Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ŞEHİT ENVER PAŞA...NEVZAT KÖSOĞLU 1

 

Hiç Dostum Yok!...


12 TEMMUZ tarihli mektubunda yine yalnızlık teması vardır: “Biliyor musunuz hiç dostum yok; olmasını da istemiyorum. Herkesle iyi geçiniyorum; ama, kimsenin bana yaklaşmasına izin vermiyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.93. 12 Temmuz 1912) Mektupları yazdığı hanım arkadaşı, Avrupa gazetelerinde Trablusgarp direnişiyle ilgili yayınlar yaptırmaktadır. Enver Bey teşekkür eder, “Fakat, benden fazla söz etmeden bu yayını yaptırın. ” der; “bir iki fotoğraf koyun yeter.”

Paşa’nın kendine özgü bu yalnızlığı dikkat çekmiştir. Şevket Süreyya’ya mektup yazan telefon teknisyeni şöyle anlatır: 1917 sonlarında, Enver Paşa 1. Ferikliğe yükseltilir. Kendisi Refahiye-Erzincan arasındaki Kolordu karargâhındadır. Karargâhta bir eğlence gecesi düzenlenmiştir:

“O gece kolordu karargâhında Ordu komutanı Vehip Paşa, Kolordu komutanları ve kurmaylar, Kolordu Kurmay Başkanı Miralay Cavit Bey’in odasında meşhur meddah Harputlu Vahit Çavuş tarafından eğlendirilirken, Enver Paşa, Kolordu Komutanının odasında, saat bir buçuğa kadar yalnızca, oturmadan gezindi ve sürekli, duvarlardaki haritaların önünde duruyor ve dakikalarca onları inceliyordu. Bizim muhabere binası ile Karargâh arasında on beş metrelik bir mesafe vardı ve karşı karşıyaydı. Öbür odada eğlence gürültüleri göklere çıkarken Enver Paşa’nın bu yalnızlığı, halet-i ruhiyesinin bir ifadesi değil midir?” (Ş. S. Aydemir, a.g.e., c.3., s.371) Paşa’nın şahsiyetini değerlendiren Azerbaycanlı yazar K. Nerimanoğlu, “O, her yerde tenhadır. İnsanların arasında tenhalık Enver Paşa’nın şahsiyetinin sırlarındandır.” der. (Kâmil V. Nerimanoğlu, “Enver Paşanın Çizmeleri”, 525. Gazete, 20.9.2007, Bakü)

* * *

Mahmut Şevket Paşa’nın Savaş Bakanlığından çekilmesi ve Halaskâr Zâbitân grubunun baskıları gibi sebepler sonucu, İttihat Terakki desteğindeki Sait Paşa hükümeti çekilir.

“Üç günden beri İtalyanlar on beş cm.lik toplarıyla deli gibi kampımızı bombalıyorlar. ” Üç gün içinde bir ihtiyar, üç kadın ve bir çocuk şehit olur. Enver Bey de, Derne şehrindeki İtalyan evlerinin ve limanın bombalanması emrini verir. “Şimdi onların topları sustular, kendi dertleriyle uğraşıyorlar. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.94, 18 Temmuz 1912)

Aynı gün ve ertesi gün İtalyan donanması Çanakkale’yi bombalar.

“Maalesef Anavatanda işler istediğim gibi gitmiyor. Ama benim o olaylara karışmam mümkün değil. Her şeyin tehlikede olduğunu görene kadar burada kalmam lazım. Doğduğunuz memleket olan Türkiye’yle ilgili bu haberleri öğrendiğinizde hüzünlendiğinizi görüyorum. Ama sevgili dostum, biraz kaderci olmak lazım; belki bir gün her şey iyiye gider. Umarım ki gençliğimiz bu kadar çabuk harcanmaz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.95, 20 Temmuz 1912) “Bütün hazırlıklarımı bitirdim, yarın topçu bölüğümle Bingazi kalesini bombalayacağım.”

22 Temmuz 1912’de, Büyük Kabine olarak isimlendirilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa sadrazamlığındaki hükümet kurulur. Enver Bey kabineyi renksiz bulur. “Bir tek harbiye nazırı enerjik. Ordu içinde iyi şeyler yapacağını ümit ediyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 96, 24 Temmuz 1912) Sözünü ettiği kişi Nazım Paşa’dır. Yeni hükûmetin programında Trablusgarp savaşı için “Hak ve onurumuza uygun barış temelleri bulununcaya kadar uğradığımız saldırıya karşı koyup yurdumuzu korumaya devam edeceğiz. ” kaydı vardır. (O. Koloğlu, a.g.e., s.16)

“Zât-ı Şahane bana Seyyid Ahmet Sünusî için birinci sınıf bir Osmaniye, 25.000 TL değerinde elmaslarla kaplı bir kılıç, pırlantalı bir saat vs. gönderdi.”

“Biliyorsunuz, ben çok hassas yaratılışlıyım.” (Hanioğlu, a.g.e., m.97, 29 Temmuz 1912) “Bu akşam hava öyle güzel ki, hakikaten kampımın vahşi ama özgün güzelliklerini size gösteremediğim için üzgünüm. Bu bana gençlik gecelerimi, saatlerce yıldızlı gökyüzü altında istikbale dair hayaller kurarak kalışımı düşündürdü.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 98, 31 Temmuz 1912)

“Trablusgarb’ın ruhu, kafası ve nihayet direnişi olduğumu iyi biliyorum ve bana yapılan her şey memleketime yapılmış demektir. Burada üzerimde dolaşan iç karartıcı bir yalnızlık içinde yaşadığımı, kendimi karanlık bir kilise bankına dayanmış, dünyadaki yalnızlığını hisseden ve meleklerin kanatları altında saklanıp doya doya ağlamak isteyen bir öksüz gibi hissettiğimi söyleyebilirim. Kampın mutlak yalnızlığında çektiğim acıyı nasıl da hissediyorum; bunu söylesem bana inanmazlardı... Bu lanet İtalyanlar benim memleketimde, İstanbul’da, Asya Türkiye’sinde neler olup bittiğini görmeme mani oluyorlar. Beni burada anavatanımda bekleyen büyük vazifeden uzak tutuyorlar. Neyse, kader bu.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 99, 1 Ağustos 1912)

Enver Bey acaba, anavatanda kendisini bekleyen büyük vazifeyi ne olarak düşünüyordu?

Bir topla Derne kalesini dövmeye devam ediyorum, diye devam eder. Onlar kaledeki ve kruvazörlerdeki toplarla binden çok mermi atıyorlar; ama, bir şey yapamazlar. İnşallah onları siperlerinden çıkarmaya mecbur eder, derslerini veririm...

“Bilirsiniz, çok ciddi şeyler düşündüğümde resim yaparım. ” Enver Bey 3 Ağustos 1912’de bu mektubu yazarken, yedi sekiz yıl sonra yabancı bir ülkenin hapishanesinde resim yaparak geçineceğini aklından geçirmiş midir? Tabii ki hayır. “İstikbali delip geçme arzumla tek başınayım. ” diyor. (Hanioğlu, a.g.e., m.100, 3 Ağustos 1912)

Bir yandan da yollar ve fabrikalar kurmaya çalışmaktadır. “İtalyanlar bizi hiç rahatsız etmeden öfkeyle bombalamaya devam ediyorlar! ” (101. mek., 5 Ağustos 1912)

“Oradan haberler kötü. Ama ne yapalım. Gerektiğinde mukadderatı bile değiştiririm!

Yarın babamı bekliyorum. Araplar bu haberden çok mutlu oldular. ‘O bizim de babamız ve ümit ederiz oğluna nasıl bağlı olduğumuzu görmekten memnun olur.’ diyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.102, 6 Ağustos1912)

Mücahitlerin topunu susturmak için İtalyanlar çıldırmışçasına ateş ediyorlar; ama nafile... Bu arada Enver Beyin babası Ahmet Bey gelmiş; “Arapların alkış ve tüfek atışlarıyla” karşılanmış. Babası ağlıyormuş. Kampa girerken, herhalde gürültüden ürken at aniden şaha kalkmış. “Beni bir kayadan on metre kadar aşağıya attı; ama, bir şey olmadı. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.103, 7 Ağustos 1912)

Kendine olan sınırsız güveni sık sık mektuplara yansır. “Şimdi vazifem bir şey icap ettirdiğinde mekanik olarak yapıyorum; bir hasta gibi. Daha önce size, her şeye rağmen İtalyanlara karşı çarpışmaya devam etmek için burada kalmak istediğimi söylemiştim. Ama, eğer şimdi kalırsam, bu iyi insanlara verilmiş sözü yarıda bırakmanın utancındandır. Keşke yerimi alacak biri olsaydı... Her söylediğime inanmak istemiyorsunuz, beni hayalci zannediyorsunuz; ama duyuyor musunuz, ben, Enver, bunu söyleyen. Biliyorsunuz ki, imkânsız zannedilen bütün projeleri gerçekleştirmeye yeterliyim.

Dokuz aydır buradayım; hastalıktan sadece on ölü verdik. Bu da size birliklerimin sağlık durumunu gösterir... Bana gelince, hakkımda söylenenlere karşı kendimi savunmayı sevmem. Gazeteler istediklerini söyleyebilirler; İtalyanların yeni yalanlar yaydıklarını anlıyorum. Geçen gün İtalyanlar benim bir İngiliz yüzbaşısının karısıyla ortadan kaybolduğumu yazmışlar. Bu yalanlar fena halde ödetilmeli...” (Hanioğlu, a.g.e., m.104, 10 Ağustos 1912)

“Bu gün akşam Ramazanın ilk günü; uzun bir teravih namazına katıldım. Bizim

dinimize göre namazda Allah’tan başka hiçbir şey düşünmemek gerekir. Düşüncelere ara vermek için iyi bir alıştırma.” (Hanioğlu, a.g.e., m.105, 12 Ekim 1912)

15 Ağustos’ta nişanlısına yazdığı mektuptan:

“Ruhum sultanım,.. son çektirdiğim iki resmimi gönderiyorum. Sakallı oluşum belki

hoşunuza gitmeyecektir. Fakat burada sözümü dinletmek için başka çare bulamadım (!).... Beybabam üç gün önce geldi. Artık Urbanın sevincini görmeyiniz...” (Arı İnan, a.g.e., s.469)

İtalyanlar doğru dürüst savaşmıyorlar. “Koltuğumda oturup savaşmak beni üzüyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m.106, 16 Ağustos 1912) Hükümetimizin imzalayabileceği bir barış anlaşması burası için ölüm olur. “Koskoca ailem yani Araplarım, beni böyle sakin görünce içleri rahatlıyor. Bu bedevilerin inanılmaz bir mantaliteleri var. Çok kanlı bir savaştan sonra oğullarından beşini kaybeden bir baba, benim memnuniyetimi görüp yanıma yaklaşarak şöyle dedi: ‘Ah, sen memnunsan ben de memnun olurum. Allah’a şükür; seni hep böyle görebilmek için binlercemiz kendimizi feda ederdi.”

“Dün şehrin bombalanışına katılmak için doğu karakollarındaydım.” (Hanioğlu, a.g.e., m.108, 21 Ağustos 1912)

Arnavutluk tarafından hoş olmayan haberler geliyor. “Kararlar almak lazım.” (Hanioğlu, a.g.e., m.109, 23 Ağustos 1912) “İstanbul’da olup bitenler bir ihtilalin tabiî gelişmeleri. Sadece bizim için diğer memleketlerden daha tehlikeli. Aklı başında birinin demirden eli bütün bunları sakin kafayla dengeleyinceye kadar bunun devam edeceğinden korkuyorum.” Vazifemi bırakacak durumda değilim; bırakırsam bütün subaylar da gelir diye korkuyorum. Onlara çok ihtiyaç var. “Belki bir ay içinde durum aydınlandığında bir çıkış yapabilirim; bana çok daha ihtiyaç olan yerde. Görüyor musunuz, benim kaderim böyle. Vatanımı tehdit eden tehlike beni bir pusula ibresi gibi çekiyor. Ama şundan emin olun ki, nerede olursam olayım, etrafım benim istediğim gibi olacaktır; yani davama ve imanıma yakışır şekilde. Barışın merkezi artık burası değil ve Balkanlar üzerinden bir savaşın başlamayacağını kim bilebilir. Şimdilik zaman bulutlarla dolu ve istikbal karanlık; sadece benim değil üstelik. Tekrar ediyorum, vatan toprağının bir toz taneciğini bile yabancı kimseye vermem; bu kimse Alman imparatoru ya da imparatoriçesi de olsa. Ama, size bu küçük antika hediyeleri gönderiyorum; çünkü, bu kadar Türk olduğunuzu biliyorum. Müzelere gelince, benim arzumla buradan hiçbir şey alamazlar. ” (110. mek., 24 Ağustos 1912) Eğer barış memleketin hürriyet ve menfaatini koruyabilirse o zaman İstanbul’a dönebilirim. Aksi halde “Sadık Araplarımı terk edemem ve

İtalyanların ayakları altında ezilmemeleri için onlarla birlikte memleketi savunmaya devam ederim... Görüşümü Hükümete bildirdim. Benim burada kalmamı gerektiren durumda, ordudan alınmamı söyledim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.111, 28 Ağustos 1912)

Balkanlarda savaş bulutları kararıyor; Hıristiyan unsurlar şiddet hareketlerini yaygınlaştırmaya başladılar. İstanbul ve Anadolu’daki Rum ve Ermeni halkta da hareketlenme var; çeşitli sebeplerle hükûmeti protesto gösterileri yapılıyor. İtalyan donanması Doğu Akdeniz sahillerimizde ve Beyrut önlerinde gösteriler yapıyor. 28 Ağustos’ta Port Süleyman bombalanır.

30 Ağustos 1912 tarihli mektubunda Trablusgarp’ın kalkındırılmasından söz eder; çok paraya ve insana ihtiyacımız var. “Ama her şeye rağmen çalışıyorum ve çalışacağım. Başarayım ya da başaramayayım, vazifemi yapmak istiyorum; başarısızlığı düşünmek istemiyorum.

Bizde işler yarım yamalak. Arnavutlar geri geldiler. Müslüman Arnavutların ayaklanması bir şey değil, ama yabancı ellerin ittiği Malisörlerinki (Hıristiyan Arnavutlar) tehlikeli. Şimdilik arkadaşlarıma her türlü anlaşmazlıktan kaçınmalarını ve bütün sorunların çözümünü şimdiki hükûmete bırakmalarını tavsiye ettim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.112, 30 Ağustos 1912)

“Kitleler üzerinde iktidar sahibi olmak beni gururlandırmıyor. Bunlar, kimsenin anlamadığı küçük şeyler. Bütün iktidarlar, büyüklükler, görünüşler, dünyanın bütün zenginlikleri, bunlar benim için hiçbir şey ifade etmiyor; ama kader benden, hiç de özenilecek bir yanı olmayan bu hayatı yaşamamı istiyor. (Bilmem nereye kadar!) .... Ben asker olarak ordunun mutlakiyetine inanırım. Hükûmet sistemi olarak da, sizdekine benzer ılımlı bir kanun-ı esasîye. İktidarı paylaşmak isteyen bütün vasat kafaları ezmek lazım. Bir Fransız çok doğru bir şey söylüyor: ‘Cumhuriyetten önce Fransa’da bir tek despot vardı; şimdi yüzlerce. Çünkü bütün mebuslar kendi iktidarlarını hissettirmeye çalışıyorlar.’...” (Hanioğlu, a.g.e., m. 113, 2 Eylül 1912)

Nişanlısına şöyle yazar:

“Ruhum, Sultanım,

Biz buralarda düşmanlarımızla savaşırken, içerde birbirlerini yiyenlere karşı doğrusu ne diyeceğimi şaşırdım. İtalyanlara kendi elimizle kendi kendimizi mağlup ettiriyoruz. Bugün İstanbul vs. yerlerde olan durumlar ile İtalyanlara buralarda yirmi savaşta kazanacaklarını kazandırdılar.” (A.İnan, a.g.e., s.471)

“Talat hâlâ hapse atılmadı; bir gün atıldığını duyarsanız, hatta beni bile hapse atmaya kalkıştıklarını duyarsanız, hiç şaşırmayın. Bu hep böyle olmuştur; neredeyse genel kuraldır. Tam bir vatanperver olanların sonu ya hapiste biter, ya da boyunları vurulur... Devleti kontrol edebilmemiz için parlamentonun lüzumuna inanıyorum; ama iç barış için hükümet Neron’dan daha sert olmalı. Şimdiki hükümet her ne kadar Jön Türklere

karşıysa da, yine de Abdülhamitçi bir hükûmet değil. Düşmanlarına karşı çok sert davranmalı, yoksa bu buhran barış bakımından çok kötü sonuçlanabilir. Biliyor musun sevgili, biz orta çağdan pek uzakta değiliz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.113, 2 Eylül 1912)

Bu satırları yazan Enver Bey, çok daha yumuşak düşünen ve davranan Sultan II. Abdülhamit Han’a karşı dağa çıkmıştır. O’nu devirmişlerdir ama, aradan geçen şunca yıla rağmen, hâlâ onu anlamış değillerdir. Hâlâ kendilerinden başka da doğru düşünebilecek olanların varlığını düşünememektedir. Vatanseverlik duygusunun her sorunu çözen bilgi, yöntem olduğu zannedilmektedir. Parlamentonun gerekliliğine de, devleti kontrol için inanmaktadır. Sonunda bütün bu düşünceleri biraz da topluma bağlayarak, “Biz Ortaçağdan pek de uzakta değiliz.” der. Haksız da sayılmaz, çünkü bu düşünce ve tutum yalnız Enver Beye mahsus değildir; bütün bir nesil böyledir.

“Bizi Trablus’tan ayıracak bir barış olursa, durum çok zorlaşacak           Ama zorluklarda,

çok daha enerjiyle çalışmamızı sağlayacak bir şey vardır ve her zaman mantığı aşan sinirleri biraz yatıştırmak böylece mümkün olur.” (Hanioğlu, a.g.e., m.114, 12 Eylül 1912)

“Bu gün beni çok hoşnut bırakan Sünusî şeyhleri ile uzun bir toplantı yaptım.” Barış söylentileri sinirleri bozuyor. (Hanioğlu, a.g.e., m. 115, 6 Eylül 1912)

“Acı çekiyor, sebebini bilmiyorum. Allah beni cezalandırmak istiyor. Yarın neşeli olmalıyım; çünkü bayram. (Ramazan)” (Hanioğlu, a.g.e., m. 116, 12 Eylül 1912)

“Sabah, cami olarak hazırladığımız yerdeki bayram namazından sonra, bütün bedeviler üstüme atıldılar. Hepsi beni öpmek istiyorlardı ve bu şefkatten kurtulabilmek için jandarmaların yardımı gerekti. Çadırımda daha sakin bir şekilde subayların, sivil görevlilerin, aşiret şeyhlerinin tebriklerini kabul ettim; derken altı yaşında çocuklardan doksan yaşındaki ihtiyarlarına kadar yine bir Arap kitlesinin akını oldu. Karınca sürüleri gibi giriyorlardı çadırıma ve diz çöküp dizlerimi, ellerimi ve saçımın ucunu öpüyorlardı. Sonra, kimi gülümseyerek, kimi memnuniyetinden ağlayarak geçtiler.... Her şeyden önce şerefli bir adam olmak ve düşmanın üstüne sürdüğüm bu silah arkadaşlarımı pis İtalyanların eline bırakmamak istiyorum... Hepsi Müslümanlar; İtalyanlar onları medeniyetleri ve Hrıstiyanlıklarının ağırlıklarıyla ezerler. Bu medeniyetin tehlikelerine karşı koyabilecek kadar bilgili değiller. Ama, geleceği bırakalım; günlerin gereğini yerine getirelim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.117, 15 Eylül 1912)

“17 Eylül şafakla, on kilometreye kadar yayılan yeni İtalyan siperlerine saldırdım. Merkezi delmeye çalıştım. Kuşatmayı delme gerçekleşti. İtalyanlar şaşırdılar. Ama, kolların yanlış manevrası başarımızı tamamlamayı engelledi. On altı saatlik bir savaştan sonra geri çekilmek zorunda kaldım ve İtalyanlar daha güçlü olmalarına rağmen savunmada kaldılar... Şimdi kampta her zamanki gibi şehitlere ağıt yakan kadınların bağırışları duyuluyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m.118, 18 Eylül 1912)

“21 Eylül 1912.

Size son savaşımızı anlatayım:

Güneş ufukta alçalıyordu. Hava durgundu. Tek bir yaprak bile kıpırdamıyordu. Kampta derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Orda burda, zaviyelerinin sancağı altında toplanmış neşe içinde bedeviler vardı. Ve attan inmiş olan milislerin komutanı çadırımın önünde beni bekliyordu. Alaylarının yürümeye hazır olduğunu bildirmek için ard arda geliyorlardı. Genel toplantı ve kampa yürümek için emir verilmişti. Çadırımdan çıktılar ve birkaç dakika sonra atlarının nal sesleri çölde kayboldu. Çadırımın kapısının yanından ikişer geçen atlı şeyhleri başlarında olmak üzere gönüllülerin, subayların geçişini görüyordum. Kimileri omzunda yeni mavzer tüfekleri, kimileri eski Fransız ya da İtalyan tüfekleri taşıyordu. Orda burda, omuzlarında eski Silex tüfeklerle torunlarının yanında yürüyen ak sakallı ihtiyarlar vardı. On savaşçıdan müteşekkil ve bir çavuş tarafından idare edilen her grup, küçük aralıklarla birbirinden ayrılıyordu. Her grubun sıralarının arasında sırtlarında su testisi ya da ekmek çantası taşıyan kadınlar görünüyordu. Onları, askerleri cesaretlendirmek için alışıldık naralar atan sıralar takip ediyordu... Nihayet Doğu komutanının çadırında idik. Toplanmış olan komutanlara saldırıyı anlattım ve Zaviye şeyhlerinin önünde savaş için kısa bir nutuk verdim. Çadırın önünde askerlerime el vermemden sonra, Kur’an’dan bir âyet okuyup gittiler. Birkaç dakikalık boğuk bir uğultudan sonra tek ses kalmadı. Her şey sessizdi. ...Her şey yolundaydı ve böylece yola koyuldum. Dört saatlik yürüyüşten sonra dağ toplarının yerleştirildiği yere vardım..... Saate baktım, tam beşti. Bizim kanat kıyasıya ateşe

başladı ve birkaç dakika sonra, hızla ateş ederek cevap verdiler. Top ateşlerinden başka bir şey görünmüyordu. Saldırının tam emredilen saatte başlamış olmasından memnundum. Bakışım karanlıkları delmeye çalışıyordu. Sadece ateş sesleri savaşın durumu hakkında bir fikir verebiliyordu. Derken on beş dakikalık bir sessizlik oldu. Bizimkilerin siper almış olduklarını anladım... Güneş tam ufukta doğmuştu. Ortada savaş iyi gidiyordu ama, sağımızda bizimkiler yeniden, ilk İtalyan hattında ateş almış oldukları küçük kaleye doğru geri püskürtülmüşlerdi. Süvarilerin saldırısı düşmanı olduğu yere mıhladı. Ama bu çok uzun sürmedi. İki mitralyözlü iki muhafız birliği sağımdaki tehlikeyi savuşturdular. Öğlene doğru düşmanın üstün gücünden alt üst olmuş sol kanat, yine de düşmanın üzerine doğru atıldı; hakikaten kahramancaydı. Siyah beyaz küçük noktalar birbirine karışıyordu; devamlı bir gel git vardı. Ben hareketsiz kaldım. Tam o sırada benim topçu birliğime ateş açan düşman topları benim istikametime ateş etmeye başladılar. Kafamı çevirdiğimde bütün kurmaylarımın, emrime rağmen arkamda toplanmış olduklarını gördüm. Düşman için uygun bir hedef! Önümüzde patlayan şarapnellere rağmen yerimden ayrılmak zevkini onlara tattırmadım. Solumda düşman üstündü. Nihayet bizimkiler düşman müdafaasını tutmak için geri çekildiler. Ben sağ kanada saldırı emri verdim; arazi bataryası düşmanın üzerine açtığı ateşi çoğalttı ve sağdan ve ortadan ani bir hareket, düşmanı tam anlamıyla durdurdu.

Yorgundum; yere uzandım ve bir saat ağır bir uyku uyudum.

Akşama doğru atımla sağa doğru gidiyordum ve İtalyanlar bana şarapnelle yol çiziyordu. İtalyan siperlerinin yüz metre ötesindeki sağ kanadım, son siperleri alıp kaybettikten sonra İtalyanların ilk siperlerinde kaldılar. Çünkü İtalyanların kruvazörü bütün gücüyle ateş ediyordu ve karaya inenler bizi tuzağa düşürmüşlerdi. Buradaki arazi çalılık olduğundan, bu bizim hareketimizi kolaylaştırdı. Bu kanatta yenilemek istediğim saldırının imkânsızlığını hissettim. Ve, V’nin batısındaki karakol, düşman asıl kuvvetlerinden yaklaşık bir tugayın sağ kanadımızın önüne yığıldığını telefonla bildiriyordu. Bunun üzerine mecburen savaşı akşam olunca durdurmaya karar ve ölü ve

yaralılarımızı topladıktan sonra geri çekilme emri verdim. Kanlı bir gündü. Bu savaşın yeni bir sayfası daha kapanmıştı. Sadece ileri karakollar düşmanla temasta kaldı ve yirmi dört bölük, dört arazi bataryası ve altı dağ bataryasından müteşekkil düşman, benim kanadımı izlemeye cesaret edemedi. Bugün hâlâ kafasını dışarı çıkarmıyor. Ah, bu güç benim elimde olsaydı! Günün birinde hakikati öğrendiğinizde şaşıracaksınız. Kendisinden on defa daha güçlü bir topçu birliği karşısındaki bizim topçu birliğimiz vazifesini bırakmadı ve düşmanın dört bataryasını savaş dışı bıraktı. Biri subay olmak üzere 98 şehit ve 185 yaralı verdik. Ama, maalesef bu savaşın, savaşın sona ermesi üzerinde hiçbir etkisi yok.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 120, 21 Eylül 1912)

İstanbul’dan gönderilen paranın on beş bin lirasını Mısır komiserliği harcayınca, Enver Bey yeniden hazine senedi çıkarır. “Allah’tan Araplar nezdindeki kredim sarsılmaz. Komutan mıyım, bankacı mı bilmem?... Eski kâğıtların değeri muazzam arttı; biliyor musun? Bir kuruşluk bir kâğıt almak için bir lira ödüyorlar; özellikle de Mısırlılar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.121, 23 Eylül 1912)

Sizin Medeniyetiniz Bir Zehir...

“Sünusîlerin lideri Seyyid Ahmet Şerif benimle aynı fikirde imiş. Eğer hükümet memleketin bu bölgesini bırakırsa, savaşa devam etmek konusunda hemfikiriz.

Bir de, başka Türklerden mi, Araplardan mı yana olacağımı soruyorsunuz! Benim ve Seyyid Ahmet için Müslümanlıkta milliyet yoktur. İslam dünyasının etrafında neler olup bittiğine bir göz atmak yeter        Ama hiçbir ihtiyaçları olmayan ve azla yetinen, mutlu

olan bedeviler günün birinde medenileşseler, eminim ki bütün niteliklerini kaybederler ve şımarırlar. Bugünkü yaşama yöntem ve ilkeleri onlara yetmez olur. Mutsuz olurlar, ama bu mutsuzluk onlar için hayatlarında bir ihtiyaç olur. Medeniyet denilen hastalığa yakalanırlar ama, iyileşmek için ilaç almazlar. Sizin medeniyetiniz bir zehir; ama, insanı uyandıran bir zehir, insan bir daha uyumak istemiyor, uyuyamıyor. Gözlerinizi kapatırsanız, bu ancak ölmek için olacaktır... Ama şimdilik Araplarım mutlu. Dışarıdan şarkılar eşliğinde monoton davul sesleri geliyor, dans ediyorlar.

Bugün Derne’den ilk haberleri aldım. İtalyanların kayıpları düşündüğümdün de fazla. Sekiz yüzden fazla ölü vermişler, iki katı da yaralı. İtalyanlar bizim, onların cephesinde kalan yirmi iki yaralımızı almışlar. Bu yaralıların çoğu Trablusgarp dağları civarında oturan Hassa aşiretinden olduklarından, İtalyanlar bu aşirete haber göndererek, eğer savaşı kesip evlerine dönerlerse yaralıları salıvereceklerini bildirmişler. Bilin bakalım Hassalar bu teklife nasıl cevap vermişler? ‘Siz bizim vatanımızın topraklarını işgal etmek için geldiniz ve biz Allah’ın ve Sultanımızın emirlerine boyun eğeriz. Biz sizinle savaşmak için toplandık. Sizdeki yaralılara gelince, biz zaten onları ölmüş kabul ettik ve onlar için ağladık; bitti. Onları serbest bırakın ya da bırakmayın, sizinle savaşa devam edeceğiz yine de, aşiretimizden silah taşıyan son insan da ölünceye kadar. Bizim esirlere davranışlarınıza gelince, unutmayın ki, sizinkiler de bizim elimizde.’

Sevgili dostum, emrimde böyle insanlar olmasından gurur duyuyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.121, 23 Eylül 1912)

“Düzenle Cuma atışlarını yapmaya gelen küçük okulluları gönderdim şimdi. Ne kadar iyi çalıştıklarını, küçük tüfekleriyle nasıl da savaşçı havasına girdiklerini görmeniz lazım... Benim bölgemden şeyhlerin oğulları olan yirmi üç Arap çocuğu Hükûmet adına sivil idadîye gönderiyorum; otuz tanesini de askerî okullara. Böylece istikbal için vatana iyi bir unsur hazırlıyorum. Onlar İtalyanların can düşmanı olacaklar. Bu konuda her şeyi iyi hazırladım. Öyle ki, ölsem ya da memleketi terk etmek zorunda kalsam, her şey benim arzuma göre yürür yine. Eğer ölürsem bu konuda aklım arkada kalmaz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.122, 30 Eylül 1912)

“28 Eylül 1912

“Yarın İtalyanların bize savaş ilan etmesinin tam birinci yılı. Bir yıl önce güçsüzdüm ve durumu bilmiyordum; şerefimizi ve davamızı kaybettiğimizi düşünüyordum. Bu lekeyi hiç değilse kanımla ödemeye karar vermiştim. Kendimi bu tanımadığım ve belki de düşman ortama atmaya karar vermiştim. Maneviyatı bozuk, donanımsız, yaşlı ve yeteneksiz bir paşa tarafından yönetilen üç bin askerden başka bir şeyim yoktu. Üç yüz kilometrelik bir cepheye yayılmışlardı. Erzak olarak da ne varsa düşmanın eline geçmişti. İstanbul’da benim oraya gitmeme izin vermiyorlardı. Harbiye Nazırı, bir hiç için feda edilmenin yazık olacağını söylüyordu. Kısaca ona, ‘Memleketin şerefini kurtarmak için size yardım etmek istiyorum ve eğer hiçbir şey kazanmadan ölürsem, hiç değilse o zaman İslam dünyasının milletine, oraya yetenekli olduğuna inandığımız bir subay gönderdiğinizi, ama başarılı olamadığını, parasını çalmak için onu öldürdüklerini söylersiniz.’ diye cevap vermiştim. (Çünkü Arapların, paramı çalmak için beni öldüreceklerini de eklemişti.) İşte bir yıl böyle geçti ve onun düşündükleri çıkmadı Allah’tan.” (Hanioğlu, a.g.e., m.123, 28 Eylül 1912)

“Bir gün gelecek iyi ya da kötü, kadınlarımızın toplumsal hayattaki yeri sizin kadınlarınızla aynı olacaktır. Bir yandan da İslam’ın onlara ayırdığı erkek karşısında hayat hakkı konusundaki menfaatlerini koruyacaklardır. Ama, bu yeni toplumsal hayattan yalnızca küçük bir bölüm kadının faydalanabileceğine üzülüyorum. Diğerleri yani büyük bir kitle, şimdi Avrupa’da alt ve orta sınıflarda olduğu gibi acı çekeceklerdir. Ama mademki Avrupa’nın kültürüyle bizden daha yüksek olduğunu ve varlığımızı devam ettirebilmek için bu medeniyeti taklit etmek zorunda olduğumuzu söylüyorum, o zaman bu medeniyetin kötülükleri de ister istemez bize gelecektir. Ama, inşallah kadınlarımızın eski hayatından biraz bir şey kalması için daha dikkatli oluruz........................................................................................... Basit

bir asker olmaya karar vermem lazım. Ama bazen şairane hislerim tuttuğunda en büyük kararları o zaman alıyorum; bu zamanlarda zihin günlük hayatın küçüklüklerinden kurtuluyor.”

“Önce şeyhlerle uzun bir toplantı yaptım. Sonra, Harbiye Nezaretinden bütün Balkan devletlerinin harekete geçtiğini, bizim de genel seferberlik ilan ettiğimizi bildiren bir telgraf getirdiler. Bana, her noktada Trablusgarp’ın savunmasını veriyorlar. Sevgili dostum, her şey karışıyor ama, içimde sonunda oyunu biz kazanacağız gibi bir his var.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 124, 28 Eylül 1912)

Bizim için dua et, diyor. “Avrupa’da genel bir savaş ihtimalini düşünüyorum halâ... Eğer Avusturya ve Almanya araya girmezse, Rumeli’de dört günde savaş çıkar ve Allah bilir neticesi ne olur. Tehlikenin en fazla olduğu bir zamanda orada olmamama ne kadar üzülüyorum!” (Hanioğlu, a.g.e., m.125, 4 Ekim 1912)

30 Eylül’de Balkan devletleri bütün hazırlıklarını tamamlamış olarak seferberlik ilan ederler. Ertesi gün de Osmanlı hükûmeti seferberlik ilan eder. İtalyan donanması Ege yolunu kesmiştir. Osmanlı, İngiltere’ye başvurur. İngiltere, İtalya ile süratle barış anlaşması yapılmasını önerir. İstanbul’da savaş gösterileri yapılmaktadır. Büyük devletler, savaşın sonucu ne olursa olsun, sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini açıklarlar.

Artık her gün savaş var ve top sesleri eksilmiyor. “İtalyanlar çok ölü verdiler; bana gelen vesikalara göre de çoğu subay. İşte hoşumuza giden bir

kıyım! Ne vahşilik değil mi?” (Hanioğlu, a.g.e., m.126-127, 9-10 Ekim 1912)

12 Ekim tarihli mektupta, bu Trablus meselesi artık benim şahsî meselem oldu, diyor. “Biliyor musunuz, burada Arapları, kadınları ve çocuklarıyla birlikte İtalyanların üstüne sürüyorum; Sultan bıraksa bile ben sizi bırakmayacağım diye, söz vererek. Şimdi düşünün, bu yiğit insanları, onları yok etmek için yavaş yavaş baskı yapan İtalyanların kollarına nasıl bırakabilirim?” Büyük Sünusî Şeyhi de, Sultan olmasa bile emrindeyim diye haber göndermiş ve “kutsal” kılıcını Enver Beye yollamış.

“Karadağ ile savaş başladı. Avrupa ile olan sorunlardan sonra öbür Balkan devletleri de onu takip edeceklerdir. ” Balkan Savaşı başlamış gibidir.

İtalyanlar Enver’i öldürtmek için iki yüz sterlin vermişler; öldürecek adam bulamayınca dokuz yüze çıkarmışlar...

Bu Yiğit İnsanları
Düşmanın Kollarına Bırakıyoruz....

“Yerli muhafız birliğimden, üç savaşta beş kere yaralanmış bir askerim var. Dördüncü savaşta düşmanın üzerine hırsla atılıyordu. Cennete gitmek ya da ailesine iyi bir isim bırakmak için ya intikam almak ya da orada şehit olmak istiyordu     Bir aile var;

yalnızca baba kaldı, on bir oğlu ve akrabalar şehit oldular. Ona başsağlığına gittiğimde bana, ‘Vatanı, dini için düşman önünde şehit olmalarından mutlu ve gururluyum.’ dedi kısaca. Kısacası sevgili dostum, herkes için ölüm bir kere gelecek ve ne zaman geleceği önceden kararlaştırılmış. Bir gün hakikat ortaya çıkarsa, bizim burada yaptığımızın bir mucize olduğunu göreceksiniz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.128, 12 Ekim 1912)

13 Ekim 1912. Barışın yaklaştığı anlaşılıyor; fakat, Rumeli’de patlayan toplar memleket için çok tehlikeli. Nişanlısına şöyle yazar:

“Ruhum Sultanım,

... Benim buraya geldiğim zaman bulduğum hali biliyorsunuz. Herkes korkusundan bir tarafa çekilmiş, titremekte idi. Ben bu Arapları teşci ve savaşa soktum. Şimdi barış olsa ve bu barış buradan bizim askerlerimizin çekilmesini gerektirse, ben yine Araplar beni terkedinceye kadar burada kalmaya mecburum. Çünkü, bir kere söz vererek, karısıyla, çoluk çocuğuyla savaşa sürdüğüm Urbanı bırakıvermenin pek büyük bir cinayet olacağı açıktır. Yok eğer, şeyhler ve Urban beni bırakıp düşman tarafına geçerlerse, o vakit benim için, tabii yapacak bir şey kalmaz.” (Arı İnan, a.g.e., s. 476)

“İtalyan gazeteleri hep yalan yazıyorlar. İngiliz gazetelerine göre de Balkanlarda savaş olmayacakmış...” “İki rakip güç birbirlerine engel oluyorlar. Avusturya Balkanlarda bir soruna engel olmak için, adem-i merkeziyet planıyla. Ama Rusya önce küçük Balkan devletlerini iterek, Üçlü İttifakın diğer güçleriyle birlikte onları yutmak istiyor şimdi, basit bir adem-i merkeziyet değil, geniş bir ıslahat vadediyor; bundan daha fazlasını elde edemeyeceklerini söylüyor onlara.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 129-131, 14-16 Ekim 1912)

“22 Ekim 1912

“Dün akşam İtalyan komutanı bana mektupla barış kararını bildirdi. Muhtevasını bildiğim için çok üzüldüm. Gece de Harbiye Nazırlığından düşmanlığa son vermemi emreden ve bana Sultanın anlaşmayı imzaladığını bildiren bir telgraf geldi. Düşüncelerimi tahmin edersiniz. Kesin bir karar vermek için Seyyid Ahmed’in adamlarını bekliyordum. Bugün geldiler. Karar verildi; bana bağlı kalacaklar ve böylece savaş devam ediyor. Bugün Harbiye Bakanlığından gelen çeşitli haberler durumu

aydınlatıyor. Gazetelerden Hükümetin iki bölgeyi tamamen kaybettiğini öğrenmişsinizdir bile. Bir an düşünün sevgili dostum, ne yaptığımızı bir an düşünün! Kadınlarıyla ve çocuklarıyla bir yıl boyunca başarıyla savaşmış olan bu yiğit insanları düşmanın kollarına bırakıyoruz ve böylece terk ediyoruz. Onlara anavatanın yardıma geleceğine dair söz verip savaşmayı öğütleyen ben, şimdi tarif edilmez zorluklar içine dalıyorum. Bu memleketi terk edecek durumda değilim ve memleketimin öbür yarısının bana ihtiyacı var. Neticede burada bağımsız bir devlet kuracağım......................................................................................... İşte böyle utanç

verici bir barışı kabul ettik. Sırtımızda neticesi çok açık olmayan bir dizi savaş var...” (Hanioğlu, a.g.e., m.132, 22 Ekim 1912)

* * *

Trablusgarb’ı savunan “Fedai Zâbitân” grubu, burayı kolay kolay terketmeye niyetli değildir. Toplanır ve şu kararları alırlar:

1.    Bir kısım subaylarımız burada kalarak direniş hareketini yönetmeye devam edeceklerdir.

2.    Tedavi için gittiği Fransa’dan İstanbul’a dönmüş olan Mustafa Kemal Bey gelerek Enver Bey’in yerini alacaktır. (Hacı) Selim Sami (Eşref Bey’in kardeşi) Bingazi’ye giderek Eşref Bey’in yerini alacaktır.

3.    İstanbul desteğini çekerse, Seyyid Ahmet Sünusî’nin liderliğinde Afrika Devletler Grubu kurulacaktır.

4.     Padişah ve Kabine üzerinde baskı kurmak üzere Fedai Zâbitân grubunun bütün üyeleri askerlikten istifa edecek ve Trablus ve Bingazi’nin bağımsızlığını ilan edeceklerdir.

