İKÎNCİ BÖLÜM
MA’NEVÎ VERÂSET VE ÎNTÎSAB
Tasavvufun ana konularından birisi de; özellikle
irşadla görevli velinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e tam bir verâsetle vâris
olması, ma’nevî hilâfeti temsil etmesi ve bu sıfatıyla, insanlarım terbiye ve
irşâdını yürütmesidir. Başından sonuna kadar bu ameliyeye tasavvuf ıstılâhmda “seyr
u sülük” denmektedir.
Hiç şüphesiz, seyr u sülük ameliyesinin esası; bu
sıfattaki bir insan-ı kâmile intisab ederek, kalbin tasfiyesi ve nefsin
tezkiyesi ile rûhen İlâhî huzûra terakkiyi gerçekleştirmektir. Seyr u sülük, tasavvuf
mektebinin temel dersi ve ana hedefi olup; sistem, bu anlayış üzerinde
şekillenmiştir. Çünkü; kendisine vâris olunan Hz. Peygamber (s.a.v)’in
asıl vazifesi; Kur’an’ın ifâdesiyle, “tezkiye” ve “hikmete ulaştırıp
hakka vuslat’tır.1
Biz, meseleyi, verâset ve intisab başlıkları
altında inceleyip, mânevi hilâfeti verâsetle birlikte ele alacağız
Her iki bölümde de, önce sûfilerin meseleye
bakışını, peşinden müfessirlerin yaklaşımım tesbit ederek, görüşleri
değerlendireceğiz.
I-VERÂSET VE
VÂRÎS-Î NEBÎ
a-Ta’rif ve Delilleri.
Arada bir akit ve benzerî bir şey olmaksızın, bir
yorulma ve kesb bulunmaksızın mîras yoluyla bir mala sahip olmayı2
ifâde eden verâset; tasavvufta, Allah Teâlâ’nın bir lutfu olarak kuluna
bahşettiği ilim ve mânevi haller için de kullanılmıştır.3
Hilâfet; ‘vekâlet’ gibi, “asâlet”in karşıtı
olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil
etmektir.4
1 Bakara 2/151; Âl-i Imrân
3/164; Cuma’ 62/2.
2Râğıb, el-Müfredât fî
öaribi’l-Kur’ân, 814-15 (Kahraman Yay. 1986). Bkz: Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, V,
380-381 (Beyrut, 1969); Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 521 (İst, 1991)
3Uludağ, a.g.e, 521.
4Hamdi Yazır. Hak Dini, I, 259
(Sadeleştirme, Azim dağıtım). Bkz: Fîrûzâbâdî, el- KâmûsuT-Muhît, III, 200
(Beyrut, 1991); îbnu Manzûr, Lisânu’l-Arab, IX, 83 (Beyrut,
Râğıb el-İsfahânî (503/1109), bu vekilliğin ya
aslın kaybolmasından, veya bir yardımdan veya aczinden veyahut bunların hiçbiri
olmadığı halde sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek lutufta bulunmasından
meydana geldiğini, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde velilerini halife seçmesinin de
bu son kısma girdiğini belirtmiştir.
İlgili Nasslar.
Sûfîler, hilâfet ile; yeryüzünde zâti tecelliye
mazhar ve hitâb-ı Bârî’ye muhâtab olan insanın, beşer tâkat ve kâbiliyetine
uygun bir şekilde ahlâk-ı ilâhiyeyi temsil ve ahkâm-ı Kur’âniyyeyi tatbikle
Allah Teâlâ’ya niyâbeti, verâset ile de; Hz. Rasûlullah (a.s)’ın ilim,
hâl ve ahlâkına sâhip olmayı kasdetmişlerdir. Bu konudaki fikir ve fîiliyât
temelde şu nasslara dayandırılmıştır.
1-Âyet-i Kerimeler:
“Bir zamanlar Rabb’in
meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.”6
“Zâlimlere benim ahdim
(nübüvvet, imâmet ve rahmetim) ulaşmaz.”1
“Sizi yeryüzünde halifeler
yapan O’dur”
“Biz emâneti, göklere, yere ve
dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (sorumluluğundan)
korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim ve çok câhildir.”9
“Ey Rabbimiz! Bizi muttakilere
imam yap”
Dâru Sâdır).
5Râğıb,a.g.e, 222
Bakara
2/30.
7Bakara 2/124.
8En’âm 6/165; Fâur 35/39.
9Ahzab 33/72.
10Furkan 25/74.
zulmeder. Kimi orta haldedir.
Kimisi ise; Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet
budur”li
2-Hadis-i Şerifler.
“Âlimler peygamberlerin
vârisleridir. Şüphesiz peygamberler altın ve gümüş (cinsi maddî şeylerden)
miras bırakmazlar. Onlar sadece ilim bıraktılar. Kim o ilmi alır (ve hakkı ile
amel edip yayar)sa (dünya ve âhirette) büyük bir nasîb (ve derece) elde etmiş
olur.”12
Bu hadis-i şerif, bu konuda temel kabul edilmiş,
hadiste kasdedilen âlimler hakkında fakihler, müfessirler, muhadisler, kelam
âlimleri ve sûfiler, değişik açıklamalarda bulunmuş, hemen her tâife kendi
sâhip olduğu ilim çeşidini diğer ilimler içinde ilk sıraya alarak -diğerlerinin
hakkını ve yerini inkar etmeden-gerçek vârisin kendileri olduğunu ileri
sürmüştür. Aşağıda göreceğimiz gibi; sûfiler de, sebep ve delillerini
göstererek, gerçek vârisin kendileri olduğunu iddiâ etmişlerdir. Hadisin
şârihleri ise; daha çok gerçek âlimin sıfatı üzerinde durmuşlardır.13
11Fâtır 35/32.
Ebû Dâvûd,
1; Tirmîzî, ilim, 19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî,
Şerhu’s-Sünne, 1,275-276; Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.
13Ibnu Hacer (v: 852/1448),
Buhârî’nin (256/8707 bab başlığı olarak kısmen zikrettiği bu hadisin bâb ile
münâsebetini tesbite çalışırken: “Vâris, vâris olduğu kimsenin makâmına kâim ve
dolayısı ile; bu makamda onunla aynı hükümde olan kimsedir.” demiştir. Bkz:
îbnu Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 216 (Beyrut, 1993). Yine Buhârî
şârihlerinden Kastallânî
(923/1517)
ise; şu tesbitte bulunun “Nübüvvetten daha şerefli bir makam olmadığı gibi; bu
rütbeye vâris olmaktan daha şerefli bir şeref yoktur.“ Bkz: Kastallânî, îrşâdu’s-Sâıî,
1,167. Aliyyü’l-Kârî (1014/1605), et-Tebrizî’nin
(737/1336)
“Mişkâtu’l-Mesâbîh” isimli hadis mecmuası üzerine yaptığı “Mirkâtu’l-Mefâtîh”
adlı şerhte, yukarıdaki hadis için şu açıklamalarda bulunmuştur: “Vâris, hem
âlim hem âbid olmalıdır. Birisi olmazsa; nûru noksan, hâli zayıf olur. Hadiste
bütün peygamberleri içine alacak şekilde “veresetü’I- enbiyâ” ifâdesinin kullanılması;
verâsetin nebi rasül hepsine şâmil olması içindir. Bazı âlimler rasüllere vâris
olur, bâzısı da derecelerine göre nebilere vâris olurlar. Bunu Ibnu Mâlik
söylemiştir. Rasüller altın ve gümüş gibi dünya metaı bırakmamışlardır, çünkü;
onlann mala rağbeti yoktur. Onlann kendileri ve evladan için Allah’a
tevekkülleri tamdır. Demek ki; tâlib-i dünyâ Peygambere vâris olamaz. İmam
Gazzâlî, ilmin
hatta imanın en azı; sahibinin dünyanın fânî, âhiretin bâkî olduğunu
bilmesidir. Böyle bir ilme sâhip olan kimse, fâniden yüz çevirip bâkî olana
yönelir.” demiştir. “Peygamberler ancak ilim bıraktılar.” ifâdesi; zâhir ve bâtın
ilimlerini ve mânevî halleri ifâde eder.” Bkz: Aliyyü’l- Kârî,
Mirkâtu’l-Mefâtîh, I, 171-172. Sultânu’l-ülemâ lakabıyla meşhur İzzuddin
b.
“Şüphesiz Allah Teâlâ, bu ümmet
için her yüz senenin başında onlara dinlerini yenileyecek (kalpleri nifâk ve
gafletten, hâlleri bid’at ve ma’siyetten temizleyip kulları Allah’a sevkedecek)
kimseler gönderir.”14
“Âlimlere ikrâm (ve hürmet)
ediniz, onlar peygamberlerin vârisleridir. Kim onlara ikrâm (ve hürmette)
bulunursa Allah ve Rasûlüne hürmette bulunmuş olur.”15
“Rasûlüllah (s.a.v) üç defa:
“Allahım halîfelerime rahmet etsin!” diye duâ etti. Ashab: “Halîfeleriniz
kimlerdir, Yâ Rasûlellah?” diye sorunca, Efendimiz (a.s): “Onlar sünnetimi ihyâ
eden ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir.” buyurdu.”16
“Bütün muttakîler Muhammed’in
âlidir.Çünkü Allah Teâlâ: “Onun velileri ancak muttakîlerdir.”1 buyuruyor.”1
“Ehl-i beytimden şunlar
kendilerinin bana insanların en evlâsı (en sevgilisi) olduğunu düşünüyorlar.
Halbuki durum öyle değildir. Şüphesiz benim içinizdeki dostlarım, muttakîlerdir.
Onlar (neseb ve yer olarak) kim olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun,
değişmez.”19
Abdüsselâm (660/1262), mârifet ve mânevî
hallerde en üstün derecede bulunan Peygamberlere vâris olan âlim ve âriflerin
onlann farklı yönlerine vâris ve sâhip olduklannı, bunlar içinde âriflerin
akvâl ve amellerle mânevî takarruba, fukahânın zâhirî amellere tealluk eden
ahkâma, ehl-i tarikin bâtınî amellerle ilgili ahvâle, zâhidler dünyayı terk ve
aza kanaaat ahlâkına, veli ve abdallann ise; peygamberlere hâs mârifet ve
kerametlerin bir kısmına vâris olduklarını belirtmiştir. Bkz: îzz b.
Abdüsselâm, Kavâidü’l-Ahkâm fi Mesâlihi’l-Enâm, 354 (Beyrut, 1990).
14Ebû Dâvûd, Melâhim, 1,
(No:4291); Azimâbâdî, Avnü’l- Ma’bûd, XI, 385; Hâkim, Müstedrek, IV, 523;
Süyûtî, el-Câmi’u-s Sağîr, No: 1845.
16Süyûtî, el-Câmi’u-s Sağîr,
1,212 (No: 1428); Hatib, Tarih, IV, 438.
16lbnu Abdilberr, Câmiu
Beyâni’l-îlm, I, 46. Bkz: Tabarânî, el-Evsat, VI, 395 (No: 5842); Heysemî,
Mecmeu’z-Zevâid, 1,126.
17Enfâl (8), 34.
Tabrânî,
el-Mucemu’s-Sağîr, No: 318; el-Evsat, IV, 204 (No:3356); Ali el-Muttakî,
Kenzü’l-Ummâl, III, 89; (No:5624); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 269.
Ali
el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, III, 94. Deylemî, Müsned, I, 287 (No:904); Bu konuda
“(Rabbânî bir) âlim yeryüzünde
Allah’ın eminidir.”20
“(Gerçekten âhirete yönelmiş
bir) âlim, yeryüzünde Allah’ın sultânı (en büyük delîli)dir. Kim ona çatarsa
helâk olur.”2
b-Sûfilerin Görüşleri.
Burada kısaca, sûfîlerin mânevî hilâfet ve Hz.
Peygamber (s.a.v)’e veraset hakkındaki görüşlerini tesbite çalışacağız.
Hakîm et-Tirmîzî (285/898), Rasûlullah (a.s)’ın
vefatından sonra, ümmet içinde O’nun mânevî emânetini taşıyacak kırk tane
sıddîkın bulunduğunu, kıyâmete kadar böyle devam edeceğini, bu kırık şahsın her
vakitte Rasûlullah (a.s)’ın ehl-i beyti durumunda ve âlem için bir
emniyet olduklarını, onların İlâhî zikri ve hücceti ayakta tuttuklarını, yerin
onlarla ayakta durduğunu, onların bereketiyle yağmura kavuşulduğunu
belirtmiştir.22
Serrâc (378/988),
Allah Teâlâ’nın : “Allah, melekleri ve adâleti ayakta tutan âlimler
O’ndan başka hiçbir ilâh olmadığına şâhitlik ettiler.”2 âyetinde meleklerle birlikte iknci
sirada zikrederek övdüğü ve Hz.Peygamber (s.a.v)’in “Âlimler
Peygamberlerin vârisleridir.,,2A hadisinde haber verdiği
kimselerin; Allah Teâlâ’nın Kitâbına sımsıkı sarılan, Rasûlullah (a.s)Tn
sünnetine
değişik bir rivâyet Aynı konudaki bir hadis için
bkz: Buhârî. Edebü’l-Miifred, 264 (No: 896 Bâbu’l-Haseb); Tabarânî,
el-Mucemu’s-Sağîr, No: 318; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 882; Elbânî, Sahîha,
No:765.
Deylemî,
Müsned, III, 101 (No:4036), Süyûtî el-Câmiu’s-Sağîr, (No: 5655); Münâvî
Feyzu’l-Kadîr, IV, 370.
2 Deylemî, Müsned, III, 103,
(No:4047); Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, (No:5658).
22Hakim et-Tirmîzî, Kitâbu
Sîreti’l-Evliyâ, 44-46. Ehl-i Beyt ifâdesiyle, sadece nesebten gelenlerin
değil, onlardan daha çok, mânevî bağ ile Hz. Peygamber (s.a.v)’e bağlanan sâlih ve
muttakilerin kasdedildiğini ifâde eden hadis ve haberler için bkz: Hakim
et-Tirmîzî, Nevâdiru’l-Usûl, II, 101 vd. (Beyrut, 1992); îbnu Receb,
Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, II, 199-200.(Beyrut, 1993) Ayrıca bkz: Buhârî,
EdebuT-Müfred, 264 (No: 896. Bâbu’l-heseb); Tabarânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, No:
318; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 882; Elbânî, Sahîha, No: 765.
23Âl-i îmrân 3/18.
2 Ebû Dâvûd, 1; Tirmîzî, ilim,
19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne,
1,275-276; Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.
uymaya gayret eden, Sahâbe ve Tâbiûn’nun
gidişatına uyan, sâlih ve muttakîlerin yoluna sülük edenler olduğunu, bunların
da ehl-i hadis, fukahâ ve sûfîlerden oluştuğunu belirtip25 bu üç
grub içinde mârifet ve yakin ilmine sahip olan sûfi tâifesinin ilmen ve hâlen
en önde bulunduğunu hatırlatarak, ihsan makâmına çıkmış sûfilerin sâhip olup
diğer grublann yeterince ilgilenmediği mârifet ve hâl ilimlerinden epeyce
saymıştır.26
Mârifetullah ilmine sâhip sûfilerin ilminin bir
sonu olmadığını, çünkü; âyetin delâletiyle27 Allah Teâlâ’nın hikmet
ve kelimelerinin sonsuz olduğunu belirten Serrâc, diğer âlimlerin zâhirî
hüküm ve nasslardan ibâret olan ilimlerinin bir noktada duracağını,
hatırlatarak;28 bununla, Hz. Peygamber (s.a.v)’e her hâliyle
vâris olanların ancak gerçek sûfilerin olduğunu isbatlamaya çalışmıştır.
Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), Peygambere (s.a.v.)
vâris olanların gerçek âlim ve fakihler olduğunu, fakih deyince, Haşan
el-Basrî’nin tarifiyle; dünyâdan gönlünü çekmiş, rağbetini âhirete
döndermiş, dini konusunda basiret sâhibi, Rabbinin ibâdetinde müdâvim, verâ
ehli, müslümanlann mal ve ırzından elini ve dilini çekmiş, iffet sâhibi ve
insanlara nasihat eden kimsenin anlaşılması gerektiğini, bunun da Allah
Teâlâ’yı tanıyan ârifler olduğunu belirtmiştir.29
Yakin ilmini diğer ilimlerin özü ve en en üstünü
gösteren Mekkî, “Zenginlik olarak yakin yeterlidir.” hadisini delil göstererek; mârifetullahın
bütün ilimlerin yerine geçeceğini, fakat diğer ilimlerin onun yerini
tutmayacağını, bu ilme sâhip olan âriflerin Hz. Peygamber (s.a.)’e tam
vâris olarak, O’ndan Allah Teâlâ’ya delil olma, O’na dâvet etme, kalbî
amellerde halkın kendisine tâbi olma hallerini miras aldıklarını belirterek,
her tâifenin vâris olduğu kimselerle haşredileceğini, dolayısı ile mârifetullah
ehlinin de peygamberlerle haşredileceğini hatırlatmış ve bu hükme delil olarak:
“Onlar, Allah Teâlâ’nın
kendilerine (özel) in’am (ve ihsanlar) da bulunduğu peygamberlerle b erab
erdir. ”31
“Peygamberler ve şahitler
getirilir. ”32
25Serrâc, el-Luma’, 22.
26Bkz: Serrâc. a.g.e, 28-32.
27Kehf 18/109.
28Bkz: Serrâc. a.g.e, 37.
29Bkz: el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I,
153. Haşan el-Basrî’nin fakih tarifi için bkz: Dârimî, Sünen, 1,94. (Mukaddime,
29).
Heysemi,
Mecmau’z-Zevaid, X, 308; Zebidi, Îthafu’s-Saade, IX, 131-132
31Nisa,4/69
“Allah'ın kitabını korumaları
kendilerinden istendiği için (onunla hükmederlerdi) ve hepsi ona (hak olduğuna)
şahittiler.” âyetleriyle,
“İnsanların, peygamberlik
derecesine en yakın olanları, ilim ve cihad ehli olanlardır.” hadisini zikretmiştir.35
Ehl-i bid’at ve ehl-i dünya olan kimsenin Allah’ın
kullar üzerinde bir hücceti, yeryüzünde rahmet vesilesi, Allah’a sevkeden bir
delil, dinin davetçisi, muttakiler için bir imam ve peygambere vâris
olamayacağını belirten Mekkî, bu görüşüne:
“Âlimler, dünyaya dalmadıkları
müddetçe, peygamberlerin en emin vârisleridir. Dünyaya daldıklarında ise,
dininizi korumak için onlardan sakınınız.”36 hadisiyle, “Kim
dinimizde (herhangi bir şeri’ delilin kabul etmedği) yeni bir şey icad ederse;
o kişi (ve işi) reddedilir.” hadisini delil getirmiş ve bu meyanda bir çok
açıklamalarda bulunmuştur.38
3 Zümer, 39/69
33Maide, 5/44
3 Zebidî, İthafu’s-Sâde, I,
109-110 (Beyrut Lübnan baskısı). Âlimin Peygamberlerin derecesini bir kademe
geriden ta’kib ettiğini bildiren hadisler için bkz: îbnu Abdilberr, Câmiu
Beyâni’l-îlim, I, 46; Dârimî, Sünen, I, 106. (Mukaddime, 32); Hindî, Kenzu’l-
Ummâl, X, 160.
35Bkz: Mekkî, a.g.e, 1,157.
3 Münavi, Feyzu’l-Kadir, IV, 382 (Had. No:
5701)
3 Bkz: Buhârî, î’tisam, 20;
müslim, Ekdiyye, 17; Ebû Dâvud, Sünnet, 5; îbnu Mâce, Mukaddime, 2.
38Bkz: el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I,
1174-176. Müellif, tasavvufun temel eserlerinden olan bu eserinde ilim, âlim,
arif, yakîn, gerçek ilim ve mârifet ehlinin sıfatlan hakkında oldukça geniş
mâlumat vermiş ve bu konuda daha sonraki eserlerin ömeği ve temel kaynağı
olmuştur. Bkz: a.g.e, I, 129-179 (31. bl.) Mekkî, Hz. Peygaber (s.a.v)’e hakiki
vâris olarak gösterdiği ve kitabının hemen her yerinde bilvesile farklı
sıfatlanndan bahsettiği mukarrabûn makâmmdaki ârifleri, Hz. Ali’nin şu sözünde
anlattığı kimseler olarak nazara verir: Hz. Ali (r.a) demiştir ki:
"Kalbler, kab durumundadır. Onların en
hayırlısı, en anlayışlı (ve hayırla dolu) olanlandır.însanlar üçe aynin".
1-Allah'ı bilen âlimler (âlim-i Rabbânî),
2-Kurtuluş yolunda ilim öğrenenler,
3-Basit, âdi kimseler ki; bunlar, her çağıranın
peşine takılır, her esen rüzgara (fikrî cereyanlara) kapılırlar, ilmin nûru ile
aydınlanmazlar ve sağlam bir dala da yapışmazlar. îlim
Kuşeyrî (465/1072),
“er-Risâle”de her devirde sûfi büyüklerinden birisinin mânevî imâmet ve irşâd
makâmında bulunacağını, diğer imam ve ülemânın ona teslim olup tavâzû ile
kendisine hürmet edececeğini belirtirken,39 “Letâifu’l-îşârât” adlı
tefsirinde ilgili âyetleri tefsir ederken bu meseleye daha geniş yer vermiştir.
îmam; kendisine uyulan kimse demektir, diyen Kuşeyrî,
îmâmet rütbesine çıkan kimsenin, mânevî ilim ve emirleri Hakk’tan alıp
halka anlatacağını, Hakk ile halkın arasında bir vâsıta olacağını, kendisinin
zâhiriyle halkın içinde tebliğ görevini
maldan hayırlıdır. Çünkü ilim seni korur, malı ise
sen korursun. İlim okumakla artar, mal harcamakla tükenir. Hayatta güzelce dini
yaşamak ilim sayesinde olduğu gibi; öldükten sonra iyi bir kimse olarak anılmak
ta yine ilim sayesinde mümkündür, ilim hâkim, mal ise mahkûmdur. (Yani; ilim
insana, insan da mala sahip ve hâkimdir). Malın menfaati, kişinin ölümü ile yok
olur. Hazine sahipleri hayatta iken ölü durumundadırlar. Âlimler ise; zaman
devam ettiği müddetçe, (ilim ve hizmetleriyle halkın arasında) diri olarak
yaşamaktadırlar." Hz. Ali (k.v;) sonra, derince bir nefes
alarak şunları söyledi:
"Ah! Alacak ehlini bulsaydım; şu kalbimde
toplanmış nice ilimler var. Ama, ne yazık ki; ilim peşinde koşanlar ya,
itimatsız kimselerdir, dini dünya menfaatma âlet eder, kendisine verilen İlâhî
nimetleri ile Allah'ın velilerine, öğrendiği deliller ile de, O’nun kullarına
karşı üstünlük taslamak ister. Veya hakikat ehline uyar, fakat (henüz hakikata
âşinâ olmadığı için) ilk nazarda kalbinde şüphe belirir. Onlarda tam bir
basiret yoktur, şehvetlerini elde etmek için çırpınırlar, mal-mülk
biriktirmekle aldanırlar, hevâlanna boyun eğerler. Bu durumlarıyla daha çok
arazide otlayan hayvanlara benzemektedirler. Ancak, ilim, hamillerinin
ölmesiyle sönüp gidecektir. Bununla birlikte, yeryüzü İlâhî hükümleri ayakta
tutan (ehlullah)dan boş kalmaz. Bu kimseler ya halkın arasında bilinip tanınır veya
Allah Teâlâ’nın mânevî delil ve hüccetlerini korumak için gizli kalırlar.
Onların nerede bulunduğunu Allah bilir. Çünkü onların sayılan az, kıymetleri
ise çok yüksektir. Zatlan gizli, fakat hal ve hâtıralan gönüllerdedir. Allah
Teâlâ hüküm ve hüccetlerini onlarla korur. Tâki, onlan, kendilerinden sonra
gelenlere emânet eder ve kendileri gibi olanlann kalblerine nakşeder. Bu
şekilde ilim tam manasıyla içlerine sirâyet eder. Sonuçta rûhî yakine
ulaşırlar. Öyle bir hâle gelirler ki; mülayim kimselerin sert gördükleri dahi
onlar için yumuşak olur. Gâfillerin ürktüğü şeylerle onlar ünsiyet ederler.
Bedenleriyle dünyada bulunurken, ruhlarıyla âli makamlarda seyrederler. îşte
bunlar, Allah Teala'nm, kullan içinden seçtiği dostlan, yeryüzünde dinine dâvet
ve irşâd için görevlendirdiği kullandır.” Hz.Ali’nin (r.a.) anlattığı bütün sıfatlar, âhiret
âlimlerinin sıfatlandır. Bütün bunlar ancak; bâtın ve yakîn ilminin hâsıl
edeceği vasıflardır. Onlar, sırf söz, nakil ve rivâyete dayanan ilimlerin
sonucu değildir.” Bkz: Mekkî, a.g.e, I, 134; Hz. Ali’nin benzerî ta’rif ve
tavsiyeleri için aynca bkz: Ebû Nuayrn, Hilye, I, 79-80; Îbnu’l-Cevzî,
Sıfatu’s-Safve, I, 329-332.
39Kuşeyrî, Risâle, II, 732. (Trc:
S. Uludağ, 522).
aksatmadan yerine getirirken bâtını safiyetini
bulandırmadan Hakk’ı müşâhede içinde bulnduğunu, Hakk’ın kendisine
söylediklerini halka aktardığını zikretmiştir.40
Kuşeyri, “Allah, İbrâhim’e : “Ben seni
insanlara imam yapacağım.” demişti. İbrâhim de “Yâ Rabbi! Soyumdan
geleceklerden de imam yap dedi. Allah; zâlimler benim ahdime nâil olamaz!”
buyurdu.” âyetinden hareketle; mânevî imâmetin neseb ve
haseble olmayıp, onun İlâhî bir seçim ve ehliyetle hâsıl olacağını
belirtmiştir.42
Kuşeyri, “Sonra biz kitâbı, kullarımız içinden
seçtiklerimize miras bıraktık.” âyetinin tefsirinde; mîrâsm husûsî bir neseb
ve sebeble hâsıl olduğunu, sebeb bulunmayınca nesebin ve mîrâsm olmayacağını,
bu âyette geçen mânevî mirasta neseb mahallinin ma’rifet, sebebin de taat
olduğunu belirtmiş, nesebi Allah’ın fazlı, sebebi kulun fiili görmenin, veya
nesebin mahalli O’nun baştan kulu seçmesi, sebebin mahalli ise; peşinden
ihsânmı getirmesidir, demenin de sahih olduğunu belirtmiştir.44
Gazzâlî (505/1111),
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”
hadisini naklettikden sonra: “Mâlumdur ki; peygamberlikten daha
yüksek bir rütbe olmadığı gibi; bu rütbeye vâris olmaktan daha şerefli bir şey
de yoktur.” diyerek,46 bundan sonra, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin yaptığı
gibi; ilmin ve âlimin fazileti, gerçek âlimlerin sıfatlan, âhiret âlimleriyle
dünyâ ehli âlimlerin farkı, bunlardan birinci grubun Hz. Peygamber (s.a.)’i
temsille insanlan Hakk’a sevkedeceklerini, ikinci grubun ise; bu ümmete çok
zarar vereceklerini bir çok nass ve habere dayanarak ve dirayetli yorumlar
yaparak işlemiştir.47
40Bkz: Kuşeyri, Letâifu’l-Işârât,
1,121 (İbrahim Besyûnî tahkikiyle, Mısır. 1981).
41Bakara 2/124.
42Bkz: Kuşeyri, Letâifu’l-Işârât,
1,121-122.
4 Fâtır 35/32. Âyette, Kitab’a
vâris kılınanlar; zâlim, muktesıd ve sâbık olarak üç sınıfa ayalmiş, hayırlarda
öne geçen sabık, Vakıa sûresinde “mukarrabûn” olarak taratılmış (BKz:
Vâkıa 56/10-11), buradan hareketle sûfiler,
mukarrabûn makamındaki âriflerin Kitab ve sünnete verasette ön sırayı aldığını
belirtmişlerdir. Bkz: Sühreverdî, Avârif, 42 (Trc: Gerçek Tasavuf, 53-54. MüC
Dilâver Selvi)
44Bkz: Kuşeyri, Letâifu’l-Işârât,
III, 204. Kuşeyri burada, Kitab’a vâris olan üç sınıfın sıfatlan hakkında bir
çok nakillerde bulunmuştur. Bkz: a.g.e, İÜ, 204-206.
4%bû Dâvûd, 1; Tirmizî, ilim,
19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne,
1,275-276; Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.
46Gazzâlî, Ihyâ, 1,12.(Beyrut,
1992)
Bir âlimin şeriatın bütün mâna ve hikmetine
muttali olmadan Hz. Peygamber (s.a.v)’e vâris olamayacağını hatırlatan Gazzâlî,48
âhiret âlimlerinin en bâriz vasıflarının; bütün hayırların esâsı olan
yakinî imân, kâmil takvâ, son derece huşû ve tevâzû olduğunu zikretmiştir 49
Gazzâlî’nin kardeşi Ahmed el-Gazzâlî (520/1126) ise;
Peygamberlerin kâmilen elde ettiği ve her şeyi ile Allah Teâlâ’ya muhtaç
olduğunu bilme hâli olarak ta’rif edilen fakrı tam olarak elde eden bir
kimsenin, zât ve sıfatlarında kâmil, hakikatlan müdrik, Allah ile kullan
arasında bir vâsıta olup (Allah’ın izin ve inâyetiyle) insanları cehaletin
zulmetinden hidâyetin nuruna çıkaran kâmil bir mürşid olacağını belirtmiştir.50
Sühreverdî (632/1234), Hz. Peygamber (s.a.v)’e verâset
ve irşâd konusunu en geniş ele alan ve bu konuda sonrakilere kaynak olan bir
müelliftir. O, konuya, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendisiyle gönderilen
ilim ve hidâyeti gökten inen bol bir yağmura benzeterek; bu yağmurla sulanan
toprakların üç çeşit olduğu gibi; kendisinin getirdiği ve tebliğ ettiği ilim
karşısındaki insanların da bu misâle uygun olarak üç gruba ayrıldığını bildiren
hadisi51 naklederek meseleye yaklaşmış,
4 Bkz: Gazzâlî, a.g.e, 1,11-129.
48Bkz: Gazzâlî, a.g.e, 1,212.
İhyâ şârihi Zebîdî (vef:Hic:1205), Gazzâlî’nin bahsettiği ve onunla peygamberin
arasında ancak nübüvvet derecesi vardır dediği kimsenin saldıklardan olduğunun
anlaşıldığını, şeriatın zâhir ve bâtm ilmine sâhip olup ilmiyle amel eden
âlimin sonuçta mârifetullahı elde edeceğini belirtmiştir. Bkz: Zebîdî,
Îthâfu’s-Sâde, II, 663-664. (Beyrut, 1989)
49Bkz: Gazzâlî, a.g.e, 1,110-111.
50Bkz: Ahmed Gazzâlî,
Sırru’l-Esrâr, 26 (Kâhire, 1988.
51 Hadis için bkz: Buhârî, İlim,
20. Hadisin tamamı şu mealdedir: “Allah Teâlâ’nın
benimle gönderdiği hidâyet ve ilmin misâli; yeryüzüne yağan bol bir yağmura
benzer. Yeryüzünün (toprağın) bir kısmı, suyu içine çekerek birçok ot ve
yeşillikler bitirir. Bazı topraklar vardır ki, suyu içine çekmeden göl gibi
suyu tutar ve toplar. Allah Teâlâ ondan insanları faydalandırır; kendileri
içerler, hayvanlarını sularlar ve onu ziraatta kullanırlar. Bazı topraklar da
vardır ki kaygandır; ne suyu içine çekip yeşillik bitirir, ne de onu tutarak
istifâdeye hazır hâle getirir, işte (benim getirdiğim ilim ve hidâyet
karşısında insanların durumu da böyledir. Onlar içinde) Allah’ın dininde derin
anlayış ve ili sâhibi olan, Allah Teâlâ’nın benimle gönderdiği ilimle
menfeatlenen, bilen ve başkalarına öğreten
ümmetin âlimlerinden her bir tâifenin bu ilmin bir
yönüne yönelerek; müfessirlerin tefsir, muhaddislerin hadis, fakihlerin fıkıh
sahasında gereken hizmeti yerine getirdiklerini, ülemânın kalb topraklarının
kâbiliyetlerine ve alış gücüne göre bu ilimle ±şanya birçok güzellikler ve
hakikatlar saçtığını belirtmiştir.52
Diğer grublann yanında sûfilerin de kendi kalb ve
kâbilyetlerine, takvâ ve mânevî tezkiyedeki ilerlemelerine göre bu ilimden
nasiblendiklerini, çalışmakla elde edilen zâhirî ilimlerden yeterince alıp
gereğince amel ederek bu sayede mânevî verâset ilmine de sâhip olduklarını
zikreden Sühreverdî,53 bütün mârifet ve ilimlerin kaynağı
olan Rasûlullah (a.s) ile güzel uyum ve kalbî münâsebet içinde olanların
Ondaki ilme ve ahlâka o derece sâhip olduğunu, mukarrabûn makamındaki gerçek
sûfilerin de bu işte en önde olduğunu belirtmiştir.54
kimse, temiz,
verimli toprak gibidir. Onun gibi temâyüz ve terakki etmeyen (sâdece bilgini
aktaran) kimse, suyu tutup istifâdeye hazır bulunduran killi toprak gibidir.
Allah Teâlâ’nın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimse ise; üzerine
yağan onca yağurdan hiçbir menfeatı olmayan kaygan toprak gibidir.” Sühreverdî, burada şeyhi Şeyhülislam
Abdulkâhir es-Sühreverdî’nin (563/1166)
hadis hakkındaki şu yorumunu nakeder: "Allah Teâlâ, Rasûlü ile gönderdiği
şeyleri kabul etmeye en sâf kalbleri, en temiz nefisleri hazırladı. Kalblerdeki
sâfiyet, nefislerdeki temizliğin farklılığı; ilimdeki fayda ve menfaatin farklı
oluşuyla ortaya çıktı. Herkes kendi kalb ve kâbiliyetine göre o ilimden
istifâde etti.” Ve eklen Bazı kalbler, bol ot ve yeşillik bitiren temiz toprağa
benzer. İlmiyle istifâde edip doğru yolda giden ve onu insanlara öğreten kimse
böyledir. İlmi ona fayda vermiş ve onu, her hâliyle Rasûlullah
(a.s)’a
ittibâya sevketmiştir. Bazı kalbler de suyu tutup toplayan kablara benzer.
Meşâyıh-ı kirâm ve zühd ehli (gönlünü dünyadan çekip Allah'a
bağlayan)
âlimlerin nefisleri temizlenmiş ve kalbleri sâfileşmiştir. Onlar bu halleriyle,
insanlara pek çok faydalar sunmaya hazır rahmet ve nûr kaynağı durumundadırlar.
Bkz: Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 12 (Trc:5-6)
52Sühreverdî, a.g.e, 13-14. (Trc:
7-8). Müellif, kalblerin ilimden nasiblerinin farklı oluşuna: “Allah
gökten bir su indirdi de her vâdi kendi miktarınca akıp, su ile doldu. “ (Ra’d 13/17)
âyetinin işâret ettiğini, îbnu Abbas’ın (r.a), âyetteki suyu ilim, vâdileri
kalbler olarak tefsir ettiğini belirtir. Bkz: a.g.e, 14.
53Sühreverdî, a.g.e,14-15 (Trc:
9-10).
54Sühreverdî, a.g.e, 18 (Trc:
15). Müellif bu durumu şöyle izah eder: Rasûlullah (a.s)'ın yaratıldığı toprak
Azrâil'in elinde bulunduğundan, şeytanın ayaklan ona hiç dokunmamış ve o,
Allah’ın nazargâhı olmuştur. Bu sebeble ona cehâlet (ve zulmet) bulaşmadı.
Aksine, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) cehâletten tamamen uzaklaştırılarak,
ilimden büyük bir pay sahibi oldu. Allah Teâlâ, O'nu, ilim ve hidâyetle
gönderdi. îlim ve hidâyet O’nun kalbinden diğer gönüllere, nefs-i şerifinden
diğer nefislere intikâl etti. Yaratılış toprağı temiz
Ülemânın İslâm cemiyetinin seçkin temsilcileri,
Kitab ve sünnetten hüküm çıkarma mercii, Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki emini,
mânevî hastalıkların tabibi, dinin mütehassislan ve büyük emânetin taşıyıcılan
olduğunu belirten Sühreverdî, onlann salâhıyla âlemin ıslâh,
bozulmalanyla ise; bütün insanlığın ifsad olacağını hatırlatmış, bu konudaki
bir hadisle55 meselenin nezâketine dikkat çekmiştir.56
Sûfî büyüklerinin farz-ı ayın olan ilimleri
öğrendikten sonra, diğer âlimlerden farklı olarak Hz. Peygamber (s.a.v)’in
hâl ilmine de sahip ve vâris olduklannı, bunlann ancak takvâ ve zühd mektebinde
elde edildiğini, dünyaya rağbet eden zâhir âlimlerin bunlardan mahrum olduğunu
kaydeden Sühreverdî,57 iman ilimlerinin
olanlar, Efendimizle kolayca münâsebet içinde
oldular ve onda olanları rahatça aldılar. Kimin toprağının (fıtratının)
temizliğinden dolayı Allah Rasûlû ile mânevî münâsebet ve
beraberliği fazla olursa; onun, Efendimizin getirdiklerini kabul etme
hususundaki nasibi ve hazzı da o derece çok olur.
Nitekim sûfîlerin kalbleri bu temiz fıtrat ile
daha yakın münâsebet ve beraberlik içinde olduklarından; onun ilminden en büyük
nasibi onlar almışlar ve bâunlan (mârifet ve mâneviyate âid) ilimle dolmuştur.
İşte onlar (öğrendikleri mârifet ilmini) bu şekilde öğrendiler. Sonra,
bildikleriyle amel ettiler ve insanlara öğrettiler. Böylece onlar, hem suyu
içilen, hem de ziraat yapmak için kullanılan bir rahmet gölü gibi oldular.
Takvâ nûru ile doldular. Çalışma yoluyla elde edilen ilimle mânevî verâset
ilmini bir araya getirerek sağlam bir takvâ ile ilimlerin bereketine ulaştılar.
Nefisleri zulmetlerden temizlenince, takvâ cilâsı ile gönül aynaları parladı;
eşyanın şekilleri bütün şekil ve mâhiyeti ile orada görüldü. Böylece, dünya
bütün çirkinlikleriyle ortaya çıkınca, ondan kaçtılar. Âhiret bütün güzellikleriyle
görününce, ona tâlib oldular. Dünyadan gönüllerini çektiklerinden; iç
âlemlerinde ilim pınarları aktı. Çalışarak elde edilen
(zâhir) ilme, (takvâ ve zühdleri sâyesinde manen) vâris olunan ilimler de
katılarak, ilmin bütün kısımlarına sâhip oldular.
Bil ki; bu kitapta, sûfilerin şerefli hâli olarak
zikrettiğimiz her şey, mukarrabûn (İlâhî huzurda mânevî yakınlığa kavuşmuş)
olan kimselerin hâlinden ibarettir. Gerçek sûfî;
mukarrabûn sıfat (ve makamındaki kimsedir. Kur'an-ı Kerim de "sûfî"
ismi yoktur; ancak bunun yerine "mukarrebûn" kelimesi kullanılmıştır.
Bkz: a.g.e, 18
(Trc:15-16).
55Konu ile ilgi hadis şudur. Bir
adam Rasûlullah
(a.s)'a şerrin
ne olduğunu sordu, Rasûlullah (a. s): "Bana şerden
sormayınız, hayırlı şeyleri sorunuz!" dedi ve bunu üç kere tekrarladı.
Sonra: "Şerlerin en kötüsü: âlimlerin kötü olmasıdır, hayırların en iyisi
de âlimlerin hayırlı olmasıdır.” buyurdu.
Bkz: Dârimî, Mukaddime, 34; Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, 267; Zebîdî, îthâfu's
Sâde, 1,369. 56Sühreverdî, a.g.e, 29 (Trc: 32).
57Sühreverdî, a.g.e, 35 (Trc:
41).
“ilme’l-yakin”, “ayne’l-yakin” ve “hakka’l-yakin”
mertebelerine ayrıldığını, bütün bunlara ancak âhiret âlimlerinin sâhip
olduğunu belirmiştir.58
Mürşidlik rütbesinin rütbelerin en yükseği ve
Allah Teâlâ’ya dâvette Peygamber vekilliği olduğunu belirten Sühreverdî,59
Peygamber mirasını elde etmek için kemâle ermeyi, kemâle ermek için de mülk ve
melekût âleminin sırlarını elde etmeye sebep olacak mânevî doğumun
gerçekleşmesini,60 bunun için de; kâmil bir mürşid elinde iyi bir
terbiye ile bu edebleri öğrenmek gerektiğini zikretmiştir.61
îbnu Arabî (638/1240), Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra
O’nun yerine gelecek ve kıyâmete kadar dini ayakta tutacak kimselerin
gönderilmesini Rasûlullah (a.s)’ın bir kerâmeti olarak görür ve O’nun
ümmeti içindeki kutublann
58Sühreverdî, a.g.e,40 (Trc: 49).
59Sühreverdî, a.g.e, 83 (Trc:
102).
60Müellif, mânevî doğumu şöyle
anlatın Mürşid-i kâmil, daha önceden kendi nefsini idâre edip yönettiği gibi,
müridlerin nefislerini de (aynı usûl ve edeble) terbiye eder. O zaman mürşid-i
kâmilde, hadis-i kudsîde ifâde edildiği gibi, Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile
ahlâklanma durumu hâsıl olur. Bir de şu nokta var Allah
Teâlâ’nın, sohbet
edenle sohbet edilen (mürşidle, mürid) arasında güzel bir kaynaşma meydana
getirmesi sebebiyle, bir çocuğun tabii doğumla babasının bir parçası olduğu
gibi, mürid de, mürşidinin bir parçası durumuna gelir. Bu doğuş, mânevî bir
doğuştur. Nitekim Hz. İsâ (a.s) bu mânada şöyle demiştin "İkinci
doğumu (mânevî inkişâfını) gerçekleştirmeyen kimse; semânın melekûtuna
yükselemez." Kişinin
birinci doğumu; onun âlem-i mülk ile irtibatını sağlar, ikinci, mânevî doğuş
ise; melekût âlemiyle olan irtibatını te’min eder. Allah
Teâlâ, bu
gerçeği ifâde için şöyle buyurmuştur: "Böylece biz,
İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu (sır ve acâibliklerini) gösteriyoruz ki;
(kudret ve azametimize) yakînen inananlardan olsun.” (En’am 6/75). insanın kemâle
ermesi için lâzım olan kesin yakîn, (mürşid terbiyesi ile meydanan gelen)
ikinci doğumla hâsıl olur. Bu doğuşla insan, peygamberlerin (mânevî) mirâsmı
elde etmeye hak kazanır. Kendisine, peygamberlerin mirâsı ulaşmayan kimse, her
ne kadar olgun anlayış ve zekâ sâhibi olsa da, o daha (mânevî doğumla)
doğmamış, mâna âlemine gözünün açmamıştır. Çünkü anlayış ve zekâ, aklın
sonucudur. Akıl ise, İslâm’ın nûrundan nasîbi olmayınca, melekût âlemine
dalamayıp, mülk âleminde akla dayalı ilimler içinde çırpınır durur. Bunun için
akıl, matematik gibi sırf akla dayalı ilimlerde derinleşmiş (ve bir netice
almıştır). Çünkü bu tür şeyler, mülk âlemine âid işlerdir. Fakat bu akıl,
melekût âlemine yükselemez.” Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 85-86. (Trc: 105-106).
61Sühreverdî, a.g.e, 85-86 (Trc:
105-106).
asâleten veya niyâbeten bütün kemâlat hallerini
kendinde toplayacağını, bu kimselerin mukarrabûnlardan olup, ümmetin efendisi
olduğunu ve bunlardan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz.
Haşan, Hz. Muâviye ve Hz.Ömer b. Abdulaziz gibilerin zâhirî ve
bâtınî hilâfeti temsil ettiğini, Harun er-Reşîd es-Sebtî ve Beyazıd el-Bistâmî
gibilerin ise sâdece bâtınî hilâfeti temsil ettiklerini, ekseri kutublann
zâhirî hilâfette hüküm sürmediklerini belirtir.62
Allah katında gerçek âlimin zâhir ve bâtın ilmini
bilen kimse olduğunu, bunları kendisinden bulundurmayanın seçilmiş husûsî âlim
olamayacağını hatırlatan îbnu Arabî,63 Muhammedi vârisin
kendisini aynı zamanda -adedleri yüzbine de ulaşsa- bütün peygamberlerin halefi
görmesini gerektiğini, çünkü onların bütün hakikat ve hükümlerinin Hz.
Muhammed (s.a.v)’de toplandığını, dolayısı ile O’na vâris olan kimsenin de
hepsine vâris ve halife olacağını ileri sürmüştür.64
Velilerden bir grubun “el-Vâris” ismiyle
anıldığını belirten İbnu Arabî, âyet-i kerimede ifâde edildiği gibi;65
bunların üç sınıf olduğunu, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”
hadisiyle66 anlatılan kimselerin, Hz. Peygamber (s.a.v) gibi
önce halvet ve uzlet içinde ubûdiyet, sonra İlâhî tecellîlere mazhariyet ve
kurbiyyet, peşinden de halkın içine gönderilip Hakk’a dâvet hallerini yaşaması
gerektiğini ileri sürmüş ve bu arada âyette geçen “zâlim” grubuna tefsirlerden
farklı bir mana vererek; onun, söylenenin aksine günaha dalan kimse değil,
Sahâbeden Ebu’d-Derdâ ve benzerlerinin yaptığı gibi; Hakk’a ittatta çok
ileri giderek, nefislerine aşın derecede yük yükleyen ve onun normal haklannı
kendisine vermeyip sıkıntıya sokan manasında alınması gerektiğini, aksi
takdirde, şeriatın kötülediği bir durumda olan kimsenin seçilme ve Kitâba vâris
olmasının uygun düşmeyeceğini savunmuştur.67
Rasûlullah (a.s)’a verasetin “hissî” ve “mânevî” olmak üzere
ikiye aynldığını, “hissî” olanın; O’nun fiil, söz ve zâhirî halleriyle ilgili
haberleri bilmek
62Bkz: İbnu Arabî,
el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, II, 6.
63Bkz: İbnu Arabî, a.g.e, III,
242 (354. bâb)
64Bkz: îbnu Arabî, a.g.e, IV,
52-53 (439. bâb). Ayrıca bkz: Şa’rânî, el-Yevâkıt ve’l- Cevâhir, II,
88-89.(Dâru’l-Fikr, trs).
65Bahsedilen âyet şudur: “Sonra
kitabı (Kur‘ân’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak
verdik.Onlardan kimi (günah işleyerek) kendisine zulmeder. Kimi orta haldedir.
Kimisi ise; Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet
budur.” (Fâtır 56/32.) 66Hadisin kaynaklan bölümün içinde
yukanda geçti.
67Bkz: İbnu Arabî, a.g.e, II, 22.
(73. bâb).
ve anlatmaktan ibaret olduğunu, “manevî” olanın
ise; nefsi çirkin ahlaklardan temizleyip en güzelleriyle süsleyerek huzur ve
murakabe içinde her hâlu kârda Allah Teâlâ’yı zikretmekle hâsıl olacağım
belirten îbnu Arabî, Futûhat’ta geniş geniş açıkladığı bu tür
konulan Fusus’ta özetlemiş, biraz daha kapalı ve sırlı ifâdelerle bir çok şeye
işâretlerde bulunmuştur. Adem kelimesindeki hikmetleri verirken insan-ı kâmil,
hilâfet-i ma’neviyye ve tasarruf konulannı işleyen îbnu Arabî,69
Hârûn (a.s) için açtığı bülümde de imâmet ve verâset konulanna değinmiştir.70
îmam Rabbânî (1034/1624), Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Âlimler
peygamberlerin vârisleridir.” hadisini71 verdikten sonra, kâmil
mânada vâris olmayı şöyle açıklan
“Peygamberlerden iki ilim kalmıştır: 1-Ahkâm ilmi,
2-Sırlar ilmi. Gerçek vâris olan âlim her iki ilmden de payını alan kimsedir.
Yalnız birinden nasibini alan tam vâris değildir. Zirâ böyle bir şey verâsete
münâfîdir. Çünkü; gerçek vâris, miras bırakan kimsenin tüm malına vâris olur,
bir kısmını alıp bir kısmını terketemez. Mîras bırakanın malının bir kısmından
biraz pay alan vâris değil, belki borçlu olabilir. Çünkü borçlu, malın hepsini
değil, ancak hakkı kadar olanı alır. Gerçek âlim; Rasûlullah (a.s)’a tam
vâris olan kimsedir. Borçlu gibi bir kısmını alıp bir kısmını bırakan değildir.
Verâset, vârisle miras bırakan arasındaki bir yakınlık ve cinsiyet vâsıtasıyla
olmaktadır.”72
Nübüvvetin her yönüyle velâyetten ve peygamberin
bütün halleriyle veliden farklı ve üstün olduğunu, velâyetin esası itibâriyle
nübüvvet makamının hâdimi
6 Bkz: îbnu
Arabî, a.g.e, III, 501 vd. (380. bâb).Ayrıca bkz: Şa’rânî, a.g.e, II, 89.
9Bkz:
îbnu Arabî, Fusus, 1,43-58 (Afifinin ta’lik ve tahkikiyle, Beyrut, 1980).
70Bkz: îbnu Arabî, a.g.e, I, 191.
Fusus şârihlerinden Abdurrahman Câmî (898/1492), imâmete hilâfet de
denebileceğini, vâsıtalı ve vâsıtasız olarak iki kısım olduğunu, Hz. Peygamber
(s.a.v)’e
vâris olan bu ümmetin kâmil ve kutublanmn O’nun gibi ümmet içinde tasarrufta
bulunduklarım, O’na (s.a.v) vâris olanların (derecelerine uygun seviyede)
kendisinin bütün hâl ve ahlâkına da vâris olup bu durumlarıyla sanki peygamber
gibi bir insan hüviyetini elde ettiklerini, Rasûlullah (a.s)’m "Ümmetimin
âlimleri Bent İsâiVin peygamberleri gibidir.”sözünün bunu gösterdiğini
belirtmiştir. Bkz: Câmî, Nakdu’n-Nusûs fî Şerhi Nakşı’l-Fusûs, 294-297. Ayrıca
bkz: Muhyiddin b. el-öurâb, Şerhu Fusûsı’l-Hikem, 20-39, 278-282, 359, 386;
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, I, 107-170.
71Ebû Dâvûd, 1; Tirmîzî, ilim,
19; îbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1,275-276;
Hâkim, Müstedrek, 1,100-101.
72îmam Rabbânî, Mektûbât, 1,268.
