin yaralandığını hissetmekte ve bundan
büyük üzüntüler duymaktadırlar.
(404)
el-Hudari Bek a.g.e., s.
355.
Bu tarihi
gerçekleri insafsızca saptıranlar, eserlerinde Türkün Orta-Doğudaki tarihi
misyon ve varlığına saldırmayı bir üslûp özentisi hâline getirenler arasında
ünü bütün Arap dünyasını tutmuş meşhur yazar Ahmed Emin en ön sıralarda
bulunmaktadır. (405)
Bu meselede
onlara hak vermemek mümkünde değildir (!) Öyle ya, yan nomadik hayatın bu asil
öncüleri cihangir Asya ordularının kahraman temsilcileri, yağız çehreli
Türkler; İç Asyada İlâhi bir fırtına olarak kopmuşlar, sonra binlerce kilometre
ka-tederek İslâmın taht ve baht şehri Bağdad'a gelmişler, özellikle o çağlarda
büyük bir kültür ve medeniyet merkezi haline gelen bu şehirlerde ümmet
ummanında boğulup gitmeleri beklenirken, millet çizgisine çok yakın bir şuurla
hakim bir sınıf olmuşlardır.
Bundan da öte
Arap entellektüel çevrelerinin hor, hakir gördükleri ve gayri medeni el-Ulûc
( ) vahşi yaban eşeği (406) diye tavsif
ettikleri bu Türkler, kısa zamanda bu medenî çevreye adapte olmuşlar, ve
kendilerini çok medeni zanneden bu vahşi çöl sakinlerini, Arapları idâre etmeye
başlamışlardır. Bundan da öte onlar İslâm kültür ve medeniyetine Türkün vakûr
şahsiyetini yansıtan yeni yeni boyutlar kazanmışlar, hatta Orta - Doğu Arap
hâkimiyetine bile son vermişlerdir.
İşte bu günün
Arap zihniyeti ve onun haksız, üstelik tarihi tekâmülden ders almıyan nasipsiz
temsilcileri yazar çizer takımını asıl çileden çıkaranda, bü büyük Türk
varlığı ve onun, Arap ve Araplığın öz yurdu olan Orta-Doğu hakimiyetidir. Diğer
bir ifâde ile Türklerin Arapların orta-doğu hükümranlığına son vermeleridir.
Oysa umûmî tarihin mecrâsını
değiştiren, siyâsî, sosyal ekonomik sahalarda yeni yeni dengeler oluşturan,
İslâm Dinini gücüne erişilmez siyasi bir kudret haline getiren, dolayısıyla
Arapların millet varlığının cihangir Türk şemsiyesi altında zamanımıza kadar devam
edip gelmesini sağlıyan bütün bu oluşum ve gelişmelerden herkesten her
milletten ziyâde Arapların memnun olmaları ve Türklere minnet borçları
olduklarını bilmeleri gerekmektedir.
Gerçekte
Şağab Hâtûn'un hilâfet camiasına intisab etmiş Türk Hâtûnları arasında ap-ayrı
bir yeri vardır. Onun devlet işlerindeki nüfuzu ve asıl aktif durumu oğlu
el-Muktedir devrinde başlamış ve aralıksız 25 yıl sürmüştür. Bu yönü ile Şağab
Hâtûnu, Abbâsi Hilâfetinde değil diğer Türk Hâtûnları, Harûn er-Reşid’in
kıymetli eşi es-Seyyide Zübeyde de dahil hiç bir halife anası ile
mukâyese etmemiz mümkün değildir. Hattâ O, bu bilfiil hizmeti ve son derece
aktif durumu ile bir çok halifelerle dahi boy ölçüşebilecek bir durumdadır.
Zirâ Abbâsi
Halifelerinin çoğunun hilâfet müddeti 3 - 4 yılı geçmemekdedir. Yine Abbâsi
Halifelerinden dokuz halifenin hilâfet yılları toplansa ancak Şağab Hâtûnun
saltanat yıllarına eşit olmaktadır ki bu son derece ilginç bir tesbittir. Bir
diğer hususta Abbâsî Hilâfetinde hüküm sürmüş tüm 37 halifeden ancak beş halife
25 sene ve daha fazla bir süre saltanatta kalabilmişlerdir.