Bunları anlatan Eşref Bey’e, bağımsızlık ilanının hükûmete ihanet olup olmadığı sorulduğunda şu cevabı verir:

“Tabii ki ihanetti! Ama, artık bizim mukavemet hareketimiz herhangi bir Osmanlı kabinesi adına değil, millî gurur ve haysiyetimiz adına, -Afrika’daki son Osmanlı toprağının savunulması uğruna yapılıyordu.” (Philip H. Stoddard, a.g.e, s.88)

Onlar Trablus’ta bu sıkıntıları yaşarken Balkan Savaşı başlamıştır. “Umarım her yerde savunmada kalırız ve sadece Bulgaristan’a karşı saldırıya geçeriz. Orada işe yarasınlar diye subaylarımın bir bölümünü gönderdim  Eğer beni görmeye gelirseniz, isyancı birine geldiğinizi

zannetmeyin; tam aksine, Osmanlı ve İtalyan hükümetlerinin, anlaşmalarında kabul ettikleri bir eyalet valisi ile karşılaşacaksınız.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 133, 24 Ekim 1912)

Anavatanda olup bitenler ve Trablus’u terk edememek Enver Bey’i son derece üzüyor. İstanbul’da bir şeyler yapabileceğine inanıyor; ama, burayı bırakamıyor. (Hanioğlu, a.g.e., m.134, 20 Ekim 1912) İlgi çekici olan, Osmanlı Genel Kurmayında da, henüz Kaymakam rütbesinde olan Enver Bey’in, İstanbul’a gelmesi halinde işleri düzeltebileceğine inananların bulunmasıdır.

Sırp cephesinden birkaç başarı haberi geliyor. “Bulgaristan tarafından da iyi haberler gelmesini ümit edelim; çünkü bu, savaşın gidişatını gösterecek; aksi halde hasarı tamir etmek çok zor olacak. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 135, Pazar, Ekim 1912)

Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesi çekilir; Kâmil Paşa hükümeti kurulur.

Ancak gazetelerden sürekli kötü haberler gelmektedir. Enver Bey ümidini kaybetmek istemiyor. Bulgarlar Edirne’yi alamadıklarına göre “Bu yer bizim ordumuza yaklaşık bir ay kazandıracağından, bizim ordunun toparlanması bitince nihayet Bulgarlara karşı saldırıya geçebileceğinden eminim.” Enver Bey Sırpların da Üsküp önlerinde yenileceğini ümit etmektedir. (Hanioğlu, a.g.e., m.136, 30 Ekim 1912) “Burada, güçsüz bir seyirci gibi kalmak ne kadar zor! Bütün arzularıma ve verdiğim sözlere rağmen, savaş bizim aleyhimize bir şekil alırsa hemen İstanbul’a dönerim.” “Dört gündür Harbiye Nazırlığından hiçbir haber yok. ” “Savaşın gidişatına tesir edecek ciddi muharebeler oluyor olmalı. ” (Hanioğlu, a.g.e., 137, Perşembe, Ekim 1912)

Zafer ümidi verecek haberler de gelmektedir. “İnşallah. Genel fikrim vatanım için çalışmak. Ama bir planım yok. Fırsatlardan faydalanıyorum. Belki de bu usûl bana biraz maceracı karakteri veriyor. Sonunda ne isem oyum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.138, 2 Kasım 1912)

“8 Kasım 1912

“Gazetelerde içilen ant ne güzel! Demek bu savaş, İslamiyet’e karşı 20. yüzyılda başlatılan bir Haçlı seferi. Görüyor musunuz, size Müslüman olduğumuzu söylüyordum hep; bu da Avrupa’nın affetmediği tek hata! Eh, bir kral ordusuna bu savaşı bir haçlı seferi gibi gösterirse, bizim fanatik ve barbar olmamıza şaşmamanız gerek.” (Hanioğlu, a.g.e., m.139, 8 Kasım 1912)

25 Kasım 1912

Trablus’tan ayrılma zamanı gelmiştir. İstanbul’dan şu mesaj gelir: “Düşman ordumuzu mahvetti ve Çatalca’daki son savunma hattımıza kadar ilerledi.” Artık Balkanlarda Osmanlı ordusunun zafer ümidi kalmamıştır. “Nihayet, size yazmış olduğum gibi Trablusgarp, bir başka deyişle krallığım ve sabit ve bağımsız vazifemi İstanbul’a

dönmek ve orada serbest bırakılmayacak bir toprakta, sade bir kaymakam gibi çalışmak için terk ediyorum. İstanbul’dan gelen son haberlerden sonra, Trablusgarp’ta kalmanın anavatanın temel bölümüne yardımcı olamayacağını düşündüm ve her şeyi İtalyanların istekleri doğrultusunda ayakları altına bırakmayı da istemiyorum. Böylece, durumu öyle ayarladım ki savaş lehte bir şansla yine devam edecek. Düşmanlarım bu karardan kötü bahsedecekler, biliyorum; bana saldırmak için bundan faydalanacaklar. Ama, beni bilirsin, benim için fark etmez. Benim tek bir mefkûrem var, vatanımın refah içinde olmasına çalışmak ve onun menfaatini korumak. Bu amaca ulaşmak için her şeyi feda ederim...

“Tam yola çıkışımdan bir gün önce, ders görmeye gitmiş olan öğrenciler Bingazi’den geldiler. Millî marşlar söylüyorlardı; böyle güzellikleri olan bir memleketi terk etmek düşüncesi beni öyle fena etti ki, ağlamaya başladım. Ben ki, hep kendime hakim olabileceğimi zannederdim.

.........  Bir hiçten var ettiğim askerî birliklerimi size göstermeyi nasıl isterdim!”

Enver Bey Trablusgarp’ta gerçekleştirdiği askerî, idarî ve bayındırlık işlerini nasıl küçük paralarla başardığını anlatır. “Göçebe bir halk için en ağır iş olan vergi ödemeye de hazırdılar.” Ama buna gerek duymamıştı. “Yeni nesli hazırlamak için on ilkokul kurmuştum, toplam bin öğrencisi vardı; bir de yüz elli öğrencilik iki kız okulu. İstanbul ile anlaşıp, Türkiye’deki okullara büyük çoğunluğu şeyh oğulları olan iki yüz öğrenci gönderdim. Onları şöyle ayırdım: otuz tanesi Harp Okuluna, beş doktor, beş baytar, beş eczacı, altmış küçük subay mekteplerine, on beş idadîye, diğerlerini savaş fabrikalarına yahut başka sanat kollarına. Tam benim ayrılacağım sırada da, okul haline dönüştürdüğüm büyük Guegueb şatosunun inşaatı tamamlandı...”

“Ümit ediyorum yüce Allah oraya varmamı sağlar. Kalan arkadaşlar çalışmaya devam ediyorlar. Büyük Sünusî şeyhi Seyyid Ahmet, İtalyan kralının hediyelerini ve Bingazi’de büyük bir zaviye kurulması teklifini reddederek, eldiveni suratına fırlatmış. Dönmekten memnun olduğumu söyleyebilirim yine de, çünkü üzücü olaylara rağmen vatanıma faydalı olacağımı ümit ediyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.140, 25 Kasım 1912)

Bu arada şunu söylemeliyiz ki, Enver Bey ve arkadaşlarının, Batı Medeniyeti hakkında belki köklü bilgileri yoktu; ama, insanın mutluluğunu esas alan bir medeniyet anlayışı çerçevesinde, bu mektuplarda söylenenlere ve Batının sömürücü tutum ve siyaseti hakkındaki yorumlara, bugün de katılacak çok şey yoktur. Onlar belki kitaplardan değil, ama çok daha gerçekçi bir yoldan, Avrupa ile açık-kapalı savaşlarında bu sağlam bakış ve yorumlara ulaşıyorlardı. Enver Bey biraz da öfkeyle, Avrupalı medenîlerin (!) iktisadî sömürülerini sürdürmek için bir takım insanlık değerlerini de istismar ettiklerini, bizi barbar gösterdiklerini, kendi halklarını da savaşa sürerek bir takım bankaların kasalarını doldurduklarını söylemektedir. Biz ise, Trablusgarp’ta ve sonraki savaşlarımızda vatanımızı savunuyorduk.

Fethi Bey diyor ki,

Eğer Trablusgarb’a, o toprakları vatanından bir parça saymanın şuuru içinde

koşanların, rahatça destan denilebilecek yiğitliklerini dünyaya anlatabilmek mümkün olsaydı, Türklüğe ait çok şeyin bir daha geri dönmemek üzere yitirildiği zannının hakim olduğu o günlerde, sanırım ki kahramanlık ve mertlik âşıkı dünya gözünde itibarımız yerini almakla kalmaz, hayranlık uyandırırdık...

“Oraya erişenler, takma adlar ve değişik kılıklarla, silahsız ve malzemesiz koşup gelmişlerdi. Yerli halkın genel inancı, kendilerinin devlet merkezince ihmal ve düşmana terk edildiği idi. İtalyanlar ustaca bu propagandayı yaymış ve başarıya ulaşmışlardı...

“Aradan yıllar ve devirler geçti; Trablusgarp’te bugün Türk idaresi, sadece tarihî hatıradır. Fakat, ben ısrarla diyeceğim ki, Trablusgarp Türk savunması her safhası ile bugünkü neslin bilmesi şart vatanseverlik destanıdır. Asla temenni edilmez; fakat ileriki devirlerin ne getireceğinin bilinmezlerle dolu olduğunu görmüş ve yaşamış bir emektar olarak diyeceğim ki, hangi zaman ve mekân içinde olursa olsun, milletler kendi öz geçmişlerinde böylesine örnekler varsa, bunları, yetişenlerin manevi miraslarının en değerli emaneti saymalıdırlar. Unutulmasın ki, Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşı’nı da aynı insanlar başardı.” (Okyar, a.g.e, s.135-139)

* * *

Enver Beyin Trablusgarp’tan ayrılışını, kendisiyle yapılan söyleşiye dayanarak bir Alman yazar, “Aranmasına rağmen, Mısır’dan bir İtalyan buharlısı ile kıyafet değiştirmiş bir halde Brindizi’ye kaçabildi. Oradan alelacele Viyana üzerinden İstanbul’a koştu.” (Nakleden, Hanioğlu, a.g.e., s.28, dipnot:17) diye yazar. Enver Bey İstanbul’a dönüp durumu gördükten sonra, Trablus’taki arkadaşlarına Makedonya ve Batı Trakya’da dövüşmek üzere acele gelmelerini bildirir. Ayrılmadan önce, kuvvetler Aziz Ali Bey ve Çerkez Reşit Bey komutasında yeniden teşkilatlandırılır.

Az sayıdaki Osmanlı askeri ve gönüllü Arap mücahitleri bir avuç Osmanlı subayının önderliğinde, gerçekten az görülmüş destanlar yaşamışlardır. Şevket Süreyya Aydemir diyor ki, Enver Bey ve arkadaşlarının Libya’da gerçekleştirdiklerini başarı değil mucize olarak nitelemek gerekir; Paşa da aynı şeyi söyler.

Şimdi Balkan Savaşının acı gelişmeleri içinde Devlet-i Aliyye İtalyanlarla anlaşmak zorunda kalmış ve 14 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması ile Trablus-Bingazi ve Akdeniz’deki On iki Ada İtalyanlara bırakılmıştır. Bu gelişmeleri izleyen Trablus’taki kahramanlar derin düşünceler ve acılar içindedir. Burada örgütleyip destan yazdıkları insanları nasıl terk edip kıtalarına gideceklerdir? Bu insanlar ki, bütün ümitlerini bu bir avuç Osmanlı subayına bağlamışlardır.

Ama, sonunda, Trablus ve Bingazi’nin İtalyanlara bırakıldığını bildiren emir gelir ve Libya, tarifsiz acılar ve gözyaşı içinde terk edilir. Enver Bey ve

arkadaşlarının direnişçilerle veda sahneleri çok yoğun ve hüzünlüdür... Enver Bey, hiç değilse kavgaya devam edecek bir direniş cephesi kurdum diye kendini teselli etmeye çalışır ve bu acıyı hiç unutmaz. O kadar ki, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, savaşın en sıkıntılı zamanlarında bile, Libyalı direnişçilere para ve malzeme göndermeye devam eder. Hatta, Şehzade Osman Fuat Efendi’nin, direnişin komutasını ele almak üzere bir denizaltı ile Trablus’a gitmesini sağlar.

Tarihçi Ziya Nur Aksun, Trablusgarp’taki Enver Beyi değerlendirirken,

“Onun kaderi, ‘hürriyet kahramanlığı’ndan, ‘İslam kahramanlığı’na doğru hızlı bir seyir göstermiştir, denilebilir. Enver’i bu role iten, zannederiz ki çok mümin oluşu ile birlikte, vakıalar olmuştur. Herhalde Trablusgarp savaşları, bunlardan en mühimmi olarak görünmektedir.” demektedir. (Z. Nur Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.53)

* * *

Uşi Anlaşması imzalandığında, İtalyanlar Bingazi bölgesinde hâlâ sahil kesimlerindeydi ve Derne, Bomba, Tobruk limanlarını ellerinde tutuyorlardı. En son, Binbaşı Aziz Bey komutasındaki Türk kuvvetleri de çekilir. Ancak, geride kalan birkaç Türk subay ve eri, yerlileri eğitmeye devam ederler. İtalyanlar, Sünusî ağırlıklı bu Urban kuvvetleri karşısında ilerleyemezler. Trablus bölgesinde ise, 1913’te, son Türk kuvvetlerinin çekilişinden sonra direniş Bingazi’deki kadar güçlü olamaz. İtalyanlar içerilere doğru ilerlemeye başlar.

Osmanlı Hakanının 1914’te Cihad-ı Mukaddes ilan etmesi üzerine Kuzey Afrika ve içerlerdeki Müslüman ülkeler yeniden hareketlenir. 1914 başında İtalyanların eline geçen Fizan’da ayaklanma başlar. (Birinci Dünya Savaşında Türk Harbi, c.IV, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harikâtı, 1914-1918, Genel Kurmay atase yayını, Ank. 1978, s.628-29) Esasen Kuloğlu diye anılan kesim, gerilla tarzı mücadelesini hiç bırakmamıştır. Cihat çağrısı üzerine şeyhler toplanarak ortak mücadele kararı alırlar. (A.g.e., s.629) Üç koldan saldırıya geçen Müslüman kuvvetleri, İtalyanları Fizan’dan atar. 1915’te şiddetlenen çarpışmalar sonunda İtalyanlar yeniden kıyı bölgelerine sürülürler. Şeyh Ahmet Sünusî’ye vezaret rütbesi verilir. 1915 sonuna doğru Yüzbaşı Nuri Bey (Enver Paşa’nın kardeşi) Binbaşı Cafer Askerî ve Trabluslu mücahit lideri Süleyman Baruni İstanbul’dan Libya’ya geçerler. Bir miktar silah ve gereç de getirmişlerdir. Libyalılar yeniden düzene sokulur; dokuz piyade ve

bir topçu taburu kurulur. Bu arada, Sünusîlerin ağırlıkta olduğu doğu kesimlerinde, Kanal Harekâtına destek olmak üzere İngilizlere karşı yıpratıcı çatışmalara girilir.

Batı Sudan’da (Darfur) ise, cihat fetvasını alan Ali Dinar Sultan, Cuma günü hutbeye çıkarak cemaata Halife’nin selamlarını söyler ve Enver Paşa’nın mektubunu okur. Ardından, çoğu sadece mızraklarla silahlanmış olan askerleriyle İngilizlere karşı mücadeleye başlar. İngilizler 16 Mayıs 1916’da Ali Dinar Sultan’ı şehit ederler. (atase, a.g.e., s.681-82)

11 Haziran 1915’te Süleyman Baruni, Enver Paşa’ya bir rapor gönderir. İtalyan işgali sebebiyle bütün halkın yas tuttuğunu söyleyen Baruni, “Bu yaslarını, vatanlarının düşmandan kurtulması ve ay yıldızlı bayrağın Trablusgarp burçlarında dalgalanması zamanına kadar uzatmaya söz verdiler. Trablusgarplılar Türkiye’ye bağlılıklarını her fırsatta kanıtlamışlardır.” demekte ve Trablus’un yeniden Osmanlıya bağlanmasını istemektedir. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Hükûmeti, Trablusgarb’ın Osmanlı topraklarına katıldığını ilan eder ve Süleyman Baruni’yi de vali olarak atar. 1917 sonlarına doğru Nuri Paşa (Enver Paşa’nın kardeşi) Kafkasya’daki İslam Orduları komutanlığına atanır; yerine, Osmanlı ordusunda yüzbaşı olan Şehzade Osman Fuat Efendi, paşalık rütbesiyle gönderilir.

Enver Paşa Büyük Savaş’ın sonlarına kadar Trablusgarp’taki bu mücadeleye ilgisini ve her türlü desteğini devam ettirmiştir. İtalyanlar bu muhteşem direnişi ancak 1930’larda kırabileceklerdir.

Balkan Savaşı ve Sonrası

O

N DOKUZUNCU yüzyılın başlarına kadar Osmanlı Balkanları sükûn ve huzur içinde yaşar. Avrupa kaynaklı milliyetçi akımlar ve Rus Slavcılığı henüz bu yapıyı sarsamamıştır. Ancak, “Kiliseler meselesi” olarak bilinen mezhep içi çatışmalar, Osmanlının yüksek otoritesi altında açık bir mücadeleye dönüşmezse de, aynı mezhepten yani Ortodoks olan Balkan halklarının çok fazla yaklaşmalarına da imkân vermez. Durum şudur: Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar Ortadoks mezhebinden olup Fener Patrikhanesi’ne bağlıdırlar. Ancak, Fener Patrikhanesi’nin resmî dili Yunancadır ve ibadetlere de yansıyan bu durum diğer halkları rahatsız etmektedir. Ayrıca Fener Patrikhanesi’nce atanan din görevlileri Slav halka karşı iyi davranmamaktadır. Bu sebeplerle Sırplar ve Bulgarlar Fener Patrikhanesi’nden bağımsız kiliselerini kurmak için sürekli uğraşmaktadırlar. Sonuçta Sırp ve Bulgar kiliseleri, Fener’in vesayet ve güdümünden çıkmayı başarırlar. Kiliselerin tam bağımsızlığı İkinci Meşrutiyet yıllarında gerçekleşir. Böylece, Balkan halkları arasındaki kiliseler sorunu ortada kalkar. Her kilise ibadetini kendi dilinde yapmaya başlar. Bu durum papazların kendi halkları üzerindeki etkisini artırır ve Avrupa basını ve okulların yanında, millî hareketlerin uyanmasında birinci derecede rol oynar. Şimdi Osmanlıya karşı birleşip harekete geçmelerini engelleyen tek faktör, Makedonya’nın nasıl bölüşüleceği sorunu kalmıştır; bir de bu halkların birbirlerine karşı olan nefreti.

Sultan Hamit bu konuda Fethi Okyar’a şunları söyler:

“Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar beraber olabildiler, aralarındaki derin anlaşmazlıkları çözebildiler ve birlikte üzerimize saldırdılar demek... Rum yani Yunan kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki anlaşmazlık devam etseydi, bu iki millet arasındaki uçurumu hiçbir şahıs ve tedbir dolduramazdı. Zaten elden gitmiş olan Girit için Yunan’ı ötekilerin kucağına atmanın anlamı var mıydı? Sizler tecrübesiz ve genç idiniz; fakat Başbakanlık makamına layık gördüğünüz Sait ve Kâmil Paşalar senelerdir izlenen,

durumu idare etme politikasının zorunlu olduğunu bilmiyorlar mıydı? Onların vebali sizinkilerden büyük. Bu kadar gaflet, bu kadar kısa zamana nasıl sığdı?” (Okyar, a.g.e., s.167)

Sultan Abdülhamit, hatıralarında “Saltanatımın son devirlerinde bir Balkan ittifakı vücuda getirmeyi emel edinmiştim... Balkan devletleri iki tehlike karşısında idiler: Avusturya ve Rusya... Ben Balkanlıları bu iki ortak tehlike konusunda uyarmaya çalışıyordum.” diye anlatır. Bunun gerçekleştirilmesi için, Paris sefirimiz Münif Paşa’yı görevlendirir. “Başlayan görüşmeler semerelerini vereceği zaman Temmuz inkılabı (10 Temmuz 1908, Meşrutiyetin ilanı) ortaya çıktı. ... Benden sonra içerideki unsurları uyuşturmaya çalıştılar. Ve bu uyuşmayı sağlamadan dünyaya meydan okudular.” Yeni hükûmetler bu teşebbüsü devam ettiremezler. “İşte benim o kadar arzu ettiğim ve çalıştığım ittifak, hiç istemediğim bir şekilde gerçekleşti. Ve günün birinde dört Balkan devleti birden üzerimize atıldılar.” (Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s.129)

İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra, çetecilik faaliyetlerinin de tavsadığı bir dönemde, Makedonya halkları arasında, Rusya ve batılıların da gayretleriyle ve dinî motifler kullanılarak hızlı bir yakınlaşma sağlanır. Karadağ ve Bulgaristan arasında gerçekleştirilen ilk andlaşmadan sonra, Sırbistan ve Yunanistan’la da bağlaşma tamamlanır ve savaş hazırlıklarına geçilir. İngiliz elçisinin ifadesiyle, “Balkan Birliği Rusya ve Avusturya’nın tasdikiyle kuruldu. Şayet bir felaket olursa, Rusya seyirci kalmayacaktır.” (Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1967, s.119)

Osmanlı Hükûmetlerinin geleneksel siyasetleri Devletin tamamiyet-i mülkiyesini, düvel-i muazzama ile ilişkileri düzenleyerek korumak yönündedir. Sultan II. Abdülhamit Han, bu siyaseti oldukça başarılı yürütmüş, devletler arasındaki dengeleri ve çıkar çatışmalarını iyi kullanmıştır. Sonrakilerin de yapabilecekleri, bu politikayı izlemektir. Tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun ifadesiyle, “Uzun süre aşırı pasif politika izleyen Osmanlı Devleti’nin klasik devlet adamları, sorunları diplomatik yoldan - ama sürekli Osmanlı Devletinin aleyhine- çözerek, gelişmeleri asgari zararla atlatmaya çalışmaktaydılar.” Bu politikanın savunucularına göre, zaten büyük devletlerin karşısında yapılabilecek fazla bir şey de yoktur. (Hanioğlu, a.g.e., s.21) Güçlü bir iktisadî yapı ve ona dayanan bir orduya sahip olunmadıkça, yeni politikalar üretmenin sınırlı kalacağı açık olsa da, bu

siyasetlerin ve kayıpların, Osmanlı toplumunun direncini gittikçe kırdığı ve ayrılıkçı temayülleri beslediği de meydandadır. Halk bu politikalara, devlet adamları kadar yakın değildir ve İttihat Terakki Partisi’nin daha dik, hatta savaşçı tutumuna sıcak bakmaktadır. Fakat, ordu ne haldedir?

Balkan Savaşı öncesinde ordu parçalanmış, siyaset heves ve hırslarının çarpıştığı bir alana dönüşmüştür. Ordu içinde oluşan Halaskar Zâbitân grubu İttihat ve Terakki’nin amansız düşmanıdır ve bir kısım mensupları İttihat Terakki desteğindeki hükûmeti devirmek üzere dağa çıkmışlardır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası da, İttihat Terakki gibi, siyasetin en üslupsuz tavırlarındadır. Halk yorgun, kabine yorgun ve asker yorgundur. Genel kurmay, askere alınabilecek tek yedek kalmadığını hükûmete bildirmektedir.

Prens Sabahattin’in de destekçileri arasında olduğu Halaskâr Zâbitân grubu bildiri yayınlayarak hükûmetin çekilmesini, Avrupa’nın güvendiği bir hükûmetin kurulmasını istemekte ve bunun için “Vatan bugün biz subaylardan, askerlerden hizmet beklemektedir. ” demektedir. Bir kısım sivil ve asker muhalifler Arnavutluk’taki isyanı açıkça destekler ve hükûmetin düşürülmesi için kullanmaya çalışırlar. Bir yandan da, Şevket Süreyya’nın, nereden geldiği meçhul dediği altınlarla İstanbul’da bir ayaklanma hazırlanmaktadır. İttihatçıların Sultan Hamit’e karşı oynadıkları ‘vatan kurtarma’ oyunu, şimdi İttihatçılara karşı tekrarlanmaktadır. Fethi Okyar diyor ki, “Savaş içinde öyle olaylar cereyan etti ki, tüyler ürpertici: Bazı subayların kalpaklarındaki şekil İttihatçılığını, bazılarının ise İtilafçılığını belirtiyordu.” (Okyar, a.g.e., s.197) Edirne’nin kurtarılması hazırlıklarında, bazı subayların, ‘Edirne Enver’in eline geçeceğine Bulgarların elinde kalsın.’ dedikleri nakledilir.

İttihat Terakki Partisinin desteğinde kurulmuş bulunan Sait Paşa hükûmeti 16 Temmuz 1912’de Hürriyet ve İtilaf Partisi ve Halaskâr Zâbitân asker grubunun baskılarına daha fazla dayanamayarak çekilir. Bir süre önce de Hareket Ordusu komutanı Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa yolsuzluk iddiaları ile ve Posta Nazırı Talat Paşa’nın baskıları altında istifa etmişti. 22 Temmuz’da Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında ‘Büyük Kabine’ kurulur. Bâbıâli’nin diri insanlara ihtiyacı vardır; halbuki kabine ‘yorgun’ yahut ‘yaşlılar kabinesi’ olarak anılır. Mecliste okunan programında, ordunun siyasetten uzaklaştırılması ve seçimlerin dürüst yapılması temel mesele olarak açıklanır. Meclis Başkanlığına seçilen Halil Bey’e mektup yazan bir

“Kurtarıcı”, Meclisi “Fındıklı kulüp ve tiyatrosu” olarak niteler ve hemen feshedilmezse, “vazife-i vataniye”lerini yapacaklarını söyler.

Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, özellikle ordunun siyasetten uzaklaştırılması konusunda ciddi bazı düzenlemeler yaparsa da, dış gailelerin yoğunluğu altında bunlar kâğıt üzerinde kalır; uygulamaya geçilemez.

Dış İşleri bakanı Gabriyel Noradukyan Efendi’nin, “Balkanlardan imanım kadar eminim.” dediğinin halk içinde yayıldığı günlerde, Balkan devletleri bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra, resmî seferberlik ilan ederler. Ertesi gün (1 Ekim’de) de Osmanlı seferberlik ilan eder ve savaş için hazırlıklara başlar.

8 Ekim 1912’de Karadağ’ın savaş ilan etmesiyle, Balkan Savaşı başlar. Diğer Balkan devletleri de yürürler. Arnavutluk’ta ise ayaklanma henüz sona ermemiştir. Her şeye rağmen, Avrupalı devletler Balkan devletleri ittifakının Osmanlıya bir şey yapabileceğini düşünmemektedirler. Osmanlı ordusunu, siyasetin ne hale getirdiğinin yeterince farkında değillerdir. İçeride ordunun itibarı çökmüştür; ne Osmanlı halkının, ne de ordusunun kendine ve kurumlara güveni kalmıştır. Fedakârlık ve kahramanlığı her zaman teslim edilen askerin, komuta kademesine güveni bitmiştir. “Makedonya ordusu komutanı İsmail Fazıl Paşa, asker yetersizliğinden, bir kısım subaylara güven olmadığından, birliklerini terk edip isyancılara katılan subaylardan, taburlardan ve sınırları bırakıp kaçan asilere katılan jandarma ve sınır muhafızlarından bahseder.” (Aydemir, a.g.e., c.II, s.250) Rumeli’deki askerler yorgun ve bıkkındır; terhis beklemektedir. Büyük Kabine, Balkan devletlerinin el altından seferberlik hazırlıklarını yaptığı günlerde askeri terhis etmeye başlamıştır.

Bulgarca da bilen Enver Bey için, Balkan Savaşı beklenen bir hesaplaşmadır; Makedonya dağlarındaki çete savaşlarında, Bulgarların bu hesaplaşma için o günlerden hazırlandıklarına kesin kanaat getirmiştir. 7 Mayıs 1911’de yazdığı mektupta bunu açık olarak ifade eder. (Hanioğlu, a.g.e., 19. mek.) Bu kanaat dönemin bütün genç subaylarında hakimdir. Şevket Süreyya Aydemir, o dönemde yetişen bütün genç subayların, bu savaşı beklediklerini söyler ve şöyle tahlil eder:

“Ordunun değerli genç subayları için Balkan Savaşı korkulmayan, beklenen, kaçınılmaz bir olanak, hatta bir idealdi. Evet, er geç bir Balkan Savaşı patlayacaktı. Bunun pek de uzak olmadığı, Rumeli’de uyanık Türk subayları arasında çoktan beri yerleşmiş bir kanaat halindeydi. Zaten Harp okulları ile kurmay okulunda bütün stratejik

problemler, hemen daima Balkanlarda bir savaş ihtimali üzerinde toplanıyordu. Bu okullarda yetişen subaylar, daha mektep sıralarında bu ihtimalin akla gelebilen problemlerinin çözüm yollarını aramakla kafalarını yorarlardı. Okullarda ve öğrenciler arasındaki tartışmalar da çok defa bu konular üzerinde geçerdi. Harp okulu ile kurmay okulunu bitirenlerin büyük çoğunlukla Rumeli ordularında görev almak heves ve gayretleri daha okul sıralarında iken bir gün patlayacağına inandıkları bu hesaplaşmanın içinde bulunmak içindi. Savaş bir gün mutlaka çıkacak ve bu genç subaylar bu harpte, bir yenilgi ile biten 1877-78 (93) savaşının intikamını alacaklardı. 1897 Osmanlı-Yunan savaşının zaferle bitmesine rağmen, sonucunun aleyhimizde olmasını yeniden hesaplaşacaklardı.” (Aydemir, a.g.e., c.II, s.295-96)

İsmet İnönü, Balkan Savaşı öncesini şöyle anlatır: “3. Orduda üç vilayet için genel bir müfettişlik kurulmuş, bunun yanına Rusya ve Avusturya’dan ‘ajan’ denilen memurlar katılmış, komitacıların takibi, azlık milletlerin hali ile beraber idare kontrol altına alınmıştı. Bu durumu içimize sindiremiyorduk; er geç, mutlaka bir harp patlayacaktı.” (İnönü, a.g.e., s.36) Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın, Yemen’e giderken, kendisini de yanına alması karşısında, düşünce ve duygularını şöyle ifade eder: “O zamanki anlayışımla bana ilk ağır gelen şey, okuldan beri idealim olan, bir Rumeli Savaşı’nda görev yapmak imkânım kayboluyor düşüncesiydi. Biz Yemen’deyken, Rumeli’nin kaderini belirleyecek savaşın patlayacağı, bende şaşmaz bir kanaat halindeydi.”

Genç Osmanlı subaylarının hırsla bekledikleri bu savaşı, Osmanlının kazanacağına Avrupalı devletler de inanıyorlardı ki, savaşın sonucu ne olursa olsun sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini açıkladılar.

Savaşın başlamasından bir süre önce, 80 bin kadar Osmanlı askeri terhis edildiyse de, bunların bir kısmı geri çevrilmiştir. Esasen Edirne’deki I. Ordu ve Selanik’ teki II. Ordunun toplamı 350.000 civarında idi ki, Balkan ordularının toplamından az da olsa, küçümsenecek bir miktar değildir. Ancak, seferberlik ilanında geç kalınmış ve çalışmalar çok ağır aksak gitmiştir. Şark Ordusu (II. Ordu) komutanı Abdullah Paşa hatıralarında Kabineye verdiği bilgiyi şöyle anlatır:

“Balkan devletlerinden sadece Bulgaristan’la bile yapılacak savaşı başaracak bir orduya sahip olmadığımızı, savaş kuvvetlerimizin perişan halini, ahvalini birkaç sözle arzettim. Ve Osmanlı ordusu düşmanı Çatalca’da durdurabilirse, bunu büyük bir başarı sayacağımı ilave ettim.”

Şevket Süreyya’nın, “Savaşı, daha savaştan önce, ruhunda ve imanında kaybetmiş” dediği Genel Kurmay Başkan Vekili Hadi Paşa ise, Edirne Kalesinde bir habbe erzak olmadığını, askerin elbisesinin noksan olduğunu, ikmal ve iaşe işlerinin düzenlenemediğini, bunun için en az bir buçuk aya daha gerek olduğunu söylemektedir. Garp Ordusu (III. Ordu) ise

Arnavutluk isyanı döneminde tamamen rayından çıkmış, daha savaş başlamadan şehirleri düşmana terk edecek hale gelmiştir. Ordu komutanı, “Bu ordu savaşamaz; ne yapacaksanız barış yoluyla ve diplomasi tedbirleriyle yapmaya çalışın.” demektedir. Sonuçta, Osmanlı ordusu, moralsiz, disiplinsiz, heyecansız, komuta kademesi ise ümitsiz, bilgisiz ve plansızdır.

Savaş başlayınca da, Genel Kurmayda bu savaş için hazırlanan planlar bir türlü bulunamaz! Savaş Bakanı Nazım Paşa da Rumeli’de hazırlıkların tamam olduğunu bildirir ve Şark Ordusuna Bulgarlara hücum emri verilir. Ancak hırslı dövüşen Bulgar kuvvetleri karşısında çekilmek zorunda kalırlar; Bulgarlar 20 Ekim’de Mestanlı’ya girerler. 21-23 Ekim arasında Edirne’nin 25 kilometre kadar kuzeydoğusunda, Sülüoğlu ve Pınarhisar civarında yeniden karşılaşma olur. Osmanlı üstün durumda görünse de, menzil teşkilatları zamanında kurulamadığından ikmal ve iaşe sıkıntıları vardır. Tümen komutanı Ömer Yaver Paşa kendisi için peksimet bulamadığını söyler. Şiddetli yağmur altında ve çamur içinde yirmi saat yol yürüyen asker bitkindir. Soğuktan ve yağmurdan korunmak için elbiseler yeterli değildir. O gece Osmanlı ordusunda sarsıntı başlar. Ertesi gün Bulgarlar yeni bir saldırıya geçince, Osmanlı ordusu çekilmeye başlar. 28 Ekim-2 Kasım arasındaki Lüleburgaz çarpışmalarında da Bulgarlar baskındır. 5 Kasım’da Osmanlı Şark Ordusuna, Çatalca hattına yani Büyük Çekmece-Terkos çizgisine çekilmesi emri verilir. Bulgarlar burada durdurulur; birkaç hücum denemesi püskürtülür.

Büyük Kabine istifa eder ve yerine Kâmil Paşa başkanlığında yeni bir kabine kurulur: 29 Ekim 1912.

1912 Kasım ayı başında Selanik’in düşeceğinden korkan Hükûmet, burada oturmaya mecbur edilen Sultan II. Abdülhamit Han’ı İstanbul’a getirir. Bunun için Almanlardan rica edilen bir savaş gemisi Selanik’e gönderilmiştir. Kendisine gazete verilmediği için dünyadaki gelişmelerden habersiz olan Abdülhamit Han, verilen haberlere çok üzülür ve “Sefaretlerde elçiler, askerî ataşeler var; bunlar şimdiye kadar uyumuş mu? Dört devlet ittifak etmiş de bu olan biten şeyden haber alınamamış mı?” diye vahlanır. Yine anlatılanlara göre, Kiliseler meselesinin halledilip edilmediğini sormuş; halledildi cevabını alınca da, ittifakı doğal karşılamıştır. Kendisini almaya giden Damat Mehmet Şerif Paşa’nın yazdıklarına göre, eski padişah önce

Selanik’ten ayrılmak istememiş, “Ben de bir silah alır, askerlerle birlikte savunmada bulunurum; ölürsem şehit olurum; ben zaten ölmüş bir adamım. ” der. (İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1972, c.4, s.396)

Selanik-Manastır çevresinde yerleşmiş olan Osmanlı Garp ordusunun vaziyeti ise daha kötü idi. Sırp ordusu 20 Ekim’de Priştine’yi alarak ilerler ve 22 Ekim’de Kosova’da Osmanlı ordusunu bozar. Yunan ordusu da aynı gün Serfiçe’ye girerek kuzeye doğru ilerlemeye başlar. Garp ordusunun Vardar’daki birliklerinin saldırılarını 23-24 Ekim arasında püskürterek Yeni Pazar’a giren Sırp kuvvetleri Komanova’daki Osmanlı Vardar kuvvetlerini geri çekilmeye zorlar. Osmanlı birlikleri Vardar’a doğru bozuk düzen çekilmeye başlar. Bu noktadan itibaren, birleşen Karadağ, Sırp ve Bulgar kuvvetleri iki koldan ilerlemeye başlarlar. Deniz ve demir yolları düşman eline geçtiğinden Osmanlı birliklerinin İstanbul ile bağlantısı kesilir. Balkanlarda bozgun havası yayılır. Bu bozgun ve zulüm içindeki sivil halkın İstanbul’a doğru göçleri ise, hatırlanmak istenmeyecek kadar yoğun ve acıdır. Anadolu’nun bir çok yerinden daha önce Türk yurdu olmuş Rumeli’nin her yanında, koca Osmanlı çınarı köklerinden sökülmüş olarak kan ve gözyaşı içinde Asya’ya, bayrağın dalgalandığı yere göçmektedir...

“Kâbe-i hürriyet Selanik” kenti Yunan’ı davet eder ve Selanik komutanı Tahsin Paşa tek kurşun atmadan kolordusunu teslim eder. Sırplar 26 Ekim’de Üsküp’e girerler. Osmanlı Dış İşleri Bakanı beş büyük devletin büyükelçilerini çağırarak onlara şunları söyler:

“Türk Hükûmeti Çatalca hattını sonuna kadar savunmaya karar verdi. Zafer ümit ediyoruz; fakat aksi de olabilir. Bu takdirde Bulgar orduları şehrin kapılarına dayanabilir ve Bulgar Kralı daha önce ilan ettiği gibi muzaffer orduları başında şehre girebilir. Bulgar Kralı bu harbin bir Haçlı seferi olduğunu ilan etti. Bulgarlar yolları üstündeki İslamları öldürüyorlar. İstanbul şehri Halifeliğin merkezidir; altı yüz bin Müslüman ve üç yüz elli bin gayrimüslim vardır. Hükûmet bütün azınlıkları korumaya azimlidir; fakat, Bulgarlar şehre girdikleri takdirde durumun ne olacağı bilinemez. Sultan ve Veliaht Sarayda kalacaktır. Ve icap ederse vazifeleri başında öleceklerdir. Avrupa’yı son durumdan haberdar ettik; şayet Avrupa Bulgarları durdurmazsa, vaziyet çok vahim olabilir.” (Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1967, s.128)

Manastır’a çekilmekte olan Osmanlı kuvvetleri 14-18 Kasım arasında yeniden tutuşursa da bir şey yapamazlar. Sırp kuvvetleri Manastır’a girer. Cavit Paşa komutasındaki bir Osmanlı tümeni, isyan halindeki Arnavutluğa çekilerek mücadelesini sürdürmeye ve asilerin ortasında tutunmaya çalışır. Yunanlılar Limni, Midilli ve Sakız adalarını işgal etmiştir. Kuşatma altındaki

üç kalemiz direnmektedir: Yanya, İşkodra ve Edirne: Esat Paşa, Hasan Rıza Paşa ve Şükrü Paşa.

29 Kasım 1912’de, Osmanlı milletvekillerinden İsmail Kemal tarafından Avlonya’da, Arnavutluk’un bağımsızlığı ilan edilir; şenlikler başlar. Osmanlı ordusundaki Arnavutlar geri çağrılır.

Edirne kuşatma altındadır. Çatalca hattında mevzilenmiş olan tarafların top sesleri Dersaadet’ten duyulmaktadır. Yabancı devletler gemi gönderip asker çıkartarak İstanbul’daki mensuplarını korumak talebinde bulunurlar; hükûmet kabul eder. Bir yabancı görevli kendi bakanlığına şöyle bildirir:

“Bulgarlar Çatalca’da hiçbir dirençle karşılaşmadılar. Nazım Paşa’nın ordusu bozuldu. Sultan ve hükûmeti Bursa’ya kaçmak istiyor. Bu durumda binlerce kayıkçı ve aşağı tabakadan softalar camilerde, mezarlıklarda toplanıyorlar; zira Bulgar Kralı Hrıstiyanları korumak için şehirdeki askerlere emir verdi. Almanya ve Avusturya Boğazların milletlerarası olmasını istiyor; tam bir anarşi havası var.” (Ulubelen, a.g.e, s.126-7)

Bulgarların İstanbul üzerine yürüme tehdidinin yaşandığı bu anlarda bile, Enver Paşa ve arkadaşları direnmek, savaşa devam etmek için uğraşırlar. Bu tavır halkın hoşuna gidiyor; öfkeli, diri, korkusuz bir yönetim ümidi onları da canlandırıyordu.