Mek.
olduğunu zikreden İmam Rabbânî,73 mânevî
hilâfet mansıbına kemâlâtını tamam eden velâyet-i kübrâ sâhibi kutb-ı medarın
getirileceğini belirtir.74
c-Tefsirlerin hilâfet, halife, imâmet, imam, dâvet
ve takvâda önderlik konusundaki yaklaşımları.
Şimdi, insanın İlâhî hilâfet ve emâneti
yüklenmesi, Kitab’a ve Hz. Peygaber (s.a.v)’e vâris olması konusunda,
meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin yaklaşım ve yorumlarını tesbite
çalışacağız. Böylece; sûfilerle müfessirlerin görüşlerini mukâyese ve
değerlendirme imkanı bulabilecağız.
1-Rivâyet Tefsirleri
Taberî (310/923),
halifeyi; birisinin yerine geçen, onun makâmını temsil eden kimse olarak ta’rif
etmiştir.75
Allah Teâlâ’nın halife olacaklar arasında
peygamberler ve sâlihlerin bulunacağını meleklerden gizlediğini belirten Taberî,76
halifeyle sâdece Hz Âdem’in değil, onun evlatlarının kasdedildiği, îbnu
Abbas ve îbnu Mesud’un rivâyetlerine göre; Allah Teâlâ’nın: “Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım.” âyetine verilecek mânânın: “Ben yeryüzünde,
yaratıklarım içinde benim adıma halife olacak, onlara benem hükmümü uygulayacak
bir halife yaratacağım. Bu, Âdem ve Allah’a itaatla bidlikte halk arasında
adâletle hükümde onun makâna geçecek kimsedir.” şeklinde olacağını
zikretmiştir.78
Allah’ın dininde imâmetin, ancak O’nun dostlarına
ve taat ehline layık olduğunu belirten Taberî, zâlim sıfatındaki bir
kimsenin, ehl-i hayra imam ve önder olamayacığını zikretmiştir.79
Rahmân’ın kullarının taat ve hayırda en üst
seviyeye göz diktiklerini, onlann, muttakilerin kendilerine imam olmasını
değil, bir kademe daha ileri giderek; Allah Teâlâ’dan kendilerini muttakîlere
imam ve önder yapmasının istediklerini belirten Taberî80 Allah
Teâlâ’nın kullan içinden seçerek kitaba vâris kıldıklannın Ümmet-
73îmam Rabbânî, a.y.
74Bkz:Imam Rabbânî, Mektûbât,
1,260. Mek.
75Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz:
1,199.
76Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e,
1,213.
77Bakara 2/30.
78Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e,
1,200.
79Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e,
1,530-532.
Taberî,
Câmiu’l-Beyân, a.g.e, Cüz: XIX, 53-54.
i Muhammed, vâris oldukları kitabın “Kur’an”
olduğunu, bu vârislerin de; nefsine zulmeden, orta halli giden ve hayırlarda
başı çekenler olarak üç gruba ayrıldığını, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hepsinin
sonunu cennetle müjdelediğini bir çok nakillerle nazara vermiştir.81
Taberî, hilâfet ve imâmet konusundaki bu yaklaşımlarıyla, kendisinden
sonra gelen müfessirlerin hemen hepsine te’sir etmiş ve onların kaynağı
durumuna gelmiştir.
Semarkandî (373/983), Allah Teâlâ’nın, meleklere: “Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım” 2 derken; bu hilâfete
lâyık olacak, kendisini teşbih ve takdis edecek, taatmda koşacak kimseleri ve
Âdemoğllan içinde Peygamber, sâlih ve ebrâr sınıfına girecekleri bildiğini
belirtmiş,83 “zâlimler benim ahdime ulaşamaz” âyetini tefsir ederken de; zâlimi kâfir
şeklinde tanıtan görüşe meyledip: “Kâfir imam olamaz, ona Allah’ın rahmeti
ulaşmaz.” yorumunu yapmıştır.85
Allah Teâlâ’nın bir çok sıfatlarını sayarak övdüğü
sâlih kullarının: “(Allahım!) Bizi muttakîlere imam yap!” diye duâ ettiklerini, “Biz onlan
emrimize göre doğru yolu gösteren imamlar yaptık.” âyetinde anlatıldığı gibi; kendilerinim de
hayırlarda mü’minlere imam yapmasını istediklerini, Mücâhid’in tefsiriyle,
bu dûâ ile: “Yâ Rabbi! Bizi öyle imamlar yap ki; biz, bizden önceki müttakilere
uyalım, bizden sonra gelen müttakiler de bize uysun!” temennisinde
bulunduklarını kaydetmiştir.88
Ümet-i Muhammed içinde Kur’an’a vâris kılınarak;
“zâlim”, “muktasıd” ve “sâbık” sıralamasıyla anlatılan grublann89
sıfatlan hakkında yirmibeş kadar görüş nakleden Semarkandî, mukarrabûn
makâmındaki sâbıkm verâsette en ön sırada
81Taberî, Câmiu’l-Beyân, a.g.e,
Cüz: XXII, 133-138.
82Bakara 2/30.
83Semarkandî, Bahru’l-Ulûm,
1,108.
84Bakara 2/124.
°JSemarkandî, a.g.e, 1,156.
86Furkân 25/74.
87Enbiyâ 21/73.
88Semarkandî, a.g.e, II, 468
89îlgili âyetin meali şöyledir: “Sonra
kitabı (Kur‘ân’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak
verdik.Onlardan kimi (günah işleyerek) kendisine zulmeder. Kimi orta haldedir.
Kimisi ise; Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet
budur.ÇPâtır 35/32) bulunduğuna
dikkat çekmiştir.90
Mâverdî (450/1057),
halifeyi; başkasının yerine kâim olan kimse olarak ta’rif ettikten sonra, bu
kelimenin lâmın fethasıyla “halef’ şeklinde, sâlihleri ta’kib edenlere
söylendiğini,91 bu durumda medh için kullanıldğmı,92 aynı
kelime “el- Half ’ şeklinde ise; kötülere, azgınlara helef olan kimseleri ifâde
ve zem için93 için kullanıldığını âyetlerden örnekler vererek
zikretmiştir.94
“Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım” âyetini îbnu Mesud’un “Allah Teâlâ,
yeryüzünde kendisi adına, kullan arasında emir ve hümüklerini uygulayacak bir
halife yaratmıştır. Bu; Hz. Âdem ve onun yerine geçecek olan evladandır.”
şeklinde tefsir ettiğini nakleden Mâverdî, imamı; maksûd ve metbû olan
kimsedir, şeklinde ta’rif etmiş,96 kullann birbirinden cisim, mal,
şeref ve kuvvet yönünden farklı olduğunu hatırlatmış, kullar arasında teâvünle
ülfeti te’min için bir kısmının diğerlerine halife olduğunu, “Sizi
yeryüzünün halifeleri yapan O’dur.”97 âyetindeki hilâfetin,
kıyâmete kadar devam edeceğini bildiren görüşleri nakletmiştir.98
“Bizi müttakilere imam yap!” âyetinde, dinde riyâset ve liyâkat ehli olmaya
bir teşvik olduğunu belirten Mâverdî, buradaki “imâm” kelimesine; îkrime’nin
‘emsâl’, Câfer es-Sâdık’m ‘rızâ’, Katâde’nin ‘hayırda öncü’,
îbnu Abbâs’ın ‘hidâyet önderi’, Mücâhid’in ‘kendilerinin önceki
sâlihlere uyması ve sonra gelenlerin de kendilerine tâbi olması’ şeklinde
tefsir ettiklerini kaydetmiştir.100
Vahidî (468/1075),
halifeyi; gidenin yerine gelen,101 imamı da; bir cemaatın
90Semarkandî, a.g.e, III, 86-87.
91Mâverdî, Tefsîru’l-Mâverdî
(en-Nüketü ve’l-Uyûn), 1,95.
92Mâverdî, a.g.e, II, 274.
93Mâverdî, a.g.e, II, 274.
94Mâverdî, a.g.e, 1,95.
96Bakara 2/30.
96Mâverdî, a.g.e, 1,185.
97En’âm 6/165.
98Mâverdî, a.g.e, II, 195
"Furkân 25/74.
100Mâverdî, a.g.e, IV, 161.
101Vâhidî, el-Vasît, 1,113.
kendisine uyduğu kimse olarak ta’rif etmiş,
Peygamber kendi vaktinin, halife tebâsmın, Kur’an bütün müslümanlann imamıdır.
Kur’an’m imamlığını; emir ve nehilde sözün kendisinde bitmesi olarak anlamış,
bu arada, zâlim kimsenin imamete lâyık olmadığım belirtmiştir.102
Beğavî (516/1122),
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”10 âyetinde kasdedilenin Hz. Adem olup,
O’nun, yeryüzünde Allah’ın ahkâmım ayakta tutup emirlerini yerine getireceğini,
Allah Teâlâ’nın, Onun zürriyyetinden kendisine itaat ve kullluk edecek
peygamber, veli ve âlimlerin geleceğini bildiğini, fakat bunu meleklerden
gizlediğini belirtmiş,104 Allah Teâlâ’nın: “zâlimlere benim
ahdim ulaşmaz” 05 sözüyle; zâlim olanların nübüvvet ve
imâmate nâli olamayacağını bildirdiğini zikretmiş, 106 Rahmân’m sâlih
kullarının: “Bizi müttakilere imam yap!” duâsıyla; kendilerini dalâletin öncüleri
değil, hidâyet rehberleri yapmasını istediklerini, îbnu Abbas’ın tefsiri
olarak nakletmiştir.108
îbnu Atıyye (546/1151), Haşan el-Basrî’nin, insanoğluna halife denmesini,
nesilden nesile birbirlerine halef olmalarına bağladığını, îbnu Abbas’ın, “Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım” âyetine; benim adıma hareket edecek,
kullarım arasında hükmümü icrâ edecek bir halife yaratacağım, manasım verdiğim
kaydetmiştir.109
îmamı; etrafında toplanılan ve işlerde örnek alman
kimse olarak ta’rif eden îbnu Atıyye,110 Allah Teâlâ’nın
kullan içinden seçerek Kitaba vâris kıldığı kimselerin Ümmet-i Muhammed,
kitabtan maksadın; ondaki ahkâm, ilim ve akâid olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v)’e
verilen Kur’an’m bütün önceki kitablann hükmünü zımnen ihtivâ ettiğini,
dolayısı ile; ona vâris olanlann önceki kitablara da vâris olmuş olacağını,
ancak âyetin belirttiği gibi; bu ümmetin fertlerinin farklı
102Vâhidî, a.g.e, 1,203.
103Bakara 2/30.
104Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, 1,79.
105Bakara 2/124.
10 Beğavî, a.g.e, 1,146.
107Furkân 25/74.
10 Beğavî, a.g.e, VI, 99.
109Ibnu Atıyye,
el-Muharraru’l-Vecîz, 1,118. (Beyrut, 1993.1. Baskı.))
110Bkz: îbnu Atıyye, a.g.e, I,
206.
derece ve sıfatlarla bu verâseti temsil
edeceklerini, bu işe en ehil olanların ise; muttaki sıfatında hayırlarda önü
çeken zevâtm olacağını belirtmiştir.111
“Bizi müttakilere imam yap!” âyetindeki duâyı yapabilmek
için önce muttaki olmak gerektiğini, imâmet makâmınm bir ğâye olduğunu belirten
İbnu Atiyye, İbrahim en-Nehâî’nin : “Onlar, dünya riyâsetini değil,
dinde önder olmak istediler. Bu; taleb edilecek ve peşine düşülecek en güzel
şeydir.” dediğini nakletmiştir.112
İbnu’l-Cevzî (598/1203), halifeyi; başkasının yerine geçen
kimse, olarak ta’rif ederek, kelimenin aslının “hatif” olup; sonundaki “tâ”nm
medhte mübâlağa için getirildiğini zikretmiştir.113
“Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz”1
âyetindeki “ahd”e; ‘imâmet’, ‘taat’, ‘rahmet’,
‘din’, ‘nübüvvet’, ‘emân’ ve ‘mîsâk’ mânalarının verildiğini, bunlar içinde en
doğrusunun “imâmet” olduğunu belirten Îbnu’l-Cevzî,115 “Sonra
kitabı (Kur‘ân’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik.” âyetinde, mîrâsı: “Bir şeyin bir kimseden
diğerine intikal etmesidir.” şeklinde ta’rif etmiş, âyette anlatılan vârislerin
Ümmet-i Muhammed olup, mîrâsın ayrıca ‘atâ’ ve ‘te’hir etme’ manalarına da
geldiğini; bu manâya uygun olarak; Kur’an’ın, bu ümmete bırakılmış İlâhî bir
atâ olduğunu kaydetmiştir.117
Kurtûbî (671/1273),
Hz. Âdem ile başlayan ilk hilâfetin devam ettiğini,118 sözü
dinlenip itaat edilecek bir imamın nasbinin ümmete vâcib olduğunu belirtir ve
bu arada imâmet ve hilâfetin fikhî yönü konusunda bir hayli mâlumat verir.119
îmâmiyye fırkasının;
imam ve halifenin seçiminin nassla olacağını söylediklerini nakleden Kurtûbî,
ehl-i sünnet ülemâsına göre; araştırma ve içtihad ehlinin icmâsmın bu
konuda yeterli olduğunu zikretmiş,120 Hz. Ali ile ilgili
Bkz: İbnu
Atiyye, a.g.e, IV, 438-439.
112Bkz: İbnu Atiyye, a.g.e, IV,
222.
113lbnu’l-Cevzî, Zâdii’l-Mesîr,
1,60.
114Bakara 2/124.
113lbnu’l-Cevzî, a.g.e, 1,140-141.
116Fâtır 35/32.
117Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, VI,
487-488.
118Kurtûbî, el-Câmi’ li
Ahkâmi’l-Kur’ân, 1,263.
119Kurtûbî, a.g.e, I, 264-274.
120Kurtûbî, a.g.e, 1,265.
hadislerin; onun imâmeti ile değil, faziletiyle
ilgili olduğunu kaydetmiştir.121
îmamı; örnek alınan önder şeklinde tanımlayan Kurtûbî,
“Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz” âyetindeki ahdin, Mücâhid’in tefsiriyle;
imâmet manasına da geldiğini; âsi ve zâlim kimselerin imâmete lâyık olmadığını
belirtmiştir.123
Kur’an’a vâris olan bu ümmetin; diğer
ümmetlerinden alman ahid ve misâklarla da mes’ul olduğunu hatırlatan Kurtûbî,124
Allah’ın kelamına ve dinine vâris olmanın İlâhî bir ihsan olduğunu,
Kur’an’a vâris olan bu ümmetin üç grubunun da sonuçta cennetle müjdelendiğini,
nefsine zulmeden grubun kâfir veya müşrik değil, küçük günahlara bulaşan kimse
olarak ta’rif edilmesinin daha uygun olacağını,125 verasette ön
şurayı alan mukaırabûn makâmmdaki sâbikûnun126 ehl-i kulûbun
ifâdesiyle; âlim, devamlı (kalbiyle) zikir hâlinde, hâl sâhibi, Allah’ı dünyevî
hesaplar için değil ukbâ için seven, murâdını O’nun muradında fâni kılmış,
ibâdetinde son derece muhlis, muhibb, belâdan dert yanmayıp lezzet alan, Allah
ile her şeyden müstağni olan, Kur’an’ı okuyup anlayan ve gereğince amel eden,
ibâdetlerini vaktinde yerine getiren, ümmet içinde sayılan çok az bulunan
kimseler olduğunu belirtmiş, manevî mirasta aslolanm; ıstıfâ ve ona ehil olmak
olduğunu, hikmet ehlinin: “Önce nisbetini sahih yap; sonra mîras iddiâ et!”
sözünün bu gerçeği yansıttığını kaydetmiştir.127
“Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere
imam yap!” âyetindeki duâyı yapacak kimsenin bu âyetten
önce zikredilen güzel hasletlere129 (kısaca takvâya)
121Kurtûbî, a.g.e, 1,267.
122Bakara 2/124.
123Kurtûbî, a.g.e, I, 268.
124Kurtûbî, a.g.e, VI, 312.
175 *
Kurtûbî, a.g.e, XIV, 346-7. Kurtubî, Sahâbeden
altı kimsenin bu görüşü benimsediğini, bunun daha sahih ve, verâsetle istifanın
manasına daha uygun olduğunu belirtir. Bahsi geçen altı sahâbe; Hz. Ömer, Hz.
Osman, Hz. Ebu’d-Derdâ, Hz. îbnu Mesud, Hz. Ukbe b. Amr ve Hz. Aişe’dir.
126Vâkıa 56/10.
127Kurtûbî, a.g.e, XIV, 348-350.
128Furkân 25/74.
129 Kurtûbî, âyette, Rahân’m has
kullarının onbir tane güzel sıfatının anlatıldığını, bunlann; tevâzû, hilim,
teheccüde devam, havf, israfı terk, iftikâr (Allah’a karşı hiçliğini itiraf ve
ihtiyacını devamlı O’na arz), şirk, zina ve katilden uzak durma, tevbe,
yalandan sakınma, kusrlan aff, öğüt kabul etme ve temâmen Allah’a yönelme
olduğunu beyan sahip olması
gerektiğini hatırlatan Kurtûbî, îbnu Ömer’in bu duâyı yaptığını, sûfi
imamlarından Kuşeyrî’nin (465/1072): “îmâmet kuru dâvâ ile değil, (Allah’ın
rahmet ve tevfîkine sebep olacak) duâ ile olur!” dediğini nakletmiştir.130
Kurtûbî, az
önceki âyet-i kerimede, dinde riyâseti taleb etmeye bir teşvik olduğunu
belirtmiştir.131
îbnu Kesir (774/1373), Allah Teâlâ’nın : “Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım”1 âyetiyle, her nesil birbiri peşinden gelecek
nesiller yaratacağını, “Sizi yeryüzünde halifeler kılan O’dur.”1 “Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde
yerinize geçecek melekler yaratırdık.”1 gibi âyetlerin bunu ifâde ettiğini, halifeyi Hz.
Adem ile sınırlamanın doğru olmadığını,135 Allah Teâlâ’nın
insanlar içinden peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâdıklar, sâlihler,
âbidler, zâhidler, veliler, ebrâr, mukarrabûn, âlimler, hakkı ayakta tutacak
âmirler, huşû ehli, muhibbler ve peygamberlerine tâbi olacak kimseler
yaratacağını meleklerinden gizlediğini zikretmiş,136 îbnu Cerir ve
diğer müfessirlerden konu ile ilgili bir çok rivâyete yer vermiştir.137
Zâlim olan kimsenin imâmete ve İlâhî ahde lâyık
olmaması ile ilgili bir çok görüş nakleden îbnu Kesîr, îbnu Abbas’ın; “Zâlimlere
benim ahdim ulaşmaz”1 âyetini tefsir ederken: “Zâlimler için
korunacak herhangi bir ahd ve söz yoktur. Eğer onlardan birisine söz ve destek
vermişsen; onu boz, geri al!” dediğini kaydetmiştir.139
“Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere
imam yap/”140
âyetiyle duâ yapanların, kendilerindeki hayır ve salâhın evlatlarıyla birlikte
diğer insanlara da geçmesini istediklerini, çünkü bunun; kendilerine daha çok
sevap getireceğini ve
eder.Bkz: .Kurtûbî, a.g.e, XIII, 83.
130Kurtûbî, a.g.e, XIII, 83.
13 kurtûbî, a.g.e, XIII, 83.
137Bakara 2/30.
133Fâtır 35/39.
134Zuhruf 43/60.
135Ibnu Kesir, Tefsire
Kur’âniT-Azîm, 1,99. (Sekiz ciltlik baskı).
136îbnu Kesir, a.g.e, 1,100.
137îbnu Kesir, a.g.e, 1,101 vd.
138Bakara 2/124.
139îbnu Kesir, a.g.e, 1,241.
140Furkân 25/74.
daha güzel âkibet hazırlayacağını belirten îbnu
Kesîr, bu konudaki bir hadisle görüşünü desteklemiştir.141
Allah Teâlâ’nın kullan içinden seçerek, Kitab’a
(Kur’an’a) vâris kıldığı üç grubun da bu ümmetten olduğunu belirten îbnu
Kesir, ilim ehli olanlann verâsete en ehil ve en lâyık olduklannı, hadiste
anlatılan peygamber mirâsına âlimlerin vâris olduğunu kaydetmiş ve ilgili
hadisi nakletmiştir.142
Süyûtî (911/1505),
“ed-Dürrü’l-Mensûr” adlı tefsirinde, sadece önceki müfessirlerden gelen
rivâyetlerle nakille yetinmiş ve genelde yukanda verdiğimiz görüşleri
tekrarlamıştır.
Hz Ali’den
gelen bir rivâyette, Rasûlullah (a.s)Tn: “Zâlimlere benim ahdim
ulaşmaz” » âyetini okuduktan sonra: “İmama itaat ancak ma’rufta
olur.”144 buyurduğunu nakleden Süyûtî, îbnu Abbbas’ın: “Allah’ın,
zâlim kimseye işlerinden herhangi birisini vermesi uygun değildir.” dediğini
zikretmiştir.14-’
Yer yüzüne halife kılman insanların,”Verdiğimiz
şeylerde sizi imtahan etmek için, bir kısmınızı diğerlerine üstün kıldık.” âyetinin işâreti ve Mukâtil’in tefsiriyle;
Allah Teâlâ’nın her derecedeki insanı bir diğeriyle imtahan edeceğini belirten Süyûtî,
Said b. Cûbeyr’in ifâdesiyle; kitaba vâris olan
141lbnu Kesir, a.g.e, VI, 142.
İlgili hadisin meali şöyledir : "İnsan öldüğü zaman, şu üç ameli
dışındaki bütün amelleri kesilip sona erer: 1-Sadaka-i câriye, 2- Faydalanılan
ilim, 3-Kendisine hayır duâ edecek sâlih evlat.” (Hadis için bkz:
Müslim, Vasiyyet, 14; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 14; Nesâî, Vasâyâ, 8.).
142lbnu Kesir, a.g.e, VI, 536.
Hadis şudur:.“Â/ım/er peygamberlerin vârisleridir. Şüphesiz peygamberler
altın ve gümüş (cinsi maddt şeylerden) mtras bırakmazlar. Onlar sadece ilim
bıraktılar. Kim o ilmi alır (ve hakkı ile amel edip yayar)sa (dünya ve âhirette)
büyük bir nastb (ve derece) elde etmiş olur.” Bkz: Ebû Dâvûd, 1;
Tirmîzî, ilim, 19; İbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; Beğavî,
Şerhu’s-Sünne, I, 275-276; Hâkim, Müstedrek, I, 100- 101.
143Bakara 2/124.
144Bu konudaki benzer hadisler için
bkz: Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, İmâret, 38; Ebû Dâvûd, Cihad, 86; Tirmizî,
Cihad, 29; Nesâî, Bey’at, 34; Ahmed, Müsned, IV, 432,436, V, 66,67; Tabarânî,
el-Muceu’l-Kebîr, No: 3150,3159,3160; el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 209 (No: 1374);
Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, V, 225-228.
143Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mesûr,
1,288.
14 En’am 6/165.
bazılarının günahlara dalıp, peşinden de: “Nasıl
olsa affoluruz!” diyerek, aldandığını kaydeder.147
Şevkânî (1250/1834),
halifeyi; ‘kendisinden önceki kimsenin yerine geçen kimse’ olarak ta’rif eder
ve “Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım” âyetinde halife
olarak, Hz. Adem ve onun şahsında sonradan gelecek olanlar
kasdedildiğini belirtir.148
“Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz”1
9
âyetindeki “ahd”in imâmet manasında tefsir edilmesinin daha doğru olduğunu
belirten Şevkânî, âlimlerden bir grubun, bu âyetten; imamın âlim ve âdil
olmasının şart olduğunu, haktan ayrılınca zâlim olacağını istidlâl ettiğini, îbnu
Merduveyh’in es-Sülemî yoluyla Hz. Ali’den naklettiğine göre; Hz.
Peygamber (s.a.v)’in bu âyeti okuduktan sonra: “Ma*rufun dışında hiç
kimseye itaat yoktur.”150 buyurduğunu zikretmiştir.151
İnsanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu,
Cenâb-ı Hakk’m kullarını vücud, nzık, kuvvet, fazilet ve ilimde farklı
derecelerde yaratıp birbirleriyle imtahan ettiğini belirten Şevkânî,152
Allah Teâlâ’nın kullan içinden seçerek Kitabına vâris kıldığı kimselerin bu
ümetin âlimleri olduğunu, ülemânm diğer insanlardan daha şerefli ve onlann
şâhidi bulunduğunu, verasette ön sırayı alan ve ‘sâbık bi’l-hayr’ sıfatıyla
nazara verilen kimselerin muttaki, devamlı (kalbiyle) Allah’ı zikir hâlinde
olan, irâdesini Allah’ın muradında fâni kılmış, ibâdetinde ihlas sâhibi,
herkese insaf ve iyilik edip kimseden insaf ve karşılık beklemeyen kâmiller
olduğunu, bu konudaki nakillere dayanarak zikretmiştir.155
Kâsimî (1332/1914),
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”15 âyetine
“benim yerime ve adıma iş görecek bir halife yaratacağım” şeklinde mana
vermenin de uygun olacağını, Hz. Adem’in ve diğer peygamberlerin
Allah’ın halifesi olduğunu belirtmiştir.155
147Suyûtî, a.g.e, III, 594.
148Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, 1,66.
149Bakara 2/124.
15 Bu konudaki benzer hadislerin
kaynaklan az yukanda verildi.
151Şevkânî, a.g.e, I, 151, 154.
152Şevkânî, a.g.e, II, 214.
155Şevkânî, a.g.e, IV, 399-400.
154Bakara2/30.
“Seni insanlara imam yapacağım”156 âyetini tefsir ederken, imama;
“kendisine uyulan kimse” manasını veren Kâsimî, “Zâlimler benim ahdime
ulaşamaz”15 âyetinden, Mu’tezile’nin; zâlimin imâmete ehil
olmadığını, tmâmiyye’nin; imamların zâhiren ve bâtinen günahlardan ma’sum
olduğunu istidlâl ettiklerini, halbuki âyetin saltanat ve mülkî hilâfeti ifâde
etmediğini, çünkü; vâkıada, bir takım zâlim kimselerin buna nâil olduğunu,
âyetteki “ahd”den dindeki imâmeti anlamanın daha isâbetli bulunduğunu
kaydetmiştir. 15
Bir çok âyetten159 anlaşıldığı gibi;
Allah Teâlâ’nın, kullarını nzık, ahlâk, güzellik, çirkinlik, görünüş, şekil ve
renk olarak birbirinden farklı yarattığını, bunun bir çok hikmetlerinin
bulunduğunu belirten Kâsimî, Suyûtî’nin “el-îklîl” adlı eserinden
nakille, bazılarının “Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.” âyetinden,
imama ‘halifetullah’ denebileceğini istidlâl ettiklerini kaydetmiştir.160
“Ey Rabbimiz! Bizi müttakilere
imam yap!”161
âyetinde Rahman’ın seçkin kullarının hayırlarda öncü ve dâvetçi olmak
istediklerini belirten Kâsimî, Suyûtî’nin “el-îklîl”de değindiği gibi;
hayırlarda imâm ve önder olmayı istemenin tecviz, hatta teşvik edildiğini,
Kirmânî’nin “el-Acâib” adlı eserinde; bazılarının, bu âyetten hareketle; dinde
riyâseti taleb etmenin vâcib olduğunu söylediklerini zikretmiştir.162
2-Dirâyet Tefsirleri.
Şimdi, bu konuda meşhur dirâyet tefsirlerinin
yaklaşım ve yorumlarını tesbite çalışacağız. Diğer bölümlerde olduğu gibi;
tefsirleri tarih sırasını gözeterek inceleyeceğiz.
Zemahşerî (538/1143), Kâsimî gibi, “Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım”16 âyetinden, “benim yerime ve adıma iş görecek
bir halife yaratacağım” şeklinde mana vermeyi uygun buluyor ve ekliyor: “Hz.
Âdem yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu gibi; diğer peygamberler de
Allah’ın
155Kâsimî, Mehâsinü’t-Te’vîl, II,
95.
156Bakara 2/124.
152Bakara 2/124.
15 Kâsimî, a.g.e, II, 246.
159Bkz: En’âm 6/165; Isrâ 17/32;
Zuhruf 43/32.
160Kâsimî, a.g.e, VI, 2596-2597.
161Furkân 25/74.
162Kâsimî, a.g.e, XII, 4599.
163Bakara 2/30.
halifesidir.164
“Zâlimler benim ahdime
ulaşamaz!' âyetinden, fâsığm imâmete ehil olmadığı
görüşünü nakleden Zemahşerî, “Allah’ın imâmet ahdine ancak, âdil ve
zülümden berî kimsenin lâyık olduğunu, aksi durumda: “Kurdu çoban yapan
(koyanlara) zulmetmiş olur!” darb-ı meselinin tahakkuk edeceğini
zikretmiştir.166
Ümmet-i Muhammed’in dinde birbirlerine halef
olmaları yanında, onların yeryüzünün hilâfetini de elde edip orada Hakk adına
tasarrufta bulunacaklarını belirten Zemahşerî, bazılarının, “Ey
Rabbimiz! Bizi müttakilere imam yap!” ! âyetinden; dindeki riyâseti
taleb ve ona rağbet etmenin vacib olduğunu söylediklerini nakletmiş, 168
Kur’ân’a vâris olan seçilmiş kulların Rasûlullah (a.s)’m kıyâmete kadar
gelecek ümmeti olduğunu zikretmiştir,169 bunların içindeki sâbikûn
sınıfının, azdan az bulunduğuna dikkat çekmiştir.170
Tabressî (538/1143),
“Zâlimler benim ahdime ulaşamaz” 1 âyetindeki ahde, Mücâhid’in
imâmet manasını verdiğini, Câfer es-Sâdık’m da bu görüşte olduğunu
belirtmiş ve ashâbımız diye bahsettiği Şia’nın, bu âyetten, imamın zâhiren ve
bâtmen günahlardan ma’sûm olduğunu istidlal ettiklerini zikretmiş ve imamın
bütün zamanlarda günahlardan uzak olması gerektiğini savunmuştur.172
Kıyâmete kadar her asrın bir öncekine halef
olacağını, bunun bir nizan ve intizam içinde devam edeceğini belirten Tabressî,173
Rahmân’ın hâs kullarının, dünyâ için değil, takvâ için “Ey Rabbimiz!
Bizi müttakilere imam yap! 74 diye duâ ettiklerini
zikretmiştir.175
Kur’ân’a vâris kılınan seçilmiş kulların “Âlimler
peygamberlerin
164Zemahşerî, Keşşâf, 1,271.
165Bakara 2/124.
166Zemahşerî, a.g.e, I, 309.
167Furkân 25/74.
168Zemahşerî, a.g.e, IH, 102.
169Zemahşerî, a.g.e, IH, 308.
170Zemahşerî, a.g.e, IH, 309.
171Bakara 2/124.
172Tabressî, Mecmeu’l-Beyân,
1,456-457.
173Tabressî, a.g.e, III, 253.
174Furkân 25/74.
175Tabressî, a.g.e, V, 131.
vârisleridir.”1™ hadisinin ifâdesiyle, âlimler
olduğunu söyleyenlerin bulunduğunu nakleden Tabressî, Muhammed el-Bâkır ve
Câfer es-Sâdık’a göre; “Sonra kitabı (Kur‘ân'ı) kullarımız arasından
seçtiklerimize miras olarak verdik.”1 âyetinin özellikle biz “Ehl-i Beyt”i kasdettiğini,
bunun, âyetin murâdma en yakın bir tefsir olduğunu, çünkü “Ehl-i Beyt” imamlarının
istıfâ ve içtibâya, peygamberlerin mirâsına sâhip olmaya en çok hak sahibi
kimseler olduğunu ileri sürmüştür.
Câfer es-Sâdık’m yukarıdaki yaklaşımına, bir çok
hadis kitabında geçen “Size (hukuku ve mes’uliyeti çok) ağır iki şey
bırakıyorum; birisi Allah'ın Kitâbı (Kur'ân), diğeri de gözümün aydınlığı ehl-i
beytimdir. Onlar kıyâmette havzumun başında bana kavuşana kadar birbirlerinden
ayrılmayacaklardır. Artık, onlarda bana nasıl halef olduğunuza (benden sonra
onlara karşı nasıl muâmelede bulunduğunuza) bakınız (dikkat ediniz!)”
hadisi destek verir
mâhiyettedir.
Râzî (606/1210),
halifeyi; başkasının yerine geçen ve onun yerini alan kimse olarak tanıtır ve Hz.
Âdem’in halife olarak isimlendirilmesini, Allah’ın yeryüzünde kullan
arasında ahkâmım takbikle görevlendirilmesine bağlar.
“Allah, Âdem'e bütün isimleri
öğretti.”1 1
âyetinde, hilâfetin kemâli, halifenin en büyük özelliği ve üstünlük pâyesi
olarak ilmin gösterildiğini belirten Râzî, peygaberlerin mirâs olarak
bıraktıkları ilim fazileti ve onlara vâris olan âlimlerin sıfatlan hakkında
oldukça geniş mâlumât vermiş; bu konudaki âyet, hadis ve İslâm büyüklerinden
bolca nakillerde bulunmuştur.182
Hakîki âlimin ve gerçek vârisin en bâriz
vasıflarının; yakînî imân, kâmil takvâ, son derece haşyet ve huşû’ olduğunu
belirten Râzî,183 Rasûlullah (a.s)’m halifelerinin asıl
mesleklerinin sünneti ihyâ ve onu kullara öğretmek olduğunu bildiren hadise184
de yer vermiştir.18-’
“Seni insanlara imam
yapacağım.” 6
âyetindeki imamı nübüvet manasına almak gerektiğini,187 Hz.
îbrâhim’in (a.s) imâmetinin kıyâmete kadar devam ettiğini, (Hz.
Peygamber s.a.v’den sonra) imâmete tayin nassla olur diyenlerin görüşünün
zayıf olup nübüvvetin dışındaki imâmet için aslen nassın gerekmediğini belirten
Râzî,188 Râfizî’lerin “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz.” 9
âyetine dayanarak; Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in imâmetlerinin
geçersiz olduğunu, onlann müslüman olmadan önce kâfir ve müşrik olduklan için
sonraki hallerinde bu sıfattan kurtulamadıklannı, dolayısı ile; imâmete lâyık
olmadıklannı ileri sürdüklerini ve bu anlayışlarında yanıldıklannı
zikretmiştir.190
Buna mukâbil, Şia’nın aynı âyetten; imamlann
zâhiren ve bâtmen günahlardan mâsum olduklannı istidlâl ettiğini nakleden Râzî,
bu arada fakihlerin imâmet anlayışlarına da değinmiştir.191
Râzî’nin tefsirinin telhisi şeklinde tanıdığımız
Nisâbûrî’nin (730/1329) “öarâibü’l-Kur’ân”ında da bu konular aynı sistem içinde
özetlenmiş,192 ancak
182Bkz: Râzî, a.g.e, II, 164-191.
(Tere: H, 269-328).
183Bkz: Râzî, a.g.e, n, 165.
1 24
Hadisin meali şudur:
“Rasûlüllah (s.a.v) üç defa: “Allahım halîfelerime rahmet etsin!” diye duâ etti.
Ashab: “Halîfeleriniz kimlerdir, Yâ Rasûlellah?” diye sorunca, Efendimiz (a.s):
“Onlar sünnetimi ihyâ eden ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir.” buyurdu.” Bkz: îbnu Abdilberr, Câmiu
Beyâni’l-îlm,
1,46; Tabarânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VI, 395 (No: 5842).
18 Bkz: Râzî, a.g.e, II, 166.
186B akara 2/124.
187Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 36.
188Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 37.
189Bakara 2/124.
190Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 38-39.
4 191Bkz: Râzî, a.g.e, IV, 39.
192Bkz: Nisâbûrî,
öarâibü’l-Kur’ân, 1,227-292. (10 Mücelled, Mısır, 1962) Bundan önceki
bölümlerde kullandığımız tefsir, Taberî’nin “CâmiuT-Beyân”ının kenarında
tab’ edilmiş
Râfizîler yerine îmâmiyye zikredilmiş ve
îmâmiyye’nin; Hz. Ali’nin dışındaki şahısların (ilk üç halifenin) İslâm’dan
önce müşrik oldukları için sonraki imametlerinin bâtıl olduğu iddiâlan
kaydedilmiştir.193
“Bizi müttakilere imam yap!”19
âyetinde istenen hâlin takvâda örnek alınacak
bir mertebe olduğunu belirten Râzî, bazılarının bu âyete dayanarak;
dinde riyâseti taleb etmenin ve ona teşvikin vâcip olduğunu söylediklerini, bu
âyetin aşere-i mübeşşere hakkında nâzil olduğunu söyleyenlerin de bulunduğunu
kaydetmiştir.195
Kur’ân’a vâris kılınmak için seçilen kulların; Sahâbe,
Tâbiûn ve kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin olduğunu belirten Nisâbûrî,
bunların içindeki “sâbikûn” sınıfının her devirde az bulunacağına dikkat
çekmiş ve bu tesbitine “Kullarımdan gerçek mânâda şükredenler çok azdır.”196
âyetini delil göstermiştir.197
Beydâvî (538/1210),
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”19* âyetindeki
halife ile Hz. Âdem’le diğer peygamberlerin kasdedildiğini ve onların,
yeryüzünün imân, insanların siyâseti, nefislerin tekmili ve İlâhî ahkâmı tenfiz
için birbirine halife olarak geldiklerini zikrederek; halifeye Allah Teâlâ’nın
ihtiyacından değil, kulların vâsıtasız olarak İlâhî feyzi kabulde ve emr-i
ilâhiyeyi elde etmedeki kusurlarından ve arada vâsıtalara muhtaç olduklarından
dolayı bu görein verildiğine dikkat çekmiş ve şu oıjinal tesbiti yapmıştır
“Bunun misâli bedenimizde de mevcuttur. Şöyle ki;
aralarındaki farklı yapıdan dolayı kemik etten gıda almaktan âciz olduğu için
Allah Teâlâ, hikmetiyle, ikisi arasında, her ikisinin hâline uygun bir kıvamda
olan “kıkırdak” dokusunu yaratmıştır. Kıkırdak, gıdâyı etten alıp kemiğe verir.
Allah’ın halifelerinin yaptığı da budur.”199
Beydâvî’nin bu yaklaşımı, sûfilerin, özellikle îbnu
Arabi’nin (638/1240) insan-ı kâmil ve kutub anlayışıyla bir yönüyle
paralellik arzetmektedir. Burada, tarih itibâriyle İbnu Arabî daha sonra
geldiğini hatırlatalım.200
baskı idi. Şimdiki ise; ayrı ve müstakil bir baskı
olup, bundan sonra bunu kullanacağız.
193Bkz: Nisâbûrî, a.g.e,
1,438-439.
194Furkân 25/74.
195Bkz: Râzî, a.g.e, XXIV, 100;
Benzerî açıklamalar için bkz: Nisâbûrî, a.g.e, XIX, 37.
196Sebe’ 34/13.
197Bkz: Nisâbûrî, a.g.e, XXII,
80-81.
19 Bakara 2/30.
199Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl,
1,49-50.
Beydâvî, aynı
âyette, ilmin ibâdete üstünlüğü ve hilâfette ilmin şart olduğunun ortaya
çıktığını hatırlatır201 ve dinde imâmetin Allah’ın bir emâneti
olduğunu,202 ona ancak ebrâr ve muttakîlerin nâil olacağını
zikreder.203
Konumuzla
ilgili birçok âyeti Beydâvî ile aynı paralelde tefsir eden Ebu’s- 200îbnu Arabî, insan-ı kâmili
şöyle nazara verir: “Allah’ın halifesi olan insan, Allah’ın zât sıfat ve
fillerinin en mükemmel şekliyle tecelli ettiği varlıktır. O. Allah ile âlem
arasında, zâhir ile bâtın arasında (berzah)tır. O, bütün İlâhî kemal mânaları
kendinde gerçekleştiren insandır. Âlem bir ayna gibidir, insan-ı kâmil bu
aynanın cilâsıdır. (Bkzdbnu Arabî, Fusûs, 49.) Fusus şârihleri bu sözlere şu
açıklığı getirmişlerdir: “O, Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği İlâhî
kuvvetler ve kâbiliyetler, rahmânî sıfat ve yetkilerle Allah’ın esmâsmı
yansıtmakta; rahmânî yönüyle Allah Teâlâ’dan aldığı feyiz ve nûru, beşer
yönüyle hemcinslerine aktarmaktadır.” (Bkz:Câmî, Nakdu’n-Nusûs fi Şerhi
Nakşı’l-Fusûs, 104.) “Allah, zayıf kullar İlâhî mârifete ve yüce sırlara güç
yetirebilsinler diye arada nebi ve velileri tayin etmiştir. însan-ı kâmil,
İlâhî hilâfetin en üst makâmmda yer alır.” (Bkz: Câmi, a.g.e, 103-104; İsmail
Ankaravî, Nakşu’l-Fusûs Şerhi, 19,20.) îbnu Arabî, insan-ı kâmili mâsivallah’da
(04nun dışındaki varlıklar içinde) Allah’ın gölgesi olarak görür. (Bkz:
Futûhât-ı Mekkiyye, III, 312; Keklik, Muhyiddin b. Arabi, 438) Mevlânâ,
“Mesnevi”sinde:
“Zıll-ı İlâhî Allah’ın o makbul kuldur ki; bu âleme nisbetle ölüdür ve Allh”a
nisbetle diridir. Allah Teâlâ’nın: “Baksana Rabbin
gölgeyi nasıl uzattı.” (Furkan,
45.) âyeti, evliyânm nakşı ve müş’iridir. Onlar, Allah güneşinin nûruna
delildir. Git, gölgenin delâletiyle güneşi bul.” der. (Bkz: Tâhirü’l-Mevlevî,
Mesnevi Şerhi, 1,276-278.) îbnu Arabî: “însan-ı kâmil O’nun sûretinde
yaratılmıştır. "Allah, Adem'i kendi sürelinde yarattı."
hadisi buna işâret etmektedir.” derken; Ahmed Avni Konuk hadisle ilgili şu izahı verir:
“Allah Teâlâ insan-ı kâmilin zâhir suretini hakâiyık-ı âlemden ve hakâyık-ı
âlemin süratlerinden inşâ etti. Ve sûret-i bâtınesini de bu hadis muktezâsınca
Allah Teâlâ kendi sürati üzere inşâ etti.” (Bkz: Ahmed Avni konuk,
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1,169. Hadis için bkz: Buhârî. Isti’zân, 1;
Müslim, Cennet, 28; Ahmed, Müsned, II, 244,251, Tabarânî, el-Mu’cemu’l-Vasît,
VIII, 414 (No: 7846).
Sadreddin
Konevî’ye göre
âlemin her parçası, Allah’ın isim ve sıfatlarından birine delâlet eder. Allah insan-ı
kâmili, ruhu ve mânası ve mertebeleriyle kendisine tam bir alâmet yapmıştır,
insan her şeyin nüshasıdır. Onda her şeye delâlet etme gücü ve mertebesi
vardır. O, her şeyi muhittir. Onu tam bir bilgi ile, dolayısıyle bilir.
(Süleyman Ateş, Işâri Tefsir Okulu, 264, Konevî, I’caz, varak 66b’den naklen) 201
Beydâvî, a.g.e, 1,52.
202Beydâvî, a.g.e, I, 85.
203Beydâvî, a.g.e, 1,86.
Suûd (982/1574),
204 “Seni insanlara imam yapacağım.”205
âyetinden anlaşıldığına göre; Hz. îbrâhim’in (a.s) imâmetinin belli bir
zamanda bitmeyip kıyâmete kadar devam edeceğini, çünkü; kendisinden sonra gelen
bütün peygamberlerin O’nun zürriyyetinden olup kendisine ittibâ ile mükellef
tutulduklarını belirtmiştir.206
“Bizi muttakîlere imam yap!”20'1 âyetindeki duâyı yapan
sâlihlerin, dinin bütün alâmet ve ibâdetlerinde kendilerine uyulacak bir halde
olmak istediklerini, bunu da ancak ilim, İlâhî tevfik ve amelin birleşmesiyle
kolay olabileceğini belirten Ebu’s-Suûd, bütün hayırların kaynağının bu
duâ olduğunu hatırlatmıştır.20
Kur’an’a vâris kılman seçilmiş kulların; başta
Sahâbe ve Tâbiûn olmak üzere, kıyâmete kadar onlann gidişâtını ta’kib eden
âlimler olduğunu belirten ve diğer ihtimaller içinde daha çok buna meyleden Ebu’s-Suûd,
ümmetin içinde hayırlarda önde giden zevatın bu işte ancak Allah’ın özel
tevfîki ile muvaffak olduklanna dikkat çekmiştir.209
Hatib Şirbînî (977/1569), başta Hz. Âdem (a.s) olmak
üzere bütün peygamberlerin yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu,
vazifelerinin; yeryüzünü imar, insanlan bir disiplin içinde yönetme,
nefislerini tekmil ve aralarında İlâhî emri tenfiz olup, bunun, Allah Teâlâ’nın
ihtiyâcından dolayı değil, kendileri üzerinde halife ta’yin edilen kulların
vâsıtazız olarak feyz-i ilâhiyeyi kabulde ve emr-i Rabbâniyeyi almadaki kusur
ve acziyetlerinden dolayı İlâhî bir lutuf olarak yapıldığını, bunun için kendi
cinslerinden olan kimseler seçildiğini, bu iş için melek görevlendirilmediğini
belirtmiştir.210
îmâmate ehliyet konusunda Beydâvî, Hz.
tbâhimin’in imâmetinin devamlılığı konusunda Ebu’s-Suûd gibi düşünen
Şirbînî,211 Kur’an’a vâris kılınan Ümmet-i Muhammed’in
decelerine göre farklı hâl ve ahlâkta olduklarını
204Ebu’s-Suûd, Irşâdu
Akli’s-Selîm, 1,81-82. (Beyrut, trs. 9 cildlik baskı).
205Bakara 2/124.
206Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, 1,156.
207Furkân 25/74.
20 Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, VI, 231.
209Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, VII,
153.
210Şirbînî, es-Sirâcu’l-Münîr, I,
45. Şirbînî’nin bu âyetteki halife ve hilâfet-i ma’nevî anlayışı Beydâvî ile
benzerlik, hatta beraberlik arzetmektedir. Bkz: Beydâvî, a.g.e, 1,49-50.
2 Şirbînî, a.g.e, I, 91.
(Beyrut, trs. II. Baskı).
belirtmiş ve bu konudaki rivâyetleri nakletmiştir.212
Âlûsî (1270/1853), yeryüzünde bazı insanların
Allah adına halife yapılmasını Beydâvî ve Şirbînî gibi
değerlendiriyor ve ekliyor: “Çünkü; insan, cismânî zulmet ve bulanıklık içinde
yüzmektedir. Allah Teâlâ ise; kusur ve noksanlıktan son derece beridir. Bu
durumda, âdetullahm cerayan ettiği gibi, feyz-i ilâhiyeyi kabülde (O Yüce zât
ile bu kusurlu kul arasında) münâsebet şarttır. Bunun için O’ndan alacağı feyzi
kula ulaştıracak bir aracı gerekmektedir. Bu da Allah’ın ta’yin ettiği
halifedir.”213
Ehlullaha göre; ilk halife Hz. Âdem olup,
onun diğer halifelerin babası durumunda olduğunu, cemal ve celal sıfatlarını
kendisinde topladığını, bu durumuyla Allah Teâlâ’nın özel tecelli mahalli
olduğunu belirten Âlûsî, en büyük halife olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in,
onun hakkında:
“Şüphesiz Allah Âdem’i kendi
sûretinde -başka bir rivayette: Rahmanın sûretinde- yarattı.”214 buyurduğunu, onda, zıt
şeylerin bir arada bulunduğunu, Hakk’ın kendisinde zuhûr ettiğini, bu (mânevî)
hilâfetin kıyâmete kadar insan-ı kâmilde devam edeceğini, âlemin rûhu durumunda
olan bu insanın âlemi terketmesiyle onun öleceğini, (yani kıyâmetin kopacağını)
nakletmiştir.215
Bazı Şii’lerin, “Benim ahdim zâlimlere
ulaşmaz.”216 âyetine dayanarak; Hz. Ebû Bekir ve
ondan sonra gelen iki halifenin imâmetlerinin sahih olmadım söylediklerini,
bunu, onların îslâmdan önceki küfür hallerine bağladıklarını kaydeden Âlûsî,
bu hükmün büyük bir hata olduğunu, halbuki onların, kâmil imân ve son
derece adâlet sâhibi iken hilâfeti üstlendiklerini zikretmiştir.212
212Şirbînî, a.g.e, III, 327-328.
213Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, Cüz:
1,22O.(Beyrut, 1987)
21 Hadis için bkz: Buhârî.
Isti’zân, 1; Müslim, Cennet, 28; Ahmed, Müsned, II, 244, 251, Tabarânî,
el-Mu’cemu’l-Vasît, VIII, 414 (No: 7846)
215Âlûsî, a.g.e, Cüz:1,220-221.
Âlûsî’nin, ehlullaha âid olarak verdiği bu bilgiler daha çok Hakim et-Tirmîzî
ve îbnu Arabi’nin insan-ı kâmil ta’rifleriyle aynıdır, isim verilmeden yapılan
bu nakil onlardan yapılmış olabilir. îbnu Arabi’nin insan-ı kâmil, onun Allah
Teâlâ’nın aynası ve âlemin rûhu olmasıyla ilgili açıklamaları için bkz:
Fusûsu’l-Hikem, I, 48-56. (Afîfî’nin tahkik ve ta’lîkiyle); Mahmûd el-Ğurâb,
Şerhu Fusûsi’l-Hikem, 20-40 (Dimeşk, 1985). el-Ğurâb’ın şerhi daha çok, “Fusus”
müellifi îbnu Arabi’nin “Futûhât” isimli diğer eserindeki konuyla ilgili geniş
açıklamalarına dayanmakta olup, müellifin merâmını anlama bakımından
faydalıdır.
215Bakara 2/124.
