Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

MUKADDES ÇEVRELER VE ESKİ HİLAFET ÜLKELERİNDE TÜRK HATUNLARI 2

 

 

2-     TOLONİLER VE ABBASİ HİLAFETİ

A- HUMARAVEYA TARİH SAHNESİNDE

a- Humâraveyh'in Yeni Politika Arayışı

Ahmed'in vefatından sonra onun yerine oğlu Humaraveyh geçmiştir. (270/883) Humâraveyh "mülk-ü Mısra" vâris olduktan sonra yeni bir politika icabı Bağdatla hoş geçinmek istemiştir. Gerçekte, merkezle iyi geçinme politikasının temeli bir bakıma onun babası tarafından atılmıştı. Zira; Ahmed b. Tolon, daha ölüm döşeğinde iken, Halife el-Mutemedin bütün yetkilerini elinde bulunduran (bir nevi nâibi olan) kardeşi el-Muvaffak sulh yapma temayülünde bulunmuştu. Fakat iki taraf arasındaki müzakereler bir netice vermeden Ahmed Bey ölmüştü. (270/883)

(207)    Ibnül-Abiri, Tarihu Muhtasarud Düvel, s. 147.

(208)    Ibnül-Abiri, a.g.e., s. 148.

Onun yerine geçen oğlu Humâraveyh, şecaat, kahramanlık, hüsnü tedbir, siyaset ve kiyaset bakımından merhum babasından hiçte geri değildi. O da tıpkı babası gibi devrin halifesi el-Mutezid Billâhla çok daha iyi münasebetler kurma yoluna gitmiştir. Hatta o bu münasebetlere yeni boyutlar kazandırmak istiyordu. Ona göre bu ilişkilere sosyal bir muhteva kazandırılmalı idi. Sıcak ve samimi bir zemin üstüne oturtulması lazımdı. İşte bütün bu güzel düşünce ve iyi niyetli teşebbüsler en sonunda, mülk-ü Mısırdan, Bağdada Abbasi hilafetine, güzelliği dillere destan soylu bir Türk Prensesi Katru'n-Neda Hatunun muhteşem bir düğün ile gelin gitmesiyle noktalanmıştır. İşte bundan sonraki sayfalarda, bu büyük oluşumun perde arkasına bakılacak sayfa sayfa, ince zeka üstün aklı ve fevkalade ruh ve beden güzelliği ile süslü olan Katrun-Neda Hatun, onun haşmet azamet bakımından dillere destan ve uzun seneler yankısı devam eden asrın düğünü üzerinde durulacak ve onun hilafet saraylarındaki göz kamaştıran hayatı hakkında geniş bilgiler verilecektir.

b- el-Mutazıd; Bağdad-Mısır İlişkileri:

Gerçekte el-Mutazıd da hilafet makamına geçtikten sonra aynı şeyleri düşünmüş ve Mısırdaki Türk sultanlığı ile güzel geçinmek ve münasebetlerini geliştirmek istemiş ve Hümaraveyh'in Mısır ve Yakın Şarkla ilgili bütün hükümranlık haklarını kabul ve tasdik etmiştir (213). Karşılıklı anlayışa dayanan bu güzel münasebetleri (213) Üçok, B; Emeviler, Abbasîler, Ank. 1968, s. 110-111.

Humaraveyh, daha sıcak ve samimi bir hale getirmek istiyordu. O çağlarda böylesine güzel münasebetler kurmak ve devam ettirebilmek için Halife, Sultan ve hükümdarlar arasında kıymetli hediyelerle birlikte bir birinden güzel bir çok cariye köleler takdim etmek köklü bir adet idi (214). Fakat bundan çok daha önemlisi sıhriyet bağlan ile bağlanmaktı. Sıhriyet bağlarının iki tarafın münasebetlerinin gelişme ve derinleşmesinde çok daha önemli bir yeri olurdu. Bunun hemen her milletin tarihinde bir çok ilginç örnekleri vardır. Mısır Türk Sultanı Humaraveyh'in kafasında yatan da, yani iki hanedan arasında sıhriyet köprüsünün bir an önce kurulması idi.

Diğer taraftan onun güzelliği dillere destan olan bir kızı vardı. Adı Esma olan bu kız, (215) güzelliği kadar zekası ahlakı, terbiyesi ve üstün medeni davranışları ilede ün yapmıştı. Belkide onun nazlı nazenin melek yaratılışta bir kız olduğu içindir ki, çevresi ona daha sonraları "Şebnem-Çiğ Danesi" manasına "Katru'n-Neda" lakabını vermişlerdir (216). İbnü'r-Rumi şiirlerinde "Bedru'd - Deca - Karanlıklara Doğan Ay" olarak tavsif etmektedir (217). İşte Humâraveyh Halifeye karşı beslediği bu güzel duygusunun samimi bir ifadesi olmak üzere, "Katru'n-Neda" lakabı ile anılan o güzel kızı Esma'yı, hilafet merkezine yani Abbasi Sarayına gelin olarak göndermek istiyordu.

B- MISIR ELÇİSİ EL-CESSAS BAĞDAT'TA

a- İlk Temaslar

Diğer taraftan Mumâraveyh ailesini, bu meselede çok daha rahat davranmaya zorlayan sebebler vardı. Bunların başında da

(214)    el-Mesudi, Müruc, IV, s. 210.

(215)    ibnü Hallikan, Vefayatu'l-Ayan, II, s. 249, ibnü İmad, Şezaret, II, s. 179, H.M. Zihni Efendi, Meşahirun-Nisa, II, s. 158.

(216)    et-Taberi, ibni Tağrıberdi, en-Nücum, III, s. 53, ibnül Abiri, a.g.e., s. 150, el-Kindi, K. el-Vülad, s. 240.

(217)    el-Mesudi Müruc, IV, 271, H.M. Zihni Efendi, a.g.e., II, s. 160.

Çiçek Hatun geliyordu. Çiçek Hatun, el-Mu'tazıd'ın sarayındaki en gözde Türk analarından biri bir valiahd anası idi. Onun oğlu Ali evlenecek bir olgunluğa ulaşmıştı. İşte Humaraveyh kızını, ana tarafından Türk olan Çiçek Hâtun'un oğlu Ali ile evlendirmek istiyordu.

Bunun içinde Humaraveyh, çok yakın adamlarından biri ve daha ziyade İbnü'l-Cessas adıyla bilinen Hüseyin b. Abdullah'ı çok kıymetli paha biçilmez hediyelerle birlikte hilâfet merkezine göndermiştir (279/892) (218). Diğer tarihçilerin aksine et-Taberi, hilafet çevrelerinin hiçte alışık olmadıkları böylesine yüklü hediyeleri bütün ayrıntıları ile zikretmekte, onların nevileri ve cinsleri hakkında geniş bilgiler vermektedir. Böylece vaktiyle o hediyeleri görenler hayran kaldığı gibi bugün onları bu tarih sayfalarından okuyanlarda şaşkınlığa varan bir hayranlık duymaktadırlar.

b- Halifenin Beklenmedik Cevabı

İbnü'l-Cessas pek tabii olarak sarayda temaslarına başlamış ve Humâraveyh'in kızı, Esmayı daha sonra el-Müktefi Billah adıyla hilafet makamına geçecek olan Çiçek Hâtun'un oğlu Ali ile evlendirmek niyetinde olduğunu söylemiştir. Abbasi Halifesi el-Mutazıd bundan fevkalade duygulanmış ve beklenmedik bir karşı teklifte bulunarak şöyle demiştir:

"Madem Humâraveyh bizimle şeref yab olmak istiyor! Öyle ise ben onun şerefini dahada yükselteceğim ve kızı ile kendim evleneceğim (219).

el-Mesûdi, Halifenin başta İbnü'l-Cessas olmak üzere kafilede bulunan 7 kişiye özel ihsanlarda bulunduğu ve hilaflar giydirdiğini zikretmektedir (220). Mamafih burada bir noktayı zikretmeden

(218)    el-Mesudi, a.g.e., IV, s. 234, et-Taberi, X, s. 30.

(219)    İbni Hallikan, Vefayat, II, s. 249.

(220)    eJ-Mesudi, Müruc, IV, s. 234.

geçemiyeceğiz, O da İbnü'l-Cessas'ın sanıldığının aksine çok aç gözlü hasis ruhlu bir kimse olmasıdır. Zira Humaraveyh'in kızı namına halifeye gönderdiği o paha biçilmez hediyelerin önemli bir bölümünü yanında alıkoymuş ve kendisi için saklamıştır.

Nitekim el-Mesûdide İbnül-Cessas'ın herkesi kıskandıran aşırı zenginliğinin asıl sebebinin bu saklantı servetler olduğunu kaydetmektedir (221). Fakat bunun dedikodusu etrafa yayılmış ve senelercede sürmüştür. el-Muktedi, Şağab Hatun'un oğlu hilafet makamına geçinde bu İbnül-Cessas'ın yakasına yapışmış, haksız yoldan ele geçirdiği o paha biçilmez kıymetli hediyelerin hesabını sormuş ve bütün mallarını müsadere etmiştir. (302/914) İbni İmâd el-Hanbeli, Halifenin resmen el koyduğu bu had ve hesaba gelmez servetlerin pek çoğunun Humaraveyh'in kızı ve el-Mutazıdın eşi Katrun-Nedâya aid olduğunu zikretmektedir (222).

3-    ASRIN DÜĞÜNÜ VE KATRÜ'N-NEDÂ HÂTÛN

A- DÜĞÜN HAZIRLIKLARININ BAŞLAMASI

a- Söz Kesimi ve Nikah

Şimdi sıra düğün hazırlıklarına gelmişti. Muasır kaynaklarda asrın düğünü hakkında çok geniş bilgiler vardır.

Bu cümleden olmak üzere önce Katru'n-Nedâ'nın mihri tesbit edildi. el-Mesudi ve daha birçok yazarlar bunun 1.000.000 dirhem, (yaklaşık iki trilyon TL.) (223) İbni İyaz ise meşhur eserinde "Dinâr" olduğunu kaydetmektedir (224). Bu ilk temas ve müsbet gelişmelerden sonra Türk kafilesi Mısır'a dönmüştür. (280/893) Abbasi halifesi başta Humâraveyh olmak üzere saray erkânına

(221)    el-Mesudi, Müruc, IV, s. 234.

(222)    ibni Imad, Şezarat, II, s. 283.

(223)    el-Mesudi, Müruc, IV, s. 234, ibni Tağrıberdi, en-Nücum, III, s. 53.

(224)    İbni lyas, Bedayi, I, s. 171.

takdim edilmek üzere birçok hediyeler göndermeyide ihmal etmemiştir. el-Kindi aynı yılda Mısır'a Türk sarayına Halife tarafından gönderilen başka bir kafileden daha bahsetmektedir. Kâfile, Şerif adında, Halifenin özel ulağı başkanlığında gelmişti. Yanlarında saraya takdim edilmek üzere 12 hilat, 12 kıhnç kıymetli cevherlerle süslü tac ve kaftanlar vardı (225). el-Mutazıd'ın bu kafileyi düğünle ilgili hazırlıkları yakından görmek ve gelişmeler hakkında bilgi edinmek üzere gönderdiği anlaşılmaktadır.

b- Kimsenin Görüp İşitmediği Çeyizler:

Bundan sonra asıl hazırlık Mısır'da Tolon oğulları sarayında başlamıştı. Baba Humaraveyh, kızının düğünü için göze alamayacağı hiç bir fedakarlık yoktu. Bu düğünün Mısır Türk sultanlığının şanına şerefine layık bir şekilde olmasını istiyordu. Bunun için hâzinenin bütün kapılarını arkasına kadar açmış, nesi varsa Katru'n-Neda'nın yoluna dökmüştü. Hilafet sarayına hazırlanan çok değerli hediyeler yanısıra, her biri ayrı güzellikte bin bir kap-kacak, top top ipek kumaşlar ve bunlardan yapılmış binbir çeşit mücevherlerle süslü elbiselerin had ve hesabı yoktu. O kadarki, bunca giyim kuşam yanısıra dört bin ipek şalvar dikilmiş ve bunların özenle dokunan uçkurlarının her birinin ucuna güvercin yumurtası büyüklüğünde bir inci takılmıştı. Düğün hediyesi ve çeyiz için hazırlanan altın gümüş takılar inci, elmas yakuttan bin bir çeşit kıymetli mücevherlerle süslü eşyalar o kadar çoktuki es-Suyuti bunların on sandık olduğunu kaydetmektedir (226). Bütün bunlar dağlar gibi yığılıp kalmıştı. İbni İyaz, Mısırlı büyük tarihçi, olayları çok iyi bilen adam, yalnız bu hediyeler ve Katru'n-Neda'nın düğün eşyalarının Mısırdan Bağdad'a naklinin altı ay sürdüğünü zikretmektedir ki onun sadece bu rivayeti bile, düğün hazırlığının boyutları ve ihtişamı hakkında bizlere hayret ve şaşkınlık

(225)    el-Kindi, K. el-Vülat, s. 240.

(226)    es-Sûyûti, s. 380.

vermektedir (227). Bu bakımdan devrin tarihçileri bu akıl almaz üğün çeyizini tasvir ederken hayretlerini şu cümlelerle ifade etmişlerdir Katru’n-Nedaya babası öyle çeyiz hazırladıki; ondan önce hiç bir kimsenin kızı için böylesine muazzam bir çeyiz hazırladığı ne duyulmuş, ne de işitilmiştir (228).

B- KATRü’N-NEDA BAĞDAD YOLÜNDA

a- Gelinin Uğurlanması:

Düğün eşyaları ve kıymetli hediyeler yukarda da işaret edildiği gibi daha önce peyder pey Bağdad'a gönderilmişti. Artık şimdi sıra Katru'n-Neda ve onunla birlikte düğün alayının Mısırdan hareket etmesine gelmişti. Bu büyük düğün alayının kimlerden oluştuğu hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Ancak, İbnü'l-Cessas, Humaraveyh ailesini temsil etmek üzere yine bu muhteşem düğün alayının başında idi. Düğün alayına, bunların çoğu onu uğurlamak için, Saray erkanı ve Katru'n-Neda'nın bir çok yakınlarıda katılmışlardı. Bunlar arasında onun hayır ve hasenat yapmaya düşkün son derece dindar saygı değer halası Abbâse de vardı.

Düğün alayı ve buna katılan büyük kalabalık, Kahireden hareket etmiş ve Mısır-Şam istikametindeki kervan yolunu takip ederek son Mısır hudut (çıkış) yerine gelmişler ve çadırlarını burada kurmuşlardır. Burada hazin bir ayrılık olmuştu. Düğün alayı Bağdad'a, geri kalan hısım akraba ve saray erkanı da yine Kahireye dönmüşlerdir. Ancak yaşlı hala Abbâse, bu hudud bölgesinde bir müddet daha kalmış buraya içinde çok güzel camii, alış-veriş mahalli, pazar yeri bulunan gösterişli bir köy inşaa ettirmiştir. Türk anası insanlığın hayrına olan medeni vasfını burada da göstermiştir. Zira, Hala sultanın asaletine bakınız ki kendi çadırlarının kurulduğu bu yerlere şimdi yeni mamur müreffeh bir köy kurdurmuş ve bunun

(227)    İbni İyas, Bedayi, I, s. 171.

(228)    Ibnil Kesir, XI, s. 66.

bütün masraflarını kendi kekesinden karşılamıştı. İbni Hallikan bu köye dirayetli Türk anasına izafeten "Abbase Köyü" denildiğini ve hala mamur ve müreffeh bir köy olduğunu kaydetmektedir (229).

b- Katru'n-Neda'nın Bağdada Gelişi:

İbnü'l-Cessas'ın başkanlığında hareket eden düğün alayı, et-Taberinin bize bildirdiğine göre nihayet bir Pazartesi günü 2. Muharrem, 282- 3 Mart 895 te Bağdada gelmiş ve burada daha önceden kararlaştırılan Said İbni Muhalled konağına inmiştir (230). et-Taberi Bağdada bu düğün alayı ile birlikte Katru'-Nedanm Halalarından birisinin de teşrif ettiğini bildirmektedir (231). İsmi ve kişiliği hakkında fazla bir açıklama verilmeye bu Halanın yukarda zikri geçen Abbase'den başka birisi değildir. Halbuki bu sıralarda el-Mutazıd her nedense Musulda bulunuyordu.

C- BAĞDAD'TA YAPILAN MüHTEŞEM TÜRK DÜĞÜNÜ

a- Düğün Alayı:

Asrın düğünü ve muhteşem merasimler Bağdad ta yapılacak ve el-Mutazıd zifafa el-Mansurun Medinetü's-Selamında inşaa edilen hilafet sarayında girecekti. Bağdad'taki bu ön hazırlıklar tamamlandıktan sonra düğün başlamıştı. Halk büyük bir coşku içinde düğün şenliklerine katılıyordu. Nihayet düğün alayı Said b. Muhalledin konağından hareket etmiş ve saraya doğru ilerlemeye başlamıştı. Katru'n-Neda etrafında pervaneler gibi dolaşan 150 hizmetçisi olduğu halde sanki bir kehkaşan, saman yolunu andırıyorlardı. Çünkü bu hizmetçilerden her birinin, bir eline altın, diğer eline gümüşten yapılmış büyük şamdanlar verilmiş ve ortalık bir renk cümbüşüne dönmüştü.

(229)    ibni Hallikan, Vefayat, II, s. 250.

(230)    et-Taberi, X, s. 39, el-Mesudi, IV, s. 271.

(231)    et-Taberi, X, s. 39, Ibnül-Esir, VII, s. 474, Krş. Meşahirün-Nisa, II, s. 45.

Oysa hilafet saraylarında bunun aksine bir telaş başlamıştı. Başta harem ağası hatta Halife sağa sola koşuşturuyorlardı. Çünkü Harem Ağası ve Halife Türk düğün alayı ve Katru'n-Nedayı şan ve şöhretlerine uygun bir şekilde karşılamak için büyük bir telaşla şamdan aramaya koyulmuşlar ve sonunda ancak beş adet şamdan bulabilmişlerdi.

b- Halifenin Büyük Sıkıntısı:

Diğer taraftan Türk düğün olayı yürüyen bir ışık denizi gibi hilafet sarayına yaklaşıyordu. Halife ve Harem Ağası heyecan ve telaştan ne yapacaklarını şaşırmışlar, hatta Harem Ağası döğünerek Halifeye gelmiş ve;

"-Saklanalım, saklanalım da hiç olmazsa bizim bu sefaletimizi kimse görmesin" demiştir.

Diğer taraftan bütün bunlar, Mısır Türk Sultanının uçsuz bucaksız zenginliğini asaletini, engin denizleri andıran cömertliği yanısıra, Hilafet sarayının davranış fukaralığını, belki bundan da öte el-Mutazıd'ın bütün açıklılığı ile cimriliğini sergilemektedir. Zira, el-Mesudi, onun açık açık cimri bir kimse olduğunu, çarşı ve pazarda avamı nasm bile tenezzül edip bakmadığı şeylere rağbet ettiğini satın aldığını kaydetmektedir (232).

c- Türk Kızının Halifeyi Şaşırtması:

Onların zifaf gecesinde de buna benzer ilginç olaylar olmuştu. Bunlar Katru'n-Neda'nın edeb ahlâk, nezâket ve yüksek irfanını sergilemekte ve Türk prensesinin gerektiğinde ne kadar hür iradeli ve müstakil davranışlı olduğunu göstermektedir. Şöyleki;

(232)    el-Mesudi, Mûruc, IV, s. 232.

                                       

Katru'n-Neda zifaf gecesinde Halife el-Mutazıd'ın kendisine daha ilk bakışında yüzünde bulunan gelinlik duvağını hemen sıyırıp almış ve Halife ile ilk defa göz göze gelmişti. Buna bir mana veremeyen Halife şaşkın şaşkın Katru'n-Neda'nın yüzüne bakmış, o da;

"Ey Müminlerin Emiri! Eğer yüzüm güzelse bunu ilk gören siz olunuz yok eğer çirkin ise ilk örten de yine siz olunuz, demiştir (233). Öyle ya, bu, onun hayatında yüzünü gösterdiği ilk ve tek mahrem erkekti.

d- Şairlere Konu Olan Mutluluk

Onların bu dillere destan olan düğünleri o devrin şair ve ediplerine ilham kaynağı olmuş ve bu asrın düğünü hakkında bir çok güzel şiirler yazılmıştır. Bu şairlerden birisi olan Ali b. Abdurrahman er-Rûmi şöyle demiştir;

"Ey! büyük bir esenlik ve bereketle Türkün asili (Esma) ile evlenen Arap Seyyidi (Halifesi)

Onunla artık sonsuza kadar mutlu ol! Tâki seninle de o mutlu olsun.

Zira bu (evlilikle) hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mürüvvete kavuştun. Şemsu'd-Duca (Sabahın parlak güneşi olan Halife) Bedru'd-Duca (karanlıklara doğan ay misali Katru'n-Neda) ile evlendi. Böylece bütün dünyadan karanlıklar sıyrılıp gitti. Her yer jece gündüz aydınlık oldu (234),

(233)    Meşahirûn-Nisa, II, s. 159.

(234)    el-Mesudi, Mûruc, IV, s. 271.

5- KATRG'N-NEDÂ HİLÂFET SARAYLARINDA

A- KATRÜ'N-NEDA'NIN SARAY HAYATINDAN ÇİZGİLER

a- Halifeye İlginç Saygısı

el-Mutazıd, Katru'n-Neda Hatuna Türk kadınının bu asil temsilcisine hayran olmuştu. Onun her türlü takdirin üstündeki kibarlığı, inceliği, anlayışı, nezaketi el-Mutazıda öyle derinlemesine etki etmişti ki, boş vakitlerini nerede ise hep onunla birlikte geçirmek isterdi. Onların bu mutlu geçen yıllarının bazı olayları tarihede geçmiştir. Bunlardan en önemlisi de bir defasında Katru'n-Nedâ'nın sakin kucağında huzur bulan uyuyan Halife el-Mutazıd'ın uyanınca sağa sola bakarak telaşla Katru'n-Neda diye bağırmaya başlaması ve Katru'n-Neda'nın bu olay vesilesiyle sadece Halifeye değil belki bütün insanlığa verdiği edeb irfan dersidir. Çeşitli kaynaklarda çok daha ayrıntılı bir şekilde belirtildiğine göre;

Bir gün Halife el-Mutazıd, Katrun-Neda ile baş başa kalarak güzel bir gün geçirmek istemişti. İki sevgili yemişler, içmişler, tatlı tatlı sohbet etmişler, dakikalar sanki bir mutluluk ırmağının suları gibi akıp gidiyordu. Bu sırada Halifeye bir ağırlık gelmiş ve çok sevdiği, güvendiği Katru'n-Neda'nın kucağında uyuya kalmıştı. Türk Hatun'u Halifenin başını yavaşça bir yastığa koymuş ve kendisi de sessizce onun uyanmasını bekliyordu. ■

Aradan bir müddet geçtikten sonra el-Mutazıd uyanmış telaşla, "Katru'n-Neda, Katru'n-Neda! diye bağırmaya başlamıştı. Bu sırada zaten Halifenin uyanmasını bekleyip duran Türk kızı, büyük bir edeble efendisinin karşısına dikilip kalmıştı. Bu incelikten hiç bir şey anlamıyan Abbâsi Halifesi;

"Canımı sana emanet ettim, kucağında uyudum. Bunca cariyelerim varken bunu ben sadece seni sevdiğim için yaptım. Yalnızlığı seninle paylaştım. Oysa sen başımın altında bir yastık koydun ve beni terkettin." gibi sözlerle sitemler yağdırmaya başlamıştı. Katru'n-Neda gözleri yerde, mücessem bir saygı abidesi gibi duruyor hiç bir şey konuşmuyordu. Halife yersiz sitemlerine ara verince o vakur bir eda ile tane tane;

"Ey Müminlerin Emiri! Bana yaptığın iyiliklerin ve benim üzerime nasıl titrediğinin farkındayım. Fakat bizim aile terbiyemize göre (Türk töresi) bir mecliste, uyuyanın yanında oturulmaz, oturup sohbet ederken de uyunulmaz!" (Böylece insan her iki haldede ayıp bir şey yapmış olmaktan ari olur (235) demiş ve Halifeyi bir kere daha hayret içinde bırakmıştır.

b- Sözleri Darb-ı Mesel Olan Türk Kızı:

Böylesine güzel, böylesine alımlı böylesine ince bir cevap veren Türk kızının ağzı altın değil, inci, yakut, zümrüt gibi paha biçilmez cevherlerle doldurulması gerekirdi. Bu manada onun söylediği sözlerin her biri mutluluk bağına açılan altın kapılarn anahtarları gibi idi. Heyhat! Abbasi Halifesi el-Mutazıd Billâh bu inceliği nezaket, terbiye ve ruh güzelliğini anlayacak ve takdir edecek kadar medeni yaratılışta bir adam değildi. Mamafih böylesine üstün bir davranış ve asalet örneği sergileyen Türk Hatunu Katru'n-Nedâ'nın henüz 13-14 yaşında genç bir kız olduğu da unutulmamalıdır.

Katru'n-Neda'nın bu sözü dil ve edebiyat kitaplarına geçmiş bir kadının kocasına karşı saygı edeb ve terbiyeyi ifade babında "darb-ı mesel" haline gelmiştir. O zamandan bu güne kadar bu sözler hala canlılığını korumakta, nesilden nesile aktarılıp gelmektedir. Bu gün bile Arap toplumunda sosyal hayatın örf, adet, anane, gelenek ve teamüllerine aykırı hareket edenlere Katru'n-Neda'nın bu darb-ı mesel haline gelmiş sözü

(235)   ibni Hallikan, Vefayat, II, s. 250, İbni Tağrıberdi, en-Nücum, III, s. 53, el- Kayravani, Zuharu'l-Adab, III, s. 823, Kadı er-Reşid, K. ez-Zehair, s. 384, İbni Imad, Şezarat, II, s. 179.

hatırlatılmaktadır.

Evet, "uyuyanın yanında oturulmaz, oturanın yanında da oyunmaz"! denilerek toplumun birlik ve beraberliğinin korunması istenilmektedir.

Türk Prensesi Katru'n-Neda'nın Halifeye karşı bu asil ve vakur davranışı bir çok ediplere konu olmuş, şiirlerle bu hareket herkese özellikle yeni yetişen gençlere imrenilmeye çalışılmıştır. Nitekim İbni İyaz bu olayı hayran hayran zikrettikten sonra şu beyitleri zikretmektedir.

"Kimin oğlu olursan ol! Biraz edep öğren. Edep seni nesebden aha soylu kılar.

Asıl yiğit kendine güvenen ve "işte ben buyum!" diyen insandır.

Yoksa "Benim babam falanca idi" diye soyu ile övünen kimse değildir" (236).

B- KATRU'N-NEDA'NIN BÜYÜK ZEKASI

a- Halifeyi Şaşırtan Sezgi Gücü:

Artık bu olaydan sonra Katru'n-Neda Halifenin gözünde bir kere daha büyümüştü. Türk Hatunu hal, hareket ve üstün davranışları ile el-Mutazıd adeta büyülenmişti. Halife vaktinin büyük bir kısmını onunla geçirirdi (237). Halife onun odasına, ona olan saygısından dolayı müsaade almadan girmezdi. Girincede yerlere kadar eğilerek

(236)     ibni İyaz, Bedayi, I, s. 172.

(237)     İbni iyaz, Bedayi, I, s. 171.

onu selamlardı (238).

Gerçekte Katru'n-Neda, üstün zekası, edebi, terbiyesi, ile sarayda herkesi kendisine hayran bırakmıştı. Bir çok yazarlar onun bu özelliğini belirtmekte adeta yarış etmektedirler. Bunlardan el-Cehşiyari onun için; Katru'n-Neda çekici güzelliği yanısıra üstün bir akıl ve idrak gücüne sahipti" (239) derken İbni Hallikan; "Onun deha derecesinde bir akıl ve güzelliği vardı" demektedir (240). İbni İmad onun, son derece akıllı olduğuna işaret etmektedir (241).

Mamafih onun el-Mutazıd'la olan evlilik yıllarında deha derecesindeki bu aşın zekasını sergileyen daha bir nice önemli vaka vardır. Biz buna sîzinde şaşırıp kalacağımız bir misâl verelim; Bir gün Halife onun odasına girmişti. Hal ve hareketlerinde fazla bir tuhaflık ta yoktu Katru'n-Neda hemen ayağa kalkmış, gözlerinden boşanırcasına akan yaşlar içinde;

"Heyhat babam öldü!" diye haykırmıştı. Gerçekten de Humaraveyh ölmüşmü idi? Evet ölmüştü. Ama "Ordu Babası (Ebul Ceyş) diye anılan Halifede dâhil bu acı haberi kimse ona söylememişti. Fakat o bunu nereden bilmişti? Katru'n-Neda'nın bu zekası ve sezgi gücü karşısında şaşırıp kalan el-Mutazıd, bunu nasıl anladığını sorunca ona şöyle demiştir;

"-Şimdiye kadar yanıma her geldiğinde beni selamlamak için yerlere kadar eğiliyordun. Oysa şimdi "Merhaba" demekle yetidin." Halifenin böylesine basit bir hareketinden babasının öldüğünü, hem de doğru olarak tahmin etmesi, Katru'n-Neda'nın nerede ise cinnet derecesinde bir zekaya sahip olduğunu göstermektedir.

(238)    İ.A. Humaraveyh Mad.

(239)    el-Cehşiyari, Zuharu'l-Adab, III, s. 823.

(240)    ibni Hallikan, II, s. 249.

(241)    ibni İmad, Şezarat, II, s. 196.

b- Humaraveyh'in Ölümü ve Tolonilerin Yıkılışı:

Gerçekte "Ordu Babası" diye anılan Humaraveyh genç denilebilecek bir yaşta (30-31 yaşında) habis ruhlu bir iki müfsidin su-i kasdı sonucu Şamda katledilmişti. (283/896) (242). Ama daha önceden de Mısır'ın ekonomik düzeni bir hayli bozulmuştu. Zira Humaraveyh güzel kızı Katru'n-Neda'nın düğünü için dünyaları sarfetmişti. Bu, bolluk değil israf ve savurganlığın ta kendisiydi. O bağdada sadece güzel kızını değil, aç gözlü cimri Abbasi Halifesi el-Mutazıd'a, mülk-ü Mısır'ın varidat ve hayratını, Toloniler devletinin nerede ise bütün hâzinesini göndermiş ve dolayısıyla "Beytül Mal" tam takır kalmıştı. Düğün için bunca israfa lüzum varmı idi? Bu ayrı bir münakaşa konusu olsa gerektir.