Bir kadın olmasına rağmen Şağab Hâtûnun Abbâsi Devletinin dâhili ve
hârici bir çok köklü problemlerle karşı karşıya olduğu bir devirde, hilâfet
merkezindeki son derece müessir ve aktif varlığını 25 sene sürdürmüş olması ve
olaylar karşısında dimdik ayakta kalması üzerinde çok daha önemle durulacak bir
husus olsa gerektir. Bütün bunlar kim ne derse desin Şağab Hâtûn'un ger-
çektende başarılı bir idâreci, hikmeti hükümete vâkıf üstün meziyetli bir Türk
Anası devlet ana olduğunu göstermektedir.
Şağab Hâtûnun devlet yönetimindeki aktif yılları bir nevi nüfuz ve
saltanatının 25 yıl sürdüğünü söylemiştik. Onun bu uzun süre devam eden hizmet
yıllarında on beşten fazla vezir değişikliği ve beş askeri darbe yapılmıştır.
Onun başarı grafiğinde bir çok inişler ve çıkışlar olmuştur.
Fakat O, bütün bu karma karışık olaylar karşısında paniğe kapılmamış,
azmini irâdesini kullanarak bir çıkış yolu bulmayı düşünmüştür. Olayların
karşısında yenilemesini bilmiş, mümkün olduğu kadar yeni bir insiyatif ve soğukkanlılıkla
yaklaşmıştır. Gerektiği takdirde şahsi olarak hiç bir maddi külfet ve
fedâkârlıktan çekinmemiştir. Nitekim Karmatilerin Bağdadı, yağmalamalarını
önlemek için şahsi servetinden yaklaşık olarak 3 milyon dinar, ancak
trilyonlara varan nakit para sarfetmiştir.
O, gerektiğinde olayların üstüne bir dişi kaplan gibi atılmış,
müsebbiblerini cezâlandırmak veya görevine son vermekten çekinmemiştir.
Nitekim oğlu el-Muktedire karşı sinsi bir ihtilâl teşebbüsünde bulunan Ümmü
Mûsâ'nın üzerine hışımla yürüyen Şağab Hâtûn, onu, aile ve yakın çevresini
darma dağın etmiştir.
Onun her biri birer haklı gerekçeye dayanan bu yerinde uygulamaları,
olaylar karşısında kendine has tutum ve davranışları mülki, idârî ve askerî
erkân arasında şahsiyet ve otoritesini öylesine artırmıştı ki,
"es-Seyyide-Vâlide Sultan" denildiği zaman hatta bazı vezirlerin bile
renginin değiştiği olurdu. Devlet erkânı mümkün mertebe ona olan saygı ve hürmette
hiç bir kusur etmemeye çalışırlardı. Nitekim baş vezir Ali b. isânm, Şağab
Hâtûna takdim ettiği çok uzun arizasındaki parlak ifâdeler bu konuda biz- lere
çok yeterli fikirler vermektedir.
Şağab Hâtûn
mecbur olmadıkça olayların üstüne gitmemiş, olayları tırmandırmak yerine
yatıştırmaya çalışmıştır. O, zaman zaman kötü emellere alet olanlara bile
şefkat elini uzatmış, şaşılacak derecede yakınlık göstermiş ve iyiliklerde
bulunmuştur. Devlet hâzinesinin yetmediği yerlerde gerektiği zaman, oluk oluk
kendi malını, servet ve hâzinelerini sarfetmekten çekinmemiştir.
