(1914-1932)
Hazırlayan:
Tuba ERDOĞAN
Giriş kısmında; Suudi Arabistan’ın adı ve konumunu, tarih
içerisinde Suudi Arabistan, Osmanlı hakimiyeti dönemindeki Suudi Arabistan ile
Vahhabi Hareketi ve sonrası Suudi Arabistan’daki gelişmeleri incelendi.
Birinci Bölümde; Birinci Dünya Savaşı’nda Arabistan
Yarımadası’nın genel durumunu incelendikten sonra, Osmanlı’nın Kutsal Cihad’ı
ilan edişi, ardından Şerif Hüseyin İsyanı, sonrasında I.Dünya Savaşı’nda İbni
Suud ile İngiliz ilişkilerine değinildi.
İkinci Bölümde; İbni Suud’un sınırlarını genişletmesi ve Şerif
Hüseyin ile mücadelesi kaynaklara başvurularak ayrıntısı ile ortaya
konulmuştur. Aynı zamanda İbni Suud’un Hail ve Hicaz’ı ele geçirmesi konusunu
irdelendi.
Üçüncü Bölümün başlığı ‘Suudi Arabistan Devleti’nin Doğuşu’
dur. Bu bölümde; Suudi Arabistan Devleti’nin kuruluşu, Suudi Devleti’nin
kurulmasında İhvan’nın rolü, Hicaz ve Asir’de İbni Suud’a karşı yapılan
isyanlar, Suudi Arabistan Devleti’nin idaresi, Suudi Devleti’nin nüfusu
araştırıldı.
Dördüncü Bölümde ‘Suudi Arabistan Devleti’nin Dış Politikası’
başlığı altında; Türkiye, İngiltere, Sovyetler Birliği, ABD ve sınır komşuları
olan Ürdün ve Irak’la ilişkilerini arşiv belgeleri ile incelendi.
Osmanlı Devleti toprağının bir parçası olan Arabistan,
yüzyıllar boyunca idaremiz altında kalmış bölgelerden biridir. Arabistan’ın
Osmanlı’dan ayrılışı, Suudi Arabistan Devleti’nin kuruluşu ve Türkiye
Cumhuriyeti ile arasındaki bugünkü ilişkilerinin hangi aşamalardan geçtiğini
anlamak ve tam aydınlanmamış bazı hususları açıklamak amacıyla yüksek lisans
tezi olarak “Modern Suudi Arabistan Devleti’nin Doğuşu (1914-1918)” konusu
seçildi.
Bu çalışmayla Suudi Arabistan bölgesinin Osmanlı yönetimine
girişi, Osmanlı yönetim anlayışı, Vahhabi hareketi ve gelişim süreci, I. Dünya
Savaşı sırasında bölgedeki gelişmeler, Suudi Devleti’nin Doğuşu, Suudi
Arabistan’ın dış ilişkileri izaha çalışıldı.
Bu çalışmamızın daha ileride yapılacak araştırmalara bir
basamak teşkil etmesi ve bazı konuların aydınlatılmasında faydalı olması ümit
edilmektedir.
Tuba ERDOĞAN
SUUDİ ARABİSTAN’IN ADI VE COĞRAFİ KONUMU
Arapça adı El-Memleketü’l-Arabiyetü’s-Saudiyye olan Suudi
Arabistan Krallığı dünya Müslümanları için önemli bir yerdir. Allah’ın evi olan
Kabe’nin bulunduğu, vahyin inmeye başladığı, Hz. Muhammed’in hayatını
geçirdiği, tevhid inancını yerleştirmek için mücadele ettiği ve nihayet fani
hayattan göç edip defnedildiği bir mekan olan Haremeyn (Mekke, Medine)’in bulunduğu ve bu özellikleri hasebiyle de tüm
Müslümanlar için önemli bir bölgedir.
Suudi Arabistan Devleti adını üzerinde kurulduğu
Ceziretü’l-Arap yani Arap yarımadası ile devletin kurucusu olan Abdülaziz bin
Suud ve Suud ailesinden almaktadır. Arabistan tabiri (Arapların yaşadığı
memleket) İslam’ın doğuşu ile yaygınlaşmıştır. Arabistan bölgesinin tarih
öncesi devirlerde Sami ırkının anavatanı olduğu ve verimli topraklarının
kuraklık nedeniyle çöllere dönüşmesi ile, kuzeye doğru göç ettikleri yaygın
kanaatlerdendir . Arapların soyu Kahtan bin Amir bin Salih bin Er-
fahşad bin Sam bin Nuh’a dayandırılmaktadır . Günümüzde bile
Arapların Arap yarımadasındaki yoğunluğu çok üst düzeydedir.
Asya ve Afrika kıtaları arasında yer alan dünyanın en büyük
yarımadalarından biri olan Arabistan yarımadasının büyük bir çoğunluğunu
kaplayan Suudi Arabistan Krallığı’nın yüzölçümü 2.250.000 km2 dir.
Doğusunda; Basra Körfezi, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Umman, güneyinde
Yemen, batısında Kızıldeniz, kuzeyinde Ürdün, Irak ve Kuveyt ile sınırlıdır
. Bakınız EK 1.
Suudi Arabistan çok geniş bir yayladır. Mezopotamya ve Suriye
ovalarıyla, Basra Körfezinin alçak kıyılarından başlayarak birbirini takip eden
basamaklar halinde Kızıldeniz’e doğru yükselmiştir . Suudi
Arabistan, batıda dar kıyı düzlüklerinin bulunduğu Tihame bölgesi;
kuzeybatı-güneydoğu istikametinde uzanan Hicaz ve Asir Dağlarının bulunduğu
Hicaz bölgesi; dağlık kuşağın doğusundaki, plato ve çöllerin bulunduğu Necid
bölgesi; güneydoğuda bulunan Prekambrien Dağları, genç kıvrım dağlarından ve
dağların kuzeyindeki Basra Körfezinde Ahsa düzlüğünden oluşan Ahsa bölgesi ile
dört bölümden oluşmaktadır .
Suudi Arabistan’ın iklimi, ülkenin ortasındaki çöl kaplı
bölgelerde çoğunlukla sıcak ve kurudur. Yağmur yağışı yok denecek kadar azdır.
Yıllık ortalama 76.2 mm.dir. Sürekli akan nehirleri yoktur. Dağlık kesimleri
ılımlı, kıyılar rutubetlidir .
Suudi Arabistan halkının % 98’i Sunni Müslüman Araplardan
oluşmaktadır. Sunni Müslümanların çoğunluğu Vahhabi akımının etkisi altındadır.
Doğu kesimde ise Şiiler ve Zenciler yaşamaktadır. Bugün Suudi Arabistan nüfusu
17.870.000’dur.
Ülkenin başkenti Riyad, diğer önemli şehirleri Mekke, Medine,
Cidde ve Taif’tir.
TARİH İÇERİSİNDE SUUDİ ARABİSTAN
İlkçağlardan İslam Hakimiyetine Kadar
Suudi Arabistan
Arabistan’da Yontma Taş ve Cilalı Taş devirlerinde yaşayan
halk toplulukları tespit edilmiştir. Bunların Sami ırkından olduğu ve güney
Arabistan’dan göçle çeşitli devletler kurdukları kabul edilmektedir. Araplar
geleneğe göre biri kuzey diğeri güney iki büyük kola ayrılmışlardır. Güney
Arapları’na Yemenliler (Kahtaniler), Kuzey Araplarına Maadiler (Nizariler,
Adnaniler) adı verilmiştir. Aynı şekilde Arabistan tarihi güney ve kuzey
bölgelerinde ayrı ayrı gelişmiştir . Güney Arabistan’da Main
Devleti, Sekalılar Devleti, Himyeriler Devleti, Kuzey Arabistan’da Nebatlılar
Devleti, Palmirliler, Gassaniler, Kindediler bölgedeki ilk Sami devletleri
olarak bilinmektedir .
Arabistan’ın İslam tarihi açısından en önemli bölgesi Hicaz
Bölgesidir. İslam inanışına göre Hz. Adem tarafından yapılan, tufandan sonra
Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’ın yeniden inşa ettikleri Kabe’nin Mekke’de
bulunması burayı Arabistan’ın dini ve kültürel merkezi yapmıştır.
İslam kaynaklarına göre Mekke’nin ilk sakinleri
Amalika’lardır. Bunlardan sonra gelen Cürhümlüler’in hakimiyeti III. yüzyıl
başlarına kadar sürmüştür. Daha sonra Yemenli bir kabile olan Huzaalılar
Mekke’ye hakim olmuştur. Mekke V. yüzyılda Hz. Muhammed’in atası Kusay bin
Kilab başkanlığındaki Kureyş kabilesinin idaresi altına girmiştir. Medine’de ise
Evs, Hazrec ve Yahudiler bulunmaktadır. Taif ise bir sayfiyye şehri
durumundadır . İslam öncesinde Orta Arabistan’da tam bir devletleşme
görülmemektedir. Kabile hayatı yaygın olarak görülmektedir.
İslam dini yayılmaya başlamadan Yemen’de Sasaniler, Kuzey Arabistan’da
Gassaniler, doğuda Hire Krallığı hüküm sürmektedir. Kuzey Arabistan’ın diğer
bölgelerinde ise siyasi birlik yoktur .
İslam Hakimiyetinde Suudi Arabistan
Hz. Muhammed’in Mekke’de İslam’ı yaymaya başlamasıyla birlikte
dalga dalga önce Hicaz, sonra Arabistan, daha sonra da tüm insanlık tarihi
büyük bir değişim içine girmiştir. Siyasi birlikten yoksun olan Arabistan’da
bedevi hayatı yaşayan Araplar için yeni bir dönem başlayacaktır.
Hz. Muhammed risalet vazifesine 612’de başlayınca, Mekke
müşriklerinin İslam’a davetine karşılıkları büyük zulüm ve işkenceler olmuştur.
Müslümanların kafileler halinde göç etmelerinden sonra Hz. Muhammed’de
Medine’ye hicret etmiş ve Medine’de İslam devletini kurmuştur. İslam etrafında
kısa sürede değişik ırk ve devletler bir araya toplanmıştır . 630
yılında Mekke’nin fethi ve Hz. Muhammed’in kesin üstünlüğü ile İslam Devleti
gelişmiş ve Arabistan’ın en güçlü siyasi teşekkülü oluşmuştur. Hz. Muhammed
döneminde bütün Arabistan İslam bayrağı altında toplanmıştır.
Dört Halife döneminde Medine devletin idari ve siyasi merkezi
olmak vasfını korumuştur. Fakat Hz. Ali döneminde idari merkez Kufe’ye intikal
ettirilmiştir. Muaviye’nin halifeliği ile birlikte Arabistan’da Emevi
hakimiyeti başlamıştır .
İslam’ın doğduğu yerler olan Mekke ve Medine 680-692 yılları
arasındaki iç savaşlardan sonra İslam hilafetinin yönetim merkezi olma konumunu
kaybetmiş ve bundan sonra dini ehemmiyeti olan yerler olarak varlığını
sürdürmüştür .
Abbasiler döneminde hilafet merkezinin Bağdat’a kaymasıyla Arabistan’da
bir durgunluk, gerileme başlamıştır. Hicaz iktisadi bir çöküntü içine
girmiştir. Abbasiler sonrası Karmati mezhebi ortaya çıkmış. Ahsa’da
merkezlerini kuran Karmatiler Hicaz bölgesinde katliamlar yapmışlardır. Fatımi
ve Büveyhilerin saldırısı karşısında Karmatiler geri çekilmiştir .
Büveyhoğullarını hakimiyetine Bağdat’a girerek son veren
Selçuklular, Arabistan’daki Şii baskısını kaldırmak ve hac yollarının
güvenliğini sağlamak için ülkenin doğu kısmına hakim olmuşlardır. Selçuklu
hakimiyeti Arabistan’ın iç kısımlarına ulaşamamıştır. Mısır’daki Fatimi
hakimiyetine son veren Eyyubiler ise Batı Arabistan’ı ele geçirerek Şiiliğe
karşı Sunni zaferini sağlamıştır. Eyyubiler’den sonra Arabistan’da küçük
devletler ortaya çıkmıştır. Memlüklü Sultanı Baybars’ın XIV. yüzyılda Hicaz
hakimiyeti ile bölge yönetimi şeriflere bırakılmıştır .
XV. yüzyıl ortalarında Suud ailesinin atası Mani bin Rebia
el-Müreydi Necid bölgesine yerleşmiştir.
Hicaz eski gücüne Mekke Şerifi Berekat zamanında kavuşmuştur.
Mekke, Şerif Berekat döneminde ticari bakımdan oldukça gelişmiştir. Böylelikle
Hicaz bölgesindeki hakimiyeti artmıştır .
OSMANLI HAKİMİYETİ DÖNEMİNDE SUUDİ
ARABİSTAN
Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Suriye
Seferi
Osmanlı Devleti yükselen gücüyle Orta Doğu’ya yöneldiği zaman
İran’da Safevi Devleti ile Mısır ve Suriye’de Memlüklüler bölgede önemli
güçlerdir . Osmanlı cihan mefkuresine uygun hareket eden Yavuz
Sultan Selim tahta geçer geçmez askeri hazırlıklarını yapmıştır. İlk önce
Memlüklülrle şekli bir ittifak yaparak, bütün gücünü Safevilere yöneltmiştir
. Yavuz Sultan Selim siyasetinin temelinde, İslam dünyasının birliğini
sağlama düşüncesi bulunmaktadır . Yavuz, Safevileri 1514’te Çaldıran
Savaşı’nda bertaraf etmiştir. Memlüklü Sultanı, Yavuz’un zaferini kutlamış, ama
bir taraftan da ordusunu savaşa hazırlamıştır . Osmanlı Devleti ile
Memlüklüler arasındaki bölge ve hac yolları üzerindeki rekabet Fatih Sultan
Mehmed zamanında başlamıştır. Dulkadiroğulları üzerindeki hakimiyet meselesi
ise münasebetleri daha da gerginleştirmiştir . 1516’da Edirne’de
görünüşte Safeviler üzerine planlanan ikinci bir seferle Yavuz Memlüklüler
üzerine yürümüştür . Büyük bir ordunun başında Yavuz, 1516’nın
ikinci yarısında Suriye’ye doğru ilerlemiştir. Fakat bu sırada, Memlük Sultanı
Kansuh el-Gavri, Kahire’ye güçlü bir ordu bırakmış ve Suriye’nin kuzeyine
geçmiştir . Memlüklü Sultanı Kansuh, Mercidabık Savaşı ile bozguna
uğratılmıştır. 22 Ocak 1517’de Ridaniye savaşı ile ikinci kez mağlup olan Mısır
ordusu Yavuz’un üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmıştır. Memlüklülerin son
sultanı Tolunbay asılmıştır. 267 yıl bölgeye hakim olan Memlüklü Devleti sona
ermiştir. Böylelikle Suriye, Mısır ve Hicaz Osmanlı topraklarına katılmıştır
. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethettiği zaman Kızıldeniz’in doğu ve
batı sahilleri Memlüklü hakimiyetinde olması sebebiyle Mısır’la birlikte
Osmanlı idaresine girmiştir .
Hicaz’ın Osmanlı İdaresine Girmesi
Mekke İslam dini için mübarek kabul edilen bir beldedir. Hz.
Muhammed risalet vazifesine bu beldede başlamıştır. Medine’ye hicret ettikten
sonra Mekke fethi akabinde Mekke’de kalmamıştır. Mekke’ye Attab bin Esed’i vali
tayin ederek Medine’ye dönmüştür. Ertesi senede hac törenini yönetmek için Hz.
Ebu Bekir’i Hac Emiri olarak tayin etmiştir. Bu gelenek İslam tarihi boyunca
böyle devam etmiştir. Muhammed Hamidullah bu hususu Hz. Muhammed’in din ile
siyaseti birbirinden tefrik için yaptığını öne sürmektedir . Bunun
doğruluğu kanaatimizce tartışılabilir. Netice itibariyle Mekke dini merkez
olarak kalmış, siyasi merkezler Mekke dışında (Medine, Şam, Bağdat, İstanbul)
olmuştur. Hz. Muhammed görevlendirdiği vali tarafından yönetilen Mekke 966
yılından itibaren Peygamber soyundan geldiği varsayılan şerifler tarafından
yönetilmeye başlanmıştır. Mekke ve Hicaz bölgesi hiçbir zaman müstakil bir
devlet oluşturamamıştır. Güçlü devletlere bağlı mahalli otoriteler halinde
kalmışlardır. Yavuz Sultan Selim döneminden önce Osmanlı padişahları I.
Beyazıd, Çelebi Mehmed ve II. Murad Mekke şeriflerine surre yani “hediye veya
para yardımı” göndermişlerdir. Fatih Sultan Mehmed’de İstanbul’un fethini
müteakip fetihname ve çeşitli hediyeler göndermiştir .
Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık ve Ridaniye zaferleri
neticesinde Memlüklü nüfuzundaki Mekke ve Medine havalisi Osmanlı hakimiyetini
tanımıştır. O sırada Mekke emiri olan Şerif Berakat bin Muhammed Haseni derhal
oğlu Şerif Ebu Nümey’i Mısır’a göndererek Osmanlı padişahına tazimlerini arz
etmiş ve
Mekke’nin anahtarlarını takdim etmiştir . Mekke’nin
anahtarlarıyla birlikte bir takım mukaddes emanetlerinde Yavuz’a takdim
edildiği rivayet edilmektedir . Osmanlı’ya bu katılım rağbetinin
daima kuvvetli tarafa meylin tabi bir kaide olması olarak yorumlanmaktadır
. Netice itibariyle Mekke ve Medine Emirine bağlı olduğu kabul edilen
Hicaz, Osmanlı yönetimine savaş yapılmadan katılmıştır. Ordu gönderilmeden,
kılıç kullanılmadan, kan dökülmeden Osmanlı yönetimine, Hicaz, Bingazi, Nubya
ve Cezayir katılmıştır . Şerif Ebu Nümey hilat giyerek el öpmüştür.
Pek çok hediyelerle Mekke’ye dönmüştür. Mekke emirliği menşurunu babasına
vermiştir . Ayrıca Mekke Emiri’ne Mısır hazinesinden maaş
bağlanmıştır. Mekke ve Medine ahalisine dağıtılmak üzere iki yüz bin altın ve
külliyetli miktarda zahire gönderilmiştir. Bu tarihten itibaren Mekke, Medine
ve Hicaz’ın diğer yerlerinde hutbe Osmanlı padişahları adına okutulmaya
başlanmıştır . Osmanlılar Batı Arabistan’da nüfuz ve hakimiyetlerini
kurmuşlardır . Hicaz sulh (anlaşma) yoluyla Osmanlı idaresine girmiş
veya başka ifadeyle Osmanlı
yönetimine kendilerinden girme istekleri uygun görülmüş, ayrıca şeriflik
görevlerine eskisi gibi devam etmeleri emredilmiştir .
Osmanlı sultanları böylelikle Haremeyn’in hadimi ve Hicaz
bölgesinin hakimi olmuşlardır. Hicaz’da Mekke emirlerinin imtiyazlı statüleri
geçmişteki gibi korunmuştur. Bu imtiyazlı statüye Osmanlı Devleti’nin müdahale
etmemesinde, Mukaddes yerlere ve peygamber sülalesinden gelen emir ailesine
duyulan hürmetin büyük rolü olmuştur. Bu saygının bir göstergesi olarak Mekke
ve Medine’nin kale ve burçlarına Osmanlı bayrağı asılmamış ve bu gelenek Sultan
Abdülaziz dönemine kadar Medine’de, Sultan Abdülhamit dönemine kadar da
Mekke’de sürdürülmüştür. Devletlerarası rekabet yüzünden bu padişahların
zamanında Osmanlı hakimiyet alameti olarak bayrağı gösterme zorunluluğu
oluşmuştur. Kale ve burçlara Osmanlı bayrağı asılmaya başlanmıştır .
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinin ardından dini ve siyasi
ehemmiyeti büyük bir diğer hadise Hilafet müessesinin Osmanlı hükümetine
intikalidir. Son Abbasi Halifesi’nden Osmanlı Sultanlarına geçişi hususunda
birçok rivayetler bulunmaktadır. Halife el-Mutavakkıl’ın Mısır ulemasına
dayanarak halifeliğin Osmanlı’ya tevcihini uygun gördüğü veyahut
el-Mutavakkıl’ın üç büyük mezhep kadısıyla Yavuz Sultan
Selim’e geldiği ve bağlılığını bildirdiği rivayetleri
mevcuttur. Son halifenin Mısır’da ölmesi ile Osmanlı Sultanlarına halifelik
geçmiştir .
Osmanlı Devleti’nin Arabistan’da
Yapılanması
Osmanlı Devleti, genelde hakimiyetine giren Arap bölgelerinde
eski sistemi muhafazaya çalışmış ve yeni sistem kurarken, o bölgenin
özelliklerine dikkat etmiştir. Ancak, devletin geniş alanlara hükmetmeye
başladığı XVI. yüzyılda, eyalet sistemi ihdas edilmiş, bazı değişikliklerle bu
sistem, XIX. yüzyıla kadar muhafaza edilmiştir. İdari taksimat, bölgelerin ihtiyaçlarına
göre yapılmakta ve bölge Paşa veya vezir rütbesi bulunan aileler aracılığı ile
idare edilmektedir.
Osmanlılar, Hicaz bölgesini, Memlüklüler zamanındaki şekli ile
muhafaza etmişlerdir. Hicaz bölgesinin idaresini şeriflere bırakmışlardır .
Mekke-Medine, Cidde ve Yenbu ahalisini Mısır valiliğine bağlı olarak idare
etmişlerdir . Başlangıçta bölgenin bütün mali ve idari işlerini
Mısır vezirine havale etmişlerdir. Mısır Beylerbeyliği, merkez ile irtibat
kurarak Haremeyn ile ilgili sorunları çözmeye çalışmıştır. Osmanlı ayrıca Mekke
ve Medine’ye kadılar, nazır-ı emvaller ve şeyhu’l-haremler de tayin etmiştir
.
Mekke emirleri, Osmanlı padişahının beratı (veya menşur-i
emaneti) ile emir olmuşlardır. Büyük bir özen ile tayinleri gerçekleşmiştir.
Mekke emirlerinin rütbesi vezirlerden bir derece yüksek sayılmış hutbelerde
padişahın adından sonra adı okunmuştur. Mekke emirleri idari yönden Cidde
Sancakbeyi’ne daha sonra Cidde ve Habeş Beylerbeyi’ne bağlanmışlardır. 1701
yılından itibaren Şeyh’ül-Harem adı verilen vezir payesinde deneyimli kişiler
gönderilmiştir. Mekke Emirlerinin maiyetlerinde 500600 kişiden oluşan
muhafızlar, katipler ve diğer memurlar bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti ricali Mekke Şeriflerine (Emirlerine) büyük
saygı göstermişlerdir. Mekke Şerifleri de bir Osmanlı memuru gibi değil, sanki
bölgenin müstakil hükümdarı gibi hareket etmişlerdir. İdarelerinde adeta
tamamen serbest olmuşlardır . Ancak bazen tavır ve davranışları ile
dış müdahaleye açık hale gelmiş olan Emirler tamamen başıboş da bırakılmamışlardır
.
Mekke emirlerinin menşurlarla belirtilen vazifeleri;
bedevileri idare edilerek çapulculuk yapmalarına imkan vermemek, hacıları
bedevi (urban) saldırı ve yağmalamalarından korumak, surrelerin adaletli
dağıtımını sağlamak, hac ve kervan yollarının emniyetini sağlamak, Kabe-i
Mükerreme’nin tamir işleri ile ilgilenmektir.
Yavuz Sultan Selim, Mekke Şerifi’ni kabulünden sonra Hicaz’a
bir de kadı tayin etmiştir. Kadılar Mekke’de dini ve hukuki hükümleri
uygulamak, Mekke halkını ve yönetimi izlemek, devlet merkezini bilgilendirmek
üzere özenle seçilmişlerdir. Daha sonra Mekke’de dört mezhebe ait mahkemeler
kurulmuştur. Kadılar, Mekke için bir tehlike ortaya çıktığı zaman Babıali’ye
çözüm önerileri ile bilgi vermiş ve yardım istemişlerdir .
Mekke-i Mükerreme Emirliği’nin kurulmasıyla asayişi temin
etmek için her sene değiştirilmek kaydıyla Hicaz’a askeri kuvvet
gönderilmiştir. Mekke emirlerine ise gerek Mısır hazinesinden gerekse Cidde
gümrüğü gelirinden tahsisat ayrılmıştır . Mısır’dan gönderilen
paraya Atiyye-i Hümayün denmiştir. Ayrıca merkezden Surre-i Hümayun ile altın
gönderilmiştir. Kadıların maaşı ise Evkaf-ı Hümayundan karşılanmıştır .
Osmanlı Devleti Hicaz işlerini yakından takip edebilmek ve Mekke emirlerini
kontrol altında tutarak merkezi otoriteyi Hicaz’da hissettirmek için önce
Mısır’a bağlı olarak Cidde-i Ma’mure Sancağını, sonra Cidde Eyaletini ve Habeş
Beylerbeyliğini tesis etmiştir. Harem-i Şerif’in işlerini doğrudan üstlenen
Mekke Şeyhü’l-Haremliği’ni de kurmuştur. Bu durum zaman zaman yetki kargaşasına
sebebiyet vermişse de çoğu zaman Osmanlı’nın yumuşak politikaları ile olumlu
şekilde sonuçlanmıştır.
Ayrıca Cidde’ye atanan valiler ki bunlar vezir rütbesindedir,
Aktar-ı Hicaziye Nazırı sıfatıyla görev yapmaktadılar. Özellikle hac zamanı Mir’ül-hac
ile işbirliği yaparak hac kafilelerinin iaşe ve konaklama gibi işlerin
tanziminden ve bölgenin asayişinden sorumludurlar. Cidde gümrüğünün kontrol ve
sorumluluğu onlara aittir. Cidde gümrüğü gelirleri Mekke Şerifleri ile
paylaşılırdı. Bu yüzden şerifin memurları da limanda bulunurdu. Fakat asıl
sorumluluk valiye aittir. Cidde valileri Cidde, Taif, Mekke’de oturabilirdi.
Urbanın (bedevilerin) idaresi hariç Hicaz’ın bütün işleri ile ilgilenirdi.
Bedevilerin kontrolü ise Mekke Emiri’ne verilmiştir . Dirayetli
valiler Hicaz’da herhangi bir yetki çatışmasına fırsat vermeden sorunları
çözmüşlerdir.
İslam dünyasının hamiliğini üstlenen Osmanlı Devleti için
Hicaz’ın idaresi bir prestij meselesi olmuştur. Osmanlı Haremeyn üzerindeki
nüfuzunu aynı zamanda Osmanlı hilafetinin de meşruluk kaynağı olarak
görmektedir. Hicaz’ın idaresine bu sebeple büyük önem verilmiş ve hiçbir
fedakarlıktan kaçınılmamıştır . Hicaz bir vilayet olması sebebiyle
vilayetin mülkiye teşkilatının ve orada bulundurulan askeri birliklerin
masraflarını, kendi bölgelerinin gelirlerinden temin etmesi, bağlı bulunduğu
hükümete bir vergiyi ödemesi en doğalı olmasına rağmen tam tersi olmuştur.
Hicaz vilayetinin tüm masraflarını Osmanlı Devleti kendi üzerine almıştır .
Mısır kıtası çok ilginç statüde bir beylerbeyliktir ve tabi Hicaz’da önemli
konumu dolayısıyla Osmanlı idaresinin kendine özgü bir protokol ile idare
ettiği bir bölgedir .
2. Osmanlı Devleti’nin Bölgeye Yardımları
Osmanlı padişahlarının hac mevsiminden önce Recep ya da Şaban
ayında Haremeyn’e, Haremeyn’in ileri gelenlerinden en yoksullarına kadar tüm
halkına dağıtılmak üzere İstanbul’dan özel bir törenle gönderdiği hediyelere
surre denilmekteydi . Bir anane olarak devam eden surre kervanına
Surre Alayı veya Surre-i Hümayun denilmekteydi. Surre Alaylarıyla Mekke ve
Medine halkına seyyid ve şeriflerin görüşleri alınarak dağıtılmak üzere buğday
ve altın gönderilmiştir. Daha birçok hediyenin bulunduğu surre alayında
dağıtımı Surre Eminleri yapmıştır. Abbasiler döneminde başlayan surre alayı
geleneği Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar devam etmiştir .
Osmanlı padişahlarından ilk olarak I. Beyazıt döneminde Surre Alayı
gönderilmiştir.
Osmanlı hükümeti tarafından Mekke ve Medine’nin imarı düzenli
olarak yapılmıştır. Bölge halkının ihtiyaç sahiplerine Surre Alaylarından başka
muhtaçlar için ayrılan fondan her yıl belli bir miktar gönderilmiştir. Ayrıca
her sene Mekke ve Medine’ye Ceraye Hıntası adı altında duacılık bedeli olarak
yüklüce para ve buğday gönderilmiştir. Bölgenin ehemmiyetine binaen ithalat
vergileri dışında herhangi bir vergi alınmamıştır. Çok yumuşak bir idare tarzı
ile idare edilmiş, Hicaz halkı askerlikten bile muaf tutulmuştur .
Hicaz bölgesi, yani Mekke ve Medine’nin etrafındaki bölge, Osmanlı Devleti’ne
öbür eyaletlerin aksine hiçbir gelir getirmez. Burası aksine büyük masraflara
sebep olur. Bazen bu bölgede hacılar için bir su yolunu, bir çeşmeyi tesis veya
tamir etmek o kadar zordur ki, yerli ustalar yetişmediğinden, oraya inşaat
malzemesi ve usta sevk edilir ve batıdaki bir iskelenin bir yıllık gümrük
geliri buna harcanır. Gene aynı şekilde Mekke ve Medine halkının bir ölçüde
refahını tesis etmek, buralardaki konaklama tesislerinin tamir ve yapımına
harcamak için Mısır eyaleti gibi zengin bir bölgenin bir kısım parası bu
bölgeye verilir. Bu bir reprezantasyon, yani temsildir. Modern devletlerinde bu
gibi harcamaları vardır; çünkü burada iktisadi düşünmekten çok siyasi
düşünülür. Osmanlı’ya sağladığı liderlik imajına bu yatırımlar değmektedir. Bu
düşünce ile Anadolu’nun pek çok yerinde Haremeyn vakıfları oluşturulmuş,
gelirleri Mekke ve Medine’ye gönderilmiştir. Örneğin Yavuz Sultan Selim
zamanında Vakf-ı Medine-i Münevvere ile Ereğli’nin tüm arazisi ve Bağdat
öşrünün tamamı bölgeye gönderilmiştir .
IV.VAHHABİ HAREKETİ VE SONRASI SUUDİ ARABİSTAN’DAKİ
GELİŞMELER
Vahhabi Görüşü ve Arap Milliyetçiliği
Osmanlı idaresi altında Arap vilayetleri en refah ve huzurlu
dönemlerini geçirmişlerdir. 400 yıl gibi bir süre herhangi bir sorun ve
anlaşmazlık olmadan Türkler ve Araplar birlikte yaşamışlardır. Araplar, Osmanlı
nüfuzundan birinci sınıf bir vatandaş gibi faydalanmışlardır. Hakikatte Osmanlı
bünyesindeki tüm etnik ve dini gruplar hiçbir ayırıma tabi tutulmadan eşit
haklara sahip olmuşlardır. Ancak 1789 Fransız İhtilali, Osmanlı Devleti
bünyesindeki çeşitli etnik grupları etkilemiştir. Bu fikirlerden etkilenen
etnik gruplardan biri de Araplar olmuştur .
Avrupa’da ve Balkanlar’da temelde ulusçuluk ve bağımsızlık
amaçlarıyla başlayan başkaldırıların yaşandığı dönemde, Arabistan Yarımadası’nda
Necid’de Vahhabi fikirlerin yayıldığı görülür. 18. yüzyılda Arap Yarımadası’nda
Vahhabiliğin yayılması, dönemin değişen koşullarına bir tepkidir. Osmanlı
Devleti toprak kaybederken, başta İngiltere ve diğer ulusların yayılmacı
politikaları, Müslüman dünyasının dört köşesinden her yıl hac için Arabistan’a
gelen Müslümanlar arasında yankı bulmaktadır. Arabistan’ın Suud aşiretinden
yerel şeyhlerin yönetimindeki Necid bölgesindeki İmam Muhammed bin Abdülvahhab
(1703-1792), 1744 yılında bir arınma ve yenilenme akımı başlatmıştır. Hareketin
amacını; ‘İslam’a sonradan yapılan tüm eklentileri ve çarpıklıkları
temizleyerek ve zorunlu olduğu yerlerde yıkarak, kurucunun saf ve sahici
İslam’ına dönmek’ olarak açıklamıştır. Vahhabi Hareketi, İslam’a ihanet ettiği
ve onu aşağıladıklarını düşündükleri kişilere yönelmiştir. Bir yandan da
modernleşme yönündeki her türlü reforma yeltenenleri ve gerçek İslam mirasını
yozlaştırdığına, küçük düşürdüğüne inandıkları kişileri karşılarına
almışlardır. Şii olsun sünni olsun, kendi görüşleri dışında her türlü İslam
mezhebini ya da tarikatını hedef almışlardır. Vahhabiler güçlerinin yettiği her
ortamda inançlarını, tam bir şiddet ve acımasızlıkla hayata geçirmişlerdir.
Türbeleri tahrip etmiş, putperestlik olarak gördükleri mezar ve mescitler gibi
kutsal yerleri yıkmışlardır. Kendi koydukları İslami kurallara uymayan çok
sayıda insanı öldürmüşlerdir. Bu yıkımlar neticesi İslam tarihi ile ilgili
birçok el yazması kitap yok edilmiştir. Bu eserlerin öğretilmesi ve eğitim
amaçlı olarak kullanılması yasaklanmıştır .
Milliyetçiliğin Ortadoğu’ya taşınmasında ilk isim Rifa’a Rafi
et-Tahtavi idi. Mısır’da Mehmet Ali döneminde meydana gelen sosyo-ekonomik
gelişmeler altında, Fransız devriminin etkisinde kalan fakat geleneksellikten
ayrılmayan et-Tahtavi hem İslam modernizminin hem de Arap milliyetçiliğinin
başı olmuştur. Mısır ileri gelenleri arasında bu dönemde Avrupa’nın ilerleme
nedeninin vatanperverlik olduğu, vatanperverliğin güç ve ilerleme kaynağı
olduğu görüşü hakimdir. Bu görüşü yaymaya çalışan ilk ve önemli şahsiyet
et-Tahtavi’dir . Et-Tahtavi halifeye itaati kabul etmekle birlikte
Osmanlı’ya yöneltilen eleştirileri de meşru görmüştür .
Arap milliyetçiliği gelişmeden önce Napolyon’un Mısır seferi
ve Mehmet Ali’nin geniş reform faaliyetleri öncesinde Arapların öncülüğünde
amacı gerçek İslam’a dönüş olan bir hareket başlamıştır. Hareket siyasi ve dini
ifadesini geleneksel bir eğitim almış olan Muhammed Bin Abdülvahhab’ın
(1703-1791) yaşamı ve öğretilerinden kaynaklanan Vahhabilik ile bulmuştur59 .
Muhammed Bin Abdülvahhab Necid bölgesinde Uyeyne’de dünyaya
gelmiştir. Yetiştiği bölgenin fikri yapısının gelişmesinde büyük tesiri
olmuştur. Hanbeli mezhebinin büyük müçtehitlerinden Ahmed bin Teymiyye ve İbn-i
Kayyim El- Cevziyye’nin eserlerinin tesirinde kalmıştır . Osmanlı
Devleti’ne bağlı Arap bölgelerindeki gezilerinde Abdülvahhab gerçek İslam’a
aykırı kabul ettiği davranışlar gözlemlemiş ve görevinin Müslümanları gerçek
İslam inancına döndürmek olduğuna inanmıştır. Abdülvahhab Osmanlı yönetiminin
otokrasisine değil, yönetimin içine düştüğü ahlaki bozukluk ve sefahatine
itiraz etmiştir. O, sadece Arapların İslam’ı orijinal ve asıl saflığına geri
döndürebileceğine inanmıştır ve Müslümanların bu ütopyayı başarabilmesi için
onları mobilize etme görevini amaç edinmiştir. İslam, Hz. Muhammed (s.a.v.)
neslinin yaşadığı İslam’dır. Yani, İslam geleneğini gerçek taşıyıcıları ancak
Araplardır . İslam’ın aslına yani Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğrettiği
ilk şekle dönüşü, El-Selefu’s-Salih, olarak özetlenebilir. Abdülvahhab’ın
fikirleri tevhit; bidatlerle savaşmak; iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak
olarak üç başlıkta toplanabilir.
Abdülvahhab 1774’te Uyeyne’de aleyhine oluşan propaganda
üzerine Suud ailesi idaresindeki Dir’iyye’ye iltica etmiştir .
Burada Arap yarımadasının bir anlamda yöneticileri olan Suud ailesinden bir
evlilik yapmıştır. Bunun sonucunda artık onun siyasi ve teolojik kavramları
siyasi ve dini bir uyanış hareketinin ideolojisini teşkil etmiştir. Abdülvahhab
inançlarını siyasi bir akide şeklinde formüle etmiştir. Bu akideye göre “Halife
mevkiindeki kişiye itaat edilmelidir ve ona karşı isyan yasaklanmıştır şeklinde
görüş bildirmesine rağmen Abdülvahhab’ın akidesi farklı bir tarihsel rol
oynamıştır. Hükümdara itaat bir ön şart olarak ortaya konsa da, Osmanlı’ya
muhalefet meşru görülmüştür. Çünkü, Abdülvahhab’a göre İslam’ın ve hilafetin
gerçek temsilcileri Osmanlı değildir. Osmanlı Devleti’ne muhalefetinin sebebi
modernist olmaları ve gerçek İslam’ı saptırmalarıdır . Arabistan’da
Vahhabilerin öfkesi, Osmanlı Hükümetinin ve Sultanını bizatihi kendisinin
“Frenk kafirlerinin kirli amaçlarına doğru; Allah’ın buyruklarına aykırı
temayül” ile Batılı reformlar yapmak da dahil olmak üzere dini gevşeklik ve
çürüme diye değerlendikleri şeye karşı yönelmiştir . Vahhabilik
doktrinin temel prensipleri, Sunni dünyada periyodik olarak ortaya çıkan
fundamentalist hareketlerle aynıdır. Bunlar, İslam’ın temel kaynakları olan
Kur’an ve Sünnete dönüş ile İslam dünyasının her tarafında yaygın biçimde
görülen, evliyaların türbelerinin kutsallaştırılması gibi tek bir Allah’a
ibadetten alıkoyan bütün bidatlerin reddidir .
Vahhabi doktrini, Orta Doğu’da bütünüyle taraftar bulamasa da,
temsil ettiği dini canlanma pek çok ülkedeki Müslümanları etkilemiştir ve Avrupalı
istilacılarına karşı mücadelede yeni bir militan ruhu aşılamıştır. Yabancılar
geldiklerinde direnişin başında sultanı, veziri değil bu canlanan hareketlerden
birini temsil eden popüler dini liderleri görmüş, kolaylıkla büyük enerji
oluşturan birikimleri yönlendirmişlerdir .
İslami uyanışın bir diğer şekli İslam modernizmidir. Temelde
Vahhabilikten çok farklı olan bu akım İslam’ın köklerine zarar vermeden
rasyonel Avrupa bilimleri ile İslam’ı zenginleştirip modern dünyada onun yaşama
şansını artırmaya çabalamışlardır. Cemaleddin Afgani (1839-1897) ve talebesi
Muhammed Abduh (1849-1905) İslami uyanış akımının teorik temellerini atmıştır.
Et-Tahtavi Avrupa fikirlerini kayıtsız, şartsız kabul ederken, Afgani ve Abduh
Avrupa’yı bir sömürge güç olarak görmüşlerdir. İslam’ı güçlendirecek yanlarıyla
Avrupa medeniyet ve kültürünün kabul edilmesini istemişlerdir Afgani Müslüman halkların, Batı’nın
saldırganlığına ve sömürüsüne karşı güçlerini birleştirmeleri gerektiğinin
farkına varmalarını sağlamak amacıyla Çözülmez Bağ isimli bir yayını dahi
olmuştur . II. Abdülhamit Afgani’nin fikirlerini resmi ideoloji
olarak kabul etmiştir. Fakat Afgani Osmanlıcılık ve Panislamist kavramlarını
kabul etmemektedir. Buna rağmen, Osmanlı’nın son döneminde bir ideolog olarak
görülmüştür . 1870’lerde Cemaleddin Afgani’nin fikirleri, Arap
Milliyetçilerinin fikri yapılarının oluşmasında etkili olmuştur. Muhammed Abduh
ise Arap edebiyatının dini uyanışın da temeli olduğuna inanmıştır. Eski Arap
tarihinin canlandırılması Araplarda milliyetçiliğin uyanışını sağlamıştır .
Muhammed Abduh’un fikrine göre insanı geleneğin örgüsünden kurtararak
özgürleştirmeye çalışılmalıdır. Abduh, Müslümanların hastalığının sebebi ilk
planda dinlerinin cahili olmaları, ikinci olarak da Müslüman idarecilerin despotizmi
olduğuna inanmaktadır . Reşid Rıza, Abduh’un talebesi olarak İslam
modernizminin Hanbeli unsurlarını İslam fundamentalizmine doğru geliştirmiştir.
Vahhabi hareketi ile Abduh ve Afgani’nin modernizmi arasında çok açık fark
olmasına rağmen her iki akımda Hanbeli mezhebi ve İbn-i Teymiyye’nin fikirleri
ile açık benzerlikler bulunmaktadır. Reşid Rıza’da Suud ailesinin politikaları
ile kendisini tanımlamıştır. Suud ailesi Arap yarımadasını 1924’te ele
geçirince, modern şekliyle arkaik feodal olan otokratik bir Suudi Arabistan
devletini kurmuş ve devletin ideolojisini Vahhabizm olarak ilan etmiştir.
1928’de Reşid Rıza’nın İslam fundamentalizmi, laik milliyetçilik muhalifi olan
sağ görüşlü radikal hareket Müslüman Kardeşler “İhvan” tarafından benimsenmiştir
.
Araplık şuurunun gelişmesine önemli katkıda bulunan yeni nesil
Arapların dikkat çeken yönlerinden biri de 1890’dan itibaren gelişen selefi
hareketi ile ilişkilerinin olmasıdır. İslam reformcuları olarak da adlandırılan
selefiler, sonradan Müslüman olanların İslam’a kattığı yabancı inanç ve
uygulamaların İslam’ın geri kalmasına neden olduğu ve İslam’ı en iyi ana dili
Arapça olanların anlayacağını düşünmekteydiler. Selefiler ve Arabistler farklı
çıkış noktalarına sahip olmalarına rağmen İslami canlamayı ancak Arapların
sağlayacağına inanmaları Arap milliyetçiliğine büyük katkı sağlamıştır .
Abduh’un bir diğer talebesi Abdurrahman Kevakibi ise bu
öğretiyi Arap milliyetçiğine doğru geliştirmiştir. Kevakibi Arap
milliyetçiliğinin önemli bir öncüsü olarak tanımlanmıştır.
Seküler milliyetçilik Arap milli uyanışının temelini
oluşturmuştur. Arap milliyetçiliğin tüm gelişim sürecinde fikirlerin ve
anlayışların iç içe girmesi ve Arap milliyetçiliğine dayanması Fransız İhtilal
fikirlerinin bölgedeki menfi tesirleri olarak görülebilir.
Vahhabi Görüşünün Siyasi Boyut
Kazanması
Abdülvahhab Dir’iyye Şeyhi Muhammed bin Suud ile Ahsa bölgesi
hakimi Ibnı Halid’e karşı bir ittifak yapmıştır. Bu ittifak bir anlamda birinci
Suud Devleti’nin temellerini oluşturmaktadır. Bu ittifak dini olmaktan çok
maddi güç kazanma esaslarına bina edilen siyasi bir oluşum olmuştur. Çünkü bu
hareket sonunda elde edilecek ganimetler üzerine de anlaşmaya varılmıştır.
Abdulvahhab’ın eski müridlerinin kendisine katılması ile aktif
olarak harekete geçen ve bedevilere zorla mezheplerini kabule zorlayan
Abdülvahhab ve Muhammed bin Suud ilk olarak Riyad’ı yağmalamıştır. Necid
bölgesinde böylelikle yayılan Vahhabilik, bedeviler arasında kısa zamanda
benimsenmiştir . 1785’de Muhammed bin Suud Vahhabilik sayesinde
Hicaz, Şam ve Irak çevresindeki bir çok halkı idareleri altına almıştır .
1750-1812 döneminde özellikle Arap vilayetlerindeki bölgesel
hanedanların özerkliğinin geliştiği bilinmektedir. İlk Arap devletinin doğuşu
da bu genel değişim durumuna rastlamaktadır. Bu dönemde Mısır’da, Bereketli
Hilal’de ve Osmanlı merkezi gücünün zayıfladığı kabul edilen Arabistan’da
birçok Arap hanedanı doğmuştur. Ayanların devlet üzerindeki yetki genişliğini
arttırdığı bu dönemde Mekke Şerif’i Galip Necid kabileleri üzerinde kendi
hakimiyetini genişletmeye çabalarken Muhammed bin Suud’da Abdulvahhab’ın tevhid
reformlarını yayarak bağımsız bir devlet kurmaya çalışmıştır . Mekke
Şerifi’nin Babıali’den maddi yardım almasına rağmen başarılı olamaması ve şahsi
ihtirasları yüzünden Vahhabilerin Mekke ve Medine’ye girmelerini yasaklaması
işin vahametini daha da arttırmıştır. Vahhabi saldırılarına karşı Şeyh Galip’in
yardım talebi ile Babıali meseleyi Bağdat valisi Süleyman Paşa’ya havale
etmiştir. Fakat Süleyman Paşa Mekke Şerif’inin takip ettiği politikanın
Vahhabilerin Hicaz’a doğru saldırılarına sebep olduğunu söylemiş ve yardımda
bulunmamıştır. 1796’da Şeyh Galip, Suud bin Abdülaziz ile Vahhabilerin hac için
Mekke’ye rahatlıkla girmelerini sağlayan bir antlaşma yapmak zorunda kalmıştır.
Bu antlaşma ile Şerif Galip, Hicaz bölgesinin dışındaki kabilelerden elini
çekecek, buna karşılık Suud bin Abdülaziz de Şerif Galip’in himayesinde olan
Harameyn, Taif ve sahil kesimlerindeki kabilelere karışmayacaktır. Vahhabiler
ertesi yıl Taif’e baskıya başlayınca III. Selim derhal Meşveret Meclisi
toplamış, fakat meseleyi çözümleyecek bir karar alınamamıştır .
1801’de Necef’te öldürülen bazı Vahhabi tüccarları bahanesi ile Kerbela’da beş
bin kadar Şii’yi katleden Vahhabiler, aynı zamanda Meşhed-i Hüseyin’i tahrip
etmiş ve şehri yağmalamışlardır. Bunun üzerine Süleyman Paşa İran üzerinden de
Şiiler için destek gelme ihtimalini de düşünerek harekete geçmiştir. Netice
alamadan ölen Süleyman Paşa yerine Ali Paşa atanmıştır. Babıali, Ali Paşa’nın Vahhabiler
ile mücadeleye devam etmesini istemiştir. Vahhabilerin Kerbela baskını hem
Sunni hem de Şii İslam dünyasında büyük tepki toplamıştır. Fakat Babıali yalnız
Medine’ye az bir birlik göndermekle iktifa etmiştir. Ayrıca Vahhabilerle
diyaloğa geçilmesi ve bu meseleyi bahane edip Cidde gümrüğüne el koyan Şerif
Galip’in gümrükten el çektirilmesine karar verilmiştir . 1802’de
Taif’i Vahhabiler ele geçirmiştir. Vahhabilere karşı Bağdat valisinin gevşek
davranması üzerine Mekke üzerindeki baskıdan Şerif Cidde’ye çekilmiştir.
1803’te Mekke eşrafının yazılı teminat ile halka eman vermesi şartıyla Mekke’ye
girebileceğini bildirmesi ile Suud bin Abdülaziz Mekke’yi işgal etmiştir. Suud,
Vahhabi inancına göre Mekke’de bazı düzenlemeler yaparak ayrılmıştır. Kabe’de Muhammed
bin Abdülvahhab’ın Keşfu’ş-Şubuhat isimli Vahhabi fikirlerini ihtiva eden
kitabının okumasını şart koşmuştur. Dört mezhebin ayrı ayrı namaz kılmasını
yasaklayıp tek bir iman arkasında herkesin namaz kılmasını mecbur tutmuştur.
İnançlara aykırı olduğu gerekçesiyle Kabe ve Hz. İbrahim’in makamı haricinde
tüm mezar ve ziyaretleri tahrip etmiştir. Değerli eşyaları ve kutsal emanetleri
yağmalatmıştır. Osmanlı Devleti Mekke’nin işgali ile büyük bir infiale kapılmış
ve derhal Şam, Bağdat ve Halep valilerini harekete geçmek üzere
görevlendirmiştir. Mekke işgali kısa sürede kaldırılmış, Suud bunu Cidde
gümrüğünden Vahhabi tüccarlardan vergi alınmaması karşılığı kabul etmiştir.
1805’te Medine’yi de işgal ederek itikadlerine uymadığı gerekçesiyle mezarları
tahrip etmişlerdir . Tıpkı Kerbela hadisesinde olduğu gibi, Medine
işgali de Vahhabi-Sunni nefretini doğurmuştur. Böylece hem Şiilerin hem de
Sunnilerin nefretini kazanan bu hareketin mensupları hiçbir zaman iki grup
tarafından iyi karşılanmamıştır. Bu gün çok değişmesine rağmen Vahhabiliğin
temsilcisi sayılan Suud Krallığı ile diğer İslam ülkeleri arasında psikolojik
soğukluğun sebebi olmuştur . 1806’da Mekke tekrar işgal edilmiştir.
Şerif Galip emirlikte kalmak şartıyla şehri teslim etmiştir. Cuma hutbelerinde
Osmanlı Sultanının adının okunması yasaklanmıştır. Vahhabiler Hanbeli fıkhının
Vahhabi yorumuna göre hükmetme ve vergi (zekat) toplama şartı getirmişlerdir
.
Vahhabilik olarak isimlendirilen dini hareketin Arabistan’da
siyasi gücü Suudiler ile en üst düzeye ulaşmıştır. Aynı zamanda Vahhabiler ,
Osmanlı’nın iddia ettiği Halifeliğe ciddi bir meydan okuma içindedirler.
Osmanlı merkezi hükümeti de Bağdat ve Mısır ayan tipi paşaların güçleri
vasıtasıyla Kutsal şehirleri tehdit eden dini ve siyasi meydan okumaya karşı
reaksiyon vermek zorunda kalmıştır . III. Selim’in adına okunan
hutbe yerine Suud adına hutbe okunması Osmanlı Devleti için büyük bir darbe
olmuştur . Bir yandan da Ruslarla ve ayanlarla mücadele içinde olan
Osmanlı, Arabistan’da merkezi otoriteyi sağlayamamış ve Suudi bağımsızlığı ve
yayılmacılığı bu sürede devam etmiştir. Vahhabilerin Necid bölgesinden çıkıp
ilk önce Kasım ve Ahsa bölgesinde kontrolü sağlamaları, gerekli lojistik
desteği sağladıktan sonra Hicaz’a yönelmeleri mantıklı bir tercih olmuştur
. Nitekim Ahsa, Vahhabilerin Necid sınırları dışında Kuveyt, Bahreyn,
Umman taraflarına kolayca uzanabilmeleri için bir üs vazifesi görmüştür.
Buradan kuzeyde Irak ve Suriye’ye, batıda Hicaz’a doğru yayılmışlardır.
Bahreyn, Umman ve Maskat’ı nüfuzları altına almışlardır. Bu bölgelerden zekat
toplayarak maddi açıdan çok güçlenmişlerdir. Bu yayılma ile beraber bedevi
yağmacılık anlayışı ve mezhep taassupları birçok kabilenin kendilerine
katılmasını sağlamıştır. Belki de Süleyman Paşa ilk uyarıldığı zaman müdahale
etmiş olsaydı, Vahhabiler Hicaz’a yayılma fırsatı bulamayacaklardı .
Bu süreçte hac güvenliği sarsılmıştır. 1807’de Şam hacıları
Mekke’ye otuz saatlik yoldan hac yapamadan geri dönmek zorunda kalmışlardır.
Meşveret Meclislerinde sürekli geçmişte tedbir alınmamasından ve bölge
valilerinin iyi seçilmediğinden bahsedilmiştir. Şam valiliğine Genç Yusuf Paşa
tayin edilmiştir. Ayrıca Haniye Muhafızı Osman Paşa’ya Halep Eyaleti tevcih
edilerek Cidde valiliği unvanıyla Medine’nin muhafazasına tayin edilmiştir.
Dir’iyye üzerine üç bin kişilik bir kuvvetle gitmesi Yusuf Paşa’ya
emredilmiştir. Fakat bu tedbirlerin hiçbiri fayda vermemiştir. Meşveret
Meclislerinin çoğunda, asker ve mühimmat sevkinin kolaylığı itibariyle bu
meselenin ancak Mısır aracılığı ile halledilebileceği kanaati oluşmuştur .
18.yüzyılın ikinci yarısında Vahhabi saldırganlığı,
Osmanlıların dünya saltanatını bir kez daha gözden geçirmelerini sağladı.
Osmanlı padişahı, Vahhabiliği; sapkınlığa uğramış olarak niteleyerek, savaş
açmanın hilafet padişahının temel görevi olduğunu bildirdi. Tüm Osmanlı
padişahları, İslam dünyasında saygınlık bahşeden Hadim El-Haremeyn
El-Şerifeyn’lik yetkisini aldıklarından, bu yetkiyi tüm hac yollarını dünyadaki
bütün Müslümanlara açık halde tutmayı bir kutsal görev olarak
nitelendirmişlerdir . Osmanlı Devleti Hicaz bölgesindeki
hakimiyetine çok önem vermiştir. O kadar ki devletin cihan devleti vasfına
sahip olduğu 16.asırda Yavuz Sultan Selim Han gibi buraları fetheden bir
padişah halife unvanında çok “Hadim-ül Haremeyn-üş Şerifeyn” unvanına yani;
Mekke ve Medine’nin, iki haremin hizmetkarı olmayı tercih etmiştir. Bu unvan
hutbede okunur ve öyle dua edilir. Osmanlı padişahı için, bu “Hadim-ül
Haremeyn-üş Şerifeyn” Batı’da da çok önemle üzerinde durulan bir kuruma
Custodia’ya tekabül etmektedir. Bilindiği gibi Batı’nın Hıristiyan devletleri,
gerçi çok kısa bir süre ellerinde tutabilmişlerdir, ama Kudüs bölgesinin
Custodai’sını yani hizmet ve muhafazasını ellerinde tutmayı bir şeref, bir
onur, mistik ve karizmatik bir misyon gibi görmüşlerdir .
Mehmet Ali Paşa Yönetiminde Hicaz
Bu dönemde Mısır’ın durumu diğer Arap eyaletlerinden oldukça
farklı bir durum arz etmektedir. Avrupa’da esen Napolyon rüzgarı 1798’de
Osmanlı Mısır’ını da vurmuştur. Napolyon’un amacı Kızıldeniz ve dolaylı olarak
Hindistan üzerindeki İngiliz ticaretinin etkisini kırmaktır. Napolyon’un
Mısır’ı işgali sonrası Suriye seferine çıkması sömürgecilerin dikkatinin
bölgeye yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Napolyon, Akdeniz ve Mısır hakimiyeti
göz yumulması karşılığı Asya’da Rusya’nın ilerlemesine, Balkanlar’da da
Avusturya’nın ilerlemesine müsaade ederek anlaşmaya ve Fransız- İngiliz
rekabetinde üstün gelmeye çalışmıştır. Napolyon önce Mekke Şerifi Galip’e, Mısır’dan
gönderilmesi adet olan Mahmel’i göndermeye devam edeceği ve Hicaz’da ticaretin
güvenliği teminatını vermiştir. Daha sonra Şerif’in etkinliğinin az olduğu fark
edince, Vahhabiler ve diğer Arap eyaletlerinin şeyhleri ile anlaşma yollarını
denemiştir. 1807 Tilsit antlaşmasından sonra yayılmacılığı daha özgürce yapan
Napolyon, Vahhabilerle doğrudan ilişkiye geçmiştir. Fransa, Vahhabileri Suriye
ve Irak akınlarında destekleme karşılığı, Fransızların Hindistan’a Basra
körfezinden geçişini desteklemelerini istemiştir. Bu durumdan haberdar olan
İngiltere aşırı tepki göstermiş, Fransızlarla anlaşmama ve Suriye’ye doğru
akınların sürdürmeme karşılığında, gerekirse Vahhabilerin devlet olarak
tanınması için Osmanlı Devleti nezdinde girişimlerde bulunma sözü vermiştir.
Vahhabiler Fransızlara daha yakın davranmış,
Şam akınlarını artırmış ve Akdeniz sahiline yaklaşmaları bu
siyasetin bir ürünü olmuştur. 1812’de Fransız-Rus savaşı ile Fransız-Vahhabi
ilişkileri sona ermiştir . Fransızlar 1801’de Mısır ve Suriye’den
çekilmesine rağmen Napolyon seferi Avrupa’nın genel siyasetinde olduğu gibi bu
sefere katılan devletlerin siyasetlerinde de önemli tesirler yapmıştır. Artık
Avrupa’yı ilgilendiren büyük problemlerin arasına Orta Doğu da girmiştir .
Fransız işgali sonrası Mısır’da istikrarlı bir idare kurmaya
çalışan Mısır valisi Mehmed Ali Paşa Vahhabilerin Hicaz’dan çıkarılması emrini
1811’e kadar yerine getirmemiştir. Ancak Babıali’nin baskıları sonucu 1812’de
Suudi- Vahhabi tehdidini bastırmak üzere Mehmet Ali Paşa Arabistan’a birlikler
gönderdi . Mehmet Ali Paşa, önce oğlu Ahmet Torun Paşa ve sonra da
İbrahim Paşa komutasında gönderdiği kuvvetler ile Necid ve Hicaz’ı, 1818
sonbaharında Vahhabi işgalinden kurtarmıştır. Bu zafer Babıali’yi çok memnun
etmiş, Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’ya Cidde Sancağı ile birlikte
Habeş Eyaleti ve Mekke Şeyhü’l-haremliği tevcih edilmiştir. Böylelikle Hicaz
bir nevi Mısır’ın vesayetine verilmiştir . Vahhabi liderleri Faysal
ve Abdullah bin Suud Mısır’da hapsedilmiştir. Abdullah bin Suud ve oğulları
daha sonra İstanbul’a götürülüp idam edilmiştir .
Vahhabi isyanını kısa bir sürede bastırabilmesi Mısır
paşasının, gücünden ve Mısır’da kurmaya başladığı yeni düzenden ileri
gelmektedir. Mısır ekonomisi kısa sürede (1804’ten itibaren) gelişmiş, bunu iyi
değerlendiren Mehmet Ali, Avrupa modelinde bir ordu tertip etmiştir. Mehmet
Ali’nin bu gücü padişahı ve çevresini
endişelendirse de Vahhabi isyanının vahameti ve devletin başka
gailelerinin de olması durumu kabule zorlamıştır .
