Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ŞEHİT ENVER PAŞA...NEVZAT KÖSOĞLU 2

 

Fedailer Birliği yahut Teşkilat-ı Mahsusa

O

SMANLI İmparatorluğunda ünü çok yaygın olan, fakat mahiyeti hakkında hemen hiçbir bir şey bilinmeyen haber alma teşkilatı, Sultan Hamit’in Yıldız Teşkilatı’dır. Bu teşkilatın, iç istihbarat konularında Abdülhamit düşmanlarının korkulu rüyası olduğu, zaman zaman mübalağalı olarak anlatılsa da yapısı ve işlevleri hakkında ilave hiçbir şey söylenmez; karalama kabilinden anlatılan jurnalcilikler de, bu konudaki esrar perdesini kalınlaştırır.

Sultan II. Abdülhamit Han’ın, Yıldız Teşkilatı’nın aynı zamanda dış istihbarat konularında çalıştığı söylenebilir. O’nun dış politika başarılarının, bu istihbarat çalışmalarına dayandığı ifade edilmiştir. Rus büyükelçiliğinin baş tercümanı Maksimof, Sultan Hamit’in adamı olarak çalışmış; Sultan Hamit, kendisine bombalı suikast düzenleyen Belçikalı Joris’i affederek hizmetinde kullanmıştır. Türkolog olarak ün yapmış bazı İngiliz servis mensuplarının aynı zamanda Sultan Hamit için çalıştıkları hakkında bilgiler vardır. Bu Padişah’ın, büyük devletlerin çıkar çatışmalarını ve gizli anlaşmalarını dengeleyerek, Devletin dış siyasetini başarıyla yürüttüğü düşünülürse, bu başarıyı sadece onun zekâsına değil, aynı zamanda iyi bir haber alma çalışmasına bağlamak gerektir. Bunu sağlayan teşkilat da, büyük bir ihtimalle, yapısı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Yıldız Teşkilatı’dır.

Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar İçişleri Bakanlığı ve Ordunun birer haber alma teşkilatı varsa da Meşrutiyet yahut Sultan Hamit’ten sonra dağılmış olan Yıldız Teşkilatı’nın yeri boş kalmıştır. Muhtemelen bu ihtiyacın yakından hissedilmesi üzerine, iç-dış istihbarat yapmak, karşı propagandalar yürütmek, gerektiğinde askerî ve yarı askerî hareketlerde bulunmak üzere Teşkilat-ı Mahsusa kurulur. Teşkilatın Enver Paşa tarafından kurulduğu ve ona bağlı olarak çalıştığı, raporlarını da Başbakan ve Savaş Bakanı’na verdiği bilinmektedir. Bazı bakan ve yüksek rütbeli subaylar bu

örgütün varlığından haberdar olsalar da yapı ve çalışmaları hakkında fazla bir şey bilmezler. Bu bakımdan Teşkilat-ı Mahsusa’nın tam bir gizlilik içinde çalışmalarını sürdürdüğünü söylemek mümkündür. Kuruluş tarihi hakkında farklı iddialar vardır; Mustafa Balcıoğlu, Genel Kurmay arşivlerine dayanarak 17 Kasım 1913’te kurulduğunu söyler. (Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Cumhuriyete, Ankara 2004, s.2) Enver Paşa, bu tarihten bir ay kadar sonra Savaş Bakanı olmuştur. Ergun Hiçyılmaz, Teşkilatın isim babasının veteriner Miralay Rasim Bey olduğunu ve kuruluşun Sultan Reşat Han tarafından onaylandığını yazar. (Ergun Hiçyılmaz, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 1996, s.47-48)

Bu teşkilatın en ünlü simalarından Eşref Kuşçubaşı, fiilen var olan bu örgütün 1911-14 arasında Teşkilat-ı Mahsusa olarak isimlendirildiğini, “Fedai Zâbitân”, “Umur-ı Şarkiye” gibi isimlerle anılan grupların hep aynı nüve olduğunu söyler. (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2003, s.54) Bu düşünce esasta doğru olsa da, mesela Trablusgarp’a giden subay ve sivil gönüllülerin bir örgüt yapısı içinde olmadıkları, özel bir yönetim ve malî yapıya sahip bulunmadıkları bilinmektedir. Trablusgarp’taki mücadele de askerî teşkilatlanmaya dayanır. Ancak, İkinci Balkan Savaşı ve Edirne’nin kurtarılışında Teşkilat-ı Mahsusa açık olarak görülür ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kurar.

Bu teşkilatın öncesini, Eşref ve Sami Kuşçubaşı kardeşlerin Hicaz’da iken, Sultan Hamit’e karşı kurdukları bir gizli örgütlenmeye bağlama düşüncesi de olmakla birlikte, Enver Bey’in, daha ilk görev yıllarında Selanik yahut Manastır’da, yabancı devletlerin propaganda ve istihbarat çalışmalarına karşı kurduğu ve başına amcası Halil Bey’i getirdiği karşı istihbarat teşkilatının öncül olma ihtimali daha yüksektir. (Hanioğlu, a.g.e., 3. mek.; Enver Bey, bu mektubunda, bir karşı istihbarat teşkilatı kurduğunu söylemektedir.)

Teşkilat, parçalanmakta olan Osmanlı’yı yaşatabilmek için, kendi canlarını pervasızca ortaya koyabilen serdengeçti asker ve sivillerin toplandığı bir bünyeye kavuşmuştur. Bunun için de, hem İslam Birliği, hem Türk Birliği fikrine hiçbir çelişkiye düşmeden sahip çıkmışlardır. Osmanlı Devleti’nin güvenliği için gerekli iç ve dış istihbaratı sağlamak, İslam ülkelerinde Hilafet çevresinde İslamcılık şuurunu güçlendirmek, sömürgeci Avrupalı güçlere karşı ruhî bir direnç oluşturmak ve savaş zamanında buralarda ihtilaller çıkarmak, yine savaş sırasında düşmanı yan ve arkalardan

vuracak çeteler oluşturmak, ikmal kaynaklarını vurmak, düzenli ordunun giremeyeceği gizli ve açık eylemleri yürütmek görevleri arasındadır.

Teşkilatın son başkanı Albay Hüsamettin Ertürk şöyle anlatır:

“Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme ulaşmak, diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi gerçekleştirmektir. Enver Paşa’nın bir yandan Emirî Efendi’nin İttihat ve Terakki programındaki Panislamizminden, diğer taraftan da Ziya Gökalp’in Pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır.” (Semih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Hüsamettin Ertürk’ün Hatıraları, İstanbul 1996, s.105)

“Bu birliği meydana getirmek için Umumî Harbin başlangıcından itibaren Fas, Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Bingazi, Afrika Merkezi, Mısır, Habeşistan, Sudan, Zengibar, Somali, Malay Adaları, Açe Adaları, Belucistan, Afganistan, Çin, Türkistan-ı Rus, Hive, Kuzey Rusya, Kuzey Kafkasya, ve Azerbaycan, Güney Kafkasya, Moğolistan, Kırım, Arnavutluk, Trakya ve Makedonya gibi çevrelerde ruhları uyandırmak, İslamın parçalanan, dağıtılan ruhunu yavaş yavaş canlandırmak, devletimizin Avrupa’daki siyasi önemini artırmak, Avrupalıların savaştan önceki planlarını suya düşürmek” bu teşkilatın görevlerinden olarak sayılmıştır. (Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Cumhuriyete, Ankara 2004, s.3)

Cihat ve İslam Birliği gibi teşkilatın temel fikirleri, Osmanlı devlet ve aydınlarının tabiî yönleri olmakla birlikte, Almanya’nın da Kafkaslar, Mısır ve Hindistan gibi Müslüman ülkelerde çıkacak ayaklanmalardan çok ümitlendiği, hatta bu fikirlerin doğrudan Alman genel karargâhı tarafından üretildiği yolunda iddialar vardır. (Philip h. Stoddard, a.g.e., s.19 vd.) İslam düşünce ve inanış biçimini yeterince değerlendiremeyen yabancı kaynakların bu iddialarının tartışılacak fazla bir yanı yoksa da, bu politikaları güden Enver Paşa’nın, pek de hayalci olmadığına bir işaret sayılabilir. Ayrıca, bu çalışmaların Kuzey Afrika’da ciddi boyutlarda etkili olduğu ve Hindistan’da Hilafet Hareketi yoluyla İngilizleri baskı altına aldığı da bilinmektedir.

İlk başkanı Yarbay Süleyman Askerî olan (17 Kasım 1913-14 Nisan 1915) Teşkilat’ta asıl nüveyi Osmanlı subayları oluşturmaktadır; merkezde şubeler (Hindistan-Afganistan ve Arabistan Şubesi, Rumeli Şubesi, Doğu Şubesi, Afrika Şubesi gibi) ve masalar (Arabistan Masası, Afgan Masası, Hindistan Masası gibi) şeklinde teşkilatlanmış, taşrada ise hücre ve ajanlar şeklinde çalışmıştır. Ayrıca merkezde, bütün İslam ve Avrupa dillerinde telif ve tercümeler yapan bir Tercüme Şubesi vardır. Bu teşkilatta, Bahattin Şakir ve Kara Kemal gibi İttihat Terakki’nin önde gelen liderlerinden, daha sonra devlet kurucusu yahut başkanı olmuş düzeyde Müslüman pek çok ünlü isim

hizmet sunmuştur. Eşref Kuşçubaşı bunların sayısının altı yüzü geçtiğini söyler. Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat, zaman zaman Alman istihbaratıyla işbirliği yapmıştır. Philip H. Stoddard, 1916 yılında teşkilat mensupları sayısının 30.000’i bulduğunu ve bunların genellikle doktor, mühendis, subay gibi uzmanlardan oluştuğunu yazar. (Stoddard, a.g.e., s.59)

Teşkilatın ikinci başkanı, Süleyman Askerî’nin vefatı üzerine bu göreve getirilen, hukuk doktoru Tunuslu bir Türk olan Ali Bey Başhemba’dır. Genç yaşında (39) vefatına kadar bu görevi yürütmüştür. (24 Mayıs 1915-31 Ekim 1918) Son başkan, Albay Hüsamettin Ertürk’tür.

Fethi Okyar Teşkilat-ı Mahsusacıların kadro halinde Trablusgarp’a gittiklerini söyler.

“İleride göreceğimiz üzere Enver Beyi iki derece terfi ile Savaş Bakanı yapan onlardı. Asıl varlıklarını, aralarına devrin tanınmış fikir adamlarını, şairleri, sanatçıları, kalem erbabını da alarak Birinci Dünya Savaşı içinde gösterdiler. Tuttukları yol, hatta benimsedikleri gayelerin uygulama kabiliyeti tartışılabilir, fakat samimiyet ve fedakârlık olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın manevi mirası gelecek kuşaklara örnektir.” (Okyar, a.g.e., s.199)

Teşkilat-ı Mahsusa mensupları savaş öncesi ve içinde Yemen’den Hindistan’a, Kâşgar’dan Makedonya’ya, Kafkasya’dan Afrika’da Darfur’a kadar her yerde olmuş ve kendilerine verilen görevleri yerine getirmek için uğraşmışlardır. Üç yüz ile beş yüz kişilik Teşkilat fedai grupları Filistin- Suriye ve Irak cephesine gönderilmiştir. Savaş zamanında Teşkilat insan kaynağı olarak, askerlerin dışında, hapishanelerdeki mahkûmlardan, aşiretlerden, askerlik yaşını geçmiş yahut henüz gelmemiş gençlerden de yararlanmıştır. Bu gruplardan savaşçı birlikler kurmuş, bir kısmını da işçi taburları halinde örgütleyerek cephe gerisinde çalıştırmıştır. Yine savaş sırasında, ordunun maneviyatını yükseltmek üzere oluşturulan bir Mevlevi taburu 4. Ordu için Şam’a, bir Bektaşi birliği de Doğuya gönderilmiştir. Dağa çıkmış Topal Osman Çetesi, Veysel Bey Çetesi gibi kuvvetler ikna edilerek mücadeleye sokulmuştur.

Mahalli gönüllülerden ve yukarıda işaret edilen kaynaklardan kurulan çetelerin başında, kaideten Teşkilat mensubu subaylar bulunmuştur. Asker yahut sivil, Teşkilat’ın kurduğu birlikler, genellikle hudut bölgelerinde ve düşman arkalarında uğraştıkları için kendi komutanlarının insiyatifleri ile hareket etmiş, bu da düzenli kuvvetlerle zaman zaman anlaşmazlıklara yol

açmıştır. Ayrıca, düzenli birlikler kadar disiplinli olmadıkları için yer yer halkın ve ordunun şikâyetlerine yol açan davranışlar sergilemişlerdir.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın iç politika endişeleriyle kurulduğunu da ileri sürenler olmuşsa da, (Arif Cemil, 1. Dünya Savaşında Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2007, s.9 vd.) bu yönde kullanıldıklarına dair bir olay yahut işaret yoktur. Teşkilat çalışmalarına şu veya bu şekilde katılanların genellikle İttihatçılar olduğu söylenebilir. Örnek olarak Doğu Cephesinde Erzurum bölge sorumlusu Dr. Bahattin Şakir Bey, yerli halktan ve eşraftan geniş ölçüde -malî kaynak, haber alma, çeteye katılma- yararlanmıştır. Teşkilat ilçelere kadar yayılmıştır. Erzurum’dan çevre ilçe kaymakamlıklarına gönderilen telgraflarda şöyle denilmektedir: “3. Ordu Komutanı paşanın tasvibiyle, Dr. Bahattin Şakir Beyin başkanlığında askerlik çağına dahil olmayan gençlerle, çağı geçmiş ama zinde yaşlılardan bir İslam milis birliği kuruluyor. ... Ona göre gizlice ve dağdağasız bir şekilde işe başlayınız ve peyderpey sonucu bildiriniz.” (Cemil, a.g.e., s.44-45) Dr. Bahattin Şakir Doğu cephemizde savaş başlamadan bir süre önce Talat Bey’e gönderdiği raporda “Bir haftadan beri Narman ve Hasankale teşkilatımızı denetliyorum. Günden güne büyüyen teşkilatımız için çok ümitliyim. Denedik, her yerde yapılan baskınlarda Rus kuvvetlerini bozduk. Şimdiye kadar binden fazla koyun, dört yüze yakın sığır ganimet” aldıklarını söyler. Büyüklü küçüklü bir çok çete de Rus hududunu geçmiş olarak çalışmaktadır. İdris Bey Çetesi, Sabit Bey Çetesi, Emir Aslan Bey Çetesi, Maksut Kaptan Çetesi ve Ali Pehlivan Çetesi Sarıkamış-Batum arası hatlarda görev yapmaktadır. (Cemil, a.g.e., s.48)

Gnkur.ATASE Bşklığı Arşivi Fotoğraf Koleksiyonu, Birinci Dünya Harbi (BDH) Albüm No:
5., Fotoğraf No: 15

Osmanlı Savaş Cepheleri

B

İRİNCİ Dünya Savaşı’nın, Osmanlı sınırlarındaki ilk ateşi, Doğubayezıt’ın kuzey hududundan gelen Rus saldırısı ile parlar; Kafkas cephesi açılmış olur. Kars ve Ardahan 93 Savaşından beri Rusların elindedir. İlk hamlede Kars’tan yürüyen Rusyalı, Eleşkirt ve Pasinler’e iner. Rus kuvvetleri Osmanlı’dan 42 tabur, 90 süvari bölüğü ve 94 top fazladır.

Üçüncü Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa, Erzurum’a çekilerek bir savunma hattı tutmak kararındadır. Ancak, Genelkurmay’dan, Köprüköy’de Aras’ı geçmiş olan düşman üzerine yürümesi emri gelir. 7-9 Kasım günlerinde Köprüköy vuruşmalarında Rus kuvvetleri Aras’ın ötesine, sırtlara atılır. 12 Kasım’da başlayan yeni bir hareketle düşman birlikleri bozularak, çekilmeye zorlanır. Ancak, Osmanlı birliklerinde ikmal zorlukları olduğundan düşman gerektiği gibi takip edilemez. 16-17 Kasım günü Köprüköy’den bir günlük mesafede, Horasan’ın üstünde, Azap mevkiine çekilmiş olan Rus kuvvetlerine saldırılır. Azap’taki çarpışmaları da Türk birlikleri kazanır; ancak, iyi keşif yapılamadığı, irtibatlar kurulamadığı için düşmanın çekilmesi değerlendirilemez. Bu sırada, ordusuna moral vermek üzere Sarıkamış’a gelmiş olan Rus Çarı, Osmanlı keşif kolunun yanından geçer; keşif kollarına zorunlu olmadıkça ateş etmemeleri emri verildiği için, Çar hayatını kurtarmış olur yahut esaretten kurtulur.

Azap’taki vuruşmayı da ordumuzun kazanmasına rağmen, Alman kurmay başkanının da etkisiyle ve Rusların yeni takviye birlikleri almakta oldukları düşüncesiyle ordu komutanı Hasan İzzet Paşa birliklere geri çekilme emri vermiştir. Bu emir asker ve subaylar üzerinde büyük ruhî sarsıntı yaratmıştır.

Enver Paşa Batum’a asker çıkartıp, Sarıkamış çevresindeki Rus birliklerini, daha fazla kuvvetlenmeden imha ederek, Rusya’yı güneyden sarmak ve Kafkaslar, İran, Afganistan ve Türkistan’daki Teşkilat-ı

Mahsusa’nın harekete geçirmeye çalıştığı yerli Türk kuvvetleriyle irtibatlanarak Rusya’yı çökertmek emelindedir. Bu noktalara kadar gelinebilirse, Afganistan üzerinden Hindistan’daki İngilizlere de baskı yapılabilecektir. Ancak Karadeniz’deki donanma üstünlüğü şüpheli olduğu için, Batum’a kolordu gönderilmemiş, Arhavi’ye Stange Bey komutasında bir alayla iki batarya gönderilmekle yetinilmiştir. Stange Bey’e, 24 Aralık’ta Oltu’da X. Kolordu’ya katılacak biçimde hareket etmesi emri verilmiştir.

İlk hareket olarak Köprüköy önlerine kadar sokulmuş olan Rus kuvvetlerinin burada çevrilip imhası düşünülmüştür. Ancak, 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’nın fazla tedbirli davranması ve savunmaya dönük tutumu, istenen sonucun alınmasını engellemiştir. Köprüköy önündeki kuvvetlerimize “verilen emir, düşmanı Köprüköy doğusunda çevirmek, kuşatmaktır. İşte doğuda ve Sarıkamış dramının son perdesi kapanıncaya kadar, bu çevirme ve kuşatma imkânına inanışı, Enver Paşa’dan 3. Ordu kurmaylarına kadar herkese hâkim olmuştur. ” (Aydemir, a.g.e., c.III, s.122)

Bölgenin sivil ve askerî yöneticilerinden gelen bilgi ve değerlendirmeler Sarıkamış çevresindeki Rus birliklerinin zayıf olduğunu bildirmektedir. Genelkurmay’da başkan yardımcılığı yapan Hafız Hakkı Bey, kışın yapılacak bir saldırıya karşı çıkmakta ve bahara kadar beklenmesini, bu süre içinde Rusların kendi batı cephelerinde burunlarının biraz daha sürtüleceğini, o zaman Doğuda saldırıya geçilmesini savunmaktadır. Enver Paşa’ya yazdığı mektupta, “Böyle yaparsak, evvela bu kışın askerin önemli bir kısmını terhis ederiz. Ordu ve millet ezilmez. Sonra bu kış Ruslar epeyce ezilir... Ancak Kafkas Dağları açılınca, o istikamette taarruza geçmeliyiz.” Fakat Enver Paşa, Rusların bu cepheye kuvvet kaydırması ihtimaline karşı, süratle harekete geçmeyi tercih etmiştir.

Enver Paşa çok güvendiği Hafız Hakkı Bey’i arazi incelemelerinde bulunmak üzere Erzurum’a gönderir. Albay Hafız Hakkı Bey buradaki incelemelerinden sonra fikrini değiştirir ve düşünülen kuşatma hareketinin yapılabileceğini İstanbul’a bildirir.

Hafız Hakkı Bey, “Karar sahibi, genç, çalışkan, bilgili, kendine güveni olan, ateşli bir komutandır.” Liman Von Sanders Paşa onu şöyle değerlendirir: “Türk genelkurmayının seçkin şahsiyetlerinden biridir. Enver’in harîs bir rakibi sayılır. Büyük zekâya ve sürat-i intikale sahiptir. Kararını hemen ortaya koymaz; ileri sürülecek itiraz ve düşüncelere karşı bir

cevap ve fikir saklar. Bende, doğunun iyi yetişmiş tipik bir temsilcisi intibaı uyandırmıştır. ”

Albay Hafız Hakkı Bey, Tuğgeneral Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı ve kurmay okulunda okul birincisidir. O da, Enver gibi Saray’a damattır; damad-ı şehriyarîdir. Ve, henüz iki aylık evli iken cepheye gelmiştir; general olacak ve burada şehit kalacaktır.

Hafız Hakkı Bey Erzurum’a geldiğinde, Ordu komutanının verdiği çekilme emrinden ötürü herkes şaşkınlık içindedir; kazanılan bir savaştan sonra niçin geri çekilmişlerdir? O, “selam-ı şahane ve dua-yı padişahî”yi askere bildirdikten sonra, Kafkasya’ya taarruz için hazırlıkları başlatmıştır. Anlatılanlara göre, hem orduya, hem de halka yeni bir can gelmiş. Miralay Şerif İlden şöyle söyler:

“Kışın şiddetine bakmayarak kadınlar ve çocuklar, güle oynaya Erzurum’a kadar sırtlarında ve kucaklarında cephane taşıyacak kadar gayret gösterdiler ve bu toprağın en büyük ve hakiki sahiplerinin ancak kendileri olduğunu tahammülsüz fedakârlıklarla ispat ettiler... Halkın yardımlarından elde edilen 15-20 bin kat fanila, çorap, çamaşır gibi eşya Erzurumlular tarafından orduya verildi. Bu yardımlar sonucunda orduya neş’e ve direnç geldi.” (İlden, a.g.e., s. 169)

3. Ordu kurmaylarının kuşatma fikrinde ısrarları anlaşılabilir bir tavırdır. Bir kere, başarılabilirse kesin sonuç alınmış olacaktır. İkinci olarak, bu hareket, Rus birliklerinin yeni takviye kuvvetleri almalarına imkân bırakmadan yapılacaktır. Hareket başarılamayınca, Enver Paşa bizzat Erzurum’a gelerek, aynı kuşatma hareketinin ikinci hamlesi olarak Sarıkamış hareketini yönetecektir.

3. Ordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa Erzurum’da atış talimi yaparken; yanında Erzurum
Valisi Tahsin Bey.

Söz ne kadar uzatılırsa uzatılsın, sonuçta Sarıkamış hareketinin zaafının, ikmal bozuklukları ve kış şartlarındaki doğal şartlar olduğu noktasına gelinecektir. Bu iki noktanın, ordumuzun felaketine yol açtığı kesindir. Harekete karar verilen günlerde iyi olan hava şartlarının, hareket günlerinde kötüleşmesi bir şanssızlıktır. İkmal için Karadeniz’den Trabzon’a gelmekte olan gemilerimiz, Zonguldak açıklarında Rus savaş gemilerince yakalanarak batırılmıştır. Deniz yoluyla Batum’a bir kolordu çıkarılması düşünülürken, deniz yolunun tehlikeye girmesi üzerine sadece bir alaylık Stange Bey müfrezesi Arhavi’ye gönderilebilmişti.

3. Orduya bağlı mevcut üç kolordunun giyim-kuşam işi, çevre vilayetlere salma yapılmış; ancak, bu teşebbüsten de istenen sonuçlar alınamamıştır. Bu durumda, ordu hiçbir hareket yapmasa da oturduğu yerde aynı sıkıntıları yaşayacaktı; aynı soğukla, gıdasızlıkla, giyimsizlik ve hastalıkla eriyecekti. Birkaç ay savaşsız yatan orduda ise moral durumunu ve kaçak sayısını tahmin etmek zor değildir. Görülüyor ki, sorun daha derindedir. Bu yüzden Enver Paşa, geriden aylar sürecek ve sonucu belirsiz bir ikmali beklemek yerine, bir kuşatma-baskın hareketi ile Sarıkamış’ı ele geçirip Rusların çevredeki silah ve erzak depolarına ulaşmayı düşünmüştür. Erzurum’da orduya yayımladığı beyannamede şunları söyler:

“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun olmadığını da gördüm. Lakin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda saldırıya geçerek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nan ü nimete kavuşacaksınız. Âlem-i İslamın bütün ümidi, sizin son bir himmetinize bakıyor.”

Sarıkamış kuşatma hareketi hakkında Hafız Hakkı Paşa da Enver Paşa ile aynı anlayışı paylaşmaktadır:

“Yegâne maksadımız Rusları ters cephe ile savaşa zorlamaktır. Ruslar çekilmeyi başarırlarsa, maksadımız kayboldu demektir. Ben X. Kolordu ile Sarıkamış’tan onların tepelerine ineceğim. Rusları yendik mi, mahvettik demektir. Bunun tersi, bizim için de aynıdır. Kürdün dediği gibi, ya herro, ya merro!”

Hafız Hakkı Paşa bu düşüncesini IX. Kolordu komutanı Ahmet Fevzi Paşa’ya anlattığında, şu cevabı verir:

“Bu manevra nazarî olarak gayet mükemmeldir. Şu şartla ki, kolorduların ellerinizle haritada hareket ettiği gibi seri ve emniyetle harekete muktedir olmaları şarttır. Halbuki, bu mevsimde hudut dağlarında çabuk hareket edebileceklerini zannetmiyorum.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.196-7)

Bütün bu şartlar ortada iken, Sarıkamış hareketini sadece Enver Paşa’nın gözü karalığına bağlamak ne ölçüde doğrudur? Gerçekten de böyle tehlikeli bir kuşatma hareketine ancak, kendisi de askeriyle birlikte Allahuekber dağlarının kar çukurlarında yatabilen, Enver Paşa ve Hafız Hakkı gibi askerler karar verebilirlerdi. Ama, onları bu karara götüren askerî stratejinin zorunluluklarını da unutmamak gerekir. Öyle ki, daha önceki 1825 ve 1877 (Doksan üç) Rus savaşlarından da bilinmektedir ki, Sarıkamış’tan yürüyecek hazırlıklı bir Rus ordusunu Osmanlı kuvvetlerinin durdurması imkânı yoktur. Bu demektir ki, Doğu cephesinden Anadolu daha ilk hamlede açık kalacaktır. Tek şans vardır, o da Sarıkamış çevresindeki Rus kuvvetlerini, Kars Kalesi’ne sığınmalarına fırsat bırakmadan kuşatıp, imha etmek. Ve, 93 Savaşında da en önemli direnç noktamız olan Küçük Yahni- Büyük Yahni hattını tutmak. Nitekim Hafız Hakkı Paşa, bu hareketin başarılamaması halinde durumumuzu açıkça ifade etmiştir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa ordusu, bütün başarılarını bu hat üzerinde göstermiş, neredeyse Rusları çekilmeye mecbur edecekken, kendisi çekilmeye başlamıştır. Mehmet Arif Bey, bu çekilişi anlatırken, “Düşman, düşmanın halinden bilmez. Eğer biz biraz daha direnebilseydik, Ruslar çekilmeye başlıyordu.” der. Bu mevkiler Kars’ın doğusundaki en önemli askerî noktalardır.

Doğu cephesinde bir yandan da, Teşkilat-ı Mahsusa’nın gönüllü birlikleri, önemli noktalardaki şehir ve kasabaları baskınlar yaparak ele geçirmektedir.

3. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’nın, bozulan Rus kuvvetlerini takipteki başarısızlığı ve hiç yoktan denilebilecek şartlar altında orduyu geri çekme emri ve arkasından yaşanan ikmal bozuklukları, büyük heyecanlarla savaşa hazırlanmış olan askerin moralini bozmuştur. Yarbay Şerif Bey, geri çekilen birliklerin komutanlarının ruhî çöküntüsünü anlatır: “Hasan İzzet Paşa’nın kurmayları şaşkınlık içindeydiler; Orduyu yerinden kıpırdatmak için bu kurmaylarda artık ne niyet, ne de cesaret kalmıştı.” General Fahri Belen, 3. Ordu komutanının bu tutumuyla, Başkomutan Vekili Enver Paşa’yı “zihnen adeta iğfal ettiğini” söyler. Ordu komutanına artık güvenemeyen Enver Paşa, bizzat Doğu Cephesine hareket eder.

Başkumandan Vekili Enver Paşa Adapazarı Fabrikasının Açılış Töreninde.

Gnkur.ATASE Bşklığı Arşivi Fotoğraf Koleksiyonu,Birinci Dünya Harbi (BDH) Albüm No:

9., Fotoğraf No: 198

Sarıkamış Kuşatma Harekâtı

O

SMANLI 3. Ordusu 118.000 civarındadır. Sarıkamış çevresindeki Rus kuvvetlerinin ise, yedekleriyle birlikte 100.000’in üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu, Rusların doğu cephesinde en az kuvvet bulundurdukları zamandır. (Gen.Kur. ATASE Başkanlığı, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi, 3. Ordu Harekâtı, c.1, s.385) Üç kolordudan oluşan 3. Ordunun, X. Kolordusu Aras nehrinin kuzeyinde ve iki Nizamiye Süvari Fırkası da nehrin güneyindedir. IX. Kolordu Hasankale’nin kuzeyinde, XI. Kolordu ise Tortum’da toplanmıştır.

Başkomutan vekili Enver Paşa, Hasan İzzet Paşa’nın çekilme isteği üzerine aynı zamanda 3. Ordu komutanlığını üstlenmiştir. İzzet Paşa, Enver Paşa’ya, yapılan hazırlıkların bu plan için yeterli olmadığını, hareketten vazgeçilmesini, aksi halde kendisinin “hareketi yönetecek durumda olmadığını” beyan ederek komutanlıktan affını istemiştir. Naciye Sultan’a yazdığı mektupta şöyle söyler:

“3. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa orduyu bundan böyle yönetmek için kendisinde cesaret göremediğini söylüyor. Akşamki telgrafından bunu anlayınca, bugün hemen buraya, karargâha geldim (Köprüköy). Hepsini itiraf etti. Bunun üzerine kendisini derhal emekli etmek gerekirdi; fakat, vazgeçtim. Şimdilik İstanbul’a göndermekle iktifa ettim.” (İnan, a.g.e., s.190)

Enver Paşa 6 Aralık 1914 günü orduya ilk taarruz emrini yayımlamıştır: Genel Kurmay ATASE Başkanlığının yayımladığı esere göre planın esası şudur:

“3. Ordu, biri zayıf biri kuvvetli olmak üzere iki gruba ayrılacak; zayıf grup, Rusların Aras nehrinin iki yanından Erzurum doğrultusunda yapacakları taarruzları önlerken, diğer kuvvetli grup, Rus mevziinin kuzey yan ve gerisine derin ve kuşatıcı bir taarruz yapacaktı. Bu maksatla XI. Kolordu ile 2. Nizamiye Süvari Tümeni düşmanı cepheden durdururken, IX. Kolordu Pitkir-Çatak doğrultusunda düşmanın kuzey kanadını kuşatacak ve X. Kolordu da Oltu üzerinden Bardız-Sarıkamış doğrultusunda Rus

mevzilerinin gerilerine düşecekti. Artvin bölgesinde bulunan Ştange Bey birliği ile sınır birlikleri ve diğer özel milis kuvvetleri Olur-Şenkaya üzerinden Oltu-Vartanik doğrultusunda ilerleyerek X. Kolordunun harekâtını kolaylaştıracaktı.” (ATASE, a.g.e., s.355)

* * *

Savaşın gelişmelerini çok kısa çizgilerle ve Enver Paşa’nın yanından izleyelim.

22    Aralık 1914’te harekât başlar. Enver Paşa, Koşa’ya, oradan Hahor’a geçer. İlk günden itibaren birlikler arasında haberleşme bozuklukları ve keşif hareketlerinde aksamalar olur. Birlikler karşılaştıkları Rus kuvvetlerini geri atarak ilerler; Ardoz ve Yeniköy’e girilir, Narman alınır. IX. ve X. Kolordular arasında bağlantı kesilir. XI. Kolordunun ileri harekete geçen birlikleri karşısında Ruslar dört kilometre kadar geri çekilerek teması keserler. Kolordunun takip edip sürekli teması sağlaması ve bu birlikleri karşısında tutması gerekirdi.

Sarıkamış Rus kuvvetleri bir kuşatma hareketine ihtimal vermemektedir.

23    Aralık. Ele geçirilen Rus esirlerinden, düşman birliklerinin, yanlarındaki Ermeni çeteleriyle birlikte geri çekilmekte oldukları haberleri alınır.

Türk birlikleri ilerlemektedir; ancak, Kolordular arasındaki bağlantı kesiktir. Her yan karla örtülü ama hava açıktır. X. Kolordu Oltu’ya girer; çok sayıda esir, dört top ve dört makineli tüfek ele geçirilir. Ciddi bir ikmal merkezi olan Oltu, komutanların gerekli önlemi almaması sebebiyle askerimiz tarafından yağmalanır. Çok üzücü bir gün yaşanır.

Birlikler arasındaki bağlantısızlık ve sis bir felakete yol açar; Oltu boğazında karşılaşan 31. ve 32. tümenlerimiz birbiriyle savaşmaya başlar. Teğmen Rasim Bey’in fark etmesiyle daha ileri boyutlara varmadan çatışma durdurulur.

Sarıkamış grubu Rus kuvvetleri XI. Kolordu üzerine çekilmiş, üslerinden uzaklaştırılmıştır; plan yürümektedir.

24    Aralık. Ruslar şüphelenmekle birlikte, henüz kuşatma yapılacağı kanaatinde değillerdir.

Enver Paşa ve karargâhı, IX. Kolordu ile birlikte Bardız’a (Gaziler) doğru hareket eder. Yollar dar, karlı ve kaygandır; yürümek son derece

yorucu olmaktadır. Enver Paşa askerin önündedir. Birlikler artık yürüyemeyecek hale geldiğinde onları Terpenik köyünde bırakır. Sonrasını kurmay başkanı Şerif Bey şöyle anlatır: “Beş on karargâh atlısını önüne ve tüm kurmaylarını arkasına takarak, hiç bilmediği ve tanımadığı bu yalçın arazide, karanlıklar içinde Bardız’a doğru başını aldı gitti. Eğer yol üstünde tesadüfen beş on özverili Rus bulunsaydı, tüm karargâhı canlı veya cansız kökünden koparıp atması işten sayılmazdı. Yol o kadar sarp bir boğazdan geçer ki.... Bu geceki hedefleri olan Bardız’a girerken, karşılarına iki Rus nöbetçisi çıksaydı, bu karanlık gecede ne olacaktı? Bu paşalar, beyler nereye döneceklerdi ? Ben size cevap vereyim: Enver, mahvolurdu da geri dönmezdi. Kesinlikle beş-on karargâh süvarisiyle gece hücumu yapmaya kalkışırdı.” (İlden, a.g.e, s.131)

Enver Paşa’nın sınır tanımayan gözü karalığı bazı subayları da korkutmaktadır.

Bardız’a yaklaştıkları sırada rastladıkları bir köylü, 29. Tümenin buradaki Rus birliğini geri atarak Bardız’a girdiğini haber verir. 28. Tümen ve şiddetli bir tipide epeyce kayıp veren 17. Tümen de Bardız’a ulaşırlar.

Enver Paşa’nın kişiliği ile ilgili bir hatırayı da, başyaveri olan Kâzım Orbay’dan dinleyelim: “Enver Paşa başkomutan vekili ve ordu komutanı olarak, arkada ve harekâtın bütününe hâkim olması gereken bir noktada kalamıyordu. Bir defasında yine atlara bindik. İlerledik. Kolordu karargâhını geride bıraktık. Sonra cephe istikametinde Tümen karargâhını da geçtik. Bir süre sonra Alay cephesine vardık. Ama, orada da durmadık. Hep ilerliyorduk. Taburlar ve ateş sahası içindeydik. Bronzar Paşa beni boyuna sıkıştırarak, Enver Paşa’yı uyarmamı istiyordu. Ben bunu yapamazdım. Ben yaverdim ve o kadar. Ama, Enver Paşa daha da ilerledi. Tehlikenin tam içinde idik. Bronzar Paşa her adımda ısrarlı uyarılarını tekrarlıyordu. Ben de ona, bu uyarıları kendisine yapmasını söylüyordum. Fakat, o da Paşa’ya bir şey söylemekten çekiniyordu. Bu gibi sahneler daima tekrarlanıyordu.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.142) Enver Paşa, bu harekâtta bütün subaylara askerin önünde olmalarını emretmiştir.32

Askerî birlikler erimekte ve aralarında bağlantı kurulamamaktadır. Kolordular kendi başlarına, verilen genel taarruz planını uygulamaya çalışmaktadırlar. Bu plana göre 25 Aralık’ta Sarıkamış’a girilmesi gerekir. Bardız’la Sarıkamış arası da bir günlük yoldur.

Kuşatmayı gerçekleştirecek diğer Kolordudan yani Hafız Hakkı Bey’in X. Kolordusundan haber alınamamaktadır; ama, Enver Paşa ona güvenmekte ve yetişeceğine inanmaktadır. Enver Paşa Karargâh kurmaylarını toplar, ne yapmaları gerektiğini sorar. Alman kurmaylar da dahil, X. Kolordudan haber almak üzere Bardız’da beklenmesini önerirler. Enver Paşa, hayır, der; yarın Bardız’dan hücuma geçilecektir. Akşamdan hazırlıklara başlanır.

Bu arada X. Kolordu 24 Aralık günü temas kurduğu Rus birliklerini süngü hücumu ile geri atarak ilerlemektedir. Epeyce silah ve araba ele geçirilir. Rus birlikleri gece karanlığından yararlanarak geri çekilirler. Patikadan ibaret ve karla kaplı yollarda yürümek asker için çok sıkıntılı olmaktadır.

O gün bir başka şanssızlık yaşanmış, X. Kolordu kurmay başkanı Binbaşı Nasuhi Bey Ruslara esir düşmüştür. Üzerindeki evraklardan Türklerin bir kuşatma hareketine geçtikleri anlaşılmıştır. Bunun üzerine XI. Kolordu karşısındaki birlikler geri çağrılmış, yardım çağrıları yapılmış ve Sarıkamış kuvvetlerinin komutanı değiştirilmiştir.

25   Aralık. Her taraf kar; ama hava açıktır. Enver Paşa yine askerin önünde harekete geçer; Bardız-Yayla-Kızılkilise yoluyla Sarıkamış’a çıkılacaktır. Özellikle üst rütbeli subaylar, zafer zamanlarının serdarları gibi ordunun önünde yürüyen Enver Paşa’ya ayak uyduramamakta, yer yer savsaklamalar olmaktadır. Enver Paşa kendisi en öne geçtiği gibi, ısrarlı emirlerle bütün subayların birliklerinin önünde yürümesini istemektedir. Öyle görülüyor ki, o çetin şartlar altında askeri yürütmenin ve şevke getirerek savaştırmanın başka bir yolu da yoktur. Kızılkilise’ye girdiklerinde epey miktarda yiyecek ve arpa ele geçirilir.

IX. Kolordunun 29. Tümeni Sarıkamış’a dört kilometre kadar yaklaştığında, sırtların Rus birlikleri tarafından tutulduğunu görür. Saat 13.30 sularında Rus topçusunun ateşi başlar. Asker yorgundur; soğuğa karşı direnci azalmıştır ve çok miktarda döküntüsü vardır. IX. Kolordu komutanı İhsan Paşa, o akşam ordunun dinlenmesini ve ertesi gün saldırıya geçilmesini önerir. Enver Paşa, hayır, der, bu iş bu gece bitmeli...

Hücum başlar; karlı arazide çok zor ilerlenmekte ve kayıplar verilmektedir. “Gece yarısından az sonraya kadar devam eden bu gece muharebesi sonucunda düşman süngü ile püskürtülmüştü. Makineli tüfeklerin yalnız namlularından başka bütün donanımını yerinde bırakan düşman kaçmış bulunuyordu.” (atase, a.g.e., s.425) Çatışmalarda çok kayıp veren 86. piyade alayının iki bölüğü Çerkezköy’e girer. 17. ve 28. Tümenler henüz gelememiştir ve bir haber de alınamamıştır. İhsan Paşa ve Kurmay Başkanı Şerif Bey’in yeniden ısrarları üzerine taarruz durdurulur. O gece tam sonuca ulaşılamaz; düşmanın terk ettiği mevzilere yerleşilir. 29. Tümen birlikleri geceyi açıkta geçirecektir.

Yabancı askerî tarihçi şöyle yazar: Saat on altıda Ruslar Sarıkamış’a çekilmeye başlar. “Karanlık basmaktaydı. 29. Tümen Komutanı, harekâtı durdurarak ordugâha geçmeyi daha ihtiyatlı buldu. Türkler Sarıkamış’a çok yakın oldukları halde, -20 derece soğukta, karışık halde toplandılar. ” (w. e. d. Allen ve Paul Muratoff, 1828-1921 Türk Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, Ankara 1966, s.245) O gün Rus komutan genel geri çekilme emri vermiş ve birlikler çekilecekleri yolları belirleyerek çekilme hazırlıklarına başlamıştır.

O günü, General Fahri Belen şöyle değerlendirir:

“Sarıkamış’ın 25-26 Aralık gecesi işgal edilememesinden, taarruzu önleyen İhsan Paşa ve Kurmay Başkanı Yarbay Şerif Bey sorumludur. Bunlar, Rusça yazılan kitapları okumadan hatıralarını yazarak, kendilerini haklı göstermişlerdir.” (Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul 1973, s.224)33

Sarıkamış hakkındaki güzel kitabında Ramazan Balcı, o günkü durumu şöyle anlatmaktadır:

“25 Aralık akşamı Enver Paşa Sarıkamış önlerine gelmişti ve gece baskını ile Sarıkamış’a girilmesini istiyordu. Kolordu komutanı erlerin yorgun olduğunu ileri sürerek harekâtın durdurulması istedi. Buna rağmen Enver Paşa taarruz emri verdi. Gece yarısına kadar süren saldırılarda Ruslar Sarıkamış’a kadar geri atıldılar. Ancak, İhsan Paşa’nın tekrar devreye girmesi ile Sarıkamış’a girilmeden hareket durduruldu. Gece taarruzunun gelişememesinde en büyük sorumluluk 29. Tümen komutanı Arif

Baytan’ındı. Bu komutan taarruz için ileri hareket eden kıtaları, Başkomutanlığın bilgisi dışında Kızılkilise’ye geri çevirdi. Onun bu hareketi gecenin karanlığında fark edilmedi. Avcı kıtalarıyla ilerde bulunan Enver Paşa saldırının gelişmesi için boşuna çalışıp durdu.” (Balcı, a.g.e., s.270)

Rus harp tarihçilerinin de ittifak ettikleri gibi, o gece Sarıkamış’a girilmemesi, savaşın yönünü değiştirdi. Artık sabah saatlerinde Rusların takviye birlikleri Sarıkamış’a girmeye başlamıştı. Rus general Maslovski diyor ki, “29. Tümenin Sarıkamış’a hücum etmemek suretiyle vakit kaybetmesi bizim için gerekli olan zamanı kazandırmıştır. IX. Kolordu komutanı İhsan Paşa da aynı şekilde hareket etmiştir. ” (General Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, Ankara 1964, c.I, s.195)

O gün, sonradan yazılan kitaplarda şöyle değerlendirilir:

“Ordu komutanlığı 25-26 Aralık gecesi (IX. Kolordu birliklerine) Sarıkamış’a taarruz edilmesini emretmiş ve bu emir de, yukarıda belirtilen nedenlerle uygulanamamıştı. Halbuki o gece Sarıkamış’ta çok az düşman kuvveti bulunuyordu. Her ne bahasına olursa olsun taarruza devam edilerek Sarıkamış ele geçirilmeliydi. Yorgun kıtalar Sarıkamış’ta dinlenebilirdi. Ne yazık ki IX. Kolordunun savaş gücü çok azalmış olduğundan, sabah başlayan taarruz da ilerletilememiş ve ertesi güne ertelenmişti. Ertesi günü de Sarıkamış’taki Rus kuvvetleri civardan ivedi olarak getirilen birkaç birlikle takviye edilince, bundan sonraki günlerde yapılan taarruzlardan bir sonuç alınamamıştı. Sarıkamış’a yapılan bu ilk gün taarruzlarında IX. Kolordu Komutanının (İhsan Paşa) yeterince aktif davrandığı söylenemez.” (ATASE, a.g.e., s.435)

Rus orduları başkomutan vekili General Nikolski ise şöyle yazar:

“Türklerin 29. Tümen komutanı (Arif Baytan), Sarıkamış’ta Ruslara çok sayıda takviye kuvvetleri gelmekte olduğu neticesine vararak ve bağlı olduğu IX. Kolordunun diğer tümeninin de (17.Tümen) gelmekte olduğunu düşünerek, bu tümenin gelişine kadar taarruzu ertelemeye karar vermiş ve bu karar sayesindedir ki, Sarıkamış kurtulmuştur...” (Nakleden, Eren, a.g.e., s.410)

Rus ordusu Kurmay Başkanı Albay Maslovski ise şunu söyler:

“İhsan Paşa, Rusların fevkalade direnişleri üzerine, Sarıkamış’ta Rus kuvvetlerinin önemli bir çokluğa sahip olduğunu zannederek, kesin hücumu yapmak için Kolordusunun bütün kuvvetlerinin gelmesine karar vermiştir      

O akşam, Sarıkamış’ın kuzeyindeki Bardız geçitlerini de birliklerimiz işgal ederler. Verilen bütün kayıplar ve çekilen sıkıntılara rağmen, tam planlandığı gibi 25 Aralık’ta Sarıkamış’a gelinmiştir. Kuşatmanın öbür birliği X. Kolordu henüz ortada olmasa da, Ruslar baskına uğramıştır ve çok sıkıntılı

haldedirler. Yardım çağrıları kesintisiz yapılmaktadır. Ancak, bir top atışı ile, Sarıkamış’taki radyo vericileri isabet almış ve Tiflis ile irtibatı kesilmiştir. Rus komutanı General Mişlayevsky çekilme emrini verir:

“Durumun değişmesi üzerine bazı kıtalar düşmanı oyalamak için yerlerinde kalacak, diğer bütün kıtalar karanlık basınca Sarıkamış doğrultusunda, kademeli ve büyük bir intizam içinde çekileceklerdir. Emrim olmadıkça Sarıkamış’ta duraklama yapılmaksızın çekilme devam edecektir.” (Ö. Eren, a.g.e., s.404)

Çekilme emrini veren Kafkas Orduları Komutanı Tiflis’e hareket etmiştir. Ancak, Sarıkamış’taki birliklerin komutanı General Berhman çekilme emrini uygulamamış, savunma hatlarını güçlendirmek için çalışmıştır.

Yorgun ve kayıplar vermiş birlikler için gece hücumu çok zordur; ama, Enver Paşa güçlü sezgileriyle anlamaktadır ki, bu, sonucu alacak tek yoldur ve yarın geç kalınmış olacaktır. Fakat, komutan ve kurmayların ısrarları onu da etkiler ve birliklerin o gece dinlenmelerine razı gelir.

“Diğerlerinin ayak sürümelerine rağmen Enver’in harekâtta ısrar etmesi, vukuata göre haklı ve çok isabetli görünmektedir. Çünkü harekâtta yapılacak her gecikme, Rusların Sarıkamış’taki durumunu kuvvetlendirecekti.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.209)

O gün ve gece, biraz da tesadüfen Sarıkamış’a, izinden dönen Rus Plaston Tugayı komutanı, bazı üst rütbeli subaylar, iki bin kadar ikmal eri ve yüz kadar genç subay gelir. Hemen yeniden düzen kurmaya başlarlar. Sarıkamış savaşlarını değerlendirirken, Rus birliklerinin inatçı ve çetin direnme güçlerine işaret etmeden geçilemez. O gece geçirilmekle, Rus komutanların yılgınlıklarından doğan imkân değerlendirilememiş olur. Ertesi gün ise, gelen yeni birlik ve subaylarla düşman yeni bir ruh ve güç kazanmış durumdadır.

X. Kolordu ile hâlâ bağlantı yoktur. Kolordu o gün karşılaştığı Rus kuvvetleriyle tutuşmuş ve “Pernek Savaşı” denilen bu vuruşmada, Türk birlikleri büyük kahramanlıklarla, pek çok kayıp bahasına Rus birliklerini süngü hücumuyla dağıtmıştır. Komutan Hafız Hakkı Bey bu savaşı, gece yayımladığı bildiride şöyle anlatır:

“Kolordunun bütün subay ve erlerinin üstün gayretleri sonucunda ve Allah’ın yardımıyla karşımızdaki düşman alayları tamamen dağılarak çekilmişlerdir. Düşmanın bir çok subayı ve yüzlerce eri esir edilmiş, binden fazla silah, araba ve çok sayıda

cephane ele geçirilmiştir.” (Eren, a.g.e., s.405)

Ertesi gün, 26 Aralık’ta, Sarıkamış ve çevresinde kalın bir sis ve acı bir soğuk vardır. Ordudaki donma olayları artmıştır. Birlikler sayı olarak da iyice erimiştir. Sabah saat 7.30’da 29. ve 17. Tümenler saldırıya geçerler. Dağ toplarının kâgir binalara etkisi zayıf olduğundan, saldırı da yavaş ilerlemektedir. Rus topçu ve makineli tüfek atışlarının yoğunlaştığı görülür. Ordugâhlarından çıkıp Çerkezköy’e doğru inmek isteyen Ordu ve Kolordu karargâhları da bu ateşlerden zarar görürler. Enver Paşa’ya gelince, o, hedefe kilitlenmiş gibidir; askerin gerisinde duramamaktadır. 29. Tümen Komutanı Albay Arif Baytan, şöyle yazar: “Enver Paşa Tümen karargâhının ilerisinde görünmesi üzerine, derhal yanına gidildi. Kendisi toprak sütresinin gerisine çömelmiş ve devam eden topçu ateşinin altında mermiler başımızın üstünde parçalandıkça gayri ihtiyari eğiliyordu...”

IX. Kolordu Komutanı İhsan Paşa, 28. Tümen ve X. Kolordunun gelmesinin beklenmesi gerekçesiyle Enver Paşa’dan hareketi durdurmasını rica eder. Bitkin askerimizin taarruz gücü de iyice zayıflamıştır. Hareket durdurulur. General Belen şunları yazar:

“Oysa ki X. ve XI. Kolordular Sarıkamış’a uzakta idiler. Ruslar ise Sarıkamış’a kuvvet getirmekte idiler. Rus kaynaklarından öğreniyoruz ki, 26 Aralık günü Sarıkamış garnizonu tehlike ve bunalım geçirmiş, Türk saldırısının durdurulması büyük ferahlıklar yaratmıştır.” (F. Belen, 20.Yüzyılda Osmanlı Devleti, s.224)

Bölük ve tabur komutanlarının yarısından çoğu, takım subaylarının ise üçte ikisi Hakk’a yürümüştür.

Hafız Hakkı Beyin kolordusu beklenmektedir.

* * *

O gün Allahuekber Dağlarını aşmak için yürüyen X. Kolordu birlikleri, tam dorukta kalın bir sis içinde, büyük bir tipi ve kasırgaya yakalanır. Ağır kayıplar verilir; piyade erlerin yüzde yirmisinin ayakları şişmiştir. Yol denilen izden ancak tekerli kol yürünebilmektedir. Kolordunun X. Tümeninin uğradığı bu felaketli yürüyüşe Ramazan Balcı açıklık getirir:

“Bu olay, General Fahri Belen’in eserinde, bir dikkatsizlik sonucu, bütün Kolordunun uğradığı bir felaket olarak tasvir edilmiştir. Oysa, X. Kolordu kıtaları Allahuekber Dağlarını aynı anda, ya da bir günde aşmadılar. Tümenlerin ayrıntılı olarak verilen hareketlerinde görüleceği gibi, bütün Kolordunun Arsenek’ten Başköy’e nakli üç gün

sürmüştür.

Bu intikal süresince Kolordunun verdiği kayıplar konusunda, işin bütününde olduğu gibi, çelişkili rakamlar söylenmiştir. Yabancılar genellikle, % 20 civarında yol zayiatı verildiğini yazarlar. Hatıralarını yayımlayan Şerif Bey (IX. Kolordu Kurmay Başkanı), Selahaddin Bey (X. Kolordu Kurmay Başkanı) ve başka bazı Türk yazarlar, bu kayıpları çok yüksek gösterirler. Ramazan Balcı diyor ki, “Bunun bir sebebi, gerçekten bu rakamı tespit etmekteki güçlüktür. İkinci bir sebebi ise, Sarıkamış’ta ordunun, daha savaşa sokulmadan dağlarda dondurulduğu hakkındaki kanaati güçlendirmek istemeleri olmalıdır... 26 Aralık gecesi insan iradesinin üstünde bir felakete yakalanan 93. Alay ile o gece yürüyüş halinde bulunan 88. ve 89. Alayların dışındaki birlikler, ertesi iki gün içinde daha iyi şartlarda Başköy’e geldiler... Bu da, yolun geçilmesinin imkânsızlığından çok, o gece geçen birliklerin tipiye yakalandıklarını gösterir... Bu durumda yürüyüşün uzun sürmesi ve havanın aşırı soğuk olması yüzünden disiplini bozulan askerlerin büyük ölçüde çevredeki köylere dağıldıkları anlaşılmaktadır.” Bu durumda, subaylar köylere çıkartılarak dağılan askerler toplanmaya çalışılır. Ama, artık Sarıkamış’a girme umudu iyice zayıflamıştır.

Enver Paşa ise, Kolordunun döküntüleriyle de olsa, Hafız Hakkı Bey’in Sarıkamış’a yetişmesini istemektedir. Ertesi günlerde de Türk taarruzlarının ardı hiç kesilmez; ama sonuç alınamaz; Rus birlikleri gittikçe güçlenmektedir.

Hafız Hakkı Bey ilerlemesine devam eder; Selim’i alır. Fakat, buradaki Rus birliklerine karşı bir gün daha kaybetmiş olur. X. Kolordu birliklerinin bir kısmı yine de Sarıkamış-Kars demiryolu hattına ulaşır, hatta geçerler; demiryolu birkaç yerinden kesilir. Rus komutanı Mişlayevski Sarıkamış’ı terk ederek Tiflis’e gitmiştir; Ruslarda komuta karmaşası yaşanmaktadır; ama çekilmeye çalışanların yanında, gelmiş olan taze kuvvetler savunmayı gereğince güçlendirmiştir. Türk birlikleri ise her gün geçtikçe biraz daha erimektedir.

Hafız Hakkı Bey, Rus birliklerinin, yapılan kuşatma harekâtının arkasında tehlike oluşturmaması için, çevredeki Rus kuvvetleriyle savaşarak ilerlemeye çalışmaktadır. Rastlanılan Rus birlikleri dağıtılmaktadır; ancak, yol uzamıştır ve asker dağılmaktadır. X. Kolorduya mensup 31. Tümene, bulunduğu Yağıbasan’dan Sarıkamış’a doğru ilerleme emri verilir. Gücü fevkalade azalmış olan tümenin taarruzunu bizzat tümen komutanı yürütür. Komutan Abdülkerim Paşa şunları yazar:

“Üç günden beri devam eden tipi, fırtına ve şiddetle esen rüzgâr, yüksek dağlarda askeri geceli gündüzlü halsiz bırakmış, bir çok erler donmuştur. Cenab-ı Hak İslâm ordusunu bütün tabiî âfetlerden korusun. Hava böyle giderse, bu donmalar ile birlikler tamamen eriyecektir.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s. 144)

Bu eriyen birlikler, komutanları başlarında olarak Sarıkamış’a girerler. “Erler son derece fedakârlıklar göstererek Sarıkamış’a girmişlerse de kasaba dahilinde dağıldıklarından birlikler elden çıkmıştı. Ruslar devamlı takviye alıyorlardı. Başka bir hal çaresi kalmadığından kıtalar kasabayı boşaltarak bir kilometre kuzeydeki yüksek ormanlık sırta çekildiler. ” (atase, a.g.e., s.470) Süngü hücumu ile Rus siperlerini söken 91. Alay, Rusların yoğunlaşan karşı saldırıları altında kademeli olarak çekilirken, Alay komutanı Bahaeddin Bey yaralanır.

Aynı gün 32. Tümen de, havanın biraz sisli olmasından da yararlanarak birkaç koldan saldırıya geçmiş ve çarpışmalar akşama kadar sürmüştür. Rusların ağır kayıplar vermesine ve bir buçuk kilometrelik ilerlemeye rağmen, düşmanın direnci tam kırılamamıştır.

X. Kolordu komutanı Albay Hafız Hakkı Bey de, Enver Paşa’nın bir benzeridir; korkusuz, inanmış ve ümidini hiç kaybetmeyen bir komutan. 29 Aralık’ta 3. Ordu komutanlığına yazdığı raporda, “Ben Sarıkamış’ın üç

kilometre kuzeyinde orman kenarında topçu mevziindeyim. ” der ve toplu bir taarruzla zafere ulaşacaklarına inandığını söyler. (atase, a.g.e., s.470)

XI. Kolordu da işin vahametine uygun davranmaz. Rus kuvvetlerini kendi cephesinde tutmakla görevlendirilmiştir. Çeşitli çatışmalar olmuş; Rusların kuşatma planını fark etmesi üzerine, bu cephedeki kuvvetlere Sarıkamış’a çekilme emri verilmiştir. En son 31 Aralık günü, sisten de yararlanan Rus kuvvetleri, bütün birlikleriyle, XI. Kolordumuzun tesir alanından sıyrılmış, Zivin Çayının doğusuna çekilmeyi başarmışlardır. (atase, a.g.e., s.475) XI. Kolordu Komutanı Ragıp Paşa bu durumu değerlendirememiştir. Genel Kurmayın yayınına göre, “Galip Paşa komutasındaki XI. Kolordu da Sarıkamış’taki buhranlı durumu düşünerek hareketinde acele etmiyordu. Şimdiye kadar yapılan savaşlarda bir gün çarpışılmış, bir gün dinlenilmişti. Nitekim, yarın yapılacaklarla (2 Ocak 1914) ilgili Kolordu Komutanınca verilen emirde, bugün kısmen taarruz etmiş tümenlerin yarın bulundukları hatta kalarak noksanlarını tamamlamaları istenmişti. Şayet Galip Paşa, Sarıkamış’taki ölüm kalım mücadelesine destek olacak şekilde hareket etmiş olsaydı, şiddetli kışın bütün dezavantajlarına rağmen bugün 3. Türk Ordusunun durumu bu kadar kötü olmazdı. ”

Rus karşı saldırıları yoğunlaşmıştır. 3. Ordu karargâhı da ateş altındadır. Enver Paşa’nın karargâhında dört subayın ayakları donmuş, iki subay düşman ateşiyle yaralanmıştır. Enver Paşa çok bitkin düştüğünde, karlı bir çukura kıvrılıp yatarak biraz dinlenmeye çalışmaktadır. X. ve IX. Kolordulardan geri kalanlar kurtarılmaya çalışılır ve ilk kere kısmî geri çekilme emri verilir.

Enver Paşa, muhtemelen bu günlerde, “Hükümete” başlığını taşıyan vasiyetnamesini yazar. Bu yazının İstanbul’a gönderilip gönderilmediği bilinmemektedir. Türk Tarih Kurumu’ndaki vesikalar arasında bulunan, Paşa’nın el yazısıyla yazılı metin şöyledir:

“Hükûmete,

“Planım, Ruslara, hemen iki misli üstün iki kolordu ile arkalarına düşerek çekilmeye mecbur etmek ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp tamamen yok etmekti. IX. ve X. Kolordu başarıyla hareketi yaptı. Düşmana taarruz edildi; fakat, mağlup edilemedi. Şimdi XI. Kolordu ve Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat, gelmeden, düşman zayıflamış birliklerimize saldırır ve taarruzunda başarılı olursa, o vakit ordu mahvolmuş demektir.

“Şimdiye kadar asker ve subaylar hiç kusursuz savaştılar: Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah da yardım ederse başarı kesindir. Eğer başaramazsam, son neferimle birlikte

öleceğim. Bu halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyorum ve öyle ölüyorum. Düşmana sonuna kadar karşı koyunuz. Her halde sonunda başaracağız. Ben hareketime pişmanlık duymadan, kalbim müsterih olarak ölüyorum. Yaşasın dinim, vatanım, Padişahım!...

“Eğer geride kalanlarıma yardım etmek isterseniz, eşim Sultan Efendi hazretlerinin ödeneği yeterli değildir. Kendisinin refah içinde yaşaması için hiç olmazsa Başkomutanlık ödeneğimin kendi ödeneğine eklenmesini ve anne-babamın refahının sağlanması ile, İlahî rahmete kavuşabilmem için birkaç hayır yapılmasını rica eder ve yükselmesine çalışmaktan başka bir emel beslemediğim din ve milletimin yükselmesine dua eder, tanıyanlara selam ederim. Yaşasın Müslümanlık ve Osmanlılık ve Osmanlıların Padişahı Sultan Mehmet Han!

Enver

“Servet namına bir şeyim yoktur.

Mamafih ne varsa, eşim Sultan Efendi hazretlerine bırakıyorum.

Enver”

Enver Paşa, 24 Aralık 1914 günü, Hedik Köyü’nden eşi Naciye Sultana yazdığı mektupta, muhtemelen hazırlamış olduğu bu vasiyetnameden söz eder. Şöyle demektedir: “Ah güzelim, ne olur hiç olmazsa telefonla konuşmak mümkün olsaydı. O güzel sesinizi işiterek bahtiyar olurdum. Mamafih ne ise, Cenab-ı Hak’ka hamdolsun. Daha yaşamak kısmet imiş. Bari bu şekilde bir gün gelip de sizi görmek, sarıp öpmek kabiliyetini koruyorum. Ah! Kim bilir Sarıkamış önünde yazdığım kâğıdı alırsanız, doğrusu pek üzüleceksiniz. ” (A. İnan, a.g.e., s.187)

Bu vasiyeti tarihçi Ziya Nur Bey şöyle değerlendirir: “Bu vasiyet ne kadar samimi, ne derece yüksek ve ateşli bir itikat ve imanın mahsulüdür! Onun, tıpkı eski paşalarımız gibi, manevi tarzda ve ‘sadaka-yı câriye’ teşkil edecek birkaç hayrat yaptırılarak, namının rahmetle anılmasına vesile olunmasını istemesi de çok dikkate değerdir. Bu husus, kendisinin karıştığı harekâtın gidişi ile tezat teşkil eden yüksek imanına ve itikadına işaret etmektedir. ”

2 Ocak 1915, IX. ve X. Kolordudan oluşan Sol Cenah Ordusu kurulur ve Hafız Hakkı Bey Tuğgeneralliğe terfi ettirilerek bu ordunun başına geçirilir. Hafız Hakkı Sarıkamış’a planlanan zamanda yetişememiştir; ama Enver Paşa aklına, iradesine, imanına ve ataklığına güvendiği bu genç

arkadaşını yükseltmekte tereddüt etmemiştir. Ne yazık ki, Hafız Hakkı Paşa çok kısa bir süre sonra tifüs hastalığına yakalanarak 12 Şubat akşamı şehit olacak ve kendisinden hoşlanmayanları bile ağlatarak Erzurum Karskapı’da defnedilecektir.

Sarıkamış önlerinde Enver Paşa, her şeye rağmen mağlubiyeti kabul edebilmiş değildir. Tam çekilmeye karar verememektedir. Bunun için, hiçbir haber alınamayan XI. Kolorduyu bizzat yerinde görüp durumunu değerlendirmek istemektedir. 4 Ocak’ta Bardız üzerinden, XI. Kolordu merkezine doğru yola çıkar. Yolda bir Rus keşif birliği ile karşılaşırlar. Hemen çatışmaya girerler; Karargâh kurmaylarından Bronsart Paşa kolundan yaralanır. Rusların yazdığına göre Enver Paşa bizzat çatışmanın içindedir ve Rus komutanını o vurmuştur.

Ruslar ise artık yeterince güç biriktirdiklerini düşünerek her yandan saldırıya geçmişlerdir. Kuvvetler harpten önceki sınırlarına çekilinceye kadar çarpışmalar devam edecektir.

Enver Paşa, 6 Ocak’ta, Hedik’te bulunan XI. Kolordu merkezinden, Erzurum’daki birliklerin takviyesi için İstanbul ve çevre vilayetlere emirler verir. Ertesi gün, artık İstanbul’a dönmeye karar vermiştir. Başbakanlığa telgrafla durumu bildirir. Orduya şu bildiriyi yayımlar:

“Arkadaşlar!

“Hemen bir ay oluyor ki, içinizde bulunarak günlerce süren savaşlarda düşmana karşı nasıl saldırdığınızı gördüm. Havanın, yerin ve düşmanın gösterdiği direnmeleri, her türlü yoksulluğa bakmayarak kırdınız ve düşmanları ata topraklarından sürüp götürdünüz. Düşmandan yerler aldınız. Bu uğurda sarf ettiğiniz emekler hiçbir zaman kaybolmayacaktır. Bundan dolayı sizi Padişahımız başta olmak üzere bütün millet kutluyor. Ben yine İstanbul’a dönüyorum. İnşallah bundan böyle de büyük büyük başarılar kazanarak düşmanı bir daha başkaldıramayacak derecede kahreder ve şehitlerimizin ruhunu şad edersiniz. Sizi Allah’ın birliğine emanet ediyorum. Unutmayınız ki, Allah her zaman yardımcımızdır.”

9 Ocak’ta Hedik’tan ayrılır. Türk Ordusu savaştan önceki sınırlarına çekilir.

Enver Paşa’yı o günlerde şahsen görenler pek yorgun ve suskun olduğunu söylerler. 13 Ocak’ta Aşkale’ye, 16 Ocak 1915’te Refahiye’ye gelirler. 19 Ocak’ta Suşehri’ne gelen grup buradan Ulukışla’ya geçer. Amcası Halil Paşa şunları yazar: “Enver Paşa, yanında Bronsart Paşa olduğu halde Ulukışla’ya geldi, yanında Kâzım (Orbay) Bey de bulunuyordu. Burada

hazırlatılan bir trenle İstanbul’a döndük. Enver Paşa’nın ağzını yolda bıçak açmıyordu. Yorgun ve kederli bir halde gözleri dalıyor, düşünüyordu. Bunun da sebebi Sarıkamış Harekâtı idi. Enver bir ara bana şunları söyledi: Amca, Sarıkamış Harekâtı çok kötü bir netice verdi; bu sebeple Kuvve-i Seferiye’yi, 3. Ordu emrine sevketmek zarureti doğmuş bulunuyor. Sen yeni teşkil edilecek bir fırka ile İran’a gideceksin.” (Halil [Kut] Paşa, İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete, Bitmeyen Savaş, İstanbul 2007, s. 108-109) Kuvve-i Seferiye, Halil Bey’in komuta ettiği birliklerdir.

O sırada Sofya’da askerî ataşe iken İstanbul’a dönen ve Enver Paşa’yı ziyaret eden Mustafa Kemal Bey de şunları söyler:

“Biraz sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver biraz zayıf düşmüştü.

Rengi solgundu. Söze ben başladım:

Biraz yoruldunuz...

Yok, o kadar değil...

Ne oldu ?

Çarpıştık. O kadar...

Şimdi vaziyet nedir?

Çok iyidir...

Enver’i fazla üzmek istemedim...” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.154)

Genellikle, Enver Paşa’nın, yenilgiyi arkada bırakmış bir tavır içinde İstanbul’a döndüğü ve sanki önemli bir olay yaşanmamış gibi göründüğü söylenir. Bazı kaynaklar başkomutanın bu tavrını duyarsızlık olarak kınarlar; yaşanan bir felaket karşısında, birinci derecede sorumlu bir komutanın hissizliği... Acaba Enver Paşa, askerleri hakkında gerçekten böylesine duygusuz muydu, yoksa yüklendiği sorumluluğun gereği, kan kusup, kızılcık şerbeti içtim mi demeye çalışıyordu. Bu tür bir ruhî tahlili yapmak kolay değildir. Ancak, her kademeden askerin ona olan büyük bağlılığını ve sevgisini, tek taraflı bir duygusallık olarak kabul etmek zordur; bu sevginin karşılığı olmak gerekir. Paşanın tutumunu, komutanlık sorumluluğunun zorunlu bir tezahürü olarak düşünmenin daha âdil bir yargı olacağı kanaatindeyim.

Eşi Naciye Sultan da hatıratında, Enver Paşa’nın, işlerine ait gerginlikleri kesinlikle aile hayatına yansıtmadığını birkaç kere söyler: “Dünyada Enver Paşa kadar memleketine ve ailesine bağlı az erkek vardır. En meyus zamanlarında bile, eve geldiğinde, dışarıdaki dağdağalı ve üzüntülü havayı beraberinde getirmezdi.” (Naciye Sultanın Hatıraları, Acı

Zamanlar, İstanbul, tarihsiz, s.39) Bu tespit, düşüncemizi doğrulamaktadır. İyi bir komutan her şart altında yıkılmayan insandır. İçindeki kişisel fırtınaları görevine yansıtmak yahut bunun tersine düşmek, sağlam bir komutan kişiliğinin harcı değildir. Hayatının daha sonraki dönemlerinde de göreceğiz ki, Enver Paşa, vücudu toprağa düşene kadar yıkılmayan bir insan olarak yaşadı.34 Ancak, Enver Paşa’yı tanıyan herkes ondaki vefa duygusuna işaret etmiştir. Yurt dışına çıkarken İstanbul’daki Arap ileri gelenleri hakkında Hüsamettin Ertürk’e söyledikleri ve 9 Nisan 1921’de Moskova’dan kardeşi Kâmil’e yazdıkları da bunu göstermektedir: “Herhalde eski arkadaşlarım olan Şekip Aslan ve Abdülaziz Çaviş’in gücendirilmesini istemem. Senelerden beri bu uğurda çalışan onların, herhalde bizden vefa görmeleri lazımdır. ” (A. İnan, a.g.e., s.82)35

Mütarekeye yakın, İttihat Terakki Hükümetinin yerini Ahmet İzzet Paşa’ya bıraktığı günlerde, kendisi ile görüşen amcası Halil Paşa şöyle anlatır:

“Onu evinde ziyarete gittim. Beni üniforması ve belinden hiç eksik etmediği tabancasıyla karşıladı... Yüzünün rengi biraz solmuş bu genç Başkomutan, sanki her şeye yeniden başlıyordu. Yalnız yumrukları yine sıkıktı. ...Ve gene ciddiydi, gene düşünüyordu... Çizmelerindeki mahmuzları gene o herkesin bildiği asker seslerini odanın içine yayıyordu. Omuzları gene dikti. Ve sanki savaşa yeni başlamış gibiydi... Bıyıkları gene özenli ve muntazamdı ve her savaşçı subay onun gibi giyinmek ister, bıyıklarını onun gibi tutardı... O bir liderdi ve ölünceye kadar da öyle kalmasını bilmişti. Gözlerinden, ben ideallerimin yolunda yürüyeceğim ışıkları dökülüp dökülüp gidiyordu... Birbirimizi seyretmemiz böylece bir an sürdü; sarıldık... ‘Nedir, Enver nedir? Ne oluyor, ne olacak?’ ‘Biliyorsun Almanların yenilgisi ve Bulgarların çözülmesi Kabineyi iflasa sürükledi... İzzet Paşa gibi namuslu ve vatansever bir insana hükümeti devretmekten başka çaremiz kalmamıştı; öyle yaptık.’ ‘Şimdi ne olacak peki?’ ‘Bir şeyler yapabileceğimizi zannediyorum. Daha ölmedik ki... Ve biliyorsun ki biz bütün cephelerde sonuna kadar Devletin onurunun hakkını verdik... Reval’e karşı devleti kurtarmak için dövüştük... İdeallerimiz gerçekleşebilirdi... Ve gerçekleşmesi için devam edeceğim ben...” (Halil [Kut] Paşa, İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete, Bitmeyen Savaş, İstanbul 2007, s. 196-197)

Yine aynı günlerde, İstanbul’dan ayrılmadan bir iki gün önce kendisiyle görüşüp, son emirlerini alan Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Albay Hüsamettin Ertürk onu şöyle anlatır:

“Paşa’yı arkamda bir irade ve azim heykeli olarak bırakmıştım. Hâlâ düşünüyordum: Muazzam bir savaşa girip, dört savaş yılı doğudan batıya, güneyden kuzeye, cephe cephe, ordu ordu dolaştıktan sonra ve İmparatorluğun çöküşüne gün gün, saat saat şahit olduktan ve felaketin bu derece müthişi ile karşılaştıktan sonra, Osmanlı Hanedanının bu

enerjik damadı, Türk ordularının bu başkomutanı, hürriyet kahramanı bu ülkücü, Turancı Enver Paşa’nın son dakikada dahi yılmadan, sarsılmadan, sanki hiçbir şey olmamış gibi, tekrar işe yeniden başlamak cesaretini duyması, olağanüstü bir kuvvetin ifadesi idi. O, düğüne giden bir delikanlı güvey gibi, o cenge koşan bir erkek gibi, bu büyük yolculuğa çıkıyor, çok sevdiği Kuruçeşme’deki yalısını, ona her zaman iyi bir arkadaş olmuş sadık zevcesi Naciye Sultan’ı, güzel Boğaz’ı, sevgili İstanbul’u, şan ve şerefi, huzur ve rahatı, servet ve ihtişamı bırakarak belki de aç kalacağı, belki de sürüneceği meçhul iklimlere, yeni memleketlere, yepyeni davaları gerçekleştirmek için gidiyordu...”