Onun
zamanında da büyük olaylar patlak vermiştir. Şağab Ana, bu dehşet verici
olayları, bilgisi, dirâyeti kendine has aklı ve dehâsıyla göğüslemeye çalışmış
ve bunda, büyük ölçüde muvaffakta olmuştur. Onun bu müstesnâ meziyetlerine
işâret eden İbni Kesir haklı olarak şöyle demektedir;
"O,
oğlunun hilâfeti döneminde haşmet, ululuk, nüfuz ve saltanat bakımından
zirvelerde idi. (Onu aşan hiç kimse yoktu)" (407)
Buraya kadar
olan açıklamalarımızda ilk defâ büyük Türk Aricisi Şağab Hatun üzerinde
durulmuş, onun mümtaz şahsiyeti gün ışığına çıkarılarak Türk tarihine
kazandırılmıştır. Yine bu vesile ile Abbâsi Hilhafetinin 25 yıllık çok
uzun bir devresinin Türk ve İslâm tarihi açısından temel kaynakların rivâyetleri
ile önemli bir varlık haline gelmiş olan Türk Hâtûnları hakkında
yaptığımız bu araştırmalar, bundan sonraki çalışmalarımızda da devâm edecektir.
(407)
İbnü'l-Esir, XI, s. 175.
Şağab Hâtûnla ilgili olarak yaptığımız bu açıklamalar ve bir tarih muhâkemesi
içinde sunmaya çalıştığımız devrin siyâsi, sosyal olayları, bir diğer ifâde
ile "Mukaddes Çevreler ve Eski Hilâfet ülkelerindeki Türk Hâtûnları"
adındaki bu orijinal çalışmamız burada sona ermektedir. Bu çalışmamızda
Abbâsilerin ilk devirlerinden başlıyarak el-Muktedir (908-932) dönemine kadar
uzanan tarih süreci içinde hilâfet câmiasında kendini gösteren değerli Türk
Hâtûnları üzerinde durulmuş, onların hayatı, şahsiyeti toplum içindeki yerleri,
hulâsa Abbasî toplumundaki Türk Anaları hakkında ilk defâ ciddi bir araştırma
yapılmış ve çok geniş bilgiler verilmiştir.
Burada bizim önemli vurgulamak istediğimiz bir temel nokta daha vardır. O
da Abbâsi Hilâfetinin Şağab Hâtûn ve el- Muktedir'den sonrada iki asırdan fazla
bir süre ayakta kalmayı başarmış karasal büyük bir imparatorluk olmasıdır. Bu
takdirde asıl dile getirilmesi gereken mesele; bundan sonraki bu uzun devirlerde
hilâfet câmiasında aktif rol oynamış Türk analarının durumu ve etkin
şahsiyetleridir.
Hemen şunu itiraf ve kabul etmemiz gerekir ki; bu devirlerde de hilâfet
câmiasında yaşamış etkin şahsiyeti ve müstesna kişilikleri ile dikkatleri
üzerine çekmiş ve o topluma kendilerini kabul ettirmiş faziletli olgun daha bir
çok Türk Anaları vardır. Özellikle büyük Selçukluların gölgesi çok kısa bir
zamanda bütün Islâm ülkelerini kaplayan Türk Sultanı Tuğrul Bey'in
önderliğinde, hemde bir kurtarıcılar ordusu, hâlinde İslâm dünyasında boy
göstermeleri ve İslâmın taht ve baht şehri Bağdad'a ulaşmaları ile birlikte
hilâfet câmiasında, şahsiyetli Türk Hâtûnları, özellikle aristokrat Selçuklu
Prensleri için yeni bir haşmet devri daha başlamış ve bu devirler bütün
ihtişamıyla Abbasîlerin, Türk Moğol orduları tarafından yıkılışına kadar devam
etmiştir. (1258)
Bu ne büyük bir mutluluktur ki; bizim daha önce yayınlanan "Abbâsi
Hilâfetinde Selçuklu Hâtûnları ve Türk Sultanları adında hacimli çalışmamızda
işte bu mesele ele alınmıştır. Eserde değerli Abbâsi Halifesi el-Kâim
Biemrillahtan (1031 - 1075) itibaren büyük Abbâsi İmparatorluğunun yıkılışına
kadar uzanan geniş devirlerde bu önemli konu üzerinde durulmuş ve Türk
Hâtûnlarının hilâfet ülkelerindeki tarihi misyonu hem de ilk defa bütün ayrıntıları
ile ortaya konulmuştur. Böylece bu büyük misyona, yani Türk Sultanı ile Abbasî
Hâlifesinin Türkün parlak kılıncının gölgesi altında bir kei’e daha
kucaklaşması ve yeni zinde bir güç meydana getirmesi misyonuna emeği geçen bir
çok Türk Anası ve bu arada Selçuklu Türk Hâtûnlarının kudsi hizmetleri dile
getirilmiş, onların hayatları ilk defa gün ışığına çıkarılmıştır. *
Bizim bu yönde yaptığımız bu son çalışma ile madalyonun öbür yüzüde
aydınlatılmış, konu tam bir bütünlük içinde Türk Tarihine kazandırılmış, ve
çok değerli Türk okuyucularının takdirine sunulmuştur. Bu şüphesiz Türk Tarihi,
Türk Kültürü ve Türk Medeniyeti için ummanları dolduracak kadar bir zenginlik,
aynı zamanda bir tarih mirasıdır.