Suudi yönetimi geçici olarak sona ermiş görünmesine rağmen Vahhabi
öğretisi varlığını korumuş ve 1823 yılında başka bir Suud aşireti Vahhabiliğin
sağladığı güçle topraklarını genişletmeyi başarmıştır .
Cidde sancağı ve Habeş Eyaleti tevcih edilen İbrahim Paşa,
Cidde’de ikamet etmemiş, Hicaz işlerini Vahhabi seferleri sırasında ve
sonrasında bölgeye gönderilen komutanlarına havale etmiş ve onlara Hicaz
valiliği ve muhafızlığı yetkileri vermiştir. Osmanlı içinde bulunduğu zor
şartlar dolayısıyla bu fiili durumu kabullenmiştir. Mehmet Ali, önce Ahmet
Paşa’yı 1829’da Hurşid Paşa’yı Hicaz kumandanlığına atamıştır. Mehmed Ali,
Hicaz idaresinde önemli bir değişiklik yapmamıştır. Sadece şeriflerin Cidde
gümrüğünden aldıkları payı kaldırılarak, gümrük hasılatını Mısır hazinesine
devretmiştir. 1718’den beri Mekke emirliğini sürdüren Zevi Zeyd ailesinden
Şerif Yahya’nın Ahmed Paşa’ya isyanı kısa sürede bastırılmış, 1827’de emirlik
Zevi Avn ailesinden Muhammed bin Avn’a verilmiştir. 1836’da Muhammed bin Avn
Mısır’a çağrılarak Mekke emirsiz bırakılmış, Mısır’dan yönetilmeye çalışılmıştır.
1829’da Cidde’de kahveden alınan yıllık gümrük ithalat vergisini vermek
istemeyen kabileler Mısır kuvvetlerine isyan etmişlerdir. Bu isyan Cidde’ye
yeni kuvvetler sevk edilerek bastırılmıştır. 1832’de ulufelerini alamayan bir
takım başıbozuk Arnavud ve Türk askeri “Türkçe Bilmez” lakaplı Mehmet Ağa
etrafında toplanıp isyan etmiştir. Babıali o zaman Mehmed Ali Paşa ile olan
sorunlar yüzünden bu kişinin kendini Hicaz valisi ilan etmesini benimsemiştir.
Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, Hicaz’a dört bin asker göndererek isyanı
bastırmıştır . Artık gücünü iyice ispat eden Mehmet Ali Paşa ile baş
etmek Osmanlı için önemli bir sorun olmuştur.
Babıali’nin görevlendirdiği Mehmed Ali Paşa, elde ettiği
başarıyla hem Mısır’daki iktidarını pekiştirmiş, hem de Mısır dışında (Hicaz,
Suriye) söz sahibi olacak duruma gelmiştir. Devlet ise hizmetlerine muhtaç
olmakla birlikte Mehmet Ali Paşa’nın özellikle Hicaz’da nüfuz kazanmasını
istememiştir. Hicaz bölgesi Mısır’a bağlı ve Mehmed Ali Paşa’nın idaresi
altındayken bile kadı ve şeyhül’l-haremin İstanbul’dan tayinine devam
edilmiştir .
1830’da başlayan 1840’a kadar süren Mısır isyanı Avrupa
devletler nezdinde ilk önce bir iç isyan olarak görülmüş, sonra Avrupalı
devletlerin karışması ile Ortadoğu’daki egemenlik mücadelesini körükleyen bir
sebep olmuştur .
Mehmet Ali Paşa, Mısır’ı sultandan bağımsız kılmayı veya tüm
Osmanlı’yı ele geçirmeyi amaçlamıştır. Arap dünyasını Türk egemenliğinden
ayıracak bir hamle olan Mısır sorunu, İngilizlerin yoğun müdahalesi sonucu
1840’da Londra Antlaşması ile Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’ın mirasçı paşası
olmasıyla çözümlenmiştir. Mısır yönetimi, siyasal, ekonomik ve hatta askeri
alanda özerk bir konuma gelmiş, görünüşte ise Osmanlı’ya bağlı kalmıştır .
Mısır kuvvetleri Hicaz ve Suriye’den geriye çekilmişlerdir. Durumu hazmedemeyen
Mehmed Ali Paşa, Mısır’da hapiste bulunan Faysal bin Suud’u serbest bırakmıştır
.
Hicaz ve Arabistan Hakimiyetinin Tekrar
Osmanlı’ya Geçmesi
Mısır kuvvetleri Hicaz’dan tahliye edilince Sultan Abdülmecid
Cidde Paşalığını, Medine Şeyhül-Haremini Osman Paşa’nın teslim almasını
emretmiştir. Hicaz vilayetinin tekrar düzenlenmesi için Babıali iki bin asker
göndermiştir. Böylelikle yeni düzenlemeler başlatılmıştır. Hicaz vilayetinin
sınırları bir takım yerlerin Mehmet Ali Paşa’ya terki ile yeniden
belirlenmiştir .
Basra Körfezi ve Kızıldeniz’de faaliyetlerini yoğunlaştıran,
bu siyasetinin neticesi olarak Aden’i işgal eden İngilizlere ve diğer mahalli
güçlere karşı geçişi bir güç dengesi olan Mehmed Ali’nin hakimiyetinin sınırlandırılması
Osmanlı hükümetini rahatlatmamıştır. Bunun en önemli örneği Suud ailesinin
güdümündeki Vahhabilerin bu dönemde tekrar güç kazanmalarıdır .
Mısır sorunuyla Osmanlı-İngiliz ilişkilerinde radikal
değişiklikler olmuştur. İngiliz etkisi Arap yarımadasında hızla yayılmıştır.
İngiltere’nin arka verdiği Tanzimat reformları ve batılılaşma dindar
Müslümanları ve gelenekçileri Osmanlı Devleti’nden uzaklaştırmıştır. Bu süre
içinde Vahhabi hareketi diğer bir adı et-Tevhid olan hareket yayılmış ve İslam
dünyasında hız kazanmıştır. Vahhabiler, özellikle Hindistan’da, Avrupalı
emperyalist kontrollerine karşı mücadelelerinde, Müslümanlar arasında Osmanlı
halifesine alternatif bir güç olarak görülmüştür .
Vahhabi hareketinin dışında 1858 Cidde olayları Osmanlı’nın
bölgede egemenlik haklarının ne boyuta indirgendiğini göstermektedir. Islahat
Fermanı (1851) ile Hıristiyan halka tanınan hukuki eşitlik İngiltere ve
Fransa’nın kışkırtması ile Cidde’de Hıristiyan halkın katliam ve talana
uğramasına sebep olmuştur. İngiliz ve Fransız konsolosları da öldürülmüştür.
Hükümet kuvvetleri isyanı bastırmakta aciz kalmıştır. İngiltere ve Fransa, harp
gemilerini Cidde önlerine kadar göndermiş, şehri bombardıman etmiş, Osmanlı
içişlerine müdahale edip olayın faillerini idam etmişlerdir. İngiliz ve
Fransızların Osmanlı egemenlik haklarına bu müdahaleleri Dürzi ve Maruni
çatışmalarına da sebep olmuştur .
Osmanlı Devleti ortaya çıkan sorunlar karşısında daha
merkeziyetçi bir yapı oluşturmaya çalışarak çözüm getirmek istemiştir. 1864’de Hicaz’da
bir takım düzenlemeler yapılmıştır. Mehmed Vecihi Paşa Mekke
Şeyhu’l-Haremliğini uhdesinde bulunmak üzere Habeş ve Hicaz eyaleti valisi
olarak tayin edilmiş, bundan sonra da valilik ile Mekke Şeyhü’l Haremliği aynı
kişiye verilmiştir. 1868’de Vilayetler kanuna uygun olarak bölge eyaletten
vilayete dönüştürülmüştür. Hicaz vilayetinin merkezi Mekke; Cidde ve Medine ise
buraya bağlı birer sancak olmuştur. Yenbu, Leys, el-Vech, Akabe birer kaza;
Taif, Rabiğ, el-Ula ve Hayber birer nahiye olarak teşkilatlandırılmıştır .
Bölgede meydana gelen gelişmelerin hassasiyetine bakarak Osmanlı Hicaz ve Necid bölge yönetimine
daha çok itina göstermiştir. Bu dönemde Faysal da Dir’iyye’nin tahribatı
üzerine Riyad denen mevkide yerleşmiştir. Vahhabilerin yeniden kendisine
bağlanmasıyla yayılmaya başlamıştır. Ahsa bölgesini de ele geçirmiştir. Ahsa
ancak Mithat Paşa’nın Irak valiliği sırasında geri alınabilmiştir. (1871).
Faysal üç oğul bırakıp vefat etmiştir. Büyüğü Abdullah, ortancası Suud, en
küçükleri Abdurrahman’dır. Faysal’dan sonra kendilerine tabi olan kabilelerin
idaresi 1873’e kadar Abdullah’ın elinde kalmıştır. İki kardeş, Abdullah ve
Suud, aralarındaki ihtilaf yüzünden savaşmaya başlamışlardır. İdare merkezi
Riyad Abdullah’ın hakimiyetinde kalmıştır .
Midhat Paşa’da aile içi çekişmelerden de faydalanarak bölgede
Katif, Bahreyn, Katar ve Maskat taraflarına gönderdiği heyetle olayların iç
yüzünü açığa çıkarmıştır. İngilizlerin bütün bölge şeyhlerini birbiriyle düşman
hale getirdiğini fark etmiştir. Mithat Paşa İngilizlerin özellikle Necid’e
vergi ödeyen Maskat ve Bahreyn adalarına asker çıkarak şeyhleri değiştirmeye
kalkışacak kadar bölgede icraatta bulunduklarını tespit etmiştir. Aynı zamanda
Abdullah’ın kardeşi ve düşmanı olan Suud’un Maskat tarafından topladığı
askerlerle ve İngilizlerin yardımıyla Basra Körfezi’ndeki Katif ve Ahsa ve
diğer bazı bölgeleri zapt ettiğini bildirmiştir. Suud’a İngilizlerin yardım
ettiği, Bahreyn dışında fiili yardımları aşikar olmasa da para ve taktikler
vermek suretiyle yardım ettikleri fark edilmiştir. Midhat Paşa, Katif
taraflarına asker çıkarıp Abdullah’ın taraftarlarının desteklenmesi ile
düşmanların Ahsa’dan çıkarılmasının mümkün olacağını bildirmiştir .
Bu dönemde Osmanlı hükümetinin bölge politikasında oldukça
önemli değişiklikler meydana gelmiştir. En başta şeyhler arası mücadeleyi kendi
insiyatifine göre kullanma yolları denenmiştir. Bölgede özellikle Ahsa’da
Osmanlı hakimiyetini tam gösterir bir yönetim oluşturulmaya çalışılmıştır.
İngilizlerin bölge üzerindeki emellerine engel olmak amacıyla böyle
girişimlerde bulunulmuştur. Özellikle Basra Körfezi hakimiyeti elde tutulmaya
çalışılmıştır. Osmanlı hükümeti bölgeye askerini iyice yerleştirmiş, sonrasında
sivil idareyi tesis etmeye çalışmıştır. Suud ailesinin tesirinden kurtaracak
bir kısım düzenlemeler de yapılmıştır. Bu amaçla Ahsa, Katif, Katar ile Necid’i
birleştirip Necid Mutasarrıflığı kurulmuş ve mutasarrıflığa, aynı zamanda
askeri birliklerin kumandanı olan Nafiz Paşa getirilmiştir .
İkinci Abdülhamid Dönemi Suudi Arabistan’ın
Yönetimi
İkinci Abdülhamid’in Panislamizm
Politikasının Bölgeye Etkisi
Abdülhamid yönetimi boyunca (1878-1909) Osmanlı Devletinin
doğu politikası büyük değişim geçirmiştir. Saltanatının Doğu sorununun en feci
dönemlerine rastlaması, Osmanlı Devleti’nin büyük bir parçalanma ile yüz yüze
olması, iç isyan endişesi ve dış baskılar onun yönetimde baskıcı bir tutum
izlemesine sebep olduğu iddia edilmektedir .
II. Abdülhamid, Tanzimatı reddetmiş ve şeriatı tekrar devletin
en mühim gücü yapmıştır. İngiliz karşıtı ve pan-islamist bir politika
izlemiştir . II.Abdülhamid, İslamcılığı iç idarede ve dış siyasette
bir sistem haline getirmeye çalışmıştır. İç idarede bu sistemin açık delili
Araplara yakınlık gösterilmesi ve Halifeliğin üstün bir değer haline getirilmeye
çalışılmasıdır . II. Abdülhamid Asya topraklarına doğru gittikçe
büyüyen memnuniyetsizlikten haberdardır. Devrimci hareketlerden dehşete
düşmüştür. Vilayetlerin merkezden uzaklaştığı fark etmiş, vilayetler üzerinde
kontrolünü sıkılaştırmıştır. Telgrafın icadı, İstanbul’un vilayetleri yakından
takibine yardım etmiştir. II. Abdülhamid Arap çoğunluğun, Türk yönetim
unsurlarını zayıflatacağı ve Arapların bir Arap hilafeti kurulmasına yönelik
çalışabilecekleri endişesi taşımıştır. Bu yüzden Arapları kazanmak için Arap
liderlere pahalı hediyeler sunmuş, onları cömertçe ağırlamış, Arapları devlette
yüksek idari ve askeri görevlere atamıştır . Sadrazam Hayrettin
Paşa, Osmanlı İstihbarat teşkilatı Başkanı Necip Melhame Paşa, Ordu Komutanı
Mahmud Şevket Paşa bu önemli şahsiyetlerin bazılarıdır . II.
Abdülhamid’in Yıldız muhafızları arasında Araplardan oluşan bir taburun olması
ve nüfuzlu Arap liderlerini İstanbul’a çağırarak onlara birtakım vazifeler
vermesi pan- islamist politikanın ürünüdür . Pan-islamist politikanın
sadece II. Abdülhamid’e ait bir politika olduğu ve 1880’lerde ortaya çıktığı
anlayışı yanlış olur kanaatindeyiz. Sömürgelerinde binlerce Müslüman nüfus
barındıran İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Abdülhamid’in politikalarından büyük
rahatsızlık duydukları muhakkaktır. Bu devletler pan-islamist politika aleyhine
çalışmalar yapmışlardır. Abdülhamid’in pan-islamist politika ile hedefledikleri
oldukça kapsamlıdır. Bu politika ile II. Abdülhamid Hilafet makamının ve halife
unvanının Avrupa ve özellikle İngiliz emperyalizmine karşı caydırıcı rol
oynamasına çalışmıştır . II. Abdülhamid’in bu politikadaki
başarısını 30 yıllık saltanatı boyunca Arapların bir arada kalması
göstermektedir. Ayrıca bu dönem boyunca Hicaz’da Osmanlı yasalarına ve
meşruiyetine karşı ciddi bir problemle karşılaşılmamıştır. Osmanlı yönetimi,
son dönemlerinde Mekke Şerifi’nin yarı özerk pozisyonuna, dinsel otoritesi için
mali destek sağlamıştır. Ve hac yollarının askeri güvenliği için Babıali’nin
tüm avantajlarını birleştirmiştir. Yıllar geçtikçe Hicaz’ın Osmanlı hükümet
sistemi dışında idare edilmesinin zorluğu açığa çıkmıştır . Yarı
özerk yapı Osmanlı’yı bölgede çok yıpratmıştır.
II. Abdülhamid’in Arap topraklarındaki nüfuzunun derecesini
İngiliz diplomatlarından (casuslarından) Wilfred Scawen Blnut’un 1878 ve 1882
yıllarında Mısır, Suriye, Hicaz ve Basra’ya yaptığı seyahatlerinde Arapların
tavırlarından anlamak mümkündür. Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında
Araplarda Osmanlı aleyhine bir tavır gözlemlemişken, 1882’de seyahatinde Arapların
devletin otoritesine saygı duyduğunu ve Abdülhamid’e güven duyduklarını fark
etmiştir. Blunt’a göre, Arapların Osmanlı’dan ayrılışı Abdülhamid’in saltanatı
döneminde mümkün olmayacaktır .
II. Abdülhamid’in Arap tebaasından halifelik hususunda endişesi
yoktur. Zaten onun zamanında Müslüman Arapların büyük bir çoğunluğu halifeyi
desteklemenin İslam’ı desteklemek olduğuna inanmaktadırlar .
II. Abdülhamid’in dış siyasette İslamcılıkla ulaşmak istediği
bir yakın diğeri uzak iki amacı mevcuttur. Yakın amaç Osmanlı Devleti’nin
varlığını korumak, uzak amaç ise Hilafet etrafından dünya İslam birliğini
kurmaktır. II.Abdülhamid dönemi içerisinde milliyetçiliği, devleti yıkıcı ve
İslam birliği için de ayırıcı bir fikir olarak görmektedir. Ve İngiltere’nin bu
fikirleri kullanarak Arabistan ve diğer bölgelerde halkı ayaklandırma gayreti
içinde olduğunu düşünmektedir. II. Abdülhamid, İngilizlerin halifeliği Mısır
Hidivi’ne intikal ettirme çabalarından, Aden’e karargah kurmasından ve
Arabistan’a gönderdikleri casuslardan haberdardır. Ayrıca kabile reislerine bol
para dağıtılarak ayaklanmaya tahrik edildiklerini tespit etmiştir. Bunlar
karşısında din birliğini devletin muhafazası için zaruri görmüştür .
Müslümanların hamisi ve İslam’ın müdafii olarak bir politika izlerse tüm
Müslümanların koşulsuz olarak Osmanlı’yı destekleyeceğini düşünmüştür .
II. Abdülhamit bu dönemde Şerif Hüseyin ile İngilizlerin yakın
ilişkilerinden haberdar olduğu için Şerif Hüseyin’i İstanbul’a davet etmiş ve
çocukları ile beraber burada adeta bir göz hapsinde tutmuştur. İttihatçılar
yönetime geçince, Şerif Hüseyin Mekke Emiri olarak tayin edilmiştir . Bir anlamda isyana zemin
hazırlanmıştır.
Faysal’ın oğulları arasındaki iktidar mücadelesi, Osmanlı’nın
Doğu Arabistan’ın bir bölümünde; İbni Reşid’in de Necid’de üstünlüğü ele
geçirmesine sebep olmuştur. Bu durum karşısında Suudiler Kuveyt’e sığınmak
zorunda kalmışlardır . Suud ailesi Abdurrahman bin Faysal’ın
önderliğinde Kuveyt emiri Mübarek el-Sabah’a sığındığında II. Abdülhamit ona ve
maiyetine beş bin kuruş maaş bağlamıştır. Böylelikle Osmanlı’ya bağlılığı
sağlanmaya çalışılmıştır.
5.2. Abdülhamit’in Hicaz Demiryolu Projesi
II. Abdülhamit, milliyetçiliğin gücünü kırmak için İslam
Birliği fikrine sahip çıkmış, bu yolla hem Osmanlı Devleti içinde hem de başka
ülkelerdeki Müslümanların desteğini sağlayacağını ummuştur. İslam Birliği,
Müslümanların refahını ve gücünü artırmayı, ortak kimliğini geliştirmeyi
hedeflemesi açısından, karşıtlığa dayalı bir ideoloji değildir. Fakat, Avrupa
ve Hıristiyan emperyalizmine karşı çıkmayı hedeflemesi sayesinde destek
görmüştür .
II. Abdülhamit’in politikasının somut adımlarından biri
demiryolu inşasıdır. İstanbul’dan yola çıkan bir tren sağ salim Medine’ye
ulaşabilmektedir. II.Abdülhamid, bu hizmet için İslam dünyasına yardım fonu
oluşturmuştur . II. Abdülhamid’in mukavemet programına uygun olarak
Arabistan’ı savunmak için Şam’dan Mekke’ye giden bir demiryolu yaptırarak
muhtemel bir İngiliz istilasına karşı asker sevkıyatını kolaylaştırmıştır .
Demiryolunun stratejik olarak Mısır’ın yakınından geçmesi, İngilizlerin Mısır’ı
istilası (1882) sonrası bölgenin korunması sağlanmıştır. Demiryolu projesi ile
dünya Müslümanlarının dostluk ve desteğini kazanmak da amaçlanmıştır .
Demiryolu projesi sayesinde II. Abdülhamid dönemi bölgede merkezi kontrol
rahatlıkla sağlanmıştır.
Hicaz demiryolu projesinin 1901 yılında yapımına başlanmıştır.
1.500 km olan demiryolu 1908 yılında Medine’ye varacak ve Şam’ı Medine’ye,
Havran’ı da Der’a’ya ve Hayfa’ya bağlayacak, oradan da denize bağlanacaktır.
II. Abdülhamid bu proje için açılan yardım fonuna bizzat 2,5 milyar altın
bağışta bulunmuş, özel pul çıkarmıştır. Memur maaşlarından kesinti yapılmış ve
İran Şahı, Mısır Hidivi, Hint Recaları, Haydarabat Nizamı, Okyanusya
adalarındaki Müslüman cemaatlerden yardım toplanmıştır . Milli
sermaye ile kurulan Hicaz Demiryolu’nun (1.564km) maliyetinin üçte biri ümmetin
bağışlarıyla sağlanmıştır. Bunun için ayrıca bir Hicaz madalyası ihdas
edilmiştir . Üç milyon
sterline mal olan bu yol, Mekke Şerifi Hüseyin’e göre, emperyalizmin bir işgal
aracı olarak algılanmıştır .
II. Abdülhamid’in Almanya İmparatoru II. Wilhelm ile giriştiği
projeleri ülkede Alman nüfuzunu artırırken İngiltere de Arabistan ve Basra
körfezindeki şeyhlerle ilişkilerini sıkılaştırmıştır. İngiltere’nin Osmanlı
Devleti’ni parçalama politikasına hız vermesine sebep olmuştur . Bu
hizmet nedeniyle bölge halkının ticareti artmış, refah seviyesi yükselmiştir.
Ancak, dokuz senelik hizmetten sonra, İngilizlerin tahribiyle bu yol
kapanmıştır .
6. İttihat ve Terakki İktidarı Dönemi Bölgenin Yönetimi
1909’da İttihat ve Terakki mensuplarının darbe ile iktidarı
ele geçirmeleri, hem Türk aleyhtarı Arapların eline hem de onları destekleyen
emperyalistlerin eline fırsat vermiştir. İttihatçılar önce Osmanlı Arap
kardeşliği cemiyetini desteklemişlerdir. Daha sonra on altı ay boyunca
İstanbul’da gözaltında ikamet eden ve daha sonra Osmanlı’nın başına çok
gaileler açacak olan Hüseyin bin Ali’yi affederek Mekke Şerifi ilan etmişlerdir
.
İttihat ve Terakki iktidarı ile ilk önce serbestlik ve
özgürlük dillendirilmiştir. Ve bu uğurda sonradan düzeltilmesi mümkün olmayacak
birçok tavizler verilmiştir. Fakat ileriki yıllarda ayrılık fikirleri yayılmaya
başlayınca ülkede büyük baskı rejimi uygulanmaya başlanmıştır. Türklük olgusuna
yapılan vurgular Arapların kırılmasına sebep olmuştur. Bu politikanın Araplar
üzerinde derin tesir bırakması ile Arabistan’da ıslahatları savunan cemiyetler
kurulmaya başlamıştır . İttihat ve Terakki’nin iktidara geçmesinde
büyük katkıları olan Arap milliyetçileri, artık yeraltı faaliyetlerine geçecek;
Türkleşme ve Turancılık politikalarına karşı mücadele edeceklerdir .
Kuveyt Emiri Mübarek, İngilizlerin teşvikiyle kardeşlerini
öldürmüş ve Kasım bölgesinde Şammar kabilesinden İbni Reşid ile çatışmaya
girmiş, İbni Reşid’e yenilip Kuveyt’i kaybetmesi gündeme gelince İngiliz
himayesine müracaat etmiştir. İngilizlerin yardımıyla Mübarek, Abdurrahman’ın
oğlu Abdülaziz bin Suud ile Riyad, Kasım, Üneyze ve civarını kısa sürede ele
geçirmiştir. İbni Reşid 1906’da Suud’un adamları tarafından öldürülmüştür. İbni
Reşid’in ailesi Medine’ye kaçarak bir müddet sonra toplanmış, Necid içlerine
giderek, eski idare merkezi Hail’i ele geçirmişlerdir. İbni Reşid’in geleneksel
gücü dikkate alınarak Osmanlı hükümeti tarafından kaymakam tayin edilmiş ve
maaş tahsis edilmiştir. İbni Reşid ailesi, İbn-i Suud’a karşı mukavemet için
silah dahi Osmanlı hükümetinden istemiştir. Osmanlılar Reşidileri, Kuveyt Emiri
ve İbni Suud’a karşı desteklemiştir. Bu arada Suud ailesi ve Kuveyt
İngilizlerin himayesine girerken bölge de İngilizlerin yararına çalışacaktır.
Mübarek el-Sabah servetini İbni Suud’un faaliyetlerinde ve özellikle İbni
Reşid’e karşı kendi güvenliğini sağlamakta kullanmıştır. Suud ailesi hiçbir
zaman Osmanlı lehine hareket etmemiştir. Çünkü onlara göre kendi mezhepleri
dışındakiler İslam’dan sayılmamakta ve katli vacib olmaktadır. Osmanlı bölgede
İbni Reşid’i Suud’a karşı desteklemesi doğaldır, çünkü İbni Reşid hükümet
aleyhine faaliyette bulunmamış, imamet iddiasında olmamıştır. Osmanlı Devleti
yine de iki ailenin de tamamen yok olmasını bölgesel denge açısından sakıncalı
görmüştür. Osmanlı Devleti 1904 yılında Abdülaziz oğlu Abdurrahman’ı Riyad
kaymakamı olarak atamıştır. 1909’dan sonra Abdülaziz Necid’e teşkilatlanmasını
tamamlamış, 1913’te Ahsa’yı ele geçirmiştir .
Osmanlı Hükümeti, Vehib Bey’i Hicaz vali ve kumandanlığına
atayarak Mekke Şerifi Hüseyin’i kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Şerif
Hüseyin’in bir Arap krallığı kurma peşinde olduğunu fark eden Osmanlı Hükümeti,
onu bir muhalif hareketiyle emaretten azletmeyi planlamaktadır. Hükümet
Medine’ye kadar ulaşan Hicaz demiryolunu, Mekke’ye kadar uzatmak istemiştir.
Böylelikle devlet otoritesi buraya ulaşacaktır. Fakat Şerif Hüseyin
Mekke-Medine arasındaki çöl bedevileri ayaklandırarak buna engel olmuştur .
BİRİNCİ
BÖLÜM
BİRİNCİ
DÜNYA SAVAŞINDA ARABİSTAN YARIMADASI
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA ARABİSTAN’IN GENEL DURUMU
19. Yüzyılda milliyetçilik hareketleri doruk noktaya
ulaşmıştır. Bu hareketlerin arkasında gerek uluslar arası güçler gerekse başka
milliyetçi hareketlerin tetiklemesi vardır. Osmanlı Devleti’nde Osmanlıcılık
fikri Hıristiyan toplumlarının milliyetçi hareketleri nedeniyle erozyona
uğrayınca, devlet içinde iki etnik unsur kalmıştır; Türkler ve Araplar. Türk
unsurunun üstünlüğünü vurgulayan her söylem dengeleri alt üst etmiştir.
Kendilerini ikinci planda hisseden Araplar arasında tepkiler oluşmaya
başlamıştır. Bundan sonra oluşan fikir akımlarında Arapların üstün olduğu
dönemlere vurgular yapılmıştır. Bağımsızlık hevesi ile İngiliz ve Fransız
güçleriyle gizli ittifaklar yapan Araplar, Osmanlı Devleti’nin yıkılış
sürecinde çok önemli bir yere sahiptirler .
Arap yarımadasındaki karmaşa ve istikrarsızlık Arapları
çeşitli çözümler aramaya itmiştir. Balkan Harbi’nden sonra Osmanlı Devleti’nin
dağılacağı kanaatine varan Arap ileri gelenleri, Paris’te bir kongre
toplamışlardır. Bu kongreye katılanların çoğunluğu Beyrut’ta kurulmuş olan
Islahat Komitesi üyeleridir. Bu komisyonun İstanbul’da bulunan üyelerin, Osmanlı
hükümeti ile yaptığı görüşmeler neticesinde hükümetin ıslahatlarda kararlı
olduğunu, fakat şimdilik girişimlerinin yabancı müdahalesine yol açacağını
belirtmişlerdir. İleride hükümetin Arapların isteklerine uygun düzenlemeleri
yapacağı ifade edilmiştir .
Osmanlı Devleti, Arap Yarımadası’nda zaman zaman zuhur eden
kargaşa ve otorite boşluğunun önlenmesi için alınan askeri tedbirler
neticesinde Arap kabilelerinin devlete bağlı kalmalarını mümkün kılmıştır.
Fakat devletin Araplar üzerindeki siyasi hakimiyeti ancak kısmi derecede
başarılı olmuştur. Arapların şikayetleri ve bir kısım olumsuzluklara rağmen ne
Sultan II. Abdülhamid ne de İttihad ve Terakki yönetimi, uygulanmakta olan
merkezi idare sisteminde ciddi bir değişiklik yapmaya teşebbüs etmemiştir. İbni
Suud ile İbni Reşid gibi kabileler arasında düşmanlık ve kargaşanın hüküm
sürdüğü, Arap Yarımadası’nın iç kısımlarında Osmanlı hakimiyeti zayıflamıştır
. Bu durumun sadece savaşın son döneminde geçerli olduğu söylenebilir.
Arabistan I. Dünya Savaşı öncesinde siyasi yönden gruplara
ayrılmış, aynı zamanda birbirine karşı olan kabileler arasında mücadelelere
sahne olmuştur. Bölge askeri açıdan küçümsenecek bir yapıda olmamakla beraber,
müşterek bir Arap hareketini gerçekleştirecek liderden yoksundur .
Araplar arasında yüzyıllardır süregelen kabilecilik anlayışı vardır.
Milliyetçilikten çok kabilecilik ön plandadır, kabileler arasında sık sık
sürtüşmeler meydana gelmektedir. Din ve milliyet farkı, Arabistan bölgesinde
mutlak bir birliğin kurulmasını önlemektedir .
Osmanlı Devleti’nin yıkılış döneminde Arap yarımadasının büyük
kısmı Osmanlı Devleti’nin idari kontrolünde görünse de yarımada, bölgede
yaşayan bedevi kabilelerinin meydana getirdiği karmaşa içindedir. Bu karmaşa
içinde, Suud ailesi 18. yüzyılda, Arap yarımadasındaki birçok kabile üzerinde
kurmuş olduğu kontrolü asrın sonunda kaybetmiş olmasına rağmen 20. yüzyılın
başlangıcından itibaren kabileler üzerinde tekrar kontrolü kurarak, Suudi
topraklarını genişletmeye başlamıştır. 1902 yılında, Abdülaziz bin Abdurrahman
es-Suud, Riyad’ı ele geçirerek, 30 yıl sürecek Arap yarımadasındaki dağınık
feodal yapıyı birleştirme hareketini başlatmıştır. Topçu birlikleri ile
desteklenen Osmanlı kuvvetleri İbni Reşid kuvvetleri ile birlikte, Abdülaziz’in
kuvvetleri karşısında başarılı olamamış, Arap yarımadasının merkezi bölümü
Abdülaziz bin Suud’un kontrolüne geçmiştir. Yarımadadaki Türk askeri gücünün
yetersizliğini değerlendiren İbni Suud, 1913 yılında önce doğu vilayetlerinden
Ahsa’da ve daha sonra Hufuf’da bulunan Türk kuvvetlerini
yenerek, Kuveyt ile Katar arasındaki tüm Basra körfezi kıyılarını kontrolü
altına almıştır . İbni Suud’un, Ahsa bölgesini ele geçirmesi üzerine
Osmanlı Hükümeti tarafından cezalandırılması gerekirken devlete bağlı tutmak
amacıyla Necid’e vali tayin edilmiştir .
I.Dünya Savaşı yaklaşırken Osmanlı yetkilileri Necid’deki iki
hükümdarı, İbni Suud ve İbni Reşid’i barıştırmak ve askeri birliktelik sağlamak
için çaba göstermiştir. Mayıs 1914’te imzalanan Osmanlı-Suudi Antlaşması ile
Necid bölgesinin İbni Suud’un bölgesi olarak kalması ve hakimiyetinin saltanat
ile babadan oğula geçmesi kabul edilmiştir. Aynı zamanda anlaşma, İbni Suud’un
diğer yabancı güçler ile anlaşma yapmasını ve içindeki yerleşim birimlerinde
yabancılara imtiyaz vermesini de yasak etmiştir .
Osmanlı Devleti’nin bölgedeki idari hakimiyetinin
zayıflamasından yararlanmak isteyen İngilizler, Necid, Müntefik, Kuveyt gibi
yerlerin şeyhlerini tamamen kendine bağlamıştır. Bunlardan Şeyh Mübarek,
İngilizlerin yardımıyla Kuveyt’e sahip olmuş ve Kuveyt’in tek hakimi gibi
hareket etmiştir. Osmanlı Devleti’nin Arabistan topraklarında yapmaya söz
verdiği, fakat çeşitli sebeplerden dolayı yapamadığı ıslahatlar meselesi, savaş
öncesinde İstanbul Hükümeti ile aşiretler arasındaki sıkıntıları daha da
arttırmıştır. 5-6 bin nüfuslu bir kasaba olan Hail’de oturan İbni Suud,
II.Abdülhamit döneminden beri adeta imtiyazlı bir durumdadır. Buna rağmen
İngilizlerle yakın ilişkiler kurmuştur. İbni Reşid I. Dünya Savaşı’nın başından
sonuna kadar hilafete bağlı olmuştur. İbni Reşid ile İbni Suud arasında var
olan gerginlikler İngilizlerin kışkırtmasıyla çözümlenemez hale gelmiştir.
İbni Reşid, Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğundan, düşman
güçlerinden korunması için Bağdat’tan bir Osmanlı kolordusu gönderilmiştir.
İbni Reşid, hem İbni Suud hem de Şeyh Mübarek tarafından kuşatma altında
tutulduğundan açlık ve sefalet içerisinde aylarca mücadele etmek durumunda
kalmıştır. Kasım bölgesindeki kuşatma süresince elbiseye bile sahip olmayan
askerler, çuvallardan ayakkabı ve elbise yaparak hayatlarını devam ettirmeye
çalışmışlardır .
1914 sonundan 1916’nın başına kadar İngiltere bir taraftan
İbni Suud ile görüşmeler yaparken, daha önemli ve kader belirleyici olan Şerif
Hüseyin-McMahon ve Sykes-Picot görüşmeleri devam etmektedir.
İngiltere-Şerif Hüseyin antlaşmasından haberdar olan Fransa
Ortadoğu’yu paylaşma meselesi üzerinde ısrarla durmuştur. Fransa adına Georges
Picot ile İngiltere adına Sir Mark Sykes arasında Sykes-Picot antlaşması
imzalanmıştır. Buna göre Suriye’nin Akka’dan itibaren kuzeye doğru bütün kıyı
bölgesi (Beyrut dahil) Fransa’nın olacaktır. Bağdat-Basra arasındaki Dicle ve
Fırat bölgesi de İngiltere’nin olacaktır. Geri kalan topraklarda bir Arap
devleti veya Arap devletleri federasyonu kurulacaktır. Arap devletinin
Akka-Kerkük çizgisinin kuzeyi Fransız nüfuz alanı, güney kısmı İngiliz nüfuz
alanı olacaktır .
Arabistan yarımadasının ileride şekillendirilmesi ile ilgili
kararlar Sykes-Picot antlaşması ile karara bağlanmıştır. Bu antlaşma ile
Osmanlı’nın Asya ülkesinde, İngiliz ve Fransız payları ortaya çıkmıştır.
İngiliz ve Fransız kaynaklarına göre Arabistan yarımadasındakiler zaten Türk
hakimiyetinde kalmaya şiddetle karşıdır. Bu sebepten ileride bir Arap
federasyonu veya devleti kurulması bahanesini uydurmuşlardır .
Kurulacak olan Arap Devleti, İngiliz himayesinde olacağı gibi bir Arap halife
atamak İngilizlere kaçınılmaz bir fırsat verecektir .
İngiltere bu antlaşma ile Süveyş kanalını koruma ve Hindistan
yolunu güvence altına alma imkanını elde etmiş olacaktır. Ayrıca İngiliz
filoları için de bol miktarda petrol sağlamış olacaktır. 1888’den itibaren
Almanya’nın Osmanlı Devleti ile yakın münasebet kurması ve Berlin- Bağdat
demiryolu projesini ortaya atması ve böylelikle Basra Körfezine ulaşmayı
planlaması İngiltere’yi gerçekten endişelendirmiştir . Bu tarihten
itibaren Arap yarımadasındaki menfaatlerini koruyacak ve genişletecek planlar
yapmıştır.
İngiliz ve Fransız hükümetleri bir taraftan Arabistan’ın
geleceğini kendi istekleri doğrultusunda planlarken bir taraftan da bazı
devletlere bölgedeki hakimiyetini kabul ettirmeye çalışıyorlardı.
Petrograt’taki İngiliz ve Fransız Büyükelçileri, Rus Dışişleri Bakanı Sazanov’a
verdikleri 9 Mart 1916 tarihli muhtırada Arabistan ile ilgili şu görüşlerini
belirtmişlerdir. Arap devletinin koruyucusu olacak olan İngiliz ve Fransız
hükümetleri üçüncü bir devletin Arap yarımadasında toprak işgal etmesine ya da
Kızıl Deniz’in doğusunda deniz üsleri kurmasına izin vermeyeceklerdir.
İngilizlerin Aden Körfezi’nde genişlemesine bu madde engel olmayacaktır. Arap
devletinin sınırları konusunda Araplarla görüşmelere, şimdiye kadar olduğu
gibi, İngiliz ve Fransız hükümetleri tarafından devam edilecektir. Ayrıca
Arabistan toprağına silah girişinin iki hükümet tarafından yapılması ve bu işin
kontrol altında tutulması kabul olunmuştur . Bu muhtıra ile
Arabistan yarımadasında son söz sahibinin İngiltere ve Fransa olduğu
belirtilmiş, diğer devletlerin bölgeye müdahalesine izin verilmeyeceği ifade
edilmiştir.
Daha savaş başlamadan önce Arap toprakları İngiliz ajan
kaynamaktadır. Osmanlı Devleti’nin Arap yarımadasına gönderdiği vali ve
hakimlerin bir kısmı ise Arapça bilmemektedir . Bu durum İngiliz
siyasi entrikaları karşısında Osmanlı’nın bölgede etkisiz kalmasına sebep
olmuştur. Ayrıca İngiltere savaş boyunca Dışişleri Bakanlığı kontrolünde yoğun
bir propaganda faaliyeti yürütmüştür. 1917 yılında İngiltere’nin propaganda
faaliyetleri için çalışan yetkililerin sayısı 54 kişidir.
Oluşturulan bu büro 2,5 milyon kitap ve broşür yayınlamıştır.
1916’da yayınlanan kopya sayısı 7 milyondur. İngilizler bu propagandalarında
Türkleri hedef göstermiştir. Türklerin hakimiyetleri altındaki topraklardan
çekilmeleri planlanmıştır. ‘Türkler gitmeli’ sloganlı kampanyalar
düzenlenmiştir . Yapılan propagandaların etkisi ile Arap ileri
gelenleri, Türklerin Arap aleyhtarı olduğunu düşünmüşlerdir. Türk hükümetinin
resmi yazışmalarında Arapça kullanımını yasaklaması ve Cemal Paşa’nın sert tutumları yapılan
propagandaları kabul edilebilir hale getirmiştir.
İtilaf Devletlerinin amacı, Osmanlı Devleti’nin egemenliği
altındaki bu topraklar üzerinde özerk bir Arap Devleti kurmaktır. Osmanlı
Devleti bu durumun farkında olup, bir takım önlemler almışsa da başarılı
olamamıştır. Arabistan’da birkaç büyük şehrin dışında merkezi otoriteyi tam oturtamamıştır.
Şeriflerin yöntemindeki etkisi bu durumu bütün açıklığı ile ortaya
çıkarmaktadır. Bölgedeki şerifler hacıların taşınması vasıtasıyla bol altın
para kazanmaktadırlar. Maddi olarak güçlendikçe de Osmanlı idaresine boyun
eğmemektedirler. Örneğin, savaştan önce Şerif Avnürrefik, Müşir Osman Paşa’yı
(Osmanlı Mekke paşası) halkı ve hacıları haksız yere soymasına göz yummadığı
için gizli planlar ile Hicaz’dan uzaklaştırmıştır . Kısaca şeriflere
söz geçirmek, merkezin isteklerini kabul ettirmek çok zordur.
.Dünya Savaşında Osmanlı Devleti İtilaf
Devletlerine karşı savaş açınca İngiltere, Mekke Şerifi Hüseyin, İbni Suud ve
İdrisi’nin Osmanlı ile olan anlaşmazlıklarından istifade ederek, İtilaf
Devletleri ile kader birliği yapmalarını sağlayacak vaatlerde bulunmuştur.
İngiltere bu vaatlerini, bol miktarda dağıtmış olduğu altınlarla da
sağlamlaştırmıştır .
Savaş çıktıktan kısa bir süre sonra Avusturya-Macaristan ve
Alman Hükümetleri ise İbni Suud ve İbni Reşid’i barıştırmak ve Osmanlı ile aralarını
bularak ittifak oluşturmalarını sağlamak istemiştir. Böylece başta İngiltere
olmak üzere İtilaf Devletlerine karşı İbni Suud ve İbni Reşid’in birlikte
hareket etmelerini sağlamak istemişlerdir .
Osmanlı Devleti, Arapları mali yönden kendine bağlamak için,
5.000 sterlin altını Arabistan’a dağıtmıştır. Arap şeyh ve liderlerine, Şerif
Hüseyin, İbni Reşid ve İbni Suud gibi kişilere, Osmanlı’ya bağlı kalmaları için
bol miktarda altın verilmiştir .
. KUTSAL CİHADIN İLAN EDİLİŞİ VE ETKİSİ
2 Ağustos 1914’te Osmanlı ordusu genel bir seferberlik ilan
etmiştir. Arabistan’daki diğer birlikler gibi Hicaz’daki 22. Fırka ile
Asir’deki 21. Fırka bunun dışında tutulmuştur. Mekke ve Medine’nin güvenliği
için gerekli tedbirler alınmıştır. Osmanlı için bölgenin korunması büyük önem
taşımaktadır.
İngiltere de savaşın hemen başında Kızıldeniz’de
faaliyetlerine başlamıştır. 1914 senesinde İngiliz harp gemileri Kızıldeniz’i
ablukaya almıştır. Bedeviler İngilizlerin kışkırtmasıyla Hicaz, Asir ve Yemen
arasındaki ulaşım irtibatını kesmişlerdir. İngiltere bölgede egemenlik sahasını
genişletmek için çalışırken Osmanlı da Arabistan’daki menfaatlerini korumaya
çalışmaktadır. Osmanlı Almanya’nın ısrarı ile Süveyş Kanalı’na saldırmayı ve
İngiltere’ye büyük bir darbe vurarak Mısır’ı yeniden almayı planlamaktadır.
Bölge komutanlığına atanan Cemal Paşa, Kanal Seferi için mümkün olduğu kadar
çok kuvvet toplamaya çalışmıştır. Cemal Paşa özellikle güçlü iki kabile reisi,
İbni Suud ve İbni Reşid’in arasını düzelterek onların da sefere katılmasını
sağlamaya çalışmıştır .
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na girerken son dönem
kaybettiği yerleri ve itibarını geri kazanacağına inanarak Cihad-ı Ekber ilan
etmiştir. Cihad-ı Ekber, 14 Aralık 1914’te ilan edilmiştir. Fetva emini Ali
Haydar Efendi tarafından ilan edilen fetvayı padişahın istemeyerek kabul ettiği
tahmin edilmektedir. Osmanlı’nın savaşa katılması ile üç kademede yapılan Cihat
beyannamesi ve fetvalar ile İngiliz, Fransız ve Rus idaresinde yaşayanlarda
dahil olmak üzere bütün Müslümanlar bu üç devlete karşı savaşa çağrılmıştır.
Cihadın bütün Müslümanlara farzı ayn yani bütün Müslümanların yapması gereken
bir fiil olduğu beyanda vurgulanmıştır . Bu beyanname ile tüm
Müslümanlar arasında birliğin sağlanması ve sömürgeci devletlere karşı bir
ayaklanmanın vücuda getirilmesi amaçlanmıştır .
Cihad-ı Ekber’in ilan edildiği tarihlerde merkezi Arabistan,
İbni Suud ve İbni Reşid’in hüküm sürdüğü iki idari alana ayrılmıştır. Buradaki
Arap kabile liderlerinin cihada katılımlarını sağlamak için Arapça telgraflar
çekilmiş, fetva ve beyannameler gönderilmiştir. Osmanlı hükümeti, Mekke Emiri
Ali Haydar Paşa’ya elli bin altın lira vererek, ondan Arap kabilelerini Cihad-ı
Ekber davetine kazanmasını istemiştir. Aynı zamanda kabileler arasında tesirli
olacağı inancı ile Medine ahalisinden Ulban El-Cabi ve Mesud bin Düreyş gibi
ulemanın yer aldığı bir nasihat heyeti oluşturulması kararlaştırılmıştır. Şeyh
Senusi’nin oğlu ile Seyyid Mehdi’nin Medine’ye gelerek cihada katılmaları ve
kabileleri bu konuda ikna etmeleri sağlanmıştır. İtilaf Devletlerini ciddi
derecede rahatsız edecek pozisyonda bulunan Arap kabile liderlerine büyük
ehemmiyet verilmiş ve cihadın önemini anlatması için özel elçiler
görevlendirilmiştir.
Arabistan’da Cihad-ı Ekber davetine icap eden tek Arap kabile
lideri, Şammar bölgesinde hakim olan Emir İbni Reşid’dir . Şerif Hüseyin, İbni Suud ve İdrisi,
her biri kendi güçleri nispetinde, savaşın akıbetine etki edecek bir noktada
buluyorlardı. Bu liderler, İtilaf Devletleri lehine hareket ederek Cihad-ı
Ekber’in ilanı ile umulanları boşa çıkarmışlardır. Türk kuvvetlerini etkisiz
hale getirmiş ve İngiltere’nin Kızıldeniz’in kontrolünü elinde tutmasını
kolaylaştırmışlardır .
Necid bölgesine hakim olan Emir Abdülaziz bin Suud, Osmanlı
aleyhtarı bir tutum sergileyerek cihad davetini duymazlıktan gelmiştir.
İngiltere ile gayet uyumlu bir siyaset izlemesi karşılığında İngiltere’den
gerek maddi gerekse cephane ve subay desteği gibi askeri yardım almıştır. Arap
Yarımadası’nda Necid valisi ve kumandanı, aynı zamanda Vahhabi mezhebinin
lideri olan İbni Suud’a da Cihad-ı Ekber davetine katılması için İttihat ve
Terakki yönetimi tarafından telgraf çekilmiş ve elçiler beraberlerinde
hediyelerle gönderilmiştir. İbni Suud, Osmanlı Hükümeti tarafından uzun süre
izlenmiştir. Fikirleri ve hareketleri Talat ve Enver Paşalar tarafından
yakından takip edilmiştir. Özellikle İbni Suud’un menfi bir düşünce ve muhalif
bir tutum sergilemeye başlaması üzerine, Osmanlı Hükümeti onunla anlaşma ve
uzlaşma yolları aramaya başlamıştır. İbni Suud’a bir takım tekliflerde
bulunulmuştur. Fakat Hindistan İngiliz Hükümeti ile siyasi birlik içerisinde
olduğunu düşündüğü Şerif Hüseyin’in Cihadı Ekber davetine katılmayacağını
öğrenince Cihad-ı Ekber davetine uymaktan vazgeçmiştir. İbni Suud, İngilizlerin
Basra Körfezi’ndeki kıyı şeridini ele geçirebileceklerinden endişe duyduğunu
bahane ederek, Osmanlı elçilerine kesin bir cevap vermekten kaçınmıştır .
Cihad davetini ret etmekten de çekinmiştir.
Osmanlı Hükümeti bölgedeki hakimiyetini gösterme adına İbni
Suud’la anlaşmakta kararlı davranmıştır. Hükümet, İbni Suud’a çeşitli teklifler
sunmuştur . 10 Mart 1914 tarihli tahriratta Hakkı Paşa’nın İbni
Suud’a yapmış olduğu bir teklif yer almaktadır. Bu teklifin yapılmadan önce
Hindistan’daki İngiliz yetkilisi Cox’la da görüşülmüştür. Teklifte; 1)Sancak
ile Ahsa sahillerinin Osmanlı askerine verilmesi, 2)Hakim ve kadıların Ferman-ı
Hümayun ile tayin edilmesi, 3)Senelik 3.000 lira vergi verilmesi, 4)Ecnebi
hükümetleri ve memurları tarafından vuku bulacak bütün tebligatın bir suretinin
Osmanlı’ya gönderilmesi, 5)Bütün tüccar ve ecnebi memurların sancaktan
ihracı,6)Ecnebilere sefir ve otomobil imtiyazının verilmemesi yer almaktadır.
Osmanlı Hükümeti ancak bu şartlar altında İbni Suud’u Necid mutasarrıflığına tayin
ve kabul ettiğini bildirmiştir.
İngiliz Cox, Muharrem 391 tarihli mukavelename ile Necid’in
Osmanlı toprağı olduğunu tanıdıklarını belirtmiştir. Fakat yapılmak istenen
antlaşma maddelerinin kendi menfaatleri ile uyuşmadığını ve menfaatlerini
muhafaza etmeye mecbur olduklarını belirtmiştir. Cox, Padişah tarafından
İngilizlere verilen imtiyazlarla son maddelerin uyuşmadığı ifade etmiştir.
5.maddenin ise asla kabul edilemeyeceğini ifade etmiştir. Türk Hükümeti de
kendi haklarını korumaya mecbur olduğu ifade etmiştir . Neticede
antlaşmadan İngilizler aleyhine olan maddeler çıkarılarak İbni Suud’a teklif
edilmiştir. İbni Suud, 15 Mayıs 1914’de Osmanlı Devleti ile antlaşmayı
istemeyerek de olsa imzalamıştır. İbni Suud’un Türklerle bu antlaşmayı
imzalamasının temel nedenlerinden biri; Ahsa’dan Türk garnizonlarını kovmuş
olduğu için, deniz yolu ile bir istiladan korkmasından ileri geliyordu.
İbni Suud antlaşmayı imzaladıktan sonra da menfaatlerine uygun
hareket edecektir. 31 Ekim 1914’de İbni Suud’un İbni Reşid’e karşı bir mücadele
başlattığını öğrenen Osmanlı Hükümeti, Basra’da bulunan Seyyid Talib’e mücadeyi
durdurması için bir telgraf çekmiştir .
İbni Suud’un Osmanlı Hükümeti aleyhine çalışmalarını son dönem
siyasi hatalarının körüklediği söylenebilir. I.Dünya Savaşı sırasında Bağdat’ta
askeri ve mülki görevde bulunan Cavit Bey şöyle demiştir: “Bağdat’a gittiğim
sırada İbni Suud’dan Şehit Mehmet Fazıl Paşa’ya gelen bir mektubu okudum.
Mektupta İbni Suud, İttihat Hükümeti’nin İbni Reşid’e her istediğini verdiğini,
kendisinin ise bir bedevi şeyhine yapılması lazım gelen hürmete bile mazhar
olamadığından, çocuklardan oluştuğunu düşündüğü hükümete itimat edemeyeceğini
belirtmişti.” İbni Suud’un Osmanlı Hükümetine bakışını
gösteren bu sözler I. Dünya Savaşı sonrası gelişmelerin alt yapısının nasıl
oluştuğunu göstermektedir.
Cihad-ı Ekber, ilan edilmesine ve oldukça yüklü bir propaganda
yapılmasına rağmen istenilen
sonucu vermemiş, İslam dünyasından İtilaf Devletleri aleyhine bir hareket
meydana getirilememiştir. Bunda İtilaf Devletlerinin özellikle İngiltere’nin
bölgedeki faaliyetleri ve karşıt propagandaları etkili olmuştur. İngiliz
Hükümeti bir taraftan Şerif Hüseyin’e maddi destek sağlarken diğer taraftan da bölgenin geride kalan
şeyhlerini kendi tarafına çekmek için uğraşmıştır.
Cihad-ı Ekber’in İslam dünyasında istenilen etkiyi
göstermemesinin sebepleri: 1)Cihada çağrılan milletlerin bağımsız olmaması,
2)Hükümdarlarının tahtlarını korumaları veya kaybetmeleri tamamen sömürgeci
devletlerin isteğine bağlı olması, 3)Hükümdarların sömürgeci devletlerin
hizmetinde olması, 4)İngilizlerin İslam dinini bölgedeki Müslümanlardan daha
iyi bilmesi ve Müslümanları yönlendirebilmeleri, 5)İngilizlerin Hindistan’da
Cihad-ı Ekber’e karşı Darül-İslam ilan eden bir fetva ilan etmiş olması
görülebilir. Doğru dürüst bir hazırlık yapılmadan ilan edilen cihat ile hilafet
makamının dünya nazarındaki mevkisinin sarsılmasına sebep olunmuştur .
Osmanlı savaşa girdikten sonra, Osmanlı’nın kutsal cihat ilan
etmesi İngiliz Hükümeti’ni oldukça endişelendirmiştir. İngilizler, Türklerin
cihat çağrısının Hintli Müslümanlar üzerinde derin bir etki oluşturmasından
korkmuşlardır. İngiltere’nin sömürgesi Hindistan Müslümanları halifeliğe büyük
önem veriyorlardı. Şerif Hüseyin, Osmanlı’nın cihat çağrısını desteklemiş
olsaydı, halifenin gücünün İngiltere’nin Hindistan ve Mısır’da İngiliz konumunu
sarsmasından korkmuşlardır. Hem Hindistan’daki 20 milyon, Mısır ve Sudan’da 60
milyon Müslüman ile İngiltere’nin; hem de Afrika’da 20 milyonla Müslüman ile Fransa’nın
göz ardı edemeyeceği kısmen başarılı bir cihat, itilaf güçlerine karşı ciddi
bir tehdit oluşturabilirdi. Ayrıca Hicaz’a giden hacıların ve Şerif Hüseyin’in
bunlar üzerinde etkin rolü İngiltere’yi kaygılandırmıştır . Bu
yüzden İngiliz diplomat Larcher, İngilizlerin Türklerle savaşının kendileri
için tehlikede olduğunu, Türklerle savaşının sadakatleri şüpheli Hindistan,
Mısır ve Sudan’daki Müslüman uyruklarını tutuşturabileceğini söylemiştir.
Larcher, Osmanlı Devleti’nin ölüsünün bile İslam dünyasında etkili
olabileceğinden çekindiğini ifade etmiştir .
. ŞERİF HÜSEYİN İSYANI
Dünya Savaşı başlayınca İngilizler
Ortadoğu’daki çıkarların korumak için Türk ordularını hırpalamada faal rol
oynayacak Arap bağlaşıklar aramaya koyuldular. Bu amaçla Haşimi aşiretinin
önderi ve Necid’in yöneticisi İbn-i Suud’un düşmanı Şerif Hüseyin’i seçtiler.
1915 yılı boyunca Şerif Hüseyin, Araplara bağımsızlık verileceği sözleriyle
aldatılarak Osmanlı Halifeliğine karşı ayaklanmaya kışkırtılmıştır .
Türkler Kuttü’l-Amara’yı ve 10.000 kişilik İngiliz-Hint
bölüğünü ele geçirince İngilizlerin bölgedeki durumları kötüleşmiştir. Bu
gelişmeler, İngilizlerin bir Arap isyanını çıkarma kararı almalarını
hızlandırmıştır. İngiltere, Arap Yarımadası’nda petrol kuyularını güvence
altına almak ve savaşın başında askeri amaçlar için ittifak kurduğu Kuveyt ve
Muhammara’nın şeyhlerini korumak istemektedir. İngiltere ile Osmanlı’nın
savaşının resmen başlamasından önce, İngiliz ordusunun bir tümeni Bahreyn’de
konuşlanmıştır. Daha sonra Şattü’l Arap’a yerleşmiş ve Basra’yı işgal etmiştir.
Bu tümenin komutanı yerli Araplara İngiliz gücünün dost olduğunu ilan etmiştir.
İngiliz Hükümeti yarımadanın her iki tarafında Araplarla dostluklarını ilan
etmeye büyük özen göstermiştir. İngiltere, kutsal şehirlere saygı göstermeye ve
Türklerin yanında yer almadıkları müddetçe Araplara dostça davranmaya söz
vermiştir. İngiliz Hükümeti yetkilileri Arabistan’daki İngiliz siyasetini
kararlaştırma noktasında çelişkilere düşmüştür. Hindistan’daki İngiliz
yetkilileri bir Arap isyanını teşvik etmekten ziyade, Hindistan’da uygulandığı
gibi daha geleneksel bir politika ile yerel Arap şeyhlerini devlet yardımı ile
destekleme politikasını takip etmeyi tavsiye etmiştir. İngilizler Arabistan’da
Türk otoritesinin yerini, kabile reisleri almadan önce bazı karışıklıklarla
karşılaşmıştır. İngiliz yetkilileri için çok önemli olan iletişim hatlarının
güvence altına alınması için çeşitli kabile reislerine mali yardım sağlamaya
karar vermiştir. O döneme kadar Hicaz’da uygulanan Şerif Hüseyin’i altın geliri
ile destekleme ve bedevi vergisini toplamasına yardım etme politikasının
aksine, Hindistan İngiliz yetkilileri mali yardımları artık direkt olarak diğer
Arap şeyhlerine vermiştir. Şeyhlerin kabilesi üzerinde otoritesini arttırması
için İngiliz birlikleri kullanılmıştır. Bu anlamda İngiliz desteği gören yerel
şeyhlerden biri Riyad Emiri İbni Suud’dur . İngilizler yardımları karşılığında
İbn-i Suud’dan Basra’ya yapılacak İngiliz saldırısı sırasında Kuveyt şeyhine
katılmasını istemektedir. İngilizler İbn-i Suud’un ileride Necid ve Ahsa’nın
egemen yöneticisi olacağı sözünü de vermişlerdir. İngilizler bir taraftan Arap
isyanı için Şerif Hüseyin’i desteklerken bir taraftan da diğer kabile şeyhleri
ile arasını iyi tutmaya çalışmıştır. İngiltere’nin amacı, Şerif Hüseyin’e tüm
Arabistan’ı vermek yerine Arabistan’ı bölüştürerek İngiltere’nin denetiminde
küçük prensliklerden oluşan, aralarında işbirliğine gidemeyen, dolayısıyla
Batılı devletlere güçlük çıkarmayacak kadar zayıf ve dağınık bir Arabistan
kurmaktır .
Şerif Hüseyin’in kral olmak ve İngilizlerin Arabistan’ı
Osmanlı topraklarından koparmak isteği isyana sebep olmuştur. Şerif Hüseyin,
Osmanlı Devleti’nin Almanlarla ittifak kurmasını isyanı için bir dayanak olarak
görmüştür. Osmanlı Devleti savaşa girer girmez, Mısır’daki İngiliz
yetkilileriyle gizli görüşmelere başlamıştır. İngilizler, Şerif Hüseyin
Osmanlı’ya karşı bir isyan başlatırsa, silah ve erzak yardımı sözünü
vermişlerdir. Ayrıca tüm Arabistan’da bağımsız bir devlet kurulacağı vaadinde
bulunmuşlardır. İngilizler desteklerini Mısır’da bulunan askerlerinden yardım
için Şerif Hüseyin’e göndermek suretiyle göstermiş oldular. Özellikle İngiliz
askeri yardımının Şerif Hüseyin’e ulaştırılmasında, casus Lawrence’nin önemli
gayret ve girişimleri olmuştur .