Mamafih Toloniler devletinin yıkılmasında, Humaraveyh'in genç yaşta öldürülmesi talihsizliği yanısıra, devletin içine düştüğü mali krizin de önemli rolü vardır. İşlerin bu kadar kötü gitmesinde ne yazık ki yazarların bir çoğu Halife el-Mutazıd'ı suçlamaktadırlar. Onların nerede ise ittifak edercesine el-Mutazıd'ın böyle bir evlilik yapmaktan asıl maksadının Tolonoğullarını fakir düşürmek olduğunu zikretmektedirler (243). Yazarların bu görüşlerinin gerçek dışı olduğunu iddia etmek biraz safdillik olur. Zira yukarıda da işaret edildiği gibi, Humaraveyh, sanki kızımı Bağdada gelin gönderiyorum! diye hâzinede hiç bir şey bırakmamıştı. Oysa, Mısır'ın idari hizmetlerine yapılan masraflar, devletin giderleri nasıl karşılanacaktı? Sayıları 30-60 bazı hallerde 100 bini bulan ordunun aylıkları nereden verilecekti? Bütün bunlardan sonra Halifeye anlaşma gereği her sene muntazaman 400.000 dinar vergi nasıl ödenecekti? Bütün bu ağır külfetler Tolonileri ekonomik yönden çökertmeye yetip artıyordu.

(242)    İbni Hallikan, Vefayat, II, s. 250, İ.A., V/l, s. 587.

(243)    İbni Tağrıberdî, en-Nûcum, III, s. 53, İbni imad, a.g.e., II, s. 179, ibni Hallikan, II, s. 250.

C- KATRU'N-NEDA HÂTUN'UN VEFATI

Baba Humaraveyh'in ölümünden bir süre sonra Katru'n-Neda Hatun da ne yazıkki gençliğinin baharında nerede ise 23 yaşlarında vefat etmiştir. Kaynaklarda ölüm sebebi olarak özel bir illetten bahsedilmemektedir. et-Taberi Onun 287/900 yılında vefat ettiğini (244) ve cesedinin Bağdadta el-Mansur tarafından inşa edilen "er-Russafe sarayı" nın geniş (245) avlusuna defnedildiğini kaydetmektedir. Yazarlar onun vefatını daimi rahmet ve gufranla yadetmektedirler (246).

el-Mutazıd Katru'n-Neda Hatun'la olan bu evliliği ve mutlu yılları 8-9 yıl devam etmiştir. O bu süre zarfında, ağır başlılığı, vekar ve haysiyetini -çok küçük yaşta evlenmiş olmasına rağmen- korumasını bilmiş, sarayın entrikalarına karışmadığı gibi devrin boğucu siyasi havasınında daimi dışında ve uzak kalmıştır. Türk Prensesi bu yüce meziyetleri, görgüsü, ahlakı, edebi ile herkese örnek olmuş ve sarayda pek çok cariyenin gıpta edeceği müstesna bir hayat yaşamıştır.

Katru'n-Neda Hatun, hayatta olduğu süre kendisini devrin halifesine saydırmasını bilmiş dolayısıyla el-Mutazıd ona her zaman derin bir sşygı duymuş, günlerinin büyük bir kısmını bu ağır başlı Türk hatunu ile paylaşmıştır. Onun sarayda özel bir mevki vardı. Huzuruna herkes.girip çıkmazdı. el-Mutazıd bile odasına geldiğinde, diz üstü çöker alnı nerede ise yerlere değecek kadar eğilir ve onu selamlar, ona olan saygı ve sevgisini bu şekilde ifade etmekten zevk duyardı (247). Onların pekte kısa olmayan bu evlliklerinden her hangi bir erkek veya kız çocukları olmamıştır.

(244)    et-Taberi, X, s. 77, İbnü'l-Esir, VII, s. 498-508, Tarihü'l-Hamis, II, s. 344.

(245)    er-Russafe Sarayı için bkz. et-Taberi, VII, s. 652, VIII, s. 37, 39, 63, 74,111.

(246)    İbnü'l-İmad, Şezarat, II, s. 196.

(247)    İ.A., V/l, s. 586.

6- EL-MÜTAZID'IN ÖLÜMÜ VE ŞAHSİYETİ

Mamafih el-Mutazıd devrinin (892-902) konumuz açısından son derece önemli ve mutlaka üzerinde durulması gereken bir diğer hayırlı gelişmesi daha vardır. O da yine bu devirlerde Ziimrüd Hâtûn, Katru'n-Neda Hatun gibi hilafet saraylarında kendini gösteren ve Abbasi hilafetinde çok önemli yeri olan bir diğer Türk anası Şağab Hâtun'dur.

Gerçekte el-Mutazıd çok yönlü bir Abbasi Halifesi idi. O uzun hilafet yılları döneminde çevresindeki dinamiklerle iyi ilişkiler içinde olmaya ayrı bir özen göstermiş, kendinden önce gelen Abbasi halifelerinin aksine Türk generalleri ile fazla bir sürtüşmeye de girmemiştir. es-Sûyûti'nin onun hakkında "tecrübesi en çok olan Abbasi Halifesi" derken kasd ettiği husus her halde bu olsa gerektir (248).

el-Mutazıd Mısır Türk Hanedan ailesi, Tolonilerle çok iyi ilişkiler kurduğu gibi, çevresindeki Türk aristokrat askeri aileleri ile de sıcak ilişki kurmuş ve onlarla iyi geçinmenin yollarını aramıştır. Yine O bu cümleden olmak üzere hilafet çevrelerinin güçlü askeri ailelerinden birine mensup Şağab Hatunla evlenmiştir. (900) Onların bu evliliklerinden Cafer adında bir erkek çocukları dünyaya gelmiş ve Şağab Hatun'da ümmü'l-Veled olmuştur.

Ancak el-Mutazıd'ın Şağab Hatun'la olan bu evliliği pek fazla sürmemiştir. O, bu evlilikten bir iki sene sonra vefat etmiştir. Kaynaklarda el-Mutazıd'ın şahsi hayatı ve kişiliği hakkında verilen bilgiler pek te iç açıcı değildir. el-Mesudi onun son derece cimri, piti, hırslı bir adam olduğunu kaydetmektedir (249). Diğer taraftan el-Mutâzıd diğer bir çok Abbasi halifesi gibi kadınlara aşırı düşkün bir kimse idi. O bu üzden zayıf düşmüş, aklî dengesi bozulmuş ve sonunda genç yaşta ölmüştür.

(248)    es-Süyûtı, s. 368.

(249)    el-Mesudi, et-Tenbih, s. 373.

Şağab Hatun'a gelince bu değerli Türk anasının çok ilginç bir kader çizgisi vardır. el-Mutazıd'tan sonra onun yerine, Zümrüd Hatun'un oğlu Ali, el-Mütefi Billâh lakabıyla halife olmuştur. Onun hilafeti ancak beş sene sürmüştür. Ondan sonra hilafet makamına Şağab Hatun1 un oğlu Cafer, el-Muktedir Billâh geçmiştir. el-Muktedir'in hilafet makamına geçmesiyle Şağab Hatun ve onun şahsında hilafet camiasındaki Türk varlığı için yeni ve çok parlak bir devir daha başlamıştır.

Çünkü oğlu el-Muktedir'in çok küçük olması sebebiyle, onun namına Abbasi hilafetinin bütün dizginlerini eline alan bu değerli Tük anası Abbasi devletini tam yirmi beş sene hem de büyük bir ehliyetle idare etmiştir. Bundan sonraki sayfalarda işte hilafet tarihinin bu ilginç konulan üzerinde durulacak, Şağab Hatun'un herkesi titreten etkin şahsiyeti ve Abbasi devletini idare etmede üstün kabiliyet ve dehası hakkında ilk defa geniş bilgiler verilecektir.

İKİNCİ BÖLÜM

ABBASİ HİLÂFETİNE YÖN VEREN

BÜYÜK TÜRK ANASI

(ŞAĞAB HATUN


I.

ÜMÜMİ YÖNLERİ İLE ŞAĞAB HÂTÛN

VE

YAKIN ÇEVRESİ

GİRİŞ

ŞAĞAB HÂTÛN VE ABBASİ HİLÂFETİNDEKİ
YERİNE GENEL BİR BAKIŞ

Şağab Hâtûn, Türk Islâm Tarihinin karanlık sayfaları arasında hâlâ sıkışıp kalmış, son derece görgülü, bilgili, dirâyetli ve bir çok üstün meziyetleri olan, faziletli herkese örnek bir Türk anasıdır.

Bilindiği gibi uzun asırlar devam eden Abbâsi Hilâfetinde Türkler'in idâri ve özellikle askerî sahalarda büyük bir varlık hâline geldikleri görülür. Hemen ilk devirlerden başlamak üzere daha son­raları hilâfet ordusunun en etkin ve temel unsurlarından biri haline gelen bu Türkler çok kısa bir zaman sonra askerî ve siyâsî idâreye hakim olmuşlardır. O kadar ki çoğu kere bir halîfenin azli veya yeni bir halîfenin iş başına getirilmesi ancak bu Türklerin arzu ve iradeleri sâyesinde mümkün oluyordu.

Halbuki madalyonun birde öbür yüzü vardır. Bu devirlerde askerî ve idârî mevkilerde yükselmiş ünlü Türk komutan ve devlet adamları yanı sıra yine hilâfet camiasında yetişmiş, o çevrelerde büyümüş ve müessir şahsiyetleri ile kendilerini o, toplumda kabul ettirmiş, sevdirmiş saydırmış bir çok Türk hatunları, yani Vâlide Sultanlar ve bir o kadar da faziletli Türk anaları bulunmaktadır. Bu Türk analarının bir çoğu daha çok küçük yaşlarda hilâfet saraylarına intisab etmişler ve emsalleri arasında temâyüz ederek o çevrelerin en gözde saygı değer hanımları olmuşlardır.

Diğer taraftan hilâfet camiasına intisab etmiş olan bu Türk anaları çoğu zaman Abbasî Halîfeleri ile evlenmişler ve her biri bir veliahd anası olmuşlardır. Bu ise onlar için başlı başına bir mutluluk ve müstesnâ bir mazhariyetti. Zira, onlar böylece, o devirlerde her kesin gıbta edeceği ve bir câriye için ulaşabieceği en yüce bir şeref olan "ümmü'l-Veled-Vâlide Sultan" olma gibi en ulu bir mertebeye ulaşmış oluyorlardı. Vâlide Sultan olma şerefine ulaşmak ise, hilâfet saraylarındaki binlerce câriyenin hayal dünyasını süsleyen bir ümid ve bir yaşama kaynağı idi.

Bu bakımdan hiç çekinmeden diyebiliriz ki Abbasî Halîfelerinden pek çoğunun anası öz be öz Türktür. Onlar şu veya bu vesile ile hilâfet saraylarına intisaâ etmiş ve her biri ayrı bir değer ve şahsiyeti olan bu Türk analarından dünyaya gelmişlerdir.

İşte ndan sonraki sayfalarda, şüphesiz ilk defa üzerinde dur­duğumuz ve millî tarihe mâl etmeye çalıştığımız Şağab Hâtûn da bu şekilde hilâfet saraylarında boy göstermiş, müessir şahsiyetiyle koca Abbasî İmparatorluğunu kucaklamış, devletin dizginlerini elinde tutmuş ve tam yirmi beş yıl ona yön vermiş müstesnâ ka­rakterde Türk analarından biridir.

O da, Çiçek Hâtûn, Katru'n-Nedâ Hatun ve emsâli bir çok Türk anaları gibi, el-Mu'tazıd'm saraylarında kendisini göstermiş ve çok geçmeden o çevrenin en gözde hanımlarından biri olmuştur. Fakat Onun hilâfet çevrelerinde ası sesinin duyulması ve etkin bir varlık haline gelmesi biricik oğlu Cafer'in el-Muktedir Billâh lakabı ile hilâfet makamına geçmesiyle başlamıştır. (H. 295/908)

Şağab Hatun asıl bundan sonradır ki devlet işlerinde ehliyet ve dehasını göstermiş ve çok kısa bir zaman sonra o çevrelerin en otoriter, en saygın bir hanımı bir vâlide sultanı haline gelmiştir. O kadar ki vüzerâ ve ümerâ meclislerinde Şağab Hâtun'un ismi anıl­dığı zaman bu vezir ve devlet adamlarının kendilerini derleyip top­ladıkları ve bir çeki düzen verdikleri görülürdü. Ona hürmet ve saygıda kim olursa olsun hiç bir kusur etmemeye çalışırdı.

Şağab Hâtûn, yukarda da zikredildiği gibi, çok küçük yaşlarda hilâfet koltuğuna oturtulan oğlu el-Muktedir namına devlet işlerine el koymuş ve nerede ise tam yirmi beş yıl, hemde Kaşgar önlerinde ta Atlas Okyanusu sahillerine kadar çok geniş bir sahaya yayılmış olan koca Abbâsî İmpaatorluğunu üstün bir kâbiliyet ve liyakatla idâre etmiştir. Gerçekte devlet idâresinde yirmi b'eş yıl hemde hiç kesiksiz hüküm sürmek üstelik her zaman aktif olmak, işleri zabtu rabt altına alarak otoritesini herkese kabul ettirmek pek kolay bir şey olmadığı gibi bir kadın için imkansızı başarmak gibi bir şeydir.

İşte O, bir çeyrek asra varan bu uzun müddet zarfında her zaman olayların bilfiil içinde olmuş, her hal-ü kârda devletin diz­ginlerini elinde tutmuş, icraat ve tasarruflarında vezirlerde dahil hiç kimseden çekinmemiş ve her zaman müstakil hareket ederek geniş bir çevreye sözünü dinletmiş, son derece etkin, son derece otoriter bir Türk Anası bir Devlet Ana idi.

Bu bakımdan hiç çekinmeden diyebiliriz ki Şağab Hâtûn bu müstesnâ yönleri ile Abbasî Hilâfetinde gelmiş geçmiş bütün Türk hatunlarının şüphesiz en büyüğü, en ulusu ve yücesi olmuştur.

Onun devlet idâresinde ki bu aktif rolünün, izzet ve ikbâl dev­rinin yirmi beş yıl olduğunu söylemiştik. Gerçekte yirmi beş yıl devlet idâresinde aktif rol oynamak değil bir kadın, Abbâsî Halîfelerinden çok az bir kimseye nasib olmuş üstün bir keyfiyettir. Abbasîlerin şan ve şöhreti cihanı tutmuş çok renkli halifelerinden biri olan Harun er-Reşîd'de dahil daha bir çok halîfenin hilâfet müd­detinin yirmi beş yılın çok gerilerinde olduğu göz önüne getirilirse, bunun ne kadar önemli bir şey olduğu bir kere daha ortaya çıkmış olur.

Şağab Hâtûn bu uzun süre zarfında her zaman büyük olayların içinde olmuş, olaylarla yuğrulmuş, onlara yön vermiş ve son derece tecrübeli bir kaptan gibi devlet gemisinin selâmet sahiline doğru yol almasını sağlamıştır.

Ayrıca Şağab Hâtun'un burada son derece ilginç bir özelliğini de dile getirmek istiyoruz. O da, Onun berrak kişiliği ve görev an­ layışında yani devlet idâresinde kadınların yeridir. Öyleki Şağab Hâtûn devlet işlerinde erkekler kadar kendi hemcinsleri olan ka- dınlarada önem vermiş ve onları kendi idâresi zamanında çok ilginç makamlara getirmiştir. Kadınların, devlet işlerinde en yüksek ma­kamlara getirilmesi, idârede onlardan yararlanılması o devirlerde hemen hemen hiç görülmemiş bir keyfiyettir.

Bunlardan meselâ, Dîvânü'l-Mezâlim (İstinaf Mahkemesi Re­isliği) gibi, gerçektende çok önemli bir makama devrin bütün te­amüllerini aşarak hemde hiç çekinmeden çok güvendiği bir kadını başkan tayin etmesi, Onun bu konulardaki cesarete ve belki çok çarpıcı, kişilik ve tasarruflarından biri olsa gerektir. O uzun saltanat yılları döneminde çevresinde şahsiyetli kadınlardan müteşekkil bir ekib oluşturmuş ve bir çok önemli meselelerde onlarla istişâre ede­rek karar vermiştir. Meselâ kendi öz kardeşi ve kaynaklarda Teyze Hâtûn olarak zikredilen diğer bir Türk Anası devlet işlerinde Onun adetâ bir sağ kolu olmuş ve Onunla hayatı boyunca aynı kaderi paylaşmıştır. Abbâsî hilâfetinde kadınlara böylesine önem veren, onları hiç çekinmeden üstün mevkilere getiren bir başka ne bir halîfe, nede halîfe anası gelmemiştir.

O uzun seneler devam eden bu saltanat döneminde sadece siyâsî, idârî değil toplumun sosyal meseleleri ilede hem hâl olmuş ve kendisini şükranla yâd etmemizi sağlayacak bir çok küllî hayır hizmetlerinde bulunmuştur. O, devlet idâresinde bir çok fazîletli davranışların öncülüğünü yapmış, sosyal dayanışma ve bü­tünleşmeyi sağlayacak bir çok ciddî müessir adımlar atmıştır.

Onun bu yöndeki küllî hizmetlerinin en önemli tezâhürlerinden biri, belki de en anlamlısı insan sağlığına yönelik ve Bağdad1 in en uygun bir yerinde düşkün, yoksul, hasta ve zavallı kimselerde dâhil herkes1 in en ufak bir ücret bile ödemeden tedâvî edilmeleri ve şifâ bulmalarını sağlayacak müazzamâ bir hastahane inşa etmiş ol­masıdır." Ömmü'l-Muktedir-Vâlide Sultan Hastahanesi" olarak ta­rihe geçen bu hastahaneye devrin en büyük en ünlü hekimlerinden biri olan Sinan b. Sâbit getirilmiştir. Hastahanenin bütün giderleri ve görevlilere ödenen maaşlar, Şağab Hatun tarafından kar­şılanmakta idi.

O, toplumda sanki bir hayır ve hasenât âbidesi gibi idi. Fazîlet ve dindârlığının sınırlan olmadığı gibi, Onun sehâ, kerem, cömertlik, lutuf ve ihsanlarınında sınırı yoktu. Yoksulları gözetmek, düşkünlere yardım etmek şu fâni dünyada belki de Onu en mutlu kılan mânevi bir zevk idi. Onun hayır ve hasenatla dolu nurlu elleri Bağdad ve hilâfet merkezini çoktan aşmış ve başka başka mübarek diyarlara ulaşmıştı.

Bir eli Hz. Peygamber'in öz yurdu Mekke'de, diğer bir eli Mescidü'l-Aksa'ya yani Kudüs'e uzanmış, gönlü ise Peygamber sevgisi ile dolup taşan Medine'de idi. O, uçsuz bucaksız mal ve servet zenginliğini gönül zenginliği ile birleştirmiş, hem Mescid'i Haram, hem Mescid'i Aksa, hem de Mescid'i Nebevî'nin tamiri, ayrıca bu kutsal mabedlerin çevresinde yaşayan fakir fukaranın se- vindirilmesi için oluk, oluk paralar akıtmıştır. O sınır boylarında nöbet tutan askerlere bile Allah rızası için yardım ediyor ve sa­dakalar veriyordu.

Şağab Hâtûn bunlarla da iktifa etmemiştir. Hayır ve hasenatta kalbi ummanlar kadar geniş olan bu Türk anası dahada ileri gitmiş ve Abbasî Hilâfetinde hiç bir halîfe anasının yapmadığı veya ya- pamıyacağı bir sosyal dayanışma ve yardımlaşma örneği vermiştir. O da bütün bu uçsuz bucaksız çiftliklerini, arazî ve gayri men­kullerini ve bunların bilcümle gelirlerini bu küllî hayır hizmetleri için vakfetmesidir.

Bu vakfetme prosesi, o günkü şartlar altında formalite ba­kımından en mükemmel şekilde yapılmış, gayri menkullerin hepsi ayrı ayrı kayda geçmiş kullanılmaları bir takım hukûkî şartlara bağlanmıştı. O, bu haliyle bugünkü modern vakıf müessesesinin kadınlar arasında ilk kurucularından birisi olmuştur.

Bu arada aklımıza şöyle bir süal gelmektedir; Abbâsi Hilâfetini böyle bir çeyrek asır idâre etmiş, bir devre adını vermiş, küllî hayır hizmetleri ile koca bir imparatorluğu kucaklamaya çalışmış olan bu büyük Türk anasının sonu ne olmuştur? Hemen şunu söyliyelim ki; O'nun sonu tam anlamıyla bir trajedi olmuştur. Zira, talihsizlikler bu büyük Türk Anasının yakasını bir türlü bırakmamış, kendi lutuf ve nimetleri ilebüyütüp beslediği, ermeni bir anadan doğma Halîfe el- Kâhir, sefil bir nankörlük örneği yermiş, bu faziletli Türk Anasını insan haysiyetini ayaklar altına alacak bir tarzda ve binbir türlü iş­kence ve azab ile öldürtmüştür. Bundan sonraki geniş açık­lamalarımızda bu yüz kızartıcı trajedi üzerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde durulacaktır.

Şunu itiraf edelim ki, Şağab Hatun, bir devre adını vermiş, Abbâsî Hilâfeti ve el-Muktedir döneminde çok müstesnâ bir yeri olan Vâlide Sultan, ne yazık ki bu devirlerde hilâfet gök kubbesi altında parlayan emsâli bir çok Türk anaları gibi, Türk İslâm Ta­rihinin karanlık sayfaları altında gömülüp kalmıştır. Onun müstakil şahsiyeti, millî tarihimize daha gerçek manada kazandırılmadığı gibi, Onun hakkında daha şimdiye kadar ne Türkçe, nede başka bir dilde hiç bir ciddî araştırmada yapılmamıştır. Oysa bir devre adını veren bu örnek Türk Anası ve millî gururumuzun önde gelen sîmâlanndan biri olması gereken (hele hele o devirlerde) Şağab Hâtun'un böyle kaygısızca ihmâl edilmiş olması, şahsiyetinin tarih objektifinde hâlâ değerlendirilmemesi, kelimenin tam anlamı ile in­sanı kahreden bir talihsizliktir.

Bu bakımdan bundan sonraki Şağab Hâtun'un ailesi, aslı, hayatı, idârî kişiliği ve Abbasî Hilâfetindeki mümtaz mevkii üzerinde durulacak kendisi tarihe mâl olmuş bu Türk anası hakkında hemde ilk defa çok geniş bilgiler verilecektir.

1 - ŞAĞAB HATÜN HİLÂFET ÇEVRELERİNDE;

(H. 264/87 7-321/933)

A - ŞAĞAB HÂTÛN'UN TÜRKLÜĞÜ:

Gerçekte Şağab Hâtûn; faziletli, ahlâkı, kendine özgü dav­ranışları, mümtaz meziyet ve üstün karekterleri ile hilafet câmiasına intisâb eden gelmiş geçmiş en büyük, en dinamik Türk Hâtûnlarından biridir.

Onun aslı ve el-Mukdedir döneminde (908 - 933) devlet ida­resinde önemli bir kadro oluşturan ailesinin Türklüğü hakkında en ufak bir şüphemiz yoktur. Her ne kadar es-Süyûtî, onun Türklüğünü biraz cılız kelimelerle ifade etmekte ise de biz bunu yazarın bir üslûb özelliği olarak görmekteyiz. es-Süyûtî; ona, Türk denildiğini, asıl adının ise Garib olduğunu ve bazılarınca ona Şağab denildiğini açık açık kaydetmektedir. (250) Gerek Garib, gerekse Şağab, kay­naklarda bu Türk anasının müşterek ismi olarak görülmektedir. Belki de ona âilesi içinde daha önceleri Gârib denilmekte idi. Çünkü onun bir çok yakınları, önümüzdeki sayfalarda örneğini göreceğimiz gibi bu isimle anılmaktadır. Ancak ona, hilâfet câmiasına intisâb ettikten sonra, onun kenine has müstakil şahsiyeti ve dav­ranışlarından kinâye Şağab lakabının verilmiş olması ge­rekmektedir. (251)

Diğer taraftan İbnü'r-Rûmî'nin (Doğ. 836) dîvânını şerheden ve o devrin ricâlini çok yakından tanıyan M. S. Selim, Şağab Hatun'un aslen Türk olduğunu çok cesur olarak dile getirmektedir. (252)

(250)    es-Süyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Tarîhu'l-Hulefâ, Mısır, 1952, s. 376.

(251)   Daha geniş bilgi için bkz. İbni Tağrıberdî, Cemâlü'd-Dîn Ebi'l-Mehâsin, en- Nücûmü'z-Zâhire fi-Mülûki’l-Mısr vel-Kâhirah, Mısır 1963, 111, s. 192. el- Hmezânî, Muhammed b. Abdü'l-Melik, Tekmileh, Tah. M.E. İbrahim, Beyrut, 1967, XI. s. 212, Ibnü'l-Esîr, Ali b. Ebi'l-Kerem, el-Kâmil fit-Târih, Beyrut, 1965, VIII, s. 15, 116. el-Kurtubî, Arîb b. Sad, Sıleh, Tah. M. E. İbrahim, Beyrut, 1967, XI, s. 65. Dayı Garib'in hilâfet çevrelerindeki yeri hakkında ileriki sayfalarda daha geniş bilgiler verilecektir.

(252)   Bkz. Dîvânü İbn er-Rûmî, Şrh. M.S. Selim, Mısır, 1. s. 28. Kitapçı, Z. et-Türk fi-Müellefâti'l-Cahız, Beyrut, 1972, s. 180.

Mâmafih, bu konuda o yalnız da değildir. Bunlardan meselâ C. Zeydân, ilim dünyasında pek meşhur olan "Tarîhu't-Temeddüni'l- İslâmi" adındaki kıymetli eserinde defâlarca Şağab-Hâtûn'un Türk asıllı olduğunu vurgulamakta, müessir şahsiyeti, müstakil karar vermede kendine has üstün bir yeteneği olan bu Türk anası hak­kında çok şitayişkâr ifâdelerde bulunmaktadır. (253) O'nun Türk­lüğünü savunan çağdaş tarih otoritelerinden bir diğer yazarda Ph.K. Hitti'dir. Arap asıllı milli tarih şuuruna vâkıf hıristiyan bir yazar olan bu büyük tarihçi kaleme aldığı eserlerinin bir çoğunda Şağab- Hâtûn'un Türk olduğunu açıklamakta ve onun Abbasîler Dev- leti'ndeki inanılmaz gücü ve sultası hakkında objektif yorumlarda bulunmaktadır. (254)

B - ŞAĞAB HÂTûN'ÜN AİLESİ VE YAKIN ÇEVRESİ;

Esâsen Şağab Hâtûn, karakteri, icratı ve yakın çevresi ile bir­likte değerlendirildiğinde, Onun Türklüğü hakkında hiç kimsenin şüphe etmemesi gerekmektedir. Zirâ Şağab-Hâtûn'da kendisinden önce hilâfet saraylarına intisab eden Merâcil (255), Mâride, (256) Şuca’ Hâtûnlar (257) gibi köklü bir Türk ailesinden gelmektedir.

(253)   Zeydân, Corci. Tarîhu't-Temeddüni'l-İslâmî, Beyrut, 1967, 11, s. 460. Krş. el- Hilâl es-Sâbî, Tarîhu'l-Vüzerâ, Beyrut, 1904, s. 61.

(254)   Hitti, P.K., The Arabs in History, Great Britain, 1970, P. 468. Aynı Müellifin diğer eseri, The Arabs; Chicago, 1962, p. 41. P. K. Hitti’riîn Tarihte Arablar adındaki bu pek meşhur eseri, Prof. Dr. S. Tuğ tarafından dilimize Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi adıyla tercüme edilmiş ve dört cild olarak yayınlanmıştır. İstanbul, 1980. Müellif2in, kitabının adını değiştirmek ve bile bile tercih etmediği "islham" ke­limesini kullanarak kitabı, İslâm Tarihi adiyle Türkçe yayınlamak, eminiz ki O'nun hıristiyân ruhunu bir kere daha muazzeb etmiş olsa gerektir.

Müellifin en belirgin özelliği, İslâm Dini ve Onun kültürel gelişmelerini koyu bir Arabizm çerçevesi içinde mütalea etmesi ve Islâm Tarihini, siyhasî Arab Ta­rihinin bir devamı olarak görmesidir. Türkler'in Arab camiası ve Orda Doğudaki misyonunu çok iyi bilen bir kaç yazardan biridir.

(255)   ibni Hazm, es-Sîre, Tah. N. el-Esed, ve i. Abbas, Mısır, s. 370. el-Mesûdî, Ali b. el-Hasan, et-Tenbîh vel-eşrâf, Tah. A. i. es-Sâvî, el-Kâhire, 1357, s. 302.

(256)    Zeydân, C. a.g.e., 1. s. 355. 11, s. 450.

Ayrıca bkz. et-Taberî, innü Cerîr, Tarihu'l-Ümemi vel-Mülûk, Tah. M. E. İb­rahim, Beyrut, 1967, VIII, s. 360. el-Hatîb el-Bağdâdî, Tarih-u Bağdâd, Mısır, 1931, 111, s. 347. ibnü Abdi Rabbih, Ahmed b. M., el-lkdü'l-Ferîd, 11, s. 440.

(257)   Kitapçı, Z. Ümmahatü'l-Hulefâ min Cevâri'l-Etrâk, Mecelleh, Mecmau'l-Lugah el-Arabiyyeh, Dımışk, 1972, no. 3, s. 626. ibni Hazm, a.g.e., s. 372. el-Mesûdi, et-Tenbîh, s. 313.

Onun da, kız ve erkek kaddeşleri, dayı ve amcaları bu­lunmaktadır. Fakat bu köklü ailenin şeceresi, yâni aile zincirinin halkaları çok dağınık ve kopuk bir haldedir. Bu ailenin önemli fert­leri ancak Şağab Hâtûn, devlet dizginlerini eline aldıktan sonra Onun çevresinde toplanmışlar ve devlet idâresinde etkili bir kadro oluşturmuşlardır. Böylece bu geniş Türk askerî ailesini, bizlerin çok daha yakından tanımamız mümkün olabilmiştir.

Ailenin Şağab Hâtûn'dan sonra en önemli ferdi, Onun kız kar­deşidir. Kaynaklarda, el-Muktedir'e nisbetle "Onun Teyzesi" olarak zikredilmektedir. Bizim anlayabildiğimiz kadarı ile, Teyze Hâtûn, Şağab Hâtûn'un devlet işlerinde can dostu mahremi, Onun gizli aşikâr bütün ahvâline vâkıf, icraatımnın en büyük destekçisidir. Nerede ise ikiz kardeş diyebileceğimiz Teyze Hâtûn, sonunda Şağab Hâtûn'la pek tabiî olarak aynı kaderi paylaşmış ve büyük sıkıntılara düşmüştür.. (258)

a - Garîbü'l-Hâl (Dayı Garib)

Bu ailenin bilinen ünlü sîmâlarından bir diğeri ise Şağab Hâtûn'un erkek kardeşi ve pek tabiî olarak Halife el-Mektedir'in Dayısı Garib idi. Bu bakımdan daha ziyâde Arapça "Dayı" anlamına gelen "el-Hâl" adını almış ve bu isimle meşhur olmuştur. (259) Garîbü'l-Hâl olarak Abbasiler Devleti tarihine geçen bu zât Emîr (Korgeneral) rütbesine kadar yükselmiş önemli komutanlardan bi­ridir.

Onun el-Muktedir'in yanında özel bir yeri vardır. el-Mutezz'in oğlu Abdullah'ın öldürülmesi hattâ yeğeni el-Muktedir'in hilâfet makamına getirilmesinde bu Garibü'l-Hâl'in çok etkin rolü ol­muştur. (260) el-Muktedir devrinin bir çok askerî ve siyâsî olay-

(258)    İbnü'l-Esir, VIII, s. 201. İbni Imâd el-Hanbelî, Şezerâtü'z-Zeheb, Beyrut, 11, s.

