Fedailer Birliği yahut Teşkilat-ı Mahsusa
O |
SMANLI
İmparatorluğunda ünü çok yaygın olan, fakat mahiyeti hakkında hemen hiçbir bir
şey bilinmeyen haber alma teşkilatı, Sultan Hamit’in Yıldız Teşkilatı’dır. Bu
teşkilatın, iç istihbarat konularında Abdülhamit düşmanlarının korkulu rüyası
olduğu, zaman zaman mübalağalı olarak anlatılsa da yapısı ve işlevleri hakkında
ilave hiçbir şey söylenmez; karalama kabilinden anlatılan jurnalcilikler de, bu
konudaki esrar perdesini kalınlaştırır.
Sultan
II. Abdülhamit Han’ın, Yıldız Teşkilatı’nın aynı zamanda dış istihbarat
konularında çalıştığı söylenebilir. O’nun dış politika başarılarının, bu
istihbarat çalışmalarına dayandığı ifade edilmiştir. Rus büyükelçiliğinin baş
tercümanı Maksimof, Sultan Hamit’in adamı olarak çalışmış; Sultan Hamit,
kendisine bombalı suikast düzenleyen Belçikalı Joris’i affederek hizmetinde
kullanmıştır. Türkolog olarak ün yapmış bazı İngiliz servis mensuplarının aynı
zamanda Sultan Hamit için çalıştıkları hakkında bilgiler vardır. Bu Padişah’ın,
büyük devletlerin çıkar çatışmalarını ve gizli anlaşmalarını dengeleyerek,
Devletin dış siyasetini başarıyla yürüttüğü düşünülürse, bu başarıyı sadece
onun zekâsına değil, aynı zamanda iyi bir haber alma çalışmasına bağlamak
gerektir. Bunu sağlayan teşkilat da, büyük bir ihtimalle, yapısı hakkında
hiçbir şey bilmediğimiz Yıldız Teşkilatı’dır.
Birinci
Dünya Savaşı öncesine kadar İçişleri Bakanlığı ve Ordunun birer haber alma
teşkilatı varsa da Meşrutiyet yahut Sultan Hamit’ten sonra dağılmış olan Yıldız
Teşkilatı’nın yeri boş kalmıştır. Muhtemelen bu ihtiyacın yakından hissedilmesi
üzerine, iç-dış istihbarat yapmak, karşı propagandalar yürütmek, gerektiğinde
askerî ve yarı askerî hareketlerde bulunmak üzere Teşkilat-ı Mahsusa kurulur.
Teşkilatın Enver Paşa tarafından kurulduğu ve ona bağlı olarak çalıştığı,
raporlarını da Başbakan ve Savaş Bakanı’na verdiği bilinmektedir. Bazı bakan ve
yüksek rütbeli subaylar bu
örgütün
varlığından haberdar olsalar da yapı ve çalışmaları hakkında fazla bir şey
bilmezler. Bu bakımdan Teşkilat-ı Mahsusa’nın tam bir gizlilik içinde
çalışmalarını sürdürdüğünü söylemek mümkündür. Kuruluş tarihi hakkında farklı
iddialar vardır; Mustafa Balcıoğlu, Genel Kurmay arşivlerine dayanarak 17 Kasım
1913’te kurulduğunu söyler. (Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, Teşkilat-ı
Mahsusa’dan Cumhuriyete, Ankara 2004, s.2) Enver Paşa, bu tarihten bir ay
kadar sonra Savaş Bakanı olmuştur. Ergun Hiçyılmaz, Teşkilatın isim babasının
veteriner Miralay Rasim Bey olduğunu ve kuruluşun Sultan Reşat Han tarafından
onaylandığını yazar. (Ergun Hiçyılmaz, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul
1996, s.47-48)
Bu
teşkilatın en ünlü simalarından Eşref Kuşçubaşı, fiilen var olan bu örgütün
1911-14 arasında Teşkilat-ı Mahsusa olarak isimlendirildiğini, “Fedai Zâbitân”,
“Umur-ı Şarkiye” gibi isimlerle anılan grupların hep aynı nüve olduğunu söyler.
(Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2003, s.54) Bu düşünce
esasta doğru olsa da, mesela Trablusgarp’a giden subay ve sivil gönüllülerin bir
örgüt yapısı içinde olmadıkları, özel bir yönetim ve malî yapıya sahip
bulunmadıkları bilinmektedir. Trablusgarp’taki mücadele de askerî
teşkilatlanmaya dayanır. Ancak, İkinci Balkan Savaşı ve Edirne’nin
kurtarılışında Teşkilat-ı Mahsusa açık olarak görülür ve Batı Trakya Türk
Cumhuriyeti’ni kurar.
Bu
teşkilatın öncesini, Eşref ve Sami Kuşçubaşı kardeşlerin Hicaz’da iken, Sultan
Hamit’e karşı kurdukları bir gizli örgütlenmeye bağlama düşüncesi de olmakla
birlikte, Enver Bey’in, daha ilk görev yıllarında Selanik yahut Manastır’da,
yabancı devletlerin propaganda ve istihbarat çalışmalarına karşı kurduğu ve
başına amcası Halil Bey’i getirdiği karşı istihbarat teşkilatının öncül olma
ihtimali daha yüksektir. (Hanioğlu, a.g.e., 3. mek.; Enver Bey, bu
mektubunda, bir karşı istihbarat teşkilatı kurduğunu söylemektedir.)
Teşkilat,
parçalanmakta olan Osmanlı’yı yaşatabilmek için, kendi canlarını pervasızca
ortaya koyabilen serdengeçti asker ve sivillerin toplandığı bir bünyeye
kavuşmuştur. Bunun için de, hem İslam Birliği, hem Türk Birliği fikrine hiçbir
çelişkiye düşmeden sahip çıkmışlardır. Osmanlı Devleti’nin güvenliği için
gerekli iç ve dış istihbaratı sağlamak, İslam ülkelerinde Hilafet çevresinde
İslamcılık şuurunu güçlendirmek, sömürgeci Avrupalı güçlere karşı ruhî bir
direnç oluşturmak ve savaş zamanında buralarda ihtilaller çıkarmak, yine savaş
sırasında düşmanı yan ve arkalardan
vuracak
çeteler oluşturmak, ikmal kaynaklarını vurmak, düzenli ordunun giremeyeceği
gizli ve açık eylemleri yürütmek görevleri arasındadır.
Teşkilatın
son başkanı Albay Hüsamettin Ertürk şöyle anlatır:
“Bu teşkilatın
gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle
Panislamizme ulaşmak, diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde
bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi gerçekleştirmektir. Enver Paşa’nın bir
yandan Emirî Efendi’nin İttihat ve Terakki programındaki Panislamizminden,
diğer taraftan da Ziya Gökalp’in Pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır.”
(Semih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Hüsamettin Ertürk’ün
Hatıraları, İstanbul 1996, s.105)
“Bu birliği meydana
getirmek için Umumî Harbin başlangıcından itibaren Fas, Cezayir, Tunus,
Trablusgarp, Bingazi, Afrika Merkezi, Mısır, Habeşistan, Sudan, Zengibar,
Somali, Malay Adaları, Açe Adaları, Belucistan, Afganistan, Çin, Türkistan-ı
Rus, Hive, Kuzey Rusya, Kuzey Kafkasya, ve Azerbaycan, Güney Kafkasya,
Moğolistan, Kırım, Arnavutluk, Trakya ve Makedonya gibi çevrelerde ruhları
uyandırmak, İslamın parçalanan, dağıtılan ruhunu yavaş yavaş canlandırmak,
devletimizin Avrupa’daki siyasi önemini artırmak, Avrupalıların savaştan önceki
planlarını suya düşürmek” bu teşkilatın görevlerinden olarak sayılmıştır.
(Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Cumhuriyete, Ankara
2004, s.3)
Cihat
ve İslam Birliği gibi teşkilatın temel fikirleri, Osmanlı devlet ve
aydınlarının tabiî yönleri olmakla birlikte, Almanya’nın da Kafkaslar, Mısır ve
Hindistan gibi Müslüman ülkelerde çıkacak ayaklanmalardan çok ümitlendiği,
hatta bu fikirlerin doğrudan Alman genel karargâhı tarafından üretildiği
yolunda iddialar vardır. (Philip h.
Stoddard, a.g.e., s.19 vd.) İslam düşünce ve inanış biçimini yeterince
değerlendiremeyen yabancı kaynakların bu iddialarının tartışılacak fazla bir
yanı yoksa da, bu politikaları güden Enver Paşa’nın, pek de hayalci olmadığına
bir işaret sayılabilir. Ayrıca, bu çalışmaların Kuzey Afrika’da ciddi
boyutlarda etkili olduğu ve Hindistan’da Hilafet Hareketi yoluyla İngilizleri
baskı altına aldığı da bilinmektedir.
İlk
başkanı Yarbay Süleyman Askerî olan (17 Kasım 1913-14 Nisan 1915) Teşkilat’ta
asıl nüveyi Osmanlı subayları oluşturmaktadır; merkezde şubeler
(Hindistan-Afganistan ve Arabistan Şubesi, Rumeli Şubesi, Doğu Şubesi, Afrika
Şubesi gibi) ve masalar (Arabistan Masası, Afgan Masası, Hindistan Masası gibi)
şeklinde teşkilatlanmış, taşrada ise hücre ve ajanlar şeklinde çalışmıştır.
Ayrıca merkezde, bütün İslam ve Avrupa dillerinde telif ve tercümeler yapan bir
Tercüme Şubesi vardır. Bu teşkilatta, Bahattin Şakir ve Kara Kemal gibi İttihat
Terakki’nin önde gelen liderlerinden, daha sonra devlet kurucusu yahut başkanı
olmuş düzeyde Müslüman pek çok ünlü isim
hizmet
sunmuştur. Eşref Kuşçubaşı bunların sayısının altı yüzü geçtiğini söyler.
Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat, zaman zaman Alman istihbaratıyla işbirliği
yapmıştır. Philip H. Stoddard, 1916 yılında teşkilat mensupları sayısının
30.000’i bulduğunu ve bunların genellikle doktor, mühendis, subay gibi
uzmanlardan oluştuğunu yazar. (Stoddard, a.g.e., s.59)
Teşkilatın
ikinci başkanı, Süleyman Askerî’nin vefatı üzerine bu göreve getirilen, hukuk
doktoru Tunuslu bir Türk olan Ali Bey Başhemba’dır. Genç yaşında (39) vefatına
kadar bu görevi yürütmüştür. (24 Mayıs 1915-31 Ekim 1918) Son başkan, Albay
Hüsamettin Ertürk’tür.
Fethi
Okyar Teşkilat-ı Mahsusacıların kadro halinde Trablusgarp’a gittiklerini
söyler.
“İleride
göreceğimiz üzere Enver Beyi iki derece terfi ile Savaş Bakanı yapan onlardı.
Asıl varlıklarını, aralarına devrin tanınmış fikir adamlarını, şairleri,
sanatçıları, kalem erbabını da alarak Birinci Dünya Savaşı içinde gösterdiler.
Tuttukları yol, hatta benimsedikleri gayelerin uygulama kabiliyeti
tartışılabilir, fakat samimiyet ve fedakârlık olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın
manevi mirası gelecek kuşaklara örnektir.” (Okyar, a.g.e., s.199)
Teşkilat-ı
Mahsusa mensupları savaş öncesi ve içinde Yemen’den Hindistan’a, Kâşgar’dan
Makedonya’ya, Kafkasya’dan Afrika’da Darfur’a kadar her yerde olmuş ve
kendilerine verilen görevleri yerine getirmek için uğraşmışlardır. Üç yüz ile
beş yüz kişilik Teşkilat fedai grupları Filistin- Suriye ve Irak cephesine
gönderilmiştir. Savaş zamanında Teşkilat insan kaynağı olarak, askerlerin
dışında, hapishanelerdeki mahkûmlardan, aşiretlerden, askerlik yaşını geçmiş
yahut henüz gelmemiş gençlerden de yararlanmıştır. Bu gruplardan savaşçı
birlikler kurmuş, bir kısmını da işçi taburları halinde örgütleyerek cephe
gerisinde çalıştırmıştır. Yine savaş sırasında, ordunun maneviyatını yükseltmek
üzere oluşturulan bir Mevlevi taburu 4. Ordu için Şam’a, bir Bektaşi birliği de
Doğuya gönderilmiştir. Dağa çıkmış Topal Osman Çetesi, Veysel Bey Çetesi gibi
kuvvetler ikna edilerek mücadeleye sokulmuştur.
Mahalli
gönüllülerden ve yukarıda işaret edilen kaynaklardan kurulan çetelerin başında,
kaideten Teşkilat mensubu subaylar bulunmuştur. Asker yahut sivil, Teşkilat’ın
kurduğu birlikler, genellikle hudut bölgelerinde ve düşman arkalarında
uğraştıkları için kendi komutanlarının insiyatifleri ile hareket etmiş, bu da
düzenli kuvvetlerle zaman zaman anlaşmazlıklara yol
açmıştır.
Ayrıca, düzenli birlikler kadar disiplinli olmadıkları için yer yer halkın ve
ordunun şikâyetlerine yol açan davranışlar sergilemişlerdir.
Teşkilat-ı
Mahsusa’nın iç politika endişeleriyle kurulduğunu da ileri sürenler olmuşsa da,
(Arif Cemil, 1. Dünya Savaşında Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2007, s.9
vd.) bu yönde kullanıldıklarına dair bir olay yahut işaret yoktur. Teşkilat
çalışmalarına şu veya bu şekilde katılanların genellikle İttihatçılar olduğu
söylenebilir. Örnek olarak Doğu Cephesinde Erzurum bölge sorumlusu Dr. Bahattin
Şakir Bey, yerli halktan ve eşraftan geniş ölçüde -malî kaynak, haber alma,
çeteye katılma- yararlanmıştır. Teşkilat ilçelere kadar yayılmıştır.
Erzurum’dan çevre ilçe kaymakamlıklarına gönderilen telgraflarda şöyle
denilmektedir: “3. Ordu Komutanı paşanın tasvibiyle, Dr. Bahattin Şakir
Beyin başkanlığında askerlik çağına dahil olmayan gençlerle, çağı geçmiş ama
zinde yaşlılardan bir İslam milis birliği kuruluyor. ... Ona göre gizlice ve
dağdağasız bir şekilde işe başlayınız ve peyderpey sonucu bildiriniz.” (Cemil,
a.g.e., s.44-45) Dr. Bahattin Şakir Doğu cephemizde savaş başlamadan bir
süre önce Talat Bey’e gönderdiği raporda “Bir haftadan beri Narman ve
Hasankale teşkilatımızı denetliyorum. Günden güne büyüyen teşkilatımız için çok
ümitliyim. Denedik, her yerde yapılan baskınlarda Rus kuvvetlerini bozduk.
Şimdiye kadar binden fazla koyun, dört yüze yakın sığır ganimet” aldıklarını
söyler. Büyüklü küçüklü bir çok çete de Rus hududunu geçmiş olarak
çalışmaktadır. İdris Bey Çetesi, Sabit Bey Çetesi, Emir Aslan Bey Çetesi,
Maksut Kaptan Çetesi ve Ali Pehlivan Çetesi Sarıkamış-Batum arası hatlarda
görev yapmaktadır. (Cemil, a.g.e., s.48)
Gnkur.ATASE Bşklığı Arşivi
Fotoğraf Koleksiyonu, Birinci Dünya Harbi (BDH) Albüm No:
5., Fotoğraf No: 15
B |
İRİNCİ Dünya Savaşı’nın, Osmanlı
sınırlarındaki ilk ateşi, Doğubayezıt’ın kuzey hududundan gelen Rus saldırısı
ile parlar; Kafkas cephesi açılmış olur. Kars ve Ardahan 93 Savaşından beri
Rusların elindedir. İlk hamlede Kars’tan yürüyen Rusyalı, Eleşkirt ve
Pasinler’e iner. Rus kuvvetleri Osmanlı’dan 42 tabur, 90 süvari bölüğü ve 94
top fazladır.
Üçüncü
Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa, Erzurum’a çekilerek bir savunma hattı tutmak
kararındadır. Ancak, Genelkurmay’dan, Köprüköy’de Aras’ı geçmiş olan düşman
üzerine yürümesi emri gelir. 7-9 Kasım günlerinde Köprüköy vuruşmalarında Rus
kuvvetleri Aras’ın ötesine, sırtlara atılır. 12 Kasım’da başlayan yeni bir
hareketle düşman birlikleri bozularak, çekilmeye zorlanır. Ancak, Osmanlı
birliklerinde ikmal zorlukları olduğundan düşman gerektiği gibi takip edilemez.
16-17 Kasım günü Köprüköy’den bir günlük mesafede, Horasan’ın üstünde, Azap
mevkiine çekilmiş olan Rus kuvvetlerine saldırılır. Azap’taki çarpışmaları da
Türk birlikleri kazanır; ancak, iyi keşif yapılamadığı, irtibatlar kurulamadığı
için düşmanın çekilmesi değerlendirilemez. Bu sırada, ordusuna moral vermek
üzere Sarıkamış’a gelmiş olan Rus Çarı, Osmanlı keşif kolunun yanından geçer;
keşif kollarına zorunlu olmadıkça ateş etmemeleri emri verildiği için, Çar
hayatını kurtarmış olur yahut esaretten kurtulur.
Azap’taki
vuruşmayı da ordumuzun kazanmasına rağmen, Alman kurmay başkanının da etkisiyle
ve Rusların yeni takviye birlikleri almakta oldukları düşüncesiyle ordu
komutanı Hasan İzzet Paşa birliklere geri çekilme emri vermiştir. Bu emir asker
ve subaylar üzerinde büyük ruhî sarsıntı yaratmıştır.
Enver
Paşa Batum’a asker çıkartıp, Sarıkamış çevresindeki Rus birliklerini, daha
fazla kuvvetlenmeden imha ederek, Rusya’yı güneyden sarmak ve Kafkaslar, İran,
Afganistan ve Türkistan’daki Teşkilat-ı
Mahsusa’nın
harekete geçirmeye çalıştığı yerli Türk kuvvetleriyle irtibatlanarak Rusya’yı
çökertmek emelindedir. Bu noktalara kadar gelinebilirse, Afganistan üzerinden
Hindistan’daki İngilizlere de baskı yapılabilecektir. Ancak Karadeniz’deki
donanma üstünlüğü şüpheli olduğu için, Batum’a kolordu gönderilmemiş, Arhavi’ye
Stange Bey komutasında bir alayla iki batarya gönderilmekle yetinilmiştir.
Stange Bey’e, 24 Aralık’ta Oltu’da X. Kolordu’ya katılacak biçimde hareket
etmesi emri verilmiştir.
İlk
hareket olarak Köprüköy önlerine kadar sokulmuş olan Rus kuvvetlerinin burada
çevrilip imhası düşünülmüştür. Ancak, 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’nın
fazla tedbirli davranması ve savunmaya dönük tutumu, istenen sonucun alınmasını
engellemiştir. Köprüköy önündeki kuvvetlerimize “verilen emir, düşmanı
Köprüköy doğusunda çevirmek, kuşatmaktır. İşte doğuda ve Sarıkamış dramının son
perdesi kapanıncaya kadar, bu çevirme ve kuşatma imkânına inanışı, Enver
Paşa’dan 3. Ordu kurmaylarına kadar herkese hâkim olmuştur. ” (Aydemir, a.g.e.,
c.III, s.122)
Bölgenin
sivil ve askerî yöneticilerinden gelen bilgi ve değerlendirmeler Sarıkamış
çevresindeki Rus birliklerinin zayıf olduğunu bildirmektedir. Genelkurmay’da
başkan yardımcılığı yapan Hafız Hakkı Bey, kışın yapılacak bir saldırıya karşı
çıkmakta ve bahara kadar beklenmesini, bu süre içinde Rusların kendi batı
cephelerinde burunlarının biraz daha sürtüleceğini, o zaman Doğuda saldırıya
geçilmesini savunmaktadır. Enver Paşa’ya yazdığı mektupta, “Böyle yaparsak,
evvela bu kışın askerin önemli bir kısmını terhis ederiz. Ordu ve millet
ezilmez. Sonra bu kış Ruslar epeyce ezilir... Ancak Kafkas Dağları açılınca, o
istikamette taarruza geçmeliyiz.” Fakat Enver Paşa, Rusların bu cepheye
kuvvet kaydırması ihtimaline karşı, süratle harekete geçmeyi tercih etmiştir.
Enver
Paşa çok güvendiği Hafız Hakkı Bey’i arazi incelemelerinde bulunmak üzere
Erzurum’a gönderir. Albay Hafız Hakkı Bey buradaki incelemelerinden sonra
fikrini değiştirir ve düşünülen kuşatma hareketinin yapılabileceğini İstanbul’a
bildirir.
Hafız
Hakkı Bey, “Karar sahibi, genç, çalışkan, bilgili, kendine güveni olan,
ateşli bir komutandır.” Liman Von Sanders Paşa onu şöyle değerlendirir: “Türk
genelkurmayının seçkin şahsiyetlerinden biridir. Enver’in harîs bir rakibi
sayılır. Büyük zekâya ve sürat-i intikale sahiptir. Kararını hemen ortaya
koymaz; ileri sürülecek itiraz ve düşüncelere karşı bir
cevap
ve fikir saklar. Bende, doğunun iyi yetişmiş tipik bir temsilcisi intibaı
uyandırmıştır. ”
Albay
Hafız Hakkı Bey, Tuğgeneral Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı ve kurmay okulunda
okul birincisidir. O da, Enver gibi Saray’a damattır; damad-ı şehriyarîdir. Ve,
henüz iki aylık evli iken cepheye gelmiştir; general olacak ve burada şehit
kalacaktır.
Hafız
Hakkı Bey Erzurum’a geldiğinde, Ordu komutanının verdiği çekilme emrinden ötürü
herkes şaşkınlık içindedir; kazanılan bir savaştan sonra niçin geri
çekilmişlerdir? O, “selam-ı şahane ve dua-yı padişahî”yi askere
bildirdikten sonra, Kafkasya’ya taarruz için hazırlıkları başlatmıştır.
Anlatılanlara göre, hem orduya, hem de halka yeni bir can gelmiş. Miralay Şerif
İlden şöyle söyler:
“Kışın şiddetine bakmayarak kadınlar ve çocuklar,
güle oynaya Erzurum’a kadar sırtlarında ve kucaklarında cephane taşıyacak kadar
gayret gösterdiler ve bu toprağın en büyük ve hakiki sahiplerinin ancak
kendileri olduğunu tahammülsüz fedakârlıklarla ispat ettiler... Halkın
yardımlarından elde edilen 15-20 bin kat fanila, çorap, çamaşır gibi eşya
Erzurumlular tarafından orduya verildi. Bu yardımlar sonucunda orduya neş’e ve
direnç geldi.” (İlden, a.g.e., s. 169)
3.
Ordu kurmaylarının kuşatma fikrinde ısrarları anlaşılabilir bir tavırdır. Bir
kere, başarılabilirse kesin sonuç alınmış olacaktır. İkinci olarak, bu hareket,
Rus birliklerinin yeni takviye kuvvetleri almalarına imkân bırakmadan
yapılacaktır. Hareket başarılamayınca, Enver Paşa bizzat Erzurum’a gelerek,
aynı kuşatma hareketinin ikinci hamlesi olarak Sarıkamış hareketini
yönetecektir.
3. Ordu Kumandanı Hafız Hakkı
Paşa Erzurum’da atış talimi yaparken; yanında Erzurum
Valisi Tahsin Bey.
Söz
ne kadar uzatılırsa uzatılsın, sonuçta Sarıkamış hareketinin zaafının, ikmal
bozuklukları ve kış şartlarındaki doğal şartlar olduğu noktasına gelinecektir.
Bu iki noktanın, ordumuzun felaketine yol açtığı kesindir. Harekete karar
verilen günlerde iyi olan hava şartlarının, hareket günlerinde kötüleşmesi bir
şanssızlıktır. İkmal için Karadeniz’den Trabzon’a gelmekte olan gemilerimiz,
Zonguldak açıklarında Rus savaş gemilerince yakalanarak batırılmıştır. Deniz
yoluyla Batum’a bir kolordu çıkarılması düşünülürken, deniz yolunun tehlikeye
girmesi üzerine sadece bir alaylık Stange Bey müfrezesi Arhavi’ye
gönderilebilmişti.
3.
Orduya bağlı mevcut üç kolordunun giyim-kuşam işi, çevre vilayetlere salma
yapılmış; ancak, bu teşebbüsten de istenen sonuçlar alınamamıştır. Bu durumda,
ordu hiçbir hareket yapmasa da oturduğu yerde aynı sıkıntıları yaşayacaktı;
aynı soğukla, gıdasızlıkla, giyimsizlik ve hastalıkla eriyecekti. Birkaç ay savaşsız
yatan orduda ise moral durumunu ve kaçak sayısını tahmin etmek zor değildir.
Görülüyor ki, sorun daha derindedir. Bu yüzden Enver Paşa, geriden aylar
sürecek ve sonucu belirsiz bir ikmali beklemek yerine, bir kuşatma-baskın
hareketi ile Sarıkamış’ı ele geçirip Rusların çevredeki silah ve erzak
depolarına ulaşmayı düşünmüştür. Erzurum’da orduya yayımladığı beyannamede
şunları söyler:
“Askerler! Hepinizi
ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun olmadığını da
gördüm. Lakin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda saldırıya
geçerek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nan ü nimete kavuşacaksınız.
Âlem-i İslamın bütün ümidi, sizin son bir himmetinize bakıyor.”
Sarıkamış
kuşatma hareketi hakkında Hafız Hakkı Paşa da Enver Paşa ile aynı anlayışı
paylaşmaktadır:
“Yegâne maksadımız
Rusları ters cephe ile savaşa zorlamaktır. Ruslar çekilmeyi başarırlarsa,
maksadımız kayboldu demektir. Ben X. Kolordu ile Sarıkamış’tan onların
tepelerine ineceğim. Rusları yendik mi, mahvettik demektir. Bunun tersi, bizim
için de aynıdır. Kürdün dediği gibi, ya herro, ya merro!”
Hafız
Hakkı Paşa bu düşüncesini IX. Kolordu komutanı Ahmet Fevzi Paşa’ya
anlattığında, şu cevabı verir:
“Bu manevra nazarî
olarak gayet mükemmeldir. Şu şartla ki, kolorduların ellerinizle haritada
hareket ettiği gibi seri ve emniyetle harekete muktedir olmaları şarttır.
Halbuki, bu mevsimde hudut dağlarında çabuk hareket edebileceklerini
zannetmiyorum.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.196-7)
Bütün
bu şartlar ortada iken, Sarıkamış hareketini sadece Enver Paşa’nın gözü
karalığına bağlamak ne ölçüde doğrudur? Gerçekten de böyle tehlikeli bir
kuşatma hareketine ancak, kendisi de askeriyle birlikte Allahuekber dağlarının
kar çukurlarında yatabilen, Enver Paşa ve Hafız Hakkı gibi askerler karar
verebilirlerdi. Ama, onları bu karara götüren askerî stratejinin
zorunluluklarını da unutmamak gerekir. Öyle ki, daha önceki 1825 ve 1877
(Doksan üç) Rus savaşlarından da bilinmektedir ki, Sarıkamış’tan yürüyecek
hazırlıklı bir Rus ordusunu Osmanlı kuvvetlerinin durdurması imkânı yoktur. Bu
demektir ki, Doğu cephesinden Anadolu daha ilk hamlede açık kalacaktır. Tek
şans vardır, o da Sarıkamış çevresindeki Rus kuvvetlerini, Kars Kalesi’ne
sığınmalarına fırsat bırakmadan kuşatıp, imha etmek. Ve, 93 Savaşında da en
önemli direnç noktamız olan Küçük Yahni- Büyük Yahni hattını tutmak. Nitekim
Hafız Hakkı Paşa, bu hareketin başarılamaması halinde durumumuzu açıkça ifade
etmiştir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa ordusu, bütün başarılarını bu hat üzerinde
göstermiş, neredeyse Rusları çekilmeye mecbur edecekken, kendisi çekilmeye
başlamıştır. Mehmet Arif Bey, bu çekilişi anlatırken, “Düşman, düşmanın
halinden bilmez. Eğer biz biraz daha direnebilseydik, Ruslar çekilmeye
başlıyordu.” der. Bu mevkiler Kars’ın doğusundaki en önemli askerî
noktalardır.
Doğu
cephesinde bir yandan da, Teşkilat-ı Mahsusa’nın gönüllü birlikleri, önemli
noktalardaki şehir ve kasabaları baskınlar yaparak ele geçirmektedir.
3.
Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’nın, bozulan Rus kuvvetlerini takipteki
başarısızlığı ve hiç yoktan denilebilecek şartlar altında orduyu geri çekme
emri ve arkasından yaşanan ikmal bozuklukları, büyük heyecanlarla savaşa
hazırlanmış olan askerin moralini bozmuştur. Yarbay Şerif Bey, geri çekilen birliklerin
komutanlarının ruhî çöküntüsünü anlatır: “Hasan İzzet Paşa’nın kurmayları
şaşkınlık içindeydiler; Orduyu yerinden kıpırdatmak için bu kurmaylarda artık
ne niyet, ne de cesaret kalmıştı.” General Fahri Belen, 3. Ordu komutanının
bu tutumuyla, Başkomutan Vekili Enver Paşa’yı “zihnen adeta iğfal ettiğini”
söyler. Ordu komutanına artık güvenemeyen Enver Paşa, bizzat Doğu Cephesine
hareket eder.
Başkumandan Vekili Enver Paşa
Adapazarı Fabrikasının Açılış Töreninde.
Gnkur.ATASE Bşklığı Arşivi
Fotoğraf Koleksiyonu,Birinci Dünya Harbi (BDH) Albüm No:
9., Fotoğraf No: 198
O |
SMANLI
3. Ordusu 118.000 civarındadır. Sarıkamış çevresindeki Rus kuvvetlerinin ise,
yedekleriyle birlikte 100.000’in üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu, Rusların
doğu cephesinde en az kuvvet bulundurdukları zamandır. (Gen.Kur. ATASE
Başkanlığı, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi, 3. Ordu
Harekâtı, c.1, s.385) Üç kolordudan oluşan 3. Ordunun, X. Kolordusu Aras
nehrinin kuzeyinde ve iki Nizamiye Süvari Fırkası da nehrin güneyindedir. IX.
Kolordu Hasankale’nin kuzeyinde, XI. Kolordu ise Tortum’da toplanmıştır.
Başkomutan
vekili Enver Paşa, Hasan İzzet Paşa’nın çekilme isteği üzerine aynı zamanda 3.
Ordu komutanlığını üstlenmiştir. İzzet Paşa, Enver Paşa’ya, yapılan
hazırlıkların bu plan için yeterli olmadığını, hareketten vazgeçilmesini, aksi
halde kendisinin “hareketi yönetecek durumda olmadığını” beyan ederek
komutanlıktan affını istemiştir. Naciye Sultan’a yazdığı mektupta şöyle söyler:
“3. Ordu komutanı
Hasan İzzet Paşa orduyu bundan böyle yönetmek için kendisinde cesaret
göremediğini söylüyor. Akşamki telgrafından bunu anlayınca, bugün hemen buraya,
karargâha geldim (Köprüköy). Hepsini itiraf etti. Bunun üzerine kendisini
derhal emekli etmek gerekirdi; fakat, vazgeçtim. Şimdilik İstanbul’a
göndermekle iktifa ettim.” (İnan, a.g.e., s.190)
Enver
Paşa 6 Aralık 1914 günü orduya ilk taarruz emrini yayımlamıştır: Genel Kurmay
ATASE Başkanlığının yayımladığı esere göre planın esası şudur:
“3. Ordu, biri
zayıf biri kuvvetli olmak üzere iki gruba ayrılacak; zayıf grup, Rusların Aras
nehrinin iki yanından Erzurum doğrultusunda yapacakları taarruzları önlerken,
diğer kuvvetli grup, Rus mevziinin kuzey yan ve gerisine derin ve kuşatıcı bir
taarruz yapacaktı. Bu maksatla XI. Kolordu ile 2. Nizamiye Süvari Tümeni
düşmanı cepheden durdururken, IX. Kolordu Pitkir-Çatak doğrultusunda düşmanın
kuzey kanadını kuşatacak ve X. Kolordu da Oltu üzerinden Bardız-Sarıkamış
doğrultusunda Rus
mevzilerinin
gerilerine düşecekti. Artvin bölgesinde bulunan Ştange Bey birliği ile sınır
birlikleri ve diğer özel milis kuvvetleri Olur-Şenkaya üzerinden Oltu-Vartanik
doğrultusunda ilerleyerek X. Kolordunun harekâtını kolaylaştıracaktı.” (ATASE, a.g.e.,
s.355)
*
* *
Savaşın
gelişmelerini çok kısa çizgilerle ve Enver Paşa’nın yanından izleyelim.
22
Aralık
1914’te harekât başlar. Enver Paşa, Koşa’ya, oradan
Hahor’a geçer. İlk günden itibaren birlikler arasında haberleşme bozuklukları
ve keşif hareketlerinde aksamalar olur. Birlikler karşılaştıkları Rus
kuvvetlerini geri atarak ilerler; Ardoz ve Yeniköy’e girilir, Narman alınır.
IX. ve X. Kolordular arasında bağlantı kesilir. XI. Kolordunun ileri harekete
geçen birlikleri karşısında Ruslar dört kilometre kadar geri çekilerek teması
keserler. Kolordunun takip edip sürekli teması sağlaması ve bu birlikleri
karşısında tutması gerekirdi.
Sarıkamış
Rus kuvvetleri bir kuşatma hareketine ihtimal vermemektedir.
23
Aralık.
Ele geçirilen Rus esirlerinden, düşman birliklerinin, yanlarındaki Ermeni
çeteleriyle birlikte geri çekilmekte oldukları haberleri alınır.
Türk
birlikleri ilerlemektedir; ancak, Kolordular arasındaki bağlantı kesiktir. Her
yan karla örtülü ama hava açıktır. X. Kolordu Oltu’ya girer; çok sayıda esir,
dört top ve dört makineli tüfek ele geçirilir. Ciddi bir ikmal merkezi olan
Oltu, komutanların gerekli önlemi almaması sebebiyle askerimiz tarafından
yağmalanır. Çok üzücü bir gün yaşanır.
Birlikler
arasındaki bağlantısızlık ve sis bir felakete yol açar; Oltu boğazında
karşılaşan 31. ve 32. tümenlerimiz birbiriyle savaşmaya başlar. Teğmen Rasim
Bey’in fark etmesiyle daha ileri boyutlara varmadan çatışma durdurulur.
Sarıkamış
grubu Rus kuvvetleri XI. Kolordu üzerine çekilmiş, üslerinden
uzaklaştırılmıştır; plan yürümektedir.
24
Aralık.
Ruslar şüphelenmekle birlikte, henüz kuşatma yapılacağı kanaatinde değillerdir.
Enver
Paşa ve karargâhı, IX. Kolordu ile birlikte Bardız’a (Gaziler) doğru hareket
eder. Yollar dar, karlı ve kaygandır; yürümek son derece
yorucu
olmaktadır. Enver Paşa askerin önündedir. Birlikler artık yürüyemeyecek hale
geldiğinde onları Terpenik köyünde bırakır. Sonrasını kurmay başkanı Şerif Bey
şöyle anlatır: “Beş on karargâh atlısını önüne ve tüm kurmaylarını arkasına
takarak, hiç bilmediği ve tanımadığı bu yalçın arazide, karanlıklar içinde
Bardız’a doğru başını aldı gitti. Eğer yol üstünde tesadüfen beş on özverili
Rus bulunsaydı, tüm karargâhı canlı veya cansız kökünden koparıp atması işten
sayılmazdı. Yol o kadar sarp bir boğazdan geçer ki.... Bu geceki hedefleri olan
Bardız’a girerken, karşılarına iki Rus nöbetçisi çıksaydı, bu karanlık gecede
ne olacaktı? Bu paşalar, beyler nereye döneceklerdi ? Ben size cevap vereyim:
Enver, mahvolurdu da geri dönmezdi. Kesinlikle beş-on karargâh süvarisiyle gece
hücumu yapmaya kalkışırdı.” (İlden, a.g.e, s.131)
Enver
Paşa’nın sınır tanımayan gözü karalığı bazı subayları da korkutmaktadır.
Bardız’a
yaklaştıkları sırada rastladıkları bir köylü, 29. Tümenin buradaki Rus
birliğini geri atarak Bardız’a girdiğini haber verir. 28. Tümen ve şiddetli bir
tipide epeyce kayıp veren 17. Tümen de Bardız’a ulaşırlar.
Enver
Paşa’nın kişiliği ile ilgili bir hatırayı da, başyaveri olan Kâzım Orbay’dan— dinleyelim: “Enver
Paşa başkomutan vekili ve ordu komutanı olarak, arkada ve harekâtın bütününe
hâkim olması gereken bir noktada kalamıyordu. Bir defasında yine atlara bindik.
İlerledik. Kolordu karargâhını geride bıraktık. Sonra cephe istikametinde Tümen
karargâhını da geçtik. Bir süre sonra Alay cephesine vardık. Ama, orada da
durmadık. Hep ilerliyorduk. Taburlar ve ateş sahası içindeydik. Bronzar Paşa
beni boyuna sıkıştırarak, Enver Paşa’yı uyarmamı istiyordu. Ben bunu
yapamazdım. Ben yaverdim ve o kadar. Ama, Enver Paşa daha da ilerledi.
Tehlikenin tam içinde idik. Bronzar Paşa her adımda ısrarlı uyarılarını
tekrarlıyordu. Ben de ona, bu uyarıları kendisine yapmasını söylüyordum. Fakat,
o da Paşa’ya bir şey söylemekten çekiniyordu. Bu gibi sahneler daima
tekrarlanıyordu.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.142) Enver Paşa, bu
harekâtta bütün subaylara askerin önünde olmalarını emretmiştir.32
Askerî
birlikler erimekte ve aralarında bağlantı kurulamamaktadır. Kolordular kendi
başlarına, verilen genel taarruz planını uygulamaya çalışmaktadırlar. Bu plana
göre 25 Aralık’ta Sarıkamış’a girilmesi gerekir. Bardız’la Sarıkamış arası da
bir günlük yoldur.
Kuşatmayı
gerçekleştirecek diğer Kolordudan yani Hafız Hakkı Bey’in X. Kolordusundan
haber alınamamaktadır; ama, Enver Paşa ona güvenmekte ve yetişeceğine
inanmaktadır. Enver Paşa Karargâh kurmaylarını toplar, ne yapmaları gerektiğini
sorar. Alman kurmaylar da dahil, X. Kolordudan haber almak üzere Bardız’da
beklenmesini önerirler. Enver Paşa, hayır, der; yarın Bardız’dan hücuma
geçilecektir. Akşamdan hazırlıklara başlanır.
Bu
arada X. Kolordu 24 Aralık günü temas kurduğu Rus birliklerini süngü hücumu ile
geri atarak ilerlemektedir. Epeyce silah ve araba ele geçirilir. Rus birlikleri
gece karanlığından yararlanarak geri çekilirler. Patikadan ibaret ve karla
kaplı yollarda yürümek asker için çok sıkıntılı olmaktadır.
O
gün bir başka şanssızlık yaşanmış, X. Kolordu kurmay başkanı Binbaşı Nasuhi Bey
Ruslara esir düşmüştür. Üzerindeki evraklardan Türklerin bir kuşatma hareketine
geçtikleri anlaşılmıştır. Bunun üzerine XI. Kolordu karşısındaki birlikler geri
çağrılmış, yardım çağrıları yapılmış ve Sarıkamış kuvvetlerinin komutanı
değiştirilmiştir.
25
Aralık.
Her taraf kar; ama hava açıktır. Enver Paşa yine askerin önünde harekete geçer;
Bardız-Yayla-Kızılkilise yoluyla Sarıkamış’a çıkılacaktır. Özellikle üst
rütbeli subaylar, zafer zamanlarının serdarları gibi ordunun önünde yürüyen
Enver Paşa’ya ayak uyduramamakta, yer yer savsaklamalar olmaktadır. Enver Paşa
kendisi en öne geçtiği gibi, ısrarlı emirlerle bütün subayların birliklerinin
önünde yürümesini istemektedir. Öyle görülüyor ki, o çetin şartlar altında
askeri yürütmenin ve şevke getirerek savaştırmanın başka bir yolu da yoktur.
Kızılkilise’ye girdiklerinde epey miktarda yiyecek ve arpa ele geçirilir.
IX.
Kolordunun 29. Tümeni Sarıkamış’a dört kilometre kadar yaklaştığında, sırtların
Rus birlikleri tarafından tutulduğunu görür. Saat 13.30 sularında Rus
topçusunun ateşi başlar. Asker yorgundur; soğuğa karşı direnci azalmıştır ve
çok miktarda döküntüsü vardır. IX. Kolordu komutanı İhsan Paşa, o akşam ordunun
dinlenmesini ve ertesi gün saldırıya geçilmesini önerir. Enver Paşa, hayır,
der, bu iş bu gece bitmeli...
Hücum
başlar; karlı arazide çok zor ilerlenmekte ve kayıplar verilmektedir. “Gece
yarısından az sonraya kadar devam eden bu gece muharebesi sonucunda düşman
süngü ile püskürtülmüştü. Makineli tüfeklerin yalnız namlularından başka bütün
donanımını yerinde bırakan düşman kaçmış bulunuyordu.” (atase, a.g.e., s.425)
Çatışmalarda çok kayıp veren 86. piyade alayının iki bölüğü Çerkezköy’e girer.
17. ve 28. Tümenler henüz gelememiştir ve bir haber de alınamamıştır. İhsan
Paşa ve Kurmay Başkanı Şerif Bey’in yeniden ısrarları üzerine taarruz
durdurulur. O gece tam sonuca ulaşılamaz; düşmanın terk ettiği mevzilere
yerleşilir. 29. Tümen birlikleri geceyi açıkta geçirecektir.
Yabancı
askerî tarihçi şöyle yazar: Saat on altıda Ruslar Sarıkamış’a çekilmeye başlar.
“Karanlık basmaktaydı. 29. Tümen Komutanı, harekâtı durdurarak ordugâha
geçmeyi daha ihtiyatlı buldu. Türkler Sarıkamış’a çok yakın oldukları halde,
-20 derece soğukta, karışık halde toplandılar. ” (w. e. d. Allen ve Paul Muratoff, 1828-1921 Türk Kafkas
Sınırındaki Harplerin Tarihi, Ankara 1966, s.245) O gün Rus komutan genel
geri çekilme emri vermiş ve birlikler çekilecekleri yolları belirleyerek
çekilme hazırlıklarına başlamıştır.
O
günü, General Fahri Belen şöyle değerlendirir:
“Sarıkamış’ın
25-26 Aralık gecesi işgal edilememesinden, taarruzu önleyen İhsan Paşa ve
Kurmay Başkanı Yarbay Şerif Bey sorumludur. Bunlar, Rusça yazılan kitapları
okumadan hatıralarını yazarak, kendilerini haklı göstermişlerdir.” (Fahri
Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul 1973, s.224)33
Sarıkamış
hakkındaki güzel kitabında Ramazan Balcı, o günkü durumu şöyle anlatmaktadır:
“25 Aralık akşamı
Enver Paşa Sarıkamış önlerine gelmişti ve gece baskını ile Sarıkamış’a
girilmesini istiyordu. Kolordu komutanı erlerin yorgun olduğunu ileri sürerek
harekâtın durdurulması istedi. Buna rağmen Enver Paşa taarruz emri verdi. Gece
yarısına kadar süren saldırılarda Ruslar Sarıkamış’a kadar geri atıldılar.
Ancak, İhsan Paşa’nın tekrar devreye girmesi ile Sarıkamış’a girilmeden hareket
durduruldu. Gece taarruzunun gelişememesinde en büyük sorumluluk 29. Tümen
komutanı Arif
Baytan’ındı.
Bu komutan taarruz için ileri hareket eden kıtaları, Başkomutanlığın bilgisi
dışında Kızılkilise’ye geri çevirdi. Onun bu hareketi gecenin karanlığında fark
edilmedi. Avcı kıtalarıyla ilerde bulunan Enver Paşa saldırının gelişmesi için
boşuna çalışıp durdu.” (Balcı, a.g.e., s.270)
Rus
harp tarihçilerinin de ittifak ettikleri gibi, o gece Sarıkamış’a girilmemesi,
savaşın yönünü değiştirdi. Artık sabah saatlerinde Rusların takviye birlikleri
Sarıkamış’a girmeye başlamıştı. Rus general Maslovski diyor ki, “29. Tümenin
Sarıkamış’a hücum etmemek suretiyle vakit kaybetmesi bizim için gerekli olan
zamanı kazandırmıştır. IX. Kolordu komutanı İhsan Paşa da aynı şekilde hareket
etmiştir. ” (General Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi,
Ankara 1964, c.I, s.195)
O
gün, sonradan yazılan kitaplarda şöyle değerlendirilir:
“Ordu komutanlığı
25-26 Aralık gecesi (IX. Kolordu birliklerine) Sarıkamış’a taarruz edilmesini
emretmiş ve bu emir de, yukarıda belirtilen nedenlerle uygulanamamıştı. Halbuki
o gece Sarıkamış’ta çok az düşman kuvveti bulunuyordu. Her ne bahasına olursa
olsun taarruza devam edilerek Sarıkamış ele geçirilmeliydi. Yorgun kıtalar
Sarıkamış’ta dinlenebilirdi. Ne yazık ki IX. Kolordunun savaş gücü çok azalmış
olduğundan, sabah başlayan taarruz da ilerletilememiş ve ertesi güne
ertelenmişti. Ertesi günü de Sarıkamış’taki Rus kuvvetleri civardan ivedi
olarak getirilen birkaç birlikle takviye edilince, bundan sonraki günlerde
yapılan taarruzlardan bir sonuç alınamamıştı. Sarıkamış’a yapılan bu ilk gün
taarruzlarında IX. Kolordu Komutanının (İhsan Paşa) yeterince aktif davrandığı
söylenemez.” (ATASE, a.g.e., s.435)
Rus orduları başkomutan vekili
General Nikolski ise şöyle yazar:
“Türklerin 29.
Tümen komutanı (Arif Baytan), Sarıkamış’ta Ruslara çok sayıda takviye
kuvvetleri gelmekte olduğu neticesine vararak ve bağlı olduğu IX. Kolordunun
diğer tümeninin de (17.Tümen) gelmekte olduğunu düşünerek, bu tümenin gelişine
kadar taarruzu ertelemeye karar vermiş ve bu karar sayesindedir ki, Sarıkamış
kurtulmuştur...” (Nakleden, Eren, a.g.e., s.410)
Rus ordusu Kurmay Başkanı Albay
Maslovski ise şunu söyler:
“İhsan
Paşa, Rusların fevkalade direnişleri üzerine, Sarıkamış’ta Rus kuvvetlerinin
önemli bir çokluğa sahip olduğunu zannederek, kesin hücumu yapmak için
Kolordusunun bütün kuvvetlerinin gelmesine karar vermiştir ”
O
akşam, Sarıkamış’ın kuzeyindeki Bardız geçitlerini de birliklerimiz işgal
ederler. Verilen bütün kayıplar ve çekilen sıkıntılara rağmen, tam planlandığı
gibi 25 Aralık’ta Sarıkamış’a gelinmiştir. Kuşatmanın öbür birliği X.
Kolordu henüz ortada olmasa da, Ruslar baskına uğramıştır ve çok sıkıntılı
haldedirler.
Yardım çağrıları kesintisiz yapılmaktadır. Ancak, bir top atışı ile, Sarıkamış’taki
radyo vericileri isabet almış ve Tiflis ile irtibatı kesilmiştir. Rus komutanı
General Mişlayevsky çekilme emrini verir:
“Durumun
değişmesi üzerine bazı kıtalar düşmanı oyalamak için yerlerinde kalacak, diğer
bütün kıtalar karanlık basınca Sarıkamış doğrultusunda, kademeli ve büyük bir
intizam içinde çekileceklerdir. Emrim olmadıkça Sarıkamış’ta duraklama
yapılmaksızın çekilme devam edecektir.” (Ö. Eren, a.g.e., s.404)
Çekilme
emrini veren Kafkas Orduları Komutanı Tiflis’e hareket etmiştir. Ancak, Sarıkamış’taki
birliklerin komutanı General Berhman çekilme emrini uygulamamış, savunma
hatlarını güçlendirmek için çalışmıştır.
Yorgun
ve kayıplar vermiş birlikler için gece hücumu çok zordur; ama, Enver Paşa güçlü
sezgileriyle anlamaktadır ki, bu, sonucu alacak tek yoldur ve yarın geç
kalınmış olacaktır. Fakat, komutan ve kurmayların ısrarları onu da etkiler ve
birliklerin o gece dinlenmelerine razı gelir.
“Diğerlerinin
ayak sürümelerine rağmen Enver’in harekâtta ısrar etmesi, vukuata göre haklı ve
çok isabetli görünmektedir. Çünkü harekâtta yapılacak her gecikme, Rusların
Sarıkamış’taki durumunu kuvvetlendirecekti.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve
Sarıkamış Harekâtı, s.209)
O
gün ve gece, biraz da tesadüfen Sarıkamış’a, izinden dönen Rus Plaston Tugayı
komutanı, bazı üst rütbeli subaylar, iki bin kadar ikmal eri ve yüz kadar genç
subay gelir. Hemen yeniden düzen kurmaya başlarlar. Sarıkamış savaşlarını
değerlendirirken, Rus birliklerinin inatçı ve çetin direnme güçlerine işaret
etmeden geçilemez. O gece geçirilmekle, Rus komutanların yılgınlıklarından
doğan imkân değerlendirilememiş olur. Ertesi gün ise, gelen yeni birlik ve
subaylarla düşman yeni bir ruh ve güç kazanmış durumdadır.
X.
Kolordu ile hâlâ bağlantı yoktur. Kolordu o gün karşılaştığı Rus kuvvetleriyle
tutuşmuş ve “Pernek Savaşı” denilen bu vuruşmada, Türk birlikleri büyük
kahramanlıklarla, pek çok kayıp bahasına Rus birliklerini süngü hücumuyla
dağıtmıştır. Komutan Hafız Hakkı Bey bu savaşı, gece yayımladığı bildiride
şöyle anlatır:
“Kolordunun bütün subay
ve erlerinin üstün gayretleri sonucunda ve Allah’ın yardımıyla karşımızdaki
düşman alayları tamamen dağılarak çekilmişlerdir. Düşmanın bir çok subayı ve
yüzlerce eri esir edilmiş, binden fazla silah, araba ve çok sayıda
cephane
ele geçirilmiştir.” (Eren, a.g.e., s.405)
Ertesi
gün, 26 Aralık’ta, Sarıkamış ve çevresinde kalın bir sis ve acı bir
soğuk vardır. Ordudaki donma olayları artmıştır. Birlikler sayı olarak da iyice
erimiştir. Sabah saat 7.30’da 29. ve 17. Tümenler saldırıya geçerler. Dağ
toplarının kâgir binalara etkisi zayıf olduğundan, saldırı da yavaş
ilerlemektedir. Rus topçu ve makineli tüfek atışlarının yoğunlaştığı görülür.
Ordugâhlarından çıkıp Çerkezköy’e doğru inmek isteyen Ordu ve Kolordu
karargâhları da bu ateşlerden zarar görürler. Enver Paşa’ya gelince, o, hedefe
kilitlenmiş gibidir; askerin gerisinde duramamaktadır. 29. Tümen Komutanı Albay
Arif Baytan, şöyle yazar: “Enver Paşa Tümen karargâhının ilerisinde
görünmesi üzerine, derhal yanına gidildi. Kendisi toprak sütresinin gerisine
çömelmiş ve devam eden topçu ateşinin altında mermiler başımızın üstünde
parçalandıkça gayri ihtiyari eğiliyordu...”
IX.
Kolordu Komutanı İhsan Paşa, 28. Tümen ve X. Kolordunun gelmesinin beklenmesi
gerekçesiyle Enver Paşa’dan hareketi durdurmasını rica eder. Bitkin askerimizin
taarruz gücü de iyice zayıflamıştır. Hareket durdurulur. General Belen şunları
yazar:
“Oysa ki X. ve XI.
Kolordular Sarıkamış’a uzakta idiler. Ruslar ise Sarıkamış’a kuvvet getirmekte
idiler. Rus kaynaklarından öğreniyoruz ki, 26 Aralık günü Sarıkamış garnizonu
tehlike ve bunalım geçirmiş, Türk saldırısının durdurulması büyük ferahlıklar
yaratmıştır.” (F. Belen, 20.Yüzyılda Osmanlı Devleti, s.224)
Bölük
ve tabur komutanlarının yarısından çoğu, takım subaylarının ise üçte ikisi
Hakk’a yürümüştür.
Hafız Hakkı Beyin kolordusu
beklenmektedir.
*
* *
O
gün Allahuekber Dağlarını aşmak için yürüyen X. Kolordu birlikleri, tam dorukta
kalın bir sis içinde, büyük bir tipi ve kasırgaya yakalanır. Ağır kayıplar
verilir; piyade erlerin yüzde yirmisinin ayakları şişmiştir. Yol denilen izden
ancak tekerli kol yürünebilmektedir. Kolordunun X. Tümeninin uğradığı bu
felaketli yürüyüşe Ramazan Balcı açıklık getirir:
“Bu olay, General
Fahri Belen’in eserinde, bir dikkatsizlik sonucu, bütün Kolordunun uğradığı bir
felaket olarak tasvir edilmiştir. Oysa, X. Kolordu kıtaları Allahuekber
Dağlarını aynı anda, ya da bir günde aşmadılar. Tümenlerin ayrıntılı olarak
verilen hareketlerinde görüleceği gibi, bütün Kolordunun Arsenek’ten Başköy’e
nakli üç gün
sürmüştür.
Bu
intikal süresince Kolordunun verdiği kayıplar konusunda, işin bütününde olduğu
gibi, çelişkili rakamlar söylenmiştir. Yabancılar genellikle, % 20 civarında
yol zayiatı verildiğini yazarlar. Hatıralarını yayımlayan Şerif Bey (IX.
Kolordu Kurmay Başkanı), Selahaddin Bey (X. Kolordu Kurmay Başkanı) ve başka
bazı Türk yazarlar, bu kayıpları çok yüksek gösterirler. Ramazan Balcı diyor
ki, “Bunun bir sebebi, gerçekten bu rakamı tespit etmekteki güçlüktür.
İkinci bir sebebi ise, Sarıkamış’ta ordunun, daha savaşa sokulmadan dağlarda
dondurulduğu hakkındaki kanaati güçlendirmek istemeleri olmalıdır... 26 Aralık
gecesi insan iradesinin üstünde bir felakete yakalanan 93. Alay ile o gece
yürüyüş halinde bulunan 88. ve 89. Alayların dışındaki birlikler, ertesi iki gün
içinde daha iyi şartlarda Başköy’e geldiler... Bu da, yolun geçilmesinin
imkânsızlığından çok, o gece geçen birliklerin tipiye yakalandıklarını
gösterir... Bu durumda yürüyüşün uzun sürmesi ve havanın aşırı soğuk olması
yüzünden disiplini bozulan askerlerin büyük ölçüde çevredeki köylere
dağıldıkları anlaşılmaktadır.” Bu durumda, subaylar köylere çıkartılarak
dağılan askerler toplanmaya çalışılır. Ama, artık Sarıkamış’a girme umudu iyice
zayıflamıştır.
Enver
Paşa ise, Kolordunun döküntüleriyle de olsa, Hafız Hakkı Bey’in Sarıkamış’a
yetişmesini istemektedir. Ertesi günlerde de Türk taarruzlarının ardı hiç
kesilmez; ama sonuç alınamaz; Rus birlikleri gittikçe güçlenmektedir.
Hafız
Hakkı Bey ilerlemesine devam eder; Selim’i alır. Fakat, buradaki Rus birliklerine
karşı bir gün daha kaybetmiş olur. X. Kolordu birliklerinin bir kısmı yine de
Sarıkamış-Kars demiryolu hattına ulaşır, hatta geçerler; demiryolu birkaç
yerinden kesilir. Rus komutanı Mişlayevski Sarıkamış’ı terk ederek Tiflis’e
gitmiştir; Ruslarda komuta karmaşası yaşanmaktadır; ama çekilmeye çalışanların
yanında, gelmiş olan taze kuvvetler savunmayı gereğince güçlendirmiştir. Türk
birlikleri ise her gün geçtikçe biraz daha erimektedir.
Hafız
Hakkı Bey, Rus birliklerinin, yapılan kuşatma harekâtının arkasında tehlike
oluşturmaması için, çevredeki Rus kuvvetleriyle savaşarak ilerlemeye
çalışmaktadır. Rastlanılan Rus birlikleri dağıtılmaktadır; ancak, yol uzamıştır
ve asker dağılmaktadır. X. Kolorduya mensup 31. Tümene, bulunduğu Yağıbasan’dan
Sarıkamış’a doğru ilerleme emri verilir. Gücü fevkalade azalmış olan tümenin
taarruzunu bizzat tümen komutanı yürütür. Komutan Abdülkerim Paşa şunları
yazar:
“Üç
günden beri devam eden tipi, fırtına ve şiddetle esen rüzgâr, yüksek dağlarda
askeri geceli gündüzlü halsiz bırakmış, bir çok erler donmuştur. Cenab-ı Hak
İslâm ordusunu bütün tabiî âfetlerden korusun. Hava böyle giderse, bu donmalar
ile birlikler tamamen eriyecektir.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s. 144)
Bu
eriyen birlikler, komutanları başlarında olarak Sarıkamış’a girerler. “Erler
son derece fedakârlıklar göstererek Sarıkamış’a girmişlerse de kasaba dahilinde
dağıldıklarından birlikler elden çıkmıştı. Ruslar devamlı takviye alıyorlardı.
Başka bir hal çaresi kalmadığından kıtalar kasabayı boşaltarak bir kilometre
kuzeydeki yüksek ormanlık sırta çekildiler. ” (atase, a.g.e., s.470) Süngü hücumu ile Rus
siperlerini söken 91. Alay, Rusların yoğunlaşan karşı saldırıları altında
kademeli olarak çekilirken, Alay komutanı Bahaeddin Bey yaralanır.
Aynı
gün 32. Tümen de, havanın biraz sisli olmasından da yararlanarak birkaç koldan
saldırıya geçmiş ve çarpışmalar akşama kadar sürmüştür. Rusların ağır kayıplar
vermesine ve bir buçuk kilometrelik ilerlemeye rağmen, düşmanın direnci tam
kırılamamıştır.
X.
Kolordu komutanı Albay Hafız Hakkı Bey de, Enver Paşa’nın bir benzeridir;
korkusuz, inanmış ve ümidini hiç kaybetmeyen bir komutan. 29 Aralık’ta
3. Ordu komutanlığına yazdığı raporda, “Ben Sarıkamış’ın üç
kilometre
kuzeyinde orman kenarında topçu mevziindeyim. ”
der ve toplu bir taarruzla zafere ulaşacaklarına inandığını söyler. (atase, a.g.e., s.470)
XI.
Kolordu da işin vahametine uygun davranmaz. Rus kuvvetlerini kendi cephesinde
tutmakla görevlendirilmiştir. Çeşitli çatışmalar olmuş; Rusların kuşatma
planını fark etmesi üzerine, bu cephedeki kuvvetlere Sarıkamış’a çekilme emri
verilmiştir. En son 31 Aralık günü, sisten de yararlanan Rus kuvvetleri,
bütün birlikleriyle, XI. Kolordumuzun tesir alanından sıyrılmış, Zivin Çayının
doğusuna çekilmeyi başarmışlardır. (atase,
a.g.e., s.475) XI. Kolordu Komutanı Ragıp Paşa bu durumu
değerlendirememiştir. Genel Kurmayın yayınına göre, “Galip Paşa
komutasındaki XI. Kolordu da Sarıkamış’taki buhranlı durumu düşünerek
hareketinde acele etmiyordu. Şimdiye kadar yapılan savaşlarda bir gün çarpışılmış,
bir gün dinlenilmişti. Nitekim, yarın yapılacaklarla (2 Ocak 1914) ilgili
Kolordu Komutanınca verilen emirde, bugün kısmen taarruz etmiş tümenlerin yarın
bulundukları hatta kalarak noksanlarını tamamlamaları istenmişti. Şayet Galip
Paşa, Sarıkamış’taki ölüm kalım mücadelesine destek olacak şekilde hareket
etmiş olsaydı, şiddetli kışın bütün dezavantajlarına rağmen bugün 3. Türk
Ordusunun durumu bu kadar kötü olmazdı. ”
Rus
karşı saldırıları yoğunlaşmıştır. 3. Ordu karargâhı da ateş altındadır. Enver
Paşa’nın karargâhında dört subayın ayakları donmuş, iki subay düşman ateşiyle
yaralanmıştır. Enver Paşa çok bitkin düştüğünde, karlı bir çukura kıvrılıp
yatarak biraz dinlenmeye çalışmaktadır. X. ve IX. Kolordulardan geri kalanlar
kurtarılmaya çalışılır ve ilk kere kısmî geri çekilme emri verilir.
Enver
Paşa, muhtemelen bu günlerde, “Hükümete” başlığını taşıyan
vasiyetnamesini yazar. Bu yazının İstanbul’a gönderilip gönderilmediği
bilinmemektedir. Türk Tarih Kurumu’ndaki vesikalar arasında bulunan, Paşa’nın
el yazısıyla yazılı metin şöyledir:
“Hükûmete,
“Planım, Ruslara,
hemen iki misli üstün iki kolordu ile arkalarına düşerek çekilmeye mecbur etmek
ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp
tamamen yok etmekti. IX. ve X. Kolordu başarıyla hareketi yaptı. Düşmana
taarruz edildi; fakat, mağlup edilemedi. Şimdi XI. Kolordu ve Süvari Fırkasını
bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat, gelmeden, düşman
zayıflamış birliklerimize saldırır ve taarruzunda başarılı olursa, o vakit ordu
mahvolmuş demektir.
“Şimdiye kadar
asker ve subaylar hiç kusursuz savaştılar: Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah
da yardım ederse başarı kesindir. Eğer başaramazsam, son neferimle birlikte
öleceğim. Bu halde
vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyorum ve öyle ölüyorum. Düşmana sonuna
kadar karşı koyunuz. Her halde sonunda başaracağız. Ben hareketime pişmanlık
duymadan, kalbim müsterih olarak ölüyorum. Yaşasın dinim, vatanım,
Padişahım!...
“Eğer
geride kalanlarıma yardım etmek isterseniz, eşim Sultan Efendi hazretlerinin
ödeneği yeterli değildir. Kendisinin refah içinde yaşaması için hiç olmazsa
Başkomutanlık ödeneğimin kendi ödeneğine eklenmesini ve anne-babamın refahının
sağlanması ile, İlahî rahmete kavuşabilmem için birkaç hayır yapılmasını rica
eder ve yükselmesine çalışmaktan başka bir emel beslemediğim din ve milletimin
yükselmesine dua eder, tanıyanlara selam ederim. Yaşasın Müslümanlık ve
Osmanlılık ve Osmanlıların Padişahı Sultan Mehmet Han!
Enver
“Servet namına bir
şeyim yoktur.
Mamafih
ne varsa, eşim Sultan Efendi hazretlerine bırakıyorum.
Enver”
Enver
Paşa, 24 Aralık 1914 günü, Hedik Köyü’nden eşi Naciye Sultana yazdığı mektupta,
muhtemelen hazırlamış olduğu bu vasiyetnameden söz eder. Şöyle demektedir: “Ah
güzelim, ne olur hiç olmazsa telefonla konuşmak mümkün olsaydı. O güzel
sesinizi işiterek bahtiyar olurdum. Mamafih ne ise, Cenab-ı Hak’ka hamdolsun.
Daha yaşamak kısmet imiş. Bari bu şekilde bir gün gelip de sizi görmek, sarıp
öpmek kabiliyetini koruyorum. Ah! Kim bilir Sarıkamış önünde yazdığım kâğıdı
alırsanız, doğrusu pek üzüleceksiniz. ” (A. İnan, a.g.e., s.187)
Bu
vasiyeti tarihçi Ziya Nur Bey şöyle değerlendirir: “Bu vasiyet ne kadar
samimi, ne derece yüksek ve ateşli bir itikat ve imanın mahsulüdür! Onun, tıpkı
eski paşalarımız gibi, manevi tarzda ve ‘sadaka-yı câriye’ teşkil edecek birkaç
hayrat yaptırılarak, namının rahmetle anılmasına vesile olunmasını istemesi de
çok dikkate değerdir. Bu husus, kendisinin karıştığı harekâtın gidişi ile tezat
teşkil eden yüksek imanına ve itikadına işaret etmektedir. ”
2
Ocak 1915, IX. ve X. Kolordudan oluşan Sol Cenah Ordusu
kurulur ve Hafız Hakkı Bey Tuğgeneralliğe terfi ettirilerek bu ordunun başına
geçirilir. Hafız Hakkı Sarıkamış’a planlanan zamanda yetişememiştir; ama Enver
Paşa aklına, iradesine, imanına ve ataklığına güvendiği bu genç
arkadaşını
yükseltmekte tereddüt etmemiştir. Ne yazık ki, Hafız Hakkı Paşa çok kısa bir
süre sonra tifüs hastalığına yakalanarak 12 Şubat akşamı şehit olacak ve
kendisinden hoşlanmayanları bile ağlatarak Erzurum Karskapı’da defnedilecektir.
Sarıkamış
önlerinde Enver Paşa, her şeye rağmen mağlubiyeti kabul edebilmiş değildir. Tam
çekilmeye karar verememektedir. Bunun için, hiçbir haber alınamayan XI.
Kolorduyu bizzat yerinde görüp durumunu değerlendirmek istemektedir. 4
Ocak’ta Bardız üzerinden, XI. Kolordu merkezine doğru yola çıkar. Yolda bir
Rus keşif birliği ile karşılaşırlar. Hemen çatışmaya girerler; Karargâh
kurmaylarından Bronsart Paşa kolundan yaralanır. Rusların yazdığına göre Enver
Paşa bizzat çatışmanın içindedir ve Rus komutanını o vurmuştur.
Ruslar
ise artık yeterince güç biriktirdiklerini düşünerek her yandan saldırıya
geçmişlerdir. Kuvvetler harpten önceki sınırlarına çekilinceye kadar
çarpışmalar devam edecektir.
Enver
Paşa, 6 Ocak’ta, Hedik’te bulunan XI. Kolordu merkezinden, Erzurum’daki
birliklerin takviyesi için İstanbul ve çevre vilayetlere emirler verir. Ertesi
gün, artık İstanbul’a dönmeye karar vermiştir. Başbakanlığa telgrafla durumu
bildirir. Orduya şu bildiriyi yayımlar:
“Arkadaşlar!
“Hemen
bir ay oluyor ki, içinizde bulunarak günlerce süren savaşlarda düşmana karşı
nasıl saldırdığınızı gördüm. Havanın, yerin ve düşmanın gösterdiği direnmeleri,
her türlü yoksulluğa bakmayarak kırdınız ve düşmanları ata topraklarından sürüp
götürdünüz. Düşmandan yerler aldınız. Bu uğurda sarf ettiğiniz emekler hiçbir
zaman kaybolmayacaktır. Bundan dolayı sizi Padişahımız başta olmak üzere bütün
millet kutluyor. Ben yine İstanbul’a dönüyorum. İnşallah bundan böyle de büyük
büyük başarılar kazanarak düşmanı bir daha başkaldıramayacak derecede kahreder
ve şehitlerimizin ruhunu şad edersiniz. Sizi Allah’ın birliğine emanet
ediyorum. Unutmayınız ki, Allah her zaman yardımcımızdır.”
9
Ocak’ta
Hedik’tan ayrılır. Türk Ordusu savaştan önceki sınırlarına çekilir.
Enver
Paşa’yı o günlerde şahsen görenler pek yorgun ve suskun olduğunu söylerler. 13
Ocak’ta Aşkale’ye, 16 Ocak 1915’te Refahiye’ye gelirler. 19
Ocak’ta Suşehri’ne gelen grup buradan Ulukışla’ya geçer. Amcası Halil Paşa
şunları yazar: “Enver Paşa, yanında Bronsart Paşa olduğu halde Ulukışla’ya
geldi, yanında Kâzım (Orbay) Bey de bulunuyordu. Burada
hazırlatılan
bir trenle İstanbul’a döndük. Enver Paşa’nın ağzını yolda bıçak açmıyordu.
Yorgun ve kederli bir halde gözleri dalıyor, düşünüyordu. Bunun da sebebi
Sarıkamış Harekâtı idi. Enver bir ara bana şunları söyledi: Amca, Sarıkamış
Harekâtı çok kötü bir netice verdi; bu sebeple Kuvve-i Seferiye’yi, 3. Ordu
emrine sevketmek zarureti doğmuş bulunuyor. Sen yeni teşkil edilecek bir fırka
ile İran’a gideceksin.” (Halil [Kut] Paşa, İttihat ve
Terakki’den Cumhuriyete, Bitmeyen Savaş, İstanbul 2007, s. 108-109) Kuvve-i
Seferiye, Halil Bey’in komuta ettiği birliklerdir.
O
sırada Sofya’da askerî ataşe iken İstanbul’a dönen ve Enver Paşa’yı ziyaret
eden Mustafa Kemal Bey de şunları söyler:
“Biraz
sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver biraz zayıf düşmüştü.
Rengi solgundu.
Söze ben başladım:
Biraz yoruldunuz...
Yok, o kadar
değil...
Ne oldu ?
Çarpıştık. O
kadar...
Şimdi vaziyet
nedir?
Çok iyidir...
Enver’i
fazla üzmek istemedim...” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.154)
Genellikle,
Enver Paşa’nın, yenilgiyi arkada bırakmış bir tavır içinde İstanbul’a döndüğü
ve sanki önemli bir olay yaşanmamış gibi göründüğü söylenir. Bazı kaynaklar
başkomutanın bu tavrını duyarsızlık olarak kınarlar; yaşanan bir felaket
karşısında, birinci derecede sorumlu bir komutanın hissizliği... Acaba Enver
Paşa, askerleri hakkında gerçekten böylesine duygusuz muydu, yoksa yüklendiği
sorumluluğun gereği, kan kusup, kızılcık şerbeti içtim mi demeye çalışıyordu.
Bu tür bir ruhî tahlili yapmak kolay değildir. Ancak, her kademeden askerin ona
olan büyük bağlılığını ve sevgisini, tek taraflı bir duygusallık olarak kabul
etmek zordur; bu sevginin karşılığı olmak gerekir. Paşanın tutumunu, komutanlık
sorumluluğunun zorunlu bir tezahürü olarak düşünmenin daha âdil bir yargı
olacağı kanaatindeyim.
Eşi
Naciye Sultan da hatıratında, Enver Paşa’nın, işlerine ait gerginlikleri
kesinlikle aile hayatına yansıtmadığını birkaç kere söyler: “Dünyada Enver
Paşa kadar memleketine ve ailesine bağlı az erkek vardır. En meyus zamanlarında
bile, eve geldiğinde, dışarıdaki dağdağalı ve üzüntülü havayı beraberinde
getirmezdi.” (Naciye Sultanın Hatıraları, Acı
Zamanlar,
İstanbul, tarihsiz, s.39) Bu tespit, düşüncemizi doğrulamaktadır. İyi bir
komutan her şart altında yıkılmayan insandır. İçindeki kişisel fırtınaları
görevine yansıtmak yahut bunun tersine düşmek, sağlam bir komutan kişiliğinin
harcı değildir. Hayatının daha sonraki dönemlerinde de göreceğiz ki, Enver
Paşa, vücudu toprağa düşene kadar yıkılmayan bir insan olarak yaşadı.34 Ancak, Enver
Paşa’yı tanıyan herkes ondaki vefa duygusuna işaret etmiştir. Yurt dışına
çıkarken İstanbul’daki Arap ileri gelenleri hakkında Hüsamettin Ertürk’e
söyledikleri ve 9 Nisan 1921’de Moskova’dan kardeşi Kâmil’e yazdıkları da bunu
göstermektedir: “Herhalde eski arkadaşlarım olan Şekip Aslan ve Abdülaziz
Çaviş’in gücendirilmesini istemem. Senelerden beri bu uğurda çalışan onların,
herhalde bizden vefa görmeleri lazımdır. ” (A. İnan, a.g.e., s.82)35
Mütarekeye
yakın, İttihat Terakki Hükümetinin yerini Ahmet İzzet Paşa’ya bıraktığı
günlerde, kendisi ile görüşen amcası Halil Paşa şöyle anlatır:
“Onu evinde
ziyarete gittim. Beni üniforması ve belinden hiç eksik etmediği tabancasıyla
karşıladı... Yüzünün rengi biraz solmuş bu genç Başkomutan, sanki her şeye
yeniden başlıyordu. Yalnız yumrukları yine sıkıktı. ...Ve gene ciddiydi, gene
düşünüyordu... Çizmelerindeki mahmuzları gene o herkesin bildiği asker
seslerini odanın içine yayıyordu. Omuzları gene dikti. Ve sanki savaşa yeni
başlamış gibiydi... Bıyıkları gene özenli ve muntazamdı ve her savaşçı subay
onun gibi giyinmek ister, bıyıklarını onun gibi tutardı... O bir liderdi ve
ölünceye kadar da öyle kalmasını bilmişti. Gözlerinden, ben ideallerimin
yolunda yürüyeceğim ışıkları dökülüp dökülüp gidiyordu... Birbirimizi
seyretmemiz böylece bir an sürdü; sarıldık... ‘Nedir, Enver nedir? Ne oluyor,
ne olacak?’ ‘Biliyorsun Almanların yenilgisi ve Bulgarların çözülmesi Kabineyi
iflasa sürükledi... İzzet Paşa gibi namuslu ve vatansever bir insana hükümeti
devretmekten başka çaremiz kalmamıştı; öyle yaptık.’ ‘Şimdi ne olacak peki?’ ‘Bir
şeyler yapabileceğimizi zannediyorum. Daha ölmedik ki... Ve biliyorsun ki biz
bütün cephelerde sonuna kadar Devletin onurunun hakkını verdik... Reval’e karşı
devleti kurtarmak için dövüştük... İdeallerimiz gerçekleşebilirdi... Ve
gerçekleşmesi için devam edeceğim ben...” (Halil [Kut] Paşa, İttihat ve
Terakki’den Cumhuriyete, Bitmeyen Savaş, İstanbul 2007, s. 196-197)
Yine
aynı günlerde, İstanbul’dan ayrılmadan bir iki gün önce kendisiyle görüşüp, son
emirlerini alan Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Albay Hüsamettin Ertürk onu şöyle
anlatır:
“Paşa’yı arkamda
bir irade ve azim heykeli olarak bırakmıştım. Hâlâ düşünüyordum: Muazzam bir
savaşa girip, dört savaş yılı doğudan batıya, güneyden kuzeye, cephe cephe,
ordu ordu dolaştıktan sonra ve İmparatorluğun çöküşüne gün gün, saat saat şahit
olduktan ve felaketin bu derece müthişi ile karşılaştıktan sonra, Osmanlı
Hanedanının bu
enerjik damadı,
Türk ordularının bu başkomutanı, hürriyet kahramanı bu ülkücü, Turancı Enver
Paşa’nın son dakikada dahi yılmadan, sarsılmadan, sanki hiçbir şey olmamış
gibi, tekrar işe yeniden başlamak cesaretini duyması, olağanüstü bir kuvvetin
ifadesi idi. O, düğüne giden bir delikanlı güvey gibi, o cenge koşan bir erkek
gibi, bu büyük yolculuğa çıkıyor, çok sevdiği Kuruçeşme’deki yalısını, ona her
zaman iyi bir arkadaş olmuş sadık zevcesi Naciye Sultan’ı, güzel Boğaz’ı,
sevgili İstanbul’u, şan ve şerefi, huzur ve rahatı, servet ve ihtişamı
bırakarak belki de aç kalacağı, belki de sürüneceği meçhul iklimlere, yeni
memleketlere, yepyeni davaları gerçekleştirmek için gidiyordu...”