Mekke Şerifi Hüseyin, Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını
kazanmaları sürecinde hayati rol oynamış bir isimdir. İsmindeki ‘Şerif’
Peygamberimizin soyundan geldiğini gösterir. Ayrıca da Fatimi hanedanının
torunudur. Yani iki taraflı bir asalete hakimdir. Bu iki özelliğinden dolayı
Şerif Hüseyin’in Arap dünyasında karizmatik bir kişiliği vardır. Yalnız zeki ve
dirayetli bir devlet adamı olmadığı için kullanılmaya da müsait bir insandır.
Hem karizması hem de kullanılmaya müsait olması II. Abdülhamit’in dikkatini
çeker ve onu 1891 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a davet eder; 18 yıl
boyunca da bir daha bırakmaz. Bunu Şerif Hüseyin’in İngiliz ajanlarıyla irtibat
halinde olduğunu haber aldığı için yapar; onu enterne ederek İngiliz
ajanlarıyla ilişkisini de kesmiş olur . Fakat İttihat ve Terakki
yönetimi başa geçince Şerif Hüseyin’i hemen Mekke’ye Şerif olarak atamıştır
. Böylelikle savaş döneminde yarımada büyük bir tehlikeye atılmıştır.
Şerif Hüseyin daha Dünya Savaşından önce İngilizlerle
ayaklanma hakkında görüşmeler yapmıştır. 1912 yılında Mısırlı yöneticilerden
biri Şerif’in temsilcisi sıfatıyla Londra’ya gitmiş ve Araplarla İngilizler
arasında bir antlaşma yapmak için çalışmıştır. İngilizler, Araplara silah temin
edecekler, Araplar da Osmanlı’ya isyan ederek gelecekte İngilizlerle müttefik
olacaktır. İngiliz Dışişleri Bakanlığı teklifi kabule yanaşmamıştır. İngilizler
ileride Arap bölgelerini ele geçirmek istedikleri için projeyi reddetmiş ve
silah yardımı yapmayı uygun bulmamışlardır. Bu teklif üzerine İngilizler, savaş
öncesinden kendi tüccarlarının Yemen, Umman ve Irak’taki Araplara silah
satmasını yasaklamıştır. Arapların elindeki makineli tüfekleri değerinden çok
fazlasına satın almak için girişimleri olmuştur. Böylelikle planlarına uygun
olarak işgal öncesi bölge halkını silahtan mahrum bırakmak istemişlerdir.
Şerif Hüseyin savaş öncesinde İngiltere’ye tekrar başvurarak
ittifak önermesine rağmen İngilizler kabul etmemiştir. Ancak savaş şartlarında
İngilizlerin beli bükülünce, Araplara muhtaç olduklarını anlamış ve İngilizler
Şerif Hüseyin’e teklif götürmeye başlamışlardır . Bir başka görüşe
göre, savaştan önce İngiltere’nin yardımını uygun bulmayan Şerif Hüseyin, Nisan
1914’de oğlu Abdullah aracılığı ile İngiliz tekliflerine kapı aralamıştır
İngiltere ve Fransa, önceleri Arap bağımsızlık hareketlerine
karşı çıkmışlardır. Osmanlı devleti’ne karşı bu hareketlere yardım etmeleri,
aslında 1916 Mayıs’ında imzalanan Sykes-Picot anlaşmasına ile bölgedeki ortak
planlarını gerçekleştirmek istemelerindendir .
İngilizler diğer Arap kabilelerini de aynı tür isyana
sürükleme girişimlerinde bulunmasına rağmen netice alamamıştır. Arapların büyük
çoğunluğu hilafet ve saltanatın sadık destekçileri olarak kalmışlardır. Bazı
Arap liderlerinin ise batan Osmanlı gemisini terk ederek kendi
bağımsızlıklarını kurmayı amaçladıkları görülmüştür. Yabancı yardımı da bu
fırsatı beklemektedir. . Şerif Hüseyin, 1914 sonbaharından beri
görüşmeye devam ettiği İngiliz Savaş Bakanı Kitchener’a tüm Arap Asyasının
kendi hakimiyetinde bağımsız bir krallık olmasını talep etmiştir. (İngilizler
Şerif Hüseyin’e halifelik önerdiklerinden onun krallığa girişmesi onları
şaşırtmıştır.) Şerif Hüseyin’in bu talebinde Babıali’nin savaş sonunda onu
görevinden indireceği haberinin yayılmasının büyük tesiri olmuştur .
İngilizler, Şerif Hüseyin’in isteklerini dikkate aldıklarını gösteren bazı ufak
girişimlerle onu kendi saflarına çekmişlerdir. Böylelikle Arap yarımadasında
Osmanlı aleyhine oluşumlar başlamıştır.
Bu aşamada büyümeye başlayan Arap milliyetçiliği yakın doğunun
birkaç bölgesinde harekete geçmektedir. 19. yüzyıl sonlarında Arap
milliyetçiliği iki farklı ve uzak biçim almıştır. İlk olarak Beyrut ve Şam’da
milliyetçi politikaya göre düşünen ordu memurları ve aydınlarının oluşturduğu
küçük gruplar vardır. Bu gruplar esas olarak geleneksel 19. yüzyıl Avrupa
milliyetçisi fikir hareketlerinden etkilenmektedir. Osmanlı’da son zamanlarda
ortaya çıkan ulusal isyanlar bu grupları teşvik edici rol oynamıştır. Bu
milliyetçilik faaliyetleri Osmanlı’ya karşı Arap liderleri arasında hızla
yayılmaktadır. Genç Türklerin dağılan devleti toparlama ve merkezileşme
çabaları, Arap kabilelerinin özgürlüğüne ve her türlü merkezi otoriteye olan
hoşgörülerine etki etmektedir .
1914’te Hüseyin ve oğlu Abdullah Arap hoşnutsuzluğunun iki
bölümü arasındaki asıl bağlantıyı oluşturmaktadır. Hem Hüseyin hem de Abdullah
10 yıldan fazla bir süre İstanbul’da yaşamıştır. Abdullah, Osmanlı meclisinde
Hicaz’ın temsilcisi olarak görev almıştır. Ayrıca Suriye’deki gizli derneklerle
bağlantı içerisindedir. Abdullah, Ağustos 1914’te, Kahire’ye bir ziyareti
sırasında Kitchener’la isyan hakkında görüşmüştür. Şerif Hüseyin ise uzun bir
süre Hicaz bedevileri ile meşgul olmuştur. Mekke’nin Emiri olarak yerel bir
Arap prensi pozisyonunda olduğu gibi bir silahlı gücü de vardır. İngilizlere
göre Şerif Hüseyin, iki birbirinden bağımsız hareketi yürütmek ve düzenlemek
için ideal bir konumdadır. Askeri güç biraz daha önemliydi. Şam’ın Arap
milliyetçisi aydınlarının hiçbir askeri gücü yoktu. Arap kabile liderlerinin de
politik amaçları yoktu. Şerif Hüseyin ise bunların her ikisine de sahipti.
1915’in ortalarında birçok İngiliz bakanın Mısır’dan İran Körfezi’ne kadar
uzanan olası bir Arap birliği tasarladıkları bilinmektedir. Bu olası Arap
birliğini savunanların önde gelenlerinin başında Sudan Genel Valisi Wingate ve
Mısır’daki İstihbarat Bakanı Albay Clayton vardır. Ayrıca Hüseyin’in Arap
Halifesi olması ihtimali de bu dönemde konuşulmaktadır. Wingate’e göre;
“Gelecekte İngiltere’yi patronu ve koruyucusu olarak gören ve tek bir Arap
lidere ırk ve dil bağlarıyla bağlanan, Avrupa’nın himaye ve yönetimi altında
bir araya gelen yarı bağımsız Arap Emirlikleri Federasyonu fikri
gerçekleşebilir. İngiltere açısından bakıldığında Hicaz, Hint birliklerini batı
sınırına taşıyacak olan koridorun her iki tarafını çevirmektedir. Mısır’daki
Yüksek Komiser McMahon’un bir açıklamasından Hamilton’un Arapları savaş dışı
etmek istediği bilinmektedir. Arapların savaş dışı bırakılmasından kasıt İtilaf
Devletleri safına geçmeleridir. Bölgenin stratejisi dışında, Gelibolu’daki Türk
gücünün büyük bir kısmını ve Mezopotamya’daki gücün neredeyse tamamını Araplar
oluşturmaktadır ve
Almanlar geri kalan Arapları da savaşın içine çekmek için
büyük harcamalar yapmaktadırlar. Bu yüzden Araplar iki tarafın arasında
kalmışlardır. Araplar ise Türklerden ayrılmalarının gelecekte onlara neler
kazandıracağını bilmek istemektedirler. Dolayısıyla bu garantiyi verip böylece
Arap harekatını başlatmam istenmiştir.” Arapların I.Dünya Savaşında üstlendikleri
etkin rolü bu açıklama izah etmektedir.
Şerif Hüseyin’e destek için baskı yapanların özellikle Mısır
ve Sudan’daki İngiliz yetkililerin olması dikkat çekicidir. Özellikle Hindistan
hükümetindeki İngiliz yetkililer bu dönemde Şerif Hüseyin’in başını çektiği bir
harekatın değerini tartışacaklardır. Aslında bu iki yönetimin bir Arap isyanını
teşvik etme politikasında uyuşmadıkları gibi bir çatışma içine girdikleri
göstermektedir. Bu mesele, Şerif Hüseyin’in cihat çağrısını etkisiz hale
getirebileceğini düşünen Mısır ve Sudan’daki İngiliz yetkililer ile aksini
düşünen Hindistan İngiliz yönetimi arasında çekişmelerin başlamasına sebep
olmuştur. Fakat sonunda siyasi yönden Şerif Hüseyin, eşsiz bir pozisyona sahip
olan kişi olarak belirlenmiştir .
İngilizlerin siyasi ve askeri tüm yönleri ile Arap isyanı için Şerif Hüseyin’i
desteklemesi, kendi içlerinde büyük tartışmalara sebep olsa da Şerif Hüseyin en
iyi aday olduğu düşünülmüştür.
Ayaklanma öncesinde, İngiliz hükümetinin bir temsilcisi olan
Sir Henry McMahon ile Şerif Hüseyin arasında bazı yazışmalar ve görüşmeler
yapılmıştır . İngiliz Dışişleri Bakanlığı hakiki bir isyan için
Abdullah’a 10.000, Şerif Hüseyin’e 50.000 sterlin verilmesinde bir engel
olmadığını bildirmiştir. McMahon ödenecek para miktarını Şerif Hüseyin’e
iletince, Şerif Hüseyin’in ek olarak istenen 20.000 sterlin talebi kabul
edilmemiştir. Fakat isyanın başlaması ve ilerlemesi hakkında kesin bir haber
alır almaz, ilk meblağın gönderileceği söylenmiştir . Sir Henry
McMahon ile Şerif Hüseyin arasındaki yazışmalar savaş süresinde devam etmiştir.
Şerif Hüseyin’in özellikle sınırlar ile ilgili sorularını McMahon yazışmalarda
geçiştirmiştir. Şerif Hüseyin Arapların yaşadığı coğrafyanın tümünde
krallığının tanınmasını istemiştir. Şerif Hüseyin McMahon’a dördüncü mektubunda
Arap davasına hizmet için çalıştığından istediklerinin fazla görülmemesini
istemiştir. McMahon’un önerdiği gibi kuzey sınırlarında değişikliği uygun
görmediğini, bu topraklar uğrunda savaşmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Aynı
zamanda McMahon’dan silahlı çatışmaya girmeme ile ne kast ettiğini açıklamasını
istemiştir. McMahon ise cevabında açık ifadeler kullanmamış Şeyh Senusi gibi
Osmanlı tarafına geçip Arap davasına zarar vermemesini, savaş sonrası
menfaatleri için yapılan düzenlemeleri kabul etmesini istemiştir. İngilizler
bölgedeki faaliyetleri için Arap isyanını kullanmak istemektedirler. Arapların
Lübnan bölgesinde hakimiyetlerini kesinlikle kabul etmeyen İngiliz yetkililer
ile Şerif Hüseyin arasında kurulacak Arap devletinin sınırları uzun süre
görüşülmüştür . Sonunda İngiltere, Şerif Hüseyin’in bütün Arap
yarımadası ile bütün Suriye’yi ve Irak’ı içine alacak bağımsız Arap devletinin
başına geçme isteğini Lübnan hariç kabul etmiştir. İngilizler, Şerif Hüseyin’e
Akdeniz’e kadar bağımsızlık verecek, kutsal kentleri saldırılara karşı
koruyacak, böylece onun Arap ihtilalini hazırlamasına yardım edeceklerdir .
İngilizler tüccarlarının Arap bölgelerine silah satışlarının
yasaklaması ve İngiliz
hükümetinin bölgeye silah giriş ve çıkışını kontrolleri altında bulundurmaları,
istedikleri zaman ve zeminde istedikleri askeri harekata yön vermelerini
sağlamıştır.
İsyanın Çıkışı
Dünya Savaşı’nın devam ettiği sırada Osmanlı Devleti için en
önemli sorunlardan birisi hiç şüphesiz Şerif Hüseyin isyanıdır. I.Kanal Seferi
hazırlıkları sırasında Şerif Hüseyin’in Devlet-i Ali’ye bağlılığı devam
etmiştir. Hicaz vali ve kumandanı miralay Vehib Bey I. Kanal Seferi’ne
Hicaz’dan asker yardımında bulunacaktır. Bu arada Cemal Paşa, Şerif Hüseyin ile
haberleşip, oğullarından birisinin Hicaz kuvvetlerine katılmasını istemiştir.
Şerif Hüseyin, Cemal Paşa’nın isteğini olumlu karşılamış ve oğlu Ali Bey’in
Vehib Bey ile hareket edeceğini bildirmiştir. Fakat Ali Bey Medine’ye gelince,
daha ileri gidemeyeceğini söylemiştir . Muhafız Basri Bey’in
işlerine müdahale etmeye başlamıştır . Şerif Hüseyin ve oğulları
Hicaz’da kanal seferine katılacak askerleri hazırlıyoruz diyerek, devletten
para ve silah almışlardır. Cemal Paşa, bu hususta şunları söylemiştir. “Şerif
Hüseyin, Kanal seferine iştirak için göndereceğini vaat ettiği 1500 gönüllünün
masrafları için benden altın olarak elli altmış bin lira almıştı...” Cemal
Paşa, Şerif Hüseyin’in tümden Osmanlı’ya tavır almasını önlemek için istemeyerek
de olsa yardım etmiştir. Fakat Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’den şüphelendiğini
açıkça ifade etmiştir. “... Bunlara ait tüfekler Nisan ayı
nihayetine doğru Medine’ye vardı. Oradan Mekke’ye gönderileceklerdi. Fakat
Şerif Hüseyin’deki dil değişikliği beni ihtiyatlı olmaya sevk etti. Bazı
bahanelerle tüfekleri Medine’de bıraktırdım” .
Şerif Hüseyin, isyan sırasında Suriye Arapları ile birlikte
hareket için işbirliği zemini aramıştır. Bu iş için oğlu Faysal’ı
görevlendirmiştir. Faysal İstanbul’a giderken ve dönerken Şam’a uğramıştır.
Cemal Paşa, Faysal’ın niyetini tahmin ettiği için onu çok iyi karşılayıp
karargâhında misafir etmek istemiştir. Faysal ise hareketlerinin dikkat
çekmemesi için başka bir yerde kalmıştır. Faysal, Şam’da yaptığı incelemeler
sonunda mahalli şartların Arap isyanı için uygun olmadığını görmüştür. Faysal’ı
destekleyen Suriyeliler ya tutuklanmışlar ya da saklanmışlardır. Birçok dostu
da idamla cezalandırılmıştır. Faysal, iyi organize edilmiş Arap birliklerinin
uzak bölgelere sürüldüğü veya Türk birlikleri arasında dağıtıldıklarını
görmüştür. Arap köylüleri de
askerlik hizmeti yapmak üzere Türk ordusuna alınmıştır. Cemal
Paşa, uyanık davranıp Arap güçlerini etkisiz hale getirmiştir .
Arap isyanını, Cemal Paşa’nın katı siyasetinin ortaya çıkardığı;
yani o Suriye’nin ileri gelenlerini öldürmüş olmasa, Şerif Hüseyin devlete
karşı çıkmayacağı ve Arapların Türklerden ayrılmayacağı iddiaları doğru
değildir. Çünkü Şerif Hüseyin’in İngilizlerle ilişkisi ve devlete karşı çıkmak
için fırsat kollaması Abdülhamit dönemine dayanmaktadır . Abdülhamid
bunun farkında olduğu için yetkileri elinden ittihatçılar tarafından alındıktan
sonra, İttihatçılar Mekke Emiri Ali’nin yerine Şerif Hüseyin’i getirdikleri
zaman “Bu adamı çok iyi tanıyorum ve yapacağı işlerden dolayı asla sorumluluk
kabul etmiyorum” demiştir . Başka bir görüşe göre, Şerif Hüseyin
isyanının ortaya çıkmasında idamlar meselesinin etkisi büyüktür. Çünkü diğer
Araplar gibi Şerif Hüseyin’in de milli duygularla gayrete geldiği ve cesaret
aldığı söylenebilir . Kısacası bu isyanın başlamasında, Cemal
Paşa’nın Arap milliyetçilerine karşı sert uygulamaları isyanı hızlandırıcı rol
oynadığını düşünülebilinir.
Faysal, Şam’ı ziyaretinde Arap gizli cemiyetleri ile görüşmüş,
İngilizlerin tekliflerini onlarla müzakere etmiştir. El- Ahd ve el- Fetat
Cemiyetleri Faysal’ı güçlendirmiş ve faaliyetlerinin de artmasına sebep
olmuştur. Faysal Şam dönüşünde Arap tümenlerinin isyana hazır olduğunu Şerif
Hüseyin’e iletmiştir. Halep çevresinde iki tümenin isyana iştirak edeceğini
Toros’un bu tarafında tek bir Türk tümeni olduğu için isyancıların tek hamlede
Suriye’yi ele geçireceğini bildirmiştir .
Tüm bu hazırlıklardan sonra Şerif Hüseyin ve oğlu Abdullah,
Arap milliyetçilerini de kullanarak para karşılığı topladığı birkaç bin
civarındaki bedevi kuvveti ile isyanı başlatmıştır. İsyan beyannamesinde Arap
ulusunun geleceğini düşündüğünü ve isyanın gerekliğini ifade etmiştir. Osmanlı
saltanat ve halifeliğine karşı olmadığını fakat Osmanlı yönetiminin Arap
milletine karşı gerekli ihtimamı göstermediğini beyan etmiştir. Bakınız. Ek-2.
Böylelikle Kanal ve Suriye cephelerinde Osmanlı başarısı imkansız hale
gelmiştir. İsyanın ortaya çıkmasında İngiliz ajanı Lawrence’nin katkıları
unutulmamalıdır. Lawrence, Hüseyin ve oğullarına silah ve altın yardımı
sağlamıştır. Zaten Lawrence’in görevi, Türklerden memnun olmayan şeyhleri
bağımsızlık vaatleri ile isyan ettirmek ve İngiliz askeri stratejilerine uygun
bir şekilde hareket etmelerini sağlamaktır .
Haziran 1916’da Şerif Hüseyin önderliğinde başlayan Arap
ayaklanmasına destek sağlamak için çevreden destek arayışına girmiştir .
İsyan beyannamesi ile Osmanlı Devleti’nin ecnebi tahakkümü altında olduğunu
vurgulamıştır. Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti aleyhine, bütün Arapları hükmü
altına alıp kral olmak için, iki yıllık bir beklemeden sonra isyan hareketine
başlamıştır. Şerif Hüseyin, siyasi ve askeri konumunu kuvvetlendirmek için
başta Halep, Musul, Zor ve Urfa taraflarındaki bölge aşiretleri olmak üzere
bütün Müslümanları kendisinin açmış olduğu aynı yolu takip etmeye davet
etmiştir .
Yabancıların okullarından mezun olanlar, devlet tarafından
baskı görenler ve ehil olmadıkları için görevlerinden alınan bazı kişiler
devletten intikam almaya çalışıyorlardı. Bu kişiler Şerif Hüseyin ile anlaşıp
Halep’e kadar bütün bu bölgede bir Arap devleti kurmaya karar vermişlerdi .
İsyan, Şerif Hüseyin önderliğinde bağımsız bir Arap devleti kurmak için
yapılacaktır. İsyancıların planlarına göre, Arap devleti kurulduktan sonra her
bir Arap bölgesi yerel bağımsızlığını ve özerkliğini kazanacak ve Şerif
Hüseyin’in atayacağı bir yönetici tarafından idare edilecektir .
Arap Yarımadası’nın batı kısmında dini, politik ve stratejik
ve biraz da askeri açıdan Şerif Hüseyin, dindar ve hırslı olmasına rağmen,
İngiliz desteği için mantıklı seçimdir. Çünkü Hüseyin bin Ali birçok yönden
Müslümanların gözünde en önemli insanlardan biridir. Kureyş Kabilesinin Haşimi
ailesinin bir üyesidir. Peygamber torunu olması ve kutsal toprakların bekçisi
olarak görülmesi, onun gücünü daha da arttırmaktadır . Bu nedenle,
Şerif Hüseyin’in kendisini Arabistan kralı ilan etmesinin ardından İngiltere
onu hemen tanıdığını bildirmiştir . İngiltere, Arap isyanını
desteklerse Müslümanların sürekli düşmanlığını kazanma riski azalmış olacak ve
Türkiye’yi rahatça parçalayabilecektir. İngiliz hesabına göre Fransa’nın
Ortadoğu’ya girmesi engellenerek Hindistan yolunu kesmesi önlenmiş olacaktır
. İngiliz menfaatine çok uygun düşen bu isyanı sonuna kadar
destekleyeceklerdir.
Osmanlı hükümeti isyan haberini alır almaz siyasi bir tedbir
olarak Ali Haydar Bey’i Mekke Emirliğine şerif olarak tayin etmiştir. Ali
Haydar’ın Araplar üzerinde mühim bir tesiri olacağı sanılmış, böylelikle Şerif
Hüseyin isyanının tesirsiz kalacağı düşünülmüştür. Bu arada isyan halka açıklanmayıp
normal bir görev değişim olarak lanse edilmiştir .
İsyan Osmanlı içinde farklı yorumlara sebep olmuştur. Cemal
Paşa, Şerif Hüseyin isyanını Arapların kâfir korumasına girmeyi kabul etmeleri
olarak yorumlamıştır. Araplar ise bu isyanın bütün Araplara mal edilmemesi
gerektiğini ifade etmiştir. Bir Arap aydını olan Emir Şekip Arslan, Şerif
Hüseyin’in bütün Arapları temsil etmediğini ve Osmanlı yetkililerinin kendi
yanında savaşan Arapları görmesi gerektiğini söylemiştir .
Gerek Şerif Hüseyin’in ve gerekse oğullarının gayretine
rağmen, isyan sadece Mekke ve etrafındaki bedevi Arap kabilelere münhasır
kalmıştır. Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Filistin ve Araplarla meskun bir başka
yerde rağbet görmemiştir .
İsyan başladıktan sonra El-Ula ile el-Vecih arasındaki en
büyük kabilelerinden Beli aşireti sakinleri Şeyhü’l-Meşayih Süleyman Paşa’nın
nasihatleri ile hükümete itaate söz vermişlerdir. Ayrıca el-Fakir kabilesinden
Şeyh Şahab ve Saltan’da hükümete itaatlerini bildirmişlerdir. Kabile reislerini
etrafında toplamaya muvaffak olamayan Hüseyin savaşın sonuna kadar Hicaz
bölgesinde kuvvetli bir kalabalık toplayamamıştır. Yemen valisi Mahmud Nedim
Bey’de o dönemde İbni Suud’un isyana iştirak etmediğinden hatıratında
bahsetmektedir. “İbni Suud yanından ayrılmayan Shakespear, Percy Fox ve John
Philby’in aleyhimizdeki bütün teşvik ve telkinatına rağmen düşmanca tavır
almadığını, yardıma amade olduğunu bildirmiş, arzı hizmet ettiğini
bildirmiştir. Ancak Şerif Hüseyin’e karşı bir nümayiş ve mukabele olmak üzere
Necid ve mülakatı Sultanı lakabını takınmıştır.” Yemen valisinin İbn-i Suud’a karşı çok iyi
niyetli olduğu anlaşılmaktadır. İbni Suud’da özel bir mektupla “Padişah
emrederse derhal Şerif Hüseyin üzerine hareket ederim” demiştir .
Şerif Ali Haydar’ın Mekke Şerifliğine tayini ile Cüneyne Şeyhi Mübeyrek ve
Müntefik de emre amade olduklarını ve devlete bağlılıklarını bildirmişlerdir.
Arap Yarımadası dışında kalan Suriye ve Irak halkları isyanın Arap
milliyetçiliğinin tabii bir neticesi olarak algılanamayacağını belirterek
Osmanlı kuvvetlerine karşı isyanda bulunmaktan imtina etmişlerdir .
Mekke Şerifi Hüseyin’in İngiliz desteği ile ayaklanıp kendini
Arabistan kralı ilan etmesi Hindistan Müslümanlarının tepkisine yol açmıştır.
Bunun üzerine İngiltere, Şerif Hüseyin hakkında yazı yazılmasını ve tartışma
yapılmasını yasaklamıştır. Bombay valisi İngiliz Willingdon, Müslümanların
tepkisine ve kızgınlığına sebep olan isyanın İngiltere’ye bir yararı
olmayacağını ve böyle bir girişimi İngiltere’nin desteklemesini uygun görmediklerini
telgrafla bildirmiştir .
Şerif Hüseyin’in isyanı Mekke’ye kadar ulaşmıştır. Şerif
Hüseyin, Hicaz’daki mevkiini tahkim edebilmek için civar bölgeleri elinde
tutmak zorundadır. Bölgeyi elinde tutabilmesi için bedevileri altınla doyurması
gereklidir. Hicaz limanlarına gelen İngiliz gemilerinden çıkan sandıklarla
altınlar ile bedevilerin desteğini sağlanmıştır. Ve bu altın desteği sürdükçe
bedeviler onun etrafından ayrılmayacaktır . İngilizlerin Şerif
Hüseyin’e yaptığı ödemeler 2.475 bin sterlindir. Bu miktara Akabe’ye gönderilen
225 bin sterlin altın dâhil değildir .
İngiltere’nin maddi ve manevi bütün desteğini Şerif Hüseyin’e
yönlendirmesi İngiliz kamuoyunda da kabul görmeyecektir. İngiltere’nin
Hüseyin’i desteklemekle yanlış ata destek verdiği ileri sürülmüştür. Bunu
savunanlardan biri Philby’dir . İsyanın istenilen neticeyi vermemesi
üzerine bu konu daha da dillendirilecektir. İngilizler, isyan ile Arapların
yaşadığı bölgelerin tümünde İngiliz kontrolünü hemen sağlamayı ümit
ediyorlardı. Ama bekledikleri gibi olmadı.
İngilizlerin mühim bir rol oynadığı Mekke Şerifi Hüseyin bin
Ali önderliğindeki isyan hareketi genişleme imkanı bulamayarak, sınırlı bir
alana münhasır kalmıştır. Yemen’de İmam Yahya ve Kuzey Arabistan’da Hail
bölgesinde İbni Reşid gibi bir takım kabileler Osmanlı Devleti’ne sadakatlerini
korumuş, sadece Filistin Arapları kısmi derecede isyana iştirak etmişlerdir.
İsyan, İslam dünyasında İngilizlerin kışkırttığı kişilerin bir
ihaneti olarak değerlendirilmiş, husumetle karşılanmak ve tasvip edilmemek
suretiyle başarısızlığa mahkûm edilmiştir . Şerif Hüseyin isyanı
Arap dünyasında çok destek görmemiştir. Fakat Şerif Hüseyin ve oğulların
isyanı, Osmanlı Devleti’nin Arabistan yarımadasında mücadelesinin boşa
çıkmasına ve İngiliz emelleri doğrultusunda Osmanlı güçlerinin geri çekilmesine
sebep olmuştur. Aynı zamanda Cihad-ı Ekber ile planlanan Müslüman birliğini de
yıkmıştır.
İsyan başlayınca Cemal Paşa, Fahrettin Paşa’yı Medine
kumandanlığına tayin etti. Fahrettin Paşa, ihtilalin başlangıcından 1918 Aralık
ayı sonuna kadar, tam iki buçuk sene büyük kahramanlık göstermiş ve Medine’yi
Arap ve İngilizlere karşı savunmuştur . Fahrettin Paşa, Medine’ye
gönderilen hazine gibi kutsal emanetleri de İstanbul’a geri göndermeyi
başarabilmiştir . Osmanlı savaşa geç girdiği için ve batı sınıra
verilen büyük önem dikkate alındığında, Orta Doğu arenası ve onun ihtiyaçları,
her zaman Avrupa savaş alanının bir basamak gerisindedir .
Fahrettin Paşa, Maan-Medine arasındaki 1.000 km’lik
demiryolunu işler hale getirmiştir. Bu demiryolu 1918 yılı sonuna kadar tamamı
çalışmasa da, Osmanlı Hükümeti ile ulaşımın sağlanmasını kolaylaştırmıştır.
Gerçekten de Şerif Hüseyin isyanı Suriye ve Filistin’deki Osmanlı ordusunun
gücünü büyük oranda zayıflatmıştır. Bu arada bedevilerin demiryollarını tahrip
etmesi de, Osmanlı ordularını en az bir düşman cephesi kadar uğraştıran ve
İngilizlere destek sağlayan önemli etkenlerden birisi olarak tarihe geçmiştir.
Osmanlı’ya karşı İngilizlerin yanında yer alan Şerif Hüseyin,
daha savaş bitmeden büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Beyrut itilaf
devletleri tarafından işgal edildiğinde halk günlerce dışarı çıkamamıştır .
Şerif Hüseyin ve oğulları İngilizlerin bölgeyi ele geçirmelerini izlemek
zorunda kalmışlardır. Savaş sonunda Türklerden koparılan Hicaz ve diğer
Müslüman topraklarının en azından bağımsızlık kazanmış gibi bir görüntüye
ihtiyacı olacaktır. İslam’a yönelik tavrı ve İngiltere’ye karşı tutumu ile
İngiliz çıkarları ile örtüşen Şerif Hüseyin ve oğlu Abdullah bu maksatla
kullanılacaktır . Arap Haşimi Hükümeti’nin kurulduğu ilan edildi.
Ancak Arap Hükümeti bir hafta kalabildi. İtilaf Devletleri’nin askerleri
Beyrut’a tamamen hakim olunca, Arap bayrağını indirip kendi bayraklarını
çektiler . 1918 ortalarında Hüseyin bin Faysal, İngiliz yetkili
Wingate’e Mcmahon tarafından çizilen Arap krallığının içine bütün Filistin
sahasının girdiğini ısrarla ifade etmiştir . Hüseyin ve oğulları
parçalanmış Arap haritasını ve üzerindeki görüntüsel krallıklarını kabul etmek
zorunda kalmışlardır.
V. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA İBNİ SUUD İLE
İNGİLİZ İLİŞKİLERİ
.İbni Suud- İngiltere Antlaşması
İngiltere Hindistan’a giden İngiliz yollarını açık tutmak için
önceleri Osmanlı Devleti’nin sınırlarının korunmasını, sonraları ise Osmanlı
Hükümeti’ndeki reformları arttırma politikasını uygulamıştır. Osmanlı
Devleti’nin yıkılışı Hindistan’daki İngiliz menfaatlerinin tehlikeye girmesine
sebep olacağından Osmanlı toprak bütünlüğünün koruyucusu olmuştur. 1878’den
sonra ise yıkılması kaçınılmaz olan Osmanlı Devleti topraklarında İngiliz
menfaatlerine uygun başka politikalar uygulamıştır. İngiltere’nin Orta
Doğu’daki savaş zamanı politikasını belirleyen en önemli unsur Hindistan ve
Hindistan ticaret yolunun güvenliğidir .
İngilizler I. Dünya Savaşı ile Hindistan’daki menfaatlerini
korumuş ve bölgede hızlı bir şekilde yayılımını gerçekleştirmiştir. Nüfusunun
neredeyse hepsinin Müslüman olduğu Arap yarımadasında İngiltere’nin bu
başarısı, onun yıllardır İran Körfezi etrafındaki Arap kabile liderleriyle iyi
ilişkiler içerisinde olmasına dayanmaktadır. Hindistan yolunu emniyet altında
tutmak endişesiyle Aden’i kendi muhafazaları altına alan İngilizler, Aden
cihetindeki Lihac Sultanını ve Hadramut dolaylarındaki küçük kabile şeyhlerini
himayelerinde toplamışlardır. Bu kabile liderlerine iaşe ve silah yardımında
bulunmuşlardır. Bu yardımlarına mukabil onlardan da topraklarına hiçbir yabancı
devleti sokmama taahhüdünü almışlardır. Savaş sırasında Arap Yarımadası’nda
İbni Reşid ve İmam Yahya Osmanlı tarafında yer alırken, İngilizlerin vaatlerine
kanan İbni Suud, Şerif Hüseyin ve İdrisi İtilaf Devletleri safına kaymıştır. Bu
şeyhler kendi aralarında da ihtilaf ve çatışmaya girmişlerdir. Örneğin, İbni
Suud ile İbni Reşid arasında mücadeleler baş göstermiştir. İki lider arasında
meydana gelen çatışmaları önlemek için Osmanlı Hükümeti bazı girişimlerde
bulunmuş, fakat bu girişimler istenilen etkiyi oluşturmamıştır .
I.Dünya Savaşı öncesinde bölgede düzeni ve istikrarı sağlayan
Osmanlı’dan çekinen İngiltere, Abdülaziz bin Suud ile bir anlaşma yapmaktan
kaçınmıştır. Osmanlı Devleti’nin Ekim 1914’te savaşa girmesi üzerine Aralık
1914’te Suudilerle geçici olarak anlaşmıştır. Abdülaziz bin Suud yönetiminin
bağımsızlığını tanımıştır. Suudi ailesine finans ve silah yardımı sağlamıştır.
İbni Suud, Osmanlı tarafından saldırıya uğrarsa İngilizler tarafından
desteklenecektir . 26 Aralık 1915’te Bahreyn yakınlarında imzalanan
İbni Suud-İngiliz antlaşmasına göre, Suudi toprakları Necid, el-Hassa, Katif ve
Cubayl ile bunlara bağlı bölgeler olarak kabul edilmiştir. Çevre bölgelerin
sınırlarının savaş sonrasında kesinleştirileceği belirtilmiştir. Antlaşmaya
göre, İbni Suud, topraklarını ve topraklar üzerindeki imtiyaz hakkını İngiliz
hükümetinin onayı olmadan kimseye vermeyeceğini taahhüt etmiştir. İbni Suud,
İngiliz himayesi altındaki Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Umman kıyı şeridine hiçbir
şekilde saldırıda bulunmayacağına söz vermiştir .
İngiliz yöneticilere göre, İbni Suud’un taşıdığı askeri ve
politik potansiyel Şerif Hüseyin’in gücünün gölgesinde kalmaktadır. İbni Suud
dini açıdan birçok Müslüman tarafından korku ve kınamayla bakılan bir harekâtın
başındadır. Siyasi olarak da, Vahhabi liderin merkez ve doğu Arabistan dışında
hiçbir etkisi yoktur. Kabile hoşnutsuzlukları ile belli bir aşamaya kadar gelen
karmaşık bir milliyetçi hareketin yani Arap harekâtının başına İbni Suud
yerleştirilememiştir. İbni Suud, Türkler ile Arap sahilinin şeyhleri arasında
tampon bölge rolü görmesine rağmen, Türkler karşısındaki konumu Şerif
Hüseyin’inki kadar önemli değildir. İbni Suud, dini ve kabilesel liderliği
birleştirmesi neticesinde efsanevi bir lider ve cesaretli bir çöl savaşçısı
rağmen, savaş boyu başı isyancı kabileler yüzünden beladan çıkmamıştır. Onun
askeri ve stratejik saygınlığının; Hicaz, Asir ve Yemen arasında konuşlandırılan
dört Türk tümeninin operasyonlarını kesintiye uğratabilen Şerif Hüseyin’inki
ile karşılaştırılamayacağı açıktır. Hogarth’a göre İngilizler açısından
bakıldığında Araplar için tek muhtemel sözcü olmasının yanı sıra Şerif Hüseyin,
İslam dünyasında derinlerde çok büyük değişiklik oluşturacak bir ahlaki etkiye
sahiptir. Kutsal toprakların halifenin topraklarından ayrılmasını içeren
girişimi, kabul gördüğü oranda ret ile de karşılanacaktır. Ancak her yerde
bölünme ve hızlı bir harekete yol açacaktır. İngiliz yöneticileri Şerif Hüseyin
ile İbni Suud arasındaki tercihlerini Şerif Hüseyin lehine kullanmışlardır.
İngilizler Arap isyanının başına Şerif Hüseyin’i seçmesine
rağmen, İbni Suud’un Türklere katılacağı söylentileri, Hindistan İngiliz
Hükümeti’nin Kaptan Shakespear’i özel bir görevle İbni Suud’u ikna için
yollanmasına neden olmuştur .
İbni Suud’a İngilizlerin gönderdiği bir mektupta, ondan
Basra’nın alınmasında İngiltere’ye yardım etmesi için Kuveyt ve Muhammara
şeyhlerine katılmasını istenmektedir. Ayrıca İbni Suud’dan Basra’daki
Avrupalıların korunması ve kentteki mülkiyetlerinin güvenliğinin sağlanmasına
yardımcı olmasını istemişlerdir. Karşılığında İngiltere İbni Suud’u, Necid ve
Hassa’nın bağımsız lideri olarak tanıyacağına, denizden gelen saldırılara karşı
koyacağına, Türk misillemelerine karşı güvence altına alacağına ve onunla
anlaşma görüşmelerine başlayacağına söz vermiştir. Bu mektup 3 Kasım’da İbni
Suud’a gönderilmiştir. İçerisinde bulunan vaatler, daha sonraki müzakerelerin
temelini oluşturmuştur. 28 Kasım’da İbni Suud bu mektuba olumlu cevap
vermiştir. Suudi lider, kendisine İngiltere tarafından verilen sözleri kişisel
olarak görüşmeyi tercih etmiştir. Bu yüzden müzakerelere Shakespear ile sözlü
olarak devam etmek üzere, Kuveyt’e doğru yola çıkmıştır. İbni Suud vaatlerin
belirsiz olduğunu ve neleri kapsayıp kapsamadığının ve ileride başka şartlar
talep edilip edilmeyeceğinin belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu
konuşmalardan Shakespear, İbni Suud’un İngiliz Hükümeti ile bir antlaşma
imzalayıp mühürleyene kadar, Türklerle antlaşma yapmasına olanak sağlayan
tarafsızlığından vazgeçmeyeceği sonucunu çıkarmıştır . Hindistan
siyasi yetkilileri tarafından İbni Suud’u İngiliz tarafına kazandırmak için
görevlendirilmiş olan Kaptan J.R.Sheakesper, İbni Suud’un Cihad-ı Ekber’e
iştirak etmeyeceğine dair kesin söz almış, savaşta tarafsız kalma kararı
vermesine sebep olmuştur. Tarafsızlığı fazla uzun sürmemiştir .
İngiliz yetkililerin İbni Suud’un 15 Mayıs’ta Türklerle yaptığı antlaşmayı
görmezlikten geldikleri görülmektedir. İbni Suud da, Necid ve Hassa’da
bağımsızlığının tanınması ile Türklerle yapmış olduğu antlaşmayı unutmuştur.
Hindistan İngiliz Hükümeti geniş maddeler içeren bir ön
antlaşma taraftarıdır. Şunları önermişlerdir:
1)İngiliz Hükümeti İbni Suud’u Necid, Hassa ve Katif’in
bağımsız lideri olarak tanıyacak ve onun hanedanlığına İngiltere Hükümeti’nin
onayladığı ve kabile reislerinin kabul ettiği kalıtsal bir veraset garantisi
verecektir.
2)Herhangi bir dış güç tarafından kışkırtılmamış bir saldırı
durumunda, İngiliz Hükümeti İbni Suud’a durumun gerektirdiği ölçüde ve koşulda
yardımcı olmaya hazır olacaktır.
3)İbni Suud, koşulsuz uyacağı İngiliz Hükümeti talimatı
bulunmadığı müddetçe hiçbir dış güçle antlaşma yapmayacaktır.
4)İngiliz Hükümeti ve İbni Suud, koşullar ayarlanır
ayarlanmaz, her iki tarafı da ilgilendiren diğer konularla ilgili detaylı bir
antlaşma yapacaktır.
Bu antlaşma maddeleri belirlenirken Shakespear ölmüştür .
Shakespear, Ocak 1915’de, Mezopotamya İngiliz sefer gücü için İbni Suud’un
desteğini sağlamak üzere Necid’de görevli olan Shakespear’in, İbni Suud ve İbni
Reşid arasındaki bir çatışmada öldürülmesi ile İngiltere- İbni Suud antlaşması
yarım kalmıştır . Daha sonra İngiliz yetkili Cox, anlaşma ile ilgili
bazı detayların görüşülebileceği mesajını vermiştir. İbni Suud da, anlaşma ile
ilgili tereddütlerini ayrıntılarıyla bildirmiştir. İbni Suud’un bu antlaşmayı
diplomatik olarak çok önemsediği ve alınan kararları aceleye getirmek
istemediği görülmektedir. İngiltere ve İbni Suud arasındaki görüş
ayrılıklarının sebebi: İbni Suud detaylı bir antlaşma taraftarı iken, İngiltere
daha sonra kendi menfaatlerine göre genişletilecek olan geçici bir belge
yanlısıdır. Anlaşma imzalandığı şekliyle İngiliz görüşünü yansıtmaktadır, geneldir
ve acil gereksinimlerle sınırlıdır. İngiltere böylelikle merkezi Arabistan’ın
işlerine karışmama politikasından vazgeçmiştir. Aslında İngiltere İbni Suud’un
dış güçlere karşı korunması ve sınırların belirlenmesi konularını kapsayan yeni
antlaşması ile İngiliz deniz gücünün çok az etkiye sahip olduğu karada Arap
dünyasını kontrol etme olanağı bulmuştur .
20 Kasım 1916’da Percy Cox, Kuveyt’te Abdülaziz bin Suud,
Kuveyt Şeyhi Cabir ve El-Muhammara Şeyhi Hazal’ın katıldığı bir toplantı
düzenlemiştir. Abdülaziz bin Suud bu toplantı esnasında tümüyle İngiliz
tarafına yaklaşmayı kararlaştırmıştır. Kuveyt Şeyhi Cabir ile beraber İngiliz
şeref madalyasını almıştır. Üç adam da samimi olarak İngilizlerle,
yardımlaşacaklarına yemin etmişlerdir. Bu arada Abdülaziz bin Suud, Türkler
için tahsis edilen 700 deveyi İngilizlere takdim etmiştir. Anlaşılıyor ki,
Abdülaziz savaş sırasında güçlü tarafın neresi olduğunu iyi hissetmişti. Bunun
için zengin bir tüccarın Türkler için satın aldığı 700 deveyi müsadere edip,
Kuveyt’teki İngilizlere teslim etmiştir.
Şerif Hüseyin, İngiliz çabaları ile rakibi olan İbni Suud’u
durdurmanın zor olduğunu düşünmüştür. Abdülaziz’e bir miktar altınla beraber
bir elçi gönderip, ortak düşmana yani Türklere karşı birlikte çalışma
çağrısında bulunmuştur .
Kuveyt toplantısından sonra İbni Suud Basra Körfezini ziyaret
etmiştir. İngilizler İbni Suud’a modern silahlarını sergilemişlerdir. İbni Suud
ilk defa uçakları görmüştür. İbni Suud İngiliz gücü karşısında oldukça
etkilenmiştir. Az konuşmuştur, ancak yeni (modern) silahlar onda derin etki
bırakmıştır.
İbni Suud, 1915 yılında kuzeyde El-Ahsa’da ve güneyde
El-Murrah’da vuku bulan ayaklanmaların bastırılmasında İngilizlerden 1.000
silah, cephane ve 20.000 sterlin olmak üzere, maddi ve askeri olarak yardım
görmüştür. İbni Suud ile İngiltere arasında 20 Aralık 1916 tarihinde bir
dostluk antlaşması imzalanmıştır. 18 Temmuz 1916 tarihinde ise bu antlaşma her
iki tarafça da onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Bu antlaşmayla İngilizler İbni
Suud’un Necid, El-Hassa, El-Katif ve Cübeyl bölgesine hakim olduğunu kabul
etmekte ve askeri yardım olarak her ay 5.000 sterlin vermeyi ve dış
kuvvetlerden gelecek tehlikelere karşı onu korumayı taahhüt etmektedir.
İngilizlerin bu yardımına mukabil, İbni Suud ise İngilizlerin müsaadesi olmadan
hiçbir dış güçle münasebet kurmamayı ve topraklarının hiçbir bölümünü yabancı
ülke veya o ülkelerin tebaasına satmamayı, kiraya vermemeyi veya hizmetine
sunmamayı kabul etmiştir. Diğer bir ifadeyle Suudi lider, İngilizlerin İran
Körfezi üzerindeki siyasi hakimiyetini kabul ederek buna zarar verecek her
türlü davranıştan sakınmayı taahhüt etmiştir. Antlaşmaya göre, İbni Suud’un
savaş boyunca hareketsiz kalması kararlaştırılmıştır .
Persy Cox, mali anlaşmaya ilaveten Necid Emiri’ne dört otomatik
silah ve donanımı ile birlikte 3.000 tüfek vermeyi önermiştir. Abdülaziz de
buna karşılık olarak, Hail’e karşı 4.000 askeri silahlandırma sözü vermiştir.
Alınan bu kararlara rağmen İngilizler Riyad Emiri’ne Şammar dağlarına karşı bir
harekete sevk etme imkanı olmadığından emindiler. İngilizler, imzalanan
antlaşmanın İbni Suud’u Hicaz ve Suriye’deki Türkleri kuşatmaya sevk etmesini
ummuşlardır. Ancak Riyad Emiri’nin durumu diğer emirlerin durumları gibidir.
Antlaşma ile bölgenin tüm askeri ve ticari denetimini ele geçirmeyi hayal
etmektedir. Böylelikle Türklerin mühimmat desteği almasını önlemek
istemektedir. İngilizler Savaşın sonuna kadar Hicaz’a giden malların
kaçırılmasının engellenmesi gerekmektedir. Bir seferinde mal taşıyan 3.000
develik kafile Hicaz’a geçmiştir. Bundan dolayı İbni Suud ile İngilizler
arasındaki ilişkilerde sorunlar çıkmıştır.
Şerif Hüseyin kendisini Arapların Kralı olarak ilan ettiğinde,
Riyad Emiri hemen protestosunu dile getirmiştir. İngilizlerden Necid ve Hicaz
arasında bir sınır çizilmesi ve sınırdaki bedevilerin üzerinde aidiyet
anlaşması yapılmasını talep etmiştir. İngilizler ise böyle bir sınır belirleme
işlemini menfaatlerine uygun görmedikleri için 1917’den itibaren Persy Cox,
Ibni Suud’un bakışlarını müttefiklerin Hicaz’daki işlerinden çevirmek
istemiştir. İbni Suud’u Şammar Dağı Emirliği’ne hücum etmesi için teşvik etmeye
devam etmiştir. O sene içerisinde Persy Cox, Bağdat’taki İngiliz Hint kolordusu
nezdinde İngiltere’nin sivil temsilcisi oldu. İngilizler yeniden ve aldırmaksızın
Arap çöllerinde kaçakçılığı durdurmaya çalıştılar. Ticaret seli, İngiliz
kuvvetlerinin bulunduğu Irak’tan ve Haliç Körfezi’nden akıyordu. İçlerinde
Kuveyt’te vardı. Sonra kafileler El-Kasım’a veya Şammar Dağları’na yöneliyor,
oradan Medine-i Münevvere veya Şam’a gidiyorlardı . Bu ticaret akışı
Türkleri rahatlatırken İngilizlerin zaman ve para kaybına sebep oluyordu.
.İbni Suud’un üzerinde İngiltere’nin Etkisi
ile Savaştaki Rolü
Savaşın son iki yılında gidişatın ittifakların aleyhine
dönüşüne ve Türk ordusu ile Osmanlı Devleti’nin parçalanışına şahit olunmuştur.
İngiliz-Fransız ve İngiliz-Arap arasındaki zaten var olan çelişkili söz ve
kişisel anlaşmalara Balfour Bildirgesinin eklenişine şahit olunmuştur. Sonuçta
İngiliz-Fransız, İngiliz-Arap ve İngiliz-Siyonist ilişkileri ile görev içi
rekabet Ortadoğu’daki birleşik politika yokluğuna sebep olmaktadır. İngilizler
Türklere karşı Arap-İngiliz işbirliğini daha çok desteklemeye başlamışlardır.
Hindistan İngiliz Hükümeti göre, İngiltere bir Arap isyanı teşvik
ederek Müslümanları bölmek, Halife’ye saldırmak ve belki de Hicaz’ın kutsal
şehirlerini savaşa dahil etmekle Müslümanların düşmanlığına sebep olacaktır. Bu
sebeple daha temkinli hareket edilmelidir. Müslümanların haklarına saygılı bir
pozisyon alınmalıdır. Hindistanlı Müslümanlar Osmanlı ve Genç Türklere karşı
sempati besledikleri onlara karşı yapılan her hareketten etkilenecek olmaları
bölgedeki İngiliz politikasının netleştirmesini zorlaştırmaktadır. Dahası Hint
İngiliz Hükümeti Şerif Hüseyin’e düşmanca duygular besleyen İbni Suud ile de
uğraşmak zorundadır.
İngiliz- Arap ilişkilerinin üç büyük gelişmeyle ayırt
edildiğini söyleyebiliriz. İlk olarak Arap isyanın lideri olarak Şerif
Hüseyin’i destekleme kararı almışlardır. İkinci olarak 1915 İngiliz-Suudi
antlaşması ile İbni Suud İngiliz ilişkileri düzelmeye başlamıştır. Üçüncü
olarak Ortadoğu’daki İngiliz mücadelesinde zafer ve şerefin en büyük kısmı
Şerif Hüseyin atfedilirken, Ibni Suud ikinci dereceden önemli görülecektir.
Arap politikasında Şerif Hüseyin’i asıl kişi olarak destekleme
kararı İngiliz Suudi ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştur. Tüm bu politika
karmaşasına rağmen İbni Suud iyi bir siyaset izleyip ön safa geçmiştir.
İngiltere ile anlaşma müzakerelerinde başarısız olduğu için sorun yaşayan Şerif
Hüseyin’in aksine İbni Suud İngiltere ile ittifak kurmadan önce resmi bir
anlaşma yapılması konusunda ısrar etmiştir. Neticede 1916’da Arap isyanının
ilanından sonra İbni Suud’un aktiviteleri Şerif Hüseyin’in batı çölündeki
İngiliz destekli mücadelesini ikinci planda bırakmıştır .
Hicaz’da Türklere karşı ayaklanmanın başlamasından sonra
Britanya Hükümetinin Arap yarımadasında esas işi Abdülaziz bin Suud’u Şerif
Hüseyin’in yanında yer almaya teşvik etmek ve en azından aralarındaki
çelişkileri ortadan kaldırmaya çalışmak olmuştur. Ancak Abdülaziz bin Suud,
Şerif Hüseyin’e güvenmemektedir. Riyad Emiri, Percy Cox’tan 1916 Haziranında
Hicaz’da ayaklanma haberlerini öğrendiğinde Şerif Hüseyin’in Arap
liderliğindeki rağbeti konusundaki korkularını dile getirdi ve kendisi için
kesinlikle kabul edilmeyecek bir durumun meydana getirilmesinden çekindiğini
ifade etmiştir.
Hicaz’da ayaklanmanın patlak vermesinden sonra Şammar Dağları
Emirliği Türklerden silah almaya başlamıştır. Abdülaziz bin Suud, Hail’e Türk askeri
gücünün yeniden geldiğini anlayınca, Şerif Hüseyin ile ilişkilerini
iyileştirmeye başlamıştır. Ancak Hicaz’a karşı düşmanca tutumunu
değiştirmesinin asıl sebebi İngiliz baskısıdır.
Hüseyin’in ayaklanmasının başlamasından sonra Necidliler, bir
Türkleri ve bir Hicazlıları destekliyorlardı. Abdülaziz’in birlikleri bilhassa
sınır bölgelerinde Şerif Hüseyin’e boyun eğen kabilelere saldırmaya
başlamıştır. İbni Suud, Osmanlı Valisi ve Medine çevresinde bulunan Türk
kuvvetleri genel komutanı ile iyi ilişkiler kurmuştur. 1917 Eylül ayının
sonlarında Necidli bir heyet Osmanlı yetkililerle değişik sorunlar hakkında
görüşmek üzere Şam’a yönelmiştir. Bununla beraber Abdülaziz 1917 Kasım ayı
sonlarında bizzat Basra’daki İngilizleri ziyaret etti .
1916 yılının başında Arap yarımadasında başlıca iki güç olan
İbni Suud ve Şerif Hüseyin, Orta Doğu’daki İngiliz güçlerine yardımcı olmak
için harekette bulunmaya hazırdılar. Adanın batı kısmında Şerif Hüseyin
İngilizlerle müzakere yapmaktadır. Adanın doğu kısmında İngiltere ile henüz
anlaşma imzalamadığı için İbni Suud, İbni Reşid’in üzerine yürümeyecektir.
İngiltere, İbni Suud’dan yalnızca savaş zamanı Şerif Hüseyin’le işbirliği
yapmasını, İbni Reşid’i etkisiz hale getirmesini ve Türklere karşı Arap
birliğini desteklemesini istemiştir. Ayrıca Kuveyt’ten Türklere giden mallara
İngilizlerin koyduğu ambargoyu uygulaması istemiştir. İngiliz yönetimi, İbni
Suud’un Türklerle silahlı mücadeleye girmesi istememiştir. Hem bölgede
güçlenmesini tehlikeli gördüğünden hem de Vahhabi fikirlerinin yayılımından
korktuğundan İbni Suud’un pasif destekçi olarak kalmasını istemektedir.
İbni Suud’un İngiliz taarruzuna yardım etmek için askeri
gücünün oldukça zayıf olduğu söylenmektedir. Ayrıca İbni Suud’un Kuveyt Şeyhi
Mübarek ve etrafını tehdit eden kabile isyanlarıyla başı derttedir. İbni
Reşid’den ağır bir yenilgi almış, İngiliz ambargosu yüzünden de ticareti
bozulmuştur. Vahhabi Emiri tebaasına maddi destek sağlayacak ve silah satın
alacak fonlara sahip değildir. Bu dönemde Şerif Hüseyin’in entrikalarından ve
İngiltere’nin Şerif Hüseyin’e güçlü desteğinden de korkmaktadır. İbni Suud ile
ilgili olarak İngiliz komuta zinciri de farklı farklı düşünmektedir. Çünkü bu
dönemde İngiliz siyasetinde rekabet ve karmaşıklık hakimdir. İngiliz
siyasetindeki bu karmaşa savaş sonrası doğan sorunların da kaynağıdır.
1915 yılında İbni Suud, Hassa’nın Acman kabilesinin isyanı ile
uğraşmaktadır. Bu isyan 1913 Hassa işgalinden beri devam etmektedir. Sonunda
Acman onun himayesini tanıdığını bildirmiştir. İbni Suud kabileleri vergiye
bağladığında ve topraklarından geçen kervanlardan geçiş ücreti almalarını
engellemek istediğinde ilişkileri tekrar kopma noktasına geldi. İbni Suud
otoritesini kabileler üzerinde yaymaya çalışınca, ittifakları zarar görmüştür.
Suudi tahtında hak iddia eden Araiflerin Acmanlarla işbirliği yapmasıyla durum
daha kötü bir hal almıştır. Zaten İbni Suud, İbni Reşid’e Acmanların onu terk
etmesi yüzünden yenilmiştir.
Eylül 1916’da İbni Suud, Acmanları yenilgiye uğratmıştır.
Acmanlar bu yenilgi sonrasında Kuveyt’e sığınmışlardır. Şeyh Mübarek’in
Acmanlara yer göstermesi, İbni Suud’la arasının açılmasına neden olmuştur.
Mübarek’ten sonra oğlu Cabir Acman sorununu çözmek istemiş, fakat onları
kovarsa İbni Reşid’e katılmalarından ve Kuveyt topraklarında sorun
çıkarmalarından korkmuştur. Şubat 1916’da İbni Suud’un ısrarıyla Acman kabilesi
kovulmuştur. Kuveyt şeyhinin korktuğu olmuş, Acmanlar İbni Reşid’e
katılmışlardır. İbni Reşid 1915’de İngiltere’yi desteklediğini belirtmesine
rağmen, Kasım’a asker çıkararak İbni Suud’la çatışmaya girmiştir. İbni Suud,
bir taraftan da El- Murra kabilesinin isyanıyla daha da zayıflamış olduğu için,
İngiltere’nin maddi yardımına mecburdur .
1915 Temmuz’unda İbni Suud, Basra’daki Sir Percy Cox’a mektup
yazmış ve silah ricasında bulunmuştur. Karşılaştığı güçlükleri ifade etmiştir.
Cox, İbni Suud’a geçici yardım olarak 300 Türk ganimet silahı ve 10.000 ruble
göndermiştir. İbni Suud 3.000 silah daha istemiş, fakat Hindistan-İngiliz
Hükümeti 1.000 tane mavzer verebileceği kararını almıştır. Aynı zamanda 200.000
cephanelik ve 20.000 pound kredi verilmiştir. Hindistan-İngiliz Hükümeti’nin
bütün ele geçirilen Türk silahlarının batı sınırına (Şerif Hüseyin’e)
gönderilmesi politikasına bağlı olarak böyle bir uygulama yapılmıştır. Bu arada
İngiliz yetkililer halen Şerif Hüseyin’le müzakere yapmaktaydılar ve İbni
Suud’un Türklere ve İngilizlere karşı tutumunu araştırmaktadırlar. İbni Suud
ise hangi tarafa yöneleceği konusunda hala kararsızdır. İbni Suud, Şerif
Hüseyin’in entrikalarından korkmaktadır. Şerif Hüseyin’in İngiliz desteği ile
nüfuz alanını kendi aleyhine genişletmesinden korkmaktadır. Şerif Hüseyin, İbni
Suud’un korktuğu gibi İngilizlere yardım görüntüsünde, Güney Kasım’ın Ataiba
kabilesine müdahale ederek otoritesini hissettirmek istemiştir. İbni Suud bunun
üzerine, İngilizler Şerif Hüseyin’i durdurmazsa kendisinin durduracağını
söylemiştir.
5 Haziran 1915’de Şerif Hüseyin’in Arap İsyanı’nı ilan
etmesiyle İngilizler İbni Suud’u, Şerif Hüseyin İsyanı ve projesiyle
hazırlanmış olan Arap Federasyonu’nu desteklemeye ikna etmeye çalışmışlardır.
Ancak İbni Suud, Şerif Hüseyin’in onu kendi buyruğu altına almasından
korkmaktadır. İngilizler raporlarında Arap yarımadası için ‘bir bütün olarak’
deyimini kullandıklarından, İbni Suud temkinli davranmaktadır. Bu arada
Basra’daki İngiliz yönetimi, bir Arap Eyaletleri Federasyonu fikrine ölü
gözüyle bakmaktadır ve bu fikrin arkasından gidilmesini uygun görmemektedir.