284. el-lsfahânî, Hamza b. el-Hasen, Tarih-u Seniyy-i Mulûki'l-Ard vel-Enbiyâ, Beyrüt, s. 158.

(259)    es-Sûlî, Ebû Bekir, Ahbaru'r-Râdî, nşr. J.H. Dunne, London, 1935, s. 5.

(260)   İbni Tağrıberdî, en-Nücûm, III, s. 192. İbnü'l-Esir, el-Kâmil, VIII, s. 15. el-Hudari Bek, Tarîhul' Ûmemil-İslâmiyye, Mısır, 1934, s. 337. larında önemli görevler üstlenmiş olan bu değerli komutan, (H. 305/917) yılında bir çeşitmide hastalığı yüzünden en-Necmiyy'deki evinde vefat etmiştir.

Cenâzesinde devrin ileri gelen simalarından biri olan İbnü'I- Furat'da hazır bulunmuştur. (261) Ancak cenaze namazını, ümmü Mûsâ'nın erkek kardeşi Ahmed b. Abbas el-Hâşimî kıldırmış ve Kasrı İsâda hazırlanan bir Türbeye defnedilmiştir. Cenâzesinde başta vezir Ali b. Muhammed olmak üzere, bütün yakın silâh ar­kadaşları, yüksek rütbeli komutanlar, şehrin eşraf ve ayânı, ka­dılarda hazır bulunmuşlardır. (262)

b - Hârûn b. Garîb

Çok geniş bir aile olduğu anlaşılan Şağab Hâtûn ailesinin önemli halkalarından biri de Hârûn b. Garîb'dir. Yukarda kısmen üzerinde durduğumuz el-Muktedir'in Dayısı Korgeneral Garib'in oğludur. Babası Garîb hicrî 305 yılında vefât edince, el-Muktedir tarafından babasının yüklendiği bütün görevler Onun uhdesine ve­rilmiştir. (263)

Hârûn da babası gibi devirin Emîr (Korgeneral) rütbesine ulaş­mış Türk asıllı büyük komutanlarından biridir. el-Muktedir devrinde birçok ayaklanma ve iç isyânların bastırılmasında takdire değer önemli hizmetleri olmuştur. (264)

O, er-Râdî Billâh (933 - 940) zamanında daha da güçlenmiş, nüfûz ve sultası Halîfe ve çevresini korkutacak bir hâle gelmiştir. He yazık ki hicri 312/933 yılında çıkan olaylar sırasında O da diğer bir kısım komutanlarla birlikte hayatını kaybetmiştir. (265) Hârûn

(261)    el-Hemezânî, Tekmileh, XI, s. 212.

(262)    el-Kurtubî, Sıleh, XI, 65, 66.

(263)    el-Hemezânî, Tekmileh, XI, s. 212.

(264)   İbnü'l-Esir, a.g.e., VIII, s. 152,187,188,227. İbni Haldun, Tarîh, Beyrut, 1971, İli, s. 382.

(265)    İbnü'l-Esir, a.g.e., VIII, s. 288.

b. Garib'in olaylarla dop-dolu geçen aktif hayatı hakkında kay­naklarda çok geniş bilgiler bulunmaktadır. (266)

Yine bu aileden olupta devlet idaresinde en üst mevkilere tırmananlardan biri de Bedir'dir. Bu zât'ın Şağab Hâtûn'un am­cası olması gerekmektedir. Onun oğlu Ahmed ise; el-Muktedir devrinin emsâli bir çok Türk gibi, ileri gelen komutanlarından biri olmuştur. (267)

c - Şağab Hâtûn'un Câriye Oluşu :

Her ne kadar Şağab Hâtûn'un hilâfet camiasında çok şerefli bir yeri ve müstesnâ bir mevkii varsada onun doğumu ve ailesinin yanında geçirdiği ilk çocukluk yılları hakkında pek fazla bir bil­gimiz yoktur. Hayatının dönüm noktası olabilecek önemli olayların değerlendirilmesinden onun (265/878) li yıllarda dünyaya gelmiş olması gerekmektedir. (   ) O'nun bu küçüklük yıllarında adı Nâım idi. (268.)

O, daha sonraları M. b. Abdullah b. Tahir'in kızı Ömmü'l- Kâsım'ın câriyesi olmuştur. (269) Ancak bunu klasik mânâda bir hizmetçi olarak almamamız gerekmektedir. Bu kâbil rivayetlerden Şağab ve yakınlarının bu Arap ailesi içli dışlı olduğu an­laşılmaktadır.

2 - ŞAĞAB HATUN HİLAFET SARAYLARINDA

A - HİLÂFET SARAYLARININ YENİ GÖZDESİ

Pırıl pırıl zekâsı ve olgun kişiliği ile nazarı dikkatleri çeken cici kız Nâim'in, el-Mu'temid Alellâh (870/892) devrinin son yılları veya onnu daha sonra el-Mu'tazid Billâh lâkabıyla hilafet makamına geçen oğlu Ahmed'in ilk yıllarında hilâfet saraylarına intisab etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zâten halife el-Mu'tazid'ın saraylarına in­tisab etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zâten halife el-Mu'tazid'ın sa­raylarında Çiçek Hâtûn, (270) Katru'n-Nedâ (Şebnem) Hâtûn (271) gibi daha bir çok Türk asıllı câriyeler bulunmakta idi.

El-Mutazid'ın bu Türk câriyesi ile ne zaman evlendiği ve dü­ğünleri hakkında kaynaklarda hemen hemen hiç bir ayrıntı yoktur. Ancak O'nün güzel huylu Nâım'dan çok geçmeden bir erkek ço­cuğu dünyaya gelmiştir. (H. 283/896) Cafer adını alan bu sevimli çocuk daha sonra el-Muktedir Billâh adıyla halife olmuş ve saltanatı nerede ise bir çeyrek asır sürmüştür. İşte, Abbasi Hilâfetinde "Türk Hatunları Saltanatı" da bu el-Muktedir devrinde en haşmetli zir­vesine ulaşmıştır.

El-Mutazıd, kendisine bir erkek evlad ve bir "veliahd" ka­zandıran Nâim'e bu mutlu olayın bir anısı olmak üzere Şağab adını vermiş, bundan böyle O, hep bu yeni adıyla anılır olmuştur. (272) Böylece Şağab Hâtûn da hilâfet saraylarındaki bütün câriyelerin nihâî ümidi olduğu halde ancak çok ender kadınlara nasıb olan "Ümmü'l-Veled, Veliahd Anası" olmak gibi asil ve yüce bir şerefe ulaşmış oluyordu. Bundan sonra onun adı "Ümmü'l-Veled" olacak ve tarihlerede bu meşhur ismiyle geçecektir.

Şağab Hâtûn'un el-Mutazıd'la olan evlilik yıllan ve saray hayatı hakkında bize fazla bir bilgi, hatıra anekdot ulaşmamıştır. Yine onun halifenin hareminde bulunan diğer Türk asıllı taçlı kraliçelerden meselâ Katru'n-Nedâ Hâtûn ve Çiçek Hâtûn'la olan ilişkileri hak­kında bildiklerimiz yok denecek kadar azdır. Bu da Onun, el-Mutazıd devrinin baş döndürücü olayları ve kalabalık saray hareminin renkli hayatının dışında mümkün olduğu kadar sâde kendi halinde vakur bir hayat yaşadığını göstermektedir.

a - Şağab Hâtûn ve el-Mûktedirin Halife Oluşu :

Gerçekte talih Şağab-Hâtûn'a oğlu Cafer'in çok küçük de­nebilecek bir yaşta halife olması ile gülmüş ve onun hilâfet semâsındaki yıldızı asıl bundan sonra parlamaya başlamış ve emsâlleri arasında gittikçe göz kamaştırıcı bir hal almıştır.

Çiçek Hâtûn'un oğlu, el-Mûktefi Billâh, uzun süre devâm eden bir hastalık sebebiyle vefât ettikten sonra kimin halife olacağı yolunda bazı kıpırdanma ve homurtular başlamış ve sonunda Şağab Hâtûn'un oğlu Cafer, el-Muktedir Billâh adıyla halife olmuştur. (H. 295/908) (273)

el-Muktedir, halife olduğunda henüz 13 yaşlarında sakalı bıyığı bitmemiş hiç bir şeyin farkında olmıyan küçük bir çocuk idi. Ondan önce böylesine küçük bir yaşta hiç kimse halife olmamıştı. (274) Hatta, bazı kaynakların bildirdiğine göre; el-Muktefî'nin ölümyüle adetâ bir kriz haline dönüşen hilafet meselesi için kendisi ile gö­rüşmek ve onu alıp getirmek için bir heyetin saraya doğru geldiğinde küçük Cafer topaç gibi yuvarlak bir şeyle oynamakta idi. Zavallı Cafer, kendisine taht ve baht getiren bu adamları görünce korkup içeri kaçmış ve kapıları kapatarak arkasını da sürgülemişti. (275)


b - Şağab Hâtûn'un İktidâra Gelmesi :

İşte, Şağab Hâtûn'un devlet işlerinde asıl müdâhalesi, bu nâmüsâit şartlar altında bir vecibe ve kaçınılmaz bir zaruret olarak başlamıştır. Çünkü hakikaten çok küçük olduğu için memleketin genel durumu, devlet işlerinin yürüyüşü, bu arada olup bitenler hakkında ne ilgisi, ne de bilgisi vardı.

Şağab Hâtûn olağan üstü kabiliyeti, müstesnâ kişiliği ve bütün yetenekleri ile hilâfet makamında meydana gelen bu yeni iktidâr ve otorite boşluğunu doldurmaya çalışmış, dolayısıye devrin, millî ta­rihimizde emsâlini sık sık gördüğümüz Kösem Sultan gibi çok güçlü bir "Valide Sultanı" olmuştur.

Asıl bundan sonradır ki O, gerçek mânada "es-Seyyide, Hanım Sultan" lâkabı ile anılır olmuş (276) ve "Ümmü'l-Muktedir : el- Muktedir'in Anası" olarak şöhretinin kemâline ulaşmış ve tarih ki­taplarına da bu yeni isimlerle geçmiştir. (277) Öyle ki; herhangi bir meclisde "Gmmü'l-Muktedir" denildiği veya bu isim zikredildiği zaman bazı vezir ve devlet adamlarının tüylerinin diken diken ol­duğu yüzlerinin renginin değiştiği ve dudaklarının uçukladığı bile olurdu.

Şağab-Hâtûn'un hilâfet câmiasındaki korkunç otoritesi ve ula­şılmaz gücünü C. Zeydân o çarpıcı uslubu ile şu kelimelerle tasvir etmektedir;

"Nüfûz ve etkinlik bakımından " Vâlide Sultan el-Muktedirin Anası" ki o bir Türk idi:, oğlunun hilâfeti zamanında devlet adam­larının üzerinde şaşılacak derecede bir gücü kudreti vardı. Ka­rarlarını doğru doğruya kendisi verir ve kimse karışamazdı. Bütün vezirler ondan çekinir ve adı geçtiği zaman korkudan titremeye başlarlardı." (278) Değerli Arap tarihçisi Ph.K. Hitti de C. Zeydân ile aynı görüşleri paylaşmakta ve "Halife el-Muktedirin Türk asıllı anasının (Ki bu Şağab Hâtûn olur,) devlet işlerine hiç çekinmeden açık açık müdahale ettiğini ve yön verdiğini bildirmektedir." (279)

B - ŞAĞAB HÂTÛN'ÜN SİYASİ GÜCÜ VE OTORİTESİ

Evet, Şağab Hâtûn yeni bir insiyatifie devletin dizginlerini eline almış, kısa zamanda vaziyete hâkim olmuş ve oğlu namına devleti yönetmeye başlamıştır. O, bu hususlarda müstakil hareket edi­yordu. Bir kısım köklü icrâât ve tasarruflarda bulunuyor, bazı ve­zirleri, hatta yüksek mevkilere gelmiş görevlileri azlediyor, onların yerine yenilerini atıyor, tatmin olmadığı kimseleri çok yakın çev­resinde olsalar dahi devlet ve ordudan uzaklaştırabiliyordu. Onun Abbâsiler Devletinde elinin ulaşmadığı gücünün yetmediği hiç bir şey yoktu.

Şağab Hâtûn bu haliyle C. Zeydân'm da işaret ettiği gibi, adının zikredildiği meclislerde bir çok kimsenin korkusundan titrediği, bir çoklarının da gerçekten saygı ve hürmet duyduğu tam anlamı ile bir "Nâibe Sultan" bir "Melike" olmuştur. O, bu yönleriyle Abbasîler Devletinde bir istiânâ teşkil etmektedir. Zirâ beş asır süren Abbâsî Hilâfetinde, Onun kadar devlet idaresine hâkim olmuş, kadın-erkek herkese korkunç otoritesini kabul ettirmiş, nerede ise bir çeyrek asır Abbâsî Hilâfetine yön vermiş bu Türk anasının dışında bir başka Vâlide Sultan yoktur. Şağab Hâtûn'un bu müstesnâ durumuna işâret eden İbni Kesir şöyle demektedir;

"O, oğlunun hilâfeti zamanında haşmet, ululuk, nüfûz ve sal­tanat bakımından zirvelerde idi. (Onun gücünü aşan hiç bir kimse yoktu.)'' (280)

C - ŞAĞAB HÂTÛN-KINIK HÂTÛN BENZETMESİ;

Şağab Hâtûn bu saygın ve otoriter haliyle geleneksel Türk Hâtûnluğunun Abbasîler devletinde en güzel bir örneğini oluş­turuyordu. Zîrâ eski Türklerde, Türk Hâtûnları daima Hakanın ya­nında yerini alır ve devlet işlerinde aktif bir rolü olurdu. Çoğu kere bu Hatunlar küçük veliahdlar nâmına devleti senelerce idare eder, gerekirse ordular bile sevkederlerdi. (281) Bunlardan meselâ Arap vali ve devlet adamlarının bu hususta çok yakından tanıdıkları diğer bir Türk anası da meşhur Buhara Melikesi Kınık Hâtûn'dur. (282)

Kınık Hâtûn, kocası Buhar Hudah'ın çok zamansız bir şekilde vefat etmiş olması sebebiyle henüç çok küçük, meme çağında bu­lunan oğlu Tuğ-Şâd namına Buhara Hanlığını otuz küsür sene idâre etmiştir. Onun bu süre zarfında başta Ubeydullah b. Ziyâd olmak üzere (678/680) Emeviler devrinde (661/750) Horasan'a gön­derilen Arap vali ve devlet adamları ile çok başarılı mücadeleleri olmuştur. (283)

Mâmâfih, Şağab Hâtûn'un bu şekilde cesur icraatları, entrikacı ihtiyar kurtları, devlet idâresinden yeri ve sırası geldikçe uzak­laştırması bir dereceye kadar Abbasi Hilâfetininde hayrına olmuş ve küçük yaşta halife olmasına rağmen el-Muktedir'in 25 sene gibi çok uzun bir süre iktidarda kalmasını sağlamıştır.

II. ABBASİ HİLÂFETİNDE ŞAĞAB HÂTÛNLA
BAŞLAYAN, YENİ KADINLAR DÖNEMİ

1   - ŞAĞAB HÂTÛN VE YAKIN ÇEVRESİNDE BÜLÜNAN ETKİLİ HANIMLAR

Şağab Hâtûn'un en çarpıcı özelliklerinden bir diğeri de devlet işlerini yönetmede erkekler kadar kadınlarada önem vermiş ol­ması ve onları şaşılacak derecede yüksek ve önemli mevkilere getirmesidir. O, kendi devrinde bu yönde en cesur adımları atmış ve nerede ise bir çığır açmıştır. Bunlara ilâveten Şağab Hâtûn, çevresinde kendisinin son derece güvendiği ve genellikle yakın akrabalarından olan sağlam bir kadınlar halkası oluşturmuş, önemli meselelerde isâbetli kararlar almada dâima onlarla samimî istişarelerde bulunmuştur. O bu hususlarda, devlet işlerinde ka­dınlara aşırı derecede yüz verdiği ve dolayısıyla bir kadınlar sal­tanatı kurduğu yolunda yersiz ittiham ve acı acı tenkit edenleri haklı çıkaracak kadarda ileri gitmiştir. (284)

A - TEYZE HÂTÛN

Fakat Onun devlet işlerinde asıl danıştığı,, içini döktüğü samîmî istişarelerde bulunduğu, belki de ortaklaşa kararlar ver­dikleri kadın kendi öz kız kardeşi idi. O devrin kaynaklarında bu büyük Türk anasının ismi, bir üslûp özelliği nedeniyle ne yazıkki zikredilmemiş ve halife el-Muktedir'e nisbetle "Onun Anası ve Teyzesi" olarak geçmiştir. (285)

Bu Teyze Hâtûn, idârî dehâ ve meselelere nüfûz ve kavrama gücü, mâkul ve mantıklı düşünme bakımından Şağab Hâtûn'dan hiç de geri kalır bir tarafı yoktu. Teyze Hâtûn, nerede ise Şağab Hâtûn’un bir ikiz kardeşi imişçesine onun sorumluluklarını pay­laşmış, icrâât ve tasarruflarında onun en büyük destek ve yar­dımcısı olmuştur. Böylece bu iki kız kardeş hiç bir ihtiras ve kap­rise düşmeden, büyük bir anlayış ve uyum içinde koca Abbâsi İmparatorluğunu senelerce idare etmişleridir. En sonunda felâketler kapıya gelip dayandığında Teyze Hâtûnda Şağab Hâtûn'la aynı meşum kaderi paylaşmış oda insanlık dışı bir çok eziyet ve işkencelere maruz kalmıştır.

Teyze Hâtûn'un, el-Muktedir devrindeki yeri ve önemini bu­rada değerlendirmek ve geniş yorumlarda bulunmak, konunun hudutlarını zorlamak olur. Ancak bizim bundan sonraki ça­lışmalarımızda, kaynaklarda adı sık sık Teyze olarak zikredilen bu Türk anası üzerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde durulacak ve O'da bu devirlerde A bbâsîler Devleti'ne hizmeti geçen diğer bir çok faziletli Türk anaları gibi ilk defâ tarih literatürüne ka­zandırılacaktır. Zirâ, Abbasîler devri, büyük Islâm kültür ve me­deniyetinin önemli mozayikleri olan bütün bu unsurlar, hilâfet ca­miasındaki müessir Türk kadınları, ordudaki Türk askerî varlığı idârî ve edebî sahalarda kendini göstermiş alim, fâzıl pek çok Türk, bir bakıma unutulmuş kendi milli tarihimizin övünç dolu sayfalarını oluşturmakta ve bu büyük kültür ve medeniyet hamlesinde Türkün yapıcı şahsiye ve profilini sergilemektedir.

B - ŞAĞAB HÂTÛN VE EL-KAHRAMANE HANIMLAR

Bu konunun diğer ilginç bir yönüde yine Şağab Hâtûn'un yakın çevresinde yer alan ve el-Kahramâne olarak zikredilen şah­siyetli hanımlardır. Büyük Türk Anası, devlet işlerini yürütmede, saray ve çevrelerine bir çeki düzen vermede bu el-Kahramâne makamına getirdiği son derece seçkin, kültürlü, kadınlardan büyük ölçüde yararlanmıştır.

Bu el-KahramânelerdenFatıma Hanım, ümmü Mûsa, Semmel Hanım ve Zeydan Hanım; Şağab Hâtûn devrinin zirveye tırmanan, etkin hanımların en başında gelmektedir. Şağab Hâtûnun demir elinin bir nevi parmakları olan bu kadınlar ve onların icraatındaki yerlerini izâha geçmeden önce bizim; Abbasîler devletinde önemli bir fonksiyonu olan el-Kahramaneler kimdir, onların görevi ve ic­raattaki yeri nedir, kısada olsa izah etmemiz herhalde yararlı ola­caktır.

a - El-Kahramâne Ne Demektir?

Haddi zâtında el-Kahramâne veya el-Kahârime, Abbasî hilâfetinde kadınlar için ihdâs edilmiş, üst seviyede önemli resmi devlet makamlarından biri idi. Devlet hiyerarşisinde bir kadının ge­lebileceği en son makam idi. Hilâfet saraylarının girdisi çıktısı, ha­lifenin haremi de dâhil saraydaki bütün kimselerin masrafı, ihtiyâçlarının giderilmesi hep bu el-Kahramâne hanımlardan so­rulurdu.

Onların büyük sarf yetkileri olurdu. Halifeye çok yakın ve onunla görevleri icâbı sıkı temâs halinde bulunduklarından bu ka­dınların idârî, hattâ askerî erkân üzerinde büyük nüfuz ve sultaları vardı. Halife ve çevresindekiler, özellikle vesirler, onlarla genellikle her hangi bir sürtüşmeye girmezler ve bundan son derece çe- dnirlerdi. (286)

b - Şağab Hâtûn ve el-Kahramânelik Makamı

Şağab Hâtûn döneminde ise bu makam yeni bir muhtevâ ve ıtkinlik kazanmış, Abbasi hilâfetinin en gözde mevkilerinden biri ilmuştur. üzün süren saltanat yılları sırasında Türk Anası bu ma­karna birçok dirâyetli kadınlar tayin etmiş ve bunların hepsi, Vâlide Sultan'm icrââtında onun sağ kolu olmuşlardır.

Hatta bu el-Kahramâneler arasında, "Meclisü'l-Mezâlim" veya "Divânü.'l-Mezâlim"e bizdeki bir nevi İstinaf Mahkemeleri gibi, baş­kanlık eden son derece önemli kadın hakimler bile vardı.

(286)    Zeydân, Corci, a.g.e., II, s. 381. Krş. el-Hudarî Bek, a.g.e., s. 340-41

Kadın haklarının yeni yeni tartışıldığı ve kabul edildiği za­manımızdan on asır önce bir Türk Anasının kadınlara böylesine önem vermesi, onları hiç bir ayırım gözetmeden en önemli görevlere getirmesi, hattâ hâkim ve kadı tayin etmesi, üstelik çevrenin şiddetli protesto ve tepkilerine rağmen onları yılmadan sonuna kadar ce­saretle savunması, her türlü takdirin üstünde fevkalâde önemli bir davranış olsa gerektir.

2    – BU DÖNEMİN AKTİF HANIMLARI

A - EL - KAHRAMÂNE FÂTIMA HANIM (Öl. 297/909)

Şağab Hâtûn'un bu el-Kahramânelerlnden biri şüphesiz Fâtıma Hanımdır. Saltanatının ilk yıllarında hizmetinde bulunmuştur. İlk defâ bu göreve ne zaman geldiği bilinmemektedir.

et-Taberî ondan sadece H. 297/909 yılı olayları sırasında bah­setmektedir. O da Dicle üzerinde teknesiyle seyretmekte olan Fâtıma Hanımın, bu teknesinin köprü mevkiine geldiği sıralarda çok şiddetli bir fırtınaya tutulduğu ve neticede batmış olduğudur. (287)

el-Kahramâne Fâtıma Hanımın böyle bir facia sonucu ölü­münden sonra Şağab Hâtûn onun yerine Ümmü Mûsâ el- Hâşimiyye'yi tayin etmiştir.

B - EL-KAHRAMÂNE ÜMMÜ MÛSÂ HANIM (909-922)

Ümmü Mûsa el-Hâşiriıiyye hilâfet camiasının en seçkin, en kültürlü, en olgun izzeti nefs ve haysiyetine son derece düşkün en onurlu kadınlardan biridir. Asıl adı Sükeyne olup, Muhammed b. el-Abbasm kızıdır. (288) Haseb ve neseb itibarı ile çok asil bir aileye mensub idi.

el-Muktedir, halife olmadan çok daha önce, Şağab Hâtûnun çevresine intisab etmiş ve Onun himâyesinde yetişmiştir. Bir başka

(287)    el-Hemezânî, XI, s. 197

(288)    er-Reşîd, a.g.e., s. 239 ifâde ile kâbiliyet ve yeteneklerinin gelişmesinde bu Türk Anasının önemli rolü olmuştur. Bu bakımdan Sükeynenin gerek el-Muktedir, gerekse Şağab Hâtûnun nezdinde çok özel bir yeri, kişiliği ve itibarı vardı.

Hele hele Ümmü Mûsa, el-Kahramâne gibi devlet idâresinde fevkalade önemi haiz bir göreve getirilince, Onun vüzerâ ve ümerâ nezdinde nüfuz ve sultası dahada artmış ve kelimenin tam anlamı ile bir "Ümmü Mûsâ" olmuştu. (289) Onun Halife ve gerekse Şağab Hâtûnla görüşmesinde hiç bir engel yoktu. O doğrudan doğruya el-Mukdedir ve Şağab Hâtûnun huzuruna çıkar onlarla muhatab olur, isteklerini onlara arzeder ve çoğu kere de onun istekleri kabul edilirdi; Halife ve vüzerâ nezdinden onun eli boş döndüğü gö­rülmezdi. Bu bakımdan idâri ve siyâsi erkân onunla olan münâsebetlerinde son derece dikkatli davranırlardı.

Haddizâtında bu devirde saraya, Halife ve Vâlide Sultana böy- lesine içli-dışlı olan bir başka kimse de yoktu. el-Muktedir veyâ Şağab Hâtûn tarafından yazılan resmi yazılar, emirname ve kararlar önce ona verilir O da bu kıymetli evrakı baş vezir veya diğer ilgili yerlere ulaştırırdı. (290) Bunun gibi vezirlerin yazdıkları resmi ya­zılanda yine O, bir nevi kurye olarak el-Muktedir ve Şağab Hâtûna getirirdi. (291) Bu da Ümmü Musanın ne derecede itimâda şayan, Halife ve çevresinde güvenilir aklı başında bir kadın olduğunu gös­termektedir.

O, bu son derece önemli görevleri yanısıra, hilâfet sarayları, harem ve buna yakın çevrelerin giyim kuşam yiyecek içecek gibi her türlü ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli parayı bulmak ve onlar arasında huzur ve ahengi de sağlamak durumunda idi. el- Muktedirin saraylarındaki câriyeler, onların hizmetçileri, ve sa-

(289)    er-Reşîd, a.g.e., s. 239

Bu bakımdan idârî ve siyâsî erkân Onunla olan münâsebetlerinde son derece dikkatli davranırlardı.

(290)    İbnü'l-Esir, VIII, s. 62. el-Hemezânî, XI, s. 214.

(291)    İbni Haldûn, III, s. 387.

raydaki diğer bütün görevlilerin sayıları 11.000 kişinin üzerinde ol­duğu düşünülürse (292), bu görevin sağlıklı bir şekilde yü­rütülmesinin ne kadar zor bir iş olduğu kendiliğinden ortaya çık­maktadır.

3    - ŞAĞAB HÂTÛN VE TÜRK KIZLARININ DÜĞÜNÜ

A - TÜRK AİLELERİ ARASINDAKİ YENİ İLİŞKİLER

ümmü Mûsâ'nın, Şağab Hâtûn'la olan bu uzun hizmet yıllarının burada hatırlatılması gereken kayda değer mesud olaylarından biri de Şağab Hâtûn'un erkek kardeşi, Dayı Garib'in kızlarının devrin yine Türk asıllı büyük komutanlarından biri olan Bedr b. Abdullah el-Hammâmî ile evlenmeleri ve bu düğünde hem Şağab Hâtûn, hem de ümmü Mûsâ'nın gösterdiği samîmî gayret ve ali- cenablıhktır. (H. 307/919) Öyle ya, Dayı Garib'in üç güzel kızı Bedr b. Abdullah'ın üç oğlu ile evlenmiş ve bu evlenmeler sırasında ya­pılan düğünle bütün Bağdad sosyetesi nerede ise ayağa kalkmıştır.

Şağab Hâtûn devrinin bu çok önemli düğünü Bağdad'ta olmuş ve bunu iki aristokrat Türk ailesinin şanına yaraşır bir şekilde olması için Şağab Hâtûn elinden gelen her şeyi yapmış, onları hediye ve ihsanlarına boğmuş, geleneksel mürüvvetini bir kerede yakın ak­rabası olan bu Türk gençlerine de göstermiştir.

Gerçekte hem Dayı Garib, hemde Bedr b. Abdullah, devrin Türk asıllı, bir çok olaylarla kendini kabul ettirmiş şahsiyetli, yüksek rüt­beli Türk komutanlarından biridir.

Babası Abdullahdır. Mısırda Ahmed b. Tolun'un çevresinde ye­tişmiş kudretli bir Türk komutandır. (293) Gerek et-Taberî gerekse İbnü'l-Esîr, hicri 280/893 yılı olayları sırasında, Bedr'in Bizansa karşı yapılan harplerde, Tarsus emîri el-üceyfî ile birlikte hareket ettiklerini ve büyük başarılar gösterdiğini kaydetmektedir. (294) Bedr daha sonra, Karmatîlerden Zükrâveyh b. Mükrâveyh adına bir

(292)    es-Süyûtî, a.g.e., s. 384. İbni Kesir, XI, s. 170.

(293)    et-Taberî, X, s. 95                                                        Krş. İbnü’l-Esir, VII, s. 464

(294)    et-Taberî, X, 95. Ibnü'l-Esir, VII, s. 464.

bozguncunun Şam ve havâlisinde çıkardığı kargaşalıkların bas­tırılması için Mısırdan özel olarak gönderilmiş ve devrin yine kendisi gibi bir diğer Türk komutanı olan Toğac b. Cüf ile birlikte başarılı hizmetleri olmuştur. (H. 298/910) (295) el-Müktefî bir defasında Bedr'i İsfahan ve çevresinde başkaldıran Abdullah b. üzerine gön­dermiş ve onun bu bozguncu âsiyi tepelemesinden son derece memnun olmuştur. (H. 295/907) (296)

el-Muktedir, hilâfet koltuğuna oturduğu zaman, Mıısıfda Ahmet b. Tolun'un terbiye ve disiplininde yetişmiş bu değerli Türk ko­mutanı Onun çevresindeki en güçlü şahsiyetlerden birisi idi. el- Muktedir, yeteneğinden son derece emin olduğu Bedr'i, İm­paratorluğun en karışık bölgelerinden biri olan Faris ve Kirman'a âmil olarak tayin etmiş (H. 301/913) (297) ve yörede asayişin sağlanmasında büyük hizmetleri dokunmuştur. (298)

B - BÜYÜK DÜĞÜN VE ŞAĞAB HÂTÛN

Başta el-Mütazid olmak üzere, el-Müktefî Billâh ve el-Muktedir Alellâh gibi üç büyük Abbâsî halifesinin hizmetinde bulunan bu büyük Türk komutanı, yine o devrin Türk asıllı kudretli ko­mutanlarından aynı zamanda el-Müktedir'in dayısı olan korgeneral Garib ile çok yakın bir dostlık içinde oldukları anlaşılmaktadır.

İki Türk ailesinin bu samimi dostlukları çok daha mutlu bir olayla noktalanmış ve Dayı Garib’in kızları ile Bedr b. Abdullah'ın oğlulları Bağdad'da yapılan müşterek bir düğünle evlenmişlerdir. (H. 307/919) (299) Bir âilenin en az üç erkek çocuğunun, yine diğer bir ailenin üç kız çocuğu ile evlendirilmeleri değil Abbâsiler devri, belki, başka devirlerde bile eşi örneği az bulunan çok ender olaylardan biri ve belki de en ilginci olsa gerekir. Bu ancak bi- ribirlerini yakından tanıyan, son derece güvenen, kaynaşan iki aristokrat Türk ailesi arasında olabilirdi.