“Sizi yeryüzünde halifeler
yapan O’dur. O, verdiği şeylerde sizi imtahan etmek için, bazınızı diğerlerine
derecelerle üstün kıldı.”218 âyetindeki incelikleri verirken; insanların Allah
Teâlâ’nın esmâsmın mazhan olduğunu, bu mazhariyetin de kulların kâbiliyetlerine
göre farklılık arzettiğini kaydeden ÂIûsî,219 yeryüzünde insan
oğlunun emâneti yüklenmesinin ve hilâfetinin sırrını; onun, vâsıtasız olarak
İlâhi feyzleri alarak kâinata yayıp onu ma’mur etmesine bağlayan görüşe yer
vermiştir.220
İmâmiyye’nin imam ve hilâfet anlayışını veren
Tabressî’nin naklini değerlendiren ÂIûsî, Kur’ân’a verâseti belli bir kesim
yerine, bu ümmetin bütün âlimlerine hamletmeyi daha evlâ görmüştür.221
Reşid Rızâ (13354/1935), diğer varlıklar içinde hilâfet-i
Hakk için seçilen insanın, ilk hâliyle zayıf olarak yaratılmasına rağmen; çok
güçlü varlıklarda tasarruf yetkisine sahip kılındığını, câhil olarak
halkedilmesine rağmen bütün esmâyı bilecek seviyeye ulaştırıldığını, diğer
bütün varlıkların hareket alanı sınırlı olduğu halde, bu vazifesi ğereği insana
çok geniş yetki ve ihsanlarda bulunulduğunu belirtir.222
Üstâdı Muhammed Abduh’un, sahih imâmeti ve
güzel önderliği, rûhun faziletli sıfatlan elde etmesine ve sâhibini şerden
alıkoyup hayra sevkedecek İlmî melekelere sâhip olmasına bağladığını belirten Reşid
Rızâ, yine Üstâdm işâretlerine dayanarak; tarihte bir çok zâlim insanın
hilâfet makâmını ele geçirdiğini, başta dört büyük mezheb imamı olmak üzere,
gerçek Rabbânî âlimlerin bütün mihnet ve tehditlere rağmen onlan tasip
etmediğini, fakat bir takım ehl-i dünyâ âlimin bu zâlimlerin hallerini tasvip
ve tecviz ederek, sözle mezhebine bağlıyız iddiâsmda bulunduklan imamlann güzel
ahlâk ve hallerine fiilen tâbi olmadıklarını, bunun bir yalançılık olduğunu
zikretmiştir.223
İnsanların ilim, nzık, akıl, kuvvet ve kâbiliyetçe
birbirinden farklı derecelerde yaratılıp yeryüzünde halife yapılmasını herkes
için bir imtahan ve hallerini ortaya çıkarma olarak gören Reşid Rızâ, yeryüzünün
saâdetinin; fıtrat dini olan İslâm’ın bu halifeler tarafından hakikatıyla
takbik ve Rabbânî ahlâkın hakkıyla temsil edilmesine bağlı olduğunu
zikretmiştir.224
212Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz:I, 377.
218En’âm 6/165.
219Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz:VIII,
73.
220Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz: XXII,
102.
221Bkz: ÂIûsî, a.g.e, Cüz: XXII,
195.
222Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr,
1,257-260.
223Reşid Rızâ, a.g.e, 1,457-458.
Seyyid Kutub (1387/1966), Allah Teâlâ’nın, insanı halifesi
olarak seçmesi konusunda oıjinal ve güzel yaklaşımlar ortaya koymuştur. Bunun
yümsek bir irâdenin işi olduğunu belirten Seyyid Kutub, Cenâb-ı Hakk’m,
insana bu vazifeyi verirken onu madde üstü bir değerde yarattığını, bu vazifeye
münâsib imkan ve yetkilerle donattığını, kâinatı onun temsil edeceği yüksek
mefkûre ve âli vasife için yaratıp insanın eline teslim ettiğini,225
meleklerin hürmet secdesine lâyık bir kıvamda yaratılan ve kâinatın efendisi
kılınan insanın, maddeye ve âdî dünyevî menfeadere kapılarak bu şerefi ayaklar
altına almaması gerektiğini zikretmiştir.226
Zulmün çok çeşitli olduğuna dikkat çeken Seyyid
Kutub, bunlar içinde şirk ve azgınlıkla ortaya çıkan zülüm çeşitlerini
nazara verip, “Zâlimlere benim ahdim ulaşmaz’ âyetinde zâlimlere haram kılman imâmetin,
risâlet, hilâfet ve namazdaki imâmet gibi bütün imâmet çeşitlerini içine
aldığını, bu imâmetlerin esâsının adâlet olduğunu, herhangi bir zülüm çeşidine
bulaşan kimsenin bunlardan mahrum edildiğini, devrimizde de, müslümanlann
nefislerinden ve cemiyetlerinden bütün zülüm çeşitlerini temizlemedikçe
yeryüzünde imâmet ve yönetimi ele geçiremeyeceklerini belirtir.22**
d-Değerlendirme.
Sûfilerin ve müfessirlerin verâset, hilâfet ve
imâmet hakkmdaki görüşlerinin özeti bunlardır. Bütün bunlardan sonra şunu
söyleyebiliriz:
Allah Telâ’nm insanı yeryüzünde kendisine halife
kılması noktasında sûfiler ve müfessirler müttefiktir. Ancak, peygaberler
dışındaki halifelerin şahıs, sıfat, sınıf, yetki ve nasbi konusunda farklı
şeyler söylemişlerdir.Sûfîler verâsetle daha çok Hz.Peygamber (s.a.v)’e
zâhir ve bâtın ilminde, ahlâk ve mânevî hallerinde vâris olmayı kasdederken;
müfessirlerin çoğunluğu bu verâsetin alanını zâhirî ilimler ve devlet yönetimi
olarak belirlemişler, sûfiler halifeyle; Allah’ın yeryüzünde en büyük
tecelligâhı gördükleri kutub-ı medar ve kutb-ı irşâdı dikkate verirken;
müfessirler, en üst seviyede îslâm devletini temsil eden şahsın üzerinde
durmuşlardır.
Her iki tâife de, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
ümmetine bıraktığı ve kıyâmete kadar korunacak olan mirâsın, altın gümüş gibi
dünyevî bir şey olmayıp, ilim olduğu, halife makâmındaki zâtın bu ilimden
gereği kadar sâhip olmasının gerektiği, bunun yanında adâlet sıfatını
zedeleyecek hallerden uzak kalmasının zarûreti
22 Bkz: Reşid Rızâ, a.g.e,
1,250-253.
225Seyyid Kutub, Fî
Zilâli’l-Kur’ân, 1,56 (Kâhire, 1990).
226Seyyid Kutub, a.g.e, 1,60.
222Bakara 2/124.
22**Seyyid Kutub, a.g.e, 1,112.
konusunda da görüş birliği içindedirler.
Sûfîler ilim deyince; zâhir ve bâtın ilmini ve
bunların neticesi olarak vücudda hâsıl olan keşf, yakîn, kemâlât, yüksek hâl ve
ahlâk-ı hamideyi anlarken; müfessirler ilimden; nakle dayalı Kitab ve sünnet
ilmiyle, dirâyete dayalı diğer ilimleri konu etmişler, Rasûlullah (a.s)’m
ahlâkî yönünü “takvâ” ismiyle takdim edip, onun her mü’min ve özellikle ilimle
meşgul âlimler için farz olduğunu belirtmişlerdir. Burada, birçok tasavvuf,
tabakat ve tarih kitablannın şehâdetiyle; sûfi büyüklerinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in
oturması kalkması gibi tabîî hallerine varıncaya kadar bütün hallerinde
kendisine ittibâda son derece haris ve hassas olduklarını, ölüm ânı gibi en zor
zamanlarda bile buna dikkat ettiklerini hatırlatmalıyız.229
Müfessirler içinde Beydâvî, Hatib Şirbînî ve
Âlûsî, halifenin İlâhî ahkâmı tatbik yanında, nâkıs kimselere feyz-i
İlâhîyi intikal ettirerek onları kâmil hâle getirme gibi bir sıfatından
bahsederek bir yönüyle sûfîlerin halife anlayışına katılmışlar, diğer
müfessirler ise, hilâfeti; ilim ve adâlet sıfatlarını üzerinde bulunduran,
ümmetin tasvibini almış bir mü’minin idârî yetkiyi elinde bulundurması şeklinde
ta’rif edip, işin mânevî yönüne değil, zâhirî şartlarına bakmışlardır.
Hiç şüphesiz din; kalbteki yakînî iman ve sâfî
ihlasa bağlı olarak, zâhirdeki bütün ibâdet, taat, kesb ve tasarrufları Allah
Teâlâ’nın emrettiği ve Rasûlünün (a.s) öğrettiği şekilde hayata uygulamaktan
ibârettir. Nasslarda, insanın temsil edeceği hilâfetin gereği ve âlemin insanın
emrine musahhar kılınmasının sebebi bu dinle ortaya konulmak istenen
mârifetullah ve Rabbânî ahlaktır. Bunun için, bu dinin kitabına ve onu tatbik
eden Peygamberine vâris kılman bütün ümmete, derecelerine göre, güç ve
kâbiliyetleri nisbetinde bu büyük emâneti Allah adına taşımaları ve onu
hakkıyla temsil ederek insanlığa tebliğ etmeleri gerekmektedir. Bunda, Rabbânî
ve hasbî olmak şarttır.Bu din, dünya adına temsil edilemez. Her şey Allah adına
ve O’nun muradına göre olmalıdır. Bunu her kesimden herkes yapabilir. Sûfî,
229îlgili bir kaç örnek için bkz:
Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 50-51. (Trc: 63-64. Müt: Dilâver Selvi, İst,
1995). Burada, sûfilerin her hâlükârda sünnete ittibâlan konusunda verilen
ilginç bir örnek şudur: Şiblî'nin hizmetçisine: "Hazret'in vefatı anında
kendisinden neler gördün?” diye sorulunca, hizmetçi şunları anlatmıştır:
"Dili tutulup, alnı terlemeye başlayınca bana, kendisine namaz için abdest
aldırmamı işâret etti. Ben de kendisine abdest aldırdım. Fakat sakalını
parmaklarımla hilâllemeyi unuttum. Hemen elimden tutup parmaklarımı sakalına
götürdü ve onu hilâllettirdi. Böyle bir anda bile, Rasûlullah
(a.s)
Efendimizden öğrendiği bir edebi terketmedi!” Sühreverdî, bölümü şöyle bitirin
Sehl b.
Abdullah: "Kitab ve sünnetin kabul etmediği her vecd (cezbe) hâli
bâtıldır." demiştir.
îşte sûfilerin hâli ve yolu budur. Bu yolun ve anlayışın dışında başka bir hâl
(ve ilim) iddiâ eden kimse, fitneye düşmüş yalancının birisidir.
müfessir, muhaddis, fakih, mücâhid, tüccar,
idâreci ve diğer bütün mü’minler bu emâneti taşımakla görevlendirilmiştir.
îbnu Kayyım’ın (751/1350) belirttiği gibi; Peygamberler halkın en hayırlılarıdır. Onlara
vâris olanlar da, onlardan sonra halkın en hayırlıları olarak onlann makâmını temsil etmektedir. O’na
âid olan şeyler bunun için de mevcuttur. Bu işe en lâyık olanlar hiç şüphesiz ilim
ehlidir. Âlimler de, vârisi oldukları peygamberler gibi tebliğde sabır, dâvette
sıkıntılara tahammül, kendisine kötülük edenlere iyilikle mukâbele, onlan en
güzel yolla Allah’a dâvet, mümkün olduğu kadar nasihat ve ihsanla kalblerini
celb gibi güzel ahlaklan üzerlerinde bulundurmalan gerekmektedir. Hakiki
vârisler, verasetin hakikatma uygun olarak; vârisi oldukları zâtın bütün
mirâsına sâhip olmalı ve sâhip çıkmalıdırlar.
Rasûlulla (a.s)’m belirttiği gibi; bu ilmi her devirde en âdil insanlar taşıyacak
ve onu azgmlann tahrifinden, câhillerin yanlış te’villerinden, bâtıla
dalanların tahribatından koruyacaklardır. Yine, hadisin müjdesiyle; ümmet
içinde bir tâife, kıyâmete kadar hak üzere kalacak, hakkı tatbik ve tebliğde
muvaffak olacak, Bursevî’nin
değindiği gibi; Hz. Âdem (a.s) ile başlayan mânevî hilâfet, âhir zamanda
bu ümmetin bir ferdi olarak hayat ve hüküm sürecek Hz. îsâ’ya (a.s)
kadar devam edecek ve onunla tamamlanacaktır.
II-BEY’AT VE İNTİSAB.
Bu bölümde, vâris-i nebî olarak bilinen bir
mürşide, tasavvuf ıstılâhında “bey’at” ,“inâbe”, “el alma”, “intisab”,
“tarikata girme” gibi terimlerle anlatılan ameliyenin, mutasavvıfların
tatbikatındaki yerini ve bunun müfessirlerin nazarındaki değerini ortaya
koymaya çalışacağız..
Önce, bey’atın ta’rifi vererek, peşinden, ehl-i
tasavufun uyguladığı intisab ameliyesinin Kur’an ve sünnetteki delil ve
dayanaklarını tesbit edeceğiz. Ayrıca, bey’at ve intisabın târihî seyrini genel
hatlanyla ortaya koyacağız. Burada, bir ayırım yapmadan, konunun akışına göre
tabakat, tefsir, hadis ve tasavvufla ilgili kaynaklan berabarce kullanacağız.
A-Ta’rifi.
Arapçada “bey’at”, Türkçemizde “bîat” olarak
kullanılan bu kelime, lugatta; satmak, satın almak, el vermek, ahş-veriş
yapmak, karşılıklı anlaşmaya varmak, itaat etmek mânalanna gelir.237
Biz bu kelimeyi, “bey’at” olarak kullanacağız.
Istılahta bey’at; devlet başkanını seçme,
belirleme ve Islâm hukuku içerisinde ona bağlılık gösterme, bunu ifâde ve temsil
için el ele tutuşup sözleşme yapmaktır.238 Bu tür bey’atın
incelenmesini fıkıh kitablannm ilgili bölümlerine bırakıyoruz.
Tasavvufta bey’at; (inâbe, intisab, el alma, el
verme, tarikata girme) ise; bir hâk tâlibi müridin, mürşidine sâdık ve bağlı
kalacağına, (Allah için, Allah yolunda) kendisine kayıtsız şartsız teslim
olacağına, haramlardan kaçıp, helal ve hayırlara sanlacağına, günahlardan
tevbeye ve bir daha yapmayacağına dâir söz vermesi ve buna Allah’ı, Rasûlünü ve
mürşid-i kâmili şâhit tutmasıdır.239
Bey’at kelimesi ahid (söz verme, sözleşme)
anlamına da gelir.
“Müridlerin tarikata girerken şeyhlere verdikleri
söze de ahid denir. Bu ahidde, Allah’a ve Rasûlüne verilen ahde bağlı
kalmanın lüzumu üzerinde durulur.
237Bkz: Ibnu Manzûr,
Lisânu’l-Arab, VIII, 23-26; el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, IX, 274.(Bey’at mad.)
Vezârâtü’I-Evkâf neşr, 1987.
238îslam Ansiklopedisi, VI,121
(Biat mad) Türkiye Diyanet Vakfı yay; Ibnu Haldun, Mukaddime, III, 608-609.
239Bkz.M Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi
, 266; Süleyman, Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 97-98; İslam
Ansiklopedisi, VI, 124; Ö. Ziyâuddin Dağıstânî, Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili
Fetvâlar, 28.
Zira, müridi yüksek derecelere ulaştıracak olan bu
bağlılıktır. Şeyhe verilen ahid, müridin ona karşı samimi ve dürüst davranacağını,
hiç bir emir ve tavsiyesine muhalefet etmiyeceğini ve hiçbir sırrını şeyhinden
saklamayacağını taahhüt etmesi mânasına gelir.”240
B-Çeşitleri.
Beşeriyetin ilk ahdi “elest bezmi”nde başlamış
ve günümüze kadar değişik şekiller alarak devam etmiştir. Hepsine umûmen,
makâmma uygun bir anlayışla “bey’at” veya “ahd” dersek; insanlık, bu zamana şu
bey’at çeşitleri ile muhâtab olmuştur.
a-AIIah Teâlâ’nın Kullan île Yaptığı Ahidler.
îlk ahdi başlatan Allah Teâlâ’dır. O, kullarıyla
makam ve derecelerine uygun olarak değişik ahidler almıştır. Bunlar, kısaca
şunlardır:
1-EIest-Bezminde Bütün Kullarıyla.
Cenâb- Hakk bu sırlı, hikmet dolu ve mes’ûliyetli anlaşmayı
şöyle haber vermiştir
"Ve hatırla ki; Rabbin
Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini (çıkarıp muhâtab) alarak: ”Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” de di. Onlar da: “Evet sen bizim Rabbimizsin. Biz buna
şâhidiz” dediler. (Onları böyle şâhid tuttuk ki) Kıyamet günü; “ Biz bundan
habersizdik”
Yahut: "(Ne yapalım) daha
önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik
(onları takip ettik). Batıla dalan (ve bize de sebep olan) kimseler yüzünden
bizi helak mi edeceksin” demeyesiniz.
îşte biz, âyetleri böyle
açıklıyoruz, artık herhalde (bâtıldan) döner (hidâyete gelir)ler ”241
Sonra, bu ahdin gereğinin yerine getirilmesi
istenmiştir:
“Bana verdiğiniz sözü yerine
getirin; ben de size ahdimi (va’dettiklerimi) yerine getireyim. Ve ancak benden
korkun.” !
“Ahdinizi (verdiğiniz sözleri)
yerine getirin. Çünkü verilen sözden (hesap) sorulacaktır.
240
Süleyman Uludağ, D.Î.A, 1,534.
Ahid mad.
241
A’râf (7), 172-174.
242Bakara (2), 40.
Ehl-i tasavvufun yaklaşımına göre; beşeriyete
gönderilen bütün peygamberler ve onlara vekâleten insanları hak yola dâvet ve
irşâd eden mürşid-i kâmiller, hep bu İlâhî ahdin hatırlanması, korunması ve
Allah Teâlâ’nın vaadlerinin elde edilmesi için çalışmışlardır. Bunun için,
âyetlerde beyan edildiği üzere; peygamberlere yapılan itaat243 ve bey’at aslında Allah’a yapılmış
olduğu gibi; Peygamber (s.a.v)’in
halife ve vârislerine ittiba da böyle görülmüş onlardan birisine intisab ederek yapılan bütün
mücâhedenin; Allah Teâlâ’ya “elest bezmi”nde verilen sözün
hakkını yerine getirmekten ibâret olduğu söylenmiştir.
Nitekim, tasavvuf mektebinin büyük üstadlarından Cüneyd
el- Bağdâdi’nin (297/909) tasavvufu ta’riflerinden birisinde:
“Tasavvuf; hakiki olarak Allah’ın ahdine ve “elest
bezmi”nde aldığı mîsâka vefâ gösterip gereğini yerine getirmek ve şeriatta Hz.
Peygamber (s.a.v)’e tâbî olmaktır.” demiştir.
Kâşânî’nin (730/1330) yaklaşımıyla; avam bu
taahhüdü “ibâdet”, havas “ubûdiyet”, havassu’l- havas ise “ubûdet” şeklinde îfâ
eder. İnsanın korktuğundan emin, umduğuna nâil olması için Allah’a kulluk
yapmasına “ibâdet”, korku, ümid ve karşılık söz konusu olmadan sırf İlâhî emir
olduğu için kulluk yapmasına “ubûdiyet”, kendi kuvvet ve irâdesinden tamâmen
sıyrılarak kulluk yapmaya da “ubûdet” denir. Sevgililerin ahde vefası ise;
kalbi sevgiliden başkasına açılmaktan korumasıdır. ”24
2-PeygamberIerIe Yapılan Ahidler.
Allah Teâlâ, peygamberlerinden özel ahidler
almıştır. Kur’an-ı Hakim’de bu ahid ve misaklardan şöyle bahsedilir:
“Hani biz peygamberlerden söz
almıştık; senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da.
Evet biz onlardan pek sağlam bir söz atdık.”'2-
“Hani Allah peygamberlerden
”Ben size Kitab ve hikmet verdikten sonra, yanınızdakileri tasdik eden bir
peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz” diye söz almış,
onlara “kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?” diye sorduğunda onlar da:
“kabul ettik “cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: “O halde şâhid olun; ben
de sizinle birlikte şâhidim”demişti” \
3-KendiIerine Kitab ve ilim Verilenlerle Yapılan
ahidler.
Allah Teâlâ, önceki milletlerin ve bu ümetin
âlimlerinden şu ahdi almıştır
“Allah, kendilerine kitab
verilenlerden: Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu kâtiyyen
gizlemeyeceksiniz” diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve
onu az bir dünyalığa değiştiler. Bu yaptıkları ne kötü bir alış-veriştir. 252
b-Hz. Peygamber (s.a.v) İle Yapılan Bey’atlar.
İslam’da bey’atın esâsını, Ashâb-ı Kirâm’m Hz.
Peygamber (s.a.v) ile yaptığı bey’at çeşitleri oluşturmakta ve bunlar aynı
zamanda, daha sonraki idâri yetki adına devlet başkanma ve takvâ adına bir
mürşide yapılan bey’atlann usûl, şekil ve hedeflerini ortaya koymaktadır.
Bu bey’atlann bir kısmı Kur’ân-ı Hakim’de
anlatılmış, büyük bir ekseriyeti de sünnetteki uygulamalarla ortaya konmuştur.
Bu nasslarla, bey’atın hem delili hem de şekli tesbit edilmiş olmaktadır.
b.a-Kur’ân-ı Hakim’de zikredilen bey’atlar.
Bey’atla ilgili âyetlerde şöyle buyrulur:
“(Rasûlüm) Sana bey’at edenler
hiç şüphesiz Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin
üzerindedir. Kim (yaptığı) ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur.
Kim de Allah ile yaptığı ahdine vefâ gösterirse, Allah ona büyük bir
250Ahzâb33/7.
Al-i
îmran(3/81.
252Al-i Imran 3/187.
mükafaat verecektir.”™*
“Andolsun ki, sana o ağacın
altında bey’at ederlerken Allah mü’minlerden razı oldu. Onların kalblerinde olanları
bildi; üzerlerine sekinet indirdi ve kendilerini pek yakın bir fetihle
mükafatlandırdı”™
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar,
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek,
çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup
getirmemek, iyi işlerde sana isyan etmemek hususunda seninle bey’at etmeye
geldikleri zaman, bey’atlarını kabul et ve onlar için Allah’dan mağfiret dile.
Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgey endir. ”255
Bey’atın asıl muhâtabı ve sonucu şöyle
belirtilmiştir
“Allah mü’minlerden, mallarını
ve canlarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü
onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, Incil’de
ve Kur’an’da (yazılmış) Allah üzerine hak bir vaaddir.! O halde O’nunla yapmış
olduğunuz bu alış-verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük bir
kazançtır.”'™’
b.b-Sûnnette Tatbik ve Tavsiye edilen Bey’atlar.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, İslam’a girişten ayrı olarak Ashab-ı
Kiram (r. anhüm) ile değişik zaman ve mekanlarda, pek çok önemli konuda
bey’at yapmıştır. Bildiğimiz usulde (erkeklerle el ele tutarak, kadınlarla da
sözlü olarak) yapılan bey’at, hicretten önce “I.Akabe” denen yerde
yapılmıştır. Bir hac mevsiminde Medine’den gelen oniki müslüman, bir gece Rasûlullah
(a.s) ile “Akabe” denen yerde buluşarak:
“Darlıkta ve varlıkta, neşeli
ve sıkıntılı anlarda; dinleyip boyun eğmek, başa geçen ehil idârecilerle
çekişmemek, her nerede olursa olsun; hiçbir kınayanın kınamasından çekinmeden,
hakkı söylemek üzere Rasûlullah (a.s)’a bey’at etmişlerdir.”™
253Fetih 48/10.
254Fetih 48/18.
2 3Mümtehine 60/12.
256Tevbe 9/111.
Daha sonraki sene “İkinci Akabe” bey’atı, Hudeybiye’de
Rıdvan bey’atı ve Mekke’nin fethinde umûmî bey’at yapılmıştır. Bütün bu
bey’atlann yapılış şekil ve gâyelerine baktığımızda; daha sonraki devirlerde
devlet idarecilerinin İslam devleti adına, tasavvuf imamlarının da takvâ ve
irşâd gayesi ile ümmetle yaptıkları bey’at ve intisab (tarikata alma, inâbe, el
verme) ameliyelerine delil olabilecek şu uygulamaları görürüz:
C-Bey’atın Yapılış Şekli:
Rasûlullah (a.s), erkek ve kadınlardan farklı şekillerde
bey’at almıştır. Daha sonra tasavvufî çevrelerde bir mürşide intisabta delil ve
örnek kabul edilen bu uygulamalar, -tesbit edebildiğiiz kadariyle-şu şekillerde
cereyan etmiştir.
a-Erkeklerin Bey’at Şekli:
Rasûlullah (s.a.v), erkeklerle bey’at yaparken elini
uzatıyor, Ashabla el-ele tutarak bey’at alıyordu. Meselâ; İkinci Akabe’de,
Hz. Abbas (r.a), geceleyin, bir ağacın altında, Peygamberimiz (s.a.v)’in
elinden tutup, Medine’li müslümanlan birer birer bey’at ettirmişti.25
İkinci Akabe’de müslümanlar: “Ya Rasûlellah! Biz mallarımızın
mahvolması, büyüklerimizin katlolması pahasına da olsa bu bey’atı yapacağız.
Buna vefâ gösterirsek bize karşılık olarak ne var?” diye sordular; Rasûlullah
(s.a.v):
"Cennet var!” buyurdu. O zaman:
“Uzat elini (de bey’at edelim)” dediler. Rasûlullah
(a.s) elini uzattı, onlar da bey’at ettiler.”259
Rıdvan bey’atmda
müslümanlar, Peygamberimize bey’at ederlerken , Hz. Ömer (r.a.)’de Rasûlullah
(a.s)’ın elini eli ile tutup desteklik etmekte idi.”260
Rasûlullah (a.s.), Hudeybiye günü, ağaç altında halkı
kendisine bey’ata davet ettiği zaman, Sinan b. Ebî Sinan:
“Ya Rasûlallah! Uzat elini sana bey’at edeyim.”
dedi. Rasûlullah (a.s.)
“Ne üzere bey’at edeceksin?” diye sordu.O da:
“Ya Rasûlellah! Senin gönlünde ne varsa, onun
üzerine bey’at edeceğim!"dedi. Rasûlullah (a.s.):
“Benim gönlümde ne var?” diye sordu Sinan b.
Ebî Sinan (r.a.):
“Fetih yahut şehidlik!” dedi ve böylece bey’at
yaptı. Diğer müslümanlar da Peygamberimiz (s.a.v)’e Sinan (r.a.)’ın
bey’atı üzere bey’at yaptılar.261
Enes b. Mâlik (r.a.)demiştir ki:
“Rasûlullah (a.s.)’a, şu elimle, gücüm yettiği
konularda dinleyip itaat etmek üzere bey’at ettim.”262
Rasûlullah (a.s) Efendimize Hudeybiye’de bey’at
yapılırken, bir ara:
“Osman, Allah’ın ve Rasûlû’nün
işi için (Mekke’ye) gitmiştir; ben, onun için de bey’at yapıyorum." buyurdu, sonra sağ elini
tutup:
“Bu, Osman’ın eli yerinedir?’ diyerek, sol eliyle onun
üzerine vurup: “İşte bu bey’at da, Osman içindir!" buyurdu.263
b-Kadınların Bey’at Şekli:
Yukarıda belirttiğimiz gibi; kadınların bey’atı
değişik şekillerde yapılmış olup, tesbit edebildiğimiz kadarıyla şu usuller
kullanılmıştır:
1-Sözlü Olarak.
Hz. Âişe demiştir
ki: “Rasûlullah (s.a.v), kadınlardan, sözlü olarak bey’at alıyor ve
bey’at esnasında âyet-i kerimede geçtiği gibi; (Allah’a hiçbir şeyi ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmmek, elleriyle
ayaklar arasında bir iftira uydurup getirmemek, hayırda peyganbere isyan
etmemek.) 64 hususlarını zikrediyordu. Helali olan kadınlar
hariç; Rasûlullah (a.s)’ın eli hiçbir kainin eline değmemiştir.265
Rukayka’nın kızı Ümeyye anlatıyor: Medine’li bir grup
kadınla Rasûlullah (a.s)’m huzuruna giderek:
“Ya Rasûlellah! Hiç bir şeyi Allah’a şirk
koşmayacağımıza, zinâ ve kimseye iftirâ etmiyeceğimize ve dinî emirlerde âsî
olmayacağımıza dair sana bey’at ediyoruz.” dedik. Rasûlullah (a.s) da:
“Gücünüzün yettiği kadar!”buyurdu. Biz:
“Allah ve Rasûlü, bize bizden daha şefkatlidir.
Müsâde buyurun da (elinizden tutup) sana bey’at edelim, yâ Rasûlellah!” dedik.
Efendimiz (s.a.v):
261Heysemî,
Mecmau’z-Zevâid,VI,146,; Asım Köksal,İslam Tarihi, VIII, 184.
262Ali el-Muttakî,Kenzu’l-Ummal,
1,322 (no: 1506).
263Buhârî, Fedâilü
Ashâbi’n-Nebiyy, 7; Ahmed, Müsned, II, 120; Ibnu Sa’d, Tabakat, H, 97; îbnu
Kayyım, Zâdü’l-Meâd, III, 291.
26 Mümtehine 60/12.
265Buhâri, Ahkam, 49; Abdürrezzâk,
Musannef, VI, 7; Kurtûbi, el-Câmi, XVIII, 71; îbnu Kesir, el-Bidâye, IV, 318.
“Ben kadınlarla musâfâha etmem! Benim yüz kadına
söyliyeceğim şeyler, bir kadına söylediğim gibidir.” buyurdu.”266
-------- 2-Elin Üzerine Bir Bez Sararak.-----------------------------------------------------------
Rivâyete göre; Rasûlullah (a.s), kadınlara
bey’at verirken eline bir bez sarmış ve kadınlar onun üzerine ellerini koyarak
bey’at etmişlerdir.267
3-Kaptaki Suya El batırarak.
Amr b. Şuayb’m, babası yoluyla dedesinden naklettiğine göre; Rasûlullah
(s.a.v), Medine’ye hicret edince, müslüman kadınlar kendisine
gelerek:
“Ya Rasûlellah! Erkeklerimiz sizinle bey’at
ettiler. Biz de sana bey’at etmek istiyoruz!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah
(a.s), kap içinde bir miktar su istedi. Elini suya batırdı; sonra onu
kadınlara verdi. Onlar da teker teker ellerini suya batırdılar. Bu onların
bey’atı oldu”268 ve onlarla musâfaha yerine geçti.269
4-Kapı veya Perde Arkasından Sözlü Olarak.
Ümmû Atiyye, demiştir ki: “Rasûlullah (a.s), Medine’ye
geldiğinde, Ensar kadınlarını bir eve topladı. Ömer b. Hattab’ı (vekil)
olarak bize gönderdi. Hz. Ömer bulunduğumuz evin kapısına gelerek, bize
selam verdi. Biz de selamını alıp karşılık verdik. Sonra bize:
“Ben, Rasûlullah (a.s)’ın size gönderdiği
elçisiyim.” dedi. Biz de:
“Rasûlullah (a.s)’a merhabâ! Rasûlullah (a.s)’m
elçisine merhabâ!” dedik. Ömer:
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza,
hırsızlık yapmayacağınıza ve zinâ etmeyeceğinize dâir söz verin, bey’at edin”
dedi. Biz:
“Evet, (dediklerini kabul edip, bey’at ediyoruz)
dedik.”
O zaman Hz. Ömer, kapının dışından (bize
doğru) elini uzattı. Biz de evin içinden (onun etrafına) ellerimizi uzattık:
“Allah’ım şâhid ol.” dedi.270
266îbnu Sa’d, Tabakat, VIII, 5;
Taberi, Câmiu’l-Beyan, Cüz; XXVIII, 80; Suyûti, ed- Dürrii’l-Mensûr, VIII-
138-139; Nesâî, Bey’at, 18; Tirmizi, Siyer, 37.
267Ibnu Sa’d, Tabakat, VIII, 6;
Abdürrezzak, Musannef, VI- 9. (NO: 9832); Kurtûbî, el- Câmi, XVIII, 71.
Zemahşerî, Keşşâf, IV, 95; Âlûsî, Rûhû’l-Meânî, XIV, 81.
268îbnu Sa’d, Tabakât, VIII, 11;
Zemahşerî, Keşşâf, IV 95; Kurtûbî, el-Câmî, XVIII, 71;
Bkz; Râzî, Tefsir-i Kebîr, XXIX- 267.
269Âlûsî, Rûhû’l-Meânî, XIV,81.
270lbnu sa’d, Tabakât, VIII, 7;
Taberi, Câmiu’l-Beyân, Cüz; 28, sh: 80-81; Kurtûbi, el-
5-Kadın Vekil Tayin Ederek.
Meşhur olmamakla birlikte,
rivâyet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a.v), Mekke’nin fethi gününde
bey’at alırken, kadınların başına bir kadın görevlendirmiş ve görevli kadın
onlardan (Rasûlullah’ın adına) bey’at almıştır.271
Bunu, Muhammed b. el-Münkedir nakleder 272
Mâverdî ve
Rûhul-Beyân sâhibi Bursevî, bu kadının, Hz. Hatice’nin kızkardeşi,
Hz. Fatıma’nm teyzesi “Ümeyme” olduğunu nakleder.273
İbnu’l Arabî, bunun zayıf bir görüş olduğunu belirtir.274
6-Ortaya Bir Bez Parçası Uzatıp Ucundan
Tutturarak.
Rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (a.s),
kadınlardan bey’at alırken, bir ucu kendi elinde, diğer ucu kadınların elinde
olacak şekilde bir elbise (bez) parçası uzatarak bey’at yapmıştır.275
c-Çocukların Bey’atı:
Mekke fethedildiği
zaman, Rasûlullah (a.s) bey’at için Safa tepesine
Cami, XVIII, 71; Suyûtî, ed-Dûrrü’l-Mensûr, VIII,
140.
271Bkz. Kurtûbî, el-Câmî, XVHI,
71; Ebû Bekir Ibnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, IV, 1779; Ebu’s-Suûd,
Îrşâdu’l-Aklis-Selim, V, 716 (Dâru’l-Fikr).
272Mâverdî, en-Nüketu ve’l-Uyûn,
V, 524.
347.Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IX, 491; Mâverdî,
a.g.e, V, 524.
348 Ibnu’l-Arabî, Ahkamu’l-Kur’an, IV, 1779.
275tbnu Sa’d, Tabakat, VIII-5.
Bursevî, Ruhu’I-Beyan, IX, 491. Eşref Ali Tânevî, “Bey’at sırasında kadınlarla
tokalaşma” başlığı altında şunları söylemektedir: “Bazı bilgisiz veya dikkatsiz
dervişler kadınlardan el ele bey’at alıyorlar. Bu amel kesinlikle caiz değildir.
Yabancı kadının vücuduna zaruretsiz el dokunmak günahtır. Hadiste bu amelin
bâtıl olduğu varid olmuştur. Peygamber Efendimiz'den (a.s.) daha muttaki ve
iffetli kim olabilir? Kadınlardan bey’at alma konusunda Peygamber Efendimiz'in
bu kadar çok dikkat etmesine rağmen, hiç bir mürşidin kendisini baba veya melek
gibi gören düşüncelerle sorumsuz ve hayasız bir şekilde kadınlarla bey’at
etmesi doğru değildir. Bey'atm anlamı söz vermektir. Bunun sözlü olması
yeterlidir. Son devirlerde bazı şeyhler, bağlanmayı kuvvetlendirmek ve halkın
kalbini teskin için, bir bez veya kumaş parçasının bir ucunu kendisi tutup,
diğer ucunu erkek müride vermeyi âdet haline getirmişlerdir. Bunun hiç bir
zararı yoktur. Ayrıca erkekler için de zaruret halinde veya zaruret olmadan sözlü
bey’at yeterli olabilir. Bunun da hiç bir sakıncası yoktur. Fakat elle bey’at
yapmak alışılan şeklidir ve erkekler için bu hususta hiçbir mani yoktur. Hatta
böyle yapıldığı zaman, mana ve zahirin cem edilmesi yönüyle daha evla olur.”.
Eşref Ali, Hakikatu’t-Tarika tercümesi (Hadislerle Tasavvuf) 33. oturdu; erkek, kadın, büyük küçük bütün
Mekke’liler gelip bey’at ettiler.”276
Yine rivâyet edildiğine göre; Abdullah b.
Abbas, Hz. Haşan, Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr; henüz yüzlerinde tüy
bitmemiş ve buluğa ermemiş bir yaşta iken; Rasûluilan (a.s)’a bey’at
ettiler. Efendimiz (a.s) onlardan başka küçüklerle bey’at etmedi.277
Tabarânî’nin rivâyetinde, Abdullah b. Ca’fer ve Abdullah
b. Zûbeyr yedi yaşında iken bey’at etmek üzere Rasûlullah (a.s)’a
geldiler. Efendimiz (a.s), onları görünce, tebessüm buyurdu ve elini uzattı,
onlar da bey’at ettiler.”278
îlk hadisin sonundaki; “bizden başka küçüklerle
bey’at etmedi” ifâdesinden ve Nesâî’nin, Hîrmâs b. Zibâd’dan, rivâyet
ettiği:
“Ben gençken, benimle bey’at etmesi için elimi
Rasûlullah (a.s)’a uzattım, bana bey’at vermedi.”279 hadisinden anladığımıza göre; Rasûlullah
(a.s), büluğa ermeyen, özellikle temyiz yaşının altındaki çocuklara -bir
kısmı hariç- umûmen bey’at vermiyordu. Verdiği sözün mânasını anlayacak, işin
ciddiyetini kavrayacak yaş ve anlayışdakilerden bey’at alıyor, onlara güçleri
nisbetinde sorumluluk yüklüyordu. Tasavvufta intisab konusunda bu sünnete göre
hareket etmek evlâ olanıdır.
d-Vekil Ve Halife Yoluyla Bey’at.
Mekke’nin fethi gününde, Rasûlullah (a.s) halktan
bey’at almak için Safa tepesinde oturdu. Hz. Ömer’i de (r.a)
kendisi adına kadınlara bey’at vermek için görevlendirdi. O da Safa’mn alt
kısmında kadınlara Rasûlullah (a.s)Tn bey’at şartlarım tebliği edip,
bey’at aldı.”280
Yukarıda, Ümmû Atıyye rivâyetinde, Rasûlullah
(a.s)’ın Medine’ye teşriflerinde, Hz. Ömer’i elçi olarak
bey’at alması için kadınlara göndermesini ve onun da kapı arkasından, sözlü
olarak bey’at almasını zikretmiştik.281
Mâverdî, Rasûlullah (a.s)’m, Mekke fethin’de
kadınlardan bey’at alması
276Zehebî, Târîhu’l-îslâm, Meğâzî,
558; Ezrâkî, Ahbaru Mekke, II, 201; Heysemî, Mecau’z-Zevâid, VI, 37; Asım
Köksal, İslam Târihi, XV, 301.
277Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 40;
Cengiz Kallek, D.I.A, VI, 121 (Bîat mad.)
278Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX,
285.
279Nesâî, Bey’at, 20.
280Taberi, Câmiu’l-Beyân, Cüz:
XXVIII, 87; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 95; Râzî, Tefsir-i Kebir, XXIX, 266; Suyûtî,
ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 139-140; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 81.
281 Ibnu Sa’d, Tabakât, VIII, 7;
Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz: XXVIII, 80,81; ve yukarıda verilen kaynaklar.
için, Hz. Hatice’nin kızkardeşi Ümeyme’yi
görevlendirdiğini nakletmiştir.282 Bu, zayıf bir rivâyet olmakla
birlikte,283 neticede tebliğden ibaret olan bu tür konularda amel
edilmesinde yol açıktır
Râşid halifeler de kendileri adına emir (vekil)
ta’yin etmişler ve onlar vasıtası ile halktan bey’at almışlardır. Bişr b.
Kuhayf şöyle anlatır: “Hz. Ömer’e geldim ve:
“Ey mü’minlerin emin! Sana bey’at yapmaya geldim.”
dedim. O da bana;:
“Sen benim gönderdiğim emirime (benim adıma)
bey’at etseydin (bizzat) bana bey’at etmiş olurdun, bunu bilmiyor muydun?”
dedi.”284
Enes (r.a)
şöyle anlatır: “Medine’ye geldim. Hz. Ebû Bekir vefat etmiş,
yerine Hz. Ömer geçmişti. Yanına varıp:
“Uzat elini, senden önceki arkadaşına yaptığım
gibi; sana da, gücümün yettiği kadar (hak üzere verdiğin emirleri) dinleyip
itaat etmek üzere bey’at ediyorum” dedim”285
e-Başkası Adına Bey’at:
Yukarıda zikredildiği gibi; Rasûlullah (s.a.v)
Hudeybiye’de, Ashâbı ile bey’at yaptıktan sonra:
“Osman, Allah
ve Rasûlunun işini görmek için Mekke’ye gitti. Ben onun için de bey’at
yapıyorum”, buyurdu. Sağ elini tutup:
“Bu, Osman’ın eli yerinedir.” diyerek; sol
eliyle onun üzerine vurup: “îşte bu bey’at da Osman içindir.”
buyurmuştur.”286
Aynı şekilde Dimâd b. Sa’lebe, Rasûlullah (a.s)’a
îslâm üzere bey’at edince, Efendimiz (a.s):
“Kavminin İslam’a girmesi için de bey’at et!” buyurdu, O da:
“Kavmim için de beyat ediyorum” dedi.”287
Sekif topluluğu
Rasûlullah (a.s)’m yanma geldiklerinde, içlerinde cüzzamlı bir adam
vardı. Efendimiz (a.s), ona bir adam göndererek;
“Biz seninle bey’at ettik, (bu şekilde bey’atmı
kabul ettik). Artık
282Mâverdî, en-Nuketu ve’l-Uyûn;
V, 524.
283Ibnu’l-Arabi, Ahkâmu’l-Kur’an,
IV-1779.
284Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, 1,320 (No: 1500)
îbnu Sa’d’dan naklen.
285Ali el-Muttaki, a.g.e., 1,320
(îbnu Ebi Şeybe, îbnu Sa’d ve Tabârânî’den naklen)
286Buhârî, Fedâilu
Ashâbi’n-Nebiyy, 7; Tirmizî, Menâkıb, 18; îbnu Sa’d, Tabâkat, II, 97; Ahmed,
Müsned, II, 120; îbnu Kayyım, Zâdü’l-Meâd, III, 291.
287
Müslim, Cum’a, 46.
dönüp gidebilirsin.” buyurdu.288 ve el
ele tutmadan uzaktan bey’atını kabul etti.
Necâşî, Hz. Peygamber’e (a.s), Abdullah b. Ömer,
Abdulmelik’e, bey’atlannı mektubla bildirmişlerdir.289
f-Bu Uygulamaların Tasavvufî İntisaba Âit Sonuçları.
Bütün bu uygulamalardan, tasavvufî irşâd ve
intisab adına şu sonuçlan çıkarabiliriz:
Rasûlullah (s.a.v), Allah Teâlâ’nın Rasûlü ve halifesi
olarak, erkek-kadm bütün insanlann Peygamberi ve rehberi olduğu gibi; O’na
vâris olan Rabbani âlimler de bütün beşeriyetin irşâd ve ıslahını hedefe
alarak, hiçbir ayınm yapmadan herkese ve her kesime İlâhî dâveti, iman, ihlas,
takvâ ve ahlak-ı hâmîdeyi tebliğ etmekle memurdurlar.
Dâvet ve irşadda ölçü, Rasûlullah (a.s)’dır.
Bir mürşid intisab işinde, özellikle kadmlann
intisabında, yukandaki bey’at uygulamalanndan birisi ile intisab yaptırabilir.
Buna göre:
En sahih ve emniyetli olanı; kadmlann mürşide
intisablannı, sözlü olarak, bir perde veya kapı arkasından yapmalarıdır.
Mürşid, berekete vesile olsun, ciddiyeti
anlaşılsın, mânevi bir iletişim gerçekleşsin diye, Rasûlullah (a.s)
Efendimizin yaptığı gibi; bir ucundan kendisi, diğer ucundan da intisab ve
tevbe edecek kadmlann tutacağı şekilde bir bez veya sank uzatarak tevbe ettirip
intisab yaptırabilir. Bu, özellikle tevbe ve inâbe alacakların çok kalabalık
veya vaktin çok dar olduğu zamanlarda olabilir.
Aynca, mürşid, bir erkek veya kadını tevbe ve
intisab yaptırma husûsunda görevlendirebilir. Burada vekilin yapacağı; intisabı
ta’rif etmek ve asıl adına yardımcı olmaktır. Rasûlullah (a.s)’ın Hz.
Ömer’i ve Hz.Ümeyme’yi görevlendirmesi gibi. Vekâlet işini biraz
sonra başka uygulamalar ile nazara vereceğiz.
Rasûlullah (a.s)’a vâris olan Rabbânî âlim ve mürşidler,
sünnete uygun olarak; ehil ve ehliyetli gördükleri kimseleri, dâvet, tebliğ ve
tevbe telkini, intisabı temin, ma’nevî yola girişteki usul ve edebleri ta’rif
için kendilerine vekil seçebilirler. Bu vekâlet belirli vazifelerde olup, bütün
yönleri ve her vazifeyi içine alan umum vekâlet değildir. Bu mânada geniş
yetkiyi ve irşâd iznini mürşidler, halifelerine vermekte ve bunun için bir çok
şartlar ortaya koymaktadırlar. İlim, takvâ ve seyr-u sülükte istenen seviyeye
gelmek en önemli şartlardandır.
Mahremi olmayan bir kadının elini, (onu tehlikeden
kurtarma ve zaruri tedâvi
288
Müslim, Selam, 126; Îbnu Mâce,
Tıbb, 44.
289Buhârî, Ahkam, 43; Bkz. Îbnu
Hacer, Fethu’l-Bârî, XV, 104-110; Abdûrrezzak, el- Musannefı, VI, 6 (No:9823).
gibi, dinen müsâde edilen bir mazâret yokken)
tutup musâfaha etmek, hayır gibi gözüken bir iş için de olsa câiz değildir. Bu,
sünnete uygun olmadığı gibi, sünnetin beyanına göre; yapanların eline nûr
değil, nâr geçirir.
Rasûlullah (a.s)’ın, eline kalınca bir bez sararak,
kadınların o bezin üzerine ellerini koyup bey’at almalarına ve bereket niyeti
ile ısrar üzerine, saâdetli elini bir kaptaki suya batırıp sonra kadınlara
uzatması ve onlann da aynı suya ellerini koyarak bey’at etmelerine bakarak şunu
diyebiliriz:
Bir mürşid, kadın talebeleri, vücûduna dokunmadan
ve onunla başbaşa da kalmadan, topluluk içinde cübbesinin yenini veya alt
kenardan ucunu tutabilirler, musâfaha yerine o şekilde intisab veya ziyâret
yapabilirler. Bu, şartlan ve delilleri zorlayarak elde edilebilecek bir cevaz
noktasıdır. En doğrusu; bundan da sakınıp, tebliği sözlü olarak yapmaktır.
Dinde aslolan; şekil değil, hâlis iman, sâlih
amel, takvâ ve ihlasla kulluktur. Diğer edeb ve usuller buna hizmet ederse
mânâlı ve makbuldür. Şu hâdiseyi hatırlatmakta fayda görüyoruz:
Bir defasında Ashab-ı Kiram, Rasûlullah (a.s)
abdest alırken, ağzındaki suyu ve tükrüğü dışan attığında, onunla bereketlenmek
için hemen koşup, daha yere düşmeden alarak yüz ve vücudlanna sürmüşlerdi. Efendimiz
(a.s):
“Niçin böyle yapıyorsunuz?”diye sordu; onlar da:
“(Bereketlenmek ve) sevap kazanmak için!” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah (a.s):
“İçinizden Allah ve Rasûlûne sevilmek isteyen;
(böyle şeyler yerine), konuştuğunda doğru söylesin, emânete hiyânetlik ve
komşusuna eziyet etmesin.!” buyurdu.
îşte, Allah ve Rasûlûne sevilme yolu! îşte,
sevgiyi isbât alanı!
Bu tür bey’at şekillerinin özü; kalbin teslimiyeti
ve sağlam niyettir. Şekiller alâmettir, gâye değildir. Peygamber (s.a.v)’e
vâris olan kâmil mürşidler, tamâmen Allah ve Rasûlûne teslimiyetten ibâret olan
tevbe ve intisab ameliyesini, bu sünnet şekillerinden birisiyle icrâ edebilir.
Sünnet ve edeb dâiresinde Allah için yapılan her şey makbuldür. Şah
VeliyyuIIah’ın belirttiği gibi; İslam, cihad, hicret ve takvâ adına Ashab-ı
Kiram’m Efendimiz (s.a.v) ile yaptığı bütün bey’at şekilleri, daha sonraki
devirlerde, mürşidle mürid arasında yapılan ma’nevî akid (ve intisab) için bir
nevî örnek teşkil etmiştir.
D-Bey’ata Konu Edilen Ameller ve îleri Sürülen
Şartlar.
Hadis, siyer, tabakât ve tefsir kitablanna
baktığımızda, Rasûlullah (s.a.v), Ashab-ı Kiram’la,.İslâm’a
şeksiz şüphesiz girişten sonra, pek çok amel için bey’at yapmış, söz almış,
onları husûsiyle bazı amellere hassasiyet göstermeye sevketmiştir. Bunları,
tesbit edebildiğimiz kadarıyla maddeler halinde verip, kaynaklarına da işaret
edeceğiz. Böylece, bey’atın alanını ve bazı amellerin kul ve cemiyet için
önemini görmüş olacağız. Hz. Peygamber (s.a.v) ile Ashâb-ı Kirâm’ın
yaptığı bey’atlarda üzerinde durulan ve duruma göre şart koşular hususlar
-tesbit edebildiğimiz kadariyle-şunlardır:
1-Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak.
2-Hırsızlık yapmamak.
3-Zinâ etmemek.
4-Çocuklan öldürmemek.
5-Kimseye iftira etmemek.
6-Hak olan emir ve dâvete karşı gelmemek.292
7-Baştaki imam hakkı emrettiği sürece, darlık ve
genişlik, neşeli ve sıkıntılı anlarda dinleyip itaat etmek.293
8-îş ehline verildiğinde, onunla çekişmeye
girmemek.294
9-Her nerede olursa olsun hakkı söylemek, hakkı
korumak ve bu hususta hiçbir kınayanın kınamasından korkmamak.295
10-Her zaman adâletle hükmetmek ve Allah için olan
bir işte kimsenin kınamasından çekinmemek.296
11-Başkası bize tercih edildiğinde buna razı
olmak, isyan etmemek.297
12-Her müslümana nasihat etmek ve ona karşı samimi
olmak.298
13-Beş vakit namazı kılıp, zekatı vermek.299
14-Allah yolunda cihad etmek.300
292Buraya kadar sayılanlar,
bey’atla ilgili âyette şart koşulan amellerdir (Bkz:Mümtehine 60/12.
293Buharî, Ahkam, 43; Müslim,
Imâret, 41; Nesâî, Bey’at, 1-5.
294Bkz: Bir önceki kaynaklar.
Bir önceki kaynaklar.
29 Buhârî, Ahkam, 43; Nesâî, Bey’at,5.
297Müslim, îmâret, 35; Nesâî, Bey’at,
5.
298Buharî, Şurût, 1; Müslim, İman,
98; Nesâî, Bey’at, 6; Abdürrezzak, Musannef, VI, 4-5 (No:9819-9821).
299Buhâri, Şurût, 1; Ali
el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 1,323 (No:1513).