Hareket
Ordusunu, Bâbıâli Baskınını ve Edirne’nin kurtarılışını hatırlatan Hüsamettin
Bey, hepsinde de Enver için, “O delidir, çılgındır.” dediklerini
kaydeder ve şöyle ekler: “Senelerdir tanıdığım Enver Paşa’yı, bu üç önemli
hareketinde yanı başında bulunarak pek iyi görmüştüm. O, hayret edilecek
derecede birbirinin aynı insandı. O değişmeyen Enver Paşa idi.” (Hüsamettin
Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, yazan: Semih Nafiz Tansu, İstanbul
1996, s.169-170)
Şüphesiz
ki Sarıkamış’tan fevkalade yıpranmış olarak dönüyordu; büyük bir hırs ve
inançla gerçekleştirmeye çalıştığı hareketi başaramamıştı. Gerçi kendisi de,
başkomutanlığı bir yana bırakmış, cephedeki asker gibi her türlü meşakkati
fiilen yaşayarak ve dövüşerek on beş-yirmi gününü geçirmişti. Vasiyetinde
söylediği gibi, üzerine düşeni yapmıştı, asker de yapmıştı; ama, yine de zafere
ulaşamamıştı. Sarıkamış çevresinde binlerce şehidini bırakarak dönüyordu.
Meselenin duygusal boyutunu hangi derinlikte yaşadığını kestirmek mümkün
değildir. Halil ve Mustafa Kemal Paşaların söylediklerinden bunu bir dereceye
kadar anlamak belki mümkündür.
Sarıkamış felaketinin halka ve askere
bütün açıklığı ile duyurulmadığı hatta bazı başarılar elde edildiği şeklinde
sunulduğu yolundaki eleştirileri nasıl nitelemek gerektiğini okuyucu
düşünmelidir. Ancak, yenilgisini davul- zurna ile ilan eden bir ordunun
varlığını tarih bilmemektedir.36
31
Aynı
zamanda Enver Paşa’nın kızkardeşi ile evli olan Orbay, daha sonra Mareşal Fevzi
Çakmak’ın ardından Türkiye’nin ikinci Genel Kurmay Başkanı olacak, 1960 askerî
darbesinden sonra da Kurucu Mecli üyesi ve Kontenjan Senatörü seçilecektir.
32
Şevket
Süreyya Beyin, Enver Paşa’nın bu sınırsız gözükaralığını “Belki de ileri
hatlarda bulunup, Sarıkamış’a elinde kılıcı en önde girmek istiyordu?”
şeklindeki yorumu pek yakışıksız düşmektedir. Şevket Süreyya zaman zaman bu tür
değerlendirmelerden kendini alamamaktadır. O kadar mihnet ve çile altında ölüme
giden askerlerini şevke getirmek, diri tutmak için, hiç değilse kahraman
komutanları olduğunu, kendileriyle aynı kaderi paylaştıklarını düşündürmekten
güzel ve etkili ne olabilir? Enver Paşa, askerini insanüstü gayretlere sevk
ederken, kendi hayatını düşünecek adam mıydı? Üstelik Enver’in bütün hayatını
kahramanca yaşadığını bilmiyor muyuz? Sarıkamış’a elinde kılıcıyla girse ne
olur, girmese ne olur?
33
Özellikle Şerif Bey Sarıkamış hareketi hakkında
çok geniş ve aydınlatıcı bir hatırat yazmakla birlikte, burada Enver Paşa’yı
kötülemek ve bütün sorumluluğu ona yüklemek için, çok açık haksız
değerlendirmeler ve üslupsuz cümleler sarf etmiştir. Dr. Ramazan Balcı, Şerif
Bey’in bu kitabında kullandığı aşağılayıcı, küfür niteliğindeki sözlerden
örnekler vererek, “Nihayet bir harp hatırası olan böyle bir eserde bu denli
aşağılayıcı ifadelerin kullanılması, bilinen bazı sebeplerle açıklanamaz.” demektedir.
(Balcı, a.g.e., s.135) Şerif Bey, kitabında sık sık, Enver Paşa’nın
verdiği emirleri gerek kendisinin ve gerekse İhsan Paşa’nın içine
sindiremediklerini, ama itaat etmiş olmak için ses çıkarmadıklarını söyler ki,
esasen bu ifadeler çok şeyi açıklamaktadır. Enver Paşa’nın heyecanı ve
yırtınmaları yanında bu kurmay ve komutanlar zoraki işe koşulmuş haldedirler ve
gerçekten de bu zor şartlarda başarı şansları olamazdı. Çünkü daha başlarken
yılgındırlar ve işi yokuşa sürmektedirler. Eğer 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet
Paşa kadar dürüst davranıp, görevlerini devretseydiler harekâtın sonucu başka
türlü olabilirdi.
Şerif Beyin
yakışıksız ve galiz üslubu karşısında böyle bir yorumdan kendimizi alamadık.
Sorumluluklarından kurtulmak için Enver Paşa’ya saldırılarını
şiddetlendirmişlerdir. Ayrıca, benim yararlandığım, İstanbul 2005, dördüncü
baskıda tarihler yanlıştır. Kitapta, 9 Aralık 1914, harekâtın başlangıç günü
olarak verilmekte, 22 Aralık 1914 ise, geri çekilme emrinin verildiği ve Hafız
Hakkı’nın Tuğgeneral olduğu gün olarak bildirilmektedir ki, tamamen yanlıştır.
34
İyi bir asker olduğunu sandığım Alparslan Türkeş,
1979’un çok yoğun ve acılı geçen günlerinden birinde, yakınmalarımızı
dinledikten sonra şunları söylemişti: “İyi bir komutanın ölülerine ağlayacak
vakti yoktur; o daima ileri bakmak zorundadır, geriye bakamaz.” Enver Paşa
hakkında yazılanları okurken bu sözleri hatırladım.
Falih Rıfkı Atay,
Mustafa Kemal Paşa’da gördüğü benzeri nitelikleri, büyük komutanlığın vasıfları
olarak övgüyle anlatır. (Çankaya, c.II, s. 194)
35
Bu konuda, Şevket Süreyya’nın da Kâzım Orbay’a
dayanarak ifade ettiği bir köpek hikâyesi vardır. Enver Paşa Erzurum’a
geldiğinde İstanbul’da karısı ile telefonla görüşür ve ona köpeğinin nasıl
olduğunu sorar. Şevket Süreyya bunu ‘telgraf’ olarak söylüyor; yani telgrafta
köpeğinin sağlığını sormuş. Çok dikkatli ve müdekkik bir yazar olan Ramazan
Balcı yanlışlıkla bu görüşmeyi telefon olarak almış ve Paşa’nın Erzurum’a
geldiği günlerde böyle bir telefon görüşmesi yapılmadığını çok sade bir şekilde
ortaya koymuştur. Bu konuşma, Sarıkamış Harekâtı için Erzurum’a geldiği
günlerde yapılmıştır ve Paşa tarafından bebek olup olmadığı sorulmuştur.
Nitekim, Naciye Sultan’a yazdığı 18 Aralık 1914 tarihli mektubunda bu
konuşmanın içeriğini Enver Paşa anlatmaktadır: “Biraz dinlendim, derken
hatırıma siz Sultanımdan doğrudan malumat almak geldi. Hani, telefonla keşke
konuşabilsek diyordum. Derhal telgraf memuruna Sarayı bulmasını söyledim;
buldu. Şimdi titreyerek, heyecanla adeta sesinizi, o güzel, âhenktar sesinizi
işitecekmiş gibi titriyorum. Titrek sesle memura söyledim,
çevirdi. Artık
sizinle görüşebiliyordum. Ah! Bunu evvelce düşünemediğime ne kadar eseflendim.
En nihayet sizin de memnun olacağınızı bildiğimden, bebekten haber var mı ?
diye sordum. Fakat, yokmuş. İnşallah muvaffakiyetle geri dönerim de, o vakit
bir tane husul bulur. Yoksa güzelim bana hakikati söylemedi de, avdetimde
birdenbire şaşırtacak mı?”
(A. İnan, a.g.e, s. 189) Balcı’nın da tespit ettiği gibi mektubun tarihi
yanlışlıkla 18 Ocak 1915 olarak yazılmıştır. Halbuki içeriğinden ve sonraki
mektuplardan bu tarihin savaştan önce olduğu açıktır. Ramazan Balcı diyor ki, “Paşa’nın
‘bebek’ kelimesi, senaryonun etkisini artırmak için olsa gerek, dalgınlıkla (!)
köpeğe çevrilmiş. ” (Balcı, a.g.e., s.254)
36
Özhan Eren Sarıkamış’la ilgili güzel çalışmasının
sonunda, 16 Ekim 1916 tarihinde İstanbul’da Alman büyükelçiliğinde geçen şu
olayı verir: “Büyükelçi Sarıkamış üzerine yeni bir cephe açılmasını teklif
eder; Enver Paşa çıldırmış gibi ayağa kalkar: ‘Nasıl istersiniz ki, daha evvel
silah vaat etmiştiniz, kış mevsimine dayanıklı giyecek vaat etmiştiniz, ilaç
vaat etmiştiniz... Vermediniz ve Trabzon’dan Van’a kadar bütün bölgeyi
kaybettik...” İlgi çekici bulduğum bu olayın hangi kaynaktan aktarıldığı
belirtilmediği için yorum yapamıyorum. Ancak, bu anekdotta, Sırbistan üzerinden
Osmanlı ordularının ikmalinin yapılamayışının öfkesi vardır. İki müttefik
arasındaki ikmalin Sırbistan üzerinden yapılacağı hususunda daha önce
anlaşılmıştı. Fakat, Alman orduları ancak Kasım 1915’te Sırbistan’ı işgal
ederek bu yolu açabilmişlerdir. Ne var ki, Enver Paşa, müttefiklerinin
başarısızlıkları yahut hatalarını, her hengi bir sebeple onlar aleyhine
kullanmak gibi bir yanlışa girmemiştir.
Sarıkamış
Harekâtı Hakkında Değerlendirmeler
B |
İRİNCİ Dünya Savaşı’nın doğu
cephesinde ilk saldırıyı Ruslar başlatmış olmakla birlikte, savaşın başlarında
bu cephe Rusların en zayıf bıraktıkları yanıdır. Türk Genel Kurmay neşriyatı,
bu cephede Rusların bütün kuvvetlerinin ancak % 3’ünü bulundurduklarını
bildirmektedir. (atase, a.g.e.,
s.525) Bu durumda, ya Ruslar bu zayıf zamanlarında bir baskınla yenilerek geri
atılacak yahut imha edilecekler ya da Erzurum’da oturularak beklenecektir.
Ruslar, bahar yahut yaz aylarında, o günkü zayıf kuvvetleriyle yetinerek
üzerimize gelmeyeceklerine göre, bizim ordumuz hiçbir zafer ümidi olmadan,
sadece savaşmamış olmak için baharı ve Rus’un saldırısını bekleyecek demektir.
Takviyelerini
alması halinde, Rus ordusunun sayı ve teknik üstünlüğü kesindir. Zayıf
dediğimiz zamanında bile yüz binin üstündedir ve teknik açıdan bizden üstündür.
Ayrıca, Rus askerinin ne ölçüde inat ve cesaretle dövüştüğünü de bilmekteyiz.
1825 ve 1877 (93) savaşlarında Rus ordusu durdurulamamıştır. 93 Savaşında Gazi
Ahmet Muhtar Paşa, Kars’ın doğusunda Küçük Yahni ve Büyük Yahni tepeleri
arasındaki hatta Rusları durdurmuştur. Bilahare, Rusların da çekilmeye karar
verdikleri bir anda bizimkiler çekilmeye başlamıştır. Askerî tarihte çok
başarılı bir çekilme hareketi olarak değerlendirilen bu hareketten sonra, artık
Rusları durdurmak mümkün olmamış ve düşman birlikleri Erzurum tabyalarına
dayanmıştır. Bu savaştan sonra, Sarıkamış dahil, sözü edilen bölgenin tamamı
Ruslara terkedilmiştir.
Doğuda
savaş başladığında, bu cephede kolay bir başarıyı hayal etmek, hiçbir askerin
aklından geçmez. İnsan gücümüzün moral üstünlüğüne olan inancımız bu sonucu
değiştiremez; çünkü Rusların dövüşkenliğini de en yakından biz biliriz. Bu
durumda Osmanlı Genel Kurmayı için, zayıf yakalanmış Rus Kafkas ordusunun, bir
kuşatma ve baskın ile yok
edilmesinden
başka hiçbir başarı şansı yoktur. Enver Paşa bu şansı gerçekleştirmek üzere
Sarıkamış kuşatma harekâtını planlamıştır.
Sarıkamış
harekâtı, Rusların da endişe ettikleri bir zamanda yapılmıştır. Ruslar, bütün
güçlerini Avusturya cephesinde toplayarak, Almanları üzerlerine çekmeyi ve
Fransızların “ilk düşman saldırısı altında ezilmesini” önlemeyi amaçlamışlardı.
Bu yüzden de zayıf bıraktıkları Kafkasya’da bir Türk saldırısından
korkuyorlardı. (Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun
SiyasasıÜzerindeki Etkileri, Ankara 1974, s.78, 79)
zaptetmesini istemektedir.Nuri
Paşa’nın birlikleri, bu telgraftan on beş gün kadar sonra
Bakü’ye girmiştir.
(T.T.K. Kâzım Orbay Arşivi.
II.B. 598)
Sarıkamış
Harekâtına karar verilirken, muhtemelen Almanların 26-29 Ağustos arasında
Mazurya bataklıkları civarında çok üstün Rus kuvvetlerine karşı benzeri bir
harekât yapıp, başarmaları da düşünülmüştür. Ancak, Almanların benzeri bir
örnek hareketinin olması yahut olmaması çok sonraki bir meseledir. Enver
Paşa’nın çok güvendiği Hafız Hakkı Bey, başlangıçta bu plana karşı çıkmasına
rağmen, Erzurum’a gelip incelemesini yaptıktan sonra mutlaka uygulanması
gerektiği kanaatine ulaşmıştır. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa harekâtın
uygun olmadığı görüşünü bildirmiştir. Genel Kurmay’ın neşriyatına göre, “Sarıkamış
taarruzu ağır bir yenilgiyle sonuçlandıktan sonra, Hasan İzzet Paşa’nın bu
düşüncesi bir çok kişiler tarafından yerinde görülmüştür. ” (atase , a.g.e., s.526)
Bu
tek şansın gerçekleşmesi halinde ise, gerçek gücümüzle ulaşılması mümkün
olmayan sonuçlara varılabilecektir. İlk hamlede, Yahniler ele geçirilecek ve
tarihî tecrübe ile de sabit olduğu gibi, güçlü bir savunma hattı
kurulabilecekti. Harekâtın devamı halinde Kuzey ve Güney Azebaycan ile ilişkiye
geçilecek, ordu güvene alınacaktı. Bu açık hesabı yapan Enver Paşa’yı,
Turancılık hayalleri ile sözüm ona suçlayanlara ne demeli bilemiyorum...
Enver
Paşa, Erzurum’da orduya yayımladığı bildiride, üstünüzde, başınızda olmadığını,
imkânlarımızın ne derece kıt olduğunu görüyorum; ama, ikmali ileride
yapacaksınız; ele geçireceğiniz yerlerde ihtiyaç duyduğunuz şeyleri
bulacaksınız, diyordu. Bu beyan ilk bakışta pek yersiz, hatta komik gibi
görünür; ama, gerçeği dile getirmektedir. Azerbaycanla ilişki kurulabilseydi,
ordunun çektiği bütün insanî sıkıntılar biterdi. Nitekim, daha Sarıkamış’a bile
girmeden, ele geçirilen köylerden büyük ölçüde ikmal desteği sağlanmıştır.
Geriden hiçbir destek almadan, hareket bu imkânlarla devam etmiştir. Savaşın
sonlarına doğru, Halil Paşa Bakü’ye girdiğinde, Enver Paşa’ya gönderdiği
telgrafta, Bakü’deki petrol stokunun para sorunlarımızın tamamını çözecek
düzeyde olduğunu bildirir.
Rus
Maslovsky diyor ki, “Sarıkamış grubu imha edilseydi Kafkas yolları Türklere
açılarak Güney Kafkasya elden çıkardı. Eğer Sarıkamış’tan çekilme emri yerine
getirilseydi yine bozgun olurdu. Enver Paşa’nın
cesurane
düşünülmüş ve düzenlenmiş olan planı, başarı halinde Türkiye’ye büyük
menfaatler sağlayacaktı. Eğer Mişlayevsky’nin çekilme kararı uygulansaydı,
Enver Paşa’nın muazzam planı tahakkuk derecesine yaklaşmış olurdu. ”
(Gen. F. Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, s.195)
Sonuçta,
Sarıkamış Kuşatma Harekât planında hiçbir hata yoktur. “Harekâtı tenkit
edenler, Enver’e pek ziyade çatanlar bile, planın çok iyi olduğu üzerinde
müttefiktirler. Yani planın kendisi değil, uygulaması tenkit edilmiştir. En
büyük tenkitler, ikmal ve levazım işlerinin yürüyememesinde toplanmaktadır.
Harekât sahasında memleket gerileriyle irtibat azdır. İkmal vasıtaları zayıf ve
yetersizdir. ” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı,
s.225) Bu savaş, ilk ve en büyük zaferimiz olacaktı. İki yüz yıldır Rusya
karşısında yenilen, ezilen ve göçen halkımızı ve ordumuzu diriltecekti; hele de
93 Savaşı’nın intikamı alınacaktı. General Fahri Belen diyor ki, “Tarihte
hiçbir ordunun yüzde doksan zayiat verdikten sonra sebat ettiğine dair misal
bulmak güçtür. ” (Gen. F. Belen, a.g.e., c.I, 1914 Yılı Hareketleri,
Ankara 1964, s.200)
Evet,
bu tek örnek, Sarıkamış önlerindeki Osmanlı ordusudur. Bu savaşa katılanlardan
geri kalanların da belirttikleri gibi, 93 Harbi’nin intikamını almak ateşi
olmadan, bu direnç açıklanamaz. Enver Paşa’nın kendisi, eşi Naciye Sultan’a
yazdığı 20 Aralık 1914 tarihli mektupta şöyle der: “Bir günde mevziler ve
askerin bir kısmını gördüm. Hepsi hazır ve arzulu; düşmana yine bir gece
baskını yapmışlar. Uzaktan Allah Allah seslerini duyunca, siperlerini bırakıp
kaçmış düşman. İnşallah bunlar iyiye alamet. Allah büyüktür. İnşallah bütün
Moskoflardan intikamımızı aldığımızı gösterecektir... ” (A. İnan, a.g.e.,
s. 191)
Sarıkamış
Cephesinin, Almanların batıdaki yükünü hafifletmek için açıldığı söylenmiştir.
Doğuda ilk hareketi başlatanın Türkler değil Ruslar olduğunu ve Köprüköy’e
kadar ilerlediklerinin altını çizdikten sonra, Almanların yükünü hafifletmek
için cephe açmanın doğal bir askerî zorunluluk olduğunu söylemeliyiz; asıl
savaşın Avrupa’da kazanılıp yahut kaybedileceğinde tereddüt yoktur. Ali Fuat
(Cebesoy) Paşa Moskova’dayken, Enver Paşa’nın kendisine, “Almanlar, netice
verecek kesin meydan savaşlarına doğru yürürken, bizleri oturmakla itham etmeye
başlamışlardı. Bu sebeple, Sarıkamış taarruzu, tamamen askerî bir lüzum üzerine
yapılmıştır.” dediğini yazar. (A. Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları,
İstanbul 2000,
s.32)
Ayrıca, bir vesileyle yukarıda dokunduğumuz gibi, bu, olaya Almanlar açısından
bakıştır; bir de Türkler açısından bakmak gerekir.
Ünlü
Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı olan Albay Hüsamettin Ertürk ise, bir başka
siyasi zorunluluktan söz eder. Ertürk’e göre, Alman Genel Karargâhı Enver
Paşa’dan Kafkasya üzerine bir hareket düzenlemesini ister; Enver Paşa, henüz
kararını vermemiştir. “Fakat, Ruslar’ın şayet İstanbul üzerinde bir
anlaşmaya varırlarsa, Almanlarla savaşı durduracaklarına dair duyumlarımız
üzerine, Enver Paşa derhal harekete geçmeyi gerekli görmüş, kurmay heyetiyle
birlikte Erzurum’a gitmişti. Başkomutan Vekili ve Şark Cephesi Komutanı
sıfatıyla Enver Paşa’nın Sarıkamış çevresinde geçen savaşı bizzat yönetmesi
bundan doğmuştur. ” (Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası,
yazan: Semih Nafiz Tansu, İstanbul 1996, s.107)
*
* *
Genel
Kurmay yayınındaki değerlendirmeye göre, Enver Paşa’nın verdiği ordu emrinde,
X. Kolordu Oltu’dan daha kuzeye sapmadan, buradan Sarıkamış üzerine yürüyecek
ve ayın 25’inde orada olacaktı. Bu emrin tam uygulanması halinde zaferin kesin
olduğunda herkes müttefiktir. Ama, X. Kolordu, Rus birliklerini kaçırmamak ve
geri çekilme yollarını kesmek üzere Oltu’dan, Kosor üzerinden Ardahan tarafına
sapmış, yolunu uzatmıştır. Bu karar teorik olarak doğru olsa da, hem
Sarıkamış’a gelişi dört gün geciktirmiş hem de Kosor üzerinden Allahuekber
Dağlarına vurulması, soğuk ve tipi altında kayıplarımızı artırmıştır. Hafız
Hakkı Bey Kosor’dan bir gecede Allahuekber Dağını aşarak, 25 Aralık’ta
Sarıkamış önünde olacağını bildirmiştir. Dağda da tipiye yakalanılınca, hareket
başarılamamış, X. Kolordu ancak 29 Aralık’ta Sarıkamış’a gelebilmiştir. Bu süre
içinde canını dişine takarak Sarıkamış önüne gelebilmiş olan IX. Kolordu
birlikleri yalnız kalmıştır. Hafız Hakkı Bey’in birlikleri geldiği zaman da
Ruslar yeterli takviyeyi almış, IX. Kolordu ise neredeyse tükenmiş durumdaydı.
Genel
Kurmayın yayınında şöyle denilmektedir:
“X. Kolordu
komutanı bazı sakıncalı kararlar almasına rağmen çok enerjik hareket etmişti.
IX. ve XI. Kolordu komutanları ise aynı oranda aktif olamamışlardı. Örneğin:
XI. Kolordu komutanı, cephesindeki düşmana şiddetli baskı yaparak onu yerinde
tutamamış ve Rusların Sarıkamış bölgesine kuvvet kaydırmalarına engel
olamamıştı. Ordu emrinde, XI. Kolorduya bu görev verilmişti; Rus kuvvetlerini
Aras boyunda tutacaktı. IX. Kolordu komutanı da, 25-26 Aralık savaşlarında çok
yetersiz kalmıştı.”
(ATASE, a.g.e.,
s.528)
Yine
aynı eser, emir komuta ilişkilerindeki kopukluklara işaret etmektedir: “Sarıkamış
Harekâtının kaybedilmesinde emir ve komuta münasebetlerinin düzenli
işlememesinin payı büyüktür. ”
Dr.
Ramazan Balcı’nın değerlendirmesi ise şöyledir:
“Gerek IX. ve
gerekse X. Kolordunun Sarıkamış önlerine geldikten sonra, askerin istirahat
ihtiyaçları dikkate alınmadan merhametsizce ileri sürüldüğü yolundaki
eleştiriler kanaatimizce yersizdir. Türk ordusunun ikmal imkânları uzun süreli
bir savaşı sürdürecek kaynaklardan mahrumdu. Bunun bilincinde olan Başkomutanlık
Vekâleti, harekâtı en çok on beş gün sürecek bir baskın şeklinde planlamıştı.
Stratejik konumu ve ikmal kaynakları itibariyle fevkalade önemli olan
Sarıkamış’ta Rusların çok az kuvvet bıraktıklarını Bardız’da öğrenen Enver
Paşa’nın, doğruca Sarıkamış’a girmesi yerinde bir hareketti. Türk taarruzunun
hedefini öğrenen Rusların tren hattı ile her an buraya takviye kuvvetler
getirmesi mümkündü. Bu bakımdan bir günün değil, saatlerin dahi hareketin
akışını değiştirme ihtimali hesap edilmeliydi.” (Balcı, a.g.e., s.271)
Mareşal
Fevzi Çakmak Paşa da, Sarıkamış Rus kuvvetlerinin sağ taraflarını açık
bırakarak kuşatmaya uygun bir durum yarattıklarını, Enver Paşa’nın kuşatma
planının, biraz geniş tutulmakla birlikte yerinde olduğunu, ancak uygulamada
hatalar yapıldığını belirtir. (atase, a.g.e.,
s.529-532) General Fahri Belen de, genel durumun bu planın uygulaması için
uygun olduğu değerlendirmesini yapar. Belen, X. Kolordunun Doğuya
getirilmesiyle, 3. Ordunun Rus kuvvetlerine üstün duruma geldiğini, bundan
sonra uygun mevsimin gelmesinin beklenemeyeceğini söyler. Çünkü, geçecek zaman
içinde Rus ordusu takviye alacağı gibi, Batıda İngiliz ve Yunan saldırısı
olabilir ve bir kısım kuvvetlerin oraya kaydırılması gerekebilirdi. (f. Belen, Türk Harbi, s.197)
Mevsim ve arazi şartları da harekâtı durdurmak için yeterli değildir. Rus
kuvvetlerinin sağ yanının açık bırakıldığı bu durumda, bir kuşatma hareketine
girilmeseydi tenkide layık olurdu. Belen de, Mareşal gibi uygulama yanlışlarına
dikkati çekip, telli ve telsiz irtibat yokluğu sebebiyle Enver Paşa’nın
kolordulara, zamanında ve yerinde tesir yaptırmaya muvaffak olamadığına işaret
eder. “Bir tarafta çok aktif bir komutan, (Hafız Hakkı) birliklerini insan
gücünün üstünde hareketlere sevk ederken, diğer tarafta IX. Kolordu Komutanı
İhsan Paşa, pasif hareketleri yüzünden Sarıkamış’ta iki fırsat kaçırmış,
birliklerin güçsüzlüğünü ileri sürerek Enver Paşa’nın azmini kırmıştır.
Cepheden saldıran XI. Kolordu Komutanı da beklenen faaliyeti
gösterememişti...
Bütün hatalara, felaketlere rağmen, bir avuç insanın zafere ulaşmasına ramak
kaldığını da görmekteyiz. ” (f.
Belen, a.g.e., s.199)
General
Belen, ayrıca şu değerlendirmeyi yapar: “Rus harp tarihçilerinin de ittifak
ettikleri gibi, bu gece (25-26 Aralık gecesi) Sarıkamış’a girilmemesi, savaşın
yönünü değiştirdi. Artık sabah saatlerinde Rusların ilk takviye birlikleri
Sarıkamış’a girmeye başlamıştı. Bu başarısızlıktan, IX. Kolordu Komutanı İhsan
Paşa, Kurmay Başkanı Şerif Köprülü Bey ve 29. Tümen Komutanı Arif Baytan Bey
sorumlu tutulmaktadır. ” (General Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı
Devleti, İstanbul 1973, s. 224) Fahri Belen diğer bir eserinde, Liman Von
Sanders Paşa’nın, Enver Paşa aleyhinde ibareler içeren değerlendirmesini,
Enver’den hoşlanmadığı için sorumluluğu ona yıkmak gayretine bağlar. Yarbay
Şerif Bey’in de “Rusların hakiki durumlarını bilmediği gibi, Enver Paşa’ya
olan iğbirarı dolayısıyla hislerine tabi” olduğunu söyler. (F. Belen, Türk
Harbi, s.196)
Sarıkamış
Harekâtı üzerine Rus ve Alman subay ve yazarlarının düşünceleri, ATASE
yayınında şöyle özetlenir: “Sarıkamış taarruz planı kesin sonuca süratle
giden iyi bir plandır. Ancak bölgenin şartlarına göre, ikmal sorunları iyi
düzenlenememiştir. Türk ordusunun büyük komuta kademesinde bilgili ve cesur
komutanlar vardı; ama, savaş deneyimleri yoktu. Özellikle Türk erinin sabır,
cesaret ve disiplini, kuşatma harekâtını sonuna dek götürmüş ve bu savaşta Türk
eri yenilmemiştir. ” (atase, a.g.e.,
s.533)
Rus
Generali Nikolsky, üst rütbeli subayların, Enver Paşa’nın verdiği “Büyük ve
cüretli görevleri” başarmakta yetersiz kaldıklarını söyler. (f. Belen, Türk Harbi, Ankara
1964, s.194) Bu konuda daha sert bir değerlendirmeyi 83. Alay komutanı Binbaşı
Ziya Yergök yapar; Enver ve Hafız Hakkı Paşaları birinci derecede sorumlu
gördükten sonra, subaylarımızın en küçüğünden en büyüğüne kadar görev aşkı
taşımadıklarını çok ağır ifadelerle söyler ve erlerin komutanlarına
güvenlerinin kalmadığına işaret eder. (Eren, a.g.e., s.489)
IX.
Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerif Bey, sık sık Enver Paşa’nın aceleciliğinden
söz eder ve uygunsuz üsluplar kullanır. Ancak, acelecilik konusundaki
eleştirilerinden de anlıyoruz ki, Enver Paşa haklıdır. Harekât boyunca keşifler
doğru dürüst yapılamamakta, birlikler arasında irtibat kurulamamaktadır. Düşman
hatlarından istihbarat yok denecek düzeydedir. Enver Paşa, olağanüstü
sezgileriyle, askeri bir an önce Sarıkamış’a girmek
için
zorlamaktadır; tek şansın bu olduğunu hissetmektedir. Bugün biz, bu
aceleciliğin gereklerine uyulmadığı için hayıflanmaktayız. Şerif Bey ve bir
kısım komutanlar ise o günlerde zamanla yarıştıklarını yeterince
kavrayamamışlardı. General Fahri Belen’le birlikte bir çok yazar aynı noktaya
işaret eder: “Enver Paşa bir an evvel Sarıkamış’a varmak istediği halde,
kurmay heyeti ve komutanlar onun bu kararına engel olmaktaydılar. ” (ATASE,
a.g.e, s.155)
Ziya
Nur Bey’in değerlendirmesi, en kısa şekliyle şöyledir: Sarıkamış harekâtının
gayesinin, Almanların batı cephesindeki yükünü hafifletmek olduğu söylenmiş ve
müttefik umumî karargâhından bunun teklif edildiği ileri sürülmüştür. Ziya Bey
bunu makul bulur; mademki birlikte savaşıyoruz, birlikte hareket etmemiz,
hareketleri bir merkezden planlamamız doğaldır. Hatta, İtilaf devletleri böyle
bir ortak karargâh kuramadıkları için çok yakınmışlardır.
Kuramsal
açıdan çok doğru olan bu yorum, gerçeğe pek uymamaktadır. Çünkü, Genel Kurmay
ATASE Başkanlığının yayınında belirtildiği gibi, Ruslar Kafkas cephesinde,
kuvvetlerinin sadece %3’ünü bulundurmakta idiler. Buradan Batı cephesine kuvvet
kaydırmaları mümkün değildi. Nitekim Sarıkamış Harekâtının düzenlenmesini
tahrik eden sebeplerden biri de Rusların bu cephede en az kuvvetle yakalanmış
olmasıydı. Ancak, ordularımızın Kafkasya’ya girmesi halinde Rusların Batı
cephesinden kuvvet kaydırma ihtiyacı duyabileceklerini düşünebiliriz ki,
Almanlar karşısından kuvvet indirmeyi yine de göze alamazlardı. Çünkü, bütün
taraflar, ittifak halinde, savaşın Batı cephesinde kazanılıp yahut
kaybedileceğini düşünüyordu. Enver Paşa’nın bu planı Alman Genel Kurmayının isteği
doğrultusunda yaptığını ileri süren ve onu “Alman İmparatorunun ücretli uşağı”
diye niteleyen IX. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerif Bey için, tarihçi Ziya
Nur Bey şunları söyler:
“Kendi komutanına
bu tarzda hücum eden bir adama ne denir bilmem; fakat asker demek kolay
değildir.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.222)
Sarıkamış
Harekâtından asıl amaç, 93 Savaşının intikamını almak ve kaybettiğimiz
toprakları geri kazanarak Kafkasya’ya girmektir. Ziya Bey bu noktada Enver
Paşa’yı “Tam bir İslam ihtilalcisi” olarak görür ve Ruslar yenilebilseydi
Kafkas halklarının harekete geçebilecek olduklarını söyler. Şöyle devam eder:
“Harb-i Umumî
bizim, Yirminci yüzyılda yaptığımız en büyük ve gerçekten övünülecek bir
dövüştür. Bu büyük savaşın hatasında da, sevabında da Enver’in payı büyüktür.
Kaldı ki, Sarıkamış Harekâtı, Maslowsky’nin kanaatine göre, ‘Başarılabilecek
bir harekâttı, maiyet komutanlarının Enver’in emirlerini tatbikte gevşeklik
göstermeleri başarısızlık sonucunu vermiştir.’ Çünkü, Enver’in gece Sarıkamış’a
saldırı emri IX. Kolordu komutanı İhsan Paşa ve onun kurmay başkanı olan
Miralay Şerif tarafından durdurulmuştur. Eğer durdurulmamış olsa, başarının
kesin olduğu Rus kaynaklarından anlaşılmaktadır. Şu halde sorumluluk,
ithamlarla dolu, askerî olmaktan çok duygusal, edebî ve etkili bir üslupla
Sarıkamış’ı yazmış olan Şerif Bey’e ve komutanına ait olmaktadır. Bunlar,
kitaplarını Rus kaynaklarını görmeden yazdıkları için, atıp tutmuşlar ve
kendilerini temize çıkarmışlardır.” Ayrıca şu değerlendirmeleri yapar: “Ordunun
Erzurum’da bahara kadar hareketsiz bekletilmesi, asker için olumsuz tesir yapar
ve iaşe sorunlarını artırırdı. Ordunun ilerleyip, ele geçirdiği yerlerdeki
imkânları kullanması gerekirdi. Burada, küçük Rus kuvvetleri, büyük Türk
ordusunun içine ve önüne, adeta ‘Beni kuşat ve ez.’ diye gelmişlerdir. Bu anda
bizim taarruz hareketi yapmamamız, kendimizi müdafaa etmememiz veya askerlik
yapmamamız demektir. Nitekim yapmışızdır. Köprüköy ve Azap savaşları böyledir.
Bahara kadar beklemek de hem askerimiz için sakıncalıdır, hem de Rusların
önümüze serdiği fırsattan istifade etmemek demektir.” (Z.N. Aksun, Enver
Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.225)
Hasan İzzet Paşa’nın başarılara rağmen
orduyu on beş kilometre geri çekmesi, ordu içinde kaçakların son derece
artmasına yol açar. Aşiret Süvari alayları nerdeyse bütünüyle dağılır.37 Bu
çekilme hareketinin ordu birlikleri üzerindeki olumsuz tesirlerine, o günleri
yaşayanlar işaret etmişlerdir.
“Geri çekilme,
orduya bağlı tüm birlik komutanlarının güvenini sarsmıştı. Bugüne kadar erden
başlayarak orduya bağlı her birey, özverisinin pek yakın olan amacına erişmeyi
umduğu halde, şimdi ordu komutanından geri çekilme emri alıyordu. Tüm ruhsal
direnç gevşemişti... Ruslar kendi kuvvetlerini çok iyi gizlediler ve
savunmalarını çok güzel, yerinde önlemler alarak yaptılar. Biz de bu savaştan
beklenen stratejik amacımızı elde edemedik. Bu amaç, Rus ordusunu ezmek ve
kendi sınırlarımızın dışına atmaktı. Bu sonuç alınmış olsaydı, Sarıkamış
Manevrasına gerek kalmayacaktı.” (İlden, a.g.e, s.115, 151)
Havaların
ilk günlerde iyi olmasına rağmen sonradan bozması bir şanssızlık olmuştur.
Nihayet,
Enver Paşa’nın kişisel ihtiras ve emelleri için orduyu Sarıkamış önlerine
sürdüğü iddiaları, kof propagandadır ve aynı zamanda Türk askerine yapılmış
hakarettir.
“Koskoca bir ordu,
her türlü meşakkate, yokluğa ve soğuğa karşı, fevkalade bir tahammülle dayanır,
göz yaşartacak feragat nümuneleri, insanı titretecek bir hareket kabiliyeti
gösterirken, bunu Enver’in güzel yüzüne âşık olduğu için yapmamıştır. Bu büyük
gayret ve hamiyeti, en mukaddes varlığının, dininin emri, İslamın, esir
kardeşlerinin kurtulması gibi büyük ümitler için göstermiştir.” (Z.N. Aksun, Enver
Paşa
ve Sarıkamış
Harekâtı,
s.224)
Enver
Paşa’nın karargâhı ile birlikte geride kalmayıp, IX. Kolordunun en önünde
yürümesi, kendisinin ordu komutanı olması hasebiyle çok eleştirilen noktalardan
biridir. İsmet Paşa’nın da katıldığı bu eleştirilere göre, Paşa geride, mesela
Köprüköy’de kalıp, buradan ilerleyen kolorduların hareketini yönetmeli,
koordinasyonu sağlamalı idi. Böylece, XI. Kolordu komutanı Ragıp Paşa’nın
gevşek hareketlerini de engellemiş olurdu.
İlk
bakışta çok haklı görülen bu eleştirilerde, bazı noktalar göz ardı
edilmektedir. Ordu komutanının hareketi her an denetleyebilmesi ve
koordinasyonu sağlayabilmesi için, haberleşme irtibatlarının sağlam olması
gerekir; olmayan da budur. Kolordular ve Tümenler birbirleriyle irtibat
kuramadan, genel taarruz emri çerçevesinde hareketlerini kendileri düzenlemeye
çalışmışlardır; yanlışlıklar yapılmış, gevşeklikler olmuştur. Bu irtibatlar
kurulamadıktan sonra, Enver Paşa’nın Köprüköy’de olması ile Bardız’da olması
arasında bir fark yoktur. Eğer haberleşme imkânları olsaydı, Enver Paşa
Bardız’dan da birlikleri yönetebilirdi. Geride olması, XI. Kolordunun daha
aktif davranmasını sağlardı; ama, bu sefer de, önünde Enver Paşa olmayan IX.
Kolordu tam planlanan zamanda Sarıkamış önüne inemezdi; bunu bugün biliyoruz.
Her şeye rağmen, Enver Paşa’nın, ordu komutanı olarak insiyatifi kolordu
komutanlarına bırakmaması, posta birlikleriyle bir şekilde irtibatı sağlaması
gerektiği söylenmiştir. (Balcı, a.g.e.,
s.269)
Girişilen hareketin coğrafya ve iklim şartları bilindiğine göre, bu tür bir
eleştirinin ne ölçüde gerçekçi olduğu düşünülebilir.
Doğu
savaşlarının temel etkenlerinin başında Karadeniz’in ikmal yolu olarak
kullanılamaması gelir. Alman zırhlılarının alınması İstanbul ve Boğazlar için
bir sağlamlık olduysa da, Karadeniz’deki Rus üstünlüğü kırılamadı. İlk başlarda
var gibi görünen denge, “Yavuz”un 18 Kasım’da Sivastopol açıklarında
yaralanması ile iyice bozuldu. Kasım ayı içinde bazı birlikler deniz yoluyla
Trabzon’a çıkarıldılar. Rus donanması Zonguldak ve Trabzon’u bombaladı. Birkaç
gün sonra üç adet nakliye gemimize rastlayarak batırdılar. Bu gemilerde iki
alay asker, 3. Ordunun kışlık giyimi, keşif için kullanılacak iki uçak ve
Kafkas Müslüman halklarının bazı liderleri vardı. Ertesi günlerde yine bir
miktar asker ve malzeme nakli gerçekleştirildi; ancak Rusların hâkimiyeti
artmıştı. 11 Aralık’ta dört bin ton malzeme yüklü Derne vapurumuzu batırdılar.
Deniz yolundan nakliye işi, küçük çaplı vasıtalarla denizcilerimizin
gözükaralığı sayesinde sürdü ise de çok sınırlı kaldı. Ruslar Karadeniz
limanlarındaki küçük kayıklara kadar saldırılarını genişlettiler.
Tek
imkân olarak kalan Ulukışla-Sivas-Erzincan-Erzurum hattı ise meşakkatli idi ve
700 kilometre uzunluğunda idi. Nakliye kollarını besleyecek hayvan sayısı da
Doğu Anadolu’da pek azdı.
“Bu kadar ağır
şartlar altında yapılan Sarıkamış Harekâtı, esasen her türlü ihtiyacın
düşünüldüğü bir cephe açma hareketi değildi. Kafkasya’nın etnik özellikleri ile
bu bölgede sürdürülen propaganda çalışmaları ve Rusların Batı cephesinde zorlanmaları,
Türk Genel Kurmayı’na ani bir baskınla ağır kayıplar verdirilmesi durumunda Rus
Ordusu’nun Kafkasya’yı boşaltacağı fikrini vermişti. Bu yapıldığı takdirde Türk
kuvvetleri yerinden beslenme şartı ile Kafkasya’da tutunabilirdi. Harekât
başarılabilseydi bu tahmin gerçekleşecekti. Zira Türk taarruzunun işitildiği
günlerde Ruslar Tiflis’i boşaltmaya başlamışlardı. Ne var ki, her türden
yetersiz imkânlara komutanların taktik hataları eklenince, bileşenlerin doğru
sonucu olan Sarıkamış felaketi ortaya çıktı.” (Balcı, a.g.e., s.303)
Sarıkamış
Savaşından sonra Ruslar bir yıl kadar ilerleyemediler; onlar da taarruz
güçlerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi. “Rusların duraklamadan taarruza
devamları halinde, Erzurum’a ve daha gerilere ilerlemeleri pek mümkündü. Böyle
buhranlı bir dönemde 3. Ordu Komutanlığına getirilen Hafız Hakkı Paşa, enerjik
ve azimli tutumu ile kısa sürede orduyu toparlamayı ve Rus taarruzlarını
önlemeyi başarmıştır. ” (atase, a.g.e.,
s.565)
Nihayet,
yine Birinci Dünya Savaşının bütününü kapsayacak biçimde söyleyelim ki, tifo,
tifüs gibi salgın hastalıklar askerî gücümüzü çökerten asıl
sebep
olmuşlardır. Bölgede zaman zaman görülen tifüs hastalığı savaşın başlamasıyla
birdenbire artmış ve hızla yayılmıştır. Bir Rus yazarı, Doğu’da Türk ordusunu
bit yendi, diye yazmıştır. Tıbbî hizmetler hiçbir zaman istenilen düzeye
ulaştırılamamıştır.
*
* *
Sarıkamış Harekâtındaki kayıplarımız
konusunda, on bir binden doksan bine kadar, çok farklı rakamlar verilmiştir. Bu
savaşın kayıplarını sağlıklı olarak tespit etmek zor olsa da, sayıyı artırarak
Enver Paşa’nın sorumluluğunu büyütmek gibi, hiç de ahlakî olmayan tutumların,
meseleyi karıştırdığı çok açıktır.38
Bu
konuda özel bir değerlendirmeye girmeden, Dr. Ramazan Balcı’nın, geniş açılı
değerlendirmeler sonucu ulaştığı ve general Maslovsky’nin rakamlarına dayanan
sayının 23.000 olduğunu söyleyelim. Savaş alanında verilen şehit sayısı budur.
Ancak bunun da 5000’i, Rusların Hamamlı’da kurdukları esir kampında açlık,
soğuk ve bakımsızlıktan şehit olanlardır. Maslovsky, bu ayırımı yapmadan toplam
23.000 rakamını vermiştir. (Balcı, a.g.e., s.294) Rus yazar Muratof’un
verdiği bilgilere göre, Rusların kayıpları 16.000’dir. Maslovsky, bu sayının
daha çok olduğunu ve 9000 kişinin donarak öldüğünü söyler.
Bu
savaşın sonunda, Kars, Ardahan ve Artvin çevresindeki Müslüman halkın, Rus ve
Ermeni zulmü altında verdiği kayıplar ise, Osmanlı Başkomutanlığının 6 Mart
1915 tarihli tezkeresine göre 30.000’e ulaşmıştır.
Sarıkamış
çevresine baharın gelmesiyle, gömülememiş olan şehitlerimizin naaşları kar
altından çıkmaya başlar. Salgın hastalık ihtimaline karşı Kars valisi Ziboviç,
Sarımakış kaymakamına emir vererek, çevre köylerden toplanacak işçilerle,
baharın gelmesiyle ortaya çıkan Türk şehit naaşlarının toplatılıp gömülmesini
emreder. Sarıkamış Subhan Azat köyünden Molla Mustafa anlatır: “Sarıkamış’ın
Türk köylerinden toplanan üç yüz amele ile ben de göreve gittim. Ormanların
içinde donup kalan cenazeler için büyük büyük hendekler kazılarak, bazısına
sekiz yüz, bazısına beş yüz, bazısına da bin tane Türk şehidini merasimle
(namazlarını kılarak) gömdük. Her hendeğin başına, orada kaç şehidin medfun
olduğunu gösteren pusulalar yazarak taktık. Bir hafta kadar bu cenazelerin toplanması
için çalıştık.
Şehitlerin sayısı on iki bine
yaklaşıyordu.” (Fahrettin
Erdoğan, Türk Ellerinde Hatıralarım, İstanbul-2007, s.75 )
Bu
şehitlerimizin gömüldüğü şehitlikler şunlardır: Yukarı Sarıkamış Şehitliği,
Batı Mahallesi Şehitliği (Sarıkamış merkezinde), Soğanlıdağ Şehitliği (Bardız
geçidinde), Allahuekber Şehitliği (Allahuekber Dağında), Hamamlı Köyü
Şehitliği, Çakırbaba Şehitliği, Akmezarlar Şehitliği (Köroğlu köyünde),
Askerderesi Şehitliği (Turnagel Dağının kuzeyinde), Yayıklı Şehitliği,
Kaynakyayla Şehitliği ve Laloğlu Şehitliği. (Eren, a.g.e., s.498)
*
* *
Sarıkamış
faslını, General Fahri Belen’in, “Zafere ramak kalmıştı.” sözünü hatırlayarak,
şöyle bir yorumla kapatalım: Bu harekâtı Rusların kazanması için, altı-yedi
şartın bir araya gelmesi lazımdı; bizim kazanmamız için ise, bunlardan herhangi
bir şartın olmaması yeterliydi. Bütün şartlar bir araya geldi ve zafer Ruslara
güldü. Bu da tarihin, üzerinde düşünülmeye değer ibretli tezahürlerinden biridir.
-
Hafız Hakkı
Bey, yolu uzatmayıp Sarıkamış’a vaktinde yetişseydi zafer kesindi.
-
Şerif Bey ve
İhsan Paşa, IX. Kolordunun Sarıkamış’a vardığı akşam, Enver Paşa’nın hücum
emrini durdurmayıp devam etseydiler, başarı kesindi.
-
Rus komutanı
Mişlayevsky’nin geri çekilme emri, yerine bıraktığı Rus komutan tarafından
uygulansaydı; yine netice alınmış olacaktı.
-
26 Aralık
taarruzunda Albay Arif Baytan 28. Tümeni, Enver Paşa’nın emrine rağmen
Sarıkamış yerine, Kızılkilise’ye yönlendirmeseydi yine sonuç alınacaktı.
-
Rus Plaston
Tugayı ve yeni mezun 200 Rus, Sarıkamış’a yardım olsun diye gelmemişlerdi;
tesadüfen Sarıkamış garnizonuna uğramışlardı. Direnişe büyük katkı sağladılar.
-
Ruslar Aras
boyundaki birliklerini süratle geri çektikleri halde, onları tutmakla görevli olan
XI. Kolordu komutanı gevşek davranmış, Rus kuvvetlerinin takviyesine fırsat
vermişti.
Ve
ikinci dereceden sayabileceğimiz diğer bir çok sebep -mesela harekâtın
başladığı günlerde çok iyi olan havalar iki üç gün daha devam etseydi- daha bir
araya geldiği için Ruslar kazanmışlardı. Bunlardan birisi olmasaydı, belki de
tarihin seyri değişecekti; olmadı. Rusların kazanması için bu kadar şartın bir
araya toplanmasını, tarihî planda raslantılara bağlamak, kabullenilecek bir
açıklama değildir.
Daha
önce de dokunduğumuz gibi, tarihin akışını, tek tek olaylardan hareketle
anlamaya çalışmak yanıltıcıdır. Öyleyse, sonuç olarak Sarıkamış Harekâtını
nasıl değerlendireceğiz?
Sarıkamış,
bir savaş yenilgisi ve milletimizin yaşadığı gurur verici bir destandır.
37
Ertesi yıl uygulanacak olan
Ermeni tehcirinde, bu kaçakların ve aşiret süvarilerinin, Ermeni konvoylarına
saldırılarda asıl faktör oldukları düşünülebilir. Genel Ermeni ihanetinin
ötesinde, bu insanlar, cephede Ruslarla birlikte savaşan Ermeni birliklerini de
görmüş ve daha bilenmişlerdir.
38
Halk ile okumuşlarımız arasındaki kavrayış ve
değerlendirme farklılığını, bir televizyon programında görmek ibret verici
oldu. Programda, 2007 yılında Sarıkamış şehitlerini anma törenleri veriliyordu.
Sunucu, mikrofonu okumuş kesimden kimselere tuttuğunda, hepsi, kendi bildikleri
ölçüsünde Sarıkamış’ta kaç kişinin şehit olduğu hakkında soğuk yorumlar yaptı,
rakamlar verdiler. Sonra mikrofon halktan, sakallı bir adama uzatıldı; “Bizim
burada doksan bin şehidimiz var!” derken yumruğu sıkılı ve göğsü gururla
kabarmıştı; bütün okumuşlardan farklı idi. Düşündüm ki, Sarıkamış da Çanakkale
gibi ve bu köylü vatandaşımızın üslubunda kavranıp göğüsleri kabarttığı zaman
şehitlerimizin ruhu şad olacaktır.
Çanakkale
ve Diğer Cepheler...
B |
İRİNCİ Dünya Savaşı’nda hiçbir
devletin cepheleri, Osmanlı kadar yaygın ve çok sayıda değildir; Yemen’den
Kafkasya’ya, Irak’tan, Süveyş’e ve Galiçya’ya kadar. Bu durum Osmanlı
coğrafyasıyla ilgili olsa da savaşın sonunda, bu kadar yaygın ve çok cephede bu
kadar imkânsızlıklar içinde Osmanlı askerinin direnişi ve silahı en son bırakan
taraf olması tüm dünyanın dikkatini çekecektir. Balkan Savaşı’nda, yer yer
silah atmadan dağılan bir orduyu bu dirence kavuşturan manevi etkenler ve Enver
Paşa’nın teşkilatçılık disiplinine yukarıda dokunulmuştu.
Savaşın
ilk zamanlarında, İngilizler için son derece önemli olmasına rağmen Irak’ın
işgali konusunda bir planları yoktur. Şattülarap karşısındaki İran Abadan
petrol tasfiyehanesini emniyete almakla yetinmek kararındadırlar. Osmanlı da bu
çevrede sekiz-on bin kişilik bir kuvvet bırakmış ve herhangi bir saldırı
halinde bölge aşiretlerinden oluşturulacak güçlerle çevreyi koruma kararı
vermiştir.
İngilizler
3 Kasım’da Basra Körfezi’nde, Fav’dan karaya asker çıkartır ve Şattülarap boyunca
beş gün ilerleyerek Abadan çevresini denetime alırlar. Savunmadaki Osmanlı
birlikleri çekilir; İngilizler 22 Kasım’da Basra’yı alıp 9 Aralık’ta Kurna’ya
girerler.
İngilizlerin
Hindistan’a açılan deniz yolunu kapatmak, Mısır’ı yeniden fethederek, aynı
zamanda İslam âlemindeki itibar ve hareketlenmeyi artırmak üzere düşünülen
Kanal Seferi, yirmi beş bin kişilik bir Osmanlı Kuvve-i Seferiyesi’nin 14 Ocak
1915’te hareketi ile başlar. Hareketin bütününe bakıldığında, Mısır’ı yeniden
feth etmek sloganının, askerin moralini yüksek tutmak için yayıldığı anlaşılır.
Cemal Paşa ve Ali Fuat (Erden) Paşa, Kanal Hareketi’nin, Enver Paşa’nın,
İngilizlerin bütünüyle Çanakkale’ye yüklenmelerini engellemek ve onları mümkün
olduğunca oyalamak üzere bir strateji uygulaması olduğunu vurgularlar.
(Cihangir, a.g.e, s.36) Cemal Paşa’nın
bu
hareket ve Mısır üzerine kurduğu söylenen hayallerin de yakıştırma olduğunu
kabul etmek gerekir. Çünkü, Osmanlı askerinin uydurma dombazlar üzerinde, hatta
bir kısım subayların yüzerek geçmeye çalıştığı bu kanal taarruzundan sonuç
alınamayacağını anlamak için Cemal Paşa olmak gerekmezdi. Nitekim, 4. Ordu
Kurmay heyetindeki Alman subayların bütün ısrarlarına rağmen Cemal Paşa, ikinci
bir saldırıyı başlatmamıştır.
Kanal
Harekâtı, Almanların Batı cephesindeki yükünü hafifletmek ve İngilizlerin çok
hassas oldukları bu noktaya kuvvet kaydırmalarını sağlamak için düşünülmüştür
ve bu kararın askerî açıdan yanlış olan bir yönü de yoktur. Böylece, aynı
zamanda İngilizlerin Çanakkale’ye gönderme ihtimali olan kuvvetlerinin bir
kısmı buraya çekilmiş olacak ve savaşın Batı cephesi de rahatlatılacaktır.
Hareketi, Suriye Cephesi ve 4. Ordu Komutanlığına atanan Büyük Cemal Paşa
yönetecektir. Şam’dan Kudüs’e ve buradan Bi’rü’s-sebi’ye gelmiş olan Paşa’nın karargâhı
da ertesi gün yola çıkar. Yapılan plan ve beklentilere göre “En iptidai
vesait ve pek az bir kuvvetle” başlayan harekâtın, düşman tarafında ise,
yüz seksen bin asker, zırhlı deniz araçları, trenler ve uçaklar vardır.
Sina
Yarımadası’nda gece yürüyüşleri ile iki yüz kilometrelik çölü geçen Osmanlı
askerleri 2/3 Şubat 1915 gecesi, üç kol halinde Kanal’ın doğusuna ulaşırlar.
Çölü geçebilmek için, zaten kıt olan askerin erzakı ve yükü azaltılmış, altı
yüz gram peksimet, dört kilo su ve yüz elli gram hurmanın da tamamı
verilememiştir. “Erlerin çoğu yalınayak yürümüşlerdir; böyle yürümek onlara
daha rahat gelmiştir. Ve yürüyüş, olağanüstü bir intizamla, hiçbir döküntü
vermeden yapılmıştır.” (Erden, a.g.e, s.124)
Kanal
önündeki şiddetli kum fırtınası hemen harekete geçilmesini önler;
birliklerimizi zor durumda bırakır. Plana göre Sağ Kol, Kantar’a, Sol Kol
güneyde Süveyş yönünde gösteri taarruzları yapacak, 25. Tümenden beş tabur
Timsah Gölü ile Acı Göl arasından Kanalı geçmeye çalışacaktır.
Kanal
Seferine katılmış olan Osmanlı subayı şunları yazar:
“Şimdiye
kadar sarfedilen gayretlerle Sina Çölü geçilmiş, kanalın önüne gelinmiştir.”
Fakat buradan sonrası için hiçbir şans yoktur. “Kuvvet ve direnç nisbetine
göre, bizim kuvvetlerimizin Kanalı ele geçirmesi maddî olarak imkânsız gibiydi.
Fakat biz, öyle teknik düşünecek, hesap yapacak halde değildik. Girişilen işi
sonuna kadar götürmekten, kaza ve kaderi zorlamaktan, mümkün olmayanı mümkün
kılmaya çalışmaktan başka yapılacak iş yoktu.” (Erden, a.g.e., s. 120)
2/3
Şubat, gece yarısını geçerekten, sac kaplı dombazlara bindirilmiş Osmanlı
askerleri karşı yakaya çıkmak üzere harekete geçerler. Ancak, daha Kanal’da
iken sahilden projektörler yanar, gemiler top atışına, sahil bataryaları çapraz
mitralyöz ateşine başlar. Sahile yerleştirilen ağır obüs bataryamız bir İngiliz
savaş gemisini vurursa da düşman ateşinin yoğunluğu azalmaz. Yirmi dört dombaz
denize indirilmiştir, yüz yirmi metre genişliğindeki kanalı bu ateş altında
geçmeleri mümkün değildir; dubaların çoğu delik değiş olur ve batar. Bazı
Osmanlı subaylarının, dombazların yükünü azaltmak için suya atlayıp, yüzerek
karşıya geçmeye çalıştıkları görülür. Binin üstünde şehit verilir. Bu mahşere
rağmen karşı kıyıya geçmeyi başaran bir kaç yüz kadar Osmanlı kahramanının,
Allah Allah sesleri de, bir süre sonra artık duyulmaz olur.
Bunun
üzerine, açlık ve susuzluk tehlikesi de düşünülerek Osmanlı birlikleri Kanal
boyunca çekilmeye başlar. Osmanlı subayı şöyle anlatır:
“Hücum kollarını
karşıya geçirmek için sarfedilen gayret ve fedakârlık, makasvari makineli tüfek
ateşi altında sonuçsuz kalıyor; içi yaralı ve şehit dolan dombazlar karanlığın
içinde batıyordu. Karşıya geçebilmiş olan, toplam iki bölük kadar askerin Allah
Allah! sesleri duyulmuş; fakat bu sesleri derin bir sessizlik izlemişti.
“Sabah olmağa
başlıyordu.
“Düşman, geçit
yerinde kuvvetini gitgide takviye etmiş; Tosum ve Serapyum yönlerinden top
ateşi başlamış, zırhlı trenler de savaşa katılmıştı.
“Kanal hücumu
sonuçsuz kalmıştı.” (E. Gnl. Ali Fuat Erden, Paris’ten Tih Sahrasına, İstanbul
1949, s.151)
Bu
harekât için Suriye’ye gönderilmiş olan birliklerin bir kısmı Hicaz’a
kaydırılır, bir kısmı da Çanakkale’ye gönderilir.
Geride
kalan pek az kuvvetle, El-Ariş’ten çıkılarak yeni bir hareket düzenlenir.
İngilizlerin Kanal çevresinde tahkim etmiş oldukları mevzilere karşı yapılan
hücumda kanlı boğuşmalar yaşanır; ancak, sonuç almak mümkün değildir. Osmanlı
kuvvetleri yeniden çekilmeye başlar; İngilizler takip edemezler. Bu arada
İngilizler Sina Cephesine büyük kuvvetler yığarak Suriye içlerine doğru
harekete geçmek üzere hazırlanmaktadır.
Bu
süre içinde Batı Avrupa Cephesinde savaş mevzi harbine dönüşmüştür. İngilizler
İstanbul’u işgal ederek yeni bir cephe açmayı düşünmektedir. Kanal Harekâtı’nın
başarısız olması, askerî imkânlarını artırmıştır. Rusya, büyük insan
potansiyelini, müttefiklerinin silah ve mühimmat desteği ile donatmak
zorundadır; aksi halde dehşetli sıkışacaktır.
Bunun
için de İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının açılması, Osmanlının Almanya ile
irtibatının kesilmesi gerekmektedir. Böylece, hâlâ kararsız duran Bulgaristan
da İtilaf devletlerinin safına çekilebilecektir.
İtilaf
devletleri karar verirler; on altı savaş gemisi, altı muhrip, on dört mayın
tarama gemisi ile bir uçak gemisi yürür; Boğaz Harbi başlar. Bu donanma
Boğazlar’ı geçecek ve arkasından gönderilecek kuvvetler İstanbul’u işgal
edecektir. Büyük Savaş başladığında Çanakkale Boğazı’ndaki eski tabya ve
istihkâmlar yeterince düzenlenmiş, silahla teçhiz edilmiş değildi. İngiliz
donanması 12 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’nı abluka etmiş, giriş çıkışları
denetime almıştı. Bu hareketin de uyarısıyla, zaman iyi değerlendirilmiş,
Boğaz’ın iki yakasında altı ay boyunca gerekli düzenlemeler yapılmış, silahlar
güçlendirilerek yerleştirilmiş, bazı yerlere projektörler konulmuştur.
Genel
Kurmayımızın yayınına göre, o sıralarda Kafkas Cephesinde baskı altında ve çok
sıkışık durumda olan Rusya 1 Kasım 1914’te, müttefiklerinden Boğazlar’a bir
harekât yapılmasını istemiştir. İngiliz donanması 2 Kasım’da sahil tabyalarımıza
ateş etmişse de saldırı devam etmemiştir. Müttefik kuvvetler Şubat ayında,
gerekli birlikleri de hazırlayarak İngiliz ve Fransız donanmalarının daha geniş
çapta katılacağı bir harekete karar vermişlerdir. İstanbul’un işgali için,
ayrıca yüz bin kişilik bir Rus ordusunun da kurulmasına başlanır. İngiliz Savaş
Bakanı yaptığı savaş
planında,
İstanbul’un işgalinde, buradaki gayrimüslimlerin de büyük bir ayaklanma
başlatacağını düşünmektedir.
19
Şubat 1915 günü Müttefik düşman donanması ateşe başlar; Seddülbahir, Kumkale,
Ertuğrul ve Osmaniye istihkâmlarını ve Erenköy seyyar obüs bataryasını,
merkezdeki Anadolu ve Rumeli tabyalarını döverler. Osmanlı tabyaları toprak ve
kâgirdendir; içindeki topların menzili de düşman gemilerini dövmeye yetmemektedir.
Menzil dışında duran düşman donanması altı gün boyunca tabyalara gülle
yağdırır; sahiller ateş içindedir. O aslan neferlerin göğüsleri üstünde
binlerce bomba şimşeği söner...
25
Şubat sabahı
yine ateş başlar ve akşama kadar devam eder. Dış tabyalar harap olmuştur;
düşman karaya asker çıkartarak bir kısım iç tabyaları da yıkar ve geri çekilir.
Bunun üzerine Enver Paşa, Çanakkale’nin kara savunma kuvvetini iki tümenden
dört tümene çıkarır.
4
Mart günü yeniden çıkarma yapılır ve Türk karşı taarruzu ile geri püskürtülürler.
7-8 Mart günlerinde dış tabyalardaki bataryaların tahribinden yararlanarak
yaklaşır ve iç tabyaları ateş altında tutarlar. 10-11 Mart gecesi Boğaz’da
ileri harekete geçen bir filo ağır kayıplarla geri çekilir.
Düşman
gemiler, 18 Mart 1915 günü kesin sonucu almak üzere saldırı başlatacak ve
Çanakkale’yi geçecektir. Bir İngiliz deniz tümeni, bir Anzak (Avustralya)
tümeni ve bir Fransız tümeni Boğaz önünde hazır beklemektedir. Çanakkale
geçilip, Türk donanması tahrip edilince, Karadeniz tarafında hazır bekleyen Rus
kuvvetleri İstanbul Boğazı’ndan çıkarma yapacak, bu arada Marmara’ya girmiş
olan İngiliz ve Fransız kuvvetleri de İstanbul’un işgaline yetişeceklerdir.
Düşman
gemileri bir yandan tabyaları döverken, bir yandan da geceli gündüzlü çalışarak
Boğaz’ı mayınlardan temizlemeye çalışırlar; Karanlık Liman çevresindeki
mayınların birinci hattı büyük ölçüde temizlendiyse de diğer hatlar sağlamdı.
Ayrıca, Tophaneli Hakkı Bey, Mart ayının 17’sini 18’ine bağlayan gece, sabaha
karşı, Nusret Mayın Gemisiyle düşman donanmasının arasından sıyrılarak,
Boğaz’ın çeşitli yerlerine yeni mayınlar döşemiş ve yine ustalıkla geri
çekilmiştir.
İngiliz-Fransız
donanması zırhlılar, muhripler ve denizaltılarla yüklenirler; üç filo halinde
girerler. O gün, yedi saat boyunca 276 adet seri atışlı büyük topla, durmadan
mermi yağdırırlar. Çanakkale ve Kilitbahir ateşler içindedir. Osmanlı
tabyalarından 78 adet top cevap verir; tesir
mesafeleri
kısa, mermileri sayılıdır ve yenisinin de geleceği yoktur. Düşman gemileri öğle
üzeri ateş menziline girerler. Erenköy önlerinde bir düşman torpido gemisi
isabet alarak batar. Peşinde Fransız Buve zırhlısı, Osmanlı topçusunun ateşi
altında denizin dibine gider. Fransız gemileri geri çekilmeye başlar; yerlerini
İngiliz gemileri alır. Saat 14.30 sularında İngiliz İrrezistibl zırhlısı isabet
alarak yan yatar. Onu kurtarmaya gelen Oşin zırhlısı da aynı âkıbete uğrar;
ikisi de batar. Osmanlı topçusu aman vermez. İngiliz Agemennon zırhlısı da
birkaç isabet almıştır ve çekilmek zorunda kalmıştır. Ve akşam üzeri,
mevcudunun bir kısmını kaybetmiş olarak İngiliz-Fransız donanması çekilmeye
başlar.
Çanakkale
Boğazı geçilmez.
18
Mart Türk Deniz Zaferi, İtilaf devletleri için son derece onur kırıcı ve moral
bozucu olur. İngiltere’de Denizcilik Bakanı Çörçil, Bakanlar Kurulu dışında
bırakılır. Yıllar sonra Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver’in Londra’da olduğunu
Londra Sefirimiz Rauf Orbay’dan duyunca, onunla görüşmek ister ve evine davet
eder. Savaş pilotu olarak Londra’da staj yapan Ali Enver biraz tereddüt ederse
de Rauf Bey’le birlikte yemeğe gider. Çörçil, Enver Paşa’dan ancak övgüyle
bahseder. Ve bu arada, biraz da şakaya getirerek söylediği sözler şunlardır:
“Senin
baban Enver Paşa, benim siyasi hayatımı tam yirmi yıl geriye attı.”39 (Aydemir, a.g.e.,
c.III, s.234-35)
Rusyalı
ise iyice darlanmıştır ve müttefiklerini sıkıştırmaktadır. Düşman, çıkarma
yaparak karadan İstanbul’a varmayı düşünür; hedef Gelibolu Yarımadasıdır.
İngiliz ve Fransızlar Boğaz karşısındaki Limni ve İmroz adalarına asker yığmaya
başlar. Enver Paşa da, Yanya müdafii olarak tanınan Esat Paşa komutasındaki
III. Kolordu’yu güçlendirerek 5. Ordu şekline sokar ve başına Alman Islah
Heyeti başkanı Liman von Sanders’i mareşal rütbesiyle getirir. Seddülbahir,
güney grubu kuvvetlerinin komutanlığına Vehip Paşa, Arıburnu, kuzey grubu
kuvvetlerinin komutanlığına da kardeşi Esat Paşa getirilir.
25
Nisan 1915 Pazar günü sabahtan itibaren Saroz Körfezi ve Anadolu yakasında
Beşike Limanına doğru şaşırtma hareketleri yapan düşman, asıl hedef olarak
Seddülbahir’e yüklenir.
Seddülbahir’e
çıkan İngiliz tümenini, Osmanlı 26. Piyade Alayının 3. Taburu karşılar ve
destanlık vuruşmalarla düşmanı yerinde tutar, ilerletmez. Zığındere tarafına
sarkan düşman birlikleri 25. Alayın iki taburu tarafından geri atılır.
Arıburnu’na
çıkan Anzak Kolordusunun karşısında, 27. Alayın 6. Bölüğü kanını sebil ederek
doğuya doğru çekilmeye başlar. 9. Tümen komutanı Yarbay Ali Şefik Bey
Eceabad’daki 27. Alayı Arıburnu’na doğru yola çıkarır. Eceabad’ın kuzeyinde
ordu ihtiyatı olan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey de Arıburnu
tarafından top sesleri geldiğini duyunca, 57. Alayla bir topçu bataryasını
alarak o tarafa yürür ve Kocaçimen Tepe’de çekilen askerlerimizle onları takip
eden düşman birliklerini görünce, hemen “Hücum!” emrini verir. 57. Alay büyük
zaiyat verir; ancak düşman kuvvetleri de üç kilometre kadar geriye atılır.
Zığındere
çevresine ancak üç alay daha getirilebilmiştir. Karaya çıkan düşman birlikleri
mevzilenmiştir ve donanmanın top atışı desteğindedir. 25 Nisan’dan sonra, üç
gün boyunca düşmanı siperlerinden sökmek için taarruz edilir; kanlı çarpışmalar
olur; düşman sökülüp denize atılamaz.
26
Nisan’da
Anadolu yakasında Kumkale’ye Fransız birlikleri çıkarma yaparlar. 3. Tümenin
iki alayı karşılar. Akşama kadar dövüşülür; iki taraflı ağır kayıplar
verilmiştir. Düşman gece vakti ölülerini ve esirlerini bırakarak çekilir.
27
Nisan sabahı
düşman, bir İngiliz tümeni solda ve bir Fransız tugayı sağda olmak üzere, Kirte
Tepe’yi ele geçirmek için yürür; ağır kayıplar verir; ama, Teke Burnu
tarafından ilerleyerek Hisarlık-Zığındere önlerine kadar gelirler. Ünlü Yahya
Çavuş siperleri buradadır. Bu vuruşmalar, Birinci Kirte Köyü Savaşı olarak
isimlenir. Üç taraflı donanma ateşi altında kesin sonucu alamayan askerlerimize
Enver Paşa, gece taarruzu emreder ve buradaki asker sayısını artırır. Büyük
gece hücumu 1-2 Mayıs gecesi yapılır; fakat yine beklenen sonuç alınamaz. Durum
çok kritiktir; bir direnç ve irade savaşı yaşanmaktadır. İki taraf da büyük
kayıplar vermektedir. Bazı komutanlar Alçı Tepe’ye kadar çekilmeyi önerirlerse
de III. Kolordu Komutanı Esat Paşa ve Enver Paşa, ne olursa olsun sonuna kadar
direnme emri verirler.
Sonunda
düşman, Yarımadayı boşaltana kadar Kirte Tepe’yi uzaktan görmekle yetinir.
6
Mayıs’ta
başlayan İkinci Kirte Köyü Savaşı çok kanlı geçer; boğaz boğaza çarpışmalar
günlerce sürer. Osmanlı askeri bir yanda da donanmanın ateşi altındadır. Çok
kayıp verilir; ama düşman birlikleri de o muazzam ateş desteğine rağmen yarıya
iner ve ancak yarım kilometrelik bir ilerleme yapabilirler. Sonra, oradan da
mağlup çekilirler. Karadan ve denizden saldırıya uğrayan Osmanlıların bu
savaştaki cenk hırsı tarifsiz yüksektir; kanlı siper boğuşmaları içinde
unutulmuş destanlar yeniden yaşanır ve gökten ecdat inerek o pak alınları
öper...
Bu
savaştan iki gün sonra Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili Enver Paşa cepheye
gelir; Arıburun ve Seddülbahir cephelerini gezer. Arıburun’da saldırıya karar
verir ve 5. Ordu Komutanına emrini bildirir. 19 Mayıs’ta üç Osmanlı tümeni
saldırıya geçer; ama, ağır topçu desteği olmadan, donanmanın korkunç ateş gücü
desteğindeki düşmanı siperlerinden sökmek kolay değildir; yine siperlerde
korkunç boğuşmalar olur. İki tarafın da ölü ve yaralılarını kaldırması için
kısa bir ateş kes yapılır.
12
Mayıs’ta Muavenet-i Milliye muhribimiz, İngiliz Golyat zırhlısını batırır.
İngilizler ise Marmara Denizi’ne denizaltılar sokarak Osmanlı ikmal kollarını
vurmaktadır. Çanakkale’nin ikmali kara yoluyla yapılmaya çalışılır. Osmanlı
çeşitli tarihlerde Marmara’ya giren on üç İngiliz denizaltısından sekizini
batırmış, sağlam ele geçirdiği birine de Müstecip Onbaşı adını vererek hizmete
almıştır.