(295)    et-Taberî, X, s. 95. Krş. İbnü'l-Esir, VII., s. 520.

(296)    İbnü'l-Esir, VIII, s. 12

(297)    İbnü'l-Esir, VIII, s. 79.

(298)    İbnü'l-Esir, VIII, s. 79. el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 58.

(299)    el-Kurtubî, a.g.e., XI, s. 72.

Düğün'ün, bu Türk ailelerinin yanısıra, fevkalâde güzel ve mükemmel olmasında hem Şağab Hâtûn, hem de Onun el- Kahramânesi, saray ve hilâfet çevrelerinin en gözde, en dirayetli, en seçkin kadınlarından biri olan Ümmü Mûsâ elinden gelen her şeyi yapmışlardır.

O kadar ki; bu büyük düğüne katılmak için hilâfet çevresi ve aristokrat kadınlar kendi aralarında nerede ise hediye yarışına gi­rişmişlerdir. Her ne kadar bu hediyelerin keyfiyeti ve ayrıntıları hakkında kaynağımızda pek fazla teferruat yoksada, el-Kurtubî'nin bu yüklü hediyelerin taşınması için büyük bir düğün alayından bahsetmesi (300) onların hem maddi, hemde manevi değerlerinin çok büyük miktarlara ulaştığını göstermektedir.

Gerçekte, saray ve hilâfet çevresindeki bütün bu soylu ve aristokrat hanımların harekete geçmesi ve genç evlileri bir hediye yağmuruna tutmalarında Şağab Hâtun'un çok önemli rolü ol­muştur. Şağab Hâtûn dolayısıyla Ümmü Mûsâ'nın, Türk ailelerin düğünlerine gösterdiği bu sıcak ilgi çevresine de sirâyet etmiş ve hilâfet camiasındaki bir çok soylu kadınların hediyelerini takdim etmede adetâ bir gövde gösterisi olmuştur. Düğün hediyeleri ai­lelere değil bizzat Şağab Hâtûn'a takdim ediliyordu. Bunun ayrı bir manası vardı. Şağab Hâtûn böyle davranmakta haklı idi. Zira bu iki komutan, Türk asıllı olmaları yanısıra, devletin hizmetinde bir bakıma Şağab Hâtûn'un en büyük yardımcıları durumunda idiler.

C - DÜĞÜN ALAYI VE HEDİYELER;

Saray ve yakın çevresinden özellikle kadınların takdim ettikleri bütün bu kıymetli hediyeler Vâlide Sultan’in nezdinde toplanmış ve büyük bir düğün alayı oluşturarak Ümmü Mûsâ'nın baş­kanlığında düğün evine gönderilmiştir. el-Muktedir ve Şağab Hâtûn devrinin belki de en renkli düğünlerinden biri olan bu Türk düğünü, aristokrat kadınların hediyeleri ve büyük düğün alayı hakkında çok özlü bilgiler veren el-Kurtûbî şöyle demektedir:

(300)    el-Kurtubî, a.g.e., XI, s. 73

"Artık bundan sonra Ümmü Mûsâ el-Kahramâne, Dayı Garib'in kızları ile Bedrü'l-Hamâmî'nin oğlanlarının hem ev­liliklerini tebrik, hem de bu vesile ile toplanan düğün hediyelerini hazırlamak ve takdim etmek için Şağab Hâtûn'un emri ile ha­rekete geçti. İçinde bir çok süvâri ve yayalarında yer aldığı çok büyük bir düğün alayı hazırlandı;

Bu cümleden olmak üzere, bütün bu hediyeler onun önünde on iki beygire yüklendi. Bu beygirlerden altısının eğeri, gem ve diğer koşumları altından, diğer altısının ise gümüşten yapılmıştı. Ayrıca her bir hayvanın yanıbaşında en güzel elbiseler giydirilmiş, altın kemer ve altın hamayilli kılınçlarla donatılmış bir hizmetçi bulunuyordu. Bu arada kırkta sandık vardı. Bu sandıkların hepisi en kıymetli elbiselerle doldurulmuş ve her birinin içine de 100.000 dinâr (iki milyar) TL. konulmuş idi. Bütün bunlar Şağab Hâtûn'un çevresindeki kadınlar tarafından bu düğün için top­lanan hediyelerdi. İşte ümmü Mûsâ böyle bir alayın başında yürüyerek hediyeleri yerine ulaştırdı." (301)

4    - EL - KAHRAMANE SEMMEL HANIM

(H. 310/922 - 317/928)

A - SEMMEL HANIM’IN İLK YILLARI

Şağab Hâtun'un yakın çevresindeki en önemli kadınlmardan biri olan bu Ümmü Mûsâ, daha sonraları el-Muktedir aleyhine yeni bir kısım kirli oyunlar peşine düştüğü için pek tabiî olarak bu gö­revinden alınmış (302) ve onun yerine el-Kahramânelik görevine, Semmel Hanım getirilmiştir.

(301)    el-Kurtubî, a.g.e., XI, 72-73.

(302)  lbnü'l-Esir, VIII, s. 137. ibn Haldun, III, s. 389. Tekmile, (et-Taberi), XI, s. 227. Haddizâtında Şağab Hâtûn, bu kadının ne yapmak istediğini onun sinsi emelleri ve çevresinde toplanan bozguncu grubun farkında idi. Düğün bitipte ortalık biraz yatıştıktan sonra derhal Ümmü Mûsâ'yı huzuruna çağırtmış ve adeta bir dişi kaplan edâsıyla;

Demek sen benim oğlum için bir kısım (âdî) tertipler peşindesin! el- Mütevekil'in torunu ile yakın akrabalık kurdun! Tâki Onu hilâfet tahtına oturtmak istersin!" diyerek bütün bu sinsi planlarını yüzüne vurmuş ve Onu derhal el-Kahramânelik görevinden azletmiştir.

Gerçekte Semmel Hanımın daha önceden Ahmed b. Abdül- Aziz adında bir zâtın "Kahramânesi" olduğu rivayet edilmektedir. (303) Bu görevi Ona, yeni yeni ufuklar açmış, Onun hem tecrübe kazanmasına, hem de daha üst çevrelere ulaşmasına sebeb ol­muştur. Çünkü O, saraya yakın çevrelerde gösterdiği bu başarıları, Şağab Hâtûn'un dikkatini çekmiş ve ümmü Mûsâ'dan boşalan bu makama Onu el-kahramâne olarak tayin etmiştir. Semmel Hanım, bu önemli görevi yanı sıra Vâlide Sultanın özel sekreterliğini yani Onun resmî yazışmalarını da yapmakta idi. (304)

Semmel Hanımda bu göreve geldikten sonra ümmü Mûsâ'nın ilk yıllarında olduğu gibi, hilâfet camiası ve devletin üst ka­demelerinde nüfuz ve sultası artmış, herkesin saygı gösterdiği bir hanım olmuştu. Zira O, zeki, üstün kabiliyetli olayların üstüne var­maktan çekinmeyen cesur şahsiyetli bir kadındı. Bu bakımdan kısa zamanda Vâlide Sultan'ın en gözde en güvendiği elemanlardan biri olmuştur. Bir kısım yazarlar daha da ileri gitmekte ve haklı olarak Semmel Hanımın, Vâlide Sultan’ın devlet işlerini ve genel po­litikasının yürütülmesinde, Onun sağ kolu olduğunu kay­detmektedirler. (305)

Semmel Hanım, Valide Sultan tarafından kendisine tevcih edi­len her türlü görevi hiç çekinmeden kabul etmiş ve birbirinden farklı olan bu görevlerdeunanılmaz bir sabır, ehliyet ve vukuf göstererek büyük başarılar elde etmiştir.

B - SEMMEL HANIM VE DÎVÂNÜ'L-MEZÂLÎM BAŞKANLIĞI :

Vâlide Sultan’ın ona olan bu sarsılmaz güveni Semmel Hanımı, İslâm Tarihinde bir kadın için düşünülmesi dahi mümkün olmayan önemli, hassas görevlerin başına getirilmesine sebeb olmuştur. Bundan maksadımız el-Kahramâne Semmel Hanımın aynı zamanda "Diuânü'l-Mezâlim" veya "İstînâf Mahkemesi" Başkanlığına tayin edilmesi ve bu görevi büyük bir vukûf ve ehliyetle senelerce sür­dürmesidir. (H. 306/918)

(303)    el-Hemezânî, a.g.e., XI, s. 227.

(304)    el-Kurtubî, a.g.e., XI, s. 109.

(305)                 Kehhâle, Ö.R., a.g.e., 1. s. 185.

Gerçekte bu sadece o devirde değil, İslâm Tarihinde de bir is­tisna teşkil etmektedir. Zira on dört asırlık İslâm Tarihinde ne Sem­mel Hanım'dan önce, ne de sonra doğrudan doğruya halife veya onu temsilen devrin Baş Kadısının yönettiği böylesine önemli ve herkese adâlet dağıtan sorumlu bir makamın başkanlığına hiç bir zaman bir kadın getirilmemiştir.

Şağab Hâtûn bu yönüylede üzerinde çok daha geniş bir şekilde durulması gereken mümtaz bir kadındır. Kadınları toplumda hemde hilâfet merkezinde böylesine önemli görevler ancak Onun za­manında verilmiştir. O, bu uğurda nerede ise bir çığır açmak istemiş ve fakat ölümüyle her şey bitmiş, fazla bir mesâfede alınamamıştır. Hattâ diyebiliriz ki, Onun başını yiyen sebeblerden birisi de belki bu devlet işlerinde kadınlara Teyze Hâtûnda dahil, aşırı derecede gü­venmesi ve üstün görevler vermiş olmasıdır.

C - DÎVÂNÜ'L-MEZÂLİM NEDİR?

''Dîoânü'l-Miezâlim" veya diğer bir adıyla ''Meclisü.'1-Mezâlim” de denilen bu yargı usulü, herkese açık, bir nevi halk mahkemesi niteliğinde idi. Sâdece hilâfet merkezi Bağdad'ta yâni er-Russafe ( ) semtinde, haftada bir defa o da Cuma günleri olmak üzere ku­rulurdu. (306)

Halifeye ulaşamayan fakat adâlet isteyen kimseler buraya yızılı olarak müracaatta bulunur ve divân başkanına gelerek derdini anlatır ve kârşı taraftan davacı olduğunu bildirirdi. Divân kurulunca davâcı ve dâvâlının yüz yüze müdafaları yapılır, sonunda divan başkanı hükmünü verir, alınan kararın altına imzasını atar ve divânın kararını orada bulunanlara açıkça ilân ederdi.

Bu meclislerde, genellikle halife veya ona vekâleten devrin "Kadıyü'l-Kutadı" (Başkadısı) Anayasa Başkan fukahası, şehrin ileri gelenleri yâni âyân ve eşrafı da hazır bulunurlardı. (307) Mezâlim meclisleri yukarıda da belirtildiği gibi haftada sadece Cuma günleri kurulur, mazlumların, haksızlığa uğrayan kimselerin hakları verilir ve bir nevi adâlet tevziî yapılırdı.

Böylece halkın genel şikâyetleri bir dereceye kadar önlendiği gibi halifenin halkla olan ilişkilerinin daha canlı tutulması ve sağlıklı ol­masına da özen gösterilmiş olurdu. Divânü'l-Mezâlimin en büyük özelliği burada açılan davaların süratle neticelenmiş olması idi. (308)

D - SEMMEL HAİNİM YENİ GÖREVİ BAŞINDA

İşte toplum hayatı için böylesine önemli olan bir göreve, bir adalet tevzi makamının başına, hem de Abbâsi Hilâfetinin başkenti olan Bağdatta Şağab Hâtûn, kendi akıl, izan ve dehasını kullanarak el-Kahramâne Semmel Hanımı tayin etmiştir. (309) O çağlarda böyle bir uygulamayı daha önceki sayfalarda da belirtildiği gibi kadın haklan yolunda atılmış çok önemli bir adım olarak kabul et­memiz gerekmektedir.

Belki onun bu yönde cesûr adımlar atmasını oğlu el- Muktedir'in dilinin biraz kekeme olması ile izah edenler olacaktır. Zîrâ ibnü'l-lmâd, Vâlide Sultan'ın oğlunun kekeme olması ne­deniyle uzun süre halkın içine çıkmasına (Cuma Selâmlığı gibi) müsade etmediğini kaydetmektedir. (310)

Ancak böyle bir uygulama yani Semmel el-Kahramânenin Divân'ül-Mezâllim başkanlığına getirilmesinin el-Muktedirin ke­keme olmasıylla hiç bir ilgisi yoktur. Zîra bu sıralarda el-Muktedir büyümüş ve nerede ise 24 yaşlarına gelmiş devlet idâresine vakıf bir halife olmuştu.

Hatta o, hiç çekinmeden çok muazzam, matantan renkli me­rasimlerle yabancı devlet elçilerini bile kabul ediyor ve onlarla dip­lomatik bir dille münâkaşa dahi ediyordu. (311) Zâten el- Muktedir'den çok daha önce, Abbâsi Halifeleri Divânü'l-Mezâlime çıkmayı terketmişler ve bunu şehrin Başkadısı (Kadıyü'l-Kudat)a havâle eder olmuşlardır.

a - Ulemâ ve Halkın Protestosu :

el-Kahramâne Semmel Hanım'ın bu göreve getirilmesi halkın âyân ve eşrafta dâhil umumî protestolarına sebeb olmuştur. Bu yöndeki acı tenkit homurtu, hatta öfkelerinde çok çok ileri gidenler dahi oluyordu. (312)

Onun için Semmel Hanım er-Russâfe'de kurulan bu Divânü'l- Mezâlim'e ilk defa çıktığında başta, divân üyeleri hazır bulunmak şöyle dursun, halktan dahi hiç kimse gelmemişti. Şağab Hâtûn, dîvan üyeleri, ulemâ ve halkın bu sessiz protestoları, onları ileri geri konuşmalarına hiç bir önem vermedi.

Semmel'den görevine çekinmeden sabırla devâm etmesini is­tedi. Bu ikinci, üçüncü defa tekrar etti. Sonunda direnme ken­diliğinden kırıldı. Şağab Hâtûn, güçlü azmî ve irâdesi sâyesinde bundada muvaffak olmuştu. Zîra şehrin Başkadısı, Ebü'l-Hasan geldi, vekâr ve ciddiyetle Diuânü'l-Mezâlimdeki yerini aldı. Onun divana çıkması Semmel Hanım ve dolayısıyla Şağab Hâtûn'un bu kendi nevine münhasır icraatını tasvip ettiği, böyle bir uygulamanın yâni Divânü'l-Mezâlime (İstinaf Mahkemesi Reisliğine) bir kadının başkanlık etmesinin dinen herhangi bir sakıncasının olmadığı an­lamında idi.

b - Halkın Yararlanması:

Bundan sonra işler süratle düzeldi ve yolunda gitmeye başladı. Artık Semmel Hanım, her Cuma günü geliyor ve muntazam olarak Divanü'l-Mezalime başkanlık ediyordu. Onunla birlikte şehrin, Baş- kadısı, Fukaha, din alimleri şehrin ileri gelen âyân ve eşrafı da yerlerini alıyor ve adâletin yerini bulmasında Ona yardımcı olu­yorlardı.

Semmel Hanım usul gereğince davalar hakkında karar veriyor, altına bizzat kendi imzasını atıyor ve jürinin verdiği bu müşterek karan halka açıklıyordu. (313) Semmel Hanım, Divânü'l-Mezâllm başkanlığındaki bu görevinde acaba muvaffak olmuşmudur? el- Muktedir devrinin tarihçisi el-Kurtubî buna olumlu bir gözle bak­makta ve şöyle demektedir :

"Böyle bir uygulamadan zulme uğrayan kimseler çok ya­rarlandı. İnsanların gönlü rahat etti, huzura kavuştu. Halbuki onlar daha önce bundan ve Semmel Hanımın davalara bak­masından nefret etmişlerdi." (314)

E - EL-KAHRAMÂNE SEMMEL HANIMIN ÖLÜMÜ :

el-Kahramâne Semmel Hanım yukarıda da işaret edildiği gib: Şağab Hâtûnun icraatında Onun nerede ise bir sağ kolu olmuş ve ölünceye kadar da sadâkatle hizmet etmiştir.

Gözü kara, olayların üstüne yılmadan giden cesur bir kadındı. Bu aşırı cesareti onu belki de taş kalbli olmakla suçlamalara yol açmıştı. O bilgi ve görgüsüyle kendisine verilen ve birbirinden farklı bir çok önemli görevlerin hemen hepsinde başarılı olmuştur. Bu da diğer taraftan Şağab Hâtûn'un adam seçme ve tayin etmede ne kadar isabetli davrandığını göstermektedir.

Mamafih Semmel Hanımın, Şağab Hâtûn nezdindeki bu mü­essir durumu, saray ve hilâfet çevrelerindeki saygınlığı ölünceye kadar devam etmiştir. el-Kurtubî onun H. 317/928 yılında vefat et­tiğini kaydetmekte ve hastalığı hakkında fazla bir açıklamada bu­lunmamaktadır. (315)

5 - EL-KAHRAMANE ZEYDÂN HANIM (928 ?-933?)

Yine bu devirlerde hilâfet çevreleri ve Şağab Hâtûn'un çok yakın hizmetinde bulunan şahsiyetli kadınlardan bir diğeri de e/- Kahramâne Zeydân hanımdır.

Her ne kadar Zeydân Hanım varlığı ve "el-Kahramâne" olarak görevlendirilmesi Semmel Hanımın vefatından sonra çok daha be­lirgin bir hale gelmişse de Onun çok daha önceki yıllarda hilafet sarayları ve Şağab Hâtûnun yakın çevresi ve özel hizmetinde ol­duğu anlaşılmaktadır.

Zeydân Hanımın, hilafet sarayları, ümerâ ve vüzerâ üzerindeki otorite ve sultası her ne kadar (İmmü Mûsâ ve Semmel Hanım de­recesinde etkili olmasa bile gerek Şağab Hâtûn ve gerekse el- Muktedirin hizmetinde her zaman özel bir yeri olmuştur. O bir ba­kıma hilâfet saraylarının emniyet sorumlusu idi. Zirâ; Devletin ba­şına belâ olan birçok azılı kimseler hapsedilmek üzere Onun eline teslim edildiği gibi, zaman zaman izzet ve ikbâlini kaybetmiş talihsiz vezirler bile onun eline düşmüşler onun insaf ve merhametine bı­rakılmışlardır. Zeydân Hanımın bunlarla cedelleşmesi, kendisini onlara kabul ettirmesi, ayrıca üzerinde dikkatle durulması gereken hususlardan biridir.

Buraya kadar olan açıklamalarımızda Abbasî Hilâfetinde dev­letin en yüksek mevkilerinde ve Şağab Hâtûn'un yakın çevresinde yer alan kadınlardan özellikle el-Kahramâne Ömmü Mûsâ, Semmel ve Zeydân Hanımlar üzerinde durulmuş ve onların hilâfet câmiasındaki üstün hizmetleri hakkında ilk defa köklü bilgiler ve­rilmiştir.

Bunlar bir bakıma Şağab Hâtûnun devlet idâresi ve halka hiz­mette ufkunun son derece geniş ve hoş görüsünün denizler kadar engin bir Türk Anası olduğunu da ortaya koymaktadır. Zîrâ O, bu zengin davranışları ile çoğu zaman erkeklerin yaptığı bir çok gö­revleri kadınlarında pek alâ yapabileceklerini ortaya koymuş ve Abbâsîler Devletinde uzun asırlar kimsenin arkasından gi- demiyeceği bir çığır açmıştır.

III.

ŞAĞAB HATUNUN KÜLLİ HAYIR HİZMETLERİ

Gerçekte Şağab Hâtûn, sadece Abbasî toplamımdaki Türk varlığının değil, Hilâfet İmparatorluğunda gelmiş geçmiş en büyük, en otoriter, en şahsiyetli kadınlarından biridir. Kaşgar önlerinden, Atlas Okyanusu, sahillerine kadar, çok geniş bir sahaya yayılan koca bir hilâfet imparatorluğunu, dahili ve harici bütün tehlikeleri göğüsleyerek 25 sene (bir çeyrek asır) idâre etmiştir.

O, uzun süre devam eden bu saltanat yılları sırasında sadece siyâsi idâri değil toplumun sosyal meseleleri ile de hem-hâl olmuş ve kendisini şükrânla yâd etmemizi sağlayacak bir çok küllî hayır hizmetlerinde bulunmuştur. Onun çok yönlü olan büyük ve küllî hayır hizmetlerini üç ana grupta toplamamız mümkündür:

A - İnsan sağlığı ile ilgili hayırları; Hastahane

B - Kutsal beldelere yaptığı hayırlar : Camiler, Su yollan vs.

C - Vakıf varlığı

Şağab Hâtûn, böyle külli hayır hizmetlerine sevkeden şüphesiz Onun köklü dînî duyguları, halka hizmetin hakka hizmet olduğu inancının hoşnutluğunu kazanma arzusu, engin denizleri andıran merhameti, cömertliği, keremi idi. Bu güzel duyguların onun ha­yatında ve uygulamada göz yaşartıcı uygulamaları vardır.

Gerçekte bunlar, belirli ölçüde her müslümanın gönül zen­ginliğini oluşturan güzel hasletlerdir. Ancak Şağab Hâtûn, bu hu­susta çevresinde bir ufuk turu halindedir. Hayır ve hasenatta bir kadın olmasına rağmen onunla kimsenin yarış etmesine imkân yoktu. İşte câriye Şağab'i, önce "Cİmmü'l-Veled", sonra "Seyyide", sonra ''Ğmmü'l-Mütedir", Şağab Hâtûn ve Vâlide Sultan kılanda Onun herkesin arzu ettiği ve fakat kimsenin bir türlü elde edemediği bu üstün, İnsanî, imanî meziyetleri idi. O nefsinde bütün bunları toplamış ve onları bir gönül zenginliği haline getirmiş idi.

1   - BİMÂRİSTÂN-I ÜMMÜL-MÜKTEDİR VEYA

ŞAĞAB HÂTÛN HASTAHANESİ

Onun, hayır ve hasenattaki külli hizmetlerinin en önemli te­zahürlerinden biri belki de en anlamlısı insan sağlığına yönelik Bağdadin uygun bir yerinde de düşkün, yoksul, hasta ve zavallı kimselerde dâhil herkesin hiç bir ücret ödemeden tedavi edi­lebileceği bir "Hastane" inşa etmesidir. Hastahane ve burada görevli bütün doktorların masraflarıda bizzat kendisi tarafından kar­şılanmak üzere yapılmıştır.

Şağab Hâtûn kendi hesabına böyle bir hastahane, bir imâret yap­maya karar verdikten sonra, önce bunun için Bağdad'ta uygun bir mekân aranmıştır. Bu yönde yapılan araştırmalar sonucu, hastahanenin Bağdad’ta "Sük-u Yahya Çarşısı" denilen bir mahalde kurulması uygun görülmüştür. (316) İnşaatının bütün masrafları Seyyide Şağab tarafından karşılanan bu hastahane süratle tamamlanmış ve müs- lüman halkın hizmetine açılmıştır. (H. 306/918) Daha sonra bu has­tahane bânîsinden dolayı "Bimâristân Seyyide Ümmül Muktedir- Valide Sultan Hastahanesi" adıyla anılır olmuştur. (317)

A - HASTAHANE BAŞHEKİMİ : SİNÂN B. SABİT :

Hastüahaneye devrin ünü cihanı tutmuş, büyük hekimlerinden Harranlı (   ) Sinân b. Sâbit b. Kurra başhekim olarak atanmıştır. (318) Pek tabiî olarak onun yanında bir çok pratisyen hekimler ve hizmetlilerde görev yapmakta idi. Sinan'a gelince :

Tıp sahasındaki büyük yeteneği ilmi, bilgisi yanısıra alîm, fazıl, felsefe ve hikmette otorite müstesna bir kimse idi. (319) Bağdad'ta bir kimsenin mesleğini icrâ edebilmesi, o devirlerde ancak Sinân b. Sâbit'in imtihanından geçmesi ve müsade etmesi ile mümkün olurdu. Zirâ bir defasında "hekim" diye geçinen bir kimse, bir has­tayı yanlış bir usul ile tedâvi etmiş, fakat zavallı adam ölmüştü. Bunun üzerine el-Muktedir, Bağdad ve civarındaki bütün hekimleri, mesleklerini icradan menetmiş ancak Sinan'ın imtihanını ka­zananlara müsade edilmişti. (320)

Sinân b. Sâbit'in bu şekilde imtihan ederek hekimlik yap­masına müsade ettiği kimselerin sayısının kaynaklarda 900 kişi kadar olduğu bildirilmektedir. (321) Bu aynı zamanda Bağdad ve civarındaki doktorlar hakkında bize bazı fikirler vermektedir ki bu son derece yeterli bir rakam olsa gerektir. Bu durum aynı zamanda, o devirlerde İslâm Kültür ve Medeniyetinin önemli bir beşiği olan Bağdad'ta müslümanların hekimlik ve tıp ilmine ne kadar önem verdiklerini dahi göstermektedir ki, bu cidden övünülecek bir du­rumdur.

B - HASTAHANENİN MASRAFLARI :

Sûk-u Yahyada kurulan bu yeni hastahanenin baş hekimi, doktorlar ve diğer görevlilerin aylıkları, kendi derecelerine göre tesbit edildi. Böylece söz konusu Hastahanenin yıllık giderleri için ödenen para 7000 dînâr, yaklaşık olarak (1.5 trilyon) idi. (322) es-Süyûtî ve diğer temel kaynakların tesbit ettiği bu meblağa doktor ve diğer resmî görevlilerin aylık ücretlerinin dâhil olmaması ge­rekmektedir.

Başta doktorlar olmak üzere görevliler ve tüm hastaların gi­derleri büyük Türk Anası Şağab Hâtûn tarafından karşılanmakta idi. Evet o devirde insan sağlığına bu kadar önem vermek bunun için müstakil bir hastahane kurmak onun başına devrin önü cihanı tut­muş bir hekimi hem de başhekim olarak tayin etmek, hastaların imdâdına koşmak ve bütün bunların masraflarını sırf yüce bir inanç için kendi imkânları ile karşılamak, ancak faziletli bir Türk Anasının yapabileceği bir şeydi,

Şağab Hâtûn bu hareketleri ile daha sonra yine kendi neslinden gelecek olan Cevher Nesibe Hâtûn ve Haseki Sultan gibi şerefli Türk analarına da öncülük etmiş oluyordu. Zirâ bu Türk anaları da tıpkı büyük Vâlide Şağab Hâtûn gibi Meselâ Cevher Nesibe, Kay- seride(Anadolu Selçukluları zamanı) (323) Haseki Sultan İs- tanulda, (Osmanlılar Devrinde) (324) birer hastahane kurmuşlar böylece isimleri müslüman halk tarafından kıyâmete kadar hayırla yâd edilecek kimseler arasına girmişlerdir.

C - EL-MÜKTEDİR HASTAHANESİ :

Aradan çok geçmeden el-Muktedir'in nazarında büyük bir itibar ve kıymeti olan tabibler başkanı büyük hekim Sinan, Halife el- Muktedire kendisinin de böyle bir Hastahane yaptırmasını da söy­lemiştir. el-Muktedir bu teklifi olumlu bulmuş ve Bağdad'ta şehrin dört önemli giriş bölgelerinden biri olan "Babüş-Şam” (*) mevkiinde bir hastahane yapılmasını emretmiştir. (325) "Mâristân el-Muktedir diye anılan bu hastanenin es-Seyyide Şağab'ın yaptırdığı has- tahaneden çok daha küçük olduğu anlaşılmaktadır. Zira Şağab Hâtûnun hizmete soktuğu hastahanenin aylık masrafı ortalama 600 dînâr olduğu halde bu yeni hastahanenin aylık masrafı 200 dinâr, idi. (326)

Bu aynı zamanda Şağab Hâtun'un kurduğu bu hastahranenin Bağdad halkı tarafından büyük bir rağbet ve hüsnü kabul gör­düğüne de en iyi bir delil olsa gerektir. Belki de halkın bu aşırı rağbet ve izdihamı sebebiyledir ki, Sinan b. Sâbit, Bağdad'm bir başka semtinde, Halifeden topluma sağlık hizmetleri vermek üzere yeni bir hastahaneenin kurulmasını istemiş ve el-Muktedir de bu teklifi hiç çekinmeden kabul etmiştir. Böylece Abbâsi Hilâfetinde ilk defa bir Halifeye Anası (ana - oğul) halkın medeni ihtiyaçlarını karşılamak, insan sağlığına hizmet için hastahane inşa etmiş oluyorlardı.

2    - KCITSAL BELDELERE YAPTIĞI HAYIRLAR : CAMİLER -

SU YOLLARI

Şağab Hâtûn Bağdad'ta inşa ettiği bu güzel hastahane yanısıra bir sadaka-i câriye olarak daha başka bir çok hayır ve hasenatlarda bulunmuştur.

Bunlardan bir diğeri de Onun yine Bağdad'\n "Katiatü'd-Dakik" mevkiinde yaptırdığı güzel bir camidir. Halk arasında bu camide Hz. Peygamberin geceleri namaz kıldığına dair bazı şayialar çıkmış bu da caminin itibarını arttırmıştır. (327)

Hâtib el-Bağdâdi'nin rivayetlerinden bu cami'in muhtelif za­manlarda ta'mir ve restore edildiği anlaşılmaktadır. Fakat Abbasi Halifelerinden et-Tâ-i Lillâh zamanında (973-991) camii yeniden ve çok esaslı bir şekilde tamir edilerek genişletilmiş ve Cuma günleri daha kalabalık bir cemaatin ihtiyacını karşılayacak bir hale ge­tirilmiştir. (328)

Gerçekte Şağab Hâtûn bulunduğu toplumda bir hayır ve ha­senat abidesi gibi idi. Fazilet ve dindarlığının sının olmadığı gibi Onun sehâ, kerem, cümertlik, lutuf ve ihsanında sınırı yoktu.

Yoksulları gözetmek düşkünlere yardım etmek şu fâni dünyada belki de onu en mutlu kılan mânevi bir zevki idi. İbni Kesir es- Seyyide Şağab'ın emlâklarının senelik gelirinin 1.000.000, dinâr olduğunu, bunun hemen hepsini fakirler ve hacıların yeme iç­melerine, doktorlara, hastalara, yolların yapım ve onarımı, halka su temin eden kanalların ıslahına sarf ettiğini bil­dirmektedir. (329)

Onun hayır ve hasenatla dolu nurlu elleri, Bağdâd ve hilâfet merkezini çoktan aşmış ve kilometrelerce uzaklara uzanmıştı. Bir eli Hz. Peygamberin özyurdu Mekkede diğer bir eli Mescidü'l- Aksâ, gönlü ise peygamber sevgisi ile dolup taşan Medinede idi. Bunlar bir bakıma dört kitabın mukaddes birliği ve her devirde binlerce mü'minin koşuştuğu mukaddes.yerlerdi.