Evet, Türk milletinin niçin büyük, ulu şerefli, hemen her devirde dimdik
hayatta ve ayakta kalmış olmasının asıl sırrını arayanlar, bu iki kitabı
okuduktan sonra aradıklarını bulacaklar ve kendilerini büyük bir huzur ve gönül
ferahlığı içinde hissedeceklerdir.
EK - 1
TÜRK HÂTÛNLARI İLE EVLENEN
ABBASÎ HALİFELERİ
Abbâsî
Halîfeleri |
Türk Hâtûnları |
||
1 |
-
el-Mansur; |
(754 -
775) |
Semerkant
Melikinin Kızı |
2 |
- er-Reşîd
Harun; |
(786 -
809) |
Meracil
Hâtûn (*) Maride
Hâtûn (*) |
3 |
-
el-Mutasım Billâh; |
(833 -
842) |
Şuca
Hâtûn |
4 |
-
el-Mutezid Billâh; ' |
(892 -
902) |
Çiçek Hâtûn (*) Katru'n-Ned Hatun Sağab
Hâtûn (*) |
5 |
-
el-Kâim Biemrillâh; |
(1032-
1075) |
Hatice
Arslan Hâtûn |
6 |
-
el-Muktedî Biemrillâh; (1075 - 1094) |
Seferi
Hâtûn Mah
Melek Hâtûn (*) |
|
7 |
-
el-Mustazhir Billâh; |
(1094 -
1118) |
Gümüş Hâtûn (*) İsmet Hâtûn |
8 |
-
ei-Müsterşid Billâh; |
(1118-
1135) |
Fulâne (veya) Emire Hâtûn Türk Hâtunu (*) |
9 |
-
el-Muktefî Liemrillâh; |
(1136- 1160) |
Fatıma Hâtûn (*) |
10 |
-
el-Mustazî Biemrillâh; |
(1170 -
1180) |
Zümrüd Hâtûn (*) |
11 |
-
en-Nâsır Lidinillâh; |
(1180 -
1225) |
Selçuka Hâtûn Türk Câriyesi |
12 |
-
ez-Zâhir Biemrillâh; |
(1225 -
1226) |
Türk
Hâtunu (*) |
(*)
Ümmü'l-Veled olan Türk Hâtûnlarıdır. Bu, Abbasî toplumunda manevî yüce
bir şereftir. Bir veliahd, veya halîfe anası olan Türk Hâtûnlarıdır. Ümmü'l-Veled, yani halîfeden
bir erkek evlad dünyaya getiren ve halîfenin bizzat nikahlı eşi olan
kadınlardır. Onların gerek saray, gerekse hem cinsleri arasında ap-ayrı bir
yeri ve saygınlığı olurdu.
SEÇİLMİŞ BİBLİYOGRAFYA
-
Abu'l-Farac, Tarihi, Çev.