7
Haziran
1915’de düşman kuvvetleri üçüncü Kirte Savaşını başlatır. Bizim burada 9. ve
12. Tümenlerimiz ve ihtiyat alaylarımız vardır. 21 bin kişilik iki Fransız ve
31 bin kişilik üç İngiliz tümeni ile savaşılacaktır. Hareket denizden başlayan
yoğun bombardıman ile başlar. Çok kayıp veririz. Savaş üç gün devam eder;
siperler ve tepeler alınır, verilir. 21 ve 22 Haziran günleri gece ve gündüz
siper savaşları yapılır. Osmanlı birlikleri genellikle cepheyi korurlar. 28
Haziran’da Zığındere’nin her iki yamacından da düşman saldırısı başlar. Düşman
topçu atışları siperlerimizi büyük ölçüde tahrip etmektedir. Birliklerimiz
erimektedir; bölgeye yeniden iki tümen gönderilir. Vehip Paşa komutasındaki 2.
Ordu, Zığındere güney cephesine verilir; V. Kolordu da güney cephesine gelir.
İki
taraflı korkunç topçu ateşleri altında siper savaşları çok kıyıcı olur. İki gün
süren savaşta kayıplarımız on bini bulur. Ama, düşman da buradan
sonuç
alamayacağını anlar. Sonuçta düşman birlikleri denize dökülememişse de, karada
ilerlemeleri de mümkün olamamıştır.
Sonradan
yayımlanan eserlerden anlaşılmıştır ki, İngiltere ve Fransa İstanbul’da bir
ihtilal çıkacağını; Enver Paşa ve İttihatçı iktidarın devrileceğini ümit
etmekteymişler.
12
Temmuz’da Kerevizdere’de 4. ve 6. Tümen mevzilerine yapılan düşman saldırıları
da sonuç vermez; iki gün süren çarpışmalardan sonra geri çekilirler.
Düşman
yeni bir cephe açmaya karar verir. 6 Ağustos’tan 13 Ağustos’a kadar Seddülbahir
ve Arıburnu cephelerine sürekli saldırırken, üçüncü cepheyi Anafartalar’da
açmak üzere 6 Ağustos’ta Suvla Koyuna çıkarma yapar. Ağır bir bombardımanın
ardından 7 Ağustos’ta hücuma geçen düşman kuvvetleri Küçük ve Büyük Anafartalar
üzerinden geçerek Kocaçimen Tepe’yi ele geçirmek ve hem Boğaz’a hâkim olmak,
hem de kuzeyden kuşatarak Osmanlı askerinin geri ile irtibatını kesmek ister.
Bolayır Kolordusu ve Anadolu grubundan bölgeye birkaç batarya ve takviye
kuvvetler gelir. Vehip Paşa, kendi bölgesinde yapılan gösteri taarruzlarına
aldanmayarak, yedek kuvvetlerini, kardeşi Esat Paşa’nın cephesine kaydırır.
Mustafa
Kemal Bey 19. Tümen komutanıdır. Miralaylığa yani albaylığa terfi etmiştir.
Enver Paşa kendisini tebrik eden bir telgraf gönderir.
“Yeni rütbenizi
tebrik ederim. Bu terfi, görmekte olduğunuz büyük ve fedakârca hizmetlerinize
karşılık bir ödül değil, ancak, memlekete daha önemli ve ordumuza daha değerli
hizmetleri yapabilecek konumları kazanmanız için geçilmesi gereken bir
kademedir. İnşallah yakında bu gibi mertebeleri de almayı başarır ve yüksek
başarılara ulaşırsınız.”
Şevket
Süreyya, Başkomutan Vekili’nin bu tür tebrik telgraflarının usulden olmadığını,
bu sebeple telgrafın Mustafa Kemal Bey’i çok heyecanlandırdığını ve gelecek
için ümitlendirdiğini yazar. Ardından Mustafa Kemal Bey Anafartalar Grup
Komutanı olur. Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya bir mektup göndererek, Liman von
Sanders Paşa’nın komutasından şikâyet eder, yanlışlarını söyler ve kendisinin
gelerek bizzat komutayı ele almasını ister. (Aydemir, a.g.e., c.III,
s.253)
“Vatanımızın
müdafaasında kalp ve vicdanları bizim kadar çarpmadığına şüphe olmayan, başta
Liman von Sanders olmak üzere bütün Almanların fikrî iktidarlarına da
güvenmemenizi kesinlikle temin ederim. Bence, bizzat buraya teşrif ederek,
genel durumumuzun gereklerine göre bizzat yönlendirmek ve yönetmeniz uygun olur
kardeşim.”
Enver
Paşa bir süre sonra Çanakkale’ye gelir; cepheleri gezer, komutanları ziyaret
eder, fakat yeterince bilinemeyen sebeplerle Mustafa Kemal Bey’e uğramaz. Enver
Paşa’nın Mustafa Kemal’e karşı bir soğukluk ve güvensizliği vardır; fakat çok
sayıdaki mektuplarının hiç birinde bunun sebebi üzerinde herhangi bir açıklama
yapılmaz. Enver Paşa’yla yakınlaşmak isteyen ve gelecek için tasavvurları olan
Mustafa Kemal Bey’e bu hareket çok dokunur; Liman von Sanders Paşa’ya
istifasını verir. Mustafa Kemal Bey, daha sonra Enver Paşa’ya yazacağı mektupta
da görüldüğü gibi, daha büyük birlikler ve daha büyük sorumluluklar
istemektedir; bunlara da ulaşacaktır.
Liman
Paşa, Mustafa Kemal Bey’in istifasını işleme koymaz ve Enver Paşa’ya Mustafa
Kemal’in çok iyi bir asker olduğunu, onun gönlünü alması gerektiğini yazar.
“Bu dilekçeyi
(istifa dilekçesi) destekleyemem. Çünkü Mustafa Kemal Bey’i, vatanın bu büyük
savaşında, hizmetlerine muhakkak surette muhtaç olduğu, çok müstesna
kabiliyetli, yetkili ve cesur bir subay olarak tanımayı ve takdir etmeyi
öğrendim.”
Enver
Paşa, Mustafa Kemal Bey’e özel bir telgraf çekerek, bir çeşit özür diler ve
yeni başarılarını beklediğini yazar.
12.
Tümen Küçük Anafarta ve 7. Tümen Büyük Anafartalar üzerine yürür.
Anafartalar’da, Kocaçimen Tepe’de, sonradan Kanlı Sırt olarak isimlendirilen yerde
ve Conk Bayırı’nda dört gün boyunca tarifsiz kanlı boğuşmalar olur; çok şehit
verilir, çok düşman telef olur; ama düşman bu sırtları ele geçiremez. Gelen
yeni takviyelerle 15-17 Ağustos arasında Kireç Tepe ve Arslan Tepe’ye
saldırırlar; kan gövdeyi götürür ve yenilmiş olarak geri çekilirler. 21 Ağustos
1915 günü yoğun topçu ve donanma ateşiyle 2. Anafartalar Savaşı başlar. Altı
İngiliz Tümeni yüklenir; yine dehşetli dövüş olur; yine binlerce can Hakka
yürür; ama, Osmanlı tümenleri karşısında tutunamaz, geri çekilirler.
Bundan
sonra artık Çanakkale’de, kanlı siper savaşları başlayacaktır. Bazı yerlerde
siperler 15-20 metre kadar birbirine yakındır. Her iki taraf da lağımlar açıp
dinamitleyerek karşı siperleri havaya uçurmaya çalışır. El bombaları ve aynalı
tüfeklerle siper atışları yapılır. Mermisi bol İngiliz
topçusu
durmadan Türk siperlerini döver. Osmanlının ise gıda ve mermisi kısıtlıdır; az
yemek ve az mermi atmak zorundadır.
Sonunda,
zafer güneşinin Türk siperlerinden doğduğu düşman tarafından da kabul edilir;
Çanakkale’nin direncini kırmak mümkün değildir. Düşman çekilmeye karar verir;
Anafartalar ve Arıburnu’ndan sonra Aralık 1915 sonlarına doğru Seddülbahir’i de
terk ederler.
Türk
tarafının şehit, yaralı, kayıp ve çeşitli hastalıklardan ölen toplam 251.359 ve
düşman tarafın toplam 331.000 kayıpla kapadığı Çanakkale’de, Osmanlı’nın son
büyük destanı böylece yaşanmış olur.
39 Ali
Enver çok başarılı bir pilot olmasına rağmen, daha sonra Kurmay Okuluna
alınmayınca istifa ederek ordudan ayrılır. 1971 yılı Aralık ayında geçirdiği
bir kaza sonucu Avustralya’da vefat eder.
B |
İR SÜRE sonra İngilizlerin Irak’a
büyük güçlerle yükleneceği anlaşılmıştır. Kafkasya’dan XII. ve XIII. Kolordular
bölgeye gönderilecektir. Ancak, bu kuvvetler yetişinceye kadar direnmek
gerekir. Başkomutan Vekili Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Binbaşı Süleyman
Askerî Beyi çağırır; Irak’a gitmesini ve bölgeyi savunmasını emreder.
Kaymakamlık
rütbesi ile Basra Valisi ve Irak Cephesi Genel Komutanı ünvanını alan genç
Osmanlı subayı yürür; emrinde sadece Osmancık taburu vardır. Irak’a vardığında
aşiret gönüllülerinden Dicle ve Fırat kollarını kurar. Suriye’den altı-yedi bin
mevcutlu bir tümen Irak cephesine kaydırılmış olmakla birlikte asıl güç, yirmi
bin civarındaki bu aşiret gönüllüleridir. Dağıstanlı Fazıl Paşa komutasındaki
Dicle Kolu, 3 Mart 1915’te İran’ın Ehvaz kasabasını işgal ederek İngilizlerin
ikmal merkezi olan Abadan petrol boru hattını kilometrelerce tahrip eder.
Süleyman
Askerî Bey Basra üzerine yürür: 12-14 Nisan arasında Şuaybe civarında İngiliz
ordusu ile kapışır. 12 Nisan sabahı Osmanlı askeri taarruza geçmiştir; topçusu
zayıftır. Taarruz ileri-geri hareketlerle iki gün sürer. Aşiret kuvvetleri Bercesiye
ormanları civarında iyi dayanırlar. Daha önceki bir çarpışmada yaralanan
Süleyman Askerî Bey, sedye üzerinde ve hücum saflarındadır. İngiliz komutanı
durumu iyi görmez ve karargâha dönme kararı verir. Ancak aşiret askerlerinin de
gücü tükenmektedir. Yavaş yavaş başlayan çekilme, firarlara dönüşür. Kaymakam
Süleyman Askerî Bey bu kaçışı engelleyemez. Çok ağırına gitmiştir; silahını
çeker ve kendisini vurur. İngiliz birlikleri de kaçan aşiret kuvvetlerini takip
edemezler. Görevini yerine getirmiş olan Dicle kolu da on kilometre geri
çekilir.
İngilizler
Bağdat üzerine yürümeye başlar. 24 Temmuz 1915’te Fırat üzerindeki Nasıriye
düşer. 29 Eylül’de Kûtü’l-ammare düşer ki, Bağdat’ın sancak merkezlerindendir.
Süleyman Askerî Bey’in yerine gönderilen Albay
Nurettin
Bey, dağılan birliklere yeni bir düzen vermeye çalışır; Halep’ten ve Kafkas
Cephesinden bir miktar yardım gelir. Enver Paşa’nın Nurettin Bey’e emri, “Irak’ı
karış karış savunmak, vaziyet istikrarlı bir duruma gelince taarruza geçmek. ”
11
Kasım 1915’te Bağdat’ın kuzeydoğusundan hareket eden İngiliz kuvvetleri
Selmanpak’ın doğusundaki Osmanlı birliklerini kuşatmak ister. 19 Kasım’da
Osmanlı kuvvetleri İngilizlerin çevirme hareketini bozar; düşman çekilir. Bu
arada, Albay Halil (Kut) Bey, Kolordusuyla birlikte Nurettin Bey’in emrine
verilir. Halil Paşa İngilizlerle ilk çatışmasını şöyle anlatır:
“Sabahın erken
saatlerinde.... İngiliz sefer kuvvetlerinin âdeti olduğu üzre Dicle’nin sol
yanından harekete geçtiklerini görüyorduk. ... 22 Kasım 1915. ... İngilizler
cephe hattının büyük bir kısmına iyice yaklaştıkları sırada çöl tarafında
bulundurduğum beş taburuma şu emri verdim: Beş tabur birden, ateşle birlikte
süngü hücumuna kalkacak ve düşmanı, istikametinde bulunduğu sağ taraftan
vuracaktır. Çarpışma ölene kadardır. Ateş sahasına beş taburun birden süngü
takmış olarak dalması, İngilizlerin üzerinde önce şaşkınlık, sonra panik
yarattı. Taburlar, ‘ölünceye kadar’ emrini eksiksiz yerine getirirlerken,
İngilizler çekilmeye başladılar. Sonra 4.500’den fazla ölü verdiklerini tespit
ettik. Saldırı şeklimize göre bizim de zayiatımız pek hafif olmadı.” (Halil
[Kut] Paşa, Bitmeyen Savaş, İst.-2007, s.121-122)
İngilizler
Kûtü’l-ammare mevzilerine çekilirler. Osmanlı Kolordusu çekilen İngilizleri
takip eder ve Kut’da kuşatır. 10 Ocak 1916’da Halil Bey grup komutanlığına
getirilir; Nurettin Bey onun emrine girer.
İngilizler
takviye getirerek kuvvetlerini kurtarmaya çalışırlarsa da, her seferinde
yenilip geri çekilirler. Kanlı çarpışmalar olur. Askerlerimiz hırslıdır. “Savaş
alanında askerlerimiz ve subaylarımız Kut’un mutlaka alınacağına imzalarını
koyuyorlardı...” 8 Mart 1916’da Halil Bey, 51. Fırka Komutanı Miralay Hasan
Cemil Bey’e şu emri verir: “İmparatorluk, devlet, şan ve şerefle dövüşünüzü
bekliyor. ... Biraz sonra Hasan Cemil Bey’in kuvvetleri süngülerini takmış,
saldırıya geçmişlerdi. Boğaz boğaza bir savaş sürüyordu. Süngülerin arasında el
bombaları avuçlarda patlarken 51. Fırka subayları rovelverleri ve kılıçlarıyla
İmparatorluğa yeni bir destan hediye etmekte idiler. İnatla dövüşen
İngilizlerin ana kuvvetleri süngü ile imha edilince, diğer İngiliz birlikleri
artık geri çekilmekten başka çare göremediler... ” (Halil [Kut] , a.g.e,
s.133-34)
Halil
Bey yaralılar arasında dolaşmaktadır.
“Her cepheye
gittiğimde ceplerime altın para koymayı alışkanlık haline getirmiştim. ...
Ekmeği
sol eli ile yiyen bir askere rastladım. Sol elindeki ekmeği koyacak yer
bulamadı, başıyla selam verdi; topuklarını birleştirdi durdu. ‘Neden ekmeği sol
elinle yiyorsun?’ ‘Sağ kolum kumandanım, bir gülleyle koptu gitti. Aradım
aradım bulamadım... Ne yapalım, sen sağ ol.’ Yeni sarılmış sargıdan sağ kolunun
yerinde olmadığı belli oluyordu. Bir avuç altın da ona verdim. Gülerek ayrıldı
gitti.” (Halil [Kut], a.g.e., s.139)
Halil
Bey 10 Mart’ta İngiliz kuvvetleri komutanı Towshend’e bir mektup gönderir: “....
Size gelince, askerlik vazifenizi kahramanca ifa ettiniz. Bundan böyle
kurtarılmanız için muhtemel vasıta görmüyorum. ... Kut’daki direnmenize devam
etmek veya sürekli artmakta olan kuvvetlerime teslim olmak hususunda
serbestsiniz... ” (Halil [Kut], a.g.e, s.134)
Yine
Halil Bey’den dinleyelim:
“9 Nisan 1916.
İngiliz kuvvetleri ikinci mevzilerimize gene şiddetli bir saldırıya kalktılar.
Siperlerimizin bir kısmı düşman kuvvetlerinin eline geçmeye başladı. ...
Birdenbire 43. Alay Komutanı Fazıl Bey, kuvvetlerinin en önünde piyade süngüsü
ile hücuma kalktı... Asker, Fazıl Bey’in arkasından sel gibi akıyordu. Kıyameti
andıran bu taarruz son bulurken, düşman kuvvetleri savaş alanında beş bin ölü bırakmışlardı.
İngilizler çekilirken, savaş alanından kan revan içinde dönüp, önüme dikilen
genç bir subay şu tekmili verdi: Düşman kuvvetleri gördüğünüz şekilde geri
çekilmek zorunda kalmışlardır; komutanımız Fazıl Bey şehitlerimiz arasındadır.
Yeni emirleriniz?
“Arkadaşları
arasında İttihatçılığı ile tanınan bu genç subayı tanıyordum. İmparatorluk
destan üstüne destan kazanıyordu... Başımı önüme eğdim; dudaklarımdan yüce
askerlerimiz ve yüce subaylarımız için dualar döküldü.” (Halil [Kut], a.g.e,
s.135)
24
Nisan gecesi “Ağzına kadar dolu acayip bir İngiliz savaş gemisinin Dicle’den
Kut’a doğru gelmekte olduğu” görülür. Halil Bey atına atladığı gibi sahile
koşar; o gidene kadar, Sarı Emin Paşa’nın topçuları gemiyi batırırlar.
Sonunda,
29 Nisan 1916’da General Towshend komutasındaki İngilizler teslim olur. Teslim
için mektupları, ünlü İngiliz casusu Lawrens götürüp getirir. Mirliva Halil Bey
ordusuna, “Arslanlar!” hitabıyla bir bildiri yayımlar ve şu bilgileri
verir: “Ordum, gerek Kut karşısında, gerekse Kut’u kurtarmak isteyenler
karşısında, 350 subay ile 10.000 erini şehit verdi. Fakat, buna karşılık bugün
Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız
orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de, 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.
”
Türk
sebatının İngiliz inadını kırdığını söyleyen Halil Bey, bildiriyi şöyle
bitirir: “Bugüne Kut Bayramı adını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu
günü kutlarken, şehitlerimize Yasinler, Tebârekeler, Fatihalar
okusunlar.
Şehitlerimiz yüce hayatlarında, göklerde kızıl kanlarla uçarken, gazilerimiz de
zaferlerimizle nigâhbân olsunlar. ” (Halil [Kut], a.g.e.,
s.149)
Halil
Bey Paşalığa yükseltilir. Bu savaşlar, Çanakkale’den sonra 1. Dünya Savaşındaki
en çetin ve parlak zaferlerimizdir. O dönemde üzerinde çok yazılar yazılmış, bu
savaşlarda bulunan İngiliz subayları daha sonra İngiltere’de Kut Cemiyeti’ni
kurmuşlardır.
*
* *
1915
yılı sonlarına kadar Türk ordusu en geniş cephelerde savaşan, cepheden cepheye
koşan en hareketli ve en disiplinli ordu olma özelliğini korumaktadır. Bu
başarı Enver Paşa ve genç subaylarla açıklanır. 1916 yılı içinde imkânsızlık ve
hastalıkların baskısıyla gevşeme ve çözülmeler görülür.
1915
yılında askere alınabilecek en yaşlı Osmanlılar da çağrılmış ve yeni tümenler
oluşturulmuştur. Ancak, bu kuvveti beslemek ve silahlandırmak için gerekli malî
güç yoktur. Subay sıkıntısı çekilmektedir; Çanakkale çok genç subayı
tüketmiştir. Talimgâhlarda altı ayda subay yetiştirilerek birliklerin başına
gönderilmektedir.
Ordunun
morali iyidir; Çanakkale yaşanmış, Doğu cephesinde Rus taarruzu belli bir hatta
durdurulmuştur. Ancak, daha sonraki yenilgiler askerin maneviyatını bozacak ve
firar olayları artacaktır. Hastalık ve soğuk en etkileyici unsurlardır. Askere
alınabileceklerin en yaşlıları da alınmış olduğundan, eksilen askerin yeri
doldurulamamaktadır. Bazı cephelere gönderilen askerlerin kimisi silahlı,
kimisi silahsızdır. Askerden niçin firar ettiği sorulan bir er, siperde tüfekle
bir el ateş edebilmek için yanındaki arkadaşının şehadetini beklemenin zor
olduğunu söylemiştir.
Osmanlı
ordusunda yiyecek, giyecek, silah ve mühimmat kıtlığı yanında, büyük ölçüde
nakliye sıkıntısı yaşanmaktadır. Düşman kuvvetleri girdikleri yerlere
genellikle demiryolları döşeyerek gerideki ikmal merkezleri ile bağlantıyı
korumaktadır. Denizlerde düşman hâkimiyeti kesin olduğundan Osmanlı bu yolu
kullanamamaktadır. Demiryollarında ise lokomotifler odunla yürütülmeye
çalışılmaktadır, bu da yeterli olmamaktadır. Batıdan doğuya askerî birlikler
yahut ikmal malzemeleri bin türlü güçlük içinde ve ancak bir buçuk ayda
gidebilmektedir. Suriye ve Irak Cepheleri bu bakımdan iyice sıkıntıdadır.
Ayrıca, Doğu Anadolu’da özellikle Ermeni çetelerin saldırıları altında İslam
halk Batıya ve Güneye doğru perişan kafileler halinde
göç
etmektedir. Güney cephelerinde ise, bazı Arap aşiretlerinin ayaklanmaları
askerin maneviyatını bozmaktadır.
*
* *
1915
yılında Doğu Cephesinde Rus ordusu yeni takviyeler almış ve sayı olarak iki yüz
bini geçmiştir. Osmanlı 3. Ordusu ise altmış bin kişidir ve ikmal, iaşe
zorlukları bir yana, üç yüz kilometrelik bir cepheyi savunmak zorundadır.
27
Nisan 1915’te Rus ordusu, Osmanlı kuvvetlerini kuşatmak üzere taarruza geçer.
Narman bölgesindeki X. Kolordu ile kapışırlar. IX. Kolordunun da müdahalesi ile
Osmanlı kazanır; Ruslar geri çekilirler. 10-13 Haziran arasındaki ikinci
saldırıları da (İkinci Tortum Savaşı) kırılır; çekilirler.
20
Nisan’da Van Ermeni isyanı başlar; resmî daireleri, evleri basar, katliam
yaparlar. Müslüman halk gönüllü birlikler kurarak Ermeniler’le dövüşe başlar.
Ancak isyan bastırılamaz. Tebriz üzerine yürümekte olan Halil [Kut] Bey
komutasındaki 1. Kuvve-i Seferiye isyanı bastırmakla görevlendirilir. Halil
Bey, Dilmen’deki Rus kuvvetlerini geri atarak ilerlemeye çalışır. Ancak,
takviye alan Rus birliklerine karşı ikinci taarruzu başarılı olamaz. Açlık ve
hastalıktan çok askerimizin kırıldığı bir çekilişle Bitlis’e varır. 16 Mayıs’ta
Van Rusların eline düşer.
Osmanlı
takviye kuvvetler getirterek, yirmi iki gün süren çarpışmalardan sonra Van’ı 22
Temmuz 1915’te geri alır. Ancak, Ağustos içinde Ruslar 135.000 kişilik bir
kuvvetle yeniden saldırırlar; Osmanlı kuvvetleri Bitlis’e doğru çekilir; Ruslar
yeniden Van’a girerler.
Erzurum
tarafında Rus kuvvetleri büyük sayı üstünlüğü içinde Aşağı Pasin Ovası’nda 13
Ocak 1916’da saldırıya geçerler. Osmanlı askerinin yoksulluğunu bildikleri ve
kendi askerlerini kürklerine kadar ikmal ettikleri için kışın saldırmayı
yeğlerler. Beş bin mevcutlu bir Osmanlı tümeni otuz beş bin kişilik Rus kuvvetlerini
üç gün kadar oyaladıktan sonra Erzurum mevziine çekilir. Gürcüboğazı’nı savunan
Osmanlı kolordusu ise topçu ateşi ve sayı üstünlüğü karşısında dayanamaz;
Erzurum Ovasına doğru çekilmeye başlar. Sonunda, 3. Ordu komutanı birliklere
çekilme emri verir ve Rus kuvvetleri 16 Şubat 1916’da Erzurum’a girerler.
Mart
ayı içindeki savaşlar sonunda, 18 Nisan’da Trabzon düşer. Fevzi (Çakmak) Paşa
ve Deli Halit Paşa kuvvetleri Çoruh vadisi ve Soğanlı Dağları’nda Rus
kuvvetlerini durdurmak için dövüşürler. 25 Haziran’da 3. Orduya bağlı birlikler
Trabzon’u almak üzere bir baskın düzenler; Ruslar Of ve Sürmene’ye kadar
atılırlar. Ancak bu sırada Rus kuvvetleri Bayburt üzerinden taarruza geçerler;
8 Temmuz’da Kop cephesini yararak ilerler ve 20 Temmuz 1916’da Gümüşhane, 25
Temmuz’da Erzincan’a girerler. Osmanlı kuvvetleri Kemah-Kelkit-Gümüşhane
hattını tutarlar.
O
sene çok ağır bir kış yaşanır ve Osmanlı birlikleri için pek yıpratıcı olur.
O |
SMANLI
Hükûmeti 27 Mayıs 1915’te Ermeniler için zorunlu göç kararını çıkartır ve bu
halk, cephe gerisinden uzaklaştırılarak Musul ve Suriye vilayetlerimize
sevkedilir. Daha önce 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, Hükûmete başvurarak,
bölgedeki Ermenilerin Ordunun arka güvenliğini tehdit ettiğini, çetelerin
birliklerimizi arkadan vurduğunu ve benzeri tehlikeleri sıralayarak Ermenilerin
zorunlu göçe tâbi tutulmalarını istemiştir. Bir yıldan çok geçen süre içinde
de, ordu komutanının söyledikleri fazlasıyla yaşanmıştır. Dışarıdan gelen ve
onlara katılan yerli Ermeniler, Rus Çarının vaadlerine aldanıp, çağrısına
uyarak, Rus Ordusu içinde gönüllü birlikler oluşturmuş, çarpışmakta yahut
bağımsız çeteler halinde Orduyu arkadan vurup, telgraf hatlarını ve ikmal
yollarını kesmektedir. Bütün varlığını orduya vermiş olan köyler, kasabalar ve
şehirlerdeki Müslüman halk, Ermeni çeteleri karşısında savunmasız kalmıştır ve
çeteler pek acımasızdır.
*
* *
Ermeni
olayları başlangıcından itibaren siyasi mahiyetlidir. 19. yüzyıla kadar
‘Teba-yı sâdıka’ ismini alacak kadar uyumlu ve huzurlu yaşamış ve Türk
kültürüne ciddi katkılarda bulunmuşlardır. Bu yüzyılın ortalarından itibaren,
Rusya ve Avrupalı devletlerin Osmanlıyı parçalama siyasetlerinin sıradan bir
aracı olarak kullanılmaya başlanmışlardır. Özellikle, Amerika, İngiltere ve
Fransa, açtıkları okullar ve Kilise misyonerleri yoluyla, Ermenilere, asil bir
Hristiyan ırkı oldukları ve Müslüman bir devletin sâdık vatandaşı olarak
yaşayamayacakları yoğun olarak propaganda edilmiştir.
Rusya
ise, sıcak denizlere inme projesi içinde, kendisine sâdık bir hizmetçi ve
atlama taşı olmak üzere, Osmanlı Ermenilerini himayesi altına aldığını ilan
etmiştir.
Bütün
bu teşvik ve destekler, Ermenilerin de Rum, Bulgar gibi diğer gayrimüslimlere
özenerek örgütlenme ve silahlanmasının önünü açmıştır. 93 Savaşı sonrasındaki
Berlin Antlaşması, Osmanlı’ya Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ıslahatlar yapma
emrivakisini kabul ettirmiş ve bunun denetimini de Avrupalı devletlere vererek,
Osmanlı’ya açıktan müdahalenin yolunu açmıştır.
Yüzyılın
sonlarına doğru, İstanbul başta olmak üzere Ermeni nüfusun yaşadığı bölgelerde
başlayan toplu gösteriler, terör hareketleri, Osmanlı Bankası baskını, Osmanlı
Hakanına suikast gibi olaylar Ermenilerle Müslüman halk arasındaki gerilimi
artırır. Sonunda, özellikle Protestan rahiplerin yoğun tahrikleri altında, Van
ve Zeytun ayaklanmaları patlak verir.
1913
yılına gelindiğinde, Ruslar yeniden ve daha güçlü bir çıkışla, Ermenilere arka
çıkmaya ve İstanbul’u sıkıştırmaya başlarlar. Ermenileri tahrik ve destekleme
Avrupalı devletlerle Rusya arasında bir çeşit rekabet konusu haline gelmiştir.
8 Şubat 1914’te Osmanlıya kabul ettirilen reform antlaşması, Doğu Anadolu’nun
fiilen koparılması anlamını taşımaktadır; ikiye ayrılan altı Doğu vilayeti, iki
yabancı müfettişin fiilî yönetimine bırakılmaktadır. Rusya, Ermenileri önüne
alarak büyük adımlarla Anadolu’ya girmektedir.
Büyük
Savaş başladığında, Doğu Cephesi’ndeki vuruşmalarda Ermeni birliklerinin Rus
Ordusu saflarında olması, fiilen olduğu kadar, belki daha da çok moral olarak orduyu
ve Müslüman halkı yıpratmıştır. Osmanlı Hükümeti, 24 Nisan 1914 tarihinde,
Ermeni örgütleri ve siyasi temsilciliklerini kapatarak, elebaşılarını tutuklar.
Ancak, bu tür tedbirler için artık çok geçtir; hiçbir etkisi görülmemiştir. Van
ve Doğu Anadolu’nun bazı şehirleri, Ermeniler tarafından işgal edilerek Ruslara
teslim edilir. Ülkenin her yanında, artık dizginlenemeyen taşkınlıklar ve
ayaklanmalar başlar.
Sorunun
birinci dereceden muhatabı olan 3. Ordunun isteği üzerine, 27 Mayıs 1915’te,
Osmanlı Hükûmeti, Ermenilere zorunlu göç uygulanması kararını alır. Savaş şart
ve imkânlarının elverdiği ölçülerde, insanî duyarlıklar ihmal edilmeden, göçle
ilgili yasal düzenlemeler dikkatle yapılır ve uygulamaya koyulur. Osmanlı
ordusunun, savaştaki en büyük sorununun yol yokluğu olduğu düşünülürse, Ermeni
göç kafilelerinin pek rahat şartlar ve yollarda yol aldıkları elbetteki
düşünülemez. Yine, o dönemdeki hastalıkların, salgınların, bir yabancı müşahide
“Osmanlı askerini bit yendi.” dedirtecek
ölçüdeki
yıkıcı etkileri hatırlanırsa, bu göç kafilelerinin yaşadığı hastalık
kırgınlarını, belgeleri olmasa da anlamak mümkündür. İhanetin acısını yaşamış
bölge aşiretlerinin ve özellikle, eşkiyalığa soyunmuş Ordu kaçaklarının
saldırıları da gerçektir; Osmanlı Hükümetinin, göçün güvenliği için
yapabileceklerini pek âlâ yaptığı gibi.
Başlangıçta,
Amerikan misyonerlerinin himayesinde olan Protestan ve İtalya-Avusturya’nın
korumasındaki Katolik Ermeniler göçe tâbi tutulmamışlardır. Ancak, İtalya’nın
sonradan İtilaf devletleri safında Osmanlıya savaş açması üzerine Katolik
Ermeniler ve İngilizlere duyulan öfke sebebiyle de Protestan Ermenilerden çok
az bir kesim göç kapsamına alınmıştır. Müttefikimiz olan Avusturya,
Katoliklerin göçünü büyük ölçüde durdurmuştur. Ayrıca, yaşlılık ve hastalık
sebebiyle bir çok Ermeni göç dışı tutulduğu gibi, Devlet memuru olan, öğretmen,
sağlık görevlisi, elçilik görevlisi gibi aileler ve yine çeşitli sebeplerle ve
Müslümanların koruması altındaki bir çok Ermeni göçe zorlanmamıştır.
Doğal
olarak, biz burada olayın ayrıntılarına girecek değiliz. Şu kadarını söyleyelim
ki, evet, Ermeniler acı çekmişler, ölmüşlerdir. Biz ise, ihanete uğramış olarak
acı çekmiş ve ölmüşüzdür. Bugün, geçmişe bakarken, sekiz yüzyıl dostça ve
birlikte yaşadıktan sonra, Türklerin niçin, durup dururken Ermenilerin üzerine
yürüdüğünü soracak vicdanlı yabancı tarihçiler de vardır. Bunlardan birisi
olan, Amerikalı A. T. Chester şunları yazar:
“Dünya
Savaşı sırasında Türkiye’nin kuzey doğusundan Ermenilerin sürgünü hakkında çok
şey duymaktayız. Gerçek şu ki, Türkler Rus işgal tehdidine karşı ülkelerini
savunmak için Rusya sınırına bir ordu gönderdiler. Orduda, tıpkı bizim askere
aldığımız gibi, Türk vatandaşı olan bütün milletler yer alıyordu. Cephede
Ermeniler boş kovanlar kullandılar ve siperleri terkettiler. Zaten bu, çok kötü
idi; fakat Ermeniler bu tür bir ihanetle yetinmediler. Ordunun arkasındaki
vilayetlerde çok sayıda Ermeni yaşıyordu ve bu insanlar Türklerin Ruslar
tarafından yenilgiye uğratılma şansının çok fazla olduğunu düşünerek, ordu
gerisinde isyan etmek ve destek unsurlarını kesmek suretiyle bunu gerçeğe
dönüştürmeye karar verdiler.” Yazar, bir paralel olay hayal edelim, diyor;
diyelim ki Meksika ile savaş halindeyiz. Bizim zenciler düşman ordusuna
katılmakla kalmıyor, geride kalanları da telgraf hatlarımızı kesiyor, ikmal
kollarımızı vuruyorlar. Biz bu zencilere ne yaparız? (Kemal Çiçek, Ermenilerin
Zorunlu Göçü, Ankara 2005, s.5)
Yazarın
bu soruya, tarihî hatırlatmalar da yaparak verdiği cevabı yazmasam da tahmin edersiniz.
Şu
sözlerle bağlayalım ki, bugün dünya kamuoyu önünde oynanan açık oyunu devam
ettirmek, dün olduğu gibi gelecekte de Ermenilere mutluluk getirmeyecektir.
Başka güçlerin değersiz siyasi malzemeleri olarak süregiden soykırım
propagandalarındaki başarıları, onların hayat bahasını artıracaktır. İleride
anlatılacak olan, Halil Paşa’nın, sanki de Türk milleti adına yaptığı konuşmayı
ve yardımı unutmamalıdırlar.
İran,
Galiçya ve Romanya Cepheleri
T
RAN üzerinden güneye sarkan Rus kuvvetlerinin Irak cephesindeki 1
birliklerimizin doğu ve yan gerilerini kesme tehlikesi vardır. Bunu önlemek ve
bu cepheden Türkistan’a bir yol açabilmek için Osmanlı Genel Kurmayı, İran’ın
işgaline karar verir. Esasen, Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları bölgede
çalışmakta ve gönüllü birlikler kurmaktadır. İttihat Terakki’nin meşhur hatibi
Ömer Naci buralardadır ve burada şehit olacaktır. Rauf (Orbay) ve Çerkez Ethem
yine İran Azerbaycan’ındadır.
Enver
Paşa’nın Türk dünyasına yahut İslam âlemine dönük hamleleri bazı Alman komutanlarını
da rahatsız etmiştir. Paşa’nın, “İran, Hindistan, âlem-i İslam üzerine
hayaller kurduğu” gibi ifade ve yorumları, Almanlar savaştan sonra
yazdıkları eserlerinde kullanmışlardır. Ancak, biz bu hayallere (!) Alman Genel
Karargâhının heyecanla sahip çıktığını ve desteklediğini biliyoruz.
Enver
Paşa 1916 Mayıs ayının sonuna doğru Bağdat’a gelir ve Halil Paşa ile İran
üzerine yapılacak hareketi görüşür. Ancak 6. Ordu Komutanlığına getirilen Halil
(Kut) Paşa, İran üzerine yapılacak bu hareketi uygun bulmamış, hatta yeğeni
Enver Paşa’ya bu hareket için 6. Ordudan birlik alındığı takdirde istifa
edeceğini bildirmiştir. Halil Paşa, Alman genel karargâhının baskılarıyla böyle
bir karar alındığını düşünmektedir. Ancak Enver Paşa’nın kesin, “6. Ordu
Komutanı olarak kalacaksınız ve Kirmanşah’ı mutlaka işgal edeceksiniz.”
talimatı ile, 6. Ordudan alınan VIII. Kolordu İran Cephesine gönderilmiş; Halil
Paşa da itaatsizlik etmemek için emre uymuştur. Halil Paşa hatıralarında, Irak
cephesindeki zaferden sonra kırk kişi civarında bir Alman misyonunun bölgeye
geldiğini ve bunların ne yaptığının da pek belli olmadığını söyler. “Almanya’dan
getirilen vagonlarca altın para, İran’da her türlü satın alma için
kullanılıyordu.” (Halil [Kut], a.g.e., s.152-54)
Ali
İhsan (Sabis) komutasındaki X. Kolordu, 6. Ordudan ayrılarak İran’a gönderilir;
Halil Paşa’nın Almanların etkisine bağladığı İran- Afganistan-Hindistan projesi
savaşın başından beri düşünülen ve bir ölçüde uygulamaya da konulmuş bir
harekettir. İran İngilizlerin petrol, Hindistan ise insan kaynağıdır ve aynı
zamanda, Müslümanlar dolayısıyla en büyük korkularıdır. Avrupalı bazı yazarlar
ise, Kafkas ve İran hamlelerinin Enver Paşa’ya ait olduğunu, Almanların ise vaz
geçirmek için uğraştıklarını söyler. (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı
Mahsusa, İstanbul 2003, s.27) O sırada İran’da hâkim olan bir Türk
hanedanıdır ve daha sonra Tebriz’e giden Halil Paşa ile veliaht Hüseyin dost
olacaklardır.
Ali
İhsan (Sabis) komutasındaki X. Kolordu, 3 Haziran 1916’da Hanikin’ de Rus
kuvvetlerini yenerek hızla ilerlemeye başlar. 1 Temmuz’da Kirmanşah’ın
batısındaki çarpışmaları da kazanan Osmanlı kuvvetleri şehre girerler. Gönüllü
kuvvetler de çarpışmaktadır. 17 Temmuz’da Rumiye Gölü’nün güneyinde Musul Grubu
taarruza geçerek Rus kuvvetlerini Revandiz’den uzaklaştırır. Süleymaniye Grubu
da aynı tarihte Bane’deki Rus birliklerini yenerek doksan kilometre kadar içeri
girer. Ali İhsan Paşa kuvvetleri 9 Ağustos’ta çetin çarpışmalardan sonra
Ruslar’ı Hemedan’ın güneydoğusundaki mevzilerinden söker ve 16 Ağustos’ta Türk
birlikleri, halkın coşkun gösterileri arasında Hemedan’a girerler.
X.
Kolordunun iki koldan Kazvin ve Tahran üzerine yürümesi emredilir. İleri
hareket için Osmanlı gücünün Rus kuvvetleri ile çarpışmaları devam ederken,
Irak cephesinde Kûtü’l-ammare’nin düştüğü bildirilir. Bu durum İran’daki
kuvvetlerimizi de tehlikeye soktuğundan, birliklerimize geri çekilme emri
verilir ve X. Kolordu yeniden Irak cephesine kaydırılır.
Birinci
Cihan Savaşı’nın batı cephesinde Alman-Avusturya orduları Galiçya’da tehlikeli
kayıplara uğrayıp Karpatlar’a çekilince, Osmanlı, iki tümenden oluşan XV.
Kolorduyu Ağustos 1916’da müttefiklerine yardım için Galiçya’ya cephesine
gönderir. Osmanlı askerleri bu cephede verdikleri ağır kayıplara rağmen, her
seferinde Rus kuvvetlerine karşı direnir ve durdururlar. 1917 ortalarına doğru
Rus saldırıları azalır. Galiçya’daki birliklerimiz Eylül’de vatana dönerler.
Romanya’nın
İtilaf devletleri safında yer alıp, Avusturya topraklarına girmesiyle yeni bir
cephe açılmış olur. Osmanlı ve müttefikleri bu cepheyi müştereken koruma kararı
alırlar. Eylül 1916’da Romanya Cephesine iki tümenli VI. Kolordu gönderilir. Bu
cephede de Osmanlı’ya yakışır şekilde savaşılır ve görev bittiğinde tümenlerin
biri 1917 Aralığında, diğeri 1918 Haziranında yurda döner.
Bulgarlar
da Sırbistan’a karşı Makedonya Cephesini açmışlardır. İtilaf devletlerinin
Selanik’e kuvvet çıkarmasıyla cephe genişler. Savunmaya yardımcı olmak üzere
iki tümenli Osmanlı XX. Kolordusu 1916 Eylül’ünde Makedonya Cephesine gönderilir.
Enver
Paşa Eylül ayı ortalarında Galiçya’daki birliklerimizi görmek üzere bu cepheye
gider. “Naciyeciğim, efendiciğim, Bugüne kadar durup dinlenmeyerek daimî
dolaştım. Yalnız, Galiçya’da askerlerimizi görmek ve
ara
sıra da, birkaç saat, yemek için karaya ayak bastım. Yoksa bütün işim gücüm,
yatmam, kalkmam hep trende oldu.” (A. İnan, a.g.e.,
s. 158) Eylül sonlarında Budapeşte’ye geçer. Resmî işlerinin ardından, “Burada
bizim zamanımızdan kalma yegâne yapı olan Gül Baba türbesini gezdik. Buraya iki
halı getirmiştim; onları koyduk. ” (A. İnan, a.g.e., s.160)
1916
yılı Aralık başlarında da Romanya Cephesine gider. Tuna boyunca çok duygulanır:
“Ruhum! Ah, şu bizim eski Tuna vilayetinden geçerken. O kadar üzülüyorum ki,
tarif edemem. Allah, buranın yine bizim olacağı günü göstermeyecek mi?”
Otomobilden sonra elli kilometre de atla gittikten sonra cepheye ulaşırlar. “Biraz
sonra bir alayın dinlendiği bir köye girdik. Hemen, silah başına çaldırdım. On
dakikada erler hazır oldular. Hepsini gözden geçirdim; selamlaştık, konuştuk.
Hepsi şen, şatır. Bu alay esasen Bükreş önündeki savaşın kazanılmasına asıl
yardım eden alay. Birkaç söz söyledim. Hepsi memnun, gülümser... Ah, bu
askerleri gördükçe, doğrusu ne kadar memnun oluyorum. ” (A. İnan. a.g.e.,
s.164,167)
2 |
7
HAZİRAN 1916’da Mekke Şerifi Hüseyin Osmanlı’ya isyan ettiğini ilan eder. Eski
Şûrâ-yı Devlet üyesi Hüseyin Paşa, İttihat Terakki hükûmetleri zamanında Mekke
Şerifi olmuştur. Şerif olduktan sonra Hicaz valileri ve aşiretlerle uğraşmaya
ve yetkilerini artırmaya çalışır; niyeti iyi değildir. Daha 1912’de oğlu ve
Hicaz milletvekili Abdullah’ı İngilizler’in Mısır Komiseri ile görüşmeye
göndererek işbirliği imkânları aramıştır. Sonradan Ürdün Kralı olacak bu
Abdullah’ın, benzeri bir teşebbüsü daha vardır. Şerif Hüseyin’in, sonradan Irak
Kralı olacak diğer oğlu Faysal ise, İttihatçı yöneticilere başvurarak,
kendisinin Türk’ün ekmeği ile büyüdüğünü, Türk’e hıyanet edemeyeceğini,
babasının niyetinin iyi olmadığını, bu zata biraz para ve özerklik vererek
İngilizlere bağlanmasının önlenmesini istemiştir. Ancak, sonuç alamamıştır.
Aynı Faysal daha sonra Millî Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa’ya
başvurarak kuvvetlerin birleştirilmesini ve ortak mücadele ile bir Türk-Arap
Federasyonu kurulmasını önerir. Mustafa Kemal Paşa, bunun şimdiki durumda iyi
bir siyaset olmayacağını, herkesin kendi mücadelesini bitirdikten sonra
Federasyonun düşünülebileceğini söyler.
Daha
sonra, Lordlar Kamarasında açıklandığına göre, senelik dört yüz bin altın
vermek suretiyle İngiltere, Şerif Hüseyin ile Osmanlı’yı vurmak üzere
anlaşmıştır. İngiltere Hicaz’ı himayesi altına almayı, iç ve dış saldırılara
karşı korumayı üstlenir. Bu vesika, daha sonra Mekke’de yayımlanan El-Kıble
gazetesinde yayımlanır. Bu adam, ömrünün sonrasında Kıbrıs’ta mülteci olarak
yaşarken, son hastalığında bütün yakınlarını yanına toplar ve onlara şunu
söyler:
“Bu bizim başımıza
gelenler ve gelecekler, ekmek kapımız (velinimetimiz) koruyucumuz ve yüzyıllar
boyu efendimiz olan Osmanlı Devleti’ne karşı işlediğimiz günahların,
giriştiğimiz isyanların ilahî bir cezasıdır.” (Aydemir, a.g.e., c.3,
s.311)
1-2
Haziran gecesi Şerifliler Mekke-Medine yolunu keserler. Ertesi gece Medine
Karakolu’nu basarlar. Medine Müdafii olarak şöhret yapacak olan Fahrettin
(Türkkan) Paşa elindeki kuvvetlerle Medine ve çevresine hâkim olacak ve bu
şehri Mondros Mütarekesine rağmen düşman kuvvetlere terk etmeyecektir.
Devletleri yenilmiş ve dünyadan tecrit edilmiş bir avuç kahraman, Peygamber’in
kabrini açlık ve yokluk içinde dövüşerek koruyacaklardır. Ve bu şanlı savunma
1919 yılı Ocak ayına kadar sürecektir.
Şerif
Hüseyin bir yandan da yaptığı ayaklanmaya meşruiyet kazandırabilmek için
İngiliz ve Fransızlar’la birlikte geniş bir propaganda çalışmasına girer.
Aslında Şerif Hüseyin’in çevresinde kendi aşiretinin dışında pek az insan
vardır. Ancak, Osmanlı kuvvetleri böyle bir ayaklanmayı beklememektedir. 10
Haziran’da Mekke’de ayaklananlar hükûmet konağını ve kışlaları ateş altına
alırlar; çarpışmalar başlar. 9 Temmuz’da âsiler Mekke’ye hâkim olurlar.
14
Haziran’da Cidde’ye saldıranlar püskürtülür. Ardından 16 Haziran’da İngiliz
gemilerinin bombardımanı başlar ve âsiler yüklenirler. İki ateş arasında kalan
Osmanlı garnizonu düşer. Taif’te ise hileyle yaklaşıp baskın yaparlar; Osmanlı
askeri hıyanete uğradığını anladığında çarpışmalar başlar; bedevi saldırıları
püskürtülür. Ancak, Taif de her türlü ikmal ve bağlantıdan yoksundur. Kendi
başına kalan şehir 22 Eylül 1916’da düşer.
Hicaz
Cephesindeki çarpışmalar Şerifler-İngilizler ve Fransızlara karşı çeşitli
şekillerde sürecektir. Şerifler ve müttefikleri Osmanlının bağlantılarını
sağlayan liman ve demiryollarını işgal ve tahrip ederek, Osmanlı kuvvetlerini
tecrit etmeye çalışırlar. 23 Ocak 1917’de İngiliz donanmasının yoğun ateşi
altında liman şehri Vech ve 6 Temmuz’da aynı şekilde Akabe üssü Arapların eline
geçer. Çarpışmalar Mondros Mütarekesine kadar sürecek ve 30 Ekim 1918’den sonra
Hicaz, Asir ve Yemen boşaltılacaktır.
*
* *
İngilizler
Filistin’e yüklenmek üzere hazırlık yapmakta, çöle doğru su boruları ve
demiryolu döşemektedirler. Bu cephede fazla bir Osmanlı gücü kalmamıştır. Türk
birlikleri zaman zaman baskın ve kuşatma hareketleriyle İngilizlerin
faaliyetlerini engellemeye çalışırlar. İngiliz kuvvetleri 22 Aralık 1916’da
Deniz Kuvvetlerinin desteğinde taarruza geçer ve El-Ariş’i alırlar. Osmanlı
kuvvetleri Han Yunus’a çekilirler. Burası 8 Mart 1917’de düşer,
Enver
Paşa’nın da rızası alınarak Osmanlı birlikleri çölü terk eder ve Gazze-
Şeria-Bi’rü’s-sebe hattını tutarlar.
Donanma
ve hava kuvvetlerinin desteğinde İngiliz süvari ve zırhlı birlikleri 26 Mart
1917’de Osmanlı Cephesine saldırırlar; silah güçleri üstün, sayı olarak
Osmanlının dört mislidirler. Gazze’de sert çarpışmalar başlar. Muhabere
noksanları sebebiyle doğudan gelecek olan Osmanlı tümeni gecikir; sonunda
yetişir. Yirmi dört saat süren boğuşmalardan sonra, İngilizler Gazze’nin,
girmiş oldukları bazı kesimlerinden de atılarak eski yerlerine sürülürler.
Yirmi
bir gün sonra Gazze’ye yeniden saldırırlar. 17-20 Nisan günleri arasında kanlı
vuruşmalar olur; düşmanın tank birlikleri ve deniz desteği vardır; ama yetmez,
ağır kayıplarla yine geri çekilirler.
İtilaf
devletleri Kudüs’ün zaptına ayrı bir önem verirler ve ona göre hazırlık yapar,
büyük imkânlar seferber ederler. Bölgede yüz kırk posta şubesi ve yetmiş iki
hastane kurmuşlardır; çift hatlı iki yüz elli kilometre demiryolu döşemiş ve su
borusu hattı kurmuşlardır. Ordularının gerisinde yüz otuz beş bin kişi, çeşitli
mesleklerden işçi çalışmaktadır. Cepheye sevk edilen Türk birliklerinin ise
donanımları çok zayıftır.
Bu
kesimdeki Araplar arasında da olmadık propagandalar yürütülmektedir; İngiliz 4.
Ordu Harp Ceridesi’nden: “Muhiddin Arabî demiş ki, Mısır’da Ennebi çıkacak
(İngiliz komutanı Allenby’nin ismi Arap harfleriyle “Ennebi” olarak okunur.)
Nil’in suyunu Çöle getirecek... Araplık kurtulacak. ” Ayrıca Şerifler adına
bildiriler dağıtılarak halk, Osmanlı hâkimiyetini yıkmaya ve Mekke’de kurulacak
saltanata bağlanmaya çağrılmaktadır. Bu arada, gizli Siyonizm teşkilatının belgeleri
ele geçirilir; düşman uyruklu Yahudiler sürgün edilir, müttefik uyruklu olanlar
gözaltına alınır.
Osmanlı
Halep’teki 7. Ordunun Filistin’e kaydırılmasına karar verirse de bu intikal üç
ay sürecektir. İngilizler 31 Ekim’de Bi’rü’s-sebe mevzilerine saldırırlar;
akşama kadar süren çarpışmalardan sonra Osmanlı kuvvetleri geri çekilir. 6
Kasım 1917’de düşman, süvari ve tank takviyeli kuvvetleriyle Gazze’ye yüklenir.
Bulundukları mevzileri savunan ve zaman zaman karşı saldırıya geçen Osmanlı
birlikleri uzun süre direnemez ve Gazze’yi boşaltırlar. İngilizler 12 Kasım’da
Yafa’yı, 15 Kasım’da Ramle’yi ele geçirirler. Enver Paşa cepheye gelir; Kudüs’ü
elde tutarak, geniş çaplı bir
çekilme
kararı verilir. Ali Fuat Paşa komutasındaki XX. Kolordu Kudüs’ü savunacaktır.
19-20 Kasım günlerinde XX. Kolordu İngilizleri oyalayarak Kudüs mevzilerine
çekilir. 25-30 Kasım arasındaki çarpışmalarda önemli bir sonuç alınamaz.
İngilizlerin şehre yaptığı taarruzlar her seferinde kırılır. 8 Aralık 1917’de
İngiliz kuvvetleri birkaç cepheden birden saldırıya geçerler; Kudüs’ün kuzey
mevzilerine girerler. Dayanma gücü tükenen Osmanlı, şehri boşaltır ve 9
Aralık’ta Kudüs’teki 401 yıllık Osmanlı hâkimiyeti sona erer. Osmanlı karargâhı
Şam’a taşınır.
İngilizler
aynı zamanda Kudüs’ü emniyete almak için Şeria nehrini tutmak ve Halep’e kadar
ilerleyerek Anadolu’nun Irak ile demiryolu bağlantısını kesmek istemektedir. 9
Mart 1918’de, Beyrut vilayetimizin sancak merkezlerinden biri olan Nablus’a
saldırırlar. Kudüs-Nablus yolunun iki yakasında üç gün süren çarpışmalardan
sonra çekilirler. 26 Mart 1918’de Amman’ı ele geçirmek üzere Şeria nehrinin
doğusuna geçerler. Es-Said kasabasını işgal ederler; beş gün süren
çarpışmalardan sonra İngiliz kuvvetleri geri çekilirler. 29 Nisan’da yeniden ve
daha büyük kuvvetlerle Şeria nehrini geçerek yine saldırırlar; yine
başaramazlar; uzun süren çarpışmaların ardından 5 Mayıs’ta Şeria’nın batısına
çekilmek zorunda kalırlar. Osmanlı yokluk içinde dövüşmektedir.
Bütün
bu çarpışmalarda İngilizlerin seksen bini aşkın kuvvetleri ve 504 topuna
karşılık Osmanlı birliklerinin toplam mevcudu on altı bindir ve kimisi aç,
kimisi silahsızdır. Bundan sonraki çarpışmaları da yine bu askerler
yapacaklardır.
19
Eylül 1918’de karadan ve denizden yoğun bir topçu ateşiyle İngiliz taarruzu
başlar. Hemen peşinden düşman hava kuvvetleri, ordumuzun cephe gerilerini
bombalayarak, bağlantıları keser. Günlerce süren çarpışmalar ve yoğun ateş
altında eriyen Osmanlı birlikleri Tül-Kerem hattına çekilirler. Şerif
Hüseyin’in oğlu Faysal’ın birlikleri Maan’ı işgal ederler. 23 Eylül’de Akkâ ve
Hayfa da düşman eline düşer. Şam’a çekilen Osmanlı birlikleri şehre
geldiklerinde halkı isyan halinde bulurlar; mevcut birliklerle Şam’ın
savunulması mümkün görülmeyerek kuzeye doğru çekilirler. 1 Ekim 1918’de,
alındığından 402 sene sonra Şam, İngiliz hâkimiyetine düşer.
Bu
savaşlardan sonra artık Osmanlı direnci kırılmıştır. 8 Ekim’de Beyrut’a giren
İngiliz birlikleri 15 Ekim’de Humus’u işgal ederler.
Alınmasından
402 yıl sonra Osmanlılar’ın boşalttığı Halep’e İngiliz kuvvetleri 15 Ekim
1918’de girerler.
Suriye
Cephesindeki 4. Ordunun bir görevi de Suriye’yi Medine’ye bağlayan demiryolunu
korumak ve Mekke-Medine şehirlerini (Kâbe’yi ve Peygamber’in kabrini)
kurtarmaktır. Bunun için bir Hicaz Seferî Kuvveti düzenlenmesine karar verilir.
Enver Paşa bu kuvvetin komutanlığına Mustafa Kemal Paşa’yı atar. Ancak, Mustafa
Kemal Paşa, Hicaz’a asker göndermek bir yana, oradaki askerlerin de geri
çekilmelerini savunmaktadır. Bu görüşlerini Enver ve Cemal Paşaların da
katıldığı bir toplantıda açıklar; kabul edilir ve bu fikirden vazgeçilir;
Medine’nin de tahliyesine karar verilir. Fakat, Enver Paşa, bu kararı gerçekçi
bulmakla birlikte içine sindiremez; yeni kuvvet gönderemese de Medine’nin
tahliyesini reddederek sonuna kadar direnme emri verir. Medine Müdafii
Fahreddin Paşa, yanındaki bir avuç askerin insan üstü çabasıyla savaşın sonuna
kadar, hatta Mütareke’ye rağmen, savunmaya devam eder. Oysa Medine, Şeriflerin
öncülüğünde, kendi kahramanlarına isyan halindedir.
“Bu kadar
ihanetler, Medine’ de Peygamber’in kabrini savunan Fahreddin Paşa’yı bile
şaşırtır. Bir gün, son savunma arkadaşlarını yanına alır; Paygember’in kabrine
varır. Bir bayrağa sarınır; namazını kılar, duasını eder ve sonra şöyle
haykırır: Kalk! Kalk ya Muhammed!.. Allah’ın resulü! Kalk! Ve sana inanan,
senin için burada çarpışanlara görün!.. Allah’ın yardımını bize ulaştır!...”
(Aydemir, a.g.e., c.3, s.189)
Şerif
Hüseyin ve aşiretinin isyanının ardından, Osmanlının Savaş içindeki yenilgileri
arttıkça, Orta Doğu’nun her yanındaki Araplar arasında milliyetçilik akımları
da hızlanır. Hıristiyan Arapların başlattığı bu hareket, yenilgiler içinde
giderek her kesimin kendi başının çaresine bakmasına dönüşür. Enver Paşa,
isyana hazırlanan yahut ayaklanmış olan Arap liderlerini ancak altın ile elde
tutabileceğini düşünerek, Cemal Paşa vasıtasıyla onlara para yetiştirmeye
çalışmaktadır. Kendi askerimize verilemeyen altın, Arap şeyhlerine akmaktadır
ama, bunun da bir faydası olmayacaktır.
*
* *
Enver
Paşa zaman zaman cephelerdeki durum hakkında Meclis’e bilgi verir; bütün
konuşmaları iyimserdir.
Kûtü’l-ammare’den
sonra, Aralık ayına kadar Irak cephesinde önemli bir gelişme olmaz. Ancak
İngilizler Bağdat’ı almak üzere yürüttükleri geniş çaplı çalışmalarını
sürdürürler. Menzil teşkilatı kurar, nehir filosunu güçlendirir, Basra’dan
Kût’a kadar demiryolu döşerler. Büyük hastaneler, hayvanlara yeşil ot, askere
taze et ve yumurta verebilmek için özel çiftlikler kurarlar. İşte bu sıralarda
Bağdat ve Musul’da açlık vardır; asker yarım tayınla idare etmekte, halk
perişan, yaşamaya çalışmaktadır.
16
Aralık 1916’da Osmanlının beş misli kuvvetle başlatılan İngilizlerin geniş bir
kuşatma hareketi başarısızlıkla sonuçlanır. Ağır topçu ateşi desteğinde Osmanlı
mevzilerini tek tek düşürme yolunu seçerler. 9 Ocak 1917’de Kût’un batısında
İmam Muhammed mevzilerine yüklenirler; çarpışmalar on gün sürer; en son mevzide
kalan kırk Osmanlı askeri İngiliz kuvvetlerine karşı burayı bir gün boyunca
savunmaya devam ederler; sonradan o mevziye “Kırk Gaziler” adı
verilir... Yüz üç topun desteğinde yüklendikleri Garraf mevzii on bir gün
dayanır. Ocak ayı sonlarında Dara mevzilerine saldırırlar; İsmail Hakkı Bey
komutasındaki 45. Tümen destanı cenk ederek savunur ve ağır ateş altında erir.
Kâzım (Karabekir) Bey komutasındaki 18. Kolordu ileri geri hareketlerle
Bağdat’a doğru çekilmeye başlar. Bağdat’ın yirmi kilometre kadar güneydoğusunda
Diyale nehri çevresinde yapılan savunma savaşları da yetmez; şehir boşaltılır.
Ve Osmanlı’nın ünlü Bağdat’ı, 11 Mart 1917 günü düşman eline düşer.
Mekke’nin
kaybından sonra Bağdat’ın da İngilizlerin eline geçmesi İstanbul ve Enver Paşa
için çok ağır olur. Yeni bir ordu hazırlanarak Bağdat’ın geri alınması için
Enver Paşa, Alman genel karargâhından yardım ister. Almanlar gerekli yardımı ve
fiilî başkomutanları Falkenhayn’ı bir kısım subaylarla birlikte gönderirler.
Böylece Yıldırım Ordusu kurulur. Ancak, yine de taşıt imkânlarının İngilizlere
göre yok denecek derecede azlığı, hazırlıkları zorlaştırır.
1917
yılı Haziran ayında Halep’e gelen Enver Paşa, İzzet Paşa, Cemal Paşa, Mustafa
Kemal Paşa ve Halil Paşa ile bir görüşme yapar. Rus ordularının tehlikesi
azalmakla birlikle, İngilizler Irak ve Filistin cephesinde sürekli takviye
almaktadır. Durum uzun uzun tartışılır ve Suriye cephesine ağırlık verilmesi
kararlaştırılır. Bunun üzerine Yıldırım Ordusu bu tarafa kaydırılır.
Irak
cephesinde iki yüz elli bin kişiyi bulan İngiliz kuvvetlerine karşı elli binin
altına düşen Osmanlı güçleri, Bağdat’ı kurtarmak için bir hamle daha yaparsa da
sonuç alınamaz. Eylül 1917 sonlarına doğru kuvvetlerimiz çarpışarak kuzeye
doğru çekilmek zorunda kalırlar.
M |
EDİNE,
Hz. Peygamberin Mekke’de bunaldığı dönemde hicret ettiği, İslam medeniyetinin
ilk açılışlarının görüldüğü şehirdir. Peygamber ve sonraki Dört Halife
zamanında İslam Devletine başkentlik etmiştir ve yabancılar için yasak olan iki
şehir’den (diğeri Kabe’nin bulunduğu Mekke) biridir. Peygamber’in Mescidi ile
kabri buradadır. 1517 yılından beri Osmanlı yönetiminde olan Mekke ve Medine,
Peygamber’e olan saygı sebebiyle onun soyundan gelen Şeriflere de yönetim
yetkileri tanıyan özel bir statü ile yönetilmiştir. Bu yüzden, Şerifler İngiliz
desteğinde isyan etmiş olsalar da, Osmanlı Medine’yi kolay bırakamamış, her
şeye rağmen, son İmparatorluk destanlarından birini de burada yaşatmıştır.
Enver
Paşa’nın Halep’te komutanlarla yaptığı toplantıda Medine’nin boşaltılması ile
Türk kuvvetlerinin çekilmesine karar verildiği halde, Osmanlı Orduları
Başkomutan Vekili bu kararı içine sindirememiş, ertesi gün, Medine’nin sonuna
kadar savunulması emrini vermiştir.
Kanal
Harekâtı öncesinde, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa, 1500 gönüllü hecinsüvarla
(hecin develerine binen savaşçılar) Kanal hareketine katılması için, Şerif
Hüseyin’e altmış bin altın göndermiştir. Toplanan gönüllüler Şerif Hüseyin’in
oğlu Şerif Ali komutasında, Medine’ye gelerek burada beklemeye başlar.
Medine
Muhafızı olan Basri Paşa, Şeriflerin durumunu yakından izlemektedir ve
ayaklanacaklarına dair raporlar göndermektedir. Basri Paşa, Medine’ye gelen
kuvvetleri oyalamakta ve silah vermemektedir; hiç değilse, bu birliklerle gelen
Emir’in oğulları Faysal ve Şerif Ali’nin tutuklanarak, Emir’in gücünün
kırılmasını istemektedir. Ancak, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa, Şerif Hüseyin ilk
kurşunu atana kadar bir şey yapılmasını uygun bulmaz; Enver Paşa da aynı
kanaattedir. (Naci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, Hicaz Bizden Nasıl
Ayrıldı?, İstanbul 1971, s.40-41) Şüphesiz ki, askerî açıdan son derece
sakıncalı
olan bu tutum, Türk Komutanlarının, Peygamberin Kabrinin yanıbaşında, Müslüman
kardeşlerine ilk kurşunu atan olmamak gibi yüksek duyarlıklarının sonucu idi.
Onlar, Osmanlı döneminde bile, Arap kabileleri arasındaki hâkimiyet
kavgalarında Kabe’nin topa tutulduğunu elbette biliyorlardı. Parçalanan Hacer-i
Esved’in parçasını, Osmanlı Paşa’sı Necid Kalesinde ele geçirmiş ve yerine
koydurmuştu. Bu tutumda, şüphesiz bütün İslam dünyasının ortak duyarlıkları da
dikkate alınmıştır.
Suriye’deki
XII. Kolordu Komutanı Fahreddin (Türkkan) Paşa, Hicaz bölgesini denetlemek ve
gerektiğinde komutayı almak üzere 13 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderilir. Şerif
Hüseyin 5 Haziran 1916’da isyanını ilan eder; çarpışmalar 9 Haziran’da başlar.
Fahreddin Paşa, 17 Temmuz 1916’da, ordu komutanı yetkileriyle, Hicaz Seferî
Kuvvetler Komutanlığına getirilir. Basri Paşa Medine’den kuzeydeki Amman’a
kadar olan bölgenin komutanı olur. Çanakkale’deki kahramanlıklarıyla bilinen
42. Alay, yine Kanal seferinin ünlü 1. Nizamiye Hücum Süvari Alayı Medine’ye
gönderilir.
Kafkas cephesinde kızaklı bölük
efradı.
Şerif
Hüseyin isyan bildirisinde, İngilizlerin Müslüman ülkelerde dağıttıkları
propaganda bildirilerini aynen tekrarlar. İttihatçıların Halife’yi esir
aldıklarını, Şeriate aykırı işler yaptıklarını söyler; “İttihat Terakki mütegallibelerinin
zulmüyle ah edip inleyen memleketlerden ayrılarak, İslam dininin selameti ve
Allah’ın adını yüceltmek hedefi içinde ileri doğru harekete başladık. ”
(Kıcıman, a.g.e., s.59) Bu propaganda bugün bize gülünç gelse de, o
günlerde İngiliz sömürgelerinde ve bedeviler arasında etkili olduğuna dair
anlatımlar vardır. Medine savaşçılarından Naci K. Kıcıman, Medine çevresindeki
savaşlarda, Bedevilerin Türk askerlerine “Nasranî” diye bağırdıklarını, buna
karşılık askerlerden birinin çıkıp ezan okuması üzerine de, “Yalancılar” diye
kurşun yağmuruna tuttuklarını yazar. (Kıcıman, a.g.e., s.65)
Fahreddin
Paşa, tren yollarının tahribinden, telgraf hatlarının kesilmesiden ve benzeri
sabotajlardan önce, başta Hz. Osman’ın ceylan derisi üzerine yazdığı Kur’an-ı
Kerim’i olmak üzere, bahası ölçülemez değerdeki “Kutsal Emanetler”i İstanbul’a
ulaştırmayı başarır.
*
* *
Medine’nin
sonuna kadar savunulması kararı üzerine, Fahreddin Paşa 12 Nisan 1917’de bir
bidiri yayımlar. Bu bildiride, Şerif Hüseyin ve oğullarının Medine’ye ulaşan
yolları tahrip edip, kuşatma altına alarak düşürmek istedikleri ifade edilerek
şöyle denilmektedir:
“...
Bilin ki, şeci ve kahraman askerlerim, bütün İslâmın manevi desteğiyle
Hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine
kadar korumaya ve savunmaya görevlidir. Buna askerce, müslümanca azm ü cezm
etmişlerdir. Bu asker Medine’nin enkazı altında ve nihayet Ravza-yı
Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş kızıl bir kefenle
gömülmedikçe Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i
Saadet minarelerinden ve yeşil kubbesinden Osmanlılığın Albayrağı
alınamayacaktır.
“Ey halk!
“... İngiliz
yaltakçılığına tenezzül eden bu âsiler, bu kere İngiliz bayrağı taşıyan bir
İngiliz uçağını Mescid-i Saadet üzerinde dolaştırdığı gibi, bir gün Medine
surlarına sokulup Peygambere karşı top atmaktan da utanmayacağından....”
Fahreddin
Paşa, bizimle kalarak, mukadderatımıza katılmak isteyenler, bizden erzak
istememek şartıyla Medine’de kalabilirler, isteyenler de şehri terk
edebilirler, diye bitirir.
Fahreddin
Paşa’nın bu duyurusu üzerine, halk kitleler halinde kenti terketmeye başlar.
İsteyenler, trenle Şam’a nakl edilirler.
25
Eylül 1917’da, Tebük civarındaki Ramlat İstasyonu önünde Osmanlı trenine
yapılan sabotaj sonucu 22 asker şehit olmuş, elliden fazla yaralı verilmiştir.
İstanbul’dan yola çıkartılmış olan Sürre Emini Memduh Bey başkanlığındaki son
Sürre-i Hümayun Alayı, yukarıdaki olaydan bir gün sonra Medine’ye ulaşır.
Sultan Reşat Han, bu kervana katılan Bursa Nakşibendilerinden bir Şeyh Efendi
ile Peygamber’in kabrine sunulmak üzere bir ‘istirhamnâme’ gönderir. Osmanlı
Hakanı, İslâmın zaferini dilemekte ve eğer saltanatı döneminde ordusunun mağlup
ve İslâm dünyasının perişan olması mukadder ise, bir an önce “ruhumun
kabzolunması” için Peygamber’in şefaatini istemektedir.
Sürre
Alayı’nın Mekke’ye ulaştırılması gerekir. Bunun için, Şerif Hüseyin’in
işgalindeki yolların açılması, kasabaların geri alınması lazımdır. Osmanlı
Hükümetinin atadığı yeni Mekke Emiri Ali Haydar Paşa’nın bir faydası olmaz;
sıcaklar bastırınca, yazı geçirmek üzere Lübnan Dağlarına yazlığa gider. Fiilî
desteği alınan İbnü’r-Reşit gibi Osmanlı’ya sadık diğer şeyh ve emirlerle
gerekli irtibatlar kurulamamış; onlara, propaganda ile olsun ulaşılamamıştır.
Fahreddin Paşa’nın çıkarttığı El-Hicaz gazetesi, kabileler arasında
yeterince dağıtılamamıştır. Şerif Hüseyin’in rakiplerinden Necid Vali ve
Komutanı ünvanı verilmiş olan Emir İbn-i Suud ise, Fahreddin Paşa’nın,
askerlerinle gel, birlikte Mekke’ye girelim ve Hüseyin’i yakalayalım teklifine,
“Alman ve Avusturya İmparatorları benim emirliğime ait hudutları tasdik
etsinler; o zaman gelirim.” diye cevap vermektedir. (Kıcıman, a.g.e.,
s.394) Ayrıca, Arap kabileleri ve şeyhleri arasında para çok etkili olmaktadır;
Osmanlı, cephelerde savaşan askerine veremediği altınları çölde dağıtsa da,
aynı yerlerde İngiliz altınları da dağıtılmaktadır; bu iki taraflı para
akışının Osmanlı’ya bir faydasının dokunmadığı kesindir.
Osmanlı
askerleri ilk taarruzlarını, Haziran ortalarına doğru, Ali Kuyusu ve Cehennem
Dağı çevresindeki Şerif Hüseyin kuvvetleri üzerine yapar. Arap kuvvetleri daha
ilk temasta dağılır; Osmanlı subayları bu kadarını beklemedikleri için takip
edip, imha etmezler. Bundan sonraki aylarda irili ufaklı çatışmalar devam eder.
Çarpışmalar daha çok karşılıklı baskınlar şeklinde olmaktadır.
İsyancı
Araplar yavaş yavaş Medine’yi kuşatma altına alırlar. Medine savunmasına
kararlı Osmanlılarda sıkıntılar gittikçe artmaya, askere verilen günlük
tayınlar gittikçe ufalmaya başlar.
Fahreddin
Paşa, askerin et ihtiyacı için çekirge yemelerini öğütleyen bir tamim yayımlar:
“Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok... O da serçe gibi
kanatlı ve uçuyor; bitki ile besleniyor... Serçe gibi huysuz, serçe gibi asabi.
Yediği şeyleri özenle seçiyor ve temiz şeyler yiyor...” Paşa çekirgenin
romatizmaya da iyi geldiğini, karidesten farkı olmadığını söyledikten sonra bir
de hadis rivayet ediyor: “İki ölü ve iki kanlı bize helal oldu.” Ölülerden
biri balık, öbürü çekirge; kanlılar da dalak ile karaciğer. Tamimde bundan
sonra toplanan çekirgelerin güneşte nasıl kurutulacağı, nasıl haşlanacağı ve
nasıl kavrulacağı anlatılır... Karargâh bölüğü tarafından hazırlanan çekirge
tavası, önce Kumandan Paşa’ya sunulur.
Askerler
arasında sıtma ve nöbet yerlerinde güneş çarpması, skorpit, çöl ishali gibi
hastalıklar görülür. Su için yeni kuyular açılır. Askerin tek gıdası olarak
hurma kalmıştır; onu da çok ölçülü dağıtmak zorundadırlar. Araplardan parasız bir
şey almak mümkün değildir; para da bitmiştir. Fahreddin Paşa bir “Hamiyet
Yarışması” açar. Herkes cebinde ne varsa ordu kasasına verecektir; Fahreddin
Paşa sağ olduğu sürece, geri ödeneceğine kefildir, ölürse, ödenmesi için
devlete vasiyet edecektir. Osmanlı’ya sadıklardan, Rabuğ Şeyhü’l-meşayihi
Hüseyin Paşa Mübeyrek, beş bin Osmanlı altını gödererek yarışmayı kazanır. Bu
muhterem zat, bir demiryolu sabotajında, sabotajcılarla çarpışırken şehit
olacaktır.
28
Mart 1918’de Medine’den son tren kalkmış, tahrip edilen yollarda bir daha sefer
yapılamamıştır. Medine kahramanlarının, diğer bütün Türk karargâhları ile
irtibatı kesilir; katı bir kuşatma altındadırlar.