İşte Şağab Hâtûn hayır ve hasenat için buralara yönelmişti. O uçsuz bucaksız mal ve servet zenginliğini gönül zenginliği ile birleştiriyor, hem Mescidi Haram, hem Mescidi Aksa, hem de Miescidi Nebinin tamir ve masrafları için oluk oluk para akı­tıyordu. Şağab Hâtûn'un bu hayır ve hasenâtlarından sınır boy­larında nöbet tutan askerlerde çok büyük meblâğlarda her sene para dağıtıyordu. Çünkü ona göre "nöbet" tutmak çok kutsal bir ibâdet idi. (330)

İbni Hıbban, çağdaş tarihçi Bağdad'ın Şağab Hâtûn dö­nemindeki bu mutlu ve müreffeh yıllarını şu hayırhah ifadelerle dile getirmektedir: "İlim ehli, ülemâ, her yerde gelişti, itibarları arttı. Bağdad bu dönemde daha önceki dönemlere göre çok daha mamur, çok daha müreffeh ve yüce oldu. (331)

3    - ŞAĞAB HÂTÛN VAKIFLARI :

A - ŞAĞAB HÂTÛNÜN MAL VARLIĞI :

Abbasî Halifelerinin bütün halife analarında olduğu gibi, Şağab Hâtûnunda bir çok çiftlik, arazi, otluk, mera gibi irâd getiren kıymetli gayrı menkûlleri vardı. Onun emlâkinin senelik gelirlenf yukarıdada belirtildiği gibi milyon dinar olarak ifade ediliyordu. Ayrıca bu çift­liklerde bir çok kişi, işçi ve amele olarak çalışıyordu. Bu arazilerin veriminin düşmemesi ve randımanlı bir şekilde işletilmesi için Şağab Hatunun özel "İşletme Müdürü" dahi vardı.

Ona yakın olan ve gayrı menkullerini idare eden bu müdürlerin hayat seviyesi, refah ve geçim şartları vezirlerden daha üstün idi. O kadar ki bazıları el-Muktedire vezir olmaktansa Şağab Hâtûn'a özel işletme müdürü olmayı tercih ederlerdi. Bu durumun tarih ki­taplarına geçmiş örnekleri bile vardır.

Onun bu şekilde uzun süre İşletme Müdürlüğünü el-Hasibî ün- vanıyla bilinen Ebü'l-Abbas Ahmed b. Ubeydullah yapıyordu, el- Hasibînin hem Şağab Hâtûn, hemde daha önce kendisinden uzun uzadıya bahsettiğimiz Semmel Hanımın nezdinde özel bir yeri vardı. Onların güven ve itimadını kazanmıştı. (332)

et-Taberinin hicri 313/925 senesi olayları sırasında verdiği bil­gilerden öğrendiğimize göre; Abdullah b. M. el-Hâkânî vezaretten azledilince yerine uygun bir aday aranmış, özellikle Sammel Ha­nımın yardım ve desteği ile onun yerine el-Hasbî vezir olmuştu. Bundan sonraki gelişmeleri Arib el-Kurtubi şöyle anlatmaktadır.

"Bunun üzerine Şağab Hâtûnun çiftlikleri, çayır, meralar vs. gayrı menkullerin işletmelerini üstlenecek bir adam aradı, el- Kahramâne Semmel Hanımı çağırarak :

"-Bana el-Hasbînin yerini dolduracak ve onun yaptığı bütün görevleri yapacak birisini bul" dedi. Semmel Hanım ona Ab- durrahman b. M. b. es-Sehli tavsiye etti. O bundan sonra Vâlide Sultan katibi "İşletme Müdürü" oldu ve bütün işlerini omuzladı. İşlere bir çeki düzen verdi, bütün savurganlıkları önledi. O, zaten bu işlerin içinde olan bir aileden geliyordu. Kendisi ayrıca ilim ve fazilet ehli idi." (333)

Bütün bunlar diğer taraftan el-Hasibînin işlerini de zorlaştırdı. Artık musluklardan su akmıyordu. Neticede el-Hasîbi, Vâlide Sultan'ın maiyyetinde olmak (maddi bakımdan) Halifeye yakın olmaktan çok daha faydalı idi.

Abdurrahman b. Sehlin, sâdece bu söz konusu emlâki ran­dımanlı bir şekilde işletmekle görevli bir kimse olduğuda zan- nedilmemeliir. O aynı zamanda bir eli Mescidü'l-Aksada olan Şağab Hâtûn'un küllî hayır ve hasenat işlerini de yürütmekte idi. Fakir, düşkün ve zavallı kimselere yapılan yardımlar bir yana hastahane ve buradaki başhekim, pratisyen doktorlar ve diğer görevlilerin aylık giderleri bir bir hesaplanıyor ve bunlar muntazam şekilde dağıtılıyordu.

B - ŞAĞAB HÂTÛNUN VAKFI :

Şağab Hâtûn bunlarla da iktifâ etmedi. Hayır ve hasenat için onun kalbi ummanlar kadar genişti. O bu haliyle el-Mütevekkilin anası Şuca-Hâtûna ne kadar benzemektedir. (334) Kader eli sanki bu iki Türk anasının hamurunu aynı undan yoğurmuştu. Mayasını da aynı mayadan katmıştı. Bunlar hayır ve hasenat için yaratılmış melek ruhlu iki Türk anası idi. Ancak Şağab Hâtûn daha da ileri gitmiştir. O, Abbâsi Hilâfetinde hiç bir kadının yapamayacağı bir hizmeti yapmış büktün bu gayrı menkullerinin mülkiyeti ve onların gelirlerini bu külli hayır ve hizmetler için vakfetmiştir. Bu vakfetme işlemi o günkü şartlar içinde formalite bakımından en mükemmel şekilde yapılmıştı. Şağab Hâtûnun belki bir koordinatörlüğünün dışında fazla bir etkiside kalmamıştı. İstese bile bunu kendisinin satmasına imkân yoktu. (335) Bu haliyle Şağab Hâtûn modern vakıf müessesesinin belkti de ilk kurucuları arasında yer al­maktadır.

Mâmâfih, Şağab Hâtûn'un bu külli hayır mefhûmuna yabancı olan Onu bir türlü keşfetmek istemeyen yazarlar yok da değildir. Onun hasbî olan bu samimî duygularını çarpıtmak için çırpınıp duran papaz tarihçi meşhur C. Brockelman, Şağab Hâtûn'un sırf kendi emlâkini emniyet altına almayı denemek maksadıyla" (336) böyle bir yola gittiğini mesnedsiz bir görüş olarak ortaya at­maktadır.

Şağab Hâtûn bütün bu hayırhah ve ali cenap davranışlarına rağmen nankör bir el, Onun hilafet kolyelerinin süslediği boğazına sarılacak Ona insanlığın en tiksindirici usûlleriyle eziyet ve iş­kenceler yapacak kutsal beldelere, Harameyne vakfettiği bütün bu kıymetli arâzi ve çiftliklerin sahte bir muamele ile satılması için devretmeye zorlayacak ve bunun içinde bu faziletli Türk anasına her türlü rezil muameleyi yapmaktan çekinmeyecektir. (337)

Mâmâfih önümüzdeki sayfalarda Abbâsiler devrinin bu yüz­karası tiksindirici olayları hakkında daha geniş bilgiler verilecektir. Buraya kadar olan açıklamalarımızda, Şağab Hâtûn'un Sosyal yönü ağır basan faaliyetleri üzerinde durulmuştur. Bundan sonraki say­falarda onun saltanat yıllarının genel karakterleri üzerinde durulacak ve bunların yeterli bir değerlendirilmesi yapılacaktır.

IV.

ŞAĞAB HAKINÜN HİLÂFET CAMİASINDAKİ
İDÂRİ ŞAHSİYETİ

1 - ŞAĞAB HÂTÛN'ÜN SALTANAT YILLARI

Şağab Hâtûn'un saltanat yılları nerede ise bir çeyrek asır sür­müştür. O, çok az kimseye nasip olan bu saltanat yılları için de İmparatorluğun yönetimi ve olaylara yön vermede daima aktif bir rol oynamış, şahsiyetli son derece otoriter bir Türk Anasıdır. O, bu süre zarfında bir Vâlide Sultan (Ümmü'l-Milktedir) olarak Hilâfet imparatorluğunun zirvelerinde bulunmuş, onun mukadderatı ile il­gili olarak bir çok siyâsi sosyâl, idâri kararlar almış ve gerektiğinde bunları çok rahat bir şekilde uygulamıştır. O gerektiğinde devletin en üst kademelerinde gerekli değişiklikleri yapmaktan bile çe­kinmemiştir. Yerine göre, bir kısım vezirlerde dâhil, zirvedeki idâri, ve mülki erkânı azlettiği gibi yerine göre de yeni yeni devlet adamları bulmuş ve onları önemli mevkilere getirmiştir. Şimdi biz Onun bu olaylarla dopdolu geçen saltanat yılları ve bazı önemli olaylar üzerinde duralım;

A - ŞAĞAB HÂTÛN VE BAZI VEZİRLER;

Önceleri Onun "Baş Müşteşan" (Meşâyıhu'l-Küttab) M. b. Abdü'l-Hamid idi. el-Kurtubi, kendisine vezâret teklif edilen ve fakat onu kabul etmekten çekinen bu kimsenin son derece cimri, pinti olduğunu kaydetmektedir. (338) Bu zat vefât edince (H. 307/919), yerine müşteşar olarak Ahmed b. Ubeydullah el-Hasîbî tayin edilmiştir. el-Hasîbî'nin yukarıda da belirtildiği gibi daha ziyâde Şağab Hâtûn'un uçsuz bucaksız kıymetli emlâkini tedvire ağırlık verdiğinin burada bir kere daha hatırlatılmasında yarar vardır.

el-Hasîbî, daha önce yukarda ismi geçen Semmel Hanım'ın hizmetinde bulunmuşktu. Yine Semmel hanım'ın tavsiyesi üzerine Şağab Hâtûn'un müsteşarlığına getirilmiş ve kısa zamanda mâlî ve idârî işlere bir çeki düzen vererek Vâlide Sultan'ın takdirlerini kazanmıştır. (339) O, bu başarılı hizmetleri dolayısıyle vezirliğe yükseltilince, yerine baş müsteşar olarak Abdurrahman b. M. b. es-Sehl getirilmiştir. (H. 314/926) (340)

Vezîr olanlar görevleri icâbı pek tabiî olarak halîfeye yakın, Ana Sultan'a ise bir dereceye kadar uzak olurlardı. Bu bakımdan el-Hasîbî, kısa bir süre sonra Şağab Hâtûn'un baş müsteşarı ola­rak kalmayı arar bir hale gelmiştir.

Zîrâ, Ömmü'l-Muktedir'in bilfiil hizmetinde bulunmak, Onun yakınında olmak, maddî refah, hayat seviyesi, bolluk ve bereket bakımından çok daha faydalı idi. (341) Böylece o kimse Halîfe ve çevresinin tehlike ve entrikalarından da bir dereceye kadar selâmette kalmış olurdu. Nitekim öyle de olmuş ve el-Hasîbî, baş müsteşarlıkta gösterdiği başarıyı vezirlikte gösterememiş ve el- Muktedir tarafından bir süre sonra azledilerek, yerine Ali b. İsâ getirilmiştir. (H. 315/927) (342)

Ali b. İsâ, devlet işlerinde savurganlık ve isrâfı önlemeye ça­lışmış, devletin gelir kaynaklarına yeni bir çeki düzen vermiş ve hazine gelirlerini artırmıştır. Onun asıl şanssızlığı yukarıda da be­lirtildiği gibi, Şağab Hâtûn'un kudretli kadınlarından biri olan Ümmii Mûsâ ile olan takışması ve saray çevrelerinde çok etkin bir yeri olan bu el-Kahramânenin ihtirasına kurban gitmesidir. (343)

B - ALİ B. İSÂ ŞAĞAB HÂTÛNA YAZDIĞI ARIZA :DİLEKÇE

Gerçekte, Onun Ömmü Mûsâ'nın baskısı ile vezirlikten çe­kilmeye zorlanması, o günlerin en aktüel konularından biri ol­ muştur. Baş Vezîr istifâ etmek niyetinde değildi. Bunun içinde kendisini haklı gösterecek bir çok sebebleri vardı. Ali b. İsâ, dev­reye, Şağab Hâtûn'un girmesini istemiş ve kendisini savunan çok geniş bir "arıza" dilekçe takdim etmiştir.

Muhtevası bir yana, siyâsî, edebî nezâket ve üslûp ba­kımından da fevkâlâde bir değeri olan bu uzun arîzasında, tec­rübeli Vezir olayların çok geniş bir değerlendirmesini yapmış ve böylece bizlere diplomaside, terbiye, nezâket ve incelik örneği olacak şahane bir belge bırakmıştır. Arîzanın siyasi muhtevasının uzun uzadıya değerlendirilmesi bizim konumuzun genel çer­çevesini aşmaktadır.

Ancak yine bu arîzada en içten duygu ve bir biri arkasından birer inci daneleri gibi dökülen o güzel ifâde ve kelimelerle Şağab Hâtûn'un müessir şahsiyeti de dile getirilmiştir. Bir taraftan Şağab Hâtun'un devlet erkânı, üzerindeki otorite ve şahsiyetini vurgulayan, diğer taraftan devlet erkânı, hatta baş Vezirin Ona olan tutum ve davranışlarını, üstün saygı ve hürmetlerini ser­gileyen bu arîzanın. bazı yerlerini bir fikir vermek üzere aşağıya almış bulunuyoruz.

Tanrı, Hanım Sultanin ömrünü uzun saltanatını ziyâde etsin! Şerefini devamlı kılsın! Onu korusun! Ona olan desteğini uzatsın! Yüce nimetlerine gark etsin! İhsanını ve her türlü güzel ar­mağanlarını bol bol onun üzerine saçsın! Katında her türlü faydalı yardımı esirgemesin!... "Sizleri Allaha ısmarlar ve her türlü kötü sonuç ve korkunç tehlikelerden yüce acımasıyla izzet ve ikramıyla muhafaza kılmasını niyaz ederim!" "...Bana her işimde doğ­ruluktan uzaklaşmak helâl olmaz. Ben bütün bu işlerde her şey­den önce Allah'ın hakkım, efendimiz Müminlerin Emirinin hak­kını gözetirim. Allah, Hanım Sultanı şereflendirsin! Ben Tanrıdan, önünde ve sonunda her zaman, Müminlerin Emîri ve Hanım Sultan'ın bütün işlerini, açığını gizlisini, küçüğünü, bü­yüğünü, düzeltmesini, hayır(lar murad etmesini) dilerim.. Tanrı, önemli işlerinde onlara en güçlü destektir. Allah onların her ikisini de doğruya eriştirmeyi, ellerinden doğru olan işlerin sudur et­mesini dilerim (Benim bu temennilerim) Tanrının ihsanı, keremi ve cömertliği ile gerçekleşsin! (Amin)" (344)

Diğer taraftan, Şağab Hâtûn'un böylesine muhtevalı, zengin ifâdelerle dolu diplomatik bir tarzda yazılan mektuplara muhatap olması, onun Arap dili ve edebiyatına vâkıf son derece iyi yetişmiş kültürlü bir kadın olduğunu göstermektedir. Ayrıca böyle bir arîzanın niçin Halife el-Muktedir'e değilde Şağab Hâtûna takdim edilmiş olması üzerinde daha geniş yorumlar yapılması gereken) bir husustur.

2 - ŞAĞAB HÂTÛN VE KARMATÎLER

A - HİLÂFET DÜNYASINDA KOPAN YENİ FİTNE

Şağab Hâtûn devrinin en önemli olaylarından biri de, şüphesiz Karmatîlerin Bağdad üzerine yürümeleri ve Vâlide Sultanın on­larla çarpışan hilâfet askerlerini desteklemek için elinde avucunda ne varsa sarfederek, bu güzel İslâm beldisenin, çölün de­rinliklerinden kopup gelen vahşi, bedevi, ile Araplar tarafından

(344)    el-Hudarî Bek, a.g.e., s. 341 - 342.

hunharca yağma edilmesi ve yakılıp yıkılmasını önlemiş olmasıdır. Konunun önemi ve Şağab Hâtûn'un bu bitmez tükenmez fedâkârlıklarının daha iyi anlaşılabilmesi için bu habislerin kimler olduğu ve nasıl ortaya çıktıkları hakkında kısa da olsa bazı bilgiler vermekte yarar vardır.

a - Karmatîler Nasıl Ortaya Çıkmıştır? Bunlar Kimlerdir?

Gerçekte Karmatiliğin öncüleri her ne kadar çok daha önceki devirlere kadar gitmekte ise de, bunların asıl ortaya çıkışı Vas ve Küfe havalisinde Hamdân Karmat adındaki habis ruhlu bir Arabın "Hz. Peygamberin Medineye hicretini örnek alarak, 890'h yıllarda, tarafları için "Dâru'l-Hicre" adını verdiği bir buluşma ve birleşme yeri tesis etmesiyle başlamıştı.

Bu zât Iraklı bir "Arâmi" idi. Onun lâkabı olan Karmat'a nis- betle bütün bu terörist, başı bozuk, çapulcu tayfasına "Karmatîler" denilmiştir. (345) Bâtınî ve İsmailî idiler. Savundukları fikirler, Bâbek el-Hurremîde olduğu gibi, halkın aşağı taraflarını harekete getiren bir nevi komünizmden başka bir şey değildi. (346) Malların herkes için müşterek olduğunu savunan bu kimseler cennet ek­meği ile kardeşlik yemeği yerlerdi. (347)

b - Karmatiler Devleti:

Arapların, karakteristik meziyetleri olan yağma ve çapulculuk ruhunu okşayan ve yeni bir fikir ve bir heyecân dalgasıyla ortaya çıkan bu çahpulcular takımının, Arabistandaki yıkıcı varlık ve fa­aliyetlerini hiç bir. halife önleyememiştir.

Karmatîler; 899 yılında Basraf Körfezi'nin garb sahillerinde müstakil bir devlet kurmuşlar 900 yılında halifenin müstakil or-

(345)    Karmatiler hakkında daha geniş bilgi için bkz. el-Hudari Bek a.g.e., S. Broc-

kelman, C. a.g.e., s. 133. Danişmend I. H., Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu? s.

205 vd„ Konya, 1987

(346)    Danişmend, İ.H., a.g.e., s. 205.

(347)    Brockelman, C. a.g.e., s. 134.

duşunu bozguna uğrattıkları gibi, onun bütün askerlerini de kı­lıçtan geçirmişlerdir. Onlar buhunlada yetinmemişler ileri ha­rekatlarına devam ederek Suriyeyi ele geçirmişler ve Şam ka­pılarına kadar olan bu geniş yerleri insafsızca yakıp yıkmışlardır. Basra ve Küfede onların yakıp yıktıkları bu mamur müreffeh şe­hirler arasında idi. Bu yeni devletin başkenti el-Ahsâ (Bahreyndeki eski Hacar ve Şimdiki Hufuk) kasabasının yerine kurulmuş olan "Müminiye" şehri idi. (348)

c - Karmatîler Bağdad Önlerinde ;

Karmatî çapulcu Arapların) temsil eden liderlerin en şerlisi, Ebû Tâhir el-Karmatî idi. Özellikle 914-943 yılları arasında her türlü kötü faaliyetlerini sürdüren bu habis ruhlu Allaha dine çerre kadar saygısı olmayan taş kalbli kâfir, Şağab Hâtûn ve dolayısıyla el-Muktedir devrinin en korkunç tehlikelerinden biri olmuştur. Hattâ O, bütün vahşetiyle 930 yılında Mekkeye yürümüş, şehri yağma ve talan etmekle yetinmemiştir.

O bu vahşetinde daha di ileri gitmiş, 30.000 müslümanı kı­lıçtan geçirdiği gibi pek çok ganimet yanısıra Hacerû'l-Esued ue Kabe örtüsünüde beraberinde alıp götürmüştür. Hattâ onun ça­pulcuları Hâremi Şerifi pislemekten bile çekinmemişlerdir. (349) Ebû Tâhir ve çevresinde toplanan bu vahşi Arapların ehli İslâma irtikâp ettikleri bu şenâet, vahşet, zulüm, İslâm Tarihinin daima nefret ve lânetle yâd edeceği olaylardır.

Ebû Tâhir bu çapulcu hareketlerinin bir devamı olmak üzere, Bağad üzerine yürümüş ve hilafet merkezini ele geçirerek bu güzel ve zengin İslâm beldesini de yağma ve talan etmek insafsızca yakıp yıkmak istemiştir. (H. 315/927) Bu meşum haber Bağdada ulaştığında başta devlet erkanı olmak üzere, herkes korkunç bir dehşet ve panik içinde kalmıştı. (350)

(348)    Brockelman, C. a.g.e., s. 134, Danişmend, I.H. a.g.e., s. 207.

(349)    ibni Kesir, XI, s. 160, es-Süyûti, I., s. 383, İbnü'l-Verdî, Zeynü'ddin AmrTah. A.R, el-Bedrâvi Beyrut, 1970 I, s. 390.

(350)    el-Hemezâni, Tekmile, XI, s. 253. krş. ed-Diyarbekiri, Tarihu'l-Hamis, II, s. 347.

B - ŞAĞAB HÂTCIN'ÜN ORDUYA SAĞLADIĞI

BÜYÜK DESTEK :

Ebû Tâhir el-Karmatî, Bağdad üzerine kara bir duman gibi inmiş ve halkın üzerine bir kabus gibi çökmüştü.

Onun ve berâberinde getirdiği çapulcuların Bağdada gir­mesinin önlenmesi, ayrıca çarpışan askerler ve onların ih­tiyaçlarının giderilmesi için çok büyük meblağlara ihtiyaç vardı.- İşte, Şağab Hâtûn, bu külli belânın defedilmesi için maddî ve mânevi her türlü fedâkârlıktan çekinmemiş ve bütün mal varlığı ile bu sefil çapulcuların karşısına dikilmiştir.

Biz bu konu ile ilgili olarak burada baş Vezir Ali b. İsâ ile, el- Muktedir arasında geçen çok önemli, belge niteliğinde bir ko­nuşmayı nakletmek istiyoruz. Bu konuşmalar, Ebû Tâhir veya Karmatîler kabusunun, hilâfet merkezi ve devlet erkanı üzerinde nasıl bir şok tesiri yaptığını, acz ve çaresizlik girdabı içinde nasıl da çırpınıp durduklarını göstermektedir.

Ancak yine bu konuşmalar, Şağab Hâtun'un hiç bir paniğe kapılmadığını, son derece soğuk kanlı bir şekilde olayların üzerine yürüdüğünü hattâ bütün varını yoğunu cömertçe Oğlunun emrine verdiğini de açık açık ortaya koymaktadır ki bu ayrıca tesbit edil­mesi gereken ilginç bir husustur. el-Hemezânî'nin naklettiğine göre Ali b. İsâ, el-Muktedire büyük bir telaşla geldi ve dedi ki;

"Halifeler, düşmanlarını tepelemek için bütün mallarını sar- fedegelmişlerdir. Müslümanlar bugün (bu alçak) kâfirden daha büyük bir tehlike ve zararla karşılaşmamışlardır. Oysa Beytül-- Mâlde bir şey kalmadı. Ey Müminlerin, emiri Allahtan kork! Hiç olmazsa Vâlide Sultanla konuş. Onun bela ve musibet anlarında sarfedilmek üzere biriktirdiği servetten yardım iste. Oysa bu belâların anası en büyüğü en korkunç olanı ise, Ebû Tahir el- Karmatîdir!" el-Muktedir bundan sonra Vâlide Sultana mü­ racaatta bulundu. Oda defaten 500.000 dinar (yaklaşık bir tirilyon TL) nakit yardımda bulundu. (351)

Gerçekte, Ebû Tâhir el-Karmatî ile çarpışan askerlerin ih­tiyaçlarını karşılamak için hazine-i hassada bir şey kalmamıştı. Her şey Şağab Hâtûn'a bakıyordu. Karmatîler belasının de- fedilmesi artık onun yapacağı mali fedakarlığa kalmıştı. Faziletli Türk Anası şahsî hazînelerinin saklı olduğu demir kapıları arkasına kadar açtı. Elinde avucunda ne varsa Ebû Tâhir belâsının de- fedilmesi için oğlunun ve ordu kumandanlarının emrine verdi, el- Kurtubî onun hilâfet merkezi Bağdadın mağruz kaldığı bu belâların atlatılması için sarf ettiği paraların tam 3.000.000 dinâr, olduğunu kaydetmektedir. (352) Görüldüğü gibi bu çok büyük bir meblağ, Şağab Hâtûn'un değil, ancak "Devlet Ana" nın sarfedeceği bir meblağ idi. Bu yönüyle O, hilâfet merkezinin aynı zamanda bir Devlet Anası idi.

a - Şağab Hâtûn ve Karmatîlerin Sonu;

Ebû Tâhir el-Karmatî, Bağdadın üzerine çöken bu kâbûs, Şağab Hâtunun orduya sağladığı büyük mâlî destekler sâyesinde defolup gitmişti ama Onun elinde avucunda da hiç bir şey kal­mamıştı.

Bu diğer taraftan Abbâsi Devleti içinde tam bir yıkıntı ol­muştur. Zîrâ bu olaylardan sonra paralı askerlerin maaşları kolay kolay ödenemez olmuş, bu durum ise ileride daha ayrıntılı bir şe­kilde üzerinde durulacağı gibi devletin başına bir çok gaileler açmış huzursuzluk ve iç isyanların doğmasına sebeb olmuştur. Fakat burada aklımıza şöyle bir sual gelmektedir; Acebâ Şağab Hâtûn, diğer bir ifade ile Devlet Ananın bunca mâlî destek ve fedâkârlıklarına rağmen Karmatîlerin kökü kazınabilmiş midir? Bu soruya bizim cevabımız şüphesiz ki hayır olacaktır. Buna asıl ne-

(351)    el-Hemezânî, Tekmile, XI, s. 255.

(352)    el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 155. dende hilâfet ordusundaki şahsiyetli Türk komutanlar neslinin yavaş yavaş inkıraza doğru gitmiş olmasıdır.

b - Karmatî Olayının Kısaca Askerî

Bakımdan Değerlendirilmesi;

Gerçekte, Karmatilerin çıkardıkları bu bitmez tükenmez kar­gaşalık yağma iç isyan ve huzursuzluklarla, el-Memûn ve el- Mu'tasım devrinde zuhur eden ve uzun seneler İslâm dünyasını kasıp kavuran Bâbek el-Hurremi olayları arasında gerek davranış gerekse fikir ve ideoloji bakımından bir çok benzerlikler vardır.

Ancak el-Mu'tasım, büyük mâlî desteklerle donattığı Türk as­kerleri ve onun yine kudretli Türk generali büyük taktik ve strateji dehası, el-Afşini, Bâbek el-Hurremî'nin üzerine göndermiş O da, anlı şanlı birçok Arap komutanlarını dize getiren Bâbek el- Hurremi'yi şaşkına çevirmişti. el-Afşîn hiçte beklemediği bir yer ve zamanda bu iri yapılı dev cüsseli gerillâ liderinin karşısına dikilmiş ve Onu kıskıvrak yakalayarak esir almıştı. Böyiece kudretli Türk generali dost ve düşmanlarına karşı Türk askerî dehâ ve gücünden kimsenin kurtulamıyacağını bir kere daha isbât etmiş oluyordu. (H. 223/837). (353)

c - el-Muktedir'in Başarısızlığının Sebebleri;

He varki el-Muktedir ve Şağab Hâtûn, Ebû Tâhir el- Karmatînin karşısında el-Mutasım kadar şanslı değillerdi. Onların meseleyi kâhir bir kılıç darbesiyle halledecek, üstelik taktik ve stratejide Ebû Tâhirle boy ölçüşecek kadar değerli cesur bir ko­mutanları da yoktu. Zâten olanların bir kısmının da iç hu­zursuzluklar nedeniyle başı dertte idi. İşte Şağab Hâtûnun Kar- matiler karşısındaki aczi buradan, yani müesir şahsiyetli güçlü kuvvetli bir Türk komutanının olmayışından kaynaklanıyordu. Buna sebebde hilafet camiasında temâyüz etmiş ve önemli mev­kilere gelmiş şahsiyetli Türk komutanlarının el-Miitevekkilden sonra şu veya bu nedenle başlarının vurdurulmuş olmalarıdır.

(353) Kitapçı Z. et-Tûrk fi-Müellefâti'l-Cahız, s. 142 vd.

3    - ŞAĞAB HÂTÛN İÇİN

SANCILI YILLARIN BAŞLAMASI

A - MGNIS EL-HÂDİMLE BAŞLAYAN OLAYLAR

Bundan sonraki devirler artık Şağab Hâtûn için bir bakıma sancılı yılların başlaması demekti.

Bunun ilk belirtileri devrin Türk asıllı büyük komutanı el- Muzaffer lakabıyla meşhur Munis el-Hâdim ile Şağab Hâtûn'un aralarının hem de endişe verici bir şekilde açılmış olmasıdır. Bu kötü gelişmelerin asıl sebebi hakkında fazla bir açıklamada bu­lunmayan el-KurtubîMûnis el-Hâdim'e, Şağab Hâtûn'un kendisini öldürteceği yolunda inandırıcı haberler gelmeye başladığını kay­detmektedir. Bundan büyük bir dehşet ve kuşkuya kapılan Mûnis, Vâlide Sultan'ın gazabından kurtulmak için kısa bir süre de olsa suğur'a, Bizans sınır boylarına gitmek istemiş ve bu boğucu çev­reden böylece uzaklaşmıştır. (H. 315/927) (354)

Saray ve yakın çevre ile Mûnis el-Hâdimin aralarının açılması her iki taraf içinde birbirlerini felâkete götüren olaylar zincirinin adetâ bir başlangıca olmuştur. Artık bundan böyle Mûnis hemen her fırsatta Halifeye başkaldırmayı düşünüyordu. Zâten olaylarda bu mecrada gelişmiş ve Mûnis kendisini bir ihtilâl ortamının içinde bulmuştur.

Gerçekte Şağab Hâtûn'un uzun süren saltanat yıllarının en önemli olaylarından biri şüphesiz•Mûnis el-Hâdim'in ger­çekleştirdiği darbe ve bunun acı bir sonucu olarak başta eL Muktedir olmak üzere, Şağab Hâtûn, onun kız kardeşi "Teyze - Hâtûn" ve bu Türk hanedan ailenin diğer ferdlerinin işten el çek- tirilmeleri ve sonu mechûl bir şekilde hapsedilmeleridir.

