|
12
TEMMUZ tarihli mektubunda yine yalnızlık teması vardır: “Biliyor musunuz hiç
dostum yok; olmasını da istemiyorum. Herkesle iyi geçiniyorum; ama, kimsenin
bana yaklaşmasına izin vermiyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.93. 12
Temmuz 1912) Mektupları yazdığı hanım arkadaşı, Avrupa gazetelerinde
Trablusgarp direnişiyle ilgili yayınlar yaptırmaktadır. Enver Bey teşekkür
eder, “Fakat, benden fazla söz etmeden bu yayını yaptırın. ” der; “bir
iki fotoğraf koyun yeter.”
Paşa’nın
kendine özgü bu yalnızlığı dikkat çekmiştir. Şevket Süreyya’ya mektup yazan
telefon teknisyeni şöyle anlatır: 1917 sonlarında, Enver Paşa 1. Ferikliğe
yükseltilir. Kendisi Refahiye-Erzincan arasındaki Kolordu karargâhındadır.
Karargâhta bir eğlence gecesi düzenlenmiştir:
“O gece kolordu
karargâhında Ordu komutanı Vehip Paşa, Kolordu komutanları ve kurmaylar,
Kolordu Kurmay Başkanı Miralay Cavit Bey’in odasında meşhur meddah Harputlu
Vahit Çavuş tarafından eğlendirilirken, Enver Paşa, Kolordu Komutanının
odasında, saat bir buçuğa kadar yalnızca, oturmadan gezindi ve sürekli,
duvarlardaki haritaların önünde duruyor ve dakikalarca onları inceliyordu.
Bizim muhabere binası ile Karargâh arasında on beş metrelik bir mesafe vardı ve
karşı karşıyaydı. Öbür odada eğlence gürültüleri göklere çıkarken Enver
Paşa’nın bu yalnızlığı, halet-i ruhiyesinin bir ifadesi değil midir?” (Ş. S.
Aydemir, a.g.e., c.3., s.371) Paşa’nın şahsiyetini değerlendiren
Azerbaycanlı yazar K. Nerimanoğlu, “O, her yerde tenhadır. İnsanların arasında
tenhalık Enver Paşa’nın şahsiyetinin sırlarındandır.” der. (Kâmil V.
Nerimanoğlu, “Enver Paşanın Çizmeleri”, 525. Gazete, 20.9.2007, Bakü)
*
* *
Mahmut
Şevket Paşa’nın Savaş Bakanlığından çekilmesi ve Halaskâr Zâbitân grubunun
baskıları gibi sebepler sonucu, İttihat Terakki desteğindeki Sait Paşa hükümeti
çekilir.
“Üç
günden beri İtalyanlar on beş cm.lik toplarıyla deli gibi kampımızı
bombalıyorlar. ” Üç gün içinde bir ihtiyar, üç kadın ve bir çocuk şehit
olur. Enver Bey de, Derne şehrindeki İtalyan evlerinin ve limanın bombalanması
emrini verir. “Şimdi onların topları sustular, kendi dertleriyle
uğraşıyorlar. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.94, 18 Temmuz 1912)
Aynı
gün ve ertesi gün İtalyan donanması Çanakkale’yi bombalar.
“Maalesef
Anavatanda işler istediğim gibi gitmiyor. Ama benim o olaylara karışmam mümkün
değil. Her şeyin tehlikede olduğunu görene kadar burada kalmam lazım.
Doğduğunuz memleket olan Türkiye’yle ilgili bu haberleri öğrendiğinizde
hüzünlendiğinizi görüyorum. Ama sevgili dostum, biraz kaderci olmak lazım;
belki bir gün her şey iyiye gider. Umarım ki gençliğimiz bu kadar çabuk
harcanmaz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.95, 20 Temmuz 1912) “Bütün
hazırlıklarımı bitirdim, yarın topçu bölüğümle Bingazi kalesini
bombalayacağım.”
22
Temmuz 1912’de, Büyük Kabine olarak isimlendirilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa
sadrazamlığındaki hükümet kurulur. Enver Bey kabineyi renksiz bulur. “Bir
tek harbiye nazırı enerjik. Ordu içinde iyi şeyler yapacağını ümit ediyorum.”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 96, 24 Temmuz 1912) Sözünü ettiği kişi Nazım
Paşa’dır. Yeni hükûmetin programında Trablusgarp savaşı için “Hak ve
onurumuza uygun barış temelleri bulununcaya kadar uğradığımız saldırıya karşı
koyup yurdumuzu korumaya devam edeceğiz. ” kaydı vardır. (O. Koloğlu, a.g.e.,
s.16)
“Zât-ı Şahane bana
Seyyid Ahmet Sünusî için birinci sınıf bir Osmaniye, 25.000 TL değerinde
elmaslarla kaplı bir kılıç, pırlantalı bir saat vs. gönderdi.”
“Biliyorsunuz, ben
çok hassas yaratılışlıyım.” (Hanioğlu, a.g.e., m.97, 29 Temmuz 1912) “Bu
akşam hava öyle güzel ki, hakikaten kampımın vahşi ama özgün güzelliklerini
size gösteremediğim için üzgünüm. Bu bana gençlik gecelerimi, saatlerce
yıldızlı gökyüzü altında istikbale dair hayaller kurarak kalışımı düşündürdü.”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 98, 31 Temmuz 1912)
“Trablusgarb’ın
ruhu, kafası ve nihayet direnişi olduğumu iyi biliyorum ve bana yapılan her şey
memleketime yapılmış demektir. Burada üzerimde dolaşan iç karartıcı bir
yalnızlık içinde yaşadığımı, kendimi karanlık bir kilise bankına dayanmış,
dünyadaki yalnızlığını hisseden ve meleklerin kanatları altında saklanıp doya
doya ağlamak isteyen bir öksüz gibi hissettiğimi söyleyebilirim. Kampın mutlak
yalnızlığında çektiğim acıyı nasıl da hissediyorum; bunu söylesem bana
inanmazlardı... Bu lanet İtalyanlar benim memleketimde, İstanbul’da, Asya
Türkiye’sinde neler olup bittiğini görmeme mani oluyorlar. Beni burada
anavatanımda bekleyen büyük vazifeden uzak tutuyorlar. Neyse, kader bu.”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 99, 1 Ağustos 1912)
Enver
Bey acaba, anavatanda kendisini bekleyen büyük vazifeyi ne olarak düşünüyordu?
Bir
topla Derne kalesini dövmeye devam ediyorum, diye devam eder. Onlar kaledeki ve
kruvazörlerdeki toplarla binden çok mermi atıyorlar; ama, bir şey yapamazlar.
İnşallah onları siperlerinden çıkarmaya mecbur eder, derslerini veririm...
“Bilirsiniz,
çok ciddi şeyler düşündüğümde resim yaparım. ”
Enver Bey 3 Ağustos 1912’de bu mektubu yazarken, yedi sekiz yıl sonra yabancı
bir ülkenin hapishanesinde resim yaparak geçineceğini aklından geçirmiş midir?
Tabii ki hayır. “İstikbali delip geçme arzumla tek başınayım. ” diyor.
(Hanioğlu, a.g.e., m.100, 3 Ağustos 1912)
Bir
yandan da yollar ve fabrikalar kurmaya çalışmaktadır. “İtalyanlar bizi hiç
rahatsız etmeden öfkeyle bombalamaya devam ediyorlar! ” (101. mek., 5
Ağustos 1912)
“Oradan haberler
kötü. Ama ne yapalım. Gerektiğinde mukadderatı bile değiştiririm!
Yarın
babamı bekliyorum. Araplar bu haberden çok mutlu oldular. ‘O bizim de babamız
ve ümit ederiz oğluna nasıl bağlı olduğumuzu görmekten memnun olur.’ diyorlar.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.102, 6 Ağustos1912)
Mücahitlerin
topunu susturmak için İtalyanlar çıldırmışçasına ateş ediyorlar; ama nafile...
Bu arada Enver Beyin babası Ahmet Bey gelmiş; “Arapların alkış ve tüfek
atışlarıyla” karşılanmış. Babası ağlıyormuş. Kampa girerken, herhalde
gürültüden ürken at aniden şaha kalkmış. “Beni bir kayadan on metre kadar
aşağıya attı; ama, bir şey olmadı. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.103, 7
Ağustos 1912)
Kendine olan
sınırsız güveni sık sık mektuplara yansır. “Şimdi vazifem bir şey icap
ettirdiğinde mekanik olarak yapıyorum; bir hasta gibi. Daha önce size, her şeye
rağmen İtalyanlara karşı çarpışmaya devam etmek için burada kalmak istediğimi
söylemiştim. Ama, eğer şimdi kalırsam, bu iyi insanlara verilmiş sözü yarıda bırakmanın
utancındandır. Keşke yerimi alacak biri olsaydı... Her söylediğime inanmak
istemiyorsunuz, beni hayalci zannediyorsunuz; ama duyuyor musunuz, ben, Enver,
bunu söyleyen. Biliyorsunuz ki, imkânsız zannedilen bütün projeleri
gerçekleştirmeye yeterliyim.
Dokuz aydır
buradayım; hastalıktan sadece on ölü verdik. Bu da size birliklerimin sağlık
durumunu gösterir... Bana gelince, hakkımda söylenenlere karşı kendimi
savunmayı sevmem. Gazeteler istediklerini söyleyebilirler; İtalyanların yeni
yalanlar yaydıklarını anlıyorum. Geçen gün İtalyanlar benim bir İngiliz
yüzbaşısının karısıyla ortadan kaybolduğumu yazmışlar. Bu yalanlar fena halde
ödetilmeli...” (Hanioğlu, a.g.e., m.104, 10 Ağustos 1912)
“Bu gün akşam
Ramazanın ilk günü; uzun bir teravih namazına katıldım. Bizim
dinimize göre
namazda Allah’tan başka hiçbir şey düşünmemek gerekir. Düşüncelere ara vermek
için iyi bir alıştırma.” (Hanioğlu, a.g.e., m.105, 12 Ekim 1912)
15
Ağustos’ta nişanlısına yazdığı mektuptan:
“Ruhum sultanım,.. son çektirdiğim iki resmimi
gönderiyorum. Sakallı oluşum belki
hoşunuza gitmeyecektir. Fakat burada sözümü
dinletmek için başka çare bulamadım (!).... Beybabam üç gün önce geldi. Artık
Urbanın sevincini görmeyiniz...” (Arı İnan, a.g.e., s.469)
İtalyanlar doğru
dürüst savaşmıyorlar. “Koltuğumda oturup savaşmak beni üzüyor.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.106, 16 Ağustos 1912) Hükümetimizin imzalayabileceği bir barış anlaşması
burası için ölüm olur. “Koskoca ailem yani Araplarım, beni böyle sakin görünce
içleri rahatlıyor. Bu bedevilerin inanılmaz bir mantaliteleri var. Çok kanlı
bir savaştan sonra oğullarından beşini kaybeden bir baba, benim memnuniyetimi
görüp yanıma yaklaşarak şöyle dedi: ‘Ah, sen memnunsan ben de memnun olurum.
Allah’a şükür; seni hep böyle görebilmek için binlercemiz kendimizi feda
ederdi.”
“Dün şehrin
bombalanışına katılmak için doğu karakollarındaydım.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.108, 21 Ağustos 1912)
Arnavutluk
tarafından hoş olmayan haberler geliyor. “Kararlar almak lazım.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.109, 23 Ağustos 1912) “İstanbul’da olup bitenler
bir ihtilalin tabiî gelişmeleri. Sadece bizim için diğer memleketlerden daha
tehlikeli. Aklı başında birinin demirden eli bütün bunları sakin kafayla
dengeleyinceye kadar bunun devam edeceğinden korkuyorum.” Vazifemi
bırakacak durumda değilim; bırakırsam bütün subaylar da gelir diye korkuyorum.
Onlara çok ihtiyaç var. “Belki bir ay içinde durum aydınlandığında bir çıkış
yapabilirim; bana çok daha ihtiyaç olan yerde. Görüyor musunuz, benim kaderim
böyle. Vatanımı tehdit eden tehlike beni bir pusula ibresi gibi çekiyor. Ama
şundan emin olun ki, nerede olursam olayım, etrafım benim istediğim gibi
olacaktır; yani davama ve imanıma yakışır şekilde. Barışın merkezi artık burası
değil ve Balkanlar üzerinden bir savaşın başlamayacağını kim bilebilir.
Şimdilik zaman bulutlarla dolu ve istikbal karanlık; sadece benim değil
üstelik. Tekrar ediyorum, vatan toprağının bir toz taneciğini bile yabancı
kimseye vermem; bu kimse Alman imparatoru ya da imparatoriçesi de olsa. Ama,
size bu küçük antika hediyeleri gönderiyorum; çünkü, bu kadar Türk olduğunuzu
biliyorum. Müzelere gelince, benim arzumla buradan hiçbir şey alamazlar. ”
(110. mek., 24 Ağustos 1912) Eğer barış memleketin hürriyet ve menfaatini
koruyabilirse o zaman İstanbul’a dönebilirim. Aksi halde “Sadık Araplarımı
terk edemem ve
İtalyanların
ayakları altında ezilmemeleri için onlarla birlikte memleketi savunmaya devam
ederim... Görüşümü Hükümete bildirdim. Benim burada kalmamı gerektiren durumda,
ordudan alınmamı söyledim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.111,
28 Ağustos 1912)
Balkanlarda
savaş bulutları kararıyor; Hıristiyan unsurlar şiddet hareketlerini
yaygınlaştırmaya başladılar. İstanbul ve Anadolu’daki Rum ve Ermeni halkta da
hareketlenme var; çeşitli sebeplerle hükûmeti protesto gösterileri yapılıyor.
İtalyan donanması Doğu Akdeniz sahillerimizde ve Beyrut önlerinde gösteriler
yapıyor. 28 Ağustos’ta Port Süleyman bombalanır.
30
Ağustos 1912 tarihli mektubunda Trablusgarp’ın kalkındırılmasından söz eder;
çok paraya ve insana ihtiyacımız var. “Ama her şeye rağmen çalışıyorum ve
çalışacağım. Başarayım ya da başaramayayım, vazifemi yapmak istiyorum;
başarısızlığı düşünmek istemiyorum.
Bizde işler yarım
yamalak. Arnavutlar geri geldiler. Müslüman Arnavutların ayaklanması bir şey
değil, ama yabancı ellerin ittiği Malisörlerinki (Hıristiyan Arnavutlar)
tehlikeli. Şimdilik arkadaşlarıma her türlü anlaşmazlıktan kaçınmalarını ve
bütün sorunların çözümünü şimdiki hükûmete bırakmalarını tavsiye ettim.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.112, 30 Ağustos 1912)
“Kitleler üzerinde
iktidar sahibi olmak beni gururlandırmıyor. Bunlar, kimsenin anlamadığı küçük
şeyler. Bütün iktidarlar, büyüklükler, görünüşler, dünyanın bütün
zenginlikleri, bunlar benim için hiçbir şey ifade etmiyor; ama kader benden,
hiç de özenilecek bir yanı olmayan bu hayatı yaşamamı istiyor. (Bilmem nereye
kadar!) .... Ben asker olarak ordunun mutlakiyetine inanırım. Hükûmet sistemi
olarak da, sizdekine benzer ılımlı bir kanun-ı esasîye. İktidarı paylaşmak
isteyen bütün vasat kafaları ezmek lazım. Bir Fransız çok doğru bir şey
söylüyor: ‘Cumhuriyetten önce Fransa’da bir tek despot vardı; şimdi yüzlerce.
Çünkü bütün mebuslar kendi iktidarlarını hissettirmeye çalışıyorlar.’...”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 113, 2 Eylül 1912)
Nişanlısına
şöyle yazar:
“Ruhum, Sultanım,
Biz buralarda
düşmanlarımızla savaşırken, içerde birbirlerini yiyenlere karşı doğrusu ne
diyeceğimi şaşırdım. İtalyanlara kendi elimizle kendi kendimizi mağlup
ettiriyoruz. Bugün İstanbul vs. yerlerde olan durumlar ile İtalyanlara
buralarda yirmi savaşta kazanacaklarını kazandırdılar.” (A.İnan, a.g.e.,
s.471)
“Talat hâlâ hapse
atılmadı; bir gün atıldığını duyarsanız, hatta beni bile hapse atmaya
kalkıştıklarını duyarsanız, hiç şaşırmayın. Bu hep böyle olmuştur; neredeyse
genel kuraldır. Tam bir vatanperver olanların sonu ya hapiste biter, ya da
boyunları vurulur... Devleti kontrol edebilmemiz için parlamentonun lüzumuna
inanıyorum; ama iç barış için hükümet Neron’dan daha sert olmalı. Şimdiki
hükümet her ne kadar Jön Türklere
karşıysa da, yine
de Abdülhamitçi bir hükûmet değil. Düşmanlarına karşı çok sert davranmalı,
yoksa bu buhran barış bakımından çok kötü sonuçlanabilir. Biliyor musun
sevgili, biz orta çağdan pek uzakta değiliz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.113,
2 Eylül 1912)
Bu
satırları yazan Enver Bey, çok daha yumuşak düşünen ve davranan Sultan II.
Abdülhamit Han’a karşı dağa çıkmıştır. O’nu devirmişlerdir ama, aradan geçen
şunca yıla rağmen, hâlâ onu anlamış değillerdir. Hâlâ kendilerinden başka da
doğru düşünebilecek olanların varlığını düşünememektedir. Vatanseverlik
duygusunun her sorunu çözen bilgi, yöntem olduğu zannedilmektedir.
Parlamentonun gerekliliğine de, devleti kontrol için inanmaktadır. Sonunda
bütün bu düşünceleri biraz da topluma bağlayarak, “Biz Ortaçağdan pek de uzakta
değiliz.” der. Haksız da sayılmaz, çünkü bu düşünce ve tutum yalnız Enver Beye
mahsus değildir; bütün bir nesil böyledir.
“Bizi
Trablus’tan ayıracak bir barış olursa, durum çok zorlaşacak Ama zorluklarda,
çok
daha enerjiyle çalışmamızı sağlayacak bir şey vardır ve her zaman mantığı aşan sinirleri
biraz yatıştırmak böylece mümkün olur.” (Hanioğlu, a.g.e., m.114, 12
Eylül 1912)
“Bu
gün beni çok hoşnut bırakan Sünusî şeyhleri ile uzun bir toplantı yaptım.”
Barış söylentileri sinirleri bozuyor. (Hanioğlu, a.g.e., m. 115, 6 Eylül
1912)
“Acı
çekiyor, sebebini bilmiyorum. Allah beni cezalandırmak istiyor. Yarın neşeli
olmalıyım; çünkü bayram. (Ramazan)” (Hanioğlu, a.g.e., m. 116, 12 Eylül
1912)
“Sabah,
cami olarak hazırladığımız yerdeki bayram namazından sonra, bütün bedeviler
üstüme atıldılar. Hepsi beni öpmek istiyorlardı ve bu şefkatten kurtulabilmek
için jandarmaların yardımı gerekti. Çadırımda daha sakin bir şekilde
subayların, sivil görevlilerin, aşiret şeyhlerinin tebriklerini kabul ettim;
derken altı yaşında çocuklardan doksan yaşındaki ihtiyarlarına kadar yine bir
Arap kitlesinin akını oldu. Karınca sürüleri gibi giriyorlardı çadırıma ve diz
çöküp dizlerimi, ellerimi ve saçımın ucunu öpüyorlardı. Sonra, kimi
gülümseyerek, kimi memnuniyetinden ağlayarak geçtiler.... Her şeyden önce
şerefli bir adam olmak ve düşmanın üstüne sürdüğüm bu silah arkadaşlarımı pis
İtalyanların eline bırakmamak istiyorum... Hepsi Müslümanlar; İtalyanlar onları
medeniyetleri ve Hrıstiyanlıklarının ağırlıklarıyla ezerler. Bu medeniyetin
tehlikelerine karşı koyabilecek kadar bilgili değiller. Ama, geleceği
bırakalım; günlerin gereğini yerine getirelim.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.117, 15 Eylül 1912)
“17
Eylül şafakla, on kilometreye kadar yayılan yeni İtalyan siperlerine saldırdım.
Merkezi delmeye çalıştım. Kuşatmayı delme gerçekleşti. İtalyanlar şaşırdılar.
Ama, kolların yanlış manevrası başarımızı tamamlamayı engelledi. On altı
saatlik bir savaştan sonra geri çekilmek zorunda kaldım ve İtalyanlar daha
güçlü olmalarına rağmen savunmada kaldılar... Şimdi kampta her zamanki gibi
şehitlere ağıt yakan kadınların bağırışları duyuluyor.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.118, 18 Eylül 1912)
“21 Eylül 1912.
Size son savaşımızı
anlatayım:
Güneş
ufukta alçalıyordu. Hava durgundu. Tek bir yaprak bile kıpırdamıyordu. Kampta
derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Orda burda, zaviyelerinin sancağı altında
toplanmış neşe içinde bedeviler vardı. Ve attan inmiş olan milislerin komutanı
çadırımın önünde beni bekliyordu. Alaylarının yürümeye hazır olduğunu bildirmek
için ard arda geliyorlardı. Genel toplantı ve kampa yürümek için emir
verilmişti. Çadırımdan çıktılar ve birkaç dakika sonra atlarının nal sesleri
çölde kayboldu. Çadırımın kapısının yanından ikişer geçen atlı şeyhleri
başlarında olmak üzere gönüllülerin, subayların geçişini görüyordum. Kimileri omzunda
yeni mavzer tüfekleri, kimileri eski Fransız ya da İtalyan tüfekleri taşıyordu.
Orda burda, omuzlarında eski Silex tüfeklerle torunlarının yanında yürüyen ak
sakallı ihtiyarlar vardı. On savaşçıdan müteşekkil ve bir çavuş tarafından
idare edilen her grup, küçük aralıklarla birbirinden ayrılıyordu. Her grubun
sıralarının arasında sırtlarında su testisi ya da ekmek çantası taşıyan
kadınlar görünüyordu. Onları, askerleri cesaretlendirmek için alışıldık naralar
atan sıralar takip ediyordu... Nihayet Doğu komutanının çadırında idik.
Toplanmış olan komutanlara saldırıyı anlattım ve Zaviye şeyhlerinin önünde
savaş için kısa bir nutuk verdim. Çadırın önünde askerlerime el vermemden
sonra, Kur’an’dan bir âyet okuyup gittiler. Birkaç dakikalık boğuk bir uğultudan
sonra tek ses kalmadı. Her şey sessizdi. ...Her şey yolundaydı ve böylece yola
koyuldum. Dört saatlik yürüyüşten sonra dağ toplarının yerleştirildiği yere
vardım..... Saate baktım, tam
beşti. Bizim kanat kıyasıya ateşe
başladı
ve birkaç dakika sonra, hızla ateş ederek cevap verdiler. Top ateşlerinden
başka bir şey görünmüyordu. Saldırının tam emredilen saatte başlamış olmasından
memnundum. Bakışım karanlıkları delmeye çalışıyordu. Sadece ateş sesleri
savaşın durumu hakkında bir fikir verebiliyordu. Derken on beş dakikalık bir
sessizlik oldu. Bizimkilerin siper almış olduklarını anladım... Güneş tam
ufukta doğmuştu. Ortada savaş iyi gidiyordu ama, sağımızda bizimkiler yeniden,
ilk İtalyan hattında ateş almış oldukları küçük kaleye doğru geri
püskürtülmüşlerdi. Süvarilerin saldırısı düşmanı olduğu yere mıhladı. Ama bu
çok uzun sürmedi. İki mitralyözlü iki muhafız birliği sağımdaki tehlikeyi
savuşturdular. Öğlene doğru düşmanın üstün gücünden alt üst olmuş sol kanat,
yine de düşmanın üzerine doğru atıldı; hakikaten kahramancaydı. Siyah beyaz
küçük noktalar birbirine karışıyordu; devamlı bir gel git vardı. Ben hareketsiz
kaldım. Tam o sırada benim topçu birliğime ateş açan düşman topları benim
istikametime ateş etmeye başladılar. Kafamı çevirdiğimde bütün kurmaylarımın,
emrime rağmen arkamda toplanmış olduklarını gördüm. Düşman için uygun bir
hedef! Önümüzde patlayan şarapnellere rağmen yerimden ayrılmak zevkini onlara
tattırmadım. Solumda düşman üstündü. Nihayet bizimkiler düşman müdafaasını
tutmak için geri çekildiler. Ben sağ kanada saldırı emri verdim; arazi
bataryası düşmanın üzerine açtığı ateşi çoğalttı ve sağdan ve ortadan ani bir
hareket, düşmanı tam anlamıyla durdurdu.
Yorgundum;
yere uzandım ve bir saat ağır bir uyku uyudum.
Akşama doğru atımla
sağa doğru gidiyordum ve İtalyanlar bana şarapnelle yol çiziyordu. İtalyan
siperlerinin yüz metre ötesindeki sağ kanadım, son siperleri alıp kaybettikten
sonra İtalyanların ilk siperlerinde kaldılar. Çünkü İtalyanların kruvazörü
bütün gücüyle ateş ediyordu ve karaya inenler bizi tuzağa düşürmüşlerdi.
Buradaki arazi çalılık olduğundan, bu bizim hareketimizi kolaylaştırdı. Bu
kanatta yenilemek istediğim saldırının imkânsızlığını hissettim. Ve, V’nin
batısındaki karakol, düşman asıl kuvvetlerinden yaklaşık bir tugayın sağ
kanadımızın önüne yığıldığını telefonla bildiriyordu. Bunun üzerine mecburen
savaşı akşam olunca durdurmaya karar ve ölü ve
yaralılarımızı
topladıktan sonra geri çekilme emri verdim. Kanlı bir gündü. Bu savaşın yeni
bir sayfası daha kapanmıştı. Sadece ileri karakollar düşmanla temasta kaldı ve
yirmi dört bölük, dört arazi bataryası ve altı dağ bataryasından müteşekkil
düşman, benim kanadımı izlemeye cesaret edemedi. Bugün hâlâ kafasını dışarı
çıkarmıyor. Ah, bu güç benim elimde olsaydı! Günün birinde hakikati
öğrendiğinizde şaşıracaksınız. Kendisinden on defa daha güçlü bir topçu birliği
karşısındaki bizim topçu birliğimiz vazifesini bırakmadı ve düşmanın dört
bataryasını savaş dışı bıraktı. Biri subay olmak üzere 98 şehit ve 185 yaralı
verdik. Ama, maalesef bu savaşın, savaşın sona ermesi üzerinde hiçbir etkisi
yok.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 120, 21 Eylül 1912)
İstanbul’dan
gönderilen paranın on beş bin lirasını Mısır komiserliği harcayınca, Enver Bey
yeniden hazine senedi çıkarır. “Allah’tan Araplar nezdindeki kredim
sarsılmaz. Komutan mıyım, bankacı mı bilmem?... Eski kâğıtların değeri muazzam
arttı; biliyor musun? Bir kuruşluk bir kâğıt almak için bir lira ödüyorlar;
özellikle de Mısırlılar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.121, 23 Eylül 1912)
Sizin
Medeniyetiniz Bir Zehir...
“Sünusîlerin lideri
Seyyid Ahmet Şerif benimle aynı fikirde imiş. Eğer hükümet memleketin bu
bölgesini bırakırsa, savaşa devam etmek konusunda hemfikiriz.
Bir
de, başka Türklerden mi, Araplardan mı yana olacağımı soruyorsunuz! Benim ve
Seyyid Ahmet için Müslümanlıkta milliyet yoktur. İslam dünyasının etrafında
neler olup bittiğine bir göz atmak yeter Ama
hiçbir ihtiyaçları olmayan ve azla yetinen, mutlu
olan bedeviler günün birinde medenileşseler,
eminim ki bütün niteliklerini kaybederler ve şımarırlar. Bugünkü yaşama yöntem
ve ilkeleri onlara yetmez olur. Mutsuz olurlar, ama bu mutsuzluk onlar için
hayatlarında bir ihtiyaç olur. Medeniyet denilen hastalığa yakalanırlar ama,
iyileşmek için ilaç almazlar. Sizin medeniyetiniz bir zehir; ama, insanı uyandıran
bir zehir, insan bir daha uyumak istemiyor, uyuyamıyor. Gözlerinizi
kapatırsanız, bu ancak ölmek için olacaktır... Ama şimdilik Araplarım mutlu.
Dışarıdan şarkılar eşliğinde monoton davul sesleri geliyor, dans ediyorlar.
Bugün
Derne’den ilk haberleri aldım. İtalyanların kayıpları düşündüğümdün de fazla.
Sekiz yüzden fazla ölü vermişler, iki katı da yaralı. İtalyanlar bizim, onların
cephesinde kalan yirmi iki yaralımızı almışlar. Bu yaralıların çoğu Trablusgarp
dağları civarında oturan Hassa aşiretinden olduklarından, İtalyanlar bu aşirete
haber göndererek, eğer savaşı kesip evlerine dönerlerse yaralıları
salıvereceklerini bildirmişler. Bilin bakalım Hassalar bu teklife nasıl cevap
vermişler? ‘Siz bizim vatanımızın topraklarını işgal etmek için geldiniz ve biz
Allah’ın ve Sultanımızın emirlerine boyun eğeriz. Biz sizinle savaşmak için
toplandık. Sizdeki yaralılara gelince, biz zaten onları ölmüş kabul ettik ve
onlar için ağladık; bitti. Onları serbest bırakın ya da bırakmayın, sizinle
savaşa devam edeceğiz yine de, aşiretimizden silah taşıyan son insan da
ölünceye kadar. Bizim esirlere davranışlarınıza gelince, unutmayın ki,
sizinkiler de bizim elimizde.’
Sevgili
dostum, emrimde böyle insanlar olmasından gurur duyuyorum.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.121, 23 Eylül 1912)
“Düzenle
Cuma atışlarını yapmaya gelen küçük okulluları gönderdim şimdi. Ne kadar iyi
çalıştıklarını, küçük tüfekleriyle nasıl da savaşçı havasına girdiklerini
görmeniz lazım... Benim bölgemden şeyhlerin oğulları olan yirmi üç Arap çocuğu
Hükûmet adına sivil idadîye gönderiyorum; otuz tanesini de askerî okullara.
Böylece istikbal için vatana iyi bir unsur hazırlıyorum. Onlar İtalyanların can
düşmanı olacaklar. Bu konuda her şeyi iyi hazırladım. Öyle ki, ölsem ya da
memleketi terk etmek zorunda kalsam, her şey benim arzuma göre yürür yine. Eğer
ölürsem bu konuda aklım arkada kalmaz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.122, 30
Eylül 1912)
“28
Eylül 1912
“Yarın İtalyanların
bize savaş ilan etmesinin tam birinci yılı. Bir yıl önce güçsüzdüm ve durumu
bilmiyordum; şerefimizi ve davamızı kaybettiğimizi düşünüyordum. Bu lekeyi hiç
değilse kanımla ödemeye karar vermiştim. Kendimi bu tanımadığım ve belki de
düşman ortama atmaya karar vermiştim. Maneviyatı bozuk, donanımsız, yaşlı ve
yeteneksiz bir paşa tarafından yönetilen üç bin askerden başka bir şeyim yoktu.
Üç yüz kilometrelik bir cepheye yayılmışlardı. Erzak olarak da ne varsa
düşmanın eline geçmişti. İstanbul’da benim oraya gitmeme izin vermiyorlardı.
Harbiye Nazırı, bir hiç için feda edilmenin yazık olacağını söylüyordu. Kısaca
ona, ‘Memleketin şerefini kurtarmak için size yardım etmek istiyorum ve eğer
hiçbir şey kazanmadan ölürsem, hiç değilse o zaman İslam dünyasının milletine,
oraya yetenekli olduğuna inandığımız bir subay gönderdiğinizi, ama başarılı
olamadığını, parasını çalmak için onu öldürdüklerini söylersiniz.’ diye cevap
vermiştim. (Çünkü Arapların, paramı çalmak için beni öldüreceklerini de
eklemişti.) İşte bir yıl böyle geçti ve onun düşündükleri çıkmadı Allah’tan.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.123, 28 Eylül 1912)
“Bir
gün gelecek iyi ya da kötü, kadınlarımızın toplumsal hayattaki yeri sizin
kadınlarınızla aynı olacaktır. Bir yandan da İslam’ın onlara ayırdığı erkek
karşısında hayat hakkı konusundaki menfaatlerini koruyacaklardır. Ama, bu yeni
toplumsal hayattan yalnızca küçük bir bölüm kadının faydalanabileceğine
üzülüyorum. Diğerleri yani büyük bir kitle, şimdi Avrupa’da alt ve orta
sınıflarda olduğu gibi acı çekeceklerdir. Ama mademki Avrupa’nın kültürüyle
bizden daha yüksek olduğunu ve varlığımızı devam ettirebilmek için bu
medeniyeti taklit etmek zorunda olduğumuzu söylüyorum, o zaman bu medeniyetin
kötülükleri de ister istemez bize gelecektir. Ama, inşallah kadınlarımızın eski
hayatından biraz bir şey kalması için daha dikkatli oluruz........................................................................................... Basit
bir
asker olmaya karar vermem lazım. Ama bazen şairane hislerim tuttuğunda en büyük
kararları o zaman alıyorum; bu zamanlarda zihin günlük hayatın küçüklüklerinden
kurtuluyor.”
“Önce şeyhlerle
uzun bir toplantı yaptım. Sonra, Harbiye Nezaretinden bütün Balkan
devletlerinin harekete geçtiğini, bizim de genel seferberlik ilan ettiğimizi
bildiren bir telgraf getirdiler. Bana, her noktada Trablusgarp’ın savunmasını
veriyorlar. Sevgili dostum, her şey karışıyor ama, içimde sonunda oyunu biz
kazanacağız gibi bir his var.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 124, 28 Eylül 1912)
Bizim için dua et,
diyor. “Avrupa’da genel bir savaş ihtimalini düşünüyorum halâ... Eğer Avusturya
ve Almanya araya girmezse, Rumeli’de dört günde savaş çıkar ve Allah bilir
neticesi ne olur. Tehlikenin en fazla olduğu bir zamanda orada olmamama ne
kadar üzülüyorum!” (Hanioğlu, a.g.e., m.125, 4 Ekim 1912)
30
Eylül’de Balkan devletleri bütün hazırlıklarını tamamlamış olarak seferberlik
ilan ederler. Ertesi gün de Osmanlı hükûmeti seferberlik ilan eder. İtalyan
donanması Ege yolunu kesmiştir. Osmanlı, İngiltere’ye başvurur. İngiltere,
İtalya ile süratle barış anlaşması yapılmasını önerir. İstanbul’da savaş
gösterileri yapılmaktadır. Büyük devletler, savaşın sonucu ne olursa olsun,
sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini açıklarlar.
Artık
her gün savaş var ve top sesleri eksilmiyor. “İtalyanlar çok ölü verdiler;
bana gelen vesikalara göre de çoğu subay. İşte hoşumuza giden bir
kıyım! Ne vahşilik değil mi?” (Hanioğlu, a.g.e., m.126-127, 9-10 Ekim
1912)
12
Ekim tarihli mektupta, bu Trablus meselesi artık benim şahsî meselem oldu,
diyor. “Biliyor musunuz, burada Arapları, kadınları ve çocuklarıyla birlikte
İtalyanların üstüne sürüyorum; Sultan bıraksa bile ben sizi bırakmayacağım
diye, söz vererek. Şimdi düşünün, bu yiğit insanları, onları yok etmek için
yavaş yavaş baskı yapan İtalyanların kollarına nasıl bırakabilirim?” Büyük
Sünusî Şeyhi de, Sultan olmasa bile emrindeyim diye haber göndermiş ve “kutsal”
kılıcını Enver Beye yollamış.
“Karadağ
ile savaş başladı. Avrupa ile olan sorunlardan sonra öbür Balkan devletleri de
onu takip edeceklerdir. ” Balkan Savaşı başlamış gibidir.
İtalyanlar
Enver’i öldürtmek için iki yüz sterlin vermişler; öldürecek adam bulamayınca
dokuz yüze çıkarmışlar...
Bu
Yiğit İnsanları
Düşmanın Kollarına Bırakıyoruz....
“Yerli
muhafız birliğimden, üç savaşta beş kere yaralanmış bir askerim var. Dördüncü
savaşta düşmanın üzerine hırsla atılıyordu. Cennete gitmek ya da ailesine iyi
bir isim bırakmak için ya intikam almak ya da orada şehit olmak istiyordu Bir aile var;
yalnızca
baba kaldı, on bir oğlu ve akrabalar şehit oldular. Ona başsağlığına gittiğimde
bana, ‘Vatanı, dini için düşman önünde şehit olmalarından mutlu ve gururluyum.’
dedi kısaca. Kısacası sevgili dostum, herkes için ölüm bir kere gelecek ve ne zaman
geleceği önceden kararlaştırılmış. Bir gün hakikat ortaya çıkarsa, bizim burada
yaptığımızın bir mucize olduğunu göreceksiniz.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.128, 12 Ekim 1912)
13 Ekim 1912. Barışın yaklaştığı
anlaşılıyor; fakat, Rumeli’de patlayan toplar memleket için çok tehlikeli.
Nişanlısına şöyle yazar:
“Ruhum
Sultanım,
... Benim buraya geldiğim zaman bulduğum
hali biliyorsunuz. Herkes korkusundan bir tarafa çekilmiş, titremekte idi. Ben
bu Arapları teşci ve savaşa soktum. Şimdi barış olsa ve bu barış buradan bizim
askerlerimizin çekilmesini gerektirse, ben yine Araplar beni terkedinceye kadar
burada kalmaya mecburum. Çünkü, bir kere söz vererek, karısıyla, çoluk
çocuğuyla savaşa sürdüğüm Urbanı bırakıvermenin pek büyük bir cinayet olacağı
açıktır. Yok eğer, şeyhler ve Urban beni bırakıp düşman tarafına geçerlerse, o
vakit benim için, tabii yapacak bir şey kalmaz.” (Arı İnan, a.g.e., s.
476)
“İtalyan gazeteleri
hep yalan yazıyorlar. İngiliz gazetelerine göre de Balkanlarda savaş
olmayacakmış...” “İki rakip güç birbirlerine engel oluyorlar. Avusturya
Balkanlarda bir soruna engel olmak için, adem-i merkeziyet planıyla. Ama Rusya
önce küçük Balkan devletlerini iterek, Üçlü İttifakın diğer güçleriyle birlikte
onları yutmak istiyor şimdi, basit bir adem-i merkeziyet değil, geniş bir
ıslahat vadediyor; bundan daha fazlasını elde edemeyeceklerini söylüyor
onlara.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 129-131, 14-16 Ekim 1912)
“22
Ekim 1912
“Dün akşam İtalyan
komutanı bana mektupla barış kararını bildirdi. Muhtevasını bildiğim için çok
üzüldüm. Gece de Harbiye Nazırlığından düşmanlığa son vermemi emreden ve bana
Sultanın anlaşmayı imzaladığını bildiren bir telgraf geldi. Düşüncelerimi
tahmin edersiniz. Kesin bir karar vermek için Seyyid Ahmed’in adamlarını
bekliyordum. Bugün geldiler. Karar verildi; bana bağlı kalacaklar ve böylece
savaş devam ediyor. Bugün Harbiye Bakanlığından gelen çeşitli haberler durumu
aydınlatıyor.
Gazetelerden Hükümetin iki bölgeyi tamamen kaybettiğini öğrenmişsinizdir bile.
Bir an düşünün sevgili dostum, ne yaptığımızı bir an düşünün! Kadınlarıyla ve
çocuklarıyla bir yıl boyunca başarıyla savaşmış olan bu yiğit insanları
düşmanın kollarına bırakıyoruz ve böylece terk ediyoruz. Onlara anavatanın
yardıma geleceğine dair söz verip savaşmayı öğütleyen ben, şimdi tarif edilmez
zorluklar içine dalıyorum. Bu memleketi terk edecek durumda değilim ve
memleketimin öbür yarısının bana ihtiyacı var. Neticede burada bağımsız bir
devlet kuracağım......................................................................................... İşte
böyle utanç
verici
bir barışı kabul ettik. Sırtımızda neticesi çok açık olmayan bir dizi savaş
var...” (Hanioğlu, a.g.e., m.132, 22 Ekim 1912)
*
* *
Trablusgarb’ı
savunan “Fedai Zâbitân” grubu, burayı kolay kolay terketmeye niyetli değildir.
Toplanır ve şu kararları alırlar:
1.
Bir kısım
subaylarımız burada kalarak direniş hareketini yönetmeye devam edeceklerdir.
2.
Tedavi için
gittiği Fransa’dan İstanbul’a dönmüş olan Mustafa Kemal Bey gelerek Enver
Bey’in yerini alacaktır. (Hacı) Selim Sami (Eşref Bey’in kardeşi) Bingazi’ye
giderek Eşref Bey’in yerini alacaktır.
3.
İstanbul
desteğini çekerse, Seyyid Ahmet Sünusî’nin liderliğinde Afrika Devletler Grubu
kurulacaktır.
4.
Padişah ve
Kabine üzerinde baskı kurmak üzere Fedai Zâbitân grubunun bütün üyeleri
askerlikten istifa edecek ve Trablus ve Bingazi’nin bağımsızlığını ilan
edeceklerdir.
Bunları
anlatan Eşref Bey’e, bağımsızlık ilanının hükûmete ihanet olup olmadığı
sorulduğunda şu cevabı verir:
“Tabii ki ihanetti!
Ama, artık bizim mukavemet hareketimiz herhangi bir Osmanlı kabinesi adına
değil, millî gurur ve haysiyetimiz adına, -Afrika’daki son Osmanlı toprağının
savunulması uğruna yapılıyordu.” (Philip H. Stoddard, a.g.e, s.88)
Onlar Trablus’ta bu sıkıntıları
yaşarken Balkan Savaşı başlamıştır. “Umarım her yerde savunmada kalırız ve
sadece Bulgaristan’a karşı saldırıya geçeriz. Orada işe yarasınlar diye
subaylarımın bir bölümünü gönderdim Eğer
beni görmeye gelirseniz, isyancı birine geldiğinizi
zannetmeyin;
tam aksine, Osmanlı ve İtalyan hükümetlerinin, anlaşmalarında kabul ettikleri
bir eyalet valisi ile karşılaşacaksınız.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 133, 24 Ekim 1912)
Anavatanda
olup bitenler ve Trablus’u terk edememek Enver Bey’i son derece üzüyor.
İstanbul’da bir şeyler yapabileceğine inanıyor; ama, burayı bırakamıyor.
(Hanioğlu, a.g.e., m.134, 20 Ekim 1912) İlgi çekici olan, Osmanlı Genel
Kurmayında da, henüz Kaymakam rütbesinde olan Enver Bey’in, İstanbul’a gelmesi
halinde işleri düzeltebileceğine inananların bulunmasıdır.
Sırp
cephesinden birkaç başarı haberi geliyor. “Bulgaristan tarafından da iyi
haberler gelmesini ümit edelim; çünkü bu, savaşın gidişatını gösterecek; aksi
halde hasarı tamir etmek çok zor olacak. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.
135, Pazar, Ekim 1912)
Gazi
Ahmet Muhtar Paşa kabinesi çekilir; Kâmil Paşa hükümeti kurulur.
Ancak
gazetelerden sürekli kötü haberler gelmektedir. Enver Bey ümidini kaybetmek
istemiyor. Bulgarlar Edirne’yi alamadıklarına göre “Bu yer bizim ordumuza
yaklaşık bir ay kazandıracağından, bizim ordunun toparlanması bitince nihayet
Bulgarlara karşı saldırıya geçebileceğinden eminim.” Enver Bey Sırpların da
Üsküp önlerinde yenileceğini ümit etmektedir. (Hanioğlu, a.g.e., m.136,
30 Ekim 1912) “Burada, güçsüz bir seyirci gibi kalmak ne kadar zor! Bütün
arzularıma ve verdiğim sözlere rağmen, savaş bizim aleyhimize bir şekil alırsa
hemen İstanbul’a dönerim.” “Dört gündür Harbiye Nazırlığından hiçbir haber yok.
” “Savaşın gidişatına tesir edecek ciddi muharebeler oluyor olmalı. ”
(Hanioğlu, a.g.e., 137, Perşembe, Ekim 1912)
Zafer
ümidi verecek haberler de gelmektedir. “İnşallah. Genel fikrim vatanım için
çalışmak. Ama bir planım yok. Fırsatlardan faydalanıyorum. Belki de bu usûl
bana biraz maceracı karakteri veriyor. Sonunda ne isem oyum. ” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.138, 2 Kasım 1912)
“8 Kasım 1912
“Gazetelerde
içilen ant ne güzel! Demek bu savaş, İslamiyet’e karşı 20. yüzyılda başlatılan
bir Haçlı seferi. Görüyor musunuz, size Müslüman olduğumuzu söylüyordum hep; bu
da Avrupa’nın affetmediği tek hata! Eh, bir kral ordusuna bu savaşı bir haçlı
seferi gibi gösterirse, bizim fanatik ve barbar olmamıza şaşmamanız gerek.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.139, 8 Kasım 1912)
25 Kasım 1912
Trablus’tan ayrılma
zamanı gelmiştir. İstanbul’dan şu mesaj gelir: “Düşman ordumuzu mahvetti ve
Çatalca’daki son savunma hattımıza kadar ilerledi.” Artık Balkanlarda Osmanlı
ordusunun zafer ümidi kalmamıştır. “Nihayet, size yazmış olduğum gibi
Trablusgarp, bir başka deyişle krallığım ve sabit ve bağımsız vazifemi
İstanbul’a
dönmek ve orada
serbest bırakılmayacak bir toprakta, sade bir kaymakam gibi çalışmak için terk
ediyorum. İstanbul’dan gelen son haberlerden sonra, Trablusgarp’ta kalmanın
anavatanın temel bölümüne yardımcı olamayacağını düşündüm ve her şeyi
İtalyanların istekleri doğrultusunda ayakları altına bırakmayı da istemiyorum.
Böylece, durumu öyle ayarladım ki savaş lehte bir şansla yine devam edecek.
Düşmanlarım bu karardan kötü bahsedecekler, biliyorum; bana saldırmak için
bundan faydalanacaklar. Ama, beni bilirsin, benim için fark etmez. Benim tek
bir mefkûrem var, vatanımın refah içinde olmasına çalışmak ve onun menfaatini
korumak. Bu amaca ulaşmak için her şeyi feda ederim...
“Tam yola
çıkışımdan bir gün önce, ders görmeye gitmiş olan öğrenciler Bingazi’den
geldiler. Millî marşlar söylüyorlardı; böyle güzellikleri olan bir memleketi
terk etmek düşüncesi beni öyle fena etti ki, ağlamaya başladım. Ben ki, hep
kendime hakim olabileceğimi zannederdim.
“
......... Bir hiçten var ettiğim askerî birliklerimi
size göstermeyi nasıl isterdim!”
Enver
Bey Trablusgarp’ta gerçekleştirdiği askerî, idarî ve bayındırlık işlerini nasıl
küçük paralarla başardığını anlatır. “Göçebe bir halk için en ağır iş olan
vergi ödemeye de hazırdılar.” Ama buna gerek duymamıştı. “Yeni nesli hazırlamak
için on ilkokul kurmuştum, toplam bin öğrencisi vardı; bir de yüz elli
öğrencilik iki kız okulu. İstanbul ile anlaşıp, Türkiye’deki okullara büyük çoğunluğu
şeyh oğulları olan iki yüz öğrenci gönderdim. Onları şöyle ayırdım: otuz tanesi
Harp Okuluna, beş doktor, beş baytar, beş eczacı, altmış küçük subay
mekteplerine, on beş idadîye, diğerlerini savaş fabrikalarına yahut başka sanat
kollarına. Tam benim ayrılacağım sırada da, okul haline dönüştürdüğüm büyük
Guegueb şatosunun inşaatı tamamlandı...”
“Ümit ediyorum yüce
Allah oraya varmamı sağlar. Kalan arkadaşlar çalışmaya devam ediyorlar. Büyük
Sünusî şeyhi Seyyid Ahmet, İtalyan kralının hediyelerini ve Bingazi’de büyük
bir zaviye kurulması teklifini reddederek, eldiveni suratına fırlatmış.
Dönmekten memnun olduğumu söyleyebilirim yine de, çünkü üzücü olaylara rağmen
vatanıma faydalı olacağımı ümit ediyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.140, 25
Kasım 1912)
Bu
arada şunu söylemeliyiz ki, Enver Bey ve arkadaşlarının, Batı Medeniyeti
hakkında belki köklü bilgileri yoktu; ama, insanın mutluluğunu esas alan bir
medeniyet anlayışı çerçevesinde, bu mektuplarda söylenenlere ve Batının
sömürücü tutum ve siyaseti hakkındaki yorumlara, bugün de katılacak çok şey
yoktur. Onlar belki kitaplardan değil, ama çok daha gerçekçi bir yoldan, Avrupa
ile açık-kapalı savaşlarında bu sağlam bakış ve yorumlara ulaşıyorlardı. Enver
Bey biraz da öfkeyle, Avrupalı medenîlerin (!) iktisadî sömürülerini sürdürmek
için bir takım insanlık değerlerini de istismar ettiklerini, bizi barbar
gösterdiklerini, kendi halklarını da savaşa sürerek bir takım bankaların
kasalarını doldurduklarını söylemektedir. Biz ise, Trablusgarp’ta ve sonraki
savaşlarımızda vatanımızı savunuyorduk.
Fethi
Bey diyor ki,
Eğer Trablusgarb’a,
o toprakları vatanından bir parça saymanın şuuru içinde
koşanların, rahatça
destan denilebilecek yiğitliklerini dünyaya anlatabilmek mümkün olsaydı,
Türklüğe ait çok şeyin bir daha geri dönmemek üzere yitirildiği zannının hakim
olduğu o günlerde, sanırım ki kahramanlık ve mertlik âşıkı dünya gözünde
itibarımız yerini almakla kalmaz, hayranlık uyandırırdık...
“Oraya erişenler,
takma adlar ve değişik kılıklarla, silahsız ve malzemesiz koşup gelmişlerdi.
Yerli halkın genel inancı, kendilerinin devlet merkezince ihmal ve düşmana terk
edildiği idi. İtalyanlar ustaca bu propagandayı yaymış ve başarıya
ulaşmışlardı...
“Aradan yıllar ve
devirler geçti; Trablusgarp’te bugün Türk idaresi, sadece tarihî hatıradır.
Fakat, ben ısrarla diyeceğim ki, Trablusgarp Türk savunması her safhası ile
bugünkü neslin bilmesi şart vatanseverlik destanıdır. Asla temenni edilmez;
fakat ileriki devirlerin ne getireceğinin bilinmezlerle dolu olduğunu görmüş ve
yaşamış bir emektar olarak diyeceğim ki, hangi zaman ve mekân içinde olursa
olsun, milletler kendi öz geçmişlerinde böylesine örnekler varsa, bunları,
yetişenlerin manevi miraslarının en değerli emaneti saymalıdırlar. Unutulmasın
ki, Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşı’nı da aynı insanlar başardı.” (Okyar, a.g.e,
s.135-139)
*
* *
Enver
Beyin Trablusgarp’tan ayrılışını, kendisiyle yapılan söyleşiye dayanarak bir
Alman yazar, “Aranmasına rağmen, Mısır’dan bir İtalyan buharlısı ile kıyafet
değiştirmiş bir halde Brindizi’ye kaçabildi. Oradan alelacele Viyana üzerinden
İstanbul’a koştu.” (Nakleden, Hanioğlu, a.g.e., s.28, dipnot:17)
diye yazar. Enver Bey İstanbul’a dönüp durumu gördükten sonra, Trablus’taki
arkadaşlarına Makedonya ve Batı Trakya’da dövüşmek üzere acele gelmelerini
bildirir. Ayrılmadan önce, kuvvetler Aziz Ali Bey ve Çerkez Reşit Bey
komutasında yeniden teşkilatlandırılır.
Az
sayıdaki Osmanlı askeri ve gönüllü Arap mücahitleri bir avuç Osmanlı subayının
önderliğinde, gerçekten az görülmüş destanlar yaşamışlardır. Şevket Süreyya
Aydemir diyor ki, Enver Bey ve arkadaşlarının Libya’da gerçekleştirdiklerini
başarı değil mucize olarak nitelemek gerekir; Paşa da aynı şeyi söyler.
Şimdi
Balkan Savaşının acı gelişmeleri içinde Devlet-i Aliyye İtalyanlarla anlaşmak
zorunda kalmış ve 14 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması ile Trablus-Bingazi
ve Akdeniz’deki On iki Ada İtalyanlara bırakılmıştır. Bu gelişmeleri izleyen
Trablus’taki kahramanlar derin düşünceler ve acılar içindedir. Burada
örgütleyip destan yazdıkları insanları nasıl terk edip kıtalarına
gideceklerdir? Bu insanlar ki, bütün ümitlerini bu bir avuç Osmanlı subayına
bağlamışlardır.
Ama,
sonunda, Trablus ve Bingazi’nin İtalyanlara bırakıldığını bildiren emir gelir
ve Libya, tarifsiz acılar ve gözyaşı içinde terk edilir. Enver Bey ve
arkadaşlarının
direnişçilerle veda sahneleri çok yoğun ve hüzünlüdür... Enver Bey, hiç değilse
kavgaya devam edecek bir direniş cephesi kurdum diye kendini teselli etmeye
çalışır ve bu acıyı hiç unutmaz. O kadar ki, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna
kadar, savaşın en sıkıntılı zamanlarında bile, Libyalı direnişçilere para ve
malzeme göndermeye devam eder. Hatta, Şehzade Osman Fuat Efendi’nin, direnişin
komutasını ele almak üzere bir denizaltı ile Trablus’a gitmesini sağlar.
Tarihçi
Ziya Nur Aksun, Trablusgarp’taki Enver Beyi değerlendirirken,
“Onun kaderi,
‘hürriyet kahramanlığı’ndan, ‘İslam kahramanlığı’na doğru hızlı bir seyir
göstermiştir, denilebilir. Enver’i bu role iten, zannederiz ki çok mümin oluşu
ile birlikte, vakıalar olmuştur. Herhalde Trablusgarp savaşları, bunlardan en
mühimmi olarak görünmektedir.” demektedir. (Z. Nur Aksun, Enver Paşa ve
Sarıkamış Harekâtı, s.53)
*
* *
Uşi
Anlaşması imzalandığında, İtalyanlar Bingazi bölgesinde hâlâ sahil
kesimlerindeydi ve Derne, Bomba, Tobruk limanlarını ellerinde tutuyorlardı. En
son, Binbaşı Aziz Bey komutasındaki Türk kuvvetleri de çekilir. Ancak, geride
kalan birkaç Türk subay ve eri, yerlileri eğitmeye devam ederler. İtalyanlar,
Sünusî ağırlıklı bu Urban kuvvetleri karşısında ilerleyemezler. Trablus
bölgesinde ise, 1913’te, son Türk kuvvetlerinin çekilişinden sonra direniş
Bingazi’deki kadar güçlü olamaz. İtalyanlar içerilere doğru ilerlemeye başlar.
Osmanlı
Hakanının 1914’te Cihad-ı Mukaddes ilan etmesi üzerine Kuzey Afrika ve
içerlerdeki Müslüman ülkeler yeniden hareketlenir. 1914 başında İtalyanların
eline geçen Fizan’da ayaklanma başlar. (Birinci Dünya Savaşında Türk Harbi,
c.IV, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harikâtı, 1914-1918, Genel
Kurmay atase yayını, Ank. 1978,
s.628-29) Esasen Kuloğlu diye anılan kesim, gerilla tarzı mücadelesini hiç
bırakmamıştır. Cihat çağrısı üzerine şeyhler toplanarak ortak mücadele kararı
alırlar. (A.g.e., s.629) Üç koldan saldırıya geçen Müslüman kuvvetleri,
İtalyanları Fizan’dan atar. 1915’te şiddetlenen çarpışmalar sonunda İtalyanlar
yeniden kıyı bölgelerine sürülürler. Şeyh Ahmet Sünusî’ye vezaret rütbesi
verilir. 1915 sonuna doğru Yüzbaşı Nuri Bey (Enver Paşa’nın kardeşi) Binbaşı
Cafer Askerî ve Trabluslu mücahit lideri Süleyman Baruni İstanbul’dan Libya’ya
geçerler. Bir miktar silah ve gereç de getirmişlerdir. Libyalılar yeniden
düzene sokulur; dokuz piyade ve
bir
topçu taburu kurulur. Bu arada, Sünusîlerin ağırlıkta olduğu doğu kesimlerinde,
Kanal Harekâtına destek olmak üzere İngilizlere karşı yıpratıcı çatışmalara
girilir.
Batı
Sudan’da (Darfur) ise, cihat fetvasını alan Ali Dinar Sultan, Cuma günü hutbeye
çıkarak cemaata Halife’nin selamlarını söyler ve Enver Paşa’nın mektubunu okur.
Ardından, çoğu sadece mızraklarla silahlanmış olan askerleriyle İngilizlere
karşı mücadeleye başlar. İngilizler 16 Mayıs 1916’da Ali Dinar Sultan’ı şehit
ederler. (atase, a.g.e.,
s.681-82)
11
Haziran 1915’te Süleyman Baruni, Enver Paşa’ya bir rapor gönderir. İtalyan
işgali sebebiyle bütün halkın yas tuttuğunu söyleyen Baruni, “Bu yaslarını,
vatanlarının düşmandan kurtulması ve ay yıldızlı bayrağın Trablusgarp
burçlarında dalgalanması zamanına kadar uzatmaya söz verdiler. Trablusgarplılar
Türkiye’ye bağlılıklarını her fırsatta kanıtlamışlardır.” demekte ve
Trablus’un yeniden Osmanlıya bağlanmasını istemektedir. Bu gelişmeler üzerine
Osmanlı Hükûmeti, Trablusgarb’ın Osmanlı topraklarına katıldığını ilan eder ve
Süleyman Baruni’yi de vali olarak atar. 1917 sonlarına doğru Nuri Paşa (Enver
Paşa’nın kardeşi) Kafkasya’daki İslam Orduları komutanlığına atanır; yerine,
Osmanlı ordusunda yüzbaşı olan Şehzade Osman Fuat Efendi, paşalık rütbesiyle
gönderilir.
Enver
Paşa Büyük Savaş’ın sonlarına kadar Trablusgarp’taki bu mücadeleye ilgisini ve
her türlü desteğini devam ettirmiştir. İtalyanlar bu muhteşem direnişi ancak
1930’larda kırabileceklerdir.