Hindistan’daki İngiliz yönetimi, Ortadoğu’yu her zaman kendi
çıkarlarının bir bölümü olarak görmüştür. Hindistanlılar, Mezopotamya’nın bir
kısmı İngilizler tarafından ilhak edileceği için Şerif Hüseyin’e verilen
sözlerden ve Sykes-Picot Antlaşması’nın maddelerinden rahatsızlık
duymaktadırlar. Dahası İngiltere’nin bir Arap halife fikriyle Müslümanlıkla
ilgili konularda işgüzar davranmasından korkmaktadırlar. Aslında İngiliz
yetkililerin istediği birleşik bir Arabistan değil; zayıf, dağınık, mümkün
olduğu kadar İngiliz emelleri altında küçük prensliklere ayrılmış bir
Arabistan’dır. Aynı zamanda Batı’daki düşman güçlerine karşı tampon bölge
oluşturan ve İngilizlere karşı bir harekâtta işbirliği içerisine girmekten aciz
bir Arabistan’dır. Mısır Askeri İstihbarat Şefi General Clayton; Hindistan’a
giden yolun her iki tarafında güçlü bir Arap devleti kurulması korkusunu çok
şaşırtıcı bulmuştur. Çünkü böyle bir fikri İngilizlerin uygulama alanına
koyması ve izin vermesi mümkün değildir. Arabistan üzerindeki hesaplar İngiliz
yetkililerinin arasının açılmasına sebep olmuştur.
1916 Eylül’ünde İbni Suud, Şerif Hüseyin’den ittifak ve yardım
isteğinde bulunan birçok mektup almıştır. İbni Suud mektuplara karşılık yardım
için elinden geleni yapacağını, ancak ittifak konusunda Şerif Hüseyin’e bir söz
veremeyeceğini iletmiştir. Suudi arazilerine düzenlenen seferlere Şerif
Hüseyin’in maddi kaynak sağladığı ve himayesi altındaki topraklara girdiğini de
vurgulamıştır. İbni Suud Şerif Hüseyin’e ittifak istediği takdirde, İbni
Suud’un sınırlarına ve onun himayesindeki yerlere müdahale etmekten
kaçınacağını gösteren resmi bir belgeyi kabul etmesi gerektiğini söylemiştir.
Bu istekler iki lider arasında ittifakın neden mümkün olmadığını
açıklamaktadır.
İbni Suud, Cox’a Hüseyin ile ittifak yapamayacağını, fakat
İngiliz isteklerine cevap verebileceğini söylemiştir. İbni Suud’un askeri
gücünün az olmasına rağmen İngiltere İbni Reşid’i kontrol altında tutmasını,
İbni Reşid’in Şerif Hüseyin’e ve Basra’ya saldırmasının önlenmesini istemiştir.
Cox, 18 Ekim 1916’da İbni Suud’un ne türlü bir yardım istediğini sormuş, her türlü
yardıma İngiltere’nin açık olduğunu bildirmiştir. Cox, İbni Suud’dan Şerif
Hüseyin’in isyanını desteklemesi istenmiştir. Fakat İbni Suud’un Şerif
Hüseyin’e gönderdiği mektuba karşılık, Şerif Hüseyin’in hakaret dolu bir mektup
göndermesi, onun Şerif Hüseyin ile olan ilişkilerini tamamen bozmuştur. Şerif
Hüseyin 5 Kasım’da kendisini Arapların kralı olarak ilan etmesi bardağı taşıran
son damla olmuştur. Oysa İngiliz Hükümeti, Şerif Hüseyin’i sadece Hicaz kralı
olarak tanımıştı. Bu arada Şerif Hüseyin’e İngiltere’nin maddi yardımlarının
raporları, İbni Suud’u daha da sarmıştır. Bu durum 11 Kasım’da İbni Suud ile
Sir Cox’un Ukayr buluşmasına sebep olmuştur.
Bu buluşmada İbni Suud, Kuzey Necid ile Suriye arasındaki
İngiliz ambargosunun meydana getirdiği maddi sıkıntılardan ve Şerif Hüseyin
hakkındaki tereddütlerinden bahsetmiştir. İngiliz Hükümeti, bağımsız Arap
liderlerinin bölgeleri üzerinde Şerif Hüseyin’in hak iddia etmemesini
sağlayacaklarının garantisini vermiştir. İbni Suud, Hicaz’daki her türlü işbirliğini
uygulanamaz olarak görmüş ve bir tarafa bırakmıştır. Fakat Arap isyanını
desteklediğinin bir sembolü olarak oğullarından birini bir grup hizmetkarla
birlikte göndermeyi teklif etmiştir. Cox, İbni Suud’u Arap şeyhlerinin
katıldığı Büyük Durbar’a davet etmiştir. 20 Kasım 1916’da İbni Suud, Kuveyt
şeyhi, Muhammera şeyhi, El-Hassa ve Güney Irak’tan ünlü birçok bedevi şerifleri
ve Cox kutlamalar sırasında bir araya gelmişlerdir. Bu arada bütün şeyhler
İngiltere’ye sadakat sözlerini yinelemişlerdir. İngilizleri övdükten sonra,
Şerif Hüseyin’in isyanına övgüler yağdırmışlar. Gerçek Arapların, Arap davasına
hizmette işbirliği yapılması gerektiği konusunda ısrar etmişlerdir .
İbni Suud da bu toplantıda Arap meselesini savunmak için tüm samimi Arapların
Şerif Hüseyin ile yardımlaşmalarının zaruretini vurgulamıştır. Ancak adet
gereği olduğu halde ciddi bir destek sözü vermemiştir . İbni Suud,
Arap isyanı için en azından İngilizlere manevi destek sözü vermiştir. Buna
rağmen Şerif Hüseyin’in Arapların Kralı unvanını tanımayı reddetmiştir.
Kuveyt’teki ikameti sırasında Şerif Hüseyin’i desteklemek için İbni Suud’un
askeri bir birlik göndermemesine karar verilmiştir. Cox, İbni Suud’a İngiltere
kralı adına hareketini onayladıklarını ve haklarının savunulacağının garantisini
vermiştir. Cox’un vekili Wilson, bu görüşmeler sırasında İbni Suud’un devlet
adamlığının mükemmelliğini gördüklerini belirtmiştir. İbni Suud’la İngiliz
yetkililer arasında Acmanları da ilgilendiren bir antlaşma imzalamıştır. Bu
antlaşma ile savaş sırasında İngiliz-Kuveyt koruması altındaki kabileleri,
Amcanları, Necid kabilelerinin işine karışmadıkları veya düşman kabilelere
katılan Acman gruplarıyla dostluk kurmadıkları müddetçe İbni Suud’un rahatsız
etmemesi şart koşulmuştur. Suudi Emir bu fırsattan yararlanarak, kaynaklarının
neredeyse bittiğini ve silah ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda temel
gelir kaynağı olan Suriye deve ticaretinin savaş yüzünden kesintiye uğradığını
ve adamlarının Türklerin yanında olmayı dilemeye başladıklarını belirtmiştir.
Cox, İbni Suud’un isteklerinin yerine getirilmesini, dört makineli tüfekle bol
miktarda cephane yardımının yanı sıra, kendisine 3.000 silah verilmesini ve
aylık 5.000 ruble yardım yapılmasını istemiştir. Ayrıca bu isteklerin Şerif
Hüseyin’e temin edilenler ve İbni Reşid’e Türklerin verdikleri yanında çok ufak
kaldığı bildirmiştir. Hindistan-İngiliz Hükümeti ise 3.000 silahı temin
edemeyeceğini, şimdilik 1.000 silah göndereceğini ifade etmiştir. 2 Ocak
1917’de İngiltere yönetimi, 6 aylık bir dönem boyunca İbni Suud’a 5.000 pound
ödemeyi kabul etmiştir. Bu yardımın karşılığında İbni Suud, kendi kişisel emri
altında Kasım’daki tarlalarda 4.000 adam barındırma sözü vermiştir. İbni Reşid
Irak’a giderse, Kuveyt’ten onları durdurmak için gidecek güce yardım etmesi
istenmiştir. İbni Reşid Hail’e saldırırsa, İbni Suud Kasım’da kalacak, fakat
fırsat bulduğunda akınlarda bulunup saldırabilecektir.
Şerif Hüseyin, Arap davasına desteklerinden ötürü üç şeyhe
kutlama mesajı göndermiştir ve geçmişteki saygısızlıklarından ötürü
İngilizlerden özür dilemiştir. Şerif Hüseyin bunu, son gelişmelerden sonra
İngiltere’nin İbni Suud’u Arabistan lideri olarak tanımasından korktuğu için
yapmıştır. 1917 sonbaharında Şerif Hüseyin, İngiliz birlikleri ile birlikte
savaşıyordu. Mısır’daki İngiliz yüksek temsilcisi Wingate, İbni Suud’un Şammar
Dağları’na karşı daha aktif harekette bulunması için baskı yapılmasını
istemiştir. Wingate’in elçisi olan Stars, Percy Cox ile konuyu tartışmak için
Bağdat’a yönelmiştir. Stars, Riyad’ı ziyaret ettiğinde kendisini güneş çarptı
ve Arap yarımadasından ayrılmak zorunda kaldı. Suud meselesi yarım kaldı. 1917
başlarında Hamilton’un da bulunduğu İngiliz temsilciler bu konuyu Emir Suud ile
tartışmak için Riyad’a gitmişlerdir. Bu heyetin içerisinde Arap yarımadasının
en büyük araştırmacılarından olan, daha sonra hayatını Abdülaziz ve Suudi
Arabistan’a bağlayan Philby de vardır. Philby kendi yazısında görevinin
Abdülaziz’i Şammar Dağları’na saldırı yapmaya sevk etmek, Hicaz’la ilişkilerin
krize girmesini önlemek ve El-Acman sorununa çözüm bulmak için çalışmak olarak
anlatmıştır. Abdülaziz bin Suud kendisine silah vermeleri durumunda, harekâta
başlama sözü vermiştir .
İngilizlerin savaş zamanı önemli sorunlarından birisi de
ambargoydu. Ambargonun amacı; malların Irak’taki Türklerin ellerine geçmesini
engellemekti. Bunu başarmak için Arap yarımadasının kuzey kısmına ambargo
uygulamaları gerekiyordu. Basra Körfezi limanlarına ambargo konulması,
İngiltere’nin düşmanlarına olduğu kadar dostlarına da zarar veriyordu. Bu arada
savaş sırasında kaynak eksikliği fiyatları arttırdığı için kaçakçılık artmıştı.
Şüphesiz bu kaçakçılık Kuveyt ve Necid aracılığıyla yapılıyordu ve yalnız
Türklere değil Batı’ya kadar ulaşmıştır. Şerif Hüseyin ve İbni Suud arasındaki
sürtüşme konularından birisi de, Türk mallarının Necid’den Hicaz’a geçişidir.
1917 başında Kral Hüseyin İngiltere’nin yardımıyla, Medine’de yerleşik hale
gelen Fahri Paşa komutası altındaki Türk tümeni dışında Hicaz’daki tüm Türkleri
kovmayı başarmıştı. Şerif Hüseyin paralı askerlerle Medine’yi ele
geçiremeyeceğini ve Medine’yi ancak açlıkla düşürebileceği anlamıştır.
Medine’ye giden ticaret yollarını kesmek istemektedir. Şerif Hüseyin, İbni
Suud’un Türklerle birlikte hareket ettiğini ve ticareti sürdürdüğünü iddia etmiştir.
Kasım, Hicaz ticaretinin merkezidir. İbni Suud, Kasım tüccarlarına otoritesinin
geçmediğini, bu işin asıl suçlusunun Kuveyt şeyhi olduğunu söylemiştir.
İngilizler tarafından iyi davranılırsa diğer birçok kabilenin
İbni Reşid’i terk edeceğini düşünülmektedir. Hail Emiri’nden kabilesel destek
alma olasılığı İngiliz Hükümeti’ndeki birçok bakan tarafından desteklediği bir
fikirdir. Bu yöntem sayesinde son güçlü Türk kalesini yıkma fikri, daha önemli
cepheler için silaha ihtiyaç duyan savaş yorgunu İngiliz hükümeti için çekici
bir tablo oluşturmaktadır. 1917 yılında İbni Reşid oldukça sessiz kalmıştır. Bu
durum ittifak içerisinde olduğu Türklerin Bağdat’ı kaybetmesi ve birçok
kabilenin onu terk etmesi sebebiyledir .
78 |
İKİNCİ
BÖLÜM
İBNİ
SUUD’UN GENİŞLEME FAALİYETLERİ VE ŞERİF HÜSEYİN
İLE MÜCADELESİ
I.HURMA VE TURABA TARTIŞMASI
1918 ve 1919 yıllarında Hicaz ile Necid ilişkileri, İbni Suud
ve Kral Hüseyin arasındaki rekabet ve Vahhabilerin Hicaz üzerine uyguladığı
baskı devam ettiğinden çok değişkendir .
I.Dünya Savaşı’ndan sonra Necid Emirliği’nin durumu, savaşın
patlak verdiği döneme kıyasla daha karışık ve içinden çıkılmaz bir hal
almıştır. İngilizler savaştan sonra bölgede tek fiili güç haline gelmişlerdir.
Abdülaziz bin Suud, İngilizler kendisini Hicaz ve Şammar Dağları’na hücum
etmekten men ettiğinde bunu iyice anlamıştır. Ancak Britanya, savaş süresince
Arap yarımadasının işlerine direk müdahale etmekten uzak durmuş, bölgedeki Arap
yöneticiler arasında nifak çıkarmaya çalışmıştır .
İbni Suud, savaş süresince sessizliğini korumuş, İngilizlerin
desteğiyle Osmanlı ile savaşmaktan kaçınırken, İngilizlere Basra Körfezi’nde
çok rahatsızlık da vermemiştir. İngilizler de İbni Suud’u silahlandırmaktan
çekinmişlerdir. Daha sonra İngilizler, İbni Suud’un Arabistan’da bir
belirsizliğe sebep olacağı korkusuyla, İbni Suud’u devre dışı bırakmaya karar
vermişlerdir. İbni Suud da, Şerif Hüseyin ve İbni Reşid’e karşı kendi
mücadelesini vermeye başlamıştır. İbni Suud, Vahhabi militanlığı yapmış; yani İhvan
ile değişik kabilelerden kişileri birleştirmeye başlamıştır. Bu tarikat
örgütlenmesi ile, aşiret aşamasını geçip merkezi bir güç odağı oluşturması ve
hem ekonomik hem de askeri çıkarlara hizmet edebilecek birimler kurması mümkün
olacaktır. Bir kabilenin Vahhabi inançlarını benimsemesi ve İhvan kolonisini
kurması, Suudilere o topluluk üzerinde hak iddia etme gücünü vermektedir .
İbni Suud ve Kral Hüseyin arasındaki, Hurma ile Turaba köyleri
üzerindeki sahiplik tartışmasi iki nedenden önemlidir. Birincisi; bu iki Arap
lider arasındaki ilk temel tartışma ortaya çıkmıştır. İkincisi ise; İngilizler
ilk kez Hicaz’ın bir Vahhabi istilası tehdidiyle ve bunun, özellikle
İngiltere’nin Müslüman vatandaşları üzerinde meydana getireceği etkiyle yüz
yüze gelmişlerdir. Hurma -Turaba tartışması hem dini hem de siyasi bir
meseledir.
Şerif Hüseyin, Necid’de önemli bir çoğunluğu ele geçirmeye
başlayan Vahhabi canlanmasının, Suudi yayılımını kendi bölgesine
çekebileceğinden korkarak, mücadeleci Vahhabi fikirlerinin Hicaz’a girmesini
engellemeye çalışmıştır. Bunun için Şerif Hüseyin, İbni Suud’un üzerinde hak
iddia ettiği Hurma ile Turaba’ya sahipliğini çabucak belirginleştirmeye
çalışmıştır. İngiltere de, Hicaz’da bir Vahhabi istilasını önlemeye kararlıdır.
Daha önce olduğu gibi bölgede büyük yıkımlara ve hasara sebep olacak böyle bir
istilanın, hac yolları güvenliğinin tehlikeye girmesine ve kutsal toprakların
zarar görmesine sebep olacağından korkmuştur. İngilizler, sömürgelerindeki
Müslümanları, özellikle Hindistan Müslümanlarını bu olayın kötü etkilemesinden
korkmaktadır. İngiltere karşıtı propagandaları artıracağı düşünülmektedir.
Hicaz’da bir büyük felaketi engellemeye çalışan İngiltere,
yine de kendisini tehlikeli bir ikilemde bulmuştur. İngiltere’nin iki
müttefikinden birisiyle arası bozulacaktır. İbni Suud’un artan hırs ve gücüne
rağmen, İngiltere şimdilik Şerif Hüseyin lehine bir politika izlemektedir .
5 Ağustos 1918’de Şammar Dağları’na saldırı başlamıştır.
Philby de bu saldırıya katılmıştır. Eylül 1918’de İhvan, bayraklarını
kaldırarak Hail’e doğru hareket etmiştir. Necidlilerin yanında 5.000 kadar kişi
vardır. Şerif Hüseyin, Hail Emirliği ile bir anlaşma yapmıştır. Bu durum Necid
Emiri’ni tümüyle endişelendirmiştir. Şammarlılar (Hail halkı) teslim olmak
üzereyken, İngilizler İbni Suud’un Hail’deki zaferinin Şerif Hüseyin tarafınca
olumsuz bir tepkiye yol açacağı düşüncesiyle, saldırının geri çekilmesi emrini
vermiştir. Abdülaziz öfkeden çılgına dönmüştür. Ancak bu saldırıdan ona 1.500
deve, binlerce koyun ve 10.000 kortuştan oluşan büyük bir ganimet kalmıştır.
İngilizler, İbni Suud’un Hail’e karşı yaptığı harekatta İngilizlerin çıkarı
olmadığını anlamışlardır. İbni Suud’un Şammar Dağları’nı işgal etmesini
istememektedirler.
1917 Mart’ından 1918 Ekim’ine kadar süren Haşimilerin Medine
kuşatması esnasında, Abdullah bin Hüseyin’in kışlasında, Uteybe şeyhlerinden
biriyle El-Hurma Vahası Emiri Şerif Halid bin Mansur bin Lüey arasında bir
anlaşmazlık meydana gelmiştir. Hurma Vahası Emiri Şerif Halid bin Mansur bin
Lüey kendisini öfkelendiren bir hakarete maruz kalmıştır . Bu durum,
Hurma sorununun daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına sebep olmuştur.
Hurma’daki tartışmalar, 1914’te Şerif Hüseyin isyanı öncesinde
atanan Hurma amiri Halid’in, Vahhabiliği kabul ettiğini söylemesiyle
başlamıştır .
1916 yılı sonlarına doğru Şerif Hüseyin, Halid’in İhvan’a
istekli desteğinden dolayı onu Mekke’ye çağırarak tutuklamıştır. 1917’nin
sonlarında tekrar sadakatine güvenince, Hurma’ya geri dönmesine izin vermiştir.
1917 sonbaharında Necidlilerden büyük bir grup hac farzını eda
etmiştir. Şerif Hüseyin onları ikramla karşılamıştır. Necidliler iki devlet
arasında resmi bir sınır tayin edilmesinde ısrar etmişlerdir. Ancak Şerif
Hüseyin cevap vermekten kaçınmıştır. Şerif Hüseyin belki de, Halid bin
Mansur’un haccı fırsat bilip Necidlilerle ilişkilerde bulunarak, Vahhabi
birliğinin kurulması için hareket ediyor olabileceğini düşünmüştür. Kısa bir
süre sonra Halid, Mekke Şerifi’nin gönderdiği kadıyı El-Hurma’dan kovmuştur.
Şerif Hüseyin, Halid’den bu durumu izah etmesi için huzura gelmesini talep
ettiğinde, Halid bunu reddetmiş, bununla birlikte hayatının tehlikede olduğunu
hissetmiştir.
1918’de Kral Hüseyin El-Hurma’yı istila etmesi için bir birlik
göndermiş, ancak bu sırada Abdülaziz bin Suud, Halid’e destek için İhvan’ı
gönderme imkanı bulmuştur. Bu sebeple Mekke’den gönderilen kuvvetleri kısa bir
sürede ezmişlerdir. Bu durum Şerif Hüseyin’e karşı açık bir meydan okumadır.
Kısa sürede Halid güçlenmiş ve Şerif Hüseyin’in kontrolündeki bölgeye saldırılar
yapmaya başlamıştır .
19.yüzyılın başlarında, Hicaz’ı istilaları sonrasında
Vahhabiler Necid’in sınırlarına geri çekildikten sonra, Riyad’dan uzak bazı
köylerin nüfusu Vahhabi olarak kalmıştır. Hurma’da bunlardan bir tanesidir.
Mekke şerifleri Hurma’ya genellikle Hanbeli mezhebine mensup kadıları tayin
etmişlerdir. Şerif Hüseyin, bir kadıyı Vahhabi esaslarıyla vaaz ettiği için,
iki kez Mekke’ye çağırarak sert bir şekilde uyarmıştır. Kadı bu hadiseden
sonra, açıkça İhvan’a katıldığını bildirmiştir. Şerif Hüseyin yeni bir kadı
atamak istese de, Halid’in reddetmesi yüzünden bunu gerçekleştirememiştir.
Bir görüşe göre; Hurma’nın sakinlerinin büyük çoğunluğu zaten
Vahhabi ya da Hanbeli idi. Şerif Hüseyin’in saldırganlığı yüzünden İhvan
hareketine katılmışlardı. Hurma bölgesinin bir Necid kabilesi olan Subai
kabilesi tarafından özellikle doldurulduğu iddia edilmekteydi. Taif’ten
dosdoğru bir hat çizildiğinde 80 veya 120 mil uzaklıktaki Hurma’nın, halkı hac
yolculuklarında rahatsızlık vermesin diye, Mekke ile bağlantısı kesilmiştir.
Buna rağmen emirleri Osmanlı tarafından maaşa bağlanmıştır.
Mekke Şerifi Hüseyin’in hoşnutsuzluğu yüzünden Vahhabi
bağlılığını benimsemeleri veya Vahhabi olmaları neticesinde Mekke Şerifi’nin
hoşnutsuzluğuna sebep olmaları nedeniyle; Şerif Hüseyin, Turaba ve Bugum
kabilesi emirlerine Hurma’ya saldırması için yetki vermiştir. Şerif Hüseyin’in
Hurma’yı bu kadar önemsemesinin sebebi Subai kabilesinin üzerindeki
hakimiyetidir. Şerif Hüseyin için Hurma’nın hakimliği; Hicaz sınırının, Taif’in
doğusunda ister istemez 200 mil yada daha fazla bir hatta genişletmesi anlamına
gelmektedir.
Hem Necid hem Hicaz iktidarına bağlı görünen bölge, açık bir
ihtilafa sebep olmuştur. İngiliz otoritesinin Mezopotamya ve Mısır’daki
temsilcileri, buralarda Şerif Hüseyin’in hak iddiasını daha gerçekçi
bulmuşlardır. Buna karşın Şerif Hüseyin’in, Hurma sakinlerinin dini özgürlüğüne
engel olduğunu da iddia etmişlerdir. Aynı zamanda Şerif Hüseyin’in İhvan’a
karşı fanatizmi de tartışma konusudur.
Küçük ve önemsiz bir köy olan Hurma üzerine yapılan bir
münakaşa, İbni Suud ve Şerif Hüseyin tarafından birbirlerinin bölgelerine yağma
olarak değerlendirilmiştir. Olayların başka bir görüşe göre gelişimi ise; Hurma
halkının İbni Suud’a verdikleri sadakat sözünden dönmesi ile Şerif Hüseyin’in,
askerlerini bu bölgedeki egemenliğini tekrar kazanmak için göndermesi
şeklindedir .
Şerif Hüseyin, 1918’de Hurma’da düzeni sağlamak için, 800
kişilik bir bedevi gücü gönderdiği zaman ilk çatışmalar başlamıştır. Bu güç
hedefine ulaşmasına rağmen, Şerif Hüseyin Haziran’da bir takviye güç daha
göndermiştir.
Şerif Hüseyin, hükümetine sorun oluşturan Ataiba ve diğer
kabile erkeklerine karşı, İbni Suud’un yardımını önlemek için gerekli olduğuna
inandığı bu eylemi sürdürmeye devam etmiştir. İngiliz yetkililerden Wilson,
Şerif Hüseyin’e İbni Suud ile çatışmaktan çekinmesini söylerken, yarımadanın
diğer tarafında Philby’in İbni Suud’un Hurma’ya yönelik politikasından
kaçınmasını ve oraya gönderdiği ajanlarını geri çağırmasını istediği görülmektedir.
Fakat az bir süre sonra bölgede savaş tekrar başlayacaktır.
Temmuz ortalarında Şerif Hüseyin, Turaba emiri Şakir ile
birlikte Hurma’ya saldırmak için bir güç göndermiştir. Ataiba kabilesinin emiri
ise Şakir’e, 800 adam ile 6 makinalı tüfek ve 4 silahla Hurma’yı işgal etmesini
emretmiştir .
Hurma’da 5.000 civarında kişi yaşamaktaydı. Bir kısmı Selvi
kabilesinden iken, bir kısmı da köle ve azadlılardan oluşuyordu. Aynı şekilde
içinde onlarca eşraf vardı .
Emir Şakir’in birlikleri Hurma’da İhvanlar’a saldırmış fakat,
İhvan onları bozguna uğratmıştır. Sonrasında Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah,
Hurma’yı tehdit etmesi üzerine İngiliz hükümeti tarafından uyarılmıştır.
Abdullah’ın güçleri, İhvan saldırısıyla bütün silahlarını kaybetmişlerdir.
Askerlerinin bir kısmı öldürülmüştür . Şerif Hüseyin’in orduları
yenilmiş ve savaş başka bir kasabaya, Hurma’nın 30 mil güney batısındaki
Turaba’ya taşınmıştır .
Bu dönemde Türklere karşı taarruz hareketleri hala devam
etmektedir. Medine’deki Fahri Paşa son garnizon olarak direnmektedir.
İngiltere, İbni Suud ve Şerif Hüseyin’e aşırı çatışmalardan kaçınmalarını rica
eden birer mesaj göndermiştir.
Bu arada İngiliz Hükümeti’nin Kahire’deki temsilcisi Sir
Reginald Wingate, İbni Suud’un lehinde düşünceye sahip olduklarını bildirmiştir.
İbni Suud’dan, Hurma’dan çekilme politikasını benimsemesi ve Emir Halid’i
desteklemekten vazgeçmesi istenmiştir. Buna rağmen Philby, İbni Suud’u: “Şerif
Hüseyin’in Hurma’ya bir kez daha saldırmasına sebep olursan, bölgeyi
koruyamadığımızı veya korumaya isteksiz olduğumuzu zannedecek, bölgeyi
kendisinin mutlaka alması gerektiğini düşünecek ve alacaktır.” şeklinde
uyarmıştır. İbni Suud’un olumlu yaklaşımı neticesinde tartışma sonlanmıştır.
Sorunun nihai çözümü İngiltere’ye bırakılmıştır.
Hindistan-İngiliz Hükümet yetkilileri, İbni Suud’u İngiliz
Hükümeti’ne güveninden dolayı taltif eden mesajlar göndermişse de, aynı mesajda
bölgenin Taif’e yakın olmasından dolayı Şerif Hüseyin’in sınırları içinde
olması gerektiğini de ifade etmişlerdir. Hizmetlerinin veya sorumluluklarının,
ne de gelecekteki muhtemel faydalarının, Şerif Hüseyin ile kıyaslanamayacağı
söylendikten sonra, şimdilik böyle kötü zamanlanmış bir hareketten kaçınılması
istenmiştir.
Bu arada İbni Suud’un Hail’e saldırması, İbni Reşid’den
kendisine sığınan Şammar halkını İbni Suud’a düşman etmiştir. Ayrıca İbni
Suud’un, Acman ve Kuveyt’in anti-Suudi politikalarıyla başı derttedir. İbni
Suud son çare olarak çok önemli dört talepte bulunur. Halkının kesin korunması
için İngiltere’den garanti isterken, Şerif Hüseyin’den de toprak istemiştir. Bu
durum, Hurma ve Ataiba kabilelerinin sınırları kararlaştırılmadan bir sözleşme
yapılmasına sebep olmuştur. Ayrıca İbni Suud, Hail’e karşı müşterek bir
saldırıya başlandığı zaman, İngiltere’den kendisini savaş malzemesi ve para
konusunda yüz üstü bırakmamasını istemiştir.
Necid ve Hicaz arasındaki üçüncü çatışmada, İbni Suud’un şehir
üzerine gitmek için İngiltere’den silah isteği onaylanmak istenmemiştir.
İngilizler, İbni Suud’un bu silahları doğrudan Hicaz’a çevirmesinden
korkmuşlardır. Bu arada İngiltere’nin Filistin ve Mezopotamya’daki
başarılarına, Şammar’ın sahibi İbni Reşid’den Hüseyin’e dostane bir teklif
eklenince, İbni Suud saldırısının zaruriyeti ortadan kalkmıştır. İngiltere,
Şerif Hüseyin’i Hurma’ya saldırmaktan vazgeçirme çabalarında başarısız olması
üzerine, isteğinden vazgeçmiştir. Ama İngiltere, Şerif Hüseyin’in seferlerinin
doğuya doğru kaymayacağının kesin güvencesini almıştır. İngilizler genellikle
İbni Suud’un diğer taleplerini onaylamıştır. İbni Suud, eğer bu konuda Halid
bin Mansur’un sempatisi kazanılmazsa, onun İngiltere’nin kararlarını
onaylamayacağını ve taraftarlarına bunu asla kabul ettiremeyeceğini anlamıştır.
Vahhabi lideri İbni Suud, geçmişte olduğu gibi gelecekte de amacının Hicaz’ı istila
etmek olduğunu sıkça vurgulamıştır. İbni Suud İngilizlere gönderdiği
mektubunda: “Geçmişte babama ve atalarıma ait olan her şey bana miras
kalmıştır. Ben bundan fazlasını istemiyorum.” şeklinde yazarken, bu konuda
tartışmaya hazır olduğunu belirtmiştir .
21 Mayıs 1919’da Abdullah bin Hüseyin, Medine’deki Türklerle
ilgili kaygısından kurtulmuştur. Hurma’nın yaklaşık olarak 30 mil
güneybatısında olan Turaba’ya saldırmış ve burayı ele geçirmiştir. Turaba’da
konumunu sağlamlaştırdıktan sonra, Hurma üzerine ilerlemeyi amaçlamıştır .
Turaba’da 3.000 civarında nüfus vardır. İçinde arazilerin büyük bir kısmına
sahip olan birkaç eşraf vardır . Bu vaha Necid tarafından Taif’in
kapısı sayılmıştır. Fakat Halid bin Mansur’un liderliğinde İhvan Abdullah’ın
birliklerine saldırmıştır. Abdullah’ın düzenli birlikleri yok edilmiştir. İbni
Suud, 12 bin kişi ile Hurma’nin 80 mil kuzeydoğusundaki Sakha’ya varmıştır.
Abdullah bin Hüseyin Turaba’dan ayrılmak zorunda kalmıştır . Suudi
güçleri, Hüseyin oğlu Abdullah tarafından yönetilen Şerif Hüseyin’in ordusunu,
elindeki tüm silahları zapt ederek, bozguna uğratmıştır. Hicaz ordusunun
yenilgisi, Britanya’nın hakemliği ile İbni Suud ve Şerif Hüseyin arasında
ateşkes ile sonuçlanmıştır. İbni Suud, Necid’in sınırlarının Hurma ve Turaba’yı
da içermesi gerektiğini ve de Necid hacılarının hac vazifelerini yerine
getirmelerine izin verilmesi gerektiğini savunmuştur. İbni Suud’un temsilcisi
İbni Thunayan, barış için ön hazırlıklarını konuşmak için Hicaz’a hareket etmiştir.
Necid ve Hicaz arasında, tarafları birbirinden en az 4 yıl uzak tutacak bir
ateşkes imzalanmıştır . İngiliz-Suudi Antlaşmasının maddelerine
göre, İngiltere’nin savaştan sonra sınırları çizeceği belirtilmesine rağmen,
savaş sonrası İngiliz Hükümeti herhangi bir özel sınır çizmekte tereddüt
etmiştir. İngiliz tarihinin en zor dönemlerinden biri olan savaş sonrasında
Hurma ile Turaba sorunları başlamıştır. Pek çok yetkilinin korktuğu Bolşevik
tehditinin bölgede yayılması ihtimali ve milliyetçi isyan hareketlerinin
görülmesi İngiltere’yi zorluklarla bütünleştirmiştir. Mısır’da Mart 1919’da
isyan başlaması, Irak’taki isyandan sonra Haziran 1920’de Suriye’de
milliyetçilerin San Remo kararlarına karşı çıkması, İngiltere’nin İbni Suud ile
Şerif Hüseyin arasındaki tercihini netleştirmesini engellemiştir.
Arabistan’ın orta ve doğusundaki kabileler arasındaki
sürtüşmeler, Kuveyt Şeyhi Mübarek’in topraklarında Şammar ordusunun görülmesi
ve bunların Basra’da bulunan Türkler tarafından desteklenmesi, Kuveyt ve
İngiltere’nin Körfez’deki durumu için ciddi bir tehdit teşkil etmiştir. Ancak
1902 yılında Abdülaziz bin Suud’un Riyad’ı ele geçirmesi ile bu tehdit sona
ermiştir . Daha sonra İbni Suud’un güçlenmesi ve İhvan aracılığı ile
genişlemesi Kuveyt için açık bir tehdit oluşturacaktır. Necid Emirliği’nin
konumunun yükselmesi Kuveyt hükümdarının nezdinde bir endişe oluşturdu ki, o
fiili bir tehditle karşı karşıya olduğunu hissetmiştir. Kuveyt’i kendisine
geleneksel bir hedef seçen ve ona saldıran Matir Aşireti’nin İhvan Hareketi’ne
katılması, tevhit davetini korumak ve yaymak adı altında Kuveyt’e saldırması
büyük endişe oluşturmuştur. Matir Aşireti Kuveyt’i yani, İngilizlerle işbirliği
yapan ülkeyi yağmalamayı kendileri için hak saymışlardı. Buna karşılık 1915
yılında Kuveytliler, Acman kabilesine yok olma pahasına yardım ederek destek
vermişlerdir. Fakat Acman kabilesi istemeyerek Abdülaziz bin Suud’a boyun
eğmişlerdir. Nitekim İhvan Hareketi onları kuşatmış, ancak Abdülaziz aşiretin
yirmi küçük grup halinde Necid’in iç bölgelerine dağıtılmasını istemiştir.
Acmanlılar, İhvan Hareketi’ne karşı gelmemesine rağmen, kendi bölgeleri dışında
göçe zorlanmalarını kesinlikle reddetmişlerdir.
İngilizlerle Kuveytlilerin arasındaki ilişkilerin bozulması
Necidlilere beklemedikleri bir yardımı olmuştur. Nitekim İngilizler, Şam’daki
Türklere Kuveyt yoluyla yardım gönderildiğini ve şeyhleri Salim’in bu
kaçakçılıktan gelir elde ettiğini keşfetmişlerdir.
Kuveyt Hükümdarı, Münif Dağı bölgesinde Kuveyt sınırını çizen
ve 1913 yılında yapılan Britanya-Osmanlı Antlaşması’ndan haberdardı. Ancak
1915’de yapılan İngiliz-Necid Antlaşması’ndan haberdar değildi. O antlaşma
gereği Kuveyt sınırı çizilmemişti. (El-Ahsa’nın büyük bir bölümünün sınırları
içinde olduğunu iddia etmekteydi.)
Abdülaziz bin Suud, Matir kabilesi sınırı çerçevesinde Kuveyt
sınırına bir İhvan göçü düzenlemişti. Şeyh Salim bunu protesto etmiş,
Kuveytlilerle Faysal Ed-Düveyş emri altında bulunan İhvan arasında çatışmalar
yaşanmıştı ve Kuveytlilerin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Bu korkunç tehlike
karşısında Şeyh Salim İngilizlerden kendisine yardım etmelerini istemiştir.
Hasım olan iki taraf, İngilizlerin hükmü altında anlaşma talebinde
bulunmuşlardır.
1920 Eylül’ünde emirler İngiliz istekleri üzerine
anlaşmışlardır. Ancak çarpışmalar devam etmiştir. O sırada Kuveytliler Şammar
kabilelerinden destek istemişlerdir. Bunun üzerine Hail’den bir kuvvet
ulaşmıştır. İbni Suud, Faysal Ed- Düveyş’e Kuveyt tarafına doğru hareket
etmesini emretmiştir. 1920 Eylül’ünde sayıları 4.000 civarında olan Matir
Kabilesi’nden olan İhvanlar, Kuveyt şehrinin güneyine birkaç km. uzaklıktaki
bir yere varmışlardır. Aynı ay içerisinde Cox, El-Akir’de Abdülaziz ile bazı
görüşmeler yapmıştır. Amacı sınır üzerindeki anlaşmazlıklarda, İngilizleri razı
edecek bir çözüm için uğraşmaktı. Ancak Faysal ed-Düveyş, 1920 Ekim’inde
El-Cehra yakınında bir mevkide Kuveyt ve Şammar kuvvetlerine saldırmıştır ve
ordusu büyük bir zarar görmesine rağmen onları yenilgiye uğratmıştır. Şeyh
Salim, El-Cehra yakınında kendisine ait bir saraya sığınmış ve zaman kazanmak
için görüşmelere girmiştir. Aynı zamanda İngilizlerden destek istemiştir.
İngilizler onu kurtarmayı amaçlamışlar, bunun için Kuveyt sahillerine bir
kuvvet gönderip, Kuveyt ile meydana gelen anlaşmazlıkta Kuveyt yanında yer
alacakları tehdidinde bulunmuşlardır, bunun üzerine Faysal ed-Düveyş çekilmek
zorunda kalmıştır. 1921 Şubatı sonunda Şeyh Salim ansızın ölmüştür. Savaş
ihtiyaçları olmadığı halde, savaşın kendilerini yıprattığı Kuveyt ileri
gelenleri, Ali Ahmet bin Cabir es-Sabah’ı lider olarak seçmişlerdir. O, ölen
Şeyh Cabir bin Mübarek es-Sabah’ın en büyük oğludur. Ahmet bin Cabir’in halk
desteği vardır. Riyad Emiri ile kabul edilebilir bir çözümü desteklemişlerdir.
Necid’deki İbni Suud ile görüşmeler yapmışlardır.
Abdülaziz bin Suud, İngilizlerin Kuveyt’i kendilerine
bırakmayacaklarını anlamıştır. Bu sırada İbni Suud’un önem verdiği şey, Hail’e
bir saldırı düzenlemek ve bütün Şammar Dağı üzerindeki egemenliğini
sağlamlaştırma imkanını elde etmektir .
1918 yılında 1.Dünya Savaşı sona ermesine rağmen İbni Suud ile
rakipleri arasındaki yerel savaşlar devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nin
Arabistan siyasi haritası üzerinden silinmesi üzerine, İbni Suud ve İbni Reşid,
bölgelerine diğer bölgeleri katmak umuduyla çabalamışlardır. Savaş İbni Reşid’i
müttefiksiz bırakmıştır ve onun İbni Suud’un aksine zayıflamasına neden
olmuştur. İbni Reşid’in bu durumda tek umudu Hail’in ve onun civarındakilerin
gücü altında beklemektir. 1918 ile 1920 yılları arasında Hail’in komutanları
Orta Arabistan’daki kayıplarını karşılayabilmek için sürekli çalışmışlardır.
Hicaz bölgesindeki Haşimiler ve özellikle Britanya’nın savaş boyunca İbni
Suud’un durumunu güçlendiren desteğinden sonra ortaya çıkan tehlikeyi anlamaya
başlayan İbni Reşid, Kuveyt’in önde gelenlerinden olan el-Sabah ile anlaşma
yapmıştır. Bu çalışmalar savaştan sonra Reşidilerin Arabistan’dan çıkarılmasını
önlemede başarı sağlasa da, İbni Suud’a karşı herhangi bir askeri aktiviteyi
doğurmamıştır .
Mart-Nisan 1921’de Kuveyt temsilcisiyle yapılan barışın
sonrasında, Abdülaziz Hail’e bir saldırı kararı almıştır. O esnada yarımadanın
orta kesimleri bir kez daha şiddetli bir kuraklık geçirmiş ve fiyatlar
yükselmiştir. Öyle ki Şammar Dağları’nın zorluklarını geçmiştir .
Reşidiler, 1920’li yıllarda topraklarındaki İbni Suud
saldırılarını önleyememiştir. Hail’e saldırılar, öncelikle İbni Suud’un
kontrolü altına giren fakat, ticari pazarda Reşidilerin güçlü destekçileri olan
Şammar kabilesinin ticaret yapmasının yasaklanmasıyla meydana gelen ekonomik
baskıyla başlamıştır. Ardından Cebeli Şammar’ın vahalarında çatışmalar ve
savaşlar devam etmiştir.
Askeri baskı ile iç galibiyet münakaşaları Reşidi merkezinde
birleştiğinde, Reşidi nüfuzunun Orta Arabistan’daki gerileyişi engellenememiştir.
Emirlik yenik Osmanlı Devleti ile olan ittifakı nedeni ile zaten zayıflamıştır.
İbni Suud, Britanya’nın destek ve mühimmatı ile Hail’i 1921 yılında
fethedebilmiştir . 1921 Nisan ve Mayıs aylarında İbni Suud’un
birlikleri Şammar kabilelerini yenilgiye uğratmıştır. Hail duvarlarına dayanıp,
uzun bir kuşatma başlatmıştır. Şammar Dağı Hükümdarı Abdullah bin Mutab bin
Abdülaziz, Hail şehrinin sarp duvarlarının arkasına sığınma kararı almıştır.
Ancak şehirdeki erzak tükenmekteyken, görüşmek için bir heyet göndermiştir.
Abdullah bin Mutab bin Abdülaziz Şammar Dağı Emirliği’nin, Hail şehri ve Şammar
kabilesinin toprakları ile kısıtlanmasını kabul etmeye hazırdır. Ancak güçlü
olduğunu anlayan İbni Suud, tam bir teslim talebinde bulunmuştur.
Birkaç ay boyunca iki taraf arasında çatışmalar devam etmiştir
ve kayda değer hiçbir sonuç alınamamıştır. Hail halkı kuşatmaya karşı yetecek
kadar erzak elde etmelerine rağmen, şehirdeki iç çekişmeler utanç verici bir
şekilde devam etmiştir.
General Wilson Kahire’de yaptığı bir toplantıda savaş sonrası
Ortadoğu’nun yapısını planlamıştır. İngilizler, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı
Irak’a kral olarak tayin etme kararı almışlardır. Ona çabucak taç
giydirmişlerdir. Bununla birlikte Doğu Ürdün Emirliği’ni Hüseyin’in oğlu
Abdullah’a vermeyi kararlaştırmışlardır. İbni Suud acele etmesi gerektiğini
anlamıştır. Yoksa Şammar Dağı elinden çıkacaktır. Hail’e yeni bir saldırı
başlamadan önce Abdülaziz kabile şeyhleri, İhvan’nın ileri gelenleri ve din
alimleri ile bir toplantı düzenlemiştir. Toplantı sonucunda emirin ‘Necid ve
Çevresindeki Toprakların Sultanı’ unvanının, uluslararası camiada ülkeye karşı
olumsuz düşüncelere neden olduğu görüşüyle kaldırılması kararlaştırılmıştır
.
1921 yılında İbni Reşid’in yenilgisi ile Cebeli Şammar’ın,
kuzeyde Necid ve Haşimi alanları arasında tampon bölge olma durumu ortadan
kalkmıştır. Vahhabi lideri İbni Suud, hem Kral Faysal ile direkt bağlantıya
geçmiş hem de 1921’in başında Arabistan’ın en kuzeyindeki Kauf’u ilhak ederek,
Abdullah’ın krallığının güney sınırına kadar dayanmıştır. İki hükümdar
arasındaki kaçınılmaz sürtüşme Britanya’yı, Filistin Yüksek Komisyonu’nu ve Sir
Herbert Samuel’i bir kez daha zor durumda bırakmıştır .
İngilizler, Orta Cezire’nin kuzeydeki kısmının Necid’e ilhak
edilmesini, Irak ve Doğu Ürdün’deki çıkarları için büyük bir tehlike olarak
görmüşlerdir. Oradaki olayların dışında kalmak istemiş, ancak Necid’in
konumunun güçlenmesi onları endişelere sevk etmiştir .
Hail ileri gelenleri Abdullah bin Mutab’ı görevden alıp yerine
hapisten serbest bırakılan ve Abdullah bin Tallal’ın kardeşi olan Muhammed bin
Tallal’ı getirmişlerdir. Abdullah bin Mutab ise Riyad emirine sığınmıştır. O
zamana kadar yapılan kuşatmalar bir sonuç vermemiştir. 1921 Ağustos’unda
Abdülaziz, bazı kaynaklara göre içinde Faysal Ed-Düveyş liderliğindeki
İhvanlar’ın da bulunduğu 10.000 kişiden oluşan bir gücün başında Hail
yakınındaki mevkilere dönmüştür. Kuşatmacılar ondan ümidi kesmişlerdir.
Kuşatmadan iki ay sonra şehrin ileri gelenleri görüşme yapmak için Sebhan
ailesinden bir kişiyi göndermişlerdir. Sonra teslim olmak üzere anlaşmışlardır.
Belirlenen zamanda Hail kapıları Abdülaziz’in güçleri önünde açılmıştır. İbni
Tallal kaleye sığınmış ve Irak’taki İngiliz yetkililerine ve Kral Faysal’a
yardım çağrısı için bir elçi göndermiştir. Ancak yardım ulaşmamıştır. Bir süre
sonra can güvenliğinin sağlanması şartıyla teslim olmuştur. İbni Tallal şerefli
bir esir olarak Riyad’da kalmış ve kızını İbni Suud ile evlendirmiştir.
Bağımsız Hail’in son emiri, Riyad’da bir kölesi tarafından 1954 yılında
öldürülmüştür .
Ağustos 1921’de İbni Suud, 10.000 askeri ile Reşidi başkentine
bir kuşatma yapmıştır. 1 Kasım’da ise Reşidilerin çevresini kuşatmıştır. 4
Kasım’da vahaların kapısı açılmıştır ve Hail halkı İbni Suud’a sadakat sözü
vermişlerdir.
Hail’in düşüşü ile İbni Suud’un egemenliği Necid’in kuzey
bölümüne kadar genişlemiş, İbni Suud gücü 20.yüzyıl Arabistan’ında en önemli
siyasi güç haline gelmiştir .
SAVAŞ SONRASI İNGİLİZ -SUUDİ İLİŞKİLERİ
I.Dünya Savaşı sonrasında İngiliz -Suudi ilişkileri
kötüleşmiştir. İbni Suud’un istediği 1.000 adet tüfeğin düşük kalitede çıkması,
iki taraf arasında gerginliğe sebep olmuştur. 1918 Mart ayında Cox, İbni Suud
için yaklaşık 100.000 civarında cephane ve 1.000 tüfek konusunda İngiliz Hükümeti’ne
bir öneride bulunmuş ve onay almıştır. Wilson ise yeni silah yerine, düşük
kalite silah gönderilmesini tavsiye etmiştir. Hindistan-İngiliz Doğu Komitesi,
Ağustos 1918’de kopyada hata yapıldığı için 1.000 tüfek yerine, 100 tüfek
gönderilmesi kabul etmiştir. Sonra da İbni Suud’un 100 tüfek aldığı için
kendini şanslı bulması gerektiği söylenmiştir. Silahların düşük kalite olduğu
sonra açığa çıkacaktır. Bu dönemde İngiliz Hükümeti İbni Suud’un sessiz
kalmasına ve Hail’e saldırmamasına karar vermiştir .
Savaş yakınlaştıkça Philby’e karşıt olanlar daha
güçlenmişlerdir. Philby ile eskiden iyi geçinmemesine rağmen Wilson, Cox’un
telgrafından sonra İngiliz politikasındaki değişiklikleri fark etmiştir.
Wilson, Philby’nin fikirlerinin aksine bir eğilime sahiptir ve Philby’i
Wilson’un sabrını tüketmiştir. Wilson, Hüseyin’le ilişkilerin iyileştirilmesini
sağlayacak ve Arap politikalarının iyi koordine edilememesine son verecek bir
adayın gösterilmesini önermiştir. Orta Doğu’daki birçok personel de aynı fikirdedir.
El-Akir görüşmeleri aslında üzerinde ayrıntılı bir şekilde
durulması gereken bir hürriyettir. Görüşmelere katılanlardan biri olan İngiliz
ajanı Dickson’ın yazdıkları şöyledir: “Cox altıncı günde her iki tarafa,
görüşmelerin üzerinde cereyan ettiği bu esasların bir seneye kadar herhangi bir
çözüme ulaştırılamayacağını söyledi. Cox, İbni Suud ve benim katıldığım özel
bir görüşmede İbni Suud’un kıble sınırı düşüncesine sabredememiştir. Cox,
Arapça’yı iyi konuşamadığı için tercümeyi üstlendim. Yüksek temsilcinin Necid
Sultanını nasıl korkuttuğunu hayretle gördüm.” Cox sınırların şekline ve genel
olarak nereye uzanacağına karar veren kişinin kendisi olduğunu kesin ifadelerle
söylemiştir. Abdülaziz tümüyle yıkılmıştır.
İbni Suud, Cox’un emretmesi durumunda bütün ülkesinden
vazgeçmeye hazır olduğunu söylemiştir. Bunun akabinde Cox, kırmızı bir kalem
alarak Arap körfezinden Doğu Ürdün’e kadar El-Cezire haritası üzerinde sınırı
çizmiştir. Dickson’un dediği gibi aynı günün akşamı müthiş sonuç gelmiştir.
İbni Suud, Cox ile yalnız görüşmek istemiştir. İbni Suud büyük sarayın
ortasında yalnız başına durmakta ve son derece kederli görünmektedir. Üzüntülü
bir şekilde dedi ki: “Ey dostum, siz benim memleketimin yarısını benden
aldınız, en iyisi hepsini alınız ve istifa etmeme izin veriniz.” Sonra bir süre
gözlerinden yaşlar döküldü. Cox son derece etkilendi ve onun elini tutup, o da
ağlamaya başladı. Bu duygusal fırtına uzun sürmedi. Cox, İbni Suud’un ellerini
tutarak, “Ey uzun ömürlü! Ben senin duygularının gerçekliğini inanıyorum, bunun
için sana Kuveyt topraklarının üçte ikisini veriyorum, ancak bu darbenin İbni
Sabbah’a nasıl kabul ettirileceğini bilmiyorum.”demiştir. Durum ne olursa olsun
Abdülaziz bin Suud ve Cox’un iki iyi temsilci olduğunu unutmamak gerekir. Bütün
kağıtlar Cox’un elindedir. Britanya, El-Cezire’de istediğini
gerçekleştirebilecek tek güç olmasına rağmen, Abdülaziz bin Suud kendi
isteklerinin çoğunu gerçekleştirebilmiştir. Bu dönemde İbni Suud bizzat
El-Cezire’nin batısına bir saldırı kararı almıştır. Cox Britanya’yı, İbni
Suud’un Hicaz’ı ele geçirmesine göz yummasına ikna edebilecek yetkiye sahiptir .
20. yüzyılın başlarında bu bölgede İngiliz siyasetini
değerlendirirken Necid, Irak ve Ürdün arasındaki ilişkilerin kopma derecesinde
olduğu görülmektedir. Onları birbirine öldürtmenin Londra’nın çıkarına olduğu
söylenemez. İngilizler yeni sömürgelerinden sessiz bir şekilde faydalanmayı
tercih etmişlerdir. Buna ek olarak, bölge yöneticilerinin tümüne yardım olarak
büyük paralar vermişlerdir. 31 Mart 1924’e kadar bu yardımları kesmemişlerdir.
1923 yılı Aralık ayında İngiltere’nin çabası ile Kuveyt’te bir
toplantı yapılmıştır. Toplantıya üzerinde anlaşmazlık bulunan sorunlara bir
çözüm getirmek amacıyla Doğu Ürdün, Irak ve Necid’den temsilciler katılmıştır.
Ancak taraflar hiçbir konuda anlaşmaya varamamışlardır. Cetvelle çizilen
sınırda kabile saldırıları devam etmiştir. Mart 1924’de Abdülaziz, Faysal
ed-Düveyş’e emir vererek Irak tarafından Necid’e saldırıda bulunan kabileleri
cezalandırmasını istemiştir. 1924 Mart’ta Kuveyt toplantıları yeniden
başlamıştır. Hiçbir netice alınmadan Nisan’a kadar devam etmiştir .
1922 - 1924 ARASI VADİ SİRHAN MESELESİ
Lozan Antlaşması, Arap Yarımadası’nın dışında, I.Dünya
Savaşı’nda Türkiye tarafından kaybedilen bölgelerin yerleşme problemini de
çözmüştür. Ancak Irak mandaları ve Filistin, sınırlar konusunda belirsizliğini
korumuştur. Bu iki büyük problemle nitelendirilen, 1922’nin sonundan 1924’ün
başına kadar olan periyodu takip ettiğimizde, öncelikle Arabistan’ın kuzey
merkezinde İngiliz-Haşimi tartışmasını ve Suudi genişlemesine karşı yapılan
mücadeleyi görürüz. İkinci olarak; İbni Suud ve onun Haşimi komşuları arasında
göze çarpan problemlerin çözümü için, Britanya tarafından bir konferans
oluşturulması girişimi vardır .
Necid Emirliği, Şammar Dağı’nı ele geçirdikten sonra, Haşimi
ailesinin fertlerinin yönettiği ve kuzeyden Necid’le sınırı olan üç düşman
devletle karşılaşmıştır. Şammar Dağı, Irak ve Doğu Ürdün arasında sınır
çizilmemiştir. Buna ilaveten, sabit kara sınırları Arap yarımadası yöneticileri
için yeni bir durumdur. İbni Suud bütün Şammar ve Aneze kabilelerinin
kendilerine tabii olduğunu düşünmüştür. Böylelikle onun tebaası, İngilizlerin
Irak’tan saydığı uzak bölgelerde bulunmuşlardır. Bunlara Suudi emellerini reddedip,
Irak’a göç eden bazı Şammar kabilelerini de katabilirsiniz.
Sonrasını Ürdün’deki Arap Ordu Komutanı Galip Paşa şöyle
anlatmaktadır: “El- Cezire’nin ortasında sınır yoktur. Bağdat’taki yönetim
Fırat’ın ötesinde, 2 veya 3 km.den daha fazla ötede, çölde hükümdarlığını
sağlamlaştırma çabasına hiç girmemiştir. Bir çok kabilenin hayatı, şu an Irak
ve Suriye sınırı içerisinde bulunan bölgelere intikal hürriyetine bağlıdır.
Suriye ve Irak kabileleri aynı şekilde tasarrufta bulunmuşlardır. Bunun için
sabit bir sınırın çizilmesinin tehlikeleri ortaya çıkmıştır ”.
Arabistan’ın kuzey merkezinde tartışma alanı Vadi Sirhan’dı.
Vadi Sirhan, Necid ve Suriye arasındaki kervan ticareti için önemli bir yoldur.
Ekonomik değeri nedeniyle İbni Suud için de önemlidir. İngilizlerin Ürdun için
sorumlu olan yüksek komisyonu, Vadi Sirhan’ın Britanya için önemini
vurgulamıştır. Koloni ofisinin desteğiyle, bunun Britanya’nın Akdeniz’den
İran’a kadar uzanan sürekli bağıntı kemerine sahip olmak için önemli olduğunu
iddia etmiştir. Dahası eğer Haşimi düşmanları tarafından, kuzeyden ve güneyden
kuşatılmasını istemeyen İbni Suud vadiye sahip olursa, Amman ve Hicaz’ı tehdit
etmek için önemli bir konumda olacaktır .
Kabileler arasındaki ihtilaf ve çatışmalar Irak ve Necid
arasındaki anlaşmazlıkların artmasına yol açmıştır. 1921 sonbaharında Yusuf bin
Sadun adındaki kişi, yeni oluşturulan Irak el- Cemale kolordusuna komutan tayin
edilmiştir. Bu kişinin Abdülaziz’e sığınmak üzere Riyad’a kaçan ve bir süre
sonra Riyad emirinin gönderdiği zekat toplayıcıları ile beraber dönen Zafir
kabilesi şeyhi Hamud bin Suvat ile kişisel bir düşmanlığı vardır. Faysal
ed-Düveyş başkanlığında Matir kabilesinden olan İhvan’dan bir grup Hamud’a
katılmıştır. Onlar 1922 Mart’ında Yusuf’un kışlasına hücum etmiştir.
Askerlerinin çoğunu öldürmüştürler. İngilizler, Iraklıları desteklemek için
uçaklarını göndermiştirler. Bu sırada Irak Hükümeti el-Cemle ordusunu
dağıtmıştır ve komutanı olan Yusuf bin Sadun’u görevden almıştır. Buna üzülen
Yusuf Riyad’a kaçmıştır. Ve hizmetlerini Abdülaziz’e sunmuştur. 1922
ilkbaharında Abdülaziz’in temsilcileri, Cox ile el Mahmara’da görüşmüşlerdir.
İngilizler, Irak ile Necid arasında sabit bir sınırın çizilmesini talep
etmiştir. 5 Mayıs 1922’de Aneze kabilesinden türeyen el- Müntefak Zafir ve
el-İmarat kabilelerini Irak’a; Şammar kabilesini Necid’e bağlyan el-Mahmara
Antlaşmasını imzalamıştır. Ancak Abdülaziz, Hamud bin Suvayt liderliğindeki
Zafir kabilesine sığınmaları ve Irak’a bağlı olmayı reddetmeleri gerekçeleri
ile belgeyi imzalamamıştır. Haziran 1922’de İhvan kuzey batıya, Ürdün’ün
doğusuna doğru hareket etmeye başlamışlardır. Aynı yılın temmuz ayında el-Ceyş
vahasını ele geçirdikten sonra doğu Ürdün Emirliği’ne bağlı devriyeler ile
çatışmışlardır. Bunun akabinde Teyma ve Tebük Vahaları’nı da ele geçirip,
ahalisinin zekatını Riyad’a vermelerini istemişlerdir. Bundan sonra, daha önce
Şammar Dağı’nın bir parçası olan Serkan’da İhvan çoğalmaya başlamıştır. Ve çok
kısa bir sürede beni Şakir Vahası’na saldırmışlardır. Bu durum onları Doğu
Ürdün’ün başkenti olan Amman’a yaklaştırmıştır. Aynı zamanda Necidliler Fransız
mandasındaki Suriye sınırına yaklaşmıştırlar. Ve İngiliz sömürgelerini direkt
olarak bağlayan geçitleri kesme tehdidine başlamışlardır .
