Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

TEFSİR LİTERATÜRÜNDE TASAVVUFA BAKIŞ 1

 

 

İKÎNCİ BÖLÜM
MA’NEVÎ VERÂSET VE ÎNTÎSAB

Tasavvufun ana konularından birisi de; özellikle irşadla görevli velinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e tam bir verâsetle vâris olması, ma’nevî hilâfeti temsil etmesi ve bu sıfatıyla, insanlarım terbiye ve irşâdını yürütmesidir. Başından sonuna kadar bu ameliyeye tasavvuf ıstılâhmda “seyr u sülük” denmektedir.

Hiç şüphesiz, seyr u sülük ameliyesinin esası; bu sıfattaki bir insan-ı kâmile intisab ederek, kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi ile rûhen İlâhî huzûra terakkiyi gerçekleştirmektir. Seyr u sülük, tasavvuf mektebinin temel dersi ve ana hedefi olup; sistem, bu anlayış üzerinde şekillenmiştir. Çünkü; kendisine vâris olunan Hz. Peygamber (s.a.v)’in asıl vazifesi; Kur’an’ın ifâdesiyle, “tezkiye” ve “hikmete ulaştırıp hakka vuslat’tır.1

Biz, meseleyi, verâset ve intisab başlıkları altında inceleyip, mânevi hilâfeti verâsetle birlikte ele alacağız

Her iki bölümde de, önce sûfilerin meseleye bakışını, peşinden müfessirlerin yaklaşımım tesbit ederek, görüşleri değerlendireceğiz.

I-VERÂSET VE VÂRÎS-Î NEBÎ

a-Ta’rif ve Delilleri.

Arada bir akit ve benzerî bir şey olmaksızın, bir yorulma ve kesb bulunmaksızın mîras yoluyla bir mala sahip olmayı2 ifâde eden verâset; tasavvufta, Allah Teâlâ’nın bir lutfu olarak kuluna bahşettiği ilim ve mânevi haller için de kullanılmıştır.3

Hilâfet; ‘vekâlet’ gibi, “asâlet”in karşıtı olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil etmektir.4

1 Bakara 2/151; Âl-i Imrân 3/164; Cuma’ 62/2.

2Râğıb, el-Müfredât fî öaribi’l-Kur’ân, 814-15 (Kahraman Yay. 1986). Bkz: Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, V, 380-381 (Beyrut, 1969); Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 521 (İst, 1991)

3Uludağ, a.g.e, 521.

4Hamdi Yazır. Hak Dini, I, 259 (Sadeleştirme, Azim dağıtım). Bkz: Fîrûzâbâdî, el- KâmûsuT-Muhît, III, 200 (Beyrut, 1991); îbnu Manzûr, Lisânu’l-Arab, IX, 83 (Beyrut,

Râğıb el-İsfahânî (503/1109), bu vekilliğin ya aslın kaybolmasından, veya bir yardımdan veya aczinden veyahut bunların hiçbiri olmadığı halde sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek lutufta bulunmasından meydana geldiğini, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde velilerini halife seçmesinin de bu son kısma girdiğini belirtmiştir.

İlgili Nasslar.

Sûfîler, hilâfet ile; yeryüzünde zâti tecelliye mazhar ve hitâb-ı Bârî’ye muhâtab olan insanın, beşer tâkat ve kâbiliyetine uygun bir şekilde ahlâk-ı ilâhiyeyi temsil ve ahkâm-ı Kur’âniyyeyi tatbikle Allah Teâlâ’ya niyâbeti, verâset ile de; Hz. Rasûlullah (a.s)’ın ilim, hâl ve ahlâkına sâhip olmayı kasdetmişlerdir. Bu konudaki fikir ve fîiliyât temelde şu nasslara dayandırılmıştır.

1-Âyet-i Kerimeler:

“Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.”6

“Zâlimlere benim ahdim (nübüvvet, imâmet ve rahmetim) ulaşmaz.”1

“Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur”

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim ve çok câhildir.”9

“Ey Rabbimiz! Bizi muttakilere imam yap”

“Sonra kitabı (Kur‘ân’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik.Onlardan kimi (günah işleyerek) kendisine

Dâru Sâdır).

5Râğıb,a.g.e, 222

 Bakara 2/30.

7Bakara 2/124.

8En’âm 6/165; Fâur 35/39.

9Ahzab 33/72.

10Furkan 25/74.

zulmeder. Kimi orta haldedir. Kimisi ise; Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur”li

2-Hadis-i Şerifler.

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Şüphesiz peygamberler altın ve gümüş (cinsi maddî şeylerden) miras bırakmazlar. Onlar sadece ilim bıraktılar. Kim o ilmi alır (ve hakkı ile amel edip yayar)sa (dünya ve âhirette) büyük bir nasîb (ve derece) elde etmiş olur.”12

Bu hadis-i şerif, bu konuda temel kabul edilmiş, hadiste kasdedilen âlimler hakkında fakihler, müfessirler, muhadisler, kelam âlimleri ve sûfiler, değişik açıklamalarda bulunmuş, hemen her tâife kendi sâhip olduğu ilim çeşidini diğer ilimler içinde ilk sıraya alarak -diğerlerinin hakkını ve yerini inkar etmeden-gerçek vârisin kendileri olduğunu ileri sürmüştür. Aşağıda göreceğimiz gibi; sûfiler de, sebep ve delillerini göstererek, gerçek vârisin kendileri olduğunu iddiâ etmişlerdir. Hadisin şârihleri ise; daha çok gerçek âlimin sıfatı üzerinde durmuşlardır.13

11Fâtır 35/32.

 Ebû Dâvûd, 1; Tirmîzî, ilim, 19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1,275-276; Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.

13Ibnu Hacer (v: 852/1448), Buhârî’nin (256/8707 bab başlığı olarak kısmen zikrettiği bu hadisin bâb ile münâsebetini tesbite çalışırken: “Vâris, vâris olduğu kimsenin makâmına kâim ve dolayısı ile; bu makamda onunla aynı hükümde olan kimsedir.” demiştir. Bkz: îbnu Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 216 (Beyrut, 1993). Yine Buhârî şârihlerinden Kastallânî (923/1517) ise; şu tesbitte bulunun “Nübüvvetten daha şerefli bir makam olmadığı gibi; bu rütbeye vâris olmaktan daha şerefli bir şeref yoktur.“ Bkz: Kastallânî, îrşâdu’s-Sâıî, 1,167. Aliyyü’l-Kârî (1014/1605), et-Tebrizî’nin (737/1336) “Mişkâtu’l-Mesâbîh” isimli hadis mecmuası üzerine yaptığı “Mirkâtu’l-Mefâtîh” adlı şerhte, yukarıdaki hadis için şu açıklamalarda bulunmuştur: “Vâris, hem âlim hem âbid olmalıdır. Birisi olmazsa; nûru noksan, hâli zayıf olur. Hadiste bütün peygamberleri içine alacak şekilde “veresetü’I- enbiyâ” ifâdesinin kullanılması; verâsetin nebi rasül hepsine şâmil olması içindir. Bazı âlimler rasüllere vâris olur, bâzısı da derecelerine göre nebilere vâris olurlar. Bunu Ibnu Mâlik söylemiştir. Rasüller altın ve gümüş gibi dünya metaı bırakmamışlardır, çünkü; onlann mala rağbeti yoktur. Onlann kendileri ve evladan için Allah’a tevekkülleri tamdır. Demek ki; tâlib-i dünyâ Peygambere vâris olamaz. İmam Gazzâlî, ilmin hatta imanın en azı; sahibinin dünyanın fânî, âhiretin bâkî olduğunu bilmesidir. Böyle bir ilme sâhip olan kimse, fâniden yüz çevirip bâkî olana yönelir.” demiştir. “Peygamberler ancak ilim bıraktılar.” ifâdesi; zâhir ve bâtın ilimlerini ve mânevî halleri ifâde eder.” Bkz: Aliyyü’l- Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, I, 171-172. Sultânu’l-ülemâ lakabıyla meşhur İzzuddin b.

“Şüphesiz Allah Teâlâ, bu ümmet için her yüz senenin başında onlara dinlerini yenileyecek (kalpleri nifâk ve gafletten, hâlleri bid’at ve ma’siyetten temizleyip kulları Allah’a sevkedecek) kimseler gönderir.”14

“Âlimlere ikrâm (ve hürmet) ediniz, onlar peygamberlerin vârisleridir. Kim onlara ikrâm (ve hürmette) bulunursa Allah ve Rasûlüne hürmette bulunmuş olur.”15

“Rasûlüllah (s.a.v) üç defa: “Allahım halîfelerime rahmet etsin!” diye duâ etti. Ashab: “Halîfeleriniz kimlerdir, Yâ Rasûlellah?” diye sorunca, Efendimiz (a.s): “Onlar sünnetimi ihyâ eden ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir.” buyurdu.”16

“Bütün muttakîler Muhammed’in âlidir.Çünkü Allah Teâlâ: “Onun velileri ancak muttakîlerdir.”1  buyuruyor.”1

“Ehl-i beytimden şunlar kendilerinin bana insanların en evlâsı (en sevgilisi) olduğunu düşünüyorlar. Halbuki durum öyle değildir. Şüphesiz benim içinizdeki dostlarım, muttakîlerdir. Onlar (neseb ve yer olarak) kim olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun, değişmez.”19

Abdüsselâm (660/1262), mârifet ve mânevî hallerde en üstün derecede bulunan Peygamberlere vâris olan âlim ve âriflerin onlann farklı yönlerine vâris ve sâhip olduklannı, bunlar içinde âriflerin akvâl ve amellerle mânevî takarruba, fukahânın zâhirî amellere tealluk eden ahkâma, ehl-i tarikin bâtınî amellerle ilgili ahvâle, zâhidler dünyayı terk ve aza kanaaat ahlâkına, veli ve abdallann ise; peygamberlere hâs mârifet ve kerametlerin bir kısmına vâris olduklarını belirtmiştir. Bkz: îzz b. Abdüsselâm, Kavâidü’l-Ahkâm fi Mesâlihi’l-Enâm, 354 (Beyrut, 1990).

14Ebû Dâvûd, Melâhim, 1, (No:4291); Azimâbâdî, Avnü’l- Ma’bûd, XI, 385; Hâkim, Müstedrek, IV, 523; Süyûtî, el-Câmi’u-s Sağîr, No: 1845.

16Süyûtî, el-Câmi’u-s Sağîr, 1,212 (No: 1428); Hatib, Tarih, IV, 438.

16lbnu Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-îlm, I, 46. Bkz: Tabarânî, el-Evsat, VI, 395 (No: 5842); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1,126.

17Enfâl (8), 34.

 Tabrânî, el-Mucemu’s-Sağîr, No: 318; el-Evsat, IV, 204 (No:3356); Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, III, 89; (No:5624); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 269.

 Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, III, 94. Deylemî, Müsned, I, 287 (No:904); Bu konuda

“(Rabbânî bir) âlim yeryüzünde Allah’ın eminidir.”20

“(Gerçekten âhirete yönelmiş bir) âlim, yeryüzünde Allah’ın sultânı (en büyük delîli)dir. Kim ona çatarsa helâk olur.”2

b-Sûfilerin Görüşleri.

Burada kısaca, sûfîlerin mânevî hilâfet ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e veraset hakkındaki görüşlerini tesbite çalışacağız.

Hakîm et-Tirmîzî (285/898), Rasûlullah (a.s)’ın vefatından sonra, ümmet içinde O’nun mânevî emânetini taşıyacak kırk tane sıddîkın bulunduğunu, kıyâmete kadar böyle devam edeceğini, bu kırık şahsın her vakitte Rasûlullah (a.s)’ın ehl-i beyti durumunda ve âlem için bir emniyet olduklarını, onların İlâhî zikri ve hücceti ayakta tuttuklarını, yerin onlarla ayakta durduğunu, onların bereketiyle yağmura kavuşulduğunu belirtmiştir.22

Serrâc (378/988), Allah Teâlâ’nın : “Allah, melekleri ve adâleti ayakta tutan âlimler O’ndan başka hiçbir ilâh olmadığına şâhitlik ettiler.”2  âyetinde meleklerle birlikte iknci sirada zikrederek övdüğü ve Hz.Peygamber (s.a.v)’in “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir.,,2A hadisinde haber verdiği kimselerin; Allah Teâlâ’nın Kitâbına sımsıkı sarılan, Rasûlullah (a.s)Tn sünnetine

değişik bir rivâyet Aynı konudaki bir hadis için bkz: Buhârî. Edebü’l-Miifred, 264 (No: 896 Bâbu’l-Haseb); Tabarânî, el-Mucemu’s-Sağîr, No: 318; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 882; Elbânî, Sahîha, No:765.

 Deylemî, Müsned, III, 101 (No:4036), Süyûtî el-Câmiu’s-Sağîr, (No: 5655); Münâvî Feyzu’l-Kadîr, IV, 370.

2 Deylemî, Müsned, III, 103, (No:4047); Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, (No:5658).

22Hakim et-Tirmîzî, Kitâbu Sîreti’l-Evliyâ, 44-46. Ehl-i Beyt ifâdesiyle, sadece nesebten gelenlerin değil, onlardan daha çok, mânevî bağ ile Hz. Peygamber (s.a.v)’e bağlanan sâlih ve muttakilerin kasdedildiğini ifâde eden hadis ve haberler için bkz: Hakim et-Tirmîzî, Nevâdiru’l-Usûl, II, 101 vd. (Beyrut, 1992); îbnu Receb, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, II, 199-200.(Beyrut, 1993) Ayrıca bkz: Buhârî, EdebuT-Müfred, 264 (No: 896. Bâbu’l-heseb); Tabarânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, No: 318; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 882; Elbânî, Sahîha, No: 765.

23Âl-i îmrân 3/18.

2 Ebû Dâvûd, 1; Tirmîzî, ilim, 19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1,275-276; Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.

uymaya gayret eden, Sahâbe ve Tâbiûn’nun gidişatına uyan, sâlih ve muttakîlerin yoluna sülük edenler olduğunu, bunların da ehl-i hadis, fukahâ ve sûfîlerden oluştuğunu belirtip25 bu üç grub içinde mârifet ve yakin ilmine sahip olan sûfi tâifesinin ilmen ve hâlen en önde bulunduğunu hatırlatarak, ihsan makâmına çıkmış sûfilerin sâhip olup diğer grublann yeterince ilgilenmediği mârifet ve hâl ilimlerinden epeyce saymıştır.26

Mârifetullah ilmine sâhip sûfilerin ilminin bir sonu olmadığını, çünkü; âyetin delâletiyle27 Allah Teâlâ’nın hikmet ve kelimelerinin sonsuz olduğunu belirten Serrâc, diğer âlimlerin zâhirî hüküm ve nasslardan ibâret olan ilimlerinin bir noktada duracağını, hatırlatarak;28 bununla, Hz. Peygamber (s.a.v)’e her hâliyle vâris olanların ancak gerçek sûfilerin olduğunu isbatlamaya çalışmıştır.

Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), Peygambere (s.a.v.) vâris olanların gerçek âlim ve fakihler olduğunu, fakih deyince, Haşan el-Basrî’nin tarifiyle; dünyâdan gönlünü çekmiş, rağbetini âhirete döndermiş, dini konusunda basiret sâhibi, Rabbinin ibâdetinde müdâvim, verâ ehli, müslümanlann mal ve ırzından elini ve dilini çekmiş, iffet sâhibi ve insanlara nasihat eden kimsenin anlaşılması gerektiğini, bunun da Allah Teâlâ’yı tanıyan ârifler olduğunu belirtmiştir.29

Yakin ilmini diğer ilimlerin özü ve en en üstünü gösteren Mekkî, “Zenginlik olarak yakin yeterlidir.”  hadisini delil göstererek; mârifetullahın bütün ilimlerin yerine geçeceğini, fakat diğer ilimlerin onun yerini tutmayacağını, bu ilme sâhip olan âriflerin Hz. Peygamber (s.a.)’e tam vâris olarak, O’ndan Allah Teâlâ’ya delil olma, O’na dâvet etme, kalbî amellerde halkın kendisine tâbi olma hallerini miras aldıklarını belirterek, her tâifenin vâris olduğu kimselerle haşredileceğini, dolayısı ile mârifetullah ehlinin de peygamberlerle haşredileceğini hatırlatmış ve bu hükme delil olarak:

“Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine (özel) in’am (ve ihsanlar) da bulunduğu peygamberlerle b erab erdir. ”31

“Peygamberler ve şahitler getirilir. ”32

25Serrâc, el-Luma’, 22.

26Bkz: Serrâc. a.g.e, 28-32.

27Kehf 18/109.

28Bkz: Serrâc. a.g.e, 37.

29Bkz: el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 153. Haşan el-Basrî’nin fakih tarifi için bkz: Dârimî, Sünen, 1,94. (Mukaddime, 29).

 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, X, 308; Zebidi, Îthafu’s-Saade, IX, 131-132

31Nisa,4/69

“Allah'ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için (onunla hükmederlerdi) ve hepsi ona (hak olduğuna) şahittiler.”  âyetleriyle,

“İnsanların, peygamberlik derecesine en yakın olanları, ilim ve cihad ehli olanlardır.”  hadisini zikretmiştir.35

Ehl-i bid’at ve ehl-i dünya olan kimsenin Allah’ın kullar üzerinde bir hücceti, yeryüzünde rahmet vesilesi, Allah’a sevkeden bir delil, dinin davetçisi, muttakiler için bir imam ve peygambere vâris olamayacağını belirten Mekkî, bu görüşüne:

“Âlimler, dünyaya dalmadıkları müddetçe, peygamberlerin en emin vârisleridir. Dünyaya daldıklarında ise, dininizi korumak için onlardan sakınınız.”36 hadisiyle, “Kim dinimizde (herhangi bir şeri’ delilin kabul etmedği) yeni bir şey icad ederse; o kişi (ve işi) reddedilir.”  hadisini delil getirmiş ve bu meyanda bir çok açıklamalarda bulunmuştur.38

3 Zümer, 39/69

33Maide, 5/44

3 Zebidî, İthafu’s-Sâde, I, 109-110 (Beyrut Lübnan baskısı). Âlimin Peygamberlerin derecesini bir kademe geriden ta’kib ettiğini bildiren hadisler için bkz: îbnu Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-îlim, I, 46; Dârimî, Sünen, I, 106. (Mukaddime, 32); Hindî, Kenzu’l- Ummâl, X, 160.

35Bkz: Mekkî, a.g.e, 1,157.

3  Münavi, Feyzu’l-Kadir, IV, 382 (Had. No: 5701)

3 Bkz: Buhârî, î’tisam, 20; müslim, Ekdiyye, 17; Ebû Dâvud, Sünnet, 5; îbnu Mâce, Mukaddime, 2.

38Bkz: el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 1174-176. Müellif, tasavvufun temel eserlerinden olan bu eserinde ilim, âlim, arif, yakîn, gerçek ilim ve mârifet ehlinin sıfatlan hakkında oldukça geniş mâlumat vermiş ve bu konuda daha sonraki eserlerin ömeği ve temel kaynağı olmuştur. Bkz: a.g.e, I, 129-179 (31. bl.) Mekkî, Hz. Peygaber (s.a.v)’e hakiki vâris olarak gösterdiği ve kitabının hemen her yerinde bilvesile farklı sıfatlanndan bahsettiği mukarrabûn makâmmdaki ârifleri, Hz. Ali’nin şu sözünde anlattığı kimseler olarak nazara verir: Hz. Ali (r.a) demiştir ki:

"Kalbler, kab durumundadır. Onların en hayırlısı, en anlayışlı (ve hayırla dolu) olanlandır.însanlar üçe aynin".

1-Allah'ı bilen âlimler (âlim-i Rabbânî),

2-Kurtuluş yolunda ilim öğrenenler,

3-Basit, âdi kimseler ki; bunlar, her çağıranın peşine takılır, her esen rüzgara (fikrî cereyanlara) kapılırlar, ilmin nûru ile aydınlanmazlar ve sağlam bir dala da yapışmazlar. îlim

Kuşeyrî (465/1072), “er-Risâle”de her devirde sûfi büyüklerinden birisinin mânevî imâmet ve irşâd makâmında bulunacağını, diğer imam ve ülemânın ona teslim olup tavâzû ile kendisine hürmet edececeğini belirtirken,39 “Letâifu’l-îşârât” adlı tefsirinde ilgili âyetleri tefsir ederken bu meseleye daha geniş yer vermiştir.

îmam; kendisine uyulan kimse demektir, diyen Kuşeyrî, îmâmet rütbesine çıkan kimsenin, mânevî ilim ve emirleri Hakk’tan alıp halka anlatacağını, Hakk ile halkın arasında bir vâsıta olacağını, kendisinin zâhiriyle halkın içinde tebliğ görevini

maldan hayırlıdır. Çünkü ilim seni korur, malı ise sen korursun. İlim okumakla artar, mal harcamakla tükenir. Hayatta güzelce dini yaşamak ilim sayesinde olduğu gibi; öldükten sonra iyi bir kimse olarak anılmak ta yine ilim sayesinde mümkündür, ilim hâkim, mal ise mahkûmdur. (Yani; ilim insana, insan da mala sahip ve hâkimdir). Malın menfaati, kişinin ölümü ile yok olur. Hazine sahipleri hayatta iken ölü durumundadırlar. Âlimler ise; zaman devam ettiği müddetçe, (ilim ve hizmetleriyle halkın arasında) diri olarak yaşamaktadırlar." Hz. Ali (k.v;) sonra, derince bir nefes alarak şunları söyledi:

"Ah! Alacak ehlini bulsaydım; şu kalbimde toplanmış nice ilimler var. Ama, ne yazık ki; ilim peşinde koşanlar ya, itimatsız kimselerdir, dini dünya menfaatma âlet eder, kendisine verilen İlâhî nimetleri ile Allah'ın velilerine, öğrendiği deliller ile de, O’nun kullarına karşı üstünlük taslamak ister. Veya hakikat ehline uyar, fakat (henüz hakikata âşinâ olmadığı için) ilk nazarda kalbinde şüphe belirir. Onlarda tam bir basiret yoktur, şehvetlerini elde etmek için çırpınırlar, mal-mülk biriktirmekle aldanırlar, hevâlanna boyun eğerler. Bu durumlarıyla daha çok arazide otlayan hayvanlara benzemektedirler. Ancak, ilim, hamillerinin ölmesiyle sönüp gidecektir. Bununla birlikte, yeryüzü İlâhî hükümleri ayakta tutan (ehlullah)dan boş kalmaz. Bu kimseler ya halkın arasında bilinip tanınır veya Allah Teâlâ’nın mânevî delil ve hüccetlerini korumak için gizli kalırlar. Onların nerede bulunduğunu Allah bilir. Çünkü onların sayılan az, kıymetleri ise çok yüksektir. Zatlan gizli, fakat hal ve hâtıralan gönüllerdedir. Allah Teâlâ hüküm ve hüccetlerini onlarla korur. Tâki, onlan, kendilerinden sonra gelenlere emânet eder ve kendileri gibi olanlann kalblerine nakşeder. Bu şekilde ilim tam manasıyla içlerine sirâyet eder. Sonuçta rûhî yakine ulaşırlar. Öyle bir hâle gelirler ki; mülayim kimselerin sert gördükleri dahi onlar için yumuşak olur. Gâfillerin ürktüğü şeylerle onlar ünsiyet ederler. Bedenleriyle dünyada bulunurken, ruhlarıyla âli makamlarda seyrederler. îşte bunlar, Allah Teala'nm, kullan içinden seçtiği dostlan, yeryüzünde dinine dâvet ve irşâd için görevlendirdiği kullandır.” Hz.Ali’nin (r.a.) anlattığı bütün sıfatlar, âhiret âlimlerinin sıfatlandır. Bütün bunlar ancak; bâtın ve yakîn ilminin hâsıl edeceği vasıflardır. Onlar, sırf söz, nakil ve rivâyete dayanan ilimlerin sonucu değildir.” Bkz: Mekkî, a.g.e, I, 134; Hz. Ali’nin benzerî ta’rif ve tavsiyeleri için aynca bkz: Ebû Nuayrn, Hilye, I, 79-80; Îbnu’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve, I, 329-332.

39Kuşeyrî, Risâle, II, 732. (Trc: S. Uludağ, 522).

aksatmadan yerine getirirken bâtını safiyetini bulandırmadan Hakk’ı müşâhede içinde bulnduğunu, Hakk’ın kendisine söylediklerini halka aktardığını zikretmiştir.40

Kuşeyri, “Allah, İbrâhim’e : “Ben seni insanlara imam yapacağım.” demişti. İbrâhim de “Yâ Rabbi! Soyumdan geleceklerden de imam yap dedi. Allah; zâlimler benim ahdime nâil olamaz!” buyurdu.”  âyetinden hareketle; mânevî imâmetin neseb ve haseble olmayıp, onun İlâhî bir seçim ve ehliyetle hâsıl olacağını belirtmiştir.42

Kuşeyri, “Sonra biz kitâbı, kullarımız içinden seçtiklerimize miras bıraktık.”  âyetinin tefsirinde; mîrâsm husûsî bir neseb ve sebeble hâsıl olduğunu, sebeb bulunmayınca nesebin ve mîrâsm olmayacağını, bu âyette geçen mânevî mirasta neseb mahallinin ma’rifet, sebebin de taat olduğunu belirtmiş, nesebi Allah’ın fazlı, sebebi kulun fiili görmenin, veya nesebin mahalli O’nun baştan kulu seçmesi, sebebin mahalli ise; peşinden ihsânmı getirmesidir, demenin de sahih olduğunu belirtmiştir.44

Gazzâlî (505/1111), “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”  hadisini naklettikden sonra: “Mâlumdur ki; peygamberlikten daha yüksek bir rütbe olmadığı gibi; bu rütbeye vâris olmaktan daha şerefli bir şey de yoktur.” diyerek,46 bundan sonra, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin yaptığı gibi; ilmin ve âlimin fazileti, gerçek âlimlerin sıfatlan, âhiret âlimleriyle dünyâ ehli âlimlerin farkı, bunlardan birinci grubun Hz. Peygamber (s.a.)’i temsille insanlan Hakk’a sevkedeceklerini, ikinci grubun ise; bu ümmete çok zarar vereceklerini bir çok nass ve habere dayanarak ve dirayetli yorumlar yaparak işlemiştir.47

40Bkz: Kuşeyri, Letâifu’l-Işârât, 1,121 (İbrahim Besyûnî tahkikiyle, Mısır. 1981).

41Bakara 2/124.

42Bkz: Kuşeyri, Letâifu’l-Işârât, 1,121-122.

4 Fâtır 35/32. Âyette, Kitab’a vâris kılınanlar; zâlim, muktesıd ve sâbık olarak üç sınıfa ayalmiş, hayırlarda öne geçen sabık, Vakıa sûresinde “mukarrabûn” olarak taratılmış (BKz:

Vâkıa 56/10-11), buradan hareketle sûfiler, mukarrabûn makamındaki âriflerin Kitab ve sünnete verasette ön sırayı aldığını belirtmişlerdir. Bkz: Sühreverdî, Avârif, 42 (Trc: Gerçek Tasavuf, 53-54. MüC Dilâver Selvi)

44Bkz: Kuşeyri, Letâifu’l-Işârât, III, 204. Kuşeyri burada, Kitab’a vâris olan üç sınıfın sıfatlan hakkında bir çok nakillerde bulunmuştur. Bkz: a.g.e, İÜ, 204-206.

4%bû Dâvûd, 1; Tirmizî, ilim, 19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1,275-276; Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.

46Gazzâlî, Ihyâ, 1,12.(Beyrut, 1992)

Bir âlimin şeriatın bütün mâna ve hikmetine muttali olmadan Hz. Peygamber (s.a.v)’e vâris olamayacağını hatırlatan Gazzâlî,48 âhiret âlimlerinin en bâriz vasıflarının; bütün hayırların esâsı olan yakinî imân, kâmil takvâ, son derece huşû ve tevâzû olduğunu zikretmiştir 49

Gazzâlî’nin kardeşi Ahmed el-Gazzâlî (520/1126) ise; Peygamberlerin kâmilen elde ettiği ve her şeyi ile Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bilme hâli olarak ta’rif edilen fakrı tam olarak elde eden bir kimsenin, zât ve sıfatlarında kâmil, hakikatlan müdrik, Allah ile kullan arasında bir vâsıta olup (Allah’ın izin ve inâyetiyle) insanları cehaletin zulmetinden hidâyetin nuruna çıkaran kâmil bir mürşid olacağını belirtmiştir.50

Sühreverdî (632/1234), Hz. Peygamber (s.a.v)’e verâset ve irşâd konusunu en geniş ele alan ve bu konuda sonrakilere kaynak olan bir müelliftir. O, konuya, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendisiyle gönderilen ilim ve hidâyeti gökten inen bol bir yağmura benzeterek; bu yağmurla sulanan toprakların üç çeşit olduğu gibi; kendisinin getirdiği ve tebliğ ettiği ilim karşısındaki insanların da bu misâle uygun olarak üç gruba ayrıldığını bildiren hadisi51 naklederek meseleye yaklaşmış,

4 Bkz: Gazzâlî, a.g.e, 1,11-129.

48Bkz: Gazzâlî, a.g.e, 1,212. İhyâ şârihi Zebîdî (vef:Hic:1205), Gazzâlî’nin bahsettiği ve onunla peygamberin arasında ancak nübüvvet derecesi vardır dediği kimsenin saldıklardan olduğunun anlaşıldığını, şeriatın zâhir ve bâtm ilmine sâhip olup ilmiyle amel eden âlimin sonuçta mârifetullahı elde edeceğini belirtmiştir. Bkz: Zebîdî, Îthâfu’s-Sâde, II, 663-664. (Beyrut, 1989)

49Bkz: Gazzâlî, a.g.e, 1,110-111.

50Bkz: Ahmed Gazzâlî, Sırru’l-Esrâr, 26 (Kâhire, 1988.

51 Hadis için bkz: Buhârî, İlim, 20. Hadisin tamamı şu mealdedir: “Allah Teâlâ’nın benimle gönderdiği hidâyet ve ilmin misâli; yeryüzüne yağan bol bir yağmura benzer. Yeryüzünün (toprağın) bir kısmı, suyu içine çekerek birçok ot ve yeşillikler bitirir. Bazı topraklar vardır ki, suyu içine çekmeden göl gibi suyu tutar ve toplar. Allah Teâlâ ondan insanları faydalandırır; kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve onu ziraatta kullanırlar. Bazı topraklar da vardır ki kaygandır; ne suyu içine çekip yeşillik bitirir, ne de onu tutarak istifâdeye hazır hâle getirir, işte (benim getirdiğim ilim ve hidâyet karşısında insanların durumu da böyledir. Onlar içinde) Allah’ın dininde derin anlayış ve ili sâhibi olan, Allah Teâlâ’nın benimle gönderdiği ilimle menfeatlenen, bilen ve başkalarına öğreten

ümmetin âlimlerinden her bir tâifenin bu ilmin bir yönüne yönelerek; müfessirlerin tefsir, muhaddislerin hadis, fakihlerin fıkıh sahasında gereken hizmeti yerine getirdiklerini, ülemânın kalb topraklarının kâbiliyetlerine ve alış gücüne göre bu ilimle ±şanya birçok güzellikler ve hakikatlar saçtığını belirtmiştir.52

Diğer grublann yanında sûfilerin de kendi kalb ve kâbilyetlerine, takvâ ve mânevî tezkiyedeki ilerlemelerine göre bu ilimden nasiblendiklerini, çalışmakla elde edilen zâhirî ilimlerden yeterince alıp gereğince amel ederek bu sayede mânevî verâset ilmine de sâhip olduklarını zikreden Sühreverdî,53 bütün mârifet ve ilimlerin kaynağı olan Rasûlullah (a.s) ile güzel uyum ve kalbî münâsebet içinde olanların Ondaki ilme ve ahlâka o derece sâhip olduğunu, mukarrabûn makamındaki gerçek sûfilerin de bu işte en önde olduğunu belirtmiştir.54

kimse, temiz, verimli toprak gibidir. Onun gibi temâyüz ve terakki etmeyen (sâdece bilgini aktaran) kimse, suyu tutup istifâdeye hazır bulunduran killi toprak gibidir. Allah Teâlâ’nın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimse ise; üzerine yağan onca yağurdan hiçbir menfeatı olmayan kaygan toprak gibidir.” Sühreverdî, burada şeyhi Şeyhülislam Abdulkâhir es-Sühreverdî’nin (563/1166) hadis hakkındaki şu yorumunu nakeder: "Allah Teâlâ, Rasûlü ile gönderdiği şeyleri kabul etmeye en sâf kalbleri, en temiz nefisleri hazırladı. Kalblerdeki sâfiyet, nefislerdeki temizliğin farklılığı; ilimdeki fayda ve menfaatin farklı oluşuyla ortaya çıktı. Herkes kendi kalb ve kâbiliyetine göre o ilimden istifâde etti.” Ve eklen Bazı kalbler, bol ot ve yeşillik bitiren temiz toprağa benzer. İlmiyle istifâde edip doğru yolda giden ve onu insanlara öğreten kimse böyledir. İlmi ona fayda vermiş ve onu, her hâliyle Rasûlullah (a.s)’a ittibâya sevketmiştir. Bazı kalbler de suyu tutup toplayan kablara benzer. Meşâyıh-ı kirâm ve zühd ehli (gönlünü dünyadan çekip Allah'a bağlayan) âlimlerin nefisleri temizlenmiş ve kalbleri sâfileşmiştir. Onlar bu halleriyle, insanlara pek çok faydalar sunmaya hazır rahmet ve nûr kaynağı durumundadırlar.

Bkz: Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 12 (Trc:5-6)

52Sühreverdî, a.g.e, 13-14. (Trc: 7-8). Müellif, kalblerin ilimden nasiblerinin farklı oluşuna: “Allah gökten bir su indirdi de her vâdi kendi miktarınca akıp, su ile doldu. “ (Ra’d 13/17) âyetinin işâret ettiğini, îbnu Abbas’ın (r.a), âyetteki suyu ilim, vâdileri kalbler olarak tefsir ettiğini belirtir. Bkz: a.g.e, 14.

53Sühreverdî, a.g.e,14-15 (Trc: 9-10).

54Sühreverdî, a.g.e, 18 (Trc: 15). Müellif bu durumu şöyle izah eder: Rasûlullah (a.s)'ın yaratıldığı toprak Azrâil'in elinde bulunduğundan, şeytanın ayaklan ona hiç dokunmamış ve o, Allah’ın nazargâhı olmuştur. Bu sebeble ona cehâlet (ve zulmet) bulaşmadı. Aksine, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) cehâletten tamamen uzaklaştırılarak, ilimden büyük bir pay sahibi oldu. Allah Teâlâ, O'nu, ilim ve hidâyetle gönderdi. îlim ve hidâyet O’nun kalbinden diğer gönüllere, nefs-i şerifinden diğer nefislere intikâl etti. Yaratılış toprağı temiz

Ülemânın İslâm cemiyetinin seçkin temsilcileri, Kitab ve sünnetten hüküm çıkarma mercii, Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki emini, mânevî hastalıkların tabibi, dinin mütehassislan ve büyük emânetin taşıyıcılan olduğunu belirten Sühreverdî, onlann salâhıyla âlemin ıslâh, bozulmalanyla ise; bütün insanlığın ifsad olacağını hatırlatmış, bu konudaki bir hadisle55 meselenin nezâketine dikkat çekmiştir.56

Sûfî büyüklerinin farz-ı ayın olan ilimleri öğrendikten sonra, diğer âlimlerden farklı olarak Hz. Peygamber (s.a.v)’in hâl ilmine de sahip ve vâris olduklannı, bunlann ancak takvâ ve zühd mektebinde elde edildiğini, dünyaya rağbet eden zâhir âlimlerin bunlardan mahrum olduğunu kaydeden Sühreverdî,57 iman ilimlerinin

olanlar, Efendimizle kolayca münâsebet içinde oldular ve onda olanları rahatça aldılar. Kimin toprağının (fıtratının) temizliğinden dolayı Allah Rasûlû ile mânevî münâsebet ve beraberliği fazla olursa; onun, Efendimizin getirdiklerini kabul etme hususundaki nasibi ve hazzı da o derece çok olur.

Nitekim sûfîlerin kalbleri bu temiz fıtrat ile daha yakın münâsebet ve beraberlik içinde olduklarından; onun ilminden en büyük nasibi onlar almışlar ve bâunlan (mârifet ve mâneviyate âid) ilimle dolmuştur. İşte onlar (öğrendikleri mârifet ilmini) bu şekilde öğrendiler. Sonra, bildikleriyle amel ettiler ve insanlara öğrettiler. Böylece onlar, hem suyu içilen, hem de ziraat yapmak için kullanılan bir rahmet gölü gibi oldular. Takvâ nûru ile doldular. Çalışma yoluyla elde edilen ilimle mânevî verâset ilmini bir araya getirerek sağlam bir takvâ ile ilimlerin bereketine ulaştılar. Nefisleri zulmetlerden temizlenince, takvâ cilâsı ile gönül aynaları parladı; eşyanın şekilleri bütün şekil ve mâhiyeti ile orada görüldü. Böylece, dünya bütün çirkinlikleriyle ortaya çıkınca, ondan kaçtılar. Âhiret bütün güzellikleriyle görününce, ona tâlib oldular. Dünyadan gönüllerini çektiklerinden; iç âlemlerinde ilim pınarları aktı. Çalışarak elde edilen (zâhir) ilme, (takvâ ve zühdleri sâyesinde manen) vâris olunan ilimler de katılarak, ilmin bütün kısımlarına sâhip oldular.

Bil ki; bu kitapta, sûfilerin şerefli hâli olarak zikrettiğimiz her şey, mukarrabûn (İlâhî huzurda mânevî yakınlığa kavuşmuş) olan kimselerin hâlinden ibarettir. Gerçek sûfî; mukarrabûn sıfat (ve makamındaki kimsedir. Kur'an-ı Kerim de "sûfî" ismi yoktur; ancak bunun yerine "mukarrebûn" kelimesi kullanılmıştır. Bkz: a.g.e, 18 (Trc:15-16).

55Konu ile ilgi hadis şudur. Bir adam Rasûlullah (a.s)'a şerrin ne olduğunu sordu, Rasûlullah (a. s): "Bana şerden sormayınız, hayırlı şeyleri sorunuz!" dedi ve bunu üç kere tekrarladı. Sonra: "Şerlerin en kötüsü: âlimlerin kötü olmasıdır, hayırların en iyisi de âlimlerin hayırlı olmasıdır.” buyurdu. Bkz: Dârimî, Mukaddime, 34; Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, 267; Zebîdî, îthâfu's Sâde, 1,369. 56Sühreverdî, a.g.e, 29 (Trc: 32).

57Sühreverdî, a.g.e, 35 (Trc: 41).

“ilme’l-yakin”, “ayne’l-yakin” ve “hakka’l-yakin” mertebelerine ayrıldığını, bütün bunlara ancak âhiret âlimlerinin sâhip olduğunu belirmiştir.58

Mürşidlik rütbesinin rütbelerin en yükseği ve Allah Teâlâ’ya dâvette Peygamber vekilliği olduğunu belirten Sühreverdî,59 Peygamber mirasını elde etmek için kemâle ermeyi, kemâle ermek için de mülk ve melekût âleminin sırlarını elde etmeye sebep olacak mânevî doğumun gerçekleşmesini,60 bunun için de; kâmil bir mürşid elinde iyi bir terbiye ile bu edebleri öğrenmek gerektiğini zikretmiştir.61

îbnu Arabî (638/1240), Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra O’nun yerine gelecek ve kıyâmete kadar dini ayakta tutacak kimselerin gönderilmesini Rasûlullah (a.s)’ın bir kerâmeti olarak görür ve O’nun ümmeti içindeki kutublann

58Sühreverdî, a.g.e,40 (Trc: 49).

59Sühreverdî, a.g.e, 83 (Trc: 102).

60Müellif, mânevî doğumu şöyle anlatın Mürşid-i kâmil, daha önceden kendi nefsini idâre edip yönettiği gibi, müridlerin nefislerini de (aynı usûl ve edeble) terbiye eder. O zaman mürşid-i kâmilde, hadis-i kudsîde ifâde edildiği gibi, Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanma durumu hâsıl olur. Bir de şu nokta var Allah Teâlâ’nın, sohbet edenle sohbet edilen (mürşidle, mürid) arasında güzel bir kaynaşma meydana getirmesi sebebiyle, bir çocuğun tabii doğumla babasının bir parçası olduğu gibi, mürid de, mürşidinin bir parçası durumuna gelir. Bu doğuş, mânevî bir doğuştur. Nitekim Hz. İsâ (a.s) bu mânada şöyle demiştin "İkinci doğumu (mânevî inkişâfını) gerçekleştirmeyen kimse; semânın melekûtuna yükselemez." Kişinin birinci doğumu; onun âlem-i mülk ile irtibatını sağlar, ikinci, mânevî doğuş ise; melekût âlemiyle olan irtibatını te’min eder. Allah Teâlâ, bu gerçeği ifâde için şöyle buyurmuştur: "Böylece biz, İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu (sır ve acâibliklerini) gösteriyoruz ki; (kudret ve azametimize) yakînen inananlardan olsun.” (En’am 6/75). insanın kemâle ermesi için lâzım olan kesin yakîn, (mürşid terbiyesi ile meydanan gelen) ikinci doğumla hâsıl olur. Bu doğuşla insan, peygamberlerin (mânevî) mirâsmı elde etmeye hak kazanır. Kendisine, peygamberlerin mirâsı ulaşmayan kimse, her ne kadar olgun anlayış ve zekâ sâhibi olsa da, o daha (mânevî doğumla) doğmamış, mâna âlemine gözünün açmamıştır. Çünkü anlayış ve zekâ, aklın sonucudur. Akıl ise, İslâm’ın nûrundan nasîbi olmayınca, melekût âlemine dalamayıp, mülk âleminde akla dayalı ilimler içinde çırpınır durur. Bunun için akıl, matematik gibi sırf akla dayalı ilimlerde derinleşmiş (ve bir netice almıştır). Çünkü bu tür şeyler, mülk âlemine âid işlerdir. Fakat bu akıl, melekût âlemine yükselemez.” Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 85-86. (Trc: 105-106).

61Sühreverdî, a.g.e, 85-86 (Trc: 105-106).

asâleten veya niyâbeten bütün kemâlat hallerini kendinde toplayacağını, bu kimselerin mukarrabûnlardan olup, ümmetin efendisi olduğunu ve bunlardan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Haşan, Hz. Muâviye ve Hz.Ömer b. Abdulaziz gibilerin zâhirî ve bâtınî hilâfeti temsil ettiğini, Harun er-Reşîd es-Sebtî ve Beyazıd el-Bistâmî gibilerin ise sâdece bâtınî hilâfeti temsil ettiklerini, ekseri kutublann zâhirî hilâfette hüküm sürmediklerini belirtir.62

Allah katında gerçek âlimin zâhir ve bâtın ilmini bilen kimse olduğunu, bunları kendisinden bulundurmayanın seçilmiş husûsî âlim olamayacağını hatırlatan îbnu Arabî,63 Muhammedi vârisin kendisini aynı zamanda -adedleri yüzbine de ulaşsa- bütün peygamberlerin halefi görmesini gerektiğini, çünkü onların bütün hakikat ve hükümlerinin Hz. Muhammed (s.a.v)’de toplandığını, dolayısı ile O’na vâris olan kimsenin de hepsine vâris ve halife olacağını ileri sürmüştür.64

Velilerden bir grubun “el-Vâris” ismiyle anıldığını belirten İbnu Arabî, âyet-i kerimede ifâde edildiği gibi;65 bunların üç sınıf olduğunu, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” hadisiyle66 anlatılan kimselerin, Hz. Peygamber (s.a.v) gibi önce halvet ve uzlet içinde ubûdiyet, sonra İlâhî tecellîlere mazhariyet ve kurbiyyet, peşinden de halkın içine gönderilip Hakk’a dâvet hallerini yaşaması gerektiğini ileri sürmüş ve bu arada âyette geçen “zâlim” grubuna tefsirlerden farklı bir mana vererek; onun, söylenenin aksine günaha dalan kimse değil, Sahâbeden Ebu’d-Derdâ ve benzerlerinin yaptığı gibi; Hakk’a ittatta çok ileri giderek, nefislerine aşın derecede yük yükleyen ve onun normal haklannı kendisine vermeyip sıkıntıya sokan manasında alınması gerektiğini, aksi takdirde, şeriatın kötülediği bir durumda olan kimsenin seçilme ve Kitâba vâris olmasının uygun düşmeyeceğini savunmuştur.67

Rasûlullah (a.s)’a verasetin “hissî” ve “mânevî” olmak üzere ikiye aynldığını, “hissî” olanın; O’nun fiil, söz ve zâhirî halleriyle ilgili haberleri bilmek

62Bkz: İbnu Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, II, 6.

63Bkz: İbnu Arabî, a.g.e, III, 242 (354. bâb)

64Bkz: îbnu Arabî, a.g.e, IV, 52-53 (439. bâb). Ayrıca bkz: Şa’rânî, el-Yevâkıt ve’l- Cevâhir, II, 88-89.(Dâru’l-Fikr, trs).

65Bahsedilen âyet şudur: “Sonra kitabı (Kur‘ân’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik.Onlardan kimi (günah işleyerek) kendisine zulmeder. Kimi orta haldedir. Kimisi ise; Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.” (Fâtır 56/32.) 66Hadisin kaynaklan bölümün içinde yukanda geçti.

67Bkz: İbnu Arabî, a.g.e, II, 22. (73. bâb).

ve anlatmaktan ibaret olduğunu, “manevî” olanın ise; nefsi çirkin ahlaklardan temizleyip en güzelleriyle süsleyerek huzur ve murakabe içinde her hâlu kârda Allah Teâlâ’yı zikretmekle hâsıl olacağım belirten îbnu Arabî,     Futûhat’ta geniş geniş açıkladığı bu tür konulan Fusus’ta özetlemiş, biraz daha kapalı ve sırlı ifâdelerle bir çok şeye işâretlerde bulunmuştur. Adem kelimesindeki hikmetleri verirken insan-ı kâmil, hilâfet-i ma’neviyye ve tasarruf konulannı işleyen îbnu Arabî,69 Hârûn (a.s) için açtığı bülümde de imâmet ve verâset konulanna değinmiştir.70

îmam Rabbânî (1034/1624), Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” hadisini71 verdikten sonra, kâmil mânada vâris olmayı şöyle açıklan

“Peygamberlerden iki ilim kalmıştır: 1-Ahkâm ilmi, 2-Sırlar ilmi. Gerçek vâris olan âlim her iki ilmden de payını alan kimsedir. Yalnız birinden nasibini alan tam vâris değildir. Zirâ böyle bir şey verâsete münâfîdir. Çünkü; gerçek vâris, miras bırakan kimsenin tüm malına vâris olur, bir kısmını alıp bir kısmını terketemez. Mîras bırakanın malının bir kısmından biraz pay alan vâris değil, belki borçlu olabilir. Çünkü borçlu, malın hepsini değil, ancak hakkı kadar olanı alır. Gerçek âlim; Rasûlullah (a.s)’a tam vâris olan kimsedir. Borçlu gibi bir kısmını alıp bir kısmını bırakan değildir. Verâset, vârisle miras bırakan arasındaki bir yakınlık ve cinsiyet vâsıtasıyla olmaktadır.”72

Nübüvvetin her yönüyle velâyetten ve peygamberin bütün halleriyle veliden farklı ve üstün olduğunu, velâyetin esası itibâriyle nübüvvet makamının hâdimi

6  Bkz: îbnu Arabî, a.g.e, III, 501 vd. (380. bâb).Ayrıca bkz: Şa’rânî, a.g.e, II, 89.

  9Bkz: îbnu Arabî, Fusus, 1,43-58 (Afifinin ta’lik ve tahkikiyle, Beyrut, 1980).

70Bkz: îbnu Arabî, a.g.e, I, 191. Fusus şârihlerinden Abdurrahman Câmî (898/1492), imâmete hilâfet de denebileceğini, vâsıtalı ve vâsıtasız olarak iki kısım olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v)’e vâris olan bu ümmetin kâmil ve kutublanmn O’nun gibi ümmet içinde tasarrufta bulunduklarım, O’na (s.a.v) vâris olanların (derecelerine uygun seviyede) kendisinin bütün hâl ve ahlâkına da vâris olup bu durumlarıyla sanki peygamber gibi bir insan hüviyetini elde ettiklerini, Rasûlullah (a.s)’m "Ümmetimin âlimleri Bent İsâiVin peygamberleri gibidir.”sözünün bunu gösterdiğini belirtmiştir. Bkz: Câmî, Nakdu’n-Nusûs fî Şerhi Nakşı’l-Fusûs, 294-297. Ayrıca bkz: Muhyiddin b. el-öurâb, Şerhu Fusûsı’l-Hikem, 20-39, 278-282, 359, 386; Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, I, 107-170.

71Ebû Dâvûd, 1; Tirmîzî, ilim, 19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1,275-276; Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.

72îmam Rabbânî, Mektûbât, 1,268. Mek.

olduğunu zikreden İmam Rabbânî,73 mânevî hilâfet mansıbına kemâlâtını tamam eden velâyet-i kübrâ sâhibi kutb-ı medarın getirileceğini belirtir.74

c-Tefsirlerin hilâfet, halife, imâmet, imam, dâvet ve takvâda önderlik konusundaki yaklaşımları.