(354)    el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 115.

a - Mûnis el-Hâdim'in Darbe Teşebbüsü;

Bilindiği gibi Mûnis el-Hâdim, Emîrûl-Ümerâ (Orgeneral rüt­besinde bir komutandı. el-Muktedir'in dayısı olan Garibin oğlu Hârûnu, Onun yerine, Emîru'l-ümerâ yapacağı ve Bağdad Em­niyet Umum müdürü Türk asıllı Nazûk'unda, Hârûn'u desteklediği yolunda bir kısım şayialar çıkmıştı. (355)

Bundan büyük ölçüde kuşkulanan Mûnis, bir taraftan makam endişesi, diğer taraftan da sadaredten azledilen kimselerinde tahriki ile yeni bir ihtilâl girişiminde bulunmuştur. Asiler kısa za­manda sarayı kuşatarak el-Muktedir ve yakın çevresini göz altına almışlardır. Bundan sonra, el-Muktedir kılınç ve baskı zoruyla halifelikten el çektirmişler ve Onun yerine el-Mutezid'in oğlu, el- Muktedirin ise üvey kardeşi, Muhammedi "el-Kâhir Billâh" lâkabıyla halife ilân etmişlerdir. (317/929) (356)

Ne yazık ki ihtilâl, çok geçmeden ciddiyetini kaybetmiş bir çapul ve yağma hareketi hâline dönüşmüştür. Bu cümleden olmak üzere âsiler el-Muktedirin sarayına saldırmışlar ve Dâru'l-Hılâfeyi büyük ölçüde yağma ve talan etmişlerdir. Bu arada çapulculardan bir başka grup da Şağab Hâtûn'un üzerine yürümüş ve Ondan da 500.000 dinâr gibi yüklü bir meblağ gasbetmişlerdir.

b - el-Muktedir ve Şağab Hâtûn'un Hapsedilmeleri;

Bu sıralarda el-Muktedir ve yakınları Dâru'l-Hilâfede göz al­tında bulunuyorlardı. Bu darbeciler için mahzurlu olabilirdi. Bunun için asiler bir adım daha ileri atarak başta el-Muktedir olmak üzere sır dostu, "Teyze - Hâtûn" ve daha bir çok ya­kınlarını evlâd ve iyâlini hattâ câriyelerini buradan alarak Mûnis'in sarayına getirmişjer ve orada hapsetmişlerdir. (357)

(355)    İbni Kesir, XI, s. 158.

(356)    el-Kâhir'in 1. defa halife ilân edilişi

(357)    Ibnü'l-Esir, VIII, s. 201.

Oysa el-Muktedir hâlâ meşru halife idi. ne kendisi çekilmiş ve nede onun azledilmesi yolunda bir fetva sağlamamıştı. Bunun için darbeciler el-Muktedire çok ağır baskılar yapmışlar ve Baş- kadımn huzurunda ondan kendi arzusu ile hilafetten çekildiğine dair yazılı bir belge almışlardır. (358) Böylece daha önce ilân edilen el-Kâhir'in halifeliğide güyha meşru bir zemine oturtulmuş oluyordu.

Diğer taraftan askerlerin büyük bir kısmı, darbecilerin safına henüz iltihak etmemişlerdi. Onlar, ihtilhalin önderlerine gelerek maaşlarını istemişler fakat pek bir şey elde edememişlerdir. Bun­dan büyük ölçüde öfkeye kapılan askerler büyük kalabalıklar ha­linde Munis el-Hâdim'in sarayını kuşatmışlar ve mazul halifenin hemde duyacağı bir şekilde "Ya Muktedir!" diye bağırmaya ve sloğan atmaya başlamışlardır. Artık askerlerden pek çoğunun darbeyi tasvip etmedikleri anlaşılmıştı. (359)

Bu beklenmedik gelişmeler karşısında Mûnis el-Hâdim geri bir adım atmış ve galeyâna gelen askerlerin her türlü taşkınlığı ya­pabileceklerini, belki bu arada kendisininde öldürüleceğini iyi bil­diği için el-Muktediri hapsettiği yerden çıkararak tekrâr halife ilân etmek durumunda kalmıştır.

B - EL-MUKTEDİR VE ŞAĞAB HÂTÛN TEKRAR İKTİDÂRDA

Tekrar iktidara gelen el-Muktedir ve Şağab Hâtûn, ihtilâlcilerin üzerine fazla varmamışlardır. Şağab Hâtûn tecrübeli Vâlide, olayları tırmandırmak ve Bağdad sokaklarını bir kan gölü haline getirmek niyetinde değildi. Ihtilhalci askerler tarafından öl­dürülenlerin dışında Onlar kimseye dokunmamışlardır. Bu ba­şarısız ihtilâlin önderi, Mûnis el-Hâdim affedildiği gibi, geçici bir süre halife ilân edilen rakib el-Kâhir'ede dokunulmamıştır.

(358)    İbni Kesir, XI, s. 159.

(359)    Abu’l-Faraç Tarihi, s. 175.

Onların ihtilâlin önderlerine hele hele el-Kâhir'e do­kunmamaları affedilmez bir hata olsa gerektir. Zîrha el-Muktedir ve hele hele Şağab Hâtûn, el-Kâhire dokunmamalarının cezâsını fazlasıyla ödiyeceklerdir. el-Muktedir'e gelince; O sâdece el- Kâhirin, Şağab Hâtûn'un nezaretinde geçici bir süre için göz hap­sinde tutulmasını emretti. Belki de bu Şağab Hâtûnun arzusu idi.

d - Şağab Hâtûn'un el-Kâhire Yaptığı İyilikler;

Şağab Hâtûn bu tutukluluk süresince el-Kâhir'e bir suçlu değil bir misafir, belki bir oğul gibi bakmış, Ona öyle muâmele etmiş, izzet, ikrâm ve ihsanlardan bulunmuştur.

Çünkü Şağab Hâtûn, öz oğlu el-Muktedir gibi, üvey oğlu el- Kâhir'ide kendi kucağında büyütmüş ve mübârek memesinden süt . emzirmişti. (360) Onun aynı zamanda süt anası idi.

Değerli tarihçi İbnü'l-Esir o güzel uslûbu ile Şağab Hâtûnun, el Kahire yaptığı iyiliklerden bahsederken aynen şöyle demektedir :

"el-Kâhire gelince, el-Muktedir Onu Validesinin yanında hapsetti. Ancak Valide Sultan, Ona çok iyi muamelede bulundu. Ona izzet, ikram etti'. Bol bol harçlıklar verdi. Hattâ onun gönlünü hoş tutacak kızlar, ayrıca hizmetinde bulunmak üzere câriyeler ihsân etti. Onu hemen her yolla izzet ve ikramının her türlüsüne boğdu." (361)

(360)    İbni Kesir, XI, s. 175. V

(361)    İbnü'l-Esir VIII, s. 207, Kr El-Hemezâni, Tekmileh, XI, s. 268.

Hulâsa Şağab Hâtûn, üvey oğlu el-Kâhjr'e bu kötü günlerinde fazla bir eziklik hissettirmemek ve üzüntüsünü gidermek için elin­den gelen her türlü iyiliği yapmıştır.

Şağab Hâtûnun bu alicenâb davranışı sadece el-Kâhir içinde değildir. Bilindiği gibi el-Kâhirle birlikte el-Muktedir, el-Müttefinin oğlu Ali ile, el-Mutazıd'ın oğlu Muhammedide Vâlide Sultanın na- zaretinde hapsedilmelerini emretmişti. Şağab Hâtûn onlarada aynı âlicenab hayırhah davranışlarda bulunmuş maddi mânevi bir sı­kıntıya düşmemeleri için onlarada elinden gelen her türlü iyiliği yapmış, şahsi hizmetlerinde bulunmak üzere câriyeler hediye et­miştir. (362)

Kötülüğe iyilikle mukabele etmek üstün bir inanç ve sağlam bir karakterle mümkün olurdu. Bir fazilet abidesi olan Şağab Hâtûn işte bunu sergiliyordu. Böyle bir davranışı o camiada ancak Şağab Hâtûn yapabilirdi.

4     - GELİYORUM DİYEN İHTİLÂL VE EL-MUKTEDİR

el-Muktedir ve devlet işlerinde tecrübeli ana melike, Şağab Hâtûn'un ve oğlunun muhaliflerine karşı bu melekvâri dav­ranışlarının tesiri çok uzun sürmemiştir.

Bir müddet sonra el-Muktedir ile Mûnis el-Hâdim'in araları tekrar açılmış ve iki taraf bir birlerinin amansız düşmanı haline gelmişlerdir. İki taraf arasındaki bu fitnenin alevlenmesinde, baş vezir Hüseyin b. Kâsım’ın hıyânet derecesine varan tutum ve davranışlarının şüphesiz çok önemli rolü olmuştur. (363) Bu zât her vesile ile Halifeyi, Mûnis'e karşı kışkırtmış ve ipler nerede ise kopma derecesine gelmiştir. Vezir bu şekilde Halifenin aleyhine olacak tehlikeli provakasyonlarına devam etmiş, hatta daha da ileri giderek aptalca bir kararla "Münus el-Hâdim'in üzerine asker bile sevketmiştir.

(362)    el-Hemezâni, Tekmileh, XI, s. 268.

(363)    ibni Haldûn, III, s. 390.

A - EL-MUKTEDİRLE MÛNİS KARŞI KARŞIYA GELİYOR;

Mûnis el-Hâdim bu sırada Musulda bulunuyordu. Büyük bir basiretsizlik eseri, Halifenin üzerine gönderdiği askerleri em­rindeki Türk birliklerinin büyük desteği ile yenerek Bağdad üze­rine yürümüş ve fazla bir mukâvemet görmeden "Bâbü'ş- Şemmâs iye "denilen yere kadar gelmiş ve orada karargahını kurmuştur. (364)

Mûnis'in saraya karşı, doğrudan doğruya harekete geç­memesi, Onun olayları pek fazla tırmandırma niyetinde olmadığını göstermektedir. Bu arada iki taraf arasında bir çok elçiler gelip gitmiştir. Fakat bu elçiler, el-Muktedirle, Mûnis arasında bozulan ve gittikçe karmakarışık bir hale gelen ilişkilerin olumlu yönde çözülmesinde kayda değer bir fayda sağlayamamışlardır.

el-Muktedir'in çevresindekiler, Mûnis'e karşı silahlı bir tavır almasında ısrar edip duruyorlardı. Oysa el-Muktedir'in bunu ya­pacak yanında ne parasal gücü ve nede eğitilmiş, disiplinli eli silâh tutan askerleri vardı. Şağab Hâtûnla, aralarında geçen şu ko­nuşmalar, Onun bu tehlikeyi atlatmak için ne Kadar acz içinde ol­duğunu göstermektedir.

Değerli tarihçi el-Kurtubî'nin ayrıntılı bir şekilde naklettiğine göre; el-Muktedir, Mûnisle açıkça muharebeye tutuşmaya karar verdiği zaman anasına geldi ve,

"-Ne hallere düştüğümü görüyorsun! Halbuki yanımda ne bir dînâr altın ve nede bir dirhem gümüşüm yok. Bana şu anda mutlaka para-pul lâzım. Yanında ne var ne yoksa bana yardım et." dedi. O zaman anası ona

"-Sende biliyorsun Karmatîler, Bağdad üzerine yü­rüdüklerinde sana 3.000.000 dinâr verdim. Bundan sonra ya­nımda ançak şu gördüğün kaldı" dedi ve oğluna 50.000 dinar

(364)         . İbni Kesir, XI, s. 168, ibni Haldûn, III, s. 391. nakit verdi. el-Muktedir bu parayı çok az buldu ve şöyle yakındı;

"-Bu dinârlar bana ne kadar yeter? Karşı karşıya olduğum tehlikenin büyüklüğü karşısında bunun ne değeri vardır?" Bundan sonra anasına sitemle;

"-Bana gelince artık dönüşü olmayan bir yoldayım. Gücümün yettiği kadarda çarpışacağım. Belki ölürümde kurtulurum. Fakat asıl mesele benden sonraya kalanların başına neler geleceğidir. (Bundan sonra anasını kasdederek) birileri mutlaka yakalanacak, ağır işkenceye uğrayacak ve işte şu dürraciye ağacına ası­lacaktır. "(365)

Ne yazık ki el-Muktedir'in bu kehânetleri gözüyle gö­rürmüşçesine doğru çıkmış Şağab Hâtûn, hem yakalanmış, hem ayaklarından asılmış, hemde bin bir çeşit işkenceye uğramıştır.

B - EL-MÜKTEDİRİN FECİ ÖLÜMÜ :

Nihayet el-Muktedir, elinde Kur'anı Kerim, üzerinde Hz. Pey­gamberin cübbesi ve etrafında kelimenin tam anlamı ile bir sürü başı bozuk tabir edebileceğimiz bir güruh ile Mûnis el-Hâdim'ın silahlı askerlerinin üzerine yürüdü. Hatta bunları teşvik içinde;

"Bir kelle getirene 5 dinar, bir esir getirene ise 10 dinar mü­kafat verilecektir!" diye de ilân ettirdi. (366) el-Muktedirin adamları, sanki bir düğün alayına gider gibi idiler. En ufak bir askerî düzen ve disiplin emâresi dahi göstermeyen ve fakat tekbir sadaları ile etrafı yıkarak ilerleyen bu başıbozuk takımı, Mûnisin askerlerinin kınından sıyrılmış parlak keskin kılınçlan görünce, her biri bir tarafa çil yavrusu gibi dağılıp gitmişlerdir. Halife kendini bir anda Mûnis'in askerlerinin ortasında yapayalnız bulmuştur. el- Muktedirin büyük bir şaşkınlık içinde (2. Genç Osman Vâri)

"Yazıklar olsun ben sizin Halifeniz değilmiyim!" diyerek ba ğırıp çağırmaya başlamıştır. Ne yazık ki, bağırıp çağırmaları hiç bir fayda vermemiş ve el-Muğârebe birliğine bağlı bir gurub askerden birinin ensesine indirdiği bir kılınç darbesi ile kellesi yere düş­müştür.-

(365)    el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 155.

(366)    İbni Kesir, XI, s. 169.(386) İbni Haldûn, III, s. 391,

C - MÛNİS EL-HÂDİMİN DCIYDÜĞÜ BÜYÜK ÜZÜNTÜ;

el-Muktedirin kesik başını bir mızrağın ucuna takan askerler bin bir türlü lânet sesleri ile Mûnisin huzuruna gelmişlerdir. Mûnis bir el-Muktedirin kesik başına, birde öfkeli askerlere bakmış;

"-Size yazıklar olsun! Allaha yemin ederim ki ben böyle yap­manızı emretmemiştim. Lânet olasıcalar hepinizi öldüreceğiz!" diyerek hışmını dile getirmiştir. (367) Fakat olanlar olmuştu.

Bütün bunlar Mûnis el-Hâdim'in olayların bu noktaya kadar tırmanması ve hele hele Halifenin hunharca öldürülmesine taraftar olmadığını vurgulamaktadır. Nitekim Ali b. Balık, Mûnis'in ileri gelen Türk asıllı komutanlarından biri, Halifenin kendi askerleri tarafından kuşatıldığını görünce hemen atından inmiş önünde eğilerek yerleri öpmüş ve perişan bir şekilde yapayalnız kıvranıp duran Halifeye,

"-Sizi böyle bir günde huruç hareketine teşvik edenleri Allah lânet etsin!" demiştir. Ancak, Onun galeyân halindeki askerlere söz dinletmesi mümkün olmamıştı. el-Muktedir, yirmi beş yıl sal­tanat sürdükten? sonra bu şekilde kendi tedbirsizliği ve çev­resindekilerin hıyânet derecesine varan ihtirasları yüzünden feci bir şekilde öldürülmüştür. (368)

el-Muktedir1 in cesedi daha da ürpertici ve yürekler acısıydı. Askerler üzerinde ne varsa her şeyi hatta şalvarını bile söküp al­mışlar ve soyup soğana çevirmişlerdi. Zavallı Halifenin üryan ce­sedi günlerce sokakta kaldı. Kimse ona yaklaşmaya bile cesaret edemedi.

(367)    ibni Haldûn, III, s. 391

(368)    İbni Kesir, XI, 169, İbni Haldûn, III, s. 391.

Sonunda bu yürekler acısı feci manzaraya daha fazla da­yanamayan bir adam, önce Halifenin cesedini hemen bir çukur kazarak oraya gömmüş, sonrada kimsenin farkına varmaması için kazdığı bu çukuru toprakla örtmüştür. (369)

Bir çeyrek asır Abbasi Hilâfetini itidâl ve temkinle idâre etmiş koca Halifeye kader mendil kadar bir kara parçasını çok görmüştü. Onun yer yüzünde herkes için tabiî olan bir mezarı ve mezar taşı dahi yoktu. Ne el-Muktedir nede Şağab Hâtûn böyle bir akıbete lâyık kimseler değillerdi.

Haddizâtında bu, ne büyük Türk generali Mûnis ve ne de onun sağ kolu olan Balık Oğlu Ali için bir başarı değildir. Daha doğrusu bu onların başlarını kılınçlara yem edecek cinsden bir başarı idi. Nitekim öyle de olmuş ve Onun kılıncı gölgesinde hilâfet tahtına oturan el-Kâhir hem Mûnisin hem de Ali b. Balık'ın aynı tarzda bir kılınç darbesiyle kafalarını uçurtmuştur. Önümüzdeki sayfalarda bu trajedinin kısmen de olsa kahredici safhaları üzerinde du­rulacaktır.

5    - ŞAĞAB HÂTÜN'ÜN İŞKENCE VE ÖLÜM YILLARI

A - EL-KÂHİR’İN HALİFE ÖLÜŞÜ;

el-Muktedir'in böyle feci bir şekilde öldürülmesinden sonra yeni halifenin seçimi pek te kolay olmamıştır. Zira, ortada, hilâfet koltuğunu lâyıkıyla dolduracak, bu işlere bir çeki düzen verecek, askeri ve sivil erkânı tatmin edecek, kırgınlıkları gidererek do­layısıyla sosyal bünyede açılan bu büyük gediklikleri kapatacak kudretli, bu işe tam ehil bir kimsede yoktu. Onun için, bu meseleyi halletmek üzere toplanan hilâfet komitesi üyeleri yani, Baş kadı, Fukahâ, askerî ve idâri erkân arasında şiddetli münakaşalar ol­muştur.

(369) ibnü'l Abîrî, Tarihu Muhtasaru'd-Düvel, s.175.

İhtilâlin kudretli lideri Mûnis el-Hâdim, yine de el-Muktedir'in öz oğlu ve Şağab Hâtûn'un torunu Ebü'l-Abbâs'ın halîfe olmasını istiyordu. Böylece başta gün görmüş Şağab Hâtûn ve Teyze Hâtûn olmak üzere el-Muktedir ailesinin gönlü alınmış olacaktı. Mûnis böyle yapmakla diğer taraftan;

Şağab Hâtûn'un büyük mal varlığının, yine eskiden ol­duğu gibi devlet işlerine kanalize olacağına inanıyor ve bunda ısrarda ediyordu. (370)

Oysa Ebü'l-Abbâs daha anasının kucağında küçük bir ço­cuktu. Bu bakımdan ona büyük itirazlar oldu. Hattâ heyette bu­lunan vezir Ebû Yakûb İsmail en-Nevbahti daha da ileri giderek ;

"-Bu kadar zorluk ve sıkıntılardan sonra bir halife, Onun anası, ve Teyzesinden güç belâ kurtulabildik. Şimdi yine küçük bir çocuğa biat edip halife ilân edeceğiz. Yine onun anası olacak! Yine onun Teyzesi olacak! O, bizden önce onların sözlerine ba­kacak ve onlara uyacak, İdâre yine eskiye davet edecektir. Allaha yemin ederim buna kesinlikle rızam yoktur. Halife bizi çekip çe­virecek aklı başında olgun biri olmalıdır." demiş ve Mûnise şid­detle karşı çıkmıştır. (371)

Bunun üzerine el-Mutazıdm oğlu ve el-Muktedirin üvey kar­deşi, "Muhammed getirilmiş ve el-Kâhir Billâh lâkabıyla ikinci defa halife olmuştur. (H. 320/932) el-Muktedir Türk asıllı bir ana­dan olmasına rağmen el-Kâhir, hem ana hem baba tarafından Arap sayılırdı. Fitne (372) veya Kâbul (373) adında bir câriyeden dünyaya gelmişti.

Gerçekte Mûnis el-Hâdim, el -Kâhirin halife olmasına ke­sinlikle karşı idi. O, el-Kâhir için; Onun nasıl bir kötülük ve adi­likler yapacağını gayet iyi biliyorum!" diye homurdana, ho- murdana ekseriyete uymuş ve el-Kâhire biat etmiştir. (374) Fakat

(370)    Ebû'l-Farac Tarihi, s. 252, İbni Kesir, XI, s. 170, el-Hudarî Bek, a.g.e., s. 358.

(371)    ibni Kesir, XI, s. 170, İbnü'l-Abiri, a.g.e., s. 158, ibni Haldûn, III, s. 391.

(372)    es-Süyûtî, s. 386.

(373)    et-Mesûdî, et-Tenbîh, s. 336.

(374)    İbnü'l-Abiri, s. 159, el-Hudari Bek, a.g.e., s. 358. ne yazık ki bundan hemen sonra ceryân eden olaylar, Mûnis el- Hâdimin bu görüşlerinde ne kadar haklı olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.

B - ŞAĞAB HÂTÛN'UN HASTALIĞI

el-Kâhir'in halife olması, Abbasîlerdevri Türk - hâtûnlarının en mümtaz »imâlarından biri olan Şağab Hâtûn, Abbasiler devletini bir çeyrek asır dâhili ve hârici tehlikelere karşı ayakta tutan bu Türk anası, yakın çevresi ve diğer Türk kadınları için tam bir felâket ve yıkıntı olmuştur. Şöyle ki;

Zâten Şağab Hâtûn bu sıralarda "İstiska"  denilen bir hastalığa tutulmuştu. (375) Olayların bu şekilde gelişmesi, hele, oğlunun hunharca öldürülmesi ve koca Halifenin başsız cesedinin perişân bir halde günlerce sokak ortasında kalması, Onun dayanılmaz üzüntü, ızdırap ve acılarına tuz biber ekmişti. Yüreği lime lime olmuş içi kan ağlıyordu. Oğlunun düştüğü bu süfli durum onun izzeti nefsini büyük ölçüde yaralamıştı.

Kendisini kahreden bu ağır üzüntülerden dolayı, O, yemeden içmeden kesilmiş günlerce ağzına ne bir lokma yemek nede bir damla su koymuştu. Nerede ise kendi kendinhi helâk edecek bir açlık grevi yapıyordu. Araya saygı değer bazı kadınlar girdi. Hiç olmazsa bir şeyler yemesi için ona yalvarıp yakarmaya başladılar. O da onları kırmadı. Bir parça ekmeği tuza banarak yemekle iktifâ etti. (376)

C - ŞAĞAB HÂTÛN'UN İTİRAFA ZORLANMASI ;

Zâten dünyası başına yıkılan son derece hasta bin bir ızdırapla boğuşup duran muzdarip Türk anasını, üvey oğlu el-Kâhir kendi derdi ile baş başa bırakmadı. Onu yaka - paça huzuruna getirtti. Altın, gümüş kıymetli cevherler hulasa varı yoğu ne varsa bütün mal varlığını itiraf etmesini söyledi.

Şağab Hatun'un şahsi hâzineleri zaten tamtakır idi. O, devletin hayrına olan diğer harcamaları bir tarafa sadece Karmatilerin Bağdadı yağmalamalarını önlemek için 3.000.000 dinar şahsi yardımda bulunmuştu. Oğlu, çaresizlikten ölümün kucağına gi­derken dahi Ona yeterli mâli desteği sağlayamamıştı. Yok olan şeylerin nesini itiraf edecekti. Bu bakımdan hiç bir şeyi olmadığını ancak yanında çok özel zinet eşyâları, takılar, gerdanlık ve kıy­metli elbiselerinin saklı bulunduğu bir sandık olduğunu, bundan başka hiç bir şeyi.olmadığını söyledi.

Gözünü kan, ve ihtiras bürümüş olan el-Kâhir için bunlar ye­terli değildi. O, Şağab Hâtûndan daha büyük servet mal mülk beyân etmesini hâzinelerini döküp saymasını nerede ne varsa bir bir itiraf etmesini istiyordu. Oysa harbler peş-peşe gelen felâketler Şağab Hâtûnun elinde avucunda ne varsa alıp götürmüştü. O, bu manasız ısrarlar karşısında gerçeği dile getiriyor ve içtenlikle şöyle diyordu;

"-Yanımda şahsi eşya ve elbiselerimi koyduğum sandıktan başka bir şey yok, hiç bir şeyim kalmadı, Eğer mal, mülk ve ser­vetim olsaydı oğlumu hiç bile bile ölümün kucağına teslim eder miydim." (377)

D - ŞAĞAB HÂTÛN’A YAPILAN AĞIR İŞKENCELER ;

Bunden sonra el-Kâhir gerçek karekterini ve cebeliyetsizliğini ortaya koymakta gecikmedi. Bu hasta serapa ızdırab yükü olan Türk anasına en ağır bir şekilde işkence yapılmasını emretti.

Artık bundan sonra Şağab Hâtûn için her dakikası bin bir zulüm ve azabla dolu yeni bir dönem başlamıştı. Korkunç eziyet ve işkenceler yapıldı. Dayak ve hakâretler bir belâ ve musibet sağnağı halinde üzerine indi. Ondan Kararılan geride bırakacak servet ve zenginlikler istiyorlardı.

Bu işkenceler de yetmedi. Daha sonra câniler, onu ayak­larından tavana baş aşağı gelmek üzere asmışlar ve bir müddette işkencelerine bu şekilde devâm etmişlerdir. O günlerce bu şekilde asılı olarak kaldı. İşkenceye memur edilmiş cellâd rublu, kara vicdanlı kişiler ona, bu asılı olduğu halde bile döğüyor, çarpıyor ellerinden gelen her türlü eziyet ve işkenceyi yapıyorlardı. Hatta haya edilmesi gereken en nâzik yerlerini dahi yara bere içinde bı­rakmışlardı. (378)

Sanki el-Kâhiri memesinden süt emziren, onu kucağında öpüp okşayarak büyüten, en kara günlerinde onu teselli eden,.ona hiz­metinde bulunmak üzere câriyeler hediye eden, her türlü iyilik ve ihsanına boğan bu Şağab Ana değildi. el-Kâhir kendisini bunca nimetleriyle büyütüp besleyen Şağab Anaya karşı sergilediği bu insanlık dışı, son derece vahşi tutum ve davranışları ile bir insanın halife bile olsa ne kadar alçalabileceğim’ ne kadar nankör âdi bir mahlûk olduğunu en ibretli bir şekilde cümle cihâne ilân etmiş oluyordu.

Şağab Ana, hasta kadına yapılan bu işkenceler o kadar ağır idi ki, Onun şuursuz bir şekilde baygın hale geldiği hiç bir şeyin far­kında olmadığı görülürdü. O, bu takdirde, iç güdüsel hareketlerini kontrol edemezdi. Hatta bazan nâhoş hallere düştüğü bile olurdu.

Nitekim İbni Kesîr bu ağır işkence ve eziyetler sebebiyle ayakları tavanda asılı zavallı kadının zaman zaman kendinden geçtiğini sidiğini tutamıyarak işediğini bazan bunun yüzüne gö­züne doğru aktığını dahi kaydetmektedir. (379)

Bütün bu olmadık azab, eziyet ve işkenceler, onun güyâ gizli hâzinelerini biran önce itiraf etmesi için yapılıyordu. Halbuki Onun yanında yukarda da işâret edildiği gibi, kıymetli elbiseleri ve bazı ufak tefek altın gümüş eşya ve süs takılarını koyduğu sandıktan başka bir şey yoktu. Kefen sayan nebbaşları andıran bu kanlı eller o sandığa saldırmışlar, içindekileri boşaltarak satışa çı­karmışlardır. Bütün bunların satışından 130.000 dinar nakit elde etmişlerdir. (380)

6 - ŞAĞAB HÂTÛN'ÜN VAKIF MALLARINA EL KONULMASI

Günlerce süren bu ağır işkencelerden sonra beklediğini bu­lamayan el-Kâhir, daha cânîce bir adım atmış ve Şağab Hâtûn'un bütün Vakıf Mallarına el koymak istemiştir.

A - VAKIF MALLARININ DEVRİ İÇİN YAPILAN BASKI ;

Bilindiği gibi Şağab Hâtûn'un çiftlik, çayır, mera gibi Seııâd bölgesinde gerçekten de bir çok kıymetli emlâki vardı. Fakat O, bunları ve gelirlerini çok daha önceden Harmi Şerif Mekke, Mes­cidi Aksâ Kudüs ve Mescid-i Nebî Medine olmak üzere bütün de­virlerde yer ve gök ehlince mukaddes sayılan kutsal mabedlere vakfetmişti.

İşte el-Kâhir, bunlara göz koymuştu. O, Şağab Anadan bütün bu vakıf mallarını «atılmak üzere birine devretmesini yani vekil tayin etmesini istiyordu. Allah için vakfettiği mallar nasıl sa­tılabilirdi? Türk Anası bunca ağır işkence ve zulme varan ezi­yetlere rağmen azim ve iradesinden bir şey kaybetmedi.

O, bir nevî Allah'ın hakkına saldırı olan böylesine pervâsız is­teklere kesinlikle "Hayır!" diyor ve kendisini samimî bir şekilde şöyle müdafaa ediyordu :

"-Ben bütün bu emlâkimi Mekkeye, Medineye, hac yollarının tamiri, su yollarının onarımı, Bizans'a karşı harbeden mücâhidlere, düşkün yoksul, zayıf ve kimsesiz yolda kalmışlara, onların ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakfettim. Onların sa­tılmasına benim bile gücüm yetmez. Ancak vakıf mallarımın dı­şında kalan emlâkimi devredebilirim." (381)

Bu hususta el-Kâhir'in tertiplediği ilginç oyunları akıcı bir üs­lupla en‘güzel bir şekilde hemde içi sızlayarak dile getiren İbni Kesir şöyle demektedir:

"el-Kâhir, halife olunca Valide Sultanı huzuruna getirtti. O son derece hasta idi. Ona korkunç eziyet ve-işkenceler etti. Hatta baş aşağı gelmek üzere ayaklarından tavana dahi astırdı. Bütün bu korkunç ezâ ve cefâlar ona gizli hazînelerini itiraf etmesi için yapılıyordu. Oysa Onun, zînet esvablannı koyduğu özel san­dığından başka yanında hiç bir şey yoktu. el-Kâhir buna (dahi) el koydu.

Onun bundan başka bir kısım gayri menkulleri vardı. Bunlar vakıf malı idi. el-Kâhir onların satılmasını istiyordu. Bunun için bazı şahidler çağırdı. Onlar güyâ Vâlide Sultan'a vekâleten bu malların satılması konusunda kendilerinin yetkili olduklarına şehâdet edeceklerdi. Bu kimseler ancak onunla görüştükten kendi rızasını aldıktan sonra böyle bir şehidliği yapabileceklerini aksi halde bundan çekineceklerini bildirmişlerdir. Şağab Hâthun da orada idi. Halîfenin izni ile perde açıldı. Onlar Vâlide Sultanı görünce hayretle :

"-Sen el-Mutazıd'm câriyesi, Cafer el-Muktedir'in anası Şa- ğabsın!" dediler. Vâlide Sultan kendini tutamıyarak (hıçkıra hıç- kıra) ağladı. Ondan sonra da kafasını kaldırarak çökmüş yüzü ince alnı, esmer görünüşü ile onlara :

"-Evet benim!" dedi. Bu defa ağlama sırası (gûya uydurma) şahidlik oraya getirilen kimselere gelmişti. Hep birlikte ağlaşıp kalmışlardı. (382)

B - EL-KÂHİR'İN İĞRENÇ TERTİBİ :

Mâmâfih, el-Kâhir’in bu haksız tasarrufunun önüne çıkmak is­teyen kimseleri biz tanımakta zorluk çekmekteyiz. Zirâ, onların isimleri ve sosyal mevkileri hakkında herhangi bir açıklamada bulunmayan İbni Kesif in yarı hikemî rivâyetleri bazı ibretli sözlerle burada sona ermektedir. Bunlardan el-Kâhir’in bu şahıslar va­sıtasıyla bu süfli gayesine ulaşamadığı anlaşılmaktadır.