Ocak 1922’de Cox, İbni Suud’a Kauf aracılığıyla bir ray yolu
ilerlemesinin olasılığını ifade eden bir telgraf çekmiştir. Cox, Suud’un bu
alandaki etkinliğinin oluşturduğu memnuniyeti bildirmiştir. Filistin’deki
İngiliz yüksek komisyonu, Kauf’un Ürdün’e dahil olmasını onayladığı için, bu gelişmeler
sonucunda meydana gelen Suud’un Kauf’u talebini tartışmışlardır. Londra’da
koloni sekreterliği, Kauf’un hala Ruvala’nin sahibi Nuri el-Şilan’a ait
olduğunu iddia eden Samuel’in tarafında yer almıştır. Samuel’in iddiasını
çürüten Cox şunları bildirmiştir: “Belirtilen Şilan bizim bilgilerimize göre
kesinlikle İbni Suud’un Kauf üzerine egemenliğini kabul etmiştir. Fransa’nin
Nuri el-Şilan’i desteklemesi ile İngilizler Suud’un isteğini daha yakın
bulmuşlardır.
Nuri el-Şilan’ın bağlılık sorunu Orta Doğu’daki konum savaşına
benzemiştir. Ruvala’nın otlu toprakları vadiyi kaplayan ve sonunda Suriye’deki
Hamsi’lerin civarında biten Kauf’un güneyine kadar uzanmıştır. Bu kabilenin
isteği Irak’tan Ürdün’ün ayırabilmesi için gerekli olduğundan İngilizler,
Nuri’nin İbni Suud’la olan ilişkisiyle ilgilenmişlerdir. Bu arada Nuri’nin
İngilizlere bağlılığı savaşın başından beri açıktır.
1912 ve 1919 yılları arasında Şam’daki Fransızlarca
kovulmasından sonra, Nuri el-Şilan Kral Faysal’a bağlılığını bildirmiştir.
Fransızlara arası bozulduktan sonra Amman’daki kral Abdullah’a, daha sonra da
İbni Suud’a bağlılığını bildirmiştir. 1922’den sonra Nuri ile İbni Suud
arasındaki ilişki Tomby’ye göre belirsiz bir durumdadır. Tomby haksız bir
eleştiri ile Osmanlı eyalet teşkilatının kabileler arası belirsizliğe ve
sınırları aşma gayretine sebep olduğunu söylemiştir.
Londra, Kudüs ve Bağdat ileri geri tartışırken, inceleme
ertelenmiştir. Ürdün’de bu sırada İngiliz temsilcisi olan Philby, Samuel
tarafından Kauf’u ziyaret etmek ve oradaki durumları bildirmek için
yönlendirilmiştir. Philby, Kauf’a ilerlemiş ve Kauf’u Ürdün topraklarına katan
Kauf’un şimdiki yöneticisinin bir temsilcisi ve Şila şeyhleri ile anlaşma
yapmıştır. Eğer koşullar komşularına saldırmayı gerektirir veya komşuları
onlara saldırırsa, İngiliz Hükümeti onlara askeri operasyon için gerekli fonu
sağlamayı garanti etmiştir. Philby’nin antlaşması koloni ofisi tarafından
reddedilmiştir.
1922’nin ilk yarısı boyunca Kauf’taki durum karışıktır. Eğer
Kauf’taki durum pek yakında düzeltilmezse, Ürdün’ün bedevilerinin isteksizce de
olsa, sürekli olan savaşa son vermenin tek yolu olduğu için Vahhabizmi kabul
edebileceği gerçeği İngilizleri korkutmuştur. Ayrıca Samuel, eğer Vahhabi
ilkeleri Ürdün’ü aşarsa, Filistin’deki İngiliz garnizonunun azaltılamayacağına
dikkat çekmiştir. İngilizlerin Ürdün’e bir Vahhabi saldırısı korkusu, 1922
yılının Ağustos ayında Amman’ın 12 mil içerisine tahmini üç ya da dört bin
İhvanlının girmesiyle haklı çıkmıştır. Ama bu güç İngiliz uçakları ve zırhlı
arabalar tarafından yok edilmiştir.
İngiltere Ürdün’ü, Kral Abdullah’ın küçük emirliğini, korumayı
kabul etmiştir. Koloni sekreterliği bir sınır çizilmesi için baskı yapmış ve
bunun önemini vurgulamıştır. İngilizlerin Orta Doğu pozisyonunu birleştirme
teşebbüsünde, İngilizler emirliği Irak’la birleştirmek için Ürdün’ün sınırlarını
çizmeyi, böylece İngiliz kolonilerinin İran’dan Akdeniz’e kadar kati bir hat
oluşturması için çalışmışlardır. Çevrede Vahhabi gücünün ve etkisinin belirsiz
olması nedeniyle, Koloni Ofisinin Kauf’u Ürdün’e katma isteğinin mümkün
olmadığı görülmüştür.
İngilizler, çölün hava rotasının ve çölün geniş bir şeridi
olan Hicaz demiryolunun Güney İhvan baskınlardan güvenli kılınması için,
Arabistan’ın iç kısmının yalnız bırakılmaması gerektiğini düşünmüşlerdir.
İngilizlerin Kauf’u Ürdün’e terk etmeye zorlanması, Vadi Sirhan’ın yarışılan
merkezini kestiği için, İngilizlerin planladığı sınır çizgisi hala İbni Suud
için kabul edilemezdir.
İbni Suud, İngiliz hattına karşı çıkmıştır. Öncelikle Necid
ile Ürdün arasındaki Vadi Sirhan bölünecektir. Bu sınır ekonomik açıdan
elverişsizdir. Çünkü el-Geraya’nın tüm vadi sakinlerinin bağlı olduğu tuz
depoları Ürdün sınırı içerisine düşmüştür. İkinci olarak vadinin insanları
Kauf’u onların başka bir şehri olarak görmüşler ve her yılın belirli bir
kısmını orada geçirmişlerdir. İbni Suud, Suudi bölgesine tüm vadinin katılarak
sınırların çizilmesini istemiştir. Ayrıca Ürdün’den Irak’ı ayırmak onun başlıca
amaçlarından birisidir. Glubb, bölgenin hem ekonomik hem de stratejik olarak
önemine değinmiştir. Birçok sayıda kuyu içeren Vadi Sirhan’a, İbni Suud’un
Suriye yolunu açmasından önce bir anayol açılmıştır. Bu kervanlar ve gezginler
tarafından kullanılan rotadır ve onun kuzey uçları Roman kaleleri tarafından
komuta edilmiştir.
İngilizler, İbni Suud ve onun Haşimi rakipleri arasındaki
sorunları çözmek için yapılan toplantıyı etkilemek için çabalarken,
İngiliz-Suudi ilişkileri İbni Suud’un sübvansiyonunu kesen kararıyla daha kötü
bir hal almıştır. 1923 ilkbaharının başında, Londra, 1922 ve 1923 yılları için
İbni Suud’a 50.000 poundluk tek bir ödeme yapmaya karar vermiştir. 31 Mart
1923’ten sonra bu sübvansiyon kesilmiştir. Yarımadanın diğer tarafında eğer
Hüseyin hoşnut edici bir antlaşma imzalarsa, ona 50.000 pound verilecektir.
Sonunda İbni Suud’a sübvansiyonun altı aylık aralıklarla ve 25.000 poundluk iki
eşit taksit ile ödenmesine karar verilmiştir. Bu memnuniyet veren çabalardan
sonra İngilizler, Arabistan’daki barışa ortak olma şartlarını bir kez daha
düşünmüşlerdir. Suudi ödemesinin gönderilmesiyle koloni sekreteri şunları yazmıştır:
“ Fırsatlar değerlendirilebilir, Necid-Ürdün sınır sorunu görüşülebilir, memnun
edici bir düzenleme olabilir ve ikinci ödeme şartları görüşülebilir.”
Son zamanlarda Cox’tan borç isteyen İbni Suud’a, borç
verilmeyeceği ve ayrıca sübvansiyonun kesileceği yüksek komisyon tarafından
bildirilmiştir.
1923’ün Haziran’ın sonuna doğru bir Vahhabi gücü, Vadi
Sirhan’ın kuzey bitimindeki Kaf’a saldırmış, ama bastırılmıştır. On dört
vahhabi öldürülmüştür. Kral Abdullah kasabayı tekrardan ele geçirmek için
İngilizlerden izin almıştır. Ancak o kendi kaynaklarına bağlı kalmak
zorundadır. İngilizler, ona hem askeri hem de parasal olarak yardım etmeyi
reddetmiştir. Kral Abdullah’ın Kaf’ın güneyindeki gücünü artırma çabası ile
başlayan her hareketten, İngilizlerin vazgeçirmesi muhtemelen parasal yardım ve
maddi destek vermeyerek olmuştur. Ayrıca onların Arabistan’a daha fazla para
dökmeye tamamen isteksiz olmaları durumu da vardır. İbni Suud, amirini Beni
Şakir’i baskınlardan kaçınması ve Ürdün sınırına saygı duyması gerektiği
konusunda bilgilendirdiğini belirtmiştir. Bu baskının İbni Suud tarafından
onaylandığı ya da onaylanmadığını tespit etmek imkânsızdır. Çoğu zaman söylenen
saldırıların verilerini İbni Suud’un inkar etmesini İngilizler kabul etmeye
hazırdır. İlgili otoriteler, Vahhabi liderinin her zaman uzak İhvanları kontrol
edemeyeceğine inanmışlardır. Vadi Sirhan’dan Amman’a doğru gelen baskınların
saptanması için bir gözlem ofisi oluşturan Kaf kasabasına bitişik ve stratejik
olan bir kale vardır. Bu baskınlar yüzünden kale küçük bir garnizona ihtiyaç
duymuştur. Vadi Sirhan’ın kuzey yarısı ve onun küçük bağımlı vadisi, Ruvala ve
Beni Şakir’in ekonomik kaynaklarıdır. Bu bölge İbni Suud’a verilirse
kabilelerin ekonomik kaynakları kesilecektir. Politik olarak her iki kabile de
Vahhabi ilkelerinden etkilenmemek zorundaydılar. Eğer İbni Suud bu kabilelerle
daha yakın ilişki kurabilseydi, Vahhabi sayısı artabilirdi.
Irak’taki İngilizler, eğer İhvanlar Ürdün’e saldırırlarsa,
kardeşinin yardımına gelen Kral Faysal’ın başarısıyla karşılaşacaklarını
belirtmişlerdir. Faysal yonetiminin düşüncesi; eğer Kaf’a Necid kuvvetleri
tarafından saldırılırsa, İbni Suud’un idaresindeki Beni Şakir ve Ruvala
kabileleri, Hicaz ve Ürdün sınırında ciddi bir saldırıya hazırlanırken,
şaşırtmak için Fırat Nehri batısındaki Irak kabileleri ile bir saldırı
başlatılması gerektiğidir. Faysal, Suud ile Abdullah ve Hüseyin arasında
arabuluculuk yapmayı birçok kez teklif etmiştir. Fakat İbni Suud bunu uygun
görmemiştir. İngilizler sınır problemlerini çözmek için yaklaşan Kuveyt
Konferansının son dakika detayları ile ilgilenirken, İbni Suud’a Ürdün ve
çevresindeki yerlerle düşmanlıktan kaçınması için güçlü uyarılarda
bulunmuşlardır.
1923 yazı sonunda Faysal, Amman’ı ziyaret etmiştir. Philby
Faysal’a, İbni Suud’la tartışmalarında Ürdün’ü temsil edişinin, İbni Suud
tarafından kabul edileceği izlenimini vermiştir. Faysal’ın ziyaretiyle ilgili
raporun tarzından, Philby’in konuşmaları için İngiltere’nin siyasi izninin
olmadığı anlaşılmaktadır. Londra’nın, Irak’a İbni Suud’un müdahalesini hoş
karşılanmayacağı belirtilmiştir. Bunu takip eden raporda, Philby’in
faaliyetleri ve İngilizlerin Necid, Ürdün ve Hicaz sınırlarını kararlaştırmak
için duyduğu istek vurgulamıştır.
Necid ve Irak arasındaki çözümlenmemiş problemler göz önüne
alındığında, İngilizler bu iki ülke arasında hoşnut edici bir sınır sağlamak
için yapılan görüşmelerle, Necid ve Ürdün arasındaki sınır için yapılan
görüşmelerin birleştirilmesi görüşündedirler.
21 Ekim 1923’te Cox’un yerine Trevan, Basra Körfezinde siyasi
vali olmuştur. Körfezden ayrılmadan önce Cox, Kuveyt Konferansı’nın
yöneticiliğini kabul etmiştir. Hüseyin, Faysal ve İbni Suud’dan sınır
problemleri için temsilci göndermeleri istenmiştir .
Cox’un, Ibni Suud ile yakın arkadaşlığı nedeniyle görev sahası
değişmesine rağmen, o İbni Suud’la ilgilenmeye devam etmiştir. 1921’de Arap
kıyısındaki iletişim ve sorumluluk, Hint İngiliz Hükümeti’nden Koloni Ofisine
intikal etmiştir. 1921’de Ibni Suud da Londra’da kişisel temsilcisi olarak
Dr.Mann’ı atamıştır. Bununla birlikte İbni Suud görevlinin yeterli statü, kıdem
ve deneyime sahip olması şartını koşmuştur. Ayrıca İbni Suud Londra’da Yabancı
Ofisi tarafından ağırlanmayı istemiştir. Bunun nedeni muhtemelen Hüseyin’in de
bu ofiste ağırlanmasıdır.
Cox’un emekliliği ile İbni Suud ile İngilizlerin arası iyice
açılmıştır. İbni Suud’dan mali desteğin geri çekilmesi, İngiliz acentesının
Bahreyn’den kovulması ve haberleşme kanalında değişiklik yapılması nedeniyle
İbni Suud’un İngiltere ile arası bozulmuştur .
Hafız Vebhe, Abdülaziz’in Hicaz’a 1923 yılında saldırma kararı
verdiğine işaret etmiştir. Ancak O, Britanya Hükümeti’nin tavrından emin
değildir. Nitekim Necid Sultanı Türbe Savaşı’ndan sonra kuvvetlerini çekmeye
zorlayan ve Hicaz’daki ilerlemesine karşı kendisini uyaranların İngilizler
olduğunu bilmektedir. İbni Suud’un, Hicaz’da Hüseyin yönetiminden duyulan
rahatsızlıktan haberi olduğu açıktır. Bu durum İbni Suud’u harekete geçmeye
sevk eden faktörlerdendir. Aynı zamanda Hüseyin ile Hindistan ve Mısır’dan gelen
hacılar arasında, kötü sağlık hizmetleri sebebiyle kin ve nefret başlamıştır.
Suriye’nin Fransızlara teslim edilmesi ve Filistin’in İngiliz
manda yönetimi altına alınmasına protesto olarak, Versay Anlaşması’nı
imzalamayı reddeden Kral Hüseyin ile İngilizler arasındaki ilişkiler
kötüleşmiştir. 1921’de Lawrence, Britanya ile Hicaz arasında bir antlaşma
yapmak üzere Hüseyin’e gönderilmiştir. Buna göre Kral Hüseyin, İngiltere’den
yardım alıp onunla askeri bir antlaşma yapacak, buna karşın İngiltere’nin Hicaz’daki
menfaatleri tanınacaktır. Hüseyin ise; Arapların, Filistin’de İngilizlerin
milli menfaatlerini koruyacak bir Yahudi devletinin kurulması korkusu devam
ettiği sürece, Filistin’e barışın egemen olmasının mümkün olmadığını
vurgulamıştır. Hicaz Kralı antlaşmayı imzalamayı reddetmiştir. Ve İngiliz
Başbakanı’na çağrıda bulunup, savaş esnasında kestiği vaatlerini yerine
getirmesini istemiştir. Ancak cevap alamamıştır .
İngilizler, ilk defa 1922’nin sonlarına doğru, bir tarafta
Necid ve diğer tarafta da Ürdün, Irak ve Hicaz’ın olduğu çözülmemiş problemleri
çözecek bir konferans düzenlemeyi düşünmeye başlamışlardır. Kral Abdullah ve
Faysal bu konu hakkında bilgilendirilmiştir. Bu konular bir yıla yakın
tartışılmış, fakat bu süre zarfında Şerif Hüseyin’e hiç danışılmamıştır. Bu
yüzden konferans başladığında Şerif Hüseyin bir temsilci göndermeyi
reddetmiştir. 23 Eylül 1923’te Suudiler, Haşimi rakipleri hakkında her şeyin
görüşüleceği konferans teklifini kabul ettiğini telgrafla bildirmişlerdir. Kral
Faysal ve Abdullah’ta temsilci heyeti göndermeyi kabul etmiştir.
Basra Körfezi’nin eski politik valisi olan Percy Cox
konferansın yöneticiliğine atanmıştır. Cox görüşmeler süresince Koloni
Ofisi’nin hizmetinde çalışmıştır. Her gelişmeyi direkt olarak Koloni Ofisi’ne
bildirmiştir. Suudi-Haşimi sınır problemine ek olarak konferansta, İbni Suud’un
sakıncalı bulduğu Muhammara Anlaşması’nın maddelerinin de tartışılması
istenmiştir. Bağdat’ta yeni İngiliz Komisyonu üyesi Sir Henry Dobbs, Muhammara
Anlaşması’nın gündeme dahil olmasına karşı çıkmıştır. Bununla birlikte
İngilizler, Necid-Hicaz problemlerinin giderilmesinin tartışılacağı konferansın
Hicaz’ın lehine olacağını belirterek, Ibni Suud’u bir temsilci göndermek için
ikna etmeye çalışmışlardır. Çünkü Kuveyt’te eğer Ürdün-Necid arasındaki
problemler çözülürse, Kral Faysal’ın sahip olacağı yerler değerlerine göre
belirlenecektir.
İngilizler çeşitli temsilci heyetlerinin gelişlerini beklerken
Faysal el-Düveyş, el- Ula civarındaki Hicaz demiryoluna bir baskın yapmıştır.
İbni Suud’a güçlü bir protesto yapılmıştır ve Faysal el-Düveyş’e hak ettiği
gibi davranılması İbni Suud’dan istenmiştir. İbni Suud’un dik kafalı şefinin
yanlış zamandaki istismarının, Şerif Hüseyin’in Kuveyt’e elçi göndermemesine
neden olduğu düşünülebilinir. İngilizler, Şerif Hüseyin’in işbirliğinden bir
şey elde etmeye çalışırken, ayrıca Vahhabiler’in şehri ele geçirmesinin
belirtisi olan İhvanlar’ın Medine’nin 60 mil içine girmesinden korkan Faysal’la
da ilgilenmişlerdir. İngilizler, İbni Suud Hicaz sınırlarını ihlal ederse, Irak
ve Hindistan’dan gelen tedariklerin kesilmesiyle İbni Suud’u tehdit
etmişlerdir. Necid- Hicaz sınırının açıkça belirlenmemiş olmasına ve sınırların
uzun zamandır tartışıldığına bakılırsa, Dobbs’un üslubunu ciddiye almak zordur.
İngilizler, Akabe’nin Ürdün’de ve Vahhabiler’in elinde bulunan
Hurma ve Turaba ile el-Müdevvere’den itibaren Hicaz demiryolunun Hicaz’da
kalması koşuluyla, Vadi Sirhan’ın Kaf’ın güneyindeki bölümünün İbni Suud’a terk
edilebileceği yönünde tavır almışlardır.
Kuveyt Konferansı 7 Aralık 1923’te, Irak, Ürdün ve Necid
delegelerinin katılmasıyla başlamıştır. Ancak Şerif Hüseyin, İbni Suud’u
tanımama konusundaki inadını sürdürdüğü için Hicaz, konferansta temsil
edilmiyordu. Yaşlı şeyhin inadı İngilizleri çileden çıkarma noktasına varmıştı.
Bu koşullarda Kuveyt’te hiçbir sorun çözülemediği gibi, Irak
ile Necid arasındaki antlaşmalar bile yeniden tartışma konusu oldu ve
konferansa 30 Ocak’ta ara verildi.
4 Mart’ta Ankara’da halifelik Türkiye Büyük Millet Meclisi
tarafından ilga edildi .Osmanlı hanedanın son mensubu VI. Mehmet
İstabul’u terk ettikten sonra Mekke’ye gitti. Ancak Şerif Hüseyin’in halifeliği
kendi üzerine geçirmeye çalıştığını anlayınca, hac görevini yapmadan derhal
Mekke’den ayrıldı. Böylece Türklerin özel koruyuculuğunu üstlendikleri kutsal
beldelerle bağları kopmuş oldu . Bu fırsattan yararlanan Şerif
Hüseyin ertesi gün kendini halife ilan etti. Aynı ayın 20’sinde de, 2.000 İhvan
Irak’taki Dafir Aşireti’ne saldırdı. Bu durum sonucunda, yeniden başlayan
konferansa katılmak amacıyla Kuveyt’e gitmekte olan Irak delegasyonu, Bağdat’a
geri dönme kararı aldı. Sonra konferans kesin olarak askıya alındı .
1924 yazında Hicaz bölgesi, Necid Emiri’nin gözünde ayrıcaklı
görülmüş ve artan bir önem kazanmaya başlamıştır. Uzun senelerden beri
Necidlilerin gözleri iştiyakla Harameyn’i gözlemiştir. Bu arada liderleri,
hacıların ve Cidde’deki gümrüklerin getirdiği geliri saymanın mümkün olduğunu
düşünmüşlerdir. Hamaset ve dini taassup, Necid’deki egemen aristokrasinin
hazırladığı saldırı planlarıyla yan yana gelmiştir.
Bu arada Mart ayında Holmes, İbni Suud ve Necid ile Kuveyt
arasındaki tarafsız bölge konusunda bir imtiyaz hazırlamıştır. Ancak
antlaşmanın geçerli olabilmesi için Kuveyt Şeyhi Ahmed’in onayı gerekmektedir.
Sonunda 17 Mayıs tarihinde tarafsız bölge ile ilgili imtiyaz anlaşması
imzalanmıştır.
Turaba savaşından sonra Necid ve Hicaz arasındaki ilişkiler en
gergin seviyeye ulaşmıştır. 1920 Mayıs’ında Abdülaziz, Asir’in kuzeyindeki Ebha
şehrini ele geçirmek için silahlı bir kuvvet hazırladığında, Şerif Hüseyin
Necidlilerin hac farizasını eda etmeleri için 1920 Eylül’ünde Hicaz’a
girmelerini yasaklamıştır. Necidliler hakemi olması vasfıyla durum Cox’a
bildirilmiştir. İngilizlerin ısrarı üzerine Şerif Hüseyin bir sonraki yıl hac
farizasını eda etmelerine izin vermiştir. Ancak İhvan’dan pek çok kişinin
Hicaz’a gelmesi korkusuyla hacıların sayısını sınırlamıştır. 1923 yılı
başlarında Necidliler Asir’de ayaklarını sağlamlaştırmıştır. Bunun üzerine
Şerif Hüseyin’in korkuları artmıştır .
Şerif Hüseyin ile yapılan ateşkesten sonra İbni Suud Güney
Hicaz’a, yani Asir’e yayılma fırsatı bulmuştur. Asir’de 19.yüzyıl sufi
öğretmeni Ahmed İbni İdris’in bir torunu tarafından oluşturulmuş Şabiya’ya dayalı
bir emirlik vardır. 19.yüzyılın son dönemlerinden beri İdrisiler Osmanlı
egemenliğine karşı olmuş ve de Osmanlılar’ı bölgeden atmak amacıyla kabilesel
birlikleri etrafında toplamıştır. Bu 20.yüzyılda İdrisi Emirliği’nin Muhammed
bin Ali el-İdrisi tarafından oluşmasının önemli bir faktörü idi. İdrisi
Emirliği savaşmakta olan yerel güçler arasında tampon bir bölge haline
gelmiştir. Mekke’deki Şerif Hüseyin’in ailesi de, Yemen’in imamları da
nüfuzlarını Asir’e yaymak için, dış güçlerden de alınan yardım ile bu
ekilebilir araziye yerleşmişlerdir.
Özellikle Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nda
yenilmesinden sonra, Asir’in kabilesel grupları kararsız bir tutum
sergilemiştir. Savaştan sonra, İdrisilere sadık olan kabileler, İdrisiler ve
onların kabilesel destekçileri arasındaki kolay kırılabilen koalisyonu
oluşturarak, İbni Suud’a dönmüşlerdir. İdrisilerin artık bölgede kabilesel
kökleri yoktur, onlar Asiri kabileleri arasında hep önde gelenlerdendiler ve
öyle kaldılar. İdrisiler kırılgan nüfuzlarını Asir’de sürdürürken, yerel Ebha
Emirliği, Faysal önderliğindeki Suudi askerlerinin Ebha’yı, yani Asir’in
başkentini ele geçirdikten sonra , İbni Suud’a ittifak önermişlerdir. 1922’de
Ebha’nın İbni Suud’un eline geçmesi, Hüseyin’i çok kızdırmıştır. Hüseyin
Ebha’daki egemenliğini, Hicaz üzerindeki yayılımının bir parçası olarak
görmüştür.
1923 yılı başlarında Kral Hüseyin ile Necidliler arasındaki
çatışmalar başlamak üzeredir. Hicaz’da Kral’ın yönetiminden huzursuzluklar
artmıştır. Nitekim bozulma ve rüşvet yaygındır. Devlet organları, onların
yaptıkları ile birbirini yemiştir. Hüseyin, hacılardan alınan haraç ile,
silahlı kuvvetlerini güçlendirmek için zekatın arttırılmasını istemiştir.
Kabileler onun vergi toplamak için kuvvet gönderme çabasından rahatsız
olmuşlardır. Rahatsız olanların çoğu Necid tarafına sığınmışlardır. Kral
Hüseyin Asir’i kendi topraklarından saymıştır. Ancak 1923 Nisan ayında
Hicaz’dan gelen bir kuvvet Ebha şehrini kuşatmıştır.
Abdülaziz, Hicaz’ı ele geçirmeye çoktan karar vermiştir. Şerif
Hüseyin’in hacılara uygun koşullar hazırlamaması ve sağlık şartlarının
kötüleşmesi Hicaz’a saldırmasına sebep olmuştur.
Asir’in kuzeyindeki Suudi Savaşı, Hicaz’ın kalbindeki
Hüseyin’in bölgelerinde sert bir askeri yağmanın başlangıcıdır. 3 Mart 1924’te
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılan halifeliği, iki gün sonra
Kral Hüseyin’in üzerine alması ve 31 Mart’ta İngiltere’nin İbni Suud’a olan
sübvansiyonu ( parasal desteği) durdurması gibi iki önemli olay, İbni Suud’un
Hicaz’a saldırma kararını vermesine sebep olmuştur. İbni Suud, Britanya’nın
1924’te aylık yardımı olan 5.000 poundu kestiği zaman, mali olarak büyük bir
darbe yemiştir. Bu nedenle hac ve gümrük vergilerinin toplandığı Orta Hicaz’ın
daha zengin bölgelerini özellikle ele geçirmek istemiştir. Hüseyin’in son
provokasyonu ve İngiliz sübvansiyonunun sonlandırılması ile, İbni Suud’un
İngilizlerle düşmanlığında kaybedecek çok az şeyi olması, Vahhabi liderinin
Hicaz üzerindeki İhvanlar’ı alıkoyma ihtimalini ortadan kaldırmıştır .
Şerif Hüseyin’in halifelik unvanını alması İbni Suud’u deli
etmekle kalmamış, Haşimi hâkimiyetinin kendi yönettiği yerleri de içine alması
endişesine sebep olmuştur .
Şerif Hüseyin, halifeliğini ilan ettikten sonra Vahhabi
hacılarının kutsal şehirlere hac ziyareti yapmasını yasaklamıştır. Kral
Hüseyin’in kararına en sert tepki Necid’deki Suudilerden gelmiştir .
İbni Suud haccı garanti altına almaktan başka bir alternatife sahip değildi. Bu
konuda, 1915 yılında İngiltere ile yapmış olduğu antlaşmanın 5.maddesi onu
sınırlandırmıştır. 5.maddeye göre; kutsal bölgelerde dikkatli olmak, geçitlerde
ve kutsal yerlerde hacıları korumak yöneticilerin üzerine düşen bir borçtur.
İbni Suud aslında, Kral Hüseyin’in kutsal yerlerin haklarını ihmal etmesi ve
Necid halkını hac yapmaktan men etmesi sebebiyle, Hicaz’daki saldırılarını
haklı çıkarmıştır. Dahası İbni Suud, hac rotalarının da güvenliğini
sağlayacağını bildirmiştir. İbni Suud bu politikasıyla büyük bir kazanç elde
etmiştir. Sonuçta hac olaysız geçmiştir. İbni Suud’un itibarı yükselirken,
Şerif Hüseyin ve oğlu Ali’nin pozisyonu sarsılmıştır.
4 Haziran 1924’de İbni Suud’un babası Abdurrahman, askeri ve
dini yetkilileri ve İhvan liderlerini Riyad’da toplamıştır. Bakınız. Ek-3.
Kongrenin amacı; hac yolunu ve İhvan’ın Hicaz’a karşı bir saldırı planını
görüşmektir. İbni Suud’un, Kral Hüseyin’den Mekke ve Medine’yi zorla alması ne
kadar kolay olsa da, İslam dünyasında kabul görmeden haricinde bunu denemesi,
hem de hac sezonunda denemesi, kanunsuz ve mantıksız olurdu. Çünkü kutsal
şehirler bütün Müslümanların ortak malıdır .
Ağustos ayında 3.000 dolayında İhvan, Amman’ın varoşlarına
kadar gelmiştir. Ancak geri püskürtülmüş ve çok kayıp vermişlerdir .
Yaz boyunca İhvan saldırıları ve baskınları, Ürdün ve Irak’a karşı sürmüştür.
Her zamanki gibi İbni Suud, bu baskınlarda
İngilizler tarafından engellenince, o kabilelerin
saldırılarının Ürdün ve Irak’taki mültecilerin provakasyonu olduğunu iddia
etmiştir. Ayrıca İbni Suud, o baskıncıları başka bir ülkede veya tarafsız
bölgelerde sığınak aradıkları için cezalandıramayacağını belirtmiştir.
İhvan baskınları ve İbni Suud’un ne zaman Hicaz’a saldıracağı
spekülasyonları devam ederken, sıcak mevsimin sona ermesi ile Vahhabi lideri 29
Ağustos 1924’te saldırıya geçmiştir.
Hindistan Hilafet Komitesi, Müslümanların Türk Halifeliği’ne
bağlılığının devam etmesi gerektiğini savunan, Şevket ve Muhammed Ali
önderliğinde bir ulusçu gruptur. Bu komitenin İngiliz Hükümeti’ni dini
meselelerde sorguladığı unutulmamalıdır. Onlar Şerif Hüseyin’nin başlangıçta
Osmanlı halifesine karşı isyanını ve sonrasında halifeliğini ilan etmesini
ciddi bir provakasyon hareketi varsaymışlardır. Osmanlı halifeliğinin
yürürlükten kaldırılması ve Hüseyin’in bu unvanı üstlenmesi nedeniyle
İngilizler, yüksek Ortodoks Vahhabi lideri Abdülaziz bin Suud’u, Türkiye
Cumhuriyeti’nin başkanın yerine İslam’ın kılıcı olarak davranması için
aramıştır.
İbni Suud’un saldırısının çok iyi bir şekilde planlandığı
görülmüştür. Ona bağlı Vahhabi kuvvetleri Hicaz’a saldırı için Hurma ve
Turaba’da savaşa hazır beklerken, diğer bağlı güçler Irak ve Ürdün’e saldırıya
ve Hicaz demir yolunu kesmeye gönderilmiştir. Destek kolları ise Vadi Sirhan’a
yollanmıştır. Irak ve Ürdün’ün Hicaz’a yardımlarının önünü kesmek için bu kuzey
kuvvetlerinin kullanılması muhtemeldir. Vahhhabiler’in ilk saldırısı Mekke
varlıklı sınıfının yaz ricatı ve Hicaz’ın başlıca vahası Taif’edir
Eylül 1924’te İbni Suud’un askerleri, Mekke yakınındaki dağlık
arazi olan Taif’te görünmüştür. Taif Suudi egemenliğine geçince, üç gün boyunca
yağma edilmiştir .
Hüseyin’in oğlu Ali Hicaz ordusunun başında Taif’e varmıştır.
Ancak o yerel kabilelerden destek alamadığı için, çok geçmeden kuzey batıya
yaklaşık yirmi mil kala Hadda’ya ricat etmek zorunda kalmıştır. Vahhabi
kuvvetlerinin kıdemli kumandanı olan İbni Hamid varmadan önce bir katliam
olmuştur. Bu sırada ölenlerin arasında birkaç İngiliz de vardır.
Hicaz’ın ele geçirilmesi İbni Suud için aslında çocuk oyuncağı
sayılacak bir olaydır, ama harekâtın kutsal yerlere sıçraması durumunda haberin
Müslüman dünyada derhal büyütüleceği ve aleyhine kullanılacağından çekinen İbni
Suud, harekatı çok temkinli biçimde sürdürmüştür. Bu nedenle fetih süreci bütün
bir yıla yayılmıştır .
Bu arada İbni Suud Taif yakınlarında Şerif Hüseyin’e karşı
üstünlüğünü kabul ettirmesiyle daha da güçlenmiştir. İhvan’daki aşiret
şeyhlerinin otoritesi ve aşiretler arasındaki ayrılık azaldıkça, İbni Suud’un
otoritesi artmıştır. İngilizler, Turaba ve Hurma bölgesinin hâkimiyet
ihtilafında, Şerif Hüseyin’e İbni Suud’a karşı destek vermişlerdir. Fakat buna
sonra pişman olacaklardır. İbni Suud 1920’de Asir bölgesini de ele geçirip,
Reşid Hanedanı’nı devirmiştir. İbni Suud 150 bin kişilik ordusuyla Arabistan’ın
fethini tamamlamaya devam etmiştir . Londra’da resmi olmayan bir
konferansta, Şerif Hüseyin’e karşı bir iç Hicaz devrimi veya bir İhvan
saldırısının uygun karşılanıp karşılanamayacağına eldeki raporlarla karar
verilememiştir. İngiltere, Hicaz’daki İngiliz yurttaşlarının canlarının ve
mallarının korumak için önlemlerin alınması gerektiğini belirten bir uyarıyı,
İhvan kumandanına yollamıştır .
İngilizler hiç istememelerine karşın Şerif Hüseyin’i
desteklemek zorunda kalmaları sebebiyle, İbni Suud’a düşman durumuna
gelmişlerdir. İngiliz prestiji düşmüş ve kendi tabirleriyle kuklaları
devrilmiştir. İngiliz nüfuzu bölgede kaybolmuştur .
Bu noktada İngiltere bazı problemlerle karşı karşıya
gelmiştir. Şerif Hüseyin, İngiliz Hükümeti’ne savaş zamanı yardımlarını
hatırlatarak, yardım için başvurmuştur. Kral Abdullah ve Faysal, Büyük
Britanya’ya, Vahhabilerin Hicaz’ı ele geçirmesini önlemesi için baskı
yapmışlardır. Her iki hükümdar, eğer İngiltere yardımı reddederse, babalarının
yardımını alarak, İngiltere’ye gözdağı vereceklerdir. Kral Abdullah, eğer Hicaz
İbni Suud’un kontrolü altına girerse, Vahhabi etkisinin Ürdün’de kendisini
göstereceğine dikkat çekmiştir. Faysal ise, Bağdat’taki pozisyonu için Hicaz’ın
öneminden bahsetmiştir. Dahası Faysal, eğer İbni Suud Hicaz’ı istila ederse;
Suud projesinin büyümesiyle, Faysal’ın Fırat nehrinin güneyindeki kabilelerinin
çoğunun Suudilere meyil etmelerinden korkmuştur. İngiltere ise bu konuyu dini
bir mesele olarak gördüğünden, hangi tarafı seçeceğinde tereddüt etmektedir.
Hicaz’da ikamet eden vatandaşlarının canlarını ve mallarını korumayla
ilgilenmesine rağmen, İngiltere’nin bir Hristiyan güç olarak ordularını
Müslümanların kutsal şehirlerine yollaması mümkün değildi. Ayrıca hilafet
çalkalanması sebebiyle Müslüman kabilelerin müdahaleyi hoş karşılamama
olasılığı vardır. İngiltere sonuç olarak Vahhabi istilasının emri vakisini
tanımaya karar vermiştir. Fakat kutsal yerlere giden hacıların, bölgede ikamet
eden İngilizlerin ve haccın güvenliğinin İngiltere’ye bağlı olduğunun önemi
İbni Suud’a vurgulanmıştır. Taif’in Mekke’ye doğru ilerleyen Vahhabi Araplar
tarafından alındığı öğrenilmiştir. H.M.G olup bitenlerin İbni Suud güçlerinden
kaynaklanıp kaynaklanmadığından emin değildir. Ama onlar yine de, daha önce
yaptıkları antlaşmanın 5.maddesini hatırlatmayı uygun görmüşlerdir.
İngiltere’ye bağlılık borcu olan her kabilenin yaptığı gibi, İngilizlerden
hacıların ve Hicaz’da oturanların engellenmemesi ve güvenliğinin korunmasını
rica etmişlerdir. İngilizler, kutsal yerlere girme özgürlüğüne ve haccın
önemine bağlılıklarını en ciddi ve en resmi tavırla göstermişlerdir .
24 Eylül’de İbni Suud’un Hicaz fethiyle sonuçlanan periyot
boyunca takip edilecek politikayı bildiren bir yazıyı, İngiliz Koloni Ofisi
Yabancı Ofisi’ne göndermiştir. Bu politikaya göre kutsal yerlerin savunmasında
direk ya da dolaylı olarak, İbni Suud’a karşı düşman hareketini başlatma
önerisinin kabulünün söz konusu olamaması istenmiştir. Şerif Hüseyin boş yere
İngiltere’nin desteğini ararken, Haşimi ailesinin durumu kötüleşmeye devam
etmiştir. İbni Suud’un takipçileri Mekke’yi tehdit ettiği için, Mekkeliler Cidde’ye
kaçmıştır. Hüseyin, oğullarından gördüğü yardım hariç tutulursa, Hicaz
kabilelerinden yeterince destek görmemiştir. İngiltere ise, tarafsızlığını
tekrar öne sürerek, eğer her iki taraf yardım ricasında bulunursa bölgeye
gireceğini bildirmiştir. Hindistan’daki vali, Müslümanların genel görüşünün,
Hicaz’daki savaşın İslam’ın yıkımına yol açacağı olduğunu bildirmiştir. Ancak
hilafet taraftarları İbni Suud’un politikasını övmüş ve İngiltere’nin Kral
Hüseyin’e ve kutsal şehirlerdeki sivil savaşa destek vermesini bir isyan nedeni
olarak görmüşlerdir. Bölge Müslümanları, Kral Hüseyin’in ortadan kaldırılmasını
onaylarken, onların Vahhabileri çok fazla dikkate almadıklarını vurgulamıştır.
Ürdün ve Irak hükümetinin Hicaz’a müdahelesi İngiliz
yetkililerce önlenmiştir. 25 Eylül’de toplanan İkinci Vahhabi Kongresi Şerif
Hüseyin’den, tahtan feragat etmesini istemiştir. Mekke ve Cidde ileri gelenleri
de Şerif Hüseyin’in tacını ve tahtını terk etmesini istemişlerdir. Talihsiz
Hicaz Kralı’nın bu isteğe uymaktan başka çaresi yoktur. Şerif Hüseyin baskı
altında, oğlu Ali’nin yararına 6 Ekim 1924’te istifa etmiştir .
Hüseyin’in oğlu Ali başkanlığında geçici bir meşruti hükümet kurulmuştur.
Hüseyin bin Ali, İbni Suud ile görüşmelere başlamak istemiş, fakat kabul
edilmemiştir. 14 Ekim’de Vahhabiler Mekke’yi işgal etmiştir. Rabiğ, el-Lit ve
Kunfuda Limanı Vahhabi kontrolüne girmiştir. Ali’nin denetimi Cidde, Yenbu ve
Medine ile sınırlı kalmıştır .
Britanya, Şerif Hüseyin’i deniz yoluyla Akabe’ye götürmek için
Cidde Limanı’na göndermişti. Sonunda Britanya, Suudilerin Hicaz’ın fethini hak
edilmiş bir başarı olarak tanımaya karar vermiştir. Ürdün’deki yetkin güç
Britanya, Hüseyin’in oğlu Abdullah ile yaşamasını, Suudi baskılarını
destekleyeceği endişesiyle uygun görmemiştir. Bu nedenle Hüseyin geçici olarak
Akabe’ye yerleşmiştir. Ardından da Kıbrıs’a taşınmıştır.
Şerif Hüseyin’in geri çekilmesi İbni Suud’un Mekke’ye
ilerlemesine olanak sağlamıştır. İbni Suud’un orduları kutsal şehre 5 Aralık
1924 tarihinde ayak basmıştır . Suudilerin ileriye harekatı
durdurulamamıştır. Ali Cidde’ye geri dönmek zorunda kalmıştır ve 1925’te
tahtından feragat edip, Irak’a sığınmıştır .
İbni Suud, Mekke’den Hüseyin’in halefi Şerif Ali’nin barış
için ön hazırlık olarak ayrılmasında diretmiştir. İbni Suud, Hicaz’ın fethinin
asıl amacının; hac ziyaretinin özgürlüğünü garanti altına almak ve kutsal
yerlerin geleceğini İslam dünyasına yakışır bir biçimde düzenlemek olduğunu
vurgulamıştır .
29 Ocak’ta İbni Suud tarafından bazı belirsizliklerin açığa
vurulması ve amaçlarının neler olduğunun bildirilmesi için; askeri kumandan,
Necid’in taşralı temsilcileri, bazı Iraklılar, Mısırlılar ve Suriyelilerden
oluşan üçüncü bir kongre düzenlenmiştir. İbni Suud, Vahhabilerin genelde ve
özelde Hicaz istilası bakımından Müslüman dünyasının bölünmüş fikirlerinin
farkında olması nedeniyle kongreye davetini şu şekilde yapmıştır : “Hicaz’ın
istilasının tek amacı; hac özgürlüğünü garanti altına almak ve kutsal
şehirlerin kaderini, İslam dünyasının hoşnut olacağı bir şekilde çözüme
kavuşturmaktır. Bu nedenle dünya çapında bütün Müslümanların kutsal şehirlerin
kaderine hüküm vermesi için Mekke’de bir kongreye yapılması gereklidir.” İbni
Suud, İslam dünyasının sempatisini kazanmaya çalışırken, kendi vergi
toplayıcılarının aşırılıklardan kaçınmaları için önlemler almıştır. İbni Suud,
Taif’teki İngiliz vatandaşlarının ölümlerinin önlenmesi için, H.M.G ile bir
anlaşmaya varmaya niyetli olduğunu belirtmiştir ve İngilizlerin korunması ve
İngiliz esirlerin serbest bırakılması için katı emirler yayınlamıştır. O,
oğlunu Hicaz’a uygun bir güçle yollayacaktır. Cidde’deki yabancı birliğe zarar
vermekten kaçındığı için, Cidde’yi alabilecekken kuşatma kararı almıştır. İbni
Suud 6 Aralık 1924’de Hicaz’a varmıştır ve 6 Ocak 1925’de Cidde kuşatması Vahhabilerin
top ateşiyle başlamıştır .
İbni Suud’un ordusu Ocak 1925’te Cidde’nin girişinde ortaya
çıkmış ve neredeyse bir yıl süren bir kuşatma yapmıştır. Britanya’nın aracılığı
ile Şerif Ali, Cidde’yi 16 Aralık 1926’da kuşatıldığında terk etmiştir. Hicaz’daki
bir diğer önemli şehir, Medine zaten kuşatılmıştı. Kontrolü altındaki başlıca
Hicaz şehirleri ile İbni Suud, kendini Aralık 1925’te Hicaz Kralı olarak ilan
etmiştir. 8 Ocak 1926’da Hicaz’ın önde gelenleri İbni Suud’a sadakat sözü
vermiştir ve onu Hicaz Kralı ve Necid’in Sultanı olarak ilan etmiştir.
5 Aralık 1924’te Abdülaziz bin Suud Mekke’ye girmiştir. Aralık
ayının 13’ünde onun Hicaz’daki programını anlatan ve resmi olan Ummül-Kura
Gazetesi yayınlanmaya başlamıştır.
Gazetede şöyle yazılmıştır:
Bizim en büyük görevimiz bu mukaddes ülkeyi,
bu mübarek diyarda işledikleri günahlardan dolayı dünyanın doğusu ve
batısındaki İslam aleminin nefret ettiği düşmanlardan temizlemektir.
Biz bu mukaddes ülkede işimizi Müslümanlar
arasında bir şura ile yapacağız. Nitekim bu temiz ülkede Allah’ın emirlerini
uygulamak için uygun görecekleri hükümetin şeklini belirlemek üzere umumi bir
İslam konferansın düzenlenmesi için her taraftaki Müslümanların heyetlerini
göndermeleri için mesajlar gönderdik.
Yasamanın ve hükümlerin kaynağı; ancak
Allah’ın kitabı, Peygamber’in (s.a.v.) sünneti veya İslam alimlerinin kıyas
yoluyla aldıkları kararlar olacaktır.
Bu bölgede bulunan tüm alimler, harem
görevlileri veya bir maaşa bağlanmış olan herkes, daha evvel olduğu gibi
görevinde kalıp maaşını alacaktır.
Ali’nin hakim olduğu süre içinde Mekke’de, Aralık 1924’te bir
tür özerk idarenin oluşturulması için seçimler yapılmıştır. Halbuki gerçek amaç
ileri gelenlerin ve tüccarların meylini sağlamaktır. Bundan sonra Şeyh
Abdülkadir eş-Şeybin’in başkanlığını yaptığı 11 üyeden oluşan bir meclis
seçilmiştir. Hafız Vehbe Mekke’nin sivil hakimi olarak tayin edilmiştir .
Necid’in merkezi Riyad’da Abdülaziz bin Suud’un babası
Abdurrahman başkanlığında toplanan bir toplantıda Necid Meliki İbni Suud’un
unvanı verilen kararla Hicaz, Necid ve Mülhakat’ın Melik’i şeklinde değişmiştir
. Bu ülkeyi ilk tanıyan devlet Sovyetler Birliğidir. Onu Fransa ve
İngiltere takip etmiştir . 3 ay içinde önemli derecede bir Müslüman
topluluğunu yöneten Büyük Britanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği,
Fransa ve Macaristan gibi Avrupa güçleri tarafından tanınmıştır. İbni Suud’un
Arabistan’daki askeri seferleri, onun egemenliğini Hassa, Hicaz ve Asir
üzerinde arttırılmasını garanti altına almıştır. Bu dört bölgenin tek bir
hükümdarın yetkisi altında bulunması 18.yüzyılın Suudi-Vahabi Emirliği’nden
sonra ilk kez meydana gelmiştir. Askeri fetihler 20.yüzyılda Suudi bölgesinin
oluşumunda temeli oluşturmaktadır. İbni Suud’un fetihleri, Britanya’nın
Arabistan’daki müdahalelerinin en yüksek noktaya ulaştığı zamanlarda meydana
gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin savaşta yenilgisi, bu müdahalelerde Britanya’nın
eski devlet ile değil, yeni yerel yöneticilerle uğraşmasına imkan sağlayan
önemli bir sebep teşkil etmiştir.
Para yardımı, mühimmat ve silah yardımı; İbni Suud ile İbni
Reşid arasındaki güç dengesini, İbni Suud lehine arttırmıştır. Britanya, İbni
Suud ile Hüseyin arasındaki Hicaz Savaşı’na, bunun Müslüman objelerin
düşmanlığını sağlayacağını bildiğinden müdahale edememiştir. Bunun sonunda
Hicaz’da Şerif’in egemenliği ortadan kalkmıştır .
Hicaz’ın fethinden sonra Britanya, İbni Suud’un yeni ortaya
çıkan sömürü toprakları ile kuzeydeki manda yönetimi altındaki bölgeleri
arasında ilişkilere yön veren asıl güç olmuştur. Bu fetihten sonra Britanya
Hükümeti, İbni Suud ile 1925’te yaptığı antlaşmanın 1926 koşullarına kesinlikle
uymadığının farkına varmıştır. 20 Mayıs 1927’de imzalanan Cidde Antlaşması,
onun Hicaz ve Necid Krallığı ve Mülhakatı’nın mutlak ve kesin bağımsızlığını
tanımış, ayrıca hac olayının Britanya uyruklu kimselere ve Britanya’nın
koruması altındaki Müslüman inancına sahip kimselere kolaylaştırılması şartını
koşmuştur. Antlaşma, İbni Suud’un Kuveyt ve Bahreyn bölgeleri, Katar’ın
şeyhleri ve de Umman sahili ile dostça ve barışçıl ilişkiler sürdürülmesi
gerektiğini tekrarlanmıştır . İbni Suud’a antlaşmanın kendi
halefesini seçmesini sağlayarak, onun tarihi ve dini haklarının yasal oluşuna
değinen bir antlaşma olduğunu bildirilmiştir. Britanya buna rağmen ne en çok
lütuf sağlayan ulus antlaşmasına dahil ettirdi ne de İbni Suud’un
sömürgeleriyle bir antlaşma yaptı. Britanya’nın İbni Suud ile yaptığı, onun tam
ve kesin bağımsızlığını kabul ettiren antlaşma bir bölgeye, yani Mısır yada
Irak gibi bir yere değil de, İbni Suud’a odaklanmış bir antlaşma olduğundan,
eşi benzeri yoktur. Britanya İbni Suud’un yönetimiyle yaptığı antlaşmanın
geçerliliğini sınırlamıştır.
Bununla birlikte Britanya’nın İbni Suud ile yakın ilişkileri
belirsiz kalmıştır. 1929’a kadar Britanya Hükümeti, İbni Suud’un bağlı
emirliklerine dikkat ederken, onu Britanya’nın Arap dünyasındaki kritik faktörü
olarak görmeyi hala düşünememektedir. İbni Suud’un bu tarz bir üne kavuşması 7
ya da 8 yıl olmuştur. İbni Suud 1932 yılında kendini Suudi Arabistan Kralı ilan
ettiğinde, bu krallık diğer körfez ülkeleri gibi bir koloni veya manda yönetimi
altında değildir. Körfez ülkeleri, Britanya İmparatorluğu içerisinde, Britanya
ile yapılan özel anlaşmalı ilişkiler içerisinde belirsiz bir şekilde var
olmaktadırlar. Bu durum II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Amerikalıların
gelişine kadar devam etmiştir.
İbni Suud’un Britanya ile özel ilişkileri Hicaz’ın fethinden
sonra resmileştirilmeye başlanmıştır. 20. yüzyılın ilk 30 yılı boyunca Suudi
yayılımını kolaylaştıran önemli yerel mekanizmalar mevcut durumdadır. Suudi
egemenliğinin güçlenme hikayesi, devlet oluşumunda aynı derecede rol oynayan
yerel faktörleri hesaba katmadan tanımlanmış olamaz .
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
SUUDİ
ARABİSTAN DEVLETİ’NİN DOĞUŞU
SUUDİ ARABİSTAN DEVLETİ’NİN KURULUŞU
1921 yılında Arabistan’da İngiltere’nin ilgilendiği kadarıyla
Necid Sultanı İbni Suud ve Hicaz’ın Kralı Şerif Hüseyin kalmıştır. 1921 yaz
ayında İbni Suud kendini, Necid ve Mülhakatının Sultanı ilan etmiştir.
İngilizler, Arabistan yarımadasında kendi koşulları ile yapılan barış
antlaşmasını reddeden Şerif Hüseyin’i terk etmişlerdir. Orta Arabistan’da
atalarının Vahhabi devletini canlandırmakta olan, İngiliz himayesindeki
Abdülaziz bin Suud’un mukaddes şehirleri işgal etmesine ve yarımadanın büyük
bir bölümünde yeni bir Suudi Devleti kurmasına müsaade edilmiştir .
Cidde’nin düşmesinin ardından Mekke’nin eşraf, alim ve ileri gelenleri ile
Cidde’nin ileri gelenleri Abdülaziz’e Hicaz’a kral olması için kendisine biat
etmeye hazır olduklarını bildirmişlerdir. 11 Aralık 1925’te insanlar Mekke’deki
Mescid-i Haram’ın safa kapısında toplanmışlardır. Biat metni okunmuştur, yüz
pare top atışı yapılmıştır. Abdülaziz bin Suud, biatı önce Mekke eşrafından
sonra ileri gelenlerinden ve şer’i mahkeme kurmaylarından kabul etmiştir. Daha
sonra ise imamlardan, hatiplerden, belediye meclis üyelerinden sonra şehir
halkından biat almıştır.
Hicaz ileri gelenleri Necid bedevilerinin Hicaz üzerine
tasallut ve baskısının artmasından korkarak Necid sultanına biat etmişlerdir.
Mahalli aristokrat temsilciler geniş haklar elde etmek için uğraşmışlardır.
Mahalli aristokrat temsilcilerden, alimlerden ve tüccarlardan oluşan 56 kişilik
kurucu meclis kurulmuştur. Meclis aldığı kararda Hicaz’ın iç ve dış işlerinde
Necid’den bağımsız olmasını gerektiren bir karar alıp Hicaz ve Necid
krallıkların ancak kralın şahsı ile bir araya geleceğini belirtmişlerdir.
Hicaz’da islami bir hükümet kurulacak, ayrıca hükümleri Kur’an ve hadise
dayanan bir anayasa hazırlanacak. Kurucu meclis iç yapının şekillenmesini ve
idari kurumların mahalli şartlara uygun olarak düzenlenmesini önermiştir. Bir
kısım Hicazlılar İbni Suud’un 1915 yılında İngiltere ile yaptığı ve onu hala
Britanya’nın himayesi altında kalmasından korkup bu durumun bağımsız
olmalarıyla çeliştiğini düşünmüşlerdir.
Abdülaziz artık Hicaz kralı, Necid ve Mülhakatı Sultanı olarak
tanınmıştır . Vahhabi gücü yenilenmiştir. 19. yüzyılda Hicaz’da
olduğundan çok daha ılımlı çıkmış kısa zamanda Suni Müslümanlar tarafından
meşru ve hatta saygıdeğer bir Müslüman iktidarı olarak kabul edilmiştir. Fakat
Arabistan’ın doğusundaki Şiilere hala çok gaddarca davranmışlardır .
İbni Suud 1926’da Hicaz’ı fethedince, Hicaz ileri gelenleri onun Hicaz’ın Kralı
ve Necid’in Sultanı olduğunu kabul etmişlerdir .
Hicaz önderleri kralın yetkilerini sınırlamaya uğraşmışlardır.
Ancak güçler dengesi İbni Suud’un lehinedir. 1926’da kraliyetin uygun gördüğü
talimat doğrultusunda Mekke, Medine, Cidde, Yenbu ve Taif’te istişare
meclisleri kurulmuştur. Daha sonra belediye şeklini almıştır, ondan sonra 13
kişiden oluşan Şura meclisi kurulmuştur.
İslam ülkeleri tarafından İbni Suud’un Hicaz üzerindeki
yönetiminin tanıması için bundan sonraki adım atılmıştır. İslam ülkeleri
temsilcileri ile görüşmeler yapılmıştır. Necidlilerin Hicaz’ı ele geçirmesinden
sonra Hindistan’dan İslami bir heyet Necid’e gelip kutsal mekanların İslam
ülkelerinin tümünü temsil eden bir konsey tarafından yönetilmesi talebinde
bulunmuşlardır. Heyet bir süre beklemiş fakat bir netice alamamıştır. İbni Suud
bu heyete sabır gösterememiş ve bir gemi hazırlatarak hemen Hindistan’a
göndermiştir.
1926’da İbni Suud, Haziran ayında hac farizası edasından sonra
İslami bir konferansın yapılması için çağrıda bulunma kararı almıştır.
Böylelikle Hicaz’ı yönetme işini daha da meşru hale getirmeye çalışmıştır.
Hicaz’ın yeni kralı Ibni Suud Mısır ve Afganistan hükümdarı,
Türkiye Başkanı, İran şahı, Irak kralı, Yemen imamı Yahya ve diğer İslami
hükümetlere, Kudüs’teki Yüksek İslami Meclis Başkanına ve Bombay’daki Hilafet
Cemiyeti Başkanına mektuplar gönderip onlara kutsal mekanları koruyacağını ve
hacılara daha iyi şartlar hazırlamak için çalışacağını taahhüt etmiştir.
Mekke’de yapılan İslam konferansına Hindistan’daki İslami
cemaatlerden, Mısır, Sovyetler Birliği, Cava, Filistin, Lübnan, Suriye, Sudan,
Necid, Hicaz, Asir, Afganistan ve Yemen’den 69 temsilci katılmıştır. Abdülaziz,
Hicaz’ın yöneticisi olduğu hususunda toplantıya katılanlar nezdinde hiçbir
şüphe bırakmamıştır. İşine müdahale etmelerine hiçbir zaman izin vermeyeceğini
vurgulamıştır. Bir kısmı bu durumdan rahatsız olup toplantıyı terk etmiştir.
Ancak herhangi bir değişiklik yapma imkanı bulamamışlardır. Geriye kalan
temsilciler ise fiili durumu kabul etmişledir.
Rusya ve Türkistan Müslümanları başkanı ve Müslümanların dini
merkez dairesi başkanı müftü Rıdadeddin Seher bir haber ajansına açıklamada
bulunurken toplantıya katılanların İbni Suud’u “ Haremeyn’in hamisi” olarak
tanıdıklarını belirtmiştir. Toplantıya katılanlar Maan ve Akabe’nin Hicaz’a
iadesi çağrısında bulunmuşlardır. Böylece pratikte yeni kralı
desteklemişlerdir.
İngilizlerin bazen kızmaları bazen de tarafsız kalma tutumları
ve daha birçok faktör Necid kuvvetleri ile arasının açılmasına sebep olmuştur.
Hicaz zaferinden sonra kutsal mekanların himayesi konusunda çok derin tartışmalar
yapılmaya başlanmıştır. İngilizlerin, İbni Suud’un azim ve esnekliği bir araya
getirerek Hicaz’a saldırmasına müsaade etmeleri ve Kral Hüseyin’i feda etmeleri
onlar için iki kötüden birini tercih etmeleridir .
Avrupa sömürgesi olmaktan kurtulabilen Osmanlı Arap
toprakları, Suudi Arabistan ve Yemen yani bölgenin batı ve orta kesimlerinde (
Necid ve Hicaz )’dan ibaret yerlerdir .
SUUDİ DEVLETİ’NİN KURULMASINDA İHVAN’IN ROLÜ
1.Necid Mutavvaları
Necid’in dini topluluğu, yerel dilde mutavva olarak bilinir.
Günümüzde mutavva terimi dini kurumlar içerisindeki özel bir mesleğe hitap etse
de yirminci yüzyılın başında bu terimin şimdikinden daha geniş ve genelde
negatif bir anlamı vardır. 1900’lü yıllarda mutavva, güney Necid ve Kasım’ın
merkez kasabalarında seçkin ulemalardan dini eğitim almış, ardından hukuki
bilimler ve İslami geleneklerde uzmanlaşmış bir Hucar üyesidir. Mutavva terimi
hem itaatçiliği hem de zorunluluğu somut hale getirmiştir. Bir mutavva, İslama
itaati ve onun geleneklerine uymayı zorunlu kılmaya çalışan gönüllü kimsedir.
Mutavvalar birer Necid olgusudur. İslam dünyasının diğer
bölümlerindeki ulemaların kastedildiği dini öncülerden farklıdırlar. Tarihi
olarak Necid dini topluluğu her zaman yalnızca Hanbeli fıkhına başvurmuş, diğer
dini mezhepleri ve dini bilimlerini, kendi toplumlarında gerek duyulmayan,
entelektüel zevkler olarak nitelendirmişlerdir. Onların fıkıh uzmanlarını, dini
gelenek uzmanları ya da gelenek uzmanları olarak tanımlamak daha doğru olur.