Şimdi, insanın İlâhî hilâfet ve emâneti yüklenmesi, Kitab’a ve Hz. Peygaber (s.a.v)’e vâris olması konusunda, meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin yaklaşım ve yorumlarını tesbite çalışacağız. Böylece; sûfilerle müfessirlerin görüşlerini mukâyese ve değerlendirme imkanı bulabilecağız.

1-Rivâyet Tefsirleri

Taberî (310/923), halifeyi; birisinin yerine geçen, onun makâmını temsil eden kimse olarak ta’rif etmiştir.75

Allah Teâlâ’nın halife olacaklar arasında peygamberler ve sâlihlerin bulunacağını meleklerden gizlediğini belirten Taberî,76 halifeyle sâdece Hz Âdem’in değil, onun evlatlarının kasdedildiği, îbnu Abbas ve îbnu Mesud’un rivâyetlerine göre; Allah Teâlâ’nın: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”  âyetine verilecek mânânın: “Ben yeryüzünde, yaratıklarım içinde benim adıma halife olacak, onlara benem hükmümü uygulayacak bir halife yaratacağım. Bu, Âdem ve Allah’a itaatla bidlikte halk arasında adâletle hükümde onun makâna geçecek kimsedir.” şeklinde olacağını zikretmiştir.78

Allah’ın dininde imâmetin, ancak O’nun dostlarına ve taat ehline layık olduğunu belirten Taberî, zâlim sıfatındaki bir kimsenin, ehl-i hayra imam ve önder olamayacığını zikretmiştir.79

Rahmân’ın kullarının taat ve hayırda en üst seviyeye göz diktiklerini, onlann, muttakilerin kendilerine imam olmasını değil, bir kademe daha ileri giderek; Allah Teâlâ’dan kendilerini muttakîlere imam ve önder yapmasının istediklerini belirten Taberî80 Allah Teâlâ’nın kullan içinden seçerek kitaba vâris kıldıklannın Ümmet-

73îmam Rabbânî, a.y.

74Bkz:Imam Rabbânî, Mektûbât, 1,260. Mek.

75Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz: 1,199.

76Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e, 1,213.

77Bakara 2/30.

78Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e, 1,200.

79Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e, 1,530-532.

 Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e, Cüz: XIX, 53-54.

i Muhammed, vâris oldukları kitabın “Kur’an” olduğunu, bu vârislerin de; nefsine zulmeden, orta halli giden ve hayırlarda başı çekenler olarak üç gruba ayrıldığını, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hepsinin sonunu cennetle müjdelediğini bir çok nakillerle nazara vermiştir.81 Taberî, hilâfet ve imâmet konusundaki bu yaklaşımlarıyla, kendisinden sonra gelen müfessirlerin hemen hepsine te’sir etmiş ve onların kaynağı durumuna gelmiştir.

Semarkandî (373/983), Allah Teâlâ’nın, meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” 2 derken; bu hilâfete lâyık olacak, kendisini teşbih ve takdis edecek, taatmda koşacak kimseleri ve Âdemoğllan içinde Peygamber, sâlih ve ebrâr sınıfına girecekleri bildiğini belirtmiş,83 “zâlimler benim ahdime ulaşamaz”  âyetini tefsir ederken de; zâlimi kâfir şeklinde tanıtan görüşe meyledip: “Kâfir imam olamaz, ona Allah’ın rahmeti ulaşmaz.” yorumunu yapmıştır.85

Allah Teâlâ’nın bir çok sıfatlarını sayarak övdüğü sâlih kullarının: “(Allahım!) Bizi muttakîlere imam yap!”  diye duâ ettiklerini, “Biz onlan emrimize göre doğru yolu gösteren imamlar yaptık.”  âyetinde anlatıldığı gibi; kendilerinim de hayırlarda mü’minlere imam yapmasını istediklerini, Mücâhid’in tefsiriyle, bu dûâ ile: “Yâ Rabbi! Bizi öyle imamlar yap ki; biz, bizden önceki müttakilere uyalım, bizden sonra gelen müttakiler de bize uysun!” temennisinde bulunduklarını kaydetmiştir.88

Ümet-i Muhammed içinde Kur’an’a vâris kılınarak; “zâlim”, “muktasıd” ve “sâbık” sıralamasıyla anlatılan grublann89 sıfatlan hakkında yirmibeş kadar görüş nakleden Semarkandî, mukarrabûn makâmındaki sâbıkm verâsette en ön sırada

81Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e, Cüz: XXII, 133-138.

82Bakara 2/30.

83Semarkandî, Bahru’l-Ulûm, 1,108.

84Bakara 2/124.

°JSemarkandî, a.g.e, 1,156.

86Furkân 25/74.

87Enbiyâ 21/73.

88Semarkandî, a.g.e, II, 468

89îlgili âyetin meali şöyledir: “Sonra kitabı (Kur‘ân’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik.Onlardan kimi (günah işleyerek) kendisine zulmeder. Kimi orta haldedir. Kimisi ise; Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.ÇPâtır 35/32) bulunduğuna dikkat çekmiştir.90

Mâverdî (450/1057), halifeyi; başkasının yerine kâim olan kimse olarak ta’rif ettikten sonra, bu kelimenin lâmın fethasıyla “halef’ şeklinde, sâlihleri ta’kib edenlere söylendiğini,91 bu durumda medh için kullanıldğmı,92 aynı kelime “el- Half ’ şeklinde ise; kötülere, azgınlara helef olan kimseleri ifâde ve zem için93 için kullanıldığını âyetlerden örnekler vererek zikretmiştir.94

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”  âyetini îbnu Mesud’un “Allah Teâlâ, yeryüzünde kendisi adına, kullan arasında emir ve hümüklerini uygulayacak bir halife yaratmıştır. Bu; Hz. Âdem ve onun yerine geçecek olan evladandır.” şeklinde tefsir ettiğini nakleden Mâverdî, imamı; maksûd ve metbû olan kimsedir, şeklinde ta’rif etmiş,96 kullann birbirinden cisim, mal, şeref ve kuvvet yönünden farklı olduğunu hatırlatmış, kullar arasında teâvünle ülfeti te’min için bir kısmının diğerlerine halife olduğunu, “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan O’dur.”97 âyetindeki hilâfetin, kıyâmete kadar devam edeceğini bildiren görüşleri nakletmiştir.98

“Bizi müttakilere imam yap!”  âyetinde, dinde riyâset ve liyâkat ehli olmaya bir teşvik olduğunu belirten Mâverdî, buradaki “imâm” kelimesine; îkrime’nin ‘emsâl’, Câfer es-Sâdık’m ‘rızâ’, Katâde’nin ‘hayırda öncü’, îbnu Abbâs’ın ‘hidâyet önderi’, Mücâhid’in ‘kendilerinin önceki sâlihlere uyması ve sonra gelenlerin de kendilerine tâbi olması’ şeklinde tefsir ettiklerini kaydetmiştir.100

Vahidî (468/1075), halifeyi; gidenin yerine gelen,101 imamı da; bir cemaatın

90Semarkandî, a.g.e, III, 86-87.

91Mâverdî, Tefsîru’l-Mâverdî (en-Nüketü ve’l-Uyûn), 1,95.

92Mâverdî, a.g.e, II, 274.

93Mâverdî, a.g.e, II, 274.

94Mâverdî, a.g.e, 1,95.

96Bakara 2/30.

96Mâverdî, a.g.e, 1,185.

97En’âm 6/165.

98Mâverdî, a.g.e, II, 195

"Furkân 25/74.

100Mâverdî, a.g.e, IV, 161.

101Vâhidî, el-Vasît, 1,113.

kendisine uyduğu kimse olarak ta’rif etmiş, Peygamber kendi vaktinin, halife tebâsmın, Kur’an bütün müslümanlann imamıdır. Kur’an’m imamlığını; emir ve nehilde sözün kendisinde bitmesi olarak anlamış, bu arada, zâlim kimsenin imamete lâyık olmadığım belirtmiştir.102

Beğavî (516/1122), “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”10  âyetinde kasdedilenin Hz. Adem olup, O’nun, yeryüzünde Allah’ın ahkâmım ayakta tutup emirlerini yerine getireceğini, Allah Teâlâ’nın, Onun zürriyyetinden kendisine itaat ve kullluk edecek peygamber, veli ve âlimlerin geleceğini bildiğini, fakat bunu meleklerden gizlediğini belirtmiş,104 Allah Teâlâ’nın: “zâlimlere benim ahdim ulaşmaz” 05 sözüyle; zâlim olanların nübüvvet ve imâmate nâli olamayacağını bildirdiğini zikretmiş, 106 Rahmân’m sâlih kullarının: “Bizi müttakilere imam yap!”  duâsıyla; kendilerini dalâletin öncüleri değil, hidâyet rehberleri yapmasını istediklerini, îbnu Abbas’ın tefsiri olarak nakletmiştir.108

îbnu Atıyye (546/1151), Haşan el-Basrî’nin, insanoğluna halife denmesini, nesilden nesile birbirlerine halef olmalarına bağladığını, îbnu Abbas’ın, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” âyetine; benim adıma hareket edecek, kullarım arasında hükmümü icrâ edecek bir halife yaratacağım, manasım verdiğim kaydetmiştir.109

îmamı; etrafında toplanılan ve işlerde örnek alman kimse olarak ta’rif eden îbnu Atıyye,110 Allah Teâlâ’nın kullan içinden seçerek Kitaba vâris kıldığı kimselerin Ümmet-i Muhammed, kitabtan maksadın; ondaki ahkâm, ilim ve akâid olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v)’e verilen Kur’an’m bütün önceki kitablann hükmünü zımnen ihtivâ ettiğini, dolayısı ile; ona vâris olanlann önceki kitablara da vâris olmuş olacağını, ancak âyetin belirttiği gibi; bu ümmetin fertlerinin farklı

102Vâhidî, a.g.e, 1,203.

103Bakara 2/30.

104Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, 1,79.

105Bakara 2/124.

10  Beğavî, a.g.e, 1,146.

107Furkân 25/74.

10  Beğavî, a.g.e, VI, 99.

109Ibnu Atıyye, el-Muharraru’l-Vecîz, 1,118. (Beyrut, 1993.1. Baskı.))

110Bkz: îbnu Atıyye, a.g.e, I, 206.

derece ve sıfatlarla bu verâseti temsil edeceklerini, bu işe en ehil olanların ise; muttaki sıfatında hayırlarda önü çeken zevâtm olacağını belirtmiştir.111

“Bizi müttakilere imam yap!” âyetindeki duâyı yapabilmek için önce muttaki olmak gerektiğini, imâmet makâmınm bir ğâye olduğunu belirten İbnu Atiyye, İbrahim en-Nehâî’nin : “Onlar, dünya riyâsetini değil, dinde önder olmak istediler. Bu; taleb edilecek ve peşine düşülecek en güzel şeydir.” dediğini nakletmiştir.112

İbnu’l-Cevzî (598/1203), halifeyi; başkasının yerine geçen kimse, olarak ta’rif ederek, kelimenin aslının “hatif” olup; sonundaki “tâ”nm medhte mübâlağa için getirildiğini zikretmiştir.113

“Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz”1  âyetindeki “ahd”e; ‘imâmet’, ‘taat’, ‘rahmet’, ‘din’, ‘nübüvvet’, ‘emân’ ve ‘mîsâk’ mânalarının verildiğini, bunlar içinde en doğrusunun “imâmet” olduğunu belirten Îbnu’l-Cevzî,115 “Sonra kitabı (Kur‘ân’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik.”  âyetinde, mîrâsı: “Bir şeyin bir kimseden diğerine intikal etmesidir.” şeklinde ta’rif etmiş, âyette anlatılan vârislerin Ümmet-i Muhammed olup, mîrâsın ayrıca ‘atâ’ ve ‘te’hir etme’ manalarına da geldiğini; bu manâya uygun olarak; Kur’an’ın, bu ümmete bırakılmış İlâhî bir atâ olduğunu kaydetmiştir.117

Kurtûbî (671/1273), Hz. Âdem ile başlayan ilk hilâfetin devam ettiğini,118 sözü dinlenip itaat edilecek bir imamın nasbinin ümmete vâcib olduğunu belirtir ve bu arada imâmet ve hilâfetin fikhî yönü konusunda bir hayli mâlumat verir.119

îmâmiyye fırkasının; imam ve halifenin seçiminin nassla olacağını söylediklerini nakleden Kurtûbî, ehl-i sünnet ülemâsına göre; araştırma ve içtihad ehlinin icmâsmın bu konuda yeterli olduğunu zikretmiş,120 Hz. Ali ile ilgili

 Bkz: İbnu Atiyye, a.g.e, IV, 438-439.

112Bkz: İbnu Atiyye, a.g.e, IV, 222.

113lbnu’l-Cevzî, Zâdii’l-Mesîr, 1,60.

114Bakara 2/124.

113lbnu’l-Cevzî, a.g.e, 1,140-141.

116Fâtır 35/32.

117Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, VI, 487-488.

118Kurtûbî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 1,263.

119Kurtûbî, a.g.e, I, 264-274.

120Kurtûbî, a.g.e, 1,265.

hadislerin; onun imâmeti ile değil, faziletiyle ilgili olduğunu kaydetmiştir.121

îmamı; örnek alınan önder şeklinde tanımlayan Kurtûbî, “Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz”  âyetindeki ahdin, Mücâhid’in tefsiriyle; imâmet manasına da geldiğini; âsi ve zâlim kimselerin imâmete lâyık olmadığını belirtmiştir.123

Kur’an’a vâris olan bu ümmetin; diğer ümmetlerinden alman ahid ve misâklarla da mes’ul olduğunu hatırlatan Kurtûbî,124 Allah’ın kelamına ve dinine vâris olmanın İlâhî bir ihsan olduğunu, Kur’an’a vâris olan bu ümmetin üç grubunun da sonuçta cennetle müjdelendiğini, nefsine zulmeden grubun kâfir veya müşrik değil, küçük günahlara bulaşan kimse olarak ta’rif edilmesinin daha uygun olacağını,125 verasette ön şurayı alan mukaırabûn makâmmdaki sâbikûnun126 ehl-i kulûbun ifâdesiyle; âlim, devamlı (kalbiyle) zikir hâlinde, hâl sâhibi, Allah’ı dünyevî hesaplar için değil ukbâ için seven, murâdını O’nun muradında fâni kılmış, ibâdetinde son derece muhlis, muhibb, belâdan dert yanmayıp lezzet alan, Allah ile her şeyden müstağni olan, Kur’an’ı okuyup anlayan ve gereğince amel eden, ibâdetlerini vaktinde yerine getiren, ümmet içinde sayılan çok az bulunan kimseler olduğunu belirtmiş, manevî mirasta aslolanm; ıstıfâ ve ona ehil olmak olduğunu, hikmet ehlinin: “Önce nisbetini sahih yap; sonra mîras iddiâ et!” sözünün bu gerçeği yansıttığını kaydetmiştir.127

“Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere imam yap!”  âyetindeki duâyı yapacak kimsenin bu âyetten önce zikredilen güzel hasletlere129 (kısaca takvâya)

121Kurtûbî, a.g.e, 1,267.

122Bakara 2/124.

123Kurtûbî, a.g.e, I, 268.

124Kurtûbî, a.g.e, VI, 312.

175                                                                                            *

Kurtûbî, a.g.e, XIV, 346-7. Kurtubî, Sahâbeden altı kimsenin bu görüşü benimsediğini, bunun daha sahih ve, verâsetle istifanın manasına daha uygun olduğunu belirtir. Bahsi geçen altı sahâbe; Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ebu’d-Derdâ, Hz. îbnu Mesud, Hz. Ukbe b. Amr ve Hz. Aişe’dir.

126Vâkıa 56/10.

127Kurtûbî, a.g.e, XIV, 348-350.

128Furkân 25/74.

129 Kurtûbî, âyette, Rahân’m has kullarının onbir tane güzel sıfatının anlatıldığını, bunlann; tevâzû, hilim, teheccüde devam, havf, israfı terk, iftikâr (Allah’a karşı hiçliğini itiraf ve ihtiyacını devamlı O’na arz), şirk, zina ve katilden uzak durma, tevbe, yalandan sakınma, kusrlan aff, öğüt kabul etme ve temâmen Allah’a yönelme olduğunu beyan sahip olması gerektiğini hatırlatan Kurtûbî, îbnu Ömer’in bu duâyı yaptığını, sûfi imamlarından Kuşeyrî’nin (465/1072): “îmâmet kuru dâvâ ile değil, (Allah’ın rahmet ve tevfîkine sebep olacak) duâ ile olur!” dediğini nakletmiştir.130

Kurtûbî, az önceki âyet-i kerimede, dinde riyâseti taleb etmeye bir teşvik olduğunu belirtmiştir.131

îbnu Kesir (774/1373), Allah Teâlâ’nın : “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”1  âyetiyle, her nesil birbiri peşinden gelecek nesiller yaratacağını, “Sizi yeryüzünde halifeler kılan O’dur.”1  “Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık.”1  gibi âyetlerin bunu ifâde ettiğini, halifeyi Hz. Adem ile sınırlamanın doğru olmadığını,135 Allah Teâlâ’nın insanlar içinden peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâdıklar, sâlihler, âbidler, zâhidler, veliler, ebrâr, mukarrabûn, âlimler, hakkı ayakta tutacak âmirler, huşû ehli, muhibbler ve peygamberlerine tâbi olacak kimseler yaratacağını meleklerinden gizlediğini zikretmiş,136 îbnu Cerir ve diğer müfessirlerden konu ile ilgili bir çok rivâyete yer vermiştir.137

Zâlim olan kimsenin imâmete ve İlâhî ahde lâyık olmaması ile ilgili bir çok görüş nakleden îbnu Kesîr, îbnu Abbas’ın; “Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz”1  âyetini tefsir ederken: “Zâlimler için korunacak herhangi bir ahd ve söz yoktur. Eğer onlardan birisine söz ve destek vermişsen; onu boz, geri al!” dediğini kaydetmiştir.139

“Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere imam yap/”140 âyetiyle duâ yapanların, kendilerindeki hayır ve salâhın evlatlarıyla birlikte diğer insanlara da geçmesini istediklerini, çünkü bunun; kendilerine daha çok sevap getireceğini ve

eder.Bkz: .Kurtûbî, a.g.e, XIII, 83.

130Kurtûbî, a.g.e, XIII, 83.

13 kurtûbî, a.g.e, XIII, 83.

137Bakara 2/30.

133Fâtır 35/39.

134Zuhruf 43/60.

135Ibnu Kesir, Tefsire Kur’âniT-Azîm, 1,99. (Sekiz ciltlik baskı).

136îbnu Kesir, a.g.e, 1,100.

137îbnu Kesir, a.g.e, 1,101 vd.

138Bakara 2/124.

139îbnu Kesir, a.g.e, 1,241.

140Furkân 25/74.

daha güzel âkibet hazırlayacağını belirten îbnu Kesîr, bu konudaki bir hadisle görüşünü desteklemiştir.141

Allah Teâlâ’nın kullan içinden seçerek, Kitab’a (Kur’an’a) vâris kıldığı üç grubun da bu ümmetten olduğunu belirten îbnu Kesir, ilim ehli olanlann verâsete en ehil ve en lâyık olduklannı, hadiste anlatılan peygamber mirâsına âlimlerin vâris olduğunu kaydetmiş ve ilgili hadisi nakletmiştir.142

Süyûtî (911/1505), “ed-Dürrü’l-Mensûr” adlı tefsirinde, sadece önceki müfessirlerden gelen rivâyetlerle nakille yetinmiş ve genelde yukanda verdiğimiz görüşleri tekrarlamıştır.

Hz Ali’den gelen bir rivâyette, Rasûlullah (a.s)Tn: “Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz” » âyetini okuduktan sonra: “İmama itaat ancak ma’rufta olur.”144 buyurduğunu nakleden Süyûtî, îbnu Abbbas’ın: “Allah’ın, zâlim kimseye işlerinden herhangi birisini vermesi uygun değildir.” dediğini zikretmiştir.14-’

Yer yüzüne halife kılman insanların,”Verdiğimiz şeylerde sizi imtahan etmek için, bir kısmınızı diğerlerine üstün kıldık.”  âyetinin işâreti ve Mukâtil’in tefsiriyle; Allah Teâlâ’nın her derecedeki insanı bir diğeriyle imtahan edeceğini belirten Süyûtî, Said b. Cûbeyr’in ifâdesiyle; kitaba vâris olan

141lbnu Kesir, a.g.e, VI, 142. İlgili hadisin meali şöyledir : "İnsan öldüğü zaman, şu üç ameli dışındaki bütün amelleri kesilip sona erer: 1-Sadaka-i câriye, 2- Faydalanılan ilim, 3-Kendisine hayır duâ edecek sâlih evlat.” (Hadis için bkz: Müslim, Vasiyyet, 14; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 14; Nesâî, Vasâyâ, 8.).

142lbnu Kesir, a.g.e, VI, 536. Hadis şudur:.“Â/ım/er peygamberlerin vârisleridir. Şüphesiz peygamberler altın ve gümüş (cinsi maddt şeylerden) mtras bırakmazlar. Onlar sadece ilim bıraktılar. Kim o ilmi alır (ve hakkı ile amel edip yayar)sa (dünya ve âhirette) büyük bir nastb (ve derece) elde etmiş olur.” Bkz: Ebû Dâvûd, 1; Tirmîzî, ilim, 19; İbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 275-276; Hâkim, Müstedrek, I, 100- 101.

143Bakara 2/124.

144Bu konudaki benzer hadisler için bkz: Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, İmâret, 38; Ebû Dâvûd, Cihad, 86; Tirmizî, Cihad, 29; Nesâî, Bey’at, 34; Ahmed, Müsned, IV, 432,436, V, 66,67; Tabarânî, el-Muceu’l-Kebîr, No: 3150,3159,3160; el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 209 (No: 1374); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, V, 225-228.

143Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mesûr, 1,288.

14  En’am 6/165.

bazılarının günahlara dalıp, peşinden de: “Nasıl olsa affoluruz!” diyerek, aldandığını kaydeder.147

Şevkânî (1250/1834), halifeyi; ‘kendisinden önceki kimsenin yerine geçen kimse’ olarak ta’rif eder ve “Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım” âyetinde halife olarak, Hz. Adem ve onun şahsında sonradan gelecek olanlar kasdedildiğini belirtir.148

“Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz”1 9 âyetindeki “ahd”in imâmet manasında tefsir edilmesinin daha doğru olduğunu belirten Şevkânî, âlimlerden bir grubun, bu âyetten; imamın âlim ve âdil olmasının şart olduğunu, haktan ayrılınca zâlim olacağını istidlâl ettiğini, îbnu Merduveyh’in es-Sülemî yoluyla Hz. Ali’den naklettiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu âyeti okuduktan sonra: “Ma*rufun dışında hiç kimseye itaat yoktur.”150 buyurduğunu zikretmiştir.151

İnsanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu, Cenâb-ı Hakk’m kullarını vücud, nzık, kuvvet, fazilet ve ilimde farklı derecelerde yaratıp birbirleriyle imtahan ettiğini belirten Şevkânî,152 Allah Teâlâ’nın kullan içinden seçerek Kitabına vâris kıldığı kimselerin bu ümetin âlimleri olduğunu, ülemânm diğer insanlardan daha şerefli ve onlann şâhidi bulunduğunu, verasette ön sırayı alan ve ‘sâbık bi’l-hayr’ sıfatıyla nazara verilen kimselerin muttaki, devamlı (kalbiyle) Allah’ı zikir hâlinde olan, irâdesini Allah’ın muradında fâni kılmış, ibâdetinde ihlas sâhibi, herkese insaf ve iyilik edip kimseden insaf ve karşılık beklemeyen kâmiller olduğunu, bu konudaki nakillere dayanarak zikretmiştir.155

Kâsimî (1332/1914), “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”15 âyetine “benim yerime ve adıma iş görecek bir halife yaratacağım” şeklinde mana vermenin de uygun olacağını, Hz. Adem’in ve diğer peygamberlerin Allah’ın halifesi olduğunu belirtmiştir.155

147Suyûtî, a.g.e, III, 594.

148Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, 1,66.

149Bakara 2/124.

15 Bu konudaki benzer hadislerin kaynaklan az yukanda verildi.

151Şevkânî, a.g.e, I, 151, 154.

152Şevkânî, a.g.e, II, 214.

155Şevkânî, a.g.e, IV, 399-400.

154Bakara2/30.

“Seni insanlara imam yapacağım”156 âyetini tefsir ederken, imama; “kendisine uyulan kimse” manasını veren Kâsimî, “Zâlimler benim ahdime ulaşamaz”15  âyetinden, Mu’tezile’nin; zâlimin imâmete ehil olmadığını, tmâmiyye’nin; imamların zâhiren ve bâtinen günahlardan ma’sum olduğunu istidlâl ettiklerini, halbuki âyetin saltanat ve mülkî hilâfeti ifâde etmediğini, çünkü; vâkıada, bir takım zâlim kimselerin buna nâil olduğunu, âyetteki “ahd”den dindeki imâmeti anlamanın daha isâbetli bulunduğunu kaydetmiştir. 15 

Bir çok âyetten159 anlaşıldığı gibi; Allah Teâlâ’nın, kullarını nzık, ahlâk, güzellik, çirkinlik, görünüş, şekil ve renk olarak birbirinden farklı yarattığını, bunun bir çok hikmetlerinin bulunduğunu belirten Kâsimî, Suyûtî’nin “el-îklîl” adlı eserinden nakille, bazılarının “Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.” âyetinden, imama ‘halifetullah’ denebileceğini istidlâl ettiklerini kaydetmiştir.160

“Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere imam yap!”161 âyetinde Rahman’ın seçkin kullarının hayırlarda öncü ve dâvetçi olmak istediklerini belirten Kâsimî, Suyûtî’nin “el-îklîl”de değindiği gibi; hayırlarda imâm ve önder olmayı istemenin tecviz, hatta teşvik edildiğini, Kirmânî’nin “el-Acâib” adlı eserinde; bazılarının, bu âyetten hareketle; dinde riyâseti taleb etmenin vâcib olduğunu söylediklerini zikretmiştir.162

2-Dirâyet Tefsirleri.

Şimdi, bu konuda meşhur dirâyet tefsirlerinin yaklaşım ve yorumlarını tesbite çalışacağız. Diğer bölümlerde olduğu gibi; tefsirleri tarih sırasını gözeterek inceleyeceğiz.

Zemahşerî (538/1143), Kâsimî gibi, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”16  âyetinden, “benim yerime ve adıma iş görecek bir halife yaratacağım” şeklinde mana vermeyi uygun buluyor ve ekliyor: “Hz. Âdem yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu gibi; diğer peygamberler de Allah’ın

155Kâsimî, Mehâsinü’t-Te’vîl, II, 95.

156Bakara 2/124.

152Bakara 2/124.

15  Kâsimî, a.g.e, II, 246.

159Bkz: En’âm 6/165; Isrâ 17/32; Zuhruf 43/32.

160Kâsimî, a.g.e, VI, 2596-2597.

161Furkân 25/74.

162Kâsimî, a.g.e, XII, 4599.

163Bakara 2/30.

halifesidir.164

“Zâlimler benim ahdime ulaşamaz!'  âyetinden, fâsığm imâmete ehil olmadığı görüşünü nakleden Zemahşerî, “Allah’ın imâmet ahdine ancak, âdil ve zülümden berî kimsenin lâyık olduğunu, aksi durumda: “Kurdu çoban yapan (koyanlara) zulmetmiş olur!” darb-ı meselinin tahakkuk edeceğini zikretmiştir.166

Ümmet-i Muhammed’in dinde birbirlerine halef olmaları yanında, onların yeryüzünün hilâfetini de elde edip orada Hakk adına tasarrufta bulunacaklarını belirten Zemahşerî, bazılarının, “Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere imam yap!” ! âyetinden; dindeki riyâseti taleb ve ona rağbet etmenin vacib olduğunu söylediklerini nakletmiş, 168 Kur’ân’a vâris olan seçilmiş kulların Rasûlullah (a.s)’m kıyâmete kadar gelecek ümmeti olduğunu zikretmiştir,169 bunların içindeki sâbikûn sınıfının, azdan az bulunduğuna dikkat çekmiştir.170

Tabressî (538/1143), “Zâlimler benim ahdime ulaşamaz” 1 âyetindeki ahde, Mücâhid’in imâmet manasını verdiğini, Câfer es-Sâdık’m da bu görüşte olduğunu belirtmiş ve ashâbımız diye bahsettiği Şia’nın, bu âyetten, imamın zâhiren ve bâtmen günahlardan ma’sûm olduğunu istidlal ettiklerini zikretmiş ve imamın bütün zamanlarda günahlardan uzak olması gerektiğini savunmuştur.172

Kıyâmete kadar her asrın bir öncekine halef olacağını, bunun bir nizan ve intizam içinde devam edeceğini belirten Tabressî,173 Rahmân’ın hâs kullarının, dünyâ için değil, takvâ için “Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere imam yap! 74 diye duâ ettiklerini zikretmiştir.175

Kur’ân’a vâris kılınan seçilmiş kulların “Âlimler peygamberlerin

164Zemahşerî, Keşşâf, 1,271.

165Bakara 2/124.

166Zemahşerî, a.g.e, I, 309.

167Furkân 25/74.

168Zemahşerî, a.g.e, IH, 102.

169Zemahşerî, a.g.e, IH, 308.

170Zemahşerî, a.g.e, IH, 309.

171Bakara 2/124.

172Tabressî, Mecmeu’l-Beyân, 1,456-457.

173Tabressî, a.g.e, III, 253.

174Furkân 25/74.

175Tabressî, a.g.e, V, 131.

vârisleridir.”1 hadisinin ifâdesiyle, âlimler olduğunu söyleyenlerin bulunduğunu nakleden Tabressî, Muhammed el-Bâkır ve Câfer es-Sâdık’a göre; “Sonra kitabı (Kur‘ân'ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik.”1  âyetinin özellikle biz “Ehl-i Beyt”i kasdettiğini, bunun, âyetin murâdma en yakın bir tefsir olduğunu, çünkü “Ehl-i Beyt” imamlarının istıfâ ve içtibâya, peygamberlerin mirâsına sâhip olmaya en çok hak sahibi kimseler olduğunu ileri sürmüştür.    

Câfer es-Sâdık’m yukarıdaki yaklaşımına, bir çok hadis kitabında geçen “Size (hukuku ve mes’uliyeti çok) ağır iki şey bırakıyorum; birisi Allah'ın Kitâbı (Kur'ân), diğeri de gözümün aydınlığı ehl-i beytimdir. Onlar kıyâmette havzumun başında bana kavuşana kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Artık, onlarda bana nasıl halef olduğunuza (benden sonra onlara karşı nasıl muâmelede bulunduğunuza) bakınız (dikkat ediniz!)” hadisi  destek verir mâhiyettedir.

Râzî (606/1210), halifeyi; başkasının yerine geçen ve onun yerini alan kimse olarak tanıtır ve Hz. Âdem’in halife olarak isimlendirilmesini, Allah’ın yeryüzünde kullan arasında ahkâmım takbikle görevlendirilmesine bağlar.  

“Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti.”1 1 âyetinde, hilâfetin kemâli, halifenin en büyük özelliği ve üstünlük pâyesi olarak ilmin gösterildiğini belirten Râzî, peygaberlerin mirâs olarak bıraktıkları ilim fazileti ve onlara vâris olan âlimlerin sıfatlan hakkında oldukça geniş mâlumât vermiş; bu konudaki âyet, hadis ve İslâm büyüklerinden bolca nakillerde bulunmuştur.182

Hakîki âlimin ve gerçek vârisin en bâriz vasıflarının; yakînî imân, kâmil takvâ, son derece haşyet ve huşû’ olduğunu belirten Râzî,183 Rasûlullah (a.s)’m halifelerinin asıl mesleklerinin sünneti ihyâ ve onu kullara öğretmek olduğunu bildiren hadise184 de yer vermiştir.18-’

“Seni insanlara imam yapacağım.” 6 âyetindeki imamı nübüvet manasına almak gerektiğini,187 Hz. îbrâhim’in (a.s) imâmetinin kıyâmete kadar devam ettiğini, (Hz. Peygamber s.a.v’den sonra) imâmete tayin nassla olur diyenlerin görüşünün zayıf olup nübüvvetin dışındaki imâmet için aslen nassın gerekmediğini belirten Râzî,188 Râfizî’lerin “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz.” 9 âyetine dayanarak; Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in imâmetlerinin geçersiz olduğunu, onlann müslüman olmadan önce kâfir ve müşrik olduklan için sonraki hallerinde bu sıfattan kurtulamadıklannı, dolayısı ile; imâmete lâyık olmadıklannı ileri sürdüklerini ve bu anlayışlarında yanıldıklannı zikretmiştir.190

Buna mukâbil, Şia’nın aynı âyetten; imamlann zâhiren ve bâtmen günahlardan mâsum olduklannı istidlâl ettiğini nakleden Râzî, bu arada fakihlerin imâmet anlayışlarına da değinmiştir.191

Râzî’nin tefsirinin telhisi şeklinde tanıdığımız Nisâbûrî’nin (730/1329) “öarâibü’l-Kur’ân”ında da bu konular aynı sistem içinde özetlenmiş,192 ancak

182Bkz: Râzî, a.g.e, II, 164-191. (Tere: H, 269-328).

183Bkz: Râzî, a.g.e, n, 165.

1 24

Hadisin meali şudur: “Rasûlüllah (s.a.v) üç defa: “Allahım halîfelerime rahmet etsin!” diye duâ etti. Ashab: “Halîfeleriniz kimlerdir, Yâ Rasûlellah?” diye sorunca, Efendimiz (a.s): “Onlar sünnetimi ihyâ eden ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir.” buyurdu.” Bkz: îbnu Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-îlm, 1,46; Tabarânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VI, 395 (No: 5842).

18 Bkz: Râzî, a.g.e, II, 166.

186B akara 2/124.

187Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 36.

188Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 37.

189Bakara 2/124.

190Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 38-39.

4             191Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 39.

192Bkz: Nisâbûrî, öarâibü’l-Kur’ân, 1,227-292. (10 Mücelled, Mısır, 1962) Bundan önceki bölümlerde kullandığımız tefsir, Taberî’nin “CâmiuT-Beyân”ının kenarında tab’ edilmiş

Râfizîler yerine îmâmiyye zikredilmiş ve îmâmiyye’nin; Hz. Ali’nin dışındaki şahısların (ilk üç halifenin) İslâm’dan önce müşrik oldukları için sonraki imametlerinin bâtıl olduğu iddiâlan kaydedilmiştir.193

“Bizi müttakilere imam yap!”19  âyetinde istenen hâlin takvâda örnek alınacak bir mertebe olduğunu belirten Râzî, bazılarının bu âyete dayanarak; dinde riyâseti taleb etmenin ve ona teşvikin vâcip olduğunu söylediklerini, bu âyetin aşere-i mübeşşere hakkında nâzil olduğunu söyleyenlerin de bulunduğunu kaydetmiştir.195

Kur’ân’a vâris kılınmak için seçilen kulların; Sahâbe, Tâbiûn ve kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin olduğunu belirten Nisâbûrî, bunların içindeki “sâbikûn” sınıfının her devirde az bulunacağına dikkat çekmiş ve bu tesbitine “Kullarımdan gerçek mânâda şükredenler çok azdır.”196 âyetini delil göstermiştir.197

Beydâvî (538/1210), “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”19* âyetindeki halife ile Hz. Âdem’le diğer peygamberlerin kasdedildiğini ve onların, yeryüzünün imân, insanların siyâseti, nefislerin tekmili ve İlâhî ahkâmı tenfiz için birbirine halife olarak geldiklerini zikrederek; halifeye Allah Teâlâ’nın ihtiyacından değil, kulların vâsıtasız olarak İlâhî feyzi kabulde ve emr-i ilâhiyeyi elde etmedeki kusurlarından ve arada vâsıtalara muhtaç olduklarından dolayı bu görein verildiğine dikkat çekmiş ve şu oıjinal tesbiti yapmıştır

“Bunun misâli bedenimizde de mevcuttur. Şöyle ki; aralarındaki farklı yapıdan dolayı kemik etten gıda almaktan âciz olduğu için Allah Teâlâ, hikmetiyle, ikisi arasında, her ikisinin hâline uygun bir kıvamda olan “kıkırdak” dokusunu yaratmıştır. Kıkırdak, gıdâyı etten alıp kemiğe verir. Allah’ın halifelerinin yaptığı da budur.”199

Beydâvî’nin bu yaklaşımı, sûfilerin, özellikle îbnu Arabi’nin (638/1240) insan-ı kâmil ve kutub anlayışıyla bir yönüyle paralellik arzetmektedir. Burada, tarih itibâriyle İbnu Arabî daha sonra geldiğini hatırlatalım.200

baskı idi. Şimdiki ise; ayrı ve müstakil bir baskı olup, bundan sonra bunu kullanacağız.

193Bkz: Nisâbûrî, a.g.e, 1,438-439.

194Furkân 25/74.

195Bkz: Râzî, a.g.e, XXIV, 100; Benzerî açıklamalar için bkz: Nisâbûrî, a.g.e, XIX, 37.

196Sebe’ 34/13.

197Bkz: Nisâbûrî, a.g.e, XXII, 80-81.

19  Bakara 2/30.

199Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, 1,49-50.

Beydâvî, aynı âyette, ilmin ibâdete üstünlüğü ve hilâfette ilmin şart olduğunun ortaya çıktığını hatırlatır201 ve dinde imâmetin Allah’ın bir emâneti olduğunu,202 ona ancak ebrâr ve muttakîlerin nâil olacağını zikreder.203

Konumuzla ilgili birçok âyeti Beydâvî ile aynı paralelde tefsir eden Ebu’s- 200îbnu Arabî, insan-ı kâmili şöyle nazara verir: “Allah’ın halifesi olan insan, Allah’ın zât sıfat ve fillerinin en mükemmel şekliyle tecelli ettiği varlıktır. O. Allah ile âlem arasında, zâhir ile bâtın arasında (berzah)tır. O, bütün İlâhî kemal mânaları kendinde gerçekleştiren insandır. Âlem bir ayna gibidir, insan-ı kâmil bu aynanın cilâsıdır. (Bkzdbnu Arabî, Fusûs, 49.) Fusus şârihleri bu sözlere şu açıklığı getirmişlerdir: “O, Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği İlâhî kuvvetler ve kâbiliyetler, rahmânî sıfat ve yetkilerle Allah’ın esmâsmı yansıtmakta; rahmânî yönüyle Allah Teâlâ’dan aldığı feyiz ve nûru, beşer yönüyle hemcinslerine aktarmaktadır.” (Bkz:Câmî, Nakdu’n-Nusûs fi Şerhi Nakşı’l-Fusûs, 104.) “Allah, zayıf kullar İlâhî mârifete ve yüce sırlara güç yetirebilsinler diye arada nebi ve velileri tayin etmiştir. însan-ı kâmil, İlâhî hilâfetin en üst makâmmda yer alır.” (Bkz: Câmi, a.g.e, 103-104; İsmail Ankaravî, Nakşu’l-Fusûs Şerhi, 19,20.) îbnu Arabî, insan-ı kâmili mâsivallah’da (04nun dışındaki varlıklar içinde) Allah’ın gölgesi olarak görür. (Bkz: Futûhât-ı Mekkiyye, III, 312; Keklik, Muhyiddin b. Arabi, 438) Mevlânâ, “Mesnevi”sinde: “Zıll-ı İlâhî Allah’ın o makbul kuldur ki; bu âleme nisbetle ölüdür ve Allh”a nisbetle diridir. Allah Teâlâ’nın: “Baksana Rabbin gölgeyi nasıl uzattı.” (Furkan, 45.) âyeti, evliyânm nakşı ve müş’iridir. Onlar, Allah güneşinin nûruna delildir. Git, gölgenin delâletiyle güneşi bul.” der. (Bkz: Tâhirü’l-Mevlevî, Mesnevi Şerhi, 1,276-278.) îbnu Arabî: “însan-ı kâmil O’nun sûretinde yaratılmıştır. "Allah, Adem'i kendi sürelinde yarattı." hadisi buna işâret etmektedir.” derken; Ahmed Avni Konuk hadisle ilgili şu izahı verir: “Allah Teâlâ insan-ı kâmilin zâhir suretini hakâiyık-ı âlemden ve hakâyık-ı âlemin süratlerinden inşâ etti. Ve sûret-i bâtınesini de bu hadis muktezâsınca Allah Teâlâ kendi sürati üzere inşâ etti.” (Bkz: Ahmed Avni konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1,169. Hadis için bkz: Buhârî. Isti’zân, 1; Müslim, Cennet, 28; Ahmed, Müsned, II, 244,251, Tabarânî, el-Mu’cemu’l-Vasît, VIII, 414 (No: 7846).

Sadreddin Konevî’ye göre âlemin her parçası, Allah’ın isim ve sıfatlarından birine delâlet eder. Allah insan-ı kâmili, ruhu ve mânası ve mertebeleriyle kendisine tam bir alâmet yapmıştır, insan her şeyin nüshasıdır. Onda her şeye delâlet etme gücü ve mertebesi vardır. O, her şeyi muhittir. Onu tam bir bilgi ile, dolayısıyle bilir. (Süleyman Ateş, Işâri Tefsir Okulu, 264, Konevî, I’caz, varak 66b’den naklen) 201 Beydâvî, a.g.e, 1,52.

202Beydâvî, a.g.e, I, 85.

203Beydâvî, a.g.e, 1,86.

Suûd (982/1574), 204 “Seni insanlara imam yapacağım.”205 âyetinden anlaşıldığına göre; Hz. îbrâhim’in (a.s) imâmetinin belli bir zamanda bitmeyip kıyâmete kadar devam edeceğini, çünkü; kendisinden sonra gelen bütün peygamberlerin O’nun zürriyyetinden olup kendisine ittibâ ile mükellef tutulduklarını belirtmiştir.206

“Bizi muttakîlere imam yap!”20'1 âyetindeki duâyı yapan sâlihlerin, dinin bütün alâmet ve ibâdetlerinde kendilerine uyulacak bir halde olmak istediklerini, bunu da ancak ilim, İlâhî tevfik ve amelin birleşmesiyle kolay olabileceğini belirten Ebu’s-Suûd, bütün hayırların kaynağının bu duâ olduğunu hatırlatmıştır.20

Kur’an’a vâris kılman seçilmiş kulların; başta Sahâbe ve Tâbiûn olmak üzere, kıyâmete kadar onlann gidişâtını ta’kib eden âlimler olduğunu belirten ve diğer ihtimaller içinde daha çok buna meyleden Ebu’s-Suûd, ümmetin içinde hayırlarda önde giden zevatın bu işte ancak Allah’ın özel tevfîki ile muvaffak olduklanna dikkat çekmiştir.209

Hatib Şirbînî (977/1569), başta Hz. Âdem (a.s) olmak üzere bütün peygamberlerin yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu, vazifelerinin; yeryüzünü imar, insanlan bir disiplin içinde yönetme, nefislerini tekmil ve aralarında İlâhî emri tenfiz olup, bunun, Allah Teâlâ’nın ihtiyâcından dolayı değil, kendileri üzerinde halife ta’yin edilen kulların vâsıtazız olarak feyz-i ilâhiyeyi kabulde ve emr-i Rabbâniyeyi almadaki kusur ve acziyetlerinden dolayı İlâhî bir lutuf olarak yapıldığını, bunun için kendi cinslerinden olan kimseler seçildiğini, bu iş için melek görevlendirilmediğini belirtmiştir.210

îmâmate ehliyet konusunda Beydâvî, Hz. tbâhimin’in imâmetinin devamlılığı konusunda Ebu’s-Suûd gibi düşünen Şirbînî,211 Kur’an’a vâris kılınan Ümmet-i Muhammed’in decelerine göre farklı hâl ve ahlâkta olduklarını

204Ebu’s-Suûd, Irşâdu Akli’s-Selîm, 1,81-82. (Beyrut, trs. 9 cildlik baskı).

205Bakara 2/124.

206Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, 1,156.

207Furkân 25/74.

20  Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, VI, 231.

209Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, VII, 153.

210Şirbînî, es-Sirâcu’l-Münîr, I, 45. Şirbînî’nin bu âyetteki halife ve hilâfet-i ma’nevî anlayışı Beydâvî ile benzerlik, hatta beraberlik arzetmektedir. Bkz: Beydâvî, a.g.e, 1,49-50.

2 Şirbînî, a.g.e, I, 91. (Beyrut, trs. II. Baskı).

belirtmiş ve bu konudaki rivâyetleri nakletmiştir.212

Âlûsî (1270/1853), yeryüzünde bazı insanların Allah adına halife yapılmasını Beydâvî ve Şirbînî gibi değerlendiriyor ve ekliyor: “Çünkü; insan, cismânî zulmet ve bulanıklık içinde yüzmektedir. Allah Teâlâ ise; kusur ve noksanlıktan son derece beridir. Bu durumda, âdetullahm cerayan ettiği gibi, feyz-i ilâhiyeyi kabülde (O Yüce zât ile bu kusurlu kul arasında) münâsebet şarttır. Bunun için O’ndan alacağı feyzi kula ulaştıracak bir aracı gerekmektedir. Bu da Allah’ın ta’yin ettiği halifedir.”213

Ehlullaha göre; ilk halife Hz. Âdem olup, onun diğer halifelerin babası durumunda olduğunu, cemal ve celal sıfatlarını kendisinde topladığını, bu durumuyla Allah Teâlâ’nın özel tecelli mahalli olduğunu belirten Âlûsî, en büyük halife olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in, onun hakkında:

“Şüphesiz Allah Âdem’i kendi sûretinde -başka bir rivayette: Rahmanın sûretinde- yarattı.”214 buyurduğunu, onda, zıt şeylerin bir arada bulunduğunu, Hakk’ın kendisinde zuhûr ettiğini, bu (mânevî) hilâfetin kıyâmete kadar insan-ı kâmilde devam edeceğini, âlemin rûhu durumunda olan bu insanın âlemi terketmesiyle onun öleceğini, (yani kıyâmetin kopacağını) nakletmiştir.215

Bazı Şii’lerin, “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz.”216 âyetine dayanarak; Hz. Ebû Bekir ve ondan sonra gelen iki halifenin imâmetlerinin sahih olmadım söylediklerini, bunu, onların îslâmdan önceki küfür hallerine bağladıklarını kaydeden Âlûsî, bu hükmün büyük bir hata olduğunu, halbuki onların, kâmil imân ve son derece adâlet sâhibi iken hilâfeti üstlendiklerini zikretmiştir.212

212Şirbînî, a.g.e, III, 327-328.

213Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, Cüz: 1,22O.(Beyrut, 1987)

21 Hadis için bkz: Buhârî. Isti’zân, 1; Müslim, Cennet, 28; Ahmed, Müsned, II, 244, 251, Tabarânî, el-Mu’cemu’l-Vasît, VIII, 414 (No: 7846)

215Âlûsî, a.g.e, Cüz:1,220-221. Âlûsî’nin, ehlullaha âid olarak verdiği bu bilgiler daha çok Hakim et-Tirmîzî ve îbnu Arabi’nin insan-ı kâmil ta’rifleriyle aynıdır, isim verilmeden yapılan bu nakil onlardan yapılmış olabilir. îbnu Arabi’nin insan-ı kâmil, onun Allah Teâlâ’nın aynası ve âlemin rûhu olmasıyla ilgili açıklamaları için bkz: Fusûsu’l-Hikem, I, 48-56. (Afîfî’nin tahkik ve ta’lîkiyle); Mahmûd el-Ğurâb, Şerhu Fusûsi’l-Hikem, 20-40 (Dimeşk, 1985). el-Ğurâb’ın şerhi daha çok, “Fusus” müellifi îbnu Arabi’nin “Futûhât” isimli diğer eserindeki konuyla ilgili geniş açıklamalarına dayanmakta olup, müellifin merâmını anlama bakımından faydalıdır.

215Bakara 2/124.

“Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur. O, verdiği şeylerde sizi imtahan etmek için, bazınızı diğerlerine derecelerle üstün kıldı.”218 âyetindeki incelikleri verirken; insanların Allah Teâlâ’nın esmâsmın mazhan olduğunu, bu mazhariyetin de kulların kâbiliyetlerine göre farklılık arzettiğini kaydeden ÂIûsî,219 yeryüzünde insan oğlunun emâneti yüklenmesinin ve hilâfetinin sırrını; onun, vâsıtasız olarak İlâhi feyzleri alarak kâinata yayıp onu ma’mur etmesine bağlayan görüşe yer vermiştir.220

İmâmiyye’nin imam ve hilâfet anlayışını veren Tabressî’nin naklini değerlendiren ÂIûsî, Kur’ân’a verâseti belli bir kesim yerine, bu ümmetin bütün âlimlerine hamletmeyi daha evlâ görmüştür.221

Reşid Rızâ (13354/1935), diğer varlıklar içinde hilâfet-i Hakk için seçilen insanın, ilk hâliyle zayıf olarak yaratılmasına rağmen; çok güçlü varlıklarda tasarruf yetkisine sahip kılındığını, câhil olarak halkedilmesine rağmen bütün esmâyı bilecek seviyeye ulaştırıldığını, diğer bütün varlıkların hareket alanı sınırlı olduğu halde, bu vazifesi ğereği insana çok geniş yetki ve ihsanlarda bulunulduğunu belirtir.222

Üstâdı Muhammed Abduh’un, sahih imâmeti ve güzel önderliği, rûhun faziletli sıfatlan elde etmesine ve sâhibini şerden alıkoyup hayra sevkedecek İlmî melekelere sâhip olmasına bağladığını belirten Reşid Rızâ, yine Üstâdm işâretlerine dayanarak; tarihte bir çok zâlim insanın hilâfet makâmını ele geçirdiğini, başta dört büyük mezheb imamı olmak üzere, gerçek Rabbânî âlimlerin bütün mihnet ve tehditlere rağmen onlan tasip etmediğini, fakat bir takım ehl-i dünyâ âlimin bu zâlimlerin hallerini tasvip ve tecviz ederek, sözle mezhebine bağlıyız iddiâsmda bulunduklan imamlann güzel ahlâk ve hallerine fiilen tâbi olmadıklarını, bunun bir yalançılık olduğunu zikretmiştir.223

İnsanların ilim, nzık, akıl, kuvvet ve kâbiliyetçe birbirinden farklı derecelerde yaratılıp yeryüzünde halife yapılmasını herkes için bir imtahan ve hallerini ortaya çıkarma olarak gören Reşid Rızâ, yeryüzünün saâdetinin; fıtrat dini olan İslâm’ın bu halifeler tarafından hakikatıyla takbik ve Rabbânî ahlâkın hakkıyla temsil edilmesine bağlı olduğunu zikretmiştir.224

212Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz:I, 377.

218En’âm 6/165.

219Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz:VIII, 73.

220Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz: XXII, 102.

221Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz: XXII, 195.

222Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, 1,257-260.

223Reşid Rızâ, a.g.e, 1,457-458.

Seyyid Kutub (1387/1966), Allah Teâlâ’nın, insanı halifesi olarak seçmesi konusunda oıjinal ve güzel yaklaşımlar ortaya koymuştur. Bunun yümsek bir irâdenin işi olduğunu belirten Seyyid Kutub, Cenâb-ı Hakk’m, insana bu vazifeyi verirken onu madde üstü bir değerde yarattığını, bu vazifeye münâsib imkan ve yetkilerle donattığını, kâinatı onun temsil edeceği yüksek mefkûre ve âli vasife için yaratıp insanın eline teslim ettiğini,225 meleklerin hürmet secdesine lâyık bir kıvamda yaratılan ve kâinatın efendisi kılınan insanın, maddeye ve âdî dünyevî menfeadere kapılarak bu şerefi ayaklar altına almaması gerektiğini zikretmiştir.226

Zulmün çok çeşitli olduğuna dikkat çeken Seyyid Kutub, bunlar içinde şirk ve azgınlıkla ortaya çıkan zülüm çeşitlerini nazara verip, “Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz’  âyetinde zâlimlere haram kılman imâmetin, risâlet, hilâfet ve namazdaki imâmet gibi bütün imâmet çeşitlerini içine aldığını, bu imâmetlerin esâsının adâlet olduğunu, herhangi bir zülüm çeşidine bulaşan kimsenin bunlardan mahrum edildiğini, devrimizde de, müslümanlann nefislerinden ve cemiyetlerinden bütün zülüm çeşitlerini temizlemedikçe yeryüzünde imâmet ve yönetimi ele geçiremeyeceklerini belirtir.22**

d-Değerlendirme.

Sûfilerin ve müfessirlerin verâset, hilâfet ve imâmet hakkmdaki görüşlerinin özeti bunlardır. Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz:

Allah Telâ’nm insanı yeryüzünde kendisine halife kılması noktasında sûfiler ve müfessirler müttefiktir. Ancak, peygaberler dışındaki halifelerin şahıs, sıfat, sınıf, yetki ve nasbi konusunda farklı şeyler söylemişlerdir.Sûfîler verâsetle daha çok Hz.Peygamber (s.a.v)’e zâhir ve bâtın ilminde, ahlâk ve mânevî hallerinde vâris olmayı kasdederken; müfessirlerin çoğunluğu bu verâsetin alanını zâhirî ilimler ve devlet yönetimi olarak belirlemişler, sûfiler halifeyle; Allah’ın yeryüzünde en büyük tecelligâhı gördükleri kutub-ı medar ve kutb-ı irşâdı dikkate verirken; müfessirler, en üst seviyede îslâm devletini temsil eden şahsın üzerinde durmuşlardır.

Her iki tâife de, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ümmetine bıraktığı ve kıyâmete kadar korunacak olan mirâsın, altın gümüş gibi dünyevî bir şey olmayıp, ilim olduğu, halife makâmındaki zâtın bu ilimden gereği kadar sâhip olmasının gerektiği, bunun yanında adâlet sıfatını zedeleyecek hallerden uzak kalmasının zarûreti

22 Bkz: Reşid Rızâ, a.g.e, 1,250-253.

225Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, 1,56 (Kâhire, 1990).

226Seyyid Kutub, a.g.e, 1,60.

222Bakara 2/124.

22**Seyyid Kutub, a.g.e, 1,112.

konusunda da görüş birliği içindedirler.

Sûfîler ilim deyince; zâhir ve bâtın ilmini ve bunların neticesi olarak vücudda hâsıl olan keşf, yakîn, kemâlât, yüksek hâl ve ahlâk-ı hamideyi anlarken; müfessirler ilimden; nakle dayalı Kitab ve sünnet ilmiyle, dirâyete dayalı diğer ilimleri konu etmişler, Rasûlullah (a.s)’m ahlâkî yönünü “takvâ” ismiyle takdim edip, onun her mü’min ve özellikle ilimle meşgul âlimler için farz olduğunu belirtmişlerdir. Burada, birçok tasavvuf, tabakat ve tarih kitablannın şehâdetiyle; sûfi büyüklerinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in oturması kalkması gibi tabîî hallerine varıncaya kadar bütün hallerinde kendisine ittibâda son derece haris ve hassas olduklarını, ölüm ânı gibi en zor zamanlarda bile buna dikkat ettiklerini hatırlatmalıyız.229

Müfessirler içinde Beydâvî, Hatib Şirbînî ve Âlûsî, halifenin İlâhî ahkâmı tatbik yanında, nâkıs kimselere feyz-i İlâhîyi intikal ettirerek onları kâmil hâle getirme gibi bir sıfatından bahsederek bir yönüyle sûfîlerin halife anlayışına katılmışlar, diğer müfessirler ise, hilâfeti; ilim ve adâlet sıfatlarını üzerinde bulunduran, ümmetin tasvibini almış bir mü’minin idârî yetkiyi elinde bulundurması şeklinde ta’rif edip, işin mânevî yönüne değil, zâhirî şartlarına bakmışlardır.

Hiç şüphesiz din; kalbteki yakînî iman ve sâfî ihlasa bağlı olarak, zâhirdeki bütün ibâdet, taat, kesb ve tasarrufları Allah Teâlâ’nın emrettiği ve Rasûlünün (a.s) öğrettiği şekilde hayata uygulamaktan ibârettir. Nasslarda, insanın temsil edeceği hilâfetin gereği ve âlemin insanın emrine musahhar kılınmasının sebebi bu dinle ortaya konulmak istenen mârifetullah ve Rabbânî ahlaktır. Bunun için, bu dinin kitabına ve onu tatbik eden Peygamberine vâris kılman bütün ümmete, derecelerine göre, güç ve kâbiliyetleri nisbetinde bu büyük emâneti Allah adına taşımaları ve onu hakkıyla temsil ederek insanlığa tebliğ etmeleri gerekmektedir. Bunda, Rabbânî ve hasbî olmak şarttır.Bu din, dünya adına temsil edilemez. Her şey Allah adına ve O’nun muradına göre olmalıdır. Bunu her kesimden herkes yapabilir. Sûfî,

229îlgili bir kaç örnek için bkz: Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 50-51. (Trc: 63-64. Müt: Dilâver Selvi, İst, 1995). Burada, sûfilerin her hâlükârda sünnete ittibâlan konusunda verilen ilginç bir örnek şudur: Şiblî'nin hizmetçisine: "Hazret'in vefatı anında kendisinden neler gördün?” diye sorulunca, hizmetçi şunları anlatmıştır: "Dili tutulup, alnı terlemeye başlayınca bana, kendisine namaz için abdest aldırmamı işâret etti. Ben de kendisine abdest aldırdım. Fakat sakalını parmaklarımla hilâllemeyi unuttum. Hemen elimden tutup parmaklarımı sakalına götürdü ve onu hilâllettirdi. Böyle bir anda bile, Rasûlullah (a.s) Efendimizden öğrendiği bir edebi terketmedi!” Sühreverdî, bölümü şöyle bitirin

Sehl b. Abdullah: "Kitab ve sünnetin kabul etmediği her vecd (cezbe) hâli bâtıldır." demiştir. îşte sûfilerin hâli ve yolu budur. Bu yolun ve anlayışın dışında başka bir hâl (ve ilim) iddiâ eden kimse, fitneye düşmüş yalancının birisidir.

müfessir, muhaddis, fakih, mücâhid, tüccar, idâreci ve diğer bütün mü’minler bu emâneti taşımakla görevlendirilmiştir.

îbnu Kayyım’ın (751/1350) belirttiği gibi;  Peygamberler halkın en hayırlılarıdır. Onlara vâris olanlar da, onlardan sonra halkın en hayırlıları olarak  onlann makâmını temsil etmektedir. O’na âid olan şeyler bunun için de mevcuttur.  Bu işe en lâyık olanlar hiç şüphesiz ilim ehlidir. Âlimler de, vârisi oldukları peygamberler gibi tebliğde sabır, dâvette sıkıntılara tahammül, kendisine kötülük edenlere iyilikle mukâbele, onlan en güzel yolla Allah’a dâvet, mümkün olduğu kadar nasihat ve ihsanla kalblerini celb gibi güzel ahlaklan üzerlerinde bulundurmalan gerekmektedir. Hakiki vârisler, verasetin hakikatma uygun olarak; vârisi oldukları zâtın bütün mirâsına sâhip olmalı ve sâhip çıkmalıdırlar.

Rasûlulla (a.s)’m belirttiği gibi;  bu ilmi her devirde en âdil insanlar taşıyacak ve onu azgmlann tahrifinden, câhillerin yanlış te’villerinden, bâtıla dalanların tahribatından koruyacaklardır. Yine, hadisin müjdesiyle; ümmet içinde bir tâife, kıyâmete kadar hak üzere kalacak, hakkı tatbik ve tebliğde muvaffak olacak,  Bursevî’nin değindiği gibi; Hz. Âdem (a.s) ile başlayan mânevî hilâfet, âhir zamanda bu ümmetin bir ferdi olarak hayat ve hüküm sürecek Hz. îsâ’ya (a.s) kadar devam edecek ve onunla tamamlanacaktır.

II-BEY’AT VE İNTİSAB.

Bu bölümde, vâris-i nebî olarak bilinen bir mürşide, tasavvuf ıstılâhında “bey’at” ,“inâbe”, “el alma”, “intisab”, “tarikata girme” gibi terimlerle anlatılan ameliyenin, mutasavvıfların tatbikatındaki yerini ve bunun müfessirlerin nazarındaki değerini ortaya koymaya çalışacağız..

Önce, bey’atın ta’rifi vererek, peşinden, ehl-i tasavufun uyguladığı intisab ameliyesinin Kur’an ve sünnetteki delil ve dayanaklarını tesbit edeceğiz. Ayrıca, bey’at ve intisabın târihî seyrini genel hatlanyla ortaya koyacağız. Burada, bir ayırım yapmadan, konunun akışına göre tabakat, tefsir, hadis ve tasavvufla ilgili kaynaklan berabarce kullanacağız.

A-Ta’rifi.

Arapçada “bey’at”, Türkçemizde “bîat” olarak kullanılan bu kelime, lugatta; satmak, satın almak, el vermek, ahş-veriş yapmak, karşılıklı anlaşmaya varmak, itaat etmek mânalanna gelir.237

Biz bu kelimeyi, “bey’at” olarak kullanacağız.

Istılahta bey’at; devlet başkanını seçme, belirleme ve Islâm hukuku içerisinde ona bağlılık gösterme, bunu ifâde ve temsil için el ele tutuşup sözleşme yapmaktır.238 Bu tür bey’atın incelenmesini fıkıh kitablannm ilgili bölümlerine bırakıyoruz.

Tasavvufta bey’at; (inâbe, intisab, el alma, el verme, tarikata girme) ise; bir hâk tâlibi müridin, mürşidine sâdık ve bağlı kalacağına, (Allah için, Allah yolunda) kendisine kayıtsız şartsız teslim olacağına, haramlardan kaçıp, helal ve hayırlara sanlacağına, günahlardan tevbeye ve bir daha yapmayacağına dâir söz vermesi ve buna Allah’ı, Rasûlünü ve mürşid-i kâmili şâhit tutmasıdır.239

Bey’at kelimesi ahid (söz verme, sözleşme) anlamına da gelir.

“Müridlerin tarikata girerken şeyhlere verdikleri söze de ahid denir. Bu ahidde, Allah’a ve Rasûlüne verilen ahde bağlı kalmanın lüzumu üzerinde durulur.

237Bkz: Ibnu Manzûr, Lisânu’l-Arab, VIII, 23-26; el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, IX, 274.(Bey’at mad.) Vezârâtü’I-Evkâf neşr, 1987.

238îslam Ansiklopedisi, VI,121 (Biat mad) Türkiye Diyanet Vakfı yay; Ibnu Haldun, Mukaddime, III, 608-609.

239Bkz.M Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi , 266; Süleyman, Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 97-98; İslam Ansiklopedisi, VI, 124; Ö. Ziyâuddin Dağıstânî, Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvâlar, 28.

Zira, müridi yüksek derecelere ulaştıracak olan bu bağlılıktır. Şeyhe verilen ahid, müridin ona karşı samimi ve dürüst davranacağını, hiç bir emir ve tavsiyesine muhalefet etmiyeceğini ve hiçbir sırrını şeyhinden saklamayacağını taahhüt etmesi mânasına gelir.”240

B-Çeşitleri.

Beşeriyetin ilk ahdi “elest bezmi”nde başlamış ve günümüze kadar değişik şekiller alarak devam etmiştir. Hepsine umûmen, makâmma uygun bir anlayışla “bey’at” veya “ahd” dersek; insanlık, bu zamana şu bey’at çeşitleri ile muhâtab olmuştur.

a-AIIah Teâlâ’nın Kullan île Yaptığı Ahidler.

îlk ahdi başlatan Allah Teâlâ’dır. O, kullarıyla makam ve derecelerine uygun olarak değişik ahidler almıştır. Bunlar, kısaca şunlardır:

1-EIest-Bezminde Bütün Kullarıyla.

Cenâb- Hakk bu sırlı, hikmet dolu ve mes’ûliyetli anlaşmayı şöyle haber vermiştir

"Ve hatırla ki; Rabbin Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini (çıkarıp muhâtab) alarak: ”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” de di. Onlar da: “Evet sen bizim Rabbimizsin. Biz buna şâhidiz” dediler. (Onları böyle şâhid tuttuk ki) Kıyamet günü; “ Biz bundan habersizdik”

Yahut: "(Ne yapalım) daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onları takip ettik). Batıla dalan (ve bize de sebep olan) kimseler yüzünden bizi helak mi edeceksin” demeyesiniz.

îşte biz, âyetleri böyle açıklıyoruz, artık herhalde (bâtıldan) döner (hidâyete gelir)ler ”241

Sonra, bu ahdin gereğinin yerine getirilmesi istenmiştir:

“Bana verdiğiniz sözü yerine getirin; ben de size ahdimi (va’dettiklerimi) yerine getireyim. Ve ancak benden korkun.” !

“Ahdinizi (verdiğiniz sözleri) yerine getirin. Çünkü verilen sözden (hesap) sorulacaktır.  

240                                         Süleyman Uludağ, D.Î.A, 1,534. Ahid mad.

241                                        A’râf (7), 172-174.

242Bakara (2), 40.

Ehl-i tasavvufun yaklaşımına göre; beşeriyete gönderilen bütün peygamberler ve onlara vekâleten insanları hak yola dâvet ve irşâd eden mürşid-i kâmiller, hep bu İlâhî ahdin hatırlanması, korunması ve Allah Teâlâ’nın vaadlerinin elde edilmesi için çalışmışlardır. Bunun için, âyetlerde beyan edildiği üzere; peygamberlere yapılan itaat243   ve bey’at aslında Allah’a yapılmış olduğu  gibi; Peygamber (s.a.v)’in halife ve vârislerine ittiba da böyle görülmüş  onlardan birisine intisab ederek yapılan bütün mücâhedenin; Allah Teâlâ’ya “elest bezmi”nde verilen sözün hakkını yerine getirmekten ibâret olduğu söylenmiştir.

Nitekim, tasavvuf mektebinin büyük üstadlarından Cüneyd el- Bağdâdi’nin (297/909) tasavvufu ta’riflerinden birisinde:

“Tasavvuf; hakiki olarak Allah’ın ahdine ve “elest bezmi”nde aldığı mîsâka vefâ gösterip gereğini yerine getirmek ve şeriatta Hz. Peygamber (s.a.v)’e tâbî olmaktır.” demiştir.

Kâşânî’nin (730/1330) yaklaşımıyla; avam bu taahhüdü “ibâdet”, havas “ubûdiyet”, havassu’l- havas ise “ubûdet” şeklinde îfâ eder. İnsanın korktuğundan emin, umduğuna nâil olması için Allah’a kulluk yapmasına “ibâdet”, korku, ümid ve karşılık söz konusu olmadan sırf İlâhî emir olduğu için kulluk yapmasına “ubûdiyet”, kendi kuvvet ve irâdesinden tamâmen sıyrılarak kulluk yapmaya da “ubûdet” denir. Sevgililerin ahde vefası ise; kalbi sevgiliden başkasına açılmaktan korumasıdır. ”24 

2-PeygamberIerIe Yapılan Ahidler.

Allah Teâlâ, peygamberlerinden özel ahidler almıştır. Kur’an-ı Hakim’de bu ahid ve misaklardan şöyle bahsedilir:

“Hani biz peygamberlerden söz almıştık; senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da. Evet biz onlardan pek sağlam bir söz atdık.”'2-

“Hani Allah peygamberlerden ”Ben size Kitab ve hikmet verdikten sonra, yanınızdakileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz” diye söz almış, onlara “kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?” diye sorduğunda onlar da: “kabul ettik “cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: “O halde şâhid olun; ben de sizinle birlikte şâhidim”demişti” \

3-KendiIerine Kitab ve ilim Verilenlerle Yapılan ahidler.

Allah Teâlâ, önceki milletlerin ve bu ümetin âlimlerinden şu ahdi almıştır

“Allah, kendilerine kitab verilenlerden: Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu kâtiyyen gizlemeyeceksiniz” diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Bu yaptıkları ne kötü bir alış-veriştir. 252

b-Hz. Peygamber (s.a.v) İle Yapılan Bey’atlar.

İslam’da bey’atın esâsını, Ashâb-ı Kirâm’m Hz. Peygamber (s.a.v) ile yaptığı bey’at çeşitleri oluşturmakta ve bunlar aynı zamanda, daha sonraki idâri yetki adına devlet başkanma ve takvâ adına bir mürşide yapılan bey’atlann usûl, şekil ve hedeflerini ortaya koymaktadır.

Bu bey’atlann bir kısmı Kur’ân-ı Hakim’de anlatılmış, büyük bir ekseriyeti de sünnetteki uygulamalarla ortaya konmuştur. Bu nasslarla, bey’atın hem delili hem de şekli tesbit edilmiş olmaktadır.

b.a-Kur’ân-ı Hakim’de zikredilen bey’atlar.

Bey’atla ilgili âyetlerde şöyle buyrulur:

“(Rasûlüm) Sana bey’at edenler hiç şüphesiz Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim (yaptığı) ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile yaptığı ahdine vefâ gösterirse, Allah ona büyük bir

250Ahzâb33/7.

 Al-i îmran(3/81.

252Al-i Imran 3/187.

mükafaat verecektir.”™*

“Andolsun ki, sana o ağacın altında bey’at ederlerken Allah mü’minlerden razı oldu. Onların kalblerinde olanları bildi; üzerlerine sekinet indirdi ve kendilerini pek yakın bir fetihle mükafatlandır­dı”™

“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işlerde sana isyan etmemek hususunda seninle bey’at etmeye geldikleri zaman, bey’atlarını kabul et ve onlar için Allah’dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgey endir. ”255

Bey’atın asıl muhâtabı ve sonucu şöyle belirtilmiştir

“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, Incil’de ve Kur’an’da (yazılmış) Allah üzerine hak bir vaaddir.! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük bir kazançtır.”'™’

b.b-Sûnnette Tatbik ve Tavsiye edilen Bey’atlar.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, İslam’a girişten ayrı olarak Ashab-ı Kiram (r. anhüm) ile değişik zaman ve mekanlarda, pek çok önemli konuda bey’at yapmıştır. Bildiğimiz usulde (erkeklerle el ele tutarak, kadınlarla da sözlü olarak) yapılan bey’at, hicretten önce “I.Akabe” denen yerde yapılmıştır. Bir hac mevsiminde Medine’den gelen oniki müslüman, bir gece Rasûlullah (a.s) ile “Akabe” denen yerde buluşarak:

“Darlıkta ve varlıkta, neşeli ve sıkıntılı anlarda; dinleyip boyun eğmek, başa geçen ehil idârecilerle çekişmemek, her nerede olursa olsun; hiçbir kınayanın kınamasından çekinmeden, hakkı söylemek üzere Rasûlullah (a.s)’a bey’at etmişlerdir.”™

253Fetih 48/10.

254Fetih 48/18.

2 3Mümtehine 60/12.

256Tevbe 9/111.

Daha sonraki sene “İkinci Akabe” bey’atı, Hudeybiye’de Rıdvan bey’atı ve Mekke’nin fethinde umûmî bey’at yapılmıştır. Bütün bu bey’atlann yapılış şekil ve gâyelerine baktığımızda; daha sonraki devirlerde devlet idarecilerinin İslam devleti adına, tasavvuf imamlarının da takvâ ve irşâd gayesi ile ümmetle yaptıkları bey’at ve intisab (tarikata alma, inâbe, el verme) ameliyelerine delil olabilecek şu uygulamaları görürüz:

C-Bey’atın Yapılış Şekli:

Rasûlullah (a.s), erkek ve kadınlardan farklı şekillerde bey’at almıştır. Daha sonra tasavvufî çevrelerde bir mürşide intisabta delil ve örnek kabul edilen bu uygulamalar, -tesbit edebildiğiiz kadariyle-şu şekillerde cereyan etmiştir.

a-Erkeklerin Bey’at Şekli:

Rasûlullah (s.a.v), erkeklerle bey’at yaparken elini uzatıyor, Ashabla el-ele tutarak bey’at alıyordu. Meselâ; İkinci Akabe’de, Hz. Abbas (r.a), geceleyin, bir ağacın altında, Peygamberimiz (s.a.v)’in elinden tutup, Medine’li müslümanlan birer birer bey’at ettirmişti.25

İkinci Akabe’de müslümanlar: “Ya Rasûlellah! Biz mallarımızın mahvolması, büyüklerimizin katlolması pahasına da olsa bu bey’atı yapacağız. Buna vefâ gösterirsek bize karşılık olarak ne var?” diye sordular; Rasûlullah (s.a.v):

"Cennet var!” buyurdu. O zaman:

“Uzat elini (de bey’at edelim)” dediler. Rasûlullah (a.s) elini uzattı, onlar da bey’at ettiler.”259

Rıdvan bey’atmda müslümanlar, Peygamberimize bey’at ederlerken , Hz. Ömer (r.a.)’de Rasûlullah (a.s)’ın elini eli ile tutup desteklik etmekte idi.”260

Rasûlullah (a.s.), Hudeybiye günü, ağaç altında halkı kendisine bey’ata davet ettiği zaman, Sinan b. Ebî Sinan:

“Ya Rasûlallah! Uzat elini sana bey’at edeyim.” dedi. Rasûlullah (a.s.)

“Ne üzere bey’at edeceksin?” diye sordu.O da:

“Ya Rasûlellah! Senin gönlünde ne varsa, onun üzerine bey’at edeceğim!"dedi. Rasûlullah (a.s.):              

“Benim gönlümde ne var?” diye sordu Sinan b. Ebî Sinan (r.a.):

“Fetih yahut şehidlik!” dedi ve böylece bey’at yaptı. Diğer müslümanlar da Peygamberimiz (s.a.v)’e Sinan (r.a.)’ın bey’atı üzere bey’at yaptılar.261

Enes b. Mâlik (r.a.)demiştir ki:

“Rasûlullah (a.s.)’a, şu elimle, gücüm yettiği konularda dinleyip itaat etmek üzere bey’at ettim.”262

Rasûlullah (a.s) Efendimize Hudeybiye’de bey’at yapılırken, bir ara:

“Osman, Allah’ın ve Rasûlû’nün işi için (Mekke’ye) gitmiştir; ben, onun için de bey’at yapıyorum." buyurdu, sonra sağ elini tutup:

“Bu, Osman’ın eli yerinedir?’ diyerek, sol eliyle onun üzerine vurup: “İşte bu bey’at da, Osman içindir!" buyurdu.263

b-Kadınların Bey’at Şekli:

Yukarıda belirttiğimiz gibi; kadınların bey’atı değişik şekillerde yapılmış olup, tesbit edebildiğimiz kadarıyla şu usuller kullanılmıştır:

1-Sözlü Olarak.

Hz. Âişe demiştir ki: “Rasûlullah (s.a.v), kadınlardan, sözlü olarak bey’at alıyor ve bey’at esnasında âyet-i kerimede geçtiği gibi; (Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmmek, elleriyle ayaklar arasında bir iftira uydurup getirmemek, hayırda peyganbere isyan etmemek.) 64 hususlarını zikrediyordu. Helali olan kadınlar hariç; Rasûlullah (a.s)’ın eli hiçbir kainin eline değmemiştir.265

Rukayka’nın kızı Ümeyye anlatıyor: Medine’li bir grup kadınla Rasûlullah (a.s)’m huzuruna giderek:

“Ya Rasûlellah! Hiç bir şeyi Allah’a şirk koşmayacağımıza, zinâ ve kimseye iftirâ etmiyeceğimize ve dinî emirlerde âsî olmayacağımıza dair sana bey’at ediyoruz.” dedik. Rasûlullah (a.s) da:

“Gücünüzün yettiği kadar!”buyurdu. Biz:

“Allah ve Rasûlü, bize bizden daha şefkatlidir. Müsâde buyurun da (elinizden tutup) sana bey’at edelim, yâ Rasûlellah!” dedik. Efendimiz (s.a.v):

261Heysemî, Mecmau’z-Zevâid,VI,146,; Asım Köksal,İslam Tarihi, VIII, 184.

262Ali el-Muttakî,Kenzu’l-Ummal, 1,322 (no: 1506).

263Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebiyy, 7; Ahmed, Müsned, II, 120; Ibnu Sa’d, Tabakat, H, 97; îbnu Kayyım, Zâdü’l-Meâd, III, 291.

26 Mümtehine 60/12.

265Buhâri, Ahkam, 49; Abdürrezzâk, Musannef, VI, 7; Kurtûbi, el-Câmi, XVIII, 71; îbnu Kesir, el-Bidâye, IV, 318.

“Ben kadınlarla musâfâha etmem! Benim yüz kadına söyliyeceğim şeyler, bir kadına söylediğim gibidir.” buyurdu.”266

-------- 2-Elin Üzerine Bir Bez Sararak.-----------------------------------------------------------

Rivâyete göre; Rasûlullah (a.s), kadınlara bey’at verirken eline bir bez sarmış ve kadınlar onun üzerine ellerini koyarak bey’at etmişlerdir.267

3-Kaptaki Suya El batırarak.

Amr b. Şuayb’m, babası yoluyla dedesinden naklettiğine göre; Rasûlullah (s.a.v), Medine’ye hicret edince, müslüman kadınlar kendisine gelerek:

“Ya Rasûlellah! Erkeklerimiz sizinle bey’at ettiler. Biz de sana bey’at etmek istiyoruz!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s), kap içinde bir miktar su istedi. Elini suya batırdı; sonra onu kadınlara verdi. Onlar da teker teker ellerini suya batırdılar. Bu onların bey’atı oldu”268 ve onlarla musâfaha yerine geçti.269

4-Kapı veya Perde Arkasından Sözlü Olarak.

Ümmû Atiyye, demiştir ki: “Rasûlullah (a.s), Medine’ye geldiğinde, Ensar kadınlarını bir eve topladı. Ömer b. Hattab’ı (vekil) olarak bize gönderdi. Hz. Ömer bulunduğumuz evin kapısına gelerek, bize selam verdi. Biz de selamını alıp karşılık verdik. Sonra bize:

“Ben, Rasûlullah (a.s)’ın size gönderdiği elçisiyim.” dedi. Biz de:

“Rasûlullah (a.s)’a merhabâ! Rasûlullah (a.s)’m elçisine merhabâ!” dedik. Ömer:

“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza ve zinâ etmeyeceğinize dâir söz verin, bey’at edin” dedi. Biz:

“Evet, (dediklerini kabul edip, bey’at ediyoruz) dedik.”

O zaman Hz. Ömer, kapının dışından (bize doğru) elini uzattı. Biz de evin içinden (onun etrafına) ellerimizi uzattık:

“Allah’ım şâhid ol.” dedi.270

266îbnu Sa’d, Tabakat, VIII, 5; Taberi, Câmiu’l-Beyan, Cüz; XXVIII, 80; Suyûti, ed- Dürrii’l-Mensûr, VIII- 138-139; Nesâî, Bey’at, 18; Tirmizi, Siyer, 37.

267Ibnu Sa’d, Tabakat, VIII, 6; Abdürrezzak, Musannef, VI- 9. (NO: 9832); Kurtûbî, el- Câmi, XVIII, 71. Zemahşerî, Keşşâf, IV, 95; Âlûsî, Rûhû’l-Meânî, XIV, 81.

268îbnu Sa’d, Tabakât, VIII, 11; Zemahşerî, Keşşâf, IV 95; Kurtûbî, el-Câmî, XVIII, 71;

Bkz; Râzî, Tefsir-i Kebîr, XXIX- 267.

269Âlûsî, Rûhû’l-Meânî, XIV,81.

270lbnu sa’d, Tabakât, VIII, 7; Taberi, Câmiu’l-Beyân, Cüz; 28, sh: 80-81; Kurtûbi, el-

5-Kadın Vekil Tayin Ederek.

Meşhur olmamakla birlikte, rivâyet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a.v), Mekke’nin fethi gününde bey’at alırken, kadınların başına bir kadın görevlendirmiş ve görevli kadın onlardan (Rasûlullah’ın adına) bey’at almıştır.271

Bunu, Muhammed b. el-Münkedir nakleder 272

Mâverdî ve Rûhul-Beyân sâhibi Bursevî, bu kadının, Hz. Hatice’nin kızkardeşi, Hz. Fatıma’nm teyzesi “Ümeyme” olduğunu nakleder.273

İbnu’l Arabî, bunun zayıf bir görüş olduğunu belirtir.274

6-Ortaya Bir Bez Parçası Uzatıp Ucundan Tutturarak.

Rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (a.s), kadınlardan bey’at alırken, bir ucu kendi elinde, diğer ucu kadınların elinde olacak şekilde bir elbise (bez) parçası uzatarak bey’at yapmıştır.275

c-Çocukların Bey’atı:

Mekke fethedildiği zaman, Rasûlullah (a.s) bey’at için Safa tepesine

Cami, XVIII, 71; Suyûtî, ed-Dûrrü’l-Mensûr, VIII, 140.

271Bkz. Kurtûbî, el-Câmî, XVHI, 71; Ebû Bekir Ibnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, IV, 1779; Ebu’s-Suûd, Îrşâdu’l-Aklis-Selim, V, 716 (Dâru’l-Fikr).

272Mâverdî, en-Nüketu ve’l-Uyûn, V, 524.

347.Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IX, 491; Mâverdî, a.g.e, V, 524.

348 Ibnu’l-Arabî, Ahkamu’l-Kur’an, IV, 1779.

275tbnu Sa’d, Tabakat, VIII-5. Bursevî, Ruhu’I-Beyan, IX, 491. Eşref Ali Tânevî, “Bey’at sırasında kadınlarla tokalaşma” başlığı altında şunları söylemektedir: “Bazı bilgisiz veya dikkatsiz dervişler kadınlardan el ele bey’at alıyorlar. Bu amel kesinlikle caiz değildir. Yabancı kadının vücuduna zaruretsiz el dokunmak günahtır. Hadiste bu amelin bâtıl olduğu varid olmuştur. Peygamber Efendimiz'den (a.s.) daha muttaki ve iffetli kim olabilir? Kadınlardan bey’at alma konusunda Peygamber Efendimiz'in bu kadar çok dikkat etmesine rağmen, hiç bir mürşidin kendisini baba veya melek gibi gören düşüncelerle sorumsuz ve hayasız bir şekilde kadınlarla bey’at etmesi doğru değildir. Bey'atm anlamı söz vermektir. Bunun sözlü olması yeterlidir. Son devirlerde bazı şeyhler, bağlanmayı kuvvetlendirmek ve halkın kalbini teskin için, bir bez veya kumaş parçasının bir ucunu kendisi tutup, diğer ucunu erkek müride vermeyi âdet haline getirmişlerdir. Bunun hiç bir zararı yoktur. Ayrıca erkekler için de zaruret halinde veya zaruret olmadan sözlü bey’at yeterli olabilir. Bunun da hiç bir sakıncası yoktur. Fakat elle bey’at yapmak alışılan şeklidir ve erkekler için bu hususta hiçbir mani yoktur. Hatta böyle yapıldığı zaman, mana ve zahirin cem edilmesi yönüyle daha evla olur.”. Eşref Ali, Hakikatu’t-Tarika tercümesi (Hadislerle Tasavvuf) 33. oturdu; erkek, kadın, büyük küçük bütün Mekke’liler gelip bey’at ettiler.”276

Yine rivâyet edildiğine göre; Abdullah b. Abbas, Hz. Haşan, Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr; henüz yüzlerinde tüy bitmemiş ve buluğa ermemiş bir yaşta iken; Rasûluilan (a.s)’a bey’at ettiler. Efendimiz (a.s) onlardan başka küçüklerle bey’at etmedi.277

Tabarânî’nin rivâyetinde, Abdullah b. Ca’fer ve Abdullah b. Zûbeyr yedi yaşında iken bey’at etmek üzere Rasûlullah (a.s)’a geldiler. Efendimiz (a.s), onları görünce, tebessüm buyurdu ve elini uzattı, onlar da bey’at ettiler.”278

îlk hadisin sonundaki; “bizden başka küçüklerle bey’at etmedi” ifâdesinden ve Nesâî’nin, Hîrmâs b. Zibâd’dan, rivâyet ettiği:

“Ben gençken, benimle bey’at etmesi için elimi Rasûlullah (a.s)’a uzattım, bana bey’at vermedi.”279 hadisinden anladığımıza göre; Rasûlullah (a.s), büluğa ermeyen, özellikle temyiz yaşının altındaki çocuklara -bir kısmı hariç- umûmen bey’at vermiyordu. Verdiği sözün mânasını anlayacak, işin ciddiyetini kavrayacak yaş ve anlayışdakilerden bey’at alıyor, onlara güçleri nisbetinde sorumluluk yüklüyordu. Tasavvufta intisab konusunda bu sünnete göre hareket etmek evlâ olanıdır.

d-Vekil Ve Halife Yoluyla Bey’at.

Mekke’nin fethi gününde, Rasûlullah (a.s) halktan bey’at almak için Safa tepesinde oturdu. Hz. Ömer’i de (r.a) kendisi adına kadınlara bey’at vermek için görevlendirdi. O da Safa’mn alt kısmında kadınlara Rasûlullah (a.s)Tn bey’at şartlarım tebliği edip, bey’at aldı.”280

Yukarıda, Ümmû Atıyye rivâyetinde, Rasûlullah (a.s)’ın Medine’ye teşriflerinde, Hz. Ömer’i elçi olarak bey’at alması için kadınlara göndermesini ve onun da kapı arkasından, sözlü olarak bey’at almasını zikretmiştik.281

Mâverdî, Rasûlullah (a.s)’m, Mekke fethin’de kadınlardan bey’at alması

276Zehebî, Târîhu’l-îslâm, Meğâzî, 558; Ezrâkî, Ahbaru Mekke, II, 201; Heysemî, Mecau’z-Zevâid, VI, 37; Asım Köksal, İslam Târihi, XV, 301.

277Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 40; Cengiz Kallek, D.I.A, VI, 121 (Bîat mad.)

278Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 285.

279Nesâî, Bey’at, 20.

280Taberi, Câmiu’l-Beyân, Cüz: XXVIII, 87; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 95; Râzî, Tefsir-i Kebir, XXIX, 266; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 139-140; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 81.

281 Ibnu Sa’d, Tabakât, VIII, 7; Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz: XXVIII, 80,81; ve yukarıda verilen kaynaklar.

için, Hz. Hatice’nin kızkardeşi Ümeyme’yi görevlendirdiğini nakletmiştir.282 Bu, zayıf bir rivâyet olmakla birlikte,283 neticede tebliğden ibaret olan bu tür konularda amel edilmesinde yol açıktır

Râşid halifeler de kendileri adına emir (vekil) ta’yin etmişler ve onlar vasıtası ile halktan bey’at almışlardır. Bişr b. Kuhayf şöyle anlatır: “Hz. Ömer’e geldim ve:

“Ey mü’minlerin emin! Sana bey’at yapmaya geldim.” dedim. O da bana;:

“Sen benim gönderdiğim emirime (benim adıma) bey’at etseydin (bizzat) bana bey’at etmiş olurdun, bunu bilmiyor muydun?” dedi.”284

Enes (r.a) şöyle anlatır: “Medine’ye geldim. Hz. Ebû Bekir vefat etmiş, yerine Hz. Ömer geçmişti. Yanına varıp:

“Uzat elini, senden önceki arkadaşına yaptığım gibi; sana da, gücümün yettiği kadar (hak üzere verdiğin emirleri) dinleyip itaat etmek üzere bey’at ediyorum” dedim”285

e-Başkası Adına Bey’at:

Yukarıda zikredildiği gibi; Rasûlullah (s.a.v) Hudeybiye’de, Ashâbı ile bey’at yaptıktan sonra:

“Osman, Allah ve Rasûlunun işini görmek için Mekke’ye gitti. Ben onun için de bey’at yapıyorum”, buyurdu. Sağ elini tutup:

“Bu, Osman’ın eli yerinedir.” diyerek; sol eliyle onun üzerine vurup: “îşte bu bey’at da Osman içindir.” buyurmuştur.”286

Aynı şekilde Dimâd b. Sa’lebe, Rasûlullah (a.s)’a îslâm üzere bey’at edince, Efendimiz (a.s):

“Kavminin İslam’a girmesi için de bey’at et!” buyurdu, O da:

“Kavmim için de beyat ediyorum” dedi.”287

Sekif topluluğu Rasûlullah (a.s)’m yanma geldiklerinde, içlerinde cüzzamlı bir adam vardı. Efendimiz (a.s), ona bir adam göndererek;

“Biz seninle bey’at ettik, (bu şekilde bey’atmı kabul ettik). Artık

282Mâverdî, en-Nuketu ve’l-Uyûn; V, 524.

283Ibnu’l-Arabi, Ahkâmu’l-Kur’an, IV-1779.

284Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, 1,320 (No: 1500) îbnu Sa’d’dan naklen.

285Ali el-Muttaki, a.g.e., 1,320 (îbnu Ebi Şeybe, îbnu Sa’d ve Tabârânî’den naklen)

286Buhârî, Fedâilu Ashâbi’n-Nebiyy, 7; Tirmizî, Menâkıb, 18; îbnu Sa’d, Tabâkat, II, 97; Ahmed, Müsned, II, 120; îbnu Kayyım, Zâdü’l-Meâd, III, 291.

287                                                  Müslim, Cum’a, 46.

dönüp gidebilirsin.” buyurdu.288 ve el ele tutmadan uzaktan bey’atını kabul etti.

Necâşî, Hz. Peygamber’e (a.s), Abdullah b. Ömer, Abdulmelik’e, bey’atlannı mektubla bildirmişlerdir.289

f-Bu Uygulamaların Tasavvufî İntisaba Âit Sonuçları.

Bütün bu uygulamalardan, tasavvufî irşâd ve intisab adına şu sonuçlan çıkarabiliriz:

Rasûlullah (s.a.v), Allah Teâlâ’nın Rasûlü ve halifesi olarak, erkek-kadm bütün insanlann Peygamberi ve rehberi olduğu gibi; O’na vâris olan Rabbani âlimler de bütün beşeriyetin irşâd ve ıslahını hedefe alarak, hiçbir ayınm yapmadan herkese ve her kesime İlâhî dâveti, iman, ihlas, takvâ ve ahlak-ı hâmîdeyi tebliğ etmekle memurdurlar.

Dâvet ve irşadda ölçü, Rasûlullah (a.s)’dır.

Bir mürşid intisab işinde, özellikle kadmlann intisabında, yukandaki bey’at uygulamalanndan birisi ile intisab yaptırabilir. Buna göre:

En sahih ve emniyetli olanı; kadmlann mürşide intisablannı, sözlü olarak, bir perde veya kapı arkasından yapmalarıdır.

Mürşid, berekete vesile olsun, ciddiyeti anlaşılsın, mânevi bir iletişim gerçekleşsin diye, Rasûlullah (a.s) Efendimizin yaptığı gibi; bir ucundan kendisi, diğer ucundan da intisab ve tevbe edecek kadmlann tutacağı şekilde bir bez veya sank uzatarak tevbe ettirip intisab yaptırabilir. Bu, özellikle tevbe ve inâbe alacakların çok kalabalık veya vaktin çok dar olduğu zamanlarda olabilir.

Aynca, mürşid, bir erkek veya kadını tevbe ve intisab yaptırma husûsunda görevlendirebilir. Burada vekilin yapacağı; intisabı ta’rif etmek ve asıl adına yardımcı olmaktır. Rasûlullah (a.s)’ın Hz. Ömer’i ve Hz.Ümeyme’yi görevlendirmesi gibi. Vekâlet işini biraz sonra başka uygulamalar ile nazara vereceğiz.

Rasûlullah (a.s)’a vâris olan Rabbânî âlim ve mürşidler, sünnete uygun olarak; ehil ve ehliyetli gördükleri kimseleri, dâvet, tebliğ ve tevbe telkini, intisabı temin, ma’nevî yola girişteki usul ve edebleri ta’rif için kendilerine vekil seçebilirler. Bu vekâlet belirli vazifelerde olup, bütün yönleri ve her vazifeyi içine alan umum vekâlet değildir. Bu mânada geniş yetkiyi ve irşâd iznini mürşidler, halifelerine vermekte ve bunun için bir çok şartlar ortaya koymaktadırlar. İlim, takvâ ve seyr-u sülükte istenen seviyeye gelmek en önemli şartlardandır.

Mahremi olmayan bir kadının elini, (onu tehlikeden kurtarma ve zaruri tedâvi

288                                      Müslim, Selam, 126; Îbnu Mâce, Tıbb, 44.

289Buhârî, Ahkam, 43; Bkz. Îbnu Hacer, Fethu’l-Bârî, XV, 104-110; Abdûrrezzak, el- Musannefı, VI, 6 (No:9823).

gibi, dinen müsâde edilen bir mazâret yokken) tutup musâfaha etmek, hayır gibi gözüken bir iş için de olsa câiz değildir. Bu, sünnete uygun olmadığı gibi, sünnetin beyanına göre; yapanların eline nûr değil, nâr geçirir.

Rasûlullah (a.s)’ın, eline kalınca bir bez sararak, kadınların o bezin üzerine ellerini koyup bey’at almalarına ve bereket niyeti ile ısrar üzerine, saâdetli elini bir kaptaki suya batırıp sonra kadınlara uzatması ve onlann da aynı suya ellerini koyarak bey’at etmelerine bakarak şunu diyebiliriz:

Bir mürşid, kadın talebeleri, vücûduna dokunmadan ve onunla başbaşa da kalmadan, topluluk içinde cübbesinin yenini veya alt kenardan ucunu tutabilirler, musâfaha yerine o şekilde intisab veya ziyâret yapabilirler. Bu, şartlan ve delilleri zorlayarak elde edilebilecek bir cevaz noktasıdır. En doğrusu; bundan da sakınıp, tebliği sözlü olarak yapmaktır.

Dinde aslolan; şekil değil, hâlis iman, sâlih amel, takvâ ve ihlasla kulluktur. Diğer edeb ve usuller buna hizmet ederse mânâlı ve makbuldür. Şu hâdiseyi hatırlatmakta fayda görüyoruz:

Bir defasında Ashab-ı Kiram, Rasûlullah (a.s) abdest alırken, ağzındaki suyu ve tükrüğü dışan attığında, onunla bereketlenmek için hemen koşup, daha yere düşmeden alarak yüz ve vücudlanna sürmüşlerdi. Efendimiz (a.s):

“Niçin böyle yapıyorsunuz?”diye sordu; onlar da:

“(Bereketlenmek ve) sevap kazanmak için!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s):

“İçinizden Allah ve Rasûlûne sevilmek isteyen; (böyle şeyler yerine), konuştuğunda doğru söylesin, emânete hiyânetlik ve komşusuna eziyet etmesin.!” buyurdu.

îşte, Allah ve Rasûlûne sevilme yolu! îşte, sevgiyi isbât alanı!

Bu tür bey’at şekillerinin özü; kalbin teslimiyeti ve sağlam niyettir. Şekiller alâmettir, gâye değildir. Peygamber (s.a.v)’e vâris olan kâmil mürşidler, tamâmen Allah ve Rasûlûne teslimiyetten ibâret olan tevbe ve intisab ameliyesini, bu sünnet şekillerinden birisiyle icrâ edebilir. Sünnet ve edeb dâiresinde Allah için yapılan her şey makbuldür. Şah VeliyyuIIah’ın belirttiği gibi; İslam, cihad, hicret ve takvâ adına Ashab-ı Kiram’m Efendimiz (s.a.v) ile yaptığı bütün bey’at şekilleri, daha sonraki devirlerde, mürşidle mürid arasında yapılan ma’nevî akid (ve intisab) için bir nevî örnek teşkil etmiştir.

D-Bey’ata Konu Edilen Ameller ve îleri Sürülen Şartlar.

Hadis, siyer, tabakât ve tefsir kitablanna baktığımızda, Rasûlullah (s.a.v), Ashab-ı Kiram’la,.İslâm’a şeksiz şüphesiz girişten sonra, pek çok amel için bey’at yapmış, söz almış, onları husûsiyle bazı amellere hassasiyet göstermeye sevketmiştir. Bunları, tesbit edebildiğimiz kadarıyla maddeler halinde verip, kaynaklarına da işaret edeceğiz. Böylece, bey’atın alanını ve bazı amellerin kul ve cemiyet için önemini görmüş olacağız. Hz. Peygamber (s.a.v) ile Ashâb-ı Kirâm’ın yaptığı bey’atlarda üzerinde durulan ve duruma göre şart koşular hususlar -tesbit edebildiğimiz kadariyle-şunlardır:

1-Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak.

2-Hırsızlık yapmamak.

3-Zinâ etmemek.

4-Çocuklan öldürmemek.

5-Kimseye iftira etmemek.

6-Hak olan emir ve dâvete karşı gelmemek.292

7-Baştaki imam hakkı emrettiği sürece, darlık ve genişlik, neşeli ve sıkıntılı anlarda dinleyip itaat etmek.293

8-îş ehline verildiğinde, onunla çekişmeye girmemek.294

9-Her nerede olursa olsun hakkı söylemek, hakkı korumak ve bu hususta hiçbir kınayanın kınamasından korkmamak.295

10-Her zaman adâletle hükmetmek ve Allah için olan bir işte kimsenin kınamasından çekinmemek.296

11-Başkası bize tercih edildiğinde buna razı olmak, isyan etmemek.297

12-Her müslümana nasihat etmek ve ona karşı samimi olmak.298

13-Beş vakit namazı kılıp, zekatı vermek.299

14-Allah yolunda cihad etmek.300

292Buraya kadar sayılanlar, bey’atla ilgili âyette şart koşulan amellerdir (Bkz:Mümtehine 60/12.

293Buharî, Ahkam, 43; Müslim, Imâret, 41; Nesâî, Bey’at, 1-5.

294Bkz: Bir önceki kaynaklar.

Bir önceki kaynaklar.

29  Buhârî, Ahkam, 43; Nesâî, Bey’at,5.

297Müslim, îmâret, 35; Nesâî, Bey’at, 5.

298Buharî, Şurût, 1; Müslim, İman, 98; Nesâî, Bey’at, 6; Abdürrezzak, Musannef, VI, 4-5 (No:9819-9821).

299Buhâri, Şurût, 1; Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 1,323 (No:1513).