Ö.R. Doğrul, Ankara, 1987.
-
Ahmet Emin, Zuhru'l-İslâm
Kahire,. 1962.
-
Asım Necib, Türk Tarihi, I,
İSTANBUL, 1326.
-
Asım Necib, Osmanh Tarihi,
İstanbul, 1335.
-
Avvad G., Mucemû
Ülemai'l-Arab, Beyrut, 1986.
-
Balkan, K, Eski Ön
Asya'daki Kut Halkının Dili İle Eski Türkçe
Arasındaki Benzerlik, Erdem, VI. Ocak 1990.
-
Bayram, S, Kaynaklara Göre
Doğu Anadolu'da Proto-Türk İzleri, T.D.A., Sayı: 62, Ekim 1989.
-
el-Belazurî, Fütuhu'l-Büldan,
(Nşr: el-müncid) Kahire 1957.
-
el-Belazurî,
Fütuhu'l-Büldan, Çev. M. Fayda, Ankara, 1987.
-
el-Beyhâkî, K.
Tarihü'l-Hükemâ, Süleymaniye Kütüphanesi No: 3222, v. 81/a
-
Bilgiç, E, Sümerlerin
Tarih, Kültür ve Medeniyetleri, Atatürk'ün
Doğumunun 100. Yılı
Armağanı Dergisi, D.T.C.F., Ankara 1982.
-
Brockelman, C, İslâm
Milletleri ve Devletleri Tarihi, Çev. N. Çağatay, Ankara 1964.
-
el-Câhız, Fezailü'l-Etrak
(Tah. A.M. Harun) Mısır, 1958.
-
el-Câhız, Hilâfet
Ordularının Menkıbeleri, (Çev. R. Şeşen)
-
Cem, İ. Semahattin, İbrahim
Peygamber ve Nemrut, İsi (Aylık Dergi) sayı: 77, Şubat 1964.
-
Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya
IV. (Haz. M. İz.) ANKARA, 1985.
-
Danişmend, İ.H, Türklük ve
Müslümanlık, İstanbul, 1959. =
-
Danişmend, İ.H, Türk Irkı
Niçin Müslüman Oldu? Konya 1987.
-
ed-Dineverî,
Ahbaru't-Tıvâl, MISIR, 1330.
-
ed-Diyarbekîrî, Hüseyin b.
M. el-Hasen, Tarîhü'LHamîs, Beyrut,1283.
-
Ebîl-Fidâ, el-Muhtasar fî
Tarihi'l-Beşer, Mısır, 1325.
-
Ebî-Temmam,
es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1987.
-
Ebû Yâlâ, el-Hanbeli,
el-Ahkâmus-Sultâniyye, Mısır, 1938.
-
Ekincikli, M., Türk İnanç
ve Dini Hayatının Tarihi Seyri, TDA Dergisi, Sayı: 74, s. 28-46, 1991.
-
Elriade, M, Orta Asya ve
Kuzey Kavimlerinde Semavî Tanrılar,(Çev. H. Güngör) I.Ü.İ.F. Dergisi, 1948
-
Gerdizî, Zeynü'l-Ahbar
(Nşr. Abdülhayy Habibi), Tahran, 1347.
-
el-Hamevî,
Mu'cemü'l-İİdebâ, MISIR, 1923.
-
el-Hamevî,
Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut, 1955.
-
el-Hatib, el-Bağdâdî,
Tarih-u Bağdad, Mısır 1931.
-
el-Hanbeli, İbnu'l-limâd,
Gezeratü'z-Zeheb, Beyrut, 1937.
-
el-Hemezânî, Muhammed b.
Abdü'l-Melik, Tekmileh, Tah. M.E.,
İbrahim Beyrut, 1967.
-
el-Hilâl, es-Saabi,
Tarihu'l Vüzerâ, Beyrut 1904.
-
Hitti, Ph.K., The Arabs,
Chicago, 1962.
-
Hitti, Ph.K., The Arabs in
History, Great Briatain, 1970.