O |
N
DOKUZUNCU yüzyılın başlarına kadar Osmanlı Balkanları sükûn ve huzur içinde
yaşar. Avrupa kaynaklı milliyetçi akımlar ve Rus Slavcılığı henüz bu yapıyı
sarsamamıştır. Ancak, “Kiliseler meselesi” olarak bilinen mezhep içi
çatışmalar, Osmanlının yüksek otoritesi altında açık bir mücadeleye dönüşmezse
de, aynı mezhepten yani Ortodoks olan Balkan halklarının çok fazla
yaklaşmalarına da imkân vermez. Durum şudur: Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar
Ortadoks mezhebinden olup Fener Patrikhanesi’ne bağlıdırlar. Ancak, Fener
Patrikhanesi’nin resmî dili Yunancadır ve ibadetlere de yansıyan bu durum diğer
halkları rahatsız etmektedir. Ayrıca Fener Patrikhanesi’nce atanan din
görevlileri Slav halka karşı iyi davranmamaktadır. Bu sebeplerle Sırplar ve
Bulgarlar Fener Patrikhanesi’nden bağımsız kiliselerini kurmak için sürekli
uğraşmaktadırlar. Sonuçta Sırp ve Bulgar kiliseleri, Fener’in vesayet ve
güdümünden çıkmayı başarırlar. Kiliselerin tam bağımsızlığı İkinci Meşrutiyet
yıllarında gerçekleşir. Böylece, Balkan halkları arasındaki kiliseler sorunu
ortada kalkar. Her kilise ibadetini kendi dilinde yapmaya başlar. Bu durum
papazların kendi halkları üzerindeki etkisini artırır ve Avrupa basını ve
okulların yanında, millî hareketlerin uyanmasında birinci derecede rol oynar.
Şimdi Osmanlıya karşı birleşip harekete geçmelerini engelleyen tek faktör,
Makedonya’nın nasıl bölüşüleceği sorunu kalmıştır; bir de bu halkların
birbirlerine karşı olan nefreti.
Sultan
Hamit bu konuda Fethi Okyar’a şunları söyler:
“Bulgarlar,
Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar beraber olabildiler, aralarındaki derin
anlaşmazlıkları çözebildiler ve birlikte üzerimize saldırdılar demek... Rum
yani Yunan kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki anlaşmazlık devam etseydi,
bu iki millet arasındaki uçurumu hiçbir şahıs ve tedbir dolduramazdı. Zaten
elden gitmiş olan Girit için Yunan’ı ötekilerin kucağına atmanın anlamı var
mıydı? Sizler tecrübesiz ve genç idiniz; fakat Başbakanlık makamına layık
gördüğünüz Sait ve Kâmil Paşalar senelerdir izlenen,
durumu idare etme
politikasının zorunlu olduğunu bilmiyorlar mıydı? Onların vebali sizinkilerden
büyük. Bu kadar gaflet, bu kadar kısa zamana nasıl sığdı?” (Okyar, a.g.e., s.167)
Sultan
Abdülhamit, hatıralarında “Saltanatımın son devirlerinde bir Balkan ittifakı
vücuda getirmeyi emel edinmiştim... Balkan devletleri iki tehlike karşısında
idiler: Avusturya ve Rusya... Ben Balkanlıları bu iki ortak tehlike konusunda
uyarmaya çalışıyordum.” diye anlatır. Bunun gerçekleştirilmesi için, Paris
sefirimiz Münif Paşa’yı görevlendirir. “Başlayan görüşmeler semerelerini
vereceği zaman Temmuz inkılabı (10 Temmuz 1908, Meşrutiyetin ilanı) ortaya
çıktı. ... Benden sonra içerideki unsurları uyuşturmaya çalıştılar. Ve bu
uyuşmayı sağlamadan dünyaya meydan okudular.” Yeni hükûmetler bu teşebbüsü
devam ettiremezler. “İşte benim o kadar arzu ettiğim ve çalıştığım ittifak,
hiç istemediğim bir şekilde gerçekleşti. Ve günün birinde dört Balkan devleti birden
üzerimize atıldılar.” (Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s.129)
İkinci
Meşrutiyetin ilanından sonra, çetecilik faaliyetlerinin de tavsadığı bir
dönemde, Makedonya halkları arasında, Rusya ve batılıların da gayretleriyle ve
dinî motifler kullanılarak hızlı bir yakınlaşma sağlanır. Karadağ ve
Bulgaristan arasında gerçekleştirilen ilk andlaşmadan sonra, Sırbistan ve
Yunanistan’la da bağlaşma tamamlanır ve savaş hazırlıklarına geçilir. İngiliz
elçisinin ifadesiyle, “Balkan Birliği Rusya ve Avusturya’nın tasdikiyle
kuruldu. Şayet bir felaket olursa, Rusya seyirci kalmayacaktır.” (Erol
Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1967, s.119)
Osmanlı
Hükûmetlerinin geleneksel siyasetleri Devletin tamamiyet-i mülkiyesini, düvel-i
muazzama ile ilişkileri düzenleyerek korumak yönündedir. Sultan II. Abdülhamit
Han, bu siyaseti oldukça başarılı yürütmüş, devletler arasındaki dengeleri ve
çıkar çatışmalarını iyi kullanmıştır. Sonrakilerin de yapabilecekleri, bu
politikayı izlemektir. Tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun ifadesiyle, “Uzun süre
aşırı pasif politika izleyen Osmanlı Devleti’nin klasik devlet adamları,
sorunları diplomatik yoldan - ama sürekli Osmanlı Devletinin aleyhine- çözerek,
gelişmeleri asgari zararla atlatmaya çalışmaktaydılar.” Bu politikanın
savunucularına göre, zaten büyük devletlerin karşısında yapılabilecek fazla bir
şey de yoktur. (Hanioğlu, a.g.e., s.21) Güçlü bir iktisadî yapı ve ona
dayanan bir orduya sahip olunmadıkça, yeni politikalar üretmenin sınırlı
kalacağı açık olsa da, bu
siyasetlerin
ve kayıpların, Osmanlı toplumunun direncini gittikçe kırdığı ve ayrılıkçı
temayülleri beslediği de meydandadır. Halk bu politikalara, devlet adamları
kadar yakın değildir ve İttihat Terakki Partisi’nin daha dik, hatta savaşçı
tutumuna sıcak bakmaktadır. Fakat, ordu ne haldedir?
Balkan
Savaşı öncesinde ordu parçalanmış, siyaset heves ve hırslarının çarpıştığı bir
alana dönüşmüştür. Ordu içinde oluşan Halaskar Zâbitân grubu İttihat ve
Terakki’nin amansız düşmanıdır ve bir kısım mensupları İttihat Terakki desteğindeki
hükûmeti devirmek üzere dağa çıkmışlardır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası da,
İttihat Terakki gibi, siyasetin en üslupsuz tavırlarındadır. Halk yorgun,
kabine yorgun ve asker yorgundur. Genel kurmay, askere alınabilecek tek yedek
kalmadığını hükûmete bildirmektedir.
Prens
Sabahattin’in de destekçileri arasında olduğu Halaskâr Zâbitân grubu bildiri
yayınlayarak hükûmetin çekilmesini, Avrupa’nın güvendiği bir hükûmetin
kurulmasını istemekte ve bunun için “Vatan bugün biz subaylardan,
askerlerden hizmet beklemektedir. ” demektedir. Bir kısım sivil ve asker
muhalifler Arnavutluk’taki isyanı açıkça destekler ve hükûmetin düşürülmesi
için kullanmaya çalışırlar. Bir yandan da, Şevket Süreyya’nın, nereden geldiği
meçhul dediği altınlarla İstanbul’da bir ayaklanma hazırlanmaktadır.
İttihatçıların Sultan Hamit’e karşı oynadıkları ‘vatan kurtarma’ oyunu, şimdi
İttihatçılara karşı tekrarlanmaktadır. Fethi Okyar diyor ki, “Savaş içinde
öyle olaylar cereyan etti ki, tüyler ürpertici: Bazı subayların kalpaklarındaki
şekil İttihatçılığını, bazılarının ise İtilafçılığını belirtiyordu.”
(Okyar, a.g.e., s.197) Edirne’nin kurtarılması hazırlıklarında, bazı
subayların, ‘Edirne Enver’in eline geçeceğine Bulgarların elinde kalsın.’ dedikleri
nakledilir.
İttihat
Terakki Partisinin desteğinde kurulmuş bulunan Sait Paşa hükûmeti 16 Temmuz
1912’de Hürriyet ve İtilaf Partisi ve Halaskâr Zâbitân asker grubunun
baskılarına daha fazla dayanamayarak çekilir. Bir süre önce de Hareket Ordusu
komutanı Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa yolsuzluk iddiaları ile ve Posta
Nazırı Talat Paşa’nın baskıları altında istifa etmişti. 22 Temmuz’da Gazi Ahmet
Muhtar Paşa başkanlığında ‘Büyük Kabine’ kurulur. Bâbıâli’nin diri insanlara
ihtiyacı vardır; halbuki kabine ‘yorgun’ yahut ‘yaşlılar kabinesi’ olarak
anılır. Mecliste okunan programında, ordunun siyasetten uzaklaştırılması ve
seçimlerin dürüst yapılması temel mesele olarak açıklanır. Meclis Başkanlığına
seçilen Halil Bey’e mektup yazan bir
“Kurtarıcı”,
Meclisi “Fındıklı kulüp ve tiyatrosu” olarak niteler ve hemen feshedilmezse,
“vazife-i vataniye”lerini yapacaklarını söyler.
Gazi
Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, özellikle ordunun siyasetten uzaklaştırılması
konusunda ciddi bazı düzenlemeler yaparsa da, dış gailelerin yoğunluğu altında
bunlar kâğıt üzerinde kalır; uygulamaya geçilemez.
Dış
İşleri bakanı Gabriyel Noradukyan Efendi’nin, “Balkanlardan imanım kadar
eminim.” dediğinin halk içinde yayıldığı günlerde, Balkan devletleri bütün
hazırlıklarını tamamladıktan sonra, resmî seferberlik ilan ederler. Ertesi gün
(1 Ekim’de) de Osmanlı seferberlik ilan eder ve savaş için hazırlıklara başlar.
8
Ekim 1912’de Karadağ’ın savaş ilan etmesiyle, Balkan Savaşı başlar. Diğer
Balkan devletleri de yürürler. Arnavutluk’ta ise ayaklanma henüz sona
ermemiştir. Her şeye rağmen, Avrupalı devletler Balkan devletleri ittifakının
Osmanlıya bir şey yapabileceğini düşünmemektedirler. Osmanlı ordusunu,
siyasetin ne hale getirdiğinin yeterince farkında değillerdir. İçeride ordunun
itibarı çökmüştür; ne Osmanlı halkının, ne de ordusunun kendine ve kurumlara
güveni kalmıştır. Fedakârlık ve kahramanlığı her zaman teslim edilen askerin,
komuta kademesine güveni bitmiştir. “Makedonya ordusu komutanı İsmail Fazıl
Paşa, asker yetersizliğinden, bir kısım subaylara güven olmadığından, birliklerini
terk edip isyancılara katılan subaylardan, taburlardan ve sınırları bırakıp
kaçan asilere katılan jandarma ve sınır muhafızlarından bahseder.”
(Aydemir, a.g.e., c.II, s.250) Rumeli’deki askerler yorgun ve bıkkındır;
terhis beklemektedir. Büyük Kabine, Balkan devletlerinin el altından
seferberlik hazırlıklarını yaptığı günlerde askeri terhis etmeye başlamıştır.
Bulgarca
da bilen Enver Bey için, Balkan Savaşı beklenen bir hesaplaşmadır; Makedonya
dağlarındaki çete savaşlarında, Bulgarların bu hesaplaşma için o günlerden
hazırlandıklarına kesin kanaat getirmiştir. 7 Mayıs 1911’de yazdığı mektupta
bunu açık olarak ifade eder. (Hanioğlu, a.g.e., 19. mek.) Bu kanaat
dönemin bütün genç subaylarında hakimdir. Şevket Süreyya Aydemir, o dönemde
yetişen bütün genç subayların, bu savaşı beklediklerini söyler ve şöyle tahlil
eder:
“Ordunun değerli
genç subayları için Balkan Savaşı korkulmayan, beklenen, kaçınılmaz bir olanak,
hatta bir idealdi. Evet, er geç bir Balkan Savaşı patlayacaktı. Bunun pek de
uzak olmadığı, Rumeli’de uyanık Türk subayları arasında çoktan beri yerleşmiş
bir kanaat halindeydi. Zaten Harp okulları ile kurmay okulunda bütün stratejik
problemler, hemen
daima Balkanlarda bir savaş ihtimali üzerinde toplanıyordu. Bu okullarda
yetişen subaylar, daha mektep sıralarında bu ihtimalin akla gelebilen
problemlerinin çözüm yollarını aramakla kafalarını yorarlardı. Okullarda ve
öğrenciler arasındaki tartışmalar da çok defa bu konular üzerinde geçerdi. Harp
okulu ile kurmay okulunu bitirenlerin büyük çoğunlukla Rumeli ordularında görev
almak heves ve gayretleri daha okul sıralarında iken bir gün patlayacağına
inandıkları bu hesaplaşmanın içinde bulunmak içindi. Savaş bir gün mutlaka
çıkacak ve bu genç subaylar bu harpte, bir yenilgi ile biten 1877-78 (93) savaşının
intikamını alacaklardı. 1897 Osmanlı-Yunan savaşının zaferle bitmesine rağmen,
sonucunun aleyhimizde olmasını yeniden hesaplaşacaklardı.” (Aydemir, a.g.e.,
c.II, s.295-96)
İsmet İnönü, Balkan
Savaşı öncesini şöyle anlatır: “3. Orduda üç vilayet için genel bir müfettişlik
kurulmuş, bunun yanına Rusya ve Avusturya’dan ‘ajan’ denilen memurlar katılmış,
komitacıların takibi, azlık milletlerin hali ile beraber idare kontrol altına
alınmıştı. Bu durumu içimize sindiremiyorduk; er geç, mutlaka bir harp patlayacaktı.”
(İnönü, a.g.e., s.36) Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın,
Yemen’e giderken, kendisini de yanına alması karşısında, düşünce ve duygularını
şöyle ifade eder: “O zamanki anlayışımla bana ilk ağır gelen şey, okuldan beri
idealim olan, bir Rumeli Savaşı’nda görev yapmak imkânım kayboluyor
düşüncesiydi. Biz Yemen’deyken, Rumeli’nin kaderini belirleyecek savaşın
patlayacağı, bende şaşmaz bir kanaat halindeydi.”
Genç
Osmanlı subaylarının hırsla bekledikleri bu savaşı, Osmanlının kazanacağına
Avrupalı devletler de inanıyorlardı ki, savaşın sonucu ne olursa olsun sınır
değişikliklerini kabul etmeyeceklerini açıkladılar.
Savaşın
başlamasından bir süre önce, 80 bin kadar Osmanlı askeri terhis edildiyse de,
bunların bir kısmı geri çevrilmiştir. Esasen Edirne’deki I. Ordu ve Selanik’
teki II. Ordunun toplamı 350.000 civarında idi ki, Balkan ordularının
toplamından az da olsa, küçümsenecek bir miktar değildir. Ancak, seferberlik
ilanında geç kalınmış ve çalışmalar çok ağır aksak gitmiştir. Şark Ordusu (II.
Ordu) komutanı Abdullah Paşa hatıralarında Kabineye verdiği bilgiyi şöyle
anlatır:
“Balkan
devletlerinden sadece Bulgaristan’la bile yapılacak savaşı başaracak bir orduya
sahip olmadığımızı, savaş kuvvetlerimizin perişan halini, ahvalini birkaç sözle
arzettim. Ve Osmanlı ordusu düşmanı Çatalca’da durdurabilirse, bunu büyük bir
başarı sayacağımı ilave ettim.”
Şevket
Süreyya’nın, “Savaşı, daha savaştan önce, ruhunda ve imanında kaybetmiş”
dediği Genel Kurmay Başkan Vekili Hadi Paşa ise, Edirne Kalesinde bir habbe
erzak olmadığını, askerin elbisesinin noksan olduğunu, ikmal ve iaşe işlerinin
düzenlenemediğini, bunun için en az bir buçuk aya daha gerek olduğunu
söylemektedir. Garp Ordusu (III. Ordu) ise
Arnavutluk
isyanı döneminde tamamen rayından çıkmış, daha savaş başlamadan şehirleri
düşmana terk edecek hale gelmiştir. Ordu komutanı, “Bu ordu savaşamaz; ne
yapacaksanız barış yoluyla ve diplomasi tedbirleriyle yapmaya çalışın.”
demektedir. Sonuçta, Osmanlı ordusu, moralsiz, disiplinsiz, heyecansız, komuta
kademesi ise ümitsiz, bilgisiz ve plansızdır.
Savaş
başlayınca da, Genel Kurmayda bu savaş için hazırlanan planlar bir türlü
bulunamaz! Savaş Bakanı Nazım Paşa da Rumeli’de hazırlıkların tamam olduğunu
bildirir ve Şark Ordusuna Bulgarlara hücum emri verilir. Ancak hırslı dövüşen
Bulgar kuvvetleri karşısında çekilmek zorunda kalırlar; Bulgarlar 20 Ekim’de
Mestanlı’ya girerler. 21-23 Ekim arasında Edirne’nin 25 kilometre kadar
kuzeydoğusunda, Sülüoğlu ve Pınarhisar civarında yeniden karşılaşma olur. Osmanlı
üstün durumda görünse de, menzil teşkilatları zamanında kurulamadığından ikmal
ve iaşe sıkıntıları vardır. Tümen komutanı Ömer Yaver Paşa kendisi için
peksimet bulamadığını söyler. Şiddetli yağmur altında ve çamur içinde yirmi
saat yol yürüyen asker bitkindir. Soğuktan ve yağmurdan korunmak için elbiseler
yeterli değildir. O gece Osmanlı ordusunda sarsıntı başlar. Ertesi gün
Bulgarlar yeni bir saldırıya geçince, Osmanlı ordusu çekilmeye başlar. 28
Ekim-2 Kasım arasındaki Lüleburgaz çarpışmalarında da Bulgarlar baskındır. 5
Kasım’da Osmanlı Şark Ordusuna, Çatalca hattına yani Büyük Çekmece-Terkos
çizgisine çekilmesi emri verilir. Bulgarlar burada durdurulur; birkaç hücum
denemesi püskürtülür.
Büyük
Kabine istifa eder ve yerine Kâmil Paşa başkanlığında yeni bir kabine kurulur:
29 Ekim 1912.
1912
Kasım ayı başında Selanik’in düşeceğinden korkan Hükûmet, burada oturmaya
mecbur edilen Sultan II. Abdülhamit Han’ı İstanbul’a getirir. Bunun için
Almanlardan rica edilen bir savaş gemisi Selanik’e gönderilmiştir. Kendisine
gazete verilmediği için dünyadaki gelişmelerden habersiz olan Abdülhamit Han,
verilen haberlere çok üzülür ve “Sefaretlerde elçiler, askerî ataşeler var;
bunlar şimdiye kadar uyumuş mu? Dört devlet ittifak etmiş de bu olan biten
şeyden haber alınamamış mı?” diye vahlanır. Yine anlatılanlara göre,
Kiliseler meselesinin halledilip edilmediğini sormuş; halledildi cevabını
alınca da, ittifakı doğal karşılamıştır. Kendisini almaya giden Damat Mehmet
Şerif Paşa’nın yazdıklarına göre, eski padişah önce
Selanik’ten
ayrılmak istememiş, “Ben de bir silah alır, askerlerle birlikte savunmada
bulunurum; ölürsem şehit olurum; ben zaten ölmüş bir adamım. ” der. (İsmail
Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1972, c.4,
s.396)
Selanik-Manastır
çevresinde yerleşmiş olan Osmanlı Garp ordusunun vaziyeti ise daha kötü idi.
Sırp ordusu 20 Ekim’de Priştine’yi alarak ilerler ve 22 Ekim’de Kosova’da
Osmanlı ordusunu bozar. Yunan ordusu da aynı gün Serfiçe’ye girerek kuzeye
doğru ilerlemeye başlar. Garp ordusunun Vardar’daki birliklerinin saldırılarını
23-24 Ekim arasında püskürterek Yeni Pazar’a giren Sırp kuvvetleri
Komanova’daki Osmanlı Vardar kuvvetlerini geri çekilmeye zorlar. Osmanlı
birlikleri Vardar’a doğru bozuk düzen çekilmeye başlar. Bu noktadan itibaren,
birleşen Karadağ, Sırp ve Bulgar kuvvetleri iki koldan ilerlemeye başlarlar.
Deniz ve demir yolları düşman eline geçtiğinden Osmanlı birliklerinin İstanbul
ile bağlantısı kesilir. Balkanlarda bozgun havası yayılır. Bu bozgun ve zulüm
içindeki sivil halkın İstanbul’a doğru göçleri ise, hatırlanmak istenmeyecek
kadar yoğun ve acıdır. Anadolu’nun bir çok yerinden daha önce Türk yurdu olmuş
Rumeli’nin her yanında, koca Osmanlı çınarı köklerinden sökülmüş olarak kan ve
gözyaşı içinde Asya’ya, bayrağın dalgalandığı yere göçmektedir...
“Kâbe-i
hürriyet Selanik” kenti Yunan’ı davet eder ve Selanik
komutanı Tahsin Paşa tek kurşun atmadan kolordusunu teslim eder. Sırplar 26
Ekim’de Üsküp’e girerler. Osmanlı Dış İşleri Bakanı beş büyük devletin
büyükelçilerini çağırarak onlara şunları söyler:
“Türk Hükûmeti
Çatalca hattını sonuna kadar savunmaya karar verdi. Zafer ümit ediyoruz; fakat
aksi de olabilir. Bu takdirde Bulgar orduları şehrin kapılarına dayanabilir ve
Bulgar Kralı daha önce ilan ettiği gibi muzaffer orduları başında şehre
girebilir. Bulgar Kralı bu harbin bir Haçlı seferi olduğunu ilan etti.
Bulgarlar yolları üstündeki İslamları öldürüyorlar. İstanbul şehri Halifeliğin
merkezidir; altı yüz bin Müslüman ve üç yüz elli bin gayrimüslim vardır.
Hükûmet bütün azınlıkları korumaya azimlidir; fakat, Bulgarlar şehre girdikleri
takdirde durumun ne olacağı bilinemez. Sultan ve Veliaht Sarayda kalacaktır. Ve
icap ederse vazifeleri başında öleceklerdir. Avrupa’yı son durumdan haberdar
ettik; şayet Avrupa Bulgarları durdurmazsa, vaziyet çok vahim olabilir.” (Erol
Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1967, s.128)
Manastır’a
çekilmekte olan Osmanlı kuvvetleri 14-18 Kasım arasında yeniden tutuşursa da
bir şey yapamazlar. Sırp kuvvetleri Manastır’a girer. Cavit Paşa komutasındaki
bir Osmanlı tümeni, isyan halindeki Arnavutluğa çekilerek mücadelesini
sürdürmeye ve asilerin ortasında tutunmaya çalışır. Yunanlılar Limni, Midilli
ve Sakız adalarını işgal etmiştir. Kuşatma altındaki
üç
kalemiz direnmektedir: Yanya, İşkodra ve Edirne: Esat Paşa, Hasan Rıza Paşa ve
Şükrü Paşa.
29
Kasım 1912’de, Osmanlı milletvekillerinden İsmail Kemal tarafından Avlonya’da,
Arnavutluk’un bağımsızlığı ilan edilir; şenlikler başlar. Osmanlı ordusundaki
Arnavutlar geri çağrılır.
Edirne
kuşatma altındadır. Çatalca hattında mevzilenmiş olan tarafların top sesleri
Dersaadet’ten duyulmaktadır. Yabancı devletler gemi gönderip asker çıkartarak
İstanbul’daki mensuplarını korumak talebinde bulunurlar; hükûmet kabul eder.
Bir yabancı görevli kendi bakanlığına şöyle bildirir:
“Bulgarlar
Çatalca’da hiçbir dirençle karşılaşmadılar. Nazım Paşa’nın ordusu bozuldu.
Sultan ve hükûmeti Bursa’ya kaçmak istiyor. Bu durumda binlerce kayıkçı ve
aşağı tabakadan softalar camilerde, mezarlıklarda toplanıyorlar; zira Bulgar
Kralı Hrıstiyanları korumak için şehirdeki askerlere emir verdi. Almanya ve
Avusturya Boğazların milletlerarası olmasını istiyor; tam bir anarşi havası
var.” (Ulubelen, a.g.e, s.126-7)
Bulgarların
İstanbul üzerine yürüme tehdidinin yaşandığı bu anlarda bile, Enver Paşa ve
arkadaşları direnmek, savaşa devam etmek için uğraşırlar. Bu tavır halkın
hoşuna gidiyor; öfkeli, diri, korkusuz bir yönetim ümidi onları da
canlandırıyordu.
Bulgarların
İstanbul’a girme ihtimali Rusya’yı harekete geçirir; İstanbul eğer Türklerden
çıkacaksa, mutlaka Ruslara geçmelidir... Dışişleri Bakanı Sazanov, hemen
yürüyüşlerini durdurmaları için Bulgarlar’a nota verir. (Ulubelen, a.g.e.,
s.125) Gerçi Bulgarların da yürüyecek hali kalmamıştır; ama, Osmanlı ordusu
perişandır.
3
Aralık’ta fevkalade ağır şartlarla bir ateşkes imzalanır; Yanya ve İşkodra’yı
kuşatmış olan Yunan ve Karadağ hükûmetleri ateşkesi imzalamazlar. Ateşkes
anlaşmasına göre, Osmanlı, kuşatma altındaki Edirne’ye hiçbir yardım
gönderemeyecektir; fakat, Edirne’den geçen trenler Bulgar ordusuna silah ve
mühimmat götürebileceklerdir.
*
* *
Enver
Bey Trablusgarp dönüşü, 2 Ocak 1913’te Hurşit Paşa komutasındaki X. Kolordu
kurmay başkanlığına tayin edilmiştir. Savaşın ilk aylarında Enver Bey
ümitlidir; Çatalca önlerinde Bulgar ordusunun yok edilebileceğini
düşünmektedir. Bir yandan da Alman hükûmetinden yardım beklemektedir; yardım
edilirse, halkta doğan sempati kazanılabilir, diyor.
(Hanioğlu,
a.g.e., m.141, 22 Aralık 1912) Bir yandan da Savaş Bakanı Nazım Paşa’yı
savunmada kalmayıp Bulgarlar üzerine saldırıya geçmeye ikna etmeye
çalışmaktadır. Ordu kurmay başkanı da biraz gayret ederse gücümüzün yeteceğine
Nazım Paşa’yı inandırabiliriz, diyor. “Harekete geçmeye karar verilirse, ben
esas işleri yapacak kuvvetlerin kurmay başkanı olacağım. ” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.142, 26 Aralık 1912)
İçerdeki
parti çekişmeleri ve düşmanlıklar cephelerdekinden daha şiddetlidir. “Burada
kendimi tamamen düşman bir muhitte hissediyorum. Gizli bir düşmanlık bu.
Hükûmet de, Savaş Bakanı da kibar davranıyorlar ama, beni hafiyelere takip
ettirdiklerini biliyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.143, 28 Aralık 1912)
Diğerleri
gibi demokratik anlayış ve terbiyeden mahrum olan İttihat Terakki de, yeniden
iktidara gelişini Büyük Kabine’nin uğrayacağı bir savaş yenilgisine bağlamış
gibidir. Mücadelesinde her türlü aşırılık vardır. O kadar ki, bazı İttihatçı
subayların ordu içinde, Trakya’yı terk ederek Anadolu’ya çekilmemiz gerektiği
yolunda propagandalar yaptığı tespit edilmiştir. Edirne müdafii Şükrü Paşa, o
sırada gönüllü asker olan Talat Beyi, asker arasında olumsuz konuşmalar yapması
sebebiyle Edirne dışına çıkarttığını yazar. Sözün kısası, üslupsuz siyasi
çekişmelerin yarattığı parçalanmalar, esasen zayıf durumda olan ordunun
direncini iyice kırmıştır.
“Düşmandan
çok daha kuvvetli olduğumuzu kesinlikle hissediyorum; bu sebeple işin ucunu
bırakalım istemiyorum. Böyle olmazsa, eh o zaman da orduyu ve donanmayı zafere
paşalar olmadan götürürüz. İlk adımı bu yönde donanma atar; ordu da ardından
harekete geçer. Yarın bir daha Çatalca hattını göreceğiz. Sonra Dışişleri
Bakanıyla yapacağım görüşme, Londra konferansının yeşil halısı üzerindeki son
tutumumuzu tayin edecek.” (Hanioğlu, a.g.e., m.143)
“Çatalca’dan döndüm
şimdi. Ordunun maddî ve manevi gücü fevkalade. Çok iyi siper alınmış.”
(Hanioğlı, a.g.e., m.144, 31 Aralık 1912)
Bu
yorumlarda Enver Bey’in, hiçbir şart altında eksilmeyen inanç ve ümidini
görebiliriz. Enver Bey’in haklı olduğu nokta, eski paşalarla artık savaş
yapılamayacağı ve ordunun komuta kademesinin bütünüyle gençleştirilmesi gereği
idi ki, bunu da sonunda başaracaktır.
Bu
sıralarda Londra’da, Şark işlerini görüşmek üzere büyükelçiler konferansı
toplanmış ve Arnavutluğun istiklalini kabul etmiştir. Balkanlı müttefikler
halen kuşatma altında olan Edirne, Yanya ve İşkodra da dahil olmak üzere bütün
Osmanlı Avrupa’sının kendilerine verilmesini
istemektedir.
Osmanlı ise Makedonya’da bir Hristiyan prensin, Arnavutluk’ta ise bir Osmanlı
şehzadesinin idaresinde özerkliğe razı olmaktadır. Osmanlı orduları her yanda
mağluptur; ama, büyük devletler savaş patlamadan önce, sonuç ne olursa olsun
sınırların değişmeyeceğini ilan ettiklerinden, Osmanlı masa başında
direnmektedir. Rical-i devlet anlamakta zorluk çekmektedir ki, Osmanlı
yenildiğine göre, artık verilen bu sözün bir değeri kalmamıştır... Belki de çok
iyi anladıkları halde, zevahire yaslanmaktan gayrı çareleri yoktu. Londra
görüşmeleri kesilir...
İç
siyasi durum kötüdür. Askerî çevreler Enver Bey’den bir şeyler yapmasını
beklemektedir.
“Genel karargâhta
bütün arkadaşlar bana çok güveniyor gibiler. Sana, geçen gün Bakanlığın
koridorlarında karşılaştığım bir kurmay miralay (Harp Akademisinde tarih
hocamdı) ağlayarak bir çok kere ellerimi öptü, dersem, ki bu, sık sık
tekrarlanan bir durum; böylece anlarsın ki, herkesin gösterdiği güvenden
hoşnut, memleketime büyük hizmet vermeyi düşünüyorum. Biliyor musun, bir
seferinde hiç hak etmediğim bir defne yaprağı aldım.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.145, 3 Ocak 1913)
“Ama maalesef
hükûmetin şerefli olmayan bir sulha doğru gittiğini görüyorum. Çünkü bütün
Avrupa’nın, bizim zayıflamamız karşısında menfaati var. Bu yüzden zaten
yeterince ödlek olan hükûmetin cesaretini kırıyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.146, 4 Ocak 1913)
Mektup, Almanya ile ilgili şu
tahlille sürüyor:
“Almanya kendi
cephesinden Küçük Asya’ya el koymak vaktinin böylece daha yaklaşacağını
düşünüyor. İtalya yeni fethini güçlendirebilir. Avusturya Sırbistan’dan
istediğini elde etti, Bulgaristan’ı da kendi tarafına çekecek. Romanya da
kendine düşen payı aldı.”
Herkes
Birbirine Karşı Dolap Çeviriyor...
J ÇERİDEKİ durumu ise şöyle
özetliyor:
“Ama içeride
birbirimizi boğazlayacağız yakında. Eğer planım başarılı olursa bu ihtimali
uzaklaştırırız. Aksi halde ne olur bilmem. Herkes birbirine karşı dolap
çeviriyor. Şimdilik bana doğrudan doğruya saldırmıyorlar ama, istikbali
garantileyemem.
Ama, her şeyden
önce ümitsiz olmadığımı düşünün. Günün birinde memleketimi benim istediğim gibi
göreceğimi düşünüyorum her zaman. Sadece Allah! Biliyorsun her şeyin üstesinden
gelebilirim.”
Nazım
Paşa’nın Sadrazam ve Savaş Bakanı olmasını istiyor. “Şu sırada dürüst ve
enerjik hareket etme kabiliyetinde olan tek adamın o olduğunu görüyorum.
Oldukça tarafsız bir hükûmet de kurabiliriz ve bu yolla orduyu siyasetten
kurtarırız; çünkü ben ve bütün arkadaşlarım bunun için çalışırız. ” (Hanioğlu,
a.g.e., m.147, 10 Ocak 1913) Barıştan önce Nazım Paşa’nın savaş yanlısı
bir tutum açıklamasını ister; böylece halkın sempatisi kazanılabilecektir.
Nazım Paşa’yla anlaştıktan sonra Saray’a gider ve Padişah’a durumu arz eder;
Padişah da kabul eder.
“Ümit ederim
böylelikle savaş yeniden başlar ve iki yüz bin askerimiz Avrupa’ya, değer
verilmeyi hak ettiğimizi gösterirler. Arnavutluk’ta Karadağlılar, Sırplar ve
Yunanlılar çok kötü şartlardalar. Kuzey Arnavutluk’un ortasında, Luma
Malisörleri 13 Sırp bölüğünü katletmişler ve iki bölüğü de esir almışlar.
Sırpların bütün muhaberat hatları kesik. İşkodra civarında Karadağlıların
yardımına gelen Sırp kuvvetleri yenilmişler ve büyük kayıplar vererek geri
püskürtülmüşler. Öbür gün, direnişi organize etmek ve bütün Arnavutluğu ayağa
kaldırmak için, oraya, Arnavutluk ileri gelenleri ve subaylardan oluşan bir
grup göndereceğim. Arnavutluk’un güneyinde her şey iyi gidiyor. Eğer her şeyi
istediğim gibi harekete geçirebilirsem, durumu kurtarabileceğimi ümit
ediyorum.”
Burada,
Enver Bey’in, kendine, ülkesine, askerine ve Allah’a olan sarsılmaz iman ve
güvenine yeniden dikkati çekmeliyiz. Balkan Savaşı ki, Ordumuzun en büyük
tarihî ayıbıdır ve milletimize çok derin acılar yaşatmıştır. Osmanlının artık
ayağa kalkamayacağı kanaati bu savaşla
yerleşmiş
ve Müslüman unsurlar içindeki milliyetçilik yönelişlerini de bu endişe
beslemiştir. Buna rağmen, Enver Bey’in mektuplarında hiç de o hava yoktur.
Balkan Savaşı felaketinden değil, bir askerî harekâtın taktik ileri-geri
hareketlerinden soğukkanlı bir üslupla söz eder gibidir. Ve, gereği gibi
davranıldığında kazanılacağından yine şüphesi yok gibidir. Herkes kendi
ölçüsünde vatanperverdir; yaşanan acıları herkes kendi mizacınca çekmektedir.
Ancak, onun bu edada davrandığı olaylar karşısında, ordu mensupları dahil
herkes yılgındır, kurmay tarih hocası, ağlayarak öğrencisinin elini öpecek
kadar çökmüş, çaresizdir.
Enver
Bey yıkılmayan ruh gücüyle, aslında sorumluluğunu çok aşan sorunlara çare
aramaktadır. Daha sonra Birinci Dünya Savaşı esnasında Meclis’te yaptığı bütün
bilgilendirme konuşmalarında, çok iyimser olmak, hatta gerçekleri gizlemekle
suçlanmıştır. Sarıkamış Harekâtını ise, sorumluluğunu yüklenmemek için,
Meclis’ten ve bütün kamuoyundan hassasiyetle gizlediği ileri sürülmüştür. Bu
iddialar eğer iyi niyetli ise, Enver Paşa’nın karakterini yeterince
tanımamaktan doğmuştur. Sözünü ettiğimiz Balkan Savaşında Enver Bey’in hiçbir
dahli yoktur; ama, olaylara bakışı ve aksettirişi aynıdır.
10
Ocak 1913 tarihli mektubunda, Bâbıâli baskınının haberini verir gibidir: “Bugün
hakikaten alt üst oldum. Şerefsiz de olsa yaşamak isteyen bir sürü insanın,
memleketi, onu yutacak olan yıkıntıya doğru götürdüklerini gördüm! Ah sevgili,
düşünün ki, şu anda titreyen elleriyle birkaç ihtiyar, bu kadar sevdiğim, her
şeyin üstünde sevdiğim vatanımın vasiyetnamesini imzalıyorlar. Bu sınırsız
sevgi beni nasıl sonuçlanacağını bilmediğim çılgınlıklar yapmaya itecek
zannediyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.148. mek, 10 Ocak 1913)
Şerefimizi
kaybediyoruz, diyor, benim iyi bir asker veya vatansever olmam neye yarar....
“Yok, ben akıntıya karşı yüzmek istiyorum, ya da uçurumdan aşağı yuvarlanmak...
” (Hanioğlu, a.g.e., m.149, 11 Ocak 1913)
14 Ocak 1913:
“Hükûmet
düşecek. Memleketin durumu belirsiz. Herkes benden çok ümitli, bense genç
insanlar ve hakiki vatanseverler hariç herkesi hatalı ve düşman görüyorum.
Benim fikrim o ki, hükûmetin her yerinde korku hüküm sürüyor. Savaşın neticesi
de gitgide bizim aleyhimize olmaya başlıyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m.150,
14 Ocak 1913) Paşalar yeteneksiz ve enerjisiz; “Kaybedeceğimizi söyleyerek
savaşa başladılar ve çürümüş insanlar topluluğu hâlâ iktidardalar. Bir
ihtilalci gibi hareket etmek istemiyorum; ama, bu durum nereye kadar böyle
devam edebilir?”
İstanbul’a
getirilen savaş yaralılarını ziyaret eder. “Bu yiğit insanlar beni çok
heyecanlandırdı ve kuvvet verdi. Enerjimizi korumak için dişlerimi sıkıyorum;
bir şeyler olacağını hissediyorum. Benim için ve vatanım için dua edin. ”
(Hanioğlu, a.g.e., 150. mek.)
“Eğer Hükûmet,
Edirne’yi hiçbir çaba göstermeden bırakırsa, orduyu terk edeceğim. Açıktan
açığa savaş çağrısında bulunacağım. Ne yapacağımı bilmiyorum; daha ziyade
söylemek istemiyorum. Tavsiyelerini düşüneceğim! Vatanı kurtarmak ya da
şerefimle ölmek için her şeyi alt üst edeceğim. Daha iyisini kurmak için her
şeyi yıkacağım. Ama, bu kadar uzağa gitmeye ihtiyacım olmayacağını ümit
ederim.” (Hanioğlu, a.g.e, m.151, 12 Ocak 1913)
Birkaç
kez ifade edildiği gibi, siyasi grup ve partiler o kadar üslupsuz ve dengesiz
bir çekişme halindedir ki, herkesin dilinden vatan kurtarma sözleri döküldüğü
halde, herkesin kavgası, siyasetteki rakibiyledir.
“Herkes
canımı sıkıyor; dost olsun, düşman olsun herkesin korkak, ödlek, tedbirli ve
kendi menfaatlerini düşünen insanlar olduğunu görünce tamamen alt üst oluyor ve
kendimi kaybediyorum Ah, savaş çıksa
mutlaka kazanırdık. Bakanlar Kurulu nota
hazırlıyor;
müttefiklerin kabul etmemesi için Allah’a dua ediyorum. O zaman savaş çıkar;
savaş, yani Türkiye için hayat...” (Hanioğlu, a.g.e., m.155, 27 Ocak
1913)
Bu arada İtalyanlarla görüşür.
İtalyanlar yeni bir savaşa gerek kalmadan (Edirne ve On iki Ada’yı garanti
etmek üzere) uygun bir anlaşma temin ederlerse yahut savaşa girip de
yenilirlerse, yeniden Trablusgarb’a gidip, orada İtalyanlar’la dost ama
bağımsız bir devlet kurmak düşüncesindedir. Düşündüklerini yaptırabilmek için
genç oluşundan yakınır: “Amma savaş sever oldum, ama, her şeyi kurtarmak
için başka çare yok. Ordumuz şimdi daha kuvvetli, daha düzenli............................. Her şeyi
zorla ele almak ve dünyaya bir tek
insanın
neler yapabileceğini göstermek için kırlaşmış bir sakalım olsun, ne kadar
isterdim.... Şimdilik 24 saatte 36 saat çalışıyorum! Bu beni eğlendiriyor;
kendimi her zamankinden daha dinç hissediyorum.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.156, 28 Ocak 1913)
23
Ocak 1913 Sabah saat 7.
29
Teşrinevvel 1912’de Ahmet Muhtar Paşa’nın ‘Büyük Kabine’si Halaskar Zabitanın
baskıları ile istifa etmiş ve Kâmil Paşa dördüncü kabinesini kurmuştur. Londra
Konferansı ardından Düvel-i Muazzamanın (Altı büyük Av-rupa devleti) büyük
elçileri 17 Ocak1913’te Osmanlı Sadrıazamına bir nota verirler. Bu notaya göre
Edirne’nin Bulgarlara
bırakılarak
Midye-Enez hattı ile yetinilmesini, aksi halde İstanbul’u da kaybedebilecekleri
ihtar edilmektedir.
Hükümet
bu notaya karşı tek başına karar almak istemez. Saray’da büyük bir Danışma
Kurulu toplanır. Uzun müzakerelerden sonra Edirne’nin veril-mesine karar
verirler. (İbnülemin Mahmut Kemal, Son Sadrıazamlar, İstanbul 1962,
c.II, s. 197) Ordunun komuta kademesi Çatalca’da atılacak top mermisi
kalmadığını bildirirken, Sirkeci’de iki tiren cephane yüklü olarak hareket
emrini beklemektedir. Belli ki çevrede büyük bir şaşkınlık vardır; orduyu
yönetenler ruhen bitmişlerdir.
İsmail
Hami Danişmend farklı yazar. Onun yazdığına göre, Danışma Mec-lisi Edirne’yi
vermeyi kabul edemez. İkinci ihtimal savaşa devamdır, ona da güç yetiremez.
Edirne’nin özel bir statü ile bağımsız bir şehir haline getiril-mesi teklifi
hazırlanıp büyük devletlere sunulacaktır. (İ. Hami Dânişmend, İzahlı Osmanlı
Tarihi kronolojisi, c. IV, s.1276 )
Ziya
Nur beyin yorumuna nazaran bu teklifin Avrupa ve Balkanlı devlet-ler tarafından
kabul edilme ihtimali yoktu. Kâmil Paşanın, Balkanlı devletlerin paylaşma
kavgasına düşecekleri ve bu teklifin Osmanlı için zaman kazandıracağı
kanaatinde olduğunu söyleyenler de vardır. Ziya bey Kâmil Paşa kabinesinin bunu
başaramayacağı kanaatindedir. (Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, İst-1994, c.6,
s.78 ve devamı)
Şimdi
Enver Bey’i dinleyelim:
“Böylece
kendi tedbirlerimi almaktan başka yapacak şeyim yok; yani hükûmeti düşürmek ve
fikrimi yeni bir hükûmete kabul ettirmek. Her şey şimdiden hazır. Eğer bu,
memleketi kurtaracaksa mutlu olurum. Ölürsem, vazifemi yapmış kabul ederim
kendimi. Allah’a dua ediyorum; eğer projem Türkiye’ye mutluluk getirmezse, beni
öldürmesi için dua ediyorum. Allah sizi korusun. -Ata binmem lazım, beni
bekliyorlar...” (Hanioğlu, a.g.e., m.152, 23 Ocak Perşembe, 1913)
Bu
at, Enver Bey’i Bâbıâli baskınına götürecektir.
Sonunda,
Bâbıâli baskını tamamlanır. “Darbe çeyrek saatte olup bitti. ... Sadece kan
dökmenin benim programımda olmadığını sana söyleyebilirim. Kâmil’in
yaverlerinden birinin ateş etmesi üzerine karşılıklı birkaç kurşun atıldı; iki
yaver, bir sivil polis ve maalesef olay yerinde bulunan dostum Nazım (Paşa)
yere düştü. Her şey bana rağmen ve arzum hilafına oldu; ama oldu. Ümit ederim
bu, memleketime mutluluk getirir. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.153, 25
Ocak 1913, akşam)
Bu
hükümet darbesi, tek başına Enver’in bir hareketi gibi görülse de, İttihat
Terakki Partisi’nin düzenlemesidir. Fikir, Enver Bey’den yahut bir diğerinden
gelmiş olabilir; ama, karar alınmıştır. Beş on kişiyle Bâbıâli’yi basıp
hükûmeti devirmek gibi, hiç de akıllıca olmayan bir hamleyi de ancak Enver Bey
gibi gözü kara biri yapabilirdi.
O
gün Bakanlar Kurulu toplantısı devam ederken, Kaymakam (yarbay) Enver Bey kır
atı üzerinde ve yanında Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Filibeli Hilmi,
Mustafa Necip, Vodineli Koca Mehmet, Yakup Cemil ve Ömer Naci olduğu halde
Cağaloğlu yokuşunda görünür. Enver Bey, amcası Halil’in de yanında olduğunu
yazar. Kır atın çevresindekiler “Yaşasın Enver, yaşasın millet!” diye
bağırmaktadır. Çevredeki kalabalık giderek yüz-iki yüz kişiyi bulur.
İttihatçıların ünlü hatip subayı Ömer Naci ise “Vatandaşlarım, aziz
Osmanlılar..” diye coşkun nutuklarından birini çekmektedir. Bazı İttihatçılar
Bâbıâli’nin karşısındaki Mazulin Kıraathanesi’ne dalarak, “Ulan, tuu... Ne
duruyorsunuz, vatan gidiyor, din gidiyor alçaklar!...” haykırışlarıyla
kalabalığı dışarı dökerler.
Enver
Bey Bâbıâli’ye gelir ve binek taşında atından iner. Bu sırada Bâbı-âli’yi
korumakla görevli olan Uşak Taburu görünür. Enver Bey tabur komutanını
çağırarak sert bir emir verir. Bunun üzerine askerler Nallımescit önüne
çekilerek silah çatarlar. Bazı tarihçiler, tabur komutanı ‘Baloncu’ namıyla
bilinen Osman Bey’in, Enver’in tavsiyesiyle o göreve getirilmiş olduğunu
söylerler. Şevket Süreyya ise, bu kadar kilit bir görevden sonra Osman Bey’in
adının hiç duyulmadığına dikkat çekerek bunu doğru bulmaz.
Sadrazam
Kâmil Paşa, hükûmetin toplandığı salondan çıkarak başbakanlık odasına geçmiş,
orada Padişah iradesini tebliğ için gelmiş olan Mabeyn Başkâtibi ile
görüşmektedir. Dışarıdan gürültüler ve silah sesleri duyulur. Savaş Bakanı
Nazım Paşa, ne oluyor diye dışarıya fırlar. Şeyhülislam Efendi silah seslerini
duyunca uygun bir yerde gizlenir; diğer bakanlar da bir başka odaya sinerler.
Toplantı salonunda sadece, İttihatçılara karşı sert tedbirler alınması için
uğraşan İçişleri Bakanı Reşit Bey, Vakıflar Bakanı Ziya Bey ve Denizcilik Bakan
vekili Ferik Rüstem Paşa kalırlar.
Baskıncılar
hole girdiklerinde, Mustafa Necip, kendilerini engellemek isteyen komiser Celal
Efendi’yi vurur ve Başbakanlık yaveri Nafiz Bey’i de yaralar. Ancak Nafiz Bey
de silahına davranarak Mustafa Necip’i vurur; ikisi de ölürler. Savaş Bakanı
yaverlerinden Kıbrıslı Tevfik Bey de burada
öldürülür.
Öfkeyle dışarı fırlayan Nazım Paşa holde baskıncılarla karşılaşır ve “Bre
pezevenkler beni aldattınız; bana verdiğiniz söz böyle miydi...” diye
bağırırken, muhtemelen Yakup Cemil’in tabancasından çıkan bir kurşunla
devrilir. O sırada Talat Bey ve birkaç İttihatçı ileri geleni de Başbakanlığa
gelirler.
Nazım
Paşa’nın öldürülmesinin önceden tasarlandığı bazı tarihçiler tarafından ileri
sürülürse de, Enver Paşa’nın o günlere ait mektuplarından, “Nazım Paşa
yanlışlıkla vuruldu. ” yolundaki savunmasının doğru ve samimi olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü, bu mektuplarda sadece Nazım Paşa’ya güvendiğini ve onun
Başbakan ve Savaş Bakanı olmasını istediğini müteaddit kereler ifade
etmektedir.
Enver
Bey, olayın ayrıntılarını şöyle anlatır:
“Yanımda atıyla H.
ve bana sadık on kişiyle birlikte yürürken titremiyordum. Nereye yürüdüğümü
biliyordum ve Bâbıâli muhafızlarının ateş etmek için tüfeklerini doldurduklarını
gördüğümde de ellerim titremiyordu. Onları durdurmak için tek bir emrim yetti
ve beni selamlayarak geçmeme izin verdiler. Yalnız içeride bir yaver ateş
ederek arkadaşlarımdan birini öldürdü. Etrafımda vızıldayan kurşunlar beni
durduramadı ve çeyrek saat içinde her şey bitmişti. Kâmil istifasını vermişti;
tesadüfen Nazım iki yaveriyle yerde yatıyordu. İşleri yoluna koymak için yarım
saat ‘hükmettikten’ sonra, yani ordu komutanı, İstanbul muhafızı, polis şefi,
İçişleri bakanı ve Bâbıâli komutanı olarak da Halil’i tayin ettikten sonra
Saray’a döndüm.” (Hanioğlu, a.g.e., m.156, 28 Ocak 1913)
Baskıncılar
Başbakan Kâmil Paşa’dan istifa etmesini isterler. Kâmil Paşa Padişah’a hitaben “Cihet-i
askeriyeden vukubulan teklif üzerine...” diye başlayan istifasını yazar.
Baskıncılar, “ahali” kelimesini de ilave ettirirler. İstifa yazısını
alan Enver Bey, Mabeyn Başkâtibi Ali Fuat Bey’le birlikte Saray’a gelir.
Padişah, yapılan teklif üzerine Mahmut Şevket Paşa’ya başbakanlık görevi vermek
üzere saraya çağırır. Mahmut Şevket Paşa başkanlığında yeni kabine kurulur.
Sokaklarda “Mahmut Şevket Paşa, Edirne’mizi kurtar!” diye gösteriler
yapılır.
Mahmut
Şevket Paşa’nın başkanlığında bakanlar kurulu çalışmaktadır. Ancak Mahmut
Şevket Paşa’nın da yeterince cesur davranacağından emin değildir. “Maalesef
askerlerin büyük bir kısmı barıştan yana. Belki benim yaptıklarımı
kıskandıklarındandır. Derne’de dolap çevirenler şimdi aynı şeyi burada
yapıyorlar. Ama, orada olduğu gibi burada da vatanımı kurtarmak için her şeyin
üstesinden geleceğim. ”
“Bâbıâli’deyim. Her
şey iyiye gidiyor, mutlak sükûnet. Zavallı Nazım öldü. Hükûmet kuruldu. Eski
bakanlar iyi korunuyorlar. Yeni kabine gerektiğinde savaşa hazır; bizim
arzumuzun iletilmesi bekleniyor. Her şey iyiye gidiyor. Eğer İzzet Paşa ordu komutanı
olursa, ben de onun kurmay başkanı olacağım. Ya hepimiz öleceğiz, ya da
vatanımızı kurtaracağız.” (Hanioğlu, a.g.e., m.154, 24 Ocak 1913)
“Kâmil’i
devirip yerine biraz cesur Mahmut Şevket Paşa’yı geçirerek her şeyi
kurtarabileceğimi zannediyordum. Ama, heyhat! Bu kadar saydığım kurmay
başkanımız, her şeyi kendisiyle sürükleyebilecek bir ödlek çıktı... Kendimde bütün
Bulgar ordusuna
karşı koyacak gücü buluyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., 156. mek.)
3
Şubat 1913’te Bulgarlar yeniden Edirne’yi bombardımana başlar. Ertesi gün
Çatalca mevzilerine saldıran Bulgar kuvvetleri püskürtülür.
Enver
Bey bu sırada, Bulgarlara karşı harekete geçecek bir kolordunun kurmay
başkanıdır. “İşte savaş yeniden başladı... Ümitsiz değilim; ama fikrimi
kabul ettirmenin imkânsızlığını görünce biraz sinirleniyorum. Eğer başkomutan
olsaydım; istediğimi yapardım. ... Barışa doğru yürüdüğümüzü hissediyorum,
görüyorum; ama hangi şartlar altında Allah’ım! Durumu ancak bir mucize
değiştirebilir ve beni istediğimi yapabileceğim iktidar seviyesine getirebilir.
” (Hanioğlu, a.g.e., m.157, Şubat 1913)
“İstanbul’a
dönüyoruz. Birliğimiz Çatalca hattının gerisinde olacak. Çanakkale’den öğleden
sonra ayrıldık. Genel Karargâhın kararsızlığı yüzünden, denizde uzun bir
gezinti yaptıktan sonra, tatmin olmamış olarak döndük. Başkomutan hâlâ beni
fazla gözüpek zannediyor ve söylediklerime inanmak istemiyor.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.158, 26 Şubat 1913)
“Dünyada her şey
benim arzu ettiğimin tersine gidiyor. Doğru, kader benden daha güçlü şimdi.
Saldırıya geçmek için hiçbir imkân görmüyorum; ama, iyi bir savunma için bütün
tedbirler alındı. Başkomutan Küçük Asya kıyısındaki yorgunluktan çok endişeli
idi. Dün benim savunma projemi duyunca memnun oldu ve onu hiçbir değişiklik
yapmadan kabul etti.”
Hakkında
çıkartılan, kendi zaferinden başka bir şey düşünmüyor dedikodularına üzülür.
“Biliyorsunuz ki,
mukaddes amacım için her şeyi feda edebilirim. Benim aleyhime çıkan
söylentilere inanmayın. Ölümden korkmuyorum; ama yaşamak istiyorum.” (Hanioğlu,
a.g.e., m.159, 10 Mart 1913)
İki
kişilik bir uçakta, hava subayının yerine geçerek bir keşif gezisi yaparlar, “Düşman
hatları üzerinde muhteşem bir uçuştu. ” der. (Hanioğlu, a.g.e., m.160,
20 Mart 1913)
İttihatçıların
istediği hükûmet kurulmuş, ama hiçbir şey kazanılamamıştır. Direnen kaleler bir
bir düşmektedir ve bunların siyasi
sorumluluğu
İttihatçı hükümettedir. Manevi sorumluluğu en çok olan da herhalde Enver
Bey’dir.
18-30
Mart arasında birkaç kere tekrarlanan Bulgar saldırıları püskürtülür; böylece
İstanbul’un güvende olacağı anlaşılır. Ama, altı ay altı gündür kuşatma
altındaki Edirne’de açlık ve hastalık Şükrü Paşa komutasındaki direnişi kırar;
26 Mart 1913’te Edirne düşer. Bu, tam bir millî yas olur. 22 Ekim 1912’den beri
Erzurumlu Şükrü Paşa ve askerleri, Edirne’yi Bulgar saldırılarına karşı süpürge
tohumları yiyerek ve eski günleri kıskandıracak bir iman ve tevekkülle
savunmaktadır. Çatalca hattını yaramayan düşman, buradaki birliklerini de
Edirne kuşatmasına kaydırmıştır. Ayrıca Sırp kuvvetlerinin yardımı gelmiştir ve
kuşatma kuvvetleri yüz yirmi bini aşmıştır. Savunma, kırk bin civarında
peksimetsiz asker ve aç kalan halktan ibarettir.
Öbür
yanda, 6 Mart 1913’te, dört aylık bir savunmadan sonra, Esat Paşa atacak tek
kurşunu ve yiyecek bir lokması kalmadığından, gözyaşları içinde Yanya kalesini
Yunan’a teslim etmiştir. Orta Arnavutluk’ta, düşman ortasında bir ada gibi
kalmış olarak dövüşen Cavit Paşa kuvvetleri de 25 Mart’ta teslim olmuştur.
Rumeli’de direnen tek yer olarak, Hasan Rıza Paşa komutasındaki İşkodra kalesi
kalmıştır. Ama, artık çözülen Osmanlıda ihanetlerin de düğümü çözülmüştür;
İşkodra savunmacılarından, Sultan Hamit’e hal’ fetvasını tebliğ eden heyetteki
Draç milletvekili Jandarma paşası Esat Toptanî, Hasan Rıza Paşa’yı şehit
ettirerek yerine geçer ve düşmanla görüşmeler yaparak 22 Nisan 1913 günü kaleyi
Karadağlılara teslim eder.
Enver
Bey, 2 Nisan tarihli mektubunda şöyle yazar:
“Milletler arasında
bir tek menfaatler rol oynar, hislerin önemi yoktur derken, söylemek
istediklerimde hep haklı olduğumu bana gösterdikleri için de hayranlık
duyuyorum onlara. (Avrupalılara)” (Hanioğlu, a.g.e., m.161, 2 Nisan
1913, Kalikratia)
Bu
arada cephede ufak tefek çatışmalar olur; başkomutanlık düşmanla teması kesin,
der. “Her şeyi berbat eden korkaklarla doldu çevrem.” Gönüllüler
fevkalade başarı gösteriyorlar ama, “bu, ihtiyar paşaları harekete geçirmek
için yetmiyor. ” Gelecek nesillerin bizim utancımızı duymalarını ve
intikamını almalarını istiyorum. “Hayatımın sonuna dek mefkûreme doğru
yürüyeceğim. Mefkûrem sevgili vatanımın büyüklüğü ve refahıdır. ”
Mart
1913’te bir gün banyoda, muhtemelen bir zehirlenme geçirir. Hizmetçiler
gürültüyü duyup kapıyı kırarak girerler. Bir Ermeni hastanesine
kaldırmışlar.
“Tırnaklarımın mavi olduğunu, kalbimin atmadığını gören doktorlar ümidi
kesmişler çoktan. Ama, işte her şeye rağmen hayattayım. Hayatta kalmam
yazılıymış. Ayrıca, ölümün çok tatlı bir şey olduğunu söyleyebilirim... ”
(Ayni mektup)
Müttefik
devletler 31 Mart günü, Dışişleri Bakanı Sait Halim Paşa’ya dört maddelik bir
nota ile barış şartlarını bildirirler. İstanbul’un derdine düşmüş olan Hükûmet,
notayı kabul eder. Londra Konferansı yeniden çalışmalarına başlar.
11 Nisan 1913
“Son olarak
yiğitlerim tam benim istediğim gibi çarpıştılar. Ah sevgili dostum, bu ordu
yenilmek için yaratılmamış; sadece başlarında büyük bir komutanları yok.”