Ulema terimi, bilgileri ve tecrübeleri ile fıkhın yanı sıra diğer dini ilim
dallarında söz sahibi dini bilginleri akla getirmektedir. Şeyh olarak bilinen
Muhammed ibni Abd el-Vahhab’ın torunları ve bir avuç diğer Necidli kimseleri
sayılmazsa Necid’deki dini topluluğun çoğunluğu mutavva tipindedir. Onlar
geleneksel İslam ile meşgullerdir ve teoloji de tecrübeyi yasaklamışlardır.
Tecrübelerini ticaret ve tarım yoluyla geliştirmişlerdir.
Necid’in Suudi tarihçilerinden çoğu ulema ile mutavva arasında
bir fark gözetmezler. Onlar için Necid’in tüm dini topluluğu ulemadır. Oysa
yirminci yüzyıl Necid fıkıh bilimcilerini ulema olarak nitelemek yanlış olur.
Necid’in, Mekke ve Necef’tekiler gibi dini eğitim için önemli bir merkezi
yoktur. Riyad ve Kasım’daki az bir ulemayı saymazsak dini bilimcilerin çoğu
aslında mutavvadır.
Necid mutavvalarının gelenekçi İslam’ı zorunlu kılması, Suudi
devletinin oluşumunda önemli bir süreçtir. 1902 ile 1932 yılları arasında
gelenekçi İslam’ın temsilcileri mutavvalar tarafından disiplin ve ceza rejimi
zorunlu kılınmıştır. İbni Suud’un 1902 yılında Riyad’ı kuşatmasından sonra Arap
toplumunun onun siyasi egemenliğini kabul etmesi için bu uygulama gereklidir.
Necidli gelenek bilimcilerin davalarına destek olması için,
bir askeri ve siyasi figüre yani sembolik bir imama ihtiyaçları vardır. Bu
göreve, ünlü 1744’teki atalarının ilk ortaklığından beri onları savunan İbni
Suud’dan daha uygun kim olabilirdi ki? İbni Suud Riyad’a girdiğinde
üstünlüklerini arttırır umuduyla onu imam olarak ilan etmişlerdir. İmamlığın
sembolik şöhreti ona en çok gereksinim duyduğu yasallığı sağlamıştır. Sonuçta
mutavvaların siyasi ve askeri önderlikleri garanti altına alınmıştır. Bu arada
İbni Suud’un, onların amirleri ya da kabile reisi olarak seçilmediğini not
etmekte de yarar vardır. Mutavvalar, İbni Suud’un yalnızca Kuveyt’teki sürgünü
sırasında yol göstericileri olmamış, aynı zamanda ana tarafından yakınları ve
ileride de akrabaları olmuşlardır. 7 yaşından beri İbni Suud, en ünlüsü
Muhammed İbni Abd al- Vahhab’ın bir torunu olan Abdullah İbni Abdal-Latif Al
Shaykh gibi birçok dini şahsiyetin dini etkisi altında kalmıştı.
Mutavvaların büyük çoğunluğu Necid’in vahalardaki yerel
(göçebe olmayan) halkından seçilirdi. Ne kısa bir süre içinde oluşmuşlar ne de
İbni Suud onları ortaya çıkarmıştı. Onlar zaten 18.yüzyıldan beri Muhammed İbni
Abd-al Vahhab’ın öğretileri üzerine yetiştirilmiş, varolan sosyal-dinsel
gruplardı. Bu tür dini mütehassıslar, Vahhabi hareketinin 18.yüzyılda
hızlanmasından bile daha önce Necid’deki her kasaba ve vahada vardı. Necid’in
yerleşim yerlerinde dini öğreticilerin İslam’ın geleneklerini ve de ahlaki
ilkelerini öğrettikleri camiler mevcuttu. Daha üstün dini bilgileri olan
kimseler ise, yerel yöneticilerin etkisi altında şeriatı idare eden kimseler
olarak rol oynadılar323.
20. Yüzyıldaki Suudi siyasetinin ilkelerinin anlaşılmasında
İbni Suud ve Necid gelenekçileri arasında yapılan kutsal anlaşmanın büyük önemi
vardır. Bu anlaşma onun sürekliliğine de katkı sağlayan bir mekanizmadır.
Gelenekçi mutavvalar, devlet oluşumunda büyük rol oynadılar324. İbni
Suud ile dini mütehassıslar arasındaki kutsal anlaşma sadakat yemini ile
başlamıştır. Bu yemin İbni Suud’a Riyad’ı kuşattığı ve Hail şehrini Reşidi
Emirliği’nin adına yöneten hükümdarı öldürdüğü zaman verilmiştir.
Abdurrahman oğlu İbni Suud’a kılıcını takdim ederek, sadakat
yeminini sembolik bir törenle tamamlamıştır. Dini mütehassıslar daha çok
Riyad’da yetişmiştir.
Mutavvaların Vahhabi eğitimleri, toplum liderleri olan imamlar
ile dini kurallarını zorunlu kılan dini mütehassıslar arasındaki ortaklıktan
devletin meydana geldiği fikrine yöneltti. Vahhabi dini mütehassısları güce
sahip olan kim olursa olsun, onun bütün davalardan yükümlü olduğu, yasal olduğu
öğretisini kabul etti.
Vahhabiler’in devlet ilkesinde, İbni Suud yönetimini güçlendirmek
için gerekli olan temel fikirler vardı. İbni Suud’a gelenekçi İslam’ın
gardiyanı olan dini mütehassısların davasını başarıya ulaştırdığı sürece
legallik vaat edildi. İbni Suud’un yasal olması, onun ve davasının bağımsızlığı
üzerinde şeriatın tanınması ve zorunlu kılınmasından kaynaklanmaktadır. Bu
kuralla ve Riyad tarafından bildirilen şekilde yönetilmesine razı olduğu sürece
hüküm sürebilecekti. Bu tür yetki ve güç hırslı yöneticilik için oldukça
gereklidir .
Mutavvalar, İbni Suud’un akıncı güçlerinden önce, daha çok
bölgesel birlikler arasında bulunurlardı. Göçmen olmayan halkın arasında
mutavvalar zaten sosyal-dini gruplar olarak toplumun bir parçası
durumundaydılar. Onlar, toplumu fikirleri ile bilgilendirerek Suudi yayılımını
kolaylaştırdılar.
Dini mütehassıslar, fıkıh yönetiminde uzmanlaşmış yerli
topluluklardı. Onların asıl görevi; ana İslam gelenekleri olan dua, oruç,
cihat, zekat ve hac gibi şeylerde takip eden disiplini sağlamaktı. Onlar kutsal
bilgilerle dolu dini yöneticilerdi. İnsanlara su olmadan abdest almayı,
okur-yazar olmaksızın dua etmeyi, anlamadan da Kur’an hatim etmeyi ve Allah’a
aracısız ibadet etmeyi öğrettiler.
Necid’in mutavvaları toplumda itaat ve boyun eğme işinde
öncülük ettiler. Bu itaatkarlık, uygulamada İbni Suud’un siyasi otoritesine
uyulmadığında Müslümanların soylarının ve inançlarının tehlikeye düşeceği
anlamına gelmektedir. Necidli gelenekçi dini mütehassıslar, yerli toplumlara
olduğu kadar, kabilesel birliklere de gönderildiler.
Mutavvalar, nüfuzuna uymayı reddeden kimselere karşı şiddet
kullanmışlardır. Onların fiziksel ceza uygulamalarına izin verilmişti.
Mutavvalar uzun çubuklarla gezen ve belirlenmiş gelenekleri
yerine getirmekte isteksizleri cezalandıran kimseler olarak anılır. Mutavvalar
ayrıca toplum içinde İslami uzunluğu aşan kimselerin saç ve kıyafetlerini kesen
kimseler olarak bilinirler.
Tarih boyunca gelenekçi mütehassısların çoğu Güney Necid ve
Kasım’ın küçük yerleşim yerlerinde yaşamışlardır. Necid, Irak, Arabistan
körfezi ve Hindistan arasındaki ticaret hattında yer alanları zenginliğe
kavuşmuş, diğer kısmı ise fakir ve taşralı olarak kalmıştır. Onların
öncülerinden biri de el-Bassam’dır. Bu mütehassısların tüm bilgileri Muhammed
bin Abdülvahhab’a dayanmaktadır. Bu bilgiler tek bir kaynaktan, 18.yüzyıl
reform öğretilerinden alınmıştır. Bu onların bir grup olarak birleşimleri için
bir temel taştı. Onlar, çıraklıklarından sonra mesleklerini Kasım, Kuzey ve
Güney Necid’deki bir çok yerleşim yerinde uyguladılar. Bilginin ortak bir
kaynaktan oluşu onların birbirlerine karşı dürüstlüklerini arttırdı ve de uzun
süren dostluk ve samimiyet bağları kurmalarını sağladı. Onların dayanışmaları
aynı zamanda aile birliklerinden de kaynaklanır. Bazı Necid aileleri,
genellikle yakın akrabalar olan birçok gelenekçi mütehassısı yetiştirmiştir.
Örneğin; al-Shaykh, al-Angari, İbni Atik, İbni Bayhid al-Salim, al-Sayf ve
al-Issa gibi aileler, davalarına hayatlarını adayan birçok üyeden oluşmuş Necid
dini aileleriydi.
İbni Suud Riyad’ı fethedene kadar mutavvalar prestij ve egemenlikten
yoksundular. Muhammed İbni Abd al-Vahhab’ın 18.yüzyılda Uyaynah’tan sürgün
edilişinin hikayesi bir dini uzmanın siyasi liderlik ile şeriat kurallarının
uygulanmasında aşırıya kaçması üzerine yapılmış klasik bir anlaşmazlık
davasıdır.
Yirminci yüzyılın ilk 20 yıllık süresi içerisinde, Reşidi
Emirliği’nin başkenti Hail’de dini mütehassıslar Şammar yerlileri ile birlikte
yaşamışlardır. Bu yalnızca kabilesi olmayan kimselerin cazip bulacağı bir
iştir. Fakat bir Hail mutavvası olan Salih Salem al-Banyan ise soyu din ve
ahlaka dayanan biri olarak bilinir. Bu alim 19.yüzyılın sonlarında Reşidi
Emirliği tarafından Hail’e çağrıldığında, Abdullah İbni Abd al-Latif Al-Şeyh
ile çalıştığında ise O, “ dine kendini adamış biri” olarak tanıtılmıştır.
Mutavvalar, İbni Suud’un Riyad’a dönüş öncesinde
Arabistan’daki kendilerine verilen kısıtlı yetkiyi beğenmişlerdi.
18.yüzyılın ilk Suudi emirliği süresince mutavvalar askeri,
ekonomik ve de siyasi konularda aktif rol almış servetlerine servet
katmışlardı. Bu onların imam eşliğinde yaşadıkları ilk tecrübedir. Onlar
emirliğin beklenmedik bir şekilde genişlemesinden çıkar elde ettiler. Hazine
onlar ve Suudi hükümdarlar arasında paylaşıldı. Onların 18. yüzyıldaki
seçkinliği 19.yüzyıldaki düşüşleriyle keskin bir şekilde zıtlaşıyordu.
Mutavvalar 19.yüzyılın başlarında Mısır’ın Arabistan’daki
yayılımı ile ciddi bir sorun yaşamıştır. Birçok dini mütehassısın sınır dışı
edilişi ile katliamları, Suudi hükümdar Dirriye’nin 1818 yılında çoğu El-Şeyh
ait olan İbrahim Paşa’nın ordusuna mağlup olmuştur. Necid dini ilimi neredeyse
tamamen yok olmuştur. Dirriye’nin kovulmasından sonra El-Şeyh durumu
zayıflamıştır. İbni Suud’un en önemli kadısı Muhammed bin İbrahim al-Shaykh
Ailesi üyesiyken, İbni Suud kabile topluluklarının ehlileştirilmesi için,
genelde iyi yetişmiş Necidli ailelerden seçilerek ayrılmış daha geniş çaplı
mütehassıs çemberine güven duymuştur. Dini mütehassısların, özellikle de Mısır
ordularının ellerindeki El-Şeyh üyelerinin ölümü onları zayıflatmıştır.
Mutavvalar açıkçası tekrar böyle bir felakete kurban olmak istemiyorlardı. İlk
Suudi-Vahhabi Emirliği’nin çöküşünden sonra mutavvalar, sürekli Abdülvahhab’ın
mirasını korumaya çalıştıklarından, dini alimlikten geri kalmışlardır. Onun
birçok torunu Mısır’da yaşamış ve ölmüşlerdir. Sürgün edilen Vahhabi alimleri
bir bakıma, Necid mutavvalarını 19.yüzyıl boyunca hiçbir önemi olmayan dini
kaynaklarıyla bırakmış, Hambeli İslam hukukunun temellerini öğrettikleri yer
olan Mısır Ezher Camii’nde kalmışlardır.
1902 ile 1930 yılları arasında mutavvaların yeni elde
ettikleri egemenliği, istekle ve kendilerini adayarak devam ettirmeleri sürpriz
olmamıştır. Arabistan halkının disiplin altına alınması ve gerektiğinde ceza
görmeleri karşılığında, mutavvalar maddi ve manevi olarak ödüllendirileceklerdir.
İbni Suud onları, kendi ülkesinin hizmetine seçmiştir ve onlara maaşlarını
nakit olarak ödemiştir. Böylece kendisine sadık, kendi kaynaklarına bağlı dini
mütehassıslar haline getirmiştir. Bunun karşılığında İbni Suud, Arap toplumunun
Allah’a itaat kisvesiyle siyasi otoritesine itaatlerini sağlamıştır.
Mutavvaların sigara içen, hoş süsler takan, dini görevlerini
aksatan kimseleri kırbaçladıkları görülmüştür. Onlar aynı zamanda merkezi
hükümet için zekat toplama zorunluluğu olan kimselerdir. Hem ahlak disiplini
hem de zekat toplama, Arabistan’daki egemenliğin sağlamlaştırılmasının
ardındaki önemli mekanizmalardır.
Hail’in 1921 yılında fethedilmesiyle, Şamarlıların çoğu Irak’a
kaçmışlardır. Bu rejime maruz kalanlar ise, hayatlarında kalıcı değişiklikler
yaşamışlardır. Mutayr kabile şefinin bu rejime zorla ayak uyulmasını sağlaması
mutavvalar tarafından eleştirilmiştir, fakat bu yönetim zaten zorla
oluşturulmuştur.
Mutayr şeyhi Faysal El-Düveyş acımasız, kendini beğenmiş ve
kurnaz bir bedevi olarak ortaya çıkmıştır. Artaviyye’de yaşadığı süre
içerisinde kişiliği ve ilgi alanları, ulema ve mutavvaların çabaları sonucunda
oldukça değişmiştir.
Riyad’ın fethinden sonra Necid mutavvaları, İbni Suud
tarafından Arabistan’ın fethini gerçekleştirmek için kullanılan ilk
kimselerdir. Dini eğitim kisvesi altında şeriatı zorunlu kılan ve toplum
ahlakını koruyan mutavvalar böylece, 1902 ve 1932 yılları arasında İbni Suud’un
otoritesi altına giren halkın büyük çoğunluğunun itaatini sağlamıştır. Bu
kimseler ise, Necid’in göçebe halkı ile yerel kabile topluluklarını
içermektedir. Mutavvalar aynı zamanda İhvan savaş gücünün oluşmasında büyük rol
oynamışlardır .
2. İhvan Teşkilatı
Vahhabi öğretileri ile yetiştirilmiş ve Suudi Arabistan
Devleti’nin kurulmasında etkin rol oynamış ordusal birliklere ihvan denilir.
Eğitimleri Necid Mutavvalari tarafından verilmiştir.
1902-1912 yılları arasında İbni Suud’un ordusu, çoğunlukla
akınlardaki katılımlarını, kendi ticari çıkarlarını savunmak için bir yol
olarak gören Güney Necid kentlilerinden oluşmaktaydı. İbni Suud’a sürekli
hizmette bulundukları için diğer kabilesel birliklerden farklıdırlar. Bir
kabilesel güç fikri, 1907 ve 1908 yıllarında İbni Suud kendi sülalesinin Araif
ve Acman Kabilesinin adamları tarafından bir isyan tehlikesi altında kalınca,
Araif isyanına göçebe bir güç yardımcı olunca başlamıştır. İbni Suud, Kasım ve
Güney Necid’deki fetihlerinin, federasyonlar halinde göçebe hayata devam
ettikleri müddetçe kolayca baltalanabileceğini fark etmiştir.
Mutavvaların eğitim programları sayesinde İbni Suud, kabilesel
birliklerden oluşan yarı yerleşik bir savaş gücü oluşturmayı başarmıştır.
Devlet oluşumunda mutavvaların rolü, İbni Suud’un sayesinde Hassa, Hail ve
Hicaz’ı fethettiği askeri kabile gücü olan “İhvanlar” ile birlikte yorumlanmalıdır
.
İbni Suud Vahhabi militanlığı yani İhvan ile değişik
kabilelerden kişileri birleştirmeye başlamıştır. Bu tarikat örgütlenmesi ile
aşiret aşamasını aşması, merkezi bir güç odağı oluşturması ve hem ekonomik hem
de askeri çıkarlara hizmet edebilecek birimler kurması mümkün olacaktır. Bir
kabilenin Vahhabi inançlarını benimsemesi ya da İhvan kolonisinin kurulması,
Suudilere o topluluk üzerinde hak iddia etme hakkını vermektedir .
İhvanlar, Abdülaziz bin Suud tarafından kendileri için inşa
edilen Hucer’de yaşayan, onun maddi yardımıyla ve mutavvaların iknasıyla göçebe
hayatlarını bırakan ve Abdülvahhab’ın öğütlediği biçimiyle Hanbeli mezhebinin
gerçek İslam esaslarını kabul eden bedevilerdir.
Necid vahalarının yerleşik halkından sonra, ihvanlar, göçebe
nüfus arasından mutavvanın eğitim programına tabii olan ilk düzenli askeri
güçtür. İhvanlar Arabistan’ın kabilesel birlikleri arasından seçilmiştir.
Başlangıçta göçebe kamplarında Mutavvanın eğitimini görmüşlerdir. Ancak daha
sonra bazı birlikler, tarımın mümkün olduğu yerlerdeki kuyuların etrafında
kurulan köy yerleşimleri olan Hucer’lere yerleşmeye razı olmuşlardır. Bu
nedenle kabilesel birlikler, göçebe varlıklarını bırakmak Hucer’lere yerleşmek
ve İslamiyeti mutavvaların öğütlediği gibi yaşamak zorunda kalmıştır. Aynı
zamanda tarımla uğraşmaları gerekmektedir. Yerleşik hayat, askeri kayıt,
kontrol ve dini öğretilerini desteklemeye razı olanlar ihvan adını almışlardır.
Onlara meşru imama itaat etmeleri ve onun cihad çağrısına cevap vermeleri öğretilmiştir.
İhvan sayesinde, önceki Suudi emirlerinin başını ağrıtan ve
genelde onların ölümüne yol açan kabile çevresi ve merkezi güç arasındaki
gerginlik kısmen de olsa aşılmıştır. İbni Suud kabilesel birlikleri, yerleşim
yerlerine ve federasyonlara karşı, akınlardan sonra dağılmayan yarı yerleşik
bir güçte bir araya getirmiştir. İbni Suud’un ihtiyacı olan gücün, bedevi
şeyhlerinin hareket yeteneğine ve kentlilerin sadakat, cesaret, bağlılık ve
sürekliliğine sahip olan bir savaş gücü olduğunu iddia etmiştir. Kabilesel
birliklerin yerleşik hayata geçmesinin tarım uygulamasına imkan vermesi
beklenmiştir. Hucer yerleşim yeri olan Riyad’ın kuzeyindeki Artaviyye 1912’de
Faysal Ed-Düveyş’in liderliği altında, Mutayr kabilesel birliğinin yerleşim
yeri olarak kurulmuştur. Bu yerleşim birliğinin içine, Mutayr birliğini eğitmek
için Hurma’dan gönderilen Abdullah El-Angari alındı. El-Angari 6 yaşındayken
Riyad’da, Şerif Abdullah bin Abdullatif liderliği altında dini eğitim
görmüştür. Bu kabilesel birlik içindeki dini eğitimine ek olarak, aynı zamanda
Sudayr’da bir hakimdir. El-Angari’den sonra Ömer bin Muhammed bin Salim adında
bir başka din bilgini, Mutayr birliğinin öğretisine devam etmek üzere
gönderilmiştir. İbni Suud’un Mutayr’ın eğitimi için sıradan bir mutavva yerine
daha seçkin din bilginleri seçmesinin nedeni; onların askeri ehemmiyetinden
ileri gelmektedir.
1913’de Utayva Kabilesinin bölümleri, şefleri Sultan bin
Bicad’ın liderliği altında El-Hathat’a yerleştirildi. Artaviyye’nin aynı modeli
takip edilmiştir. Utayba Kabilesinin insanları oruç tutma, namaz kılma ve diğer
İslam gelenekleri konusunda eğitilmeleri konusunda mutavvaların öğretisine
tabii tutulmuştur. Aynı zamanda onlara, İbni Suud’a İslam aleminin meşru imamı
olarak itaat etmeleri ve zekat ödemeleri öğretilmiştir. Bu yerleşim yerlerinin
her biri yaklaşık 1.500 kişi kadardır. 1916 itibariyle yaklaşık 150.000 kabile
insanı yerleştirilmiştir. 1930’lara gelince bu yerleşim yerleriyle bağlantılı
bölümü olmayan bir kabile bulmak çok zordur. Bazı kabile grupları iklim
faktörleri ve I.Dünya Savaşı’nın doğurduğu ekonomik baskılar nedeniyle gönüllü
olarak kabul ederken, diğerleri İbni Suud’un güçlerine yenildikten sonra
yerleşmeye zorlanmışlardır. İhvanlar dış güçlerle müzakere ve cihad çağrısının
sorumlusu olan İslam aleminin imamı olarak İbni Suud’un otoritesini kabul
etmişlerdir. Aynı zamanda ilahi yasanın gardiyanları ve tefsircileri olarak
Riyad ulemasının otoritesini de kabul etmişlerdir. Mutavvalar yerleşim
yerlerinde ihvanların arasında yaşamaktadırlar ve onlarla daha yakın bir temas
içerisindedirler. Fakat İbni Suud ve Riyad uleması uzaktadır. Mutavvalar dini
konularda eğitim verdikleri gibi aynı zamanda İbni Suud’dan gelen çeşitli maddi
yardımları da dağıtmışlardır. Yerleşim yerlerindeki ittifak, İbni Suud’un
hazinesinden gelen sürekli mali yardım akışına dayanmaktadır.
Mutavvalar, İhvanlara ve ailelerine yıllık ve düzenli
hediyeler dağıtmaktadırlar. Baskınlar ve askeri yardımlar ardından kazanılan
ganimetten alınan payla birlikte, bu mali yardımlar ihvanların İbni Suud’a olan
bağlılıklarını artırmıştır.
Mutavvalar, İslam geleneğine uygun yetiştirmek istedikleri
kişiler arasında daha çok zihinsel bir baskı uygularken, İhvanlar
Arabistan’daki halka fiziksel bir baskı uygulamışlardır. Hassa, Hail ve
Hicaz’da güçlerini sınırsız kullanmışlardır. Dini uygulamaları yenileme,
Arabistan’da İslamiyet’i yayma, şeriatı uygulama kılığı altında insanlara korku
vermişlerdir. 1913’de Hassa’da Şii nüfusuna ve 1924’de Hicaz ve Taif’de
sergiledikleri zalimlikler en kötü örnekleridir. İhvanlar kasabaları ve
yerlileri soymuş, yağmalamışlardır. İhvanlar halk davalarına da bakmışlardır.
Şii ve Hicazlı gibi İslamiyetleri bozulmuş olarak nitelenen
Müslim ve gayrimüslimlerle el sıkışmamışlardır. Ünleri daha onlar vahalar ve
kasabaların kapısına ulaşmadan Arabistan’da hızla yayılmıştır. İhvanın akıl
hocası olan mutavvanın öğretilerini tam olarak desteklemiş ve bu öğretilenlerin
gerçekçi bir yorumuna göre hareket etmiştir. Hem mutavva hem de İhvan, Riyad
ulemasının ve İbni Suud’un tam desteklerini aldıkları müddetçe kaçınması zor
olan bir şiddet sistemi uygulamışlardır .
Hurma için ilk Necid- Hicaz çatışmaları ile İhvan Hareketi
İngiliz hükümeti tarafından endişeyle ve panikle karşılanmıştır. Bu mülteci
hareketi 1917’nin sonbaharından 1930’kadar olan dönem esnasında İbni Suud’un
Arap yarımadasını birleştirmesine yardımcı olmuştur. Fakat 1920’lerin sonlarına
doğru komşularıyla sakin ilişkiler geliştirmek için ve çıkarlarını korumak için
İhvanizmi yok etmek zorunda kalmıştır.
İbni Suud’un yükselişinde karşılaştığı önemli problemlerden
biri düzenli bir askeri gücün eksikliğiydi. Çeşitli çöl kabilelerinin her biri
kendi kabile reislerine bağlılıklarını gösterir. Kabile üyelerinin savaşa
katılımları genellikle ganimetin miktarına ve kolay ulaşılabilirliğine
bağlıdır. Çok nadiren, büyük bir kişiliğin veya amacın etkisi altında birkaç
kabile bir araya gelebilirdi. Pek çok kabileyi birlikte bir amaç içinde
kaynaştırmak için kabile kültüründe küçük bir fragmantasyon vardı. Bu durum
ihvan akımının ortaya çıkışıyla değişmeye başladı.
İhvan kardeşlik anlamına gelir. Vahhabizmin sert
fundamentalist fikirlerine geri dönüşünü temel alan bir kurumdur. Muhtemelen,
ilk olarak İhvanizm bir Vahhabi canlanmasından ortaya çıkmıştır. 1912’de İbni
Suud, Riyad’ın yanında Artaviyye’de tarıma dayalı cemiyeti kurmuştur. Camii
toplumun merkezindeydi. İbni Suud’un ihvanların daima emrinde olması şartıyla
İbni Suud tarafından silahlandırılmış, askeri konak yeri olarak yerleşim alanı
iki amaçlı yapılmıştır: Dini grupların yerleştirilmesi ve tarıma dayalı dini
ordularını oluşturulması. İbni Suud bu yerleşim alanlarının tarımsal
ihtiyaçlarını, para, silah ve cephanelerini verdiği gibi cami ve öğretmenlerini
de karşılamıştır. Bu köyler şaşırtıcı bir biçimde her uygun merkezde hızla
yayılmıştır.
İhvanizm, her tarafta büyük bir muhalefeti ortaya çıkarmıştır.
İhvan, barış zamanı zorla din değiştirtmesi, savaş zamanı ise tutuklamadan ve
yaşına bakmaksızın bütün erkek düşmanların boğazlarını kestirmesi ile
ünlenmiştir. İbni Suud ihvanın başına geçtiği zaman ihvanın bütün bölümlerini
kontrol etmeye gücünün yetmediği ve yaptıklarından sorumlu olmadığını sürekli
söylemiştir. Bu özellikle büyük ihvan lideri Mutayr şeyhi Faysal el-Düveyş’le
ilişkilerinin bozulduğu 1920’lerin sonları için geçerlidir. Bu arada şunu
vurgulamak gerekir; ihvan üyeleri İbni Suud’un fanatik bir Vahhabi olduğunu
düşünmektedir. Fakat onu yakından tanıyan hiç kimse bir Vahhabi fanatiği
olmakla suçlayamaz. Ayrıca ihvan takipçilerine aşıladığı gibi herhangi bir dini
taşkınlığa sahip değildir. Mesela, alkol ve tütüne karşı sert Vahhabi
eleştirilerine rağmen, yabancı konuklarına sigara ve içki ikram ettiği siyasi
ajan H. R. P. Dickson tarafından nakledilmiştir.
İbni Suud’un ihvan akımını oluşturduğu yada kendi hakimiyeti için
tetikleyip tetiklemediği belirsizdir. Ama bu sayede Bedevi topluluklarından,
bir devleti kuracak ordunun askerini sağlamıştır. Kabile bağlantıları ve dini
düşünce yönetilerek, savaşçı eğilimleri ve dini duyguları tetiklenmiştir.
İhvanizm yayılmasıyla kabile baskınlarıyla meydana gelen güç kaybı da
önlenmiştir .
Hassa, Kasım ve Kuzey Necid’in yerel liderleri onun
liderliğine karşı koyamamışlardır. İbni Suud kendi ülkesini Arabistan’ın
kabilesel emirlikleri ve küçük yerel vaha, kasaba emirliklerinden ayırt etmek
için imam unvanını benimsemiştir. 1921 yaz ayında İbni Suud kendini, Necid ve
Mülhakatının Sultanı ilan etmiştir. Bu kavram hem Necidli nüfusu hem de din
adamları tarafından kabul edilebilir görülmüştür. Dinden bir sapış olarak
algılamamışlardır. 1921 yılında yerleşik nüfus ve kabilesel nüfus tarafından
birçok güç merkezini ortadan kaldırmaya ve kendi hegemonyasını geniş alanlara
yaymaya çalışan bir kişi olarak algılanmıştır. 1921 yılına kadar Güney Necid,
Cebeli Şammar ve Hassa onun ülkesinin parçası haline gelmiştir. Bu yerlerin
yerel liderleri bu esnada saf dışı bırakılmışlardır.
Sultan unvanı, özellikle İngiltere gibi dış güçleri
başarılarıyla etkilemesi anlamına gelmektedir. İbni Suud sultan unvanını, Hicaz
Kralı Hüseyin’in oğlu Faysal Irak Kralı olduktan hemen sonra kabul etmiştir.
Arabistan’da birçok emir varken, 1921’de Merkezi Arabistan’da bir tek sultan
vardır. İngiliz bakanlar bundan sonraki yazışmalarında Necid Sultanı tabirine
dikkat çekeceklerdir. 1921 yılında Arabistan’da İngiltere’nin ilgilendiği
kadarıyla Necid Sultanı İbni Suud ve Hicaz’ın Kralı Şerif Hüseyin kalmıştır.
1921 Ağustosunda İngiltere İbni Suud’un Necid Sultanı unvanını onaylamıştır.
İbni Suud 1926’da Hicaz’ı fethedince, Hicaz ileri gelenleri onun Hicaz’ın Kralı
ve Necid’in Sultanı olduğunu kabul etmişlerdir. Hicazlılar Krallık fikrine
zaten yabancı değillerdir. Mekke’nin fethinden sonra İbni Suud Hicaz’ın ileri
gelenlerini çağırtmış ve en kıdemli ve seçkin ulemadan, hükümetini tartışmak
için bir toplantı organize edilmesini istemiştir.
İbni Suud Hambeli mezhebindeki imamlık ile sultan kavramının
birbirine çok yakın olması sebebiyle, sultan tabirini kullanmıştır. 1926’da
imamlıktan krallığa geçiş, Necid ulemasının tepkisini çekeceğinden iki kavramı
birden kullanmıştır. 1926’da Hicaz’ın fethinden sonra Necid uleması, hala
İslamiyet’in her türlü yenilik çalışmalarından arındırılmasına ilişkin
konularla meşgullerdir. Necid uleması Hicaz’ın Osmanlı ile bağlantısı sebebiyle
dini eğitime tabi olmaları gerektiğini düşünmüşlerdir. Necid uleması
öğrencilerinin, yani mutavvaların Hicaz nüfusunu İslamlaştırmada yani Vahhabi
taraftarı yapmada aktif rol almaya hazır oldukları görülmüştür.
Hicaz ele geçirilince Necid uleması, telgraf ve diğer
teknolojik aletlerin İslami prensipleri tehlikeye atmadan uygulanabilir olup
olmadığını tartışmaya başlamıştır. Aynı zamanda İhvan ve mutavva, Arabistan
topraklarından dini yenilikleri arındırmakla meşguldürler. Bu Peygamber’in,
akrabalarının ve arkadaşlarının mezarları üzerinde inşa edilen tapınakların
(türbelerin) yıkılmasını da içermektedir. Hicaz’daki halkın arazilerinin
Vahhabi görüşüne göre düzenlenmesi yani İslamlaştırılması ve umuma açık
yerlerde sigara içilmesinin yasaklanması uygulamaları da görülmüştür.
III. HİCAZ VE ASİR’DE İBNİ SUUD’A KARŞI YAPILAN İSYANLAR
İhvan İsyanı
İbni Suud ile Riyad uleması ittifak içindeyken, İhvan ile olan
ittifakı giderek bozulmaya başlamıştır. El-Düvayş, İbni Bicad ve İbni Hitlan’ın
liderliği altındaki Necid İhvanı alt statüsünden dolayı içerlemeye başlamıştır.
Hicaz’ın fethi sırasında İbni Suud, hem İhvanı hem de mutavvayı kısıtlamak için
otoritesini kullanmıştır. İlk kez mutavvanın eğitim programına tabi tutulan
Mutayr, Uteybe, Acman İhvanı örfi İslam’a tam bir giriş yapmıştır. Bu giriş
ciddi ve beklenmedik sonuçlar doğurmaya başlamıştır. Hicaz’ın ele geçirilmesi
İbni Suud açısından, atalarının zaferinin yenilenmesi olarak algılanırken;
mutavva tarafından Müslüman tebaanın sınırlarının genişlemesi olarak
algılanmıştır. En ünlü isyancı olan Faysal El-Düveyş, üç yönetimin (İbni
Suud’un, mutavvanın ve kabilesel birliklerin) görüşleri arasındaki çelişkileri
örnek göstermiştir. El-Zirkili, El-Düveyş’i şöyle tasvir etmiştir. “Riyad’a
İbni Suud’u ziyarete geldiği zaman 150 silahlı adam ona eşlik etmekteydi. İbni
Suud’un yanına oturdu. Mecliste ulemadan kimseye selam vermeyecek kadar
kibirliydi. Kendini İbni Suud’a denk sayardı.”
Medine, Mekke, Taif ve diğer Hicaz kentleri ele geçirilinceye
kadar El-Düveyş bir kabile şefiydi. El-Düveyş’e göre, yeni fetihler bu yerleşim
yerlerinden birinin emirliğine yükseltilme olanağını vermiştir. İbni Bicad
Taif’e emir olmak isterken, El- Düveyş Medine emiri olmak istemektedir. İbni
Suud gücü kendi elinde toplamayı arzu ediyorken, kabile reisleri onu paylaşması
için baskı yapmaktadırlar. İhvan isyanının liderleri kendilerini genişleme için
kullanacak ve görev başarıyla tamamlandıktan sonra atılacak aletlerden ziyade,
yeni oluşturulan devletin yasal yanlıları olarak görmeye devam etmektedirler.
Kuveyt Emiri, El-Düveyş’in amaçlarını iyi kavramış, onun gözünün Necid
hükümdarlığında olduğunu fark etmiştir.
1927-1930 İhvan İsyanı’nın detayları İbni Suud, mutavva ve
İhvan arasındaki kutsal ittifakın kapalı yönlerine ışık tutmuştur. Hicaz
fethinin hemen ardından İhvan liderleri Artaviyye’de İbni Suud’u birçok alanda
eleştirdikleri bir toplantı düzenlemişlerdir. En önemlileri; İngiltere ile olan
ilişkileri, vergilerin İslami açıdan yasallığı, kabile şeyhlerinin kızlarıyla
ve kölelerle seri evlilikleri ve lüks yaşam üzerine odaklanmıştır .
Suudi liderlerin çok dindar kişiler olduğu söylenemez. Ama özel hayatlarında
İslam’ın farzlarını ve emirlerini yerine getirmişlerdir. Fakat muhafazakar
toplumlarda hükümdarın ve hanedan mensuplarının kişisel davranışları daha
önemlidir. Suudi Arabistan prenslerinin bazılarına sefih hayatlarından dolayı
eleştiriler yöneltilmiştir .Diğer tartışma konuları; Şii Hassa
topluluğunun konumu ve onları İslamlaştırma gerekliliği ve Suriye-Mısır
hacılarının müzik ve şarkı söylemeleri gibi İslam dışı uygulamaların kabul
edilmesidir. İbni Suud ayrıca; Irak, Ürdün, Kuveyt’teki kabileler üzerine cihat
olasılığını kısıtlaması ile eleştirilmiştir. Bu eleştiri direkt olarak Suudi
toprakları ile Ürdün ve Irak arasındaki kabilesel hareketi düzenleyen,
İngiltere’nin yaptığı Hadda ve Bahra Antlaşmaları’na yöneliktir.
İbni Suud, İhvanın eleştirilerine 1927’de bir konferans
düzenleyerek karşılık vermiştir. Bu acil sorunların çözümlenmesi görevi Riyad
ulemasına verilmiştir. İbni Suud bu konuları ulemanın desteği olmadan
çözememiştir. Ulema, her bir eleştiri ile ilgili görüşlerini belirtmiştir.
İhvanların Hicaz’daki İslam uygulamaları ile ilgili eleştirilerini kabul
etmiştir. Mezarlıklardaki türbelerin yok edilmesini tavsiye etmişlerdir. 1913
yılından beri İbni Suud’un himayesinde olan Hassa Şiilerinin gerçek birer
Müslüman olmaları ve yenilikleri bir tarafa bırakmaları tavsiye edilmiştir.
Suriye ve Mısır hacılarının İslam dışı uygulamaları (hac döneminde müzik ve
ilahi uygulamasını) bırakmaları tavsiye edilmiştir. Şii Irak kabilelerinin,
hayvanlarını Müslüman topraklarında otlatmaktan alıkoymalarını önermişlerdir.
Daha önemli bir konu olan cihat konusuna gelince, İslami şartlara uygun olduğu
sürece İbni Suud’un cihat kararı vermede bir ayrıcalığı olduğunu tasdik
etmişlerdir ve İbni Suud’la ilgili her türlü İslam dışı istihbaratı inkar
etmişlerdir. İbni Suud için ulemanın görüşü önemlidir. Riyad ulemasının tam
desteğini aldıktan sonra, muhalif İhvanlara karşı harekete geçebilecektir. 1927
Ulema Konferansı İbni Suud ve Necidli din adamları arasındaki ilişki açısından
kritik bir dönemdir.
İhvan, Riyad ulemasının fikirlerini tanımamış ve İbni Suud’un
otoritesine meydan okumaya devam etmiştir. 1928 yılında İhvan İsyanı onun
kontrolünün dışına çıkmaya başladığında İbni Suud, Necid’in her yerine tahtan
çekildiğini ilan eden mektuplar göndermiştir .
1929 yılında Cidde’deki Sovyet konsolosluğundan yapılan bir
açıklamada “Hicaz hac ve gümrük gelirlerini ele geçirmek İbni Suud’a Necid’deki
büyük projelerini gerçekleştirme ve büyük bir siyasi çıkar elde etmesine imkan
sağladığı bilinmelidir. (Bir yıllık hac geliri iki milyon sterlindir. ) Bu
gelirler, Necid’deki yeni yerleşim birimlerine ve bedevi aşiret şeyhlerine
verilen tahsislere harcanacaktır. Bu durum karşısında Hicaz’da büyük bir gücü
temsil eden tüccarlar İngiliz imparatorluğuna meyletmeye ve İngilizlerle
anlaşma çağrısında bulunmuşlardır. Bedeviler de huzursuzdur. Çünkü onlar da
%2,5 kadar zekat vermektedirler. Saldırı, yağma ve soygunlar yasaklanmıştır.
Onlara kendi gelirlerinden otomobil ithalatını da yasaklamışlardır. Ayrıca
sultandan da bir yardım gelmemektedir. Hac gelirlerini de düzenleyen olarak
devlet almaktadır. Bedeviler de huzursuzdur. Çünkü onlarda %2,5 kadar zekat
vermektedirler. Saldırı, yağma ve soygunlar yasaklanmıştır. Onlara kendi gelirlerinden
otomobil ithalatını da yasaklamışlardır. Ayrıca sultandan da bir yardım
gelmemektedir. Hac gelirlerini de düzenleyen olarak devlet almaktadır. Kısaca
tehlike Abdülaziz’i kuşatmıştır. Ancak dış tehlike değil dâhili ve kaynağı
İhvan olan tehlikedir. İhvan, Hicaz’ı sultanın topraklarına katmıştır ama şimdi
açık bir tehdit oluşturmaktadır. Kısaca tehlike Abdülaziz’i kuşatmıştır. Ancak
dış tehlike değil dâhili ve kaynağı İhvan olan tehlikedir. İhvan, Hicaz’ı
sultanın topraklarına katmıştır ama şimdi açık bir tehdit oluşturmaktadır .
Doğu Ürdün’de Britanya varlığı ve Britanya’nın Suudi nizamını
açıkça kabul etmesine rağmen Abdullah, Hicaz’da muhalif unsurları desteklemeye
ve onları mal ve silah ile donatma kararı almıştır. 1920’lilerin sonlarında
Hicaz’daki umumi rahatsızlık durumunun muhaliflerin menfaatine uygun olduğu
anlaşılmıştır. Necid ve Hicaz iki yıl peş peşe kuraklığa maruz kalmıştır. İhvan
ve Suud nizamı arasındaki iç savaş kapsamlı bir yıkıma sebep olmuştur, ekonomi
sarsılmıştır. 1929-1933 yılları arasında uluslararası ekonomik kriz,
El-Cezire’de acıklı etkilere sebep olmuştur. Canlı hayvan, deri ve hurma
ihtiyacı artmıştır. Gıda maddelerini ithal etmek için yeterli para yoktur.
Hacıların sayısı azalmıştır. Hazine
boşalmıştır. Birkaç ay ücretleri ödenmeyen memurlar, halktan yeni vergiler
istemeye başlamıştır. Pek çok kabilenin şeyhlerine verilen ödenekler durmuştur.
Açlık ülkeyi sarmaya başlamıştır .
İbni Suud Ürdün ile Irak arasındaki bu kabileleri kısıtlama
hareketi, İhvan kabilesel güçleri tarafından İbni Suud’un egemenliğine karşı
ciddi bir müdahale ile sonuçlanmıştır. Şimdilik bu sınırlamalarını ortadan
kaldırmak ve şimdiye kadar Birleşik Devletler tarafından uluslar arası görüş ve
belirlemelerle yapılmış sınırların olduğu bölgedeki kabilesel ayaklanmaları
kontrol altına almak için yapılmış ilk resmi harekettir. 1925’te esas ayaklanma
ve de göçlere dayalı olan göçebe kuzey halkı, İbni Suud geleneksel dirliği
ortadan kaldırdığında ve onların ortak devlet arazisi sayılacağını
bildirdiğinde ikinci bir şok yaşamışlardır .
1927-1930 İhvan İsyanı’nın detayları İbni Suud, mutavva ve
İhvan arasındaki kutsal ittifakın kapalı yönlerine ışık tutmuştur. Hicaz
fethinin hemen ardından İhvan liderleri Arteviyye’de İbni Suud’u birçok alanda
eleştirdikleri bir konferans düzenlemişlerdir. En önemlileri; İngiltere ile
olan ilişkileri, vergilerin İslami açıdan yasallığı, kabile şeyhlerinin
kızlarıyla ve kölelerle seri evlilikleri ve lüks yaşam üzerine odaklanmıştır.
Diğer tartışma konuları; Şii Hassa topluluğunun konumu ve onları İslamlaştırma
gerekliliği ve Suriye-Mısır hacılarının müzik ve şarkı söylemeleri gibi İslam
dışı uygulamaların kabul edilmesidir. İbni Suud ayrıca; Irak, Ürdün,
Kuveyt’teki kabileler üzerine cihat olasılığını kısıtlaması ile eleştirilmiştir.
Bu eleştiri direkt olarak Suudi toprakları ile Ürdün ve Irak arasındaki
kabilesel hareketi düzenleyen, İngiltere’nin yaptığı Hadda ve Bahra
Antlaşmaları’na yöneliktir.
İbni Suud, İhvanın eleştirilerine 1927’de bir konferans
düzenleyerek karşılık vermiştir. Bu acil sorunların çözümlenmesi görevi Riyad
ulemasına verilmiştir. İbni Suud bu konuları ulemanın desteği olmadan
çözememiştir. Ulema her bir eleştiri ile ilgili görüşlerini belirtmiştir.
İhvanların Hicaz’daki İslam uygulamaları ile ilgili eleştirilerini kabul
etmiştir. Mezarlıklardaki türbelerin yok edilmesini tavsiye etmişlerdir. 1913
yılından beri İbni Suud’un himayesinde olan Hassa Şiilerinin gerçek birer
Müslüman olmaları ve yenilikleri bir tarafa bırakmaları tavsiye edilmiştir.
Suriye ve Mısır hacılarının İslam dışı uygulamaları (hac döneminde müzik ve
ilahi uygulamasını) bırakmaları tavsiye edilmiştir. Şii Irak kabilelerinin,
hayvanlarını Müslüman topraklarında otlatmaktan alıkoymalarını önermişlerdir.
Daha önemli bir konu olan cihat konusuna gelince, İslami şartlara uygun olduğu
sürece İbni Suud’un bir ayrıcalığı olduğunu tasdik etmişlerdir ve İbni Suud’la
ilgili her türlü İslam dışı istihbaratı inkar etmişlerdir. İbni Suud için
ulemanın görüşü önemlidir. Riyad ulemasının tam desteğini aldıktan sonra,
muhalif İhvanlara karşı harekete geçebilecektir. 1927 Ulema Konferansı İbni
Suud ve Necidli din adamları arasındaki ilişki açısından kritik bir dönemdir.
İhvan, Riyad ulemasının fikirlerini tanımamış ve İbni Suud’un
otoritesine meydan okumaya devam etmiştir. 1928 yılında İhvan İsyanı onun
kontrolünün dışına çıkmaya başladığında İbni Suud, Necid’in her yerine tahtan
çekildiğini ilan eden mektuplar göndermiştir.
Riyad birdenbire yüzlerce katılımcının bulunduğu bir toplantı
alanına dönüşmüştür. İbni Suud ünlü bir konuşma yapmıştır. Duygusal temaları
anımsattıktan sonra, topluluğa sadece 40 adamla Riyad’ı fethetmedeki başarısını
anımsatmıştır. Bu konuşmada ekonomik kazanımlarla onun fethinin yüceliği, soylu
bedevi geleneği ve eyaletlerde başarıyla sağlanan dini gözlem örnekleri
anlatılmıştır. Ulemadan ve mutavvadan, lider (rai) ve takipçiler (raiyya)
arasındaki ilişkiyi ve birinin diğerine karşı olan zorunluluklarını açığa
kavuşturmalarını istemiştir. Vahhabi liderine teslimiyet anlayışını
hatırlattıktan sonra, orada bulunan seçkinlerden ve ulemadan, eğer onun yönetim
tarzından memnun değillerse, kendi ailesinden onun yerini alacak başka bir
lider çekmelerini istemiştir. Bu ifade Arabistan’ı kendi ailesi dışında
kimsenin yönetemeyeceğini ve El-Düveyş’in lider olamayacağını gösteren bir
işaret olarak görülmüştür. İbni Suud kendi yerinin doldurulabileceği, fakat
ailesinin kutsal olduğunu göstermiştir. Dini uzmanlar telgrafın İslam dışı
kabul edilemeyeceğinde karar kılmıştır. Daha önemli bir sorun olan İhvan isyanına
gelince, dini uzmanlar İhvan liderliğinin ummanın, yani ortak kanının dışına
çıktığını ve onlar doğru yolu bulana kadar savaşılması gerektiği ilan
edilmiştir. Yasaklama ve kısıtlamaları İslami açıdan uygun olan El-Düveyş’e
gaspçı etiketi vurulmuştur. Sonuçta kendi hakimiyetine kritik bir engel
olabilecek her şeyi durdurma hakkına nail olan İbni Suud’a bağlılık yeminlerini
yinelemişlerdir.
1928 Riyad Toplantısı ile Riyad ulemasının konumu
garantilenmiştir. Gelecek yıllarda İslam örfü ve teknolojik yeniliklerle ilgili
fikirlerini belirtmeleri sınırlandırılmıştır. 1744’te El-Suud ve Abdülvahhab
arasındaki ilk ittifakta buna benzemektedir. Riyad uleması, 1928 itibariyle
Arap nüfusunu yeni yönetime ısındırmak için gönderdiği mutavvanın çoğunu
toplama görevini başarıyla tamamlamışlardı. Ülkede halk moralini koruyacak ve
hükümet savunucuları olacaklardır. 1928’de eğer ülkede bir role sahip olmak
isterlerse, politikanın dinden üstün olduğunu kabul etmeleri gerektiğini açıkça
anlamışlardır. Ayrıca itibarlarını, mutavvaları sınırlamakla ele
geçireceklerini kavramışlardır. Ulemanın onayıyla İbni Suud, İhvanı
sakinleştirmeyi ve isyanları bastırmayı başarmışlardır. Bu yatıştırma, İhvan
liderlerinin İbni Suud’un topraklarını bölüşme planlarıyla daha acil hale
gelmiştir. El-Düveyş, İbni Bicad, İbni Hidlan; Necid, Hicaz, Hassa liderliğini
ele geçirmeye çalışmışlardır .
İhvan İsyanının Bastırılması
Hicaz Hariciye Şuunu müdürlüğünden tebliğ olan resmi
beyannamede, fikir ve emelleri ganimet kazanmaktan ibaret Faysal ed-Düveyş ve
İbni Becad gibi bazı kimseler niyetlerini gizleyerek din namına hareket
ettiklerini göstermeye çalışmışlardır. Bu yaptıklarının dinle alakası olmadığı
bildirilmiştir. Bu kabileler Necid hududunda muahedelere zıt olarak Irak
tarafında kurulan istihkamları yıkmak ve Irak’ı yağma etmek niyetlerini ilan
etmişlerdir. Bu şekilde Irak muahedesinin ihlalinden ortaya çıkan karışıklıktan
faydalanmak istemişlerdir. Bazı serserilerinden bu kimselere katıldığı Necid
sınırlarındaki bazı kabilelere saldırdıkları bildirilmiştir.
Melik bu asileri Şerri Şerif dairesinde mahkemelere davet
etmiş, kan dökülmesini istemediğini belirtmiştir. Fakat şeriatın hükmünü kabul
etmemişlerdir. Artaviyye den yedi saatlik mesafede Seble vadisinde muhasara
altına alınmalarını için emir verilmiştir. Onlara itaat etmeleri son kez
söylenmiştir. Asilere hücum emri gelmiştir. Sonunda teslim olduklarını
göstermek için aile çocuklarını göndermişlerdir. İbni Becad şarki emirine
teslim olmuştur339.
Mart 1929’da İbni Suud İhvan İsyanı’nı bitirmek için,
çoğunlukla Necid vahalarından gelen adamlardan oluşan bir ordu toplamıştır.
İhvanlara karşı Artaviyye ve El-Gatgat’daki hucarlara düzenlenen çok sayıda
askeri saldırının takip ettiği Sibila Muharebesi’yle başlamıştır. İngiltere,
İbni Suud’a hava kuvvetleriyle yardım etmiştir. Çoğunluğu Kuveyt sınırına kaçan
İhvanı yatıştırmada önemli bir etkendir. İbni Suud, İhvanın Kuveyt kabilelerine
sığınıp, onlarla kaynaşmasından korkmaktadır. Kuveyt kabileleri arasında aynı
soydan gelen İhvan sempatizanlarıdır. İhvan liderleri 1930 Ocak ayına kadar
Kuveyt’te İngilizlere teslim olmamışlardır.
İbni Suud onların hayatlarını bağışladıktan ve Kuveyt ile
Irak’a daha fazla baskın yapılmayacağına söz verdikten sonra İngiltere, İhvan
liderlerinin Riyad’a döndürülmesine izin vermiştir. İsyancı İhvanlar önce
Hassa’da, sonra Riyad’da hapse atılmıştır. En ünlü isyancı İhvan Faysal
El-Düveyş bir yıl sonra ölmüştür.
İhvanın malubiyeti Suudi tarihindeki çalkantılı bir çağın sonu
olmuştur. İhvanın, İbni Suud’un topraklarını genişletmesi için etkin bir savaş
gücü olduğu, ancak onun otoritesini güçlendirmede aynı etkinliği gösteremediği
görülmüştür.
Asir İsyanı
İbni Suud, mutavva ve İhvan ile Arabistan’ın fethi
tamamlanıncaya kadar bir ittifak kurmuştur. 1926’da Hicaz’ı ele geçirmesinden
sonra İbni Suud, Ürdün ve Irak’taki vekil güç ve Kuveyt’ten Maskat’a kadar
körfez liderlerinin koruyucusu olan İngiltere’yi kendine düşman edeceği için,
ne kuzeye ne de doğuya daha fazla genişlememiştir. Suudi-Yemen sınırından küçük
bir fırsat kalmıştır. 1930’da İbni Suud Asir’i kendi topraklarına katmıştır ve
Asir’in İdrisi liderinin yalnızca kentin sözde lideri olarak kalmasına izin
verdiğini açıklamıştır. Asir’in başkenti Ebha neredeyse 8 yıl boyunca İbni
Suud’a bağlı kaldıktan sonra, ülke topraklarına katılan son karasal kazanımdır.
Asir’in ülke topraklarına katılması, 1930’larda Kızıl Deniz’de etkinliği artan
İngiltere ve İtalya gibi yabancı güçler ve yerel güçlerle anlaşmazlığa yol
açmamıştır. Yine de Asir’in ele geçirilmesi, İbni Suud ve Yemen İmamı Yahya’yı
1934’te ciddi bir askeri yüzleşmenin eşiğine getirecektir. Askeri genişleme ile
kuzeydoğu ve güneybatıdaki sınırlarına ulaşmışlardır. Suudi ülkesi
İngiltere’nin bütünlüğünü garanti altına aldı. Yeni kurulmuş Kral Abdullah’ın
Ürdün’ü ve Kral Faysal’ın Irak topraklarıyla sınır olmuştur. İsyancı İhvanlar
yeni durumun politik gerçeklerini tanımama hatasına düşmüşlerdir. İbni Suud’un
İngiltere’nin otoritesini tanıdığı ve hiçbir hakkının olmadığı alanlarda,
kuzeydeki kasabalara ve kabilesel gruplara baskınlar düzenlemeye devam
etmişlerdir. İbni Suud ve İngiltere, bu çıkışlarından sonra İhvan güçlerini
etkisiz hale getirmede iş birliği yapmışlardır.
İbni Suud, mutavva ve İhvan arasındaki kutsal ittifak, askeri
genişlemenin durmasını gerektiren yeni baskılar altında sona ermiştir.
Mutavvanın ilk akıl hocasının teslim olmasıyla, Riyad ulemasından İhvanın
ortadan kaldırılmasının haklı gösterilmesini istemiştir.
İhvan İsyanı, yalnızca İbni Suud’a karşı bir dini bir protesto
değildir, ayrıca bazı kabilelerin onun artan gücünden kaynaklanan
memnuniyetsizliklerini meydana çıkaran bir kabile isyanıdır. İsyancı İhvanlar,
İbni Suud’un genişleme malzemesi olarak kalmayı reddetmişlerdir. İbni Suud,
fethedilen topraklarda yönetici olmalarını kabul etmemiştir. İsyanının başından
beri yayılımı ve güçlenmesi, İhvan İsyanı’nın ancak ve ancak kabilesel etkenler
pahasına gelişim gösterebilecek olan, kabile dışı bir mevcudiyet olduğunu
göstermiştir. Bu yanlış anlama aksine kanılara rağmen devam etmektedir. Nüfusun
varlıklı bölümleri 1930’larda kabilesel iken, hükümet kesinlikle çeşitli
kabilelerin bağlantılarını bozup, zayıflatan kabile dışı bir varlıktır.
Kıdemli, küçük Riyad ulema grubunun onayı ve İngiltere’nin
yardımlarıyla İhvanı yatıştıran ve mutavvaları kısıtlayan İbni Suud, 22 Eylül
1932’de kendi devletini kurmuştur. (O ana kadar Hicaz ve Necid Krallığı ve
Mülhakat’ı adında) Yeni isim ile iki bölgenin; Hicaz ve Necid’in birleşmesine
dikkatleri çekmekteydi ve daha da önemlisi İbni Suud’un kendi otoritesi altında
birleşik bir devlet kurmadaki rolünün anısınaydı.
İbni Suud Nisan 1929’da Riyad’dan çıkarak El-Hassa cihetinde
gitmiştir. Hicaz’da kabileler arasında kendisinden hoşnutsuzluk baş
göstermektedir. Necidi’in en büyük kabilelerinden olan Useybe kabilesi isyan
ederek üzerine gönderilen kuvvetleri mağlubiyete uğramıştır. Şerif Şakir bin
Zeydi şarki Erden hudut kabileleri İbni Suud’a karşı harekete başlamıştır .
Ancak mevcut iktisadi durum ve halkın hoşnutsuzluğu Suudilere
karşı olan hareketlerin ülke içerisinde kayda değer başarılar elde etmelerine
yeterli değildir. Cidde’nin düşmesinden sonra Mısır’da Hicaz’ı savunma komitesi
kurulmuştur. Komutanları da Sabban ve Debbağ ailesinden iki kardeştirler. Mısır
Kralı Fuad ve İbni Suud arasındaki anlaşmazlık Mısırlıları, teşkilatı
desteklemeye sevk etmiştir. 1920’li yılların sonlarında Hicazlı muhalifler Kral
Abdullah’ın desteğiyle Necidlileri Mısır’dan kovmak ve bağımsız bir devlet
kurmak için Hicaz Özgürler Partisini kurmuşlardır. Partiye Mısır Kralı Fuad
zamanında Hicaz Milli Parti’nin sekreteri olan Tahir Ed- Debbağ lider olmuştur.
Yeni partinin önderleri arasında Şerif Şakir, Şerif Halid, Hüseyin Ed-Debbağ,
Ali Ed-Debbağ ve Mehmed Emin bulunmaktadır. Hicaz Özgürleri Arap âleminin
muhtelif şehirlerinde parti şubeleri kurmaya çalışmışlardır. Hüseyin Ed- Debbağ
büyük bir mal desteğiyle Kahire’ye yönelmiştir. Hamid bin Salim ile ilişki
kurmuştur. Bu kişi 1929’da Suudi ailesine karşı yapılan karşı hareketlerde, pek
çok fertleri Hicaz’dan Mısır’a giden Beri Kabilesi’nin şeyhlerindendir .
7 Mayıs 1929’da İbni Suud Ümmü-l Kura gazetesinde belirterek
bir şikayet kutusu oluşturmuştur .
İbni Suud’un bu hareketi ekonomik sıkıntıların gün yüzüne çıktığı bir dönemde
halkı teskin etmeye yönelik görülebilir.
El-Cezire’nin güneyinde destekçilerin bulunması için çabalar
sarf edilmiştir. Hüseyin Ed-Debbağ Aden’i ziyaret etti. Nitekim orada sürgünde
olan birçok İdrisilerle buluşmuştur. Onun beklentisi kuzeyde Asir’deki bir
direnişle silahlı eylemlerin başlaması ve onun ardından Hicaz’da genel bir
direnişin yapılmasıydı. Hüseyin Ed- Debbağ Kahire’ye döndüğünde İbn-i Rifade’ye
huzursuzluğun ve hoşnutsuzluğun güney bölgesini kapladığını ve oradaki
insanların harekete geçmek için bir işaret beklentisi içinde olduklarını
vurgulamıştır.
1932 Mayıs’ı ortalarında İbn-i Rifade ve kabilesi Akabe
yakınlarında Mısır sınırını geçmiştir. Nitekim Suud Ed-Debbağ onu teçhizatla
donatmıştı. Neredeyse İbn-i Rifade ve onun silahlı güçleri Hicaz’ın kuzeyinde
ortaya çıkmışlardır .