Medine
Müdafii Gazi Ömer Fahreddin Paşa, askerinin moralini düşürmemek için türlü
çarelere başvurur. Bu cümleden olarak, Bayrak üzerine bir kompozisyon yarışması
düzenler. Hafızlar ve okumasını bilenler sürekli Kur’an okurlar. İdris Sabih’in
yazdığı uzun şiir dillerde dolaşır:
Ebedî
hâdimü’l-haremeyniniz,
Ölsek de ravzanı
ruhumuz bekler!
Fahreddin
Paşa, “Hicaz Yarânı” adıyla bir defter açar ve Hicaz savunmasının sonuna kadar
burada kalacak olan gönüllülerin isimlerini bu
deftere
yazacağını ilan eder. İstanbul’dan gönderilen, Müdafaa-i Milliye-i Cihadiye
yüzüklerini askere dağıtır. Kuşatma altındaki askeri sürekli hareketli ve
heyecanlı tutmaya çalışır. Emrinde olanlardan bir subay şöyle söyler: “Fahreddin
Paşa orada bizim hem komutanımız, hem babamızdı. Kendisinin askerî kudretine
güvenimiz ve Medine’yi kurtaracağına imanımız vardı. ”
Nihayet,
1 Kasım 1918 itibariyle mütareke imzalandığı haberi gelir. Ardından, Başbakan
ve Savaş Bakanı Ahmet İzzet Paşa, Medine savaşçılarını öven sözlerinden sonra “Mütarekenâmenin
bir maddesinde Hicaz, Asir ve Yemen’ de bulunan Osmanlı birlikleri
garnizonlarının en yakın İtilaf komutanına teslimi şart koşulmuştur.” diyen
telgrafı alınır. Fahreddin Paşa, Cuma hutbesine çıkar; durumu anlatır ve
konuşmasını şöyle bitirir: “İşte size gerektiği kadar durumu açıkladım.
Sizden ve benden sabır ve sebat ve direnmeye devam, Cenab-ı Hak’tan hidayet,
Peygamberden şefaat; şu mukaddes sancaklarımızı esir ettirmeyeceğiz!..”
(Kıcıman, a.g.e., s.409)
Fahreddin
Paşa ve yanındaki Medine kahramanları, emre rağmen şehri terketmediler ve
yetmiş iki gün daha savundular. Fahreddin Paşa, Osmanlı Hakanından özel emir
gelmesini ister. Sonunda, özel şartlarla razı olurlar; o sırada Padişah emri de
gelir ve Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın kuvvetleri 10 Ocak 1919’da şehre
girer.
B |
AŞBAKAN Sait Halim Paşa ile
İttihat Terakki Partisi arasında anlaşmazlıklar artmış, Paşa 3 Şubat 1917’de
istifa etmiştir. Partinin isteği üzerine Talat Beye paşalık ünvanı verilerek
başbakanlığa getirilir ve yeni bir hükûmet kurulur.
Talat
ve Enver Paşa; bu iki insan, birinin asker, ötekinin sivil olması ve doğal
mizaç farklarına rağmen, sonuna kadar birbirine bağlı kalmış ve güvenmişlerdir.
İkisi arasında gizli bir çekişme olduğu, hatta Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu
mücadelede kullanıldığı iddiaları dedikodu olmaktan öte geçmemiştir. Hüseyin
Cahit de, bunca zamandır yakından izlediği, dostluğunu devam ettirdiği bu iki
insan arasında değil çekişme, bir soğukluk olsaydı, bunu hissetmemem mümkün
değildi der. Çanakkale Savaşları sırasında Enver Paşa’yla birlikte cepheye
giden ve dönüşte intibalarını Talat Paşa’ya anlatan Hüseyin Cahit Bey, Paşa’nın
son derece memnun olduğunu ve “Enver dâhidir!” dediğini nakleder. (H. Cahit
Yalçın, Siyasal Anılar, s. 280) “O zamana kadar Enver’e karşı büyük bir güven
beslediğinden şüphem yoktu. Sonra bir iki yıl içinde bu duygu, bu dostluk, bu
tutkunluk nasıl olur da değişir, sarsılır ve düşmanlık biçimine dönüşür?
Burasına aklım ermez!” (a.g.e., s.281) Yalçın, ayrıca, Enver’in siyasi
çekişmelerin dışında kaldığını yazar. (a.g.e., s.275)
Son
devrin bu iki büyük insanı arasında, yurt dışına çıktıklarından sonra
izleyecekleri yol konusunda anlaşmazlık olur. Ancak, bunu da dışa vurmamaya
çalışırlar. Enver Paşa, Cemal Paşa’ya yazdığı 6 Kânunevvel 1919 tarihli
mektupta, “Talat’la ayrı çalıştığımızı göstermeyelim, dışa karşı zaaf olur.” diyor.
(H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.30) 20 Mart 1921 tarihli yine Cemal
Paşa’ya mektubunda da bu fikir ayrılığının esasını belirtir. O zaman Talat Paşa
şehit edilmiştir: “Son zamanlarda müşarünileyh ile aramızda İslam’ın ve
memleketimizin halâsı uğrundaki mücadelelerimizde ufak bir nokta-i nazar
farkı
mevcut idi. Mağfur müşarünileyh bütün hareket ve icraatı şahsında toplamak
suretiyle hedefe varmak fikrindeydi. Ben ise teşkilatlanmadan yanaydım.” (H.
Cahit, Gizli Mektuplar, s. 65) 30 Mart tarihli mektubunda ise, şahıslara
bağlı kalınmaksızın teşkilatlanmanın ve İslam gençliğini bu yolda hazırlamak
gerektiğini yazar. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s. 65-68) Dr. Nazım’ın
Cavit’e yazdığı bir mektup da anlaşmazlığın başka bir açısına dokunur. Enver
Paşa Dr. Nazım’a yazdığı mektupta şöyle diyormuş:
“Merhumla son
görüştüğümüzde, o dâhile gitmeyi ve inkılâbın en kuvvetlisi ile hoş geçinmek
mesleğini tercih ediyordu. Moskova’yı merkez yaparak İslam Dünyasını ihtilale
geçirmek vazifesi de bana kalıyordu... Ben tekrar ediyorum, biz İslam âlemini
ihtilalci yapmadıkça, bize ne İngiltere yardakçılığından, ne de komünist
kuvvetlerden fayda vardır. Geliniz, İslam’ın, Türkün körelmiş kılıcını
bileyelim.”
Dr. Nazım, Enver’den de bu
beklenir, diyor. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.121)
*
* *
1917
yılında artık bütün taraflar yorulmuştur ve kamuoyları barış isteği içindedir.
İhtilal çalkantıları içinde gücü tükenen Rusya, Osmanlı’yı paylaşma
görüşmelerinin dışına itilir; İtalya’ya Anadolu’da topraklar vaat edilir;
Yunanistan’a da İzmir bağışlanır.
Ancak,
yorgunluk ve yılgınlık yaygındır; savaşan devletlerin halkları ve orduları
içinde savaş aleyhtarı akımlar ve gösteriler alıp yürümüştür. Hükümetler tek
başlarına çözüme ulaşmanın gizli-açık görüşmelerine girerler. Tek başına çıkış
aramayan ve gücünün son demlerine kadar vuruşmaya devam eden, Osmanlıdır. Ve,
Osmanlı askeri içinde kaçaklar artmış olmakla birlikte savaş aleyhtarlığı,
silah bırakma, teslim olma gibi bozgunculuklar olmamıştır. Osmanlı askerini
malarya, dizanteri, tifüs ve tifo gibi hastalıklar, soğuk ve yokluk
kırmaktadır; çamaşırdan yoksun askerler ayaklarına çaputlar sararak ve yarı aç,
kimisi silahsız savaşmaya uğraşmaktadırlar. Devlet-i Aliyye’nin iktisadî gücü
artık tükenmiştir; kefenlik bez vesika ile satılmaktadır ve ahali perişandır.
Savaş
boyunca, her iki cepheden de devletlerin bir başına barış yapmak için gizli
teşebbüsleri olur. Daha savaşa girmeden, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, Almanların
Ruslarla görüşmeler yaptığı konusundaki istihbaratını yazmıştık. 1915 yılı Mart
ayında yine Almanlar, Boğazlardan Rus gemilerinin serbestçe geçmeleri şartıyla
Çar’a münferit barış yapmayı teklif eder; bir yandan da
Osmanlı
yöneticilerinin, Ruslara bu imkânı tanıyıp tanımayacaklarını yoklatırlar.
Ruslar İstanbul’a göz dikmiş olduklarından, muhtemelen Çar, tahtını kaybedeceği
korkusuyla bu teklife yanaşmaz. (Bayur, İnkılap Tarihi, c.3, kıs.2,
s.131; c.3, kıs.3, s.501) Almanlar bu teşebbüslerini 1916 ve 1917 yıllarında
birkaç kere daha tekrarlar ve Boğazları Ruslara bırakabileceklerini de söylerler.
Ancak, Rusya muhtemelen bu vaatlere güvenemediği ve Türklerin Boğazları
vuruşmadan bırakmayacağını da bildiği için tekliflere olumlu bakmamıştır.
Avusturya
İmparatoru da aynı teşebbüste bulunur. 24 Mart 1917’de müttefiklere yazdığı ve
bizzat imzaladığı barış mektubunda, bir takım kabullerden sonra “Rusya’nın
İstanbul’u almasına da itirazı olmadığını” bildirir. (A.Emin Yalman, a.g.e.,
c.I, s. 275 )
Savaş
sırasında, Osmanlı İmparatorluğunun da müttefiklerinden ayrı bir barış
anlaşması yapabileceği ve bundan kârlı çıkacağı yolunda yorumlar vardır;
mesela, Çanakkale zaferi sonrasında ve 1917 Rus ihtilalinin peşinden bu tür
fırsatların doğduğu ileri sürülmüştür. (M. Muhtar, a.g.e., s.261 vd.)
Savaş içinde, Enver Paşa ile kişisel anlaşmazlıklara da düşen İttihat
Terakki’nin ünlü silahşörü Yakup Cemil, bir kısım arkadaşlarıyla anlaşarak
insan ve ikmal kaynaklarımızın tükendiği, artık savaşa devam edemeyeceğimiz
düşüncesiyle, bir hükûmet darbesi yapıp, müttefiklerimizden ayrı olarak barışa
gitmek istemiştir. Ancak teşebbüse geçmeden yakalanarak idam edilmiştir.
Divan-ı Harp’teki ifadesinde, eğer başarabilselermiş, Mustafa Kemal Paşa’yı
Savaş Bakanı ve Başkomutan Vekili yapacaklarmış. (Orbay, a.g.e., s.154)
Bilinen
odur ki, başta Enver Paşa olmak üzere Osmanlı devlet adamları, müttefiklerinden
ayrı bir barış arayışına hiçbir zaman girmemişlerdir. Erzurum’un düşmesi ve
Irak cephesinde İngiliz saldırılarının artmasıyla, bazı Alman istihbaratçıları,
Türkiye’nin bir özel barış yapabileceği yolunda raporlar göndermişlerdir. Bunun
üzerine, Almanlar Osmanlı Hükûmeti ile 28 Eylül 1916’da ek bir anlaşma
imzalayarak, Osmanlı topraklarını Alman Hükûmetinin garantisi altına alırlar: “Her
iki devlet, toprakları düşman işgalinden temizlenmedikçe savaştan çekilmeyecek
ve İtilaf devletleriyle ayrı barış imzalamayacaktır. ” (Çolak, a.g.e.,
s.162)
M |
. SAİT HALİM PAŞA, Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa neslinden Halim Paşa’nın oğludur. 1863’te Kahire’de doğdu. Özel
eğitimle Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrendi. Yüksek öğrenimini
İsviçre’de siyasi bilimler okuyarak tamamladı. 1888’de Şûrâ-yı Devlet üyesi
oldu. 1899 yılında kendisine bir çok nişanla beraber Rumeli Beylerbeyi payesi
verildi.
Jön
Türklere ilgisi sebebiyle yalısının gözetlendiği gerekçesiyle, Sultan Hamit
baskısından yakınarak Mısır’a, oradan da Avrupa’ya geçti. İttihatçılara maddî
ve manevi destek oldu.
Meşrutiyetin
ilanı üzerine yurda dönen Sait Halim Paşa, 1908’de Ayan Meclisi üyeliğine tayin
edildi. 1912’de Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına getirilir. Birkaç ay sonra, Sait
Paşa’nın Başbakanlıktan ayrılması üzerine, kendisi de Şûrâ-yı Devlet
Başkanlığından ayrılır ve İttihat Terakki Partisi Genel Sekreterliğine seçilir.
Mahmut
Şevket Paşa’nın Başbakanlığı döneminde yeniden Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına ve
ardından (1913) Dış İşleri Bakanlığına getirilir. Mahmut Şevket Paşa’nın
öldürülmesi üzerine, aynı yıl, kendisine vezaret rütbesi verilerek Başbakanlığa
getirilir.
Savaş
sırasında İttihat ve Terakki önderleriyle arasına soğukluk girer. Savaşın
sonuna doğru, 3 Şubat 1917’de Başbakanlıktan ayrılır.
Savaş
sonunda Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidara gelmesiyle, Sait Halim Paşa ve
Hükûmetinin İstanbul’da olan üyeleri, Ermeni tehcirinden sorumlu tutularak
yargılanırlar. 1919 yılında, İngilizler tarafından, tutuklu bulundukları
Bekirağa Bölüğü hapisanesinden kaçırılacakları endişesiyle, yargılama bitmeden
alınıp, Malta’ya sürülürler. Daha sonra, Damat Ferit Paşa’nın bunu istediği
anlaşılır.
1921
yılında Malta’dan tahliye edilince, Sicilya’ya geçer. Buradan İstanbul’a dönmek
isterse de izin verilmez; Roma’ya gider. 6 Aralık 1921 günü, Roma’da Ermeni
teröristlerin kurşunlarıyla şehit edilir. Cenazesi İstanbul’a getirilerek
Sultan Mahmut Türbesinin haziresine defnedilir.
Şehadeti
üzerine muhalif gazetelerde yazılanlar, yüz kızartıcıdır.
Sevenlerinden
biri şöyle bir tarih düşürmüştür:
Bir yezidin
elinde oldu şehit,
Gitti Hakkın
civar-ı rahmetine.
*
* *
Sait
Halim Paşa, daima iyimser, temiz ruhlu, sükûnetini daima koruyabilen bir insan
olarak tanınır. Avrupa’yı çok iyi bilir, ancak Müslüman terbiye ve görgü
kurallarına göre yaşardı. Çok kibar ve vakarlı bir insandır.
Paşa,
Osmanlı son döneminin önemli fikir adamlarından biridir. Genel bir tasnifte,
‘İslamcı’ aydınlar arasında sayılır. “İslamiyet kendine has inançları, o
inançlar üzerine kurulu ahlakı, o ahlaktan doğan içtimaiyatı, sonuç olarak o
içtimaiyattan doğan siyasiyatı ihtiva etmek itibariyle en mükemmel ve en son
olgunluğa sahip bir dindir. ” Paşa, bu kurallara uyarak yaşamak gerektiğini
vurgular ve diğer mücedditler gibi, Müslümanlığın eski ve sonradan gelme
gelenek anlayış ve unsurlarından arındırılarak yeniden kavranması gerektiğini
söyler. Batıyı taklidin yanlışlığına işaret ederek, bu yoldan sahte bir alem
yaratıldığını söyler.
Sait
Halim Paşa, halk iradesine, Şeriatle sınırlandırılmak şartıyla itibar edilmesi
gerektiğini söyler; yani, şeriati, sınırlayıcı üstün hukuk olarak kabul eder.
Milliyeti toplumun bir gerçeği olarak gören Paşa, bu konuda diğer bazı İslamcı
aydınlardan daha gerçekçidir. “Milliyet, gerek belirli bir muhitin mahsulü
olmak, gerekse bir hayat gerçeği olmak bakımından ortadan kalkacak değildir.
Milliyet akımının gelecekte beynelmilelci cereyan içinde kaybolacağını hayal ve
iddia etmek pek gülüç olur.” (İsmail Kara, Türkiyede İslamcılık Düşüncesi-metinler,
kişiler- İstanbul 1986, s. 127)
Eserleri:
Buhranlarımız -1919, (Yedi kitaptan oluşur: Meşrutiyet,
Mukallitliklerimiz, Buhran-ı Fikrîmiz, Buhran-ı İçtimaimiz, Taassub, İnhitat-ı
İslam Hakkında Bir Kalem Tecrübesi, İslamlaşmak), İslamda Teşkilat-ı Esasiye
- 1921
(İ. Mahmut Kemal
İnal, Son Sadrazamlar, c.2, s. 1932)
Almanlarla
Gerginlik ve Bakü’de Türk Ordusu
R |
USYA’daki Ekim 1917 İhtilali’nden
sonra, Rus ordusu dağılmaya, savaş gücünü kaybetmeye başlar. Rus birliklerinin
çekildikleri yerleri İngilizlerin desteğindeki Ermeni kuvvetleri tutarlar. Doğu
Anadolu’da Ermeni işgali ve zulmü giderek artar.
Bitlis-Şirvan
hattını tutmakta olan Vehip Paşa komutasındaki 3. Ordu 12 Şubat 1918’de ileri
harekete başlar; soğuk ve yokluk içindeki birlikler adım adım
ilerleyebilmektedir. Kâzım (Karabekir) Paşa komutasındaki 1. Kafkas Kolordusu
13 Şubat’ta Ermeni kuvvetlerini dağıtarak Erzincan’a girer ve Erzurum’a
yönelir. Yakup Şevki Paşa komutasındaki 2. Kafkas Kolordusu bir koluyla
Bayburt’a, diğer bir koluyla Rize’ye varır. 27 Şubat’ta Trabzon’a girilir.
1.
Kafkas Kolordusu 12 Mart 1918’de Ermenilerce tahkim edilmiş olan Erzurum
Kalesi’ni düşürerek şehre hâkim olur. Türk birlikleri sahilden Hopa’ya ve
doğuda Kars’a doğru ilerlemelerini sürdürürler. 2 Nisan’da Van, 6 Nisan’da
Batum kurtarılır.
Mayıs
başında Doğudaki birliklerimiz 1877’deki sınırlarımızı geçerler. Kars, Ardahan
ve Artvin alınır.
*
* *
Ruslar
savaştan çekilinceye kadar, Osmanlı ile Almanya arasında kayda değer bir
sürtüşme yaşanmamıştır. Bu gelişmede Enver Paşa’nın dürüst ve kararlı tutumunun
büyük payı vardır. Daha önce de bir vesileyle dokunduğumuz gibi, Enver Paşa’nın
uyumlu tavrını, onun Alman hayranlığı yahut ezikliği gibi kişilik zaaflarına
bağlamak isteyenler olmuştur. Halbuki, konu açık ve askerîdir: İttifak halinde
savaşan güçler, ne kadar organize ve uyumlu çalışırlarsa, o kadar başarılı
olurlar. İttifak Devletlerinin güçleri bu uyum için ortak bir genel karargâh
kurmuşlardır; İtilaf Devletleri ise
kuramamış
ve bundan sürekli şikâyetçi olmuşlardır. Biz kaderimizi Almanya ve
Avusturya’nınkine bağladığımıza göre, Osmanlı güçlerinin Ortak Karargâhın uyum
ve eşgüdümünde çalışmasında yadırganacak bir şey yoktur. Çok açık bir şekilde,
sırf Alman Ordularının batı cephelerindeki yükünü hafifletmek için cephe
açmanın da eleştirilecek bir yanı yoktur. Ayrıca, savaştaki büyük gücün Alman
Ordusu olduğu ve savaşın sonucunun Avrupa cephelerinde alınacağı şüphesiz
olduğuna göre, Genel Karargâh’ta asıl karar verici unsurun Almanlar olacağı da
açıktır. Enver Paşa’nın Millî Mücadele’ye katılma ihtimalinin olduğu günlerde
başlatılan propaganda yazıları hariç, yukarıdaki hususları eleştiren bir asker
yoktur. Ordu içindeki Alman subayları ile bizim komutanların sürtüşmeleri ayrı
bir konudur. Mustafa Kemal Paşa’nın Enver Paşa’ya Çanakkale’den yazdığı
mektupta söyledikleri, duygularımızı okşamaktadır ve muhtemelen doğrudur; ama,
Osmanlı subaylarının henüz sınavlarını tam vermediği bir dönemde, bir
başkomutanın deneme yapmak lüksü yoktur.
Savaş
süresince, hangi cephenin yahut hareketin Genel Karargâhın isteği üzerine
açıldığı, hangisinin Türk Karargâhının ilk kararı ile başladığı konusunda
genellikle yorumlar yapılmaktadır. Yorum olunca da, Enver Paşa yahut Almanlar
hakkındaki kanaatlere göre şekil alabilmektedir. En çarpıcı örneği Halil
Paşa’nın ordusundan bir kolordunun alınarak İran içlerine gönderilmesinde
görülmüştür. Enver Paşa’nın amcası ve en yakını olan Halil Paşa, bu hareketin
yanlış olduğunu ve bunu Almanların istediğini açıkça söyleyerek, hatta istifa
tehdidinde bulunmuş, Paşa’nın kesin talimatı üzerine yerinde kalmıştır.
Almanlar ise aynı hareketi, Enver Paşa’nın Turancılığı ve hayallerine
bağlayarak karşı çıkmışlardır. Sözü uzatmadan şöyle bağlayabiliriz: Enver
Paşa’nın Alman Karargâhının etkisinde ne ölçüde kaldığını, insiyatif sahibi
olup olamadığını en açık belirleyebilecek şey, Alman menfaat ve siyaseti ile
Türk menfaat ve siyasetinin çatışma noktalarıdır. Savaşın sonlarına doğru bu
çatışmalar yaşanmıştır; onlara ve Paşa’nın tutumuna kısaca dokunalım. Bunun
için Almanların Doğu siyasetlerine de işaret etmek gerekir.
*
* *
Almanya,
bir dünya gücü olmak iddiası ile Birinci Dünya Savaşına girerken, güttüğü
siyasetin ilk hedeflerinden biri de İngiltere, Rusya ve
Fransa’yı
kendi sömürgelerinde vurmaktı. Bu noktada, Osmanlıların Hilafet- İslamcılık ve
Türkçülük siyasetleri ile Alman politikası örtüşmüştür. Çünkü bu ülkelerin
sömürgelerinde büyük ölçüde Müslümanlar yaşamakta idi ve Rusya’dakiler ise aynı
zamanda Türk kavimlerindendi. Bu menfaat ve siyaset örtüşmesi, malum
devletlerin Osmanlı’yı bölüşme planlarına karşı, Almanya’nın güçlü bir Osmanlı
istemesine yol açmıştır. Ancak Osmanlı vasıtasıyla Türkistan, Afganistan ve
Hindistan’a ulaşabilecektir ve İtilaf devletlerini arkadan vurabilecektir.
Osmanlı, yüz yıllık derdi olan ülke bütünlüğü garantisini, ancak bu sıralarda
imzalattığı anlaşmalarla Almanya’dan alabilmiştir. İtilaf devletleri bu
garantiyi Osmanlı’ya vermemek için, onun Alman saflarına katılmasına razı
olmuşlardır. Alman karargâhı ve gizli servisi, savaşın başından beri Kafkasya
ve İran üzerinde Osmanlılarla beraber özellikle Teşkilat-ı Mahsusa
elemanlarıyla propaganda ve karşı hareket çalışmaları yapmış, bu hareketlerin
bütün malî yükünü karşılamıştır. Bu çalışmalarda Brest-Litovsk Anlaşması bir dönüm
noktası olmuştur.
18
Aralık 1917’de Erzincan’da Rus-Osmanlı ateşkes anlaşması imzalanır ve Ruslar
işgal ettikleri yerlerden süratle çekilmeye başlarlar. Onların yerini kırk-elli
bin civarındaki Ermeni birlikleri almaya başlar. Osmanlı 3. Ordusu Erzincan’ın
batısındadır. İngiliz ve Fransızlar, Ermeni birliklerine bir ordu düzeni
vermeye çalışırken, Enver Paşa Erzincan Anlaşmasına, Ermeni mezaliminin
engellenmesi maddesini de koydurmak ister; ancak, Ruslar sözlü olarak kabul
etmekle birlikte yazıya dökmezler. Bunun üzerine Enver Paşa, Ermeniler daha
fazla kuvvetlenmeden, 3. Ordunun harekete geçerek Ermenileri durdurmasını
ister. Alman Genel Karargâhı Paşa’nın bu kararına karşı çıkmaz ve Brest-Litovsk
görüşmelerini engelleyici görmez. (Çolak, a.g.e., s.223)
13
Şubat 1918’de, 3. Ordu komutanı Vehip Paşa, Rusların ateşkese uymadığı, Ermeni
mezalimini engelleyemediği gerekçesiyle harekete geçer.
Ruslarla
3 Mart 1918’de Brest-Litovsk anlaşması imzalanır.
Görüşmelerde,
Osmanlı Hükümeti, Çarlık Rusyası çöktüğüne göre, Karadeniz’deki Rus
donanmasının savaş ganimeti olduğunu ve kendilerine de pay verilmesi
gerektiğini ileri sürer. Almanlarla yapılan ittifak anlaşmasına ek olarak
yapılan 28 Eylül 1916 tarihli bir ek anlaşma daha vardır ki, orada şöyle
denilmektedir: “Müşterek bir amacı gerçekleştirmek üzere bütün imkânlarıyla
savaşan Osmanlı İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu,
düşmanlardan
elde edilecek her türlü faydalardan, kendi gayretleri, uğradıkları zararlar ve
katlandıkları fedakârlıklar ölçüsünde pay almak hakkına sahip olacaklardır.”
(Bayur, a.g.e., c.3, kıs.3, s.478) Almanya, bu isteği, Rusların ilan
ettiği “İlhaksız ve tazminatsız barış” ilkesine aykırı bularak yanaşmaz ve
Karadeniz’de ele geçecek bütün gemi ve tesislerin Ukrayna Cumhuriyetinin malı
olduğunu söyler. Almanlar o sıra, Bolşeviklere karşı Ukrayna’ya yardım
etmektedir. Almanlar’la aramız gerilmeye başlar.
Enver
Paşa bu anlaşma görüşmelerine Padişah temsilcisi olarak katılan Zeki Paşa’ya
gönderdiği 21.12.1917 tarihli gizli yazıda, genel barış halinde Batı Trakya
meselesinin bizim lehimize halledileceği doğal olmakla birlikte, halen
toprakları işgal altında olan tek İttifak ülkesi biziz; Padişah’ın, Hükûmetin
ve kendisinin durumunun halk nezdinde kuvvetlenmesi için, “Rusya ile olan
Kafkas hududumuzda ufak bir düzeltme isteğinde bulunmak zorunluluğu hâsıl
olmuştur. Bu taleple de biz, hiçbir surette toprak işgali ve genişlemesi hedefi
izlemiş olmayacağız.” demekte ve bu konuya çok önem verdiğimizin
bildirilmesini “Ancak bu hususu uygun bir zamanda açarak, Almanları
birdenbire ürkütmememizi, ilaveten rica ederim. ” diye bitirmektedir.
Ruslar Ekim İhtilali ile “İlhaksız ve tazminatsız barış” ilkesini ilan
etmişlerdir.
Enver Paşa’nın sözünü ettiği düzeltme,
93 Savaşı sonunda, savaş tazminatı karşılığı olarak Ruslara terkedilmiş olan
Kars, Ardahan, Artvin ve Batum’un alınması idi ve Brest-Litovsk Anlaşmasının ek
maddeleriyle bu sağlanmıştır.40 Paşa
ayrıca, Kafkas Müslümanlarının bağımsızlıklarının Rusya’ya tanıtılmasını
istemektedir. Almanlar bu görüşmelerde, Rusları savaş dışı bırakmakla büyük
ölçüde rahatlayacaklarını düşündüklerinden, Rus menfaatlerini de gözetmeye,
onları ürkütmemeye çalışıyorlardı.
Vehip
Paşa kuvvetleri 5 Nisan’da Sarıkamış’a, 15 Nisan’da Batum’a ve 25 Nisan’da
Kars’a girer. 22 Nisan 1918’de bağımsızlığını ilan eden Trans Kafkasya Hükûmeti
(Gürcistan ağırlıklı, Ermenistan ve Azerbaycan) Türk ilerleyişinin durdurulması
için Alman Ordusunun müdahalesini ister.
Alman
Genel Komuta Konseyi Başkanı General Ludendorf ve Enver Paşa’nın Kurmay Başkanı
general Seeckt Türk isteklerini desteklemekte ve Kafkasya’da Türk
hâkimiyetinin, Almanya’ya Afganistan ve Hindistan yolunu açacağını
söylemektedirler. “Eğer biz bir dünya gücü olmak istiyorak, güçlü bir
Türkiye’ye ihtiyacımız olduğunu dikkate almalıyız.” derler. (Çolak,
a.g.e.,
s.248) Enver Paşa, durumu değerlendirerek Ahıska ve Ahılkelek’in de bize
verilmesi gerektiğini söyler. Ludendorf, oralarda sadece Türklerin
yaşamadığını, bu yüzden, Erivan ve Azerbaycan’dan bazı yerler verilebileceğini
öne sürer.
11
Mayıs 1918’de Batum’da Trans Kafkasya Hükûmeti ile yapılan konferansta Osmanlı
Ahıska, Ahılkelek, Gence bölgesi ve Kars-Culfa demiryolunun denetimini ister ve
kabul edilmeden askerî hareket başlatır. Bu hareketle Türkiye, 3 Mart 1918’de
kabul edilen Brest-Litovsk Anlaşmasınının sınırlarını aşmış, ancak bu durum
Alman Genel Karargâhı tarafından kabul edilmiş oluyordu. Fakat, Trans Kafkasya
Hükûmeti varlığını devam ettiremez ve dağılır. 26 Mayıs 1918’de Almanya’nın
desteğiyle Gürcistan, 28 Mayıs’ta, Gence’de Nazım Bey komutasındaki dört yüz
kişilik Osmanlı askerinin desteğinde Azerbaycan ve ardından Ermenistan
bağımsızlıklarını ilan ederler. Türk birliklerinin ilerlemesi karşısında
Ermeniler de Alman desteği isterler.
Almanya,
Kafkasya’nın petrol ve sair yeraltı zenginliklerine şiddetle ihtiyaç duymakta,
bunlara sahip olmadan 1919’da savaşı sürdüremeyeceğini düşünmektedir. Bunun
için, ayrıca Kafkasya demiryollarını denetiminde tutması gerekmektedir. Bu
bakımdan, Türkleri küstürmek istemese de, bölgenin denetimini tek başına elinde
tutmak istemektedir. Bakü’nün Almanlar için neden bu kadar önemli olduğunu,
Şark Orduları Grup Komutanı Halil Paşa’nın bir telgrafı çok açık ve sade bir
şekilde ortaya koymaktadır:
“Bugün Bakü’deki mahzenlerde
toplanmış olan petrol ve mazotun, bugünkü fiyatlara
göre değeri, yüzlerce milyon lirayı bulmaktadır. Tanrı’nın bir lütfu olarak
elde ettiğimiz
bu kaynak, bütün malî sıkıntımızı karşılayacak mahiyettedir. Ancak Tiflis murahhasımız
Abdülkerim Paşa’dan aldığım bir telgrafta, dost ve komşu hükûmetlerin bu hazine
üzerinde eşit hak iddiasında bulundukları, hatta bu arada Azerbaycan’ı hiç
hesaba
katmadıkları anlaşılmaktadır. Bütün bu işlerin Almanlar tarafından çevrilmekte
olan
fırıldaklardan başka bir şey olmadığını dikkatinize arzederim.” (Aydemir, a.g.e.,
s.448)
Bu
bilgi, aynı zamanda, Sarıkamış Harekâtını düzenleyen Enver Paşa’nın, ikmalimizi
ileriden, zaptettiğimiz yerlerden yapacağız sözlerinin de dayandığı gerçeği
göstermektedir. Sarıkamış Harekâtı başarılı olsaydı, daha savaşın başında
Kafkasya ile kurulan irtibat bizim bütün malî sıkıntılarımızı çözecekti ki, o
zaman Alman baskısı da fazla hissedilmeyecekti demektir.
Alman
Dışişleri başından beri Türkiye’nin Kafkaslardaki istekleri ve ilerlemesine
karşı çıkmaktadır. Gürcistan bağımsızlığını ilan edince, Gürcistan hükümetiyle
istediği anlaşmaları imzalar. Bu durumda, Alman Genel Karargâhının da Türk
isteklerine karşı tavrı değişmeye başlar. Almanya, kendi menfaatlarını koruyarak
ve taraflardan hiçbirini küstürmeden sonuca ulaşmanın ve Türk ilerleyişini
durdurmanın hesaplarını yapmaya başlar. Osmanlı Dışişleri Bakanı Halil Bey ise,
Azerbaycan’la ikili anlaşmalar yapmaktadır.
Almanlar
23 Mayıs 1918’de gönderdikleri nota ile Türk askerî harekâtının hemen
durdurulmasını isterler. Ancak, Enver Paşa da karar vermiştir; amcası Halil
Paşa’nın kuvvetleri Ermenileri Aras vadisinden atarak Haziran ayında Nahcıvan’a
girer. Nuri Paşa (Enver’in kardeşi) Trablusgarp’tan getirtilerek İslam Ordusu
kurmakla görevlendirilmiş ve Padişah fermanıyla mirliva (tuğgeneral) yapılarak
bu ordunun başına geçirilmiştir. V. Kafkas Kolordusu da emrine verilen Nuri
Paşa, diğer kuvvetlerini bölgedeki gönüllülerden kuracaktır.
Nuri
Paşa Haziran 1918 başlarında İran’dan Gence’ye geçerek burayı karargâh yapar.
Kuracağı ordu Ermenilerle, daha önce Bakü’yü işgal etmiş olan İngilizlerle ve
gizli-açık Osmanlının buralara girmesini istemeyen Almanlar’la savaşacaktır...
Almanlar Gürcistan ve Ermenistan’ın bağımsızlıklarını tanıdığı halde
Azerbaycan’ı tanımamaktadır. Bizim Brest- Litovsk Anlaşmasını ihlal ettiğimizi
ileri süren Alman Başkomutanlığı, Türkiye’yle ilişkilerini keseceklerine dair
tehditlerde bulunur
Halil
(Kut) Paşa komutasındaki birlikler de Azerbaycan Türkleri’ne destek olmak üzere
yürümüştür. Ermeni birlikleri temizlenerek 8 Haziran’da Tebriz’e girerler.
Aras’ın kuzeyine atılan Ermeni kuvvetleri Nahcıvan bölgesinde direnirse de
Ağustos içinde buradan da sökülürler.
Enver
Paşa Almanların bu baskılarıyla uğraşırken, Nuri Paşa, Kafkas İslam Ordusunu
kurmaya çalışır. Geri dönen Rus birliklerini taşıyan trenin önü kesilerek
buradan elde edilen silahlarla gönüllü birlikler silahlandırılır. Sonunda,
Gence’den yürüyen, Nuri (Killigil) Paşa’nın İslam ordusu Bakü’yü kuşatır. Halil
Paşa Şark Orduları Grup Komutanlığına atanır. Görevi, Bakü üzerinden Hazar’ı
denetime almak ve Bakü-Enzeli-Hemedan yoluyla Basra’ya inip İngilizleri arkadan
çevirmektir. Böylece, İngilizlerin petrol kaynakları da ele geçirilmiş
olacaktır.
Almanlar,
ellerinde bulunan Gürcistan demiryollarından yararlanmamıza izin vermezler.
Siyasi
görüşmeler istenen sonucu vermeyince, Alman Genel Karargâhından Ludendorf baskı
yapmaya başlar ve Türk birliklerinin ileri hareketlerini durdurarak İran ve
Mezapotamya üzerine kaydırılmasını ister. Osmanlı’nın 4-8 Haziran arasında yeni
Kafkas devletleriyle ikili anlaşmalar yapması üzerine, Ludendorf 8 Haziran’da,
doğrudan Enver Paşa’ya bir telgraf çekerek, Almanya’nın, kendisine sorulmadan
yapılan bu anlaşmaları kabul etmeyeceğini bildirir ve askerî hareketin
durdurulmasını ister. Enver Paşa Alman genel karargâhına gönderdiği 9 Haziran
1928 tarihli yazısında, Türk birliklerinin Kafkasya’da fütuhat için
bulunmadığını, özellikle Ermeni katliamlarına karşı Müslüman halkı korumak
istediğini bildirir. Nuri Paşa’nın Kafkasya İslam Ordusu Bakü’yü elinde tutan
İngiliz kuvvetleriyle vuruşmaya başlar. Bir yandan da Ermenilerin silahlı
birlikleri Osmanlı’ya karşı savaşmakta ve yerli Müslüman halkı katletmektedir.
Hemen
ertesi günü Hindenburg’un telgrafı gelir: Kafkaslardan tamamen çekilmemizi ve
birliklerimizi Irak cephesine kaydırmamızı istemektedir.
Mareşal Hindenburg, Müşterek
Karargâhın Başkomutanıdır; Enver Paşa ya bu emri yerine getirecek ya da istifa
edecektir. Bir istifa mektubu yazar: Hemen İstanbul’a dönüp, isteklerinizi
Zât-ı Şahaneye bildireceğim ve “Beni başkomutanlık vekâletinden
affeylemelerini istirham edeceğim. Doğu ve Kuzey Kafkasya Müslümanlarına vaad
ve temin eylediğim yardımları geri almanın, bence imkânı yoktur.” (Aydemir,
a.g.e., s.447)41 Ancak, Enver Paşa’nın Kurmay
Başkanı olan ve başından beri Paşa’yı haklı bulan General Seeckt, araya girerek
bu telgrafı göndertmez ve Hindenburg’a verdiği, Paşa’nın bu isteğe büyük ölçüde
uyacağı yolundaki bilgilerle arayı yumuşatmaya çalışır. (Çolak, a.g.e,
s. 266)
Tiflis’te
bulunan Albay Kress’e Tiflis-Poti demiryolunu korumak üzere iki Alman taburu
gönderilmiştir. Kress aynı zamanda bir Gürcü ordusu kurmaya çalışmakta ve
sürekli yeni kuvvetler istemektedir. Bolşevikler de, Osmanlı’nın Bakü’ye
girmesi halinde, Rusya’nın savaş ilan edeceğini bildirirler. (Çolak, a.g.e.,
s.268)
Enver
Paşa, Alman Genel Karargâhının da en üst düzeyde baskılarını artırması
karşısında, hareketin durdurulacağını söyler ama Nuri ve Halil Paşa’ya mutlaka
Bakü’ye girilmesi emrini verir; zaman kazanmaya
çalışmaktadır.
5 Ağustos’ta Nuri Paşa’nın bir saldırısı başarısız olur. General Ludendorf,
hareket durdurulmazsa bütün Alman subaylarını geri çekeceğini bildirir. Enver
Paşa, Nuri Paşa’nın hareketini durdurur. Ancak, bu durmanın, Alman baskısı
görüntüsü altında, başarısız kalan Nuri Paşa kuvvetlerinin ikmalini tamamlamak
için yapıldığı tahmin edilmektedir; nitekim, büyük ölçüde sağlanır da.
Almanlar
Ruslarla görüşmeler yaparak, 14 Ağustos 1918’de, İstanbul’a gönderilen bütün
kömür ve sair malzemenin kesilmesine, Tiflis üzerinden Bakü’ye giden bütün
ikmal yollarının kapatılmasına karar vererek Türk hareketini engellemeye
çalışırlar. Fakat, bu arada beklenmedik bir gelişme olur, Almanlar Ruslarla
görüşme halindeyken, Menşevikler 31 Temmuz’da bir darbe yaparak Bakü’yü
Bolşeviklerden alır ve derhal İran’daki İngiliz kuvvetlerinden yardım isterler.
İngiliz birlikleri 4 Ağustos’tan itibaren Bakü’ye girmeye başlar.
Durum
yeniden değişmiştir. General Seeckt Türklerin Bakü’ye girmesi için ısrar eder;
Genel Karargâh da sıcak bakar, ama Alman Dışişleri kesinlikle buna karşı çıkar.
Ruslar da Almanların girmesini istemektedir. General Ludendorf, General
Seeckt’ten Enver Paşa’yı ikna etmesini ister, Tiflis’teki Albay Kress’e de,
Bakü’yü almak için hazırlanmasını, emrine bir tugayın gönderileceğini bildirir.
Albay Kress, İstanbul üzerinden Berlin’e gider. Emir gelse de, Türk askerinin
geri çekilmeyeceğini ve onlarla birlikte olmadıkça Bakü’ye girilemeyeceğini
söyler.
Halil
Paşa, yeğeni Nuri Paşa’ya takviye kuvvetler göndererek, kendisi de Bakü
önlerine gelir. Gürcistan’daki Von Kress, Bakü üzerine yürüyen kuvvetlere bir
Alman taburunun da katılmasını ister; Halil Paşa buna izin vermez. Bakü üzerine
sabah başlayan taarruz akşama kadar sürer. Halil Paşa der ki, “Ve bu savaşta
zaman zaman kendimi, elimde mavzer, ileri hatların arasında bulduğum zamanlar
oldu... ” (Halil [Kut], a.g.e., s.176) Bu arada kendisine yaklaşan
bir er, yalvaran bir sesle “Kumandan Paşam, ben seninle başından beri,
Arabistan ellerinden beri beraberimdir. ...bak gene kendini kollamamışsın...
Kurşun değecek kumandan paşam, azıcık olsun başını kollasan.” Tutup,
alnından öptüğü erin omuzundan kan aktığını görür. “Yaralısın oğlum!”
“Unutmuşum kumandanım, dedi; sıçraya sıçraya ileri doğru kaydı; bir yandan da
mavzerindeki kurşunları tamamlıyordu. Ve İmparatorluk destanla devam
ediyordu... ” (Halil [Kut], a.g.e., s.177)
Ertesi
gün son taarruz yapılacaktır. “ ... Rovelverimi temizledim.... Emir erim
mavzerimin bakımını yaptı; aldım, kontrol ettim. İleri hatlara yürüdüm; ilk
saldıracak birliğin başına geçtim; birlik komutanını çağırdım: ‘Bu birliğin
komutasını alıyorum... Komutanlık karargâhı burasıdır. Emir subaylığı görevini
aldınız..’ Sert bir selam verdi. Ölünceye kadar emrinizdeyim, der gibi
gözlerimin içine dikti gözlerini....”
Kafkas
İslam Ordusunun çetin vuruşmalardan sonra 15 Eylül 1918’de Bakü’ye girdiği
bildirilir:
“Allah’ın
yardımı ile Bakü şehri, otuz saat şiddetli çarpışmalardan sonra, 15.9.1334’te
saat 9 öncesinde zaptedilmiştir. Bütün birlikler ve özellikle Binbaşı Fehmi Bey
komutasındaki 56. Alayın kahramanlığı zikredilmeye değer. Geniş bilgi
sunulacaktır. ”
Yeğeni
Nuri Paşa, Halil Paşa’dan önce şehre girerek güvenlik için tedbirler almaya
başlar. “Cengâver ruhlu ve büyük vatanperver Nuri Paşa’nın, bu, belki de
hayatının en güzel günüydü. ” (Halil [Kut], a.g.e., s.178)
Halil
Paşa diyor ki, “Şehir İngilizlerin denetimi altındayken Ermeniler ve Bolşevikler
yerli Türk halkına karşı geniş bir katliam hareketine girişmişler. Şehrin her
mahallesinde Ermeniler, Türklerden ‘ceset kaleleri’ kurmuşlar... Ve bütün
vahşetlerini ortaya koymuşlar. Küçük çocuklar kale burçları olmuş, kadınlar
edep yerlerinden süngülenmiş ve bırakılmışlar. Şimdi sıra yerli halka gelmiş,
onları durdurmak imkânsızdı...” (Halil [Kut], a.g.e., s.178-79)
Şehrin
her yanında güvenlik noktaları oluştururlar. O manzaraları yaşayan Halil Paşa,
ayın sonuna doğru barış görüşmelerinde bulunmak üzere Ermenistan’a geçer.
Orada, İstanbul’dan tanıdığı, tanımadığı bir takım Osmanlı Ermenilerini görür. “Taşnaksutyon
Cemiyeti reisi ve sergerdesi, eski arkadaşım Aram vagona girdi. Ermenilerin
Aram Paşa diye çağırdıkları eski dostum ağlayarak boynuma sarıldı.” Aram
Paşa, Ermenistan İçişleri Bakanı’dır. Halil Paşa’nın otomobili sokaktan
geçerken iki tarafı dolduran halkın coşkun alkışları ile karşılaşır. Aram Paşa,
eski arkadaşından, ruhanî reislerinin bulunduğu Aşmetziyen Kilisesini ziyaret
etmesini rica eder. Halil Paşa, olur, der. Giderler. Büyük bir halk kalabalığı
toplanmıştır. Halil Paşa’nın konuşmasını isterler. Konuşur:
“Zalim bir padişahı
yıkmak için ve hür ve mutlu bir vatan kurmak için elbirliği ettiğim Ermeni
milleti! Vatanımın en korkunç ve acı günlerinde vatanımı, düşmana esir olarak
tarihten silmeye
kalktıkları için, son ferdine kadar yok etmeye çalıştığım Ermeni Milleti!
Bugün, Türk milletinin alicenaplığına sığındığı için huzura ve rahata
kavuşturmak istediğim Ermeni milleti! Eğer siz Türk vatanına sadık kalırsanız,
size elimden gelen her şeyi yapacağım. Eğer yine bir takım şuursuz komitacılara
takılarak Türk’e ve Türk vatanına ihanete kalkarsanız, bütün memleketinizi
saran ordularıma emir vererek, dünya üstünde nefes alacak tek Ermeni bırakmayacağım;
aklınızı başınıza alın! Köylerinize, evlerinize, ailelerinizin saadeti için
dönün ve çalışın. Zaman bugünkü yaraları siler.” (Halil [Kut], a.g.e.,
s. 189)
Yolun
kenarında dizilen askerlerin arkasında, muhaceret sebebiyle evlerinden olmuş
binlerce Ermeni kilise meydanında düzlüklere serilmiş haldedir; perişandır.
“Bu
kötü manzara, her görende olduğu gibi benim de insanlık duygularım üzerinde acı
bir iz bıraktı ve fakat, ne var ki, yaşadıkları devleti içinden yıkmaya
çalıştıkları için, rahat ve kazanç dolu bir hayat yerine koca Türk Devleti’nin
topraklarına ve malına göz diktikleri için bu hale düşmüş oldukları da bilinen
bir gerçekti.” (Halil [Kut], a.g.e., s.190)
Ruhanî
Reis, bu perişan kalabalığı göstererek, biraz yardım etmeniz mümkün müdür? diye
sorar. Halil Paşa, ordunun erzak durumunu görüştükten sonra, 9. Ordu Komutanı
Şevki Paşa’ya bir telgraf yazarak 200 ton tahılın bu insanlara gönderilmesini
emreder. Ermeniler sevinçten çılgına dönerler, Ruhanî Reis Katagigos ağlamaya
başlar.
Aynı
yılın 12 Mart’ında, Erzurum’u kurtaran birlikler içinde olan Şevket Süreyya Bey
şöyle anlatır: “Bu eserin yazarı, Erzurum’un kurtuluş günü, mesela Gürcü
Kapı İstasyonunda, üç bin kadar tahmin edilen Türk ölülerini yığınlar halinde
görmüştür. İşgal ettiğimiz binaların bodrumları da ölülerle doluydu. Erzurum’da
öldürülen Türklerin sayısı çok büyük yekûna varır. Bu sahneleri, ileri
harekâtta, bütün yol boyunca da aynen tespit ettik. Mütareke üzerine tahliye
ettiğimiz Türk bölgelerinde ve bu arada Kars ve Aras boyu çevresinde de Türk
kırımı devam etti.” (Aydemir, a.g.e., s.489) Bu kırımları yapanlar
Ermenilerdi.
Türk
birliklerinin Bakü’ye girmesi üzerine Almanlar bu sefer de şehrin güvenlik
yönetiminin Alman birliklerine bırakılmasını istemiş ve bunun için iki tabur
göndereceklerini bildirmişlerdir. Durumun kendisine bildirilmesi üzerine Enver
Paşa, Şark Orduları Grup Komutanı Halil Paşa’ya şu telgrafı çeker: “Bakü’ye
gönderilmek istenen Alman taburu hakkında, Nuri, merkez-i hükûmetten emir ve
izin almadıkça buna onay veremeyeceğini General Von Kress’e bildirsin. Eğer
bunu dinlemeyerek zorla kuvvet göndermeye
kalkışırlarsa,
bu durumda demiryolu köprüsünün artırılması ve her halde geçmelerine engel
olunması uygundur. ”
Halil
Paşa, bir köprüyü uçurarak Alman taburunun gelmesini önler.
Enver
Paşa bu konuda çok titiz ve sert davranmaktadır. Aynı konuda Nuri Paşa’ya
çektiği telgrafta, Kaymakam Goltz komutasında gelecek birliğin Bakü’ye
sokulmamasını emreder. “Goltz şahsına mahsus bir iki hizmetçi ile gelebilir.
Ama, az miktarda dahi asker getirmesine izin verilmesin. Ve Gence’de
bırakılmasını yazdığınız Alman askeri dahi derhal geri gönderilsin....”
Enver
Paşa Azerbaycan’a önemli miktarda para, silah ve cephane gönderir; bir kısım
Osmanlı subaylarının Azerbaycan vatandaşlığına geçerek orada kalmalarını
sağlar. Genç Cumhuriyeti ayakta tutmaya çalışır.
göndersinler. İngiliz, Amerikan
elçileriyle görüşerek tanınmak için uğraşsınlar. Tarafsız
kalmak istediklerini söylesinler.
(T.T.K. Kâzım Orbay Arşivi, II.
B.565)
Bu
sıralarda Alman-Rus anlaşması imzalanır; Ruslar Bakü petrollerinde Almanlara
dörtte bir pay vermektedirler. Ama, Bakü ellerinden çıkmıştır ve kendileri de
petrol alamamaktadır. Bu anlaşma bir gün sonra İstanbul’a bildirilir ve bomba
gibi patlar. Başbakan Talat Paşa hemen Berlin’e gider. Almanya ile 23 Eylül
1918 gizli protokolü imzalanır. Buna göre, Kafkas devletleri Almanya tarafından
tanınacak, Bakü petrolleri İttifak devletleri tarafından birlikte kullanılacak,
Kırım ve Rusya Müslümanlarının milliyet haklarını Almanya tanıyacak, Rusya’nın
Karadeniz filosu sorununun çözümünde, Osmanlı donanmasının güçlenmesi dikkate
alınacak.
Bu
protokol şüphesiz ki, Türk askerinin Bakü’de olmasının kazandırdığı siyasi bir
başarı idi.
Romanya’nın
barış istemesi üzerine Mart 1918 başında toplanan Bükreş Konferansı’nda, Enver
Paşa, Alman genel karargâhındaki Zeki Paşa vasıtasıyla Alman dostlarımızdan,
Batı Trakya’nın ve savaşın başında geçici olarak Bulgaristan’a bırakılan
toprakların bize iadesini ister. Bu konferansa katılan Başbakan Talat Paşa da,
sert üsluplarla batıdaki sınırımızın Mesta- Karasu olması gerektiğini savunur.
Ancak, Almanlar bu isteklere hiç de sıcak bakmazlar. Enver Paşa, doğrudan
Bulgar Kralına yazarak, savaştan sonraki dostlukların da gelişmesi için bu
yerlerin Osmanlı’ya bırakılmasına yardımcı olmasını ister; ama, olmaz.
(Aydemir, a.g.e., s.413) Yedi, sekiz ay sonra, Bulgaristan çökünce, her
şey başladığı yere döner.
1917
yılının Nisan ayında savaşa İtilaf devletleri yanında giren Amerika Birleşik
Devletlerinin Başkanı Wilson, 8 Ocak 1918’de muhtemel barışın şartlarını
açıklar:
Wilson’un
dünya milletlerine ilan ettiği barış şartlarının, özellikle Türkiye’yi
ilgilendiren maddeleri şöyledir:
Milletler
arasında gizli anlaşmalara son verilerek açık
diplomasi
yönteminin uygulanması.
- Karasuları
dışındaki denizlerde gerek savaş halinde, gerek barış halinde trafiğin kesin
olarak serbest olması.
- Ekonomik
engellerin imkân derecesinde kaldırılması ve ticarî meselelerde bütün milletler
arasında eşitlik kurulması.
- Her
milletin silahlanmayı iç güvenliğini sağlamaya yetecek dereceye indirmesi.
- Sömürgelere
ait bütün isteklerin, hâkimiyet meselesinin, ilgili halkın yararları ve
hükûmetin haklı istekleri derecesinde geniş ve tamamiyle tarafsız bir fikir ile
serbestçe münakaşa neticesinde çözümlenmesi.
- Halihazırdaki
Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan kısımlarına itirazsız bir hâkimiyet
sağlanması; fakat, halen Türk boyunduruğu altında bulunan diğer milliyetlere
salt güvenlik içinde varlıkları ve eziyetsiz olarak gelişmeleri imkânının garanti
altına alınması.
- Çanakkale
Boğazı’nın uluslar arası teminat altında bütün milletlerin ticaret gemilerinin
serbestçe geçmesi için açık kalması.
- Kesin
anlaşmalara dayanarak bütün devletlere eşit derecede karşılıklı siyasi
istiklal, ülke bütünlüğü güveni sağlamak maksadiyle milletler arasında umumi
bir cemiyet teşkili lüzumu. (Sabahattin Selek, Milli Mücadele, I Anadolu
İhtilali, İstanbul-1965, s. 31)
- Bundan
böyle devletler arasında açık anlaşmalar ve açık diplomasi hakim olmalıdır;
Osmanlı İmparatorluğu’nun Türklerle meskûn olan kısımlarında egemenliği
sağlanmalı, diğer bölgelere ise özerk gelişme imkânları tanınmalıdır.
Almanlar
batı cephesinde Belçika ortalarına kadar çekilmişlerdir ve karşı kuvvetler,
yeni taarruz planları içindedir. Almanya’nın içi de savaş aleyhtarlığı ve
sosyalist hareketlerle çalkanmaktadır. Avusturya cephesi ise İtalyan taarruzu
ile yarılmıştır ve askerler silahlarını atıp kaçmaktadır. Bulgarların koruduğu
Makedonya cephesi de Eylül ortasında yarılmıştır ve İtilaf devletleri birlikleri
Trakya’ya doğru ilerlemektedir. Güneyde ise İngilizler 7 Mayıs 1918’de Kerkük’ü
düşürmüş, Dicle boyundan Musul’a doğru yürümektedir.
Bu
durumda Enver Paşa silah altına alınmamış olan en son kuvvetleri de başkent
İstanbul’un savunulması için toplamaya çalışır. Kafkasya cephesindeki
birliklerin de İstanbul’a dönmelerini emreder. “Enver Paşa’nın fikrine göre,
en hafif şartlı bir anlaşmanın gerçekleşmesi, Alman cephelerinde düşmana
gösterilecek direnişe bağlıydı. ” (Emir Şekip Aslan, Ölüme Giden Yolda
Üç Osmanlı, İstanbul 2005, s.17) Ancak, bu direncin gösterilememesi, Enver
Paşa’nın savaşa devam kararlılığını etkiledi. Esasen sosyalist hareketlerle
sarsılmış olan Avrupa halkları Wilson prensipleri çerçevesinde bir barış
istiyordu ve bu istekler Türkiye’de de konuşulmaya başlanmıştı.
Enver
Paşa sona gelinmekte olduğuna karar verir; bu şartlarda, Azerbaycan
Cumhuriyetinin durumunu sağlama almaya çalışır. Nuri Paşa’ya talimatlar
gönderir: “Belki, görünüşte Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’dan çekileceğiz.
Kuvvetlerimizi çekmiş görünmeye mecbur olacağız. Ve böyle bir durumda
Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’nın, kendi kuvvetlerine dayanması gerekecektir. ”
Şimdiden ona göre tedbirlerinizi alın ve teşkilatlarınızı kurun. “Orada
çalışacak olan subay vesaire, Azerbaycan uyruğu olarak kalsın. Ve hükûmet
çekilme emri verirse bile, orada kalmak üzere tertibat alınsın. Rus silahı ve
cephanesinden olmak üzere, Azerbaycan’a mümkün olduğu kadar çok silah ve
cephane gönderilsin. Şark Orduları içinden, Nuri’nin adlî, maarif vesaire teşkilatı
için gerekli memurlar gönderilsin...” (Aydemir, a.g.e., s.469)
3
Temmuz 1918 günü Sultan Mehmet Reşat Han, âlem-i bekaya göçer. Veliaht Mehmet
Vahdeddin Efendi Osmanlı tahtına çıkar. 31 Ağustos 1918’de Osmanlı tarihinin
son cülus töreni yapılır. Sultan V. Mehmet Han Dolmabahçe Sarayından çifte
saltanat kayığına binerek Eyüp’e geçer. Saltanat kılıcını, Konya Mevlevi
Çelebileri, Nakibü’l-eşraf yahut Şeyhülislam’ın kuşatması gelenek iken,
Bingazi’den İstanbul’a gelmiş olan Şeyh Seyyit Ahmet Şerif Sünusî ilk ve son
kez kuşatır. Törenden sonra “Padişahım çok yaşa!” sesleri arasında saltanat
arabasına binen Vahdeddin Han Edirnekapı, Fatih yolundan Divanyolu’na gelerek,
Sultan Fatih ve Sultan Mahmut türbelerinde fatiha okur ve Topkapı Sarayına
iner. İstanbul Şehremini, gelenek üzre İstanbul’un anahtarlarını kendisine
sunar.
1918
Eylül ayında, Müttefikler savaşı kaybettiklerini kesin olarak anlar ve barış
için aralarında görüşmelere başlarlar. Almanya, müttefiklerin kendi başlarına
bir barış arayışına girmemelerini, barış teklifi için daha uygun bir zamanın
beklenmesini ister. Avusturya acele eder. Bu sıralarda Talat Paşa
Berlin’e
gider. Talat Paşa ve Bulgar Kralı da Alman görüşünü destekler. Buna rağmen
Avusturya İmparatoru 14 Eylül 1918’de barış teklifinde bulunur. İtilaf
devletleri bu teklifi şüpheyle karşılayıp, bir süre cevap vermezler. Bulgar
orduları ancak bir iki hafta daha dayanır. Talat Paşa İstanbul’a gelmeden de,
bizim Filistin Cephemiz çözülür. Uygun zamanı bekleme imkânı kalmaz. Bulgar
Kralı 26 Eylül’de barış ister. Bulgarlar 29 Eylül 1918’de Selanik’te İtilaf
devletleriyle barış anlaşması imzalamış ve böylece Osmanlının batı yanı
çökmüştür. İstanbul, Trakya üzerinden gelen düşmanın tehdidi altındadır.
28
Eylül 1918’de Talat Paşa Berlin’e giderek olup biteni yakından görmek ister;
Almanların direnme gücü kalmamıştır; artık sona gelinmiştir. Almanya bu
durumda, barış için Türkiye ve Avusturya’yla yazışmaya girer ve 5 Ekim’de üç
devletin barış teklifi Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’a ulaştırılır. Almanya,
Avusturya ve Türkiye, Wilson’un 8 Ocak 1918’de açıkladığı ilkeler doğrultusunda
barış istiyorlardı.
Paşa,
bir süre sonraki mektuplarında, barışa gitmek zorunda kaldıklarını, Kabinenin
istifaya hazırlandığını, kendisinin de işsiz kalacağını ve sıkılacağını
söyleyerek, oralara gitmeyi düşündüğünü, oraların “bir hayat eseri gösterip
gösteremeyecekleri” hakkındaki düşüncelerini bildirmelerini Nuri ve Halil
Paşalardan ister. Amcası Halil Paşa, Kafkasya’ya geçmemesini, buralarda
beklediği hayatiyetin olmadığını, Nuri’nin kalmasının yeterli olduğunu söyler.
Enver
Paşa, “Oyunu kaybettik.” der; savaşın sona erdiğini ordulara bildirir ve
birliklere bir veda mesajı yayımlar.
Osmanlının
barış isteği de kolay olmamıştır; özellikle Enver Paşa’nın direnmeye devamda ısrarı,
Talat Paşa’yı da tereddüte sevketmiştir. A. Fuat Türkgeldi’nin yazdığına göre,
Talat Paşa’yı Sultan Vahdeddin, Enver Paşa’yı da Veliaht Efendi barışa razı
etmiştir. (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s. 150)
Aslında
Türkiye zor durumda idi; Trakya sınırında üç İngiliz, üç Yunan, bir Fransız
tümeni ve bir İtalyan tugayı İstanbul üzerine yürümek için İngilizlerle
Fransızlar arasındaki komuta meselesinin çözümünü beklemektedir. Wilson’dan
beklenen cevabın ne zaman geleceği de belirsizdir. İzmir Valisi Rahmi Bey
aracılığı ile İngilizlere yapılan teklif, geri çevrilmiştir.
8
Ekim 1918’de, Talat Paşa’nın sadrazam olduğu İttihat Terakki hükûmeti istifa
eder. Osmanlı Meşrutiyetinin bilinen üslupsuz, sert muhalefeti, Kabinenin
istifasından sonra açılan Millet Meclisinde iyice azgınlaşmış, azınlık
milletvekillerinin İttihatçı adı altında Türklüğü aşağılamalarına varmıştı.
Diğer siyasi parti mensupları, İttihatçılık aleyhinde dizginsiz sözler
söylemeyi günün siyaseti haline getirmişlerdi. İttihat Terakki kongresi 1 Kasım
1918’de bu hava içinde toplanarak kendisini fesheder. Fazla öne çıkmamış olan
İttihatçılar, Teceddüt Fırkası’nı kurarlar; İttihat Terakki’nin mameleki yeni
partiye devredilir. Ancak, uzun sürmeyecek bu parti, Hükûmet tarafından kapatılarak
kasasına el konulacaktır.
Herkesin
güven ve sevgisini kazanmış nadir şahsiyetlerden biri olan Ahmet İzzet Paşa
yeni hükûmeti kurar. Savaş Bakanlığını da uhdesinde bulunduran Başbakan Ahmet
İzzet Paşa, son olarak durumu Genel Kurmay İkinci Başkanı General Von Seeckt
ile inceler. General, “Cephelerden alınan son haberlerin, birliklerimizin
daha fazla savaşa devamla savunmayı sağlayamayacakları merkezinde olduğunu,
müttefiklerimizin de bize askerî yardımda bulunma ihtimali görülmediğini ve
devletimiz için barış aramaktan başka bir tedbir kalmadığını” söyler. (Rauf
Orbay’ın Hatıraları, s.45)
Osmanlı
bir başına kalmıştır ve artık dayanacak gücü kalmamıştır; İspanya ve İsviçre
aracılığıyla yapılan mütareke istekleri cevapsız bırakılır; İtilaf devletleri
donanmalarının Çanakkale’de toplanmasını ve ordularının Trakya’da biraz daha
ilerlemesini beklemektedirler. Nihayet, Kûtü’l- ammare’de esir edilen İngiliz
generali Towshend’in araya girmesiyle, Limni’nin Mondros Limanında bulunan bir
İngiliz zırhlısında ateşkes görüşmeleri başlar.
*
* *
30
Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin yirmi beş maddesinin esasları
şunlardır:
1.
Karadeniz ve
Çanakkale Boğazlarındaki istihkâmlar İtilaf devletlerince işgal edilecektir.
2.
Hudutların ve
güvenliğin korunması için gerekli olanın dışındaki bütün Osmanlı ordusu terhis
edilecektir.
3.
Osmanlı
donanması teslim edilerek, limanlarda tutuklu
bırakılacaktır.
4.
Galip
devletler, güvenliklerini tehlikeye düşüren bir durum çıktığında lüzum
gördükleri stratejik noktaları işgal edebileceklerdir.
5.
Galipler bütün
Türk liman ve demiryollarından istifade edebilecek, telsiz ve telgraf
haberleşmesini denetleyebileceklerdir.
6.
Toros
tünelleri galiplerce işgal edilecektir.
7.
Kafkas
Cephesinde Osmanlı ordusu 1914 sınırına çekilecektir.
8.
Hicaz, Asir,
Yemen, Suriye, Irak, Trablus ve Bingazi’deki Osmanlı birlikleri en yakın galip
devlet komutanlığına teslim olacaklardır.
9.
Ordunun
terhisi ile geri kalan silah ve teçhizat galiplerin vereceği talimata tâbi
olacaktır.
10.
Vilayet-i
Sitte denilen altı Doğu vilayetinde karışıklık çıktığı takdirde Müttefikler
buraları işgal edebileceklerdir.
11.
Türk esirleri
esarette kalmaya devam edecek, Müttefiklere ve Ermenilere ait esirler hemen
serbest bırakılacaktır.
Görüldüğü
gibi, Osmanlı’yı, yaşadıklarından da zor günler beklemektedir.
*
* *
Osmanlı
askerinin cepheden cepheye koşan bu büyük hikâyesini birkaç alıntı ile bitirmek
istiyorum:
Osmanlı
ordusunun, bütün olarak savaşa yeterince hazırlanamadığı, buna zaman ve imkân
bulamadığı bilinmektedir. Bunu Ali İhsan Sabis Paşa pek kısa ve güzel ifade
eder:
“Savaş,
savaş zamanı kazanılmaz. Ancak, uzun barış yıllarında inceden inceye çalışarak,
hazırlıklar yaparak kazanılır; bizzat savaş, bir ekin biçimidir. Barış
zamanında ne ekilmişse savaş zamanında o biçilir. Osmanlı bu hazırlıkları yapabileceği
uzun bir barış dönemini hiçbir zaman bulamadı.”
Dr.
Ramazan Balcı şu değerlendirmeyi yapar:
“Büyük bir harbin
kapıya dayandığını gören Osmanlı Devleti, ilk planda her ne kadar kendisine
doğrudan yönelen bir tehditle karşı karşıya değilse de, hayatının, savaşın
galibi olan tarafın iki dudağı arasında olacağını biliyordu. Kendine ittifaklar
arasında bir
yer aramaya
başladı. İttifak sözleşmelerini, daha çok Osmanlı topraklarından alacakları
paylar üzerine kuran Fransa, Rusya ve İngiltere devletleri Osmanlı
İmparatorluğunu kesin olarak aralarına almadılar. Savaş sonrası için de
herhangi bir garanti vermediler. İtilaf devletlerinin ablukası altında bulunan
Almanya ve Macaristan-Avusturya İmparatorlukları, bu ablukanın ancak Osmanlı
İmparatorluğu ile yapılacak bir ittifakla kırılabileceğini görerek, Devlet-i
Aliyye’yi aralarına aldılar. Ancak Osmanlı İmparatorluğu için bu ittifakın
faturası ağırdı. Kafkasya’da Rusları, Süveyş’te İngilizleri üzerine çekecek,
Müttefiklerin batı cephesindeki yüklerini hafifletecekti. Ne var ki, harp
patladığı günlerde dünya kapitalizminin iki asırdır yağmasına uğrayan Osmanlı
Devleti’nde yerinden kıpırdayacak kuvvet kalmamıştı... Devlet harbi kazanacak
şartların hiç birisine sahip değildi...
“Anadolu’nun hayvan
kaynakları ordunun ihtiyaç duyduğu malzemeyi istenen noktaya taşımak için
yeterli değildi. Bu ihtiyaç öylesine şiddetliydi ki, menzil nakliye kolları
gerekli hayvan sayısının ancak yüzde onunu toplayabildiler. Harp yılları
boyunca ihtiyaç giderilemedi. Silah altına alınan askerin % 75’i ikmal kıtaları
ve menzil nakliye kollarında çalıştırıldı. Yine bu sebeple, hiçbir cephede,
savaşan asker sayısında üstünlük elde edilemedi. Orduların ikmal bölgelerinde
yaşayan binlerce insanın da malzeme taşımaya katıldıkları dikkate alınırsa,
erzak naklinde yaşanan sıkıntıların boyutları daha iyi anlaşılır. Doğu
Cephesinde Ruslara karşı herhangi bir çatışmaya girilmese de, sağlık şartları
ordu içinde benzeri bir tahribata yol açabilecek kadar kötüydü.
“Rusya ve Almanya
gibi ülkelerin, öncelikle savaşın getirdiği sıkıntılardan bunalan halkın
isyankâr tutumları yüzünden savaşı kaybettikleri ya da bırakmak zorunda
kaldıkları, buna karşılık Türk halkının çok zor geçen dört yıldan sonra bir de
Kurtuluş Savaşı’nın zorluklarını göğüslediği düşünülecek olursa, halkın bu
fedakârlığının adeta destanlaştığı kabul edilmelidir.” (Balcı, a.g.e.,
s.301-302)
Zeki Velidi Togan, Birinci Dünya
Savaşı’nın kazanan tarafı olmadığını ve bu sonucu da Türk Ordusunun sağladığını
yazar. (Z. Velidi Togan, Türkili Türkistan Tarihi, s.456 )
Savaş boyunca ve sonrasında Enver
Paşa ile ordu ilişkilerini değerlendiren Şevket Süreyya şunları söyler:
“Zaten
şunu açık olarak belirtmeliyiz: Birinci Dünya Harbi boyunca, hatta Sarıkamış
felaketine rağmen, Enver Paşa’nın orduda prestiji hiçbir zaman sarsılmadı. Harp
boyunca orduda, ona karşı aktif bir çıkış ve kıpırdanışın misali yoktur. Mesela
daha önce eserinden bazı parçalar verdiğimiz Kurmay Şerif Beyin Sarıkamış
Harekâtı üzerinde toplanan yergilerini bir tarafa bırakırsak, hatta harpten
sonra da Enver Paşa, ordu mensuplarının eser ve hatıralarında büyük tenkitlere
uğramamıştır. Bu neticede onun, evvela 1908 ihtilalinden gelen efsanevi
şöhretinin, kazandığı insan üstü saygının, sonra da Harbiye Nazırlığını ele
aldıktan sonra, çok kısa bir zamanda başardığı Orduyu gençleştirme ve yeniden
düzenleme başarısı, Enver Paşa 1 Ocak 1914’te Harbiye Nazırı olduğuna, Osmanlı
Devleti de 2 Ağustos 1914’te Almanlarla ittifak bağlayıp, 29 Ekim 1914’te harbi
başlattığına göre, bir yıldan daha az bir zamanda elde edilmiştir. Başarının
yalnız bir kadro ve eğitim güçlendirilmesi değil, Ordu mensuplarının ruhunda
yeni bir emniyet ve heyecan uyanışı ile beraber yürüdüğünü önemle belirtmek
yerinde olur.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.74-75)
Yine Şevket Süreyya Bey,
Sarıkamış Harekâtı sonrasında şöyle bir değerlendirme yapar:
“Lakin bir gerçek
var. Hatta buna, bütün kanlı kayıpları bir tarafa yazmakla birlikte, Enver
Paşa’nın başarısı da diyebiliriz. Bu başarı, daha 1912-1913’te, daha doğrusu şu
Birinci Dünya Harbinden bir süre önce cereyan eden Balkan Harbinde, Devletin en
güçlü ordularının, hatta denebilir ki tek silah dahi patlatmadan Balkan
orduları önünde birkaç gün içinde dağılıp perişan olmalarına karşılık, şu
Sarıkamış muharebelerinde görülen tahammül, itaat, direniş ve sonuna kadar
mücadele gücüdür. Halbuki Rus ordusu, Balkan ordularından çok daha güçlüydü.
Hele aradaki silah farkı çok daha lehlerine idi. Kaldı ki, aynı dayanış ve
direniş, daha sonraki bütün savaşlarda, mesela Irak’ta, mesela Suriye’deki
Gazze savaşlarında, hele Çanakkale savaşında ve Avrupa cephelerine gönderilen
Türk kolordularının muharebe kabiliyetlerinde, kendini en çetin sahnelerle
gösterecektir. Ve Birinci Dünya Harbinde Osmanlı Ordusu, bütün yokluklara
rağmen, bu harbin sonuna kadar tam dört yıl, tam on cephede, aynı güçle harbi
sürdürecektir. İlk önce silah bırakan da Osmanlı Ordusu olmayacaktır. Bu
tabloda Enver Paşa’nın Orduya getirdiği yeni ruhun, genç komuta kadrosunun ve
en başta kendisinin temsil ettiği müsamahasız disiplinin rolü vardır. Paşa’nın
ıslah ve teşkilat gücünün, kesin dikkate alınması gereken müdahalesi vardır.”
(Aydemir, a.g.e., c.3, s.156-157)
Ziya Nur Aksun Bey’in yorum ve
yargısı şöyledir:
“Bu müşahedeler ve
tespitler Birinci Dünya Harbindeki ordumuzun, ne derece bir ruh yüceliği ve
insan üstü dayanma ve hamle gayreti gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bunun
hâkim sebebini ise, millî ideal haline gelmiş İslamî telakkide aramak lazımdır.
Bu idealin başlıca mümessili, başlıca muharriki, derin bir itikat ve imanla
dolu olan Enver’de temerküz eder gibidir. Harpten sonra, Yemen’de, Gazze’de,
Kanal’da, Galiçya’da, İran ve Irak’ta çarpışmış subay ve komutanların
bazılarının hatıralarını okudum. Bunların içinde yüksek bir idealle, derin bir
iman ve şuurla, üstün bir İslamî cehtle harp ettiğini dile getiren adam yok
gibidir. Bir çoğunun kanaati, ‘Oralar bizim
değildi, boşuna
harbettik.’ gibi, âdi ve pespaye bir görüşte toplanıyordu. Bu görüş, yalnız
mağlubiyet kırıklığından doğmuyor, küçüklükten, alçaklığa gönüllülükten
kaynaklanıyordu. Bu küçük adamları dahi uzak cephelerde dövüştüren, askerin
muharebe gücünü artıran bir nevi ideal ve muharrik, bir ruhî cereyan ve
müşevvik vardı. Herhalde İslam milletlerinin kurtuluşu idealine inanmış olan
Enver, bunun müşahhas misalini vermiş görünmektedir. Büyük iman ve hareket
adamı, etrafına ve zayıf nâsiyelere daima tesir eder. Bu adam ortadan kalkınca
veya mağlup olunca, bu zayıf tavırlılar avareleşir. Ve daha evvelki
hareketlerini bile tenkit eder bir ruh hali çöküntüsüne düşebilir. Bizde Harb-i
Umumî’den sonra olan da budur. Böyle bir askerler grubu karşısında Enver,
parlak bir ideal ve hatıra yıldızıdır. Bugüne kadar, bazı tatbikat kusurları
bir tarafa bırakılırsa, onun seviyesinde bir ordu teşkilatçısı, onun
derecesinde yüksek ideale sahip cesur ve enerjik bir asker maalesef
gelmemiştir.