Dişlerimi sıkıyorum; duruma hakim değilim. “Bu sefer kader beni mağlup etse
bile yine de gelecek hâlâ benim elimde... Hiç değilse ölerek şerefimizi
kurtarmak için çalışmama kimse mani olamayacak. Demir gibi bir iradeyle dünyaya
hakim olunur.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 162, 11 Nisan 1913)
1 |
5 NİSAN 1913. Bulgarlarla olan
ufak tefek çatışmalar durmuştur. Yüzünü göremediği nıkâhlısı Naciye Sultan’a
mektup yazar:
“Meleğim,
........ Gürültü
kesildi. İşte ruhum, zannımca artık ebediyen savaş ihtimali de mezara gömüldü.
Tabii bununla memleketimizin büyük bir kısmı, millet namusumuz, her şeyimiz
mahvoldu. Artık Osmanlı, özellikle asker diye âlemin yüzüne bakabilmek için,
gelecek bir ikinci savaşta bu lekeyi silmek zorundadır; bakalım Cenab-ı Hak
kısmet edecek mi? Hiç, üzüntü nedir duymak istemeyen kalbim için için ağlıyor.
Ya Rabbim! Biz, şu dünkü Bulgarlara yenilecek miydik... Ne ise, bizim, bu
hayatından başka bir şey düşünmeyen alçak paşalarımız, duygusuz subay kadromuz
varken, elimizdeki bu mükemmel askerle işte böyle rezil oluruz.” Mektup, ne
olurdu, dizinin dibinde bol bol ağlayabilseydim diye devam ederken, irkilir:
“Hayır! Ya ben bu milleti bahtiyar göreceğim, yüzü ak, alnı açık gezdirteceğim,
yahut bana dünyada hiçbir şey lazım değil; daha doğrusu hiçbir şeye layık bir
mahluk değilim.... Sizin yanınızda oldukça, sizin nüvazişinize nail oldukça,
vatanım, dinim için çalışmaktan yorulmayacak ve Bingazi’de başardığım gibi,
burada da, icap eden yerde başaracağım........... Fakat
burada her adımda,
dur,
yapma, gitme diye emreden, korkan üstlerin eli altında kaldıkça kahrımdan
çatlamak işten bile değil. Düşman kaçıyor, bana, dur emri veriyorlar. Benim
yerimde olup da, bildiğimi bilseniz, benim bu kadar asabileşmeme hak verirsiniz
iki gözüm.” (İnan, a.g.e., s.301)
16 Nisan 1913
“Yakında
barış olacak. Bulgarlar her şeye ne ucuz sahip oluyorlar... Tüm inancımla
yeniden tekrarlıyorum; biz bugün düşmandan kuvvetliyiz. Sadece Hükûmet
korkuyordu ve halen korkuyor ve hiç kimse böyle alçakça bir barış anlaşmasını
kabul etmeye utanmıyor... Dünden beri ateşkes var... Biz Türkler O’na tüm
güvenimiz olduğu zaman, Allah’ın bizim tarafımızda olduğunu gördüm. Bana
acımayın, ben güvenimi hiçbir zaman kaybetmedim ve kaybetmeyeceğim. En büyük
dileğim vatanımı tam mutluluk içinde görmektir. Allah bana merhamet edecektir.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.163, 16 Nisan 1913)
29 Nisan 1913
“Siyasi
durum gittikçe kararıyor. Bizim gelişimizle burada ustalıkla yuvarlanan İngiliz
Kızılhaçı şefi, K.dan ayrılırken bana, ‘Kendimizi artık kaçınılmaz olan genel
bir savaşa hazırlıyoruz.’ dedi. Bu kelimelere fazla önem vermek istemiyorum,
ama, alelacele
gittiklerini
ve şefin İngiliz ordusunun kurmay subaylarından biri olduğunu da düşünüyorrum.. Bugün Sünusî misyonundan biri benimle
görüşmek için buradaydı.
Bana,
devamlı oraya dönmem için yalvarıyorlar. Ama anavatanı bu durumda nasıl
bırakabilirim?” (Hanioğlu, a.g.e., m. 165, 29 Nisan 1913)
30 Nisan 1913
“Gergin sinirlerim,
ağır kalbim hayatı benim için dayanılmaz hale getiriyor; kısacası çok acı
çekiyorum. Dün Sultan’ın tahta çıkışının yıldönümü idi. Müzik her zamanki gibi
çalıyordu. Oldukça kötü çalınan enstrumanların çıkardığı seslerin içinde ben
gözlerimi kapamış, hem bugünü, hem de maziyi düşünerek geleceğe bakıyorum. Ah,
ne idik, ne olduk! L’illustration’un son sayısındaki bir gravür geldi gözümün
önüne. Tunca (Edirne) adasına yığılmış, ağaç kabuklarını yutan insanların
resmi... Bulgarların gözlerinin önünde hiç şikâyet etmeden ölen askerlerimizi
görüyordum. Yok, hakikaten bu kadarı fazla artık! Böyle manzaralar karşısında
ben de soğukkanlılığımı kaybediyorum. Ve Avrupa milletleri! Ben Allah adına
yemin ediyorum ki, bu zavallıların intikamını alacağım. Hey Allah’ım sadece
onlar için değil, küçük çocuklar, kızlar, ihtiyarlar, kadınlar, hepsini
boğazlıyorlar; hem de acımasızca. Yumruklarımı sıkıyor ve intikam almaya yemin
ediyorum. (Her ne kadar aynı şeyi yapmayı namuslu bir hareket olarak görmesem
de) bize karşı yapılan her şeyin intikamını almaya. Peki ya bu Avrupa! Burada
bitiriyorum, çünkü sizi de üzüyorum. Kalbimi parçalayan her şeyi bir an olsun
unutabilseydim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.164, 30 Nisan 1913)
8 Mayıs 1913
“Kalbim kanıyor.
... Her yerde son haçlı seferinin yarattığı bu sefaletin izleri görülüyor. Düşmanın
yaptığı, hem de İstanbul’un burnunun dibinde yaptığı bütün vahşeti size
anlatabilseydim, uzaktaki zavallı Müslümanların başına neler geldiğini
anlardınız. Ama kinimiz kuvvetleniyor. İntikam, intikam, intikam; başka kelime
yok.” (Hanioğlu, a.g.e., m.166, 8 Mayıs 1913)
“Bu öğleden sonra
uzunca çalıştıktan sonra, yaverimle uzun bir at gezintisi yaptım. Tarlalardan,
çiçekli, yemyeşil çayırlardan geçtim. Bu, kafamda artan üzüntüyü biraz
hafifletti. Dönüşte ise, size birkaç yaprağını gönderdiğim bir sürü çiçek
toplamadan edemedim. Onları vazolara (Bulgar şarapnellerinin kılıfı) doldurdum.
Böylece masamı biraz güzellikle, biraz neşeyle süsledim. İşkodra meselesinden
beri, Üçlü İttifak’ın harpten kaçındığı ama bize utanç verici bir barışı kabul
ettirmek istediği açık.
Küçük
bir hikâye: Evvelki gün torpil gemisinin yelkenlisini almıştım; uzun bir at
gezintisinden sonra biraz dinlenmek istiyordum. Şehre beş kilometre uzaklıkta,
benim yönettiğim yelkenlimiz yana yatarak suya gömüldü. Böylece ben, yaverim ve
iki denizci kendimizi suda bulduk. Yüzemediğimden, denizcilerden birinin
ceketinin ucunu tutuyordum ama rüzgâr yüzünden çok çırpıntılı olan deniz
hepimizi yeniden suya gömdü. Ama kısa süre sonra tekne denizde dengesini
bulunca gemiye tutunduk. Böyle yarım saat bekledikten sonra, bir savaş
gemisinin filikası gelip, hayatımızı kurtardı.....................................................................................................
Bu
kaza bana, ölümden korkmama hiçbir sebep olmadığını bir kere daha gösterdi.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.167, 17 Mayıs 1913)
27 Mayıs 1913
“Bize görevimizi
hatırlatacak bir kırbaç bulmaya çalışıyorum... Şimdi orduda, günde en az dokuz
saat çalışılıyor... Çalışmak, çalışmak, çalışmak; artık tek şiarımız bu.”
Enver
Bey’in öldüğüne dair haberler çıkartılıyor. “Söyleyin bana, benim öldüğüme
dair haberlere alışamadınız mı daha? Her yerde öldürüyorlar beni. Derne’de
İtalyanlar, burada da muhalifler... Eğer savaş biterse, ya Savaş Bakanlığının
müsteşarı, ya da bizi geleceğe hazırlamak ve orduyu organize etmek için gelecek
bir Alman subayının müsteşarı olmayı düşünüyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.168, 27 Mayıs 1913)
“Balkanlar
gittikçe barışı tehdit eden bulutlarla dolu; ne iyi! ”
(Hanioğlu, a.g.e., m.169, 7 Haziran 1913)
Enver
Bey yeni bir hücum birliği hazırlıyor. “Balkanlardaki karışıklık devam
ederse savaş çıkar. Bu da Türkiye için hayat demek. ” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.170, 7 Haziran 1913)
Balkanlı
müttefiklerin aralarındaki anlaşmazlıklar sebebiyle uzayan Londra görüşmeleri
sonuçlanır ve 30 Mayıs 1913’te yedi maddelik bir barış anlaşması imzalanır. Bu
anlaşmaya göre Midye-Enez hattı Osmanlının batı sınırı olacaktır; yani Edirne
dahil olmak üzere Rumeli’nin tamamından çekilmiş gibi oluyoruz. Adaların
geleceğini büyük devletler ‘âdilâne’ belirleyeceklerdir. Arnavutluğun
bağımsızlığı kabul edilir; Şehzade Burhanettin Efendi’ye Arnavutluk krallığı teklif
edilirse de, kabul etmez. Böylece Müslüman bir ülkeye Hristiyan bir kral
bulunarak yola devam edilir.
Bâbıâli
baskınının hiçbir faydası olmamıştır; savaş dört ay daha uzatıldığı halde
Rumeli nerdeyse tümüyle kaybedilmektedir. İttihat Terakki Hükûmeti ise dozunu
gittikçe artırdığı baskı ve sürgünlerle etrafa hakim olmaya çalışmaktadır. Halk
huzursuz ve yorgundur; Balkanlardan, ardı kesilmeyen göçün yarattığı
gerginlikler gittikçe artmaktadır. Halaskâr Zâbitân grubu, bütün bu
hoşnutsuzluklardan yararlanarak Nazım Paşa’nın intikamını almak ve Hükûmeti
devirmek üzere ordu içinde yoğun bir şekilde çalışmaktadır. Osmanlı işi
komitacı bir iktidar ve muhalefet çekişmesi yayılmaktadır.
11
Haziran 1913 günü sabah saatlerinde Sadrazam Mahmut Şevket Paşa, bir süre çalıştıktan
sonra Bayezıt’daki Harbiye binasından (şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez
binası) Bâbıâli’ye gitmek üzere arabasına biner. Çarşıkapı’ya yaklaştığında,
Gedikpaşa’ya inen bir sokaktan çıkan “Saraylı hanım”ın cenazesinin cemaatinin
kalabalığı sebebiyle otomobili durur. Biraz ötede tamir için durmuş bir başka
otomobil ve içinde yedi kişi vardır. Sadrazamın otomobili durur durmaz, buradan
ateşe başlarlar. Yaverlerden biri ölür, diğer yaver ve uşak, aşağı atlayarak
karşılık verirler. Vurulan
Sadrazam,
Harbiye binasına kaldırılır ve çok geçmeden ölür. İstanbul Muhafızı Cemal Bey
(paşa) o sırada Harbiye binasındadır.
Bazıları
derler ki, İttihatçılar hükûmetin kıyısında olmaktan bıkmış, sorumluluğu
bütünüyle yüklenmek istemektedirler. İstanbul Muhafızı Cemal Bey de suikastten
haberdar olduğu halde, duymazlıktan gelmiştir. Böylece hem Mahmut Şevket
Paşa’nın Parti üzerindeki baskısından kurtulacak, hem de muhalifleri daha sert
tedbirlerle sindirmenin gerekçesine kavuşmuş olacaklardır. Tarihçi Yılmaz Öztuna
da bu kanaattedir: “Suikast İstanbul muhafızı Kurmay Albay Cemal Bey (Büyük
Cemal Paşa) tarafından önceden haber alınmıştı. İttihat Terakki, suikasti
önlemek için tedbir almadı. İşi oluruna bırakmaya karar verdi.” (Yılmaz
Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978, c.12, s.275)
Olayın yakalanan faillerini yargılayan
Divan-ı Harp tutanaklarına göre, suikastçılar Sadrazam’ın peşinden Talat Bey de
dahil olmak üzere İttihatçıların ileri gelenlerinin tümünü öldürecek ve Hükûmet
darbesi yaparak İttihatçıları temizleyeceklerdir. Hatta Çatalca’da ordu
komutanı Ahmet Abuk Paşa ile anlaşmışlar; Hareket Ordusunun yaptığı gibi gelip
İstanbul’u işgal edeceklerdir.11 Hemen
o gün, üç yüz elli kişi yakalanarak “Seyr-i sefain” vapuru ile Sinop’a sürgün
edilir. Yakalanıp yargılananlar 37 kişidir. İdama mahkûm edilenlerin on ikisi,
başta Saray damatlarından Salih Paşa olmak üzere Bayezıt Meydanı’nda asılır.
Prens Sabahattin’in de içlerinde bulunduğu diğer on kişi gıyaplarında idama
mahkûm edilirler. Sekiz kişi beraat eder; diğerleri küreğe mahkûm olurlar.
Prens
Sait Halim Paşa başkanlığında yeni bir hükûmet kurulur. Talat Paşa İçişleri
bakanıdır ve İttihat Terakki ipleri doğrudan eline almıştır. Enver Bey
hükûmetin dışındadır ama, şimdi en kuvvetli adamdır. Memur kademesinde geniş
bir tasfiye yapılır.
10 Haziran 1913
“Savaş, dünün
savaşı isteyen müttefikleri arasında çıkacak; bize karşılar.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 171, 10 Haziran 1913)
“Ben gene genel
karargâhımızdayım. Suikast günlerinde İstanbul’da idim. Mahmut Şevket
kaybedilmiştir; ama bu, vatanperverleri anavatanlarının kurtuluşu için
çalıştıkları yolda durduramaz.” (Hanioğlu, a.g.e., m, 172, 15 Haziran
1917)
Aynı
gün nişanlısına şöyle yazar: “Ruhum, sıkılma; eğer beni seviyorsan sıkılma,
Allah’a tevekkül et, O büyüktür. Elbet bizi unutmaz.” (a. İnan, a.g.e., s.317)
Naciye
Sultan’dan kendi hayatı konusunda da endişe belirten mektuplar almış olmalı ki,
şöyle yazar: “Güzelim, siz benden çok inançlısınız. Ecelin kaderimizde olduğuna
elbette inanıyorsunuz. O halde neden hayata bu kadar korkuyla sarılmamı
istiyorsunuz. Ruhum, ben yaşayacak, evet sizi bahtiyar etmek için yaşayacağım.
” (A. İnan, a.g.e., s.313) Enver Beyin bu sözleri, kadere imanın
gerçek anlamını yansıtmaktadır: Ölüm mukadderdir, korku yahut cesaret onu
değiştiremez; öyleyse hayat kahramanca ve dosdoğru yaşanmalıdır; sonuçta olan
olacaktır. Enver Beyin bu tür konular üzerinde özel olarak kafa yorduğuna dair
bir işaret yoktur. Ama, bütün hayatı bu anlayışla ve kahramanca yaşamış olması,
inancının sağlamlığı kadar, anlayış istikametinin doğruluğunu da ortaya
koymaktadır.
Herhalde,
Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi olayı, Naciye Sultan’ın yakınlarını pek
sarsmış ve Enver Bey hakkında da, aynı akibete uğrayabileceği endişelerini
doğurmuş olmalı ki, Enver’in o günlerdeki mektupları, alışılmadık biçimde sert
ve keskindir. “Daha açık söyleyeyim Ruhum! Öyleme geliyor ki, beni Mahmut
Şevket Paşa gibi günün birinde öldürülmeye mahkûm zanneden bazı yakınlarınız,
siz sultanımı mümkün mertebe benden uzak bulundurmayı akıllarınca daha uygun
buluyorlar. ”
Enver’le nişanlısını görüştürmemek
hususunda Saray çok katı davranmaktadır. Üç yıldır nişanlı beklemektedirler ve
görüşmemişlerdir. Bir gün, Köşkün bahçesinde gezinirken, gayri ihtiyarî Naciye
Sultan’ın bulunduğu köşke yönelir; hemen bir harem ağası karşısına çıkar ve onu
durdurur. Enver şöyle yazar: “Allah’tan başkasına fuzuli itaat etmeyeceğine
kani olan ben, o harem ağasının arzusuna itaat ettim; gittim, fıstık
ağaçlarının altında bir sandalyeye oturdum. Artık bu oturmak değil, yıkılmak
idi Şimdi, duyuyor musun ruhum, benim
gibi hissediyor musun? Beni
seviyor
musun? Beni istiyor musun? Benim olacak mısın? Yoksa, evet yoksa beni artık
dünyadan kalkmaya mahkûm bir varlık telakki ederek, benim bu sorularıma karşı
omuzlarınızı silkerek bir umursamaz tavır mı alıyorsunuz? İşte kollarımı
çaprazlamış, kararını bekliyorum. Çünkü, birkaç gün içinde, üç senedir
oynatılan bu komedyaya kesin bir şekil vermeyi kararlaştırdım. Yalnız, yine kesin
olarak bilmek istediğim, son düşüncenizdir. Artık, uzaktan, yalnız fikrinizle,
ruhunuzla bana beraberliğinizi yazmanız yetmiyor. Bunu sizden bizzat işitmek
istiyorum. ” (A. İnan, a.g.e., s. 319, 321)
Bu
mektubu gönderdikten sonra, bu kadar sert oluşuna pişman olur ve otomobile
atlayıp, mektuptan önce İstanbul’a varmaya karar verir. Ancak, yolda bir at
arabasıyla karşılaşırlar; at şaşırır, arabanın lastiği patlar ve “Derken
otomobil heybetiyle yan tarafa yıkıldı. Biz de hep birbirimiz üzerine
yıkıldık.” Yeni bir otomobil getirttirirler ve üç saatlik gecikmeyle
yeniden yola koyulurlar. “Bir an önce İstanbul’a gelmek isterken, pek
geciktim. Fakat, hayrın bu gecikmede olduğunu hatırlamadım. Hastalığım
artmıştı. Eve geldim, bu sırada Hayrettin Ağa geldi; güzel mektubunuzu verdi.
Evvelden açıp okumadım. Acaba içinde ne var diye korkuyordum. Sonra, biraz
tereddütle açtım. Çocuk gibi seviniyordum. Kalkıp, onu getiren ağanın boynuna
sarılacaktım; fakat, tez kendimi topladım.... Fakat, Hayrettin Ağa gidince hemen
yatağa düştüm; artık kendimden geçmiştim. ” Bu heyecanlı anlardan sonra
mektubun sonuna şu sözleri ekler: “Evvelce söyledimdi; ben, önce kutsal
görevimi sonra sizi seviyorum” (A. İnan, a.g.e., s..323,324)
Bir
Anadolu delikanlısı olan Enver, sevgilisinden aldığı bir tel saçı “üzerine
asılı duran Kelam-ı Kadim muhafazasına yerleştirilmek üzere şimdilik kolumda
taşımakta olduğum âyet-i kerime yazılı gümüş muhafazaya” koyar. (A. İnan, a.g.e.,
s.327)
22 Haziran 1913
“Bir aydır mide ve
barsaklardan çok rahatsızım. Bazı geceler hiç uyuyamadığım oluyor. Doktorlar
bir kaplıca şehrinde bir ay geçirmemi istiyorlar. Delirmişler!” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.173, 22 Haziran 1913)
*
* *
Balkan
faciası bütün İslam dünyasında yankılanmış, Avrupa aleyhindeki hava
şiddetlenmeye başlamıştır. Bir yabancının yazdığına göre, “Balkan Savaşı’nın
başlamasıyla İslam âleminin hiddet ve infiali bütün hudutları aştı. Çin’den
tutunuz da Kongo’ya kadar, bütün gayret-i diniye sahibi Müslümanlar,
heyecanlarından nefes bile almaksızın, Balkan yarımadasında karşılaşan ordulara
gözlerini dikmiş idiler. Nihayet Türklerin felaket haberi duyulunca, İslam
âleminin üzüntü ve elem feryatları her tarafta şiddetle yükselmeye başladı.”
(Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.53) Hindistan’da, “Ey kardaşlar! Şu
hususta fikir birliğine varınız ki, hep beraber hazret-i Halife’nin sancağı
altında toplanıp, İslamiyetin selameti için şehit olmak her
müminin
vazifesidir. ” haykırışlı yazılar yayımlanmaya
başlar. Bir çok İslam ülkesinde Avrupa aleyhinde mitingler ve protestolar yapılır.
Bu
felaket Osmanlının diğer devletler nezdindeki itibarını sıfıra düşürmüştür.
Bunu, Birinci Dünya Savaşı’na girerken göreceğiz ki, küçük veya büyük hiçbir
Avrupa devleti Osmanlıyla ittifak yapmaya yanaşmayacaktır.
Altı
yüz yıllık topraklarından kopan insanların göç felaketleri ise insanlığın
yüzünü kızartacak niteliktedir. Öldürülen sivil halkın sayısı ise göçenlerden
az değildir. Balkan milletlerinin Türkler’e uyguladığı vahşetin çeşidini ve
yaygınlığını yabancı gazeteci ve hariciyecilerin açık ve kapalı yayınlarında
görmek mümkündür. İnsanları camilere doldurarak ateşe vermek, daha sonra
Ermenilerin Doğu Anadolu’da tekrar edecekleri vahşetin bir türüdür. Asıl vahşet
hikâyeleri yazılamayanlardır. Fransız Stephan Lausan diyor ki, “Ah! Fransız
Bruiks gemisi kaptanının, Makedonya’da Fransız jandarma komutanının, Selanik
Fransız konsolosunun İstanbul’daki Fransız elçiliğine gönderdikleri telgrafları
bir kere okumak mümkün olsaydı... Hiç şüphe yoktur ki, hiçbir zaman, hiçbir
sarı kitapta, biz bu telgrafların yayımlandığını göremeyeceğiz.’’ (Bayar, a.g.e.,
c.IV, s.1080)
Mehmet
Akif, o günlerin Rumeli’sini şöyle anlatır:
İlahi
altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı;
Yanan
can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!
Ne
masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!
Ne
bikes hânümânlar işte, yangın verdiler, yandı!
Şu
küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!12
Emin
Bülent Serdaroğlu’nun
Türk’üm
ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!
diyen
şiiri de bu yıllarda yazılmıştır.
Yenilmiş
ve bir yarısı kopmuş olan Osmanlı halkının ruh durumunu anlamak zor değildir.
Hele Balkanlardan kopan göçlerin sığmadığı İstanbul, tam bir felaket senaryosu
yaşamaktadır. Camiler, sokaklar sefalet ve acı içindeki insanlarla doludur. Ve
eski başkent Edirne Bulgarların elindedir. Ancak, Osmanlı halkı ve ordusundaki
öfke büyüktür. İlgi umdukları Almanya da, aleyhte baskı yapmaktadır. Bir
İngiliz diplomat şunları yazar:
“Alman Hükûmeti
Türklere, Enez-Midye hattını geçmemeleri için her türlü baskıyı yapıyor.
İstanbul’daki Alman elçisinin korkusu, Türk Ordusunun şu ara çok kuvvetli
olması ve şayet hükûmetleri Edirne’yi almalarına engel olursa, bir hükûmet
darbesinin yapılacağıdır. Şu sırada tek bir Avrupalı kuvvet, Türkleri durdurmaya
çalışırsa mağlup olacaktır.” (Ulubelen, a.g.e., s.143)
O
günleri anlatan emekli General Hikmet Süer de “Osmanlı ordusunda da
olağanüstü bir hareket ve canlılık başladı. Kurmay Yarbay Enver bu hareket ve
canlılığın ruhuydu. ” diye yazar. (Hikmet Süer, atase, a.g.e, s.123)
Galipler
de Osmanlı topraklarını paylaşmakta tam bir uzlaşmaya varamamışlardır.
Makedonya’nın büyük bir kısmının Bulgarlar’a verilmesi Yunan, Karadağ ve
Sırpları huylandırmaktadır. Romanya da kendisine verilen Silistre’ye razı
değildir; Dobruca’nın tamamını istemektedir. Sonunda, paylaşma savaşı 29
Haziran 1913’te Makedonya tarafından başlatılır. Romenler de yukarıdan
yürürler; Bulgar ordusu aşağılarda olduğu için kollarını sallayarak Sofya’ya
doğru gelmektedirler.
Osmanlı
için beklenen an gelmiştir. Berlin Büyükelçisi Mahmut Muhtar Paşa da,
Yunanlıların Dedeağaç’a asker çıkardıklarını, muhtemelen Edirne üzerine
yürüyeceklerini bildirerek erken davranmalarını ister. İngiliz Dışişleri Bakanı
Edward Grey, elçimizi çağırarak, “Edirne’ye gittiğiniz takdirde İstanbul’u
da kaybedersiniz.” diye tehdit eder. Rusya, böyle bir harekete razı
olmayacağını bildirir. (Talat Paşa, a.g.e., s.17) Ancak bu fırsat da
kaçacak gibi değildir; hükûmet gevşek davranırsa nelerin olabileceği de
düşünülmektedir. Kabine üzerinde baskı kurularak Edirne’nin alınması için
harekete geçilmesi yolunda uğraşıldıysa da; türlü problemler içinde çırpınan
hükümet için böyle bir karar vermek mümkün olamadı. Enver’in öncülüğündeki genç
subaylar kesinlikle hareket istiyorlardı. Sonunda Talat ve Prens Sait Halim
Paşa Edirne için harekete geçilmesine karar verdiler. Devlet erkânı arasındaki
tereddüt ve endişeler giderilebilmiş değildi. 17 Temmuzda Enver Bey
Çerkezköy’de, “Kimsenin Türk ordularını Enez-Midye hattında durdurmaya hakkı
olmadığını ve durduramayacağını, Türk hükümeti büyük devletlere boyun eğse
bile, kendisinin, askerlerine Edirne ve ötesine saldırma emri vereceğini”
söylüyordu. (Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, İstanbul-1911, s .198 )
Enver Trablusgarptaki Enver’ dir; ancak İttihat Terakki de arkasındadır. Talat
Bey Edirne’nin kesinlikle verilmeyeceğini söylemektedir. “Gümrük vergilerine
zam yapılsın diye Os-manlı vatanperverliği satın alınamaz... Edirne’nin bedeli,
bu şehri savunmak için kendini feda etmeye hazır olan sadık ve cesur ordumuzun
kanıdır.” (f. Ahmad, a.g.e,
s.199) Fakat, savaş her halükârda para ile
olur
ve Maliye Bakanı, hâzinede yüz bin lira kaldığını bildirmektedir. Âcil çözüm
gereklidir. Tek yol olarak Tütün Tekeli imtiyazının süresini uzatarak para
alınması düşünülür. Talat Bey, Tekel’in imtiyaz sahibi Yahudi’nin maneviyatını
biraz sarsarak bu işi halledebileceğini düşünür. Ama, Yahudi kolay baş eğecek
cinsten değildir. Sözleşmeyi Meclis’in hemen tasdik etmesini ister. Bunun için
zaman yoktur. Sonunda Yahudi, “Üç yüz bin lira istedi; yüz elli bin liraya
anlaştık. ” (Menteş, a.g.e., s.165) Sözleşme imza edilip, 1.600.000
lira alınır.
Şûrâ-yı
Devlet Başkanı Halil Bey şöyle yazar: “Bakanlar Kuruluna girerken, Talat,
‘Halil Bey bu gün de karar veremezsek, Enver yarın kendi başına orduyu alıp
yürüyecektir. Biz de burada, ağzımızı açıp bakakalacağız.’ demişti. Enver,
Talat’ı durmadan sıkıştırıyordu.” (Menteşe, a.g.e., s.164,165) Enver
Bey’in mektuplarından da anlaşılan budur. Zaten yaşanan savaşın ezikliği içinde
olan yönetimde tereddütler vardır. Bu kesimlerin kararsızlığını da Talat Paşa
ve arkadaşları kırarlar. 19 Temmuz’da orduya cebrî yürüyüşle ilerleme emri
verilir.
Midye-Enez
hattından kalkan Hurşit Paşa komutasındaki Osmanlı Kolordusu 21 Temmuz’da
Bulgarların hemen hiçbir direnci ile karşılaşmadan Edirne’ye girer. Enver Bey
Kaymakam rütbesiyle Kolordunun kurmay başkanıdır. İkinci Balkan Savaşı denilen
bu hareketle Edirne yeniden vatan topraklarına katılmış olur. Enver Bey
Edirne’de kısa bir beyanat verir: “Buradayız ve burada kalacağız. ”
Naciye
Sultan’a da şunları yazar: “İşte Allahın yardımıyla Edirne’ye dün sabah
girdim. Süvari tugayıyla bir gün bir gece yürüyerek, tam on beş günlük yol
aldıktan ve önceki gün hafif bir savaştan sonra Bulgarlar Edirne’de, toplarını
ve pek çok erzak, silah, cephane vs. bırakarak kaçtılar. İki yüzden çok da esir
aldık. Yalnız, Müşir Fuat Paşa’nın oğlu, en sevdiğim süvari yüzbaşısı Reşit Bey
şehit oldu. ” (A.İnan, a.g.e., s.359)
Bu
arada, Enver Bey’in kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa (millî istihbarat teşkilatı),
milis kuvvetleriyle ilerler; Kırcaali, Ortaköy, Dedeağaç ve Gümülcine tarafları
ele geçirilir. Bâbıâli, Edirne üzerine yürürken, Meriç nehrini geçmeyeceğine
dair büyük devletlere söz vermiştir. Bu yüzden Teşkilat-ı Mahsusa’nın
hareketine resmen sahip çıkamaz. Ele geçirilen bölgede, “Batı Trakya İslam
Cumhuriyeti” kurulur. Ancak, batılı devletlerin baskısı altında bu
Cumhuriyetin ömrü iki aydan fazla süremeyecektir.
Edirne, 23 Temmuz
1913.
Edirne
kurtarılmıştır. Harekete geçmek için uzun gayretler sonunda Sadrazam ikna
edilmiştir. “Ama, bana sadece yeni sınıra kadar yürüme hürriyeti tanıdılar;
onun ötesinden yine korkuyorlardı. Son kararları aldım ve eğer resmî olarak
idareden sorumlu şahısların orduyu harekete geçirecek cesaretleri yoksa, ben
emir beklemeden yaparım bunu, dedim. Görüyor musunuz, beni yine suçlu ve
ihtilalci asker durumuna sokuyorlar.
Çatalca’nın
kuzeyinde iki gün bekledikten sonra yürüme emri geldi nihayet. Ben bir süvari
alayını ve ona destek olacak bir piyade alayını idare etmek ve Edirne üzerine
yürümekle görevlendirildim. 7 Temmuz 1913 günü akşam üzeri tam dokuzda iki
alay, Lüleburgaz’ın 20 km. batısındaki küçük E. Köyünden ayrıldılar ve büyük
süvari alayı 8 Temmuz günü tam öğlen vakti Edirne’nin 15 km. doğusuna varmıştı
bile. Kaleler ve kalelerdeki Bulgar piyadeler bizim süvarilere ateş açtılar.
Bunun üzerine bir hayli zayıf görünen iki kaleye gece saldırısı yapmayı denemek
üzere beklemeye karar verdim. Aynı zamanda bir temsilci, Bulgarların kaçmak
üzere çıkmaya hazırlandıklarını tespit edebilmişti. Sabah saat sekizde bizim
doğu sınırını kendim teftiş edince, Bulgarların şehri terk ettiklerini anladım.
Şehirde atla gezindim ve aynı zamanda alayı Bulgarların peşine yolladım. ...
Dört gündür beni iki büklüm yürüten inanılmaz ağrılar çekiyorum; ama hâlâ
fiziğime hakimim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.174, 23 Temmuz 1913)—
“Her gün yeni
canavarlıklar keşfediyorum. Allah’ım, eğer varsan adaletini bir gün göstermen
lazım. Avrupa bütün haklarımızı almak istiyor. Geri çevirelim istiyor ama
hayır, Allah büyüktür; davamızı tek başımıza savunuruz ve ne olacağını
görürüz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.175, Edirne, 28 Temmuz 1913)
2 Ağustos 1913
“Çocuk gibi
sevinçliyim; bütün İslam dünyası bana hayran diye değil, kendimden memnun
olduğum için. Bir gecede Edirne’ye girebilen tek kişi olduğum için, bir de,
kalelerin tamiratı hızla yapılmakta. 230 top işimize yarayacak. ... İşte
böylece vatanın menfaatini emanet edebileceğimiz bir ordumuz var ve bugün
vazifemizi bu lanet savaşın başında olduğundan çok daha iyi yerine getirecek
kabiliyetteyiz. ... Ah bir gelip yıkılmış evleri önünde çömelmiş oturan zavallı
Türkleri, iğrenç yaralar almış ihtiyarları, hükûmetin himayesine kalmış
öksüzleri, her adımda karşılaştığım vahşeti görebilseydiniz, savaştan ödünüz
kopardı. Buna rağmen Bulgar köylüler bizim askerlerin arasında rahat rahat
yaşıyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.176, 2 Ağustos 1913)
17 Ağustos 1913
“Özel
Almanya’nın bize gösterdiği sempatiden çok duygulandım sevgili dostum. Ama
resmî Almanya aynı hisleri taşımıyor. Ama kendi menfaatini korumak için resmî
Almanya da sonunda bizden yana olacaktır; bunu önceden görüyorum. M.
Prensesinin davranışı beni duygulandırdı. Bütün iyi ve mert insanların bizden
yana olduklarını görüyorum. Bu da Allah’ın bizi koruyacağı ve Edirne’nin bizde
kalacağı konusunda ikna olmama yetiyor
Umarım Avrupa işgal edilen memleketlerde şehit edilen zavallı
Müslümanların
çığlıklarını duyar ve onlara ibadet imkânı sağlar.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.177, 17 Ağustos 1913)
“Zannediyorum Doğu
Trakya’da duruma hakim olacağız. Ama, bir de Batı Trakya var.
Zorla Hrıstiyan yapılan halk ayaklandı; bu
ayaklanma düşmanımız Bulgarları barış için İstanbul’a gelmeye mecbur etti.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.178, 8 Eylül 1913)
13
Eylül 1913
“Barış gelecek ama, çok elektrikli bir hava
içinde. Bunun devamlı olacağına inanmıyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.179,
13 Eyül 1913)
11
Farklı
değerlendirmeler ve ayrıntılar için, Ziya Nur Aksun’un Osmanlı Tarihi’nin
6. cildinin 111. sayfa ve devamına bakılabilir.
12
Safahat’ın “Hakkın Sesleri” bölümü okunmalıdır.
13
Enver Bey’in burada verdiği tarihler, resmî
tarihleri tutmamaktadır.
E |
DİRNE’nin
kurtarılışı Osmanlılar için yeni bir can üflenmesi gibi olur.
Talat
Paşa diyor ki, “Edirne’nin yeniden zaptı, ruhen ve manen ezilmiş olan
milletin maneviyatını yükseltti. Yaşamak ve çalışmak ümidi yine canlandı. Tabii
bu, Türkiye’nin ölümü ve mirasını bekleyen Rusya’yı hiç memnun etmedi. ”
(Talat Paşa, a.g.e, s.17)
Enver
Bey ise, biraz da İttihat Terakki’nin propagandaları ile “İkinci Edirne Fatihi”
olarak ününe ün katar. İttihat Terakki Partisinin tam hakimiyeti, aynı zamanda
onun gücü ve önünün açılması demektir.
Enver
Bey bu arada, uzayan nikâhlı nişanlılığından yakınan ve düğünlerinin
yapılmasını isteyen 2 Eylül 1913 tarihli bir mektubu Saray genel sekreterine
yazar:
“Üç
seneyi aşkın bir zamandan beri, Naciye Sultan hazretleri ile nikâhlı duruyoruz.
Araya bazı zorunlu nedenler girmekle beraber, Padişahımız efendimiz hazretleri
öz evlatları gibi her ikimizi de sevdiklerini ve düğünün kendi tarafından
yapılacağını bir çok defalar irade buyurdukları halde, henüz bu iradesinin
yerine getirilmesine teşebbüs olunmamıştır.” Enver Bey bu
mektubunda açık ve serttir: Padişah efendimiz ya düğünü yapsın, ya da ben
karışmam Sultan hanım bildiği gibi yapsın desin, yahut da bu işin uzayıp
soğuyacağını düşünüyorsa onu da ben bileyim. (Aydemir, a.g.e., c.II,
s.406-7) Ne var ki, Naciye Sultan henüz on dört yaşındadır ve düğünleri ancak
bir yıl sonra olabilecektir.
*
* *
Enver
Bey Edirne’den İstanbul’a döner. Herkesçe sevilen ve sayılan Ahmet İzzet Paşa
Yemen’ den döndüğünden beri Genel Kurmay Başkanı ve Başkomutan vekilidir. Ancak
çok kibar, yaşlı ve siyasi uğraşlardan hoşlanmayan bir kişiliği vardır. İttihat
Terakki ileri gelenleri ise ordunun
mutlaka
elden geçirilmesi, hatta Balkan Savaşı bozgununun hesabının sorulması
gerektiğini düşünmektedir. Bunu kim yapacaktır?
Mahmut
Şevket Paşa Sadrazam ve Savaş Bakanı olduğunda, önündeki en önemli mesele
olarak, ordunun yeniden düzene sokulması ve eğitimini görüyordu. Bunun için
Almanya’dan, Osmanlı kara ordusunu düzene sokacak bir askerî kurul istemişti.
Esasen otuz yıldan beri askerî okullarda Alman öğretmenler bulunduğundan, Alman
askerî eğitim tarzını almış olan subaylarımız için bir başka ülkenin tarzını
benimsemek mümkün değildi. Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine Savaş
Bakanı olan İzzet Paşa bu teşebbüsü devam ettirmiş ve 27 Ekim 1913’te Çürüksulu
Mahmut Paşa Almanlarla bir eğitim anlaşması imzalamıştır. Alman İmparatoru bu
anlaşma uyarınca, Liman von Sanders başkanlığında kırk yedi kişilik bir askerî
ıslah heyeti göndermiş ve heyet Genel Kurmay Başkanı İzzet Paşa tarafından
karşılanmıştır. Bu durum İngiliz-Fransız ve Rus üçlüsünün hoşuna gitmemiş ve
Bâbıâli’ye baskı yapmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Osmanlı donanmasının
ıslahı için bir İngiliz, jandarmanın ıslahı için de bir Fransız generalin
getirilmesine karar verilmiştir. Ancak gelen bu ıslah heyetlerinin başarılı bir
çalışma yapabilmesi Osmanlı Savaş Bakanlığının tutumuna bağlıydı.
Bu
konu İttihat Terakki’nin asker kanadını da çok düşündürmektedir; ordunun
tasfiye edilmesi ve genç subaylara teslim edilmesi fikri yaygındır. Fakat asıl
kararı verecek yahut verdirecek olan Hükûmetin ve Parti’nin güçlü adamı,
İçişleri Bakanı Talat Paşa’dır. Subaylar, özellikle Balkanlarda, Trablusgarp’ta
ve İkinci Balkan Savaşı’nda onunla beraber olanlar Enver’e güvenmekte ve onu
istemektedir. Bu konudaki gelişmeler hakkında, pek de tutarlı olmayan şeyler
anlatılır.
Bu
arada Enver Bey uzun süredir rahatsızlığını çektiği apandisitten ameliyat olur.
Hastane günlerinde Naciye Sultan’la mektuplaşırlar; bu mektuplarda da Enver Bey
duygulu ve coşkundur:
“Güzel ve Necip
Sultanım,
Doktorlar bugünden
itibaren bir iki saat kadar çıkmama müsaade ettiler. Sizi uzaktan olsun
görebilsem! Yahut yeni dairemizi beraber görebilsek!...
Bendeniz Enver” (13
Kasım 1913) (Aydemir, a.g.e., c.III, s.423 )
Eşi
Naciye Sultan hastahanede onu ziyaret ederek ilk kere görüşürler.
Sonraki
bir mektubu: “Bugün otomobille Büyükdere yolunda Hürriyet-i Ebediye tepesine
gittim.14 Şehitlerimizin
ruhuna fatihalar okudum. Güneş, birbiri ardına şehit düşmüş bir çok
arkadaşlarımın karanlık mezarlarını, en derin köşelerine kadar göstermek için
sanki bana yardım ediyordu. Mazinin az veya çok feci hatıraları zihnimi
dolduruyordu. Ellerimi kaldırarak hepsine yine fatihalar okudum.
“Rumeli dağlarında
geceleri birbirimizin kollarına dayanarak kayaları aştığımız arkadaşım binbaşı
Muhtar Bey ve diğerleri, hep birer birer gözlerimin önünden geçtiler. Nihayet,
dört köşe sakalı, kuru çehresi ile karşımda canlanan Mahmut Şevket Paşa azimli
gözlerini bana dikti. ...”
Aynı
gün Kuruçeşme’deki yalıyı ve köşklerini de dolaşır: “Gözlerim, önümdeki
denizin koyu mavilikleri içinde kaybolurken, hayalimde sizi, yanımdaki
karyolada, gece halinizle düşünüyordum! Zihnimi hep böyle işgal ediyordunuz...”
(22 Kasım 1913) (A. inan, a.g.e., s, 265, 268)
Enver
Bey hastaneden çıkar; Padişah kendisine bir Mecidî nişan takar. 25 Kasım’da
Saray’a davet edilir ve eşini ikinci kez burada görür. 26 Kasım tarihli
mektubunda siyasi konulardan söz açar:
“Mukaddes Sultanım,
“Dünkü mesele
hakkındaki müsaadeniz üzerine (Savaş Bakanı olmasından söz etmektedir) Talat
Bey’e ve diğer arkadaşlara kesin kararımı bildirdim. Hep sevindiler. Şimdi
Ahmet izzet Paşa, tarafımızdan, Arnavutluk prensliği için aday gösterilecek.
Yakında bu iş üzerinde çalışmak için gidecek. Bendeniz de yeni görevime
geçeceğim.
“Bütün ordu
subaylarının bendenize karşı olan güveninden başka, ordunun ıslahı için tek
ümidin bendenizde olduğuna inanmaları görevimi kolaylaştıracaktır. Böylece
inşallah memleketimize iyi işler görmeyi başaracağım. Tabii bu işler fevkalade
gizlidir.
Talat Bey, işe
başlamam için sağlığımın düzelmesini bekliyor. Ve en çok Aralık ortasına doğru
düğünümüzün yapılması en büyük arzumdur.” Mektup şöyle devam eder:
“Derslerinizi merak ediyorum. Ziya Efendi tarih ve coğrafyaya ait bir şeyler
okutuyor mu? Yoksa yalnız Arabî ve Farisî ile mi başınızı ağrıtıyor?
Sultanlarımızda memlekete hizmet edenler var. Mesela Sokullu Mehmet Paşa, ancak
IV. Sultan Mehmet’in anne annesinin nüfuzu ve koruması sayesinde o mevkie
gelmiştir. Sizin bunları okumanızı ne kadar arzu ederdim.
“Atalarımızın
durdurulmak bilmeyen azimleri ile Viyana’ya kadar gittiklerini görüp, sonra
hanedanın zevk ve sefahata meyli ve milletin kendilerine uyması ile ne kadar
gerilediklerini anlarsınız.
“Güzelim, işte
kardeşleriniz şehzadeler için uğraşmam hep bu sebeptendir. Ama siz onlar gibi
geri değilsiniz....” (A. İnan, a.g.e., 281, 283)
Naciye Sultan ise, kendisini
kollaması için yalvarır:
“Enverciğim,
“Senin sağlığın
bütün arzularımın üzerindedir. Allah aşkına, beni seviyorsan, her şeyden önce
kendi vücudunun afiyetini gözet. Rahat etmeye kuvvet bulmaya çalış. Doktorların
tavsiyesi üzerine hareket et.” (A. İnan, a.g.e., s.128)
Anlaşılan
odur ki, Enver Beyin Savaş Bakanlığına gelmesine, Parti ve ordu içinde karar
verilmiştir. Halil Menteş şöyle anlatır:
“Talat Bey genç
komutanları topladı. ‘Kim Savaş Bakanı olacak ve Başkomutan olarak kayıtsız ve
şartsız kime itaat edebilirsiniz?’ diye sordu. Enver’in Savaş Bakanı olmasında
oy birliği oldu. Böylece Enver, Orduyu gençleştirmek görevini üzerine aldı.”
(Menteş, a.g.e., s. 251)
Fethi
Okyar Bey de, bir başka açıdan anlatır: Ordunun gençleştirilmesi ve siyasetten
arındırılması konusunda kesin ısrarlı ve bunu ancak Enver Beyin yapabileceğine
inanan Teşkilat-ı Mahsusacılar, gönül birliği etmiş, Peygamber’e sadakatleriyle
ünlü aşere-i mübeşşere’ye benzeterek seçtikleri on subayı Başbakan Sait Halim
Paşa’ya gönderirler. Bunların hepsi, Edirne’nin kurtuluşu ve Garbî Trakya
Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bulunmuş kimselerdi. On seçkin kişi, kaymakam Enver
Beyin, Trablusgarp ve Balkan savaşlarındaki başarıları dolayısıyla iki derece
birden yükseltilerek, Tuğgeneral rütbesiyle Savaş Bakanlığına getirilmesini
ister. (Okyar, a.g.e., s. 201)
“12 Aralık 1913
Bugün
Talat, Cemal ve Halil Bey geldiler. Son kararımı verdim ve onlar da doğruca
Başbakana gittiler.... Bugün yarın, önce sıram olduğu için miralaylığa
yükseltileceğim. Sonra da, Balkan Savaşı dolayısıyla kıdemime üç yıl eklenecek.
Ve sonunda bir hafta içinde tuğgenerallikle Savaş Bakanlığına atanacağım. Cemal
Bey de Denizcilik Bakanı olacak.” (A. İnan, a.g.e., s.412) Aynı tarihli
diğer bir mektubunda, çocuklara olan düşkünlüğünden söz eder: “Ah, Naciyeciğim!
O akşamki kart üzerindeki öyle şirin yüzüyle, gülümseyerek bakan tombul çocuk
ne kadar derin duygulara yol açtı. Naciye, böyle sevimli, masum simalara o
kadar tutkunum ki, anlatamam. Ekseriya, bu sıra gördüğüm böyle güzel çocuklara
gayri ihtiyarî durur, hayran hayran bakarım. Ne zaaf değil mi? Ah, Cenab-ı Hak
inşallah kendi çocuklarımızı böyle sever, ortak sevgimiz içinde onları cidden
herkesin hayretini çekecek şekilde yetiştiririz.” (A. İnan, a.g.e.,
s.413)
Bu
sıralarda Enver Beyin ikinci bir ameliyat geçirmesi gerekmektedir. Ancak, Türk
doktorlar tereddüt etmektedirler; Avrupa’da yapılırsa daha iyi olur gibilerden
konuşurlar. “Son zamanda bizim operatörleri öyle
ürkütmüşler
ki, en emin bir ameliyat olan bu ikinci ameliyede, ya ufak bir tepreşme olursa,
sonra bize hayatı pahalıya satarlar diye illa Avrupa’da yapılmasını veyahut
meşhur cerrahlardan bir ikisinin burada ameliyatta bulunmasını istiyorlar. Bu,
tehlikeden değil, belki kendilerinin lüzumsuz endişelerindendir. Bu bakımdan
hiçbir tehlike olmadığı içindir ki, onları ikna etmeye çalışıyorum. Böylece
belki son zamanda vazgeçerler. ” (A. İnan, a.g.e.,
s.391) Naciye Sultan da dışarıya gitmesini istemekte ve bunun için uğraşan
Talat Paşa’ya dualar etmektedir. Enver’e yazdığı mektup ise, tam Müslümancadır:
“Allah aşkına tasadduk et. Ben de edeceğim. Gönlünü rahat tut.” (A.
İnan, a.g.e., s.132) Bilindiği gibi, yoksullara sadaka vermek, açları
doyurmak belaları uzaklaştırır ve can sağlığının güvencesi olarak kabul edilir.
Doktorlar dışarıya göndermeye karar verirlerse de, bir süre sonra, ameliyatın
ertelenmesinde bir sakınca olmadığı düşünülür. Enver Bey, “İşte size gülerek
bir kelimecik: Gitmiyorum” der. “Allah her halde yaptığını doğru yapar.
Kimbilir bunun içinde aklımızın ermediği ne gibi hikmet var...” (A. İnan, a.g.e.,
s.393) “Hayır Naciyeciğim, bunlar felaket değil, belki Allah bizi
sınıyor. Elbette bu sınama esnasında göstereceğimiz direncin ödülü de,
sabrımızın büyüklüğü ölçüsünde olacaktır. ” (a.
İnan, a.g.e., s.395)
“Naciye,
Allah’ımdan hiçbir zaman ümidimi kesmedim.” (A. İnan, a.g.e,
s.402,403)
17
Aralık 1913. Ağrıları artmaya başlar ve doktorlar o gün ameliyata karar
verirler. (A. İnan, a.g.e, s.425) Türk doktorlar, başarılı bir müdahale
yaparlar.
23
Aralık1913; “Yarın ilk sargıyı çıkarıp, iplikleri kesecekler. Önemsiz bir
iş. Bu olunca artık tam iyi oldum demektir. ” (A.İnan, a.g.e.,
s.432)
30
Aralık 1913; “Üç saatlik bir görüşmeden şimdi geldim. Bugün Talat ve Halil
Beylerle, İzzet Paşanın durumuna verilecek şekil hakkında konuştuk; bir geçici
yasa hazırladık. Artık yarın, bu Savaş Bakanlığı işi bitecek. ” (A. İnan, a.g.e.,
s.442) Ancak bunun için Ahmet İzzet Paşa’nın çekilmesi lazımdır. Paşa için
düşünülen Arnavut Prensliği işi (İzzet Paşa Arnavut’tur) hem uzun vadeli hem de
gerçekleşmesi yakın bir ihtimal değildir. Bu saygıdeğer insana istifasını
teklif etmek zor iştir. Öte yandan, beklemek Enver Bey’e pek zor gelmektedir.
Naciye Sultan’a yazdığı bir mektupta, “İşten hâlâ haber yok. Talat Bey’e
telefon ettiriyorum. Bu başlangıç canımı sıkıyor; istifa edeceğim geliyor...”
der. Temel mesele, Balkan Savaşı’nın verdiği görüntüden sonra
ordunun
siyasetten arındırılması, gençleştirilmesi ve yeniden düzenlenmesidir.
Ahmet
İzzet Paşa da bunu istemektedir. Hatta İzzet Paşa’nın kurduğu Tensikat
Komisyonunda çalışan Halil Sedes Paşa, bir buçuk ay aralıksaz çalıştıktan
sonra, “mutedil ve makul ölçüde” hazırlanan cetvelleri Paşaya sunduklarını,
ancak, “İzzet Paşa vicdanî azaptan kurtulamayarak bunları terviç ve tatbik
yoluna gidemediğini” söyler. (İnal, a.g.e., c.II, s.2026) Emekliye
ayrılması gereken yüz altmış üç kişilik listenin çoğu, yaş itibariyle kendi
arkadaşları olduğu için İzzet Paşa sıkıntı duymaktadır. Bir keresinde, “Bu
işi ben yapamayacağım, mezuniyet alayım, birisi vekâlet etsin, yapsın.”
der. (Menteş, a.g.e., s.180) Gerçekte, İttihat Terakki de gençleştirme
işini Ahmet İzzet Paşa’nın yapmasını istemektedir. Bunun bir sebebi de
yapılacak işin muhtemel tehlikeleridir. “Emekliye ayrılacak subayların bir
çoğunun fiilî ve önemli komuta mevkiinde bulunmaları ve orduda siyasi
teşebbüslere girişip, hükümeti devirmeye kalkışmak geleneği yaşamakta
olduğundan, bu tedbir tehlikeli olabilir ve bir askerî ayaklanmaya yol
açabilirdi. Nitekim Enver Paşa bu işi yapınca bir müddet bu gibi kaygılar
beslenilmiştir.” (Halil Menteş’ten nakleden Bayur, a.g.e., c.2,
kıs.4, s.317) Genç Savaş Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa’nın
gerçekleştireceği düzenlemelerde, bu endişeler gerçekleşmediği gibi, tam
tersine yeni bir heyecan ve sahiplenme yaşanmıştır.
İş
sürüncemede kalmıştır. Sonunda, zorlukları çözmekte usta bir siyasetçi olan
Talat Paşa ve Devlet Şûrâsı Başkanı Halil Menteş Bey, İzzet Paşa’ya giderler.
İzzet Paşa zeki adamdır; lafı dolaştırmalarına gerek kalmadan isteklerini
anlar, hatta yerine Enver Bey’in getirileceğini de tahmin eder. Bir iki nasihat
cümlesinden sonra istifa mektubunu yazar.
Enver
Bey, 30 Aralık tarihinde Naciye Sultan’a yazdığı mektupta, “Yarın akşam
mirliva (Tuğgeneral) üniformamla gelip, saygılarımı arz etmeme müsaade eder
misiniz? On beş gün sonra ise, kendi dairemizde ve yuvamızda bulunacağız...”
(A. İnan, a.g.e., s.442 ) demektedir. 1 Ocak 1914 tarihli mektupta ise
şöye yazar: “Yarın yeni görevime başlayacağım. İnşallah utanmam. Yarın akşam
paşa üniformamı giyip, size ‘mirliva kulunuz’ diye saygılarımı sunacağım.”
2
Ocak 1914 tarihinde yayımlanan resmî tebliğde, Enver Beyin Mirliva olduğu ve
Savaş Bakanlığına atandığı bildirilir:
“Harbiye Nazırı
İzzet Paşa hazretlerinin istifası sebebiyle, Bingazi’deki olağanüstü hizmetleri
ve fedakârlıklarından dolayı üç yıl eklenerek kıdemi sebebiyle miralaylığa
yükselen Enver Beyefendinin Balkan Savaşlarındaki fedakârlığına ödül olarak üç
yıl daha kıdem eklenmesiyle, rütbesine mahsus asgari süreyi tamamlamış olmasına
ve miralaylıktan mirlivalığa terfi yönetmenliği gereğince terfi keyfiyeti
seçilip uygulanacağına göre, sözü geçen zâtın mirlivalıktan Harbiye Nazırlığına
atanmasına irade-i seniye-i hazret-i Padişahî şerefsâdır olmuştur.”
Enver
Paşa 34 yaşındadır. “Enver Bey’in genç yaşında Savaş Bakanı olması, Orduda
yadırganmadı, gayet iyi karşılandı. ” (İnönü, a.g.e., s.141)
Olaya
bir sivil gözüyle bakan Hüseyin Cahit Bey bu atamanın çok cesurca ve fakat
zorunlu olduğunu yazar:
“Ama o zamanlar bu
gerçekten cesurca ve fazla atak bir adımdı. Ama o kadar gerekli ve zorunlu bir
adımdı ki, zihinlere sığmayacağı bilinmekle birlikte, Balkan Savaşından
darmadağınık bir halde çıkmış olan Türk ordusunu yeniden canlandırmak için bu
tedbire başvurmak zorunluluğu göze alındı.” (H. Cahit, Siyasal Anılar,
s. 275)
Birinci
Dünya Savaşı’nın sonunda Meclis-i Mebusan tarafından sorgulanan eski Başbakan
Sait Halim Paşa, savaşın yönetimini dirayetsiz ve istikametsiz ellere verdiniz
şeklinde, Enver Paşa’yı kasdeden soruya, siz de olsaydınız Savaş Bakanlığını
O’na verirdiniz, diye cevap verir: “Mamafih tekrar edelim ki, o makam için,
o vakitler hiç kimse başka birini düşünmüyordu.” Yazılı ifadesinde ise,
Enver Paşa’nın Osmanlı kamuoyundaki yüksek itibarına işaret eder: “...Enver
Paşa, kamuoyunda kazanmış olduğu hürriyet mücahitliği ve Trablus ve Edirne
kahramanlıklarıyla gayet yüksek bir yer tutmuş bulunuyordu.” (Hanioğlu, a.g.e.,
s.28, dipnot: 24)
Daha
Trablusgarp günlerinde bir dünya savaşının çıkacağını düşünen ve bu savaşa
ordunun hazırlanması için Allah’tan zaman isteyen Enver Bey’e, fazla bir zaman
bırakılmamışsa da imkân verilmiş olur. Savaş Bakanı olduğu gün orduya
yayımladığı genelge, onun istikamet ve kişiliğini göstermesi bakımından
önemlidir:
“Dinsiz bir ordunun
hiçbir zaman başarılı olamayacağı bence kesin gerçektir. Görevini yapmak
konusunda askeri yüreklendiren ve her türlü fedakârlığı göze aldıran güdüler
içinde en etkilisi ve en güçlüsü din ve olgun imandır. Ahlak saflığı ve kalp
temizliği buyuran din, askerlikte düzen ve emel bütünlüğünü kuracak olan manevi
sebeplerdendir. Bundan ötürü, gerek Müslim gerek Hrıstiyan olsun, her askerin
farzlar ve dinî gereklere son derecede özenle sarılmasını kesinlikle istiyorum.
Komutanların da kimsenin bu konuda kaygısız hareket edememesine özen
göstermelerini, kesinlikle tavsiye ederim.”
Genelge,
Balkan Savaşında vatanın en mamur parçalarının elden gittiğini, Osmanlı
milletinin büyük felaketler geçirdiğini hatırlatarak şöyle devam eder:
“Allah göstermesin,
bir daha böyle kara günler gelmemek ve Osmanlı Hilafet namusunu tarihî
kahramanlığıyla savunabilmek için orduyu hazırlamaya Padişahımız bu kullarını
görevlendirdiler. Ordudan iki şey istiyorum: Mutlak bir itaat ve görevini
yapmak için gece gündüz gayret. Her subay bilmelidir ki, ilerlemesi ve felaketi
yalnız âmirinin elindedir. Orduda ancak, âmirlerine bütün ruhu ile itaat
edenler, kendinden küçük rütbelileri evlat, kışlasını evi kadar sevenler ve
görevine geceli gündüzlü çalışanlar kalabilir. Son felaketler yüzünden orduya
sürülen kara lekeyi temizlemek için her subayın görevinin, gerekenden daha
fazla bir gayretle çalışmak olduğunun anlaşıldığını ümit ederim. ... Cenab-ı
Hak cümlemizi başarıya eriştirsin...”
*
* *
Alman
askerî ıslah heyeti genişletilir.