Hareket Ordusunu, Bâbıâli Baskınını ve Edirne’nin kurtarılışını hatırlatan Hüsamettin Bey, hepsinde de Enver için, “O delidir, çılgındır.” dediklerini kaydeder ve şöyle ekler: “Senelerdir tanıdığım Enver Paşa’yı, bu üç önemli hareketinde yanı başında bulunarak pek iyi görmüştüm. O, hayret edilecek derecede birbirinin aynı insandı. O değişmeyen Enver Paşa idi.” (Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, yazan: Semih Nafiz Tansu, İstanbul 1996, s.169-170)

Şüphesiz ki Sarıkamış’tan fevkalade yıpranmış olarak dönüyordu; büyük bir hırs ve inançla gerçekleştirmeye çalıştığı hareketi başaramamıştı. Gerçi kendisi de, başkomutanlığı bir yana bırakmış, cephedeki asker gibi her türlü meşakkati fiilen yaşayarak ve dövüşerek on beş-yirmi gününü geçirmişti. Vasiyetinde söylediği gibi, üzerine düşeni yapmıştı, asker de yapmıştı; ama, yine de zafere ulaşamamıştı. Sarıkamış çevresinde binlerce şehidini bırakarak dönüyordu. Meselenin duygusal boyutunu hangi derinlikte yaşadığını kestirmek mümkün değildir. Halil ve Mustafa Kemal Paşaların söylediklerinden bunu bir dereceye kadar anlamak belki mümkündür.

Sarıkamış felaketinin halka ve askere bütün açıklığı ile duyurulmadığı hatta bazı başarılar elde edildiği şeklinde sunulduğu yolundaki eleştirileri nasıl nitelemek gerektiğini okuyucu düşünmelidir. Ancak, yenilgisini davul- zurna ile ilan eden bir ordunun varlığını tarih bilmemektedir.36

31   Aynı zamanda Enver Paşa’nın kızkardeşi ile evli olan Orbay, daha sonra Mareşal Fevzi Çakmak’ın ardından Türkiye’nin ikinci Genel Kurmay Başkanı olacak, 1960 askerî darbesinden sonra da Kurucu Mecli üyesi ve Kontenjan Senatörü seçilecektir.

32   Şevket Süreyya Beyin, Enver Paşa’nın bu sınırsız gözükaralığını “Belki de ileri hatlarda bulunup, Sarıkamış’a elinde kılıcı en önde girmek istiyordu?” şeklindeki yorumu pek yakışıksız düşmektedir. Şevket Süreyya zaman zaman bu tür değerlendirmelerden kendini alamamaktadır. O kadar mihnet ve çile altında ölüme giden askerlerini şevke getirmek, diri tutmak için, hiç değilse kahraman komutanları olduğunu, kendileriyle aynı kaderi paylaştıklarını düşündürmekten güzel ve etkili ne olabilir? Enver Paşa, askerini insanüstü gayretlere sevk ederken, kendi hayatını düşünecek adam mıydı? Üstelik Enver’in bütün hayatını kahramanca yaşadığını bilmiyor muyuz? Sarıkamış’a elinde kılıcıyla girse ne olur, girmese ne olur?

33    Özellikle Şerif Bey Sarıkamış hareketi hakkında çok geniş ve aydınlatıcı bir hatırat yazmakla birlikte, burada Enver Paşa’yı kötülemek ve bütün sorumluluğu ona yüklemek için, çok açık haksız değerlendirmeler ve üslupsuz cümleler sarf etmiştir. Dr. Ramazan Balcı, Şerif Bey’in bu kitabında kullandığı aşağılayıcı, küfür niteliğindeki sözlerden örnekler vererek, “Nihayet bir harp hatırası olan böyle bir eserde bu denli aşağılayıcı ifadelerin kullanılması, bilinen bazı sebeplerle açıklanamaz.” demektedir. (Balcı, a.g.e., s.135) Şerif Bey, kitabında sık sık, Enver Paşa’nın verdiği emirleri gerek kendisinin ve gerekse İhsan Paşa’nın içine sindiremediklerini, ama itaat etmiş olmak için ses çıkarmadıklarını söyler ki, esasen bu ifadeler çok şeyi açıklamaktadır. Enver Paşa’nın heyecanı ve yırtınmaları yanında bu kurmay ve komutanlar zoraki işe koşulmuş haldedirler ve gerçekten de bu zor şartlarda başarı şansları olamazdı. Çünkü daha başlarken yılgındırlar ve işi yokuşa sürmektedirler. Eğer 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa kadar dürüst davranıp, görevlerini devretseydiler harekâtın sonucu başka türlü olabilirdi.

Şerif Beyin yakışıksız ve galiz üslubu karşısında böyle bir yorumdan kendimizi alamadık. Sorumluluklarından kurtulmak için Enver Paşa’ya saldırılarını şiddetlendirmişlerdir. Ayrıca, benim yararlandığım, İstanbul 2005, dördüncü baskıda tarihler yanlıştır. Kitapta, 9 Aralık 1914, harekâtın başlangıç günü olarak verilmekte, 22 Aralık 1914 ise, geri çekilme emrinin verildiği ve Hafız Hakkı’nın Tuğgeneral olduğu gün olarak bildirilmektedir ki, tamamen yanlıştır.

General Fahri Belen, Şerif Beyin kitabının, edebî bir değer taşıdığı için çok tutunduğunu ve bundan alıntılar yapıldığını söyler. Kitabın ilk yayımlandığı sıralar, Enver Paşa’nın Anadolu’ya girme söylenti ve beklentilerinin yoğunlaştığı zamanlardı. Bu bakımdan, “Şerif Beyin, Enver’i elli bin kişiyi Sarıkamış’ta mahveden bir adam gibi göstermesinin o zaman için faydalı olduğu söylenebilir.” (Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, s.224, dipnot.6)

34    İyi bir asker olduğunu sandığım Alparslan Türkeş, 1979’un çok yoğun ve acılı geçen günlerinden birinde, yakınmalarımızı dinledikten sonra şunları söylemişti: “İyi bir komutanın ölülerine ağlayacak vakti yoktur; o daima ileri bakmak zorundadır, geriye bakamaz.” Enver Paşa hakkında yazılanları okurken bu sözleri hatırladım.

Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal Paşa’da gördüğü benzeri nitelikleri, büyük komutanlığın vasıfları olarak övgüyle anlatır. (Çankaya, c.II, s. 194)

35    Bu konuda, Şevket Süreyya’nın da Kâzım Orbay’a dayanarak ifade ettiği bir köpek hikâyesi vardır. Enver Paşa Erzurum’a geldiğinde İstanbul’da karısı ile telefonla görüşür ve ona köpeğinin nasıl olduğunu sorar. Şevket Süreyya bunu ‘telgraf’ olarak söylüyor; yani telgrafta köpeğinin sağlığını sormuş. Çok dikkatli ve müdekkik bir yazar olan Ramazan Balcı yanlışlıkla bu görüşmeyi telefon olarak almış ve Paşa’nın Erzurum’a geldiği günlerde böyle bir telefon görüşmesi yapılmadığını çok sade bir şekilde ortaya koymuştur. Bu konuşma, Sarıkamış Harekâtı için Erzurum’a geldiği günlerde yapılmıştır ve Paşa tarafından bebek olup olmadığı sorulmuştur. Nitekim, Naciye Sultan’a yazdığı 18 Aralık 1914 tarihli mektubunda bu konuşmanın içeriğini Enver Paşa anlatmaktadır: “Biraz dinlendim, derken hatırıma siz Sultanımdan doğrudan malumat almak geldi. Hani, telefonla keşke konuşabilsek diyordum. Derhal telgraf memuruna Sarayı bulmasını söyledim; buldu. Şimdi titreyerek, heyecanla adeta sesinizi, o güzel, âhenktar sesinizi işitecekmiş gibi titriyorum. Titrek sesle memura söyledim,

çevirdi. Artık sizinle görüşebiliyordum. Ah! Bunu evvelce düşünemediğime ne kadar eseflendim. En nihayet sizin de memnun olacağınızı bildiğimden, bebekten haber var mı ? diye sordum. Fakat, yokmuş. İnşallah muvaffakiyetle geri dönerim de, o vakit bir tane husul bulur. Yoksa güzelim bana hakikati söylemedi de, avdetimde birdenbire şaşırtacak mı?” (A. İnan, a.g.e, s. 189) Balcı’nın da tespit ettiği gibi mektubun tarihi yanlışlıkla 18 Ocak 1915 olarak yazılmıştır. Halbuki içeriğinden ve sonraki mektuplardan bu tarihin savaştan önce olduğu açıktır. Ramazan Balcı diyor ki, “Paşa’nın ‘bebek’ kelimesi, senaryonun etkisini artırmak için olsa gerek, dalgınlıkla (!) köpeğe çevrilmiş. ” (Balcı, a.g.e., s.254)

Evinde kedi yahut köpek sahibi olanlar, bu hayvanların hane halkından olduklarını çok iyi bilirler. Ancak Balcı haklı olarak, Enver Paşa’nın Trablusgarp’ta iken yanında bulunan bir ceylanın hastalanması üzerine ağlayacak kadar yufka yürekli olduğunu ve hayvanları sevdiğini hatırlatarak, (bak. Hanioğlu, a.g.e.,mektup. 75) eğer bir köpeği olsaydı onu da o kadar severdi ve mektuplarında ondan söz ederdi. Halbuki bini aşan mektuplarından hiç birinde böyle bir köpekten bahis yoktur, der. Ayrıca, Enver Bey’in, Trablus’taki karacasını İstanbul’a gönderdiği anlaşılıyor. Eşi hatıratında bundan söz eder: “Köpek kadar munis olan bu hayvana Biş adını verdim. Evin içinde dolaşır, gezer, bana arkadaşlık ederdi. Piyano çalarken yanımda yatar, adeta bir insan gibi musiki dinlerdi.”(Acı Zamanlar, s.37) Şevket Süreyya, “telgrafları yazdırırken gösterdiği heyecanlı sevgi tezahürlerini ve bu arada pek sevdiği köpeğinin hali, sıhhati hakkında gösterdiği canlı ilgileri Kurmay Başyaveri Kâzım Orbay ayrıntıları ile anlatmıştır.” der. Burada telefon yoktur. Biz, Türk Tarih Kurumundaki Kâzım Orbay Dosyasının altı bölümünü de gözden geçirdik; Şevket Süreyya Bey’in sözünü ettiği konuda hiçbir bilgiye rastlayamadık.

36    Özhan Eren Sarıkamış’la ilgili güzel çalışmasının sonunda, 16 Ekim 1916 tarihinde İstanbul’da Alman büyükelçiliğinde geçen şu olayı verir: “Büyükelçi Sarıkamış üzerine yeni bir cephe açılmasını teklif eder; Enver Paşa çıldırmış gibi ayağa kalkar: ‘Nasıl istersiniz ki, daha evvel silah vaat etmiştiniz, kış mevsimine dayanıklı giyecek vaat etmiştiniz, ilaç vaat etmiştiniz... Vermediniz ve Trabzon’dan Van’a kadar bütün bölgeyi kaybettik...” İlgi çekici bulduğum bu olayın hangi kaynaktan aktarıldığı belirtilmediği için yorum yapamıyorum. Ancak, bu anekdotta, Sırbistan üzerinden Osmanlı ordularının ikmalinin yapılamayışının öfkesi vardır. İki müttefik arasındaki ikmalin Sırbistan üzerinden yapılacağı hususunda daha önce anlaşılmıştı. Fakat, Alman orduları ancak Kasım 1915’te Sırbistan’ı işgal ederek bu yolu açabilmişlerdir. Ne var ki, Enver Paşa, müttefiklerinin başarısızlıkları yahut hatalarını, her hengi bir sebeple onlar aleyhine kullanmak gibi bir yanlışa girmemiştir.

Sarıkamış Harekâtı Hakkında Değerlendirmeler

B

İRİNCİ Dünya Savaşı’nın doğu cephesinde ilk saldırıyı Ruslar başlatmış olmakla birlikte, savaşın başlarında bu cephe Rusların en zayıf bıraktıkları yanıdır. Türk Genel Kurmay neşriyatı, bu cephede Rusların bütün kuvvetlerinin ancak % 3’ünü bulundurduklarını bildirmektedir. (atase, a.g.e., s.525) Bu durumda, ya Ruslar bu zayıf zamanlarında bir baskınla yenilerek geri atılacak yahut imha edilecekler ya da Erzurum’da oturularak beklenecektir. Ruslar, bahar yahut yaz aylarında, o günkü zayıf kuvvetleriyle yetinerek üzerimize gelmeyeceklerine göre, bizim ordumuz hiçbir zafer ümidi olmadan, sadece savaşmamış olmak için baharı ve Rus’un saldırısını bekleyecek demektir.

Takviyelerini alması halinde, Rus ordusunun sayı ve teknik üstünlüğü kesindir. Zayıf dediğimiz zamanında bile yüz binin üstündedir ve teknik açıdan bizden üstündür. Ayrıca, Rus askerinin ne ölçüde inat ve cesaretle dövüştüğünü de bilmekteyiz. 1825 ve 1877 (93) savaşlarında Rus ordusu durdurulamamıştır. 93 Savaşında Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Kars’ın doğusunda Küçük Yahni ve Büyük Yahni tepeleri arasındaki hatta Rusları durdurmuştur. Bilahare, Rusların da çekilmeye karar verdikleri bir anda bizimkiler çekilmeye başlamıştır. Askerî tarihte çok başarılı bir çekilme hareketi olarak değerlendirilen bu hareketten sonra, artık Rusları durdurmak mümkün olmamış ve düşman birlikleri Erzurum tabyalarına dayanmıştır. Bu savaştan sonra, Sarıkamış dahil, sözü edilen bölgenin tamamı Ruslara terkedilmiştir.

Doğuda savaş başladığında, bu cephede kolay bir başarıyı hayal etmek, hiçbir askerin aklından geçmez. İnsan gücümüzün moral üstünlüğüne olan inancımız bu sonucu değiştiremez; çünkü Rusların dövüşkenliğini de en yakından biz biliriz. Bu durumda Osmanlı Genel Kurmayı için, zayıf yakalanmış Rus Kafkas ordusunun, bir kuşatma ve baskın ile yok

edilmesinden başka hiçbir başarı şansı yoktur. Enver Paşa bu şansı gerçekleştirmek üzere Sarıkamış kuşatma harekâtını planlamıştır.

Sarıkamış harekâtı, Rusların da endişe ettikleri bir zamanda yapılmıştır. Ruslar, bütün güçlerini Avusturya cephesinde toplayarak, Almanları üzerlerine çekmeyi ve Fransızların “ilk düşman saldırısı altında ezilmesini” önlemeyi amaçlamışlardı. Bu yüzden de zayıf bıraktıkları Kafkasya’da bir Türk saldırısından korkuyorlardı. (Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun SiyasasıÜzerindeki Etkileri, Ankara 1974, s.78, 79)

zaptetmesini istemektedir.Nuri Paşa’nın birlikleri, bu telgraftan on beş gün kadar sonra
Bakü’ye girmiştir.

(T.T.K. Kâzım Orbay Arşivi. II.B. 598)

Sarıkamış Harekâtına karar verilirken, muhtemelen Almanların 26-29 Ağustos arasında Mazurya bataklıkları civarında çok üstün Rus kuvvetlerine karşı benzeri bir harekât yapıp, başarmaları da düşünülmüştür. Ancak, Almanların benzeri bir örnek hareketinin olması yahut olmaması çok sonraki bir meseledir. Enver Paşa’nın çok güvendiği Hafız Hakkı Bey, başlangıçta bu plana karşı çıkmasına rağmen, Erzurum’a gelip incelemesini yaptıktan sonra mutlaka uygulanması gerektiği kanaatine ulaşmıştır. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa harekâtın uygun olmadığı görüşünü bildirmiştir. Genel Kurmay’ın neşriyatına göre, “Sarıkamış taarruzu ağır bir yenilgiyle sonuçlandıktan sonra, Hasan İzzet Paşa’nın bu düşüncesi bir çok kişiler tarafından yerinde görülmüştür. ” (atase , a.g.e., s.526)

Bu tek şansın gerçekleşmesi halinde ise, gerçek gücümüzle ulaşılması mümkün olmayan sonuçlara varılabilecektir. İlk hamlede, Yahniler ele geçirilecek ve tarihî tecrübe ile de sabit olduğu gibi, güçlü bir savunma hattı kurulabilecekti. Harekâtın devamı halinde Kuzey ve Güney Azebaycan ile ilişkiye geçilecek, ordu güvene alınacaktı. Bu açık hesabı yapan Enver Paşa’yı, Turancılık hayalleri ile sözüm ona suçlayanlara ne demeli bilemiyorum...

Enver Paşa, Erzurum’da orduya yayımladığı bildiride, üstünüzde, başınızda olmadığını, imkânlarımızın ne derece kıt olduğunu görüyorum; ama, ikmali ileride yapacaksınız; ele geçireceğiniz yerlerde ihtiyaç duyduğunuz şeyleri bulacaksınız, diyordu. Bu beyan ilk bakışta pek yersiz, hatta komik gibi görünür; ama, gerçeği dile getirmektedir. Azerbaycanla ilişki kurulabilseydi, ordunun çektiği bütün insanî sıkıntılar biterdi. Nitekim, daha Sarıkamış’a bile girmeden, ele geçirilen köylerden büyük ölçüde ikmal desteği sağlanmıştır. Geriden hiçbir destek almadan, hareket bu imkânlarla devam etmiştir. Savaşın sonlarına doğru, Halil Paşa Bakü’ye girdiğinde, Enver Paşa’ya gönderdiği telgrafta, Bakü’deki petrol stokunun para sorunlarımızın tamamını çözecek düzeyde olduğunu bildirir.

Rus Maslovsky diyor ki, “Sarıkamış grubu imha edilseydi Kafkas yolları Türklere açılarak Güney Kafkasya elden çıkardı. Eğer Sarıkamış’tan çekilme emri yerine getirilseydi yine bozgun olurdu. Enver Paşa’nın

cesurane düşünülmüş ve düzenlenmiş olan planı, başarı halinde Türkiye’ye büyük menfaatler sağlayacaktı. Eğer Mişlayevsky’nin çekilme kararı uygulansaydı, Enver Paşa’nın muazzam planı tahakkuk derecesine yaklaşmış olurdu. ” (Gen. F. Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, s.195)

Sonuçta, Sarıkamış Kuşatma Harekât planında hiçbir hata yoktur. “Harekâtı tenkit edenler, Enver’e pek ziyade çatanlar bile, planın çok iyi olduğu üzerinde müttefiktirler. Yani planın kendisi değil, uygulaması tenkit edilmiştir. En büyük tenkitler, ikmal ve levazım işlerinin yürüyememesinde toplanmaktadır. Harekât sahasında memleket gerileriyle irtibat azdır. İkmal vasıtaları zayıf ve yetersizdir. ” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.225) Bu savaş, ilk ve en büyük zaferimiz olacaktı. İki yüz yıldır Rusya karşısında yenilen, ezilen ve göçen halkımızı ve ordumuzu diriltecekti; hele de 93 Savaşı’nın intikamı alınacaktı. General Fahri Belen diyor ki, “Tarihte hiçbir ordunun yüzde doksan zayiat verdikten sonra sebat ettiğine dair misal bulmak güçtür. ” (Gen. F. Belen, a.g.e., c.I, 1914 Yılı Hareketleri, Ankara 1964, s.200)

Evet, bu tek örnek, Sarıkamış önlerindeki Osmanlı ordusudur. Bu savaşa katılanlardan geri kalanların da belirttikleri gibi, 93 Harbi’nin intikamını almak ateşi olmadan, bu direnç açıklanamaz. Enver Paşa’nın kendisi, eşi Naciye Sultan’a yazdığı 20 Aralık 1914 tarihli mektupta şöyle der: “Bir günde mevziler ve askerin bir kısmını gördüm. Hepsi hazır ve arzulu; düşmana yine bir gece baskını yapmışlar. Uzaktan Allah Allah seslerini duyunca, siperlerini bırakıp kaçmış düşman. İnşallah bunlar iyiye alamet. Allah büyüktür. İnşallah bütün Moskoflardan intikamımızı aldığımızı gösterecektir... ” (A. İnan, a.g.e., s. 191)

Sarıkamış Cephesinin, Almanların batıdaki yükünü hafifletmek için açıldığı söylenmiştir. Doğuda ilk hareketi başlatanın Türkler değil Ruslar olduğunu ve Köprüköy’e kadar ilerlediklerinin altını çizdikten sonra, Almanların yükünü hafifletmek için cephe açmanın doğal bir askerî zorunluluk olduğunu söylemeliyiz; asıl savaşın Avrupa’da kazanılıp yahut kaybedileceğinde tereddüt yoktur. Ali Fuat (Cebesoy) Paşa Moskova’dayken, Enver Paşa’nın kendisine, “Almanlar, netice verecek kesin meydan savaşlarına doğru yürürken, bizleri oturmakla itham etmeye başlamışlardı. Bu sebeple, Sarıkamış taarruzu, tamamen askerî bir lüzum üzerine yapılmıştır.” dediğini yazar. (A. Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul 2000,

s.32) Ayrıca, bir vesileyle yukarıda dokunduğumuz gibi, bu, olaya Almanlar açısından bakıştır; bir de Türkler açısından bakmak gerekir.

Ünlü Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı olan Albay Hüsamettin Ertürk ise, bir başka siyasi zorunluluktan söz eder. Ertürk’e göre, Alman Genel Karargâhı Enver Paşa’dan Kafkasya üzerine bir hareket düzenlemesini ister; Enver Paşa, henüz kararını vermemiştir. “Fakat, Ruslar’ın şayet İstanbul üzerinde bir anlaşmaya varırlarsa, Almanlarla savaşı durduracaklarına dair duyumlarımız üzerine, Enver Paşa derhal harekete geçmeyi gerekli görmüş, kurmay heyetiyle birlikte Erzurum’a gitmişti. Başkomutan Vekili ve Şark Cephesi Komutanı sıfatıyla Enver Paşa’nın Sarıkamış çevresinde geçen savaşı bizzat yönetmesi bundan doğmuştur. ” (Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, yazan: Semih Nafiz Tansu, İstanbul 1996, s.107)

* * *

Genel Kurmay yayınındaki değerlendirmeye göre, Enver Paşa’nın verdiği ordu emrinde, X. Kolordu Oltu’dan daha kuzeye sapmadan, buradan Sarıkamış üzerine yürüyecek ve ayın 25’inde orada olacaktı. Bu emrin tam uygulanması halinde zaferin kesin olduğunda herkes müttefiktir. Ama, X. Kolordu, Rus birliklerini kaçırmamak ve geri çekilme yollarını kesmek üzere Oltu’dan, Kosor üzerinden Ardahan tarafına sapmış, yolunu uzatmıştır. Bu karar teorik olarak doğru olsa da, hem Sarıkamış’a gelişi dört gün geciktirmiş hem de Kosor üzerinden Allahuekber Dağlarına vurulması, soğuk ve tipi altında kayıplarımızı artırmıştır. Hafız Hakkı Bey Kosor’dan bir gecede Allahuekber Dağını aşarak, 25 Aralık’ta Sarıkamış önünde olacağını bildirmiştir. Dağda da tipiye yakalanılınca, hareket başarılamamış, X. Kolordu ancak 29 Aralık’ta Sarıkamış’a gelebilmiştir. Bu süre içinde canını dişine takarak Sarıkamış önüne gelebilmiş olan IX. Kolordu birlikleri yalnız kalmıştır. Hafız Hakkı Bey’in birlikleri geldiği zaman da Ruslar yeterli takviyeyi almış, IX. Kolordu ise neredeyse tükenmiş durumdaydı.

Genel Kurmayın yayınında şöyle denilmektedir:

“X. Kolordu komutanı bazı sakıncalı kararlar almasına rağmen çok enerjik hareket etmişti. IX. ve XI. Kolordu komutanları ise aynı oranda aktif olamamışlardı. Örneğin: XI. Kolordu komutanı, cephesindeki düşmana şiddetli baskı yaparak onu yerinde tutamamış ve Rusların Sarıkamış bölgesine kuvvet kaydırmalarına engel olamamıştı. Ordu emrinde, XI. Kolorduya bu görev verilmişti; Rus kuvvetlerini Aras boyunda tutacaktı. IX. Kolordu komutanı da, 25-26 Aralık savaşlarında çok yetersiz kalmıştı.”

(ATASE, a.g.e., s.528)

Yine aynı eser, emir komuta ilişkilerindeki kopukluklara işaret etmektedir: “Sarıkamış Harekâtının kaybedilmesinde emir ve komuta münasebetlerinin düzenli işlememesinin payı büyüktür. ”

Dr. Ramazan Balcı’nın değerlendirmesi ise şöyledir:

“Gerek IX. ve gerekse X. Kolordunun Sarıkamış önlerine geldikten sonra, askerin istirahat ihtiyaçları dikkate alınmadan merhametsizce ileri sürüldüğü yolundaki eleştiriler kanaatimizce yersizdir. Türk ordusunun ikmal imkânları uzun süreli bir savaşı sürdürecek kaynaklardan mahrumdu. Bunun bilincinde olan Başkomutanlık Vekâleti, harekâtı en çok on beş gün sürecek bir baskın şeklinde planlamıştı. Stratejik konumu ve ikmal kaynakları itibariyle fevkalade önemli olan Sarıkamış’ta Rusların çok az kuvvet bıraktıklarını Bardız’da öğrenen Enver Paşa’nın, doğruca Sarıkamış’a girmesi yerinde bir hareketti. Türk taarruzunun hedefini öğrenen Rusların tren hattı ile her an buraya takviye kuvvetler getirmesi mümkündü. Bu bakımdan bir günün değil, saatlerin dahi hareketin akışını değiştirme ihtimali hesap edilmeliydi.” (Balcı, a.g.e., s.271)

Mareşal Fevzi Çakmak Paşa da, Sarıkamış Rus kuvvetlerinin sağ taraflarını açık bırakarak kuşatmaya uygun bir durum yarattıklarını, Enver Paşa’nın kuşatma planının, biraz geniş tutulmakla birlikte yerinde olduğunu, ancak uygulamada hatalar yapıldığını belirtir. (atase, a.g.e., s.529-532) General Fahri Belen de, genel durumun bu planın uygulaması için uygun olduğu değerlendirmesini yapar. Belen, X. Kolordunun Doğuya getirilmesiyle, 3. Ordunun Rus kuvvetlerine üstün duruma geldiğini, bundan sonra uygun mevsimin gelmesinin beklenemeyeceğini söyler. Çünkü, geçecek zaman içinde Rus ordusu takviye alacağı gibi, Batıda İngiliz ve Yunan saldırısı olabilir ve bir kısım kuvvetlerin oraya kaydırılması gerekebilirdi. (f. Belen, Türk Harbi, s.197) Mevsim ve arazi şartları da harekâtı durdurmak için yeterli değildir. Rus kuvvetlerinin sağ yanının açık bırakıldığı bu durumda, bir kuşatma hareketine girilmeseydi tenkide layık olurdu. Belen de, Mareşal gibi uygulama yanlışlarına dikkati çekip, telli ve telsiz irtibat yokluğu sebebiyle Enver Paşa’nın kolordulara, zamanında ve yerinde tesir yaptırmaya muvaffak olamadığına işaret eder. “Bir tarafta çok aktif bir komutan, (Hafız Hakkı) birliklerini insan gücünün üstünde hareketlere sevk ederken, diğer tarafta IX. Kolordu Komutanı İhsan Paşa, pasif hareketleri yüzünden Sarıkamış’ta iki fırsat kaçırmış, birliklerin güçsüzlüğünü ileri sürerek Enver Paşa’nın azmini kırmıştır. Cepheden saldıran XI. Kolordu Komutanı da beklenen faaliyeti

gösterememişti... Bütün hatalara, felaketlere rağmen, bir avuç insanın zafere ulaşmasına ramak kaldığını da görmekteyiz. ” (f. Belen, a.g.e., s.199)

General Belen, ayrıca şu değerlendirmeyi yapar: “Rus harp tarihçilerinin de ittifak ettikleri gibi, bu gece (25-26 Aralık gecesi) Sarıkamış’a girilmemesi, savaşın yönünü değiştirdi. Artık sabah saatlerinde Rusların ilk takviye birlikleri Sarıkamış’a girmeye başlamıştı. Bu başarısızlıktan, IX. Kolordu Komutanı İhsan Paşa, Kurmay Başkanı Şerif Köprülü Bey ve 29. Tümen Komutanı Arif Baytan Bey sorumlu tutulmaktadır. ” (General Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul 1973, s. 224) Fahri Belen diğer bir eserinde, Liman Von Sanders Paşa’nın, Enver Paşa aleyhinde ibareler içeren değerlendirmesini, Enver’den hoşlanmadığı için sorumluluğu ona yıkmak gayretine bağlar. Yarbay Şerif Bey’in de “Rusların hakiki durumlarını bilmediği gibi, Enver Paşa’ya olan iğbirarı dolayısıyla hislerine tabi” olduğunu söyler. (F. Belen, Türk Harbi, s.196)

Sarıkamış Harekâtı üzerine Rus ve Alman subay ve yazarlarının düşünceleri, ATASE yayınında şöyle özetlenir: “Sarıkamış taarruz planı kesin sonuca süratle giden iyi bir plandır. Ancak bölgenin şartlarına göre, ikmal sorunları iyi düzenlenememiştir. Türk ordusunun büyük komuta kademesinde bilgili ve cesur komutanlar vardı; ama, savaş deneyimleri yoktu. Özellikle Türk erinin sabır, cesaret ve disiplini, kuşatma harekâtını sonuna dek götürmüş ve bu savaşta Türk eri yenilmemiştir. ” (atase, a.g.e., s.533)

Rus Generali Nikolsky, üst rütbeli subayların, Enver Paşa’nın verdiği “Büyük ve cüretli görevleri” başarmakta yetersiz kaldıklarını söyler. (f. Belen, Türk Harbi, Ankara 1964, s.194) Bu konuda daha sert bir değerlendirmeyi 83. Alay komutanı Binbaşı Ziya Yergök yapar; Enver ve Hafız Hakkı Paşaları birinci derecede sorumlu gördükten sonra, subaylarımızın en küçüğünden en büyüğüne kadar görev aşkı taşımadıklarını çok ağır ifadelerle söyler ve erlerin komutanlarına güvenlerinin kalmadığına işaret eder. (Eren, a.g.e., s.489)

IX. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerif Bey, sık sık Enver Paşa’nın aceleciliğinden söz eder ve uygunsuz üsluplar kullanır. Ancak, acelecilik konusundaki eleştirilerinden de anlıyoruz ki, Enver Paşa haklıdır. Harekât boyunca keşifler doğru dürüst yapılamamakta, birlikler arasında irtibat kurulamamaktadır. Düşman hatlarından istihbarat yok denecek düzeydedir. Enver Paşa, olağanüstü sezgileriyle, askeri bir an önce Sarıkamış’a girmek

için zorlamaktadır; tek şansın bu olduğunu hissetmektedir. Bugün biz, bu aceleciliğin gereklerine uyulmadığı için hayıflanmaktayız. Şerif Bey ve bir kısım komutanlar ise o günlerde zamanla yarıştıklarını yeterince kavrayamamışlardı. General Fahri Belen’le birlikte bir çok yazar aynı noktaya işaret eder: “Enver Paşa bir an evvel Sarıkamış’a varmak istediği halde, kurmay heyeti ve komutanlar onun bu kararına engel olmaktaydılar. ” (ATASE, a.g.e, s.155)

Ziya Nur Bey’in değerlendirmesi, en kısa şekliyle şöyledir: Sarıkamış harekâtının gayesinin, Almanların batı cephesindeki yükünü hafifletmek olduğu söylenmiş ve müttefik umumî karargâhından bunun teklif edildiği ileri sürülmüştür. Ziya Bey bunu makul bulur; mademki birlikte savaşıyoruz, birlikte hareket etmemiz, hareketleri bir merkezden planlamamız doğaldır. Hatta, İtilaf devletleri böyle bir ortak karargâh kuramadıkları için çok yakınmışlardır.

Kuramsal açıdan çok doğru olan bu yorum, gerçeğe pek uymamaktadır. Çünkü, Genel Kurmay ATASE Başkanlığının yayınında belirtildiği gibi, Ruslar Kafkas cephesinde, kuvvetlerinin sadece %3’ünü bulundurmakta idiler. Buradan Batı cephesine kuvvet kaydırmaları mümkün değildi. Nitekim Sarıkamış Harekâtının düzenlenmesini tahrik eden sebeplerden biri de Rusların bu cephede en az kuvvetle yakalanmış olmasıydı. Ancak, ordularımızın Kafkasya’ya girmesi halinde Rusların Batı cephesinden kuvvet kaydırma ihtiyacı duyabileceklerini düşünebiliriz ki, Almanlar karşısından kuvvet indirmeyi yine de göze alamazlardı. Çünkü, bütün taraflar, ittifak halinde, savaşın Batı cephesinde kazanılıp yahut kaybedileceğini düşünüyordu. Enver Paşa’nın bu planı Alman Genel Kurmayının isteği doğrultusunda yaptığını ileri süren ve onu “Alman İmparatorunun ücretli uşağı” diye niteleyen IX. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerif Bey için, tarihçi Ziya Nur Bey şunları söyler:

“Kendi komutanına bu tarzda hücum eden bir adama ne denir bilmem; fakat asker demek kolay değildir.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.222)

Sarıkamış Harekâtından asıl amaç, 93 Savaşının intikamını almak ve kaybettiğimiz toprakları geri kazanarak Kafkasya’ya girmektir. Ziya Bey bu noktada Enver Paşa’yı “Tam bir İslam ihtilalcisi” olarak görür ve Ruslar yenilebilseydi Kafkas halklarının harekete geçebilecek olduklarını söyler. Şöyle devam eder:

“Harb-i Umumî bizim, Yirminci yüzyılda yaptığımız en büyük ve gerçekten övünülecek bir dövüştür. Bu büyük savaşın hatasında da, sevabında da Enver’in payı büyüktür. Kaldı ki, Sarıkamış Harekâtı, Maslowsky’nin kanaatine göre, ‘Başarılabilecek bir harekâttı, maiyet komutanlarının Enver’in emirlerini tatbikte gevşeklik göstermeleri başarısızlık sonucunu vermiştir.’ Çünkü, Enver’in gece Sarıkamış’a saldırı emri IX. Kolordu komutanı İhsan Paşa ve onun kurmay başkanı olan Miralay Şerif tarafından durdurulmuştur. Eğer durdurulmamış olsa, başarının kesin olduğu Rus kaynaklarından anlaşılmaktadır. Şu halde sorumluluk, ithamlarla dolu, askerî olmaktan çok duygusal, edebî ve etkili bir üslupla Sarıkamış’ı yazmış olan Şerif Bey’e ve komutanına ait olmaktadır. Bunlar, kitaplarını Rus kaynaklarını görmeden yazdıkları için, atıp tutmuşlar ve kendilerini temize çıkarmışlardır.” Ayrıca şu değerlendirmeleri yapar: “Ordunun Erzurum’da bahara kadar hareketsiz bekletilmesi, asker için olumsuz tesir yapar ve iaşe sorunlarını artırırdı. Ordunun ilerleyip, ele geçirdiği yerlerdeki imkânları kullanması gerekirdi. Burada, küçük Rus kuvvetleri, büyük Türk ordusunun içine ve önüne, adeta ‘Beni kuşat ve ez.’ diye gelmişlerdir. Bu anda bizim taarruz hareketi yapmamamız, kendimizi müdafaa etmememiz veya askerlik yapmamamız demektir. Nitekim yapmışızdır. Köprüköy ve Azap savaşları böyledir. Bahara kadar beklemek de hem askerimiz için sakıncalıdır, hem de Rusların önümüze serdiği fırsattan istifade etmemek demektir.” (Z.N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.225)

Hasan İzzet Paşa’nın başarılara rağmen orduyu on beş kilometre geri çekmesi, ordu içinde kaçakların son derece artmasına yol açar. Aşiret Süvari alayları nerdeyse bütünüyle dağılır.37 Bu çekilme hareketinin ordu birlikleri üzerindeki olumsuz tesirlerine, o günleri yaşayanlar işaret etmişlerdir.

“Geri çekilme, orduya bağlı tüm birlik komutanlarının güvenini sarsmıştı. Bugüne kadar erden başlayarak orduya bağlı her birey, özverisinin pek yakın olan amacına erişmeyi umduğu halde, şimdi ordu komutanından geri çekilme emri alıyordu. Tüm ruhsal direnç gevşemişti... Ruslar kendi kuvvetlerini çok iyi gizlediler ve savunmalarını çok güzel, yerinde önlemler alarak yaptılar. Biz de bu savaştan beklenen stratejik amacımızı elde edemedik. Bu amaç, Rus ordusunu ezmek ve kendi sınırlarımızın dışına atmaktı. Bu sonuç alınmış olsaydı, Sarıkamış Manevrasına gerek kalmayacaktı.” (İlden, a.g.e, s.115, 151)

Havaların ilk günlerde iyi olmasına rağmen sonradan bozması bir şanssızlık olmuştur.

Nihayet, Enver Paşa’nın kişisel ihtiras ve emelleri için orduyu Sarıkamış önlerine sürdüğü iddiaları, kof propagandadır ve aynı zamanda Türk askerine yapılmış hakarettir.

“Koskoca bir ordu, her türlü meşakkate, yokluğa ve soğuğa karşı, fevkalade bir tahammülle dayanır, göz yaşartacak feragat nümuneleri, insanı titretecek bir hareket kabiliyeti gösterirken, bunu Enver’in güzel yüzüne âşık olduğu için yapmamıştır. Bu büyük gayret ve hamiyeti, en mukaddes varlığının, dininin emri, İslamın, esir kardeşlerinin kurtulması gibi büyük ümitler için göstermiştir.” (Z.N. Aksun, Enver Paşa

ve Sarıkamış Harekâtı, s.224)

Enver Paşa’nın karargâhı ile birlikte geride kalmayıp, IX. Kolordunun en önünde yürümesi, kendisinin ordu komutanı olması hasebiyle çok eleştirilen noktalardan biridir. İsmet Paşa’nın da katıldığı bu eleştirilere göre, Paşa geride, mesela Köprüköy’de kalıp, buradan ilerleyen kolorduların hareketini yönetmeli, koordinasyonu sağlamalı idi. Böylece, XI. Kolordu komutanı Ragıp Paşa’nın gevşek hareketlerini de engellemiş olurdu.

İlk bakışta çok haklı görülen bu eleştirilerde, bazı noktalar göz ardı edilmektedir. Ordu komutanının hareketi her an denetleyebilmesi ve koordinasyonu sağlayabilmesi için, haberleşme irtibatlarının sağlam olması gerekir; olmayan da budur. Kolordular ve Tümenler birbirleriyle irtibat kuramadan, genel taarruz emri çerçevesinde hareketlerini kendileri düzenlemeye çalışmışlardır; yanlışlıklar yapılmış, gevşeklikler olmuştur. Bu irtibatlar kurulamadıktan sonra, Enver Paşa’nın Köprüköy’de olması ile Bardız’da olması arasında bir fark yoktur. Eğer haberleşme imkânları olsaydı, Enver Paşa Bardız’dan da birlikleri yönetebilirdi. Geride olması, XI. Kolordunun daha aktif davranmasını sağlardı; ama, bu sefer de, önünde Enver Paşa olmayan IX. Kolordu tam planlanan zamanda Sarıkamış önüne inemezdi; bunu bugün biliyoruz. Her şeye rağmen, Enver Paşa’nın, ordu komutanı olarak insiyatifi kolordu komutanlarına bırakmaması, posta birlikleriyle bir şekilde irtibatı sağlaması gerektiği söylenmiştir. (Balcı, a.g.e.,

s.269) Girişilen hareketin coğrafya ve iklim şartları bilindiğine göre, bu tür bir eleştirinin ne ölçüde gerçekçi olduğu düşünülebilir.

Doğu savaşlarının temel etkenlerinin başında Karadeniz’in ikmal yolu olarak kullanılamaması gelir. Alman zırhlılarının alınması İstanbul ve Boğazlar için bir sağlamlık olduysa da, Karadeniz’deki Rus üstünlüğü kırılamadı. İlk başlarda var gibi görünen denge, “Yavuz”un 18 Kasım’da Sivastopol açıklarında yaralanması ile iyice bozuldu. Kasım ayı içinde bazı birlikler deniz yoluyla Trabzon’a çıkarıldılar. Rus donanması Zonguldak ve Trabzon’u bombaladı. Birkaç gün sonra üç adet nakliye gemimize rastlayarak batırdılar. Bu gemilerde iki alay asker, 3. Ordunun kışlık giyimi, keşif için kullanılacak iki uçak ve Kafkas Müslüman halklarının bazı liderleri vardı. Ertesi günlerde yine bir miktar asker ve malzeme nakli gerçekleştirildi; ancak Rusların hâkimiyeti artmıştı. 11 Aralık’ta dört bin ton malzeme yüklü Derne vapurumuzu batırdılar. Deniz yolundan nakliye işi, küçük çaplı vasıtalarla denizcilerimizin gözükaralığı sayesinde sürdü ise de çok sınırlı kaldı. Ruslar Karadeniz limanlarındaki küçük kayıklara kadar saldırılarını genişlettiler.

Tek imkân olarak kalan Ulukışla-Sivas-Erzincan-Erzurum hattı ise meşakkatli idi ve 700 kilometre uzunluğunda idi. Nakliye kollarını besleyecek hayvan sayısı da Doğu Anadolu’da pek azdı.

“Bu kadar ağır şartlar altında yapılan Sarıkamış Harekâtı, esasen her türlü ihtiyacın düşünüldüğü bir cephe açma hareketi değildi. Kafkasya’nın etnik özellikleri ile bu bölgede sürdürülen propaganda çalışmaları ve Rusların Batı cephesinde zorlanmaları, Türk Genel Kurmayı’na ani bir baskınla ağır kayıplar verdirilmesi durumunda Rus Ordusu’nun Kafkasya’yı boşaltacağı fikrini vermişti. Bu yapıldığı takdirde Türk kuvvetleri yerinden beslenme şartı ile Kafkasya’da tutunabilirdi. Harekât başarılabilseydi bu tahmin gerçekleşecekti. Zira Türk taarruzunun işitildiği günlerde Ruslar Tiflis’i boşaltmaya başlamışlardı. Ne var ki, her türden yetersiz imkânlara komutanların taktik hataları eklenince, bileşenlerin doğru sonucu olan Sarıkamış felaketi ortaya çıktı.” (Balcı, a.g.e., s.303)

Sarıkamış Savaşından sonra Ruslar bir yıl kadar ilerleyemediler; onlar da taarruz güçlerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi. “Rusların duraklamadan taarruza devamları halinde, Erzurum’a ve daha gerilere ilerlemeleri pek mümkündü. Böyle buhranlı bir dönemde 3. Ordu Komutanlığına getirilen Hafız Hakkı Paşa, enerjik ve azimli tutumu ile kısa sürede orduyu toparlamayı ve Rus taarruzlarını önlemeyi başarmıştır. ” (atase, a.g.e., s.565)

Nihayet, yine Birinci Dünya Savaşının bütününü kapsayacak biçimde söyleyelim ki, tifo, tifüs gibi salgın hastalıklar askerî gücümüzü çökerten asıl

sebep olmuşlardır. Bölgede zaman zaman görülen tifüs hastalığı savaşın başlamasıyla birdenbire artmış ve hızla yayılmıştır. Bir Rus yazarı, Doğu’da Türk ordusunu bit yendi, diye yazmıştır. Tıbbî hizmetler hiçbir zaman istenilen düzeye ulaştırılamamıştır.

* * *

Sarıkamış Harekâtındaki kayıplarımız konusunda, on bir binden doksan bine kadar, çok farklı rakamlar verilmiştir. Bu savaşın kayıplarını sağlıklı olarak tespit etmek zor olsa da, sayıyı artırarak Enver Paşa’nın sorumluluğunu büyütmek gibi, hiç de ahlakî olmayan tutumların, meseleyi karıştırdığı çok açıktır.38

Bu konuda özel bir değerlendirmeye girmeden, Dr. Ramazan Balcı’nın, geniş açılı değerlendirmeler sonucu ulaştığı ve general Maslovsky’nin rakamlarına dayanan sayının 23.000 olduğunu söyleyelim. Savaş alanında verilen şehit sayısı budur. Ancak bunun da 5000’i, Rusların Hamamlı’da kurdukları esir kampında açlık, soğuk ve bakımsızlıktan şehit olanlardır. Maslovsky, bu ayırımı yapmadan toplam 23.000 rakamını vermiştir. (Balcı, a.g.e., s.294) Rus yazar Muratof’un verdiği bilgilere göre, Rusların kayıpları 16.000’dir. Maslovsky, bu sayının daha çok olduğunu ve 9000 kişinin donarak öldüğünü söyler.

Bu savaşın sonunda, Kars, Ardahan ve Artvin çevresindeki Müslüman halkın, Rus ve Ermeni zulmü altında verdiği kayıplar ise, Osmanlı Başkomutanlığının 6 Mart 1915 tarihli tezkeresine göre 30.000’e ulaşmıştır.

Sarıkamış çevresine baharın gelmesiyle, gömülememiş olan şehitlerimizin naaşları kar altından çıkmaya başlar. Salgın hastalık ihtimaline karşı Kars valisi Ziboviç, Sarımakış kaymakamına emir vererek, çevre köylerden toplanacak işçilerle, baharın gelmesiyle ortaya çıkan Türk şehit naaşlarının toplatılıp gömülmesini emreder. Sarıkamış Subhan Azat köyünden Molla Mustafa anlatır: “Sarıkamış’ın Türk köylerinden toplanan üç yüz amele ile ben de göreve gittim. Ormanların içinde donup kalan cenazeler için büyük büyük hendekler kazılarak, bazısına sekiz yüz, bazısına beş yüz, bazısına da bin tane Türk şehidini merasimle (namazlarını kılarak) gömdük. Her hendeğin başına, orada kaç şehidin medfun olduğunu gösteren pusulalar yazarak taktık. Bir hafta kadar bu cenazelerin toplanması için çalıştık.

Şehitlerin sayısı on iki bine yaklaşıyordu.” (Fahrettin Erdoğan, Türk Ellerinde Hatıralarım, İstanbul-2007, s.75 )

Bu şehitlerimizin gömüldüğü şehitlikler şunlardır: Yukarı Sarıkamış Şehitliği, Batı Mahallesi Şehitliği (Sarıkamış merkezinde), Soğanlıdağ Şehitliği (Bardız geçidinde), Allahuekber Şehitliği (Allahuekber Dağında), Hamamlı Köyü Şehitliği, Çakırbaba Şehitliği, Akmezarlar Şehitliği (Köroğlu köyünde), Askerderesi Şehitliği (Turnagel Dağının kuzeyinde), Yayıklı Şehitliği, Kaynakyayla Şehitliği ve Laloğlu Şehitliği. (Eren, a.g.e., s.498)

* * *

Sarıkamış faslını, General Fahri Belen’in, “Zafere ramak kalmıştı.” sözünü hatırlayarak, şöyle bir yorumla kapatalım: Bu harekâtı Rusların kazanması için, altı-yedi şartın bir araya gelmesi lazımdı; bizim kazanmamız için ise, bunlardan herhangi bir şartın olmaması yeterliydi. Bütün şartlar bir araya geldi ve zafer Ruslara güldü. Bu da tarihin, üzerinde düşünülmeye değer ibretli tezahürlerinden biridir.

-     Hafız Hakkı Bey, yolu uzatmayıp Sarıkamış’a vaktinde yetişseydi zafer kesindi.

-     Şerif Bey ve İhsan Paşa, IX. Kolordunun Sarıkamış’a vardığı akşam, Enver Paşa’nın hücum emrini durdurmayıp devam etseydiler, başarı kesindi.

-     Rus komutanı Mişlayevsky’nin geri çekilme emri, yerine bıraktığı Rus komutan tarafından uygulansaydı; yine netice alınmış olacaktı.

-     26 Aralık taarruzunda Albay Arif Baytan 28. Tümeni, Enver Paşa’nın emrine rağmen Sarıkamış yerine, Kızılkilise’ye yönlendirmeseydi yine sonuç alınacaktı.

-    Rus Plaston Tugayı ve yeni mezun 200 Rus, Sarıkamış’a yardım olsun diye gelmemişlerdi; tesadüfen Sarıkamış garnizonuna uğramışlardı. Direnişe büyük katkı sağladılar.

-    Ruslar Aras boyundaki birliklerini süratle geri çektikleri halde, onları tutmakla görevli olan XI. Kolordu komutanı gevşek davranmış, Rus kuvvetlerinin takviyesine fırsat vermişti.

Ve ikinci dereceden sayabileceğimiz diğer bir çok sebep -mesela harekâtın başladığı günlerde çok iyi olan havalar iki üç gün daha devam etseydi- daha bir araya geldiği için Ruslar kazanmışlardı. Bunlardan birisi olmasaydı, belki de tarihin seyri değişecekti; olmadı. Rusların kazanması için bu kadar şartın bir araya toplanmasını, tarihî planda raslantılara bağlamak, kabullenilecek bir açıklama değildir.

Daha önce de dokunduğumuz gibi, tarihin akışını, tek tek olaylardan hareketle anlamaya çalışmak yanıltıcıdır. Öyleyse, sonuç olarak Sarıkamış Harekâtını nasıl değerlendireceğiz?

Sarıkamış, bir savaş yenilgisi ve milletimizin yaşadığı gurur verici bir destandır.

37    Ertesi yıl uygulanacak olan Ermeni tehcirinde, bu kaçakların ve aşiret süvarilerinin, Ermeni konvoylarına saldırılarda asıl faktör oldukları düşünülebilir. Genel Ermeni ihanetinin ötesinde, bu insanlar, cephede Ruslarla birlikte savaşan Ermeni birliklerini de görmüş ve daha bilenmişlerdir.

38    Halk ile okumuşlarımız arasındaki kavrayış ve değerlendirme farklılığını, bir televizyon programında görmek ibret verici oldu. Programda, 2007 yılında Sarıkamış şehitlerini anma törenleri veriliyordu. Sunucu, mikrofonu okumuş kesimden kimselere tuttuğunda, hepsi, kendi bildikleri ölçüsünde Sarıkamış’ta kaç kişinin şehit olduğu hakkında soğuk yorumlar yaptı, rakamlar verdiler. Sonra mikrofon halktan, sakallı bir adama uzatıldı; “Bizim burada doksan bin şehidimiz var!” derken yumruğu sıkılı ve göğsü gururla kabarmıştı; bütün okumuşlardan farklı idi. Düşündüm ki, Sarıkamış da Çanakkale gibi ve bu köylü vatandaşımızın üslubunda kavranıp göğüsleri kabarttığı zaman şehitlerimizin ruhu şad olacaktır.

Çanakkale ve Diğer Cepheler...

B

İRİNCİ Dünya Savaşı’nda hiçbir devletin cepheleri, Osmanlı kadar yaygın ve çok sayıda değildir; Yemen’den Kafkasya’ya, Irak’tan, Süveyş’e ve Galiçya’ya kadar. Bu durum Osmanlı coğrafyasıyla ilgili olsa da savaşın sonunda, bu kadar yaygın ve çok cephede bu kadar imkânsızlıklar içinde Osmanlı askerinin direnişi ve silahı en son bırakan taraf olması tüm dünyanın dikkatini çekecektir. Balkan Savaşı’nda, yer yer silah atmadan dağılan bir orduyu bu dirence kavuşturan manevi etkenler ve Enver Paşa’nın teşkilatçılık disiplinine yukarıda dokunulmuştu.

Savaşın ilk zamanlarında, İngilizler için son derece önemli olmasına rağmen Irak’ın işgali konusunda bir planları yoktur. Şattülarap karşısındaki İran Abadan petrol tasfiyehanesini emniyete almakla yetinmek kararındadırlar. Osmanlı da bu çevrede sekiz-on bin kişilik bir kuvvet bırakmış ve herhangi bir saldırı halinde bölge aşiretlerinden oluşturulacak güçlerle çevreyi koruma kararı vermiştir.

İngilizler 3 Kasım’da Basra Körfezi’nde, Fav’dan karaya asker çıkartır ve Şattülarap boyunca beş gün ilerleyerek Abadan çevresini denetime alırlar. Savunmadaki Osmanlı birlikleri çekilir; İngilizler 22 Kasım’da Basra’yı alıp 9 Aralık’ta Kurna’ya girerler.

İngilizlerin Hindistan’a açılan deniz yolunu kapatmak, Mısır’ı yeniden fethederek, aynı zamanda İslam âlemindeki itibar ve hareketlenmeyi artırmak üzere düşünülen Kanal Seferi, yirmi beş bin kişilik bir Osmanlı Kuvve-i Seferiyesi’nin 14 Ocak 1915’te hareketi ile başlar. Hareketin bütününe bakıldığında, Mısır’ı yeniden feth etmek sloganının, askerin moralini yüksek tutmak için yayıldığı anlaşılır. Cemal Paşa ve Ali Fuat (Erden) Paşa, Kanal Hareketi’nin, Enver Paşa’nın, İngilizlerin bütünüyle Çanakkale’ye yüklenmelerini engellemek ve onları mümkün olduğunca oyalamak üzere bir strateji uygulaması olduğunu vurgularlar. (Cihangir, a.g.e, s.36) Cemal Paşa’nın

bu hareket ve Mısır üzerine kurduğu söylenen hayallerin de yakıştırma olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü, Osmanlı askerinin uydurma dombazlar üzerinde, hatta bir kısım subayların yüzerek geçmeye çalıştığı bu kanal taarruzundan sonuç alınamayacağını anlamak için Cemal Paşa olmak gerekmezdi. Nitekim, 4. Ordu Kurmay heyetindeki Alman subayların bütün ısrarlarına rağmen Cemal Paşa, ikinci bir saldırıyı başlatmamıştır.

Kanal Harekâtı, Almanların Batı cephesindeki yükünü hafifletmek ve İngilizlerin çok hassas oldukları bu noktaya kuvvet kaydırmalarını sağlamak için düşünülmüştür ve bu kararın askerî açıdan yanlış olan bir yönü de yoktur. Böylece, aynı zamanda İngilizlerin Çanakkale’ye gönderme ihtimali olan kuvvetlerinin bir kısmı buraya çekilmiş olacak ve savaşın Batı cephesi de rahatlatılacaktır. Hareketi, Suriye Cephesi ve 4. Ordu Komutanlığına atanan Büyük Cemal Paşa yönetecektir. Şam’dan Kudüs’e ve buradan Bi’rü’s-sebi’ye gelmiş olan Paşa’nın karargâhı da ertesi gün yola çıkar. Yapılan plan ve beklentilere göre “En iptidai vesait ve pek az bir kuvvetle” başlayan harekâtın, düşman tarafında ise, yüz seksen bin asker, zırhlı deniz araçları, trenler ve uçaklar vardır.

Sina Yarımadası’nda gece yürüyüşleri ile iki yüz kilometrelik çölü geçen Osmanlı askerleri 2/3 Şubat 1915 gecesi, üç kol halinde Kanal’ın doğusuna ulaşırlar. Çölü geçebilmek için, zaten kıt olan askerin erzakı ve yükü azaltılmış, altı yüz gram peksimet, dört kilo su ve yüz elli gram hurmanın da tamamı verilememiştir. “Erlerin çoğu yalınayak yürümüşlerdir; böyle yürümek onlara daha rahat gelmiştir. Ve yürüyüş, olağanüstü bir intizamla, hiçbir döküntü vermeden yapılmıştır.” (Erden, a.g.e, s.124)

Kanal önündeki şiddetli kum fırtınası hemen harekete geçilmesini önler; birliklerimizi zor durumda bırakır. Plana göre Sağ Kol, Kantar’a, Sol Kol güneyde Süveyş yönünde gösteri taarruzları yapacak, 25. Tümenden beş tabur Timsah Gölü ile Acı Göl arasından Kanalı geçmeye çalışacaktır.

Kanal Seferine katılmış olan Osmanlı subayı şunları yazar:

“Şimdiye kadar sarfedilen gayretlerle Sina Çölü geçilmiş, kanalın önüne gelinmiştir.” Fakat buradan sonrası için hiçbir şans yoktur. “Kuvvet ve direnç nisbetine göre, bizim kuvvetlerimizin Kanalı ele geçirmesi maddî olarak imkânsız gibiydi. Fakat biz, öyle teknik düşünecek, hesap yapacak halde değildik. Girişilen işi sonuna kadar götürmekten, kaza ve kaderi zorlamaktan, mümkün olmayanı mümkün kılmaya çalışmaktan başka yapılacak iş yoktu.” (Erden, a.g.e., s. 120)

2/3 Şubat, gece yarısını geçerekten, sac kaplı dombazlara bindirilmiş Osmanlı askerleri karşı yakaya çıkmak üzere harekete geçerler. Ancak, daha Kanal’da iken sahilden projektörler yanar, gemiler top atışına, sahil bataryaları çapraz mitralyöz ateşine başlar. Sahile yerleştirilen ağır obüs bataryamız bir İngiliz savaş gemisini vurursa da düşman ateşinin yoğunluğu azalmaz. Yirmi dört dombaz denize indirilmiştir, yüz yirmi metre genişliğindeki kanalı bu ateş altında geçmeleri mümkün değildir; dubaların çoğu delik değiş olur ve batar. Bazı Osmanlı subaylarının, dombazların yükünü azaltmak için suya atlayıp, yüzerek karşıya geçmeye çalıştıkları görülür. Binin üstünde şehit verilir. Bu mahşere rağmen karşı kıyıya geçmeyi başaran bir kaç yüz kadar Osmanlı kahramanının, Allah Allah sesleri de, bir süre sonra artık duyulmaz olur.

Bunun üzerine, açlık ve susuzluk tehlikesi de düşünülerek Osmanlı birlikleri Kanal boyunca çekilmeye başlar. Osmanlı subayı şöyle anlatır:

“Hücum kollarını karşıya geçirmek için sarfedilen gayret ve fedakârlık, makasvari makineli tüfek ateşi altında sonuçsuz kalıyor; içi yaralı ve şehit dolan dombazlar karanlığın içinde batıyordu. Karşıya geçebilmiş olan, toplam iki bölük kadar askerin Allah Allah! sesleri duyulmuş; fakat bu sesleri derin bir sessizlik izlemişti.

“Sabah olmağa başlıyordu.

“Düşman, geçit yerinde kuvvetini gitgide takviye etmiş; Tosum ve Serapyum yönlerinden top ateşi başlamış, zırhlı trenler de savaşa katılmıştı.

“Kanal hücumu sonuçsuz kalmıştı.” (E. Gnl. Ali Fuat Erden, Paris’ten Tih Sahrasına, İstanbul 1949, s.151)

Bu harekât için Suriye’ye gönderilmiş olan birliklerin bir kısmı Hicaz’a kaydırılır, bir kısmı da Çanakkale’ye gönderilir.

Geride kalan pek az kuvvetle, El-Ariş’ten çıkılarak yeni bir hareket düzenlenir. İngilizlerin Kanal çevresinde tahkim etmiş oldukları mevzilere karşı yapılan hücumda kanlı boğuşmalar yaşanır; ancak, sonuç almak mümkün değildir. Osmanlı kuvvetleri yeniden çekilmeye başlar; İngilizler takip edemezler. Bu arada İngilizler Sina Cephesine büyük kuvvetler yığarak Suriye içlerine doğru harekete geçmek üzere hazırlanmaktadır.

Bu süre içinde Batı Avrupa Cephesinde savaş mevzi harbine dönüşmüştür. İngilizler İstanbul’u işgal ederek yeni bir cephe açmayı düşünmektedir. Kanal Harekâtı’nın başarısız olması, askerî imkânlarını artırmıştır. Rusya, büyük insan potansiyelini, müttefiklerinin silah ve mühimmat desteği ile donatmak zorundadır; aksi halde dehşetli sıkışacaktır.

Bunun için de İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının açılması, Osmanlının Almanya ile irtibatının kesilmesi gerekmektedir. Böylece, hâlâ kararsız duran Bulgaristan da İtilaf devletlerinin safına çekilebilecektir.

İtilaf devletleri karar verirler; on altı savaş gemisi, altı muhrip, on dört mayın tarama gemisi ile bir uçak gemisi yürür; Boğaz Harbi başlar. Bu donanma Boğazlar’ı geçecek ve arkasından gönderilecek kuvvetler İstanbul’u işgal edecektir. Büyük Savaş başladığında Çanakkale Boğazı’ndaki eski tabya ve istihkâmlar yeterince düzenlenmiş, silahla teçhiz edilmiş değildi. İngiliz donanması 12 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’nı abluka etmiş, giriş çıkışları denetime almıştı. Bu hareketin de uyarısıyla, zaman iyi değerlendirilmiş, Boğaz’ın iki yakasında altı ay boyunca gerekli düzenlemeler yapılmış, silahlar güçlendirilerek yerleştirilmiş, bazı yerlere projektörler konulmuştur.

Genel Kurmayımızın yayınına göre, o sıralarda Kafkas Cephesinde baskı altında ve çok sıkışık durumda olan Rusya 1 Kasım 1914’te, müttefiklerinden Boğazlar’a bir harekât yapılmasını istemiştir. İngiliz donanması 2 Kasım’da sahil tabyalarımıza ateş etmişse de saldırı devam etmemiştir. Müttefik kuvvetler Şubat ayında, gerekli birlikleri de hazırlayarak İngiliz ve Fransız donanmalarının daha geniş çapta katılacağı bir harekete karar vermişlerdir. İstanbul’un işgali için, ayrıca yüz bin kişilik bir Rus ordusunun da kurulmasına başlanır. İngiliz Savaş Bakanı yaptığı savaş

planında, İstanbul’un işgalinde, buradaki gayrimüslimlerin de büyük bir ayaklanma başlatacağını düşünmektedir.

19 Şubat 1915 günü Müttefik düşman donanması ateşe başlar; Seddülbahir, Kumkale, Ertuğrul ve Osmaniye istihkâmlarını ve Erenköy seyyar obüs bataryasını, merkezdeki Anadolu ve Rumeli tabyalarını döverler. Osmanlı tabyaları toprak ve kâgirdendir; içindeki topların menzili de düşman gemilerini dövmeye yetmemektedir. Menzil dışında duran düşman donanması altı gün boyunca tabyalara gülle yağdırır; sahiller ateş içindedir. O aslan neferlerin göğüsleri üstünde binlerce bomba şimşeği söner...

25    Şubat sabahı yine ateş başlar ve akşama kadar devam eder. Dış tabyalar harap olmuştur; düşman karaya asker çıkartarak bir kısım iç tabyaları da yıkar ve geri çekilir. Bunun üzerine Enver Paşa, Çanakkale’nin kara savunma kuvvetini iki tümenden dört tümene çıkarır.

4 Mart günü yeniden çıkarma yapılır ve Türk karşı taarruzu ile geri püskürtülürler. 7-8 Mart günlerinde dış tabyalardaki bataryaların tahribinden yararlanarak yaklaşır ve iç tabyaları ateş altında tutarlar. 10-11 Mart gecesi Boğaz’da ileri harekete geçen bir filo ağır kayıplarla geri çekilir.

Düşman gemiler, 18 Mart 1915 günü kesin sonucu almak üzere saldırı başlatacak ve Çanakkale’yi geçecektir. Bir İngiliz deniz tümeni, bir Anzak (Avustralya) tümeni ve bir Fransız tümeni Boğaz önünde hazır beklemektedir. Çanakkale geçilip, Türk donanması tahrip edilince, Karadeniz tarafında hazır bekleyen Rus kuvvetleri İstanbul Boğazı’ndan çıkarma yapacak, bu arada Marmara’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız kuvvetleri de İstanbul’un işgaline yetişeceklerdir.

Düşman gemileri bir yandan tabyaları döverken, bir yandan da geceli gündüzlü çalışarak Boğaz’ı mayınlardan temizlemeye çalışırlar; Karanlık Liman çevresindeki mayınların birinci hattı büyük ölçüde temizlendiyse de diğer hatlar sağlamdı. Ayrıca, Tophaneli Hakkı Bey, Mart ayının 17’sini 18’ine bağlayan gece, sabaha karşı, Nusret Mayın Gemisiyle düşman donanmasının arasından sıyrılarak, Boğaz’ın çeşitli yerlerine yeni mayınlar döşemiş ve yine ustalıkla geri çekilmiştir.

İngiliz-Fransız donanması zırhlılar, muhripler ve denizaltılarla yüklenirler; üç filo halinde girerler. O gün, yedi saat boyunca 276 adet seri atışlı büyük topla, durmadan mermi yağdırırlar. Çanakkale ve Kilitbahir ateşler içindedir. Osmanlı tabyalarından 78 adet top cevap verir; tesir

mesafeleri kısa, mermileri sayılıdır ve yenisinin de geleceği yoktur. Düşman gemileri öğle üzeri ateş menziline girerler. Erenköy önlerinde bir düşman torpido gemisi isabet alarak batar. Peşinde Fransız Buve zırhlısı, Osmanlı topçusunun ateşi altında denizin dibine gider. Fransız gemileri geri çekilmeye başlar; yerlerini İngiliz gemileri alır. Saat 14.30 sularında İngiliz İrrezistibl zırhlısı isabet alarak yan yatar. Onu kurtarmaya gelen Oşin zırhlısı da aynı âkıbete uğrar; ikisi de batar. Osmanlı topçusu aman vermez. İngiliz Agemennon zırhlısı da birkaç isabet almıştır ve çekilmek zorunda kalmıştır. Ve akşam üzeri, mevcudunun bir kısmını kaybetmiş olarak İngiliz-Fransız donanması çekilmeye başlar.

Çanakkale Boğazı geçilmez.

18 Mart Türk Deniz Zaferi, İtilaf devletleri için son derece onur kırıcı ve moral bozucu olur. İngiltere’de Denizcilik Bakanı Çörçil, Bakanlar Kurulu dışında bırakılır. Yıllar sonra Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver’in Londra’da olduğunu Londra Sefirimiz Rauf Orbay’dan duyunca, onunla görüşmek ister ve evine davet eder. Savaş pilotu olarak Londra’da staj yapan Ali Enver biraz tereddüt ederse de Rauf Bey’le birlikte yemeğe gider. Çörçil, Enver Paşa’dan ancak övgüyle bahseder. Ve bu arada, biraz da şakaya getirerek söylediği sözler şunlardır:

“Senin baban Enver Paşa, benim siyasi hayatımı tam yirmi yıl geriye attı.”39 (Aydemir, a.g.e., c.III, s.234-35)

Rusyalı ise iyice darlanmıştır ve müttefiklerini sıkıştırmaktadır. Düşman, çıkarma yaparak karadan İstanbul’a varmayı düşünür; hedef Gelibolu Yarımadasıdır. İngiliz ve Fransızlar Boğaz karşısındaki Limni ve İmroz adalarına asker yığmaya başlar. Enver Paşa da, Yanya müdafii olarak tanınan Esat Paşa komutasındaki III. Kolordu’yu güçlendirerek 5. Ordu şekline sokar ve başına Alman Islah Heyeti başkanı Liman von Sanders’i mareşal rütbesiyle getirir. Seddülbahir, güney grubu kuvvetlerinin komutanlığına Vehip Paşa, Arıburnu, kuzey grubu kuvvetlerinin komutanlığına da kardeşi Esat Paşa getirilir.

25 Nisan 1915 Pazar günü sabahtan itibaren Saroz Körfezi ve Anadolu yakasında Beşike Limanına doğru şaşırtma hareketleri yapan düşman, asıl hedef olarak Seddülbahir’e yüklenir.

Seddülbahir’e çıkan İngiliz tümenini, Osmanlı 26. Piyade Alayının 3. Taburu karşılar ve destanlık vuruşmalarla düşmanı yerinde tutar, ilerletmez. Zığındere tarafına sarkan düşman birlikleri 25. Alayın iki taburu tarafından geri atılır.

Arıburnu’na çıkan Anzak Kolordusunun karşısında, 27. Alayın 6. Bölüğü kanını sebil ederek doğuya doğru çekilmeye başlar. 9. Tümen komutanı Yarbay Ali Şefik Bey Eceabad’daki 27. Alayı Arıburnu’na doğru yola çıkarır. Eceabad’ın kuzeyinde ordu ihtiyatı olan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey de Arıburnu tarafından top sesleri geldiğini duyunca, 57. Alayla bir topçu bataryasını alarak o tarafa yürür ve Kocaçimen Tepe’de çekilen askerlerimizle onları takip eden düşman birliklerini görünce, hemen “Hücum!” emrini verir. 57. Alay büyük zaiyat verir; ancak düşman kuvvetleri de üç kilometre kadar geriye atılır.

Zığındere çevresine ancak üç alay daha getirilebilmiştir. Karaya çıkan düşman birlikleri mevzilenmiştir ve donanmanın top atışı desteğindedir. 25 Nisan’dan sonra, üç gün boyunca düşmanı siperlerinden sökmek için taarruz edilir; kanlı çarpışmalar olur; düşman sökülüp denize atılamaz.

26   Nisan’da Anadolu yakasında Kumkale’ye Fransız birlikleri çıkarma yaparlar. 3. Tümenin iki alayı karşılar. Akşama kadar dövüşülür; iki taraflı ağır kayıplar verilmiştir. Düşman gece vakti ölülerini ve esirlerini bırakarak çekilir.

27   Nisan sabahı düşman, bir İngiliz tümeni solda ve bir Fransız tugayı sağda olmak üzere, Kirte Tepe’yi ele geçirmek için yürür; ağır kayıplar verir; ama, Teke Burnu tarafından ilerleyerek Hisarlık-Zığındere önlerine kadar gelirler. Ünlü Yahya Çavuş siperleri buradadır. Bu vuruşmalar, Birinci Kirte Köyü Savaşı olarak isimlenir. Üç taraflı donanma ateşi altında kesin sonucu alamayan askerlerimize Enver Paşa, gece taarruzu emreder ve buradaki asker sayısını artırır. Büyük gece hücumu 1-2 Mayıs gecesi yapılır; fakat yine beklenen sonuç alınamaz. Durum çok kritiktir; bir direnç ve irade savaşı yaşanmaktadır. İki taraf da büyük kayıplar vermektedir. Bazı komutanlar Alçı Tepe’ye kadar çekilmeyi önerirlerse de III. Kolordu Komutanı Esat Paşa ve Enver Paşa, ne olursa olsun sonuna kadar direnme emri verirler.

Sonunda düşman, Yarımadayı boşaltana kadar Kirte Tepe’yi uzaktan görmekle yetinir.