“Daha açık
konuşalım: Bizim millet ve devlet olarak son büyük harbimiz, Birinci Cihan
Mücadelesidir. Sonraki İstiklal Harbi, ona nispeten cüz’î ve mahdut bir
savaştır. Bugün, Türk ordusunun ve askerinin dünya kamuoyunda ve askerî
mahfillerinde bir ismi varsa, bunu, Cihan Harbinde gösterilen harp gücüne ve
kabiliyetine borçluyuz. Bu neticede ise, büyük bir imanla dolu olan Enver’in
payını unutmamak gerekir. Onun yüksek imanını ve itikadını, Başkomutan Vekili
olarak askere hitaben yayımladığı harp bildirisinde görüyoruz. ‘Arkadaşlar!’
hitabıyla başlayan bu bildiride, ‘Sevgili Başkumandanımız, Halife-i Zişan
Efendimiz Hazretlerinin irade-i seniyelerini tebliğ ediyorum. Allah’ın inayeti,
Peygamberimizin ruhanî yardımı ve mübarek Padişahımızın hayır duası ile
ordumuz, düşmanlarımızı kahredecektir. Ancak, her subay, her asker
unutmamalıdır ki, savaş meydanı fedakârlık meydanıdır. Tarih şahittir ki,
Osmanlı askerinden sebatlı, Osmanlı askerinden fedakâr hiçbir asker yoktur.
Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygamberimizin ve seçkin
arkadaşlarının ruhları uçuyor. Şanlı ecdadımız, başlarımızın ucunda bizim ne
yapacağımıza bakıyor. Onların hakiki evladı olduğumuzu göstermek, bizden sonra
geleceklerin lanetlerinden kurtulmak istersek çalışalım. Zincirler altında
inleyen üç yüz milyon İslâm ve eski tebalarımız hep bizim muzafferiyetlerimize
dua ediyor. Ölümden kimse kurtulamayacaktır. Ne mutlu ileri gidenlere; ne mutlu
din ve vatan yolunda şehit olanlara. İleri, daima ileri ki, zafer, şan,
şehadet, cennet hep ilerde, ölüm ve aşağılanma geridedir. Mübarek ve mukaddes
şehitlerimizin ruhuna fatiha. Padişahım çok yaşa!.’ cümleleri yer almaktadır.
Bunlar Enver’in nasıl bir gaye ve yüksek idealle hareket ettiğini ve bunu
emrindeki askere aşıladığını göstermektedir. Bildiriye göre Enver koyu bir
Hilafet ve Saltanat taraftarıdır; hâr ve âteşîn bir İslâm vecdi içindedir. Üç
yüz milyon Müslümanın kurtulmasını istemekte ve bunun için hareket etmektedir.
Enver en ümitsiz zamanlarda bile İslam Dünyasının kurtulması davasından
vazgeçmemiş, daima bunun için çalışmıştır. Hakkında anlatılanlar onun bu ideal
ve imanda çok samimi olduğunda ittifak etmektedirler. Zaten samimi olmasaydı,
emrindeki kuvvetlere tesir edemezdi.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış
Harekâtı, s.47-50)
Balkan Savaşında, felaketimize
subayların yol açtığı, askerlerin her zamanki gibi görevlerini yaptıkları,
yabancı müşahitlerin de kabul ettikleri bir tespittir. Aynı bakış açısını
Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele için de uygulayabiliriz. Asker, yine her
zamanki gibi görevini yapmıştır. Fakat, bu sefer komutanları farklıdır.
Özellikle genç subaylar -ki ordunun neredeyse
tamamı öyleydi- inanmış, hırslı,
intikam isteyen, ülkücü insanlardı. Bu insanlar, askerlerini ölüme sürerlerken
kendileri geride duramayacak bir heyecan içindeydiler. Başkomutanları Enver
Paşa, Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa idi. Hafız Hakkı Paşa’nın, elindeki
tüfekle süngü hücumuna kalktığı anlatılır. Biraz yukarıda Ordular Grup Komutanı
Halil (Kut) Paşa’nın cephedeki durumuna dokunmuştuk. En üst komutanların böyle
olduğu bir orduda, daha aşağı kademelerdeki subayların nasıl olduğunu yahut
olabileceğini anlamak zor değildir. Hiç şüphesiz ki, hepsi, birliklerinin
önünde birer ateş parçası gibiydiler.
Bu
kahramanlık üslûbu, masa üstü planlarına ve kurmaylık öğretisine uymayabilir;
ama, bizim insanımızın, bizim askerimizin can damarına dokunur ve onu yenilmez
yapar.
Ayrıca
şu noktaya da dikkat etmek gerekir: Birinci Dünya Savaşı ve dönemin devlet
adamları hakkında yazılanlar, Ziya Nur Bey’in de işaret ettiği gibi, genellikle
yenilmiş adam psikolojisinde üretilmiştir. Bu kalemler, İmparatorluğun çöküşünü
yaşamış insanlardır yani onlar da çökmüştür. Bu, genel insan doğasıdır; normal
zamanlarda toplumsal rollerini yerine getirirler ama zor zamanlarda çözülürler.
Bozgun döneminin acılarına kendini koyvermiş insan için, sağlıklı
değerlendirmeler yapmak kolay değildir; yaşadığı ruh hali, bütün değerlendirme
ve yorumlarına akseder. Yenilmiş insan, yüreği daralmış insandır; uzağı
göremez, büyüğü kavrayamaz. Hele bütün bu kavgalar sonunda Cumhuriyet de
Anadolu ile sınırlanınca, onların da bütün dünyası burayla sınırlanacak ve
isimlendirmeseler de Anadolu’nun korkusunu yaşamaya başlayacaklardır. Anadolu’nun
bir kısım yerlerinden daha önce Türk’ün vatanı olmuş Rumeli topraklarını
hemencecik unuturlar. Babalarının yahut dedelerinin Üsküp gitti, biz nasıl
yaşarız! Yahut Kırcali’siz memleket olur mu? diye günlerce ağladıklarını hiç
hatırlamazlar. Buna, bir türlü üslubunu bulamamış bir siyasi mücadelenin ve
Mütareke dönemi şartlarının yansımalarını da eklersek tablo tamamlanır.
Enver Paşa gibi, her şart altında dik
durabilen insanlar çok değildir; şükür ki, o nesil içinde az da değildir.
Bugünümüzü onlara borçluyuz. Ve bu ruhî çöküntüden -geç kalmış olsak da-
kurtulmalıyız.
40
Enver Paşa’yı hayallerle
suçlayan Ş. Süreyya, Paşa’nın Zeki Paşa’ya yazdığı bu mektup üzerine olmadık
hayalî yorumlar yapar; kardeşi Nuri Paşa’yı Azerbaycan’a padişah yapma
isteğinden, kendisinin Osmanlı Padişahı olma imasına kadar bir şeyler uydurur.
Paşa’nın, Almanları ürkütmeyelim uyarısını da, çok hazin olarak değerlendirir.
Bu satırlar millî onur adına yazılsa da, nedense, Enver’in gerçekçi bir tutum
içinde olduğu hiç aklına gelmez. Enver Almanları tanıyor, Almanlar Enver’i
tanıyorlar ve karşılıklı hesap içindedirler. Enver’in Kafkasya ve Türkistan
hesaplarına Almanların sıcak bakmayacağı doğal değil midir? Ve yine Ş. Süreyya
da diğer birçokları gibi, savaşa hangi şartlar ve korkular içinde girdiğimizi
ve kimin parası ve silahıyla savaştığımızı kolayca unutuvermekte ve söz konusu
Almanlar olunca, çok yukarıdan konuşmaktadırlar. Elli yıl sonraki bu yorumları
okuyunca Enver Paşa’nın ne ölçüde gerçekçi bir asker ve politikacı olduğu daha iyi
anlaşılmaktadır. (Aydemir, a.g.e., s.392 vd.)
41
Şevket Süreyya Bey, bu telgrafın Hindenburg’a
gönderilip gönderilmediği, gönderildiyse gelişmelerin nasıl olduğu
bilinmemektedir, demektedir.
B |
İRİNCİ
Dünya Savaşı’nın kısa da olsa bir değerlendirmeye ihtiyacı vardır. Bu savaşa
girerken Avrupa devletleri ve Rusya Şark meselesini kesin olarak bitirmek yani
Türkleri Anadolu’dan çıkarmasalar bile içerde dar bir bölgede tutmak kararında
idiler. Osmanlı savaşa girdiği için bunu başaramadılar. İki sene içinde
biteceğini umdukları savaş dört yıl sürdü ve Çarlık Rusyası çöktü. Savaşın dört
yıl sürmesi, Almanya da dahil Avrupalı devletleri alt üst etti; sosyalist
akımlar büyük bir güç kazanarak bu devletlerin toplumsal yapılarını tahrip
ettiler. Öyle ki, Prof. Zeki Velidi Togan’ın, bu savaşın kazananı yoktur sözü
salt gerçeği yansıtır. Çünkü savaş sonunda galip devletlerin de kollarını
kıpırdatacak hali kalmamıştır. Savaş bir süre daha devam etseydi İtalya, Fransa
ve Almanya’da Rusya benzeri ihtilaller olabileceği görülüyordu. İngiltere de bu
ihtimalden fazla uzak değildi. Bütün bu sebeplerle Almanları ezmek, Şark
meselesini bitirmek yerine Vilson’un ilan ettiği ilkeler ışığında barışa
kavuşmak istemişlerdir. Amerika geleneksel emperyalist tutumlara karşı
çıkıyordu,. Londra’da her gün düzenlenen mitinglerde halk, çocuklarının
ülkelerine dönmelerini istiyordu. Esasen itilaf devletleri de birbirinden
kopmuş ve birlikte hareket gücünü kaybetmişlerdi.
Büyük
Savaşın sonuç alınacak noktasının batı cephesi olduğu biliniyordu. Ancak
Almanlar bu cephedeki düşman baskılarını azaltmak için Osmanlının çeşitli
cephelerde savaşa girmesini istiyordu. 7. Ordu komutanı olduğu sırada Mustafa
Kemal Paşa’nın gönderdiği bir rapor, Osmanlı ordusunun bu işlevi fazlasıyla yerine
getirdiğini göstermektedir. 1917’tarihli rapora göre, (Cemal Akbay, a.g.e.
s.143) Osmanlı ordularının savaşa girmesiyle, Ruslar Kafkasya’da savaş ve
hastalıktan ölen askerlerinin yerini doldurmak için 1.500.000 asker
kullandılar. Ayni şekilde İngilizler Suriye’de 1.500.000, Irak ve İran’da,
1.000.000, Çanakkale’de, 1.000.000, Böylece Türk kuvvetleri karşısında üçlü
itilafın toplam 6.000.000 askeri bağlanmış oldu.
Türkiye
açısından bakıldığında, ilk günlerde Kapütülasyonların kaldırılması
İmparatorluğun her yanında fener alayları yapılarak kutlanmıştı. Ruslarla
yapılan ve Anadolu’nun yarısını (vilayet-i sitte) onların istediği yönetime
bırakan anlaşma, savaşın ilk gününde iptal edilmişti. Kars, Ardahan, Artvin
Türkiye topraklarına katılmıştı; yani savaştan, sınırlarımızı genişleterek
çıkmıştık. Çekilen bütün sıkıntılara rağmen, Çanakkale, Kut-ül Ammara gibi
savaşlar halkın kendine güvenini artırmıştı. Alman general Von Frankenberg’in,
Filistin cephesindeyken Osmanlı subaylarına söylediği, “Bu savaş Almanya için
fütuhat harbi olsa da, Osmanlı Devleti için bağımsızlık savaşıdır.” sözleri
çıplak gerçeği açıklar ve Osmanlı bu savaşta bağımsızlığını kazanmıştır.
Gerçekten de Osmanlı bu savaştan mağlup, fakat onurunu ve devlet olarak
devamlılığını kazanarak çıkmıştır. Bu gerçeği, bir takım siyasi endişeler
uğruna örtmenin hiçbir anlamı yoktur.
Osmanlı,
gücünün en zayıf olduğu bir dönemde Azerbaycanlı kardeşlerinin yok edilmesine
seyirci kalmamış ve Kafkaslar üzerine yürüyerek ve Bakü’yü kurtararak
Azerbaycan Cumhuriyetinin başkenti olmasını sağlamıştır. Bunun ne demek
olduğunu, bugünkü Azerbaycan Devletinin de temelini oluşturduğunu anlamak için
o hareketi daha yakından okumak gerekir.
Osmanlı
devlet adamlarının da, muhtemelen Almanya’nın da hesaba katmadığı nokta, Amerika
Birleşik Devletlerinin, borç para vermenin ötesinde fiilen savaşa girebileceği
hususudur.
Bütün
bunları değerlendirdiğimizde savaşa katılmanın ne ölçüde doğru ve cesur bir
karar olduğunu anlamak zor değildir; bu savaş bizim varlığımızı dirilten ve bizi
yok edilmekten kurtaran savaş olmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi, sadece
insan gücümüz vardı ve ona dayanmak zorunda idik. İnsan gücünde büyük
kayıplarımız oldu; ama genel tabloya baktığımızda, düşmanlarımızın bizden beter
oldukları apaçıktır:
İTİLAF
DEVLETLERİ
Savaşa Katılan |
Zayiat |
|
İngiliz |
8.900.000 |
3.190.000 |
Fransız |
8.400.000 |
6.160.000 |
Rus |
12.000.000 |
9.150.000 |
İtalya |
5.615.000 |
2.197.000 |
Amerika |
4.350.000 |
364.800 |
Romanya |
750.000 |
535.000 |
Sırp |
707.000 |
331.000 |
Belçika Yunaistan |
267.000 230.000 |
93.000 27.000 |
İTTİFAK
DEVLETLERİ
Savaşa Katılan |
|
Zayiat |
Almanya |
11.000.000 |
7.142.000 |
Avusturya - Macaristan |
7.800.000 |
7.002.000 |
Türkiye |
2.850.000 |
975.000 |
Bulgaristan |
1.200.000 |
267.000 |
(Prof.
Pierre Renouvin, Birinci Dünya Savaşı Tarihi, İst.1999, c.II, s.383)
Enver
Paşa ve Mustafa Kemal Paşa
E |
NVER
Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’nın sürekli bir rekabet halinde olduğu yolunda
avamî bir söylem yaygındır. Tabii ki, böyle bir rekabet fiilen sözkonusu
olamazdı. Her şeyden önce Enver Bey, Erkân-ı Harbiye’yi, Mustafa Kemal Bey’den
iki sene önce bitirmiştir. Mustafa Kemal Bey, ilkokula ara vermesi sebebiyle
Harb Okulu’na akranlarından iki sene geç başlamıştır. Ayrıca Enver Bey, bilinen
sebeplerle “Hürriyet Kahramanı” olarak ilan edilmiş ve orduda hiç kimsenin
ulaşamadığı bir şöhret ve sempatiye kavuşmuş; ordu mensupları her zaman ondan
bir şeyler beklemişlerdir. Mustafa Kemal Bey de İttihatçı olmakla birlikte,
Enver Bey Cemiyetin önde gelen iki üç kişisi arasına girmiştir. Öbür taraftan,
Enver Bey Saraya damat olmuş, Mustafa Kemal Bey’in teşebbüsü başarısız
kalmıştır. Sonuçta, Enver Bey, Paşa olup Savaş Bakanlığına geldiğinde, Osmanlı
ordularının Genel Kurmay Başkanı ve Başkomutan Vekili olduğunda, Mustafa Kemal
Bey Çanakkale’de yarbaydır. Kim kiminle rekabet edecektir? Enver Bey’in
yükselişi, hiç kimseye onunla rekabet imkânı bırakmayacak biçimde hızlı
olmuştur.
Bu
rekabet, kuramsal olarak ancak Hafız Hakkı Bey ile Enver Bey arasında
olabilirdi; sınıf arkadaşı idiler, Hafız Hakkı birinci, Enver ikinci olarak
okulu bitirmişlerdi; ikisi de saraya damat olmuştu ve ikisi de çok parlak
subaylar olarak görülüyorlardı. Bu ikisi arasında gizli bir rekabetin olduğunu
ileri sürenler olmuşsa bile, böyle bir iddianın görünür hiçbir işareti yoktur.
Birbirlerini sevdikleri kesindir; Enver Paşa, Sarıkamış hareketinin öncesinde
Hafız Hakkı Bey’i gönderip bölgede inceleme yaptırttığı gibi, X. Kolordunun
başına da onu geçirmiştir. Mağlubiyetin ardından da Hafız Hakkı Bey’i paşa
yaparak Ordu komutanlığına getirmiştir.
Birinci
Dünya Savaşı yaşanıp Devlet-i Aliyye çöktükten ve Cumhuriyet kurulup yeni
önderler havaya hâkim olduktan sonra yapılan Enver Paşa
değerlendirmelerine
güvenmek zordur. Ancak, ikisinin de çok yakınında bulunmuş olan İnönü’nün bu
konudaki değerlendirmesi de sağlıklıdır. Diyor ki, “Savaştan sonra, bizzat
Enver Paşa’dan, Atatürk’ün kendi yanında iyi hizmet ettiği, iyi komutanlık
yaptığı, başarılı olduğu sözlerini işitmişimdir. ” İsmet Paşa şöyle devam
ediyor:
Şiddetli
particiler hariç, Enver Paşa’yı tanıyıp da onu sevmemiş, bağlanmamış adam yok
gibidir. Ancak, Mustafa Kemal Paşa ile Enver Paşa arasındaki ilişkilerin
başından beri biraz soğuk gittiğini söyleyebiliriz. Şevket Süreyya Aydemir,
Enver Paşa - Mustafa Kemal Paşa ilişkilerini, yer yer rekabet gerilimi halinde
vermesine rağmen, bazen açık, bazen satır aralarında Mustafa Kemal’in de
“Enver’e karşı zaafı” olduğunu yazar. Her anlamda Mustafa Kemal’le zıt bir
yapıda olan Said Nursî -o zamanlar Said Kürdî- de Enver’i son derece seviyordu.
İttihatçılıktan çok erken uzaklaşan Molla Said, Enver Paşa’ya sonuna kadar
bağlı kaldı ve Rusya’da esaretteyken, Kazanlı tüccarlar vasıtasıyla Enver
Paşa’ya haber göndererek burada ihtilalin yakın olduğunu bildirdi.
Mustafa
Kemal Paşa’nın bir özelliği de, düşündüklerini açık ve hiçbir protokol
tanımadan söyleyebilmesidir. Bu üslubunu, zaman zaman askerî hiyerarşiyi
çiğneme noktasında gösterir. Daha savaşın başlangıcında, Alman kurmaylarının
kilit noktalara getirilmesine karşı çıkmış ve bunu her yerde açıkça söylemiştir.
Ve bu görüşünü Çanakkale Savaşlarının başlamasından hemen sekiz gün sonra Enver
Paşa’ya açıkça yazmaktan çekinmez. Enver Paşa’yı Çanakkale Savaş alanına davet
eder ve harekâtın başına geçmesini ister.
“Bu mektup, Enver
Paşa ile olan eski tanışıklıktan doğan bir cesaretle ve biraz da özel
arkadaşlık üslubunda yazılmıştır; ancak serttir; Çanakkale komutanı Liman Von
Sanders’in, bizim ordularımızı ve memleketimizi tanımadığını, yeterince
inceleme yapmadan verdiği kararlarla düşmanın çıkarma imkânlarını kolaylaştırdığını
söylemektedir. Mektup şöyle bitmektedir: ‘Vatanımızın müdafaasında kalp ve
vicdanları bizim kadar çarpmadığına şüphe olmayan, başta Liman von Sanders
olmak üzere bütün Almanların fikrî kuvvetlerine de kesinlikle güvenmemeniz
gerektiğini temin ederim. Bence bizzat buraya teşrif ederek, genel durumumuzun
gereklerine göre, bizzat sevk ve idare etmeniz uygun olur kardaşım.’..”
(Aydemir, a.g.e., c.3, s.253-254)
Almanların
Türk ordusundaki konumundan bir çok komutan rahatsızdır; ama hiç birisi Mustafa
Kemal Bey’in açık tavrını göstermez. Şevket Süreyya bu mektubu şöyle
değerlendirir:
“Mektup dikkat
çekicidir. Muhteviyatı, bu arada Enver Paşa’nın yakınlığını kazanarak büyük
komuta mevkileri ve yetkileri almak arzusuyla yanan bir kalbin ifadelerini açığa
vurur. Zaten, Mustafa Kemal yalnız o gün değil, Enver Paşa’nın emrinde ve
orduda bulunduğu bütün sürece, Enver Paşa’nın yakını olmak, onun güvenini
kazanarak daha büyük kuvvetlere komuta etmek fırsatını daima aramıştır. Enver
Paşa’ya karşı, daha Rumeli’den başlayarak daima çekingen ve her zaman mesafeli
kalmanın tedirginliği içinde yaşamakla beraber, Paşa’dan gelen her yaklaşma
veya iltifattan her zaman duygulanmıştır. Hatta böyle iltifatları bazen,
denilebilir ki, aşırı değerlendirerek Enver Paşa’ya daha büyük hizmet etmek
arzularını bildirmiştir. Bunu, daha aşağıda bir belge ile de doğrulayacağız.
Fakat, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e karşı tutumu daima sınırlı kalmış ve
ihtiyatlı olmuştur.”
Gerçekten
de Enver Paşa Mustafa Kemal Bey’in bu mektubuna cevap vermediği gibi, daha
sonra Çanakkale cephesine gelip, diğer mıntıkaları gezdiği halde Anafartalar
Cephesi Grup Komutanı olan Mustafa Kemal Bey’e uğramamıştır. Çanakkale
Cephesinin en başarılı komutanlarından biri ve kısa bir süre önce albay olan
Mustafa Kemal Bey’e, bu hareket çok ağır gelmiş ve işi istifaya kadar
götürmüştür. Ancak Cephe komutanı Liman von Sanders, Mustafa Kemal’in
istifasına razı olmamış ve Enver Paşa’ya mektup
yazarak
Mustafa Kemal’in gönlünü almasını istemiştir. Bunun üzerine Enver Paşa, Mustafa
Kemal Bey’in bir ara rahatsızlanması vesilesiyle bir geçmiş olsun mektubu
yazarak, cephe ziyaretlerinin yoğunluğu sebebiyle kendisini ziyaret edemediğini
söyler ve bundan böyle de kendisinden büyük hizmetler beklediğini bildirir.
(Aydemir, a.g.e., c.3, s.263)
“Mustafa
Kemal, Enver Paşa’dan aldığı yazıdan gene çok duygulanır. Bazı çekingen ve
tereddütlü tutukluklarına rağmen, O’nun Enver’e karşı zaafı gene harekete
gelir. Enver Paşa’nın telgrafından gene heyecanlara kapılır. Hatta kendini bazı
ümit ve hayallere verir. Bunları da açığa vurmaktan kendini alamaz. Zaten bu
arada, Padişah ‘Yaver-i Ekrem’i de tayin edilir. Bu, yüksek bir şeref
payesidir. ” Enver Paşa’ya çektiği teşekkür
telgrafında, daha büyük hizmetler için daha büyük kuvvetlerin başına
geçirilmesini ister.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Mustafa
Kemal Bey’in, Liman Paşa’nın şahsında ileri sürdüğü sakıncalar, aslında
ordudaki bütün Alman subayları hakkında ifade edilmektedir. Mektubun en dikkat
çeken yanı da, “Almanların fikrî kuvvetlerine de kesinlikle güvenmeyiniz. ”
demiş olmasıdır. Bu uyarının Enver Paşa’yı epeyce düşündürmüş olması gerekir.42
Mustafa
Kemal Bey, Enver Paşa’nın Savaş Bakanı olması üzerine, Tevfik Rüştü Aras
aracılığıyla Kurmay Başkanlığına getirilmesini ister. Mektup şöyledir:
“Enver enerjiktir
ve bir şeyler yapmak isteyecektir; ancak hesapsızdır. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye
Riyasetine İsmail Hakkı’yı getirmeyi düşünmektedir. O da bir şey yapamaz. Ben o
makama gelirsem, iyi işler görebiliriz.”
Hikmet
Bayur’un yazdığına göre, Tevfik Rüştü bu mektubu Talat ve Dr. Nazım’a gösterir;
onlar uygun bulurlar, fakat Enver kabul etmez. (Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı
ve Eseri, 1. Ankara-1963, s.61,62)
Mektupta
sözü geçen Hafız Hakkı Beydir ve Enver Paşa onu bu göreve getirmiştir. Hikmet
Bayur şunları yazar:
“Mustafa Kemal,
Enver’le teklifsiz olmakla birlikte, onun tarafından sevilmediğini ve hatta
kıskanıldığını hissediyordu... Bu şartlar altında, Mustafa Kemal’in yakın
arkadaşı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın bize söylediği gibi, faydalı olamamaktan ve
sevilmemekten doğan bir sıkıntı ve bıkkınlık vardı.”
Anlaşılan
odur ki, Enver Paşa, kişiliğinden, davranışlarından pek hoşlanmasa da, askerî
niteliklerini beğendiği Mustafa Kemal Beye karşı, hep dürüst ve hak tanır,
hatta lütufkâr davranmıştır. Savaş Bakanı oluşunun
hemen ertesinde ona ek görev olarak
Bükreş ve Çetine askerî ataşeliklerini vermiş ve iki ay geçmeden de yarbaylığa
yükseltmiştir.43
Yine
Hikmet Bayur’un anlattığına göre, Anafartalar Savaşından sonra Enver Paşa Liman
von Sanders ile cepheyi teftiş ederken Mustafa Kemal Beyin Karargâhına uğrar. “O,
Enver’in göğsünde altın imtiyaz madalyasını görünce, ‘Sen bunu nerede
kazandın?’ diyerek madalyayı Onun göğsünden alıp, kendi göğsüne takar. Enver,
işi gülümseyerek karşılar.” (Bayur, Atatürk, s.99) Bunu anlattıktan
sonra Bayur şöyle bir not düşer: “Aradaki anlayış ve görüş ayrılıklarına
rağmen Enver’le Mustafa Kemal öteden beri teklifsiz idiler.”
Enver
Paşa ile Mustafa Kemal ve Fethi Bey arasında yaşanan bir sürtüşmeyi Rauf Orbay
anlatır. Fethi Bey, öğretim döneminde iz bırakmış bir askerdir ve okul
yıllarından itibaren hep Mustafa Kemal Bey’le birliktedir. Balkan Savaşı
sırasında Edirne’ye yaklaşan bir Bulgar ordusunu çembere alıp yok etmek üzere,
iki kolorduya görev verilir. Enver Bey’in kurmay başkanı olduğu Kolordu,
Marmara’dan gemilerle gelerek Rumeli kıyısına çıkarma yapacaktır. Mustafa Kemal
ve Fethi Beylerin kurmay heyetini oluşturduğu kolordu da, diğeriyle eş zamanlı
olarak saldırıya geçecektir. Bu hareket başarılı olamaz. Kolordu kurmayları
sorumluluğu birbirlerinin üzerine atarlar. “Anlaşmazlık sürüp gitmiş, orduda
ikilik kendini göstermişti. ” Bir süre sonra Bulgarlar Yunan ve Sırplarla
savaşa tutuşunca, Çatalca önlerindeki kuvvetleri azalmış ve “Bu fırsattan
istifade ile Çatalca’daki kuvvetlerimiz de taarruza geçmişler ve kurmay
başkanlığını Enver Bey’in yaptığı kolordunun öncülüğünde, önlerine çıkan zayıf
kuvveti kırıp, Trakya’yı kurtarmaya ve Edirne’yi geri almaya muvaffak
olmuşlardı. Bu başarı, subaylar arasında başgösteren anlaşmazlıkları
yatıştırabilmiş ise de, Fethi ve Mustafa Kemal Beylerin Enver Bey aleyhindeki
ithamları - imzasız risaleler yayınlanması suretiyle- devam ededurmuş...” (Rauf
Orbay’ın Hatıraları, s.151) Fethi Bey de bu sebeple askerlikten ayrılarak
İttihat ve Terakki Partisi’nin genel sekreterliğine gelmiş ve Bulgarlarla barış
yapıldığından Sofya’ya elçi olarak giderken Mustafa Kemal Bey’i de ataşe olarak
götürmüş.
Fethi
Bey, “Gayemiz Bulgarları tedirgin etmek ve ileri hareketten alıkoymaktı. ”
der. (Okyar, a.g.e., s.190) İmkânlar elvermediği, çok kısıtlı olduğu
için, Bulgar ordusunu geri atıp Edirne yolunu açmak düşünüldüğü halde
gerçekleştirilememiştir.
Olay
şöyle gelişmiştir: Bâbıâli baskınından sonra, Balkan cephesinde savaş yeniden
başlar. Şöyle bir plan yapılır: Hurşit Paşa komutasındaki, Kurmay Başkanı
Yarbay Enver Bey olan X. Kolordu İstanbul’dan gemilerle gelerek Şarköy’de
karaya çıkacak. Fahri Paşa’nın mürettep Kolordusu da - Kurmay heyeti Binbaşı
Fethi ve Binbaşı Mustafa Kemal Bey- Bolayır’dadır. İki taraftan birden başlayan
hareketle Bulgar ordusu sarılıp, yok edilecek.
Fahri
Paşa Kolordusu, Başkomutanlığın da emri uyarınca, 8 Şubat 1913 sabahı taarruzu
başlatır. Ancak Şarköy’e çıkarma yapacak olan X. Kolordu kötü hava şartları
sebebiyle çıkarmayı zamanında yapamaz. Fahri Paşa kolordusu tek başına başarılı
olamaz ve ağır kayıplarla geri mevzilerine çekilir. Ertesi gün, Bulgarların
durumu da iyi olmadığından bir taarruz gerçekleştiremez ama, keşif saldırıları
ile Osmanlı kolordusunu sürekli tedirgin eder ve morallerini bozar. (Em. Hv.
Tuğg. Hikmet Süer, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, Balkan
Harbi, II. Cilt, 2. Kısım, 2. Kitap, Şark Ordusu İkinci Çatalca
Muhrebeleri ve Şarköy Çıkarması, Ankara, 1981, ATASE yayını. s. 175)
X.
Kolordu Şarköy’e çıkıp Fahri Paşa’dan destek isteyince, bu desteğin
verilemeyeceği ve X. Kolordunun da imha olmadan süratle İstanbul’a dönmesi
istenmiştir. Esasen yılgın olan başkomutanlığın, Fahri Paşa’nın verdiği
bilgilerle endişeleri artmış ve diğer bölgelerdeki durumu da düşünerek X.
Kolorduya derhal geri çekilmesini bildirmiştir. Bu arada Enver Bey Fahri Paşa
kolordusuna giderek Paşa’yı ve kurmaylarını, kendi kolordusunun yapacağı
saldırıyı, hiç değilse gösteri taarruzlarıyla desteklemeye ikna eder. Ancak
geri döndüğünde Başkomutanlığın ikici kesin emri ile karşılaşır. Fahri Paşa’nın
Kolordusu olmadan X. Kolordunun Bulgarlara taarruz etmesi fikrini genel komutanlığa
kabul ettirememiştir.
Balkan
Savaşının sonlarında İstanbul’a gelip görev alan Yarbay Enver Beyin, daha önce
temas ettiğimiz Şarköy çıkarmasıyla ilgili şu anlatılır: 10 Şubat 1913 günü,
Başkomutanlığın kesin emri üzerine, karaya çıkmış olan X. Kolordu birlikleri
yeniden gemilere bindirilerek geri çekileceklerdir. Bu sırada, eşine yazdığı
mektupta sözünü ettiği Bulgar topçu atışları başlar. Bir yandan da, sağ ve sol
yönlerden Bulgar birlikleri yoğun ateşle ilerlemektedir. Enver Bey kolordunun
kurmay başkanıdır, ama, artçı birliklerin genel komutanlığını da üstüne alır.
Topçu şarapnelleri çıkarma alanındaki sandallar ve mavnalar üzerinde
patlamaktadır. “Bu geri döndürme sürecinde artçı genel komutanı görevini de
üzerine almış olan ve bütün öldürücü topçu ateşleri altında dahi görev yerinden
ayrılmamış bulunan X. Kolordu Kurmay
Başkanı Yarbay Enver...................... bütün tehlikeleri
âdeta umursamadan ve hiçe
sayarak
iskele başında bulunuyordu. Ve en hassas olan bu bölgede gerekli düzenliliği
sağlıyor ve artçı komutanlarına lüzumlu direktifleri veriyordu.” (Hikmet
Süer, atase, a.g.e, s. 239,
242) Eşine mektubunda sözünü ettiği, “Hepimiz ölecektik. Denize atılıp
boğulmaktansa, düşmanla dövüşe dövüşe ölmeyi tercih ediyordum” dediği
durumdur. Sağ ve soldan gelen Bulgar kuvvetleriyle savaşırken, bir yandan da
topçu ateşi altında askeri gemilere bindirmeye devam eder. En son nakliye
kolları bindirilmiştir. “Üzerinde son kafileyi taşıyan 30 kadar hayvanın
bulunduğu bu dubalar da bir romörkörle çekilerek Gelibolu’ya göderildi. Şimdi kıyıda
bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar bir avuç insan kalmıştı...
Başlarında yine Kurmay Yarbay Enver’in bulunduğu bu bir avuç insan,”
iskeleyi havaya uçurduktan sonra yerlerinden ayrılacaklardır. Fakat, çekilme
sırasında elektrik telleri kesildiği için, düşündüklerini yapamazlar. “Saat
04 olmuştu. İşte bu sırada Kolordu istihkâm bölüğünden bir başçavuş ile er de
son tombaza, son kafile olarak bindiler. Şimdi, şu anda karada bir kişi
kalmıştı. Kolordu Kurmay Başkanı Enver, bu son kafileyi de salimen bindirdikten
sonra, kendisini bekleyen ve en son vasıta olan istimbota bindi. ” (atase, a.g.e., s.442)
Doğrusu, askerliğin teorik gereklerini
de, başka milletleri de bilmem; ama, Türk askeri bu komutanı sever...44
Fethi
ve Mustafa Kemal Beyler, X. Kolordunun deniz yoluyla gelişinin geciktiğini ve
bu gecikmenin kendilerine zamanında bildirilmediğini söyleyerek savunma
yaparlar. Bu doğru olmakla birlikte, yukarıda sözü geçen Genel Kurmay
yayınında, Bolayır’daki başarısızlık için kısaca şu tespitler yapılır: İki
Kolordu ortak bir komutaya verilmemiştir. Çıkarma geciktiği halde Fahri Paşa
Kolordusunun saldırısı durdurulmamıştır. “Bolayır taarruzunu yöneten
komutanlar ile aynı gün Şarköy bölgesine çıkarma yapan X. Kolorduyu yöneten
komuta kademeleri arasında sıkı işbirliği ruhu yoktur. ” (atase, a.g.e., s.180)
Karargâhlarda zıt fikirli subaylar vardır ve taarruz iyi yönetilmemiştir.
Enver
Paşa’nın konuyla ilgili herhangi bir savunma yahut suçlaması yoktur. Ancak,
Naciye Sultan’a yazdığı 8 Mart 1913 tarihli bir mektupta, kendisini geri
çekerek, sonucu almayı başkomutanlığın önlediğini söyler. Mektuptan da
anlaşıldığı gibi, asker gemilere bindirilirken düşman iskeleyi topa tutar. “Artık
bizim için deniz ile düşman arsında dövüşmek kalıyordu.
Hep
ölecektik. Denize atılıp boğulmaktansa, düşmanla dövüşe dövüşe ölmeyi tercih
ediyordum. Kararımı verdim... Yarın Çatalca’ya doğru yanaşmaya başlıyoruz...
İstanbul’a böyle dönmek istemezdim. Fakat ne yapayım; Allah bilir ki ben her
şeyi yaptım. Efendi hazretleri de (Naciye Sultanın kardeşi şehzade) nasıl
çalıştığımı gördüler. Fakat başkomutanlık esaslı bir başarıya engel oldu. ’’
(A. İnan, a.g.e., s.449)
Enver
Bey Trablusgarp’tan İstanbul’a döndüğünde, bazı kimselerin Derne’de olduğu gibi
burada da bir takım düzenler kurduklarını, ama bunları aşacağını söyler.
(Hanioğlu, a.g.e., 67. mek., s.156) Derne’de yahut İstanbul’daki
düzenleri kimlerin kurduğu hakkında bir açıklama yapmaz. Ancak, Enver Bey’in
Savaş Bakanı olması üzerine, Mustafa Kemal Bey’in rahatsızlık duyduğu ve karşı
oluşunun sadece bu işin yöntemiyle ilgili olduğunu bazı kişilere söylediği
bilindiğine göre, adı zikredilmeyenler içinde Mustafa Kemal Bey’in de olduğu
anlaşılmaktadır. Daha sonraları, yurt dışına çıktıktan sonra, Mustafa Kemal
Paşa’ya yazdığı son mektuplardan birindeki, “Derne’deki huyun değişmemiş”
mealindeki satırlar, sözü geçenlerin içinde Mustafa Kemal Beyin de olduğuna
işaret etmektedir. Eşref Beyin hatıralarındaki bilgilere göre, Mısırlı Aziz Ali
Bey de bu kişiler arasında olabilir. (Kuşçubaşı, a.g.e, s.112,113)
Ancak, Enver Paşa’nın mektuplarında dedikodu veya insanların kişiliklerini
rencide edebilecek ifadeler yoktur; bu bakımdan kesin bir yargıya varmak mümkün
değildir.
Enver
Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlık gücünü takdir ettiği kesindir.
Bunu, daha sonra, orduyu ancak onun idare edebileceğini söylemesiyle de ifade
etmiştir. Son günlerde Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında kendiliğinden
doğma bir fikir birliği oluştuğunu söyleyen Celal Bayar, Enver Paşa’nın barış
şartları tam bilinmeden Talat Paşa Hükümetinin çekilmesini doğru bulmadığını,
ancak Talat Paşa Hükûmetinin çekilmesi üzerine şunları söylediğini yazar: “O
halde kuvvetli bir kabine lazımdır. Orduyu Mustafa Kemal Paşa’dan başkası idare
edemez. ” (Bayar, a.g.e., c.1, s.21)
O
günlerde Enver Paşa yurttan ayrılmadan önce, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’dan,
Mustafa Kemal Paşa’yı Harbiye Bakanlığına getirmesini ister. Hüseyin Cahit
şöyle anlatır:
“Harp kaybedilmiş,
İttihat Terakki hükûmeti yıkılıyordu... Talat Paşa’nın Padişah’a söyleyeceği
sözler, yapacağı tavsiyeler konuşuluyordu. Enver Paşa büyük bir katiyetle ısrar
ediyordu: Harbiye Nezareti için Mustafa Kemal’i tavsiye et, diyordu. Ondan
başka orduyu toplayacak ve kurtaracak kimse yoktur. Bunlar Enver’in ağzından
işittiğim son
sözlerdi.” (H.
Cahit, Tanıdıklarım, s. 28)
Mustafa
Kemal Paşa da bu görevi, Sadrazam’a telgraf çekerek istemiştir.
İzzet
Paşa, ancak barıştan sonra olabilir diye cevap verir. Falih Rıfkı, Atatürk’ten
“haberin doğru olup olmadığını sormuştum, doğru olduğunu” barışa kadar daha çok
buhranlar yaşanacağını, bu sürede hizmet edebileceğini söylediğini yazar. (Çankaya,
c.I, s.70)
Paşa’nın,
M. Kemal Paşa’ya karşı olan soğukluğunu, rekabet duygusuna bağlamanın anlamsızlığına
işaret etmiştik. Olayı, Mustafa Kemal ile Enver arasındaki büyük mizaç ve
istikamet farkına bağlamak, belki de en uygunu olacaktır. Enver Paşa’nın, Savaş
Bakanı olduğunda orduya yayımladığı bildiriyi vermiştik; yurt dışına çıkıp
Kafkasya’ya geçtiği sırada da, Kâzım Karabekir’e mektup yazarak, Bakü’ye bir
miktar subay göndermesini ister ve şöyle der: “Eğer sizde fazla kurmay yahut
sınıf subayı - fakat içki içmeyen ve şiar-ı İslamiyeye uymak şartıyla- varsa”
(Karabekir, a.g.e., s.50-51)
Ancak
buna, Mustafa Kemal’in pervasız konuşmaları ve siyaset hırsını da eklemek
gerekecektir. Mustafa Kemal Bey de, bütün arkadaşları gibi İttihat Terakki
içinde yer almış, ancak istediği etkinliğe ulaşamamıştır. Ordu içinde gizli
cemiyetler kurmaktan veya var olanlara katılarak çalışmaktan geri durmamıştır.
Fethi
Bey, Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşıdır. Mustafa Kemal Bey’in, kendisi gibi
askerlikten ayrılarak siyasete girme isteğini engellediğini söyler ve Meclis’te
bir şeyler yapabilmek için kuvvetli bir partiye dayanmak gerektiğini anlatır.
Bu parti de ancak İttihat Terakki olabilir; onun da liderleriyle
anlaşamamaktadırlar. Fethi Bey, tamamen kopmamak için bir sefirlik alarak
Bulgaristan’a gitmeye karar verir; Mustafa Kemal Bey’in de askerî ataşe olarak
kendisiyle gelmesini ister. Mustafa Kemal kabul eder. Fethi Bey bu kararlarını,
kendisinden sonra İttihat ve Terakki Genel Sekreterliğine gelen Eyüp Sabri
Bey’e açtığında, Eyüp Sabri Bey şunları söyler: “Size, mahrem olarak
duyduğum bir şayiayı söylemek isterim. Bilirsiniz ki Mustafa Kemal Bey
hislerini açıkça ve pervasız ifade eder. Enver’in Savaş Bakanı oluşundaki şekli
onaylamadığını açıkça ifade ediyormuş. Bazı arkadaşların da, hem asker, hem
milletvekili, hem çeşitli işlerin içinde ve başında bulunuşunun, ordunun
muhteva ve disiplinine uygun
olmadığını
da her yerde söylüyormuş. Zannederim Sirkeci’deki Bahrisefit otelinde
bazılarıyla arasında tartışma da olmuş. Bunlar içinde Selanik’ten sizin de
tanıdığınız Silahçı Tahsin, Yakup Cemil ve benzerleri var. Üzülecek olaylar
çıkmadan Mustafa Kemal’in bir an önce buradan ayrılması çok iyi olur. ”
(Okyar, a.g.e., s.205)
Fethi
Okyar bu tayin için, biraz endişeli olarak Enver Paşa’dan izin ister ve alır.
Birinci
Dünya Savaşı sırasında, Mustafa Kemal Paşa’nın, özellikle savaşın ortalarından
itibaren siyasi çıkış ve gizli bazı girişimleri devam eder. Hükümeti bir darbe
ile yıkarak, İtilaf devletleriyle tek başına barış yapmak üzere teşebbüste
bulunduğu için idam edilen Yakup Cemil, hareketinde başarılı olsaydı Mustafa
Kemal Paşa’yı Savaş Bakanlığına getireceğini söyler. Mustafa Kemal Paşa,
Diyarbakır’da ordu komutan vekili iken çevresindeki ordu komutanlarına şifreli
telgraf çekerek, savaşın iyi yönetilemediğini, hükümetin kararsızlık içinde
olduğunu, bunlara çare bulmak için işbirliği yapmalarını önerir. (Rauf
Orbay’ın Hatıraları, s.154) Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki
şikâyetlerini değişik yollardan Talat Paşa’ya da ulaştırdığı söylenir. Mustafa
Kemal Paşa, savaşın üçüncü yılı sonlarına doğru, Enver Paşa’nın İstanbul’da kendine
bağlı özel bir güç kurduğunu ve Hükümetin barış yapması halinde, bu kuvvetlerle
savaşa devam edeceği istihbaratını Fethi Bey’e söyler. O da, gizli kalması
kaydiyle Talat Paşa’ya anlatır. Talat Paşa Enver Paşa ile konuşur ve bu
kuvvetin, Yakup Cemil olayından sonra İstanbul’da güvenlik için kurulduğu
bilgisini alır; olay kapanır.
Rauf
Orbay, bu durumda Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya karşı fevrî bir karar
almasından endişe eder. Savaş Bakanını ziyaret eder. Enver Paşa kendisine
şunları söyler:
“Mustafa Kemal Paşa
nedense sadece vazifesini ilgilendiren noktalardaki kanaatlerini söylemekle
kalmıyor, askerlikle bağdaştırılması mümkün olmayan özel ve siyasi tahriklere
de giriyor. Her halde duymuşsundur; bir defa bazı ordu komutanlarına telgraflar
çekerek, hepsini birlikte harekete davet ve itaatsizliğe teşvik etmişti. Haber
alınca, kendisini çağırarak görüştüm. Siyaset yapmak istiyorsa askerlikten
çekilmesini söyledim. Milletvekilliğine aracı olacağımı vaadettim. Fikir ve
kanaatlerini Meclis’te savunmasının daha doğru ve uygun olacağını anlattım.
Aksi takdirde komutan olarak orduyu düzensizliğe sevk ve savunmayı
zorlaştıracak harekette devam ederse, önleyici tedbirler almaya mecbur
kalacağımı söyledim. Özür diledi. Hareketinin yanlış yorumlanmış olmasından
üzüldüğünü, Meclis ve milletvekilliği düşünmediğini,
askerlikte kalmayı
tercih ettiğini söyledi. Ben de bundan memnun oldum. Hiç şüphesiz, hizmetine
memleketin ilgisiz kalamayacağı değerli komutanlarımızdandır. Bunu daima takdir
ettiğimden ötürü, tekrar ordu komutanlığına atadım. Fakat, son günlerde yine
bazı siyasi tahriklerde bulunduğunu haber alıyorum....” Enver Paşa fikrini
biraz daha açıklayarak, “Mustafa Kemal Paşa’nın vatana en faydalı şekilde
hizmet edebilecek bir şahsiyet olduğu şüphesizdir. Ben de kendisini layık
olduğu makamlarda çalıştırmaya devam edeceğim. Fakat, siyasi teşebbüslerde
devamını onaylamamakta elbette haklıyım.” (Rauf Orbay’ın Hatıraları,
s.157-58)
Rauf
Orbay, daha sonra Mustafa Kemal Paşa ile görüştüklerinde, Paşa’nın, Enver Paşa’nın
söylediklerini doğruladığını yazar.
Anlaşılan
odur ki, Mustafa Kemal hem askerlikte, hem de siyasette çok hırslıdır ve büyük
hayalleri vardır. Ancak, çıkış yapacak bir ortam bulamamış ve bunun sıkıntısını
yaşamıştır. Bu yüzden de, zaman zaman askerlikle bağdaşmayan hatalı yollara
girmiştir. Enver Paşa ise ona karşı soğukkanlı ve fakat soğuk davranmıştır.
Falih
Rıfkı, Mustafa Kemal’in Sofya’da geçen bir disiplinsizliğini anlattıktan sonra
şöyle der:
“Harbiye Nazırı
Enver Paşa’nın Mustafa Kemal ile münasebetlerinde olgunluk gösterdiği göze
çarpıyor. Başkalarında affetmeyeceği bir çok nazlara Mustafa Kemal’de
katlanmıştır.”(Çankaya, Dünya Yayınları, s. 304)
Aynı
yerde Falih Rıfkı, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine şöyle anlattığını yazar:
“Benim
mütemadi memnuniyetsizliklerim üzerine, bir defa bana şu suali sordu:
-
A birader, ne istiyorsun, benim yerimi mi?
Kendisine dedim ki,
-
Asla! Yemin ederim ki senin yerinde gözüm yok.
Emelim yok.
-
Büyük kuvvetlere kumanda etmek istiyorum.”
Falih
Rıfkı Çankaya’da da şunu anlatır: Büyük Savaş yıllarında Dr. Nazım ile bir
başka İttihatçı aralarında konuşurlarken, içeriye Enver Paşa girer. Konuşanlar
susarlar. Enver, belli ki benim hakkımda konuşuyordunuz, ne diyordunuz diye
sorar. Dr. Nazım, Mustafa Kemal’i niçin terfi ettirmediniz? diye sorar. Enver
cebinden çıkardığı terfi emrini gösterir ve şöyle der:
“Ama
biliniz ki, onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.” (Çankaya,
c.I, s.58 )—
Enver
Paşa yurt dışına çıktıktan sonra da, Millî Mücadele’ye destek için uğraşırken
Mustafa Kemal Paşa ile yazışmıştır. Pek samimi bir üslupta süren bu
yazışmalarda, zaman geçtikçe üslup değişir. Kara Kâzım Paşa’nın ısrarlı
istekleri üzerine, Mustafa Kemal Paşa’nın da “açık neşriyatı başlattık” dediği,
Enver Paşa’yı karalama kampanyası yazılarından biri Hâkimiyet-i Milliye’de çıkar.
Enver Paşa öfkelenir ve 17 Temmuz 1921 tarihli mektubunda şöyle yazar:
“Bununla, mateessüf
Trablus’tan beri bildiğim şahsî ahlakınızın bugün vardığınız mevkide bile
değişemediğini görüyorum. Ve benim yalnız iktidarınıza bakarak görmek
istemediğim diğer noksanlarınızı artık göze sokacak şekilde belli ettiniz. Ben
yine sükûnetle, arkadaşlarla birlikte başta Türkiye olmak üzere İslamın rehâsı
için olan çalışmalarımızda ilerleyeceğiz. Bütün bu şahsî hırslarınıza rağmen
Cenab-ı Hakkın şimdiye kadar yaver olan talihinizi, yine vatanın selametine
hâdim kılmasını diler, fakat sizi, şahsî hırsınıza mağlup olarak bu kadar küçülmüş
gördüğümden dolayı teessüf ederim. Allah hepimizi doğruluktan ve iyilikten
ayırmasın.” (Masayuki Yamauchi, Hoşnut Olamamış Adam Enver Paşa; Türkiye’den
Türkistan’a, m.118, s.234)
Bu
iki büyük insanın, birbirleri hakkındaki düşüncelerini, Enver Paşa’nın ve
Mustafa Kemal Paşa’nın çok yakınlarında bulunmuş iki insanın anlattıklarından
dinleyelim:
“Birgün İçişleri
Bakanı Talat Beyle Bakanlık makamında oturuyorduk Enver Paşa da geldi;
cepheleri teftişten geliyordu. Talat, Enver’den sordu: ‘Enver sen atak bir adamsın.
Bir gün bir cephede kalabilirsin. Biz de bu badireye girmiş bulunuyoruz. Öyle
bir emrivaki karşısında orduyu kime emanet edelim? Bu hususta fikrini bilmek
isterim.’ dedi. Cevaben Enver, tereddüt etmeden, ‘Mustafa Kemal’e.’ demişti.
“Ölmesinden birkaç
ay önce İzmir Milletvekili Mahmut Esat Bozkurt’a, Talat’ın sorusunu ve Enver’in
de yukarıdaki cevabını nakletmiştim. Merhum, ‘Ben de size Gazi’nin Enver
hakkında şahit olduğum sözlerini söyleyeyim.’ dedi ve ekledi: ‘Bir gün
Çankaya’da bir milletvekili arkadaşla Gazi’nin huzurunda idik. O zât, Enver
aleyhinde atıp tutmaya başladı. Gazi sözünü kesti ve şunları söyledi: ‘Enver
bir güneş gibi doğmuş, bir gurûb ihtişamıyla batmıştır. Bunun ortasını tarihe
bırakalım.’...” (Menteş, a.g.e., s. 252)
Atatürk
döneminin ünlü Adalet Bakanı, hep şöyle dermiş:
“Mustafa Kemal,
Talat, Enver; bu üçüne uzanan dilleri kudretim olsa kökünden keserdim.”
42
Burada şöyle bir mütalaa uygun
düşebilir: Savaşın ilk karşılaşmasında Türk kurmaylarının iyi sınav vermemiş
olmaları Enver Paşa’yı etkilemiş ve Alman kurmaylarına kendini daha çık bağımlı
hissetmesine yol açmış olabilir. Hatırlanacağı gibi, Hasankale savaşlarında
Türk ordusu galipken, Rus birliklerini takip etmek yerine ordu komutanı Hasan
İzzet Paşa geri çekilme emri vermiştir. Sarıkamış Harekâtında, 11. Kolordu
Komutanı Ragıp Paşa Rus birliklerini Aras boyunda tutamamıştır. 9. Kolordu
Komutanı İhsan Paşa ve kurmay başkanı Yarbay Şerif Bey Sarıkamış önünde hatalar
yapmışlardır. 28. Tümen Komutanı hata yapmıştır. 10. Kolordu Komutanı ve
Osmanlı ordusunun en gözde subayı Hafız Hakkı Bey, ordu emrine rağmen kuşatma
çemberini genişleterek Sarıkamış’a geç kalmıştır. Bütün bu gelişmeler
Başkomutanın güvenini sarsmış olabilir.
43
Bütün
bu bilgileri veren Hikmet Bayur, araya, hiç de yerine oturmayan yorumlar sokar.
Mesela, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i kıskandığını (!) söylemesi. Fakat,
İmparatorluğun Savaş Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı olan, Saray damadı, bir
yıldız tuğgeneralin, ordusundaki bir binbaşıyı niçin kıskandığını açıklamaz. Yine,
Enver Paşa’nın, Mustafa Kemal Beyi ordudan uzaklaştırmak için Sofya’ya
gönderdiğini yazar. Onun Sofya’ya, Fethi Beyle gidişinin hikâyesini Fethi Bey
anlatır. Fethi Bey çok yakın arkadaşı olan Mustafa Kemal Beyi, sanki de
muhtemel bir kazadan korumak için yanında götürmeyi istemiş, Enver Paşa’nın
izin vermeyeceğinden de endişe etmiştir. Enver Paşa izin verdiği gibi, yukarıda
ifade edilen ek görevleri ve rütbeyi de vermiştir. Yine, anlaşılmaz bir
aykırılıkla, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Beyi yarbaylığa yükseltmesini,
kendisinin Savaş Bakanı oluşuna karşılık “bir taviz olup olmadığını
kestiremeyiz” der. Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Beyle bir pazarlık yaptığı
iddiası hiç ileri sürülmemiştir; bu neyin tavizidir?
44
Askerin
Enver Paşa sevgisi hakkında tarihçi Ziya Nur Aksun Beyin anlattığı babasına ait
hikâye de fikir vericidir. Enver Paşa’nın askerlerinden olan yazarın babasının,
“elli yıl sonra kanaati ‘Enver Paşa çok iyi adamdı. Emrinin icrasını takip ve
temin eden kuvvetli, cesur, doğru ve çok gayretli bir kumandandı.’ merkezinde
toplanmakta, hakkındaki tenkitleri ise ‘Anlamam ve dinlemem.’ diye
geçiştirmektedir. Onun akibeti hakkında ise, ‘Zavallı, Türkleri ve İslamları
uyandırmak için Türkistan’a gitti ve orada şehit oldu. Anadolu harekâtında
memlekete gelmek istedi; fakat huduttan çevirdiler. Ölmeseydi nasıl olsa
gelirdi ve tabii idareyi o ele alırdı.’ derdi. ‘Nasıl olur?’ sualine ise,
‘Nasılı filan yok... Asker onu çok severdi.’ sözünü söylerdi. Enver’in
maiyetindeki yüz binlerce askerden birine bu derece tesir etmesi ve bunu elli
sene sonra bile sürdürmesi, herhalde kendisinin büyüklüğüne, yüksek cevherine
delildir.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, İstanbul
2005, s.37)
45
Enver Paşa, Mustafa Kemal’in ne ölçüde hırslı
olduğunu ve diktatörlük temayüllerini bilir. Bunu ileride kendisine de
yazacaktır. Yukarıdaki alıntılarda, Mustafa Kemal’in Enver Paşa’ya
Çanakkale’den yazdığı mektup, “Büyük kuvvetlere kumanda etmek istiyorum”
ifadesini teyid etmektedir. Ancak, konuşma üslubu Enver Paşa’nın tarzına uymamaktadır.
Sonraki anektodun üslubu ise kesinlikle Enver Paşa’nın tarzı değildir. Esasen,
gerek Zeytindağı’nda gerek Çankaya’da, olguları Falih Rıfkı’nın yüksek
üslubundan ayırmak zor olmaktadır. Ayrıca, tarihçi dikkati olmadığından bilgi
yanlışları çoktur ve Enver Paşa’nın bağlı olduğu Müslüman/Şark dünyasına olan
nefreti açıktır. Buna rağmen Paşa’nın kişiliği hakkında olumsuz bir şey pek
söylemez; cüretli ve hayalperest demekle yetinir.
P |
ARTİ ileri gelenlerinden Talat,
Enver, Cemal Paşalar, Dr. Bahattin Şakir Bey, Beyrut eski Valisi Azmi Bey,
İstanbul eski Polis müdürü Bedri Bey ve Dr. Nazım Bey, 8 Kasım 1918 gecesi, bir
Alman denizaltısı ile ülkeyi terk ederler. Sadrazam İzzet Paşa’ya bir mektup
bırakarak, bu vakitten sonra İstanbul’da kalmalarının ülkeye zarar vereceğini, “Millete
karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin olunacak cezayı cesaretle çekmek” istediklerini
bildirirler.
O
gece görevlendirilen iki Alman deniz subayı, Askerî Demiryollarına ait bir
motorla, önce Moda limanından, saat 22.00’de Talat Paşa ve arkadaşlarını
alırlar. Buradan Arnavutköy’de Paşa’nın yalısına yakın bir yerde Enver Paşa’yı,
İstinye yakınlarında Boyacıköy koyunda saat 23.00’te Cemal Paşa’yı alarak, gece
yarısına doğru Tarabya önlerindeki R-1 torpidosuna gelirler. Herkesin yanında
sadece küçük birer bavul vardır. Yolcular, Rusların Karadeniz filosundan olup,
birkaç haftadır Alman bayrağı ve personeliyle görev yapan torpidonun kaptan
kamarasına geçerler. 8 Kasım 1918 gecesi, gemi, yolcularını Kırım’a götürmek
üzere hızla yola girer.
*
* *
Enver
Paşa hareketinden önce Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’ü
çağırır, teşkilatı görünüşte dağıtmalarını, esasta yine mücadeleye devam etmek
üzere saklı tutmalarını emreder. O sıralarda İstanbul’da bulunan Mısır Hıdivi
Abbas Hilmi Paşa, Şeyh Sünusî gibi misafirlere gereken ilginin gösterilmesini
tenbihler:
“Hüsamettin, dedi,
bunlar İmparatorluğun medar-ı iftiharı kimselerdir. Onların bütün arzularını
yerine getiriniz. Yarın akşam biz buradan hareket ediyoruz. Kimse hareketimizi
duymasın, sen bile; bunu ne işitmiş, ne de bilmiş ol.
“Elini öptüm.
Yüzüne baktığım zaman, gözleri yaşlıydı. Enver Paşa’yı ta Makedonya’dan,
Rumeli’den beri tanırdım. Balkan Savaşında O’na daha yakın
bulunmuştum. ...
Onun yüzünden Alman denizaltılarında aylarca kalarak, açık denizlerdeki
baskınlarında, denizaltı savaşlarında müşahit olarak harekâtı izlemiştim.
Velhasıl, hep o başkomutan için, doğudan batıya, kuzeyden güneye emredilen her
yöne koşmuş, kendimizi harcamıştık. Fakat, ondan ayrıldığım zamanki yüzü, bütün
o tanıdığım devirlerdeki Enver’lerin aynıydı. Uzun kirpikleri, iri ela gözleri,
pembe yüzü, zeki bakışları, orta boyu, son derece yakışıklı ve sevimli bütün
görünüşüyle Enver, bir sanatkârın elinden çıkmış kahraman heykeliydi. Bu
adamdaki engin cesarete, içinde çırpınan büyük ideale şaşmamak mümkün değildi.
Son dakikada da, bütün arzusu, İmparatorluğa, geleceklerini ve onurlarını feda
etmiş olan bu konukların hayatlarına zerre kadar bir tehlike gelmemesiydi.”
(Semih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Hüsamettin Ertürk’ün
Hatıraları, İstanbul 1957, s.178)
Bir
süre sonra, Âlem-i İslâm İhtilal Komiteleri İstanbul şubesine mensup eski
Trablus Milletvekili Yusuf Şetvan Bey, kendisine, Enver Paşa’nın “Şerefli bir
barış elde edilinceye kadar mücadeleye devam edeceğini” söyleyince, Abbas
Hilmi Paşa, “Bravo Enver Paşa’ya, bravo! diye bağırdı. O hakikaten bir
hürriyet kahramanıdır. Biz Mısırlılar, bütün Afrika’daki âlem-i İslâm, ta Atlas
Denizi kıyılarına kadar bütün bir Mağrip, kendisinden bu kararı beklerdik.
Allah kendilerine başarılar ihsan etsin, yolları açık olsun...” (Semih
Nafiz Tansu, a.g.e, s.176)
Osmanlı
ordusu Enver Paşa’ya bağlanmıştı ve onu seviyordu. Mağlup olmuş bir
başkomutanın istifa haberini alan birlik komutanlarının ona çektikleri
telgraflar, gerçekten dikkate şayandır ve bir insanın nasıl sevilebileceğinin
güzel örnekleridir. 5. Ordu Komutanı Mahmut Kâmil Paşa, telgrafında şöyle
söyler: “İstifanız 5. Ordu-yı Hümayun üzerinde derin bir hüzün ve tesir
yarattı. Memleketin kurtuluşunu sağlamayı amaçlayan yüksek bildirim ve
öğütlerinize uymayı, 5. Ordu, bundan sonra da en onurlu ve kutsal bir görev
sayar...” Karadeniz Boğaz Komutanı Kaymakam Kiramettin Bey de şöyle söyler:
“Hepimiz, Allah’ın yardımına dayanarak, tek bir vücut halinde, şimdiye kadar
olduğu gibi, bundan sonra da askerî namus ve görevimizi, en kesin bir azim ve
sağlamlıkla, sonuna kadar yerine getirmeye devam edeceğimizi ve yüksek emir ve
komutanız altında geçirilen günlerin minnet ve şükran hatırasını sonsuza dek
unutmayacağımızı arz ile bütün birlikler adına, kalbî tazim ve hürmetlerimizin
lütfen kabulünü istirham ederim efendim.”
Çekilen
telgraflardan ikisini kitabına alan Şevket Süreyya Bey, bu göz yaşartıcı sevgi
ve bağlılığı şöyle yorumlar:
“Bunlardan da
görüleceği gibi ve bu vesileyle de tekrar edelim ki, Enver Paşa, her şeye
rağmen ve bütün
savaş boyunca, ordu üstündeki güç ve saygınlığını yitirmemişti... Bu niçin
böyleydi? Bunun cevabı sanıyorum ki, şudur: Osmanlı Ordusu en az iki yüz yıldan
beri başında, kolay yıkılmaz, otoriter ve askerî onuru temsil eden bir
başkomutan bekliyordu. Onu, Enver Paşa’nın şahsında bulduğuna inanıyordu.”
(Aydemir, a.g.e., s.473-74)
Enver
Paşaya olan sevgi ve güvenin şaşırtıcı bir örneğini de Kafkas dağlarında bir
Türk çocuğu verir: Bir esir katarında Kafkas dağlarını aşarlarken, katarın
durduğu bir yerde yanlarına gelen bir Türk genci. şöyle seslenir: “Korkmayınız;
buradan giden esirlere Ruslar fenalık yapmaz. Sizi nereye kadar götürürlerse,
Enver Paşa oraya kadar gelecektir. Türk ordusu yakın bir zamanda Bakü’ye gelmek
üzeredir.” (Fahrettin Erdoğan, a.g.e. s.58)
Halife
İttihatçıların Elinde Esirdir”
B |
İRİNCİ
Dünya Savaşı içinde, tarafların ihmal etmedikleri psikolojik savaşa da, Genel
Kurmay Arşivine dayalı güzel bir çalışmayı esas alarak kısaca dokunmak
istiyoruz. Bu propaganda beyannameleri okunduğunda, o günkü siyasi muhaliflerin
söylemlerinde tekrarlanıp, günümüzde bile hâlâ izlerini devam ettirenlerinin
olduğu görülür. Savaş bitmiştir, hatta Soğuk Savaş da güya bitmiştir; ama,
bugün, akıl almaz imkânlarla donanmış olan propaganda savaşı, sessizce ve tüm
dünyayı kapsayacak ölçüde sürüp gitmektedir. Bunun, Soğuk Savaş dönemi
ideolojik örtüsünü terketmiş görünmesi kimseyi aldatmamalıdır. Bu savaş, çeşitli
biçimlerde her zaman vardı ve gelecekte de olacaktır.
Kültür
bütünlüğü zedelenmiş, kendine inancı sarsılmış, millî ilkelerini, doğruları ve
yanlışlarını şaşırmış zayıf toplumlar bu küresel boyutlu mücadele içinde en
kolay inanan ve yıkılanlardır.
Büyük
güçler dediğimiz siyasi ve ekonomik merkezlerin bu yoldan, ülkelerin ve daha
geniş boyutlu toplulukların kamuoylarını büyük ölçüde etkilediğini
düşünebiliriz. Ancak bu düşünceyi komplo teorilerine yahut hortlak filmi
senaryolarına vardırmanın da, bu güçlerin tuzaklarından olduğunu unutmayalım.
Her
millet kendi iç dinamikleriyle, kendi iman ve toplumsal gerilimiyle yükselir
yahut zayıflar. Hiçbir topluluk, ne kadar zayıf olursa olsun, büyük güçlerin
elinde musalla taşındaki meyyit değildir. Bu ilkeyi unutturan, kendi
medeniyetimizden kendimizin sorumlu olduğu gerçeğini saptıran her yaklaşıma
şüpheyle yaklaşmak durumundayız. Özellikle okumuşlarımız, kendi milletinin
kıblesine dönmeden, onun değerlerine iman etmeden, onun ölçüleriyle
ölçülenmeden, millî bir bakışa ve değerlendirme gücüne sahip olamayacaklarını,
“aydın” olamayacaklarını bilmelidirler. Bu yüzden, en çok ve en erken, küresel
psikolojik savaşın ağına takılanlar onlardır.
Bu
vesileyle başladığımız uyarıyı uzatmadan konuya geçebiliriz
*
* *
Tahmin
edebiliriz ki, savaş içindeki propagandalar, beşinci kolların yaydığı
fısıltılar ve genellikle uçakların attığı beyannameler yoluyla yapılmıştır.
Osmanlı ise yayımladığı her türlü beyannameyi, Cihat Fetvası dahil, Teşkilat-ı
Mahsusa mensupları vasıtasıyla İslam Dünyasına ulaştırmaya çalışıyordu.
İngilizlerin
başını çektiği müttefiklerin İslam Dünyasına yönelik propagandaları, genellikle
şu noktalara dayanıyor ve bir Osmanlı ağzıyla yazılıyordu:
- Türk
savaş cephelerine atılan beyannamelerde, İttihatçıların, hiç yoktan savaşa
girdikleri, “Hiçbir faydamız olmadığı halde Alman kâfiri ile ittifak ederek
harbe girildi” denilmekte ve saldırıya uğrayan Ruslar mağdur olarak
gösterilmektedir. Ruslar tarafından atılan bir bildiri de Enver, Talat ve Cemal
Paşaların, sırf Alman menfaati için devleti savaşa attıkları yazılmaktadır. Bir
başka bildiride savaşa girme karşılığı bu üç liderin iki milyon altın rüşvet
aldıkları söylenmektedir.
- Osmanlı
Hakanı ve Müslümanların Halifesinin, İttihatçıların elinde esir olduğu
söylenmektedir. “Bugün Padişahımızın elinden hiçbir şey çıkmıyor. Padişahın
emri altta kaldı. Bu soysuzların emri üste çıktı.” Bildiri şöyle devam eder:
“Haydi Türk kardaşlarımız, yekvücut olalım. Eskisi gibi Padişahımızı yüce
edelim. Ondan başka hiç kimseye tâbi olmayalım. İttihatçı kâfirlerini içimizden
def edelim. Gerek Türk, gerek Kürt, Arap, baba kardeş gibi yaşayalım!”
- “İttihat
ve Terakki Partisi, İslamlığı ve Araplığı yok etmeye çalışan, ‘Turanya’
cemiyetine mensup ırkçılardır.”
- Halife
V. Mehmet Reşat, kendi iradesiyle değil, Almanların baskısı altında Cihat ilan
etmiştir. (İngilizler, gayrimüslimlerin yaşadığı bölgelere attıkları
bildirilerde ise, Halife’nin gayrimüslimlere soykırım yapılması için Cihat
çağrısı yayımladığını yazarlar.)
- İttihat
Terakki, İslamlığın ve Peygamberin düşmanıdır. Topkapı Sarayı’ndaki ve Kutsal
Emanetler Dairesindeki kıymetli eşyaları satarak parasını Almanlara
vermişlerdir. İttihatçılar, ülkeyi Almanlara satıyorlar.
- “Ülkenin
Enver, Talat, Cemal ve ortakları tarafından Almanlara satıldığı, bu kişilerin
de alım-satımda ceplerini doldurdukları” yine bu bildirilerde, Kosova’dan
başlayıp bütün Rumeli vilayetlerinin tek tek satıldığı ve İttihatçıların
keselerine gittiği söylenmektedir.
- Osmanlı
askerleri, sırf Alman menfaatleri için sınırlarımız dışında savaşa sokulmuştur.
Bir kısım Osmanlılar rüşvet vererek askerlikten kurtulmaktadırlar. (Böylece
silah altında olan yahut girecek olanlara yol gösterilmektedir.)
- İttihat
Terakki zulüm yapmaktadır: “Memlekette umran ve terakki namına darağaçlarından,
mezarlıklardan ve sürgün yerlerinden başka ne var? Şu anda memleket baştanbaşa
taş taş üstünde kalmamış, harabelere dönmüştür. Yazık değil mi?”
- İttihat
Terakki, Erzurum, Bağdat ve Mekke’ye sahip çıkmadığı için buralar
kaybedilmiştir. Bu daha başlangıçtır.
- Veliaht
Yusuf İzzettin Efendi’yi İttihatçılar öldürdü. (Veliaht Yusuf İzzettin Efendi,
1 Şubat 1916’da İstanbul Zincirlikuyu’daki köşkünde, bileklerini keserek
intihar etmiştir.) Bir başka bildiride, Onun Edirne’de öldürülerek İstanbul’a
getirildiği söylenmiştir.
- İttihatçılar
memlekete hiçbir hizmet yapmamışlardır.
Bu
bildirilerde başta Enver Paşa olmak üzere İttihat ve Terakki Partisi ileri
gelenlerinin, “mert ve yiğit olan Türk neslinden” değil Yahudi dönmesi yahut
soyu belirsiz kişiler olduğu söylenmektedir.
İtilaf devletlerinin propaganda
çalışmalarının özellikle Enver Paşa üzerinde yoğunlaşmasını anlamak zor
değildir. Enver Paşa, çeşitli Osmanlı vilayetlerini tek tek satmanın yanı sıra,
Nazım Paşa’yı ve Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’yi öldürmüştür ve Padişahlığa
heveslenmektedir. “Böyle Allah’tan korkmaz bir katil Osmanlı ordusunun
komutasında bulunduğu zaman, Cenab-ı Hak ordularımıza bir zafer ihsan edebilir
mi?” Bir başka Rus beyannamesinde Enver Paşa, Almanlardan maaş alan bir
vatan haini, olarak gösteriliyor.46
Nihayet
bu bildirilerde İttihat Terakki ileri gelenlerinin vücutlarının ortadan
kaldırılmasının vacip derecesine geldiği ilan edilmekte ve halk ayaklanmaya
çağrılmaktadır.
Aşağıya, Enver Paşa hakkında
düzenlenmiş bir propaganda bildirisini alıyoruz:
“Enver Paşa ile Wilhelm (Alman İmparatoru)
vatanınızı bir harabeye çevirdiler. Vilayetlerini kaybettirdiler. Sizi
yabancılara sattılar. Tren yollarınızı, maden ocaklarınızı soydular. Sırtınızdaki
parçalanmış elbiseye varıncaya kadar vergiler yüklediler ve sizi savaş içinde
perişan ettiler. Sizinle yurdunuz arasında ve sizinle barış alemi arasında bir
kara çalı gibi durdular. Enver’siz hürsünüz.
-
Kendi komutanı Nazım Paşa’yı katleden kimdir?
-
Sizler savaş alanlarında mahvolurken İstanbul’da
tantana içinde hayat süren kimdir?
-
Osmanlı Hanedanını düşürerek kendisi saltanat
makamına gelmeyi hayal eden kimdir?
-
Sarıkamış’tan kaçarak kardeşlerinizi ölüme bırakan
kimdir?
-
Almanları Türklerin başına bindiren kimdir?
-
Yalnız arkadaşlarını terfi ettiren kimdir?
-
Herkesin arkasında hafiyeler tutan kimdir?
-
Sultanı bir esir gibi tutan kimdir?
-
Üç seneden beri Türklerin her gün ölmesinin
müsebbibi kimdir?
-
Arazilerinizi ve hayvanlarınızı satan kimdir?
-
Niçin her gün savaş içinde mahvoluyorsunuz?
-
Enver Paşa bol bol Alman altınıyla hayat sürdüğü
için.
-
Padişahımız Bağdat, Mekke, Kudüs, Basra ve
Erzurum’u niçin kaybetti?
-
Enver Paşa Türkiye’yi faydasız bir savaşa
sürüklediği için.
-
Türkler niçin Romanya’ya ölüme gönderiliyorlar?
-
Kardeşlerinizi Almanya aşkına savaşa göndermek
için Enver Paşa’nın Almanlardan aldığı paralar yüzünden.
-
Anadolu’da aileleriniz ve ananız babanız niçin
açlıktan ölüyor ve paçavralara bürünüyorlar?