Bu
heyet ve sahip olduğu yetkiler konusu da tartışılmıştır. Heyetin, yabancı bir
kültür ve Ordunun mensupları olması temeline dayanan eleştirilerin muhtemelen
bir çoğu doğrudur, bir kısmı da duygusaldır. Ancak, Türk Ordusunun kazandığı
yeni yapı ve dinamizmde bu insanların hizmeti de tartışmasızdır. İnönü bu
heyete çok geniş yetkiler verildiğini, ancak hepsinin de çok çalışkan ve
yetenekli insanlar olduğunu ve Orduya çok faydalı olduklarını söyler. (İnönü, a.g.e.,
s.85)
Enver
Paşa bahardan itibaren değişik bölgeleri denetlemeye çıkar. “Yolda, İzmir’de
halkın gösterdikleri sevinç tasavvurun üstünde idi. İnşallah bu iyi kalpli
milletin yüzünü böyle güldürmekte daim olacağım. ” (a. İnan, a.g.e., s.173)
mektubu. 1 Mayıs 1921 tarihli. (T.T.K.
Enver Paşa Arşivi. B. 1861)
14 Burası
31 Mart olayında şehit olanların ve Mahmut Şevket Paşa’nın kabrinin bulunduğu
yerdir. Daha sonra Midhat Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın kemikleri de
buraya nakledilmiştir. En son 4 Ağustos 1996’da Enver Paşa’nın naşı da bu
tepeye getirilerek devlet töreniyle gömülmüştür.
Umum Türkistan İstiklal
Orduları Başkumandanı” mühürü. (T.T.K. Enver Paşa Arşivi. B.
1046)
Yenilgi
Kabul Etmeyen Neslin Bayraktarı
B |
U
GENÇ Savaş Bakanı hakkında, pek çoğu sonradan ve siyasi gayretlerle yapılmış,
yalan yanlış bir çok değerlendirme vardır. Dikkat edildiğinde bunların
genellikle avamî mütalaalar ve propaganda söylemlerinden oluştuğu görülür. Onu
yakından tanımış ve sorumluluk yüklenmiş kesimlerin söyledikleri ise farklıdır.
Bunlardan en ilgi çekici olanlarından biri, İsmet İnönü’nün değerlendirmesidir.
İsmet Paşa, henüz yüzbaşı iken, Enver Paşa onu Genel Kurmay Harekât Dairesi
Müdürü olarak görevlendirmiş ve üç yıldan çok birlikte çalışmışlardır. Sadece
bu değerlendirmeyi okumak bile, Enver Paşa’nın en genç zamanlarından itibaren
nasıl ve niçin bu ölçüde parladığını, Ordu ve Parti içinde belirleyici bir
konuma geldiğini anlamamıza yeter. İsmet Paşa şöyle anlatır: “Enver Paşa
ihtilalden önce ahlak, cesaret ve kahramanlık misali olarak tanınmıştır.
Enver’e en çetin kıta hizmetleri tam ve itimatla emniyet edilmiştir. Enver Paşa
şahsî meziyetleriyle iyi bir asker, iyi bir subay olarak, cemiyetin kusur
olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan
bir tiptir. Askerî vasıfları bakımından vazifesever, çalışkan ve korku nedir
bilmez müstesna kahraman olarak askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde
yer almıştır... ” (İnönü, a.g.e, s.141)
İnönü
şöyle devam eder:
“Enver Bey’in
birden ön plana çıkışı, Meşrutiyetin ilanında fedakârlık ve kahramanlık olarak
ön safta yer tutmuş genç subaylar arasında, şahsî ahlakı, komitacıları
takiplerindeki müstesna niteliklerinin dillerde dolaşması ve bunların herkes
tarafından kabul edilmesi iledir. Zamanın anlayışına göre, şahsî ahlakı, örnek
denecek kadar temizdir. Eşkıya takibinde çok cesur ve başarılıydı. Kurmay
subayı o zaman orduda, az çok tenkit edilen, çekiştirilen bir sınıftı. Kurmay
olarak orduda itibarlı bir yer tutmak kolay değildi. Çok nitelik istiyordu.
Enver Paşa bu nitelikler bakımından çok üstün, çok şöhretli idi.
“Görüştüğüm zaman
fark ettim ki, çok konuşkan değildir. Konuşmalarının çekici bir
özelliği yoktu. Az
konuşurdu, fakat konuşmaları etraflı, inandırıcıydı. Muhakkak ki çok cesurdu;
özellikle Bulgar, Rum komitecilerinin takiplerinde başarısı büyük oldu.
Meşrutiyetten sonra Hareket Ordusuna karıştı. Trablus Savaşında çalıştı.
Ataşemiliterliklerde bazı tenkitlere uğradı; lükse kaçtı filan gibi. Balkan
Savaşı sırasında bir ihtilalin başına geçti. Sonunda muzaffer oldu. Bir hükûmet
darbesinin kahramanı olarak da, Edirne’nin kurtarılmasında da ön plana geçti.
“Savaş
Bakanı olduğunda, yeni orduyu kurmak için, radikal tasfiyeci olarak fevkalade
cesaretli hareket etti ve hareketleri başarılı oldu. Komutan olarak, diğer
niteliklerinin üstünde komuta vasıfları gösteremedi. Strateji anlayışı ve sevk
ve idare bakımından anlayışı yüksek değildi. Bu bakımdan anlayışı orta bir
seviyede kaldı. Ama emir ve komutadaki tesir itibariyle niteliği yüksektir.
Ama, sanıyorum ki, kendisini stratejik anlayış ve sevk-idare anlayışı bahsinde
de yüksek olarak kabul ediyordu.
“Mesela
Birinci Dünya Savaşı: Aslında kaybolduktan sonra savaşa girdi. Bu savaş, Marn
Meydan Muharebesi ile, çabuk bir zafer kazanmak planından esasen kopmuştu.
Artık uzun ve sürekli bir savaş safhasına girilmişti. Bu sürekli savaş
safhasından Almanlar artık muzaffer çıkamazdı. Halbuki Enver, işte böyle bir
netice belli olduktan sonra Almanlar safında harbe giriyordu. Yani Enver’in
savaşa giriş şartları, tamir kabul etmez derecede elverişsizdi. Ama, madem
savaşa giriliyordu, biz ordunun genç subay ve komutanları sonuna kadar
görevlerimizi bütün azmimizle yerine getirmeliydik. Öyle de yaptık. Çünkü,
Enver Paşa savaşa girişte takdir hatası işlemişti ama, âmir olarak metaneti ve
tesiri çok güçlüydü ve bu sonuna kadar da devam etti. Hülasa, daha alt kademede
askerî vazifelerde başarı kazanarak yetişti. Fakat başkomutanlıkta, yetişme
yetersizliğinin ve askerî kültürünün zaafı aşikârdır.” (Z. N. Aksun, Osmanlı
Tarihi, c.6, s.169-170 ve Aydemir, c.3, s.437 vd.)
Enver
Paşa’yı seven ve yurt dışına çıkmasından sonra da ilgisini devam ettiren Von
Kress de, Enver Paşa’daki askerî birikim noksanlığına işaret eder: “Çok
değişken meslek hayatı, genç Enver’e kıt’a hizmetinin amelî tecrübelerini
edinmeye ve yüksek komutanlıkları işgal ve birliklerini sevk ve idare edebilmek
için, biz Almanlar’ın kaçınılması imkânsız telakki ettiğimiz esaslı bilgilere
sahip olmasına zaman bırakmıyordu. Onun yüksek yeteneği, irade kuvveti, çabuk
kavrama ve karar verme kabiliyeti, askerî bilgi ve eğitim noksanlarını,
gerçekte bir derece giderebiliyordu... ”
Ünlü
Alman başkomutanı Hindenburg’un hatıralarında naklettiği olay, Enver’in siyasi
ve askerî görüşünün pek de ortalama olmadığını göstermektedir. İttifak
devletleri genel kurmayları Balkanlara fazla önem vermezken, Enver Paşa
İmparator kayzer Vilhellm’e, “Bizi bu Balkanlar yıkacaktır; tehlike oradadır.
” demiş ve dediği gibi de olmuştur. Askerî deha olarak nitelenen
Hindenburg, Enver’in strateji ve taktikleri kavrayışından çok etkilendiğini
söyler. (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2003, s.174)
Hindenburg şu değerlendirmeyi yapar: “Enver Paşa şu andaki savaşın yönetimi
ve yürütülmesinin esası hakkında bana olağanüstü geniş ve özgür bakış açıları
gösterdi. Enver Paşa savaş hakkındaki genel ve yüksek kavrayışına rağmen, temel
askerî bilgilerden, genel kurmay eğitiminden yoksundu. ” (Mustafa Çolak, Osmanlı
Alman İlişkileri Çerçevesinde Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Türkçü Politikaları,
İsparta 2006, s.153 )
Ziya
Nur Aksun diyor ki, “Enver Paşa, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale
Boğazı’na hücum edince, asla Boğazı geçemeyeceklerini ısrarla söyleyen tek adam
durumundadır. ” (Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.57) Yine
Enver Paşa’nın, “Tarihe İngiliz donanmasının yenilebileceğini ispat eden
kimse olarak geçeceğim.” dediği anlatılır ki, Çanakkale’de bu ispat
edilmiştir.
Alman
Orduları Yüksek İdaresinin başında olan Falkenheim ise, Enver Paşa’nın askerî
bakımdan takdir edilemeyecek kadar değerli olduğunu söyler ve Alman Dışişleri
Bakanlığına gönderdiği yazıda, “O askerî ve politik açıdan bizim için
vazgeçilmezdir.” der. (Aksun, a.g.e., s.169, M. Çolak, a.g.e.,
s.152) Osmanlı Genel Karargâhında uzun zaman Kurmay Başkanlığı ve Enver Paşa’ya
danışmanlık yapan Bronsart Paşa’nın yirmi yıl sonraki değerlendirmesi şöyledir:
“Enver Paşa, büyük komutanlarda olması gereken tüm özellikleri taşıyordu;
ancak, iki pratik ve vazgeçilmez eksiği olduğu için o kendisini
ispatlayamamıştır. Birincisi keskin bir kılıç yani iyi eğitilmiş ve iyi
donatılmış bir ordu. İkincisi ise, sonucu belirleyecek muharebeler kazanmayı
garanti edecek kadar askerî birliği sevk etme imkânının yokluğu. Ülkenin büyük
ve geniş olması, ayrıca yollarının kötü ve savaş meydanlarına olan
bağlantıların düzeltilememesi, onun en büyük açmazıydı. ” (M. Çolak, a.g.e.,
s.154)
Yine,
Savaştan yirmi yıl sonra yazan bir başka Alman yazar şöyle söyler: “Almanya’da
Enver Paşa’nın çok sayıda arkadaşı ve hayranı vardı. Onun, zor günlerde bile,
Almanya’ya sadık bir dost olarak kaldığını unutmayacağız. Fakat, ona gösterilen
saygının daha başka ve daha derin nedenleri bulunmaktadır. O, başkalarının
yaptığı gibi yabancıların korumasında rahat bir hayat sürmedi. Biz onun
şahsında, idealleri uğruna ölmeyi seçebilmiş cesur bir asker görüyoruz.
Enver’in bu kahramanca tutumu, Almanlar nezdinde hayranlık uyandırmaktadır.”
(M. Çolak, a.g.e., s.152) Yazar, Enver Paşa’nın iyimserliğinin onu
hayallere kadar götürdüğünü ileri sürer ve bunu askerî eğitim noksanlığına
bağlar. “Onun, büyük komutanların sahip olduğu karakter ve yapıda olduğu
halde, askerî temel eğitimden yoksun oluşu, onun büyük komutan olarak tarihe
geçmesine engel olmuştur. Ondaki bu eksiklik, büyük komutanlar için vazgeçilmez
olan iyimserlik ve hayal gücü özelliklerinin yeterince dizginlenememesine neden
olmuştur.” (M. Çolak, a.g.e., s.154)
Aynı
yazar şöyle devam eder:
“Enver, imsak,
ısrar, doğruluk, sabır, çekingenlik, zarafet gibi şahsî nitelikleri nefsinde
toplamış bir şarklıydı. Şarklılarda nadir rastlanan bir çalışma arzusu ve demir
gibi bir iradesi vardı. Ondaki irade kudreti aşırı bir sertliğe, hatta
vurdumduymazlığa kadar gidiyordu. Böylece de üstün bir karar kudreti ve
sorumluluk yüklenme arzusu gösteriyordu. Savaş idaresindeki bir çok
özellikleri, onun iyimserliğe mütemayil tarafını ortaya koyar. Onun da buna
ihtiyacı vardı. Onun bu iyimser tarafı olmasaydı, kendisi ve Türkiye’nin ileri
gelenleri üç büyük devlete karşı harekete geçemezler ve harbi sonuna kadar
sürdüremezlerdi. Ancak bu nikbinlik Enver’i, hakiki durumun endişelerini gözden
kaçırmaya, hatta kendini hayallere kaptırmaya kadar götürdü. Enver’in
nikbinliği hissî kaynaklı olduğundan, daha tehlikeli oluyordu...” (Z.N. Aksun, Enver
Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.168)
Carl
Mühlmann’ın iyimserlik tespiti doğru olmakla birlikte bunu değerlendiriş biçimi
tartışılmaya muhtaçtır. Enver Paşa’nın hiçbir şart altında inancını kaybetmeyen
bir insan olduğu da bilindiğine göre, iyimserliğinin duygusal değil, iman
kaynaklı olduğunu söylemek, onun mektuplarında beliren kişiliğine ve hayat
çizgisine de daha uygun düşer. Enver’deki irade kudretinin aşırı sertliğe,
hatta vurdumduymazlığa kadar vardığı değerlendirmesini ise, onun emrinde
askerlik yapmış olanların, ona karşı besledikleri sevgi ve bağlılık tekzip
etmektedir. Mühlmann’ın yazdığına göre, Alman komutanlar, genellikle Enver
Paşa’yı büyük komutan olarak görmezler; ancak kişiliğine, taşıdığı yüksek
değerlere hepsi hayrandır.
Enver
Paşa’nın samimiyet ve iman derinliğini bir de Ali Fuat Erden Paşa’nın
yazdıklarından dinleyelim:
“Enver Paşa II.
Ordunun tatbikat ve manevralarına gelir; manevraların sonunda, yüzlerce subay
karşısında yapılan tenkid esnasında, Osmanlı ordusunun, Balkan Savaşı’nın
lekesini ve utanç veren hatırasını silerek tarih huzurunda şerefini iade
etmesini diler ve ister; bu suretle subaylarımızın can damarlarına, en hassas
noktalarına dokunurdu.
“Enver Paşa’nın
kanaatince savaş, yalnız Balkan Savaşı’nın lekesini silmeyecek, bu savaş
sonucunda yalnız Osmanlı Devleti kurtulmayacak, bütün İslam dünyası
kurtulacaktı. Bu savaş sadece Osmanlı Devleti’nin değil, bütün Müslüman
âleminin kurtuluş savaşı ve istiklal harbidir. Tarihin kaderi ve Allah’ın
iradesi bu merkezdedir. Kendisi de bu mukadderatı gerçekleştirmeye manevi
yönden memurdur.
“Sultanahmet
Meydanı’ndaki mitingte hatipler onu ‘İslam’ın sancağını yed-i celadetinde tutan
Enver’ diye nitelemişlerdi. Şairler onun hakkında, ‘Melekler bu milletin
kurtulacağını ona fısıldadılar.’ demişlerdi. Enver Paşa, ihtimal bu sözleri ne
duymuş, ne işitmiştir. Fakat, bunun böyle olduğuna inanırdı. İman ve inancı,
kendi yıldızına güveni harikulade idi. ... Enver Paşa Allah’ın yardımından ve
inayetinden bir an şüphe etmemiş, yenilgileri manevi bir sınav saymış, bundan
dolayı inancı ve sonunda muzaffer olacağına güveni hiç sarsılmamıştır.
“Enver Paşa’nın bu
iman ve itikadına, savaş sırasında Medine’yi ziyaretinde yakından
şahit olmuştum.
Medine istasyonundan inince doğru Peygamber’in merkadine, Ravza-i mutahhara’ya
yaya olarak gitti. İstasyondan oraya kadar epey mesafe vardı. Cemal Paşa,
Faysal Bey (geleceğin Irak kralı), şerifler, seyyitler, Medine eşrafı, sivil ve
askerî erkân, Enver Paşa’nın etrafında ve gerisinde yürüyorlardı. Bütün Medine
halkı karşılıklı saf tutmuştu. Kasideler okunuyordu. Caddenin iki tarafında
develer kesiliyor; kan, fıskiye gibi fışkırıyordu. Fakat, başkomutan vekili,
kendisine yapılan bu töreni görmüyor ve işitmiyor gibiydi. O, asıl Komutanın,
Peygamber’in huzuruna gitmekte idi; ona saygılarını sunmağa, asilin vekile
emanet ettiği vazifenin hesabını arzetmeye gitmekteydi. Enver Paşa, benliğinden
geçmiş, ellerini göğsünün üzerinde saygı ve taatle bağlamış; başını öne eğmiş,
sessiz sessiz ağlıyordu. Ve bütün bu yürüyüş esnasında biteviye ağlıyor,
gözlerinden yaşlar döküyordu.” (Emekli General Ali Fuat Erden, Paris’ten Tih
Sahrasına, İstanbul 1949, s. 21-22)
Ziya
Bey diyor ki, “Bu ifadeler Enver Paşa’nın çok yüksek olan iman ve idealine
ışık tutmaktadır. Hele Enver’in Ravza-i mutahhara’ya girişini canlandıran
cümleler; tüyler ürpertici bir inanç ve edep yüksekliğinin muhteşem tablosudur.
” (Z.N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.46)
*
* *
İnönü
değerlendirmesini şöyle bitirir: “Kahramanlığını, cesaretini, gözüpekliğini
tekrar belirtmeliyim. Büyük emeller gütmüştür; mesela belki de Timurleng’i
düşünmüştür. ”
Dikkat
edilirse, İnönü Enver Paşa’nın hayallerine Napolyon’u değil, bir Türk cihangiri
olan Timur’u koymuştur. İnönü’nün bu tahlilini değerlendiren Ziya Nur Bey,
Enver’i bir Napolyon olma ve Osmanlı hanedanının yerine geçme hayalinde gibi
göstermeye çalışanların söylediklerini çok ağır sözlerle reddeder: “Bunun
kadar saçma bir iddia olamaz. Bu, Enver’e karşı yapılan çok âdi ve pespaye bir
bühtandır. O şehidin ruhunu tazip edecek ve isyana sevk edecek kadar bayağı ve
aşağı bir suçlamadır bu. Enver, Osmanlı hanedanı olmadan, bir devlet ve bir
İslam birliği, hatta camiası olamayacağını en fazla kavrayan adamdır. Böyle bir
şeyi aklının köşesinden bile geçirmemiş, bunu düşünmeyi bile günah ve vebal
veya delilik addedecek bir fikir ve inanışın adamı olarak görünmektedir. ” (z.n. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış
Harekâtı, s.55) Ziya Bey, Timurleng hayalini gerçeğe daha yakın bulur.
Bildiğimiz gibi Timur İmparatorluğunda devlet başkanı Cengiz sülalesinden
Mahmut Han idi; Timur, emîrdi, Mahmut Han’ın Emîr-i leşkeri ve vekili idi. “O
hilafeti de uhdesinde bulunduran Hanedan-ı Osmanîsiz bir devleti ne düşünmüş,
ne de aklının köşesinden geçirmiştir. Evet, Enver kuvvetli imparatorluk,
kuvvetli bir hilafet ve saltanat düşünmüştür; fakat bu, Osmanlı
İmparatorluğu,
Osmanlı Hilafeti ve Osmanlı Saltanatı’dır. Aksi iddia, Enver’i çok küçültür ve
din ü devlet için, bütün kusurlarına rağmen gayretle çalışmış olan bu şehidi,
kabrinde muazzep eder. ” (z.n.
Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.170)
Bir
Rus hariciyecisi de onun Yavuz Sultan Selim’in ideallerini güttüğünü söyler:
“Çoğunluğun
kanaatine göre Enver Paşa, Yavuz Sultan Selim’in idealini gerçekleştirme
yolunda çalışmaktadır. Avrupa’dan atılan Türkleri, kendi akraba ve
kandaşlarıyla, Türkistan, Kafkasya, Küçük Asya ile birleştirerek yeni bir
imparatorluk kurma peşindedir. Bu imparatorluğa Afganistan, Arabistan ve İran
da dahildir. ” (Nabican Bakiyev, Enver Paşa’nın
Vasiyeti, İstanbul 2006, s.173, 174) Bir diğer Rus yazarı, Enver Paşa’nın,
İslam dünyasında, Haçlı ordularını Anadolu’da göğüsleyen Sultan Kılıç Aslan
gibi görüldüğünü söyler.
Biz
de, Hüseyin Cahit Beyin anlattıklarına dayanarak bir Fatih benzetmesi yapalım:
H. Cahit diyor ki, “Arkadaşları Enver’i en cesur insanlar arasında sayarlardı.
Enver ve arkadaşları onun talihine, adeta dindarane bir güven beslerlerdi.
Enver mektepten yeni çıkmış genç bir zabitken, Rumeli’de eşkıya takibiyle
meşgul olmuştu. Bulgar çeteleriyle belki yirmi kereden fazla çarpışmıştı. Hiç
birinde yaralanmadığını ve hep muvaffak olduğunu temin ediyorlardı. Çanakkale
cephesini ziyaretimizde ölüm kurşunları onun otomobilinin çamurluğuna
saplanıyordu. Bunları anlatanlarda ve kurşunları gösterenlerde, Enver’in hiçbir
zaman fena bir tesadüfe kurban gitmeyeceğine dair kanaat vardı.” (h. Cahit, Tanıdıklarım, s.32)
Enver Paşa’nın “talihine” olan güveninde herkes müttefiktir. Bu satırlar Fatih
Sultan Mehmet’in sözlerini hatırlatır: Belgrad Kalesi önünde savaşırlarken,
Osmanlı komutanları biraz geri çekilerek, düşmanı da kaleden uzaklaştırmak
isterler. Asker içinde savaşmakta olan Sultan’a haber gönderirler: “Kâfiri dahi
çekelüm. Kal’aya canlı kurtarmayalum. Padişah birkaç kadem gerüye yörüsün.”
Genç II. Mehmet’in cevabı şudur: “Düşmenden yüz döndürmek mağlubiyet nişanıdur.
Elhamdülillah benüm ikbalüm yücedür, idbar nasib-i düşmendür.” (Nevzat Kösoğlu,
Türk Dünyası Tarihi ve..., İstanbul-1990, s.163)
Dr.
Ramazan Balcı’nın, çeşitli kaynaklardan derlediği Enver Paşa’nın kişilik
değerlendirmesi şöyledir:
“Onu yakından
tanıyan herkesin üzerinde birleştiği nokta Enver’in bir insan olarak mükemmel
ahlakî değerlere sahip olduğudur. Bir gün bile hiddetlendiğini, ağzından çirkin
ve kaba bir sözün çıktığını gören olmamıştır. Sevinmek ve öğünmekten nefret
eder; kızıp öfkelendiği zamanlarda bile ölçülü konuşmasını bilir. Sır saklamak
ve niyetini dışa vurmamak hususunda olağanüstü bir kudreti vardır. Sulh ve
sükûn onun nazarında yoklukla eşittir. Bir insanın çıkabileceği en yüksek
makamlara yükseldiği halde samimiyetini ve alçak gönüllülüğünü kaybetmemiştir.
Keskin bir zekâ ve salim bir muhakeme, muhatabını iyi tanıma gibi yaşından
beklenilmeyen, yaradılıştan edeb ve terbiye sahibidir. İffet ve namus timsali,
feragatin en üst sınırında, hayat ile ölüm arasında fark görmeyecek derecede
idealist yaşamıştır. Hiçbir engel ve tehlike kabul etmeyen kalbi ona bir an
bile korkunun heyecanını tattırmamıştı. Ruhunda o kadar inatçı bir azim ve
sebat vardı ki, bunu yenmek mümkün değildi. Hayatında attığı adımların hiç
birini geri çektiği görülmemiştir. Daima şahsî cesaretin zirvesinde yaşamış,
hayatı savaştan ibaret kabul ederek her zaman tehlikenin en önünde bulunmuştur.
Makedonya’daki çete savaşlarındaki haklı ününü de bu şekilde, en az on kere
ölümden dönerek kazanmıştır. Trablusgarp’ta gülleler arasında dolaşır,
Başkomutan’dır yine avcı hattındadır. Nihayet Belcivan’da ölüme giderken bir
avuç atlının en önündedir.” (Ramazan Balcı, Tarihin Sarıkamış Duruşması,
İstanbul 2005, s.131-132)
Paşa’nın
mektuplarını okurken dikkatimi çeken bir özelliğini daha eklemek isterim. Öyle
anlaşılıyor ki, Enver Paşa’nın ahlakî temizlik ve yüceliği, çevresindeki
arkadaşlarının hususi hayatlarını etkileyecek ölçüde tesir de yaratmakta, tek
başına bir ahlakî baskı unsuru oluşturmaktadır. Paşa’nın da, arkadaşlarının
özel hayatlarıyla, ahlakî tutum ve davranışlarıyla ilgilendiği anlaşılmaktadır.
Yurt dışında yaptıkları yazışmaların birinde, Dr. Nazım, “Hakkımda pek haklı
olarak hiddet buyurmuşsunuz. ” diye başlayan mektubunda, vallahi, billahi “size
söz verdikten sonra” o kadınla bir daha görüşmedim, diyor ve “Mübarek
ellerinizden öperim. ” diye bitiriyor. İttihat Terakki’nin ünlü
teşkilatçısı Dr. Nazım’ın bu ifadeleri, arkadaşlarının onu nasıl gördüklerini
ve manevi otoritesinin büyüklüğünü yeterince hissettirmektedir. (Yamauchi, a.g.e,
s. 91, m.7)
Burada
Enver Paşa ve arkadaşlarının, malî konulardaki duyarlıklarını anlatan bir
anekdotu da Halil Menteş’ten dinleyelim. Enver Paşa, Abraham Paşa’ya ait bir
çiftliği on beş bin liraya satın almak ister. Daha sonra yurt dışına
çıktıklarında bu çiftlik, ailesinin geçimi için temel dayanak olacaktır.
“Bir gün Talat
Bey’in yanında idim. Enver geldi: ‘Bana bankalardan sekiz bin lira para
buluver.’ dedi. Talat o zaman aynı zamanda Maliye Bakan vekili idi. ‘Ne
yapacaksın sekiz bin lirayı?’ dedi. Enver de, ‘Biliyorsun, Sultan’ın altı bin
lira çehiz parası duruyor. (Sultan Reşat, Naciye Sultan’ın çehiz masrafını
kendi yapmıştı.) Erenköyü’nde bir köşk almak istiyor; ne gidecek, ne de
görecek. Sultan’ın köşkü, diye kiraya da verilmeyecek; çürüyüp dökülecek.
Abraham Paşa, Sarıyer’deki çiftliğini on beş bin liraya satmak istiyor. İsmail
Hakkı Paşa, onu alalım, kömür yapacak ormanı da var, içine koyun da konulabilir,
diyor. Bu şekilde kârlı bir iş de yapılmış olur. Onu satın alacağız.’ dedi.
Talat, ‘Paşam,
senin en büyük ayrıcalığın fedakârlığındadır. Arkadaşların cephelerde yarı aç,
yarı tok dövüşürken senin çiftlik satın almaklığını doğru bulmam. Filhakika hepimiz
biliyoruz ki, Sultan’ın tahsisatı, kendi maaşın, Sultan’ın gelirleriyle bu
borcu rahatlıkla ödeyebilirsin. Fakat, bu on beş bin, İstanbul içinde yüz elli
bin, cephelere varıncaya kadar bir milyon olur.’ dedi. Enver Paşa, borç
almaktan vaz geçti. Bir süre sonra, Sultan, bazı mücevheratını Hüseyin Hilmi
Paşa vasıtasıyla Viyana’da sattırarak, paranın noksanını tamamlamış ve bu
çiftlik satın alınmıştır.” (Menteş, a.g.e., s.252, 253)
Talat
Paşanın dediği gerçekten de olmuştur. Büyük dedikodular yayılır: “Bu köşk
ağızdan ağza dolaşırken muhteşem bir saray cesametini aldı; bin bir gece
masallarındaki debdebe ve haşmet sahnelerini içinde topladı. Enver Paşa bir gün
küçük bir davet yapmış, bizleri köşke çağırmıştı. Bu kadar büyütülen,
dedikoduya zemin teşkil edilen köşkü görmek için gittim. Ufak bir köşkün basit
döşemeli bir odasında şöyle böyle bir yemek yedik. Avrupa’da orta halli bir
tüccarın bile bundan çok süslü ve değerli bir sayfiyesi vardır.” (h. Cahit Yalçın, Tanıdıklarım,
İstanbul-2001, s. 28) Aynı olayı, siyasi hatıralarında da anlatan Yalçın, “O
temiz karakteri, yüksek onur ve şeref duygusu, sınırsız vatanperverliğiyle
Enver’in yetkilerini kötüye kullanmasına kesinlikle ihtimal vermem.” der. (H.
C. Yalçın, Siyasal Anılar, s.280)
En
çok ileri sürülen ve neredeyse tartışılmaya gerek duyulmayan Enver Paşa’nın
hayalciliği de, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Onun çok yakınında
bulunmuş ve ilişkileri itibariyle insan olarak da onu iyi tanıdığı
söylenebilecek olan Eşref Kuşçubaşı aynı kanaatte değildir. Enver Paşa’nın
askerî konularda, genellikle sanıldığından daha gerçekçi olduğunu, 1914 yazı
boyunca yaklaşan savaşta ideolojik silahlara pek güvenmediğini söyler.
(Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2003, s.24) Mektuplarında da,
güneyimizdeki Arap şeyhleri için paranın tek harekete geçirici unsur olduğunu,
Müslüman oluşlarına güvenilemeyeceğini yazar.
Bir
hariciyeci olan Aydın İdil, Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesini de hayalci
bulmaz; zaman ve yerin çok iyi seçildiğini yazar. (Aydın İdil, Enver Paşanın
Son Savaşı, İstanbul-2012, s.273 ve devamı)
Enver
Paşa’nın hızlı yükselişini ve yaptıklarını onun şöhret ihtirasına bağlayanlar
vardır. Belki de bütün devlet adamları ve komutanlar için doğal sayılması
gereken bu insanî güdü, Enver Paşa’nın kişiliği ve hayat macerası ile tam
örtüşmemektedir. İhtiras ve şöhret hırsı, sonuçta bencil güdülerdir ve “ben”
tehlikeye girdiği zaman onların gücü biter. Halbuki, Enver’in bütün hayatı,
kendi varlığını hiçe saymakla, tehlikeden tehlikeye atmakla
geçmiştir...
Selanik’in Vardar kapısından, rütbelerini söküp dağa çıkarken, Berlin’den
Trablus çöllerine koşarken, Sarıkamış cephesinde, Türkistan’da, her yerde bunun
sayısız örnekleri vardır. Tanıyan herkes tanıklık ediyor ki, bu adam korkuyu
bilmiyor. Bu delice cesareti şöhret arzusuna bağlamak inandırıcı değil. Ondaki
inanma ve bağlanma gücünün derinliğine bakmak gerekir. Bazı insanlar inandı mı,
iliklerine kadar inanır ve bağlandı mı bütün varlığı ile bağlanırlar. Enver
vatana, devlete ve İslam’a böyle inanmış, böyle bağlanmıştı. Sarıkamış
hareketinin son zamanlarında, cephede yazdığı vasiyetname şöyle biter: “Yaşasın
dinim, vatanım ve padişahım!..” Osmanlının Başkomutan Vekili bu muhteşem
kişiliği anlamak için onun iman derinliğini kavramaya çalışmak lazımdır. Çünkü,
candan aziz olan sadece imandır ve iman, bütün o neslin anahtar kelimesidir...
*
* *
O dönem İttihat Terakki’nin bütün
ileri gelenleriyle dostluğu olan ve Cumhuriyet döneminde de pervasız bir
gazeteci olarak tanınan Hüseyin Cahit Yalçın, Enver Paşa’nın kişiliği hakkında
ilgi çekici anekdotlar anlatır: Bir gün, uyarısına dikkat etmeyen H. Cahit
Beyin Tanin gazetesini kapatacağını yüzüne karşı söylemiş ve kapatmıştır.
“Tanin iki gün kapandı. Buna hiç kızmadım ve üzülmedim. Hem de Enver’in
izlediği prensipten ötürü, yakın bir arkadaşına karşı böyle davranmasından
sanki hoşnut bile oldum. Şu dostluk ve hatır belasının resmî işlerden
kalktığını görmek gerçek bir mutluluktu.” Tanıyan herkesin ittifak ettikleri
husus, onun bu konularda istisna tanımadığıdır. “Enver bu konularda bağnaz
denilecek kadar sağlam ve sertti. Adalet Bakanı İbrahim Bey, Harbiye Bakanı
Enver’e bir tavsiye mektubu yazmış. Askere çağrılan biri üzerine yumuşak ve
yardım edici bir işlem rica etmişti. Enver Paşa bu mektubu çerçeveleterek
Harbiye Bakanlığının sofasına astırmıştı.” (H. Cahit, Siyasi Anılar,
s.276 )-
Hüseyin
Cahit, Paşa’nın, çok genç yaşlardaki bu başarılarına rağmen sadelik ve alçak
gönüllülüğünü hiç yitirmediği üzerinde durur. Çanakkale’deki bir gezide
Başkomutanın sofrasını şöyle anlatır:
“Masanın üstüne
rafadan birkaç yumurta getirdiler. Biraz beyaz peynir ve yoğurt. Yemek yendi;
baka kaldım. Kızım, ilk gördüğüm askere verilmek üzere cebime bir paket
çikolata sıkıştırmıştı. ‘Bari bunu siz yiyin.’ diye uzattım. Çanakkale’de
kaldığımız birkaç gün içinde, bir karargâha misafir olmadığımız zamanlar,
yemeğe, debdebeye karşı hep aynı istihfaf hissini, hep aynı sadeliği gördüm.”
“Harp
içinde idi. Subaylarımızdan biri dostlarından birkaç Alman subayını evine davet
etmiş; ailece hep beraber yemek yemişlerdi.” Enver Paşa bu subayın ordu ile
ilişkisini kesmiş. Hüseyin Cahit bu konuda şikâyetçi olduğunda, “Bizim
memleketin anlayışına göre, bu, çirkin bir harekettir. Bir Türk subayı çirkin
bir harekette bulunmamalıdır, dedi ve kestirdi attı.”
Enver
Paşa gibiler gerilimi yüksek insanlardır. Güçlü bir iman, iyi bir seciye ve
temiz bir ahlak olunca, bu gerilim, kişisel hırsların ötesinde millî, dinî,
insanî emellere bağlanır. Enver’de olan da budur. Şevket Süreyya Bey bu yüksek
gerilimi, yargılamadan, “beşerî ihtiras” olarak isimlendirir. Gerilimi yüksek
insanlar, iş yapabilme yeteneği olan insanlardır ve başarıları da büyük olur.
Ama, yaratılış ve eğitimle gelen ahlakî şekillenme bu gerilimi kişisel
ihtiraslar haline dönüştürebilir; genellikle de böyle olur. Ancak, Enver
Paşa’yı bu kategoride düşünmek, onun hayatıyla örtüşmemektedir ve tarihte bu
tür insanların sayısı çok da fazla değildir. O, farklı ve gerçekten bütün
varlığıyla inanmış, ihlasını hiçbir noktada yitirmemiş bir insandı.
Ancak
bir husus yorum olarak ileri sürülebilir: Hayatta hiçbir zorluk tanımayan,
ümitsizlik nedir bilmeyen, yıkılmayan, dünyayı sırtında taşıyabileceğini
düşünen bir insan, projelerini yaparken, çevresini de kendisi gibi zannedebilir
mi? Kendisinin dayanabileceği zorluklara onların da dayanabileceğini,
aşabileceği engelleri onların da aşabileceğini düşünebilir mi? Enver Paşa’nın
böyle bir hataya düşüp düşmediğini, açık olayların işaretinden çıkaramıyoruz.
En çok eleştirilen Sarıkamış Harekâtında, Enver Paşa askeri ve komutanları
zorlamıştır; ama, bu zorlama, Paşa’nın böyle bir varsayım üzerine planını
kurduğu anlamına gelmiyor. Sonradan yazılan eserler, Paşa’nın zorlamasından
çok, bazı komutanların gevşekliğinin altını çizerler.
Her
şeye rağmen, bu kişilik özelliğinin bir ölçüde olsun tasavvur ve kararlara da
yansıyacağını düşünebiliriz. Onu yeterince anlayamayanların hayalperestlik
dedikleri de, Kuşçubaşı’nın, savaşta çok gerçekçi olduğunu söylemesine rağmen,
bu yansımalar olabilir. Enver Paşa, bir Osmanlı kurmay subayının aldığı eğitimi
almıştır. Askerliğe bu kadar meraklı olduğuna göre, buna kendi gayretleriyle
bir şeyler daha eklemiş olması doğaldır. Ancak, Alman komutanlar bu eğitimin
yetersiz olduğu kanaatindedirler. Onlara göre, bu eğitim açığını, doğuştan
gelen kabiliyet ve zekâsıyla telafi edebildiği ve edemediği haller vardır. Carl
Mühlmann’ın, eldeki malzemeyi hedefle
örtüştürememek
olarak ifade ettiği noksanlığın, eğitim noksanlığından mı, hayalciliğinden mi,
yoksa, yukarıda dokunulan yanılmalardan mı doğduğuna karar vermek kolay
değildir. Paşanın, büyük birliklere komuta etmeden, doğrudan başkomutan
vekâletine gelmesi de gerek bizimkiler, gerek Almanlar tarafından bir eksiklik
olarak değerlendirilmiştir.
Ne
var ki, Enver Paşa’nın başkomutanlığını, başkomutanlık düzeyinden değerlendiren
olmamıştır; eleştirilerin hepsi tümen, kolordu yahut en çok ordu komutanlığı
düzeyinden yapılmıştır. Mesela, O’na bağlılığı muhakkak olan amcası Halil Paşa,
komutası altındaki ordudan bir birliğin alınarak İran üzerine gönderilmesine
şiddetle karşı çıkmış, istifa tehdidine kadar işi götürmüştür. Halil Paşa bu
kararın, o günlerde Bağdat’ta görülen, elleri bol paralı, güven telkin etmeyen
bir Alman grubunun telkinleriyle alındığını düşünmektedir; oradan, öyle
görmektedir. Başkomutan ise, sadece bir ordunun cephesine değil, yedi cepheye
birden bakmakta, Avrupa’daki müttefik cephelerine bakmakta, müttefik karargâhla
görüşmekte, üstelik, siyasi karar mekanizmalarının içinde bulunmaktadır. Yani,
bu kadar geniş bir bakış açısı ve çok faktörler içinde karar vermektedir.
Elbette ki, bir Kolordu yahut Ordu komutanı bu bakış açısına sahip olamaz.
Askerlikte, komutanın emrine, içine sindirilmese de uyulması gerektiği savaş
alanındaki tepeler örneği ile anlatılır: Bölük komutanı alçak bir tepededir,
ancak önündeki düşmanı görür, tabur komutanı biraz daha yüksek bir tepededir...
Komutan en yüksek tepededir; düşman ve dost kuvvetlerin durumunu en geniş ve
doğru şekliyle o görür.
Enver Paşa, kararları hakkında çok
konuşan bir insan olmadığı, savaştan sonra esasen konuşma imkânı da bulamadığı
için, Başkomutanlık kararlarının hedef ve gayeleri, ancak o düzeyde yapılmış
ciddi incelemelerle değerlendirilebilir; yapılmamış olan da budur. Hangi
Başkomutanlık kararlarının savaşın gidişini olumsuz yönde etkilediği, hangi
kararlar öyle alınmasaydı, savaşın kaderinin değişebileceği yönünde ikna edici
bilgi ve yorumlar olmadıkça, Paşa’nın Başkomutanlığındaki eğitim
yetersizliğinden söz etmek, yine de peşin hükümlere dayanmış olmaktadır.
Almanlar, ne de olsa Alman okullarında yetişmemiş, Alman Ordusunda eğitim
almamış birini büyük komutanlar arasında saymakta zorlanabilirler; bu, genel
Alman tutumuna uygundur. Onun hızlı yükselişi de apaçık ortadadır; ama, hangi
başkomutanlık hatalarını yapmıştır? Bu sorunun cevabı verilmeden, hüküm
verilmiştir. Gerek Alman, -muhtemelen bir kısmı da onların etkisinde olmak
üzere- gerek Türk askerî yazarlar, bu tür bir zahmete girmek yerine, hemen
Enver Paşa’nın İran-Turan hayallerine atıf yaparak kolay bir açıklama yolu
seçmişlerdir. Turan ülküsü, daha önce de işaret edildiği gibi, özellikle subay
ve yedek subay kesiminin ateş aldığı kaynaktır. Enver Paşa’nın ülkücülüğünün
daha da geniş olduğunu biliyoruz; ama, bu durum bizi, Erzurum tabyalarının
ilerisinde savaşan ordunun Turan için yola koşolduğu iddiasına götürmez.16
Enver
Paşa’nın mektuplarındaki, vatanperverliğin harikası sayılmak gereken ifadeleri
bile gurur, kendinde üstün güçler vehmetme yahut benzeri yorumlarla nevrotik
bir ruhun tezahürleri gibi sunmaya çalışanlar olmuştur. Paşa şöyle yazıyordu: “Ben,
benim için yaşamak üzere yaratılmamış olduğumu anlıyorum... Ben, vatan için,
vatanın her zerresi için bütün kuvvetimle ölünceye kadar çalışacak bir makine
olmak istiyorum. Ne yapayım, bir kere vatanı her şeyden, herkesten daha fazla
sevdim. Ona ebediyen sadık kalacağım.” Makine olmak, yani kişisel bütün
ihtiras ve duygulardan soyunarak, sadece vatan için yaşamak; fena fi’l- vatan
olmak... Zavallı Alman prensesinin “Bu adam bir manken!..”
haykırışını hatırlayınız... Bu satırları yazan insan otuz iki yaşında
Trablus’ta İtalyanlara karşı cephe kurmaya, gece gündüz demeden direnişçileri
teşkilatlandırmaya çalışan bir genç insandır.
Bu
iman ve idealizmi yaşayan tek insan Enver değildir şüphesiz; ama, ömrünün
sonuna kadar yıkılmadan yürüyebilen çok az insandan biridir. Mizaç olarak
olağanüstü gibi görünen nitelikleri ile onu kahraman yapan ve çevresine
sevdiren budur. Onu bu düzeye yükselten inancındaki, bağlanışlarındaki
ihlâsıdır. Kahramanlık ve çok üstün ahlakî temizliğinin de çevresinde oluşan
sevgi halesinde etkili olduğu muhakkaktır. Trablugarp’ta, kendisine mektup
gönderen Şeyh büyük Sünusî’nin kardeşinin O’na hitabına bakınız: “....yol
göstericiliği ile ahlak sembolü, fazilet hakimlerinin tek lideri, muzaffer
ataların saf soyu, Sünusîlerin yaşayan ya da ölü bütün büyük şeyhlerinin
gözlerinin nuru... ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 90.) Ünlü İttihatçılardan
Küçük Talat Bey de yazdığı bir mektupta ona “Sevgili ve Büyük Ruhlu
Paşacığım” diye hitap etmektedir. (Yamauchi, a.g.e., m.19, s.102)
Daha
sonra Suriye Millî Eğitim Bakanlığı yapacak olan, Halepli gazeteci Kürt
Muhammed Ali’nin Enver Paşa’yı anlatışı, Arap dünyasının bu kahramanı algılayışını
yansıtır: “O, ilmiyle amel eden, hür fikirli, kuvvetli bir irade sahibi,
büyük emelleri olan biridir. O, çıkmış olduğu bu yolda yalnız olmayıp, ona
yardım edenler vardır. Hatta, bunun için bütün kalpler onun sevgisinde
birleşmiş, bütün insanlar ona saygıda kusur etmemeye gayret göstermişlerdir.
Ona olan bu sevgi ve güvenin sebebiyse, ele aldığı hiçbir işi asla yarım
bırakmamasıdır. Bu sebeple herkes onun zekâsına hayrandır. Onun ihlâsı ve
samimiyeti gerçekten yücedir. O, herhangi bir şey söylediğinde, söylediklerini
mutlaka gerçekleştirmekle, insanların
zihinlerinde
vehim ve şüpheye yer bırakmamaktadır. Bu haliyle O, sönmüş ve kararmış kalpleri
aydınlatarak, onlara yeniden yaşama ümidi vermektedir. Evet, kesin olan bir şey
var ki o, halk tarafından çok sevilen büyük bir önder ve yol açıcı olan
liderimiz olan Enver Paşa, gerçekten bu vasıfları kendinde toplamış, yaşayan
canlı bir örnek olmakla, İslâmda bir liderin nasıl olması gerektiği sorusuna
verilecek en güzel cevabı teşkil etmektedir. ”
(Kürt Muhammed Ali, Enver Paşanın Ortadoğu Seyahati, İstanbul 2007, s.8)
Bir
Arap şairi O’nun için yazdığı kasidede şöyle der:
Ey, büyüklerin
seçilmişi, Enver Paşa!
Siz, bu çağın
ruhunu diriltip,
Zamanın karanlığını
bizim için aydınlığa çevirdiniz.
Biz artık en güzel
beldede, en güzel zamanlarda
Enver’in hilalinin
gölgesinde yaşayacağız....
(Kürt Muhammed Ali,
a.g.e, s.124)
Sarıkamış’ın
en dondurucu günlerinde, onun da askerle birlikte dışarıda “bir çukura
kıvrılmış” olarak yattığını bütün ordu bilir.
Yakın
çalışma arkadaşlarından Halil Menteş şu değerlendirmeyi yapar: “Denildiği
gibi Enver hırs-ı câh ile mâlul değildi. ... Enver, saf, aynı zamanda yüksek
bir ülküyle dolu bir ruhun sahibi, ülküsü uğrunda hayatı daima küçümsemiş bir
kahramandır. Memlekette bayrak elinden düşünce, Buhara’da yeniden Türk
bayrağına sarılmış ve oradaki Türkleri kurtarmak için Bolşeviklerle aslanlar
gibi dövüşürken, eşsiz bir kahraman görkemiyle ölmüştür. ” (Menteşe, a.g.e.,
s.253)
Enver
Paşa’ya karşı, nasılsa soğukkanlılığını koruyabilmiş bir İngiliz yazar Peter
Hopkirk, onu şöyle vasfeder: “Birinci Dünya Savaşı çıktığında 32 yaşında
generalliğe yükseltilen ve Harbiye Nazırı olan yakışıklı Enver, bir panter
kadar çevik ve hareketli bir kılıç ustası ve aynı zamanda bulunduğu sofrada
etrafını etkileyen, Fransızca ve Almancayı çok iyi konuşan, cömert, gerçek bir
centilmen, cesur, girişimci, çabuk karar veren, şövalye ruhlu parlak bir
kişilik sahibi” (Nakleden Aydın İdil, Enver Paşa’nın Son Savaşı,
İstanbul-2013, s.131)
Enver
Paşanın ilk askerlik yıllarından itibaren bir Alman hanım dostuna yazdığı
mektupları, Alman Genelkurmayı, günlükler haline getirerek özel olarak
bastırmış ve Alman ordusuna dağıtmıştır; hem İtalyanlara karşı
kullanmak,
hem de bir subay örneği olmak üzere. Bu kitabı yayına hazırlayanlar, bu kitapta
Enver Paşa’nın “bu kadar alışılmamış siyasi kehanetinin delillerini”
görmektedirler. (Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa,
İstanbul-1999, s.17)
15
Türk Tarih Kurumu’nda Rauf
Orbay arşivi üzerine çalışırken bir mektup okudum. Enver Paşa’nın çok sevdiği
ve güvendiği, Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Süleyman Askerî’nin annesi Enver
Paşa’ya yazmış. Süleyman Askerî, çoğu gönüllü olan birliklerin başında Irak
cephesinde sava-şırken, askerlerinin bozulmasını onuruna yediremeyip tabancasıyla
kendisini vurmuştu. Annesi diyor ki, oğlumun ölümünden sonra yalnız kaldım. Kız
kardeşimin bir oğlu var; hayattaki tek yakınımdır. Onu Doğu cephesinden alarak
batıda, İstanbul’a yakın bir yerlere gönder. Enver Paşa, mektubun üzerine
kırmızı kalemle “Olmaz!” diye yazmış. Bu beni çok etkilemişti.
16
O günkü Turan hayallerinin, o neslin şerefi ve bir
milletin yaşama iradesi olduğunu bir kere daha belirttikten sonra, bu konudaki
peşin yargıların ilgi çekici bir örneğini vermek isterim. Sarıkamış Harekâtı
hakkında en gerçekçi, tarafsız değerlendirmeleri yapan General Fahri Belen,
Savaşın sonlarına doğru Türk Ordusunun Bakü’ye girmesini Paşa’nın Turan
hayallerine bağladıktan sonra, Enver Paşa’nın şu telgrafı çektiğini yazar:
“Büyük Turan İmparatorluğunun Hazar kısmındaki Bakü şehrinin zaptı haberini
meserretle karşıladım.”(Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul
1973, s.358, dipnot:11) Biz bugün de bu telgrafı meserretle karşılıyoruz; ama,
böyle bir telgraf yazılmamıştır. Yine de, teşekküre değer ki, Belen, kaynağının
bir roman olduğunu belirterek, hiç olmazsa okuyucuyu ikaz etmiştir.
Naciye
Sultan Enver Paşa’yı Anlatıyor
E |
NVER
Bey’in talip olduğu Naciye Sultan, Abdülhamit Han’ın küçük kardeşi Şehzade
Süleyman Efendi’nin kızıdır. Sultan Hamit, pek sevdiği bu kızı oğlu Abdürrahim
Efendi ile evlendirmek ister. Ancak araya zamanın siyasi olayları ve sonunda
Sultan Hamit’in tahttan indirilmesi girince, iş tavsar. Sultan Reşat tahta
geçtikten sonra, Şehzade Abdürrahim meselesi yeniden canlanır; ancak, Sultan
Reşat yeğenini zorlamaz. O sıralarda, Enver Bey de Naciye Sultan’ı, Sultan
Reşat’tan ister. Enver Bey’in annesi, Saray’a daha önceki gelişlerinde kızı
görmüş ve göz koymuştur. Naciye Sultan’ın ağabeyi Abdülhalim Efendi de hürriyet
kahramanı Enver Bey’e hayran olduğu için işin olmasını istemektedir.
Sonunda
Sultan Reşat yeğenini çağırır, “Kızım sen artık koca kız oldun. Abdürrahim
Efendi’den başka seni isteyen birkaç kişi daha var; içlerinde Enver Bey de var.
İşte hepsinin isimleri ve resimleri; bak, kararını ver. ” der. Koca kız
dediği daha on üç-on dört yaşlarındadır. Bir zaman sonra öbür amcası Şehzade
Vahdettin Efendi gelir ve Zat-ı Şahane emrediyor, seni isteyenlerden birini
seç, der. Naciye Sultan Enver’in resmini eline alır; böylece seçimini
bildirmiştir. Vahdettin Efendi, çok isabetli bir karar verdiğini, bundan
herkesin memnun olacağını söyler.
Enver
Bey Naciye Sultan’ı görmemiştir. “Beni annesinin tarifi ile tanıyordu.
Hayalinde beni nasıl canlandırdığını bilmiyordum; fakat, mektuplar sayesinde
birbirimizi tanıdık ve görmüş gibi sevdik. Bir sene süren bu tatlı ayrılık bizi
birbirimize yaklaştırdı. Enver Bey yine uzakta iken, 1911’de Dolmabahçe
Sarayı’nda nikâhımız oldu. Nikâhımızı Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi kıydı. O
zamanın âdetine göre yapılmış olan nikâh basit bir törendi. Nikâhlım yanımda
olmadığı için, ancak mektupla birbirimizi tebrik edebildik.” (Enver Paşa’nın
Eşi Naciye Sultanın Hatıraları, Acı Zamanlar, İstanbul- tarihsiz, s.30-32)
Enver
Bey Berlin’deyken mektuplaşmaları devam eder. Sonra Trablusgarp’a gider. “Enver
Bey’in bütün cephe boyunca göstermiş olduğu yararlıklar dillere destan
olmuştu... Dirayet ve basireti ile Arap kabileleri arasında birliği sağladı. ”
(Naciye Sultan, a.g.e., s.35-36)
Enver
Bey Trablusgarp’tan İstanbul’a geldiğinde apandisit ameliyatı olmuş; iyileşmeye
başlamışsa da hastaneden henüz çıkmamıştır. Naciye Sultan onu ziyarete gider;
Enver Bey’i ilk defa görecektir.
“Heyecan ve merak
içindeyim. Onunla ilk karşılaşmamızın bu şekilde olması, beni de onun kadar
üzüyordu. Enver Bey’i ilk defa hasta yatağında gördüm. Hastalığı günden güne
iyileşiyordu. Biz de bir taraftan düğün hazırlıkları ile meşguldük. O sıralarda
Enver Bey, Mirliva rütbesiyle Paşa ve Savaş Bakanı olmuştu.
“Düğün töreni 5
Mart 1914’te şimdi Işık Lisesi olan binada yapıldı. Bütün aile; uzak, yakın
bütün akrabalar davetli olduğu gibi, İstanbul’daki Bakan aileleri ve dostlar da
hazır bulundular. Selamlıkta erkeklere, haremde kadınlara ziyafet sofraları
kuruldu, ikramlar yapıldı. Bütün sefirler ve yabancı ailelerin ileri gelenleri
düğüne geldiler. Davetlilerden başka, bir sürü davetsiz misafir de içeriye
girmeyi başardı. Davetiyelerin elden ele dolaşması yüzünden şahsî olarak
çağrılmamış olanlar da eş ve dostlarından davetiye elde ederek içeri
girebildiler. Düğün çok kalabalıktı. Hemen hemen davetliler kadar seyirciler de
vardı.
“Bir tarafta saz,
bir tarafta müzik ve mehter takımı çalıyordu. Ben o kadar heyecanlı ve
yorgundum ki, detayları hatırlamıyorum...” (Naciye Sultan, a.g.e,
s.38-39)
Ancak
birkaç kere görüşebilmiş olan bu çift, derin bir aşkla birbirine bağlanacak ve
mektuplaşmalarında bunu, coşkun ifadelerle dile getireceklerdir. Naciye Sultan
henüz on beş yaşındadır. Enver Paşa’dan şöyle söz eder:
“Hayat
arkadaşımla beraber geçen seneler zarfında dünyanın en bahtiyar ve en çok
sevilen kadını olarak yaşadım. Enver Paşa’yı belki pek çok kimse kibirli, sert
ve haşin olarak tanımıştır. Onun öyle olduğunu zannedenler çoktur. Fakat,
dünyada onun kadar munis, yumuşak ve nazik bir insan düşünemem. Kendisiyle
yaşadığım müddetçe ağzından hiç kimse için fena bir söz işitmedim. ‘Keşke ondan
biraz olsun kırılmış veya ağzından kötü bir söz duymuş olsaydım. ’ diye kendi
kendime çok defa düşünmüşümdür. O zaman belki kendisi hakkında fena bir hatıra
besler de onu daha kolay unutabilirdim. ” (Naciye
Sultan, a.g.e., s.39) Bütün ömrü savaşlar ve en sert politik mücadeleler
içinde geçmiş bir insanın, başkaları hakkında kötü bir söz söylememiş olması
gerçekten de ilgi çekicidir. Bugün, Enver Paşa’nın bin civarında mektubu
elimizdedir ve mektuplar en mahrem yazılardır; bunların
hiç
birinde, başkaları hakkında kullanılmış kırıcı bir söze rastlamayışımız, ancak
onun ruh güzelliğiyle açıklanabilir.
“Enver Paşa kendisi
için değil, evvela memleket, sonra da benim için yaşadı. Bunu söylemekle kendime
bir paye vermek istemiyorum. O, kiminle evlenmiş olsaydı; muhakkak surette
sevdiği ve beraber yaşadığı kadını bahtiyar ederdi... Herkes tarafından mağrur
ve haşin olarak tanınan kocam, dünyanın en munis ve alçakgönüllü adamıydı.
Büyüklenmeden çok uzaktı. ... Bu insana o kadar sonsuz bir imanım vardır ki,
politika tenkitlerinden gayri, aleyhinde hiç kimsenin bir şey söylemesine
tahammül edemem.” (Naciye Sultan, a.g.e, s. 39-40)
“Enver
Paşa’nın çocuklara karşı büyük zaafı vardı. Küçücük çocukla saatlerce oynar,
onunla meşgul olmaktan zevk alırdı. Hele Mahpeyker’e karşı çılgınca bir sevgisi
vardı. Belki de ilk çocuğumuz olduğu için onu daha çok sevdiğini sanırdım.
Enver Paşa dünyada hiçbir şeyden korkmayan, korku kelimesinin ifade ettiği
anlamı dahi bilmeyen bir askerdi. Yalnız mini mini yavrumuz ağlamaya başladı
mı, onun sesinden ürker, ona bir şey oldu diye korkar, üzülürdü.” (Naciye
Sultan, a.g.e., s.45-46)
Naciye
Sultan yaşadıkları garip bir olayı anlatır: “Bazı geceler, pek mühim
meseleler çıkınca, hangi saat olursa olsun, Enver Paşa’nın yataktan gittiğini
bilirim. Bu yüzden hayatım daima bir evham ve korku içinde geçerdi. En ufak
gürültüye kulak verir, ev içinde herkesin ayak seslerini ayrı ayrı bilirdim.
Oda kapısına kimin geldiğini yürüyüş tarzından ve ayak sesinden ayırt ederdim.
” (Naciye Sultan, a.g.e., s.40) Bir gece koridorda, alışık olmadığı
ve ayırdedemediği sesler duyar. “Yabancı birinin eve girmiş olduğuna
emindim. İnsan bazen gözünün görmediği, kulağının işitmediğini eliyle duyar ve
anlar. Bazı hususlarda altıncı hissim beni hiçbir zaman aldatmamıştır. ...
Nitekim, biraz sonra kapımız vurulunca, kocam hemen açmaya hazırlandı. Önüne
atıldım, açmamasını rica ettim. Korktuğumu ve şüphelendiğimi söyledim. Evvela
bana inanmadı; ben ısrar ettim, hatta ağlayarak yalvardım. ” Bu durumda
Paşa kapıyı açmaktan vaz geçer ve iç telefonla nöbetçi yavere gelenin kim
olduğunu sorar. Yaverin ve korumaların bir şeyden haberleri yoktur; kimseyi
görmemişlerdir. Korumalar hemen harekete geçer ve Köşkün arka pencerelerinden
birinden atlayıp kaçmaya çalışan davetsiz misafiri yakalarlar. Naciye Sultan’ın
bütün ısrarlarına rağmen, Enver Paşa bu kişi ve olay hakkında kendisine hiçbir
şey anlatmaz.