15-Savaştan kaçmamak, şehidlik veya zafer nasip
oluncaya kadar çarpışmak.301
16-Allah yolunda ölmek.302
17-Verilen emir hak olduktan sonra, nefsin hoşuna
gitse de gitmese de itaat etmek.303
18-Rasûlullah (a.s)’ı ve O’na âid değerleri canı,
malı ve evladı koruduğumuz gibi korumak.304
19-Müşrik, putperest ve Allah düşmanlarını terketmek.305
20-Ölü üzerine ağıt yakarak ağlamamak, saçı başı
yolmamak.306
21-Yabancı erkeklerle başbaşa kalmamak ve lüzumsuz
konuşmalara dalmamak.307
22-Hiç bir şekilde kocayı aldatmamak.308
23-İslâm’a sımsıkı sarılmak ve ancak müslüman
olarak ölmek.309
24-Hiç kimseden birşey istememek.310
Bütün bunlardan anladığımız şudur
Rasûlullah (s.a.v), Ashâb-ı Kiram’la, zaman zaman özel ve
genel bey’atlar yapmış, yukarıda gördüğümüz gibi; muhâtablann durum ve cinsine
göre önemli ameller üzerinde husûsi anlaşma ve bey’at yapılmıştır. Aslında her
müslüman kelime-i şahâdetle birlikte bütün İslâmî emir ve nehiylerle mükellef
olmaktadır.
300Nesâî, Bey’at, 9.
301Müslim, Îmâret, 67; Tirmizî,
Siyer, 24; (No:1594) Heysemî, Mecmau’Z-Zevâid, VI, 146.
302Buhâri, Ahkam, 43; Müslim,
îmâret, 80; Tirmizî, Siyer, 624; (No:1592); Ahmed, Müsned, III, 47.
303Nesâi, Bey’at, 16.
304lbnu Kesir, el-Bidâye, III,
162; Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, VI, 48.
303Nesâî, Bey’at, 17.
306Buharî, Cenâiz, 45; Müslim,
Cenâiz, 31; Taberi, Câmiu’l-Beyân, Cüz: XXVIII, 80;
Kurtûbi, el-Câmî, XVIII, 72. Bkz.: îbnu Sa’d,
Tabakât, VIII, 7-9; Suyûti, ed-Dürrü’l- Mensûr, VIII, 140-144.
307Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr,
VIII, 144; îbnu Sa’d, Tabakât, VIII, 10; Abdurrezzak, Musannef, VI, 8,
(No:9830).
308lbnu Sa’d, Tabakât, VIII, 9;
Suyûtî, a.g.e., VIII,139.
309Nesâî, Tatbik, 35 (No: 1083) ;
Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 106; Hadisteki lafızların manası için, Bkz:
îbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Garibi’1-Hadis, IV, 125.
310Müslim, Zekat, 108; Ebû Dâvud,
Zekat, 27, (No:1642); Nesâî, Salât, 5; îbnu Mâce, Cihâd, 41 (No:2867); Münziri,
et-Terğıb, 1,580; Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1,222.
Ancak, özel durumlarda bazı ameller hassâsiyet
kazanır ve bütün vazifelerin yanında ona ayn bir önem verilir ki; Rasûlullah
(a.s) ve Ashâbı da buna göre hareket etmişlerdir.
Daha sonraki devirlerde Îslâmî hilafetin hakkı
bütünüyle korunamayıp; iş, idârî yönüyle ağırlık kazanıp, rûhî tekâmül ve takvâ
yönü ferdlere kalınca; Allah Teâlâ’nın, dinini her yönüyle koruma altına alması
bereketine, Ümmetin içinden çıkardığı Rabbânî âlimler ve kâmil mürşidler de,
kalb tezkiyesi ve takvâ yönüne yönelmişler, bu meyanda, tâbî ve talebelerinden
özel ve önemli konularda, “tevbe”, “intisab”, “seyr-u sulûk” ve “mânevî
terbiye” adı altında bey’at alarak, onları özel bir eğitime tâbi
tutmuşlardır.
E-Bey’atm Bağlayıcılık yönü.
Bu işte genel edeb şudur: Allah ve Rasûlünün emirlerine
mutlak ve itirazsız itaat gerekir. Diğer insanlar için ise; şu ölçü esastır.
“Müslümanın (başındaki imama,
öndere)hoşuna giden ve gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak
emredilen ma’siy e t (Allah’a isyan) ise; o zaman durum değişir. Böyle bir
durumda, (hiç kimse) dinlenmez ve ona itaat edilmez.”311
Rasûlullah (a.s)’dan sonra ümmetin idâre ve irşadını üstlenen
Hz. Ebû Bekir, Ashab’a şu uyanda bulunmuştur:
“Ben Allah’a ve Rasûlûne itaat
ettiğim sürece, bana itaat ediniz. Ben hak çizgiden ayrılınca, artık kimsenin
bana itaat etmesi gerekmez! ,”312
Bununla birlikte hak üzere bey’at edenler için
genel tâlimat şudur:
“Bir imama kalbinin sevgisiyle
yönelip elini uzatarak (Allah için) bey’at ve (intisâb) eden kimse, gücünün
yettiği kadar ona itaat etsin.”313
'2 11
3
Ma’rufun dışında kimseye itaat yoktur.” hadisi için bkz: Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, Imâret,
38; Tirmizî, Cihad, 29; Ebû Dâvud, Cihad, 86; Nesâî, Bey’at, 34; Ahmed, Müsned,
IV, 432,436, V, 66, 67; Tabarânî, el-Muceu’l-Kebîr, No: 3150, 3159, 3160; el-
Mu’cemu’l-Evsat, II, 209 (No: 1374); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, V, 225-228.
312îbnu Kesîr, el-Bidâye, V, 218.
3 Müslim, Imâret, 46-47; Ebû Dâvud, Melâhim, 1,
(No:4248); Nesâî, Bey’at, 25; Ibnu Mâce, Fiten, 9 (No:3956).
Bey’atın genel sonucu da şöyle ortaya konmuştur
“Kim ahdine vefâ gösterirse;
onun ecri Allah’a dittir. Her kim, (yapmamak üzere söz verdiği yasak amelleri
yapar da) o yüzden kendisine (dünyada) ceza verilirse, bu onun için bir
keffâret olur. Kim de bu (haram) amellerden birisini işler, Allah da onu
örterse; onun işi Allah’a kalmıştır. O dilerse affeder, dilerse (âhirette)
cezalandırır.”
Bu genel ölçüler, İslâm adına yapılan bütün bey’at
ve intisablarda da geçerlidir.
F-Bey’at ve İntisabın Târihi Seyri.
Yukarıda, Kur’an ve hadislerden
öğrendiğimiz gibi; Rasûlullah (s.a.v), hayat-ı saâdetlerinde insanlardan
İslam’a giriş ve bazı önemli işler için bey’at alıyordu. Bu önemli işler daha
çok cihad ve takvâ ile ilgiliydi. Örneklerini yukarıda gördük. Said Havva’nın
da belirttiği gibi; bu tür bey’at, bir bakıma Resûlullah (a.s)’ın
şahsını dinlemek ve kendisine her konuda itaat etmek üzere oluyordu. Efendimiz
(s.a.v.)’in vefatından sonra ise,.bey’at için bir tür şekil ortaya çıktı. O da
siyâsî bey’at idi. Yani, İslam devletinin başkamna yapılan bey’at.315
Rasûlullah (a.s)’dan sonra İslam ümmetinin idaresini üstlenen
râşid hâlifeler; sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali (r. anhüm) sadece siyâsî mânâda bey’at alıyorlar, fakat, bunun yanında,
ümmetin takvâ, fetvâ ve içtihâdî konularında da Rasûlullah (a.s)’a tam vârislik
yapıyor, Peygamber (s.a.v)’in aslî görevlerinden olan, kalblerin tezkiyesi,
imanın takviyesi, Kitab ve hikmetin öğretilmesi görevlerini halife sıfatıyla
yerine getiriyorlardı. Ümmet için bunların hepsi bir ihtiyaçtı. Ebu’l Hasen
Ali en-Nedvi, bu işin önemini ve bunun yanında müslümanlann düştükleri
halleri şöyle dile getirmiştir:
“Müslümanların kendilerine Kur’an-ı Hakim’i ve
Kur’an âyetlerini öğretmenin yanında hikmet ve nefis tezkiyesini de yerine
getirecek (hepsini berâber götüren) kuvvetli şahsiyet ve dâvetçilere
ihtiyaçları vardır. Peygamberlik nûrunun kesilmesinden (Rasûlullah’ın
vefatından) sonra Ümmet-i Muhammed’in içinde Rasûlullah (a.s)’ın yerini
tutacak, ümmetin, Allah ve Rasûlü ile olan bağını yenileyecek, bütün
müslümanlan kelime-i şehâdet getirip imana girdikten sonra- zaman ve mekan
uzaklığı ne olursa olsun-Rasûlullah’a tâbi olup sözünü tutmaya, nefse, şeytana,
hevâ ve heveslerine muhâlefet etmeye, problemlerinin çözümünde Allah ve
Rasûlüne baş vurmaya, tâğutu inkar edip, Allah yolunda cihad etmeye sevk edecek
âdil, kâmil, sâlih, Rabbânî idâreci ve âlimlere ihtiyacı vardı.
3 Buhârî, İman, 11; Meğâzî, 12; Müslim, Hudûd,
41-42; Tirmizî, Hudûd, 12 (1439);
Nesâî, Bey’at, 9.
315Said Hava, Terbiyetune’r-
Rûhiyye, 242 (Trc: Ruh Terbiyemiz, 263).
Fakat; Hulafâ-i Râşidin hariç, baştaki
halifeler bu noktayı ihmal ettiler; fetih ve ganimetlerle yetindiler: Kendileri
ve (yerlerine geçecek) çocukları için bey’at aldılar.
Ülemâ ise; işin üstesinden gelemedi. Fetvâ, vâ’z-u
nasihat, öğretim, ilim ve te’lif ile meşgul oldular. Böyle birşey yapmak
istediklerinde avam kendilerine uymuyordu. Çünkü onlarda-azı müstesnâ- ihlas,
zühd ve peygamber makamını temsil etme alâmetlerini göremiyordu.
Böylece avamda, esnafta, çiftçi ve işçide, hatta
havassın çoğunda ve okumuşlarda İslam’ın ahd ve mîsak anlayışı, Allah’la kul
arasında ma’nevi bir alışveriş şuuru zayıfladı. Bunun sonucu olarak da;
insanlar kendilerini serbest hissettiler. Nefsânî arzularda doludizgin
gittiler. Başlarında çoban bulunmayan bir sürü gibi davrandılar. Çoklarında
taat ve ibâdetlere karşı rağbet azaldı. İhsan derecesine ulaşmak istek ve
gayreti zayıfladı. îman neş’esini elde etme, yakîn nûruna kavuşma arzusu
sönükleşti. İrâde ve azimler geriledi. Ruhlar silikleşti. İnsanlar - Allah’ın
korudukları müstesnâ- nefsânî ve şehvânî arzularına kendilerini kaptırdı.
İslâmî halifelik -yukarıda söylediğimiz gibi-
hilâfetin rûhunu ve peygamberlik emânetini yitirip, saltanat ve siyâsî makam
hâline geldi. İslam ülkelerinde, o makamın yapması gereken (ıslah, irşad ve
takvâ ile ilgili) işleri Rabbânî âlimler ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mânevi
halifeleri (kâmil mürşidler) yüklendiler. İslam’ı, anadan babadan kalma bir
miras gibi, âdet yerini bulsun diye kabullenenler, onlann sâyesinde
şuurlandılar. Bu kâmil insanlar, ta’lim ve terbiyeleri ile İslam’ın tadını,
imânın lezzetini geri getirdiler. Allah’a onun yolunda cihad etmeye dâveti
canlandırdılar.
Haşan el-Basrî, Fudayl b. îyâd, Ma’ruf el-Kerhî ve
Cüneyd el- Bağdâdî hazarâtı,
bu dâvetçi ve mürebbi zevâtm en meşhurlanndandır. Allah cümlesine rahmet
eylesin.”316
Said Havva’nın kaydına göre; hicri V. asra kadar
müslümanlar sâdece siyâsî bey’atla yetiniyordu. Bu asırda, belirli çevrelerde
takvâ adına kâmil mürşidlere de bey’at edilmeye (intisaba) başlandı. Şeyhlere
yapılan bu tür bey’atlar siyasi bey’atlardan ayn idi. Bu durumda bazı kişilerin
iki tane bey’atı oluyordu. Biri, umumî hallerde sultana itaat için yapılan bey’at,
diğeri de takvâdan ayrılmayacağına dair şeyhe yapılan bey’at. Bu çerçeve içinde
her şeyh, müridlerinden bey’at almaya başladı. İslam devleti yıkıhncaya ve
birçok alanda İslam ahkâmı yürürlükten kaldırılıncaya kadar durum bu şekilde
devam etti. Halk arasında cehâlet çoğaldı. Halk, hilâfet meselesini ve onu
gerçekleştirmek için çalışmayı unuttu. Ülkelerinde İslam idâresini kurmak için
çalışmanın zaruretini, bir çoklan akıllanna bile getirmedi. Bu ortam ve
anlayışlar içinde siyâsi bey’at fikri de kayboldu. Sadece
316Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Gerçek
Tasavvuf, 34-35.(Müt: ismet Ersöz, Konya, 1992)
tasavvufî muhitlerde takvâya âid bey’at fikri (ve
uygulaması) kaldı.”317
Sûfilerin kâmil bir mürşide bey’at ve intisabın
gereği konusundaki anlayışlarını ve müfessirlerin yaklaşımını, bundan sonra ele
alacağımız “Seyr u Sülük” bölümünde, mürşidle sohbet ve beraberliği
işlerken inceleyeceğiz.
«fc «Jc sjc «fc sfc «(c
317
Said Havva, Terbiyetune’r-Rûhiyye, 243; Aynı
kitabın tercümesi, (Ruh Terbiyemiz), 363-364.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SEYR U SÜLÜK VE İRŞÂD METODLARI
I-SÜLÜKLE
İLGİLİ MESELELER.
A-Sülûkun Tanımı.
“Seyr” lügatta; gezmek, “sülük” ise; yola koyulmak
ve yolu yürümek manalarına gelir. Seyr, sefer ve sülük manaca birbirinin aynı
olan eş anlamlı kelimelerdir. Fakat ıstılahta kullanma yerleri biraz değişir.
Bunların hepsi rûhânî ve ma’nevî hareketi ifade eden ıstılahlardır.1
Tasavvuf ıstılâhında ise seyr, cehilden ilme, kötü
huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçerek Hakk’ın varlığına doğru
harekettir.2 Sülük de; Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve
denetiminde çıkılan ma’nevî ve rûhî yolculuk ve ahlâkî eğitimdir.3
Gazzâlî (505/1111),
sülûkü; ahlâk, amel ve ma’rifetleri güzelleştirmek olarak tanımlayıp, bunun,
zâhir ve bâtının ma’mur olması için uğraşmakla hâsıl olacağını belirtmiştir.4
Kâşânî (730/1330),
sülûku; Allah Teâlâ’nın cemâlinin tecellisi için kalb evini ağyardan temizleme
şeklinde ta’rif ederken,5 sâliki de; (mânen) Allah Teâlâ’nın
huzûruna doğru seyreden kimse olarak tanıtmıştır.6
Bir başka ifâdeyle seyr u sülük; sâlikîn yani
tasavvuf ve tarikata giren kimsenin Allah’a vâsıl olabilmek için geçirdiği
eğitime ve ma’nevî makamların tamamlanabilmesi için geçirdiği safhalara verilen
isimdir. İnsanın sülûkunda ilk
agıb
el-îsfehânî, Muffedât, 349; M. Ali Aynî, Tasavvuf Târihi, 104-105; 1A, Sülük
Mad. XI, 231.
2 M. Ali Aynî, a.g.e, 105; Mahir
Iz, Tasavvuf, 180.
3Seyr ve sülük tabirleri için
bkz: Ankaravî, MinhâcuT-Fukarâ, 51; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn, II,
686.(Sülûk Mad.); Pakahn, Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III,
287-288.
4Bkz: Gazzâlî,
Ravdatu’t-Tâlibîn, 23. (Beyrut, trs.)
5Pakalm, a.g.e, III, 287.
6Kâşânî, Istılâhâü’s-Sûfıyye,
119. (Kâhire, 1992).
nokta ezel, yani misak, nihayeti Allah’tır.
İnsanın sülûkü ölümle bitmez.7 Ehl-i tasavvuf, bu seyri dört şekil
ve mertebede açıklamışlardır.
1-Seyr ilellah (Allah’a doğru seyr): Nefs menzillerinden, hakiki
vücuda yani ufk-ı mübine seyr demektir. Bu, kalb makâmmın son noktası olup, “fenâ
fîllah” hâlinin elde edildiği durumdur.
2-Seyr fîllah (Allah’da seyr): Hakk’ın sıfatlan ile vasıflanarak
ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklanarak “ufk-ı a’lâ”ya ulaşmak. Tarikat ululan buna “bekâbillah”
derler.
3-Seyr maallah (Allah ile seyr): Sâlikin her vâsıl olduğu
mertebede Allah ile olan seyridir. Zâhir bâtın ikiliğinden kurtularak veliliğin
sonuna ulaşma. Bu makama “makâm-ı kâbe kavseyn” denir. Bu seferin
nihayeti “Aynu’l-cem” mertebesinde bütün zıtlıklan zâhiren ve bâtınen
mahvolmuş bulmaktır.
4-Seyr anillah (Allah’dan seyr): Bu, en yüksek makam olup Hak’tan
tekrar halka dönmeyi ifâde eder. Buna fenâdan sonra “bekâ”, cem’den
sonra fark da denir.8
Bütün bu seyirlerin sonucu; nefsinde kâmil olmuş,
diğer nâkıs insanlar için de mükemmillik vasfını kazanmış bir insanın ortaya
çıkmasıdır. îşte hedef nokta ve örnek şahsiyet budur.9
İmam Rabbânî (1034/1625), ilk iki seyr ile velilik makâmına,
son ikisi ile de mürşidlik makâm ve yetkisine kavuşulduğunu belirtir.10
7Öztürk, Kurân-ı Kerim ve
Sünnete Göre Tasavvuf, 115.
8Mânevî seyrin çeşit ve
şekilleri için bkz: İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 144. Mek. (Trc: I, 318-319. İst,
1977); Ankaravî,.Minhâcu’l-Fukara, 52-53; Cürcânî, Ta’rîfât, 119 (Sefer
maddesi); Kâşânî, a.g.e, 118; M. Ali Aynî, a.g.e, 276-278; Pakalm, a.g.e, IH,
288; Öztürk, a.g.e, 116.
9 Said Havvâ, bütün seyir çeşitlerine
“Seyir
ilellah” diyerek;
hepsinin manasım şu şekilde özetlemiştir: “Seyir ilellah, tezkiye edilmemiş bir
nefisten tezkiye edilmiş bir nefse, şerî’ olmayan bir akıldan şerî’ akla,
kâfir, münâfık, fâsık, hasta ve katılaşmış bir kalbten sağlam ve mutmain kalbe,
Allah’ın yolundan uzaklaşmış, kulluğunu unutmuş ve gerçek kulluğu elde edememiş
bir ruhtan Allah’ı yakînen tanıyan ve O’na karşı kulluk görevini yerine getiren
rûha, Şeriatın edeb ve ölçülerine bağlı olmayan bir cesedden Allah Teâlâ’nın
şeriatına sımsıkı sarılan bir cesede intikal etmektir. Kısaca, kemâle ermemiş
bir yapıdan hâlen, fiilen ve kavlen salahta Rasûlullah (a.s)’a tabi olan daha
mükemmel bir yapıya intikal etmektir.” Bkz: Said Havvâ, Terbiyyetüne’r-Rûhiyye,
75. Beyrut, 1979. (Trc: İslam Tasavvufu, 109).
10îmam Rabbânî, a.g.e, aynı yer.
Ayrıca bkz: Ankaravî, a.g.e, 52-53; Aynî, a.e, 279;
B-Seyr u Sûlûkün Delilleri.
Genelde sûfiler, bir mürşid elinde mânevî terbiye
görmeyi kısaca “seyr u sülûk”le ifâde ederler. Ancak bu ameliye, daha çok
önceki devirlerde riyâzât, mücâhede, tehzib-i ahlâk gibi isimlerle de ortaya
konmuş, birçok âyet ve hadis bu konuda delil olarak kullanılmıştır. Bunlara
örnek olarak şunları zikredebiliz.
a-Âyet-i kerimeler.
Aşağıda vereceğimiz âyet-i kerimeler, tasavvuf
kitablannın konuyla ilgili bölümlerinde zikredilmiş olup, değişik yönleriyle
seyr u sülük ameliyesine ışık tutmaktadır.
“Sana ölüm gelinceye kadar
Rabbine kulluk et!”11
“Onlar, iman edip kalbleri
Allah'ın zikriyle mutmain olmuş kimselerdir. Dikkat edin! Kalbler ancak
Allah'ın zikriyle mutmain olur (sükûnet bulur).
“Rasûlüm de ki: Rabbim!
(Mârifet ve yakin) ilmimi artır
“De ki: Herkes, mizaç ve
meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en
iyi bilendir."14
“Kim Rabbine kavuşmak isterse;
sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.”15
“Eğer Allah'ın size fazlı ve
rahmeti olmasaydı; hiçbiriniz asla temizlenemezdi. Fakat Allah, dilediğini
(küfür, şirk, isyan ve gafletten) temizler.6
nHıcr 15/99.
12Ra’d 13/28.
13Tâhâ 20/114.
14Isrâ 17/84.
15Kehf 18/110.
16Nûr 24/21.
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri
elbette kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah,
muhsinlerle berâberdir.”12
“Gerçek mü’minler ancak;
Allah’a ve Rasûlüne iman eden, sonra hiç şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte sâdıklar da ancak onlardır.”
“(Şirk ve günahlardan)
temizlenen, Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse muhakkak kurtulmuş tur.”19
“Nefsini tezkiye eden kurtulmuş,
onu kirleten de helak olmuştur.”2
b-Hadis-i Şerifler.
Sûfîler, mânevî seyr, Allah Teâlâ’ya takarrub,
nefisle mücâhede, kalbî temizlik, rûhî terakkî ve tehzîb-i ahlâk konularında
pek çok hadis-i şerifi delil gösterip, onunla amel etmişlerdir. Biz, konumuzla
ilgili birkaç hadisi zikretmekle yetineceğiz.
"Dikkat edin! Bedende bir
et paraçası vardır ki; o iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur. O bozuk
olursa bütün beden bozuk olur. Bilesiniz ki o, kalptir."2
Sülükte hedef; kalb-i selimi elde etmektir.
“Allah Teâlâ buyurur ki: “Bir
kulum, kendisine farz kıldığım
l Ankubût 29/69.
Hucurât
49/15.
19A’lâ 87/14-15.
20Şems 91/9-10.
2 Buhârî, İman, 39; Müslim, Musakat, 107; İbn
Mâce, Fiten, 14; Danmî, Buyu', 1.
Eşref Ali “Tasavvufta asıl, kalbi ıslahtır”
başlığı altında şunları söyler Tasavvuf ehlinin en büyük hedefi kalbin
ıslahıdır. Hadis bunun çok önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eşref
Ali, age, s. 212
şeylerden daha sevgili bir
şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafile ibadetleriyle de durmadan
yaklaşır; nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi artık ben o kulumun
(özel ihsan edeceğim nûrum ile) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen
ayağı olurum. Benden herhangi birşey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak
onu himâye ederim."'22
Ma’nevî terbiyede ilk hedef; farzları edâ ve
haramlardan içtinâbtır. Peşinden nâfile ibâdetler gelir. Sülükte elde edilecek
en güzel netice; kulun bütün irâdesini Hakk’m irâdesinde fâni etmesi ve
kulluğunu ihsan makâmmda yapmasıdır.
En sihhath amel; yakînî iman ve huşu ile yapılan
ameldir. Tasavvufta hedef; ihsan ve ihlas hâli üzere kulluk yapmaktır.
“Amellerin (dinin) Allah’a en
sevimli olanı az da olsa devamlı olanıdır."24
“Sâlih amel; kulun devamlı
yaptığı ameldir."2
Seyr u sülûkun devamlı olması ve sâlih amellerin
meleke hâline gelmesi gerekir.
“Kim kırk gün, Allah için
ihlasla amel ederse, kalbinden diline doğru hikmet pınarları fışkırır."26
Mânevî seyr ve her türlü cihad ihlas üzere
olmalıdır.27
22Buhârî, Rikak, 38; îbnu Mâce,
Fiten, 16; îbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l Evliya, 26-27 (No:l); Beğavî,
Şerhu’s-Sünne, ı, 142; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 696-99.
23Buhârî, iman, 37; Müslim, îman,
1; Ebû Dâvud, Sünnet, 16 (No:4695); Tirmizî, îman, 4 (No:2610); îbnu Mâce,
Mukaddime, 9.
2 Buhârî, îmân, 32, Rikâk, 18;
Müslim, Müsâfirîn, 216; Ebû Dâvud, Tatavvu’, 27; Nesâî, KıyâmuT-leyl, 19; îbnu
Mâce, Zühd, 28.
25îbnu Mâce, îkâme, 140, Zühd,
28; Mâlik, Sefer, 90; Ahmed, Müsned, VI, 113,176.
26Ebû Nuaym, Hilye, V, 189;
Münzirî, et-Terğib, I, 56; îbnu’l Esir, Camiu'l Usûl, XI, 557 (h.no: 9166);
Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 224 (Had. No: 2361) Deylemî, Firdevsu’l- Ahbâr, IV.
213 (Had. No: 6179).
Her türlü ibâdet ve taatta, özellikle mânevi
terbiyede İhlasın yeri konusunda Sühreverdî, şu tenbihatta bulunmuştur:
"Kulun (halvetindeki niyetinin ve mânevî terbiyesindeki) sıhhatinin
alâmeti, bu işin içinde iken ihlasa riâyetle halvetin bereketine
“Rasûlullah (s.a) mescide girdi. Mescidde iki direk arasında
gerilmiş bir ip görünce:
"Bu ne diye" sordu. Ashab:
"Zeyneb'indir. Burada namaz kılar, yorulduğu veya gevşeklik hissettiği
zaman buna tutunur." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s):
"Çözün onu! Sizden biriniz
zinde olduğu müddetçe namazını
28
kılsın, yorulduğu veya
gevşediği zaman otursun."
buyurdular.
“Amellerden gücünüz yettiğini
yapınız."
Sülük ve terbiyede itidal esastır.30
“Allah'ım beni göz açıp
kapayıncaya kadar, hatta ondan daha da kısa bir süre bile olsa nefsime
bırakma.Bana verdiğin sâlih amelleri benden çekip alma!"
"Allah'ım! Beni, bir göz
yumup açma zamanı kadar da olsa,
nâiliyetinin işâreti; onun kırk günden sonra
kalbini tamamen dünyadan çekmiş olması ve ebediyet yurdu olan âhirete
yönelmesidir. Çünkü; dünyadan kalbi çekmek (zühd), hikmetin ortaya çıkması için
zaruridir. Dünyadan gönlünü çekmeyen, hikmet sâhibi olamaz. Bir kimse kırk gün
halvete (yahut benzerî bir terbiye içine) girer de hikmeti elde etmezse; bu
onun, halvetin şartlarını ihlâl ettiğini ve (amelinde) Allah
için ihlas
sâhibi olmadığını gösterir. İhlas sâhibi olmayan da Allah’a
ibâdet etmiş
olmaz. Çünkü, Allah Teâlâ bizlere ameli emrettiği gibi;
amelde ihlas sâhibi olmamızı da emrederek: “Halbuki
onlar, ancak, dinde ihlas sâhibi olarak Allah’a kulluk yapmakla emrolundular.” (Beyyine 98/ 5) buyurmuştur.
Bkz: Sühreverdî, Avârif, 209 (Trc: 266)
Buharî,
Teheccüd, 18; Müslim, Musafirin, 219; Ebû Dâvud, Tatavvu', 18; Nesaî,
Kıyamu’l-Leyl, 17; ibn Mâce, İkame, 184.
2 Buhârî,
Savm, 52; Müslim, Sıyâm, 220.
30Eşref Ali Tânevî, “Mücâhedede
(seyr u sülükte) orta yolu tutmak” başlığı alunda şunları söyler. “Sülük yolunu
benimseyen imamlar, mücâhede ve riyâzette bıkana kadar veya sıhhat bozulana
kadar aşırılığa gidilmemesi hususunda ittifak etmişlerdir. Hadis-i şerifte bu
eğitimin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır. Bazı kimselerin mücâhedede çok aşın
gittikleri nakledilmiştir. Bunlan hemen yanlış değerlendirmemek gerekir. Çünkü;
onlarda İlâhî şevkin fazla olması ve kuvvetli muhabbetten dolayı, herhangi bir
usanç ve sıhhat bozulması olmayabilir. Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz
(a.s), yorulup bıkıldığmda oturmayı tavsiye buyurmuşlardır. Onun için sâlike
düşen orta yolu tutmaktır.” Bkz: Eşref Ali, Hakikatu’t-Tarika tercümesi (Hadislerle
Tasavvuf), 4O.(îst, 1996).
3 Bezzâr. Müsned, Had. No: 3190;
Heysemî, a.g.e, X, 181-181.
nefsimin eline bırakma! Beni, küçük bir çocuğun
anne-babası tarafından korunduğu gibi himâyet et!"
Sülükte en büyük destek; kulun nefsine değil
Rabbine güvenmesi ve devamlı korku içinde iftikâr hâlinde bulunmasıdır?3
“Tevbe bitmeden hicret (sefer)
bitmez ve güneş batıdan doğmadan da tevbe sona eremez.” 4
Mücâhede devamlıdır. Herkesi ilgilendirir ve her
devirde devam eder.
"Gerçek muhâcir; Allah'ın
nehyettiği şeylerden uzaklaşan kimsedir." 5
3 Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, II,
Had. No: 1478; Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 262.
33Bkz:Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn,
30; Sühreverdî bu konuda şu hakikati ortaya kor: «Sûfîlerin, Rasûlullah (a.s)'a
uymakla elde ettikleri şeylerin en şereflisi, işte bu iftikâr, yani devamlı
Allah Teâlâ'ya muhtaç olduğunu bilme hâlidir. Bu hâl ve vasfa ancak, temiz
mârifetiyle kalbi açılmış, yakîn nûruyla göğsü aydınlanmış, kalbiyle kurbiyyet
mahalline ulaşmış, Cenâb-ı Hakk’la özel muhabbetinin lezzetiyle sun her şeyden
boşalmış, bütün bunlardan sonra, nefsi de, emredilen her şeyi yapma durumuna
gelmiş bir kul sâhip olabilir. Bütün bunlarla berâber bu kul, nefsini bütün
kötülüklerin kaynağı görür, nefsin bir ateş gibi olduğunu, onun bir
kıvılcımıyla bütün âlemin yanabileceğim bilir. Ayrıca nefiste bir istikrar
bulunmadığını, onun her an değişik bir hâl içine girdiğini farkeder. (Uyanık
durur.) Allah Teâlâ, yüce lutfuyla, nefsi sûfîye tanıtmış, Rasûlullah (a.s)
Efendimize açtığı gibi, ona da, nefsin hâlini keşfetmiştir. Böylece kul,
nefsinin şerrinden devamlı Allah Teâlâ'ya sığınıp, O'ndan yardım istemektedir.
Bu durumda nefis, kul için, onu Rabbine sevkeden ve ilticâya sebeb olan bir
vesile olmuştur. Bunun için sûfî olan bir kimse, Rabbinden gâfil olmadığı gibi,
nefsini kontrolden de geri kalmaz.
"Nefsini bilen, Rabbini de bilir."
sözünde, Allah Teâlâ’nın bilinmesi, nefsin bilinmesine bağlanmıştır. Nitekim
gece, gündüzle bilinmektedir.” Bkz: Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 47 (Trc:
Gerçek Tasavuf, 59).
3 Ebû Davud, Cihad, 2 (II, 5-6,
h.no: 2479); Darimî, II, 312 (h.no: 2513); Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’, VI, 186.
■ Buhârî, imân, 4, 5; Ebû Davud, Cihad, 2,
(h.no:2481); Nesaî, îman, 8, 9, 11; Danmî, Rikak, 4, 8; Müsned, II, 160,163.
Ankaravî, tasavvufî yönden gerçek manada seferin
bu hadiste de belirtildiği şekilde sûfînin iç aleminde gerçekleştireceği her
türlü kötülüklerden uzaklaşma tarzında bir sefer olduğu, bu seferin sonunda
salikin Hakk’a vasıl olacağı ve yukarıda zikredilen dört mertebede
gerçekleşebileceği seyr ile de kemale ereceği görüşündedir. Ankaravî, age, s.
52vd., Erhan Yetik, îsmail-i Ankaravî, s. 163
"Mücahid; Allah'a itaat
hususunda nefsi ile cihad eden kimsedir.” 36
“Mücahid; nefsiyle cihâd edendir.”
Rasûlullah (a.s), bir harb dönüşünde:
“Küçük cihaddan büyük cihada
dönmüş bulunmaktayız.” buyurdu.
Ashab: “Ey Allah’ın Rasûlü büyük cihad nedir? diye sorunca: “Dikkat
edin, o nefs mücâhe de sidir. ”38 buyurdu.
Asıl mesele; insanın, ölene kadar kendisinden
ayrılmayacak olan şeytan ve nefis düşmanlarına karşı devamlı bir mücâdele
içinde olarak gizli ve açık günahlardan uzak kalmaktır.39
“En azılı düşmanın; iki kaburga kemiğinin arasında
(devamlı
seninle berâber) bulunan nefsindir.”40
3 Beyhakî, Şuabul-îman, VII, 499, (h.no:
11123). Eşref Ali “Nefs ile olan cihadın büyük cihad olarak isimlendirilmesi”
başlığı altında şunları söylemektedirfBüyüklerin kelamında nefs ile olan
mücahedeye cihad-ı ekber denilmektedir. Hadiste bunun isbatı vardır.
Efendimizin (s.a) ifadelerinde geçen "mücahid..." terkibi ehl-i ilme
gizli olmadığı gibi, zahiren hasn cins ifade ettiği gibi hasr-ı kemal için de
kullanılmaktadır. îşte bu durumda mana şöyle olun Kâmil bir mücahid nefsi ile
cihad edendir. Netice olarak cihad-ı kâmil, cihad-ı nefistir. Kamil ve ekber
ifadeleri nefisle olan cihadda aynı şeyleri ifâde ede?? Eşref Ali, a.g.e, 255.
• Tirmizî, Fezâilu’l-cihâd, 2
3 Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, 165 (Had. No:
373); Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, IV, 430 (Had. No: 11260); Hatib, Târih-i
Bağdât, III, 523-24; Suyûtî, el-Câmiu’s Sağîr, II, 253 (h.no: 6107; Aclûnî,
Keşfu’l-Hafâ, 1,424 (Had. No: 1362).Hatîb, Târîhu Bağdâd, XIII, 523- 4, (r:
7345) Hatîb’in Câbir’den rivâyetinde, büyük cihad: “İnsanın nefsi arzularıyla
mücâdelesidir” şeklinde tanıtılmıştır. Bkz: Hatib a.g.e, ay.
3 Sühreverdî, namazda başlarında imam olmak
üzere bütün cemaatın devamlı şeytanla muhârebe hâlinde bulunduğunu, mü’minlerin
birbirlerine mânevi bir yardımlaşma içinde olduklarını, bu sebeple onlann
şeytanla ve nefisle yaptıklan mücâdelede melekler ve başka yollarla gelecek mânevi
yardıma, kafirlerle olan mücâdelelerinden daha fazla muhtaç olduklannı, bunun
için Hz. Peygamber (s.a.v)’in “(Düşmanla yaptığımız, zaman ve alanı) küçük
cihâddan, (nefis ve şeytana karşı ömür boyu yapacağımız, alan ve şekli) büyük
cihada dönüyoruz.” buyurduğunu belirtir. Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 316 (Trc: 407)
40Bkz: Beyhâkî, Kitabu’z-Zühd,156-57 (h.no: 343); Zehebî,
Mizânu’l-i’tidal, III, 625 (r.
“Meskenete düşürmeden nefsini zelil kılana ne
mutlu!.”41
Terbiye ve tezkiyeye nefisten başlanmalıdır.
“Nefsini bilen Rabbini bilir” prensibi, mânevî terbiyenin
esâsına teşkil etmektedir.42
Rasûlullah (a.s), Muaz b. Cebel’e birçok ahlâkî
tavsiyelerde bulunduktan sonra:
“Yâ Muaz! Allah Teâlâ kulunu bu
şekilde edeblendirmiş ve onları bu şerefli ahlâklarla güzel edeblere dâvet
etmiştir.”43 buyurmuştur.
“İslâm; şerefli ahlak ve güzel
edeblerle çevrilmiştir.”44
“Kıyâmet günü, mü’minin
mizanında güzel ahlâktan daha ağır gelen hiçbir şey yoktur. Şüphesiz güzel
ahlâk sâhibi, güzel ahlâkı sayesinde, devamlı nâfile oruç ve namazla meşgul
olan kimselerin derecesine ulaşır.”45
Mânevî terbiyenin hedefi; güzel ahlâkı elde
etmektir.46 Çünkü Hz.
7857; Gazâlî, age, III, 10);Aclûnî, age, 1,143
(h.no: 412)
41Hadis için bkz: Taberânî,
el-Mu’cemu’l-Kebir, V, 71-72 (h.no: 4615-16);Beyhâkî, es- Sunenu’l-Kubrâ, IV,
182 (h.no: 7783-84), Şuabu’l-iman, III, 225 (h.no: 3388); Buharî, et-
TarîhuT-Kebir, İÜ, 398; Heysemî, a.g.e, X, 229; Suyûtî, Camiu’s-sağır, II, 136
(h. no: 5299).
42Bu sözün Hz. Peygamber (s.a.v)’e
nisbeti tartılşılmıştır. İlgili değerlerdirme ve açıklamalar için bkz: Sehâvî,
el-Mekâsıd, 657 (h.no: 1149); Aliyyu’l-Kârî, el-Esraru’l- Mefu’a, 337 (h. no:
506); Aclûnî, a.g.e, II, 262 (h.no: 2532); Alâedddin Attar, Fetâva’l-
İmamı’n-Nevevî, 248; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Haz: S. Uludağ), 310; Suyûtî,
el-Hâvî liT-fetâvâ, II, 451-455; Elbânî, Silsiletu Ehâdisi’d-Daîfe, I, 165.
el-Mekkî, bu sözün Hz. Ali’ye âit olduğunu söyler. Bkz: el-Mekkî, IlmuT-Kulûb,
59.(Abdulkâdir Ahmed Atâ tahkikiyle, Mektebetü’l-Kâhire, trs.)
43Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, I,
240; Ahmed, Müsned, V, 245; Münzirî et-Terğib, IV, 106-109.
44Bkz: Ali el-Muttakî,
Kenzu’l-Ummâl, 1,17. (No: 5225).
46Münzirî, et-Terğib, III, 403;
Bkz:Tirmizî, Birr, 61; Ebû Dâvud, Edeb, 7. (Hadisin ilk kısmı)
46Ebû Bekir el-Kettânî (322/933),
tasavvufu şöyle ta’rif etmiştir: “Tasavvuf, güzel ahlâktan ibârettir. Kim güzel
ahlâkıyla senden ilerde ise; tasavvuf yönündenden de senden ileridedir.” Bkz:
Sühreverdî, a.g.e, 235 (Trc: 299).
Peygamber (s.a.v), güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir.47
Yapılan bütün işler, açık veya gizli bir delâlet
yönüyle Kur’an ve sünnete uymalıdır. Bu iki âdil şâhidin tasdik etmediği hiçbir
söz, amel, vecd, keşf, hâl, usûl ve uslûb Allah katında geçerli değildir.49.
Buraya kadar zikrettiğimiz âyet ve hadisler,
tasavvuf ehlinin “seyr u sülük” ismini verdikleri mânevî terbiyenin
usûl, şekil, edeb ve hedefleri konusunda temel kabul ettikleri nasslardan bir
kısmıdır. Bunlar, değişik yönleriyle, her müslüman için nefsî terbiye ve kalbî
tezkiyede ihmal edilmeyecek emir ve prensiplerdir. Aşağıda tefsirlerin bu
konudaki yaklaşımlarını ve ilgili âyetleri tefsir şekillerini gördüğümüzde;
meselenin önemini ve her mükellefle ilgisini daha net görebileceğiz.
Şimdi, sûfilere göre, seyr u sülük ameliyesini ve
terbiye işini yürütecek kimsenin bu işe nasıl ehliyet kesbettiğini ve hakiki
bir mürşidin hangi vasıflarla muttasıf olması gerektiğini ana hatlanyla ortaya
koymaya çalışacağız ve tefsirlerin “gerçek bir dâvetçinin vasıfları” konusundaki
görüşlerini tesbit ettikten sonra, böyle bir zâtın dâvetini kabulün ve
terbiyesine duhûlün gereğini ve sonuçlarını değerlendireceğiz.
C-îrşada Ehliyet ve Terbiyecinin Temel Vasıflan.
Bu işte aslolan; ma’nevî ehliyet, İlmî dirâyet ve
fıtrata uygun terbiyettir. Sûfîler, hakiki vârisin sıfatlan ve verâsete ehliyet
konusunda çok şey
47Bkz:Buhârî, Edebü’l-Müfred, 90
(No:273); Ahmed, Müsned, II, 381 (No: 8961).
4 Bkz: Buhârî, î’tisâm, 20; Müslim, Ekdiyye,
17; Ebû Dâvûd, Sünne, 5; ibnu Mâce, Mukaddime, 2.
4 Burada, Ebû Süleyman
Dârânî (215/8307)’nin
şu sözü, gerçek sûfilerin hâlini yansıtması bakımından önemlidir: "Çoğu
kez (bazen kırk gün) sûfilere gelen (ilhâm ve vâridat türü) şeyler kalbime
gelirdi de; ben onları iki âdil şâhid olan Kitab ve sünnete arzedip gelenin hak
olduğuna dâir tasdiklerini almadan kalbime girmesine izin vermezdim" Bkz:
Serrâc, el-Lüma’, 146; Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfîyye, 78; Kuşeyrî, Risâle, 1,96. Bu
konuda Sehl b. Abdullah (273/886) da: "Kitab ve sünnetin kabul etmediği
her vecd (cezbe) hâli bâtılda:.” der. Bkz: Attâr, Tezkire, 339; Sühreverdî,
a.g.e, 51.
söylemişlerdir. Bu konuda, ikinci bölümde yeterli
açıklamalar verildi. Burada, sûfîlerin yaklaşımıyla, bu ulvî mesleğe ve yükü
ağır işe nasıl ehliyet kesbedilğini kısaca tesbit edeceğiz.
a-trşada Ehliyet.
Hiç şüphesiz; bedenî hastalıklarda ehli olmayana
tedâvi için gitmek hastalığın artmasına vesile olacağı gibi; kalbî
hastalıklarda da nâkıs kimsenin eline düşmek o derece, hatta daha ileri
seviyede zarara yol açar. Çünkü; bu işteki zarar dine ve âhirete âit
olmaktadır. Sûfîler, böyle kimselere, hakikat yolunu tıkayan insan olarak “kuttâu’t-tarik”
demektedirler.50
Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Kim, aslen ehli olmadığı halde
kendisini tabib gösterir de, hasta elinde ölürse; diyetini tazmin eder.”5i
hadisi, zâhirî hastalıklarda tedâvi ile uğraşanı ilgilendirdiği gibi; sûfîlerin
anlayışına göre, aynı hüküm bâtınî hastalık ve terbiye için de geçerlidir.
Bunun için, bu işe soyunan kimsenin gerekli bütün ilim, eğitim, tecrübe,
salâhiyet ve kıvamı elde etmesi istenir.52
Ebû Tâlib el-Mekkî (386/ 996), Rabbânî bir âlimde
şu beş vasfın bulunması gerektiğini söyler:
1-Haşyet, 2-Huşu’, 3-Tavâzu, 4-Güzel ahlak,
5-Zühd.
Mekkî: “Allah’dan kullar içinde ancak, hakiki
manada âlim olanlar korkar.”5 âyeti
haşyeti,
“Allah için huşu sâhibi olarak,
O’nun âyetlerini az bir dünya metaı karşılığında satmazlar.”5 âyeti huşûyu,
“Mü’minler için tavâzü (şefkat)
kanadını indir. De ki: Şüphesiz ben apaçık bir korkutucuyum.”55 âyeti tavâzûyu,
“Sen, Allah’dan gelen bir
rahmet (ve merhamet) sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer, kaba, (sert) ve
katı yürekli olsaydın; muhakkak onlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık
onları bağışla (kendilerine müsamahalı davran) ve onlara Allah’tan mağfiret
dile. İşlerde onlarla istişâre et.!”56 âyeti güzel ahlâkı,
50Dünya ehli âlimlerin insanlara
zararları konusunda bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,141.
51Ebû Dâvud, Diyet, 23; Nesâî,
Kasâme, 41; Îbnu Mâce, Tıbb, 16.
52Bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,147.
53Fatır, 35/28
5 Al-i Imrân, 3/199
55Hıcr, 15/88
“Kendilerine (âhiret ahvâline
âit) ilim verilenler (Karun’un zenginliğine imrenenlere): “Yazıklar olsun size!
îman edip salih amel işleyenler için Allah’tn (cenneteki) sevabı daha
hayırlıdır. Ona da ancak (itaat ve taata) sabredenler kavuşur.” dediler.”-'1 âyeti de zühdü ifâde eder, der
ve ekler:
“Kimde bu saydığımız hasletler bulunursa o, Aziz
ve Çelil olan Allah’ı bilen, mârifet sahibi bir âlimdir. Âlim, dinî meselelerde
bir müşkilat çıktığında, ârif ise; kalbi şüphe ve illeder sardığında devreye
girer, ümmeti tedâvi eder.”58
Fikrî müşkîlât ve kalbî marazları gidermek için
bir çok ilim ve sıfat gerektiğini hatırlatan el-Mekkî, ehli olmadan din
adına öne atılanları, Selmân-ı Fârisî’nin (r.a), Ebu’d-Derdâ’ya yaptığı
şu ikazla uyarmaktadır:
“Kardeşim! İşittiğime göre;
insanların önünde tabibim diye hastalıkları tedâvi yapıyörmüşsün. Dikkat et!
Eğer gerçekten tabibsen konuş; sözün şifâ olur. Eğer tabib değilsen; Allah’tan
kork! (Yanlış uygulama ve tavsiyelerinle) bir müslümanı öldürme, yoksa cehennemi boylarsın!”
İmam Rabbânî (1034/1625), şeyhlik postuna oturmak için seyr u
sülük ve cezbe işini kemâliyle hitama erdirmeyi gerekli görerek; aksi durumda,
nâkıs kimselerin tâliblerin kâbiliyetini öldürüp, yolunu tıkayacağını
belirtmiştir.61
Nâkısın ancak noksanlığa götüreceğini ileri süren İmam
Rabbânî, kemâl hâlini bulmayan ve kâbiliyetlere uygun kemâlât yollarını
bilmeyen kimselere takılan tâliblerin, durumu anlar anlamaz, daha fazla sapıtmadan,
derhal onu terketmesini tavsiye eder.62
56Al-i îmran, 3/159
57Kasas, 28/80
58Bkz: el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I,
146. Mekkî, “IlmuT-Kulûb” adlı eserinde, mârifet ilmine sâhip ehlullahm da kalb
hastalıklarının tabibi olduğunu belirtmiş, bu işin ehli olmayanın tabibliğe
soyunmasını veya ehli olmayana mârifet ilminden bahsedilmesini bir cinâyet
olarak niteleyerek: ‘Doktorunu iyi seç!’ uyarısında bulunmuştur. Bkz: a.g.e,
75-76 5 Bkz: el-Mekkî, a.g.e,
1,147; Gazzâlî, İhyâ, 1,105
60Ebû Nuaym, Hilye, 1,205;
Zebîdî, Îthâfu’s-Sâde, 1,659-60.
61 Bkz: İmam Rabbânî, Mektûbât,
1,61. Mek.
62Bkz: İmam Rabbânî, Mektûbât, I,
23. Mek. (Trc: Akçiçek, I, 77).îmam Rabbânî, mânevî hilâfete, velâyet-i kübrâ
sâhibi, kemâlâtını tamamlamış kutb-ı irşâdm nasbedileceğini belirtir. Bkz:
a.g.e, 1,260. Mek.
Sehl b. Abdullah (273/886), kulun Allah
Teâlâ’nın taatında içiyle ve dışıyla tam bir istikâmeti elde etmedikçe,
mârifetullah fezâsında bir yetkiye sâhip olamayacağını belirtir.
Ahmed Zerruk (899/1493), velâyetin diplomasının (menşûru
T-velâye) “zikir” olduğunu söylerken,64 Şa’rânî (973/1565),
aynı tesbite katılıp bu diplomayı almayı gayba muttali olmanın bir yolu ve
bütün vücûdu saran zâtî zikrin, zâkiri, zikredilen zâtın sevgisinde kaybetme
sebebi olarak görür.65
AvârifuT-Meârif’te, “mürşidlik rütbesi” konusunda
müstakil bir bölüm açan ve mürşidlik rütbesinin sûfîler nazarında rütbelerin en
yükseği ve kullan Allah’a dâvette peygamber vekilliği olduğunu belirten Sühreverdî66
(632/1234), kâmil mürşidin irşada ehliyetini, güzel bir terbiye ile
nefsinin çirkin sıfatlannın temizlenip kalbin mutmain olmasına, nefsin
serkeşliğinin gidip tamâmen taat ve ibâdete yumuşamasına ve böylece sâlikin,
âyet-i kerimede anlatıldığı gibi: “Sonra onların derileri ve kalbleri
Allah’ın zikrine yumuşar.” kıvamına gelmesine ve böylece “İşte
onlar, Allah’ın hidâyetine ulaştırdığı kimselerdir; artık sen de onların yoluna
uy!”6* âyetinin belirttiği kendilerine tâbi olunma hâline ve
imâmet makâmına yükselmesine bağlamıştır.69
Peygamberi mirâsa sahip olmak ve kullan Hakk’a
irşad için, önce nefsinde kâmil olup başkasının nefsini kemâle erdirme
yetkisine ulaşmak ve bunun için kâmil-mükemmil bir mürşidin terbiyesinde mânevî
doğumun gerçekleşmesi gerektiğini belirten Sühreverdî,70 Hakk
yolunda sülük edenlerin dört kısma
63Bkz: Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd,
152 (No:323).
Bkz:
Zerruk, Kavâidu’t-Tasavvuf, Kâide, 69.
65Bkz: Şa’rânî,
el-Envâru’l-Kudsiyye, 1,43.
66Sühreverdî, Avârif, 83.
(Trc:Gerçek Tasavvuf, 102)
67Zümer 39/23.
68En’âm 6/90.
69Sühreverdî, a.g.e, 84.
70Sühreverdî, a.g.e, 85. Mânen
kemâle erme ve melekût âlemindeki sırlarına gözünü açma, İlâhî sırlara vâkfı
olma şeklinde tamlanan mânevî doğum hakkında Sühreverdî şu açıklamayı yapan
“Bir de şu nokta var: Allah Teâlâ’nın, sohbet edenle sohbet edilen (mürşidle, mürid)
arasında güzel bir kaynaşma meydana getirmesi sebebiyle, bir çocuğun ayrıldığını, bunlann:
1-Mücerred sâlik (cezbesiz sülük eden).