Bulgarların İstanbul’a girme ihtimali Rusya’yı harekete geçirir; İstanbul eğer Türklerden çıkacaksa, mutlaka Ruslara geçmelidir... Dışişleri Bakanı Sazanov, hemen yürüyüşlerini durdurmaları için Bulgarlar’a nota verir. (Ulubelen, a.g.e., s.125) Gerçi Bulgarların da yürüyecek hali kalmamıştır; ama, Osmanlı ordusu perişandır.

3 Aralık’ta fevkalade ağır şartlarla bir ateşkes imzalanır; Yanya ve İşkodra’yı kuşatmış olan Yunan ve Karadağ hükûmetleri ateşkesi imzalamazlar. Ateşkes anlaşmasına göre, Osmanlı, kuşatma altındaki Edirne’ye hiçbir yardım gönderemeyecektir; fakat, Edirne’den geçen trenler Bulgar ordusuna silah ve mühimmat götürebileceklerdir.

* * *

Enver Bey Trablusgarp dönüşü, 2 Ocak 1913’te Hurşit Paşa komutasındaki X. Kolordu kurmay başkanlığına tayin edilmiştir. Savaşın ilk aylarında Enver Bey ümitlidir; Çatalca önlerinde Bulgar ordusunun yok edilebileceğini düşünmektedir. Bir yandan da Alman hükûmetinden yardım beklemektedir; yardım edilirse, halkta doğan sempati kazanılabilir, diyor.

(Hanioğlu, a.g.e., m.141, 22 Aralık 1912) Bir yandan da Savaş Bakanı Nazım Paşa’yı savunmada kalmayıp Bulgarlar üzerine saldırıya geçmeye ikna etmeye çalışmaktadır. Ordu kurmay başkanı da biraz gayret ederse gücümüzün yeteceğine Nazım Paşa’yı inandırabiliriz, diyor. “Harekete geçmeye karar verilirse, ben esas işleri yapacak kuvvetlerin kurmay başkanı olacağım. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.142, 26 Aralık 1912)

İçerdeki parti çekişmeleri ve düşmanlıklar cephelerdekinden daha şiddetlidir. “Burada kendimi tamamen düşman bir muhitte hissediyorum. Gizli bir düşmanlık bu. Hükûmet de, Savaş Bakanı da kibar davranıyorlar ama, beni hafiyelere takip ettirdiklerini biliyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.143, 28 Aralık 1912)

Diğerleri gibi demokratik anlayış ve terbiyeden mahrum olan İttihat Terakki de, yeniden iktidara gelişini Büyük Kabine’nin uğrayacağı bir savaş yenilgisine bağlamış gibidir. Mücadelesinde her türlü aşırılık vardır. O kadar ki, bazı İttihatçı subayların ordu içinde, Trakya’yı terk ederek Anadolu’ya çekilmemiz gerektiği yolunda propagandalar yaptığı tespit edilmiştir. Edirne müdafii Şükrü Paşa, o sırada gönüllü asker olan Talat Beyi, asker arasında olumsuz konuşmalar yapması sebebiyle Edirne dışına çıkarttığını yazar. Sözün kısası, üslupsuz siyasi çekişmelerin yarattığı parçalanmalar, esasen zayıf durumda olan ordunun direncini iyice kırmıştır.

“Düşmandan çok daha kuvvetli olduğumuzu kesinlikle hissediyorum; bu sebeple işin ucunu bırakalım istemiyorum. Böyle olmazsa, eh o zaman da orduyu ve donanmayı zafere paşalar olmadan götürürüz. İlk adımı bu yönde donanma atar; ordu da ardından harekete geçer. Yarın bir daha Çatalca hattını göreceğiz. Sonra Dışişleri Bakanıyla yapacağım görüşme, Londra konferansının yeşil halısı üzerindeki son tutumumuzu tayin edecek.” (Hanioğlu, a.g.e., m.143)

“Çatalca’dan döndüm şimdi. Ordunun maddî ve manevi gücü fevkalade. Çok iyi siper alınmış.” (Hanioğlı, a.g.e., m.144, 31 Aralık 1912)

Bu yorumlarda Enver Bey’in, hiçbir şart altında eksilmeyen inanç ve ümidini görebiliriz. Enver Bey’in haklı olduğu nokta, eski paşalarla artık savaş yapılamayacağı ve ordunun komuta kademesinin bütünüyle gençleştirilmesi gereği idi ki, bunu da sonunda başaracaktır.

Bu sıralarda Londra’da, Şark işlerini görüşmek üzere büyükelçiler konferansı toplanmış ve Arnavutluğun istiklalini kabul etmiştir. Balkanlı müttefikler halen kuşatma altında olan Edirne, Yanya ve İşkodra da dahil olmak üzere bütün Osmanlı Avrupa’sının kendilerine verilmesini

istemektedir. Osmanlı ise Makedonya’da bir Hristiyan prensin, Arnavutluk’ta ise bir Osmanlı şehzadesinin idaresinde özerkliğe razı olmaktadır. Osmanlı orduları her yanda mağluptur; ama, büyük devletler savaş patlamadan önce, sonuç ne olursa olsun sınırların değişmeyeceğini ilan ettiklerinden, Osmanlı masa başında direnmektedir. Rical-i devlet anlamakta zorluk çekmektedir ki, Osmanlı yenildiğine göre, artık verilen bu sözün bir değeri kalmamıştır... Belki de çok iyi anladıkları halde, zevahire yaslanmaktan gayrı çareleri yoktu. Londra görüşmeleri kesilir...

İç siyasi durum kötüdür. Askerî çevreler Enver Bey’den bir şeyler yapmasını beklemektedir.

“Genel karargâhta bütün arkadaşlar bana çok güveniyor gibiler. Sana, geçen gün Bakanlığın koridorlarında karşılaştığım bir kurmay miralay (Harp Akademisinde tarih hocamdı) ağlayarak bir çok kere ellerimi öptü, dersem, ki bu, sık sık tekrarlanan bir durum; böylece anlarsın ki, herkesin gösterdiği güvenden hoşnut, memleketime büyük hizmet vermeyi düşünüyorum. Biliyor musun, bir seferinde hiç hak etmediğim bir defne yaprağı aldım.” (Hanioğlu, a.g.e., m.145, 3 Ocak 1913)

“Ama maalesef hükûmetin şerefli olmayan bir sulha doğru gittiğini görüyorum. Çünkü bütün Avrupa’nın, bizim zayıflamamız karşısında menfaati var. Bu yüzden zaten yeterince ödlek olan hükûmetin cesaretini kırıyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.146, 4 Ocak 1913)

Mektup, Almanya ile ilgili şu tahlille sürüyor:

“Almanya kendi cephesinden Küçük Asya’ya el koymak vaktinin böylece daha yaklaşacağını düşünüyor. İtalya yeni fethini güçlendirebilir. Avusturya Sırbistan’dan istediğini elde etti, Bulgaristan’ı da kendi tarafına çekecek. Romanya da kendine düşen payı aldı.”

Herkes Birbirine Karşı Dolap Çeviriyor...

J ÇERİDEKİ durumu ise şöyle özetliyor:

“Ama içeride birbirimizi boğazlayacağız yakında. Eğer planım başarılı olursa bu ihtimali uzaklaştırırız. Aksi halde ne olur bilmem. Herkes birbirine karşı dolap çeviriyor. Şimdilik bana doğrudan doğruya saldırmıyorlar ama, istikbali garantileyemem.

Ama, her şeyden önce ümitsiz olmadığımı düşünün. Günün birinde memleketimi benim istediğim gibi göreceğimi düşünüyorum her zaman. Sadece Allah! Biliyorsun her şeyin üstesinden gelebilirim.”

Nazım Paşa’nın Sadrazam ve Savaş Bakanı olmasını istiyor. “Şu sırada dürüst ve enerjik hareket etme kabiliyetinde olan tek adamın o olduğunu görüyorum. Oldukça tarafsız bir hükûmet de kurabiliriz ve bu yolla orduyu siyasetten kurtarırız; çünkü ben ve bütün arkadaşlarım bunun için çalışırız. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.147, 10 Ocak 1913) Barıştan önce Nazım Paşa’nın savaş yanlısı bir tutum açıklamasını ister; böylece halkın sempatisi kazanılabilecektir. Nazım Paşa’yla anlaştıktan sonra Saray’a gider ve Padişah’a durumu arz eder; Padişah da kabul eder.

“Ümit ederim böylelikle savaş yeniden başlar ve iki yüz bin askerimiz Avrupa’ya, değer verilmeyi hak ettiğimizi gösterirler. Arnavutluk’ta Karadağlılar, Sırplar ve Yunanlılar çok kötü şartlardalar. Kuzey Arnavutluk’un ortasında, Luma Malisörleri 13 Sırp bölüğünü katletmişler ve iki bölüğü de esir almışlar. Sırpların bütün muhaberat hatları kesik. İşkodra civarında Karadağlıların yardımına gelen Sırp kuvvetleri yenilmişler ve büyük kayıplar vererek geri püskürtülmüşler. Öbür gün, direnişi organize etmek ve bütün Arnavutluğu ayağa kaldırmak için, oraya, Arnavutluk ileri gelenleri ve subaylardan oluşan bir grup göndereceğim. Arnavutluk’un güneyinde her şey iyi gidiyor. Eğer her şeyi istediğim gibi harekete geçirebilirsem, durumu kurtarabileceğimi ümit ediyorum.”

Burada, Enver Bey’in, kendine, ülkesine, askerine ve Allah’a olan sarsılmaz iman ve güvenine yeniden dikkati çekmeliyiz. Balkan Savaşı ki, Ordumuzun en büyük tarihî ayıbıdır ve milletimize çok derin acılar yaşatmıştır. Osmanlının artık ayağa kalkamayacağı kanaati bu savaşla

yerleşmiş ve Müslüman unsurlar içindeki milliyetçilik yönelişlerini de bu endişe beslemiştir. Buna rağmen, Enver Bey’in mektuplarında hiç de o hava yoktur. Balkan Savaşı felaketinden değil, bir askerî harekâtın taktik ileri-geri hareketlerinden soğukkanlı bir üslupla söz eder gibidir. Ve, gereği gibi davranıldığında kazanılacağından yine şüphesi yok gibidir. Herkes kendi ölçüsünde vatanperverdir; yaşanan acıları herkes kendi mizacınca çekmektedir. Ancak, onun bu edada davrandığı olaylar karşısında, ordu mensupları dahil herkes yılgındır, kurmay tarih hocası, ağlayarak öğrencisinin elini öpecek kadar çökmüş, çaresizdir.

Enver Bey yıkılmayan ruh gücüyle, aslında sorumluluğunu çok aşan sorunlara çare aramaktadır. Daha sonra Birinci Dünya Savaşı esnasında Meclis’te yaptığı bütün bilgilendirme konuşmalarında, çok iyimser olmak, hatta gerçekleri gizlemekle suçlanmıştır. Sarıkamış Harekâtını ise, sorumluluğunu yüklenmemek için, Meclis’ten ve bütün kamuoyundan hassasiyetle gizlediği ileri sürülmüştür. Bu iddialar eğer iyi niyetli ise, Enver Paşa’nın karakterini yeterince tanımamaktan doğmuştur. Sözünü ettiğimiz Balkan Savaşında Enver Bey’in hiçbir dahli yoktur; ama, olaylara bakışı ve aksettirişi aynıdır.

10 Ocak 1913 tarihli mektubunda, Bâbıâli baskınının haberini verir gibidir: “Bugün hakikaten alt üst oldum. Şerefsiz de olsa yaşamak isteyen bir sürü insanın, memleketi, onu yutacak olan yıkıntıya doğru götürdüklerini gördüm! Ah sevgili, düşünün ki, şu anda titreyen elleriyle birkaç ihtiyar, bu kadar sevdiğim, her şeyin üstünde sevdiğim vatanımın vasiyetnamesini imzalıyorlar. Bu sınırsız sevgi beni nasıl sonuçlanacağını bilmediğim çılgınlıklar yapmaya itecek zannediyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.148. mek, 10 Ocak 1913)

Şerefimizi kaybediyoruz, diyor, benim iyi bir asker veya vatansever olmam neye yarar.... “Yok, ben akıntıya karşı yüzmek istiyorum, ya da uçurumdan aşağı yuvarlanmak... ” (Hanioğlu, a.g.e., m.149, 11 Ocak 1913)

14 Ocak 1913:

“Hükûmet düşecek. Memleketin durumu belirsiz. Herkes benden çok ümitli, bense genç insanlar ve hakiki vatanseverler hariç herkesi hatalı ve düşman görüyorum. Benim fikrim o ki, hükûmetin her yerinde korku hüküm sürüyor. Savaşın neticesi de gitgide bizim aleyhimize olmaya başlıyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m.150, 14 Ocak 1913) Paşalar yeteneksiz ve enerjisiz; “Kaybedeceğimizi söyleyerek savaşa başladılar ve çürümüş insanlar topluluğu hâlâ iktidardalar. Bir ihtilalci gibi hareket etmek istemiyorum; ama, bu durum nereye kadar böyle devam edebilir?”

İstanbul’a getirilen savaş yaralılarını ziyaret eder. “Bu yiğit insanlar beni çok heyecanlandırdı ve kuvvet verdi. Enerjimizi korumak için dişlerimi sıkıyorum; bir şeyler olacağını hissediyorum. Benim için ve vatanım için dua edin. ” (Hanioğlu, a.g.e., 150. mek.)

“Eğer Hükûmet, Edirne’yi hiçbir çaba göstermeden bırakırsa, orduyu terk edeceğim. Açıktan açığa savaş çağrısında bulunacağım. Ne yapacağımı bilmiyorum; daha ziyade söylemek istemiyorum. Tavsiyelerini düşüneceğim! Vatanı kurtarmak ya da şerefimle ölmek için her şeyi alt üst edeceğim. Daha iyisini kurmak için her şeyi yıkacağım. Ama, bu kadar uzağa gitmeye ihtiyacım olmayacağını ümit ederim.” (Hanioğlu, a.g.e, m.151, 12 Ocak 1913)

Birkaç kez ifade edildiği gibi, siyasi grup ve partiler o kadar üslupsuz ve dengesiz bir çekişme halindedir ki, herkesin dilinden vatan kurtarma sözleri döküldüğü halde, herkesin kavgası, siyasetteki rakibiyledir.

“Herkes canımı sıkıyor; dost olsun, düşman olsun herkesin korkak, ödlek, tedbirli ve kendi menfaatlerini düşünen insanlar olduğunu görünce tamamen alt üst oluyor ve kendimi kaybediyorum     Ah, savaş çıksa mutlaka kazanırdık. Bakanlar Kurulu nota

hazırlıyor; müttefiklerin kabul etmemesi için Allah’a dua ediyorum. O zaman savaş çıkar; savaş, yani Türkiye için hayat...” (Hanioğlu, a.g.e., m.155, 27 Ocak 1913)

Bu arada İtalyanlarla görüşür. İtalyanlar yeni bir savaşa gerek kalmadan (Edirne ve On iki Ada’yı garanti etmek üzere) uygun bir anlaşma temin ederlerse yahut savaşa girip de yenilirlerse, yeniden Trablusgarb’a gidip, orada İtalyanlar’la dost ama bağımsız bir devlet kurmak düşüncesindedir. Düşündüklerini yaptırabilmek için genç oluşundan yakınır: “Amma savaş sever oldum, ama, her şeyi kurtarmak için başka çare yok. Ordumuz şimdi daha kuvvetli, daha düzenli............................. Her şeyi zorla ele almak ve dünyaya bir tek

insanın neler yapabileceğini göstermek için kırlaşmış bir sakalım olsun, ne kadar isterdim.... Şimdilik 24 saatte 36 saat çalışıyorum! Bu beni eğlendiriyor; kendimi her zamankinden daha dinç hissediyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.156, 28 Ocak 1913)

23 Ocak 1913 Sabah saat 7.

29 Teşrinevvel 1912’de Ahmet Muhtar Paşa’nın ‘Büyük Kabine’si Halaskar Zabitanın baskıları ile istifa etmiş ve Kâmil Paşa dördüncü kabinesini kurmuştur. Londra Konferansı ardından Düvel-i Muazzamanın (Altı büyük Av-rupa devleti) büyük elçileri 17 Ocak1913’te Osmanlı Sadrıazamına bir nota verirler. Bu notaya göre Edirne’nin Bulgarlara

bırakılarak Midye-Enez hattı ile yetinilmesini, aksi halde İstanbul’u da kaybedebilecekleri ihtar edilmektedir.

Hükümet bu notaya karşı tek başına karar almak istemez. Saray’da büyük bir Danışma Kurulu toplanır. Uzun müzakerelerden sonra Edirne’nin veril-mesine karar verirler. (İbnülemin Mahmut Kemal, Son Sadrıazamlar, İstanbul 1962, c.II, s. 197) Ordunun komuta kademesi Çatalca’da atılacak top mermisi kalmadığını bildirirken, Sirkeci’de iki tiren cephane yüklü olarak hareket emrini beklemektedir. Belli ki çevrede büyük bir şaşkınlık vardır; orduyu yönetenler ruhen bitmişlerdir.

İsmail Hami Danişmend farklı yazar. Onun yazdığına göre, Danışma Mec-lisi Edirne’yi vermeyi kabul edemez. İkinci ihtimal savaşa devamdır, ona da güç yetiremez. Edirne’nin özel bir statü ile bağımsız bir şehir haline getiril-mesi teklifi hazırlanıp büyük devletlere sunulacaktır. (İ. Hami Dânişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi kronolojisi, c. IV, s.1276 )

Ziya Nur beyin yorumuna nazaran bu teklifin Avrupa ve Balkanlı devlet-ler tarafından kabul edilme ihtimali yoktu. Kâmil Paşanın, Balkanlı devletlerin paylaşma kavgasına düşecekleri ve bu teklifin Osmanlı için zaman kazandıracağı kanaatinde olduğunu söyleyenler de vardır. Ziya bey Kâmil Paşa kabinesinin bunu başaramayacağı kanaatindedir. (Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, İst-1994, c.6, s.78 ve devamı)

Şimdi Enver Bey’i dinleyelim:

“Böylece kendi tedbirlerimi almaktan başka yapacak şeyim yok; yani hükûmeti düşürmek ve fikrimi yeni bir hükûmete kabul ettirmek. Her şey şimdiden hazır. Eğer bu, memleketi kurtaracaksa mutlu olurum. Ölürsem, vazifemi yapmış kabul ederim kendimi. Allah’a dua ediyorum; eğer projem Türkiye’ye mutluluk getirmezse, beni öldürmesi için dua ediyorum. Allah sizi korusun. -Ata binmem lazım, beni bekliyorlar...” (Hanioğlu, a.g.e., m.152, 23 Ocak Perşembe, 1913)

Bu at, Enver Bey’i Bâbıâli baskınına götürecektir.

Sonunda, Bâbıâli baskını tamamlanır. “Darbe çeyrek saatte olup bitti. ... Sadece kan dökmenin benim programımda olmadığını sana söyleyebilirim. Kâmil’in yaverlerinden birinin ateş etmesi üzerine karşılıklı birkaç kurşun atıldı; iki yaver, bir sivil polis ve maalesef olay yerinde bulunan dostum Nazım (Paşa) yere düştü. Her şey bana rağmen ve arzum hilafına oldu; ama oldu. Ümit ederim bu, memleketime mutluluk getirir. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.153, 25 Ocak 1913, akşam)

Bu hükümet darbesi, tek başına Enver’in bir hareketi gibi görülse de, İttihat Terakki Partisi’nin düzenlemesidir. Fikir, Enver Bey’den yahut bir diğerinden gelmiş olabilir; ama, karar alınmıştır. Beş on kişiyle Bâbıâli’yi basıp hükûmeti devirmek gibi, hiç de akıllıca olmayan bir hamleyi de ancak Enver Bey gibi gözü kara biri yapabilirdi.

O gün Bakanlar Kurulu toplantısı devam ederken, Kaymakam (yarbay) Enver Bey kır atı üzerinde ve yanında Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Filibeli Hilmi, Mustafa Necip, Vodineli Koca Mehmet, Yakup Cemil ve Ömer Naci olduğu halde Cağaloğlu yokuşunda görünür. Enver Bey, amcası Halil’in de yanında olduğunu yazar. Kır atın çevresindekiler “Yaşasın Enver, yaşasın millet!” diye bağırmaktadır. Çevredeki kalabalık giderek yüz-iki yüz kişiyi bulur. İttihatçıların ünlü hatip subayı Ömer Naci ise “Vatandaşlarım, aziz Osmanlılar..” diye coşkun nutuklarından birini çekmektedir. Bazı İttihatçılar Bâbıâli’nin karşısındaki Mazulin Kıraathanesi’ne dalarak, “Ulan, tuu... Ne duruyorsunuz, vatan gidiyor, din gidiyor alçaklar!...” haykırışlarıyla kalabalığı dışarı dökerler.

Enver Bey Bâbıâli’ye gelir ve binek taşında atından iner. Bu sırada Bâbı-âli’yi korumakla görevli olan Uşak Taburu görünür. Enver Bey tabur komutanını çağırarak sert bir emir verir. Bunun üzerine askerler Nallımescit önüne çekilerek silah çatarlar. Bazı tarihçiler, tabur komutanı ‘Baloncu’ namıyla bilinen Osman Bey’in, Enver’in tavsiyesiyle o göreve getirilmiş olduğunu söylerler. Şevket Süreyya ise, bu kadar kilit bir görevden sonra Osman Bey’in adının hiç duyulmadığına dikkat çekerek bunu doğru bulmaz.

Sadrazam Kâmil Paşa, hükûmetin toplandığı salondan çıkarak başbakanlık odasına geçmiş, orada Padişah iradesini tebliğ için gelmiş olan Mabeyn Başkâtibi ile görüşmektedir. Dışarıdan gürültüler ve silah sesleri duyulur. Savaş Bakanı Nazım Paşa, ne oluyor diye dışarıya fırlar. Şeyhülislam Efendi silah seslerini duyunca uygun bir yerde gizlenir; diğer bakanlar da bir başka odaya sinerler. Toplantı salonunda sadece, İttihatçılara karşı sert tedbirler alınması için uğraşan İçişleri Bakanı Reşit Bey, Vakıflar Bakanı Ziya Bey ve Denizcilik Bakan vekili Ferik Rüstem Paşa kalırlar.

Baskıncılar hole girdiklerinde, Mustafa Necip, kendilerini engellemek isteyen komiser Celal Efendi’yi vurur ve Başbakanlık yaveri Nafiz Bey’i de yaralar. Ancak Nafiz Bey de silahına davranarak Mustafa Necip’i vurur; ikisi de ölürler. Savaş Bakanı yaverlerinden Kıbrıslı Tevfik Bey de burada

öldürülür. Öfkeyle dışarı fırlayan Nazım Paşa holde baskıncılarla karşılaşır ve “Bre pezevenkler beni aldattınız; bana verdiğiniz söz böyle miydi...” diye bağırırken, muhtemelen Yakup Cemil’in tabancasından çıkan bir kurşunla devrilir. O sırada Talat Bey ve birkaç İttihatçı ileri geleni de Başbakanlığa gelirler.

Nazım Paşa’nın öldürülmesinin önceden tasarlandığı bazı tarihçiler tarafından ileri sürülürse de, Enver Paşa’nın o günlere ait mektuplarından, “Nazım Paşa yanlışlıkla vuruldu. ” yolundaki savunmasının doğru ve samimi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, bu mektuplarda sadece Nazım Paşa’ya güvendiğini ve onun Başbakan ve Savaş Bakanı olmasını istediğini müteaddit kereler ifade etmektedir.

Enver Bey, olayın ayrıntılarını şöyle anlatır:

“Yanımda atıyla H. ve bana sadık on kişiyle birlikte yürürken titremiyordum. Nereye yürüdüğümü biliyordum ve Bâbıâli muhafızlarının ateş etmek için tüfeklerini doldurduklarını gördüğümde de ellerim titremiyordu. Onları durdurmak için tek bir emrim yetti ve beni selamlayarak geçmeme izin verdiler. Yalnız içeride bir yaver ateş ederek arkadaşlarımdan birini öldürdü. Etrafımda vızıldayan kurşunlar beni durduramadı ve çeyrek saat içinde her şey bitmişti. Kâmil istifasını vermişti; tesadüfen Nazım iki yaveriyle yerde yatıyordu. İşleri yoluna koymak için yarım saat ‘hükmettikten’ sonra, yani ordu komutanı, İstanbul muhafızı, polis şefi, İçişleri bakanı ve Bâbıâli komutanı olarak da Halil’i tayin ettikten sonra Saray’a döndüm.” (Hanioğlu, a.g.e., m.156, 28 Ocak 1913)

Baskıncılar Başbakan Kâmil Paşa’dan istifa etmesini isterler. Kâmil Paşa Padişah’a hitaben “Cihet-i askeriyeden vukubulan teklif üzerine...” diye başlayan istifasını yazar. Baskıncılar, “ahali” kelimesini de ilave ettirirler. İstifa yazısını alan Enver Bey, Mabeyn Başkâtibi Ali Fuat Bey’le birlikte Saray’a gelir. Padişah, yapılan teklif üzerine Mahmut Şevket Paşa’ya başbakanlık görevi vermek üzere saraya çağırır. Mahmut Şevket Paşa başkanlığında yeni kabine kurulur. Sokaklarda “Mahmut Şevket Paşa, Edirne’mizi kurtar!” diye gösteriler yapılır.

Mahmut Şevket Paşa’nın başkanlığında bakanlar kurulu çalışmaktadır. Ancak Mahmut Şevket Paşa’nın da yeterince cesur davranacağından emin değildir. “Maalesef askerlerin büyük bir kısmı barıştan yana. Belki benim yaptıklarımı kıskandıklarındandır. Derne’de dolap çevirenler şimdi aynı şeyi burada yapıyorlar. Ama, orada olduğu gibi burada da vatanımı kurtarmak için her şeyin üstesinden geleceğim. ”

“Bâbıâli’deyim. Her şey iyiye gidiyor, mutlak sükûnet. Zavallı Nazım öldü. Hükûmet kuruldu. Eski bakanlar iyi korunuyorlar. Yeni kabine gerektiğinde savaşa hazır; bizim arzumuzun iletilmesi bekleniyor. Her şey iyiye gidiyor. Eğer İzzet Paşa ordu komutanı olursa, ben de onun kurmay başkanı olacağım. Ya hepimiz öleceğiz, ya da vatanımızı kurtaracağız.” (Hanioğlu, a.g.e., m.154, 24 Ocak 1913)

“Kâmil’i devirip yerine biraz cesur Mahmut Şevket Paşa’yı geçirerek her şeyi kurtarabileceğimi zannediyordum. Ama, heyhat! Bu kadar saydığım kurmay başkanımız, her şeyi kendisiyle sürükleyebilecek bir ödlek çıktı... Kendimde bütün

Bulgar ordusuna karşı koyacak gücü buluyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., 156. mek.)

3 Şubat 1913’te Bulgarlar yeniden Edirne’yi bombardımana başlar. Ertesi gün Çatalca mevzilerine saldıran Bulgar kuvvetleri püskürtülür.

Enver Bey bu sırada, Bulgarlara karşı harekete geçecek bir kolordunun kurmay başkanıdır. “İşte savaş yeniden başladı... Ümitsiz değilim; ama fikrimi kabul ettirmenin imkânsızlığını görünce biraz sinirleniyorum. Eğer başkomutan olsaydım; istediğimi yapardım. ... Barışa doğru yürüdüğümüzü hissediyorum, görüyorum; ama hangi şartlar altında Allah’ım! Durumu ancak bir mucize değiştirebilir ve beni istediğimi yapabileceğim iktidar seviyesine getirebilir. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.157, Şubat 1913)

“İstanbul’a dönüyoruz. Birliğimiz Çatalca hattının gerisinde olacak. Çanakkale’den öğleden sonra ayrıldık. Genel Karargâhın kararsızlığı yüzünden, denizde uzun bir gezinti yaptıktan sonra, tatmin olmamış olarak döndük. Başkomutan hâlâ beni fazla gözüpek zannediyor ve söylediklerime inanmak istemiyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m.158, 26 Şubat 1913)

“Dünyada her şey benim arzu ettiğimin tersine gidiyor. Doğru, kader benden daha güçlü şimdi. Saldırıya geçmek için hiçbir imkân görmüyorum; ama, iyi bir savunma için bütün tedbirler alındı. Başkomutan Küçük Asya kıyısındaki yorgunluktan çok endişeli idi. Dün benim savunma projemi duyunca memnun oldu ve onu hiçbir değişiklik yapmadan kabul etti.”

Hakkında çıkartılan, kendi zaferinden başka bir şey düşünmüyor dedikodularına üzülür.

“Biliyorsunuz ki, mukaddes amacım için her şeyi feda edebilirim. Benim aleyhime çıkan söylentilere inanmayın. Ölümden korkmuyorum; ama yaşamak istiyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.159, 10 Mart 1913)

İki kişilik bir uçakta, hava subayının yerine geçerek bir keşif gezisi yaparlar, “Düşman hatları üzerinde muhteşem bir uçuştu. ” der. (Hanioğlu, a.g.e., m.160, 20 Mart 1913)

İttihatçıların istediği hükûmet kurulmuş, ama hiçbir şey kazanılamamıştır. Direnen kaleler bir bir düşmektedir ve bunların siyasi

sorumluluğu İttihatçı hükümettedir. Manevi sorumluluğu en çok olan da herhalde Enver Bey’dir.

18-30 Mart arasında birkaç kere tekrarlanan Bulgar saldırıları püskürtülür; böylece İstanbul’un güvende olacağı anlaşılır. Ama, altı ay altı gündür kuşatma altındaki Edirne’de açlık ve hastalık Şükrü Paşa komutasındaki direnişi kırar; 26 Mart 1913’te Edirne düşer. Bu, tam bir millî yas olur. 22 Ekim 1912’den beri Erzurumlu Şükrü Paşa ve askerleri, Edirne’yi Bulgar saldırılarına karşı süpürge tohumları yiyerek ve eski günleri kıskandıracak bir iman ve tevekkülle savunmaktadır. Çatalca hattını yaramayan düşman, buradaki birliklerini de Edirne kuşatmasına kaydırmıştır. Ayrıca Sırp kuvvetlerinin yardımı gelmiştir ve kuşatma kuvvetleri yüz yirmi bini aşmıştır. Savunma, kırk bin civarında peksimetsiz asker ve aç kalan halktan ibarettir.

Öbür yanda, 6 Mart 1913’te, dört aylık bir savunmadan sonra, Esat Paşa atacak tek kurşunu ve yiyecek bir lokması kalmadığından, gözyaşları içinde Yanya kalesini Yunan’a teslim etmiştir. Orta Arnavutluk’ta, düşman ortasında bir ada gibi kalmış olarak dövüşen Cavit Paşa kuvvetleri de 25 Mart’ta teslim olmuştur. Rumeli’de direnen tek yer olarak, Hasan Rıza Paşa komutasındaki İşkodra kalesi kalmıştır. Ama, artık çözülen Osmanlıda ihanetlerin de düğümü çözülmüştür; İşkodra savunmacılarından, Sultan Hamit’e hal’ fetvasını tebliğ eden heyetteki Draç milletvekili Jandarma paşası Esat Toptanî, Hasan Rıza Paşa’yı şehit ettirerek yerine geçer ve düşmanla görüşmeler yaparak 22 Nisan 1913 günü kaleyi Karadağlılara teslim eder.

Enver Bey, 2 Nisan tarihli mektubunda şöyle yazar:

“Milletler arasında bir tek menfaatler rol oynar, hislerin önemi yoktur derken, söylemek istediklerimde hep haklı olduğumu bana gösterdikleri için de hayranlık duyuyorum onlara. (Avrupalılara)” (Hanioğlu, a.g.e., m.161, 2 Nisan 1913, Kalikratia)

Bu arada cephede ufak tefek çatışmalar olur; başkomutanlık düşmanla teması kesin, der. “Her şeyi berbat eden korkaklarla doldu çevrem.” Gönüllüler fevkalade başarı gösteriyorlar ama, “bu, ihtiyar paşaları harekete geçirmek için yetmiyor. ” Gelecek nesillerin bizim utancımızı duymalarını ve intikamını almalarını istiyorum. “Hayatımın sonuna dek mefkûreme doğru yürüyeceğim. Mefkûrem sevgili vatanımın büyüklüğü ve refahıdır. ”

Mart 1913’te bir gün banyoda, muhtemelen bir zehirlenme geçirir. Hizmetçiler gürültüyü duyup kapıyı kırarak girerler. Bir Ermeni hastanesine

kaldırmışlar. “Tırnaklarımın mavi olduğunu, kalbimin atmadığını gören doktorlar ümidi kesmişler çoktan. Ama, işte her şeye rağmen hayattayım. Hayatta kalmam yazılıymış. Ayrıca, ölümün çok tatlı bir şey olduğunu söyleyebilirim... ” (Ayni mektup)

Müttefik devletler 31 Mart günü, Dışişleri Bakanı Sait Halim Paşa’ya dört maddelik bir nota ile barış şartlarını bildirirler. İstanbul’un derdine düşmüş olan Hükûmet, notayı kabul eder. Londra Konferansı yeniden çalışmalarına başlar.

11 Nisan 1913

“Son olarak yiğitlerim tam benim istediğim gibi çarpıştılar. Ah sevgili dostum, bu ordu yenilmek için yaratılmamış; sadece başlarında büyük bir komutanları yok.” Dişlerimi sıkıyorum; duruma hakim değilim. “Bu sefer kader beni mağlup etse bile yine de gelecek hâlâ benim elimde... Hiç değilse ölerek şerefimizi kurtarmak için çalışmama kimse mani olamayacak. Demir gibi bir iradeyle dünyaya hakim olunur.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 162, 11 Nisan 1913)

Ah, Ne İdik Ne Olduk

1

5 NİSAN 1913. Bulgarlarla olan ufak tefek çatışmalar durmuştur. Yüzünü göremediği nıkâhlısı Naciye Sultan’a mektup yazar:

“Meleğim,

........ Gürültü kesildi. İşte ruhum, zannımca artık ebediyen savaş ihtimali de mezara gömüldü. Tabii bununla memleketimizin büyük bir kısmı, millet namusumuz, her şeyimiz mahvoldu. Artık Osmanlı, özellikle asker diye âlemin yüzüne bakabilmek için, gelecek bir ikinci savaşta bu lekeyi silmek zorundadır; bakalım Cenab-ı Hak kısmet edecek mi? Hiç, üzüntü nedir duymak istemeyen kalbim için için ağlıyor. Ya Rabbim! Biz, şu dünkü Bulgarlara yenilecek miydik... Ne ise, bizim, bu hayatından başka bir şey düşünmeyen alçak paşalarımız, duygusuz subay kadromuz varken, elimizdeki bu mükemmel askerle işte böyle rezil oluruz.” Mektup, ne olurdu, dizinin dibinde bol bol ağlayabilseydim diye devam ederken, irkilir: “Hayır! Ya ben bu milleti bahtiyar göreceğim, yüzü ak, alnı açık gezdirteceğim, yahut bana dünyada hiçbir şey lazım değil; daha doğrusu hiçbir şeye layık bir mahluk değilim.... Sizin yanınızda oldukça, sizin nüvazişinize nail oldukça, vatanım, dinim için çalışmaktan yorulmayacak ve Bingazi’de başardığım gibi, burada da, icap eden yerde başaracağım........... Fakat burada her adımda,

dur, yapma, gitme diye emreden, korkan üstlerin eli altında kaldıkça kahrımdan çatlamak işten bile değil. Düşman kaçıyor, bana, dur emri veriyorlar. Benim yerimde olup da, bildiğimi bilseniz, benim bu kadar asabileşmeme hak verirsiniz iki gözüm.” (İnan, a.g.e., s.301)

16 Nisan 1913

“Yakında barış olacak. Bulgarlar her şeye ne ucuz sahip oluyorlar... Tüm inancımla yeniden tekrarlıyorum; biz bugün düşmandan kuvvetliyiz. Sadece Hükûmet korkuyordu ve halen korkuyor ve hiç kimse böyle alçakça bir barış anlaşmasını kabul etmeye utanmıyor... Dünden beri ateşkes var... Biz Türkler O’na tüm güvenimiz olduğu zaman, Allah’ın bizim tarafımızda olduğunu gördüm. Bana acımayın, ben güvenimi hiçbir zaman kaybetmedim ve kaybetmeyeceğim. En büyük dileğim vatanımı tam mutluluk içinde görmektir. Allah bana merhamet edecektir.” (Hanioğlu, a.g.e., m.163, 16 Nisan 1913)

29 Nisan 1913

“Siyasi durum gittikçe kararıyor. Bizim gelişimizle burada ustalıkla yuvarlanan İngiliz Kızılhaçı şefi, K.dan ayrılırken bana, ‘Kendimizi artık kaçınılmaz olan genel bir savaşa hazırlıyoruz.’ dedi. Bu kelimelere fazla önem vermek istemiyorum, ama, alelacele

gittiklerini ve şefin İngiliz ordusunun kurmay subaylarından biri olduğunu da düşünüyorrum.. Bugün Sünusî misyonundan biri benimle görüşmek için buradaydı.

Bana, devamlı oraya dönmem için yalvarıyorlar. Ama anavatanı bu durumda nasıl bırakabilirim?” (Hanioğlu, a.g.e., m. 165, 29 Nisan 1913)

30 Nisan 1913

“Gergin sinirlerim, ağır kalbim hayatı benim için dayanılmaz hale getiriyor; kısacası çok acı çekiyorum. Dün Sultan’ın tahta çıkışının yıldönümü idi. Müzik her zamanki gibi çalıyordu. Oldukça kötü çalınan enstrumanların çıkardığı seslerin içinde ben gözlerimi kapamış, hem bugünü, hem de maziyi düşünerek geleceğe bakıyorum. Ah, ne idik, ne olduk! L’illustration’un son sayısındaki bir gravür geldi gözümün önüne. Tunca (Edirne) adasına yığılmış, ağaç kabuklarını yutan insanların resmi... Bulgarların gözlerinin önünde hiç şikâyet etmeden ölen askerlerimizi görüyordum. Yok, hakikaten bu kadarı fazla artık! Böyle manzaralar karşısında ben de soğukkanlılığımı kaybediyorum. Ve Avrupa milletleri! Ben Allah adına yemin ediyorum ki, bu zavallıların intikamını alacağım. Hey Allah’ım sadece onlar için değil, küçük çocuklar, kızlar, ihtiyarlar, kadınlar, hepsini boğazlıyorlar; hem de acımasızca. Yumruklarımı sıkıyor ve intikam almaya yemin ediyorum. (Her ne kadar aynı şeyi yapmayı namuslu bir hareket olarak görmesem de) bize karşı yapılan her şeyin intikamını almaya. Peki ya bu Avrupa! Burada bitiriyorum, çünkü sizi de üzüyorum. Kalbimi parçalayan her şeyi bir an olsun unutabilseydim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.164, 30 Nisan 1913)

8 Mayıs 1913

“Kalbim kanıyor. ... Her yerde son haçlı seferinin yarattığı bu sefaletin izleri görülüyor. Düşmanın yaptığı, hem de İstanbul’un burnunun dibinde yaptığı bütün vahşeti size anlatabilseydim, uzaktaki zavallı Müslümanların başına neler geldiğini anlardınız. Ama kinimiz kuvvetleniyor. İntikam, intikam, intikam; başka kelime yok.” (Hanioğlu, a.g.e., m.166, 8 Mayıs 1913)

“Bu öğleden sonra uzunca çalıştıktan sonra, yaverimle uzun bir at gezintisi yaptım. Tarlalardan, çiçekli, yemyeşil çayırlardan geçtim. Bu, kafamda artan üzüntüyü biraz hafifletti. Dönüşte ise, size birkaç yaprağını gönderdiğim bir sürü çiçek toplamadan edemedim. Onları vazolara (Bulgar şarapnellerinin kılıfı) doldurdum. Böylece masamı biraz güzellikle, biraz neşeyle süsledim. İşkodra meselesinden beri, Üçlü İttifak’ın harpten kaçındığı ama bize utanç verici bir barışı kabul ettirmek istediği açık.

Küçük bir hikâye: Evvelki gün torpil gemisinin yelkenlisini almıştım; uzun bir at gezintisinden sonra biraz dinlenmek istiyordum. Şehre beş kilometre uzaklıkta, benim yönettiğim yelkenlimiz yana yatarak suya gömüldü. Böylece ben, yaverim ve iki denizci kendimizi suda bulduk. Yüzemediğimden, denizcilerden birinin ceketinin ucunu tutuyordum ama rüzgâr yüzünden çok çırpıntılı olan deniz hepimizi yeniden suya gömdü. Ama kısa süre sonra tekne denizde dengesini bulunca gemiye tutunduk. Böyle yarım saat bekledikten sonra, bir savaş gemisinin filikası gelip, hayatımızı kurtardı.....................................................................................................