Ancak olaylar bundan sonra daha feci bir şekilde gelişmiştir. Temel kaynakların bu konulardaki genel rivayetlerinden an­laşıldığına göre, el-Kâhir bu defâ şehrin Başkadısı (Kâdıyü'l- Kudat) nı çağırdı. Onun yanında bazı Fukahâ (yüksek derecede hukuk bilginleri) de vardı. Onlardan bu vakıf mallarının satılması için mutlaka bir yol bulmalarını istedi.

Neticede Başkadının verdiği cevazla Şağab Hâtun'un bütün vakıf malları, kendi arzusunun hilâfına bir bir satılmış ve el-Kâhir'in ihtiras dolu arzularına tahsis edilmiştir. (383) Böylece hilâfet ül­kesinin Başkadısı, âlim ve fukahâları, İlâhi hükümleri, zâlim, fâcir, haksız bir halîfeye karşı savunmada, bir Türk Anası kadar bile cesâret ye sabır gösterememişler, zulüm ve haksızlığa apaçık boyun eğmişlerdir.

C. Brockelman Alman asıllı papaz yazar, Şağab Hâtûn'un şahsiyetini, Onun dünyayı kucaklayacak kadar geniş olan imanını, vakf hususunda ne kadar duyarlı olduğunu, inkâr etmekte ve hasbiliğini görmemezlikten gelmektedir. Ona göre el-Muktedir'in anası, kendi emlâkini emniyet altına almayı denemek için (!.) bir vasıta olarak kullanmış ve el-Kâhir'de buna göz yummamıştır. (384) Bu diğre bir ifade ile el-Kâhir'in Şağab Hâtûn'a yaptığı bunca zulm ve haksızlığı meşru saymaktan başka bir şey değildir. Mâmâfih bunun gibi daha bir çok imânî meselelerde, ciddiyetsiz, gerçeklere karşı gayri samîmî beyânlarda bulunmak sadece C.Brockelman'ın değil, diğer bir çok batılı yazarlarında müzmin bir adeti olsa gerektir.

C - EL-MÜKTEDİR VE YAKINLARININ

MALLARININ MÜSÂDERESİ :

el-Kâhir'in, Şağab Hâtûnun uçsuz bucaksız bütün bu vakıf emlâkinin satılmasından, Türk parasıyla ancak milyarlarla ifâde edebileceğimiz çok büyük meblağlar elde ettiği asla unu­tulmamalıdır.

el-Kâhir'in bunlarla da yetinmemiştir. O, Bağdad sokaklarında feci bir şekilde öldürülen el-Muktedirin bütün mallarını müsadere ettiği gibi, ailesi ve yakınlarının mallarına da el koydurtmuş ve onlarında satılmasını istemiştir.

el-Kâhir bu şekilde bütün mal ve mülklerini müsadere ettiği kimseler arasında el-Muktedir'in geride kalan Ebû'l-Abbâs, Harun b. Abbas, Ali, Fazl, İbrahim gibi öz çocukları da vardı. Gözü gönlü bu servet ihtirâsıyla yanıp tutuşan aşağılık Halife, el-Muktedirin bütün evlâd ve yâlini de bir araya toplamış ve onlarında bütün mal varlıklarına el koydurtmuştur. Böylece el-Kâhir, el-Muktedir ve Şağab Hâtûn ailesinin belini kırmış ve onların bir daha kendilerini toparlanmamak üzere darma dağın perişân etmiştir.

Mâmâfih el-Kâhirin alev alev yanan ve bir türlü sönmek bil- miyen bu ihtirası, daha sonra onun başına bir kor parçaları gibi inecektir. el-Kâhiri, silâhlarının gölgesinde iktidâra getirenler çok geçmeden onun da yakasına yapışacaklar, haksız yere Şağab Hâtûn ve el-Muktedir ailesinden zorla ele geçirdiği milyarlarla ifâde edilen bu çok yüklü servetin'hesabını soracaklar, itiraflarda bulunması için işkence ve eziyetler edeceklerdir.

D - ŞAĞAB HÂTÛN'ÜN SON GÖNLERİ VE ÖLÜMÖ :

el-Kâhir, bunca ağır zulm ve işkencelerden, hatta mallarını müsâdere etmesinden sonra bile el-Muktedir ailesinden geride kalanlarının yakasını bırakmak istememiştir. Onların hepsini ye­niden hapsedilmek üzere asıl Hâcibi Ali b. Balık'a teslim etmiştir.

Ali b. Balık'ın nezaretinde hapsedilenler arasında pek tabii olarak Şağab Hâtûnda bulunuyordu. Gerçekte, devrin büyük Türk asıllı komutanlarından olan Balık ailesi ve oğlu Alinin, daha ziyade el-Kâhir tarafından yürütülen bu ağır baskı ve siyasi he­saplaşmaların dışında Şağab Anaya sonsuz bir hürmet ve saygısı vardı.

Bu bakımdan Ali, Şağab Anaya bir hapis değil bir misâfir muamelesi yaptı. Onu kendisi gibi Türk olan annesinin yanına aldı. Ona ikram ve hürmette kusur etmedi. Acılarını mümkün olduğu kadar unutturmaya çalıştı. (385)

Fakat yukarda da ifâde edildiği gibi, Şağab Ana İstiskâ has­talığından muzdaripti. Bu tedâvi kabul etmeyen hastalığı yanısıra, el-Kâhir'in ardı arkası kesilmeyen, işkenceleri, zulme varan ezi­yetleri, Onu daha bitkin ve takatsiz bırakmıştı. Artık onun eski sıhhat ve sağlığına kavuşmasına imkân yoktu.

blihâyet Abbasiler Devletini 25 yıl (bir çeyrek asır) idâre etmiş, bir devre adını vermiş, bu dirâyetli, şahsiyetli, izzeti nefsine düş­kün, hayır ve hasenât sahibi yoksul ve düşkünlerin sığınağı fazilet abidesi, mümtaz Türk anası yakalanmış olduğu bu "istiska" has­talığından kurtulajnıyarak vefât etmiştir.

Mübârek cesedi, daha önce bizzat kendi sağlığında yaptırdığı er-Russâfedeki türbesine defnedilmiştir. (H. 321/933) (386) Büyük tarihçi İbni Kesir onu her vesile ile hayırla yad etmekte ve vefâtı için "Allah Ona rahmet etsin! Onu gufranına mazhar kıl- sın!" niyazında bulunmaktadır. (387)

(385)    el-Hemezânî, a.g.e., XI, s. 278.

(386)    İbni Haldûn, III, s. 392. İbnü’l-Esir, VIII, s. 251, el-Hemezâni, Tekmile, XI, s. 274, İbnü'l-Verdi, I, s. 393.

(387)    ibni Kesir, XI, s. 176.

Şağab Hâtûn : kendi hastalığı, peş - Peşe gelen bunca felâketlerden sonra dünyası başına yıkılıp kalan bu zavallı kadına, bütün bunlar yetmiyormuşcasına zulüm, işkence yapan en so­nunda onun ölümüne sebeb olan el-Kâhir'in sonu ne olmuştur? Biz bundan sonraki sayfalarda Tarihin engin muhakemesine müracaat ederek ibretlerle dolu bu soruyu cevaplandırmaya çalışacağız.

 

V.

ŞAĞAB HARIN VE EL-KÂHİR TARİH
YARGISINDA

1   - EL-KÂHİR'İN GEÇMİŞİ ŞAĞAB HÂTÛN

A - EL-KÂHİR'İN İLK ÇOCÜKLÜK YILLARI VE

ŞAĞAB HÂTÛN :

Bilindiği gibi kanh bir ihtilâl sonucu ikinci defâ hilâfet ma­kamına getirilen el-Kâhir, Arab berberi asıllı Kabûl, veya Fitne adında bir câriyeden dünyaya gelmiştir.

Annesi çok küçük yaşta vefât ettiği için Şağab Hâtûn Ona sahip çıkmış, onun kucağında büyümüş hatta onu emzirmekten bile çekinmemiştir. Böylece onun üvey anası olması yanısıra berde süt anası olmuştur. Abbasi saraylarında "Ümmül Veled" bir ananın kendi çocuğunun yanısıra bir başka câriyenin çocuğunu em­zirmesi görülmüş bir şey değildir. Bunu ancak insani meziyet ve hamiyet duyguları, pınarlar gibi coşup taşan bir Türk Anası ya­pabilirdi.

Şağab Hâtûn, el-Kâhiri bu ilk çocukluk yıllarından itibâren tıpkı biricik oğlu el-Muktedir gibi gözetmiş, şefkat ve merhametini esirgememiş, hiç bir zaman ana yokluğunu Ona, his- settirmemiştir.

O biraz büyüyünce hilâfet sarayında kendi oğlunun oynadığı özel bahçeye onuda çıkarırdı. Küçük el-Kâhir, orada el-Muktedirle birlikte güler ve onunla birlikte eğlenirdi.

Hattâ Şağab Hâtûn, sarayda saz meclisleri tertip edildiği ge­celerde, çok nadir kimselerin çağrıldığı bu meclislere el-Kâhiride getirtir, hanende ve sâzemdelerin söylediği birbirinden güzel şârkı, türkü ve zengin musiki ile onunda gülüp eğlenmesini ve hoşça bir gün geçirmesini sağlardı. (388)

(388)    er-Reşîd, s. 293.

B - ÂSÎ EL-KÂHİR VE ŞAĞAB HÂTÛN AİLESİ :

Şağab Hâtûn'un el-Kâhire olan bu âlicenap tavru, el-Muktedir ve Şağab Hâtûn aleyhine düzenlenen balum başarısız darbe sı­rasında da devam etmiştir. Bilindiği gibi Emirü'l-Ümera, Mûnis el Hâdim ve yakın arkadaşları Şağab Hâtûn ve halifenin güven ve itimadını kaybettikleri için bir darbe teşebbüsünde bulunmuşlar ve el-Muktediri azlederek yerine el-Kâhiri halife ilân etmişlerdi.

Ancak Hilâfet askerlerinin onları desteklememeleri ve halkın sert tepkileri üzerine Vâlide Sultan ve el-Muktedir çok geçmeden tekrar duruma hakim olmuşlardır. (H. 317/929)

Bu fitneye ön ayak olanlardan bir kısmının"*başını uçuran el- Muktedir, kendine rakib olarak ilân edilen el-Kâhiri huzuruna çağırmış büyük bir anlayış göstererek onu affettiğini söylemiştir. Bunun üzerine çocuklar gibi sevinen el-Kâhir ne diyeceğini bi­lememiş ve hüngür hüngür ağhyarak ;

Allah Allah camım emniyettedir, (inanamıyorum) Ey Mü­minlerin Emiri Allah ve Rasulü hakkı için benden size hiç bir kötülük gelmiyecektir. (389) demiştir. Bundan sonra el-Muktedir üvey kardeşi el-Kâhiri hapsedilmek üzere Vâlide Sultana havale etmiştir.

Şağab Hâtûn, asilerin safında yer alan bu üvey oğlunu, yine bağrına basmış ona, son derece güzel muamelelerde bulunmuş, adeti olduğu üzere izzet ve ikramlarına boğmuştur. Hatta Onun yukarda da belirtildiği gibi özel hizmetinde bulunmak üzere câriyeler bile ihsan etmiştir. (390)

C - EL-KÂHİRİN KARAKTERİ VE ŞAĞAB HÂTÛN ;

Ne varki, el-Muktedir, çevresinin hıyânet derecesine varan nifak ve kışkırtmaları sonucu ordu komutanları ile bütün ipleri koparmış ve neticede el-Kâhir ikinci defa halife olmuştur.

(389)    es-Süyûti, s. 283, ibni Kesir, XI, s. 160.

(390)    İbni Kesir, XI, s. 161.

İşte bu el-Kâhir, ikinci defâ halife olduktan sonra her şeyi bir anda inkâr etmiş, Şağab Hâtûn ve el-Muktedir ailesinin en amansız düşmanı olmuştur.

el-Kâhirin; mübarek memesinden süt emdiği, kucağında bü­yüdüğü, şefkat ve merhametini esirgemediği her türlü iyilik, ihsan ve keremine mazhar eden Şağab Hâtûn'a bağrı lime lime olmuş, üstelik bir halifenin karısı yine bir halifenin de anası olan ve fakat bin bir türlü hastalık, ızdırap, musibet ve belâ içinde kıvranıp duran melek tabiatlı Türk Anasına, yaptığı insanlık dışı, işkence, ezâ ve cefâlar, kelimenin tam anlamışla bir vahşet bir canavarlıktan başka bir şey değildir. el-Kâhirin sergilediği bu vahşi manzara, tarihte eşi örneği az bulunan bir nankörlük ve bir cibilliyetsizlik örneğidir.

D - TARİHİM ACI İNTİKAMI ;

Ancak kaderin garip cilvesine bakınız ki; el-Kâhir'in sonuda Şağab Hâtûn'a benzemiş ve onan belki bin beter olmuştur. Hilâfeti ancak bir seneden biraz fazla sürmüştür. Kısa zamanda taç ve tahtını kaybetmiş Bağdad sokaklarında zillet ve sefalet içinde dilenecek bir hale gelmiştir.

Onada gizli servet ve hâzinelerinin yerini söylemesi için her türlü eziyet ve işkence yapılmış hatta gözlerine mil çekilerek dün­yası bir kere daha yıkılmış ve kap-kara bir hale getirilmiştir. Abbâsi halifelerinin arasında onun gibi sağlığında gözüne mil çe­kilmiş ve göz aklan akıtılmış başka bir halife de yoktur. Ne yazık ki, Şağab Hâtûn ruhunu rahmana teslim ettiği aynı günlerde el- Kâhirde, Bağdad sokaklarında aç, sefil olarak dilencilik yaparken ölmüştür. (391)

el-Kâhir ile Şağab Hâtûn arasında geçen bu ibretlerle dolu olaylara temas eden İbni Kesir sâde, güzel üslubu ile şu hikemî yorumlarda bulunmaktadır; "Öyle ya zaman insanlar için nasıl da değişiyor, dün aziz kıldığı bir kişiyi bugün zelil ediyor. Dünya bir belâ ve musibet yeridir. Onun iyiliğinden de kötülüğünende kimse emin olamaz. Bugün talihi yâr olanın birde bakarsınız ki yarın işleri kötüye gitmiş ve perişân olmuştur. Kimse dünyaya dayanıp gü­venmesin. Dünya ona dayanıp güvenen kimseleri ateşiyle yakar tüketir. Oysa (nankör) el-Kâhir, Şağab Hâtûnun kendisine yaptığı bunca iyiliğe bir defa olsun hatırlamadı bile!" (392)

(391)    es-Süyûti, s. 389-390, ibni Kesir, XI, s. 178.

Biz buraya kadar olan açıklamalarımızda Şağab Hâtûn ve el- Kâhirin tarih mahkemesinde yargılanmasını istedik. Bunlar mah­kemenin birinci safhası idi. Şimdi biz bu tarihi muhâkemenin ikinci safhası üzerinde durmak istiyoruz. O da el-Kâhir;, Mûnis el-Hâdim ve Balık üçlüsünün sonu ne olmuştur? Kısaca onu izah edeceğiz ve tarihin bu kişiler hakkındaki hükmünü birlikte göreceğiz.

2     - KISACA EL-KÂHİRİN HİLÂFETİ VE SONU

el-Kâhir, işin başında Mûnis el-Hâdim'inde işaret ettiği gibi, hiç kimse hakkında iyilik düşünmeyen habis ruhlu içi dışı fesad dolu bir adamdı. O, Mûnis'in büyük ölçüde muhâlefetine rağmen halife olmuştu.

el-Kâhir, bu durumu çok iyi bildiği halde Mûnisi biraz da çe­kindiği için yine Emirü'l-Ümerâ (Orgeneral) ve devrin ileri gelen Türk asıllı komutanlarından Bahk ile oğlu Aliyi, de Hâcib tayin et­mişti. Hıer ne kadar el-Kâhir bu kişileri böyle çok önemli ma­kamlara getirmişsede gerçekte ne bu Türk liderlerinin el-Kâhire nede el-Kâhirin bu Türk liderlerine hiç bir güven ve itimadı yoktu. el-Kâhir fırsat bulunca her türlü kötülüğü yapabilirdi.

A - MÛNİS VE BALIK'IN KATLEDİLMESİ ;

Türk komutanları el-Kâhir'in şerrinden emin olmak için hilâfet sarayını (Dâru'l-Hilâfe) göz altına almışlar saraya kimin girip çık­tığını sıkı bir şekilde kontrol etmeye başlamışlardı. Hattâ tecrübeli komutan Mûnis el-Hâdim, bunun böyle sürüp gitmiyeceğini çok iyi bildiği için Balıkla birlikte bir ihtilal hazırlığı içine bile girmişlerdi.

(392)    İbni Kesir, XI, s. 176

el-Kâhir, çok geçmeden bunun farkına varmış ve bir punduna getirerek hiie ve desise ile hem Balık hemde oğlu Alinin başını vurdurmaya muvaffak olmuştur. Daha sonra aynı oyuna Mûnisde gelmiş, her nasılsa bu büyük Türk komutanının başı da el-Kâhir tarafından feci bir şekilde boğazlanmıştır. (393) el-Kâhir, Arap- lara has olan bu sinsi hile ve desisesi ile el-Muktedir devrinin üç önemli şahsiyeti, olaylara her zaman yön vermiş ve önemli ölçüde tesir etmiş üç Türk generalinden yakasını kolayca kurtarmış olu­yordu.

B - EL-KÂHİR'İN HİLÂFETTEN DÜŞÜRÜLMESİ ;

Onun bu gayri ciddi tutumu ve hilekâr davranışları bütün as­keri komutan ve ileri gelen devlet erkânının güvenini sarsmış ve onlar arasında derin bir kuşku yaratmıştı.

el-Kâhir, bu sinsi davranışlarında, o kadar ileri gidiyordu ki, bazen, kendisine yardım eden askerî komutanlara, kendilerine hiç dokunmayacağına dair yeminler ediyor, ve ellerine yazılı emânlar veriyor, sonrada hiç bir ciddî sebeb olmadığı halde sözünden dö­nüyor, şu veya bu nedenle onların birer birer başını vur­duruyordu.

Bu bakımdan büyük komutan Simâ da el-Kâhire, çoktan iti­madını kaybetmişti. Halifenin kendisine karşı, heran bir suikasd tertip edeceğinden endişe edip duruyordu. O, Mûnis'in düştüğü hataya düşmedi. Emrindeki askerleri, derhal vaziyet olmaya ça­ğırmış ve bir gece süratle gelerek el-Kâhir'in sarayını kuşatmıştır. Bu zâten beklenip duran yeni bir darbe teşebbüsünden başka bir şey değildi. (394)

a - el-Kâhir'in Uğursuz Günleri;

Oysa, ihtilâl başladığı sıralarda el-Kâhir âdeti olduğu üzere yine işret meclisinde gönlünce eğlenmiş üstelik körkütük sarhoş bir hâlde idi.

(393)    İbni Haldûn, ili, s. 392, Ibnü'l-Kesir, VIII, s. 252 vd. 261.

(394)    Ibnü'l-Esir, VIII, s. 279, İbni Haldun, III, s. 398.

Yakınları Ona durumu haber verdikleri zaman biraz ayrılır gibi olmuş, kurtulacağını zannederek hemen kaçmış ve sarayın hamam bacasına gizlenmiştir. Zavallı Halife tam bir acz içinde şaşırıp kalmıştı. Ne yapacağını dahi bilmiyordu. Tam bu sıralarda yalın kılınç saraya dolan askerler tarafından yakalanan el-Kâhir, perişan bir halde Simah'ın huzuruna getirilmiştir.

Askerler şimdi de ona haksız olarak müsâdere ettiği malların hesabını soruyor ve itirafta bulunması için bin bir türlü eziyet ve işkence ediyorlardı. Onun daha önce Şağab Hâtûn üzerine sür­düğü cellâdları, kader şimdi başka bir çehre ve isimle onun üzerine saldırtmıştı.

Askerler tarafından yapılan bunca ezâ, cefâ ve işkencelerden sonra el-Kâhir'in gözlerine mil çekildi. Onun dünyasını, başına yıktığı Şağab Hâtûn'un dünyasından daha da kapkara oldu. Tarih nasılda intikamını alıyordu. Zirâ Abbasi Halifeleri içinde gözlerine bu şekilde mil çekilen başka bir halife yoktu. Bütün bu sorgulama ve itiraflardan sonra gideceği yer ancak bir hapishane idi. Nitekim öyle de olmuş ve el-Kâhir bir hapishaneye tıkılmıştır. (395)

b - el-Kâhir ; Bağdad Sokaklarında Bir Dilenci ;

Ortalık yatıştıktan sonra serbest bırakıldı. Artık O, bundan sonra canlı bir ibret heykeli olarak Bağdad sokaklarında dolaşıp duracaktı. Çünkü el-Kâhir'in gidecek bir yeri, barınacak bir evi yoktu. Kimse Ona sahip çıkmaya hattâ tanışıklık göstermeye bile cesâret edemiyordu. O, gözleri kör, aç, sefil, yan çıplak bir şekilde Bağdad sokaklarında dolaşıp ve dilencilik ederdi. Hatta el-Kâhir, zaman zaman el-Mânsur Camii'nin revakları arasında dilencilik yapmak için oturur, ve gelen geçen müslümanlara ;

"-Ne olur bana bir sadaka veriniz! Ben sizin tanıdığınız bir kimseyim!" diye yalvarır dururdu. (396) O nerede ise ölümü dahi gönüllü olarak arar bir hale gelmişti.

(395)    İbnü'l-Esir, VIII, s. 283, Tarihul-Hamîs, 11, s. 351

(396)    es-Süyûtî, s. 390

Büyük tarihçi İbni Kesir Onun bu feci halini tasvir ederken şöyle demektedir; "O yakalanınca hemen öldürülmedi. Önce gözleri, kızgın mil çekilerek kör edildi. Çeşitli eziyet ve işkenceler gördü, böylece Allah ondan intikamını almış oldu."(397)

Buraya kadar olan açıklamalarımızdan Şağab Hâtûn'un Abbâsi Hilâfetindeki saltanat yılları ve 25 yıllık idâri hayatı tarih objektifinde incelenmiş ve belirli ölçülerde aydınlatılmak is­tenilmiştir. Bundan sonraki sayfalarda Şağab Hâtûn için yapılan tenkidler üzerinde durulacak objektif cevaplar verilecek ve Şağab Ananın umûmi bir değerlendirilmesi yapılacaktır.

3    - ŞAĞAB HÂTÛN VE EL-MÜKTEDİR'E

YAPILAN TENKİTLER

İslâm alimlerinin Şağab Hâtûn zatı ve Onun şahsiyeti hak­kında fazlaca ağır tenkitleri yoktur. Hatta başta İbni Hıbban, İbni Kesir, olmak üzere bir çok İslâm âlimleri bu fazileti Türk Anasını bir çok hayırhâh ifâdeler ile açık açık takdir etmektedirler. Ancak onların asıl tenkitleri el-Muktedir ve Onun devrinde devlet idâresinde çok daha müessir bir hale gelen aristokrat kadınlar varlığı ve onların saltanatı hakkında yoğunlaşmaktadır. Onlara göre el-Muktedir, devlet idâresinde dizginleri anası, teyzesi ve bunlar gibi daha el-Kahramâne makamına getirilen bir çok kadın hanım efendilere bırakmış bu ise hilâfetin zayıflamasına sebeb ol­muştur.

A - KLASİK TARİHÇİLER NE DİYOR?

Bu cümleden olmak üzere İbni İmâd, el-Muktedir için "O, hilâfete lâyık değildi. Çünkü Anası, Teyzesi ve el-Kahramâne olan hanımefendiler büyüklerin işlerine karışmaktan çe­kinmezlerdi" demektedir. (398) Arib el-Kurtubî ise; "anası ve

(397)    ibni Kesir, XI, s. 178.

(398)    ibni imâd, Şezerât, II, s. 8.

yakın çevresinden olan daha bir çok kadınlar onun işlerine mü­dahale etmemiş olsalardı el-Muktedir devrinin halk için çok daha müreffeh bir devir olacağını" vurgulamaktadır. (399)

İbni Tağrıberdi açık açık el-Muktedire kadınların büyük ölçüde tesir ettiklerini bildirmektedir. (400) Başta el-Mesüdî olmak üzere daha bir çok klasik İslâm Tarihçileri, İbni Ta^nberdi'nin bu genel tenkidini paylaşmakta, aşağı yukarı aynı ifâdelerle aynı görüşleri ileri sürmektedirler. (401) Şağab Hâtûn ve el-Muktedir hakkmdaki bu mutedil görüşleri kabul edenlere zamanımız tarihçilerinden P. K. Hitti'yide ilâve etmemiz gerekmektedir. Oda klasik İslâm Ta­rihçileri ile aynı görüşleri paylaşmakta hemde çok daha açık ibr şekilde Halife el-Muktedir'in Türk asıllı anası (ki Şağab Hâtûn)nm çok bariz bir şekilde devlet işlerine müdâhale ettiğini bil­dirmektedir. (402)

B - MADALYONUN ÖBÜR YÖNÜ ;

Her ne kadar İslâm tarihçileri bu beyanlarında kısmen de olsa haklı iselerde birde madalyon'un öbür yüzü vardır. O da şudur;

Şağab Hâtûn ve çevresindeki diğer Türk aristokrat ka­dınlarının el-Muktedir yanısıra devlet işlerine yön vermeleri, hilâfet erkânı ümerâ ve vüzerâ ile bu kadar içli dışlı olmaları, olaylar ve şartların zorlamasıyla olmuştur. Daha açık bir ifâde ile şartlar Şağab Hâtûnu ve yakınlarını devlet işlerinde oğlu, el-Muktedir'e yardımcı olmaya (müdâhale değil) mecbur etmiştir.

Bilindiği gibi, el-Muktedir, daha sokakta arkadaşları ile to- pacımsı bir şeyler oynadığı sıralarda, küçük bir yaşta halife ol­muştu. Abbasiler devleti tarihinde, el-Mûktedir müstesna, böy- lesine küçük bir yaşta hilâfet tahtına kimse oturmamıştır. (403)

(399)    el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 29

(400)    İbni Tağrıberdi, III, s. 234.

(401)    el-Mesüdi, et-Tenbih, s. 328.

(402)    Hitti, P.K. The Arabs in Hisktory, p. 468.

(403)    el-Kurtubî, Sıleh, XI, s. 28.

İşte Şağab Hâtûn'u devlet işlerine karışmaya zorlayan asıl sebeb de akıl baliğ dahi olmamış el-Muktedirin böyle çok küçük bir yaşta halife olmasıdır. Tecrübeli, Türk Anası, usta bir kaplan gibi devlet gemisinin dümenini eline almış ve zaman zaman büyük tehlikelere karşı karşıya olmasına rağmen onun zaman denizinde batmamasını ve tam 25 yıl selâmet limanına doğru seyret; sağlamıştır. Bu şekilde Şağab Hâtûn'un devlet idâresine yön ver­mesi bunu başarılı olarak bir çeyrek asır devam ettirmesi tenkit edilecek değil, her halükârda takdir edilecek bir husus olsa ge­rektir.

Aksi takdirde, küçük halife el-Muktedir, bir birlerine karşı kötü bir rekâbet ve makam hırsı için kıvranıp duran, dar görüşlü küçük oyunlar peşinde koşan bir çok siyâsî, askerî ve idâri erkân ara­sında, onların muhteris emellerinin tahakkuku için bir oyuncak haline gelecek, dolayısıyla emniyet ve huzurda kalmıyacaktı.

Asıl bundan sonradır ki, bir çok iç isyân, karışıklık, baş kal­dırmalar bir birini takib edecek ve bütün bunlar Abbasi hilâfetinin çok süratli bir şekilde çöküşe doğru gitmesine sebeb olacaktı. Binâenaleyh, Şağab Hâtûn'un devlet işlerinde oğluna yardım et­mesi, onu yönlendirmesi, onun zaman zaman müstakil insiyatifini kullanarak, kararlar alması, Abbasi hilâfetinin hayrına olmuş ve Valide Sultan sâyesinde el-Muktedirin saltanatı çok az bir halifeye nasib olacak derecede uzun (25 yıl) sürmüştür.

C - EL-MÜKTEDİRİN GERÇEK DÜRÜMÜ

VE İSLÂM TARİHÇİLERİ

Bununla beraber el-Muktedirin hiç bir insiyatifinin olmadığı ve bütün devlet işlerini Valide Sultan ve Teyze Hâtûn'a yâni Türk Hanımlar aristokrasisine bıraktığını iddia etmenin gerçeklerle bağdaşmasına imkân yoktur. el-Muktedir belli bir olgunluk çağına geldikten sonra devlet işlerinde çok daha müstakil hareket ederek kararlar almış, icraat ve tasarruflarda bulunmuştur.

Ancak, uzun saltanat yılları döneminde Vâlide Sultan ve Teyze Hâtûnla daima tatlı bir uyum içinde olmuş, acı ve tatlı günlerini birlikte yaşamışlar ve büyük olayları beraber göğüslemişlerdir. Bu ahenkli uyumun sağlanması şüphesiz Şağab Hâtûn ve Teyze Hâtûn'un üstün meziyet ve idâri kabiliyetleri sâyesinde mümkün olabilmiş ve bu sayede onun iktidarı kendinden önce gelip geçen bütün Abbâsi Halifelerinden Harûn er-Reşid'te dahil en uzun ömürlüsü olmuştur.

Gerçekte İslâm Tarihçilerinin el-Muktediri tenkit etmeleri ve onun devrini nerede ise bir kadınlar saltanatı, yılları olarak tasnif edecek kadar ileri gitmeleri bu Türk aristokrat kadınlarının aczi, ehliyetsizliği ve devlet işlerini onların yüzlerine gözlerine bu­laştırmaları yolunda da değildir.

Kanaatimize göre bu birazda hilâfet câmiasında, o çağlarda bir kadının devlet işlerinde söz sahibi olması hele hele kilit makamlara getirilmesi, hatta Divâni!’l-Mezâlirne (İstinaf mahkemesi baş­kanlığına) kadar giden geniş bir yelpazede hizmet etmelerini alı- şılmışlığın dışında görülmesi ve yadırganmasından kay­naklanmaktadır. Nitekim el-Kahramâne, Semmel Hanımın Divâni!'l-Mezâlime ilk çıkışlarında bağdad halkının protesto et­meleri, şehrin eşraf ve âyânından hiç kimsenin katılmamaları da bunu gösteriyor. Ancak daha sonra işlerin bundan önceki say­falarda belirtildiği gibi süratle yola girdiği bunun ise halkın hayrına ve yararına olduğu muassır kaynaklarda dahi dile getirilmiştir.