15-Savaştan kaçmamak, şehidlik veya zafer nasip oluncaya kadar çarpışmak.301

16-Allah yolunda ölmek.302

17-Verilen emir hak olduktan sonra, nefsin hoşuna gitse de gitmese de itaat etmek.303

18-Rasûlullah (a.s)’ı ve O’na âid değerleri canı, malı ve evladı koruduğumuz gibi korumak.304

19-Müşrik, putperest ve Allah düşmanlarını terketmek.305

20-Ölü üzerine ağıt yakarak ağlamamak, saçı başı yolmamak.306

21-Yabancı erkeklerle başbaşa kalmamak ve lüzumsuz konuşmalara dalmamak.307

22-Hiç bir şekilde kocayı aldatmamak.308

23-İslâm’a sımsıkı sarılmak ve ancak müslüman olarak ölmek.309

24-Hiç kimseden birşey istememek.310

Bütün bunlardan anladığımız şudur

Rasûlullah (s.a.v), Ashâb-ı Kiram’la, zaman zaman özel ve genel bey’atlar yapmış, yukarıda gördüğümüz gibi; muhâtablann durum ve cinsine göre önemli ameller üzerinde husûsi anlaşma ve bey’at yapılmıştır. Aslında her müslüman kelime-i şahâdetle birlikte bütün İslâmî emir ve nehiylerle mükellef olmaktadır.

300Nesâî, Bey’at, 9.

301Müslim, Îmâret, 67; Tirmizî, Siyer, 24; (No:1594) Heysemî, Mecmau’Z-Zevâid, VI, 146.

302Buhâri, Ahkam, 43; Müslim, îmâret, 80; Tirmizî, Siyer, 624; (No:1592); Ahmed, Müsned, III, 47.

303Nesâi, Bey’at, 16.

304lbnu Kesir, el-Bidâye, III, 162; Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, VI, 48.

303Nesâî, Bey’at, 17.

306Buharî, Cenâiz, 45; Müslim, Cenâiz, 31; Taberi, Câmiu’l-Beyân, Cüz: XXVIII, 80;

Kurtûbi, el-Câmî, XVIII, 72. Bkz.: îbnu Sa’d, Tabakât, VIII, 7-9; Suyûti, ed-Dürrü’l- Mensûr, VIII, 140-144.

307Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 144; îbnu Sa’d, Tabakât, VIII, 10; Abdurrezzak, Musannef, VI, 8, (No:9830).

308lbnu Sa’d, Tabakât, VIII, 9; Suyûtî, a.g.e., VIII,139.

309Nesâî, Tatbik, 35 (No: 1083) ; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 106; Hadisteki lafızların manası için, Bkz: îbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Garibi’1-Hadis, IV, 125.

310Müslim, Zekat, 108; Ebû Dâvud, Zekat, 27, (No:1642); Nesâî, Salât, 5; îbnu Mâce, Cihâd, 41 (No:2867); Münziri, et-Terğıb, 1,580; Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1,222.

Ancak, özel durumlarda bazı ameller hassâsiyet kazanır ve bütün vazifelerin yanında ona ayn bir önem verilir ki; Rasûlullah (a.s) ve Ashâbı da buna göre hareket etmişlerdir.

Daha sonraki devirlerde Îslâmî hilafetin hakkı bütünüyle korunamayıp; iş, idârî yönüyle ağırlık kazanıp, rûhî tekâmül ve takvâ yönü ferdlere kalınca; Allah Teâlâ’nın, dinini her yönüyle koruma altına alması bereketine, Ümmetin içinden çıkardığı Rabbânî âlimler ve kâmil mürşidler de, kalb tezkiyesi ve takvâ yönüne yönelmişler, bu meyanda, tâbî ve talebelerinden özel ve önemli konularda, “tevbe”, “intisab”, “seyr-u sulûk” ve “mânevî terbiye” adı altında bey’at alarak, onları özel bir eğitime tâbi tutmuşlardır.

E-Bey’atm Bağlayıcılık yönü.

Bu işte genel edeb şudur: Allah ve Rasûlünün emirlerine mutlak ve itirazsız itaat gerekir. Diğer insanlar için ise; şu ölçü esastır.

“Müslümanın (başındaki imama, öndere)hoşuna giden ve gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak emredilen ma’siy e t (Allah’a isyan) ise; o zaman durum değişir. Böyle bir durumda, (hiç kimse) dinlenmez ve ona itaat edilmez.”311

Rasûlullah (a.s)’dan sonra ümmetin idâre ve irşadını üstlenen Hz. Ebû Bekir, Ashab’a şu uyanda bulunmuştur:

“Ben Allah’a ve Rasûlûne itaat ettiğim sürece, bana itaat ediniz. Ben hak çizgiden ayrılınca, artık kimsenin bana itaat etmesi gerekmez! ,”312

Bununla birlikte hak üzere bey’at edenler için genel tâlimat şudur:

“Bir imama kalbinin sevgisiyle yönelip elini uzatarak (Allah için) bey’at ve (intisâb) eden kimse, gücünün yettiği kadar ona itaat etsin.”313

'2 11

3 Ma’rufun dışında kimseye itaat yoktur.” hadisi için bkz: Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, Imâret, 38; Tirmizî, Cihad, 29; Ebû Dâvud, Cihad, 86; Nesâî, Bey’at, 34; Ahmed, Müsned, IV, 432,436, V, 66, 67; Tabarânî, el-Muceu’l-Kebîr, No: 3150, 3159, 3160; el- Mu’cemu’l-Evsat, II, 209 (No: 1374); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, V, 225-228.

312îbnu Kesîr, el-Bidâye, V, 218.

3  Müslim, Imâret, 46-47; Ebû Dâvud, Melâhim, 1, (No:4248); Nesâî, Bey’at, 25; Ibnu Mâce, Fiten, 9 (No:3956).

Bey’atın genel sonucu da şöyle ortaya konmuştur

“Kim ahdine vefâ gösterirse; onun ecri Allah’a dittir. Her kim, (yapmamak üzere söz verdiği yasak amelleri yapar da) o yüzden kendisine (dünyada) ceza verilirse, bu onun için bir keffâret olur. Kim de bu (haram) amellerden birisini işler, Allah da onu örterse; onun işi Allah’a kalmıştır. O dilerse affeder, dilerse (âhirette) cezalandırır.” 

Bu genel ölçüler, İslâm adına yapılan bütün bey’at ve intisablarda da geçerlidir.

F-Bey’at ve İntisabın Târihi Seyri.

Yukarıda, Kur’an ve hadislerden öğrendiğimiz gibi; Rasûlullah (s.a.v), hayat-ı saâdetlerinde insanlardan İslam’a giriş ve bazı önemli işler için bey’at alıyordu. Bu önemli işler daha çok cihad ve takvâ ile ilgiliydi. Örneklerini yukarıda gördük. Said Havva’nın da belirttiği gibi; bu tür bey’at, bir bakıma Resûlullah (a.s)’ın şahsını dinlemek ve kendisine her konuda itaat etmek üzere oluyordu. Efendimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra ise,.bey’at için bir tür şekil ortaya çıktı. O da siyâsî bey’at idi. Yani, İslam devletinin başkamna yapılan bey’at.315

Rasûlullah (a.s)’dan sonra İslam ümmetinin idaresini üstlenen râşid hâlifeler; sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. anhüm) sadece siyâsî mânâda bey’at alıyorlar, fakat, bunun yanında, ümmetin takvâ, fetvâ ve içtihâdî konularında da Rasûlullah (a.s)’a tam vârislik yapıyor, Peygamber (s.a.v)’in aslî görevlerinden olan, kalblerin tezkiyesi, imanın takviyesi, Kitab ve hikmetin öğretilmesi görevlerini halife sıfatıyla yerine getiriyorlardı. Ümmet için bunların hepsi bir ihtiyaçtı. Ebu’l Hasen Ali en-Nedvi, bu işin önemini ve bunun yanında müslümanlann düştükleri halleri şöyle dile getirmiştir:

“Müslümanların kendilerine Kur’an-ı Hakim’i ve Kur’an âyetlerini öğretmenin yanında hikmet ve nefis tezkiyesini de yerine getirecek (hepsini berâber götüren) kuvvetli şahsiyet ve dâvetçilere ihtiyaçları vardır. Peygamberlik nûrunun kesilmesinden (Rasûlullah’ın vefatından) sonra Ümmet-i Muhammed’in içinde Rasûlullah (a.s)’ın yerini tutacak, ümmetin, Allah ve Rasûlü ile olan bağını yenileyecek, bütün müslümanlan kelime-i şehâdet getirip imana girdikten sonra- zaman ve mekan uzaklığı ne olursa olsun-Rasûlullah’a tâbi olup sözünü tutmaya, nefse, şeytana, hevâ ve heveslerine muhâlefet etmeye, problemlerinin çözümünde Allah ve Rasûlüne baş vurmaya, tâğutu inkar edip, Allah yolunda cihad etmeye sevk edecek âdil, kâmil, sâlih, Rabbânî idâreci ve âlimlere ihtiyacı vardı.

3  Buhârî, İman, 11; Meğâzî, 12; Müslim, Hudûd, 41-42; Tirmizî, Hudûd, 12 (1439);

Nesâî, Bey’at, 9.

315Said Hava, Terbiyetune’r- Rûhiyye, 242 (Trc: Ruh Terbiyemiz, 263).

Fakat; Hulafâ-i Râşidin hariç, baştaki halifeler bu noktayı ihmal ettiler; fetih ve ganimetlerle yetindiler: Kendileri ve (yerlerine geçecek) çocukları için bey’at aldılar.

Ülemâ ise; işin üstesinden gelemedi. Fetvâ, vâ’z-u nasihat, öğretim, ilim ve te’lif ile meşgul oldular. Böyle birşey yapmak istediklerinde avam kendilerine uymuyordu. Çünkü onlarda-azı müstesnâ- ihlas, zühd ve peygamber makamını temsil etme alâmetlerini göremiyordu.

Böylece avamda, esnafta, çiftçi ve işçide, hatta havassın çoğunda ve okumuşlarda İslam’ın ahd ve mîsak anlayışı, Allah’la kul arasında ma’nevi bir alış­veriş şuuru zayıfladı. Bunun sonucu olarak da; insanlar kendilerini serbest hissettiler. Nefsânî arzularda doludizgin gittiler. Başlarında çoban bulunmayan bir sürü gibi davrandılar. Çoklarında taat ve ibâdetlere karşı rağbet azaldı. İhsan derecesine ulaşmak istek ve gayreti zayıfladı. îman neş’esini elde etme, yakîn nûruna kavuşma arzusu sönükleşti. İrâde ve azimler geriledi. Ruhlar silikleşti. İnsanlar - Allah’ın korudukları müstesnâ- nefsânî ve şehvânî arzularına kendilerini kaptırdı.

İslâmî halifelik -yukarıda söylediğimiz gibi- hilâfetin rûhunu ve peygamberlik emânetini yitirip, saltanat ve siyâsî makam hâline geldi. İslam ülkelerinde, o makamın yapması gereken (ıslah, irşad ve takvâ ile ilgili) işleri Rabbânî âlimler ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mânevi halifeleri (kâmil mürşidler) yüklendiler. İslam’ı, anadan babadan kalma bir miras gibi, âdet yerini bulsun diye kabullenenler, onlann sâyesinde şuurlandılar. Bu kâmil insanlar, ta’lim ve terbiyeleri ile İslam’ın tadını, imânın lezzetini geri getirdiler. Allah’a onun yolunda cihad etmeye dâveti canlandırdılar.

Haşan el-Basrî, Fudayl b. îyâd, Ma’ruf el-Kerhî ve Cüneyd el- Bağdâdî hazarâtı, bu dâvetçi ve mürebbi zevâtm en meşhurlanndandır. Allah cümlesine rahmet eylesin.”316

Said Havva’nın kaydına göre; hicri V. asra kadar müslümanlar sâdece siyâsî bey’atla yetiniyordu. Bu asırda, belirli çevrelerde takvâ adına kâmil mürşidlere de bey’at edilmeye (intisaba) başlandı. Şeyhlere yapılan bu tür bey’atlar siyasi bey’atlardan ayn idi. Bu durumda bazı kişilerin iki tane bey’atı oluyordu. Biri, umumî hallerde sultana itaat için yapılan bey’at, diğeri de takvâdan ayrılmayacağına dair şeyhe yapılan bey’at. Bu çerçeve içinde her şeyh, müridlerinden bey’at almaya başladı. İslam devleti yıkıhncaya ve birçok alanda İslam ahkâmı yürürlükten kaldırılıncaya kadar durum bu şekilde devam etti. Halk arasında cehâlet çoğaldı. Halk, hilâfet meselesini ve onu gerçekleştirmek için çalışmayı unuttu. Ülkelerinde İslam idâresini kurmak için çalışmanın zaruretini, bir çoklan akıllanna bile getirmedi. Bu ortam ve anlayışlar içinde siyâsi bey’at fikri de kayboldu. Sadece

316Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Gerçek Tasavvuf, 34-35.(Müt: ismet Ersöz, Konya, 1992)

tasavvufî muhitlerde takvâya âid bey’at fikri (ve uygulaması) kaldı.”317

Sûfilerin kâmil bir mürşide bey’at ve intisabın gereği konusundaki anlayışlarını ve müfessirlerin yaklaşımını, bundan sonra ele alacağımız “Seyr u Sülük” bölümünde, mürşidle sohbet ve beraberliği işlerken inceleyeceğiz.

«fc «Jc sjc «fc sfc «(c

317

Said Havva, Terbiyetune’r-Rûhiyye, 243; Aynı kitabın tercümesi, (Ruh Terbiyemiz), 363-364.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SEYR U SÜLÜK VE İRŞÂD METODLARI

I-SÜLÜKLE İLGİLİ MESELELER.

A-Sülûkun Tanımı.

“Seyr” lügatta; gezmek, “sülük” ise; yola koyulmak ve yolu yürümek manalarına gelir. Seyr, sefer ve sülük manaca birbirinin aynı olan eş anlamlı kelimelerdir. Fakat ıstılahta kullanma yerleri biraz değişir. Bunların hepsi rûhânî ve ma’nevî hareketi ifade eden ıstılahlardır.1

Tasavvuf ıstılâhında ise seyr, cehilden ilme, kötü huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçerek Hakk’ın varlığına doğru harekettir.2 Sülük de; Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan ma’nevî ve rûhî yolculuk ve ahlâkî eğitimdir.3

Gazzâlî (505/1111), sülûkü; ahlâk, amel ve ma’rifetleri güzelleştirmek olarak tanımlayıp, bunun, zâhir ve bâtının ma’mur olması için uğraşmakla hâsıl olacağını belirtmiştir.4

Kâşânî (730/1330), sülûku; Allah Teâlâ’nın cemâlinin tecellisi için kalb evini ağyardan temizleme şeklinde ta’rif ederken,5 sâliki de; (mânen) Allah Teâlâ’nın huzûruna doğru seyreden kimse olarak tanıtmıştır.6

Bir başka ifâdeyle seyr u sülük; sâlikîn yani tasavvuf ve tarikata giren kimsenin Allah’a vâsıl olabilmek için geçirdiği eğitime ve ma’nevî makamların tamamlanabilmesi için geçirdiği safhalara verilen isimdir. İnsanın sülûkunda ilk

 agıb el-îsfehânî, Muffedât, 349; M. Ali Aynî, Tasavvuf Târihi, 104-105; 1A, Sülük Mad. XI, 231.

2 M. Ali Aynî, a.g.e, 105; Mahir Iz, Tasavvuf, 180.

3Seyr ve sülük tabirleri için bkz: Ankaravî, MinhâcuT-Fukarâ, 51; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn, II, 686.(Sülûk Mad.); Pakahn, Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 287-288.

4Bkz: Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn, 23. (Beyrut, trs.)

5Pakalm, a.g.e, III, 287.

6Kâşânî, Istılâhâü’s-Sûfıyye, 119. (Kâhire, 1992).

nokta ezel, yani misak, nihayeti Allah’tır. İnsanın sülûkü ölümle bitmez.7 Ehl-i tasavvuf, bu seyri dört şekil ve mertebede açıklamışlardır.

1-Seyr ilellah (Allah’a doğru seyr): Nefs menzillerinden, hakiki vücuda yani ufk-ı mübine seyr demektir. Bu, kalb makâmmın son noktası olup, “fenâ fîllah” hâlinin elde edildiği durumdur.

2-Seyr fîllah (Allah’da seyr): Hakk’ın sıfatlan ile vasıflanarak ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklanarak “ufk-ı a’lâ”ya ulaşmak. Tarikat ululan buna “bekâbillah” derler.

3-Seyr maallah (Allah ile seyr): Sâlikin her vâsıl olduğu mertebede Allah ile olan seyridir. Zâhir bâtın ikiliğinden kurtularak veliliğin sonuna ulaşma. Bu makama “makâm-ı kâbe kavseyn” denir. Bu seferin nihayeti “Aynu’l-cem” mertebesinde bütün zıtlıklan zâhiren ve bâtınen mahvolmuş bulmaktır.

4-Seyr anillah (Allah’dan seyr): Bu, en yüksek makam olup Hak’tan tekrar halka dönmeyi ifâde eder. Buna fenâdan sonra “bekâ”, cem’den sonra fark da denir.8

Bütün bu seyirlerin sonucu; nefsinde kâmil olmuş, diğer nâkıs insanlar için de mükemmillik vasfını kazanmış bir insanın ortaya çıkmasıdır. îşte hedef nokta ve örnek şahsiyet budur.9

İmam Rabbânî (1034/1625), ilk iki seyr ile velilik makâmına, son ikisi ile de mürşidlik makâm ve yetkisine kavuşulduğunu belirtir.10

7Öztürk, Kurân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, 115.

8Mânevî seyrin çeşit ve şekilleri için bkz: İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 144. Mek. (Trc: I, 318-319. İst, 1977); Ankaravî,.Minhâcu’l-Fukara, 52-53; Cürcânî, Ta’rîfât, 119 (Sefer maddesi); Kâşânî, a.g.e, 118; M. Ali Aynî, a.g.e, 276-278; Pakalm, a.g.e, IH, 288; Öztürk, a.g.e, 116.

9 Said Havvâ, bütün seyir çeşitlerine “Seyir ilellah” diyerek; hepsinin manasım şu şekilde özetlemiştir: “Seyir ilellah, tezkiye edilmemiş bir nefisten tezkiye edilmiş bir nefse, şerî’ olmayan bir akıldan şerî’ akla, kâfir, münâfık, fâsık, hasta ve katılaşmış bir kalbten sağlam ve mutmain kalbe, Allah’ın yolundan uzaklaşmış, kulluğunu unutmuş ve gerçek kulluğu elde edememiş bir ruhtan Allah’ı yakînen tanıyan ve O’na karşı kulluk görevini yerine getiren rûha, Şeriatın edeb ve ölçülerine bağlı olmayan bir cesedden Allah Teâlâ’nın şeriatına sımsıkı sarılan bir cesede intikal etmektir. Kısaca, kemâle ermemiş bir yapıdan hâlen, fiilen ve kavlen salahta Rasûlullah (a.s)’a tabi olan daha mükemmel bir yapıya intikal etmektir.” Bkz: Said Havvâ, Terbiyyetüne’r-Rûhiyye, 75. Beyrut, 1979. (Trc: İslam Tasavvufu, 109).

10îmam Rabbânî, a.g.e, aynı yer. Ayrıca bkz: Ankaravî, a.g.e, 52-53; Aynî, a.e, 279;

B-Seyr u Sûlûkün Delilleri.

Genelde sûfiler, bir mürşid elinde mânevî terbiye görmeyi kısaca “seyr u sülûk”le ifâde ederler. Ancak bu ameliye, daha çok önceki devirlerde riyâzât, mücâhede, tehzib-i ahlâk gibi isimlerle de ortaya konmuş, birçok âyet ve hadis bu konuda delil olarak kullanılmıştır. Bunlara örnek olarak şunları zikredebiliz.

a-Âyet-i kerimeler.

Aşağıda vereceğimiz âyet-i kerimeler, tasavvuf kitablannın konuyla ilgili bölümlerinde zikredilmiş olup, değişik yönleriyle seyr u sülük ameliyesine ışık tutmaktadır.

“Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”11

“Onlar, iman edip kalbleri Allah'ın zikriyle mutmain olmuş kimselerdir. Dikkat edin! Kalbler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur (sükûnet bulur).

“Rasûlüm de ki: Rabbim! (Mârifet ve yakin) ilmimi artır

“De ki: Herkes, mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir."14

“Kim Rabbine kavuşmak isterse; sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.”15

“Eğer Allah'ın size fazlı ve rahmeti olmasaydı; hiçbiriniz asla temizlenemezdi. Fakat Allah, dilediğini (küfür, şirk, isyan ve gafletten) temizler.6

nHıcr 15/99.

12Ra’d 13/28.

13Tâhâ 20/114.

14Isrâ 17/84.

15Kehf 18/110.

16Nûr 24/21.

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah, muhsinlerle berâberdir.”12

“Gerçek mü’minler ancak; Allah’a ve Rasûlüne iman eden, sonra hiç şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte sâdıklar da ancak onlardır.”

“(Şirk ve günahlardan) temizlenen, Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse muhakkak kurtulmuş tur.”19

“Nefsini tezkiye eden kurtulmuş, onu kirleten de helak olmuştur.”2

b-Hadis-i Şerifler.

Sûfîler, mânevî seyr, Allah Teâlâ’ya takarrub, nefisle mücâhede, kalbî temizlik, rûhî terakkî ve tehzîb-i ahlâk konularında pek çok hadis-i şerifi delil gösterip, onunla amel etmişlerdir. Biz, konumuzla ilgili birkaç hadisi zikretmekle yetineceğiz.

"Dikkat edin! Bedende bir et paraçası vardır ki; o iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur. O bozuk olursa bütün beden bozuk olur. Bilesiniz ki o, kalptir."2

Sülükte hedef; kalb-i selimi elde etmektir.

“Allah Teâlâ buyurur ki: “Bir kulum, kendisine farz kıldığım

l Ankubût 29/69.

 Hucurât 49/15.

19A’lâ 87/14-15.

20Şems 91/9-10.

2  Buhârî, İman, 39; Müslim, Musakat, 107; İbn Mâce, Fiten, 14; Danmî, Buyu', 1.

Eşref Ali “Tasavvufta asıl, kalbi ıslahtır” başlığı altında şunları söyler Tasavvuf ehlinin en büyük hedefi kalbin ıslahıdır. Hadis bunun çok önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eşref Ali, age, s. 212


şeylerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafile ibadetleriyle de durmadan yaklaşır; nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi artık ben o kulumun (özel ihsan edeceğim nûrum ile) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden herhangi birşey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himâye ederim."'22

Ma’nevî terbiyede ilk hedef; farzları edâ ve haramlardan içtinâbtır. Peşinden nâfile ibâdetler gelir. Sülükte elde edilecek en güzel netice; kulun bütün irâdesini Hakk’m irâdesinde fâni etmesi ve kulluğunu ihsan makâmmda yapmasıdır.

“İhsan; Allah’ı görürüyormuş gibi ibâdet etmen, her ne kadar sen O’nu göremezsen de, O’nun seni gördüğünü bilinendir."22

En sihhath amel; yakînî iman ve huşu ile yapılan ameldir. Tasavvufta hedef; ihsan ve ihlas hâli üzere kulluk yapmaktır.

“Amellerin (dinin) Allah’a en sevimli olanı az da olsa devamlı olanıdır."24

“Sâlih amel; kulun devamlı yaptığı ameldir."2

Seyr u sülûkun devamlı olması ve sâlih amellerin meleke hâline gelmesi gerekir.

“Kim kırk gün, Allah için ihlasla amel ederse, kalbinden diline doğru hikmet pınarları fışkırır."26

Mânevî seyr ve her türlü cihad ihlas üzere olmalıdır.27

22Buhârî, Rikak, 38; îbnu Mâce, Fiten, 16; îbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l Evliya, 26-27 (No:l); Beğavî, Şerhu’s-Sünne, ı, 142; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 696-99.

23Buhârî, iman, 37; Müslim, îman, 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 16 (No:4695); Tirmizî, îman, 4 (No:2610); îbnu Mâce, Mukaddime, 9.

2 Buhârî, îmân, 32, Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirîn, 216; Ebû Dâvud, Tatavvu’, 27; Nesâî, KıyâmuT-leyl, 19; îbnu Mâce, Zühd, 28.

25îbnu Mâce, îkâme, 140, Zühd, 28; Mâlik, Sefer, 90; Ahmed, Müsned, VI, 113,176.

26Ebû Nuaym, Hilye, V, 189; Münzirî, et-Terğib, I, 56; îbnu’l Esir, Camiu'l Usûl, XI, 557 (h.no: 9166); Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 224 (Had. No: 2361) Deylemî, Firdevsu’l- Ahbâr, IV. 213 (Had. No: 6179).

Her türlü ibâdet ve taatta, özellikle mânevi terbiyede İhlasın yeri konusunda Sühreverdî, şu tenbihatta bulunmuştur: "Kulun (halvetindeki niyetinin ve mânevî terbiyesindeki) sıhhatinin alâmeti, bu işin içinde iken ihlasa riâyetle halvetin bereketine

“Rasûlullah (s.a) mescide girdi. Mescidde iki direk arasında gerilmiş bir ip görünce:

"Bu ne diye" sordu. Ashab: "Zeyneb'indir. Burada namaz kılar, yorulduğu veya gevşeklik hissettiği zaman buna tutunur." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s):

"Çözün onu! Sizden biriniz zinde olduğu müddetçe namazını

28

kılsın, yorulduğu veya gevşediği zaman otursun." buyurdular.

“Amellerden gücünüz yettiğini yapınız."

Sülük ve terbiyede itidal esastır.30

“Allah'ım beni göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan daha da kısa bir süre bile olsa nefsime bırakma.Bana verdiğin sâlih amelleri benden çekip alma!"

"Allah'ım! Beni, bir göz yumup açma zamanı kadar da olsa,

nâiliyetinin işâreti; onun kırk günden sonra kalbini tamamen dünyadan çekmiş olması ve ebediyet yurdu olan âhirete yönelmesidir. Çünkü; dünyadan kalbi çekmek (zühd), hikmetin ortaya çıkması için zaruridir. Dünyadan gönlünü çekmeyen, hikmet sâhibi olamaz. Bir kimse kırk gün halvete (yahut benzerî bir terbiye içine) girer de hikmeti elde etmezse; bu onun, halvetin şartlarını ihlâl ettiğini ve (amelinde) Allah için ihlas sâhibi olmadığını gösterir. İhlas sâhibi olmayan da Allah’a ibâdet etmiş olmaz. Çünkü, Allah Teâlâ bizlere ameli emrettiği gibi; amelde ihlas sâhibi olmamızı da emrederek: “Halbuki onlar, ancak, dinde ihlas sâhibi olarak Allah’a kulluk yapmakla emrolundular.” (Beyyine 98/ 5) buyurmuştur. Bkz: Sühreverdî, Avârif, 209 (Trc: 266)

 Buharî, Teheccüd, 18; Müslim, Musafirin, 219; Ebû Dâvud, Tatavvu', 18; Nesaî, Kıyamu’l-Leyl, 17; ibn Mâce, İkame, 184.

2  Buhârî, Savm, 52; Müslim, Sıyâm, 220.

30Eşref Ali Tânevî, “Mücâhedede (seyr u sülükte) orta yolu tutmak” başlığı alunda şunları söyler. “Sülük yolunu benimseyen imamlar, mücâhede ve riyâzette bıkana kadar veya sıhhat bozulana kadar aşırılığa gidilmemesi hususunda ittifak etmişlerdir. Hadis-i şerifte bu eğitimin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır. Bazı kimselerin mücâhedede çok aşın gittikleri nakledilmiştir. Bunlan hemen yanlış değerlendirmemek gerekir. Çünkü; onlarda İlâhî şevkin fazla olması ve kuvvetli muhabbetten dolayı, herhangi bir usanç ve sıhhat bozulması olmayabilir. Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (a.s), yorulup bıkıldığmda oturmayı tavsiye buyurmuşlardır. Onun için sâlike düşen orta yolu tutmaktır.” Bkz: Eşref Ali, Hakikatu’t-Tarika tercümesi (Hadislerle Tasavvuf), 4O.(îst, 1996).

3 Bezzâr. Müsned, Had. No: 3190; Heysemî, a.g.e, X, 181-181.

nefsimin eline bırakma! Beni, küçük bir çocuğun anne-babası tarafından korunduğu gibi himâyet et!"

Sülükte en büyük destek; kulun nefsine değil Rabbine güvenmesi ve devamlı korku içinde iftikâr hâlinde bulunmasıdır?3

“Tevbe bitmeden hicret (sefer) bitmez ve güneş batıdan doğmadan da tevbe sona eremez.” 4

Mücâhede devamlıdır. Herkesi ilgilendirir ve her devirde devam eder.

"Gerçek muhâcir; Allah'ın nehyettiği şeylerden uzaklaşan kimsedir." 5

3 Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, II, Had. No: 1478; Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 262.

33Bkz:Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn, 30; Sühreverdî bu konuda şu hakikati ortaya kor: «Sûfîlerin, Rasûlullah (a.s)'a uymakla elde ettikleri şeylerin en şereflisi, işte bu iftikâr, yani devamlı Allah Teâlâ'ya muhtaç olduğunu bilme hâlidir. Bu hâl ve vasfa ancak, temiz mârifetiyle kalbi açılmış, yakîn nûruyla göğsü aydınlanmış, kalbiyle kurbiyyet mahalline ulaşmış, Cenâb-ı Hakk’la özel muhabbetinin lezzetiyle sun her şeyden boşalmış, bütün bunlardan sonra, nefsi de, emredilen her şeyi yapma durumuna gelmiş bir kul sâhip olabilir. Bütün bunlarla berâber bu kul, nefsini bütün kötülüklerin kaynağı görür, nefsin bir ateş gibi olduğunu, onun bir kıvılcımıyla bütün âlemin yanabileceğim bilir. Ayrıca nefiste bir istikrar bulunmadığını, onun her an değişik bir hâl içine girdiğini farkeder. (Uyanık durur.) Allah Teâlâ, yüce lutfuyla, nefsi sûfîye tanıtmış, Rasûlullah (a.s) Efendimize açtığı gibi, ona da, nefsin hâlini keşfetmiştir. Böylece kul, nefsinin şerrinden devamlı Allah Teâlâ'ya sığınıp, O'ndan yardım istemektedir. Bu durumda nefis, kul için, onu Rabbine sevkeden ve ilticâya sebeb olan bir vesile olmuştur. Bunun için sûfî olan bir kimse, Rabbinden gâfil olmadığı gibi, nefsini kontrolden de geri kalmaz.

"Nefsini bilen, Rabbini de bilir." sözünde, Allah Teâlâ’nın bilinmesi, nefsin bilinmesine bağlanmıştır. Nitekim gece, gündüzle bilinmektedir.” Bkz: Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 47 (Trc: Gerçek Tasavuf, 59).

3 Ebû Davud, Cihad, 2 (II, 5-6, h.no: 2479); Darimî, II, 312 (h.no: 2513); Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’, VI, 186.

Buhârî, imân, 4, 5; Ebû Davud, Cihad, 2, (h.no:2481); Nesaî, îman, 8, 9, 11; Danmî, Rikak, 4, 8; Müsned, II, 160,163.

Ankaravî, tasavvufî yönden gerçek manada seferin bu hadiste de belirtildiği şekilde sûfînin iç aleminde gerçekleştireceği her türlü kötülüklerden uzaklaşma tarzında bir sefer olduğu, bu seferin sonunda salikin Hakk’a vasıl olacağı ve yukarıda zikredilen dört mertebede gerçekleşebileceği seyr ile de kemale ereceği görüşündedir. Ankaravî, age, s. 52vd., Erhan Yetik, îsmail-i Ankaravî, s. 163

"Mücahid; Allah'a itaat hususunda nefsi ile cihad eden kimsedir.” 36

“Mücahid; nefsiyle cihâd edendir.”

Rasûlullah (a.s), bir harb dönüşünde:

“Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız.” buyurdu. Ashab: “Ey Allah’ın Rasûlü büyük cihad nedir? diye sorunca: “Dikkat edin, o nefs mücâhe de sidir.38 buyurdu.

Asıl mesele; insanın, ölene kadar kendisinden ayrılmayacak olan şeytan ve nefis düşmanlarına karşı devamlı bir mücâdele içinde olarak gizli ve açık günahlardan uzak kalmaktır.39

“En azılı düşmanın; iki kaburga kemiğinin arasında (devamlı seninle berâber) bulunan nefsindir.”40

3  Beyhakî, Şuabul-îman, VII, 499, (h.no: 11123). Eşref Ali “Nefs ile olan cihadın büyük cihad olarak isimlendirilmesi” başlığı altında şunları söylemektedirfBüyüklerin kelamında nefs ile olan mücahedeye cihad-ı ekber denilmektedir. Hadiste bunun isbatı vardır. Efendimizin (s.a) ifadelerinde geçen "mücahid..." terkibi ehl-i ilme gizli olmadığı gibi, zahiren hasn cins ifade ettiği gibi hasr-ı kemal için de kullanılmaktadır. îşte bu durumda mana şöyle olun Kâmil bir mücahid nefsi ile cihad edendir. Netice olarak cihad-ı kâmil, cihad-ı nefistir. Kamil ve ekber ifadeleri nefisle olan cihadda aynı şeyleri ifâde ede?? Eşref Ali, a.g.e, 255.

• Tirmizî, Fezâilu’l-cihâd, 2

3  Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, 165 (Had. No: 373); Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, IV, 430 (Had. No: 11260); Hatib, Târih-i Bağdât, III, 523-24; Suyûtî, el-Câmiu’s Sağîr, II, 253 (h.no: 6107; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1,424 (Had. No: 1362).Hatîb, Târîhu Bağdâd, XIII, 523- 4, (r: 7345) Hatîb’in Câbir’den rivâyetinde, büyük cihad: “İnsanın nefsi arzularıyla mücâdelesidir” şeklinde tanıtılmıştır. Bkz: Hatib a.g.e, ay.

3  Sühreverdî, namazda başlarında imam olmak üzere bütün cemaatın devamlı şeytanla muhârebe hâlinde bulunduğunu, mü’minlerin birbirlerine mânevi bir yardımlaşma içinde olduklarını, bu sebeple onlann şeytanla ve nefisle yaptıklan mücâdelede melekler ve başka yollarla gelecek mânevi yardıma, kafirlerle olan mücâdelelerinden daha fazla muhtaç olduklannı, bunun için Hz. Peygamber (s.a.v)’in “(Düşmanla yaptığımız, zaman ve alanı) küçük cihâddan, (nefis ve şeytana karşı ömür boyu yapacağımız, alan ve şekli) büyük cihada dönüyoruz.” buyurduğunu belirtir. Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 316 (Trc: 407) 40Bkz: Beyhâkî, Kitabu’z-Zühd,156-57 (h.no: 343); Zehebî, Mizânu’l-i’tidal, III, 625 (r.

“Meskenete düşürmeden nefsini zelil kılana ne mutlu!.”41

Terbiye ve tezkiyeye nefisten başlanmalıdır.

“Nefsini bilen Rabbini bilir” prensibi, mânevî terbiyenin esâsına teşkil etmektedir.42

Rasûlullah (a.s), Muaz b. Cebel’e birçok ahlâkî tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“Yâ Muaz! Allah Teâlâ kulunu bu şekilde edeblendirmiş ve onları bu şerefli ahlâklarla güzel edeblere dâvet etmiştir.”43 buyurmuştur.

“İslâm; şerefli ahlak ve güzel edeblerle çevrilmiştir.”44

“Kıyâmet günü, mü’minin mizanında güzel ahlâktan daha ağır gelen hiçbir şey yoktur. Şüphesiz güzel ahlâk sâhibi, güzel ahlâkı sayesinde, devamlı nâfile oruç ve namazla meşgul olan kimselerin derecesine ulaşır.”45

Mânevî terbiyenin hedefi; güzel ahlâkı elde etmektir.46 Çünkü Hz.

7857; Gazâlî, age, III, 10);Aclûnî, age, 1,143 (h.no: 412)

41Hadis için bkz: Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, V, 71-72 (h.no: 4615-16);Beyhâkî, es- Sunenu’l-Kubrâ, IV, 182 (h.no: 7783-84), Şuabu’l-iman, III, 225 (h.no: 3388); Buharî, et- TarîhuT-Kebir, İÜ, 398; Heysemî, a.g.e, X, 229; Suyûtî, Camiu’s-sağır, II, 136 (h. no: 5299).

42Bu sözün Hz. Peygamber (s.a.v)’e nisbeti tartılşılmıştır. İlgili değerlerdirme ve açıklamalar için bkz: Sehâvî, el-Mekâsıd, 657 (h.no: 1149); Aliyyu’l-Kârî, el-Esraru’l- Mefu’a, 337 (h. no: 506); Aclûnî, a.g.e, II, 262 (h.no: 2532); Alâedddin Attar, Fetâva’l- İmamı’n-Nevevî, 248; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Haz: S. Uludağ), 310; Suyûtî, el-Hâvî liT-fetâvâ, II, 451-455; Elbânî, Silsiletu Ehâdisi’d-Daîfe, I, 165. el-Mekkî, bu sözün Hz. Ali’ye âit olduğunu söyler. Bkz: el-Mekkî, IlmuT-Kulûb, 59.(Abdulkâdir Ahmed Atâ tahkikiyle, Mektebetü’l-Kâhire, trs.)

43Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, I, 240; Ahmed, Müsned, V, 245; Münzirî et-Terğib, IV, 106-109.

44Bkz: Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, 1,17. (No: 5225).

46Münzirî, et-Terğib, III, 403; Bkz:Tirmizî, Birr, 61; Ebû Dâvud, Edeb, 7. (Hadisin ilk kısmı)

46Ebû Bekir el-Kettânî (322/933), tasavvufu şöyle ta’rif etmiştir: “Tasavvuf, güzel ahlâktan ibârettir. Kim güzel ahlâkıyla senden ilerde ise; tasavvuf yönündenden de senden ileridedir.” Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 235 (Trc: 299).

Peygamber (s.a.v), güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir.47

“Kim, hakkında, (açık veya işâret yollu) bir emrimiz (ve müsâdemiz) olmayan bir iş yarparsa; o, (kişi ve işi) reddedilir.”

Yapılan bütün işler, açık veya gizli bir delâlet yönüyle Kur’an ve sünnete uymalıdır. Bu iki âdil şâhidin tasdik etmediği hiçbir söz, amel, vecd, keşf, hâl, usûl ve uslûb Allah katında geçerli değildir.49.

Buraya kadar zikrettiğimiz âyet ve hadisler, tasavvuf ehlinin “seyr u sülük” ismini verdikleri mânevî terbiyenin usûl, şekil, edeb ve hedefleri konusunda temel kabul ettikleri nasslardan bir kısmıdır. Bunlar, değişik yönleriyle, her müslüman için nefsî terbiye ve kalbî tezkiyede ihmal edilmeyecek emir ve prensiplerdir. Aşağıda tefsirlerin bu konudaki yaklaşımlarını ve ilgili âyetleri tefsir şekillerini gördüğümüzde; meselenin önemini ve her mükellefle ilgisini daha net görebileceğiz.

Şimdi, sûfilere göre, seyr u sülük ameliyesini ve terbiye işini yürütecek kimsenin bu işe nasıl ehliyet kesbettiğini ve hakiki bir mürşidin hangi vasıflarla muttasıf olması gerektiğini ana hatlanyla ortaya koymaya çalışacağız ve tefsirlerin “gerçek bir dâvetçinin vasıfları” konusundaki görüşlerini tesbit ettikten sonra, böyle bir zâtın dâvetini kabulün ve terbiyesine duhûlün gereğini ve sonuçlarını değerlendireceğiz.

C-îrşada Ehliyet ve Terbiyecinin Temel Vasıflan.

Bu işte aslolan; ma’nevî ehliyet, İlmî dirâyet ve fıtrata uygun terbiyettir. Sûfîler, hakiki vârisin sıfatlan ve verâsete ehliyet konusunda çok şey

47Bkz:Buhârî, Edebü’l-Müfred, 90 (No:273); Ahmed, Müsned, II, 381 (No: 8961).

4  Bkz: Buhârî, î’tisâm, 20; Müslim, Ekdiyye, 17; Ebû Dâvûd, Sünne, 5; ibnu Mâce, Mukaddime, 2.

4  Burada, Ebû Süleyman Dârânî (215/8307)’nin şu sözü, gerçek sûfilerin hâlini yansıtması bakımından önemlidir: "Çoğu kez (bazen kırk gün) sûfilere gelen (ilhâm ve vâridat türü) şeyler kalbime gelirdi de; ben onları iki âdil şâhid olan Kitab ve sünnete arzedip gelenin hak olduğuna dâir tasdiklerini almadan kalbime girmesine izin vermezdim" Bkz: Serrâc, el-Lüma’, 146; Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfîyye, 78; Kuşeyrî, Risâle, 1,96. Bu konuda Sehl b. Abdullah (273/886) da: "Kitab ve sünnetin kabul etmediği her vecd (cezbe) hâli bâtılda:.” der. Bkz: Attâr, Tezkire, 339; Sühreverdî, a.g.e, 51.

söylemişlerdir. Bu konuda, ikinci bölümde yeterli açıklamalar verildi. Burada, sûfîlerin yaklaşımıyla, bu ulvî mesleğe ve yükü ağır işe nasıl ehliyet kesbedilğini kısaca tesbit edeceğiz.

a-trşada Ehliyet.

Hiç şüphesiz; bedenî hastalıklarda ehli olmayana tedâvi için gitmek hastalığın artmasına vesile olacağı gibi; kalbî hastalıklarda da nâkıs kimsenin eline düşmek o derece, hatta daha ileri seviyede zarara yol açar. Çünkü; bu işteki zarar dine ve âhirete âit olmaktadır. Sûfîler, böyle kimselere, hakikat yolunu tıkayan insan olarak “kuttâu’t-tarik” demektedirler.50

Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Kim, aslen ehli olmadığı halde kendisini tabib gösterir de, hasta elinde ölürse; diyetini tazmin eder.”5i hadisi, zâhirî hastalıklarda tedâvi ile uğraşanı ilgilendirdiği gibi; sûfîlerin anlayışına göre, aynı hüküm bâtınî hastalık ve terbiye için de geçerlidir. Bunun için, bu işe soyunan kimsenin gerekli bütün ilim, eğitim, tecrübe, salâhiyet ve kıvamı elde etmesi istenir.52

Ebû Tâlib el-Mekkî (386/ 996), Rabbânî bir âlimde şu beş vasfın bulunması gerektiğini söyler:

1-Haşyet, 2-Huşu’, 3-Tavâzu, 4-Güzel ahlak, 5-Zühd.

Mekkî: “Allah’dan kullar içinde ancak, hakiki manada âlim olanlar korkar.”5  âyeti haşyeti,

“Allah için huşu sâhibi olarak, O’nun âyetlerini az bir dünya metaı karşılığında satmazlar.”5  âyeti huşûyu,

“Mü’minler için tavâzü (şefkat) kanadını indir. De ki: Şüphesiz ben apaçık bir korkutucuyum.”55 âyeti tavâzûyu,

“Sen, Allah’dan gelen bir rahmet (ve merhamet) sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer, kaba, (sert) ve katı yürekli olsaydın; muhakkak onlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla (kendilerine müsamahalı davran) ve onlara Allah’tan mağfiret dile. İşlerde onlarla istişâre et.!”56 âyeti güzel ahlâkı,

50Dünya ehli âlimlerin insanlara zararları konusunda bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,141.

51Ebû Dâvud, Diyet, 23; Nesâî, Kasâme, 41; Îbnu Mâce, Tıbb, 16.

52Bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,147.

53Fatır, 35/28

5 Al-i Imrân, 3/199

55Hıcr, 15/88

“Kendilerine (âhiret ahvâline âit) ilim verilenler (Karun’un zenginliğine imrenenlere): “Yazıklar olsun size! îman edip salih amel işleyenler için Allah’tn (cenneteki) sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak (itaat ve taata) sabredenler kavuşur.” dediler.”-'1 âyeti de zühdü ifâde eder, der ve ekler:

“Kimde bu saydığımız hasletler bulunursa o, Aziz ve Çelil olan Allah’ı bilen, mârifet sahibi bir âlimdir. Âlim, dinî meselelerde bir müşkilat çıktığında, ârif ise; kalbi şüphe ve illeder sardığında devreye girer, ümmeti tedâvi eder.”58

Fikrî müşkîlât ve kalbî marazları gidermek için bir çok ilim ve sıfat gerektiğini hatırlatan el-Mekkî, ehli olmadan din adına öne atılanları, Selmân-ı Fârisî’nin (r.a), Ebu’d-Derdâ’ya yaptığı şu ikazla uyarmaktadır:

“Kardeşim! İşittiğime göre; insanların önünde tabibim diye hastalıkları tedâvi yapıyörmüşsün. Dikkat et! Eğer gerçekten tabibsen konuş; sözün şifâ olur. Eğer tabib değilsen; Allah’tan kork! (Yanlış uygulama ve tavsiyelerinle) bir müslümanı öldürme,  yoksa cehennemi boylarsın!”

İmam Rabbânî (1034/1625), şeyhlik postuna oturmak için seyr u sülük ve cezbe işini kemâliyle hitama erdirmeyi gerekli görerek; aksi durumda, nâkıs kimselerin tâliblerin kâbiliyetini öldürüp, yolunu tıkayacağını belirtmiştir.61

Nâkısın ancak noksanlığa götüreceğini ileri süren İmam Rabbânî, kemâl hâlini bulmayan ve kâbiliyetlere uygun kemâlât yollarını bilmeyen kimselere takılan tâliblerin, durumu anlar anlamaz, daha fazla sapıtmadan, derhal onu terketmesini tavsiye eder.62

56Al-i îmran, 3/159

57Kasas, 28/80

58Bkz: el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 146. Mekkî, “IlmuT-Kulûb” adlı eserinde, mârifet ilmine sâhip ehlullahm da kalb hastalıklarının tabibi olduğunu belirtmiş, bu işin ehli olmayanın tabibliğe soyunmasını veya ehli olmayana mârifet ilminden bahsedilmesini bir cinâyet olarak niteleyerek: ‘Doktorunu iyi seç!’ uyarısında bulunmuştur. Bkz: a.g.e, 75-76 5  Bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,147; Gazzâlî, İhyâ, 1,105

60Ebû Nuaym, Hilye, 1,205; Zebîdî, Îthâfu’s-Sâde, 1,659-60.

61 Bkz: İmam Rabbânî, Mektûbât, 1,61. Mek.

62Bkz: İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 23. Mek. (Trc: Akçiçek, I, 77).îmam Rabbânî, mânevî hilâfete, velâyet-i kübrâ sâhibi, kemâlâtını tamamlamış kutb-ı irşâdm nasbedileceğini belirtir. Bkz: a.g.e, 1,260. Mek.

Sehl b. Abdullah (273/886), kulun Allah Teâlâ’nın taatında içiyle ve dışıyla tam bir istikâmeti elde etmedikçe, mârifetullah fezâsında bir yetkiye sâhip olamayacağını belirtir.

Ahmed Zerruk (899/1493), velâyetin diplomasının (menşûru T-velâye) “zikir” olduğunu söylerken,64 Şa’rânî (973/1565), aynı tesbite katılıp bu diplomayı almayı gayba muttali olmanın bir yolu ve bütün vücûdu saran zâtî zikrin, zâkiri, zikredilen zâtın sevgisinde kaybetme sebebi olarak görür.65

AvârifuT-Meârif’te, “mürşidlik rütbesi” konusunda müstakil bir bölüm açan ve mürşidlik rütbesinin sûfîler nazarında rütbelerin en yükseği ve kullan Allah’a dâvette peygamber vekilliği olduğunu belirten Sühreverdî66 (632/1234), kâmil mürşidin irşada ehliyetini, güzel bir terbiye ile nefsinin çirkin sıfatlannın temizlenip kalbin mutmain olmasına, nefsin serkeşliğinin gidip tamâmen taat ve ibâdete yumuşamasına ve böylece sâlikin, âyet-i kerimede anlatıldığı gibi: “Sonra onların derileri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar.”  kıvamına gelmesine ve böylece “İşte onlar, Allah’ın hidâyetine ulaştırdığı kimselerdir; artık sen de onların yoluna uy!”6* âyetinin belirttiği kendilerine tâbi olunma hâline ve imâmet makâmına yükselmesine bağlamıştır.69

Peygamberi mirâsa sahip olmak ve kullan Hakk’a irşad için, önce nefsinde kâmil olup başkasının nefsini kemâle erdirme yetkisine ulaşmak ve bunun için kâmil-mükemmil bir mürşidin terbiyesinde mânevî doğumun gerçekleşmesi gerektiğini belirten Sühreverdî,70 Hakk yolunda sülük edenlerin dört kısma

63Bkz: Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, 152 (No:323).

 Bkz: Zerruk, Kavâidu’t-Tasavvuf, Kâide, 69.

65Bkz: Şa’rânî, el-Envâru’l-Kudsiyye, 1,43.

66Sühreverdî, Avârif, 83. (Trc:Gerçek Tasavvuf, 102)

67Zümer 39/23.

68En’âm 6/90.

69Sühreverdî, a.g.e, 84.

70Sühreverdî, a.g.e, 85. Mânen kemâle erme ve melekût âlemindeki sırlarına gözünü açma, İlâhî sırlara vâkfı olma şeklinde tamlanan mânevî doğum hakkında Sühreverdî şu açıklamayı yapan “Bir de şu nokta var: Allah Teâlâ’nın, sohbet edenle sohbet edilen (mürşidle, mürid) arasında güzel bir kaynaşma meydana getirmesi sebebiyle, bir çocuğun ayrıldığını, bunlann:

1-Mücerred sâlik (cezbesiz sülük eden).