Naciye
Sultan’ın anlattığı bir de, yalının torpillenmesi meselesi vardır: “1917
senesi idi. Marmara’da düşman danizaltılarının dolaştığını öğrendik. Hatta
yalıyı torpillemek ihtimali olduğunu bize gelip haber verdiler. Bir gece polis
müdürü Azmi Bey ve Bedri Bey gelerek muhakkak surette yalıyı terk
etmemiz
gerektiğini söylediler. Onlar da aynı haberi getirmişlerdi. Yalının
torpillenmek tehlikesi olduğunu ileri sürerek, başka bir yere taşınmamızı
tavsiye ediyorlardı. Ben korkak değilim; hatta bir çok olay karşısında cesur
olduğumu da söyleyebilirim. Fakat bu defa çocuğumu düşünerek ürktüm. Kocama
yalıdan ayrılmak istediğimi söyledim. Enver Paşa bu olaylara kesinlikle önem
vermiyordu. Ve bütün ricalarıma rağmen başka bir yere gitmeyi kabul etmedi. ”
(Naciye Sultan, a.g.e., s.46)
E |
RZURUM’a gitmek üzere, Yavuz zırhlısı
ile Trabzon’a doğru yola çıkan Enver Paşa’nın, buradan eşi Naciye Sultan’a
yazdığı mektuplardan bazı parçalar vereceğiz.
Enver
Paşa’nın, eşi Naciye Sultan’la olan ilişkileri de sıradan değildir ve her halde
çok az insana nasip olmuş bir coşkunluk içindedir. Bu iki genç, birbirlerini
görmeden nişanlanmışlardır. Naciye Sultan’ın yaşı pek küçük olduğu için birkaç
yıl beklemek zorunda kalmış; bu süre içinde ancak birkaç kez
görüşebilmişlerdir. Birbirlerine büyük bir tutkuyla bağlanmışlardır. Evlilikleri
iki gencin büyük aşkını alevlendirmiş gibidir; her şart altında birbirlerine
yazdıkları mektuplar, o günlerin içten üslubunda ve tükenmez bir sevgi
coşkunluğundadır. Makedonya dağlarından Türkistan mevzilerine kadar hiçbir
mektubunda bu sevgi taşkınlığı azalmamıştır. Trablusgarp’tan yazdığı bir
mektubunda şöyle söyler: “Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman
yazdıklarımı, böyle düşman karşısında on binlerce insanın hayatını elinde
tutarak, onların ve vatanın bu parçasının sorumluluğunu üzerimde taşıdığım
zaman da aynıyla yazıyorum. İki gözüm! Sizi belki ebediyen göremeyebilirim. Kim
bilir, yarın olacak bir çatışmada, öncekilerinde tepemden aşağı yağan binlerce
misketten bir tanesi hayatıma son verir. Fakat, emin ol Sultanım ki, ölsem de
sizi seveceğim ve seviyorum....” (İnan, a.g.e., s.482)
Enver
Bey, Balkan Savaşı sırasında yazdığı bir mektubunda, “ufak şeyler” yüzünden
göremediği helaline şunları yazar; “Korkuyorum iki gözüm; dünyada hiç korku
bilmeyen bendeniz korkuyorum. Korkuyorum ki Allah, yegâne emelim olan güzel
gözlerinizi görmeden ebediyen gözlerimi kapayacağımdan korkuyorum. Ölümü
aşağılayan ben, şimdi yaşamak, sizin için, sizinle yaşamak istiyorum. Önceleri
görevimi yaparken ölümü düşünmezdim. Ölüm tehlikesini görünce gülerdim. Şimdi
görevim sırasında
ölümü
görünce üzülüyorum. Ne olur, biraz bana yardım ediniz....”
(A. İnan, a.g.e., s.448)
Bu
kadar sevişen bu iki gencin hayatı, sayısız ayrılıklarla bölünmüştür. Bu
ayrılıkların hemen hepsi, Enver Paşa’nın görevi yahut bağlandığı ülküsü sebebiyle
olmuştur; yani istese, olmayabilirdi; ama o, görev bildiği şey için, acı acı
yakındığı bu uzak kalışları göze almakta tereddüt etmemiştir. Çünkü, vatanı,
dini ve bağlı olduğu Osmanoğulları saltanatı ondan bir görev beklemektedir.
Konu bu olunca da, yani derinden inandığı mukaddesleri ondan bir fedakârlık
isteyince de, tartışmadan, kişisel hiçbir endişeyi aklına getirmeden koşar.
Mektuplarında bu anlayışın çok güzel ifadeleri vardır. Naciye Sultan’ın, “Dön
artık...” diye çırpınan yalvarışları karşısında, 27 Temmuz 1911 tarihli
mektubunda şunları yazar:
“Ne
yalan söyleyeyim memleketimi her şeyden çok, hatta sizden bile çok seviyorum.
Tabiî bana gücenmezsiniz. Çünkü sizin damarlarınızdaki kan bu milleti, bu
devleti büyüten, yükselten bir hanedan kanıdır. Elbet siz de benim düşündüğüm
gibi düşünürsünüz. Vatanımın nerede bir kılına dokunulmak istense, biz, hepimiz
orada ölmek için hazır olmalıyız; sözle değil, canla başla. İşte hepimiz böyle
düşünürsek bu vatan, bu millet yaşar, yükselir, biz de bu sayede rahat ederiz.
Değil mi ruhum? Çocuklarımızı böyle yetiştireceğiz; her biri vatana, millete
öyle büyük işler görecekler ki, bütün Osmanlılar, bütün dünya, tarih onları
hayretlerle takdir edecek. Bunu sakın benim şan ve şöhret düşkünlüğüme verme.
Bilakis, vatanın menfaati, saadeti yanında her şey mahvolsun. ... İki gözüm!
Tabiî ne olacağı belli değil; fakat, telaş etme. Metin ol. Allah daima iyi
yapar. Kadere karşı boyun eğmek gerek. Tevekkül, bütün kuvvetimizi harcadıktan
sonra da bir silahtır.” (A. İnan, a.g.e., s.506)
Erzurum’a
giderken Yavuz zırhlısından yazdığı bir mektupta ise, gemideki herkesin düşman
gemilerini gözetleyip, savaş hali içindeyken, kendisinin başka âlemlerde
yaşadığını yazar: “Gözümün önünde, güzel gözlerini üzerime dikmiş, hüzünle
neler olduğunu sorar bir halde görüyorum. Oh Naciye! Ben çok zayıf olmuşum;
eğer böyle mütemadiyen ağladığımı görecek olsalar kim bilir bana ne
diyeceklerdir. Ne olur, her şey sakin olsaydı da ben de ayağının ucunda sadık
bir köpek gibi ayrılmayaydım. ” (a. İnan,
a.g.e., s.181)
Gizlice Trablusgarp’a giderken,
Kahire’den, sultanına mektup yazar: “Ruhum, sultanım! Bugün size gerçeği
söyleyeceğim! İstanbul’dan alelacele hareketim Trablusgarp içindi. Fakat, bunu
size söylememekten maksadım, belki duyulur korkusuna dayanıyordu. Fakat şimdi
bu mektubu aldığın zaman bendeniz Trablusgarp hududunu geçmiş olacağım... Bugün vatan bizden
hizmet bekliyor. Böyle anda bütün
acıları unutarak onun derdini düşünüp, çaresine koşmak gerekir. ... Artık sizi
Tanrı’mın birliğine emanet eder, gözlerinizden öperim sultanım, efendim. ”
(A. İnan, a.g.e., s.531)
7
Eylül 1912 tarihli, Ayne’l-Mansur karargâhından yazdığı mektubunda, Naciye
Sultan’ın pek acı sözlerle yaptığı “Gel” çağrılarına şöyle cevap verir: “Hem
de, bin türlü sözlerle düşmana karşı gönderdiğim erkek, kadın, çocuk bu
mücahitleri böylece bırakıp, ne yüzle karşınıza çıkarım?”
Şevket
Süreyya diyor ki, “Naciye Sultan, Enver Paşa’nın evlilik hayatında tek
kadındı. Enver Paşa için daima öyle kaldı. ”
Ne
var ki, genç Enver’in bu mektupları yazdığı insan henüz çocuk sayılabilecek
yaştaki bir âşık gençtir; acaba anlayabilmekte midir? O, yaşının ve yaşadığı
hayatın bütün masumiyeti ile sevmekte ve sevdiğini yanında istemektedir...
Galiba, Osmanoğlu da olsa Naciye Sultan’ın durumu Enver’inkinden zordur. Enver
kabına sığmayan bir ruh seli, Naciye Sultan mutlu olmak isteyen bir sevgili...
Osmanlı
ordularının otuz beş yaşlarındaki başkomutan vekili Enver, kamarasına
çekilerek, henüz birkaç aylık evli olduğu eşini/sevgilisini düşünmeye başlar, “Sizden
ayrılış, ruhumun bedenimden ayrılmasından daha dehşetli oldu. Halbuki ben, güya
metin olacaktım. Güzelim, şimdi bile ne söylediğimi, ne yazdığımı bilmiyorum.
Yalnız her yerim, vücudumun her noktası sizi duyuyor; sizinle yaşıyor....
Amiralin beklemesine bakmayarak bir köşede yığılıp kaldım. ... Ah Naciyeciğim!
O hıçkırıklarını hâlâ işitiyorum. ... Yavuz, yavaş yavaş Boğaz’dan çıktı.
Zifiri karanlıkta koca bir kara gölge gibi Boğaz’ın içinde döne döne dışarı
çıkıyor. ... Ara sıra, ‘Yavaş! Torpil mıntıkasında, tehlike bölgesindeyiz!’
seslerinden başka ses yok. Etrafımızda koca bir karanlık kitle, insanlar,
tayfalar, amiral, subaylar hepsi suskun. Fakat onlar geminin ön tarafına doğru
bakıyorlar; ben ise hep evimize...” (A. İnan, a.g.e., s.176)
7 Aralık 1914 -
Yavuz zırhlısı.
“Sevgili Meleğim,
“Gece bir türlü
gözüme uyku girmedi. Sabaha karşı dalmışım; fakat, dalmamla gözümün açılması
bir oldu. Rüyamda sizi kollarını bana doğru uzatmış çağırır bir halde gördüm;
yine gözlerim doldu, dumanlandı ama ağlamıyordum. Yalnız hıçkırıklar boğazıma
diziliyor, bana adeta nefes aldırmıyordu. Oh, yarabbi! Acaba ihsan ettiğin
mutluluğun bedeli olarak mı böyle sıkıyorsun. Fakat olsun; cicimi beni çağırır
gördüm ya, o yeter. Bununla bin sene ağlasam da Allah’ın lütfunu ödeyemem...”
8 Aralık 1914 -
Yavuz zırhlısı.
“Güzel Meleğim,
Naciyeciğim,
“İşte yine bir gece
geçti; sabah oldu... Gece yarısı saat yarıma doğru bir silah başına işareti
verildi. Hep gittiler. Ben zaten giyinik uzanmış olduğumdan, hemen yatağımdan
kalktım, kaptan yerine gittim. Gece görünmemek için fenerler sönüktü. Her yer
karanlık, amiral köprüsü üzerinde herkes uzakta bir fenere bakıyordu. Meğer
posta vapurunu düşman gemisi sanmışlar. Torpido baskınına uğrayacağımızdan,
hazırlanmışlar. İş anlaşıldı. ... Dört düşman gemisi Trabzon önünden batıya,
bize doğru açılmışlar. Bu sırada direkteki nöbetçi uzakta gemi dumanı gördüğünü
söyledi. Hemen kuzeye döndük. Peşimizden gelen nakliye gemileri sebebiyle
düşmana görünmek istemiyorduk. Bir taraftan da karanlık olmasını bekliyorduk.
Derken karanlık oldu. Bu sefer de İstanbul’dan gelen bir telgraf, Trabzon’da
dört büyük, dört küçük düşman gemisinin kuzey-batıya doğru öğle vakti hareket
ettiklerini haber veriyordu. Hesap ettik, tam saat dokuzda bizim yolumuza
uğruyor. Gece işaret vermek, yerimizi belli etmek olacağından vazgeçtik.
Allah’a tevekkül ile yolumuza devam ediyoruz. Anlaşılan, bir tesadüf yahut
düşman bizi haber almış. Mamafih, bakalım Cenab-ı Hak inşallah korur.”
Enver Paşa’yı götüren gemi ve
ardındaki nakliye gemileri Trabzon’a yanaşmaktan vazgeçerek Rize’ye gelirler.
Burada yüzlerce kayık ve çoluk- çocuk, halkın desteğiyle gemiler çabucak
boşaltılır.
13 Aralık 1914 -
Erzurum
“Ruhum,
“İşte bir hafta
oluyor ki, senden ayrı yaşıyorum. Fakat bu yaşayış ruhsuz bir vücudun dünya
yüzünde kalması gibidir. Bütün düşüncem size dönük. Zihnim daima, acaba ne
yapıyorsunuz, nasılsınız gibi bin türlü soruyla dolu. Ah! Naciye, sensiz
yaşayabilmenin cidden imkân dışı olduğunu, bütün varlığımla duyuyorum. ... Her
taraf askerle ve karla dolu. İnşallah askerin bu hevesi sayesinde iyi olacak.
... Elmasım, cicim, izninle güzel yanaklarından, dudaklarından, her yanından
öpüp, kucaklayayım da, uzakta daima sizi düşünen bir vücut bulunduğunu daha
yakından hissedesiniz...”
17
arkadaşımmış.17
“... Bu kıtalar
dünkü askere göre daha iyi giyinmiş ve gösterişli. ... On iki saat at sırtında
bulunarak sonunda karargâha döndük. Tepelerde güneş var; hava adeta sıcaktı;
vadiler hizasında sis ve soğuk. Karargâha geldiğimde bıyıklarım ve kirpiklerim
buz tutmuş, bembeyaz olmuştu...”
“Bu gün süvari fırkasını
gördüm; pek hoşuma gitti. Subayı, erleri ve hayvanları hep genç. Dün akşam bir
Rus keşif kolunu basmışlar. ... Doğrusu ordudan ümidim pek çok; inşallah
yakında Cicimi de sevindirecek haberler vermeyi Allah nasip eder. ...
Allah’ımdan bize üstünlük ve zafer vermesini temenni ederim. Sen de dua et
olmaz mı meleğim...”
17 Enver
Paşa’nın sözünü ettiği sınıf arkadaşı, 83. alay komutanı Ethem Beydir.
E |
NVER Paşa Savaş Bakanı olduğunda,
ilk ve en âcil işi doğal olarak ordunun yeniden kurulması olacaktı. Bunun için
kendisinden önce gelmiş olan Alman Askerî Heyeti en büyük yardımcısıdır. Bu
heyetin sayısı ve yetkileri genişletilir. Heyet başkanı von Sanders, Ordunun
durumunun hiç de iç açıcı olmadığını yazar. Subayların askere ve araç gereçlere
itinası yoktur. Bir yanda depolarda açılmamış ambalajlar içinde malzemeler
dururken, aynı anda asker sıkıntı çekmektedir. Atlı birlikler alabildiğine
bakımsızdır.
“İstanbul’da dıştan
görülen büyük ve güzel askerî binaların içleri ise, yürekler acısı bir
harabeydi. Bütün köşeleri pislik doluydu. Biz düzeltmeye kalktığımız zaman,
komutanlar daima, bu işler için bütçede para olmadığını söylerlerdi. Hakikatte
ise, bulunmayan para değil, intizam, temizlik ve gayret fikri idi. Türkler,
Alman subaylar tarafından işe zorlanmaktan hoşlanmıyor, alıştıkları anlayışın
devamına çalışıyorlardı. Bir çok Türk subayının samimi kanaati ise, büyük
rütbeli insanların, bizim yaptığımız küçük işlerle uğraşmasının yakışıksız
olduğu merkezindeydi. Fakat ısrarımızla yavaş yavaş subayların gittikçe büyüyen
bir kısmı bize yardımcı olmaya başladı. ... Teftiş edeceğim birliklere, Levazım
Dairesi süratle yeni elbiseler gönderiyor, teftişten sonra bunları geri
alıyordu...”
Von
Sanders, Çorlu’da denetlediği bir birliğin perişan halini anlatır: Askerler
çıplak ayakla eğitim yapmaktadır, subaylar altı-yedi aydır maaş alamamış, erat
kazanlarından karınlarını doyurmaktadır, erler ise yıllardır para yüzü
görmemişlerdir; bakımsız, zayıf ve üst-başları perişandır.
“Türk askerî
hastanelerinin çoğunun durumu korkunçtu. Pislik ve akla gelebilecek bütün kötü
kokular, pek dolu olan hastane koğuşlarını tahammül edilemez hale sokuyordu.
Bazı teftişlerimde ağır hastaları, benden gizlemek için kapalı yerlere konmuş
ve ölüme terkedilmiş gördüm. ... Askerî heyette en yüksek rütbeli hekim olan
Prof. Dr. Mayer, askerî hastanelerde kısa zamanda büyük değişiklik yaptı ve iyi
bir şekle soktu. Savaş sırasında Türk hastanelerinin görevlerini hakkıyla
yapmaları, bilhassa bu zatın gayretiyle oldu.
Askerî heyetin ordu
hizmetlerinin her sahasında başardığı işlerin bize bir hayli düşman
kazandırdığı
muhakkaktır. Ama, buna karşılık pek çok kimsenin, bu gayretlerle ordunun Balkan
Savaşı’ndaki durumuna göre bir hayli ileri gittiğini düşündüğü de bir
gerçektir. 1914 ortalarında, merkezdeki ve kıtalardaki çalışmaların dışında,
özellikle İstanbul’da Piyade, Sahra Topçusu, Yaya Topçu Okullarına ve
Ayazağa’daki Süvari Gedikli Okuluna Alman yönetici ve öğretmenleri verildi ve
eğitim planları genişletildi. Bundan başka Süvari Subay Okulu ve Ulaştırma
Okulu kuruldu.”
Von
Sanders ile Enver Paşa arasında ve diğer Alman subaylarla Türk subayları
arasında yer yer sürtüşmeler ve tartışmalar da olur. Bir keresinde Enver Paşa,
Türk ordusundaki Alman subaylarının çalıştırılacakları yerlerin, bizzat kendisi
tarafından tayin edileceğine dair emir çıkarmış, Von Sanders’in istifa
teşebbüsüne kadar ilerleyen tartışmalar olmuş, sonunda mesele kapatılmıştır.
Ama, Almanların askerî bilgi, teknik ve eğitim yardımlarının orduya katkıları
söz götürmez başarılardır. Enver bu konuda en büyük destektir. Liman Paşa, “Enver’in
en büyük meziyeti, kendi ordusu için yapılan tavsiyelerin doğruluğuna
inandıktan sonra, elinden gelen bütün gayreti harcayarak ve Savaş Bakanı
sıfatıyla bütün yetkilerini kullanarak, savaş esnasında bunları düzeltmeye
çalışması olmuştur.” diye yazar. Fransa’nın İstanbul’daki ataşemiliteri,
Osmanlı ordusundaki olağanüstü gelişmeyi kendi genel kurmayına bildirdiğini,
fakat kendisine inanılmadığını yazar. Irak Cephesinde Türklere esir düşecek
olan İngiliz general Towsend de, bu cephede gördüğü askerler için, “Balkan
Savaşındaki askerler değildi; maalesef bunu daha önce anlamadık. ”
demiştir. (Nakleden z. n. Aksun, Enver
Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.76)
Ordunun
ıslahının uzun zamandır gündemde olduğu, ancak buna cesaret edilemediği
bilinmektedir. General A. Fuat Erden şöyle yazar:
“Bu
güç işi ancak, kendisinden korkulan adam, Enver Paşa yapabilirdi. Enver Paşa,
generaller ve üst rütbeli subaylar arasında kökten bir tasfiye yaptı. Komuta ve
kurmay katlarına genç ve enerjik adamlar getirdi. Anarşiyi kökünden giderdi.”
(Erden, a.g.e., s.28)
Enver
Paşa, geldiği yer için çok genç olan yaşına rağmen, Balkan Savaşının
tecrübesini yaşamış ve özellikle üst subay grubunun yeteneksiz, kararsız ve
korkak durumlarını yakından görmüştü.
İsmet
İnönü şöyle değerlendirir:
“Enver Paşa Balkan
Savaşını yapan orduyu tümüyle değiştirmiş ve yeni bir ordu kurmuştur. Bu
savaşta bulunan komutanların hemen hepsi emekliye ayrılmış ve yeni orduda
miralaylardan kolordu komutanı, kaymakamlardan tümen komutanı ve yeni
generallerden ordu komutanı tayin edilmiştir.” (İnönü, a.g.e, s.84)
Enver
Paşa’dan beklenen temel işlerden biri de orduyu siyasetten uzaklaştırmaktı.
Yukarıda bir ölçüde dokunduğumuz bir gelenekten gelen ve siyasetin günlük
çekişmeleri içinde yuvarlanıp giden bir orduyu, kendisi de siyasetin tam
ortasında olan bir insan ne ölçüde siyasetten arındırabilirdi? Gelenekleşmiş
yapılar böyle köklü bir operasyona dayanabilirler miydi? Şüphesiz, benzeri bir
çok korkular yaşanmıştır. Ama, sonradan yazan herkes, Enver Paşa’nın, hiçbir
sızıltıya mahal vermeden başardığı, ordunun yeniden düzenlemesini sadece
övmüşlerdir. İnönü, bu büyük hamlenin, Enver Paşa’nın elinde mümkün olan en az
haksızlıkla başarıldığını söyler: “Haksızlığa uğramış mağdurlardan da
bahsedildiği olmuştur; ancak, böyle bir tasfiye, Enver Paşa’nın elinde nisbeten
en az haksızlıkla yapılmıştır denilebilir. Yeni ordunun kurulmasında ve bu
ordunun ümitsizlikten kurtulup yeni bir çalışma şevkine sahip olmasında Enver
Paşa’nın kuvvetli disiplini âmil olmuştur....”
Enver
Paşa’nın orduda yaptığı bu keskin ıslahatın ilgi çekici anekdotlarından birini
Ahmet Emin Yalman anlatır: “Bu arada müşir Şevket Paşa’nın oğlu Mazhar
Paşa’nın teğmen rütbesine indirildiğini, bunu güler yüzle karşıladığını, bir
taraftan da Tanin gazetesinde harita çizdiğini hatırlıyorum. ” (Ahmet Emin
Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, İstanbul- 1970, C.I,
s.197)
Ordu
üzerindeki ikinci hamle, askerî siyasetten uzaklaştırmaktır: “Enver Paşa bu
tasfiyeyi yaptıktan sonra, bütün gücünü orduyu siyasetten ayırmaya hasretti.
Çok yakın arkadaşlarını, beraber ihtilalde bulunmuş kimseleri - aralarında
küçük rütbeli olanlar da dahil - hepsini ordudan çıkardı. Bunlara dışarda
vazifeler bulundu; kendilerine itibar edildi. Bir kısmına Parti içinde işler
verildi. Özetle, siyaset yapmış, siyasete heves etmiş olanları ordu içinde
bırakmadı. Bu hareketi yapmak şarttı.... Enver Paşa, subayların Cemiyet içinde
bir teşkilat olmasını ortadan kaldırmıştır. ” (İnönü, a.g.e, s. 83,
85, 141)
Halil
Menteş şöyle anlatır:
“On Temmuz
ihtilaline fiilen katılmış olan subayları ordudan ayırarak, sivil hizmetlere
naklettirdi. ‘Orduda herkes, düşünce ve dikkatini askerî görevine hasredecektir
ve siyaset safında orduyu yalnız Savaş Bakanı, bugünlük ben, temsil edeceğim.’
emrini verdi. Bütün üst subaylar ve subaylar, O’nun kararıyla uygulaması
arasında bekleme olmadığını ve ülküsü uğrunda en yakınına dahi son darbeyi
vurmakta tereddüt göstermeyeceğini bilirlerdi. Yakın arkadaşlarından siyasete
kaymak meylinde olanları huzuruna çağırır, ‘Üniforma ile siyaset birleşmez;
sizi ikisinden birini seçmeye davet
ediyorum;
siyasetle uğraşmak istiyorsanız, Ali Fethi’nin yaptığı gibi askerlikten
çekiliniz, milletvekili olmanız için Partiye tavsiyede bulunurum; yahut asker
kalmayı tecih ediyorsanız, siyasetle uğraşmayacağınıza dair askerlik namusunuz
üzerine söz veriniz, aksi takdirde, hakkınızdaki kararım şiddetli olacaktır.’
derdi.18 Bu
şekilde, cüretli ve azimli, aynı zamanda sevilir bir otorite, az zaman içinde
disiplinli, yüksek eğitimli bir ordu meydana getirdi. Bu ordu, dünyanın en
kudretli, en savaşçı İngiliz ve Fransız ordularını donanmalarıyla birlikte
Çanakkale’den sürüp kaçırarak, tarih boyunca ebedî bir zafer harikası yarattı.
Millî Mücadeleyi kazanan ordu da, bu ordunun savaşlarda pişmiş genç
komutanlarının sevk ve idare ettiği ordudur.” (Menteş, a.g.e, s.251,
252)
Enver
Paşa’dan pek hoşlanmayan (yahut sonradan öyle görünen) nadir subaylardan biri
olan Miralay Şerif Bey, Paşa’nın Savaş Bakanı olarak yaptıklarını şöyle
anlatır:
“Eski
alışkanlıklarına uyup ayak sürçerek, atandıkları komutanlıklara en kısa sürede
gitmeyen komutan ve subaylar derhal emeklilik emrini aldılar. İtiraz sözü ağza
alınmaz oldu ve herkese bir çeviklik, bir sür’at, bir askerlik geldi. Ordu yeni
bir dünyaya doğdu. Savaş Bakanlığının açık kapıları kapandı ve içeriye iş
sahiplerinden başka kimse giremez oldu. Bütün işler, Almanya’dan gelen Islah
Heyetinin de yardımlarıyla, kırtasiyecilikten uzak, sade bir şekilde yürümeye
başladı ve ordumuz orduya, subaylarımız subaya benzedi. Herkes gördü ki, akıl
ve irfan, kanun ve nizam yolunda Türkler de pek uygun yol arkadaşı olabilirmiş.
“Enver, Islah
Heyetinin taşkınlığını şiddetle yasaklar ve itirazlarına rağmen bildiği yolda
giderdi. O zamanki Enver, Osmanlı tarihinin birinci defa gördüğü yenilikçi,
çalışkan, keskin ve azimli bir Savaş Bakanı idi. Savaş Bakanlığının ve Genel
Kurmay Başkanlığının şube müdürlüklerine en temiz ve kudretli tanınmış
komutanları geçirmesiyle, ordunun savaşa hazır şekilde yetiştirilmesi imkânı
itirazsız elde edilmişti. Gerek Trablusgarp’taki hizmetleri ve gerek Birinci
Dünya Savaşı’nın ilanına kadarki çalışmaları, hemen herkese, Enver’in iyi bir
teşkilatçı olduğu fikrini vermişti.” (Köprülülü Şerif [İlden], Sarıkamış,
İstanbul 2005, s.102)
Bu
noktada İsmet İnönü’nün bir değerlendirmesine daha yer verelim. Enver Paşa’nın
Almanlara fevkalade tutkun ve tesirleri altında olduğunu, sıradan bir gerçekmiş
gibi tekrar edenler vardır. Halbuki İnönü şunları söylüyor: “Enver Paşa’nın
Alman Islahat Heyeti’yle ilişkilerinde, Almanlar’a tâbi olduğu söylenemez.
Bilakis, Almanlar ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. Ancak,
kendisi zayıfladıkça, askerî kabiliyetlerinin ve vasıtalarının mahdut olduğunu
anlamağa, öğrenmeğe başladıktan sonra, nihayet Almanların sevk ve idaresinin
bir vasıtası haline gelmesi zaruri olmuştur. ” (İnönü, a.g.e.,
s.142)
Ziya
Nur Bey, bu tahlilin evveli ile sonu arasında tezat olduğunu ve bunun da
İnönü’nün üslubundan doğduğunu söyler: “Türk-Alman
işbirliğinde,
Enver başka maksat gütmüş, Almanlar başka gayelerde olmuştur. Enver, teknik ve
iktisadı imkânları mahdut bir devletin başında idi. Onun Alman iktisadî
yardımına, tekniğine, silah ve mühimmatına ihtiyacı vardı. Almanlar, kendi
yüklerini hafifletecek hareketlere para ve silah veriyorlardı. Enver onlara
yarayacak askerî hareketleri teklif ederek yardım almak durumundaydı. Bunların
esas kullanışını, memleketi ve devleti için lüzumlu taraflara aktarmak
istiyordu. ” (Z. N.Aksun, Enver Paşa ve
Sarıkamış Harekâtı, İstanbul 2006, s.39)
Şu
noktaları da eklemeliyiz ki, Kafkasya olayları, Ordunun Bakü’ye girişi Enver’in
de, ordunun da en zayıf zamanlarında yaşanmıştır ve Enver Paşa’nın hiç de Alman
sevk ve idaresinin vasıtası olmadığı açıkça görülmüştür. Rusların savaştan
çekilmesiyle, çatışmaya başlayan Kafkasya üzerindeki Alman-Türk siyasetlerinde,
Enver Paşa yine istediklerini almış ve kendi kararlarını uygulatmıştır. Ruslar,
“İlhaksız ve tazminatsız barış” ilkesiyle çekildikleri halde, Brest-Litovsk
Anlaşmasında Almanlar, Ruslara Ardahan ve Kars’ın Türkiye’ye terkini kabul
ettirmişlerdir.
Kafkaslardaki
bu savaşlarda, ele geçen esirler arasında Alman subayları da vardır; yani Türk
birlikleri aynı zamanda ve bir ölçüde Almanlarla da savaşmışlardır. Doğrusu,
Alman subaylar Enver Paşa’nın kişiliğine daima saygı duymuşlardır; savaştan
sonraki tutum ve davranışlarında da bu saygı ve sevgi devam etmiştir. Bu
bakımdan, İnönü, “Kendisi zayıfladıkça, askerî kabiliyetlerinin sınırlı
olduğunu anlamaya ve öğrenmeye başladıktan sonra” derken, şifahi anlatımda,
bir başka anlam kastetmiş olmalıdır. Çünkü bu ifadeler, kendisinin anlattığı,
kendine güveni hiç sarsılmayan, kararlarından dönmeyen, hatta tartışmayan Enver
Paşa imajına da pek uygun değildir.
Ş.
Süreyya Bey’in kitabına aldığı, Enver Paşa’nın, Alman Islah Heyeti Başkanı ve
daha sonraki 5. Ordu Komutanı olan Liman von Sanders Paşa’ya gönderdiği 1915
yılındaki bir tebliğ, O’nun hiç de başı eğik olmadığını göstermektedir. Bu
tebliğde, sert bir üslupla, “Askerî Heyet Reisi sıfatıyla bugüne kadar
kullandığınız haklarınızdan, aşağıdaki yetkileri kaldırıyorum. ” denilmekte
ve bunlar beş madde halinde bildirilmektedir. (Aydemir, a.g.e., s.402-
403) Yine, savaş içinde Alman Başkomutanlığının, Liman von Sanders’in, Bronsart
Paşa’nın yerine Osmanlı Genel Karargâhı Kurmay Başkanlığına getirilmesi
isteğini reddetmişti.
Alman
askerî heyetinin başkanı ve Türkiye’deki en kıdemli Alman generali olan Liman
Von Sanders Paşanın, hatıralarında her vesileyle Enver Paşa’dan şikâyet etmesi,
onun pek de Almanların güdümünde olmadığına işaret etmektedir. Alman
Başbakanına yazdığı mektupta, “Enver’e karşı gereğinden çok hoşgörü”
gösterilmesi ve Türkiye’ye yardımın derecesi konusundaki demeçlerden yakınmakta
ve bunun, Alman Askerî Kurulunun çalışmalarını etkilediğini söylemektedir. Bir
örnek olarak, Alman Genel Karargâhının, Bağdat cephesinin üç, dört tümenle
desteklenmesi isteğine karşı Enver Paşa, “Bağdat’ın durumunu çok iyi
gördüğünü ve mevsim izin verir vermez Halil Paşa’nın bir taarruza geçeceğini
bildirdi. Böylece, Bağdat’taki ordunun güçlendirilmesine gidilmedi.” (Liman
Von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, İstanbul 1999, c.II, s.48) Kendisinin
dinlenmediğinden yakınan Sanders Paşa, “Türkler arasında etkinliğini
yitirdiği gibi, buradaki en kıdemli bir Prusya generaline yaraşmayacak bir
duruma da” düştüğünü belirterek istifa edeceğini Genel Karargâha bildirir.
(Sanders, a.g.e, c.III. s.10)
Şunu
ifade etmek zorundayız ki, Enver Paşa’yı ileri geri eleştirenlerin ve Almanlar
karşısında, güya millî duyarlık gösterenlerin çoğu, savaşa Alman parası ve
silahıyla girdiğimizi unutmuş görünürler. İsmet Paşa’nın yorumundaki son
cümleyi bu açıklama ışığında anlamak gerekir; burada zayıflayan Enver değil,
ordudur. Bu katı gerçek, sağlıklı yorumlar için unutulmaya gelmez. Ayrıca, biz,
bir dünya savaşının içindeydik; müttefiklerimiz ve düşmanlarımız vardı. Askerî
bakımdan bu savaşın sonucunun Avrupa’da alınacağı da kesindi; kim kazanırsa
kazansın, batıda kazanacaktı. Enver Paşa da diğerleri gibi bunu biliyor ve
anlaşmasına sadık kalıyor, müttefiklerinin savaşı kazanmasına destek oluyor
idiyse, bunda kınanacak bir yön yoktur; açık ki, Almanlar kazansaydı, biz de
kazanmış olacaktık. Bu noktayı, ortalıkta dolaşan dedikodular üzerine Enver
Paşa, yurt dışından Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı, biraz kınayıcı, biraz
sitemkâr mektupta dile getirir. Diyor ki, sen de askersin; savaşın, asıl batıda
kaybedilip veya kazanılacağını bilirsin; bu durumda kaderimizi birleştirdiğimiz
Almanları rahatlatacak askerî hareketlere girmemin eleştirilecek ne yanı
vardır?
18 İleride
göreceğiz ki, aynı sözleri Mustafa Kemal Beye de söyleyecektir.
T |
ÜRKLERİN Avrupa topraklarından
çıkartılması anlamına gelen Şark Meselesi konusunda ünlü Fransız tarihçi Albert
Sorel şunu söyler: “Şark Sorunu, Türklerin Avrupa’ya ayak basmalarıyla
başlar.” (T. g. Djuvara ve
Emir Şekip Aslan, Türkiyeyi Parçalamak İçin Yüz Plan, İstanbul-1979,
s.19)
Türk/İslamların
Avrupa’dan atılması gayesi hiç değişmemiştir. Romen diplomat Djuvara,
Avrupalıların Osmanlıyı parçalamak için yüz plan hazırladıklarını tespit
etmiştir. Djuvara’nın kitabına bir önsöz yazan Fransız hukukçusu Louis Renault
şunları söyler: Bu projeler Haçlı seferlerinin devamı olarak “Kutsal
toprakların alınması, bunun ardından Türklerin Avrupa’ya yerleşmelerine karşı
hazırlanmıştır.” Birinciler, halkın dini duygularını harekete geçirmek
üzere papalar tarafından, ikinciler ise Avrupalı krallar tarafından
hazırlanmıştır. Ayrıca, Erusmus, Leibnitz ve Volney gibi zamanın düşünürleri de
kendilerince planlar hazırlamışlardır. (Djuvara, a.g.e. s.19, 21)
“Hıristiyan
milletler altı yüz yıl boyunca, aralıksız olarak Osmanlı Devleti üzerine
saldırdılar. Politikacılar, bakanlar, yazarlar, durup dinlenmeden bu devletin
parçalanması ve taksimi için planlar yapıp durdular.”
(Djuvara, a.g.e. s.191) Avrupa kültürünün sabit fikir haline gelen bu
hasta tutumunun, hariciyecilerimizden Osman Olcay şu özelliğine dikkati
çekmiştir: Osmanlının “sadece imparatorluk olarak değil, soy ve ulus olarak da
(Avrupa’dan)atılmasına çalışılmıştır.” (Osman Olcay, Sevr Anlaşmasına Doğru,
Ankara-1981, s. X) Bizim Avrupa’da geri attığımız her adımın facialarla
dolu olması, çekildiğimiz her toprak parçasında mezar taşlarımıza kadar
kırılması bu hasta anlayışın işaretidir.
1912
yılında yapılan bir anlaşma bu hasta tutumun ibretli ve komik bir
göstergesidir. “Türkler bu güzel beldeyi (İstanbul) gerektiği gibi ıslah
edemezler; gerekli paraya sahip değillerdir. En güzel çare, onu devletler arası
bir şehir haline getirmektir. Bu
sebeple Haydarpaşa ve Asya tarafından bir kısım arazi Almanların, Beyoğlu ve
civarı Fransızların, Boğaziçi Rusların, Denize kadar Galata tarafı
Avusturyalıların, İstanbul tarafı İngilizlerin olmalıdır. İtalyanlar
Trablusgarp’ı işgal ettiklerinden Türkiye’nin başşehrinde onların hakkı
kalmadı.” (Djuvara, a.g.e. s.185)19
On
dokuzuncu yüz yılın ortalarından itibaren Avrupalı devlet adamlarının Osmanlıya
bakışı aşağılayıcıdır; Sultan Abdülaziz Han’ın Sadrıazamının Osmanlıyı tasviri
de hicranlıdır. Şöyle diyor: “Devlet-i âliyye kabuksuz bir yumurta gibidir;
bir taraftan birileri dokunacak olsa, maazallah akıp gidecektir. ”
1914’lere gelindiğinde, İmparatorluğun
perişanlığı içinde, gücü ve iradeyi temsil eden tek kuruluş vardı:
İttihatçılar. İttihatçılar, okumuş kesimlerin bu hali karşısında halkı temsil
eden güç kaynağı idiler. Enver Ziya Karal bu gücü üç sebebe bağlar: 1.
İmparatorlukta en yaygın teşkilat İttihat ve Terakki’ninki idi. 2. Bu teşkilat
aydınlar, eşraf ve ordunun subay kesimine dayanıyordu. 3. “Parti
liderlerinin karakteri ve ülkücülüğü. Enver, Talat ve Cemal üçlüsü,
İttihatçıların beyni ve ruhunu temsil etmekte idi. Genç, dinamik ve pervasız
idiler..........................................................
Bu kadro, memleketin içinde bulunduğu
durumun
perişanlığı karşısında kötümser değillerdi. Bu perişanlığa son verilebileceğine
inandıkları bir ülküleri vardı. Bunun temelini Osmanlı İmparatorluğu’nun tam
bağımsızlığı ve güvenini sağlamak teşkil ediyordu.” (Enver
Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara-1996, c.IX, 375 )
Osmanlının
savaşa giriş zorunluluğunu değerlendirebilmek için, Birinci Dünya Savaşı
öncesinde, dünya politikası içindeki yerini ve gücünü nesnel ve soğukkanlı bir
şekilde anlamak gerekir.
Şunu
açıklıkla görmeliyiz ki, dünya politikası, Osmanlı Devleti dışındaki devletler
arasında oluşuyordu ve Osmanlının hiçbir ağırlığı yoktu. Hele, Balkan
felaketinden sonra, Osmanlı, sadece paylaşılması diğer devletler arasında sorun
olan bir konu idi; ama, paylaşma kavgalarında kimsenin Osmanlıya bir şey
sorduğu yoktu. Osmanlının siyasi gücü de, askerî gücü de yok sayılıyordu.
Çıplak gerçek budur.
Esasen,
Tanzimat’tan beri, Osmanlının “tamamiyet-i mülkiyesi” yani ülke bütünlüğü,
Cevdet Paşa’nın ifadesiyle devlet adamlarımızın “maharet-i kalemiyesi ile”
korunmaya çalışılıyordu. Sultan Abdülhamit döneminde buna bir dereceye kadar
Hilafet kurumunun gücü eklenebilmişti. Fakat, Osmanlıyı
ayakta
tutan, sömürgeci devletlerin kendi aralarındaki rekabet ve dengeler ve kendi iç
sebepleri idi. Bu sebepler paylaşma sürecini geciktiriyordu. Osmanlı devlet
adamları ise, bu rekabet ve dengelerden yararlanmaya çalışarak, en az
kayıplarla günü kurtarmaya çalışıyorlardı. Bütün iyi niyetli gayretlere rağmen,
on dokuzuncu yüzyıl boyunca yapılanlar Osmanlıyı, bir batılı devletin desteği
olmadan ayakta durabilecek duruma getirememişti; hüzünlü de olsa, gerçek budur.
Osmanlı Devleti Kırım Savaşı’ndan sonra Avrupalı devletler tarafından kurulan
hiçbir ittifaka alınmamıştır; sürekli itilmiş ve yalnızdır. 93 Savaşı’nda
Ruslar İstanbul’un Yeşilköyü’ne zafer anıtı dikmiş, Balkan Savaşı’nda Bulgarlar
nerdeyse İstanbul’a girmişti. Almanya dahil bütün Avrupalı devletler, Avrupa
topraklarımızı terk etmekten başka çaremiz olmadığını, dostça öğüt verir gibi
bize bildiriyorlardı.
Yirminci
yüz yıla girerken İngiltere Kıbrıs ve Mısır’a egemen olarak Hindistan yolunu da
az çok güvenlik altına almıştır. Rusya’nın Kafkaslardan Basra Körfezi’ne doğru
sarkmasını engellemek öncelikli meselelerinden biridir. Ancak, on dokuzuncu yüz
yıl içinde gittikçe güçlenen Almanya’nın yarattığı tehdit, dış politika sorunu olarak
öne çıkmaya başlamıştır. İngiltere Almanya’yı tehlikeli bir rakip olarak
görmektedir. Fransa doğal müttefiki olsa da, Rusya olmadan, hele Rusya’nın
Almanya safında yer alması halinde bu güçle başa çıkamayacağı kanaatindedir.
İşte bu değerlendirme ve gerçek, İngiltere’nin Rusya siyasetini büyük ölçüde
etkilemiş ve bu devleti Alman saflarında görmemek için, Osmanlının bütünlüğü
meselesinden kolaylıkla vazgeçmiştir. Şark Meselesi’nin Osmanlının Asya
topraklarının da paylaşılması şeklinde sona yönlendirilmesi bu siyasi arka
planda olmuştur.
Reval
Mülakatı olarak bilinen, Fransa’nın aracılığıyla Rus Çarı ve İngiltere Kralının
görüştükleri toplantıda, bu üç büyük devlet anlaşmışlardı. Bu ülkelerin Osmanlı
paylaşımında birbirlerini gözetlemelerinden doğan dengelere dayanan Osmanlı,
artık yalnız kalmıştı. “Şimdiye kadar iyi kötü Rus ve İngiliz
anlaşmazlıkları arasında nefes almaya uğraşan Türkiye, artık bu dayanağı da
kaybetti. Çırılçıplak kendi başına kaldı.” (1.Dünya Savaşında Türkiye,
Hazırlayanlar: Mehmet Okur, Selçuk Ural, Erzurum 2001, s.21) Meşrutiyet
sonrasında Hükûmet, büyük devletlerden birine yaslanarak kendine çeki düzen
verme yolunu dener. İngiltere’ye kalabalık bir heyet gönderilir; bu heyet “Hatta
himaye talebine kadar işi götürdü. ”(A.g.e., s.23) Ama, kabul edilmez.
Yüzünü Almanya’ya dönen Bâbıâli, buradan da olumlu bir sonuç alamaz.
Ve,
herkes her şeyi gerektiğinden iyi biliyordu; yani, sorunun Osmanlının
paylaşılması olduğunu, bunun için gizli-açık çekişmelerin sürdüğünü, bütün
hükümetler biliyordu. Başarılı denilen hükümetler, bu çekişmeleri yakından
izleyip, doğru değerlendirmeler yaparak ona göre politik ilişkiler kurmaya
çalışanlardı. Fakat unutulmasın ki, Cevdet Paşa’nın “maharet-i kalemiye” dediği
bu politik çıkışlar, sonuçta, hastaya bir kaşık su vermekten öte değildi. Şüphe
yok ki, son söz iktisadî ve askerî gücündü; o da Osmanlıda yoktu. Mahmut Muhtar
Paşa’nın ifadesiyle, “1912 Balkan Savaşı ile çok zayıf düşmüş, manen pek
küçülmüş ve dermansız kalmış olan Türkiye parasız, silahsız, mühimmatsız ve
teçhizatsız idi.” (Mahmut Muhtar, Maziye Bir Nazar, İstanbul 1999,
s.226)
Şubat
1913’te Fransa’ya gönderilen eski Başbakan Hakkı Paşa ve maliyeci Cavit Bey’in
Fransa Hükûmeti’nden bütün talebi, Osmanlı Hükümetinin Paris Borsasından
borçlanabilmesi için izin verilmesinden ibaretti. Başka hiçbir imkânları
kalmamıştı...
İleride
göreceğiz ki, hiçbir devlet, “Oklanmış avımızdır.” diye gördüğü Osmanlıyı
ittifakına almayacaktır. Kimisi taleplere cevap bile vermeyecek, Rusya ise alay
edecektir.
Osmanlının,
kişisel olarak hepsi de son derece onurlu olan yöneticileri, bu aşağılayıcı
tavırlar karşısında yine de kapı kapı dolaşmaktan başka yol bulamayacaktır.
Osmanlının Ankara’dan Sivas’a demiryolu yapmasına Rusya’nın izin vermediğini
bilirsek, bilinmesi gereken başka şey kalır mı? (F. Rıfkı Atay, Zeytindağı,
İstanbul-1964, s. 27 )
Balkan
Savaşı sonunda Osmanlı Devletinin durumunu değerlendiren Hik-met Bayur, bize
ağır gelse de şunları söyler: “Gerek Bağdat, gerek Doğu Anadolu demiryolları
işlerinin açıkca gösterdiği gibi, Osmanlı İmparatorluğuna bizim şimdi
Cumhuriyet döneminde anladığımız ve alıştığımız anlamda ‘Devlet’ adını vermek
elden gelmez. Bu ‘devlet’ bir demiryolu, liman, rıhtım veya herhangi bir
bayındırlık işi gördürebilmek, gümrük ve vergilerini, işine geldiği gibi
düzenleyebilmek için biteviye yabancılara başvurmak ve onlardan ödünler
karşılığı olarak izinler koparmak zorundadır; yani Devletin varlığının en belli
başlı temellerinden biri olan mali ve iktisadi işlerde eli, ayağı bağlıdır ve
kâh açıktan açığa, kâh içten içe kendisine düşman olan yabancı devletlerin
boyunduruğu altındadır.” (Bayur, a.g.e. c.2, kısım:1, s.510)
Çok
daha uzunları eklenebilecek olan bu tespitten sonra kısa bir yorum yapalım:
Osmanlı, tartışılabilecek çeşitli sebeplerle artık tükenme noktasına gelmiştir
ve Osmanlı aydınları bunu pekala görmektedir. Ama yapabilecekleri bir şey
yoktur. Sihirli formüllerin, meşrutiyet, meclis gibi teranelerin kurtarıcı
olmadığını da ağır bedeller ödeyerek anlamıştır. Şimdi ne yapacaktır? Osmanlının,
Avrupa devletlerinden bir kesimine dayanarak gerçek ıslahatlar, kalkınma
hamleleri yapabileceği bir zaman kazanma şansı da kalmamıştır. Bu hamlelerin de
kısa sürede olamayacağını anlamışlardır. Bunu en erken anlayan ve eğitim,
ulaştırma, iletişim gibi alanlarda büyük hamleler gerçekleştiren Sultan
Hamit’in vardığı nokta da ortadadır; yarım kalmıştır.
Savaş
bulutları toplanmaya başladığında, Osmanlı aydınları, her şeye rağmen
yaslanacakları bir devlet aramakta idiler; ama bulamayacaklardır.
Enver
gibi gece gündüz devletini düşünen, ölçen, tartan bir asker için, elinde
insandan başka bir imkân kalmadığını görmek zor değildi. Evet, Osmanlının
elinde eğitimsiz, silahsız, düzensiz de olsa imanından şüphe etmediği bir insan
unsuru vardır. Çıkacak savaşta tarafsız kalmak, ölümü oturarak beklemekti. Ne
Enver, ne o nesil böyle bir hacaleti kabul edemezlerdi. Tek yol vardı:
savaşmak! Kendisini yok etmeye karar vermiş devletlerden merhamet dilenerek
varılacak bir nokta yoktu. En kötü ihtimalle savaşarak kaybetmek! Enver ve
arkadaşları tarihin en doğru kararını vermişlerdir. Ama, bu hiç de kolay
olmayacak, taraflardan hiç biri bu tükenmiş devleti yanında görmek
is-temeyecekti...
*
* *
Hikmet
Bayur, sömürgeci devletlerin paylaşma sürecini şöyle maddeleştirir:
a-
Bir büyük devlet bir yerde bir şey kaparsa, öbürlerinin eli boş kalmamak
“hak”kı vardır.
b-
Herkesin payı arasında aşağı yukarı bir denklik olması bu “hak”kın gereğidir.
c-
Devletlerin her biri “hak”kını, coğrafya bakımından kendisine en elverişli
yerlerde aramalıdır.
ç-
Büyük devletlerin bu paylaşma işinde birbirlerine karşı baskın biçiminde
davranmayarak önceden anlaşma yapmaları ve böylelikle barış için tehlikeli
gerginlikler doğmasını önlemeleri faydalıdır.
d-
Bu devletler aralarındaki paylaşma anlaşmalarını, elden geldiği kadar örtülü
biçimde, kendisinden pay koparılan devlete -yani şimdiki konumuz Osmanlı
devletine- kabul ettirmiş olmaları ve bu payı oluşturan yerlerde imkân
dairesinde yalnız kendilerinin demir yolu, maden vesaire imtiyazı almaları az çok
usuldendir.
Bu
usullerin XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında olgunlaştırıldığını
söyleyen Bayur şöyle devam eder: “Paylaşma işi bu suretle büyük devletler
arasında varılan anlaşmalarla olgun bir duruma geldikten sonra, ilgililerden
biri harekete geçer ve keyfiyet, beklenilen sonuca ulaştırılır; yani, herkes
payını alır.
“Bosna-Hersek,
Mısır, Trablusgarp; Fas ve İran işleri, türlü derecelerde bu kabil bir
diplomatik faaliyetten sonra bilinen biçimlerini almıştır. ”
(Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Ankara 1983, c.II, Kısım.3,
s.3)
*
* *
Osmanlı
Hükümetleri, Kapitülasyonların biraz hafifletilmesi için çeşitli teşebbüslere
girmekte, ancak sonuç alamamaktadır. Almanya, Avusturya ve İtalya 1909 ve 1912
Uşi Anlaşmasında bir ölçüde kabul etmişlerse de, uygulamaya geçebilmek için
öbür devletlerin de rızasını almak gerekmektedir.
1913
yılı itibariyle, büyük devletler Osmanlının Asya topraklarının paylaşılması
vaktinin henüz gelmediğini düşünmektedirler; Rumeli toprakları esasen son
hududuna çekilmiştir. İngiltere ve Fransa, Osmanlı paylaşmasında alacakları
toprakların, Almanların Akdeniz’e inmesi (paylaşmada Orta Anadolu ve Doğu
Akdeniz bölgesi onlara düşmüştür) ve Rusların Boğazları ele geçirip Doğu
Anadolu’ya egemen olmasının yaratacağı tehlikelere değmeyeceği hesabını
yapmaktadır. Almanya, Anadolu’da gerekli ön hazırlıkları yapmadığını, hastane,
okul gibi hareket üsleri açmadığını düşünmektedir. Bu bakımdan paylaşma Almanya
için çok külfetli olacaktır; buna da henüz hazır değildir. Rusya’nın durumu ise
yüz yıllardır
bilinmektedir;
asgarisi Boğazlar ve çevresi olmak üzere, Trakya, Ege’deki adalar ve Doğu
Anadolu’yu istemektedir.
1905 inkılâbından sonra açılan Rus
Meclisinde Dışişleri Bakanı Melikof’ un ilk nutku, Boğazlar ve İstanbul’un
işgali üzerinedir. (Bu istekler, daha sonra Birinci Dünya Savaşı öncesinde
İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılacak olan paylaşım anlaşmasında aynen
yer alacaktır.) Balkan Savaşı’nda Bulgarların İstanbul’a yürüme tehlikesi baş
gösterince, en çok telaşa düşen Ruslar olmuş ve derhal Karadeniz donanmasını
kuvvetlendirmek üzere teşebbüse geçmişlerdir. Fakat, Ruslar da bu paylaşım
işini kendileri başlatmak istemezler; biraz daha hazırlık yapmak ve nasıl olsa
çıkacak olan bir savaşta işi bağlamak niyetindedirler. Büyük Devletler,
birbirlerinden de şüphe ettikleri, her an bir diğeri tarafından
aldatılabileceklerini düşündükleri için, sürekli teyakkuz halindedir ve
paylaşım konusunu hep sıcak tutmaktadırlar. Osmanlı Devleti’nin beklenmedik,
ani bir çöküşü ise savaş demektir ve bütün devletler dikkatle izlemektedir. Bir
Fransız sefirinin ifadesiyle, “Osmanlı Asya’sının paylaşılması, oyunun
konusu olacak; ancak sonuçta oyun Avrupa’da ve Avrupa için oynanacaktır.”
Hikmet Bayur’un sözünü ettiği paylaşma süreci uyarınca, Osmanlı Asya’sının
paylaşımı öncesinde, bu topraklar üzerindeki bir çeşit nüfuz alanı olarak
“çalışma alanları” belirlenmiş ve Osmanlı hükümetleriyle sayısız görüşmelerin
konusu olmuştur.20
Osmanlı
ile büyük devletler arasında bir çok anlaşmalar imzalanır. İngiliz elçisi bu
anlaşmalardan biri olan Bağdat Anlaşmasından söz ederken şunları söyler:
“Bağdat Anlaşması
denilen anlaşmayı görüşüyordum. Gerçekten bu anlaşma ile güdülen amaç, Küçük
Asya’yı nüfuz bölgelerine ayırmaktı; fakat, Sultanın haklarına saygı göstermiş
olmak için, bu tabirin kullanılmamasına son derece dikkat etmek gerekiyordu.”
(Bayur, a.g.e, c.2, kıs.3, s.476)
Bu
hesaplara göre, İzmit’ten Hatay’a kadar bütün Orta Anadolu Almanya’nın, bütün
Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Rusya’nın, İzmir- Antalya arası Ege bölgesi ve
Irak İngiltere’nin, Antalya bölgesi İtalya’nın, Mersin çevresi Avusturya’nın,
Filistin-Suriye ve İzmir-Marmara arası Fransa’nın, Batı ve Doğu Karadeniz’in
bir kesimi (Ruslarla birlikte) yine Fransa’nın ekonomik ve siyasi çalışma
alanları yani nüfuz bölgeleridir. Geri kalan Arap coğrafyası da İngiltere’nin
denetiminde olacaktır. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde İ’tilaf devletleri,
aşağı yukarı bu ölçülere göre Sevr’i bize
dayatmışlardır;
ancak doğal olarak Almanya ve Avusturya bu paylaşmada yoktur.
Bu
arada Ermeni meselesi, genel paylaşım içinde, Osmanlı toplumunda gittikçe artan
gerilimlere yol açarak gelişmektedir. Osmanlı Hükûmeti Doğu Anadolu bölgesinde
İngilizlere haklar tanımakla Rusları meseleden uzaklaştırabileceğini düşünür.
Fakat silah geri teper; İngilizler Doğu Anadolu için Ruslarla kapışmayı göze
almaz ve yapılan anlaşmadan cayarlar. Ne var ki bu gelişme, Rusların Ermeni
meselesine daha yakından sahip çıkmaları ve işin içine doğrudan girmelerine yol
açar. Rus Çarı, Almanya ile yaptığı gizli görüşmelerle onun açık itirazlarını
engeller. Hazırlanan ortak plan Bâbıâli’ye verilir. Buna göre Doğu Anadolu,
Erzurum, Trabzon ve Sivas birinci, Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır ikinci bölge
olmak üzere iki genel müfettişin denetimine verilecektir. Islahatları bunlar
yapacaktır. Büyük devletlerin rızasıyla tayin edilecek müfettişlere geniş
yetkiler verilmektedir.
Almanya,
6 Şubat 1914 tarihinde imzalanacak olan bu anlaşmanın uzun görüşme sürecinde,
bir ölçüde Osmanlıyı korumaya çalışmıştır. Osmanlı hükûmeti, halka ve İttihat
Terakki içindeki aktif unsurlara karşı görünüşü kurtarmanın ötesinde bir şey
yapamamış, büyük devletlerin baskılarına direnememiştir. Böylece, güya Doğu
Anadolu bölgesi Ruslara karşı büyük devletlerin güvencesi altına alınmış
olmaktadır. Rusya ile yapılan anlaşmada böyle bir güvence olmadığı gibi, bu tür
güvencelerin, Osmanlı söz konusu olduğunda hiçbir anlam taşımadığı da
bilinmektedir. Kırım Savaşı sonrasında imzalanan Paris Anlaşmasında Osmanlının
toprak bütünlüğü garanti edilmişti; 1878’de imzalanan İstanbul Anlaşmasıyla,
Kıbrıs’ın yönetiminin İngilizlere verilmesi karşılığı Rus yayılmacılığına karşı
bu devlet garanti vermişti. Balkan Savaşı öncesinde sınırların değişmeyeceği
ilan edilmişti. Bütün bunlar, kâğıda dökülü yazılı aldatmalar olmaktan öte bir
anlam ifade etmemişti. Sözü edilen bu anlaşma, Doğu Anadolu’da kurulacak Ermeni
Devleti’nin ilk adımı idi. Ne var ki, belirlenen iki müfettiş daha bölgelerine
varamadan 1. Dünya Savaşı çıkmış ve söz konusu ıslahatlar da suya düşmüştü.
Görünen
odur ki, Avrupalı hemen hemen bütün devletlerin ya doğrudan doğruya yahut
sömürdüğü ülkelerle ilgili olarak birbirleriyle bir meselesi vardır ve 1. Dünya
Savaşına bu kozları paylaşmak üzere girmişlerdir. Bu tür
düşünce
ve emellerin tamamen dışında olarak, sırf hayat ve hürriyetini kurtarmak için
uğraşan ve savaşa mecbur olan, sadece Türkiye’dir.
Tarih
göstermektedir ki, Osmanlı savaşa girmeseydi, paylaşma, yukarıda belirtilen
çalışma alanlarına göre olacaktı. Osmanlı buna hangi gücüyle karşı koyacaktı;
bütün devletler paylaşmadan payını alınca, Osmanlı kime dayanacaktı?