-
Hitti, Ph.K., İslâm Tarihi,
İstanbul, çev. S. Tuğ, 1980.
-
el-Hudarî Bek, Muhâdarat
Tarihu'l Ümemil-İslâmiyye, Mısır,1934.
-
İbni Asam, el-Kufî, K.
el-Fütuh, Beyrut, 1986.
-
İbni Habib, M.K,
el-Muhabber, Haydarabad, 1942.
-
İbni Haldun, Tarih, Beyrut,
1971.
-
İbni Haldûn, Mukaddime,
Kahire 1348.
-
İbni Hallikan,
Vefayâtü'l-Ayân, Tah. M.M., Abdülhamid, Kahire,1348.
-
İbni Haşim, el-Halideyyeyn,
K. el-Tuhuf Ve'l-Hedeyâ, Tah. s.Dehhan, Mısır.
-
İbni Havkal, K.
Suretü'l-Ard, Leiden, 1938.
-
İbni Hazm, es-Sire, Mısır,
1357.
-
İbni Hubeyb,
Esmâül-Muğtalin, Nevardrü'l-Mahtütat, Tah. A.M.,Hârun, Kahire, 1954.
-
İbni Kesir, el-Bidâye,
vern-Nihâye, Beyrut, 1966.
-
ibni Kuteybe, el-Maarif,
(Tah. S. Akkaşe), Kahire, 1979.
-
İbni Saad,
Tabakatü'l-Kübra, Beyrut, 1958.
-
İbni Tağriberdi, Cemâlû'd -
Din, Ebîl-Mehasin, en - Nûcumü'z -Zahire fi Mülüki'l - Mısır ve'l - Kâhirah,
Mısır, 1963.
-
İbnü'l-Esir, Ali b. Ebi'l
Kerem, el-Kâmil fit-Tarih, Beyrut, 1965.
-
İbnü'l-Verdi, Zeynü'ddin
Amr, et-Tetimme el-Muhtasar, Tah. A.R.,el-Berravî, Beyrut, 1970.
-
el-lsfahani, Ebu’l-Ferec,
K. el-Ağani, Beyrut, 1970.
-
Kafesoğlu, I., Türk Milli
Kültürü, Ankara, 1977.
-
el-Kayravâni,
Züherü'l-Âdâb, Tah. A.M. el-Becâvi, Kahire, 1953.
-
el-Kindi, K; el-Vûlât,
Kâhire.
-
Kitapçı, Z., el-Türk
fi-Müellefâti'l-Cahız, Beyrut, 1972.
-
Kitapçı, Z.,
Ümmahatü'l-Hulefâ Min Cevâri'l-Etrâk, MecellelMecmau'I-luğah el-Arabiyyen,
Dımışkı 1972.
-
Kitapçı, Z., Arap
Şehirlerine Yerleştirilen İlk Türkler, Türk Kültürü,Ankara 1972.
-
Kitapçı, Z., Türkistan'da
Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları,İstanbul, 1988.
-
Kitapçı, Z., Orta Asya'da
İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Konya,1989.
-
Kitapçı, Z., Hz.
Peygamber'in Hadislerinde Türk Varlığı, İstanbul,1989.
-
Kitapçı, Z., Orta Doğu'da
Türk Askerî Varlığının İlk Zuhuru,İstanbul 1989.
-
Kitapçı, Z., Saadet Asrında
Türkler, Konya, 1993.
-
Kitapçı, Z., Yeni İslâm Tarihi
ve Türkler, I. Konya, 1994.
-
el-Kurtubî, Arib b. Sad,
Sıleh, Tah. M.E., İbrahim, Beyrut, 1967.
-
Kuzgun, S., Kur'an-ı
Kerim'de Zulkarneyn Meselesi, ErciyesDergisi, s. 48, Kayseri, 1982.
-
Kuzgun, S., Hz. İbrahim ve
Haniflik, Ankara, 1987.
-
Lendberg, B., Ön Asya Kadim
Tarihinin Meseleleri, Ankara,1943.