2-Mûcerred meczûb (sâdece cezbe hâlinde olan ve kalan).

3-SâIik-i meczûb (önce sülûke başlayıp, peşinden cezbeye ulaşan).

4-Meczûb-i sâlik (hidâyette cezbe hâlinde olup, ardından sülûke başlayan).kimseler olduğunu, birinci ve ikinci gruptakilerin irşada ehil olmadığını, üçüncü grubun bazı durumlarda irşadda noksan kalacağını, ancak dördüncü grubtaki ârifin bu işe tam ehil ve ehliyetli olup, hadis-i kudsîde: "Kulum bana, nâfile ibâdetleriyle devamlı yaklaşır, nihayet onu severim. Ben (bir) kulumu sevince; onun gözü, kulağı, eli ve ayağı olurum. O, benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür."  şeklinde belirtilen bir makam ve yetkide mânevî tasarruf sahibi, Hakk’m irâdesinde fâni, kulluğu safi, kelâmı nâfi, nazarları şâfî bir kimse olduğunu zikretmiştir.72

b-Mûrşidde aranan temel vasıflar.

Sûfîler, irşad görevini yürütecek kimsede bulunması gereken ahlâkî sıfat ve

tabii doğumla babasının bir parçası olduğu gibi, mürid de, mürşidinin bir parçası durumuna gelir. Bu doğuş, mânevî bir doğuştur. Nitekim Hz. îsâ (a.s) bu mânada şöyle demiştir: "İkinci doğumu (mânevî inkişâfını) gerçekleştirmeyen kimse; semânın melekûtuna yükselemez."

Kişinin birinci doğumu; onun âlem-i mülk ile irtibatını sağlar, ikinci, mânevî doğuş ise; melekût âlemiyle olan irtibatını te’min eder. Allah Teâlâ, bu gerçeği ifâde için şöyle buyurmuştur.

"Böylece biz, İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu (sır ve acâibliklerini) gösteriyoruz ki; (kudret ve azametimize) yakînen inananlardan olsun.” (En’âm 6/75) insanın kemâle ermesi için lâzım olan kesin yakîn, (mürşid terbiyesi ile meydanan gelen) ikinci doğumla hâsıl olur. Bu doğuşla insan, peygamberlerin (mânevî) mirâsını elde etmeye hak kazanır. Kendisine, peygamberlerin mirası ulaşmayan kimse, her ne kadar olgun anlayış ve zekâ sâhibi olsa da, o daha (mânevî doğumla) doğmamış, mâna âlemine gözünün açmamıştır. Çünkü anlayış ve zekâ, aklın sonucudur. Akıl ise, Islâm’ın nûrundan nasîbi olmayınca, melekût âlemine dalamayıp, mülk âleminde akla dayalı ilimler içinde çırpınır durur. Bunun için akıl, matematik gibi sırf akla dayalı ilimlerde derinleşmiş (ve bir netice almıştır). Çünkü bu tür şeyler, mülk âlemine âid işlerdir. Fakat bu akıl, melekût âlemine yükselemez.” Bkz: Avârif, 85-86 (Trc: 105-106 7 Buhârî, Rikak, 38; îbnu Mâce, Fiten, 16; Benzeri rivâyetler için bkz: Ahmed, Müsned, VI, 256; Tabarânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VIII, 221-222. (No: 7880); îbnu Ebi’d-Dünyâ, Kitâbu’l-Evliyâ, 26-27. (No: 1.) 79

Sühreverdî, a.g.e, 87-90. (Trc: 109-112-c). Bu grublann açıklaması, tezimizin “Velilerin dereceleri ve sınıflan” bölümünde özetle verilmiştir.

haller konusunda çok şey söylemişlerdir. Biz bunlardan en önde ve önemli olanlarını kısaca arzedeceğiz. Burada yapacağımız tesbitler, aynı zamanda, az önce değindiğimiz “irşada ehliyet” konusunun da bir yönüyle mütemmimi durumunda olacaktır. Bu vasıflar, kısaca şunlardır:

1-Yakînî iman.

Yakîn; kesin ve apaçık bilgi, şüphe ve tereddüde mahal olmayan doğru ve gerçek manalarına gelmektedir.73

Hakikat ehli nazarında, herhangi bir hüccet ve delile dayanmadan, sırf îman kuvvetiyle (hakikatleri) lyân olarak görmek şeklinde anlaşılan yakîne; kalbî safiyetle ğaybı müşâhede, fikri muhâfaza ile sırlan mülâhaza ve kalbin turna’nineti ile eşyanın hakikatma ulaşma mânaları da verilmiştir.74

Cüneyd el-Bağdâdî (297/909), sahih imanı velâyetin tâ kendisi görür.75

İnsanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran ve onu mukarrabûndan eden ilmin ancak yakîn ilmi olduğunu belirten Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996),76 “Yakin, tamamıyla imandır.”™, “Yakini öğreniniz”™ gibi hadislerin bu ilmin

73Uludağ, a.g.e, 528.

74Bkz:Cürcânî, Ta’rîfât, “Yakîn” mad; Pakalm, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, IH, 602. Yakinin ta’rif ve taksimleri için bkz: el-Herevî. Menâzilü’s-Sâirîn, 25 (Kâhire, 1966); Kâşânî, Şerhu Menâzilü’s-Sâirîn, 282-285 (Kum, 1413 hicrî); ibnu Kayyim, Medâricü’s-Sâlikîn, II, 413-422 (Beyrut, 1988)

75Bkz: Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 66 (Trc:Gerçek Tasavvuf, 82). Sühreverdî buna şu izâhı getirir: “Şüphesiz sûfiler, yüce halleri ve insanların çoğunun anlayamayacağı gizli tarafları ile toplum içinde ayn konum ve özelliğe sahiptirler. Çünkü onlar, kader sırrını ve ilmin inceliklerini açıklayabilecek, Cenâb-ı Hakk'm emrinin ve O’na yaklaşmanın büyüklüğünü ifâde edebilecek kimselerdir. Bu hususlara iman etmek, Allah'ın kudretine iman etmek demektir. Bazı gruplar, evliyânm kerâmetlerini inkara gittiler. (Halbuki buna hiçbir sebep yok). Çünkü bütün kerâmetler Allah'ın kudreti (ve izni) ile olmaktadır. Kerâmetlere iman etmek; Allah'ın kudretine iman demektir. Sûfîlerde bu tür ilim (ve hâl) ler mevcuttur. Onlann yol ve hâline ancak, Allah'ın özel inâyetine mazhar olmuş kimseler iman (ve sulûk) eder.” Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 66.

7 el-Mckkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 135.

77Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, 361 (No: 984); Ebû Nuaym, Hilye, V, 24; Tabarânî, el- Mu’cemu’l-Kebîr, IX, 107; Hâkim, Müstedrek, II, 442; Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, III, 437 (Had. No. 7331); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1,57.

7  Ebû Nuaym, Hilye, VI, 95; Zebîdî, Îthhafu’s-Sâde, I, 409; Ali el-Muttaki, Kenzu’l- önemini ortaya koyduğunu, mârifet ilmi olmadan kulun kemâlat sâhibi olamayacağını ileri sürmüştür.79

Yakînî imanın Kur’an dâhil, bütün ilimlerden önce geldiğini, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ashâbına öncelikle bunu öğrettiği zikreden Mekkî, Abdullah b. Revâha’nın, ashâba: “Geliniz, oturup (iman hakikdtları üzerinde konuşarak) bir saat (yakînen) iman edelim!” sözünün;80 yakînî imânın gereğini, yerini ve elde ediliş şeklini ortaya koyduğunu belirtmiştir.81

Necuddin Kübrâ (617/1221), asıl maksadın yakîn ve irfana ulaşmak

Ummal, III, 438 (Had. No. 7337)

79Ebu Talib el-Mekkî, a.g.e, I, 157. el-Mekkî, yakinin üç makam üzere bulunduğunu belirtir: “1-Muayene makâmı: Bu mertebede bilinen, görülene ters düşmez. 2-Tasdik ve teslim makamı: Bu, haberlerde kendisini gösterir. Bu mertebede Allah’ı bilen kimse, O'ndan haber veren bir müslümandır. 3-Yakînin en alt derecesi olan zan makâmı. Bu, ilim, doğru haber ve âlimlerin sözleriyle kuvvet kazanır.” Bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,136.

80Bkz: Münzirî, et-Terğıb, II, 403; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, 1,371.

81Ebu Talib el-Mekkî, a.g.e, I, 150. el-Mekkî, yakinin kendiliğinden hâsıl olmadığını, İlâhî tevfikin mücâhedeye bağlandığını, kula ihlasla hizmet gerektiğini şöyle açıklan Kul, ilk hâliyle biraz sıkıntı ve meşakkat içeren ve bir takım edeb ve hükümlerden oluşan mücâhededen sonra, rahatlık ve nzâ hâli olan ilmü’l-yakine ulaşır. Bu, kulun doğru yola girmesidir. Bütün bunların evveli, kulun, nasuh bir tevbeden sonra, (sâdık) müridlerin hallerine sahip olması, nefis ve şeytan ile mücâhede edenlerin amellerine sarılmasıdır. Kul, (bu hallere devamla) yakinî düşüncelere ulaşır. Bu, mücâhede ehlinin ulaşacağı bir neticedir. Nitekim, Yüce Allah: “Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri, mutlaka, (bize gelen ve getiren) yollarımıza ulaştırırız.” buyurmuştur. Yani onlar, nefis ve mallarıyla Allah için cihad ettiler, düşmanlan olan şeytanla savaştılar. Çünkü o düşman, kendilerini, fakirlikle korkutup, fuhşiyatı emretmektedir. Onlar ise, bütün bunlara sabredip ona galib geldiler. Bu uğurda nefis ve mallannı (Allah’a) sattılar. Böylece, hevâ ve hevesin bağından azad olup, İlâhî hesabın dehşetinden kurtuldular. îşte bu kimseler için, Cenab-ı Hakk: “Muhakkak, onları, (razı olduğumuz kulluk) yollarımıza ulaştırırız”, buyurdu. Ayette şu denmek isteniyor: Onlara, (manevî) ilimlerin keşif yolunu açarız, kendilerini en derin anlayıştan işitmeye muvafffak kılanz. Bizim uğrumuzdaki ve yolumuzdaki güzel mücâhedeleri sebebiyle, onlan, bize yaklaştıracak yollarımıza ulaştırırız. Bu iş, şu İlâhî hükümle son bulmuştur: “Şüphesiz Allah, iyilik yapanlarla beraberdir.(Ankebut, 29/69) Bu, İlâhî sıfatlann tecellisini müşâhede makâmıdır. Artık, uğruna mücâhede edilen zat kendileriyle beraberdir. O, önce tevfîki ile onlarla beraber olmuştur. Onlar da, O’ndan gelen destekle O’nun için sabretmişler, O, işin sonunda da kendileriyle beraber olmuş ve onlar bu sayede nefislerine yannki gün için iyilikte bulunmuşlardır.” Bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,120.

olduğunu, tarikata sülük edip gayb âleminde iyi ve kötüyü göremeyen kimsenin terbiye ve irşada ehil olmadığım belirtir.82

Sühreverdî (634/1232), yakin ilmini, ilimlerin en üstünü görerek;83 “tevhid”, “mârifet” ve “müşâhede” makamlarının husûlünü de yakine bağlamış84 bütün güzel ahlakların ve samimi kulluğun ancak yakînî bir imanla hâsıl olacağını, ümmet içinde yakinden en büyük payı elde eden sûfi ve âriflerin en yükset mârifete sâhip olduklarını zikretmiştir.85

Gazzâlî (505/1111), yakinin bu yolda temel ve esas olduğunu hatırlatarak, bütün güzel hallerin yakînî imân sâyesinde elde edildiğine dikkat çekmiştir.86

2-Kitab ve sünnet ilmi

Câhil önderin yapacağı tek şey vardır, o da; hadis-i şerifin ifâdesiyle,87 sapıtmak ve tâbilerini hak yoldan saptırmak. Ömer b. Abdulaziz’in (101/720) uyardığı gibi; ilmisiz amel (ve dâvet) yapanın ifsad ettiği, ıslah ettiğinden daha çoktur.88

Sülemî (412/1021), Allah Teâlâ’nın hükümlerini ve Rasûlullah (a.s)’ın sünnetlerini bilmeyen câhillere sûfi denmeyeceğini, zâhirî hükümleri güzel yapamayan kimselerin bâtınî tehzib ve terbiyede muvaffak olamayacaklarını, ilimde râsih, halde kâmil olmayanlara esrân ilâhiyyenin emânet edilmeyeceğini belirtir.89

“Seyyidü’t-tâife” ünvânı ile tanınan Cüneyd el-Bağdâdî (297/909), bu konuda şu kesin teşhisi koymuştur: “Bizim yolumuz Kitab ve sünnete bağlı ve her şeyi ile onlarla kuşatılmıştır, Sülûkundan önce (gerektiği kadar) Kur’an’ı ezberlemeyen ve (lâzım olan) sünneti yazıp öğrenmeyen kimseye bu yolda tâbi olunmaz.”90

82Bkz: Necmüddin Kübrâ, Fevâtihu’l-Cemâl (Hatmu’l-Velâye ekinde), 473. Tasavvufî

Hayat (Haz: Mustafa Kara), 159, Dergah yay, 1980.

83Sühreverdî, Avârif, 42 (Trc:53).

84Suhreverdî, a.g.e, 40 (Trc:49).

85Suhreverdî, a.g.e, 42.

86Bkz: Gazzâlî, Ihyâ, 1,110-111 (Beyrut, 1992).

87Câhil reislerin durumunu bildiren hadis için bkz: Buhârî, İlim, 24; Müsli, İlim, 13;

Tirmizî, ilim, 5; îbnu hace, Mukaddime, 8; Ahmed, Müsned, II, 162, 190,203.

88Söz için bkz: îbnu Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-îlm, I, 33.

89Bkz: Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn (Süleyman Ateş’in tahkikiyle Sülemî’nin Risaleleri içinde), 11. (Ankara, 1981).

90Bkz: Kuşeyrî, Risâle, (Abdulhalîm Mahmud’un tahkikiyle), I, 118; Subkî, Tabakâtu’ş- Şâfıyye, II, 36.

Ebû Osmân el-Hîrî (298/910), her işinde sünneti âmir kılmayanın söz ve fiilinde bidatlara bulanacağına dikkat çekerek, hedefe ve hayra ulaşmanın formülünün : “Eğer ona itaat ederseniz hidâyeti bulursunuz.”  âyetiyle ortaya konduğunu belirtmiştir.92

Ebû Hafs Haddâd (264/878): “Biz, işlerini, sözlerini ve hallerini Kitab ve sünnet terâzisinde ölçmeyini ricâlullahtan saymayız!”93 sözüyle, Allah adamı olmanın yolunu ve ölçüsünü göstermiştir

Bu yolun imamları, Allah Tâlâ’nın yolunu bilen kimseye ona sülûkun kolay olacağını,94 Hz. Peygamber (s.a.v)’e ittibâdan başka Hakk’a vuslatın mümkün olmadığını, 95 ilim olmadan edebin korunamayacağını,96 mürşid olan kimsenin bir elinde: “Kâlallah” diyeceği Kitab, diğerinde “Kâle Rasûlullah” diyeceği sünnet bulunması gerektiğini, câhilin vâsıl ilellah olamayacağı gibi, başkasını vuslata hiç erdiremeyeceğini, Allah Teâlâ’nın câhili dost edinmeyeceğini, dost edindiği kimseyi de câhil bırakmayacağını belirtmişlerdir.97

Kıyâmete kadar gelecek bütün insanları sapıtmaktan koruyacak iki şey vardır, onlar da; Allah’ın Kitâbı ve Rasûlünün (a.s) sünnetidir.98 Bunların dışında -bu iki âdil şâhidin tasdik ettikleri hâriç- hiç bir şeyin emniyeti ve kıymeti yoktur. Bu şeyler, insanların nazarında hâıikulâde vasfını taşısalar bile.

Hak üzere terbiyet veren tarikatlarda mürşide hilâfet için İlmî icâzetin şart koşulması, işin emniyeti için güzel bir durumdur. Ancak bu icâzetin muhtevâsı ve ileride ümmetin irşadına namzet olan şahsın, fıtrat kânunlarına, güzel dâvet kurallarına, şahsiyet farklılıklarına uygun biçimde İlâhî emir ve mesajları devrinin insanlarına takdim ve tebliğ etmesi, bu yol ve yolcular için çok önemlidir. İleride değineceğimiz gibi; Allah ve Rasûlünün emirlerini bilmenin önemi kadar, bu emirlerin tebliğ edileceği insanların fıtratını, onlann takbik edileceği zaman ve mekanın şartlarını bilmenin de gereği vardır.

91Nûr 24/54.

92Bkz: Kuşeyrî, a.g.e, 1,122.

93Bkz: Câmî, Nefahâtü’l-Üns, 185 (Mârifet yay. İst. 1995); Ibnu Kayyım, Medâricu’s-

Sâlikîn, II, 484 (Beyrut, 1988).

94Kuşeyrî, a.g.e, 1,150; Attâr, Tezkire, 729.

95Kuşeyrî, a.g.e, I, 117.

96Attâr, Tezkire, 519.

97Bkz:Esad Sâhib, Bağiyyetü’l-Vâcid fi Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, 31-32 (Dimeş,1334);

Ayrıca bkz: Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, 62. (Haz: Dilâver Selvi-Kemal Yıldız, İst, 1993).

98Bu konudaki hadis için bkz:Ebû Dâvud, Menâsik, 56; Ibnu Mâce, Menâsik, 84; Mâlik, Kader, 3; Ahmed, Müsned, III, 26.

3-Kâmil Takvâ.

Hakk’a dâvet ve irşâd makamının gerçek sâhibi Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. Bu yolun hedefi olan takvâ ve mârifetullahı en üst seviyede elde eden O’dur. Bu işte O’na vâris olanların, derecelerine uygun seviyede bunları bulmaları ve korumaları verasetin gereğidir. Yoksa; bu makâm temsil, o dâvet tebliğ edilmiş olamaz.

Kur’an, velinin ta’rifini iki şeyle bitirmiştir: 1-Yakînî iman, 2-Kâmil takvâ. Bunları elde edene dünya ile âhiretin bütün müjdeleri verilmiştir.99

Ebu’s-Suûd (982/1574), “Dikkat edin! Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar, iman edip takvâya ulaşan kimselerdir âyettinde anlatılan velilerin, Allah Teâlâ’ya rûhânî yakınlık sağlayan mü’minlerin seçilmiş kesimi olduğunu, onların bu dereceyi, bütün hayırların temeli olan yakînî iman ve kâmil takvâ ile elde ettiklerini, bu takvânın; “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun!”  âyetiyle istenen ve “insanın sırrını Cenâb-ı Hakk’tan alıkoyan bütün şeylerden kesilerek bütünüyle O’na yönelmek” şeklinde ta’rif edilen en üst mertebedeki takvâ olduğunu, veli deyince akla gelen mânevî şühûd ve İlâhî yakınlığın bu takvâ ile hâsıl olacağını belirtir102

Kuşeyrî (465/1072), nebinin günahlardan ma’sûm olmasının şart olduğu gibi; gerçek bir velinin de İlâhî himâye ile günahlardan korunmasının şart olduğunu ileri sürerek: “Üzerinde şeriatın reddettiği bir hâl bulunan kimse veli değil, aldanmış birisidir.” demiştir.103

Beyazid-i Bistâmî’nin (261/875), kâmil şeyh diye ziyâretine gittiği bir zâtın

"ilgili âyet için bkz:“Haberiniz olsun ki, Allah’ın velîleri (dostları) için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir.Onlar, iman edip (gerçek) takvâya ulaşmış kimselerdir. Dünya hayatında da âhiret hayatında da onlar için nice müjde (ve kerâmet)Ier vardır. Allah’ın söz (ve hüküm) lerinde aslâ bir değişme yoktur. îşte bu (hâle ve va’de ulaşmak) en büyük kurtuluştur.” (Yunus 10/62-63).

100Yunus 10/62-63.

101Âl-i îmrân 3/102.

102Ebu’s-Suûd, Irşâdu’l-Akli’s-Selîm, IV, 158-159. Müellif burada, takvânın üç derecede tahakkuk ettiğini; bunun birinci ve en alt seviyesinin şirkten sakınmak, ikinci derecenin günahlardan korunmak, üçüncü ve en üst seviyenin de; kalbi ve sun Allah’dan gayri şeylerden muhâfaza etmek olduğunu, velilerin bu üçüncü derecedeki takvâya sâhip olduklarını zikretmiştir. Kuşeyrî, kâmil takvânın şu sıra ile tahakkuk ettiğini belirtir: Önce, kalbi şirkten temizleme, peşinden günahlardan sakınma, peşinden şüpheli şeyleri terk ve daha ilerisinde fuzûlî şeyleri bir kenara itme. Bkz: Kuşeyrî, Risâle, 1,306.

103Bkz: Kuşeyrî, a.g.e, II, 521.

mescide giderken dikkat etmediği bir edeb sebebiyle yanma bile uğramadan geri dönüp : “Bu adam şeriatın bir edebini bile muhâfaza edemezken, nasıl olur da esrâr-ı ilâhiyye hakkında kendisine emniyet edilir/”104 demesi meşhurdur ve bu işin ciddiyeti açısından da güzel bir örnektir.

Sühreverdî (632/1234), Rasûlullah (a.s)’ın dâvet ve irşâd makâmına vekâlet eden kâmil mürşidlerin, bütün günah kirlerinden temizlenerek kalblerinin İlâhî nurlan yansıtan bir ayna durumuna geldiğini, basîretlerinin açıldığını,105 gerçek hidâyet ve kâmil takvâ üzerinde oldukları için muttakilerin imamı yapıldıklarını,106 Rasûlullah (a.s) ile ma’nevî beraberlikleri sebebiyle elde ettikleri nûrânî hâl ve Rabbânî ilimleri aynı yolla müridlerine intikal ettirdiklerini,107 irşada ehil kılman ve “el-mahbübu’l-murâd” olan kâmillerin, seyr u sülüklerinin son noktasında tam bir yakînî imâna ulaşıp, bütün varlığı, his ve hayâli ile Allah’a secde ve kulluk ettiklerini,108 öyleki; vücutlarından bir tüyün dahi kulluktan geri kalmadığını, bu hâyliyle onlann ibâdetlerinin meleklerin ibâdetine benzediğini zikretmiştir.109

Gazzâlî (505/1111), “İhyâ”da, âhiret âlimlerinin hallerini geniş geniş anlatmış,110 “Ravdatu’t-Tâlibîn ve Umdetü’s-Sâlikîn” adlı eserinde sülük ve terbiye konulannı daha öz bir şekilde ele almış ve tam bir takvâ hâlini elde ederek İlâhî huzurda kabul görmenin yolunu şöyle ta’rif etmiştir: “Âzâlannı isyandan, nefsini alıştığı âdetlerden, kalbini beşerî zulmet ve katılıktan, sımnı tabiatın kirlerinden, rûhunu hissî perdelerden, aklını hayâlî ve boş düşüncelerden arındırmadıkça İlâhî

104Bkz: Kuşeyrî, a.g.e, II, 521; îbnu Kayyım, a.g.e, II, 484.

105Bkz: Sühreverdî, Avârif, 83 (10. bl),

106Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 84 (Trc: Gerçek Tasavuf, 103.)

107Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 86.

108Sühreverdî, a.g.e, 89. (Trc:112)

1 "Sühreverdî, a.g.e, 90. Müellif, irşada tam ehliyet kesbeden ârifin hâl ve sıfatlarını uzun uzun anlattıktan sonra şu sonuca varır: “işte kim, anlattığımız bu hâl ve makamları elde etmişse; o, mutlak bir mürşid-i kâmil, gerçek bir âif-i billah ve asıl hürriyetine kavuşmuş bir sevgilidir. Onun nazarı devâ, kelâmı şifâdır. O, Allah Teâlâ ile konuşur, O'nunla suküt eder. Nitekim, bir kudsî hadis-i şerifte bu durum şöyle anlatılmıştır:

"Kulum bana, nafile ibâdetleriyle devamlı yaklaşır, nihayet onu severim. Ben (bir) kulumu sevince; onun gözü, kulağı, eli ve ayağı olurum. O, benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür.” (Hadis için bkz: Buhârî, Rikak, 38; îbnu Mâce, Fiten, 16; îbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l Evliya, 26-27 (No:l); Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1,142; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 696-99) 110Bkz: Gazzâlî, îhyâ, I, 87-120.

yakınlığa ulaşamazsın.111

Âyet-i kerimede zikredildiği şekilde: “Allahım! Bizi, muttakiler için bir imam yap!”11'2, duasıyla dinde riyâset, takvada imâmet isteyenlerin, îbnu Atıyye’nin (546/1151) belittiği gibi; önce kendilerinin gerçek takvayı elde etmesi gerekli olmaktadır.113

4-Teşhiste basiret, tesbitte ferâset ve terbiyede siyâset ilmi.

Rasûlullah (a.s)’a vekâleten ümmetin irşadını üstlenen kimsenin, dâvet ve terbiye işinde de O’nu ta’kib etmesi, karşısındaki insanların tabiatlarını, kâbiliyederini, güçlü ve zayıf oldukları noktalan, cibillî ve hulkî haslederini bilmesi, ona göre ahlâkî eğitimini gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Bunun için yakînî imân, sağlam ilim, kâmil takvâ yanında Rabbânî bir basiret, nûrânî bir ferâset ve peygamberi bir siyâset şarttır. İlâhî dâvet basiret istemektedir. Bu: “Rasûlüm! De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben, bana tâbi olanlarla birlikte, bir basiret üzere Allah’a dâvet ediyorum.” Allah’ı (noksan sıfatlardan ve ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”  âyetiyle ortaya konmuştur.

Basiret; gaflete düşmeden ve duygulara kapılmadan ileriyi ve gerçekleri isabedi olarak görme yeteneğidir.115 O, kudsî nurlarla nurlanmış kalbin kuvveti olup Hakk’m hidâyeti ile perdelerin kaldınlmasıdır. Varlıkların hakikati ve içyüzünü gösteren bir vâsıtadır. Eşyânın dış şekillerini gören baş gözü ne ise; hakikatian keşfedecek kalb için basiret de odur.116 îbnu Kayyım’ın (751/1351) ifâdesiyle, basiret; Allah’ın kalbe attığı öyle bir nurdur ki, onunla Rasûlullah (a.s)’m getirdiği şeylerin hakikati anlaşılır ve insan onlardaki sim gözüyle görmüş gibi olur, ona göre hareket eder, o gerçeklere muhâlefetten sakınır. Ârif onunla, İlâhî esmâ ve sıfatın, emir ve nehyin, va’d ve vaîdin hakikatini anlar.117

Kâmil mü’min keskin basiret ve ferâset sâhibidir. Ferâset; Allah’ın kalbe

 Bkz: Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn, 12. (Dâru’n-Nahdati’l-Hadîsiyye, Beyrut, trs.) 112Furkan 25/74.

113Bkz: îbnu Atıyye, el-Muharraru’l-Vecîz, IV, 222; Kurtûbî, el-Câmi’, XIII, 83.

114Yusuf 12/108.

115Uludağ, Tasavvufî Terimler Sözlüğü, 85. Ayrıca bkz: D.Î.A, Basiret, Mad. V, 103.

1  Kâşânî, a.g.e, 292-293; Cürcânî, a.g.e, 71; Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, 215; Hıfnî, Mu’cemu Mustalahâü’s-Sûfiyye, 35; Geniş bilgi için bkz: D.Î.A, Basiret, Mad. V, 103.

117Geniş bilgi için bkz: îbnu Kayyım, Medâricu’s-Sâlikîn, I, 129-136; Kâşânî, Şerhu Menâzili’s-Sâirîn, 236-242.

verdiği ilhamla yakînî bilgiye ulaşma, bir şeyin gerçeğini keşf ve gaybı muâyenedir.118 Ariflerin feraseti sahih olduğu için tahkik ifâde eder.119

Kuşeyrî’nin (465/1072) yaklaşımı ile; “Mü’minin ferâsetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.”120 hadisiyle anlatılan ferâset; imanın kuvveti nisbetinde hâsıl olur. Şu halde imanı en kuvvetli olan, feraseti en keskin olan kimsedir.121

Şâh Şucâ el-Kirmânî’nin (270/883) belittiği gibi; gözü haramdan korumak, nefsin arzularına uymamak, murâkabeye devam ederek kalbini, sünnete ittiba ederek de dışını ma’mur hâle getirmek ve helal lokma yemek, sahih ferâset için şarttır.122

Sühreverdî (632/1234), kâmil mürşidlerin derin ve keskin basiretleriyle müridlerin bâtınlarına vâkıf olup mânevî tasarruf yetkisine sâhip olduklarını, müridin hâli hangi tedâviyi gerektiriyor ve hangi uygulama nefsin ıslahına uygun geliyorsa ona göre muâmelede bulunduklarını, insanların kâbiliyetleri farklı olduğu için, onların Hakk yoluna dâvetlerinin de farklı derece ve şekillerde yapılması gerektiğini, bunun:

"Rasûlüm! İnsanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlara karşı en güzel mücâdele şekliyle mücâdele yap.”122 âyetiyle ortaya konduğunu, insanların kimisinin hikmetle, kimisinin güzel öğütle, kimisinin de uygun bir müdâhale ile hak yola çağrılacağını belirtir.124

118Kaşânî, a.g.e, 294; Cürcânî, a.g.e, 213; Ankaravî, a.g.e, 216; Haşan Şarkâvî, Mu’cemu Elfâzı’s-Sufiyye 224-225 (Kâhire, 1992); Kuşeyrî, Risâle, II, 481; Hıfnî, a.g.e, 205; D.I.A, Firaset Mad. IV, 640; Uludağ, a.g.e, 181.

119Hıfnî, a.g.e, 205.

120Tirmizî, Tefsîr, 16, (No:3127); Tebarânî, el-Kebîr, No: 7496; Hatib, Tarih, V, 99;

Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 267; Elbânî, Daîfe, No: 1821.

121Kuşeyrî, a.g.e, II, 480.

122Kuşeyrî, a.g.e, II, 483; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 143.

123 Nahll6/ 125

124Bkz: Sühreverdî, Avârif, 99. (Trc: 125). Sühreverdî, kişişel farklara göre dâvetin şekillerini şöyle açıklar: “Hikmetle dâvet, İlâhî dâvette bir rütbedir, öğüt ve güzel mücâdele de aynı şekilde özel bir usûl ve dâvet şeklidir. Hikmetle Hakk yoluna dâvet edilecek kimse, nasihatla çağrılmaz. Onun dâveti, ancak hikmetle güzel (ve faydalı) olur. Mürşid-i Kâmil, kimin nasıl irşâd edileceğini, kimin ebrâr, kimin mukarrabûn usûl ve üslûbunda terbiye edilmesi gerektiğini bilir. Yine; kimin zikre, kimin (nafile) namaza devam etmesi gerektiğini, kimin katı ve kalın, kimin güzel elbise giymede hevâsına uyduğunu bilir ve müride en uygun olanı tercih ederek, onu içine düştüğü kötü âdetlerinden ve nefsin darlığından kurtarır. Kendi irâde ve ihtiyarı ile ona en uygun elbiseyi giydirir, en faydalı

Bir mürşidin koruması gereken edebleri sayarken; sözünü İlâhî irâdeye uygun biçimde ve insanların kabiliyetlerine göre konuşmasını zikreden Sühreverdî, her müridin seyr u sülükte farklı bidâyet ve nihâyet hallerinin bulunduğunu belirtmiş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in de, insanların akıllan ölçüsünde konuştuğunu, ashâbm değişik durumlanna göre farklı hükümler uyguladığını hatırlatmıştır.125

yemeği yedirir. Özel hırka ve terbiye usulleriyle, müridin hevâ hastalığını tedâvi eder. Böylece onu, Mevlâsınm rızâsına hazırlar. Gönlü (Hakk’ı) irâde ateşiyle tutuşan sâdık bir mürid, hidâyette, bir yılan veya akrep tarafından sokulup, kendini tedâvi edecek bir doktoru arayan kimse gibidir.

Bu durum ve niyette olan bir mürid, kâmil bir mürşid ile karşılaştığı zaman; mürşid onun hâline vâkıf olduğu için, bâtınından ona karşı güzel yardım duygusu kabarır ve müridin bâtınında da o mürşide karşı, aralarında, Allah için, Allah yolunda ve Allah'ın tevfikiyle oluşan kalbi ülfet ve ruhlar âlemendeki ünsiyet sebebiyle, İlâhî bir muhabbet meydana gelir. Şu halde, bir müridin mürşidinin elinden giydiği hırka, ona, bu sâyede mürşidinin güzel mânevî yardımlarının geleceğini müjdeler ve mürid için Yusuf Aleyhisselam'ın gömleğinin Yâkub aleyhisselam üzerinde yaptığı hâl ve te’siri icrâ eder.” Bkz: a.g.e, 41,100 (Trc: Gerçek Tasavvuf, 125-126).

125Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 415-416.(Trc: 537). Sühreverdî, mürşide gereken edebleri, on maddede şöyle özetlemiştir: 1-îrşâd işine nefsi adına tâlib olamamk, 2-Konuşmasını İlâhî irâdeye uygun ve insanların kâbiliyetine göre yapmak, 3-Özel bir halvet ve zikir yeri edinmek, 4-Tevâzu’ sâhibi olup, hürmet beklememek, 5-Güler yüzlü ve yumuşak olak, 6- Müridlerin hukukunu korumak, 7-Müridlerine güçleri nisbetinde yük yüklemek, 8- Müridlerinden mal taleb etmemek, 9-Hoşa gitmeyen hâl ve hareketleri imâ ve işâretle düzeltmek, 10-Sırlan saklamak.” Bkz: a.g.e, 415-421 (Trc: Gerçek Tasavvuf, 536-544) Müellif, konumuzla ilgili ikinci maddede şu mühim açıklamayı serdetmiştir “Sonra mürşid, müridin her hâlini kontrol edip değerlendirmeli, imanının nûru, ilim ve mârifetinin kuvvetiyle, müridde zûhur eden şeyleri anlamak, onun neye salâhiyet ve kabiliyeti olduğunu ferâsetiyle farketmelidir. Bazı müridler vardır ki; onlar için, sırf ibâdet, zâhiri ameller ve ebrârın yolu uygun olur. Bazı müridler vardır ki; onlar, kurbiyyet hâli, kalbî amel ve yüce muâmeleler için seçilmiş mukarrabûnlarm yoluna uygun kâbiliyyet sahibidir. Ebrâr ve mukarrabûnlann herbirisi için (seyr u sülükte) farklı bidâyet ve nihâyet halleri vardır.

Mürşid-i kâmil, bâtınlara nazar ve vukûfiyet sahibidir. Her şahsa neyin güzel ve uygun olduğunu bilir. Hayret etmemek elde değil! Sahrada yaşayan bir kimse, toprak çeşitlerini, bu toprağa göre uygun mahsul türlerini bilir. Her sanat erbâbı, sanatının inceliklerini, fayda ve zararlarını bilir. Bir kadın bile, elindeki pamuğu, ondan ne kadar (nasıl) ince veya kalın iplik elde edileceğini bilir de, bir mürşid-i kâmil müridinin hâlini ve kâbiliyetinin neye müsait olduğunu bilmez, bu mümkün mü? Rasûlullah (s.a.v), insanlara akıllarının alacağı ölçüde konuşuyor ve herkese hâline uygun işi emrediyordu. Ashâbmdan

“İnsanlara akılları ve anlayışları ölçüsünde konuşunuz ve hallerine uygun davranınız.” prensibini ortaya koyan hadisler,126 eğitimin esâsını teşkil etmektedir. îbnu Mesud’un (32/652): “Bir topluluğa henüz akıllarının ermediği bir şeyden bahsetmen, muhakkak bir kısmı için bir fitne olur.”127 ikâzını da terbiyedeki tedrîcilik adına devamlı gözönünde bulundurmak gerekir.

Rabbânîlik; her şeyi ile Allah adına hareket etmek olduğu gibi;128 îmam Buhârî’nin (256/870) meylettiği anlayışa göre; Rabbânî usûle uygun olarak, ta’limde, anlayış ve zekâ seviyesine göre talebeye önce ilmin basit, sonra ince ve yüksek kısımlarını vermeye de denir.129

Terbiyeci âlimin bir vazifesinin de; peygamberi metoda uygun olarak, muhhatabının aklî seviyesine göre konuşmak olduğunu belirten Gazzâlî (505/1111),130 kendisine tâbi olunan mürşidin, mânevî, ahlâkî hastalık çeşitlerini ve herbir hastalık için gereken tedâvi usûlünü de bilmesi gerektiğini, yoksa; her hastaya tek tip ilaç veren doktorun ekseri hastalan öldürdüğü gibi; her müride aynı yöntemi uygulamaya kalkan mürşidin de, onlan helak edip kalblerini öldüreceğini zikretmiştir.131

bazısına malını infâk etmeyi, bazısına malını elinde tutmayı, bazısına çalışıp kazanmayı, Ashab-ı suffe gibi bir kısmına da çalışmayı bırakmalarını hüküm ve emir veriyordu. O (s.a.v), terbiye halkasına girenlere bütün bunları yakînî bir ilim ve ferasetle uyguluyor, umûmî dâvetini ise herkese ve her kesime yapıyordu.” Bkz: Avârif, 416. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, terbiyede kişisel farklara göre farklı davranışlarına örnekler için Bkz: Yusuf el- Kardâvî, H. Peygamber ve İlim, (er-Rasûl ve’l-îlm tercümesi. Müt: Dilâver Selvi, Şûle, 1991).

126Bu konudaki birbirini tamamlayan rivâyetler için bakınız: Müslim, Mukaddime, sh: 6; Ebû Davud, Edeb, 23 (Had. No:4842); Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Had. No: 2735-2736; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, III, 109 (No:5717-5718; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Had. No: 592. 127Bkz: Müslim, Mukaddime, 3; İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 304. (Beyrut, 1993). Hz. Ali’nin : “İnsanlara yakînen tanıdığı şeylerden anladığı kadar bahsediniz. (Zamansız ve yersiz nakilleriniz yüzünden, muhâtablarca anlaşılamayıp) Allah ve Rasûlünün (emirlerinin) yalanlanmasını ister misiniz?!” sözü de büyük bir gerçeği ortaya koymaktadır. Söz için bkz: Buhârî, İlim, 49; ibnu Hacer, a.g.e, I, 304. İmam Müslim’in hadis hocalarından Muhammed b. ei-Müsennâ, Abdurrahman b. Mehdi’nin; bir kimsenin, muhâtabının durumunu ve aklî seviyesini düşünerek, işittiği ve bildiği şeylerin bir kısmım (zamanına) saklamadıkça kendisine uyulacak bir imam olamayacaığını, söylediğini nakleder. Bkz: Müslim, Mukaddime, 3.

128Bkz: Kuşeyrî, Letâifu’l-îşârât, 1,253 (Mısır,1971).

129Bkz:Buhârî, ilim, 10; ibnu Hacer, a.g.e, I, 218.

130Bkz: Gazzâlî, ihyâ, 1,85 (Dâru Kuteybe, Beyrut, 1992)

Seyr u sülûkun başından sonuna kadar, kulun letâiflerinin terbiyesiyle Allah Teâlâ’nın mânevî huzuruna bir seyirden ibâret olduğunu, bu seyirde, tecrübesiyle yolu çok iyi bilen bir delile (mürşide) ihtiyaç olduğunu belirten İbnu’I Bennâ es- Serkıstî, “el-Mebâhisu’l-Asliyye” kitabında, bir mürşidde bulunması gereken ilim, sıfat ve hâl konusunda, manzum şekilde çok güzel bilgiler vermiş,132 Said Havvâ (1409/1989), bunların bir kısmını naklettikten sonra, hepsinin özetini şu üç maddede toplamıştın

1-Şeyhin, başından sonuna kadar yolu katetmiş olması, bütün incelik ve gizlilliklerini bilerek halka bu yolu göstermeye kâdir hâle gelmesi gerekir.

2-Kalb çeşitleriyle bunların hastalıklarını yakînen bilmesi ve Allah’ın izniyle onları tedâviye güç yetirir hâlde olması icabeder.

3-Bu hastalıkları tedâvi edebilmesi için, hangi hastalığa hangi ilacın ne kadar gerektiğini bilmesi zaruridir.133

5-Ma’nevî silsile ve irşâd icâzeti.

Tasavvufta, sâlikin irşada başlayabilmesi için mânevî bir silsile ile Hz. Peygamber (s.a.v)’e bağlanan kâmil mükemmil bir mürşidden irşâd icâzeti ve terbiye yetkisi alması gerekli görülmüştür.134

Tarikatlardaki bu silsile, İslam tasavvufunu batı mistisizminden ayıran bir fark olarak gösterilmiştir.135

Şartlarına riâyet edildiğinde bunda büyük bir fayda ve emniyet olduğu açıktır. Çünkü; tasavvuf bir ilimdir, hâldir, ahlâktır, kimden alındığına dikkat gereklidir. Tıbb diploması olmayan ve mütehassıslığını da isbat etmemiş bir doktora ciddi bir hastalığı tedâvi için bedeni teslim etmek nasıl bir fecaat ise; emin ve ehliyetli bir kâmilin irşâd halkasında edeb görüp, terbiye olup mürşidinden irşâd icâzeti almayan bir kimseye kalbî hastalıklarını tedâvi ve yüksek makamlar terakki için gitmek de o derece, hatta daha ileri seviyede bir felâkattir. Çünkü bunda, bozulan kalb, harap

131Bkz: Gazzâlî, a.g.e, III, 94-95; Zebîdî, Îthâfu’s-Sâde (ihyâ şerhi), VHI, 640-641. (Beyrut, 1988)

132Bkz: îbnu Acîbe, el-Futuhâtu’l-îlâhiyye fî Şerhi’l-Mebâhisi’l-Asliyye, (İkâzu’l- Himem’le birlikte), 142-190. (Beyrut, trs.)

133Bkz: Said Havvâ, Tebiyyetüre’r-Rûhiyye, 222-234 (Dâru’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1979);

Ruh Tebiyemiz, 350 (Kayıhan yay. îst. 1988).

134Bkz: Abdulkâdir Isâ, Hakâik ani’t-Tasavvuf, 79.(Haleb, 1993).

135Bkz: Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 16 (Dergah yay. îst.1990). Geniş bilgi için bkz: Tahralı, Fransız Müslüman Abdulvâhid Yahya (Rene Guenon’un) eserlerinde tasavvuf ve mistisizm farkı, Kubbealtı Akedemi Mecmuası, sy: 4. Ekim, 1981.

olan din, yıkıma uğrayan âhiret, kaybolan ebedî saâdettir.

Muhammed b. Şîrîn’in (110/728): “Bu ilim dindir; dininizi kimden aldığınıza iyi bakınız.”136 sözünü, dinin bütün ilimleri için dikkate almak gerekir. Abdullah b.Mubârek (181/796): “îsnad dindendir, eğer isnad olmasaydı, isteyen dilediği gibi konuşurdu.”137 sözüyle, hadis ilmi için İlmî silsileyi bir emniyet gördüğü gibi; tasavvuf ilmi için de tarikat silsilesini ve kâmil bir mürşidin icâzetini, bu icâzetin hakkıyla alınması ve mensub olunan silsilenin hakikatıyla temsil edilmesi şartıyla, yola ilk adım için bir emniyet kabul edebiliriz. Târihin şâhid olduğu bazı yanlış uygulamalar, bize bu kayıtlan koydurmuştur.

Nakşi yolunun piri Şah-ı Nakşıbend’e (791/1388): “Hazretinizin silsilesi nereye kadar ulaşıyor?” diye sorulduğunda; şu manalı cevabı vermiştir: “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz!”13  Tâhirû’I-Mevlevî (1371/1951) bu cevâbın nüktesini: “Herkes Allah için yapbğı amele baksın, mensub olduğu silsileye veya sâhip olduğu mevkiye takılmasın.” şeklinde açıklamıştır.139

Burada, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kızı Fatıma’ya:

“Ey Fatıma! Kendini ateşten kurtaracak amellere sanl. Bil ki ben, Allah’tan gelen bir şeyi senden gideremem.”140 buyurarak; peygamber kızı olmasına güvendirmeyip, sâlih amellere teşvikini ve herkesi ilgilerdiren: “Ameli kendisini geri bırakanı, nesebi ileri geçiremez!”141 ikâzını hatırlatmalıyız.142

Sühreverdî (632/1234), müridlerin mürşidlerin yanında bir süt emme dönemi, bir de sütten kesilme döneminin bulunduğunu, süt emme döneminin mürşidin sohbet ve terbiyesinde kalma dönemi olup, bunun ne kadar süreceğini mürşidin bileceğini, zamanı gelmeden ayrılmanın hak olmadığını belirtip143 müridin tek başına kalabilmesi için alacağı mesafeyi şöyle izah etmiştir

“Mürşid, müride ancak, onun kendisinden ayrılma vaktinin geldiğini ve onun

136Bkz: Müslim, Mukaddime, 4, Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi, I, 84 (Beyrut, trs.).

137Bkz: Müslim, Mukaddime, 5, Nevevî, a.g,e, I, 87.

138Bkz:Câmî, Nefahâtu’l-Üns, 532 (Mârifet yay. îst. 1995)

139Bkz:Tâhirü’l-Mevlevî, Mesnevi Şerhi, 1,75.(Ist 1971)

14 Buhârî, Vasâya, 11; Nesâî, Vasâya, 6; Dârimî, Rikak, 23.

141Ebû Dâvud, ilim, 1; Tirmizî, Kur’an, 10; Îbnu Mâce, Mukaddime, 17.

142Ebu‘l-Abbas el-Mürsî, bu konuyla ilgili olarak: “Mürid, şeyhi ile övünen kimse değildir. Asıl mürid; mürşidinin kendisiyle övündüğü kimsedir.” derken (Bkz:Ş’arânî,el- Envâru’l -Kudsiyye, I, 200), İmam Rabbânî de: “Ameli bırakıp veya amelde gevşek davranıp meşâyıhm rûhâniyeti (teveccühü, istimdadı bize yeter düşüncesi) ile aldanmamak gerekir.” uyarısında bulunur. Bkz: imam Rabbâni, Mektûbât, 1,148. Mek.

143Sühreverdî, Avârif, 98. (Trc: Gerçek Tasavvuf, 123. Müt: Dilâver Selvi, îst 1995). nefsini tek başına idâre etmeye güç yetireceğini bildikten sonra, kendisinden ayrılmasına müsâade eder. Müridin kendi başına istiklâli; artık (Cenâb-ı Hakk’tan mânevî ilim ve ilhâm alıp) anlama kapısının kendisine açılmasıyla başlar. Mürid, ihtiyaç ve mühim işleri Allah Teâlâ’ya arzedebilme ve O’nun ta’rif ve tenbihatlanna göre çözüp, murâd-ı ilâhiyeyi anlama rütbesine ulaştığı zaman, artık mürşidinden ayrılma vakti gelmiştir. Mürşidinden ayrılma vakti gelmeden (kendiliğinden) ayrılırsa; önüne, dünyaya dönme, hevâsına tâbi olma gibi, vaktinden evvel sütten kesilen çocuğun ma’ruz kalacağı sıkıntı ve engellere benzer mânialar çıkar ve kendisini zarara sokar.

Burada şunu da hatırlatalım ki; mürşid-i kâmillerin sohbet ve mânevî terbiyelerinde devamlı kalıp kemâle ermek, hakiki müridlerin işidir. Hakiki mürid; (mürşidine sıdk ile teslim olup, elinden) irâde hırkasını giyen kimsedir.”144

Şa’rânî (973/1565), mürşidinin izni olmadan şeylik postuna oturan kimsenin, haktan sapacağını ve başkalarının da ayağını kaydıracağını,145 çünkü; henüz beşeriyet ateşi sönmeyen kimsenin kalbi perdeli olduğu için hakikatlara vâkıf olamayacağını,146 zamanının mürşidini bulan kimsenin ma’nevî fetih yolu açılıncaya kadar ondan ayrılmaması gerektiğini belirterek,147 kendisine irşad izni verilen sâlikin en bâriz vasıflarının; nefsini görmemek, nefsânî şeylere meyletmemek, insanlara şefkat ve nasihat, güzel hâline rağmen büyük bir tavâzu olduğunu zikretmiştir.148

îslâmın umûmî dâveti için herkesin illâ bir tarikat disiplini içinde mürşid terbiyesi görmesi ve hilâfet icâzeti alması şart değildir. Sağlam imân, sahih ilim, sâlih hâl sâhibi her mü’min inandığı ve yaşadığı ölçüde tebliğini yapabilir. Dâvetin bu kadarı her mü’min için mümkündür. Bunda yasak ve tezat yoktur. Ancak, iş

144Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 98-99. (Trc: 124). Sühreverdî, din adına bir mürşidin etrafında toplanan kimselerin, onun iznini almadan (ve işlerini bitirmeden) ayrılmamalarının şu âyetteki edebe uygun olduğunu belirtir. “Mü’minler ancak, Allah ve Rasûlûne iman edenlerdir. Onlar peygamberle beraber bir iş üzerinde bulundukları zaman, ondan izin almaksızın ayrılıp gitmezler. Ey Rasüiüm! Senden izin isteyenler, Allah ve Rasûlûne hakkıyla iman etmiş olanlardır. O halde, bazı işleri için senden izin istedikleri vakit, sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver ve onlar için Allah'tan mağfiret iste. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır.” (Nûr 24/62).