2-Mûcerred meczûb (sâdece cezbe hâlinde olan ve
kalan).
3-SâIik-i meczûb (önce sülûke başlayıp, peşinden
cezbeye ulaşan).
4-Meczûb-i sâlik (hidâyette cezbe hâlinde olup,
ardından sülûke başlayan).kimseler olduğunu, birinci ve ikinci gruptakilerin
irşada ehil olmadığını, üçüncü grubun bazı durumlarda irşadda noksan
kalacağını, ancak dördüncü grubtaki ârifin bu işe tam ehil ve ehliyetli olup,
hadis-i kudsîde: "Kulum bana, nâfile ibâdetleriyle devamlı yaklaşır,
nihayet onu severim. Ben (bir) kulumu sevince; onun gözü, kulağı, eli ve ayağı
olurum. O, benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür." şeklinde belirtilen bir makam ve yetkide
mânevî tasarruf sahibi, Hakk’m irâdesinde fâni, kulluğu safi, kelâmı nâfi,
nazarları şâfî bir kimse olduğunu zikretmiştir.72
b-Mûrşidde aranan temel vasıflar.
Sûfîler, irşad görevini yürütecek kimsede
bulunması gereken ahlâkî sıfat ve
tabii doğumla babasının bir parçası olduğu gibi,
mürid de, mürşidinin bir parçası durumuna gelir. Bu doğuş, mânevî bir doğuştur.
Nitekim Hz. îsâ (a.s) bu mânada şöyle demiştir: "İkinci
doğumu (mânevî inkişâfını) gerçekleştirmeyen kimse; semânın melekûtuna
yükselemez."
Kişinin birinci doğumu; onun âlem-i mülk ile
irtibatını sağlar, ikinci, mânevî doğuş ise; melekût âlemiyle olan irtibatını
te’min eder. Allah Teâlâ, bu gerçeği ifâde için şöyle
buyurmuştur.
"Böylece
biz, İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu (sır ve acâibliklerini)
gösteriyoruz ki; (kudret ve azametimize) yakînen inananlardan olsun.” (En’âm 6/75) insanın kemâle
ermesi için lâzım olan kesin yakîn, (mürşid terbiyesi ile meydanan gelen)
ikinci doğumla hâsıl olur. Bu doğuşla insan, peygamberlerin (mânevî) mirâsını
elde etmeye hak kazanır. Kendisine, peygamberlerin mirası ulaşmayan kimse, her
ne kadar olgun anlayış ve zekâ sâhibi olsa da, o daha (mânevî doğumla)
doğmamış, mâna âlemine gözünün açmamıştır. Çünkü anlayış ve zekâ, aklın
sonucudur. Akıl ise, Islâm’ın nûrundan nasîbi olmayınca, melekût âlemine
dalamayıp, mülk âleminde akla dayalı ilimler içinde çırpınır durur. Bunun için
akıl, matematik gibi sırf akla dayalı ilimlerde derinleşmiş (ve bir netice
almıştır). Çünkü bu tür şeyler, mülk âlemine âid işlerdir. Fakat bu akıl,
melekût âlemine yükselemez.” Bkz: Avârif, 85-86 (Trc: 105-106 7
Buhârî, Rikak, 38; îbnu Mâce, Fiten, 16; Benzeri rivâyetler için bkz: Ahmed,
Müsned, VI, 256; Tabarânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VIII, 221-222. (No: 7880); îbnu
Ebi’d-Dünyâ, Kitâbu’l-Evliyâ, 26-27. (No: 1.) 79
Sühreverdî, a.g.e, 87-90. (Trc: 109-112-c). Bu
grublann açıklaması, tezimizin “Velilerin dereceleri ve sınıflan” bölümünde
özetle verilmiştir.
haller konusunda çok şey söylemişlerdir. Biz
bunlardan en önde ve önemli olanlarını kısaca arzedeceğiz. Burada yapacağımız
tesbitler, aynı zamanda, az önce değindiğimiz “irşada ehliyet” konusunun da bir
yönüyle mütemmimi durumunda olacaktır. Bu vasıflar, kısaca şunlardır:
1-Yakînî iman.
Yakîn; kesin ve apaçık bilgi, şüphe ve tereddüde
mahal olmayan doğru ve gerçek manalarına gelmektedir.73
Hakikat ehli nazarında, herhangi bir hüccet ve
delile dayanmadan, sırf îman kuvvetiyle (hakikatleri) lyân olarak görmek
şeklinde anlaşılan yakîne; kalbî safiyetle ğaybı müşâhede, fikri muhâfaza ile
sırlan mülâhaza ve kalbin turna’nineti ile eşyanın hakikatma ulaşma mânaları da
verilmiştir.74
Cüneyd el-Bağdâdî (297/909), sahih imanı
velâyetin tâ kendisi görür.75
İnsanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran ve onu
mukarrabûndan eden ilmin ancak yakîn ilmi olduğunu belirten Ebû Tâlib
el-Mekkî (386/996),76 “Yakin, tamamıyla imandır.”™,
“Yakini öğreniniz”™ gibi hadislerin bu ilmin
73Uludağ, a.g.e, 528.
74Bkz:Cürcânî, Ta’rîfât, “Yakîn”
mad; Pakalm, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, IH, 602. Yakinin
ta’rif ve taksimleri için bkz: el-Herevî. Menâzilü’s-Sâirîn, 25 (Kâhire, 1966);
Kâşânî, Şerhu Menâzilü’s-Sâirîn, 282-285 (Kum, 1413 hicrî); ibnu Kayyim,
Medâricü’s-Sâlikîn, II, 413-422 (Beyrut, 1988)
75Bkz: Sühreverdî,
Avârifu’l-Meârif, 66 (Trc:Gerçek Tasavvuf, 82). Sühreverdî
buna şu izâhı
getirir: “Şüphesiz sûfiler, yüce halleri ve insanların çoğunun anlayamayacağı
gizli tarafları ile toplum içinde ayn konum ve özelliğe sahiptirler. Çünkü
onlar, kader sırrını ve ilmin inceliklerini açıklayabilecek, Cenâb-ı Hakk'm
emrinin ve O’na yaklaşmanın büyüklüğünü ifâde edebilecek kimselerdir. Bu
hususlara iman etmek, Allah'ın kudretine iman etmek demektir. Bazı gruplar,
evliyânm kerâmetlerini inkara gittiler. (Halbuki buna hiçbir sebep yok). Çünkü
bütün kerâmetler Allah'ın kudreti (ve izni) ile
olmaktadır. Kerâmetlere iman etmek; Allah'ın kudretine iman demektir. Sûfîlerde
bu tür ilim (ve hâl) ler mevcuttur. Onlann yol ve hâline ancak, Allah'ın
özel inâyetine
mazhar olmuş kimseler iman (ve sulûk) eder.” Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 66.
7 el-Mckkî, Kûtu’l-Kulûb, I,
135.
77Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, 361
(No: 984); Ebû Nuaym, Hilye, V, 24; Tabarânî, el- Mu’cemu’l-Kebîr, IX, 107;
Hâkim, Müstedrek, II, 442; Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, III, 437 (Had. No.
7331); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1,57.
7 Ebû Nuaym, Hilye, VI, 95; Zebîdî,
Îthhafu’s-Sâde, I, 409; Ali el-Muttaki, Kenzu’l- önemini
ortaya koyduğunu, mârifet ilmi olmadan kulun kemâlat sâhibi olamayacağını ileri
sürmüştür.79
Yakînî imanın Kur’an dâhil, bütün ilimlerden önce
geldiğini, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ashâbına öncelikle bunu öğrettiği
zikreden Mekkî, Abdullah b. Revâha’nın, ashâba: “Geliniz, oturup
(iman hakikdtları üzerinde konuşarak) bir saat (yakînen) iman edelim!”
sözünün;80 yakînî imânın gereğini, yerini ve elde ediliş şeklini
ortaya koyduğunu belirtmiştir.81
Necuddin Kübrâ (617/1221), asıl maksadın yakîn ve irfana ulaşmak
Ummal, III, 438 (Had. No. 7337)
79Ebu Talib el-Mekkî, a.g.e, I,
157. el-Mekkî, yakinin üç makam üzere bulunduğunu belirtir: “1-Muayene makâmı:
Bu mertebede bilinen, görülene ters düşmez. 2-Tasdik ve teslim makamı: Bu,
haberlerde kendisini gösterir. Bu mertebede Allah’ı bilen kimse, O'ndan haber
veren bir müslümandır. 3-Yakînin en alt derecesi olan zan makâmı. Bu, ilim,
doğru haber ve âlimlerin sözleriyle kuvvet kazanır.” Bkz: el-Mekkî, a.g.e,
1,136.
80Bkz: Münzirî, et-Terğıb, II,
403; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, 1,371.
81Ebu Talib el-Mekkî, a.g.e, I,
150. el-Mekkî, yakinin kendiliğinden hâsıl olmadığını, İlâhî tevfikin
mücâhedeye bağlandığını, kula ihlasla hizmet gerektiğini şöyle açıklan Kul, ilk
hâliyle biraz sıkıntı ve meşakkat içeren ve bir takım edeb ve hükümlerden
oluşan mücâhededen sonra, rahatlık ve nzâ hâli olan ilmü’l-yakine ulaşır. Bu,
kulun doğru yola girmesidir. Bütün bunların evveli, kulun, nasuh bir tevbeden
sonra, (sâdık) müridlerin hallerine sahip olması, nefis ve şeytan ile mücâhede
edenlerin amellerine sarılmasıdır. Kul, (bu hallere devamla) yakinî düşüncelere
ulaşır. Bu, mücâhede ehlinin ulaşacağı bir neticedir. Nitekim, Yüce Allah: “Bizim
uğrumuzda mücâhede edenleri, mutlaka, (bize gelen ve getiren) yollarımıza
ulaştırırız.” buyurmuştur. Yani onlar, nefis ve mallarıyla Allah için cihad
ettiler, düşmanlan olan şeytanla savaştılar. Çünkü o düşman, kendilerini,
fakirlikle korkutup, fuhşiyatı emretmektedir. Onlar ise, bütün bunlara sabredip
ona galib geldiler. Bu uğurda nefis ve mallannı (Allah’a) sattılar. Böylece,
hevâ ve hevesin bağından azad olup, İlâhî hesabın dehşetinden kurtuldular. îşte
bu kimseler için, Cenab-ı Hakk: “Muhakkak, onları, (razı olduğumuz kulluk)
yollarımıza ulaştırırız”, buyurdu. Ayette şu denmek isteniyor: Onlara, (manevî)
ilimlerin keşif yolunu açarız, kendilerini en derin anlayıştan işitmeye
muvafffak kılanz. Bizim uğrumuzdaki ve yolumuzdaki güzel mücâhedeleri sebebiyle,
onlan, bize yaklaştıracak yollarımıza ulaştırırız. Bu iş, şu İlâhî hükümle son
bulmuştur: “Şüphesiz Allah, iyilik yapanlarla beraberdir.(Ankebut, 29/69) Bu,
İlâhî sıfatlann tecellisini müşâhede makâmıdır. Artık, uğruna mücâhede edilen
zat kendileriyle beraberdir. O, önce tevfîki ile onlarla beraber olmuştur.
Onlar da, O’ndan gelen destekle O’nun için sabretmişler, O, işin sonunda da
kendileriyle beraber olmuş ve onlar bu sayede nefislerine yannki gün için
iyilikte bulunmuşlardır.” Bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,120.
olduğunu, tarikata sülük edip gayb âleminde iyi ve
kötüyü göremeyen kimsenin terbiye ve irşada ehil olmadığım belirtir.82
Sühreverdî (634/1232), yakin ilmini, ilimlerin en üstünü
görerek;83 “tevhid”, “mârifet” ve “müşâhede” makamlarının husûlünü
de yakine bağlamış84 bütün güzel ahlakların ve samimi kulluğun ancak
yakînî bir imanla hâsıl olacağını, ümmet içinde yakinden en büyük payı elde
eden sûfi ve âriflerin en yükset mârifete sâhip olduklarını zikretmiştir.85
Gazzâlî (505/1111),
yakinin bu yolda temel ve esas olduğunu hatırlatarak, bütün güzel hallerin
yakînî imân sâyesinde elde edildiğine dikkat çekmiştir.86
2-Kitab ve sünnet ilmi
Câhil önderin yapacağı tek şey vardır, o da;
hadis-i şerifin ifâdesiyle,87 sapıtmak ve tâbilerini hak yoldan
saptırmak. Ömer b. Abdulaziz’in (101/720) uyardığı gibi; ilmisiz amel
(ve dâvet) yapanın ifsad ettiği, ıslah ettiğinden daha çoktur.88
Sülemî (412/1021),
Allah Teâlâ’nın hükümlerini ve Rasûlullah (a.s)’ın sünnetlerini bilmeyen
câhillere sûfi denmeyeceğini, zâhirî hükümleri güzel yapamayan kimselerin
bâtınî tehzib ve terbiyede muvaffak olamayacaklarını, ilimde râsih, halde kâmil
olmayanlara esrân ilâhiyyenin emânet edilmeyeceğini belirtir.89
“Seyyidü’t-tâife” ünvânı ile tanınan Cüneyd
el-Bağdâdî (297/909), bu konuda şu kesin teşhisi koymuştur: “Bizim yolumuz
Kitab ve sünnete bağlı ve her şeyi ile onlarla kuşatılmıştır, Sülûkundan önce
(gerektiği kadar) Kur’an’ı ezberlemeyen ve (lâzım olan) sünneti yazıp
öğrenmeyen kimseye bu yolda tâbi olunmaz.”90
82Bkz: Necmüddin Kübrâ,
Fevâtihu’l-Cemâl (Hatmu’l-Velâye ekinde), 473. Tasavvufî
Hayat (Haz: Mustafa Kara), 159, Dergah yay, 1980.
83Sühreverdî, Avârif, 42
(Trc:53).
84Suhreverdî, a.g.e, 40 (Trc:49).
85Suhreverdî, a.g.e, 42.
86Bkz: Gazzâlî, Ihyâ, 1,110-111
(Beyrut, 1992).
87Câhil reislerin durumunu
bildiren hadis için bkz: Buhârî, İlim, 24; Müsli, İlim, 13;
Tirmizî, ilim, 5; îbnu hace, Mukaddime, 8; Ahmed,
Müsned, II, 162, 190,203.
88Söz için bkz: îbnu Abdilberr,
Câmiu Beyâni’l-îlm, I, 33.
89Bkz: Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn
(Süleyman Ateş’in tahkikiyle Sülemî’nin Risaleleri içinde), 11. (Ankara, 1981).
90Bkz: Kuşeyrî, Risâle,
(Abdulhalîm Mahmud’un tahkikiyle), I, 118; Subkî, Tabakâtu’ş- Şâfıyye, II, 36.
Ebû Osmân el-Hîrî (298/910), her işinde sünneti
âmir kılmayanın söz ve fiilinde bidatlara bulanacağına dikkat çekerek, hedefe
ve hayra ulaşmanın formülünün : “Eğer ona itaat ederseniz hidâyeti
bulursunuz.” âyetiyle ortaya
konduğunu belirtmiştir.92
Ebû Hafs Haddâd (264/878): “Biz, işlerini, sözlerini ve hallerini
Kitab ve sünnet terâzisinde ölçmeyini ricâlullahtan saymayız!”93
sözüyle, Allah adamı olmanın yolunu ve ölçüsünü göstermiştir
Bu yolun imamları, Allah Tâlâ’nın yolunu bilen
kimseye ona sülûkun kolay olacağını,94 Hz. Peygamber (s.a.v)’e
ittibâdan başka Hakk’a vuslatın mümkün olmadığını, 95 ilim olmadan
edebin korunamayacağını,96 mürşid olan kimsenin bir elinde:
“Kâlallah” diyeceği Kitab, diğerinde “Kâle Rasûlullah” diyeceği sünnet
bulunması gerektiğini, câhilin vâsıl ilellah olamayacağı gibi, başkasını
vuslata hiç erdiremeyeceğini, Allah Teâlâ’nın câhili dost edinmeyeceğini, dost
edindiği kimseyi de câhil bırakmayacağını belirtmişlerdir.97
Kıyâmete kadar gelecek bütün insanları sapıtmaktan
koruyacak iki şey vardır, onlar da; Allah’ın Kitâbı ve Rasûlünün (a.s)
sünnetidir.98 Bunların dışında -bu iki âdil şâhidin tasdik ettikleri
hâriç- hiç bir şeyin emniyeti ve kıymeti yoktur. Bu şeyler, insanların
nazarında hâıikulâde vasfını taşısalar bile.
Hak üzere terbiyet veren tarikatlarda mürşide
hilâfet için İlmî icâzetin şart koşulması, işin emniyeti için güzel bir
durumdur. Ancak bu icâzetin muhtevâsı ve ileride ümmetin irşadına namzet olan
şahsın, fıtrat kânunlarına, güzel dâvet kurallarına, şahsiyet farklılıklarına
uygun biçimde İlâhî emir ve mesajları devrinin insanlarına takdim ve tebliğ
etmesi, bu yol ve yolcular için çok önemlidir. İleride değineceğimiz gibi;
Allah ve Rasûlünün emirlerini bilmenin önemi kadar, bu emirlerin tebliğ
edileceği insanların fıtratını, onlann takbik edileceği zaman ve mekanın
şartlarını bilmenin de gereği vardır.
91Nûr 24/54.
92Bkz: Kuşeyrî, a.g.e, 1,122.
93Bkz: Câmî, Nefahâtü’l-Üns, 185
(Mârifet yay. İst. 1995); Ibnu Kayyım, Medâricu’s-
Sâlikîn, II, 484 (Beyrut, 1988).
94Kuşeyrî, a.g.e, 1,150; Attâr,
Tezkire, 729.
95Kuşeyrî, a.g.e, I, 117.
96Attâr, Tezkire, 519.
97Bkz:Esad Sâhib,
Bağiyyetü’l-Vâcid fi Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, 31-32 (Dimeş,1334);
Ayrıca bkz: Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, 62. (Haz:
Dilâver Selvi-Kemal Yıldız, İst, 1993).
98Bu konudaki hadis için bkz:Ebû
Dâvud, Menâsik, 56; Ibnu Mâce, Menâsik, 84; Mâlik, Kader, 3; Ahmed, Müsned,
III, 26.
3-Kâmil Takvâ.
Hakk’a dâvet ve irşâd makamının gerçek sâhibi Hz.
Peygamber (s.a.v)’dir. Bu yolun hedefi olan takvâ ve mârifetullahı en üst
seviyede elde eden O’dur. Bu işte O’na vâris olanların, derecelerine uygun seviyede
bunları bulmaları ve korumaları verasetin gereğidir. Yoksa; bu makâm temsil, o
dâvet tebliğ edilmiş olamaz.
Kur’an, velinin ta’rifini iki şeyle bitirmiştir:
1-Yakînî iman, 2-Kâmil takvâ. Bunları elde edene dünya ile âhiretin bütün
müjdeleri verilmiştir.99
Ebu’s-Suûd (982/1574), “Dikkat edin! Allah’ın
velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar, iman edip takvâya ulaşan kimselerdir âyettinde
anlatılan velilerin, Allah Teâlâ’ya rûhânî yakınlık sağlayan mü’minlerin
seçilmiş kesimi olduğunu, onların bu dereceyi, bütün hayırların temeli olan
yakînî iman ve kâmil takvâ ile elde ettiklerini, bu takvânın; “Ey iman
edenler! Allah’tan hakkıyla korkun!” âyetiyle istenen ve “insanın sırrını
Cenâb-ı Hakk’tan alıkoyan bütün şeylerden kesilerek bütünüyle O’na yönelmek”
şeklinde ta’rif edilen en üst mertebedeki takvâ olduğunu, veli deyince akla
gelen mânevî şühûd ve İlâhî yakınlığın bu takvâ ile hâsıl olacağını belirtir102
Kuşeyrî (465/1072),
nebinin günahlardan ma’sûm olmasının şart olduğu gibi; gerçek bir velinin de İlâhî
himâye ile günahlardan korunmasının şart olduğunu ileri sürerek: “Üzerinde
şeriatın reddettiği bir hâl bulunan kimse veli değil, aldanmış birisidir.”
demiştir.103
Beyazid-i Bistâmî’nin (261/875), kâmil şeyh diye
ziyâretine gittiği bir zâtın
"ilgili
âyet için bkz:“Haberiniz olsun ki, Allah’ın velîleri
(dostları) için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir.Onlar,
iman edip (gerçek) takvâya ulaşmış kimselerdir. Dünya hayatında da âhiret
hayatında da onlar için nice müjde (ve kerâmet)Ier vardır. Allah’ın söz (ve
hüküm) lerinde aslâ bir değişme yoktur. îşte bu (hâle ve va’de ulaşmak) en
büyük kurtuluştur.” (Yunus 10/62-63).
100Yunus 10/62-63.
101Âl-i îmrân 3/102.
102Ebu’s-Suûd,
Irşâdu’l-Akli’s-Selîm, IV, 158-159. Müellif burada, takvânın üç derecede
tahakkuk ettiğini; bunun birinci ve en alt seviyesinin şirkten sakınmak, ikinci
derecenin günahlardan korunmak, üçüncü ve en üst seviyenin de; kalbi ve sun
Allah’dan gayri şeylerden muhâfaza etmek olduğunu, velilerin bu üçüncü
derecedeki takvâya sâhip olduklarını zikretmiştir. Kuşeyrî, kâmil takvânın şu
sıra ile tahakkuk ettiğini belirtir: Önce, kalbi şirkten temizleme, peşinden
günahlardan sakınma, peşinden şüpheli şeyleri terk ve daha ilerisinde fuzûlî
şeyleri bir kenara itme. Bkz: Kuşeyrî, Risâle, 1,306.
103Bkz: Kuşeyrî, a.g.e, II, 521.
mescide giderken dikkat etmediği bir edeb
sebebiyle yanma bile uğramadan geri dönüp : “Bu adam şeriatın bir edebini
bile muhâfaza edemezken, nasıl olur da esrâr-ı ilâhiyye hakkında kendisine
emniyet edilir/”104 demesi meşhurdur ve bu işin ciddiyeti
açısından da güzel bir örnektir.
Sühreverdî (632/1234), Rasûlullah (a.s)’ın dâvet ve
irşâd makâmına vekâlet eden kâmil mürşidlerin, bütün günah kirlerinden
temizlenerek kalblerinin İlâhî nurlan yansıtan bir ayna durumuna geldiğini,
basîretlerinin açıldığını,105 gerçek hidâyet ve kâmil takvâ üzerinde
oldukları için muttakilerin imamı yapıldıklarını,106 Rasûlullah (a.s)
ile ma’nevî beraberlikleri sebebiyle elde ettikleri nûrânî hâl ve Rabbânî
ilimleri aynı yolla müridlerine intikal ettirdiklerini,107 irşada
ehil kılman ve “el-mahbübu’l-murâd” olan kâmillerin, seyr u sülüklerinin son
noktasında tam bir yakînî imâna ulaşıp, bütün varlığı, his ve hayâli ile
Allah’a secde ve kulluk ettiklerini,108 öyleki; vücutlarından bir
tüyün dahi kulluktan geri kalmadığını, bu hâyliyle onlann ibâdetlerinin
meleklerin ibâdetine benzediğini zikretmiştir.109
Gazzâlî (505/1111),
“İhyâ”da, âhiret âlimlerinin hallerini geniş geniş anlatmış,110
“Ravdatu’t-Tâlibîn ve Umdetü’s-Sâlikîn” adlı eserinde sülük ve terbiye
konulannı daha öz bir şekilde ele almış ve tam bir takvâ hâlini elde ederek
İlâhî huzurda kabul görmenin yolunu şöyle ta’rif etmiştir: “Âzâlannı isyandan,
nefsini alıştığı âdetlerden, kalbini beşerî zulmet ve katılıktan, sımnı
tabiatın kirlerinden, rûhunu hissî perdelerden, aklını hayâlî ve boş
düşüncelerden arındırmadıkça İlâhî
104Bkz: Kuşeyrî, a.g.e, II, 521;
îbnu Kayyım, a.g.e, II, 484.
105Bkz: Sühreverdî, Avârif, 83
(10. bl),
106Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 84
(Trc: Gerçek Tasavuf, 103.)
107Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 86.
108Sühreverdî, a.g.e, 89.
(Trc:112)
1 "Sühreverdî, a.g.e, 90.
Müellif, irşada tam ehliyet kesbeden ârifin hâl ve sıfatlarını uzun uzun
anlattıktan sonra şu sonuca varır: “işte kim, anlattığımız bu hâl ve makamları
elde etmişse; o, mutlak bir mürşid-i kâmil, gerçek bir âif-i billah ve asıl
hürriyetine kavuşmuş bir sevgilidir. Onun nazarı devâ, kelâmı şifâdır. O, Allah
Teâlâ ile konuşur, O'nunla suküt eder. Nitekim, bir kudsî hadis-i şerifte bu
durum şöyle anlatılmıştır:
"Kulum
bana, nafile ibâdetleriyle devamlı yaklaşır, nihayet onu severim. Ben (bir)
kulumu sevince; onun gözü, kulağı, eli ve ayağı olurum. O, benimle görür,
benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür.” (Hadis için bkz: Buhârî, Rikak,
38; îbnu Mâce, Fiten, 16; îbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l Evliya, 26-27 (No:l);
Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1,142; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 696-99) 110Bkz:
Gazzâlî, îhyâ, I, 87-120.
yakınlığa ulaşamazsın.111
Âyet-i kerimede zikredildiği şekilde: “Allahım!
Bizi, muttakiler için bir imam yap!”11'2,
duasıyla dinde riyâset, takvada imâmet isteyenlerin, îbnu Atıyye’nin
(546/1151) belittiği gibi; önce kendilerinin gerçek takvayı elde etmesi gerekli
olmaktadır.113
4-Teşhiste basiret, tesbitte ferâset ve terbiyede
siyâset ilmi.
Rasûlullah (a.s)’a vekâleten ümmetin irşadını üstlenen
kimsenin, dâvet ve terbiye işinde de O’nu ta’kib etmesi, karşısındaki
insanların tabiatlarını, kâbiliyederini, güçlü ve zayıf oldukları noktalan,
cibillî ve hulkî haslederini bilmesi, ona göre ahlâkî eğitimini gerçekleştirmesi
gerekmektedir.
Bunun için yakînî imân, sağlam ilim, kâmil takvâ
yanında Rabbânî bir basiret, nûrânî bir ferâset ve peygamberi bir siyâset
şarttır. İlâhî dâvet basiret istemektedir. Bu: “Rasûlüm! De ki: “İşte bu,
benim yolumdur. Ben, bana tâbi olanlarla birlikte, bir basiret üzere Allah’a
dâvet ediyorum.” Allah’ı (noksan sıfatlardan ve ortaklardan) tenzih ederim. Ve
ben, müşriklerden değilim.” âyetiyle ortaya konmuştur.
Basiret; gaflete düşmeden ve duygulara kapılmadan
ileriyi ve gerçekleri isabedi olarak görme yeteneğidir.115 O, kudsî
nurlarla nurlanmış kalbin kuvveti olup Hakk’m hidâyeti ile perdelerin
kaldınlmasıdır. Varlıkların hakikati ve içyüzünü gösteren bir vâsıtadır.
Eşyânın dış şekillerini gören baş gözü ne ise; hakikatian keşfedecek kalb için
basiret de odur.116 îbnu Kayyım’ın (751/1351) ifâdesiyle,
basiret; Allah’ın kalbe attığı öyle bir nurdur ki, onunla Rasûlullah (a.s)’m
getirdiği şeylerin hakikati anlaşılır ve insan onlardaki sim gözüyle görmüş
gibi olur, ona göre hareket eder, o gerçeklere muhâlefetten sakınır. Ârif
onunla, İlâhî esmâ ve sıfatın, emir ve nehyin, va’d ve vaîdin hakikatini anlar.117
Kâmil mü’min keskin basiret ve ferâset sâhibidir.
Ferâset; Allah’ın kalbe
Bkz:
Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn, 12. (Dâru’n-Nahdati’l-Hadîsiyye, Beyrut, trs.) 112Furkan
25/74.
113Bkz: îbnu Atıyye,
el-Muharraru’l-Vecîz, IV, 222; Kurtûbî, el-Câmi’, XIII, 83.
114Yusuf 12/108.
115Uludağ, Tasavvufî Terimler
Sözlüğü, 85. Ayrıca bkz: D.Î.A, Basiret, Mad. V, 103.
1 Kâşânî, a.g.e, 292-293; Cürcânî, a.g.e, 71;
Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, 215; Hıfnî, Mu’cemu Mustalahâü’s-Sûfiyye, 35; Geniş
bilgi için bkz: D.Î.A, Basiret, Mad. V, 103.
117Geniş bilgi için bkz: îbnu
Kayyım, Medâricu’s-Sâlikîn, I, 129-136; Kâşânî, Şerhu Menâzili’s-Sâirîn,
236-242.
verdiği ilhamla yakînî bilgiye ulaşma, bir şeyin
gerçeğini keşf ve gaybı muâyenedir.118 Ariflerin feraseti sahih
olduğu için tahkik ifâde eder.119
Kuşeyrî’nin (465/1072) yaklaşımı ile; “Mü’minin
ferâsetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.”120
hadisiyle anlatılan ferâset; imanın kuvveti nisbetinde hâsıl olur. Şu halde
imanı en kuvvetli olan, feraseti en keskin olan kimsedir.121
Şâh Şucâ el-Kirmânî’nin (270/883) belittiği
gibi; gözü haramdan korumak, nefsin arzularına uymamak, murâkabeye devam ederek
kalbini, sünnete ittiba ederek de dışını ma’mur hâle getirmek ve helal lokma
yemek, sahih ferâset için şarttır.122
Sühreverdî (632/1234), kâmil mürşidlerin derin ve keskin
basiretleriyle müridlerin bâtınlarına vâkıf olup mânevî tasarruf yetkisine
sâhip olduklarını, müridin hâli hangi tedâviyi gerektiriyor ve hangi uygulama
nefsin ıslahına uygun geliyorsa ona göre muâmelede bulunduklarını, insanların
kâbiliyetleri farklı olduğu için, onların Hakk yoluna dâvetlerinin de farklı
derece ve şekillerde yapılması gerektiğini, bunun:
"Rasûlüm! İnsanları
Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlara karşı en güzel
mücâdele şekliyle mücâdele yap.”122 âyetiyle ortaya konduğunu,
insanların kimisinin hikmetle, kimisinin güzel öğütle, kimisinin de uygun bir
müdâhale ile hak yola çağrılacağını belirtir.124
118Kaşânî, a.g.e, 294; Cürcânî,
a.g.e, 213; Ankaravî, a.g.e, 216; Haşan Şarkâvî, Mu’cemu Elfâzı’s-Sufiyye
224-225 (Kâhire, 1992); Kuşeyrî, Risâle, II, 481; Hıfnî, a.g.e, 205; D.I.A,
Firaset Mad. IV, 640; Uludağ, a.g.e, 181.
119Hıfnî, a.g.e, 205.
120Tirmizî, Tefsîr, 16, (No:3127);
Tebarânî, el-Kebîr, No: 7496; Hatib, Tarih, V, 99;
Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 267; Elbânî, Daîfe,
No: 1821.
121Kuşeyrî, a.g.e, II, 480.
122Kuşeyrî, a.g.e, II, 483;
Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 143.
123 Nahll6/ 125
124Bkz: Sühreverdî, Avârif, 99.
(Trc: 125). Sühreverdî, kişişel farklara göre dâvetin
şekillerini şöyle açıklar: “Hikmetle dâvet, İlâhî dâvette bir rütbedir, öğüt ve
güzel mücâdele de aynı şekilde özel bir usûl ve dâvet şeklidir. Hikmetle Hakk
yoluna dâvet
edilecek kimse, nasihatla çağrılmaz. Onun dâveti, ancak hikmetle güzel (ve
faydalı) olur. Mürşid-i Kâmil, kimin nasıl irşâd edileceğini, kimin ebrâr,
kimin mukarrabûn usûl ve üslûbunda terbiye edilmesi gerektiğini bilir. Yine;
kimin zikre, kimin (nafile) namaza devam etmesi gerektiğini, kimin katı ve
kalın, kimin güzel elbise giymede hevâsına uyduğunu bilir ve müride en uygun
olanı tercih ederek, onu içine düştüğü kötü âdetlerinden ve nefsin darlığından
kurtarır. Kendi irâde ve ihtiyarı ile ona en uygun elbiseyi giydirir, en
faydalı
Bir mürşidin koruması gereken edebleri sayarken;
sözünü İlâhî irâdeye uygun biçimde ve insanların kabiliyetlerine göre
konuşmasını zikreden Sühreverdî, her müridin seyr u sülükte farklı
bidâyet ve nihâyet hallerinin bulunduğunu belirtmiş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in
de, insanların akıllan ölçüsünde konuştuğunu, ashâbm değişik durumlanna göre
farklı hükümler uyguladığını hatırlatmıştır.125
yemeği yedirir. Özel hırka ve terbiye usulleriyle,
müridin hevâ hastalığını tedâvi eder. Böylece onu, Mevlâsınm rızâsına hazırlar.
Gönlü (Hakk’ı) irâde ateşiyle tutuşan sâdık bir mürid, hidâyette, bir yılan
veya akrep tarafından sokulup, kendini tedâvi edecek bir doktoru arayan kimse
gibidir.
Bu durum ve niyette olan bir mürid, kâmil bir mürşid
ile karşılaştığı zaman; mürşid onun hâline vâkıf olduğu için, bâtınından ona
karşı güzel yardım duygusu kabarır ve müridin bâtınında da o mürşide karşı,
aralarında, Allah için, Allah yolunda ve Allah'ın tevfikiyle oluşan kalbi ülfet
ve ruhlar âlemendeki ünsiyet sebebiyle, İlâhî bir muhabbet meydana gelir. Şu
halde, bir müridin mürşidinin elinden giydiği hırka, ona, bu sâyede mürşidinin
güzel mânevî yardımlarının geleceğini müjdeler ve mürid için Yusuf
Aleyhisselam'ın gömleğinin Yâkub aleyhisselam üzerinde yaptığı hâl ve te’siri
icrâ eder.” Bkz: a.g.e, 41,100 (Trc: Gerçek Tasavvuf, 125-126).
125Bkz: Sühreverdî, a.g.e,
415-416.(Trc: 537). Sühreverdî, mürşide gereken edebleri, on maddede şöyle
özetlemiştir: 1-îrşâd işine nefsi adına tâlib olamamk, 2-Konuşmasını İlâhî
irâdeye uygun ve insanların kâbiliyetine göre yapmak, 3-Özel bir halvet ve
zikir yeri edinmek, 4-Tevâzu’ sâhibi olup, hürmet beklememek, 5-Güler yüzlü ve
yumuşak olak, 6- Müridlerin hukukunu korumak, 7-Müridlerine güçleri nisbetinde
yük yüklemek, 8- Müridlerinden mal taleb etmemek, 9-Hoşa gitmeyen hâl ve
hareketleri imâ ve işâretle düzeltmek, 10-Sırlan saklamak.” Bkz: a.g.e, 415-421
(Trc: Gerçek Tasavvuf, 536-544) Müellif, konumuzla ilgili ikinci maddede şu
mühim açıklamayı serdetmiştir “Sonra mürşid, müridin her hâlini kontrol edip
değerlendirmeli, imanının nûru, ilim ve mârifetinin kuvvetiyle, müridde zûhur
eden şeyleri anlamak, onun neye salâhiyet ve kabiliyeti olduğunu ferâsetiyle
farketmelidir. Bazı müridler vardır ki; onlar için, sırf ibâdet, zâhiri ameller
ve ebrârın yolu uygun olur. Bazı müridler vardır ki; onlar, kurbiyyet hâli,
kalbî amel ve yüce muâmeleler için seçilmiş mukarrabûnlarm yoluna uygun
kâbiliyyet sahibidir. Ebrâr ve mukarrabûnlann herbirisi için (seyr u sülükte)
farklı bidâyet ve nihâyet halleri vardır.
Mürşid-i kâmil, bâtınlara nazar ve vukûfiyet
sahibidir. Her şahsa neyin güzel ve uygun olduğunu bilir. Hayret etmemek elde
değil! Sahrada yaşayan bir kimse, toprak çeşitlerini, bu toprağa göre uygun
mahsul türlerini bilir. Her sanat erbâbı, sanatının inceliklerini, fayda ve
zararlarını bilir. Bir kadın bile, elindeki pamuğu, ondan ne kadar (nasıl) ince
veya kalın iplik elde edileceğini bilir de, bir mürşid-i kâmil müridinin hâlini
ve kâbiliyetinin neye müsait olduğunu bilmez, bu mümkün mü? Rasûlullah (s.a.v),
insanlara akıllarının alacağı ölçüde konuşuyor ve herkese hâline uygun işi
emrediyordu. Ashâbmdan
“İnsanlara akılları ve
anlayışları ölçüsünde konuşunuz ve hallerine uygun davranınız.” prensibini ortaya koyan
hadisler,126 eğitimin esâsını teşkil etmektedir. îbnu Mesud’un
(32/652): “Bir topluluğa henüz akıllarının ermediği bir şeyden bahsetmen,
muhakkak bir kısmı için bir fitne olur.”127 ikâzını da terbiyedeki
tedrîcilik adına devamlı gözönünde bulundurmak gerekir.
Rabbânîlik; her şeyi ile Allah adına hareket etmek
olduğu gibi;128 îmam Buhârî’nin (256/870) meylettiği anlayışa
göre; Rabbânî usûle uygun olarak, ta’limde, anlayış ve zekâ seviyesine göre
talebeye önce ilmin basit, sonra ince ve yüksek kısımlarını vermeye de denir.129
Terbiyeci âlimin bir vazifesinin de; peygamberi
metoda uygun olarak, muhhatabının aklî seviyesine göre konuşmak olduğunu
belirten Gazzâlî (505/1111),130 kendisine tâbi olunan
mürşidin, mânevî, ahlâkî hastalık çeşitlerini ve herbir hastalık için gereken
tedâvi usûlünü de bilmesi gerektiğini, yoksa; her hastaya tek tip ilaç veren
doktorun ekseri hastalan öldürdüğü gibi; her müride aynı yöntemi uygulamaya
kalkan mürşidin de, onlan helak edip kalblerini öldüreceğini zikretmiştir.131
bazısına malını infâk etmeyi, bazısına malını
elinde tutmayı, bazısına çalışıp kazanmayı, Ashab-ı suffe gibi bir kısmına da
çalışmayı bırakmalarını hüküm ve emir veriyordu. O
(s.a.v),
terbiye halkasına girenlere bütün bunları yakînî bir ilim ve ferasetle
uyguluyor, umûmî dâvetini ise herkese ve her kesime yapıyordu.” Bkz: Avârif,
416. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in,
terbiyede kişisel farklara göre farklı davranışlarına örnekler için Bkz: Yusuf
el- Kardâvî, H. Peygamber ve İlim, (er-Rasûl ve’l-îlm tercümesi. Müt: Dilâver
Selvi, Şûle, 1991).
126Bu konudaki birbirini tamamlayan
rivâyetler için bakınız: Müslim, Mukaddime, sh: 6; Ebû Davud, Edeb, 23 (Had.
No:4842); Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Had. No: 2735-2736; Ali el-Muttakî,
Kenzü’l-Ummâl, III, 109 (No:5717-5718; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Had. No: 592. 127Bkz:
Müslim, Mukaddime, 3; İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 304. (Beyrut, 1993). Hz.
Ali’nin :
“İnsanlara yakînen tanıdığı şeylerden anladığı kadar bahsediniz. (Zamansız ve
yersiz nakilleriniz yüzünden, muhâtablarca anlaşılamayıp) Allah ve Rasûlünün
(emirlerinin) yalanlanmasını ister misiniz?!” sözü de büyük bir gerçeği ortaya
koymaktadır. Söz için bkz: Buhârî, İlim, 49; ibnu Hacer, a.g.e, I, 304. İmam
Müslim’in hadis hocalarından Muhammed b.
ei-Müsennâ, Abdurrahman b. Mehdi’nin; bir
kimsenin, muhâtabının durumunu ve aklî seviyesini düşünerek, işittiği ve
bildiği şeylerin bir kısmım (zamanına) saklamadıkça kendisine uyulacak bir imam
olamayacaığını, söylediğini nakleder. Bkz: Müslim, Mukaddime, 3.
128Bkz: Kuşeyrî, Letâifu’l-îşârât,
1,253 (Mısır,1971).
129Bkz:Buhârî, ilim, 10; ibnu
Hacer, a.g.e, I, 218.
130Bkz: Gazzâlî, ihyâ, 1,85 (Dâru
Kuteybe, Beyrut, 1992)
Seyr u sülûkun başından sonuna kadar, kulun
letâiflerinin terbiyesiyle Allah Teâlâ’nın mânevî huzuruna bir seyirden ibâret
olduğunu, bu seyirde, tecrübesiyle yolu çok iyi bilen bir delile (mürşide)
ihtiyaç olduğunu belirten İbnu’I Bennâ es- Serkıstî, “el-Mebâhisu’l-Asliyye”
kitabında, bir mürşidde bulunması gereken ilim, sıfat ve hâl konusunda, manzum
şekilde çok güzel bilgiler vermiş,132 Said Havvâ (1409/1989),
bunların bir kısmını naklettikten sonra, hepsinin özetini şu üç maddede
toplamıştın
1-Şeyhin, başından sonuna kadar yolu katetmiş
olması, bütün incelik ve gizlilliklerini bilerek halka bu yolu göstermeye kâdir
hâle gelmesi gerekir.
2-Kalb çeşitleriyle bunların hastalıklarını
yakînen bilmesi ve Allah’ın izniyle onları tedâviye güç yetirir hâlde olması
icabeder.
3-Bu hastalıkları tedâvi edebilmesi için, hangi
hastalığa hangi ilacın ne kadar gerektiğini bilmesi zaruridir.133
5-Ma’nevî silsile ve irşâd icâzeti.
Tasavvufta, sâlikin irşada başlayabilmesi için
mânevî bir silsile ile Hz. Peygamber (s.a.v)’e bağlanan kâmil mükemmil
bir mürşidden irşâd icâzeti ve terbiye yetkisi alması gerekli görülmüştür.134
Tarikatlardaki bu silsile, İslam tasavvufunu batı
mistisizminden ayıran bir fark olarak gösterilmiştir.135
Şartlarına riâyet edildiğinde bunda büyük bir
fayda ve emniyet olduğu açıktır. Çünkü; tasavvuf bir ilimdir, hâldir, ahlâktır,
kimden alındığına dikkat gereklidir. Tıbb diploması olmayan ve mütehassıslığını
da isbat etmemiş bir doktora ciddi bir hastalığı tedâvi için bedeni teslim
etmek nasıl bir fecaat ise; emin ve ehliyetli bir kâmilin irşâd halkasında edeb
görüp, terbiye olup mürşidinden irşâd icâzeti almayan bir kimseye kalbî
hastalıklarını tedâvi ve yüksek makamlar terakki için gitmek de o derece, hatta
daha ileri seviyede bir felâkattir. Çünkü bunda, bozulan kalb, harap
131Bkz: Gazzâlî, a.g.e, III,
94-95; Zebîdî, Îthâfu’s-Sâde (ihyâ şerhi), VHI, 640-641. (Beyrut, 1988)
132Bkz: îbnu Acîbe, el-Futuhâtu’l-îlâhiyye
fî Şerhi’l-Mebâhisi’l-Asliyye, (İkâzu’l- Himem’le birlikte), 142-190. (Beyrut,
trs.)
133Bkz: Said Havvâ,
Tebiyyetüre’r-Rûhiyye, 222-234 (Dâru’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1979);
Ruh Tebiyemiz, 350 (Kayıhan yay. îst. 1988).
134Bkz: Abdulkâdir Isâ, Hakâik
ani’t-Tasavvuf, 79.(Haleb, 1993).
135Bkz: Kara, Tasavvuf ve
Tarikatlar Tarihi, 16 (Dergah yay. îst.1990). Geniş bilgi için bkz: Tahralı,
Fransız Müslüman Abdulvâhid Yahya (Rene Guenon’un) eserlerinde tasavvuf ve
mistisizm farkı, Kubbealtı Akedemi Mecmuası, sy: 4. Ekim, 1981.
olan din, yıkıma uğrayan âhiret, kaybolan ebedî
saâdettir.
Muhammed b. Şîrîn’in (110/728): “Bu ilim dindir;
dininizi kimden aldığınıza iyi bakınız.”136 sözünü, dinin bütün
ilimleri için dikkate almak gerekir. Abdullah b.Mubârek (181/796):
“îsnad dindendir, eğer isnad olmasaydı, isteyen dilediği gibi konuşurdu.”137
sözüyle, hadis ilmi için İlmî silsileyi bir emniyet gördüğü gibi; tasavvuf ilmi
için de tarikat silsilesini ve kâmil bir mürşidin icâzetini, bu icâzetin
hakkıyla alınması ve mensub olunan silsilenin hakikatıyla temsil edilmesi
şartıyla, yola ilk adım için bir emniyet kabul edebiliriz. Târihin şâhid olduğu
bazı yanlış uygulamalar, bize bu kayıtlan koydurmuştur.
Nakşi yolunun piri Şah-ı Nakşıbend’e (791/1388):
“Hazretinizin silsilesi nereye kadar ulaşıyor?” diye sorulduğunda; şu manalı
cevabı vermiştir: “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz!”13 Tâhirû’I-Mevlevî (1371/1951) bu cevâbın
nüktesini: “Herkes Allah için yapbğı amele baksın, mensub olduğu silsileye veya
sâhip olduğu mevkiye takılmasın.” şeklinde açıklamıştır.139
Burada, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kızı Fatıma’ya:
“Ey Fatıma! Kendini ateşten
kurtaracak amellere sanl. Bil ki ben, Allah’tan gelen bir şeyi senden
gideremem.”140
buyurarak; peygamber kızı olmasına güvendirmeyip, sâlih amellere teşvikini ve
herkesi ilgilerdiren: “Ameli kendisini geri bırakanı, nesebi ileri
geçiremez!”141 ikâzını hatırlatmalıyız.142
Sühreverdî (632/1234), müridlerin mürşidlerin yanında bir süt
emme dönemi, bir de sütten kesilme döneminin bulunduğunu, süt emme döneminin
mürşidin sohbet ve terbiyesinde kalma dönemi olup, bunun ne kadar süreceğini
mürşidin bileceğini, zamanı gelmeden ayrılmanın hak olmadığını belirtip143
müridin tek başına kalabilmesi için alacağı mesafeyi şöyle izah etmiştir
“Mürşid, müride ancak, onun kendisinden ayrılma
vaktinin geldiğini ve onun
136Bkz: Müslim, Mukaddime, 4,
Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi, I, 84 (Beyrut, trs.).
137Bkz: Müslim, Mukaddime, 5,
Nevevî, a.g,e, I, 87.
138Bkz:Câmî, Nefahâtu’l-Üns, 532
(Mârifet yay. îst. 1995)
139Bkz:Tâhirü’l-Mevlevî, Mesnevi
Şerhi, 1,75.(Ist 1971)
14 Buhârî, Vasâya, 11; Nesâî,
Vasâya, 6; Dârimî, Rikak, 23.
141Ebû Dâvud, ilim, 1; Tirmizî,
Kur’an, 10; Îbnu Mâce, Mukaddime, 17.
142Ebu‘l-Abbas
el-Mürsî, bu
konuyla ilgili olarak: “Mürid, şeyhi ile övünen kimse değildir. Asıl mürid;
mürşidinin kendisiyle övündüğü kimsedir.” derken (Bkz:Ş’arânî,el- Envâru’l
-Kudsiyye, I, 200), İmam Rabbânî de: “Ameli bırakıp veya amelde
gevşek davranıp meşâyıhm rûhâniyeti (teveccühü, istimdadı bize yeter düşüncesi)
ile aldanmamak gerekir.” uyarısında bulunur. Bkz: imam Rabbâni, Mektûbât,
1,148. Mek.
143Sühreverdî, Avârif, 98. (Trc:
Gerçek Tasavvuf, 123. Müt: Dilâver Selvi, îst 1995). nefsini tek başına idâre etmeye güç yetireceğini
bildikten sonra, kendisinden ayrılmasına müsâade eder. Müridin kendi başına
istiklâli; artık (Cenâb-ı Hakk’tan mânevî ilim ve ilhâm alıp) anlama
kapısının kendisine açılmasıyla başlar. Mürid, ihtiyaç ve mühim işleri Allah
Teâlâ’ya arzedebilme ve O’nun ta’rif ve tenbihatlanna göre çözüp, murâd-ı
ilâhiyeyi anlama rütbesine ulaştığı zaman, artık mürşidinden ayrılma vakti
gelmiştir. Mürşidinden ayrılma vakti gelmeden (kendiliğinden) ayrılırsa; önüne,
dünyaya dönme, hevâsına tâbi olma gibi, vaktinden evvel sütten kesilen çocuğun
ma’ruz kalacağı sıkıntı ve engellere benzer mânialar çıkar ve kendisini zarara
sokar.
Burada şunu da hatırlatalım ki; mürşid-i
kâmillerin sohbet ve mânevî terbiyelerinde devamlı kalıp kemâle ermek, hakiki
müridlerin işidir. Hakiki mürid; (mürşidine sıdk ile teslim olup, elinden)
irâde hırkasını giyen kimsedir.”144
Şa’rânî (973/1565),
mürşidinin izni olmadan şeylik postuna oturan kimsenin, haktan sapacağını ve
başkalarının da ayağını kaydıracağını,145 çünkü; henüz beşeriyet
ateşi sönmeyen kimsenin kalbi perdeli olduğu için hakikatlara vâkıf
olamayacağını,146 zamanının mürşidini bulan kimsenin ma’nevî fetih
yolu açılıncaya kadar ondan ayrılmaması gerektiğini belirterek,147
kendisine irşad izni verilen sâlikin en bâriz vasıflarının; nefsini görmemek,
nefsânî şeylere meyletmemek, insanlara şefkat ve nasihat, güzel hâline rağmen
büyük bir tavâzu olduğunu zikretmiştir.148
îslâmın umûmî dâveti için herkesin illâ bir
tarikat disiplini içinde mürşid terbiyesi görmesi ve hilâfet icâzeti alması
şart değildir. Sağlam imân, sahih ilim, sâlih hâl sâhibi her mü’min inandığı ve
yaşadığı ölçüde tebliğini yapabilir. Dâvetin bu kadarı her mü’min için
mümkündür. Bunda yasak ve tezat yoktur. Ancak, iş
144Bkz:
Sühreverdî, a.g.e, 98-99. (Trc: 124). Sühreverdî, din
adına bir mürşidin etrafında toplanan kimselerin, onun iznini almadan (ve
işlerini bitirmeden) ayrılmamalarının şu âyetteki edebe uygun olduğunu
belirtir. “Mü’minler ancak, Allah ve Rasûlûne iman
edenlerdir. Onlar peygamberle beraber bir iş üzerinde bulundukları zaman, ondan
izin almaksızın ayrılıp gitmezler. Ey Rasüiüm! Senden izin isteyenler, Allah ve
Rasûlûne hakkıyla iman etmiş olanlardır. O halde, bazı işleri için senden izin
istedikleri vakit, sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver ve onlar için
Allah'tan mağfiret iste. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır.” (Nûr
24/62).