Nitekim ondan sonra hilâfet makamına gelen el-Kâhir'in, el- Muktedirin aksine böyle Şağab Ana gibi faziletli devlet idaresinde tecrübeli üstelik eli her türlü hayır ve hasenata açık bir yol gös­tericisi bulunmadığından, hilâfet süresi ancak bir buçuk yıl bile sürmemiş ve sonunda cümle aleme rezil ve rüsvâ olarak hilâfetten azledilmiştir.

4     - ÇAĞDAŞ YAZARLAR VE ŞAĞAB HÂTÛN

Gerçekte Abbâsi Hilafetinde değil Türk Hâtûnları, genel ola­rak askerî, idâri ve edebî sahalardaki Türk varlığı, sadece klasik İslâm Tarihçilerinin değil, çağdaş Arap yazarlarınında üzerinde hassasiyetle durdukları önemli bir konudur.

Bunlar içinde Türkleri tenkid etmeyi bir üslûb özelliği hâline getiren bir çok arap yazarlar olduğu gibi, ne yazık ki bu konuda çok ileri giden ve bunu nerede ise bir hakaret derecesine kadar ileri götüren bir çok Arap yazarlarıda vardır.

Konunun özelliği dolayısıyla, Orta-Doğu Türk Varlığı için Arap yazarlar tarafından alışılagelmiş bu tenkidlerin burada geniş bir münâkaşa ve değerlendirmesini yapmamıza imkân yoktur. Ancak biz sâdece Şağab Hâtûn hakkında yapılan tenkidler ve onunda bir misâl olmak üzere en aşırısını ele almakla iktifâ edeceğiz.

A - EL-HÜDARÎ BEK NE DİYOR?

Şağab Hâtûnu bu şekilde haksız, hissi, hemde çok acı ve aşırı bir şekilde tenkit eden yazarların başında şüphesiz el-Hudari Bek bulunmaktadır. Emevîler ve Abbâsiler devri ile ilgili olarak ya­yınladığı bir çok eserinde Türkleri hemen her vesile ile tenkit eden müellif üzerinde durduğumuz Şağab Hâtûn ve el-Muktedir devrini de acı tenkid etmekte ve şöyle demektedir;

"Hulâsa el-Muktedir'in hilâfeti dönemi tümüyle Abbâsi Dev­letinin en kötü devri olmuştur. Zîra o devirde kadınlar ve kadın hizmetçiler (!) devlet idâresine hâkim olmuşlar, dolayısıyla da israf ve döküp saçma son haddini bulmuştur. el-Muktedir ya kendisi, veya anası, yahutta el-Kahramânelerinden birine takdim edilen rüşvete göre ya bir veziri azl veya diğerini tayin ederdi. Vezirlik, belli bir rüşvet vaadi ile alınırdı. Bu bakımdan bu gö­revlilerin hemen hepsi önce rüşvet olarak takdim ettikleri parayı elde etmek, sonrada halifenin hakkı olan vergileri toplamak için halkın elinde avucunda ne varsa alırlardı. Bu vergiler haklı mı yoksa haksız yollardan mı elde ediliyor kimsenin umurunda de­ğildi. Bu ise tam anlamı ile artık (Abbasîler) devletinin yı­kılacağını ihbâr eden köklü bozgunculuktan başka bir şey de­ğildi.” (404)

Bu kabil tutarsız tenkitlerin ilim, insaf ve izanla bağdaşması mümkün değildir. Bir çeyrek asırlık bir dönemi, başta halife el- Muktedir olmak üzere bütün askerî, idârî ve siyâsî erkânı yüzlerce adamı rüşvet, haksızlık ve adaletsizlikle ittiham etmek ilimden de öte bir kin ve husumet ifâdesidir. Bu yazarlara sormamız gerekir; Mâdem Şağab Hâtûn ve çevresi, bu kadar kötü idilerde 25 yıl nasıl iktidarda kalmışlardır?

Daha açık bir ifâde ile zulüm, haksızlık ve ayyuka çıkan rüşvet ve adaletsizliklerle bir kadının hemde 25 yıl pâyidâr olduğu nerede görülmüştür? Bu sorulara gönül ferahlığı ile cevap bulmamız mümkün değildir.

Çünkü Abbasîler devletine hizmet ve emeği geçen Türk devlet adamları askeri ve idâri erkâna yapılan bu kabil ağır tenkid ve it- tihamların bir tek sebebi vardır. O da, onların gayrı Arap ve fakat Türk olmalarıdır. Şağab Hâtûn, kız kardeşi, ve el-Muktedire ya­pılan tenkitler de işte böyledir. Asıl sebeb onların tertemiz, faziletli birer Türk anaları olmalarıdır.

B - TÜRKLER NİÇİN TENKİT EDİLİYOR?

Arap yazarların, Abbâsi toplumundaki Türk varlığına böylesine hırçın davranmaları kanaatimize göre başka başka sebeblerden kaynaklanmaktadır. Kuru bir şovenizmle övünmek isteyen bir kısım çağdaş Arap yazarları; Abbasi Hilâfetindeki, değil Türk as­keri varlığı, Türk Hâtûnlarının bile zirvelerdeki bu göz kamaştırıcı durumlarını gördükçe, izzeti nefislerinin yaralandığını hissetmekte ve bundan büyük üzüntüler duymaktadırlar.

(404)    el-Hudari Bek a.g.e., s. 355.

Bu tarihi gerçekleri insafsızca saptıranlar, eserlerinde Tür­kün Orta-Doğudaki tarihi misyon ve varlığına saldırmayı bir üslûp özentisi hâline getirenler arasında ünü bütün Arap dün­yasını tutmuş meşhur yazar Ahmed Emin en ön sıralarda bu­lunmaktadır. (405)

Bu meselede onlara hak vermemek mümkünde değildir (!) Öyle ya, yan nomadik hayatın bu asil öncüleri cihangir Asya or­dularının kahraman temsilcileri, yağız çehreli Türkler; İç Asyada İlâhi bir fırtına olarak kopmuşlar, sonra binlerce kilometre ka-tederek İslâmın taht ve baht şehri Bağdad'a gelmişler, özellikle o çağlarda büyük bir kültür ve medeniyet merkezi haline gelen bu şehirlerde ümmet ummanında boğulup gitmeleri beklenirken, millet çizgisine çok yakın bir şuurla hakim bir sınıf olmuşlardır.

Bundan da öte Arap entellektüel çevrelerinin hor, hakir gör­dükleri ve gayri medeni el-Ulûc (   ) vahşi yaban eşeği (406) diye tavsif ettikleri bu Türkler, kısa zamanda bu medenî çevreye adapte olmuşlar, ve kendilerini çok medeni zanneden bu vahşi çöl sakinlerini, Arapları idâre etmeye başlamışlardır. Bundan da öte onlar İslâm kültür ve medeniyetine Türkün vakûr şahsiyetini yansıtan yeni yeni boyutlar kazanmışlar, hatta Orta - Doğu Arap hâkimiyetine bile son vermişlerdir.

İşte bu günün Arap zihniyeti ve onun haksız, üstelik tarihi tekâmülden ders almıyan nasipsiz temsilcileri yazar çizer ta­kımını asıl çileden çıkaranda, bü büyük Türk varlığı ve onun, Arap ve Araplığın öz yurdu olan Orta-Doğu hakimiyetidir. Diğer bir ifâde ile Türklerin Arapların orta-doğu hükümranlığına son ver­meleridir.

Oysa umûmî tarihin mecrâsını değiştiren, siyâsî, sosyal ekonomik sahalarda yeni yeni dengeler oluşturan, İslâm Dinini gücüne erişilmez siyasi bir kudret haline getiren, dolayısıyla Arapların millet varlığının cihangir Türk şemsiyesi altında za­manımıza kadar devam edip gelmesini sağlıyan bütün bu oluşum ve gelişmelerden herkesten her milletten ziyâde Arapların mem­nun olmaları ve Türklere minnet borçları olduklarını bilmeleri ge­rekmektedir.

5    - ŞAĞAB HÂTÛN VE SONUÇ

Gerçekte Şağab Hâtûn'un hilâfet camiasına intisab etmiş Türk Hâtûnları arasında ap-ayrı bir yeri vardır. Onun devlet işlerindeki nüfuzu ve asıl aktif durumu oğlu el-Muktedir devrinde başlamış ve aralıksız 25 yıl sürmüştür. Bu yönü ile Şağab Hâtûnu, Abbâsi Hilâfetinde değil diğer Türk Hâtûnları, Harûn er-Reşid’in kıymetli eşi es-Seyyide Zübeyde de dahil hiç bir halife anası ile mukâyese etmemiz mümkün değildir. Hattâ O, bu bilfiil hizmeti ve son derece aktif durumu ile bir çok halifelerle dahi boy ölçüşebilecek bir du­rumdadır.

Zirâ Abbâsi Halifelerinin çoğunun hilâfet müddeti 3 - 4 yılı geçmemekdedir. Yine Abbâsi Halifelerinden dokuz halifenin hilâfet yılları toplansa ancak Şağab Hâtûnun saltanat yıllarına eşit ol­maktadır ki bu son derece ilginç bir tesbittir. Bir diğer hususta Abbâsî Hilâfetinde hüküm sürmüş tüm 37 halifeden ancak beş halife 25 sene ve daha fazla bir süre saltanatta kalabilmişlerdir.

Bir kadın olmasına rağmen Şağab Hâtûnun Abbâsi Devletinin dâhili ve hârici bir çok köklü problemlerle karşı karşıya olduğu bir devirde, hilâfet merkezindeki son derece müessir ve aktif varlığını 25 sene sürdürmüş olması ve olaylar karşısında dimdik ayakta kalması üzerinde çok daha önemle durulacak bir husus olsa ge­rektir. Bütün bunlar kim ne derse desin Şağab Hâtûn'un ger- çektende başarılı bir idâreci, hikmeti hükümete vâkıf üstün me­ziyetli bir Türk Anası devlet ana olduğunu göstermektedir.

Şağab Hâtûnun devlet yönetimindeki aktif yılları bir nevi nüfuz ve saltanatının 25 yıl sürdüğünü söylemiştik. Onun bu uzun süre devam eden hizmet yıllarında on beşten fazla vezir değişikliği ve beş askeri darbe yapılmıştır. Onun başarı grafiğinde bir çok inişler ve çıkışlar olmuştur.

Fakat O, bütün bu karma karışık olaylar karşısında paniğe kapılmamış, azmini irâdesini kullanarak bir çıkış yolu bulmayı düşünmüştür. Olayların karşısında yenilemesini bilmiş, mümkün olduğu kadar yeni bir insiyatif ve soğukkanlılıkla yaklaşmıştır. Gerektiği takdirde şahsi olarak hiç bir maddi külfet ve fedâkârlıktan çekinmemiştir. Nitekim Karmatilerin Bağdadı, yağ­malamalarını önlemek için şahsi servetinden yaklaşık olarak 3 milyon dinar, ancak trilyonlara varan nakit para sarfetmiştir.

O, gerektiğinde olayların üstüne bir dişi kaplan gibi atılmış, müsebbiblerini cezâlandırmak veya görevine son vermekten çe­kinmemiştir. Nitekim oğlu el-Muktedire karşı sinsi bir ihtilâl te­şebbüsünde bulunan Ümmü Mûsâ'nın üzerine hışımla yürüyen Şağab Hâtûn, onu, aile ve yakın çevresini darma dağın etmiştir.

Onun her biri birer haklı gerekçeye dayanan bu yerinde uy­gulamaları, olaylar karşısında kendine has tutum ve davranışları mülki, idârî ve askerî erkân arasında şahsiyet ve otoritesini öy­lesine artırmıştı ki, "es-Seyyide-Vâlide Sultan" denildiği zaman hatta bazı vezirlerin bile renginin değiştiği olurdu. Devlet erkânı mümkün mertebe ona olan saygı ve hürmette hiç bir kusur et­memeye çalışırlardı. Nitekim baş vezir Ali b. isânm, Şağab Hâtûna takdim ettiği çok uzun arizasındaki parlak ifâdeler bu konuda biz- lere çok yeterli fikirler vermektedir.

Şağab Hâtûn mecbur olmadıkça olayların üstüne gitmemiş, olayları tırmandırmak yerine yatıştırmaya çalışmıştır. O, zaman zaman kötü emellere alet olanlara bile şefkat elini uzatmış, şa­şılacak derecede yakınlık göstermiş ve iyiliklerde bulunmuştur. Devlet hâzinesinin yetmediği yerlerde gerektiği zaman, oluk oluk kendi malını, servet ve hâzinelerini sarfetmekten çekinmemiştir.

Onun zamanında da büyük olaylar patlak vermiştir. Şağab Ana, bu dehşet verici olayları, bilgisi, dirâyeti kendine has aklı ve dehâsıyla göğüslemeye çalışmış ve bunda, büyük ölçüde mu­vaffakta olmuştur. Onun bu müstesnâ meziyetlerine işâret eden İbni Kesir haklı olarak şöyle demektedir;

"O, oğlunun hilâfeti döneminde haşmet, ululuk, nüfuz ve saltanat bakımından zirvelerde idi. (Onu aşan hiç kimse yoktu)" (407)

Buraya kadar olan açıklamalarımızda ilk defâ büyük Türk Aricisi Şağab Hatun üzerinde durulmuş, onun mümtaz şahsiyeti gün ışığına çıkarılarak Türk tarihine kazandırılmıştır. Yine bu vesile ile Abbâsi Hilhafetinin 25 yıllık çok uzun bir devresinin Türk ve İslâm tarihi açısından temel kaynakların rivâyetleri ile önemli bir varlık haline gelmiş olan Türk Hâtûnları hakkında yaptığımız bu araştırmalar, bundan sonraki çalışmalarımızda da devâm ede­cektir.

(407)    İbnü'l-Esir, XI, s. 175.

SONUÇ

Şağab Hâtûnla ilgili olarak yaptığımız bu açıklamalar ve bir tarih muhâkemesi içinde sunmaya çalıştığımız devrin siyâsi, sos­yal olayları, bir diğer ifâde ile "Mukaddes Çevreler ve Eski Hilâfet ülkelerindeki Türk Hâtûnları" adındaki bu orijinal çalışmamız bu­rada sona ermektedir. Bu çalışmamızda Abbâsilerin ilk de­virlerinden başlıyarak el-Muktedir (908-932) dönemine kadar uzanan tarih süreci içinde hilâfet câmiasında kendini gösteren de­ğerli Türk Hâtûnları üzerinde durulmuş, onların hayatı, şahsiyeti toplum içindeki yerleri, hulâsa Abbasî toplumundaki Türk Anaları hakkında ilk defâ ciddi bir araştırma yapılmış ve çok geniş bilgiler verilmiştir.

Burada bizim önemli vurgulamak istediğimiz bir temel nokta daha vardır. O da Abbâsi Hilâfetinin Şağab Hâtûn ve el- Muktedir'den sonrada iki asırdan fazla bir süre ayakta kalmayı başarmış karasal büyük bir imparatorluk olmasıdır. Bu takdirde asıl dile getirilmesi gereken mesele; bundan sonraki bu uzun de­virlerde hilâfet câmiasında aktif rol oynamış Türk analarının du­rumu ve etkin şahsiyetleridir.

Hemen şunu itiraf ve kabul etmemiz gerekir ki; bu devirlerde de hilâfet câmiasında yaşamış etkin şahsiyeti ve müstesna ki­şilikleri ile dikkatleri üzerine çekmiş ve o topluma kendilerini kabul ettirmiş faziletli olgun daha bir çok Türk Anaları vardır. Özellikle büyük Selçukluların gölgesi çok kısa bir zamanda bütün Islâm ül­kelerini kaplayan Türk Sultanı Tuğrul Bey'in önderliğinde, hemde bir kurtarıcılar ordusu, hâlinde İslâm dünyasında boy göstermeleri ve İslâmın taht ve baht şehri Bağdad'a ulaşmaları ile birlikte hilâfet câmiasında, şahsiyetli Türk Hâtûnları, özellikle aristokrat Selçuklu Prensleri için yeni bir haşmet devri daha başlamış ve bu devirler bütün ihtişamıyla Abbasîlerin, Türk Moğol orduları tarafından yı­kılışına kadar devam etmiştir. (1258)

Bu ne büyük bir mutluluktur ki; bizim daha önce yayınlanan "Abbâsi Hilâfetinde Selçuklu Hâtûnları ve Türk Sultanları adında hacimli çalışmamızda işte bu mesele ele alınmıştır. Eserde değerli Abbâsi Halifesi el-Kâim Biemrillahtan (1031 - 1075) itibaren büyük Abbâsi İmparatorluğunun yıkılışına kadar uzanan geniş devirlerde bu önemli konu üzerinde durulmuş ve Türk Hâtûnlarının hilâfet ülkelerindeki tarihi misyonu hem de ilk defa bütün ay­rıntıları ile ortaya konulmuştur. Böylece bu büyük misyona, yani Türk Sultanı ile Abbasî Hâlifesinin Türkün parlak kılıncının gölgesi altında bir kei’e daha kucaklaşması ve yeni zinde bir güç meydana getirmesi misyonuna emeği geçen bir çok Türk Anası ve bu arada Selçuklu Türk Hâtûnlarının kudsi hizmetleri dile getirilmiş, onların hayatları ilk defa gün ışığına çıkarılmıştır. *

Bizim bu yönde yaptığımız bu son çalışma ile madalyonun öbür yüzüde aydınlatılmış, konu tam bir bütünlük içinde Türk Ta­rihine kazandırılmış, ve çok değerli Türk okuyucularının takdirine sunulmuştur. Bu şüphesiz Türk Tarihi, Türk Kültürü ve Türk Me­deniyeti için ummanları dolduracak kadar bir zenginlik, aynı za­manda bir tarih mirasıdır.

Evet, Türk milletinin niçin büyük, ulu şerefli, hemen her de­virde dimdik hayatta ve ayakta kalmış olmasının asıl sırrını ara­yanlar, bu iki kitabı okuduktan sonra aradıklarını bulacaklar ve kendilerini büyük bir huzur ve gönül ferahlığı içinde his­sedeceklerdir.

EK - 1

TÜRK HÂTÛNLARI İLE EVLENEN
ABBASÎ HALİFELERİ

Abbâsî Halîfeleri

Türk Hâtûnları

1

- el-Mansur;

(754 - 775)

Semerkant Melikinin Kızı

2

- er-Reşîd Harun;

(786 - 809)

Meracil Hâtûn (*)

Maride Hâtûn (*)

3

- el-Mutasım Billâh;

(833 - 842)

Şuca Hâtûn

4

- el-Mutezid Billâh; '

(892 - 902)

Çiçek Hâtûn (*) Katru'n-Ned Hatun

Sağab Hâtûn (*)

5

- el-Kâim Biemrillâh;

(1032- 1075)

Hatice Arslan Hâtûn

6

- el-Muktedî Biemrillâh; (1075 - 1094)

Seferi Hâtûn

Mah Melek Hâtûn (*)

7

- el-Mustazhir Billâh;

(1094 - 1118)

Gümüş Hâtûn (*) İsmet Hâtûn

8

- ei-Müsterşid Billâh;

(1118- 1135)

Fulâne (veya) Emire Hâtûn Türk Hâtunu (*)

9

- el-Muktefî Liemrillâh;

(1136- 1160)

Fatıma Hâtûn (*)

10

- el-Mustazî Biemrillâh;

(1170 - 1180)

Zümrüd Hâtûn (*)

11

- en-Nâsır Lidinillâh;

(1180 - 1225)

Selçuka Hâtûn

Türk Câriyesi

12

- ez-Zâhir Biemrillâh;

(1225 - 1226)

Türk Hâtunu (*)

(*) Ümmü'l-Veled olan Türk Hâtûnlarıdır. Bu, Abbasî toplumunda manevî yüce bir şereftir. Bir veliahd, veya halîfe anası olan Türk Hâtûnlarıdır. Ümmü'l-Veled, yani halîfeden bir erkek evlad dünyaya getiren ve halîfenin bizzat nikahlı eşi olan kadınlardır. Onların gerek saray, gerekse hem cinsleri arasında ap-ayrı bir yeri ve saygınlığı olurdu.

SEÇİLMİŞ BİBLİYOGRAFYA

-     Abu'l-Farac, Tarihi, Çev. Ö.R. Doğrul, Ankara, 1987.

-     Ahmet Emin, Zuhru'l-İslâm Kahire,. 1962.

-     Asım Necib, Türk Tarihi, I, İSTANBUL, 1326.

-     Asım Necib, Osmanh Tarihi, İstanbul, 1335.

-     Avvad G., Mucemû Ülemai'l-Arab, Beyrut, 1986.

-     Balkan, K, Eski Ön Asya'daki Kut Halkının Dili İle Eski Türkçe

Arasındaki Benzerlik, Erdem, VI. Ocak 1990.

-      Bayram, S, Kaynaklara Göre Doğu Anadolu'da Proto-Türk İzleri, T.D.A., Sayı: 62, Ekim 1989.

-     el-Belazurî, Fütuhu'l-Büldan, (Nşr: el-müncid) Kahire 1957.

-     el-Belazurî, Fütuhu'l-Büldan, Çev. M. Fayda, Ankara, 1987.

-      el-Beyhâkî, K. Tarihü'l-Hükemâ, Süleymaniye Kütüphanesi No: 3222, v. 81/a

-     Bilgiç, E, Sümerlerin Tarih, Kültür ve Medeniyetleri, Atatürk'ün

Doğumunun 100. Yılı Armağanı Dergisi, D.T.C.F., Ankara 1982.

-      Brockelman, C, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, Çev. N. Çağatay, Ankara 1964.

-     el-Câhız, Fezailü'l-Etrak (Tah. A.M. Harun) Mısır, 1958.

-     el-Câhız, Hilâfet Ordularının Menkıbeleri, (Çev. R. Şeşen)

-      Cem, İ. Semahattin, İbrahim Peygamber ve Nemrut, İsi (Aylık Dergi) sayı: 77, Şubat 1964.

-     Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya IV. (Haz. M. İz.) ANKARA, 1985.

-     Danişmend, İ.H, Türklük ve Müslümanlık, İstanbul, 1959. =

-     Danişmend, İ.H, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu? Konya 1987.

-     ed-Dineverî, Ahbaru't-Tıvâl, MISIR, 1330.

-      ed-Diyarbekîrî, Hüseyin b. M. el-Hasen, Tarîhü'LHamîs, Beyrut,1283.

-     Ebîl-Fidâ, el-Muhtasar fî Tarihi'l-Beşer, Mısır, 1325.

-     Ebî-Temmam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1987.

-     Ebû Yâlâ, el-Hanbeli, el-Ahkâmus-Sultâniyye, Mısır, 1938.

-      Ekincikli, M., Türk İnanç ve Dini Hayatının Tarihi Seyri, TDA Dergisi, Sayı: 74, s. 28-46, 1991.

-      Elriade, M, Orta Asya ve Kuzey Kavimlerinde Semavî Tanrılar,(Çev. H. Güngör) I.Ü.İ.F. Dergisi, 1948

-     Gerdizî, Zeynü'l-Ahbar (Nşr. Abdülhayy Habibi), Tahran, 1347.

-     el-Hamevî, Mu'cemü'l-İİdebâ, MISIR, 1923.

-     el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut, 1955.

-     el-Hatib, el-Bağdâdî, Tarih-u Bağdad, Mısır 1931.

-     el-Hanbeli, İbnu'l-limâd, Gezeratü'z-Zeheb, Beyrut, 1937.

-     el-Hemezânî, Muhammed b. Abdü'l-Melik, Tekmileh, Tah. M.E.,

İbrahim Beyrut, 1967.

-     el-Hilâl, es-Saabi, Tarihu'l Vüzerâ, Beyrut 1904.

-     Hitti, Ph.K., The Arabs, Chicago, 1962.

-     Hitti, Ph.K., The Arabs in History, Great Briatain, 1970.

-     Hitti, Ph.K., İslâm Tarihi, İstanbul, çev. S. Tuğ, 1980.

-      el-Hudarî Bek, Muhâdarat Tarihu'l Ümemil-İslâmiyye, Mısır,1934.

-     İbni Asam, el-Kufî, K. el-Fütuh, Beyrut, 1986.

-     İbni Habib, M.K, el-Muhabber, Haydarabad, 1942.

-     İbni Haldun, Tarih, Beyrut, 1971.

-     İbni Haldûn, Mukaddime, Kahire 1348.

-      İbni Hallikan, Vefayâtü'l-Ayân, Tah. M.M., Abdülhamid, Kahire,1348.

-      İbni Haşim, el-Halideyyeyn, K. el-Tuhuf Ve'l-Hedeyâ, Tah. s.Dehhan, Mısır.

-     İbni Havkal, K. Suretü'l-Ard, Leiden, 1938.

-     İbni Hazm, es-Sire, Mısır, 1357.

-      İbni Hubeyb, Esmâül-Muğtalin, Nevardrü'l-Mahtütat, Tah. A.M.,Hârun, Kahire, 1954.

-     İbni Kesir, el-Bidâye, vern-Nihâye, Beyrut, 1966.

-     ibni Kuteybe, el-Maarif, (Tah. S. Akkaşe), Kahire, 1979.

-     İbni Saad, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut, 1958.

-      İbni Tağriberdi, Cemâlû'd - Din, Ebîl-Mehasin, en - Nûcumü'z -Zahire fi Mülüki'l - Mısır ve'l - Kâhirah, Mısır, 1963.

-     İbnü'l-Esir, Ali b. Ebi'l Kerem, el-Kâmil fit-Tarih, Beyrut, 1965.

-      İbnü'l-Verdi, Zeynü'ddin Amr, et-Tetimme el-Muhtasar, Tah. A.R.,el-Berravî, Beyrut, 1970.

-     idrisi, Nüzhetü'l-Müştak

-     el-lsfahani, Ebu’l-Ferec, K. el-Ağani, Beyrut, 1970.

-     Kafesoğlu, I., Türk Milli Kültürü, Ankara, 1977.

-     el-Kayravâni, Züherü'l-Âdâb, Tah. A.M. el-Becâvi, Kahire, 1953.

-     el-Kindi, K; el-Vûlât, Kâhire.

-     Kitapçı, Z., el-Türk fi-Müellefâti'l-Cahız, Beyrut, 1972.

-      Kitapçı, Z., Ümmahatü'l-Hulefâ Min Cevâri'l-Etrâk, MecellelMecmau'I-luğah el-Arabiyyen, Dımışkı 1972.

-      Kitapçı, Z., Arap Şehirlerine Yerleştirilen İlk Türkler, Türk Kültürü,Ankara 1972.

-      Kitapçı, Z., Türkistan'da Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları,İstanbul, 1988.

-      Kitapçı, Z., Orta Asya'da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Konya,1989.

-      Kitapçı, Z., Hz. Peygamber'in Hadislerinde Türk Varlığı, İstanbul,1989.

-      Kitapçı, Z., Orta Doğu'da Türk Askerî Varlığının İlk Zuhuru,İstanbul 1989.

-     Kitapçı, Z., Saadet Asrında Türkler, Konya, 1993.

-     Kitapçı, Z., Yeni İslâm Tarihi ve Türkler, I. Konya, 1994.

-     el-Kurtubî, Arib b. Sad, Sıleh, Tah. M.E., İbrahim, Beyrut, 1967.

-      Kuzgun, S., Kur'an-ı Kerim'de Zulkarneyn Meselesi, ErciyesDergisi, s. 48, Kayseri, 1982.

-     Kuzgun, S., Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara, 1987.

-      Lendberg, B., Ön Asya Kadim Tarihinin Meseleleri, Ankara,1943.

-     Mahmud, S.F.A., Short History Of İslâm, London, 1960.

-      Mahmûd en-Nakşibendi, N., ed-Derahimü'l-İslâmî, Bağdat,1969.

-     el-Makdisî, el-Bedü Ve't-Tarih, Paris, 1903, III.

-      Memiş, E., M.Ö. 3. Binyılda Anadolu'da Türkler, TDA, Sy. 53,Nisan, 1988.

-     el-Mesûdî, Ali b. el-Hasen, et-Tenbih Vel-Eşrâf, Tah. A.l. es-Sâvî,

. el-Kahire, 1357.

-     el-Mesûdî, Mürûcü'z-Zeheb, Tah. M.M., Abdülhamid, Mısır, 1965.

-     Müneccimbaşı, Sehaifü'l-Ahbar, (Çev. Şair Nedim), İstanbul,

1258.

-     el-Narşahî, Tarihü Buhara, (Nşr. E. A. Bedavi) Mısır, 1965.

-      Oransay, B.S., Sümer, Çin ve Türk İlişkileri, Ön Asya Mecmuası,s. 55, Mart 1970.

-     Remzi, M.M., Telfiku'l-Ahbar, I. ORÜNBCIRG, 1908.

-     er-Re$id, ez Zübeyr, K. ez-Zehâir Vet-Tühûf, Tah. M. E.

Hamidullah, Kuveyt, 1959.

-     es-Salih, S., İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, İstanbul, 1983.

-      es-Sealibi, Letâifü'l-Mâarif, Tah. I. el-Ebyâri, H.K. es-Sayratî,Mısır, 1960.

-      es-Suyûti, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Tarihül-Hülefe, Mısır,1952.

-      et-Taberî, înnü Çerin-, Tarihu'l-Ümemi el-Mülük, Tah. tyl.E. İbrahim,Beyrut, 1967.

-     et-Temîmî, Ebî Temmâm, M. b. Hıbben b. Ahmed, es-Sîretü'n

Nebeviyye ve Ahbaru'l Hulefâ, Beyrut 1987.

-     Ûçok, B., Emeviler, Abbasiler, Ankara, 1968.

-     Zeydân, Corci, Târihü'l-Temeddüni'l-İslâmi, Beyrut, 1967.

-     Zihni, H.M., Meşâhîrûn-Nisâ, İstanbul, 1982.

YAZARIN YAYINLANMIŞ ESERLERİ

Prof. Dr. Kitapçı, Z. et-Türk; The Turks in The Works of al-Jahız and Their Position in Islamic History, Beyrut, 1972.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Hz. Peygamber'in Hadislerinde Türk Varlığı Sel­çuklular- Moğollar, İstanbul, 1989, II. Baskı.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Orta Asya'da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Konya, 1994, III. Baskı.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Yeni İslâm Tarihi ve Türklef , Konya 1994, III. Baskı.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Saadet Asrında Türkler İlk Türk Sahabe Tabiî ve Tebea Tabîleri, Konya, 1993.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Milli Tarih ve Kültür Davamızın Meseleleri, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1993.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Orta Asya'nın Büyük İslâm Kültür ve Me­deniyetindeki Yeri, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1994.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Abbâsi Hilâfetinde Selçuklu Hâtûnları ve Türk Sul­tanları, S.Ü., Konya, 1994.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Orta Doğuda Türk Askerî Varlığının İlk Zuhuru, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1988.

Prof Dr. Kitapçı, Z. Türkistanda Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları, Türk Dünyası Araştırmalar! Vakfı, İstanbul, 1988.

Prof. Dr. Kitapçı, Z. Şağab Hâtûn Abbâsi Hilâfetinde Örnek Bir Türk Anası, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1991.

Prof, Dr. Kitapçı, Z. Mukaddes Çevreler ve Eski Hilâfet Ülkelerinde "TÜRK HATUNLARI", Konya, 1995

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to