6   Mayıs’ta başlayan İkinci Kirte Köyü Savaşı çok kanlı geçer; boğaz boğaza çarpışmalar günlerce sürer. Osmanlı askeri bir yanda da donanmanın ateşi altındadır. Çok kayıp verilir; ama düşman birlikleri de o muazzam ateş desteğine rağmen yarıya iner ve ancak yarım kilometrelik bir ilerleme yapabilirler. Sonra, oradan da mağlup çekilirler. Karadan ve denizden saldırıya uğrayan Osmanlıların bu savaştaki cenk hırsı tarifsiz yüksektir; kanlı siper boğuşmaları içinde unutulmuş destanlar yeniden yaşanır ve gökten ecdat inerek o pak alınları öper...

Bu savaştan iki gün sonra Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili Enver Paşa cepheye gelir; Arıburun ve Seddülbahir cephelerini gezer. Arıburun’da saldırıya karar verir ve 5. Ordu Komutanına emrini bildirir. 19 Mayıs’ta üç Osmanlı tümeni saldırıya geçer; ama, ağır topçu desteği olmadan, donanmanın korkunç ateş gücü desteğindeki düşmanı siperlerinden sökmek kolay değildir; yine siperlerde korkunç boğuşmalar olur. İki tarafın da ölü ve yaralılarını kaldırması için kısa bir ateş kes yapılır.

12 Mayıs’ta Muavenet-i Milliye muhribimiz, İngiliz Golyat zırhlısını batırır. İngilizler ise Marmara Denizi’ne denizaltılar sokarak Osmanlı ikmal kollarını vurmaktadır. Çanakkale’nin ikmali kara yoluyla yapılmaya çalışılır. Osmanlı çeşitli tarihlerde Marmara’ya giren on üç İngiliz denizaltısından sekizini batırmış, sağlam ele geçirdiği birine de Müstecip Onbaşı adını vererek hizmete almıştır.

7   Haziran 1915’de düşman kuvvetleri üçüncü Kirte Savaşını başlatır. Bizim burada 9. ve 12. Tümenlerimiz ve ihtiyat alaylarımız vardır. 21 bin kişilik iki Fransız ve 31 bin kişilik üç İngiliz tümeni ile savaşılacaktır. Hareket denizden başlayan yoğun bombardıman ile başlar. Çok kayıp veririz. Savaş üç gün devam eder; siperler ve tepeler alınır, verilir. 21 ve 22 Haziran günleri gece ve gündüz siper savaşları yapılır. Osmanlı birlikleri genellikle cepheyi korurlar. 28 Haziran’da Zığındere’nin her iki yamacından da düşman saldırısı başlar. Düşman topçu atışları siperlerimizi büyük ölçüde tahrip etmektedir. Birliklerimiz erimektedir; bölgeye yeniden iki tümen gönderilir. Vehip Paşa komutasındaki 2. Ordu, Zığındere güney cephesine verilir; V. Kolordu da güney cephesine gelir.

İki taraflı korkunç topçu ateşleri altında siper savaşları çok kıyıcı olur. İki gün süren savaşta kayıplarımız on bini bulur. Ama, düşman da buradan

sonuç alamayacağını anlar. Sonuçta düşman birlikleri denize dökülememişse de, karada ilerlemeleri de mümkün olamamıştır.

Sonradan yayımlanan eserlerden anlaşılmıştır ki, İngiltere ve Fransa İstanbul’da bir ihtilal çıkacağını; Enver Paşa ve İttihatçı iktidarın devrileceğini ümit etmekteymişler.

12 Temmuz’da Kerevizdere’de 4. ve 6. Tümen mevzilerine yapılan düşman saldırıları da sonuç vermez; iki gün süren çarpışmalardan sonra geri çekilirler.

Düşman yeni bir cephe açmaya karar verir. 6 Ağustos’tan 13 Ağustos’a kadar Seddülbahir ve Arıburnu cephelerine sürekli saldırırken, üçüncü cepheyi Anafartalar’da açmak üzere 6 Ağustos’ta Suvla Koyuna çıkarma yapar. Ağır bir bombardımanın ardından 7 Ağustos’ta hücuma geçen düşman kuvvetleri Küçük ve Büyük Anafartalar üzerinden geçerek Kocaçimen Tepe’yi ele geçirmek ve hem Boğaz’a hâkim olmak, hem de kuzeyden kuşatarak Osmanlı askerinin geri ile irtibatını kesmek ister. Bolayır Kolordusu ve Anadolu grubundan bölgeye birkaç batarya ve takviye kuvvetler gelir. Vehip Paşa, kendi bölgesinde yapılan gösteri taarruzlarına aldanmayarak, yedek kuvvetlerini, kardeşi Esat Paşa’nın cephesine kaydırır.

Mustafa Kemal Bey 19. Tümen komutanıdır. Miralaylığa yani albaylığa terfi etmiştir. Enver Paşa kendisini tebrik eden bir telgraf gönderir.

“Yeni rütbenizi tebrik ederim. Bu terfi, görmekte olduğunuz büyük ve fedakârca hizmetlerinize karşılık bir ödül değil, ancak, memlekete daha önemli ve ordumuza daha değerli hizmetleri yapabilecek konumları kazanmanız için geçilmesi gereken bir kademedir. İnşallah yakında bu gibi mertebeleri de almayı başarır ve yüksek başarılara ulaşırsınız.”

Şevket Süreyya, Başkomutan Vekili’nin bu tür tebrik telgraflarının usulden olmadığını, bu sebeple telgrafın Mustafa Kemal Bey’i çok heyecanlandırdığını ve gelecek için ümitlendirdiğini yazar. Ardından Mustafa Kemal Bey Anafartalar Grup Komutanı olur. Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya bir mektup göndererek, Liman von Sanders Paşa’nın komutasından şikâyet eder, yanlışlarını söyler ve kendisinin gelerek bizzat komutayı ele almasını ister. (Aydemir, a.g.e., c.III, s.253)

“Vatanımızın müdafaasında kalp ve vicdanları bizim kadar çarpmadığına şüphe olmayan, başta Liman von Sanders olmak üzere bütün Almanların fikrî iktidarlarına da güvenmemenizi kesinlikle temin ederim. Bence, bizzat buraya teşrif ederek, genel durumumuzun gereklerine göre bizzat yönlendirmek ve yönetmeniz uygun olur

kardeşim.”

Enver Paşa bir süre sonra Çanakkale’ye gelir; cepheleri gezer, komutanları ziyaret eder, fakat yeterince bilinemeyen sebeplerle Mustafa Kemal Bey’e uğramaz. Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e karşı bir soğukluk ve güvensizliği vardır; fakat çok sayıdaki mektuplarının hiç birinde bunun sebebi üzerinde herhangi bir açıklama yapılmaz. Enver Paşa’yla yakınlaşmak isteyen ve gelecek için tasavvurları olan Mustafa Kemal Bey’e bu hareket çok dokunur; Liman von Sanders Paşa’ya istifasını verir. Mustafa Kemal Bey, daha sonra Enver Paşa’ya yazacağı mektupta da görüldüğü gibi, daha büyük birlikler ve daha büyük sorumluluklar istemektedir; bunlara da ulaşacaktır.

Liman Paşa, Mustafa Kemal Bey’in istifasını işleme koymaz ve Enver Paşa’ya Mustafa Kemal’in çok iyi bir asker olduğunu, onun gönlünü alması gerektiğini yazar.

“Bu dilekçeyi (istifa dilekçesi) destekleyemem. Çünkü Mustafa Kemal Bey’i, vatanın bu büyük savaşında, hizmetlerine muhakkak surette muhtaç olduğu, çok müstesna kabiliyetli, yetkili ve cesur bir subay olarak tanımayı ve takdir etmeyi öğrendim.”

Enver Paşa, Mustafa Kemal Bey’e özel bir telgraf çekerek, bir çeşit özür diler ve yeni başarılarını beklediğini yazar.

12. Tümen Küçük Anafarta ve 7. Tümen Büyük Anafartalar üzerine yürür. Anafartalar’da, Kocaçimen Tepe’de, sonradan Kanlı Sırt olarak isimlendirilen yerde ve Conk Bayırı’nda dört gün boyunca tarifsiz kanlı boğuşmalar olur; çok şehit verilir, çok düşman telef olur; ama düşman bu sırtları ele geçiremez. Gelen yeni takviyelerle 15-17 Ağustos arasında Kireç Tepe ve Arslan Tepe’ye saldırırlar; kan gövdeyi götürür ve yenilmiş olarak geri çekilirler. 21 Ağustos 1915 günü yoğun topçu ve donanma ateşiyle 2. Anafartalar Savaşı başlar. Altı İngiliz Tümeni yüklenir; yine dehşetli dövüş olur; yine binlerce can Hakka yürür; ama, Osmanlı tümenleri karşısında tutunamaz, geri çekilirler.

Bundan sonra artık Çanakkale’de, kanlı siper savaşları başlayacaktır. Bazı yerlerde siperler 15-20 metre kadar birbirine yakındır. Her iki taraf da lağımlar açıp dinamitleyerek karşı siperleri havaya uçurmaya çalışır. El bombaları ve aynalı tüfeklerle siper atışları yapılır. Mermisi bol İngiliz

topçusu durmadan Türk siperlerini döver. Osmanlının ise gıda ve mermisi kısıtlıdır; az yemek ve az mermi atmak zorundadır.

Sonunda, zafer güneşinin Türk siperlerinden doğduğu düşman tarafından da kabul edilir; Çanakkale’nin direncini kırmak mümkün değildir. Düşman çekilmeye karar verir; Anafartalar ve Arıburnu’ndan sonra Aralık 1915 sonlarına doğru Seddülbahir’i de terk ederler.

Türk tarafının şehit, yaralı, kayıp ve çeşitli hastalıklardan ölen toplam 251.359 ve düşman tarafın toplam 331.000 kayıpla kapadığı Çanakkale’de, Osmanlı’nın son büyük destanı böylece yaşanmış olur.

39 Ali Enver çok başarılı bir pilot olmasına rağmen, daha sonra Kurmay Okuluna alınmayınca istifa ederek ordudan ayrılır. 1971 yılı Aralık ayında geçirdiği bir kaza sonucu Avustralya’da vefat eder.

Kûtü ’l-Ammare Zaferi

B

İR SÜRE sonra İngilizlerin Irak’a büyük güçlerle yükleneceği anlaşılmıştır. Kafkasya’dan XII. ve XIII. Kolordular bölgeye gönderilecektir. Ancak, bu kuvvetler yetişinceye kadar direnmek gerekir. Başkomutan Vekili Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Binbaşı Süleyman Askerî Beyi çağırır; Irak’a gitmesini ve bölgeyi savunmasını emreder.

Kaymakamlık rütbesi ile Basra Valisi ve Irak Cephesi Genel Komutanı ünvanını alan genç Osmanlı subayı yürür; emrinde sadece Osmancık taburu vardır. Irak’a vardığında aşiret gönüllülerinden Dicle ve Fırat kollarını kurar. Suriye’den altı-yedi bin mevcutlu bir tümen Irak cephesine kaydırılmış olmakla birlikte asıl güç, yirmi bin civarındaki bu aşiret gönüllüleridir. Dağıstanlı Fazıl Paşa komutasındaki Dicle Kolu, 3 Mart 1915’te İran’ın Ehvaz kasabasını işgal ederek İngilizlerin ikmal merkezi olan Abadan petrol boru hattını kilometrelerce tahrip eder.

Süleyman Askerî Bey Basra üzerine yürür: 12-14 Nisan arasında Şuaybe civarında İngiliz ordusu ile kapışır. 12 Nisan sabahı Osmanlı askeri taarruza geçmiştir; topçusu zayıftır. Taarruz ileri-geri hareketlerle iki gün sürer. Aşiret kuvvetleri Bercesiye ormanları civarında iyi dayanırlar. Daha önceki bir çarpışmada yaralanan Süleyman Askerî Bey, sedye üzerinde ve hücum saflarındadır. İngiliz komutanı durumu iyi görmez ve karargâha dönme kararı verir. Ancak aşiret askerlerinin de gücü tükenmektedir. Yavaş yavaş başlayan çekilme, firarlara dönüşür. Kaymakam Süleyman Askerî Bey bu kaçışı engelleyemez. Çok ağırına gitmiştir; silahını çeker ve kendisini vurur. İngiliz birlikleri de kaçan aşiret kuvvetlerini takip edemezler. Görevini yerine getirmiş olan Dicle kolu da on kilometre geri çekilir.

İngilizler Bağdat üzerine yürümeye başlar. 24 Temmuz 1915’te Fırat üzerindeki Nasıriye düşer. 29 Eylül’de Kûtü’l-ammare düşer ki, Bağdat’ın sancak merkezlerindendir. Süleyman Askerî Bey’in yerine gönderilen Albay

Nurettin Bey, dağılan birliklere yeni bir düzen vermeye çalışır; Halep’ten ve Kafkas Cephesinden bir miktar yardım gelir. Enver Paşa’nın Nurettin Bey’e emri, “Irak’ı karış karış savunmak, vaziyet istikrarlı bir duruma gelince taarruza geçmek. ”

11 Kasım 1915’te Bağdat’ın kuzeydoğusundan hareket eden İngiliz kuvvetleri Selmanpak’ın doğusundaki Osmanlı birliklerini kuşatmak ister. 19 Kasım’da Osmanlı kuvvetleri İngilizlerin çevirme hareketini bozar; düşman çekilir. Bu arada, Albay Halil (Kut) Bey, Kolordusuyla birlikte Nurettin Bey’in emrine verilir. Halil Paşa İngilizlerle ilk çatışmasını şöyle anlatır:

“Sabahın erken saatlerinde.... İngiliz sefer kuvvetlerinin âdeti olduğu üzre Dicle’nin sol yanından harekete geçtiklerini görüyorduk. ... 22 Kasım 1915. ... İngilizler cephe hattının büyük bir kısmına iyice yaklaştıkları sırada çöl tarafında bulundurduğum beş taburuma şu emri verdim: Beş tabur birden, ateşle birlikte süngü hücumuna kalkacak ve düşmanı, istikametinde bulunduğu sağ taraftan vuracaktır. Çarpışma ölene kadardır. Ateş sahasına beş taburun birden süngü takmış olarak dalması, İngilizlerin üzerinde önce şaşkınlık, sonra panik yarattı. Taburlar, ‘ölünceye kadar’ emrini eksiksiz yerine getirirlerken, İngilizler çekilmeye başladılar. Sonra 4.500’den fazla ölü verdiklerini tespit ettik. Saldırı şeklimize göre bizim de zayiatımız pek hafif olmadı.” (Halil [Kut] Paşa, Bitmeyen Savaş, İst.-2007, s.121-122)

İngilizler Kûtü’l-ammare mevzilerine çekilirler. Osmanlı Kolordusu çekilen İngilizleri takip eder ve Kut’da kuşatır. 10 Ocak 1916’da Halil Bey grup komutanlığına getirilir; Nurettin Bey onun emrine girer.

İngilizler takviye getirerek kuvvetlerini kurtarmaya çalışırlarsa da, her seferinde yenilip geri çekilirler. Kanlı çarpışmalar olur. Askerlerimiz hırslıdır. “Savaş alanında askerlerimiz ve subaylarımız Kut’un mutlaka alınacağına imzalarını koyuyorlardı...” 8 Mart 1916’da Halil Bey, 51. Fırka Komutanı Miralay Hasan Cemil Bey’e şu emri verir: “İmparatorluk, devlet, şan ve şerefle dövüşünüzü bekliyor. ... Biraz sonra Hasan Cemil Bey’in kuvvetleri süngülerini takmış, saldırıya geçmişlerdi. Boğaz boğaza bir savaş sürüyordu. Süngülerin arasında el bombaları avuçlarda patlarken 51. Fırka subayları rovelverleri ve kılıçlarıyla İmparatorluğa yeni bir destan hediye etmekte idiler. İnatla dövüşen İngilizlerin ana kuvvetleri süngü ile imha edilince, diğer İngiliz birlikleri artık geri çekilmekten başka çare göremediler... ” (Halil [Kut] , a.g.e, s.133-34)

Halil Bey yaralılar arasında dolaşmaktadır.

“Her cepheye gittiğimde ceplerime altın para koymayı alışkanlık haline getirmiştim. ...

Ekmeği sol eli ile yiyen bir askere rastladım. Sol elindeki ekmeği koyacak yer bulamadı, başıyla selam verdi; topuklarını birleştirdi durdu. ‘Neden ekmeği sol elinle yiyorsun?’ ‘Sağ kolum kumandanım, bir gülleyle koptu gitti. Aradım aradım bulamadım... Ne yapalım, sen sağ ol.’ Yeni sarılmış sargıdan sağ kolunun yerinde olmadığı belli oluyordu. Bir avuç altın da ona verdim. Gülerek ayrıldı gitti.” (Halil [Kut], a.g.e., s.139)

Halil Bey 10 Mart’ta İngiliz kuvvetleri komutanı Towshend’e bir mektup gönderir: “.... Size gelince, askerlik vazifenizi kahramanca ifa ettiniz. Bundan böyle kurtarılmanız için muhtemel vasıta görmüyorum. ... Kut’daki direnmenize devam etmek veya sürekli artmakta olan kuvvetlerime teslim olmak hususunda serbestsiniz... ” (Halil [Kut], a.g.e, s.134)

Yine Halil Bey’den dinleyelim:

“9 Nisan 1916. İngiliz kuvvetleri ikinci mevzilerimize gene şiddetli bir saldırıya kalktılar. Siperlerimizin bir kısmı düşman kuvvetlerinin eline geçmeye başladı. ... Birdenbire 43. Alay Komutanı Fazıl Bey, kuvvetlerinin en önünde piyade süngüsü ile hücuma kalktı... Asker, Fazıl Bey’in arkasından sel gibi akıyordu. Kıyameti andıran bu taarruz son bulurken, düşman kuvvetleri savaş alanında beş bin ölü bırakmışlardı. İngilizler çekilirken, savaş alanından kan revan içinde dönüp, önüme dikilen genç bir subay şu tekmili verdi: Düşman kuvvetleri gördüğünüz şekilde geri çekilmek zorunda kalmışlardır; komutanımız Fazıl Bey şehitlerimiz arasındadır. Yeni emirleriniz?

“Arkadaşları arasında İttihatçılığı ile tanınan bu genç subayı tanıyordum. İmparatorluk destan üstüne destan kazanıyordu... Başımı önüme eğdim; dudaklarımdan yüce askerlerimiz ve yüce subaylarımız için dualar döküldü.” (Halil [Kut], a.g.e, s.135)

24 Nisan gecesi “Ağzına kadar dolu acayip bir İngiliz savaş gemisinin Dicle’den Kut’a doğru gelmekte olduğu” görülür. Halil Bey atına atladığı gibi sahile koşar; o gidene kadar, Sarı Emin Paşa’nın topçuları gemiyi batırırlar.

Sonunda, 29 Nisan 1916’da General Towshend komutasındaki İngilizler teslim olur. Teslim için mektupları, ünlü İngiliz casusu Lawrens götürüp getirir. Mirliva Halil Bey ordusuna, “Arslanlar!” hitabıyla bir bildiri yayımlar ve şu bilgileri verir: “Ordum, gerek Kut karşısında, gerekse Kut’u kurtarmak isteyenler karşısında, 350 subay ile 10.000 erini şehit verdi. Fakat, buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de, 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. ”

Türk sebatının İngiliz inadını kırdığını söyleyen Halil Bey, bildiriyi şöyle bitirir: “Bugüne Kut Bayramı adını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü kutlarken, şehitlerimize Yasinler, Tebârekeler, Fatihalar

okusunlar. Şehitlerimiz yüce hayatlarında, göklerde kızıl kanlarla uçarken, gazilerimiz de zaferlerimizle nigâhbân olsunlar. ” (Halil [Kut], a.g.e., s.149)

Halil Bey Paşalığa yükseltilir. Bu savaşlar, Çanakkale’den sonra 1. Dünya Savaşındaki en çetin ve parlak zaferlerimizdir. O dönemde üzerinde çok yazılar yazılmış, bu savaşlarda bulunan İngiliz subayları daha sonra İngiltere’de Kut Cemiyeti’ni kurmuşlardır.

* * *

1915 yılı sonlarına kadar Türk ordusu en geniş cephelerde savaşan, cepheden cepheye koşan en hareketli ve en disiplinli ordu olma özelliğini korumaktadır. Bu başarı Enver Paşa ve genç subaylarla açıklanır. 1916 yılı içinde imkânsızlık ve hastalıkların baskısıyla gevşeme ve çözülmeler görülür.

1915 yılında askere alınabilecek en yaşlı Osmanlılar da çağrılmış ve yeni tümenler oluşturulmuştur. Ancak, bu kuvveti beslemek ve silahlandırmak için gerekli malî güç yoktur. Subay sıkıntısı çekilmektedir; Çanakkale çok genç subayı tüketmiştir. Talimgâhlarda altı ayda subay yetiştirilerek birliklerin başına gönderilmektedir.

Ordunun morali iyidir; Çanakkale yaşanmış, Doğu cephesinde Rus taarruzu belli bir hatta durdurulmuştur. Ancak, daha sonraki yenilgiler askerin maneviyatını bozacak ve firar olayları artacaktır. Hastalık ve soğuk en etkileyici unsurlardır. Askere alınabileceklerin en yaşlıları da alınmış olduğundan, eksilen askerin yeri doldurulamamaktadır. Bazı cephelere gönderilen askerlerin kimisi silahlı, kimisi silahsızdır. Askerden niçin firar ettiği sorulan bir er, siperde tüfekle bir el ateş edebilmek için yanındaki arkadaşının şehadetini beklemenin zor olduğunu söylemiştir.

Osmanlı ordusunda yiyecek, giyecek, silah ve mühimmat kıtlığı yanında, büyük ölçüde nakliye sıkıntısı yaşanmaktadır. Düşman kuvvetleri girdikleri yerlere genellikle demiryolları döşeyerek gerideki ikmal merkezleri ile bağlantıyı korumaktadır. Denizlerde düşman hâkimiyeti kesin olduğundan Osmanlı bu yolu kullanamamaktadır. Demiryollarında ise lokomotifler odunla yürütülmeye çalışılmaktadır, bu da yeterli olmamaktadır. Batıdan doğuya askerî birlikler yahut ikmal malzemeleri bin türlü güçlük içinde ve ancak bir buçuk ayda gidebilmektedir. Suriye ve Irak Cepheleri bu bakımdan iyice sıkıntıdadır. Ayrıca, Doğu Anadolu’da özellikle Ermeni çetelerin saldırıları altında İslam halk Batıya ve Güneye doğru perişan kafileler halinde

göç etmektedir. Güney cephelerinde ise, bazı Arap aşiretlerinin ayaklanmaları askerin maneviyatını bozmaktadır.

* * *

1915 yılında Doğu Cephesinde Rus ordusu yeni takviyeler almış ve sayı olarak iki yüz bini geçmiştir. Osmanlı 3. Ordusu ise altmış bin kişidir ve ikmal, iaşe zorlukları bir yana, üç yüz kilometrelik bir cepheyi savunmak zorundadır.

27 Nisan 1915’te Rus ordusu, Osmanlı kuvvetlerini kuşatmak üzere taarruza geçer. Narman bölgesindeki X. Kolordu ile kapışırlar. IX. Kolordunun da müdahalesi ile Osmanlı kazanır; Ruslar geri çekilirler. 10-13 Haziran arasındaki ikinci saldırıları da (İkinci Tortum Savaşı) kırılır; çekilirler.

20 Nisan’da Van Ermeni isyanı başlar; resmî daireleri, evleri basar, katliam yaparlar. Müslüman halk gönüllü birlikler kurarak Ermeniler’le dövüşe başlar. Ancak isyan bastırılamaz. Tebriz üzerine yürümekte olan Halil [Kut] Bey komutasındaki 1. Kuvve-i Seferiye isyanı bastırmakla görevlendirilir. Halil Bey, Dilmen’deki Rus kuvvetlerini geri atarak ilerlemeye çalışır. Ancak, takviye alan Rus birliklerine karşı ikinci taarruzu başarılı olamaz. Açlık ve hastalıktan çok askerimizin kırıldığı bir çekilişle Bitlis’e varır. 16 Mayıs’ta Van Rusların eline düşer.

Osmanlı takviye kuvvetler getirterek, yirmi iki gün süren çarpışmalardan sonra Van’ı 22 Temmuz 1915’te geri alır. Ancak, Ağustos içinde Ruslar 135.000 kişilik bir kuvvetle yeniden saldırırlar; Osmanlı kuvvetleri Bitlis’e doğru çekilir; Ruslar yeniden Van’a girerler.

Erzurum tarafında Rus kuvvetleri büyük sayı üstünlüğü içinde Aşağı Pasin Ovası’nda 13 Ocak 1916’da saldırıya geçerler. Osmanlı askerinin yoksulluğunu bildikleri ve kendi askerlerini kürklerine kadar ikmal ettikleri için kışın saldırmayı yeğlerler. Beş bin mevcutlu bir Osmanlı tümeni otuz beş bin kişilik Rus kuvvetlerini üç gün kadar oyaladıktan sonra Erzurum mevziine çekilir. Gürcüboğazı’nı savunan Osmanlı kolordusu ise topçu ateşi ve sayı üstünlüğü karşısında dayanamaz; Erzurum Ovasına doğru çekilmeye başlar. Sonunda, 3. Ordu komutanı birliklere çekilme emri verir ve Rus kuvvetleri 16 Şubat 1916’da Erzurum’a girerler.

Mart ayı içindeki savaşlar sonunda, 18 Nisan’da Trabzon düşer. Fevzi (Çakmak) Paşa ve Deli Halit Paşa kuvvetleri Çoruh vadisi ve Soğanlı Dağları’nda Rus kuvvetlerini durdurmak için dövüşürler. 25 Haziran’da 3. Orduya bağlı birlikler Trabzon’u almak üzere bir baskın düzenler; Ruslar Of ve Sürmene’ye kadar atılırlar. Ancak bu sırada Rus kuvvetleri Bayburt üzerinden taarruza geçerler; 8 Temmuz’da Kop cephesini yararak ilerler ve 20 Temmuz 1916’da Gümüşhane, 25 Temmuz’da Erzincan’a girerler. Osmanlı kuvvetleri Kemah-Kelkit-Gümüşhane hattını tutarlar.

O sene çok ağır bir kış yaşanır ve Osmanlı birlikleri için pek yıpratıcı olur.

Ermenilerin Zorunlu Göçü

O

SMANLI Hükûmeti 27 Mayıs 1915’te Ermeniler için zorunlu göç kararını çıkartır ve bu halk, cephe gerisinden uzaklaştırılarak Musul ve Suriye vilayetlerimize sevkedilir. Daha önce 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, Hükûmete başvurarak, bölgedeki Ermenilerin Ordunun arka güvenliğini tehdit ettiğini, çetelerin birliklerimizi arkadan vurduğunu ve benzeri tehlikeleri sıralayarak Ermenilerin zorunlu göçe tâbi tutulmalarını istemiştir. Bir yıldan çok geçen süre içinde de, ordu komutanının söyledikleri fazlasıyla yaşanmıştır. Dışarıdan gelen ve onlara katılan yerli Ermeniler, Rus Çarının vaadlerine aldanıp, çağrısına uyarak, Rus Ordusu içinde gönüllü birlikler oluşturmuş, çarpışmakta yahut bağımsız çeteler halinde Orduyu arkadan vurup, telgraf hatlarını ve ikmal yollarını kesmektedir. Bütün varlığını orduya vermiş olan köyler, kasabalar ve şehirlerdeki Müslüman halk, Ermeni çeteleri karşısında savunmasız kalmıştır ve çeteler pek acımasızdır.

* * *

Ermeni olayları başlangıcından itibaren siyasi mahiyetlidir. 19. yüzyıla kadar ‘Teba-yı sâdıka’ ismini alacak kadar uyumlu ve huzurlu yaşamış ve Türk kültürüne ciddi katkılarda bulunmuşlardır. Bu yüzyılın ortalarından itibaren, Rusya ve Avrupalı devletlerin Osmanlıyı parçalama siyasetlerinin sıradan bir aracı olarak kullanılmaya başlanmışlardır. Özellikle, Amerika, İngiltere ve Fransa, açtıkları okullar ve Kilise misyonerleri yoluyla, Ermenilere, asil bir Hristiyan ırkı oldukları ve Müslüman bir devletin sâdık vatandaşı olarak yaşayamayacakları yoğun olarak propaganda edilmiştir.

Rusya ise, sıcak denizlere inme projesi içinde, kendisine sâdık bir hizmetçi ve atlama taşı olmak üzere, Osmanlı Ermenilerini himayesi altına aldığını ilan etmiştir.

Bütün bu teşvik ve destekler, Ermenilerin de Rum, Bulgar gibi diğer gayrimüslimlere özenerek örgütlenme ve silahlanmasının önünü açmıştır. 93 Savaşı sonrasındaki Berlin Antlaşması, Osmanlı’ya Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ıslahatlar yapma emrivakisini kabul ettirmiş ve bunun denetimini de Avrupalı devletlere vererek, Osmanlı’ya açıktan müdahalenin yolunu açmıştır.

Yüzyılın sonlarına doğru, İstanbul başta olmak üzere Ermeni nüfusun yaşadığı bölgelerde başlayan toplu gösteriler, terör hareketleri, Osmanlı Bankası baskını, Osmanlı Hakanına suikast gibi olaylar Ermenilerle Müslüman halk arasındaki gerilimi artırır. Sonunda, özellikle Protestan rahiplerin yoğun tahrikleri altında, Van ve Zeytun ayaklanmaları patlak verir.

1913 yılına gelindiğinde, Ruslar yeniden ve daha güçlü bir çıkışla, Ermenilere arka çıkmaya ve İstanbul’u sıkıştırmaya başlarlar. Ermenileri tahrik ve destekleme Avrupalı devletlerle Rusya arasında bir çeşit rekabet konusu haline gelmiştir. 8 Şubat 1914’te Osmanlıya kabul ettirilen reform antlaşması, Doğu Anadolu’nun fiilen koparılması anlamını taşımaktadır; ikiye ayrılan altı Doğu vilayeti, iki yabancı müfettişin fiilî yönetimine bırakılmaktadır. Rusya, Ermenileri önüne alarak büyük adımlarla Anadolu’ya girmektedir.

Büyük Savaş başladığında, Doğu Cephesi’ndeki vuruşmalarda Ermeni birliklerinin Rus Ordusu saflarında olması, fiilen olduğu kadar, belki daha da çok moral olarak orduyu ve Müslüman halkı yıpratmıştır. Osmanlı Hükümeti, 24 Nisan 1914 tarihinde, Ermeni örgütleri ve siyasi temsilciliklerini kapatarak, elebaşılarını tutuklar. Ancak, bu tür tedbirler için artık çok geçtir; hiçbir etkisi görülmemiştir. Van ve Doğu Anadolu’nun bazı şehirleri, Ermeniler tarafından işgal edilerek Ruslara teslim edilir. Ülkenin her yanında, artık dizginlenemeyen taşkınlıklar ve ayaklanmalar başlar.

Sorunun birinci dereceden muhatabı olan 3. Ordunun isteği üzerine, 27 Mayıs 1915’te, Osmanlı Hükûmeti, Ermenilere zorunlu göç uygulanması kararını alır. Savaş şart ve imkânlarının elverdiği ölçülerde, insanî duyarlıklar ihmal edilmeden, göçle ilgili yasal düzenlemeler dikkatle yapılır ve uygulamaya koyulur. Osmanlı ordusunun, savaştaki en büyük sorununun yol yokluğu olduğu düşünülürse, Ermeni göç kafilelerinin pek rahat şartlar ve yollarda yol aldıkları elbetteki düşünülemez. Yine, o dönemdeki hastalıkların, salgınların, bir yabancı müşahide “Osmanlı askerini bit yendi.” dedirtecek

ölçüdeki yıkıcı etkileri hatırlanırsa, bu göç kafilelerinin yaşadığı hastalık kırgınlarını, belgeleri olmasa da anlamak mümkündür. İhanetin acısını yaşamış bölge aşiretlerinin ve özellikle, eşkiyalığa soyunmuş Ordu kaçaklarının saldırıları da gerçektir; Osmanlı Hükümetinin, göçün güvenliği için yapabileceklerini pek âlâ yaptığı gibi.

Başlangıçta, Amerikan misyonerlerinin himayesinde olan Protestan ve İtalya-Avusturya’nın korumasındaki Katolik Ermeniler göçe tâbi tutulmamışlardır. Ancak, İtalya’nın sonradan İtilaf devletleri safında Osmanlıya savaş açması üzerine Katolik Ermeniler ve İngilizlere duyulan öfke sebebiyle de Protestan Ermenilerden çok az bir kesim göç kapsamına alınmıştır. Müttefikimiz olan Avusturya, Katoliklerin göçünü büyük ölçüde durdurmuştur. Ayrıca, yaşlılık ve hastalık sebebiyle bir çok Ermeni göç dışı tutulduğu gibi, Devlet memuru olan, öğretmen, sağlık görevlisi, elçilik görevlisi gibi aileler ve yine çeşitli sebeplerle ve Müslümanların koruması altındaki bir çok Ermeni göçe zorlanmamıştır.

Doğal olarak, biz burada olayın ayrıntılarına girecek değiliz. Şu kadarını söyleyelim ki, evet, Ermeniler acı çekmişler, ölmüşlerdir. Biz ise, ihanete uğramış olarak acı çekmiş ve ölmüşüzdür. Bugün, geçmişe bakarken, sekiz yüzyıl dostça ve birlikte yaşadıktan sonra, Türklerin niçin, durup dururken Ermenilerin üzerine yürüdüğünü soracak vicdanlı yabancı tarihçiler de vardır. Bunlardan birisi olan, Amerikalı A. T. Chester şunları yazar:

“Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin kuzey doğusundan Ermenilerin sürgünü hakkında çok şey duymaktayız. Gerçek şu ki, Türkler Rus işgal tehdidine karşı ülkelerini savunmak için Rusya sınırına bir ordu gönderdiler. Orduda, tıpkı bizim askere aldığımız gibi, Türk vatandaşı olan bütün milletler yer alıyordu. Cephede Ermeniler boş kovanlar kullandılar ve siperleri terkettiler. Zaten bu, çok kötü idi; fakat Ermeniler bu tür bir ihanetle yetinmediler. Ordunun arkasındaki vilayetlerde çok sayıda Ermeni yaşıyordu ve bu insanlar Türklerin Ruslar tarafından yenilgiye uğratılma şansının çok fazla olduğunu düşünerek, ordu gerisinde isyan etmek ve destek unsurlarını kesmek suretiyle bunu gerçeğe dönüştürmeye karar verdiler.” Yazar, bir paralel olay hayal edelim, diyor; diyelim ki Meksika ile savaş halindeyiz. Bizim zenciler düşman ordusuna katılmakla kalmıyor, geride kalanları da telgraf hatlarımızı kesiyor, ikmal kollarımızı vuruyorlar. Biz bu zencilere ne yaparız? (Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü, Ankara 2005, s.5)

Yazarın bu soruya, tarihî hatırlatmalar da yaparak verdiği cevabı yazmasam da tahmin edersiniz.

Şu sözlerle bağlayalım ki, bugün dünya kamuoyu önünde oynanan açık oyunu devam ettirmek, dün olduğu gibi gelecekte de Ermenilere mutluluk getirmeyecektir. Başka güçlerin değersiz siyasi malzemeleri olarak süregiden soykırım propagandalarındaki başarıları, onların hayat bahasını artıracaktır. İleride anlatılacak olan, Halil Paşa’nın, sanki de Türk milleti adına yaptığı konuşmayı ve yardımı unutmamalıdırlar.

İran, Galiçya ve Romanya Cepheleri

T RAN üzerinden güneye sarkan Rus kuvvetlerinin Irak cephesindeki 1 birliklerimizin doğu ve yan gerilerini kesme tehlikesi vardır. Bunu önlemek ve bu cepheden Türkistan’a bir yol açabilmek için Osmanlı Genel Kurmayı, İran’ın işgaline karar verir. Esasen, Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları bölgede çalışmakta ve gönüllü birlikler kurmaktadır. İttihat Terakki’nin meşhur hatibi Ömer Naci buralardadır ve burada şehit olacaktır. Rauf (Orbay) ve Çerkez Ethem yine İran Azerbaycan’ındadır.

Enver Paşa’nın Türk dünyasına yahut İslam âlemine dönük hamleleri bazı Alman komutanlarını da rahatsız etmiştir. Paşa’nın, “İran, Hindistan, âlem-i İslam üzerine hayaller kurduğu” gibi ifade ve yorumları, Almanlar savaştan sonra yazdıkları eserlerinde kullanmışlardır. Ancak, biz bu hayallere (!) Alman Genel Karargâhının heyecanla sahip çıktığını ve desteklediğini biliyoruz.

Enver Paşa 1916 Mayıs ayının sonuna doğru Bağdat’a gelir ve Halil Paşa ile İran üzerine yapılacak hareketi görüşür. Ancak 6. Ordu Komutanlığına getirilen Halil (Kut) Paşa, İran üzerine yapılacak bu hareketi uygun bulmamış, hatta yeğeni Enver Paşa’ya bu hareket için 6. Ordudan birlik alındığı takdirde istifa edeceğini bildirmiştir. Halil Paşa, Alman genel karargâhının baskılarıyla böyle bir karar alındığını düşünmektedir. Ancak Enver Paşa’nın kesin, “6. Ordu Komutanı olarak kalacaksınız ve Kirmanşah’ı mutlaka işgal edeceksiniz.” talimatı ile, 6. Ordudan alınan VIII. Kolordu İran Cephesine gönderilmiş; Halil Paşa da itaatsizlik etmemek için emre uymuştur. Halil Paşa hatıralarında, Irak cephesindeki zaferden sonra kırk kişi civarında bir Alman misyonunun bölgeye geldiğini ve bunların ne yaptığının da pek belli olmadığını söyler. “Almanya’dan getirilen vagonlarca altın para, İran’da her türlü satın alma için kullanılıyordu.” (Halil [Kut], a.g.e., s.152-54)

Ali İhsan (Sabis) komutasındaki X. Kolordu, 6. Ordudan ayrılarak İran’a gönderilir; Halil Paşa’nın Almanların etkisine bağladığı İran- Afganistan-Hindistan projesi savaşın başından beri düşünülen ve bir ölçüde uygulamaya da konulmuş bir harekettir. İran İngilizlerin petrol, Hindistan ise insan kaynağıdır ve aynı zamanda, Müslümanlar dolayısıyla en büyük korkularıdır. Avrupalı bazı yazarlar ise, Kafkas ve İran hamlelerinin Enver Paşa’ya ait olduğunu, Almanların ise vaz geçirmek için uğraştıklarını söyler. (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2003, s.27) O sırada İran’da hâkim olan bir Türk hanedanıdır ve daha sonra Tebriz’e giden Halil Paşa ile veliaht Hüseyin dost olacaklardır.

Ali İhsan (Sabis) komutasındaki X. Kolordu, 3 Haziran 1916’da Hanikin’ de Rus kuvvetlerini yenerek hızla ilerlemeye başlar. 1 Temmuz’da Kirmanşah’ın batısındaki çarpışmaları da kazanan Osmanlı kuvvetleri şehre girerler. Gönüllü kuvvetler de çarpışmaktadır. 17 Temmuz’da Rumiye Gölü’nün güneyinde Musul Grubu taarruza geçerek Rus kuvvetlerini Revandiz’den uzaklaştırır. Süleymaniye Grubu da aynı tarihte Bane’deki Rus birliklerini yenerek doksan kilometre kadar içeri girer. Ali İhsan Paşa kuvvetleri 9 Ağustos’ta çetin çarpışmalardan sonra Ruslar’ı Hemedan’ın güneydoğusundaki mevzilerinden söker ve 16 Ağustos’ta Türk birlikleri, halkın coşkun gösterileri arasında Hemedan’a girerler.

X. Kolordunun iki koldan Kazvin ve Tahran üzerine yürümesi emredilir. İleri hareket için Osmanlı gücünün Rus kuvvetleri ile çarpışmaları devam ederken, Irak cephesinde Kûtü’l-ammare’nin düştüğü bildirilir. Bu durum İran’daki kuvvetlerimizi de tehlikeye soktuğundan, birliklerimize geri çekilme emri verilir ve X. Kolordu yeniden Irak cephesine kaydırılır.

Birinci Cihan Savaşı’nın batı cephesinde Alman-Avusturya orduları Galiçya’da tehlikeli kayıplara uğrayıp Karpatlar’a çekilince, Osmanlı, iki tümenden oluşan XV. Kolorduyu Ağustos 1916’da müttefiklerine yardım için Galiçya’ya cephesine gönderir. Osmanlı askerleri bu cephede verdikleri ağır kayıplara rağmen, her seferinde Rus kuvvetlerine karşı direnir ve durdururlar. 1917 ortalarına doğru Rus saldırıları azalır. Galiçya’daki birliklerimiz Eylül’de vatana dönerler.

Romanya’nın İtilaf devletleri safında yer alıp, Avusturya topraklarına girmesiyle yeni bir cephe açılmış olur. Osmanlı ve müttefikleri bu cepheyi müştereken koruma kararı alırlar. Eylül 1916’da Romanya Cephesine iki tümenli VI. Kolordu gönderilir. Bu cephede de Osmanlı’ya yakışır şekilde savaşılır ve görev bittiğinde tümenlerin biri 1917 Aralığında, diğeri 1918 Haziranında yurda döner.

Bulgarlar da Sırbistan’a karşı Makedonya Cephesini açmışlardır. İtilaf devletlerinin Selanik’e kuvvet çıkarmasıyla cephe genişler. Savunmaya yardımcı olmak üzere iki tümenli Osmanlı XX. Kolordusu 1916 Eylül’ünde Makedonya Cephesine gönderilir.

Enver Paşa Eylül ayı ortalarında Galiçya’daki birliklerimizi görmek üzere bu cepheye gider. “Naciyeciğim, efendiciğim, Bugüne kadar durup dinlenmeyerek daimî dolaştım. Yalnız, Galiçya’da askerlerimizi görmek ve

ara sıra da, birkaç saat, yemek için karaya ayak bastım. Yoksa bütün işim gücüm, yatmam, kalkmam hep trende oldu.” (A. İnan, a.g.e., s. 158) Eylül sonlarında Budapeşte’ye geçer. Resmî işlerinin ardından, “Burada bizim zamanımızdan kalma yegâne yapı olan Gül Baba türbesini gezdik. Buraya iki halı getirmiştim; onları koyduk. ” (A. İnan, a.g.e., s.160)

1916 yılı Aralık başlarında da Romanya Cephesine gider. Tuna boyunca çok duygulanır: “Ruhum! Ah, şu bizim eski Tuna vilayetinden geçerken. O kadar üzülüyorum ki, tarif edemem. Allah, buranın yine bizim olacağı günü göstermeyecek mi?” Otomobilden sonra elli kilometre de atla gittikten sonra cepheye ulaşırlar. “Biraz sonra bir alayın dinlendiği bir köye girdik. Hemen, silah başına çaldırdım. On dakikada erler hazır oldular. Hepsini gözden geçirdim; selamlaştık, konuştuk. Hepsi şen, şatır. Bu alay esasen Bükreş önündeki savaşın kazanılmasına asıl yardım eden alay. Birkaç söz söyledim. Hepsi memnun, gülümser... Ah, bu askerleri gördükçe, doğrusu ne kadar memnun oluyorum. ” (A. İnan. a.g.e., s.164,167)

Güney Cepheleri

2

7 HAZİRAN 1916’da Mekke Şerifi Hüseyin Osmanlı’ya isyan ettiğini ilan eder. Eski Şûrâ-yı Devlet üyesi Hüseyin Paşa, İttihat Terakki hükûmetleri zamanında Mekke Şerifi olmuştur. Şerif olduktan sonra Hicaz valileri ve aşiretlerle uğraşmaya ve yetkilerini artırmaya çalışır; niyeti iyi değildir. Daha 1912’de oğlu ve Hicaz milletvekili Abdullah’ı İngilizler’in Mısır Komiseri ile görüşmeye göndererek işbirliği imkânları aramıştır. Sonradan Ürdün Kralı olacak bu Abdullah’ın, benzeri bir teşebbüsü daha vardır. Şerif Hüseyin’in, sonradan Irak Kralı olacak diğer oğlu Faysal ise, İttihatçı yöneticilere başvurarak, kendisinin Türk’ün ekmeği ile büyüdüğünü, Türk’e hıyanet edemeyeceğini, babasının niyetinin iyi olmadığını, bu zata biraz para ve özerklik vererek İngilizlere bağlanmasının önlenmesini istemiştir. Ancak, sonuç alamamıştır. Aynı Faysal daha sonra Millî Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa’ya başvurarak kuvvetlerin birleştirilmesini ve ortak mücadele ile bir Türk-Arap Federasyonu kurulmasını önerir. Mustafa Kemal Paşa, bunun şimdiki durumda iyi bir siyaset olmayacağını, herkesin kendi mücadelesini bitirdikten sonra Federasyonun düşünülebileceğini söyler.

Daha sonra, Lordlar Kamarasında açıklandığına göre, senelik dört yüz bin altın vermek suretiyle İngiltere, Şerif Hüseyin ile Osmanlı’yı vurmak üzere anlaşmıştır. İngiltere Hicaz’ı himayesi altına almayı, iç ve dış saldırılara karşı korumayı üstlenir. Bu vesika, daha sonra Mekke’de yayımlanan El-Kıble gazetesinde yayımlanır. Bu adam, ömrünün sonrasında Kıbrıs’ta mülteci olarak yaşarken, son hastalığında bütün yakınlarını yanına toplar ve onlara şunu söyler:

“Bu bizim başımıza gelenler ve gelecekler, ekmek kapımız (velinimetimiz) koruyucumuz ve yüzyıllar boyu efendimiz olan Osmanlı Devleti’ne karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların ilahî bir cezasıdır.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.311)

1-2 Haziran gecesi Şerifliler Mekke-Medine yolunu keserler. Ertesi gece Medine Karakolu’nu basarlar. Medine Müdafii olarak şöhret yapacak olan Fahrettin (Türkkan) Paşa elindeki kuvvetlerle Medine ve çevresine hâkim olacak ve bu şehri Mondros Mütarekesine rağmen düşman kuvvetlere terk etmeyecektir. Devletleri yenilmiş ve dünyadan tecrit edilmiş bir avuç kahraman, Peygamber’in kabrini açlık ve yokluk içinde dövüşerek koruyacaklardır. Ve bu şanlı savunma 1919 yılı Ocak ayına kadar sürecektir.

Şerif Hüseyin bir yandan da yaptığı ayaklanmaya meşruiyet kazandırabilmek için İngiliz ve Fransızlar’la birlikte geniş bir propaganda çalışmasına girer. Aslında Şerif Hüseyin’in çevresinde kendi aşiretinin dışında pek az insan vardır. Ancak, Osmanlı kuvvetleri böyle bir ayaklanmayı beklememektedir. 10 Haziran’da Mekke’de ayaklananlar hükûmet konağını ve kışlaları ateş altına alırlar; çarpışmalar başlar. 9 Temmuz’da âsiler Mekke’ye hâkim olurlar.

14 Haziran’da Cidde’ye saldıranlar püskürtülür. Ardından 16 Haziran’da İngiliz gemilerinin bombardımanı başlar ve âsiler yüklenirler. İki ateş arasında kalan Osmanlı garnizonu düşer. Taif’te ise hileyle yaklaşıp baskın yaparlar; Osmanlı askeri hıyanete uğradığını anladığında çarpışmalar başlar; bedevi saldırıları püskürtülür. Ancak, Taif de her türlü ikmal ve bağlantıdan yoksundur. Kendi başına kalan şehir 22 Eylül 1916’da düşer.

Hicaz Cephesindeki çarpışmalar Şerifler-İngilizler ve Fransızlara karşı çeşitli şekillerde sürecektir. Şerifler ve müttefikleri Osmanlının bağlantılarını sağlayan liman ve demiryollarını işgal ve tahrip ederek, Osmanlı kuvvetlerini tecrit etmeye çalışırlar. 23 Ocak 1917’de İngiliz donanmasının yoğun ateşi altında liman şehri Vech ve 6 Temmuz’da aynı şekilde Akabe üssü Arapların eline geçer. Çarpışmalar Mondros Mütarekesine kadar sürecek ve 30 Ekim 1918’den sonra Hicaz, Asir ve Yemen boşaltılacaktır.

* * *

İngilizler Filistin’e yüklenmek üzere hazırlık yapmakta, çöle doğru su boruları ve demiryolu döşemektedirler. Bu cephede fazla bir Osmanlı gücü kalmamıştır. Türk birlikleri zaman zaman baskın ve kuşatma hareketleriyle İngilizlerin faaliyetlerini engellemeye çalışırlar. İngiliz kuvvetleri 22 Aralık 1916’da Deniz Kuvvetlerinin desteğinde taarruza geçer ve El-Ariş’i alırlar. Osmanlı kuvvetleri Han Yunus’a çekilirler. Burası 8 Mart 1917’de düşer,

Enver Paşa’nın da rızası alınarak Osmanlı birlikleri çölü terk eder ve Gazze- Şeria-Bi’rü’s-sebe hattını tutarlar.

Donanma ve hava kuvvetlerinin desteğinde İngiliz süvari ve zırhlı birlikleri 26 Mart 1917’de Osmanlı Cephesine saldırırlar; silah güçleri üstün, sayı olarak Osmanlının dört mislidirler. Gazze’de sert çarpışmalar başlar. Muhabere noksanları sebebiyle doğudan gelecek olan Osmanlı tümeni gecikir; sonunda yetişir. Yirmi dört saat süren boğuşmalardan sonra, İngilizler Gazze’nin, girmiş oldukları bazı kesimlerinden de atılarak eski yerlerine sürülürler.

Yirmi bir gün sonra Gazze’ye yeniden saldırırlar. 17-20 Nisan günleri arasında kanlı vuruşmalar olur; düşmanın tank birlikleri ve deniz desteği vardır; ama yetmez, ağır kayıplarla yine geri çekilirler.

İtilaf devletleri Kudüs’ün zaptına ayrı bir önem verirler ve ona göre hazırlık yapar, büyük imkânlar seferber ederler. Bölgede yüz kırk posta şubesi ve yetmiş iki hastane kurmuşlardır; çift hatlı iki yüz elli kilometre demiryolu döşemiş ve su borusu hattı kurmuşlardır. Ordularının gerisinde yüz otuz beş bin kişi, çeşitli mesleklerden işçi çalışmaktadır. Cepheye sevk edilen Türk birliklerinin ise donanımları çok zayıftır.

Bu kesimdeki Araplar arasında da olmadık propagandalar yürütülmektedir; İngiliz 4. Ordu Harp Ceridesi’nden: “Muhiddin Arabî demiş ki, Mısır’da Ennebi çıkacak (İngiliz komutanı Allenby’nin ismi Arap harfleriyle “Ennebi” olarak okunur.) Nil’in suyunu Çöle getirecek... Araplık kurtulacak. ” Ayrıca Şerifler adına bildiriler dağıtılarak halk, Osmanlı hâkimiyetini yıkmaya ve Mekke’de kurulacak saltanata bağlanmaya çağrılmaktadır. Bu arada, gizli Siyonizm teşkilatının belgeleri ele geçirilir; düşman uyruklu Yahudiler sürgün edilir, müttefik uyruklu olanlar gözaltına alınır.

Osmanlı Halep’teki 7. Ordunun Filistin’e kaydırılmasına karar verirse de bu intikal üç ay sürecektir. İngilizler 31 Ekim’de Bi’rü’s-sebe mevzilerine saldırırlar; akşama kadar süren çarpışmalardan sonra Osmanlı kuvvetleri geri çekilir. 6 Kasım 1917’de düşman, süvari ve tank takviyeli kuvvetleriyle Gazze’ye yüklenir. Bulundukları mevzileri savunan ve zaman zaman karşı saldırıya geçen Osmanlı birlikleri uzun süre direnemez ve Gazze’yi boşaltırlar. İngilizler 12 Kasım’da Yafa’yı, 15 Kasım’da Ramle’yi ele geçirirler. Enver Paşa cepheye gelir; Kudüs’ü elde tutarak, geniş çaplı bir

çekilme kararı verilir. Ali Fuat Paşa komutasındaki XX. Kolordu Kudüs’ü savunacaktır. 19-20 Kasım günlerinde XX. Kolordu İngilizleri oyalayarak Kudüs mevzilerine çekilir. 25-30 Kasım arasındaki çarpışmalarda önemli bir sonuç alınamaz. İngilizlerin şehre yaptığı taarruzlar her seferinde kırılır. 8 Aralık 1917’de İngiliz kuvvetleri birkaç cepheden birden saldırıya geçerler; Kudüs’ün kuzey mevzilerine girerler. Dayanma gücü tükenen Osmanlı, şehri boşaltır ve 9 Aralık’ta Kudüs’teki 401 yıllık Osmanlı hâkimiyeti sona erer. Osmanlı karargâhı Şam’a taşınır.

İngilizler aynı zamanda Kudüs’ü emniyete almak için Şeria nehrini tutmak ve Halep’e kadar ilerleyerek Anadolu’nun Irak ile demiryolu bağlantısını kesmek istemektedir. 9 Mart 1918’de, Beyrut vilayetimizin sancak merkezlerinden biri olan Nablus’a saldırırlar. Kudüs-Nablus yolunun iki yakasında üç gün süren çarpışmalardan sonra çekilirler. 26 Mart 1918’de Amman’ı ele geçirmek üzere Şeria nehrinin doğusuna geçerler. Es-Said kasabasını işgal ederler; beş gün süren çarpışmalardan sonra İngiliz kuvvetleri geri çekilirler. 29 Nisan’da yeniden ve daha büyük kuvvetlerle Şeria nehrini geçerek yine saldırırlar; yine başaramazlar; uzun süren çarpışmaların ardından 5 Mayıs’ta Şeria’nın batısına çekilmek zorunda kalırlar. Osmanlı yokluk içinde dövüşmektedir.

Bütün bu çarpışmalarda İngilizlerin seksen bini aşkın kuvvetleri ve 504 topuna karşılık Osmanlı birliklerinin toplam mevcudu on altı bindir ve kimisi aç, kimisi silahsızdır. Bundan sonraki çarpışmaları da yine bu askerler yapacaklardır.

19 Eylül 1918’de karadan ve denizden yoğun bir topçu ateşiyle İngiliz taarruzu başlar. Hemen peşinden düşman hava kuvvetleri, ordumuzun cephe gerilerini bombalayarak, bağlantıları keser. Günlerce süren çarpışmalar ve yoğun ateş altında eriyen Osmanlı birlikleri Tül-Kerem hattına çekilirler. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın birlikleri Maan’ı işgal ederler. 23 Eylül’de Akkâ ve Hayfa da düşman eline düşer. Şam’a çekilen Osmanlı birlikleri şehre geldiklerinde halkı isyan halinde bulurlar; mevcut birliklerle Şam’ın savunulması mümkün görülmeyerek kuzeye doğru çekilirler. 1 Ekim 1918’de, alındığından 402 sene sonra Şam, İngiliz hâkimiyetine düşer.

Bu savaşlardan sonra artık Osmanlı direnci kırılmıştır. 8 Ekim’de Beyrut’a giren İngiliz birlikleri 15 Ekim’de Humus’u işgal ederler.

Alınmasından 402 yıl sonra Osmanlılar’ın boşalttığı Halep’e İngiliz kuvvetleri 15 Ekim 1918’de girerler.

Suriye Cephesindeki 4. Ordunun bir görevi de Suriye’yi Medine’ye bağlayan demiryolunu korumak ve Mekke-Medine şehirlerini (Kâbe’yi ve Peygamber’in kabrini) kurtarmaktır. Bunun için bir Hicaz Seferî Kuvveti düzenlenmesine karar verilir. Enver Paşa bu kuvvetin komutanlığına Mustafa Kemal Paşa’yı atar. Ancak, Mustafa Kemal Paşa, Hicaz’a asker göndermek bir yana, oradaki askerlerin de geri çekilmelerini savunmaktadır. Bu görüşlerini Enver ve Cemal Paşaların da katıldığı bir toplantıda açıklar; kabul edilir ve bu fikirden vazgeçilir; Medine’nin de tahliyesine karar verilir. Fakat, Enver Paşa, bu kararı gerçekçi bulmakla birlikte içine sindiremez; yeni kuvvet gönderemese de Medine’nin tahliyesini reddederek sonuna kadar direnme emri verir. Medine Müdafii Fahreddin Paşa, yanındaki bir avuç askerin insan üstü çabasıyla savaşın sonuna kadar, hatta Mütareke’ye rağmen, savunmaya devam eder. Oysa Medine, Şeriflerin öncülüğünde, kendi kahramanlarına isyan halindedir.

“Bu kadar ihanetler, Medine’ de Peygamber’in kabrini savunan Fahreddin Paşa’yı bile şaşırtır. Bir gün, son savunma arkadaşlarını yanına alır; Paygember’in kabrine varır. Bir bayrağa sarınır; namazını kılar, duasını eder ve sonra şöyle haykırır: Kalk! Kalk ya Muhammed!.. Allah’ın resulü! Kalk! Ve sana inanan, senin için burada çarpışanlara görün!.. Allah’ın yardımını bize ulaştır!...” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.189)

Şerif Hüseyin ve aşiretinin isyanının ardından, Osmanlının Savaş içindeki yenilgileri arttıkça, Orta Doğu’nun her yanındaki Araplar arasında milliyetçilik akımları da hızlanır. Hıristiyan Arapların başlattığı bu hareket, yenilgiler içinde giderek her kesimin kendi başının çaresine bakmasına dönüşür. Enver Paşa, isyana hazırlanan yahut ayaklanmış olan Arap liderlerini ancak altın ile elde tutabileceğini düşünerek, Cemal Paşa vasıtasıyla onlara para yetiştirmeye çalışmaktadır. Kendi askerimize verilemeyen altın, Arap şeyhlerine akmaktadır ama, bunun da bir faydası olmayacaktır.

* * *

Enver Paşa zaman zaman cephelerdeki durum hakkında Meclis’e bilgi verir; bütün konuşmaları iyimserdir.

Kûtü’l-ammare’den sonra, Aralık ayına kadar Irak cephesinde önemli bir gelişme olmaz. Ancak İngilizler Bağdat’ı almak üzere yürüttükleri geniş çaplı çalışmalarını sürdürürler. Menzil teşkilatı kurar, nehir filosunu güçlendirir, Basra’dan Kût’a kadar demiryolu döşerler. Büyük hastaneler, hayvanlara yeşil ot, askere taze et ve yumurta verebilmek için özel çiftlikler kurarlar. İşte bu sıralarda Bağdat ve Musul’da açlık vardır; asker yarım tayınla idare etmekte, halk perişan, yaşamaya çalışmaktadır.

16 Aralık 1916’da Osmanlının beş misli kuvvetle başlatılan İngilizlerin geniş bir kuşatma hareketi başarısızlıkla sonuçlanır. Ağır topçu ateşi desteğinde Osmanlı mevzilerini tek tek düşürme yolunu seçerler. 9 Ocak 1917’de Kût’un batısında İmam Muhammed mevzilerine yüklenirler; çarpışmalar on gün sürer; en son mevzide kalan kırk Osmanlı askeri İngiliz kuvvetlerine karşı burayı bir gün boyunca savunmaya devam ederler; sonradan o mevziye “Kırk Gaziler” adı verilir... Yüz üç topun desteğinde yüklendikleri Garraf mevzii on bir gün dayanır. Ocak ayı sonlarında Dara mevzilerine saldırırlar; İsmail Hakkı Bey komutasındaki 45. Tümen destanı cenk ederek savunur ve ağır ateş altında erir. Kâzım (Karabekir) Bey komutasındaki 18. Kolordu ileri geri hareketlerle Bağdat’a doğru çekilmeye başlar. Bağdat’ın yirmi kilometre kadar güneydoğusunda Diyale nehri çevresinde yapılan savunma savaşları da yetmez; şehir boşaltılır. Ve Osmanlı’nın ünlü Bağdat’ı, 11 Mart 1917 günü düşman eline düşer.

Mekke’nin kaybından sonra Bağdat’ın da İngilizlerin eline geçmesi İstanbul ve Enver Paşa için çok ağır olur. Yeni bir ordu hazırlanarak Bağdat’ın geri alınması için Enver Paşa, Alman genel karargâhından yardım ister. Almanlar gerekli yardımı ve fiilî başkomutanları Falkenhayn’ı bir kısım subaylarla birlikte gönderirler. Böylece Yıldırım Ordusu kurulur. Ancak, yine de taşıt imkânlarının İngilizlere göre yok denecek derecede azlığı, hazırlıkları zorlaştırır.

1917 yılı Haziran ayında Halep’e gelen Enver Paşa, İzzet Paşa, Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa ve Halil Paşa ile bir görüşme yapar. Rus ordularının tehlikesi azalmakla birlikle, İngilizler Irak ve Filistin cephesinde sürekli takviye almaktadır. Durum uzun uzun tartışılır ve Suriye cephesine ağırlık verilmesi kararlaştırılır. Bunun üzerine Yıldırım Ordusu bu tarafa kaydırılır.

Irak cephesinde iki yüz elli bin kişiyi bulan İngiliz kuvvetlerine karşı elli binin altına düşen Osmanlı güçleri, Bağdat’ı kurtarmak için bir hamle daha yaparsa da sonuç alınamaz. Eylül 1917 sonlarına doğru kuvvetlerimiz çarpışarak kuzeye doğru çekilmek zorunda kalırlar.

Medine Savunması

M

EDİNE, Hz. Peygamberin Mekke’de bunaldığı dönemde hicret ettiği, İslam medeniyetinin ilk açılışlarının görüldüğü şehirdir. Peygamber ve sonraki Dört Halife zamanında İslam Devletine başkentlik etmiştir ve yabancılar için yasak olan iki şehir’den (diğeri Kabe’nin bulunduğu Mekke) biridir. Peygamber’in Mescidi ile kabri buradadır. 1517 yılından beri Osmanlı yönetiminde olan Mekke ve Medine, Peygamber’e olan saygı sebebiyle onun soyundan gelen Şeriflere de yönetim yetkileri tanıyan özel bir statü ile yönetilmiştir. Bu yüzden, Şerifler İngiliz desteğinde isyan etmiş olsalar da, Osmanlı Medine’yi kolay bırakamamış, her şeye rağmen, son İmparatorluk destanlarından birini de burada yaşatmıştır.

Enver Paşa’nın Halep’te komutanlarla yaptığı toplantıda Medine’nin boşaltılması ile Türk kuvvetlerinin çekilmesine karar verildiği halde, Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili bu kararı içine sindirememiş, ertesi gün, Medine’nin sonuna kadar savunulması emrini vermiştir.

Kanal Harekâtı öncesinde, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa, 1500 gönüllü hecinsüvarla (hecin develerine binen savaşçılar) Kanal hareketine katılması için, Şerif Hüseyin’e altmış bin altın göndermiştir. Toplanan gönüllüler Şerif Hüseyin’in oğlu Şerif Ali komutasında, Medine’ye gelerek burada beklemeye başlar.

Medine Muhafızı olan Basri Paşa, Şeriflerin durumunu yakından izlemektedir ve ayaklanacaklarına dair raporlar göndermektedir. Basri Paşa, Medine’ye gelen kuvvetleri oyalamakta ve silah vermemektedir; hiç değilse, bu birliklerle gelen Emir’in oğulları Faysal ve Şerif Ali’nin tutuklanarak, Emir’in gücünün kırılmasını istemektedir. Ancak, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa, Şerif Hüseyin ilk kurşunu atana kadar bir şey yapılmasını uygun bulmaz; Enver Paşa da aynı kanaattedir. (Naci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?, İstanbul 1971, s.40-41) Şüphesiz ki, askerî açıdan son derece

sakıncalı olan bu tutum, Türk Komutanlarının, Peygamberin Kabrinin yanıbaşında, Müslüman kardeşlerine ilk kurşunu atan olmamak gibi yüksek duyarlıklarının sonucu idi. Onlar, Osmanlı döneminde bile, Arap kabileleri arasındaki hâkimiyet kavgalarında Kabe’nin topa tutulduğunu elbette biliyorlardı. Parçalanan Hacer-i Esved’in parçasını, Osmanlı Paşa’sı Necid Kalesinde ele geçirmiş ve yerine koydurmuştu. Bu tutumda, şüphesiz bütün İslam dünyasının ortak duyarlıkları da dikkate alınmıştır.

Suriye’deki XII. Kolordu Komutanı Fahreddin (Türkkan) Paşa, Hicaz bölgesini denetlemek ve gerektiğinde komutayı almak üzere 13 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderilir. Şerif Hüseyin 5 Haziran 1916’da isyanını ilan eder; çarpışmalar 9 Haziran’da başlar. Fahreddin Paşa, 17 Temmuz 1916’da, ordu komutanı yetkileriyle, Hicaz Seferî Kuvvetler Komutanlığına getirilir. Basri Paşa Medine’den kuzeydeki Amman’a kadar olan bölgenin komutanı olur. Çanakkale’deki kahramanlıklarıyla bilinen 42. Alay, yine Kanal seferinin ünlü 1. Nizamiye Hücum Süvari Alayı Medine’ye gönderilir.

Kafkas cephesinde kızaklı bölük efradı.

Şerif Hüseyin isyan bildirisinde, İngilizlerin Müslüman ülkelerde dağıttıkları propaganda bildirilerini aynen tekrarlar. İttihatçıların Halife’yi esir aldıklarını, Şeriate aykırı işler yaptıklarını söyler; “İttihat Terakki mütegallibelerinin zulmüyle ah edip inleyen memleketlerden ayrılarak, İslam dininin selameti ve Allah’ın adını yüceltmek hedefi içinde ileri doğru harekete başladık. ” (Kıcıman, a.g.e., s.59) Bu propaganda bugün bize gülünç gelse de, o günlerde İngiliz sömürgelerinde ve bedeviler arasında etkili olduğuna dair anlatımlar vardır. Medine savaşçılarından Naci K. Kıcıman, Medine çevresindeki savaşlarda, Bedevilerin Türk askerlerine “Nasranî” diye bağırdıklarını, buna karşılık askerlerden birinin çıkıp ezan okuması üzerine de, “Yalancılar” diye kurşun yağmuruna tuttuklarını yazar. (Kıcıman, a.g.e., s.65)

Fahreddin Paşa, tren yollarının tahribinden, telgraf hatlarının kesilmesiden ve benzeri sabotajlardan önce, başta Hz. Osman’ın ceylan derisi üzerine yazdığı Kur’an-ı Kerim’i olmak üzere, bahası ölçülemez değerdeki “Kutsal Emanetler”i İstanbul’a ulaştırmayı başarır.

* * *

Medine’nin sonuna kadar savunulması kararı üzerine, Fahreddin Paşa 12 Nisan 1917’de bir bidiri yayımlar. Bu bildiride, Şerif Hüseyin ve oğullarının Medine’ye ulaşan yolları tahrip edip, kuşatma altına alarak düşürmek istedikleri ifade edilerek şöyle denilmektedir:

“... Bilin ki, şeci ve kahraman askerlerim, bütün İslâmın manevi desteğiyle Hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar korumaya ve savunmaya görevlidir. Buna askerce, müslümanca azm ü cezm etmişlerdir. Bu asker Medine’nin enkazı altında ve nihayet Ravza-yı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş kızıl bir kefenle gömülmedikçe Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minarelerinden ve yeşil kubbesinden Osmanlılığın Albayrağı alınamayacaktır.

“Ey halk!

“... İngiliz yaltakçılığına tenezzül eden bu âsiler, bu kere İngiliz bayrağı taşıyan bir İngiliz uçağını Mescid-i Saadet üzerinde dolaştırdığı gibi, bir gün Medine surlarına sokulup Peygambere karşı top atmaktan da utanmayacağından....”

Fahreddin Paşa, bizimle kalarak, mukadderatımıza katılmak isteyenler, bizden erzak istememek şartıyla Medine’de kalabilirler, isteyenler de şehri terk edebilirler, diye bitirir.

Fahreddin Paşa’nın bu duyurusu üzerine, halk kitleler halinde kenti terketmeye başlar. İsteyenler, trenle Şam’a nakl edilirler.

25 Eylül 1917’da, Tebük civarındaki Ramlat İstasyonu önünde Osmanlı trenine yapılan sabotaj sonucu 22 asker şehit olmuş, elliden fazla yaralı verilmiştir. İstanbul’dan yola çıkartılmış olan Sürre Emini Memduh Bey başkanlığındaki son Sürre-i Hümayun Alayı, yukarıdaki olaydan bir gün sonra Medine’ye ulaşır. Sultan Reşat Han, bu kervana katılan Bursa Nakşibendilerinden bir Şeyh Efendi ile Peygamber’in kabrine sunulmak üzere bir ‘istirhamnâme’ gönderir. Osmanlı Hakanı, İslâmın zaferini dilemekte ve eğer saltanatı döneminde ordusunun mağlup ve İslâm dünyasının perişan olması mukadder ise, bir an önce “ruhumun kabzolunması” için Peygamber’in şefaatini istemektedir.

Sürre Alayı’nın Mekke’ye ulaştırılması gerekir. Bunun için, Şerif Hüseyin’in işgalindeki yolların açılması, kasabaların geri alınması lazımdır. Osmanlı Hükümetinin atadığı yeni Mekke Emiri Ali Haydar Paşa’nın bir faydası olmaz; sıcaklar bastırınca, yazı geçirmek üzere Lübnan Dağlarına yazlığa gider. Fiilî desteği alınan İbnü’r-Reşit gibi Osmanlı’ya sadık diğer şeyh ve emirlerle gerekli irtibatlar kurulamamış; onlara, propaganda ile olsun ulaşılamamıştır. Fahreddin Paşa’nın çıkarttığı El-Hicaz gazetesi, kabileler arasında yeterince dağıtılamamıştır. Şerif Hüseyin’in rakiplerinden Necid Vali ve Komutanı ünvanı verilmiş olan Emir İbn-i Suud ise, Fahreddin Paşa’nın, askerlerinle gel, birlikte Mekke’ye girelim ve Hüseyin’i yakalayalım teklifine, “Alman ve Avusturya İmparatorları benim emirliğime ait hudutları tasdik etsinler; o zaman gelirim.” diye cevap vermektedir. (Kıcıman, a.g.e., s.394) Ayrıca, Arap kabileleri ve şeyhleri arasında para çok etkili olmaktadır; Osmanlı, cephelerde savaşan askerine veremediği altınları çölde dağıtsa da, aynı yerlerde İngiliz altınları da dağıtılmaktadır; bu iki taraflı para akışının Osmanlı’ya bir faydasının dokunmadığı kesindir.

Osmanlı askerleri ilk taarruzlarını, Haziran ortalarına doğru, Ali Kuyusu ve Cehennem Dağı çevresindeki Şerif Hüseyin kuvvetleri üzerine yapar. Arap kuvvetleri daha ilk temasta dağılır; Osmanlı subayları bu kadarını beklemedikleri için takip edip, imha etmezler. Bundan sonraki aylarda irili ufaklı çatışmalar devam eder. Çarpışmalar daha çok karşılıklı baskınlar şeklinde olmaktadır.

İsyancı Araplar yavaş yavaş Medine’yi kuşatma altına alırlar. Medine savunmasına kararlı Osmanlılarda sıkıntılar gittikçe artmaya, askere verilen günlük tayınlar gittikçe ufalmaya başlar.

Fahreddin Paşa, askerin et ihtiyacı için çekirge yemelerini öğütleyen bir tamim yayımlar: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok... O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor; bitki ile besleniyor... Serçe gibi huysuz, serçe gibi asabi. Yediği şeyleri özenle seçiyor ve temiz şeyler yiyor...” Paşa çekirgenin romatizmaya da iyi geldiğini, karidesten farkı olmadığını söyledikten sonra bir de hadis rivayet ediyor: “İki ölü ve iki kanlı bize helal oldu.” Ölülerden biri balık, öbürü çekirge; kanlılar da dalak ile karaciğer. Tamimde bundan sonra toplanan çekirgelerin güneşte nasıl kurutulacağı, nasıl haşlanacağı ve nasıl kavrulacağı anlatılır... Karargâh bölüğü tarafından hazırlanan çekirge tavası, önce Kumandan Paşa’ya sunulur.