Bu kaza bana, ölümden korkmama hiçbir sebep olmadığını bir kere daha gösterdi.” (Hanioğlu, a.g.e., m.167, 17 Mayıs 1913)

27 Mayıs 1913

“Bize görevimizi hatırlatacak bir kırbaç bulmaya çalışıyorum... Şimdi orduda, günde en az dokuz saat çalışılıyor... Çalışmak, çalışmak, çalışmak; artık tek şiarımız bu.”

Enver Bey’in öldüğüne dair haberler çıkartılıyor. “Söyleyin bana, benim öldüğüme dair haberlere alışamadınız mı daha? Her yerde öldürüyorlar beni. Derne’de İtalyanlar, burada da muhalifler... Eğer savaş biterse, ya Savaş Bakanlığının müsteşarı, ya da bizi geleceğe hazırlamak ve orduyu organize etmek için gelecek bir Alman subayının müsteşarı olmayı düşünüyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.168, 27 Mayıs 1913)

“Balkanlar gittikçe barışı tehdit eden bulutlarla dolu; ne iyi! ” (Hanioğlu, a.g.e., m.169, 7 Haziran 1913)

Enver Bey yeni bir hücum birliği hazırlıyor. “Balkanlardaki karışıklık devam ederse savaş çıkar. Bu da Türkiye için hayat demek. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.170, 7 Haziran 1913)

Balkanlı müttefiklerin aralarındaki anlaşmazlıklar sebebiyle uzayan Londra görüşmeleri sonuçlanır ve 30 Mayıs 1913’te yedi maddelik bir barış anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre Midye-Enez hattı Osmanlının batı sınırı olacaktır; yani Edirne dahil olmak üzere Rumeli’nin tamamından çekilmiş gibi oluyoruz. Adaların geleceğini büyük devletler ‘âdilâne’ belirleyeceklerdir. Arnavutluğun bağımsızlığı kabul edilir; Şehzade Burhanettin Efendi’ye Arnavutluk krallığı teklif edilirse de, kabul etmez. Böylece Müslüman bir ülkeye Hristiyan bir kral bulunarak yola devam edilir.

Bâbıâli baskınının hiçbir faydası olmamıştır; savaş dört ay daha uzatıldığı halde Rumeli nerdeyse tümüyle kaybedilmektedir. İttihat Terakki Hükûmeti ise dozunu gittikçe artırdığı baskı ve sürgünlerle etrafa hakim olmaya çalışmaktadır. Halk huzursuz ve yorgundur; Balkanlardan, ardı kesilmeyen göçün yarattığı gerginlikler gittikçe artmaktadır. Halaskâr Zâbitân grubu, bütün bu hoşnutsuzluklardan yararlanarak Nazım Paşa’nın intikamını almak ve Hükûmeti devirmek üzere ordu içinde yoğun bir şekilde çalışmaktadır. Osmanlı işi komitacı bir iktidar ve muhalefet çekişmesi yayılmaktadır.

11 Haziran 1913 günü sabah saatlerinde Sadrazam Mahmut Şevket Paşa, bir süre çalıştıktan sonra Bayezıt’daki Harbiye binasından (şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binası) Bâbıâli’ye gitmek üzere arabasına biner. Çarşıkapı’ya yaklaştığında, Gedikpaşa’ya inen bir sokaktan çıkan “Saraylı hanım”ın cenazesinin cemaatinin kalabalığı sebebiyle otomobili durur. Biraz ötede tamir için durmuş bir başka otomobil ve içinde yedi kişi vardır. Sadrazamın otomobili durur durmaz, buradan ateşe başlarlar. Yaverlerden biri ölür, diğer yaver ve uşak, aşağı atlayarak karşılık verirler. Vurulan

Sadrazam, Harbiye binasına kaldırılır ve çok geçmeden ölür. İstanbul Muhafızı Cemal Bey (paşa) o sırada Harbiye binasındadır.

Bazıları derler ki, İttihatçılar hükûmetin kıyısında olmaktan bıkmış, sorumluluğu bütünüyle yüklenmek istemektedirler. İstanbul Muhafızı Cemal Bey de suikastten haberdar olduğu halde, duymazlıktan gelmiştir. Böylece hem Mahmut Şevket Paşa’nın Parti üzerindeki baskısından kurtulacak, hem de muhalifleri daha sert tedbirlerle sindirmenin gerekçesine kavuşmuş olacaklardır. Tarihçi Yılmaz Öztuna da bu kanaattedir: “Suikast İstanbul muhafızı Kurmay Albay Cemal Bey (Büyük Cemal Paşa) tarafından önceden haber alınmıştı. İttihat Terakki, suikasti önlemek için tedbir almadı. İşi oluruna bırakmaya karar verdi.” (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978, c.12, s.275)

Olayın yakalanan faillerini yargılayan Divan-ı Harp tutanaklarına göre, suikastçılar Sadrazam’ın peşinden Talat Bey de dahil olmak üzere İttihatçıların ileri gelenlerinin tümünü öldürecek ve Hükûmet darbesi yaparak İttihatçıları temizleyeceklerdir. Hatta Çatalca’da ordu komutanı Ahmet Abuk Paşa ile anlaşmışlar; Hareket Ordusunun yaptığı gibi gelip İstanbul’u işgal edeceklerdir.11 Hemen o gün, üç yüz elli kişi yakalanarak “Seyr-i sefain” vapuru ile Sinop’a sürgün edilir. Yakalanıp yargılananlar 37 kişidir. İdama mahkûm edilenlerin on ikisi, başta Saray damatlarından Salih Paşa olmak üzere Bayezıt Meydanı’nda asılır. Prens Sabahattin’in de içlerinde bulunduğu diğer on kişi gıyaplarında idama mahkûm edilirler. Sekiz kişi beraat eder; diğerleri küreğe mahkûm olurlar.

Prens Sait Halim Paşa başkanlığında yeni bir hükûmet kurulur. Talat Paşa İçişleri bakanıdır ve İttihat Terakki ipleri doğrudan eline almıştır. Enver Bey hükûmetin dışındadır ama, şimdi en kuvvetli adamdır. Memur kademesinde geniş bir tasfiye yapılır.

10 Haziran 1913

“Savaş, dünün savaşı isteyen müttefikleri arasında çıkacak; bize karşılar.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 171, 10 Haziran 1913)

“Ben gene genel karargâhımızdayım. Suikast günlerinde İstanbul’da idim. Mahmut Şevket kaybedilmiştir; ama bu, vatanperverleri anavatanlarının kurtuluşu için çalıştıkları yolda durduramaz.” (Hanioğlu, a.g.e., m, 172, 15 Haziran 1917)

Aynı gün nişanlısına şöyle yazar: “Ruhum, sıkılma; eğer beni seviyorsan sıkılma, Allah’a tevekkül et, O büyüktür. Elbet bizi unutmaz.” (a. İnan, a.g.e., s.317)

Naciye Sultan’dan kendi hayatı konusunda da endişe belirten mektuplar almış olmalı ki, şöyle yazar: “Güzelim, siz benden çok inançlısınız. Ecelin kaderimizde olduğuna elbette inanıyorsunuz. O halde neden hayata bu kadar korkuyla sarılmamı istiyorsunuz. Ruhum, ben yaşayacak, evet sizi bahtiyar etmek için yaşayacağım. ” (A. İnan, a.g.e., s.313) Enver Beyin bu sözleri, kadere imanın gerçek anlamını yansıtmaktadır: Ölüm mukadderdir, korku yahut cesaret onu değiştiremez; öyleyse hayat kahramanca ve dosdoğru yaşanmalıdır; sonuçta olan olacaktır. Enver Beyin bu tür konular üzerinde özel olarak kafa yorduğuna dair bir işaret yoktur. Ama, bütün hayatı bu anlayışla ve kahramanca yaşamış olması, inancının sağlamlığı kadar, anlayış istikametinin doğruluğunu da ortaya koymaktadır.

Herhalde, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi olayı, Naciye Sultan’ın yakınlarını pek sarsmış ve Enver Bey hakkında da, aynı akibete uğrayabileceği endişelerini doğurmuş olmalı ki, Enver’in o günlerdeki mektupları, alışılmadık biçimde sert ve keskindir. “Daha açık söyleyeyim Ruhum! Öyleme geliyor ki, beni Mahmut Şevket Paşa gibi günün birinde öldürülmeye mahkûm zanneden bazı yakınlarınız, siz sultanımı mümkün mertebe benden uzak bulundurmayı akıllarınca daha uygun buluyorlar. ”

Enver’le nişanlısını görüştürmemek hususunda Saray çok katı davranmaktadır. Üç yıldır nişanlı beklemektedirler ve görüşmemişlerdir. Bir gün, Köşkün bahçesinde gezinirken, gayri ihtiyarî Naciye Sultan’ın bulunduğu köşke yönelir; hemen bir harem ağası karşısına çıkar ve onu durdurur. Enver şöyle yazar: “Allah’tan başkasına fuzuli itaat etmeyeceğine kani olan ben, o harem ağasının arzusuna itaat ettim; gittim, fıstık ağaçlarının altında bir sandalyeye oturdum. Artık bu oturmak değil, yıkılmak idi     Şimdi, duyuyor musun ruhum, benim gibi hissediyor musun? Beni

seviyor musun? Beni istiyor musun? Benim olacak mısın? Yoksa, evet yoksa beni artık dünyadan kalkmaya mahkûm bir varlık telakki ederek, benim bu sorularıma karşı omuzlarınızı silkerek bir umursamaz tavır mı alıyorsunuz? İşte kollarımı çaprazlamış, kararını bekliyorum. Çünkü, birkaç gün içinde, üç senedir oynatılan bu komedyaya kesin bir şekil vermeyi kararlaştırdım. Yalnız, yine kesin olarak bilmek istediğim, son düşüncenizdir. Artık, uzaktan, yalnız fikrinizle, ruhunuzla bana beraberliğinizi yazmanız yetmiyor. Bunu sizden bizzat işitmek istiyorum. ” (A. İnan, a.g.e., s. 319, 321)

Bu mektubu gönderdikten sonra, bu kadar sert oluşuna pişman olur ve otomobile atlayıp, mektuptan önce İstanbul’a varmaya karar verir. Ancak, yolda bir at arabasıyla karşılaşırlar; at şaşırır, arabanın lastiği patlar ve “Derken otomobil heybetiyle yan tarafa yıkıldı. Biz de hep birbirimiz üzerine yıkıldık.” Yeni bir otomobil getirttirirler ve üç saatlik gecikmeyle yeniden yola koyulurlar. “Bir an önce İstanbul’a gelmek isterken, pek geciktim. Fakat, hayrın bu gecikmede olduğunu hatırlamadım. Hastalığım artmıştı. Eve geldim, bu sırada Hayrettin Ağa geldi; güzel mektubunuzu verdi. Evvelden açıp okumadım. Acaba içinde ne var diye korkuyordum. Sonra, biraz tereddütle açtım. Çocuk gibi seviniyordum. Kalkıp, onu getiren ağanın boynuna sarılacaktım; fakat, tez kendimi topladım.... Fakat, Hayrettin Ağa gidince hemen yatağa düştüm; artık kendimden geçmiştim. ” Bu heyecanlı anlardan sonra mektubun sonuna şu sözleri ekler: “Evvelce söyledimdi; ben, önce kutsal görevimi sonra sizi seviyorum” (A. İnan, a.g.e., s..323,324)

Bir Anadolu delikanlısı olan Enver, sevgilisinden aldığı bir tel saçı “üzerine asılı duran Kelam-ı Kadim muhafazasına yerleştirilmek üzere şimdilik kolumda taşımakta olduğum âyet-i kerime yazılı gümüş muhafazaya” koyar. (A. İnan, a.g.e., s.327)

22 Haziran 1913

“Bir aydır mide ve barsaklardan çok rahatsızım. Bazı geceler hiç uyuyamadığım oluyor. Doktorlar bir kaplıca şehrinde bir ay geçirmemi istiyorlar. Delirmişler!” (Hanioğlu, a.g.e., m.173, 22 Haziran 1913)

* * *

Balkan faciası bütün İslam dünyasında yankılanmış, Avrupa aleyhindeki hava şiddetlenmeye başlamıştır. Bir yabancının yazdığına göre, “Balkan Savaşı’nın başlamasıyla İslam âleminin hiddet ve infiali bütün hudutları aştı. Çin’den tutunuz da Kongo’ya kadar, bütün gayret-i diniye sahibi Müslümanlar, heyecanlarından nefes bile almaksızın, Balkan yarımadasında karşılaşan ordulara gözlerini dikmiş idiler. Nihayet Türklerin felaket haberi duyulunca, İslam âleminin üzüntü ve elem feryatları her tarafta şiddetle yükselmeye başladı.” (Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.53) Hindistan’da, “Ey kardaşlar! Şu hususta fikir birliğine varınız ki, hep beraber hazret-i Halife’nin sancağı altında toplanıp, İslamiyetin selameti için şehit olmak her

müminin vazifesidir. ” haykırışlı yazılar yayımlanmaya başlar. Bir çok İslam ülkesinde Avrupa aleyhinde mitingler ve protestolar yapılır.

Bu felaket Osmanlının diğer devletler nezdindeki itibarını sıfıra düşürmüştür. Bunu, Birinci Dünya Savaşı’na girerken göreceğiz ki, küçük veya büyük hiçbir Avrupa devleti Osmanlıyla ittifak yapmaya yanaşmayacaktır.

Altı yüz yıllık topraklarından kopan insanların göç felaketleri ise insanlığın yüzünü kızartacak niteliktedir. Öldürülen sivil halkın sayısı ise göçenlerden az değildir. Balkan milletlerinin Türkler’e uyguladığı vahşetin çeşidini ve yaygınlığını yabancı gazeteci ve hariciyecilerin açık ve kapalı yayınlarında görmek mümkündür. İnsanları camilere doldurarak ateşe vermek, daha sonra Ermenilerin Doğu Anadolu’da tekrar edecekleri vahşetin bir türüdür. Asıl vahşet hikâyeleri yazılamayanlardır. Fransız Stephan Lausan diyor ki, “Ah! Fransız Bruiks gemisi kaptanının, Makedonya’da Fransız jandarma komutanının, Selanik Fransız konsolosunun İstanbul’daki Fransız elçiliğine gönderdikleri telgrafları bir kere okumak mümkün olsaydı... Hiç şüphe yoktur ki, hiçbir zaman, hiçbir sarı kitapta, biz bu telgrafların yayımlandığını göremeyeceğiz.’’ (Bayar, a.g.e., c.IV, s.1080)

Mehmet Akif, o günlerin Rumeli’sini şöyle anlatır:

İlahi altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı;

Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!

Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!

Ne bikes hânümânlar işte, yangın verdiler, yandı!

Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!12

Emin Bülent Serdaroğlu’nun

Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!

diyen şiiri de bu yıllarda yazılmıştır.

Yenilmiş ve bir yarısı kopmuş olan Osmanlı halkının ruh durumunu anlamak zor değildir. Hele Balkanlardan kopan göçlerin sığmadığı İstanbul, tam bir felaket senaryosu yaşamaktadır. Camiler, sokaklar sefalet ve acı içindeki insanlarla doludur. Ve eski başkent Edirne Bulgarların elindedir. Ancak, Osmanlı halkı ve ordusundaki öfke büyüktür. İlgi umdukları Almanya da, aleyhte baskı yapmaktadır. Bir İngiliz diplomat şunları yazar:

“Alman Hükûmeti Türklere, Enez-Midye hattını geçmemeleri için her türlü baskıyı yapıyor. İstanbul’daki Alman elçisinin korkusu, Türk Ordusunun şu ara çok kuvvetli olması ve şayet hükûmetleri Edirne’yi almalarına engel olursa, bir hükûmet darbesinin yapılacağıdır. Şu sırada tek bir Avrupalı kuvvet, Türkleri durdurmaya çalışırsa mağlup olacaktır.” (Ulubelen, a.g.e., s.143)

O günleri anlatan emekli General Hikmet Süer de “Osmanlı ordusunda da olağanüstü bir hareket ve canlılık başladı. Kurmay Yarbay Enver bu hareket ve canlılığın ruhuydu. ” diye yazar. (Hikmet Süer, atase, a.g.e, s.123)

Galipler de Osmanlı topraklarını paylaşmakta tam bir uzlaşmaya varamamışlardır. Makedonya’nın büyük bir kısmının Bulgarlar’a verilmesi Yunan, Karadağ ve Sırpları huylandırmaktadır. Romanya da kendisine verilen Silistre’ye razı değildir; Dobruca’nın tamamını istemektedir. Sonunda, paylaşma savaşı 29 Haziran 1913’te Makedonya tarafından başlatılır. Romenler de yukarıdan yürürler; Bulgar ordusu aşağılarda olduğu için kollarını sallayarak Sofya’ya doğru gelmektedirler.

Osmanlı için beklenen an gelmiştir. Berlin Büyükelçisi Mahmut Muhtar Paşa da, Yunanlıların Dedeağaç’a asker çıkardıklarını, muhtemelen Edirne üzerine yürüyeceklerini bildirerek erken davranmalarını ister. İngiliz Dışişleri Bakanı Edward Grey, elçimizi çağırarak, “Edirne’ye gittiğiniz takdirde İstanbul’u da kaybedersiniz.” diye tehdit eder. Rusya, böyle bir harekete razı olmayacağını bildirir. (Talat Paşa, a.g.e., s.17) Ancak bu fırsat da kaçacak gibi değildir; hükûmet gevşek davranırsa nelerin olabileceği de düşünülmektedir. Kabine üzerinde baskı kurularak Edirne’nin alınması için harekete geçilmesi yolunda uğraşıldıysa da; türlü problemler içinde çırpınan hükümet için böyle bir karar vermek mümkün olamadı. Enver’in öncülüğündeki genç subaylar kesinlikle hareket istiyorlardı. Sonunda Talat ve Prens Sait Halim Paşa Edirne için harekete geçilmesine karar verdiler. Devlet erkânı arasındaki tereddüt ve endişeler giderilebilmiş değildi. 17 Temmuzda Enver Bey Çerkezköy’de, “Kimsenin Türk ordularını Enez-Midye hattında durdurmaya hakkı olmadığını ve durduramayacağını, Türk hükümeti büyük devletlere boyun eğse bile, kendisinin, askerlerine Edirne ve ötesine saldırma emri vereceğini” söylüyordu. (Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, İstanbul-1911, s .198 ) Enver Trablusgarptaki Enver’ dir; ancak İttihat Terakki de arkasındadır. Talat Bey Edirne’nin kesinlikle verilmeyeceğini söylemektedir. “Gümrük vergilerine zam yapılsın diye Os-manlı vatanperverliği satın alınamaz... Edirne’nin bedeli, bu şehri savunmak için kendini feda etmeye hazır olan sadık ve cesur ordumuzun kanıdır.” (f. Ahmad, a.g.e, s.199) Fakat, savaş her halükârda para ile

olur ve Maliye Bakanı, hâzinede yüz bin lira kaldığını bildirmektedir. Âcil çözüm gereklidir. Tek yol olarak Tütün Tekeli imtiyazının süresini uzatarak para alınması düşünülür. Talat Bey, Tekel’in imtiyaz sahibi Yahudi’nin maneviyatını biraz sarsarak bu işi halledebileceğini düşünür. Ama, Yahudi kolay baş eğecek cinsten değildir. Sözleşmeyi Meclis’in hemen tasdik etmesini ister. Bunun için zaman yoktur. Sonunda Yahudi, “Üç yüz bin lira istedi; yüz elli bin liraya anlaştık. ” (Menteş, a.g.e., s.165) Sözleşme imza edilip, 1.600.000 lira alınır.

Şûrâ-yı Devlet Başkanı Halil Bey şöyle yazar: “Bakanlar Kuruluna girerken, Talat, ‘Halil Bey bu gün de karar veremezsek, Enver yarın kendi başına orduyu alıp yürüyecektir. Biz de burada, ağzımızı açıp bakakalacağız.’ demişti. Enver, Talat’ı durmadan sıkıştırıyordu.” (Menteşe, a.g.e., s.164,165) Enver Bey’in mektuplarından da anlaşılan budur. Zaten yaşanan savaşın ezikliği içinde olan yönetimde tereddütler vardır. Bu kesimlerin kararsızlığını da Talat Paşa ve arkadaşları kırarlar. 19 Temmuz’da orduya cebrî yürüyüşle ilerleme emri verilir.

Midye-Enez hattından kalkan Hurşit Paşa komutasındaki Osmanlı Kolordusu 21 Temmuz’da Bulgarların hemen hiçbir direnci ile karşılaşmadan Edirne’ye girer. Enver Bey Kaymakam rütbesiyle Kolordunun kurmay başkanıdır. İkinci Balkan Savaşı denilen bu hareketle Edirne yeniden vatan topraklarına katılmış olur. Enver Bey Edirne’de kısa bir beyanat verir: “Buradayız ve burada kalacağız. ”

Naciye Sultan’a da şunları yazar: “İşte Allahın yardımıyla Edirne’ye dün sabah girdim. Süvari tugayıyla bir gün bir gece yürüyerek, tam on beş günlük yol aldıktan ve önceki gün hafif bir savaştan sonra Bulgarlar Edirne’de, toplarını ve pek çok erzak, silah, cephane vs. bırakarak kaçtılar. İki yüzden çok da esir aldık. Yalnız, Müşir Fuat Paşa’nın oğlu, en sevdiğim süvari yüzbaşısı Reşit Bey şehit oldu. ” (A.İnan, a.g.e., s.359)

Bu arada, Enver Bey’in kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa (millî istihbarat teşkilatı), milis kuvvetleriyle ilerler; Kırcaali, Ortaköy, Dedeağaç ve Gümülcine tarafları ele geçirilir. Bâbıâli, Edirne üzerine yürürken, Meriç nehrini geçmeyeceğine dair büyük devletlere söz vermiştir. Bu yüzden Teşkilat-ı Mahsusa’nın hareketine resmen sahip çıkamaz. Ele geçirilen bölgede, “Batı Trakya İslam Cumhuriyeti” kurulur. Ancak, batılı devletlerin baskısı altında bu Cumhuriyetin ömrü iki aydan fazla süremeyecektir.

Edirne, 23 Temmuz 1913.

Edirne kurtarılmıştır. Harekete geçmek için uzun gayretler sonunda Sadrazam ikna edilmiştir. “Ama, bana sadece yeni sınıra kadar yürüme hürriyeti tanıdılar; onun ötesinden yine korkuyorlardı. Son kararları aldım ve eğer resmî olarak idareden sorumlu şahısların orduyu harekete geçirecek cesaretleri yoksa, ben emir beklemeden yaparım bunu, dedim. Görüyor musunuz, beni yine suçlu ve ihtilalci asker durumuna sokuyorlar.

Çatalca’nın kuzeyinde iki gün bekledikten sonra yürüme emri geldi nihayet. Ben bir süvari alayını ve ona destek olacak bir piyade alayını idare etmek ve Edirne üzerine yürümekle görevlendirildim. 7 Temmuz 1913 günü akşam üzeri tam dokuzda iki alay, Lüleburgaz’ın 20 km. batısındaki küçük E. Köyünden ayrıldılar ve büyük süvari alayı 8 Temmuz günü tam öğlen vakti Edirne’nin 15 km. doğusuna varmıştı bile. Kaleler ve kalelerdeki Bulgar piyadeler bizim süvarilere ateş açtılar. Bunun üzerine bir hayli zayıf görünen iki kaleye gece saldırısı yapmayı denemek üzere beklemeye karar verdim. Aynı zamanda bir temsilci, Bulgarların kaçmak üzere çıkmaya hazırlandıklarını tespit edebilmişti. Sabah saat sekizde bizim doğu sınırını kendim teftiş edince, Bulgarların şehri terk ettiklerini anladım. Şehirde atla gezindim ve aynı zamanda alayı Bulgarların peşine yolladım. ... Dört gündür beni iki büklüm yürüten inanılmaz ağrılar çekiyorum; ama hâlâ fiziğime hakimim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.174, 23 Temmuz 1913)

“Her gün yeni canavarlıklar keşfediyorum. Allah’ım, eğer varsan adaletini bir gün göstermen lazım. Avrupa bütün haklarımızı almak istiyor. Geri çevirelim istiyor ama hayır, Allah büyüktür; davamızı tek başımıza savunuruz ve ne olacağını görürüz.” (Hanioğlu, a.g.e., m.175, Edirne, 28 Temmuz 1913)

2 Ağustos 1913

“Çocuk gibi sevinçliyim; bütün İslam dünyası bana hayran diye değil, kendimden memnun olduğum için. Bir gecede Edirne’ye girebilen tek kişi olduğum için, bir de, kalelerin tamiratı hızla yapılmakta. 230 top işimize yarayacak. ... İşte böylece vatanın menfaatini emanet edebileceğimiz bir ordumuz var ve bugün vazifemizi bu lanet savaşın başında olduğundan çok daha iyi yerine getirecek kabiliyetteyiz. ... Ah bir gelip yıkılmış evleri önünde çömelmiş oturan zavallı Türkleri, iğrenç yaralar almış ihtiyarları, hükûmetin himayesine kalmış öksüzleri, her adımda karşılaştığım vahşeti görebilseydiniz, savaştan ödünüz kopardı. Buna rağmen Bulgar köylüler bizim askerlerin arasında rahat rahat yaşıyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.176, 2 Ağustos 1913)

17 Ağustos 1913

“Özel Almanya’nın bize gösterdiği sempatiden çok duygulandım sevgili dostum. Ama resmî Almanya aynı hisleri taşımıyor. Ama kendi menfaatini korumak için resmî Almanya da sonunda bizden yana olacaktır; bunu önceden görüyorum. M. Prensesinin davranışı beni duygulandırdı. Bütün iyi ve mert insanların bizden yana olduklarını görüyorum. Bu da Allah’ın bizi koruyacağı ve Edirne’nin bizde kalacağı konusunda ikna olmama yetiyor      Umarım Avrupa işgal edilen memleketlerde şehit edilen zavallı

Müslümanların çığlıklarını duyar ve onlara ibadet imkânı sağlar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.177, 17 Ağustos 1913)

“Zannediyorum Doğu Trakya’da duruma hakim olacağız. Ama, bir de Batı Trakya var.

Zorla Hrıstiyan yapılan halk ayaklandı; bu ayaklanma düşmanımız Bulgarları barış için İstanbul’a gelmeye mecbur etti.” (Hanioğlu, a.g.e., m.178, 8 Eylül 1913)

13 Eylül 1913

“Barış gelecek ama, çok elektrikli bir hava içinde. Bunun devamlı olacağına inanmıyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.179, 13 Eyül 1913)

11     Farklı değerlendirmeler ve ayrıntılar için, Ziya Nur Aksun’un Osmanlı Tarihi’nin 6. cildinin 111. sayfa ve devamına bakılabilir.

12     Safahat’ın “Hakkın Sesleri” bölümü okunmalıdır.

13     Enver Bey’in burada verdiği tarihler, resmî tarihleri tutmamaktadır.

Enver Bey Savaş Bakanı Oluyor

E

DİRNE’nin kurtarılışı Osmanlılar için yeni bir can üflenmesi gibi olur.

Talat Paşa diyor ki, “Edirne’nin yeniden zaptı, ruhen ve manen ezilmiş olan milletin maneviyatını yükseltti. Yaşamak ve çalışmak ümidi yine canlandı. Tabii bu, Türkiye’nin ölümü ve mirasını bekleyen Rusya’yı hiç memnun etmedi. ” (Talat Paşa, a.g.e, s.17)

Enver Bey ise, biraz da İttihat Terakki’nin propagandaları ile “İkinci Edirne Fatihi” olarak ününe ün katar. İttihat Terakki Partisinin tam hakimiyeti, aynı zamanda onun gücü ve önünün açılması demektir.

Enver Bey bu arada, uzayan nikâhlı nişanlılığından yakınan ve düğünlerinin yapılmasını isteyen 2 Eylül 1913 tarihli bir mektubu Saray genel sekreterine yazar:

“Üç seneyi aşkın bir zamandan beri, Naciye Sultan hazretleri ile nikâhlı duruyoruz. Araya bazı zorunlu nedenler girmekle beraber, Padişahımız efendimiz hazretleri öz evlatları gibi her ikimizi de sevdiklerini ve düğünün kendi tarafından yapılacağını bir çok defalar irade buyurdukları halde, henüz bu iradesinin yerine getirilmesine teşebbüs olunmamıştır.” Enver Bey bu mektubunda açık ve serttir: Padişah efendimiz ya düğünü yapsın, ya da ben karışmam Sultan hanım bildiği gibi yapsın desin, yahut da bu işin uzayıp soğuyacağını düşünüyorsa onu da ben bileyim. (Aydemir, a.g.e., c.II, s.406-7) Ne var ki, Naciye Sultan henüz on dört yaşındadır ve düğünleri ancak bir yıl sonra olabilecektir.

* * *

Enver Bey Edirne’den İstanbul’a döner. Herkesçe sevilen ve sayılan Ahmet İzzet Paşa Yemen’ den döndüğünden beri Genel Kurmay Başkanı ve Başkomutan vekilidir. Ancak çok kibar, yaşlı ve siyasi uğraşlardan hoşlanmayan bir kişiliği vardır. İttihat Terakki ileri gelenleri ise ordunun

mutlaka elden geçirilmesi, hatta Balkan Savaşı bozgununun hesabının sorulması gerektiğini düşünmektedir. Bunu kim yapacaktır?

Mahmut Şevket Paşa Sadrazam ve Savaş Bakanı olduğunda, önündeki en önemli mesele olarak, ordunun yeniden düzene sokulması ve eğitimini görüyordu. Bunun için Almanya’dan, Osmanlı kara ordusunu düzene sokacak bir askerî kurul istemişti. Esasen otuz yıldan beri askerî okullarda Alman öğretmenler bulunduğundan, Alman askerî eğitim tarzını almış olan subaylarımız için bir başka ülkenin tarzını benimsemek mümkün değildi. Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine Savaş Bakanı olan İzzet Paşa bu teşebbüsü devam ettirmiş ve 27 Ekim 1913’te Çürüksulu Mahmut Paşa Almanlarla bir eğitim anlaşması imzalamıştır. Alman İmparatoru bu anlaşma uyarınca, Liman von Sanders başkanlığında kırk yedi kişilik bir askerî ıslah heyeti göndermiş ve heyet Genel Kurmay Başkanı İzzet Paşa tarafından karşılanmıştır. Bu durum İngiliz-Fransız ve Rus üçlüsünün hoşuna gitmemiş ve Bâbıâli’ye baskı yapmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Osmanlı donanmasının ıslahı için bir İngiliz, jandarmanın ıslahı için de bir Fransız generalin getirilmesine karar verilmiştir. Ancak gelen bu ıslah heyetlerinin başarılı bir çalışma yapabilmesi Osmanlı Savaş Bakanlığının tutumuna bağlıydı.

Bu konu İttihat Terakki’nin asker kanadını da çok düşündürmektedir; ordunun tasfiye edilmesi ve genç subaylara teslim edilmesi fikri yaygındır. Fakat asıl kararı verecek yahut verdirecek olan Hükûmetin ve Parti’nin güçlü adamı, İçişleri Bakanı Talat Paşa’dır. Subaylar, özellikle Balkanlarda, Trablusgarp’ta ve İkinci Balkan Savaşı’nda onunla beraber olanlar Enver’e güvenmekte ve onu istemektedir. Bu konudaki gelişmeler hakkında, pek de tutarlı olmayan şeyler anlatılır.

Bu arada Enver Bey uzun süredir rahatsızlığını çektiği apandisitten ameliyat olur. Hastane günlerinde Naciye Sultan’la mektuplaşırlar; bu mektuplarda da Enver Bey duygulu ve coşkundur:

“Güzel ve Necip Sultanım,

Doktorlar bugünden itibaren bir iki saat kadar çıkmama müsaade ettiler. Sizi uzaktan olsun görebilsem! Yahut yeni dairemizi beraber görebilsek!...

Bendeniz Enver” (13 Kasım 1913) (Aydemir, a.g.e., c.III, s.423 )

Eşi Naciye Sultan hastahanede onu ziyaret ederek ilk kere görüşürler.

Sonraki bir mektubu: “Bugün otomobille Büyükdere yolunda Hürriyet-i Ebediye tepesine gittim.14 Şehitlerimizin ruhuna fatihalar okudum. Güneş, birbiri ardına şehit düşmüş bir çok arkadaşlarımın karanlık mezarlarını, en derin köşelerine kadar göstermek için sanki bana yardım ediyordu. Mazinin az veya çok feci hatıraları zihnimi dolduruyordu. Ellerimi kaldırarak hepsine yine fatihalar okudum.

“Rumeli dağlarında geceleri birbirimizin kollarına dayanarak kayaları aştığımız arkadaşım binbaşı Muhtar Bey ve diğerleri, hep birer birer gözlerimin önünden geçtiler. Nihayet, dört köşe sakalı, kuru çehresi ile karşımda canlanan Mahmut Şevket Paşa azimli gözlerini bana dikti. ...”

Aynı gün Kuruçeşme’deki yalıyı ve köşklerini de dolaşır: “Gözlerim, önümdeki denizin koyu mavilikleri içinde kaybolurken, hayalimde sizi, yanımdaki karyolada, gece halinizle düşünüyordum! Zihnimi hep böyle işgal ediyordunuz...” (22 Kasım 1913) (A. inan, a.g.e., s, 265, 268)

Enver Bey hastaneden çıkar; Padişah kendisine bir Mecidî nişan takar. 25 Kasım’da Saray’a davet edilir ve eşini ikinci kez burada görür. 26 Kasım tarihli mektubunda siyasi konulardan söz açar:

“Mukaddes Sultanım,

“Dünkü mesele hakkındaki müsaadeniz üzerine (Savaş Bakanı olmasından söz etmektedir) Talat Bey’e ve diğer arkadaşlara kesin kararımı bildirdim. Hep sevindiler. Şimdi Ahmet izzet Paşa, tarafımızdan, Arnavutluk prensliği için aday gösterilecek. Yakında bu iş üzerinde çalışmak için gidecek. Bendeniz de yeni görevime geçeceğim.

“Bütün ordu subaylarının bendenize karşı olan güveninden başka, ordunun ıslahı için tek ümidin bendenizde olduğuna inanmaları görevimi kolaylaştıracaktır. Böylece inşallah memleketimize iyi işler görmeyi başaracağım. Tabii bu işler fevkalade gizlidir.

Talat Bey, işe başlamam için sağlığımın düzelmesini bekliyor. Ve en çok Aralık ortasına doğru düğünümüzün yapılması en büyük arzumdur.” Mektup şöyle devam eder: “Derslerinizi merak ediyorum. Ziya Efendi tarih ve coğrafyaya ait bir şeyler okutuyor mu? Yoksa yalnız Arabî ve Farisî ile mi başınızı ağrıtıyor? Sultanlarımızda memlekete hizmet edenler var. Mesela Sokullu Mehmet Paşa, ancak IV. Sultan Mehmet’in anne annesinin nüfuzu ve koruması sayesinde o mevkie gelmiştir. Sizin bunları okumanızı ne kadar arzu ederdim.

“Atalarımızın durdurulmak bilmeyen azimleri ile Viyana’ya kadar gittiklerini görüp, sonra hanedanın zevk ve sefahata meyli ve milletin kendilerine uyması ile ne kadar gerilediklerini anlarsınız.

“Güzelim, işte kardeşleriniz şehzadeler için uğraşmam hep bu sebeptendir. Ama siz onlar gibi geri değilsiniz....” (A. İnan, a.g.e., 281, 283)

Naciye Sultan ise, kendisini kollaması için yalvarır:

“Enverciğim,

“Senin sağlığın bütün arzularımın üzerindedir. Allah aşkına, beni seviyorsan, her şeyden önce kendi vücudunun afiyetini gözet. Rahat etmeye kuvvet bulmaya çalış. Doktorların tavsiyesi üzerine hareket et.” (A. İnan, a.g.e., s.128)

Anlaşılan odur ki, Enver Beyin Savaş Bakanlığına gelmesine, Parti ve ordu içinde karar verilmiştir. Halil Menteş şöyle anlatır:

“Talat Bey genç komutanları topladı. ‘Kim Savaş Bakanı olacak ve Başkomutan olarak kayıtsız ve şartsız kime itaat edebilirsiniz?’ diye sordu. Enver’in Savaş Bakanı olmasında oy birliği oldu. Böylece Enver, Orduyu gençleştirmek görevini üzerine aldı.” (Menteş, a.g.e., s. 251)

Fethi Okyar Bey de, bir başka açıdan anlatır: Ordunun gençleştirilmesi ve siyasetten arındırılması konusunda kesin ısrarlı ve bunu ancak Enver Beyin yapabileceğine inanan Teşkilat-ı Mahsusacılar, gönül birliği etmiş, Peygamber’e sadakatleriyle ünlü aşere-i mübeşşere’ye benzeterek seçtikleri on subayı Başbakan Sait Halim Paşa’ya gönderirler. Bunların hepsi, Edirne’nin kurtuluşu ve Garbî Trakya Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bulunmuş kimselerdi. On seçkin kişi, kaymakam Enver Beyin, Trablusgarp ve Balkan savaşlarındaki başarıları dolayısıyla iki derece birden yükseltilerek, Tuğgeneral rütbesiyle Savaş Bakanlığına getirilmesini ister. (Okyar, a.g.e., s. 201)

“12 Aralık 1913

Bugün Talat, Cemal ve Halil Bey geldiler. Son kararımı verdim ve onlar da doğruca Başbakana gittiler.... Bugün yarın, önce sıram olduğu için miralaylığa yükseltileceğim. Sonra da, Balkan Savaşı dolayısıyla kıdemime üç yıl eklenecek. Ve sonunda bir hafta içinde tuğgenerallikle Savaş Bakanlığına atanacağım. Cemal Bey de Denizcilik Bakanı olacak.” (A. İnan, a.g.e., s.412) Aynı tarihli diğer bir mektubunda, çocuklara olan düşkünlüğünden söz eder: “Ah, Naciyeciğim! O akşamki kart üzerindeki öyle şirin yüzüyle, gülümseyerek bakan tombul çocuk ne kadar derin duygulara yol açtı. Naciye, böyle sevimli, masum simalara o kadar tutkunum ki, anlatamam. Ekseriya, bu sıra gördüğüm böyle güzel çocuklara gayri ihtiyarî durur, hayran hayran bakarım. Ne zaaf değil mi? Ah, Cenab-ı Hak inşallah kendi çocuklarımızı böyle sever, ortak sevgimiz içinde onları cidden herkesin hayretini çekecek şekilde yetiştiririz.” (A. İnan, a.g.e., s.413)

Bu sıralarda Enver Beyin ikinci bir ameliyat geçirmesi gerekmektedir. Ancak, Türk doktorlar tereddüt etmektedirler; Avrupa’da yapılırsa daha iyi olur gibilerden konuşurlar. “Son zamanda bizim operatörleri öyle

ürkütmüşler ki, en emin bir ameliyat olan bu ikinci ameliyede, ya ufak bir tepreşme olursa, sonra bize hayatı pahalıya satarlar diye illa Avrupa’da yapılmasını veyahut meşhur cerrahlardan bir ikisinin burada ameliyatta bulunmasını istiyorlar. Bu, tehlikeden değil, belki kendilerinin lüzumsuz endişelerindendir. Bu bakımdan hiçbir tehlike olmadığı içindir ki, onları ikna etmeye çalışıyorum. Böylece belki son zamanda vazgeçerler. ” (A. İnan, a.g.e., s.391) Naciye Sultan da dışarıya gitmesini istemekte ve bunun için uğraşan Talat Paşa’ya dualar etmektedir. Enver’e yazdığı mektup ise, tam Müslümancadır: “Allah aşkına tasadduk et. Ben de edeceğim. Gönlünü rahat tut.” (A. İnan, a.g.e., s.132) Bilindiği gibi, yoksullara sadaka vermek, açları doyurmak belaları uzaklaştırır ve can sağlığının güvencesi olarak kabul edilir. Doktorlar dışarıya göndermeye karar verirlerse de, bir süre sonra, ameliyatın ertelenmesinde bir sakınca olmadığı düşünülür. Enver Bey, “İşte size gülerek bir kelimecik: Gitmiyorum” der. “Allah her halde yaptığını doğru yapar. Kimbilir bunun içinde aklımızın ermediği ne gibi hikmet var...” (A. İnan, a.g.e., s.393) “Hayır Naciyeciğim, bunlar felaket değil, belki Allah bizi sınıyor. Elbette bu sınama esnasında göstereceğimiz direncin ödülü de, sabrımızın büyüklüğü ölçüsünde olacaktır. ” (a. İnan, a.g.e., s.395)

“Naciye, Allah’ımdan hiçbir zaman ümidimi kesmedim.” (A. İnan, a.g.e, s.402,403)

17 Aralık 1913. Ağrıları artmaya başlar ve doktorlar o gün ameliyata karar verirler. (A. İnan, a.g.e, s.425) Türk doktorlar, başarılı bir müdahale yaparlar.