145Bkz: Şa’rânî, el-Envâru’l-Kudsiyye, 1,2O.(Beyrut, 1988).

146Bkz: Şa’rânî, a.g.e, I, 77.

147Bkz: Şa’rânî, a.g.e, 1,181; Kuşeyrî, Risâle, II, 472.

148Bkz: Şa’rânî, a.g.e, I, 71.

kalbî irşâd, rûhî terakki, nefsî terbiye ve ahlâkî ıslaha gelince; haddini bilmelidir. Bu işte ehil ve ehliyetli olanlar öne çıkmalı, yetkili olmayanlar noksanını görmeli, yarım doktor iken mütehassıs görünmemeli, kendisine müracaat edenleri ehli olana göndermeli; utanma, itibarını koruma veya dünyevî bir çıkara konma gibi sebeplerle, görüntüyle işi götürmeye çalışmamalıdır. Çünkü, bu işin müfettiş ve muhâsibi; gizli-açık her şeyi bilen ve gören Allah Teâlâ’dır.

6-Zühd ve îsâr ahlâkı.

Muhammedi vârislerin bir özelliği de; Hakk’a itimad edip halkın elindeki şeylerden elini ve gönlünü çekmek, eline geçeni halka vermek, gönlünden de hep vermeye niyet etmektir. Beşeriyetin önüne çıkıp halkı Hakk’a dâvet eden bütün peygamberler -hiç istisnâsız-şu temel prensibi sık sık hatırlatarak dâvetlerine devam etmişlerdir.

“Ben sizden bu dâvetime karşılık olarak hiçbir ücret istemiyorum (istemeyeceğim de). Benim ücretim, âlemlerin rabbi olan Allahla âitür.” 9

Hz. Peygamber (s.a.v)’in belittiği gibi; Allah’a sevilmenin yolu; dünyâdan gönlü çekmek, insanlara sevilmenin yolu da; onların elindekine göz dikmemektir.150 Demek ki; Hakk’a ve halka sevilmenin tek yolu; eşyâdan gönlü çekip tamahtan kurtulmak, başkasına vermek fakat kimseden bir karşılık beklememektir.

Allah adamı olduğunu, basiretinin açıldığını iddiâ edip te, insanların elindekine göz dikene, Ebu’I-Hasan eş-Şâzelî: “O, davâsmda yalançıdır.” diyor.151

Rüveym (330/941), tasavvufun bir esâsının da; herşeyini Allah için infak edip isâr ahlâkını elde etmek olduğunu belirtmiştir.152

el-Bûşencî (348/959), fütüvveti, “Onlara verdikleri şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile, başkalarını nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunur (ve kurtulursa) işte onlar felah bulanlardır.”15  âyetiyle anlatılan hâl olarak tanıtmıştır.154

149Ilgili âyetler için bkz:Yunus 10/72; Şuarâ 26/109, 127,145, 164,180, Sebe’ 34/47.

15 lbn Mâce, Zuhd, 1 ( 4102); Hâkim, a.g.e, IV, 313 (h.no: 7873); Beyhâkî, Şuabu’l- îmân, VII, 344 (h.no: 10522); Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e, 1,246.

151Bkz: Şa’rânî, a.g.e, I, 123.

152Bkz: Kuşeyrî, Risâle, II, 552.

153Haşr59/9.

Yine, velilerden Ebu Hafs Ömer b. Sâlim, îsân; kişinin dünya ve âhiret işlerinde kardeşlerinin hak ve hazzını kendi hazlanndan önde tutması, şeklinde ta’rif etmiştir.    

Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), dünyâ ehli âlimlerle, âhiret âlimlerinin vasfını ve farkını anlatırken; Allah Teâlâ’nın, kötü âlimleri, ilimleriyle dünyâ malı yiyen kimseler olarak tanıttığını,  âhiret âlimlerini ise; huşû ve zühd sıfatıyla övdüğünü  belirtmiştir.

İmam Gazzâlî (505/1111) de, bu konuda el-Mekkî’nin görüşlerine aynen katılarak,  Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Kendisiyle Allah Teâlâ’nın rızâsı aranacak (ve bulunacak) bir ilmi, herhangi bir dünya metâı (ve menfeatı) ele geçirmek için öğrenen kimse, kıyâmet günü Cennetin kokusunu koklayamaz.”  hadisiyle, Allah adına yapılacak bir işi dünyadaki servet ve şöhretlerine vesile etmeye çalışanların, ebedî âlemde nasıl bir zillet ve mahrûmiyet içinde olacaklarını hatırlatmış,  diğer bir hadisin beyânıyla; bu ümmetin âlimlerinin iki sınıfa ayrıldığını, birisinin Allah adamı, diğerinin dünyâ uşağı olduğunu, ilmini Allah için öğreten kimsenin dünya ve âhiretin şerefini elde ettiğini, diğerinin ise; dünyâdaki geçici saltanatının âhirette zillete dönüştüğünü belirtmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in belittiği gibi; Allah adına olan şeyler hâriç, diğer herşeyin lânetlendiği163 bir âlemde, âlim-i Rabbânî ve vâris-i nebi olan bir mürşidin, bu ulvî vazifesini yerine getirirken, vârisi olduğu peygamberler gibi, muhâtablanna: “Ben bu işime karşılık olarak sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbi olan Allah’a âittir. Size; beni yüceltin de demiyorum. Sizden istediğim tek şey; Yüce Rabbe hakiki kul olmanızdır.” demesi, bu verasetin gereği ve edebidir.

Hakiki vârislerin ve mürşidlerin hâli budur.164 Hadisin ta’rifiyle, zühd; hiçbir mala sahip olmamak, elinde hiç dünya bulundurmamak değil; elindeki mala Allah’ın katindakilerden daha fazla güvenmemektir.165 Bu hâli elde eden kimse, bütün dünya kendisinin olsa, elindekine değil, Allah Teâlâ’ya güvenir.

Böyle insanlar, etrafında halka kurulmaya, arkasında cemaat olmaya, dâvetine râm olunmaya değer. Çünkü; Allah Teâlâ, kendisine tâbî olunacak şahıslan tanıtırken: “(Davetlerine karşılık) sizden (dünyâ adına) hiçbir şey istemeyen kimselere tâbi olun. Onlar, hidâyete ermiş kimselerdir.” 66 tâlimatını

karşılık bir yiyecek (dünya metaı) almaz, onu az bir para karşılığında satmaz. Bu kimseye, semadaki kuşlar, sudaki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar salat (ve duâ) ederler. Kirâmen Kâtibin melekleri kıyamet günü o kimseyi Allah Teala'nm huzûruna aziz ve şerefli bir kimse olarak getirirler. Sonunda Peygamberlerin meclisine katılıp onlara arkadaş olur. Diğer kimse ise; Allah Teala kendisine dünyada ilim verir. O da bu ilimle Allah Teala'nm kullarını sapıtır, timine karşılık dünya malı ahr, onu az bir para karşılığında satar. Bu kimse kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulmuş olarak getirilir. Bir münadi halkın önünde: "Bu, falan oğlu filandır. Allah Teala kendisine ilim vermiş, o da bu ilimle Allah'ın kullarını sapıtmış, ilmine karşılık yiyecek (dünya metaı) almış ve onu az bir para karşılığına satmıştır" diye seslenir. Bu kimse insanların hesabı sona erene kadar azap görür, (sonra asıl cezâsını çeker)" Hadis için bkz: Tabarânî, el-Mu’cemüT-Evsat, VIII, 92 (No:7183); Heysemi, Mecmu'z-Zevaid, I, 124; Münziri, et-Tergıb, 1,100. İlmi dünya için âlet edenlerin halleri ile ilgili geniş bir açıklama için bkz: îbnu Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-îlm, 1,186-196.

163Tirmizî, Zuhd, 14; İbn Mâce, Zuhd, 3; Heysemî, a.g.e, 1,122; ibn Ebi’d-Dünya, Kitâbu Zemmi’d-Dünya, 15 (h. no: 7); Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e, 1,244; Gazalî, a.g.e, III, 298. 164Sûfilerin zühd ve isâr ahlakları ile güzel örnek ve ta’rifler için bkz: Sühreverdî, a.g.e, 247-254,489-491, (Trc:315-323,629-632).

165Hakiki zühdü ta’rif eden hadis için bkz: Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 286. 166Yâsîn 36/21.

vermiş, mürşidlerin mürşidi (s.a.v) de: “Kendisine (tefekkür ve tezekkür dolu) sükût ve zühd verilen bir kimseyi gördüğünüz vakit, ona yaklaşın. Çünkü ona hikmet telkin edilmiştir.”  buyurmuştur.

Târihte, milletini ve cemaatını, garazsız sevip ivazsız lütfa garkedenler, daha yaşarken herkes tarafından sevildiği gibi; vefatlarından sonra da gönüllere taht kurmuşlar, herkesi köle, kendisini baş görenler ise; hayatta da mematta da gönüllerden silinmişlerdir.

7-Mânevî câzibe ve İlâhî heybet sâhibi olması.

Bu vasıf ta, kâmil mürşidlerde aranan bir özellik olmuştur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.v)’in en bâriz vasıflarından birisi de İlâhî heybet ve mânevî câzibe sâhibi olmasıydı.168 O’nun bu hâlini zâhiren de olsa farkeden bazı müşrikler, Mekke’ye yeni gelen kimseleri, sözünün ve hâlinin câzibesine kapılıyorlar diye kendisiyle görüştürmemek için özel çaba harcıyorlardı.169 Sûfiler bu hâlin, derecelerine göre, kâmil vârislerde de bulunacağını belirtmişlerdir.

Ebû Amr b. Nüceyd’in (336/976), “Görülmesi seni tehzib ve te’dib etmeyen kimse, bil ki; kendisi tehzib ve te’dib olmamıştır.”170 sözü ve îbnu Atâ’nın (709/1309): “Hâli hayra, kâli Hakk’a sevketmeyen kimseyle sohbet etme!”171 uyarısı, meclisine girilecek kimselerde aranacak vasfa işâret etmekte ve ehlini bulunca sohbetle elde edilecek hayra dikkat çekmektedir.

Şa’rânî (973/1565), bazı müridlerin, mürşidlerinin heybetinden doya doya yüzüne bakamadıklannı belirtir.”172 Aynı hâli ashab-ı kiram’da görüyoruz. Onlar, Allah Rasûlü’nün (s.a.v) yüzüne devamlı bakamazlardı. Heybetinden gözlerini çeker, seslerini kısar, boyunlarını büker, huzurunda sanki cansız gibi sükûnet ve

167lbn Mâce, Zühd, 1; Ebû Nuayrn, Hilye, X, 405; Beyhâkî, Şuabu’l-iman, VII, 347 (h. no: 10524); Ebû Ya’la, Müsned, XII, 176 (h. no: 6803); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, X, 286; Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e, 1,243; Kuşeyrî, a.g.e, 252; Gazalî, a.g.e, IV, 320.

168Hz. Peygamber (s.a.v)’in heybet ve vakarıyla insanlara etkisi konusunda bkz: Hakim et- Tirmîzî, Nevâdiru’l-Usûl, 1,363-365; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 1,270 (Beyrut, 1985); Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 38-39 (Beyrut, 1988); Aliyyü’l-Kâri’, Şerhu’ş- Şifâ, II, 66-70; Hâkim, Müstedrek, 1,122; Muhammed Ebû Zehra, Hâtemü’n-Nebiyyîn, 1,246-249.

169Ilgili rivâyetler için bkz: ibnu Kesir, el-Bidâye, Cild: III, 60; Köksal, Islâm Târihi, TV, 56 (Şâmil yay. İst 1989).

176Bkz: Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, 454; ibnu Mulakkın, Tabakâtu’l-Evliyâ, 108.

171Bkz: ibnu Acîbe, IkâzuT-Himem fi Şerhi’l-Hikem, 128. (Kâhire, 1983). Müellif burada, îbnu Atâ’nın sözünü şerh ederek; sohbetinde bulunulacak, hâli örnek alınacak şeyhin vasıflan hakkında önceki büyüklerden güzel ölçüler nakletmiştir.

172Şa’rânî, el-Envâr, II, 92.

edeble otururlardı173

Hakîm et-Tirmîzî (285/898), ehlullahın üzerinde İlâhî bir heybet ve bakana Allah Teâlâ’yı hatırlatacak zâhirî bir görüntü olduğunu, bunun onlann nûr ve azamet-i İlâhî ile dolu kalblerinden kaynaklandığını, onlara bakanın bu nûr ve heybetle etkilenip Allah’a yöneldiğini belirtmiştir.174

173Burada örnek olarak şu hâdiseleri verebiliriz: ”Amr b. el-As (r.a) demiştir ki: “Benim için Rasûlullah (a.s)’dan daha sevgili ve gözümde daha büyük hiç kimse yoktu. Fakat (gönlümdeki ve gözümdeki) büyüklüğünden dolayı kendisine doya doya bakamazdım. Eğer benden O’nun (s.a.v) vasfedilmesi istense, buna güç yetiremem. Çünkü ben O’na doya doya bakamadım.” (Bkz: Kâd-ı îyaz, Şifa, II, 38; Aliyyü’l-Kâri’, a.g.e, n, 66-67.)

Enes (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (a.s) Ensâr ve Muhâcirin yanma çıkardı. Hepsi edeble otururlardı. Aralarında Ebû Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) de bulunurdu. İçlerinden hiçbirisi başını kaldırıp da (uzun süre) Rasûlullah (a.s)’m yüzüne bakamazdı. Ancak Ebû Bekir ve Ömer Rasûlullah (a.s)’a bakarlar, O da onlara nazar buyurur ve birbirlerine tebessüm ederlerdi.” (Bkz: Tirmizi, Menâkıb, 16 (no :3668); Hâkim, Müstedrek, I, 122; Kâd-ı îyaz, Şifa, II, 38).

Üsâme b. Şerik anlatıyor: “Rasûlullah (a.s)’m yanma geldim. Ashabı etrafını çevirmiş oturuyorlardı. Sanki başlarında bir kuş vardı (da onu kaçırmamak için sakin ve sessiz duruyorlardı).” (Bkz: Tirmizî, Menâkıb, 16, (No:3668); Taberânî, el-Mu’cemü’l- Kebîr, 1,122; Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 38).

Urve b. Mes’ud (r.a) anlatıyor: Hudeybiye sulhu yapılmadan Kureyş beni müslümanlarla görüşmeye gönderdi. Müslümanlann yanma vardığımda bir de baktım ki: Rasûlullah (a.s) tükürdüğünde, ashabdan birisi hemen onu havada kaparak alıp vücuduna ve yüzüne sürüyordu. Onlara bir şey emrettiği zaman derhal yerine getiriyorlardı. Abdest aldığı zaman, abdest suyunu kapıp vücudlanna sürebilmek için birbirleriyle kıyasıya yanşıyorlardı. Huzurunda konuştuklan zaman seslerini iyice kısıyorlardı. Kendisini ta’zimden dolayı yüzüne dikkatle (devamlı) bakamıyorlardı.” Urve arkadaşlannın yanma dönünce onlara: “Ey kavmim! Vallahi ben bir çok meliklerin, Kayser, Kisra ve Necaşi’nin yanma gittim. Muhammed’in (s.a.v) ashabının O’nu yücelttiği gibi, yanmdakilerinin kendisini yücelttiği hiç bir melik görmedim. O size hayırlı bir yol ve gidişat arzediyor, onu kabul edin.” dedi. (Bkz:Buhârî, Şurut 15; Kad-ı îyaz, Şifa,II, 39; Hadisin şerhi için bkz: Ayni Umdetül -Kâri, XI, 234-249; Îbnu Hacer, Fethu’l Bâri, V, 691).

174Bkz: Hakim et-Tirmîzî, NevâdiruT-Usûl, I, 3O3.(Beyrut, 1992). et-Tirmizî, bu açıklamlarmı Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Meclisinde bulunacağınız kimselerin en hayırlısı; görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket katan ve ameli âhirete rağbetinizi artıran kimselerdir.” hadisini verdikten sonra yapmıştır. Hadis için bkz: Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 326 (No:2437); Suyûtî,

Alimlerin üç grub olduğunu, herbir grubun yanındaki ilimle tanındığım, mârifetullah sahibi âlimlerin üzerinde Allah’ın nûru ve heybetinin tezâhür ettiğini, onlann Allah Tâlâ ile tanındıklannı belirten et-Tirmizî, bu grubun evliyâullah olup halkı, bir nûr ve basîret üzere Allah’a dâvet ettiklerini ve her halleriyle Allah Teâlâ’nın zikrine vesile olduklannı kaydetmiştir.175

Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), âhiret âlimlerinin diğer âlimlerden bir farkının da; uzaktan bakanın onlann âlim ve ârif olduğunu anlamaları olup, buna da, kalblerindeki mârifet nûrunun dışanya edeb, sekînet, huşû ve tavâzû olarak yansımasının sebep olduğunu, Allah Teâlâ’nın, evliyâsını kendi boyası ile boyadığını belirtmiştir.176

Sühreverdî (632/1234) ise; kâmil mürşidlerin üzerinde bulunan vakar ve heybetin, kendilerine nazar eden müridlerini terbiye ettiğini, onlan zâhiren ve bâtmen edeb sâhibi yaptığını zükeder.177

Allah dostlannın câzibesi ve heybeti zâhirî süs ve debdebeye değil, bâtmlanndaki mârifet, huşû, takvâ ve İlâhî aşkla birlikte zâhirlerinde gözüken edeb, hayâ, af, musâmaha, sehâvet, mürüvvet, izzet, merhamet, sevgi ve şefkat gibi ahlâk-ı hamîdeye bağlıdır. Bu konuda Allah Teâlâ’nın sâlih kullarına özel bir va’di vardır, o da; âlemde kendileri için sevgi ve kabûl yaratmasıdır. Âyet-i Kerimede: “İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, Rahman olan Allah onlar için (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır"™ buyrulmuştur. Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kulunu, yerdeki ve gökteki varlıklara sevdireceği, kalbleri ona hüsnü kabulle yönlendireceği hakkında bir çok hadis ve haber vârid olmuştur.179

el-Câmiu’s- Sağır, 1,617 (No:3995), Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 467- 468.

175Bkz: et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, 1,303-305; Kitâbu Sîreti’l-Evliyâ, 57 (Beyrut, 1992)

176Bkz:el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, 1,140.

177Bkz: Sühreverdî, Avârif, 84 (Trc: 103).

178Meryem 19/96.

179Bu hadislerden en meşhuru şudur: “Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cibril’i çağırır ve: “Ben falanca kulumu seviyorum, onu sen de sev” buyurur. Cibril de o kulu sever. Sonra gök ehline seslenerek: “Haberiniz olsun, Allah falanca kulu seviyor, onu siz de sevin.” der. Onu gök ehli-de sever. Sonra o kul için yeryüzünde kabûl (ve kullar arasında ona karşı sevgi) konur.

Allah Teâlâ bir kula da buğzetti mi, Cibril’i çağırır ve:“Ben falana buğzediyorum, ona sen de buğzet.” der. Cibril de ona buğzeder. Sonra gök ehline seslenerek: “Allah falana buğzediyor, siz de buğzedin” der.Onlar da kendisine buğzeder. Sonra o kul için yeryüzüne (ve kulların kalbine) buğz konur.” Bkz: Buhârî, Edeb, 41; Müslim, Birr, 48; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, XIII, 55-56; Mâlik, Şear, 15; îbnu Hıbbân, Sahîh, I, 291 (Kitâbu’l-Birr ve’l-îhsân); Beyhakî, Kitâbu’z-

Allah’ın yeryüzünde şâhidleri kılman kâmil mü’minlerin,    dilleriyle devamlı hakkı söyleyip Hakk adına şâhidlik yaptıkları gibi; halleriyle de, kalblerindeki Rabbânî nûru ve İlâhî ahlâkı Rahman’ın kullarına yakışır biçimde hayata aksettirerek, kulu oldukları Mevlânın şâhidliğini canlı canlı temsil etmelerini diğer insanların Allah Teâlâ’yı tanımaları adına büyük bir rahmet görüyor, böylece; Rahmân’ın kullarıyla, dünyânın kullan arasındaki farkın ortaya çıkacacğını düşünüyoruz.

Hayırlı gidişâtı, güzel ve hoş görüntüyü nübüvvetin yirmidört cüz’ünden bir parça olarak tanıtan Hz. peygamber (s.a.v), peygamberlere vâris olan âlim-i Rabbânîlerin bazı özel hallerine dikkat çekmiştir.

c-Tefsirlerin yaklaşımı.

Yukanda, kısaca “seyr u sülük” adıyla tetkik ettiğimiz ma’nevî terbiye konusunda sûfilerin ta’rif, teşhis ve tesbitlerini özetlemeye çalıştık. Şimdi, özellikle meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin bu konudaki yaklaşımlarını tesbite çalışacağız. Konuyu tefsirlerde seyr u sülük ve mürşid-i kâmil adıyla değil, bir yönüyle bunların muhtevasına giren nefis tezkiyesi, ruh terbiyesi, tehzib-i ahlak, olgun insan, hakiki dâvetçi ve gerçek mürebbî gibi isimlerle araştıracağız.

Çalışmamızın başından buraya kadar “tefsirlerin yaklaşımı” başlığı ile ele aldığımız bölümlerde veli, velilerin bâriz vasıflan, sınıf ve dereceleri, ma’nevî hilâfete sahip ve nebevî verâseti elde eden velinin durumu ile ilgili konular işlenirken; “gerçek veli” ve “gerçek vâris”in tanımı sırasında, ma’nevî terbiyenin merkezinde bulunan mürşidin sıfatlannm da nazara verilmiş olduğunu, bunların en başında yakînî iman, kâmil takvâ, sahih ilim, İlâhî desteğe mazhariyet, mü’minler tarafından muhabbet, af, musâmaha gibi sıfatların zikredildiğini hatırlatalım. Bundan sonra meselenin değişik yönlerine bakacağız ve hareket noktamız daha ziyâde, sûfîlerin seyr u sülük ameliyesine delil olarak kullandıkları âyetler olacaktır. Tefsirleri yine sınıflarına ve tarih sıralarına göre inceleyeceğiz.

1-Rivâyet tefsirleri.

Rivâyet tefsirlerinin imamı îbnu Cerir et-Taberî (310/923), Allah Teâlâ’nın “Eğer Allah’ın fadlı ve rahmeti olmasaydı hiçbiriniz (küfür, şirk ve günahtan) aslâ temizlenemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler.”1  âyetini tefsir ederken, mânevî tezkiyenin temelinin İlâhî rahmet ve Rabbânî tercih olduğunu hatırlatarak; bunlar olmayınca kimsenin günah ve şirk kirlerinden aslâ temizlenemeyeceğini söylemiş, îbnu Abbas’ın âyeti: “Kula gelen bütün hayırlar ve kuldan defedilen bütün şerler ancak Allah’ın lutuf ve rahmetiyledir.” şeklinde tefsir ettiğini nakletmiştir.183

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah, muhsinlerle beraberdir.”1  âyetinden daha çok zâhirî düşmanlarla şavaşı anlayan îbnu Cerîr, Allah Teâlâ’nın beraberliğini hakeden muhsini; güzel hâl sâhibi, şirk ehli ile Allah için mücâhede içinde olan ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in getirdiği bütün şeyleri tasdik eden kimse olarak tanıtmıştır.185

“(Şirk ve günahlardan) temizlenen, Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse muhakkak kurtulmuştur.”1 6 âyetindeki kurtuluşa vesile olan temizlenmeyi Katâde’nin verâ ile amele bağladığını belirten Taberî,187 “Nefsini tezkiye eden kurtulmuş, onu kirleten de helak olmuştur.”1  âyetindeki tezkiyenin esâsının da Allah Teâlâ’nın tevfikiyle birlikte imân ve sâlih amel olduğu, nefsin kirlenmesinin ise; başta şirk olmak üzere bütün isyan çeşitlerininden kaynaklandığı konusunda bir çok rivâyetler nakletmiştir.189

182Nûr 24/21.

183Bkz: Îbnu Cerir, Câmiu’l-Beyân, Cüz: XVIII, 101 (Beyrut, 1988).

184Ankubût 29/69.

185Bkz:lbnu Cerir, a.g.e, Cüz:XXI, 15.

186A’lâ 87/14-15.

187Bkz:Ibnu Cerir, a.g.e, Cüz:XXX, 156.

188Şems 91/9-10.

189Bkz:lbnu Cerir, a.g.e, Cüz:XXX, 211-212.

Semarkandî (373/983), Allah Teâlâ’nın yolunda mücâhede edenlere O’nun kendisine ulaştıracak yollan tanıtacağını, bildiği ile amel edenlerin bilmediklerine de muvaffak kılınacaklarını belirtmiştir.190

Dâvet ve eğitimin fıtrata uygun yapılmasını emreden âyetinin191 tefsirinde, fıtratla; din ve insanın yatalışının kasdedildiğini belirten Semarkandî, herkesin aslen temiz bir fıtrat üzerinde halkedildiğini fakat çevresinin onu kendi boyası ile şekillendirdiğini belirten hadisle,192 çevrenin insan üzerindeki etkisine dikkat çekmiştir.193

Nefsin tezkiyesinin bir yolunun da günahlardan tevbe olduğu görüşünü nakleden Semarkandî,194 Allah Teâlâ’nın nefse takvâ ve fısk duygularını ilham ettiğini, her ikisinin de şekil ve yolunu öğrettiğini, kurtuluşa götüren tezkiyenin veya helâki celbeden kirlenmenin meşiet-i İlâhî ile alakasıkını kabül ettikten sonra, nefsini taat, iyilik ve sadaka ile temizleyip yücelten, terakki ettiren kimsenin kurtulduğunu, onu hayırlardan mahrum ederek noksan bırakan ve günahlara dalarak kâbiliyetini körelten kimsenin ise perişan olduğunu belirtmiştir.195

Mâverdî (450/1057), “Bizim uğrumuzda cihad edenleri muhakkak yollarımıza ulaştırırz” 6 âyetindeki cihada, müşriklerle kitâl yanında, nefsi hevâsından alıkoymak için yapılan mücâhedeyi, taatlara koşmayı ve nefsi günahlardan sakındırmayı da katmış, âyetin “muhakkak yollarımıza ulaştırırız.” şeklindeki te’kidli ifâdeyle müjdelenen sonucun; cennete giden yol, hak dine sevk ve muvaffakiyet, bilmediği şeylere mazhariyet ve bütün taatlannda ihlas ve samimiyet olduğunu nakletmiştir.197

Cennete selâmla ve selâmetle girmeye vesile olan temizliğin; Mücâhid’in

190Bkz: Semarkandî, Bahru’l-Ulûm, II, 544. (Beyrut, 1993,1. Baskı).

191Fıtrata yönelmeyi ve fıtratın önemini belirten âyetler için bkz: Rûm 30/30-31.

192Hadis için bkz: Buhârî, Cenâiz, (No: 1385), Ebû Dâvud, (No:4714); Tirmizî, (No:2138), Ahmed, Müsned, II, 275,282.

193Bkz: Semarkandî, a.g.e, III, 11.

194Bkz: Semarkandî, a.g.e, III, 471.

195Bkz: Semarkandî, a.g.e, III, 482.

196Ankubût 29/69.

197Bkz: Mâverdî, Tefsîru’l-Mâverdî (en-Nüketu ve’l-Uyûn), IV, 294-295 (Beyrut, 1992.1. Baskı).

tefsiriyle Allah’a taat, en-Nakkâş’a göre sâlih amel olduğunu belirten Mâverdî,198 Allah için amel edenlere verilecek bir mükâfaatın da; dünya ve âhirette melekler dâhil bir çok varlığın kendilerine itaat etmesi olduğuna işâret etmiştir.199

Allah Teâlâ’nın insanın nefsine hayır ve şerri, seâdet ve şekâvet yollarım, taat ve ma’siyeti ilham edip öğrettiğini belirten Mâverdî, insanın kurtuluş yolu olan nefs tezkiyesinin Allah’ın desteği ile200 birlikte kulun yapacağı taat, ibâdet ve sâlih amellerle gerçekleşeceğini, aksi durumda sapıtan ve günahlarla iyice kararan bir nefsin hüsranla karşılaşacağını ilk müfessirlerin beyanlarına dayanarak kaydetmiştir.

Vâhidî (468/1057), Cenâb-ı Hakk’a kavuşmak isteyenlere vuslatın yolunu ta’rif eden “Kim Rabbine kavuşmak isterse; sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.” 1 âyetini tefsir ederken, özellikle şirk ve riyâ üzerinde durmuş, bu iki şeyin yapılan bütün sâlih amelleri mahvetmesi ve Allah’nın gazabını celbetmesiyle ilgili hadisleri202 vererek; Hakk yoluna sülük edenlerin en büyük engelinin şirk, şöhret, riyâ ve dünyâ olduğuna dikkat çekmiştir.203

Islâh-ı hâlin tevbeye, sahih bir tevbenin de İlâhî rahmete muhtaç olduğunu nakleden Vâhidî204 nefsin tezkiyesinin Allah Teâlâ’nın irâdesine bağlı bir hâdise olduğunu, kul hangi durum için yaratıldı ise; o tarafa kolayca yöneleceğini bildiren hadis ve haberlere yer vermiştir.205

198Bkz: Mâverdî, a.g.e, V, 138.

199Bkz: Mâverdî, a.g.e, V, 139.

200Mâverdî, nefsin tezkiyesinin ancak Allah Teâlâ’nın yardımıyla olacağını ifâde eden şu hadise de yer vermiştir: Rasûlullah (s.a.v): "Şüphesiz onu (küfür ve isyandan) temizleyen kurtulmuştur." âyetini okuyunca, durup şöyle duâ etti: "Allahım! Nefsime takvâ duygusunu ver. Onun sâhibi ve mâliki sensin. Onu (gaflet ve isyandan) temizle. Onu temizleyenlerin en hayırlısı sensin." Hadis için bkz: Müslim, Zikr, 13; Beğâvi, Meâlimü't-Tenzil, XIII, 439; Suyûti, ed-Dürrû'l-Mensûr, VHI, 529.

201Kehf 18/110.

202Şirk ve riyâ ile ilgili hadisler için bkz: Müslim, Zühd, 36-38; Tirmizî, Zühd, 48 (No:2381-2383; îbnu Mâce, Zühd, 21 (No: 4202-4207); Hâkim, Müstedrek, IV, 329; Ahmed, Müsned, IV, 125; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 125.

203Bkz: Vâhidî, el-Vasît fî Tefsîri’l-Kur’âniT-Azîz, IH, 172-173. (Beyrut, 1994.1. Baskı).

204Bkz: Vâhidî, a.g.e, III, 313.

Beğavî (516/1122), insan terbiyesinde temel fıtrî kanunu ortaya koyan “De ki: Herkes, mizaç ve meşrebine göre iş yapar.”206 âyetinin tefsirinde, ilk müfessirlerin, her işte insanın niyet, hilkat, cibilliyet, tabiat ve irâdesinin önemi üzerinde durduklarını kaydetmiş,207 Rabbine dost olarak mülâki olmak isteyenlerin, İlâhî uyarıya dikkat ederek sâlih amel peşine düşmeleri ve amellerine asla şirk ve riya karıştırmamaları gerektiğini hadislerin ışığında208 ortaya koymuştur.209

Ekseri müfessirlerin, “Eğer Allah’ın fadlı ve rahmeti olmasaydı hiçbiriniz aslâ temizlenemezdi.”   âyetindeki tezkiyeyi herkese şâmil kılarak; Allah’ın fazlı olmadan hiçkimsenin ıslâh-ı hâl edemeyeceğini belirttiklerini kaydeden Beğavî,211 “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah, muhsinlerle berâberdir.”   âyetinde, mücâhede ehlinin Allah’a giden yolu daha güzel bileceklerini, çünkü; Allah Teâlâ’nın onlara tevfik ve özel yardım va’dinin bulunduğunu, müşriklerle savaşın yanında, taatlara sabun, nefse muhâlefetin, ilim talebinin, sünnetleri ayakta tutmanın da âyette bahsedilen mücâhedenin içine girdiğini müfessir ve sâlihlerin görüşlerine dayanarak zikretmiştir.213

Her fıtratın Allah Teâlâ’nın dâvet ve dinini kabul edecek kıvam ve kâbiliyette

205Bkz: Vâhîdî, a.g.e, IV, 496-498.

206lsrâ 17/84.

207Bkz: Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, V, 124. (Riyâd, 1993. II. Baskı).

20  Müellifin naklettiği önemli hadislerden birisi şudur: Rasûlullah (a.s) : “Sizin için en çok korktuğu şey küçük (gizli) şirktir.” buyurdu. Ashâb : “Küçük şirk nedir, Yâ Rasûlellah?” diye sordular; “Riyâdır.” buyurdu. Hadis için bkz: Ahmed, Müsned, V, 428, 429; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, XIV, 324; Münzirî. et-Terğîb, I, 69; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1,102.

209Bkz: Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, V, 212-213.

210Nûr 24/21.

211Bkz: Beğavî, a.g.e, VI, 26.

212Ankubût 29/69.

213Bkz: Beğavî, a.g.e, VI, 256. Müellif, Süfyan b. Uyeyne’nin şu yaklaşımın da zikreden “Bir konuda insanlar ihtilafa düşüp ne yapacaklarını bilemedikleri zaman, siz, cehd ve mücâhede ehlinin hâline bakınız. Çünkü Allah : “Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri muhakkak (bize gelen) yollarımıza ulaştırırız.” buyuruyor.” Bkz: aynı yer.

yaratıldığını, bununla birlikte itibara alınacak olanın fıtrî imânın değil, irâde ve fiille kazanılan ve ulaşılması emredilen şer’î imanın olduğunu hatırlatan Beğavî, ancak; yanlış yönlendirme, ârizî âfetler ve körükörüne taklidin, insanın temiz fıtratını farklı mecralara sevkettiğini belirtmiştir.214

“Şüphesiz (şirk ve isyandan) temizlenen kurtulmuştur.”2 5 âyetinin tefsirinde, îbnu Abbas’ın, kelime-i tevhidle şirkten temizlenenlerin felâha ereceğini ifâde ettiğini, Haşan el-Basrî’nin ise; amellerini (gaflet, isyan, riyâ ve benzeri şeylerden) temizleyenlerin kurtulacağını söylediğini kaydeden Beğavî,216 nefse takvâ ve fiskm ilhâm edildiğini belirten âyet-i kerimeleri217 tefsir ederken; hayır ve şerrin takdir yönüyle Allah Teâlâ’nın irâdesinde olduğunu, O’nun, kullarını ezelde murâd ettiği sonuca götürecek hâl ve sıfatlara ulaşmaya hazır hâle getirdiğini ifâde eden hadisleri nakletmiş ve bu arada “Herkes yaratıldığı şeye kolayca intibak eder.” prensibini hatırlatarak,218 eğitimcinin fıtrî kanun ve cibillî kâbiliyetlere dikkatini çekmiştir.

îbnu Atıyye (546/1151), insana şeytanın adımlarına uymama emri verilmekle birlikte, hidâyeti bulmanın, manevî kirlerden temizlenmenin ancak Allah Teâlâ’nın fazlı ile olacağını belirtir.219

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştır acağız.”22  âyetinin, bilinen cihaddan önce nâzil olduğunu, bunun âmm olup Allah’ın dini ve rızası uğruna yapılan bütün cihad çeşitlerini içine aldığını, âyetin âbid ve amel ehli kimseler hakkında indiğini söyleyenlerin bulunduğunu belirten îbnu Atıyye, âyetin tefsiri sadedinde “Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.”221 “Küçük

214Bkz: Beğavî, a.g.e, VI, 270.

215A’lâ 87/14.

216Bkz: Beğavî, a.g.e, VIII, 402.

217îlgili âyetler için bkz: Şems 91/7-10.

218Bkz: Beğavî, a.g.e, VIII, 438. Bu konudaki hadisler için bkz: Müslim, Kader, Had. No: 2648-2650.

21  Bkz: îbnu Atıyye, el-Muharraru’l-Vecîz, IV, 172. (Beyrut, 1993.1. Baskı).

220Ankubût 29/69.

221Hakîm et-Tirmizî, Beyânu’l-fark Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Fuâd ve’-Lub, 50. Ebu Nuaym, Hilye, X, 15; Acluni, Keşfu’l-Hafa, II, 347. Serrâc, “Kim bildiğiyle amel cihaddan büyük cihada döndünüz."22-2- hadislerini zikretmiş ve bu arada 223 birçok sûfiden nakillerde bulunmuştur

Allah Teâlâ’nın, takvâ ve sıdk ehlinin amellerini ıslah ve günahlarını affedeceğini va’dettiğini belirten îbnu Atiyye,224 Hz. Peygamber (s.a.v)’in : “Allahım! Nefsime takvâ duygusunu ver ve onu temizle!”2-2  duâsının, tezkiyenin aslen Allah Teâlâ’ya âit olduğu görüşünü takviye ettiğini kaydetmiştir 226

Îbnu’l-Cevzî (598/1203), “Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı; hiçbiriniz asla temizlenemezdi.227 âyetindeki tezkiyeye hidâyete ulaşma, İslâm girme, hâli ıslah ve günahlardan temizlenme mânalarının verildiğini, Allah Teâlâ’nın temizlemeyi murad ettiği kullarına tevbe nasib edip affettiğini,228 kulun Allah yolundaki mücâhedesinin kendisine İlâhî destek ve en

ederse Allah bilmediği ilimlere vâris kılar.” sözündeki bilinmeyen ilimlerin, işâret ilmi, Allah’ın kullarının kalblerine açtığı ince ve gizli manalar ilmi, durum, zaman ve zikirlerindeki sâfiyete göre kişilerde oluşan Kur’an’nm ve Resûlullah’m haberlerinin manaları hakkmada nadir hikmetler ve bilinmeyen ilimler olduğunu söyler. Bkz. Serrâc, el- luma’ 147.

222Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, 165 (Had. No: 373); Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, IV, 430 (Had. No: 11260); Hatib, Târih-i Bağdât, XIII, 523-24; Süyûtî, el-Câmiu’s Sağîr, II, 253 (h.no: 6107; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 424 (Had. No: 1362). Hadisin devamında, büyük cihadın ne olduğu sorulunca, Hz. Peygamber (s.a.v): “Nefis ve şeytanla yapılan mücâhededir.” buyurmuştur.

223Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, IV, 326. îbnu Atıyye’nin âyetin tefsiri sadedinde kendisinden nakilde bulunduğu kimselerden birisi de Ömer b. Abdulaziz’dir. O, şöyle der: “Bilmediğimiz şeylere ulaşmaktan âciz kalışımız; bildiklerimizle ameldeki kusurumuzdandır.” Sûfilerin ileri gelenlerinden Ebû Süleyman ed-Dârânî, mücâhede âyeti için şöyle demiştir “Bu âyetteki cihâd sâdece düşmanla savaş değildir. Onun içine dinin ihyâsı için yardım, ehl-i bâtılın yanlış fikirlerini red, zâlimlerin zülmüne engel olma, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma gibi ameller de girmektedir.” Haşan el-Basrî ve başkalarının yaklaşımı ile; bu âyetteki cihadın içine Allah’a taatta nefisle mücâhede de girmekte ve bu, en büyük cihad görülmektedir. “Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz." hadisi bunu ifâde etmektedir. Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, Aynı yer..

224Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, IV, 401.

22 Hadis için bkz: Müslim, Zikr, 13; Beğâvi, Meâlimü't-Tenzil, XIII, 439; Suyûti, ed- Dürrû’l-Mensûr, VIII, 529.

22  Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, V, 488.

227Nûr 24/21.

isâbetli gidişâtı te’min edeceğini belirtmiştir.229

Kesin kurtuluşu te’min eden tezkiyenin; îbnu Abbas’a göre tevhidle şirkten temizlik, Haşan el-Basrî ve er-Rebî’e göre (riyâ ve süm’adan) temizlenmiş amel, Zeccâc’a göre ise; çokça takvâ ile Allah’a takarrub olduğunu nakleden Îbnu’l-Cevzî,230 “Onu temizleyen (yâhud Allah’ın temizlediği) kimse şüphesiz kurtulmuştur âyetini el-Beğavî’ye benzer nakillerle tefsir etmiş, bu arada îbnu Kuteybe’nin: “Nefsin tezkiyesi; onun ıslâhı ve günahlardan temizlenmesidir.” görüşüne de yer vermiştir.232

Kurtûbî (671/1273), kısaca İlâhî nzâ ve likâ yolunu gösteren “Kim Rabbine kavuşmak isterse; sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.âyetinin tefsirinde, gizli şirk olarak ta’rif edilen ve azı da çok zarar veren “riyâ” üzerinde durmuş, bu konudaki bir çok hadis ve haberi naklederek Hakk yolunda sülük edenleri uyarmıştır.234

Haşan el-Basrî ve Ebû Hayve’nin yaklaşımıyla, nefsin tezkiye ve terbiyesinin temelinde Allah Teâlâ’nın kuluna lutfunun bulunduğunu nakleden Kurtûbî,235 “Bizim (rızâmız) için cihad edenleri elbette (likâ ve rızâmıza götüren) yollarımıza ulaştıracağız.”   âyetindeki mücâhede şekilleri ve

228Bkz: Ibnu’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, VI, 23-24 (Beyrut, 1987. IV. Baskı).

229Bkz: Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, VI, 285. Müellif, Allah Teâlâ’nın “Bizim için mücâhede edenleri muhakkak (bize getiren ilim ve) yollarımıza ulaştırırız.” âyetindeki te’kidli va’din mü’minler için güzel bir nimet olduğuna işaret için, Abdullah b. Mubârek’in : “Kim, kendisine bir mesele zor gelir ve içinden çıkılmaz bir hâl alırsa, onu, mücâhede ehli âriflere sorsun, çünkü Allah Teâlâ bu kimseler için “ onları muhakkak (bize getiren ilim ve) yollarımıza ulaştırırız.” buyurmuştur, sözünü nakletmiştir. Ancak, îbnu Atıyye ve Kurtubî bu sözü Abdullah b. Mubârek’in bizzat kendisinin değil, Süfyan b. Uyeyne’nin îbnu. Mubârek’e söylediği bir söz olarak nakletmişlerdir. Bkz: îbnu Atıyye, a.g.e, IV, 326; Kurtûbî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIII, 365.

230Bkz: Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, IX, 91.

231Şems 91/9-10.

232Bkz: Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, IX, 141.

233Kehf 18/110.

234Bkz: Kurtûbî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 70-72.

235Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XII, 207.

sonuçlan konusunda îbnu Atıyye’nin birçok nakil ve değerlendirmesine aynen katılmış, bu arada Dahhak’ın şu oıjinal görüşüne de yer vermiştir: “Dünyâda sünnet, ukbâdaki cennete benzer. Ukbâda cennete giren selâmet bulduğu gibi; dünyâda sünnete sanlan da emin ve emniyette olur.”237

Mânevî kirlerden temizlenen, edebiyle Rabbini zikreden ve huşû içinde namazını kılan mü’minlerin kurtuluşunu müjdeleyen âyetlerin hemen peşinden gelen “Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz!”   şeklindeki kapalı kınamanın, ekseri müslümanlann âhiretteki sevabı çoğaltma yerine dünya malını çoğaltma derdine düştüğüne işâret ettiğini belirten Kurtûbî, îbnu Mesud’un belirttiği gibi, bunun sebebinin; dünya nimetlerinin hazır ve âcil, âhiretin ise gâib ve sonra olması ve insan fıtratının hazıra meyletmesi olduğunu zikretmiştir.239

Kurtûbî, nefsin terfi’, terakki ve tezkiyesi için taat ve sâlih amelden başka bir yolun olmadığını, fâcirin elde edeceği tek şeyin zillet ve mahrûmiyet olduğunu belirtmiştir.240

îbnu Kesîr (774/1374), Hakk’a dâvette dâvetçinin muhâtabm durumuna göre söz ve hareketini belirlemesinin yeterli olup, asıl irşâd ve hidâyetin Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğuna dikkat çeker.241

Hakk’a kurbiyette Hz. Peygamber (s.a.v) için bile devamlı alınacak mesâfenin bulunduğunu ifâde eden “Rasûlüm de ki: Rabbim! (Mârifet ve yakîn) ilmimi artır âyetinin tefsirinde, artması istenecek ilmin mârifet ilmi olduğuna dikkat çeken îbnu Kesir, îbnu Uyeyne’den nakille; Rasûlullah (a.s)Tn vefat edene kadar devamlı ilmen bir artış ve mânen bir yükseliş içinde olduğunu belirtmiştir.243

236Ankubût 29/69.

237Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XIII, 364-365.

238A’lâ 87/16.

239Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XX, 23.

240Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XX, 75-77.

241Bkz:lbnu Kesir, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, IV, 532. (Sekiz ciltlik tahkikli baskı).

242Tâhâ 20/114.

243Bkz: îbnu Kesir, a.g.e, V, 312. Sühreverdî, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kulluğunun devamlı olduğu gibi; tarakkisinin de devam ettiğini, hem O’nun da bundan müstağni olmadığını, kendisine vâris olup ümmetin önünde imam vasfında bulunan mürşidin de

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”24  emrinin, insanların en faziletlisi, mârifetullahta zirvede bulunan ve Allah Teâlâ’dan en fazla korkan Hz. Peygamber (s.a.v)’e verildiğini, O’nun da bu emre uygun olarak Allah’a itaatini ölene kadar devam ettirdiğini hatırlatan îbnu Kesir, bazı mülhidlerin, âyette geçen “yakîn” ifâdesini yanlış bir te’ville “mârifet” mânasına aldıklarını, kendilerine göre belli bir mârifete ulaştıklarında üzerlerinden kulluk ve teklifin düşeceğini iddiâ ettiklerini, bunun büyük bir küfür, açık bir dalâlet ve koyu bir cehâlet olduğunu belirtmiştir.245

Bir amelin Allah katında makbul olabilmesi için onun Allah için yapılması ve Rasûlullah (a.s)’ın şeriatına uygun olmasını temel iki rükün olarak gören îbnu Kesir, Allah Teâlâ’nın nzâ ve likâsını arzulayanların dikkat edecekleri en büyük tehlikenin; gizli şirk ve saklı şehvet olarak tanıtılan “riyâ” olduğunu, riyâdan kurtulamayan nice amel sâhiplerinin âhirette ellerinin boş kalacağını belirterek, bu konuda yirmiye yakın hadis ve haber nakletmiştir.246

“Şüphesiz (sirk ve isyandan) temizlenen kurtulmuştur.”2 2 âyetinin müjdesine, nefsini kötü ve rezil ahlaklardan temizleyip Rasûlullah (a.s)’a indirilenlere tâbi olanların nâil olacağını belirten İbnu Kesir,248 Katâde (117/735), Mücâhid (103/721), İkrime (105/723) ve Said b. Cûbeyr’in (95/714) de tezkiyeyi bu manada anladıklarını kaydetmiştir.249

Seâlibî (875/1471), mücâhede âyetinin250 tefsirinde, genel usûlüne uygun olarak; îbnu Atıyye’nin görüş ve nakillerini özetlemiş, sûfilerden Sehl b.

hiçbir hayırdan ve terakki edeceği makamdan kendisini müstağni görmememsi gerektiğini ifâde etmiştir. Bkz: Sühreverdî, Avârif, 541 (Trc:701-702). Sühreverdî, manevî terakkiyatın dünyada bitmeyeceği gibi âhirette de devam edeceğini savunur. Bkz: a.g.e, 517. (61. Böl.)

244Hıcr 15/99.

245Bkz:Ibnu Kesir, a.g.e, IV, 472.

246Bkz:Ibnu Kesir, a.g.e, V, 200-204. Bu hadislerin birisinde Hz. Peygamber (s.a.v), şirk-i hafi olarak tanıttığı riyâyı Deccal’ın fitnesinden daha tehlikeli göstermiştir. Hadis için bkz: Ahmed, Müsned, III, 30.

247A’lâ 87/14.

248Bkz:îbnu Kesir, a.g.e, VIII, 403.

249Bkz:lbnu Kesir, a.g.e, VIII, 430.

250Ankubût 29/69.

Abdullah’ın (283/896).asıl mücâhedeyi sünneti ikâmede gördüğünü ve bu mücâhedenin sonucunun cennetle sonuçlanacağını belirttiğini zikretmiştir.251

Suyûtî (911/1505), “ed-Dürrü’l-Mensûr”da usûlü gereği sırf rivâyetlerle yetinererek, tefsirdeki dirâyetini tahriçteki ustalığı ile ortaya koymuştur. “Kim Rabbine kavuşmak isterse; sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.”252 âyetinin tefsirinde, elliüç tane hadis ve habere yer veren Suyûtî, özellikle riyânm âhiretteki korkunç sonuçlarını nazara vermiştir.253

İlgili âyetin254 tefsiri sadedinde, Rasûlullah (a.s)’m: “Bana, tâcir olmam ve dünya malı biriktirip çoğaltmam vahyedilmedi, fakat ‘Rabbini hamd ile teşbih et, secde edenlerden ol ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk yapl’ emri vahyolundu” hadisine255 yer veren Suyûtî,256 bununla, Rasûlullah (a.s)’ın vârislerinin ve dâvetini yürütenlerin gerçek vazifesine işâret etmiştir.