Askerler arasında sıtma ve nöbet yerlerinde güneş çarpması, skorpit, çöl ishali gibi hastalıklar görülür. Su için yeni kuyular açılır. Askerin tek gıdası olarak hurma kalmıştır; onu da çok ölçülü dağıtmak zorundadırlar. Araplardan parasız bir şey almak mümkün değildir; para da bitmiştir. Fahreddin Paşa bir “Hamiyet Yarışması” açar. Herkes cebinde ne varsa ordu kasasına verecektir; Fahreddin Paşa sağ olduğu sürece, geri ödeneceğine kefildir, ölürse, ödenmesi için devlete vasiyet edecektir. Osmanlı’ya sadıklardan, Rabuğ Şeyhü’l-meşayihi Hüseyin Paşa Mübeyrek, beş bin Osmanlı altını gödererek yarışmayı kazanır. Bu muhterem zat, bir demiryolu sabotajında, sabotajcılarla çarpışırken şehit olacaktır.

28 Mart 1918’de Medine’den son tren kalkmış, tahrip edilen yollarda bir daha sefer yapılamamıştır. Medine kahramanlarının, diğer bütün Türk karargâhları ile irtibatı kesilir; katı bir kuşatma altındadırlar.

Medine Müdafii Gazi Ömer Fahreddin Paşa, askerinin moralini düşürmemek için türlü çarelere başvurur. Bu cümleden olarak, Bayrak üzerine bir kompozisyon yarışması düzenler. Hafızlar ve okumasını bilenler sürekli Kur’an okurlar. İdris Sabih’in yazdığı uzun şiir dillerde dolaşır:

Ebedî hâdimü’l-haremeyniniz,

Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler!

Fahreddin Paşa, “Hicaz Yarânı” adıyla bir defter açar ve Hicaz savunmasının sonuna kadar burada kalacak olan gönüllülerin isimlerini bu

deftere yazacağını ilan eder. İstanbul’dan gönderilen, Müdafaa-i Milliye-i Cihadiye yüzüklerini askere dağıtır. Kuşatma altındaki askeri sürekli hareketli ve heyecanlı tutmaya çalışır. Emrinde olanlardan bir subay şöyle söyler: “Fahreddin Paşa orada bizim hem komutanımız, hem babamızdı. Kendisinin askerî kudretine güvenimiz ve Medine’yi kurtaracağına imanımız vardı. ”

Nihayet, 1 Kasım 1918 itibariyle mütareke imzalandığı haberi gelir. Ardından, Başbakan ve Savaş Bakanı Ahmet İzzet Paşa, Medine savaşçılarını öven sözlerinden sonra “Mütarekenâmenin bir maddesinde Hicaz, Asir ve Yemen’ de bulunan Osmanlı birlikleri garnizonlarının en yakın İtilaf komutanına teslimi şart koşulmuştur.” diyen telgrafı alınır. Fahreddin Paşa, Cuma hutbesine çıkar; durumu anlatır ve konuşmasını şöyle bitirir: “İşte size gerektiği kadar durumu açıkladım. Sizden ve benden sabır ve sebat ve direnmeye devam, Cenab-ı Hak’tan hidayet, Peygamberden şefaat; şu mukaddes sancaklarımızı esir ettirmeyeceğiz!..” (Kıcıman, a.g.e., s.409)

Fahreddin Paşa ve yanındaki Medine kahramanları, emre rağmen şehri terketmediler ve yetmiş iki gün daha savundular. Fahreddin Paşa, Osmanlı Hakanından özel emir gelmesini ister. Sonunda, özel şartlarla razı olurlar; o sırada Padişah emri de gelir ve Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın kuvvetleri 10 Ocak 1919’da şehre girer.

Savaşın Sonuna Doğru

B

AŞBAKAN Sait Halim Paşa ile İttihat Terakki Partisi arasında anlaşmazlıklar artmış, Paşa 3 Şubat 1917’de istifa etmiştir. Partinin isteği üzerine Talat Beye paşalık ünvanı verilerek başbakanlığa getirilir ve yeni bir hükûmet kurulur.

Talat ve Enver Paşa; bu iki insan, birinin asker, ötekinin sivil olması ve doğal mizaç farklarına rağmen, sonuna kadar birbirine bağlı kalmış ve güvenmişlerdir. İkisi arasında gizli bir çekişme olduğu, hatta Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu mücadelede kullanıldığı iddiaları dedikodu olmaktan öte geçmemiştir. Hüseyin Cahit de, bunca zamandır yakından izlediği, dostluğunu devam ettirdiği bu iki insan arasında değil çekişme, bir soğukluk olsaydı, bunu hissetmemem mümkün değildi der. Çanakkale Savaşları sırasında Enver Paşa’yla birlikte cepheye giden ve dönüşte intibalarını Talat Paşa’ya anlatan Hüseyin Cahit Bey, Paşa’nın son derece memnun olduğunu ve “Enver dâhidir!” dediğini nakleder. (H. Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, s. 280) “O zamana kadar Enver’e karşı büyük bir güven beslediğinden şüphem yoktu. Sonra bir iki yıl içinde bu duygu, bu dostluk, bu tutkunluk nasıl olur da değişir, sarsılır ve düşmanlık biçimine dönüşür? Burasına aklım ermez!” (a.g.e., s.281) Yalçın, ayrıca, Enver’in siyasi çekişmelerin dışında kaldığını yazar. (a.g.e., s.275)

Son devrin bu iki büyük insanı arasında, yurt dışına çıktıklarından sonra izleyecekleri yol konusunda anlaşmazlık olur. Ancak, bunu da dışa vurmamaya çalışırlar. Enver Paşa, Cemal Paşa’ya yazdığı 6 Kânunevvel 1919 tarihli mektupta, “Talat’la ayrı çalıştığımızı göstermeyelim, dışa karşı zaaf olur.” diyor. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.30) 20 Mart 1921 tarihli yine Cemal Paşa’ya mektubunda da bu fikir ayrılığının esasını belirtir. O zaman Talat Paşa şehit edilmiştir: “Son zamanlarda müşarünileyh ile aramızda İslam’ın ve memleketimizin halâsı uğrundaki mücadelelerimizde ufak bir nokta-i nazar

farkı mevcut idi. Mağfur müşarünileyh bütün hareket ve icraatı şahsında toplamak suretiyle hedefe varmak fikrindeydi. Ben ise teşkilatlanmadan yanaydım.” (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s. 65) 30 Mart tarihli mektubunda ise, şahıslara bağlı kalınmaksızın teşkilatlanmanın ve İslam gençliğini bu yolda hazırlamak gerektiğini yazar. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s. 65-68) Dr. Nazım’ın Cavit’e yazdığı bir mektup da anlaşmazlığın başka bir açısına dokunur. Enver Paşa Dr. Nazım’a yazdığı mektupta şöyle diyormuş:

“Merhumla son görüştüğümüzde, o dâhile gitmeyi ve inkılâbın en kuvvetlisi ile hoş geçinmek mesleğini tercih ediyordu. Moskova’yı merkez yaparak İslam Dünyasını ihtilale geçirmek vazifesi de bana kalıyordu... Ben tekrar ediyorum, biz İslam âlemini ihtilalci yapmadıkça, bize ne İngiltere yardakçılığından, ne de komünist kuvvetlerden fayda vardır. Geliniz, İslam’ın, Türkün körelmiş kılıcını bileyelim.”

Dr. Nazım, Enver’den de bu beklenir, diyor. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.121)

* * *

1917 yılında artık bütün taraflar yorulmuştur ve kamuoyları barış isteği içindedir. İhtilal çalkantıları içinde gücü tükenen Rusya, Osmanlı’yı paylaşma görüşmelerinin dışına itilir; İtalya’ya Anadolu’da topraklar vaat edilir; Yunanistan’a da İzmir bağışlanır.

Ancak, yorgunluk ve yılgınlık yaygındır; savaşan devletlerin halkları ve orduları içinde savaş aleyhtarı akımlar ve gösteriler alıp yürümüştür. Hükümetler tek başlarına çözüme ulaşmanın gizli-açık görüşmelerine girerler. Tek başına çıkış aramayan ve gücünün son demlerine kadar vuruşmaya devam eden, Osmanlıdır. Ve, Osmanlı askeri içinde kaçaklar artmış olmakla birlikte savaş aleyhtarlığı, silah bırakma, teslim olma gibi bozgunculuklar olmamıştır. Osmanlı askerini malarya, dizanteri, tifüs ve tifo gibi hastalıklar, soğuk ve yokluk kırmaktadır; çamaşırdan yoksun askerler ayaklarına çaputlar sararak ve yarı aç, kimisi silahsız savaşmaya uğraşmaktadırlar. Devlet-i Aliyye’nin iktisadî gücü artık tükenmiştir; kefenlik bez vesika ile satılmaktadır ve ahali perişandır.

Savaş boyunca, her iki cepheden de devletlerin bir başına barış yapmak için gizli teşebbüsleri olur. Daha savaşa girmeden, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, Almanların Ruslarla görüşmeler yaptığı konusundaki istihbaratını yazmıştık. 1915 yılı Mart ayında yine Almanlar, Boğazlardan Rus gemilerinin serbestçe geçmeleri şartıyla Çar’a münferit barış yapmayı teklif eder; bir yandan da

Osmanlı yöneticilerinin, Ruslara bu imkânı tanıyıp tanımayacaklarını yoklatırlar. Ruslar İstanbul’a göz dikmiş olduklarından, muhtemelen Çar, tahtını kaybedeceği korkusuyla bu teklife yanaşmaz. (Bayur, İnkılap Tarihi, c.3, kıs.2, s.131; c.3, kıs.3, s.501) Almanlar bu teşebbüslerini 1916 ve 1917 yıllarında birkaç kere daha tekrarlar ve Boğazları Ruslara bırakabileceklerini de söylerler. Ancak, Rusya muhtemelen bu vaatlere güvenemediği ve Türklerin Boğazları vuruşmadan bırakmayacağını da bildiği için tekliflere olumlu bakmamıştır.

Avusturya İmparatoru da aynı teşebbüste bulunur. 24 Mart 1917’de müttefiklere yazdığı ve bizzat imzaladığı barış mektubunda, bir takım kabullerden sonra “Rusya’nın İstanbul’u almasına da itirazı olmadığını” bildirir. (A.Emin Yalman, a.g.e., c.I, s. 275 )

Savaş sırasında, Osmanlı İmparatorluğunun da müttefiklerinden ayrı bir barış anlaşması yapabileceği ve bundan kârlı çıkacağı yolunda yorumlar vardır; mesela, Çanakkale zaferi sonrasında ve 1917 Rus ihtilalinin peşinden bu tür fırsatların doğduğu ileri sürülmüştür. (M. Muhtar, a.g.e., s.261 vd.) Savaş içinde, Enver Paşa ile kişisel anlaşmazlıklara da düşen İttihat Terakki’nin ünlü silahşörü Yakup Cemil, bir kısım arkadaşlarıyla anlaşarak insan ve ikmal kaynaklarımızın tükendiği, artık savaşa devam edemeyeceğimiz düşüncesiyle, bir hükûmet darbesi yapıp, müttefiklerimizden ayrı olarak barışa gitmek istemiştir. Ancak teşebbüse geçmeden yakalanarak idam edilmiştir. Divan-ı Harp’teki ifadesinde, eğer başarabilselermiş, Mustafa Kemal Paşa’yı Savaş Bakanı ve Başkomutan Vekili yapacaklarmış. (Orbay, a.g.e., s.154)

Bilinen odur ki, başta Enver Paşa olmak üzere Osmanlı devlet adamları, müttefiklerinden ayrı bir barış arayışına hiçbir zaman girmemişlerdir. Erzurum’un düşmesi ve Irak cephesinde İngiliz saldırılarının artmasıyla, bazı Alman istihbaratçıları, Türkiye’nin bir özel barış yapabileceği yolunda raporlar göndermişlerdir. Bunun üzerine, Almanlar Osmanlı Hükûmeti ile 28 Eylül 1916’da ek bir anlaşma imzalayarak, Osmanlı topraklarını Alman Hükûmetinin garantisi altına alırlar: “Her iki devlet, toprakları düşman işgalinden temizlenmedikçe savaştan çekilmeyecek ve İtilaf devletleriyle ayrı barış imzalamayacaktır. ” (Çolak, a.g.e., s.162)

Prens Sait Halim Paşa

M

. SAİT HALİM PAŞA, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa neslinden Halim Paşa’nın oğludur. 1863’te Kahire’de doğdu. Özel eğitimle Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrendi. Yüksek öğrenimini İsviçre’de siyasi bilimler okuyarak tamamladı. 1888’de Şûrâ-yı Devlet üyesi oldu. 1899 yılında kendisine bir çok nişanla beraber Rumeli Beylerbeyi payesi verildi.

Jön Türklere ilgisi sebebiyle yalısının gözetlendiği gerekçesiyle, Sultan Hamit baskısından yakınarak Mısır’a, oradan da Avrupa’ya geçti. İttihatçılara maddî ve manevi destek oldu.

Meşrutiyetin ilanı üzerine yurda dönen Sait Halim Paşa, 1908’de Ayan Meclisi üyeliğine tayin edildi. 1912’de Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına getirilir. Birkaç ay sonra, Sait Paşa’nın Başbakanlıktan ayrılması üzerine, kendisi de Şûrâ-yı Devlet Başkanlığından ayrılır ve İttihat Terakki Partisi Genel Sekreterliğine seçilir.

Mahmut Şevket Paşa’nın Başbakanlığı döneminde yeniden Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına ve ardından (1913) Dış İşleri Bakanlığına getirilir. Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine, aynı yıl, kendisine vezaret rütbesi verilerek Başbakanlığa getirilir.

Savaş sırasında İttihat ve Terakki önderleriyle arasına soğukluk girer. Savaşın sonuna doğru, 3 Şubat 1917’de Başbakanlıktan ayrılır.

Savaş sonunda Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidara gelmesiyle, Sait Halim Paşa ve Hükûmetinin İstanbul’da olan üyeleri, Ermeni tehcirinden sorumlu tutularak yargılanırlar. 1919 yılında, İngilizler tarafından, tutuklu bulundukları Bekirağa Bölüğü hapisanesinden kaçırılacakları endişesiyle, yargılama bitmeden alınıp, Malta’ya sürülürler. Daha sonra, Damat Ferit Paşa’nın bunu istediği anlaşılır.

1921 yılında Malta’dan tahliye edilince, Sicilya’ya geçer. Buradan İstanbul’a dönmek isterse de izin verilmez; Roma’ya gider. 6 Aralık 1921 günü, Roma’da Ermeni teröristlerin kurşunlarıyla şehit edilir. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmut Türbesinin haziresine defnedilir.

Şehadeti üzerine muhalif gazetelerde yazılanlar, yüz kızartıcıdır.

Sevenlerinden biri şöyle bir tarih düşürmüştür:

Bir yezidin elinde oldu şehit,

Gitti Hakkın civar-ı rahmetine.

* * *

Sait Halim Paşa, daima iyimser, temiz ruhlu, sükûnetini daima koruyabilen bir insan olarak tanınır. Avrupa’yı çok iyi bilir, ancak Müslüman terbiye ve görgü kurallarına göre yaşardı. Çok kibar ve vakarlı bir insandır.

Paşa, Osmanlı son döneminin önemli fikir adamlarından biridir. Genel bir tasnifte, ‘İslamcı’ aydınlar arasında sayılır. “İslamiyet kendine has inançları, o inançlar üzerine kurulu ahlakı, o ahlaktan doğan içtimaiyatı, sonuç olarak o içtimaiyattan doğan siyasiyatı ihtiva etmek itibariyle en mükemmel ve en son olgunluğa sahip bir dindir. ” Paşa, bu kurallara uyarak yaşamak gerektiğini vurgular ve diğer mücedditler gibi, Müslümanlığın eski ve sonradan gelme gelenek anlayış ve unsurlarından arındırılarak yeniden kavranması gerektiğini söyler. Batıyı taklidin yanlışlığına işaret ederek, bu yoldan sahte bir alem yaratıldığını söyler.

Sait Halim Paşa, halk iradesine, Şeriatle sınırlandırılmak şartıyla itibar edilmesi gerektiğini söyler; yani, şeriati, sınırlayıcı üstün hukuk olarak kabul eder. Milliyeti toplumun bir gerçeği olarak gören Paşa, bu konuda diğer bazı İslamcı aydınlardan daha gerçekçidir. “Milliyet, gerek belirli bir muhitin mahsulü olmak, gerekse bir hayat gerçeği olmak bakımından ortadan kalkacak değildir. Milliyet akımının gelecekte beynelmilelci cereyan içinde kaybolacağını hayal ve iddia etmek pek gülüç olur.” (İsmail Kara, Türkiyede İslamcılık Düşüncesi-metinler, kişiler- İstanbul 1986, s. 127)

Eserleri: Buhranlarımız -1919, (Yedi kitaptan oluşur: Meşrutiyet, Mukallitliklerimiz, Buhran-ı Fikrîmiz, Buhran-ı İçtimaimiz, Taassub, İnhitat-ı İslam Hakkında Bir Kalem Tecrübesi, İslamlaşmak), İslamda Teşkilat-ı Esasiye - 1921

(İ. Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, c.2, s. 1932)

Almanlarla Gerginlik ve Bakü’de Türk Ordusu

R

USYA’daki Ekim 1917 İhtilali’nden sonra, Rus ordusu dağılmaya, savaş gücünü kaybetmeye başlar. Rus birliklerinin çekildikleri yerleri İngilizlerin desteğindeki Ermeni kuvvetleri tutarlar. Doğu Anadolu’da Ermeni işgali ve zulmü giderek artar.

Bitlis-Şirvan hattını tutmakta olan Vehip Paşa komutasındaki 3. Ordu 12 Şubat 1918’de ileri harekete başlar; soğuk ve yokluk içindeki birlikler adım adım ilerleyebilmektedir. Kâzım (Karabekir) Paşa komutasındaki 1. Kafkas Kolordusu 13 Şubat’ta Ermeni kuvvetlerini dağıtarak Erzincan’a girer ve Erzurum’a yönelir. Yakup Şevki Paşa komutasındaki 2. Kafkas Kolordusu bir koluyla Bayburt’a, diğer bir koluyla Rize’ye varır. 27 Şubat’ta Trabzon’a girilir.

1. Kafkas Kolordusu 12 Mart 1918’de Ermenilerce tahkim edilmiş olan Erzurum Kalesi’ni düşürerek şehre hâkim olur. Türk birlikleri sahilden Hopa’ya ve doğuda Kars’a doğru ilerlemelerini sürdürürler. 2 Nisan’da Van, 6 Nisan’da Batum kurtarılır.

Mayıs başında Doğudaki birliklerimiz 1877’deki sınırlarımızı geçerler. Kars, Ardahan ve Artvin alınır.

* * *

Ruslar savaştan çekilinceye kadar, Osmanlı ile Almanya arasında kayda değer bir sürtüşme yaşanmamıştır. Bu gelişmede Enver Paşa’nın dürüst ve kararlı tutumunun büyük payı vardır. Daha önce de bir vesileyle dokunduğumuz gibi, Enver Paşa’nın uyumlu tavrını, onun Alman hayranlığı yahut ezikliği gibi kişilik zaaflarına bağlamak isteyenler olmuştur. Halbuki, konu açık ve askerîdir: İttifak halinde savaşan güçler, ne kadar organize ve uyumlu çalışırlarsa, o kadar başarılı olurlar. İttifak Devletlerinin güçleri bu uyum için ortak bir genel karargâh kurmuşlardır; İtilaf Devletleri ise

kuramamış ve bundan sürekli şikâyetçi olmuşlardır. Biz kaderimizi Almanya ve Avusturya’nınkine bağladığımıza göre, Osmanlı güçlerinin Ortak Karargâhın uyum ve eşgüdümünde çalışmasında yadırganacak bir şey yoktur. Çok açık bir şekilde, sırf Alman Ordularının batı cephelerindeki yükünü hafifletmek için cephe açmanın da eleştirilecek bir yanı yoktur. Ayrıca, savaştaki büyük gücün Alman Ordusu olduğu ve savaşın sonucunun Avrupa cephelerinde alınacağı şüphesiz olduğuna göre, Genel Karargâh’ta asıl karar verici unsurun Almanlar olacağı da açıktır. Enver Paşa’nın Millî Mücadele’ye katılma ihtimalinin olduğu günlerde başlatılan propaganda yazıları hariç, yukarıdaki hususları eleştiren bir asker yoktur. Ordu içindeki Alman subayları ile bizim komutanların sürtüşmeleri ayrı bir konudur. Mustafa Kemal Paşa’nın Enver Paşa’ya Çanakkale’den yazdığı mektupta söyledikleri, duygularımızı okşamaktadır ve muhtemelen doğrudur; ama, Osmanlı subaylarının henüz sınavlarını tam vermediği bir dönemde, bir başkomutanın deneme yapmak lüksü yoktur.

Savaş süresince, hangi cephenin yahut hareketin Genel Karargâhın isteği üzerine açıldığı, hangisinin Türk Karargâhının ilk kararı ile başladığı konusunda genellikle yorumlar yapılmaktadır. Yorum olunca da, Enver Paşa yahut Almanlar hakkındaki kanaatlere göre şekil alabilmektedir. En çarpıcı örneği Halil Paşa’nın ordusundan bir kolordunun alınarak İran içlerine gönderilmesinde görülmüştür. Enver Paşa’nın amcası ve en yakını olan Halil Paşa, bu hareketin yanlış olduğunu ve bunu Almanların istediğini açıkça söyleyerek, hatta istifa tehdidinde bulunmuş, Paşa’nın kesin talimatı üzerine yerinde kalmıştır. Almanlar ise aynı hareketi, Enver Paşa’nın Turancılığı ve hayallerine bağlayarak karşı çıkmışlardır. Sözü uzatmadan şöyle bağlayabiliriz: Enver Paşa’nın Alman Karargâhının etkisinde ne ölçüde kaldığını, insiyatif sahibi olup olamadığını en açık belirleyebilecek şey, Alman menfaat ve siyaseti ile Türk menfaat ve siyasetinin çatışma noktalarıdır. Savaşın sonlarına doğru bu çatışmalar yaşanmıştır; onlara ve Paşa’nın tutumuna kısaca dokunalım. Bunun için Almanların Doğu siyasetlerine de işaret etmek gerekir.

* * *

Almanya, bir dünya gücü olmak iddiası ile Birinci Dünya Savaşına girerken, güttüğü siyasetin ilk hedeflerinden biri de İngiltere, Rusya ve

Fransa’yı kendi sömürgelerinde vurmaktı. Bu noktada, Osmanlıların Hilafet- İslamcılık ve Türkçülük siyasetleri ile Alman politikası örtüşmüştür. Çünkü bu ülkelerin sömürgelerinde büyük ölçüde Müslümanlar yaşamakta idi ve Rusya’dakiler ise aynı zamanda Türk kavimlerindendi. Bu menfaat ve siyaset örtüşmesi, malum devletlerin Osmanlı’yı bölüşme planlarına karşı, Almanya’nın güçlü bir Osmanlı istemesine yol açmıştır. Ancak Osmanlı vasıtasıyla Türkistan, Afganistan ve Hindistan’a ulaşabilecektir ve İtilaf devletlerini arkadan vurabilecektir. Osmanlı, yüz yıllık derdi olan ülke bütünlüğü garantisini, ancak bu sıralarda imzalattığı anlaşmalarla Almanya’dan alabilmiştir. İtilaf devletleri bu garantiyi Osmanlı’ya vermemek için, onun Alman saflarına katılmasına razı olmuşlardır. Alman karargâhı ve gizli servisi, savaşın başından beri Kafkasya ve İran üzerinde Osmanlılarla beraber özellikle Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarıyla propaganda ve karşı hareket çalışmaları yapmış, bu hareketlerin bütün malî yükünü karşılamıştır. Bu çalışmalarda Brest-Litovsk Anlaşması bir dönüm noktası olmuştur.

18 Aralık 1917’de Erzincan’da Rus-Osmanlı ateşkes anlaşması imzalanır ve Ruslar işgal ettikleri yerlerden süratle çekilmeye başlarlar. Onların yerini kırk-elli bin civarındaki Ermeni birlikleri almaya başlar. Osmanlı 3. Ordusu Erzincan’ın batısındadır. İngiliz ve Fransızlar, Ermeni birliklerine bir ordu düzeni vermeye çalışırken, Enver Paşa Erzincan Anlaşmasına, Ermeni mezaliminin engellenmesi maddesini de koydurmak ister; ancak, Ruslar sözlü olarak kabul etmekle birlikte yazıya dökmezler. Bunun üzerine Enver Paşa, Ermeniler daha fazla kuvvetlenmeden, 3. Ordunun harekete geçerek Ermenileri durdurmasını ister. Alman Genel Karargâhı Paşa’nın bu kararına karşı çıkmaz ve Brest-Litovsk görüşmelerini engelleyici görmez. (Çolak, a.g.e., s.223)

13 Şubat 1918’de, 3. Ordu komutanı Vehip Paşa, Rusların ateşkese uymadığı, Ermeni mezalimini engelleyemediği gerekçesiyle harekete geçer.

Ruslarla 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk anlaşması imzalanır.

Görüşmelerde, Osmanlı Hükümeti, Çarlık Rusyası çöktüğüne göre, Karadeniz’deki Rus donanmasının savaş ganimeti olduğunu ve kendilerine de pay verilmesi gerektiğini ileri sürer. Almanlarla yapılan ittifak anlaşmasına ek olarak yapılan 28 Eylül 1916 tarihli bir ek anlaşma daha vardır ki, orada şöyle denilmektedir: “Müşterek bir amacı gerçekleştirmek üzere bütün imkânlarıyla savaşan Osmanlı İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu,

düşmanlardan elde edilecek her türlü faydalardan, kendi gayretleri, uğradıkları zararlar ve katlandıkları fedakârlıklar ölçüsünde pay almak hakkına sahip olacaklardır.” (Bayur, a.g.e., c.3, kıs.3, s.478) Almanya, bu isteği, Rusların ilan ettiği “İlhaksız ve tazminatsız barış” ilkesine aykırı bularak yanaşmaz ve Karadeniz’de ele geçecek bütün gemi ve tesislerin Ukrayna Cumhuriyetinin malı olduğunu söyler. Almanlar o sıra, Bolşeviklere karşı Ukrayna’ya yardım etmektedir. Almanlar’la aramız gerilmeye başlar.

Enver Paşa bu anlaşma görüşmelerine Padişah temsilcisi olarak katılan Zeki Paşa’ya gönderdiği 21.12.1917 tarihli gizli yazıda, genel barış halinde Batı Trakya meselesinin bizim lehimize halledileceği doğal olmakla birlikte, halen toprakları işgal altında olan tek İttifak ülkesi biziz; Padişah’ın, Hükûmetin ve kendisinin durumunun halk nezdinde kuvvetlenmesi için, “Rusya ile olan Kafkas hududumuzda ufak bir düzeltme isteğinde bulunmak zorunluluğu hâsıl olmuştur. Bu taleple de biz, hiçbir surette toprak işgali ve genişlemesi hedefi izlemiş olmayacağız.” demekte ve bu konuya çok önem verdiğimizin bildirilmesini “Ancak bu hususu uygun bir zamanda açarak, Almanları birdenbire ürkütmememizi, ilaveten rica ederim. ” diye bitirmektedir. Ruslar Ekim İhtilali ile “İlhaksız ve tazminatsız barış” ilkesini ilan etmişlerdir.

Enver Paşa’nın sözünü ettiği düzeltme, 93 Savaşı sonunda, savaş tazminatı karşılığı olarak Ruslara terkedilmiş olan Kars, Ardahan, Artvin ve Batum’un alınması idi ve Brest-Litovsk Anlaşmasının ek maddeleriyle bu sağlanmıştır.40 Paşa ayrıca, Kafkas Müslümanlarının bağımsızlıklarının Rusya’ya tanıtılmasını istemektedir. Almanlar bu görüşmelerde, Rusları savaş dışı bırakmakla büyük ölçüde rahatlayacaklarını düşündüklerinden, Rus menfaatlerini de gözetmeye, onları ürkütmemeye çalışıyorlardı.

Vehip Paşa kuvvetleri 5 Nisan’da Sarıkamış’a, 15 Nisan’da Batum’a ve 25 Nisan’da Kars’a girer. 22 Nisan 1918’de bağımsızlığını ilan eden Trans Kafkasya Hükûmeti (Gürcistan ağırlıklı, Ermenistan ve Azerbaycan) Türk ilerleyişinin durdurulması için Alman Ordusunun müdahalesini ister.

Alman Genel Komuta Konseyi Başkanı General Ludendorf ve Enver Paşa’nın Kurmay Başkanı general Seeckt Türk isteklerini desteklemekte ve Kafkasya’da Türk hâkimiyetinin, Almanya’ya Afganistan ve Hindistan yolunu açacağını söylemektedirler. “Eğer biz bir dünya gücü olmak istiyorak, güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacımız olduğunu dikkate almalıyız.” derler. (Çolak,

a.g.e., s.248) Enver Paşa, durumu değerlendirerek Ahıska ve Ahılkelek’in de bize verilmesi gerektiğini söyler. Ludendorf, oralarda sadece Türklerin yaşamadığını, bu yüzden, Erivan ve Azerbaycan’dan bazı yerler verilebileceğini öne sürer.

11 Mayıs 1918’de Batum’da Trans Kafkasya Hükûmeti ile yapılan konferansta Osmanlı Ahıska, Ahılkelek, Gence bölgesi ve Kars-Culfa demiryolunun denetimini ister ve kabul edilmeden askerî hareket başlatır. Bu hareketle Türkiye, 3 Mart 1918’de kabul edilen Brest-Litovsk Anlaşmasınının sınırlarını aşmış, ancak bu durum Alman Genel Karargâhı tarafından kabul edilmiş oluyordu. Fakat, Trans Kafkasya Hükûmeti varlığını devam ettiremez ve dağılır. 26 Mayıs 1918’de Almanya’nın desteğiyle Gürcistan, 28 Mayıs’ta, Gence’de Nazım Bey komutasındaki dört yüz kişilik Osmanlı askerinin desteğinde Azerbaycan ve ardından Ermenistan bağımsızlıklarını ilan ederler. Türk birliklerinin ilerlemesi karşısında Ermeniler de Alman desteği isterler.

Almanya, Kafkasya’nın petrol ve sair yeraltı zenginliklerine şiddetle ihtiyaç duymakta, bunlara sahip olmadan 1919’da savaşı sürdüremeyeceğini düşünmektedir. Bunun için, ayrıca Kafkasya demiryollarını denetiminde tutması gerekmektedir. Bu bakımdan, Türkleri küstürmek istemese de, bölgenin denetimini tek başına elinde tutmak istemektedir. Bakü’nün Almanlar için neden bu kadar önemli olduğunu, Şark Orduları Grup Komutanı Halil Paşa’nın bir telgrafı çok açık ve sade bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Bugün Bakü’deki mahzenlerde toplanmış olan petrol ve mazotun, bugünkü fiyatlara
göre değeri, yüzlerce milyon lirayı bulmaktadır. Tanrı’nın bir lütfu olarak elde ettiğimiz
bu kaynak, bütün malî sıkıntımızı karşılayacak mahiyettedir. Ancak Tiflis murahhasımız
Abdülkerim Paşa’dan aldığım bir telgrafta, dost ve komşu hükûmetlerin bu hazine
üzerinde eşit hak iddiasında bulundukları, hatta bu arada Azerbaycan’ı hiç hesaba
katmadıkları anlaşılmaktadır. Bütün bu işlerin Almanlar tarafından çevrilmekte olan
fırıldaklardan başka bir şey olmadığını dikkatinize arzederim.” (Aydemir, a.g.e., s.448)

Bu bilgi, aynı zamanda, Sarıkamış Harekâtını düzenleyen Enver Paşa’nın, ikmalimizi ileriden, zaptettiğimiz yerlerden yapacağız sözlerinin de dayandığı gerçeği göstermektedir. Sarıkamış Harekâtı başarılı olsaydı, daha savaşın başında Kafkasya ile kurulan irtibat bizim bütün malî sıkıntılarımızı çözecekti ki, o zaman Alman baskısı da fazla hissedilmeyecekti demektir.

Alman Dışişleri başından beri Türkiye’nin Kafkaslardaki istekleri ve ilerlemesine karşı çıkmaktadır. Gürcistan bağımsızlığını ilan edince, Gürcistan hükümetiyle istediği anlaşmaları imzalar. Bu durumda, Alman Genel Karargâhının da Türk isteklerine karşı tavrı değişmeye başlar. Almanya, kendi menfaatlarını koruyarak ve taraflardan hiçbirini küstürmeden sonuca ulaşmanın ve Türk ilerleyişini durdurmanın hesaplarını yapmaya başlar. Osmanlı Dışişleri Bakanı Halil Bey ise, Azerbaycan’la ikili anlaşmalar yapmaktadır.

Almanlar 23 Mayıs 1918’de gönderdikleri nota ile Türk askerî harekâtının hemen durdurulmasını isterler. Ancak, Enver Paşa da karar vermiştir; amcası Halil Paşa’nın kuvvetleri Ermenileri Aras vadisinden atarak Haziran ayında Nahcıvan’a girer. Nuri Paşa (Enver’in kardeşi) Trablusgarp’tan getirtilerek İslam Ordusu kurmakla görevlendirilmiş ve Padişah fermanıyla mirliva (tuğgeneral) yapılarak bu ordunun başına geçirilmiştir. V. Kafkas Kolordusu da emrine verilen Nuri Paşa, diğer kuvvetlerini bölgedeki gönüllülerden kuracaktır.

Nuri Paşa Haziran 1918 başlarında İran’dan Gence’ye geçerek burayı karargâh yapar. Kuracağı ordu Ermenilerle, daha önce Bakü’yü işgal etmiş olan İngilizlerle ve gizli-açık Osmanlının buralara girmesini istemeyen Almanlar’la savaşacaktır... Almanlar Gürcistan ve Ermenistan’ın bağımsızlıklarını tanıdığı halde Azerbaycan’ı tanımamaktadır. Bizim Brest- Litovsk Anlaşmasını ihlal ettiğimizi ileri süren Alman Başkomutanlığı, Türkiye’yle ilişkilerini keseceklerine dair tehditlerde bulunur

Halil (Kut) Paşa komutasındaki birlikler de Azerbaycan Türkleri’ne destek olmak üzere yürümüştür. Ermeni birlikleri temizlenerek 8 Haziran’da Tebriz’e girerler. Aras’ın kuzeyine atılan Ermeni kuvvetleri Nahcıvan bölgesinde direnirse de Ağustos içinde buradan da sökülürler.

Enver Paşa Almanların bu baskılarıyla uğraşırken, Nuri Paşa, Kafkas İslam Ordusunu kurmaya çalışır. Geri dönen Rus birliklerini taşıyan trenin önü kesilerek buradan elde edilen silahlarla gönüllü birlikler silahlandırılır. Sonunda, Gence’den yürüyen, Nuri (Killigil) Paşa’nın İslam ordusu Bakü’yü kuşatır. Halil Paşa Şark Orduları Grup Komutanlığına atanır. Görevi, Bakü üzerinden Hazar’ı denetime almak ve Bakü-Enzeli-Hemedan yoluyla Basra’ya inip İngilizleri arkadan çevirmektir. Böylece, İngilizlerin petrol kaynakları da ele geçirilmiş olacaktır.

Almanlar, ellerinde bulunan Gürcistan demiryollarından yararlanmamıza izin vermezler.

Siyasi görüşmeler istenen sonucu vermeyince, Alman Genel Karargâhından Ludendorf baskı yapmaya başlar ve Türk birliklerinin ileri hareketlerini durdurarak İran ve Mezapotamya üzerine kaydırılmasını ister. Osmanlı’nın 4-8 Haziran arasında yeni Kafkas devletleriyle ikili anlaşmalar yapması üzerine, Ludendorf 8 Haziran’da, doğrudan Enver Paşa’ya bir telgraf çekerek, Almanya’nın, kendisine sorulmadan yapılan bu anlaşmaları kabul etmeyeceğini bildirir ve askerî hareketin durdurulmasını ister. Enver Paşa Alman genel karargâhına gönderdiği 9 Haziran 1928 tarihli yazısında, Türk birliklerinin Kafkasya’da fütuhat için bulunmadığını, özellikle Ermeni katliamlarına karşı Müslüman halkı korumak istediğini bildirir. Nuri Paşa’nın Kafkasya İslam Ordusu Bakü’yü elinde tutan İngiliz kuvvetleriyle vuruşmaya başlar. Bir yandan da Ermenilerin silahlı birlikleri Osmanlı’ya karşı savaşmakta ve yerli Müslüman halkı katletmektedir.

Hemen ertesi günü Hindenburg’un telgrafı gelir: Kafkaslardan tamamen çekilmemizi ve birliklerimizi Irak cephesine kaydırmamızı istemektedir.

Mareşal Hindenburg, Müşterek Karargâhın Başkomutanıdır; Enver Paşa ya bu emri yerine getirecek ya da istifa edecektir. Bir istifa mektubu yazar: Hemen İstanbul’a dönüp, isteklerinizi Zât-ı Şahaneye bildireceğim ve “Beni başkomutanlık vekâletinden affeylemelerini istirham edeceğim. Doğu ve Kuzey Kafkasya Müslümanlarına vaad ve temin eylediğim yardımları geri almanın, bence imkânı yoktur.” (Aydemir, a.g.e., s.447)41 Ancak, Enver Paşa’nın Kurmay Başkanı olan ve başından beri Paşa’yı haklı bulan General Seeckt, araya girerek bu telgrafı göndertmez ve Hindenburg’a verdiği, Paşa’nın bu isteğe büyük ölçüde uyacağı yolundaki bilgilerle arayı yumuşatmaya çalışır. (Çolak, a.g.e, s. 266)

Tiflis’te bulunan Albay Kress’e Tiflis-Poti demiryolunu korumak üzere iki Alman taburu gönderilmiştir. Kress aynı zamanda bir Gürcü ordusu kurmaya çalışmakta ve sürekli yeni kuvvetler istemektedir. Bolşevikler de, Osmanlı’nın Bakü’ye girmesi halinde, Rusya’nın savaş ilan edeceğini bildirirler. (Çolak, a.g.e., s.268)

Enver Paşa, Alman Genel Karargâhının da en üst düzeyde baskılarını artırması karşısında, hareketin durdurulacağını söyler ama Nuri ve Halil Paşa’ya mutlaka Bakü’ye girilmesi emrini verir; zaman kazanmaya

çalışmaktadır. 5 Ağustos’ta Nuri Paşa’nın bir saldırısı başarısız olur. General Ludendorf, hareket durdurulmazsa bütün Alman subaylarını geri çekeceğini bildirir. Enver Paşa, Nuri Paşa’nın hareketini durdurur. Ancak, bu durmanın, Alman baskısı görüntüsü altında, başarısız kalan Nuri Paşa kuvvetlerinin ikmalini tamamlamak için yapıldığı tahmin edilmektedir; nitekim, büyük ölçüde sağlanır da.

Almanlar Ruslarla görüşmeler yaparak, 14 Ağustos 1918’de, İstanbul’a gönderilen bütün kömür ve sair malzemenin kesilmesine, Tiflis üzerinden Bakü’ye giden bütün ikmal yollarının kapatılmasına karar vererek Türk hareketini engellemeye çalışırlar. Fakat, bu arada beklenmedik bir gelişme olur, Almanlar Ruslarla görüşme halindeyken, Menşevikler 31 Temmuz’da bir darbe yaparak Bakü’yü Bolşeviklerden alır ve derhal İran’daki İngiliz kuvvetlerinden yardım isterler. İngiliz birlikleri 4 Ağustos’tan itibaren Bakü’ye girmeye başlar.

Durum yeniden değişmiştir. General Seeckt Türklerin Bakü’ye girmesi için ısrar eder; Genel Karargâh da sıcak bakar, ama Alman Dışişleri kesinlikle buna karşı çıkar. Ruslar da Almanların girmesini istemektedir. General Ludendorf, General Seeckt’ten Enver Paşa’yı ikna etmesini ister, Tiflis’teki Albay Kress’e de, Bakü’yü almak için hazırlanmasını, emrine bir tugayın gönderileceğini bildirir. Albay Kress, İstanbul üzerinden Berlin’e gider. Emir gelse de, Türk askerinin geri çekilmeyeceğini ve onlarla birlikte olmadıkça Bakü’ye girilemeyeceğini söyler.

Halil Paşa, yeğeni Nuri Paşa’ya takviye kuvvetler göndererek, kendisi de Bakü önlerine gelir. Gürcistan’daki Von Kress, Bakü üzerine yürüyen kuvvetlere bir Alman taburunun da katılmasını ister; Halil Paşa buna izin vermez. Bakü üzerine sabah başlayan taarruz akşama kadar sürer. Halil Paşa der ki, “Ve bu savaşta zaman zaman kendimi, elimde mavzer, ileri hatların arasında bulduğum zamanlar oldu... ” (Halil [Kut], a.g.e., s.176) Bu arada kendisine yaklaşan bir er, yalvaran bir sesle “Kumandan Paşam, ben seninle başından beri, Arabistan ellerinden beri beraberimdir. ...bak gene kendini kollamamışsın... Kurşun değecek kumandan paşam, azıcık olsun başını kollasan.” Tutup, alnından öptüğü erin omuzundan kan aktığını görür. “Yaralısın oğlum!” “Unutmuşum kumandanım, dedi; sıçraya sıçraya ileri doğru kaydı; bir yandan da mavzerindeki kurşunları tamamlıyordu. Ve İmparatorluk destanla devam ediyordu... ” (Halil [Kut], a.g.e., s.177)

Ertesi gün son taarruz yapılacaktır. “ ... Rovelverimi temizledim.... Emir erim mavzerimin bakımını yaptı; aldım, kontrol ettim. İleri hatlara yürüdüm; ilk saldıracak birliğin başına geçtim; birlik komutanını çağırdım: ‘Bu birliğin komutasını alıyorum... Komutanlık karargâhı burasıdır. Emir subaylığı görevini aldınız..’ Sert bir selam verdi. Ölünceye kadar emrinizdeyim, der gibi gözlerimin içine dikti gözlerini....”

Kafkas İslam Ordusunun çetin vuruşmalardan sonra 15 Eylül 1918’de Bakü’ye girdiği bildirilir:

“Allah’ın yardımı ile Bakü şehri, otuz saat şiddetli çarpışmalardan sonra, 15.9.1334’te saat 9 öncesinde zaptedilmiştir. Bütün birlikler ve özellikle Binbaşı Fehmi Bey komutasındaki 56. Alayın kahramanlığı zikredilmeye değer. Geniş bilgi sunulacaktır. ”

Yeğeni Nuri Paşa, Halil Paşa’dan önce şehre girerek güvenlik için tedbirler almaya başlar. “Cengâver ruhlu ve büyük vatanperver Nuri Paşa’nın, bu, belki de hayatının en güzel günüydü. ” (Halil [Kut], a.g.e., s.178)

Halil Paşa diyor ki, “Şehir İngilizlerin denetimi altındayken Ermeniler ve Bolşevikler yerli Türk halkına karşı geniş bir katliam hareketine girişmişler. Şehrin her mahallesinde Ermeniler, Türklerden ‘ceset kaleleri’ kurmuşlar... Ve bütün vahşetlerini ortaya koymuşlar. Küçük çocuklar kale burçları olmuş, kadınlar edep yerlerinden süngülenmiş ve bırakılmışlar. Şimdi sıra yerli halka gelmiş, onları durdurmak imkânsızdı...” (Halil [Kut], a.g.e., s.178-79)

Şehrin her yanında güvenlik noktaları oluştururlar. O manzaraları yaşayan Halil Paşa, ayın sonuna doğru barış görüşmelerinde bulunmak üzere Ermenistan’a geçer. Orada, İstanbul’dan tanıdığı, tanımadığı bir takım Osmanlı Ermenilerini görür. “Taşnaksutyon Cemiyeti reisi ve sergerdesi, eski arkadaşım Aram vagona girdi. Ermenilerin Aram Paşa diye çağırdıkları eski dostum ağlayarak boynuma sarıldı.” Aram Paşa, Ermenistan İçişleri Bakanı’dır. Halil Paşa’nın otomobili sokaktan geçerken iki tarafı dolduran halkın coşkun alkışları ile karşılaşır. Aram Paşa, eski arkadaşından, ruhanî reislerinin bulunduğu Aşmetziyen Kilisesini ziyaret etmesini rica eder. Halil Paşa, olur, der. Giderler. Büyük bir halk kalabalığı toplanmıştır. Halil Paşa’nın konuşmasını isterler. Konuşur:

“Zalim bir padişahı yıkmak için ve hür ve mutlu bir vatan kurmak için elbirliği ettiğim Ermeni milleti! Vatanımın en korkunç ve acı günlerinde vatanımı, düşmana esir olarak

tarihten silmeye kalktıkları için, son ferdine kadar yok etmeye çalıştığım Ermeni Milleti! Bugün, Türk milletinin alicenaplığına sığındığı için huzura ve rahata kavuşturmak istediğim Ermeni milleti! Eğer siz Türk vatanına sadık kalırsanız, size elimden gelen her şeyi yapacağım. Eğer yine bir takım şuursuz komitacılara takılarak Türk’e ve Türk vatanına ihanete kalkarsanız, bütün memleketinizi saran ordularıma emir vererek, dünya üstünde nefes alacak tek Ermeni bırakmayacağım; aklınızı başınıza alın! Köylerinize, evlerinize, ailelerinizin saadeti için dönün ve çalışın. Zaman bugünkü yaraları siler.” (Halil [Kut], a.g.e., s. 189)

Yolun kenarında dizilen askerlerin arkasında, muhaceret sebebiyle evlerinden olmuş binlerce Ermeni kilise meydanında düzlüklere serilmiş haldedir; perişandır.

“Bu kötü manzara, her görende olduğu gibi benim de insanlık duygularım üzerinde acı bir iz bıraktı ve fakat, ne var ki, yaşadıkları devleti içinden yıkmaya çalıştıkları için, rahat ve kazanç dolu bir hayat yerine koca Türk Devleti’nin topraklarına ve malına göz diktikleri için bu hale düşmüş oldukları da bilinen bir gerçekti.” (Halil [Kut], a.g.e., s.190)

Ruhanî Reis, bu perişan kalabalığı göstererek, biraz yardım etmeniz mümkün müdür? diye sorar. Halil Paşa, ordunun erzak durumunu görüştükten sonra, 9. Ordu Komutanı Şevki Paşa’ya bir telgraf yazarak 200 ton tahılın bu insanlara gönderilmesini emreder. Ermeniler sevinçten çılgına dönerler, Ruhanî Reis Katagigos ağlamaya başlar.

Aynı yılın 12 Mart’ında, Erzurum’u kurtaran birlikler içinde olan Şevket Süreyya Bey şöyle anlatır: “Bu eserin yazarı, Erzurum’un kurtuluş günü, mesela Gürcü Kapı İstasyonunda, üç bin kadar tahmin edilen Türk ölülerini yığınlar halinde görmüştür. İşgal ettiğimiz binaların bodrumları da ölülerle doluydu. Erzurum’da öldürülen Türklerin sayısı çok büyük yekûna varır. Bu sahneleri, ileri harekâtta, bütün yol boyunca da aynen tespit ettik. Mütareke üzerine tahliye ettiğimiz Türk bölgelerinde ve bu arada Kars ve Aras boyu çevresinde de Türk kırımı devam etti.” (Aydemir, a.g.e., s.489) Bu kırımları yapanlar Ermenilerdi.

Türk birliklerinin Bakü’ye girmesi üzerine Almanlar bu sefer de şehrin güvenlik yönetiminin Alman birliklerine bırakılmasını istemiş ve bunun için iki tabur göndereceklerini bildirmişlerdir. Durumun kendisine bildirilmesi üzerine Enver Paşa, Şark Orduları Grup Komutanı Halil Paşa’ya şu telgrafı çeker: “Bakü’ye gönderilmek istenen Alman taburu hakkında, Nuri, merkez-i hükûmetten emir ve izin almadıkça buna onay veremeyeceğini General Von Kress’e bildirsin. Eğer bunu dinlemeyerek zorla kuvvet göndermeye

kalkışırlarsa, bu durumda demiryolu köprüsünün artırılması ve her halde geçmelerine engel olunması uygundur. ”

Halil Paşa, bir köprüyü uçurarak Alman taburunun gelmesini önler.

Enver Paşa bu konuda çok titiz ve sert davranmaktadır. Aynı konuda Nuri Paşa’ya çektiği telgrafta, Kaymakam Goltz komutasında gelecek birliğin Bakü’ye sokulmamasını emreder. “Goltz şahsına mahsus bir iki hizmetçi ile gelebilir. Ama, az miktarda dahi asker getirmesine izin verilmesin. Ve Gence’de bırakılmasını yazdığınız Alman askeri dahi derhal geri gönderilsin....”

Enver Paşa Azerbaycan’a önemli miktarda para, silah ve cephane gönderir; bir kısım Osmanlı subaylarının Azerbaycan vatandaşlığına geçerek orada kalmalarını sağlar. Genç Cumhuriyeti ayakta tutmaya çalışır.

göndersinler. İngiliz, Amerikan elçileriyle görüşerek tanınmak için uğraşsınlar. Tarafsız
kalmak istediklerini söylesinler.

(T.T.K. Kâzım Orbay Arşivi, II. B.565)

Bu sıralarda Alman-Rus anlaşması imzalanır; Ruslar Bakü petrollerinde Almanlara dörtte bir pay vermektedirler. Ama, Bakü ellerinden çıkmıştır ve kendileri de petrol alamamaktadır. Bu anlaşma bir gün sonra İstanbul’a bildirilir ve bomba gibi patlar. Başbakan Talat Paşa hemen Berlin’e gider. Almanya ile 23 Eylül 1918 gizli protokolü imzalanır. Buna göre, Kafkas devletleri Almanya tarafından tanınacak, Bakü petrolleri İttifak devletleri tarafından birlikte kullanılacak, Kırım ve Rusya Müslümanlarının milliyet haklarını Almanya tanıyacak, Rusya’nın Karadeniz filosu sorununun çözümünde, Osmanlı donanmasının güçlenmesi dikkate alınacak.

Bu protokol şüphesiz ki, Türk askerinin Bakü’de olmasının kazandırdığı siyasi bir başarı idi.

*    * *

Romanya’nın barış istemesi üzerine Mart 1918 başında toplanan Bükreş Konferansı’nda, Enver Paşa, Alman genel karargâhındaki Zeki Paşa vasıtasıyla Alman dostlarımızdan, Batı Trakya’nın ve savaşın başında geçici olarak Bulgaristan’a bırakılan toprakların bize iadesini ister. Bu konferansa katılan Başbakan Talat Paşa da, sert üsluplarla batıdaki sınırımızın Mesta- Karasu olması gerektiğini savunur. Ancak, Almanlar bu isteklere hiç de sıcak bakmazlar. Enver Paşa, doğrudan Bulgar Kralına yazarak, savaştan sonraki dostlukların da gelişmesi için bu yerlerin Osmanlı’ya bırakılmasına yardımcı olmasını ister; ama, olmaz. (Aydemir, a.g.e., s.413) Yedi, sekiz ay sonra, Bulgaristan çökünce, her şey başladığı yere döner.

*    * *

1917 yılının Nisan ayında savaşa İtilaf devletleri yanında giren Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanı Wilson, 8 Ocak 1918’de muhtemel barışın şartlarını açıklar:

Wilson’un dünya milletlerine ilan ettiği barış şartlarının, özellikle Türkiye’yi ilgilendiren maddeleri şöyledir:

Milletler arasında gizli anlaşmalara son verilerek açık

diplomasi yönteminin uygulanması.

-      Karasuları dışındaki denizlerde gerek savaş halinde, gerek barış halinde trafiğin kesin olarak serbest olması.

-      Ekonomik engellerin imkân derecesinde kaldırılması ve ticarî meselelerde bütün milletler arasında eşitlik kurulması.

-      Her milletin silahlanmayı iç güvenliğini sağlamaya yetecek dereceye indirmesi.

-      Sömürgelere ait bütün isteklerin, hâkimiyet meselesinin, ilgili halkın yararları ve hükûmetin haklı istekleri derecesinde geniş ve tamamiyle tarafsız bir fikir ile serbestçe münakaşa neticesinde çözümlenmesi.

-      Halihazırdaki Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan kısımlarına itirazsız bir hâkimiyet sağlanması; fakat, halen Türk boyunduruğu altında bulunan diğer milliyetlere salt güvenlik içinde varlıkları ve eziyetsiz olarak gelişmeleri imkânının garanti altına alınması.

-      Çanakkale Boğazı’nın uluslar arası teminat altında bütün milletlerin ticaret gemilerinin serbestçe geçmesi için açık kalması.

-      Kesin anlaşmalara dayanarak bütün devletlere eşit derecede karşılıklı siyasi istiklal, ülke bütünlüğü güveni sağlamak maksadiyle milletler arasında umumi bir cemiyet teşkili lüzumu. (Sabahattin Selek, Milli Mücadele, I Anadolu İhtilali, İstanbul-1965, s. 31)

-      Bundan böyle devletler arasında açık anlaşmalar ve açık diplomasi hakim olmalıdır; Osmanlı İmparatorluğu’nun Türklerle meskûn olan kısımlarında egemenliği sağlanmalı, diğer bölgelere ise özerk gelişme imkânları tanınmalıdır.

Almanlar batı cephesinde Belçika ortalarına kadar çekilmişlerdir ve karşı kuvvetler, yeni taarruz planları içindedir. Almanya’nın içi de savaş aleyhtarlığı ve sosyalist hareketlerle çalkanmaktadır. Avusturya cephesi ise İtalyan taarruzu ile yarılmıştır ve askerler silahlarını atıp kaçmaktadır. Bulgarların koruduğu Makedonya cephesi de Eylül ortasında yarılmıştır ve İtilaf devletleri birlikleri Trakya’ya doğru ilerlemektedir. Güneyde ise İngilizler 7 Mayıs 1918’de Kerkük’ü düşürmüş, Dicle boyundan Musul’a doğru yürümektedir.

Bu durumda Enver Paşa silah altına alınmamış olan en son kuvvetleri de başkent İstanbul’un savunulması için toplamaya çalışır. Kafkasya cephesindeki birliklerin de İstanbul’a dönmelerini emreder. “Enver Paşa’nın fikrine göre, en hafif şartlı bir anlaşmanın gerçekleşmesi, Alman cephelerinde düşmana gösterilecek direnişe bağlıydı. ” (Emir Şekip Aslan, Ölüme Giden Yolda Üç Osmanlı, İstanbul 2005, s.17) Ancak, bu direncin gösterilememesi, Enver Paşa’nın savaşa devam kararlılığını etkiledi. Esasen sosyalist hareketlerle sarsılmış olan Avrupa halkları Wilson prensipleri çerçevesinde bir barış istiyordu ve bu istekler Türkiye’de de konuşulmaya başlanmıştı.

Enver Paşa sona gelinmekte olduğuna karar verir; bu şartlarda, Azerbaycan Cumhuriyetinin durumunu sağlama almaya çalışır. Nuri Paşa’ya talimatlar gönderir: “Belki, görünüşte Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’dan çekileceğiz. Kuvvetlerimizi çekmiş görünmeye mecbur olacağız. Ve böyle bir durumda Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’nın, kendi kuvvetlerine dayanması gerekecektir. ” Şimdiden ona göre tedbirlerinizi alın ve teşkilatlarınızı kurun. “Orada çalışacak olan subay vesaire, Azerbaycan uyruğu olarak kalsın. Ve hükûmet çekilme emri verirse bile, orada kalmak üzere tertibat alınsın. Rus silahı ve cephanesinden olmak üzere, Azerbaycan’a mümkün olduğu kadar çok silah ve cephane gönderilsin. Şark Orduları içinden, Nuri’nin adlî, maarif vesaire teşkilatı için gerekli memurlar gönderilsin...” (Aydemir, a.g.e., s.469)

3 Temmuz 1918 günü Sultan Mehmet Reşat Han, âlem-i bekaya göçer. Veliaht Mehmet Vahdeddin Efendi Osmanlı tahtına çıkar. 31 Ağustos 1918’de Osmanlı tarihinin son cülus töreni yapılır. Sultan V. Mehmet Han Dolmabahçe Sarayından çifte saltanat kayığına binerek Eyüp’e geçer. Saltanat kılıcını, Konya Mevlevi Çelebileri, Nakibü’l-eşraf yahut Şeyhülislam’ın kuşatması gelenek iken, Bingazi’den İstanbul’a gelmiş olan Şeyh Seyyit Ahmet Şerif Sünusî ilk ve son kez kuşatır. Törenden sonra “Padişahım çok yaşa!” sesleri arasında saltanat arabasına binen Vahdeddin Han Edirnekapı, Fatih yolundan Divanyolu’na gelerek, Sultan Fatih ve Sultan Mahmut türbelerinde fatiha okur ve Topkapı Sarayına iner. İstanbul Şehremini, gelenek üzre İstanbul’un anahtarlarını kendisine sunar.

1918 Eylül ayında, Müttefikler savaşı kaybettiklerini kesin olarak anlar ve barış için aralarında görüşmelere başlarlar. Almanya, müttefiklerin kendi başlarına bir barış arayışına girmemelerini, barış teklifi için daha uygun bir zamanın beklenmesini ister. Avusturya acele eder. Bu sıralarda Talat Paşa

Berlin’e gider. Talat Paşa ve Bulgar Kralı da Alman görüşünü destekler. Buna rağmen Avusturya İmparatoru 14 Eylül 1918’de barış teklifinde bulunur. İtilaf devletleri bu teklifi şüpheyle karşılayıp, bir süre cevap vermezler. Bulgar orduları ancak bir iki hafta daha dayanır. Talat Paşa İstanbul’a gelmeden de, bizim Filistin Cephemiz çözülür. Uygun zamanı bekleme imkânı kalmaz. Bulgar Kralı 26 Eylül’de barış ister. Bulgarlar 29 Eylül 1918’de Selanik’te İtilaf devletleriyle barış anlaşması imzalamış ve böylece Osmanlının batı yanı çökmüştür. İstanbul, Trakya üzerinden gelen düşmanın tehdidi altındadır.

28 Eylül 1918’de Talat Paşa Berlin’e giderek olup biteni yakından görmek ister; Almanların direnme gücü kalmamıştır; artık sona gelinmiştir. Almanya bu durumda, barış için Türkiye ve Avusturya’yla yazışmaya girer ve 5 Ekim’de üç devletin barış teklifi Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’a ulaştırılır. Almanya, Avusturya ve Türkiye, Wilson’un 8 Ocak 1918’de açıkladığı ilkeler doğrultusunda barış istiyorlardı.

Paşa, bir süre sonraki mektuplarında, barışa gitmek zorunda kaldıklarını, Kabinenin istifaya hazırlandığını, kendisinin de işsiz kalacağını ve sıkılacağını söyleyerek, oralara gitmeyi düşündüğünü, oraların “bir hayat eseri gösterip gösteremeyecekleri” hakkındaki düşüncelerini bildirmelerini Nuri ve Halil Paşalardan ister. Amcası Halil Paşa, Kafkasya’ya geçmemesini, buralarda beklediği hayatiyetin olmadığını, Nuri’nin kalmasının yeterli olduğunu söyler.

Enver Paşa, “Oyunu kaybettik.” der; savaşın sona erdiğini ordulara bildirir ve birliklere bir veda mesajı yayımlar.

Osmanlının barış isteği de kolay olmamıştır; özellikle Enver Paşa’nın direnmeye devamda ısrarı, Talat Paşa’yı da tereddüte sevketmiştir. A. Fuat Türkgeldi’nin yazdığına göre, Talat Paşa’yı Sultan Vahdeddin, Enver Paşa’yı da Veliaht Efendi barışa razı etmiştir. (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s. 150)

Aslında Türkiye zor durumda idi; Trakya sınırında üç İngiliz, üç Yunan, bir Fransız tümeni ve bir İtalyan tugayı İstanbul üzerine yürümek için İngilizlerle Fransızlar arasındaki komuta meselesinin çözümünü beklemektedir. Wilson’dan beklenen cevabın ne zaman geleceği de belirsizdir. İzmir Valisi Rahmi Bey aracılığı ile İngilizlere yapılan teklif, geri çevrilmiştir.

8 Ekim 1918’de, Talat Paşa’nın sadrazam olduğu İttihat Terakki hükûmeti istifa eder. Osmanlı Meşrutiyetinin bilinen üslupsuz, sert muhalefeti, Kabinenin istifasından sonra açılan Millet Meclisinde iyice azgınlaşmış, azınlık milletvekillerinin İttihatçı adı altında Türklüğü aşağılamalarına varmıştı. Diğer siyasi parti mensupları, İttihatçılık aleyhinde dizginsiz sözler söylemeyi günün siyaseti haline getirmişlerdi. İttihat Terakki kongresi 1 Kasım 1918’de bu hava içinde toplanarak kendisini fesheder. Fazla öne çıkmamış olan İttihatçılar, Teceddüt Fırkası’nı kurarlar; İttihat Terakki’nin mameleki yeni partiye devredilir. Ancak, uzun sürmeyecek bu parti, Hükûmet tarafından kapatılarak kasasına el konulacaktır.

Herkesin güven ve sevgisini kazanmış nadir şahsiyetlerden biri olan Ahmet İzzet Paşa yeni hükûmeti kurar. Savaş Bakanlığını da uhdesinde bulunduran Başbakan Ahmet İzzet Paşa, son olarak durumu Genel Kurmay İkinci Başkanı General Von Seeckt ile inceler. General, “Cephelerden alınan son haberlerin, birliklerimizin daha fazla savaşa devamla savunmayı sağlayamayacakları merkezinde olduğunu, müttefiklerimizin de bize askerî yardımda bulunma ihtimali görülmediğini ve devletimiz için barış aramaktan başka bir tedbir kalmadığını” söyler. (Rauf Orbay’ın Hatıraları, s.45)

Osmanlı bir başına kalmıştır ve artık dayanacak gücü kalmamıştır; İspanya ve İsviçre aracılığıyla yapılan mütareke istekleri cevapsız bırakılır; İtilaf devletleri donanmalarının Çanakkale’de toplanmasını ve ordularının Trakya’da biraz daha ilerlemesini beklemektedirler. Nihayet, Kûtü’l- ammare’de esir edilen İngiliz generali Towshend’in araya girmesiyle, Limni’nin Mondros Limanında bulunan bir İngiliz zırhlısında ateşkes görüşmeleri başlar.

* * *

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin yirmi beş maddesinin esasları şunlardır:

1.      Karadeniz ve Çanakkale Boğazlarındaki istihkâmlar İtilaf devletlerince işgal edilecektir.

2.      Hudutların ve güvenliğin korunması için gerekli olanın dışındaki bütün Osmanlı ordusu terhis edilecektir.

3.      Osmanlı donanması teslim edilerek, limanlarda tutuklu

bırakılacaktır.

4.     Galip devletler, güvenliklerini tehlikeye düşüren bir durum çıktığında lüzum gördükleri stratejik noktaları işgal edebileceklerdir.

5.      Galipler bütün Türk liman ve demiryollarından istifade edebilecek, telsiz ve telgraf haberleşmesini denetleyebileceklerdir.

6.     Toros tünelleri galiplerce işgal edilecektir.

7.     Kafkas Cephesinde Osmanlı ordusu 1914 sınırına çekilecektir.

8.     Hicaz, Asir, Yemen, Suriye, Irak, Trablus ve Bingazi’deki Osmanlı birlikleri en yakın galip devlet komutanlığına teslim olacaklardır.

9.      Ordunun terhisi ile geri kalan silah ve teçhizat galiplerin vereceği talimata tâbi olacaktır.

10.     Vilayet-i Sitte denilen altı Doğu vilayetinde karışıklık çıktığı takdirde Müttefikler buraları işgal edebileceklerdir.

11.     Türk esirleri esarette kalmaya devam edecek, Müttefiklere ve Ermenilere ait esirler hemen serbest bırakılacaktır.

Görüldüğü gibi, Osmanlı’yı, yaşadıklarından da zor günler beklemektedir.

* * *

Osmanlı askerinin cepheden cepheye koşan bu büyük hikâyesini birkaç alıntı ile bitirmek istiyorum:

Osmanlı ordusunun, bütün olarak savaşa yeterince hazırlanamadığı, buna zaman ve imkân bulamadığı bilinmektedir. Bunu Ali İhsan Sabis Paşa pek kısa ve güzel ifade eder:

“Savaş, savaş zamanı kazanılmaz. Ancak, uzun barış yıllarında inceden inceye çalışarak, hazırlıklar yaparak kazanılır; bizzat savaş, bir ekin biçimidir. Barış zamanında ne ekilmişse savaş zamanında o biçilir. Osmanlı bu hazırlıkları yapabileceği uzun bir barış dönemini hiçbir zaman bulamadı.”

Dr. Ramazan Balcı şu değerlendirmeyi yapar:

“Büyük bir harbin kapıya dayandığını gören Osmanlı Devleti, ilk planda her ne kadar kendisine doğrudan yönelen bir tehditle karşı karşıya değilse de, hayatının, savaşın galibi olan tarafın iki dudağı arasında olacağını biliyordu. Kendine ittifaklar arasında bir

yer aramaya başladı. İttifak sözleşmelerini, daha çok Osmanlı topraklarından alacakları paylar üzerine kuran Fransa, Rusya ve İngiltere devletleri Osmanlı İmparatorluğunu kesin olarak aralarına almadılar. Savaş sonrası için de herhangi bir garanti vermediler. İtilaf devletlerinin ablukası altında bulunan Almanya ve Macaristan-Avusturya İmparatorlukları, bu ablukanın ancak Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak bir ittifakla kırılabileceğini görerek, Devlet-i Aliyye’yi aralarına aldılar. Ancak Osmanlı İmparatorluğu için bu ittifakın faturası ağırdı. Kafkasya’da Rusları, Süveyş’te İngilizleri üzerine çekecek, Müttefiklerin batı cephesindeki yüklerini hafifletecekti. Ne var ki, harp patladığı günlerde dünya kapitalizminin iki asırdır yağmasına uğrayan Osmanlı Devleti’nde yerinden kıpırdayacak kuvvet kalmamıştı... Devlet harbi kazanacak şartların hiç birisine sahip değildi...

“Anadolu’nun hayvan kaynakları ordunun ihtiyaç duyduğu malzemeyi istenen noktaya taşımak için yeterli değildi. Bu ihtiyaç öylesine şiddetliydi ki, menzil nakliye kolları gerekli hayvan sayısının ancak yüzde onunu toplayabildiler. Harp yılları boyunca ihtiyaç giderilemedi. Silah altına alınan askerin % 75’i ikmal kıtaları ve menzil nakliye kollarında çalıştırıldı. Yine bu sebeple, hiçbir cephede, savaşan asker sayısında üstünlük elde edilemedi. Orduların ikmal bölgelerinde yaşayan binlerce insanın da malzeme taşımaya katıldıkları dikkate alınırsa, erzak naklinde yaşanan sıkıntıların boyutları daha iyi anlaşılır. Doğu Cephesinde Ruslara karşı herhangi bir çatışmaya girilmese de, sağlık şartları ordu içinde benzeri bir tahribata yol açabilecek kadar kötüydü.

“Rusya ve Almanya gibi ülkelerin, öncelikle savaşın getirdiği sıkıntılardan bunalan halkın isyankâr tutumları yüzünden savaşı kaybettikleri ya da bırakmak zorunda kaldıkları, buna karşılık Türk halkının çok zor geçen dört yıldan sonra bir de Kurtuluş Savaşı’nın zorluklarını göğüslediği düşünülecek olursa, halkın bu fedakârlığının adeta destanlaştığı kabul edilmelidir.” (Balcı, a.g.e., s.301-302)

Zeki Velidi Togan, Birinci Dünya Savaşı’nın kazanan tarafı olmadığını ve bu sonucu da Türk Ordusunun sağladığını yazar. (Z. Velidi Togan, Türkili Türkistan Tarihi, s.456 )

Savaş boyunca ve sonrasında Enver Paşa ile ordu ilişkilerini değerlendiren Şevket Süreyya şunları söyler:

“Zaten şunu açık olarak belirtmeliyiz: Birinci Dünya Harbi boyunca, hatta Sarıkamış felaketine rağmen, Enver Paşa’nın orduda prestiji hiçbir zaman sarsılmadı. Harp boyunca orduda, ona karşı aktif bir çıkış ve kıpırdanışın misali yoktur. Mesela daha önce eserinden bazı parçalar verdiğimiz Kurmay Şerif Beyin Sarıkamış Harekâtı üzerinde toplanan yergilerini bir tarafa bırakırsak, hatta harpten sonra da Enver Paşa, ordu mensuplarının eser ve hatıralarında büyük tenkitlere uğramamıştır. Bu neticede onun, evvela 1908 ihtilalinden gelen efsanevi şöhretinin, kazandığı insan üstü saygının, sonra da Harbiye Nazırlığını ele aldıktan sonra, çok kısa bir zamanda başardığı Orduyu gençleştirme ve yeniden düzenleme başarısı, Enver Paşa 1 Ocak 1914’te Harbiye Nazırı olduğuna, Osmanlı Devleti de 2 Ağustos 1914’te Almanlarla ittifak bağlayıp, 29 Ekim 1914’te harbi başlattığına göre, bir yıldan daha az bir zamanda elde edilmiştir. Başarının yalnız bir kadro ve eğitim güçlendirilmesi değil, Ordu mensuplarının ruhunda yeni bir emniyet ve heyecan uyanışı ile beraber yürüdüğünü önemle belirtmek yerinde olur.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.74-75)

Yine Şevket Süreyya Bey, Sarıkamış Harekâtı sonrasında şöyle bir değerlendirme yapar:

“Lakin bir gerçek var. Hatta buna, bütün kanlı kayıpları bir tarafa yazmakla birlikte, Enver Paşa’nın başarısı da diyebiliriz. Bu başarı, daha 1912-1913’te, daha doğrusu şu Birinci Dünya Harbinden bir süre önce cereyan eden Balkan Harbinde, Devletin en güçlü ordularının, hatta denebilir ki tek silah dahi patlatmadan Balkan orduları önünde birkaç gün içinde dağılıp perişan olmalarına karşılık, şu Sarıkamış muharebelerinde görülen tahammül, itaat, direniş ve sonuna kadar mücadele gücüdür. Halbuki Rus ordusu, Balkan ordularından çok daha güçlüydü. Hele aradaki silah farkı çok daha lehlerine idi. Kaldı ki, aynı dayanış ve direniş, daha sonraki bütün savaşlarda, mesela Irak’ta, mesela Suriye’deki Gazze savaşlarında, hele Çanakkale savaşında ve Avrupa cephelerine gönderilen Türk kolordularının muharebe kabiliyetlerinde, kendini en çetin sahnelerle gösterecektir. Ve Birinci Dünya Harbinde Osmanlı Ordusu, bütün yokluklara rağmen, bu harbin sonuna kadar tam dört yıl, tam on cephede, aynı güçle harbi sürdürecektir. İlk önce silah bırakan da Osmanlı Ordusu olmayacaktır. Bu tabloda Enver Paşa’nın Orduya getirdiği yeni ruhun, genç komuta kadrosunun ve en başta kendisinin temsil ettiği müsamahasız disiplinin rolü vardır. Paşa’nın ıslah ve teşkilat gücünün, kesin dikkate alınması gereken müdahalesi vardır.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.156-157)

Ziya Nur Aksun Bey’in yorum ve yargısı şöyledir:

“Bu müşahedeler ve tespitler Birinci Dünya Harbindeki ordumuzun, ne derece bir ruh yüceliği ve insan üstü dayanma ve hamle gayreti gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bunun hâkim sebebini ise, millî ideal haline gelmiş İslamî telakkide aramak lazımdır. Bu idealin başlıca mümessili, başlıca muharriki, derin bir itikat ve imanla dolu olan Enver’de temerküz eder gibidir. Harpten sonra, Yemen’de, Gazze’de, Kanal’da, Galiçya’da, İran ve Irak’ta çarpışmış subay ve komutanların bazılarının hatıralarını okudum. Bunların içinde yüksek bir idealle, derin bir iman ve şuurla, üstün bir İslamî cehtle harp ettiğini dile getiren adam yok gibidir. Bir çoğunun kanaati, ‘Oralar bizim

değildi, boşuna harbettik.’ gibi, âdi ve pespaye bir görüşte toplanıyordu. Bu görüş, yalnız mağlubiyet kırıklığından doğmuyor, küçüklükten, alçaklığa gönüllülükten kaynaklanıyordu. Bu küçük adamları dahi uzak cephelerde dövüştüren, askerin muharebe gücünü artıran bir nevi ideal ve muharrik, bir ruhî cereyan ve müşevvik vardı. Herhalde İslam milletlerinin kurtuluşu idealine inanmış olan Enver, bunun müşahhas misalini vermiş görünmektedir. Büyük iman ve hareket adamı, etrafına ve zayıf nâsiyelere daima tesir eder. Bu adam ortadan kalkınca veya mağlup olunca, bu zayıf tavırlılar avareleşir. Ve daha evvelki hareketlerini bile tenkit eder bir ruh hali çöküntüsüne düşebilir. Bizde Harb-i Umumî’den sonra olan da budur. Böyle bir askerler grubu karşısında Enver, parlak bir ideal ve hatıra yıldızıdır. Bugüne kadar, bazı tatbikat kusurları bir tarafa bırakılırsa, onun seviyesinde bir ordu teşkilatçısı, onun derecesinde yüksek ideale sahip cesur ve enerjik bir asker maalesef gelmemiştir.