23 Aralık1913; “Yarın ilk sargıyı çıkarıp, iplikleri kesecekler. Önemsiz bir iş. Bu olunca artık tam iyi oldum demektir. ” (A.İnan, a.g.e., s.432)

30 Aralık 1913; “Üç saatlik bir görüşmeden şimdi geldim. Bugün Talat ve Halil Beylerle, İzzet Paşanın durumuna verilecek şekil hakkında konuştuk; bir geçici yasa hazırladık. Artık yarın, bu Savaş Bakanlığı işi bitecek. ” (A. İnan, a.g.e., s.442) Ancak bunun için Ahmet İzzet Paşa’nın çekilmesi lazımdır. Paşa için düşünülen Arnavut Prensliği işi (İzzet Paşa Arnavut’tur) hem uzun vadeli hem de gerçekleşmesi yakın bir ihtimal değildir. Bu saygıdeğer insana istifasını teklif etmek zor iştir. Öte yandan, beklemek Enver Bey’e pek zor gelmektedir. Naciye Sultan’a yazdığı bir mektupta, “İşten hâlâ haber yok. Talat Bey’e telefon ettiriyorum. Bu başlangıç canımı sıkıyor; istifa edeceğim geliyor...” der. Temel mesele, Balkan Savaşı’nın verdiği görüntüden sonra

ordunun siyasetten arındırılması, gençleştirilmesi ve yeniden düzenlenmesidir.

Ahmet İzzet Paşa da bunu istemektedir. Hatta İzzet Paşa’nın kurduğu Tensikat Komisyonunda çalışan Halil Sedes Paşa, bir buçuk ay aralıksaz çalıştıktan sonra, “mutedil ve makul ölçüde” hazırlanan cetvelleri Paşaya sunduklarını, ancak, “İzzet Paşa vicdanî azaptan kurtulamayarak bunları terviç ve tatbik yoluna gidemediğini” söyler. (İnal, a.g.e., c.II, s.2026) Emekliye ayrılması gereken yüz altmış üç kişilik listenin çoğu, yaş itibariyle kendi arkadaşları olduğu için İzzet Paşa sıkıntı duymaktadır. Bir keresinde, “Bu işi ben yapamayacağım, mezuniyet alayım, birisi vekâlet etsin, yapsın.” der. (Menteş, a.g.e., s.180) Gerçekte, İttihat Terakki de gençleştirme işini Ahmet İzzet Paşa’nın yapmasını istemektedir. Bunun bir sebebi de yapılacak işin muhtemel tehlikeleridir. “Emekliye ayrılacak subayların bir çoğunun fiilî ve önemli komuta mevkiinde bulunmaları ve orduda siyasi teşebbüslere girişip, hükümeti devirmeye kalkışmak geleneği yaşamakta olduğundan, bu tedbir tehlikeli olabilir ve bir askerî ayaklanmaya yol açabilirdi. Nitekim Enver Paşa bu işi yapınca bir müddet bu gibi kaygılar beslenilmiştir.” (Halil Menteş’ten nakleden Bayur, a.g.e., c.2, kıs.4, s.317) Genç Savaş Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa’nın gerçekleştireceği düzenlemelerde, bu endişeler gerçekleşmediği gibi, tam tersine yeni bir heyecan ve sahiplenme yaşanmıştır.

İş sürüncemede kalmıştır. Sonunda, zorlukları çözmekte usta bir siyasetçi olan Talat Paşa ve Devlet Şûrâsı Başkanı Halil Menteş Bey, İzzet Paşa’ya giderler. İzzet Paşa zeki adamdır; lafı dolaştırmalarına gerek kalmadan isteklerini anlar, hatta yerine Enver Bey’in getirileceğini de tahmin eder. Bir iki nasihat cümlesinden sonra istifa mektubunu yazar.

Enver Bey, 30 Aralık tarihinde Naciye Sultan’a yazdığı mektupta, “Yarın akşam mirliva (Tuğgeneral) üniformamla gelip, saygılarımı arz etmeme müsaade eder misiniz? On beş gün sonra ise, kendi dairemizde ve yuvamızda bulunacağız...” (A. İnan, a.g.e., s.442 ) demektedir. 1 Ocak 1914 tarihli mektupta ise şöye yazar: “Yarın yeni görevime başlayacağım. İnşallah utanmam. Yarın akşam paşa üniformamı giyip, size ‘mirliva kulunuz’ diye saygılarımı sunacağım.”

2 Ocak 1914 tarihinde yayımlanan resmî tebliğde, Enver Beyin Mirliva olduğu ve Savaş Bakanlığına atandığı bildirilir:

“Harbiye Nazırı İzzet Paşa hazretlerinin istifası sebebiyle, Bingazi’deki olağanüstü hizmetleri ve fedakârlıklarından dolayı üç yıl eklenerek kıdemi sebebiyle miralaylığa yükselen Enver Beyefendinin Balkan Savaşlarındaki fedakârlığına ödül olarak üç yıl daha kıdem eklenmesiyle, rütbesine mahsus asgari süreyi tamamlamış olmasına ve miralaylıktan mirlivalığa terfi yönetmenliği gereğince terfi keyfiyeti seçilip uygulanacağına göre, sözü geçen zâtın mirlivalıktan Harbiye Nazırlığına atanmasına irade-i seniye-i hazret-i Padişahî şerefsâdır olmuştur.”

Enver Paşa 34 yaşındadır. “Enver Bey’in genç yaşında Savaş Bakanı olması, Orduda yadırganmadı, gayet iyi karşılandı. ” (İnönü, a.g.e., s.141)

Olaya bir sivil gözüyle bakan Hüseyin Cahit Bey bu atamanın çok cesurca ve fakat zorunlu olduğunu yazar:

“Ama o zamanlar bu gerçekten cesurca ve fazla atak bir adımdı. Ama o kadar gerekli ve zorunlu bir adımdı ki, zihinlere sığmayacağı bilinmekle birlikte, Balkan Savaşından darmadağınık bir halde çıkmış olan Türk ordusunu yeniden canlandırmak için bu tedbire başvurmak zorunluluğu göze alındı.” (H. Cahit, Siyasal Anılar, s. 275)

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Meclis-i Mebusan tarafından sorgulanan eski Başbakan Sait Halim Paşa, savaşın yönetimini dirayetsiz ve istikametsiz ellere verdiniz şeklinde, Enver Paşa’yı kasdeden soruya, siz de olsaydınız Savaş Bakanlığını O’na verirdiniz, diye cevap verir: “Mamafih tekrar edelim ki, o makam için, o vakitler hiç kimse başka birini düşünmüyordu.” Yazılı ifadesinde ise, Enver Paşa’nın Osmanlı kamuoyundaki yüksek itibarına işaret eder: “...Enver Paşa, kamuoyunda kazanmış olduğu hürriyet mücahitliği ve Trablus ve Edirne kahramanlıklarıyla gayet yüksek bir yer tutmuş bulunuyordu.” (Hanioğlu, a.g.e., s.28, dipnot: 24)

Daha Trablusgarp günlerinde bir dünya savaşının çıkacağını düşünen ve bu savaşa ordunun hazırlanması için Allah’tan zaman isteyen Enver Bey’e, fazla bir zaman bırakılmamışsa da imkân verilmiş olur. Savaş Bakanı olduğu gün orduya yayımladığı genelge, onun istikamet ve kişiliğini göstermesi bakımından önemlidir:

“Dinsiz bir ordunun hiçbir zaman başarılı olamayacağı bence kesin gerçektir. Görevini yapmak konusunda askeri yüreklendiren ve her türlü fedakârlığı göze aldıran güdüler içinde en etkilisi ve en güçlüsü din ve olgun imandır. Ahlak saflığı ve kalp temizliği buyuran din, askerlikte düzen ve emel bütünlüğünü kuracak olan manevi sebeplerdendir. Bundan ötürü, gerek Müslim gerek Hrıstiyan olsun, her askerin farzlar ve dinî gereklere son derecede özenle sarılmasını kesinlikle istiyorum. Komutanların da kimsenin bu konuda kaygısız hareket edememesine özen göstermelerini, kesinlikle tavsiye ederim.”

Genelge, Balkan Savaşında vatanın en mamur parçalarının elden gittiğini, Osmanlı milletinin büyük felaketler geçirdiğini hatırlatarak şöyle devam eder:

“Allah göstermesin, bir daha böyle kara günler gelmemek ve Osmanlı Hilafet namusunu tarihî kahramanlığıyla savunabilmek için orduyu hazırlamaya Padişahımız bu kullarını görevlendirdiler. Ordudan iki şey istiyorum: Mutlak bir itaat ve görevini yapmak için gece gündüz gayret. Her subay bilmelidir ki, ilerlemesi ve felaketi yalnız âmirinin elindedir. Orduda ancak, âmirlerine bütün ruhu ile itaat edenler, kendinden küçük rütbelileri evlat, kışlasını evi kadar sevenler ve görevine geceli gündüzlü çalışanlar kalabilir. Son felaketler yüzünden orduya sürülen kara lekeyi temizlemek için her subayın görevinin, gerekenden daha fazla bir gayretle çalışmak olduğunun anlaşıldığını ümit ederim. ... Cenab-ı Hak cümlemizi başarıya eriştirsin...”

* * *

Alman askerî ıslah heyeti genişletilir.

Bu heyet ve sahip olduğu yetkiler konusu da tartışılmıştır. Heyetin, yabancı bir kültür ve Ordunun mensupları olması temeline dayanan eleştirilerin muhtemelen bir çoğu doğrudur, bir kısmı da duygusaldır. Ancak, Türk Ordusunun kazandığı yeni yapı ve dinamizmde bu insanların hizmeti de tartışmasızdır. İnönü bu heyete çok geniş yetkiler verildiğini, ancak hepsinin de çok çalışkan ve yetenekli insanlar olduğunu ve Orduya çok faydalı olduklarını söyler. (İnönü, a.g.e., s.85)

Enver Paşa bahardan itibaren değişik bölgeleri denetlemeye çıkar. “Yolda, İzmir’de halkın gösterdikleri sevinç tasavvurun üstünde idi. İnşallah bu iyi kalpli milletin yüzünü böyle güldürmekte daim olacağım. ” (a. İnan, a.g.e., s.173)

mektubu. 1 Mayıs 1921 tarihli. (T.T.K. Enver Paşa Arşivi. B. 1861)

14 Burası 31 Mart olayında şehit olanların ve Mahmut Şevket Paşa’nın kabrinin bulunduğu yerdir. Daha sonra Midhat Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın kemikleri de buraya nakledilmiştir. En son 4 Ağustos 1996’da Enver Paşa’nın naşı da bu tepeye getirilerek devlet töreniyle gömülmüştür.

Umum Türkistan İstiklal Orduları Başkumandanı” mühürü. (T.T.K. Enver Paşa Arşivi. B.

1046)

II.      BÖLÜM

ENVER PAŞA

Yenilgi Kabul Etmeyen Neslin Bayraktarı

B

U GENÇ Savaş Bakanı hakkında, pek çoğu sonradan ve siyasi gayretlerle yapılmış, yalan yanlış bir çok değerlendirme vardır. Dikkat edildiğinde bunların genellikle avamî mütalaalar ve propaganda söylemlerinden oluştuğu görülür. Onu yakından tanımış ve sorumluluk yüklenmiş kesimlerin söyledikleri ise farklıdır. Bunlardan en ilgi çekici olanlarından biri, İsmet İnönü’nün değerlendirmesidir. İsmet Paşa, henüz yüzbaşı iken, Enver Paşa onu Genel Kurmay Harekât Dairesi Müdürü olarak görevlendirmiş ve üç yıldan çok birlikte çalışmışlardır. Sadece bu değerlendirmeyi okumak bile, Enver Paşa’nın en genç zamanlarından itibaren nasıl ve niçin bu ölçüde parladığını, Ordu ve Parti içinde belirleyici bir konuma geldiğini anlamamıza yeter. İsmet Paşa şöyle anlatır: “Enver Paşa ihtilalden önce ahlak, cesaret ve kahramanlık misali olarak tanınmıştır. Enver’e en çetin kıta hizmetleri tam ve itimatla emniyet edilmiştir. Enver Paşa şahsî meziyetleriyle iyi bir asker, iyi bir subay olarak, cemiyetin kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir. Askerî vasıfları bakımından vazifesever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesna kahraman olarak askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır... ” (İnönü, a.g.e, s.141)

İnönü şöyle devam eder:

“Enver Bey’in birden ön plana çıkışı, Meşrutiyetin ilanında fedakârlık ve kahramanlık olarak ön safta yer tutmuş genç subaylar arasında, şahsî ahlakı, komitacıları takiplerindeki müstesna niteliklerinin dillerde dolaşması ve bunların herkes tarafından kabul edilmesi iledir. Zamanın anlayışına göre, şahsî ahlakı, örnek denecek kadar temizdir. Eşkıya takibinde çok cesur ve başarılıydı. Kurmay subayı o zaman orduda, az çok tenkit edilen, çekiştirilen bir sınıftı. Kurmay olarak orduda itibarlı bir yer tutmak kolay değildi. Çok nitelik istiyordu. Enver Paşa bu nitelikler bakımından çok üstün, çok şöhretli idi.

“Görüştüğüm zaman fark ettim ki, çok konuşkan değildir. Konuşmalarının çekici bir

özelliği yoktu. Az konuşurdu, fakat konuşmaları etraflı, inandırıcıydı. Muhakkak ki çok cesurdu; özellikle Bulgar, Rum komitecilerinin takiplerinde başarısı büyük oldu. Meşrutiyetten sonra Hareket Ordusuna karıştı. Trablus Savaşında çalıştı. Ataşemiliterliklerde bazı tenkitlere uğradı; lükse kaçtı filan gibi. Balkan Savaşı sırasında bir ihtilalin başına geçti. Sonunda muzaffer oldu. Bir hükûmet darbesinin kahramanı olarak da, Edirne’nin kurtarılmasında da ön plana geçti.

“Savaş Bakanı olduğunda, yeni orduyu kurmak için, radikal tasfiyeci olarak fevkalade cesaretli hareket etti ve hareketleri başarılı oldu. Komutan olarak, diğer niteliklerinin üstünde komuta vasıfları gösteremedi. Strateji anlayışı ve sevk ve idare bakımından anlayışı yüksek değildi. Bu bakımdan anlayışı orta bir seviyede kaldı. Ama emir ve komutadaki tesir itibariyle niteliği yüksektir. Ama, sanıyorum ki, kendisini stratejik anlayış ve sevk-idare anlayışı bahsinde de yüksek olarak kabul ediyordu.

“Mesela Birinci Dünya Savaşı: Aslında kaybolduktan sonra savaşa girdi. Bu savaş, Marn Meydan Muharebesi ile, çabuk bir zafer kazanmak planından esasen kopmuştu. Artık uzun ve sürekli bir savaş safhasına girilmişti. Bu sürekli savaş safhasından Almanlar artık muzaffer çıkamazdı. Halbuki Enver, işte böyle bir netice belli olduktan sonra Almanlar safında harbe giriyordu. Yani Enver’in savaşa giriş şartları, tamir kabul etmez derecede elverişsizdi. Ama, madem savaşa giriliyordu, biz ordunun genç subay ve komutanları sonuna kadar görevlerimizi bütün azmimizle yerine getirmeliydik. Öyle de yaptık. Çünkü, Enver Paşa savaşa girişte takdir hatası işlemişti ama, âmir olarak metaneti ve tesiri çok güçlüydü ve bu sonuna kadar da devam etti. Hülasa, daha alt kademede askerî vazifelerde başarı kazanarak yetişti. Fakat başkomutanlıkta, yetişme yetersizliğinin ve askerî kültürünün zaafı aşikârdır.” (Z. N. Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.169-170 ve Aydemir, c.3, s.437 vd.)

Enver Paşa’yı seven ve yurt dışına çıkmasından sonra da ilgisini devam ettiren Von Kress de, Enver Paşa’daki askerî birikim noksanlığına işaret eder: “Çok değişken meslek hayatı, genç Enver’e kıt’a hizmetinin amelî tecrübelerini edinmeye ve yüksek komutanlıkları işgal ve birliklerini sevk ve idare edebilmek için, biz Almanlar’ın kaçınılması imkânsız telakki ettiğimiz esaslı bilgilere sahip olmasına zaman bırakmıyordu. Onun yüksek yeteneği, irade kuvveti, çabuk kavrama ve karar verme kabiliyeti, askerî bilgi ve eğitim noksanlarını, gerçekte bir derece giderebiliyordu... ”

Ünlü Alman başkomutanı Hindenburg’un hatıralarında naklettiği olay, Enver’in siyasi ve askerî görüşünün pek de ortalama olmadığını göstermektedir. İttifak devletleri genel kurmayları Balkanlara fazla önem vermezken, Enver Paşa İmparator kayzer Vilhellm’e, “Bizi bu Balkanlar yıkacaktır; tehlike oradadır. ” demiş ve dediği gibi de olmuştur. Askerî deha olarak nitelenen Hindenburg, Enver’in strateji ve taktikleri kavrayışından çok etkilendiğini söyler. (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2003, s.174) Hindenburg şu değerlendirmeyi yapar: “Enver Paşa şu andaki savaşın yönetimi ve yürütülmesinin esası hakkında bana olağanüstü geniş ve özgür bakış açıları gösterdi. Enver Paşa savaş hakkındaki genel ve yüksek kavrayışına rağmen, temel askerî bilgilerden, genel kurmay eğitiminden yoksundu. ” (Mustafa Çolak, Osmanlı Alman İlişkileri Çerçevesinde Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Türkçü Politikaları, İsparta 2006, s.153 )

Ziya Nur Aksun diyor ki, “Enver Paşa, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale Boğazı’na hücum edince, asla Boğazı geçemeyeceklerini ısrarla söyleyen tek adam durumundadır. ” (Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.57) Yine Enver Paşa’nın, “Tarihe İngiliz donanmasının yenilebileceğini ispat eden kimse olarak geçeceğim.” dediği anlatılır ki, Çanakkale’de bu ispat edilmiştir.

Alman Orduları Yüksek İdaresinin başında olan Falkenheim ise, Enver Paşa’nın askerî bakımdan takdir edilemeyecek kadar değerli olduğunu söyler ve Alman Dışişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda, “O askerî ve politik açıdan bizim için vazgeçilmezdir.” der. (Aksun, a.g.e., s.169, M. Çolak, a.g.e., s.152) Osmanlı Genel Karargâhında uzun zaman Kurmay Başkanlığı ve Enver Paşa’ya danışmanlık yapan Bronsart Paşa’nın yirmi yıl sonraki değerlendirmesi şöyledir: “Enver Paşa, büyük komutanlarda olması gereken tüm özellikleri taşıyordu; ancak, iki pratik ve vazgeçilmez eksiği olduğu için o kendisini ispatlayamamıştır. Birincisi keskin bir kılıç yani iyi eğitilmiş ve iyi donatılmış bir ordu. İkincisi ise, sonucu belirleyecek muharebeler kazanmayı garanti edecek kadar askerî birliği sevk etme imkânının yokluğu. Ülkenin büyük ve geniş olması, ayrıca yollarının kötü ve savaş meydanlarına olan bağlantıların düzeltilememesi, onun en büyük açmazıydı. ” (M. Çolak, a.g.e., s.154)

Yine, Savaştan yirmi yıl sonra yazan bir başka Alman yazar şöyle söyler: “Almanya’da Enver Paşa’nın çok sayıda arkadaşı ve hayranı vardı. Onun, zor günlerde bile, Almanya’ya sadık bir dost olarak kaldığını unutmayacağız. Fakat, ona gösterilen saygının daha başka ve daha derin nedenleri bulunmaktadır. O, başkalarının yaptığı gibi yabancıların korumasında rahat bir hayat sürmedi. Biz onun şahsında, idealleri uğruna ölmeyi seçebilmiş cesur bir asker görüyoruz. Enver’in bu kahramanca tutumu, Almanlar nezdinde hayranlık uyandırmaktadır.” (M. Çolak, a.g.e., s.152) Yazar, Enver Paşa’nın iyimserliğinin onu hayallere kadar götürdüğünü ileri sürer ve bunu askerî eğitim noksanlığına bağlar. “Onun, büyük komutanların sahip olduğu karakter ve yapıda olduğu halde, askerî temel eğitimden yoksun oluşu, onun büyük komutan olarak tarihe geçmesine engel olmuştur. Ondaki bu eksiklik, büyük komutanlar için vazgeçilmez olan iyimserlik ve hayal gücü özelliklerinin yeterince dizginlenememesine neden olmuştur.” (M. Çolak, a.g.e., s.154)

Aynı yazar şöyle devam eder:

“Enver, imsak, ısrar, doğruluk, sabır, çekingenlik, zarafet gibi şahsî nitelikleri nefsinde toplamış bir şarklıydı. Şarklılarda nadir rastlanan bir çalışma arzusu ve demir gibi bir iradesi vardı. Ondaki irade kudreti aşırı bir sertliğe, hatta vurdumduymazlığa kadar gidiyordu. Böylece de üstün bir karar kudreti ve sorumluluk yüklenme arzusu gösteriyordu. Savaş idaresindeki bir çok özellikleri, onun iyimserliğe mütemayil tarafını ortaya koyar. Onun da buna ihtiyacı vardı. Onun bu iyimser tarafı olmasaydı, kendisi ve Türkiye’nin ileri gelenleri üç büyük devlete karşı harekete geçemezler ve harbi sonuna kadar sürdüremezlerdi. Ancak bu nikbinlik Enver’i, hakiki durumun endişelerini gözden kaçırmaya, hatta kendini hayallere kaptırmaya kadar götürdü. Enver’in nikbinliği hissî kaynaklı olduğundan, daha tehlikeli oluyordu...” (Z.N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.168)

Carl Mühlmann’ın iyimserlik tespiti doğru olmakla birlikte bunu değerlendiriş biçimi tartışılmaya muhtaçtır. Enver Paşa’nın hiçbir şart altında inancını kaybetmeyen bir insan olduğu da bilindiğine göre, iyimserliğinin duygusal değil, iman kaynaklı olduğunu söylemek, onun mektuplarında beliren kişiliğine ve hayat çizgisine de daha uygun düşer. Enver’deki irade kudretinin aşırı sertliğe, hatta vurdumduymazlığa kadar vardığı değerlendirmesini ise, onun emrinde askerlik yapmış olanların, ona karşı besledikleri sevgi ve bağlılık tekzip etmektedir. Mühlmann’ın yazdığına göre, Alman komutanlar, genellikle Enver Paşa’yı büyük komutan olarak görmezler; ancak kişiliğine, taşıdığı yüksek değerlere hepsi hayrandır.

Enver Paşa’nın samimiyet ve iman derinliğini bir de Ali Fuat Erden Paşa’nın yazdıklarından dinleyelim:

“Enver Paşa II. Ordunun tatbikat ve manevralarına gelir; manevraların sonunda, yüzlerce subay karşısında yapılan tenkid esnasında, Osmanlı ordusunun, Balkan Savaşı’nın lekesini ve utanç veren hatırasını silerek tarih huzurunda şerefini iade etmesini diler ve ister; bu suretle subaylarımızın can damarlarına, en hassas noktalarına dokunurdu.

“Enver Paşa’nın kanaatince savaş, yalnız Balkan Savaşı’nın lekesini silmeyecek, bu savaş sonucunda yalnız Osmanlı Devleti kurtulmayacak, bütün İslam dünyası kurtulacaktı. Bu savaş sadece Osmanlı Devleti’nin değil, bütün Müslüman âleminin kurtuluş savaşı ve istiklal harbidir. Tarihin kaderi ve Allah’ın iradesi bu merkezdedir. Kendisi de bu mukadderatı gerçekleştirmeye manevi yönden memurdur.

“Sultanahmet Meydanı’ndaki mitingte hatipler onu ‘İslam’ın sancağını yed-i celadetinde tutan Enver’ diye nitelemişlerdi. Şairler onun hakkında, ‘Melekler bu milletin kurtulacağını ona fısıldadılar.’ demişlerdi. Enver Paşa, ihtimal bu sözleri ne duymuş, ne işitmiştir. Fakat, bunun böyle olduğuna inanırdı. İman ve inancı, kendi yıldızına güveni harikulade idi. ... Enver Paşa Allah’ın yardımından ve inayetinden bir an şüphe etmemiş, yenilgileri manevi bir sınav saymış, bundan dolayı inancı ve sonunda muzaffer olacağına güveni hiç sarsılmamıştır.

“Enver Paşa’nın bu iman ve itikadına, savaş sırasında Medine’yi ziyaretinde yakından

şahit olmuştum. Medine istasyonundan inince doğru Peygamber’in merkadine, Ravza-i mutahhara’ya yaya olarak gitti. İstasyondan oraya kadar epey mesafe vardı. Cemal Paşa, Faysal Bey (geleceğin Irak kralı), şerifler, seyyitler, Medine eşrafı, sivil ve askerî erkân, Enver Paşa’nın etrafında ve gerisinde yürüyorlardı. Bütün Medine halkı karşılıklı saf tutmuştu. Kasideler okunuyordu. Caddenin iki tarafında develer kesiliyor; kan, fıskiye gibi fışkırıyordu. Fakat, başkomutan vekili, kendisine yapılan bu töreni görmüyor ve işitmiyor gibiydi. O, asıl Komutanın, Peygamber’in huzuruna gitmekte idi; ona saygılarını sunmağa, asilin vekile emanet ettiği vazifenin hesabını arzetmeye gitmekteydi. Enver Paşa, benliğinden geçmiş, ellerini göğsünün üzerinde saygı ve taatle bağlamış; başını öne eğmiş, sessiz sessiz ağlıyordu. Ve bütün bu yürüyüş esnasında biteviye ağlıyor, gözlerinden yaşlar döküyordu.” (Emekli General Ali Fuat Erden, Paris’ten Tih Sahrasına, İstanbul 1949, s. 21-22)

Ziya Bey diyor ki, “Bu ifadeler Enver Paşa’nın çok yüksek olan iman ve idealine ışık tutmaktadır. Hele Enver’in Ravza-i mutahhara’ya girişini canlandıran cümleler; tüyler ürpertici bir inanç ve edep yüksekliğinin muhteşem tablosudur. ” (Z.N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.46)

* * *

İnönü değerlendirmesini şöyle bitirir: “Kahramanlığını, cesaretini, gözüpekliğini tekrar belirtmeliyim. Büyük emeller gütmüştür; mesela belki de Timurleng’i düşünmüştür. ”

Dikkat edilirse, İnönü Enver Paşa’nın hayallerine Napolyon’u değil, bir Türk cihangiri olan Timur’u koymuştur. İnönü’nün bu tahlilini değerlendiren Ziya Nur Bey, Enver’i bir Napolyon olma ve Osmanlı hanedanının yerine geçme hayalinde gibi göstermeye çalışanların söylediklerini çok ağır sözlerle reddeder: “Bunun kadar saçma bir iddia olamaz. Bu, Enver’e karşı yapılan çok âdi ve pespaye bir bühtandır. O şehidin ruhunu tazip edecek ve isyana sevk edecek kadar bayağı ve aşağı bir suçlamadır bu. Enver, Osmanlı hanedanı olmadan, bir devlet ve bir İslam birliği, hatta camiası olamayacağını en fazla kavrayan adamdır. Böyle bir şeyi aklının köşesinden bile geçirmemiş, bunu düşünmeyi bile günah ve vebal veya delilik addedecek bir fikir ve inanışın adamı olarak görünmektedir. ” (z.n. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.55) Ziya Bey, Timurleng hayalini gerçeğe daha yakın bulur. Bildiğimiz gibi Timur İmparatorluğunda devlet başkanı Cengiz sülalesinden Mahmut Han idi; Timur, emîrdi, Mahmut Han’ın Emîr-i leşkeri ve vekili idi. “O hilafeti de uhdesinde bulunduran Hanedan-ı Osmanîsiz bir devleti ne düşünmüş, ne de aklının köşesinden geçirmiştir. Evet, Enver kuvvetli imparatorluk, kuvvetli bir hilafet ve saltanat düşünmüştür; fakat bu, Osmanlı

İmparatorluğu, Osmanlı Hilafeti ve Osmanlı Saltanatı’dır. Aksi iddia, Enver’i çok küçültür ve din ü devlet için, bütün kusurlarına rağmen gayretle çalışmış olan bu şehidi, kabrinde muazzep eder. ” (z.n. Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.170)

Bir Rus hariciyecisi de onun Yavuz Sultan Selim’in ideallerini güttüğünü söyler:

“Çoğunluğun kanaatine göre Enver Paşa, Yavuz Sultan Selim’in idealini gerçekleştirme yolunda çalışmaktadır. Avrupa’dan atılan Türkleri, kendi akraba ve kandaşlarıyla, Türkistan, Kafkasya, Küçük Asya ile birleştirerek yeni bir imparatorluk kurma peşindedir. Bu imparatorluğa Afganistan, Arabistan ve İran da dahildir. ” (Nabican Bakiyev, Enver Paşa’nın Vasiyeti, İstanbul 2006, s.173, 174) Bir diğer Rus yazarı, Enver Paşa’nın, İslam dünyasında, Haçlı ordularını Anadolu’da göğüsleyen Sultan Kılıç Aslan gibi görüldüğünü söyler.

Biz de, Hüseyin Cahit Beyin anlattıklarına dayanarak bir Fatih benzetmesi yapalım: H. Cahit diyor ki, “Arkadaşları Enver’i en cesur insanlar arasında sayarlardı. Enver ve arkadaşları onun talihine, adeta dindarane bir güven beslerlerdi. Enver mektepten yeni çıkmış genç bir zabitken, Rumeli’de eşkıya takibiyle meşgul olmuştu. Bulgar çeteleriyle belki yirmi kereden fazla çarpışmıştı. Hiç birinde yaralanmadığını ve hep muvaffak olduğunu temin ediyorlardı. Çanakkale cephesini ziyaretimizde ölüm kurşunları onun otomobilinin çamurluğuna saplanıyordu. Bunları anlatanlarda ve kurşunları gösterenlerde, Enver’in hiçbir zaman fena bir tesadüfe kurban gitmeyeceğine dair kanaat vardı.” (h. Cahit, Tanıdıklarım, s.32) Enver Paşa’nın “talihine” olan güveninde herkes müttefiktir. Bu satırlar Fatih Sultan Mehmet’in sözlerini hatırlatır: Belgrad Kalesi önünde savaşırlarken, Osmanlı komutanları biraz geri çekilerek, düşmanı da kaleden uzaklaştırmak isterler. Asker içinde savaşmakta olan Sultan’a haber gönderirler: “Kâfiri dahi çekelüm. Kal’aya canlı kurtarmayalum. Padişah birkaç kadem gerüye yörüsün.” Genç II. Mehmet’in cevabı şudur: “Düşmenden yüz döndürmek mağlubiyet nişanıdur. Elhamdülillah benüm ikbalüm yücedür, idbar nasib-i düşmendür.” (Nevzat Kösoğlu, Türk Dünyası Tarihi ve..., İstanbul-1990, s.163)

Dr. Ramazan Balcı’nın, çeşitli kaynaklardan derlediği Enver Paşa’nın kişilik değerlendirmesi şöyledir:

“Onu yakından tanıyan herkesin üzerinde birleştiği nokta Enver’in bir insan olarak mükemmel ahlakî değerlere sahip olduğudur. Bir gün bile hiddetlendiğini, ağzından çirkin ve kaba bir sözün çıktığını gören olmamıştır. Sevinmek ve öğünmekten nefret eder; kızıp öfkelendiği zamanlarda bile ölçülü konuşmasını bilir. Sır saklamak ve niyetini dışa vurmamak hususunda olağanüstü bir kudreti vardır. Sulh ve sükûn onun nazarında yoklukla eşittir. Bir insanın çıkabileceği en yüksek makamlara yükseldiği halde samimiyetini ve alçak gönüllülüğünü kaybetmemiştir. Keskin bir zekâ ve salim bir muhakeme, muhatabını iyi tanıma gibi yaşından beklenilmeyen, yaradılıştan edeb ve terbiye sahibidir. İffet ve namus timsali, feragatin en üst sınırında, hayat ile ölüm arasında fark görmeyecek derecede idealist yaşamıştır. Hiçbir engel ve tehlike kabul etmeyen kalbi ona bir an bile korkunun heyecanını tattırmamıştı. Ruhunda o kadar inatçı bir azim ve sebat vardı ki, bunu yenmek mümkün değildi. Hayatında attığı adımların hiç birini geri çektiği görülmemiştir. Daima şahsî cesaretin zirvesinde yaşamış, hayatı savaştan ibaret kabul ederek her zaman tehlikenin en önünde bulunmuştur. Makedonya’daki çete savaşlarındaki haklı ününü de bu şekilde, en az on kere ölümden dönerek kazanmıştır. Trablusgarp’ta gülleler arasında dolaşır, Başkomutan’dır yine avcı hattındadır. Nihayet Belcivan’da ölüme giderken bir avuç atlının en önündedir.” (Ramazan Balcı, Tarihin Sarıkamış Duruşması, İstanbul 2005, s.131-132)

Paşa’nın mektuplarını okurken dikkatimi çeken bir özelliğini daha eklemek isterim. Öyle anlaşılıyor ki, Enver Paşa’nın ahlakî temizlik ve yüceliği, çevresindeki arkadaşlarının hususi hayatlarını etkileyecek ölçüde tesir de yaratmakta, tek başına bir ahlakî baskı unsuru oluşturmaktadır. Paşa’nın da, arkadaşlarının özel hayatlarıyla, ahlakî tutum ve davranışlarıyla ilgilendiği anlaşılmaktadır. Yurt dışında yaptıkları yazışmaların birinde, Dr. Nazım, “Hakkımda pek haklı olarak hiddet buyurmuşsunuz. ” diye başlayan mektubunda, vallahi, billahi “size söz verdikten sonra” o kadınla bir daha görüşmedim, diyor ve “Mübarek ellerinizden öperim. ” diye bitiriyor. İttihat Terakki’nin ünlü teşkilatçısı Dr. Nazım’ın bu ifadeleri, arkadaşlarının onu nasıl gördüklerini ve manevi otoritesinin büyüklüğünü yeterince hissettirmektedir. (Yamauchi, a.g.e, s. 91, m.7)

Burada Enver Paşa ve arkadaşlarının, malî konulardaki duyarlıklarını anlatan bir anekdotu da Halil Menteş’ten dinleyelim. Enver Paşa, Abraham Paşa’ya ait bir çiftliği on beş bin liraya satın almak ister. Daha sonra yurt dışına çıktıklarında bu çiftlik, ailesinin geçimi için temel dayanak olacaktır.

“Bir gün Talat Bey’in yanında idim. Enver geldi: ‘Bana bankalardan sekiz bin lira para buluver.’ dedi. Talat o zaman aynı zamanda Maliye Bakan vekili idi. ‘Ne yapacaksın sekiz bin lirayı?’ dedi. Enver de, ‘Biliyorsun, Sultan’ın altı bin lira çehiz parası duruyor. (Sultan Reşat, Naciye Sultan’ın çehiz masrafını kendi yapmıştı.) Erenköyü’nde bir köşk almak istiyor; ne gidecek, ne de görecek. Sultan’ın köşkü, diye kiraya da verilmeyecek; çürüyüp dökülecek. Abraham Paşa, Sarıyer’deki çiftliğini on beş bin liraya satmak istiyor. İsmail Hakkı Paşa, onu alalım, kömür yapacak ormanı da var, içine koyun da konulabilir, diyor. Bu şekilde kârlı bir iş de yapılmış olur. Onu satın alacağız.’ dedi.

Talat, ‘Paşam, senin en büyük ayrıcalığın fedakârlığındadır. Arkadaşların cephelerde yarı aç, yarı tok dövüşürken senin çiftlik satın almaklığını doğru bulmam. Filhakika hepimiz biliyoruz ki, Sultan’ın tahsisatı, kendi maaşın, Sultan’ın gelirleriyle bu borcu rahatlıkla ödeyebilirsin. Fakat, bu on beş bin, İstanbul içinde yüz elli bin, cephelere varıncaya kadar bir milyon olur.’ dedi. Enver Paşa, borç almaktan vaz geçti. Bir süre sonra, Sultan, bazı mücevheratını Hüseyin Hilmi Paşa vasıtasıyla Viyana’da sattırarak, paranın noksanını tamamlamış ve bu çiftlik satın alınmıştır.” (Menteş, a.g.e., s.252, 253)

Talat Paşanın dediği gerçekten de olmuştur. Büyük dedikodular yayılır: “Bu köşk ağızdan ağza dolaşırken muhteşem bir saray cesametini aldı; bin bir gece masallarındaki debdebe ve haşmet sahnelerini içinde topladı. Enver Paşa bir gün küçük bir davet yapmış, bizleri köşke çağırmıştı. Bu kadar büyütülen, dedikoduya zemin teşkil edilen köşkü görmek için gittim. Ufak bir köşkün basit döşemeli bir odasında şöyle böyle bir yemek yedik. Avrupa’da orta halli bir tüccarın bile bundan çok süslü ve değerli bir sayfiyesi vardır.” (h. Cahit Yalçın, Tanıdıklarım, İstanbul-2001, s. 28) Aynı olayı, siyasi hatıralarında da anlatan Yalçın, “O temiz karakteri, yüksek onur ve şeref duygusu, sınırsız vatanperverliğiyle Enver’in yetkilerini kötüye kullanmasına kesinlikle ihtimal vermem.” der. (H. C. Yalçın, Siyasal Anılar, s.280)

En çok ileri sürülen ve neredeyse tartışılmaya gerek duyulmayan Enver Paşa’nın hayalciliği de, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Onun çok yakınında bulunmuş ve ilişkileri itibariyle insan olarak da onu iyi tanıdığı söylenebilecek olan Eşref Kuşçubaşı aynı kanaatte değildir. Enver Paşa’nın askerî konularda, genellikle sanıldığından daha gerçekçi olduğunu, 1914 yazı boyunca yaklaşan savaşta ideolojik silahlara pek güvenmediğini söyler. (Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 2003, s.24) Mektuplarında da, güneyimizdeki Arap şeyhleri için paranın tek harekete geçirici unsur olduğunu, Müslüman oluşlarına güvenilemeyeceğini yazar.

Bir hariciyeci olan Aydın İdil, Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesini de hayalci bulmaz; zaman ve yerin çok iyi seçildiğini yazar. (Aydın İdil, Enver Paşanın Son Savaşı, İstanbul-2012, s.273 ve devamı)

Enver Paşa’nın hızlı yükselişini ve yaptıklarını onun şöhret ihtirasına bağlayanlar vardır. Belki de bütün devlet adamları ve komutanlar için doğal sayılması gereken bu insanî güdü, Enver Paşa’nın kişiliği ve hayat macerası ile tam örtüşmemektedir. İhtiras ve şöhret hırsı, sonuçta bencil güdülerdir ve “ben” tehlikeye girdiği zaman onların gücü biter. Halbuki, Enver’in bütün hayatı, kendi varlığını hiçe saymakla, tehlikeden tehlikeye atmakla

geçmiştir... Selanik’in Vardar kapısından, rütbelerini söküp dağa çıkarken, Berlin’den Trablus çöllerine koşarken, Sarıkamış cephesinde, Türkistan’da, her yerde bunun sayısız örnekleri vardır. Tanıyan herkes tanıklık ediyor ki, bu adam korkuyu bilmiyor. Bu delice cesareti şöhret arzusuna bağlamak inandırıcı değil. Ondaki inanma ve bağlanma gücünün derinliğine bakmak gerekir. Bazı insanlar inandı mı, iliklerine kadar inanır ve bağlandı mı bütün varlığı ile bağlanırlar. Enver vatana, devlete ve İslam’a böyle inanmış, böyle bağlanmıştı. Sarıkamış hareketinin son zamanlarında, cephede yazdığı vasiyetname şöyle biter: “Yaşasın dinim, vatanım ve padişahım!..” Osmanlının Başkomutan Vekili bu muhteşem kişiliği anlamak için onun iman derinliğini kavramaya çalışmak lazımdır. Çünkü, candan aziz olan sadece imandır ve iman, bütün o neslin anahtar kelimesidir...