Suyûtî, felaha sebeb olan tezkiyenin; îbnu Abbas ve tkrime’ye göre kalbin şirkten kurtulup tevhide ulaşması, Atâ’ya göre fazlaca istiğfar, Katâde’ye göre sâlih amel, Ebu’I-Ahves’e göre tavâzu ile Hakk’a boyun eğmek olduğunu nakletmiştir.257

Kişisel farklılık ve meyillere işâret eden “Hiç şüphesiz işleriniz (ve gidişatlarınız) farklı farklıdır.”25* âyetine Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Siz (sâlih) amel yapmaya bakın. (Şunu da unutmayın!) Herkes, yaratıldığı şeye kolayca intibak eder.”25  hadisiyle açıklık getiren Suyûtî,260 insanın, 251Bkz:Seâlibî, el-Ceâhiru’l-Hisân, II, 539.

252Kehf 18/110.

253Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 469-475.

254Hıcr 15/99.

255Hadis için bkz: Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, II, 131; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, XIV, 237; Îbnu Adiyy, el-Kâmil, V, 1897.

256Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 105.

257Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 484-487.

258Leyl 92/4.

259Hadis için bkz: Buhâri, Edeb, 120, Kader, 4, Tevhid, 54; Müslim, Kader, 6-8; Ebû Dâvud, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader, 3; Îbnu Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed, Müsned, I, 6, 29, 82, 129, II, 52, 77, III, 293.

2  °Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 536.

severek ve kolayca yaptığı amel çeşitleriyle yolunu ve hâlini kotrol edebileceğine işâret eden nakillerde bulunmuştur. .

Kâsimî (1332/1914), insanın zâhirî amellerinin içinin bir yansıması ve kabiliyetlerinin aynası olduğunu, hayır peşinde koşanın bunu, faziletle süslü kalbinin gereği olarak yaptığını, şerre bulaşanın ise; nefsin tabiatına uygun hareket ettiğini belirtir.

Kendilerince belli bir mârifet derecesine çıktıklarını ve yakine ulaştıklarını düşünerek, üzerlerinden teklif ve ibâdetin düştüğünü düşünenlerin mülhid, yaptıklarının küfür ve dalâlet olduğu görüşünde îbnu Kesir’e aynen katılan Kâsimî, hayat devam ettiği sürece ibâdetin ve taatın -güç nisbetinde-devam edeceğini belirtmiş,  ancak yapılan bir amelin makbul olması için de -yine îbnu Kesir’in belirttiği gibi-Allah’m şeriatına uygun ve sırf Allah için yapılma şartının bulunduğunu, yoksa, riyâ ile yapılan amellerin merdut olduğunu zikrederek,  bizce, sülük ehli için en can alıcı noktayı nazara vermiştir

Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber (s.a.v)’e “Rasûlüm de ki: Rabbim! (Mârifet ve yakîn) ilmimi artır.”  âyetiyle emrettiği gibi ilimden başka hiçbir şeyini artırma talebinde bulunmasını emretmediğini kaydeden Kâsimî, çünkü mârifet ilminin ve İlâhî hikmetlerin bir sonunun olmadığını, -Zemahşerî’nin de değindiği gibi- bu duâda Allah Teâlâ’ya karşı bir tavâzu ve şükür bulunduğunu belirterek;    sülük ehlinin de koruması gereken güzel edebleri hatırlatmıştır.

Tezkiyeyi; günahlardan ve nâkıs hallerden temizlik yanında ilim, amel ve kemâlatta yüksek noktalara ulaşarak nefsi (nûraniyeti ve mânevî gücü yönünüden) artırma mânasında tanımlayan Kâsimî, günahlarla nefisteki güzel isti’datlann söneceğini, fıtratının bozulacağını ve tezkiye olmazsa sonucun helake gideceğini belirtmiştir.262

2-Dirâyet Tefsirleri.

Meşhur dirâyet tefsirlerini de târih sırasına göre inceleyeceğiz. Ancak, tedkik ettiğimiz bir tefsir, ele aldığımız âyeti yukarıda geçen rivâyet tefsirlerinden birisiyle aynı paralelde tefsir etmişse, önceki tefsirin yaklaşımına atıfta bulunmakla yetineceğiz ve mümküm olduğu kadar benzer görüşleri tekrardan sakınarak, terbiye tezkiye, dâvet, imam ve itaat konularında yeni yaklaşımları yakalamaya çalışacağız.

Zemahşerî (538/1143), ehl-i kitabın başlarındaki âlimleri rab edinmesinin, haram ve helalleri değiştirdiklerinde onlara uyma olarak şeklinde tezâhür ettiğini, hadisten bunun anlaşıldığını,  kaydetmiş, sûfilerden Fudayl b. lyaz’ın (187/802): “Ha, hâlıka isyanda bir mahluka itaat etmişim, ha başka bir kıbleye doğru namaz kılmışım bence farketmez!” sözüyle, ters istikâmetteki bir itaatin tehlikesini nazara vermiştir.  

Dâvet ve irşâd işinde içteki ve dıştaki te’sirlerle daralan kalbe : “Bu durumda Rabbini hamd ile teşbih et, secde edenlerden ol ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”   şeklinde ilacını gösteren âyetin tefsirinde; Allah Teâlâ’ya ilticânın ve devamlı zikrin kalbdeki ğam ve daralmayı gidereceğini kaydeden Zemahşerî, Hz. Peygamber (s.a.v)’in de bir işten dolayı daralıp hüzünlenince -bu âyetin tavsiyesine uygun olarak-hemen kalkıp namaz kıldığını  zikretmiştir.

Dâvette, açık, iknâî delille birlikte yumuşak ve tatlı bir dil kullanılmasını, ayrıca insan fıtratının tanınmasını gerekli gören Zemahşerî, kendisinde hayır bulunan bir kimseye, hikmet, güzel öğüt veya en etkili mücâdele şekillerinden birisinin yeterli olacağını, tinerinde hayır bulunmayan bir kimseye ise; hiçbir yolun fayda vermeyeceğini belirtmiştir.

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri âyetindeki mücâhede, nefs-i emmâre, şeytan ve din düşmanlarıyla yapılacak bütün mücâhede çeşitlerini içine alacak umum bir ifâde tarzıyla zikredildiğini belirten Zemahşerî, bütün bu mücâhedelerde aranan en önemli ve belki de tek şartın; onun Allah için yapılması olduğunu hatırlatmıştır.275

“Nefsini tezkiye eden kurtulmuş, onu (günahla) kirleten de helak olmuştur.”?1 âyetindeki tezkiyeye; artma ve takvâ ile yükselme manasını veren Zemahşerî, mu’tezilî görüşüne uygun olarak, nefse fucûru ilhâm etme veya ona günah işletme işini Allah Teâlâ’ya âit kılmaya yanaşmayıp, her iki işi de kulun istîdât, tercih ve fiiline bağlamıştır.277

et-Tabressî (53861143), “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”2 âyetinde kulluk süresinin “yakin=ölüm”le kayıtlanmasının bir inceliği olduğunu, ez-Zeccâc’ın belirttiği gibi; bunun, hiç ara vermeden devamlı kulluğu ifâde ettiğini, şâyet emir bir vakitle kayıtlanmadan “Rabbine kulluk et.” şeklinde verilseydi, bir defa itaat edenin bu vazifeyi yerine getirmiş olacağını, halbuki meramın bu olmadığını kaydetmiştir.279

Sâlih amel işleyen mü’min erkek ve kadınlar için va’dedilen “hayât-ı tayyibenin” farklı yaklaşımlara göre; helal nzık, kanaat, nzâ, hergünün rızkına ulaşma, kabirde rahatlık ve cennet olduğunu nakleden et-Tabressî,280 Hakk dâvetçisine ilk metod olarak tavsiye edilen hikmetin bir manasının da; yapılacak iş

27 Ankubût 29/69.

275Bkz: Zemahşerî, a.g.e, III, 213. Zemahşerî, âyetin tefsiri sadedinde bazı sûfilerden nakillerde bulunmuştur. Meselâ; Ebû Süleyman ed-Dârânî’nin ilgili âyete verdiği mana şöyledin “Bildiği hususlarda bizim için amel edenleri muhakkak bilmedikleri hususları öğrenecek yollara sevkederiz.” Bir diğeri de: “Bildikleri ile amel eden kimse bilmediklerini öğrenmeye muvaffak kılınır.” demiştir.

276Şems 91/9-10.

277Bkz: Zemahşerî, a.g.e, IV, 259. Keşşaftaki Mu’tezilî fikirleri yakın ta’kibe alan Ahmed Îbnu’l-Münîr, bu âyetin tefsirinde yanlış gördüğü fikrin tashihini de yapmıştır. Bkz: a.g.e, aynı yer.

278Hıcr 15/99.

279Bkz: et-Tabressî, Mecmeu’l-Beyân, Cild, IV, Cüz: XIV, 47.(Beyrut, trs.) Aynı inceliğin zikri için bkz: Kurtûbî, el-Câmi’, X, 64.

280Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild, IV, Cüz: XIV, 122. Âyetten çıkarabileceğimiz bir sonuç da; Hakk’a kurbiyette cinsiyet ayırımı yoktur, aslolan; imân, ihlas ve sâlih ameldir. ve söylenecek sözlerde sırayı ve zamanı iyi bilmek olduğunu, peygamberlere emredildiği gibi;281 muhâtablann aklî seviyesine ve fiilî kapasitesine göre söz söyleyip yük yüklemenin, dâvetçiye tavsiye edilen üçüncü metoda (en güzel mücâdeleye) girdiğini belirtmiştir.282

“(Rasûlüm!) De ki: Rabbim ilmimi artır.âyetinin tefsirinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in “İçinde, kendisiyle Allah Teâlâ’ya yakınlığımın artacağı daha fazla bir ilim elde etmediğim bir günün gelmesinde benim için bir hayır ve bereket yoktur.”2** hadisini naklederek; artması istenen ilmin mârifetullah olduğuna ve kulun devamlı terakki içinde bulunması gerektiğine işâret eden et-Tabressî,285 taatm bir diğer taata sebeb olacağını ve böylece daha fazla sevabı ve kurbiyeti te’min edeceğini, sünneti ikâme için mücâhede edenlere, bilmediklerini öğrenme yolunun açılacağım nakletmiştir.286

Allah Teâlâ’dan korku ve haşyetin, O’nu tanıma ölçüsünde değişeceğini nakleden et-Tabressî,287 hayır ehlinden olmadğı halde kendisini öyle gösterenlerin, “nefsini kirletip (aslî hüviyetini) gizleyen helak olmuştur.”2** âyetinin işâretine ve Sa’leb’in tefsirine göre hüsranda kalacağım belirtmiştir.289

Fahruddin er-Râzî (606/1210), “İçinizden (halkı) hayra çağıran, ma’rufu emir, kötülükleri nehyeden bir topluluk bulunsun.”290

28 ''Hadiste: “Biz peygamberler, insanların aklî seviyesine göre konuşmakla em rolündük.” Bu konudaki birbirini tamamlayan rivâyetler için bakınız: Müslim, Mukaddime, sh: 6; Ebû Dâvud, Edeb, 23 (Had. No:4842); Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Had. No: 2735-2736; Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, III, 109 (No:5717-5718; Aclûnî, Keşfu’l- Hafâ,Had.No: 592

282Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild, IV, Cüz: XIV, 138.

283Tâhâ 20/114.

284Hadis için bkz:Tabarânî, el-Mu’cemu’l-Evsât, VII, 332 (Had. No:6632); Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 188; Suyûtî, el,Câmiu’s-Sağîr, I, 56 (Had. No:343); Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, (Had. No: 343).

285Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild, IV, Cüz: XVI, 148.

286Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild, V, Cüz: XX, 382.

287Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild, V, Cüz: XXII, 240,

288Şems 91/10.

289Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild, VI, Cüz: XXX, 153.

290Âl-i Imrân 3/104.

âyetinin tefsirinde, bu işi ancak âlim olanların hakkıyla yapabileceğini, câhil olanların ise; hayır ve şerri tam bilemeyeceğini, muhâtabına gerekli olan davnanış biçimini tesbit edemeyeceğini belirtmiştir.291

“ Onlar, Allah’ı bırakıb bilgin ve rahiplerini rab edindiler, "âyetinin tefsirinde, bazı câhillerin ve haşeviyye grubunun, dünya ehli şeyhlerini ta’zimde çok ileri gittiklerini, bir zaman sonra, onlarda hulûl ve ittihadın bulunduğuna inanmaya başladıklarını ve işi kendilerine secde etmeye kadar götürdüklerini, âyetin Yahudi ve Hnstiyanlan kınadığını, fakat, bu tür işlerin bu ümmetin içinde de vâki olduğunu zikreden Râzi,292 Hakk’a dâvette fakih olmak gerektiğini, din ile dünya toplayanların işlerinin perişan, sonlarının hüsran olduğunu belirtmştir.293

Teşbih, tahmid, secde ve şâir ibâdetlerin kalbdeki hüznü giderip âlem-i rubûbiyetin nurlarını almaya hazır hâle getireceğine işâret eden Râzi, böyle bir kalb sahibinin dünya adına hiçbir ğam ve kederi olmayacağını belirtmiştir.294

Hakk’a dâvet edilecek insanların, hakikate tâlib kâmiller, tabiatında mücâdele ve çekişme bulunan sefihler, ikisinin ortasında bulunan, selim fıtratları bozulmamış, kemâl noktasına ulaşamamış fakat rezil hallere de bulaşmamış avam olmak üzere genelde üç sınıfa ayrıldığını, herbirinin dâvet, iknâ ve terbiye şekillerinin farklı olduğunu belirten Râzî, dâvetçiye düşenin; en uygun yolla tebliğ olup hidâyetin Allah Teâlâ’nın kudret ve irâdesine bağlı olduğuna dikkat çekmiştir.295

Hakk’a ve hakikata ulaşmak için amelî ve nazarî mücâhede yollarının bulunduğunu, nazarî tefekkür ve istidlâl yolunu seçenlerin taassub ve inada düşmezlerse Hakk’a yol bulabileceklerini, yoksa tıkanacaklarını belirten Râzî, en güzel vuslat yolunun; muhsinlerin gidişâtı olduğunu, çünkü Allah Teâlâ’nın,

291Bkz: Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, VIII, 146. Râzî, ilgili âyetin tefsiri sadedinde, Hz.

Peygamber (s.a.v)’in: “Kim iyiliği emreder, kötülükten nehyederse; yeryüzünde Allah’ın, Rasûlünün ve kitâbının halifesi olur.” hadisini nakletmiş, herkese, Hakk için gerektiği gibi davranan ciddi kimselerin halk tarafından fazla sevilmeyeceğim beyan için Süfyan es-Sevrî’nin: “Bir adamın bütün komşuları tarafından sevildiğini ve dostlan içinde övüldüğünü görürsen, bil ki; o kimse yağcıdır.” sözüne yer vermiştir. Bkz:Râzî, a.g.e, VIII, 147.

292Bkz: Râzî, a.g.e, XVI, 31.

293Bkz: Râzî, a.g.e, XVI, 181.

294Bkz: Râzî, a.g.e, XIX, 171.

295Bkz: Râzî, a.g.e, XX, 111-112.

mücâhede işinin sonucu hakkında: “Hiç şüphesiz Allah, muhsinlerle beraberdir hükmünü verdiğini zikretmiştir.297

Kemâlâtın en yükseğinin mârifetullah ve Allah için itidâl üzere sâlih amel işlemek olduğunu belirten Râzî, sahih imân, sâlih amel ve istikâmet sâhibi mü’minlerin dünyada iken meleklerle dost olduğunu, meleklerin, sâfîyetini kazanmış ruhlar üzerinde ilhâm, yakînî mükâşefe ve hakikat makamlarına terakki hususlarında te’sirlerinin bulunduğunu, temiz ruhların daha birçok yönlerden meleklerle irtibat ve dostluk içinde olduklarını zikretmiş, âyet-i kerimenin belirttiği gibi;298 bu dostluğun âhirette de daha kuvvetli bir şekilde devam edeceğini, çünkü nefsin cevherinin (bir yönüyle) meleklerin cinsinden olduğunu kaydetmiştir 299

Hakk’a dâvet ve nâkıs nefisleri terbiyet konusunda Peygamberlerden sonra âlimlerin geldiğini, onlann peygamberlerin İlmî ve rûhânî yönlerine, sultanlann ise; kuvvet yönüne vekâlet ettiklerini belirten Râzî, ülemâmn; Allah Teâlâ’yı tanıyan âlimler, O’nun sıfatlarını bilen âlimler ve ahkâmını bilen âlimler olmak üzere üç kısım olduğunu, birincilerin hükemâ, İkincilerin ashâb-ı usûl, üçüncülerin ise fukahâ sınıfını oluşturduklarını, her birisinin sonsuz diyebileceğimiz kadar derecelerinin olduğunu, bunun için Allah Teâlâ’ya dâvetin sonsuz sayıda farklı dereceleri bulunduğunu kaydetmiştir.300

îbnu Zeyd’e göre; nefse takvâ hâlinin ve düşüncesinin ilhâm edilmesinin İlâhî bir tevfik, fısk u fücûr içinde bırakılmasının ise; hızlan olduğunu, ez-Zeccâc ve Vâhidî’nin de bu görüşü seçtiğini nakleden Râzî, nefsin tezkiye ve tedennisi konusunda Mu’tezile’nin yaklaşımını kısaca değerlendirerek, Vâhidî’nin yaklaşımıyla; İlâhî kader ve kazânm hükmünü devre dışı bırakarak, kulun kendi başına nefsini tezkiye veya isyanla helak edemeyeceğini belirtmiştir.301

Beydâvî (685/1286), dinde fakih olmak ve halkı uyarmanın farz-ı kifâye olduğunu, ilim öğrenmenin gâyesinin ise; insanlara karşı yükseklik taslamak ve meşhur olmak değil, nefsi ıslah edip, hakkı ayakta tutmak ve halkı istikâmete

296Ankubût 29/69.

297Bkz: Râzî, a.g.e, XXV, 83.

298Âyet için bkz: Fussılet 41/30-31.

299Bkz: Râzî, a.g.e, XXVII, 105-106.

300Bkz: Râzî, a.g.e, XXVII, 108.

301Bkz: Râzî, a.g.e, XXXI, 175.


sevketmek olduğunu belirtmiş, dinin hakkıyla anlaşılması ve hüccetin ayakta tutulması için yapılan çalışmaları “cihad-ı ekbef” olarak nitelemiştir.

Kulluğun hiç ara verilmeden ölene kadar devam edeceğini belirten Beydâvî,  insanları hâl ve derecelerine uygun olarak; hakikat tâlibini hikmetle, avamı nasihat ve öğütle, muannidleri de güzel mücâdele usulleriyle hakka dâvet yapmak gerektiğini hatırlatmıştır.

Mücâhede âyetindeki  cihadın umûmîliği hakkında Zemahşerî gibi düşünen Beydâvî, bütün mücâhede çeşitlerinin, kulun hidâyetini, Cenâb-ı Hakk’a kurbiyetini ve mârifet ilmini artıracağına işâret etmiştir.

Beydâvî, Allah Teâlâ’nın, kullarını nefsin tekmiline teşvik için zâtına ve sıfatlarına delâlet eden birçok şeylere yemin ettiğini belirtmiştir.

Ebu’l-Berakât en-Nesefî (701/1301), sâlih amel İşleyen erkek ve kadın mü’minlere va’dedilen “hayat-ı tayyibe”ye; nzâ, kanaat, taatlarda halâvet, marifetullah, Allah Teâlâ ile sıdk hâline ulaşmak, İlâhî emirlere sadâkatla imtisal ve Allah’tan gayrisinden kalbi çekmek şeklinde yapılan ta’rifleri naklederek;   salâh-ı kalb ve tezkiye-i nefsin tehzib-i ahlâkı te’min edeceğine işârette bulunmuştur.

Sahih iman ve sâlih amelin bir sonucunun da; Rahmânî bir tecellî olarak, kullar tarafından sevilmek olduğunu hatırlatan Nesefî, Kadâde’nin: “Allah’a yönelen bir kula muhakkak diğer kullar da kalbleriyle yönelip severler.” sözünü naklederek;  Hakk dostlarının önemli bir vasfını nazara vermiştir.

“Bizim (rızâmız) için, mücâhede edenleri muhakkak (rızâ ve likâmıza götüren) yollarımıza ulaştırırız-”  âyetinde, mücâhedenin mef’ul

getirilmeden zikredildiğini, bununla, nefis, şeytan ve din düşmanlarıyla yapılması gerekli olan bütün mücâhede çeşitlerinin kasdedildiğini belirten Nesefî, âyetin tefsiri sadedinde bir çok sûfinin yorumunu nakletmiştir.

“£> insanlar! Hepiniz Allah'a muhtaçsınız.”   âyetinin tefsirinde de, yine birçok sûfinin “fakr”  görüşüne yer eren Nesefî, bu meyanda velilerin şu üç sıfatını zikretmiştir. 1-Her şeyde Allah’a güvenmek, 2-Her şeyde Allah’a muhtaç olduğunu bilmek, 3-Her şeyden yüz çevirip Allah’a yönelmek.

Nefsin tezkiyesi konusunda Beydâvî’ye benzer beyanlarda bulunan Nesefî, nefsin tezkiye veya fısk içinde terk işini Allah Teâlâ’ya âid görebileceğimiz gibi; beşerî planda kulun fiili olarak düşünülmesinin de câiz olduğunu belirtmiştir.  

Nizâmüddin Nisâbûrî (730/1329), ““Sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”  âyetindeki yakinin “ebediyyen” manasında olduğunu, çünkü; ma’rifetten sonra müşâhedeye ulaşılarak hakkında yakin hâsıl olan her makamın üstünde henüz yakin hâsıl olmadığı için durumu şüpheli makamların bulunduğunu, ondaki yakine ulaşmak için mücâhede gerektiğini, ulaşılacak makamların hiç bitmeyeceğini, dolayısı ile cehd ve cihadın da devamlı olacağını belirtmiştir.

Allah Teâlâ’nın: “Bizim (rızâmız) için, mücâhede edenleri muhakkak (rızâ ve likâmıza götüren) yollarımıza ulaştırırız.”  âyetiyle, mücâhedede İlâhî nzâ ve ihlası şart koştuğuna dikkat çeken Nisâbûrî;    ruhbanların, filozofların, brahmalann ve benzerî grublann Allah’ın rızâsını değil, işlerinde riyâ yapıp dünyâyı hedefe aldıkları için, bu va’de ulaşamadıklarını belirtmiştir    

Tefsirinde, zaman zaman “et-te’vîl” başlığı altında tasavvufî ve derûnî işâretleri kaydeden Nisâbûrî, “Kamer için de bir takım menziller ta’yin ettik âyetine âit işâretleri verirken; kameri, kalbin kemal noktasındaki nûrâniyetine benzetmiş, ay için sâbit olduğu gibi, kalbin de Kur’an’m harfleri adedince yirmisekiz tane menzili (makâmı) bulunduğunu, bunların harf sırasına göre; ülfet, birr, tevbe, sebât, cem’ıyyet, hilm, hulûs, diyânet, zillet, ra’fet, zülfet, selâmet, şevk, sıdk, sabr, taleb, ez-zame’ (susuzluk, şiddetli özlem), aşk, izzet, fütüvvet, kurbet, kerem, leyn, mürüvvet, nûr, velâyet, hidâyet ve yakîn olduğunu, kul bütün bu makamları katettiğinde Kur’an’m ahlâkı ile ablaklanmış olacağını, yakinin menzil ve makamların en sonu olduğunu, sâlik bu makamları tek tek geçerek Cenâb-ı Hakk’m huzuruna ulaşıp nurları içinde kaybolacağını, sonra o huzurda tam kemhale ulaşınca hiçliğe bürünüp, hilâlin en son hâli gibi iyice mahviyet içine gireceğini, bunun da Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendisiyle övündüğü “iftikâr” hâli olduğunu zikretmiştir.

Nefsin tezkiyesi konusunda, Râzî’nin görüşlerini özetleyen Nisâbûrî, bu arada ehl-i te’vilin ilginç işaretlerine yer vermiştir  

Ebû Hayyân (745/1344), insanların önünde durup onlara iyiliği emreden kimselerin, sözlerinin hilâfına hareket ettiklerinde, bunun ma’siyete bir teşvik olacağını, böyle yapanların âyet-i kerimelerde “Kendiniz kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Yaptığınız işin çirkinliğini ve tutarsızlığını) anlamıyor musunuz?"  “Ey iman edenler! (Size de gerektiği halde) yapmadığınız şeyleri niçin (başkalarına) söylüyorsunuz. Bu yaptığınız Allah katında büyük bir gazap vesilesidir."  ikazlarıyla uyarıldığını belirtmiş, bu meyanda Hz. Ali’nin : “Şu iki insan belimi büktü. Birisi; günahlara dalan âlim, diğeri de; câhilâne ibâdet yapmaya çalışan âbid.” şeklindeki yakınmasını nakletmiştir.32

îbnu Abbas’ın tefsiriyle; Allah Teâlâ’nın taaatmda, O’nun nimetlerine şükürde ve O’ndan gelen belâlara sabırda nefsin hevâsıyla yapılan cihadın da mücâhedenin içine girdiğini nakleden Ebû Hayyân, Allah yolunda zâhirî ve bâtınî düşmanlara karşı ortaya konan bütün gayretlerin, sahibini daha güzel hidâyete ve daha büyük hayırlara ulaştırmasıyla ilgili rivâyetlere yer vermiştir.      

Nefsin tezkiyesi konusunda, ehl-i sünnet müfessirlerin yukarıda verilen görüşlerini tekrarlayan Ebû Hayyân, bu arada Zemahşerî’nin mu’tezîlî görüşlerine değinip tenkid ederek; onun bu tür görüşlerini bir sürü aklî izahların perdesi altında gizlice ortaya sürdüğüne dikkat çekmiştir.  

Ebu’s-Suûd (982/1574), “Kendiniz kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Yaptığınız işin çirkinliğini ve tutarsızlığını) anlamıyor musunuz?”  âyetinin, başkasına va’zedip kendi kötü hâlini ıslah etmeyen herkesi uyardığını ve kınadığını, bu gibi kimselerin sözlerinin te’sirli olmayacağını, böyle bir davranışın; şeriatı bilmeyenlerin câhillerin veya akl-ı selimden yoksun ahmakların işi olduğunu ortaya koyduğunu zikretmiş, aslında bu ikazdan muradın; fasık bir kimseyi başkasına


va’zdan alıkoymak değil, onu nefsini tezkiyeye ve onun kemâli için çalışarak hem kendisinin hakkı ayakta tutmasına hem de başkalarının hak üzere gitmesine vesile olmasına teşvik etmek olduğunu belirtmiştir.

Bütün beşerî kemâlatlan açıkça veya işâret yollu ihtivâ ediyor dediği Bakara sûresinin 177. âyetini, câmi ve nâfî bir şekilde tefsir eder Ebu’s-Suûd, özetle; insanın Hakk yolunda sâdıkhğının nişânesi ve muttaki oluşunun belgesi olan iyilik ve takvânın, kalbde bir hayır ve Hakk’a yöneliş yokken, zâhiren yüzü maşrık veya mağribe döndererek görüntüyle hak adamı gözükmekle olmadığını, asıl birr ve takvânın, özetle; sahih itikâd, kullarla güzel geçim ve nefsi güzel ahlâkla tehzibin içinde bulunduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifâdesiyle; bu âyetle amel eden kimsenin imanının kemâle ereceğini kaydetmiştir.

Hakk’a dâvet ve hayra irşad edenlerin karşısında, hakikate tâlib havass, fıtratı işlenmemiş avam ve cibilliyetinde inat ve itiraz bulunan muannidler olmak üzere üç çeşit insan tipinin bulunduğunu, bunlardan herbirinin farklı bir dil, ayrı bir usûl ve değişik bir üslubla dâvet edilmesi gerektiğini dile getiren Ebu’s-Suûd,  Hakk’a vuslat isteyen herkesin, âyetin açık ifâdesine göre;  açık şirkten ve hafi riyâdan uzak kalmasının zarûri olduğunu, yoksa, hadisin belittiği gibi; içinde riyâ bulunan hiçbir amelin Allah katında makbul olmayacağını belirtmiştir.

Kulun tevbeye yönelmesinin, ondaki sadakatinin ve bu vesile ile günahlarının affedilmesinin İlâhî rahmet ve lütfün eseri olduğuna dikkat çeken Ebu’s-Suûd,  nefsin tezkiyesi konusunda, ta’rifte Zamahşerî’ye, temizliğin husûlünde Râzî ve Kâdî’ye benzer şeyler söylemiştir.336

Hatib Şirbînî (977/1569), insanların genelde üç fıtrat üzere yaratıldığını, birinci kısmın; hakikate tâlib, sahih ilim, keskin basîret sâhibi kâmil âlimler olup bunlann hikmetle Hakk’a dâvet edileceğini, ikinci kısmın; temiz yaratılış fitratlan üzere kalmış fakat kemal noktasına da ulaşmamış avam kesimi olup, bunlann güzel öğütle dâvet edileceklerini, üçüncü kısmın ise; cedel ve çekişmeyi seven tiplerden oluşup, bunlann dâvet şeklinin en etkili mücâdele ve ilzamla gerçekleşeceğini, kullara düşenin; usûlüne uygun dâvet olup, hidâyet ve dalâletin Allah Teâlâ’nın irâdesine kaldığını belirtmiştir.337

“Kim Rabbine kavuşmak isterse; sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.”  âyetinin, ilmin ve amelin hülâsasını ihtivâ ettiğini, bunlann da; tevhid ve taatta ihlas olduğunu belirten Şirbînî,339 Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “De ki: Rabbim, ilmimi artır.”340 şeklinde verilen duâ emrine, O’nun: “Allahım! Bana öğrettiğin şeyle beni faydalandır, bana faydalı olacak şeyi öğret. İlmimi artır. Her halde Allah’a hamd olsun. Cehennem ehlinin hâlinden Allah’a sığınırım.”  yakanşıyla imtisâl ettiğini, îbnu Mes’ud’un da, bu âyeti okudukça: “Allahım! Benim ilmimi, imanımı ve yakinimi artır.” diye duâ ettiğini nakletmiştir.342

Âyet ve rivâyetlerin delâletiyle; ehl-i ilmin ve seyr u sülük sâhiplerinin elde ettikleriyle aldanmamalan, dahasma ve en faydalısına tâlib olmalan ve en önemlisi; ilim ve amellerinden kendilerine pay çıkanp kibre ve fahre düşmemeleri gerektiğini söyleyebiliriz.

“Bizim (rızâmız) için, mücâhede edenleri muhakkak (rızâ ve likâmıza götüren) yollarımıza ulaştırırız.”  âyetinde, “mücâhede” kelimesinin “mufâale” bâbmda olduğunu, bunun, bütün cehd ve gayreti kullanmayı ifâde

336Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, IX, 146, 164.

337Bkz: Şirbînî, es-Sırâcii’l-Münîr, II, 270-271.(Beyrut, trs).

338Kehf 18/110.

339Bkz: Şirbînî, a.g.e, II, 412.

340Tâhâ 20/114.

341Duâ için bkz: Tirmizî. Deavât, 129 (Had. No: 3599); îbnu Mâce, Mukaddime, 23 (Had. No: 251).

342Bkz: Şirbînî, a.g.e, II, 486.

343Ankubût 29/69.

ettiğini, mücâhedenin içine zâhirî ve bâtmî düşmanlarla kavlî ve fiilî bütün cihad çeşitlerinin girdiğini belirten Şirbînî, mücâhede konusunda Nesefî’nin yaptığı gibi; bir çok sûfinin görüşüne yer vermiştir.

Nefsin tezkiyesi konusunda, Taberî ve Beğavî’nin nakillerine dayanarak, ashâb ve tâbiûn müfessirlerinden birçok yorum zikreden Şirbînî, Zemahşerî’nin bu konudaki yaklaşımlarıyla, Beydâvî’nin izâlanna değinip, değerlendirmeler yapmış ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nefsin kötü sıfatlarından Allah’a sığınması ile ilgili duâlanna yer vererek,  bu işte aslolanm; Allah’ın tevfik ve yardımına bağlı olarak kulun acziyetini itirafla itaata devam etmek olduğuna işaret etmiştir.

Âlûsî (1270/1853), tezkiye; amelî kuvveti nisbetinde nefsin tekmili ve ta’limle hâsıl olan nazarî ist’idâdı ölçüsünde üstün hallerle tehzibinden ibârettir, şeklindeki tanımı nakletmiş,  tezkiye işinde, “tahliye”nin (kötülüklerden arınmanın) “tahallî”den (iyiliklerle süslenmeden) önce geldiğini, zirâ; def’i mefâsidin celb-i mesâlihten evlâ olduğunu belirtmiştir.  

“Allah size yardım ederse; artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi kendi hâlinize bırakıverirse, O’ndan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayansınlar ”34% âyetinin, fillerde gerçekleşmesi gereken tevhid ve tevekkülü ifâde ettiğini belirten Âlûsî, bazı âriflerin beyanına göre; Allah Teâlâ’nın kullarına yardımının farklı derecelerde olduğunu, bunun, seyr u sülûküne yeni başlayan müridlere şehvetlerini kontrol ve kırmada muvaffakiyet, muhiblere kurbiyet sıfatına nâiliyyet, âriflere ise müşâhede makamlarına terakkiyat şeklinde tezâhür ettiğini, Allah Teâlâ’nın özel yardımına ancak, kendi güç ve kuvvetinden sıyrılarak bütün sebeblerde Rabbine tutunan kimselerin mazhar olacağını zikretmiştir.  

Bazı mülhidlerin, kendi hesaplarınca keşf ve şühûda ulaşanların üzerinden teklifin düştüğünü söyleyip, teklifin hakikatlerden perdeli kimseler için olduğu iddiâlannı zikreden Âlûsî, Hz. Peygamber (s.a.v)’e verilen: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk etl” 5Q emrinin, bazı sika râvilere göre; bütün semâ tabakalarını geçerek Rabbiyle görüştüğü mi’ractan sonra verildiğini naklederek soruyun “Bunca makamları geçen zâta, mülhidlerin ulaştık dedikleri yakin hâsıl olmadı mı? O (s.a.v), ömrünün son ânına kadar Rabbine ibâdetle meşgul oldu. Buna göre; O (s.a.v), yakine ulaşamadığı için teklifin sıkıntısı içinde kaldı diyeceğiz, öyle mi? Allahu ekber! Kalbinde zerre kadar iman, başında azıcık akıl bulunan kimse bunu düşünmeye ve söyleyemeye cesâret edemez.”

Kişisel farklılıklara göre dâvet şekli konusunda, Beydâvî, Ebu’s-Suûd ve Şirbînî’ye benzer ve biraz daha detay bilgi veren Âlûsî, dâvetçi ve terbiyecinin “Mü’minin ferâsetinden sakının. Şüphesiz o, Allah’ın nuru ile bakar.”  hadisinde belirtilen ferâset nûruna sâhip olması ve muhâtabının akıl seviyesi, fıtrî yapısı ve fiilî kapasitesine uygun hareket etmesi gerektiğine işâret etmiştir.  

Sabrın birkaç kısım olduğunu, bunların; sabır lillah, sabır fillah, sabır maalllah. sabır anillah şeklinde taksim edildiğini nakleden Âlûsî, birincinin her mü’minde, İkincinin Hakk yoluna sülük eden sâliklerde, üçüncünün keşf ve huzur sâhiplerinde, dördüncünü ise; lyan, müşâhede ve aşk ehlinde bulunması gerektiğini belirtmiş, özetle; herbir sabır çeşidinin İlâhî bir mevhibe olup farklı tezâhürleri bulunduğunu, sabır olmadan Hakk yolunda hiçbir mücâhede yapılamayacağını, Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “(Habibibm!)Sabret, senin sabrın ancak Allah iledir.”  buyrulmasının, meselenin ehemiyetini ve sabrın asıl merciini ortaya koyduğunu zikretmiştir.

İlâhî takarruba vesile olacak şeyin; sahih akide ile sırf Allah rızâsı için yapılacak sâlih amel olduğuna dikkat çeken ve dünyevî bir gâye için yapılan hiçbir amelin kabül edilmeyeceğine dâir pek çok haber bulunduğunu belirten ÂIûsî,  mücâhede âyeti  hakkında güzel yaklaşılan yanında îbnu Atâ’nın: “Allah’tan gayri her şeyden kesilerek tamâmıyla O’na muhtaç olduğunu anlayıp teslim olmaktır.” şeklindeki mücâhede tanımını ve bu meyanda daha birçok ârifîn görüşünü nakletmiştir.

Asamızın âlimlerinden Zuhaylî, âyet-i kerimelerden akide, hukuk ve metodla ilgili sonuçlar çıkardığı “et-Tefsîru’l-Münîr” adlı tefsirinde, “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Yaptığınız işin çirkinliğini ve tutarsızlığını) anlamıyor musunuz?”    âyetinin tefsirinde, dâvetçiyi ilgilendiren şu yorumu yapmıştır

“Âyet her ne kadar Yahûdiler hakkında inmişse de, itibar, sebebin husûsîliğine olmayıp lafzın umûmîliğine olduğu için bugünkü insanlara da hitâbetmektedir. Bir dâvetçinin, diğer insanlara iyiliği emredip kendisini unutması bir hastalıktır. Bunun ilacı; -müteâkib âyetlerde belirtildiği gibi- Allah’a hakiki olarak iman etmek, Allah’ın rızâsına ulaşmak için nefs-i emmâreye karşı gerçek bir sabırla sabretmek, nefsi istikâmet üzere gitmeye ısındırmak ve alıştırmak için namazla İlâhî yardım istemektir. Kim, mükellef olduğu şeylerin yükünü çekmeye sabreder, nefsini ma’siyetten alıkor, günde en az beş defa Allah Teâlâ ile bağını yeniler ve O’na münâcaat ederse; onun, başkalarına nasihat etmesi uygun ve önüne çıkacak tehlikeleri anlaması mümkün olur.

Seyyid Kutub (1387/1966), Allah’a ulaşmak ve O’nunla irtibatını sağlamlaştarmak uğruna nice sıkıntılara ğöğüs geren, bütün zorluklara rağmen geri adım atmayan, ümidini kaybetmeyen, nefsin ve nâsın fitnesine sabreden bu uzun, meşakkatli ve bir yönüyle ğarib yolun samimi yolcularını Allah Teâlâ’nın yalnız bırakayacağını, kendisine olan iman ve itimadlannı zâyi etmeyeceğini, cehd ve cihadlannı unutmayacağını ve onlann elinden tutup muhakkkak hedeflerine ulaştıracağını belirtir.

d-Değerlendirme.

Seyr u sülük hakkında yukanda zikretmiş olduğumuz sûfilerin ve müfessirlerin görüşleri, konunun belirli yönlerine kısaca işâretten öte geçmemiştir. Bunun böyle olması tabiîdir. Çünkü; çalışmamız sınırlı, tetkike konu edilen mevzû ise, çok geniştir. Konu insan, hedef onu eğitmek, problem insanın nefsi, gâye onu tezkiye ve terbiye etmek olunca; mesele büyümekte, alan genişlemekte, metod farklılaşmaktadır. Ele alınacak unsur -insan-bir tâne gözükse de; her ferd ayrı bir fıtrat ve cibilliyeti temsil ettiğinden; o nisbette iş derinleşmekte, usûl çeşitlenmekte, uslûb değişmektedir.

Sûfî ve müfessirlerin konunun esasında farklı bir yaklaşımları olmadığını söylersek, yanlış olmaz kanaatindeyiz. Her iki grubun mümessilleri de; nefsin tezkiyesinin, kalbin tasfiyesinin, ahlâk-ı hamidenin elde edilmesinin ve sonuçta; ihsan mertebesinde yapılan ideal kulluğa ulaşmanın gereğine inanıyorlar. Meseleyi kendi sahalarının özel ve diğerine göre bazen farklılaşan ıstılahları ile ifâde etmeleri, esastaki bir farklılıktan kaynaklanmıyor. Sûfiler, nefsini ıslah etmiş hedef şahsiyete “insan-ı kâmil” ismini verirken, müfessirler, aynı sıfatların sâhibine, Kur’ân diliyle “muttaki” diyorlar. Birisi, bir mürşid kontrolünde nefsi ıslah adına yapılan bütün amellere ve katedilen mesâfeye “seyr u sülük” ta’birini kullanırken, öbürü, bütün bunları “mücâhede” ile tanımlıyor.

Tesbit edebildiğimiz kadariyle, terbiye ve irşâd konusunda, sûfiler ve müfessirler şu noklarda aynı düşünüyor ve benzer bir dil kullanıyorlar.

Kullukta ve Allah Teâlâ’ya kurbiyyette ilk ve en önemli adım sahih akide, sağlam iman şüphe ve şâibeden arınmış bir kalble işe başlamaktır. Bundan sonra gelecek bütün işler, kalbin samimiyeti veya hastalığına bağlı olarak şekillenecek, işine yakînen inananlar ve hedefi saptırmayanlar an be an hedeflerine yaklaşırken, şüpheler içinde kalıp hergün ayrı ve yanlış bir hedef bucalaması içinde olanlar, gafil, riyâkar, ehl-i dünyâ, kâzib, münâfik gibi olumsuz bir sıfatla damgalanacak, ihtimal ki; çoklan yolda kalacaklardır.

Tebliğ ve terbiyede örnek Hz. Rasûlullah (a.s)’dır. Mürşid ve dâvetçi, muhâtablanna peygamberi bir metodla yaklaşmalı, ortaya koyduğu hedef, yol, usûl ve ilaç, muhakkak Kitab ve sünnetten “haktır” tasdikini almalıdır.

Din, ilimsiz âbidin ve edebsiz ehl-i ilmin elinde safiyetini kaybedecek, bu iki olumsuz örnek, çoklarının haktan mahrumiyetine sebeb olacaktır.

İnsanların önüne geçip idareci, gönlüne girip terbiyeci olmak isteyenlerin, ellerinde Kur’ân, önlerinde sünnet olmalıdır, işini bu iki âdil şâhide tasdik ettirmeyen idâreci, işlerin kesada, âlemin fesada gitmesine sebep olurken; ilacını Kur’ân ve sünnetten elde etmeyen terbiyeci, kalblerin nifak, kin, şehvet, riyâ ve hased gibi kötü ahlâklar ile kirlenmesine mâni olamayacaktır.

Cehd olmadan cihad olamaz. İlâhî yardım, oturanlara değil, var gücüyle Hakk için çalışan ve bittiği noktada “Yâ Rabbi!” deyip el açanlara va’dedilmiş olup bu yardıma mazhar olanlar muhakkak hedeflerine ulaşacaklardır.

Âlemde sünnetullah, genelde aynı sebeb-sonuç zinciri içinde cerayan etmektedir. Hedefi takvâ olan kimse, kendisinden önceki sâlihlerin mücâdele ve mücâhedesine benzer bir çalışmaya girmeden bu hedefe ulaşamayacağını bilmelidir.

Temel usûlü değiştirmek hatâdır. Usulde hatâ edenler, vusülden mahrum olurlar.

Selefin başına gelen imtahanlar, benzer şekliyle onlara halef olanlara da gelecektir. Hakk yolunun zâhirî ve bâtınî bir çok düşmanlan, maddi ve ma’nevî epeyce engelleri vardır. Bütün bunlar, bu yolun sâliklerinin hem cihadı, hem imtahanı durumunda olup, sonuç; başlangıçtaki niyete, gidişteki edebe, içindeki sabra ve İlâhî desteğe göre farklı tezâhür edecektir.

Terbiyeci ve dâvetçi, görüşünde ferâset, işinde kemâlât sâhibi olmalıdır. Basireti kör, kâbiliyeti kısır, insan psikolojisinden bihaber, günahlara mübtelâ olan bir kimse gönül tabibi olamaz, Hakk adına konuşamaz, Rasûlullah (a.s)’ı temsil edemez. Bu kimseye sûfiler “kuttâu’t-tarik”, müfessirler ise “sahte tabib” demektedirler.

Ancak, burada, sûfilerle müfessirlerin aynldıklan bir kaç noktaya temas etmek istiyoruz.

Sûfiler, terbiye ve tezkiye işinin muhakkak, kemâlât hâlleriyle hallenen, yolu bilen bir ehil insanın, kendi ta’birleriyle “mürşid-i kâmiF’in beraberliğinde olacağını, kendi başına bu işte muvaffak olmanın imkansız derecesinde zor olduğunu ileri sürmektedirler. Müfessirler ise; terbiyenin şart olduğunu söylemekte fakat, çok azı hâriç, ekseriyetle, bu işte ferdin kendi ilim, amel ve gayretiyle netice alacağı kanaatini sergilemektedirler

Sûfiler, seyr u sülük ameliyesinin bir mürşid nezâretinde, hak bir tarikat disiplini içinde olması gerektiğini savunurken; müfessirler, mücâhede ve tezkiye ile ifâde ettikleri manevî terbiyenin, kitab ve sünnetin çizdiği sınırlar dâhilinde herkese her yerde mümkün olabileceğini savunmaktadırlar.

Sûfîler, seyr u sülük konusunda düşündüklerini ve temenni ettiklerini değil, bizzat yaşadıklarını ve tecrübe ettiklerini ortaya koyarken; genelde müfessirler, kendileri hâl olarak ulaşmasa da, terbiye ve tezkiye ile ilgili âyetlerde, fikrî maharet ve İlmî kabiliyetlerini kullanarak, İlâhî murâdı beyan ve hak olanı ilân adına tesbit ve tebliğde bulunmuşlardır..

Sûfiler, sâlikin manevî terbiyede karşılaştığı hâlleri ve ulaştığı neticeleri kabz, bast, fenâ, bekâ, cem’, aynu’l-cem’, müşâhede, mükâşefe, ilme’l-yakîn, ayne’l- yakîn, hakke’l-yakîn gibi ıstılahlarla ta’rif edip tanıtırken; müfessirler, bu tür hâl ve makamları Kur’an ve sünnette geçen takvâ, ihsân, yakın, inşirâh-ı kalb gibi temel ve genel kavramlarla ifâdeyle yetinmişlerdir.

Biz, kelimeler üzerinde takılmanın ve bunun kuru mücâdelesini vermenin yerine, mâna ve muhtevâya bakılmasını, aynı makbul sonuca götüren her yolun ve aynı hak noktaya çıkan her ta’rifin kabul edilmesini faydalı görüyoruz. Sûfîlerin kitab ve sünnetten istidlâl ederek elde ettikleri ta’rif, tanım ve ıstılahları redde gitmemeli, müfessirlerin ve diğer ilim ehlinin nasslann açık ifâdesine dayalı olarak ortaya koyduklarını da yetersiz görmemelidir.

Ferdî hatâlar ve kısmî ifratlar bir kenara bırakılırsa; sûfîlerin tezkiye-i kalb ve terbiye-i nefs konusunda katettikleri mesâfe ve aldıkları sonuçlar, hiç de küçümsenmeyecek kadar ileri ve göz ardı edilmeyecek kadar faydalıdır. Öyleki; insan eğitimi ile meşgul olan herkesin, bu birikmiş tecrübeden muhakkak alacağı bir şey mevcuttur. Kâlin hâle, gafletin zikre, tembelliğin harekete, karamsarlığın ümide, zulmün adâlete, vahşetin edebe, hüznün sevince nasıl dönüştüğünü görmek isteyenler, eğer ashâb-ı kirâmı taklidi zor bir misâl düşünüyorlarsa; gerçek sûfîlere bakmalıdırlar.

Her ferde göre farklı bir şekil ve her devre göre ayn bir hüviyet içinde düşünülse de, herkes yaşına münâsib, makâmına uygun bir tarzda tezkiye ve terbiye ile mükelleftir. Bunun bir sonu yoktur, ölüme kadar devam eder. Hiç kimse kendisini bundan müstağni göremez. Çünkü insanın hayvânî arzulardan, nefsânî duygulardan, şeytânî ahlaklardan ve maddî bağlardan kurtulduktan sonra, meleklerin sıfatına ulaşmaya ve devamında Rabbânî edeble edeblenip İlâhî huzura girmeye kadar yolu vardır. Ancak bu yolun bir sonu yoktur.

Kötülüklerden arınmak esastır fakat, hedef; iyiliklerle süslenmek ve ahlâk-ı hamideye ulaşmaktır. Güzel ahlâkın zirvesinde Hz. Rasûlullah (a.s) bulunmaktadır. O’na ittiba ölçüsünde diğer insanlar da farklı derecelerde güzel ahlâka ulaşabilirler.

Güzel ahlâk tamâmen fıtrî değildir. Onda kesbin rolü, eğitimin büyük etkisi vardır. Onu sırf İlâhî mevhibe ve fıtrî bir oluşum olarak görenler, küfür ve dâlâlet içindeki insanlara peygamber gönderilmesini izahta ve bir zamanlar ma’sum kız çocuğunu diri didi kuma gömecek kadar insânî hislerini ve değerlerini kaybetmiş insanların, bir peygamber terbiyesinden geçtikten sonra, meleklerin imreneceği edeb ve ahlâka ulaşmalarını anlamakta zorlanırlar.