“Daha açık konuşalım: Bizim millet ve devlet olarak son büyük harbimiz, Birinci Cihan Mücadelesidir. Sonraki İstiklal Harbi, ona nispeten cüz’î ve mahdut bir savaştır. Bugün, Türk ordusunun ve askerinin dünya kamuoyunda ve askerî mahfillerinde bir ismi varsa, bunu, Cihan Harbinde gösterilen harp gücüne ve kabiliyetine borçluyuz. Bu neticede ise, büyük bir imanla dolu olan Enver’in payını unutmamak gerekir. Onun yüksek imanını ve itikadını, Başkomutan Vekili olarak askere hitaben yayımladığı harp bildirisinde görüyoruz. ‘Arkadaşlar!’ hitabıyla başlayan bu bildiride, ‘Sevgili Başkumandanımız, Halife-i Zişan Efendimiz Hazretlerinin irade-i seniyelerini tebliğ ediyorum. Allah’ın inayeti, Peygamberimizin ruhanî yardımı ve mübarek Padişahımızın hayır duası ile ordumuz, düşmanlarımızı kahredecektir. Ancak, her subay, her asker unutmamalıdır ki, savaş meydanı fedakârlık meydanıdır. Tarih şahittir ki, Osmanlı askerinden sebatlı, Osmanlı askerinden fedakâr hiçbir asker yoktur. Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygamberimizin ve seçkin arkadaşlarının ruhları uçuyor. Şanlı ecdadımız, başlarımızın ucunda bizim ne yapacağımıza bakıyor. Onların hakiki evladı olduğumuzu göstermek, bizden sonra geleceklerin lanetlerinden kurtulmak istersek çalışalım. Zincirler altında inleyen üç yüz milyon İslâm ve eski tebalarımız hep bizim muzafferiyetlerimize dua ediyor. Ölümden kimse kurtulamayacaktır. Ne mutlu ileri gidenlere; ne mutlu din ve vatan yolunda şehit olanlara. İleri, daima ileri ki, zafer, şan, şehadet, cennet hep ilerde, ölüm ve aşağılanma geridedir. Mübarek ve mukaddes şehitlerimizin ruhuna fatiha. Padişahım çok yaşa!.’ cümleleri yer almaktadır. Bunlar Enver’in nasıl bir gaye ve yüksek idealle hareket ettiğini ve bunu emrindeki askere aşıladığını göstermektedir. Bildiriye göre Enver koyu bir Hilafet ve Saltanat taraftarıdır; hâr ve âteşîn bir İslâm vecdi içindedir. Üç yüz milyon Müslümanın kurtulmasını istemekte ve bunun için hareket etmektedir. Enver en ümitsiz zamanlarda bile İslam Dünyasının kurtulması davasından vazgeçmemiş, daima bunun için çalışmıştır. Hakkında anlatılanlar onun bu ideal ve imanda çok samimi olduğunda ittifak etmektedirler. Zaten samimi olmasaydı, emrindeki kuvvetlere tesir edemezdi.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.47-50)

Balkan Savaşında, felaketimize subayların yol açtığı, askerlerin her zamanki gibi görevlerini yaptıkları, yabancı müşahitlerin de kabul ettikleri bir tespittir. Aynı bakış açısını Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele için de uygulayabiliriz. Asker, yine her zamanki gibi görevini yapmıştır. Fakat, bu sefer komutanları farklıdır. Özellikle genç subaylar -ki ordunun neredeyse

tamamı öyleydi- inanmış, hırslı, intikam isteyen, ülkücü insanlardı. Bu insanlar, askerlerini ölüme sürerlerken kendileri geride duramayacak bir heyecan içindeydiler. Başkomutanları Enver Paşa, Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa idi. Hafız Hakkı Paşa’nın, elindeki tüfekle süngü hücumuna kalktığı anlatılır. Biraz yukarıda Ordular Grup Komutanı Halil (Kut) Paşa’nın cephedeki durumuna dokunmuştuk. En üst komutanların böyle olduğu bir orduda, daha aşağı kademelerdeki subayların nasıl olduğunu yahut olabileceğini anlamak zor değildir. Hiç şüphesiz ki, hepsi, birliklerinin önünde birer ateş parçası gibiydiler.

Bu kahramanlık üslûbu, masa üstü planlarına ve kurmaylık öğretisine uymayabilir; ama, bizim insanımızın, bizim askerimizin can damarına dokunur ve onu yenilmez yapar.

Ayrıca şu noktaya da dikkat etmek gerekir: Birinci Dünya Savaşı ve dönemin devlet adamları hakkında yazılanlar, Ziya Nur Bey’in de işaret ettiği gibi, genellikle yenilmiş adam psikolojisinde üretilmiştir. Bu kalemler, İmparatorluğun çöküşünü yaşamış insanlardır yani onlar da çökmüştür. Bu, genel insan doğasıdır; normal zamanlarda toplumsal rollerini yerine getirirler ama zor zamanlarda çözülürler. Bozgun döneminin acılarına kendini koyvermiş insan için, sağlıklı değerlendirmeler yapmak kolay değildir; yaşadığı ruh hali, bütün değerlendirme ve yorumlarına akseder. Yenilmiş insan, yüreği daralmış insandır; uzağı göremez, büyüğü kavrayamaz. Hele bütün bu kavgalar sonunda Cumhuriyet de Anadolu ile sınırlanınca, onların da bütün dünyası burayla sınırlanacak ve isimlendirmeseler de Anadolu’nun korkusunu yaşamaya başlayacaklardır. Anadolu’nun bir kısım yerlerinden daha önce Türk’ün vatanı olmuş Rumeli topraklarını hemencecik unuturlar. Babalarının yahut dedelerinin Üsküp gitti, biz nasıl yaşarız! Yahut Kırcali’siz memleket olur mu? diye günlerce ağladıklarını hiç hatırlamazlar. Buna, bir türlü üslubunu bulamamış bir siyasi mücadelenin ve Mütareke dönemi şartlarının yansımalarını da eklersek tablo tamamlanır.

Enver Paşa gibi, her şart altında dik durabilen insanlar çok değildir; şükür ki, o nesil içinde az da değildir. Bugünümüzü onlara borçluyuz. Ve bu ruhî çöküntüden -geç kalmış olsak da- kurtulmalıyız.

40    Enver Paşa’yı hayallerle suçlayan Ş. Süreyya, Paşa’nın Zeki Paşa’ya yazdığı bu mektup üzerine olmadık hayalî yorumlar yapar; kardeşi Nuri Paşa’yı Azerbaycan’a padişah yapma isteğinden, kendisinin Osmanlı Padişahı olma imasına kadar bir şeyler uydurur. Paşa’nın, Almanları ürkütmeyelim uyarısını da, çok hazin olarak değerlendirir. Bu satırlar millî onur adına yazılsa da, nedense, Enver’in gerçekçi bir tutum içinde olduğu hiç aklına gelmez. Enver Almanları tanıyor, Almanlar Enver’i tanıyorlar ve karşılıklı hesap içindedirler. Enver’in Kafkasya ve Türkistan hesaplarına Almanların sıcak bakmayacağı doğal değil midir? Ve yine Ş. Süreyya da diğer birçokları gibi, savaşa hangi şartlar ve korkular içinde girdiğimizi ve kimin parası ve silahıyla savaştığımızı kolayca unutuvermekte ve söz konusu Almanlar olunca, çok yukarıdan konuşmaktadırlar. Elli yıl sonraki bu yorumları okuyunca Enver Paşa’nın ne ölçüde gerçekçi bir asker ve politikacı olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. (Aydemir, a.g.e., s.392 vd.)

41   Şevket Süreyya Bey, bu telgrafın Hindenburg’a gönderilip gönderilmediği, gönderildiyse gelişmelerin nasıl olduğu bilinmemektedir, demektedir.

Bir Değerlendirme

B

İRİNCİ Dünya Savaşı’nın kısa da olsa bir değerlendirmeye ihtiyacı vardır. Bu savaşa girerken Avrupa devletleri ve Rusya Şark meselesini kesin olarak bitirmek yani Türkleri Anadolu’dan çıkarmasalar bile içerde dar bir bölgede tutmak kararında idiler. Osmanlı savaşa girdiği için bunu başaramadılar. İki sene içinde biteceğini umdukları savaş dört yıl sürdü ve Çarlık Rusyası çöktü. Savaşın dört yıl sürmesi, Almanya da dahil Avrupalı devletleri alt üst etti; sosyalist akımlar büyük bir güç kazanarak bu devletlerin toplumsal yapılarını tahrip ettiler. Öyle ki, Prof. Zeki Velidi Togan’ın, bu savaşın kazananı yoktur sözü salt gerçeği yansıtır. Çünkü savaş sonunda galip devletlerin de kollarını kıpırdatacak hali kalmamıştır. Savaş bir süre daha devam etseydi İtalya, Fransa ve Almanya’da Rusya benzeri ihtilaller olabileceği görülüyordu. İngiltere de bu ihtimalden fazla uzak değildi. Bütün bu sebeplerle Almanları ezmek, Şark meselesini bitirmek yerine Vilson’un ilan ettiği ilkeler ışığında barışa kavuşmak istemişlerdir. Amerika geleneksel emperyalist tutumlara karşı çıkıyordu,. Londra’da her gün düzenlenen mitinglerde halk, çocuklarının ülkelerine dönmelerini istiyordu. Esasen itilaf devletleri de birbirinden kopmuş ve birlikte hareket gücünü kaybetmişlerdi.

Büyük Savaşın sonuç alınacak noktasının batı cephesi olduğu biliniyordu. Ancak Almanlar bu cephedeki düşman baskılarını azaltmak için Osmanlının çeşitli cephelerde savaşa girmesini istiyordu. 7. Ordu komutanı olduğu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın gönderdiği bir rapor, Osmanlı ordusunun bu işlevi fazlasıyla yerine getirdiğini göstermektedir. 1917’tarihli rapora göre, (Cemal Akbay, a.g.e. s.143) Osmanlı ordularının savaşa girmesiyle, Ruslar Kafkasya’da savaş ve hastalıktan ölen askerlerinin yerini doldurmak için 1.500.000 asker kullandılar. Ayni şekilde İngilizler Suriye’de 1.500.000, Irak ve İran’da, 1.000.000, Çanakkale’de, 1.000.000, Böylece Türk kuvvetleri karşısında üçlü itilafın toplam 6.000.000 askeri bağlanmış oldu.

Türkiye açısından bakıldığında, ilk günlerde Kapütülasyonların kaldırılması İmparatorluğun her yanında fener alayları yapılarak kutlanmıştı. Ruslarla yapılan ve Anadolu’nun yarısını (vilayet-i sitte) onların istediği yönetime bırakan anlaşma, savaşın ilk gününde iptal edilmişti. Kars, Ardahan, Artvin Türkiye topraklarına katılmıştı; yani savaştan, sınırlarımızı genişleterek çıkmıştık. Çekilen bütün sıkıntılara rağmen, Çanakkale, Kut-ül Ammara gibi savaşlar halkın kendine güvenini artırmıştı. Alman general Von Frankenberg’in, Filistin cephesindeyken Osmanlı subaylarına söylediği, “Bu savaş Almanya için fütuhat harbi olsa da, Osmanlı Devleti için bağımsızlık savaşıdır.” sözleri çıplak gerçeği açıklar ve Osmanlı bu savaşta bağımsızlığını kazanmıştır. Gerçekten de Osmanlı bu savaştan mağlup, fakat onurunu ve devlet olarak devamlılığını kazanarak çıkmıştır. Bu gerçeği, bir takım siyasi endişeler uğruna örtmenin hiçbir anlamı yoktur.

Osmanlı, gücünün en zayıf olduğu bir dönemde Azerbaycanlı kardeşlerinin yok edilmesine seyirci kalmamış ve Kafkaslar üzerine yürüyerek ve Bakü’yü kurtararak Azerbaycan Cumhuriyetinin başkenti olmasını sağlamıştır. Bunun ne demek olduğunu, bugünkü Azerbaycan Devletinin de temelini oluşturduğunu anlamak için o hareketi daha yakından okumak gerekir.

Osmanlı devlet adamlarının da, muhtemelen Almanya’nın da hesaba katmadığı nokta, Amerika Birleşik Devletlerinin, borç para vermenin ötesinde fiilen savaşa girebileceği hususudur.

Bütün bunları değerlendirdiğimizde savaşa katılmanın ne ölçüde doğru ve cesur bir karar olduğunu anlamak zor değildir; bu savaş bizim varlığımızı dirilten ve bizi yok edilmekten kurtaran savaş olmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi, sadece insan gücümüz vardı ve ona dayanmak zorunda idik. İnsan gücünde büyük kayıplarımız oldu; ama genel tabloya baktığımızda, düşmanlarımızın bizden beter oldukları apaçıktır:

Savaş Kayıpları

İTİLAF DEVLETLERİ

Savaşa Katılan

Zayiat

İngiliz

8.900.000

3.190.000

Fransız

8.400.000

6.160.000

Rus

12.000.000

9.150.000

İtalya

5.615.000

2.197.000

Amerika

4.350.000

364.800

Romanya

750.000

535.000

Sırp

707.000

331.000

Belçika

Yunaistan

267.000

230.000

93.000

27.000

 

İTTİFAK DEVLETLERİ

Savaşa Katılan

 

Zayiat

Almanya

11.000.000

7.142.000

Avusturya - Macaristan

7.800.000

7.002.000

Türkiye

2.850.000

975.000

Bulgaristan

1.200.000

267.000

(Prof. Pierre Renouvin, Birinci Dünya Savaşı Tarihi, İst.1999, c.II, s.383)

Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa

E

NVER Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’nın sürekli bir rekabet halinde olduğu yolunda avamî bir söylem yaygındır. Tabii ki, böyle bir rekabet fiilen sözkonusu olamazdı. Her şeyden önce Enver Bey, Erkân-ı Harbiye’yi, Mustafa Kemal Bey’den iki sene önce bitirmiştir. Mustafa Kemal Bey, ilkokula ara vermesi sebebiyle Harb Okulu’na akranlarından iki sene geç başlamıştır. Ayrıca Enver Bey, bilinen sebeplerle “Hürriyet Kahramanı” olarak ilan edilmiş ve orduda hiç kimsenin ulaşamadığı bir şöhret ve sempatiye kavuşmuş; ordu mensupları her zaman ondan bir şeyler beklemişlerdir. Mustafa Kemal Bey de İttihatçı olmakla birlikte, Enver Bey Cemiyetin önde gelen iki üç kişisi arasına girmiştir. Öbür taraftan, Enver Bey Saraya damat olmuş, Mustafa Kemal Bey’in teşebbüsü başarısız kalmıştır. Sonuçta, Enver Bey, Paşa olup Savaş Bakanlığına geldiğinde, Osmanlı ordularının Genel Kurmay Başkanı ve Başkomutan Vekili olduğunda, Mustafa Kemal Bey Çanakkale’de yarbaydır. Kim kiminle rekabet edecektir? Enver Bey’in yükselişi, hiç kimseye onunla rekabet imkânı bırakmayacak biçimde hızlı olmuştur.

Bu rekabet, kuramsal olarak ancak Hafız Hakkı Bey ile Enver Bey arasında olabilirdi; sınıf arkadaşı idiler, Hafız Hakkı birinci, Enver ikinci olarak okulu bitirmişlerdi; ikisi de saraya damat olmuştu ve ikisi de çok parlak subaylar olarak görülüyorlardı. Bu ikisi arasında gizli bir rekabetin olduğunu ileri sürenler olmuşsa bile, böyle bir iddianın görünür hiçbir işareti yoktur. Birbirlerini sevdikleri kesindir; Enver Paşa, Sarıkamış hareketinin öncesinde Hafız Hakkı Bey’i gönderip bölgede inceleme yaptırttığı gibi, X. Kolordunun başına da onu geçirmiştir. Mağlubiyetin ardından da Hafız Hakkı Bey’i paşa yaparak Ordu komutanlığına getirmiştir.

Birinci Dünya Savaşı yaşanıp Devlet-i Aliyye çöktükten ve Cumhuriyet kurulup yeni önderler havaya hâkim olduktan sonra yapılan Enver Paşa

değerlendirmelerine güvenmek zordur. Ancak, ikisinin de çok yakınında bulunmuş olan İnönü’nün bu konudaki değerlendirmesi de sağlıklıdır. Diyor ki, “Savaştan sonra, bizzat Enver Paşa’dan, Atatürk’ün kendi yanında iyi hizmet ettiği, iyi komutanlık yaptığı, başarılı olduğu sözlerini işitmişimdir. ” İsmet Paşa şöyle devam ediyor:

Şiddetli particiler hariç, Enver Paşa’yı tanıyıp da onu sevmemiş, bağlanmamış adam yok gibidir. Ancak, Mustafa Kemal Paşa ile Enver Paşa arasındaki ilişkilerin başından beri biraz soğuk gittiğini söyleyebiliriz. Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa - Mustafa Kemal Paşa ilişkilerini, yer yer rekabet gerilimi halinde vermesine rağmen, bazen açık, bazen satır aralarında Mustafa Kemal’in de “Enver’e karşı zaafı” olduğunu yazar. Her anlamda Mustafa Kemal’le zıt bir yapıda olan Said Nursî -o zamanlar Said Kürdî- de Enver’i son derece seviyordu. İttihatçılıktan çok erken uzaklaşan Molla Said, Enver Paşa’ya sonuna kadar bağlı kaldı ve Rusya’da esaretteyken, Kazanlı tüccarlar vasıtasıyla Enver Paşa’ya haber göndererek burada ihtilalin yakın olduğunu bildirdi.

Mustafa Kemal Paşa’nın bir özelliği de, düşündüklerini açık ve hiçbir protokol tanımadan söyleyebilmesidir. Bu üslubunu, zaman zaman askerî hiyerarşiyi çiğneme noktasında gösterir. Daha savaşın başlangıcında, Alman kurmaylarının kilit noktalara getirilmesine karşı çıkmış ve bunu her yerde açıkça söylemiştir. Ve bu görüşünü Çanakkale Savaşlarının başlamasından hemen sekiz gün sonra Enver Paşa’ya açıkça yazmaktan çekinmez. Enver Paşa’yı Çanakkale Savaş alanına davet eder ve harekâtın başına geçmesini ister.

“Bu mektup, Enver Paşa ile olan eski tanışıklıktan doğan bir cesaretle ve biraz da özel arkadaşlık üslubunda yazılmıştır; ancak serttir; Çanakkale komutanı Liman Von Sanders’in, bizim ordularımızı ve memleketimizi tanımadığını, yeterince inceleme yapmadan verdiği kararlarla düşmanın çıkarma imkânlarını kolaylaştırdığını söylemektedir. Mektup şöyle bitmektedir: ‘Vatanımızın müdafaasında kalp ve vicdanları bizim kadar çarpmadığına şüphe olmayan, başta Liman von Sanders olmak üzere bütün Almanların fikrî kuvvetlerine de kesinlikle güvenmemeniz gerektiğini temin ederim. Bence bizzat buraya teşrif ederek, genel durumumuzun gereklerine göre, bizzat sevk ve idare etmeniz uygun olur kardaşım.’..” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.253-254)

Almanların Türk ordusundaki konumundan bir çok komutan rahatsızdır; ama hiç birisi Mustafa Kemal Bey’in açık tavrını göstermez. Şevket Süreyya bu mektubu şöyle değerlendirir:

“Mektup dikkat çekicidir. Muhteviyatı, bu arada Enver Paşa’nın yakınlığını kazanarak büyük komuta mevkileri ve yetkileri almak arzusuyla yanan bir kalbin ifadelerini açığa vurur. Zaten, Mustafa Kemal yalnız o gün değil, Enver Paşa’nın emrinde ve orduda bulunduğu bütün sürece, Enver Paşa’nın yakını olmak, onun güvenini kazanarak daha büyük kuvvetlere komuta etmek fırsatını daima aramıştır. Enver Paşa’ya karşı, daha Rumeli’den başlayarak daima çekingen ve her zaman mesafeli kalmanın tedirginliği içinde yaşamakla beraber, Paşa’dan gelen her yaklaşma veya iltifattan her zaman duygulanmıştır. Hatta böyle iltifatları bazen, denilebilir ki, aşırı değerlendirerek Enver Paşa’ya daha büyük hizmet etmek arzularını bildirmiştir. Bunu, daha aşağıda bir belge ile de doğrulayacağız. Fakat, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e karşı tutumu daima sınırlı kalmış ve ihtiyatlı olmuştur.”

Gerçekten de Enver Paşa Mustafa Kemal Bey’in bu mektubuna cevap vermediği gibi, daha sonra Çanakkale cephesine gelip, diğer mıntıkaları gezdiği halde Anafartalar Cephesi Grup Komutanı olan Mustafa Kemal Bey’e uğramamıştır. Çanakkale Cephesinin en başarılı komutanlarından biri ve kısa bir süre önce albay olan Mustafa Kemal Bey’e, bu hareket çok ağır gelmiş ve işi istifaya kadar götürmüştür. Ancak Cephe komutanı Liman von Sanders, Mustafa Kemal’in istifasına razı olmamış ve Enver Paşa’ya mektup

yazarak Mustafa Kemal’in gönlünü almasını istemiştir. Bunun üzerine Enver Paşa, Mustafa Kemal Bey’in bir ara rahatsızlanması vesilesiyle bir geçmiş olsun mektubu yazarak, cephe ziyaretlerinin yoğunluğu sebebiyle kendisini ziyaret edemediğini söyler ve bundan böyle de kendisinden büyük hizmetler beklediğini bildirir. (Aydemir, a.g.e., c.3, s.263)

“Mustafa Kemal, Enver Paşa’dan aldığı yazıdan gene çok duygulanır. Bazı çekingen ve tereddütlü tutukluklarına rağmen, O’nun Enver’e karşı zaafı gene harekete gelir. Enver Paşa’nın telgrafından gene heyecanlara kapılır. Hatta kendini bazı ümit ve hayallere verir. Bunları da açığa vurmaktan kendini alamaz. Zaten bu arada, Padişah ‘Yaver-i Ekrem’i de tayin edilir. Bu, yüksek bir şeref payesidir. ” Enver Paşa’ya çektiği teşekkür telgrafında, daha büyük hizmetler için daha büyük kuvvetlerin başına geçirilmesini ister.

Şunu da belirtmek gerekir ki, Mustafa Kemal Bey’in, Liman Paşa’nın şahsında ileri sürdüğü sakıncalar, aslında ordudaki bütün Alman subayları hakkında ifade edilmektedir. Mektubun en dikkat çeken yanı da, “Almanların fikrî kuvvetlerine de kesinlikle güvenmeyiniz. ” demiş olmasıdır. Bu uyarının Enver Paşa’yı epeyce düşündürmüş olması gerekir.42

Mustafa Kemal Bey, Enver Paşa’nın Savaş Bakanı olması üzerine, Tevfik Rüştü Aras aracılığıyla Kurmay Başkanlığına getirilmesini ister. Mektup şöyledir:

“Enver enerjiktir ve bir şeyler yapmak isteyecektir; ancak hesapsızdır. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine İsmail Hakkı’yı getirmeyi düşünmektedir. O da bir şey yapamaz. Ben o makama gelirsem, iyi işler görebiliriz.”

Hikmet Bayur’un yazdığına göre, Tevfik Rüştü bu mektubu Talat ve Dr. Nazım’a gösterir; onlar uygun bulurlar, fakat Enver kabul etmez. (Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, 1. Ankara-1963, s.61,62)

Mektupta sözü geçen Hafız Hakkı Beydir ve Enver Paşa onu bu göreve getirmiştir. Hikmet Bayur şunları yazar:

“Mustafa Kemal, Enver’le teklifsiz olmakla birlikte, onun tarafından sevilmediğini ve hatta kıskanıldığını hissediyordu... Bu şartlar altında, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın bize söylediği gibi, faydalı olamamaktan ve sevilmemekten doğan bir sıkıntı ve bıkkınlık vardı.”

Anlaşılan odur ki, Enver Paşa, kişiliğinden, davranışlarından pek hoşlanmasa da, askerî niteliklerini beğendiği Mustafa Kemal Beye karşı, hep dürüst ve hak tanır, hatta lütufkâr davranmıştır. Savaş Bakanı oluşunun

hemen ertesinde ona ek görev olarak Bükreş ve Çetine askerî ataşeliklerini vermiş ve iki ay geçmeden de yarbaylığa yükseltmiştir.43

Yine Hikmet Bayur’un anlattığına göre, Anafartalar Savaşından sonra Enver Paşa Liman von Sanders ile cepheyi teftiş ederken Mustafa Kemal Beyin Karargâhına uğrar. “O, Enver’in göğsünde altın imtiyaz madalyasını görünce, ‘Sen bunu nerede kazandın?’ diyerek madalyayı Onun göğsünden alıp, kendi göğsüne takar. Enver, işi gülümseyerek karşılar.” (Bayur, Atatürk, s.99) Bunu anlattıktan sonra Bayur şöyle bir not düşer: “Aradaki anlayış ve görüş ayrılıklarına rağmen Enver’le Mustafa Kemal öteden beri teklifsiz idiler.”

Enver Paşa ile Mustafa Kemal ve Fethi Bey arasında yaşanan bir sürtüşmeyi Rauf Orbay anlatır. Fethi Bey, öğretim döneminde iz bırakmış bir askerdir ve okul yıllarından itibaren hep Mustafa Kemal Bey’le birliktedir. Balkan Savaşı sırasında Edirne’ye yaklaşan bir Bulgar ordusunu çembere alıp yok etmek üzere, iki kolorduya görev verilir. Enver Bey’in kurmay başkanı olduğu Kolordu, Marmara’dan gemilerle gelerek Rumeli kıyısına çıkarma yapacaktır. Mustafa Kemal ve Fethi Beylerin kurmay heyetini oluşturduğu kolordu da, diğeriyle eş zamanlı olarak saldırıya geçecektir. Bu hareket başarılı olamaz. Kolordu kurmayları sorumluluğu birbirlerinin üzerine atarlar. “Anlaşmazlık sürüp gitmiş, orduda ikilik kendini göstermişti. ” Bir süre sonra Bulgarlar Yunan ve Sırplarla savaşa tutuşunca, Çatalca önlerindeki kuvvetleri azalmış ve “Bu fırsattan istifade ile Çatalca’daki kuvvetlerimiz de taarruza geçmişler ve kurmay başkanlığını Enver Bey’in yaptığı kolordunun öncülüğünde, önlerine çıkan zayıf kuvveti kırıp, Trakya’yı kurtarmaya ve Edirne’yi geri almaya muvaffak olmuşlardı. Bu başarı, subaylar arasında başgösteren anlaşmazlıkları yatıştırabilmiş ise de, Fethi ve Mustafa Kemal Beylerin Enver Bey aleyhindeki ithamları - imzasız risaleler yayınlanması suretiyle- devam ededurmuş...” (Rauf Orbay’ın Hatıraları, s.151) Fethi Bey de bu sebeple askerlikten ayrılarak İttihat ve Terakki Partisi’nin genel sekreterliğine gelmiş ve Bulgarlarla barış yapıldığından Sofya’ya elçi olarak giderken Mustafa Kemal Bey’i de ataşe olarak götürmüş.

Fethi Bey, “Gayemiz Bulgarları tedirgin etmek ve ileri hareketten alıkoymaktı. ” der. (Okyar, a.g.e., s.190) İmkânlar elvermediği, çok kısıtlı olduğu için, Bulgar ordusunu geri atıp Edirne yolunu açmak düşünüldüğü halde gerçekleştirilememiştir.

Olay şöyle gelişmiştir: Bâbıâli baskınından sonra, Balkan cephesinde savaş yeniden başlar. Şöyle bir plan yapılır: Hurşit Paşa komutasındaki, Kurmay Başkanı Yarbay Enver Bey olan X. Kolordu İstanbul’dan gemilerle gelerek Şarköy’de karaya çıkacak. Fahri Paşa’nın mürettep Kolordusu da - Kurmay heyeti Binbaşı Fethi ve Binbaşı Mustafa Kemal Bey- Bolayır’dadır. İki taraftan birden başlayan hareketle Bulgar ordusu sarılıp, yok edilecek.

Fahri Paşa Kolordusu, Başkomutanlığın da emri uyarınca, 8 Şubat 1913 sabahı taarruzu başlatır. Ancak Şarköy’e çıkarma yapacak olan X. Kolordu kötü hava şartları sebebiyle çıkarmayı zamanında yapamaz. Fahri Paşa kolordusu tek başına başarılı olamaz ve ağır kayıplarla geri mevzilerine çekilir. Ertesi gün, Bulgarların durumu da iyi olmadığından bir taarruz gerçekleştiremez ama, keşif saldırıları ile Osmanlı kolordusunu sürekli tedirgin eder ve morallerini bozar. (Em. Hv. Tuğg. Hikmet Süer, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, Balkan Harbi, II. Cilt, 2. Kısım, 2. Kitap, Şark Ordusu İkinci Çatalca Muhrebeleri ve Şarköy Çıkarması, Ankara, 1981, ATASE yayını. s. 175)

X. Kolordu Şarköy’e çıkıp Fahri Paşa’dan destek isteyince, bu desteğin verilemeyeceği ve X. Kolordunun da imha olmadan süratle İstanbul’a dönmesi istenmiştir. Esasen yılgın olan başkomutanlığın, Fahri Paşa’nın verdiği bilgilerle endişeleri artmış ve diğer bölgelerdeki durumu da düşünerek X. Kolorduya derhal geri çekilmesini bildirmiştir. Bu arada Enver Bey Fahri Paşa kolordusuna giderek Paşa’yı ve kurmaylarını, kendi kolordusunun yapacağı saldırıyı, hiç değilse gösteri taarruzlarıyla desteklemeye ikna eder. Ancak geri döndüğünde Başkomutanlığın ikici kesin emri ile karşılaşır. Fahri Paşa’nın Kolordusu olmadan X. Kolordunun Bulgarlara taarruz etmesi fikrini genel komutanlığa kabul ettirememiştir.

Balkan Savaşının sonlarında İstanbul’a gelip görev alan Yarbay Enver Beyin, daha önce temas ettiğimiz Şarköy çıkarmasıyla ilgili şu anlatılır: 10 Şubat 1913 günü, Başkomutanlığın kesin emri üzerine, karaya çıkmış olan X. Kolordu birlikleri yeniden gemilere bindirilerek geri çekileceklerdir. Bu sırada, eşine yazdığı mektupta sözünü ettiği Bulgar topçu atışları başlar. Bir yandan da, sağ ve sol yönlerden Bulgar birlikleri yoğun ateşle ilerlemektedir. Enver Bey kolordunun kurmay başkanıdır, ama, artçı birliklerin genel komutanlığını da üstüne alır. Topçu şarapnelleri çıkarma alanındaki sandallar ve mavnalar üzerinde patlamaktadır. “Bu geri döndürme sürecinde artçı genel komutanı görevini de üzerine almış olan ve bütün öldürücü topçu ateşleri altında dahi görev yerinden ayrılmamış bulunan X. Kolordu Kurmay

Başkanı Yarbay Enver...................... bütün tehlikeleri âdeta umursamadan ve hiçe

sayarak iskele başında bulunuyordu. Ve en hassas olan bu bölgede gerekli düzenliliği sağlıyor ve artçı komutanlarına lüzumlu direktifleri veriyordu.” (Hikmet Süer, atase, a.g.e, s. 239, 242) Eşine mektubunda sözünü ettiği, “Hepimiz ölecektik. Denize atılıp boğulmaktansa, düşmanla dövüşe dövüşe ölmeyi tercih ediyordum” dediği durumdur. Sağ ve soldan gelen Bulgar kuvvetleriyle savaşırken, bir yandan da topçu ateşi altında askeri gemilere bindirmeye devam eder. En son nakliye kolları bindirilmiştir. “Üzerinde son kafileyi taşıyan 30 kadar hayvanın bulunduğu bu dubalar da bir romörkörle çekilerek Gelibolu’ya göderildi. Şimdi kıyıda bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar bir avuç insan kalmıştı... Başlarında yine Kurmay Yarbay Enver’in bulunduğu bu bir avuç insan,” iskeleyi havaya uçurduktan sonra yerlerinden ayrılacaklardır. Fakat, çekilme sırasında elektrik telleri kesildiği için, düşündüklerini yapamazlar. “Saat 04 olmuştu. İşte bu sırada Kolordu istihkâm bölüğünden bir başçavuş ile er de son tombaza, son kafile olarak bindiler. Şimdi, şu anda karada bir kişi kalmıştı. Kolordu Kurmay Başkanı Enver, bu son kafileyi de salimen bindirdikten sonra, kendisini bekleyen ve en son vasıta olan istimbota bindi. ” (atase, a.g.e., s.442)

Doğrusu, askerliğin teorik gereklerini de, başka milletleri de bilmem; ama, Türk askeri bu komutanı sever...44

Fethi ve Mustafa Kemal Beyler, X. Kolordunun deniz yoluyla gelişinin geciktiğini ve bu gecikmenin kendilerine zamanında bildirilmediğini söyleyerek savunma yaparlar. Bu doğru olmakla birlikte, yukarıda sözü geçen Genel Kurmay yayınında, Bolayır’daki başarısızlık için kısaca şu tespitler yapılır: İki Kolordu ortak bir komutaya verilmemiştir. Çıkarma geciktiği halde Fahri Paşa Kolordusunun saldırısı durdurulmamıştır. “Bolayır taarruzunu yöneten komutanlar ile aynı gün Şarköy bölgesine çıkarma yapan X. Kolorduyu yöneten komuta kademeleri arasında sıkı işbirliği ruhu yoktur. ” (atase, a.g.e., s.180) Karargâhlarda zıt fikirli subaylar vardır ve taarruz iyi yönetilmemiştir.

Enver Paşa’nın konuyla ilgili herhangi bir savunma yahut suçlaması yoktur. Ancak, Naciye Sultan’a yazdığı 8 Mart 1913 tarihli bir mektupta, kendisini geri çekerek, sonucu almayı başkomutanlığın önlediğini söyler. Mektuptan da anlaşıldığı gibi, asker gemilere bindirilirken düşman iskeleyi topa tutar. “Artık bizim için deniz ile düşman arsında dövüşmek kalıyordu.

Hep ölecektik. Denize atılıp boğulmaktansa, düşmanla dövüşe dövüşe ölmeyi tercih ediyordum. Kararımı verdim... Yarın Çatalca’ya doğru yanaşmaya başlıyoruz... İstanbul’a böyle dönmek istemezdim. Fakat ne yapayım; Allah bilir ki ben her şeyi yaptım. Efendi hazretleri de (Naciye Sultanın kardeşi şehzade) nasıl çalıştığımı gördüler. Fakat başkomutanlık esaslı bir başarıya engel oldu. ’’ (A. İnan, a.g.e., s.449)

Enver Bey Trablusgarp’tan İstanbul’a döndüğünde, bazı kimselerin Derne’de olduğu gibi burada da bir takım düzenler kurduklarını, ama bunları aşacağını söyler. (Hanioğlu, a.g.e., 67. mek., s.156) Derne’de yahut İstanbul’daki düzenleri kimlerin kurduğu hakkında bir açıklama yapmaz. Ancak, Enver Bey’in Savaş Bakanı olması üzerine, Mustafa Kemal Bey’in rahatsızlık duyduğu ve karşı oluşunun sadece bu işin yöntemiyle ilgili olduğunu bazı kişilere söylediği bilindiğine göre, adı zikredilmeyenler içinde Mustafa Kemal Bey’in de olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonraları, yurt dışına çıktıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı son mektuplardan birindeki, “Derne’deki huyun değişmemiş” mealindeki satırlar, sözü geçenlerin içinde Mustafa Kemal Beyin de olduğuna işaret etmektedir. Eşref Beyin hatıralarındaki bilgilere göre, Mısırlı Aziz Ali Bey de bu kişiler arasında olabilir. (Kuşçubaşı, a.g.e, s.112,113) Ancak, Enver Paşa’nın mektuplarında dedikodu veya insanların kişiliklerini rencide edebilecek ifadeler yoktur; bu bakımdan kesin bir yargıya varmak mümkün değildir.

Enver Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlık gücünü takdir ettiği kesindir. Bunu, daha sonra, orduyu ancak onun idare edebileceğini söylemesiyle de ifade etmiştir. Son günlerde Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında kendiliğinden doğma bir fikir birliği oluştuğunu söyleyen Celal Bayar, Enver Paşa’nın barış şartları tam bilinmeden Talat Paşa Hükümetinin çekilmesini doğru bulmadığını, ancak Talat Paşa Hükûmetinin çekilmesi üzerine şunları söylediğini yazar: “O halde kuvvetli bir kabine lazımdır. Orduyu Mustafa Kemal Paşa’dan başkası idare edemez. ” (Bayar, a.g.e., c.1, s.21)

O günlerde Enver Paşa yurttan ayrılmadan önce, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’dan, Mustafa Kemal Paşa’yı Harbiye Bakanlığına getirmesini ister. Hüseyin Cahit şöyle anlatır:

“Harp kaybedilmiş, İttihat Terakki hükûmeti yıkılıyordu... Talat Paşa’nın Padişah’a söyleyeceği sözler, yapacağı tavsiyeler konuşuluyordu. Enver Paşa büyük bir katiyetle ısrar ediyordu: Harbiye Nezareti için Mustafa Kemal’i tavsiye et, diyordu. Ondan başka orduyu toplayacak ve kurtaracak kimse yoktur. Bunlar Enver’in ağzından işittiğim son

sözlerdi.” (H. Cahit, Tanıdıklarım, s. 28)

Mustafa Kemal Paşa da bu görevi, Sadrazam’a telgraf çekerek istemiştir.

İzzet Paşa, ancak barıştan sonra olabilir diye cevap verir. Falih Rıfkı, Atatürk’ten “haberin doğru olup olmadığını sormuştum, doğru olduğunu” barışa kadar daha çok buhranlar yaşanacağını, bu sürede hizmet edebileceğini söylediğini yazar. (Çankaya, c.I, s.70)

Paşa’nın, M. Kemal Paşa’ya karşı olan soğukluğunu, rekabet duygusuna bağlamanın anlamsızlığına işaret etmiştik. Olayı, Mustafa Kemal ile Enver arasındaki büyük mizaç ve istikamet farkına bağlamak, belki de en uygunu olacaktır. Enver Paşa’nın, Savaş Bakanı olduğunda orduya yayımladığı bildiriyi vermiştik; yurt dışına çıkıp Kafkasya’ya geçtiği sırada da, Kâzım Karabekir’e mektup yazarak, Bakü’ye bir miktar subay göndermesini ister ve şöyle der: “Eğer sizde fazla kurmay yahut sınıf subayı - fakat içki içmeyen ve şiar-ı İslamiyeye uymak şartıyla- varsa” (Karabekir, a.g.e., s.50-51)

Ancak buna, Mustafa Kemal’in pervasız konuşmaları ve siyaset hırsını da eklemek gerekecektir. Mustafa Kemal Bey de, bütün arkadaşları gibi İttihat Terakki içinde yer almış, ancak istediği etkinliğe ulaşamamıştır. Ordu içinde gizli cemiyetler kurmaktan veya var olanlara katılarak çalışmaktan geri durmamıştır.

Fethi Bey, Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşıdır. Mustafa Kemal Bey’in, kendisi gibi askerlikten ayrılarak siyasete girme isteğini engellediğini söyler ve Meclis’te bir şeyler yapabilmek için kuvvetli bir partiye dayanmak gerektiğini anlatır. Bu parti de ancak İttihat Terakki olabilir; onun da liderleriyle anlaşamamaktadırlar. Fethi Bey, tamamen kopmamak için bir sefirlik alarak Bulgaristan’a gitmeye karar verir; Mustafa Kemal Bey’in de askerî ataşe olarak kendisiyle gelmesini ister. Mustafa Kemal kabul eder. Fethi Bey bu kararlarını, kendisinden sonra İttihat ve Terakki Genel Sekreterliğine gelen Eyüp Sabri Bey’e açtığında, Eyüp Sabri Bey şunları söyler: “Size, mahrem olarak duyduğum bir şayiayı söylemek isterim. Bilirsiniz ki Mustafa Kemal Bey hislerini açıkça ve pervasız ifade eder. Enver’in Savaş Bakanı oluşundaki şekli onaylamadığını açıkça ifade ediyormuş. Bazı arkadaşların da, hem asker, hem milletvekili, hem çeşitli işlerin içinde ve başında bulunuşunun, ordunun muhteva ve disiplinine uygun

olmadığını da her yerde söylüyormuş. Zannederim Sirkeci’deki Bahrisefit otelinde bazılarıyla arasında tartışma da olmuş. Bunlar içinde Selanik’ten sizin de tanıdığınız Silahçı Tahsin, Yakup Cemil ve benzerleri var. Üzülecek olaylar çıkmadan Mustafa Kemal’in bir an önce buradan ayrılması çok iyi olur. ” (Okyar, a.g.e., s.205)

Fethi Okyar bu tayin için, biraz endişeli olarak Enver Paşa’dan izin ister ve alır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Mustafa Kemal Paşa’nın, özellikle savaşın ortalarından itibaren siyasi çıkış ve gizli bazı girişimleri devam eder. Hükümeti bir darbe ile yıkarak, İtilaf devletleriyle tek başına barış yapmak üzere teşebbüste bulunduğu için idam edilen Yakup Cemil, hareketinde başarılı olsaydı Mustafa Kemal Paşa’yı Savaş Bakanlığına getireceğini söyler. Mustafa Kemal Paşa, Diyarbakır’da ordu komutan vekili iken çevresindeki ordu komutanlarına şifreli telgraf çekerek, savaşın iyi yönetilemediğini, hükümetin kararsızlık içinde olduğunu, bunlara çare bulmak için işbirliği yapmalarını önerir. (Rauf Orbay’ın Hatıraları, s.154) Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki şikâyetlerini değişik yollardan Talat Paşa’ya da ulaştırdığı söylenir. Mustafa Kemal Paşa, savaşın üçüncü yılı sonlarına doğru, Enver Paşa’nın İstanbul’da kendine bağlı özel bir güç kurduğunu ve Hükümetin barış yapması halinde, bu kuvvetlerle savaşa devam edeceği istihbaratını Fethi Bey’e söyler. O da, gizli kalması kaydiyle Talat Paşa’ya anlatır. Talat Paşa Enver Paşa ile konuşur ve bu kuvvetin, Yakup Cemil olayından sonra İstanbul’da güvenlik için kurulduğu bilgisini alır; olay kapanır.

Rauf Orbay, bu durumda Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya karşı fevrî bir karar almasından endişe eder. Savaş Bakanını ziyaret eder. Enver Paşa kendisine şunları söyler:

“Mustafa Kemal Paşa nedense sadece vazifesini ilgilendiren noktalardaki kanaatlerini söylemekle kalmıyor, askerlikle bağdaştırılması mümkün olmayan özel ve siyasi tahriklere de giriyor. Her halde duymuşsundur; bir defa bazı ordu komutanlarına telgraflar çekerek, hepsini birlikte harekete davet ve itaatsizliğe teşvik etmişti. Haber alınca, kendisini çağırarak görüştüm. Siyaset yapmak istiyorsa askerlikten çekilmesini söyledim. Milletvekilliğine aracı olacağımı vaadettim. Fikir ve kanaatlerini Meclis’te savunmasının daha doğru ve uygun olacağını anlattım. Aksi takdirde komutan olarak orduyu düzensizliğe sevk ve savunmayı zorlaştıracak harekette devam ederse, önleyici tedbirler almaya mecbur kalacağımı söyledim. Özür diledi. Hareketinin yanlış yorumlanmış olmasından üzüldüğünü, Meclis ve milletvekilliği düşünmediğini,

askerlikte kalmayı tercih ettiğini söyledi. Ben de bundan memnun oldum. Hiç şüphesiz, hizmetine memleketin ilgisiz kalamayacağı değerli komutanlarımızdandır. Bunu daima takdir ettiğimden ötürü, tekrar ordu komutanlığına atadım. Fakat, son günlerde yine bazı siyasi tahriklerde bulunduğunu haber alıyorum....” Enver Paşa fikrini biraz daha açıklayarak, “Mustafa Kemal Paşa’nın vatana en faydalı şekilde hizmet edebilecek bir şahsiyet olduğu şüphesizdir. Ben de kendisini layık olduğu makamlarda çalıştırmaya devam edeceğim. Fakat, siyasi teşebbüslerde devamını onaylamamakta elbette haklıyım.” (Rauf Orbay’ın Hatıraları, s.157-58)

Rauf Orbay, daha sonra Mustafa Kemal Paşa ile görüştüklerinde, Paşa’nın, Enver Paşa’nın söylediklerini doğruladığını yazar.

Anlaşılan odur ki, Mustafa Kemal hem askerlikte, hem de siyasette çok hırslıdır ve büyük hayalleri vardır. Ancak, çıkış yapacak bir ortam bulamamış ve bunun sıkıntısını yaşamıştır. Bu yüzden de, zaman zaman askerlikle bağdaşmayan hatalı yollara girmiştir. Enver Paşa ise ona karşı soğukkanlı ve fakat soğuk davranmıştır.

Falih Rıfkı, Mustafa Kemal’in Sofya’da geçen bir disiplinsizliğini anlattıktan sonra şöyle der:

“Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Mustafa Kemal ile münasebetlerinde olgunluk gösterdiği göze çarpıyor. Başkalarında affetmeyeceği bir çok nazlara Mustafa Kemal’de katlanmıştır.”(Çankaya, Dünya Yayınları, s. 304)

Aynı yerde Falih Rıfkı, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine şöyle anlattığını yazar:

“Benim mütemadi memnuniyetsizliklerim üzerine, bir defa bana şu suali sordu:

-     A birader, ne istiyorsun, benim yerimi mi?

Kendisine dedim ki,

-     Asla! Yemin ederim ki senin yerinde gözüm yok. Emelim yok.

-     O halde ne istiyorsun?

-     Büyük kuvvetlere kumanda etmek istiyorum.”

Falih Rıfkı Çankaya’da da şunu anlatır: Büyük Savaş yıllarında Dr. Nazım ile bir başka İttihatçı aralarında konuşurlarken, içeriye Enver Paşa girer. Konuşanlar susarlar. Enver, belli ki benim hakkımda konuşuyordunuz, ne diyordunuz diye sorar. Dr. Nazım, Mustafa Kemal’i niçin terfi ettirmediniz? diye sorar. Enver cebinden çıkardığı terfi emrini gösterir ve şöyle der:

“Ama biliniz ki, onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.” (Çankaya, c.I, s.58 )

Enver Paşa yurt dışına çıktıktan sonra da, Millî Mücadele’ye destek için uğraşırken Mustafa Kemal Paşa ile yazışmıştır. Pek samimi bir üslupta süren bu yazışmalarda, zaman geçtikçe üslup değişir. Kara Kâzım Paşa’nın ısrarlı istekleri üzerine, Mustafa Kemal Paşa’nın da “açık neşriyatı başlattık” dediği, Enver Paşa’yı karalama kampanyası yazılarından biri Hâkimiyet-i Milliye’de çıkar. Enver Paşa öfkelenir ve 17 Temmuz 1921 tarihli mektubunda şöyle yazar:

“Bununla, mateessüf Trablus’tan beri bildiğim şahsî ahlakınızın bugün vardığınız mevkide bile değişemediğini görüyorum. Ve benim yalnız iktidarınıza bakarak görmek istemediğim diğer noksanlarınızı artık göze sokacak şekilde belli ettiniz. Ben yine sükûnetle, arkadaşlarla birlikte başta Türkiye olmak üzere İslamın rehâsı için olan çalışmalarımızda ilerleyeceğiz. Bütün bu şahsî hırslarınıza rağmen Cenab-ı Hakkın şimdiye kadar yaver olan talihinizi, yine vatanın selametine hâdim kılmasını diler, fakat sizi, şahsî hırsınıza mağlup olarak bu kadar küçülmüş gördüğümden dolayı teessüf ederim. Allah hepimizi doğruluktan ve iyilikten ayırmasın.” (Masayuki Yamauchi, Hoşnut Olamamış Adam Enver Paşa; Türkiye’den Türkistan’a, m.118, s.234)

Bu iki büyük insanın, birbirleri hakkındaki düşüncelerini, Enver Paşa’nın ve Mustafa Kemal Paşa’nın çok yakınlarında bulunmuş iki insanın anlattıklarından dinleyelim:

“Birgün İçişleri Bakanı Talat Beyle Bakanlık makamında oturuyorduk Enver Paşa da geldi; cepheleri teftişten geliyordu. Talat, Enver’den sordu: ‘Enver sen atak bir adamsın. Bir gün bir cephede kalabilirsin. Biz de bu badireye girmiş bulunuyoruz. Öyle bir emrivaki karşısında orduyu kime emanet edelim? Bu hususta fikrini bilmek isterim.’ dedi. Cevaben Enver, tereddüt etmeden, ‘Mustafa Kemal’e.’ demişti.

“Ölmesinden birkaç ay önce İzmir Milletvekili Mahmut Esat Bozkurt’a, Talat’ın sorusunu ve Enver’in de yukarıdaki cevabını nakletmiştim. Merhum, ‘Ben de size Gazi’nin Enver hakkında şahit olduğum sözlerini söyleyeyim.’ dedi ve ekledi: ‘Bir gün Çankaya’da bir milletvekili arkadaşla Gazi’nin huzurunda idik. O zât, Enver aleyhinde atıp tutmaya başladı. Gazi sözünü kesti ve şunları söyledi: ‘Enver bir güneş gibi doğmuş, bir gurûb ihtişamıyla batmıştır. Bunun ortasını tarihe bırakalım.’...” (Menteş, a.g.e., s. 252)

Atatürk döneminin ünlü Adalet Bakanı, hep şöyle dermiş:

“Mustafa Kemal, Talat, Enver; bu üçüne uzanan dilleri kudretim olsa kökünden keserdim.”

42    Burada şöyle bir mütalaa uygun düşebilir: Savaşın ilk karşılaşmasında Türk kurmaylarının iyi sınav vermemiş olmaları Enver Paşa’yı etkilemiş ve Alman kurmaylarına kendini daha çık bağımlı hissetmesine yol açmış olabilir. Hatırlanacağı gibi, Hasankale savaşlarında Türk ordusu galipken, Rus birliklerini takip etmek yerine ordu komutanı Hasan İzzet Paşa geri çekilme emri vermiştir. Sarıkamış Harekâtında, 11. Kolordu Komutanı Ragıp Paşa Rus birliklerini Aras boyunda tutamamıştır. 9. Kolordu Komutanı İhsan Paşa ve kurmay başkanı Yarbay Şerif Bey Sarıkamış önünde hatalar yapmışlardır. 28. Tümen Komutanı hata yapmıştır. 10. Kolordu Komutanı ve Osmanlı ordusunun en gözde subayı Hafız Hakkı Bey, ordu emrine rağmen kuşatma çemberini genişleterek Sarıkamış’a geç kalmıştır. Bütün bu gelişmeler Başkomutanın güvenini sarsmış olabilir.

43    Bütün bu bilgileri veren Hikmet Bayur, araya, hiç de yerine oturmayan yorumlar sokar. Mesela, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i kıskandığını (!) söylemesi. Fakat, İmparatorluğun Savaş Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı olan, Saray damadı, bir yıldız tuğgeneralin, ordusundaki bir binbaşıyı niçin kıskandığını açıklamaz. Yine, Enver Paşa’nın, Mustafa Kemal Beyi ordudan uzaklaştırmak için Sofya’ya gönderdiğini yazar. Onun Sofya’ya, Fethi Beyle gidişinin hikâyesini Fethi Bey anlatır. Fethi Bey çok yakın arkadaşı olan Mustafa Kemal Beyi, sanki de muhtemel bir kazadan korumak için yanında götürmeyi istemiş, Enver Paşa’nın izin vermeyeceğinden de endişe etmiştir. Enver Paşa izin verdiği gibi, yukarıda ifade edilen ek görevleri ve rütbeyi de vermiştir. Yine, anlaşılmaz bir aykırılıkla, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Beyi yarbaylığa yükseltmesini, kendisinin Savaş Bakanı oluşuna karşılık “bir taviz olup olmadığını kestiremeyiz” der. Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Beyle bir pazarlık yaptığı iddiası hiç ileri sürülmemiştir; bu neyin tavizidir?

44    Askerin Enver Paşa sevgisi hakkında tarihçi Ziya Nur Aksun Beyin anlattığı babasına ait hikâye de fikir vericidir. Enver Paşa’nın askerlerinden olan yazarın babasının, “elli yıl sonra kanaati ‘Enver Paşa çok iyi adamdı. Emrinin icrasını takip ve temin eden kuvvetli, cesur, doğru ve çok gayretli bir kumandandı.’ merkezinde toplanmakta, hakkındaki tenkitleri ise ‘Anlamam ve dinlemem.’ diye geçiştirmektedir. Onun akibeti hakkında ise, ‘Zavallı, Türkleri ve İslamları uyandırmak için Türkistan’a gitti ve orada şehit oldu. Anadolu harekâtında memlekete gelmek istedi; fakat huduttan çevirdiler. Ölmeseydi nasıl olsa gelirdi ve tabii idareyi o ele alırdı.’ derdi. ‘Nasıl olur?’ sualine ise, ‘Nasılı filan yok... Asker onu çok severdi.’ sözünü söylerdi. Enver’in maiyetindeki yüz binlerce askerden birine bu derece tesir etmesi ve bunu elli sene sonra bile sürdürmesi, herhalde kendisinin büyüklüğüne, yüksek cevherine delildir.” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, İstanbul 2005, s.37)

45    Enver Paşa, Mustafa Kemal’in ne ölçüde hırslı olduğunu ve diktatörlük temayüllerini bilir. Bunu ileride kendisine de yazacaktır. Yukarıdaki alıntılarda, Mustafa Kemal’in Enver Paşa’ya Çanakkale’den yazdığı mektup, “Büyük kuvvetlere kumanda etmek istiyorum” ifadesini teyid etmektedir. Ancak, konuşma üslubu Enver Paşa’nın tarzına uymamaktadır. Sonraki anektodun üslubu ise kesinlikle Enver Paşa’nın tarzı değildir. Esasen, gerek Zeytindağı’nda gerek Çankaya’da, olguları Falih Rıfkı’nın yüksek üslubundan ayırmak zor olmaktadır. Ayrıca, tarihçi dikkati olmadığından bilgi yanlışları çoktur ve Enver Paşa’nın bağlı olduğu Müslüman/Şark dünyasına olan nefreti açıktır. Buna rağmen Paşa’nın kişiliği hakkında olumsuz bir şey pek söylemez; cüretli ve hayalperest demekle yetinir.

“Bravo Enver Paşaya Bravo! ”

P

ARTİ ileri gelenlerinden Talat, Enver, Cemal Paşalar, Dr. Bahattin Şakir Bey, Beyrut eski Valisi Azmi Bey, İstanbul eski Polis müdürü Bedri Bey ve Dr. Nazım Bey, 8 Kasım 1918 gecesi, bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk ederler. Sadrazam İzzet Paşa’ya bir mektup bırakarak, bu vakitten sonra İstanbul’da kalmalarının ülkeye zarar vereceğini, “Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin olunacak cezayı cesaretle çekmek” istediklerini bildirirler.

O gece görevlendirilen iki Alman deniz subayı, Askerî Demiryollarına ait bir motorla, önce Moda limanından, saat 22.00’de Talat Paşa ve arkadaşlarını alırlar. Buradan Arnavutköy’de Paşa’nın yalısına yakın bir yerde Enver Paşa’yı, İstinye yakınlarında Boyacıköy koyunda saat 23.00’te Cemal Paşa’yı alarak, gece yarısına doğru Tarabya önlerindeki R-1 torpidosuna gelirler. Herkesin yanında sadece küçük birer bavul vardır. Yolcular, Rusların Karadeniz filosundan olup, birkaç haftadır Alman bayrağı ve personeliyle görev yapan torpidonun kaptan kamarasına geçerler. 8 Kasım 1918 gecesi, gemi, yolcularını Kırım’a götürmek üzere hızla yola girer.

* * *

Enver Paşa hareketinden önce Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’ü çağırır, teşkilatı görünüşte dağıtmalarını, esasta yine mücadeleye devam etmek üzere saklı tutmalarını emreder. O sıralarda İstanbul’da bulunan Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, Şeyh Sünusî gibi misafirlere gereken ilginin gösterilmesini tenbihler:

“Hüsamettin, dedi, bunlar İmparatorluğun medar-ı iftiharı kimselerdir. Onların bütün arzularını yerine getiriniz. Yarın akşam biz buradan hareket ediyoruz. Kimse hareketimizi duymasın, sen bile; bunu ne işitmiş, ne de bilmiş ol.

“Elini öptüm. Yüzüne baktığım zaman, gözleri yaşlıydı. Enver Paşa’yı ta Makedonya’dan, Rumeli’den beri tanırdım. Balkan Savaşında O’na daha yakın

bulunmuştum. ... Onun yüzünden Alman denizaltılarında aylarca kalarak, açık denizlerdeki baskınlarında, denizaltı savaşlarında müşahit olarak harekâtı izlemiştim. Velhasıl, hep o başkomutan için, doğudan batıya, kuzeyden güneye emredilen her yöne koşmuş, kendimizi harcamıştık. Fakat, ondan ayrıldığım zamanki yüzü, bütün o tanıdığım devirlerdeki Enver’lerin aynıydı. Uzun kirpikleri, iri ela gözleri, pembe yüzü, zeki bakışları, orta boyu, son derece yakışıklı ve sevimli bütün görünüşüyle Enver, bir sanatkârın elinden çıkmış kahraman heykeliydi. Bu adamdaki engin cesarete, içinde çırpınan büyük ideale şaşmamak mümkün değildi. Son dakikada da, bütün arzusu, İmparatorluğa, geleceklerini ve onurlarını feda etmiş olan bu konukların hayatlarına zerre kadar bir tehlike gelmemesiydi.” (Semih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Hüsamettin Ertürk’ün Hatıraları, İstanbul 1957, s.178)

Bir süre sonra, Âlem-i İslâm İhtilal Komiteleri İstanbul şubesine mensup eski Trablus Milletvekili Yusuf Şetvan Bey, kendisine, Enver Paşa’nın “Şerefli bir barış elde edilinceye kadar mücadeleye devam edeceğini” söyleyince, Abbas Hilmi Paşa, “Bravo Enver Paşa’ya, bravo! diye bağırdı. O hakikaten bir hürriyet kahramanıdır. Biz Mısırlılar, bütün Afrika’daki âlem-i İslâm, ta Atlas Denizi kıyılarına kadar bütün bir Mağrip, kendisinden bu kararı beklerdik. Allah kendilerine başarılar ihsan etsin, yolları açık olsun...” (Semih Nafiz Tansu, a.g.e, s.176)

Osmanlı ordusu Enver Paşa’ya bağlanmıştı ve onu seviyordu. Mağlup olmuş bir başkomutanın istifa haberini alan birlik komutanlarının ona çektikleri telgraflar, gerçekten dikkate şayandır ve bir insanın nasıl sevilebileceğinin güzel örnekleridir. 5. Ordu Komutanı Mahmut Kâmil Paşa, telgrafında şöyle söyler: “İstifanız 5. Ordu-yı Hümayun üzerinde derin bir hüzün ve tesir yarattı. Memleketin kurtuluşunu sağlamayı amaçlayan yüksek bildirim ve öğütlerinize uymayı, 5. Ordu, bundan sonra da en onurlu ve kutsal bir görev sayar...” Karadeniz Boğaz Komutanı Kaymakam Kiramettin Bey de şöyle söyler: “Hepimiz, Allah’ın yardımına dayanarak, tek bir vücut halinde, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da askerî namus ve görevimizi, en kesin bir azim ve sağlamlıkla, sonuna kadar yerine getirmeye devam edeceğimizi ve yüksek emir ve komutanız altında geçirilen günlerin minnet ve şükran hatırasını sonsuza dek unutmayacağımızı arz ile bütün birlikler adına, kalbî tazim ve hürmetlerimizin lütfen kabulünü istirham ederim efendim.”

Çekilen telgraflardan ikisini kitabına alan Şevket Süreyya Bey, bu göz yaşartıcı sevgi ve bağlılığı şöyle yorumlar:

“Bunlardan da görüleceği gibi ve bu vesileyle de tekrar edelim ki, Enver Paşa, her şeye

rağmen ve bütün savaş boyunca, ordu üstündeki güç ve saygınlığını yitirmemişti... Bu niçin böyleydi? Bunun cevabı sanıyorum ki, şudur: Osmanlı Ordusu en az iki yüz yıldan beri başında, kolay yıkılmaz, otoriter ve askerî onuru temsil eden bir başkomutan bekliyordu. Onu, Enver Paşa’nın şahsında bulduğuna inanıyordu.” (Aydemir, a.g.e., s.473-74)

Enver Paşaya olan sevgi ve güvenin şaşırtıcı bir örneğini de Kafkas dağlarında bir Türk çocuğu verir: Bir esir katarında Kafkas dağlarını aşarlarken, katarın durduğu bir yerde yanlarına gelen bir Türk genci. şöyle seslenir: “Korkmayınız; buradan giden esirlere Ruslar fenalık yapmaz. Sizi nereye kadar götürürlerse, Enver Paşa oraya kadar gelecektir. Türk ordusu yakın bir zamanda Bakü’ye gelmek üzeredir.” (Fahrettin Erdoğan, a.g.e. s.58)

Halife İttihatçıların Elinde Esirdir”

B

İRİNCİ Dünya Savaşı içinde, tarafların ihmal etmedikleri psikolojik savaşa da, Genel Kurmay Arşivine dayalı güzel bir çalışmayı esas alarak kısaca dokunmak istiyoruz. Bu propaganda beyannameleri okunduğunda, o günkü siyasi muhaliflerin söylemlerinde tekrarlanıp, günümüzde bile hâlâ izlerini devam ettirenlerinin olduğu görülür. Savaş bitmiştir, hatta Soğuk Savaş da güya bitmiştir; ama, bugün, akıl almaz imkânlarla donanmış olan propaganda savaşı, sessizce ve tüm dünyayı kapsayacak ölçüde sürüp gitmektedir. Bunun, Soğuk Savaş dönemi ideolojik örtüsünü terketmiş görünmesi kimseyi aldatmamalıdır. Bu savaş, çeşitli biçimlerde her zaman vardı ve gelecekte de olacaktır.

Kültür bütünlüğü zedelenmiş, kendine inancı sarsılmış, millî ilkelerini, doğruları ve yanlışlarını şaşırmış zayıf toplumlar bu küresel boyutlu mücadele içinde en kolay inanan ve yıkılanlardır.

Büyük güçler dediğimiz siyasi ve ekonomik merkezlerin bu yoldan, ülkelerin ve daha geniş boyutlu toplulukların kamuoylarını büyük ölçüde etkilediğini düşünebiliriz. Ancak bu düşünceyi komplo teorilerine yahut hortlak filmi senaryolarına vardırmanın da, bu güçlerin tuzaklarından olduğunu unutmayalım.

Her millet kendi iç dinamikleriyle, kendi iman ve toplumsal gerilimiyle yükselir yahut zayıflar. Hiçbir topluluk, ne kadar zayıf olursa olsun, büyük güçlerin elinde musalla taşındaki meyyit değildir. Bu ilkeyi unutturan, kendi medeniyetimizden kendimizin sorumlu olduğu gerçeğini saptıran her yaklaşıma şüpheyle yaklaşmak durumundayız. Özellikle okumuşlarımız, kendi milletinin kıblesine dönmeden, onun değerlerine iman etmeden, onun ölçüleriyle ölçülenmeden, millî bir bakışa ve değerlendirme gücüne sahip olamayacaklarını, “aydın” olamayacaklarını bilmelidirler. Bu yüzden, en çok ve en erken, küresel psikolojik savaşın ağına takılanlar onlardır.

Bu vesileyle başladığımız uyarıyı uzatmadan konuya geçebiliriz

* * *

Tahmin edebiliriz ki, savaş içindeki propagandalar, beşinci kolların yaydığı fısıltılar ve genellikle uçakların attığı beyannameler yoluyla yapılmıştır. Osmanlı ise yayımladığı her türlü beyannameyi, Cihat Fetvası dahil, Teşkilat-ı Mahsusa mensupları vasıtasıyla İslam Dünyasına ulaştırmaya çalışıyordu.

İngilizlerin başını çektiği müttefiklerin İslam Dünyasına yönelik propagandaları, genellikle şu noktalara dayanıyor ve bir Osmanlı ağzıyla yazılıyordu:

-     Türk savaş cephelerine atılan beyannamelerde, İttihatçıların, hiç yoktan savaşa girdikleri, “Hiçbir faydamız olmadığı halde Alman kâfiri ile ittifak ederek harbe girildi” denilmekte ve saldırıya uğrayan Ruslar mağdur olarak gösterilmektedir. Ruslar tarafından atılan bir bildiri de Enver, Talat ve Cemal Paşaların, sırf Alman menfaati için devleti savaşa attıkları yazılmaktadır. Bir başka bildiride savaşa girme karşılığı bu üç liderin iki milyon altın rüşvet aldıkları söylenmektedir.

-     Osmanlı Hakanı ve Müslümanların Halifesinin, İttihatçıların elinde esir olduğu söylenmektedir. “Bugün Padişahımızın elinden hiçbir şey çıkmıyor. Padişahın emri altta kaldı. Bu soysuzların emri üste çıktı.” Bildiri şöyle devam eder: “Haydi Türk kardaşlarımız, yekvücut olalım. Eskisi gibi Padişahımızı yüce edelim. Ondan başka hiç kimseye tâbi olmayalım. İttihatçı kâfirlerini içimizden def edelim. Gerek Türk, gerek Kürt, Arap, baba kardeş gibi yaşayalım!”

-     “İttihat ve Terakki Partisi, İslamlığı ve Araplığı yok etmeye çalışan, ‘Turanya’ cemiyetine mensup ırkçılardır.”

-     Halife V. Mehmet Reşat, kendi iradesiyle değil, Almanların baskısı altında Cihat ilan etmiştir. (İngilizler, gayrimüslimlerin yaşadığı bölgelere attıkları bildirilerde ise, Halife’nin gayrimüslimlere soykırım yapılması için Cihat çağrısı yayımladığını yazarlar.)

-     İttihat Terakki, İslamlığın ve Peygamberin düşmanıdır. Topkapı Sarayı’ndaki ve Kutsal Emanetler Dairesindeki kıymetli eşyaları satarak parasını Almanlara vermişlerdir. İttihatçılar, ülkeyi Almanlara satıyorlar.

-     “Ülkenin Enver, Talat, Cemal ve ortakları tarafından Almanlara satıldığı, bu kişilerin de alım-satımda ceplerini doldurdukları” yine bu bildirilerde, Kosova’dan başlayıp bütün Rumeli vilayetlerinin tek tek satıldığı ve İttihatçıların keselerine gittiği söylenmektedir.

-     Osmanlı askerleri, sırf Alman menfaatleri için sınırlarımız dışında savaşa sokulmuştur. Bir kısım Osmanlılar rüşvet vererek askerlikten kurtulmaktadırlar. (Böylece silah altında olan yahut girecek olanlara yol gösterilmektedir.)

-    İttihat Terakki zulüm yapmaktadır: “Memlekette umran ve terakki namına darağaçlarından, mezarlıklardan ve sürgün yerlerinden başka ne var? Şu anda memleket baştanbaşa taş taş üstünde kalmamış, harabelere dönmüştür. Yazık değil mi?”

-     İttihat Terakki, Erzurum, Bağdat ve Mekke’ye sahip çıkmadığı için buralar kaybedilmiştir. Bu daha başlangıçtır.

-     Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’yi İttihatçılar öldürdü. (Veliaht Yusuf İzzettin Efendi, 1 Şubat 1916’da İstanbul Zincirlikuyu’daki köşkünde, bileklerini keserek intihar etmiştir.) Bir başka bildiride, Onun Edirne’de öldürülerek İstanbul’a getirildiği söylenmiştir.

-     İttihatçılar memlekete hiçbir hizmet yapmamışlardır.

Bu bildirilerde başta Enver Paşa olmak üzere İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenlerinin, “mert ve yiğit olan Türk neslinden” değil Yahudi dönmesi yahut soyu belirsiz kişiler olduğu söylenmektedir.

İtilaf devletlerinin propaganda çalışmalarının özellikle Enver Paşa üzerinde yoğunlaşmasını anlamak zor değildir. Enver Paşa, çeşitli Osmanlı vilayetlerini tek tek satmanın yanı sıra, Nazım Paşa’yı ve Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’yi öldürmüştür ve Padişahlığa heveslenmektedir. “Böyle Allah’tan korkmaz bir katil Osmanlı ordusunun komutasında bulunduğu zaman, Cenab-ı Hak ordularımıza bir zafer ihsan edebilir mi?” Bir başka Rus beyannamesinde Enver Paşa, Almanlardan maaş alan bir vatan haini, olarak gösteriliyor.46

Nihayet bu bildirilerde İttihat Terakki ileri gelenlerinin vücutlarının ortadan kaldırılmasının vacip derecesine geldiği ilan edilmekte ve halk ayaklanmaya çağrılmaktadır.

Aşağıya, Enver Paşa hakkında düzenlenmiş bir propaganda bildirisini alıyoruz:

“Enver Paşa ile Wilhelm (Alman İmparatoru) vatanınızı bir harabeye çevirdiler. Vilayetlerini kaybettirdiler. Sizi yabancılara sattılar. Tren yollarınızı, maden ocaklarınızı soydular. Sırtınızdaki parçalanmış elbiseye varıncaya kadar vergiler yüklediler ve sizi savaş içinde perişan ettiler. Sizinle yurdunuz arasında ve sizinle barış alemi arasında bir kara çalı gibi durdular. Enver’siz hürsünüz.

-      Kendi komutanı Nazım Paşa’yı katleden kimdir?

-      Enver

-      Sizler savaş alanlarında mahvolurken İstanbul’da tantana içinde hayat süren kimdir?

-      Enver.

-     Osmanlı Hanedanını düşürerek kendisi saltanat makamına gelmeyi hayal eden kimdir?

-      Enver.

-      Sarıkamış’tan kaçarak kardeşlerinizi ölüme bırakan kimdir?

-      Enver.

-      Almanları Türklerin başına bindiren kimdir?

-      Enver.

-      Yalnız arkadaşlarını terfi ettiren kimdir?

-      Enver.

-      Herkesin arkasında hafiyeler tutan kimdir?

-      Enver.

-      Sultanı bir esir gibi tutan kimdir?

-      Enver.

-      Üç seneden beri Türklerin her gün ölmesinin müsebbibi kimdir?

-      Enver.

-      Arazilerinizi ve hayvanlarınızı satan kimdir?

-      Enver.

-      Niçin her gün savaş içinde mahvoluyorsunuz?

-      Enver Paşa bol bol Alman altınıyla hayat sürdüğü için.