Belli oluyor ki, ‘Hicaz Özgürlerinin’ hareketleri İbni Suud
için gizli kalmış değildir. İbn-i Rifade’nin güçlerinin ortaya çıktığını
öğrenir öğrenmez, Haziran 1932’de Mekke’deki bütün muhaliflerinin acilen
tutuklanmalarını emretmiştir. Debbağ Ailesi’nden de birkaç kişi tutuklanmıştır.
Hicaz’da bütün siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmıştır.
Aynı zamanda Abdülaziz arabalarla taşınan bazı birlikleri
İbn-i Rifade’yi sıkıştırmak için, Daba ve El-Bede’ye gönderdi. İngiliz
kuvvetleri doğu Ürdün ile Suudi sınırını kapatmayı üstlenmiştir. Bir İngiliz
gemisi Hicaz’a yapılacak olan geçiş ve erzak desteğini önlemek için Akabe’ye
ulaşmıştır. Abdülaziz bin Suud kendi tarafındaki sınırı kapatmıştır.
İbn-i Rifade ve Beri Kabilesi’nden olan silahlı adamları
halkın desteğini elde edememişlerdir. Onlarda Daba’ya 50 km. uzaklıktaki Şar
Dağı’na sığındılar. Abdülaziz onları kandırarak oradan indirmiş, bunu da
Daba’nın ileri gelenlerine talepte bulunup, İbn-i Rifade’ye bir mektup
yazmalarını ve mektupta onun hareketine katılmaya hazır olduklarını belirterek
yapmıştır. Beri’nin lideri dağdan inmiştir ve tuzağa düşmüştür. Birliği
kuşatılmıştır ve kısa bir çatışmadan sonra tamamen yok edilmiştir. Bu kez
Abdülaziz İbni Suud, İhvan hareketini bastırırken kullandığından daha çok araba
ve panzer kullanmıştır.
Böylece İbn-i Rifade ve ‘Hicaz Özgürleri’ macerası da, onların
Asir’deki silahlı destekçilerinin hareketi de başlamadan hezimete uğramıştır.
1920’de İbni Suud ile yapılan anlaşma, Muhammed El-İdrisi’nin Asir’in güneyi ve
Yemen Tihame’sinin bir kısmına egemen olmasını ( yönetmesini ) öngörmektedir.
Yukarı Hicaz’ı kontrol altına aldıktan sonra İbni Suud Ekim
1926’da Hasan İbni Ali El-İdrisi ile Mekke Antlaşması’nı imzaladığında
dikkatini tekrar Asir’e yöneltmiştir. El-İdrisi kendi statüsünün Hicaz Kralı ve
Necid ve Mülhakatı Sultanı daha aşağıda olduğunu kabul etmiştir ve hiçbir
hükümet ile politik bir tartışmaya girmeyeceğini ve hükümdarlarının (İbni
Suud’un) izni olmaksızın hiçbir şahsa ekonomik imtiyaz sağlamayacağını kabul
etmiştir. İbni Suud’da Asir’in iç işlerinin ve onun kabilesel yönetiminin
İdrisiler tarafından yapılacağını kabul etmiştir. Bu anlaşma yarı özerk Asir
Emirliği’nin kısa bir süre İbni Suud’un etkisinde kalmasını sağlamıştı, ama bu
statü 1930’da ortadan kalkmıştır .
Ancak Hicaz istilasından sonra durum köklü bir şekilde
değişmeye başlamıştır. Güçlü Suudi Devleti’nin gölgesinde İdrisliler
Emirliği’nin bağımsızlığı sadece şekli bir meseleye dönüşmüştür. Yemen lideri
Yahya Necidliler’in Hicaz’da bazı eylemlerle meşgul olmalarını fırsat bilerek,
El-Hadide ve Tihame’nin bir kısmını 1925 Nisan’ında kendi topraklarına
katmıştır. Öyle ki, bu durum İbni Suud ile Yahya arasındaki ilişkilerde krize
yol açmıştır.
El-Hadide’yi ele geçirdikten sonra Ahmet bin Yahya’nın
kuvvetleri Asir’in esas merkezleri olan Cizan, Sabya ve Ebu Ariş’i tehdit
ederek, kuzeye doğru ilerlemişlerdir. İmam Yahya’nın Asir’in güney kısmının
tümünü Yemen’e katmaya kararlı olduğu açıktır.
Asir’in yeni emiri Hasan El-İdrisi Yemenlilerden bazı
tehditler almıştır. 21 Ekim 1926’da Emirliği’ni koruması için Suudilerle bir
anlaşma yapmıştır. İdrisliler dış siyasette bağımsızlıktan vazgeçmiş, ancak iç
işlerde özerkliği korumuşlardır. Bu Suudilerle Yemenliler arasındaki
anlaşmazlığın başlangıcıdır. Yahya, Cizan ve Sabya yakınlarında bulunan
kuvvetlerini çekmiştir. 1927 Haziran’ında Suudlu bir heyet görüşmek için
Sana’ya gelmiştir. İmam Yahya, Asir’in Yemen’in bir parçası olduğunu ve geçmiş
zamanda gaspçı ve yabancı (acayip) İdrislilerin orayı Yemen’den ayırdıkları
konusunda ısrar etmiştir. Suudiler ise bu bölgenin Yemen ile irtibatı
olmadığına dair delil göstermeye çalışmışlardır ve 1925 yılında Yemen
Ordusu’nun işgal ettiği Asir topraklarından Bacil’e varıncaya kadar büyük bir
kesiminin geri verilmesini istemişlerdir.
Yemen, ihtilafı genişletmeye hazır değildir. Çünkü güney
sınırlarında İngiliz kuvvetleri ve mandaları ile sürekli çatışmalar
yaşanmaktadır. 1928’de İngiliz uçakları Yemen’in birkaç şehrini bombalamaya
başlamışlardır.
27 Ekim 1930’da İbni Suud, Hasan El-İdrisi ile yeni bir
anlaşma yaparak, Emirin Sultası’nı sadece şekli bir meseleye dönüştürdü.
Anlaşmaya göre bu yönetim Hasan el-İdrisi’nin vefatından sonra oranın yönetimi
tamamen İbni Suud’a geçecektir. Bu esnada İdrisliler, İmam Yahya ve ‘Hicaz
Özgürleri’ ile gizli ilişkiler kurmaya başlamışlardır.
1931 ve 1932 yılları Suudi yönetimi ve Yemen sınırlarında
silahlı anlaşmazlıklara tanıklık etmişlerdir. Hüseyin Ed-Debbağ 1930’da Hicaz
Özgürler Partisi’nin temsilcisi olarak sahil kenti olan Lihye’ye varmıştı.
Hasan el- İdrisi ile ortak bazı eylemler yapmak için ittifak etmişlerdir. Hicaz
Özgürler Partisi, Asir Emiri’ne teçhizat ve erzak yardımı yapmaya
başlamışlardır. 1932’de Suudi himayesinden kurtulmaya çalışmıştır. Direniş
Kasım 1932’de başlamıştır. Birkaç gün sonrasında Hasan’ın kuvvetleri yok
edilmiştir. O da Sabya’ya kaçmıştır. Cidde’deki Sovyet Konsolosluğu’nun
raporuna göre: “Güneydeki hareket 1932 yazında İbn-i Rifade’nin faaliyetlerini
yönlendiren aynı teşkilat tarafından hazırlanmıştı ki, Amman’dan (Doğu Ürdün)
yapılan yönlendirmelerle hareket etmiştir. Teşkilatın faaliyeti İbn-i
Rifade’nin Hicaz’a hücum etmesi durumundaki gibi Asir’in sahilleri ile
ilişkiler kurmayı, Suudilere karşı karşıt propaganda yapmayı, silah, teçhizat
ve erzak alımı için bazı Avrupa ülkelerine heyetler göndermeyi, bunları
gemilerle Asir’in sahillerine nakletmeyi amaçlamışlardır. Direnişin
başlamasından sonra Cizan’a yelkenli bir gemi ulaşmıştır. Üzerinde Ali
Ed-Debbağ ve Abdülaziz El-Yemani vardı. Bir miktar pirinç, un ve hurma
almışlardı. Ancak olaydan üç gün sonra bir hükümet birliği Cizan’a varıp,
El-Yemani’yi yakalamışlardır. Ali Ed-Debbağ ise yelkenli gemi ile kaçmaya
çalışmıştır. Daha sonra yetkililerin aldıkları bir beyanda Ali Ed-Debbağ’ın
denizde boğulduğu bildirilmiştir.
Bundan kısa bir süre sonra Halit bin Luey ve Abdülaziz bin
Musaid yönetiminde bir Suudi kuvveti Asir’i tamamen işgal etmiştir. İdrisliler
ve onlara taraf olan kabileler dağlarda onlara karşı koymaya çalışmışlardır.
Ancak daha sonra Yemen’e kaçmışlardır. Abdülaziz isyancıların teslim edilmesini
istemiştir. Ancak İmam Yahya bunun için kralın onları affetmesini şart
koşmuştur. Mayıs 1933’te bazı İdrisliler Mekke’ye dönmüşlerdir. Öyle ki gözetim
altında tutulup, maaşa bağlanmışlardır. Bundan sonra Asir’in yöneticisi Riyad
tarafından tayin edilir olmuştur. 1932 yazından itibaren Suudi nizamının
sağlamlaşıp Hicaz, Necid ve Mülhakatının bütün topraklarında tartışmasız
egemenliğe dönüştü açığa kavuşmuştur. Hicaz’ın kuzeyinde ve daha sonra
Asir’deki direnişlerin bastırılması bunu pekiştirmiştir.
18 Eylül 1932’de İbni Suud Riyad’ta memleketin (kraliyet)
birliğinin düzeni ile ilgili bir kraliyet emri yayınlamıştır. Bildiride, bundan
sonra ülkenin Suudi Arabistan Krallığı ismiyle bilinmesi kararlaştırılmıştır.
Bununla beraber bu değişiklik yapılan anlaşma, sözleşme ve uluslar arası
sorumluluklarına bir etkisi olmayacağı ve onlara bağlı kalınacağı
belirtilmiştir.
Onun durumu artık düzen, talimat ve eski emirlerin yürürlükte
olduğu bir düzen olacak. Düzen, 1931 Aralık’ında kurulan Bakanlar Kurulu’nun
(Temsilciler Meclisi’nin) kraliyet için bir anayasa hazırlamasını ve yönetimin
babadan oğla geçen bir düzen hazırlaması için meclisi zorunlu kılar. 1933’te
Abdülaziz oğlu Suud’u veliaht tayin etmiştir.
İbni Suud, af konusunda uygun zamanda kendisi ile savaştan vazgeçen
hasımlarını affetmek ve muhalefeti satın alma taktiğine bağlı kalmaya devam
etmiştir. 1935’te genel af ilan etmiştir. Aynı zamanda Hicaz Özgürler Partisi
kendini fes etmiştir. Çokça insan Suudi Arabistan Krallığına dönmüştür. Tahir
Ed-Debbağ Eğitim Müdürü, Şeyh Sabban ise Şura Meclis üyesi olmuştur .
IV. SUUDİ ARABİSTAN DEVLETİ’NİN İDARESİ
8 Ocak 1926’da İbni Suud, kendisini Hicaz kralı ve Necid ve
Mülhakatı (bağlı eyaletlerin) Sultanı olduğunu ilan etmiştir.
Yeni rejim 16 Şubat 1926 tarihinde SSCB ve aynı yılın Mayıs
ayında Türkiye ve bunu takip eden dönemde Avrupalı devletlerin bir kısmı
tarafından tanınmıştır. İngiltere ile İbni Suud arasında, krallığın tam
bağımsızlığını tanıyan resmi antlaşma 20 Mayıs 1927’de imzalanınca diğer batı
ülkeleri de izleyen dönemde Suudi Krallığını tanımıştır. Batı ülkeleri Suudi
yönetimini hemen tanımalarına rağmen, Müslüman ülkelerin Suudi krallığını
tanımaları, daha geç ve gönülsüz olmuştur. Müslüman ülkelerin Suudi Arabistan’ı
tanımada yavaş davranmalarının sebebi, Hicaz’ın Vahhabi kontrolüne geçmiş
olmasındaki endişeden kaynaklanmaktadır.
Halifelik ve kutsal yerlerin geleceği ile ilişkili olarak
Mısır’ın önderliği ile Kahire’de yapılan Müslüman ülkeler temsilcileri
toplantısı bir sonuç vermeyince İbni Suud Halifelik için Haziran 1926’da
Mekke’de bir kongre düzenlemiştir. Kongreye katılanlardan Hindistan Heyeti,
kutsal şehirlerin yönetiminin bütün Müslüman ülkelerin temsilcilerinden oluşan
bir komiteye verilmesini istemiştir. İbni Suud bu talebi reddetmiştir. Bağımsız
Müslüman devletlerin başkanları ve hükümdarları ile Müslüman olmayan
ülkelerdeki Müslüman örgütlerin temsilcilerinin huzurunda Hicaz’ın hakiminin
kendisi olduğunu bildirmiştir. İbni Suud kutsal yerlerin emanetçisi ve
hacıların koruyucusu olarak görevini yapacaktır. Bunları yaparken dışarıdan
kimsenin müdahale etmesine izin vermeyecektir. Kongredeki bu açıklamalar
üzerine bir kısım katılımcılar kongreyi terk ederken bir kısmı da yeni düzeni
tanımıştır .
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü ve hilafetin otoritesini
savunmak üzere Hindistan Hilafet Hareketi, dini siyasi hareket olarak o dönemde
asıl üzerinde durdukları konu, Osmanlıların Arabistan yarımadasındaki
hakimiyetlerine ve hilafetin dini siyasi otoritesine herhangi bir şekilde zarar
gelmemesidir. İngiliz karşıtı bir tutum sergilerler, çünkü İngilizler
verdikleri sözlere rağmen Türkiye’nin bütünlük ve bağımsızlığını tehlikeye
düşürmüştür.
Hindistan’daki bu oluşum İngilizlerin Türkiye ve Arabistan
üzerindeki projeleri Müslümanların açıkça tepkilerini çekmeme hususunda
temkinli davranmalarına sebep olmuştur. Hindistan Hilafet Hareketi 1930’lu
yıllara kadar Arap yarımadasının özgürlüğü ile ilgilenmiştir .
Suudi Arabistan’da yönetim İbni Suud’un mutlak otoritesi
üzerine kurulmuştur. İbni Suud devletin kuruluşunda silahlı gücünü oluşturan
İhvan gücünü bile izale ettiği görülmektedir. İngilizler Suudi Arabistan’ın tam
bağımsızlığını erken dönemde tanımak zorunda kalmışlardır. Gayeleri kendilerine
bağlı küçük emirlikler kurmak iken bağımsız ve yayılımcı Suudi Arabistan’ı
kabullenmişlerdir. Sınırlar İbni Suud’a göre Şerif Hüseyin’e vaat edilen
toprakları kapsamalıdır. İngiliz emperyalizmi zor da olsa İbni Suud’un
sınırlarını Necid, Asir, Hail ve Hicaz ile sınırlaya bildiklerine
sevinmektedir.
Arap yarımadasında, Arap birliğini kurarak 23 Eylül 1932
tarihinde krallığını ilan eden Abdülaziz bin Suud, ülkesinde şeriat ilkelerini
esas alan bir yönetim sistemi kurmuştur. Suudi Arabistan, gerek iç ve gerekse
dış politikada Arap birliği İslam ilkelerini savunmuştur. Kuvvetler
ayrılığından bahsetmenin mümkün olmadığı, İslam şeriat hükümleri ile yönetilen
Suudi Arabistan’da, yasama görevini kral üstlenmiştir. Yasama konusunda krala
yardımcı olmak için oluşturulan yasama meclisi Meclis el- Şura’dır. Kral
tarafından atanan 120 üyeden oluşmaktadır. Dört yılda bir atmaları yapılır.
Yasama görevini üstlenen kral aynı zamanda icranın da başıdır. İcra erki,
devlet başkanı ve aynı zamanda başbakan olan kralda toplanmıştır. Hükümeti çoğu
kraliyet aile bireyleri olan, kralın atadığı kişiler oluşturmaktadır. Yargı
erki, Şer’i mahkemelerce yürütülmektedir. Adli ve idari işlemlerde esas
alınacak yasalar bütünü şeriat olarak kabul edilmiştir. Adli sistem şeriat
hükümleri esaslarına göre kurulmuş ve bu hükümlere göre çalışan mahkemelerden oluşmuştur.
Suudi Arabistan’da siyasi partilerin, sivil toplum örgütleri ve meclis dışında
baskı gruplarının oluşmasına izin verilmemektedir. Bireyin temel hak ve
özgürlüklerini koruyan modern bir yapılanma yoktur . 1922 sonrasında
Müslüman ülkelerde hızlı bir modernleşme ve modern yapılanma görülürken Suudi
Arabistan bunun dışında kalmıştır . Yargının temel ilkeleri İslami
şeriat hükümlerine göre faaliyet gösteren yüksek adalet konseyi tarafından
belirlenmektedir. Yasama ve yürütme görevlerini üstlenen Kral ile yönetimin
yetki ve sorumluluklarını tanımlayan temel yasa 1933 yılında kabul edilmiştir.
Temel yasa ile Kur’an- ı Kerim anayasa olarak kabul edilmiştir .
İbni Suud, Necid’de saltanata ve şeriatın ceza ile ilgili hükümlerine dayanan
bir idare sistemi kurmuştur. Hicaz’ı yönetmekte olan oğlu Faysal ise, eyaleti
bir danışma kuruluna dayanarak yönetiyordu . Arap yarımadasının en
geniş topraklarına sahip olan Suudi Arabistan, “El Memleketül Arabiyye es-
Saudiyye” resmi adını taşır .
Suudi Arabistan ekonomisi yüzyıllarca tarım ve ticarete bağlı
kalmıştır. Çöl yaşam şartlarında ticaret vazgeçilmez bir unsurdur. Bunun
yanında toplumun su kaynaklarına yakın kısmında hüküm süren halkı tarım toplumu
olmayı devam ettirmektedir. İktisadi yapılanma petrolün doğuşuna kadar çok
büyük değişikliğe uğramamıştır. Hac ziyaretinin ülke ticaretini ve gelir
kaynaklarını artırıcı etkisi unutulmamalıdır. Hicaz üzerine yapılan hakimiyet
mücadelesinde Hac gelirlerinin etkisi de vardır. Geleneksel geçim
kaynaklarından biriside hayvancılıktır.
Suudi Arabistan, dünyanın en büyük petrol ihracatçısı ve en
büyük petrol rezervlerine sahip olan ülkesidir. Diğer dünya petrol rezervleri
tükense bile Suudi Arabistan’da petrol bulunacaktır. 1900’lerde keşfedilen bu
zenginlik İngiliz planlarına ve oyunlarına sebep olmuştur. İngiltere, 1900-1923
arası bölge petrollerini elde etmek için mücadele etmiştir. İbni Suud, 1923’ten
sonra İngiliz petrol arama şirketlerinden yıllık arama izni ve çıkarma hakkı
ücreti almıştır. 1933 yılında bu hakkı feshetmiştir. 1933 ve sonrası dönemde
Amerikan şirketleri ile anlaşma yapılacaktır .
Dünya Savaşı’nda ve sonrasında büyük üretimin
gerçekleştirilebildiği Suudi Arabistan, Amerikan şirketler grubundan yüzde elli
kesinti yapmaya başlamıştır. Bu daha sonra standart hale gelmiştir. Bu yüzden
petrol Batılı devletler için önemli bir obje olduğu kadar üretildiği ülke
içinde özel bir ümittir. Mili ekonomi ile birleştirildiğinde ekonomiyi teknik
olarak yükseltebilmektedir .
1930’larda küresel olarak yaşanan ekonomik bunalım, Suudi
Krallığı’nı da etkilemiştir. Suudi Krallığı, azalan hac gelirlerinin yerine,
yeni gelir kayakları bulmak amacıyla yabancı şirketlerin ülkesinde petrol
aramasına alacağı bedel karşılığında izin vermiştir. Bölgede araştırma yapan
petrol şirketleri ile Suudi Arabistan arasında, 19 Mayıs 1933’te bölgenin
geleceğini etkileyecek önemli bir gelişme yaşanmıştır. Suudi Maliye Bakanı ile
Standart Oil of California’nın bir temsilcisi arasında bir antlaşma
imzalanmıştır. Suudi politikası ve Vahhabi öğretisi böylece petrole dayalı bir
güç kazanmıştır .
1927’de başlayan yayılma sonucunda ABD petrol şirketleri ile
Ortadoğu’ya yerleşmiştir. Suudi Arabistan’ın bütün petrol imtiyazlarını elde
etmiştir . Suudi Arabistan ekonomisi için öncelikli önemli unsur
petrolün üretimi ve istikrarlı dağıtımı hedeflenmiştir.
Krallığın tam olarak kurulduğu 1932 yılında, bölgesel şartlar
ve ülkenin tecrit edilmiş konumu ve coğrafi özellikleri dikkate alındığında,
ülke güvenliğinin ve kutsal yerlerin güvenliğinin sınırlı kuvvetlerle sağlanabileceği
görülmektedir. 1930’lara kadar, ülke içinde başlıca tehdit; Suudi krallığı
karşıtı aşiret ve kabilelerden kaynaklanmaktadır. Bu dönemde Suudi güvenlik
kuvvetleri İngiltere’nin katkıları ile teçhiz edilen sınırlı askeri güce
sahiptir. Suudi hanedanını kurma ve yarımadadaki topraklarını genişletme
arzusunda olan Abdülaziz bin Suud, ulusal güvenliğini sağlamak için güçlü bir
silahlı kuvvet kurma yerine 1930’lara kadar İngiltere’nin varlığına ve
desteğine güvenmiştir. 1930’ların ilk yarısında Yemen hudut hattında meydana
gelen çatışmalar ve petrol sahalarının ve tesislerinin güvenliği için sürekli
bir ordu tesis edilmiştir. Abdülaziz bin Suud, Suudi ordusunun geliştirilmesi
ve silahlandırılması amacıyla, ARAMCO (ABD petrol arama şirketi) ile geliştirilen
ilişkilerin verdiği güvenle İngiltere yerine ABD hükümetine yanaşmıştır. Suudi
ordusunun modernizasyon ve geliştirilmesi 1964 sonrası döneme rastlamaktadır
.
Suudi Arabistan’da yönetim sistemi ve toplumsal yapısı, ülke
içi istikrar ve güvenliğe yönelik tehdit dinamitlerinin bünyesinde
barındırmaktadır. Bireyin kendisini ifade edemediği toplumda temel hak ve
özgürlüklerden bahsedilemediği gibi demokratikleşme atılımları yasaklanmıştır.
Temel hak ve hürriyetlerin kazanılması yolunda atılacak her adım, krallığa ve
yönetime karşı bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Müslümanlara ait kutsal yerler: Hicaz’daki Harem-i Şerif’in
ortasında bulunan Kabe, Medine’deki Mescid-i Nebevi ve Ravzay-ı Mutahhara ile
Kudüs’teki Mescid-i Aksa Müslümanlar için çok önemli kutsal mekanlardır.
İslam’ın kutsal saydığı mekanları korumayı ve güvenliğini
sağlamayı Suud Krallığı bir övünç kaynağı olarak görmüştür . Bu
hususta Suudi yönetiminin büyük titizlik gösterdiği görülmektedir. Fakat dönem
dönem kargaşa ve işgallere uğramasına engel olamamıştır.
VII. SUUDİ ARABİSTAN DEVLETİ’NİN NÜFUSU
Suudilerin %90’nı etnik olarak Arap’tır. Nüfusun %10 kadarı,
Türk, İranlı, Endonazyalı, Hintli, Afrikalı ve diğer etnik kökenlilerden
oluşmaktadır. Çoğunluğu Müslüman ve Sunni olan Araplara ilaveten ülkede Şii,
Sufi ve Selafiler bulunmaktadır. Ülkede katı şer’i hükümlerin yerine demokratik
ve laik ilkelerin geçerli olmasını savunan kişiler sınırlıdır. Suudilerin büyük
bir kısmı Suudi otoritesini ve muhafazakar Vahhabi İslam kuralları kabul etmiş
görülmektedir. Petrol bakımından zengin Doğu eyaleti el-Ahsa bölgesinde 400.000
civarındaki Şii iki yüzyıldır Vahhabiler’in baskısı altında sindirilmiş durumda
yaşamaktadırlar. Suudi toplumu içerisinde yaşayan iki diğer grup, Hicazlılar ve
Asir kabileleridir. Arap Yarımadası’nın ortasında bulunan Necid’in kuzeyinde
Şamiye Çölü, doğusunda Ahsa, batısında Asir ve Hicaz bulunmaktadır. 218.000.000
bedevi, 210.000.000 yerleşik olmak üzere 428.000.000 insan yaşar. Halkın
çoğunluğu 1730 (1143) tarihinde Abdülvahhab tarafından kurulan Vahhabi
mezhebindendir . Hicazlılar, Mekke ve Medine çevresinde, Kızıl Deniz
kıyısı boyunca dağlık kesimde, Asir kabileleri ise Yemen’in kuzeyinde
yaşamaktadır. Her iki grup da Riyad’ın ülkenin zenginliklerinden yararlanma ve
dini konularda ayırım yapıldığını iddia etmektedirler. Riyad yönetimi bu iki
gruba tarihsel geçmişe dayalı olarak güvenmemektedir .
SUUDİ ARABİSTAN
DEVLETİ’NİN DIŞ POLİTİKASI
Suudi Arabistan’ın dış politikası devlettin yapılanmasına
uygun olarak dini ve ırki temeller ile üzerine kurulmuştur. Arap milliyetçiliği
bölgenin lider devleti olmayı hedefleyen Suudi Arabistan için kaçınılmaz bir
unsurdur. Kutsal mekanların ülke içi sınırlarda olması ise suni bir liderlik
statüsü kazandırmaktadır.
Arap milliyetçiliği ve Arap birliği ile birlikte Müslümanlık
Suudi politikasını etkileyen önemli bir unsurdur. Suudi Arabistan İslam
unsurunu kullanarak Asya ve Afrika’da bulunan Müslüman ülkeler ve Batı
ülkelerinde bulunan Müslüman gruplar ile İslami dayanışmayı savunmuştur. Bu dayanışma ve birlik çoğu zaman Suudi
yönetiminin baskın unsuru Vahhabilik yüzünden sınırlı kalmıştır.
Suudi Arabistan’ın, Orta Asya Müslümanları ile kurmak istediği
ilişkilerde Sunni Vahhabiliğinin Orta Asya islamı ile çelişmesi sebebiyle bir
neticeye varılamamıştır. Evliyalar kültürünün çok derin izlerinin görüldüğü
Orta Asya ile sert Vahhabi doktrinin uyuşmaması Vahhabiliğin yayılımında önemli
bir engel olmuştur. Buna rağmen bölgedeki radikal İslam akımlarına örneklik
teşkil edecektir. Bu yüzyılda Fergana vadisi ve Afganistan bölgelerinde
Vahhabilik sempati ile karşılanacaktır .
Suudi yönetimi, Müslümanlara karşı düşmanca davranış
sergileyen ülkeler ile diplomatik ilişki kurmanın mümkün olmadığını
savunmuştur. Fakat sonraları Arap ve Müslüman olmayan ancak Suudi Arabistan’ın
petrol alıcıları, ABD, Batı Avrupa ülkeleri, Japonya ve Güney Afrika ülkeleri
ile ticari ilişkilere girmiştir. Japonya, Almanya, İngiltere, İtalya ve
Fransa’dan malzeme ithali için ticari ilişkiler kurmaktan geri durmamıştır
. Ticari ilişkilerde ülkenin ekonomik menfaatlerinin on planda tutulduğu
görülmektedir.
SUUDİ ARABİSTAN-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Milli’de belirtilen ilkelere ve
amaçlarına uygun olarak kurulduğu için bir bakıma Osmanlı Devleti’nin varisi
olmasına rağmen Arap ülkeleri üzerindeki iddialarından vazgeçmiştir.
Türkiye’nin bu ülkeler üzerinde kurulan yeni devletlerle münasebetlerinde
dostane olmaması için hiçbir sebep yoktur.
Milli mücadele yıllarında Türkiye’nin doğulu devletlerle
münasebetleri Ankara Hükümetinin hilafet müessesine karşı tutumu ile yakından
ilgilidir .
Hilafetin ilgası ile ilgili kanunun kabulü ile halifeliğe son
verilirken M. Kemal Paşa TBMM açılış konuşmasında “...İslam dinini,
yüzyıllardan beri alışageldiği üzere bir siyaset aracı durumundan uzaklaştırmak
ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahi inançlarımızı
ve vicdanı değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve
ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasetlerden ve siyasetin bütün kısımlarından
bir an önce ve kesin olarak kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi mutluluğunun
emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüceliği belirir.”
Şeklinde görüşlerini belirtmiştir.
Hindistanlı Müslümanların M. Kemal’in Halife olmasını istediklerini
ilettiklerinde ise “Halifenin devlet başkanı demek olduğunu bilirsiniz.
Başlarında kralları imparatorları bulunan uyrukların bana ulaştırdıkları dilek
ve önerilerini ben nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem o uyrukların
başındaki kişiler bunu kabul eder mi? Halifenin buyrukları ve emirleri yerine
getirilir. Beni Halife yapmak isteyenler buyruklarımı yerine getirebilecekler
midir? O halde değeri ve anlamı olmayan mevhum sıfatı takınmak gülünç olmaz
mı?” şeklinde konuşmuştur. M. Kemal Hilafetin günümüzde uygulanması imkansız
bir mevhum olduğunu belirtmiştir .
Dünya Savaşı süresince dünyanın birçok
yerinde Müslümanlar, hilafet merkezi olarak gördükleri Osmanlı’nın savunmasına
maddi ve manevi destek vermişlerdir. Fakat yeni kurulan devletimizin Hilafetin
ilgası kanunu Müslüman devletler ve halklarının devletimize karşı geçici bir
durgunluk yaşamasına sebep olmuştur.
M. Kemal Atatürk, Halifenin görev ve yetkilerinin tartışıldığı
zaman “Halife, İslam toplumunun bir tek noktada toplayacak; Halife bütün İslam
aleminin hukukun, haysiyetini, şerefini, refahını, saadetini koruyacak ve
korumaya gücü yetebilecektir. Halife İslam alemine nereden gelirse gelsin her
türlü saldırıyı engelleyecek, reddedip atabilecek ve bunun için güçlü ordulara
ve her şeye sahip olacaktır. Buna göre bütün bu saydıklarımızı yapmış,
yapabilmiş, yapan, yapabilen Müslümanların halifesi olması gerekir” diye
konuşmuştur. Fas, Sudan’da halifelik iddialarında bulunulmasından bahis ederek
bütün Müslümanların bir hilafet çatısı altında toplamanın tarihte mümkün
olmadığı gibi günümüzde de mümkün olamayacağını belirtmiştir . M.
Kemal Atatürk, bu görüşleri ile dini mevzulara siyaset unsurunun karışmasının
fayda getirmeyeceğini ifade etmiştir. Bu görüşlerin Suudi Arabistan ile
ilişkilerin gelişmesini engellediği söylenemez. İbni Suud, halifelik iddiasında
bulunan Şerif Hüseyin ile mücadele içinde olduğu için bu görüşler desteklemesi
gereken görüşlerdir.
1923 sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin Arap ülkelerine
yönelik politikasını eylemli bir yardımda bulunmamak kaydıyla bağımsızlıklarını
istemek şeklinde tanımlanabilir. Eylemli bir yardımda bulunmamak kaydının
tarihsel mirastan kaynaklandığı söylenebilir. Bağımsızlık istemek yaklaşımını
ideolojik ve stratejik sebepler bulabiliriz. İdeolojik olarak Türk devriminin
bir model olarak bütün İslam dünyasına ve Arap ülkelerine örnek olması arzusu
bulunmaktadır. Bölge ülkelerinin stratejik olarak İngiliz ve Fransız mandasında
kaldığı sürece Türkiye’nin güvenliğine bir tehdit oluşturduğu düşünülmektedir.
İngiltere, Rusya, Fransa gibi devletlerin Araplar üzerindeki siyasi hedeflerini
göz önünde bulundurmak ve siyasetini bu paralelde düşünmesi gerekmektedir.
1930’larda Arap ülkeleri bağımsızlıklarını kazandıkça ve
bağımsızlık yolunda adımlar attıkça Türkiye ile ilişkileri gelişmeye
başlamıştır .
Suudi Arabistan liderinin Türkiye’ye olan bağlılığını Mahmud
Nedim Paşa’ya bildirmesi iki
ülke arasında ikili ilişkilerin başlamasına ön ayak olduğu düşünülebilinir.
Suudi Arabistan Devletinin 8 Ocak 1926’da kurulması ile ilk
tanıyan devletlerden biri Türkiye Cumhuriyeti olmuştur . Böylelikle
diplomatik ilişkiler başlamıştır. Suudi Arabistan Müslüman dünyasının diğer
devletleri gibi Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı görülmektedir.
İbni Suud’un önceliği kendi meşruluğunun kabulü ve özellikle Hicaz üzerinde
hakimiyetinin tanınmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti, Suudi Arabistan’daki gelişmeleri direkt
bir mümessillik oluşturulunca kadar Kahire ve Bağdat Mümessillikleri aracılığı
ile yapmış ve gelişmeleri dikkatlice takip etmiştir.
Mekke’de toplanacak İslam kongresine temsilci gönderilmesi
için diğer Müslüman ülkelere olduğu gibi Türkiye’ye de davetiye gönderildiği
Kahire’de çıkan Arap gazetelerinden öğrenilmiştir . 6 Mart 1926
tarihli tahriratla İbni Suud’un Hicaz’ın durumunu tespit etmek için
düzenlenecek olan İslam kongresine Ankara hükümetinin kongreye daveti açık
mektup şeklinde geldiği beyan edilmiştir. Diğer hükümetlere de davetiye gittiği
fakat hükümetlerin ne şekilde hareket edecekleri belli olmadığı belirtilmiştir . Türkiye, bu gelişme üzerine Hicaz
kongresine Reisi Cumhur’u temsil etmek üzere İstanbul Mebusu Edip Bey’in
katılmasına 25 Mayıs 1926 tarihinde karar vermiştir . Daha sonra bu
kararda bir değişiklik yapılmış Türkiye katılımcılarının resmi olmayan iki
gözlemci olmasına karar verilmiştir. Türk hükümetinin temkinli hareket ettiği
görülmektedir.
Suudi hanedanının siyasal ve ahlaki destek sağlamak için
başvurdukları, müminlere seslenme, dinsel simgeleri kullanma stratejisi, II.
Abdülhamit’in öncülüğünü yaptığı İslam Birliği siyasetinin devamı olarak
görülebilir . Ibni Suud askeri ve siyasi başarılarını kongrelerle
bütün Müslümanlara duyurma ve kabul ettirme politikası izlemiştir.
Türkiye, Suudi Arabistan’ın tarihi yakınlığı ve kutsal
yerlerin sahipliği ile elde ettiği öneme binaen Suudi yönetimini tanımasıyla
birlikte hemen bir mümessillik ihdas etmiştir. 8 Mayıs 1926 tarihinde M.
Kemal’in onayladığı kararname ile mümessil sıfatıyla eski Tebriz Baş Şehbenderi
Süleyman Şevket, müşavir unvanıyla Yemen eski valisi Mahmud Nedim, kitabete
Feridun Fahri Beyler geçici olarak tayin edilmiştir . Hicaz ve Yemen
siyasi mümessilli sıfatıyla Süleyman Şevket Bey 25 Mayıs 1926’da Cidde’de
göreve başlamıştır . 22 Ağustos 1926 tarihli Mustafa Kemal’in kabul
buyurduğu kararname ile İbni Suud yönetimine geçici mümessillik heyeti katibi
Feridun Fahri Bey aynı zamanda şehbenderliğe memur edilmiştir .
Suudi Arabistan’da mümessilliğimize atanan kişiler, bölgede üst düzey görevler
almış, bölgeyi ve Arapları iyi tanıyan kişilerdir. Bu hassasiyet iki ülke
arasındaki ilişkilere devletimizin verdiği değeri göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler
genel itibariyle olumlu başlamıştır. I.Dünya savaşında İbni Suud’un Şerif
Hüseyin gibi direkt Türkler aleyhine bir girişiminin olmamasının bunda önemli
bir payı olduğu söylenebilir.
İbni Suud’la yapılan görüşmeler neticesinde, Türk memur ve
tüccarlarının Şerif Hüseyin tarafından el koyulan mallarının ve emlakin
sahibine iadesine izin verilmiştir. Bu durum Ibni Suud’un Türklere ve
Cumhuriyet Hükümetine iyi niyetinin bir göstergesi olarak görülmüştür .
Samimi ilişkiler Türkiye Cumhuriyeti’ndeki inkılapların
yaygınlaşması ile durgunlaşmıştır. Necid Mutavvaları ve İhvan’ın silahlı
gücünden destek alarak devletini kuran İbni Suud’un telgrafı dahi İslam dışı
kabul eden mensuplarına ve kendisine inkılapları kabul ettirmesi oldukça zor
görülmektedir.
6 Mayıs’ta İbni Suud, Mütemer’ül İslam isimli İslam
Kongresinde yaptığı nutukta İslam ruhu ile bütün Müslümanları kardeş bildiğini
ifade etmiştir. Kongre sonrası gazetecilerin Türkiye’deki gelişmelerden haber
vermesi ve onların şapka taktıklarını söylemesi üzerine teessürlerini
bildirmiştir. Eğer amaçları Frenkleşmek, garbilileşmek ise olanlara karşı çöl
hayatında yaşamayı tercih ettiğini söylemiştir. .
Türk ve Arap devletleri arasında münasebetler bir müddet dini
meselelerin ve yanlış anlamaların etkisi altında kalmıştır. Türkiye’nin
batılılaşma hamleleri ve halifeliğin ilgası bir kısım Araplar arasında
düşmanlığa sebep olmuştur .
Aslında İbni Suud’un İhvan ve Necid Mutavvaları ile karmaşık
ilişkisi irdelendiğinde Suudi Devletinin kurulmasında birincil etkenleri ile
bir şekilde zıtlaşacak bir politika sergilemesi güç görünmektedir. Zaten
sonraki dönemlerde bu sıkıntı aşılmış görülmektedir.
İbni Suud yönetimi ile diplomatik ilişkiler Türkiye’nin iyi
niyetli yaklaşımı ile tekrar gelişmeye başlamıştır. Hac mevsiminde Cidde’de
Türk tabibi bulundurulmasına izin verilmesi istenmiştir. Dr. Şerefeddin Bey’in
bu görev için görevlendirilmesi Reisi Cumhur’un onayı ile 1 Haziran 1927
tarihinde kabul edilmiştir .
Türkiye Cumhuriyeti’nin barışçıl ve dayanışmayı öngören dış
politikası tüm komşu ülkelerle olduğu gibi Suudi Arabistan ile de bir dostluk
antlaşmasını gerektirmektedir. 17 Ekim 1929 tarihli karar ve M. Kemal’in onayı
ile Hicaz mümessili Abdulgani Seni Bey’e Hicaz ve Necid ve mülhakatı ile
hükümetimiz arasında akd olacak antlaşmaya imza için yetki verilmiştir .
Hicaz ile Türkiye arasında barış muahede akidnamesi imzalamak için Türkiye
Cumhuriyeti Hicaz mümessili Abdullah Gani Seni Bey’e, Ibni Suud’a teklif
edilmek üzere hazırlanan lahiyanın tevdi edilmesi kararlaştırılmıştır .
Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ile oluşan hukuki boşluğu gidermek ve
ilişkilerin gelişmesi için meşru bir zemin oluşturmak gayesi ile cevre
ülkelerle dostluk antlaşmaları imzalanmıştır . Bu antlaşmalar genel
konuları içerir. Devletimizin diplomasi alanında meşru zemin bulması ve sulh
ilkesinin siyasi alana tatbikinin sağlanması için yapılmıştır.
Antlaşmanın tam metni aşağıda verilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti İle Hicaz, Necit Ve Mülhakatı Hükümeti
Arasında Aktedilmiş Muhadenet Muahedesi
Türkiye cumhuriyeti bir taraftan Hicaz, Necit ve mülhakatı
hükümeti diğer taraftan, aralarında teyemmünen mevcut olan münasebatı samimei
dostaneyi bir daha teyit etmeği aynı derecede ve halisane arzu ettikleri
cihetle, bir muhadenet muahedesi aktine karar vermişler ve bu bapta
murahhasları olmak üzere:
Türkiye Reisi Cumhuru Hazretleri, Hicaz ve Yemende Türkiye
mümessili Abdülgani Seni Beyi ve Hicaz, Necit ve mülhakatı Meliki Şevketlü
Abdülaziz Ali Suud Hazretleri, Hicaz, Necit ve Mülhakatı Şunu Hariciye Müdür
Vekili Fuat Hazma Beyi, tayin etmişlerdir.
Müşarünileyhima, usulüne muvafık görülen selahiyetnamaeleri
teati ettikten sonra ahkamı atiyeyi kararlaştırmışlardır:
Madde 1: Hicaz, Necit ve Mülhakatı Devletinin temamiyeti
mülkiye ve istiklali tamamını tanıyan Türkiye Cumhuriyeti ile Devleti
Müşarünileyha arasında gayri kabili ihlal sulh ve samimi ve ebedi muhadenet
cari olacaktır.
Madde 2: Tarefeyni Aliyeyni Akideyn, iki devlet arasındaki
diplomasi münasebatını, hukuku düvel esaslarına tevfikan tesis hususunda
ittifak etmişlerdir. Tarafeyn, her birinin mümessili siyasilerinin, tarafı
diğer arazisinde, hukuku umumiye-i düvel kavaid-i umumiyesince mevzu muameleye
mahzar olacaklarını, mütekabilen olmak şartıyla, kabul ederler.
Madde 3: Tarefeyni Aliyeyni Akideyn, tebaalarına, yekdiğeri
arazisinde ikamet, seyahat, muamelatı adliye hususatında, salis devlet
tebaasından dun muamele tatbik etmemek hususunda mutabıklardır.
Madde 4: Tarefeyni Aliyeyni Akideyn, kendi arazisinde ticaret
ve konsolosluk için ayrıca mukavele müzakere etmeği taahhüt ederler.
Madde 5: Türkçe ve Arapça olarak tahrir ve tanzim edilmiş olan
işbu muahede tasdik olunacak ve tasdiknameler sürati mümküne ile Ankara’da
teati edilecektir.
Mezkur muahedename, tasdiknamelerin teatisinden itibaren kepsi
meriyet edecektir . Türkiye-Suudi Arabistan arasında dostluk
antlaşması 3 Ağustos 1929’da Mekke’de imzalanmıştır. Böylelikle Türkiye, Suudi
Arabistan’daki mevcut durumu tanımıştır .
İmzalanan bu antlaşma barış antlaşması niteliğindedir. Türkiye
Cumhuriyetinin sulh yanlısı politika amacladiginin göstergesidir. Bu anlaşmadan
sonra Türkiye ile samimi ilişkileri geliştirmek için Suudi yönetiminin bazı
girişimlerde bulunduğu görülmüştür. Hicaz ve Necid Hariciye Naziri Fuat Hamza,
Bağdat elçimizi ziyaret ederek Türkiye hakkında takdirlerini beyan etmiştir.
Fuat Hamza, kuvvetli bir Türkiye’yi bütün şarki vilayetlerin arzuladığını
belirtmiştir. Ayrıca Suud hükümetinin Türkiye ile olan dostane ilişkileri
takviye için Ankara’da bir sefirlik tesisine karar vermiş olduğunu ve yakında
bir Sefir tayin edileceğini bildirmiştir .
Maslahatgüzarımıza, Suudi Arabistan Hariciye Nazırı Fuat Hamza
ile İbni Suud’un oğlu Faysal’ın diplomatik ilişkileri geliştirmek için
Ankara’ya geleceği 5 Kasım 1931 tarihli tahriratta bildirilmiştir.
Hicaz Hariciye Müdür Vekili Fuat Hamza “Türkiye Cumhuriyeti,
Devletin burada teessünü müteakip, ilk mümessili gönderenlerden olmuştur,
geçici mümessilliği daimi elçiliğe tahvil etmiştir.” Bu konuda hükümetlerinin
memnuniyetini ve mukabelede bulunamadığı için müteessir olduklarını ifade
etmiştir. Hükümetlerinin iyi niyetlerini ifade etmiştir. Ankara’yı ziyaret
programını daha önce planladıklarını fakat dahili ve harici bir takım hadiseler
buna izin vermediği ifade etmiştir .
Emir Faysal’ın Avrupa seyahati sonrası İstanbul ve Ankara’yı seyahat edeceği
öğrenilmiştir. Bu seyahatin zahiri görünüşü ilişkileri geliştirmek olsa da asıl
gayenin borç akdi ve aynı zamanda kredi ile yardım ve mühimmat tedariki olduğu
30 Mart 1932 tarihli tahriratta beyan edilmiştir . İki ülke
arasındaki ilişkilerin olumlu mecrada en üst seviyeye çıkışı, Melik
Abdülaziz’in Hicaz Umumi Vali ve Dışişleri Bakanı olan oğlu Emir Faysal
başkanlığındaki heyetin Türkiye Cumhuriyeti’ne resmen ziyareti ile başlamıştır.
Bu ziyaret, tarihsel bağları olan Anadolu Türkleri ile Arap Yarımadası’nın kısa
dönem yaşanılan kırgınlıklardan dolayı zedelenen bağlarını yeniden restore
etmiştir. Emir Faysal başkanlığındaki heyet, Moskova yoluyla 8 Haziran 1932
Çarşamba günü İstanbul’a gelmiştir. Heyet, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ ve
Dışişleri Bakanlığı üst düzey personelinden Refik Amir Beyler tarafından
karşılanmıştır. Hicaz Krallığı’nı temsilen gelen Emir Faysal şu sözleri
söylemiştir: “Çok sevdiğim Türkiye’ye görünüşte bir yabancı ülke temsilcisi
olarak gelmiş bulunuyorum. Fakat biz yüzyıllarca beraber yaşadığımız bu kardeş
ülkeye bir yabancı gibi değil, aksine ayrılığın ve uzun yılların hasretini çok
derin hissederek geldik. On yıl önce bu iki ülkeyi birbirinden ayıran tarihi
hadiseler, coğrafi sınırlar iki kardeş milletin kalpten gelen samimiyetini
yıkamamıştır. İki memleket arasındaki ilişkilerin dostça olduğunu söylemeyi zait
görüyorum. Kardeş iki millet her zaman dosttur ve dost kalacaktır.” Bu sözleri
söyleyen Emir Faysal, Kudüs’ün işgalinden Şam’ın düşüşüne kadar İngilizlerle
işbirliği yapmış ve General Allemby’nin Şam’da Selahaddin Eyyübi’nin kabrini
tekmelediği sırada yanında bulunan dört kişiden biridir. 10 Haziran 1932 günü
İstanbul’dan ayrılan Emir Faysal 12 Haziran günü Ankara’ya varır. Faysal’a
resmi devlet töreni uygulanır ve üst düzeyde karşılanır. Cumhurbaşkanı adına
Genel Sekreter Yusuf Hikmet Bayur, Başyaver Celal, TBMM Başkan Vekili Hasan
Saka, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Araz resmi heyetin içindedir .
Emir Faysal’ın Ankara’yı ziyareti ile gelişen diplomatik
ilişkileri sürdürmek ve artırmak için M. Kemal Atatürk tarafından bizzati
hediye gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Suudi Arabistan Devleti’ne Hükümetimiz
tarafından hediye edilmek üzere silah götürmek üzere yüzbaşı Cemal ve Usta Nuri
Efendi görevlendirilmiştir . Emir Faysal’in ziyareti diplomatik
ilişkileri artırmıştır.
Suudi Arabistan Devleti Hariciye Vekili Emir Faysal’ın Cidde
maslahatgüzarımıza bir beyanında Türkiye’ye seyahatinde kendisine gösterilen
alaka ve muhabbetten ziyadesiyle memnun olduğunu ve Reisi Cumhur’un kendilerine
hediye tüfeklerinin unutulmaz bir hatıra olduğunu söylemiştir. Ayrıca İsmet ve
Fevzi Paşaların Hicaz hakkında temennilerine memnuniyetini ifade etmiştir. İki
hükümetin birbirlerine yakınlaşmasını sağlayan devletimize büyük hürmet ve
muhabbet beslemekte olduğunu beyan etmiştir . Diplomatik alanda
sergilenen iyi niyet gösterisinin istenilen neticeleri verdiği, Arap dünyasında
devletimizin etkinliğinin artmasına sağlayan gelişmeleri başlattığı
görülmüştür.
Dünya da Umumi Harp sonrası başlayan bloklaşmaya karşı sınır
devletlerinin güvenlik arayışı ile bazı diplomatik girişimleri olmuştur. 1929
dünya ekonomik buhranını atlatmaya çalışan Müslüman devletler ekonomik
birliktelik sağlamak amacı ile görüşmeler yapmışlardır. Hicaz, Suriye, Irak, ve
Şarki hükümetleri arasında bir gümrük ittihadı yapmak için temas ve faaliyetler
başlamıştır. Bu konuda Bağdat elçiliğimizden 15 Ağustos 1932 tarihinde alınan
bilgiye göre Osmanlı’dan ayrılmış Arap memleketlerin ittihadı Irak’ın milli
siyasetinden kabul edilmiştir. Bu memleketler arasında gümrük ve pasaport
usullerinin kaldırılmasını gerektirmektedir. Arap ittihadının başlangıcı
sayılan bu birlik her fırsatta açığa vurmuştur. Arap memleketleri arasında
ithalat ve ihracat muamelatında birbirini tercih eden esaslar vazedilmiştir.
Fakat bu gümrük bahsi muhtelif sebeplerle meydana gelmemiştir .
Hicaz ve Kutsal yerlerin kontrolü konusunda isteklerini
Müslüman ülkelere kabul ettiren İbni Suud, 23 Eylül 1932’de Hicaz, Necid ve
Mülhakatı Krallığı’nı, Suudi Arabistan Krallığı seklinde değiştirmiştir.
Krallığı yeni adıyla ilk tanıyan ve İbni Suud’u ilk kutlayan devlet adamı M.
Kemal Atatürk olmuştur . Bundan sonraki yıllarda da karşılıklı iyi
niyet ve dostane ilişkilerin bir nişanesi olarak bu kutlama mesajları devam
etmiştir.
İNGİLİZLERİN SUUDİ YÖNETİMİNDE ETKİSİ
20. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün Ortadoğu toprakları içinde
İngiltere’nin doğal alanı gibi görülen yalnızca Arabistan’dır. Arabistan’ın
uzun kıyıları İngiliz donanması tarafından kolaylıkla kontrol altında
tutulabilmektedir. Batıda Şerif Hüseyin ve güney ile orta kesimde İbni Suud
İngiliz hükümetinden düzenli yardım almaktadır ve İngiliz himayesindedirler.
1919 yılına kadar İngilizlerin Arap politikasına Avrupalı rakipleri tarafından
karışılmamıştır. Meydan İngiliz hükümetine kalmıştır.
Dünya savaşı ve sonrasında Londra’da İngilizlerin Arabistan
politikası üzerinde birçok tartışmalar yaşanmıştır. Şerif Hüseyin ile İbni Suud
arasındaki rekabet İngiliz yetkililerde her gün fikir değişikliğine sebep
olmaktadır. Hurma ile Turaba üzerinde sahiplik tartışmasında İngilizler Şerif
Hüseyin’i desteklemiştir . İbni Suud’un Vahabbi öğretisi ile yetişen
ve her gün sayıları artan İhvan grubunun faaliyetlerini dikkate almamıştır.
Yanlış ata destek veren İngiltere, İbni Suud ve İhvanın hızlı yayılımını
engelleyemeyecektir.
1915’te Britanya ile Necid arasında himaye çerçevesinde şekli
bir antlaşma vardır. Necid sultanı kendisiyle Hicaz arasındaki bir anlaşmazlık
durumunda İngilizlerin tarafsız kalacaklarını anlamıştır .
İngilizlerin bazen Ibni Suud’a kızmaları bazen de iki rakip
arasında tarafsız kalma tutumları ve daha birçok faktör Necid kuvvetleri ile
arasının açılmasına sebep olmuştur. Hicaz zaferinden sonra kutsal mekanların
himayesi konusunda çok derin tartışmalar yapılmaya başlanmıştır. İngilizlere
göre İbni Suud’un Hicaz’a saldırmasına müsaade etmeleri ve Kral Hüseyin’i feda
etmeleri onlar için iki kötüden birini tercih etmektir . General
Wilson Kahire’de yaptığı bir toplantıda savaş sonrası Ortadoğu’nun yapısını
planlamıştır. İngilizler, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı Irak’a kral olarak
tayin etme kararı almışlardır. Ona çabucak taç giydirmişlerdir. Aynı şekilde
Doğu Ürdün Emirliğini Hüseyin’in oğlu Abdullah’a vermeyi kararlaştırmışlardır
. İngilizlerin Şerif Hüseyin’i ve Haşimi ailesine destekleri ileride
İngiltere’nin bölgede planladıklarını gerçekleştirmesini engelleyecektir. İbni
Suud ile Şerif Hüseyin arasındaki mücadeleyi İbni Suud kazanmaya başlayınca
İngilizler, ihvan destekli Suudi yönetiminin hem yayılımını önlemek hem de
bölgedeki petrol imtiyazlarını elde edebilmek için İbni Suud’un yanında yer
almaya çalışmışlardır. Bu esnada Şerif Hüseyin I. Dünya Savaşında gösterdiği
yararları hatırlatarak yardım istemesine rağmen İngilizler, Hicaz’da Suudi
hakimiyetini kısa sürede tanımıştır.
20 Mayıs 1927’de imzalanan İngiliz- Suudi antlaşması ile İbni
Suud’a ait topraklar, başka hiçbir açıklamaya yer verilmeden tam ve mutlak
bağımsızlığı ilan edilmiştir. İbni Suud, gerek Kuveyt ve Bahreyn toprakları,
gerekse Katar ve Umman kıyı şeridindeki şeyhlerle dostça ve barışçıl ilişkiler
sürdürmeye söz vermiştir. İngilizler, sınır problemlerinin üstünü kapatırken
petrol imtiyazlarında baskılarını artırmıştır .
Hicaz fethinin başarılmasıyla Britanya’nın tek düşüncesi, Irak
ve Ürdün’ün İngilizlere sadakatlerini sürdürmelerini sağlamaktır. Sonra Suudi
Arabistan’ın kendi aleyhine yayılımını durdurmaya çalışmaktır. Bölgedeki petrol
imtiyazlarının elinde kalmasını istemektedir. Fakat imtiyazlarını da 1933
yılında ABD’nin AROMCO şirketine kaptırmıştır.
Dünya Savaşı ve sonrası İngilizlerin Arabistan üzerinde
planladığı tüm projeler boşa gitmiş doğal yayılım alanı olarak gördükleri
bölgeyi kaybetmişlerdir. Sadece Arabistan’ın kuzey sınırlarında ufak
değişikliklere müdahale edebilmişlerdir. Maan ve Akabe sorunu İngilizlerin
istediği gibi çözümlenmiştir.
SUUDİ ARABİSTAN-SOVYETLER BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ
Haziran 1926’da Mekke’de yapılan kongre neticesinde İbni Suud
Hicaz ve Necid ve Mülhakatında Sultanlığını ilan etmiştir. SSCB Müslüman
delegasyonunun başı TASS İslam Kongresi sonrası yaptığı mülakatta İbni Suud’u
kutsal yerlerin hamisi olarak tanıdığını ilan etmiştir. 16 Şubat 1926’da
Sovyetler Birliği Hicaz Hükümetini resmen tanımıştır. Sovyetler Birliği’nin
İbni Suud’u tanımasından sonra diğer devletler onu takip etmiştir .
Sovyetlerin bölge ülkeleri ile diplomatik ilişkileri Batılı ülkelerce yayılımcı
bir politika olarak algılanmış, daha temkinli hareket etmelerine sebep
olmuştur. Denilebilir ki İngilizler, Sovyetlerin Suudi yönetimini tanıması ile
acele ederek sınır sorunlarını çözmeden Suudi yönetimi ile anlaşma
imzalamıştır.
Sovyetler Birliği, Suudi yönetimini tanıdıktan sonra hızlı
davranarak bölgede ticari rant elde etmeye çalışmıştır. 1927 yılında bir Türk
firması ile ortaklığını da öne sürerek Hicaz’la ticarete başlamıştır. İlk Rus
gemisi ile petrol, benzin, un, kumaş semaver, tabak, fincan getirmiş Yemen
kahvesi götürmüştür .
SSCB diplomatik ve ticari ilişkileri geliştirme adına kısa
sürede konsolosluk açmıştır. Hicaz’ın yönetimi ve yapısını kendi çıkarları
yönünde irdelenmiştir. 1929 yılında Cidde’deki Sovyet konsolosluğundan yapılan
bir açıklamada “Hicaz hac ve gümrük gelirlerini ele geçirmek İbni Suud’a,
Necid’deki büyük projelerini gerçekleştirme ve büyük bir siyasi çıkar elde
etmesine imkan sağlamıştır . Bu gelirler, Necid’deki yeni yerleşim
birimlerine ve bedevi aşiret şeyhlerine verilen tahsislere harcanacaktır.’’Bu
durum karşısında Hicaz’da büyük bir gücü temsil eden tüccarların İngiliz
imparatorluğuna meyletmeye başlayacağı belirtilmiştir . Bu konuda
acele edilmesi ve Suudi Arabistan’ın büyük pazarının Sovyetler lehine
kazanılması istenmiştir.
SUUDİ ARABİSTAN-ABD İLİŞKİLERİ
ABD’nin Suudi Arabistan ilişkileri 1920’lere kadar
uzanmaktadır. Temelinde bölge petrolünün tespitini kapsayan imtiyaz, 1923
yılında Arabistan’da Necid’in el - Hasa sahasında çalışma yapacak Standart Oil
Company of California adlı şirkete verilmiştir. 1927’de Irak’ta kurulan petrol
şirketinin ardından, ABD’nin Suudi Arabistan’daki varlığı güç kazanmaya
başlamıştır. Temmuz 1933’de ABD petrol şirketlerinden Standart Oil of
California, Suudi Krallığı’ndan elde ettiği ilk imtiyaz ile aktif olarak Suudi
Arabistan’da faaliyet göstermeye başlamıştır. Standart Oil of California’nın
Doğu eyaletlerinde 30.000 mil kare genişliğindeki bir alanda 60 yıl boyunca
petrol arama ve üretim yapma ile ilgili antlaşma yapılmasının ardından ABD ile
Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Bölgede
İngiliz nüfusu yerine ABD nüfuzu gelişme göstermiştir. Ayrıca körfez
ülkelerinin petrol işletme haklarını da Amerikan şirketleri almıştır .
SUUDİ ARABİSTAN’IN SINIR KOMŞULARI İLE
İLİŞKİLERİ
Suudi Krallığı, İran ile 1929’da, Irak ile 1930’da ve Ürdün
ile 1933’te dostluk antlaşmaları yapmıştır. Mısır ise Suudi Kralığı’nın Hicaz’ı
ilhakını 1936 yılında yapılan antlaşmaya kadar tanımamıştır . Mısır
halifeliğe ve kutsal yerlerin himayesine tarihsel yakınlığını İbni Suud ve
Vahhabi unsuruna kaptırmayı istememektedir. Suudi yayılımı ve gelişimini bir
tehdit olarak görmektedir. Kral Fuad, bu sebeple İbni Suud’a karşı isyan
hareketlerini desteklemiştir. Fakat yaklaşan dünya savaşı Suudi Arabistan’ı
tanımasını zorunlu kılmıştır.