-
Enver Paşa Anadolu’aki hububat ve yünü Almanya’ya
satmış olduğı için. (Dr. Sadık Sarısaman, Birinci Dünya Savaşında Türk
Cephelerinde Beyannamelerle Psikolojik Harp, ATASE, Ankara 1999, s. 115,
116)
Şimdi,
biraz hüzünle ve okur yazarlarımızın ibret almaları temennisiyle, o dönem
muhalif particilerinin, el altından yayımladıkları bildirilere kısaca
dokunacağız. Aynı kaynağın belirttiğine göre, ilk üzerinde durulan husus,
“savaşa girme mecburiyetimiz olmadığı halde, Enver, Talat ve Hayri gibi İttihat
ve Teıakki liderlerinin Almanlardan aldıkları iki milyon lira rüşvet
karşılığında Osmanlı Devletini savaşa soktukları” İttihatçıların, “Yezid’in
dahi Kerbela’da yapmadığı zulmü bu ülkenin evlatlarına reva gördükleri”
Şeyhulislam Suat Hayri Efendi ve Meşihattaki satılmış memurlar hariç, bütün
ulema Enver-Talat-Hayri kumpanyasının ortadan kaldırılmasını istemektedir.
Askerî satın almalardaki yolsuzlukları tespit ettikleri için dört subay Enver
tarafından ortadan kaldırılmıştır. İttihat Terakki yöneticileri Yahudi
dönmeleridir. Kurtuluş için, İttihat Terakki liderleri yok edilmeli, Alman
subaylar ülkeden kovulmalı ve İngiltere’nin himayesinde bir hükûmet
kurulmalıdır. “Müslümanlar! Vatandaşlar! Osmanlı milleti! Birkaç haydutun
milletin intikamıyla parçalanacağı gün yaklaştı...” Veliaht Yusuf İzzettin
Efendi’yi Enver öldürdü. “Britanya İmparatorluğu’nun idaresi altında
350.000.000 Müslüman mesut bir hayat yaşadıkları halde, Cihat ilanı ile
Müslümanların arasına nifak sokuldu ve fetvayı veren Şeyhulislam Suat Hayri
Efendinin katli vaciptir.” Osmanlı ordusu bütün cephlerde yenilmekte ve bu
yenilgiler bizden saklanmaktadır. İngiliz himayesinde yaşayan milletlerin
millî, dinî ve mezhebî hürriyetlerinin olduğu, Almanya’nın Türkiye’nin tarihi
düşmanı olduğu...
İtilaf
devletlerinden para alarak (Sarısaman, a.g.e, s.23) propaganda savaşına
katılanları bir yana bırakırsak, savaş içinde yapılan ve düşmanlarımızın
propagandalarıyla tıpkıbasım gibi görünen bu bildirilerin en iyimser
açıklaması, bu insanların demokratik ahlakın çok uzağında olmaları, siyasi
mücadeleyi düşmanla mücadele olarak görmeleridir. Politik tercihlerini, millî
menfaatler çerçevesinde bir yere oturtamamışlardır. Günümüz için ibretli olan
da budur.
Bu
tablo önünde bizi rahatlatabilecek olan soru, muhalefeti bu çerçevede kavrayan
ve bu bildirileri hazırlayanların, muhalefetin -hele de halkın- ne kadarını
temsil edebildikleridir?
46 Bunu,
Sarıkamış hareketinin kurmay subaylarından birinin de hatıratında aynen tekrar
etmesine ne demeli?
Tehlikeli
Yolculuklar ve İkinci Savaş
8 |
/9
KASIM 1918 gecesi, Boğaz’dan Karadeniz’e açılan denizaltı, yolcularını Kırım’ın
Gözleve kasabasına çıkarır. İngiliz ve İtalyan istihbaratı, merkezlerine,
onların Fas’a gittikleri haberini verir. Enver Paşa Kafkaslara geçerek orayı
teşkilatlandırmak ve oradan Türkistan’a geçerek ihtilal yapmaktan söz eder.
Daha önce de, amcası Halil Paşa’ya yazmış ve Azerbaycan’da bir şeyler yapıp
yapamayacaklarını incelemesini istemiştir. Benzeri bir mektubu da Türkistan
taraflarına giden Hacı Sami’ye yazmıştır: Türkistan’ın durumu nedir; halkın
tutumu nasıldır? Oralara gelirsek neler yapabiliriz? Sadrazam Ahmet İzzet
Paşa’ya bıraktığı mektupta da, Azerbaycan tarafına geçerek orada hizmetine devam
edeceğini söyler.
Yamauchi’nin
yazdığına göre, Osmanlı sadrazamı da, Mustafa Kemal Paşa da, onun Azerbaycan’da
bağımsız bir Türk devleti kuracağını düşünmektedirler. Ancak, olaylar
geliştikçe görülecektir ki, Enver Paşa kesin kararını verebilmiş değildir.
Gönlünde ve kafasında her şeyden evvel yine Anadolu vardır; öncelikli sorun
orasıdır. Ancak buradaki hareketin başarısından sonra, doğasında oturmak
olmayan Enver Paşa kendisine, kişiliğine uygun bir yol çizebilecektir. Millî
Mücadele’nin henüz zayıf olduğu ilk dönemlerde, onu dışarıdan ve Moskova’nın
yardımını sağlama çalışmalarıyla desteklemek en uygun yol olmuştur. Belki
yeniden Anadolu’ya dönmesi zor olmazdı; ama, Enver Paşa bir er gibi çalışmaya
ne kadar istekli ve gönüllü olsa da, böyle bir konumda olamayacağı kesindi;
asker yahut sivil bir çok insan onu baş olarak görmek isteyecekti. Bu da Millî
Mücadele’de ikilik çıkması demektir. Bu bakımdan Mustafa Kemal Paşa’nın
endişeleri tamamen haklıdır. Ancak Sakarya Savaşından sonradır ki, Anadolu için
tünelin ucundaki ışık görünecek ve Enver Paşa da yeni yolunu çizecektir.
Gemide
uzun uzun konuşurlar. Talat Paşa, artık bizim siyasi ömrümüz bitmiştir;
Avrupa’ya gidip, bir şeye karışmayalım. İleride çok uygun fırsatlar
doğarsa,
ne yapacağımıza o zaman karar veririz fikrindedir. “Gerçi biz vicdanlarımıza
karşı mahkûm değiliz. Çünkü biz milletimizi kurtarmak ve yurdumuzu yükseltmek
istedik; fakat, talih bize yar olmadı. Böyle olunca, artık vazifelerimizi
başkalarına terketmemiz gerekir. ” (Erol Cihangir, Emir Şekip Aslan ve
Şehid-i Muhterem Enver Paşa, İstanbul 2005, s.74)
Enver
Paşa hariç, herkes bu fikirdedir. O, Balkan Savaşı’nı dikkate alarak, Mondros
sonrasını, savaşın ikinci safhası olarak düşünmektedir; mücadele bitmemiştir.
Talat Paşa ve arkadaşlarının da, o dağdağalı günlerde siyasi sorunların dışında
yaşamaları elbette ki mümkün olmamıştır. Ancak, Talat Paşa’nın daha çok iç
siyaseti kastederek konuştuğunu düşünebiliriz.
Esasen,
1918 sonlarına doğru, İttihatçıların silahlı bir direnişe hazırlandıkları yolunda
güçlü söylentiler dolaşmaya başlar. Ayrılmadan önce Enver Paşa, Kuruçeşme’deki
yalısında yapılan son toplantıda “Mondros silah bırakışması imzalanmasından
sonra başlayan ve savaşın ikinci safhası olarak tanımladığı dönem için,
şimdiden savaşmaya kararlı olduğunu göstermişti... Enver Paşa bu savaştaki
yenilgiyi iyimser bir şekilde, sadece geçici bir geri çekilme olarak
yorumlamakta idi.” (Masayuki Yamauchi, Hoşnut Olamamış Adam Enver Paşa;
Türkiye’den Türkistan’a, s.19) Bunun için de, İkinci Balkan Savaşı’nı örnek
gösteriyordu. Halil (Kut) Paşa, İstanbul’da İttihatçılar arasında bu kanaatin
yaygın olduğunu yazar:
“İstanbul
kaynıyordu; silahlar bırakılıyordu ve fakat biz, yani İttihatçılar, daha
silahları bırakmamak kararındaydık. İstanbul’da bulunan ve daha doğrusu
İstanbul’da toplanmaya başlayan İttihatçılar şuna karar vermiştik ki, daha
savaş bitmemiştir. Mütareke bu savaşın bir safhasıdır; Türk devleti vardır ve
olacaktır. Aramızdaki konuşmalarda ve haberleşmelerde şuna karar verildi ki,
yeni hareket Doğudan başlayacaktır.” (Halil [Kut], a.g.e., s. 196)
Enver
Paşa, her şeye rağmen, nihai yenilgiyi kabul etmek kararında değidir; yeni
güçler oluşturup, yeni durumlar yaratarak İtilaf devletleri üzerinde baskı
kurmak ve en azından “şerefli bir barış”ın imkânlarını hazırlamak niyetindedir.
Celal Bayar’ın anlattığına göre, “Kafkasya’da iki tümenimiz vardı. Son
zamanlarda Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya Müslümanlarına silah dağıtılmıştı.
Enver Paşa Kafkasyalı gönüllülerle tümenlerimizi kuvvetlendirdikten sonra Ermenistan’ı
ezmeyi, İtilaf devletlerinin kolaylıkla yetişemeyeceği bir yerde, mesela
Kars’ta geçici bir hükûmet kurmayı tasarlamıştı. ” Paşa, burada siyasi
gelişmeleri bekleyecekti.
(Celal
Bayar, a.g.e, c.1, s.124) Paşanın bu niyeti, Sadrazam’a yazdığı mektuptan
açıkça anlaşılmıştı. Bu mektupta şöyle diyordu:
“Faydalı
bir surette iş görebileceğimi ümit ettiğim Kafkasya’ya hareket ediyorum. Bu
suretle, bütün hayat ve varlığımı iyiliğine vakfeylediğim memleketimde kalarak
dinime, milletime, padişahıma hizmet edememekten doğan üzüntüm pek büyükür.
Fakat Kafkasya’da bir İslâm istiklalinin gerçekleşmesine yardım edebilmek
ümidi, üzüntümü biraz azaltıyor.” (Bayar, a.g.e., c.1, s.126)
Bu
haberi alan İngilizler, Hükûmeti ve Mütareke Komisyonunu ağır baskı altına
alarak, Ordunun bir an önce terhis edilmesini, özellikle Nuri Paşa
komutasındaki Kafkas İslam Ordusunun hemen geri çekilmesini sağlamaya
çalışırlar.
Paşa,
İstanbul’dan ayrılmadan önce Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Hüsamettin Ertürk’e
şunları söyler:
“Hüsamettin
Bey, biz bir denizaltı ile Odesa yolu ile Rusya’ya geçeceğiz. Ben Kafkasya’ya
sonra da Moskova’ya uğrayacağım. Arkadaşlar Berlin’e gidecekler. İtilaf
devletleriyle mücadelemiz bundan sonra da devam edecektir. Moskova’dan
kendimize yardım yaptıracağımızı ümit ediyorum. Bolşevikler bu kapitalist ve
muzaffer devletlere düşmandır; bizi tutacaklardır. Moskova’dan sonra tekrar
Kafkasya’ya geçeceğim. Erzurum ve Kafkasya’daki kıtalarımızın dağıtılmaması,
silah ve cephanelerinin teslim edilmemesi ve Ahmet İzzet Paşa’dan (Osmanlı
Savaş Bakanı) gelecek emirlere uyulmaması için amcam Halil Paşa’ya, gerek
kardeşim Fahrî Ferik Nuri Paşa’ya ve gerekse Çerkez Yusuf İzzet Paşa’ya lazım
gelen talimat verilmiştir.” (Tansu, a.g.e, s.166)
Esasen Enver Paşa, Kafkasya hareketlerini düzenlerken, kuvvetlerin başına,
hiçbir şekilde kendi talimatlarının dışına çıkmayacak iki yakınını getirmiştir.
Olayın
bir başka yönünü Hüsamettin Ertürk şöyle anlatır: Mütareke günlerinde bazı
Osmanlı paşaları sohbet ederlerken Müşir Ahmet İzzet Paşa, H. Ertürk’e dönerek,
“Sen ne dersin Enverci?” diye sormuş. “Bendeniz şuna inanıyorum
Paşam! Enver Paşa daha İstanbul’dan hareket etmeden önce bir gün, Topkapı
Sarayında devletimizin has konuğu bulunan Şeyh Sünusî Hazretleri, Kur’an-ı
Kerim’den bir âyeti yorumlayarak ‘Şayet Cihan Harbinin ikinci safhası
tazelenirse, Müslümanlar için zafer mukadderdir.’ sözünü söylemişti. Bu âyet-i
kerimenin müjdesi gerçekleşecektir. Eğer savaşı tazelersek.” (Tansu, a.g.e.,
s.472) Yine Hüsamettin Ertürk’ün söylediğine göre,
“İstanbul o tarihte silahlar ve
mühimmat depolarıyla, bize birkaç istiklal savaşı yaptıracak derecede zengin
idi. Bunun için İstanbul’daki gizli teşkilatımızın büyük bir gayretle
çalışmasını istemek hakkımızdı.... İstanbul’daki askerî depolarda Osmanlı ordusunu
birkaç misli idare edebilecek derece silah ve cephane bulunmasının sebebi,
merhum Enver Paşa’nın savaşın gidişine bakarak, bizim çok ağır şartlara maruz
kalacağımızı ve Balkan Savaşının sonunda olduğu gibi, Büyük Savaş’ın sonunda da
yeni bir savaşa mecbur kalacağımızı hesap etmiş olmasından, bir de Umumî
Levazım Başkanı merhum İsmail Hakkı Paşa’nın son derece namuslu bulunmasından
ileri gelmiştir. ”
(Tansu, a.g.e, s.449, 460)47
Enver
Paşa ise, daha sonra Moskova’da görüşeceği Ali Fuat Paşa’ya, niyetleri hakkında
şunları anlatır:
“Kendisine
sormuştum: Mağlubiyete doğru giderken memleketin istikbali hakkında ne
düşünüyordunuz? Bana şu cevabı vermişti: ‘Eğer cephelerimizin çökmesi felaketi
birkaç ay daha sonraya kalmış olsaydı, hem doğuda temin etmeye çalıştığım ikmal
kaynaklarını temin ve hem de Anadolu’nun ortalarında kuvvetli yedekler yığınağı
vücuda getirecektim. Birincisini temin ederken hem müttefiklerimiz ve hem de
biz mağlup olmuştuk.48
‘Bir mağlubiyet
felaketinden sonra, ne düşmanlarımızın âtifetine ve ne de bizden sonra
kurulacak olan hükûmetlerin sadakatle çalışarak, savaştan asgari zararla
çıkacağımıza inanmıyordum. Kafkaslardaki ordularımızın kuvvetine güvenerek,
merkezi Bakü olmak üzere geçici bir hükûmet kuracaktım. Düşmanlarımızın
yapacakları baskı ve bize teklif edecekleri barış şartlarının ağırlığı
derecesine göre anavatanı kuvvetlerimle restore etmeye çalışacaktım. Fakat,
İstanbul’dan bir Alman torpidosu ile Kırım’a çıktıktan sonra hastalanarak bir
köyde uzun süre kalmaya mecbur olmuştum. Bu esnada benden ümidi kesen
komutanlar İstanbul hükûmetinin emrine uyarak, kısmen Erzurum ve kısmen de
İstanbul’a dönmüşlerdi. Ayağa kalktığım zaman tasavvurlarımı uygalayabilecek
bir kuvvet orada yoktu. Çarnaçar Almanya’ya döndüm.’
“Enver Paşa’nın
doğuda kurmuş olduğu ordular Millî Mücadele’de elimizde taze kuvvetler ve
teçhizat bulunmasını sağlamıştır. Kâzım Karabekir Paşa’nın komuta ettiği XV.
Kolordu, 9. Ordunun birliklerinden oluşmuştu.” (Ali Fuat Cebesoy, Millî
Mücadele Hatıraları, İstanbul 2000, s.39, 60)
Mustafa
Kemal Paşa, Ahmet İzzet Paşa’dan Savaş Bakanı yapılmasını istemiş, bu isteği
kabul edilmemişti. Hikmet Bayur kendisine, Savaş Bakanı olsaydın ne yapacaktın,
diye sorduğunda, Doğuda bulunan yıpranmamış kuvvetlerimize dayanarak “Padişah
ve Hükümeti alıp Anadolu’ya çekilir, silah bırakışması ve barış görüşmelerini
buradan idare ederdim. ” der. (Bayur, Atatürk, s.166)
Enver Paşa’nın, kardeşi Kâmil’e
yazdığı mektuplardan biri.
22 Temmuz 1921 tarihli.
Merkez-i umumi kasasına bazı eşya gönderdim.
Bunları, Sultanınmış gibi
satın, demektedir. (T.T.K. Enver Paşa Arşivi, B. 1130)
İstanbul’u
terketmenin ne derece doğru olacağı tartışılabilse de, görülüyor ki, Mustafa
Kemal Paşa da, ancak Doğudaki bu kuvvetlere dayanarak bir şeyler
yapılabileceğini düşünmektedir.
Kırım
henüz Almanların elindedir. Gözleve’de bir gece kalındıktan sonra ertesi gün
Akmescit’e gidilecek ve oradan da Berlin’e yola çıkılacaktır. Gözleve’den
hareket edecek olan tren, ilk istasyonda geceyi geçirecek ve sabahleyin
Akmescit’e hareket edecektir.
O
gece Dilber Oteli’nda kalırlar. Sabahleyin tren hareket ederken, bakarlar ki
Enver Paşa yok. Ara tara, yok. Treni bir süre beklettikten sonra, çaresiz yola
devam ederler. Anlarlar ki, Enver, kendisine engel olmamaları için gece gizlice
treni terk etmiştir. O bir kere karar vermiştir ve şimdi kim bilir nerelerde,
Kafkasya’ya yol aramaktadır... Azmi Bey, daha sonra Şekip Aslan’a, bana haber
verseydi O’nu yalnız bırakmaz, yanında giderdim, demiş.
Enver
Paşa sabaha doğru çantasını ve bavulunu alarak treni terk eder; istasyondaki
kalabalığa karışır. Şimdi, adını bilmediği bu istasyonda, bavulu
elinde,
bir başına yürüyen, otuz sekiz yaşındaki bu adam adsız ve yalnızdır...
Tanımadığı bir ülkede ve yıllardır savaştığı insanlar arasında kendine yol
aramaktadır. 1908’de Selanik Vardar kapısından da böyle çıkmıştı; ama, orası
kendi ülkesiydi ve çevresi kendi insanlarıyla doluydu...
Kırım’dan,
Berlin’deki kardeşi Kâmil’e, o günlerde yazdığı 12 Kasım 1918 tarihli mektupta
şöyle demektedir:
“Harbi kaybettik.
İngilizler, yaptığımız ayrı mütareke mucibince İstanbul’a geleceklerdi. Ben de
bu vaziyette orada İngilizleri görmektense, İslama hizmet için Kafkasya’ya
gitmeye azmettim.” (A. İnan, a.g.e, m.1)
Şevket
Süreyya Bey de, Kırım’da, tek başına Kafkaslara geçmeye çalışan yalnız adam
Enver Paşa’yı şöyle değerlendirir:
“Osmanlı
İmparatorluğunun 1897-1908 arasındaki askerler, kurmaylar neslinden biri, yani
hayatlarında yenilgi kabul etmeyenlerden bir Yıldız Adam... Enver Paşa romantik
miydi? Hayır! Bir hayalperest miydi? Belki... Fakat, şüphe yok ki, kararlarında
sınırsız bir ihtiras adamıydı. Eğer, çağ başka bir çağ olsaydı, eğer çağın
akımları değil de, dünya, Orta Çağ şartları içinde bulunsaydı, belki Enver Paşa
da, o gün orada ve bir Adsız olarak çıktığı yolda, bir gün, belki bir
Sevüktekin, bir Gazneli Mahmut, ya da bir Selçuk veya Timur olur, çıkabilirdi.
Hem de henüz otuz sekiz yaşındaydı.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.499-500)
Enver
Paşa bir hafta kadar, kendisini Kafkasya’ya ulaştıracak bir vasıta arar.
Sonunda bir kıyı kasabasına ulaşır; tanıdık aramaz, kimseden yardım istemez.
Burada eski bir yelkenli kiralar; zayıf bir motoru da vardır. Kaptana,
kendisini Kafkasya sahillerine atmasını söyler. Açılırlar. Ama, Karadeniz
dalgalı, hava fırtınalıdır. Teknenin yelkenleri yırtılır, direkleri devrilir;
bütün ağırlıkları suya atarlar. Bu hengâme üç gün, üç gece devam eder; perişan
haldedirler. Üç günün sonunda rüzgârın yön değiştirmesiyle Kırım sahillerine
doğru sürüklenmeye başlarlar.
Tekne
karaya vurur. Aç ve bitkin bir halde onları bulanlar, bir köye götürürler.
Enver Paşa, açlığın, yorgunluğun üstüne bir de zatürreye yakalanmıştır. Doktor
ve ilaç yoktur. Tatar kadınları bildikleri kocakarı ilaçlarıyla, ellerinden
geleni yapmaya çalışırlar. Enver Paşa’nın da yıpranmamış olan bünyesi sağlamdır
ve hastalığı atlatır. Ve yine uzun, meşakkatli yolculukları başlar...
Kırım’da
Enver’den ayrıldıklarının onuncu günü, Talat Paşa ve arkadaşları Berlin’e
gelmişlerdir. Almanya’da da komünistler ayaklanma halindedir ve siyasi ortam
pek karışıktır. Ancak Alman askerî yöneticileri, Osmanlı dostlarını İngilizlere
teslim etmeye hiç de niyetli değillerdir. Bu bakımdan Berlin onlar için
güvenlidir. Talat, Enver’e, buraya gel; buradan kara yoluyla Kafkasya’ya
geçersin diye yazar. (Masayuki Yamauchi, Hoşnut Olamamış Adam Enver Paşa;
Türkiye’den Türkistan’a, İstanbul 1995, l. Mektup.)
Bolşevik
ihtilali Kafkaslara inmiştir ve Kafkasya’ya girme ümidi de kalmamıştır. Bir
tarım uzmanı kimliğindeki Enver Paşa Berlin’e gitmeye karar verir; ondan
sonrasını oradan başlatacaktır. Talat Paşa’ya durumunu bildirir. İngilizler de,
İttihat Terakki ileri gelenlerini yargılayıp cezalandırmak üzere her yanda
aramaktadır. Dünya istihbaratçılarından kimi Enver’i Kandehar’ da, kimi
Berlin’de yahut Türkistan’da diye duyumlar verirler.
O
günlerde bir fatih edasıyla İstanbul’a giren Fransız komutanı, Enver Paşa’nın
Kuruçeşme’deki yalısına el koyar ve hemen boşaltılmasını ister. “Fransızlar
yalıyı işgal ettiler; yirmi dört saat içinde evi terkedip gitmemizi istediler.
Hasta idim. Kızım Mahpeyker de zatürreden yatıyordu. İşgal kuvvetleri yalıya
doktor girmesine bile engel oluyorlardı. Eve her türlü ulaşım aracının gelmesi
ve evin kapısı önünde durması yasaklanmıştı. Bu yasağa rağmen Doktor Süleyman
Nuri Paşa, bana ve çocuğuma bakmak için her gün yaya olarak bize geliyordu. Evi
tahliye etmemizi söylediklerinden yirmi dört saat sonra, çocuğum da, ben de
hasta olduğumuz halde çıkmaya ve Sultanahmet’teki sadaret konağına, Talat
Paşa’nın ailesinin oturduğu konağa gitmeye mecbur kaldık. Yanımızda erkek
olarak kimse yoktu. Evdeki daire müdürünü de hapsetmişlerdi. ” (Naciye Sultan,
a.g.e, s.50)
Paşa
bu haberleri Talat Paşa’nın eşi Hayriye Hanımdan alır, “Bu kadar alçak hisli
insanlar olduğuna şaşıyorum.” der (A. İnan, a.g.e, s.149) ve
Almanya’da eğitimde olan kardeşi Kâmil Beyi gönderir. Kâmil Bey ancak elli iki
günde İstanbul’a gelebilir
Enver
Paşa ise, Kâmil’e yazdığı mektupta, “Fransızlar saraydan sadef takımı
çalmışlar”, mecburen teslim ettiğiniz eşyayı bir tutanakla tespit edin ki,
ileride tazminat istemek mümkün olsun demektedir. (İnan, a.g.e., s.73)
İşgal
kuvvetleri Naciye Sultan’ı Sultanahmet’te de rahat bırakmaz, çeşitli biçimlerde
sıkıntı yaratırlar; maksatları Enver Paşa’nın nerede olduğunu öğrenmektir.
Bunun için oyunlar düzenlerler ama, Naciye Sultan bu
tuzaklara
düşmez. Bir keresinde, Enver Paşa’dan haber getirdiğini söyleyen adama, “Kocam
bana haber getirecek olan kimseye bir bez parçası, tanıtıcı bir alamet
vereceğini söylemişti. Onu göstermezseniz sizinle konuşmam. Söylediklerinizin
doğru olduğuna da inanmam.” deyince, adam alameti getirmek üzere gider ve
bir daha da görünmez.
Naciye
Sultan sıkıntılı Mütareke günlerinden acıyla söz eder: “Bana gel diyorsun;
fakat düşünmüyorsun ki yaşadığım bu muhit eski İstanbul değil, bir cehennemdir.
Hor görülmüş, terk edilmiş bir kadının yardımcısı Allah’tan başka kimse olmaz.
Zamanında bana tapan insanlar, şimdi beni gözetleyerek zehirlemekten başka işe
yaramıyor.... Hepsi peygamber olsalar şefaatlerini istemek zilletine
düşmeyeceğim. ” (a. İnan, a.g.e.,
s. 139)
“Oh!
Beni bu uğursuz insanların aşağılamalarından kurtar. Bana etmiş olduğun
yeminleri hatırla. Beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için bir yol bul. Dünyada
bana yardım edecek senden başka kimsem yok. Allah aşkına, beni daha fazla
bekletme. ” (a.
İnan, a.g.e., s.142)
14
Ağustos 1920 tarihli mektubunda kızı Mahpeyker’den haberler verir; acı acı
yalvarır: “Enver, Allah aşkına, beni uzun zaman yalnız bırakma. Artık sensiz
yaşayamam, ölürüm. İnsanlardan nefret ediyorum; saadetlerini göstermek için
gözyaşlarıma gülüyorlar...” Sonra kendini toplar, hastayım, ama beni
düşünme, der, “Allah’a hemen her an senin için yalvarıyorum. Var ol,
Enverciğim. ” (A. İnan, a.g.e., s. 143)
Daha
sonraları, Osmanlı hanedan üyeleri yurt dışına çıkartıldıklarında, Enver
Paşa’nın, bir benzin borcu olduğu iddiasıyla Kuruçeşme’deki bu yalısına el
konulacak ve tütün deposu olarak kullanılacaktır. Sonunda da yıkılacaktır.
*
* *
Berlin’de
Enver Paşa, Talat Paşa, Bahattin Şakir ve Dr. Nazım toplanır, bir çok
konuşmalar yapar, bu arada yabancılarla irtibatlar kurarlar. Sonunda yeni Rus
liderleriyle görüşmeye karar verirler. Savaş yenilgisi sonrasında İslam dünyasında
başlayan huzursuzluklar ve kaynamalar, özellikle Mısır ve Hindistan’daki
hareketlerin yayılma ihtimali, yenilmiş Osmanlı aydınlarına, devletin kurtuluşu
için bir ümit kaynağı olarak görünmektedir. İngilizlerin de savaş sonrasında
çıkan bu tür sıkıntılardan ve özellikle İslam dünyasında itibarı büyük olan
Enver Paşa’nın bu yola girmesinden endişeli olduğu
kesindir.
Enver Paşa ile çeşitli yollardan temas kurmaya çalışan İngilizlere, Paşa’nın
ileri sürdüğü anlaşma teklifi, İngilizlerin bu endişelerine dayanmaktadır: “Türkler
Avrupa’da kalacaklardır ve Asya’daki varlığının hatırı sayılır kısmını
koruyacaktır. Kafkasya, Türkistan ve Afganistan’ın bağımsızlığının tanınması,
Mısır’a verilen bağımsızlığın Sudan’a da verilmesi ve Anglo-Mısır Anlaşması’nın
sonuçlandırılması, Arabistan’a self determinasyon hakkının tanınması ve İzmir
ve Trakya’nın kaderinin Türkiye yararına sonuçlandırılması. ” (Yamauchi, a.g.e.,
s.22)
Ezelî
düşman Rusya’da Bolşevik ihtilalinin olması ve Çarlığın devrilmesi ilişkilerde
yeni ufuklar açmış, bütün Türk dünyası için yeni ümitler aşılamıştır. Osmanlı
ve İslam dünyasının karşısında Batı emperyalizmini temsil eden İngiltere vardı.
Moskova’daki yeni rejim ise Batılı kapitalistlerin amansız düşmanı idi. Talat
Paşa o günlerde Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Ben âtîyi güneşin doğduğu
tarafta görüyorum. Bütün varlığımızla oralarda çalışmak ve kuvvetlendirmek
lazımdır. ” diyordu. (13 Aralık 1919)
Enver
Paşa, o günlerde Berlin’de bir hapishanede tutuklu bulunan Komünist
Enternasyonal’in sekreteri K. Radek ile görüşür. Türkistan ve İslam dünyasında
anti-emperyalist, İngiliz karşıtı tutum ve propagandada anlaşırlar. Enver Paşa
bu görüşmedeki mutabakatı şöyle bildirir:
“l. İslam
milletlerinin kurtarılması. 2. Hedefimiz müştereken, Avrupa emperyalist
kapitalizmi olduğuna göre, Sosyalistlerle işbirliği. 3. Kurtarılan
memleketlerin iç işlerinde dinî esaslara dokunmamak şartiyle Sosyalizm
ilkelerini kabul. 4. İslamın kurtuluşu için, ihtilal de dahil olmak üzere,
bütün baskı araçlarının kullanılması. 5. Bu hususta İslamdan başka mahkûm
milletlerle de işbirliği yapılması. 6. İslam camiası içinde her unsurun
gelişmesine izin verilmesi.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.520)
İngiliz
emperyalizmine karşı bir Sovyet-Müslüman ittifakı kurmak için Enver Paşa’nın
Moskova’ya gitme fikrini Radek destekler. Enver ve Talat Moskova’ya davet
edilirler.
Enver
Paşa Moskova’ya gidecek, Talat Paşa Berlin’de kalacaktır.
Enver
Paşa ayrıca, Sovyetlerin bir dünya gücü haline geleceklerine Alman dostlarının
dikkatlerini çeker. Alman ordusunun ileri gelenlerinden general Hans von Seeckt
de -ki Osmanlı başkomutanlık karargâhında Enver Paşa’ nın kurmay başkanlığını
yapmıştı- Paşa’nın kanaatini paylaşıyordu: Almanya’nın da, Osmanlı’nın da
geleceği, Sovyetlerle işbirliğinde idi.
General
Seeckt, “Rusya ile yapılacak siyasi ve ekonomik iş birliği, gelecekteki
Almanya siyasetinin amacı olmalıydı... ” der.
Enver
Paşa İngilizlerle de görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmeler hakkında verdiği
bilgiler ilgi çekicidir:
“İşte İstanbul’u
size bırakıyoruz. Türklerin ekseriyette bulunduğu bölgeler bağımsız olacak ve
Türk kalacak. Kafkas Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanıyoruz. Onlara her
lazım gelenle yardım edeceğiz. Türkistan bağımsızlığı hakkında ne evet, ne
hayır; bir şey demeyeceğiz. Bununla beraber gizli hiçbir angajmana
girmeyeceğiz. İşte bütün bunlara karşı Hükûmetim, sizinle çalışmaktan vaz
geçiyor ve herkes hareketinde serbesttir.” Paşa’nın mektubu şöyle bitiyor:
“Eski fikrimde çalışmak üzere şark dostlarımın yanına hareket edeceğim.”
(Yamauchi, a.g.e., 4.A Mektup)
8
Kasım’da Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Ne ise, adı geçenlerin bizi
serbest bırakmaları fena değil.” der. (h.
Cahit Yalçın, a.g.e., s. 36)
26
Şubat 1920 tarihli mektubunda ise, İngilizlerin yeniden kendisiyle temas
aradıklarını söyler; muhtemelen İngilizler de Ruslar gibi, Enver Paşa ile
ilişkiyi kesmek istememektedir: “İngilizlerle müzakereye vasıta olan zat, bu
sabah, mahut İngilizin telefonla, benimle veya vekilimle behemahal görüşmek
istediğini bildirdi. Nihayet akşam görüştüm. Adı geçen, ilk görüşmelerin
kesilmesine İngiliz bakanlarının pek üzgün olduğunu, mamafih şimdi, gerek
bakanların fikri, gerekse İngiltere’nin artık Fransa’dan ayrı politika
izlemekte serbest olduklarını, ikinci olarak İngilizler eski fikirlerini
terkederek, Türk milletinin ekseriyetini teşkil eden milliyetçilerle beraber
çalışmak istediklerini ve bu münasebetle İstanbul’u bize bıraktıkları gibi
Boğazlarda bıraktıkları askerlerini de iki sene sonra çekeceklerini ve Kafkas
Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını tanıdıklarını ve İzmir dahil olduğu halde,
bütün Suriye ve Irak’tan gayrisinin bizde kalacağını, Irak hakkındaki kararın
da kesin olmadığını...” (Aydemir, a.g.e., s.531, H. Cahit, Mektuplar,
s. 37.) Eğer İngilizler samimi bir işbirliğine kendisini ikna ederlerse, Paşa,
Kafkasya ve Türkistan’a geçerek buraların bağımsızlığı için çalışacağını
söyler. Bir yanda da, San Remo’da toplanan galipler, Sevr Anlaşmasının metnini
kabul ederek Türkiye’ye bildirirler.
23
Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Millet Meclisi açılır.
Enver
Paşa, İngilizlerle olan ilişkilerin aldatıcılığını anlamış olmalı ki,
Sovyetlerle kurmak istediği ilişkilerinde bir kesiklik olmaz.
Almanya-Rusya
arası demiryolu kapalı olduğundan, Enver Paşa, Alman asker dostlarının
yardımıyla ve uçakla Moskova’ya gitmeye karar verir.
Bindirildiği
junkers uçağı Almanya topraklarında işgal kuvvetleri tarafından inişe zorlanır.
Masayuki, Enver Paşa’nın “mucizevi bir şekilde” kaçtığını söyler ama
başka bilgi vermez.
Paşa
Cavit Beye yazdığı mektupta, hapisten kurtardıkları Radek’le birlikte gitmeye
karar verdiklerini, ancak bu zata Polonya üzerinden geçiş izni verildiği için
orayı seçtiğini söyler. “Ben doktorla uçacağım.” (Hüseyin Cahit Yalçın, İttihatçı
Liderlerin Gizli Mektupları, Haz., Osman S. Kocahanoğlu, İstanbul-2002,
s.34)
İkinci
deneme yine, Alman Gizli Askerî Teşkilatının başında olan, Enver Paşa’nın
kurmay başkanı general Seeckt’in hazırlattığı bir Junkers uçağı ile 10 Ekim
1919’da olur. Enver Paşa’nın yanında Dr. Bahattin Şakir de vardır. Bahattin
Şakir, Rusya’daki Türk esirlerini memleketlerine götürmeye memur bir Türk
doktoru, Enver Paşa da yanındaki sıhhiye neferidir ve uçak da, İstanbul’lu bir
doktorundur. Enver Paşa’nın yurt dışındaki adı Ali Bey’dir. Uçak, kötü hava
şartları sebebiyle Letonya topraklarında Kovno’ya zorunlu iniş yapar. Eşi
Naciye Sultan’ın anlattığına göre, buradaki müttefik kontrol kuvvetleri,
durumlarından şüphelenerek araştırmaya girişirler. Enver Paşa Bulgar olduğunu
söylerse de İngilizleri inandıramaz. “Enver Paşa çok iyi Bulgarca bilirdi.”
O sırada bir Alman subayı olan Fisher, Paşa’yı görünce tanımış ve durumu
kavramıştır; ama, sesini çıkarmaz. Emir Şekip Aslan, Paşa’nın Berlin’de
kimliğini çok iyi gizlediğini, ancak, bir sıhhiye neferi olduğuna Letonyalıları
inandırmasının çok zor olduğunu yazar: “Enver Paşa’nın şahsiyetindeki asil
nezaket, güzel görünüş ve onun dikkati çeken siması, sıradan bir memur
olmadığını” ortaya koyar. (Cihangir, a.g.e., s.80)
Dr.
Bahattin Şakir’le Paşa hapishaneye atılır; İngilizler resimlerini kimlik tespiti
yapılmak üzere İngiltere’ye gönderirler. “Ali Bey”, Kovno hapishanesinde resim
yaparak geçimlerini sağlar. Fisher, durumdan Alman istihbaratını haberdar eder
ve Paşa’yı hapishaneden kaçırmaya karar verirler. Bunu kendisine duyurmak için
de, “Mahpus bulunduğu hücrenin önünde sarhoş taklidi yaparak ve Almanca
şarkılar söyleyerek dolaşmaya başlamışlar. Kendisini kaçırmak istediklerini,
bir uçak hazırladıklarını, hapisten çıkabilmenin çarelerini, velhasıl bütün
planlarını şarkı halinde söylemişler. ” (Naciye Sultan, a.g.e, s.59)
Kararlaştırılan
gün ve saatte hapishanenin bahçesine bir Alman uçağı güya zorunlu iniş yapar.
Enver Paşa, amcası Halil Paşa’ya şöyle anlatır: “O
gün
yanımda silahlı bir nöbetçi bulunduğu halde meydan civarında dolaşıyordum. Tam
bildirildiği vakitte bir Alman tayyaresi meydana indi. Nöbetçi telaşlanmıştı.
Elinden silahını aldım, kendisine doğrulttum ve kendimi uçağa attım. ”
(Halil [Kut], a.g.e., s. 264) Olay gazetelere yansır.
Yeniden
Berlin’e dönmüştür; ama, “Ali Bey” durucu değildir; üçüncü denemeyi, Alman
hapishanesinden kurtardıkları K. Radek’le birlikte yapmaya karar verir.
Hareketi yine General Seeckt düzenleyecektir. Ne var ki, Radek, bir izin
meselesi yüzünden vaktinde gelemez ve Enver Paşa tek başına hareket eder. 31
Aralık 1919’da, hareketinden on dakika sonra uçak bir evin üstüne düşer. Enver
Paşa yine mucize kabilinden kurtulur.
Enver
Paşa dördüncü uçuşunu bir başına yapar ve 23 Şubat 1920’de yine uçak düşer ve
yine kurtulur... 26 Şubat 1920’de Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Bilmem
Pazartesi günü tayyaremizin parçalanarak, kimseye bir zararı olmaksızın, yine
eve döndüğümüzü yazmış mıydım...” der. (Yamauchi, a.g.e., s.87)
10
Mart 1920 tarihli, kardeşi Kâmil’e mektubunda, “Salı günü Rusya’ya
müteveccihen hareket ediyorum. İnşallah bu defa afiyetle varırım.” diyor ve
devamında niyetlerinden söz ediyor: “Ben Moskova’ya giderek Kuzey ve Güney
Kafkasya ile Türkistanlıların müstakil olması şartıyla, hatta icabında Sovyet
Hükümeti ile bir sulh veya ittifak yapmak üzere anlaşmalarına çalışacağım.
Mamafih bütün bunlar bir fikirdir. Moskova’da vaziyete göre ayrıca onlarla
temasa geleceğim. ” (a. İnan, a.g.e.,
s.73)
Paşa,
mektupta sözünü ettiği bu beşinci uçuşunu ancak 22 Mart 1920’de gerçekleştirir.
Sıradan bir Alman -Musevi komünisti Atman- kimliği ile ve bir pilotla anlaşarak
gizlice uçağa atlar; Rusya’ya uçmaya başlarlar.
Uçak
bu sefer de Estonya üzerinde düşer ve Enver Paşa yine kurtulur... Fakat,
Estonyalılar yakalar ve Riga hapishanesine atarlar. Yine Şekip Aslan’ın
yazdığına göre, burada Rus pilotu konuşturmak için çok döverler, ama bir şey
öğrenemezler. Sonunda Enver Paşa’yı da dövmeye karar verirler. Fakat, Paşa’nın
öyle asil bir hali varmış ki, ne olur ne olmaz diye, kararlarını
uygulayamamışlar.
“Ali
Bey” yine resim yapıp satarak geçinir; hatta burada biriktirdiği paralardan bir
miktar da eşine ve çocuklarına gönderir... Bir gün hapishane müdürü, mahpuslar
arasında bir de ressam olduğunu duyunca, onu evine
resmini
yapmaya çağırmış. “Ali Bey” gitmiş. Müdürün aşçısı Alman bir kadınmış. Eşi
Naciye Sultan şöyle anlatıyor:
“Enver Paşa kadınla
Almanca konuşmuş, kendisinin Riga’da mahpus olduğunu, isminin Malessa olduğunu
söylemiş ve bütün bu bilgileri Wangenheim’e yazmasını rica etmiş. Kadın,
Malessa’nın bir Alman vatandaşı olduğuna inanmış; çünkü, Enver Paşa mükemmel
Almanca konuşurdu. Mektubu yazmış ve Almanya’ya göndermiş. Almanlar,
Malessa’nın gerçek kimliğini biliyorlarmış. Litvanya’dan derhal iadesini
istemişler, onu geri almak için pek çok gayret harcamışlar. O sırada Almanya ile
Litvanya arasında bir anlaşma olmuş. Alman vatandaşı sanılan Malessa da
böylelikle serbest bırakılmış.” (Naciye Sultan, a.g.e, s.57)
Ali Bey 11 Temmuz 1920’de tekrar
Berlin’e ulaşır. Naciye Sultan diyor ki, “Geldiği zaman sırtında hapishane
elbiseleri vardı. Durumu perişandı. ” Daha sonra Moskova’dan Mustafa Kemal
Paşa’ya yazdığı bir mektupta “Bir sene zarfında iki defa tutularak, beş ay
hapis olmak ve altı defa tayyareden düşmek suretiyle nihayet Moskova’ya
geldim.” diyecektir. (Yamauchi, a.g.e., s.206 ) 25 Ocak 1921
tarihli, İttihad-ı İslam Cemiyetleri Birliği İstanbul bürosuna yazdığı mektupta
ise, “Üç defa teşebbüs ettiğim halde mateessüf başarılı olamadım. Bir çok
defalar düşerek, iki defa da düşmanların esaretine maruz kaldım. Müthiş
müşkilatla bu esaretlerden bi’avnillah-i taala kurtularak, nihayet karadan
hududu geçtim. ” diye yazacaktır. (Yamauchi, a.g.e. s.135)49
*
* *
Berlin’deki
İttihatçılar 22 Temmuz 1920’de uzun bir toplantı yaparak, Moskova’ya gidecek
olan Enver Paşa’dan ve Cemal Paşa’dan gelecek haberlere göre Talat Paşa’nın da
gitmesini kararlaştırırlar. Paşa bu sefer kara yoluyla Moskova’ya gitmeye karar
verir ve 4 Ağustos 1920’de hareket eder. Yolculuğu düzenleyen Alman yüksek
komutasının başındaki General Seeckt, Rus sınırına kadar Enver Paşa’ya refakat
eder. Enver Paşa, yanında Hayretî, Ziya ve Mısırlı Fuat Beyler olduğu halde
kara yolundan, sonra denizden Königsberg’e ve buradan da trenle Rus sınırına
gelir. Rus sınırında Kızılordu komutanları tarafından karşılanarak, tren ve
otomobille, Minsk üzerinden 15 Ağustos 1920’de Moskova’ya varır.
Bu
sırada T.B.M.M. Hükûmeti’nin temsilcileri, askerî ve malî yardım almak için
Moskova’dadır. Ancak Dışişleri Bakanı Çiçerin, Van ve Muş bölgelerinin
Ermenilere verilmesini şart koştuğu için, görüşmeler tıkanmıştır. Enver Paşa bu
tıkanıklığı önlemek için devreye girer. General Seeckt ve
Türkiye’ye
yazdığı mektuplardan, önemli ölçüde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Sonunda
anlaşma sağlanır.
Enver
Paşa buradan Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektuplarda, başarılarının devam
etmesi için dua ettiğini, kendisinin de İslâm milletleri arasında teşkilat
kurup, onların bağımsızlıkları için çalışacağını söyler.
Enver
Paşa’ nın Moskova’ya varışından hemen sonra, 26 Ağustos’ta Mustafa Kemal
Paşa’ya yazdığı, siyasi durumları tahlil eden mektubu ilgi çekicidir.
“Ben İslâm
muhitinde teşkilat kurarak memleketin halâsı uğrunda çalışmak maksadıyla buraya
geldim.” Sovyetler, İngilizler aleyhinde olacak her türlü teşebbüse yardıma
yatkın görünüyorlar. Avrupa’nın durumu çok karışık. Almanya’da sosyalistler güç
kaybetti; hükûmet nasyonalistlerle demokratların elinde. Barış şartlarının
uygulanması mümkün olmadığı halde, müttefikler her gün baskı yapıyorlar.
Almanlar vakit kazanmak için her şeyi kabul ediyor; ama beş altı ay sonra
Fransızlarla savaşa girmeleri muhtemel. İtalyanlar savaştan pek çok zararla
çıktılar; ama her gün İngilizlerin baskısı altındalar. Ekonomik sıkıntıları iç
işlerini karıştırmıştır. Antant aleyhtarı Civiliti’yi iktidara getirmek zorunda
kalmışlardır. İtalyanlar dayanacakları bir kuvvet arıyorlar “ve İngiltere
aleyhine çalışan sizleri tabii bir yardımcı addediyorlar.” Bu durumdan
yararlanarak İtalya’ya bir adam gönderirseniz, silah vs. almak kolay olur.
Bütün Avrupa’da
İngiliz aleyhtarlığı var. Fransa da memnun değil; ama Almanya’dan çekindiği
için sesini çıkartamıyor. İngiltere beş sene sonra denizlerdeki üstünlüğünü
Amerika’ya kaptıracaktır. Şu anda ciddi bir İrlanda meselesi vardır. İngiliz
işçi hareketi de hükûmeti düşündürmektedir. Mısır, Hindistan ve Irak’taki
hareketleri de katınca, İngiltere’nin iç durumunun pek parlak olduğu
söylenemez. Bu bakımdan dış politikasında şiddet kullanamaz. Rusya da iç ve dış
zorluklar içinde. Almanlardan silah almak istiyorlar.
Avrupa’nın bu
durumu bizim için pek müsait. Ancak, Avrupa tam karışana kadar direnmek lazım.
İslam ülkelerinde Antant aleyhinde başlayan cereyan ve hareketlerin tek
merkezden yönetimi lüzumunu düşündük. Hintli Ahmet Ali ile de ilişki kuruldu.
Enver Paşa ayrıca, Azerbaycan ordusunun yeniden kurulması ve buradan Anadolu’ya
yardım edilmesine de Rus hükûmetinin sıcak baktığını yazar. (H. Cahit Yalçın, Gizli
Mektuplar, s. 43-46)
Mustafa
Kemal Paşa da cevaplarında, Türkistan, Afganistan ve Acemistan gibi Müslüman
ülkelerde teşkilatlanırken Rusları şüphelendirmemesini, Pan-İslâmist bir hava
yaratmamasını söyler.
Enver
Paşa Moskova’da, başta Çiçerin ve Dışişleri müsteşarı Karahan olmak üzere bir
çok temaslar yapar. Lenin’le görüştüğü de söylenirse de, 15 Nisan 1920 tarihli
Cemal Paşa’ya yazdığı mektubunda , “Ben komünist olmadığım için ve benim
yüzümden Avrupa’da Bolşeviklere epeyce taarruzlar olduğundan, Lenin’le yüz yüze
bile gelmedik.” der. ( h. Cahit, Gizli
Mektuplar,
s. 72) Sovyet ileri gelenlerini, İslam dünyasını harekete geçirerek İngiliz
egemenliğini kırabileceklerine inandırmaya çalışır. Sovyet liderleri de,
özellikle Enver Paşa’nın İslam dünyasındaki prestijinden yararlanabileceklerini
düşünmektedirler. Bir çok meselede anlaşır ve destek sözü verirler.
Yenilmiş
bir devletin başkomutan vekili olarak Paşa’nın güvenilirliğini hemen bütün dış
çevrelerde de koruyabilmesi ilgi çekicidir. Masayuki Yamauchi’nin yazdığına
göre, İngiliz istihbarat örgütü, Müslümanların her yerde Enver’i İslamiyetin
lideri olarak kabul ettiklerini ve bağımsızlıklarını tamamiyle ona bağlı
gördüklerini tespit etmiştir. (Yamauchi, a.g.e., s.42. d.n.39)
Kırım’dan
yazan, Kırım Millî Hareketinin öncülerinden Cafer Seydahmet Bey de, 21 Ağustos
1920 tarihli mektubunda bu noktayı vurgular. Gerçekçi değerlendirmeler yapan
Seydahmet Bey, ne Denikin, ne de Bolşevik güçlere güvenilemeyeceğini, hepsinin
zaman kazanmak için çalıştıklarını, Türk topluluklarını parça parça muhatap
aldıklarını, aralarındaki anlaşmazlıkları kullanarak bölünmeleri çoğalttıklarını
vurgulayarak, “Bizi zayıflatan Bolşeviklere karşı, bütünümüzü savunabilecek
yegâne kuvvet sizsiniz. ” der.
“Bolşevikler
Osmanlı Türklerinin İslâm âlemindeki siyasi kudretlerinden her şeye rağmen
faydalanmak istiyorlar. Batı ile anlaşması ihtimalinin geçici de olsa
sonuçlarını anlayan Bolşevik politikası, bütün kuvveti ile bir kat daha Doğuya
sarılacak, kuvveti ihtilalde olduğundan büyük sarsıntılar çıkararak, Batı’ya
tesirine devam edecektir. Onun bu emelinin dayanağı şüphesiz Türklerdir. Bilhassa
sizsiniz. İslam dünyasından yükselecek alevler, ancak Türklerin kara gününü
aydınlatmak maksadıyla yükseltilebilinir. İslâm dünyasının, Hilafetini ve bütün
mukaddesatını ancak Türk’ün bekasında, büyüklüğünde aradığı ve bununla
titrediği artık, olanlarla sabittir. Binaenaleyh, Türk’ün kurtuluşu gayesi
ileri sürülerek İslam dünyasının ayaklandırılacağı gerçeğini şüphesiz kavramış
olan Bolşevikler, sizinle her şartta anlaşmaktan ayrılmayacaktır. Bence
Bolşevikler de, dünkü Almanlar kadar, bizim için ancak siyasi kudretlerine
dayanarak kendimizi kuvvetlendirmemize yarayacak bir vasıtadan ibarettir.”
(Yamauchi, a.g.e., s.96)
Cafer
Seydahmet Bey, bundan sonra, Paşa’nın yapacağı görüşmelerde Türk Dünyası ve
Kırım için nelere dikkat etmesi gerektiği üzerinde durur.
Enver
Paşa bir yandan da Alman-Sovyet dostluğunu geliştirmek için, bu iki devletin
etkili kimseleri arasında ilişkiler kurmaya çalışır.
O
yılın bayram namazını Moskova’daki iki camiden eve yakın olanında kılarlar.
“Halkın gösterdiği
muhabbet cidden fevkalade idi. Pek duygulandım... Bura usulüne göre camide
toplanıldıktan sonra dışarı çıkıldı. Sonra, beş yüz metre mesafeden Tekbir
getirerek içeri girildi. Namazdan sonra, artık evine çay içmeyi rice eden
edene. Nihayet eve geldik. Ziyarete Afganlılardan, Acemlerden tutun da, bir çok
halk gelmişti. Görüşüldü. Fakat, aklım fikrim hep sende olduğu için doğrusu pek
dalgın ve durgun idim. Öğleden sonra büyük bir ziyafet verildi. Bunda bütün
Afganistan, Buhara, Hive, İran, hülasa hemen bütün Şark-İslam milletleri
vekilleri vardı. Bir çok sözler söylendi. Hep ümit ettiğim şekilde, İslamın
iyiliğe doğru gitmeyi düşündüğünü görüp sevindim.” (A. İnan, a.g.e.,
s.151)
İstanbul’dan
ayrılmanın ve işin sonuna gelmenin, bütün hayatları hareket ve çetin
mücadeleler içinde geçmiş olan İttihatçıları nasıl bir boşluğa atacağını
kestirmek zor değildir. Bu yüzden, “Bizim siyasi hayatımız bitmiştir.”
diyen Talat Paşa bile, İttihatçıların fiilî liderliğini sürdürmüş ve Almanya’da
bir çok siyasi temaslarda bulunarak Millî Mücadele’yi desteklemeye çalışmıştır.
Enver
Paşa ise, zaten kararlıdır. Paşa’nın liderliğinde bütün İslam dünyasında yeni
bir dalgalanmanın olacağı fikri, Avrupa’dan Japonya’ya kadar hemen bütün
politik çevrelerde konuşulmaktadır. Hatta, Fransız diplomatik çevreleri onun
Hazar’ın doğusunda, iki yüz bin kişilik bir ordunun başında bulunduğunu, Japon
sefareti ise Bakü’de, beş yüz bin kişilik bir orduya komuta ettiğini tahmin
etmektedir. (Yamauchi, a.g.e., s.36)
Sonuçta,
batı emperyalizmine karşı İslam milletlerinin uyandırılarak harekete
geçirilmesi fikri, Müslüman aydınlar için büyük ümit ve heyecanların kaynağı,
İngilizler için korku ve endişelerin sebebi olarak, gerçek ve hayalin karıştığı
bir ülkü, politika ve mücadele stratejisi olarak her yanda konuşulmaktadır. Sovyetlerin
batılılara karşı devam eden sert mücadeleleri, hem bu tür projeleri beslemekte,
hem de ihtiyaç duymaktadır. Bu düşünceler, Osmanlı aydınları için hiç de yeni
bir şey değildir. Esasen Sultan Hamit zamanından beri, mevcut fiilî duruma
ilaveten özel bir politika olarak İslamcılık şuuru geliştirilmeye ve yine,
Hilafet kurumu ayrı bir politik güç haline getirilmeye çalışılmıştı.
Gayrimüslimlerin
Meşrutiyet zamanlarındaki hızlı çözülüşü zaten Osmanlı’yı İslamlar olarak
bırakmıştı ve bu şuur, hiçbir özel gayreti gerektirmeden siyasi ve toplumsal
olayların doğal etkisinde gittikçe kuvvetlenmişti. Trablusgarp Savaşı, bütün
İslam dünyasında heyecanlı akisler uyandırmış ve bu şuur, Enver’i
simgeleştirerek beslemişti. Birinci Dünya Savaşı sonrasında batılı devletlerin
Arap dünyasındaki tutumları ve paylaşma
kavgaları,
Arap milliyetçiliği yapan bir kısım aydınları da hızla uyandırmış ve yeniden
Arap-Türk birliğini kurma fikrine getirmişti. Bu konuda, kavmi adına olmaktan
çok kişisel çıkarları uğruna Osmanlı’ya ihanet eden Şerif Hüseyin’in oğulları
bile Mustafa Kemal Paşa’ya birlik kurmak yolunda tekliflerini götürmekte
gecikmemişlerdi. Şekip Aslan, Abdülaziz Çaviş gibi Arap aydınları ise hiç falso
vermeden bu çizgiyi o günlere kadar sürdürmüşlerdi. Hindistan’da İslam Hilafet
Komitesi başkanı Muhammed Ali, Osmanlı Hilafetinin hak ve istiklalinin
korunması için cihat fetvası yayımlatmış ve Müslümanları bu uğurda, Müslüman
ülkelere göç ederek mücadele etmeye çağırmıştı. Ve, yüz bin Hintli Müslüman
İngilizlere karşı mücadele etmek üzere İslam ülkesi olan Afganistan’a geçmişti.
Sonuç
olarak, Panislamizm olarak isimlendirilen Müslüman milletlerin emperyalistlere
karşı birleşerek ayaklanması ve bağımsızlıklarını kazanması fikri, o nesil
Osmanlı aydınları için çok doğal, hatta zorunlu bir heyecan ve ümit kaynağı
idi. Sovyetlerin giriştiği mücadele onlar için hem örnek, hem de bir destek
ümidi idi. Yurt dışına çıkan Osmanlı aydınları için Sovyetlerle işbirliği
halinde yürütülecek böyle geniş çaplı bir hareket, İngilizleri sıkıntıya
sokacak ve gönülden bağlı oldukları Anadolu millî hareketinin de işini
kolaylaştıracaktı. İngilizlere karşı duyulan öfkenin çok yaygın olduğu
kesindir.
Cemal
Paşa’ya yazdığı 25 Ağustos 1920 tarihli mektupta şöyle der: “Burada bütün
İslam delegasyonlarıyla temasa geldim. Gerek komünist olsunlar, gerek
olmasınlar, İslamlar hakkında yapılacak kurtuluş teşebbüslerine bütün
kalpleriyle katılıyorlar. Kazan müftüsünden tutun da Sultan Galiyev’e kadar.
Binaenaleyh, ahval-i ruhiyenin böyle olduğu bir zamanda İslam Dünyasına pek
faydalı hizmetler görülebileceği fikrindeyim.” (H.Cahit, Gizli
Mektuplar, s.41)
Uğrunda
mücadele edilecek bu ülkünün başarı şansına gelince, onlar için bu ikinci
derecede idi. Bu yoldaki gayretlerle İngilizlere ne kadar zarar verilirse o
kadarı kârdı. Bu bakımdan, girişilen teşebbüslerde askerî, iktisadî vesair
yapılması gerekli hesapların çok fazla üzerinde durulduğu görülmez. Esasen,
yeryüzüne dağılmış halleri de, bu tür hesaplar yapmalarına uygun değildi.
Dayanakları ise, yenilgiye rağmen Osmanlı Saltanat ve Hilafeti ve buna ek
olarak Enver Paşa’nın İslam dünyasındaki prestiji idi. İslam dünyası ve
özellikle Türk âlemi ile ilgiler kurmaya ve sağlıklı bilgiler toplamaya
çalışıyorlardı.
Onların gayreti, karıncanın hacca gitmek üzere yola çıkmasına
benzetilebilirdi... Enver Paşa’nınki ise daha da ileridir ve maksadına da
ulaşacaktır.
*
* *
Cumhuriyet
dönemine, kendi derdine düşmüş ve çok büyük ölçüde hırpalanmış bir toplum
olarak girmemiz, Avrupa’ya yaklaşmak için iç merkezli, ve yeni bir şuur
uyanışını engellemek için dış merkezli yürütülen propagandalar ve politikalar,
İslâm birliği fikrini çok soğutmuş, hatta karikatürize etmiştir. O yüzden,
tarihî gelişmelerle yakın kitabî ilişkisi olmayan aydınlarımızın, Birinci Dünya
Savaşı dönemindeki ateşli Osmanlı aydınlarını yeterince anlamaları zordur.
Belki şu kadarını görebiliriz ki, bu insanlar, İslâm dünyasının her yanında,
büyük kalabalıklar halinde olmasalar da vardı ve aynı iman ve heyecanla
dövüşüyorlardı. Ortak heyecanları İslâm dünyasının birliği ve Batı
sömürgeciliğinden kurtarılması idi. Bir takım insanlar, hayatlarını, en coşkun
çağlarında pazara sürerek savaşabiliyorlarsa, inandıkları davanın gerçekliği
yahut büyüklüğü artık tartışılamaz; çünkü bu tür ülkülerin gerçekliği ona olan
inançla ölçülür. O son büyük Osmanlı kuşağı, Mustafa Kemal’de millî
gerçekçiliği, Enver’de millî ülkücülüğünü yaşıyordu.
Dayanakları
ve bayrakları İstanbul’daki Türk Hilafeti idi. Hilafet kurumunun konumu ve
ağırlığını, dinî olduğu kadar da millî kimliğini bugün anlamakta zorluk
çekebiliriz. Ama, o günler için düşünülebilen tüm siyasi hamlelerin en güçlü
dayanağı olduğu bilinmektedir. Türkistan’dan Hindistan’a ve Fas’a kadar bütün
İslâm dünyasında Hilafet diye bir simge ve ağırlık vardır. Bu ağırlığı değerlendirebilirsiniz
veya değerlendiremezsiniz; bu ayrı bir şeydir, farklı imkân ve şartları
gerektirir. Biz şu kadarını biliyoruz ki, gerek İttifak ve gerekse İtilaf
devletlerinin savaş önünde, içinde ve sonundaki temel argüman ve sorunlarından
biri Hilafet konusu idi. İngilizlerin Ruslarla yaptığı bütün gizli-açık
anlaşmalarda, İngiltere, Boğazlar sorununun Rusların isteğine uygun
çözüleceğini söylerken, Rusya da, Hilafet’in Türklerden alınmasını anlayışla
karşılayacağını bildirmektedir. Hatta, anlaşmaların birinde Rusya, kendi
Müslümanlarını düşünerek, Hac işlerinin güvenliğinin sağlanmasını da anlaşmaya
koydurmuştur.
Osmanlı
Hakanı, Halife sıfatıyla cihat ilan ederken, Alman İmparatoru bunu heyecanla
karşılamıştır. O kadar ki, Alman belgelerini inceleyen bazı yazarlarımız,
Cihad-ı Mukaddes’in Almanların isteği üzerine ilan edildiğini düşünme
şaşkınlığına düşmüşlerdir; çünkü, Alman müttefiklerimizin konuya ne derece önem
verdiklerini bu belgelerde görmüşlerdir. Bizim serdengeçtilerimiz Cihat
Fetvasını Müslüman dünyaya ulaştırmaya çalışırken, İngiliz ve Fransızlar da
hâkim oldukları İslam topluluklarında ve Orta Doğu’da, İslam Halifesinin
‘İttihatçı gâvurları’nın elinde esir olduğunu, onu kurtarmak için harekete
geçtiklerini anlatan beyannameler dağıtıyorlardı. Şerif Hüseyin’in isyan
beyannamesi de aynı sözleri tekrarlayarak, hıyanetine temel oluşturmaya
çalışıyordu.
Niçin?
Bütün bu gayretler, bu mücadeleler, gâvur-müslüman tüm dünya devletlerinin bir
aldanışı mıydı? Hilafet bir seraptı da, bütün dünya onda bir kuvvet mi
vehmediyordu? Şüphesiz ki hayır; Hilafet, ona bağlananlar için bir güven,
düşmanları için bir korku kaynağı idi ve gerçekti.
Tekrar
söyleyelim ki, Hilafet gibi bir gücü kullanmak da güç ister; çıkmaz burada idi.
Hindistan Hilafet Komitesi, yabancılara karşı mücadele etmek için Müslüman bir
ülkeye göç etmek gerektiği yolunda fetva yayımladığında, Afganistan’a yüz binin
üzerinde insan göç etti; bunları Hindistan durduramadı. Ama, gidenler,
gerekenler yapılıp, arkası da devam edecek olan bir güç haline getirilemedi;
bir ülkücülük ışığı olarak parlayıp söndüler. Türkistan ve Afrika’da Halife’nin
saygınlığının destansı örnekleri yaşanmıştır; ama, bu destanları bir askerî güç
haline getirebilmek ayrı bir şeydir.
Sonuç
olarak, o günlerde Hilafet diye bir kurum ve onun İslam dünyasında sayılır bir
gücü vardır; ama, çökmekte olan devletimiz bu gücü kullanamamıştır. Şunu da
ifade edelim ki, Hilafet kurumu, çöktüğü için değil, Anadolu, artık bu tarihî
büyüklük ve sorumluluğu taşıyamayacak ölçüde zayıf düştüğü için kaldırılmıştır.
Hilafet, geniş bakış açıları, büyük iddialar ve büyük hamleler gerektirir.
Dünyanın etlisine de sütlüsüne de karışmayacağız, deseniz de, olayların
merkezinde olursunuz; bu da, güç ister. Anadolu ise, her anlamda tükeniştedir;
henüz demokrasi ile diktatörlüğün ayırd edilemediği, siyasi mücadelelerin
aşiret kavgaları düzeyinde seyrettiği, her tür çıkar ve düşmanlıkların siyasi
bayraklar altında sergilendiği bir toplumsal ortamda, yoksulluk ve cehalet kol
gezerken, Hilafet’in, kavgadan ve fitneden başka bir
siyasi
üstünlük getiremeyeceği rahatlıkla düşünülebilir. İngilizler belki de,
Hilafetin o gününden çok, geleceğinden korkuyorlardı.
İngilizler
ve onun ileri karakolu konumundaki Yunan ordularıyla fiilî savaş halinde olan
Mustafa Kemal ise, bugünkü bakışımızla daha gerçekçi bir tutum izlemektedir. “Türk-Arap
Federasyonu kuralım” teklifini getiren Faysal’a, “Şimdi herkes kendi
milletinin kurtuluşu için tek başına mücadelesini versin. Kurtuluştan sonra bir
konfederasyon kurmayı düşünelim.” diye cevap verir. Moskova’da bulunan
Enver Paşa’ya yazdığı mektuplarda da, “Aman Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm
görüntüsü vermeden çalışmalarını yürüt.” diye ikazda bulunur.
Enver
Paşa bir yandan da Sovyetlerin Anadolu’ya yardımları için görüşmelerini
sürdürür. “Karahan ve Çiçerin ile uzun uzadıya görüştüm. Yukarıda da
yazdığım gibi bize silah ve para vermeyi esasen kabul etmişlerdir.” Ancak,
Almanya’dan silah alabilmek için Enver Paşa’nın aracılığı ve yardımını
istemektedirler. Sovyet liderleri, o zaman daha çok yardım edebileceklerini
söylerler. Paşa bir yandan da Mısır için para ve silah temin etmeye
çalışmaktadır. (Yamauchi, a.g.e.,167-8 )
Enver
Paşa Omsk’taki Hacı Sami’ye yazdığı mektupta, Anadolu’daki beş uçağın
uçurulabilmesi, Eskişehir’deki imalathaneden yararlanılabilmesi, top ve tüfek,
fişek, kama imalatında gerekli malzeme ve usta temini için Almanya’da Fischer
ve Kühlman’la görüşmesini ister. (Yamauchi, a.g.e., s. 94-5) Daha
sonraki mektuplardan anlaşıldığına göre, çeşitli teşebbüslerde bulunulduğu
halde Almanya’dan Anadolu’ya beklenen malzeme ve usta yardımı yapılamamıştır.
Resmî hükûmet bir şey yapmaya cesaret edememiş, Enver Paşa’nın özellikle asker
dostları da bunu gerçekleştirememişlerdir. (Yamauchi, a.g.e., s.102-3)
47
Mustafa Çalık’ın Türkiye Günlüğü’nün 94.
sayısındaki “Meşrutiyet Mektubu” başlıklı değerlendirmesi okunmaya değer. Çalık
ayrıca, Enver Paşa’nın Doğudaki birlikler nezdinde, İstanbul’da ve Eşref
Kuşçubaşı’nın çiftliğinde silah depo ettirdiğini söyler ve kaynaklarını da
belirterek şu rakamları verir: 1920 Nisanından sonra İstanbul’dan 56.000 süngü,
1.500 piyade tüfeği, 320
48
makineli tüfek, 1 batarya top, 3.000 sandık
cephane, 10.000 üniforma, 100.000 nal, 15.000 matara, 1000 civarında çeşitli
malzeme. Ayrıca Gelibolu’daki cephaneliği basan M.M. Grubu (Teşkilat-ı
Mahsusa’nın devamı olan örgüt) Ankara’ya, 33 makineli tüfek, 8.500 piyade
tüfeği ve 500.000 üzerinde mermi kaçırmıştır. Sadece bu rakamlar bile, Millî
Mücadele için büyük değer ifade etmektedir.
49
Enver
Paşa, çok konuşkan bir adam olmadığı ve askerî hesaplarında fevkalade ketum
durduğu için, onun karar ve eylemlerini yorumlamak da kolay olmamaktadır.
Kendisini gazeteci olarak izlemiş olan Ahmet Emin Yalman da, “Enver Paşa
beyanatta bulunmaktan kaçınır bir adamdı.” der (Yalman, s.220) A. Fuat
Paşa’nın Moskova’daki bu görüşmesi olmasaydı, Savaşın sonuna doğru Kafkasya ve
İran üzerine yapılan hareketleri, Afganistan, Turan yahut Hindistan hayallerine
bağlayan yorumlar karşısında farklı şeyler söylemek zor olabilirdi. Nitekim
Ahmet İzzet Paşa gibi vatanperver bir büyük komutan bile, Başbakanlığa
geldiğinde, bir ateşkes arayışına girmenin zorunluluğunu açıklarken, buralara
gönderilen birlikleri, Enver Paşa’nın “İslam Orduları kurup dünyayı istila
etmek hülyaları”yla bağlı görmüştü. (Selek, s.33)
50
Paşa hiçbir mektubunda bu akıl almaz maceranın
ayrıntılarından söz etmez. Masayuki Yamauchi ve Ş. S. Aydemir olayları farklı
anlatırlar. Aydemir mektuplara dayanarak özetlediğini söyler ve üç kazayı
anlatır; ancak, hangi mektupları kaynak aldığını belirtmez. Masayuki Yamauchi
beş kazayı tarih vererek anlatır; ama, anlatımında bazı boşluklar vardır. Biz
bu iki anlatımı ve Naciye Sultan’ın yazdıklarını bütünleştirmeye çalıştık.
Bakü
Şark Milletleri Kurultayı
B |
U ARADA Bolşevikler Bakü’de “Şark
Milletleri Kurultayı” toplama hazırlıklarına girerler. Enver Paşa bu toplantıya
Fas, Tunus, Cezayir ve Trablus temsilcisi olarak katılmaya karar verir. 1 Eylül
1920’de Kurultay açılır; dünyanın bir çok yerinden, bu arada Türkiye’den de
delegeler gelmişlerdir. Kurultay’da Enver Paşa’nın nutkunu bir Türk delege
okur. Türkiye’li komünistler bağırıp çağırarak
nutku protesto ederler.
Türkistan’dan
gelenler ayakta alkışlarlar.
Sonraki
gelişmeler de göstermiştir ki, bu Kurultay, Şark milletlerini özellikle
Müslümanları oyalamak, işbirliğine yatkınlaştırmak için, onlara ümitler vermek
üzere düzenlenmiş bir toplantı idi.
Bu
kongrede, Turan hayalleri çökmüş, yeni bir fikir idealizmi içinde bulunan
Şevket Süreyya Bey, bir efsane olan Enver Paşa’nın, kurultaya sıradan insanlar
gibi girip oturmasından hüzünle bahseder:
“Enver
Paşa’nın bir gün, kurultay salonunun bir locasında görünüşü, Doğulu delegeler
arasında bir kaynaşmaya sebep oldu. Paşa’nın şöhreti Müslüman Doğu’da bir
masal, bir efsane halindeydi. Halkın muhayyilesinde onun ‘insanüstü’ bir
hüviyeti vardı. Bu halkın inanışına göre o, yeryüzü insanlarından biri değildi.
Onun göründüğü her yerde, göklerin açılması, yerlerin yarılması, hülasa büyük
ve görkemli bir şeyler olması lazım gelirdi. O daima her şeyin üstünde ve
herkesin üstünde olmalıydı.” (Ş. S. Aydemir, Suyu Arayan Adam, Ankara
1959, s. 208)
Ş.
S. Aydemir, Rusların, Enver Paşanın karizmasını yıkmak için onu Bakü kongresine
davet etmiş olabileceklerini yazar. Türkiyeli komünistlerin patırtısını da,
kurulan düzenin bir parçası olduğunu söyler. (Halil İbrahim Göktürk, Bilinmeyen
Yönleriyle Ş. Süreyya Aydemir, İst-1977, shf. 76)
Paşa
konuşma metninde kongreyi, dünya emperyalizmine karşı savaşan şarkın ihtilalci
âlemi vekilleri olarak selamlar. Üçüncü Enternasyonal’in, “milletlerin hukuk
ve hürriyetlerini tanımayı programına yazdığını” vurgular. Bu nokta, bütün
Türk dünyası aydınlarının yoğunlaştığı ümit idi;
milletlerin
hak ve hürriyetlerinin tanınması. Temel sorun bu idi; sonrası şu veya bu
şekilde çözümlenebilecekti. Bolşevikler iktidarı aldıklarında, “Rusya
halklarının hakları” adıyla yayımladıkları bildiride, Rusya halklarının
tümüne eşitlik, egemenlik ve kendi kaderini kendisi belirleme hakkı
tanıdıklarını açıklamışlardı. Türk topluluklarından hiç birisinin kendi başına
ve muazzam Rus gücüne karşı bağımsızlığını kazanma ümidi yoktu. Bir araya
gelmek ise sadece kongreler toplayıp temennilerde bulunmakla olmuyordu. Ayrıca,
Batı Emperyalizmine karşı duyulan öfke ve mücadele etme kararlılığında kimsenin
tereddüdü yoktu. Ne var ki, Bolşevikler, uygulama zamanı geldiğinde
açıkladıkları ilkeleri kendilerine göre yorumlamışlardı; yani, kendi geleceğini
kendisinin belirlemesi hakkını, ancak proletarya kullanabilirdi; onun adına da
Komünist Parti yani Moskova’daki merkez karar verebilirdi!...
Gerek yurt dışına çıkan Osmanlı
aydınları gerekse Türkistan Türk aydınları için başka bir yol görünmüyordu.
Beklemedikleri bir anda doğan bu imkânla gidebildikleri kadar gideceklerdi.
Rusya içinde millî özerkliklerine kavuşmak onlar için önemli bir hedefti.
Nitekim buna da kavuşmuşlardır. Ama, Sovyet görüntüsü içinde Rus
emperyalizminin çarklarının dönmeye başlaması da gecikmemiştir.50
Paşa,
bu uzun tebliğinde ve Türkistan’a gidinceye kadarki çeşitli bildirilerinde,
Marksist literatürden kelimeler kullanır; Sultan Galiyev, Rıskulov ve F.