* * *

O dönem İttihat Terakki’nin bütün ileri gelenleriyle dostluğu olan ve Cumhuriyet döneminde de pervasız bir gazeteci olarak tanınan Hüseyin Cahit Yalçın, Enver Paşa’nın kişiliği hakkında ilgi çekici anekdotlar anlatır: Bir gün, uyarısına dikkat etmeyen H. Cahit Beyin Tanin gazetesini kapatacağını yüzüne karşı söylemiş ve kapatmıştır. “Tanin iki gün kapandı. Buna hiç kızmadım ve üzülmedim. Hem de Enver’in izlediği prensipten ötürü, yakın bir arkadaşına karşı böyle davranmasından sanki hoşnut bile oldum. Şu dostluk ve hatır belasının resmî işlerden kalktığını görmek gerçek bir mutluluktu.” Tanıyan herkesin ittifak ettikleri husus, onun bu konularda istisna tanımadığıdır. “Enver bu konularda bağnaz denilecek kadar sağlam ve sertti. Adalet Bakanı İbrahim Bey, Harbiye Bakanı Enver’e bir tavsiye mektubu yazmış. Askere çağrılan biri üzerine yumuşak ve yardım edici bir işlem rica etmişti. Enver Paşa bu mektubu çerçeveleterek Harbiye Bakanlığının sofasına astırmıştı.” (H. Cahit, Siyasi Anılar, s.276 )-

Hüseyin Cahit, Paşa’nın, çok genç yaşlardaki bu başarılarına rağmen sadelik ve alçak gönüllülüğünü hiç yitirmediği üzerinde durur. Çanakkale’deki bir gezide Başkomutanın sofrasını şöyle anlatır:

“Masanın üstüne rafadan birkaç yumurta getirdiler. Biraz beyaz peynir ve yoğurt. Yemek yendi; baka kaldım. Kızım, ilk gördüğüm askere verilmek üzere cebime bir paket çikolata sıkıştırmıştı. ‘Bari bunu siz yiyin.’ diye uzattım. Çanakkale’de kaldığımız birkaç gün içinde, bir karargâha misafir olmadığımız zamanlar, yemeğe, debdebeye karşı hep aynı istihfaf hissini, hep aynı sadeliği gördüm.”

“Harp içinde idi. Subaylarımızdan biri dostlarından birkaç Alman subayını evine davet etmiş; ailece hep beraber yemek yemişlerdi.” Enver Paşa bu subayın ordu ile ilişkisini kesmiş. Hüseyin Cahit bu konuda şikâyetçi olduğunda, “Bizim memleketin anlayışına göre, bu, çirkin bir harekettir. Bir Türk subayı çirkin bir harekette bulunmamalıdır, dedi ve kestirdi attı.”

Enver Paşa gibiler gerilimi yüksek insanlardır. Güçlü bir iman, iyi bir seciye ve temiz bir ahlak olunca, bu gerilim, kişisel hırsların ötesinde millî, dinî, insanî emellere bağlanır. Enver’de olan da budur. Şevket Süreyya Bey bu yüksek gerilimi, yargılamadan, “beşerî ihtiras” olarak isimlendirir. Gerilimi yüksek insanlar, iş yapabilme yeteneği olan insanlardır ve başarıları da büyük olur. Ama, yaratılış ve eğitimle gelen ahlakî şekillenme bu gerilimi kişisel ihtiraslar haline dönüştürebilir; genellikle de böyle olur. Ancak, Enver Paşa’yı bu kategoride düşünmek, onun hayatıyla örtüşmemektedir ve tarihte bu tür insanların sayısı çok da fazla değildir. O, farklı ve gerçekten bütün varlığıyla inanmış, ihlasını hiçbir noktada yitirmemiş bir insandı.

Ancak bir husus yorum olarak ileri sürülebilir: Hayatta hiçbir zorluk tanımayan, ümitsizlik nedir bilmeyen, yıkılmayan, dünyayı sırtında taşıyabileceğini düşünen bir insan, projelerini yaparken, çevresini de kendisi gibi zannedebilir mi? Kendisinin dayanabileceği zorluklara onların da dayanabileceğini, aşabileceği engelleri onların da aşabileceğini düşünebilir mi? Enver Paşa’nın böyle bir hataya düşüp düşmediğini, açık olayların işaretinden çıkaramıyoruz. En çok eleştirilen Sarıkamış Harekâtında, Enver Paşa askeri ve komutanları zorlamıştır; ama, bu zorlama, Paşa’nın böyle bir varsayım üzerine planını kurduğu anlamına gelmiyor. Sonradan yazılan eserler, Paşa’nın zorlamasından çok, bazı komutanların gevşekliğinin altını çizerler.

Her şeye rağmen, bu kişilik özelliğinin bir ölçüde olsun tasavvur ve kararlara da yansıyacağını düşünebiliriz. Onu yeterince anlayamayanların hayalperestlik dedikleri de, Kuşçubaşı’nın, savaşta çok gerçekçi olduğunu söylemesine rağmen, bu yansımalar olabilir. Enver Paşa, bir Osmanlı kurmay subayının aldığı eğitimi almıştır. Askerliğe bu kadar meraklı olduğuna göre, buna kendi gayretleriyle bir şeyler daha eklemiş olması doğaldır. Ancak, Alman komutanlar bu eğitimin yetersiz olduğu kanaatindedirler. Onlara göre, bu eğitim açığını, doğuştan gelen kabiliyet ve zekâsıyla telafi edebildiği ve edemediği haller vardır. Carl Mühlmann’ın, eldeki malzemeyi hedefle

örtüştürememek olarak ifade ettiği noksanlığın, eğitim noksanlığından mı, hayalciliğinden mi, yoksa, yukarıda dokunulan yanılmalardan mı doğduğuna karar vermek kolay değildir. Paşanın, büyük birliklere komuta etmeden, doğrudan başkomutan vekâletine gelmesi de gerek bizimkiler, gerek Almanlar tarafından bir eksiklik olarak değerlendirilmiştir.

Ne var ki, Enver Paşa’nın başkomutanlığını, başkomutanlık düzeyinden değerlendiren olmamıştır; eleştirilerin hepsi tümen, kolordu yahut en çok ordu komutanlığı düzeyinden yapılmıştır. Mesela, O’na bağlılığı muhakkak olan amcası Halil Paşa, komutası altındaki ordudan bir birliğin alınarak İran üzerine gönderilmesine şiddetle karşı çıkmış, istifa tehdidine kadar işi götürmüştür. Halil Paşa bu kararın, o günlerde Bağdat’ta görülen, elleri bol paralı, güven telkin etmeyen bir Alman grubunun telkinleriyle alındığını düşünmektedir; oradan, öyle görmektedir. Başkomutan ise, sadece bir ordunun cephesine değil, yedi cepheye birden bakmakta, Avrupa’daki müttefik cephelerine bakmakta, müttefik karargâhla görüşmekte, üstelik, siyasi karar mekanizmalarının içinde bulunmaktadır. Yani, bu kadar geniş bir bakış açısı ve çok faktörler içinde karar vermektedir. Elbette ki, bir Kolordu yahut Ordu komutanı bu bakış açısına sahip olamaz. Askerlikte, komutanın emrine, içine sindirilmese de uyulması gerektiği savaş alanındaki tepeler örneği ile anlatılır: Bölük komutanı alçak bir tepededir, ancak önündeki düşmanı görür, tabur komutanı biraz daha yüksek bir tepededir... Komutan en yüksek tepededir; düşman ve dost kuvvetlerin durumunu en geniş ve doğru şekliyle o görür.

Enver Paşa, kararları hakkında çok konuşan bir insan olmadığı, savaştan sonra esasen konuşma imkânı da bulamadığı için, Başkomutanlık kararlarının hedef ve gayeleri, ancak o düzeyde yapılmış ciddi incelemelerle değerlendirilebilir; yapılmamış olan da budur. Hangi Başkomutanlık kararlarının savaşın gidişini olumsuz yönde etkilediği, hangi kararlar öyle alınmasaydı, savaşın kaderinin değişebileceği yönünde ikna edici bilgi ve yorumlar olmadıkça, Paşa’nın Başkomutanlığındaki eğitim yetersizliğinden söz etmek, yine de peşin hükümlere dayanmış olmaktadır. Almanlar, ne de olsa Alman okullarında yetişmemiş, Alman Ordusunda eğitim almamış birini büyük komutanlar arasında saymakta zorlanabilirler; bu, genel Alman tutumuna uygundur. Onun hızlı yükselişi de apaçık ortadadır; ama, hangi başkomutanlık hatalarını yapmıştır? Bu sorunun cevabı verilmeden, hüküm verilmiştir. Gerek Alman, -muhtemelen bir kısmı da onların etkisinde olmak üzere- gerek Türk askerî yazarlar, bu tür bir zahmete girmek yerine, hemen Enver Paşa’nın İran-Turan hayallerine atıf yaparak kolay bir açıklama yolu seçmişlerdir. Turan ülküsü, daha önce de işaret edildiği gibi, özellikle subay ve yedek subay kesiminin ateş aldığı kaynaktır. Enver Paşa’nın ülkücülüğünün daha da geniş olduğunu biliyoruz; ama, bu durum bizi, Erzurum tabyalarının ilerisinde savaşan ordunun Turan için yola koşolduğu iddiasına götürmez.16

Enver Paşa’nın mektuplarındaki, vatanperverliğin harikası sayılmak gereken ifadeleri bile gurur, kendinde üstün güçler vehmetme yahut benzeri yorumlarla nevrotik bir ruhun tezahürleri gibi sunmaya çalışanlar olmuştur. Paşa şöyle yazıyordu: “Ben, benim için yaşamak üzere yaratılmamış olduğumu anlıyorum... Ben, vatan için, vatanın her zerresi için bütün kuvvetimle ölünceye kadar çalışacak bir makine olmak istiyorum. Ne yapayım, bir kere vatanı her şeyden, herkesten daha fazla sevdim. Ona ebediyen sadık kalacağım.” Makine olmak, yani kişisel bütün ihtiras ve duygulardan soyunarak, sadece vatan için yaşamak; fena fi’l- vatan olmak... Zavallı Alman prensesinin “Bu adam bir manken!..” haykırışını hatırlayınız... Bu satırları yazan insan otuz iki yaşında Trablus’ta İtalyanlara karşı cephe kurmaya, gece gündüz demeden direnişçileri teşkilatlandırmaya çalışan bir genç insandır.

Bu iman ve idealizmi yaşayan tek insan Enver değildir şüphesiz; ama, ömrünün sonuna kadar yıkılmadan yürüyebilen çok az insandan biridir. Mizaç olarak olağanüstü gibi görünen nitelikleri ile onu kahraman yapan ve çevresine sevdiren budur. Onu bu düzeye yükselten inancındaki, bağlanışlarındaki ihlâsıdır. Kahramanlık ve çok üstün ahlakî temizliğinin de çevresinde oluşan sevgi halesinde etkili olduğu muhakkaktır. Trablugarp’ta, kendisine mektup gönderen Şeyh büyük Sünusî’nin kardeşinin O’na hitabına bakınız: “....yol göstericiliği ile ahlak sembolü, fazilet hakimlerinin tek lideri, muzaffer ataların saf soyu, Sünusîlerin yaşayan ya da ölü bütün büyük şeyhlerinin gözlerinin nuru... ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 90.) Ünlü İttihatçılardan Küçük Talat Bey de yazdığı bir mektupta ona “Sevgili ve Büyük Ruhlu Paşacığım” diye hitap etmektedir. (Yamauchi, a.g.e., m.19, s.102)

Daha sonra Suriye Millî Eğitim Bakanlığı yapacak olan, Halepli gazeteci Kürt Muhammed Ali’nin Enver Paşa’yı anlatışı, Arap dünyasının bu kahramanı algılayışını yansıtır: “O, ilmiyle amel eden, hür fikirli, kuvvetli bir irade sahibi, büyük emelleri olan biridir. O, çıkmış olduğu bu yolda yalnız olmayıp, ona yardım edenler vardır. Hatta, bunun için bütün kalpler onun sevgisinde birleşmiş, bütün insanlar ona saygıda kusur etmemeye gayret göstermişlerdir. Ona olan bu sevgi ve güvenin sebebiyse, ele aldığı hiçbir işi asla yarım bırakmamasıdır. Bu sebeple herkes onun zekâsına hayrandır. Onun ihlâsı ve samimiyeti gerçekten yücedir. O, herhangi bir şey söylediğinde, söylediklerini mutlaka gerçekleştirmekle, insanların

zihinlerinde vehim ve şüpheye yer bırakmamaktadır. Bu haliyle O, sönmüş ve kararmış kalpleri aydınlatarak, onlara yeniden yaşama ümidi vermektedir. Evet, kesin olan bir şey var ki o, halk tarafından çok sevilen büyük bir önder ve yol açıcı olan liderimiz olan Enver Paşa, gerçekten bu vasıfları kendinde toplamış, yaşayan canlı bir örnek olmakla, İslâmda bir liderin nasıl olması gerektiği sorusuna verilecek en güzel cevabı teşkil etmektedir. ” (Kürt Muhammed Ali, Enver Paşanın Ortadoğu Seyahati, İstanbul 2007, s.8)

Bir Arap şairi O’nun için yazdığı kasidede şöyle der:

Ey, büyüklerin seçilmişi, Enver Paşa!

Siz, bu çağın ruhunu diriltip,

Zamanın karanlığını bizim için aydınlığa çevirdiniz.

Biz artık en güzel beldede, en güzel zamanlarda

Enver’in hilalinin gölgesinde yaşayacağız....

(Kürt Muhammed Ali, a.g.e, s.124)

Sarıkamış’ın en dondurucu günlerinde, onun da askerle birlikte dışarıda “bir çukura kıvrılmış” olarak yattığını bütün ordu bilir.

Yakın çalışma arkadaşlarından Halil Menteş şu değerlendirmeyi yapar: “Denildiği gibi Enver hırs-ı câh ile mâlul değildi. ... Enver, saf, aynı zamanda yüksek bir ülküyle dolu bir ruhun sahibi, ülküsü uğrunda hayatı daima küçümsemiş bir kahramandır. Memlekette bayrak elinden düşünce, Buhara’da yeniden Türk bayrağına sarılmış ve oradaki Türkleri kurtarmak için Bolşeviklerle aslanlar gibi dövüşürken, eşsiz bir kahraman görkemiyle ölmüştür. ” (Menteşe, a.g.e., s.253)

Enver Paşa’ya karşı, nasılsa soğukkanlılığını koruyabilmiş bir İngiliz yazar Peter Hopkirk, onu şöyle vasfeder: “Birinci Dünya Savaşı çıktığında 32 yaşında generalliğe yükseltilen ve Harbiye Nazırı olan yakışıklı Enver, bir panter kadar çevik ve hareketli bir kılıç ustası ve aynı zamanda bulunduğu sofrada etrafını etkileyen, Fransızca ve Almancayı çok iyi konuşan, cömert, gerçek bir centilmen, cesur, girişimci, çabuk karar veren, şövalye ruhlu parlak bir kişilik sahibi” (Nakleden Aydın İdil, Enver Paşa’nın Son Savaşı, İstanbul-2013, s.131)

Enver Paşanın ilk askerlik yıllarından itibaren bir Alman hanım dostuna yazdığı mektupları, Alman Genelkurmayı, günlükler haline getirerek özel olarak bastırmış ve Alman ordusuna dağıtmıştır; hem İtalyanlara karşı

kullanmak, hem de bir subay örneği olmak üzere. Bu kitabı yayına hazırlayanlar, bu kitapta Enver Paşa’nın “bu kadar alışılmamış siyasi kehanetinin delillerini” görmektedirler. (Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul-1999, s.17)

15    Türk Tarih Kurumu’nda Rauf Orbay arşivi üzerine çalışırken bir mektup okudum. Enver Paşa’nın çok sevdiği ve güvendiği, Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Süleyman Askerî’nin annesi Enver Paşa’ya yazmış. Süleyman Askerî, çoğu gönüllü olan birliklerin başında Irak cephesinde sava-şırken, askerlerinin bozulmasını onuruna yediremeyip tabancasıyla kendisini vurmuştu. Annesi diyor ki, oğlumun ölümünden sonra yalnız kaldım. Kız kardeşimin bir oğlu var; hayattaki tek yakınımdır. Onu Doğu cephesinden alarak batıda, İstanbul’a yakın bir yerlere gönder. Enver Paşa, mektubun üzerine kırmızı kalemle “Olmaz!” diye yazmış. Bu beni çok etkilemişti.

16    O günkü Turan hayallerinin, o neslin şerefi ve bir milletin yaşama iradesi olduğunu bir kere daha belirttikten sonra, bu konudaki peşin yargıların ilgi çekici bir örneğini vermek isterim. Sarıkamış Harekâtı hakkında en gerçekçi, tarafsız değerlendirmeleri yapan General Fahri Belen, Savaşın sonlarına doğru Türk Ordusunun Bakü’ye girmesini Paşa’nın Turan hayallerine bağladıktan sonra, Enver Paşa’nın şu telgrafı çektiğini yazar: “Büyük Turan İmparatorluğunun Hazar kısmındaki Bakü şehrinin zaptı haberini meserretle karşıladım.”(Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul 1973, s.358, dipnot:11) Biz bugün de bu telgrafı meserretle karşılıyoruz; ama, böyle bir telgraf yazılmamıştır. Yine de, teşekküre değer ki, Belen, kaynağının bir roman olduğunu belirterek, hiç olmazsa okuyucuyu ikaz etmiştir.

Naciye Sultan Enver Paşa’yı Anlatıyor

E

NVER Bey’in talip olduğu Naciye Sultan, Abdülhamit Han’ın küçük kardeşi Şehzade Süleyman Efendi’nin kızıdır. Sultan Hamit, pek sevdiği bu kızı oğlu Abdürrahim Efendi ile evlendirmek ister. Ancak araya zamanın siyasi olayları ve sonunda Sultan Hamit’in tahttan indirilmesi girince, iş tavsar. Sultan Reşat tahta geçtikten sonra, Şehzade Abdürrahim meselesi yeniden canlanır; ancak, Sultan Reşat yeğenini zorlamaz. O sıralarda, Enver Bey de Naciye Sultan’ı, Sultan Reşat’tan ister. Enver Bey’in annesi, Saray’a daha önceki gelişlerinde kızı görmüş ve göz koymuştur. Naciye Sultan’ın ağabeyi Abdülhalim Efendi de hürriyet kahramanı Enver Bey’e hayran olduğu için işin olmasını istemektedir.

Sonunda Sultan Reşat yeğenini çağırır, “Kızım sen artık koca kız oldun. Abdürrahim Efendi’den başka seni isteyen birkaç kişi daha var; içlerinde Enver Bey de var. İşte hepsinin isimleri ve resimleri; bak, kararını ver. ” der. Koca kız dediği daha on üç-on dört yaşlarındadır. Bir zaman sonra öbür amcası Şehzade Vahdettin Efendi gelir ve Zat-ı Şahane emrediyor, seni isteyenlerden birini seç, der. Naciye Sultan Enver’in resmini eline alır; böylece seçimini bildirmiştir. Vahdettin Efendi, çok isabetli bir karar verdiğini, bundan herkesin memnun olacağını söyler.

Enver Bey Naciye Sultan’ı görmemiştir. “Beni annesinin tarifi ile tanıyordu. Hayalinde beni nasıl canlandırdığını bilmiyordum; fakat, mektuplar sayesinde birbirimizi tanıdık ve görmüş gibi sevdik. Bir sene süren bu tatlı ayrılık bizi birbirimize yaklaştırdı. Enver Bey yine uzakta iken, 1911’de Dolmabahçe Sarayı’nda nikâhımız oldu. Nikâhımızı Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi kıydı. O zamanın âdetine göre yapılmış olan nikâh basit bir törendi. Nikâhlım yanımda olmadığı için, ancak mektupla birbirimizi tebrik edebildik.” (Enver Paşa’nın Eşi Naciye Sultanın Hatıraları, Acı Zamanlar, İstanbul- tarihsiz, s.30-32)

Enver Bey Berlin’deyken mektuplaşmaları devam eder. Sonra Trablusgarp’a gider. “Enver Bey’in bütün cephe boyunca göstermiş olduğu yararlıklar dillere destan olmuştu... Dirayet ve basireti ile Arap kabileleri arasında birliği sağladı. ” (Naciye Sultan, a.g.e., s.35-36)

Enver Bey Trablusgarp’tan İstanbul’a geldiğinde apandisit ameliyatı olmuş; iyileşmeye başlamışsa da hastaneden henüz çıkmamıştır. Naciye Sultan onu ziyarete gider; Enver Bey’i ilk defa görecektir.

“Heyecan ve merak içindeyim. Onunla ilk karşılaşmamızın bu şekilde olması, beni de onun kadar üzüyordu. Enver Bey’i ilk defa hasta yatağında gördüm. Hastalığı günden güne iyileşiyordu. Biz de bir taraftan düğün hazırlıkları ile meşguldük. O sıralarda Enver Bey, Mirliva rütbesiyle Paşa ve Savaş Bakanı olmuştu.

“Düğün töreni 5 Mart 1914’te şimdi Işık Lisesi olan binada yapıldı. Bütün aile; uzak, yakın bütün akrabalar davetli olduğu gibi, İstanbul’daki Bakan aileleri ve dostlar da hazır bulundular. Selamlıkta erkeklere, haremde kadınlara ziyafet sofraları kuruldu, ikramlar yapıldı. Bütün sefirler ve yabancı ailelerin ileri gelenleri düğüne geldiler. Davetlilerden başka, bir sürü davetsiz misafir de içeriye girmeyi başardı. Davetiyelerin elden ele dolaşması yüzünden şahsî olarak çağrılmamış olanlar da eş ve dostlarından davetiye elde ederek içeri girebildiler. Düğün çok kalabalıktı. Hemen hemen davetliler kadar seyirciler de vardı.

“Bir tarafta saz, bir tarafta müzik ve mehter takımı çalıyordu. Ben o kadar heyecanlı ve yorgundum ki, detayları hatırlamıyorum...” (Naciye Sultan, a.g.e, s.38-39)

Ancak birkaç kere görüşebilmiş olan bu çift, derin bir aşkla birbirine bağlanacak ve mektuplaşmalarında bunu, coşkun ifadelerle dile getireceklerdir. Naciye Sultan henüz on beş yaşındadır. Enver Paşa’dan şöyle söz eder:

“Hayat arkadaşımla beraber geçen seneler zarfında dünyanın en bahtiyar ve en çok sevilen kadını olarak yaşadım. Enver Paşa’yı belki pek çok kimse kibirli, sert ve haşin olarak tanımıştır. Onun öyle olduğunu zannedenler çoktur. Fakat, dünyada onun kadar munis, yumuşak ve nazik bir insan düşünemem. Kendisiyle yaşadığım müddetçe ağzından hiç kimse için fena bir söz işitmedim. ‘Keşke ondan biraz olsun kırılmış veya ağzından kötü bir söz duymuş olsaydım. ’ diye kendi kendime çok defa düşünmüşümdür. O zaman belki kendisi hakkında fena bir hatıra besler de onu daha kolay unutabilirdim. ” (Naciye Sultan, a.g.e., s.39) Bütün ömrü savaşlar ve en sert politik mücadeleler içinde geçmiş bir insanın, başkaları hakkında kötü bir söz söylememiş olması gerçekten de ilgi çekicidir. Bugün, Enver Paşa’nın bin civarında mektubu elimizdedir ve mektuplar en mahrem yazılardır; bunların

hiç birinde, başkaları hakkında kullanılmış kırıcı bir söze rastlamayışımız, ancak onun ruh güzelliğiyle açıklanabilir.

“Enver Paşa kendisi için değil, evvela memleket, sonra da benim için yaşadı. Bunu söylemekle kendime bir paye vermek istemiyorum. O, kiminle evlenmiş olsaydı; muhakkak surette sevdiği ve beraber yaşadığı kadını bahtiyar ederdi... Herkes tarafından mağrur ve haşin olarak tanınan kocam, dünyanın en munis ve alçakgönüllü adamıydı. Büyüklenmeden çok uzaktı. ... Bu insana o kadar sonsuz bir imanım vardır ki, politika tenkitlerinden gayri, aleyhinde hiç kimsenin bir şey söylemesine tahammül edemem.” (Naciye Sultan, a.g.e, s. 39-40)

“Enver Paşa’nın çocuklara karşı büyük zaafı vardı. Küçücük çocukla saatlerce oynar, onunla meşgul olmaktan zevk alırdı. Hele Mahpeyker’e karşı çılgınca bir sevgisi vardı. Belki de ilk çocuğumuz olduğu için onu daha çok sevdiğini sanırdım. Enver Paşa dünyada hiçbir şeyden korkmayan, korku kelimesinin ifade ettiği anlamı dahi bilmeyen bir askerdi. Yalnız mini mini yavrumuz ağlamaya başladı mı, onun sesinden ürker, ona bir şey oldu diye korkar, üzülürdü.” (Naciye Sultan, a.g.e., s.45-46)

Naciye Sultan yaşadıkları garip bir olayı anlatır: “Bazı geceler, pek mühim meseleler çıkınca, hangi saat olursa olsun, Enver Paşa’nın yataktan gittiğini bilirim. Bu yüzden hayatım daima bir evham ve korku içinde geçerdi. En ufak gürültüye kulak verir, ev içinde herkesin ayak seslerini ayrı ayrı bilirdim. Oda kapısına kimin geldiğini yürüyüş tarzından ve ayak sesinden ayırt ederdim. ” (Naciye Sultan, a.g.e., s.40) Bir gece koridorda, alışık olmadığı ve ayırdedemediği sesler duyar. “Yabancı birinin eve girmiş olduğuna emindim. İnsan bazen gözünün görmediği, kulağının işitmediğini eliyle duyar ve anlar. Bazı hususlarda altıncı hissim beni hiçbir zaman aldatmamıştır. ... Nitekim, biraz sonra kapımız vurulunca, kocam hemen açmaya hazırlandı. Önüne atıldım, açmamasını rica ettim. Korktuğumu ve şüphelendiğimi söyledim. Evvela bana inanmadı; ben ısrar ettim, hatta ağlayarak yalvardım. ” Bu durumda Paşa kapıyı açmaktan vaz geçer ve iç telefonla nöbetçi yavere gelenin kim olduğunu sorar. Yaverin ve korumaların bir şeyden haberleri yoktur; kimseyi görmemişlerdir. Korumalar hemen harekete geçer ve Köşkün arka pencerelerinden birinden atlayıp kaçmaya çalışan davetsiz misafiri yakalarlar. Naciye Sultan’ın bütün ısrarlarına rağmen, Enver Paşa bu kişi ve olay hakkında kendisine hiçbir şey anlatmaz.

Naciye Sultan’ın anlattığı bir de, yalının torpillenmesi meselesi vardır: “1917 senesi idi. Marmara’da düşman danizaltılarının dolaştığını öğrendik. Hatta yalıyı torpillemek ihtimali olduğunu bize gelip haber verdiler. Bir gece polis müdürü Azmi Bey ve Bedri Bey gelerek muhakkak surette yalıyı terk

etmemiz gerektiğini söylediler. Onlar da aynı haberi getirmişlerdi. Yalının torpillenmek tehlikesi olduğunu ileri sürerek, başka bir yere taşınmamızı tavsiye ediyorlardı. Ben korkak değilim; hatta bir çok olay karşısında cesur olduğumu da söyleyebilirim. Fakat bu defa çocuğumu düşünerek ürktüm. Kocama yalıdan ayrılmak istediğimi söyledim. Enver Paşa bu olaylara kesinlikle önem vermiyordu. Ve bütün ricalarıma rağmen başka bir yere gitmeyi kabul etmedi. ” (Naciye Sultan, a.g.e., s.46)

Yine Gözlerim Doldu

E

RZURUM’a gitmek üzere, Yavuz zırhlısı ile Trabzon’a doğru yola çıkan Enver Paşa’nın, buradan eşi Naciye Sultan’a yazdığı mektuplardan bazı parçalar vereceğiz.

Enver Paşa’nın, eşi Naciye Sultan’la olan ilişkileri de sıradan değildir ve her halde çok az insana nasip olmuş bir coşkunluk içindedir. Bu iki genç, birbirlerini görmeden nişanlanmışlardır. Naciye Sultan’ın yaşı pek küçük olduğu için birkaç yıl beklemek zorunda kalmış; bu süre içinde ancak birkaç kez görüşebilmişlerdir. Birbirlerine büyük bir tutkuyla bağlanmışlardır. Evlilikleri iki gencin büyük aşkını alevlendirmiş gibidir; her şart altında birbirlerine yazdıkları mektuplar, o günlerin içten üslubunda ve tükenmez bir sevgi coşkunluğundadır. Makedonya dağlarından Türkistan mevzilerine kadar hiçbir mektubunda bu sevgi taşkınlığı azalmamıştır. Trablusgarp’tan yazdığı bir mektubunda şöyle söyler: “Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman yazdıklarımı, böyle düşman karşısında on binlerce insanın hayatını elinde tutarak, onların ve vatanın bu parçasının sorumluluğunu üzerimde taşıdığım zaman da aynıyla yazıyorum. İki gözüm! Sizi belki ebediyen göremeyebilirim. Kim bilir, yarın olacak bir çatışmada, öncekilerinde tepemden aşağı yağan binlerce misketten bir tanesi hayatıma son verir. Fakat, emin ol Sultanım ki, ölsem de sizi seveceğim ve seviyorum....” (İnan, a.g.e., s.482)

Enver Bey, Balkan Savaşı sırasında yazdığı bir mektubunda, “ufak şeyler” yüzünden göremediği helaline şunları yazar; “Korkuyorum iki gözüm; dünyada hiç korku bilmeyen bendeniz korkuyorum. Korkuyorum ki Allah, yegâne emelim olan güzel gözlerinizi görmeden ebediyen gözlerimi kapayacağımdan korkuyorum. Ölümü aşağılayan ben, şimdi yaşamak, sizin için, sizinle yaşamak istiyorum. Önceleri görevimi yaparken ölümü düşünmezdim. Ölüm tehlikesini görünce gülerdim. Şimdi görevim sırasında

ölümü görünce üzülüyorum. Ne olur, biraz bana yardım ediniz....” (A. İnan, a.g.e., s.448)

Bu kadar sevişen bu iki gencin hayatı, sayısız ayrılıklarla bölünmüştür. Bu ayrılıkların hemen hepsi, Enver Paşa’nın görevi yahut bağlandığı ülküsü sebebiyle olmuştur; yani istese, olmayabilirdi; ama o, görev bildiği şey için, acı acı yakındığı bu uzak kalışları göze almakta tereddüt etmemiştir. Çünkü, vatanı, dini ve bağlı olduğu Osmanoğulları saltanatı ondan bir görev beklemektedir. Konu bu olunca da, yani derinden inandığı mukaddesleri ondan bir fedakârlık isteyince de, tartışmadan, kişisel hiçbir endişeyi aklına getirmeden koşar. Mektuplarında bu anlayışın çok güzel ifadeleri vardır. Naciye Sultan’ın, “Dön artık...” diye çırpınan yalvarışları karşısında, 27 Temmuz 1911 tarihli mektubunda şunları yazar:

“Ne yalan söyleyeyim memleketimi her şeyden çok, hatta sizden bile çok seviyorum. Tabiî bana gücenmezsiniz. Çünkü sizin damarlarınızdaki kan bu milleti, bu devleti büyüten, yükselten bir hanedan kanıdır. Elbet siz de benim düşündüğüm gibi düşünürsünüz. Vatanımın nerede bir kılına dokunulmak istense, biz, hepimiz orada ölmek için hazır olmalıyız; sözle değil, canla başla. İşte hepimiz böyle düşünürsek bu vatan, bu millet yaşar, yükselir, biz de bu sayede rahat ederiz. Değil mi ruhum? Çocuklarımızı böyle yetiştireceğiz; her biri vatana, millete öyle büyük işler görecekler ki, bütün Osmanlılar, bütün dünya, tarih onları hayretlerle takdir edecek. Bunu sakın benim şan ve şöhret düşkünlüğüme verme. Bilakis, vatanın menfaati, saadeti yanında her şey mahvolsun. ... İki gözüm! Tabiî ne olacağı belli değil; fakat, telaş etme. Metin ol. Allah daima iyi yapar. Kadere karşı boyun eğmek gerek. Tevekkül, bütün kuvvetimizi harcadıktan sonra da bir silahtır.” (A. İnan, a.g.e., s.506)

Erzurum’a giderken Yavuz zırhlısından yazdığı bir mektupta ise, gemideki herkesin düşman gemilerini gözetleyip, savaş hali içindeyken, kendisinin başka âlemlerde yaşadığını yazar: “Gözümün önünde, güzel gözlerini üzerime dikmiş, hüzünle neler olduğunu sorar bir halde görüyorum. Oh Naciye! Ben çok zayıf olmuşum; eğer böyle mütemadiyen ağladığımı görecek olsalar kim bilir bana ne diyeceklerdir. Ne olur, her şey sakin olsaydı da ben de ayağının ucunda sadık bir köpek gibi ayrılmayaydım. ” (a. İnan, a.g.e., s.181)

Gizlice Trablusgarp’a giderken, Kahire’den, sultanına mektup yazar: “Ruhum, sultanım! Bugün size gerçeği söyleyeceğim! İstanbul’dan alelacele hareketim Trablusgarp içindi. Fakat, bunu size söylememekten maksadım, belki duyulur korkusuna dayanıyordu. Fakat şimdi bu mektubu aldığın zaman bendeniz Trablusgarp hududunu geçmiş olacağım... Bugün vatan bizden

hizmet bekliyor. Böyle anda bütün acıları unutarak onun derdini düşünüp, çaresine koşmak gerekir. ... Artık sizi Tanrı’mın birliğine emanet eder, gözlerinizden öperim sultanım, efendim. ” (A. İnan, a.g.e., s.531)

7 Eylül 1912 tarihli, Ayne’l-Mansur karargâhından yazdığı mektubunda, Naciye Sultan’ın pek acı sözlerle yaptığı “Gel” çağrılarına şöyle cevap verir: “Hem de, bin türlü sözlerle düşmana karşı gönderdiğim erkek, kadın, çocuk bu mücahitleri böylece bırakıp, ne yüzle karşınıza çıkarım?”

Şevket Süreyya diyor ki, “Naciye Sultan, Enver Paşa’nın evlilik hayatında tek kadındı. Enver Paşa için daima öyle kaldı. ”

Ne var ki, genç Enver’in bu mektupları yazdığı insan henüz çocuk sayılabilecek yaştaki bir âşık gençtir; acaba anlayabilmekte midir? O, yaşının ve yaşadığı hayatın bütün masumiyeti ile sevmekte ve sevdiğini yanında istemektedir... Galiba, Osmanoğlu da olsa Naciye Sultan’ın durumu Enver’inkinden zordur. Enver kabına sığmayan bir ruh seli, Naciye Sultan mutlu olmak isteyen bir sevgili...

Osmanlı ordularının otuz beş yaşlarındaki başkomutan vekili Enver, kamarasına çekilerek, henüz birkaç aylık evli olduğu eşini/sevgilisini düşünmeye başlar, “Sizden ayrılış, ruhumun bedenimden ayrılmasından daha dehşetli oldu. Halbuki ben, güya metin olacaktım. Güzelim, şimdi bile ne söylediğimi, ne yazdığımı bilmiyorum. Yalnız her yerim, vücudumun her noktası sizi duyuyor; sizinle yaşıyor.... Amiralin beklemesine bakmayarak bir köşede yığılıp kaldım. ... Ah Naciyeciğim! O hıçkırıklarını hâlâ işitiyorum. ... Yavuz, yavaş yavaş Boğaz’dan çıktı. Zifiri karanlıkta koca bir kara gölge gibi Boğaz’ın içinde döne döne dışarı çıkıyor. ... Ara sıra, ‘Yavaş! Torpil mıntıkasında, tehlike bölgesindeyiz!’ seslerinden başka ses yok. Etrafımızda koca bir karanlık kitle, insanlar, tayfalar, amiral, subaylar hepsi suskun. Fakat onlar geminin ön tarafına doğru bakıyorlar; ben ise hep evimize...” (A. İnan, a.g.e., s.176)

7 Aralık 1914 - Yavuz zırhlısı.

“Sevgili Meleğim,

“Gece bir türlü gözüme uyku girmedi. Sabaha karşı dalmışım; fakat, dalmamla gözümün açılması bir oldu. Rüyamda sizi kollarını bana doğru uzatmış çağırır bir halde gördüm; yine gözlerim doldu, dumanlandı ama ağlamıyordum. Yalnız hıçkırıklar boğazıma diziliyor, bana adeta nefes aldırmıyordu. Oh, yarabbi! Acaba ihsan ettiğin mutluluğun bedeli olarak mı böyle sıkıyorsun. Fakat olsun; cicimi beni çağırır gördüm ya, o yeter. Bununla bin sene ağlasam da Allah’ın lütfunu ödeyemem...”

8 Aralık 1914 - Yavuz zırhlısı.

“Güzel Meleğim, Naciyeciğim,

“İşte yine bir gece geçti; sabah oldu... Gece yarısı saat yarıma doğru bir silah başına işareti verildi. Hep gittiler. Ben zaten giyinik uzanmış olduğumdan, hemen yatağımdan kalktım, kaptan yerine gittim. Gece görünmemek için fenerler sönüktü. Her yer karanlık, amiral köprüsü üzerinde herkes uzakta bir fenere bakıyordu. Meğer posta vapurunu düşman gemisi sanmışlar. Torpido baskınına uğrayacağımızdan, hazırlanmışlar. İş anlaşıldı. ... Dört düşman gemisi Trabzon önünden batıya, bize doğru açılmışlar. Bu sırada direkteki nöbetçi uzakta gemi dumanı gördüğünü söyledi. Hemen kuzeye döndük. Peşimizden gelen nakliye gemileri sebebiyle düşmana görünmek istemiyorduk. Bir taraftan da karanlık olmasını bekliyorduk. Derken karanlık oldu. Bu sefer de İstanbul’dan gelen bir telgraf, Trabzon’da dört büyük, dört küçük düşman gemisinin kuzey-batıya doğru öğle vakti hareket ettiklerini haber veriyordu. Hesap ettik, tam saat dokuzda bizim yolumuza uğruyor. Gece işaret vermek, yerimizi belli etmek olacağından vazgeçtik. Allah’a tevekkül ile yolumuza devam ediyoruz. Anlaşılan, bir tesadüf yahut düşman bizi haber almış. Mamafih, bakalım Cenab-ı Hak inşallah korur.”

Enver Paşa’yı götüren gemi ve ardındaki nakliye gemileri Trabzon’a yanaşmaktan vazgeçerek Rize’ye gelirler. Burada yüzlerce kayık ve çoluk- çocuk, halkın desteğiyle gemiler çabucak boşaltılır.

13 Aralık 1914 - Erzurum

“Ruhum,

“İşte bir hafta oluyor ki, senden ayrı yaşıyorum. Fakat bu yaşayış ruhsuz bir vücudun dünya yüzünde kalması gibidir. Bütün düşüncem size dönük. Zihnim daima, acaba ne yapıyorsunuz, nasılsınız gibi bin türlü soruyla dolu. Ah! Naciye, sensiz yaşayabilmenin cidden imkân dışı olduğunu, bütün varlığımla duyuyorum. ... Her taraf askerle ve karla dolu. İnşallah askerin bu hevesi sayesinde iyi olacak. ... Elmasım, cicim, izninle güzel yanaklarından, dudaklarından, her yanından öpüp, kucaklayayım da, uzakta daima sizi düşünen bir vücut bulunduğunu daha yakından hissedesiniz...”

“Bu sabah yine pek erkenden, merkezdeki kıtaları görmeye gittim. Orada 1905 rakımlı tepeyi süngü hücumuyla zapteden alayı gördüm. Meğer komutanı benim sınıf

17

arkadaşımmış.17

“... Bu kıtalar dünkü askere göre daha iyi giyinmiş ve gösterişli. ... On iki saat at sırtında bulunarak sonunda karargâha döndük. Tepelerde güneş var; hava adeta sıcaktı; vadiler hizasında sis ve soğuk. Karargâha geldiğimde bıyıklarım ve kirpiklerim buz tutmuş, bembeyaz olmuştu...”

“Bu gün süvari fırkasını gördüm; pek hoşuma gitti. Subayı, erleri ve hayvanları hep genç. Dün akşam bir Rus keşif kolunu basmışlar. ... Doğrusu ordudan ümidim pek çok; inşallah yakında Cicimi de sevindirecek haberler vermeyi Allah nasip eder. ... Allah’ımdan bize üstünlük ve zafer vermesini temenni ederim. Sen de dua et olmaz mı meleğim...”