-      Padişahımız Bağdat, Mekke, Kudüs, Basra ve Erzurum’u niçin kaybetti?

-      Enver Paşa Türkiye’yi faydasız bir savaşa sürüklediği için.

-      Türkler niçin Romanya’ya ölüme gönderiliyorlar?

-     Kardeşlerinizi Almanya aşkına savaşa göndermek için Enver Paşa’nın Almanlardan aldığı paralar yüzünden.

-     Anadolu’da aileleriniz ve ananız babanız niçin açlıktan ölüyor ve paçavralara bürünüyorlar?

-     Enver Paşa Anadolu’aki hububat ve yünü Almanya’ya satmış olduğı için. (Dr. Sadık Sarısaman, Birinci Dünya Savaşında Türk Cephelerinde Beyannamelerle Psikolojik Harp, ATASE, Ankara 1999, s. 115, 116)

Şimdi, biraz hüzünle ve okur yazarlarımızın ibret almaları temennisiyle, o dönem muhalif particilerinin, el altından yayımladıkları bildirilere kısaca dokunacağız. Aynı kaynağın belirttiğine göre, ilk üzerinde durulan husus, “savaşa girme mecburiyetimiz olmadığı halde, Enver, Talat ve Hayri gibi İttihat ve Teıakki liderlerinin Almanlardan aldıkları iki milyon lira rüşvet karşılığında Osmanlı Devletini savaşa soktukları” İttihatçıların, “Yezid’in dahi Kerbela’da yapmadığı zulmü bu ülkenin evlatlarına reva gördükleri” Şeyhulislam Suat Hayri Efendi ve Meşihattaki satılmış memurlar hariç, bütün ulema Enver-Talat-Hayri kumpanyasının ortadan kaldırılmasını istemektedir. Askerî satın almalardaki yolsuzlukları tespit ettikleri için dört subay Enver tarafından ortadan kaldırılmıştır. İttihat Terakki yöneticileri Yahudi dönmeleridir. Kurtuluş için, İttihat Terakki liderleri yok edilmeli, Alman subaylar ülkeden kovulmalı ve İngiltere’nin himayesinde bir hükûmet kurulmalıdır. “Müslümanlar! Vatandaşlar! Osmanlı milleti! Birkaç haydutun milletin intikamıyla parçalanacağı gün yaklaştı...” Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’yi Enver öldürdü. “Britanya İmparatorluğu’nun idaresi altında 350.000.000 Müslüman mesut bir hayat yaşadıkları halde, Cihat ilanı ile Müslümanların arasına nifak sokuldu ve fetvayı veren Şeyhulislam Suat Hayri Efendinin katli vaciptir.” Osmanlı ordusu bütün cephlerde yenilmekte ve bu yenilgiler bizden saklanmaktadır. İngiliz himayesinde yaşayan milletlerin millî, dinî ve mezhebî hürriyetlerinin olduğu, Almanya’nın Türkiye’nin tarihi düşmanı olduğu...

İtilaf devletlerinden para alarak (Sarısaman, a.g.e, s.23) propaganda savaşına katılanları bir yana bırakırsak, savaş içinde yapılan ve düşmanlarımızın propagandalarıyla tıpkıbasım gibi görünen bu bildirilerin en iyimser açıklaması, bu insanların demokratik ahlakın çok uzağında olmaları, siyasi mücadeleyi düşmanla mücadele olarak görmeleridir. Politik tercihlerini, millî menfaatler çerçevesinde bir yere oturtamamışlardır. Günümüz için ibretli olan da budur.

Bu tablo önünde bizi rahatlatabilecek olan soru, muhalefeti bu çerçevede kavrayan ve bu bildirileri hazırlayanların, muhalefetin -hele de halkın- ne kadarını temsil edebildikleridir?

46 Bunu, Sarıkamış hareketinin kurmay subaylarından birinin de hatıratında aynen tekrar etmesine ne demeli?

Tehlikeli Yolculuklar ve İkinci Savaş

8

/9 KASIM 1918 gecesi, Boğaz’dan Karadeniz’e açılan denizaltı, yolcularını Kırım’ın Gözleve kasabasına çıkarır. İngiliz ve İtalyan istihbaratı, merkezlerine, onların Fas’a gittikleri haberini verir. Enver Paşa Kafkaslara geçerek orayı teşkilatlandırmak ve oradan Türkistan’a geçerek ihtilal yapmaktan söz eder. Daha önce de, amcası Halil Paşa’ya yazmış ve Azerbaycan’da bir şeyler yapıp yapamayacaklarını incelemesini istemiştir. Benzeri bir mektubu da Türkistan taraflarına giden Hacı Sami’ye yazmıştır: Türkistan’ın durumu nedir; halkın tutumu nasıldır? Oralara gelirsek neler yapabiliriz? Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya bıraktığı mektupta da, Azerbaycan tarafına geçerek orada hizmetine devam edeceğini söyler.

Yamauchi’nin yazdığına göre, Osmanlı sadrazamı da, Mustafa Kemal Paşa da, onun Azerbaycan’da bağımsız bir Türk devleti kuracağını düşünmektedirler. Ancak, olaylar geliştikçe görülecektir ki, Enver Paşa kesin kararını verebilmiş değildir. Gönlünde ve kafasında her şeyden evvel yine Anadolu vardır; öncelikli sorun orasıdır. Ancak buradaki hareketin başarısından sonra, doğasında oturmak olmayan Enver Paşa kendisine, kişiliğine uygun bir yol çizebilecektir. Millî Mücadele’nin henüz zayıf olduğu ilk dönemlerde, onu dışarıdan ve Moskova’nın yardımını sağlama çalışmalarıyla desteklemek en uygun yol olmuştur. Belki yeniden Anadolu’ya dönmesi zor olmazdı; ama, Enver Paşa bir er gibi çalışmaya ne kadar istekli ve gönüllü olsa da, böyle bir konumda olamayacağı kesindi; asker yahut sivil bir çok insan onu baş olarak görmek isteyecekti. Bu da Millî Mücadele’de ikilik çıkması demektir. Bu bakımdan Mustafa Kemal Paşa’nın endişeleri tamamen haklıdır. Ancak Sakarya Savaşından sonradır ki, Anadolu için tünelin ucundaki ışık görünecek ve Enver Paşa da yeni yolunu çizecektir.

Gemide uzun uzun konuşurlar. Talat Paşa, artık bizim siyasi ömrümüz bitmiştir; Avrupa’ya gidip, bir şeye karışmayalım. İleride çok uygun fırsatlar

doğarsa, ne yapacağımıza o zaman karar veririz fikrindedir. “Gerçi biz vicdanlarımıza karşı mahkûm değiliz. Çünkü biz milletimizi kurtarmak ve yurdumuzu yükseltmek istedik; fakat, talih bize yar olmadı. Böyle olunca, artık vazifelerimizi başkalarına terketmemiz gerekir. ” (Erol Cihangir, Emir Şekip Aslan ve Şehid-i Muhterem Enver Paşa, İstanbul 2005, s.74)

Enver Paşa hariç, herkes bu fikirdedir. O, Balkan Savaşı’nı dikkate alarak, Mondros sonrasını, savaşın ikinci safhası olarak düşünmektedir; mücadele bitmemiştir. Talat Paşa ve arkadaşlarının da, o dağdağalı günlerde siyasi sorunların dışında yaşamaları elbette ki mümkün olmamıştır. Ancak, Talat Paşa’nın daha çok iç siyaseti kastederek konuştuğunu düşünebiliriz.

Esasen, 1918 sonlarına doğru, İttihatçıların silahlı bir direnişe hazırlandıkları yolunda güçlü söylentiler dolaşmaya başlar. Ayrılmadan önce Enver Paşa, Kuruçeşme’deki yalısında yapılan son toplantıda “Mondros silah bırakışması imzalanmasından sonra başlayan ve savaşın ikinci safhası olarak tanımladığı dönem için, şimdiden savaşmaya kararlı olduğunu göstermişti... Enver Paşa bu savaştaki yenilgiyi iyimser bir şekilde, sadece geçici bir geri çekilme olarak yorumlamakta idi.” (Masayuki Yamauchi, Hoşnut Olamamış Adam Enver Paşa; Türkiye’den Türkistan’a, s.19) Bunun için de, İkinci Balkan Savaşı’nı örnek gösteriyordu. Halil (Kut) Paşa, İstanbul’da İttihatçılar arasında bu kanaatin yaygın olduğunu yazar:

“İstanbul kaynıyordu; silahlar bırakılıyordu ve fakat biz, yani İttihatçılar, daha silahları bırakmamak kararındaydık. İstanbul’da bulunan ve daha doğrusu İstanbul’da toplanmaya başlayan İttihatçılar şuna karar vermiştik ki, daha savaş bitmemiştir. Mütareke bu savaşın bir safhasıdır; Türk devleti vardır ve olacaktır. Aramızdaki konuşmalarda ve haberleşmelerde şuna karar verildi ki, yeni hareket Doğudan başlayacaktır.” (Halil [Kut], a.g.e., s. 196)

Enver Paşa, her şeye rağmen, nihai yenilgiyi kabul etmek kararında değidir; yeni güçler oluşturup, yeni durumlar yaratarak İtilaf devletleri üzerinde baskı kurmak ve en azından “şerefli bir barış”ın imkânlarını hazırlamak niyetindedir. Celal Bayar’ın anlattığına göre, “Kafkasya’da iki tümenimiz vardı. Son zamanlarda Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya Müslümanlarına silah dağıtılmıştı. Enver Paşa Kafkasyalı gönüllülerle tümenlerimizi kuvvetlendirdikten sonra Ermenistan’ı ezmeyi, İtilaf devletlerinin kolaylıkla yetişemeyeceği bir yerde, mesela Kars’ta geçici bir hükûmet kurmayı tasarlamıştı. ” Paşa, burada siyasi gelişmeleri bekleyecekti.

(Celal Bayar, a.g.e, c.1, s.124) Paşanın bu niyeti, Sadrazam’a yazdığı mektuptan açıkça anlaşılmıştı. Bu mektupta şöyle diyordu:

“Faydalı bir surette iş görebileceğimi ümit ettiğim Kafkasya’ya hareket ediyorum. Bu suretle, bütün hayat ve varlığımı iyiliğine vakfeylediğim memleketimde kalarak dinime, milletime, padişahıma hizmet edememekten doğan üzüntüm pek büyükür. Fakat Kafkasya’da bir İslâm istiklalinin gerçekleşmesine yardım edebilmek ümidi, üzüntümü biraz azaltıyor.” (Bayar, a.g.e., c.1, s.126)

Bu haberi alan İngilizler, Hükûmeti ve Mütareke Komisyonunu ağır baskı altına alarak, Ordunun bir an önce terhis edilmesini, özellikle Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusunun hemen geri çekilmesini sağlamaya çalışırlar.

Paşa, İstanbul’dan ayrılmadan önce Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Hüsamettin Ertürk’e şunları söyler:

“Hüsamettin Bey, biz bir denizaltı ile Odesa yolu ile Rusya’ya geçeceğiz. Ben Kafkasya’ya sonra da Moskova’ya uğrayacağım. Arkadaşlar Berlin’e gidecekler. İtilaf devletleriyle mücadelemiz bundan sonra da devam edecektir. Moskova’dan kendimize yardım yaptıracağımızı ümit ediyorum. Bolşevikler bu kapitalist ve muzaffer devletlere düşmandır; bizi tutacaklardır. Moskova’dan sonra tekrar Kafkasya’ya geçeceğim. Erzurum ve Kafkasya’daki kıtalarımızın dağıtılmaması, silah ve cephanelerinin teslim edilmemesi ve Ahmet İzzet Paşa’dan (Osmanlı Savaş Bakanı) gelecek emirlere uyulmaması için amcam Halil Paşa’ya, gerek kardeşim Fahrî Ferik Nuri Paşa’ya ve gerekse Çerkez Yusuf İzzet Paşa’ya lazım gelen talimat verilmiştir.” (Tansu, a.g.e, s.166) Esasen Enver Paşa, Kafkasya hareketlerini düzenlerken, kuvvetlerin başına, hiçbir şekilde kendi talimatlarının dışına çıkmayacak iki yakınını getirmiştir.

Olayın bir başka yönünü Hüsamettin Ertürk şöyle anlatır: Mütareke günlerinde bazı Osmanlı paşaları sohbet ederlerken Müşir Ahmet İzzet Paşa, H. Ertürk’e dönerek, “Sen ne dersin Enverci?” diye sormuş. “Bendeniz şuna inanıyorum Paşam! Enver Paşa daha İstanbul’dan hareket etmeden önce bir gün, Topkapı Sarayında devletimizin has konuğu bulunan Şeyh Sünusî Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’den bir âyeti yorumlayarak ‘Şayet Cihan Harbinin ikinci safhası tazelenirse, Müslümanlar için zafer mukadderdir.’ sözünü söylemişti. Bu âyet-i kerimenin müjdesi gerçekleşecektir. Eğer savaşı tazelersek.” (Tansu, a.g.e., s.472) Yine Hüsamettin Ertürk’ün söylediğine göre,

“İstanbul o tarihte silahlar ve mühimmat depolarıyla, bize birkaç istiklal savaşı yaptıracak derecede zengin idi. Bunun için İstanbul’daki gizli teşkilatımızın büyük bir gayretle çalışmasını istemek hakkımızdı.... İstanbul’daki askerî depolarda Osmanlı ordusunu birkaç misli idare edebilecek derece silah ve cephane bulunmasının sebebi, merhum Enver Paşa’nın savaşın gidişine bakarak, bizim çok ağır şartlara maruz kalacağımızı ve Balkan Savaşının sonunda olduğu gibi, Büyük Savaş’ın sonunda da yeni bir savaşa mecbur kalacağımızı hesap etmiş olmasından, bir de Umumî Levazım Başkanı merhum İsmail Hakkı Paşa’nın son derece namuslu bulunmasından ileri gelmiştir. ” (Tansu, a.g.e, s.449, 460)47

Enver Paşa ise, daha sonra Moskova’da görüşeceği Ali Fuat Paşa’ya, niyetleri hakkında şunları anlatır:

“Kendisine sormuştum: Mağlubiyete doğru giderken memleketin istikbali hakkında ne düşünüyordunuz? Bana şu cevabı vermişti: ‘Eğer cephelerimizin çökmesi felaketi birkaç ay daha sonraya kalmış olsaydı, hem doğuda temin etmeye çalıştığım ikmal kaynaklarını temin ve hem de Anadolu’nun ortalarında kuvvetli yedekler yığınağı vücuda getirecektim. Birincisini temin ederken hem müttefiklerimiz ve hem de biz mağlup olmuştuk.48

‘Bir mağlubiyet felaketinden sonra, ne düşmanlarımızın âtifetine ve ne de bizden sonra kurulacak olan hükûmetlerin sadakatle çalışarak, savaştan asgari zararla çıkacağımıza inanmıyordum. Kafkaslardaki ordularımızın kuvvetine güvenerek, merkezi Bakü olmak üzere geçici bir hükûmet kuracaktım. Düşmanlarımızın yapacakları baskı ve bize teklif edecekleri barış şartlarının ağırlığı derecesine göre anavatanı kuvvetlerimle restore etmeye çalışacaktım. Fakat, İstanbul’dan bir Alman torpidosu ile Kırım’a çıktıktan sonra hastalanarak bir köyde uzun süre kalmaya mecbur olmuştum. Bu esnada benden ümidi kesen komutanlar İstanbul hükûmetinin emrine uyarak, kısmen Erzurum ve kısmen de İstanbul’a dönmüşlerdi. Ayağa kalktığım zaman tasavvurlarımı uygalayabilecek bir kuvvet orada yoktu. Çarnaçar Almanya’ya döndüm.’

“Enver Paşa’nın doğuda kurmuş olduğu ordular Millî Mücadele’de elimizde taze kuvvetler ve teçhizat bulunmasını sağlamıştır. Kâzım Karabekir Paşa’nın komuta ettiği XV. Kolordu, 9. Ordunun birliklerinden oluşmuştu.” (Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul 2000, s.39, 60)

Mustafa Kemal Paşa, Ahmet İzzet Paşa’dan Savaş Bakanı yapılmasını istemiş, bu isteği kabul edilmemişti. Hikmet Bayur kendisine, Savaş Bakanı olsaydın ne yapacaktın, diye sorduğunda, Doğuda bulunan yıpranmamış kuvvetlerimize dayanarak “Padişah ve Hükümeti alıp Anadolu’ya çekilir, silah bırakışması ve barış görüşmelerini buradan idare ederdim. ” der. (Bayur, Atatürk, s.166)

Enver Paşa’nın, kardeşi Kâmil’e yazdığı mektuplardan biri.

22 Temmuz 1921 tarihli. Merkez-i umumi kasasına bazı eşya gönderdim.

Bunları, Sultanınmış gibi satın, demektedir. (T.T.K. Enver Paşa Arşivi, B. 1130)

İstanbul’u terketmenin ne derece doğru olacağı tartışılabilse de, görülüyor ki, Mustafa Kemal Paşa da, ancak Doğudaki bu kuvvetlere dayanarak bir şeyler yapılabileceğini düşünmektedir.

Kırım henüz Almanların elindedir. Gözleve’de bir gece kalındıktan sonra ertesi gün Akmescit’e gidilecek ve oradan da Berlin’e yola çıkılacaktır. Gözleve’den hareket edecek olan tren, ilk istasyonda geceyi geçirecek ve sabahleyin Akmescit’e hareket edecektir.

O gece Dilber Oteli’nda kalırlar. Sabahleyin tren hareket ederken, bakarlar ki Enver Paşa yok. Ara tara, yok. Treni bir süre beklettikten sonra, çaresiz yola devam ederler. Anlarlar ki, Enver, kendisine engel olmamaları için gece gizlice treni terk etmiştir. O bir kere karar vermiştir ve şimdi kim bilir nerelerde, Kafkasya’ya yol aramaktadır... Azmi Bey, daha sonra Şekip Aslan’a, bana haber verseydi O’nu yalnız bırakmaz, yanında giderdim, demiş.

Enver Paşa sabaha doğru çantasını ve bavulunu alarak treni terk eder; istasyondaki kalabalığa karışır. Şimdi, adını bilmediği bu istasyonda, bavulu

elinde, bir başına yürüyen, otuz sekiz yaşındaki bu adam adsız ve yalnızdır... Tanımadığı bir ülkede ve yıllardır savaştığı insanlar arasında kendine yol aramaktadır. 1908’de Selanik Vardar kapısından da böyle çıkmıştı; ama, orası kendi ülkesiydi ve çevresi kendi insanlarıyla doluydu...

Kırım’dan, Berlin’deki kardeşi Kâmil’e, o günlerde yazdığı 12 Kasım 1918 tarihli mektupta şöyle demektedir:

“Harbi kaybettik. İngilizler, yaptığımız ayrı mütareke mucibince İstanbul’a geleceklerdi. Ben de bu vaziyette orada İngilizleri görmektense, İslama hizmet için Kafkasya’ya gitmeye azmettim.” (A. İnan, a.g.e, m.1)

Şevket Süreyya Bey de, Kırım’da, tek başına Kafkaslara geçmeye çalışan yalnız adam Enver Paşa’yı şöyle değerlendirir:

“Osmanlı İmparatorluğunun 1897-1908 arasındaki askerler, kurmaylar neslinden biri, yani hayatlarında yenilgi kabul etmeyenlerden bir Yıldız Adam... Enver Paşa romantik miydi? Hayır! Bir hayalperest miydi? Belki... Fakat, şüphe yok ki, kararlarında sınırsız bir ihtiras adamıydı. Eğer, çağ başka bir çağ olsaydı, eğer çağın akımları değil de, dünya, Orta Çağ şartları içinde bulunsaydı, belki Enver Paşa da, o gün orada ve bir Adsız olarak çıktığı yolda, bir gün, belki bir Sevüktekin, bir Gazneli Mahmut, ya da bir Selçuk veya Timur olur, çıkabilirdi. Hem de henüz otuz sekiz yaşındaydı.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.499-500)

Enver Paşa bir hafta kadar, kendisini Kafkasya’ya ulaştıracak bir vasıta arar. Sonunda bir kıyı kasabasına ulaşır; tanıdık aramaz, kimseden yardım istemez. Burada eski bir yelkenli kiralar; zayıf bir motoru da vardır. Kaptana, kendisini Kafkasya sahillerine atmasını söyler. Açılırlar. Ama, Karadeniz dalgalı, hava fırtınalıdır. Teknenin yelkenleri yırtılır, direkleri devrilir; bütün ağırlıkları suya atarlar. Bu hengâme üç gün, üç gece devam eder; perişan haldedirler. Üç günün sonunda rüzgârın yön değiştirmesiyle Kırım sahillerine doğru sürüklenmeye başlarlar.

Tekne karaya vurur. Aç ve bitkin bir halde onları bulanlar, bir köye götürürler. Enver Paşa, açlığın, yorgunluğun üstüne bir de zatürreye yakalanmıştır. Doktor ve ilaç yoktur. Tatar kadınları bildikleri kocakarı ilaçlarıyla, ellerinden geleni yapmaya çalışırlar. Enver Paşa’nın da yıpranmamış olan bünyesi sağlamdır ve hastalığı atlatır. Ve yine uzun, meşakkatli yolculukları başlar...

Kırım’da Enver’den ayrıldıklarının onuncu günü, Talat Paşa ve arkadaşları Berlin’e gelmişlerdir. Almanya’da da komünistler ayaklanma halindedir ve siyasi ortam pek karışıktır. Ancak Alman askerî yöneticileri, Osmanlı dostlarını İngilizlere teslim etmeye hiç de niyetli değillerdir. Bu bakımdan Berlin onlar için güvenlidir. Talat, Enver’e, buraya gel; buradan kara yoluyla Kafkasya’ya geçersin diye yazar. (Masayuki Yamauchi, Hoşnut Olamamış Adam Enver Paşa; Türkiye’den Türkistan’a, İstanbul 1995, l. Mektup.)

Bolşevik ihtilali Kafkaslara inmiştir ve Kafkasya’ya girme ümidi de kalmamıştır. Bir tarım uzmanı kimliğindeki Enver Paşa Berlin’e gitmeye karar verir; ondan sonrasını oradan başlatacaktır. Talat Paşa’ya durumunu bildirir. İngilizler de, İttihat Terakki ileri gelenlerini yargılayıp cezalandırmak üzere her yanda aramaktadır. Dünya istihbaratçılarından kimi Enver’i Kandehar’ da, kimi Berlin’de yahut Türkistan’da diye duyumlar verirler.

O günlerde bir fatih edasıyla İstanbul’a giren Fransız komutanı, Enver Paşa’nın Kuruçeşme’deki yalısına el koyar ve hemen boşaltılmasını ister. “Fransızlar yalıyı işgal ettiler; yirmi dört saat içinde evi terkedip gitmemizi istediler. Hasta idim. Kızım Mahpeyker de zatürreden yatıyordu. İşgal kuvvetleri yalıya doktor girmesine bile engel oluyorlardı. Eve her türlü ulaşım aracının gelmesi ve evin kapısı önünde durması yasaklanmıştı. Bu yasağa rağmen Doktor Süleyman Nuri Paşa, bana ve çocuğuma bakmak için her gün yaya olarak bize geliyordu. Evi tahliye etmemizi söylediklerinden yirmi dört saat sonra, çocuğum da, ben de hasta olduğumuz halde çıkmaya ve Sultanahmet’teki sadaret konağına, Talat Paşa’nın ailesinin oturduğu konağa gitmeye mecbur kaldık. Yanımızda erkek olarak kimse yoktu. Evdeki daire müdürünü de hapsetmişlerdi. ” (Naciye Sultan, a.g.e, s.50)

Paşa bu haberleri Talat Paşa’nın eşi Hayriye Hanımdan alır, “Bu kadar alçak hisli insanlar olduğuna şaşıyorum.” der (A. İnan, a.g.e, s.149) ve Almanya’da eğitimde olan kardeşi Kâmil Beyi gönderir. Kâmil Bey ancak elli iki günde İstanbul’a gelebilir

Enver Paşa ise, Kâmil’e yazdığı mektupta, “Fransızlar saraydan sadef takımı çalmışlar”, mecburen teslim ettiğiniz eşyayı bir tutanakla tespit edin ki, ileride tazminat istemek mümkün olsun demektedir. (İnan, a.g.e., s.73)

İşgal kuvvetleri Naciye Sultan’ı Sultanahmet’te de rahat bırakmaz, çeşitli biçimlerde sıkıntı yaratırlar; maksatları Enver Paşa’nın nerede olduğunu öğrenmektir. Bunun için oyunlar düzenlerler ama, Naciye Sultan bu

tuzaklara düşmez. Bir keresinde, Enver Paşa’dan haber getirdiğini söyleyen adama, “Kocam bana haber getirecek olan kimseye bir bez parçası, tanıtıcı bir alamet vereceğini söylemişti. Onu göstermezseniz sizinle konuşmam. Söylediklerinizin doğru olduğuna da inanmam.” deyince, adam alameti getirmek üzere gider ve bir daha da görünmez.

Naciye Sultan sıkıntılı Mütareke günlerinden acıyla söz eder: “Bana gel diyorsun; fakat düşünmüyorsun ki yaşadığım bu muhit eski İstanbul değil, bir cehennemdir. Hor görülmüş, terk edilmiş bir kadının yardımcısı Allah’tan başka kimse olmaz. Zamanında bana tapan insanlar, şimdi beni gözetleyerek zehirlemekten başka işe yaramıyor.... Hepsi peygamber olsalar şefaatlerini istemek zilletine düşmeyeceğim. ” (a. İnan, a.g.e., s. 139)

“Oh! Beni bu uğursuz insanların aşağılamalarından kurtar. Bana etmiş olduğun yeminleri hatırla. Beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için bir yol bul. Dünyada bana yardım edecek senden başka kimsem yok. Allah aşkına, beni daha fazla bekletme. ” (a. İnan, a.g.e., s.142)

14 Ağustos 1920 tarihli mektubunda kızı Mahpeyker’den haberler verir; acı acı yalvarır: “Enver, Allah aşkına, beni uzun zaman yalnız bırakma. Artık sensiz yaşayamam, ölürüm. İnsanlardan nefret ediyorum; saadetlerini göstermek için gözyaşlarıma gülüyorlar...” Sonra kendini toplar, hastayım, ama beni düşünme, der, “Allah’a hemen her an senin için yalvarıyorum. Var ol, Enverciğim. ” (A. İnan, a.g.e., s. 143)

Daha sonraları, Osmanlı hanedan üyeleri yurt dışına çıkartıldıklarında, Enver Paşa’nın, bir benzin borcu olduğu iddiasıyla Kuruçeşme’deki bu yalısına el konulacak ve tütün deposu olarak kullanılacaktır. Sonunda da yıkılacaktır.

* * *

Berlin’de Enver Paşa, Talat Paşa, Bahattin Şakir ve Dr. Nazım toplanır, bir çok konuşmalar yapar, bu arada yabancılarla irtibatlar kurarlar. Sonunda yeni Rus liderleriyle görüşmeye karar verirler. Savaş yenilgisi sonrasında İslam dünyasında başlayan huzursuzluklar ve kaynamalar, özellikle Mısır ve Hindistan’daki hareketlerin yayılma ihtimali, yenilmiş Osmanlı aydınlarına, devletin kurtuluşu için bir ümit kaynağı olarak görünmektedir. İngilizlerin de savaş sonrasında çıkan bu tür sıkıntılardan ve özellikle İslam dünyasında itibarı büyük olan Enver Paşa’nın bu yola girmesinden endişeli olduğu

kesindir. Enver Paşa ile çeşitli yollardan temas kurmaya çalışan İngilizlere, Paşa’nın ileri sürdüğü anlaşma teklifi, İngilizlerin bu endişelerine dayanmaktadır: “Türkler Avrupa’da kalacaklardır ve Asya’daki varlığının hatırı sayılır kısmını koruyacaktır. Kafkasya, Türkistan ve Afganistan’ın bağımsızlığının tanınması, Mısır’a verilen bağımsızlığın Sudan’a da verilmesi ve Anglo-Mısır Anlaşması’nın sonuçlandırılması, Arabistan’a self determinasyon hakkının tanınması ve İzmir ve Trakya’nın kaderinin Türkiye yararına sonuçlandırılması. ” (Yamauchi, a.g.e., s.22)

Ezelî düşman Rusya’da Bolşevik ihtilalinin olması ve Çarlığın devrilmesi ilişkilerde yeni ufuklar açmış, bütün Türk dünyası için yeni ümitler aşılamıştır. Osmanlı ve İslam dünyasının karşısında Batı emperyalizmini temsil eden İngiltere vardı. Moskova’daki yeni rejim ise Batılı kapitalistlerin amansız düşmanı idi. Talat Paşa o günlerde Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Ben âtîyi güneşin doğduğu tarafta görüyorum. Bütün varlığımızla oralarda çalışmak ve kuvvetlendirmek lazımdır. ” diyordu. (13 Aralık 1919)

Enver Paşa, o günlerde Berlin’de bir hapishanede tutuklu bulunan Komünist Enternasyonal’in sekreteri K. Radek ile görüşür. Türkistan ve İslam dünyasında anti-emperyalist, İngiliz karşıtı tutum ve propagandada anlaşırlar. Enver Paşa bu görüşmedeki mutabakatı şöyle bildirir:

“l. İslam milletlerinin kurtarılması. 2. Hedefimiz müştereken, Avrupa emperyalist kapitalizmi olduğuna göre, Sosyalistlerle işbirliği. 3. Kurtarılan memleketlerin iç işlerinde dinî esaslara dokunmamak şartiyle Sosyalizm ilkelerini kabul. 4. İslamın kurtuluşu için, ihtilal de dahil olmak üzere, bütün baskı araçlarının kullanılması. 5. Bu hususta İslamdan başka mahkûm milletlerle de işbirliği yapılması. 6. İslam camiası içinde her unsurun gelişmesine izin verilmesi.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.520)

İngiliz emperyalizmine karşı bir Sovyet-Müslüman ittifakı kurmak için Enver Paşa’nın Moskova’ya gitme fikrini Radek destekler. Enver ve Talat Moskova’ya davet edilirler.

Enver Paşa Moskova’ya gidecek, Talat Paşa Berlin’de kalacaktır.

Enver Paşa ayrıca, Sovyetlerin bir dünya gücü haline geleceklerine Alman dostlarının dikkatlerini çeker. Alman ordusunun ileri gelenlerinden general Hans von Seeckt de -ki Osmanlı başkomutanlık karargâhında Enver Paşa’ nın kurmay başkanlığını yapmıştı- Paşa’nın kanaatini paylaşıyordu: Almanya’nın da, Osmanlı’nın da geleceği, Sovyetlerle işbirliğinde idi.

General Seeckt, “Rusya ile yapılacak siyasi ve ekonomik iş birliği, gelecekteki Almanya siyasetinin amacı olmalıydı... ” der.

Enver Paşa İngilizlerle de görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmeler hakkında verdiği bilgiler ilgi çekicidir:

“İşte İstanbul’u size bırakıyoruz. Türklerin ekseriyette bulunduğu bölgeler bağımsız olacak ve Türk kalacak. Kafkas Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanıyoruz. Onlara her lazım gelenle yardım edeceğiz. Türkistan bağımsızlığı hakkında ne evet, ne hayır; bir şey demeyeceğiz. Bununla beraber gizli hiçbir angajmana girmeyeceğiz. İşte bütün bunlara karşı Hükûmetim, sizinle çalışmaktan vaz geçiyor ve herkes hareketinde serbesttir.” Paşa’nın mektubu şöyle bitiyor: “Eski fikrimde çalışmak üzere şark dostlarımın yanına hareket edeceğim.” (Yamauchi, a.g.e., 4.A Mektup)

8 Kasım’da Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Ne ise, adı geçenlerin bizi serbest bırakmaları fena değil.” der. (h. Cahit Yalçın, a.g.e., s. 36)

26 Şubat 1920 tarihli mektubunda ise, İngilizlerin yeniden kendisiyle temas aradıklarını söyler; muhtemelen İngilizler de Ruslar gibi, Enver Paşa ile ilişkiyi kesmek istememektedir: “İngilizlerle müzakereye vasıta olan zat, bu sabah, mahut İngilizin telefonla, benimle veya vekilimle behemahal görüşmek istediğini bildirdi. Nihayet akşam görüştüm. Adı geçen, ilk görüşmelerin kesilmesine İngiliz bakanlarının pek üzgün olduğunu, mamafih şimdi, gerek bakanların fikri, gerekse İngiltere’nin artık Fransa’dan ayrı politika izlemekte serbest olduklarını, ikinci olarak İngilizler eski fikirlerini terkederek, Türk milletinin ekseriyetini teşkil eden milliyetçilerle beraber çalışmak istediklerini ve bu münasebetle İstanbul’u bize bıraktıkları gibi Boğazlarda bıraktıkları askerlerini de iki sene sonra çekeceklerini ve Kafkas Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını tanıdıklarını ve İzmir dahil olduğu halde, bütün Suriye ve Irak’tan gayrisinin bizde kalacağını, Irak hakkındaki kararın da kesin olmadığını...” (Aydemir, a.g.e., s.531, H. Cahit, Mektuplar, s. 37.) Eğer İngilizler samimi bir işbirliğine kendisini ikna ederlerse, Paşa, Kafkasya ve Türkistan’a geçerek buraların bağımsızlığı için çalışacağını söyler. Bir yanda da, San Remo’da toplanan galipler, Sevr Anlaşmasının metnini kabul ederek Türkiye’ye bildirirler.

23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Millet Meclisi açılır.

Enver Paşa, İngilizlerle olan ilişkilerin aldatıcılığını anlamış olmalı ki, Sovyetlerle kurmak istediği ilişkilerinde bir kesiklik olmaz.

Almanya-Rusya arası demiryolu kapalı olduğundan, Enver Paşa, Alman asker dostlarının yardımıyla ve uçakla Moskova’ya gitmeye karar verir.

Bindirildiği junkers uçağı Almanya topraklarında işgal kuvvetleri tarafından inişe zorlanır. Masayuki, Enver Paşa’nın “mucizevi bir şekilde” kaçtığını söyler ama başka bilgi vermez.

Paşa Cavit Beye yazdığı mektupta, hapisten kurtardıkları Radek’le birlikte gitmeye karar verdiklerini, ancak bu zata Polonya üzerinden geçiş izni verildiği için orayı seçtiğini söyler. “Ben doktorla uçacağım.” (Hüseyin Cahit Yalçın, İttihatçı Liderlerin Gizli Mektupları, Haz., Osman S. Kocahanoğlu, İstanbul-2002, s.34)

İkinci deneme yine, Alman Gizli Askerî Teşkilatının başında olan, Enver Paşa’nın kurmay başkanı general Seeckt’in hazırlattığı bir Junkers uçağı ile 10 Ekim 1919’da olur. Enver Paşa’nın yanında Dr. Bahattin Şakir de vardır. Bahattin Şakir, Rusya’daki Türk esirlerini memleketlerine götürmeye memur bir Türk doktoru, Enver Paşa da yanındaki sıhhiye neferidir ve uçak da, İstanbul’lu bir doktorundur. Enver Paşa’nın yurt dışındaki adı Ali Bey’dir. Uçak, kötü hava şartları sebebiyle Letonya topraklarında Kovno’ya zorunlu iniş yapar. Eşi Naciye Sultan’ın anlattığına göre, buradaki müttefik kontrol kuvvetleri, durumlarından şüphelenerek araştırmaya girişirler. Enver Paşa Bulgar olduğunu söylerse de İngilizleri inandıramaz. “Enver Paşa çok iyi Bulgarca bilirdi.” O sırada bir Alman subayı olan Fisher, Paşa’yı görünce tanımış ve durumu kavramıştır; ama, sesini çıkarmaz. Emir Şekip Aslan, Paşa’nın Berlin’de kimliğini çok iyi gizlediğini, ancak, bir sıhhiye neferi olduğuna Letonyalıları inandırmasının çok zor olduğunu yazar: “Enver Paşa’nın şahsiyetindeki asil nezaket, güzel görünüş ve onun dikkati çeken siması, sıradan bir memur olmadığını” ortaya koyar. (Cihangir, a.g.e., s.80)

Dr. Bahattin Şakir’le Paşa hapishaneye atılır; İngilizler resimlerini kimlik tespiti yapılmak üzere İngiltere’ye gönderirler. “Ali Bey”, Kovno hapishanesinde resim yaparak geçimlerini sağlar. Fisher, durumdan Alman istihbaratını haberdar eder ve Paşa’yı hapishaneden kaçırmaya karar verirler. Bunu kendisine duyurmak için de, “Mahpus bulunduğu hücrenin önünde sarhoş taklidi yaparak ve Almanca şarkılar söyleyerek dolaşmaya başlamışlar. Kendisini kaçırmak istediklerini, bir uçak hazırladıklarını, hapisten çıkabilmenin çarelerini, velhasıl bütün planlarını şarkı halinde söylemişler. ” (Naciye Sultan, a.g.e, s.59)

Kararlaştırılan gün ve saatte hapishanenin bahçesine bir Alman uçağı güya zorunlu iniş yapar. Enver Paşa, amcası Halil Paşa’ya şöyle anlatır: “O

gün yanımda silahlı bir nöbetçi bulunduğu halde meydan civarında dolaşıyordum. Tam bildirildiği vakitte bir Alman tayyaresi meydana indi. Nöbetçi telaşlanmıştı. Elinden silahını aldım, kendisine doğrulttum ve kendimi uçağa attım. ” (Halil [Kut], a.g.e., s. 264) Olay gazetelere yansır.

Yeniden Berlin’e dönmüştür; ama, “Ali Bey” durucu değildir; üçüncü denemeyi, Alman hapishanesinden kurtardıkları K. Radek’le birlikte yapmaya karar verir. Hareketi yine General Seeckt düzenleyecektir. Ne var ki, Radek, bir izin meselesi yüzünden vaktinde gelemez ve Enver Paşa tek başına hareket eder. 31 Aralık 1919’da, hareketinden on dakika sonra uçak bir evin üstüne düşer. Enver Paşa yine mucize kabilinden kurtulur.

Enver Paşa dördüncü uçuşunu bir başına yapar ve 23 Şubat 1920’de yine uçak düşer ve yine kurtulur... 26 Şubat 1920’de Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Bilmem Pazartesi günü tayyaremizin parçalanarak, kimseye bir zararı olmaksızın, yine eve döndüğümüzü yazmış mıydım...” der. (Yamauchi, a.g.e., s.87)

10 Mart 1920 tarihli, kardeşi Kâmil’e mektubunda, “Salı günü Rusya’ya müteveccihen hareket ediyorum. İnşallah bu defa afiyetle varırım.” diyor ve devamında niyetlerinden söz ediyor: “Ben Moskova’ya giderek Kuzey ve Güney Kafkasya ile Türkistanlıların müstakil olması şartıyla, hatta icabında Sovyet Hükümeti ile bir sulh veya ittifak yapmak üzere anlaşmalarına çalışacağım. Mamafih bütün bunlar bir fikirdir. Moskova’da vaziyete göre ayrıca onlarla temasa geleceğim. ” (a. İnan, a.g.e., s.73)

Paşa, mektupta sözünü ettiği bu beşinci uçuşunu ancak 22 Mart 1920’de gerçekleştirir. Sıradan bir Alman -Musevi komünisti Atman- kimliği ile ve bir pilotla anlaşarak gizlice uçağa atlar; Rusya’ya uçmaya başlarlar.

Uçak bu sefer de Estonya üzerinde düşer ve Enver Paşa yine kurtulur... Fakat, Estonyalılar yakalar ve Riga hapishanesine atarlar. Yine Şekip Aslan’ın yazdığına göre, burada Rus pilotu konuşturmak için çok döverler, ama bir şey öğrenemezler. Sonunda Enver Paşa’yı da dövmeye karar verirler. Fakat, Paşa’nın öyle asil bir hali varmış ki, ne olur ne olmaz diye, kararlarını uygulayamamışlar.

“Ali Bey” yine resim yapıp satarak geçinir; hatta burada biriktirdiği paralardan bir miktar da eşine ve çocuklarına gönderir... Bir gün hapishane müdürü, mahpuslar arasında bir de ressam olduğunu duyunca, onu evine

resmini yapmaya çağırmış. “Ali Bey” gitmiş. Müdürün aşçısı Alman bir kadınmış. Eşi Naciye Sultan şöyle anlatıyor:

“Enver Paşa kadınla Almanca konuşmuş, kendisinin Riga’da mahpus olduğunu, isminin Malessa olduğunu söylemiş ve bütün bu bilgileri Wangenheim’e yazmasını rica etmiş. Kadın, Malessa’nın bir Alman vatandaşı olduğuna inanmış; çünkü, Enver Paşa mükemmel Almanca konuşurdu. Mektubu yazmış ve Almanya’ya göndermiş. Almanlar, Malessa’nın gerçek kimliğini biliyorlarmış. Litvanya’dan derhal iadesini istemişler, onu geri almak için pek çok gayret harcamışlar. O sırada Almanya ile Litvanya arasında bir anlaşma olmuş. Alman vatandaşı sanılan Malessa da böylelikle serbest bırakılmış.” (Naciye Sultan, a.g.e, s.57)

Ali Bey 11 Temmuz 1920’de tekrar Berlin’e ulaşır. Naciye Sultan diyor ki, “Geldiği zaman sırtında hapishane elbiseleri vardı. Durumu perişandı. ” Daha sonra Moskova’dan Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı bir mektupta “Bir sene zarfında iki defa tutularak, beş ay hapis olmak ve altı defa tayyareden düşmek suretiyle nihayet Moskova’ya geldim.” diyecektir. (Yamauchi, a.g.e., s.206 ) 25 Ocak 1921 tarihli, İttihad-ı İslam Cemiyetleri Birliği İstanbul bürosuna yazdığı mektupta ise, “Üç defa teşebbüs ettiğim halde mateessüf başarılı olamadım. Bir çok defalar düşerek, iki defa da düşmanların esaretine maruz kaldım. Müthiş müşkilatla bu esaretlerden bi’avnillah-i taala kurtularak, nihayet karadan hududu geçtim. ” diye yazacaktır. (Yamauchi, a.g.e. s.135)49

* * *

Berlin’deki İttihatçılar 22 Temmuz 1920’de uzun bir toplantı yaparak, Moskova’ya gidecek olan Enver Paşa’dan ve Cemal Paşa’dan gelecek haberlere göre Talat Paşa’nın da gitmesini kararlaştırırlar. Paşa bu sefer kara yoluyla Moskova’ya gitmeye karar verir ve 4 Ağustos 1920’de hareket eder. Yolculuğu düzenleyen Alman yüksek komutasının başındaki General Seeckt, Rus sınırına kadar Enver Paşa’ya refakat eder. Enver Paşa, yanında Hayretî, Ziya ve Mısırlı Fuat Beyler olduğu halde kara yolundan, sonra denizden Königsberg’e ve buradan da trenle Rus sınırına gelir. Rus sınırında Kızılordu komutanları tarafından karşılanarak, tren ve otomobille, Minsk üzerinden 15 Ağustos 1920’de Moskova’ya varır.

Bu sırada T.B.M.M. Hükûmeti’nin temsilcileri, askerî ve malî yardım almak için Moskova’dadır. Ancak Dışişleri Bakanı Çiçerin, Van ve Muş bölgelerinin Ermenilere verilmesini şart koştuğu için, görüşmeler tıkanmıştır. Enver Paşa bu tıkanıklığı önlemek için devreye girer. General Seeckt ve

Türkiye’ye yazdığı mektuplardan, önemli ölçüde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Sonunda anlaşma sağlanır.

Enver Paşa buradan Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektuplarda, başarılarının devam etmesi için dua ettiğini, kendisinin de İslâm milletleri arasında teşkilat kurup, onların bağımsızlıkları için çalışacağını söyler.

Enver Paşa’ nın Moskova’ya varışından hemen sonra, 26 Ağustos’ta Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı, siyasi durumları tahlil eden mektubu ilgi çekicidir.

“Ben İslâm muhitinde teşkilat kurarak memleketin halâsı uğrunda çalışmak maksadıyla buraya geldim.” Sovyetler, İngilizler aleyhinde olacak her türlü teşebbüse yardıma yatkın görünüyorlar. Avrupa’nın durumu çok karışık. Almanya’da sosyalistler güç kaybetti; hükûmet nasyonalistlerle demokratların elinde. Barış şartlarının uygulanması mümkün olmadığı halde, müttefikler her gün baskı yapıyorlar. Almanlar vakit kazanmak için her şeyi kabul ediyor; ama beş altı ay sonra Fransızlarla savaşa girmeleri muhtemel. İtalyanlar savaştan pek çok zararla çıktılar; ama her gün İngilizlerin baskısı altındalar. Ekonomik sıkıntıları iç işlerini karıştırmıştır. Antant aleyhtarı Civiliti’yi iktidara getirmek zorunda kalmışlardır. İtalyanlar dayanacakları bir kuvvet arıyorlar “ve İngiltere aleyhine çalışan sizleri tabii bir yardımcı addediyorlar.” Bu durumdan yararlanarak İtalya’ya bir adam gönderirseniz, silah vs. almak kolay olur.

Bütün Avrupa’da İngiliz aleyhtarlığı var. Fransa da memnun değil; ama Almanya’dan çekindiği için sesini çıkartamıyor. İngiltere beş sene sonra denizlerdeki üstünlüğünü Amerika’ya kaptıracaktır. Şu anda ciddi bir İrlanda meselesi vardır. İngiliz işçi hareketi de hükûmeti düşündürmektedir. Mısır, Hindistan ve Irak’taki hareketleri de katınca, İngiltere’nin iç durumunun pek parlak olduğu söylenemez. Bu bakımdan dış politikasında şiddet kullanamaz. Rusya da iç ve dış zorluklar içinde. Almanlardan silah almak istiyorlar.

Avrupa’nın bu durumu bizim için pek müsait. Ancak, Avrupa tam karışana kadar direnmek lazım. İslam ülkelerinde Antant aleyhinde başlayan cereyan ve hareketlerin tek merkezden yönetimi lüzumunu düşündük. Hintli Ahmet Ali ile de ilişki kuruldu. Enver Paşa ayrıca, Azerbaycan ordusunun yeniden kurulması ve buradan Anadolu’ya yardım edilmesine de Rus hükûmetinin sıcak baktığını yazar. (H. Cahit Yalçın, Gizli Mektuplar, s. 43-46)

Mustafa Kemal Paşa da cevaplarında, Türkistan, Afganistan ve Acemistan gibi Müslüman ülkelerde teşkilatlanırken Rusları şüphelendirmemesini, Pan-İslâmist bir hava yaratmamasını söyler.

Enver Paşa Moskova’da, başta Çiçerin ve Dışişleri müsteşarı Karahan olmak üzere bir çok temaslar yapar. Lenin’le görüştüğü de söylenirse de, 15 Nisan 1920 tarihli Cemal Paşa’ya yazdığı mektubunda , “Ben komünist olmadığım için ve benim yüzümden Avrupa’da Bolşeviklere epeyce taarruzlar olduğundan, Lenin’le yüz yüze bile gelmedik.” der. ( h. Cahit, Gizli

Mektuplar, s. 72) Sovyet ileri gelenlerini, İslam dünyasını harekete geçirerek İngiliz egemenliğini kırabileceklerine inandırmaya çalışır. Sovyet liderleri de, özellikle Enver Paşa’nın İslam dünyasındaki prestijinden yararlanabileceklerini düşünmektedirler. Bir çok meselede anlaşır ve destek sözü verirler.

Yenilmiş bir devletin başkomutan vekili olarak Paşa’nın güvenilirliğini hemen bütün dış çevrelerde de koruyabilmesi ilgi çekicidir. Masayuki Yamauchi’nin yazdığına göre, İngiliz istihbarat örgütü, Müslümanların her yerde Enver’i İslamiyetin lideri olarak kabul ettiklerini ve bağımsızlıklarını tamamiyle ona bağlı gördüklerini tespit etmiştir. (Yamauchi, a.g.e., s.42. d.n.39)

Kırım’dan yazan, Kırım Millî Hareketinin öncülerinden Cafer Seydahmet Bey de, 21 Ağustos 1920 tarihli mektubunda bu noktayı vurgular. Gerçekçi değerlendirmeler yapan Seydahmet Bey, ne Denikin, ne de Bolşevik güçlere güvenilemeyeceğini, hepsinin zaman kazanmak için çalıştıklarını, Türk topluluklarını parça parça muhatap aldıklarını, aralarındaki anlaşmazlıkları kullanarak bölünmeleri çoğalttıklarını vurgulayarak, “Bizi zayıflatan Bolşeviklere karşı, bütünümüzü savunabilecek yegâne kuvvet sizsiniz. ” der.

“Bolşevikler Osmanlı Türklerinin İslâm âlemindeki siyasi kudretlerinden her şeye rağmen faydalanmak istiyorlar. Batı ile anlaşması ihtimalinin geçici de olsa sonuçlarını anlayan Bolşevik politikası, bütün kuvveti ile bir kat daha Doğuya sarılacak, kuvveti ihtilalde olduğundan büyük sarsıntılar çıkararak, Batı’ya tesirine devam edecektir. Onun bu emelinin dayanağı şüphesiz Türklerdir. Bilhassa sizsiniz. İslam dünyasından yükselecek alevler, ancak Türklerin kara gününü aydınlatmak maksadıyla yükseltilebilinir. İslâm dünyasının, Hilafetini ve bütün mukaddesatını ancak Türk’ün bekasında, büyüklüğünde aradığı ve bununla titrediği artık, olanlarla sabittir. Binaenaleyh, Türk’ün kurtuluşu gayesi ileri sürülerek İslam dünyasının ayaklandırılacağı gerçeğini şüphesiz kavramış olan Bolşevikler, sizinle her şartta anlaşmaktan ayrılmayacaktır. Bence Bolşevikler de, dünkü Almanlar kadar, bizim için ancak siyasi kudretlerine dayanarak kendimizi kuvvetlendirmemize yarayacak bir vasıtadan ibarettir.” (Yamauchi, a.g.e., s.96)

Cafer Seydahmet Bey, bundan sonra, Paşa’nın yapacağı görüşmelerde Türk Dünyası ve Kırım için nelere dikkat etmesi gerektiği üzerinde durur.

Enver Paşa bir yandan da Alman-Sovyet dostluğunu geliştirmek için, bu iki devletin etkili kimseleri arasında ilişkiler kurmaya çalışır.

O yılın bayram namazını Moskova’daki iki camiden eve yakın olanında kılarlar.

“Halkın gösterdiği muhabbet cidden fevkalade idi. Pek duygulandım... Bura usulüne göre camide toplanıldıktan sonra dışarı çıkıldı. Sonra, beş yüz metre mesafeden Tekbir getirerek içeri girildi. Namazdan sonra, artık evine çay içmeyi rice eden edene. Nihayet eve geldik. Ziyarete Afganlılardan, Acemlerden tutun da, bir çok halk gelmişti. Görüşüldü. Fakat, aklım fikrim hep sende olduğu için doğrusu pek dalgın ve durgun idim. Öğleden sonra büyük bir ziyafet verildi. Bunda bütün Afganistan, Buhara, Hive, İran, hülasa hemen bütün Şark-İslam milletleri vekilleri vardı. Bir çok sözler söylendi. Hep ümit ettiğim şekilde, İslamın iyiliğe doğru gitmeyi düşündüğünü görüp sevindim.” (A. İnan, a.g.e., s.151)

İstanbul’dan ayrılmanın ve işin sonuna gelmenin, bütün hayatları hareket ve çetin mücadeleler içinde geçmiş olan İttihatçıları nasıl bir boşluğa atacağını kestirmek zor değildir. Bu yüzden, “Bizim siyasi hayatımız bitmiştir.” diyen Talat Paşa bile, İttihatçıların fiilî liderliğini sürdürmüş ve Almanya’da bir çok siyasi temaslarda bulunarak Millî Mücadele’yi desteklemeye çalışmıştır.

Enver Paşa ise, zaten kararlıdır. Paşa’nın liderliğinde bütün İslam dünyasında yeni bir dalgalanmanın olacağı fikri, Avrupa’dan Japonya’ya kadar hemen bütün politik çevrelerde konuşulmaktadır. Hatta, Fransız diplomatik çevreleri onun Hazar’ın doğusunda, iki yüz bin kişilik bir ordunun başında bulunduğunu, Japon sefareti ise Bakü’de, beş yüz bin kişilik bir orduya komuta ettiğini tahmin etmektedir. (Yamauchi, a.g.e., s.36)

Sonuçta, batı emperyalizmine karşı İslam milletlerinin uyandırılarak harekete geçirilmesi fikri, Müslüman aydınlar için büyük ümit ve heyecanların kaynağı, İngilizler için korku ve endişelerin sebebi olarak, gerçek ve hayalin karıştığı bir ülkü, politika ve mücadele stratejisi olarak her yanda konuşulmaktadır. Sovyetlerin batılılara karşı devam eden sert mücadeleleri, hem bu tür projeleri beslemekte, hem de ihtiyaç duymaktadır. Bu düşünceler, Osmanlı aydınları için hiç de yeni bir şey değildir. Esasen Sultan Hamit zamanından beri, mevcut fiilî duruma ilaveten özel bir politika olarak İslamcılık şuuru geliştirilmeye ve yine, Hilafet kurumu ayrı bir politik güç haline getirilmeye çalışılmıştı.

Gayrimüslimlerin Meşrutiyet zamanlarındaki hızlı çözülüşü zaten Osmanlı’yı İslamlar olarak bırakmıştı ve bu şuur, hiçbir özel gayreti gerektirmeden siyasi ve toplumsal olayların doğal etkisinde gittikçe kuvvetlenmişti. Trablusgarp Savaşı, bütün İslam dünyasında heyecanlı akisler uyandırmış ve bu şuur, Enver’i simgeleştirerek beslemişti. Birinci Dünya Savaşı sonrasında batılı devletlerin Arap dünyasındaki tutumları ve paylaşma

kavgaları, Arap milliyetçiliği yapan bir kısım aydınları da hızla uyandırmış ve yeniden Arap-Türk birliğini kurma fikrine getirmişti. Bu konuda, kavmi adına olmaktan çok kişisel çıkarları uğruna Osmanlı’ya ihanet eden Şerif Hüseyin’in oğulları bile Mustafa Kemal Paşa’ya birlik kurmak yolunda tekliflerini götürmekte gecikmemişlerdi. Şekip Aslan, Abdülaziz Çaviş gibi Arap aydınları ise hiç falso vermeden bu çizgiyi o günlere kadar sürdürmüşlerdi. Hindistan’da İslam Hilafet Komitesi başkanı Muhammed Ali, Osmanlı Hilafetinin hak ve istiklalinin korunması için cihat fetvası yayımlatmış ve Müslümanları bu uğurda, Müslüman ülkelere göç ederek mücadele etmeye çağırmıştı. Ve, yüz bin Hintli Müslüman İngilizlere karşı mücadele etmek üzere İslam ülkesi olan Afganistan’a geçmişti.

Sonuç olarak, Panislamizm olarak isimlendirilen Müslüman milletlerin emperyalistlere karşı birleşerek ayaklanması ve bağımsızlıklarını kazanması fikri, o nesil Osmanlı aydınları için çok doğal, hatta zorunlu bir heyecan ve ümit kaynağı idi. Sovyetlerin giriştiği mücadele onlar için hem örnek, hem de bir destek ümidi idi. Yurt dışına çıkan Osmanlı aydınları için Sovyetlerle işbirliği halinde yürütülecek böyle geniş çaplı bir hareket, İngilizleri sıkıntıya sokacak ve gönülden bağlı oldukları Anadolu millî hareketinin de işini kolaylaştıracaktı. İngilizlere karşı duyulan öfkenin çok yaygın olduğu kesindir.

Cemal Paşa’ya yazdığı 25 Ağustos 1920 tarihli mektupta şöyle der: “Burada bütün İslam delegasyonlarıyla temasa geldim. Gerek komünist olsunlar, gerek olmasınlar, İslamlar hakkında yapılacak kurtuluş teşebbüslerine bütün kalpleriyle katılıyorlar. Kazan müftüsünden tutun da Sultan Galiyev’e kadar. Binaenaleyh, ahval-i ruhiyenin böyle olduğu bir zamanda İslam Dünyasına pek faydalı hizmetler görülebileceği fikrindeyim.” (H.Cahit, Gizli Mektuplar, s.41)

Uğrunda mücadele edilecek bu ülkünün başarı şansına gelince, onlar için bu ikinci derecede idi. Bu yoldaki gayretlerle İngilizlere ne kadar zarar verilirse o kadarı kârdı. Bu bakımdan, girişilen teşebbüslerde askerî, iktisadî vesair yapılması gerekli hesapların çok fazla üzerinde durulduğu görülmez. Esasen, yeryüzüne dağılmış halleri de, bu tür hesaplar yapmalarına uygun değildi. Dayanakları ise, yenilgiye rağmen Osmanlı Saltanat ve Hilafeti ve buna ek olarak Enver Paşa’nın İslam dünyasındaki prestiji idi. İslam dünyası ve özellikle Türk âlemi ile ilgiler kurmaya ve sağlıklı bilgiler toplamaya

çalışıyorlardı. Onların gayreti, karıncanın hacca gitmek üzere yola çıkmasına benzetilebilirdi... Enver Paşa’nınki ise daha da ileridir ve maksadına da ulaşacaktır.

* * *

Cumhuriyet dönemine, kendi derdine düşmüş ve çok büyük ölçüde hırpalanmış bir toplum olarak girmemiz, Avrupa’ya yaklaşmak için iç merkezli, ve yeni bir şuur uyanışını engellemek için dış merkezli yürütülen propagandalar ve politikalar, İslâm birliği fikrini çok soğutmuş, hatta karikatürize etmiştir. O yüzden, tarihî gelişmelerle yakın kitabî ilişkisi olmayan aydınlarımızın, Birinci Dünya Savaşı dönemindeki ateşli Osmanlı aydınlarını yeterince anlamaları zordur. Belki şu kadarını görebiliriz ki, bu insanlar, İslâm dünyasının her yanında, büyük kalabalıklar halinde olmasalar da vardı ve aynı iman ve heyecanla dövüşüyorlardı. Ortak heyecanları İslâm dünyasının birliği ve Batı sömürgeciliğinden kurtarılması idi. Bir takım insanlar, hayatlarını, en coşkun çağlarında pazara sürerek savaşabiliyorlarsa, inandıkları davanın gerçekliği yahut büyüklüğü artık tartışılamaz; çünkü bu tür ülkülerin gerçekliği ona olan inançla ölçülür. O son büyük Osmanlı kuşağı, Mustafa Kemal’de millî gerçekçiliği, Enver’de millî ülkücülüğünü yaşıyordu.

Dayanakları ve bayrakları İstanbul’daki Türk Hilafeti idi. Hilafet kurumunun konumu ve ağırlığını, dinî olduğu kadar da millî kimliğini bugün anlamakta zorluk çekebiliriz. Ama, o günler için düşünülebilen tüm siyasi hamlelerin en güçlü dayanağı olduğu bilinmektedir. Türkistan’dan Hindistan’a ve Fas’a kadar bütün İslâm dünyasında Hilafet diye bir simge ve ağırlık vardır. Bu ağırlığı değerlendirebilirsiniz veya değerlendiremezsiniz; bu ayrı bir şeydir, farklı imkân ve şartları gerektirir. Biz şu kadarını biliyoruz ki, gerek İttifak ve gerekse İtilaf devletlerinin savaş önünde, içinde ve sonundaki temel argüman ve sorunlarından biri Hilafet konusu idi. İngilizlerin Ruslarla yaptığı bütün gizli-açık anlaşmalarda, İngiltere, Boğazlar sorununun Rusların isteğine uygun çözüleceğini söylerken, Rusya da, Hilafet’in Türklerden alınmasını anlayışla karşılayacağını bildirmektedir. Hatta, anlaşmaların birinde Rusya, kendi Müslümanlarını düşünerek, Hac işlerinin güvenliğinin sağlanmasını da anlaşmaya koydurmuştur.

Osmanlı Hakanı, Halife sıfatıyla cihat ilan ederken, Alman İmparatoru bunu heyecanla karşılamıştır. O kadar ki, Alman belgelerini inceleyen bazı yazarlarımız, Cihad-ı Mukaddes’in Almanların isteği üzerine ilan edildiğini düşünme şaşkınlığına düşmüşlerdir; çünkü, Alman müttefiklerimizin konuya ne derece önem verdiklerini bu belgelerde görmüşlerdir. Bizim serdengeçtilerimiz Cihat Fetvasını Müslüman dünyaya ulaştırmaya çalışırken, İngiliz ve Fransızlar da hâkim oldukları İslam topluluklarında ve Orta Doğu’da, İslam Halifesinin ‘İttihatçı gâvurları’nın elinde esir olduğunu, onu kurtarmak için harekete geçtiklerini anlatan beyannameler dağıtıyorlardı. Şerif Hüseyin’in isyan beyannamesi de aynı sözleri tekrarlayarak, hıyanetine temel oluşturmaya çalışıyordu.

Niçin? Bütün bu gayretler, bu mücadeleler, gâvur-müslüman tüm dünya devletlerinin bir aldanışı mıydı? Hilafet bir seraptı da, bütün dünya onda bir kuvvet mi vehmediyordu? Şüphesiz ki hayır; Hilafet, ona bağlananlar için bir güven, düşmanları için bir korku kaynağı idi ve gerçekti.

Tekrar söyleyelim ki, Hilafet gibi bir gücü kullanmak da güç ister; çıkmaz burada idi. Hindistan Hilafet Komitesi, yabancılara karşı mücadele etmek için Müslüman bir ülkeye göç etmek gerektiği yolunda fetva yayımladığında, Afganistan’a yüz binin üzerinde insan göç etti; bunları Hindistan durduramadı. Ama, gidenler, gerekenler yapılıp, arkası da devam edecek olan bir güç haline getirilemedi; bir ülkücülük ışığı olarak parlayıp söndüler. Türkistan ve Afrika’da Halife’nin saygınlığının destansı örnekleri yaşanmıştır; ama, bu destanları bir askerî güç haline getirebilmek ayrı bir şeydir.

Sonuç olarak, o günlerde Hilafet diye bir kurum ve onun İslam dünyasında sayılır bir gücü vardır; ama, çökmekte olan devletimiz bu gücü kullanamamıştır. Şunu da ifade edelim ki, Hilafet kurumu, çöktüğü için değil, Anadolu, artık bu tarihî büyüklük ve sorumluluğu taşıyamayacak ölçüde zayıf düştüğü için kaldırılmıştır. Hilafet, geniş bakış açıları, büyük iddialar ve büyük hamleler gerektirir. Dünyanın etlisine de sütlüsüne de karışmayacağız, deseniz de, olayların merkezinde olursunuz; bu da, güç ister. Anadolu ise, her anlamda tükeniştedir; henüz demokrasi ile diktatörlüğün ayırd edilemediği, siyasi mücadelelerin aşiret kavgaları düzeyinde seyrettiği, her tür çıkar ve düşmanlıkların siyasi bayraklar altında sergilendiği bir toplumsal ortamda, yoksulluk ve cehalet kol gezerken, Hilafet’in, kavgadan ve fitneden başka bir

siyasi üstünlük getiremeyeceği rahatlıkla düşünülebilir. İngilizler belki de, Hilafetin o gününden çok, geleceğinden korkuyorlardı.

İngilizler ve onun ileri karakolu konumundaki Yunan ordularıyla fiilî savaş halinde olan Mustafa Kemal ise, bugünkü bakışımızla daha gerçekçi bir tutum izlemektedir. “Türk-Arap Federasyonu kuralım” teklifini getiren Faysal’a, “Şimdi herkes kendi milletinin kurtuluşu için tek başına mücadelesini versin. Kurtuluştan sonra bir konfederasyon kurmayı düşünelim.” diye cevap verir. Moskova’da bulunan Enver Paşa’ya yazdığı mektuplarda da, “Aman Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm görüntüsü vermeden çalışmalarını yürüt.” diye ikazda bulunur.

Enver Paşa bir yandan da Sovyetlerin Anadolu’ya yardımları için görüşmelerini sürdürür. “Karahan ve Çiçerin ile uzun uzadıya görüştüm. Yukarıda da yazdığım gibi bize silah ve para vermeyi esasen kabul etmişlerdir.” Ancak, Almanya’dan silah alabilmek için Enver Paşa’nın aracılığı ve yardımını istemektedirler. Sovyet liderleri, o zaman daha çok yardım edebileceklerini söylerler. Paşa bir yandan da Mısır için para ve silah temin etmeye çalışmaktadır. (Yamauchi, a.g.e.,167-8 )

Enver Paşa Omsk’taki Hacı Sami’ye yazdığı mektupta, Anadolu’daki beş uçağın uçurulabilmesi, Eskişehir’deki imalathaneden yararlanılabilmesi, top ve tüfek, fişek, kama imalatında gerekli malzeme ve usta temini için Almanya’da Fischer ve Kühlman’la görüşmesini ister. (Yamauchi, a.g.e., s. 94-5) Daha sonraki mektuplardan anlaşıldığına göre, çeşitli teşebbüslerde bulunulduğu halde Almanya’dan Anadolu’ya beklenen malzeme ve usta yardımı yapılamamıştır. Resmî hükûmet bir şey yapmaya cesaret edememiş, Enver Paşa’nın özellikle asker dostları da bunu gerçekleştirememişlerdir. (Yamauchi, a.g.e., s.102-3)

47    Mustafa Çalık’ın Türkiye Günlüğü’nün 94. sayısındaki “Meşrutiyet Mektubu” başlıklı değerlendirmesi okunmaya değer. Çalık ayrıca, Enver Paşa’nın Doğudaki birlikler nezdinde, İstanbul’da ve Eşref Kuşçubaşı’nın çiftliğinde silah depo ettirdiğini söyler ve kaynaklarını da belirterek şu rakamları verir: 1920 Nisanından sonra İstanbul’dan 56.000 süngü, 1.500 piyade tüfeği, 320

48    makineli tüfek, 1 batarya top, 3.000 sandık cephane, 10.000 üniforma, 100.000 nal, 15.000 matara, 1000 civarında çeşitli malzeme. Ayrıca Gelibolu’daki cephaneliği basan M.M. Grubu (Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı olan örgüt) Ankara’ya, 33 makineli tüfek, 8.500 piyade tüfeği ve 500.000 üzerinde mermi kaçırmıştır. Sadece bu rakamlar bile, Millî Mücadele için büyük değer ifade etmektedir.

49    Enver Paşa, çok konuşkan bir adam olmadığı ve askerî hesaplarında fevkalade ketum durduğu için, onun karar ve eylemlerini yorumlamak da kolay olmamaktadır. Kendisini gazeteci olarak izlemiş olan Ahmet Emin Yalman da, “Enver Paşa beyanatta bulunmaktan kaçınır bir adamdı.” der (Yalman, s.220) A. Fuat Paşa’nın Moskova’daki bu görüşmesi olmasaydı, Savaşın sonuna doğru Kafkasya ve İran üzerine yapılan hareketleri, Afganistan, Turan yahut Hindistan hayallerine bağlayan yorumlar karşısında farklı şeyler söylemek zor olabilirdi. Nitekim Ahmet İzzet Paşa gibi vatanperver bir büyük komutan bile, Başbakanlığa geldiğinde, bir ateşkes arayışına girmenin zorunluluğunu açıklarken, buralara gönderilen birlikleri, Enver Paşa’nın “İslam Orduları kurup dünyayı istila etmek hülyaları”yla bağlı görmüştü. (Selek, s.33)

50    Paşa hiçbir mektubunda bu akıl almaz maceranın ayrıntılarından söz etmez. Masayuki Yamauchi ve Ş. S. Aydemir olayları farklı anlatırlar. Aydemir mektuplara dayanarak özetlediğini söyler ve üç kazayı anlatır; ancak, hangi mektupları kaynak aldığını belirtmez. Masayuki Yamauchi beş kazayı tarih vererek anlatır; ama, anlatımında bazı boşluklar vardır. Biz bu iki anlatımı ve Naciye Sultan’ın yazdıklarını bütünleştirmeye çalıştık.

Bakü Şark Milletleri Kurultayı

B

U ARADA Bolşevikler Bakü’de “Şark Milletleri Kurultayı” toplama hazırlıklarına girerler. Enver Paşa bu toplantıya Fas, Tunus, Cezayir ve Trablus temsilcisi olarak katılmaya karar verir. 1 Eylül 1920’de Kurultay açılır; dünyanın bir çok yerinden, bu arada Türkiye’den de delegeler gelmişlerdir. Kurultay’da Enver Paşa’nın nutkunu bir Türk delege okur. Türkiye’li komünistler bağırıp                                              çağırarak nutku protesto ederler.

Türkistan’dan gelenler ayakta alkışlarlar.

Sonraki gelişmeler de göstermiştir ki, bu Kurultay, Şark milletlerini özellikle Müslümanları oyalamak, işbirliğine yatkınlaştırmak için, onlara ümitler vermek üzere düzenlenmiş bir toplantı idi.

Bu kongrede, Turan hayalleri çökmüş, yeni bir fikir idealizmi içinde bulunan Şevket Süreyya Bey, bir efsane olan Enver Paşa’nın, kurultaya sıradan insanlar gibi girip oturmasından hüzünle bahseder:

“Enver Paşa’nın bir gün, kurultay salonunun bir locasında görünüşü, Doğulu delegeler arasında bir kaynaşmaya sebep oldu. Paşa’nın şöhreti Müslüman Doğu’da bir masal, bir efsane halindeydi. Halkın muhayyilesinde onun ‘insanüstü’ bir hüviyeti vardı. Bu halkın inanışına göre o, yeryüzü insanlarından biri değildi. Onun göründüğü her yerde, göklerin açılması, yerlerin yarılması, hülasa büyük ve görkemli bir şeyler olması lazım gelirdi. O daima her şeyin üstünde ve herkesin üstünde olmalıydı.” (Ş. S. Aydemir, Suyu Arayan Adam, Ankara 1959, s. 208)

Ş. S. Aydemir, Rusların, Enver Paşanın karizmasını yıkmak için onu Bakü kongresine davet etmiş olabileceklerini yazar. Türkiyeli komünistlerin patırtısını da, kurulan düzenin bir parçası olduğunu söyler. (Halil İbrahim Göktürk, Bilinmeyen Yönleriyle Ş. Süreyya Aydemir, İst-1977, shf. 76)

Paşa konuşma metninde kongreyi, dünya emperyalizmine karşı savaşan şarkın ihtilalci âlemi vekilleri olarak selamlar. Üçüncü Enternasyonal’in, “milletlerin hukuk ve hürriyetlerini tanımayı programına yazdığını” vurgular. Bu nokta, bütün Türk dünyası aydınlarının yoğunlaştığı ümit idi;

milletlerin hak ve hürriyetlerinin tanınması. Temel sorun bu idi; sonrası şu veya bu şekilde çözümlenebilecekti. Bolşevikler iktidarı aldıklarında, “Rusya halklarının hakları” adıyla yayımladıkları bildiride, Rusya halklarının tümüne eşitlik, egemenlik ve kendi kaderini kendisi belirleme hakkı tanıdıklarını açıklamışlardı. Türk topluluklarından hiç birisinin kendi başına ve muazzam Rus gücüne karşı bağımsızlığını kazanma ümidi yoktu. Bir araya gelmek ise sadece kongreler toplayıp temennilerde bulunmakla olmuyordu. Ayrıca, Batı Emperyalizmine karşı duyulan öfke ve mücadele etme kararlılığında kimsenin tereddüdü yoktu. Ne var ki, Bolşevikler, uygulama zamanı geldiğinde açıkladıkları ilkeleri kendilerine göre yorumlamışlardı; yani, kendi geleceğini kendisinin belirlemesi hakkını, ancak proletarya kullanabilirdi; onun adına da Komünist Parti yani Moskova’daki merkez karar verebilirdi!...