-
Mahmud, S.F.A., Short
History Of İslâm, London, 1960.
-
Mahmûd en-Nakşibendi, N.,
ed-Derahimü'l-İslâmî, Bağdat,1969.
-
el-Makdisî, el-Bedü
Ve't-Tarih, Paris, 1903, III.
-
Memiş, E., M.Ö. 3. Binyılda
Anadolu'da Türkler, TDA, Sy. 53,Nisan, 1988.
-
el-Mesûdî, Ali b. el-Hasen,
et-Tenbih Vel-Eşrâf, Tah. A.l. es-Sâvî,
. el-Kahire, 1357.
-
el-Mesûdî, Mürûcü'z-Zeheb,
Tah. M.M., Abdülhamid, Mısır, 1965.
-
Müneccimbaşı,
Sehaifü'l-Ahbar, (Çev. Şair Nedim), İstanbul,
1258.
-
el-Narşahî, Tarihü Buhara,
(Nşr. E. A. Bedavi) Mısır, 1965.
-
Oransay, B.S., Sümer, Çin
ve Türk İlişkileri, Ön Asya Mecmuası,s. 55, Mart 1970.
-
Remzi, M.M.,
Telfiku'l-Ahbar, I. ORÜNBCIRG, 1908.
-
er-Re$id, ez Zübeyr, K.
ez-Zehâir Vet-Tühûf, Tah. M. E.
Hamidullah, Kuveyt, 1959.
-
es-Salih, S., İslâm
Mezhepleri ve Müesseseleri, İstanbul, 1983.
-
es-Sealibi,
Letâifü'l-Mâarif, Tah. I. el-Ebyâri, H.K. es-Sayratî,Mısır, 1960.
-
es-Suyûti, Abdurrahman b.
Ebî Bekr, Tarihül-Hülefe, Mısır,1952.
-
et-Taberî, înnü Çerin-,
Tarihu'l-Ümemi el-Mülük, Tah. tyl.E. İbrahim,Beyrut, 1967.
-
et-Temîmî, Ebî Temmâm, M.
b. Hıbben b. Ahmed, es-Sîretü'n
Nebeviyye ve Ahbaru'l
Hulefâ, Beyrut 1987.
-
Ûçok, B., Emeviler,
Abbasiler, Ankara, 1968.
-
Zeydân, Corci,
Târihü'l-Temeddüni'l-İslâmi, Beyrut, 1967.
-
Zihni, H.M.,
Meşâhîrûn-Nisâ, İstanbul, 1982.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. et-Türk; The Turks in The Works of
al-Jahız and Their Position in Islamic History, Beyrut, 1972.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Hz. Peygamber'in Hadislerinde Türk Varlığı
Selçuklular- Moğollar, İstanbul, 1989, II. Baskı.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Orta Asya'da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Konya,
1994, III. Baskı.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Yeni İslâm Tarihi ve Türklef , Konya
1994, III. Baskı.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Saadet Asrında Türkler İlk Türk Sahabe
Tabiî ve Tebea Tabîleri, Konya, 1993.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Milli Tarih ve Kültür Davamızın Meseleleri, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1993.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Orta Asya'nın Büyük İslâm Kültür ve Medeniyetindeki
Yeri, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1994.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Abbâsi Hilâfetinde Selçuklu Hâtûnları ve
Türk Sultanları, S.Ü.,
Konya, 1994.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Orta Doğuda Türk Askerî Varlığının İlk Zuhuru, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1988.
Prof Dr. Kitapçı, Z. Türkistanda Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları, Türk
Dünyası Araştırmalar! Vakfı, İstanbul, 1988.
Prof. Dr. Kitapçı, Z. Şağab Hâtûn Abbâsi Hilâfetinde Örnek Bir Türk
Anası, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1991.
Prof, Dr. Kitapçı, Z. Mukaddes Çevreler ve Eski Hilâfet Ülkelerinde "TÜRK
HATUNLARI", Konya, 1995