17 Enver Paşa’nın sözünü ettiği sınıf arkadaşı, 83. alay komutanı Ethem Beydir.

Yeni Bir Ruh Yeni Bir Ordu

E

NVER Paşa Savaş Bakanı olduğunda, ilk ve en âcil işi doğal olarak ordunun yeniden kurulması olacaktı. Bunun için kendisinden önce gelmiş olan Alman Askerî Heyeti en büyük yardımcısıdır. Bu heyetin sayısı ve yetkileri genişletilir. Heyet başkanı von Sanders, Ordunun durumunun hiç de iç açıcı olmadığını yazar. Subayların askere ve araç gereçlere itinası yoktur. Bir yanda depolarda açılmamış ambalajlar içinde malzemeler dururken, aynı anda asker sıkıntı çekmektedir. Atlı birlikler alabildiğine bakımsızdır.

“İstanbul’da dıştan görülen büyük ve güzel askerî binaların içleri ise, yürekler acısı bir harabeydi. Bütün köşeleri pislik doluydu. Biz düzeltmeye kalktığımız zaman, komutanlar daima, bu işler için bütçede para olmadığını söylerlerdi. Hakikatte ise, bulunmayan para değil, intizam, temizlik ve gayret fikri idi. Türkler, Alman subaylar tarafından işe zorlanmaktan hoşlanmıyor, alıştıkları anlayışın devamına çalışıyorlardı. Bir çok Türk subayının samimi kanaati ise, büyük rütbeli insanların, bizim yaptığımız küçük işlerle uğraşmasının yakışıksız olduğu merkezindeydi. Fakat ısrarımızla yavaş yavaş subayların gittikçe büyüyen bir kısmı bize yardımcı olmaya başladı. ... Teftiş edeceğim birliklere, Levazım Dairesi süratle yeni elbiseler gönderiyor, teftişten sonra bunları geri alıyordu...”

Von Sanders, Çorlu’da denetlediği bir birliğin perişan halini anlatır: Askerler çıplak ayakla eğitim yapmaktadır, subaylar altı-yedi aydır maaş alamamış, erat kazanlarından karınlarını doyurmaktadır, erler ise yıllardır para yüzü görmemişlerdir; bakımsız, zayıf ve üst-başları perişandır.

“Türk askerî hastanelerinin çoğunun durumu korkunçtu. Pislik ve akla gelebilecek bütün kötü kokular, pek dolu olan hastane koğuşlarını tahammül edilemez hale sokuyordu. Bazı teftişlerimde ağır hastaları, benden gizlemek için kapalı yerlere konmuş ve ölüme terkedilmiş gördüm. ... Askerî heyette en yüksek rütbeli hekim olan Prof. Dr. Mayer, askerî hastanelerde kısa zamanda büyük değişiklik yaptı ve iyi bir şekle soktu. Savaş sırasında Türk hastanelerinin görevlerini hakkıyla yapmaları, bilhassa bu zatın gayretiyle oldu.

Askerî heyetin ordu hizmetlerinin her sahasında başardığı işlerin bize bir hayli düşman

kazandırdığı muhakkaktır. Ama, buna karşılık pek çok kimsenin, bu gayretlerle ordunun Balkan Savaşı’ndaki durumuna göre bir hayli ileri gittiğini düşündüğü de bir gerçektir. 1914 ortalarında, merkezdeki ve kıtalardaki çalışmaların dışında, özellikle İstanbul’da Piyade, Sahra Topçusu, Yaya Topçu Okullarına ve Ayazağa’daki Süvari Gedikli Okuluna Alman yönetici ve öğretmenleri verildi ve eğitim planları genişletildi. Bundan başka Süvari Subay Okulu ve Ulaştırma Okulu kuruldu.”

Von Sanders ile Enver Paşa arasında ve diğer Alman subaylarla Türk subayları arasında yer yer sürtüşmeler ve tartışmalar da olur. Bir keresinde Enver Paşa, Türk ordusundaki Alman subaylarının çalıştırılacakları yerlerin, bizzat kendisi tarafından tayin edileceğine dair emir çıkarmış, Von Sanders’in istifa teşebbüsüne kadar ilerleyen tartışmalar olmuş, sonunda mesele kapatılmıştır. Ama, Almanların askerî bilgi, teknik ve eğitim yardımlarının orduya katkıları söz götürmez başarılardır. Enver bu konuda en büyük destektir. Liman Paşa, “Enver’in en büyük meziyeti, kendi ordusu için yapılan tavsiyelerin doğruluğuna inandıktan sonra, elinden gelen bütün gayreti harcayarak ve Savaş Bakanı sıfatıyla bütün yetkilerini kullanarak, savaş esnasında bunları düzeltmeye çalışması olmuştur.” diye yazar. Fransa’nın İstanbul’daki ataşemiliteri, Osmanlı ordusundaki olağanüstü gelişmeyi kendi genel kurmayına bildirdiğini, fakat kendisine inanılmadığını yazar. Irak Cephesinde Türklere esir düşecek olan İngiliz general Towsend de, bu cephede gördüğü askerler için, “Balkan Savaşındaki askerler değildi; maalesef bunu daha önce anlamadık. ” demiştir. (Nakleden z. n. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.76)

Ordunun ıslahının uzun zamandır gündemde olduğu, ancak buna cesaret edilemediği bilinmektedir. General A. Fuat Erden şöyle yazar:

“Bu güç işi ancak, kendisinden korkulan adam, Enver Paşa yapabilirdi. Enver Paşa, generaller ve üst rütbeli subaylar arasında kökten bir tasfiye yaptı. Komuta ve kurmay katlarına genç ve enerjik adamlar getirdi. Anarşiyi kökünden giderdi.” (Erden, a.g.e., s.28)

Enver Paşa, geldiği yer için çok genç olan yaşına rağmen, Balkan Savaşının tecrübesini yaşamış ve özellikle üst subay grubunun yeteneksiz, kararsız ve korkak durumlarını yakından görmüştü.

İsmet İnönü şöyle değerlendirir:

“Enver Paşa Balkan Savaşını yapan orduyu tümüyle değiştirmiş ve yeni bir ordu kurmuştur. Bu savaşta bulunan komutanların hemen hepsi emekliye ayrılmış ve yeni orduda miralaylardan kolordu komutanı, kaymakamlardan tümen komutanı ve yeni generallerden ordu komutanı tayin edilmiştir.” (İnönü, a.g.e, s.84)

Enver Paşa’dan beklenen temel işlerden biri de orduyu siyasetten uzaklaştırmaktı. Yukarıda bir ölçüde dokunduğumuz bir gelenekten gelen ve siyasetin günlük çekişmeleri içinde yuvarlanıp giden bir orduyu, kendisi de siyasetin tam ortasında olan bir insan ne ölçüde siyasetten arındırabilirdi? Gelenekleşmiş yapılar böyle köklü bir operasyona dayanabilirler miydi? Şüphesiz, benzeri bir çok korkular yaşanmıştır. Ama, sonradan yazan herkes, Enver Paşa’nın, hiçbir sızıltıya mahal vermeden başardığı, ordunun yeniden düzenlemesini sadece övmüşlerdir. İnönü, bu büyük hamlenin, Enver Paşa’nın elinde mümkün olan en az haksızlıkla başarıldığını söyler: “Haksızlığa uğramış mağdurlardan da bahsedildiği olmuştur; ancak, böyle bir tasfiye, Enver Paşa’nın elinde nisbeten en az haksızlıkla yapılmıştır denilebilir. Yeni ordunun kurulmasında ve bu ordunun ümitsizlikten kurtulup yeni bir çalışma şevkine sahip olmasında Enver Paşa’nın kuvvetli disiplini âmil olmuştur....”

Enver Paşa’nın orduda yaptığı bu keskin ıslahatın ilgi çekici anekdotlarından birini Ahmet Emin Yalman anlatır: “Bu arada müşir Şevket Paşa’nın oğlu Mazhar Paşa’nın teğmen rütbesine indirildiğini, bunu güler yüzle karşıladığını, bir taraftan da Tanin gazetesinde harita çizdiğini hatırlıyorum. ” (Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, İstanbul- 1970, C.I, s.197)

Ordu üzerindeki ikinci hamle, askerî siyasetten uzaklaştırmaktır: “Enver Paşa bu tasfiyeyi yaptıktan sonra, bütün gücünü orduyu siyasetten ayırmaya hasretti. Çok yakın arkadaşlarını, beraber ihtilalde bulunmuş kimseleri - aralarında küçük rütbeli olanlar da dahil - hepsini ordudan çıkardı. Bunlara dışarda vazifeler bulundu; kendilerine itibar edildi. Bir kısmına Parti içinde işler verildi. Özetle, siyaset yapmış, siyasete heves etmiş olanları ordu içinde bırakmadı. Bu hareketi yapmak şarttı.... Enver Paşa, subayların Cemiyet içinde bir teşkilat olmasını ortadan kaldırmıştır. ” (İnönü, a.g.e, s. 83, 85, 141)

Halil Menteş şöyle anlatır:

“On Temmuz ihtilaline fiilen katılmış olan subayları ordudan ayırarak, sivil hizmetlere naklettirdi. ‘Orduda herkes, düşünce ve dikkatini askerî görevine hasredecektir ve siyaset safında orduyu yalnız Savaş Bakanı, bugünlük ben, temsil edeceğim.’ emrini verdi. Bütün üst subaylar ve subaylar, O’nun kararıyla uygulaması arasında bekleme olmadığını ve ülküsü uğrunda en yakınına dahi son darbeyi vurmakta tereddüt göstermeyeceğini bilirlerdi. Yakın arkadaşlarından siyasete kaymak meylinde olanları huzuruna çağırır, ‘Üniforma ile siyaset birleşmez; sizi ikisinden birini seçmeye davet

ediyorum; siyasetle uğraşmak istiyorsanız, Ali Fethi’nin yaptığı gibi askerlikten çekiliniz, milletvekili olmanız için Partiye tavsiyede bulunurum; yahut asker kalmayı tecih ediyorsanız, siyasetle uğraşmayacağınıza dair askerlik namusunuz üzerine söz veriniz, aksi takdirde, hakkınızdaki kararım şiddetli olacaktır.’ derdi.18 Bu şekilde, cüretli ve azimli, aynı zamanda sevilir bir otorite, az zaman içinde disiplinli, yüksek eğitimli bir ordu meydana getirdi. Bu ordu, dünyanın en kudretli, en savaşçı İngiliz ve Fransız ordularını donanmalarıyla birlikte Çanakkale’den sürüp kaçırarak, tarih boyunca ebedî bir zafer harikası yarattı. Millî Mücadeleyi kazanan ordu da, bu ordunun savaşlarda pişmiş genç komutanlarının sevk ve idare ettiği ordudur.” (Menteş, a.g.e, s.251, 252)

Enver Paşa’dan pek hoşlanmayan (yahut sonradan öyle görünen) nadir subaylardan biri olan Miralay Şerif Bey, Paşa’nın Savaş Bakanı olarak yaptıklarını şöyle anlatır:

“Eski alışkanlıklarına uyup ayak sürçerek, atandıkları komutanlıklara en kısa sürede gitmeyen komutan ve subaylar derhal emeklilik emrini aldılar. İtiraz sözü ağza alınmaz oldu ve herkese bir çeviklik, bir sür’at, bir askerlik geldi. Ordu yeni bir dünyaya doğdu. Savaş Bakanlığının açık kapıları kapandı ve içeriye iş sahiplerinden başka kimse giremez oldu. Bütün işler, Almanya’dan gelen Islah Heyetinin de yardımlarıyla, kırtasiyecilikten uzak, sade bir şekilde yürümeye başladı ve ordumuz orduya, subaylarımız subaya benzedi. Herkes gördü ki, akıl ve irfan, kanun ve nizam yolunda Türkler de pek uygun yol arkadaşı olabilirmiş.

“Enver, Islah Heyetinin taşkınlığını şiddetle yasaklar ve itirazlarına rağmen bildiği yolda giderdi. O zamanki Enver, Osmanlı tarihinin birinci defa gördüğü yenilikçi, çalışkan, keskin ve azimli bir Savaş Bakanı idi. Savaş Bakanlığının ve Genel Kurmay Başkanlığının şube müdürlüklerine en temiz ve kudretli tanınmış komutanları geçirmesiyle, ordunun savaşa hazır şekilde yetiştirilmesi imkânı itirazsız elde edilmişti. Gerek Trablusgarp’taki hizmetleri ve gerek Birinci Dünya Savaşı’nın ilanına kadarki çalışmaları, hemen herkese, Enver’in iyi bir teşkilatçı olduğu fikrini vermişti.” (Köprülülü Şerif [İlden], Sarıkamış, İstanbul 2005, s.102)

Bu noktada İsmet İnönü’nün bir değerlendirmesine daha yer verelim. Enver Paşa’nın Almanlara fevkalade tutkun ve tesirleri altında olduğunu, sıradan bir gerçekmiş gibi tekrar edenler vardır. Halbuki İnönü şunları söylüyor: “Enver Paşa’nın Alman Islahat Heyeti’yle ilişkilerinde, Almanlar’a tâbi olduğu söylenemez. Bilakis, Almanlar ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. Ancak, kendisi zayıfladıkça, askerî kabiliyetlerinin ve vasıtalarının mahdut olduğunu anlamağa, öğrenmeğe başladıktan sonra, nihayet Almanların sevk ve idaresinin bir vasıtası haline gelmesi zaruri olmuştur. ” (İnönü, a.g.e., s.142)

Ziya Nur Bey, bu tahlilin evveli ile sonu arasında tezat olduğunu ve bunun da İnönü’nün üslubundan doğduğunu söyler: “Türk-Alman

işbirliğinde, Enver başka maksat gütmüş, Almanlar başka gayelerde olmuştur. Enver, teknik ve iktisadı imkânları mahdut bir devletin başında idi. Onun Alman iktisadî yardımına, tekniğine, silah ve mühimmatına ihtiyacı vardı. Almanlar, kendi yüklerini hafifletecek hareketlere para ve silah veriyorlardı. Enver onlara yarayacak askerî hareketleri teklif ederek yardım almak durumundaydı. Bunların esas kullanışını, memleketi ve devleti için lüzumlu taraflara aktarmak istiyordu. ” (Z. N.Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, İstanbul 2006, s.39)

Şu noktaları da eklemeliyiz ki, Kafkasya olayları, Ordunun Bakü’ye girişi Enver’in de, ordunun da en zayıf zamanlarında yaşanmıştır ve Enver Paşa’nın hiç de Alman sevk ve idaresinin vasıtası olmadığı açıkça görülmüştür. Rusların savaştan çekilmesiyle, çatışmaya başlayan Kafkasya üzerindeki Alman-Türk siyasetlerinde, Enver Paşa yine istediklerini almış ve kendi kararlarını uygulatmıştır. Ruslar, “İlhaksız ve tazminatsız barış” ilkesiyle çekildikleri halde, Brest-Litovsk Anlaşmasında Almanlar, Ruslara Ardahan ve Kars’ın Türkiye’ye terkini kabul ettirmişlerdir.

Kafkaslardaki bu savaşlarda, ele geçen esirler arasında Alman subayları da vardır; yani Türk birlikleri aynı zamanda ve bir ölçüde Almanlarla da savaşmışlardır. Doğrusu, Alman subaylar Enver Paşa’nın kişiliğine daima saygı duymuşlardır; savaştan sonraki tutum ve davranışlarında da bu saygı ve sevgi devam etmiştir. Bu bakımdan, İnönü, “Kendisi zayıfladıkça, askerî kabiliyetlerinin sınırlı olduğunu anlamaya ve öğrenmeye başladıktan sonra” derken, şifahi anlatımda, bir başka anlam kastetmiş olmalıdır. Çünkü bu ifadeler, kendisinin anlattığı, kendine güveni hiç sarsılmayan, kararlarından dönmeyen, hatta tartışmayan Enver Paşa imajına da pek uygun değildir.

Ş. Süreyya Bey’in kitabına aldığı, Enver Paşa’nın, Alman Islah Heyeti Başkanı ve daha sonraki 5. Ordu Komutanı olan Liman von Sanders Paşa’ya gönderdiği 1915 yılındaki bir tebliğ, O’nun hiç de başı eğik olmadığını göstermektedir. Bu tebliğde, sert bir üslupla, “Askerî Heyet Reisi sıfatıyla bugüne kadar kullandığınız haklarınızdan, aşağıdaki yetkileri kaldırıyorum. ” denilmekte ve bunlar beş madde halinde bildirilmektedir. (Aydemir, a.g.e., s.402- 403) Yine, savaş içinde Alman Başkomutanlığının, Liman von Sanders’in, Bronsart Paşa’nın yerine Osmanlı Genel Karargâhı Kurmay Başkanlığına getirilmesi isteğini reddetmişti.

Alman askerî heyetinin başkanı ve Türkiye’deki en kıdemli Alman generali olan Liman Von Sanders Paşanın, hatıralarında her vesileyle Enver Paşa’dan şikâyet etmesi, onun pek de Almanların güdümünde olmadığına işaret etmektedir. Alman Başbakanına yazdığı mektupta, “Enver’e karşı gereğinden çok hoşgörü” gösterilmesi ve Türkiye’ye yardımın derecesi konusundaki demeçlerden yakınmakta ve bunun, Alman Askerî Kurulunun çalışmalarını etkilediğini söylemektedir. Bir örnek olarak, Alman Genel Karargâhının, Bağdat cephesinin üç, dört tümenle desteklenmesi isteğine karşı Enver Paşa, “Bağdat’ın durumunu çok iyi gördüğünü ve mevsim izin verir vermez Halil Paşa’nın bir taarruza geçeceğini bildirdi. Böylece, Bağdat’taki ordunun güçlendirilmesine gidilmedi.” (Liman Von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, İstanbul 1999, c.II, s.48) Kendisinin dinlenmediğinden yakınan Sanders Paşa, “Türkler arasında etkinliğini yitirdiği gibi, buradaki en kıdemli bir Prusya generaline yaraşmayacak bir duruma da” düştüğünü belirterek istifa edeceğini Genel Karargâha bildirir. (Sanders, a.g.e, c.III. s.10)

Şunu ifade etmek zorundayız ki, Enver Paşa’yı ileri geri eleştirenlerin ve Almanlar karşısında, güya millî duyarlık gösterenlerin çoğu, savaşa Alman parası ve silahıyla girdiğimizi unutmuş görünürler. İsmet Paşa’nın yorumundaki son cümleyi bu açıklama ışığında anlamak gerekir; burada zayıflayan Enver değil, ordudur. Bu katı gerçek, sağlıklı yorumlar için unutulmaya gelmez. Ayrıca, biz, bir dünya savaşının içindeydik; müttefiklerimiz ve düşmanlarımız vardı. Askerî bakımdan bu savaşın sonucunun Avrupa’da alınacağı da kesindi; kim kazanırsa kazansın, batıda kazanacaktı. Enver Paşa da diğerleri gibi bunu biliyor ve anlaşmasına sadık kalıyor, müttefiklerinin savaşı kazanmasına destek oluyor idiyse, bunda kınanacak bir yön yoktur; açık ki, Almanlar kazansaydı, biz de kazanmış olacaktık. Bu noktayı, ortalıkta dolaşan dedikodular üzerine Enver Paşa, yurt dışından Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı, biraz kınayıcı, biraz sitemkâr mektupta dile getirir. Diyor ki, sen de askersin; savaşın, asıl batıda kaybedilip veya kazanılacağını bilirsin; bu durumda kaderimizi birleştirdiğimiz Almanları rahatlatacak askerî hareketlere girmemin eleştirilecek ne yanı vardır?

18 İleride göreceğiz ki, aynı sözleri Mustafa Kemal Beye de söyleyecektir.

Birinci Dünya Savaşı Öncesi

T

ÜRKLERİN Avrupa topraklarından çıkartılması anlamına gelen Şark Meselesi konusunda ünlü Fransız tarihçi Albert Sorel şunu söyler: “Şark Sorunu, Türklerin Avrupa’ya ayak basmalarıyla başlar.” (T. g. Djuvara ve Emir Şekip Aslan, Türkiyeyi Parçalamak İçin Yüz Plan, İstanbul-1979, s.19)

Türk/İslamların Avrupa’dan atılması gayesi hiç değişmemiştir. Romen diplomat Djuvara, Avrupalıların Osmanlıyı parçalamak için yüz plan hazırladıklarını tespit etmiştir. Djuvara’nın kitabına bir önsöz yazan Fransız hukukçusu Louis Renault şunları söyler: Bu projeler Haçlı seferlerinin devamı olarak “Kutsal toprakların alınması, bunun ardından Türklerin Avrupa’ya yerleşmelerine karşı hazırlanmıştır.” Birinciler, halkın dini duygularını harekete geçirmek üzere papalar tarafından, ikinciler ise Avrupalı krallar tarafından hazırlanmıştır. Ayrıca, Erusmus, Leibnitz ve Volney gibi zamanın düşünürleri de kendilerince planlar hazırlamışlardır. (Djuvara, a.g.e. s.19, 21)

“Hıristiyan milletler altı yüz yıl boyunca, aralıksız olarak Osmanlı Devleti üzerine saldırdılar. Politikacılar, bakanlar, yazarlar, durup dinlenmeden bu devletin parçalanması ve taksimi için planlar yapıp durdular.” (Djuvara, a.g.e. s.191) Avrupa kültürünün sabit fikir haline gelen bu hasta tutumunun, hariciyecilerimizden Osman Olcay şu özelliğine dikkati çekmiştir: Osmanlının “sadece imparatorluk olarak değil, soy ve ulus olarak da (Avrupa’dan)atılmasına çalışılmıştır.” (Osman Olcay, Sevr Anlaşmasına Doğru, Ankara-1981, s. X) Bizim Avrupa’da geri attığımız her adımın facialarla dolu olması, çekildiğimiz her toprak parçasında mezar taşlarımıza kadar kırılması bu hasta anlayışın işaretidir.

1912 yılında yapılan bir anlaşma bu hasta tutumun ibretli ve komik bir göstergesidir. “Türkler bu güzel beldeyi (İstanbul) gerektiği gibi ıslah edemezler; gerekli paraya sahip değillerdir. En güzel çare, onu devletler arası

bir şehir haline getirmektir. Bu sebeple Haydarpaşa ve Asya tarafından bir kısım arazi Almanların, Beyoğlu ve civarı Fransızların, Boğaziçi Rusların, Denize kadar Galata tarafı Avusturyalıların, İstanbul tarafı İngilizlerin olmalıdır. İtalyanlar Trablusgarp’ı işgal ettiklerinden Türkiye’nin başşehrinde onların hakkı kalmadı.” (Djuvara, a.g.e. s.185)19

On dokuzuncu yüz yılın ortalarından itibaren Avrupalı devlet adamlarının Osmanlıya bakışı aşağılayıcıdır; Sultan Abdülaziz Han’ın Sadrıazamının Osmanlıyı tasviri de hicranlıdır. Şöyle diyor: “Devlet-i âliyye kabuksuz bir yumurta gibidir; bir taraftan birileri dokunacak olsa, maazallah akıp gidecektir. ”

1914’lere gelindiğinde, İmparatorluğun perişanlığı içinde, gücü ve iradeyi temsil eden tek kuruluş vardı: İttihatçılar. İttihatçılar, okumuş kesimlerin bu hali karşısında halkı temsil eden güç kaynağı idiler. Enver Ziya Karal bu gücü üç sebebe bağlar: 1. İmparatorlukta en yaygın teşkilat İttihat ve Terakki’ninki idi. 2. Bu teşkilat aydınlar, eşraf ve ordunun subay kesimine dayanıyordu. 3. “Parti liderlerinin karakteri ve ülkücülüğü. Enver, Talat ve Cemal üçlüsü, İttihatçıların beyni ve ruhunu temsil etmekte idi. Genç, dinamik ve pervasız idiler.......................................................... Bu kadro, memleketin içinde bulunduğu

durumun perişanlığı karşısında kötümser değillerdi. Bu perişanlığa son verilebileceğine inandıkları bir ülküleri vardı. Bunun temelini Osmanlı İmparatorluğu’nun tam bağımsızlığı ve güvenini sağlamak teşkil ediyordu.” (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara-1996, c.IX, 375 )

Osmanlının savaşa giriş zorunluluğunu değerlendirebilmek için, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, dünya politikası içindeki yerini ve gücünü nesnel ve soğukkanlı bir şekilde anlamak gerekir.

Şunu açıklıkla görmeliyiz ki, dünya politikası, Osmanlı Devleti dışındaki devletler arasında oluşuyordu ve Osmanlının hiçbir ağırlığı yoktu. Hele, Balkan felaketinden sonra, Osmanlı, sadece paylaşılması diğer devletler arasında sorun olan bir konu idi; ama, paylaşma kavgalarında kimsenin Osmanlıya bir şey sorduğu yoktu. Osmanlının siyasi gücü de, askerî gücü de yok sayılıyordu. Çıplak gerçek budur.

Esasen, Tanzimat’tan beri, Osmanlının “tamamiyet-i mülkiyesi” yani ülke bütünlüğü, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle devlet adamlarımızın “maharet-i kalemiyesi ile” korunmaya çalışılıyordu. Sultan Abdülhamit döneminde buna bir dereceye kadar Hilafet kurumunun gücü eklenebilmişti. Fakat, Osmanlıyı

ayakta tutan, sömürgeci devletlerin kendi aralarındaki rekabet ve dengeler ve kendi iç sebepleri idi. Bu sebepler paylaşma sürecini geciktiriyordu. Osmanlı devlet adamları ise, bu rekabet ve dengelerden yararlanmaya çalışarak, en az kayıplarla günü kurtarmaya çalışıyorlardı. Bütün iyi niyetli gayretlere rağmen, on dokuzuncu yüzyıl boyunca yapılanlar Osmanlıyı, bir batılı devletin desteği olmadan ayakta durabilecek duruma getirememişti; hüzünlü de olsa, gerçek budur. Osmanlı Devleti Kırım Savaşı’ndan sonra Avrupalı devletler tarafından kurulan hiçbir ittifaka alınmamıştır; sürekli itilmiş ve yalnızdır. 93 Savaşı’nda Ruslar İstanbul’un Yeşilköyü’ne zafer anıtı dikmiş, Balkan Savaşı’nda Bulgarlar nerdeyse İstanbul’a girmişti. Almanya dahil bütün Avrupalı devletler, Avrupa topraklarımızı terk etmekten başka çaremiz olmadığını, dostça öğüt verir gibi bize bildiriyorlardı.

Yirminci yüz yıla girerken İngiltere Kıbrıs ve Mısır’a egemen olarak Hindistan yolunu da az çok güvenlik altına almıştır. Rusya’nın Kafkaslardan Basra Körfezi’ne doğru sarkmasını engellemek öncelikli meselelerinden biridir. Ancak, on dokuzuncu yüz yıl içinde gittikçe güçlenen Almanya’nın yarattığı tehdit, dış politika sorunu olarak öne çıkmaya başlamıştır. İngiltere Almanya’yı tehlikeli bir rakip olarak görmektedir. Fransa doğal müttefiki olsa da, Rusya olmadan, hele Rusya’nın Almanya safında yer alması halinde bu güçle başa çıkamayacağı kanaatindedir. İşte bu değerlendirme ve gerçek, İngiltere’nin Rusya siyasetini büyük ölçüde etkilemiş ve bu devleti Alman saflarında görmemek için, Osmanlının bütünlüğü meselesinden kolaylıkla vazgeçmiştir. Şark Meselesi’nin Osmanlının Asya topraklarının da paylaşılması şeklinde sona yönlendirilmesi bu siyasi arka planda olmuştur.

Reval Mülakatı olarak bilinen, Fransa’nın aracılığıyla Rus Çarı ve İngiltere Kralının görüştükleri toplantıda, bu üç büyük devlet anlaşmışlardı. Bu ülkelerin Osmanlı paylaşımında birbirlerini gözetlemelerinden doğan dengelere dayanan Osmanlı, artık yalnız kalmıştı. “Şimdiye kadar iyi kötü Rus ve İngiliz anlaşmazlıkları arasında nefes almaya uğraşan Türkiye, artık bu dayanağı da kaybetti. Çırılçıplak kendi başına kaldı.” (1.Dünya Savaşında Türkiye, Hazırlayanlar: Mehmet Okur, Selçuk Ural, Erzurum 2001, s.21) Meşrutiyet sonrasında Hükûmet, büyük devletlerden birine yaslanarak kendine çeki düzen verme yolunu dener. İngiltere’ye kalabalık bir heyet gönderilir; bu heyet “Hatta himaye talebine kadar işi götürdü. ”(A.g.e., s.23) Ama, kabul edilmez. Yüzünü Almanya’ya dönen Bâbıâli, buradan da olumlu bir sonuç alamaz.

Ve, herkes her şeyi gerektiğinden iyi biliyordu; yani, sorunun Osmanlının paylaşılması olduğunu, bunun için gizli-açık çekişmelerin sürdüğünü, bütün hükümetler biliyordu. Başarılı denilen hükümetler, bu çekişmeleri yakından izleyip, doğru değerlendirmeler yaparak ona göre politik ilişkiler kurmaya çalışanlardı. Fakat unutulmasın ki, Cevdet Paşa’nın “maharet-i kalemiye” dediği bu politik çıkışlar, sonuçta, hastaya bir kaşık su vermekten öte değildi. Şüphe yok ki, son söz iktisadî ve askerî gücündü; o da Osmanlıda yoktu. Mahmut Muhtar Paşa’nın ifadesiyle, “1912 Balkan Savaşı ile çok zayıf düşmüş, manen pek küçülmüş ve dermansız kalmış olan Türkiye parasız, silahsız, mühimmatsız ve teçhizatsız idi.” (Mahmut Muhtar, Maziye Bir Nazar, İstanbul 1999, s.226)

Şubat 1913’te Fransa’ya gönderilen eski Başbakan Hakkı Paşa ve maliyeci Cavit Bey’in Fransa Hükûmeti’nden bütün talebi, Osmanlı Hükümetinin Paris Borsasından borçlanabilmesi için izin verilmesinden ibaretti. Başka hiçbir imkânları kalmamıştı...

İleride göreceğiz ki, hiçbir devlet, “Oklanmış avımızdır.” diye gördüğü Osmanlıyı ittifakına almayacaktır. Kimisi taleplere cevap bile vermeyecek, Rusya ise alay edecektir.

Osmanlının, kişisel olarak hepsi de son derece onurlu olan yöneticileri, bu aşağılayıcı tavırlar karşısında yine de kapı kapı dolaşmaktan başka yol bulamayacaktır. Osmanlının Ankara’dan Sivas’a demiryolu yapmasına Rusya’nın izin vermediğini bilirsek, bilinmesi gereken başka şey kalır mı? (F. Rıfkı Atay, Zeytindağı, İstanbul-1964, s. 27 )

Balkan Savaşı sonunda Osmanlı Devletinin durumunu değerlendiren Hik-met Bayur, bize ağır gelse de şunları söyler: “Gerek Bağdat, gerek Doğu Anadolu demiryolları işlerinin açıkca gösterdiği gibi, Osmanlı İmparatorluğuna bizim şimdi Cumhuriyet döneminde anladığımız ve alıştığımız anlamda ‘Devlet’ adını vermek elden gelmez. Bu ‘devlet’ bir demiryolu, liman, rıhtım veya herhangi bir bayındırlık işi gördürebilmek, gümrük ve vergilerini, işine geldiği gibi düzenleyebilmek için biteviye yabancılara başvurmak ve onlardan ödünler karşılığı olarak izinler koparmak zorundadır; yani Devletin varlığının en belli başlı temellerinden biri olan mali ve iktisadi işlerde eli, ayağı bağlıdır ve kâh açıktan açığa, kâh içten içe kendisine düşman olan yabancı devletlerin boyunduruğu altındadır.” (Bayur, a.g.e. c.2, kısım:1, s.510)

Çok daha uzunları eklenebilecek olan bu tespitten sonra kısa bir yorum yapalım: Osmanlı, tartışılabilecek çeşitli sebeplerle artık tükenme noktasına gelmiştir ve Osmanlı aydınları bunu pekala görmektedir. Ama yapabilecekleri bir şey yoktur. Sihirli formüllerin, meşrutiyet, meclis gibi teranelerin kurtarıcı olmadığını da ağır bedeller ödeyerek anlamıştır. Şimdi ne yapacaktır? Osmanlının, Avrupa devletlerinden bir kesimine dayanarak gerçek ıslahatlar, kalkınma hamleleri yapabileceği bir zaman kazanma şansı da kalmamıştır. Bu hamlelerin de kısa sürede olamayacağını anlamışlardır. Bunu en erken anlayan ve eğitim, ulaştırma, iletişim gibi alanlarda büyük hamleler gerçekleştiren Sultan Hamit’in vardığı nokta da ortadadır; yarım kalmıştır.

Savaş bulutları toplanmaya başladığında, Osmanlı aydınları, her şeye rağmen yaslanacakları bir devlet aramakta idiler; ama bulamayacaklardır.

Enver gibi gece gündüz devletini düşünen, ölçen, tartan bir asker için, elinde insandan başka bir imkân kalmadığını görmek zor değildi. Evet, Os­manlının elinde eğitimsiz, silahsız, düzensiz de olsa imanından şüphe etmediği bir insan unsuru vardır. Çıkacak savaşta tarafsız kalmak, ölümü oturarak beklemekti. Ne Enver, ne o nesil böyle bir hacaleti kabul edemezlerdi. Tek yol vardı: savaşmak! Kendisini yok etmeye karar vermiş devletlerden merhamet dilenerek varılacak bir nokta yoktu. En kötü ihtimalle savaşarak kaybetmek! Enver ve arkadaşları tarihin en doğru kararını vermişlerdir. Ama, bu hiç de kolay olmayacak, taraflardan hiç biri bu tükenmiş devleti yanında görmek is-temeyecekti...

* * *

Hikmet Bayur, sömürgeci devletlerin paylaşma sürecini şöyle maddeleştirir:

a- Bir büyük devlet bir yerde bir şey kaparsa, öbürlerinin eli boş kalmamak “hak”kı vardır.

b- Herkesin payı arasında aşağı yukarı bir denklik olması bu “hak”kın gereğidir.

c- Devletlerin her biri “hak”kını, coğrafya bakımından kendisine en elverişli yerlerde aramalıdır.

ç- Büyük devletlerin bu paylaşma işinde birbirlerine karşı baskın biçiminde davranmayarak önceden anlaşma yapmaları ve böylelikle barış için tehlikeli gerginlikler doğmasını önlemeleri faydalıdır.

d- Bu devletler aralarındaki paylaşma anlaşmalarını, elden geldiği kadar örtülü biçimde, kendisinden pay koparılan devlete -yani şimdiki konumuz Osmanlı devletine- kabul ettirmiş olmaları ve bu payı oluşturan yerlerde imkân dairesinde yalnız kendilerinin demir yolu, maden vesaire imtiyazı almaları az çok usuldendir.

Bu usullerin XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında olgunlaştırıldığını söyleyen Bayur şöyle devam eder: “Paylaşma işi bu suretle büyük devletler arasında varılan anlaşmalarla olgun bir duruma geldikten sonra, ilgililerden biri harekete geçer ve keyfiyet, beklenilen sonuca ulaştırılır; yani, herkes payını alır.

“Bosna-Hersek, Mısır, Trablusgarp; Fas ve İran işleri, türlü derecelerde bu kabil bir diplomatik faaliyetten sonra bilinen biçimlerini almıştır. ” (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Ankara 1983, c.II, Kısım.3, s.3)

* * *

Osmanlı Hükümetleri, Kapitülasyonların biraz hafifletilmesi için çeşitli teşebbüslere girmekte, ancak sonuç alamamaktadır. Almanya, Avusturya ve İtalya 1909 ve 1912 Uşi Anlaşmasında bir ölçüde kabul etmişlerse de, uygulamaya geçebilmek için öbür devletlerin de rızasını almak gerekmektedir.

1913 yılı itibariyle, büyük devletler Osmanlının Asya topraklarının paylaşılması vaktinin henüz gelmediğini düşünmektedirler; Rumeli toprakları esasen son hududuna çekilmiştir. İngiltere ve Fransa, Osmanlı paylaşmasında alacakları toprakların, Almanların Akdeniz’e inmesi (paylaşmada Orta Anadolu ve Doğu Akdeniz bölgesi onlara düşmüştür) ve Rusların Boğazları ele geçirip Doğu Anadolu’ya egemen olmasının yaratacağı tehlikelere değmeyeceği hesabını yapmaktadır. Almanya, Anadolu’da gerekli ön hazırlıkları yapmadığını, hastane, okul gibi hareket üsleri açmadığını düşünmektedir. Bu bakımdan paylaşma Almanya için çok külfetli olacaktır; buna da henüz hazır değildir. Rusya’nın durumu ise yüz yıllardır

bilinmektedir; asgarisi Boğazlar ve çevresi olmak üzere, Trakya, Ege’deki adalar ve Doğu Anadolu’yu istemektedir.

1905 inkılâbından sonra açılan Rus Meclisinde Dışişleri Bakanı Melikof’ un ilk nutku, Boğazlar ve İstanbul’un işgali üzerinedir. (Bu istekler, daha sonra Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılacak olan paylaşım anlaşmasında aynen yer alacaktır.) Balkan Savaşı’nda Bulgarların İstanbul’a yürüme tehlikesi baş gösterince, en çok telaşa düşen Ruslar olmuş ve derhal Karadeniz donanmasını kuvvetlendirmek üzere teşebbüse geçmişlerdir. Fakat, Ruslar da bu paylaşım işini kendileri başlatmak istemezler; biraz daha hazırlık yapmak ve nasıl olsa çıkacak olan bir savaşta işi bağlamak niyetindedirler. Büyük Devletler, birbirlerinden de şüphe ettikleri, her an bir diğeri tarafından aldatılabileceklerini düşündükleri için, sürekli teyakkuz halindedir ve paylaşım konusunu hep sıcak tutmaktadırlar. Osmanlı Devleti’nin beklenmedik, ani bir çöküşü ise savaş demektir ve bütün devletler dikkatle izlemektedir. Bir Fransız sefirinin ifadesiyle, “Osmanlı Asya’sının paylaşılması, oyunun konusu olacak; ancak sonuçta oyun Avrupa’da ve Avrupa için oynanacaktır.” Hikmet Bayur’un sözünü ettiği paylaşma süreci uyarınca, Osmanlı Asya’sının paylaşımı öncesinde, bu topraklar üzerindeki bir çeşit nüfuz alanı olarak “çalışma alanları” belirlenmiş ve Osmanlı hükümetleriyle sayısız görüşmelerin konusu olmuştur.20

Osmanlı ile büyük devletler arasında bir çok anlaşmalar imzalanır. İngiliz elçisi bu anlaşmalardan biri olan Bağdat Anlaşmasından söz ederken şunları söyler:

“Bağdat Anlaşması denilen anlaşmayı görüşüyordum. Gerçekten bu anlaşma ile güdülen amaç, Küçük Asya’yı nüfuz bölgelerine ayırmaktı; fakat, Sultanın haklarına saygı göstermiş olmak için, bu tabirin kullanılmamasına son derece dikkat etmek gerekiyordu.” (Bayur, a.g.e, c.2, kıs.3, s.476)

Bu hesaplara göre, İzmit’ten Hatay’a kadar bütün Orta Anadolu Almanya’nın, bütün Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Rusya’nın, İzmir- Antalya arası Ege bölgesi ve Irak İngiltere’nin, Antalya bölgesi İtalya’nın, Mersin çevresi Avusturya’nın, Filistin-Suriye ve İzmir-Marmara arası Fransa’nın, Batı ve Doğu Karadeniz’in bir kesimi (Ruslarla birlikte) yine Fransa’nın ekonomik ve siyasi çalışma alanları yani nüfuz bölgeleridir. Geri kalan Arap coğrafyası da İngiltere’nin denetiminde olacaktır. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde İ’tilaf devletleri, aşağı yukarı bu ölçülere göre Sevr’i bize

dayatmışlardır; ancak doğal olarak Almanya ve Avusturya bu paylaşmada yoktur.

Bu arada Ermeni meselesi, genel paylaşım içinde, Osmanlı toplumunda gittikçe artan gerilimlere yol açarak gelişmektedir. Osmanlı Hükûmeti Doğu Anadolu bölgesinde İngilizlere haklar tanımakla Rusları meseleden uzaklaştırabileceğini düşünür. Fakat silah geri teper; İngilizler Doğu Anadolu için Ruslarla kapışmayı göze almaz ve yapılan anlaşmadan cayarlar. Ne var ki bu gelişme, Rusların Ermeni meselesine daha yakından sahip çıkmaları ve işin içine doğrudan girmelerine yol açar. Rus Çarı, Almanya ile yaptığı gizli görüşmelerle onun açık itirazlarını engeller. Hazırlanan ortak plan Bâbıâli’ye verilir. Buna göre Doğu Anadolu, Erzurum, Trabzon ve Sivas birinci, Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır ikinci bölge olmak üzere iki genel müfettişin denetimine verilecektir. Islahatları bunlar yapacaktır. Büyük devletlerin rızasıyla tayin edilecek müfettişlere geniş yetkiler verilmektedir.