Gerek yurt dışına çıkan Osmanlı aydınları gerekse Türkistan Türk aydınları için başka bir yol görünmüyordu. Beklemedikleri bir anda doğan bu imkânla gidebildikleri kadar gideceklerdi. Rusya içinde millî özerkliklerine kavuşmak onlar için önemli bir hedefti. Nitekim buna da kavuşmuşlardır. Ama, Sovyet görüntüsü içinde Rus emperyalizminin çarklarının dönmeye başlaması da gecikmemiştir.50

Paşa, bu uzun tebliğinde ve Türkistan’a gidinceye kadarki çeşitli bildirilerinde, Marksist literatürden kelimeler kullanır; Sultan Galiyev, Rıskulov ve F. Hudayev gibi Türk kökenli ve bağımsızlığı bu hareket içinde gören komünistlerden etkilendiği söylenmiştir. Batı emperyalizmine karşı sözü geçenlerle duygu ortaklığı kurduğu kesin ise de onun İslamcı-Türkçü havası hep açık ve baskındır. Paşa’nın konuşmasının Rusça’ya çevirisinde, “Allah’ın hâkimiyeti”, “İslam savaşçıları” gibi tabirler çıkartılmış ve Enver Paşa’nın karalamış olduğu güncel bazı sloganlar yerleştirilmiştir. Batılı gözlemciler ise, bu döneminde Paşa’nın Hilafet ve Saltanata bağlılığının ve Anadolu’daki milliyetçi harekete olan taraftarlığının, hepsinin üstünde olduğunu söylerler. (Yamauchi, a.g.e., s.38 vd.)

Paşa’nın konuşma metnindeki bazı noktalara işaret etmeliyiz: Diyor ki, bizi doğrudan doğruya boğazlamak ve mahvetmek isteyen Rusya ve İngiltere emperyalizmine karşı, “Yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlardan yana harp ettik... Alman emperyalizmi de bizden kendi matlubuna göre yararlanmak istemiş olabilir. Fakat biz istiklalimizi

korumadan başka bir hedef gütmedik. ” (Yamauchi, a.g.e., s.283, Enver Paşa’nın nutku) “Biz Çanakkale’yi kapatmakla dünyayı yutmaya niyetli Çarlığın önemli çöküş sebeplerinden biri olduk. ”

Paşa, milletler meselesinde demokratik olmayı öğütlemektedir: “Arkadaşlar biz halkın arzusunu dinlediğimize göre, onu da kararını vermekte serbest bırakmak taraftarıyız. Biz, bizi isteyenle birlikte yaşar, birlikte ölürüz. İstemeyen halkın da kendi işini kendisinin düzmesi taraftarıyız. İşte bizim milletler hakkındakı nokta-i nazarımız bu.” Paşa’nın aynı zamanda Orta Asya Türk dünyasını düşünerek bunları söylediği açık...

Şöyle devam ediyor: Buraya gelmekten maksadım, arkadaşlarımla karar verdiğim veçhile, “Türkiye ve bütün Şark İslâm âleminin düşman-ı canı olan Avrupa emperyalizmine, hassaten İngilizlere karşı, onların mahvına kadar devam edecek mücadelemizde, Sovyet ve komünist âlemiyle tevhid-i mesai etmektir.” İngilizler bazı İslam milletlerine istiklal vererek onları yanına çekmeye çalışıyor; Sovyetler de Orta Asya Müslümanları için aynı siyaseti uygularsa, “müşterek çalışmamızda başarılı oluruz.” Azerbaycan ve Dağıstan gibi ülkelerin bağımsızlıkları verilmeden, İngiltere aleyhinde çalışmak zor olur. Bu ülkelerin halkları serbest bırakılmalı, eğer katılacaklarsa -Sovyetlere- kendi rıza ve kararları ile katılmalıdırlar. Üçüncü Enternasyonal’in halklara tanıdığı hak ve özgürlükler fiilen de tanınmalıdır. Komünizm süngü ile bu ülkelere sokulmamalı, “bu memleketlerde halkın ekseriyetine dayanan demokrat teşkilatlarla işbirliği edilmelidir... Biz, Müslüman âleminde ancak Müslüman olarak çalışıldığında onların düşmanlarımız aleyhinde sevkolunacakları fikrinde ve terakkiye doğru ilerleyebilecekleri kanaatinde olduğumuzdan bu suretle çalışmamızın, başka surette telakki edilmemesi” gerekir. (Yamauchi, a.g.e., s.286, Eylül-Ekim 1920 tarihli notlar)

Paşa’ya göre Avrupa emperyalizmi Şark ve İslam âlemini sadece maddeten sömürmek ve işgal etmekle yetinmiyor, “bir yandan da ahlakını bozarak, onlarda benlik hissi bırakmayarak, onları hayvan menzilesine indirmeyi” hedefliyor. Fransızlar Cezayir’de, camilerin yanında meyhaneler açarak halkı sefahata yönlendiriyor, karşı duranların da duyarlıklarını köreltiyor, lakaydiye sevk ediyor. Bir yandan da topladıkları çocukları Fransa’ya götürüp eğitiyorlar... Halkın direncini ve dayanaklarını kırmak için her yolu deniyorlar. Yerli işbirlikçiler kullanıyorlar; bunun için her türlü yola

ve hileye başvuruyorlar. İşte İngilizlerin Afganistan’da, Mısır’da, Arabistan’da çevirdiği dolaplar...

Paşa’nın Alman emperyalizmi konusundaki ifadeleri yeni değildir ve o dönem Osmanlı aydınlarının aslında her şeyi pekâlâ bildiklerini, gördüklerini ama zorunluluklar içinde ayakta kalmak için politikalar üretmeye çalıştıklarını göstermektedir. Paşa diyor ki, İngilizler Almanya’nın kuvvetlendiğini görünce, Osmanlı’yı onunla bölüşme projesini öne sürdü. Ama, Almanya Orta Doğu bölgesini bütünüyle kendi nüfuzu altında tutmayı planladığı için anlaşamadılar. O zaman İngiltere, Osmanlı’yı parçalama konusunda Ruslarla tam anlaşmaya vardı.

Eğer Enver Paşa’nın, Balkanlardan ve Trablusgarp’tan yazdığı mektuplarda da aynı yorumlar olmasaydı, Paşa’nın bu fikre sonradan geldiği düşünülebilirdi.

Paşa’ya göre, Avrupa kapitalistleri kendi halklarını da ezdi, savaşlarda yok etti. Şimdi onlar da uyanıyorlar. Zaman mazlumların lehine çalışıyor.

Enver Paşa’nın kongreye katılmasından sadece Türkiyeli değil, gayrimüslim komünistler de çok rahatsız olur ve protestolara katılırlar; aralarında Ermeniler de vardır. Enver Paşa otele döndüğünde, salonda Sovyet istihbarat örgütünden olan Reissich isimli biri tarafından kendisine ateş edilir; ancak kurşun ona isabet etmez. Suikastçi tutuklanır; ama yargılanmaz. Daha sonra aynı adam, Türkistan İstihbarat Servisi Çeka’nın Politik Büro başkanı olarak Taşkent’e atanacaktır. (Baymirza Hayit, Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi, İstanbul 2006, s.260)

Olayın duyulması üzerine Kafkas Türkleri, “Enver Paşa’nın kılına zarar gelirse bu binayı havaya uçururuz.” diye silahlı, bombalı gösterilere girerler. (Doç. Dr. Timur Kocaoğlu, “Türkistan’da Türk Subayları”, (Raci Çakıröz’ün Hatıraları) Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 9, Eylül 1987, s. 47 )

Moskova ise, Paşa’nın gördüğü itibardan ve her gün bir çok Türkistanlı aydın ile görüşmesinden tedirgin olmaya başlar ve uygun bir biçimde Moskova’ya dönmesi telkininde bulunur. Kongrenin yapılacağı binanın çevresinde çok miktarda halk, Enver Paşayı görebilmek için toplanmıştır. “Rus ordusunda çalışıp da kongreye gelen komünist Türk subayları bu vaziyeti görüp, Enver Paşayı vurmak istedilerse de, Zinayov buna müsaade etmedi; ama Türk milletinde Enver Paşaya karşı duyulan muhabbeti görmek

de hoşuna gitmedi. Onu ortadan kaldırmanın çarelerini arıyorlardı. Bunu hisseden Enver Paşa derhal oradan savuştu.” (Fahrettin Erdoğan, a.g.e., s. 212)

Bakü’deyken Anadolu’nun temsilcisi olarak Moskova’da bulunan Bekir Sami Bey’den mektup alır. Bekir Sami Bey, Çiçerin’le yaptığı görüşmede, Çiçerin’in Misak-ı Millî hudutlarını kabul etmediğini, Van ve Muş çevresinin Ermenilere istemekte ısrar ettiğini; buna rağmen bir kısım askerî yardımın verileceğini bildiriyor. (Yamauchi, a.g.e, s.99 )

Paşa birkaç gün sonra Moskova’ya döner. Sovyet liderlerine, Azerbaycan Müslümanlarından oluşturulacak birliklerle Anadolu’ya destek sağlanmasını teklif eder. Moskova bu öneriyi kabul etmez ve Kızılordu birlikleriyle bu yardımın yapılabileceğini söyler. Bunu da Enver Paşa kabul etmez. Görüştüğü Bolşevik liderlere şunu söyler:

“Anadolu Türklerinin haber aldığımız şekilde geri çekilmelerinin devamı veya Ankara’nın düşmesi karşısında benim seyirci kalmam imkânsızdır. Mutlaka toplayabildiğim kadar gönüllü toplayarak bunları Kafkasya taraflarından Anadolu’ya geçirip, Yunanlılarla savaşmak zorundayım.” (Cihangir, a.g.e., s. 89)

Moskova’dayken amcası Halil Paşa’dan aldığı mektup, bu insanları tanımamız açısından ilgi çekicidir. Parasızlıktan ve maaş alınamadığından yakınan Halil Paşa şunları yazıyor:

“Hatta bazı yerlerde beş altı aydır para yüzü görmeyenlerimiz var. Memleketimizin ve varlığımızın kurtulması için bu hali severek karşılıyoruz. Ve bu mahrumiyetler daha ziyade çalışmamızı teşvik ediyor. Ümidimiz pek büyüktür ve sarsılmaz derecede de kuvvetlidir. İngilizleri biz mağlup edeceğiz. Bilhassa ben, en büyük kuvveti ve metaneti sizden almış ve kazanmış olduğum için bu kanaati hiçbir zaman bırakmadım.” (Yamauchi, a.g.e, s. 101)

Ekim 1920 başında Berlin’e geçen Enver Paşa, burada hayatının belki de en mutlu günlerini yaşar; eşi Naciye Sultan ve kızı gelmiştir. İstanbul’dan İtalyan Kont Kaprini’nin yardımları ile gizlice çıkabilmişlerdir. İşgal kuvvetleri arasında en dürüst ve terbiyeli olarak hareket eden İtalyanlar’ın komutanı olan bu zat, Enver Paşa’yı Avrupa’dan tanıyormuş; ahbaplıkları varmış. Mimar Denari’yi, gerekli belgeleri hazırlatarak Paşa’nın ailesini İtalya’ya götürmekle görevlendirmiş. Naciye Sultan, dadı kılığına girmiş. Vapurla Brindizi’ye gelmişler. Buradan, Roma üstünden Berlin’e geçmişler. Enver Paşa, ailesiyle İsviçre ve İtalya’ya giderek, güzel bir tatil geçirir. 23 Ekim’de Roma’dan Budapeşte’ye ve buradan Berlin’e geçerler.

25 Ekim 1920 tarihli mektubunda, İngilizlere karşı çalışmakta Bolşeviklerle mutabık kaldıklarını, “Ayrıca Türkiye için para ve malzeme temin” ettiklerini yazar. “Kendileri ilk yardım olmak üzere bir milyon altın ve bir milyon lira kâğıt para verdiler. Ve imkân dairesinde de silahların ilk kafilesi on bin tüfek, ikişer bin cebhane ile memlekete varmıştır. ” (a. İnan, a.g.e., s.112. Kardeşim efendim, diye başlayan bu mektup yanlışlıkla 1921 tarihli ve Kâmil’e yazılmış gibi gösterilmiştir.)

Dönüşte, İngiliz emperyalizmine karşı savaşmak üzere İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği’nin çalışmalarını tamamlar. Bunun için Talat ve Enver Paşalar, Cezayir’den Fevzi Bey, Trablusgarp’tan Halit Gargani, Tunus’tan Şerif Şeyh Salih, Şeyh Cafer Hasan, Dr. Rıfat Mansur, Mısır’dan Abdülaziz Çaviş, Abdülhamit Bey, Said Bey, Dr. Ahmet Fuat Bey, İbrahim Ratip Bey, Yusuf Bey, Mustafa Bey, Suriye’den Emir Şekip Aslan Bey, Irak’tan Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Bey, Mehmet Başhampa, Hindistan’dan M. Bereketullah Efendi ve Hindistan Hilafet Komitesi başkanı Muhammet Ali gibi İslamcı aydınlarla ilişki halinde idiler. Kurulacak birliğin, İslam ülkelerindeki İslamcı ve anti-emperyalist güçleri bir araya toplayacağını ummaktadırlar.

Bu arada, Sovyetlerin Almanya’dan silah almaları için Enver Paşa’nın yapmaya çalıştığı aracılık başarılı olamamış, Moskova da Anadolu’ya, bu şartla vadettiği yardımı vermemiştir. Sadece, Dışişleri Müsteşarı Karahan, Enver Paşa’ya kişisel ihtiyaçları için bir miktar para göndermiştir.

50 Sovyet düzeni kurulup, egemenlik sağlandıktan sonra, az veya çok millî duyarlık ve temayülleri olan bütün Türk aydınları, Sovyetlerin her yanında, ya idam edilerek ya da sürgüne mahkûm edilerek yok edilmiştir. İhtilalin en önünde olanlar bile bundan kurtulamamışlardır. Onların, Marksizmin, yeni Rus yayılmacılığının bir vasıtası haline geldiğini anlamaları hayatları bahasına olmuştur. 1970’lerde, Rusya’nın aynı ideolojik silahla Türkiye’yi düşürme mücadelesini, Türk okumuşlarının nicesi anlayamamışken, seksen yıl öncesinin, bağımsızlık ümidiyle dolu Türk aydınlarının aldanışını yargılamak elbetteki mümkün değildir.

İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği

G

EREKLİ temaslar ve hazırlıklar yapıldıktan sonra İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı kurulur. Enver Paşa İttihatçılardan bir kısmını Hindistan, Afganistan ve Türkistan’a gönderir.

İlk kongresi toplanıncaya kadar teşkilatın tüzüğü yerine geçecek olan Protokol’e göre, Cemiyetin merkezi Moskova’da olacaktır. “Cemiyetimiz şimdiki halde Ruslarla çalışmaktadır ve kendileriyle gayet iyi münasebâtta bulunmaktayız. Merkez-i Umumînin Moskova’da olması ve bize karşı gösterilen hüsn-i kabul de bunu müeyyeddir. Fakat biz komünist değiliz. Hilafet ve saltanat dairesinde sosyalizm esaslarına tevfikan ve halk hâkimiyetinin esasını ittihaz ve kabul eder bir siyaset takip ediyoruz.” (Yamauchi, a.g.e, s.135-7) Yine kongre toplanıncaya kadar Enver Paşa, genel temsilci ve başkomutan olarak kabul edilmiştir. Enver Paşa teşkilatlar arasındaki ilişkiyi kuracak, gerekli denetimleri yapacak, askerî hareket başladığı zaman da başkomutanlık görevini yürütecektir. Birliğin sekreteryasını Ziya Bey yürütecektir. Reis: Enver Paşa, veznedar: İbrahim Tali Bey, Merkez-i umumî üyeleri: Halil Paşa, Sami Bey, Azmi Bey ve Seyfi Bey. Ayrıca her İslam ülkesinden bir üye vardır: Mısır: Dr. Fuat Bey, Suriye: Emir Şekip Aslan Bey, Kuzey Afrika: Mehmet Yasin Hempa, Hindistan: Bereketullah Efendi ve Cemal Paşa.

Moskova’da bu teşkilat adına Enver’den başka söz söylemeye yetkili kimse yoktur. Cemiyetin çeşitli şehirlerde delegeleri vardır; Bakü’de Baha Şakir Bey, Berlin’de Talat Paşa, Arabistan, Mısır ve Hindistan gibi yerlerde Genel Meclis delege seçecektir. Delegeler yanında yeterli miktarda danışmanlar olacaktır. Mısır, Suriye, Kuzey Afrika, Hindistan ve Doğu Türkistan’a temsilciler seçilerek gönderilir. Küçük Talat ve Nail Bey de Türkiye’ye görevlendirilirler. Ankara’daki Millet Meclisi’nde Cemiyeti

temsil eden bir partinin bulunması gerektiğini savununlar da vardır. (Yamauchi, a.g.e., s. 165-6)

Enver Paşa, bu teşkilatlanmalar vesilesiyle yazdığı çeşitli mektuplarında, kişilere bağlı kalınmadan kurumlaşmak gerektiğini, kendileri olmasa da teşkilatın işlev ve görevlerini yapabilecek bir yapıya kavuşturulmasını istemektedir. Ancak Talat Paşa ile boyutları hakkında yeterince fikir sahibi olamadığımız bir fikir ayrılığı vardır. Yukarıda sözü edilen mektubunda, Talat Paşa ve bir iki arkadaşının “cemiyete hâkim olmak arzusundan feragat edemediğinden,” buna göre tedbirli olmak ve bir zümrenin hâkimiyetine fırsat vermemek gerektiğini yazar. Ankara Meclisinde de Talat Paşa’ya mütemayil grubun hâkim olduğunu, buna karşı koyacak grubun hazırlanması gerektiğini bildirir. Görülen odur ki, Enver Paşa ve arkadaşları Ankara’daki gelişmeleri doğru değerlendirememekte, her şeyin eski hal üzre devam edeceğini sanmaktadırlar.

Hepsi inanmış, heyecanlı, milletlerinin ve İslâm dünyasının kurtuluşu için hemen atılmaya hazır insanlardır. Ancak konumları, fazla soğukkanlı düşünmelerine uygun değildir; ellerinde ne varsa, ona hayatlarını katıp bir an önce kurtuluş mücadelesine girmek isterler. Muhammed Bereketullah Efendi bunlardan biridir.

“Hindistan istiklalinin gerçekleşmesi için şu andaki durum bizim lehimizedir. Birbirlerine karşı olanlar, İngilizlere karşı ortak bir cephe sergilemektedirler. Memleketin her tarafında büyük bir buhran ve devamlı heyecan bulunmaktadır... Hilafet meselesine gelince, Hindistan’da temel siyasetin mihverini teşkil ediyor. Söz zamanı geçti. İş zamanı geldi. Şimdilik ihtiyacımız düzen ve bir faal merkezin kurulmasıdır. Yüce şahsınız Moskova’da, Talat Paşa hazretleri Berlin’de bulundukça elbetteki emellerimizi el birliğiyle kuvveden fiile çıkarmak, görüşlerimizi birleştirmek ve işlerimizi düzenlemek mümkün olacaktır.” (Yamauchi, a.g.e.,s. 123)

Aynı günlerde, Hindistan Hilafet Komitesi başkanı Mevlana Muhammet Ali, “Hukuk-ı Osmaniye kâmilen mahfuz kalıncaya kadar Hint Müslümanları mücahade ve mücadeleye devam mecburiyetinde olduğundan”, bunu sağlamak üzere bağımsız başka İslam ülkelerine göç etmelerine dair bir fetva yayımlar. (Yamauchi, a.g.e, s. 109)

Mustafa Kemal Paşa başlangıçta İslam dünyasına dönük bütün bu teşebbüslere sıcak bakar; ancak denetimde tutmayı ister. 1 Ekim 1920 tarihli, Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle der:

“Büyük düşmanımız İngilizleri Afganistan, Türkistan ve Hindistan üzerinden vurmak

üzere giriştiğiniz büyük teşebbüsü yürekten destekliyorum. Ancak, aslolan Anadolu’nun kurtulması olduğu ve subaylarımız da ancak bize yeteceği için bu açıdan size yardımcı olamam. Ancak dikkat nazarında önemle ve titizlikle tutulması gereken nokta şudur: ‘Garp emperyalizminden tahlis-i gariban için çalışırken, başka bir mahiyette ve ma’kûs istikamette diğer bir beliyyeye teslim-i inan etmemektir.”

Rusya’dan gelecek bu beliyyeyi o günlerden ve kesinlikle görüp hareketini ayarlayan Mustafa Kemal, dışardaki İttihatçıları da uyarmaktadır. Diyor ki, Sovyetler İslam dünyasındaki anti-emperyalist hareketlenmelerden yararlanmak isteyeceklerdir. İhtilalci İslam Cemiyetleri Birliği’nin bu hareketlerinin Türkiye’nin nüfuzu altında olduğunun, ihdas ve idarede Türkiye’nin etkili olduğunun fikren ve fiilen gösterilmesi gerekir. Bunlar kendi başlarına gelişip Rus kontrolüne girmemeli; Ankara ile sıkı temasta olun.

Avrupalı devletler Rusya’daki ihtilalden fena halde ürkmüşlerdir. Kendi toplumlarında uzun süredir devam eden Marksist propaganda ve eylemlerin nereye varabileceği konusunda şiddetle endişelidirler. Rus ihtilalinin Anadolu üzerinden Avrupa’ya yayılması temel endişeleridir. (Yamauchi, a.g.e, s. 125) İttihatçılar bunu bildikleri gibi Mustafa Kemal Paşa da bilmektedir ve Millî Mücadele’nin sonuna kadar, fazla açıktan ifade etmese de, Türkiye’nin bu konumunu batılı devletlere karşı ciddi bir ağırlık olarak kullanacaktır.

Birliğin teşkilatlanma şemasına göre Anadolu, Kâşgar ve Afganistan merkezleri özerktir. (Yamauchi, a.g.e., s.314 protokol-1, 15 Ekim 1920) “Memalik-i Osmaniye tamamiyle hür ve müstakil bir merkezdir. ” Diğer İslam ülkelerinde başlatılacak ihtilal hareketleri Devlet-i Aliyye’nin genel siyasetine bağlı olacaktır. “Cemiyet, merkez-i İslâmiye ve Garbiyede istihdam edeceği delegeleri Anadolu Hükûmeti’ne bildirmeye mecbur olduğu gibi, bunlar içinde şahsen Anadolu Hükûmetince şayan-ı itimat görülmeyenler değiştirilir. ” (Yamauchi, a.g.e., s.316, 20 Ekim 1920, 3.nu.lı protokol) Anadolu Özerk Merkezinin temsilcisi Mustafa Kemal Paşa, Afganistan Özerk Merkezi’nin temsilcisi Cemal Paşa, Kâşgar Özerk Merkezi’nin temsilcileri ise Halil ve Sami Beylerdir. (Yamauchi, a.g.e, s.113)

Tüzükle ilgili açıklamalar içeren 1921 tarihli belgede, Cemiyet emperyalizme karşı manen ve maddeten mücadele etmek için her tarafta merkezler kurabilir, denilmektedir. Ancak, işin özelliği dikkate alınarak gizliliğe dikkat edilmelidir. Türkiye’de, resmen ve kanunen takip edilebilecek, fukarayı koruyan bir programı olmalı ve siyasi parti halinde

çalışmalıdır. Henüz bu düzeyde olmayan memleketlerde, yönetimde etkili kişilerle çalışılmalıdır. Emperyalizmin boyunduruğundaki İslam ülkelerinde, bağımsızlık için çalışan teşkilatlarla işbirliği yapılabilir. Mısır’da Hizbü’l- Vatanî ve Cava’da Şeriatü’l-İslam Cemiyeti ile yeni bir teşkilat kurmadan doğrudan birlik yapılabilir.

Merkez, düzenli askerî birlikler ve gerilla mücadeleleri için de talimatlar hazırlamıştır. Bütün bu çalışmalardan anlaşılmaktadır ki, Enver Paşa ve arkadaşları Anadolu’daki hareketin geleceği hakkında, kendileri açısından da çok iyimserdirler. Daha şimdiden partileşmeyi düşünebilmektedirler.

Burada dikkati çeken nokta, bütün İslâm ülkelerinin kurtuluşunun, o ülkelerin kendi güçleriyle başarılması gerektiğine dikkat çekilmesidir. Birlik, bir şuurun uyanmasına ve gerektiğinde yardımlaşmaya öncülük edecektir; kendisi bir kurtuluş vadetmemektedir.

“Esir İslâm âlemi için biricik kurtuluş yolu, bu âlemi teşkil eden her milletin kendi gücü ile, kuvveti ile, üzerine çökmüş olan yabancı tahakkümünü atmaya yürümesidir. Eğer küçüğünden büyüğüne kadar bu yolda kurtuluş mücadelesine girmeye azmetmez ve zaman kaybetmeksizin buna hazırlanmazsak, kıyamete kadar esaret zinciri altında inleriz... Şu halde, bize kalan yegâne yol, esir kardeşlerimizi de kurtarmaya savaşarak hep birlikte hakkımızı, hürriyetimizi geri almak ve korumak için ölümü göze alarak el birliği ile çalışmaktır.” (Liva-yı İslam Gazetesi’ndeki 1 Eylül 1921 tarihli, Elif müstearıyla Enver Paşa tarafından yazılmış olan, “Biricik Yol” isimli yazı; Bekirağa Bölüğünden Türkistana, Bartınlı Muhiddin Bey, Haz. Yusuf Gedikli, Ufuk Ötesi yayınları, İstanbul 2004, s. 83, 84)

Yabancı ülkelerde Cemiyet çalışmalarını yönlendirmek üzere hazırladığı kılavuzdaki eğitim notları ilgi çekicidir: “Bu münasebetle talebenin (yurt dışında öğrenim yapan) memleketimizin âdâp ve ahlakına riayetkar kalacak surette asabiyet-i diniye ve milliyeleri daima ikaz edilerek, bulunulan muhitin tahripkâr tesirlerinden korumalı ve bu hususta bütün cemiyet üyeleri bu gençlere cidden örnek olacak kişilerden seçilmelidir. Bu suretle mukaddes bir benlikle yetişecek gençlik, memleketlerinin ve İslâmın kurtuluşunda ancak işe yarar. ” Aksi halde bu gençler kendi memleketlerine yabancılaşırlar ve ülkelerine ne faydaları, ne de halk üzerinde etkileri olur. Bunlar hainliğe kadar giderler. “Binaenaleyh, hele yaşı henüz genç olan talebe, garp medenî şehirlerinin sihirleyici içki ve kadın hayatından, ancak onlarda uyandırılacak asabiyet-i diniye ve milliye ile korunabilirler.” (Yamauchi, a.g.e., s.292)

Bu arada, teşkilat sekreteri Ziya Bey, Paşa’ya gönderdiği mektubunda, yeniden Bakü’ye döndüğü takdirde Ermenilerin kendisine suikast yapacaklarını, hatta Moskova’da da teşkilatları bulunduğunu bildirir. (Yamauchi, a.g.e., s. 117-8)

Ankara İle İlişkiler...

D

IŞARIDAKİ İttihatçıların hepsinin Ankara hareketine yürekten bağlı olduğu kesindir. Anadolu’da Yunan’a karşı gösterilen en ufak bir başarıda birbirlerine kutlama mektupları yazarlar. (Yamauchi, a.g.e, s.134 ) İçerdekiler ise zaten Millî Mücadelenin teşkilatçılarıdır. Ancak, geleceğe dönük fikir ve duygular, hiç değilse ilk dönemlerde çok bulanıktır. Bu zihin karışıklığı hem içerde, hem de dışardaki İttihatçılar için söz konusudur. Dışarıdakilerin, uzun veya kısa bir zaman sonra Anadolu’ya geçip bir çeşit, bıraktıkları yerden devam edebilecekleri yolundaki düşünceleri yaygın gibidir.

Anadolu’da da genellikle Paşayla ilgili türlü rivayetler dolaşır. Fahrettin Beyin hatıralarına göre, Bolşevikler Rusya’daki esir Türk subay ve erlerini bir araya getirip bir “Türklerin Kızıl Ordusu” kurmuşlar. Enver Paşanın bu ordunun başına geçeceğini yaymışlar; Türkistan Türkleri bu haber üzerine bu orduya akın akın katılmışlar. Bolşevikler bu ordu ile Amiral Kolçak ordularını, Bodonoviç ordusunu ve Varangil ordusunu yenmişler. Bu ordunun zaferlerine dair zamanın gazetelerinde çokça yazılar çıkmış. (Fahrettin Erdoğan, Türk Ellerinde Hatıralarım, İstanbul-2007, s. 170)

Enver Paşa, başlangıcından beri, bir yanlış yapılmadığı takdire Yunanlıların Anadolu’dan sürüleceği kanaatindedir. 15 Nisan 1921 tarihli Cemal Paşa’ya mektubunda şu değerlendirmeyi yapar:

“Anadolu’nun vaziyet-i askeriyesi belki ileride Yunanlıları kovmaya müsait olabilir. Fakat şimdilik değil. Mamafih herhalde savaşa biz Yunanlılardan fazla dayanabileceğimize göre, herhalde neticenin lehimize olacağına kaniim.” (H.Cahit, Gizli Mektuplar, s.72)

Anadolu’daki zafere olan inancını ve kendi durumlarını da bir başka mektubunda şöyle açıklar:

“...Biz orada olmamakla beraber, yetişmiş genç arkadaşlar, başta yine o mevkie ihzar edilmiş Muhtafa Kemal Paşa olduğu halde harekâtı idare ediyorlar ve ilerletiyorlar. Eminim ki, Mustafa Kemal Paşa da bir suretle kaybedilse, o iş herhalde devam eder. İşte Avrupa veya bütün dünya emperyalist ve

kapitalistlerine karşı açtığımız mücadelede ben, günü gününe siyaset yapmayarak bu işi ciddi bir ideal şeklinde büyütmek, yaşatmak fikrindeyim.” (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.69)

Sabahattin Selek Büyük Millet Meclisi’ndeki İttihatçıları şöyle değerlendirir: “Büyük Millet Meclisi’nde çok sayıda İttihatçı milletvekili vardı. Bunlardan bir kısmı Mustafa Kemal Paşanın şefliğini kabul etmiş ve onunla kader birliği yapmışlardı. Bir kısmı da Mustafa Kemal Paşayı beğenmiyor ve tutmuyordu. Mustafa Kemal Paşaya karşı olan İttihatçıları da iki gruba ayırmak mümkündür. Bazıları memleket kurtuluncaya kadar Mustafa Kemal Paşayı desteklemenin lüzumuna inanıyorlardı. Sonra ilk fırsatta onu devirip, İttihatçıları memlekete hâkim kılmak niyetinde idiler. Daha aceleci olanları ise, memleket dışındaki İttihatçı liderlerle, ezcümle Enver Paşa ile temasta idiler ve bir an önce Enver Paşanın memlekete gelerek işin başına geçmesi için gizlice çalışıyorlardı.” (Sabahattin Selek, a.g.e., c.II, Yeni Türk Devletinin Kuruluşu, s. 203)

Enver Paşa, Türkistan’dan Moskova’ya dönmüş olan Halil Paşa’ya 5.11.1920 tarihinde yazdığı mektupta, daha önce kendisinin yapmış olduğu bir teklifi, Rus ileri gelenlerine tekrarlamasını ister.

“Sovyet erkânı ile temasının sıkı olduğunu bilirim. Benim tarafımdan kendilerine şu teklifleri yap: Azerbaycan-Dağıstan-Başkurdistan-Kazakistan-Türkmenistan ve Türkistan gibi Türklük bölgelerinden seçilmek suretiyle bir süvari ordusu kurulduğu takdirde, bu ordu ile Anadolu’ya geçmek ve Yunanlıları hiç beklemedikleri bir zamanda, herhangi bir yanlarından vurarak sonuca gitmenin, Millî Mücadele cephesine son derece takviye olacağını, Yunan ordusunun paniğe kapılarak denize dökülmesinin işten bile olmayacağını izah et...” (Halil [Kut], a.g.e., s. 272)

Halil Paşa birkaç kez görüştükten sonra, Çiçerin ve Karahan’ın önce vaatte bulunup, sonra işi sürüncemede bıraktıklarını Enver Paşa’ya bildirir. Ayrıca Paşa’yı uyarır:

“Anadolu’da görünmenizle, İtilaf devletlerini ürküterek, başlanmış işi bozmanız ihtimali olur mu, olmaz mı? Hareket kararını vereceğinizde bu cihetin düşünüleceğini, faydanın, Anadolu’ya giderek veya gitmeyerek oradakilerin başladıkları işlerde, onlar başarılı sonuçlar alıncaya kadar, onları serbest bırakmak şekillerinden hangisi daha uygunsa, onu tercih, tabiî reyinize bağlıdır. Ben hissen, Londra münasebeti fena bir şekil almadıkça, sizin gitmenize taraftar olmadığımı dahi, faydalı bir hatırlatma sayarım...”

Bütün bu ifadeler, Enver Paşa ve yakın çevresinin hesap yapmadan Anadolu’yu desteklediklerini açıkca göstermektedir. Ancak Anadolu

hareketi, başından beri çok ince hesaplarla yürümektedir. Bir gün Enver Paşa bunu da anlayacaktır.

Sonradan öğrenilir ki, Enver Paşa’nın, amcası Halil Paşa’ya gönderdiği mektup, Moskova’daki bir Türk tarafından açılarak, muhtevası Tuapse Konsolosluğu vasıtasıyla Ankara’ya bildirilmiştir. Ankara, Enver ve Halil Paşalara güvenemediği için, Moskova ile temasa geçerek, durumu bildirmiş ve kendilerinden başka hiç kimsenin muhatap alınmamasını istemiştir. Moskova da, Paşa’nın talebini savsaklama yoluna gitmiştir. Ankara Enver Paşa’yı, aynı zamanda, Moskova’da ataşemiliter olan Binbaşı Saffet (Arıkan) vasıtasıyla sürekli takip ettirmektedir.

Enver Paşa, 28.1.1921 tarihli Halil Paşa’ya mektubunda da, “Ben herhalde Mustafa Kemal Paşa ile çalışmayı, bizim eski klik ile çalışmaktan iyi bulurum. ” demektedir. (General Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, İst. 2002, s.82) 4.11.1921 tarihli yine Halil Paşa’ya mektubunda, “Eski memalik-i Osmaniye’nin bir konfedarasyon şeklinde kalması lazımdır.” diyor ve bunun için Emir Faysal ve diğer sorumlularla mutabık kaldığını söylüyor. “Anadolu ile İstanbul arasındaki müzakereler neticesi, bu maksadın gerçekleşeceğine kani değilim; çünkü İngilizler buna bir türlü razı olmayacaklardır. Bundan dolayı, bu ümidin yaratılması için ilkbaharda, bir kuvvet ile Anadolu’ya geçmek icap edecektir. ” (Karaman, a.g.e., s.79)

Enver Paşa 25 Ocak 1921 tarihli, Cemiyet’in İstanbul bürosuna yazdığı mektupta, Almanya ve Rusya’dan, Millî Mücadele’ye yardım işlerini bir sonuca bağladıktan sonra Ankara’ya geçmek niyetinde olduğunu bildirir. Bunun kesin bir karar olmadığı bilinmekle birlikte, cemiyet mensuplarını teskin için mi, yoksa gerçekten böyle düşünüldüğü için mi yazıldığı belli değildir. İçeridekiler ise, Millî Mücadele şartlarının içinde yaşadıklarından, bunu temenni etseler de ifade etmekte çekingen durmaktadırlar. Anadolu’daki mücadeleye silah ve para yardımı için Almanya ve Moskova nezdinde bütün güçleriyle çalışmaktadırlar. Ancak bütün bu çalışmalarda, Anadolu adına resmî bir temsil tavrı yoktur. Enver Paşa, “Şimdiki halde vatanın selameti için Mustafa Kemal Paşa ile temas ile müttehiden çalışmaktayız ve kendisi ile mektuplaşıyoruz.” der. (Yamauchi, a.g.e, s.136-7) Fakat, özellikle Partiye ve Enver Paşa’ya çok bağlı olanlar, her şeye rağmen kendi aralarındaki irtibat ve teşkilatlanmadan da vazgeçmek istemezler. İlk başlarda Millî Mücadele’yi, çok açık ifade edilmese de, İslam İhtilal

Cemiyetlerinin bir parçası gibi görürler. Enver Paşa’nın mektuplarında, “İstediğimiz surette bir sulh yapmak mümkün olmadıkça, mücadeleye devam olunacaktır. Bütün Şark memleketlerindeki alaim-i ihtilal bizi teşci etmektedir. ” derken, Anadolu adına da konuşuyor gibidir.

Özellikle yurt dışına çıktıktan sonra Paşa’nın çok yakınında olan Hacı Sami, içerde ve dışarıda çalışanların fikir birliğine varmaları gereğini, Anadolu Hareketi ile kesinlikle anlaşmak ve onlara dışarıdan destek olmak gerektiğini yazar.

Şevket Süreyya Aydemir ve daha başka bazı yazarlar, yurt dışına çıktıktan sonra Enver Paşa’nın, kendilerine göre yanlış kararlar vermesinden genellikle Hacı Sami’yi sorumlu tutar, haksız ve üslupsuz bir tarzda bu idealisti suçlarlar. Kâzım Karabekir Paşa ise, Enver’in başından beri Hacı Sami’nin güdümünde olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. (k. Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, İstanbul 1967, s.57, 68, 350) Halbuki, daha ilerideki hareketlerde de göreceğimiz gibi, Hacı Sami, mizaç itibariyle Enver’e benzeyen, korkusuz, atak ve yorulma bilmez bir insan olmakla birlikte, Enver’den farklı olarak komutanlık niteliği olmayan ve kendini çevresine sevdiremeyen biridir. Ancak, mektuplarında onun fevkalade isabetli kararları ve öngörülerini okuyoruz. Anadolu konusundaki uyarıları da bunun bir örneğidir ve Türkistan mücadelesi konusunda da Hacı Sami’nin haklı olduğunu göreceğiz. Belki de, Enver Paşa’nın, kendilerine göre yanlış buldukları karar ve hareketleri sebebiyle, Paşa’yı eleştirmeye sevgilerinden ötürü gönlü razı olmayanlar, “Eşeğini dövemeyen semerini döver.” sözünce Hacı Sami’ye yüklenmişlerdir. Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa da, onun Türkistan’a gitme kararında Sami’nin büyük payı olduğu kanaatindedir. (Halil [Kut], a.g.e, s.279)

Bu tür değerlendirmelerde, Hacı Sami’nin, Paşa’nın Türkistan’a gitme kararını vermesinden sonraki tutumu ile, öncesini ayırmak gerekir. Öncesinde, Türkistan’ın bir millî mücadele için hazır olmadığını bildirmiştir; ama, Paşa kararını verdikten sonra onu hep desteklemiş, yüreklendirmiş, yanından da ayrılmamıştır. Ayrıca, Anadolu konusunda takındığı tutum da açıktır. Halil Paşa ve Küçük Talat, Cemal Paşa’ya yazdıkları mektupta, Enver Paşa’nın Anadolu’ya geçmeme kararında, ayrıca iki etkiden söz ederler, Trabzon’dan Batum’a çağrılan Hacı Sami’nin, Anadolu’ya geçilmemesi gerektiğini, “hatta böyle bir teşebbüsün Enver Paşa için hırs meselesi

sayılacağını” söylemesi ve Çiçerin’in de, Anadolu’ya geçmemesini öğütlemesi. (Yamauchi, a.g.e., s.253)

Hacı Sami Bey mektubunu şöyle bitirir:

“Bekir Sami de Mustafa Kemal’in bizim dahile gitmekliğimizi muvafık görmeyeceğini söylüyor. Bütün bu mütalaalar, dahilde ve hariçte çalışanların bir program ve bir maksat etrafında birleşemedikleri değil, birleşmek fikrinde olmadıklarını ihsas ediyor. Rusların bize ne derecelerde müsait bulunacağını burada keşfetmek ve o müsaadelerinin şeklini yine buradan takip etmek mümkün değildir. Ancak benim mülahazam şöyledir:

“Biz evvel emirde dahil ile anlaşmalıyız. Bizi rakip görmesinler. Biz posta oturmuş ve ondan bıkmış olduğumuzdan onlara rakip olamayız. Binaenaleyh onlar güzel idare etmek ve aralarında ihtilaf çıkarmamak şartıyla içeride çalışsınlar ve bizimle sürekli ilişki kursunlar. Gayelerimizi birleştirip, çalışma alanlarımızı ayırarak ve birbirimizden haberdar olarak çalışmalıyız. Eğer Ruslar bize emniyet ederlerse, İslam memleketlerinde yapılacak askerî teşkilatın başına siz geçer, Cemal Paşa, Halil Paşa, Nuri Paşa ve diğer beyleri birer cephe komutanlığına tayin edersiniz. Bununla hem Anadolu’ya maddî yardım yapar, hem de İran, Irak vesair cihetlerde İngiliz kuvvetlerine taarruz ettirerek Ruslara ve gene bizimkilere manevi yardımlarda bulunursunuz... Hülasa, mutlaka anlaşmak ve müttehiden çalışmak taraftarıyım... Gözlerinizden öperim, kuzum Enverciğim. Gücenme! Ben düşündüklerimi yazıyorum.” (Yamauchi, a.g.e., s.108-9, 1 Ekim 1920, Berlin’den Moskova’da Enver’e)

Bekir Sami Bey de dışarıdan destek olunmasını, nihai zaferden sonra Anadolu’nun kendisini bağrına basacağını söyler: Mektubuna, dalkavukluk âdetim değildir diye başlayan Bekir Sami Bey, ikbal zamanınızda sizinle bir kere görüştük der. “Moskova’daki temaslarımız zât-ı devletlerine karşı bendenizde pek büyük hüsnü tesir bırakarak, ciddi ve kalbî muhabbet ve hürmet beslemeye başladım. İktidar ve metanet-i devletlerinin, Millet-i Osmaniye ve âlem-i İslamiyet için büyük hizmetler ve himmetler hasıl edeceğine bütün mevcudiyetimle inanmaktayım. ” Bekir Sami Bey, dışarıdan Anadolu’yu desteklemelerini, içeri gelmek için durumun uygun olmadığını, nihai zaferden sonra Anadolu’nun kendisini şükranla bağrına basacağını yazar. (Yamauchi, a.g.e., 118,9 5 Kasım 1920 tarihli Moskova’dan Berlin’e, Enver’e mektup.)

Dr. Nazım Bey, Cavit Beye yazdığı bir mektupta, Büyük Millet Meclisi murahhası olan Bekir Sami Beyin, merhum Talat Paşa’ya yazdığı bir mektupta, mealen, yaptıklarınızı düşünürseniz, sizlerin Türkiye’ye girmeye hakkınız olmadığını anlarsınız. Dışarıda Türkiye ve İslam Dünyası için yeterince hizmet ederseniz, o zaman Anadolu sizi kabul eder, demiş. Dr. Nazım diyor ki, “Bütün varlığını vatana vakfeden ve bütün ömrünü tam bir ihlâsla onun kurtuluşuna adayan bir Türk’e bundan ağır bir şey yazılamazdı.”

(H.Cahit, Gizli Mektuplar, s.116) Tabii Talat Paşa çok üzülmüş. Dr. Nazım, Bekir Sami Beyin benzeri şeyleri Enver Paşa’ya da şifahen söylediğini, Paşa’nın da, “İçeri girmek meselesi bize ait bir şeydir. Zamanı geldiğinde bunun için sizin reyinizi almak mecburiyetini duymuyoruz.” demiş.

Cemiyetin Türkiye temsilcilerinden M. Nail Bey ise Enver Paşa’yı uyarır: Her mektup yazana itibar etmeyin, teşkilattan biz sorumlu olduğumuza göre “yalnız bizimle” haberleşin. Anadolu bildiğiniz gibi değil, ihtiras rüzgârları esiyor. “Menfaat temin edemeyenler sizlerin bir an önce Anadolu’ya geçmenizi arzu ediyorlar. ” (Yamauchi, a.g.e., s.143, 4 Şubat 921)

Dışarıdaki İttihatçılar arasında Mustafa Kemal Paşa’nın Talat Paşa’yı başbakanlığa, Enver Paşa’yı da Savunma Bakanlığına getireceği dedikoduları dolaşır. (Yamauchi, a.g.e., s.152, 1 Mart 1921)

Bir diğer mektupta, Anadolu’da yönetim yavaş yavaş düzelmeye başlamakla birlikte atılan adımlarda kararsızlık ve uyumsuzluklar var, deniliyor. Tayyareci Salim Bey, “Bilaistisna heyet-i zâbitân arasında pek büyük bir iştiyakın zât-ı âlilerine karşı hüküm sürdüğünü söyledi. Bekir Sami de zât-ı devletlerinin davet olunmasına pek çok zaman kalmadığını mahremane söyledi. Gerçi ahval ve şerait-i hazırayı başı boş kalmak için pek müsait bulan bazı türediler, esasen tattığı ve tanıdığı disipline gireceğinden ihtirazla zât-ı devletlerinin Anadolu’ya geçmesinin mevzu-ı bahis olamayacağını iddiadan geri kalmıyorlarsa da” bunlar önemsizdir. (Yamauchi, a.g.e., s.158, V. Mehmet Beyin Berlin’den yazdığı 12 Mart 1921) Osmanlı ordusunun, özellikle subay kesimi hâlâ Enver Paşa’ya bağlıdır. Asker ve halk arasında da, söylentilerle yükselen bir Enver Paşa ümidi vardır. 1920 Mayıs’ında Trabzon’da Enver Paşa için gösteriler yapılmıştır. (Yamauchi, a.g.e., s.53)

Ziya Bey, 15 Mart 1921 tarihli Berlin’den yazdığı mektubunda, “Zât-ı âlilerinizin mektuplarından Moskova’da kalacağınız mu’tası çıkıyor. Halbuki vatan vücudunuza son derece ihtiyaç gösteriyormuş. Hatta Bekir Sami Bey de bunu söylemiş. Bu konuda bir karar verdiniz mi?” (Yamauchi, a.g.e, s. 159, 60) bizi bilgilendirin, diyor. 26 Mart 1921’de yazdığı mektupta ise, Anadolu’ya gitmesi gerektiğini söylüyor. “Görülen ahval ve hissedilen arzular ve gayeler zât-ı âlinizin Anadolu’ya geçmenizi icap ettiriyor. Yunanlılar üç sınıf askerini silah altına aldılar ve Londra görüşmeleri sonuçsuz kaldı. Binaenaleyh müthiş muharebelerin öncesinde bulunuyoruz. Halbuki Anadolu’da kararsızlık varmış. ” (Yamauchi, a.g.e., s. 167-8)

Anadolu hareketini yürüten Mustafa Kemal ve çevresi için, İttihatçılarla ilişkiler özel bir öneme sahiptir. Çünkü, Enver ve Talat Paşa’ların bu camia üzerindeki etkisinin büyüklüğü tartışmasızdır. Ayrıca, Kâzım Karabekir Paşa’nın da yazdığı gibi, “Henüz memlekette İttihat ve Terakki teşkilatından maada kökleşmiş ve taazzuvu tamamlanmış” bir örgütlenme yoktur. Müdafaa-i Hukukçular İttihatçılar vasıtasıyla istenilen istikamete çekilebilirler. (Karabekir, a.g.e., s.8) Ayrıca Mütareke sonrasında geniş bir İttihat ve Terakki aleyhtarı propaganda başlatılmıştır; siyasi mücadelelerde gördüğümüz üslupsuzluk, ölçüsüzlük her boyutuyla kullanılmaktadır. Meclis­i Mebusan’da da İttihatçılar hakkında bir soruşturma komisyonu kurulmuş ve bunun raporu bir kitapçık halinde yayımlanmıştır. Bütün bu çalışmalar İttihatçıların halk nezdindeki itibar ve etkilerini yok etmek içindir. Ama, Karabekir’in de söylediği gibi, millî kavga ancak onlarla yürütülebilecektir.

Bu durumda, İttihatçı görünmemek ve İttihatçıların ileri gelenlerinden uzak durmak Millî Mücadeleciler için zorunlu idi. Mustafa Kemal Paşa, başından beri bu şüpheler içindedir. Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, “Ben milleti İttihat Terakki bayrağı altında toplanmaya çağıramam. ” der.

Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa, İstanbul’da Bekirağa Bölüğünden kaçıp Anadolu’ya geçtiğinde, Sivas yakınlarında Mustafa Kemal ile görüşür. Kemal Paşa onun Kafkasya’ya geçip orada çalışmasını ve Anadolu’ya destek sağlamasını ister ve henüz nerede olduğu bilinmeyen Enver’in ne yapabileceğini sorar. Halil Paşa diyor ki, “Hiç düşünmeye gerek yoktu. Şu cevabı verdim: Enver de tıpkı benim gibi feragatla hareket edecek ve Millî Mücadele’ye yardımdan başka bir şey düşünmeyecektir. Ben bunu size temin ederim. ” (Halil [Kut], a.g.e., s. 239) Ancak, daha sonraki gelişmeler de gösterecektir ki, Mustafa Kemal, Halil Paşa’ya güvenmemiştir; yahut da, daima müteyakkız davranmıştır. Halil Paşa da bunu anlamıştır. İnönü diyor ki, “Gözü hiçbir şeyden yılmayan, son derece cesur ve müteşebbis bir insan olarak Enver Paşa’nın, herhangi bir imkân bulursa, ufak bir yere yerleştikten sonra, büyük bir mesele çıkarabileceği kanaati, Atatürk’te daima yaşamıştır. ” (İnönü, a.g.e., s.476)

Türk Tarih Kurumu Enver Paşa Arşivinde bulunan 1570 numaralı belgede ilgi çekici bir yorum vardır. Muhterem ve Muazzez Kardeşler, diye başlayan mektup/duyuruda, Çerkez Ethem’in tenkilinin temel sebebinin

Enver Paşa taraftarlığı olduğu; ancak bu kanaatin kesin olmadığı söylenmektedir. Çerkez Ethem ve taraftarlarının “Enver Paşa’yı getirmek fikrinde bulundukları ve Anadolu hududu doğusundaki İslam bölgeleri Enveriye Hükûmeti olarak addedildiği keyfiyeti... ”

Kâzım Karabekir Paşa ayrıca, Millî Mücadeleciler için son derece önemli ve tehlikeli bir ihtimale de işaret ediyor: “Berlin’deki İttihat ve Terakki erkânının her hangi bir şekilde İtilaf devletleriyle anlaşması ve biz Anadolu’da müstakil bir hükûmet esasları hazırlarken, onların İstanbul’da hükûmet başına geçmeleri bizi pek müşkil vaziyete sokabilirdi. ”

Gerçi İttihatçıların yazışmalarında böyle bir niyetin varlığı görülmez. İttihatçıların ilk dönem mektuplarında “biz” denilirken Anadolu hareketi kastedilir ve bir ayırım yapılmaz. (Yamauchi, a.g.e., örnek olarak, 34 ve 36. mektuplar) Küçük Talat Bey gibi sert İttihatçılar, Anadolu ile birlikte bütün İslâm dünyasının kurtuluşundan söz ederken Enver Paşa’yı bu bütünün doğal lideri gibi görürler. (Yamauchi, a.g.e., örnek olarak 58. mektup) Ancak, bütün İttihatçılarda ortak ve kesin olan tutum, Anadolu hareketini dışarıdan desteklemek ve onu zaafa uğratabilecek hareketlerden kaçınmaktır.

Beklenen zaferden sonrası için genellikle çok iyimserdirler ve bıraktıkları yerden bir şekilde devam edebileceklerini düşünmektedirler. Millî Mücadele Hükûmeti tarafından en sert muamelelere maruz kalmış Halil Paşa ve Küçük Talat Bey’in Cemal Paşa’ya yazdıkları 5 Kasım 1921 tarihli mektup, bunun ilgi çekici bir örneğidir. Bu mektupta, İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği’nin ve İttihat Terakki’nin birlikte var olması yanlıştır, denilmektedir. Küçük Talat Bey bunu deve kuşuna benzetir. Yapılacak şey, Birliği kapatıp, Parti etrafında toplanmaktır. Ancak, İttihat ve Terakki’ye yeni bir fikrî kimlik ve yön kazandırılmalıdır. Bu da esas itibariyle, toplumun ezilen kesimlerinden yana olmak üzere bir demokratik anlayışa oturmalıdır.

“Bir parti ilkelerle yaşar. Anadolu mücadelesi ile beraber, bir tarih döneminin kapanacağına inanıyoruz. Artık Tanzimatçı ruh ve zihniyet millî emelleri tatmin etmez. İttihat Terakki de eski haliyle günün ihtiyaçlarına cevap veremez... Şahısların arkasında sürüklendiğimiz yetişir. Buna göre, hareketimizde fikirlerin hâkim olmasına son derece dikkat etmek icabediyor... Biz, hakiki fikirlerle halkı kurtaracak, halkı tufeylilerden, kirlenmiş insanlardan, sömürücülerden, cehaletten ve ordu istibdadından kurtaracak hakiki bir hürriyet ve inkılab bayrağına sarılmalıyız.” (Yamauchi, a.g.e., s. 254-5 )

Bolşevik ihtilalinden pek çok etkilenmiş olan bu iki İttihatçı, komünist olmadıklarını açıkça ifade etmekte, ancak Enver Paşa’nın Türkistan’a

gidişine karşı çıkmaktadırlar; çünkü, gelecek tasavvurları, mektupta yazdıkları gibidir. Görülüyor ki, İttihatçıların, bir tarih döneminin kapanacağı kanaatleri doğru olsa da, nasıl bir yeni döneme geçileceği konusunda hiçbir sezgileri yoktur. Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı son mektup (ileride verilecek) dikkate alınırsa, bu konuda en sağlıklı sezgi ve gerçekçi tasavvurun da onda olduğu görülür.

Ancak, Millî Mücadeleciler çok ayrıntılı hesaplarla yürümek gereğini duymuş ve İttihatçı gruplaşmaları dağıtmaya çalışmışlardır. 1921 Nisan’ında Halil Paşa, Küçük Talat Bey ve Naim Bey Anadolu dışına çıkartılmış, Nuri Paşa Erzurum’da tutuklanmıştır. Bu tutumundan ötürü Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya kırgın olduğunu söyleyen Şekip Aslan, ancak, Enver Paşa’nın bu kırgınlığını açıkça çevreye yansıtmadığını yazar.

“Enver Paşa’nın, içini dışına vermemek, sır saklamak hususunda olağanüstü kudreti vardı. Bu kabiliyette hiç kimse Enver Paşa’ya eş olamazdı... Enver Paşa, Allah’ın yarattığı kullar arasında sır saklamaya en çok muktedir olanlardan biriydi. O, kızdığı vakit parlayanlardan ve bu halde bile konuşurken hesapsız ölçüsüz söz söyleyenlerden değildi. Hele kızdığında, kimsenin ayıbını ortaya atan ve ona lanet okuyan ve kaba saba konuşan bir kimse değildi. Bütün hayatınca onu yakından tanıyanlar arasında bir gün bile onun hiddetlendiğini gören veya onun ağzından küfür ve söğme değil, çirkin ve kaba bir söz çıktığını duyan olmamıştır.” (Cihangir, a.g.e.,s.76, 83)

Şekip Aslan, Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa hakkında söylediği en ağır sözler olarak şunları kaydeder:

“Anadolu’da yönetim adalet ve eşitlik üzere yürümüyor. Bu millet Sultan Hamid’in baskısına dayanamadı. Çökecektir. Halbuki O, bu devleti kuran Osmanoğludur. Bu millet neden Mustafa Kemal’in baskısının yükünü taşısın?” (Cihangir, a.g.e., s. 84)

Dikkat edilirse, Enver Paşa’nın, en yakın arkadaşlarına söylediği bu sözler, Mustafa Kemal Paşa’ya -biraz sonra göreceğimiz- yazdığı mektupta söylediklerinin tekrarından ibarettir.

Görünen odur ki, siyasi yahut askerî, her türlü ince hesabı yapan, Mustafa Kemal Paşa’dır; diğerleri genellikle, bilmeleri gerektiği kadarını bilmişlerdir. Enver Paşa’ya, Anadolu ile araya bir soğukluk girmemesi, anlaşmazlık olduğu görünümünün verilmemesi gerektiğini sürekli telkin ettiğini söyleyen Şekip Aslan, “Anlaşılıyordu ki, Mustafa Kemal Enver Paşa’yı Moskova hükûmetine bizzat kendisi şikâyet ediyordu. Mustafa Kemal, Enver Paşa’ya Ruslarla önceden aralarında geçen anlaşmaya dayanarak verilmesi gereken mal ve silah kabilinden bir şey verilmemesini istiyordu. ”

diye yazar. (Cihangir, a.g.e., s.84) Kemal Paşa’nın bu tutumu Millet Meclisi’nde açık bir muhalefetin doğmasına değilse de, gelişip yayılmasına yol açmıştır. Ancak, bu konuda kesin tavırlar Sakarya sonrasında belirecektir.

* * *

1921’in Ocak ayında Birliğin İstanbul merkezi kurulur.

Aynı günlerde, Sovyet Dışişleri Müsteşarı Karahan, Paşa’nın emrine, Anadolu’ya destek olmak üzere herhangi bir Müslüman güç verilmeyeceğini kesin bir dille Halil Paşa’ya bildirir. Ruslar o zamana kadar Almanlarla olan ilişkilerinde Enver Paşa ve arkadaşlarından yararlanmaya çalışmışlardır. Ancak, bu ilişkilerde geri çekilmeye başlarlar. Birlik sekreteri Ziya Bey’e Almanlardan silah almak için de para veremeyeceklerini bildirirler.

Bu arada, Trakya’da bulunan Vrangel ordusu artıklarının toparlanarak Enver Paşa’nın emrine verilmesi söz konusu olur. (Yamauchi, a.g.e., s.152,3) Paşa, bu orduyu düzenleyerek Trakya ve Makedonya’da Yunanlıları çökertmeyi düşünür. Çünkü, Anadolu kurtarılsa bile, Batı Trakya’da kayıplar olacağı kanaatindedir. Ruslar, İngiliz taraftarı olduğunu düşündükleri Talat Paşa’dan ayrılması şartıyla bu teşebbüse geçeceklerini bildirirlerse de bunu yapmazlar. Daha sonra Şubat 1921’de, Vrangel ordusunun silahlarının Anadolu’ya gönderilmesi konuşulursa da, bu da gerçekleşmez.

Enver Paşa 20 Şubat 1921’de Moskova’ya geçer.

İslam İhtilal Cemiyetleri Birliğinin yayın organı olmak ve iki ayda bir çıkmak üzere, Livâ-yı İslâm gazetesi, Arapça ve Türkçe yayımlanmaya başlar. İlk baskıları beş yüz Arapça, beş yüz Türkçe olacaktır. (Yamauchi, a.g.e., s. 149, 22 Şubat 1921)

15 Mart 1921’de Talat Paşa Berlin’de, Ermeni komitecileri tarafından şehit edilir.

“Bu sabah on birde, Hardenbergstrasse’de Talat Paşa, Cemal Azmi Beyin dükkânına giderken, yirmi üç yaşındaki bir Ermeni talebesi tarafından rovelverle katledilmiştir. ” (Yamauchi, a.g.e., s.159, Ziya Beyin mektubundan) Dr. Nazım ise şöyle bildirir: “Merhum, malumunuz olduğu veçhile korunma prensibini kabul etmediği için, pek kolaylıkla bir kurşunun kurbanı olmuştur. ” (Yamauchi, a.g.e.,s.169, 27 Mart 1921) Enver ve Talat Paşalara karşı suikast düzenleneceği konusunda önceden de duyumlar alınmıştır. Dr. Nazım mektubunda der ki:

“Milletimize rehberlik edecek zevata karşı büyük bir komplo hazırlanıyor. İhtiyatla

hareket etmenizi rica ederiz.”

Dikkati çeken bir nokta, Talat Paşa’nın şehadeti üzerine İttihatçılar içinde değişik yorumların ortaya çıkmasıdır. İlk ağızda, bir Ermeni intikamı olduğu görüşü pek itibar görmez. Hintliler ve Mısırlılar, olayda İngiliz parmağı görürler. Bazıları Rus hatta Fransız yahut Yunan eli ararlar. Emir Şekip Aslan da dolaylı olarak İngiliz parmağına işaret eder; merhumun cenaze töreninde şöyle konuşur:

“Düvel-i İ’tilafiye ne kadar çalışsa, Arapları Türklerden ayıramayacağı ve bu gibi cinayetlerin iki millet-i İslâmiyeyi birbirine daha ziyade yaklaştırmağa hizmet edeceği....” (Yamauchi, a.g.e., s. 170)

Talat Paşa’nın Ermeni çetecileri tarafından şehit edilmesinden sonra, Enver Paşa bütün İttihatçıları kendi çevresinde toplamaya karar verir. Bu toplanma İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği çevresinde olacaktır. Berlin’e gelir ve Talat Paşa’dan doğan boşluğu doldurmaya çalışır. Talat Paşa’nın şehadetinin İttihatçılar için büyük bir yıkım olduğu kesindir. Enver Paşa daha sonraki mektuplarında Talat Paşa’nın şehadetinin, aradaki fikir ayrılığını kendiliğinden gidermek gibi bir hayra da vesile olabileceğini söylerse de, gelişmeler umduğu gibi olmaz. (Yamauchi, a.g.e., s.254-5 )

Enver Paşa’nın da kendisini gittikçe yalnız hissetmeye başladığı özellikle Cemal Paşa’ya yazdığı mektupların üslubundan anlaşılmaktadır. Talat Paşa, hiçbir şart altında Ruslara güvenmemişti.

16 Mart 1921’de Ankara-Moskova dostluk anlaşması imzalanır.

Talat Paşa

T

ALAT PAŞA, 1.9.1874’te Edirne’de doğdu. Babası, Kırcaali’nin Çepleci köyünden, kadılık yapmış, müderris Ahmet Vasıf Efendi’dir. Annesi de Cisr-i Mustafa Paşa kazasının Sellüken nahiyesinden bayraktar Hüseyin Ağa’nın kızı Hürmüz hanımdır.

Vize iptidaî okulundan sonra Edirne askerî rüşdiyesine devam etti. Bir öğretmeniyle kavga ettiği için buradan diplomasını vermediler. Daha sonra aldıysa da, kayıt zamanını geçirdiği için Askerî İdadî’ye giremedi. Babasının ölümü üzerine ailevi durumları elvermediği için artık eğitimine devam edemedi.

Edirne Posta Telgraf idaresinde çalışmaya başladı. Bu arada edindiği dostları vasıtasiyle Alyans İsrail okulunda Türkçe öğretmenliği yaptı. Okul müdürünün kızından Fransızca dersleri almaya başladı ve okula gelen Fransızca dergilerle ilgilendi.

Talat Bey’in çevresi genişler ve politik ilişkilere girmeye başlar. Durumunun tespit edilmesi üzerine tutuklanıp yargılanır ve üç yıl kalebentliğe mahkûm edilir. Bir buçuk yıl kadar hapis yattıktan sonra, Sultan Abdülhamit Han’ın affı ile 1898 yılında dışarı çıkar ve Selanik’le Manastır arasında gezici posta memuru olarak göreve başlar. Bu göreve devam ederken siyasi ilişkilerini de sürdürür. Selanik’teki subay ve okumuşlar içindeki çevresini genişletir. 2 Nisan 1899’da, Selanik Posta İdaresinde kâtiplik görevine başlar. 1903 yılında başkâtip olur. Bir gün, iki âmiri arasında şahit olduğu bir kavgada, haklı olandan yana ifade verdiği için, öbürünün hışmına uğrar ve Anadolu’da bir görev verilmek üzere işinden alınır. Talat Bey Anadolu’ya gitmez ve 1907 yılında görevinden ayrılır.

Bilindiği gibi eski başkent olan Edirne, İmparatorluğun en hareketli ve dışa açık kültür merkezlerinden biridir. Sürekli kaybedilen vatan

topraklarından göçen yüz binlerce insanın ilk durak yeri, en yoğun acıların ve huzursuzlukların yaşandığı bir merkezdir.

3. Ordu merkezi Selanik ise, askerî ve sivil, bütün Meşrutiyetçi hareketlerin merkezi gibidir. Talat Bey bu hareketli muhitin içindedir, zekâsı ve etkileyici kişiliği ile çevrenin dikkat ve ilgisini çekmektedir.

Bu çevreden, Bursalı Mehmet Tahir, Midhat Şükrü (Bleda), Rahmi, İsmail Canbolat, Hakkı Baha, Ömer Naci gibi, asker-sivil karışımı bir heyet, Başkâtip Talat Bey’in önerisiyle Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurarlar. Meşrutiyet ve hürriyet için çalışacak olan bu cemiyet, doğal olarak gizlidir. Üye kaydı ve çalışma biçimi Masonlardan ve İtalyan Karbonari örgütlerinden etkilenilerek düzenlenmiştir. Talat ve üç arkadaşı Merkez-i Umumî adını alan yönetim kuruluna seçilirler. Bu cemiyet, daha sonra, 1907 yılında Paris’te, Ahmet Rıza Bey’in öncülüğündeki Terakki ve İttihat ile birleşerek, İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alacaktır.

Cemiyete alınacak üyeleri seçmeye çalışır ve özel törenlerle kaydederler. Talat Bey, Midhat Şükrü ve Kâzım Nami Beyler Masonların Makedonya Rizorta locasına kayıtlıdırlar. Emanuel Karasu’nun destekleriyle Mason locaları bunlara toplantı yeri gibi imkânlar sağlar. Tarihçiler genellikle, Masonların İttihatçıları değil, İttihatçıların Masonları kullanarak geliştikleri kanaatindedir. İttihatçıların ikinci yayılma ayağı da, özellikle Üsküp merkezli Melamîlik Tarikatı olmuştur. Trablusgarp Savaşı yıllarında, İttihatçılar, yakın ilişkilerini değerlendirerek İtalyan Masonlarının yardımını istemiş, ancak umduklarını bulamamışlardır. Bu zamanlardan itibaren Masonluk ilişkileri giderek soğumuştur.

24 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, Talat Bey, İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerindendir; Cavit ve Rahmi Beylerle İstanbul’a gelir. Talat Bey bundan sonra Cemiyetin ve daha sonra Partinin fiilen lideri olarak çalışacaktır.

Talat Bey, 1908 seçimlerinde Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Edirne milletvekili olarak girer. Meclis açıldıktan sonra 23 Aralık 1908 oturumunda Talat Bey Birinci Başkan Vekili seçilir. Bu döneminde Sultan Abdülhamit Han’la bir iki kere görüşme imkânı bulur; hem Meşrutiyet konusunda hem de sair siyasi meselelerde Sultanı çok takdir eder ve samimi bulur. Ancak, Otuz Bir Mart Olayı sonrasında, Sultanın tahttan indirilmesi sırasında herhangi bir karşı hareketi görülmez. Tam tersine, Şeyhülislam ve Fetva Emini’ni

evlerinden alarak bir çeşit zorla Meclis’e götürdüğü anlatılır. (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s.36) Talat Bey, Sultan Hamit tahttan indirildikten sonra da, özellikle Fethi (Okyar) Bey vasıtasiyle, onun siyasi meselelerdeki kanaatlerini öğrenmek isteyecektir.

İttihat Terakki’nin güçlü adamı Talat Bey, ilk defa Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikinci hükümetinde, kendisi resmî bir heyetle İngiltere’deyken İçişleri Bakanlığına getirilir. Bakanlığı döneminde İmparatorluğun bazı yerlerinde askerlik ve vergi işlerini sıkı bir denetimle düzene sokmaya çalışması, bu tür yükümlülüklerden uzak yaşamaya alışmış çevrelerde huzursuzluklara yol açmıştır. Ayrıca Meclis’teki muhalefet çok yoğun bir saldırıya geçmiştir. Talat Bey bakanlıktan ayrılır.

1912 seçimlerinde yine Edirne milletvekili olarak Meclis’e girer ve Sait Paşa Hükûmetinde Posta-Telgraf Bakanı olur. Balkan Savaşı başlayınca gönüllü olarak savaşa katılır. Bu olay çok eleştiri konusu olmuş ve sırf propaganda amaçlı olduğu, hatta Talat Bey’in savaş aleyhinde konuşmalar yaptığı ileri sürülmüştür.

Bâbıâli baskınından sonra kurulan hükûmette görev almaz. Daha sonra kurulan Sait Halim Paşa Hükûmetinde 12 Haziran 1913’te, yeniden İçişleri Bakanlığına getirilir.

3 Şubat 1917’de Sait Halim Paşa’nın istifası üzerine Talat Bey, Paşa ünvanı verilerek Başbakanlığa atanır. Savaşın kaybedildiğinin kabul edilmesi üzerine Talat Paşa ve arkadaşları 13 Ekim 1918’de hükûmetten çekilirler. Talat Paşa 8/9 Kasım 1918 gecesi, arkadaşlarıyla birlikte ülkeden ayrılır; Almanya’ya gider.

Talat Paşa yurt dışına çıkarken, bizim siyasi hayatımız artık bitmiştir; köşemize çekilmemiz gerekir, demiştir. Ancak, geçmişi, onun bir köşeye çekilmesine imkân vermemiştir. Berlin’de bulunduğu süre içinde de İngilizlerle, Bolşevik Ruslarla çeşitli ilişkiler kurmuş ve Millî Mücadele’yi desteklemeye çalışmıştır.

Çok sade ve tasarruflu bir hayat yaşamasına rağmen, Berlin’de, hayatının son zamanlarında ağır malî sıkıntıları olmuş, hatıra eşyalarını da satmak zorunda kalmıştır. Ermeni komitacıları, diğer İttihatçı liderleri olduğu gibi, onu da izliyorlardı. 15 Mart 1921 Salı günü, yine evinden çıkıp, ağır adımlarla yürürken, Ermeni Solomon Teilirian’ın kurşunuyla şehit olur.

Çevreden yetişen halk kaatili yakalar. Ancak, yargılaması sonunda kaatil beraat ettirilecektir.

“Cenaze töreni pek parlak olmuş, Almanlar ve Doğu milletlerinin delegeleri katılmışlardır... İsviçre sefiri, cenaze töreninin sefarette yapılmasını söylediği halde, bazı Türk memurlar korkarak ve Talat’ın idama mahkûm edildiğini ileri sürerek engel olmuşlardır. ” (Menteş, a.g.e., s. 250) Alman Dış İşleri çelenginde şunlar yazılıdır: “Büyük bir devlet adamı ve sadık bir dosta”

(İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, İstanbul 1969, c.II, s. 1948)

* * *

Talat Paşa o dönemin en sevilen ve etkili olan liderlerindendir. İnönü onun için, İttihat Terakki’nin en değerli adamı ifadesini kullanır. (İnönü, a.g.e., s.145) Yakın çalışma arkadaşlarından Osmanlı Millet Meclisi Başkanı Halil Menteş O’nu şöyle anlatır:

“Talat, geniş göğsünü destekleyen geniş omuzları, pulat kollarıyla, güzel siyah saçlarla süslenmiş başı, çok sevimli çehresi, özellikle delici ve çekici kudrete sahip zekâ fışkıran sevimli iri siyah gözleriyle büyük ruhunu dolduran samimiyet, vefa, vatanseverlik ve feragatiyle, velhasıl maddî ve manevi bütün nitelikleriyle yiğit bir Türk oğlu, tarih boyunca büyük vazifeler görmek üzere yaratılmış müstesna şahsiyetlerden biriydi. İçindeki hızlı hürriyet ve vatanseverlik hamlesiyle önündeki engelleri devire devire mukadder olan yolunda sonuna kadar yürümüş bir insandır.” (Menteş, a.g.e., s. 250, 251)

İnandığı yolda korkusuz bir adamdır. Mezarı Türkiye’ye nakledilirken günlük bir gazetede şunlar yazılır: “Bu cesur Türk çocuğu bir an bile korku denilen şeyi nefsinde tatmamış ve yine bir an bile hayatına ehemmiyet vermek lüzumunu duymamıştır. ” (İnal, a.g.e., c.II, s.1944)

Talat Paşa, ilk bakanlığı döneminde evlenmiş, mutluluğu evinde bulmuş, içki ve benzeri şeyleri bilmeyen inançlı bir insandır. Atlara meraklıdır ve fırsat bulduğunda ava çıkar. Seferberlik yıllarında o da herkes gibi, ekmeğini karne ile mahalle fırınından aldırır, özel ilgilerden hoşlanmaz. Sade bir hayatı ve yemek alışkanlıkları vardır; dostlarının eleştirilerine rağmen, öğle yemeğini sefer tasıyla evinden getirmekten vaz geçmez. Nişantaşı’ndaki Başbakanlık Konutuna taşınmamış, Sultanahmet’te, Yerebatan sokağındaki kârgir evinde oturmuştur. Karısı diyor ki, “Evine bağlılığı da büyüktü. Evinde kalabildiği zamanlar en mutlu, en neşeli

zamanlarıydı. Bundan büyük zevki yoktu.” (Hasan Babacan, Mehmet Talat Paşa, Ankara 2005, s.48) Eşi Hayriye Hanım, evlilik hayatımızda hiçbir münkaşayı hatırlamıyorum, der.