145Bkz: Şa’rânî,
el-Envâru’l-Kudsiyye, 1,2O.(Beyrut, 1988).
146Bkz: Şa’rânî, a.g.e, I, 77.
147Bkz: Şa’rânî, a.g.e, 1,181;
Kuşeyrî, Risâle, II, 472.
148Bkz: Şa’rânî, a.g.e, I, 71.
kalbî irşâd, rûhî terakki, nefsî terbiye ve ahlâkî
ıslaha gelince; haddini bilmelidir. Bu işte ehil ve ehliyetli olanlar öne
çıkmalı, yetkili olmayanlar noksanını görmeli, yarım doktor iken mütehassıs
görünmemeli, kendisine müracaat edenleri ehli olana göndermeli; utanma,
itibarını koruma veya dünyevî bir çıkara konma gibi sebeplerle, görüntüyle işi
götürmeye çalışmamalıdır. Çünkü, bu işin müfettiş ve muhâsibi; gizli-açık her
şeyi bilen ve gören Allah Teâlâ’dır.
6-Zühd ve îsâr ahlâkı.
Muhammedi vârislerin bir özelliği de; Hakk’a
itimad edip halkın elindeki şeylerden elini ve gönlünü çekmek, eline geçeni
halka vermek, gönlünden de hep vermeye niyet etmektir. Beşeriyetin önüne çıkıp
halkı Hakk’a dâvet eden bütün peygamberler -hiç istisnâsız-şu temel prensibi
sık sık hatırlatarak dâvetlerine devam etmişlerdir.
“Ben sizden bu dâvetime
karşılık olarak hiçbir ücret istemiyorum (istemeyeceğim de). Benim ücretim,
âlemlerin rabbi olan Allahla âitür.” 9
Hz. Peygamber (s.a.v)’in belittiği gibi; Allah’a sevilmenin
yolu; dünyâdan gönlü çekmek, insanlara sevilmenin yolu da; onların elindekine
göz dikmemektir.150 Demek ki; Hakk’a ve halka sevilmenin tek yolu;
eşyâdan gönlü çekip tamahtan kurtulmak, başkasına vermek fakat kimseden bir
karşılık beklememektir.
Allah adamı olduğunu, basiretinin açıldığını iddiâ
edip te, insanların elindekine göz dikene, Ebu’I-Hasan eş-Şâzelî: “O,
davâsmda yalançıdır.” diyor.151
Rüveym (330/941), tasavvufun bir esâsının da;
herşeyini Allah için infak edip isâr ahlâkını elde etmek olduğunu belirtmiştir.152
el-Bûşencî (348/959), fütüvveti, “Onlara verdikleri
şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa
bile, başkalarını nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunur (ve kurtulursa) işte onlar felah bulanlardır.”15 âyetiyle anlatılan hâl olarak tanıtmıştır.154
149Ilgili âyetler için bkz:Yunus
10/72; Şuarâ 26/109, 127,145, 164,180, Sebe’ 34/47.
15 lbn Mâce, Zuhd, 1 ( 4102);
Hâkim, a.g.e, IV, 313 (h.no: 7873); Beyhâkî, Şuabu’l- îmân, VII, 344 (h.no:
10522); Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e, 1,246.
151Bkz: Şa’rânî, a.g.e, I, 123.
152Bkz: Kuşeyrî, Risâle, II, 552.
153Haşr59/9.
Yine, velilerden Ebu Hafs Ömer b. Sâlim, îsân;
kişinin dünya ve âhiret işlerinde kardeşlerinin hak ve hazzını kendi hazlanndan
önde tutması, şeklinde ta’rif etmiştir.
Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), dünyâ ehli
âlimlerle, âhiret âlimlerinin vasfını ve farkını anlatırken; Allah Teâlâ’nın,
kötü âlimleri, ilimleriyle dünyâ malı yiyen kimseler olarak tanıttığını, âhiret âlimlerini ise; huşû ve zühd sıfatıyla
övdüğünü belirtmiştir.
İmam Gazzâlî (505/1111) de, bu konuda el-Mekkî’nin görüşlerine
aynen katılarak, Hz.
Peygamber (s.a.v)’in: “Kendisiyle Allah Teâlâ’nın rızâsı aranacak (ve
bulunacak) bir ilmi, herhangi bir dünya metâı (ve menfeatı) ele geçirmek için
öğrenen kimse, kıyâmet günü Cennetin kokusunu koklayamaz.” hadisiyle, Allah adına yapılacak bir işi
dünyadaki servet ve şöhretlerine vesile etmeye çalışanların, ebedî âlemde nasıl
bir zillet ve mahrûmiyet içinde olacaklarını hatırlatmış, diğer bir hadisin beyânıyla; bu ümmetin
âlimlerinin iki sınıfa ayrıldığını, birisinin Allah adamı, diğerinin dünyâ
uşağı olduğunu, ilmini Allah için öğreten kimsenin dünya ve âhiretin şerefini
elde ettiğini, diğerinin ise; dünyâdaki geçici saltanatının âhirette zillete
dönüştüğünü belirtmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in belittiği gibi; Allah adına olan şeyler
hâriç, diğer herşeyin lânetlendiği163 bir âlemde, âlim-i Rabbânî ve
vâris-i nebi olan bir mürşidin, bu ulvî vazifesini yerine getirirken, vârisi
olduğu peygamberler gibi, muhâtablanna: “Ben bu işime karşılık olarak sizden
herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbi olan Allah’a
âittir. Size; beni yüceltin de demiyorum. Sizden istediğim tek şey; Yüce Rabbe
hakiki kul olmanızdır.” demesi, bu verasetin gereği ve edebidir.
Hakiki vârislerin ve mürşidlerin hâli budur.164
Hadisin ta’rifiyle, zühd; hiçbir mala sahip olmamak, elinde hiç dünya
bulundurmamak değil; elindeki mala Allah’ın katindakilerden daha fazla
güvenmemektir.165 Bu hâli elde eden kimse, bütün dünya kendisinin olsa,
elindekine değil, Allah Teâlâ’ya güvenir.
Böyle insanlar, etrafında halka kurulmaya,
arkasında cemaat olmaya, dâvetine râm olunmaya değer. Çünkü; Allah Teâlâ,
kendisine tâbî olunacak şahıslan tanıtırken: “(Davetlerine karşılık)
sizden (dünyâ adına) hiçbir şey istemeyen kimselere tâbi olun. Onlar, hidâyete
ermiş kimselerdir.” 66 tâlimatını
karşılık bir
yiyecek (dünya metaı) almaz, onu az bir para karşılığında satmaz. Bu kimseye,
semadaki kuşlar, sudaki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar salat (ve duâ) ederler.
Kirâmen Kâtibin melekleri kıyamet günü o kimseyi Allah Teala'nm huzûruna aziz
ve şerefli bir kimse olarak getirirler. Sonunda Peygamberlerin meclisine
katılıp onlara arkadaş olur. Diğer kimse ise; Allah Teala kendisine dünyada
ilim verir. O da bu ilimle Allah Teala'nm kullarını sapıtır, timine karşılık
dünya malı ahr, onu az bir para karşılığında satar. Bu kimse kıyamet gününde
ağzına ateşten bir gem vurulmuş olarak getirilir. Bir münadi halkın önünde:
"Bu, falan oğlu filandır. Allah Teala kendisine ilim vermiş, o da bu
ilimle Allah'ın kullarını sapıtmış, ilmine karşılık yiyecek (dünya metaı) almış
ve onu az bir para karşılığına satmıştır" diye seslenir. Bu kimse
insanların hesabı sona erene kadar azap görür, (sonra asıl cezâsını
çeker)" Hadis için bkz: Tabarânî,
el-Mu’cemüT-Evsat, VIII, 92 (No:7183); Heysemi, Mecmu'z-Zevaid, I, 124;
Münziri, et-Tergıb, 1,100. İlmi dünya için âlet edenlerin halleri ile ilgili
geniş bir açıklama için bkz: îbnu Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-îlm, 1,186-196.
163Tirmizî, Zuhd, 14; İbn Mâce,
Zuhd, 3; Heysemî, a.g.e, 1,122; ibn Ebi’d-Dünya, Kitâbu Zemmi’d-Dünya, 15 (h.
no: 7); Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e, 1,244; Gazalî, a.g.e, III, 298. 164Sûfilerin
zühd ve isâr ahlakları ile güzel örnek ve ta’rifler için bkz: Sühreverdî,
a.g.e, 247-254,489-491, (Trc:315-323,629-632).
165Hakiki zühdü ta’rif eden hadis
için bkz: Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 286. 166Yâsîn 36/21.
vermiş, mürşidlerin mürşidi (s.a.v) de: “Kendisine
(tefekkür ve tezekkür dolu) sükût ve zühd verilen bir kimseyi gördüğünüz vakit,
ona yaklaşın. Çünkü ona hikmet telkin edilmiştir.” buyurmuştur.
Târihte, milletini ve cemaatını, garazsız sevip
ivazsız lütfa garkedenler, daha yaşarken herkes tarafından sevildiği gibi;
vefatlarından sonra da gönüllere taht kurmuşlar, herkesi köle, kendisini baş
görenler ise; hayatta da mematta da gönüllerden silinmişlerdir.
7-Mânevî câzibe ve İlâhî heybet sâhibi olması.
Bu vasıf ta, kâmil mürşidlerde aranan bir özellik
olmuştur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.v)’in en bâriz vasıflarından birisi
de İlâhî heybet ve mânevî câzibe sâhibi olmasıydı.168 O’nun bu
hâlini zâhiren de olsa farkeden bazı müşrikler, Mekke’ye yeni gelen kimseleri,
sözünün ve hâlinin câzibesine kapılıyorlar diye kendisiyle görüştürmemek için
özel çaba harcıyorlardı.169 Sûfiler bu hâlin, derecelerine göre,
kâmil vârislerde de bulunacağını belirtmişlerdir.
Ebû Amr b. Nüceyd’in (336/976), “Görülmesi seni
tehzib ve te’dib etmeyen kimse, bil ki; kendisi tehzib ve te’dib olmamıştır.”170
sözü ve îbnu Atâ’nın (709/1309): “Hâli hayra, kâli Hakk’a sevketmeyen
kimseyle sohbet etme!”171 uyarısı, meclisine girilecek kimselerde
aranacak vasfa işâret etmekte ve ehlini bulunca sohbetle elde edilecek hayra
dikkat çekmektedir.
Şa’rânî (973/1565),
bazı müridlerin, mürşidlerinin heybetinden doya doya yüzüne bakamadıklannı
belirtir.”172 Aynı hâli ashab-ı kiram’da görüyoruz. Onlar, Allah
Rasûlü’nün (s.a.v) yüzüne devamlı bakamazlardı. Heybetinden gözlerini
çeker, seslerini kısar, boyunlarını büker, huzurunda sanki cansız gibi sükûnet
ve
167lbn Mâce, Zühd, 1; Ebû Nuayrn,
Hilye, X, 405; Beyhâkî, Şuabu’l-iman, VII, 347 (h. no: 10524); Ebû Ya’la,
Müsned, XII, 176 (h. no: 6803); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, X, 286; Ebû Talib
el-Mekkî, a.g.e, 1,243; Kuşeyrî, a.g.e, 252; Gazalî, a.g.e, IV, 320.
168Hz. Peygamber (s.a.v)’in heybet ve
vakarıyla insanlara etkisi konusunda bkz: Hakim et- Tirmîzî, Nevâdiru’l-Usûl,
1,363-365; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 1,270 (Beyrut, 1985); Kâd-ı lyâz, Şifâ,
II, 38-39 (Beyrut, 1988); Aliyyü’l-Kâri’, Şerhu’ş- Şifâ, II, 66-70; Hâkim,
Müstedrek, 1,122; Muhammed Ebû Zehra, Hâtemü’n-Nebiyyîn, 1,246-249.
169Ilgili rivâyetler için bkz:
ibnu Kesir, el-Bidâye, Cild: III, 60; Köksal, Islâm Târihi, TV, 56 (Şâmil yay.
İst 1989).
176Bkz: Sülemî,
Tabakâtu’s-Sûfiyye, 454; ibnu Mulakkın, Tabakâtu’l-Evliyâ, 108.
171Bkz: ibnu Acîbe, IkâzuT-Himem
fi Şerhi’l-Hikem, 128. (Kâhire, 1983). Müellif burada, îbnu Atâ’nın sözünü şerh
ederek; sohbetinde bulunulacak, hâli örnek alınacak şeyhin vasıflan hakkında
önceki büyüklerden güzel ölçüler nakletmiştir.
172Şa’rânî, el-Envâr, II, 92.
edeble otururlardı173
Hakîm et-Tirmîzî (285/898), ehlullahın üzerinde
İlâhî bir heybet ve bakana Allah Teâlâ’yı hatırlatacak zâhirî bir görüntü
olduğunu, bunun onlann nûr ve azamet-i İlâhî ile dolu kalblerinden
kaynaklandığını, onlara bakanın bu nûr ve heybetle etkilenip Allah’a
yöneldiğini belirtmiştir.174
173Burada örnek olarak şu
hâdiseleri verebiliriz: ”Amr b. el-As (r.a) demiştir ki: “Benim için
Rasûlullah (a.s)’dan daha sevgili ve gözümde daha büyük hiç kimse yoktu. Fakat
(gönlümdeki ve gözümdeki) büyüklüğünden dolayı kendisine doya doya bakamazdım.
Eğer benden O’nun (s.a.v) vasfedilmesi istense, buna güç yetiremem. Çünkü ben
O’na doya doya bakamadım.” (Bkz: Kâd-ı îyaz, Şifa, II, 38; Aliyyü’l-Kâri’,
a.g.e, n, 66-67.)
Enes (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (a.s) Ensâr ve
Muhâcirin yanma çıkardı. Hepsi edeble otururlardı. Aralarında Ebû
Bekir (r.a) ve
Ömer
(r.a) de
bulunurdu. İçlerinden hiçbirisi başını kaldırıp da (uzun süre) Rasûlullah
(a.s)’m yüzüne
bakamazdı. Ancak Ebû Bekir ve Ömer
Rasûlullah (a.s)’a
bakarlar, O da
onlara nazar buyurur ve birbirlerine tebessüm ederlerdi.” (Bkz: Tirmizi,
Menâkıb, 16 (no :3668); Hâkim, Müstedrek, I, 122; Kâd-ı îyaz, Şifa, II, 38).
Üsâme b. Şerik
anlatıyor: “Rasûlullah
(a.s)’m yanma
geldim. Ashabı etrafını çevirmiş oturuyorlardı. Sanki başlarında bir kuş vardı
(da onu kaçırmamak için sakin ve sessiz duruyorlardı).” (Bkz: Tirmizî, Menâkıb,
16, (No:3668); Taberânî, el-Mu’cemü’l- Kebîr, 1,122; Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 38).
Urve b. Mes’ud
(r.a)
anlatıyor: Hudeybiye sulhu yapılmadan Kureyş beni müslümanlarla görüşmeye
gönderdi. Müslümanlann yanma vardığımda bir de baktım ki: Rasûlullah
(a.s)
tükürdüğünde, ashabdan birisi hemen onu havada kaparak alıp vücuduna ve yüzüne
sürüyordu. Onlara bir şey emrettiği zaman derhal yerine getiriyorlardı. Abdest
aldığı zaman, abdest suyunu kapıp vücudlanna sürebilmek için birbirleriyle
kıyasıya yanşıyorlardı. Huzurunda konuştuklan zaman seslerini iyice
kısıyorlardı. Kendisini ta’zimden dolayı yüzüne dikkatle (devamlı)
bakamıyorlardı.” Urve arkadaşlannın yanma dönünce onlara: “Ey kavmim! Vallahi
ben bir çok meliklerin, Kayser, Kisra ve Necaşi’nin yanma gittim. Muhammed’in
(s.a.v)
ashabının O’nu yücelttiği
gibi, yanmdakilerinin kendisini yücelttiği hiç bir melik görmedim. O size
hayırlı bir yol ve gidişat arzediyor, onu kabul edin.” dedi. (Bkz:Buhârî, Şurut
15; Kad-ı îyaz, Şifa,II, 39; Hadisin şerhi için bkz: Ayni Umdetül -Kâri, XI,
234-249; Îbnu Hacer, Fethu’l Bâri, V, 691).
174Bkz: Hakim et-Tirmîzî,
NevâdiruT-Usûl, I, 3O3.(Beyrut, 1992). et-Tirmizî, bu açıklamlarmı Hz.
Peygamber (s.a.v)’in:
“Meclisinde
bulunacağınız kimselerin en hayırlısı; görülmesi size Allah’ı hatırlatan,
konuşması ilminize bereket katan ve ameli âhirete rağbetinizi artıran
kimselerdir.” hadisini verdikten
sonra yapmıştır. Hadis için bkz: Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 326 (No:2437); Suyûtî,
Alimlerin üç grub olduğunu, herbir grubun
yanındaki ilimle tanındığım, mârifetullah sahibi âlimlerin üzerinde Allah’ın
nûru ve heybetinin tezâhür ettiğini, onlann Allah Tâlâ ile tanındıklannı belirten
et-Tirmizî, bu grubun evliyâullah olup halkı, bir nûr ve basîret üzere
Allah’a dâvet ettiklerini ve her halleriyle Allah Teâlâ’nın zikrine vesile
olduklannı kaydetmiştir.175
Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), âhiret âlimlerinin
diğer âlimlerden bir farkının da; uzaktan bakanın onlann âlim ve ârif olduğunu
anlamaları olup, buna da, kalblerindeki mârifet nûrunun dışanya edeb, sekînet,
huşû ve tavâzû olarak yansımasının sebep olduğunu, Allah Teâlâ’nın, evliyâsını
kendi boyası ile boyadığını belirtmiştir.176
Sühreverdî (632/1234) ise; kâmil mürşidlerin üzerinde bulunan
vakar ve heybetin, kendilerine nazar eden müridlerini terbiye ettiğini, onlan
zâhiren ve bâtmen edeb sâhibi yaptığını zükeder.177
Allah dostlannın câzibesi ve heybeti zâhirî süs ve
debdebeye değil, bâtmlanndaki mârifet, huşû, takvâ ve İlâhî aşkla birlikte
zâhirlerinde gözüken edeb, hayâ, af, musâmaha, sehâvet, mürüvvet, izzet,
merhamet, sevgi ve şefkat gibi ahlâk-ı hamîdeye bağlıdır. Bu konuda Allah
Teâlâ’nın sâlih kullarına özel bir va’di vardır, o da; âlemde kendileri için
sevgi ve kabûl yaratmasıdır. Âyet-i Kerimede: “İman edip sâlih amel
işleyenlere gelince, Rahman olan Allah onlar için (gönüllerde) bir sevgi
yaratacaktır"™ buyrulmuştur. Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kulunu,
yerdeki ve gökteki varlıklara sevdireceği, kalbleri ona hüsnü kabulle
yönlendireceği hakkında bir çok hadis ve haber vârid olmuştur.179
el-Câmiu’s- Sağır, 1,617 (No:3995), Münâvî,
Feyzü’l-Kadîr, III, 467- 468.
175Bkz: et-Tirmizî,
Nevâdiru’l-Usûl, 1,303-305; Kitâbu Sîreti’l-Evliyâ, 57 (Beyrut, 1992)
176Bkz:el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb,
1,140.
177Bkz: Sühreverdî, Avârif, 84
(Trc: 103).
178Meryem 19/96.
179Bu hadislerden en meşhuru şudur: “Allah
Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cibril’i çağırır ve: “Ben falanca kulumu
seviyorum, onu sen de sev” buyurur. Cibril de o kulu sever. Sonra gök ehline
seslenerek: “Haberiniz olsun, Allah falanca kulu seviyor, onu siz de sevin.”
der. Onu gök ehli-de sever. Sonra o kul için yeryüzünde kabûl (ve kullar
arasında ona karşı sevgi) konur.
Allah Teâlâ
bir kula da buğzetti mi, Cibril’i çağırır ve:“Ben falana buğzediyorum, ona sen
de buğzet.” der. Cibril de ona buğzeder. Sonra gök ehline seslenerek: “Allah
falana buğzediyor, siz de buğzedin” der.Onlar da kendisine buğzeder. Sonra o
kul için yeryüzüne (ve kulların kalbine) buğz konur.” Bkz: Buhârî, Edeb, 41; Müslim,
Birr, 48; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, XIII, 55-56; Mâlik, Şear, 15; îbnu Hıbbân,
Sahîh, I, 291 (Kitâbu’l-Birr ve’l-îhsân); Beyhakî, Kitâbu’z-
Allah’ın yeryüzünde şâhidleri kılman kâmil
mü’minlerin, dilleriyle devamlı hakkı söyleyip Hakk adına
şâhidlik yaptıkları gibi; halleriyle de, kalblerindeki Rabbânî nûru ve İlâhî
ahlâkı Rahman’ın kullarına yakışır biçimde hayata aksettirerek, kulu oldukları
Mevlânın şâhidliğini canlı canlı temsil etmelerini diğer insanların Allah
Teâlâ’yı tanımaları adına büyük bir rahmet görüyor, böylece; Rahmân’ın
kullarıyla, dünyânın kullan arasındaki farkın ortaya çıkacacğını düşünüyoruz.
Hayırlı gidişâtı, güzel ve hoş görüntüyü
nübüvvetin yirmidört cüz’ünden bir parça olarak tanıtan Hz. peygamber (s.a.v),
peygamberlere vâris olan âlim-i Rabbânîlerin bazı özel hallerine dikkat
çekmiştir.
c-Tefsirlerin yaklaşımı.
Yukanda, kısaca “seyr u sülük” adıyla tetkik
ettiğimiz ma’nevî terbiye konusunda sûfilerin ta’rif, teşhis ve tesbitlerini
özetlemeye çalıştık. Şimdi, özellikle meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin
bu konudaki yaklaşımlarını tesbite çalışacağız. Konuyu tefsirlerde seyr u sülük
ve mürşid-i kâmil adıyla değil, bir yönüyle bunların muhtevasına giren nefis
tezkiyesi, ruh terbiyesi, tehzib-i ahlak, olgun insan, hakiki dâvetçi ve gerçek
mürebbî gibi isimlerle araştıracağız.
Çalışmamızın başından buraya kadar “tefsirlerin
yaklaşımı” başlığı ile ele aldığımız bölümlerde veli, velilerin bâriz vasıflan,
sınıf ve dereceleri, ma’nevî hilâfete sahip ve nebevî verâseti elde eden
velinin durumu ile ilgili konular işlenirken; “gerçek veli” ve “gerçek vâris”in
tanımı sırasında, ma’nevî terbiyenin merkezinde bulunan mürşidin sıfatlannm da
nazara verilmiş olduğunu, bunların en başında yakînî iman, kâmil takvâ, sahih
ilim, İlâhî desteğe mazhariyet, mü’minler tarafından muhabbet, af, musâmaha
gibi sıfatların zikredildiğini hatırlatalım. Bundan sonra meselenin değişik
yönlerine bakacağız ve hareket noktamız daha ziyâde, sûfîlerin seyr u sülük ameliyesine
delil olarak kullandıkları âyetler olacaktır. Tefsirleri yine sınıflarına ve
tarih sıralarına göre inceleyeceğiz.
1-Rivâyet tefsirleri.
Rivâyet tefsirlerinin imamı îbnu Cerir
et-Taberî (310/923), Allah Teâlâ’nın “Eğer Allah’ın fadlı ve rahmeti
olmasaydı hiçbiriniz (küfür, şirk ve günahtan) aslâ temizlenemezdi. Fakat Allah
dilediğini temizler.”1 âyetini
tefsir ederken, mânevî tezkiyenin temelinin İlâhî rahmet ve Rabbânî tercih
olduğunu hatırlatarak; bunlar olmayınca kimsenin günah ve şirk kirlerinden aslâ
temizlenemeyeceğini söylemiş, îbnu Abbas’ın âyeti: “Kula gelen bütün hayırlar
ve kuldan defedilen bütün şerler ancak Allah’ın lutuf ve rahmetiyledir.”
şeklinde tefsir ettiğini nakletmiştir.183
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri
elbette kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah,
muhsinlerle beraberdir.”1 âyetinden
daha çok zâhirî düşmanlarla şavaşı anlayan îbnu Cerîr, Allah Teâlâ’nın
beraberliğini hakeden muhsini; güzel hâl sâhibi, şirk ehli ile Allah için
mücâhede içinde olan ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in getirdiği bütün şeyleri
tasdik eden kimse olarak tanıtmıştır.185
“(Şirk ve günahlardan)
temizlenen, Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse muhakkak kurtulmuştur.”1
6
âyetindeki kurtuluşa vesile olan temizlenmeyi Katâde’nin verâ ile amele
bağladığını belirten Taberî,187 “Nefsini tezkiye eden
kurtulmuş, onu kirleten de helak olmuştur.”1 âyetindeki tezkiyenin esâsının da Allah
Teâlâ’nın tevfikiyle birlikte imân ve sâlih amel olduğu, nefsin kirlenmesinin
ise; başta şirk olmak üzere bütün isyan çeşitlerininden kaynaklandığı konusunda
bir çok rivâyetler nakletmiştir.189
182Nûr 24/21.
183Bkz: Îbnu Cerir, Câmiu’l-Beyân,
Cüz: XVIII, 101 (Beyrut, 1988).
184Ankubût 29/69.
185Bkz:lbnu Cerir, a.g.e, Cüz:XXI,
15.
186A’lâ 87/14-15.
187Bkz:Ibnu Cerir, a.g.e, Cüz:XXX,
156.
188Şems 91/9-10.
189Bkz:lbnu Cerir, a.g.e, Cüz:XXX,
211-212.
Semarkandî (373/983), Allah Teâlâ’nın yolunda mücâhede
edenlere O’nun kendisine ulaştıracak yollan tanıtacağını, bildiği ile amel
edenlerin bilmediklerine de muvaffak kılınacaklarını belirtmiştir.190
Dâvet ve eğitimin fıtrata uygun yapılmasını
emreden âyetinin191 tefsirinde, fıtratla; din ve insanın yatalışının
kasdedildiğini belirten Semarkandî, herkesin aslen temiz bir fıtrat
üzerinde halkedildiğini fakat çevresinin onu kendi boyası ile şekillendirdiğini
belirten hadisle,192 çevrenin insan üzerindeki etkisine dikkat
çekmiştir.193
Nefsin tezkiyesinin bir yolunun da günahlardan
tevbe olduğu görüşünü nakleden Semarkandî,194 Allah Teâlâ’nın
nefse takvâ ve fısk duygularını ilham ettiğini, her ikisinin de şekil ve yolunu
öğrettiğini, kurtuluşa götüren tezkiyenin veya helâki celbeden kirlenmenin
meşiet-i İlâhî ile alakasıkını kabül ettikten sonra, nefsini taat, iyilik ve
sadaka ile temizleyip yücelten, terakki ettiren kimsenin kurtulduğunu, onu
hayırlardan mahrum ederek noksan bırakan ve günahlara dalarak kâbiliyetini
körelten kimsenin ise perişan olduğunu belirtmiştir.195
Mâverdî (450/1057),
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri muhakkak yollarımıza ulaştırırz” 6
âyetindeki cihada, müşriklerle kitâl yanında, nefsi hevâsından alıkoymak için
yapılan mücâhedeyi, taatlara koşmayı ve nefsi günahlardan sakındırmayı da
katmış, âyetin “muhakkak yollarımıza ulaştırırız.” şeklindeki
te’kidli ifâdeyle müjdelenen sonucun; cennete giden yol, hak dine sevk ve
muvaffakiyet, bilmediği şeylere mazhariyet ve bütün taatlannda ihlas ve
samimiyet olduğunu nakletmiştir.197
Cennete selâmla ve selâmetle girmeye vesile olan
temizliğin; Mücâhid’in
190Bkz: Semarkandî, Bahru’l-Ulûm,
II, 544. (Beyrut, 1993,1. Baskı).
191Fıtrata yönelmeyi ve fıtratın
önemini belirten âyetler için bkz: Rûm 30/30-31.
192Hadis için bkz: Buhârî, Cenâiz,
(No: 1385), Ebû Dâvud, (No:4714); Tirmizî, (No:2138), Ahmed, Müsned, II,
275,282.
193Bkz: Semarkandî, a.g.e, III,
11.
194Bkz: Semarkandî, a.g.e, III,
471.
195Bkz: Semarkandî, a.g.e, III,
482.
196Ankubût 29/69.
197Bkz: Mâverdî, Tefsîru’l-Mâverdî
(en-Nüketu ve’l-Uyûn), IV, 294-295 (Beyrut, 1992.1. Baskı).
tefsiriyle Allah’a taat, en-Nakkâş’a göre
sâlih amel olduğunu belirten Mâverdî,198 Allah için amel
edenlere verilecek bir mükâfaatın da; dünya ve âhirette melekler dâhil bir çok
varlığın kendilerine itaat etmesi olduğuna işâret etmiştir.199
Allah Teâlâ’nın insanın nefsine hayır ve şerri,
seâdet ve şekâvet yollarım, taat ve ma’siyeti ilham edip öğrettiğini belirten
Mâverdî, insanın kurtuluş yolu olan nefs tezkiyesinin Allah’ın desteği ile200
birlikte kulun yapacağı taat, ibâdet ve sâlih amellerle gerçekleşeceğini, aksi
durumda sapıtan ve günahlarla iyice kararan bir nefsin hüsranla karşılaşacağını
ilk müfessirlerin beyanlarına dayanarak kaydetmiştir.
Vâhidî (468/1057),
Cenâb-ı Hakk’a kavuşmak isteyenlere vuslatın yolunu ta’rif eden “Kim
Rabbine kavuşmak isterse; sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç
kimseyi ortak koşmasın.” 1 âyetini tefsir ederken, özellikle
şirk ve riyâ üzerinde durmuş, bu iki şeyin yapılan bütün sâlih amelleri
mahvetmesi ve Allah’nın gazabını celbetmesiyle ilgili hadisleri202
vererek; Hakk yoluna sülük edenlerin en büyük engelinin şirk, şöhret, riyâ ve dünyâ
olduğuna dikkat çekmiştir.203
Islâh-ı hâlin tevbeye, sahih bir tevbenin de İlâhî
rahmete muhtaç olduğunu nakleden Vâhidî204 nefsin
tezkiyesinin Allah Teâlâ’nın irâdesine bağlı bir hâdise olduğunu, kul hangi
durum için yaratıldı ise; o tarafa kolayca yöneleceğini bildiren hadis ve
haberlere yer vermiştir.205
198Bkz: Mâverdî, a.g.e, V, 138.
199Bkz: Mâverdî, a.g.e, V, 139.
200Mâverdî, nefsin tezkiyesinin
ancak Allah Teâlâ’nın yardımıyla olacağını ifâde eden şu hadise de yer
vermiştir: Rasûlullah (s.a.v): "Şüphesiz onu
(küfür ve isyandan) temizleyen kurtulmuştur." âyetini okuyunca, durup şöyle
duâ etti: "Allahım! Nefsime takvâ duygusunu ver. Onun
sâhibi ve mâliki sensin. Onu (gaflet ve isyandan) temizle. Onu temizleyenlerin
en hayırlısı sensin." Hadis için bkz:
Müslim, Zikr, 13; Beğâvi, Meâlimü't-Tenzil, XIII, 439; Suyûti,
ed-Dürrû'l-Mensûr, VHI, 529.
201Kehf 18/110.
202Şirk ve riyâ ile ilgili
hadisler için bkz: Müslim, Zühd, 36-38; Tirmizî, Zühd, 48 (No:2381-2383; îbnu
Mâce, Zühd, 21 (No: 4202-4207); Hâkim, Müstedrek, IV, 329; Ahmed, Müsned, IV,
125; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 125.
203Bkz: Vâhidî, el-Vasît fî
Tefsîri’l-Kur’âniT-Azîz, IH, 172-173. (Beyrut, 1994.1. Baskı).
204Bkz: Vâhidî, a.g.e, III, 313.
Beğavî (516/1122), insan terbiyesinde temel fıtrî
kanunu ortaya koyan “De ki: Herkes, mizaç ve meşrebine göre iş yapar.”206
âyetinin tefsirinde, ilk müfessirlerin, her işte insanın niyet, hilkat,
cibilliyet, tabiat ve irâdesinin önemi üzerinde durduklarını kaydetmiş,207
Rabbine dost olarak mülâki olmak isteyenlerin, İlâhî uyarıya dikkat ederek
sâlih amel peşine düşmeleri ve amellerine asla şirk ve riya karıştırmamaları
gerektiğini hadislerin ışığında208 ortaya koymuştur.209
Ekseri müfessirlerin, “Eğer Allah’ın fadlı
ve rahmeti olmasaydı hiçbiriniz aslâ temizlenemezdi.” âyetindeki tezkiyeyi herkese şâmil kılarak;
Allah’ın fazlı olmadan hiçkimsenin ıslâh-ı hâl edemeyeceğini belirttiklerini
kaydeden Beğavî,211 “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette
kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah,
muhsinlerle berâberdir.” âyetinde, mücâhede ehlinin Allah’a giden yolu
daha güzel bileceklerini, çünkü; Allah Teâlâ’nın onlara tevfik ve özel yardım
va’dinin bulunduğunu, müşriklerle savaşın yanında, taatlara sabun, nefse
muhâlefetin, ilim talebinin, sünnetleri ayakta tutmanın da âyette bahsedilen
mücâhedenin içine girdiğini müfessir ve sâlihlerin görüşlerine dayanarak
zikretmiştir.213
Her fıtratın Allah Teâlâ’nın dâvet ve dinini kabul
edecek kıvam ve kâbiliyette
205Bkz: Vâhîdî, a.g.e, IV, 496-498.
206lsrâ 17/84.
207Bkz: Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl,
V, 124. (Riyâd, 1993. II. Baskı).
20 Müellifin naklettiği önemli hadislerden
birisi şudur: Rasûlullah (a.s) : “Sizin için en çok korktuğu şey küçük (gizli)
şirktir.” buyurdu. Ashâb : “Küçük şirk nedir, Yâ Rasûlellah?” diye sordular;
“Riyâdır.” buyurdu. Hadis için bkz: Ahmed, Müsned, V, 428, 429; Beğavî,
Şerhu’s-Sünne, XIV, 324; Münzirî. et-Terğîb, I, 69; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid,
1,102.
209Bkz: Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl,
V, 212-213.
210Nûr 24/21.
211Bkz: Beğavî, a.g.e, VI, 26.
212Ankubût 29/69.
213Bkz: Beğavî, a.g.e, VI, 256.
Müellif, Süfyan b. Uyeyne’nin şu yaklaşımın da zikreden “Bir konuda insanlar
ihtilafa düşüp ne yapacaklarını bilemedikleri zaman, siz, cehd ve mücâhede
ehlinin hâline bakınız. Çünkü Allah : “Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri
muhakkak (bize gelen) yollarımıza ulaştırırız.” buyuruyor.” Bkz: aynı yer.
yaratıldığını, bununla birlikte itibara alınacak
olanın fıtrî imânın değil, irâde ve fiille kazanılan ve ulaşılması emredilen
şer’î imanın olduğunu hatırlatan Beğavî, ancak; yanlış yönlendirme,
ârizî âfetler ve körükörüne taklidin, insanın temiz fıtratını farklı mecralara
sevkettiğini belirtmiştir.214
“Şüphesiz (şirk ve isyandan)
temizlenen kurtulmuştur.”2 5 âyetinin tefsirinde, îbnu
Abbas’ın, kelime-i tevhidle şirkten temizlenenlerin felâha ereceğini ifâde
ettiğini, Haşan el-Basrî’nin ise; amellerini (gaflet, isyan, riyâ ve
benzeri şeylerden) temizleyenlerin kurtulacağını söylediğini kaydeden Beğavî,216
nefse takvâ ve fiskm ilhâm edildiğini belirten âyet-i kerimeleri217
tefsir ederken; hayır ve şerrin takdir yönüyle Allah Teâlâ’nın irâdesinde
olduğunu, O’nun, kullarını ezelde murâd ettiği sonuca götürecek hâl ve
sıfatlara ulaşmaya hazır hâle getirdiğini ifâde eden hadisleri nakletmiş ve bu
arada “Herkes yaratıldığı şeye kolayca intibak eder.” prensibini
hatırlatarak,218 eğitimcinin fıtrî kanun ve cibillî kâbiliyetlere
dikkatini çekmiştir.
îbnu Atıyye (546/1151), insana şeytanın adımlarına uymama emri
verilmekle birlikte, hidâyeti bulmanın, manevî kirlerden temizlenmenin ancak
Allah Teâlâ’nın fazlı ile olacağını belirtir.219
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri
elbette kendi yollarımıza (likâ ve rızâmıza) ulaştır acağız.”22 âyetinin, bilinen cihaddan önce nâzil
olduğunu, bunun âmm olup Allah’ın dini ve rızası uğruna yapılan bütün cihad
çeşitlerini içine aldığını, âyetin âbid ve amel ehli kimseler hakkında indiğini
söyleyenlerin bulunduğunu belirten îbnu Atıyye, âyetin tefsiri sadedinde
“Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.”221
“Küçük
214Bkz: Beğavî, a.g.e, VI, 270.
215A’lâ 87/14.
216Bkz: Beğavî, a.g.e, VIII, 402.
217îlgili âyetler için bkz: Şems
91/7-10.
218Bkz: Beğavî, a.g.e, VIII, 438.
Bu konudaki hadisler için bkz: Müslim, Kader, Had. No: 2648-2650.
21 Bkz: îbnu Atıyye, el-Muharraru’l-Vecîz, IV,
172. (Beyrut, 1993.1. Baskı).
220Ankubût 29/69.
221Hakîm et-Tirmizî, Beyânu’l-fark
Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Fuâd ve’-Lub, 50. Ebu Nuaym, Hilye, X, 15; Acluni,
Keşfu’l-Hafa, II, 347. Serrâc, “Kim bildiğiyle amel cihaddan büyük cihada döndünüz."22-2- hadislerini zikretmiş ve bu arada 223 birçok
sûfiden nakillerde bulunmuştur
Allah Teâlâ’nın, takvâ ve sıdk ehlinin amellerini
ıslah ve günahlarını affedeceğini va’dettiğini belirten îbnu Atiyye,224
Hz. Peygamber (s.a.v)’in : “Allahım! Nefsime takvâ duygusunu ver ve
onu temizle!”2-2 duâsının, tezkiyenin aslen Allah Teâlâ’ya âit
olduğu görüşünü takviye ettiğini kaydetmiştir 226
Îbnu’l-Cevzî (598/1203), “Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı
ve rahmeti olmasaydı; hiçbiriniz asla temizlenemezdi. ”227
âyetindeki tezkiyeye hidâyete ulaşma, İslâm girme, hâli ıslah ve günahlardan
temizlenme mânalarının verildiğini, Allah Teâlâ’nın temizlemeyi murad ettiği
kullarına tevbe nasib edip affettiğini,228 kulun Allah yolundaki
mücâhedesinin kendisine İlâhî destek ve en
ederse Allah
bilmediği ilimlere vâris kılar.” sözündeki
bilinmeyen ilimlerin, işâret ilmi, Allah’ın kullarının kalblerine açtığı ince
ve gizli manalar ilmi, durum, zaman ve zikirlerindeki sâfiyete göre kişilerde
oluşan Kur’an’nm ve Resûlullah’m haberlerinin manaları hakkmada nadir hikmetler
ve bilinmeyen ilimler olduğunu söyler. Bkz. Serrâc, el- luma’ 147.
222Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, 165
(Had. No: 373); Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, IV, 430 (Had. No: 11260); Hatib,
Târih-i Bağdât, XIII, 523-24; Süyûtî, el-Câmiu’s Sağîr, II, 253 (h.no: 6107;
Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 424 (Had. No: 1362). Hadisin devamında, büyük cihadın
ne olduğu sorulunca, Hz. Peygamber (s.a.v): “Nefis
ve şeytanla yapılan mücâhededir.” buyurmuştur.
223Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, IV,
326. îbnu Atıyye’nin âyetin tefsiri sadedinde kendisinden nakilde bulunduğu
kimselerden birisi de Ömer b. Abdulaziz’dir. O, şöyle der: “Bilmediğimiz
şeylere ulaşmaktan âciz kalışımız; bildiklerimizle ameldeki kusurumuzdandır.”
Sûfilerin ileri gelenlerinden Ebû Süleyman
ed-Dârânî, mücâhede
âyeti için şöyle demiştir “Bu âyetteki cihâd sâdece düşmanla savaş değildir.
Onun içine dinin ihyâsı için yardım, ehl-i bâtılın yanlış fikirlerini red,
zâlimlerin zülmüne engel olma, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma gibi ameller
de girmektedir.” Haşan el-Basrî ve başkalarının yaklaşımı ile;
bu âyetteki cihadın içine Allah’a taatta nefisle mücâhede de girmekte ve bu, en
büyük cihad görülmektedir. “Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz."
hadisi bunu ifâde etmektedir. Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, Aynı yer..
224Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, IV,
401.
22 Hadis için bkz: Müslim, Zikr,
13; Beğâvi, Meâlimü't-Tenzil, XIII, 439; Suyûti, ed- Dürrû’l-Mensûr, VIII, 529.
22 Bkz: îbnu Atiyye, a.g.e, V, 488.
227Nûr 24/21.
isâbetli gidişâtı te’min edeceğini belirtmiştir.229
Kesin kurtuluşu te’min eden tezkiyenin; îbnu
Abbas’a göre tevhidle şirkten temizlik, Haşan el-Basrî ve er-Rebî’e
göre (riyâ ve süm’adan) temizlenmiş amel, Zeccâc’a göre ise; çokça takvâ
ile Allah’a takarrub olduğunu nakleden Îbnu’l-Cevzî,230 “Onu
temizleyen (yâhud Allah’ın temizlediği) kimse şüphesiz kurtulmuştur
âyetini el-Beğavî’ye benzer nakillerle tefsir etmiş, bu arada îbnu Kuteybe’nin:
“Nefsin tezkiyesi; onun ıslâhı ve günahlardan temizlenmesidir.” görüşüne de yer
vermiştir.232
Kurtûbî (671/1273),
kısaca İlâhî nzâ ve likâ yolunu gösteren “Kim Rabbine kavuşmak isterse;
sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.âyetinin
tefsirinde, gizli şirk olarak ta’rif edilen ve azı da çok zarar veren “riyâ”
üzerinde durmuş, bu konudaki bir çok hadis ve haberi naklederek Hakk yolunda
sülük edenleri uyarmıştır.234
Haşan el-Basrî ve Ebû Hayve’nin yaklaşımıyla, nefsin
tezkiye ve terbiyesinin temelinde Allah Teâlâ’nın kuluna lutfunun bulunduğunu
nakleden Kurtûbî,235 “Bizim (rızâmız) için cihad edenleri
elbette (likâ ve rızâmıza götüren) yollarımıza ulaştıracağız.” âyetindeki mücâhede şekilleri ve
228Bkz: Ibnu’l-Cevzî,
Zâdü’l-Mesîr, VI, 23-24 (Beyrut, 1987. IV. Baskı).
229Bkz: Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, VI,
285. Müellif, Allah Teâlâ’nın “Bizim için mücâhede edenleri muhakkak (bize
getiren ilim ve) yollarımıza ulaştırırız.” âyetindeki te’kidli va’din mü’minler
için güzel bir nimet olduğuna işaret için, Abdullah b. Mubârek’in : “Kim,
kendisine bir mesele zor gelir ve içinden çıkılmaz bir hâl alırsa, onu,
mücâhede ehli âriflere sorsun, çünkü Allah Teâlâ bu kimseler için “ onları
muhakkak (bize getiren ilim ve) yollarımıza ulaştırırız.” buyurmuştur, sözünü
nakletmiştir. Ancak, îbnu Atıyye ve Kurtubî bu sözü Abdullah b. Mubârek’in bizzat
kendisinin değil, Süfyan b. Uyeyne’nin îbnu. Mubârek’e söylediği bir söz olarak
nakletmişlerdir. Bkz: îbnu Atıyye, a.g.e, IV, 326; Kurtûbî, el-Câmi’ li
Ahkâmi’l-Kur’ân, XIII, 365.
230Bkz: Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, IX,
91.
231Şems 91/9-10.
232Bkz: Ibnu’l-Cevzî, a.g.e, IX,
141.
233Kehf 18/110.
234Bkz: Kurtûbî, el-Câmi’ li
Ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 70-72.
235Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XII, 207.
sonuçlan konusunda îbnu Atıyye’nin birçok
nakil ve değerlendirmesine aynen katılmış, bu arada Dahhak’ın şu oıjinal
görüşüne de yer vermiştir: “Dünyâda sünnet, ukbâdaki cennete benzer. Ukbâda
cennete giren selâmet bulduğu gibi; dünyâda sünnete sanlan da emin ve emniyette
olur.”237
Mânevî kirlerden temizlenen, edebiyle Rabbini
zikreden ve huşû içinde namazını kılan mü’minlerin kurtuluşunu müjdeleyen
âyetlerin hemen peşinden gelen “Fakat siz, dünya hayatını tercih
ediyorsunuz!” şeklindeki kapalı kınamanın, ekseri
müslümanlann âhiretteki sevabı çoğaltma yerine dünya malını çoğaltma derdine
düştüğüne işâret ettiğini belirten Kurtûbî, îbnu Mesud’un belirttiği
gibi, bunun sebebinin; dünya nimetlerinin hazır ve âcil, âhiretin ise gâib ve
sonra olması ve insan fıtratının hazıra meyletmesi olduğunu zikretmiştir.239
Kurtûbî, nefsin
terfi’, terakki ve tezkiyesi için taat ve sâlih amelden başka bir yolun
olmadığını, fâcirin elde edeceği tek şeyin zillet ve mahrûmiyet olduğunu
belirtmiştir.240
îbnu Kesîr (774/1374), Hakk’a dâvette dâvetçinin
muhâtabm durumuna göre söz ve hareketini belirlemesinin yeterli olup, asıl
irşâd ve hidâyetin Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğuna dikkat çeker.241
Hakk’a kurbiyette
Hz. Peygamber (s.a.v) için bile devamlı alınacak mesâfenin bulunduğunu
ifâde eden “Rasûlüm de ki: Rabbim! (Mârifet ve yakîn) ilmimi artır
âyetinin tefsirinde, artması istenecek ilmin mârifet ilmi olduğuna dikkat çeken
îbnu Kesir, îbnu Uyeyne’den nakille; Rasûlullah (a.s)Tn vefat
edene kadar devamlı ilmen bir artış ve mânen bir yükseliş içinde olduğunu
belirtmiştir.243
236Ankubût 29/69.
237Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XIII,
364-365.
238A’lâ 87/16.
239Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XX, 23.
240Bkz: Kurtûbî, a.g.e, XX, 75-77.
241Bkz:lbnu Kesir, Tefsîru
Kur’âni’l-Azîm, IV, 532. (Sekiz ciltlik tahkikli baskı).
242Tâhâ 20/114.
243Bkz: îbnu Kesir, a.g.e, V, 312.
Sühreverdî, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kulluğunun devamlı
olduğu gibi; tarakkisinin de devam ettiğini, hem O’nun da bundan müstağni
olmadığını, kendisine vâris olup ümmetin önünde imam vasfında bulunan mürşidin
de
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye
kadar Rabbine kulluk et!”24 emrinin, insanların en
faziletlisi, mârifetullahta zirvede bulunan ve Allah Teâlâ’dan en fazla korkan Hz.
Peygamber (s.a.v)’e verildiğini, O’nun da bu emre uygun olarak Allah’a
itaatini ölene kadar devam ettirdiğini hatırlatan îbnu Kesir, bazı
mülhidlerin, âyette geçen “yakîn” ifâdesini yanlış bir te’ville “mârifet”
mânasına aldıklarını, kendilerine göre belli bir mârifete ulaştıklarında
üzerlerinden kulluk ve teklifin düşeceğini iddiâ ettiklerini, bunun büyük bir
küfür, açık bir dalâlet ve koyu bir cehâlet olduğunu belirtmiştir.245
Bir amelin Allah katında makbul olabilmesi için
onun Allah için yapılması ve Rasûlullah (a.s)’ın şeriatına uygun
olmasını temel iki rükün olarak gören îbnu Kesir, Allah Teâlâ’nın nzâ ve
likâsını arzulayanların dikkat edecekleri en büyük tehlikenin; gizli şirk ve
saklı şehvet olarak tanıtılan “riyâ” olduğunu, riyâdan kurtulamayan nice amel
sâhiplerinin âhirette ellerinin boş kalacağını belirterek, bu konuda yirmiye
yakın hadis ve haber nakletmiştir.246
“Şüphesiz (sirk ve isyandan)
temizlenen kurtulmuştur.”2 2 âyetinin müjdesine, nefsini
kötü ve rezil ahlaklardan temizleyip Rasûlullah (a.s)’a indirilenlere
tâbi olanların nâil olacağını belirten İbnu Kesir,248 Katâde (117/735),
Mücâhid (103/721), İkrime (105/723) ve Said b. Cûbeyr’in (95/714)
de tezkiyeyi bu manada anladıklarını kaydetmiştir.249
Seâlibî (875/1471),
mücâhede âyetinin250 tefsirinde, genel usûlüne uygun olarak; îbnu
Atıyye’nin görüş ve nakillerini özetlemiş, sûfilerden Sehl b.
hiçbir hayırdan ve terakki edeceği makamdan
kendisini müstağni görmememsi gerektiğini ifâde etmiştir. Bkz: Sühreverdî,
Avârif, 541 (Trc:701-702). Sühreverdî, manevî terakkiyatın dünyada
bitmeyeceği gibi âhirette de devam edeceğini savunur. Bkz: a.g.e, 517. (61.
Böl.)
244Hıcr 15/99.
245Bkz:Ibnu Kesir, a.g.e, IV, 472.
246Bkz:Ibnu Kesir, a.g.e, V, 200-204.
Bu hadislerin birisinde Hz. Peygamber (s.a.v), şirk-i hafi olarak
tanıttığı riyâyı Deccal’ın fitnesinden daha tehlikeli göstermiştir. Hadis için
bkz: Ahmed, Müsned, III, 30.
247A’lâ 87/14.
248Bkz:îbnu Kesir, a.g.e, VIII,
403.
249Bkz:lbnu Kesir, a.g.e, VIII,
430.
250Ankubût 29/69.
Abdullah’ın (283/896).asıl mücâhedeyi sünneti ikâmede
gördüğünü ve bu mücâhedenin sonucunun cennetle sonuçlanacağını belirttiğini
zikretmiştir.251
Suyûtî (911/1505),
“ed-Dürrü’l-Mensûr”da usûlü gereği sırf rivâyetlerle yetinererek, tefsirdeki
dirâyetini tahriçteki ustalığı ile ortaya koymuştur. “Kim Rabbine
kavuşmak isterse; sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi
ortak koşmasın.”252 âyetinin tefsirinde, elliüç tane hadis
ve habere yer veren Suyûtî, özellikle riyânm âhiretteki korkunç
sonuçlarını nazara vermiştir.253
İlgili âyetin254
tefsiri sadedinde, Rasûlullah (a.s)’m: “Bana, tâcir olmam ve dünya
malı biriktirip çoğaltmam vahyedilmedi, fakat ‘Rabbini hamd ile teşbih et,
secde edenlerden ol ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk yapl’ emri
vahyolundu” hadisine255 yer veren Suyûtî,256
bununla, Rasûlullah (a.s)’ın vârislerinin ve dâvetini yürütenlerin
gerçek vazifesine işâret etmiştir.