Hudayev gibi Türk kökenli ve bağımsızlığı bu hareket içinde gören
komünistlerden etkilendiği söylenmiştir. Batı emperyalizmine karşı sözü
geçenlerle duygu ortaklığı kurduğu kesin ise de onun İslamcı-Türkçü havası hep
açık ve baskındır. Paşa’nın konuşmasının Rusça’ya çevirisinde, “Allah’ın
hâkimiyeti”, “İslam savaşçıları” gibi tabirler çıkartılmış ve Enver Paşa’nın
karalamış olduğu güncel bazı sloganlar yerleştirilmiştir. Batılı gözlemciler
ise, bu döneminde Paşa’nın Hilafet ve Saltanata bağlılığının ve Anadolu’daki
milliyetçi harekete olan taraftarlığının, hepsinin üstünde olduğunu söylerler.
(Yamauchi, a.g.e., s.38 vd.)
Paşa’nın
konuşma metnindeki bazı noktalara işaret etmeliyiz: Diyor ki, bizi doğrudan
doğruya boğazlamak ve mahvetmek isteyen Rusya ve İngiltere emperyalizmine
karşı, “Yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlardan yana harp
ettik... Alman emperyalizmi de bizden kendi matlubuna göre yararlanmak istemiş
olabilir. Fakat biz istiklalimizi
korumadan
başka bir hedef gütmedik. ” (Yamauchi, a.g.e., s.283,
Enver Paşa’nın nutku) “Biz Çanakkale’yi kapatmakla dünyayı yutmaya niyetli
Çarlığın önemli çöküş sebeplerinden biri olduk. ”
Paşa,
milletler meselesinde demokratik olmayı öğütlemektedir: “Arkadaşlar biz
halkın arzusunu dinlediğimize göre, onu da kararını vermekte serbest bırakmak
taraftarıyız. Biz, bizi isteyenle birlikte yaşar, birlikte ölürüz. İstemeyen
halkın da kendi işini kendisinin düzmesi taraftarıyız. İşte bizim milletler
hakkındakı nokta-i nazarımız bu.” Paşa’nın aynı zamanda Orta Asya Türk
dünyasını düşünerek bunları söylediği açık...
Şöyle
devam ediyor: Buraya gelmekten maksadım, arkadaşlarımla karar verdiğim veçhile,
“Türkiye ve bütün Şark İslâm âleminin düşman-ı canı olan Avrupa
emperyalizmine, hassaten İngilizlere karşı, onların mahvına kadar devam edecek
mücadelemizde, Sovyet ve komünist âlemiyle tevhid-i mesai etmektir.”
İngilizler bazı İslam milletlerine istiklal vererek onları yanına çekmeye
çalışıyor; Sovyetler de Orta Asya Müslümanları için aynı siyaseti uygularsa, “müşterek
çalışmamızda başarılı oluruz.” Azerbaycan ve Dağıstan gibi ülkelerin
bağımsızlıkları verilmeden, İngiltere aleyhinde çalışmak zor olur. Bu ülkelerin
halkları serbest bırakılmalı, eğer katılacaklarsa -Sovyetlere- kendi rıza ve
kararları ile katılmalıdırlar. Üçüncü Enternasyonal’in halklara tanıdığı hak ve
özgürlükler fiilen de tanınmalıdır. Komünizm süngü ile bu ülkelere sokulmamalı,
“bu memleketlerde halkın ekseriyetine dayanan demokrat teşkilatlarla
işbirliği edilmelidir... Biz, Müslüman âleminde ancak Müslüman olarak
çalışıldığında onların düşmanlarımız aleyhinde sevkolunacakları fikrinde ve
terakkiye doğru ilerleyebilecekleri kanaatinde olduğumuzdan bu suretle çalışmamızın,
başka surette telakki edilmemesi” gerekir. (Yamauchi, a.g.e., s.286,
Eylül-Ekim 1920 tarihli notlar)
Paşa’ya
göre Avrupa emperyalizmi Şark ve İslam âlemini sadece maddeten sömürmek ve
işgal etmekle yetinmiyor, “bir yandan da ahlakını bozarak, onlarda benlik
hissi bırakmayarak, onları hayvan menzilesine indirmeyi” hedefliyor.
Fransızlar Cezayir’de, camilerin yanında meyhaneler açarak halkı sefahata
yönlendiriyor, karşı duranların da duyarlıklarını köreltiyor, lakaydiye sevk
ediyor. Bir yandan da topladıkları çocukları Fransa’ya götürüp eğitiyorlar...
Halkın direncini ve dayanaklarını kırmak için her yolu deniyorlar. Yerli
işbirlikçiler kullanıyorlar; bunun için her türlü yola
ve
hileye başvuruyorlar. İşte İngilizlerin Afganistan’da, Mısır’da, Arabistan’da
çevirdiği dolaplar...
Paşa’nın
Alman emperyalizmi konusundaki ifadeleri yeni değildir ve o dönem Osmanlı
aydınlarının aslında her şeyi pekâlâ bildiklerini, gördüklerini ama
zorunluluklar içinde ayakta kalmak için politikalar üretmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Paşa diyor ki, İngilizler Almanya’nın kuvvetlendiğini görünce, Osmanlı’yı
onunla bölüşme projesini öne sürdü. Ama, Almanya Orta Doğu bölgesini bütünüyle
kendi nüfuzu altında tutmayı planladığı için anlaşamadılar. O zaman İngiltere,
Osmanlı’yı parçalama konusunda Ruslarla tam anlaşmaya vardı.
Eğer
Enver Paşa’nın, Balkanlardan ve Trablusgarp’tan yazdığı mektuplarda da aynı
yorumlar olmasaydı, Paşa’nın bu fikre sonradan geldiği düşünülebilirdi.
Paşa’ya
göre, Avrupa kapitalistleri kendi halklarını da ezdi, savaşlarda yok etti.
Şimdi onlar da uyanıyorlar. Zaman mazlumların lehine çalışıyor.
Enver
Paşa’nın kongreye katılmasından sadece Türkiyeli değil, gayrimüslim komünistler
de çok rahatsız olur ve protestolara katılırlar; aralarında Ermeniler de vardır.
Enver Paşa otele döndüğünde, salonda Sovyet istihbarat örgütünden olan Reissich
isimli biri tarafından kendisine ateş edilir; ancak kurşun ona isabet etmez.
Suikastçi tutuklanır; ama yargılanmaz. Daha sonra aynı adam, Türkistan
İstihbarat Servisi Çeka’nın Politik Büro başkanı olarak Taşkent’e atanacaktır.
(Baymirza Hayit, Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi, İstanbul 2006,
s.260)
Olayın duyulması
üzerine Kafkas Türkleri, “Enver Paşa’nın kılına zarar gelirse bu binayı
havaya uçururuz.” diye silahlı, bombalı gösterilere girerler. (Doç. Dr.
Timur Kocaoğlu, “Türkistan’da Türk Subayları”, (Raci Çakıröz’ün Hatıraları) Türk
Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 9, Eylül 1987, s. 47 )
Moskova
ise, Paşa’nın gördüğü itibardan ve her gün bir çok Türkistanlı aydın ile görüşmesinden
tedirgin olmaya başlar ve uygun bir biçimde Moskova’ya dönmesi telkininde
bulunur. Kongrenin yapılacağı binanın çevresinde çok miktarda halk, Enver
Paşayı görebilmek için toplanmıştır. “Rus ordusunda çalışıp da kongreye
gelen komünist Türk subayları bu vaziyeti görüp, Enver Paşayı vurmak
istedilerse de, Zinayov buna müsaade etmedi; ama Türk milletinde Enver Paşaya
karşı duyulan muhabbeti görmek
de
hoşuna gitmedi. Onu ortadan kaldırmanın çarelerini arıyorlardı. Bunu hisseden
Enver Paşa derhal oradan savuştu.” (Fahrettin Erdoğan, a.g.e.,
s. 212)
Bakü’deyken
Anadolu’nun temsilcisi olarak Moskova’da bulunan Bekir Sami Bey’den mektup
alır. Bekir Sami Bey, Çiçerin’le yaptığı görüşmede, Çiçerin’in Misak-ı Millî
hudutlarını kabul etmediğini, Van ve Muş çevresinin Ermenilere istemekte ısrar
ettiğini; buna rağmen bir kısım askerî yardımın verileceğini bildiriyor.
(Yamauchi, a.g.e, s.99 )
Paşa
birkaç gün sonra Moskova’ya döner. Sovyet liderlerine, Azerbaycan
Müslümanlarından oluşturulacak birliklerle Anadolu’ya destek sağlanmasını
teklif eder. Moskova bu öneriyi kabul etmez ve Kızılordu birlikleriyle bu
yardımın yapılabileceğini söyler. Bunu da Enver Paşa kabul etmez. Görüştüğü
Bolşevik liderlere şunu söyler:
“Anadolu
Türklerinin haber aldığımız şekilde geri çekilmelerinin devamı veya Ankara’nın
düşmesi karşısında benim seyirci kalmam imkânsızdır. Mutlaka toplayabildiğim
kadar gönüllü toplayarak bunları Kafkasya taraflarından Anadolu’ya geçirip,
Yunanlılarla savaşmak zorundayım.” (Cihangir, a.g.e., s. 89)
Moskova’dayken
amcası Halil Paşa’dan aldığı mektup, bu insanları tanımamız açısından ilgi
çekicidir. Parasızlıktan ve maaş alınamadığından yakınan Halil Paşa şunları
yazıyor:
“Hatta
bazı yerlerde beş altı aydır para yüzü görmeyenlerimiz var. Memleketimizin ve
varlığımızın kurtulması için bu hali severek karşılıyoruz. Ve bu mahrumiyetler
daha ziyade çalışmamızı teşvik ediyor. Ümidimiz pek büyüktür ve sarsılmaz
derecede de kuvvetlidir. İngilizleri biz mağlup edeceğiz. Bilhassa ben, en
büyük kuvveti ve metaneti sizden almış ve kazanmış olduğum için bu kanaati
hiçbir zaman bırakmadım.” (Yamauchi, a.g.e, s. 101)
Ekim
1920 başında Berlin’e geçen Enver Paşa, burada hayatının belki de en mutlu
günlerini yaşar; eşi Naciye Sultan ve kızı gelmiştir. İstanbul’dan İtalyan Kont
Kaprini’nin yardımları ile gizlice çıkabilmişlerdir. İşgal kuvvetleri arasında
en dürüst ve terbiyeli olarak hareket eden İtalyanlar’ın komutanı olan bu zat,
Enver Paşa’yı Avrupa’dan tanıyormuş; ahbaplıkları varmış. Mimar Denari’yi,
gerekli belgeleri hazırlatarak Paşa’nın ailesini İtalya’ya götürmekle
görevlendirmiş. Naciye Sultan, dadı kılığına girmiş. Vapurla Brindizi’ye
gelmişler. Buradan, Roma üstünden Berlin’e geçmişler. Enver Paşa, ailesiyle
İsviçre ve İtalya’ya giderek, güzel bir tatil geçirir. 23 Ekim’de Roma’dan
Budapeşte’ye ve buradan Berlin’e geçerler.
25
Ekim 1920 tarihli mektubunda, İngilizlere karşı çalışmakta Bolşeviklerle
mutabık kaldıklarını, “Ayrıca Türkiye için para ve malzeme temin”
ettiklerini yazar. “Kendileri ilk yardım olmak üzere bir milyon altın ve bir
milyon lira kâğıt para verdiler. Ve imkân dairesinde de silahların ilk kafilesi
on bin tüfek, ikişer bin cebhane ile memlekete varmıştır. ” (a. İnan, a.g.e., s.112. Kardeşim efendim, diye başlayan
bu mektup yanlışlıkla 1921 tarihli ve Kâmil’e yazılmış gibi gösterilmiştir.)
Dönüşte,
İngiliz emperyalizmine karşı savaşmak üzere İslam İhtilal Cemiyetleri
Birliği’nin çalışmalarını tamamlar. Bunun için Talat ve Enver Paşalar,
Cezayir’den Fevzi Bey, Trablusgarp’tan Halit Gargani, Tunus’tan Şerif Şeyh
Salih, Şeyh Cafer Hasan, Dr. Rıfat Mansur, Mısır’dan Abdülaziz Çaviş,
Abdülhamit Bey, Said Bey, Dr. Ahmet Fuat Bey, İbrahim Ratip Bey, Yusuf Bey,
Mustafa Bey, Suriye’den Emir Şekip Aslan Bey, Irak’tan Şerif Hüseyin’in oğlu
Faysal Bey, Mehmet Başhampa, Hindistan’dan M. Bereketullah Efendi ve Hindistan
Hilafet Komitesi başkanı Muhammet Ali gibi İslamcı aydınlarla ilişki halinde
idiler. Kurulacak birliğin, İslam ülkelerindeki İslamcı ve anti-emperyalist
güçleri bir araya toplayacağını ummaktadırlar.
Bu
arada, Sovyetlerin Almanya’dan silah almaları için Enver Paşa’nın yapmaya
çalıştığı aracılık başarılı olamamış, Moskova da Anadolu’ya, bu şartla
vadettiği yardımı vermemiştir. Sadece, Dışişleri Müsteşarı Karahan, Enver
Paşa’ya kişisel ihtiyaçları için bir miktar para göndermiştir.
50 Sovyet
düzeni kurulup, egemenlik sağlandıktan sonra, az veya çok millî duyarlık ve
temayülleri olan bütün Türk aydınları, Sovyetlerin her yanında, ya idam
edilerek ya da sürgüne mahkûm edilerek yok edilmiştir. İhtilalin en önünde
olanlar bile bundan kurtulamamışlardır. Onların, Marksizmin, yeni Rus
yayılmacılığının bir vasıtası haline geldiğini anlamaları hayatları bahasına
olmuştur. 1970’lerde, Rusya’nın aynı ideolojik silahla Türkiye’yi düşürme
mücadelesini, Türk okumuşlarının nicesi anlayamamışken, seksen yıl öncesinin,
bağımsızlık ümidiyle dolu Türk aydınlarının aldanışını yargılamak elbetteki
mümkün değildir.
İslam
İhtilal Cemiyetleri Birliği
G |
EREKLİ temaslar ve hazırlıklar
yapıldıktan sonra İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı kurulur. Enver Paşa
İttihatçılardan bir kısmını Hindistan, Afganistan ve Türkistan’a gönderir.
İlk
kongresi toplanıncaya kadar teşkilatın tüzüğü yerine geçecek olan Protokol’e
göre, Cemiyetin merkezi Moskova’da olacaktır. “Cemiyetimiz şimdiki halde
Ruslarla çalışmaktadır ve kendileriyle gayet iyi münasebâtta bulunmaktayız.
Merkez-i Umumînin Moskova’da olması ve bize karşı gösterilen hüsn-i kabul de
bunu müeyyeddir. Fakat biz komünist değiliz. Hilafet ve saltanat dairesinde
sosyalizm esaslarına tevfikan ve halk hâkimiyetinin esasını ittihaz ve kabul
eder bir siyaset takip ediyoruz.” (Yamauchi, a.g.e, s.135-7) Yine
kongre toplanıncaya kadar Enver Paşa, genel temsilci ve başkomutan olarak kabul
edilmiştir. Enver Paşa teşkilatlar arasındaki ilişkiyi kuracak, gerekli
denetimleri yapacak, askerî hareket başladığı zaman da başkomutanlık görevini
yürütecektir. Birliğin sekreteryasını Ziya Bey yürütecektir. Reis: Enver Paşa,
veznedar: İbrahim Tali Bey, Merkez-i umumî üyeleri: Halil Paşa, Sami Bey, Azmi
Bey ve Seyfi Bey. Ayrıca her İslam ülkesinden bir üye vardır: Mısır: Dr. Fuat
Bey, Suriye: Emir Şekip Aslan Bey, Kuzey Afrika: Mehmet Yasin Hempa, Hindistan:
Bereketullah Efendi ve Cemal Paşa.
Moskova’da
bu teşkilat adına Enver’den başka söz söylemeye yetkili kimse yoktur. Cemiyetin
çeşitli şehirlerde delegeleri vardır; Bakü’de Baha Şakir Bey, Berlin’de Talat
Paşa, Arabistan, Mısır ve Hindistan gibi yerlerde Genel Meclis delege
seçecektir. Delegeler yanında yeterli miktarda danışmanlar olacaktır. Mısır,
Suriye, Kuzey Afrika, Hindistan ve Doğu Türkistan’a temsilciler seçilerek
gönderilir. Küçük Talat ve Nail Bey de Türkiye’ye görevlendirilirler.
Ankara’daki Millet Meclisi’nde Cemiyeti
temsil
eden bir partinin bulunması gerektiğini savununlar da vardır. (Yamauchi, a.g.e.,
s. 165-6)
Enver
Paşa, bu teşkilatlanmalar vesilesiyle yazdığı çeşitli mektuplarında, kişilere
bağlı kalınmadan kurumlaşmak gerektiğini, kendileri olmasa da teşkilatın işlev
ve görevlerini yapabilecek bir yapıya kavuşturulmasını istemektedir. Ancak
Talat Paşa ile boyutları hakkında yeterince fikir sahibi olamadığımız bir fikir
ayrılığı vardır. Yukarıda sözü edilen mektubunda, Talat Paşa ve bir iki
arkadaşının “cemiyete hâkim olmak arzusundan feragat edemediğinden,”
buna göre tedbirli olmak ve bir zümrenin hâkimiyetine fırsat vermemek
gerektiğini yazar. Ankara Meclisinde de Talat Paşa’ya mütemayil grubun hâkim
olduğunu, buna karşı koyacak grubun hazırlanması gerektiğini bildirir. Görülen
odur ki, Enver Paşa ve arkadaşları Ankara’daki gelişmeleri doğru
değerlendirememekte, her şeyin eski hal üzre devam edeceğini sanmaktadırlar.
Hepsi
inanmış, heyecanlı, milletlerinin ve İslâm dünyasının kurtuluşu için hemen
atılmaya hazır insanlardır. Ancak konumları, fazla soğukkanlı düşünmelerine
uygun değildir; ellerinde ne varsa, ona hayatlarını katıp bir an önce kurtuluş
mücadelesine girmek isterler. Muhammed Bereketullah Efendi bunlardan biridir.
“Hindistan
istiklalinin gerçekleşmesi için şu andaki durum bizim lehimizedir. Birbirlerine
karşı olanlar, İngilizlere karşı ortak bir cephe sergilemektedirler. Memleketin
her tarafında büyük bir buhran ve devamlı heyecan bulunmaktadır... Hilafet
meselesine gelince, Hindistan’da temel siyasetin mihverini teşkil ediyor. Söz zamanı
geçti. İş zamanı geldi. Şimdilik ihtiyacımız düzen ve bir faal merkezin
kurulmasıdır. Yüce şahsınız Moskova’da, Talat Paşa hazretleri Berlin’de
bulundukça elbetteki emellerimizi el birliğiyle kuvveden fiile çıkarmak,
görüşlerimizi birleştirmek ve işlerimizi düzenlemek mümkün olacaktır.”
(Yamauchi, a.g.e.,s. 123)
Aynı
günlerde, Hindistan Hilafet Komitesi başkanı Mevlana Muhammet Ali, “Hukuk-ı
Osmaniye kâmilen mahfuz kalıncaya kadar Hint Müslümanları mücahade ve
mücadeleye devam mecburiyetinde olduğundan”, bunu sağlamak üzere bağımsız
başka İslam ülkelerine göç etmelerine dair bir fetva yayımlar. (Yamauchi, a.g.e,
s. 109)
Mustafa
Kemal Paşa başlangıçta İslam dünyasına dönük bütün bu teşebbüslere sıcak bakar;
ancak denetimde tutmayı ister. 1 Ekim 1920 tarihli, Cemal Paşa’ya yazdığı
mektupta şöyle der:
“Büyük düşmanımız
İngilizleri Afganistan, Türkistan ve Hindistan üzerinden vurmak
üzere giriştiğiniz
büyük teşebbüsü yürekten destekliyorum. Ancak, aslolan Anadolu’nun kurtulması
olduğu ve subaylarımız da ancak bize yeteceği için bu açıdan size yardımcı
olamam. Ancak dikkat nazarında önemle ve titizlikle tutulması gereken nokta
şudur: ‘Garp emperyalizminden tahlis-i gariban için çalışırken, başka bir
mahiyette ve ma’kûs istikamette diğer bir beliyyeye teslim-i inan etmemektir.”
Rusya’dan
gelecek bu beliyyeyi o günlerden ve kesinlikle görüp hareketini ayarlayan
Mustafa Kemal, dışardaki İttihatçıları da uyarmaktadır. Diyor ki, Sovyetler
İslam dünyasındaki anti-emperyalist hareketlenmelerden yararlanmak isteyeceklerdir.
İhtilalci İslam Cemiyetleri Birliği’nin bu hareketlerinin Türkiye’nin nüfuzu
altında olduğunun, ihdas ve idarede Türkiye’nin etkili olduğunun fikren ve
fiilen gösterilmesi gerekir. Bunlar kendi başlarına gelişip Rus kontrolüne
girmemeli; Ankara ile sıkı temasta olun.
Avrupalı
devletler Rusya’daki ihtilalden fena halde ürkmüşlerdir. Kendi toplumlarında
uzun süredir devam eden Marksist propaganda ve eylemlerin nereye varabileceği
konusunda şiddetle endişelidirler. Rus ihtilalinin Anadolu üzerinden Avrupa’ya
yayılması temel endişeleridir. (Yamauchi, a.g.e, s. 125) İttihatçılar
bunu bildikleri gibi Mustafa Kemal Paşa da bilmektedir ve Millî Mücadele’nin
sonuna kadar, fazla açıktan ifade etmese de, Türkiye’nin bu konumunu batılı
devletlere karşı ciddi bir ağırlık olarak kullanacaktır.
Birliğin
teşkilatlanma şemasına göre Anadolu, Kâşgar ve Afganistan merkezleri özerktir.
(Yamauchi, a.g.e., s.314 protokol-1, 15 Ekim 1920) “Memalik-i
Osmaniye tamamiyle hür ve müstakil bir merkezdir. ” Diğer İslam ülkelerinde
başlatılacak ihtilal hareketleri Devlet-i Aliyye’nin genel siyasetine bağlı
olacaktır. “Cemiyet, merkez-i İslâmiye ve Garbiyede istihdam edeceği
delegeleri Anadolu Hükûmeti’ne bildirmeye mecbur olduğu gibi, bunlar içinde
şahsen Anadolu Hükûmetince şayan-ı itimat görülmeyenler değiştirilir. ”
(Yamauchi, a.g.e., s.316, 20 Ekim 1920, 3.nu.lı protokol) Anadolu Özerk
Merkezinin temsilcisi Mustafa Kemal Paşa, Afganistan Özerk Merkezi’nin
temsilcisi Cemal Paşa, Kâşgar Özerk Merkezi’nin temsilcileri ise Halil ve Sami
Beylerdir. (Yamauchi, a.g.e, s.113)
Tüzükle
ilgili açıklamalar içeren 1921 tarihli belgede, Cemiyet emperyalizme karşı
manen ve maddeten mücadele etmek için her tarafta merkezler kurabilir,
denilmektedir. Ancak, işin özelliği dikkate alınarak gizliliğe dikkat
edilmelidir. Türkiye’de, resmen ve kanunen takip edilebilecek, fukarayı koruyan
bir programı olmalı ve siyasi parti halinde
çalışmalıdır.
Henüz bu düzeyde olmayan memleketlerde, yönetimde etkili kişilerle
çalışılmalıdır. Emperyalizmin boyunduruğundaki İslam ülkelerinde, bağımsızlık
için çalışan teşkilatlarla işbirliği yapılabilir. Mısır’da Hizbü’l- Vatanî ve
Cava’da Şeriatü’l-İslam Cemiyeti ile yeni bir teşkilat kurmadan doğrudan birlik
yapılabilir.
Merkez,
düzenli askerî birlikler ve gerilla mücadeleleri için de talimatlar
hazırlamıştır. Bütün bu çalışmalardan anlaşılmaktadır ki, Enver Paşa ve
arkadaşları Anadolu’daki hareketin geleceği hakkında, kendileri açısından da
çok iyimserdirler. Daha şimdiden partileşmeyi düşünebilmektedirler.
Burada
dikkati çeken nokta, bütün İslâm ülkelerinin kurtuluşunun, o ülkelerin kendi
güçleriyle başarılması gerektiğine dikkat çekilmesidir. Birlik, bir şuurun
uyanmasına ve gerektiğinde yardımlaşmaya öncülük edecektir; kendisi bir
kurtuluş vadetmemektedir.
“Esir
İslâm âlemi için biricik kurtuluş yolu, bu âlemi teşkil eden her milletin kendi
gücü ile, kuvveti ile, üzerine çökmüş olan yabancı tahakkümünü atmaya
yürümesidir. Eğer küçüğünden büyüğüne kadar bu yolda kurtuluş mücadelesine
girmeye azmetmez ve zaman kaybetmeksizin buna hazırlanmazsak, kıyamete kadar
esaret zinciri altında inleriz... Şu halde, bize kalan yegâne yol, esir
kardeşlerimizi de kurtarmaya savaşarak hep birlikte hakkımızı, hürriyetimizi
geri almak ve korumak için ölümü göze alarak el birliği ile çalışmaktır.” (Liva-yı
İslam Gazetesi’ndeki 1 Eylül 1921 tarihli, Elif müstearıyla Enver Paşa
tarafından yazılmış olan, “Biricik Yol” isimli yazı; Bekirağa Bölüğünden
Türkistana, Bartınlı Muhiddin Bey, Haz. Yusuf Gedikli, Ufuk Ötesi
yayınları, İstanbul 2004, s. 83, 84)
Yabancı
ülkelerde Cemiyet çalışmalarını yönlendirmek üzere hazırladığı kılavuzdaki
eğitim notları ilgi çekicidir: “Bu münasebetle talebenin (yurt dışında
öğrenim yapan) memleketimizin âdâp ve ahlakına riayetkar kalacak surette
asabiyet-i diniye ve milliyeleri daima ikaz edilerek, bulunulan muhitin
tahripkâr tesirlerinden korumalı ve bu hususta bütün cemiyet üyeleri bu
gençlere cidden örnek olacak kişilerden seçilmelidir. Bu suretle mukaddes bir
benlikle yetişecek gençlik, memleketlerinin ve İslâmın kurtuluşunda ancak işe
yarar. ” Aksi halde bu gençler kendi memleketlerine yabancılaşırlar ve
ülkelerine ne faydaları, ne de halk üzerinde etkileri olur. Bunlar hainliğe
kadar giderler. “Binaenaleyh, hele yaşı henüz genç olan talebe, garp medenî
şehirlerinin sihirleyici içki ve kadın hayatından, ancak onlarda uyandırılacak
asabiyet-i diniye ve milliye ile korunabilirler.” (Yamauchi, a.g.e.,
s.292)
Bu
arada, teşkilat sekreteri Ziya Bey, Paşa’ya gönderdiği mektubunda, yeniden
Bakü’ye döndüğü takdirde Ermenilerin kendisine suikast yapacaklarını, hatta
Moskova’da da teşkilatları bulunduğunu bildirir. (Yamauchi, a.g.e., s.
117-8)
D |
IŞARIDAKİ
İttihatçıların hepsinin Ankara hareketine yürekten bağlı olduğu kesindir.
Anadolu’da Yunan’a karşı gösterilen en ufak bir başarıda birbirlerine kutlama
mektupları yazarlar. (Yamauchi, a.g.e, s.134 ) İçerdekiler ise zaten
Millî Mücadelenin teşkilatçılarıdır. Ancak, geleceğe dönük fikir ve duygular,
hiç değilse ilk dönemlerde çok bulanıktır. Bu zihin karışıklığı hem içerde, hem
de dışardaki İttihatçılar için söz konusudur. Dışarıdakilerin, uzun veya kısa
bir zaman sonra Anadolu’ya geçip bir çeşit, bıraktıkları yerden devam
edebilecekleri yolundaki düşünceleri yaygın gibidir.
Anadolu’da
da genellikle Paşayla ilgili türlü rivayetler dolaşır. Fahrettin Beyin
hatıralarına göre, Bolşevikler Rusya’daki esir Türk subay ve erlerini bir araya
getirip bir “Türklerin Kızıl Ordusu” kurmuşlar. Enver Paşanın bu ordunun başına
geçeceğini yaymışlar; Türkistan Türkleri bu haber üzerine bu orduya akın akın
katılmışlar. Bolşevikler bu ordu ile Amiral Kolçak ordularını, Bodonoviç
ordusunu ve Varangil ordusunu yenmişler. Bu ordunun zaferlerine dair zamanın
gazetelerinde çokça yazılar çıkmış. (Fahrettin Erdoğan, Türk Ellerinde
Hatıralarım, İstanbul-2007, s. 170)
Enver
Paşa, başlangıcından beri, bir yanlış yapılmadığı takdire Yunanlıların
Anadolu’dan sürüleceği kanaatindedir. 15 Nisan 1921 tarihli Cemal Paşa’ya
mektubunda şu değerlendirmeyi yapar:
“Anadolu’nun
vaziyet-i askeriyesi belki ileride Yunanlıları kovmaya müsait olabilir. Fakat
şimdilik değil. Mamafih herhalde savaşa biz Yunanlılardan fazla
dayanabileceğimize göre, herhalde neticenin lehimize olacağına kaniim.”
(H.Cahit, Gizli Mektuplar, s.72)
Anadolu’daki
zafere olan inancını ve kendi durumlarını da bir başka mektubunda şöyle
açıklar:
“...Biz orada
olmamakla beraber, yetişmiş genç arkadaşlar, başta yine o mevkie ihzar edilmiş
Muhtafa Kemal Paşa olduğu halde harekâtı idare ediyorlar ve ilerletiyorlar.
Eminim ki, Mustafa Kemal Paşa da bir suretle kaybedilse, o iş herhalde devam
eder. İşte Avrupa veya bütün dünya emperyalist ve
kapitalistlerine
karşı açtığımız mücadelede ben, günü gününe siyaset yapmayarak bu işi ciddi bir
ideal şeklinde büyütmek, yaşatmak fikrindeyim.” (H. Cahit, Gizli Mektuplar,
s.69)
Sabahattin
Selek Büyük Millet Meclisi’ndeki İttihatçıları şöyle değerlendirir: “Büyük
Millet Meclisi’nde çok sayıda İttihatçı milletvekili vardı. Bunlardan bir kısmı
Mustafa Kemal Paşanın şefliğini kabul etmiş ve onunla kader birliği
yapmışlardı. Bir kısmı da Mustafa Kemal Paşayı beğenmiyor ve tutmuyordu.
Mustafa Kemal Paşaya karşı olan İttihatçıları da iki gruba ayırmak mümkündür.
Bazıları memleket kurtuluncaya kadar Mustafa Kemal Paşayı desteklemenin
lüzumuna inanıyorlardı. Sonra ilk fırsatta onu devirip, İttihatçıları memlekete
hâkim kılmak niyetinde idiler. Daha aceleci olanları ise, memleket dışındaki
İttihatçı liderlerle, ezcümle Enver Paşa ile temasta idiler ve bir an önce
Enver Paşanın memlekete gelerek işin başına geçmesi için gizlice
çalışıyorlardı.” (Sabahattin Selek, a.g.e., c.II, Yeni Türk
Devletinin Kuruluşu, s. 203)
Enver
Paşa, Türkistan’dan Moskova’ya dönmüş olan Halil Paşa’ya 5.11.1920 tarihinde
yazdığı mektupta, daha önce kendisinin yapmış olduğu bir teklifi, Rus ileri
gelenlerine tekrarlamasını ister.
“Sovyet erkânı ile
temasının sıkı olduğunu bilirim. Benim tarafımdan kendilerine şu teklifleri
yap: Azerbaycan-Dağıstan-Başkurdistan-Kazakistan-Türkmenistan ve Türkistan gibi
Türklük bölgelerinden seçilmek suretiyle bir süvari ordusu kurulduğu takdirde,
bu ordu ile Anadolu’ya geçmek ve Yunanlıları hiç beklemedikleri bir zamanda,
herhangi bir yanlarından vurarak sonuca gitmenin, Millî Mücadele cephesine son
derece takviye olacağını, Yunan ordusunun paniğe kapılarak denize dökülmesinin
işten bile olmayacağını izah et...” (Halil [Kut], a.g.e., s. 272)
Halil
Paşa birkaç kez görüştükten sonra, Çiçerin ve Karahan’ın önce vaatte bulunup,
sonra işi sürüncemede bıraktıklarını Enver Paşa’ya bildirir. Ayrıca Paşa’yı
uyarır:
“Anadolu’da
görünmenizle, İtilaf devletlerini ürküterek, başlanmış işi bozmanız ihtimali
olur mu, olmaz mı? Hareket kararını vereceğinizde bu cihetin düşünüleceğini,
faydanın, Anadolu’ya giderek veya gitmeyerek oradakilerin başladıkları işlerde,
onlar başarılı sonuçlar alıncaya kadar, onları serbest bırakmak şekillerinden
hangisi daha uygunsa, onu tercih, tabiî reyinize bağlıdır. Ben hissen, Londra
münasebeti fena bir şekil almadıkça, sizin gitmenize taraftar olmadığımı dahi,
faydalı bir hatırlatma sayarım...”
Bütün
bu ifadeler, Enver Paşa ve yakın çevresinin hesap yapmadan Anadolu’yu
desteklediklerini açıkca göstermektedir. Ancak Anadolu
hareketi,
başından beri çok ince hesaplarla yürümektedir. Bir gün Enver Paşa bunu da
anlayacaktır.
Sonradan
öğrenilir ki, Enver Paşa’nın, amcası Halil Paşa’ya gönderdiği mektup,
Moskova’daki bir Türk tarafından açılarak, muhtevası Tuapse Konsolosluğu
vasıtasıyla Ankara’ya bildirilmiştir. Ankara, Enver ve Halil Paşalara
güvenemediği için, Moskova ile temasa geçerek, durumu bildirmiş ve
kendilerinden başka hiç kimsenin muhatap alınmamasını istemiştir. Moskova da,
Paşa’nın talebini savsaklama yoluna gitmiştir. Ankara Enver Paşa’yı, aynı
zamanda, Moskova’da ataşemiliter olan Binbaşı Saffet (Arıkan) vasıtasıyla
sürekli takip ettirmektedir.
Enver
Paşa, 28.1.1921 tarihli Halil Paşa’ya mektubunda da, “Ben herhalde Mustafa
Kemal Paşa ile çalışmayı, bizim eski klik ile çalışmaktan iyi bulurum. ”
demektedir. (General Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, İst.
2002, s.82) 4.11.1921 tarihli yine Halil Paşa’ya mektubunda, “Eski memalik-i
Osmaniye’nin bir konfedarasyon şeklinde kalması lazımdır.” diyor ve bunun
için Emir Faysal ve diğer sorumlularla mutabık kaldığını söylüyor. “Anadolu
ile İstanbul arasındaki müzakereler neticesi, bu maksadın gerçekleşeceğine kani
değilim; çünkü İngilizler buna bir türlü razı olmayacaklardır. Bundan dolayı,
bu ümidin yaratılması için ilkbaharda, bir kuvvet ile Anadolu’ya geçmek icap
edecektir. ” (Karaman, a.g.e., s.79)
Enver
Paşa 25 Ocak 1921 tarihli, Cemiyet’in İstanbul bürosuna yazdığı mektupta,
Almanya ve Rusya’dan, Millî Mücadele’ye yardım işlerini bir sonuca bağladıktan
sonra Ankara’ya geçmek niyetinde olduğunu bildirir. Bunun kesin bir karar
olmadığı bilinmekle birlikte, cemiyet mensuplarını teskin için mi, yoksa
gerçekten böyle düşünüldüğü için mi yazıldığı belli değildir. İçeridekiler ise,
Millî Mücadele şartlarının içinde yaşadıklarından, bunu temenni etseler de
ifade etmekte çekingen durmaktadırlar. Anadolu’daki mücadeleye silah ve para
yardımı için Almanya ve Moskova nezdinde bütün güçleriyle çalışmaktadırlar.
Ancak bütün bu çalışmalarda, Anadolu adına resmî bir temsil tavrı yoktur. Enver
Paşa, “Şimdiki halde vatanın selameti için Mustafa Kemal Paşa ile temas ile
müttehiden çalışmaktayız ve kendisi ile mektuplaşıyoruz.” der. (Yamauchi, a.g.e,
s.136-7) Fakat, özellikle Partiye ve Enver Paşa’ya çok bağlı olanlar, her şeye
rağmen kendi aralarındaki irtibat ve teşkilatlanmadan da vazgeçmek istemezler.
İlk başlarda Millî Mücadele’yi, çok açık ifade edilmese de, İslam İhtilal
Cemiyetlerinin
bir parçası gibi görürler. Enver Paşa’nın mektuplarında, “İstediğimiz
surette bir sulh yapmak mümkün olmadıkça, mücadeleye devam olunacaktır. Bütün
Şark memleketlerindeki alaim-i ihtilal bizi teşci etmektedir. ” derken,
Anadolu adına da konuşuyor gibidir.
Özellikle
yurt dışına çıktıktan sonra Paşa’nın çok yakınında olan Hacı Sami, içerde ve
dışarıda çalışanların fikir birliğine varmaları gereğini, Anadolu Hareketi ile
kesinlikle anlaşmak ve onlara dışarıdan destek olmak gerektiğini yazar.
Şevket
Süreyya Aydemir ve daha başka bazı yazarlar, yurt dışına çıktıktan sonra Enver
Paşa’nın, kendilerine göre yanlış kararlar vermesinden genellikle Hacı Sami’yi
sorumlu tutar, haksız ve üslupsuz bir tarzda bu idealisti suçlarlar. Kâzım
Karabekir Paşa ise, Enver’in başından beri Hacı Sami’nin güdümünde olduğunu
söyleyecek kadar ileri gider. (k.
Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı,
İstanbul 1967, s.57, 68, 350) Halbuki, daha ilerideki hareketlerde de göreceğimiz
gibi, Hacı Sami, mizaç itibariyle Enver’e benzeyen, korkusuz, atak ve yorulma
bilmez bir insan olmakla birlikte, Enver’den farklı olarak komutanlık niteliği
olmayan ve kendini çevresine sevdiremeyen biridir. Ancak, mektuplarında onun
fevkalade isabetli kararları ve öngörülerini okuyoruz. Anadolu konusundaki
uyarıları da bunun bir örneğidir ve Türkistan mücadelesi konusunda da Hacı
Sami’nin haklı olduğunu göreceğiz. Belki de, Enver Paşa’nın, kendilerine göre
yanlış buldukları karar ve hareketleri sebebiyle, Paşa’yı eleştirmeye
sevgilerinden ötürü gönlü razı olmayanlar, “Eşeğini dövemeyen semerini döver.”
sözünce Hacı Sami’ye yüklenmişlerdir. Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa da, onun
Türkistan’a gitme kararında Sami’nin büyük payı olduğu kanaatindedir. (Halil
[Kut], a.g.e, s.279)
Bu
tür değerlendirmelerde, Hacı Sami’nin, Paşa’nın Türkistan’a gitme kararını
vermesinden sonraki tutumu ile, öncesini ayırmak gerekir. Öncesinde,
Türkistan’ın bir millî mücadele için hazır olmadığını bildirmiştir; ama, Paşa
kararını verdikten sonra onu hep desteklemiş, yüreklendirmiş, yanından da
ayrılmamıştır. Ayrıca, Anadolu konusunda takındığı tutum da açıktır. Halil Paşa
ve Küçük Talat, Cemal Paşa’ya yazdıkları mektupta, Enver Paşa’nın Anadolu’ya
geçmeme kararında, ayrıca iki etkiden söz ederler, Trabzon’dan Batum’a çağrılan
Hacı Sami’nin, Anadolu’ya geçilmemesi gerektiğini, “hatta böyle bir
teşebbüsün Enver Paşa için hırs meselesi
sayılacağını”
söylemesi ve Çiçerin’in de, Anadolu’ya geçmemesini öğütlemesi. (Yamauchi, a.g.e.,
s.253)
Hacı
Sami Bey mektubunu şöyle bitirir:
“Bekir Sami de
Mustafa Kemal’in bizim dahile gitmekliğimizi muvafık görmeyeceğini söylüyor.
Bütün bu mütalaalar, dahilde ve hariçte çalışanların bir program ve bir maksat
etrafında birleşemedikleri değil, birleşmek fikrinde olmadıklarını ihsas
ediyor. Rusların bize ne derecelerde müsait bulunacağını burada keşfetmek ve o
müsaadelerinin şeklini yine buradan takip etmek mümkün değildir. Ancak benim
mülahazam şöyledir:
“Biz evvel emirde
dahil ile anlaşmalıyız. Bizi rakip görmesinler. Biz posta oturmuş ve ondan
bıkmış olduğumuzdan onlara rakip olamayız. Binaenaleyh onlar güzel idare etmek
ve aralarında ihtilaf çıkarmamak şartıyla içeride çalışsınlar ve bizimle
sürekli ilişki kursunlar. Gayelerimizi birleştirip, çalışma alanlarımızı
ayırarak ve birbirimizden haberdar olarak çalışmalıyız. Eğer Ruslar bize
emniyet ederlerse, İslam memleketlerinde yapılacak askerî teşkilatın başına siz
geçer, Cemal Paşa, Halil Paşa, Nuri Paşa ve diğer beyleri birer cephe
komutanlığına tayin edersiniz. Bununla hem Anadolu’ya maddî yardım yapar, hem
de İran, Irak vesair cihetlerde İngiliz kuvvetlerine taarruz ettirerek Ruslara
ve gene bizimkilere manevi yardımlarda bulunursunuz... Hülasa, mutlaka anlaşmak
ve müttehiden çalışmak taraftarıyım... Gözlerinizden öperim, kuzum Enverciğim.
Gücenme! Ben düşündüklerimi yazıyorum.” (Yamauchi, a.g.e., s.108-9, 1
Ekim 1920, Berlin’den Moskova’da Enver’e)
Bekir
Sami Bey de dışarıdan destek olunmasını, nihai zaferden sonra Anadolu’nun
kendisini bağrına basacağını söyler: Mektubuna, dalkavukluk âdetim değildir
diye başlayan Bekir Sami Bey, ikbal zamanınızda sizinle bir kere görüştük der. “Moskova’daki
temaslarımız zât-ı devletlerine karşı bendenizde pek büyük hüsnü tesir
bırakarak, ciddi ve kalbî muhabbet ve hürmet beslemeye başladım. İktidar ve
metanet-i devletlerinin, Millet-i Osmaniye ve âlem-i İslamiyet için büyük
hizmetler ve himmetler hasıl edeceğine bütün mevcudiyetimle inanmaktayım. ”
Bekir Sami Bey, dışarıdan Anadolu’yu desteklemelerini, içeri gelmek için
durumun uygun olmadığını, nihai zaferden sonra Anadolu’nun kendisini şükranla
bağrına basacağını yazar. (Yamauchi, a.g.e., 118,9 5 Kasım 1920 tarihli
Moskova’dan Berlin’e, Enver’e mektup.)
Dr.
Nazım Bey, Cavit Beye yazdığı bir mektupta, Büyük Millet Meclisi murahhası olan
Bekir Sami Beyin, merhum Talat Paşa’ya yazdığı bir mektupta, mealen,
yaptıklarınızı düşünürseniz, sizlerin Türkiye’ye girmeye hakkınız olmadığını
anlarsınız. Dışarıda Türkiye ve İslam Dünyası için yeterince hizmet ederseniz,
o zaman Anadolu sizi kabul eder, demiş. Dr. Nazım diyor ki, “Bütün varlığını
vatana vakfeden ve bütün ömrünü tam bir ihlâsla onun kurtuluşuna adayan bir
Türk’e bundan ağır bir şey yazılamazdı.”
(H.Cahit,
Gizli Mektuplar, s.116) Tabii Talat Paşa çok üzülmüş. Dr. Nazım, Bekir
Sami Beyin benzeri şeyleri Enver Paşa’ya da şifahen söylediğini, Paşa’nın da, “İçeri
girmek meselesi bize ait bir şeydir. Zamanı geldiğinde bunun için sizin
reyinizi almak mecburiyetini duymuyoruz.” demiş.
Cemiyetin
Türkiye temsilcilerinden M. Nail Bey ise Enver Paşa’yı uyarır: Her mektup
yazana itibar etmeyin, teşkilattan biz sorumlu olduğumuza göre “yalnız bizimle”
haberleşin. Anadolu bildiğiniz gibi değil, ihtiras rüzgârları esiyor. “Menfaat
temin edemeyenler sizlerin bir an önce Anadolu’ya geçmenizi arzu ediyorlar. ”
(Yamauchi, a.g.e., s.143, 4 Şubat 921)
Dışarıdaki
İttihatçılar arasında Mustafa Kemal Paşa’nın Talat Paşa’yı başbakanlığa, Enver
Paşa’yı da Savunma Bakanlığına getireceği dedikoduları dolaşır. (Yamauchi, a.g.e.,
s.152, 1 Mart 1921)
Bir
diğer mektupta, Anadolu’da yönetim yavaş yavaş düzelmeye başlamakla birlikte
atılan adımlarda kararsızlık ve uyumsuzluklar var, deniliyor. Tayyareci Salim
Bey, “Bilaistisna heyet-i zâbitân arasında pek büyük bir iştiyakın zât-ı
âlilerine karşı hüküm sürdüğünü söyledi. Bekir Sami de zât-ı devletlerinin
davet olunmasına pek çok zaman kalmadığını mahremane söyledi. Gerçi ahval ve
şerait-i hazırayı başı boş kalmak için pek müsait bulan bazı türediler, esasen
tattığı ve tanıdığı disipline gireceğinden ihtirazla zât-ı devletlerinin
Anadolu’ya geçmesinin mevzu-ı bahis olamayacağını iddiadan geri kalmıyorlarsa
da” bunlar önemsizdir. (Yamauchi, a.g.e., s.158, V. Mehmet Beyin
Berlin’den yazdığı 12 Mart 1921) Osmanlı ordusunun, özellikle subay kesimi hâlâ
Enver Paşa’ya bağlıdır. Asker ve halk arasında da, söylentilerle yükselen bir
Enver Paşa ümidi vardır. 1920 Mayıs’ında Trabzon’da Enver Paşa için gösteriler
yapılmıştır. (Yamauchi, a.g.e., s.53)
Ziya
Bey, 15 Mart 1921 tarihli Berlin’den yazdığı mektubunda, “Zât-ı âlilerinizin
mektuplarından Moskova’da kalacağınız mu’tası çıkıyor. Halbuki vatan vücudunuza
son derece ihtiyaç gösteriyormuş. Hatta Bekir Sami Bey de bunu söylemiş. Bu
konuda bir karar verdiniz mi?” (Yamauchi, a.g.e, s. 159, 60) bizi
bilgilendirin, diyor. 26 Mart 1921’de yazdığı mektupta ise, Anadolu’ya gitmesi
gerektiğini söylüyor. “Görülen ahval ve hissedilen arzular ve gayeler zât-ı
âlinizin Anadolu’ya geçmenizi icap ettiriyor. Yunanlılar üç sınıf askerini
silah altına aldılar ve Londra görüşmeleri sonuçsuz kaldı. Binaenaleyh müthiş
muharebelerin öncesinde bulunuyoruz. Halbuki Anadolu’da kararsızlık varmış. ”
(Yamauchi, a.g.e., s. 167-8)
Anadolu
hareketini yürüten Mustafa Kemal ve çevresi için, İttihatçılarla ilişkiler özel
bir öneme sahiptir. Çünkü, Enver ve Talat Paşa’ların bu camia üzerindeki
etkisinin büyüklüğü tartışmasızdır. Ayrıca, Kâzım Karabekir Paşa’nın da yazdığı
gibi, “Henüz memlekette İttihat ve Terakki teşkilatından maada kökleşmiş ve
taazzuvu tamamlanmış” bir örgütlenme yoktur. Müdafaa-i Hukukçular İttihatçılar
vasıtasıyla istenilen istikamete çekilebilirler. (Karabekir, a.g.e.,
s.8) Ayrıca Mütareke sonrasında geniş bir İttihat ve Terakki aleyhtarı
propaganda başlatılmıştır; siyasi mücadelelerde gördüğümüz üslupsuzluk,
ölçüsüzlük her boyutuyla kullanılmaktadır. Meclisi Mebusan’da da İttihatçılar
hakkında bir soruşturma komisyonu kurulmuş ve bunun raporu bir kitapçık halinde
yayımlanmıştır. Bütün bu çalışmalar İttihatçıların halk nezdindeki itibar ve
etkilerini yok etmek içindir. Ama, Karabekir’in de söylediği gibi, millî kavga
ancak onlarla yürütülebilecektir.
Bu
durumda, İttihatçı görünmemek ve İttihatçıların ileri gelenlerinden uzak durmak
Millî Mücadeleciler için zorunlu idi. Mustafa Kemal Paşa, başından beri bu
şüpheler içindedir. Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Ben milleti İttihat
Terakki bayrağı altında toplanmaya çağıramam. ” der.
Enver
Paşa’nın amcası Halil Paşa, İstanbul’da Bekirağa Bölüğünden kaçıp Anadolu’ya
geçtiğinde, Sivas yakınlarında Mustafa Kemal ile görüşür. Kemal Paşa onun
Kafkasya’ya geçip orada çalışmasını ve Anadolu’ya destek sağlamasını ister ve
henüz nerede olduğu bilinmeyen Enver’in ne yapabileceğini sorar. Halil Paşa
diyor ki, “Hiç düşünmeye gerek yoktu. Şu cevabı verdim: Enver de tıpkı benim
gibi feragatla hareket edecek ve Millî Mücadele’ye yardımdan başka bir şey
düşünmeyecektir. Ben bunu size temin ederim. ” (Halil [Kut], a.g.e.,
s. 239) Ancak, daha sonraki gelişmeler de gösterecektir ki, Mustafa Kemal,
Halil Paşa’ya güvenmemiştir; yahut da, daima müteyakkız davranmıştır. Halil
Paşa da bunu anlamıştır. İnönü diyor ki, “Gözü hiçbir şeyden yılmayan, son
derece cesur ve müteşebbis bir insan olarak Enver Paşa’nın, herhangi bir imkân
bulursa, ufak bir yere yerleştikten sonra, büyük bir mesele çıkarabileceği
kanaati, Atatürk’te daima yaşamıştır. ” (İnönü, a.g.e., s.476)
Türk
Tarih Kurumu Enver Paşa Arşivinde bulunan 1570 numaralı belgede ilgi çekici bir
yorum vardır. Muhterem ve Muazzez Kardeşler, diye başlayan mektup/duyuruda,
Çerkez Ethem’in tenkilinin temel sebebinin
Enver
Paşa taraftarlığı olduğu; ancak bu kanaatin kesin olmadığı söylenmektedir.
Çerkez Ethem ve taraftarlarının “Enver Paşa’yı getirmek fikrinde
bulundukları ve Anadolu hududu doğusundaki İslam bölgeleri Enveriye Hükûmeti
olarak addedildiği keyfiyeti... ”
Kâzım
Karabekir Paşa ayrıca, Millî Mücadeleciler için son derece önemli ve tehlikeli
bir ihtimale de işaret ediyor: “Berlin’deki İttihat ve Terakki erkânının her
hangi bir şekilde İtilaf devletleriyle anlaşması ve biz Anadolu’da müstakil bir
hükûmet esasları hazırlarken, onların İstanbul’da hükûmet başına geçmeleri bizi
pek müşkil vaziyete sokabilirdi. ”
Gerçi
İttihatçıların yazışmalarında böyle bir niyetin varlığı görülmez.
İttihatçıların ilk dönem mektuplarında “biz” denilirken Anadolu hareketi kastedilir
ve bir ayırım yapılmaz. (Yamauchi, a.g.e., örnek olarak, 34 ve 36.
mektuplar) Küçük Talat Bey gibi sert İttihatçılar, Anadolu ile birlikte bütün
İslâm dünyasının kurtuluşundan söz ederken Enver Paşa’yı bu bütünün doğal
lideri gibi görürler. (Yamauchi, a.g.e., örnek olarak 58. mektup) Ancak,
bütün İttihatçılarda ortak ve kesin olan tutum, Anadolu hareketini dışarıdan
desteklemek ve onu zaafa uğratabilecek hareketlerden kaçınmaktır.
Beklenen
zaferden sonrası için genellikle çok iyimserdirler ve bıraktıkları yerden bir
şekilde devam edebileceklerini düşünmektedirler. Millî Mücadele Hükûmeti
tarafından en sert muamelelere maruz kalmış Halil Paşa ve Küçük Talat Bey’in
Cemal Paşa’ya yazdıkları 5 Kasım 1921 tarihli mektup, bunun ilgi çekici bir
örneğidir. Bu mektupta, İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği’nin ve İttihat
Terakki’nin birlikte var olması yanlıştır, denilmektedir. Küçük Talat Bey bunu
deve kuşuna benzetir. Yapılacak şey, Birliği kapatıp, Parti etrafında
toplanmaktır. Ancak, İttihat ve Terakki’ye yeni bir fikrî kimlik ve yön
kazandırılmalıdır. Bu da esas itibariyle, toplumun ezilen kesimlerinden yana
olmak üzere bir demokratik anlayışa oturmalıdır.
“Bir parti
ilkelerle yaşar. Anadolu mücadelesi ile beraber, bir tarih döneminin
kapanacağına inanıyoruz. Artık Tanzimatçı ruh ve zihniyet millî emelleri tatmin
etmez. İttihat Terakki de eski haliyle günün ihtiyaçlarına cevap veremez...
Şahısların arkasında sürüklendiğimiz yetişir. Buna göre, hareketimizde
fikirlerin hâkim olmasına son derece dikkat etmek icabediyor... Biz, hakiki
fikirlerle halkı kurtaracak, halkı tufeylilerden, kirlenmiş insanlardan,
sömürücülerden, cehaletten ve ordu istibdadından kurtaracak hakiki bir hürriyet
ve inkılab bayrağına sarılmalıyız.” (Yamauchi, a.g.e., s. 254-5 )
Bolşevik
ihtilalinden pek çok etkilenmiş olan bu iki İttihatçı, komünist olmadıklarını
açıkça ifade etmekte, ancak Enver Paşa’nın Türkistan’a
gidişine
karşı çıkmaktadırlar; çünkü, gelecek tasavvurları, mektupta yazdıkları gibidir.
Görülüyor ki, İttihatçıların, bir tarih döneminin kapanacağı kanaatleri doğru
olsa da, nasıl bir yeni döneme geçileceği konusunda hiçbir sezgileri yoktur.
Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı son mektup (ileride verilecek)
dikkate alınırsa, bu konuda en sağlıklı sezgi ve gerçekçi tasavvurun da onda
olduğu görülür.
Ancak,
Millî Mücadeleciler çok ayrıntılı hesaplarla yürümek gereğini duymuş ve
İttihatçı gruplaşmaları dağıtmaya çalışmışlardır. 1921 Nisan’ında Halil Paşa,
Küçük Talat Bey ve Naim Bey Anadolu dışına çıkartılmış, Nuri Paşa Erzurum’da
tutuklanmıştır. Bu tutumundan ötürü Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya kırgın
olduğunu söyleyen Şekip Aslan, ancak, Enver Paşa’nın bu kırgınlığını açıkça
çevreye yansıtmadığını yazar.
“Enver Paşa’nın,
içini dışına vermemek, sır saklamak hususunda olağanüstü kudreti vardı. Bu
kabiliyette hiç kimse Enver Paşa’ya eş olamazdı... Enver Paşa, Allah’ın
yarattığı kullar arasında sır saklamaya en çok muktedir olanlardan biriydi. O,
kızdığı vakit parlayanlardan ve bu halde bile konuşurken hesapsız ölçüsüz söz söyleyenlerden
değildi. Hele kızdığında, kimsenin ayıbını ortaya atan ve ona lanet okuyan ve
kaba saba konuşan bir kimse değildi. Bütün hayatınca onu yakından tanıyanlar
arasında bir gün bile onun hiddetlendiğini gören veya onun ağzından küfür ve
söğme değil, çirkin ve kaba bir söz çıktığını duyan olmamıştır.” (Cihangir, a.g.e.,s.76,
83)
Şekip
Aslan, Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa hakkında söylediği en ağır sözler olarak
şunları kaydeder:
“Anadolu’da yönetim
adalet ve eşitlik üzere yürümüyor. Bu millet Sultan Hamid’in baskısına
dayanamadı. Çökecektir. Halbuki O, bu devleti kuran Osmanoğludur. Bu millet
neden Mustafa Kemal’in baskısının yükünü taşısın?” (Cihangir, a.g.e., s.
84)
Dikkat
edilirse, Enver Paşa’nın, en yakın arkadaşlarına söylediği bu sözler, Mustafa
Kemal Paşa’ya -biraz sonra göreceğimiz- yazdığı mektupta söylediklerinin
tekrarından ibarettir.
Görünen
odur ki, siyasi yahut askerî, her türlü ince hesabı yapan, Mustafa Kemal
Paşa’dır; diğerleri genellikle, bilmeleri gerektiği kadarını bilmişlerdir. Enver
Paşa’ya, Anadolu ile araya bir soğukluk girmemesi, anlaşmazlık olduğu
görünümünün verilmemesi gerektiğini sürekli telkin ettiğini söyleyen Şekip
Aslan, “Anlaşılıyordu ki, Mustafa Kemal Enver Paşa’yı Moskova hükûmetine
bizzat kendisi şikâyet ediyordu. Mustafa Kemal, Enver Paşa’ya Ruslarla önceden
aralarında geçen anlaşmaya dayanarak verilmesi gereken mal ve silah kabilinden
bir şey verilmemesini istiyordu. ”
diye
yazar. (Cihangir, a.g.e., s.84) Kemal Paşa’nın bu tutumu Millet
Meclisi’nde açık bir muhalefetin doğmasına değilse de, gelişip yayılmasına yol
açmıştır. Ancak, bu konuda kesin tavırlar Sakarya sonrasında belirecektir.
*
* *
1921’in
Ocak ayında Birliğin İstanbul merkezi kurulur.
Aynı
günlerde, Sovyet Dışişleri Müsteşarı Karahan, Paşa’nın emrine, Anadolu’ya
destek olmak üzere herhangi bir Müslüman güç verilmeyeceğini kesin bir dille
Halil Paşa’ya bildirir. Ruslar o zamana kadar Almanlarla olan ilişkilerinde
Enver Paşa ve arkadaşlarından yararlanmaya çalışmışlardır. Ancak, bu
ilişkilerde geri çekilmeye başlarlar. Birlik sekreteri Ziya Bey’e Almanlardan
silah almak için de para veremeyeceklerini bildirirler.
Bu
arada, Trakya’da bulunan Vrangel ordusu artıklarının toparlanarak Enver
Paşa’nın emrine verilmesi söz konusu olur. (Yamauchi, a.g.e., s.152,3) Paşa,
bu orduyu düzenleyerek Trakya ve Makedonya’da Yunanlıları çökertmeyi düşünür.
Çünkü, Anadolu kurtarılsa bile, Batı Trakya’da kayıplar olacağı kanaatindedir.
Ruslar, İngiliz taraftarı olduğunu düşündükleri Talat Paşa’dan ayrılması
şartıyla bu teşebbüse geçeceklerini bildirirlerse de bunu yapmazlar. Daha sonra
Şubat 1921’de, Vrangel ordusunun silahlarının Anadolu’ya gönderilmesi
konuşulursa da, bu da gerçekleşmez.
Enver
Paşa 20 Şubat 1921’de Moskova’ya geçer.
İslam
İhtilal Cemiyetleri Birliğinin yayın organı olmak ve iki ayda bir çıkmak üzere,
Livâ-yı İslâm gazetesi, Arapça ve Türkçe yayımlanmaya başlar. İlk
baskıları beş yüz Arapça, beş yüz Türkçe olacaktır. (Yamauchi, a.g.e.,
s. 149, 22 Şubat 1921)
15
Mart 1921’de Talat Paşa Berlin’de, Ermeni komitecileri tarafından şehit edilir.
“Bu
sabah on birde, Hardenbergstrasse’de Talat Paşa, Cemal Azmi Beyin dükkânına
giderken, yirmi üç yaşındaki bir Ermeni talebesi tarafından rovelverle
katledilmiştir. ” (Yamauchi, a.g.e., s.159, Ziya
Beyin mektubundan) Dr. Nazım ise şöyle bildirir: “Merhum, malumunuz olduğu
veçhile korunma prensibini kabul etmediği için, pek kolaylıkla bir kurşunun
kurbanı olmuştur. ” (Yamauchi, a.g.e.,s.169, 27 Mart 1921) Enver ve
Talat Paşalara karşı suikast düzenleneceği konusunda önceden de duyumlar
alınmıştır. Dr. Nazım mektubunda der ki:
“Milletimize rehberlik edecek
zevata karşı büyük bir komplo hazırlanıyor. İhtiyatla
hareket etmenizi
rica ederiz.”
Dikkati
çeken bir nokta, Talat Paşa’nın şehadeti üzerine İttihatçılar içinde değişik
yorumların ortaya çıkmasıdır. İlk ağızda, bir Ermeni intikamı olduğu görüşü pek
itibar görmez. Hintliler ve Mısırlılar, olayda İngiliz parmağı görürler.
Bazıları Rus hatta Fransız yahut Yunan eli ararlar. Emir Şekip Aslan da dolaylı
olarak İngiliz parmağına işaret eder; merhumun cenaze töreninde şöyle konuşur:
“Düvel-i İ’tilafiye
ne kadar çalışsa, Arapları Türklerden ayıramayacağı ve bu gibi cinayetlerin iki
millet-i İslâmiyeyi birbirine daha ziyade yaklaştırmağa hizmet edeceği....”
(Yamauchi, a.g.e., s. 170)
Talat
Paşa’nın Ermeni çetecileri tarafından şehit edilmesinden sonra, Enver Paşa
bütün İttihatçıları kendi çevresinde toplamaya karar verir. Bu toplanma İslam
İhtilal Cemiyetleri Birliği çevresinde olacaktır. Berlin’e gelir ve Talat
Paşa’dan doğan boşluğu doldurmaya çalışır. Talat Paşa’nın şehadetinin
İttihatçılar için büyük bir yıkım olduğu kesindir. Enver Paşa daha sonraki
mektuplarında Talat Paşa’nın şehadetinin, aradaki fikir ayrılığını
kendiliğinden gidermek gibi bir hayra da vesile olabileceğini söylerse de,
gelişmeler umduğu gibi olmaz. (Yamauchi, a.g.e., s.254-5 )
Enver
Paşa’nın da kendisini gittikçe yalnız hissetmeye başladığı özellikle Cemal
Paşa’ya yazdığı mektupların üslubundan anlaşılmaktadır. Talat Paşa, hiçbir şart
altında Ruslara güvenmemişti.
16
Mart 1921’de Ankara-Moskova dostluk anlaşması imzalanır.
T |
ALAT PAŞA, 1.9.1874’te Edirne’de
doğdu. Babası, Kırcaali’nin Çepleci köyünden, kadılık yapmış, müderris Ahmet
Vasıf Efendi’dir. Annesi de Cisr-i Mustafa Paşa kazasının Sellüken nahiyesinden
bayraktar Hüseyin Ağa’nın kızı Hürmüz hanımdır.
Vize
iptidaî okulundan sonra Edirne askerî rüşdiyesine devam etti. Bir öğretmeniyle
kavga ettiği için buradan diplomasını vermediler. Daha sonra aldıysa da, kayıt
zamanını geçirdiği için Askerî İdadî’ye giremedi. Babasının ölümü üzerine
ailevi durumları elvermediği için artık eğitimine devam edemedi.
Edirne
Posta Telgraf idaresinde çalışmaya başladı. Bu arada edindiği dostları
vasıtasiyle Alyans İsrail okulunda Türkçe öğretmenliği yaptı. Okul müdürünün kızından
Fransızca dersleri almaya başladı ve okula gelen Fransızca dergilerle
ilgilendi.
Talat
Bey’in çevresi genişler ve politik ilişkilere girmeye başlar. Durumunun tespit
edilmesi üzerine tutuklanıp yargılanır ve üç yıl kalebentliğe mahkûm edilir.
Bir buçuk yıl kadar hapis yattıktan sonra, Sultan Abdülhamit Han’ın affı ile
1898 yılında dışarı çıkar ve Selanik’le Manastır arasında gezici posta memuru
olarak göreve başlar. Bu göreve devam ederken siyasi ilişkilerini de sürdürür.
Selanik’teki subay ve okumuşlar içindeki çevresini genişletir. 2 Nisan 1899’da,
Selanik Posta İdaresinde kâtiplik görevine başlar. 1903 yılında başkâtip olur.
Bir gün, iki âmiri arasında şahit olduğu bir kavgada, haklı olandan yana ifade
verdiği için, öbürünün hışmına uğrar ve Anadolu’da bir görev verilmek üzere
işinden alınır. Talat Bey Anadolu’ya gitmez ve 1907 yılında görevinden ayrılır.
Bilindiği
gibi eski başkent olan Edirne, İmparatorluğun en hareketli ve dışa açık kültür
merkezlerinden biridir. Sürekli kaybedilen vatan
topraklarından
göçen yüz binlerce insanın ilk durak yeri, en yoğun acıların ve
huzursuzlukların yaşandığı bir merkezdir.
3.
Ordu merkezi Selanik ise, askerî ve sivil, bütün Meşrutiyetçi hareketlerin
merkezi gibidir. Talat Bey bu hareketli muhitin içindedir, zekâsı ve etkileyici
kişiliği ile çevrenin dikkat ve ilgisini çekmektedir.
Bu
çevreden, Bursalı Mehmet Tahir, Midhat Şükrü (Bleda), Rahmi, İsmail Canbolat,
Hakkı Baha, Ömer Naci gibi, asker-sivil karışımı bir heyet, Başkâtip Talat
Bey’in önerisiyle Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurarlar. Meşrutiyet ve hürriyet
için çalışacak olan bu cemiyet, doğal olarak gizlidir. Üye kaydı ve çalışma
biçimi Masonlardan ve İtalyan Karbonari örgütlerinden etkilenilerek
düzenlenmiştir. Talat ve üç arkadaşı Merkez-i Umumî adını alan yönetim kuruluna
seçilirler. Bu cemiyet, daha sonra, 1907 yılında Paris’te, Ahmet Rıza Bey’in
öncülüğündeki Terakki ve İttihat ile birleşerek, İttihat ve Terakki Cemiyeti
adını alacaktır.
Cemiyete
alınacak üyeleri seçmeye çalışır ve özel törenlerle kaydederler. Talat Bey,
Midhat Şükrü ve Kâzım Nami Beyler Masonların Makedonya Rizorta locasına
kayıtlıdırlar. Emanuel Karasu’nun destekleriyle Mason locaları bunlara toplantı
yeri gibi imkânlar sağlar. Tarihçiler genellikle, Masonların İttihatçıları
değil, İttihatçıların Masonları kullanarak geliştikleri kanaatindedir.
İttihatçıların ikinci yayılma ayağı da, özellikle Üsküp merkezli Melamîlik
Tarikatı olmuştur. Trablusgarp Savaşı yıllarında, İttihatçılar, yakın
ilişkilerini değerlendirerek İtalyan Masonlarının yardımını istemiş, ancak
umduklarını bulamamışlardır. Bu zamanlardan itibaren Masonluk ilişkileri
giderek soğumuştur.
24
Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, Talat Bey, İttihat ve
Terakki’nin önde gelen isimlerindendir; Cavit ve Rahmi Beylerle İstanbul’a
gelir. Talat Bey bundan sonra Cemiyetin ve daha sonra Partinin fiilen lideri
olarak çalışacaktır.
Talat
Bey, 1908 seçimlerinde Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Edirne milletvekili olarak
girer. Meclis açıldıktan sonra 23 Aralık 1908 oturumunda Talat Bey Birinci
Başkan Vekili seçilir. Bu döneminde Sultan Abdülhamit Han’la bir iki kere
görüşme imkânı bulur; hem Meşrutiyet konusunda hem de sair siyasi meselelerde
Sultanı çok takdir eder ve samimi bulur. Ancak, Otuz Bir Mart Olayı sonrasında,
Sultanın tahttan indirilmesi sırasında herhangi bir karşı hareketi görülmez.
Tam tersine, Şeyhülislam ve Fetva Emini’ni
evlerinden
alarak bir çeşit zorla Meclis’e götürdüğü anlatılır. (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp
İşittiklerim, Ankara 1951, s.36) Talat Bey, Sultan Hamit tahttan
indirildikten sonra da, özellikle Fethi (Okyar) Bey vasıtasiyle, onun siyasi
meselelerdeki kanaatlerini öğrenmek isteyecektir.
İttihat
Terakki’nin güçlü adamı Talat Bey, ilk defa Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikinci
hükümetinde, kendisi resmî bir heyetle İngiltere’deyken İçişleri Bakanlığına
getirilir. Bakanlığı döneminde İmparatorluğun bazı yerlerinde askerlik ve vergi
işlerini sıkı bir denetimle düzene sokmaya çalışması, bu tür yükümlülüklerden
uzak yaşamaya alışmış çevrelerde huzursuzluklara yol açmıştır. Ayrıca
Meclis’teki muhalefet çok yoğun bir saldırıya geçmiştir. Talat Bey bakanlıktan
ayrılır.
1912
seçimlerinde yine Edirne milletvekili olarak Meclis’e girer ve Sait Paşa
Hükûmetinde Posta-Telgraf Bakanı olur. Balkan Savaşı başlayınca gönüllü olarak
savaşa katılır. Bu olay çok eleştiri konusu olmuş ve sırf propaganda amaçlı
olduğu, hatta Talat Bey’in savaş aleyhinde konuşmalar yaptığı ileri
sürülmüştür.
Bâbıâli
baskınından sonra kurulan hükûmette görev almaz. Daha sonra kurulan Sait Halim
Paşa Hükûmetinde 12 Haziran 1913’te, yeniden İçişleri Bakanlığına getirilir.
3
Şubat 1917’de Sait Halim Paşa’nın istifası üzerine Talat Bey, Paşa ünvanı
verilerek Başbakanlığa atanır. Savaşın kaybedildiğinin kabul edilmesi üzerine
Talat Paşa ve arkadaşları 13 Ekim 1918’de hükûmetten çekilirler. Talat Paşa 8/9
Kasım 1918 gecesi, arkadaşlarıyla birlikte ülkeden ayrılır; Almanya’ya gider.
Talat
Paşa yurt dışına çıkarken, bizim siyasi hayatımız artık bitmiştir; köşemize
çekilmemiz gerekir, demiştir. Ancak, geçmişi, onun bir köşeye çekilmesine imkân
vermemiştir. Berlin’de bulunduğu süre içinde de İngilizlerle, Bolşevik Ruslarla
çeşitli ilişkiler kurmuş ve Millî Mücadele’yi desteklemeye çalışmıştır.
Çok
sade ve tasarruflu bir hayat yaşamasına rağmen, Berlin’de, hayatının son
zamanlarında ağır malî sıkıntıları olmuş, hatıra eşyalarını da satmak zorunda
kalmıştır. Ermeni komitacıları, diğer İttihatçı liderleri olduğu gibi, onu da
izliyorlardı. 15 Mart 1921 Salı günü, yine evinden çıkıp, ağır adımlarla
yürürken, Ermeni Solomon Teilirian’ın kurşunuyla şehit olur.
Çevreden
yetişen halk kaatili yakalar. Ancak, yargılaması sonunda kaatil beraat
ettirilecektir.
“Cenaze
töreni pek parlak olmuş, Almanlar ve Doğu milletlerinin delegeleri
katılmışlardır... İsviçre sefiri, cenaze töreninin sefarette yapılmasını
söylediği halde, bazı Türk memurlar korkarak ve Talat’ın idama mahkûm
edildiğini ileri sürerek engel olmuşlardır. ” (Menteş, a.g.e.,
s. 250) Alman Dış İşleri çelenginde şunlar yazılıdır: “Büyük bir devlet
adamı ve sadık bir dosta”
(İbnülemin Mahmut
Kemal İnal, Son Sadrazamlar, İstanbul 1969, c.II, s. 1948)
*
* *
Talat
Paşa o dönemin en sevilen ve etkili olan liderlerindendir. İnönü onun için,
İttihat Terakki’nin en değerli adamı ifadesini kullanır. (İnönü, a.g.e., s.145)
Yakın çalışma arkadaşlarından Osmanlı Millet Meclisi Başkanı Halil Menteş O’nu
şöyle anlatır:
“Talat, geniş
göğsünü destekleyen geniş omuzları, pulat kollarıyla, güzel siyah saçlarla
süslenmiş başı, çok sevimli çehresi, özellikle delici ve çekici kudrete sahip
zekâ fışkıran sevimli iri siyah gözleriyle büyük ruhunu dolduran samimiyet,
vefa, vatanseverlik ve feragatiyle, velhasıl maddî ve manevi bütün
nitelikleriyle yiğit bir Türk oğlu, tarih boyunca büyük vazifeler görmek üzere
yaratılmış müstesna şahsiyetlerden biriydi. İçindeki hızlı hürriyet ve
vatanseverlik hamlesiyle önündeki engelleri devire devire mukadder olan yolunda
sonuna kadar yürümüş bir insandır.” (Menteş, a.g.e., s. 250, 251)
İnandığı
yolda korkusuz bir adamdır. Mezarı Türkiye’ye nakledilirken günlük bir gazetede
şunlar yazılır: “Bu cesur Türk çocuğu bir an bile korku denilen şeyi
nefsinde tatmamış ve yine bir an bile hayatına ehemmiyet vermek lüzumunu
duymamıştır. ” (İnal, a.g.e., c.II, s.1944)
Talat
Paşa, ilk bakanlığı döneminde evlenmiş, mutluluğu evinde bulmuş, içki ve
benzeri şeyleri bilmeyen inançlı bir insandır. Atlara meraklıdır ve fırsat
bulduğunda ava çıkar. Seferberlik yıllarında o da herkes gibi, ekmeğini karne
ile mahalle fırınından aldırır, özel ilgilerden hoşlanmaz. Sade bir hayatı ve
yemek alışkanlıkları vardır; dostlarının eleştirilerine rağmen, öğle yemeğini
sefer tasıyla evinden getirmekten vaz geçmez. Nişantaşı’ndaki Başbakanlık
Konutuna taşınmamış, Sultanahmet’te, Yerebatan sokağındaki kârgir evinde
oturmuştur. Karısı diyor ki, “Evine bağlılığı da büyüktü. Evinde kalabildiği
zamanlar en mutlu, en neşeli
zamanlarıydı.