Osmanlının,
nasıl hassas dengeler arasında ayakta durduğunun bir örneğini, Almanya’nın
İstanbul büyükelçisinin kendi dışişlerine gönderdiği 7 Mayıs 1914 tarihli
belgeden görelim:
“Türkiye son
savaşlardan sonra dinlenmek ve ıslahatı uygulamak için istirahata muhtaçtır.
Fakat, Türkiye’nin geleceği, bu ıslahattan ziyade, Türkiye’nin düşünülen bir
paylaşımında, bizim mesele dışında tutulmamıza izin vermemize bağlıdır.
Devletler, Türkiye topraklarından herhangi bir yerin işgaline, Almanya’nın
Kilikya’yı işgalle karşılık vereceğinden emin oldukça, hiçbir devlet bir Türk
toprağını işgale cesaret edemeyecektir. Devletler nezdinde niyetimizin
ciddiyeti hakkında en ufak bir şüphe oluşursa ve bu noktada en küçük bir
zayıflık gösterirsek, bence Türkiye’nin mukadderatı belirmiş olur.”
Aynı
büyükelçi, 9 Mayıs tarihli belgede, Osmanlı Asya’sının paylaşılmasının
İngiltere, Fransa ve Rusya arasında bir çok kereler görüşüldüğünü ve şimdilik
geri bırakıldığını, ancak, “Almanya’nın Küçük Asya’ya bigâne kalmayacağına
dair beyanatı üzerine vaziyetin” daha da karışık bir hal aldığını; Rus
büyükelçisinin, Rusya’nın Türkiye’ye karşı tavrının, Almanların Küçük Asya’ya
yerleşmek istemesinden doğan endişe ile değiştiğini söylediğini ifade ettikten
sonra şunları anlatmaktadır:
“Bu münasebetle,
bundan bir iki gün önce Sadrazam bana dedi ki, ‘Almanya, kendisinin Küçük
Asya’da mesele dışında tutulmasına izin vermeyeceğini açıklamakla Türkiye’ye
yapmış olduğu hizmet kadar büyük bir hizmeti hiçbir zaman yapmamıştır.’..”
Büyükelçi şöyle devam eder: “Her ne kadar Almanların bir çıkar bölgesi
istemesi, vatandaşlarına ilk günlerde hoş görünmemişse de, bugün kendisi ve
çalışma arkadaşları görüyorlar ki, bu, büyük devletlerin paylaşma arzularına
karşı yegâne güvencedir. Gerçekten de -Alman bakış açısı değişmediği sürece-
Türkiye, büyük bir devletin Küçük Asya’ya saldırısından, ancak o devletin
mensup olduğu grup bir dünya savaşına sebebiyet vermeğe karar verdiği takdirde
korkabilir...” (Bayur, a.g.e., c.3, kıs.2, s.8-9)
Tekrar edelim ki, her şey biliniyordu
ve nerdeyse oyun açıktan oynanıyordu.21 Osmanlının
Roma büyükelçisi Nail Bey, İngiltere, Rusya ve Fransa’nın 9 Ocak 1913’te
Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere
görüşmelere
başladıklarını bildirir. “1914’te, ilk Genel Savaş patladığında, bu iş
bitmiş yani paylaşma anlaşmaları yapılmıştır. ” (Bayur, a.g.e., c.2,
kıs.3, s.16) Rus Dışişleri Bakanlığı, daha savaşın başlarında, savaş sonunda
uygulanacak taksim planını gazetelerde yayımlatmıştı. Bu yayının Osmanlıya ait
önemli noktaları şunlardır:
“Rusya Galiçya’yı
ve Anadolu’yu zaptedecektir.
“İngiltere
Türkiye’ye ait olan bilcümle Arap vilayetlerini ve Alman müstemlekelerini
kendisine ilhak edecektir.
“İtalya,
Avusturya’ya ait olan İtalya memleketlerini ve Avlonya’yı kandisine katacak,
buna karşılık Libya ve Esnaaşeri Yunanistan’a bırakacaktır.” (Fahri Belen, Birinci
Cihan Harbinde Türk Harbi, Ankara 1964, s.226)
İngilizler
için, Doğu Meselesi’nin sadece İmparatorluğumuzun topraklarının paylaşılması
değil, aynı zamanda ve önemle Hilafet gücünün yok edilmesi olduğunu bilmek
gerekir. Sultan Hamit zamanından itibaren gittikçe gücünü artırma yönünde
gelişen bu kurum, İngilizlerin Arap dünyasındaki emelleri için engel teşkil
edeceği gibi, asıl, halihazırdaki Hindistan üzerindeki tesirleriyle rahatsızlık
vermektedir. Bu bakımdan, Hilafet’in Türklerin elinden alınması ve etkisiz bir
konuma getirilmesi İngiliz siyasetinin temel belirleyicilerinden biridir. Rusya
da bu durumu bilmekte ve İngilizlerle olan ilişkilerinde uygun biçimde
kullanmaktadır. Londra’daki Rus sefirine gönderdiği telgrafta, Rus Dışişleri
Bakanı Sazanov şunları söylemektedir:
“Büyük Britanya’nın
İslamiyetin mübarek mahallerinin gelecekte de bağımsız bir İslam hükûmeti
yönetiminde kalması hakkındaki görüşüne İmparatorluk hükûmeti tamamiyle iştirak
eder. Ancak, bu mahaller, Padişahın Hilafet sıfatı geçmişte olduğu gibi
tanınarak, Türkiye hüküm ve nüfuzuna bırakılmak mı istenir yoksa yeni bağımsız
hükûmetler kurulması mı gerekmektedir. Bunların şimdiden kararlaştırılması
temenniye şayandır. Zira İmparatorluk hükûmeti için ancak şu veya bu şekilde
bir karar aldıktan sonra kendi arzularını düzenlemek imkânı hasıl olabilir.
Hilafeti Türkiye’den ayırmak İmparatorluk hükûmetince pek ziyade arzu olunur.”
(M. Muhtar, a.g.e., s.257-58)
İngiltere,
Mısır ve Arabistan üzerinden Hindistan’a uzanan bütün yollara egemen olmak istemektedir.
Kızıldeniz, Süveyş Kanalı, İran Körfezi ve Şattülarab’a uzanan herhangi bir
yolun, doğrudan Hindistan’ı tehdit edebileceği düşüncesi, İngiliz siyasetinin
temel hareket noktalarından biriydi. Bağdat demiryolu hattının daha ileriye
uzanmaması için bütün gücüyle uğraşıyordu. Basra Körfezi ve Şattülarap
sularındaki tahrikleri, Medine’ye giden Osmanlı postalarını sürekli
engellemesi, İstanbul’daki Mısır Hıdivinin
Mısır’a
dönmesini engellemesi gibi hareketleri İngilizlerin, ta başından beri Osmanlıyı
Almanların safına itmeye çalışması olarak değerlendirilebilir. Bu hareketler ve
hele “Sultan Osman” ve “Reşadiye” muhriplerine el konulması, Osmanlı
kamuoyundaki İngiliz düşmanlığını son haddine vardırmıştı. Ayrıca, genç
İttihatçıların Alman sermayesinin desteğinde orduyu ve iktisadî yapıyı
düzeltebilecekleri ihtimali de İngiltere’yi düşündürüyor ve bu savaşta Şark
Meselesi’nin bitmesi kararına götürüyordu.
*
* *
Avrupa’nın
sanayii gelişmiş devletleri emperyalizm ile dünyayı paylaşmaya çalışırken,
Rusya da, ırk, din gibi kavramlarla çevresinde genişliyordu. Onlar da Batılı
devletler gibi Allah’ın kendilerine görev verdiğini söylüyorlardı. “İstanbul
bu emperyalizmin göz kamaştırıcı bir sembolünden başka bir şey değildi.”
Avrupalı düşünür Lebniçz, Türklerin tarihten silinmesi gerektiğini söylerken,
Ünlü Rus yazarı Dostoyeski 1877’de Rus ideallerini İstanbul merkezli olarak
şöyle anlatmıştı “Evet, İstanbul bizim olacaktır. Bizim olmalıdır. Yalnız
çok önemli bir liman olduğu için değil, yalnız Rusya gibi dev bir devletin
kapalı bulunduğu odadan çıkıp, açık denizlerin havasını teneffüs etmesi için
değil, Doğu Hıristiyanlığının ve dünyadaki bütün Ortodoskluğun geleceği için,
birliğini tamamlaması için bize lazımdır.” (E. Ziya Karal, Osmanlı
Tarihi IX. Cilt, Ankara-1996, s.360) Dostoyevski, Batılı meslektaşları gibi
Rusya’nın Doğuyu medenileştirmek görevi olduğunu bu Doğuya Türkiye ve İran’ın
da dahil olduğunu söyler. Bu anlayış ve heyecanın kitleleri nasıl sardığını
anlamak için, Büyük Savaşa girmeden önce sıkıntılı zamanlar geçiren Rus
Çarı’nın, durumunu sağlamlaştırmak için Moskova’da binlerce insanın katıldığı
İstanbul’u alma gösterisi yaptırdığını hatırlayalım. İstanbul’u alma hayali
halkın Çar’ın zulmüne boyun eğmesine sebep olacak kadar güçlü idi...
Bu
sıralarda Osmanlıdaki siyasi partilerin karşılıklı durumunu Enver Ziya Karal şu
cümle ile anlatır: “İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf partileri
arasındaki ilişkiler, kanlı bıçaklı bir çarpışma biçimine girmişti.” (E.
Ziya Karal, a.g.e. s. 374 ) Şöyle devam eder: İmparatorluğun iç ve dış
dağınıklığında güçlü olan tek teşkilat İttihat ve Terakki idi. Karal bunu üç
sebebe bağlar: 1. İmparatorlukta en yaygın teşkilat İttihat ve Terakki’ninki
idi. 2. Bu teşkilat aydınlar ve ordunun subay kesimine dayanıyordu. 3. “Parti
liderlerinin karakteri ve
ülkücülüğü. Enver Talat ve Cemal üçlüsü, İttihatçıların beyni ve ruhunu temsil
etmekte idi. Genç, dinamik ve pervasız idiler
İttihatçılar memleketin içinde bulunduğu durumun perişanlığı
karşısında
kötümser değillerdi. Bu perişanlığa son verilebileceğine inandıkları bir
ülküleri vardı. Bunun temelini Osmanlı imparatorluğu’nun tam bağımsızlığı ve
güvenini sağlamak teşkil ediyordu.” (Karal, a.g.e.
s. 375) Yapılacak işlerin hepsinin karşısında büyük devletler vardı. Onlar en
acil ihtiyaç olarak ordudan başlamışlardı.
19
Son dönemde Osmanlıyı paylaşma
plan ve anlaşmaları için Hikmet Bayur’un Türk İnkılabı Tarihi isimli eserine
bakılabilir. Ankara-1983, C.II. Kısım. 3.
20
Geniş bilgi için, H. Bayur, a.g.e., c.2,
kıs.3’e bakılmalıdır.
21
Rusya’nın
İstanbul ve Boğazlar üzerindeki emelleri ve projeleri için, Sergey Goryanof’un
tamamen Rus belgelerine dayalı olarak hazırladığı Boğazlar ve Şark Meselesi
(İstanbul-2006) isimli eser okunabilir.
O |
SMANLI,
yalnızlığını ve çaresizliğini bütün ağırlığıyla hissetmektedir.
Talat
Paşa diyor ki, “Türkiye iç yönetimini teşkilatlandırmak, ticaret ve
sanayiini geliştirmek, demiryollarını genişletmek, özetle yaşayabilmek ve
varlığını koruyabilmek için, öteden beri, devlet gruplarından birine katılmak
için bir imkân aramıştır. Fakat, devletlerden hiçbiri buna muvafakatini
bildirmemişti. ” (Talat Paşa, a.g.e., s.21)
Osmanlı,
Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki hiçbir ittifaka alınmamıştır. Avrupalı
devletler ve Rusya’nın kabul ettirdiği “Çalışma alanı” anlaşmalarında,
Padişahın hâkimiyetinin görünüşünü kurtarmaktan ileri bir şey yapılamamıştır.
Bu anlaşmalarla Devlet taksim edilmeye giderken, kelimelerle avunmak, milleti
aldatmaktan başka bir şey değildi. Bütün bu bilinenlere rağmen, 1. Dünya Savaşı’nın
kara bulutları dolaşmaya başladığında Osmanlı hükümeti, çevresindeki hemen her
devletle ittifak için girişimlerde bulunmuştur. Niçin?
Bu
arayışlarda yalnızlık korkusunun temel etmen olduğu düşünülmelidir. Ek olarak,
şu açıklamalar da yapılabilir: Özellikle Balkan Savaşı’ndan sonra Almanya ve
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile sınır bağlantımız kalmamıştır. Yeni
coğrafî durum, bu iki devleti birinci dereceden tehlike konumundan çıkarmıştır;
yani doğrudan toprak talebi ile saldırma şansları yoktur. Bu durumda, doğrudan
tehlikeli konumundaki İngiltere ve Rusya ile bir bağlaşma gerçekleştirerek,
güvenlik sağlama yolu denenmiştir. Ayrıca o yıllarda Almanya, sermayesini daha
çok yatırımlara yönlendirirken, Fransa faizle kazanmak yolunu seçmiştir. Sürekli
borç almak zorunluluğu içindeki Osmanlı hükûmeti, bu bakımdan Fransa ile
anlaşma aramayı denemiştir.
Osmanlı
Devleti bir zamandır, Avrupa devletleri tarafından bir yük olarak görülmekte ve
hiç biri, Osmanlı ile ittifak yaparak bu yükün altına
girmek
istememektedir. Çünkü Osmanlı, paylaşılacak oklanmış bir avdır; gücünden
yararlanılacak bir devlet değil! Böyle olduğu için de, Osmanlı’nın bir büyük
devletle bağlaşmaya girmesi, o devletin bütünüyle bu ülkeyi ele geçirebileceği
endişesi ile diğer devletleri hemen harekete geçirebilir ve paylaşma savaşını
başlatabilirdi. Yani Osmanlı ip üstündeki cambaz hassasiyetiyle,
politikalarında bütün diğer devletleri gözetmek zorunda idi. Bunu da en iyi
yapabilen Sultan II. Abdülhamit idi. “Genel olarak bu Padişah gerek büyük
devletler, gerek Balkanlılar ve gerekse kendi tebasından olan türlü ulusların
karşılıklı rekabet, kuşku ve sevişmezliklerinden ustaca faydalanmakta çok
becerikli idi. ” (Bayur, a.g.e., c.II., kıs.4, s.507) İttihatçılar
belki de, Sultan Abdülhamit’i devirip, onun kullanmaya çalıştığı dengeleri alt
üst ederek ve orduyu siyasetin batağına sokarak, devleti, ittifakı istenir bir
güç haline getirdiklerini sanıyorlardı. Ancak girişimleri ve gelişmeler,
dünyada olup bitenleri gerçekçi olarak değerlendirdiklerini, zayıflıklarının da
farkında olduklarını göstermektedir.
İngiltere,
Fransa ve Rusya’nın tutumları kesin olarak bilindikten sonra, Osmanlı için
Almanya-Avusturya safına katılmaktan gayrı yol yoktur. Aslında bu ihtimal
Osmanlıya hoş görünmemektedir; çünkü, Trablusgarp’ta halen Osmanlı subaylarının
öncülüğünde İtalyanlar’la dövüşülmektedir. İtalya başlangıçta, tarafsız
görünmekle birlikte merkez devletlerinin müttefikidir.
Yukarıda
işaret ettiğimiz sebeplerle, İtilaf devletleri yeniden yoklanır. Maliye Bakanı
Cavit Bey’in İngiliz Bahriye Bakanı Çörçil’e yazdığı mektuba anında red cevabı
gelir. Cavit Bey’in daha önce İngiltere’ye yapmış olduğu bir başka teklif,
Dışişleri Bakanı Grey tarafından reddedilmişti. Denizcilik Bakanı Cemal Paşa
Paris’te, uzun süre muhatap aradıktan ve kabul edilmek için bekledikten sonra
Fransız Başbakanı ve Dışişleri Bakanına ittifak teklif eder. Aldığı cevap
şudur: Böyle bir ittifak için Rusya’nın rızası alınmalıdır. Halbuki Osmanlı,
zaten Rusya korkusuyla bu ittifakı istemektedir. Rusya’nın da böyle bir
anlaşmaya muvafakat etmesi mümkün değildir; yani red.
Rusya’ya
benzeri bir ittifak teklifinin yapılması garip karşılanabilir; çünkü bu ülke
Osmanlı toprakları üzerinde açıktan taleplerde bulunmaktadır ve bütün genişleme
alanları Türk topraklarıdır. Ama, Rus’a da ittifak teklifleri yapılmıştır. Daha
önce, Kırım’a yazlığa gelmiş olan Çar’ı, eski Savaş Bakanı İzzet Paşa ile
ziyarete giden Talat Paşa, Çar’a ve Rus Dışişleri
Bakanına
anlaşma teklifinde bulunur. Çar açık bir cevap vermez, Dışişleri Bakanı Sazanov
ise alaylı bir gülümsemeyle yetinir. Daha sonra, Enver Paşa’nın Rus
ataşemiliterine yaptığı teklif de sonuçsuz kalacaktır.
Rus
Çarı 1915’te şöyle diyordu: “İstanbul şehri, Boğaziçi’nin sol kıyısı,
Marmara Denizi ve Çanakkale ile Midye-Enez çizgisine kadar Güney Trakya, Rus
İmparatorluğuna ait olmadıkça, her türlü çözüm şekli yetersiz ve süreksizdir.”
1918’de açıklanan, İtilaf devletlerinin gizli anlaşmasındaki harita da aynen
böyledir; Doğu Anadolu da bunun içindedir.
Bugün
çevrilen bütün bu dolaplar ve Osmanlının aczi çıplak gözle görülebilecek
haldeyken, üç beş kişinin Devleti lüzumsuz bir savaşa sürüklediği şeklindeki
iddialar çok zayıf kalmaktadır. Bu tür yorumların iç siyaset konumlarından
ötürü yapıldığını düşünmek ise can sıkıcıdır; kim, kime karşı savunulmakta
yahut küçük düşürülmek istenmektedir? Bunların hepsi bizim tarihimizin
kahramanları değiller midir?
Şevket
Süreyya şöyle sorar: “En başta gelen yalnızlık ve müttefiksizliktir. O halde
ne olacaktır? Türkiye bir yangın ortasında ve henüz Balkan Savaşının bile
yaraları sarılmadan, kalelerinde, cephaneliklerinde, ordu depolarında henüz bir
silah ve teçhizat stoku bile yapamadan, karşılaşabileceği tehlikelere nasıl
göğüs gerecektir? Evet yalnızlık ve müttefiksizlik en başta gelen derttir. O
halde ne yapmalı?” (Aydemir, a.g.e., c.II, s.505)
Bu soruya Enver Paşa ve arkadaşları,
masabaşı anlaşmalarıyla pay edilmeyi beklemek yerine, Osmanlı tarihine ve
kimliğine yakışan en şerefli yolu seçmek ve savaşarak sonuca razı olmak, cevabını
vermişlerdir. Hiçbir bilgisizlik yahut gaflete gelme de yoktur. Görüyoruz ki,
Almanya’dan başka bizi yanında görmek isteyen de olmamıştır; o da
İmparatorlarının ileri görüşlülüğü sayesinde.22
Bu
şartlar altında tarafsız kalmaya zorlamak ise, hayal yahut vuranın elinde
kalmaya rıza göstermek gibi bir şeydir; durumu yeterince kavramış hiçbir devlet
adamının göze alabileceği bir tehlike değildir. Paylaşmacı ülkelerce sarılmış
ve dört bin millik deniz kıyısı olan bir ülkenin, tarafsız kalabilmek için,
kendi varlığını koruyabilecek ekonomik güç ve silahlı kuvvetlere sahip olması
gerektiği açıktır. Halbuki, olmayan da budur. Ciddi askerler bu zorunluluğu
kolayca görebilmektedirler. Hamidiye kahramanı
olarak
anılan Rauf Orbay da, gereksiz harbe girmek ithamının haksız olduğunu yazar:
“Şuracıkta şimdilik
kısaca söyleyeyim ki, Enver Paşa fevkalade dürüst, efendi, namuslu bir adamdı.
Hele her şeyin üstündeki vatanperverliğine toz kondurmak imkânı yoktur. Onun
hakkındaki tek ittiham da memleketi Umumî Harbe sokmasıdır. Bence bu ittiham da
varit değildir. Zira biz Umumî Harbe girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin
müttefiki olan Ruslar Türkiye’ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık
Rusya’da Bolşevik İhtilali olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele
bir büyük harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul’u
mutlaka ele geçirmek yolunu tutardı. Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da,
para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı. Pek sıkışmış
bir durumdakilerin bu istekleri idare edilemezdi. Zira o zaman Almanlar bizi
bırakmış olsalardı, bittik demekti. Kısaca, bizim 1914’te Birinci Cihan Harbine
girmemiz bence, kesinlikle zorunlu idi.” (Rauf Orbay’ın Hatıraları,
1914-1945, İstanbul 2005, s.11)
Hiçbir
asker, bu savaşa gereği yokken girdiğimizi ileri sürmemiştir.
Fethi
Bey, Sofya’da sefir olarak bulunduğu sırada, askerî ataşe olan Mustafa Kemal
Beyle birlikte, silahlı bir tarafsızlıktan yana olduklarını ve bu düşüncelerini
özel kanallardan İstanbul’a ilettiklerini yazar. (Fethi Okyar, a.g.e., s.216)
Mustafa Kemal Beyin, savaşın başlaması üzerine orduda görev almak için
İstanbul’a dönerken, topraklarımızı savunabilecek kudrette silahlanmış
olmadıkça, tarafsızlığın mümkün olmadığını ve “Şimdi artık savaşmak
vaktidir.” dediğini, yine Fethi Bey kaydeder. Ayrıca Mustafa Kemal Bey,
Paris’ te Fethi Bey’le birlikte, Fransızların 1910 Picardie manevralarını
seyrettikten sonra şöyle konuşur: “Bu kadar hazırlık sulh için yapılmaz.
Aklımızı başımıza almalıyız. Çıkacak savaş bütün dünyayı ateşe atabilir ve biz
bunun dışında kalamayız. ” (Okyar, a.g.e., s.127)
Kendini
koruyacak silahlı gücü olmadan, tercih edilecek bir tarafsızlığın, Ziya Nur’un
ifade ettiği gibi, “manasız bir laftan ibaret kaldığı tecrübeyle sabittir. ”
Tarafsızlık sözle olmaz.
“Tehdidini yerine
getirmeye kadir olmayan bir Türkiye, ne savaşan devletleri kendi tarafsızlığına
uymaya mecbur kılabilecek, ne de İtilaf kadrosunun savaş bölgelerine dahil
bulunup, Batı devletleri ile Rusya arasında en yakın ulaştırma yolu üzerinde
olan Boğazlar’da hakimiyet haklarını tanıttıracak durumda idi. Halbuki Rusya
tarafından harp araç gereçlerinin ikmali için bu yola ihtiyaç kesindi.” (M.
Muhtar, Maziye Bir Nazar, İstanbul 1999, s.226)
Türkiye’nin
diğer devletlerin baskılarından uzak bir tarafsızlık içine girebilmesi, “Süratli
bir şekilde silahlanmasına bağlı olup, Doğuda siyasi bir faktör olması, hatta
vaziyete hâkim kalması ise, bir an önce kuvvet kazanmasına bağlı bulunuyordu.
Bu gayeye erişmek için de, Merkezî Hükümetler köprüsünden geçmek ve onlara
başvurmak gerekiyordu. Zira,
Türkiye’yi
silahlandırmak konusunda diğer savaşçı devletlerce ne arzu, ne menfaat, hatta
ne de imkân vardı. ” (m.
Muhtar, a.g.e., s.240)
Mahmut
Muhtar Paşa, çeşitli üsluplardaki tarafsızlık iddialarının “İş olup
bittikten sonra uydurulmuş bahaneler kabilinden olup olayları âmillerinden ve
evvelindeki şartlardan ayırmış olduğundan bir kıymeti yoktur. ” diye
değerlendirmektedir. (m. Muhtar, a.g.e.,
s.242)
Ahmet
Ağaoğlu 1915’te şunları yazmıştı: “Bizim gibi Harb-i Umumî’nin çevresinde
bulunan devletler, savaş dışı kalamazlardı. Er geç, ister istemez savaşa
katılmak mecburi idi. Tam ve sonuna kadar bîtaraflığı koruyabilmek için azim ve
herhangi bir zümrenin baskısına tek başına karşı koyabilecek kuvvetlere sahip
olmak gerekirdi. Bilhassa İstanbul ile Boğazlar’a sahip olarak Şark ile Garp
arasındaki bütün kısa ve uygun yolları ihtiva eden Türkiye gibi bir devletin
tarafsızlıkta sonuna kadar kalması imkân harici idi. ” (a. Ağaoğlu, Harp Ceridesi, S.1, s.7)
O
günlerde Tanin Gazetesi başyazarlığını yapan Muhittin Birgen, İttihat ve
Terakki’nin, yalnız kendi kuvvetimizle İmparatorluğu kurtaramayacağımızı
anladığını söyler ve şöyle devam eder: “Bununla beraber, o (İttihat ve
Terakki Partisi), belki de sırf hissiyat ve kamu oyundaki genel temayüle tâbi
olarak, Almanya ile ittifak yoluna gitmeyi istemeyecekti. Ancak,
Panislavistlerin en kızgın bir devrinde, Çarlığın Türkiye’ye son hücumlarını
hazırlamakta olduğunu ve İngiltere’nin de artık bunlara karşı muhalefet
etmeyeceğini anladığı zaman, ister istemez bu yola gitti. Türkiye eğer yalnız
kalmamak mecburiyetinde idiyse, eğer o tarihte, ‘eger hâhi selamet
derkenarest’ (Selamet karışmamaktadır) sözünün Türkiye için bir kıymeti
kalmamış bulunuyor idiyse, onun yapacağı şey, Rusya’nın içinde bulunduğu blok
dışında bir dostluk ve dayanak aramak idi. O da, yalnız Almanya idi. ”
(Birgen, a.g.e., s.185)
Osmanlı
yönetiminin Almanya ile ittifaka girmesinin doğal bir gerekçesi de, farklı
saiklarla olsa da, bu iki devletin, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın
sömürgelerindeki Müslümanlar için düşünce ve siyasetlerinin çakışması idi.
Osmanlı, bunlara dayanarak gücünü artırmak ve bu unsurları harekete geçirerek,
kendisini parçalamak isteyen güçleri zayıflatmak istiyordu; İslamcılık
siyasetinin özü buydu. Almanya da aynı şeyi istiyor ve aynı politikayı
izliyordu; rakiplerinin sömürgelerindeki İslâmları harekete geçirip, onları
zayıflatarak, kendisine yol ve yer açmak. Bunun için de,
parçalanmış,
hasta bir Osmanlı değil, güçlü, dindaş ve soydaşlarını yönlendirebilecek bir
Osmanlı gerekiyordu. Bu yüzden Almanya, savaş içinde, sadece malî ve askerî
yardım yapmakla kalmamış, Osmanlı Millî Eğitimini düzene sokmak için de
teşebbüste bulunmuş, eğitimciler göndermiştir. (Mustafa Çolak, Alman
İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası,1914-1918,
Ankara 2006, s.53)
Bir
yanda, kendi yakın ve uzak çıkarları için de olsa, ayakta ve diri bir Osmanlı
görmek isteyen Almanya, öbür tarafta, Osmanlı içindeki değişik unsurları
arkalayan, silahlandırıp ayaklandıran ve her gün yeniden parçalayıp, paylaşma
anlaşmaları yapan İtilaf Devletleri... Bu konuyu, Enver Paşa ve onun ülküsüne
sonuna kadar sadık kalan yakınlarından, Lübnanlı Emir Şekip Aslan’dan bir
alıntı ile bitirelim:
“İtilaf
devletlerinin, savaştan önce Osmanlı topraklarını ileme otu gibi bir yandan
öbür yana kadar kâğıt üzerinde paylaştıklarını Enver Paşa biliyordu. Nitekim
Fransa ile İngiltere’nin, Suriye ve Filistin topraklarını ta 1912 yılından beri
aralarında paylaştıkları biliniyordu. Mösyö Puankare, bundan birkaç yıl önce
Fransız âyan meclisinde Mösyö Brar’ın sorduğu soru karşısında bu paylaşımı
itiraf etmiştir. Bununla beraber, savaştan Rusya galip çıkarsa, Osmanlı
Devletinin yerinde, ancak bu devletin resminin ve gölgesinin kalacağı akıldan
uzak değildir. Rusların savaştaki hedeflerinin başında İstanbul’u işgal etmek
geldiği bütün dünyanın ortak kanaati idi. İstanbul’un elden çıkması Anadolu’nun
da elden çıkması demekti. Türkiye savaşa girmeseydi ve Çanakkale Boğazı’nı açık
tutsaydı, Rusya’nın yıkılmayacağı İtilaf devletleri tarafından da itiraf
edilmiştir. Ve yine bir diğer gerçek ise, büyük İtilaf devletlerinin
bazılarının Osmanlı Devletinin bölüşülmesini daha önceden Almanya’ya teklif
etmesi ve Almanya’nın bu teklifi kabul etmesi karşılığında alacağı yerin
Anadolu olmasıdır.” (Erol Cihangir, Emir Şekip Aslan ve Şehid-i Muhterem
Enver Paşa, İstanbul 2005, s.37)
Bu
gün baktığımızda, Osmanlı devlet adamları içinde hâlâ İngiliz yahut Fransız
taraftarlarının olabilmesini ve hükümetlerin, bu devletlerin yanında yer almak
için uğraşmalarını anlamak zordur. Çünkü, yukarıdaki mütalaalar o günün bütün
devlet adamları tarafından, sıradan bilgiler olarak biliniyordu. Anlamak zordur
dediğim tutumları, parçalanma korkusunun büyüklüğü ve yakınlığı ile
ilişkilendirmek mümkün olabilir. Ama, halk kendine mahsus sezgisi ile durumu
kavrıyor ve Almanya’ya temayül ediyordu.
22
Şevket Süreyya, güzel çalışmasında yer yer dayanaksız ve yersiz yorumlara da
düşer. Mantıklı
Değerli yazarın bu
yargısı, aynı kitapta yaptığı geniş açıklamalar ve tahlillere göre de, bir
hayli avamî bir hüküm olarak kalmaktadır. İnönü şöyle söyler: “Ahmet İzzet
Paşa daha Yemen’de iken, birkaç yıla kadar Avrupa’da bir genel savaşın çıkacağı
kanaatinde olduğunu belirtmiş ve şöyle söylemişti: ‘Avrupa siyasi âleminde o
kadar karışık meseleler birikmiştir ki, silahlı çarpışmadan başka bir şekilde
halledilmesini mümkün görmüyorum.” (İnönü, a.g.e., s. 90) İnönü bu
yorumu komutanından dinlediği zaman henüz yüzbaşı idi. Avrupa’da bir genel
savaşın başlayacağını en iyi Osmanlı subay ve devlet adamları biliyorlardı;
çünkü, paylaşma planları ve anlaşmaları onların toprakları üzerine yapılıyordu.
A |
NCAK,
savaşta anlaşılmıştır ki, Düvel-i Muazzama birkaç yönden aldanmıştır. Hasta
Adam, Büyük Savaş’ta sanki de mucizeli bir silkinişle ayağa kalkmıştır. Dört
sene, Galiçya cephesindeki müttefiklerine de yardım göndermek üzere,
Çanakkale’de, Filistin’de, Hicaz’da, Kanal’da, Irak’da, Kafkaslar’da kıran
kırana dövüşmüştür. Kuşatma altındaki en küçük birliklerine bile uçakla yardım
yetiştirebilen dost ve düşmanlarının karşısında, Osmanlı, önce yokluk, soğuk,
tifo, tifüs ve humma ile dövüşmüştür. Ve dört yıl boyunca en korkunç ve şerefli
günlerini yaşayarak yenilmiştir. Bu inanılmaz yoksulluğu içinde, sadece
insanının cevheri ile direnmiş ve yenilgileri ne olursa olsun, son İmparatorluk
destanını yaşamıştır.
Ziya
Nur (Aksun) Bey şöyle yazar: “Daha açık konuşalım: Bizim millet ve devlet
olarak son büyük savaşımız Birinci Dünya mücadelesidir. Sonraki İstiklal
Savaşı, ona nisbeten cüz’î ve sınırlı bir savaştır. Bugün, Türk ordusunun ve
askerinin dünya kamuoyunda ve askerî mahfillerinde bir ismi varsa, bunu,
Birinci Dünya Savaşı’nda gösterilen savaş gücüne ve yeteneğine borçluyuz. Bu
sonuçta ise, büyük bir imanla dolu olan Enver’in payını unutmamak gerekir. ”
(Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.49)
İngiliz
Çörçil, yıllar sonra karşılaştığı Enver Paşa’nın pilot olan oğlu Ali’ye, “Senin
baban benim siyasi hayatımı yirmi yıl geriye attı.” diyecektir. Çanakkale
geçilemeyince Çörçil istifa etmişti. Türk düşmanı olarak da ünlenen Lloyd
George ise, “Osmanlı Devleti’nin katılmasıyla savaşın iki yıl uzadığını”
söylemiştir.
Bütün
gücü, dayandığı insan unsurunun iman ve cevheri olan bu asker hakkında, Büyük
Savaş sonrasında yazılan bir iki ufak parçayı alalım:
“Türk, fevkalade direnç
gücü, meşakkat ve mahrumiyetlere karşı büyük sabrı, savaştaki irsî yeteneği,
dövüşmede hayret verici cesareti ile anadan doğma denecek derecede iyi bir
askerdi. Bu hasletler yüksek askerî meziyetlerdir ve daima da öyle
kalacaktır.
Türklerin, dünyadaki savaşçı milletler listesinin başında yer aldığı kesindir.
İngiliz ordusu, şüphesiz ki kendini Gelibolu teşebbüsünden vazgeçirmeğe mecbur
eden, Kûtü’l-Ammare’de tam bir fırkasını esir eden, Süveyş Kanalına doğru Sina
çölünü geçen ve Gazze’ye yapılan iki hücumu def eden Türk ordusunu küçültemez.”
Bir
başka yazarda şunları söyler: “Hiçbir Avrupa ordusunun kımıldanamayacağı
şartlar altında, Türk savaşır. Muharip olarak o, hiçbir askere benzemez.
Sefilane beslenip giydirildiği halde bile, mutlu şartlar içinde savaşan
milletler orduları için tehlikeli bir hasım olacak yetenektedir. Maneviyat
kırıcı şartlar altında bile ısrarla direnir, hatta müsait fırsatta taarruza
bile sevk edilebilir. ”
Şüphesiz
ki, Enver Paşa’nın tartışmasız temiz kişiliği, büyük cesaret ve irade gücü,
orduyu yeniden kurarken, subay ve askerlere somut bir örnek olmuş; onun iman ve
ümit dolu tavırları orduya ruh vermiştir. Enver Paşa, tarihte pek az kişinin
ulaşabildiği büyük şöhretini bu amaca yönelik olarak kullanmıştır. Daha
doğrusu, onun her hangi bir hareket içinde ihlâsla ileri atılışı ve parlak
kişiliği doğal olarak bu sonuçları doğurmuştur. Trablusgarp’taki mucizevî
başarıların ona getirdiği “İslam kahramanı” ünvanı, Büyük Savaş yenilgisinden
sonra da, onun itibarını devam ettirmiştir. Bu unvan kendiliğinden doğmuş ve
yine kendiliğinden bütün İslam dünyasında yayılmıştır; özel gayretlerin yahut
isteklerin sonucu değildir ve doğaldır.
Bu
orduya ruh veren diğer büyük kaynak ise, 1912 yılında kurulan Türk Ocakları
çevresinden yükselen Türkçü-Turancı ülküdür. Ziya Gökalp’in,
“Vatan ne
Türkiyedir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve
müebbet bir ülkedir: Turan”
diye
biten Turan şiiri, genç Osmanlılarda büyük ruh dalgalanmaları yaratmıştır.
Bütün yurtta denetlenemez sayılarda ve hızla Türk Ocakları kurulmaktadır.
Osmanlı vatandaşları içinde, bu tür bir örgütlenmede en sona kalan, Türkler
olmuştur. Çünkü onlar, Gökalp’in dediği gibi, Devlet-i Aliyye’nin kurucu gücü
ve asıl sahipleriydi; bu yüzden Devletin bekası için Osmanlılık ilkesinden
ayrılmıyorlardı. Sultan Hamit’e karşı mücadeleler, İttihad-ı anasır hülyaları
içinde yapıldığı için, Meşrutiyet’in ilanından sonra Türk sözünden kaçınmak tam
bir baskı haline gelir. Hüseyin Cahit şöyle yazıyor: “Meşrutiyetin biz
Türklerde ve Türk gazetecilerde ilk yarattığı sonuç, Türklüğü boğmak ve
Osmanlılığı yaratmak olmuştur. Osmanlı sözü
hiçbir
zaman, istibdat devrinde bile Meşrutiyetten sonraki kadar değer bulmamıştı...
Bu bir rüya idi; ama zorunlu bir rüya.” (H.Cahit Yalçın, Siyasal
Anılar, s.69) Ancak bütün unsurlar ayrıldıktan ve Türkler yalnız kaldıktan
sonradır ki, kurucu unsur da işin adını koymuş ve “Türk’üm” demiştir.
Bilindiği
gibi milliyetçilik akımları iki yüzü keskin kılıç gibidir; iki tür işlevle
yüklüdür; biri parçalamak, öbürü bütünleştirmek. Bir imparatorluk yahut
milletten büyük ve farklı birlikler için milliyetçilik parçalayıcı, zaafa
düşürücüdür; çünkü imparatorluk içindeki farklı unsurları ayrışmaya zorlar.
Öbürü ise, kendinden olan bütün unsurları birleşmeye, bütünleşmeye çağırır; “Dünya
Türkleri birleşiniz...” Ziya Gökalp, birinci özelliğine işaret ederek
milliyetçiliği, İslam dünyasını ve imparatorluğumuzu parçalayan bir ‘içtimaî
mikrop’ olarak nitelemiştir. İkinci ve birleştirici özelliğine işaret
ederek de, biraz geç kalmış olsak da, bu ‘içtimaî mikrobu’ İslam’ın lehine
kullanma sırası bize geldi, demiştir.
Burada
kullanılacak olan, milliyetçiliğin, girdiği toplumlarda büyük heyecan dalgaları
yaratma ve uyuyanları ayağa kaldırma gücüdür. O dönem aydınlarının ortak
ifadesi şudur: Asır milliyet asrıdır; milliyetçilik girdiği toplumu diriltmekte
ve büyük başarılar kazanmasına yol açmaktadır. Osmanlı aydınları, bir türlü
söndüremedikleri Ermeni milliyetçiliğinin tezahürlerini ve Ermeni gençlere
aşıladığı idealizmi örnek olarak sürekli kullanırlar. Gökalp, gayrimüslimlerin
milliyetçilikleri İmparatorluğumuzu parçaladı; mademki İslamî gerilimler de
bizi bir arada tutmaya yetmiyor, öyleyse Müslüman unsurlar da kendi
milliyetlerine sarılarak, ondan alacağı dinamizm ve güçle sömürgecilere karşı
mücadele etmelidir; İslam birliği bu başarılardan sonra kurulabilir. Şeyh
Cemalettin Afganî’nin bütün İslam aydınlarına telkin etmeye çalıştığı yol da
budur.
İşte
Turancılık fikri, bütün Türk topluluklarının birleştirilmesi ülküsüdür; yani
milliyetçiliğin birleştirici işlevinin yarattığı bir ülkü. Büyük çoğunluğu Rus
sömürgeciliğinin doğrudan eli altında olan geniş Türk topraklarında da bu ülkü,
özellikle aydınlar arasında yayılmaktadır. İsmail Gaspıralı’nın on dokuzuncu
yüzyılın sonlarına doğru başlattığı “Dilde, fikirde ve işte birlik” hareketinin
Rusya Türkleri arasında açtığı iz, şimdi Turan heyecanlarıyla genişlemektedir.
Türk
Ocağı marşında şöyle seslenilmektedir:
Türk’üz, ederiz
daim iftihar,
Hilkatla
başlar tarihimiz var.
Kalplerde
Türklük aşk ile çarpar,
Yok
bize başka yâr...
Önde
bayrak, elde süngü, kalpte Tanrı, biz
Dünyaya
hâkim olmak isteriz...
Osmanlı
ülkesinde, ordunun büyük ağırlığını taşıyacak ve nice şehitlerle onurlanacak
olan genç yedek subayların marşı şöyle diyordu:
İhtiyat
zabitleri! Yol göründü kalkın,
Gidiyoruz,
işte Turan bizi bekliyor...
Bir
taraftan Kahire, bir taraftan Batum, Kars,
Bir
taraftan Hint, Afgan,
Bir
taraftan Farsistan
Bizi
bekliyor
Şanlı
günlerdeyiz....
Dağ,
dere, tepe demeyin, aşın
Durmayın,
Meydan bizi
bekliyor...
Dikkat
edilmelidir ki, Turan’a yol göründü ama, Kahire, Hint, Afgan ve Farsistan yani
bütün İslam dünyası bu heyecanların ve büyük ufkun içindedir.
Türkçü
ve Turancı akım, İmparatorluğumuzun en düşkün ve maneviyatının en çökmüş
zamanlarında, halkımızın çektiği uzun ve derin acıların, ezilmişlikten kurtulma
güdüsünün, aşağılanmaları içine sindiremeyişinin üzerine, bir İlahi nefes gibi
esmiştir. Ve genç kuşakları diriltmiştir. Unutmayalım ki, bütün büyük
aksiyonların temelinde, dünya gerçekleri değil, büyük inançlar vardır. Katı
gerçeklerin ölüme mahkûm ettiği nice toplumlar, bir iman hamlesi ile tarihin
yönünü değiştirmişlerdir. Türk milletinin yaşadığı ve Avrupalı devletlerin
tahmin edemediği mucize de budur.
Ancak şunu unutmayalım ki, diğerleri
gibi İttihat Terakki hükûmetleri de Ziya Gökalp’in Parti içindeki bütün
ağırlığına rağmen, savaşın sonuna kadar Osmanlıcı ve İslamcı siyaset ve
tutumlarını asla değiştirmemişlerdir. Gökalp’in bu yolda telkinleri olduğuna
dair de hiçbir iddia yoktur. Özellikle savaşın sonlarına doğru, bazı Türk
olmayan Müslüman çevrelerin, İttihatçıları, diğer Müslüman unsurları
Türkleştirmekle suçlamaları, gittikçe yayılan milliyetçiliklerin bir tezahürü
olarak görülmelidir.
Bu tablo içinde Enver Paşa, esas
itibariyle keskin bir Osmanlıcı ve İslamcıdır; Osmanlı hanedan ve hilafetine
de, tartışmasız, son derece bağlıdır. Nutuklarında ve yazılarında bu tavır ve
bağlılığını gölgeleyebilecek en ufak bir ima bile yoktur. Peki, Enver Paşa Türkçülüğe
karşı mıydı? Hayır; açıkça olmasa da, Türk Ocaklarına ve mensuplarına yardım
etmiştir ve Türkçülüğü İslamcılık içinde, onun bir unsuru olarak düşünmüştür.
Enver Paşa’nın, Ziya Gökalp’in iyi bir dinleyici ve fikrî takipçisi olduğunu,
Ali Fuat Türkgeldi’nin anlattığı küçük bir olaydan da anlıyoruz. Sultan Reşat
Han’ın rahatsızlığı sebebiyle Bakanlar Saray’da toplanmışlardır. “Bu esnada
Şeyhülislam Hayri Efendi ile Enver Paşa arasında hafif bir tartışma geçti.
Enver Paşa, Meşihat (Şeyhülislamlık) makamının yargı işleriyle uğraşmayarak,
çalışmalarını İslamiyeti yüceltecek hususlara yoğunlaştırmasının daha faydalı
olacağını söylemesi ile Hayri Efendi’nin canı sıkıldı. Adı geçen, ‘Bu fikir hep
Türkçülerin uydurmalarıdır.’ diyerek Enver Paşa’ya tepki ile karşılık vermişti.
” (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s. 118, 119)
Bu düşüncenin Türkçülere ait olduğu ve Ziya Gökalp tarafından ortaya atılarak
savunulduğu doğruydu. Ancak bu düşüncelerinin yaygın olduğu söylenemez. Bu
bakımdan, hikâye, Paşa’nın, Gökalp’in fikrî ürün ve teklifleriyle ne ölçüde
yakından ilgili olduğunu göstermesi açısından dikkatimizi çekmektedir. Ama,
Osmanlı Savaş Bakanı ve Orduların Başkomutan Vekili olarak tutumu açıktı,
kişiliği açıktı; İttihatçıların ve Hükümetlerin tutumlarına da uygundu.23
24
Halil Menteş hatıralarında, Şer’iye mahkemelerinin Fetva makamından ayrılması
fikrinin kendisine ait olduğunu, bu tedbiri, ilerideki ıslahat hareketlerine
temel olması ve yabancı devletler indinde itibar kazanılması için düşündüğünü
ve Parti’deki büyük toplantıda bunu arkadaşlarına kabul ettirdiğini yazar.
Menteş’in yazdığına göre, Gökalp de bu fikrin savunulması ve propagandasını
üstlenmiştir. (Halil Menteş, a.g.e., s. 181)
T
TTİHATÇI liderlerin Devleti ‘hiç yoktan’ bir savaşa sürükledikleri iddiası, 1
kabullenilmesi zor bir gafletle, tarih kitaplarına kadar girmiş bir temelsiz
hükümdür. Aynı kitaplarda, hem devletin ne ölçüde yalnız kaldığı, Rusya’nın
açık emelleri karşısında hangi korkuların yaşandığı, yapılan bütün başvuruların
geri çevrildiği, savaş öncesinde Osmanlının Asya topraklarının paylaşılması
anlaşmalarının nasıl yapılmış olduğu anlatılmakta; ardından da bu mantıksız
hüküm tekrarlanmaktadır. Cemal Paşa, “Kendini savunarak ölmekle, savunmasız
ölmek arasındaki farkı anlayamayanlara sözümüz yok. ” derken, ne kadar
haklıdır...
Şimdi
biz, kısaca bu savaşa giriş sürecine dokunacağız; Avrupalı devletler Türkiye
için ne düşünüyorlardı, Türkiye’nin imkânları neydi ve anlaşma arayışları nasıl
oldu?
Daha
başlangıcında, büyük ya da küçük bütün Avrupa devletlerinin bize karşı soğuk
olduklarını bilmeliyiz; bizi küçük görmekte, aşağılamaktadırlar. “1912’de
uğradığımız felaketten beri Paris ve Londra ricali ve matbuatının sürekli
olarak aleyhimizde savurdukları küfürler de millî izzet-i nefsimizi
yaralıyordu. Londra Konferansında Türkiye aleyhinde gösterilmiş olan
tarafgirlik ve bedhahlık ise, vatanımızın yakın zamanda ne gibi akıbetlere
maruz kalacağında şek ve şüphe bırakmıyordu. ” (m. Muhtar, a.g.e, s.228)
Amerika
Birleşik Devletlerine başkan seçilen Wilson’a Türkiye’ye kimi elçi olarak
atayacağını sorduklarında, şöyle der: “Türkiye yok ki elçi göndermeye
ihtiyaç olsun. ” (Balcı, a.g.e., s.22)
Daha
sonra ittifakına girdiğimiz Alman Dışişleri Bakanının Türkiye hakkındaki
değerlendirmesi ise şudur: “Türkiye kötü askerî durumu dolayısıyla,
önümüzdeki yıllarda bir yük sayılmalıdır... İstanbul’a bir teklifte bulunmak
lüzumsuzdur; hatta, tatmin edemeyeceğimiz karşı tekliflere yol açabileceği için
zararlı bile olabilir. ” (Bayur, a.g.e., c.2, kıs.4, s.626-7)
Alman
Veliahdı, Türkiye’nin ittifaka alınması gerektiğini söylediğinde Başbakan şu
cevabı verir: “Almanya için bunu en büyük musibet addederim. ” (M.
Muhtar, a.g.e., s.133)
Hikmet
Bayur durumu şöyle özetler: Osmanlı hükûmeti yalnızlıktan kurtulmak istiyor;
zaafı dolayısıyla da kimse onunla uzun vadeli ve belirli yakın bir amaç dışında
bağlaşmak istemiyordu. İttihat ve Terakki’nin İngiltere ile ilk ittifak arayışı
Maliye Bakanı Cavit Beyin, 1911 yılında İngiliz Denizcilik Bakanı Winston
Churchill(Çörçil)’e yazdığı mektupla başlar. Cavit Bey bu mektubunda, Çörçil’in
Türkiye ve genç Türklere beslediği samimi muhabbetten söz ettikten sonra şöyle
der: “Meşrutiyetimizin başlangıcında ümit etmiştik ki, Türkiye ile İngiltere
arasında sıkı bir dostluk kurulacaktır. ” Bazı ufak tefek olaylar
dolayısıyla bu mümkün olamadı. Şimdi iyi bir vasat vardır; çünkü İtalya’nın
Trablusgarb’a saldırısı, halkımızı bu cepheden soğutmuştur. “Sizin
İngiltere’de önemli mevkiiniz vardır. Siyasi dostlarınız üzerinde mühim bir
nüfuza sahip bulunuyorsunuz. Bu gücünüzü dostluğumuzun yeniden ihyası için
kullanmak isteriz.” Türklere ne ölçüde dost olduğunu bugün pekâla
bildiğimiz Çörçil, cevabında, “Ne çare ki, tarafsızlığımızı ilan etmiş
bulunuyoruz... Bunu bozacak ve politikamızın yolunu değiştirecek yeni kararlar
vermemiz beklenmemelidir.” demekte ve sık sık deniz üstünlüklerinden söz
ederek de, gözdağı vermektedir. (Bayur, a.g.e., c.IV, s.1328, 1329)
En
son, Cemal Paşa’nın Fransızlar nezdindeki girişimleri sonuçsuz kalmış, hatta
Fransa tarafından ciddiye alınmamıştı. Ali Fuat Erden, bu seyahatinden sonra,
Cemal Paşa’nın da arkadaşlarına katıldığını yazar. (Erden, a.g.e., s.8)
Osmanlı yetkilileri, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya, aralarına girebilmek için
uzunca dil dökerler; çok güçlü ve kandırıcı konuşmalar yaparlar. Fakat, onlar
kararlıdır. Osmanlı hükûmeti, denizde üstünlüğü olan İngiltere’ye karşı savaşa
girmek istemiyordu; çünkü, iki bin mili aşan deniz sınırları vardı ve bunları
savunacak güçlü bir donanması yoktu. Ayrıca, Almanya’nın yanında gözüken
İtalyanlarla aynı safta olmak istemiyordu; çünkü, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri
Paşa öncülüğünde Trablusgarp’taki mücadele devam ediyordu. İtalyanlar 26 Nisan
1915’te İngilizlerle gizli bir anlaşma imzalayarak İtilaf devletleri safında savaşa
gireceklerdir. Fakat, Cemal Paşa’nın dediği gibi, “Bizi istemeyen
devletlerle ittifakımız ne suretle mümkün olabilirdi ki biz de ittifak edelim?”
Bu arada Osmanlı hükûmeti
İngiliz
ve Fransız şirketlerine, bir ittifak yolu açabilmek için bolca ihaleler verir;
fakat bir faydası olmaz.
Hükûmetin
ruhî durumunu Talat Paşa’nın aşağıdaki sözleri açık olarak ortaya koymaktadır: “Hepimiz
şu kanaatte idik ki, varlığını koruyabilmek için Türkiye’nin böyle bir Avrupa
devleti ile ittifak etmesi elzemdi ve Türkiye ancak ilim, sanat, sanayi ve
ticaret bakımından bu derece ilerlemiş bir devletin yardımı ile varlığını ve
gelişmesini sağlayabilirdi.” (Talat Paşa’nın Hatıraları, İstanbul 1958,
s.20-21)
Görülüyor
ki, dönemin yöneticileri, değil bir savaşa girmeyi, varlığını koruyabilmek için
bile, bir büyük devlete yaslanmak gerektiğini düşünmektedirler. Bu korkunun
temeli Rusya kaynaklı idi ve çok da gerçekçiydi; bunu da en iyi o insanlar
biliyorlardı. “Büyük devletler arasında bizim için en az tehlikeli olanlar
Almanya ve Avusturya, en çok korkulacaklar da İngiltere ve Rusya idi. Doğu
meselesinin alacağı şekil ise en ziyade bu son iki devletin gaye ve görüşlerine
tâbi idi. ” (m. Muhtar, a.g.e.,
s.233-34)
Rus Çarı, Türk-Rus savaşının, Büyük
Petro’nun programının gerçekleştirilmesi ile biteceğine dair bir beyanname
yayımlar.25 Ardından Rus Dışişleri Bakanı
Sazanof, Fransız büyükelçisi Paleolog’a şunları söyler: “İstanbul’a gelince,
ben şahsen Türklerin oradan kovulmalarını istemiyorum. Onlara, eski Bizans
kentini, etrafında bir sebze bahçesiyle birlikte bırakmaya razı olabilirim;
fakat, fazlasına değil!” (Bayur, a.g.e., c.3, kıs.I, s.347) Rus
dışişleri bakanının bu lütufkâr düşüncelerini, değil Osmanlı hükûmeti, bilmeyen
Osmanlı yoktur...
O
günlerde, İngilizler, bölüşme anlaşmalarına da uygun olarak, Rusların İran’a
sarkmalarını engelleyip bütün güney Orta Doğu ve Mısır’da egemenliklerini
kurmak planında olduklarından, Boğazlar’daki Rus hâkimiyetine sıcak
bakmaktadırlar. İngiltere Kralı Rus büyükelçisine şunları söyler: “İstanbul’a
gelince, apaçıktır ki, o sizin olmalıdır. ”
Şunu
da belirtmeliyiz ki, Rusların İstanbul’a egemen olma ülküsü, sadece
hariciyecilerin oynadığı bir dış politika oyunu değildir; bütün Rus
aydınlarının ve hatta halkının heyecan kaynağıdır. Nitekim Ruslar zaman zaman
bu kaynağı kullanmaya çalışmışlardır. Savaşın başlarında Alman cephelerinde bir
başarı gösteremeyen Rusları karamsarlık sardığında, İstanbul’a ulaşmak hayali
alevlendirilerek yeni bir hamle gücü oluşturulmak istenmiştir. Fransa’nın
Moskova sefiri şöyle anlatır: “Moskova’da
İmparatora
yaklaşan herkes İstanbul üzerine konuştu ve hepsi de aynı şeyi söyledi:
Boğazların ele geçirilmesi İmparatorluk için bir ölüm-kalım işidir ve Almanya
ile Avusturya’dan elde edilebilecek bütün toprak menfaatlarından önce gelir...
Boğaziçi ve Çanakkale’nin tarafsızlaştırılması yarım, piç ve ilerisi için
tehlikelerle dolu bir çözüm biçimidir... İstanbul bir Rus kenti olmalıdır...
Karadeniz bir Rus gölü olmalıdır. ” (Bayur, a.g.e.,
c.3, k.1, s.470)
Muhtemelen
diğer İtilaf devletleri gibi Rusya da, Türkiye’nin Almanya’dan önce çökeceğini
ve savaşı bırakacağını düşünmekteydi. Aşağıda, çok kısa satırlar vereceğimiz,
Rus hükümeti için hazırlanan raporlardan da bu anlaşılmaktadır. Nemiç
raporu’nda şöyle denilmektedir:
“Rusya
ister istemez tarihî görevini yerine getirmeye mecburdur. Bunu yapabilmesi için
zorunlu olan şartlardan biri, onun Boğazlara ve İstanbul’a sağlam biçimde
yerleşmesidir. Biz bu savaştan, her Rus’un gönlüne hitap eden bir şey kazanmış
olarak çıkmalıyız; yoksa bu hayretler verici savaş bizde birlik değil
ayrılıklar doğurur.” (Bayur, a.g.e., c.3, k.1, s.464) Rapor, Almanya
yenilse bile Türkler İstanbul’u savaşmadan bırakmazlar; onun için, bu muhtemel
savaşın planlarını şimdiden hazırlanmalıyız, diye devam eder.
Neratof
raporunun ilk maddesinde şöyle yazar: “İstanbul ve Boğazlara yalnız
diplomasi yolu ile kavuşamayız. Savaş Almanya ve Avusturya’nın yenilgisi ile
sonuçlansa bile, Türkiye bize savaşmadan İstanbul ve Boğazları vermez.
Dolayısıyla oraları fiilen almamız gerekecektir. ” Rapor daha sonra,
İstanbul üzerine askerî hareketin hangi yollardan düzenlenebileceğinin
ayrıntılarına geçer.
Prens
Trubetzkoy raporunda ise şöyle değerlendirme yapılır: “İstanbul ve Boğazların
alınması bağlaşıklarımız için genel askerî hareketler arasında bir vasıtadır.
Öylelikle deniz yolu ile gidiş geliş sorunu çözülür ve Romanya ve Bulgaristan
üzerinde ağır bir baskıda bulunulabilir... Ancak, Boğazlar bizim için yalnız
bir vasıta değildir. Onlar aynı zamanda bugünkü savaşı ve onun yüklediği
fedakârlıkları meşru kılan ülküdür.” (Bayur, a.g.e., c.3, k.1,
s.468)
İttihatçıların
amansız muhalifi olan, -eski Denizcilik Bakanı- zamanın Berlin sefiri Mahmut
Muhtar Paşa, İtilaf devletlerinin Osmanlının başvuruları karşısındaki iki
yüzlülüklerini ayrıntılarıyla anlatır. “Gerçekten iş başında bulunan Sait
Halim Paşa Kabinesi üyeleri içinde, İtilaf Devletlerinin hayli taraftarı vardı.
Bu devletler o tarihte, mesela Yunanistan’la müzakere ettikleri zemin ve
şartlar çerçevesinde Türkiye ile de müzakerelerde bulunarak, milletler arası
hukuktan tam manasıyla istifade etmesine
muvafakat
etseydiler, tarafsızlığını olsun temin edebilirlerdi. ” (m. Muhtar, a.g.e., s.234)
Ancak yine Mahmut Muhtar Paşa’nın tespitine göre, bu devletlerin tarafsızlıktan
anladıkları, ‘Bizim dediklerimizi yapın.’ anlamında idi. Cemal Paşa’nın İngiliz
elçisine yaptığı tekliflere Sir Grey’in Ağustos 1914 sonunda verdiği cevapta, “Ticaret
gemilerinin muslihane ve fasılasız geçişlerinin kolaylaştırılacağına dair
teminat istemiş olması da hep tarafsızlık sütresi altında Türkiye’nin, İtilaf
Devletlerinin emellerine boyun eğmesini hedeflediğini ispat eder. ” (m. Muhtar, a.g.e., s.240)
Enver
Ziya Karal’a göre de İttihatçılar savaşa girmek niyetinde değillerdir;
içerideki işleri bitirmeden böyle bir badireye atılmak istemezler. Ancak,
tarafsız kalmak için üçlü İtilaf devletlerine başvurmuş ve reddedilmişlerdir.