Yakın dostlarından Abdülaziz Mecdi Efendi’ye, Masonlukta mı kalayım, Bektaşi mi olayım, diye sorar. Mecdi Efendi, bunların ikisine de gerek yok; ama birini tercih edeyim dersen, “Bektaşiliği seç, zira Bektaşilik Türk tarikatidir.” demiş. (Babacan, a.g.e., s.53) Talat Paşa’nın, Kâzım Karabekir gibi Bektaşi Masonlardan olduğunu söyleyenler vardır; Ziya Şakir, “Kendisi en yüksek dereceyi ihraz etmiş olan bir mason olmakla beraber, Bektaşi tarikatinin de imanlı muhiblerindendi. ” diye yazar. (İnal, a.g.e., c.II, s.1970)

Birinci Dünya Savaşının başladığı yıllarda Almanların İstanbul Büyükelçisi sonradan Alman Dışişleri Bakanı olan Kühlmann onun için, “Genel Savaş sırasında ilişki kurduğum politikacılar içerisinde üzerimde derin etki bırakanların belki de başında Talat Paşa gelmekteydi. Eğitimi yoktu, tavır ve konuşmalarıyla daha ilk temasta çevresine güven verirdi.” (Babacan, a.g.e., s.50)

Sultan Vahdettin bir gün Saray Genel Sekreteri Ali Fuat Türkgeldi’ye şunları söyler:

“Bu memleketi yönetmek için meğer iki adam lazımmış; biri Sultan Hamit, diğeri Talat Paşa. Ama, ben onlar gibi yönetemem. Talat Paşa bizim halkımızı iyi anlamıştı. O hakikaten müstesna bir şahsiyet idi.” (Türkgeldi, a.g.e., s.180-1)

Paşa bir gün karısına şunları söyler: “Bir gün beni sokakta vuracaklar; alnımdan kan akacak, yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ziyanı yok, varsın vursunlar; benim ölümümle vatan bir şey kaybedecek değildir. Bir Talat gider, bin Talat yetişir. ” (Babacan, a.g.e., s.53)

Lüzumsuz Şiddeti Bırakın

P

AŞA, kardeşi Kâmil’e yazdığı 26 Mart tarihli mektubunda, mektuplarının hariciye tarafından açılıp okunduğunu bildirir; gidip görüşün, der, “Eğer böyle güvensizlik varsa, bari açık olarak gönderseniz. ” (A. İnan, a.g.e., s.80) Aynı mektupta, İngilizlerin elinde bulunan ve Divan-ı Harp’te yargılanma ihtimali olan “Eski İstanbul iaşe bakanı Kara Kemal ile vali vesaireden idama mahkûm olmaları muhtemel olanlardan bazılarını ve eski Sofya sefiri Ali Fethi Beyi kaçırmak mümkünse, teşebbüs edilsin.” Bunun neye mal olabileceğini de bana bildirin ve elli bin marka kadar harcayın, diyor.

30 Mart 1921 İnönü Savaşı’ndan sonra Yunan kuvvetleri kendisini hızla toparlayarak Eskişehir ve Kütahya’yı düşürmüş, Sakarya boylarına dayanmıştır. Ankara’nın çok sıkıntılı anlar yaşadığı, Meclis’in taşınmasının tartışıldığı günlerdir. Sonucu, Sakarya boyundaki savaş belirleyecektir. Yabancı istihbarat birimleri bu kritik dönemde, Türk genel kurmayının en üst düzeylerinde bile Enver’in gelmesinin konuşulduğunu merkezlerine bildirirler.

Enver henüz Moskova’dadır ve ancak Temmuz sonlarına doğru Batum’a geçecektir. Enver Paşa, 9 Nisan tarihli mektubunda, Talat Paşa’nın ailesi ile ilgilenilmesini ve durumları iyi değilse, Teşkilatın parasından her ay elli lira verilmesini bildirir. (A. İnan, a.g.e., s.82)

Vahdet Gazetesinde çıkan yorumu okuduğunu söylüyor: “Yine ölmüşüm!”

Berlin’de teşkilatın ilk kongresi yapılır. Bu arada Halil Paşa, Karadeniz yoluyla ve sağlık nedenleriyle Trabzon’a geçer. Ancak, Ankara buna razı olmaz. Bakanlar Kurulu “Bolşeviklere mensup oluşum ve Enver Paşa ile de gizli bir cemiyet kurduğum tahakkuk ettiğinden, sizi kabulümüz, muhalifler ve düşmanlarca İttihat ve Terakki’nin manevrası başladığı fikrini tevlid edeceğinden” Trabzon yerine havası daha ılıman olan Batum’da oturmasına

karar verir. (Yamauchi, a.g.e., s.81-82, 8 Nisan 1921) Trabzon halkı ve ileri gelenleri haberi alınca milis kuvvetlerle Halil Paşa’nın oturduğu evi sarar ve kendisini her türlü tehlike karşısında koruyacaklarını bildirirler. Halil Paşa hatıratında şöyle yazar:

“Sakarya’daki düşman orduları ile boğuşulurken, bir yandan benim yüzümden Trabzon-Erzurum cephesinde birliği bozabilecek bir hadiseyi aklım ve vicdanım kabul edemezdi. İntihar ederdim, buna sebep olmazdım.” (Halil [Kut], a.g.e., s. 275)

Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek, bu hareketi doğru bulmadığını, düzeltilmesini ister. Kendisine bir cevap verilmez ama, bir daha da rahatsız edilmez. Eşi ve çocukları da gelir; üç ay kadar dinlenir. Halil Paşa daha sonra ünlü Kâhya Yahya ve Trabzon halkının ısrarlarına rağmen, Trabzon’da kalmayıp bir motorla Rusya’ya geçecektir. Enver Paşa, amcası Halil Paşa’ya yazdığı 19 Nisan 1921 tarihli mektupta, Trabzon’da uğradığı muamelenin haksız ve ileri sürülen gerekçelerin yersiz olduğunu söyler. “Mesele daha ziyade şahsî düşüncelere dayanmaktadır. Bu kabil düşüncelere mahal olmadığını defaatle izah etmiştik. ” Arkadaşlarla görüşerek en uygun kararı alın. (Yamauchi, a.g.e., s. 187)

Mayıs 1921’de Küçük Talat Bey de tutuklanarak yurt dışına çıkartılır. (Yamauchi, a.g.e., s.205) Nuri Paşa da Erzurum’da tutuklanır. Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya “Akraba ve arkadaşlarımın maruz olduklarını doğru bulmuyorum.” diyen uzun bir mektup yazar. Yurt dışına çıktıklarından itibaren neler yaptıklarını ve ne yaptılarsa Anadolu’ya destek için yaptıklarını; ama asla Anadolu’nun bir temsilcisi gibi davranmadıklarını bildirir. “Anadolu’ya imdadın ancak Rusya’dan geleceğini anlayarak, buradakilerle anlaşıp, Baha Beyle Rusya’ya hareket ettim. ”

Enver Paşa’nın bu mektupta M. Kemal Paşa’ya söyledikleri, tam da onun söyleyecekleridir:

“Yalnız bir ricam var: Vehim ve hislere kapılmayınız. Sizden, cidden sizi seven bir kardeş gibi rica ediyorum. Şimdi başarılarınıza bakarak sizi iğva edenlere uyup memlekette bir şahsın veya yalnız bir kesimin tahakkümüne doğru gitmeyiniz. Yoksa yine lüzumsuz tazyikler ve bunlar neticesi feveranlar ortaya çıkabilir. Bu gün emin olunuz ki, vatanı seven herkes, olup biten her şeye rağmen sizin başarınız için çalışıyor. Çünkü, başarınız Anadolu’nun başarısı demektir. Fakat eğer siz şimdiden kanunsuz hareketler ve lüzumsuz şiddetlere girerseniz, korkarım ki hayırlı sonuçlar vermez. Millet Sultan Hamit idaresi zamanındaki millet değildir. Artık tahakküm ve tecebbüre çok dayanmaz.

“Bak, şimdi bütün arkadaşlarım adına temin ederim. Bizim hiçbir mevkide ve

memuriyette gözümüz yok. Bana gelince, ben yalnız bir ideal takip edeceğim. O da İslâmı ezen Avrupa canavarları ile pençeleşmek için Müslümanları harekete geçirmek. Bunun için siz çekinmeyin, vehme düşerek düşmanlarınıza, memlekette yeni bir mücadele çıkacak ümidini vermeyin. Lüzumsuz şiddeti bırakın... Şimdi sen, ben başta olmak üzere arkadaşların memlekete gelmesini istemiyorsun, değil mi? Sebebi de, güya bizim gelmemizle memlekette bir ikilik çıkacak, diyorsun; öyle mi? Halbuki, ben ve arkadaşlarım o kanaatteyiz ki, eğer memlekette bulunsaydık, belki de bu gün devam eden gereksiz baskılara hiç hacet kalmayacaktı. Çünkü herkes görecekti ki, biz baskı yapacak ve daha kolay birlikte yürütecektik. Mamafih şimdilik Moskova’da bulunarak hariçten yine memlekete yardım edebilmeye devam ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat, bunu da itiraf etmemiz lazım gelir ki, her ne sebepten, kanunsuz olarak memleket haricine sürgün şeklindeki arzunuza, ilelebed tahammül, hakikaten pek ağır ve sefilane gelir.

“Mamafih, vatan için buna da şimdilik katlanıyoruz. Binaenaleyh dışarıda kalmanın, umumî maksadımız olan, başta Türkiye olmak üzere, kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi için durumun çaresiz, belki de tehlikeli olduğunu hissetiğimiz anda, memlekete geleceğiz.

“İşte size açıkça vaziyeti anlattım. Benim açık sözlü olduğumu bilirsin. Eğer başka bir fikrin bulunmuyorsa, seni sevenlere inanırsın. İşte bu kadar.

“Yine kemal-i hürmetle gözlerinden öper, Cenab-ı Hakka senin için yücelikler ve İslâm ve vatana faydalı büyük mevkiler dilerim; kardeşim efendim.” (Yamauchi, a.g.e., s. 205-208, Mayıs 1921)

Görüldüğü gibi Enver Paşa’nın mektubu pek sert, yukarıdan ve çok açıktır. Aynı yılın 27 Mayıs’ında Cavit Bey’e yazdığı mektupta da, Mustafa Kemal’in şahsî diktatörlüğe gittiğini söyler:

“Arkadaşlar şimdilik bir an önce Anadolu’ya giderek, oradaki fırka ile birlikte çalışmak ve bunda ilk önce, halkın savaşa devam kabiliyetini güçlendirmek hedefini takip edeceklerdir. Anadolu’nun son zamanlardaki halini hiç beğenmedim. Hiç hoşuma gitmedi.... Ankara son şekliyle şahsî diktatörlüğe ve büsbütün Rus istikametine atıldı. Bununla Rusları da memnun edemeyecek, belki de korktuğum şekle doğru atılacaktır.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.592)

Ankara şahsî diktatörlüğe kaysa da, Rus istikameti konusunda Enver Paşa’nın endişeleri yersizdir ve bu konuda Mustafa Kemal Paşa son derece dikkatli yürümektedir.

Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın bu karşı tutumları karşısında da tavrını değiştirmez: “Mamafih buna rağmen, bütün arkadaşlar kat’iyen Anadolu’da bir tefrikayı mucip olacak hareketlerde bulunmamayı kararlaştırdık.” dedikten sonra, fakat, diyor Mustafa Kemal bizi Anadolu’ya sokmayacağı gibi, dışarıda başarılı olmamızı da istemiyor. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.83, Cemal Paşa’ya 29 Haziran 1921) Dr. Nazım da Cavit Beye yazdığı

mektuplarda, “Hemşerimiz Sarı” dediği Mustafa Kemal Paşa’nın kendilerini Millî Mücadeleden sonra da içeri sokmayacağını söyler. “Bu adamlar bizi dâhilde ve hariçte çalışmaktan menetmek için başvurmadıkları çare bırakmıyorlar.” (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.134)

* * *

Yıkılmış bir devletin, dünyaya savrulmuş, parçalanmış insanlarından yeniden bir teşkilat kurmak kolay değildir. Hele, kimi yorgun, kimi âtıl, kimi yanlış yollara sapmış bir İslâm dünyasını ayağa kaldırmak üzere bir teşkilatlanma olursa... Bir kere hepsi maaşsız ve parasızdır; hepsinin aile sorumlulukları vardır. Para yokluğu yahut kısıtlı olan ve zorlukla temin edilebilen paranın paylaştırılması da ayrı bir huzursuzluk kaynağı olmaktadır. Kardeşi Kâmil’in bu hususlardan yakınan mektupları çoktur. Enver Paşa, Türkistan’a gittikten sonra bile, para meselesine çareler aramaktan geri durmamış, hatta Berlin’deki Merkez-i Umumî kasasına bazı eşyalar göndererek bunların satılmasını istemiştir: “Bunları tedricen ve güya Sultan Efendi’ye aitmiş gibi sattırarak parasını depo edersiniz.” Fiyatların düşmemesi için hep birden satılmamasını da öğütlediği mektupta, % 20-25 kâr edileceğini ummaktadır. (Yamauchi, a.g.e., s.319, belge.191) Sultan Efendi’ye aitmiş gibi satın denildiğine göre, kürk cinsinden bir şeyler olmalıdır.

İttihatçıların yurt dışına çıkarken külliyetli miktarda para götürdükleri yolunda yürütülen propagandalar pek inandırıcı olmamıştır. Esasen yurt dışındaki hayatları bunun yeterince delilidir. Talat Paşa’nın Berlin’deki hayatı ve arkadaşlarıyla elbiselerini paylaşacak noktadaki parasızlığı bilinmektedir. Enver Paşa’nın da dışarı çıkarken, eski İzmir valisi Rahmi Bey’den üç bin lira borç aldığı bilinmektedir. İttihatçıların mal varlıkları İngilizlerin de ilgisini çekmiş, İngiliz İstihbaratı uzun süren bir araştırma sonunda, dikkati çeken hiçbir dengesizlik yahut zenginleşme olmadığı hakkında rapor vermiştir. Masayuki’nin tespitlerine göre, Sovyetlerin yaptığı yardım, Kâmil ve Ziya Beyler tarafından Cemiyet çevresindeki topluluk için kullanılmıştır. İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği için Afgan Kralı Emanullah Han’ın yaptığı dört bin sterlinlik yardım da yine bu maksat için harcanmıştır. Enver Paşa’nın ailesi ise, Kâmil Bey’in yönetimindeki Deniz Ticaret Şirketindeki hisseleri ve Büyükdere’deki çiftliğinin gelirleriyle geçimini sürdürmektedir. Paşa’nın zaman zaman buraların idaresi veya kiraya

verilmesiyle ilgili olarak Kâmil Bey’e talimatlar verdiği olur. 29 Temmuz 1921 tarihli mektubunda, değirmenin suyu duracak gibidir, der, “Ne yaparsan yap idarenin yoluna bak. Olmazsa Cicimin lüzumsuz bazı şeylerini satar Eylülü getirirsiniz. Mamafih belki sanatoryum kadına biraz hayreder. Sonra bu ay elbise parası on altı bin mark diyorsun. Kimin elbisesi anlayamadım. Pek rica ederim, bunu bildir. Çıldıracağım. ” (İnan, a.g.e., s.101)

Her biri farklı karakterlerdedir. Bütün farklılıkları yok ederek birliği sağlamak, ancak güçlü, ümit veren bir ülkü ve Enver-Talat gibi kişilikleri yüksek liderlere inançla olabilmektedir. Talat Paşa şehit edilmiştir ve dünyadaki gelişmeler bu insanların lehine değildir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti güçlenip İngiltere ve Rusya gibi devletlerin doğrudan muhatabı haline geldikçe, Enver Paşa ve arkadaşlarının ve Birliğin, ilişkilerde aracı olma işlevi de azalmaktadır. Sovyetler Enver Paşa ile olan ilişkilerini giderek gevşetmektedir. (Yamauchi, a.g.e, s.195-6 ) Nihayet, İslâm dünyasını, ortak düşman Batı emperyalizmine karşı ayağa kaldırma projesi, Sovyetlerin maddî desteğine bağlıdır ve doğal olarak en büyük sorun da buradadır. Kızıllarla birlikte görünmek, siyasi bir dayanışma da olsa, esasen çoğunu rahatsız etmektedir. Bu yardım istenilen boyutlarda olmadıkça, bu görüntünün bir anlamı da kalmamaktadır. (Örnek olarak, Birliğin Arap üyelerinin tutumu hakkında bkz: Masayuki Yamauchi, a.g.e, s. 190 ve devamı, 89. mektup)

Bütün bu şartlara rağmen Enver Paşa’nın M. Kemal Paşa’ya bu mektubu yazabilmesi, onun yalın ve pervasız kişiliği ile ilgilidir ve geçmiş yaşadıklarıyla da çelişmez. Trablusgarp’a bir bedevi kıyafetiyle girip İtalyanlara karşı mucizeler yaratan komutan odur. Mütareke sonrasında, Trablusgarp’ta mücadeleye devam eden mücahitler uzun zaman Enver’i yine gelecek diye beklemiş, bir buçuk yıldan çok bu ümitle direnişlerini sürdürmüşlerdir. (Bkz: Yamauchi, a.g.e., s.232, 116. mektup)

Enver Paşa’nın İslâm dünyasındaki prestiji hakikaten biraz şaşırtıcıdır. Buna zaman zaman kendisi de hayret eder. O günlerde Afgan Kralı Emanullah Han, Enver Paşa’ya gıyabında, sadece kayınpederi ve eniştesinin sahip olduğu Serdar-ı âlâ rütbe ve nişanı vermiş ve onu Afgan prensi derecesine çıkarmıştır. Durumu bildiren beratı Paşa’ya gönderirken bir de fotoğrafını ekler ve arkasına “Aziz ve Muhterem Kardaşım Enver Paşa’ya yadigârımdır.” diye yazar. Enver Paşa, “Tuhaf!” diyor, “Afganistanlıların

orada tahta çıkış donanması yapıldığı zaman, benim resmimi Emîr’in resmiyle beraber asmakta olduğunu söylüyorlar. Cidden tuhaf bir iş...” (Yamauchi, a.g.e, s.187, 19 Nisan 1921 tarihli, Moskova’da Enver Paşa’dan Berlin’deki kardeşi Kâmil’e mektup)

Mağlubiyete rağmen, Enver Paşa’nın İslam dünyasında sarsılmayan bu “kahraman” imajının, yabancılar da farkındadır ve fiilen hiçbir gücü olmasa da onu ciddiye almak gereğini duymaktadırlar. Zamanın Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin, Ankara’daki temsilcisine yazdığı mektupta, Paşa’dan “Müslüman bir kahraman” diye söz eder.

Yabancılar Enver Paşa’nın İslam dünyasındaki bu şöhretini değerlendirmekte yanılmamaktadırlar. Birkaç ay sonra Türkistan’a gittiğinde, oradaki Sovyet gözlemcisi, merkezine şunları yazacaktır:

“Bizi korkutan, ilişkinin askerî yönü değil, daha çok siyasi yönüdür. Enver Paşa’nın geçmiş zaferleri, bir Müslüman devlet adamı olarak, hâlâ ücra bölgelerdeki cahil çiftçi kalabalıklarını etkileyebilmektedir.” (Yamauchi, a.g.e., s.73)

O dönem Azerbaycan Cumhuriyetinin devlet adamlarından N. Şeyhzamanov’un bir cümlesi, bu tesptin doğru olduğunu, ama ‘cahil çiftçi kalabalıklarıyla’ sınırlı olmadığını, çarpıcı bir biçimde anlatmaktadır. Şeyhzamanov diyor ki: “Göyde Allah, yerde Enver Paşa” (Nerimanoğlu, “Enver Paşanın Çizmeleri”, Düşünce, 525. gazet, 20. 9. 2007, Bakü)

O günlerde, esaretten kurtulan, ama Türkiye’ye gelemeyip Taşkent’te öğretmenlik yaparak, ailelerine kavuşabilecekleri günü bekleyenlerden bir mektup gelir. Öğretmenler, Türkistan’da kalışlarını şöyle anlatırlar:

“Yolumuz Türkistan’a düştü... Bu yurt bizim vatana doğru devam eden hareketimize izin vermedi. Dağları, ovaları etrafımızı sardı; ayaklarımıza kapandı, ağladı, gitmeyin, dedi. Tamamiyle kandık; işte vatanımıza geldik, dedik. Güzel Türkiye’ye kavuşmak, hayalimizden silindi. Burası da oradan farksız; belki, bazı halleriyle daha kutsî idi. Yıllarca vücutlarımıza sarılan zincir kırıldı. Her bir vicdan, yüce bir gaye için bizi buraya bağladı. İşte, bir iki yıldan beri burada, bu atalar ocağında hizmet ediyoruz. Her birimiz için vatanımızda bizi bekleyen varlık ve mutluluğumuza veda edip, burada sade, bazen sefalet denilebilecek bir hayat içinde şimdiye kadar hizmet edegeldik.” (Yamauchi, a.g.e., s.226-7, 107. mektup)

Öğretmenler, kendi sefaletlerini duymasalar da, vatanda bıraktıkları çoluk çocuklarının hasret ve acılarına dayanamaz hale geldiklerini, hiç olmazsa, aileleriyle tamas imkânının sağlanmasını, o sırada Moskova’da olan “Büyük Paşa”larından istemektedirler.

Enver Paşa’nın, Osmanlı mülkü içinde de ulaşılmaz bir sevgi ve saygınlığı vardır. Mektuplarını yayımlayan tarihçi Şükrü Hanioğlu, Paşa’nın, İttihat Terakki’nin liderlerinden biri olmasının yanında, “Kahraman-ı hürriyet” olmak karizmasıyla, Cemiyet yahut Partinin fiilî gücünün ötesinde bir bir güce sahip olduğunu yazar. (Hanioğlu, a.g.e., s.19) Daha sonra buna Trablusgarp direnişi, Edirne’nin kurtarılışında öncülük gibi kahramanlıklar da eklenince, Enver Bey’in yükselişi önlenemez olmuş ve gücü, temsil ettiği Partinin gücünden daima daha ilerde bulunmuştur. Hanioğlu, Gazi Osman Paşa ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın da, halk içinde benzeri bir sevgi ve saygınlığa sahip olduklarını söyler. Osmanlı halkı kahramanlara susamıştır.51

Buna, Enver Bey’in Savaş Bakanı olarak, Orduyu gençleştirmesi, yeniden düzene sokması, o güne dek görülmemiş bir disiplin kurması ve askerliği siyasetten arındırması gibi, altından kolay kalkılamayacak başarıları da eklenince, Enver Paşa, geçekten ulaşılmaz bir sevgi halesi ve güce kavuşmuştur.

Dr. Nazım’ın anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa Ali Fethi Beyi Ardahan’dan milletvekili adayı yapar. Karşısında ise İttihatçı olarak tanınan Hilmi Bey vardır. Taraftarları, Fethi Beyin, Enver Paşa’ya silah çekmiş adamdır diye yiğitliğinin propagandasını yaparlar. Fakat bu propaganda geri teper, Enver Paşa’ya silah çeken adam ancak üç oy alır. Hilmi Bey seçilir. (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.136) Nitekim, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Enver Paşa aleyhindeki yayın ters tepmeye başlayınca telgraflar çekilerek toplatılır.

1916 savaş yılında Enver Paşa Medine’ye kadar uzanan bir denetleme gezisine çıkar. Halep, Şam, Cebel-i Lübnan, Beyrut, Filistin, Kudüs üzerinden devam eden yolculukta, şehirlerde konaklar, askerî birlikleri, kışlaları, okulları, medreseleri ve hastahaneleri ziyaret eder. Gittiği her yerde olağanüstü bir heyecanla karşılanır; şehrin ileri gelenleri, halk, memurlar, ulema ve öğrenciler sokakları doldururlar. Yol boyunca devam eden bu görülmemiş karşılama ve coşkunluk, sadece Anadolu halkının değil, bütün İslam milletlerinin böyle bir kahramanın bekleyişi içinde olduğunu gösterir. Geçtiği bütün şehirlerde, kendisi için yazılmış sayısız kasideler okunur. Arap geleneğinde önemli bir yeri olan bu kasidelerde, akıl almaz teşbih ve mübağalarla onu yüceltirler. Şam’da, kendisini, İslam milletlerini dirilten bir ruh, mücedditlerin en ulusu ilan ederler. Dönemin gazetecisi, O’nun Halebe gelişini şöyle anlatır:

“İslam âleminin büyük lideri Enver Paşa’yı taşıyan tren güneşin batışıyla birlikte Halep şehrine ulaştığında, onun gelişi memlekette çoktan genel bir bayram havası oluşturmuş bulunuyordu. Müslümanların, nasıl ki bayram yapabilmek için hilali görmeleri gerekiyorsa, aynı şekilde, bu bayramı da kutlamak için hilalleri Enver Paşa’yı görmeleri gerekiyordu. Bu sebeple, bu mübarek kişinin şehirlerine gelişi şerefine, karşılama komiteleri kurup, kutlama hazırlıkları yapılmaya başlandı. Bunların içinde mülkî ve askerî erkândan başka halk, ilim ve din adamları, medrese öğrencileri bulunuyordu. Hepsi de, O yüce insanı karşılamak için can atıyorlardı.” (Kürt Muhammet Ali, a.g.e. ,s.13)

Beyrut’ta verilen ziyafette, yemekler, Anafartalar çorbası, Seddülbahir balığı, Börek, Dardanel kebabı, Kanal muhallebisi adlarıyla sunulur.

* * *

Sovyetlerin, ciddi bir iş yapmaktan çok, gelişmelere göre sadece tavır göstermeleri ve Talat Paşa’nın şehadeti, Birlik’te giderek heyecanın düşmesine yol açar. Arap üyeler, parasal sorunların ağırlığı ve kişisel bazı geçimsizliklerin de katkısıyla, Cemiyet Merkez-i Umumîsi’nde Türk üyelerin çokluğunu ve millîcilik yapıldığını ileri sürmeye başlar ve cemiyetten çekilirler. Abdülaziz Çaviş ve Emir Şekip Aslan gibi en sadık Osmanlı milliyetçileri, Enver Paşa’ya büyük bağlılıklarına rağmen, artık ilimle uğraşmaya karar verdiklerini bildirirler. (Yamauchi, a.g.e, s. 223-6)

Şekip Aslan, Paşa’ya, Bolşeviklerin kendisine güvenmeyeceklerini, bunun için de hiçbir yardımda bulunmayacaklarını, Ruslarla arası daha fazla açılmadan Moskova’yı terk etmesi için ısrar eder. Ruslar, “Kendisiyle İngilizleri tehdit etmek ve Mustafa Kemal’le aralarında rekabet yaratarak dengelemek istiyorlar. ” (Cihangir, a.g.e., s. 87)

Bu arada Hacı Sami’nin Anadolu’ya girdiği ve bazı birlikleri kışkırtıp işleri karıştırdığı haberini alır. Enver Paşa Moskova’dan kardeşi Kâmil’e yazdığı mektupta, “Anadolu işini Sami, elhamdülillah öyle karıştırmış ki, işin içinden çıkana aşk olsun. Kışkırttığı alaylar Garp Cephesine gitmiş. Hükûmet hemen alenen aleyhimizde...” diyor. “Bakalım Fuat Paşa işi düzeltebilecek mi?” dedikten sonra ekliyor, “Hoş o da samimi değil.” Paşa bu mektubunda Dr. Nazım’ın Anadolu’ya karşı çalışmak istediğini yazıyor. Dr. Nazım ise 13 Temmuz tarihli, Ankara’da Eyüp Sabri Bey’e gönderdiği mektupta, Millî Mücadele için duadan ve elimizden gelen hizmetten geri durmayacağız. “Eğer bizi muhalif göstermede vatan için bir faide umuluyorsa, bundan

dolayı da kendilerine müteşekkir kalacağım. Memleket kurtulsun da, millet bize isterse lanetler yağdırsın... ” demektedir. (Yamauchi, a.g.e., s.230 )

Bu mektuplardan da, Paşa’ya ulaşan haberlerin her zaman gerçeğe uygun olmadığı ve çok çeşitli dedikoduların ortalıkta dolaştığı anlaşılmaktadır. 13 Temmuz 1921 tarihli, kardeşi Kâmil’e yazdığı mektupta, Sami ve Halil’in saçma ve matluba uymayan hareketlerinden söz etmektedir. (inan, a.g.e., s.97) Halbuki, Halil Paşa’nın Anadolu aleyhine hiçbir harekete girmediğini biliyoruz. Hacı Sami’nin bazı kıtaları kışkırttığına, hatta Anadolu’ya girdiğine dair herhangi bir bilgi yoktur. Kıtaların batıya gönderilmesi ise, Enver Paşa’nın Anadolu’ya girme ihtimaline karşı, ona yakınlığı açık olan komutan ve birliklerinin, Ankara’nın emri üzerine yer değiştirilmesiyle ilgilidir.

Bu sırada Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde Enver Paşa hakkında bir yazı çıkar; onun Bolşeviklerden kişisel çıkar sağladığından söz edilir. Paşa’nın canı sıkılır; Mustafa Kemal Paşa’ya 17 Temmuz 1921 tarihli ağır ve öfkeli bir mektup yazar: Daha önce durumunuz kritikti; Yozgat, Konya isyanları vardı ve tutumunuzu anlayışla karşıladım. “Şimdi muvaffakiyet belirince tabii maksadınızı gösterdiniz. Beni ve arkadaşlarımı şahsî emellerinize engel

sayıyorsunuz. Pekâlâ! Fakat bunun için yalan söylemeye veya söyletmeye neden kendinizi mecbur görüyorsunuz? Paşa hazretleri, ben Bolşeviklerden şahsî bir menfaat teminine çalışsaydım, sizlerin Bolşevik olduğunuz zaman, ben Bakü’da hakikati ve ne olduğumu âleme ilan ederek, hatta orada bazılarının manasız taarruzuna uğramayı da göze almazdım.” Şimdi aleyhimde propaganda yaptırıyorsun. “Bununla matteessüf, Trablus’tan beri bildiğim şahsî ahlakınızın, bugün vardığınız mevkide bile değişemediğini görüyorum.” Mektup şöyle bitiyor: “Bütün bu şahsî hırslarınıza rağmen, Cenab-ı Hakkın şimdiye kadar yaver olan talihinizi yine vatanın selametine hadim kılmasını diler, fakat sizi, şahsî hırsınıza mağlup olarak bu kadar küçülmüş gördüğümden dolayı teessüf ederim. Allah hepimizi doğruluktan ve iyilikten ayırmasın. ” (Yamauchi, a.g.e., s. 233-4)

Aynı dedikodularla ilgili olarak, Liva-yı İslam’da da “Redd-i erâcif ve İzah-ı hakikat” başlığıyla bir yalanlama yayımlanır ve Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında bir anlaşmazlık olmadığı, her ikisinin de Millî Mücadelenin başarısı için uyum halinde oldukları vurgulanır. (Bekirağa Bölüğünden Türkistan’a Yaver Muhittin Beğin Hatıralarında Enver Paşa’nın Son Yılları, Haz. Dr. Yusuf Gedikli, İstanbul 2003, s. 67) Yalanlamada şöyle denilmektedir:

“Enver Paşa ve arkadaşları Kuvay-ı Milliyenin başlangıcından beri tereddüt ve şüpheye düşmemişlerdir. Şunun bunun aydınlatma ve uyarılarından uzak olan bu zevat kendilerine yabancı olmayan Mustafa Kemal Paşa ile mülkî ve askerî arkadaşlarının hamiyet ve dirayetlerinden, şecaat ve fedakârlıklarından, Anadolu dilaverlerinin yiğitlik ve kahramanlıklarından emindirler. Düşmanın mukaddes vatandan kovulup çıkartılmasına ve Misak-ı Millî’nin tamamlanmasını ve uygulanmasını gönül rahatlığı içinde beklemektedirler. İçerde ve dışarda sevgili vatan için her vakit kendimizi feda etmeyi bir vazife ve şeref bilir, memlekette ikilik çıkarmaya çalışanları takbih ve telin ederiz.”

Görülüyor ki, Kâzım Karabekir Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’dan istediği, Enver hakkında açık propaganda başlamıştır. Şevket Süreyya Bey, Mustafa Kemal’in endişeleri hakkında diyor ki, “Onun o günlerdeki bütün hesaplarına damgasını vuran ve belki hiç kimseye açamadığı derin bir kuşku, içindeydi: Enver Paşa kuşkusu. ” (Ş. s. Aydemir, Tek Adam, İstanbul 1967, c.2, s.407)

Savaş mağlubiyetine rağmen Enver Paşa’ya duyulan sevgi ve saygı, ordu üzerindeki hâkimiyeti Mustafa Kemal Paşa’nın kaygılarını büyütüyor ve Enver konusunda çevresindeki kimseye güvenemiyordu. Bu yüzden de meseleyi açıkça konuşamıyordu. Ruslarla ilişkiler konusunda her yolu

denemiş, en yakınlarından Fevzi Çakmak, İnönü, Celal Bayar’ın da katıldığı Türkiye Komünist Fırkası’nı kurdurmuş, Dr. Tevfik Rüştü Aras’ı Moskova’ya göndermişti; ama, iki taraflı tereddüdü devam ediyordu: Moskova, Enver’i kendisine karşı tercih etmeye devam edecek mi? Enver bir şekilde Türkiye’ye girerse, ona karşı durabilecek mi? Ordu ne yapar? Gerçekten çok kritik anlar yaşamakta ve en yakınlarına bile yeterince açılamamaktadır. Çünkü onlar da askerdir ve orduda Enver’e bağlılık devam etmektedir. Mustafa Kemal Paşa endişelerinde haklı ve hiçbir şeyi raslantıya bırakmayacak kadar tedbirli idi.

Mektubundan anlaşıldığına göre, Enver Paşa artık ilişkiyi bütünüyle koparmıştır. Bu mektubundan iki gün sonra, amcası Halil Paşa Kafkasya’dan gönderdiği mektubunda, istediğin zaman, istediğin yerden seni Türkiye’ye geçirebiliriz; orada silahlı bir gücün korumasında istediğin kadar kalabilirsin, demektedir. (Yamauchi, a.g.e., s.234) Enver Paşa ise Kabil’deki Cemal Paşa’ya yazdığı 22 Temmuz 1921 tarihli mektupta, Rusların Afganistan’a yardımda da kendilerini oyaladığını, Almanya’dan temin edilecek yardımların naklinde bile zorluk çıkardıklarını yazar. Açık açık anlatmasına rağmen, Mustafa Kemal’in kendisini rakip olarak görmesinden yakınır. Bu tutumu sadece bana karşı değil, bütün arkadaşlarımıza karşı aynıdır. Allah vere de memleket bir zarar görmese. Biz açıktan olmasa bile gizliden yine desteklemeye ve çalışmaya devam edeceğiz... (Yamauchi, a.g.e., s. 235)

Yapılan propagandalarda Paşa’nın komünist olduğu teması da vardır. O sıralarda Marksist ihtilalin havası, özellikle Rusya’da bulunan bir kısım Osmanlı subaylarını da etkilemiştir. Onlar ayni zamanda Türkistanlı aydınlar gibi bu yoldan bağımsızlığa kavuşulabileceğini düşünmüşlerdir. Ancak Enver Paşa bunlardan değildir. Nutukları ve Livay-ı İslam incelendiğinde Komünizme hiç meyletmediği, ancak İslam milletlerini sömürge olarak tutmaya çalışan batılı güçlere karşı Rusya’nın ihtilalci gücünden yararlanmak istediği görülür.

İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği de bu maksada dönüktür. 2 Haziran-12 Temmuz 1921 tarihleri arasında Moskova’da düzenlenen Üçüncü Enternasyonal’de yaptığı konuşmada Fas, Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Arnavutluk, Yemen Suriye, İrak, İran ve Hindistan’ın bu birliğe dahil olduklarını ve buralardaki anti emperyalist mücadelelerdeki gelişmeleri anlatır. Şöyle konuşur: “Arkadaşlar! İşte biz bu mesaimizle bizi ezen ayni

emperyalistlere karşı mücadelede sizinle beraber olduğumuzu ifade ediyor ve sizleri saygıyla selamlıyorum.” Paşa konuşmasını, “Üstün olan Hak’tır, Hak’tan üstün yoktur.” diyerek bitirir. (Aydın idil, a.g.e. s.294)

Enver Paşa 30 Temmuz 1921’de Moskova’dan ayrılır ve on gün sonra Batum’a gelir. Paşa’nın bu gidiş gelişleri Ankara’yı tedirgin eder; Moskova’nın Enver’i Anadolu’ya karşı kullanmak istediğinden şüphelenilmektedir. Enver Paşa, hareketinden önce, Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin ile görüşmüştür. Paşa, dışarıdaki İttihatçıları bir araya toplamaya çalışırken de, onları Anadolu’daki mücadeleyi desteklemeye teşvik eder ve Ağustos ayı boyunca hiçbir teşebbüste bulunmaz. Olaylar geliştikçe, Enver Paşa’nın Anadolu’ya girip, Millî Mücadele’nin başına geçeceği yorumları artar; Enver’in ordu içinde daha birleştirici olacağı fikri yaygınlaşır. İttihatçıların da, gizli açık bunu istedikleri muhakkak gibidir.

* * *

Paşa çocuklara çok düşkündür; iki kızı vardır ama, Naciye Sultan’ın söylediğine göre bir erkek çocuk hasreti içindedir. Bu hasretini bazen büyük kızı Mahpeyker’e erkek elbiseleri giydirerek oyalamaya çalışırmış. Sonunda, oğlu Ali, 29 Eylül 1921’de Berlin’de doğar; ancak Enver Paşa Ali’yi hiç göremeyecektir. Enver Paşa o günlerinde, sevdiği eşiyle ve çocuklarıyla sade bir ev hayatı yaşamayı derinden arzular; hassasiyetleri artar. Böyle bir birlikteliğin onun düşünce ve kararlarını da etkileyeceğini söyler. Belli ki çok sıkıntı içindedir: “Ah, Naciyeciğim! Hani şöyle ikimiz başbaşa verip de, ciddi düşüncelerimizi birbirine katarak yaşarsak, öyle geliyor ki, şimdikinden bin kat daha doğru düşünecek, bin kat daha doğru kararlar vereceğim. Yok, yok, haydi gel Naciyem, beraber bulunalım. Evet. Şimdiye kadar gelmeni istemiyordum; ama şimdi... en güzel varlığım olan seni sıkıntıya sokmaya çalışıyorum. Evet, ben eskiden daha hodbin oldum. Ama, yalnız ikimizin arasındaki hodbinlik olsa, gene üstesinden gelirim. Fakat, şimdi kurtarılacak koca bir İslam âleminin, işe daha kuvvetli, daha canlı sarılmama yardım edeceğini düşünmemden doğan hodbinlik, beni bu kadar ileri vardırıyor...” (Ş. Süreyya, a.g.e., c.III, s. 610-12)

Görülüyor ki Paşa, en duygulu, en hasretli zamanlarında bile, hayalinden büyük iddiaları silemeyen, hayallerini kişiselleştiremeyen bir yapının insanıdır. “Haydi gel Naciyem, beraber bulunalım.” arzusu onu

yaksa da, kurtarılacak koca bir İslam âlemi vardır ve bu duyarlıklar onu yolundan edecek niteliktedir. Aynı mektubunda, bu isteğinden vazgeçer; yeni doğan oğlu Ali’yi araya sokar: “Fakat acaba mini mini aslancığımız sana gelmen için izin verecek mi? Yok; bak, ondan izin almadan hiçbir kararımız olamaz. O, biliyorsun ya; o, biz ihtiyarladığımız zaman, başladığımız işi ileri götürecek! O, İngilizlerin, Fransızların lâşeleri üzerinden, İslâm bayrağını ileri götürecek! Bütün Doğuyu, Batıyı kurtaracak. İşte, o büyük adamın sözünü, sen de, ben de hürmetle dinlemeye mecburuz. Her yerde onun sözü yürüyecek; o saygı görecek, ün alacak. O değil yalnız bizim, ailemizin, belki bu gün ben hiçbir iş yapmaya muvaffak olamadığım halde, beni yine kurtarıcı gibi seven dört yüz milyon Müslümanın gözbebeği olacak... İşte Naciye, o büyük adam eğer izin verirse gel! ... Bana can ver, kuvvet ver, hepsinden daha önemlisi ümit ver. Gene seni üzdüm. Fakat beni affet. Sana derdimi dökmezsem, kime dökebilirim...” Osmanlı Sarayında yetişmiş Naciye Sultan O’nu anlasa da, seven bir kadındır ve sevdiği insanı yanında istemektedir...

* * *

Batum’a hareketinden bir hafta kadar önce kardeşi Kâmil’e yazdığı 22 Temmuz 1921 tarihli mektupta şunları söyler: “Moskova’da memleket ve maskadımıza faydalı olmakta devam imkânı oldukça burada kalacağız. Fakat bu imkân kalmazsa, o vakit memlekete gitmek fikrindeyiz. Tabii bununla, aynı zamanda bizim, öyle halka telkin edilmek istendiği gibi, Mustafa Kemal Paşa aleyhinde bir hareket değil, bilakis olumsuz olan arkadaşları da teskin ederek daha çok birliğe çalışmaktan başka bir yol takip etmeyeceğimizi göstermek için, bir de, hariçte de bizim Anadolu’ya karşı olacağımıza ümit bağlayanların ne kadar yanlış düşündüklerini anlatmış olacağız. Mamafih, bu dahile gidişimiz de duruma bağlıdır. ” (Yamauchi, a.g.e., s. 235)

Paşa’nın, duruma bağlıdır dediği, beklenen Sakarya Savaşı’nın sonucudur. Bu noktayı 29 Temmuz tarihli mektubunda Kâmil’e açık olarak bildirir:

“Ben şimdi Rüstem ve Dr. Raik Beyle güneye gidiyorum. Batum’da bulunarak memleketin durumunu yakından göreceğiz. Sonra da, eğer memleket savunmada devam edebilecek haldeyse, belki memlekete girmekte fayda olmazsa vazgeçeceğiz. Yok eğer, ordu, gelen haberler gibi yenilmiş, memleket yardıma muhtaç ise, memlekete gireceğiz. Şimdilik kesin bir şey yoktur.” (A. İnan, a.g.e., s.102, Yamauchi, a.g.e., s.237)

Paşa bu mektubunda dertlenir:

“Herhalde memleketin başarmış bulunmasını ve benim de Eylül’de aranızda olmak istediğimi söylemeyi fazlalık sayarım. Hele Türkân’ın boksunu seyretmek pek hoş olacak. İşte siz öyle gülüp oynarken, ben burada bin dert içinde yalnız başıma uğraşıp duruyorum. Etrafımdakilerin derdini dinliyorum. Ne vakit bu halin sona ereceği de belli değil.”

Paşa’nın, çocuklarının hasretini çektiği bellidir; ama, Eylül, beklediği gibi gelse de, vuslatın bir başka bahara erteleneceği de belli gibidir.

Kütahya ve Eskişehir’in düşmana terk edilip Sakarya boyuna çekildiğimiz o günlerde Batum’a gelişini Cemal Paşa’ya da şöyle yazar:

“Eğer memlekette maazallah ordu çözülme derecesine gelir de her şey kaybedilir mütalaasına binaen hemen memlekete yaklaşmayı ve yakından durumu izlemeyi elzem görerek Batum’a geldik.” (H. Cahit, Gizli Mektuplar, s.98)

Görülüyor ki Enver Paşa kolay başarılar yahut ün peşinde değildir; her şeyin bittiği noktada kendisini ortaya koymaya niyetlidir. Dr. Nazım da Batum’a gidişi Cavit Beye şöyle bildirir:

“Yunan taarruzunun aldığı şekil üzerine Ali Bey (Enver Paşa) memlekete yakın bulunmayı ve icap ederse mücadele eden askere -velev bir nefer suretinde olsun- katılıp, millî vazifesini yerine getirmeyi çok istedi.” Karşı koyamadık diye devam eder. (h. Cahit, Gizli Mektuplar, s.135)

Halil İbrahim Göktürk, Sakarya Savaşı günlerinde Ş. Süreyya Bey’in, Hopa-Trabzon yoluyla Malatyaya kadar gidip döndüğünü yazar ve kendisinin de bunu bir macera olarak nitelediğini söyleyerek biraz kapalı bir üslupla, Enver Paşa adına Anadoludaki askeri durumu yerinde görmek üzere gelmiş olabileceğini yazar. ( h. İ. Göktürk, a.g.e. s.66) Enver Paşa’nın Batum’da bekleyişi ve arkadaşlarına yazdığı mektuplar da gözönüne alınınca, Şevket Süreyya Beyin, Sakarya Savaşının sonucunu almak ve ordunun durumunu değerlendirmek üzere gittiği makul görünmektedir.

Kardeşi Kâmil’e yazdığı hemen her mektupta para sıkıntısı konusu vardır.

“Ben buralarda badema hiç masraf etmeyeceğim; siz de orada son derece tasarruf ediniz.”

Moskova, özellikle Kafkas halklarına, Anadolu hareketinin Bolşeviklere ihtiyacı olduğu propagandasını yapar. Kızılordu’nun Anadolu’ya yardım edeceği propagandası ile Kafkasya ve Azerbaycan’ın işgalinde direnişleri önlemek üzere zemin hazırlarlar.

Moskova ile dayanışmalı olarak kurulan İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği başlangıçta, İttihatçıların, Komünistlerin Batı emperyalizmine karşı işçi sınıfını kurtarmak, halkların bağımsızlıklarını sağlamak amacına katılarak ortaya çıkmıştı. “Bizim de bu emperyalizme karşı mücadele hududuna kadar yollarımız birleşmiştir. İslam âlemi Avrupa işçisinden bin kat daha fena vaziyettedir.” Paşa’nın kendi eliyle yazıp Konya’daki Öğüt gazetesi’nin 21 Nisan 1921 tarihli nüshasında yayımlattığı yazı, aynı zamanda onun kişiliğini ortaya koyması bakımından anahtar niteliğindedir. Şöyle demektedir: Balkanlarda, Trablusgarp’ta, Birinci Dünya Harbinde takip ettiğim proje ne ise, bu gün de aynıdır ve basittir:

“Avrupa ve Amerika’nın çalıştırılan işçisinden çok sıkılan, canı çıkarılırcasına çalıştırılan esir Şarkın içinde, bütün Avrupa nüfusuna denk olan dört yüz milyonluk İslamı kurtarmak için bu kitleyi harekete geçirmektir.”

Şimdiye kadar Türkiye’ye bir zarar gelir endişesiyle böyle bir teşebbüsümüz olmadı. Ama Çarlığın yıkılmasıyla, Batı emperyalizminin kanlı bıçaklı bir düşmanı ortaya çıktı. Bizim bu çalışmalarımız Anadolu adına olmadığı için Türkiye’ye hiçbir zararımız dokunmaz. Paşa şunları da söyler:

“Bu mücadele öyle bugün-yarın değil, belki beş on ve hatta elli sene sonra semeresini verecektir. Bundan dolayı da buna hayal diyenler bulunuyor. Fakat biz bu işe, biz görelim diye sarılmıyoruz.... İngiltere, Fransa ilh. gibi devletlerin tahakküm kâşanelerini en sonda çökertecek bir besleniş ve daimî ateş yakmak istiyoruz. İşte, bir çoklarının hayal sandığını biz hakikat diye görüyor ve iman ediyoruz. Akideleri uğrunda hakiki bir imanla çalışan kırk sahabe nasıl elli senede... harikalar göstererek dört yüz milyon halkı kurtuluşa götürdülerse, biz de şimdi bu dört yüz milyon Müslümanın kendisini bilmesini ve kurtarmasını istiyoruz.... Bu halkların, özellikle gençliğin bu bilgi ve imanla silahlanıp boynundaki esaret zincirlerini silkip atmasını istiyoruz.”

Ne var ki, Bolşeviklere doğru attığı her adımda, bu hareketten Anadolu’ya destek de, bütün mazlum Müslümanların kurtuluşuna yardım da olmayacağını anlar. O zaman, Enver Paşa da, dönemin milliyetçilerinin düşüncelerine uygun olarak, her Müslüman milletin kendi öz gücü ile, üzerine çökmüş olan yabancı tahakkümünü söküp atması gerektiğini düşünür. İslam âlemi için biricik kurtuluş yolu budur. “Şu halde bize kalan yegâne yol,

esir kardeşlerimizi de kurtarmaya savaşarak hep birlikte hakkımızı, hürriyetimizi geri almak ve korumaktır. ”

Rus emperyalizmi altında olanların da, mücadeleden başka çareleri kalmamıştır. Esasen Enver Paşa, Kırım, Azerbaycan, Kazan ve Türkistan gibi yörelerden gelenlerden buralardaki Bolşevik zulmünü dinledikçe, Ruslara karşı tavrı netleşmeye başlamıştır.

“Bu Türk ve Müslüman memleketlerin hepsine bağımsızlık verilmesi vaad olunduktan sonra, Bolşeviklerin en gaddar ve vahşi hareketlerle yok edip, harap ettiklerini, böylece önceki katı Moskofluk politikasının daha şiddetlisine geçildiğini ve nefsine ağır gelecek bunlara benzer diğer oldu-bittileri Enver Paşa görüyordu.”

Şekip Aslan şöyle devam eder:

“Bu konular Enver Paşa’yı siyasetini değiştirmeye ve Bolşeviklerle iyi geçinmiş olmasından ötürü, zamanında kendisini kınamış ve uyarmış olan kardeşi Nuri Paşa’nın siyasetine dönmeye sürükledi. Artık Moskova’dan kurtulmak için fırsat kollamaya koyuldu.” (Cihangir, a.g.e., s.88)

Bu fırsatı bulduğunda “Enver Paşa adeta uçarak Batum’a inmişti. ”

O sıralarda Anadolu’da Enver Paşa’nın Yeşil Ordu ile Anadolu’ya gireceği söylentileri dolaşmaya başlar. Halil Paşa da Batum’dadır. Ankara iyice telaşlanır. Mustafa Kemal Paşa tedbirlerini alır. Genel Kurmay başkanı Fevzi Paşa, Doğu ordusu komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya gizli bir telgraf çekerek Enver Paşa’nın sınırı geçmesi halinde tutuklanarak Ankara’ya gönderilmesini, ayrıca, Enver’e bağlılıklarından şüphe edilen subayların cepheden uzaklaştırılmalarını emreder. Kurmay başkanı Albay Kâzım Özalp, 13. Tümen komutanı Yarbay Seyfi acele başka görevlere gönderilirler.52

* * *

Enver Paşa kimliğini gizleyerek yolculuk etmektedir. Batum’a, Dr. Nazım’la birlikte geldiklerinde, kendileri için yapılmış hiçbir hazırlık yoktur. İlk günlerini Batum garındaki boş bir vagonda geçirirler. Enver Paşa şöyle anlatır: “Hiçbir yere çıkamam. Görünemem. Yalnız geceleri el ayak çekilince, Batum İslam mahallesindeki işkembeci dükkânına gidebiliyorum. Gıdam bundan ibaret. Ama, bir gece bu mahallede de, beni eski bir Türk subayı tanıdı. Yani, artık tanındım, görüldüm...” (Aydemir, a.g.e., c.3, s. 606) O günlerde Batum Ermeni çeteleriyle kaynamaktadır ve hepsi de İttihatçı önderlerin peşindedir.

Enver Paşa iki ay kadar Batum’da kalmıştır. Yaveri Muhittin Bey, Paşa’nın Batum’da bulunuşunu şöyle açıklar:

“Paşa’nın o havalideki geliş gidişleri tamamiyle Sakarya muharebesinin gidişine bağlı idi. Enver Paşa Sakarya’da düşmanla çarpışan kahramanların -talihin gereği bu idi- en gerisinde, tabir caiz ise bir nefer gibi hazır bulunmak istemişti. O kahramanlar hakları olan zaferi kazandılar ve Enver Paşa düşmanın bu çözülmesini gönül rahatlığı içinde görerek Gazi Paşa’ya başarılarının devamını dileyen bir mektup yazdı ve dediğim gibi Buhara seferine başladı.”

51 Bu satırların yazarı, 1970 yılında genç bir avukat olarak gittiğim Hatay’da, epeyce yaşlı, meslektaşlarının çok sevip çevresinden ayrılmadıkları, kendisine “On dokuzuncu yüz yıldan” günlük haberler sorarak takıldıkları Mesut Fani Bey’le tanıştım. Beni, Türk Ocaklarının Genel Başkanı Rahmetli Prof. Osman Turan Hoca, Ocak’la ilgili bir iş için göndermişti. Orada Türk Ocağı’nın yerini ve yetkililerini sorarken, beni, “Geçen yüz yıldan kalma bir adam” nitelemesiyle O’na götürmüşlerdi. Kısa boylu, zayıf çehreli, sevimli ve vakur tavırlıydı. Türk Ocaklarından geldiğimi söyleyince beni hemen sahiplendi. İşimizi hallettikten sonra, Baro’ya götürdü, avukatların takılmaları, sevgi gösterileri arasında beni onlara takdim etti; fakat, kendisini sevgiyle çevreleyen bu insanlara uzakmış gibi bir hisse kapıldım. Sonra yazıhanesine götürdü. Eski dar sokaklardan bir süre yürüdükten sonra, bir aralıktan girip, belli ki, bir vakıf binasının kapısına geldik. Eski bir kapıyı anahtarla açtı; yanılmıyorsam kubbeli, cami avlusu gibi kocaman bir yere girdik. Yüksek duvarlar tavana kadar kitap doluydu; benim aklım gitti. Duvarların birinin dibinde, eski, işlemeli küçük masasına oturdu; kitaptan görünmez olmuştu. Ben, olduğum yerde dönerek kitaplara bakıyordum.

Atatürk hakkında, Türkiye’de ilk kitabı kendisinin yazdığını, hatta bir nüshasını da Fransız Konsolosluğuna gönderdiğini söyledi; fazla kalın olmayan risale türü bir şeymiş. Fakat ben, içine girdiğim bu çok büyük medrese odasının ve nerdeyse üstüme abanan kitapların havasından kendimi kurtarıp, anlattıklarıyla fazla ilgilenememiştim. Bana, bir kere daha, Türk Ocağı’ndan mı görevlendirildiğimi; Ocak Genel Merkezinin gerçekten faal olup olmadığını sordu. Bu kaçıncı soruda, ben nihayet uyanmış, soru tekrarlarının yaşlılıkla ilgili olmadığını anlayabilmiştim. Bu sefer ben sormaya ve yüklenmeye başladım. Ondokuzuncu yüzyıla inmeden, Yirminci Yüzyılın ilk dörtte birinden soruyordum. Hiç birine cevap vermedi. Nereden yaklaşmaya çalıştıysam, ne sorduysam, kaçtı. Fakat, kalkıp gitmeme de izin vermiyordu...

Sonunda beni, nehrin kenarında, büyük, güzel bir lokantaya götürdü. Yine içerdekilerin takılmaları ve sevgi gösterileri arasında dipte, sakin bir yerde oturduk. Hatay şubesi, genel merkezle hiçbir ilişkisi olmadan, bilemediğim bir zamandan beri eski bir binada o günlere kadar varlığını devam ettirmiş. Ben yolda, Ocak Genel Merkezinden, yeni şubelerden ve özellikle gençlerin çalışmalarından epeyce anlattım.

Çorbayı içerken, direnci kırılmış yahut bana güvenmeye başlamış olmalı ki, konuşmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, bugünkü Suriye sınırındaki dağ kasabalarından birinin çok genç

kaymakamı imiş. Kanal Cephesi harekâtı için gönderilen Ordu Birlikleri hareket halindeymiş. Enver Paşa’dan bir emir gelmiş ki, bu birlikler en geç bir hafta içinde bu dağları aşmalı, öbür tarafa geçmeli imişler... Yol yok, iz yok; bu askerî birlikler, bütün ağırlıklarıyla bu dağlardan nasıl aşırılır?

Genç Kaymakam yürümüş, gece dememiş, gündüz dememiş, birkaç gün içinde ova dememiş, dağ dememiş, tüm köyleri ayaklandırmış; kazma kürek, ordunun geçeceği güzergâha dökmüş. Türkmenler hırsla kayaları parçalayıp, yolları düzlemişler. Enver Paşa’nın askerleri üç gün içinde o dağları aşıp öte tarafa geçmişler.

Bunları anlatırken, Ondokuzuncu Yüzyıldan kalma avukatın her yanı titriyordu. Ben kıpırtısız, dinliyordum.

Bir ay kadar sonra Enver Paşa cepheye gitmek üzere bölgeye gelmiş; usul üzre, mülkî, askerî erkân kendisini Adana Garında karşılamışlar; genç kaymakam da oradaymış. Enver Paşa trenden inmiş, karşılayıcıların ellerini sıkıp yürürken, “O kasabanın kaymakamı kimdi?” diye sormuş. Genç Kaymakamı göstermişler. Paşa gelmiş; omuzlarından tutup, şöyle bir süzerek, alnından öpmüş ve “Sana verecek bir hediye getiremedim; şu saatimi hatıra olarak saklarsın.” diyerek, cep saatini çıkarıp vermiş.

Yaşlı meslektaşım yelek cebinden çıkardığı köstekli saati, “Bu Enver Paşa’nın saatidir!” diyerek bana gösteriyordu. Ve çok güzel ağlıyordu... Bu ölçüde sevgi ve bağlanış, herhalde çok az insana nasip olmuştur.

Okumuşsam da unutmuşum, Mesut Fani Bey’in Yüz Ellilikler’den olduğunu, çok sonraları öğrendim. Bir daha görüşmek nasip olmadı; vefat etmişti.

52 Burada ilgi çekici bir senaryo akla geliyor: Enver Paşa sınırı geçip, Kâzım Karabekir’in karargâhına gelseydi, ne olurdu? Karabekir’in yukarıda adı geçen kitabına bakılırsa, hemen tutuklanır ve Ankara’ya postalanırdı. Çünkü, bu kitapta yer yer, haksız ve mesnetsiz bir şekil ve üslupta Enver ve arkadaşlarına saldırmaktadır. Ama yine bu kitapta yazdıklarına göre, Enver’i biraz zor tutuklayıp gönderirdi. Çünkü, kendi beyanına göre Enver onun hayatını kurtarmış, askerlik mesleğini yeniden ona kazandırmıştı; Balkan Savaşı sonrasında Kâzım Karabekir hakkında verilen Divan-ı Harp kararını yırtıp atarak, Kâzım Bey’i görevinin başına göndermişti... “Ben onu hâlâ severim ve hürmetim vardır.” diyen Kâzım Paşa, Enver’i karşısında görseydi ne yapardı?

Hayal ve Hakikat yahut Demir Olsa Eritirim

1

3 EYLÜL 1921 Sakarya Savaşı’nın kazanılmasından sonra Ankara’nın İttihatçılara karşı olan tavrı da iyice açıklık kazanmış ve sertleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın gücü Meclis içinde de, halk içinde de, yabancı devletler nezdinde de artmıştır. Bu vakitten sonra Sovyetler de Enver Paşa’ya açıkca uzak durmaya ve Mustafa Kemal’in Batıya yanaşmaması için onunla yakın temasta olmaya yönelirler.

Anlaşıldığına göre, Ankara Hükûmeti Moskova’dan, Enver Paşa’nın yakalanarak Türkiye’ye teslimini istemiştir. Çiçerin, Ankara’daki temsilcisine şunları yazar:

“Bizim tarafımızdan Enver Paşa’ya yardım adı altında yapılanlar bir hikâyedir.... Müslüman bir kahramanın yakalanmasını imkânsız olarak düşünüyoruz. Batum’dan ayrıldığında, onu yakalamakta becerikli olamadık. Bununla birlikte ona hiçbir şey vermedik ve asla vermeyeceğiz.”

Bakü’de kendisiyle görüşen eski İttihatçı gazeteci Muhittin Bey, İttihatçılara karşı halkın soğuk durduğunu, bu sebeple Türkiye’den ayrılıp bir süre ticaretle uğraşmayı uygun bulduğunu söyledikten sonra, “Benim gibilere karşı vaziyet böyle olursa, sizin gibilere karşı vaziyetin ne olacağını artık sizler takdir edersiniz. Hülasa Anadolu’yu rahat bırakmalıyız.” der. “Enver Paşa beni derhal, doğru, diye tasdik etti. Batum’a Sakarya savaşında bir bozgunluk olursa, yardıma koşmak için gitmiş olduğunu, fakat savaş kazanılmış olduğu için, artık böyle bir şeye ihtiyaç kalmadığını söyledi.” (Aydemir, a.g.e., c.3, s.617)

Enver Paşa yeni bir yol çizmeliydi. Daha önce Türkistan’a gidip gelmiş olan amcası Halil Paşa ile görüşür. “Türkistan’ın henüz tam teşkilatlanmadığını ve temeli olan bir harekete bu yüzden girişilemeyeceğini anlatmaya çalışıyordum. Basmacı denilen ve Fergana bölgesinde dolaşan çete kuvvetlerinin bir kısmı vatansever, bir kısmı eşkıya, bir kısmı din elden

gidiyor diye ayaklanan softalar, bir kısmı da malım gitsin canım kurtulsun düşüncesiyle hareket eden insanlardı. Üstelik silah ve cephaneleri de yetersizdi. Enver’e bunlarla bir hiçbir şey yapılmasının mümkün olamayacağını anlatmaya çalışıyordum. O’nun cevabı: Demir olsa eritirim, oluyordu. ” (Halil [Kut], a.g.e., s. 278)

Aynı çeyrek yüzyıl içinde Balkanların bir ucundan Anadolu’ya kadar çekilen, tarifsiz acılar içinde sürekli dövüşen, yokluk içinde kavrulan o neslin yüreği daralmamıştı; her şeye rağmen büyük rüyalar görebiliyordu. Ama, artık kavganın sıcaklığı geçtikten sonra, yetişen nesillerin bütün duyarlıkları Anadolu üzerine yoğunlaştırıldı; yürekler daraldı, ufuklar küçüldü. İlk bakışta son derece gerçekçi ve doğru gibi görünen bu çekiliş, çok da fazla doğru değildi. Çünkü, büyük küçüğü de içerir; bu gerçek fark edilmedi. Siyaset tarihe de girdi ve kendimizi tahribe yöneldik. Yürekler daralınca ve düşünce politik endişelerle ölçülenince, artık büyüklükleri kavramak, bir ülkünün inancını duymak çok zorlaşır. İşte o ortamda yetişen ve hayatları mideleriyle kasıkları arasına sıkışanlar, Sarıkamış’ı Turan zannettiler, Enver Paşa’nın Turan yollarında askerimizi boşu boşuna kırdırdığını söylediler ve Türkistan’da ne işi vardı, diye sordular. Bugün, Türkistan’ın dünyaya ve Türk dünyasının birbirine açıldığı bu zamanlarda, benzeri soruların artık sorulmayacağını ümit edebiliriz. Ancak, Enver Paşa, Türkistan’da ne aradığını, Kuşçubaşı’na yazdığı mektupta da cevaplandırmıştı, Zeki Velidi’ye söyleyeceklerinde de cevaplandıracaktır.

Daha önce Türkistan’a gönderip, oralarda bir hareket başlatıp başlatamayacaklarını incelemesini istediği Hacı Sami’den cevap gelmiştir. Hacı Sami, Türkistan’ın parçalanmışlığından ve yıpranmışlığından söz ederek, buralarda böyle bir mücadelenin imkânsız olduğunu bildirmektedir. Enver Paşa kendine yakışan şu cevabı verir:

“Uzun zamanlardan beri Türkistan Türklüğü ile Osmanlı Türklüğü arasındaki irtibat kopmuştur. Ben, Osmanlı Ordularının Başkomutanı ve İslam Halifesinin Damadı olarak oraya gelir ve Türkistan’ın bağımsızlığı uğruna ölürsem, bu köprüyü kurmuş oluruz.”

Daha sonra da Zeki Velidi Togan’a şunları söyleyecektir: “Muvaffak olamazsak, hiç olmazsa cesedimi burada bırakmakla Türklüğün istikbaline hizmet etmiş olurum. ”

En yakın dostlarından Lübnanlı Şekip Aslan da, Enver Paşa’nın Batum’ dan Türkistan’a doğru yola çıkarken, “Nefsinde ölümünü kararlaştırmış”

olduğunu söyler. (Cihangir, a.g.e., s.89) Batum’dan Trabzon eski valisi Cemal Azmi Bey’e yazdığı mektubunda, Berlin’deki çocuklarıyla ilgilenmesini ister.

Evet, Enver Paşa’nın kararı ve demir olsa eriteceği kesindi; o, Trablusgarp’tan, Sarıkamış’tan tanıdığımız Enver Paşa idi. Fakat, onun insan olarak, Naciye Sultan’ın eşi ve Ali’nin babası olarak çektiği acının derinliğini ve demirden de sert olduğunu anlamak için, mektubunu okumak lazım.

28  Eylül 1921

“Kâmil,

“Bugün Sami ile, Cemal Paşa ile görüşmek üzere Çarçuy’a gidiyorum. Anadolu teşkilatı devam ediyor. Belki orada ayrı bir karar vermezsek, bir ay sonra Berlin’e geleceğim. Fakat, bu karar kesin değildir. Allah’tan hangisi emin ve memlekete hayırlı ise, Allah onu nasip etsin. Sizden, tamam Temmuz 22’ den beri haber alamadım. Artık sabrım tükendi. Fakat çare yok. Kaç telgraf çektim; ses yok. Bedri Bey de Moskova’ya gelmemiş.

“Senden en ricam, Sultan Efendi Hazretlerini üzmemendir. Kendilerinin, benim hissiyatıma vukuf-ı tamları olmadığından, herhalde beni öbür dünyada da muazzep edecek hareketlerde bulunmazlar. Yavrularımı da sana emanet ediyorum. Ah! İki çocuğumun ne olacağını bile bilmiyorum. Gözlerinden öperim.”

Kâmil V. Nerimanoğlu diyor ki, “Allah’ın seçtikleri derdin de böyüyünü çekmelidir. Belke insanı böyüden çekdiyi derddir. Bes zaferler, yaradılanlar (eserler), gurulanlar... Bütün bunların mayasında, cövherinde

derd yohsa, o zaferler nece gazanilardl?” (Kâmil V. Nerimanoğlu, “Enver Paşanın Çizmeleri”, Düşünce, 525. gazet, 20.9. 2007, Bakü)

Enver Paşa yukarıdaki mektubu, Türkistan’a hareket ettiği gün, Batum’ dan yazmaktadır. Bu mektubun, bir ay sonra çocuklarının yanına dönmeyi düşünen bir insan tarafından yazılmadığı çok açık. Paşa, Türkistan konusundaki kararını birden bildirmiyor; bir ihtimal olarak açıklıyor; hatta zayıf bir ihtimal olarak. Böylece, eşini, yeniden uzun bir ayrılığa hazırlamaktadır. Daha sonra göreceğiz ki Paşa, şehadetine de, eşini alıştırmaya çalışacaktır...

Enver Paşanın Resmi Sicil Özeti

Babası:

Ahmet

Doğum Yeri:

İstanbul

Doğum Tarihi:

1880

Sınıfı:

Piyade

Duhulü:

2 Mart 1313

Yüzbaşı Nasbı:

26 Kasım 1912

Kolağası Nasbı:

9 Mart 1905

Binbaşı Nasbı:

12 Eylül 1906

Kaymakam Nasbı:

10 Haziran 1912

Miralay Nasbı:

15 Aralık 1913

Mirliva Nasbı:

3 Ocak 1914

Ferik Nasbı:

1 Eylük 1915

Birinci Ferik Nasbı:

22 Ekim 1917

 

16 Aralık 1902- Sekiz ay sunuf-ı selâsede (üç sınıf: piyade, süvari, topçu) bölük idare ve komuta etmek üzere, iki yıl süreyle Üçüncü Orduya atandı.

5 Ocak 1903- 13. Topçu Alayının Birinci Bölüğüne görevlendirildi.

29     Eylül 1903- Üsküp’te Nizamiye 14. Alayın Birinci Taburuna, Manastır yöresinde bırakılarak çalıştırılması, 8 Ağustos 1322’de istendi.

14 Aralık 1907- Rumeli’de eşkıya takip heyetine, 500 kuruş maaş zammı ile atandı.

23     Ağustos 1908- Rumeli vilayetleri müfettişliği refakatine verildi.

5 Mart 1909- 5.000 kuruş maaşla, Berlin ataşemiliterliğine verildi.

25 Ağustos 1909- Almanya’da yapılan manevralarda bulundu.

12 Ekim 1910- Birinci ve İkinci Ordu manevralarında hakem olarak bulunmak üzere İstanbul’a geldi.

30     Temmuz 1911- Geçici olarak İşkodra karargâhına görevlendirildi.

24     Ocak 1912- Umumî Bingazi çevresi komutanı olarak atandı.

17 Mart 1912- Umum Bingazi çevresi komutanlığına ilaveten Bingazi mutasarrıfı olarak atandı.

10 Haziran 1912- Bingazi’deki hizmetine devam etmek üzere Kaymakam oldu.

1 Ocak 1913- X. Kolordu Kurmay Başkanlığına atandı. Bu kolordu 31 ve 32. Nizamiye Fırkalalarıyla, Mamuretülaziz (Elazığ) Redif Frkasından oluşmuştu.

15 Aralık 1913- Miralay oldu.

3 Ocak 1914- Mirliva (Tuğgeneral) rütbesiyle Savaş Bakanı oldu.

8 Ocak 1914- Genel Kurmay Başkanı oldu.

3 Ağustos 1914- Başkomutan vekili oldu.

25     Kasım 1914- Denizcilik Bakanı vekili oldu.

26     Nisan 1915- Yaver-i Has-ı Padişahî oldu.

1 Eylül 1915- Ferik (tümgeneral) oldu.

5 Ocak 1917- Savaş Bakanlığı ve Başkomutan vekilliğinde ibka edildi.

8 Şubat 1917- Denizcili Bakan vekili oldu.

19 Nisan 1917- Başbakan vekili ve Maliye Bakanı vekili oldu.

22 Ekim 1917- Birinci Ferik oldu. (Bu rütbe ordudaki son rütbedir; korgeneral ve orgeneral karşılığıdır.)

29 Aralık 1917- Denizcili Bakanı vekili oldu.

8 Temmuz 1918- İbkaen Denizcilik Bakan vekili ve ibkaen Başkomutan vekili oldu.

10 Ağustos 1918- Başkomutanlık vekilliği, Başkomutanlık Genel Kurmay Başkanlığına çevrildi.

8 Eylül 1918- Başbakan vekili oldu.

^ Kasım 1918 gecesi evinden kayboldu. (Resmî kayıt böyledir.)

1 Ocak 1919- İzinsiz mevkiinden uzaklaşmak ve izinsiz Osmanlı Devletinin hududunu tecavüz etmekle, sanık, işaret edilen kişinin, seferberlik esnasında, hiçbir salahiyet ve resmî yetkiye dayanmadan Memalik-i Osmaniye sınırını tecavüz eylediği için, fiil ve hareketine uyan Askerî Ceza Kanununun 132. maddesinin ikinci fıkrasına dayanarak, askerlikten çıkarılmasıyla birlikte, bir sene süreyle kalebent edilmesine ve Umumî Ceza Kanununun 32. maddesi uyarınca, medenî haklardan mahrum kılınmasına ve Ceza Usulü Muhakemeleri Kanununun 371. ve takip eden maddeleri gereğince mallarına el konulmasına ve usulü dairesince yönettirilmesine dair, Erkân-ı Divan-ı Harbî mahsusundan verilen karar, ele geçtiğinde tekrar yargılanmak üzere özel tasdikine 1 Kânunısanî 1333’te irade-i seniye şerefsadır olmuştur.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to