Bundan büyük zevki yoktu.” (Hasan Babacan, Mehmet Talat
Paşa, Ankara 2005, s.48) Eşi Hayriye Hanım, evlilik hayatımızda hiçbir
münkaşayı hatırlamıyorum, der.
Yakın
dostlarından Abdülaziz Mecdi Efendi’ye, Masonlukta mı kalayım, Bektaşi mi
olayım, diye sorar. Mecdi Efendi, bunların ikisine de gerek yok; ama birini
tercih edeyim dersen, “Bektaşiliği seç, zira Bektaşilik Türk tarikatidir.”
demiş. (Babacan, a.g.e., s.53) Talat Paşa’nın, Kâzım Karabekir gibi
Bektaşi Masonlardan olduğunu söyleyenler vardır; Ziya Şakir, “Kendisi en
yüksek dereceyi ihraz etmiş olan bir mason olmakla beraber, Bektaşi tarikatinin
de imanlı muhiblerindendi. ” diye yazar. (İnal, a.g.e., c.II,
s.1970)
Birinci
Dünya Savaşının başladığı yıllarda Almanların İstanbul Büyükelçisi sonradan
Alman Dışişleri Bakanı olan Kühlmann onun için, “Genel Savaş sırasında
ilişki kurduğum politikacılar içerisinde üzerimde derin etki bırakanların belki
de başında Talat Paşa gelmekteydi. Eğitimi yoktu, tavır ve konuşmalarıyla daha
ilk temasta çevresine güven verirdi.” (Babacan, a.g.e., s.50)
Sultan
Vahdettin bir gün Saray Genel Sekreteri Ali Fuat Türkgeldi’ye şunları söyler:
“Bu memleketi
yönetmek için meğer iki adam lazımmış; biri Sultan Hamit, diğeri Talat Paşa.
Ama, ben onlar gibi yönetemem. Talat Paşa bizim halkımızı iyi anlamıştı. O
hakikaten müstesna bir şahsiyet idi.” (Türkgeldi, a.g.e., s.180-1)
Paşa
bir gün karısına şunları söyler: “Bir gün beni sokakta vuracaklar; alnımdan kan
akacak, yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ziyanı yok, varsın
vursunlar; benim ölümümle vatan bir şey kaybedecek değildir. Bir Talat gider,
bin Talat yetişir. ” (Babacan, a.g.e., s.53)
P |
AŞA, kardeşi Kâmil’e yazdığı 26
Mart tarihli mektubunda, mektuplarının hariciye tarafından açılıp okunduğunu
bildirir; gidip görüşün, der, “Eğer böyle güvensizlik varsa, bari açık
olarak gönderseniz. ” (A. İnan, a.g.e., s.80) Aynı mektupta,
İngilizlerin elinde bulunan ve Divan-ı Harp’te yargılanma ihtimali olan “Eski
İstanbul iaşe bakanı Kara Kemal ile vali vesaireden idama mahkûm olmaları
muhtemel olanlardan bazılarını ve eski Sofya sefiri Ali Fethi Beyi kaçırmak
mümkünse, teşebbüs edilsin.” Bunun neye mal olabileceğini de bana bildirin
ve elli bin marka kadar harcayın, diyor.
30
Mart 1921 İnönü Savaşı’ndan sonra Yunan kuvvetleri kendisini hızla toparlayarak
Eskişehir ve Kütahya’yı düşürmüş, Sakarya boylarına dayanmıştır. Ankara’nın çok
sıkıntılı anlar yaşadığı, Meclis’in taşınmasının tartışıldığı günlerdir.
Sonucu, Sakarya boyundaki savaş belirleyecektir. Yabancı istihbarat birimleri
bu kritik dönemde, Türk genel kurmayının en üst düzeylerinde bile Enver’in
gelmesinin konuşulduğunu merkezlerine bildirirler.
Enver
henüz Moskova’dadır ve ancak Temmuz sonlarına doğru Batum’a geçecektir. Enver
Paşa, 9 Nisan tarihli mektubunda, Talat Paşa’nın ailesi ile ilgilenilmesini ve
durumları iyi değilse, Teşkilatın parasından her ay elli lira verilmesini
bildirir. (A. İnan, a.g.e., s.82)
Vahdet
Gazetesinde çıkan yorumu okuduğunu söylüyor: “Yine
ölmüşüm!”
Berlin’de
teşkilatın ilk kongresi yapılır. Bu arada Halil Paşa, Karadeniz yoluyla ve
sağlık nedenleriyle Trabzon’a geçer. Ancak, Ankara buna razı olmaz. Bakanlar
Kurulu “Bolşeviklere mensup oluşum ve Enver Paşa ile de gizli bir cemiyet
kurduğum tahakkuk ettiğinden, sizi kabulümüz, muhalifler ve düşmanlarca İttihat
ve Terakki’nin manevrası başladığı fikrini tevlid edeceğinden” Trabzon
yerine havası daha ılıman olan Batum’da oturmasına
karar
verir. (Yamauchi, a.g.e., s.81-82, 8 Nisan 1921) Trabzon halkı ve ileri
gelenleri haberi alınca milis kuvvetlerle Halil Paşa’nın oturduğu evi sarar ve
kendisini her türlü tehlike karşısında koruyacaklarını bildirirler. Halil Paşa
hatıratında şöyle yazar:
“Sakarya’daki
düşman orduları ile boğuşulurken, bir yandan benim yüzümden Trabzon-Erzurum
cephesinde birliği bozabilecek bir hadiseyi aklım ve vicdanım kabul edemezdi.
İntihar ederdim, buna sebep olmazdım.” (Halil [Kut], a.g.e., s. 275)
Mustafa
Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek, bu hareketi doğru bulmadığını,
düzeltilmesini ister. Kendisine bir cevap verilmez ama, bir daha da rahatsız
edilmez. Eşi ve çocukları da gelir; üç ay kadar dinlenir. Halil Paşa daha sonra
ünlü Kâhya Yahya ve Trabzon halkının ısrarlarına rağmen, Trabzon’da kalmayıp
bir motorla Rusya’ya geçecektir. Enver Paşa, amcası Halil Paşa’ya yazdığı 19
Nisan 1921 tarihli mektupta, Trabzon’da uğradığı muamelenin haksız ve ileri
sürülen gerekçelerin yersiz olduğunu söyler. “Mesele daha ziyade şahsî
düşüncelere dayanmaktadır. Bu kabil düşüncelere mahal olmadığını defaatle izah
etmiştik. ” Arkadaşlarla görüşerek en uygun kararı alın. (Yamauchi, a.g.e.,
s. 187)
Mayıs
1921’de Küçük Talat Bey de tutuklanarak yurt dışına çıkartılır. (Yamauchi, a.g.e.,
s.205) Nuri Paşa da Erzurum’da tutuklanır. Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya “Akraba
ve arkadaşlarımın maruz olduklarını doğru bulmuyorum.” diyen uzun bir
mektup yazar. Yurt dışına çıktıklarından itibaren neler yaptıklarını ve ne
yaptılarsa Anadolu’ya destek için yaptıklarını; ama asla Anadolu’nun bir
temsilcisi gibi davranmadıklarını bildirir. “Anadolu’ya imdadın ancak
Rusya’dan geleceğini anlayarak, buradakilerle anlaşıp, Baha Beyle Rusya’ya
hareket ettim. ”
Enver
Paşa’nın bu mektupta M. Kemal Paşa’ya söyledikleri, tam da onun
söyleyecekleridir:
“Yalnız bir ricam
var: Vehim ve hislere kapılmayınız. Sizden, cidden sizi seven bir kardeş gibi
rica ediyorum. Şimdi başarılarınıza bakarak sizi iğva edenlere uyup memlekette
bir şahsın veya yalnız bir kesimin tahakkümüne doğru gitmeyiniz. Yoksa yine
lüzumsuz tazyikler ve bunlar neticesi feveranlar ortaya çıkabilir. Bu gün emin
olunuz ki, vatanı seven herkes, olup biten her şeye rağmen sizin başarınız için
çalışıyor. Çünkü, başarınız Anadolu’nun başarısı demektir. Fakat eğer siz şimdiden
kanunsuz hareketler ve lüzumsuz şiddetlere girerseniz, korkarım ki hayırlı
sonuçlar vermez. Millet Sultan Hamit idaresi zamanındaki millet değildir. Artık
tahakküm ve tecebbüre çok dayanmaz.
“Bak, şimdi bütün
arkadaşlarım adına temin ederim. Bizim hiçbir mevkide ve
memuriyette gözümüz
yok. Bana gelince, ben yalnız bir ideal takip edeceğim. O da İslâmı ezen Avrupa
canavarları ile pençeleşmek için Müslümanları harekete geçirmek. Bunun için siz
çekinmeyin, vehme düşerek düşmanlarınıza, memlekette yeni bir mücadele çıkacak
ümidini vermeyin. Lüzumsuz şiddeti bırakın... Şimdi sen, ben başta olmak üzere
arkadaşların memlekete gelmesini istemiyorsun, değil mi? Sebebi de, güya bizim
gelmemizle memlekette bir ikilik çıkacak, diyorsun; öyle mi? Halbuki, ben ve
arkadaşlarım o kanaatteyiz ki, eğer memlekette bulunsaydık, belki de bu gün
devam eden gereksiz baskılara hiç hacet kalmayacaktı. Çünkü herkes görecekti
ki, biz baskı yapacak ve daha kolay birlikte yürütecektik. Mamafih şimdilik
Moskova’da bulunarak hariçten yine memlekete yardım edebilmeye devam
ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat, bunu da itiraf etmemiz lazım gelir ki, her ne
sebepten, kanunsuz olarak memleket haricine sürgün şeklindeki arzunuza,
ilelebed tahammül, hakikaten pek ağır ve sefilane gelir.
“Mamafih, vatan
için buna da şimdilik katlanıyoruz. Binaenaleyh dışarıda kalmanın, umumî
maksadımız olan, başta Türkiye olmak üzere, kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi
için durumun çaresiz, belki de tehlikeli olduğunu hissetiğimiz anda, memlekete
geleceğiz.
“İşte size açıkça
vaziyeti anlattım. Benim açık sözlü olduğumu bilirsin. Eğer başka bir fikrin
bulunmuyorsa, seni sevenlere inanırsın. İşte bu kadar.
“Yine kemal-i
hürmetle gözlerinden öper, Cenab-ı Hakka senin için yücelikler ve İslâm ve
vatana faydalı büyük mevkiler dilerim; kardeşim efendim.” (Yamauchi, a.g.e.,
s. 205-208, Mayıs 1921)
Görüldüğü
gibi Enver Paşa’nın mektubu pek sert, yukarıdan ve çok açıktır. Aynı yılın 27
Mayıs’ında Cavit Bey’e yazdığı mektupta da, Mustafa Kemal’in şahsî diktatörlüğe
gittiğini söyler:
“Arkadaşlar
şimdilik bir an önce Anadolu’ya giderek, oradaki fırka ile birlikte çalışmak ve
bunda ilk önce, halkın savaşa devam kabiliyetini güçlendirmek hedefini takip
edeceklerdir. Anadolu’nun son zamanlardaki halini hiç beğenmedim. Hiç hoşuma
gitmedi.... Ankara son şekliyle şahsî diktatörlüğe ve büsbütün Rus istikametine
atıldı. Bununla Rusları da memnun edemeyecek, belki de korktuğum şekle doğru
atılacaktır.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.592)
Ankara
şahsî diktatörlüğe kaysa da, Rus istikameti konusunda Enver Paşa’nın endişeleri
yersizdir ve bu konuda Mustafa Kemal Paşa son derece dikkatli yürümektedir.
Enver
Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın bu karşı tutumları karşısında da tavrını
değiştirmez: “Mamafih buna rağmen, bütün arkadaşlar kat’iyen Anadolu’da bir
tefrikayı mucip olacak hareketlerde bulunmamayı kararlaştırdık.” dedikten
sonra, fakat, diyor Mustafa Kemal bizi Anadolu’ya sokmayacağı gibi, dışarıda
başarılı olmamızı da istemiyor. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.83, Cemal
Paşa’ya 29 Haziran 1921) Dr. Nazım da Cavit Beye yazdığı
mektuplarda,
“Hemşerimiz Sarı” dediği Mustafa Kemal Paşa’nın kendilerini Millî Mücadeleden
sonra da içeri sokmayacağını söyler. “Bu adamlar bizi dâhilde ve hariçte
çalışmaktan menetmek için başvurmadıkları çare bırakmıyorlar.” (H. Cahit, Gizli
Mektuplar, s.134)
*
* *
Yıkılmış
bir devletin, dünyaya savrulmuş, parçalanmış insanlarından yeniden bir teşkilat
kurmak kolay değildir. Hele, kimi yorgun, kimi âtıl, kimi yanlış yollara sapmış
bir İslâm dünyasını ayağa kaldırmak üzere bir teşkilatlanma olursa... Bir kere
hepsi maaşsız ve parasızdır; hepsinin aile sorumlulukları vardır. Para yokluğu
yahut kısıtlı olan ve zorlukla temin edilebilen paranın paylaştırılması da ayrı
bir huzursuzluk kaynağı olmaktadır. Kardeşi Kâmil’in bu hususlardan yakınan
mektupları çoktur. Enver Paşa, Türkistan’a gittikten sonra bile, para
meselesine çareler aramaktan geri durmamış, hatta Berlin’deki Merkez-i Umumî
kasasına bazı eşyalar göndererek bunların satılmasını istemiştir: “Bunları
tedricen ve güya Sultan Efendi’ye aitmiş gibi sattırarak parasını depo
edersiniz.” Fiyatların düşmemesi için hep birden satılmamasını da
öğütlediği mektupta, % 20-25 kâr edileceğini ummaktadır. (Yamauchi, a.g.e.,
s.319, belge.191) Sultan Efendi’ye aitmiş gibi satın denildiğine göre, kürk
cinsinden bir şeyler olmalıdır.
İttihatçıların
yurt dışına çıkarken külliyetli miktarda para götürdükleri yolunda yürütülen
propagandalar pek inandırıcı olmamıştır. Esasen yurt dışındaki hayatları bunun
yeterince delilidir. Talat Paşa’nın Berlin’deki hayatı ve arkadaşlarıyla
elbiselerini paylaşacak noktadaki parasızlığı bilinmektedir. Enver Paşa’nın da
dışarı çıkarken, eski İzmir valisi Rahmi Bey’den üç bin lira borç aldığı
bilinmektedir. İttihatçıların mal varlıkları İngilizlerin de ilgisini çekmiş,
İngiliz İstihbaratı uzun süren bir araştırma sonunda, dikkati çeken hiçbir
dengesizlik yahut zenginleşme olmadığı hakkında rapor vermiştir. Masayuki’nin
tespitlerine göre, Sovyetlerin yaptığı yardım, Kâmil ve Ziya Beyler tarafından
Cemiyet çevresindeki topluluk için kullanılmıştır. İslam İhtilal Cemiyetleri
Birliği için Afgan Kralı Emanullah Han’ın yaptığı dört bin sterlinlik yardım da
yine bu maksat için harcanmıştır. Enver Paşa’nın ailesi ise, Kâmil Bey’in
yönetimindeki Deniz Ticaret Şirketindeki hisseleri ve Büyükdere’deki
çiftliğinin gelirleriyle geçimini sürdürmektedir. Paşa’nın zaman zaman
buraların idaresi veya kiraya
verilmesiyle
ilgili olarak Kâmil Bey’e talimatlar verdiği olur. 29 Temmuz 1921 tarihli
mektubunda, değirmenin suyu duracak gibidir, der, “Ne yaparsan yap idarenin
yoluna bak. Olmazsa Cicimin lüzumsuz bazı şeylerini satar Eylülü getirirsiniz.
Mamafih belki sanatoryum kadına biraz hayreder. Sonra bu ay elbise parası on
altı bin mark diyorsun. Kimin elbisesi anlayamadım. Pek rica ederim, bunu
bildir. Çıldıracağım. ” (İnan, a.g.e., s.101)
Her
biri farklı karakterlerdedir. Bütün farklılıkları yok ederek birliği sağlamak,
ancak güçlü, ümit veren bir ülkü ve Enver-Talat gibi kişilikleri yüksek
liderlere inançla olabilmektedir. Talat Paşa şehit edilmiştir ve dünyadaki
gelişmeler bu insanların lehine değildir.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükûmeti güçlenip İngiltere ve Rusya gibi devletlerin
doğrudan muhatabı haline geldikçe, Enver Paşa ve arkadaşlarının ve Birliğin,
ilişkilerde aracı olma işlevi de azalmaktadır. Sovyetler Enver Paşa ile olan
ilişkilerini giderek gevşetmektedir. (Yamauchi, a.g.e, s.195-6 )
Nihayet, İslâm dünyasını, ortak düşman Batı emperyalizmine karşı ayağa kaldırma
projesi, Sovyetlerin maddî desteğine bağlıdır ve doğal olarak en büyük sorun da
buradadır. Kızıllarla birlikte görünmek, siyasi bir dayanışma da olsa, esasen
çoğunu rahatsız etmektedir. Bu yardım istenilen boyutlarda olmadıkça, bu
görüntünün bir anlamı da kalmamaktadır. (Örnek olarak, Birliğin Arap üyelerinin
tutumu hakkında bkz: Masayuki Yamauchi, a.g.e, s. 190 ve devamı, 89.
mektup)
Bütün
bu şartlara rağmen Enver Paşa’nın M. Kemal Paşa’ya bu mektubu yazabilmesi, onun
yalın ve pervasız kişiliği ile ilgilidir ve geçmiş yaşadıklarıyla da çelişmez.
Trablusgarp’a bir bedevi kıyafetiyle girip İtalyanlara karşı mucizeler yaratan
komutan odur. Mütareke sonrasında, Trablusgarp’ta mücadeleye devam eden
mücahitler uzun zaman Enver’i yine gelecek diye beklemiş, bir buçuk yıldan çok
bu ümitle direnişlerini sürdürmüşlerdir. (Bkz: Yamauchi, a.g.e., s.232,
116. mektup)
Enver
Paşa’nın İslâm dünyasındaki prestiji hakikaten biraz şaşırtıcıdır. Buna zaman
zaman kendisi de hayret eder. O günlerde Afgan Kralı Emanullah Han, Enver
Paşa’ya gıyabında, sadece kayınpederi ve eniştesinin sahip olduğu Serdar-ı âlâ
rütbe ve nişanı vermiş ve onu Afgan prensi derecesine çıkarmıştır. Durumu
bildiren beratı Paşa’ya gönderirken bir de fotoğrafını ekler ve arkasına “Aziz
ve Muhterem Kardaşım Enver Paşa’ya yadigârımdır.” diye yazar. Enver Paşa, “Tuhaf!”
diyor, “Afganistanlıların
orada
tahta çıkış donanması yapıldığı zaman, benim resmimi Emîr’in resmiyle beraber
asmakta olduğunu söylüyorlar. Cidden tuhaf bir iş...” (Yamauchi,
a.g.e, s.187, 19 Nisan 1921 tarihli, Moskova’da Enver Paşa’dan
Berlin’deki kardeşi Kâmil’e mektup)
Mağlubiyete
rağmen, Enver Paşa’nın İslam dünyasında sarsılmayan bu “kahraman” imajının,
yabancılar da farkındadır ve fiilen hiçbir gücü olmasa da onu ciddiye almak
gereğini duymaktadırlar. Zamanın Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin, Ankara’daki
temsilcisine yazdığı mektupta, Paşa’dan “Müslüman bir kahraman” diye söz
eder.
Yabancılar
Enver Paşa’nın İslam dünyasındaki bu şöhretini değerlendirmekte
yanılmamaktadırlar. Birkaç ay sonra Türkistan’a gittiğinde, oradaki Sovyet
gözlemcisi, merkezine şunları yazacaktır:
“Bizi korkutan,
ilişkinin askerî yönü değil, daha çok siyasi yönüdür. Enver Paşa’nın geçmiş
zaferleri, bir Müslüman devlet adamı olarak, hâlâ ücra bölgelerdeki cahil
çiftçi kalabalıklarını etkileyebilmektedir.” (Yamauchi, a.g.e., s.73)
O
dönem Azerbaycan Cumhuriyetinin devlet adamlarından N. Şeyhzamanov’un bir
cümlesi, bu tesptin doğru olduğunu, ama ‘cahil çiftçi kalabalıklarıyla’ sınırlı
olmadığını, çarpıcı bir biçimde anlatmaktadır. Şeyhzamanov diyor ki: “Göyde
Allah, yerde Enver Paşa” (Nerimanoğlu, “Enver Paşanın Çizmeleri”, Düşünce,
525. gazet, 20. 9. 2007, Bakü)
O
günlerde, esaretten kurtulan, ama Türkiye’ye gelemeyip Taşkent’te öğretmenlik
yaparak, ailelerine kavuşabilecekleri günü bekleyenlerden bir mektup gelir.
Öğretmenler, Türkistan’da kalışlarını şöyle anlatırlar:
“Yolumuz
Türkistan’a düştü... Bu yurt bizim vatana doğru devam eden hareketimize izin
vermedi. Dağları, ovaları etrafımızı sardı; ayaklarımıza kapandı, ağladı,
gitmeyin, dedi. Tamamiyle kandık; işte vatanımıza geldik, dedik. Güzel
Türkiye’ye kavuşmak, hayalimizden silindi. Burası da oradan farksız; belki,
bazı halleriyle daha kutsî idi. Yıllarca vücutlarımıza sarılan zincir kırıldı.
Her bir vicdan, yüce bir gaye için bizi buraya bağladı. İşte, bir iki yıldan
beri burada, bu atalar ocağında hizmet ediyoruz. Her birimiz için vatanımızda
bizi bekleyen varlık ve mutluluğumuza veda edip, burada sade, bazen sefalet
denilebilecek bir hayat içinde şimdiye kadar hizmet edegeldik.” (Yamauchi, a.g.e.,
s.226-7, 107. mektup)
Öğretmenler,
kendi sefaletlerini duymasalar da, vatanda bıraktıkları çoluk çocuklarının
hasret ve acılarına dayanamaz hale geldiklerini, hiç olmazsa, aileleriyle tamas
imkânının sağlanmasını, o sırada Moskova’da olan “Büyük Paşa”larından
istemektedirler.
Enver Paşa’nın, Osmanlı mülkü içinde
de ulaşılmaz bir sevgi ve saygınlığı vardır. Mektuplarını yayımlayan tarihçi
Şükrü Hanioğlu, Paşa’nın, İttihat Terakki’nin liderlerinden biri olmasının
yanında, “Kahraman-ı hürriyet” olmak karizmasıyla, Cemiyet yahut Partinin fiilî
gücünün ötesinde bir bir güce sahip olduğunu yazar. (Hanioğlu, a.g.e.,
s.19) Daha sonra buna Trablusgarp direnişi, Edirne’nin kurtarılışında öncülük
gibi kahramanlıklar da eklenince, Enver Bey’in yükselişi önlenemez olmuş ve
gücü, temsil ettiği Partinin gücünden daima daha ilerde bulunmuştur. Hanioğlu,
Gazi Osman Paşa ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın da, halk içinde benzeri bir sevgi
ve saygınlığa sahip olduklarını söyler. Osmanlı halkı kahramanlara susamıştır.51
Buna,
Enver Bey’in Savaş Bakanı olarak, Orduyu gençleştirmesi, yeniden düzene
sokması, o güne dek görülmemiş bir disiplin kurması ve askerliği siyasetten
arındırması gibi, altından kolay kalkılamayacak başarıları da eklenince, Enver
Paşa, geçekten ulaşılmaz bir sevgi halesi ve güce kavuşmuştur.
Dr.
Nazım’ın anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa Ali Fethi Beyi Ardahan’dan
milletvekili adayı yapar. Karşısında ise İttihatçı olarak tanınan Hilmi Bey
vardır. Taraftarları, Fethi Beyin, Enver Paşa’ya silah çekmiş adamdır diye
yiğitliğinin propagandasını yaparlar. Fakat bu propaganda geri teper, Enver
Paşa’ya silah çeken adam ancak üç oy alır. Hilmi Bey seçilir. (H. Cahit, Gizli
Mektuplar, s.136) Nitekim, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Enver Paşa
aleyhindeki yayın ters tepmeye başlayınca telgraflar çekilerek toplatılır.
1916
savaş yılında Enver Paşa Medine’ye kadar uzanan bir denetleme gezisine çıkar.
Halep, Şam, Cebel-i Lübnan, Beyrut, Filistin, Kudüs üzerinden devam eden
yolculukta, şehirlerde konaklar, askerî birlikleri, kışlaları, okulları,
medreseleri ve hastahaneleri ziyaret eder. Gittiği her yerde olağanüstü bir
heyecanla karşılanır; şehrin ileri gelenleri, halk, memurlar, ulema ve
öğrenciler sokakları doldururlar. Yol boyunca devam eden bu görülmemiş
karşılama ve coşkunluk, sadece Anadolu halkının değil, bütün İslam
milletlerinin böyle bir kahramanın bekleyişi içinde olduğunu gösterir. Geçtiği
bütün şehirlerde, kendisi için yazılmış sayısız kasideler okunur. Arap
geleneğinde önemli bir yeri olan bu kasidelerde, akıl almaz teşbih ve
mübağalarla onu yüceltirler. Şam’da, kendisini, İslam milletlerini dirilten bir
ruh, mücedditlerin en ulusu ilan ederler. Dönemin gazetecisi, O’nun Halebe
gelişini şöyle anlatır:
“İslam âleminin
büyük lideri Enver Paşa’yı taşıyan tren güneşin batışıyla birlikte Halep
şehrine ulaştığında, onun gelişi memlekette çoktan genel bir bayram havası
oluşturmuş bulunuyordu. Müslümanların, nasıl ki bayram yapabilmek için hilali
görmeleri gerekiyorsa, aynı şekilde, bu bayramı da kutlamak için hilalleri
Enver Paşa’yı görmeleri gerekiyordu. Bu sebeple, bu mübarek kişinin şehirlerine
gelişi şerefine, karşılama komiteleri kurup, kutlama hazırlıkları yapılmaya
başlandı. Bunların içinde mülkî ve askerî erkândan başka halk, ilim ve din
adamları, medrese öğrencileri bulunuyordu. Hepsi de, O yüce insanı karşılamak
için can atıyorlardı.” (Kürt Muhammet Ali, a.g.e. ,s.13)
Beyrut’ta
verilen ziyafette, yemekler, Anafartalar çorbası, Seddülbahir balığı, Börek,
Dardanel kebabı, Kanal muhallebisi adlarıyla sunulur.
*
* *
Sovyetlerin,
ciddi bir iş yapmaktan çok, gelişmelere göre sadece tavır göstermeleri ve Talat
Paşa’nın şehadeti, Birlik’te giderek heyecanın düşmesine yol açar. Arap üyeler,
parasal sorunların ağırlığı ve kişisel bazı geçimsizliklerin de katkısıyla,
Cemiyet Merkez-i Umumîsi’nde Türk üyelerin çokluğunu ve millîcilik yapıldığını
ileri sürmeye başlar ve cemiyetten çekilirler. Abdülaziz Çaviş ve Emir Şekip
Aslan gibi en sadık Osmanlı milliyetçileri, Enver Paşa’ya büyük bağlılıklarına
rağmen, artık ilimle uğraşmaya karar verdiklerini bildirirler. (Yamauchi, a.g.e,
s. 223-6)
Şekip
Aslan, Paşa’ya, Bolşeviklerin kendisine güvenmeyeceklerini, bunun için de
hiçbir yardımda bulunmayacaklarını, Ruslarla arası daha fazla açılmadan
Moskova’yı terk etmesi için ısrar eder. Ruslar, “Kendisiyle İngilizleri
tehdit etmek ve Mustafa Kemal’le aralarında rekabet yaratarak dengelemek
istiyorlar. ” (Cihangir, a.g.e., s. 87)
Bu
arada Hacı Sami’nin Anadolu’ya girdiği ve bazı birlikleri kışkırtıp işleri
karıştırdığı haberini alır. Enver Paşa Moskova’dan kardeşi Kâmil’e yazdığı
mektupta, “Anadolu işini Sami, elhamdülillah öyle karıştırmış ki, işin
içinden çıkana aşk olsun. Kışkırttığı alaylar Garp Cephesine gitmiş. Hükûmet
hemen alenen aleyhimizde...” diyor. “Bakalım Fuat Paşa işi
düzeltebilecek mi?” dedikten sonra ekliyor, “Hoş o da samimi değil.”
Paşa bu mektubunda Dr. Nazım’ın Anadolu’ya karşı çalışmak istediğini yazıyor.
Dr. Nazım ise 13 Temmuz tarihli, Ankara’da Eyüp Sabri Bey’e gönderdiği
mektupta, Millî Mücadele için duadan ve elimizden gelen hizmetten geri
durmayacağız. “Eğer bizi muhalif göstermede vatan için bir faide umuluyorsa,
bundan
dolayı
da kendilerine müteşekkir kalacağım. Memleket kurtulsun da, millet bize isterse
lanetler yağdırsın... ” demektedir. (Yamauchi, a.g.e.,
s.230 )
Bu
mektuplardan da, Paşa’ya ulaşan haberlerin her zaman gerçeğe uygun olmadığı ve
çok çeşitli dedikoduların ortalıkta dolaştığı anlaşılmaktadır. 13 Temmuz 1921
tarihli, kardeşi Kâmil’e yazdığı mektupta, Sami ve Halil’in saçma ve matluba
uymayan hareketlerinden söz etmektedir. (inan, a.g.e., s.97) Halbuki,
Halil Paşa’nın Anadolu aleyhine hiçbir harekete girmediğini biliyoruz. Hacı
Sami’nin bazı kıtaları kışkırttığına, hatta Anadolu’ya girdiğine dair herhangi
bir bilgi yoktur. Kıtaların batıya gönderilmesi ise, Enver Paşa’nın Anadolu’ya
girme ihtimaline karşı, ona yakınlığı açık olan komutan ve birliklerinin,
Ankara’nın emri üzerine yer değiştirilmesiyle ilgilidir.
Bu
sırada Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde Enver Paşa hakkında bir yazı çıkar;
onun Bolşeviklerden kişisel çıkar sağladığından söz edilir. Paşa’nın canı
sıkılır; Mustafa Kemal Paşa’ya 17 Temmuz 1921 tarihli ağır ve öfkeli bir mektup
yazar: Daha önce durumunuz kritikti; Yozgat, Konya isyanları vardı ve
tutumunuzu anlayışla karşıladım. “Şimdi muvaffakiyet belirince tabii
maksadınızı gösterdiniz. Beni ve arkadaşlarımı şahsî emellerinize engel
sayıyorsunuz.
Pekâlâ! Fakat bunun için yalan söylemeye veya söyletmeye neden kendinizi mecbur
görüyorsunuz? Paşa hazretleri, ben Bolşeviklerden şahsî bir menfaat teminine
çalışsaydım, sizlerin Bolşevik olduğunuz zaman, ben Bakü’da hakikati ve ne
olduğumu âleme ilan ederek, hatta orada bazılarının manasız taarruzuna uğramayı
da göze almazdım.” Şimdi aleyhimde propaganda
yaptırıyorsun. “Bununla matteessüf, Trablus’tan beri bildiğim şahsî
ahlakınızın, bugün vardığınız mevkide bile değişemediğini görüyorum.”
Mektup şöyle bitiyor: “Bütün bu şahsî hırslarınıza rağmen, Cenab-ı Hakkın
şimdiye kadar yaver olan talihinizi yine vatanın selametine hadim kılmasını
diler, fakat sizi, şahsî hırsınıza mağlup olarak bu kadar küçülmüş gördüğümden
dolayı teessüf ederim. Allah hepimizi doğruluktan ve iyilikten ayırmasın. ”
(Yamauchi, a.g.e., s. 233-4)
Aynı
dedikodularla ilgili olarak, Liva-yı İslam’da da “Redd-i erâcif ve
İzah-ı hakikat” başlığıyla bir yalanlama yayımlanır ve Enver Paşa ile Mustafa
Kemal Paşa arasında bir anlaşmazlık olmadığı, her ikisinin de Millî Mücadelenin
başarısı için uyum halinde oldukları vurgulanır. (Bekirağa Bölüğünden
Türkistan’a Yaver Muhittin Beğin Hatıralarında Enver Paşa’nın Son Yılları,
Haz. Dr. Yusuf Gedikli, İstanbul 2003, s. 67) Yalanlamada şöyle denilmektedir:
“Enver
Paşa ve arkadaşları Kuvay-ı Milliyenin başlangıcından beri tereddüt ve şüpheye
düşmemişlerdir. Şunun bunun aydınlatma ve uyarılarından uzak olan bu zevat
kendilerine yabancı olmayan Mustafa Kemal Paşa ile mülkî ve askerî
arkadaşlarının hamiyet ve dirayetlerinden, şecaat ve fedakârlıklarından,
Anadolu dilaverlerinin yiğitlik ve kahramanlıklarından emindirler. Düşmanın mukaddes
vatandan kovulup çıkartılmasına ve Misak-ı Millî’nin tamamlanmasını ve
uygulanmasını gönül rahatlığı içinde beklemektedirler. İçerde ve dışarda
sevgili vatan için her vakit kendimizi feda etmeyi bir vazife ve şeref bilir,
memlekette ikilik çıkarmaya çalışanları takbih ve telin ederiz.”
Görülüyor
ki, Kâzım Karabekir Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’dan istediği, Enver hakkında
açık propaganda başlamıştır. Şevket Süreyya Bey, Mustafa Kemal’in endişeleri
hakkında diyor ki, “Onun o günlerdeki bütün hesaplarına damgasını vuran ve
belki hiç kimseye açamadığı derin bir kuşku, içindeydi: Enver Paşa kuşkusu. ”
(Ş. s. Aydemir, Tek Adam,
İstanbul 1967, c.2, s.407)
Savaş
mağlubiyetine rağmen Enver Paşa’ya duyulan sevgi ve saygı, ordu üzerindeki
hâkimiyeti Mustafa Kemal Paşa’nın kaygılarını büyütüyor ve Enver konusunda
çevresindeki kimseye güvenemiyordu. Bu yüzden de meseleyi açıkça konuşamıyordu.
Ruslarla ilişkiler konusunda her yolu
denemiş,
en yakınlarından Fevzi Çakmak, İnönü, Celal Bayar’ın da katıldığı Türkiye Komünist
Fırkası’nı kurdurmuş, Dr. Tevfik Rüştü Aras’ı Moskova’ya göndermişti; ama, iki
taraflı tereddüdü devam ediyordu: Moskova, Enver’i kendisine karşı tercih
etmeye devam edecek mi? Enver bir şekilde Türkiye’ye girerse, ona karşı
durabilecek mi? Ordu ne yapar? Gerçekten çok kritik anlar yaşamakta ve en
yakınlarına bile yeterince açılamamaktadır. Çünkü onlar da askerdir ve orduda
Enver’e bağlılık devam etmektedir. Mustafa Kemal Paşa endişelerinde haklı ve
hiçbir şeyi raslantıya bırakmayacak kadar tedbirli idi.
Mektubundan
anlaşıldığına göre, Enver Paşa artık ilişkiyi bütünüyle koparmıştır. Bu
mektubundan iki gün sonra, amcası Halil Paşa Kafkasya’dan gönderdiği
mektubunda, istediğin zaman, istediğin yerden seni Türkiye’ye geçirebiliriz;
orada silahlı bir gücün korumasında istediğin kadar kalabilirsin, demektedir.
(Yamauchi, a.g.e., s.234) Enver Paşa ise Kabil’deki Cemal Paşa’ya
yazdığı 22 Temmuz 1921 tarihli mektupta, Rusların Afganistan’a yardımda da
kendilerini oyaladığını, Almanya’dan temin edilecek yardımların naklinde bile
zorluk çıkardıklarını yazar. Açık açık anlatmasına rağmen, Mustafa Kemal’in
kendisini rakip olarak görmesinden yakınır. Bu tutumu sadece bana karşı değil,
bütün arkadaşlarımıza karşı aynıdır. Allah vere de memleket bir zarar görmese.
Biz açıktan olmasa bile gizliden yine desteklemeye ve çalışmaya devam
edeceğiz... (Yamauchi, a.g.e., s. 235)
Yapılan
propagandalarda Paşa’nın komünist olduğu teması da vardır. O sıralarda Marksist
ihtilalin havası, özellikle Rusya’da bulunan bir kısım Osmanlı subaylarını da
etkilemiştir. Onlar ayni zamanda Türkistanlı aydınlar gibi bu yoldan
bağımsızlığa kavuşulabileceğini düşünmüşlerdir. Ancak Enver Paşa bunlardan
değildir. Nutukları ve Livay-ı İslam incelendiğinde Komünizme hiç meyletmediği,
ancak İslam milletlerini sömürge olarak tutmaya çalışan batılı güçlere karşı
Rusya’nın ihtilalci gücünden yararlanmak istediği görülür.
İslam
İhtilal Cemiyetleri Birliği de bu maksada dönüktür. 2 Haziran-12 Temmuz 1921
tarihleri arasında Moskova’da düzenlenen Üçüncü Enternasyonal’de yaptığı
konuşmada Fas, Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Arnavutluk, Yemen Suriye,
İrak, İran ve Hindistan’ın bu birliğe dahil olduklarını ve buralardaki anti
emperyalist mücadelelerdeki gelişmeleri anlatır. Şöyle konuşur: “Arkadaşlar!
İşte biz bu mesaimizle bizi ezen ayni
emperyalistlere
karşı mücadelede sizinle beraber olduğumuzu ifade ediyor ve sizleri saygıyla
selamlıyorum.” Paşa konuşmasını, “Üstün olan
Hak’tır, Hak’tan üstün yoktur.” diyerek bitirir. (Aydın idil, a.g.e. s.294)
Enver
Paşa 30 Temmuz 1921’de Moskova’dan ayrılır ve on gün sonra Batum’a gelir.
Paşa’nın bu gidiş gelişleri Ankara’yı tedirgin eder; Moskova’nın Enver’i
Anadolu’ya karşı kullanmak istediğinden şüphelenilmektedir. Enver Paşa,
hareketinden önce, Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin ile görüşmüştür. Paşa,
dışarıdaki İttihatçıları bir araya toplamaya çalışırken de, onları Anadolu’daki
mücadeleyi desteklemeye teşvik eder ve Ağustos ayı boyunca hiçbir teşebbüste
bulunmaz. Olaylar geliştikçe, Enver Paşa’nın Anadolu’ya girip, Millî
Mücadele’nin başına geçeceği yorumları artar; Enver’in ordu içinde daha
birleştirici olacağı fikri yaygınlaşır. İttihatçıların da, gizli açık bunu
istedikleri muhakkak gibidir.
*
* *
Paşa
çocuklara çok düşkündür; iki kızı vardır ama, Naciye Sultan’ın söylediğine göre
bir erkek çocuk hasreti içindedir. Bu hasretini bazen büyük kızı Mahpeyker’e
erkek elbiseleri giydirerek oyalamaya çalışırmış. Sonunda, oğlu Ali, 29 Eylül
1921’de Berlin’de doğar; ancak Enver Paşa Ali’yi hiç göremeyecektir. Enver Paşa
o günlerinde, sevdiği eşiyle ve çocuklarıyla sade bir ev hayatı yaşamayı
derinden arzular; hassasiyetleri artar. Böyle bir birlikteliğin onun düşünce ve
kararlarını da etkileyeceğini söyler. Belli ki çok sıkıntı içindedir: “Ah,
Naciyeciğim! Hani şöyle ikimiz başbaşa verip de, ciddi düşüncelerimizi
birbirine katarak yaşarsak, öyle geliyor ki, şimdikinden bin kat daha doğru
düşünecek, bin kat daha doğru kararlar vereceğim. Yok, yok, haydi gel Naciyem,
beraber bulunalım. Evet. Şimdiye kadar gelmeni istemiyordum; ama şimdi... en
güzel varlığım olan seni sıkıntıya sokmaya çalışıyorum. Evet, ben eskiden daha
hodbin oldum. Ama, yalnız ikimizin arasındaki hodbinlik olsa, gene üstesinden
gelirim. Fakat, şimdi kurtarılacak koca bir İslam âleminin, işe daha kuvvetli,
daha canlı sarılmama yardım edeceğini düşünmemden doğan hodbinlik, beni bu
kadar ileri vardırıyor...” (Ş. Süreyya, a.g.e., c.III, s. 610-12)
Görülüyor
ki Paşa, en duygulu, en hasretli zamanlarında bile, hayalinden büyük iddiaları
silemeyen, hayallerini kişiselleştiremeyen bir yapının insanıdır. “Haydi gel
Naciyem, beraber bulunalım.” arzusu onu
yaksa
da, kurtarılacak koca bir İslam âlemi vardır ve bu duyarlıklar onu yolundan
edecek niteliktedir. Aynı mektubunda, bu isteğinden vazgeçer; yeni doğan oğlu
Ali’yi araya sokar: “Fakat acaba mini mini aslancığımız sana gelmen için
izin verecek mi? Yok; bak, ondan izin almadan hiçbir kararımız olamaz. O,
biliyorsun ya; o, biz ihtiyarladığımız zaman, başladığımız işi ileri götürecek!
O, İngilizlerin, Fransızların lâşeleri üzerinden, İslâm bayrağını ileri
götürecek! Bütün Doğuyu, Batıyı kurtaracak. İşte, o büyük adamın sözünü, sen
de, ben de hürmetle dinlemeye mecburuz. Her yerde onun sözü yürüyecek; o saygı
görecek, ün alacak. O değil yalnız bizim, ailemizin, belki bu gün ben hiçbir iş
yapmaya muvaffak olamadığım halde, beni yine kurtarıcı gibi seven dört yüz
milyon Müslümanın gözbebeği olacak... İşte Naciye, o büyük adam eğer izin
verirse gel! ... Bana can ver, kuvvet ver, hepsinden daha önemlisi ümit ver.
Gene seni üzdüm. Fakat beni affet. Sana derdimi dökmezsem, kime dökebilirim...”
Osmanlı Sarayında yetişmiş Naciye Sultan O’nu anlasa da, seven bir kadındır ve
sevdiği insanı yanında istemektedir...
*
* *
Batum’a
hareketinden bir hafta kadar önce kardeşi Kâmil’e yazdığı 22 Temmuz 1921
tarihli mektupta şunları söyler: “Moskova’da memleket ve maskadımıza faydalı
olmakta devam imkânı oldukça burada kalacağız. Fakat bu imkân kalmazsa, o vakit
memlekete gitmek fikrindeyiz. Tabii bununla, aynı zamanda bizim, öyle halka
telkin edilmek istendiği gibi, Mustafa Kemal Paşa aleyhinde bir hareket değil,
bilakis olumsuz olan arkadaşları da teskin ederek daha çok birliğe çalışmaktan
başka bir yol takip etmeyeceğimizi göstermek için, bir de, hariçte de bizim
Anadolu’ya karşı olacağımıza ümit bağlayanların ne kadar yanlış düşündüklerini
anlatmış olacağız. Mamafih, bu dahile gidişimiz de duruma bağlıdır. ”
(Yamauchi, a.g.e., s. 235)
Paşa’nın,
duruma bağlıdır dediği, beklenen Sakarya Savaşı’nın sonucudur. Bu noktayı 29
Temmuz tarihli mektubunda Kâmil’e açık olarak bildirir:
“Ben şimdi Rüstem
ve Dr. Raik Beyle güneye gidiyorum. Batum’da bulunarak memleketin durumunu
yakından göreceğiz. Sonra da, eğer memleket savunmada devam edebilecek
haldeyse, belki memlekete girmekte fayda olmazsa vazgeçeceğiz. Yok eğer, ordu,
gelen haberler gibi yenilmiş, memleket yardıma muhtaç ise, memlekete gireceğiz.
Şimdilik kesin bir şey yoktur.” (A. İnan, a.g.e., s.102, Yamauchi, a.g.e.,
s.237)
Paşa
bu mektubunda dertlenir:
“Herhalde
memleketin başarmış bulunmasını ve benim de Eylül’de aranızda olmak istediğimi
söylemeyi fazlalık sayarım. Hele Türkân’ın boksunu seyretmek pek hoş olacak.
İşte siz öyle gülüp oynarken, ben burada bin dert içinde yalnız başıma uğraşıp
duruyorum. Etrafımdakilerin derdini dinliyorum. Ne vakit bu halin sona ereceği
de belli değil.”
Paşa’nın,
çocuklarının hasretini çektiği bellidir; ama, Eylül, beklediği gibi gelse de,
vuslatın bir başka bahara erteleneceği de belli gibidir.
Kütahya
ve Eskişehir’in düşmana terk edilip Sakarya boyuna çekildiğimiz o günlerde
Batum’a gelişini Cemal Paşa’ya da şöyle yazar:
“Eğer memlekette
maazallah ordu çözülme derecesine gelir de her şey kaybedilir mütalaasına
binaen hemen memlekete yaklaşmayı ve yakından durumu izlemeyi elzem görerek
Batum’a geldik.” (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.98)
Görülüyor
ki Enver Paşa kolay başarılar yahut ün peşinde değildir; her şeyin bittiği
noktada kendisini ortaya koymaya niyetlidir. Dr. Nazım da Batum’a gidişi Cavit
Beye şöyle bildirir:
“Yunan
taarruzunun aldığı şekil üzerine Ali Bey (Enver Paşa) memlekete yakın bulunmayı
ve icap ederse mücadele eden askere -velev bir nefer suretinde olsun- katılıp,
millî vazifesini yerine getirmeyi çok istedi.” Karşı
koyamadık diye devam eder. (h.
Cahit, Gizli Mektuplar, s.135)
Halil
İbrahim Göktürk, Sakarya Savaşı günlerinde Ş. Süreyya Bey’in, Hopa-Trabzon
yoluyla Malatyaya kadar gidip döndüğünü yazar ve kendisinin de bunu bir macera
olarak nitelediğini söyleyerek biraz kapalı bir üslupla, Enver Paşa adına
Anadoludaki askeri durumu yerinde görmek üzere gelmiş olabileceğini yazar. ( h. İ. Göktürk, a.g.e. s.66) Enver
Paşa’nın Batum’da bekleyişi ve arkadaşlarına yazdığı mektuplar da gözönüne
alınınca, Şevket Süreyya Beyin, Sakarya Savaşının sonucunu almak ve ordunun
durumunu değerlendirmek üzere gittiği makul görünmektedir.
Kardeşi
Kâmil’e yazdığı hemen her mektupta para sıkıntısı konusu vardır.
“Ben buralarda
badema hiç masraf etmeyeceğim; siz de orada son derece tasarruf ediniz.”
Moskova,
özellikle Kafkas halklarına, Anadolu hareketinin Bolşeviklere ihtiyacı olduğu
propagandasını yapar. Kızılordu’nun Anadolu’ya yardım edeceği propagandası ile
Kafkasya ve Azerbaycan’ın işgalinde direnişleri önlemek üzere zemin
hazırlarlar.
Moskova
ile dayanışmalı olarak kurulan İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği başlangıçta,
İttihatçıların, Komünistlerin Batı emperyalizmine karşı işçi sınıfını
kurtarmak, halkların bağımsızlıklarını sağlamak amacına katılarak ortaya
çıkmıştı. “Bizim de bu emperyalizme karşı mücadele hududuna kadar yollarımız
birleşmiştir. İslam âlemi Avrupa işçisinden bin kat daha fena vaziyettedir.”
Paşa’nın kendi eliyle yazıp Konya’daki Öğüt gazetesi’nin 21 Nisan 1921
tarihli nüshasında yayımlattığı yazı, aynı zamanda onun kişiliğini ortaya
koyması bakımından anahtar niteliğindedir. Şöyle demektedir: Balkanlarda, Trablusgarp’ta,
Birinci Dünya Harbinde takip ettiğim proje ne ise, bu gün de aynıdır ve
basittir:
“Avrupa ve
Amerika’nın çalıştırılan işçisinden çok sıkılan, canı çıkarılırcasına
çalıştırılan esir Şarkın içinde, bütün Avrupa nüfusuna denk olan dört yüz milyonluk
İslamı kurtarmak için bu kitleyi harekete geçirmektir.”
Şimdiye
kadar Türkiye’ye bir zarar gelir endişesiyle böyle bir teşebbüsümüz olmadı. Ama
Çarlığın yıkılmasıyla, Batı emperyalizminin kanlı bıçaklı bir düşmanı ortaya
çıktı. Bizim bu çalışmalarımız Anadolu adına olmadığı için Türkiye’ye hiçbir
zararımız dokunmaz. Paşa şunları da söyler:
“Bu mücadele öyle
bugün-yarın değil, belki beş on ve hatta elli sene sonra semeresini verecektir.
Bundan dolayı da buna hayal diyenler bulunuyor. Fakat biz bu işe, biz görelim
diye sarılmıyoruz.... İngiltere, Fransa ilh. gibi devletlerin tahakküm
kâşanelerini en sonda çökertecek bir besleniş ve daimî ateş yakmak istiyoruz.
İşte, bir çoklarının hayal sandığını biz hakikat diye görüyor ve iman ediyoruz.
Akideleri uğrunda hakiki bir imanla çalışan kırk sahabe nasıl elli senede...
harikalar göstererek dört yüz milyon halkı kurtuluşa götürdülerse, biz de şimdi
bu dört yüz milyon Müslümanın kendisini bilmesini ve kurtarmasını istiyoruz....
Bu halkların, özellikle gençliğin bu bilgi ve imanla silahlanıp boynundaki
esaret zincirlerini silkip atmasını istiyoruz.”
Ne
var ki, Bolşeviklere doğru attığı her adımda, bu hareketten Anadolu’ya destek
de, bütün mazlum Müslümanların kurtuluşuna yardım da olmayacağını anlar. O
zaman, Enver Paşa da, dönemin milliyetçilerinin düşüncelerine uygun olarak, her
Müslüman milletin kendi öz gücü ile, üzerine çökmüş olan yabancı tahakkümünü
söküp atması gerektiğini düşünür. İslam âlemi için biricik kurtuluş yolu budur.
“Şu halde bize kalan yegâne yol,
esir
kardeşlerimizi de kurtarmaya savaşarak hep birlikte hakkımızı, hürriyetimizi
geri almak ve korumaktır. ”
Rus
emperyalizmi altında olanların da, mücadeleden başka çareleri kalmamıştır.
Esasen Enver Paşa, Kırım, Azerbaycan, Kazan ve Türkistan gibi yörelerden
gelenlerden buralardaki Bolşevik zulmünü dinledikçe, Ruslara karşı tavrı
netleşmeye başlamıştır.
“Bu Türk ve
Müslüman memleketlerin hepsine bağımsızlık verilmesi vaad olunduktan sonra,
Bolşeviklerin en gaddar ve vahşi hareketlerle yok edip, harap ettiklerini,
böylece önceki katı Moskofluk politikasının daha şiddetlisine geçildiğini ve
nefsine ağır gelecek bunlara benzer diğer oldu-bittileri Enver Paşa görüyordu.”
Şekip
Aslan şöyle devam eder:
“Bu konular Enver
Paşa’yı siyasetini değiştirmeye ve Bolşeviklerle iyi geçinmiş olmasından ötürü,
zamanında kendisini kınamış ve uyarmış olan kardeşi Nuri Paşa’nın siyasetine
dönmeye sürükledi. Artık Moskova’dan kurtulmak için fırsat kollamaya koyuldu.”
(Cihangir, a.g.e., s.88)
Bu
fırsatı bulduğunda “Enver Paşa adeta uçarak Batum’a inmişti. ”
O sıralarda Anadolu’da Enver Paşa’nın
Yeşil Ordu ile Anadolu’ya gireceği söylentileri dolaşmaya başlar. Halil Paşa da
Batum’dadır. Ankara iyice telaşlanır. Mustafa Kemal Paşa tedbirlerini alır.
Genel Kurmay başkanı Fevzi Paşa, Doğu ordusu komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya
gizli bir telgraf çekerek Enver Paşa’nın sınırı geçmesi halinde tutuklanarak
Ankara’ya gönderilmesini, ayrıca, Enver’e bağlılıklarından şüphe edilen
subayların cepheden uzaklaştırılmalarını emreder. Kurmay başkanı Albay Kâzım
Özalp, 13. Tümen komutanı Yarbay Seyfi acele başka görevlere gönderilirler.52
*
* *
Enver
Paşa kimliğini gizleyerek yolculuk etmektedir. Batum’a, Dr. Nazım’la birlikte
geldiklerinde, kendileri için yapılmış hiçbir hazırlık yoktur. İlk günlerini
Batum garındaki boş bir vagonda geçirirler. Enver Paşa şöyle anlatır: “Hiçbir
yere çıkamam. Görünemem. Yalnız geceleri el ayak çekilince, Batum İslam
mahallesindeki işkembeci dükkânına gidebiliyorum. Gıdam bundan ibaret. Ama, bir
gece bu mahallede de, beni eski bir Türk subayı tanıdı. Yani, artık tanındım,
görüldüm...” (Aydemir, a.g.e., c.3, s. 606) O günlerde Batum Ermeni
çeteleriyle kaynamaktadır ve hepsi de İttihatçı önderlerin peşindedir.
Enver
Paşa iki ay kadar Batum’da kalmıştır. Yaveri Muhittin Bey, Paşa’nın Batum’da
bulunuşunu şöyle açıklar:
“Paşa’nın
o havalideki geliş gidişleri tamamiyle Sakarya muharebesinin gidişine bağlı
idi. Enver Paşa Sakarya’da düşmanla çarpışan kahramanların -talihin gereği bu
idi- en gerisinde, tabir caiz ise bir nefer gibi hazır bulunmak istemişti. O
kahramanlar hakları olan zaferi kazandılar ve Enver Paşa düşmanın bu
çözülmesini gönül rahatlığı içinde görerek Gazi Paşa’ya başarılarının devamını
dileyen bir mektup yazdı ve dediğim gibi Buhara seferine başladı.”
51 Bu
satırların yazarı, 1970 yılında genç bir avukat olarak gittiğim Hatay’da,
epeyce yaşlı, meslektaşlarının çok sevip çevresinden ayrılmadıkları, kendisine
“On dokuzuncu yüz yıldan” günlük haberler sorarak takıldıkları Mesut Fani
Bey’le tanıştım. Beni, Türk Ocaklarının Genel Başkanı Rahmetli Prof. Osman
Turan Hoca, Ocak’la ilgili bir iş için göndermişti. Orada Türk Ocağı’nın yerini
ve yetkililerini sorarken, beni, “Geçen yüz yıldan kalma bir adam”
nitelemesiyle O’na götürmüşlerdi. Kısa boylu, zayıf çehreli, sevimli ve vakur
tavırlıydı. Türk Ocaklarından geldiğimi söyleyince beni hemen sahiplendi.
İşimizi hallettikten sonra, Baro’ya götürdü, avukatların takılmaları, sevgi
gösterileri arasında beni onlara takdim etti; fakat, kendisini sevgiyle
çevreleyen bu insanlara uzakmış gibi bir hisse kapıldım. Sonra yazıhanesine
götürdü. Eski dar sokaklardan bir süre yürüdükten sonra, bir aralıktan girip,
belli ki, bir vakıf binasının kapısına geldik. Eski bir kapıyı anahtarla açtı;
yanılmıyorsam kubbeli, cami avlusu gibi kocaman bir yere girdik. Yüksek
duvarlar tavana kadar kitap doluydu; benim aklım gitti. Duvarların birinin
dibinde, eski, işlemeli küçük masasına oturdu; kitaptan görünmez olmuştu. Ben,
olduğum yerde dönerek kitaplara bakıyordum.
Atatürk hakkında,
Türkiye’de ilk kitabı kendisinin yazdığını, hatta bir nüshasını da Fransız
Konsolosluğuna gönderdiğini söyledi; fazla kalın olmayan risale türü bir şeymiş.
Fakat ben, içine girdiğim bu çok büyük medrese odasının ve nerdeyse üstüme
abanan kitapların havasından kendimi kurtarıp, anlattıklarıyla fazla
ilgilenememiştim. Bana, bir kere daha, Türk Ocağı’ndan mı görevlendirildiğimi;
Ocak Genel Merkezinin gerçekten faal olup olmadığını sordu. Bu kaçıncı soruda,
ben nihayet uyanmış, soru tekrarlarının yaşlılıkla ilgili olmadığını
anlayabilmiştim. Bu sefer ben sormaya ve yüklenmeye başladım. Ondokuzuncu
yüzyıla inmeden, Yirminci Yüzyılın ilk dörtte birinden soruyordum. Hiç birine
cevap vermedi. Nereden yaklaşmaya çalıştıysam, ne sorduysam, kaçtı. Fakat,
kalkıp gitmeme de izin vermiyordu...
Sonunda beni,
nehrin kenarında, büyük, güzel bir lokantaya götürdü. Yine içerdekilerin
takılmaları ve sevgi gösterileri arasında dipte, sakin bir yerde oturduk. Hatay
şubesi, genel merkezle hiçbir ilişkisi olmadan, bilemediğim bir zamandan beri
eski bir binada o günlere kadar varlığını devam ettirmiş. Ben yolda, Ocak Genel
Merkezinden, yeni şubelerden ve özellikle gençlerin çalışmalarından epeyce
anlattım.
Çorbayı içerken,
direnci kırılmış yahut bana güvenmeye başlamış olmalı ki, konuşmaya başladı.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında, bugünkü Suriye sınırındaki dağ kasabalarından
birinin çok genç
kaymakamı imiş.
Kanal Cephesi harekâtı için gönderilen Ordu Birlikleri hareket halindeymiş.
Enver Paşa’dan bir emir gelmiş ki, bu birlikler en geç bir hafta içinde bu
dağları aşmalı, öbür tarafa geçmeli imişler... Yol yok, iz yok; bu askerî
birlikler, bütün ağırlıklarıyla bu dağlardan nasıl aşırılır?
Genç Kaymakam
yürümüş, gece dememiş, gündüz dememiş, birkaç gün içinde ova dememiş, dağ
dememiş, tüm köyleri ayaklandırmış; kazma kürek, ordunun geçeceği güzergâha
dökmüş. Türkmenler hırsla kayaları parçalayıp, yolları düzlemişler. Enver
Paşa’nın askerleri üç gün içinde o dağları aşıp öte tarafa geçmişler.
Bunları anlatırken,
Ondokuzuncu Yüzyıldan kalma avukatın her yanı titriyordu. Ben kıpırtısız,
dinliyordum.
Bir ay kadar sonra
Enver Paşa cepheye gitmek üzere bölgeye gelmiş; usul üzre, mülkî, askerî erkân
kendisini Adana Garında karşılamışlar; genç kaymakam da oradaymış. Enver Paşa
trenden inmiş, karşılayıcıların ellerini sıkıp yürürken, “O kasabanın kaymakamı
kimdi?” diye sormuş. Genç Kaymakamı göstermişler. Paşa gelmiş; omuzlarından
tutup, şöyle bir süzerek, alnından öpmüş ve “Sana verecek bir hediye
getiremedim; şu saatimi hatıra olarak saklarsın.” diyerek, cep saatini çıkarıp
vermiş.
Yaşlı meslektaşım
yelek cebinden çıkardığı köstekli saati, “Bu Enver Paşa’nın saatidir!” diyerek
bana gösteriyordu. Ve çok güzel ağlıyordu... Bu ölçüde sevgi ve bağlanış,
herhalde çok az insana nasip olmuştur.
52
Burada ilgi çekici bir senaryo akla geliyor: Enver Paşa sınırı geçip, Kâzım
Karabekir’in karargâhına gelseydi, ne olurdu? Karabekir’in yukarıda adı geçen
kitabına bakılırsa, hemen tutuklanır ve Ankara’ya postalanırdı. Çünkü, bu
kitapta yer yer, haksız ve mesnetsiz bir şekil ve üslupta Enver ve
arkadaşlarına saldırmaktadır. Ama yine bu kitapta yazdıklarına göre, Enver’i
biraz zor tutuklayıp gönderirdi. Çünkü, kendi beyanına göre Enver onun hayatını
kurtarmış, askerlik mesleğini yeniden ona kazandırmıştı; Balkan Savaşı
sonrasında Kâzım Karabekir hakkında verilen Divan-ı Harp kararını yırtıp
atarak, Kâzım Bey’i görevinin başına göndermişti... “Ben onu hâlâ severim ve
hürmetim vardır.” diyen Kâzım Paşa, Enver’i karşısında görseydi ne yapardı?
Hayal
ve Hakikat yahut Demir Olsa Eritirim
1 |
3 EYLÜL 1921 Sakarya Savaşı’nın
kazanılmasından sonra Ankara’nın İttihatçılara karşı olan tavrı da iyice
açıklık kazanmış ve sertleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın gücü Meclis içinde
de, halk içinde de, yabancı devletler nezdinde de artmıştır. Bu vakitten sonra
Sovyetler de Enver Paşa’ya açıkca uzak durmaya ve Mustafa Kemal’in Batıya
yanaşmaması için onunla yakın temasta olmaya yönelirler.
Anlaşıldığına
göre, Ankara Hükûmeti Moskova’dan, Enver Paşa’nın yakalanarak Türkiye’ye
teslimini istemiştir. Çiçerin, Ankara’daki temsilcisine şunları yazar:
“Bizim tarafımızdan
Enver Paşa’ya yardım adı altında yapılanlar bir hikâyedir.... Müslüman bir
kahramanın yakalanmasını imkânsız olarak düşünüyoruz. Batum’dan ayrıldığında,
onu yakalamakta becerikli olamadık. Bununla birlikte ona hiçbir şey vermedik ve
asla vermeyeceğiz.”
Bakü’de
kendisiyle görüşen eski İttihatçı gazeteci Muhittin Bey, İttihatçılara karşı
halkın soğuk durduğunu, bu sebeple Türkiye’den ayrılıp bir süre ticaretle
uğraşmayı uygun bulduğunu söyledikten sonra, “Benim gibilere karşı vaziyet
böyle olursa, sizin gibilere karşı vaziyetin ne olacağını artık sizler takdir
edersiniz. Hülasa Anadolu’yu rahat bırakmalıyız.” der. “Enver Paşa beni
derhal, doğru, diye tasdik etti. Batum’a Sakarya savaşında bir bozgunluk
olursa, yardıma koşmak için gitmiş olduğunu, fakat savaş kazanılmış olduğu
için, artık böyle bir şeye ihtiyaç kalmadığını söyledi.” (Aydemir, a.g.e.,
c.3, s.617)
Enver
Paşa yeni bir yol çizmeliydi. Daha önce Türkistan’a gidip gelmiş olan amcası
Halil Paşa ile görüşür. “Türkistan’ın henüz tam teşkilatlanmadığını ve
temeli olan bir harekete bu yüzden girişilemeyeceğini anlatmaya çalışıyordum.
Basmacı denilen ve Fergana bölgesinde dolaşan çete kuvvetlerinin bir kısmı
vatansever, bir kısmı eşkıya, bir kısmı din elden
gidiyor
diye ayaklanan softalar, bir kısmı da malım gitsin canım kurtulsun düşüncesiyle
hareket eden insanlardı. Üstelik silah ve cephaneleri de yetersizdi. Enver’e
bunlarla bir hiçbir şey yapılmasının mümkün olamayacağını anlatmaya
çalışıyordum. O’nun cevabı: Demir olsa eritirim, oluyordu. ”
(Halil [Kut], a.g.e., s. 278)
Aynı
çeyrek yüzyıl içinde Balkanların bir ucundan Anadolu’ya kadar çekilen, tarifsiz
acılar içinde sürekli dövüşen, yokluk içinde kavrulan o neslin yüreği
daralmamıştı; her şeye rağmen büyük rüyalar görebiliyordu. Ama, artık kavganın
sıcaklığı geçtikten sonra, yetişen nesillerin bütün duyarlıkları Anadolu
üzerine yoğunlaştırıldı; yürekler daraldı, ufuklar küçüldü. İlk bakışta son
derece gerçekçi ve doğru gibi görünen bu çekiliş, çok da fazla doğru değildi.
Çünkü, büyük küçüğü de içerir; bu gerçek fark edilmedi. Siyaset tarihe de girdi
ve kendimizi tahribe yöneldik. Yürekler daralınca ve düşünce politik
endişelerle ölçülenince, artık büyüklükleri kavramak, bir ülkünün inancını
duymak çok zorlaşır. İşte o ortamda yetişen ve hayatları mideleriyle kasıkları
arasına sıkışanlar, Sarıkamış’ı Turan zannettiler, Enver Paşa’nın Turan
yollarında askerimizi boşu boşuna kırdırdığını söylediler ve Türkistan’da ne
işi vardı, diye sordular. Bugün, Türkistan’ın dünyaya ve Türk dünyasının
birbirine açıldığı bu zamanlarda, benzeri soruların artık sorulmayacağını ümit
edebiliriz. Ancak, Enver Paşa, Türkistan’da ne aradığını, Kuşçubaşı’na yazdığı
mektupta da cevaplandırmıştı, Zeki Velidi’ye söyleyeceklerinde de
cevaplandıracaktır.
Daha
önce Türkistan’a gönderip, oralarda bir hareket başlatıp başlatamayacaklarını
incelemesini istediği Hacı Sami’den cevap gelmiştir. Hacı Sami, Türkistan’ın
parçalanmışlığından ve yıpranmışlığından söz ederek, buralarda böyle bir
mücadelenin imkânsız olduğunu bildirmektedir. Enver Paşa kendine yakışan şu
cevabı verir:
“Uzun zamanlardan
beri Türkistan Türklüğü ile Osmanlı Türklüğü arasındaki irtibat kopmuştur. Ben,
Osmanlı Ordularının Başkomutanı ve İslam Halifesinin Damadı olarak oraya gelir
ve Türkistan’ın bağımsızlığı uğruna ölürsem, bu köprüyü kurmuş oluruz.”
Daha
sonra da Zeki Velidi Togan’a şunları söyleyecektir: “Muvaffak olamazsak, hiç
olmazsa cesedimi burada bırakmakla Türklüğün istikbaline hizmet etmiş olurum. ”
En
yakın dostlarından Lübnanlı Şekip Aslan da, Enver Paşa’nın Batum’ dan
Türkistan’a doğru yola çıkarken, “Nefsinde ölümünü kararlaştırmış”
olduğunu
söyler. (Cihangir, a.g.e., s.89) Batum’dan Trabzon eski valisi Cemal
Azmi Bey’e yazdığı mektubunda, Berlin’deki çocuklarıyla ilgilenmesini ister.
Evet,
Enver Paşa’nın kararı ve demir olsa eriteceği kesindi; o, Trablusgarp’tan,
Sarıkamış’tan tanıdığımız Enver Paşa idi. Fakat, onun insan olarak, Naciye
Sultan’ın eşi ve Ali’nin babası olarak çektiği acının derinliğini ve demirden
de sert olduğunu anlamak için, mektubunu okumak lazım.
“Kâmil,
“Bugün Sami ile,
Cemal Paşa ile görüşmek üzere Çarçuy’a gidiyorum. Anadolu teşkilatı devam
ediyor. Belki orada ayrı bir karar vermezsek, bir ay sonra Berlin’e geleceğim.
Fakat, bu karar kesin değildir. Allah’tan hangisi emin ve memlekete hayırlı
ise, Allah onu nasip etsin. Sizden, tamam Temmuz 22’ den beri haber alamadım.
Artık sabrım tükendi. Fakat çare yok. Kaç telgraf çektim; ses yok. Bedri Bey de
Moskova’ya gelmemiş.
“Senden en ricam,
Sultan Efendi Hazretlerini üzmemendir. Kendilerinin, benim hissiyatıma vukuf-ı
tamları olmadığından, herhalde beni öbür dünyada da muazzep edecek hareketlerde
bulunmazlar. Yavrularımı da sana emanet ediyorum. Ah! İki çocuğumun ne
olacağını bile bilmiyorum. Gözlerinden öperim.”
Kâmil
V. Nerimanoğlu diyor ki, “Allah’ın seçtikleri derdin de böyüyünü çekmelidir.
Belke insanı böyüden çekdiyi derddir. Bes zaferler, yaradılanlar (eserler),
gurulanlar... Bütün bunların mayasında, cövherinde
derd yohsa, o zaferler nece
gazanilardl?” (Kâmil V.
Nerimanoğlu, “Enver Paşanın Çizmeleri”, Düşünce, 525. gazet, 20.9. 2007,
Bakü)
Enver
Paşa yukarıdaki mektubu, Türkistan’a hareket ettiği gün, Batum’ dan
yazmaktadır. Bu mektubun, bir ay sonra çocuklarının yanına dönmeyi düşünen bir
insan tarafından yazılmadığı çok açık. Paşa, Türkistan konusundaki kararını
birden bildirmiyor; bir ihtimal olarak açıklıyor; hatta zayıf bir ihtimal
olarak. Böylece, eşini, yeniden uzun bir ayrılığa hazırlamaktadır. Daha sonra
göreceğiz ki Paşa, şehadetine de, eşini alıştırmaya çalışacaktır...
Enver Paşanın Resmi Sicil Özeti
Babası: |
Ahmet |
Doğum Yeri: |
İstanbul |
Doğum Tarihi: |
1880 |
Sınıfı: |
Piyade |
Duhulü: |
2 Mart 1313 |
Yüzbaşı Nasbı: |
26 Kasım 1912 |
Kolağası Nasbı: |
9 Mart 1905 |
Binbaşı Nasbı: |
12 Eylül 1906 |
Kaymakam Nasbı: |
10 Haziran 1912 |
Miralay Nasbı: |
15 Aralık 1913 |
Mirliva Nasbı: |
3 Ocak 1914 |
Ferik Nasbı: |
1 Eylük 1915 |
Birinci Ferik Nasbı: |
22 Ekim 1917 |
16
Aralık 1902- Sekiz ay sunuf-ı selâsede (üç sınıf: piyade, süvari, topçu) bölük
idare ve komuta etmek üzere, iki yıl süreyle Üçüncü Orduya atandı.
5
Ocak 1903- 13. Topçu Alayının Birinci Bölüğüne görevlendirildi.
29 Eylül
1903- Üsküp’te Nizamiye 14. Alayın Birinci Taburuna, Manastır yöresinde
bırakılarak çalıştırılması, 8 Ağustos 1322’de istendi.
14
Aralık 1907- Rumeli’de eşkıya takip heyetine, 500 kuruş maaş zammı ile atandı.
23 Ağustos
1908- Rumeli vilayetleri müfettişliği refakatine verildi.
5
Mart 1909- 5.000 kuruş maaşla, Berlin ataşemiliterliğine verildi.
25 Ağustos 1909-
Almanya’da yapılan manevralarda bulundu.
12 Ekim 1910-
Birinci ve İkinci Ordu manevralarında hakem olarak bulunmak üzere İstanbul’a
geldi.
30 Temmuz
1911- Geçici olarak İşkodra karargâhına görevlendirildi.
24 Ocak 1912-
Umumî Bingazi çevresi komutanı olarak atandı.
17 Mart 1912- Umum
Bingazi çevresi komutanlığına ilaveten Bingazi mutasarrıfı olarak atandı.
10
Haziran 1912- Bingazi’deki hizmetine devam etmek üzere Kaymakam oldu.
1 Ocak 1913- X.
Kolordu Kurmay Başkanlığına atandı. Bu kolordu 31 ve 32. Nizamiye
Fırkalalarıyla, Mamuretülaziz (Elazığ) Redif Frkasından oluşmuştu.
15 Aralık 1913-
Miralay oldu.
3 Ocak 1914-
Mirliva (Tuğgeneral) rütbesiyle Savaş Bakanı oldu.
8 Ocak 1914- Genel
Kurmay Başkanı oldu.
3 Ağustos 1914-
Başkomutan vekili oldu.
25 Kasım
1914- Denizcilik Bakanı vekili oldu.
26 Nisan
1915- Yaver-i Has-ı Padişahî oldu.
1 Eylül 1915- Ferik
(tümgeneral) oldu.
5 Ocak 1917- Savaş
Bakanlığı ve Başkomutan vekilliğinde ibka edildi.
8 Şubat 1917-
Denizcili Bakan vekili oldu.
19 Nisan 1917-
Başbakan vekili ve Maliye Bakanı vekili oldu.
22 Ekim 1917-
Birinci Ferik oldu. (Bu rütbe ordudaki son rütbedir; korgeneral ve orgeneral
karşılığıdır.)
29 Aralık 1917-
Denizcili Bakanı vekili oldu.
8 Temmuz 1918-
İbkaen Denizcilik Bakan vekili ve ibkaen Başkomutan vekili oldu.
10 Ağustos 1918-
Başkomutanlık vekilliği, Başkomutanlık Genel Kurmay Başkanlığına çevrildi.
8 Eylül 1918-
Başbakan vekili oldu.
^ Kasım 1918 gecesi
evinden kayboldu. (Resmî kayıt böyledir.)
1 Ocak 1919-
İzinsiz mevkiinden uzaklaşmak ve izinsiz Osmanlı Devletinin hududunu tecavüz
etmekle, sanık, işaret edilen kişinin, seferberlik esnasında, hiçbir salahiyet
ve resmî yetkiye dayanmadan Memalik-i Osmaniye sınırını tecavüz eylediği için,
fiil ve hareketine uyan Askerî Ceza Kanununun 132. maddesinin ikinci fıkrasına
dayanarak, askerlikten çıkarılmasıyla birlikte, bir sene süreyle kalebent
edilmesine ve Umumî Ceza Kanununun 32. maddesi uyarınca, medenî haklardan
mahrum kılınmasına ve Ceza Usulü Muhakemeleri Kanununun 371. ve takip eden
maddeleri gereğince mallarına el konulmasına ve usulü dairesince
yönettirilmesine dair, Erkân-ı Divan-ı Harbî mahsusundan verilen karar, ele
geçtiğinde tekrar yargılanmak üzere özel tasdikine 1 Kânunısanî 1333’te irade-i
seniye şerefsadır olmuştur.