Alman elçisi de, Osmanlının savaşa girmektense ordu ve memleketin iç işlerini düzene
sokmasını tavsiye eder. Enver Paşa, “Sözü edilen ıslahatın, Türkiye’nin
dıştan gelebilecek saldırılara karşı bir büyük devlet tarafından korunması ile
mümkün olabileceğini, bu nedenle de, Üçlü Antlaşma’ya girmek istediğini
söyler.” (E.Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c.IX, Anaka-1996, s.379)
*
* *
Almanya
ile ittifak anlaşmasının gelişmeleri şöyle olur: Enver Paşa 22 Temmuz 1914’te
Alman büyükelçisiyle görüşerek, Almanya ile ittifaka girmek istediklerini
bildirir. Ertesi gün Başbakan Sait Halim Paşa Avusturya büyükelçisiyle
görüşerek aynı talebi iletir. Bilindiği gibi Avusturya-Almanya, İttifak
devletlerini oluşturmaktadır. Bu isteğe iki taraftan da olumsuz cevap gelir.
Osmanlı Başbakanı, sadece Ruslar’a karşı (İngiltere ve Fransa hariç tutularak)
ittifak yapılmasını ister; bu da kabul edilmez.
Görüldüğü
gibi, Osmanlı devlet adamları, hatta bütün okumuşları İngiliz emellerini pekâlâ
bildikleri halde, sadece Ruslara karşı bir korumayı bile, anlaşmak için yeterli
bulmaktadırlar. Tanin başyazarı Muhittin Birgen’in naklettiği, bir Macar
gazetecisinin yorumu ilgi çekicidir. Diyor ki: Bu savaşın kahramanları
Macaristan ve Türkiye’dir. Çünkü, Almanya, dünya siyaseti için kavga ediyor.
Yenilse de, ufak tefek kayıpları olur; ama, kolay toparlar. “Biz mağlup
olursak, siz de, biz de, Avusturya da, Panislavizm tarafından parça parça
edileceğiz. ... Savaş, Almanya için bir dünya siyasetidir; bizim için yaşamak
yahut yaşamamak meselesidir.” (Birgen, a.g.e., s.188) Macar
gazetecinin
korktuğu Birinci’de değilse de, İkinci Dünya savaşında başlarına gelmiştir.
Benzeri
bir değerlendirmeyi de, Kanal Harekâtında Osmanlı subay ve erlerinin canını
dişine takmış mücadelelerini görünce gözleri yaşaran ve “Yarabbi! Şu zavallı
milletin yeniden dirilmek ve istikbalini kazanmak için katlandığı şu
fedakârlıklara acıyıp da onu, masum emellerine eriştirmezsen, senin adaletinden
şüphe ederim.” diyen IV. Kolordu kurmay başkanı Von Frankenberg yapar: “Bu
savaş Almanya için fütuhat harbi olsa da, Osmanlı Devleti için bağımsızlık
savaşıdır. ” (Erden, a.g.e., s.119)
Alman
hariciyesi, Osmanlı hakkında sürekli olumsuz raporlar vermektedir. Alman sefiri
kendi Dışişleri bakanlığına gönderdiği bir yazıda, “Türkiye Üçlü ittifak
yanı olunca, Rusya’nın açık düşmanlığını göze almak gerekir. Türkiye’nin doğu sınırı
üçlü ittifakın stratejik durumunun en zayıf noktası olacaktır. İttifak
devletleri, şüphesiz kendilerine muadil bir yardım gösteremeyecek Türkiye için
yeni külfetlere katlanmakta tereddüt edeceklerdir.” der. Bir iki ay sonraki
raporuna da, “Ordusu kesinlikle değersizdir. ” notunu düşer. (E. Gen.
Doğan Hacipoğlu, Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Harbine Girişi,
İstanbul 2003, s.49) Fakat, Alman İmparatoru öyle düşünmemektedir; bir raporun
altına, “Biz Türkiye’yi asla reddedemeyiz.” notunu koyar.
Alman
ittifakı hemen ve kolayca oluvermemişti. Osmanlı ittifakına onlar da sıcak
bakmıyorlardı. Daha 1914 yılının başlarında Osmanlı hükümeti Almanya’ya ittifak
teklif ettiğinde, Von Kress’in ifadesiyle, “Fakat o vakit, gerek
İstanbul’daki Alman sefareti, gerekse Berlin’deki Hariciye Nezareti, bir
ihtilal ve üç talihsiz savaş neticesinde zayıf düşmüş olan genç Türk
hükümetinin ittifak kudretinin yetersizliğini düşünerek, Türkiye ile bir
ittifak akdinin reddedilmesini uygun görmüşlerdi. Fakat, imparatorun uzak görüşlülüğü
sayesinde, bu husustaki bütün bağlar kopartılmamış ve uzatılan müzakerelerde,
harp başlar başlamaz ittifakın yapılması yine mümkün olmuştur. ” Von Kress,
ordu ve memleketin yorgun ve Merkez Devletleri ile ittifaka hazır olmadığını,
bunu Talat ve Enver Paşaların gerçekleştirdiklerini söyledikten sonra, şunları
ekler: “Bunlar, daha o vakit, İtilaf devletlerinin zaferi ile bitecek bir
harpten sonra Türkiye’nin aralarında taksim edileceğine ve bu ölümden
kurtulabilmek için tek çarenin, vaktinde Merkez Devletlerine katılmakta
olduğunu takdir eden pek az Türk politikacılarından idiler.”
İmparator’un
talimatı üzerine, Alman sefiri Osmanlı ile gizli görüşmelere başlar. Talat
Paşa’nın yazdığına göre, Alman elçisi Wangenheim, Osmanlı Başbakanı Sait Halim
Paşa’ya, Almanya’nın Türkiye ile eşit şartlarda bir ittifak yapmak istediğini
söyler. Sait Halim Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa ve Halil (Menteş) Beyi o akşam
yalısına çağırarak teklifi bildirir ve görüşürler. “Biz derhal, bu teklifin
bir savaş tehlikesinden doğmuş olduğunu anladık. Bir devletin zayıf Türkiye’yi
ittifakına almak istemesi için bu derece önemli bir sebebin var olması
gerekeceğini tabiî buluyorduk. Fakat bizim düşüncemiz, bir genel savaşın
çıkmayacağı ve bizim de, bir kere bu ittifaka girmekle, artık devletimizi her
türlü tehlikeden korumuş olacağımız merkezinde idi.” (Talat Paşanın Hatıraları,
s.21) Bu ifadelerden, Almanların tekliflerinin savaştan epeyce önce olduğu
düşünülebilir; gizli görüşmeler uzunca bir süre devam etmiştir.
Varılan
anlaşmanın birinci maddesine göre, her iki devlet de Avusturya- Sırbistan
sürtüşmesinde tarafsız kalacaklar. İkinci maddeye göre, “Şayet Rusya fiilî
askerî tedbirlerle işe karışır ve bu suretle Almanya için Avusturya- Macaristan
hakkında kazus federis (savaşa katılma zorunluluğu) doğarsa, bu kazus federis
Türkiye için de yürürlüğe girecektir.” Dördüncü maddesinde ise, Almanya’nın,
Osmanlının ülke bütünlüğü tehlikeye düştüğünde onu gerekirse silahla koruyacağı
söylenmektedir.
Bu
anlaşmadan birkaç gün sonra Alman büyükelçisi Wangenheim’dan, ittifak
hükümlerini Türkiye lehine geliştiren bir taahhüt mektubu alınır. Mektupta
kapitülasyonların kaldırılmasında Türkiye’ye yardım edileceği, doğu
sınırlarının Müslüman unsurlarla doğrudan temas sağlanacak bir şekilde
düzeltileceği (Azerbaycan’la sınırdaş olmak), Ege adalarının Türkiye’ye
bırakılacağı ve işgal altında Osmanlı toprağı kaldıkça Almanya’nın savaşı
bırakmayacağı taahhüt edilmektedir. (Balcı, a.g.e., s.38)
Anlaşmanın,
Rus-Alman savaşından önce hazırlandığı bir ve ikinci maddelerden de açıkça
anlaşılmaktadır. Rus-Alman savaşı 1 Ağustos 1914 günü öğleden sonra saat 17’de
ilan edilmiş, Alman-Türk ittifak anlaşması ise 2 Ağustos 1914 sabah saatlerinde
imzalanmıştır. İttifak anlaşmasının imzalandığı saatte, Osmanlı devlet adamları
muhtemelen, birkaç saat önce savaşın başlamış olduğunu biliyorlardı. Ancak,
bilmeseler de önemli değildir; çünkü, her halükârda bir savaş ortamı yaşandığı
açıktır ve Osmanlı Rusya’dan korkusu sebebiyle bu anlaşmayı yapmaktadır.
Almanya
ittifakının ertesi günü Osmanlı hükümeti, devam edecek savaşta silahlı
tarafsızlık siyaseti takip edeceğini bildirdi. Osmanlı yöneticileri İttifak
ülkelerine katılmakla rahatlamış olmakla birlikte, savaşa girişi mümkün
olduğunca ertelemeye kararlıydılar. Yavuz ve Midilli’nin, Bulgaristan ittifak
kuvvetlerine katıldığını açıklayana kadar Karadeniz’e çıkmasına izin verilmez.
(19 Ağustos’ta Bulgaristan Osmanlı anlaşması imzalanır.)
Enver
Paşa kıvrak bir dış politika elamanı gibi, bir yandan Alman askeri yardımını
almaya çalışırken, diğer yandan savaşa girmeyi geciktirmeye uğraşıyordu. Bunu
Almanlara karşı değil, ordunun vazifesini yapabilmesi için gerekli
hazırlıkların tamamlanması için yapıyordu. Bu konudaki tutumları, Enver
Paşa’nın ayni zamanda iyi bir müzakereci olduğunu göstermektedir.
Bu
bağlaşmanın Almanların da işine yarayacağı doğaldır; hatta, onların da
zannettiklerinin çok üstünde kendileri için faydalı olmuştur. Alman yönetimi,
kendi işine yaramayacak bir bağlaşmayı sırf Osmanlının hatırı için imzalayacak
kadar elbette ki saf değildir. Peki Türk hükûmeti mi o kadar saf yahut cahildi?
Enver Paşa bütün bunları bilmiyor muydu, sırf Almanlara olan hayranlığı mı O’nu
savaşa itti? Bu tür hükümler kahve sohbetleri için bile caiz değildir.
Enver
Paşa, henüz otuz yaşında bir subayken Trablusgarp’tan şunları yazıyordu: “Doğru,
Avrupalı düşmanlarımdan nefret ediyorum, ama Hans ile münakaşa ederken,
milletlerin arasında bir tek menfaatlar rol oynar, duyguların önemi yoktur,
derken, söylemek istediklerimde haklı olduğumu bana gösterdikleri için de
hayranlık duyuyorum onlara... ” (Hanioğlu, a.g.e, m.161) Aynı yıl
yazdığı diğer bir mektupta Almanya’nın, neyin peşinde olduğunu bakın nasıl
ifade ediyor: “... bütün Avrupa’nın, bizim zayıflamamız karşısında menfaati
var... Almanya kendi cephesinden, Küçük Asya’ya el koyma vaktinin böylece daha
da yaklaşacağını düşünüyor. ” (Hanioğlu, a.g.e, m.146) Bunları yazan
insan mı dünya siyasetinden habersiz?
Yine
aynı yılın Ağustos ayında yazdığı bir mektup var ki, buradaki öngörüsünü, genç
bir Osmanlı subayının siyasi dehası olarak değerlendirmek gerekir. Yukarıda
dokunulduğu gibi, Alman hükûmeti Osmanlıyı kendinden uzak tutmak kararındadır.
1913 yılında, Alman kamuoyunda Osmanlıya karşı bir sempati doğduğunu yazan
dostuna şu cevabı verir: “Özel Almanya’nın bize gösterdiği sempatiden çok
duygulandım sevgili dostum. Ama, resmî
Almanya
aynı duyguları taşımıyor. Fakat, kendi menfaatini korumak için resmî Almanya da
sonunda bizden yana olacaktır; bunu önceden görüyorum. ”
(Hanioğlu, a.g.e, m.177)
Bu
genç Osmanlı subayının başka neler yazması gerekirdi?
Ayni
insan, Enver Paşa’nın, Süveyş Kanal hareketi için Almanların göndermek istediği
mali yardımı az bulup reddederken yazdıkları, vicdanı ve idraki olan her insanı
Enver Paşa ve arkadaşlarının tutumu hakkında aydınlatıcıdır. Paşa şöyle diyor: “Almanya
maddi ve mali bakımdan Osmanlı İmparatorluğunu desteklerse bunu kendi çıkarı
için yapar. Osmanlı İmparatorluğu Alman yardımını kabul eder de, kendi kaderini
Almanya’nın kaderine bağlarsa, o da bunu yalnızca kendi çıkarı için yapacaktır.
Bu konuda hiçbir yanılsama olamaz.” Aksakal’ın vardığı sonuç şudur: “Osmanlılar
savaş boyunca Almanya ile devam eden ittifakları süresince, ulusal çıkarlarını
hassasiyetle koruduklarını açıkça ortaya koymuşlardır.” (M. Aksakal, Harb-i
Umuminin Eşiğinde, İstanbul 2010, s.20 )
Bugün,
hükümetlerin yalnızlık korkusu ve tarafsız kalınamayacağı gerçeği bilindikten
sonra, sanki Osmanlı için her şey mümkünmüş gibi, geriye dönük hükümler vermek
çok yersiz kaçmaktadır. Zamanın Millî Eğitim Bakanı Şükrü Bey’in yazdıkları çok
açık ve günümüz için de düşündürücüdür:
“Düvel-i
muazzama arasında, Devlet-i Osmaniye’yi bölüşmek için bir çok müzakereler
olmuştu. Bunun en mühim saiki Rusya idi. Binaenaleyh Rusya’nın olacak
tecavüzlerine set çekecek kavâid-i esasîye sahip olabilirsek, memleketi
kurtaracağımıza kani idik. ... Böyle bir kuvveti biz, inkılâptan beri
(Meşrutiyetin ilanı) arıyorduk. Fakat, hiçbir zümre- i düveliye (İttifak
devletleri-İtilaf devletleri) bizi kabul etmiyordu. ... Merhum eski başbakan
Küçük Sait Paşa zamanında Rusya’ya bir teklif yapılmış ve buna da cevap
gelmişti. Fakat Sait Paşa bunu hiçbir zaman görüşmeye açmadı. Çünkü Rusya’dan
gelen cevap, ‘Himayem altına girmeyi kabul ederseniz, sizi ittifak çemberime
alırım.’ şeklindeydi. Halbuki, Almanlar, bizi aşağılayacak hiçbir kayıt
koymadan anlaşma yapmaya muvafakat etti ve bu başarı addedildi... İtilaf
devletlerinin sefirlerinin sözlü garantileri hiç bir anlam ifade etmiyordu.
Çünkü, memleketimizin, devletlerin teminatı altına alınması, Paris ve daha
sonra Berlin anlaşmalarıyla yazılı olarak garanti edilmişken, o zamandan beri
hiçbirine uyulmamış, sürekli olarak parçalanmıştı. Mesela bugün üç devlet ülke
bütünlüğümüzü garanti etse, yarın bizi parçalamaya o anlaşma mani olmayacaktır.
Bu garantiyi, bir çok devletlerin ortaklaşa imza ettikleri Berlin ve Paris
anlaşmaları bile temin edememiştir.”
Adliye
Bakanı İbrahim Bey de, Sait Paşa hükûmeti zamanından beri İngiltere’nin bizim
her ittifak teşebbüsümüzü, bizi aldatarak geri çevirdiğini
yazar.
“İşte İtilaf devletleri Türkiye ile açıkça ve tam bir dürüstlükle
müzakerelere girişecekleri yerde, pek çekimser hareket ederek, dolambaçlı
yollara sapmaktan geri kalmıyorlardı. Bu manevraların gayesi, Bâbıâli’ye karşı
ferden müşkil bir mevkide bulunmamak ve müsaadeleri asgari haddine indirebilmek
üzere müştereken hareket ederek Türkiye’yi bir devletler kitlesi karşısında
bulundurmaktan ibaretti. Ara yerde tehditler de eksik olmuyor, mesela Sir
Malet, Sadrazam’a ‘Eğer Türkiye İtilaf Devletlerine meydan okuyacak mertebede
tedbirsizlikte bulunursa, bu hareket Osmanlı saltanatına hatime çeker. ’
diyordu. ” (m. Muhtar, a.g.e.,
s.237)
Bir
Rus kurmay subayı olan N. Clado ise durumu şöyle değerlendirir: “Türkiye’nin
çıkmaz bir yola girdiği inkâr edilemez... Almanların bu savaşta yenilmeleri
kuvvetle muhtemel olmakla birlikte, Türkler için, onlardan başka el uzatılacak
kimse yoktu. Türkler’in Avrupa’da kalması ve Boğazlara sahip olması yalnız
Almanların işine yarar. Türkler de iyi anlamışlardır ki, Avrupa’daki
topraklarını ve Boğazları korumak için biricik ümit, Almanya korumasıdır.
Kendimizi Türklerin yerine koyarsak, o zaman bu büyük Dünya Savaşında, kesin
bir tarafsızlıkla Türklerin ülke bütünlüğünün korunacağına inanmayacaklarını
anlarız. ”
Bir
diğer Rus, E. Adamov da, Türklere ülke bütünlüğü garantisi verilmeyişi
karşısında Türklerin, inanabilecekleri tek devlet olarak Almanya’nın kaldığını
söyler.
Sait
Halim Paşa, İttihat Terakki’nin 1916 Kongresinde şunları söyler: “Osmanlı
Devleti şeklen istiklaline sahip görünse de, hakikatte vesayet altına girmiş,
hükümranlık haklarının en önemlilerini yabancı devletlerin keyif ve hevesine
emanet etmeye mecbur olmuştu. ” (Balcı, a.g.e., s.22)
Osmanlı
Başbakanı, gelinen noktada artık Devletin “tamamiyet-i mülkiye”sinin yani ülke
bütünlüğünün pazarlık konusu olduğunu söylüyordu. Halbuki, Batılı devletlerin
verecekleri ülke bütünlüğü güvencesinin, hele bunların sözlü olanlarının hiç
bir anlamı yoktu. “Diplomasi sınıfının senetsiz sepetsiz sözlerle son Balkan
Savaşı’nda başımıza getirdiği felaketin dumanı gözümüzün önünde hâlâ tütmekte
bulunduğu bir zamanda, Bâbıâli’ye verilen sözlü öğütlerin yahut Londra’da,
Paris’te sefirlerimize, maslahatgüzarlarımıza vaki olan sözlü garantilere
dayanarak bir köşeye çekilmek, hiçbir hükûmetin, hiçbir devlet adamının kârı
değildir.” (1. Dünya Savaşında Türkiye, s.61)
O
günlerde bir İngiliz diplomatı kendi dışişleri bakanına şunları yazar: “Durum
çok güç. Bütün devletler, biz de dahil olmak üzere Türklerden daha çok şey
kapmak istiyoruz. Hepimiz Türkiye’nin toprak bütünlüğünden söz ediyoruz, fakat
pratikte hiç birimiz sözümüzü tutmuyoruz.” Diplomat diyor ki, “Başbakanın
ve Talat’ın benim şahsıma, iyi niyetime ve İngiltere’nin samimiyet ve
dostluğuna güvenmeleri yanında, Majeste’nin hükümetinin Türkler aleyhinde
sürekli kararlar alması, beni kısmen rahatsız ediyor...” (Ulubelen, a.g.e,
s.153)
Avrupalı
devletlerin hiç birinde siyasi ahlak olmadığını Fransız hukukçu Louis
Renault’dan dinleyelim: “Ne ilişkilerde güvence ve ne de verilen sözlerde
hiçbir sadakat yoktur. Bu hükümetler Türkiye ile ittifak ilişkilerine girerken,
hemen hemen ayni anlarda da Türkiye’nin parçalanarak yok olmasını amaçlayan
başka ülkelerle ittifaklar kurmaktadır.” (Djuvara, a.g.e. s.22)
Yazar şöyle devam ediyor: “Osmanlı İmparatorluğunun geniş toprakları, bu
topraklar içinde yaşayan halkın çıkar ve duyguları gözetilmeksizin dilimlere
ayrılarak, cansız bir varlık gibi yıkıcıların, bölücülerin emrine sunulmuştur”
Sadrıazam Sait Halim Paşa 1915’te bir Amerikalı gazeteciye verdiği beyanatta
şunları söyler: “Üçlü İtilaf güçlerinin Türkiye ile ilişkilerine damgasını
vuran ikiyüzlülükten yorulduk.” (Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde,
Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi, İstanbul-2010, s. 222)
Bir
Avrupalı yazar, 1878 Berlin kongresi milletlerin alınıp satıldığı bir bezirgan
pazarına dönmüştü, der Osmanlılar ise anlaşmalarına daima sadıktır: “Bu
nokta Osmanlının başlıca meziyetlerindendir; tarih boyunca böyle olmuştur. Bu
gerçeği, onlarla birlikte yaşayanlar ve onları yakından tanıyanlar ifade
ederler.” (Djuvara, a.g.e. s.194)
Esasen,
“Türkiye, tamamiyet-i mülkiye türünden güvencelerin ne demek olduğunu
1841’den beri pek âlâ anlamıştı.” (M. Muhtar, a.g.e., s.236) Ayrıca
biz biliyoruz ki, Almanya’nın da Orta Doğu’da hesapları olmakla birlikte, elli
yıldan beri, milletlerarası arenada bize en yakın davranan ve yer yer
destekleyen Almanya’dır; askerî ıslahat meseleleri, Makedonya ve Girit
meselelerinde uygulanan baskılara katılmaması gibi. Ve bunu halk da böyle
görmektedir ve Alman gücüne güvenen, yalnız Enver Paşa değildir. Talat Paşa
şöyle yazar: “Bütün Osmanlılar, Türkiye’nin, yenilmeyen bir Almanya-
Avusturya birliğinde varlığını ve bağımsızlığını koruyacağına kani idiler.”
(Talat Paşanın Hatıraları, 27)
İsmet
İnönü, Enver Paşa’nın Alman ordusuna olan güvenini vurgular: “Enver Paşa
Alman ordularının kudret ve kıymetine sarsılmaz hayranlık besliyordu. ”
(İnönü, a.g.e, s.96) Askerî açıdan kaybedilmiş bir savaşa girdiğimizi
ileri süren İnönü, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin toplam güçlerinin sağlıklı
değerlendirilemediğini ve Amerikan faktörünün hiç düşünülmediğini söyler.
(İnönü, a.g.e, s.80) Bu eleştiriler elbette ki doğrudur; ama savaştan
sonra yapılmıştır. Savaş öncesinde, İtilaf Devletleri taraftarı olanlar
Bakanlar Kurulunda bile var idiyse de, bu tür bir değerlendirmeye yani askerî
açıdan mukayeseli bir üstünlük tesbitine rastlamıyoruz. İsmet Paşa, savaşa hiç
değilse gecikerek girmek konusunda daha ölçülü değerlendirmeler yapar; şöyle
der: “Girmezdik de ne olurdu? Belki savaşa bu kadar erken değil, çok
sonraları, savaşın sonuna doğru girerdik. Bunu yapabilir miydik? Belki evet,
belki hayır.” (İnönü, a.g.e., s.136) Savaş sonrasında, İngiliz,
Fransız ve Rus bir çok devlet adamı ve yazar, Türklerin Almanya ittifakının
zorunluluğu hakkında açıklamalar yapmışlardır.
Ziya
Nur Bey, Osmanlının savaşa girmeyebileceği yolundaki iddiaları, “Dayanaksız,
boş ve kof” sözler olarak nitelemektedir. “Savaşta mağlup olunduğu, netice
feci olduğu için, ucuz hükümler ve sebepler aranmıştır. Hele Enver, büyük gadre
uğramış, zavallı İslam idealisti, kısa bir müddet sonra şehit olduğundan, ‘vur
abalıya’ cinsinden ithamlara maruz kalmıştır. Bu ithamların, en yakın
arkadaşları tarafından bile yapıldığını söylemek gerekir. ” (Z. N. Aksun, Osmanlı
Tarihi, c.6, s.261)
Harbe girişimiz konusunda en cahilce
ve sokak üslubu hüküm, ne yazık ki Türk Devletinin Genel Kurmayı tarafından
yayımlanan kitapta yer almıştır: “Almanya Marn muharebesinde kaybetmiş, buna
rağmen Enver Paşa akıl almız bir sorumsuzluk duygusu ile Türkiye’yi vakitsiz
Almanya yanında harbe sokmuştu. Bu savaşa giriş Enver’in isteğiyle olmuş; ancak
Cemal Paşa ve Talat Beye haber vermiştir... Bir
diktatör gibi İmparatorluğu ve orduları
büyük bir
sorumsuzlukla yönetmeye kalktı”
(Emk. Tuğgen. Cemal Akbay, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, 1. Cilt, “Osmanlı
İmparatorluğu’nun Siyasi ve Askeri Hazırlıkları ve Harbe Girişi”, Ankara 1999,
s.246)
Ziya
Nur beyin yazdıklarına, Türk Tarih Kurumu’nun ilk başkanı, tarihçi Yusuf
Akçura’nın 1926’daki hükmünü de ekleyelim. 1918 İhtilali ile açılan Çarlık
arşivlerini inceleyen Akçura, İstanbul’un işgali için Rusya’nın hazırladığı
130.000 kişilik özel ordunun Tuna ağzında bekletildiğini, Karadeniz’de mutlak
üstünlüğün elde edilmesi için yeni gemilerin
yapıldığını, bunların perde ardı uzun
müzakerelerini, bu belgelerle açıkladıktan sonra, şu hükmü verir: “İtilaf
devletleri sefirlerinin tarafsız kalmamız için bize sözlü olarak verdikleri
teminatlara inanmak fazla safderunluk olurdu
Diğer Avrupa devletlerinin paylaşma plan ve
anlaşmalarının
hiç birini bilmese bile, Rusların bu işgal planları karşısında tarafsız
kalınabileceğini düşünmek ahmaklıktır.” (Yusuf Akçura,
“Osmanlı Devleti Umumi Harpte Tarafsız Kalabilir miydi?” Türk Tarih Encümeni
Mecmuası, 11926, s. 7) Akçura, mütareke günlerinin ümitsizlik havası içinde
İngiliz istihbaratının yaptığı propagandaların okumuş kesimleri etkilediğini ve
savaşın sorumluluğunun İttihatçı liderlere yükletilmesiyle “galip itilaf
devletlerinin nazar-ı merhamet ve muhabbeti” celbedilip, daha müsait
şartlarda bir barış yapılabileceğini ümit ettiklerini ilave eder.
Karman
çorman hükümlerle dolu Genel Kurmay’ın yayını da - dayandığı kaynaktan olacak-
savaşa girme konusunda, ikinci bölümün sonuç kısmında şöyle der: “Harp
gücünü teşkil eden faktörlerin her birinin ayrı ayrı incelenmesi şu gerçeği
ortaya koyuyordu ki, Türkiye bu harp gücüne dayanarak herhangi bir harbe girmez
ve gireceği harbi devam ettiremezdi. Ancak jeopolitik ve stratejik durumun
incelenmesinde de açıklandığı üzere, Türkiye’nin politik ve stratejik durumu
dolayısıyla, herhangi bir dünya harbinde tarafsız kalmasına da imkân
görülemiyordu. Bu bakımdan, herhangi bir dünya harbinde yeterli bir dış yardımı
esirgemeyen kuvvetli bir Avrupa devletine dayanmak uygun olurdu. ” (Cemal
Akbay, a.g.e. s.140)
Özellikle
yabancı kaynaklara dayalı incelemelerinin ardından bir sonuç değerlendirmesi
yapan Mustafa Aksakal şöyle söyler: “Dolayısıyla Enver, yalnız kendisinin
desteklediği bir politika izlemekten çok, Osmanlıda karar oluşturan elitlerin destekledikleri
bir ittifek stratejisini müzakere eden başlıca isimdi.” (Mustafa Aksakal, Harb-i
Umuminin Eşiğinde, İstanbul 2010, s.222)
Yazar,
Osmanlı aydın ve subaylarının ve Meclis üyelerinin İngiltere ve Fransa’ya asla
güvenmediklerini, Almanya taraftarı olduklarını tespit eder ve bu tutumun
arkasında Balkan Savaşında aşağılanan Osmanlı gururunun, çekilen acıların ve
korkuların intikamını almak duygusunun yattığını söyler.
Mustafa
Aksakal Enver Paşa’nın hayalperestliği yolundaki iddiaları da gerçekçi bulmaz.
Alman-Osmanlı mlüzakerelerinin incelenmesi, Enver Paşa’nın “Panislamist
hayallerle gözleri kamaşmış bir savaş taraftarı olarak
tanıtılmasının
oldukça yanıltıcı olduğunu ortaya koymaktadır.”
(Mustafa Aksakal, a.g.e. s 223)
Yazarın
vardığı sonuçlardan biri de şudur: “Paşa savaşın içine atılmaya pek de
hevesli değildi. Osmanlılar ancak üç ay (dört ay, N.K) süren ayak diremelerden,
kandırmacalardan ve Berlin’le yürütülen uzatmalı pazarlıklardan sonra,
Alman-Osmanlı ittifakı kopma noktasına geldiğinde savaşa girmişlerdi. Osmanlı
liderleri 2 Ağustos 1914’te Almanya ile ittifakı garanti altına aldıklarında,
silahlı tarafsızlıklarını ilan ettiler ve çabalarını askeri bir çatışmaya
girmeme üzerinde yoğunlaştırdılar. Almanlar, özellikle Liman von Sanders, harekete
geçilmesi konusunda İstanbul’a baskı yaptığında Osmanlılar, Bulgaristan’la bir
ittifak kurmak gerektiği ve seferberlik çalışmalarını tamamlamak için daha
fazla zamana ihtiyaç olduğu konusunda ısrar ettiler. Osmanlıları nihayetinde
savaşa sokan, Almanya’nın daha fazla askeri yardımda bulunmayı reddetmesi ve
Osmanlıları terkedip Rusya ile ayrı bir anlaşmaya varma tehdidinde bulunması
oldu.” (Mustafa Aksakal, a.g.e. s.223)
Talat
Paşa, Almanların mutlak galibiyetine inanılmasa da, hesapların bu galibiyet üzerine
yapıldığını yazar. Savaş içinde “Hiç kimse savaşa girildiğinden dolayı
pişmanlık hissetmiyordu. Padişah, Veliaht Vahdeddin, âyan ve milletvekilleri,
subaylar, halk ve memurlar, memleketin kurtarılmış olduğuna kaniydiler. Fakat,
savaşın dört yıl süreceğine ihtimal verilmemişti. Savaşın birinci ve ikinci
yıllarında halk bütün yük ve külfetleri memnuniyetle taşıdı; malını ve canını
severek verdi. Hiçbir yerden bir şikâyet işitilmedi. Subaylar ve memurlar
şereflerini korudular.” (Talat Paşanın Hatıraları, s.27-28) Şunu eklemek
gerekir ki, savaşın sonucunun ağır olması ve İttihatçı liderlerin bu
sorumluluğu derinliğine duyması sebebiyle, bulundukları şartlar içinde
kendilerini ve politikalarını savunamamışlardır. Bazı konuların birkaç
İttihatçı ileri gelen arasında kararlaştırılması da, bu savunmayı
güçleştirmektedir ve beyanlar arasında yer yer tutarsızlıklara yol açmaktadır.
Ancak, o günün şartları içinde bu gizlilikleri makul ve görüşmeleri
yaygınlaştırmama tutumunu haklı görmek gerekir.
Talat
Paşa’nın bu tahlillerine şunu da eklemeliyiz ki, savaşın dört yıl sürmesi,
galip-mağlup bütün tarafların toplumlarını çökertmiştir; Rusya’da ihtilal
olmuş, Almanya, Fransa, İngiltere, ardı kesilmeyen çalkantılar içinde,
dirençlerinin son noktalarına gelmişlerdir. İşin ilgi çeken yanı, toplumsal
huzursuzluk ve çalkantılar açısından da, devletlerin en güçlüsü yine Türkiye
çıkmıştır.
Türk toplumu, yetmemiş gibi, bir de Millî Mücadeleyi verecektir.
Bu
gücü, Türkiye’nin maneviyat ve toplumsal dokusuna bağlamak gerekir.
*
* *
Savaşın
sorumlusu konusunda Talat Paşa’nın bir tahlilini de verelim:
Talat Paşa, Harb-i Umuminin Menşe’leri
isimli esere 1915 yılında yazdığı önsözde bu savaşa Rusların sebebiyet
verdiklerini söyler: “Üç büyük hakikat-i tarihiye tezahür ediyor: Birincisi,
Japonya mağlubiyetinden beri Rusya’nın, daha doğrusu, Rusya’da gayre muayyen,
gayri mes’ul bir zümre-i kalilenin, Şark-ı karib’de tavizat teşebbüsatıyle
iştigal ederek, o zamandan bu ana değin Memalik-i Osmaniye üzerine yağan
musibetlerin, Anadolu ve Rumeli vakalarının ve Makedonya karışıklıklarının,
Yunan, Bulgar, Sırp ittifakının Balkan hailelerinin yegâne müsebbibi olduğu ve
bugün Sırbistan’ı Avrupa’nın göbeğinde tehditkâr bir Rus kuvveti olarak
saklamak için dünyayı ateşe vermekten çekinmediği...........
Bu hakikatlerin
bugün bilinmesi, yarın okunmasından daha faydalıdır. ” (Helfry, Harb-i Umuminin
Menşe’leri, Çevirenler, Şemsettin Sivasi ve Reşit Saffet, İstanbul 1915.)
Savaşın
başında Rus hükümetine bir rapor veren Yarbay Nemitz’in yazdıkları, Talat
Paşa’nın yorumuyla örtüşmektedir: “Rusya tarafından verilmiş olan bu karar,
içinde bulunduğumuz savaşa takaddüm eden ağır, karışık ve siyasal
anlaşmazlıkta, onun siyasetine kuvvet vermeye kayda değer derecede kuvvet
vermişti. Gerçekten Rus siyasisi iyice anladı ki, Sırp işinde Avusturya ve
Almanya’nın başarıları, Rusya’yı Boğazlar’a götüren yol üzerinde hemen hemen
aşılmaz engeller koyacak ve onun Slav soyundan olan ulusların koruyuculuğu
rolünü zorlaştıracaktı. Ve böylece Rusya Savaşı kabul etti.” Bu ifadeler,
Rusyanın, Sırbistan’ın ezilmesine müsaade etmemek için niçin bir Dünya savaşını
çıkarmaktan çekinmemiş olduğunu ve bu dünya Savaşından neler beklediğini açıkça
göstermektedir. (Cemal Akbay, a.g.e, s.15)
Avrupa’nın
sanayii gelişmiş devletleri emperyalizm ile dünyayı paylaşmaya çalışırken,
Rusya da, ırk, din gibi kavramlarla çevresinde genişliyordu. Onlar da Batılı
devletler gibi Allah’ın kendilerine görev verdiğini söylüyorlardı. “İstanbul
bu emperyalizmin göz kamaştırıcı bir sembolünden başka bir şey değildi.” Avrupalı
düşünür Lebniçz, Türklerin tarihten silinmesi gerektiğini söylerken, Ünlü Rus
yazarı Dostoyeski de 1877’de Rus ideallerini İstanbul merkezli olarak şöyle
anlatmıştı “Evet,
İstanbul
bizim olacaktır. Bizim olmalıdır. Yalnız çok önemli bir liman olduğu için
değil, yalnız Rusya gibi dev bir devletin kapalı bulunduğu odadan çıkıp, açık
denizlerin havasını teneffüs etmesi için değil, Doğu Hıristiyanlığının ve
dünyadaki bütün Ortodoskluğun geleceği için, birliğini tamamlaması için bize
lazımdır. ” (E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, IX.
Cilt, Ankara-1996, s.360) Dostoyevski, Batılı meslektaşları gibi Rusya’nın
Doğuyu medenileştirmek görevi olduğunu bu Doğuya Türkiye ve İran’ın da dahil
olduğunu söyler. Bu anlayış ve heyecanın kitleleri nasıl sardığını anlamak için,
Büyük Savaşa girmeden önce sıkıntılı zamanlar geçiren Rus Çarı’nın, durumunu
sağlamlaştırmak için Moskova’da binlerce insanın katıldığı İstanbul’u alma
gösterisi yaptırdığını hatırlayalım. İstanbul’u alma hayali halkın Çar’ın
zulmüne boyun eğmesine sebep olacak kadar güçlü idi...
25
Bilindiği gibi İstanbul’u “Çarigrad” olarak gören ve buranın mutlaka alınmasını
bir Rus ülküsü haline sokan, vasiyet eden, bizim Deli Petro dediğimiz, bu
çardır.
O |
SMANLI
Devleti için Savaşın başlangıç hareketini yaptığı kesin olan
Goben
ve Breslav kruvazörlerinin İstanbul’a gelişi ise, İngiliz gemilerinden
kaçtıkları için, bir sığınma hareketi değil, doğrudan düzenlenmiş bir
senaryodur.
Olay
şöyle gelişmiştir: Osmanlı hükûmeti, savaş halinde Rus donanmasının İstanbul’u
bombalayacağı endişesini taşımaktadır ve bu gerçekçi bir korkudur. Osmanlı’nın
Karadeniz’de bu tehlikeyi göğüsleyebilecek güçte donanması yoktur. Bu
düşünülerek, Osmanlı halkının yardımlarıyla parası ödenip İngiltere’ye sipariş
edilmiş olan “Sultan Osman” ve “Reşadiye” dretnotlarının teslimi de
gecikmektedir. Bu gemileri getirmek üzere, bin kişilik mürettebatla Londra’ya
gitmiş olan Rauf Orbay Bey, İngilizlerin, teslimi sürüncemede bırakmak
temayülünde olduklarını ve şüpheli tutumlarını Osmanlı Deniz Bakanlığına
bildirir. Rusya ise, Yunanistan’ın Osmanlı ile bir anlaşmaya girmesini
önlemekte ve bu savaş gemilerinin İngiltere’den gelmesi halinde Boğazlardan
geçmesinin engellenmesini Yunanistan’dan istemektedir. Sonunda 2 Ağustos
1914’te İngiltere, Osmanlı gemilerine el koyar. “İngiltere, Sultan Osman’dan
sonra, Vikers tezgâhlarında yapımı tamamlanmış Reşadiye dretnotumuzla, gene
orada Şili hükûmeti adına inşa edilmişken, hükûmetimiz tarafından satın
alınması kararlaştırılıp, pazarlığı da yapılmış olan iki torpido destroyerine
el koydu. ” (Rauf Orbay’ın Hatıraları, İstanbul 2005, s.5)
İstanbul,
Karadeniz tarafından açık kalmaktadır. Bu denizde ise Rus donanmasının
üstünlüğü kesindir. Osmanlı, Avusturya donanmasının gelmesini ve İstanbul’un
savunmasına yardımcı olmasını ister. Avusturya hükûmeti bunu kabul etmez.
Karadeniz’de üç adet savaş gemimiz vardır: “Mesudiye”, “Barbaros Hayreddin” ve
“Turgut Reis”. “Mesudiye” kırk yaşında olup, birkaç kere tamir görmüştür;
“Barbaros” saftan çıkartılmış,
“Turgut
Reis” tamire alınmıştır. Sekiz muhribimize karşılık Rusların yirmi altı muhribi
vardır. Ayrıca on bir Rus denizaltısı Karadeniz’dedir. Osmanlı, Boğazı ve
İstanbul’u nasıl koruyacaktır? Ayrıca savaş halinde, Doğudaki ordularımızın
Karadeniz üzerinden ikmali zorunluluğu vardır. Mevcut durumda, Karadeniz yolu
tamamen kapanmış demektir. Nitekim, daha sonra, Yavuz’ un torpille yaralanması
sonrasında Boğaz yakınlarına çekilmesiyle, Karadeniz yolu bizim için tamamiyle
kapanmış, Ruslar istedikleri zaman istedikleri sahil şehrimizi bombalamışlar,
sayısız sivil tekne batırmışlardır.
Bu
durumda, açık bir bilgi yahut beyan olmamasına rağmen, Enver Paşa’nın,
Karadeniz’i Türk gemilerine açabilmek ve İstanbul’un savunmasını desteklemek
üzere Almanya’dan harp gemisi desteği istediğini düşünmek makul görünmektedir.
Bu sıralarda İstanbul’da yaşanan bir görüşme, bu desteği çabuklaştırmıştır:
1
Ağustos 1914 günü Almanya’nın Osmanlı büyükelçisi Wangenheim, Alman Dışişleri
Bakanlığına şu telgrafı çeker: “Pallaviçini (Rusya’nın Osmanlı büyükelçisi)
şimdi, benim önümde, Sadrazam’a Rus donanmasının Boğaza karşı saldırmayı
tasarladığını bildirdi. ”
Rusya,
savaştan çok önce, Boğazları ele geçirmek üzere planlarını yapmıştır. Hatta bu
hazırlıkta, sadece İstanbul Boğazı’nın zapt edilmesinin fazla anlamlı
olmayacağı, Çanakkale Boğazı’nın da ele geçirilmesinin zorunlu olduğu
kararlaştırılmıştır; yani, bütün Marmara bölgesinin işgali. İlgili programda,
bunun gerçekleştirilmesi için, Yunanistan’a dayanmanın doğru olmadığı, çünkü
onların da İstanbul’da gözü olduğu kaydedilmiştir. Kurulan komisyonda Rus Genel
Kurmay Başkanı, genel bir savaş olmadan İstanbul’un ele geçirilemeyeceğini
söylemiştir. İstanbul’un işgali için özel bir Kolordu ve bir Avcı Tugayı
kurularak harekete hazır bekletilmiştir. Komisyon, Boğaz sahillerine dört-beş
gün içinde çıkarmayı gerçekleştirmek üzere donanmaya acele yeni harp gemileri
ilave edilmesini de kararlaştırmıştır. (General Fahri Belen, Birinci Cihan
Harbinde Türk Harbi, Ankara 1964, c.I, s.223-24) Rusya İstanbul’u ele
geçirmek ihtirasını savaşın kazanılması sonrasındaki görüşmelere de bırakmak
istemez. 1917 yılında, İhtilalden bir süre önce yüz otuz bin kişilik bir ordu
hazırlayarak İstanbul’a fiilen girmeyi planlar ve hazırlıklara girişir. (Bayur,
a.g.e., c.2., kıs.3, s.519 vd.)
Rusya’nın
Osmanlı içindeki beşinci kol faaliyeti de savaş yaklaştıkça hızlanmaktadır.
Osmanlının herhangi bir alanda güç kazanmasını engellemek
için
Rusya, Avrupalı devletler nezdinde her türlü teşebbüsü denerken, bir yandan da
Osmanlı içine el atmıştı. Bazı Kürt aşiretleri ile Ermenileri bir araya
getirmek üzere bir Ermeni-Kürt örgütü kurdurmuştu. Rusya, ayrıca Sait Halim
Paşa’nın siyasi muhaliflerini destekliyor, bu çevreleri “gizli bürolar” halinde
düzenlemeye çalışıyordu. (Aksakal, a.g.e., s.99) İttihat Terakki liderleri ise
oyuna oyunla karşılık veriyor, Teşkilat-ı Mahsusa içindeki Kafkasya ve
Türkistan masaları, Rusya müslümanları arasında ihtilal tohumları saçıyordu.
Osmanlı
Hükümetinin, istihbarat yoluyla bildiği ve korktuğu şeyi, - yukarıda
dokunulduğu gibi- Rus elçisi, büyük bir pervasızlık ve nezaketsizlik içinde
Alman sefirinin önünde söyleyerek, hükümeti tehdit etmektedir. Osmanlı ne
yapacaktır?
Alman
büyükelçisi, şu düşüncelerini kendi dışişleri bakanlığına bildirir: “Eğer
Goben’i Akdeniz’de kullanmak gereği yoksa, o, Türk donanmasıyla berkitilmiş
olarak Rus Karadeniz donanmasına karşı koyabilir. Romanya ile kablo vasıtasıyla
haberleşmeyi güven altına alabilir ve Bulgar kıyılarına bir Rus asker
çıkarmasını önleyebilir...”
Büyükelçi
bu talebi, henüz Alman-Türk bağlaşması imzalanmadan yapmıştır. Berlin bu
teklifi kabul etmez; Osmanlı Hükûmetini sıkıştırmak istemektedir. Hemen
ardından anlaşmanın imzalandığı haberi alınınca, Alman Dışişleri şu telgrafı
çeker: “Bağlaşma anlaşmasının resmen bildirilmesi üzerine, Goben ve Breslav
kruvazörleri derhal İstanbul’a gitmek emrini aldılar. ”
Olayın
Türkler açısından gerekçesi açıktır: İstanbul’un savunulması ve Karadeniz’de
donanma üstünlüğü sağlanması, hiç değilse caydırıcı bir güç elde edilmesi.
Almanlar açısından bakıldığında da, durum açıktır: Avrupa cephelerinde
rahatlamak için Osmanlının bir an önce savaşa girmesi gereklidir. Özellikle, 12
Eylül 1914’te Alman ordusunun Marn önlerinde Fransızlar tarafından
durdurulmasından sonra, bu ihtiyaç daha bir şiddetle duyulmuş ve Osmanlı
Hükûmeti üzerindeki Alman baskısı artmıştır.
Osmanlı
hükûmetinin hemen savaşa girmek istemeyişinin anlaşılması, hesaplarını buna
göre yapmış olan Almanları telaşlandırmıştır. 4 Ağustos 1914’te Alman
Şansölyesine telgraf çeken General Moltke şunları söyler: “İngiltere belki
bugün, belki de yarın bize savaş ilan edecektir. İngilizlerin tutumunun
etkisiyle Bâbıâli’nin son dakikada bizi bırakmasına meydan vermemek için,
Türkiye’nin mümkünse hemen bugün Rusya’ya savaş ilan
etmesinin
büyük önem taşıdığı görülüyor. ” (Mustafa Çolak, a.g.e.,
s.51) Almanlar, yine bu endişelerle, ittifak anlaşmasına bir ek yaparak,
savaşın kazanılması halinde doğu sınırlarımızda yeni düzenlemeler yapılacağını,
savaş ganimetlerinin paylaşılacağını kabul etmişlerdir.
Olayın,
Almanların bir emrivakisi gibi gösterilmesi, Bakanlar Kurulu’na meseleyi bütün
ayrıntılarıyla kabul ettirmekteki zorluktan doğmuş olmalıdır. Çünkü kabinede,
tarafsız kalamasak bile, en azından yavaş davranmak konusunda güçlü bir temayül
vardır. Başbakan Sait Halim Paşa ve Savaş Bakanı Enver Paşa’nın, başından beri
gelişmelerden haberdar oldukları kabul edilmelidir. Makul olanı da budur;
çünkü, söz konusu olan Boğazların güvenliğidir. Her ne kadar Başbakan,
Bulgaristan’la bağlaşma yapılmadan, bu gemilerin beklenmedik bir çatışmaya
girmesinden kaygılı ise de, asıl amaç olan Rus donanmasına karşı savunma gücü
elde edilmiştir. Savaşın yenilgiyle sonuçlanması, bu konularda daha açık ve
cesur açıklamalar yapılmasını engellemiştir.
Cemal
Paşa olaydan haberdar oluşlarını hatıralarında şöyle anlatır: “4 Ağustos
gecesi yine her zamanki gibi, Prens’in yalısında toplanmamız
kararlaştırılmıştı. Talat, Cavit ve Halil Beylerle ben daha önce gelmiştik.
Ardımızdan gelen Enver Paşa, kendisine has olan sakin tavrıyla, gülerek, ‘Bir
oğlumuz oldu.’ dedi. Doğal olarak bundan bir şey anlamamıştık. Bizi çok merakta
bırakmayarak, Goben ve Breslav bu sabah Çanakkale önüne gelmiş ve İngiliz
donanması tarafından takip edilmekte olduğundan bahis ile, Boğaz’dan geçişine
izin istemiş. Bir müttefik devlete ait savaş gemisini ciddi bir tehlikeden
korumak için, ‘Bu isteğe, uygundur emrini verdim. ’ Ve gemiler şimdi Boğaz’ın
beri tarafında, istihkâmların korumasında bulunuyorlar.’...”
Enver
Paşa’nın Bahr-i Sefid Boğazı Komutanlığına verdiği, 4 Ağustos 1914 tarihli emir
şöyledir: “Gayet gizli ve ivedidir. Alman ve Avusturya savaş gemilerinin
Boğaz’dan girişine müsaade edilecektir ve derhal buraya bilgi verilecektir. ”
(Prof. Mustafa Balcıoğlu, Teşkilat-ı Mahsusadan Cumhuriyete, s.50)
Çanakkale
müstahkem mevki komutanı baron Kress Von Kressenstein, Enver Paşanın 5 Ağustos
1914 tarihli emriyle Alman gemileri Boğazı geçtikten sonra arkadan İngiliz
gemileri de boğazdan geçmek isterlerse ne yapalım diye Enver Paşaya sorar. Paşa
önce, buna tek başıma karar veremem, der; fakat olayın beklemeye tahammülü
olmadığı hatırlatılınca, kısa bir duraklamadan sonra, “Ateş açın” diye cevap
verir. Baron Kress hatıralarında
diyor
ki, “Kalbimin üstünden ağır bir taş kalktı. Enver’in cesaretine, karar
kudretine ve sorum sevgisine büyük bir hayranlıkla odadan çıktım. ” (Ziya
Nur, Osmanlı Tarihi, c.6., s.164)
Durum
naziktir; Osmanlı tarafsız görünmektedir, bu durumda gemilerin ya bir gün
içinde karasularımızı terk etmesi yahut silahtan arındırılarak bir limana
çekilmesi gerekmektedir. Sonunda, bu gemilerin Osmanlı hükümetince satın
alınmasına karar verilir ve komutan amiral Suşon Osmanlı hizmetine alınır.
Birkaç gün sonra gemilere “Yavuz” ve “Midilli” adı verilir. “Yavuz” ve
“Midilli”ye Türk bayrağı çekilip, Moda önlerinde demirlediklerinde İstanbul
halkı şenlik yapar. Cemal Paşa diyor ki, “O günlerde İstanbul’da halkın neşe
ve sevinci, cidden tasavvurun üstünde idi. Hükümetin savaş hazırlıklarından
herkes emin bulunuyor ve Almanya ile Avusturya’nın yenmesini istemeyen bir
Müslümana rastlanmıyordu. ”
Bugün
geriye bakıp, bütün bu gelişmelere rağmen, Osmanlı, işleri sürüncemede
bırakarak, tarafsızlığını mümkün olduğu kadar uzatsaydı, savaşa girmeyi
erteleseydi gibi mütalaalar gerçekçi değildir. Milletler arası mücadelenin
tarihî ve katı gerçeği şudur ki, dilediği gibi yön değiştirebilmek, ancak
kuvvetli devletlerin işidir; yaşamak için bir başkasına dayanmak zorunda
olanların değil. Ayrıca, bir devletle ittifak yapıldıysa, artık kaderler
birleştirildi demektir; kendi ortağını oyalayarak, onun zaafa düşmesine,
yenilmesine zemin hazırlamak, kendi ayağına balta vurmaktır. Çünkü, apaçık
ortada ki, üç gün yahut üç hafta sonra dünya savaşı kesindir ve Türkiye bundan
kaçınamaz. Enver Bey bunu ta Trablus günlerinde görmüş ve yazmış bir insandır.
Böyle bir kaçınılmazlık içinde ve başka hiçbir yaslanacak güç bulamamışken, bu
tür kısa vadeli ayak oyunlarına bel bağlanamazdı.
Ne
var ki, Osmanlı Hükûmeti en son anlara kadar, Rusya ve müttefikleriyle anlaşma
yollarını aramaktan da geri durmamış, müzakereler, ikili temaslar yapılmış ve
yine, her seferinde geri çevrilmiştir.
Enver
Paşa, Rus askerî ataşesi general Leontyef’e ittifak teklif etmiştir. Generalin
yazdığına göre, Enver Paşa durumun çok güzel ve ikna edici bir tahlilini
yapmıştır. Rus büyükelçisi durumu kendi Dışişleri Bakanlığına bildirirken, “Derhal
kabul etmemiz gerekir. Yarın çok geç olacaktır ve Türkiye’nin reddedilmesi, onu
kesin olarak ve bir daha geri gelmeyecek biçimde düşmanlarımızın kucağına
atacaktır.” demiştir. Rus büyükelçisi
Osmanlı
başbakanı ile de görüşüp, aynı teklifi ondan da alarak merkezine bildirmiştir.
Osmanlı
bu teklifinde samimidir. Enver Paşa’nın Rus ataşeye yaptığı tahlilde de yer
aldığı gibi, Almanlarla mevcut bir sınırın olmaması sebebiyle, kendilerini
birinci derece bir tehlike olarak görmemekte ve anlaşma halinde, Alman askerî
heyetinin hemen İstanbul’u terk etmesini isteyebileceğini, hatta Kafkasya
bölgesindeki birliklerini azaltabileceğini ifade etmektedir. Rus Dışişleri
Bakanı Sazanof ise, böyle bir ittifak halinde İstanbul ve Boğazlar meselesinin
zora gireceğini (yani istedikleri gibi işgal edemeyeceklerini) bildirerek,
teklifi reddetmiş ve büyükelçiden Osmanlı Hükümetini tehdit etmesini
istemiştir. Sazanof’un cevabı şöyledir:
“Vakit kazanmak
için Enver’le konuşmakta devam ediniz. Hatırınızdan çıkmasın ki, Türkiye’nin
aleyhimizde olan hareketleri bizi korkutamaz. Türklerle olan münakaşanızda
yöntem olarak dostça bir dil kullanınız. Fakat, kendilerine şunu telkin etmeye
çalışınız ki, bizim kabul edebileceğimiz şekilde hareket etmedikleri takdirde
bütün Anadolu’yu kaybedeceklerdir. Biz İngiltere, Fransa ile müttefik olduğumuz
için, Türklerin hayatı elimizdedir. Halbuki Türklerin bize zarar verecek
güçleri yoktur. Bunu da uygun bir biçimde kendilerine anlatınız.” (Bayar, a.g.e.,
c.IV, s.1326)
Ağustos
ve Eylül ayları boyunca bu temaslar sürdürülmüş, Alman- Osmanlı yakınlaşması
arttıkça, Rus sefir ve askerî ataşesi, Enver Paşa’nın talebinin kabul edilmesi,
hiç değilse Girit adasının Osmanlı’ya verilmesi ve ülke bütünlüğü konusunda
yazılı garanti verilerek Türklerin tarafsızlıklarının sağlanmasını ısrarla
istemişlerdir. Avrupalı devletlerden biraz farklı olarak Rusya, her şeye rağmen
Osmanlı ordularının ciddi bir güç olarak karşısına çıkabileceği ihtimalini
düşünmektedir. Rus Dışişleri Bakanı Sazanov, İstanbul elçisi Giers’e, son
olarak, Petersburg’daki Türk Maslahatgüzarı Fahrettin Bey’in 12 Ağustos’ta
sunduğu ittifak teklifinin, “Anadolu’daki Ermeni ıslahatı” maddesi hariç olmak
üzere, İstanbul Hükûmeti ile görüşülmesini kabul eder. Londra’daki elçisine de
İngiliz ve Fransız Bakanları ile görüşmesini emreder. Teklife göre, bu üç
devlet Osmanlının ülke bütünlüğünü garanti edecek, Osmanlı seferberliğini iptal
edecek, savaştan sonra Türkiye, Anadolu’daki Alman yatırımlarının sahibi
olacak, Limni Adası Türklere bırakılacaktır.
İngiltere
ve Fransa bu tekliflerin hiçbirini kabul etmezler. Türklerin ittifaka alınması
halinde Rusya için Balkanlar kazanılmış olacak, Almanlar safına geçip
Bulgaristan’la anlaşması halinde ise kendisi için tehlike
büyüyecekti.
Rusya bunu görüyordu. Hiç değilse, toprak bütünlüğünün korunacağı konusunda
yazılı teminat verilmesini istediyse de İngiltere ve Fransa tarafından bu da
kabul edilmedi. Ancak Goben ve Breslav gemilerinin Karadeniz’e geçtiği haberini
aldıktan sonra Rus hariciyesi, Türkiye’ye, “Türkiye’nin, seferberliğini
iptal etmesi halinde üç devletin garanti meselesini görüşmeyi düşünebileceğini”
bildirir.
Bu
konudaki son çalışmalar, Rus Dışişleri Bakanı’nın, Osmanlının hiç değilse
tarafsızlığının temin edilmesi yolundaki teklifi olur. Fransız ve İngiliz
meslektaşlarına gönderdiği teklif projesi, “Üç hükûmet Osmanlı arazisinin
toprak bütünlüğünü taahhüt ve Bâbıâli’nin kendilerine bildirdiği iktisadı ve
malî isteklerini tetkik ve muhakemeye hazır olduklarını Bâbıâli’ye beyan
ederler. Bâbıâli de kendi tarafından, Avrupa’da yaşanan ihtilafın devamı
müddetince kati olarak tarafsızlığını korumayı garanti etmelidir.” şeklindedir.
İngiltere bunu da kabul etmez, ülke bütünlüğü garantisinin, “tarafsızlığı
sebebiyle bir saldırıya uğraması halinde, saldıran devlete karşı” olabileceğini
bildirir. Halbuki Türkiye’nin korkusu Almanya’dan değildir; Fransa, İngiltere
ve Rusya’dan garanti istemektedir.
Sonuçta,
İtilaf devletleri Osmanlı’ya tarafsız kalmasını öğütlemekte, fakat ülke
bütünlüğüne dair hiçbir yazılı garanti vermeye yanaşmamaktadır. Osmanlı
hükümetleri ve halkı ise, büyükelçilerin sözlü beyanlarına artık inanamayacak
kadar çok aldatılmıştır. Kıbrıs’ın yönetimini İngilizlere bırakan yazılı
anlaşmada bile bu garanti vardır, ama, İngiliz devleti böyle bir şeyi
hatırlamamakta; hatta o da, Fransa ve Rusya gibi Osmanlı’yı tehdit etmek yolunu
seçmektedir. “Görülüyor ki, Türkiye savaşa girse de girmese de savaşın
sonunda genel bir operasyona maruz kalmak durumunda olduğundan, Türkiye’ye
karşı böyle bir taahhüt altına girmek, devletlerin menfaatine” gelmiyordu. (1.Dünya
Savaşında Türkiye, s.60)
Hüseyin
Cahit Yalçın, Osmanlının Almanlar safında savaşa girişini, Alman yahut Türk
diplomasisinin marifetlerine değil, “İngiliz ve Fransız diplomasilerinin
yeteneksizlikleri, zekâsızlıkları ve yanlışlıkları”na bağlar. (H. Cahit, Siyasal
Anılar, s.290) Olayların arka planı bu yorumun fazla iyi niyetli olduğunu
göstermektedir.