Usûl ve edebine göre yapılan telkin, tavsiye, mücâhede, riyâzât ve eğitimle kötü ahlâkın güzeli ile değişebileceği tecrübe ile sâbittir. Güzel ahlâkı emreden nasslar da buna şâhidlik etmektedir. Bu alandaki en güzel ve en canlı örneklerin ashâb-ı kiramdan sonra sûfilerde gözüktüğünü söyleyebiliriz.


n-SEYR U SÜLÜKTE TERAKKİYE YARDIMCI ÂMİLLER.

Yukarıda, seyr u sülûkun ta’rif, tatbik ve hedefini gördük. Sûfilerin ve müfessirlerin terbiye ve tezkiye işine bakışlarını tesbite çalıştık. Burada, sûfilerin terbiyenin tekâmülünde en etkili medot olarak gördükleri bir kaç hususu kısaca ele alıp, müfessirlerin yaklaşımlarıyla değerlendirmesini yapmaya çalışacağız.

Temel bir kaidedir ki; bir vacibin yerine gelmesine yardımcı olan şeyler, o vâcib gibi önem arzeder. Yüksek bir hedefe hizmet eden basit vâsıtalar devre dışı bırakılacak olsa, terakki durur.

Sûfiler, kalbin tezkiyesi ve nefsin terbiyesi için bir çok yol ve yöntemi kullanmışlardır. Bunun içindir ki; hedefleri aynı, fakat metottaki uygulamaları farklı, sayıları yüzleri bulan tarikatlar ortaya çıkmıştır. Bu usullerden bâzdan bütün tarikler için önem arzetmekte ve her devirde geçerliliğini korumaktadır. Şimdi bunlardan “sohbet”i ele alacağız ve onun insanın rûhî terbiyesindeki yerini, ahlâkın şekillenmesindeki etkisini, şartlanna göre olumlu veya olumsuz neticelerini, önce sûfilerin, sonra müfessirlerin görüşleri çerçevesinde tesbite çalışacağız. Bu arada, ehl-i tasavvufça etkili bir terbiye metodu olarak görüldüğü ve değişik biçimlerde uygulandığı halde, bazı çevrelerce farklı değerlendirilen “râbıta” konusuna kısaca değineceğiz. Rûhî terbiyede etkisi olan diğer önemli âmillere ise, kısaca işâret etmekle yetineceğiz.

A-Sohbet ve Nazar.

Sûfiler, sohbet üzerinde çok durmuşlardır. Öyleki; Hz. Peygamber (s.a.v)’in, dini, bir yönüyle nasihattan ibâret gösterdiği gibi;  bütün tarikat disiplininin sohbet üzerine kurulduğunu söyleyen mürşidler de mevcuttur. Nitekim, Nakşî tarikatının piri Şâh-ı Nakşibend’in (791/1388): “Bizim tarikatımız (esası itibariyle) sohbettir. Halvette şöhret, şöhrette âfet vardır. Hayır, (Hakk için olan) cemiyyettedir. Sohbete devam ede ede hakiki imana ulaşma nasib olur.”  sözü, sohbetin tasavvuftaki yerini ve hedefini ortaya koyacak netliktedir.

Sûfiler, sohbet deyince sadece karşılıklı konuşmayı değil, daha çok; kâmil bir insanla beraber bulunmayı, onunla hemhâl olmayı ve aynı atmosferde yaşamayı anlamışlar, bunun, sâlih kimselerle sâdık bir niyetle yapıldığında İlâhî rızâya ve cennete vesile olacağını; ehl-i şerle olması durumunda ise; İlâhî gazaba ve cehenneme kapı açacağını belirtmişlerdir.    Sohbet konusunda sûfilerin görüşlerine geçmeden önce, bu konuda delil kabul edilen nasslardan bazılarını zikredeceğiz.

a-Sâlihlerle sohbete teşvik eden nasslar.

Sûfiler, sâlihlerle sohbetin gereği ve hedefi konusunda birçok nassı delil olarak kullanmışlardır. Bunlardan bir kısmını zikretmekte fayda görüyoruz.

1-Âyet-i kerimeler.

Sûfiler, eserlerinde sohbet konusunu işlerken, ehl-i hayırla beraberliği ve kötülerden uzak durmayı emreden aşağıdaki âyet-i kerimeleri, konunun esası olarak zikretmişlerdir.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.”      

“İyilik ve takvâ hususunda birbirimizle yardımlaşınız.”

“(Rasûlüm), Rabb’lerinin rızasını isteyerek, sabah akşam O’na duâ (ve ibâdet) edenlerle (beraber olmaya) candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek sakın onlardan gözünü (ve gönlünü) çevirme. Bizim zikrimizden kalbini gâfil kıldığımız, hevâsına tabi olan ve işi devamlı aşırılık olan kimseye itaat etme.”&

“(Herşeyi ile tamamen) bana yönelenlere uy!”'1

“Onlar Allah‘ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onlann yoluna

uy!”  

“O gün (Allah için birbirini seven) muttakîlerin dışında bütün dostlar birbirinin (azılı) düşmanı olur.”

“Sakın zâlimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur (cehenneme girersiniz.) Sizin için Allah’tan başka dost yoktur. Sonra, (eğer başkasına meyi ve muhabbet ederseniz, O’ndan da) yardım göremezsiniz.”

“Zâlimlerden herbiri (pişmanlığından) o gün iki elini ısırarak: “Ah ne olurdu ben de o peygamberlerle birlikte bir kurtuluş yolu edineydim. Yazıklar olsun bana! Keşke (beni Hakk’tan alıkoyan) şu falanı dost e dinme şeydim!” der.”

2-Hadis-i şerifler.

Sûfiler, Allah için birbirini sevmeyi, sâlihlerle aynı meclisde bulunmayı, ibrede kendilerine bakmayı, onlara ikram ve hürmete koşmayı, güzel hallerini örnek almayı tavsiye ve bunlara teşvik eden bir çok hadis-i şerifi, eserlerinin ilgili bölümlerinde zikredip bu konudaki amellerine delil olarak kullanmışlardır. Bunlardan bir kaç örnek zikredeceğiz:

"İyi arkadaş yalnızlıktan, yalnızlık ta kötü arkadaştan hayırlıdır. İyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir; onun güzel kokusundan alıp sürünmese bile, ondan yayılan koku ona da bulaşır. Kötülerle beraber olan da demirci körüğünün yanında oturan kimse gibidir. Bizzat körüğün kirine bulaşmasa bile, onun isi ve pis kokusu üzerine siner. "

"Kişi dostunun dini üzeredir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin."**

"Kişi sevdikleri ile beraberdir."

“Kim bir topluluğu yaptıkları fiillerden dolayı severse, kıyamet günü onlarla birlikte haşredilir. Ve onların amelini işlememiş bile olsa (niyet ve muhabbetiyle onlarla birlikte olduğu için) beraberce hesaba çekilir.” 5

“Allah Teâlâ buyurur ki: “Benim için birbirini seven, birbirini arayıp soran, birbirini ziyâret eden, birbirine infâk ve ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur."

“Allah Teâlâ kıyâmet günü şöyle buyurur: “Benim celâlim (rızam) için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi (rahmet) gölgemde gölgelendireceğim.”

“Herşeyin bir mâdeni (menbâı) vardır; takvânın mâdeni de âriflerin kalpleridir.”        

“Allah Teâlâ’nın yeryüzünde yaşayanlar içinde (feyiz ve nur) kapları vardır. Rabbinizin kapları; sâlih kullarının kalbleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları da en yumuşak ve en ince olanlarıdır.”

“insanların bazıları zikrullahın anahtarıdır. Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar.”2Q

Rasûlullah (a.s)’a: “Yâ Rasûlellah! Allah’ın velileri kimlerdir?” diye sorulduğunda: “Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan kimselerdir.” buyurdu.  

“Meclisinde bulunacağınız en hayırlı kimseler; görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket katan ve ameli âhirete rağbetinizi artıran sâlihlerdir.”

“Muttakîler (insanların en) efendisidir. Âlimler ve fakihler (kendilerine uyulacak) önder kimselerdir. Allah Teâlâ onlardan ilmin gereğini yerine getirme (ve onu tebliğ etme) sözü almıştır. Onlarla oturmak bereket, kendilerine (ve güzel hallerine) bakmak nurdur.”

“(Dostlarım) zikrimle mescitleri ma’mûr ederler. İnsanlara hayrı öğretirler. Onları benim tâatime çağırırlar. Onlar (kıyâmette) arşımın gölgesinde gölgelendireceğim dostlarımdır. Onları yakınımda oturtur, azabımdan emîn ederim. Kendilerini diğer insanlardan beşyüz sene önce cennete dâhil ederim. Orada nimetler içinde ebedî kalırlar. Rasûlullah (s.a.v) daha sonra şu âyeti okudu:

“Dikkat edin, Allah’ın velîlerine hiçbir korku ve hüzün yoktur.”* 

Ebû Zerr (r.a) anlatıyor: Rasulûllah (a.s)’a:

“Ya Rasûlellah! Bir adam (güzide) bir topluluğu seviyor, fakat onlann ameline gücü yetmiyor, bunun durumu nedir?” diye sordum. Rasûlullah (a.s):

“Sen Ya Ebâ Zerr, sevdiklerinle berabersin.” buyurdu. Ben:

“Ben Allah ve Rasulünü seviyorum.” dedim. Rasûlullah (a.s):

“Şüphesiz sen sevdiklerinle berabersin.” buyurdu. Ben sözü üç defa tekrar ettim, Efendimiz (s.a.v) de aynısını tekrar etti.”

Enes (r.a) anlatıyor: Rasûlullah (a.s)’a bir adam gelerek:

“Ya Rasûlellah! Bir adam birisini hayırlı ameli ve hâlinden dolayı seviyor, fakat onun gibi amel edemiyor, bunun durumu nedir?” diye sordu. Rasûlullah (a.s):

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurdu. Hz.Enes demiştir ki: Rasûlullah (a.s)’m ashabının bu hadisi duyduklan gün sevindikleri gibi sevindiklerini hiç görmedim.  

“Şüphesiz Allah Teâlâ, bir sâlih müslümanın bereketine komşularından yüz tane hâneden belâyı defeder.”22

“Allah’ın dostlan içinde öyle kimseler vardır ki; onlar nebî ve şehit değillerdir. Fakat kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın kendilerine bahşettiği lütuf ve makamlardan dolayı nebî ve şehitler onlara gıpta ederler.

Ashab: Ya Rasûlellah! Onlar kimlerdir, haber verir misiniz? diye sorduklarında; Rasûlullah (a.s):

“Onlar, aralarında herhangi bir neseb bağı ve maddî alışveriş bulunmadan Allah’ın muhabbeti ve rızası için birbirlerini sevenlerdir. Vallahi onlann yüzü (o gün) nûr gibi parlamakta ve kendileri de nûrdan minberler üzerinde oturmaktadır. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman onlar üzülmeden” buyurdu ve sonra:

“Haberiniz olsun! Allah’ın velîlerine asla bir korku ve hüzün yoktur.”  âyeti kerîmesini okudu.”  

Ashabtan Hanzala (r.a), Hz. Rasûlullah (a.s)’a gelerek:

"Hanzala münafık oldu! Çünkü; senin yanında bulunduğumuzda bize cenneti ve cehennemi hatırlatıyorsun. O esnâda onları gözle görür gibi oluyoruz. Senin yanından çıktığımızda ise hanım, çol çocuk ve geçim işleriyle meşgul oluyoruz. Bu sebeble çok şeyi unutuyoruz." deyince, Rasûlullah (a.s):

"Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer siz benim yanımda bulunduğuzda elde ettiğiniz hâli muhafaza edip, zikre devam edebilseydiniz; melekler sizinle yataklarınızda ve yollarınızda musâfaha ederdi. Fakat ya Hanzala! Bazen böyle bazen öyle olur." buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti.

Bu konuda pek çok hadis mevcuttur. Hepsinin ortaya koyduğu sonuç; salâhın sâlihlerle, kemâlâtm kâmillerle hâsıl olacağı ve Allah için sevenin, saâdet bulacağıdır.

b-Sohbetin gereği ve faydası konusunda sûfilerin görüşleri.

Sûfiler, mürşidle sohbeti çok geniş manada anlamakta ve samimi bir niyetle girilen sohbetin, oluşturulan rûhî beraberliğin, bütün hayırların başı olduğunu söylemektedirler.

Sûfilere göre; Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashab-ı kiramla olan beraberliği, onları nûrânî nazarları ile olgunlaştırması ve en alt mertebedeki sahâbiye bile kendilerinden sonra gelecek en büyük velilerden üstün bir manevî dereceye ulaştırması,  hâl ve kâbiliyet itibâriyle nâkıs olanların, kâmil bir insandan istifade etmesi konusunda en açık delil, en güzel örnek, en canlı şâhiddir. Çünkü; Hz. Peygamber (s.a.v)’in bir görevi de “tezkiye”dir ve bu kelime esasında; kalbe nûr intikâli ile mânevî temizliği ifâde eder.

Ömer b. Abdulaziz (110/720) gibi bir zâtın: “Ubeydullah  ile bir mecliste bulunmuş olmam, benim için bütün dünyadan daha sevimli ve daha kârlıdır. Onun gibilerle oturup kalkmakla akıl nurlanır, kalb rahatlar, sıkıntı kalkar, edeb elde edilir.”  sözü, kendisindeki yüksek tavâzûyu gösterdiği gibi; kâli ve hâliyle hakikatlara ayna olan insanlarla beraberliğin kârını da ortaya koymaktadır.

İbrâhim Havvâs (291/903), sâlihlerle beraberliği kalb hastalıkları için bir şifâ görürken,  Ebu Bekir Temastânî (340/951), ehlullahla sohbeti, Allah ile sohbetin husûl mahalli ve vusûl vesilesi olarak tanıtmış  îbnu Atâ (309/921) ise; böyle bir meclisin bereketiyle rûhun kurbiyyet mahalline çıkacak sâfiyeti elde edeceğini, kalbin müşâhede hâline yükseleceğini ve nefsin ıslah olup taatlara ısınacağını belirtmiştir    

Sohbetten gaye; sohbetine girilen kâmil insanın güzel edeb ve hâlinin, alış gücü nisbetinde sohbete katılanlara geçmesi ve böylece manevî tehzib ve terakkinin elde edilmesidir. Bu faydanın te’mini,"Ruhlar saf halinde dizilmiş ordular gibidir. Orada tanışanlar, (dünyada da) tanışıp kaynaşırlar. Orada anlaşamayanlar (burada da) birbiriyle zıtlaşıp dururlar.”  hadisinde belirtildiği gibi; iki tarafın rûhen ve hâlen ortak yönlerinin bulunmasına bağlanmış olup, fıtratları birbirine uymayanların bir arada duramayacakları ifâde edilmiştir.  

el-Muhâsibî (243/896), sâdece muttaki ve akıllı kimselere karışmayı ve ancak basîret sahibi bir âlimle meclis kurmayı tavsiye edip, Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Meclisinde bulunacağınız en hayırlı kimseler; görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket katan ve ameli âhirete rağbetinizi artıran sâlihlerdir.”  hadisini naklederek, meclisine girilecek kimsede bulunması gereken en bâriz vasıflara dikkat çekmiştir.

Allah için sevginin, kardeşiliğin ve beraberliğin en basit ölçüsünün; bu beraberlik sebebiyle hiçbir harama bulaşmamak olduğunu belirten Muhâsibî, sözü ve fiili ile Allah’ın gazabına sebep olan kimsenin, Allah için dost ve kardeş olamayacağını zikretmiştir.

es-Sülemî (412/1021), Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nurlu nazarlarıyla ashâbını yüksek hallere ulaştırdığını, bu nazarlardan ve bereketten en büyük payı Hz. Ebû Bekir Sıddık’ın aldığını, çünkü, Rasûlullah (a.s)’ın ona diğerlerinden daha fazla yöneldiğini ve daha çok ihtimam gösterdiğini, ümmetin gerçek vârislerinin de bu nazar ve nûru Hz. Peygamber (s.a.v)’den miras aldıklarını, bu nûr ile müridlerine yönelerek onları terbiye edip terakkilerini gerçekleştirdiklerini belirtmiştir.

Hakim et-Tirmizî (285/898), kâmil velilerin üzerinde bulunan İlâhî heybete ve yüzlerinde parlayan Rabbânî nûra bakanların Allah’ı, hayır ve takvâyı hatırladığını, bunun da insanda iyi hâl ve ilme meyli artırdığını, bu muhabbet ve meylin, sahibini sıdk ve hakka sevkettiğini ve böylece kişide istikâmet oluştuğunu, kâmil insanın yüzünde parlayan Allah’ın nûrunun (Hakk tâlibine) Allah’ın celal ve cemâlinin azametini hatırlattığını, böyle bir nûru görmenin insanı nâkıs (ve rezil) işlerden alıkoyduğunu belirtir.

Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), edebin elde edilmesini sâlih insanlarla fiilî beraberliğe bağlamış ve hâl ile yapılan bir va’zm, kuru kâl ile yapılan bin va’zdan daha etkili olduğunu belirtmiştir.  

“Kûtu’l-Kulûb” isimli meşhur eserinde sohbet, sohbetin fazileti, edebi, gereği ve neticeleri konusunda mühim açıklama ve nakillerde bulunan el-Mekkî, özetle; Allah için, Allah yolunda, Allah’ın nza ve emrine uygun bir biçimde yapılacak dostluk ve kardeşliğin, dünya ve âhiretin saâdetine sebep olacağını, bütün dostlukların "Ruhlar saf hâlinde dizilmiş ordular gibidir. Orada tanışanlar, (dünyada da) tanışıp kaynaşırlar. Orada anlaşamayanlar (burada da) birbiriyle zıtlaşıp dururlar.”  hadisinde bildirilen esas etrafında şekillendiğini izaha çalışmıştır  

Kuşeyrî (465/1072), bir müridin şeyh terbiyesi almasının vacip olduğunu söyledikten sonra, Beyazıd el-Bistâmî’nin (261/875), “Üstâdı olmayanın imamı şeytandır.” şeklinde yaygın olan meşhur sözünü nakletmiştir.

Mürşidi Ebû Ali ed-Dakkak'm: "Bir ağaç, kendisini diken ve bakanı olmaksızın kendi başına büyüdüğü zaman, yaprak verir fakat (güzel) meyve vermez. Aynı şekilde, bir müridin, kendisinden yüz yüze an be an edeb alacağı bir mürşidi olmazsa, o, hevâsma kulluk etmeye mahkum olur ve bir kurtuluş yolu da bulamaz." kanaatini nakleden el-Kuşeyrî,  bu işte ilk ve temel esasın; sadâkat olduğunu belirtmiştir.

Hucvirî (470/1077), sohbetin insan tabiatı üzerinde büyük bir te’siri olduğunu, onu bir halden başka bir hâle ulaştırıp kendisine yeni alışkanlıklar kazandıracağını, öyle ki; insanın sohbetle âlim, papağanın ta'limle nâtık olduğunu, bazı hayvanların bile riyâzat ve eğitimle kendi âdetlerini terkederek, insânî âdetler ve alışkanlıklar kazanabildiğini hatırlatlatarak;  çevrenin etkisine ve kâmil olanın nâkıslara ne şekilde fayda vereceğine dikkat çekmiştir. Bütün bunlar, tasavufî manadaki sohbetin neticeleridir.

Sohbette mürşidin müridine nazarı, sözlü nasihattan daha faydalı bulunmuştur. “Nazarı fayda vermeyenin, sözü de fayda sağlamaz” sözü, bu konuda temel bir gerçeği ifâde için söylenmiştir.

İmam Ğazzâlî (505/1111), peygamberler hâriç, diğer bütün insanların az çok kalbî marazlarla mübtelâ ve bunlardan temizlenmenin farz-ı ayın olduğunu, bunun için, bütün hedefi kalb-i selimi elde etmek olan tasavvuf terbiyesinin aynı derecede gerekli bulunduğunu savunmaktadır.

Güzel ahlâkın, fıtrî yapı yanında kesbî muâmelelerle elde edildiğini, kötü sıfatların iyileri ile değişmesinin naklî ve aklî delillere göre mümkün olduğunu belirten Gazzâlî,  insanın kusurlarını düzeltmesinin bir yolunun da; nefsin gizli hastalıklarını nûrânî basiretiyle teşhis ve tedâvi eden bir şeyhin meclisine girip önünde diz çökerek ve onun güzel hâline nazar ederek kendini tanımak ve istikâmetini bulmak olduğunu zikretmiş, ancak, böyle bir insanı bulmanın da epeyce zor olduğunu hatırlatmıştır.

Sohbet ve Allah için sevgi konularında mecut eserler içinde en detay bilgiyi veren “îhyâu Ulûmi’d-Dîn” kitabında meseleyi birçok yönüyle ele alan Gazzâlî,  diğer eserlerinde de, ıslâh-ı nefsin ancak kâmil bir mürşid elinde seyr u sülükle gerçekleşebileceğini işlemiştir.

Sühreverdî (632/1234): “Sâlih ve sâdık kimselerle her buluşmada müridin kemâlatı artar. Ehlullah'ın sözleri kadar, nazarları da fayda verir.” dedikten sonra, yukarıda geçen -."Nazarı sana fayda vermeyenin, sözü de fayda sağlamaz." sözünün, şu şekilde iki yönden değerlendirilebileceğini söylemiştin “Birincisi; hiç Şüphesiz, bir mürşid-i kâmil, müridlerine, diliyle anlattığından daha çok, hâli ve heybetiyle konuşur. Sâdık bir mürid, mürşidinin sükûtuna, konuşmasına, halkın içindeki hâline, halvetteki edebine (bütün hâl ve hareketlerine) bakarak istifâde eder, îşte bu, kâmil bir insanı görmenin kazancıdır. Kimin, fiil ve halleri bakana fayda vermezse, onun, hevâsıyla konuşmasının da bir faydası olmaz. Burada şunu da ekleyelim: İnsanın sözünün nûrâniyeti; kalbinin nûrâniyeti kadardır. Kalbinin nûrâniyeti de; istikâmeti ve kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getirmedeki gayreti nisbetindedir.

Bu sözün bir diğer izahı şudur: Hiç şüphesiz, ilimde yüksek pâyeye ulaşmış kemâlât sâhibi Hakk erlerininin nazarları (kalb hastalıkları için) en faydalı bir ilaçtır. Onlardan birisi, sâdık bir hakk tâlibine nazar ettiğinde; onun kalbi açılıp Allah Teâlâ’nın özel ihsanlarını almaya kâbiliyet ve ehliyet kazanır. Mürşidler Allah Teâlâ’nın askerleridir. Onların nazarıyla nice yüksek haller kazanılır ve güzel nimetlere kavuşulur.”

Sâdık ve samimi bir müridin, mürşidinin irâde ve hükmü altına girip, sohbetiyle şereflenerek, onun edebiyle edeblendiğinde; lambanın kandilinden ışık aldığı gibi, mürşidin bâtınından mânevî hâl ve feyiz çektiğini belirten Sühreverdî, sâdık müridle mürşid arasında İlâhî kaynaşma ile rûhî bir bağ oluştuğunu, müridin, mürşidinin nezâret ve beraberliğinde edeblene edeblene Allah Teâlâ’nın huzuruna girmeye ve manevî hitablan bizzat duymaya ehil duruma geldiğini, bütün bunların oluşması için ihlas, samimiyet ve teslimiyetin şart olduğunu zikretmiştir.

Şa’rânî (973/1565), kâmil bir mürşidi bulmayı dünya ve âhiret adına bütün güzelliklerin husûl sebebi ve İlâhî huzura vusûl vesilesi olarak görmüş,  Zeynüddin el-Havafî’den nakille; müridin mürşidi vesilesiyle elde ettiği bütün ma’nevî yardımların esasen Hz. Peygamber (s.a.v) vâsıtasıyla Alllah Teâlâ’dan geldiğini, âdetullahın böyle cerayan ettiğini, bütün feyz ve terakkiyatm kalbî muhabbet ve teslimiyet ölçüsünde gerçekleştiğini,  mürşidin, mürid için onu İlâhî huzura girmeye hazırlayan bir edeb okulu ve buna alıştırma mahalli olduğunu, mürşide karşı güzel edebi koruyamayan hiç kimsenin Allah Teâlâ’ya karşı da güzel edeb sahibi olamayacağını, bu kimsenin işinde ve amelinde nefsin payı bulunduğunu, bunun da terakkiyi durdurduğunu zikretmiştir.  

Kâmil mürşidin bir ayna olduğunu ve herkesin onda kendi hâlini gördüğünü belirten Şa’rânî,  âlimlerin kâmil mürşidlerle beraber olmasının onlara büyük bir nûr ve bereket kazandıracağını, böylece ilimlerini hâl olarak yaşama yolunun açılacağını,  bir çok mezheb imamının dahi sûfîlerin meclisine devamla marifet ilmini elde ettiklerini zikretmiştir.

İmam Rabbânî (1034/1625), "Onlar öyle bir topluluktur ki; onlarla oturan şâkî (rahmetten mahrum) olmaz."  hadis-i kudsîsinin, velilerle beraber bulananlar için büyük bir müjde taşıdığını, onlarla oturup kalkanların İlâhî muhabbeti elde edeceklerini, İlâhî muhabbetin kişiyi taata, taatm İlâhî yakınlığa, İlâhî yakınlığın fenâfillaha ve devamla bekâbillaha ulaştıracağını, bunun ilk kademesinin de, kâmil mürşidin hâl ve ahlâkında fâni olmakla (yani; fena fışşeyh hâline ulaşmakla) hâsıl olacağını belirtmiştir.

Mevlânâ Celâlüddin er-Rûmî (672/1273), iyilerle beraberliğin ve hayırlı çevrenin etkisini şu misaller ile ortaya kor:

“Cansız ekmek rûha arkadaş olunca hayat kesbeder ve o bedenin aynı olur.” “Karanlık odun ateşe yaklaşınca zulmeti gider, nurdan ibaret kalır.”

“Ölüş bir eşşek, bir tuzlaya atılsa ve orada bir müddet kalsa eşşekliği ve lâşeliği berteraf olur.”

Tâhirü’l-Mevlevî (1367/1951) bu beyitlerden şu sonucu çıkarır. “Sohbette te’sir ve tabiatte sirkat, yani taklid hassası vardır. İyilerle düşüp kalkan kötü kimse, arkadaşlarının hüsnü hâlinden az çok müstefıd olur. Aksi de böyledir.”   

Bir mürşidin terbiyesine girmeden, sadece tasavvufî eserleri okuyarak seyr u sülük yapmaya ve ma’nevî terbiyesini yürütmeye çalışanlara, Ömer Ziyâuddin Dağıstânî (1339/1921) şu uyanda bulunuyor:

“Tasavvufî eserleri okumakla boş yere ömür tüketeceğine, o eserlerde anlatılanlan kendisine hâl yapmış ve şahsında yaşanır bir şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup, onun işâreti üzere amel ederek zikir, fikir, huzûr ile Allah’dan gayri şeylerden kalben kopmaya çalışsan; senin için daha iyi ve daha kolay olmaz mı?”

Şeyh Eşref Ali et-Tanevî’nin (1362/1943) sohbetlerinde yetişmiş Abdülbârî en-Nedvî; hayatın hiç bir alanında ve hiç bir bilim dalında, staj görmeden ve uygulama yapmadan başanya ulaşılmamıştır, tezini ileri sürüp bunu isbat için günlük hayattan birçok örnek verdikten sonra şu neticeye varmıştır.

“Bir kimse olgun (kâmil) bir şeyhin yanında bulunmadan, sohbetlerinden bol bol yararlanmadan, meclisinde teneffüs edilen mânevî havaya alışmadan ve orada yaşanan durumların mânevî zevkini tatmadan olgun bir insan olması mümkün değildir. Bunun için mutlaka olgunluğa erişmiş ve mânevî alanda yol almış muhterem bir zâtın sohbetinde bulunmak, o sohbetin vereceği ma’nevî zevki tatmak ve onun irşadından istifade etmek şarttır.”

Nakşî yolunun imamlarından Abdurrahmân-ı Tâğî (1304/1886) ise; nefis ve şeytanın hilelerinden kurtulup gerçek kulluk yapmak ve vâsıl ilellah olabilmek için kâmil bir mürşide intisab gerektiğini,  insandaki ma’nevî latifelerin eğitiminin de ancak böyle bir intisabla mümkün olabileceğini belirtir.

70Bkz: en-Nedvî, et-Tasavvufu ve’l-Hayât, 129. (Dimeşk, 1963) Tere: Tasavuf ve Tarikatın Yenilenmesi, 166. (Konya, 1992). Müellif, eserinin bir diğer yerinde, Şeyh Eşref Ali et-Tanevî’nin ehlullah ile sohbet konusunda şu güzel değerlerdirmesini nakleder: “Allah sevgisini devam ettirmenin yolu Allah erleriyle (ricâlullahla) sohbeti sürdürmektir. Daha fazlası yapılamazsa da, hiç olmazsa haftada ya da ayda bir kez, mutlaka bu sohbetlere iştirak edilmelidir. Sohbetlere devamdaki incelik; velilerin sâhip oldukları iyi hallerin zamanla yavaş yavaş size de geçmesidir. Aslında sizleri sohbetlere devam etmek için dünyevî işlerinizi bırakmaya zorlamıyorum. Aksine boş zamanlarınızı sohbetlerle değerlendirmenizi istiyorum. (Kâmil velilerle) sohbetlerde bulunma fırsatı bulamazsanız, onlann eserlerini okuyunuz. Ancak bunu yaparken, roman ve hikâye okur gibi ya da bir bilim dalma âit eseri inceler gibi değil de, kendisiyle amel etmek ve direktifleri doğrultusunda hareket etmek gayesi güdülmelidir.” Bkz: Abdulbârî en-Nedvî, a.g.e, 135; adı geçen trc: 173-174.

71Bkz: Abdurrahân-ı Tâğî, İşaretler, 129-130. (İst, 1994. Ümran yay)

72Bkz: Abdurrahân-ı Tâğî, a.g.e, 104-106. Hazret, insandaki manevî latifeleri ve terbiye şekillerini Nakşî usûlüne göre şöyle açıklan “Cenab-ı Allah (c.c.) insanı on maddeden mütevellid yaratmıştır. Bunlann beşi mahlukât âlemi denilen “halk âlemi”nden olup; toprak, su, hava, ateş ve nefisten meydana gelir. Başkanlan ve hâkimleri nefistir. Diğer beş unsur ise, (asılları) “âlem-i emir”den olan kalb, rûh, sır, hafi ve ahfâdır. Bu letâiflerin vücuddaki yerleri ise şöyledin Kalb, sol memenin dört parmak altında; ruh, sağ memenin dört parmak altında; sır, sol memenin iki parmak üstünde; hafi, sağ memenin iki parmak üstünde; ahfâ, boyun kemiğinin iki parmak kadar altındadır. Âlem-i emirde bulunan bu beş latifenin lideri, sultanı, hâkimi ise ruhtur.

Rûh ile nefis bir araya gelince, nefis ruha gâlip gelir. Aralarında bir sevgi ve ilgi belirir. Bunun hikmet ve sebebi ise; rûhun nefis vasıtasıyla kemâle ermesidir. Bu hikmete binâen, rûha karşı üstünlük kuran nefis, onu bedene (bağlayıp) yerleştirirken kendi âleminden ve asıl yurdundan habersiz hale getirir. Onun nûrânî aydınlığı ile cezbesinin şevkini söndürür.

Kalb rûhun sarayı hükmündedir. Nefis, zamanla kalbi istilâ edip (orada kendi) prensiplerini kor.Nefis; dünyalık arzulan bakımından çöplüğe, düşmanlık bakımından yılana, zâlimlik ve güç bakımından sırtlana benzer. Nefis kalbi tamamen istilâ ettiği zaman orada Allah için hiçbir şey kalmaz. Ruh bu durumda , nefsin arzulanna bağımlı hâle gelir. Artık makbul olacak hiçbir durum kalmaz. (İkisi de) ölmüşeesine gaflete düşerler.

Sûfîler, kâmil bir mürşide intisabın, onun meclisine girip nûrânî nazarları altında bulunmanın, onunla aynı atmosferde soluklanmanın ve kendisiyle hemhâl olmanın ferde ve cemiyete te’min edeceği faydalar konusunda pekçok şey söylemişler ve her defasında bunun zarûretine dikkat çekmişlerdir.  70 * * 

Sûfilerlerin, sâlihlerle sohbet ve beraberliğin insanın mânevî terbiyesine etkisi konusundaki görüşlerini, aşağıda, meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin bu konudaki yaklaşımlarıyla değerlendirip nassalara mutâbakat derecesini tesbite çalışacağız.

c-Tefsirlerin sâlihlerle beraber olma konusundaki yaklaşımı.

Tefsirlerde konuyu, şeyhlerle sohbet ismiyle değil; sâlihlerle beraber olma, Allah için sevme ve kötülere Allah için buğzetme başlıkları altında tetkik edeceğiz. Tefsirleri yine iki ana grubta inceleyeceğiz, intikal noktamız, konunun esâsını teşkil eden âyetler olacaktır.

1-Rivâyet Tefsirleri.

îbun Cerir (310/923), Allah Teâlâ’nın: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.”?  âyetiyle, azabtan necat yolunu ta’rif ettiğini, bunun; farzları edâ ve haramlandan sakınmakla elde edileceğini, dünyada Allah’ın dostluk ve taatma yapışanların, âhirette, imanında sâdık, söz ve fiilinde samimi, nifaktan uzak sâlihlerle beraber olacağını belirtmiştir.  

“Sakın zâlimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur (cehenneme girersiniz.) Sizin için Allah’tan başka dost yoktur. Sonra, (eğer başkasına meyi ve muhabbet ederseniz, O’ndan da) yardım göremezsiniz.”  âyetinin, şirk koşanlar başta olmak üzere, bütün zulüm ehline meyli dahi yasak ettiğine dikkat çeken îbnu Cerir, Ebu’l-ÂIiye’nin, âyete : “Zâlimlerin amellerine râzi olmayın.” mânasını verdiğini, îbnu Abbas’ın ise âyeti: “Zulmedenlere meyletmeyin!” şeklinde tefsir ettiğini nakletmiş, âyetin emri gereği; kâfir ve müşrikleri tamamen terk, ümmetin isyankarlarıyla da masiyette birleşmemek gerektiğini kaydetmiştir.  

Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber (s.a.v)’e dahi gece gündüz Rabbini zikredip; teşbih, tahmid, tehlil ve sâlih amelle meşgul olanlarla beraber olmaya sabretmesini emrettiğini hatırlatan îbnu Cerir, “dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan ayırma!”™ âyetiyle kasdedilenlerin; her şeyini Allah’a adamış fakir müslümanlar olduğunu, Rasûlullah (a.s)’ın onlarla övündüğünü, kendisine bu gibi kimselerle beraber olmayı emreden Allah’a hamdettiğini naklederek;  Allah için kurulan her hayırlı meclise yanaşmak ve dünya derdiyle dolu kimselerden de uzaklaşmak gerektiğine işâret etmiştir.

Allah için yapılmayan bütün dostlukların âhirette düşmanlığa ve la’netleşmeye dönüşeceğini belirten îbnu Cerir, Mücâhid, îbnu Abbas ve Hz. Ali’den yaptığı nakillerle, muttakilerin dostluğunun dünya ve âhiretteki faydalarına dikkat çekmiştir.

Semarkandî (373/983), dünyada Hz. Peygamber (s.a.v)Te beraber olan, onunla aynı mecliste oturup kalkan ashâbın, bu şerefli beraberliğin âhiretteki şekli ve değişikliği konusundaki endişelerini dile getirmeleri üzerine Allah Teâlâ’nın "Her kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine in’arn ettiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır .”  âyetini indirdiğini zikretmiştir.    

ed-Dahhak’m “sâdıklarla beraber olun.”  âyetine: “niyetleri sâdık, kalb ve amelleri istikâmet üzere bulunan kimselerle berâber olunuz.” mânasını verdiğini nakleden Semarkandî, “Sakın zâlimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.”  âyetinin tefsiri sadedinde Hz. Peygamber

(s.a.v)’in: "Kişi dostunun dini üzeredir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin." 5 hadisini ve îbnu Mesud’un: “İnsanları dostlarıyla değerlendiriniz!” sözünü naklederek;  insanın, beraber olduğu kimseleri iyi seçmesi ve iyileri tercih etmesi gerektiğine işaret etmiştir.

Âyet-i kerimenin de ifâde ettiği gibi;  dünyada sâlihlerle beraber olanların, amelleri az, derecelere düşük de olsa, İlâhî bir lutufla âhirette de onlarla beraber olacaklarını belirten  Vâhidî (468/1075), zâlimlere kalbî muhabbet ve meylin bile kişiye zarar vereceğini bildiren rivâyetlere yer vermiştir.    

Beğavî (516/1122), Allah ve Rasûlûne gücü yettiği kadar itaat edenlerin, amelleri çok yetersiz olsa bile, kendileriyle aynı istikâmette koştukları peygamber, sıddîk, şehid ve sâlihlerle birlikte olacaklarını bildiren âyet-i kerimeyi9  "Kişi sevdikleri ile beraberdir."9* hadisiyle tefsir etmiş ve devamında gelen “Bu lutuf Allah’tandır." âyetinin tefsirinde de; ulaşılan bu makâmm, amellerin karşılığı olmayıp İlâhî bir ihsanla gerçekleştiğini belirtmiş ve bu görüşüne şu hadisi delil getirmiştir.  Hz. Peygamber (s.a.v): “Sâlih amellerle Allah’a yaklaşmaya çalışın. Amelde istikâmet ve itidâl üzere bulunun ve (bununla birlikte) hiç kimsenin ameli ile kurtulamayacağını da bilin.” buyurdu. Yanındakiler : “Siz de mi yâ Rasûlellah?” diye sorduklarında; “Evet ben de sırf amelimle kurtulamam. Ancak Allah, tarafından bir lutuf ve rahmetiyle beni saracak (ve cennetine koyacak)tır.” diye cevap verdi.

Zâlimlere meyli bile yasaklayan âyet-i kerimeye, Süddî’nin “onlara yağcılık yapmayın” şeklinde tefsir ettiğini kaydeden Beğavî, kötü insanlara kalbî meyil ve muhabbet dâhil bütün yakınlık ve itaat çeşitlerinin yasaklandğını belirten tefsirlere • • 04 yer vermiştir.

Âyet-i kerimede, kalbi zikrullahtan ğâfîl kimseye itaatin yasaklandığını belirten Beğavî,    insanlardan olsun cinlerden olsun, haddi aşıp şımaran ve Allah yolundan alıkoyan herkese “şeytan” denebileceğini, Allah’a isyan üzere yapılan bütün arkadaşlık ve beraberliklerin pişmanlıkla sonuçlanacağını kaydetmiştir.  

İbnu’l-Cevzî (598/1203), Allah Teâlâ’nın “Onlar ne güzel arkadaştır”  şeklinde tanıttığı grubun içine giren sâlihleri; içi ve dışı sâlih olan kimseler olarak tanıtmış,  kendileriyle beraber olunması emredilen sâdıklarla; Hz. Peygaber (a.s), ashâb, tevbeleri kabül edilen üç sâhâbî, muhâcir ve bütün sâdıkların kasdedildiğini belirten görüşleri nakletmiştir.

Mâverdî’den naklen; kendilerinden şiddetle kaçılması emredilen zâlimlerin, kendilerine yakın olanlara zülümlerini bulaştıracaklarını ve sonuçta ateşe sevkedeceğini belirten Îbnu’l-Cevzî,    îbnu Kuteybe’nin yaklaşımı ile; Allah’a isyanda kendisiyle beraber olunan herkesin zâlim vasfını alacağım ve kendisine arkadaş olan kimselerin, kıyâmette pişmanlıktan elini ısırarak “Âh! Keşke şu filanı kendime dost edinmeseydim.”  şeklinde feryâd edeceğini  çünkü; Allah için olmayan bütün dostlukların kıyâmet günü düşmanlığa dönüşeceğini zikretmiştir.

Kurtûbî (671/1273), Allah’a ve Rasûlüne itaat edenlerin, amelleri az ve dereceleri düşük de olsa; şiddetli muhabbetleri sebebiyle kıyâmette Peygamber, sıddîk, şehid ve sâlihlerle beraber bulundurulacağını, bunun İlâhi ihsanla olacağını belirterek ilgili müjdeleri nakletmiştir.  

Mu’tezilenin, kulun ulaştığı her şeyi kendi amelinin karşılığı olarak gördüğünü belirten Kurtûbî, bunun yanlış ve nassa ters olduğunu, “Bu lutuf Allah’tandır”  âyetinin, Mutezilenin görüşünü çürüttüğünü kaydetmiştir.    

“Sâdıklarla beraber olun.”101 âyetinde dostluk ve berâberlikleri emredilen sâdıkların başında peygamberlerin geldiğini belirten Kurtûbî, dünyadaki sâlih amellerin kişiyi âhirette peygamberlerle beraber edeceğini, ayrıca sâdıklarla; âyet-i kerimelerde bir çok sıfatlan anlatılarak: “İşte onlar sâdıklardır.”  şeklinde İlâhî tasdiki alanlann kasdedildiğini, ilim ve ilhâmı bizzat Allah Teâlâ’dan alıp anlayan kimsenin sözünde sâdık, amelinde hâlis, hâllerinde sâfi olacağını, bu sıfattaki bir kimsenin ebrâra katılıp İlâhi nzâya ulaşacağını kaydetmiş, hadiste belirtildiği gibi;  sıdka sanlan kimsenin Allah katında “sıddîk” ünvânını alacağını nakletmiştir.

“Sakın zâlimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunurJ’  âyetinde, kâfir, fasık ve bid’at ehliyle sohbetin yasaklandığını belirten Kurtûbî, sohbet ve berâberliğin muhabbetten kaynaklandığını, bunun, beraber olunan kimsenin hâline rızâyı gösterdiğini, küfre nzânınm küfür, fişka rızânın fısk olduğunu, ancak bu kimselerle mecbûriyet hâlinde ve şerlerinden sakınma veya dâvet amacıyla geçici bir beraberliğin câiz olabileceğini, yoksa zâlime yakın olmanın sonunun ateşe varacağını zikretmiştir.

Kişiyi Allah yolundan alıkoyan ve günahta kendisine itaat edilen herkesin bir nevi şeytan olduğunu belirten Kurtûbî, bu kimselerle dostluğun sonunun âh u vâh olduğunu hatırlatmış ve bu arada, iyi arkadaşla kötü arkadaşın berâberliğini temsil eden hadisle,11-3 kendileriyle meclis ve dostluk kurulacak kimselerin sıfatını anlatan hadise    yer vermiştir.

Kurtûbî, “O gün (Allah için birbirini seven) muttakîlerin dışında bütün dostlar birbirinin (azılı) düşmanı olur.”  âyetinin, mü’min kâfir bütün insanların hâlini beyan ettiğini belirtir.

îbnu Kesir (774/1373), "Her kim Allah ve Rasûlûne itaat ederse onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.” âyetinin sebebi-i nüzülünü incelerken; ashabtan bazılarının, Allah Rasûlûne olan muhabbetlerinden dolayı meclisinden ayrılmaya, kendisinden biraz uzak kalmaya tahamül edemediklerini, bunun hüznü içinde âhireti düşünerek, cennete girseler bile kendilerinin derece bakımından Rasûlullah (a.s)’dan aşağıda olacakları için kendisini göremeyeceklerini ifâde etmeleri üzerine bu âyet-i kerimenin nâzil olduğunu belirten rivâyetlere yer vermiştir.

Dünyâda Allah’a isyan üzere kurulan dostlukların âhirette pişmanlık ve birbirlerine lanetleşme ile sonuçlanacağını belirten îbnu Kesir,  ilgili âyetleri zikrederek;  her zâlimin aynı pişmanlığı izhar edeceğini kaydetmiştir.

Allah için bir olan ve birbirini sevenlerin âhirette bu sevginin karşılığını göreceklerini müjdeleyen rivâyetlere yer veren îbnu Kesir, Allah için birbirini sevenlerin asıl beraberliklerinin kalbî olduğunu, hadisin ifâde ettiği gibi;  bu kimselerin kalıblan birbirinden ayrı yerlerde de olsa, kıyamet günü Allah Teâlâ’nın onları bir araya getirip: “İşte benim için sevdeğin budur!” diyeceğini nakletmiştir.

Süyûtî (911/1505), dünyada taat ehli olan mü’minlerin âhirette Peygamber, sıddîk, şehid ve sâlihlerle beraber olacağını müjdeleyen âyet-i kerimenin  tefsirinde, birçok farklı rivâyete yer vermiştir.

Ashabtan bazılarının, Allah Rasûlünû (s.a.v) canından, malından ve evlâdından daha çok sevdiğini, meclisinden biraz ayrı kalınca özleminden canı çıkacak durumuna geldiğini, dünyada nasib olan bu şerefli beraberliğin âhirette nasıl bir şekil alacağı sorusuna Rasûlullah (a.s)’ın sükût ettiğini, bunun üzerine Allah Teâlâ’nın . "Her kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır. Bu ihsan Allah?andır.”  âyetini indirdiğini zikreden Süyûtî, Rasûlullah (a.s)’ın, kendisiyle cennette komşu olmak isteyen Rabiatu’I-EsIemî’ye : “O halde çokça secde ile kendi adına bu işte bana yardımcı ol.”122 şeklinde cevap verdiğini nakederek;    dünya ve âhirette sâlihlerle beraber olmak isteyen kimsenin, gücü yettiği kadar bunun edeb ve sebeplerine yapışması gerektiğine işâret etmiştir.

İbnu Merduveyh’in Sa’d b. Muaz’dan tahriç ettiği bir hadiste Rasûlullah (a.s)’ın : “Kıyamet günü olunca insanlar arasındaki akrabalık ve neseb bağlan kesilir, kardeşliğin hükmü biter, ortada sadece Allah için yapılan kardeşlik kalır." buyurduğunu ve bunun “O gün (Allah için birbirini seven) muttakîlerin dışında bütün dostlar birbirinin (azılı) düşmanı olur.”  âyetiyle ifâde edildiğini belirten Suyûtî, bu nasslardan, ma’siyet üzere dostluk kuranların âhirette birbirinin azılı düşmanı olacağının anlaşıldığını zikretmiştir.

Kâsimî (1332/1914), Fahruddin er-Râzî’nin beyanlarına dayanarak; dünyadaki taat ve sevgileri sebebiyle âhirette Peygamber, sıddîk, şehid ve sâlihlerle beraber olan mü’minlerin, bu sayılan sınıflarla aynı derecede olmayacağını, bunun İlâhî bir lutuf olarak kendilerine bahşedileceğini, cennetteki bulundukları yerden onları görme imkanı ve istedikleri zaman ziyaretin mümkün olabileceğini belirtmiştir.

ilgili âyetin  tefsiri sadedinde, ameli noksan olsa da kişinin sevdikleri ile beraber olacağını bildiren hadisleri nakleden Kâsimî, “Bu ihsan Allah'tandır.” âyetinin tefsirinde; az bir amel ve sırf samimi sevgi bahane edilerek mü’mine bahşedilen ve büyük bir saâdet olan bu nimetin kulun ameli ile değil, aslen Allah’ın ihsanı ile gerçekleştiğini, Hz. Peygamber (s.a.v)’in dahi amelini hiç ortaya koymadan sırf Allah’ın rahmetine güvendiğini  belirtmiştir.

Sâdıklarla beraber olmayı bir kaç yönden ele alan Kâsimî, bunun bir yönünün de, Kâşânî’nin (730/1330) ifâdesiyle; bütün rezil şeylerden ve özellikle sıdkın zıddı olan yalandan sakınmakla olacağını, yalançının mürüvvetinin bulunmadığını, içi ve dışı, rûhu, kalbi, fikri, fiili, niyeti, sözü ve özüyle bütün hallerinde sâdık olan kimselerin, rüyâ, vâridat, hâl, makâm, müşâhede gibi bütün manevî durumlarının da sâdık ve sahih olacağını, sıdkın, kemâlâtm esası ve yüksek hallerin nüvesi olduğunu belirtmiştir.134 

Zemâhşerî’den naklen; zâlimlere azıcık meylin ve kalbî muhabbetin bile büyük zarar vereceğini, âyette geçen “er-rukûn”nun; biraz meyletmek manasına geldiğini belirten Kâsimî, şerlerini def yahut hakka dâvet için kâfir ve zâlimlerin yanma gidilebileceğini, yoksa hiçbir şekilde kendileriyle beraberliğin câiz olmadığım hatırlatmıştır.

Kalbi Allah’tan ğâfîl olanın, kendisine tâbi olanlara da bu gafletini sirâyet ettireceğini, bunun için onlardan kaçmak gerektiğini hatırlatan Kâsimî, âyet-i kerimenin emrettiği gibi;  gece gündüz Allah’ın zikriyle meşgul olan sâlihlerle beraber olmaya sabredilmesi gerektiğini belirtmiştir.  

“O gün, muttakîlerin dışında bütün dostlar birbirinin düşmanı olıır.”  âyetinin tefsirinde, îbnu Arabî (638/1240) ekolünün temsilcilerinden Kâşânî’in, îbnu Arabi’den naklettiği, muhabbetin kısımları ile ilgili oldukça câmî’ ve nâfi’ bir tesbiti  zikreden Kâsimî, özellikle, sırf Allah için olan sevgi üzerinde durmuşdur.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to