Suyûtî, felaha
sebeb olan tezkiyenin; îbnu Abbas ve tkrime’ye göre kalbin
şirkten kurtulup tevhide ulaşması, Atâ’ya göre fazlaca istiğfar, Katâde’ye
göre sâlih amel, Ebu’I-Ahves’e göre tavâzu ile Hakk’a boyun eğmek olduğunu
nakletmiştir.257
Kişisel farklılık ve meyillere işâret eden “Hiç
şüphesiz işleriniz (ve gidişatlarınız) farklı farklıdır.”25*
âyetine Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Siz (sâlih) amel yapmaya bakın.
(Şunu da unutmayın!) Herkes, yaratıldığı şeye kolayca intibak eder.”25
hadisiyle açıklık getiren Suyûtî,260
insanın, 251Bkz:Seâlibî,
el-Ceâhiru’l-Hisân, II, 539.
252Kehf 18/110.
253Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, V,
469-475.
254Hıcr 15/99.
255Hadis için bkz: Ebû Nuaym,
Hilyetü’l-Evliyâ, II, 131; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, XIV, 237; Îbnu Adiyy,
el-Kâmil, V, 1897.
256Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 105.
257Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII,
484-487.
258Leyl 92/4.
259Hadis için bkz: Buhâri, Edeb,
120, Kader, 4, Tevhid, 54; Müslim, Kader, 6-8; Ebû Dâvud, Sünnet, 16; Tirmizî,
Kader, 3; Îbnu Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed, Müsned, I, 6, 29, 82, 129, II, 52,
77, III, 293.
2 °Bkz: ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 536.
severek ve kolayca yaptığı amel çeşitleriyle
yolunu ve hâlini kotrol edebileceğine işâret eden nakillerde bulunmuştur. .
Kâsimî (1332/1914),
insanın zâhirî amellerinin içinin bir yansıması ve kabiliyetlerinin aynası
olduğunu, hayır peşinde koşanın bunu, faziletle süslü kalbinin gereği olarak
yaptığını, şerre bulaşanın ise; nefsin tabiatına uygun hareket ettiğini
belirtir.
Kendilerince belli bir mârifet derecesine
çıktıklarını ve yakine ulaştıklarını düşünerek, üzerlerinden teklif ve ibâdetin
düştüğünü düşünenlerin mülhid, yaptıklarının küfür ve dalâlet olduğu görüşünde îbnu
Kesir’e aynen katılan Kâsimî, hayat devam ettiği sürece ibâdetin ve
taatın -güç nisbetinde-devam edeceğini belirtmiş, ancak yapılan bir amelin makbul olması için de
-yine îbnu Kesir’in belirttiği gibi-Allah’m şeriatına uygun ve sırf
Allah için yapılma şartının bulunduğunu, yoksa, riyâ ile yapılan amellerin
merdut olduğunu zikrederek, bizce,
sülük ehli için en can alıcı noktayı nazara vermiştir
Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber (s.a.v)’e “Rasûlüm
de ki: Rabbim! (Mârifet ve yakîn) ilmimi artır.” âyetiyle emrettiği gibi ilimden başka hiçbir
şeyini artırma talebinde bulunmasını emretmediğini kaydeden Kâsimî, çünkü
mârifet ilminin ve İlâhî hikmetlerin bir sonunun olmadığını, -Zemahşerî’nin de
değindiği gibi- bu duâda Allah Teâlâ’ya karşı bir tavâzu ve şükür bulunduğunu
belirterek; sülük ehlinin de koruması gereken güzel
edebleri hatırlatmıştır.
Tezkiyeyi; günahlardan ve nâkıs hallerden temizlik
yanında ilim, amel ve kemâlatta yüksek noktalara ulaşarak nefsi (nûraniyeti ve
mânevî gücü yönünüden) artırma mânasında tanımlayan Kâsimî, günahlarla
nefisteki güzel isti’datlann söneceğini, fıtratının bozulacağını ve tezkiye
olmazsa sonucun helake gideceğini belirtmiştir.262
2-Dirâyet Tefsirleri.
Meşhur dirâyet tefsirlerini de târih sırasına göre
inceleyeceğiz. Ancak, tedkik ettiğimiz bir tefsir, ele aldığımız âyeti yukarıda
geçen rivâyet tefsirlerinden birisiyle aynı paralelde tefsir etmişse, önceki
tefsirin yaklaşımına atıfta bulunmakla yetineceğiz ve mümküm olduğu kadar
benzer görüşleri tekrardan sakınarak, terbiye tezkiye, dâvet, imam ve itaat
konularında yeni yaklaşımları yakalamaya çalışacağız.
Zemahşerî (538/1143), ehl-i kitabın başlarındaki âlimleri
rab edinmesinin, haram ve helalleri değiştirdiklerinde onlara uyma olarak
şeklinde tezâhür ettiğini, hadisten bunun anlaşıldığını, kaydetmiş, sûfilerden Fudayl b. lyaz’ın (187/802):
“Ha, hâlıka isyanda bir mahluka itaat etmişim, ha başka bir kıbleye doğru namaz
kılmışım bence farketmez!” sözüyle, ters istikâmetteki bir itaatin tehlikesini
nazara vermiştir.
Dâvet ve irşâd işinde içteki ve dıştaki
te’sirlerle daralan kalbe : “Bu durumda Rabbini hamd ile teşbih et, secde
edenlerden ol ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.” şeklinde ilacını gösteren âyetin tefsirinde;
Allah Teâlâ’ya ilticânın ve devamlı zikrin kalbdeki ğam ve daralmayı
gidereceğini kaydeden Zemahşerî, Hz. Peygamber (s.a.v)’in de bir işten
dolayı daralıp hüzünlenince -bu âyetin tavsiyesine uygun olarak-hemen kalkıp
namaz kıldığını zikretmiştir.
Dâvette, açık, iknâî delille birlikte yumuşak ve
tatlı bir dil kullanılmasını, ayrıca insan fıtratının tanınmasını gerekli gören
Zemahşerî, kendisinde hayır bulunan bir kimseye, hikmet, güzel öğüt veya
en etkili mücâdele şekillerinden birisinin yeterli olacağını, tinerinde hayır
bulunmayan bir kimseye ise; hiçbir yolun fayda vermeyeceğini belirtmiştir.
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri âyetindeki mücâhede, nefs-i
emmâre, şeytan ve din düşmanlarıyla yapılacak bütün mücâhede çeşitlerini içine
alacak umum bir ifâde tarzıyla zikredildiğini belirten Zemahşerî, bütün
bu mücâhedelerde aranan en önemli ve belki de tek şartın; onun Allah için
yapılması olduğunu hatırlatmıştır.275
“Nefsini tezkiye eden
kurtulmuş, onu (günahla) kirleten de helak olmuştur.”?1 âyetindeki tezkiyeye; artma ve
takvâ ile yükselme manasını veren Zemahşerî, mu’tezilî görüşüne uygun
olarak, nefse fucûru ilhâm etme veya ona günah işletme işini Allah Teâlâ’ya âit
kılmaya yanaşmayıp, her iki işi de kulun istîdât, tercih ve fiiline
bağlamıştır.277
et-Tabressî (53861143), “Sana yakîn (ölüm) gelinceye
kadar Rabbine kulluk et!”2™ âyetinde kulluk süresinin
“yakin=ölüm”le kayıtlanmasının bir inceliği olduğunu, ez-Zeccâc’ın belirttiği
gibi; bunun, hiç ara vermeden devamlı kulluğu ifâde ettiğini, şâyet emir bir
vakitle kayıtlanmadan “Rabbine kulluk et.” şeklinde verilseydi,
bir defa itaat edenin bu vazifeyi yerine getirmiş olacağını, halbuki meramın bu
olmadığını kaydetmiştir.279
Sâlih amel işleyen mü’min erkek ve kadınlar
için va’dedilen “hayât-ı tayyibenin” farklı yaklaşımlara göre; helal
nzık, kanaat, nzâ, hergünün rızkına ulaşma, kabirde rahatlık ve cennet olduğunu
nakleden et-Tabressî,280 Hakk dâvetçisine ilk metod olarak
tavsiye edilen hikmetin bir manasının da; yapılacak iş
27 Ankubût 29/69.
275Bkz: Zemahşerî, a.g.e, III,
213. Zemahşerî,
âyetin tefsiri
sadedinde bazı sûfilerden nakillerde bulunmuştur. Meselâ; Ebû
Süleyman ed-Dârânî’nin ilgili
âyete verdiği mana şöyledin “Bildiği hususlarda bizim için amel edenleri muhakkak
bilmedikleri hususları öğrenecek yollara sevkederiz.” Bir diğeri de:
“Bildikleri ile amel eden kimse bilmediklerini öğrenmeye muvaffak kılınır.”
demiştir.
276Şems 91/9-10.
277Bkz: Zemahşerî, a.g.e, IV, 259.
Keşşaftaki Mu’tezilî fikirleri yakın ta’kibe alan Ahmed Îbnu’l-Münîr, bu âyetin
tefsirinde yanlış gördüğü fikrin tashihini de yapmıştır. Bkz: a.g.e, aynı yer.
278Hıcr 15/99.
279Bkz: et-Tabressî,
Mecmeu’l-Beyân, Cild, IV, Cüz: XIV, 47.(Beyrut, trs.) Aynı inceliğin zikri için
bkz: Kurtûbî, el-Câmi’, X, 64.
280Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild,
IV, Cüz: XIV, 122. Âyetten çıkarabileceğimiz bir sonuç da; Hakk’a kurbiyette
cinsiyet ayırımı yoktur, aslolan; imân, ihlas ve sâlih ameldir. ve söylenecek sözlerde sırayı ve zamanı iyi bilmek
olduğunu, peygamberlere emredildiği gibi;281 muhâtablann aklî
seviyesine ve fiilî kapasitesine göre söz söyleyip yük yüklemenin, dâvetçiye
tavsiye edilen üçüncü metoda (en güzel mücâdeleye) girdiğini belirtmiştir.282
“(Rasûlüm!) De ki: Rabbim
ilmimi artır.âyetinin
tefsirinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in “İçinde, kendisiyle Allah
Teâlâ’ya yakınlığımın artacağı daha fazla bir ilim elde etmediğim bir günün
gelmesinde benim için bir hayır ve bereket yoktur.”2**
hadisini naklederek; artması istenen ilmin mârifetullah olduğuna ve kulun
devamlı terakki içinde bulunması gerektiğine işâret eden et-Tabressî,285
taatm bir diğer taata sebeb olacağını ve böylece daha fazla sevabı ve
kurbiyeti te’min edeceğini, sünneti ikâme için mücâhede edenlere,
bilmediklerini öğrenme yolunun açılacağım nakletmiştir.286
Allah Teâlâ’dan korku ve haşyetin, O’nu tanıma
ölçüsünde değişeceğini nakleden et-Tabressî,287 hayır
ehlinden olmadğı halde kendisini öyle gösterenlerin, “nefsini kirletip
(aslî hüviyetini) gizleyen helak olmuştur.”2** âyetinin
işâretine ve Sa’leb’in tefsirine göre hüsranda kalacağım belirtmiştir.289
Fahruddin er-Râzî (606/1210),
“İçinizden
(halkı) hayra çağıran, ma’rufu emir, kötülükleri nehyeden bir topluluk
bulunsun.”290
28 ■''Hadiste: “Biz
peygamberler, insanların aklî seviyesine göre konuşmakla em rolündük.” Bu konudaki birbirini tamamlayan
rivâyetler için bakınız: Müslim, Mukaddime, sh: 6; Ebû Dâvud, Edeb, 23 (Had.
No:4842); Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Had. No: 2735-2736; Ali el-Muttakî,
Kenzu’l-Ummâl, III, 109 (No:5717-5718; Aclûnî, Keşfu’l- Hafâ,Had.No: 592
282Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild,
IV, Cüz: XIV, 138.
283Tâhâ 20/114.
284Hadis için bkz:Tabarânî,
el-Mu’cemu’l-Evsât, VII, 332 (Had. No:6632); Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 188;
Suyûtî, el,Câmiu’s-Sağîr, I, 56 (Had. No:343); Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, (Had.
No: 343).
285Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild,
IV, Cüz: XVI, 148.
286Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild,
V, Cüz: XX, 382.
287Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild,
V, Cüz: XXII, 240,
288Şems 91/10.
289Bkz: et-Tabressî, a.g.e, Cild,
VI, Cüz: XXX, 153.
290Âl-i Imrân 3/104.
âyetinin tefsirinde, bu işi ancak âlim olanların
hakkıyla yapabileceğini, câhil olanların ise; hayır ve şerri tam
bilemeyeceğini, muhâtabına gerekli olan davnanış biçimini tesbit edemeyeceğini
belirtmiştir.291
“ Onlar, Allah’ı bırakıb bilgin
ve rahiplerini rab edindiler,
"âyetinin tefsirinde, bazı câhillerin ve haşeviyye grubunun, dünya ehli
şeyhlerini ta’zimde çok ileri gittiklerini, bir zaman sonra, onlarda hulûl ve
ittihadın bulunduğuna inanmaya başladıklarını ve işi kendilerine secde etmeye
kadar götürdüklerini, âyetin Yahudi ve Hnstiyanlan kınadığını, fakat, bu tür
işlerin bu ümmetin içinde de vâki olduğunu zikreden Râzi,292 Hakk’a
dâvette fakih olmak gerektiğini, din ile dünya toplayanların işlerinin perişan,
sonlarının hüsran olduğunu belirtmştir.293
Teşbih, tahmid, secde ve şâir ibâdetlerin kalbdeki
hüznü giderip âlem-i rubûbiyetin nurlarını almaya hazır hâle getireceğine
işâret eden Râzi, böyle bir kalb sahibinin dünya adına hiçbir ğam ve
kederi olmayacağını belirtmiştir.294
Hakk’a dâvet edilecek insanların, hakikate tâlib
kâmiller, tabiatında mücâdele ve çekişme bulunan sefihler, ikisinin ortasında
bulunan, selim fıtratları bozulmamış, kemâl noktasına ulaşamamış fakat rezil
hallere de bulaşmamış avam olmak üzere genelde üç sınıfa ayrıldığını, herbirinin
dâvet, iknâ ve terbiye şekillerinin farklı olduğunu belirten Râzî, dâvetçiye
düşenin; en uygun yolla tebliğ olup hidâyetin Allah Teâlâ’nın kudret ve
irâdesine bağlı olduğuna dikkat çekmiştir.295
Hakk’a ve hakikata ulaşmak için amelî ve nazarî
mücâhede yollarının bulunduğunu, nazarî tefekkür ve istidlâl yolunu seçenlerin
taassub ve inada düşmezlerse Hakk’a yol bulabileceklerini, yoksa
tıkanacaklarını belirten Râzî, en güzel vuslat yolunun; muhsinlerin
gidişâtı olduğunu, çünkü Allah Teâlâ’nın,
291Bkz: Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb,
VIII, 146. Râzî, ilgili âyetin tefsiri sadedinde, Hz.
Peygamber
(s.a.v)’in: “Kim iyiliği emreder, kötülükten nehyederse; yeryüzünde Allah’ın,
Rasûlünün ve kitâbının halifesi olur.” hadisini nakletmiş, herkese, Hakk için
gerektiği gibi davranan ciddi kimselerin halk tarafından fazla sevilmeyeceğim
beyan için Süfyan es-Sevrî’nin: “Bir adamın bütün komşuları tarafından
sevildiğini ve dostlan içinde övüldüğünü görürsen, bil ki; o kimse yağcıdır.”
sözüne yer vermiştir. Bkz:Râzî, a.g.e, VIII, 147.
292Bkz: Râzî, a.g.e, XVI, 31.
293Bkz: Râzî, a.g.e, XVI, 181.
294Bkz: Râzî, a.g.e, XIX, 171.
295Bkz: Râzî, a.g.e, XX, 111-112.
mücâhede işinin sonucu hakkında: “Hiç
şüphesiz Allah, muhsinlerle beraberdir hükmünü verdiğini zikretmiştir.297
Kemâlâtın en yükseğinin mârifetullah ve Allah için
itidâl üzere sâlih amel işlemek olduğunu belirten Râzî, sahih imân, sâlih amel
ve istikâmet sâhibi mü’minlerin dünyada iken meleklerle dost olduğunu,
meleklerin, sâfîyetini kazanmış ruhlar üzerinde ilhâm, yakînî mükâşefe ve
hakikat makamlarına terakki hususlarında te’sirlerinin bulunduğunu, temiz
ruhların daha birçok yönlerden meleklerle irtibat ve dostluk içinde olduklarını
zikretmiş, âyet-i kerimenin belirttiği gibi;298 bu dostluğun
âhirette de daha kuvvetli bir şekilde devam edeceğini, çünkü nefsin cevherinin
(bir yönüyle) meleklerin cinsinden olduğunu kaydetmiştir 299
Hakk’a dâvet ve nâkıs nefisleri terbiyet konusunda
Peygamberlerden sonra âlimlerin geldiğini, onlann peygamberlerin İlmî ve rûhânî
yönlerine, sultanlann ise; kuvvet yönüne vekâlet ettiklerini belirten Râzî,
ülemâmn; Allah Teâlâ’yı tanıyan âlimler, O’nun sıfatlarını bilen âlimler ve
ahkâmını bilen âlimler olmak üzere üç kısım olduğunu, birincilerin hükemâ,
İkincilerin ashâb-ı usûl, üçüncülerin ise fukahâ sınıfını oluşturduklarını, her
birisinin sonsuz diyebileceğimiz kadar derecelerinin olduğunu, bunun için Allah
Teâlâ’ya dâvetin sonsuz sayıda farklı dereceleri bulunduğunu kaydetmiştir.300
îbnu Zeyd’e göre; nefse takvâ hâlinin ve düşüncesinin ilhâm edilmesinin
İlâhî bir tevfik, fısk u fücûr içinde bırakılmasının ise; hızlan olduğunu, ez-Zeccâc
ve Vâhidî’nin de bu görüşü seçtiğini nakleden Râzî, nefsin tezkiye ve
tedennisi konusunda Mu’tezile’nin yaklaşımını kısaca değerlendirerek, Vâhidî’nin
yaklaşımıyla; İlâhî kader ve kazânm hükmünü devre dışı bırakarak, kulun
kendi başına nefsini tezkiye veya isyanla helak edemeyeceğini belirtmiştir.301
Beydâvî (685/1286),
dinde fakih olmak ve halkı uyarmanın farz-ı kifâye olduğunu, ilim öğrenmenin
gâyesinin ise; insanlara karşı yükseklik taslamak ve meşhur olmak değil, nefsi
ıslah edip, hakkı ayakta tutmak ve halkı istikâmete
296Ankubût 29/69.
297Bkz: Râzî, a.g.e, XXV, 83.
298Âyet için bkz: Fussılet
41/30-31.
299Bkz: Râzî, a.g.e, XXVII,
105-106.
300Bkz: Râzî, a.g.e, XXVII, 108.
301Bkz: Râzî, a.g.e, XXXI, 175.
sevketmek olduğunu belirtmiş, dinin hakkıyla
anlaşılması ve hüccetin ayakta tutulması için yapılan çalışmaları “cihad-ı
ekbef” olarak nitelemiştir.
Kulluğun hiç ara verilmeden ölene kadar devam
edeceğini belirten Beydâvî, insanları hâl ve derecelerine uygun
olarak; hakikat tâlibini hikmetle, avamı nasihat ve öğütle, muannidleri de
güzel mücâdele usulleriyle hakka dâvet yapmak gerektiğini hatırlatmıştır.
Mücâhede âyetindeki cihadın umûmîliği hakkında Zemahşerî gibi
düşünen Beydâvî, bütün mücâhede çeşitlerinin, kulun hidâyetini, Cenâb-ı
Hakk’a kurbiyetini ve mârifet ilmini artıracağına işâret etmiştir.
Beydâvî, Allah
Teâlâ’nın, kullarını nefsin tekmiline teşvik için zâtına ve sıfatlarına delâlet
eden birçok şeylere yemin ettiğini belirtmiştir.
Ebu’l-Berakât en-Nesefî (701/1301),
sâlih amel İşleyen
erkek ve kadın mü’minlere va’dedilen “hayat-ı tayyibe”ye; nzâ, kanaat,
taatlarda halâvet, marifetullah, Allah Teâlâ ile sıdk hâline ulaşmak, İlâhî
emirlere sadâkatla imtisal ve Allah’tan gayrisinden kalbi çekmek şeklinde
yapılan ta’rifleri naklederek; salâh-ı kalb ve tezkiye-i nefsin tehzib-i
ahlâkı te’min edeceğine işârette bulunmuştur.
Sahih iman ve sâlih amelin bir sonucunun da;
Rahmânî bir tecellî olarak, kullar tarafından sevilmek olduğunu hatırlatan Nesefî,
Kadâde’nin: “Allah’a yönelen bir kula muhakkak diğer kullar da kalbleriyle
yönelip severler.” sözünü naklederek; Hakk dostlarının önemli bir vasfını nazara
vermiştir.
“Bizim (rızâmız) için, mücâhede
edenleri muhakkak (rızâ ve likâmıza götüren) yollarımıza ulaştırırız-” âyetinde, mücâhedenin mef’ul
getirilmeden zikredildiğini, bununla, nefis,
şeytan ve din düşmanlarıyla yapılması gerekli olan bütün mücâhede çeşitlerinin
kasdedildiğini belirten Nesefî, âyetin tefsiri sadedinde bir çok sûfinin
yorumunu nakletmiştir.
“£> insanlar! Hepiniz
Allah'a muhtaçsınız.” âyetinin tefsirinde de, yine birçok sûfinin
“fakr” görüşüne yer eren
Nesefî, bu meyanda velilerin şu üç sıfatını zikretmiştir. 1-Her şeyde Allah’a
güvenmek, 2-Her şeyde Allah’a muhtaç olduğunu bilmek, 3-Her şeyden yüz çevirip
Allah’a yönelmek.
Nefsin tezkiyesi konusunda Beydâvî’ye benzer
beyanlarda bulunan Nesefî, nefsin tezkiye veya fısk içinde terk işini Allah
Teâlâ’ya âid görebileceğimiz gibi; beşerî planda kulun fiili olarak
düşünülmesinin de câiz olduğunu belirtmiştir.
Nizâmüddin Nisâbûrî (730/1329), ““Sana yakın
(ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” âyetindeki yakinin “ebediyyen” manasında
olduğunu, çünkü; ma’rifetten sonra müşâhedeye ulaşılarak hakkında yakin hâsıl
olan her makamın üstünde henüz yakin hâsıl olmadığı için durumu şüpheli
makamların bulunduğunu, ondaki yakine ulaşmak için mücâhede gerektiğini,
ulaşılacak makamların hiç bitmeyeceğini, dolayısı ile cehd ve cihadın da
devamlı olacağını belirtmiştir.
Allah Teâlâ’nın: “Bizim (rızâmız) için,
mücâhede edenleri muhakkak (rızâ ve likâmıza götüren) yollarımıza ulaştırırız.”
âyetiyle, mücâhedede İlâhî nzâ
ve ihlası şart koştuğuna dikkat çeken Nisâbûrî; ruhbanların, filozofların, brahmalann ve
benzerî grublann Allah’ın rızâsını değil, işlerinde riyâ yapıp dünyâyı hedefe
aldıkları için, bu va’de ulaşamadıklarını belirtmiştir
Tefsirinde, zaman zaman “et-te’vîl” başlığı
altında tasavvufî ve derûnî işâretleri kaydeden Nisâbûrî, “Kamer için de
bir takım menziller ta’yin ettik âyetine âit işâretleri verirken;
kameri, kalbin kemal noktasındaki nûrâniyetine benzetmiş, ay için sâbit olduğu
gibi, kalbin de Kur’an’m harfleri adedince yirmisekiz tane menzili (makâmı)
bulunduğunu, bunların harf sırasına göre; ülfet, birr, tevbe, sebât, cem’ıyyet,
hilm, hulûs, diyânet, zillet, ra’fet, zülfet, selâmet, şevk, sıdk, sabr, taleb,
ez-zame’ (susuzluk, şiddetli özlem), aşk, izzet, fütüvvet, kurbet, kerem, leyn,
mürüvvet, nûr, velâyet, hidâyet ve yakîn olduğunu, kul bütün bu makamları
katettiğinde Kur’an’m ahlâkı ile ablaklanmış olacağını, yakinin menzil ve
makamların en sonu olduğunu, sâlik bu makamları tek tek geçerek Cenâb-ı Hakk’m
huzuruna ulaşıp nurları içinde kaybolacağını, sonra o huzurda tam kemhale
ulaşınca hiçliğe bürünüp, hilâlin en son hâli gibi iyice mahviyet içine
gireceğini, bunun da Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendisiyle övündüğü
“iftikâr” hâli olduğunu zikretmiştir.
Nefsin tezkiyesi konusunda, Râzî’nin görüşlerini
özetleyen Nisâbûrî, bu arada ehl-i te’vilin ilginç işaretlerine yer
vermiştir
Ebû Hayyân (745/1344), insanların önünde durup onlara iyiliği
emreden kimselerin, sözlerinin hilâfına hareket ettiklerinde, bunun ma’siyete
bir teşvik olacağını, böyle yapanların âyet-i kerimelerde “Kendiniz
kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor
musunuz? (Yaptığınız işin çirkinliğini ve tutarsızlığını) anlamıyor
musunuz?" “Ey iman edenler! (Size
de gerektiği halde) yapmadığınız şeyleri niçin (başkalarına) söylüyorsunuz. Bu
yaptığınız Allah katında büyük bir gazap vesilesidir." ikazlarıyla uyarıldığını belirtmiş, bu meyanda
Hz. Ali’nin : “Şu iki insan belimi büktü. Birisi; günahlara dalan âlim, diğeri
de; câhilâne ibâdet yapmaya çalışan âbid.” şeklindeki yakınmasını nakletmiştir.32
îbnu Abbas’ın tefsiriyle; Allah Teâlâ’nın taaatmda, O’nun
nimetlerine şükürde ve O’ndan gelen belâlara sabırda nefsin hevâsıyla yapılan
cihadın da mücâhedenin içine girdiğini nakleden Ebû Hayyân, Allah
yolunda zâhirî ve bâtınî düşmanlara karşı ortaya konan bütün gayretlerin,
sahibini daha güzel hidâyete ve daha büyük hayırlara ulaştırmasıyla ilgili
rivâyetlere yer vermiştir.
Nefsin tezkiyesi konusunda, ehl-i sünnet
müfessirlerin yukarıda verilen görüşlerini tekrarlayan Ebû Hayyân, bu
arada Zemahşerî’nin mu’tezîlî görüşlerine değinip tenkid ederek; onun bu
tür görüşlerini bir sürü aklî izahların perdesi altında gizlice ortaya
sürdüğüne dikkat çekmiştir.
Ebu’s-Suûd (982/1574), “Kendiniz kitabı okuyup
durduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?
(Yaptığınız işin çirkinliğini ve tutarsızlığını) anlamıyor musunuz?” âyetinin, başkasına va’zedip kendi kötü hâlini
ıslah etmeyen herkesi uyardığını ve kınadığını, bu gibi kimselerin sözlerinin
te’sirli olmayacağını, böyle bir davranışın; şeriatı bilmeyenlerin câhillerin
veya akl-ı selimden yoksun ahmakların işi olduğunu ortaya koyduğunu zikretmiş,
aslında bu ikazdan muradın; fasık bir kimseyi başkasına
va’zdan alıkoymak değil, onu nefsini tezkiyeye ve
onun kemâli için çalışarak hem kendisinin hakkı ayakta tutmasına hem de
başkalarının hak üzere gitmesine vesile olmasına teşvik etmek olduğunu
belirtmiştir.
Bütün beşerî kemâlatlan açıkça veya işâret yollu
ihtivâ ediyor dediği Bakara sûresinin 177. âyetini, câmi ve nâfî bir şekilde
tefsir eder Ebu’s-Suûd, özetle; insanın Hakk yolunda sâdıkhğının
nişânesi ve muttaki oluşunun belgesi olan iyilik ve takvânın, kalbde bir hayır
ve Hakk’a yöneliş yokken, zâhiren yüzü maşrık veya mağribe döndererek
görüntüyle hak adamı gözükmekle olmadığını, asıl birr ve takvânın, özetle;
sahih itikâd, kullarla güzel geçim ve nefsi güzel ahlâkla tehzibin içinde
bulunduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifâdesiyle; bu âyetle amel eden
kimsenin imanının kemâle ereceğini kaydetmiştir.
Hakk’a dâvet ve hayra irşad edenlerin karşısında,
hakikate tâlib havass, fıtratı işlenmemiş avam ve cibilliyetinde inat ve itiraz
bulunan muannidler olmak üzere üç çeşit insan tipinin bulunduğunu, bunlardan
herbirinin farklı bir dil, ayrı bir usûl ve değişik bir üslubla dâvet edilmesi
gerektiğini dile getiren Ebu’s-Suûd, Hakk’a vuslat isteyen herkesin, âyetin
açık ifâdesine göre; açık
şirkten ve hafi riyâdan uzak kalmasının zarûri olduğunu, yoksa, hadisin
belittiği gibi; içinde riyâ bulunan hiçbir amelin Allah katında makbul
olmayacağını belirtmiştir.
Kulun tevbeye yönelmesinin, ondaki sadakatinin ve
bu vesile ile günahlarının affedilmesinin İlâhî rahmet ve lütfün eseri olduğuna
dikkat çeken Ebu’s-Suûd, nefsin
tezkiyesi konusunda, ta’rifte Zamahşerî’ye, temizliğin husûlünde Râzî
ve Kâdî’ye benzer şeyler söylemiştir.336
Hatib Şirbînî (977/1569), insanların genelde üç fıtrat üzere
yaratıldığını, birinci kısmın; hakikate tâlib, sahih ilim, keskin basîret
sâhibi kâmil âlimler olup bunlann hikmetle Hakk’a dâvet edileceğini, ikinci
kısmın; temiz yaratılış fitratlan üzere kalmış fakat kemal noktasına da
ulaşmamış avam kesimi olup, bunlann güzel öğütle dâvet edileceklerini, üçüncü
kısmın ise; cedel ve çekişmeyi seven tiplerden oluşup, bunlann dâvet şeklinin
en etkili mücâdele ve ilzamla gerçekleşeceğini, kullara düşenin; usûlüne uygun
dâvet olup, hidâyet ve dalâletin Allah Teâlâ’nın irâdesine kaldığını
belirtmiştir.337
“Kim Rabbine kavuşmak isterse;
sâlih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.” âyetinin, ilmin ve amelin hülâsasını ihtivâ
ettiğini, bunlann da; tevhid ve taatta ihlas olduğunu belirten Şirbînî,339
Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “De ki: Rabbim, ilmimi artır.”340 şeklinde
verilen duâ emrine, O’nun: “Allahım! Bana öğrettiğin şeyle beni faydalandır,
bana faydalı olacak şeyi öğret. İlmimi artır. Her halde Allah’a hamd olsun.
Cehennem ehlinin hâlinden Allah’a sığınırım.” yakanşıyla imtisâl ettiğini, îbnu Mes’ud’un
da, bu âyeti okudukça: “Allahım! Benim ilmimi, imanımı ve yakinimi artır.”
diye duâ ettiğini nakletmiştir.342
Âyet ve rivâyetlerin delâletiyle; ehl-i ilmin ve
seyr u sülük sâhiplerinin elde ettikleriyle aldanmamalan, dahasma ve en
faydalısına tâlib olmalan ve en önemlisi; ilim ve amellerinden kendilerine pay
çıkanp kibre ve fahre düşmemeleri gerektiğini söyleyebiliriz.
“Bizim (rızâmız) için, mücâhede
edenleri muhakkak (rızâ ve likâmıza götüren) yollarımıza ulaştırırız.” âyetinde, “mücâhede” kelimesinin “mufâale”
bâbmda olduğunu, bunun, bütün cehd ve gayreti kullanmayı ifâde
336Bkz: Ebu’s-Suûd, a.g.e, IX,
146, 164.
337Bkz: Şirbînî,
es-Sırâcii’l-Münîr, II, 270-271.(Beyrut, trs).
338Kehf 18/110.
339Bkz: Şirbînî, a.g.e, II, 412.
340Tâhâ 20/114.
341Duâ için bkz: Tirmizî. Deavât,
129 (Had. No: 3599); îbnu Mâce, Mukaddime, 23 (Had. No: 251).
342Bkz: Şirbînî, a.g.e, II, 486.
343Ankubût 29/69.
ettiğini, mücâhedenin içine zâhirî ve bâtmî
düşmanlarla kavlî ve fiilî bütün cihad çeşitlerinin girdiğini belirten Şirbînî,
mücâhede konusunda Nesefî’nin yaptığı gibi; bir çok sûfinin görüşüne yer
vermiştir.
Nefsin tezkiyesi konusunda, Taberî ve Beğavî’nin
nakillerine dayanarak, ashâb ve tâbiûn müfessirlerinden birçok yorum zikreden Şirbînî,
Zemahşerî’nin bu konudaki yaklaşımlarıyla, Beydâvî’nin izâlanna değinip,
değerlendirmeler yapmış ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nefsin kötü
sıfatlarından Allah’a sığınması ile ilgili duâlanna yer vererek, bu işte aslolanm; Allah’ın tevfik ve yardımına
bağlı olarak kulun acziyetini itirafla itaata devam etmek olduğuna işaret
etmiştir.
Âlûsî (1270/1853),
tezkiye; amelî kuvveti nisbetinde nefsin tekmili ve ta’limle hâsıl olan nazarî
ist’idâdı ölçüsünde üstün hallerle tehzibinden ibârettir, şeklindeki tanımı
nakletmiş, tezkiye işinde,
“tahliye”nin (kötülüklerden arınmanın) “tahallî”den (iyiliklerle süslenmeden)
önce geldiğini, zirâ; def’i mefâsidin celb-i mesâlihten evlâ olduğunu
belirtmiştir.
“Allah size yardım ederse;
artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi kendi hâlinize
bırakıverirse, O’ndan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a
güvenip dayansınlar ”34% âyetinin,
fillerde gerçekleşmesi gereken tevhid ve tevekkülü ifâde ettiğini belirten Âlûsî,
bazı âriflerin beyanına göre; Allah Teâlâ’nın kullarına yardımının farklı
derecelerde olduğunu, bunun, seyr u sülûküne yeni başlayan müridlere
şehvetlerini kontrol ve kırmada muvaffakiyet, muhiblere kurbiyet sıfatına
nâiliyyet, âriflere ise müşâhede makamlarına terakkiyat şeklinde tezâhür
ettiğini, Allah Teâlâ’nın özel yardımına ancak, kendi güç ve kuvvetinden
sıyrılarak bütün sebeblerde Rabbine tutunan kimselerin mazhar olacağını
zikretmiştir.
Bazı mülhidlerin, kendi hesaplarınca keşf ve
şühûda ulaşanların üzerinden teklifin düştüğünü söyleyip, teklifin
hakikatlerden perdeli kimseler için olduğu iddiâlannı zikreden Âlûsî, Hz.
Peygamber (s.a.v)’e verilen: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar
Rabbine kulluk etl” 5Q emrinin, bazı sika râvilere göre;
bütün semâ tabakalarını geçerek Rabbiyle görüştüğü mi’ractan sonra verildiğini
naklederek soruyun “Bunca makamları geçen zâta, mülhidlerin ulaştık dedikleri
yakin hâsıl olmadı mı? O (s.a.v), ömrünün son ânına kadar Rabbine ibâdetle
meşgul oldu. Buna göre; O (s.a.v), yakine ulaşamadığı için teklifin sıkıntısı
içinde kaldı diyeceğiz, öyle mi? Allahu ekber! Kalbinde zerre kadar iman,
başında azıcık akıl bulunan kimse bunu düşünmeye ve söyleyemeye cesâret
edemez.”
Kişisel farklılıklara göre dâvet şekli konusunda, Beydâvî,
Ebu’s-Suûd ve Şirbînî’ye benzer ve biraz daha detay bilgi veren Âlûsî,
dâvetçi ve terbiyecinin “Mü’minin ferâsetinden sakının. Şüphesiz o,
Allah’ın nuru ile bakar.” hadisinde belirtilen ferâset nûruna sâhip
olması ve muhâtabının akıl seviyesi, fıtrî yapısı ve fiilî kapasitesine uygun
hareket etmesi gerektiğine işâret etmiştir.
Sabrın birkaç kısım olduğunu, bunların; sabır
lillah, sabır fillah, sabır maalllah. sabır anillah şeklinde taksim edildiğini
nakleden Âlûsî, birincinin her mü’minde, İkincinin Hakk yoluna sülük
eden sâliklerde, üçüncünün keşf ve huzur sâhiplerinde, dördüncünü ise; lyan,
müşâhede ve aşk ehlinde bulunması gerektiğini belirtmiş, özetle; herbir sabır
çeşidinin İlâhî bir mevhibe olup farklı tezâhürleri bulunduğunu, sabır olmadan
Hakk yolunda hiçbir mücâhede yapılamayacağını, Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “(Habibibm!)Sabret,
senin sabrın ancak Allah iledir.” buyrulmasının, meselenin ehemiyetini ve sabrın
asıl merciini ortaya koyduğunu zikretmiştir.
İlâhî takarruba vesile olacak şeyin; sahih akide
ile sırf Allah rızâsı için yapılacak sâlih amel olduğuna dikkat çeken ve
dünyevî bir gâye için yapılan hiçbir amelin kabül edilmeyeceğine dâir pek çok
haber bulunduğunu belirten ÂIûsî,
mücâhede âyeti hakkında güzel yaklaşılan yanında îbnu Atâ’nın:
“Allah’tan gayri her şeyden kesilerek tamâmıyla O’na muhtaç olduğunu anlayıp
teslim olmaktır.” şeklindeki mücâhede tanımını ve bu meyanda daha birçok ârifîn
görüşünü nakletmiştir.
Asamızın âlimlerinden Zuhaylî, âyet-i
kerimelerden akide, hukuk ve metodla ilgili sonuçlar çıkardığı
“et-Tefsîru’l-Münîr” adlı tefsirinde, “İnsanlara iyiliği emredip
kendinizi unutuyor musunuz? (Yaptığınız işin çirkinliğini ve tutarsızlığını)
anlamıyor musunuz?” âyetinin tefsirinde, dâvetçiyi ilgilendiren şu
yorumu yapmıştır
“Âyet her ne kadar Yahûdiler hakkında inmişse de,
itibar, sebebin husûsîliğine olmayıp lafzın umûmîliğine olduğu için bugünkü
insanlara da hitâbetmektedir. Bir dâvetçinin, diğer insanlara iyiliği emredip
kendisini unutması bir hastalıktır. Bunun ilacı; -müteâkib âyetlerde
belirtildiği gibi- Allah’a hakiki olarak iman etmek, Allah’ın rızâsına ulaşmak
için nefs-i emmâreye karşı gerçek bir sabırla sabretmek, nefsi istikâmet üzere
gitmeye ısındırmak ve alıştırmak için namazla İlâhî yardım istemektir. Kim,
mükellef olduğu şeylerin yükünü çekmeye sabreder, nefsini ma’siyetten alıkor,
günde en az beş defa Allah Teâlâ ile bağını yeniler ve O’na münâcaat ederse; onun,
başkalarına nasihat etmesi uygun ve önüne çıkacak tehlikeleri anlaması mümkün
olur.
Seyyid Kutub (1387/1966), Allah’a ulaşmak ve O’nunla irtibatını
sağlamlaştarmak uğruna nice sıkıntılara ğöğüs geren, bütün zorluklara rağmen
geri adım atmayan, ümidini kaybetmeyen, nefsin ve nâsın fitnesine sabreden bu
uzun, meşakkatli ve bir yönüyle ğarib yolun samimi yolcularını Allah Teâlâ’nın
yalnız bırakayacağını, kendisine olan iman ve itimadlannı zâyi etmeyeceğini,
cehd ve cihadlannı unutmayacağını ve onlann elinden tutup muhakkkak hedeflerine
ulaştıracağını belirtir.
d-Değerlendirme.
Seyr u sülük hakkında yukanda zikretmiş olduğumuz
sûfilerin ve müfessirlerin görüşleri, konunun belirli yönlerine kısaca
işâretten öte geçmemiştir. Bunun böyle olması tabiîdir. Çünkü; çalışmamız
sınırlı, tetkike konu edilen mevzû ise, çok geniştir. Konu insan, hedef onu
eğitmek, problem insanın nefsi, gâye onu tezkiye ve terbiye etmek olunca;
mesele büyümekte, alan genişlemekte, metod farklılaşmaktadır. Ele alınacak
unsur -insan-bir tâne gözükse de; her ferd ayrı bir fıtrat ve cibilliyeti
temsil ettiğinden; o nisbette iş derinleşmekte, usûl çeşitlenmekte, uslûb
değişmektedir.
Sûfî ve müfessirlerin konunun esasında farklı bir
yaklaşımları olmadığını söylersek, yanlış olmaz kanaatindeyiz. Her iki grubun
mümessilleri de; nefsin tezkiyesinin, kalbin tasfiyesinin, ahlâk-ı hamidenin
elde edilmesinin ve sonuçta; ihsan mertebesinde yapılan ideal kulluğa ulaşmanın
gereğine inanıyorlar. Meseleyi kendi sahalarının özel ve diğerine göre bazen farklılaşan
ıstılahları ile ifâde etmeleri, esastaki bir farklılıktan kaynaklanmıyor.
Sûfiler, nefsini ıslah etmiş hedef şahsiyete “insan-ı kâmil” ismini
verirken, müfessirler, aynı sıfatların sâhibine, Kur’ân diliyle “muttaki” diyorlar.
Birisi, bir mürşid kontrolünde nefsi ıslah adına yapılan bütün amellere ve
katedilen mesâfeye “seyr u sülük” ta’birini kullanırken, öbürü, bütün
bunları “mücâhede” ile tanımlıyor.
Tesbit edebildiğimiz kadariyle, terbiye ve irşâd
konusunda, sûfiler ve müfessirler şu noklarda aynı düşünüyor ve benzer bir dil
kullanıyorlar.
Kullukta ve Allah Teâlâ’ya kurbiyyette ilk ve en
önemli adım sahih akide, sağlam iman şüphe ve şâibeden arınmış bir kalble işe
başlamaktır. Bundan sonra gelecek bütün işler, kalbin samimiyeti veya
hastalığına bağlı olarak şekillenecek, işine yakînen inananlar ve hedefi
saptırmayanlar an be an hedeflerine yaklaşırken, şüpheler içinde kalıp hergün
ayrı ve yanlış bir hedef bucalaması içinde olanlar, gafil, riyâkar, ehl-i
dünyâ, kâzib, münâfik gibi olumsuz bir sıfatla damgalanacak, ihtimal ki; çoklan
yolda kalacaklardır.
Tebliğ ve terbiyede örnek Hz. Rasûlullah (a.s)’dır.
Mürşid ve dâvetçi, muhâtablanna peygamberi bir metodla yaklaşmalı, ortaya
koyduğu hedef, yol, usûl ve ilaç, muhakkak Kitab ve sünnetten “haktır” tasdikini
almalıdır.
Din, ilimsiz âbidin ve edebsiz ehl-i ilmin elinde
safiyetini kaybedecek, bu iki olumsuz örnek, çoklarının haktan mahrumiyetine
sebeb olacaktır.
İnsanların önüne geçip idareci, gönlüne girip
terbiyeci olmak isteyenlerin, ellerinde Kur’ân, önlerinde sünnet olmalıdır,
işini bu iki âdil şâhide tasdik ettirmeyen idâreci, işlerin kesada, âlemin
fesada gitmesine sebep olurken; ilacını Kur’ân ve sünnetten elde etmeyen
terbiyeci, kalblerin nifak, kin, şehvet, riyâ ve hased gibi kötü ahlâklar ile kirlenmesine
mâni olamayacaktır.
Cehd olmadan cihad olamaz. İlâhî yardım,
oturanlara değil, var gücüyle Hakk için çalışan ve bittiği noktada “Yâ Rabbi!”
deyip el açanlara va’dedilmiş olup bu yardıma mazhar olanlar muhakkak
hedeflerine ulaşacaklardır.
Âlemde sünnetullah, genelde aynı sebeb-sonuç
zinciri içinde cerayan etmektedir. Hedefi takvâ olan kimse, kendisinden önceki
sâlihlerin mücâdele ve mücâhedesine benzer bir çalışmaya girmeden bu hedefe
ulaşamayacağını bilmelidir.
Temel usûlü değiştirmek hatâdır. Usulde hatâ
edenler, vusülden mahrum olurlar.
Selefin başına gelen imtahanlar, benzer şekliyle
onlara halef olanlara da gelecektir. Hakk yolunun zâhirî ve bâtınî bir çok
düşmanlan, maddi ve ma’nevî epeyce engelleri vardır. Bütün bunlar, bu yolun
sâliklerinin hem cihadı, hem imtahanı durumunda olup, sonuç; başlangıçtaki
niyete, gidişteki edebe, içindeki sabra ve İlâhî desteğe göre farklı tezâhür
edecektir.
Terbiyeci ve dâvetçi, görüşünde ferâset, işinde
kemâlât sâhibi olmalıdır. Basireti kör, kâbiliyeti kısır, insan psikolojisinden
bihaber, günahlara mübtelâ olan bir kimse gönül tabibi olamaz, Hakk adına
konuşamaz, Rasûlullah (a.s)’ı temsil edemez. Bu kimseye sûfiler
“kuttâu’t-tarik”, müfessirler ise “sahte tabib” demektedirler.
Ancak, burada, sûfilerle müfessirlerin aynldıklan
bir kaç noktaya temas etmek istiyoruz.
Sûfiler, terbiye ve tezkiye işinin muhakkak,
kemâlât hâlleriyle hallenen, yolu bilen bir ehil insanın, kendi ta’birleriyle
“mürşid-i kâmiF’in beraberliğinde olacağını, kendi başına bu işte muvaffak olmanın
imkansız derecesinde zor olduğunu ileri sürmektedirler. Müfessirler ise;
terbiyenin şart olduğunu söylemekte fakat, çok azı hâriç, ekseriyetle, bu işte
ferdin kendi ilim, amel ve gayretiyle netice alacağı kanaatini
sergilemektedirler
Sûfiler, seyr u sülük ameliyesinin bir mürşid
nezâretinde, hak bir tarikat disiplini içinde olması gerektiğini savunurken;
müfessirler, mücâhede ve tezkiye ile ifâde ettikleri manevî terbiyenin, kitab
ve sünnetin çizdiği sınırlar dâhilinde herkese her yerde mümkün olabileceğini
savunmaktadırlar.
Sûfîler, seyr u sülük konusunda düşündüklerini ve
temenni ettiklerini değil, bizzat yaşadıklarını ve tecrübe ettiklerini ortaya
koyarken; genelde müfessirler, kendileri hâl olarak ulaşmasa da, terbiye ve
tezkiye ile ilgili âyetlerde, fikrî maharet ve İlmî kabiliyetlerini kullanarak,
İlâhî murâdı beyan ve hak olanı ilân adına tesbit ve tebliğde bulunmuşlardır..
Sûfiler, sâlikin manevî terbiyede karşılaştığı
hâlleri ve ulaştığı neticeleri kabz, bast, fenâ, bekâ, cem’, aynu’l-cem’, müşâhede,
mükâşefe, ilme’l-yakîn, ayne’l- yakîn, hakke’l-yakîn gibi ıstılahlarla ta’rif
edip tanıtırken; müfessirler, bu tür hâl ve makamları Kur’an ve sünnette
geçen takvâ, ihsân, yakın, inşirâh-ı kalb gibi temel ve genel kavramlarla
ifâdeyle yetinmişlerdir.
Biz, kelimeler üzerinde takılmanın ve bunun kuru
mücâdelesini vermenin yerine, mâna ve muhtevâya bakılmasını, aynı makbul sonuca
götüren her yolun ve aynı hak noktaya çıkan her ta’rifin kabul edilmesini
faydalı görüyoruz. Sûfîlerin kitab ve sünnetten istidlâl ederek elde ettikleri
ta’rif, tanım ve ıstılahları redde gitmemeli, müfessirlerin ve diğer ilim
ehlinin nasslann açık ifâdesine dayalı olarak ortaya koyduklarını da yetersiz
görmemelidir.
Ferdî hatâlar ve kısmî ifratlar bir kenara
bırakılırsa; sûfîlerin tezkiye-i kalb ve terbiye-i nefs konusunda katettikleri
mesâfe ve aldıkları sonuçlar, hiç de küçümsenmeyecek kadar ileri ve göz ardı
edilmeyecek kadar faydalıdır. Öyleki; insan eğitimi ile meşgul olan herkesin,
bu birikmiş tecrübeden muhakkak alacağı bir şey mevcuttur. Kâlin hâle, gafletin
zikre, tembelliğin harekete, karamsarlığın ümide, zulmün adâlete, vahşetin
edebe, hüznün sevince nasıl dönüştüğünü görmek isteyenler, eğer ashâb-ı kirâmı
taklidi zor bir misâl düşünüyorlarsa; gerçek sûfîlere bakmalıdırlar.
Her ferde göre farklı bir şekil ve her devre göre
ayn bir hüviyet içinde düşünülse de, herkes yaşına münâsib, makâmına uygun bir
tarzda tezkiye ve terbiye ile mükelleftir. Bunun bir sonu yoktur, ölüme kadar
devam eder. Hiç kimse kendisini bundan müstağni göremez. Çünkü insanın hayvânî
arzulardan, nefsânî duygulardan, şeytânî ahlaklardan ve maddî bağlardan
kurtulduktan sonra, meleklerin sıfatına ulaşmaya ve devamında Rabbânî edeble
edeblenip İlâhî huzura girmeye kadar yolu vardır. Ancak bu yolun bir sonu
yoktur.
Kötülüklerden arınmak esastır fakat, hedef;
iyiliklerle süslenmek ve ahlâk-ı hamideye ulaşmaktır. Güzel ahlâkın zirvesinde Hz.
Rasûlullah (a.s) bulunmaktadır. O’na ittiba ölçüsünde diğer insanlar da
farklı derecelerde güzel ahlâka ulaşabilirler.
Güzel ahlâk tamâmen fıtrî değildir. Onda kesbin
rolü, eğitimin büyük etkisi vardır. Onu sırf İlâhî mevhibe ve fıtrî bir oluşum
olarak görenler, küfür ve dâlâlet içindeki insanlara peygamber gönderilmesini
izahta ve bir zamanlar ma’sum kız çocuğunu diri didi kuma gömecek kadar insânî
hislerini ve değerlerini kaybetmiş insanların, bir peygamber terbiyesinden
geçtikten sonra, meleklerin imreneceği edeb ve ahlâka ulaşmalarını anlamakta
zorlanırlar.