I.Dünya Savaşının başlamasını müteakip 1914’te Kuveyt’in,
İngiliz himayesi altında bir emirlik olduğu ilan edilmiştir. 1922’de ise Suudi
yönetimi ile emirliğin sınırlarını belirleyen ve her iki devlet arasında 5.000
km.lik tarafsız bölge oluşturan bir antlaşma imzalanmıştır .
Suudi Arabistan ile Ürdün İlişkileri
İbni Suud, Şammar Dağı’nı ele geçirdikten sonra, Haşimi
ailesinin fertlerinin yönettiği ve kendisine düşman olan ve kuzeyden Necid ile
sınırı olan iki düşman devletle karşılaşmıştır. Şammar Dağı, Irak ve Doğu Ürdün
arasında sınır çizilmemişti. Sabit kara sınırları Arap yarımadası yöneticileri
için yeni bir şeydir.
İbni Suud, bütün Şammar ve Aneze kabilelerinin kendisine tabii
olduğunu düşünmüştür. İbni Suud’un tebaası, İngilizlerin Irak’tan saydığı uzak
bölgelerde bulunmaktadır. Bunlara Suudi emellerini reddedip, Irak’a göç eden
bazı Şammar kabileleri de eklenmistir. Ürdün’deki Arap ordu komutanı Galip Paşa
şöyle yazmaktadır : “ El-Cezire’nin ortasında sınır yoktur. Bağdat’taki
yönetimi Fırat’ın ötesinde 2 veya 3 km.den daha fazla ötede, çölde
hükümdarlığını sağlamlaştırma çabasına hiç girmemiştir. Birçok kabilenin
hayatı, şu an Irak ve Suriye sınırı içerisinde bulunan bölgelere intikal
hürriyetine bağlıdır .
Bu arada Şerif Hüseyin’in, Kral Abdullah’ın meselelerine
karıştığı ve Ürdün’de büyük bir Vahhabi saldırısına yol açtığı düşünülmüştür.
Şerif Hüseyin’in Akabe’ye geçici olarak yerleşmesi, hem Abdullah hem de Faysal
üzerinde zorlayıcı etkisi ve Irak, Ürdün’de İngiliz otoritelerinin hoşuna
gitmemesi sebebiyle sıkıntılı bir durum meydana getirmistir.
Yaz boyunca ihvan saldırıları ve baskınları Ürdün ve Irak’a
karşı sürmüştür. İbni Suud her zamanki gibi bu baskınlarda İngilizler
tarafından engellenince, o kabilelerin saldırılarının, Ürdün ve Irak’taki
mültecilerin provokasyonu olduğunu iddia etmiştir. İbni Suud, ayrıca o
baskıncıları, başka bir ülkede veya tarafsız bölgelerde sığınak aradıkları için
cezalandıramayacağını belirtmiştir .
İngiltere resmi olarak tarafsız kalmasına rağmen bu
tarafsızlığının otoritesini Ürdün adına değerlendirmesini kesinlikle önlemediği
görülmektedir. İngiltere, Hicaz’da savaş tüm şiddetiyle devam ederken
İngiltere, Hadda ve Bahra antlaşmaları tarafından Irak’ta ve Ürdün’de güvenli
bir pozisyon bulmak için çalışmıştır .
Hicaz fethinin başarılmasıyla Britanya’nın tek düşüncesi, Irak
ve Ürdün’ün İngilizlere sadakatlerini sürdürmelerini sağlamaktır. İbni Suud’un
yeni kurulmuş Haşimi Krallıkları’na, Irak ve Ürdün’e, tehdit oluşturduğu düşünülmektedir.
Britanya Hükümeti, İbni Suud ile kuzey komşuları arasındaki sınırları 1925 yılı
Kasım’ında imzaladığı Bahra ve Hadda Antlaşmaları ile düzenlemeye çalışmıştır.
Bu iki antlaşma İbni Suud ve onun Haşimili düşmanları arasındaki sınırları belirlemiştir.
Dahası kuzeydeki göçebe kabilelerin hareketlerini de yasaklamıştır. Ürdün ve
İbni Suud arasındaki Hadda Antlaşması’na göre birbirlerine itaat etmesi gerekli
iki kabileden biri, bir diğer hükümetin sınırlarına öncelikle kendi
hükümetinin, sonra da diğer hükümetin iznini almadan giremez.
Mart 1924’de Kuveyt Konferansı başarısız bir kapanışa
yaklaşırken, Amman’da bir gezide olan Şerif Hüseyin, Akabe ve Tebük’ü Kral
Abdullah’a naklettiğini bildirmiştir. Ancak bildirgeden iki gün sonra Hicaz
hükümeti, resmi olarak bu nakli inkar etmişlerdir. Şerif Hüseyin’i, bu nakile
İngiliz memurlarının ikna etmeye çalıştığını iddia edilmiştir. Yalnız
İngilizler resmi olarak bu haberi inkar etmişlerdir . 1924
İngiltere, Akabe ve Maan’ın güvenliği problemini çözmeye çalışmıştır. Aslında
İngilizler Suudi yayılımının artmasını bölgedeki menfaatlerine ters
görmektedir. Durumu İngilizler lehine çevirmek için Akabe ve Maan’in Ürdün’e
bağlı olduğunu iddia etmişlerdir.
Ürdün’ün Hicaz demiryolu üzerindeki Maan’ın güney noktasına
kadar uzandığını varsayılmıştır. Abdullah kardeşi Ali’ye Maan bölgesinin
Ürdün’e derhal iade edilmesi gerektiğini söylemiştir. 20 Ocak 1924’te
Bahreyn’deki politik temsilcisine İngiltere’nin Ürdün’ün güney sınırının
neresinin olmasını istediğini İbni Suud’a bildirilmesini emretmiştir. İbni
Suud, siyasi temsilcinin mektubuna cevabında, bu sınırların ona daha önce
bildirilmediğini açıklamıştır. Hicaz’da Hüseyin’in varisi olarak görülen İbni
Suud’un Maan ve Akabe’yi alması İngiltere tarafından engellenmesine rağmen Kaf
dahil Azrak hariç Vadi Sirhan’ın hemen hemen tümünü devr aldığı söylenebilir.
İbni Suud, Ürdün’ün ayrıntılı sınırlarını isterken, bu konunun
uygun bir yer ve zamanda görüşülmesini talep etmiştir. İbni Suud, bu arada
ihtiyatlı davranıp Maan üzerindeki kontrollerini artırmıştır. Bu noktada
Akabe’nin durumu belirsiz bırakılmıştır. İngilizler, Maan bölgesini Ürdün’e
dahil etmek için, olası bir Vahhabi saldırısına karşı ilk adım olarak Amman ve
Maan arasındaki demiryolunun restorasyonuna başlamışlardır. Durum uygun olursa
geri kalan bölgede de aynı politika takip edilecektir.
Kuzeydeki duruma gelince, Kuveyt Konferansı’ndan önce bile
İngiltere’nin Ürdün için Akabe ve Maan’ı içeren Hicaz demiryolunun çevresindeki
Müdevvere’ye kadar güney sınırını uzatma isteği anımsanmalıdır. Bu açıdan Maan
ve Akabe’nin Ürdün’e dahil olması veya tanımlanması en karışık meselelerden
biri olarak görülmesine neden olmuştur. Kısacası soru şudur: “Maan ve Akabe
resmi olarak kime aittir? ” Osmanlı Devleti’nin buraları fethetmesinden önce,
İngiltere bu bölgelerin önce Şam vilayetine dahil olduğunu, sonra Hicaz
vilayetine eklendiğini iddia etmiştir. Arap isyanı esnasında Şerif Hüseyin,
Maan ve Akabe’yi Türklerden almıştır. Faysal Şam’ı yönetirken, O ve babası
bölgeyi İngilizlerden talep etmiştir. Faysal’ın Şam’dan kovulmasından sonra,
Maan ve Akabe’nin mülkiyeti konusu Kral Abdullah ve Şerif Hüseyin arasında bir
sorun haline gelmiştir. 8 Kasım 1923’de İngiliz yönergeleri Maan ve Akabe’nin
Ürdün’e dahil olduğunu belirtmiştir . Akabe ve Maan’in bölgenin
stratejik konumunun öneminden kaynaklanmıştır.
Doğu Ürdün sınırı çevresinde bir anlaşmaya varılmamıştır. 1923
yılı başında küçük bir İhvan grubu Ürdün’e yeni bir saldırı düzenlenmiştir.
Hücum edenler esir alınmıştır. Ve onlardan on bir kişi Amman’da idam
edilmiştir. İhvan kuzey batıya, Ürdün’ün doğusuna doğru hareket etmeye
başlamıştır. Aynı yılın Temmuz ayında el- Ceyş vahasını ele geçirdikten sonra
doğu Ürdün Emirliği’ne bağlı devriyeler ile çatışmışlardır. Bunun akabinde
Teyma ve Tebük vahalarını da ele geçirip ahalisinin zekatını Riyad’a
vermelerini istemişlerdir. Daha önce Şammar dağının bir parçası olan Sirhan’da
Bundan sonra İhvan çoğalmaya başlamıştır. Ve çok kısa bir sürede Beni Şakir
vahasına saldırmışlardır. Bu durum onları Doğu Ürdün’ün başkenti olan Amman’a
yaklaştırmıştır. Aynı zamanda Necidliler Fransız mandasındaki Suriye sınırına
yaklaşmıştırlar. İngiliz sömürgelerini direkt olarak bağlayan geçitleri de
kesme tehdidine başlamışlardır .
Ağustos ayı ortalarında İhvan’dan büyük bir güç Sirhan vadisi
yoluyla Amman’a yönelmiştir. İngilizlerin uzun süre önce yaptıkları Kaf
kalesinin yakınından geçmişlerdir. Ancak kale muhafızının yani yöneticisinin bu
olayı haber vermesi için hiçbir aracı yoktur. Bu sebeple onların Amman’a birkaç
km uzaklıkta görülmeleri sürpriz olmuştur. İngilizler uçak, zırhlı araç ile
Arap birliklerine yardım etmişlerdir. İhvan’ı uzaklaştırıp onlara büyük kayıp
vermişlerdir .
İbni Suud’un Hicaz’da silah gücüyle kurduğu baskıcı düzen
bölge ileri gelenlerinin çoğunda rahatsızlığa yol açmıştır. Pek çok Hicaz ileri
geleni bilhassa Şerif Hüseyin’in ailesinden olanlar son Haşimi Kralı olan
Ali’nin kardeşleriyle bağlarını korumuşlardır. Doğu Ürdün Kralı Abdullah bin
Hüseyin de Turaba Savaşı’nda İhvan’dan aldığı yenilgiyi hiç unutmamıştır .
Suudi Arabistan Ürdün ilişkileri İngiliz kontrolü altında
ihvan saldırıları ve sınır problemleri ile ilk dönemini geçirmiştir.
Suudi Arabistan ile Irak İlişkileri
Irak ve Necid sınırları üzerinde bulunan kabilelerin tasviyesi
devam etmiştir. Öyle ki onlar katılmadığı halde El-Akir’deki antlaşma onların
kaderini belirlemiştir.
Yusuf bin Sadun hasım olduğu Zafir kabilesine saldırmak için
İhvan’dan bir grubu hazırlama imkanı bulmuştur. Ancak Abdülaziz bunu
bildiğinden onu cezalandırmak için bir kuvvet göndermiştir. O sırada Yusuf ve
içlerinde İhvan’ın da bulunduğu destekçileri kaçıp Irak hükümetinden sığınma
talebinde bulunmuşlardır .
Kabileler arasındaki ihtilaf ve çatışmalar Irak ve Necid
arasındaki anlaşmazlıkların artmasına yol açmıştır. 1921 sonbaharında Yusuf bin
Sadun adındaki kişi yeni oluşturulan Irak el- Cemale kolordusuna komutan tayin
edilmiştir. Bu kişinin Abdülaziz’e sığınmak üzere Riyad’a kaçan ve bir süre
sonra Riyad emirinin gönderdiği zekat toplayıcıları ile beraber dönen Zafir
kabilesi şeyhi Hamud bin Suvat ile kişisel bir düşmanlığı vardır. Faysal
ed-Düveyş başkanlığında Matir kabilesinden olan İhvan’dan bir grup da Hamud bin
Suvat’a katılmıştır. İhvan ve Hamud bin Suvat, 1922 Mart ayında Yusuf bin
Sadun’un kışlasına hücum etmişlerdir. Yusuf bin Sadun’un askerlerinin çoğunu
öldürmüşlerdir. İngilizler Iraklıları desteklemek için uçaklarını
göndermiştirler. Bu sırada Irak hükümeti, el-Cemale ordusunu dağıtmış ve
komutanı olan Yusuf bin Sadun’u görevden almıştır. Buna durumu kabullenemeyen
Yusuf bin Sadun Riyad’a kaçmış ve Abdülaziz bin Suud’un hizmetine girmiştir.
1922 ilkbaharında Abdülaziz bin Suud’un temsilcileri Cox ile
el- Muhammara’da görüşmüşlerdir. İngilizler, Irak ile Necid arasında sabit bir
sınırın çizilmesini talep etmiştir. 5 Mayıs 1922’de Aneze kabilesinden bir kolu
olan el- Müntefak Zafir ve el-İmarat kabilelerini Irak’a; Şammar kabilelerini
Necid’e bağlayan Muhammara antlaşmasını imzalanmıştır. Ancak Abdülaziz bin
Suud, Hamud bin Suvayt liderliğindeki Zafir kabilesinin kendisine sığınmaları
ve Irak’a bağlı olmayı reddetmeleri gerekçeleri ile antlaşmayı kabul
etmemiştir. Cox sabit bir sınırın oluşturulması için çalışmanın zorunluluğunu
fark etmiştir. Necid Emiri ile şahsi bir görüşme yapmak üzere anlaşmıştır. 21
Kasım 1922’de Cox ve Abdülaziz bin Suud arasında Akir’de altı gün devam edecek
görüşmeler başlamıştır. Görüşmeler sonucunda 2 Aralık 1922’de imzalanan
anlaşmada bazı protokoller konulmuştur. Bu protokoller Muhammara anlaşmasına
eklenmiştir . 1922 yılında İngiltere ve Suudi yönetimi arasında
Muhammara antlaşmasının kabul edilmesi ile Suudi yönetimi ve Irak arasında
resmi hudut belirlenmiştir. Aynı antlaşma ile Suudi yönetimi ve Irak arasında
tarafsız bölge (elmas şeklinde ) bırakılmasına karar verilmiştir. Buna göre
tespit edilen tarafsız bölgede Suudiler ve Iraklılar sürekli bir tesis ve
yerleşik alana sahip olamayacaktır. Ancak her iki tarafın göçebe bedevi
kabileleri bölgenin sınırlı su kaynaklarından ve otlaklarından istifade
edebileceklerdir. Tarafsız bölge sert ve kurak çöl iklimi olan yaklaşık 198
km.2lik alanı kapsamaktadır .
Bu antlaşma, Necid Sultanı İbni Suud’un manda yönetimindeki
Irak sınırını tanımaya zorlayan İngiliz diplomasisinin bir başarısıdır.
Böylelikle İbni Suud Irak sınırını kabul etmek zorunda kalmıştır.
Protokol ile Irak ile Necid arasındaki sınır çizilmiş, aynı
zamanda Irak ve Necid kabilelerinin koyunlarını otlatmak için hak ettikleri
tarafsız bölgeyi tesis etmiştir. Ayrıca Necid kabilelerine daha önceden Irak
topraklarında kullandıkları kuyulardan faydalanmaya devam etmeleri hakkını
vermiş, böylece bu anlaşma pek çok kabile için geleneksel çevre sınırları
anlayışına riayet etmiştir. Protokol, her kabilenin istediği başka bir
hükümetin yönetimine geçme hakkını da vermiştir. Bu durum sorunların tamamen
çözülmesini imkansız hale getirmiştir.
1923 yılı Aralık ayında İngiltere’nin çabası ile Kuveyt’te bir
toplantı yapılmıştır. Toplantıya üzerinde anlaşmazlık bulunan sorunlara bir
çözüm getirmek amacıyla Doğu Ürdün, Irak ve Necid’den temsilciler katılmıştır.
Ancak taraflar hiçbir şeyde anlaşamamıştır. Şeklen çizilmiş olan sınırlarda
kabile saldırıları ve karmaşa devam etmiştir. Mart 1924’de Abdülaziz bin Suud,
Faysal ed-Düveyş’e emir vererek Irak tarafından Necid’e saldırıda bulunan kabileleri
cezalandırmasını istemiştir. 1924 Martında Kuveyt toplantıları yeniden
başlamıştır. Hiçbir netice alınmadan Nisan ayına kadar devam etmiştir .
Suriye ve Irak kabileleri eskiden olduğu gibi istediği bölgeye
gidip yerleşmeleri yeni sorunların doğmasına sebep olmuştur. Sabit bir sınırın
çizilmesinin bölgede sorunları çözmeyeceği ortaya çıkmıştır.
1925 yılı Ekiminde Clayton, Abdülaziz bin Suud’un Hicaz’daki
karargahına gitmiştir. İbni Suud ikinci kez esnek bir siyasetçi olduğunu ve
Hicaz’daki hakimiyetini İngiltere’nin kabul etmesi karşılığında kuzeyde bazı
tavizler verebileceğini göstermiştir. Görüşmeler neticesinde 1 ve 2 Aralık
1925’te imzalanan Bahra ve Hadda anlaşmalarını imzalanmıştır. I. Anlaşma, Irak
ve Necid arasındadır. Antlaşmaya göre, iki ülkeden herhangi birinde oturan
aşiretlerin diğer devletin topraklarına saldırması düşmanlık sayılacak ve suçu
işleyenlerin tabi olduğu devlet tarafından cezalandırılmaları sağlanacaktır.
Yine antlaşmaya göre, iki devletin hudutları arkasında meydana gelen herhangi
bir saldırının ayrıntılarına bakmak için iki hükümetin temsilcilerinden oluşan
özel bir mahkeme oluşturulacaktır. Yine anlaşmaya göre, aşiretler ilgili
ruhsatı aldıktan sonra hayvanları otlatmak için sınırı geçme hakkına sahip
olacaklardır . Irak ve İbni
Suud arasındaki Bahra Antlaşması’na göre birbirlerine itaat etmesi gerekli iki
kabileden biri, bir diğer hükümetin sınırlarına öncelikle kendi hükümetinin,
sonra da diğer hükümetin iznini almadan giremez. Irak ile sınır problemlerin
kısmen çözümlenmesi ikili ilişkileri kolaylaştırmıştır.
Arabistan bölgesi Asya ile Afrika arasında yer almaktadır.
Arabistan, Süveyş Kanalı’nın açılması ve Basra Körfezi’ndeki gelişmelerle önemi
daha da artan bir bölgedir. Osmanlı yönetimi bölgeyi elinde tutmak için büyük
itina göstermiştir. Arabistan bölgesinde uygulanan idare tarzı; Hicaz ve
çevresinde devletin görevlendirdiği şerifler vasıtasıyla kurulurken, Necid ve
Ahsa’da gücü ve otoritesi yüksek olan aşiretlerin desteklenmesi ve
otoritelerinin tasdik edilmesi tarzında olmuştur.
Osmanlı, Arabistan’a yardımı ve hizmeti bir devlet politikası,
geleneği olarak görmüştür. Yönetim anlayışında hizmet götürmek esas tutulmuş,
bölge kaynakları ve halkı sömürülmemiştir. Hicaz bölgesine Cidde gümrüklerinin
verilmesi, surre alayları ve devletin bölgeye yardımları bunu göstermektedir.
Hicaz’a verilen önemde şüphesiz Müslümanlar için önemi yanında, devletin
temelinin dine dayandırılması ve Halifelik müessesinin Osmanlı’ya intikali ile
Osmanlı’nın meşruiyetinin kaynağını bölge hakimiyetine bağlı görmesi hakikati
de gösterilebilir.
Necid ve Ahsa bölgelerinde hakimiyetin tesisi bölge halkının
yönetim anlayışı ve yaşam tarzlarının etkisi ile daha zor kurulmuş, zaman zaman
kesintiye uğramıştır. Buna rağmen bölge aşiretleri I.Dünya Savaşı sonuna kadar
Osmanlı’ya bağlı kalmışlardır.
19. yüzyıl boyunca İngiliz yayılmacılığı ve emperyalizmi tüm
Ortadoğu gibi Arabistan’ı büyük bir karmaşanın içine sürüklemiştir. İngilizler,
bölgedeki şeyhlerin ve kabile liderlerinin iç çekişmelerinden faydalanarak
yayılma ve imtiyaz elde etmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na
İngilizler karşısında girmiş ve bütün Müslümanları itilaf güçlerine karşı
kutsal cihada davet etmiştir. I. Dünya Savaşı’nın şiddetlendiği sırada
İngilizler Osmanlı güçlerine karşı başarı sağlayamayınca Araplara büyük bir
Arap devleti kurma sözü vermişlerdir. Mekke Şerifi Hüseyin, İngiliz vaatlerine
kapılarak Osmanlı’nın en zor zamanlarında isyan etmiştir. Şerif Hüseyin isyanı
çok büyük bir alana yayılma imkanı bulmamıştır. İngilizler, Şerif Hüseyin’i
savaş sonrasında da desteklemeye devam etmişlerdir. Savaş sonrası Osmanlı’nın
geri çekilmesi ile bölgede birçok manda devleti kurulmuş, cetvellerle sınırlar
çizilmiş, kısaca Araplara verilen sözler yerine getirilmemiştir.
Necid bölgesinde dini bir akım olarak başlayan Vahhabilik
hareketi görüşlerinin siyasal alana geçişi ve sert uygulamaları tepki toplamış,
zaman zaman Osmanlı’da bastırılması zor isyanlara sebep olmuştur. Vahhabi
öğretileri ile yetiştirilmiş ve Suudi Arabistan Devleti’nin kurulmasında etkin
rol oynamış ordusal birliklere İhvan denilir. Eğitimleri Necid Mutavvaları
tarafından verilmiştir. Necid Mutavvaları ve İhvan Vahhabi öğretisinin hızla
yayılmasını sağlamıştır.
I.Dünya Savaşının sonunda Osmanlı’nın Arap yarımadasından
çekilmesi ile birlikte, Hicaz Şerifi Hüseyin’in karşısına Abdülaziz bin Suud
çıkmıştır. İngiltere tarafından zaman zaman desteklenen Abdülaziz, savaşı takip
eden yıllarda topraklarını genişletmeyi başarmıştır. 1921’de kuzey Necid’deki
ezeli rakibi İbni Reşid’i mağlup etmiştir. 1921 yazında İbni Suud kendini,
Necid ve Mülhakatının Sultanı ilan etmiştir.
İbn-i Suud Şerif Hüseyin Hurma ve Turaba sorunuyla karşı
karşıya gelmişlerdir. Hurma ve Turaba sahipliği üzerine tartışmalar, Hicaz’ın
Suudiler tarafından ele geçirilmesine kadar olan gelişmelerin başlangıcı
olacaktır. Hicaz şehirlerinin ele geçirilmesi ile İbni Suud, kendini Aralık
1925’te Hicaz Kralı olarak ilan etmiştir. 8 Ocak 1926’da Hicaz’ın önde
gelenleri İbni Suud’a sadakat sözü vermişlerdir. İbni Suud, Hicaz Kralı ve
Necid’in Sultanı olarak ilan edilmiştir. İngiltere, 20 Mayıs 1927’de imzalanan
Cidde Antlaşması ile İbni Suud’un Hicaz ve Necid Krallığı ve Mülhakatı’nın
mutlak ve kesin bağımsızlığını tanımıştır.
İngilizlerin I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası Arabistan
üzerinde kurdukları planları boşa gitmiştir. İngilizler, doğal yayılım alanı
olarak gördükleri bölgeyi kaybetmişlerdir. Sadece Arabistan’ın kuzey
sınırlarında ufak sınır değişikliklerine müdahale edebilmişlerdir. Bu bağlamda
Maan ve Akabe sorunu İngilizlerin istediği gibi çözümlenmiştir. Savaş
sonrasında Arabistan Osmanlı Devleti’nden ayrılmış, fakat İngiliz emperyalizmi
istediği gibi bölgeye yerleşememiştir.
1928 sonrası Ibni Suud’a karşı İhvan İsyanı ve Mısır’ın
desteklediği Asir isyanı bastırılınca İbni Suud 1932 yılında kendini Suudi
Arabistan Kralı ilan etmesi ile Suudi Arabistan Krallığı kurulmuştur.
BİBLİYOGRAFYA
ARŞİV BELGELERİ
HRSYS
2. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
Fon Kodu |
Kutu No |
Dosya No |
Belge No |
18.1.2 |
26 |
63 |
1 |
30.10 |
47 |
301 |
11 |
30.10.1 |
219 |
480 |
2 |
30.10 |
219 |
477 |
8 |
30.10 |
258 |
738 |
6 |
30.10 |
258 |
738 |
19 |
30.10 |
259 |
741 |
23 |
30.10 |
260 |
738 |
17 |
30.10 |
260 |
748 |
3 |
30.10 |
260 |
748 |
5 |
30.10 |
260 |
748 |
8 |
30.10 |
260 |
748 |
10 |
30.10 |
260 |
748 |
12 |
30.10 |
260 |
748 |
13 |
30.10 |
260 |
748 |
15 |
30.10 |
260 |
748 |
17 |
30.11.1 |
24 |
18 |
15 |
30.11.1 |
26 |
29 |
6 |
30.18.1 |
24 |
35 |
4 |
ARSLAN, Emir Sekip, İttihatçı Bir Aydınının Anıları,
(çev. Halit Özkan), İstanbul, 2005.
ARSLAN, Emir Şekip, Bir Arap Aydının Gözüyle Osmanlı Tarihi
ve I. Dünya Savaşı Anıları, (Çev. Selda Meydan, Ahmet Meydan), İstanbul,
2005.
KICIMAN, Naci Kaşif, Medine Müdafaası, Hicaz Bizden Nasıl
Ayrıldı?, İstanbul, 1991.
NEDİM BEY, Mahmud, Arabistan’da Bir
Ömür, Son Yemen Valisinin Hatıraları veya Osmanlı İmparatorluğu Arabistan’da
Nasıl Yıkıldı?, (Der. Ali Birinci), İstanbul, 2001.
SELAM, Ali Selim, Beyrut Şehreminin Anıları (1908-1918),
(çev. Halit Özkan), İstanbul, 2005.
AKTAŞ, Ümit, Osmanlı Çağı ve Sonrası, İstanbul, 2006.
ALDERSON, Anthony Dolphin, Bütün Yönleriyle Osmanlı
Hanedanı, (Çev. Şefaettin Severcan), İstanbul, 1998.
AL-RASHEED, Madawi, A History of Saudi Arabia, USA,
2003.
ARMAĞAN, Mustafa, Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı, İzmir,
2006.
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995),
Ankara.
ASRAR, Ahmet, Osmanlı Devletinin Dini Siyaseti ve İslam
Alemi, İstanbul,1972.
AS-SAİD, Nuri, Arab Independence and Unity, Bağdat,
1943.
ATALAR, Münir, “Osmanlı Sömürmedi (Suudi Arabistan Örneği)”, Ortadoğu’da
Osmanlı Dönemi Kültür İzleri Uluslararası Bilgi Şöleni C.1., Ankara, 2002.
AVCI, Casim, “Hilafet” Mad., İA, C.17, İstanbul, 1998.
BOSTANCI, Işıl Işık, “Suudi Arabistan Krallığı’nın Resmen İlan
Edilmesinden Önce Arabistan Bölgesi”,Ortadoğu Araştırmaları Dergisi,C.1.,
S.2., Elazığ, 2003.
BOYACIOGLU, Ramazan, Atatürk’ün Hilafetle ilgili Görüşleri, Atatürk
Araştırma Dergisi, C.XIII, Ankara, 1997.
BROWM, Carl L., İmparatorluk Mirası, (Çev. Gül Çağalı
Güven), İstanbul, 2000.
BUDAK, Ömer, Osmanlı’nın Parçalanmasını Hazırlayan Açık ve
Gizli Anlaşmalar ve İmzalanmayan Sevr, Osmanlı, C.1, Ankara, 1999.
BUZPINAR, Tufan, “Arap Milliyetçiliğinin Osmanlı Devleti’nde
Gelişim Süreci”, Osmanlı, C.2., Ankara, 1999.
CANATAN, Yaşar, “20. Yüzyıl Başlarında Suriye, Lübnan Ve Suudi
Arabistan Bölgelerinde Türk Aleyhtarı Batı Politikası”, TDAD, S.112,
İstanbul,1998.
ÇAVUŞ, Remzi, Hain Kim?, Bir İsyanın Perde Arkası,
İzmir, 2006.
ÇAĞLAYAN, Tuncer, “Ortadoğu’nun Yeniden Yapılandırılması Aşamasında
İngiliz Dışişleri Bakanlığının Bazı Görüşleri”, Birinci Ortadoğu Semineri
(Bildiriler), Elazığ, 2004.
ÇELİK, Mehmet, “Suudi Arabistan”, Doğuştan Günümüze Büyük
İslam Tarihi, İstanbul, 1999.
ÇETİNKAYA, Gökhan, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Yönelik Politikasına
Bir Bakış(1923-1998), Ata Dergisi, S.8, Konya, 1999.
DERİNGİL, Selim, “Legitimacy Structures In The Ottoman State:
The Reign of Abdülhamid II (1876-1909)”, UMES, Vol.23, No.3, 1991.
DOĞRU, Deniz, “1914-1916 Döneminde Osmanlı Devleti’nin Hicaz’daki
Durumu”, TDAD, İstanbul, 2001.
ECER, Ahmet Vehbi, “Mekke’nin Osmanlı Yönetimine Geçişi Ve İlk
İdari Düzenlemeler”, XIII. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler) C.II, III.
Kısım, Ankara, 2002.
ERDİNÇ, Ali, Ortadoğu’nun Tarihi Gelişimi, İstanbul.
ERENDIL, Muzaffer, Çağdaş Orta Doğu Olayları, Ankara,
1992.
FROMKIN, David, Barışa Son Veren Barış, (Çev. Mehmet
Harmancı), İstanbul, 1993.
Harp Akademisi, Ortadoğu’nun Tarihi Gelişimi, İstanbul.
GÖNLÜBOL, Mehmet, SAR, Cem, Atatürk ve Türkiye’nin Dış
Politikası, Ankara, 1997.
HODGSON, Marshall G.S., İslamın Serüveni,( Çev.
Ercüment Karataş), C. 3, İstanbul, 1995.
HURÇ, Ramazan, “Halifelik Kavramı”, Birinci Orta Doğu
Semineri(Bildiriler), Elazığ, 2004.
HÜLAGÜ, Metin, Pan-islamizm, Osmanlı’nın Son Umudu,
İzmir, 2006.
HÜLAGÜ, Metin, “I.Dünya Savaşı Sırasında Pan-İslamist
Faaliyetler”, Osmanlı, C.2, Ankara,1999.
HÜLAGÜ, Metin, “İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi Yardımları”,Belleten,
C.LIX, S. 225, Ankara, 1995.
HÜLAGÜ, Metin, “Pan-İslamist Faaliyetler 1914-1918”,
İstanbul, 1994.
İNALCIK, Halil, “Recession Of The Otoman Empire And The Rise
Of The Saudi State”, Studies On Turkısh- Arab Relatıons, Annual 3,
İstanbul, 1988.
KAFKAS, Mehmet, Geçmişi Bilmek 1, İzmir, 1993.
KANTARCI, Mehmet, “Haremeyn’de Osmanlı’nın Hizmetleri”, Diyanet
Avrupa Dergisi, S.34, 2002.
KARAKÖSE, Hasan, “Hatırat Kitaplarında Ortadoğu Meselesi
(1908-1918 Yılları Arası)”, Birinci Orta Doğu Semineri(Bildiriler),
Elazığ, 2004.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C.5, Ankara, 1999.
KAZICI, Ziya, “Osmanlıların Haremeyn’e Bakışları”, XIII.
Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), C.III, III. Kısım, Ankara, 2002.
KESENCELİ, Resul,” Haremeyn ( Mekke ve Medine)’nin Osmanlı
Devleti Açısından Önemi ve Harameyn’e Gönderilen Görevliler-II, Somuncu Baba
Kültür- Edebiyat ve Araştırma Dergisi, S.20, 1999.
KOCABAŞ, Süleyman, Tarihte ve Günümüzde Türkiye’yi
Parçalama ve Paylaşma Planları, İstanbul,1999.
KONA, Gamze Güngörmüş, Ortadoğu- Orta Asya ve Kesişen
Yollar, İstanbul, 2003.
KOPRAMAN, Kazım Yaşar, “Osmanlı-Memlük Künasebetleri”, Türkler,
C. 9, Ankara, 2002.
KURŞUN, Zekeriya, “Osmanlı’ya Karşı Arap-İngiliz Tezgahı”, Tarih
ve Medeniyet, S.30, İstanbul, 1996.
KURŞUN, Zekeriya, “Osmanlı Devleti İdaresinde Hicaz”,Osmanlı,
C.1, Ankara, 1999.
KURŞUN, Zekeriya, Necid ve
Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti, Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti’nin Ortaya Çıkışı,
Ankara, 1998.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Osmanlı
Devletine Karşı Arap Bağımsızlık Harekatı, Ankara, 1982.
LEWİS, Bernard, Ortadoğu,
(Çev. Mehmet Harmancı), İstanbul, 1995.
MUNSON, Henry, Ortadoğu’da İslam
ve Devrim, (Çev. Cemil Polat, Halit Ekşi), İstanbul, 1990.
ORTAYLI, İlber, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, İstanbul,
2006.
ÖZCAN, Azmi, Hindistan Hilafet
Hareketi, İ.A. , C. 18, İstanbul, 1998.
ÖZEY, Ramazan, Dünya Denkleminde
Ortadoğu, İstanbul, 1997.
PEHLİVANOĞLU, Öner, Ortadoğu ve
Türkiye, İstanbul, 2004.
SITITT, George, A Prınce of
Arabia, İngiltere ,1948.
SONYEL, Salahi, “Albay T.E.
Lawrence, Haşimi Araplarını, Osmanlı İmparatorluğuna Karşı Ayaklanmaları İçin
Nasıl Aldattı”, Belleten, C. LI, S. 199, Ankara, 1987.
ŞİMŞEK, Erdal, Türkiye’nin
Ortadoğu Politikası, İstanbul, 2005, .
ŞİŞMAN, Adnan, “Atatürk Döneminde
Türkiye-Suudi Arabistan İlişkilerinin Başlaması ve İlk Diplomatik Temaslar”, Atatürk
4. Uluslararası Kongresi, C.I, Kazakistan, 1999.
TİBİ, Bessam, Arap
Milliyetçiliği, (Çev. Taşkın Temiz), İstanbul, 1998.
Türkiye Cumhuriyeti ile Hicaz,
Necid ve Mülhakatı Hükümeti Arasında Aktedilmiş Muhadenet Muahede, Devlet
Matbaası TTK, İstanbul, 1930.
TROELLER, Gary, The Bırth of
Saudi Arabia, London, 1976.
UĞURLU, Nurer (Der.), Rus Devlet
Arşivi Gizli Belgeleri, Türkiye’nin Parçalanması ve Rus
Politikası(1914-1917), İstanbul, 2004.
UMAR, Ömer Osman, Osmanlı
Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye (1908-1938), Ankara, 2004.
UMAR, Ömer Osman, “Arap Milliyetçilik
Hareketinin Doğuşu ve Gelişmesi”, Askeri Tarih Bülteni, S. 51, 2001.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Mekke-i
Mükerreme Emirleri, Ankara, 1972.
VASILLIYEV, Aleksi, Tarihu
Arabiyyeti’s Suudiyye, (Çev. Hayri Damin) Beyrut, 1995.
WINSTONE, H.V.F., Ortadoğu’nun
Serüveni, (Çev. Fuad Davudoğlu), İstanbul, 1999.
YAŞAR, Servet, Birinci Dünya
Savaşında İngiliz Propaganda Faaliyetleri ve Osmanlı Devleti, Atatürk
Dergisi, C.III, S.2, Erzurum, 2002.
YATAK, Süleyman, “Şerif Ali
Haydar’ın Mekke Emirliğine Tayini”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S.60,
İstanbul, 1992.
YILDIZ, Hakkı Dursun, “Arabistan”, İA.(TDV),
C.3,Ankara, 1991.
YERASIMOS, Stefanos, Milliyetler
ve Sınırlar, İstanbul, 2000.
ZEINE, N. Zeıne, Türk-Arap
İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu, (Çev.
Emrah Akbaş), İstanbul, 2003.
www. The- saudi. net
EKLER
EK-
1
SUUDİ
ARABİSTAN DEVLETİ
EK-
2
ŞERİF
HÜSEYİN’İN İSYAN BEYANNAMESİ
Tarihe vakıf olanlar pekala bilirler ki, İslam birliğinin
tersin ve takviyesi için İslam amir ve hakimlerinden “ Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye’ye ilk olarak biat edenler, Mekke-i Mükerreme emirleridir.
Büyük Osmanlı padişahları ( Tabe serahüm ve ceale darü’l-huldi
me’vahüm )
( Toprakları temiz, yurtları cennet olsun ) hazretlerinin
Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünnetini icra ve hükümlerin uygulanması
hususundaki bağlılıkları ve bu uğurda kendilerini feda etmeleri dolayısıyla
mezkur Arap emirleri kendilerine tabi olmakta devam ettiler. 1327 senesinde
bizzat Araplardan müteşekkil bir kuvvet ile Arapların üzerine hareket ederek
Osmanlı Devleti’nin şeref ve haysiyetini muhafaza için Ebha’nın muhasarasını
kaldırmaya çalıştım ve ertesi sene aynı maksatla oğullarımdan birisinin
kumandasında o haraketi icra ettim ve herkesçe malum olan büyük gayeden
ayrılmadım.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zuhuruyla devlet işlerini
eline alması ve esas itibarıyla kötü idaresi dahili ve harici birçok
karışıklıkların ortaya çıkmasına ve herkesin bildiği üzere, birçok savaşlara
sebep olmuş. Devletin azamet ve şevketini helaldar etmiş, bilhassa son harbe
gereksiz atılmakla devleti gayet tehlikeli bir vaziyete sürüklemiştir ki,
izahtan müstağnidir.
“Aynı zamanda bütün İslam ehlinin İslam devleti hakkında fütur
getirmelerini, yeise ve kedere düşmelerini görmeyi arzu etmiyoruz. Memleketin
bakiyesinde kalan Müslüman ve gayrimüslim ahalinin bir kısmı asılma ve idam ve
bir kısmı memleketten sürülerek, kovularak Osmanlı mevcudiyetinin birliği
bozulmuş ve bu suretle ahali malından, canından mahrum bırakılmıştır. Bu son
muharebe sebebiyle arazi-i mukaddese halkının çektikleri sıkıntılar o kadar
büyüktür ki, orta halli olanlar evlerinin kapı ve pencerelerini ve bütün ev
eşyasını sattıktan sonra nihayet damındaki tahtalarını da satmaya mecbur
olmuşlardır.
İttihatçılar bu kadarla da iktifa etmeyerek Osmanlı saltanatı
ile bütün Müslümanların arasında yegane bağ olan Allah’ın kitabı ve
Resullullah’ın sünnetini ihlale cüret etmişler ve Saltanat-ı Seniyye
başkentinde sadrazam, şeyhülislam ve bütün vezirler ve ayanın gözü önünde
yayınlanan ( İçtihad gazetesi, Resullullah’ın hayatını ağza alınmayacak
tabirlerle tahkirden çekinmediği gibi, itiraza uğramadığından cüret alarak
Kur’an ayetlerini ilgadan bile çekinmemiş, ( Li’z-zekeri mislü hazzi’l-ünseyeyn
“ Bir erkeğe, iki kızın hissesi kadar pay vardır. Nisa Suresi 176.ayet ) hükmü
celilini alaya alarak, mirasta eşitliği terviç etmiştir.
Bunlara ilave olarak İslamiyet’in beş esasından birini yıkmaya
kalkışmışlardır.Şöyle ki : Güya Rus ordusu karşısında harp eden askerlere
benzemek üzere, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere ve Şam’da bulunan
Müslüman askerlerin Ramazan’da oruç tutmamalarını emrederek bu babdaki : (
Femen kane minküm maridan ev ala seferin )* sarih ayetini ve buna benzer birçok
İslami esasları yıkmak ve münker olan şeyleri iltizam etmekten çekinmemişlerdir.
Şevketlü sultanu’l-muazzam hazretlerinin bütün haklarını gasp
ile Mabeyn-i Hümayunlarına bir başkatip ve başmabeyinci seçmek ve tayin etmek
hakkından dahi mahrum ederek Hilafet’in şartlarından ıskat eylemişlerdir ki
bütün Müslümanlar bu şenaatten muğberdirler. Bu, Şeriat’a aykırı işler
karşısında şimdiye kadar hayra yormalar, bilmemezlikten gelmemiz, sırf İslam
alemi içine ihtilaf ve tefrika tohumları ekmemek maksadıyla idi.
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin idaresi Enver ve Cemal
Paşalarla Talat Bey’in ellerinde bulunduğu hakkındaki sır, meydana çıktı.
İstediklerini yaparlar, istediklerini yaptırırlar. Buna açık delil Mekke
Mahreme-i Şeriyyesi Kadısı’na gelen bir emirde kadı huzurunda şehadetlerini
dinlemek ve hakim huzurunda yazılmayan tezkiyenamelerinin kabul edilmemesini
ifade etmektedir ki, Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan olunduğu üzere Müslümanlar
arasındaki tezkiye bahsi sanki yokmuş gibi ad ve itibar edilmiştir.
Bunların hepsinden başka diğer taraftan büyük İslam alimleri
tarafından Arab’ın büyüklerinden Emir Ömer el-Cezairi, Emir Arif eş-Şehabi,
Şerif Bey, El- Müeyyed, Şükrü Bey, El-Aseli, Abdülvehhab ve Tevfik Bey,
El-Besat, Abdülhamid Zeravi, Abdülgani el-Arisi gibi kimselerin asılma ve
idamları icra ediliyor, en ziyade katı kalbe sahip olanlarca bile icra ve
tatbiki güç görünen bu fiilleri icrada bir nevi mazeret bulunsa bile
kötülükten, günahtan ari ve beri olan bütün ailelerin fertlerinin kadın ve
erkeğinden en küçük çocuklarına varıncaya kadar yurtlarından, memleketlerinden
çıkarılması ve sürgünü ile başlarına gelen felaket üzerine daha büyük bir
musibet ilavesine ne mana verilir?
Aile reislerinin her ne sebeple olursa olsun idamları cezası o
haneleri cezalandırmaya kafi iken ikinci bir ceza şekline mana bulunmadığı
aşikardır. ( Ve la teziru vaziratün vizra uhra / Hiçbir günahkar başka bir
günahkarın günah yükünü yüklenmez. En’am Suresi 164. ayet ) ayet-i celilesi
kati bir delildir. Bu ikinci cinayeti de bu ikinci sebebe atfederek makul
görsek dahi reislerini kaybeden asilerin mal ve mülklerinin müsaderesine ne
demek icap eder. Bu fiil ve hareketlere ses çıkarmasak bile meşhur mücahit Emir
Abdülkadir el-Cezari’yinin kerimesinin tahkir ve tezliline ne mana ve sebep
bulunabilir?
İttihatçıların hareket ve fiillerinden bazılarını zikre tadat ettik.
Bunları insanlık alemine ve bütün ehli imana arz ediyoruz. Bu hususta icap eden
hükmü versinler. Bunların İslamiyet hakkındaki itikatlarının ne derecede
bulunduğunu anlamak için aşağıdaki vakıayı arz ediyoruz: Mekke halkının
istiklal talebi ile ayaklandığı sırada askerlerin Kale-i Ceyad’dan
Müslümanların kıblesi ve Müminlerin Kabesi olan Beytullah’a attıkları toplardan
çıkan iki mermiden birisini ( Hacer-ül Esved ) üstüne bir buçuk arşın, diğerini
de bundan üç buçuk arşın mesafeye isabet ettirmişlerdir. Aynı sebeple Sürte-i
Şerif de ateş aldığından bütün halk Kabe-i Muazzama kapısını açarak ve üstüne
çıkarak yangını söndürmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Halbuki onların askerleri bunlarla iktifa etmeyip bitişik
Makam-ı İbrahim ve Mescid-i Şerif’i hedef ittihaz etmekten çekinmemişler ve her
gün üç dört kişinin katline sebep olmuşlardır ki, bütün halk günlerce mescide
yanaşmaktan mahrum olmuşlardır. Mescid ve Kabe’ye hürmet ve tazim yerine
istihfafla mukabele eden bu gibi adamların neye müstahak olduklarını bütün doğu
ve batı Müslümanlarının reyine bırakıyoruz. Fakat İslam dini ve milletimizin
mukadderatını İttihatçıların elinde oyuncak olarak bırakamayız. Cenab-ı Hak
milletimize teyakkuz ve intibah ihsan buyurdu ve netice olarak milletimiz kendi
çalışmasıyla istiklalini temin eylemiş ve musallat olan İttihat memurlarıyla
kuvvetlerinden memleketi temizledikten sonra, hiçbir dış kuvvetin tesirine
istinat etmeyerek tam ve mutlak bir istiklal ile müstakil olmuşlardır.
İttihat ve Terakki mütegalibelerinin zulmü ile dert ve ıstırap
içinde kalan memleketlerden ayrılarak İslam dinin nusreti ve İlay-ı
Kelimetullah hedefi dahilinde
ileri doğru harekete başladık. İslam şeriatına mulayim ve
muvafık her türlü fen ve ilimler iktibas olunacak ve medeniyet yolunda azm ü cezm
ile yürünecektir. Rica ve ümit ederiz ki, bütün İslam alemi kardeşlerimiz
vacibi ifa için vaki olan şu hareketimizi kardeşlik takviyesiyle takviye
bulunarak bize iştirak ederler ve gerekli gördüğümüz şu vazifenin eda ve
ifasına yardımda bulunurlar .
Birinci beyannamede izah edilen sebeplere istinaden kıyam eden
biz Hicazlıların gayret ve fikirlerinde, bazılarınca tereddüt hasıl olabilme
ihtimalini def için seçkin kimseler ve bilhassa Müslümanlara karşı bu ikinci
beyannameyi de neşr ve ilana lüzum gördük. Daha açık ve pek yeni delil ve
maddeler göstererek maksadımızı tamamıyla açıklıyoruz. Şöyle ki :
Gerek Müslümanların bütün mütefekkirleri, gerek Osmanlı
tebaasının görüş sahibi olanları ve gerekse bütün dünyanın izan ve anlayış sahipleri
Osmanlı Devleti’nin umumi harbe girmiş olmasına aşağıdaki sebeplerden dolayı
razı değillerdir :
Birinci sebep dahilidir; o da Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin
Trablusgarp ve Balkan Harplerinden pek yakın zamanda çıktığı için askeri ve
mali kuvvetlerine büyük bir ziyan arız olmuş ve istinadının merkezi olan
millet, hayliden hayliye zaafa uğramıştır. Esasen Osmanlı milleti askerlerinin
memleketine avdet ve çoluk çocuklarının iaşesi için çalışmaya başlar başlamaz
birbiri arkasından tekrar silah altına çağırılması, bu millet için daimi bir
felaket olmuştur. Umumi harp ise diğer harplere kıyas kabul etmeyecek derecede
korkunç ve tahripkar olduğundan, zayıf bir millet üzerine masraf yükleyerek
böyle mühlik bir harbe Osmanlı milletini sevk etmek akıl işi değildi.
İkinci sebep haricidir. O da İttihat Hükümetinin harbeden
taraflardan seçtiği cihete aittir. Osmanlı Devleti bir İslam devletidir. Dünya
haritasında işgal ettiği mevki mühim ve geniş ve sahilleri pek çoktur. Bunun
için öteden beri al-i Osman-ı Selatin-i İzam’ın meslekleri veçhile tebaanın
büyük bir kısmı Müslüman ve denizlere hakim olan devletlere meyletmesi,
siyasete daha uygun idi. İttihat Hükümeti memleketi dar, hayal ve tamahı çok
olan tarafla harbe girince Müslümanların ileri görüşlüleri, beklenilen kötü
neticeleri görerek İttihatçılık hareketinden yüz çevirdiler.
Hatta harp hakkındaki fikrim telgrafla sorulduğu zaman,
tarafımdan izah olunarak icabı yerine getirilmiştir ki, cevaben çektiğim o
telgraf, devlete karşı iyi niyet ve sadakatime ve İslam’ın şeref ve haysiyetini
korumak hususundaki maksadıma açık bir delildir. İşte bizim vaktiyle dediğimiz
üzere, korktuklarımız ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün Osmanlı Devleti’nin
Avrupa’daki sınırları aşağı yukarı İstanbul surlarıdır.
Rus ordularının öncüleri Sivas ve Musul vilayetlerinde Osmanlı
halkını çiğnemeye başlamıştır. İngilizler de Basra vilayeti ile Bağdat
vilayetinin bir kısmını işgal ettikleri gibi, El-Ariş Çölü’nde binlerce Osmanlı
esirini sürüp götürüyorlar. Şüphe yok ki; bu durumu tetkik ve devam etmekte
olan harbin neticelerini düşünenler, şu iki neticeyi görürler : Birincisi ;
dünya haritasından silinip gitmek, diğeri bu yok olup gitmekten kurtulmanın
çarelerini bulmak. Bu konudaki araştırma, münakaşa ve düşünceleri ve icap eden
cevabı vermek hususunu bütün İslam alemine bırakırız.
Tehlikeler vatanı kuşatmadan evvel vaki olan ayaklanmamız
meşru ve gerekliydi. Mütegalibeler elinde oyuncak olan Osmanlı Devleti’ne bağlı
kaldığımız takdirde devlete faydalı olacağımız muhakkak olsa, yerimizden kımıldamaz
ve her türlü meşakkate tahakküm ederek sabrederdik. Fakat kat’iyyen faydalı
olması muhtemel değildir. Çünkü biz yürümek istedikleri yoldan gitsek, diğer
milletlerin uğradığı izmihlale bizim de düşeceğimiz kesindir. Esasen bu
devletin mahvına ve Anadolu ahalisinin perişanlığına münhasıran sebep olan
İttihat ve Terakki mütegalibesidir. Onlar da Enver, Cemal, Talat ve
hempalarıdır.
Osmanlı Devleti’nin esas siyaset yolu Büyük Osmanlı Ricali’nin
tesis ettikleri siyaset yoludur ki, İngiltere ve Fransa hükümetleri ile daimi
bir dostluktan ibarettir. Tarihen sabit olduğu üzere, devletimize büyük
faydalar temin eden bu siyasetten ayrılmaya yegane sebep, İttihat ve Terakki
ileri gelenleridir.
Evet, biz bu İttihat ve Terakki ileri gelenlerine karşı kıyam
ettik, buğz ve düşmanlık izharında bulunduk. Bu düşmanlığımız yalnız Enver,
Cemal, Talat ve hempalarına karşıdır. Bizim bu düşmanlığımıza her Müslüman
iştirak eder, hatta Hanedan-ı Saltanat dahi kalben bizimle beraberdir. Bu babta
delil, şehit Veliaht-ı Saltanat Yusuf İzzettin Efendi hakkındaki zalimane
tecavüzdür.
Devlet bu mütegalibenin yanlış maksatlarına ve kötü
niyetlerine kurban oluyor. Biz bunlardan Allah’a sığınırız. İttihatçıların
bizim için intibah ve gayret gerektiren diğer bir hareketini daha Müslümanların
nazarına arz ediyoruz : Şam’da mutlak bir surette hakim olan Cemal Paşa, orada
bir kulüp teşkil ederek bu kulüpte kendisi ve maiyetindeki askerlere verilen
ziyafette Müslüman kadınlar sakilik etmiş ve nutuklar irat ve teati olunmuştur.
Bir kere düşünelim ki , Kur’an-ı Kerim’de: Sure-i Nur’da kadınlara dair mevcut
olan kesin ilahi naslara Cemal Paşa’nın bu hareketi, pek açık bir surette
delalet etmez mi ki bu mütegalibenin İslam Şeriatı ve Arap adetlerine kat’iyyen
hürmeti yoktur.
İşte yukarıda da bu mütegalibenin ahvalini teşrih ile Osmanlı
beldeleri ve İslam memleketlerinde mevcut Müslümanların heyet-i umumiyesine
vaaz ve nasihat eder ve bu bağı zümrenin maksatları için o ilahi emir ve
yasakları tebdil ve tahkir etmelerine yardım etmemeyi rica ederiz. Allah’a asi
olana itaat olunamaz. Bunların hareketlerini her kim eliyle, diliyle ve
kalbiyle değiştirmeye muktedir ise yapmalıdır. Bunların hareketlerini tasvip
edenler varsa onlarında delillerini dinlemeye hazırız .
EK- 3
Bu kongreye kabile reislerinden üç bin kişi iştirak ediyor.
Recep ayının son günlerine doğru Malik bin Suud Hazretlerinin
Riyad’a teşriflerinde Necid mülkiyetini bera-yı ilan etraf ve mülhakattan
tedenni-i tevanüt eden mendupların haber içtimaları olca neşredilmiştir. Ramazan’ın
takribi ibadetle iştigal lüzumunu hissettiğinden Heyet-i Müçtemia bayram ertesi
tekrar içtima etmek üzere tekrar dağılmıştır. Bilahare Malik Hazretlerinin
rüesayı aşaire gönderdikleri haber akabinde başlarında Necid Emiri Faysal
el-Deviş, Sultan bin Becad, Kahtan, Şamar, Anize, Devasir, Sebi, Sehul, Beni
Hacer, Beni Halit, Avazim nam aşair ve kabail rüesası bulunduğu halde içtima
eden zevatın adedi üç bine baliğ olmuştur. Heyet-i Müçtemia’nın akd ettiği
içtimai mahsusadan Malik Hazretleri hitabatını ilka buyurmuşlardır.
“Kardeşler! Pekala bilirsiniz ki, akaidemiz selefi salihin
aynı akidesidir. İşte bizim kim ile olursa olsun dostluğumuz düşmanlığımız bu
mebde-i esasatına mübtenidir. Ahkam-ı Şeriattan bir karış bile çıkmadığımız
sizce malumdur. Ancak dinimiz aslına mualif olmayan, veyahut hakkında bir nası
mahrem varid bulunmayan bazı ahvali mulahata etmek bulunduğumuz makam
icabatındandır. İhtimal ki, dünyevi bir maslahat uğrunda emr-i dinde tehavün
gösterdiğimiz şüpheleri sizce varid-i hatır olur. Hayrullah biz umum
Müslümanlara akibeti hayırlı olup, İndallah müstelzem-i tevvab olan yollardan
başka yola gitmeyiz.”Malik Hazretlerinin hitabeleri burada nihayet bulur.
Heyet-i Müçtemia hep bir ağızdan şu cevapta bulunurlar. “Ya
İmam Abdülaziz bilirsin ki, biz sabıkan şerir kimselerdik. Birbirimizi katl ve
nehb ederdik. Bir Müslümana karşı biz de hürmet mefkut idi. Senin kendi
malından aldığımız halde, düşmanlarına dostluk gösterir ve müsliminin sahib-i
kuvvet ve nüfuz olmasını hiç arzu etmezdik. Sonraları inayet-i İlahiye erişti.
Din-i Mübin-i İslam’la ihtida ettik. O Emr-i İlahi’yi tanıdık. Allah’ın,
Peygamberin ve bu dava ile kaim bulunmaklığın şartıyla senin itaatında bezl-i
nefs eylemeyi deruhde eyledik. Bazı ahval dolayısıyla fikrimizin değişmiş bulunması
bahsine gelince, evvela o Emr-i İlahi’yi terk ederek bir takım umuru dünyeviye
kapılmaklığın korkusu, çünkü bu gibi ahvalin neticesi mahvolmakla intac eder
ki, ‘sen mahvolursun, biz de mahvoluruz’ demektir. Efdal-i muhaddemin ve
müteahirin Hazreti Muhammed Efendimiz ancak Kelime-i Tevhid’in ikamesiyle
nusret ve teyid bulmuştur. Buna mukabil, kendisine nehr-i Kevser bahşedildiği
gibi düşmanları helak-ı ebediyeye mahkum olmuştur. Burada içtima eden kabail-i
Arab’ın birbirlerine mukatalaları oğlu pederini, peder oğlunu katl etmesi hep
Kelime-i Tevhid’in ikamesi için değil midir? Gerek bize, gerek sana Rıza-i Bari
noktayı nazarından o Emr-i İlahiye’nin ikame olunmasında başkasından bir şey
istemeyiz ve bu hususta bizim için hiçbir şey mazurat teşkil edemez. Bizi
yoktan var edenin rızasını tahsil edersen saadete eder ve hilaf halde üzerimize
merhameti olmayanları musallat eder. Böyle olunca Niam- ı İlahi şükr ile
mukabele etmeliyiz ki, Rıza-i İlahi ile cümleten payidar olalım.
Malik Hazretleri cevaben : “Evet bu dedikleriniz ayn-ı
hakikattir. Zaten bu doğruluğunuz sizi bana sevdiriyor ve sizi hasem sırasına
koymaklığıma oluyor. Allah için değil de, ayara mübni bana muhabbet iddasında
bulunan kimseyi kazip add ederim. Eğer ben o Emr-i İlahi’yi ikame etmezsem yalancı
ve gaddarım. Nezdimde sabitdir ki, Allah benden razı olursa, halk da razı
olacaktır. Hilafında aksi halin zuhuru bedihidir. Emin ve mutmain olunuz ki, o
Emr-i İlahiye’yi yerine getiriyorum. Benim halimi, emr-i dinde seyr ve
hareketimi bilirsiniz. Büyükleriniz elinde büyüdüm, küçüklerinizi terbiye
ettim. Ben size tabiatımdan değiştim demiyorum. Ben ne isem yine oyum. Maahaza
masum ancak Hazreti Muhammed’tir. Elimden geldiği kadar içtihat eder ve size üç
şeyde İman-ı İlahiye ile teminat veririm.
Hudud-u Şerriye’yi ikameden geri kalmamak ve
bu hususta kimseden çekinmemek.
Gerek dini gerek dünyevi hiçbir vecihle size
gadr etmemek.
Büyüğünüze ve küçüğünüze nush ile
muamelede bulunmak. Büyüğünüz
pederim makamında, orta yaşlılarınız kardeşim makamında, küçükleriniz
de evladım mesabesindedir.
Eğer maneviyatında sadık olduğum İndallah malum ise dilerim
ki, dinine nusret versin ve cümleyi bu hususta muvaffak bulunsun. Yok eğer bu
söylediğim sözler hakikat olmayıp, nifak olduğu İndallah malum ise sizi
şerrimden esirgesin.
Celalat-ül Malik bu sözleri sarf ederken herkes ağlaşmaya
başlamış ve hepsi birden kıyam ederek ‘merasim-i takbili ifa-ı itaatta
bulunacağımıza yeniden ahd edelim’ ve musafaat etmelerine mukabil Malik
Hazretleri tarafından cümlesine mahsar-ı takdir ve istihsan buyurularak
merasim-i muhalife nihayet verilmiş. İçtimai vaki Necd memleketi ve
mülhakatında büyük bir hüsn-ü tesir-i intibaatı göstermiştir. Gelecek
makalelerde bunun esbabı ve netaic-i hakikiyesinden malumat vereceğiz .