Osmanlı
Devleti her yolu denemesine rağmen İtilaf devletleriyle ittifak yapamamıştır.
Son seçenek olarak Almanya kalıyordu. Ayrıca, Türkiye’nin güçlenmesinin Alman
menfaatlerine aykırı düşmeyeceği, Almanya’nın
coğrafî
ve askerî vaziyetinin Türkiye’yi doğrudan işgale uygun olmadığı, son yıllarda
Almanya’nın sürekli Türkiye ile diğer devletler arasında koruyucu bir aracılık
rolü üstlendiği, Osmanlı topraklarının paylaşılma müzakerelerinde, paylaşma
değil, nüfuz bölgelerini savunduğu ve Türk egemenliğinin kuvvetlendirilmesini
önerdiği gibi hususlar düşünülüyordu ve halk da Almanlardan yana idi.
Emir
Şekip Aslan, Almanya ile ittifak yaparak savaşa girişimizi şöyle değerlendirir:
“Almanya’ya katılmaktan geri durursak, savaş sonunda aleyhimizde bir ittifak
meydana gelmesi, kendisine katılmadığımızdan dolayı Almanya’nın da aleyhimizde
işbirliği yapanlara katılması korkusu vardır. Savaş Müttefikler’in kesin zaferi
ile sonuçlanırsa, bunlar aralarında bizi paylaşacaklardır. Her iki ihtimale
göre de zarardayız. Fakat Almanya’ya katılırsak iki ihtimal vardır. Bunlardan
birincisi: Eğer Almanya savaştan galip çıkarsa, biz korktuklarımızdan
kurtuluruz. Yenilirse, Almanya’ya katılmadığımız takdirde uğrayacağımız
muhtemel tehlikeden fazlasına yani ülkenin paylaşılmasından daha ağır bir
tehlikeye uğramamız ihtimali düşünülemez. ” (E. Cihangir, Emir Şekip
Aslan ve Şehid-i Muhterem Enver Paşa, İstanbul 2005, s.103)
Türkiye’nin
Avrupa Hükümetleri ile paylaşılması üzerine bir kitap yazmış olan Adomof,
Osmanlının savaşa girse de, girmese de var olma yahut yok olma noktasında
bulunduğunu, Rusya’nın açıkça, İstanbul’un yolunun Viyana ve Berlin’den
geçtiğini ilan ettiğini belirtmekte ve şöyle demektedir: “Şimdilik Osmanlı
Devleti savaşın dışında tutulsa da, batı cephesi kazanıldıktan sonra sıra
İstanbul’a gelecek. Türkiye ya kendisini yok etmeye karar vermiş kuvvetlerin
aleyhinde olarak Almanya ile ittifak edecek, ya da elini kolunu bağlayarak
kendi geleceği hakkında karar verilmesini bekleyecekti. ” (Nakleden Balcı, a.g.e.,
s.36)
Enver
Paşa ise Bakü Kongresi’nde yapacağı konuşmada durumu şöyle özetleyecektir: “Türkiye
Birinci Dünya Savaşı’na girdiği zaman dünya ikiye ayrılmış idi. Birisi
emperyalist ve kapitalist olan eski Çar Rusya’sı ve müttefikleri, diğeri de
yine emperyalist ve kapitalist olan Almanya ve müttefiki idi. Bu iki gruptan
bizi doğrudan doğruya boğazlamak ve mahvetmek isteyen Çar Rusya’sı ve İngiltere
dostlarına karşı, yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlarla yanyana
savaştık. Fakat, biz her zaman emperyalizm aleyhinde bulunduk. Alman
emperyalizmi de bizden
kendi
emellerine göre yararlanmak istemiş olabilir. Fakat biz, istiklalimizi
korumaktan başka bir hedef izleyemedik. ” (Yamauchi, a.g.e.,
s 283)
Birinci
Dünya Savaşı’na isteyerek girmediğimizi söyleyen Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı
Hüsamettin Ertürk, Enver Paşa’nın Balkan Savaşı’nın intikamını almakta hırslı
olduğunu ve bunun için de Ruslarla anlaşarak Doğuyu emniyete almak istediğini
yazar.
“Teşkilat-ı
Mahsusa’da çalıştığım bu dört savaş yılında, Enver Paşa ile görevim gereği pek
sık temas ettiğim için, Savaş Bakanı ve Başkomutan Vekili sıfatlarını şahsında
toplamış olan İttihatçı ve cesur komutanın, hemen hemen bütün düşünce ve
maksatlarını pek iyi biliyordum. Enver Paşa’nın maksadı, savaş başlamadan önce,
Çarlık Rusyası ile samimi bir anlaşmaya varmaktı. O, Balkan Savaşını bir türlü
hazmedemiyor, Rumeli’nin kaybına çok üzülüyor, yaşadığı yer olan Makedonya’nın
bir köşesi Manastır’ı asla unutamıyordu. Hüsam, demişti, ecdat kanıyla sulanmış
o ovaları, o yaylaları insan nasıl unutur! Tam dört yüz yıl Türk akıncılarının
at koşturdukları o meydanları, camilerimiz, türbelerimiz, tekkelerimiz,
köprülerimiz ve kalelerimizle onları dünkü uşaklarımıza bırakmak ve Rumeli’den
kovularak Anadolu’ya geçmek, insanın dayanamayacağı bir şeydir. Bulgarlardan,
Yunanlılardan, Karadağlılardan intikam almak için, ömrümün bundan sonraki
yıllarını seve seve feda etmeye hazırım!...” (H. Ertürk, İki Devrin Perde
Arkası, s.116)
Hüsamettin
Ertürk, Enver Paşa’nın Ruslarla olan gizli görüşmelerini bu gayeye bağlar ve
Alman istihbaratının bunu duymasıyla, bir emrivaki olarak Goben ve Breslav
gemilerinin Türkiye’ye gönderildiğini söyler. Biz gördük ki, Enver Paşa Rus
Dışişlerini bir dereceye kadar ikna etmiş; ama, İngiltere ve Fransa böyle bir
yakınlaşmaya yanaşmamışlardır.
Mustafa
Kemal Paşa’nın bu konudaki kısa tahlili çok açıktır. Ali Rıza Paşa hükümeti
kurulduktan sonra, Harbiye Nezaretinden Mustafa Kemal’e gelen bir yazıda,
müttefiklere karşı bütün sorumluluğu bu partiye yıkmak gayretleri cümlesinden
olarak, savaşa girişimizin doğru olmadığını ilan edip, İttihatçıları suçlaması
istenir. Böylece İngilizlerin sempatisini kazanacaklarını ummaktadırlar. M.
Kemal Paşa’nın 9 Ekim 1919 tarihli cevabı şöyledir:
“.
Savaşa katılmamak elbette çok istenirdi. Fakat buna katılmamak ancak silahlı
tarafsızlıkla ve Boğazların kapatılmasıyla sağlanabilirdi. Oysa ki, vatanımızın
coğrafi ve İstanbul’un stratejik durumu, Rusların İtilaf devletleri yanında yer
alması buna imkân vermediği gibi, silahlı bir tarafsızlığı sağlayacak paramız,
silahımız ve gerekli araçlarımız da yoktu. Şimdi savaşa girmekliğimizi bir
cinayet saymak ve koca bir milleti dört beş kişinin elinde oyuncak gibi
göstermek bir fayda sağlamayacağı gibi, Klemanso’nun Ferit Paşa’ya verdiği
hakaret dolu cevabın tekrarlanmasına sebep olabilir.” (Mahmut Goloğlu, Sivas
Kongresi, Ankara-1969)
Son olarak Osmanlı Mâliyesinin
durumuna da işaret etmek yerinde olacaktır. Yukarıda dokunulduğu gibi, Avrupalı
devletlerin savaş hazırlıklarını tamamladıkları bir dönemde, Osmanlı Maliye
Bakanı, Paris borsasından borçlanabilmek için Fransız hükûmetinden izin
istemektedir. Borçlanılacak para ile elbette ki savaş hazırlığı yapılmayacak,
Maliyenin günlük ihtiyaçları karşılanacaktı; yani Maliye günlük ihtiyaçlarını
karşılayamayacak durumdaydı. O dönemi anlatan bir eser, Osmanlı maliyesini
“müteharrik meyyit” (kımıldayan ölü) olarak nitelemektedir. (1. Dünya
Savaşında Türkiye, s.43) “Para sorununun çözümlenememesi, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kendi şartları oluşmadan savaşa girmesine yol açan etkenlerin
başında gelmiştir, denilebilir.26 Bu sorunun tartışıldığı günlerde
Enver Paşa, Düyun-ı umumiye kasalarına el konulmasını teklif eder. O gün için
Düyun-ı umumiye kasalarında 20.000.000 lira vardır. Bu teklife Maliye Bakanı
Cavit Bey şiddetle karşı çıkar ve istifa tehdidinde bulunur. İhtimal Enver
Paşa, Cavit Bey’in ekonomik tecrübesini 20.000.000 liradan daha değerli görmüş,
teklifinde ısrar etmemiştir. Esasen İttihat Terakki’nin hükûmet etme anlayışına
pek uzak düşmeyen bu teklif uygulansaydı, en azından l914 kışı savaşa girmeden
geçirilebilirdi.”
(Balcı, a.g.e., s.26) Ancak Cavit Bey’in maliyeciliği bir işe yaramamış,
borç bile alınamamıştı. Doğal olanı da buydu, savaş hazırlığı içindeki
devletlerden kim kime borç verirdi?
Osmanlı
2 Ağustos 1914 günü seferberlik ilan eder ve bunun güvenlik ve her ihtimale
karşı bir önlem olduğunu, seferberlik hazırlıklarının uzun sürdüğü düşünülerek
bu kararın verildiğini söyler. İtilaf devletleri henüz Osmanlı-Alman
bağlaşmasını öğrenememişlerdir. Aynı gün Osmanlı Meb’uslar Meclisi de süresiz
olarak tatil edilir. Yine aynı gün, Osmanlı, moratoryum (borçlarını tek taraflı
olarak erteleme) ilan eder. Bir yandan da Bulgaristan’ı bağlaşmaya alma
çalışmaları yapılmaktadır; çünkü, Almanya ile bağlantı ancak bu yolla
sağlanabilecektir ve buna da şiddetle ihtiyaç vardır.
9
Eylül 1914’te, Kapitülasyonların 1 Ekim 1914 tarihi itibariyle kaldırıldığı
ilan edilmiş; Avrupa devletlerinin tamamı bu kararı protesto etmiştir. 13 Eylül
günü Avusturya ve Almanya’nın protestolarını geri aldıkları bildirilmiştir. Bu
iki devletin protestosunun danışıklı dövüş olduğu söylenmiştir. Ancak, Almanya
kapitülasyonların kaldırılması meselesinde uzun süre direnmiş ve diğer
devletlerin kabul etmesi halinde kendisinin de
kabul
edebileceğini söylemiştir. Konu 1917 ortalarına kadar sürüncemede kalmıştır.
1914
Ekim başlarında Rus-Fransız ve İngiliz politika çirkinlikleri tamamen açıktan
yürümeye başlatılmış; o kadar ki, kendi büyükelçileri bu tutumların
değiştirilmesini istemişlerdir. Ancak, farzımuhal değiştirilseydi bile, hiçbir
Osmanlıyı inandıramayacakları açıktır.
Alman
ve Avusturya ile anlaşma yapılmıştır. İngilizler Sultan Osman ve Reşadiye
gemilerine el koymuştur ki, bu gemilerin parası Osmanlı halkından donanmaya
yardım olarak toplanarak verilmiştir. Enver Paşa’nın düşüncesi şudur:
Karadeniz’de donanma üstünlüğü temin edilmeli ve doğudaki yani Rus cephesindeki
ordumuzun ikmali bu yoldan yapılmalıdır. Çünkü demiryolu Akdağ madenine kadar
gelmekte, oradan Erzurum’a sekiz yüz kilometrelik yol bulunmaktadır. Bu yoldan
ikmali sağlayacak hayvan gücüne de sahip değiliz. Bu demiryolunun Sivas ve
Erzurum’a kadar uzatılması çok istenmiş ise de, burayı yapım imtiyazı Ruslara
verilmiş olduğundan ve Ruslar yapmayıp, başkalarının yapmasına da izin
vermediklerinden, öylece beklemektedir.
İngilizlerin
ellerinde tuttukları Reşadiye ve Sultan Osman gemileri gelseydi, Karadeniz’de
donanma üstünlüğünü sağlamak mümkün olacaktı; ama şimdi Rus üstünlüğü kesindir.
Enver Paşa, daha anlaşmayı imzalamadan Almanlardan İstanbul’un savunması için
iki gemi ister; Almanlar bütün gemilerinin görevde olduğunu, veremeyeceklerini
söylerler. Enver Paşa ısrar etmektedir. Anlaşma imzalandığının ertesi günü
Sadrıazam Sait Halim Paşa’nın odasında Enver Paşa ve Almanya’nın İstanbul büyük
elçisi Wangenheim otururlarken içeriye Rus Büyük elçisi girer ve gayet rahat
bir üslûpta İstanbul’u işgal edeceklerini, bunun için hazır olduklarını
söyler... Alman Büyük elçisi bu pervasızlık karşısında dehşet içindedir.
Derhal, anlaşmanın imza edildiğini ve İstanbul’un korunması için mutlaka Goben
ve Braslo gemilerinin gönderilmesi gerektiğini Berlin’e bildirir. O gün,
Akdeniz’de bulunan bu iki geminin İstanbul’a gelmek için dümen kırdıkları
Büyükelçiye bildirilir. (Y.Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, 3. Cilt,
Kısım:1, Ankara-1983, s. 214)
Goben
ve Breslav İstanbul’a gelir ve Moda önlerinde demir atarlar. Bu görüntü halkın
pek hoşuna gider, alkışlarlar.
26
Mütarekeden biraz önce Yakup Kadri, İstanbul’a dönmüş olan Cemal Paşa’ya savaşa
niçin girdiğimizin sorar. Paşa cevap verir: “Aylık vermek için! Hazine
tamtakırdı. Para bulmak için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla
birleşmeli idik.” (F. Rıfkı, Zeytindağı, s, 130)
H |
AFIZ Hakkı Bey Balkan
Savaşı üzerine yazdığı Bozgun isimli eserinde diyor ki, “Bir ordudaki
bozgunluğun en mühim sebebi, emir ve komuta ve subaylarındaki bozgunluktur.”
Bozgun kuvvet azlığından değil, moral bozukluğundan doğar ... Subay ise ordunun ruhudur............................. (Hafız
Hakkı,
Bozgun,
Tercüman 1001 Temel Eser, s.115-117)
Bozgun
psikolojisinin bir yangın gibi yayıldığını söyleyen Binbaşı Hafız Hakkı bey
şöyle devam eder: “Bir çok komutanlar, gördükleri bozgunlar yüzünden ordudan
büsbütün ümit kesmişlerdir.” (Hafız Hakkı, a. g.e. s.23) Daha sonra, en
düşkün anlarında bile askerine bakıp, “Bu ordu yenilmek için yaratılmamıştır.”
diyebilen Enver gibi genç subaylar orduyu devraldıktan sonra, ayağa
kaldıracaklardır.
Hafız
Hakkı, ordunun dayandığı halkın inanmış, eğitimli ve sağlam yapılı olmasının
askerdeki bozgun ihtimallerini azalttığını söyler. Balkan Savaşının arka
cephesi diyebileceğimiz, Müslüman ahalinin ruh durumu üzerine güzel bir makale
yayımlayan Hasip Saygılı, “İncelenen metinlerde Osmanlı devletinin insan
kalitesini gösteren tespitlerin belirli başlaklar altında yoğunlaştığı görülür.
Bunlar içinde öne çıkanlar nitelikli insan gücü eksikliği, sosyal değerler sisteminin
aşınması, halkın psikolojisindeki kayıtsızlık hali ve ordunun insan kalitesi
problemi şeklinde sıralanabilir.” (Dr. Hasip Saygılı, Balkan Harbinde
Osmanlı Bozgununun Karanlık Yüzü: Dönemin Tanıklarının Gözüyle, Müslüman
Ahalide İnsan Kalitesi ve Sosyal Çözülme Problemi, Türkiye Günlüğü, Güz, 2012,
Sayı: 112) Balkan Savaşı ile Birinci Dünya Harbi arasındaki kısa dönemde,
Balkan Savaşı’nın yaşattığı acıların da etkisinde, toplum yeniden
canlandırılmaya ve ruh gücü diriltilmeye çalışılmıştır.
1914
savaşına girerken, ordunun genç subay kadrosu, inançlı, disiplinli ve geçmiş
iki savaşın (1877 ve Balkan Savaşı) intikamını almak hırsı ile doludur;
direnişin gücü de bunlardır ve askerin subaya güvenmesidir. Yukarıda adını
andığımız, Balkan Savaşı sonrasında, ordunun gözde
subaylarından
Hafız Hakkı Bey der ki: “Artık benim için hayatın yegâne emeli, biricik
gayesi, ordunun namusuna sürülen kara lekeyi silmek ve inleyen esir
kardeşlerimin bir gün imdadına yetişmektir.” (Hafız Hakkı, a.g.e. s.5 )
Daha genç subaylardan İsmet İnönü ise öğrencilik yıllarından itibaren intikam
almak için hep yeni bir Balkan Savaşının çıkması üzerine hayaller kurduğunu
yazar. Trablusgarp, Balkan ve Çanakkale Savaşlarında dövüşerek Irak cephesinde
şehit olan genç teğmenin ise, Enver’den hiçbir farkı yoktur; arkadaşına şunları
yazar: “Ben demedim mi ki, ülküm yolunda ölmeye and içtim. Artık yüreğim
serinleşmiştir.” (Nazım H. Polat, Mülazım Işıldak’ın Mektubu, Üç Güzeller
Masalı, Ankara-20013, s. 60)
1914 yılının Ağustos başında Harbiye
nazırı Enver Paşa yayımladığı bildiride şunları söyler: “Sırasında ordumuz
Balkan Harbinin kara lekesini temizlemek için Allah’ın himayesine sığınarak
büyük Hakanımızın iradeleri dahilinde canla başla en büyük fedakârlıkları
yapmak mecburiyetindedir...................
Ordu ve millet için ölüm geride, selamet ve saadet
ilerdedir” (Yard. Doç. Dr. Kâzım Yetiş,
İkinci Meşrutiyet Devrindeki Belli Başlı Fikir Akımlarının Askeri Hareketlere
ve Cepheye Tesiri, Dördüncü Askeri Tarih Semineri, Ank,1989, s.61)
Prof.
Dr. Tuncer Baykara Balkan Savaşının ardından, yönetici kadrolarda “Bir daha
harbe girerken çok dikkatli olalım, böylesine felaketlere uğramayalım; bir süre
sulh ve sükûn içinde kalıp, bu felaketli dönemin yaralarını saralım,
düşünceleri yanında, bu felaketin ne bahasına olursa olsun intikamını alalım
düşüncesi de vardı. ” (Tuncer Baykara, Birinci Dünya Savaşına Girişin
Psikolojik Sebepleri, 4. Askeri Tarih Semineri, Ankara, 1989, s.362) Çok
mantıklı gibi görünen bu düşünce, aslında Balkan Harbi felaketi altında
ezilmiş, ordusunu gereği gibi kullanamamış paşaların sözde tecrübeleriydi.
Enver Paşa bunlara karşı isyan ediyor, milletin savaşmaktan başka çaresinin
olmadığını ve bu yatalak olmuş paşalarla yol alınamayacağını söylüyordu.
Baykara
dönemin coğrafya kitaplarından, savaş ve intikam duygularını besleyen çarpıcı
örnekler verir: “Bizden gasbedilen hakları geri almak için çalışmak, seller
gibi akıtılan günahsız ve masum kanlarının gelecekte intikamını almağa
hazırlanmak bizim çocuklarımız ve torunlarımızın üzerine düşen bir vatan
vazifesidir.” Genç subaylar ancak yeni bir savaşın kazanılması halinde
gururlarının ve Türk onurunun kurtarılacağına inanıyorlardı.
Sırf
muhalefet yapmak için saldıran basın dışında, halk da Balkan Savaşının acısının
bir şekilde intikamının alınmasını istiyordu. Hatta bu savaş bir “milli uyanış”
olarak yorumlanıyor ve asıl savaşa bundan sonra başlanacağı konuşuluyordu.
İttihatçı liderler de bu duygu ve düşünceleri paylaşıyordu. Dönemin resmi
belgelerinin ve siyasi literatürünün incelenmesi, Osmanlı liderliğinin
Panislamist ya da pantürkist amaçlar izlemekten çok, savaşı “tarihsel bir
fırsat” gördüğünü düşündürmektedir. Halk, hangi siyasi anlayışta olursa olsun,
artık savaşmaktan gayri çaresi kalmadığını hissediyordu ve Enver Paşa
konuşmayan bu kitleyi anlıyor ve ondan güç alıyordu.
İstanbul
ve Anadoluda yayımlanan bir çok gazete halkın bu temayülünü kuvvetlendirmek ve
moralini artırmak için yayın yaparlar. İzmir’de çıkan Ahenk gazetesi şunları
yazıyordu “Artık iyi bilelim ki, bizim namusumuzu, tamamiyet-i milliyemizi
muhafaza edecek, o eski hukuk-u düvel kitapları değil, ancak harptir!” (m. Aksakal, a.g.e. s.27) Ünlü İzmir
milletvekili Ubeydullah Efendi, Edirne’nin düşmesi üzerine yurdu terketmiş,
ancak yeniden alınması üzerine geri dönmüştü. Edirne’nin yeniden alınışı bütün
İslam dünyasında şenliklere vesile olduğu gibi, Osmanılının ancak savaşla
ayakta kalabileceği fikrini de pekiştirmişti. Hemen bütün aydınlar gibi Osmanlı
Meclisinin üyeleri de Avrupalı devletlerin güvencelerine inanmıyor -ki böyle bir
güvence de verilmiyordu- yaşamanın ancak savaşla mümkün olabileceğini
düşünüyorlardı. Bu yüzden, Enver Paşa’nın sunduğu Harbiye Bakanlığı bütçesi
Meclisten süratle geçmişti. İttihatçıları eleştirileriyle tanınan ünlü İslamcı
mütefekkir ve tarihçi Filibeli Ahmet Hilmi Bey, Balkan Savaşı son bulmuş olsa
da kavganın bitmediğini, daha yeni başladığını söylüyordu: “Kavga bitti,
lakin yine başlayacak. Yaşamak demek kavga demektir. Kavgasızlık ancak mezarda
vardır; kavgasız ancak ölülerdir!.” (Aksakal, a.g.e., s.32) Ahmet Hilmi
Bey, Kırım’ı, Romanya’yı, Cezayir’i, Tunus’u, Sırbeli, Bulgareli vs.’yi
kaybettikten sonra sıranın Anadolu’ya geldiğini söyleyerek şöyle haykırıyor: “Ey
Türk, Anadolu yurdumuzun yüreğidir. Ey Türk, yine eski halde kalırsak, yine
düşman karşısında, gafletler içinde bağrı açık kalıp durursak, bu defa düşman
kılıcı yüreğimize gelecek ve bizi öldürecektir.” (Aksakal. s. 33) Ahmet
Hilmi Bey gençleri Anadolu’ya koşmaya ve halkı aydınlatmaya çağırıyor. Kadınlık
ve Türk Kadını gibi bir çok dergi, hem kadınlık meseleleri üzerinde duruyor,
hem de millî şuur ve birlik ruhunu
işlemeye
çalışıyorlardı. Müdafaa-i Milliye Osmanlı Hanımlar Cemiyeti gibi bir çok kadın
dernekleri hem İstanbul semtleri hem de Anadolu’da şubeler açarak devleti ve
orduyu desteklemeye ve ruh gücünü yükseltmeye çalışıyorlardı. (Şefika Kurnaz,
Osmanlı Kadınının Yükselişi, İstanbul-2013, s.244, 266)
Dönemin
İslamcı yazarlarının toplandığı Sebilürreşad dergisi Enver Paşa’yı üç yüz
milyonluk İslam dünyasının hak ve hürriyetlerini kazanmak için çalışan bir
kahraman olarak takdim etmektedir. (Kâzım Yetiş, a.g.e, s.64 )
Ayni
günlerde Necef ve Kerbela müçtehitlerinin yayımladıkları beyanname de son
derece önemlidir. İtilaf devletlerinin Osmanlıya karşı takındıkları düşmanca
tutumdan, Osmanlının kendini ve İslamı korumak zorunda olduğundan,
Kapütülasyonların kaldırılması üzerine İtilaf devletlerinin Müslümanların
fikirlerini zehirlemek için giriştikleri propagandalardan söz edildikten sonra
şöyle deniliyor: “Biz ki Caferiyü-l mezhep olanların ulema ve
müçtehitleriyiz; bilcümle Müslimin ve ihvan-ı dinin bu sırada kardeşçesine
müttehit ve yek vücut olarak yaşamaları ve kendi menafii İslamiyelerini takip
ile din düşmanlarını menkup ve mazul etmek için müştereken çalışmaları lüzumunu
kendilerine bir vücub-u şer’i olarak anlatmaya dinen mecburuz Çünkü
düşmanlarımızın maksadı öteden beri hükümat-i İslamiyeyi aralarında taksim ile
istiklallerine hatime vermektir. Binaenaleyh şimdi Müslümanlar da müteyakkız ve
her ihtimale karşı hazır bulunmaları, aklen ve dinen muktezidir”. (Kâzım
Yetiş, a.g.e, s.62 )
Mustafa Aksakal, sonuç olarak bir
“Bağımsızlık Savaşı” vermenin yaygın olarak tartışıldığını ve “Bu bakış
açısını benimseme konusunda halkın zihniyeti Enver’in zihniyetinden farklı
değildir. Savaş, Osmanlıların askeri olarak güçlü, siyasi olarak bağımsaz ve
İmparatorluk olarak yeniden ayağa kalkma amacına ulaşmasını sağlayacak bir
fırsattı.................... 1914’e
gelindiğinde
bu
meseleler hakkında en azından başkentte geniş geçerli bir fikir birliği
oluşmuştu.” (Aksakal, a.g.e., s.42) Kâzım Yetiş
de, “Birinci Dünya Harbi Türkçüler ve İslamcılar için bir ideal ve kurtuluş
savaşıdır” der.
Türk
Tarih Kurumunun ilk başkanı Yusuf Akçura da, savaşın başlamasından hemen sonra
yaptığı konuşmada, Osmanlının hem savaşa girişinin, hem taraf seçiminin doğru
olduğunu ifade etmiştir: “Efendiler, bu hengâmede mevki-i siyasiye ve
askeriyemiz hatasız olduğu gibi, emelimiz, idealimiz de mücerret ve mutlak hak
nokta-i nazarından haklıdır. Ben, İslamların, Osmanlıların bundan daha haklı
bir harp ettiklerini bilmiyorum.
Biz
bu harpte bütün muhariplerin kabul ve tazim ettikleri bir esası - milliyetlerin
istiklal ve hürriyetini, dinlerin istiklal ve hürriyetini- yani yalnız gasb-u
zapta dayanan fiili olaylara karşı kan döküyoruz.”
Akçuraoğlu savaşı, Osmanlının özgürleşmesi ve kendisini ortaya koyması
bakımından değerli görüyordu. (Aksakal, a.g.e., s. 62) Akçuraoğlu bir başka
yazısında, dünya üzerindeki mazlum Türkler ve Müslümanlara temas ederek, İtilaf
devletlerinin açtığı bu harbin Türkler için mazlum toplulukların kurtuluşuna
giden bir mefkûre savaşı olduğunu söyler. “Harbin bir kısım Osmanlılarca din
cihetinden, diğer bir kısım Osmanlılarca milliyet cihetinden ideal bir savaş
olması fedakârlıkları artırdı. Yüksek Öğretim öğrencilerinden genç ve güzide
bir çok Türk yavruları, mahza esir kardeşlerini kurtarmak yüksek ve büyük
emeliyle Şark Ordusuna, Kafkas hududuna koştular. (Kâzım Yetiş, a.g.e., s.64)
*
* *
Goben
ve Breslav, Yavuz ve Midilli olmuşlardır; amiral Suşon da Osmanlı üniforması
giymiş donanma komutanıdır; ancak, esasta, Alman mı yoksa Türk karargâhına mı
bağlı olduğu yazarlarımızca tartışılmıştır.
Bu
durumda, bu gemilerin Karadeniz’e çıkıp çıkmamaları sorunu yaşanır. Almanlar
Karadeniz’e çıkması ve buralarda top atışları eğitimi yapması gerektiğinde
ısrar ederler. Nakillere göre, Sadrazam, bir emrivaki karşısında kalmamak için
buna izin vermez; gemilerin Rus gemilerine ateş edip savaş başlatmasından
endişe etmektedir.
İtilaf
devletleri Osmanlıya karşı tutumlarında o kadar kararlıdırlar ki, Goben ve
Breslav gemileri Osmanlı bayrağı çektikten sonra bile, yani Almanlar safında
savaşa girişileceği aşağı yukarı belli olmuşken bile, ülke bütünlüğü garantisi
vermekten ve kapitülasyonları kaldırmaktan kaçınmışlardır. Bu konuda söz konusu
ülkelerin İstanbul sefirlerinin uğraşları da tutumlarını değiştirememiştir.
Yeni
gemilerin Karadeniz’e çıkıp çıkmamaları tartışılırken, Çanakkale Boğazı’ndan
geçmek isteyen bir Osmanlı torpidobotunu İngiliz gemileri ateş açarak
durdurmuşlardır. Bunun üzerine 28 Eylül’de Boğazlar tamamen kapatılır.
Amiral
Suşon komutasındaki donanmanın Karadeniz’e çıkmasına Osmanlı hükûmeti yahut
Savaş Bakanı Enver Paşa uzun süre izin
vermemişlerdir. 3 Ekim 1914 günü
Karadeniz’e çıkmak isteyen filo, sahil toplarımızın ateşiyle durdurulmuştur.
Ziya Nur Bey’in yazdığına göre, Enver Paşa’nın Çanakkale’de bulunduğu bir gün,
genel kurmay ikinci başkan yardımcısı olan Miralay Bahaeddin Bey, Suşon’a
eğitim maksadıyla Karadeniz’e çıkma izni verir. Enver Paşa dönünce, bu emri,
bütün donanmanın değil sadece bir kısmının çıkması şeklinde değiştirir ve
miralayı da görevden alarak bir fırka komutanlığına gönderir. Miralay Bahaeddin
Bey, savaşın sonuna kadar da terfi ettirilmez.27 Ancak
Suşon, eğitim için Karadeniz’e çıkmaya başlamıştır.
Adliye
Bakanı İbrahim Bey’in anlattıklarına göre ise, Alman sefiri Almanya adına bir
taahhütname vermiş ve Başbakan Sait Halim Paşa’ya şunları söylemiştir: “Amiral
Suşon sizin amiralinizdir; binaenaleyh bir amiraliniz böyle bir harekette
bulunamaz. Eğer Karadeniz’de Rus donanmasına mensup gemi görecek olursa,
Boğaz’a geri döneceğini gerek bağlı olduğum hükûmet ve gerekse kendi namıma
taahhüt ederim. ”
Sait
Halim Paşa bu teminat üzerine Karadeniz’e çıkmalarına izin vermiştir.
Bu
sıralarda Almanya’dan ordu ihtiyacı için külliyetli silah ve mühimmat
gelmiştir. Nakliye için Romanya ve Bulgaristan’la özel bir anlaşma yapılmıştır.
Yine Almanya’dan, iki yüz sandık içinde, sonradan üç milyona çıkartıldığı
söylenen bir milyon altın gelmiştir. Ziya Nur, 20 Ekim’de, Osmanlı Bakanlar
Kurulu içindeki ‘Bakanlar Encümeni’nin savaşa girme kararı aldığını
yazmaktadır. (Z. n. Aksun, Osmanlı
Tarihi, c.6, s.281) Yukarıda sözü edilen para o günlerde gelmiştir.
Karadeniz’e
eğitim maksadıyla çıkan donanma, 28 Ekim günü de Boğaz’dan çıkar. Ardından, Rus
filosunun Osmanlı gemilerinin hareketini ihlal etmesi sebebiyle çatışma
çıktığı, bir gambot ile bir mayın gemisinin batırılıp 75 esir alındığı
haberleri gelir. Alman sefaretine gelen telgrafta ise, Novorosisk’deki petrol
depolarının tahrip edildiği, Sivastopol’un bombalandığı bildirilir.
Bu
konuda yine çeşitli bildirimler ve tartışmalar vardır. Diğer gelişmelerde
olduğu gibi, önde gelen yöneticiler ve Sait Halim Paşa olaydan haberdar
olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Sonraki gelişmeler, gerçekten de Başbakanın
haberdar olmadığı kanaatini vermektedir. Olay üzerine Başbakan istifa eder;
ancak Sultan Reşat’ın ricası üzerine istifasını geri alır. Bunun
üzerine
İtilaf devletlerine başvurarak, olayın bir hata olduğunun kabul edilmesini,
gerekli tazminatı ödemeye hazır olduklarını, Osmanlının tarafsız kalmaya devam
etmek istediğini bildirir. İtilaf devletlerinin hiç biri kabul etmez. Öyle
anlaşılıyor ki, Karadeniz’deki olay, esasen onların bekledikleri bir bahane
olmuştur. Sait Halim Paşa, daha sonra Meclis-i Mebusan Beşinci Şubesinde
verdiği ifade de buna işaret edecektir: “Çünkü İtilaf devletleri meseleyi
büsbütün halletmek istediler. Halbuki ben başlangıçta, bizim tarafsız
kalmaklığımızı arzu ettikleri cihetle kolaylık göstereceklerini ve bu suretle
meselenin kapatılacağını zannetmiş idim ve sefirlerin sözlerinden böyle
hissediyordum. ” (İnal, a.g.e, c.II, s.1899) Osmanlı Sadrazamının bu
açıklaması biraz safça görünse de, kendine ve ordusuna güvenemeyen Başbakanın
siyasi müzakerelerden medet umması anlayışla karşılanmalıdır. Nitekim, savaş
başlayıp İtilaf donanması Çanakkale Boğazı’na dayandığında, başkentin
Eskişehir’e nakledilmesi kararı alınmış, ancak ilk başarı haberlerinin gelmesi
üzerine bu karardan dönülmüştür. (İnal, a.g.e., c.II, s.1904) Öyle
anlaşılıyor ki, kendisine ve ordusuna güvenen sadece Enver Paşa’dır ve
müttefiklerini oyalamak yerine ortak zafere gidişi kolaylaştıracak hareketlere
zamanında girmeyi düşünmektedir. İtilaf kuvvetlerinin Çanakkale’den
geçemeyeceklerini söyleyen de odur.
Yukarıdan beri görüyoruz ki, savaştan
kaçınmak mümkün değildir; tarafsız kalmak mümkün değildir. Öyleyse,
müttefikimiz olan Almanya ile anlaşmalı olarak savaşa katılma tarihini ve
biçimini belirlemek en doğal yoldur. Denilebilir ki, Osmanlı donanması bu ani
çıkışıyla, Karadeniz’deki Rus donanmasına büyük kayıplar verdirerek üstünlüğü
ilk hamlede ele geçirmek istemiştir. Böylece, Karadeniz tarafından duyulan
korku, büyük ölçüde emniyete dönüşecektir. Baskın tarzı Enver Paşa’nın üslubuna
da uygundur. Şevket Süreyya’nın, Genel Kurmay Harp Tarihi neşriyatına dayanarak
verdiği, Enver Paşa’nın gizli emrinde de, “Türk filosu Karadeniz’de zorla
hâkimiyet kazanmalıdır.” denmektedir. (Aydemir, a.g.e., c.II, s.563)
Ş. Süreyya, Enver Paşa’nın 3. cildinde, ayrıca Alman yazarların verdiği
belgelere dayanarak bu fikri kuvvetlendirir.28 (s.
66 ve devamı)
Prof.
Dr. Mustafa Balcıoğlu ve Mustafa Çalık bu gizli emri ATASE arşivinde bularak
yayımlamışlardır. 22 Ekim 1914 tarihli emir şöyledir: “Donanma Komutanı
Amiral Suşon Paşa’ya, Donanmay-ı Hümayun (yani Osmanlı Donanması) Karadeniz’de
deniz üstünlüğünü kazanacaktır. Bunun
için Rus donanmasını, nerede
bulursanız savaş ilan etmeden ona hücum ediniz. ” (Balcıoğlu, a.g.e., s.51. Bu emir daha
önce, Alman yayınlarında verilmiştir. Bak. Mustafa Çolak, Alman
İmparatorluğunun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası, Ankara
2006, s.53)
Ancak,
Amiral Suşon emrindeki donanma, Ruslara, tartışmalı boyutlarda kayıplar
verdirdiyse de, Karadeniz üstünlüğünü ele geçirememiştir.
O
sıralarda Genel Kurmayda görevli olan İsmet Paşa’nın anlattıkları da yorumumuzu
doğrulamaktadır. İsmet Paşa şöyle demektedir: “Karadeniz’de Rus donanmasına
karşı hâkimiyetimizi devam ettirecek iki Alman gemisi gelmişti. Bu ihtimal bize
şüpheli görünüyordu. Sonradan çok mahrem bir şekilde öğrenmiştim ki, Alman
Amirali Suşon, Karadeniz’deki Rus donanmasına hâkim kalmak ihtimalini taahhüt
etmemiş ve savaşa girmek emrini aldığı zaman, bu vaziyeti Enver Paşa’ya açıkça
söylemiştir.” (İnönü, a.g.e., s.95)
İnönü’nün
gizli olarak öğrendiği bilginin ne ölçüde doğru olduğu da tartışmalıdır. Çünkü
Liman Von Sanders’in hatıralarında, Amiral Suşon’un Rus donanmasını yok edebileceğini
kesin ifadelerle söylediği yazılıdır. Suşon sonraki bir raporunda da, bu işin
pek de kolay olmayacağını yazar. (Bayur, a.g.e. c.3, kısım:1, s.201, 202 )
Enver
Paşa ve kurmaylarından Bronsart’ın 20 Ekim’de hazırlayıp Alman genel
karargâhına sunduğu ve “Amaçlarımızın sizinkilere uyup uymadığını hemen
bildiriniz” dediği harp planında, Karadeniz’de donanma
üstünlüğünün
elde edilmesi için böyle bir baskının yapılacağı yazılmış, ancak zamanının
belirlenmesi donanma komutanı Suşon’a bırakılmıştır. (Bayur, c.3, kısım:1,
s.215)
Sonradan
anlaşılmıştır ki, baskını etkisiz hale getiren ve bizim hem Karadeniz hem de
bütün Doğu hareketlerimizi etkileyen şey, Rus istihbaratının, müttefikimiz
Avusturya elçiliğinin kriptosunu satın almış olmasıdır.
Bu
imkânla, Rus istihbaratının çok yönlü olarak gelişmelerden haberdar olduğu
anlaşılıyor. Dış İşleri Bakanı Sazanov, Donanma komutanına, Türkiye’nin
Almanya’dan altın aldığını, yakında bir harekete geçebileceğini 20 Ekim’de
bildirir. Rusyanın İstanbul büyükelçisi ise Dış İşleri Bakanı Sazanov’a 25
Ekimde “Osmanlı filosunun Perşembe günü (29 Ekim) harekete geçeceğini”
bildirmiştir.
Bu durumda Cemal Paşa’nın
Yeşilköy’deki Rus anıtını yıktırırken söyledikleri de tamamen gerçeği
yansıtmaktadır.29 Gemilerin Karadeniz’e girmesinin
hükümete karşı Alman amiralinin bir oldu-bittisi olmadığını söyleyen Cemal
Paşa, “Bu hareketin özel emirle yaptırılmış olduğunu, Alman generallerinin
ve amirallerinin Osmanlı Devletinin emrinde birer icra vasıtasından başka bir
şey olmadıklarını” söyler. (Erden, a.g.e., s.28)
27
Enver
Paşa, muhtemelen bu olayı bir disiplin meselesi olarak değerlendirerek
cezalandırmıştır.
28
Şevket
Süreyya Beyi minnet ve rahmetle anarak, yerine oturmayan bazı değerlendirmelerine
yeniden dokunmak istiyorum. Gördüğüm kadarıyla, olayları, Almanlar ve Alman
menfaatleri açısından değerlendirerek hükümler vermektedir. Bu, olayın bir
yönüdür; her olayın az veya çok ama kesinlikle bir de Türkler-Türk menfaatleri
tarafı vardır; yorumlarda bu yön genellikle ihmal edilmektedir. Milliyetçi
duygular yahut Alman karşıtlığı ile yapılan bu tür değerlendirmeler noksan ve
yanıltıcı olmaktadır. Hele, yer yer, Enver’in Turancılığına, cengâverlik hırs
ve hayallerine bağlanıp geçilmesi kabul edilemez bir zaaf oluşturmaktadır. Bu
çok açık bir yanlış ve haksızlıktır. Ancak, dikkatli bir okuyucu, satır
aralarında söylenip geçiliverenleri birleştirerek, alınan kararlardaki Türk
gayesini yahut menfaat hesabını görebilmektedir. Bu üslûp, nedense yakın tarihimizle
ilgili bir çok meselede, tarihçilerimizin sakınamadıkları bir yol olarak
görünmektedir. Söz gelimi, Bağdat-Anadolu demiryollarının yapımı konusunda, hep
yabancı ülkelerin menfaat çekişmeleri anlatılır ve Osmanlı Devleti bir “meyyit”
gibi onların eline bırakılır. Ne bu demiryollarını yaptıran Sultan Hamit’e bir
pay çıkartılır, ne de bu yolların Anadolu’ya kazandırdıklarına! Milletimizin
yahut milletimiz adına
30
1877-78/ 93 Savaşı sonunda Yeşilköy’e kadar gelen
Ruslar, burada zaferlerinin hatırası olarak bir anıt yaptırmışlardır. Bu anıt
1914 yılında yıktırılmıştır.
B |
U
SAVAŞA Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı
Devleti
İttifak grubu; İngiltere, Fransa, Rusya, Japonya ve ABD İtilâf grubu
olarak katılmışlardır. İtalya da, daha sonra İtilaf grubuna katılmıştır.
Japonya, İngiltere ve Fransa ile yaptığı anlaşmalarla Çin üzerindeki emelleri
için teminat almış ve Rusya’nın doğu kanadına emniyet sağlamıştır. Amerika
Birleşik Devletleri ise 1917 yılında seksen beş bin askerle savaşa girmiş,
giderek bu sayıyı bir milyon iki yüz bine çıkarmıştır. Deniz aşırı ülkelerde üç
yüz seksen savaş gemisi bulundurmuş, İtilaf devletlerine savaş boyunca yedi
milyon doları geçen yardım yapmıştır.
Bu
savaşın, sömürgeci devletlerin dünyayı yeniden paylaşma hesaplarından doğduğu
bilinmektedir. Üçlü İtilaf grubu, yani Rusya, İngiltere, Fransa 1917’de
kurulmuştur. Rusya’nın Balkanlar üzerindeki hâkimiyetini kırmak isteyen
Almanlar, Avusturya’nın bu bölgede söz sahibi olmasını desteklemiştir. Balkan
halkları üzerindeki çalışmalar derin anlaşmazlıklar ve nefretler yaratmış,
sonunda bir Sırp’ın, Bosna’da bulunan Avusturya veliahdını vurması ile savaş
başlamıştır.
Almanya’nın
savaş stratejisi, bir yıldırım hareketi ile Fransa’yı Belçika üzerinden
çökertip saf dışı ettikten sonra, Doğuya yönelmektir. Ancak Avusturya’nın
ısrarı üzerine Rusya Polonya’sına da saldırı düzenlenir.
Rusya
bütün gücüyle Avusturya’ya saldırmayı düşünürken, Fransa’nın isteği üzerine
Doğu Prusya ve Galiçya’ya yönelir. Fransa, doğrudan saldırıya yönelik bir
strateji izler; Alman saldırısının daha kuzeyden geleceğini düşünmektedir.
Ağustos
ayı başlarında Belçika’dan başlatılan Alman saldırısı bir süre başarıyla
ilerledikten sonra, 5 Eylül’de Marn cephesinde durdurulur ve uzun süreli siper
savaşlarına dönüşür. Doğu cephesinde ise, Rus ordularına büyük kayıplar
verdirilerek, saldırıları durdurulur.
Bu
noktada, Enver Paşa ve arkadaşlarının Osmanlıyı alelacele savaşa soktukları
iddialarına karşı, Aksakal’ın değerlendirmesini alalım. Aksakal’ın
değerlendirmesine göre, İngiltere ve Fransa safında yer almak, Osmanlının
kaderini müttefiklerin eline teslim etmek demekti; savaşın sonu ne olursa olsan
İmparatorluğun geleceği karanlıktı. İttifak devletleriyle birlikte olmak,
diğerleriyle bir husumet içine girmek demekti. (Aksakal, a.g.e. s. 178)
Ama bu ülkeler zaten hasımdı ve İmparatorluğu paylaşma niyetleri açıktı.
Osmanlının ise uzun vadeli bir güvenlik ve ekonomik kalkınmaya ihtiyacı vardı.
Uygun olan da İttifak devletleriydi. Ancak anlaşmanın ardından hemen savaşa
giremezlerdi; zaman lazımdı.
Enver
Paşa çeşitli usullerle ve çoğu kez Almanları ikna ederek savaşa girişi
geciktiriyordu. Son olarak Çanakkale Boğazının tahkimatının zayıf olduğunu ve
buranın berkitilmesinden sonra ancak savaşa girilebileceğini ileri sürmesi de
makul bir sebepti. Ancak Almanların Marn’da siper savaşlarına girmesi Osmanlı
üzerindeki baskıları iyice artırmalarına yol açtı. Enver Paşa fiilen savaşa
girmekte ayak sürürken, ayni anda savaşa girme konusunda kararlı olduğunu ifade
ediyordu. Paşanın bu tutumunda samimi olduğunu düşünebiliriz. Almanların yükünü
azaltmak için itilaf devletlerine yeni cepheler açması gerektiğini biliyordu;
savaşın da ancak batıda kazanılacağı kanaatindeydi. Ancak Osmanlı ordusunun
savaş hazırlıklarını tamamlamadan işe girmesinin doğru olmadığını düşünüyor ve
bunun için uğraşıyordu. Sonunda, Almanların Rusya ile tek taraflı bir anlaşmaya
girebilecekleri tehdidi, işi bitirmiş ve fiilen savaşa girmenin yolunu açmıştı.
Savaşa girildikten sonra da, anlaşma yenilendi ve bazı yeni haklar 11 Ocak 1915
tarihli anlaşmaya konuldu. Anlaşmaya sadece Rusya değil, diger devletler
tarafından vukubulacak saldırılara karşı da Almanya’nın koruma sağlayacağı ve
anlaşmanın 1926 yılına kadar uzatıldığı kabul edildi ki, Osmanlı için zaman,
kalkınma ve yeniden diriliş demekti.
*
* *
Osmanlı
seferberlik ilan ederek bir milyon kişiyi askere çağırmış, ancak bunun sadece
üçte birini silahlandırabilmiştir. Devletin ekonomik çöküntüsü ve uzun süredir
devam eden göçlerin yarattığı millî zayıflık açıktı. En önemlisi ise, özellikle
Doğu ve Kafkas cephelerindeki askerin ikmal zorluğu yani yolların olmayışı idi.
Karadeniz’e egemen olunamamış, Rus
donanmasının
denizden gelecek ikmal kollarımızı vurması engellenememişti. Bu zaaf, daha
başından itibaren orduyu hastalıktan, bakımsızlıktan ve soğuktan çökerten temel
sebep olmuştu.
11 Kasım 1914’te Osmanlı
Hakanı’nın savaş iradesi yayımlanır.
14 Kasım’da, beş parçadan oluşan
Cihat fetvası çıkar:
“İslamiyete karşı
düşman saldırısı olduğu ve İslam ülkelerinin ele geçirilip yağmalandığı,
Müslüman nüfusun esir edileceği anlaşılınca, İslam Padişahı Hazretleri halkı
askere çağırma şeklinde cihadı emrettiğinde, ‘İnfiru hifafen...’ âyet-i
celilesinin güzel hükmünce bütün Müslümanlar için cihat farz olup genç ve
ihtiyar, yaya ve atlı olarak her taraftaki Müslümanların malları ve
bedenleriyle cihada koşmaları kesin farz olur mu?
“Cevap: Olur.”
Fetvanın
ikinci parçası, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın egemenliği altındaki
Müslümanların silaha sarılmalarının farz olduğunu bildirmektedir:
“Dahi sözü geçen
devletler aleyhine cihat çağrısı yaparak fiilen gazaya koşmaları farz olur mu?
“ Cevap: Olur.”
Şeyhülislam
Ürgüplü Hayri Efendi ve eski şeyhülislamlar, kazaskerler ve ünlü bilginlerden
yirmi dokuz kişinin imzaladığı bu fetva, 13 Kasım 1914 Topkapı Sarayı Mukaddes
Emanetler Dairesinde Padişah ve Meclis-i Mebusan’dan bir heyet huzurunda
okunur. Ertesi gün Meşihat dairesinden alınarak Fatih Camii’ne getirilir ve
Fetva Emini Ali Haydar Efendi tarafından okunarak, Padişah hatt-ı hümayunu ile
dünyanın her yanındaki Müslümanlara Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından
ulaştırılmaya çalışılır: Ayrıca, Müslümanlık hassasiyetlerini harekete geçiren,
aralarında Şeyh Salih Şerif Tunusî’nin cihat hakkındaki yazısının da bulunduğu,
çeşitli İslam dillerinde yazılmış broşürler ve Padişah fermanları da gidilen
yerlerde dağıtılır:
“Büyük devletler
arasında savaş ilan edilmesi üzerine, her seferinde aniden ve haksız
saldırılara uğrayan devlet ve memleketimizin haklarını ve varlığını fırsatçı
düşmanlara karşı gerektiğinde savunabilmek üzere sizleri silah altına
çağırmıştım. (Seferberlik ilanı)... Almanya ve Avusturya-Macar devletleriyle
birlikte meşru menfaatlerimizi savunmak için silaha sarılmaya mecbur olduk. ...
Rusya, İngiltere ve Fransa devletleri zalimane bir idare altında inlettikleri
milyonlarca Müslümanın din işlerine ve yürekten bağlı bulundukları büyük Hilafetimize
karşı hiçbir zaman düşmanca fikirler beslemekten uzak olmamıştır ve bize
yönelik olan her bela ve felaketin sebebi ve harekete getiricisi olmuşlardır.
İşte bu defa başvurduğumuz Büyük Cihat ile bir taraftan Hilafetimizin şanına,
diğer taraftan devletimizin haklarına karşı yapıla gelmekte olan saldırılara
İnşallahu taalâ
sonsuza kadar son vereceğiz....
“Kahraman
askerlerim,
“Din-i mübînimize,
aziz vatanımıza kasteden düşmanlara açtığımız bu gaza ve cihat yolunda bir an
evvel, azim ve kararlılıktan ve fedakârlıktan ayrılmayınız. Düşmana aslanlar
gibi saldırınız. Zira hem devletimizin hem şerefli fetva ile davet ettiğim üç
yüz milyon Müslümanın hayat ve varlığı sizlerin zaferinize bağlıdır.
Mescitlerde, camilerde, Kâbetullah’ta, huzur-ı Rabb’il-âlemîne tam bir vecd ve
coşkunluk ile yönelmiş üç yüz milyon günahsız ve zulme uğramış mümin kalbinin
dua ve temennileri sizinle beraberdir...
“Şehitlerimiz,
evvel giden şehitlerimize zafer müjdesi götürsün, sağ kalanlarımızın gazası
mübarek, kılıçları keskin olsun...” (Belen, a.g.e., s.229-30)
Tabii
ki, “Üç yüz milyon günahsız ve zulme uğramış mümin” ha deyince yürüyebilecek
halde değildir; çok büyük çoğunluğunun, o günün şartları içinde Cihat
fetvasından haberleri bile olamamıştır. “O çağda İslam dünyası, bir mihrak
etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş çağrısını
gereği gibi duyuracak komünikasyon imkânlarından bile mahrum bulunmaktadır. ”
(Prof. Dr. Mim. Kemal Öke, Hilafet Hareketleri, Ankara 1991, s.24) O
Müslümanların bir kısım okumuşları da, İngiliz, Fransız yahut Rus etkisi altına
girmişlerdir. Bir kısmı yüz yıldır bu devletlerin propaganda ve kültür
baskıları altında yaşamaktadır.
Cihat
Fetvası bu şartlar altında bile, sözü geçen devletleri ürkütür; Osmanlıya karşı
sert bir bildiri ile ve çeşitli yollardan, kara propagandaya dayalı bir savaş
başlatırlar. Osmanlıya karşı savaşan Hint ve Afrikalı askerler üzerinde ne
derece etkili olduğu bilinmese de, şöyle bir karşı propaganda yürütmüşlerdir:
“Halife bir avuç
mütegallibenin elinde zebundur. Osmanlı İmparatorluğu’nda silahla hükûmet
deviren ve adına İttihat ve Terakki denen bir grup zorba hâkimdir. Bunlar
Padişahı, istemediği halde Almanya’nın yanında savaşa sokmuşlardır. Türkiye’nin
menfaati, eski dostları İngiltere ve Fransa’nın safında savaşa girmek suretiyle
korunabilirdi. İttihatçılar bu fırsatı kaçırmıştır. Halife Orduları zorla
savaşa gönderilmeye çalışılmaktadır. Aslında böyle bir savaşta çarpışmaya hiç
de istekli değillerdir. İslam âlemine düşen vazife, bu orduları mağlup ederek,
Osmanlı İmparatorluğunu ve Hilafet makamını İttihatçı zorbaların elinden
kurtarmak olmalıdır.” (Philip H. Stoddard, Teşkilat- Mahsusa, s.43)
Hindistan’daki
Hilafet Hareketi’nin öncüsü Muhammed Ali İngilizler tarafından tutuklanmış ve
savaş içinde Şerif Hüseyin’in isyanı sağlanmıştır. Buna rağmen Hindistan’ın
çeşitli yörelerinde Teşkilat-ı Mahsusacıların öncülüğünde irili ufaklı
ayaklanmalar gerçekleşmiştir. (Öke, a.g.e., s.25 vd.)
Şunu
da söyleyelim ki, Şerif Hüseyin 1916 yılında Osmanlı’ya isyan ettiğinde, sonuna
kadar yukarıdaki İngiliz propagandasını aynen kullanmıştır. Ünlü Teşkilat-ı
Mahsusa mensubu Eşref Kuşçubaşı, Hayber’de yaralanıp Emir Abdullah kuvvetlerine
esir düştüğünde, daha sonra Ürdün Kralı olacak olan Abdullah, kendisine aynı
şeyleri söyler: “....Ben gerek Enver Paşa Hazretlerine, gerekse Talat Paşa
Hazretlerine hürmet ederim. Biz Hükümete değil, İttihat ve Terakki’ye karşı
savaş açtık.” Bu adam, Osmanlı Meclis-i Mebusanında milletvekilidir. (Eşref
Kuşçubaşı, Hayber’de Türk Cengi, Yayına Hazırlayanlar, Dr. Philip H.
Stoddard ve H. Basri Danışman, İstanbul 1997, s. 79)
İslam
Halifesi’nin çağrısının, destansı yankıları da olur; sömürgeci devletler
sömürgelerindeki asker sayısını ve tedbirlerini biraz daha artırmak zorunda
kalırlar; ama bunun dünya savaşını etkileyecek fiilî sonuçları hemen alınamaz;
etkisi zamanla ortaya çıkar.
Yapılan yayınlardan anlaşılmaktadır
ki, bu savaşta, İslam dünyasındaki Hilafet duyarlıklarından Osmanlı’dan çok
Almanlar ümitlenmişlerdir. Türkler için İslamcılık davası gütmek ve bu konudaki
hassasiyetleri kullanmaya çalışmak doğaldır; esasen bu tutum, devletin kuruluş
ilkesine uygun bir siyasettir ve savaş dolayısiyle keşfedilmemiştir. Türk
önderlerinin bu yönde atacağı adımlar, yapacakları planlar, başarı şansı olmasa
da anlaşılabilir tutumlardır. Ama Almanlar, sadece savaş başarıları için, güçlü
bir araç olarak düşündükleri bu yönde plan üretmiş yahut Osmanlı Karargâhının
planlarını heyecanla desteklemişlerdir.30
Bizim
için dikkati çeken nokta şudur: Türk yazarlar, İran üzerinden Afganistan ve
Hindistan’a inmek, buralardaki İslam halkı İngilizlere karşı ayaklandırmak
yahut Kafkasya ile bağlantı kurup buradaki Türkleri ayağa kaldırmak gibi
projeler söz konusu olduğunda, tereddüt etmeden Enver Paşa’yı hayalcilikle
suçlar ve onun, kendi adına imparatorluklar kurmak gibi ihtiraslar peşinde
olduğunu söylerler. Ziya Nur Bey’in bu tür yorumlar karşısındaki öfkesini
anlamak gerekiyor. Ancak, asıl önemlisi, aynı yazarlarımızın, Almanya’nın bu
tür hayallere olan ilgisini ve bu uğurda o kadar insan ve para harcamış
olmasını, izlediği büyük politikaların bir tezahürü olarak değerlendirmeleri ve
Almanların Osmanlı’yı bu politikaları için basit bir araç gibi kullandıkları
anlayışıdır. Orta Avrupa’dan kalkıp Kafkaslara girmeye çalışan Almanya büyük
politikalar izlemiş olurken, Bakü’yü, kendi dininden ve cinsinden olan
insanları kurtarmak uğruna savaşan Nuri Paşa’nın askerleri, Enver Paşa’nın
hayalleri için
dövüşüyorlardı!
Olaylara ve tarihe kendi gözümüzden, millî duyarlıklarımızın, yararlarımızın ve
kutsallarımızın belirlediği bakış açılarından bakamamak zaafından doğsa da, bu
gafleti kabul edemeyiz.
Bir
siyasi tarihçimiz diyor ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı yıkıldı; ama, bu
cihat fetvası da İngiliz İmparatorluğunu bir daha toparlanamayacak biçimde
çökertti.
30 Mustafa
Çolak, Alman İmparatorluğunun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya
Politikası, (Ankara 2006) kitabında bu yöndeki Alman harcamalarını anlatır.