Usûl ve edebine göre yapılan telkin, tavsiye,
mücâhede, riyâzât ve eğitimle kötü ahlâkın güzeli ile değişebileceği tecrübe
ile sâbittir. Güzel ahlâkı emreden nasslar da buna şâhidlik etmektedir. Bu
alandaki en güzel ve en canlı örneklerin ashâb-ı kiramdan sonra sûfilerde
gözüktüğünü söyleyebiliriz.
n-SEYR U
SÜLÜKTE TERAKKİYE YARDIMCI ÂMİLLER.
Yukarıda, seyr u sülûkun ta’rif, tatbik ve
hedefini gördük. Sûfilerin ve müfessirlerin terbiye ve tezkiye işine
bakışlarını tesbite çalıştık. Burada, sûfilerin terbiyenin tekâmülünde en
etkili medot olarak gördükleri bir kaç hususu kısaca ele alıp, müfessirlerin
yaklaşımlarıyla değerlendirmesini yapmaya çalışacağız.
Temel bir kaidedir ki; bir vacibin yerine
gelmesine yardımcı olan şeyler, o vâcib gibi önem arzeder. Yüksek bir hedefe
hizmet eden basit vâsıtalar devre dışı bırakılacak olsa, terakki durur.
Sûfiler, kalbin tezkiyesi ve nefsin terbiyesi için
bir çok yol ve yöntemi kullanmışlardır. Bunun içindir ki; hedefleri aynı, fakat
metottaki uygulamaları farklı, sayıları yüzleri bulan tarikatlar ortaya
çıkmıştır. Bu usullerden bâzdan bütün tarikler için önem arzetmekte ve her
devirde geçerliliğini korumaktadır. Şimdi bunlardan “sohbet”i ele
alacağız ve onun insanın rûhî terbiyesindeki yerini, ahlâkın şekillenmesindeki
etkisini, şartlanna göre olumlu veya olumsuz neticelerini, önce sûfilerin,
sonra müfessirlerin görüşleri çerçevesinde tesbite çalışacağız. Bu arada, ehl-i
tasavvufça etkili bir terbiye metodu olarak görüldüğü ve değişik biçimlerde
uygulandığı halde, bazı çevrelerce farklı değerlendirilen “râbıta” konusuna
kısaca değineceğiz. Rûhî terbiyede etkisi olan diğer önemli âmillere ise,
kısaca işâret etmekle yetineceğiz.
A-Sohbet ve Nazar.
Sûfiler, sohbet üzerinde çok durmuşlardır. Öyleki;
Hz. Peygamber (s.a.v)’in, dini, bir yönüyle nasihattan ibâret gösterdiği
gibi; bütün tarikat
disiplininin sohbet üzerine kurulduğunu söyleyen mürşidler de mevcuttur.
Nitekim, Nakşî tarikatının piri Şâh-ı Nakşibend’in (791/1388): “Bizim
tarikatımız (esası itibariyle) sohbettir. Halvette şöhret, şöhrette âfet
vardır. Hayır, (Hakk için olan) cemiyyettedir. Sohbete devam ede ede hakiki
imana ulaşma nasib olur.” sözü, sohbetin tasavvuftaki yerini ve hedefini
ortaya koyacak netliktedir.
Sûfiler, sohbet deyince sadece karşılıklı
konuşmayı değil, daha çok; kâmil bir insanla beraber bulunmayı, onunla hemhâl
olmayı ve aynı atmosferde yaşamayı anlamışlar, bunun, sâlih kimselerle sâdık
bir niyetle yapıldığında İlâhî rızâya ve cennete vesile olacağını; ehl-i şerle
olması durumunda ise; İlâhî gazaba ve cehenneme kapı açacağını belirtmişlerdir. Sohbet konusunda sûfilerin görüşlerine
geçmeden önce, bu konuda delil kabul edilen nasslardan bazılarını zikredeceğiz.
a-Sâlihlerle sohbete teşvik eden nasslar.
Sûfiler, sâlihlerle sohbetin gereği ve hedefi
konusunda birçok nassı delil olarak kullanmışlardır. Bunlardan bir kısmını
zikretmekte fayda görüyoruz.
1-Âyet-i kerimeler.
Sûfiler, eserlerinde sohbet konusunu işlerken,
ehl-i hayırla beraberliği ve kötülerden uzak durmayı emreden aşağıdaki âyet-i
kerimeleri, konunun esası olarak zikretmişlerdir.
“Ey iman edenler! Allah’tan
korkun ve sâdıklarla beraber olun.”
“İyilik ve takvâ hususunda
birbirimizle yardımlaşınız.”
“(Rasûlüm), Rabb’lerinin
rızasını isteyerek, sabah akşam O’na duâ (ve ibâdet) edenlerle (beraber olmaya)
candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek sakın onlardan gözünü (ve
gönlünü) çevirme. Bizim zikrimizden kalbini gâfil kıldığımız, hevâsına tabi
olan ve işi devamlı aşırılık olan kimseye itaat etme.”&
“(Herşeyi ile tamamen) bana
yönelenlere uy!”'1
“Onlar Allah‘ın hidâyet ettiği
kimselerdir. Sen de onlann yoluna
uy!”
“O gün (Allah için birbirini
seven) muttakîlerin dışında bütün dostlar birbirinin (azılı) düşmanı olur.”
“Sakın zâlimlere meyletmeyin,
yoksa size de ateş dokunur (cehenneme
girersiniz.) Sizin için Allah’tan başka dost yoktur. Sonra, (eğer
başkasına meyi ve muhabbet ederseniz, O’ndan da) yardım göremezsiniz.”
“Zâlimlerden herbiri
(pişmanlığından) o gün iki elini ısırarak: “Ah ne olurdu ben de o
peygamberlerle birlikte bir kurtuluş yolu edineydim. Yazıklar olsun bana! Keşke
(beni Hakk’tan alıkoyan) şu falanı dost e dinme şeydim!” der.”
2-Hadis-i şerifler.
Sûfiler, Allah için birbirini sevmeyi, sâlihlerle
aynı meclisde bulunmayı, ibrede kendilerine bakmayı, onlara ikram ve hürmete
koşmayı, güzel hallerini örnek almayı tavsiye ve bunlara teşvik eden bir çok
hadis-i şerifi, eserlerinin ilgili bölümlerinde zikredip bu konudaki amellerine
delil olarak kullanmışlardır. Bunlardan bir kaç örnek zikredeceğiz:
"İyi arkadaş yalnızlıktan,
yalnızlık ta kötü arkadaştan hayırlıdır. İyilerle dost olan, misk satanla
beraber olan gibidir; onun güzel kokusundan alıp sürünmese bile, ondan yayılan
koku ona da bulaşır. Kötülerle beraber olan da demirci körüğünün yanında oturan
kimse gibidir. Bizzat körüğün kirine bulaşmasa bile, onun isi ve pis kokusu üzerine
siner. "
"Kişi dostunun dini
üzeredir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin."**
"Kişi sevdikleri ile
beraberdir."
“Kim bir topluluğu yaptıkları
fiillerden dolayı severse, kıyamet günü onlarla birlikte haşredilir. Ve onların
amelini işlememiş bile olsa (niyet ve muhabbetiyle onlarla birlikte olduğu
için) beraberce hesaba çekilir.” 5
“Allah Teâlâ buyurur ki: “Benim
için birbirini seven, birbirini arayıp soran, birbirini ziyâret eden, birbirine
infâk ve ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur."
“Allah Teâlâ kıyâmet günü şöyle
buyurur: “Benim celâlim (rızam) için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir
gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi (rahmet) gölgemde gölgelendireceğim.”
“Herşeyin bir mâdeni (menbâı)
vardır; takvânın mâdeni de âriflerin kalpleridir.”
“Allah Teâlâ’nın yeryüzünde
yaşayanlar içinde (feyiz ve nur) kapları vardır. Rabbinizin kapları; sâlih
kullarının kalbleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları da en yumuşak ve
en ince olanlarıdır.”
“insanların bazıları zikrullahın anahtarıdır.
Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar.”2Q
Rasûlullah (a.s)’a: “Yâ Rasûlellah! Allah’ın velileri
kimlerdir?” diye sorulduğunda: “Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan
kimselerdir.” buyurdu.
“Meclisinde bulunacağınız en
hayırlı kimseler; görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket
katan ve ameli âhirete rağbetinizi artıran sâlihlerdir.”
“Muttakîler (insanların en)
efendisidir. Âlimler ve fakihler (kendilerine uyulacak) önder kimselerdir.
Allah Teâlâ onlardan ilmin gereğini yerine getirme (ve onu tebliğ etme) sözü
almıştır. Onlarla oturmak bereket, kendilerine (ve güzel hallerine) bakmak
nurdur.”
“(Dostlarım) zikrimle
mescitleri ma’mûr ederler. İnsanlara hayrı öğretirler. Onları benim tâatime
çağırırlar. Onlar (kıyâmette) arşımın gölgesinde gölgelendireceğim
dostlarımdır. Onları yakınımda oturtur, azabımdan emîn ederim. Kendilerini
diğer insanlardan beşyüz sene önce cennete dâhil ederim. Orada nimetler içinde
ebedî kalırlar. Rasûlullah
(s.a.v) daha sonra şu âyeti okudu:
“Dikkat edin, Allah’ın
velîlerine hiçbir korku ve hüzün yoktur.”*
Ebû Zerr (r.a)
anlatıyor: Rasulûllah (a.s)’a:
“Ya Rasûlellah! Bir adam (güzide) bir topluluğu
seviyor, fakat onlann ameline gücü yetmiyor, bunun durumu nedir?” diye sordum. Rasûlullah
(a.s):
“Sen Ya Ebâ Zerr, sevdiklerinle
berabersin.”
buyurdu. Ben:
“Ben Allah ve Rasulünü seviyorum.” dedim. Rasûlullah
(a.s):
“Şüphesiz sen sevdiklerinle berabersin.” buyurdu. Ben sözü üç defa
tekrar ettim, Efendimiz (s.a.v) de aynısını tekrar etti.”
Enes (r.a)
anlatıyor: Rasûlullah (a.s)’a bir adam gelerek:
“Ya Rasûlellah! Bir adam birisini hayırlı ameli ve
hâlinden dolayı seviyor, fakat onun gibi amel edemiyor, bunun durumu nedir?”
diye sordu. Rasûlullah (a.s):
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurdu. Hz.Enes demiştir
ki: Rasûlullah (a.s)’m ashabının bu hadisi duyduklan gün sevindikleri
gibi sevindiklerini hiç görmedim.
“Şüphesiz Allah Teâlâ, bir
sâlih müslümanın bereketine komşularından yüz tane hâneden belâyı defeder.”22
“Allah’ın dostlan içinde öyle kimseler vardır ki;
onlar nebî ve şehit değillerdir. Fakat kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın
kendilerine bahşettiği lütuf ve makamlardan dolayı nebî ve şehitler onlara
gıpta ederler.
Ashab: Ya Rasûlellah! Onlar kimlerdir, haber verir
misiniz? diye sorduklarında; Rasûlullah (a.s):
“Onlar, aralarında herhangi bir
neseb bağı ve maddî alışveriş bulunmadan Allah’ın muhabbeti ve rızası için
birbirlerini sevenlerdir. Vallahi onlann yüzü (o gün) nûr gibi parlamakta ve
kendileri de nûrdan minberler üzerinde oturmaktadır. İnsanlar korktukları zaman
onlar korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman onlar üzülmeden” buyurdu ve sonra:
“Haberiniz olsun! Allah’ın
velîlerine asla bir korku ve hüzün yoktur.” âyeti kerîmesini okudu.”
Ashabtan Hanzala (r.a), Hz. Rasûlullah (a.s)’a
gelerek:
"Hanzala münafık oldu! Çünkü; senin yanında
bulunduğumuzda bize cenneti ve cehennemi hatırlatıyorsun. O esnâda onları gözle
görür gibi oluyoruz. Senin yanından çıktığımızda ise hanım, çol çocuk ve geçim
işleriyle meşgul oluyoruz. Bu sebeble çok şeyi unutuyoruz." deyince, Rasûlullah
(a.s):
"Nefsim elinde olan
Allah’a yemin olsun ki, eğer siz benim yanımda bulunduğuzda elde ettiğiniz hâli
muhafaza edip, zikre devam edebilseydiniz; melekler sizinle yataklarınızda ve
yollarınızda musâfaha ederdi. Fakat ya Hanzala! Bazen böyle bazen öyle
olur." buyurdu
ve bunu üç defa tekrar etti.
Bu konuda pek çok hadis mevcuttur. Hepsinin ortaya
koyduğu sonuç; salâhın sâlihlerle, kemâlâtm kâmillerle hâsıl olacağı ve Allah
için sevenin, saâdet bulacağıdır.
b-Sohbetin gereği ve faydası konusunda sûfilerin
görüşleri.
Sûfiler, mürşidle sohbeti çok geniş manada
anlamakta ve samimi bir niyetle girilen sohbetin, oluşturulan rûhî
beraberliğin, bütün hayırların başı olduğunu söylemektedirler.
Sûfilere göre; Hz. Peygamber (s.a.v)’in
ashab-ı kiramla olan beraberliği, onları nûrânî nazarları ile olgunlaştırması
ve en alt mertebedeki sahâbiye bile kendilerinden sonra gelecek en büyük
velilerden üstün bir manevî dereceye ulaştırması, hâl ve kâbiliyet itibâriyle nâkıs olanların,
kâmil bir insandan istifade etmesi konusunda en açık delil, en güzel örnek, en
canlı şâhiddir. Çünkü; Hz. Peygamber (s.a.v)’in bir görevi de
“tezkiye”dir ve bu kelime esasında; kalbe nûr intikâli ile mânevî temizliği
ifâde eder.
Ömer b. Abdulaziz (110/720) gibi bir zâtın: “Ubeydullah
ile bir mecliste bulunmuş
olmam, benim için bütün dünyadan daha sevimli ve daha kârlıdır. Onun gibilerle
oturup kalkmakla akıl nurlanır, kalb rahatlar, sıkıntı kalkar, edeb elde
edilir.” sözü, kendisindeki
yüksek tavâzûyu gösterdiği gibi; kâli ve hâliyle hakikatlara ayna olan
insanlarla beraberliğin kârını da ortaya koymaktadır.
İbrâhim Havvâs (291/903), sâlihlerle beraberliği kalb
hastalıkları için bir şifâ görürken, Ebu Bekir Temastânî (340/951),
ehlullahla sohbeti, Allah ile sohbetin husûl mahalli ve vusûl vesilesi olarak
tanıtmış îbnu Atâ (309/921)
ise; böyle bir meclisin bereketiyle rûhun kurbiyyet mahalline çıkacak sâfiyeti
elde edeceğini, kalbin müşâhede hâline yükseleceğini ve nefsin ıslah olup
taatlara ısınacağını belirtmiştir
Sohbetten gaye; sohbetine girilen kâmil insanın
güzel edeb ve hâlinin, alış gücü nisbetinde sohbete katılanlara geçmesi ve
böylece manevî tehzib ve terakkinin elde edilmesidir. Bu faydanın te’mini,"Ruhlar
saf halinde dizilmiş ordular gibidir. Orada tanışanlar, (dünyada da) tanışıp
kaynaşırlar. Orada anlaşamayanlar (burada da) birbiriyle zıtlaşıp dururlar.” hadisinde belirtildiği gibi; iki tarafın rûhen
ve hâlen ortak yönlerinin bulunmasına bağlanmış olup, fıtratları birbirine
uymayanların bir arada duramayacakları ifâde edilmiştir.
el-Muhâsibî (243/896), sâdece muttaki ve akıllı kimselere
karışmayı ve ancak basîret sahibi bir âlimle meclis kurmayı tavsiye edip, Hz.
Peygamber (s.a.v)’in: “Meclisinde bulunacağınız en hayırlı kimseler;
görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket katan ve ameli
âhirete rağbetinizi artıran sâlihlerdir.” hadisini naklederek, meclisine girilecek
kimsede bulunması gereken en bâriz vasıflara dikkat çekmiştir.
Allah için sevginin, kardeşiliğin ve beraberliğin
en basit ölçüsünün; bu beraberlik sebebiyle hiçbir harama bulaşmamak olduğunu
belirten Muhâsibî, sözü ve fiili ile Allah’ın gazabına sebep olan
kimsenin, Allah için dost ve kardeş olamayacağını zikretmiştir.
es-Sülemî (412/1021), Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nurlu
nazarlarıyla ashâbını yüksek hallere ulaştırdığını, bu nazarlardan ve
bereketten en büyük payı Hz. Ebû Bekir Sıddık’ın aldığını, çünkü, Rasûlullah
(a.s)’ın ona diğerlerinden daha fazla yöneldiğini ve daha çok ihtimam
gösterdiğini, ümmetin gerçek vârislerinin de bu nazar ve nûru Hz. Peygamber
(s.a.v)’den miras aldıklarını, bu nûr ile müridlerine yönelerek onları terbiye
edip terakkilerini gerçekleştirdiklerini belirtmiştir.
Hakim et-Tirmizî (285/898), kâmil velilerin
üzerinde bulunan İlâhî heybete ve yüzlerinde parlayan Rabbânî nûra bakanların
Allah’ı, hayır ve takvâyı hatırladığını, bunun da insanda iyi hâl ve ilme meyli
artırdığını, bu muhabbet ve meylin, sahibini sıdk ve hakka sevkettiğini ve
böylece kişide istikâmet oluştuğunu, kâmil insanın yüzünde parlayan Allah’ın
nûrunun (Hakk tâlibine) Allah’ın celal ve cemâlinin azametini hatırlattığını,
böyle bir nûru görmenin insanı nâkıs (ve rezil) işlerden alıkoyduğunu belirtir.
Ebû Tâlib el-Mekkî (386/996), edebin elde
edilmesini sâlih insanlarla fiilî beraberliğe bağlamış ve hâl ile yapılan bir
va’zm, kuru kâl ile yapılan bin va’zdan daha etkili olduğunu belirtmiştir.
“Kûtu’l-Kulûb” isimli meşhur eserinde sohbet,
sohbetin fazileti, edebi, gereği ve neticeleri konusunda mühim açıklama ve
nakillerde bulunan el-Mekkî, özetle; Allah için, Allah yolunda, Allah’ın
nza ve emrine uygun bir biçimde yapılacak dostluk ve kardeşliğin, dünya ve
âhiretin saâdetine sebep olacağını, bütün dostlukların "Ruhlar saf
hâlinde dizilmiş ordular gibidir. Orada tanışanlar, (dünyada da) tanışıp
kaynaşırlar. Orada anlaşamayanlar (burada da) birbiriyle zıtlaşıp dururlar.” hadisinde bildirilen esas etrafında
şekillendiğini izaha çalışmıştır
Kuşeyrî (465/1072),
bir müridin şeyh terbiyesi almasının vacip olduğunu söyledikten sonra, Beyazıd
el-Bistâmî’nin (261/875), “Üstâdı olmayanın imamı şeytandır.” şeklinde
yaygın olan meşhur sözünü nakletmiştir.
Mürşidi Ebû Ali ed-Dakkak'm: "Bir
ağaç, kendisini diken ve bakanı olmaksızın kendi başına büyüdüğü zaman, yaprak
verir fakat (güzel) meyve vermez. Aynı şekilde, bir müridin, kendisinden yüz
yüze an be an edeb alacağı bir mürşidi olmazsa, o, hevâsma kulluk etmeye mahkum
olur ve bir kurtuluş yolu da bulamaz." kanaatini nakleden el-Kuşeyrî,
bu işte ilk ve temel esasın;
sadâkat olduğunu belirtmiştir.
Hucvirî (470/1077),
sohbetin insan tabiatı üzerinde büyük bir te’siri olduğunu, onu bir halden
başka bir hâle ulaştırıp kendisine yeni alışkanlıklar kazandıracağını, öyle ki;
insanın sohbetle âlim, papağanın ta'limle nâtık olduğunu, bazı hayvanların bile
riyâzat ve eğitimle kendi âdetlerini terkederek, insânî âdetler ve
alışkanlıklar kazanabildiğini hatırlatlatarak; çevrenin etkisine ve kâmil olanın nâkıslara ne
şekilde fayda vereceğine dikkat çekmiştir. Bütün bunlar, tasavufî manadaki
sohbetin neticeleridir.
Sohbette mürşidin müridine nazarı, sözlü
nasihattan daha faydalı bulunmuştur. “Nazarı fayda vermeyenin, sözü de fayda
sağlamaz” sözü, bu konuda temel bir gerçeği ifâde için söylenmiştir.
İmam Ğazzâlî (505/1111), peygamberler hâriç, diğer bütün
insanların az çok kalbî marazlarla mübtelâ ve bunlardan temizlenmenin farz-ı
ayın olduğunu, bunun için, bütün hedefi kalb-i selimi elde etmek olan tasavvuf
terbiyesinin aynı derecede gerekli bulunduğunu savunmaktadır.
Güzel ahlâkın, fıtrî yapı yanında kesbî
muâmelelerle elde edildiğini, kötü sıfatların iyileri ile değişmesinin naklî ve
aklî delillere göre mümkün olduğunu belirten Gazzâlî, insanın kusurlarını düzeltmesinin bir
yolunun da; nefsin gizli hastalıklarını nûrânî basiretiyle teşhis ve tedâvi
eden bir şeyhin meclisine girip önünde diz çökerek ve onun güzel hâline nazar
ederek kendini tanımak ve istikâmetini bulmak olduğunu zikretmiş, ancak, böyle
bir insanı bulmanın da epeyce zor olduğunu hatırlatmıştır.
Sohbet ve Allah için sevgi konularında mecut
eserler içinde en detay bilgiyi veren “îhyâu Ulûmi’d-Dîn” kitabında meseleyi
birçok yönüyle ele alan Gazzâlî,
diğer eserlerinde de, ıslâh-ı nefsin ancak kâmil bir mürşid
elinde seyr u sülükle gerçekleşebileceğini işlemiştir.
Sühreverdî (632/1234): “Sâlih ve sâdık kimselerle her
buluşmada müridin kemâlatı artar. Ehlullah'ın sözleri kadar, nazarları da fayda
verir.” dedikten sonra, yukarıda geçen -."Nazarı sana fayda
vermeyenin, sözü de fayda sağlamaz." sözünün, şu şekilde iki yönden
değerlendirilebileceğini söylemiştin “Birincisi; hiç Şüphesiz, bir mürşid-i
kâmil, müridlerine, diliyle anlattığından daha çok, hâli ve heybetiyle konuşur.
Sâdık bir mürid, mürşidinin sükûtuna, konuşmasına, halkın içindeki hâline,
halvetteki edebine (bütün hâl ve hareketlerine) bakarak istifâde eder, îşte bu,
kâmil bir insanı görmenin kazancıdır. Kimin, fiil ve halleri bakana fayda
vermezse, onun, hevâsıyla konuşmasının da bir faydası olmaz. Burada şunu da
ekleyelim: İnsanın sözünün nûrâniyeti; kalbinin nûrâniyeti kadardır.
Kalbinin nûrâniyeti de; istikâmeti ve kulluk vazifelerini hakkıyla yerine
getirmedeki gayreti nisbetindedir.
Bu sözün bir diğer izahı şudur: Hiç şüphesiz,
ilimde yüksek pâyeye ulaşmış kemâlât sâhibi Hakk erlerininin nazarları (kalb hastalıkları
için) en faydalı bir ilaçtır. Onlardan birisi, sâdık bir hakk tâlibine nazar
ettiğinde; onun kalbi açılıp Allah Teâlâ’nın özel ihsanlarını almaya
kâbiliyet ve ehliyet kazanır. Mürşidler Allah Teâlâ’nın askerleridir.
Onların nazarıyla nice yüksek haller kazanılır ve güzel nimetlere kavuşulur.”
Sâdık ve samimi bir müridin, mürşidinin irâde ve
hükmü altına girip, sohbetiyle şereflenerek, onun edebiyle edeblendiğinde;
lambanın kandilinden ışık aldığı gibi, mürşidin bâtınından mânevî hâl ve feyiz
çektiğini belirten Sühreverdî, sâdık müridle mürşid arasında İlâhî
kaynaşma ile rûhî bir bağ oluştuğunu, müridin, mürşidinin nezâret ve
beraberliğinde edeblene edeblene Allah Teâlâ’nın huzuruna girmeye ve manevî
hitablan bizzat duymaya ehil duruma geldiğini, bütün bunların oluşması için
ihlas, samimiyet ve teslimiyetin şart olduğunu zikretmiştir.
Şa’rânî (973/1565),
kâmil bir mürşidi bulmayı dünya ve âhiret adına bütün güzelliklerin husûl
sebebi ve İlâhî huzura vusûl vesilesi olarak görmüş, Zeynüddin el-Havafî’den nakille;
müridin mürşidi vesilesiyle elde ettiği bütün ma’nevî yardımların esasen Hz.
Peygamber (s.a.v) vâsıtasıyla Alllah Teâlâ’dan geldiğini, âdetullahın böyle
cerayan ettiğini, bütün feyz ve terakkiyatm kalbî muhabbet ve teslimiyet
ölçüsünde gerçekleştiğini, mürşidin, mürid için onu İlâhî huzura girmeye
hazırlayan bir edeb okulu ve buna alıştırma mahalli olduğunu, mürşide karşı
güzel edebi koruyamayan hiç kimsenin Allah Teâlâ’ya karşı da güzel edeb sahibi
olamayacağını, bu kimsenin işinde ve amelinde nefsin payı bulunduğunu, bunun da
terakkiyi durdurduğunu zikretmiştir.
Kâmil mürşidin bir ayna olduğunu ve herkesin onda
kendi hâlini gördüğünü belirten Şa’rânî, âlimlerin kâmil mürşidlerle beraber
olmasının onlara büyük bir nûr ve bereket kazandıracağını, böylece ilimlerini
hâl olarak yaşama yolunun açılacağını, bir çok mezheb imamının dahi sûfîlerin
meclisine devamla marifet ilmini elde ettiklerini zikretmiştir.
İmam Rabbânî (1034/1625), "Onlar öyle bir
topluluktur ki; onlarla oturan şâkî (rahmetten mahrum) olmaz." hadis-i kudsîsinin, velilerle beraber
bulananlar için büyük bir müjde taşıdığını, onlarla oturup kalkanların İlâhî
muhabbeti elde edeceklerini, İlâhî muhabbetin kişiyi taata, taatm İlâhî
yakınlığa, İlâhî yakınlığın fenâfillaha ve devamla bekâbillaha ulaştıracağını,
bunun ilk kademesinin de, kâmil mürşidin hâl ve ahlâkında fâni olmakla (yani;
fena fışşeyh hâline ulaşmakla) hâsıl olacağını belirtmiştir.
Mevlânâ Celâlüddin er-Rûmî (672/1273), iyilerle
beraberliğin ve hayırlı çevrenin etkisini şu misaller ile ortaya kor:
“Cansız ekmek rûha arkadaş olunca hayat kesbeder
ve o bedenin aynı olur.” “Karanlık odun ateşe yaklaşınca zulmeti gider, nurdan
ibaret kalır.”
“Ölüş bir eşşek, bir tuzlaya atılsa ve orada bir
müddet kalsa eşşekliği ve lâşeliği berteraf olur.”
Tâhirü’l-Mevlevî (1367/1951) bu beyitlerden şu
sonucu çıkarır. “Sohbette te’sir ve tabiatte sirkat, yani taklid hassası
vardır. İyilerle düşüp kalkan kötü kimse, arkadaşlarının hüsnü hâlinden az çok
müstefıd olur. Aksi de böyledir.”
Bir mürşidin terbiyesine girmeden, sadece
tasavvufî eserleri okuyarak seyr u sülük yapmaya ve ma’nevî terbiyesini
yürütmeye çalışanlara, Ömer Ziyâuddin Dağıstânî (1339/1921) şu uyanda
bulunuyor:
“Tasavvufî eserleri okumakla boş yere ömür
tüketeceğine, o eserlerde anlatılanlan kendisine hâl yapmış ve şahsında yaşanır
bir şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup, onun işâreti üzere amel
ederek zikir, fikir, huzûr ile Allah’dan gayri şeylerden kalben kopmaya
çalışsan; senin için daha iyi ve daha kolay olmaz mı?”
Şeyh Eşref Ali et-Tanevî’nin (1362/1943)
sohbetlerinde yetişmiş Abdülbârî en-Nedvî; hayatın hiç bir alanında ve
hiç bir bilim dalında, staj görmeden ve uygulama yapmadan başanya
ulaşılmamıştır, tezini ileri sürüp bunu isbat için günlük hayattan birçok örnek
verdikten sonra şu neticeye varmıştır.
“Bir kimse olgun (kâmil) bir şeyhin yanında
bulunmadan, sohbetlerinden bol bol yararlanmadan, meclisinde teneffüs edilen
mânevî havaya alışmadan ve orada yaşanan durumların mânevî zevkini tatmadan
olgun bir insan olması mümkün değildir. Bunun için mutlaka olgunluğa erişmiş ve
mânevî alanda yol almış muhterem bir zâtın sohbetinde bulunmak, o sohbetin
vereceği ma’nevî zevki tatmak ve onun irşadından istifade etmek şarttır.”
Nakşî yolunun imamlarından Abdurrahmân-ı Tâğî (1304/1886)
ise; nefis ve şeytanın hilelerinden kurtulup gerçek kulluk yapmak ve vâsıl
ilellah olabilmek için kâmil bir mürşide intisab gerektiğini, insandaki ma’nevî latifelerin eğitiminin de
ancak böyle bir intisabla mümkün olabileceğini belirtir.
70Bkz: en-Nedvî, et-Tasavvufu
ve’l-Hayât, 129. (Dimeşk, 1963) Tere: Tasavuf ve Tarikatın Yenilenmesi, 166.
(Konya, 1992). Müellif, eserinin bir diğer yerinde, Şeyh Eşref Ali
et-Tanevî’nin ehlullah ile sohbet konusunda şu güzel değerlerdirmesini nakleder:
“Allah sevgisini devam ettirmenin yolu Allah erleriyle (ricâlullahla) sohbeti
sürdürmektir. Daha fazlası yapılamazsa da, hiç olmazsa haftada ya da ayda bir
kez, mutlaka bu sohbetlere iştirak edilmelidir. Sohbetlere devamdaki incelik;
velilerin sâhip oldukları iyi hallerin zamanla yavaş yavaş size de geçmesidir.
Aslında sizleri sohbetlere devam etmek için dünyevî işlerinizi bırakmaya
zorlamıyorum. Aksine boş zamanlarınızı sohbetlerle değerlendirmenizi istiyorum.
(Kâmil velilerle) sohbetlerde bulunma fırsatı bulamazsanız, onlann eserlerini
okuyunuz. Ancak bunu yaparken, roman ve hikâye okur gibi ya da bir bilim dalma
âit eseri inceler gibi değil de, kendisiyle amel etmek ve direktifleri
doğrultusunda hareket etmek gayesi güdülmelidir.” Bkz: Abdulbârî en-Nedvî,
a.g.e, 135; adı geçen trc: 173-174.
71Bkz: Abdurrahân-ı Tâğî,
İşaretler, 129-130. (İst, 1994. Ümran yay)
72Bkz: Abdurrahân-ı Tâğî, a.g.e,
104-106. Hazret, insandaki manevî latifeleri ve terbiye şekillerini Nakşî
usûlüne göre şöyle açıklan “Cenab-ı Allah (c.c.) insanı on maddeden mütevellid
yaratmıştır. Bunlann beşi mahlukât âlemi denilen “halk âlemi”nden olup; toprak,
su, hava, ateş ve nefisten meydana gelir. Başkanlan ve hâkimleri nefistir.
Diğer beş unsur ise, (asılları) “âlem-i emir”den olan kalb, rûh, sır, hafi ve
ahfâdır. Bu letâiflerin vücuddaki yerleri ise şöyledin Kalb, sol memenin dört
parmak altında; ruh, sağ memenin dört parmak altında; sır, sol memenin iki
parmak üstünde; hafi, sağ memenin iki parmak üstünde; ahfâ, boyun kemiğinin iki
parmak kadar altındadır. Âlem-i emirde bulunan bu beş latifenin lideri,
sultanı, hâkimi ise ruhtur.
Rûh ile nefis bir araya gelince, nefis ruha gâlip
gelir. Aralarında bir sevgi ve ilgi belirir. Bunun hikmet ve sebebi ise; rûhun
nefis vasıtasıyla kemâle ermesidir. Bu hikmete binâen, rûha karşı üstünlük
kuran nefis, onu bedene (bağlayıp) yerleştirirken kendi âleminden ve asıl
yurdundan habersiz hale getirir. Onun nûrânî aydınlığı ile cezbesinin şevkini
söndürür.
Kalb rûhun sarayı hükmündedir. Nefis, zamanla kalbi
istilâ edip (orada kendi) prensiplerini kor.Nefis; dünyalık arzulan bakımından
çöplüğe, düşmanlık bakımından yılana, zâlimlik ve güç bakımından sırtlana
benzer. Nefis kalbi tamamen istilâ ettiği zaman orada Allah için hiçbir şey
kalmaz. Ruh bu durumda , nefsin arzulanna bağımlı hâle gelir. Artık makbul
olacak hiçbir durum kalmaz. (İkisi de) ölmüşeesine gaflete düşerler.
Sûfîler, kâmil bir mürşide intisabın, onun
meclisine girip nûrânî nazarları altında bulunmanın, onunla aynı atmosferde
soluklanmanın ve kendisiyle hemhâl olmanın ferde ve cemiyete te’min edeceği
faydalar konusunda pekçok şey söylemişler ve her defasında bunun zarûretine
dikkat çekmişlerdir. 70 * *
Sûfilerlerin, sâlihlerle sohbet ve beraberliğin
insanın mânevî terbiyesine etkisi konusundaki görüşlerini, aşağıda, meşhur
rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin bu konudaki yaklaşımlarıyla değerlendirip
nassalara mutâbakat derecesini tesbite çalışacağız.
c-Tefsirlerin sâlihlerle beraber olma konusundaki
yaklaşımı.
Tefsirlerde konuyu, şeyhlerle sohbet ismiyle
değil; sâlihlerle beraber olma, Allah için sevme ve kötülere Allah için
buğzetme başlıkları altında tetkik edeceğiz. Tefsirleri yine iki ana grubta
inceleyeceğiz, intikal noktamız, konunun esâsını teşkil eden âyetler olacaktır.
1-Rivâyet Tefsirleri.
îbun Cerir (310/923), Allah Teâlâ’nın: “Ey iman
edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.”? âyetiyle, azabtan necat yolunu ta’rif
ettiğini, bunun; farzları edâ ve haramlandan sakınmakla elde edileceğini,
dünyada Allah’ın dostluk ve taatma yapışanların, âhirette, imanında sâdık, söz
ve fiilinde samimi, nifaktan uzak sâlihlerle beraber olacağını belirtmiştir.
“Sakın zâlimlere meyletmeyin,
yoksa size de ateş dokunur (cehenneme girersiniz.) Sizin için Allah’tan başka
dost yoktur. Sonra, (eğer başkasına meyi ve muhabbet ederseniz, O’ndan da)
yardım göremezsiniz.” âyetinin, şirk koşanlar başta olmak üzere,
bütün zulüm ehline meyli dahi yasak ettiğine dikkat çeken îbnu Cerir,
Ebu’l-ÂIiye’nin, âyete : “Zâlimlerin amellerine râzi olmayın.” mânasını
verdiğini, îbnu Abbas’ın ise âyeti: “Zulmedenlere meyletmeyin!” şeklinde
tefsir ettiğini nakletmiş, âyetin emri gereği; kâfir ve müşrikleri tamamen
terk, ümmetin isyankarlarıyla da masiyette birleşmemek gerektiğini
kaydetmiştir.
Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber (s.a.v)’e
dahi gece gündüz Rabbini zikredip; teşbih, tahmid, tehlil ve sâlih amelle
meşgul olanlarla beraber olmaya sabretmesini emrettiğini hatırlatan îbnu
Cerir, “dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan ayırma!”™
âyetiyle kasdedilenlerin; her şeyini Allah’a adamış fakir müslümanlar olduğunu,
Rasûlullah (a.s)’ın onlarla övündüğünü, kendisine bu gibi kimselerle
beraber olmayı emreden Allah’a hamdettiğini naklederek; Allah için kurulan her hayırlı meclise
yanaşmak ve dünya derdiyle dolu kimselerden de uzaklaşmak gerektiğine işâret
etmiştir.
Allah için yapılmayan bütün dostlukların âhirette
düşmanlığa ve la’netleşmeye dönüşeceğini belirten îbnu Cerir, Mücâhid, îbnu
Abbas ve Hz. Ali’den yaptığı nakillerle, muttakilerin dostluğunun
dünya ve âhiretteki faydalarına dikkat çekmiştir.
Semarkandî (373/983), dünyada Hz. Peygamber (s.a.v)Te
beraber olan, onunla aynı mecliste oturup kalkan ashâbın, bu şerefli
beraberliğin âhiretteki şekli ve değişikliği konusundaki endişelerini dile
getirmeleri üzerine Allah Teâlâ’nın "Her kim Allah ve Rasûlüne itaat
ederse onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine in’arn ettiği nebiler, sıddıklar,
şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır .” âyetini indirdiğini zikretmiştir.
ed-Dahhak’m “sâdıklarla beraber olun.” âyetine: “niyetleri sâdık, kalb ve amelleri
istikâmet üzere bulunan kimselerle berâber olunuz.” mânasını verdiğini nakleden
Semarkandî, “Sakın zâlimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” âyetinin tefsiri sadedinde Hz. Peygamber
(s.a.v)’in: "Kişi dostunun dini
üzeredir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin." 5
hadisini ve îbnu Mesud’un: “İnsanları dostlarıyla değerlendiriniz!” sözünü
naklederek; insanın, beraber
olduğu kimseleri iyi seçmesi ve iyileri tercih etmesi gerektiğine işaret
etmiştir.
Âyet-i kerimenin de ifâde ettiği gibi; dünyada sâlihlerle beraber olanların, amelleri
az, derecelere düşük de olsa, İlâhî bir lutufla âhirette de onlarla beraber
olacaklarını belirten Vâhidî
(468/1075), zâlimlere kalbî muhabbet ve meylin bile kişiye zarar vereceğini
bildiren rivâyetlere yer vermiştir.
Beğavî (516/1122),
Allah ve Rasûlûne gücü yettiği kadar itaat edenlerin, amelleri çok yetersiz
olsa bile, kendileriyle aynı istikâmette koştukları peygamber, sıddîk, şehid ve
sâlihlerle birlikte olacaklarını bildiren âyet-i kerimeyi9 "Kişi sevdikleri ile
beraberdir."9* hadisiyle tefsir etmiş ve devamında
gelen “Bu lutuf Allah’tandır." âyetinin tefsirinde de;
ulaşılan bu makâmm, amellerin karşılığı olmayıp İlâhî bir ihsanla
gerçekleştiğini belirtmiş ve bu görüşüne şu hadisi delil getirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v): “Sâlih
amellerle Allah’a yaklaşmaya çalışın. Amelde istikâmet ve itidâl üzere bulunun
ve (bununla birlikte) hiç kimsenin ameli ile kurtulamayacağını da bilin.” buyurdu.
Yanındakiler : “Siz de mi yâ Rasûlellah?” diye sorduklarında; “Evet ben de sırf
amelimle kurtulamam. Ancak Allah, tarafından bir lutuf ve rahmetiyle beni
saracak (ve cennetine koyacak)tır.” diye cevap verdi.
Zâlimlere meyli bile yasaklayan âyet-i kerimeye,
Süddî’nin “onlara yağcılık yapmayın” şeklinde tefsir ettiğini kaydeden Beğavî,
kötü insanlara kalbî meyil ve muhabbet dâhil bütün yakınlık ve itaat
çeşitlerinin yasaklandğını belirten tefsirlere • • 04 yer vermiştir.
Âyet-i kerimede, kalbi zikrullahtan ğâfîl kimseye
itaatin yasaklandığını belirten Beğavî,
insanlardan olsun cinlerden
olsun, haddi aşıp şımaran ve Allah yolundan alıkoyan herkese “şeytan”
denebileceğini, Allah’a isyan üzere yapılan bütün arkadaşlık ve beraberliklerin
pişmanlıkla sonuçlanacağını kaydetmiştir.
İbnu’l-Cevzî (598/1203), Allah Teâlâ’nın “Onlar ne güzel
arkadaştır” şeklinde tanıttığı
grubun içine giren sâlihleri; içi ve dışı sâlih olan kimseler olarak tanıtmış,
kendileriyle beraber olunması
emredilen sâdıklarla; Hz. Peygaber (a.s), ashâb, tevbeleri kabül edilen
üç sâhâbî, muhâcir ve bütün sâdıkların kasdedildiğini belirten görüşleri
nakletmiştir.
Mâverdî’den naklen; kendilerinden şiddetle
kaçılması emredilen zâlimlerin, kendilerine yakın olanlara zülümlerini bulaştıracaklarını
ve sonuçta ateşe sevkedeceğini belirten Îbnu’l-Cevzî, îbnu Kuteybe’nin yaklaşımı ile; Allah’a
isyanda kendisiyle beraber olunan herkesin zâlim vasfını alacağım ve kendisine
arkadaş olan kimselerin, kıyâmette pişmanlıktan elini ısırarak “Âh! Keşke
şu filanı kendime dost edinmeseydim.” şeklinde feryâd edeceğini çünkü; Allah için olmayan bütün dostlukların
kıyâmet günü düşmanlığa dönüşeceğini zikretmiştir.
Kurtûbî (671/1273),
Allah’a ve Rasûlüne itaat edenlerin, amelleri az ve dereceleri düşük de olsa;
şiddetli muhabbetleri sebebiyle kıyâmette Peygamber, sıddîk, şehid ve
sâlihlerle beraber bulundurulacağını, bunun İlâhi ihsanla olacağını belirterek
ilgili müjdeleri nakletmiştir.
Mu’tezilenin, kulun ulaştığı her şeyi kendi
amelinin karşılığı olarak gördüğünü belirten Kurtûbî, bunun yanlış ve
nassa ters olduğunu, “Bu lutuf Allah’tandır” âyetinin, Mutezilenin görüşünü çürüttüğünü
kaydetmiştir.
“Sâdıklarla beraber olun.”101 âyetinde dostluk ve
berâberlikleri emredilen sâdıkların başında peygamberlerin geldiğini belirten Kurtûbî,
dünyadaki sâlih amellerin kişiyi âhirette peygamberlerle beraber edeceğini,
ayrıca sâdıklarla; âyet-i kerimelerde bir çok sıfatlan anlatılarak: “İşte
onlar sâdıklardır.” şeklinde
İlâhî tasdiki alanlann kasdedildiğini, ilim ve ilhâmı bizzat Allah Teâlâ’dan
alıp anlayan kimsenin sözünde sâdık, amelinde hâlis, hâllerinde sâfi olacağını,
bu sıfattaki bir kimsenin ebrâra katılıp İlâhi nzâya ulaşacağını kaydetmiş,
hadiste belirtildiği gibi; sıdka sanlan kimsenin Allah katında “sıddîk”
ünvânını alacağını nakletmiştir.
“Sakın zâlimlere meyletmeyin,
yoksa size de ateş dokunurJ’ âyetinde, kâfir, fasık ve bid’at
ehliyle sohbetin yasaklandığını belirten Kurtûbî, sohbet ve berâberliğin
muhabbetten kaynaklandığını, bunun, beraber olunan kimsenin hâline rızâyı
gösterdiğini, küfre nzânınm küfür, fişka rızânın fısk olduğunu, ancak bu
kimselerle mecbûriyet hâlinde ve şerlerinden sakınma veya dâvet amacıyla geçici
bir beraberliğin câiz olabileceğini, yoksa zâlime yakın olmanın sonunun ateşe
varacağını zikretmiştir.
Kişiyi Allah yolundan alıkoyan ve günahta
kendisine itaat edilen herkesin bir nevi şeytan olduğunu belirten Kurtûbî, bu
kimselerle dostluğun sonunun âh u vâh olduğunu hatırlatmış ve bu arada, iyi
arkadaşla kötü arkadaşın berâberliğini temsil eden hadisle,11-3
kendileriyle meclis ve dostluk kurulacak kimselerin sıfatını anlatan hadise yer vermiştir.
Kurtûbî, “O gün (Allah için birbirini seven)
muttakîlerin dışında bütün dostlar birbirinin (azılı) düşmanı olur.” âyetinin, mü’min kâfir bütün insanların hâlini
beyan ettiğini belirtir.
îbnu Kesir (774/1373), "Her kim Allah ve Rasûlûne
itaat ederse onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği nebiler,
sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.” ™
âyetinin sebebi-i nüzülünü incelerken; ashabtan bazılarının, Allah Rasûlûne
olan muhabbetlerinden dolayı meclisinden ayrılmaya, kendisinden biraz uzak
kalmaya tahamül edemediklerini, bunun hüznü içinde âhireti düşünerek, cennete
girseler bile kendilerinin derece bakımından Rasûlullah (a.s)’dan
aşağıda olacakları için kendisini göremeyeceklerini ifâde etmeleri üzerine bu
âyet-i kerimenin nâzil olduğunu belirten rivâyetlere yer vermiştir.
Dünyâda Allah’a isyan üzere kurulan dostlukların
âhirette pişmanlık ve birbirlerine lanetleşme ile sonuçlanacağını belirten îbnu
Kesir, ilgili âyetleri
zikrederek; her zâlimin aynı
pişmanlığı izhar edeceğini kaydetmiştir.
Allah için bir olan ve birbirini sevenlerin
âhirette bu sevginin karşılığını göreceklerini müjdeleyen rivâyetlere yer veren
îbnu Kesir, Allah için birbirini sevenlerin asıl beraberliklerinin kalbî
olduğunu, hadisin ifâde ettiği gibi; bu kimselerin kalıblan birbirinden ayrı
yerlerde de olsa, kıyamet günü Allah Teâlâ’nın onları bir araya getirip: “İşte
benim için sevdeğin budur!” diyeceğini nakletmiştir.
Süyûtî (911/1505),
dünyada taat ehli olan mü’minlerin âhirette Peygamber, sıddîk, şehid ve
sâlihlerle beraber olacağını müjdeleyen âyet-i kerimenin tefsirinde, birçok farklı rivâyete yer
vermiştir.
Ashabtan bazılarının, Allah Rasûlünû (s.a.v)
canından, malından ve evlâdından daha çok sevdiğini, meclisinden biraz ayrı
kalınca özleminden canı çıkacak durumuna geldiğini, dünyada nasib olan bu
şerefli beraberliğin âhirette nasıl bir şekil alacağı sorusuna Rasûlullah (a.s)’ın
sükût ettiğini, bunun üzerine Allah Teâlâ’nın . "Her kim Allah ve
Rasûlüne itaat ederse onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği nebiler,
sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır. Bu
ihsan Allah?andır.” âyetini indirdiğini zikreden Süyûtî,
Rasûlullah (a.s)’ın, kendisiyle cennette komşu olmak isteyen Rabiatu’I-EsIemî’ye
: “O halde çokça secde ile kendi adına bu işte bana yardımcı ol.”122
şeklinde cevap verdiğini nakederek;
dünya ve âhirette sâlihlerle
beraber olmak isteyen kimsenin, gücü yettiği kadar bunun edeb ve sebeplerine
yapışması gerektiğine işâret etmiştir.
İbnu Merduveyh’in Sa’d b. Muaz’dan tahriç ettiği bir hadiste Rasûlullah
(a.s)’ın : “Kıyamet günü olunca insanlar arasındaki akrabalık ve
neseb bağlan kesilir, kardeşliğin hükmü biter, ortada sadece Allah için yapılan
kardeşlik kalır." buyurduğunu ve bunun “O gün (Allah için
birbirini seven) muttakîlerin dışında bütün dostlar birbirinin (azılı) düşmanı
olur.” âyetiyle ifâde
edildiğini belirten Suyûtî, bu nasslardan, ma’siyet üzere dostluk
kuranların âhirette birbirinin azılı düşmanı olacağının anlaşıldığını
zikretmiştir.
Kâsimî (1332/1914), Fahruddin er-Râzî’nin
beyanlarına dayanarak; dünyadaki taat ve sevgileri sebebiyle âhirette Peygamber,
sıddîk, şehid ve sâlihlerle beraber olan mü’minlerin, bu sayılan sınıflarla
aynı derecede olmayacağını, bunun İlâhî bir lutuf olarak kendilerine
bahşedileceğini, cennetteki bulundukları yerden onları görme imkanı ve
istedikleri zaman ziyaretin mümkün olabileceğini belirtmiştir.
ilgili âyetin tefsiri sadedinde, ameli noksan olsa da
kişinin sevdikleri ile beraber olacağını bildiren hadisleri nakleden Kâsimî,
“Bu ihsan Allah'tandır.” âyetinin tefsirinde; az bir amel ve sırf
samimi sevgi bahane edilerek mü’mine bahşedilen ve büyük bir saâdet olan bu
nimetin kulun ameli ile değil, aslen Allah’ın ihsanı ile gerçekleştiğini, Hz.
Peygamber (s.a.v)’in dahi amelini hiç ortaya koymadan sırf Allah’ın
rahmetine güvendiğini belirtmiştir.
Sâdıklarla beraber olmayı bir kaç yönden ele alan
Kâsimî, bunun bir yönünün de, Kâşânî’nin (730/1330) ifâdesiyle; bütün rezil
şeylerden ve özellikle sıdkın zıddı olan yalandan sakınmakla olacağını,
yalançının mürüvvetinin bulunmadığını, içi ve dışı, rûhu, kalbi, fikri, fiili,
niyeti, sözü ve özüyle bütün hallerinde sâdık olan kimselerin, rüyâ, vâridat,
hâl, makâm, müşâhede gibi bütün manevî durumlarının da sâdık ve sahih
olacağını, sıdkın, kemâlâtm esası ve yüksek hallerin nüvesi olduğunu
belirtmiştir.134
Zemâhşerî’den naklen; zâlimlere azıcık meylin ve
kalbî muhabbetin bile büyük zarar vereceğini, âyette geçen “er-rukûn”nun; biraz
meyletmek manasına geldiğini belirten Kâsimî, şerlerini def yahut hakka
dâvet için kâfir ve zâlimlerin yanma gidilebileceğini, yoksa hiçbir şekilde kendileriyle
beraberliğin câiz olmadığım hatırlatmıştır.
Kalbi Allah’tan ğâfîl olanın, kendisine tâbi
olanlara da bu gafletini sirâyet ettireceğini, bunun için onlardan kaçmak
gerektiğini hatırlatan Kâsimî, âyet-i kerimenin emrettiği gibi; gece gündüz Allah’ın zikriyle meşgul olan
sâlihlerle beraber olmaya sabredilmesi gerektiğini belirtmiştir.
“O gün, muttakîlerin dışında bütün dostlar
birbirinin düşmanı olıır.” âyetinin tefsirinde, îbnu Arabî (638/1240)
ekolünün temsilcilerinden Kâşânî’in, îbnu Arabi’den naklettiği,
muhabbetin kısımları ile ilgili oldukça câmî’ ve nâfi’ bir tesbiti zikreden Kâsimî, özellikle, sırf Allah
için olan sevgi üzerinde durmuşdur.