Almanya, 6 Şubat 1914 tarihinde imzalanacak olan bu anlaşmanın uzun görüşme sürecinde, bir ölçüde Osmanlıyı korumaya çalışmıştır. Osmanlı hükûmeti, halka ve İttihat Terakki içindeki aktif unsurlara karşı görünüşü kurtarmanın ötesinde bir şey yapamamış, büyük devletlerin baskılarına direnememiştir. Böylece, güya Doğu Anadolu bölgesi Ruslara karşı büyük devletlerin güvencesi altına alınmış olmaktadır. Rusya ile yapılan anlaşmada böyle bir güvence olmadığı gibi, bu tür güvencelerin, Osmanlı söz konusu olduğunda hiçbir anlam taşımadığı da bilinmektedir. Kırım Savaşı sonrasında imzalanan Paris Anlaşmasında Osmanlının toprak bütünlüğü garanti edilmişti; 1878’de imzalanan İstanbul Anlaşmasıyla, Kıbrıs’ın yönetiminin İngilizlere verilmesi karşılığı Rus yayılmacılığına karşı bu devlet garanti vermişti. Balkan Savaşı öncesinde sınırların değişmeyeceği ilan edilmişti. Bütün bunlar, kâğıda dökülü yazılı aldatmalar olmaktan öte bir anlam ifade etmemişti. Sözü edilen bu anlaşma, Doğu Anadolu’da kurulacak Ermeni Devleti’nin ilk adımı idi. Ne var ki, belirlenen iki müfettiş daha bölgelerine varamadan 1. Dünya Savaşı çıkmış ve söz konusu ıslahatlar da suya düşmüştü.

Görünen odur ki, Avrupalı hemen hemen bütün devletlerin ya doğrudan doğruya yahut sömürdüğü ülkelerle ilgili olarak birbirleriyle bir meselesi vardır ve 1. Dünya Savaşına bu kozları paylaşmak üzere girmişlerdir. Bu tür

düşünce ve emellerin tamamen dışında olarak, sırf hayat ve hürriyetini kurtarmak için uğraşan ve savaşa mecbur olan, sadece Türkiye’dir.

Tarih göstermektedir ki, Osmanlı savaşa girmeseydi, paylaşma, yukarıda belirtilen çalışma alanlarına göre olacaktı. Osmanlı buna hangi gücüyle karşı koyacaktı; bütün devletler paylaşmadan payını alınca, Osmanlı kime dayanacaktı?

Osmanlının, nasıl hassas dengeler arasında ayakta durduğunun bir örneğini, Almanya’nın İstanbul büyükelçisinin kendi dışişlerine gönderdiği 7 Mayıs 1914 tarihli belgeden görelim:

“Türkiye son savaşlardan sonra dinlenmek ve ıslahatı uygulamak için istirahata muhtaçtır. Fakat, Türkiye’nin geleceği, bu ıslahattan ziyade, Türkiye’nin düşünülen bir paylaşımında, bizim mesele dışında tutulmamıza izin vermemize bağlıdır. Devletler, Türkiye topraklarından herhangi bir yerin işgaline, Almanya’nın Kilikya’yı işgalle karşılık vereceğinden emin oldukça, hiçbir devlet bir Türk toprağını işgale cesaret edemeyecektir. Devletler nezdinde niyetimizin ciddiyeti hakkında en ufak bir şüphe oluşursa ve bu noktada en küçük bir zayıflık gösterirsek, bence Türkiye’nin mukadderatı belirmiş olur.”

Aynı büyükelçi, 9 Mayıs tarihli belgede, Osmanlı Asya’sının paylaşılmasının İngiltere, Fransa ve Rusya arasında bir çok kereler görüşüldüğünü ve şimdilik geri bırakıldığını, ancak, “Almanya’nın Küçük Asya’ya bigâne kalmayacağına dair beyanatı üzerine vaziyetin” daha da karışık bir hal aldığını; Rus büyükelçisinin, Rusya’nın Türkiye’ye karşı tavrının, Almanların Küçük Asya’ya yerleşmek istemesinden doğan endişe ile değiştiğini söylediğini ifade ettikten sonra şunları anlatmaktadır:

“Bu münasebetle, bundan bir iki gün önce Sadrazam bana dedi ki, ‘Almanya, kendisinin Küçük Asya’da mesele dışında tutulmasına izin vermeyeceğini açıklamakla Türkiye’ye yapmış olduğu hizmet kadar büyük bir hizmeti hiçbir zaman yapmamıştır.’..” Büyükelçi şöyle devam eder: “Her ne kadar Almanların bir çıkar bölgesi istemesi, vatandaşlarına ilk günlerde hoş görünmemişse de, bugün kendisi ve çalışma arkadaşları görüyorlar ki, bu, büyük devletlerin paylaşma arzularına karşı yegâne güvencedir. Gerçekten de -Alman bakış açısı değişmediği sürece- Türkiye, büyük bir devletin Küçük Asya’ya saldırısından, ancak o devletin mensup olduğu grup bir dünya savaşına sebebiyet vermeğe karar verdiği takdirde korkabilir...” (Bayur, a.g.e., c.3, kıs.2, s.8-9)

Tekrar edelim ki, her şey biliniyordu ve nerdeyse oyun açıktan oynanıyordu.21 Osmanlının Roma büyükelçisi Nail Bey, İngiltere, Rusya ve Fransa’nın 9 Ocak 1913’te Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere

görüşmelere başladıklarını bildirir. “1914’te, ilk Genel Savaş patladığında, bu iş bitmiş yani paylaşma anlaşmaları yapılmıştır. ” (Bayur, a.g.e., c.2, kıs.3, s.16) Rus Dışişleri Bakanlığı, daha savaşın başlarında, savaş sonunda uygulanacak taksim planını gazetelerde yayımlatmıştı. Bu yayının Osmanlıya ait önemli noktaları şunlardır:

“Rusya Galiçya’yı ve Anadolu’yu zaptedecektir.

“İngiltere Türkiye’ye ait olan bilcümle Arap vilayetlerini ve Alman müstemlekelerini kendisine ilhak edecektir.

“İtalya, Avusturya’ya ait olan İtalya memleketlerini ve Avlonya’yı kandisine katacak, buna karşılık Libya ve Esnaaşeri Yunanistan’a bırakacaktır.” (Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, Ankara 1964, s.226)

İngilizler için, Doğu Meselesi’nin sadece İmparatorluğumuzun topraklarının paylaşılması değil, aynı zamanda ve önemle Hilafet gücünün yok edilmesi olduğunu bilmek gerekir. Sultan Hamit zamanından itibaren gittikçe gücünü artırma yönünde gelişen bu kurum, İngilizlerin Arap dünyasındaki emelleri için engel teşkil edeceği gibi, asıl, halihazırdaki Hindistan üzerindeki tesirleriyle rahatsızlık vermektedir. Bu bakımdan, Hilafet’in Türklerin elinden alınması ve etkisiz bir konuma getirilmesi İngiliz siyasetinin temel belirleyicilerinden biridir. Rusya da bu durumu bilmekte ve İngilizlerle olan ilişkilerinde uygun biçimde kullanmaktadır. Londra’daki Rus sefirine gönderdiği telgrafta, Rus Dışişleri Bakanı Sazanov şunları söylemektedir:

“Büyük Britanya’nın İslamiyetin mübarek mahallerinin gelecekte de bağımsız bir İslam hükûmeti yönetiminde kalması hakkındaki görüşüne İmparatorluk hükûmeti tamamiyle iştirak eder. Ancak, bu mahaller, Padişahın Hilafet sıfatı geçmişte olduğu gibi tanınarak, Türkiye hüküm ve nüfuzuna bırakılmak mı istenir yoksa yeni bağımsız hükûmetler kurulması mı gerekmektedir. Bunların şimdiden kararlaştırılması temenniye şayandır. Zira İmparatorluk hükûmeti için ancak şu veya bu şekilde bir karar aldıktan sonra kendi arzularını düzenlemek imkânı hasıl olabilir. Hilafeti Türkiye’den ayırmak İmparatorluk hükûmetince pek ziyade arzu olunur.” (M. Muhtar, a.g.e., s.257-58)

İngiltere, Mısır ve Arabistan üzerinden Hindistan’a uzanan bütün yollara egemen olmak istemektedir. Kızıldeniz, Süveyş Kanalı, İran Körfezi ve Şattülarab’a uzanan herhangi bir yolun, doğrudan Hindistan’ı tehdit edebileceği düşüncesi, İngiliz siyasetinin temel hareket noktalarından biriydi. Bağdat demiryolu hattının daha ileriye uzanmaması için bütün gücüyle uğraşıyordu. Basra Körfezi ve Şattülarap sularındaki tahrikleri, Medine’ye giden Osmanlı postalarını sürekli engellemesi, İstanbul’daki Mısır Hıdivinin

Mısır’a dönmesini engellemesi gibi hareketleri İngilizlerin, ta başından beri Osmanlıyı Almanların safına itmeye çalışması olarak değerlendirilebilir. Bu hareketler ve hele “Sultan Osman” ve “Reşadiye” muhriplerine el konulması, Osmanlı kamuoyundaki İngiliz düşmanlığını son haddine vardırmıştı. Ayrıca, genç İttihatçıların Alman sermayesinin desteğinde orduyu ve iktisadî yapıyı düzeltebilecekleri ihtimali de İngiltere’yi düşündürüyor ve bu savaşta Şark Meselesi’nin bitmesi kararına götürüyordu.

* * *

Avrupa’nın sanayii gelişmiş devletleri emperyalizm ile dünyayı paylaşmaya çalışırken, Rusya da, ırk, din gibi kavramlarla çevresinde genişliyordu. Onlar da Batılı devletler gibi Allah’ın kendilerine görev verdiğini söylüyorlardı. “İstanbul bu emperyalizmin göz kamaştırıcı bir sembolünden başka bir şey değildi.” Avrupalı düşünür Lebniçz, Türklerin tarihten silinmesi gerektiğini söylerken, Ünlü Rus yazarı Dostoyeski 1877’de Rus ideallerini İstanbul merkezli olarak şöyle anlatmıştı “Evet, İstanbul bizim olacaktır. Bizim olmalıdır. Yalnız çok önemli bir liman olduğu için değil, yalnız Rusya gibi dev bir devletin kapalı bulunduğu odadan çıkıp, açık denizlerin havasını teneffüs etmesi için değil, Doğu Hıristiyanlığının ve dünyadaki bütün Ortodoskluğun geleceği için, birliğini tamamlaması için bize lazımdır.” (E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi IX. Cilt, Ankara-1996, s.360) Dostoyevski, Batılı meslektaşları gibi Rusya’nın Doğuyu medenileştirmek görevi olduğunu bu Doğuya Türkiye ve İran’ın da dahil olduğunu söyler. Bu anlayış ve heyecanın kitleleri nasıl sardığını anlamak için, Büyük Savaşa girmeden önce sıkıntılı zamanlar geçiren Rus Çarı’nın, durumunu sağlamlaştırmak için Moskova’da binlerce insanın katıldığı İstanbul’u alma gösterisi yaptırdığını hatırlayalım. İstanbul’u alma hayali halkın Çar’ın zulmüne boyun eğmesine sebep olacak kadar güçlü idi...

Bu sıralarda Osmanlıdaki siyasi partilerin karşılıklı durumunu Enver Ziya Karal şu cümle ile anlatır: “İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf partileri arasındaki ilişkiler, kanlı bıçaklı bir çarpışma biçimine girmişti.” (E. Ziya Karal, a.g.e. s. 374 ) Şöyle devam eder: İmparatorluğun iç ve dış dağınıklığında güçlü olan tek teşkilat İttihat ve Terakki idi. Karal bunu üç sebebe bağlar: 1. İmparatorlukta en yaygın teşkilat İttihat ve Terakki’ninki idi. 2. Bu teşkilat aydınlar ve ordunun subay kesimine dayanıyordu. 3. “Parti

liderlerinin karakteri ve ülkücülüğü. Enver Talat ve Cemal üçlüsü, İttihatçıların beyni ve ruhunu temsil etmekte idi. Genç, dinamik ve pervasız idiler        İttihatçılar memleketin içinde bulunduğu durumun perişanlığı

karşısında kötümser değillerdi. Bu perişanlığa son verilebileceğine inandıkları bir ülküleri vardı. Bunun temelini Osmanlı imparatorluğu’nun tam bağımsızlığı ve güvenini sağlamak teşkil ediyordu.” (Karal, a.g.e. s. 375) Yapılacak işlerin hepsinin karşısında büyük devletler vardı. Onlar en acil ihtiyaç olarak ordudan başlamışlardı.

19     Son dönemde Osmanlıyı paylaşma plan ve anlaşmaları için Hikmet Bayur’un Türk İnkılabı Tarihi isimli eserine bakılabilir. Ankara-1983, C.II. Kısım. 3.

20     Geniş bilgi için, H. Bayur, a.g.e., c.2, kıs.3’e bakılmalıdır.

21     Rusya’nın İstanbul ve Boğazlar üzerindeki emelleri ve projeleri için, Sergey Goryanof’un tamamen Rus belgelerine dayalı olarak hazırladığı Boğazlar ve Şark Meselesi (İstanbul-2006) isimli eser okunabilir.

Yalnızlık Korkusu

O

SMANLI, yalnızlığını ve çaresizliğini bütün ağırlığıyla hissetmektedir.

Talat Paşa diyor ki, “Türkiye iç yönetimini teşkilatlandırmak, ticaret ve sanayiini geliştirmek, demiryollarını genişletmek, özetle yaşayabilmek ve varlığını koruyabilmek için, öteden beri, devlet gruplarından birine katılmak için bir imkân aramıştır. Fakat, devletlerden hiçbiri buna muvafakatini bildirmemişti. ” (Talat Paşa, a.g.e., s.21)

Osmanlı, Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki hiçbir ittifaka alınmamıştır. Avrupalı devletler ve Rusya’nın kabul ettirdiği “Çalışma alanı” anlaşmalarında, Padişahın hâkimiyetinin görünüşünü kurtarmaktan ileri bir şey yapılamamıştır. Bu anlaşmalarla Devlet taksim edilmeye giderken, kelimelerle avunmak, milleti aldatmaktan başka bir şey değildi. Bütün bu bilinenlere rağmen, 1. Dünya Savaşı’nın kara bulutları dolaşmaya başladığında Osmanlı hükümeti, çevresindeki hemen her devletle ittifak için girişimlerde bulunmuştur. Niçin?

Bu arayışlarda yalnızlık korkusunun temel etmen olduğu düşünülmelidir. Ek olarak, şu açıklamalar da yapılabilir: Özellikle Balkan Savaşı’ndan sonra Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile sınır bağlantımız kalmamıştır. Yeni coğrafî durum, bu iki devleti birinci dereceden tehlike konumundan çıkarmıştır; yani doğrudan toprak talebi ile saldırma şansları yoktur. Bu durumda, doğrudan tehlikeli konumundaki İngiltere ve Rusya ile bir bağlaşma gerçekleştirerek, güvenlik sağlama yolu denenmiştir. Ayrıca o yıllarda Almanya, sermayesini daha çok yatırımlara yönlendirirken, Fransa faizle kazanmak yolunu seçmiştir. Sürekli borç almak zorunluluğu içindeki Osmanlı hükûmeti, bu bakımdan Fransa ile anlaşma aramayı denemiştir.

Osmanlı Devleti bir zamandır, Avrupa devletleri tarafından bir yük olarak görülmekte ve hiç biri, Osmanlı ile ittifak yaparak bu yükün altına

girmek istememektedir. Çünkü Osmanlı, paylaşılacak oklanmış bir avdır; gücünden yararlanılacak bir devlet değil! Böyle olduğu için de, Osmanlı’nın bir büyük devletle bağlaşmaya girmesi, o devletin bütünüyle bu ülkeyi ele geçirebileceği endişesi ile diğer devletleri hemen harekete geçirebilir ve paylaşma savaşını başlatabilirdi. Yani Osmanlı ip üstündeki cambaz hassasiyetiyle, politikalarında bütün diğer devletleri gözetmek zorunda idi. Bunu da en iyi yapabilen Sultan II. Abdülhamit idi. “Genel olarak bu Padişah gerek büyük devletler, gerek Balkanlılar ve gerekse kendi tebasından olan türlü ulusların karşılıklı rekabet, kuşku ve sevişmezliklerinden ustaca faydalanmakta çok becerikli idi. ” (Bayur, a.g.e., c.II., kıs.4, s.507) İttihatçılar belki de, Sultan Abdülhamit’i devirip, onun kullanmaya çalıştığı dengeleri alt üst ederek ve orduyu siyasetin batağına sokarak, devleti, ittifakı istenir bir güç haline getirdiklerini sanıyorlardı. Ancak girişimleri ve gelişmeler, dünyada olup bitenleri gerçekçi olarak değerlendirdiklerini, zayıflıklarının da farkında olduklarını göstermektedir.

İngiltere, Fransa ve Rusya’nın tutumları kesin olarak bilindikten sonra, Osmanlı için Almanya-Avusturya safına katılmaktan gayrı yol yoktur. Aslında bu ihtimal Osmanlıya hoş görünmemektedir; çünkü, Trablusgarp’ta halen Osmanlı subaylarının öncülüğünde İtalyanlar’la dövüşülmektedir. İtalya başlangıçta, tarafsız görünmekle birlikte merkez devletlerinin müttefikidir.

Yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerle, İtilaf devletleri yeniden yoklanır. Maliye Bakanı Cavit Bey’in İngiliz Bahriye Bakanı Çörçil’e yazdığı mektuba anında red cevabı gelir. Cavit Bey’in daha önce İngiltere’ye yapmış olduğu bir başka teklif, Dışişleri Bakanı Grey tarafından reddedilmişti. Denizcilik Bakanı Cemal Paşa Paris’te, uzun süre muhatap aradıktan ve kabul edilmek için bekledikten sonra Fransız Başbakanı ve Dışişleri Bakanına ittifak teklif eder. Aldığı cevap şudur: Böyle bir ittifak için Rusya’nın rızası alınmalıdır. Halbuki Osmanlı, zaten Rusya korkusuyla bu ittifakı istemektedir. Rusya’nın da böyle bir anlaşmaya muvafakat etmesi mümkün değildir; yani red.

Rusya’ya benzeri bir ittifak teklifinin yapılması garip karşılanabilir; çünkü bu ülke Osmanlı toprakları üzerinde açıktan taleplerde bulunmaktadır ve bütün genişleme alanları Türk topraklarıdır. Ama, Rus’a da ittifak teklifleri yapılmıştır. Daha önce, Kırım’a yazlığa gelmiş olan Çar’ı, eski Savaş Bakanı İzzet Paşa ile ziyarete giden Talat Paşa, Çar’a ve Rus Dışişleri

Bakanına anlaşma teklifinde bulunur. Çar açık bir cevap vermez, Dışişleri Bakanı Sazanov ise alaylı bir gülümsemeyle yetinir. Daha sonra, Enver Paşa’nın Rus ataşemiliterine yaptığı teklif de sonuçsuz kalacaktır.

Rus Çarı 1915’te şöyle diyordu: “İstanbul şehri, Boğaziçi’nin sol kıyısı, Marmara Denizi ve Çanakkale ile Midye-Enez çizgisine kadar Güney Trakya, Rus İmparatorluğuna ait olmadıkça, her türlü çözüm şekli yetersiz ve süreksizdir.” 1918’de açıklanan, İtilaf devletlerinin gizli anlaşmasındaki harita da aynen böyledir; Doğu Anadolu da bunun içindedir.

Bugün çevrilen bütün bu dolaplar ve Osmanlının aczi çıplak gözle görülebilecek haldeyken, üç beş kişinin Devleti lüzumsuz bir savaşa sürüklediği şeklindeki iddialar çok zayıf kalmaktadır. Bu tür yorumların iç siyaset konumlarından ötürü yapıldığını düşünmek ise can sıkıcıdır; kim, kime karşı savunulmakta yahut küçük düşürülmek istenmektedir? Bunların hepsi bizim tarihimizin kahramanları değiller midir?

Şevket Süreyya şöyle sorar: “En başta gelen yalnızlık ve müttefiksizliktir. O halde ne olacaktır? Türkiye bir yangın ortasında ve henüz Balkan Savaşının bile yaraları sarılmadan, kalelerinde, cephaneliklerinde, ordu depolarında henüz bir silah ve teçhizat stoku bile yapamadan, karşılaşabileceği tehlikelere nasıl göğüs gerecektir? Evet yalnızlık ve müttefiksizlik en başta gelen derttir. O halde ne yapmalı?” (Aydemir, a.g.e., c.II, s.505)

Bu soruya Enver Paşa ve arkadaşları, masabaşı anlaşmalarıyla pay edilmeyi beklemek yerine, Osmanlı tarihine ve kimliğine yakışan en şerefli yolu seçmek ve savaşarak sonuca razı olmak, cevabını vermişlerdir. Hiçbir bilgisizlik yahut gaflete gelme de yoktur. Görüyoruz ki, Almanya’dan başka bizi yanında görmek isteyen de olmamıştır; o da İmparatorlarının ileri görüşlülüğü sayesinde.22

Bu şartlar altında tarafsız kalmaya zorlamak ise, hayal yahut vuranın elinde kalmaya rıza göstermek gibi bir şeydir; durumu yeterince kavramış hiçbir devlet adamının göze alabileceği bir tehlike değildir. Paylaşmacı ülkelerce sarılmış ve dört bin millik deniz kıyısı olan bir ülkenin, tarafsız kalabilmek için, kendi varlığını koruyabilecek ekonomik güç ve silahlı kuvvetlere sahip olması gerektiği açıktır. Halbuki, olmayan da budur. Ciddi askerler bu zorunluluğu kolayca görebilmektedirler. Hamidiye kahramanı

olarak anılan Rauf Orbay da, gereksiz harbe girmek ithamının haksız olduğunu yazar:

“Şuracıkta şimdilik kısaca söyleyeyim ki, Enver Paşa fevkalade dürüst, efendi, namuslu bir adamdı. Hele her şeyin üstündeki vatanperverliğine toz kondurmak imkânı yoktur. Onun hakkındaki tek ittiham da memleketi Umumî Harbe sokmasıdır. Bence bu ittiham da varit değildir. Zira biz Umumî Harbe girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefiki olan Ruslar Türkiye’ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık Rusya’da Bolşevik İhtilali olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele bir büyük harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul’u mutlaka ele geçirmek yolunu tutardı. Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da, para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı. Pek sıkışmış bir durumdakilerin bu istekleri idare edilemezdi. Zira o zaman Almanlar bizi bırakmış olsalardı, bittik demekti. Kısaca, bizim 1914’te Birinci Cihan Harbine girmemiz bence, kesinlikle zorunlu idi.” (Rauf Orbay’ın Hatıraları, 1914-1945, İstanbul 2005, s.11)

Hiçbir asker, bu savaşa gereği yokken girdiğimizi ileri sürmemiştir.

Fethi Bey, Sofya’da sefir olarak bulunduğu sırada, askerî ataşe olan Mustafa Kemal Beyle birlikte, silahlı bir tarafsızlıktan yana olduklarını ve bu düşüncelerini özel kanallardan İstanbul’a ilettiklerini yazar. (Fethi Okyar, a.g.e., s.216) Mustafa Kemal Beyin, savaşın başlaması üzerine orduda görev almak için İstanbul’a dönerken, topraklarımızı savunabilecek kudrette silahlanmış olmadıkça, tarafsızlığın mümkün olmadığını ve “Şimdi artık savaşmak vaktidir.” dediğini, yine Fethi Bey kaydeder. Ayrıca Mustafa Kemal Bey, Paris’ te Fethi Bey’le birlikte, Fransızların 1910 Picardie manevralarını seyrettikten sonra şöyle konuşur: “Bu kadar hazırlık sulh için yapılmaz. Aklımızı başımıza almalıyız. Çıkacak savaş bütün dünyayı ateşe atabilir ve biz bunun dışında kalamayız. ” (Okyar, a.g.e., s.127)

Kendini koruyacak silahlı gücü olmadan, tercih edilecek bir tarafsızlığın, Ziya Nur’un ifade ettiği gibi, “manasız bir laftan ibaret kaldığı tecrübeyle sabittir. ” Tarafsızlık sözle olmaz.

“Tehdidini yerine getirmeye kadir olmayan bir Türkiye, ne savaşan devletleri kendi tarafsızlığına uymaya mecbur kılabilecek, ne de İtilaf kadrosunun savaş bölgelerine dahil bulunup, Batı devletleri ile Rusya arasında en yakın ulaştırma yolu üzerinde olan Boğazlar’da hakimiyet haklarını tanıttıracak durumda idi. Halbuki Rusya tarafından harp araç gereçlerinin ikmali için bu yola ihtiyaç kesindi.” (M. Muhtar, Maziye Bir Nazar, İstanbul 1999, s.226)

Türkiye’nin diğer devletlerin baskılarından uzak bir tarafsızlık içine girebilmesi, “Süratli bir şekilde silahlanmasına bağlı olup, Doğuda siyasi bir faktör olması, hatta vaziyete hâkim kalması ise, bir an önce kuvvet kazanmasına bağlı bulunuyordu. Bu gayeye erişmek için de, Merkezî Hükümetler köprüsünden geçmek ve onlara başvurmak gerekiyordu. Zira,

Türkiye’yi silahlandırmak konusunda diğer savaşçı devletlerce ne arzu, ne menfaat, hatta ne de imkân vardı. ” (m. Muhtar, a.g.e., s.240)

Mahmut Muhtar Paşa, çeşitli üsluplardaki tarafsızlık iddialarının “İş olup bittikten sonra uydurulmuş bahaneler kabilinden olup olayları âmillerinden ve evvelindeki şartlardan ayırmış olduğundan bir kıymeti yoktur. ” diye değerlendirmektedir. (m. Muhtar, a.g.e., s.242)

Ahmet Ağaoğlu 1915’te şunları yazmıştı: “Bizim gibi Harb-i Umumî’nin çevresinde bulunan devletler, savaş dışı kalamazlardı. Er geç, ister istemez savaşa katılmak mecburi idi. Tam ve sonuna kadar bîtaraflığı koruyabilmek için azim ve herhangi bir zümrenin baskısına tek başına karşı koyabilecek kuvvetlere sahip olmak gerekirdi. Bilhassa İstanbul ile Boğazlar’a sahip olarak Şark ile Garp arasındaki bütün kısa ve uygun yolları ihtiva eden Türkiye gibi bir devletin tarafsızlıkta sonuna kadar kalması imkân harici idi. ” (a. Ağaoğlu, Harp Ceridesi, S.1, s.7)

O günlerde Tanin Gazetesi başyazarlığını yapan Muhittin Birgen, İttihat ve Terakki’nin, yalnız kendi kuvvetimizle İmparatorluğu kurtaramayacağımızı anladığını söyler ve şöyle devam eder: “Bununla beraber, o (İttihat ve Terakki Partisi), belki de sırf hissiyat ve kamu oyundaki genel temayüle tâbi olarak, Almanya ile ittifak yoluna gitmeyi istemeyecekti. Ancak, Panislavistlerin en kızgın bir devrinde, Çarlığın Türkiye’ye son hücumlarını hazırlamakta olduğunu ve İngiltere’nin de artık bunlara karşı muhalefet etmeyeceğini anladığı zaman, ister istemez bu yola gitti. Türkiye eğer yalnız kalmamak mecburiyetinde idiyse, eğer o tarihte, ‘eger hâhi selamet derkenarest’ (Selamet karışmamaktadır) sözünün Türkiye için bir kıymeti kalmamış bulunuyor idiyse, onun yapacağı şey, Rusya’nın içinde bulunduğu blok dışında bir dostluk ve dayanak aramak idi. O da, yalnız Almanya idi. ” (Birgen, a.g.e., s.185)

Osmanlı yönetiminin Almanya ile ittifaka girmesinin doğal bir gerekçesi de, farklı saiklarla olsa da, bu iki devletin, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki Müslümanlar için düşünce ve siyasetlerinin çakışması idi. Osmanlı, bunlara dayanarak gücünü artırmak ve bu unsurları harekete geçirerek, kendisini parçalamak isteyen güçleri zayıflatmak istiyordu; İslamcılık siyasetinin özü buydu. Almanya da aynı şeyi istiyor ve aynı politikayı izliyordu; rakiplerinin sömürgelerindeki İslâmları harekete geçirip, onları zayıflatarak, kendisine yol ve yer açmak. Bunun için de,

parçalanmış, hasta bir Osmanlı değil, güçlü, dindaş ve soydaşlarını yönlendirebilecek bir Osmanlı gerekiyordu. Bu yüzden Almanya, savaş içinde, sadece malî ve askerî yardım yapmakla kalmamış, Osmanlı Millî Eğitimini düzene sokmak için de teşebbüste bulunmuş, eğitimciler göndermiştir. (Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası,1914-1918, Ankara 2006, s.53)

Bir yanda, kendi yakın ve uzak çıkarları için de olsa, ayakta ve diri bir Osmanlı görmek isteyen Almanya, öbür tarafta, Osmanlı içindeki değişik unsurları arkalayan, silahlandırıp ayaklandıran ve her gün yeniden parçalayıp, paylaşma anlaşmaları yapan İtilaf Devletleri... Bu konuyu, Enver Paşa ve onun ülküsüne sonuna kadar sadık kalan yakınlarından, Lübnanlı Emir Şekip Aslan’dan bir alıntı ile bitirelim:

“İtilaf devletlerinin, savaştan önce Osmanlı topraklarını ileme otu gibi bir yandan öbür yana kadar kâğıt üzerinde paylaştıklarını Enver Paşa biliyordu. Nitekim Fransa ile İngiltere’nin, Suriye ve Filistin topraklarını ta 1912 yılından beri aralarında paylaştıkları biliniyordu. Mösyö Puankare, bundan birkaç yıl önce Fransız âyan meclisinde Mösyö Brar’ın sorduğu soru karşısında bu paylaşımı itiraf etmiştir. Bununla beraber, savaştan Rusya galip çıkarsa, Osmanlı Devletinin yerinde, ancak bu devletin resminin ve gölgesinin kalacağı akıldan uzak değildir. Rusların savaştaki hedeflerinin başında İstanbul’u işgal etmek geldiği bütün dünyanın ortak kanaati idi. İstanbul’un elden çıkması Anadolu’nun da elden çıkması demekti. Türkiye savaşa girmeseydi ve Çanakkale Boğazı’nı açık tutsaydı, Rusya’nın yıkılmayacağı İtilaf devletleri tarafından da itiraf edilmiştir. Ve yine bir diğer gerçek ise, büyük İtilaf devletlerinin bazılarının Osmanlı Devletinin bölüşülmesini daha önceden Almanya’ya teklif etmesi ve Almanya’nın bu teklifi kabul etmesi karşılığında alacağı yerin Anadolu olmasıdır.” (Erol Cihangir, Emir Şekip Aslan ve Şehid-i Muhterem Enver Paşa, İstanbul 2005, s.37)

Bu gün baktığımızda, Osmanlı devlet adamları içinde hâlâ İngiliz yahut Fransız taraftarlarının olabilmesini ve hükümetlerin, bu devletlerin yanında yer almak için uğraşmalarını anlamak zordur. Çünkü, yukarıdaki mütalaalar o günün bütün devlet adamları tarafından, sıradan bilgiler olarak biliniyordu. Anlamak zordur dediğim tutumları, parçalanma korkusunun büyüklüğü ve yakınlığı ile ilişkilendirmek mümkün olabilir. Ama, halk kendine mahsus sezgisi ile durumu kavrıyor ve Almanya’ya temayül ediyordu.

22 Şevket Süreyya, güzel çalışmasında yer yer dayanaksız ve yersiz yorumlara da düşer. Mantıklı

bir yazardaki bu aksamaları açıklamak zordur. Bunlardan biri de 1. Dünya Savaşına girişimizi değerlendirmesidir. “Biz bu savaşa gözü kapalı ve sanki can atarcasına girdik:” der ve Enver Paşa ve arkadaşlarının Avrupa emperyalist devletlerinin aralarındaki kavgalardan ve iddialardan habersiz olduklarını söyler. (A.g.e., c.II, s.504) Çok büyük ve yazara yakışmayan bir yanlıştır bu. Şevket Süreyya, hiç değilse, Enver Bey’in Trablusgarp ve Balkan Savaşı sırasında yazmış olduğu mektupları görebilmiş olsaydı, (Mesela, M. Ş. Hanioğlu, a.g.e., 146, 161, 177 numaralı mektuplar. Türkiye’de 1987 yılında yayımlanan bu mektuplardan haberdar olamadığı açıktır.) onun Alman emellerinden de, diğerlerinden de habersiz olduğunu söyleyemezdi. Şüphesiz ki, Enver’in, daha yarbayken gördüklerini Prens Sait Halim Paşa da, Talat Paşa ve arkadaşları da görüyorlardı. Nitekim, Şevket Süreyya Bey, birkaç sayfa önce, Osmanlı Başbakanının, Almanya’nın Orta Doğu üzerindeki emellerini, diğer ülkelerin paylaşma hırslarına karşı bir garanti gibi gördüğünü ve açıkça ifade ettiğini kaydetmiştir.

Değerli yazarın bu yargısı, aynı kitapta yaptığı geniş açıklamalar ve tahlillere göre de, bir hayli avamî bir hüküm olarak kalmaktadır. İnönü şöyle söyler: “Ahmet İzzet Paşa daha Yemen’de iken, birkaç yıla kadar Avrupa’da bir genel savaşın çıkacağı kanaatinde olduğunu belirtmiş ve şöyle söylemişti: ‘Avrupa siyasi âleminde o kadar karışık meseleler birikmiştir ki, silahlı çarpışmadan başka bir şekilde halledilmesini mümkün görmüyorum.” (İnönü, a.g.e., s. 90) İnönü bu yorumu komutanından dinlediği zaman henüz yüzbaşı idi. Avrupa’da bir genel savaşın başlayacağını en iyi Osmanlı subay ve devlet adamları biliyorlardı; çünkü, paylaşma planları ve anlaşmaları onların toprakları üzerine yapılıyordu.

“Türküz Ederiz Daim İftihar”

A

NCAK, savaşta anlaşılmıştır ki, Düvel-i Muazzama birkaç yönden aldanmıştır. Hasta Adam, Büyük Savaş’ta sanki de mucizeli bir silkinişle ayağa kalkmıştır. Dört sene, Galiçya cephesindeki müttefiklerine de yardım göndermek üzere, Çanakkale’de, Filistin’de, Hicaz’da, Kanal’da, Irak’da, Kafkaslar’da kıran kırana dövüşmüştür. Kuşatma altındaki en küçük birliklerine bile uçakla yardım yetiştirebilen dost ve düşmanlarının karşısında, Osmanlı, önce yokluk, soğuk, tifo, tifüs ve humma ile dövüşmüştür. Ve dört yıl boyunca en korkunç ve şerefli günlerini yaşayarak yenilmiştir. Bu inanılmaz yoksulluğu içinde, sadece insanının cevheri ile direnmiş ve yenilgileri ne olursa olsun, son İmparatorluk destanını yaşamıştır.

Ziya Nur (Aksun) Bey şöyle yazar: “Daha açık konuşalım: Bizim millet ve devlet olarak son büyük savaşımız Birinci Dünya mücadelesidir. Sonraki İstiklal Savaşı, ona nisbeten cüz’î ve sınırlı bir savaştır. Bugün, Türk ordusunun ve askerinin dünya kamuoyunda ve askerî mahfillerinde bir ismi varsa, bunu, Birinci Dünya Savaşı’nda gösterilen savaş gücüne ve yeteneğine borçluyuz. Bu sonuçta ise, büyük bir imanla dolu olan Enver’in payını unutmamak gerekir. ” (Z. N. Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.49)

İngiliz Çörçil, yıllar sonra karşılaştığı Enver Paşa’nın pilot olan oğlu Ali’ye, “Senin baban benim siyasi hayatımı yirmi yıl geriye attı.” diyecektir. Çanakkale geçilemeyince Çörçil istifa etmişti. Türk düşmanı olarak da ünlenen Lloyd George ise, “Osmanlı Devleti’nin katılmasıyla savaşın iki yıl uzadığını” söylemiştir.

Bütün gücü, dayandığı insan unsurunun iman ve cevheri olan bu asker hakkında, Büyük Savaş sonrasında yazılan bir iki ufak parçayı alalım:

“Türk, fevkalade direnç gücü, meşakkat ve mahrumiyetlere karşı büyük sabrı, savaştaki irsî yeteneği, dövüşmede hayret verici cesareti ile anadan doğma denecek derecede iyi bir askerdi. Bu hasletler yüksek askerî meziyetlerdir ve daima da öyle

kalacaktır. Türklerin, dünyadaki savaşçı milletler listesinin başında yer aldığı kesindir. İngiliz ordusu, şüphesiz ki kendini Gelibolu teşebbüsünden vazgeçirmeğe mecbur eden, Kûtü’l-Ammare’de tam bir fırkasını esir eden, Süveyş Kanalına doğru Sina çölünü geçen ve Gazze’ye yapılan iki hücumu def eden Türk ordusunu küçültemez.”

Bir başka yazarda şunları söyler: “Hiçbir Avrupa ordusunun kımıldanamayacağı şartlar altında, Türk savaşır. Muharip olarak o, hiçbir askere benzemez. Sefilane beslenip giydirildiği halde bile, mutlu şartlar içinde savaşan milletler orduları için tehlikeli bir hasım olacak yetenektedir. Maneviyat kırıcı şartlar altında bile ısrarla direnir, hatta müsait fırsatta taarruza bile sevk edilebilir. ”

Şüphesiz ki, Enver Paşa’nın tartışmasız temiz kişiliği, büyük cesaret ve irade gücü, orduyu yeniden kurarken, subay ve askerlere somut bir örnek olmuş; onun iman ve ümit dolu tavırları orduya ruh vermiştir. Enver Paşa, tarihte pek az kişinin ulaşabildiği büyük şöhretini bu amaca yönelik olarak kullanmıştır. Daha doğrusu, onun her hangi bir hareket içinde ihlâsla ileri atılışı ve parlak kişiliği doğal olarak bu sonuçları doğurmuştur. Trablusgarp’taki mucizevî başarıların ona getirdiği “İslam kahramanı” ünvanı, Büyük Savaş yenilgisinden sonra da, onun itibarını devam ettirmiştir. Bu unvan kendiliğinden doğmuş ve yine kendiliğinden bütün İslam dünyasında yayılmıştır; özel gayretlerin yahut isteklerin sonucu değildir ve doğaldır.

Bu orduya ruh veren diğer büyük kaynak ise, 1912 yılında kurulan Türk Ocakları çevresinden yükselen Türkçü-Turancı ülküdür. Ziya Gökalp’in,

“Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”

diye biten Turan şiiri, genç Osmanlılarda büyük ruh dalgalanmaları yaratmıştır. Bütün yurtta denetlenemez sayılarda ve hızla Türk Ocakları kurulmaktadır. Osmanlı vatandaşları içinde, bu tür bir örgütlenmede en sona kalan, Türkler olmuştur. Çünkü onlar, Gökalp’in dediği gibi, Devlet-i Aliyye’nin kurucu gücü ve asıl sahipleriydi; bu yüzden Devletin bekası için Osmanlılık ilkesinden ayrılmıyorlardı. Sultan Hamit’e karşı mücadeleler, İttihad-ı anasır hülyaları içinde yapıldığı için, Meşrutiyet’in ilanından sonra Türk sözünden kaçınmak tam bir baskı haline gelir. Hüseyin Cahit şöyle yazıyor: “Meşrutiyetin biz Türklerde ve Türk gazetecilerde ilk yarattığı sonuç, Türklüğü boğmak ve Osmanlılığı yaratmak olmuştur. Osmanlı sözü

hiçbir zaman, istibdat devrinde bile Meşrutiyetten sonraki kadar değer bulmamıştı... Bu bir rüya idi; ama zorunlu bir rüya.” (H.Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, s.69) Ancak bütün unsurlar ayrıldıktan ve Türkler yalnız kaldıktan sonradır ki, kurucu unsur da işin adını koymuş ve “Türk’üm” demiştir.

Bilindiği gibi milliyetçilik akımları iki yüzü keskin kılıç gibidir; iki tür işlevle yüklüdür; biri parçalamak, öbürü bütünleştirmek. Bir imparatorluk yahut milletten büyük ve farklı birlikler için milliyetçilik parçalayıcı, zaafa düşürücüdür; çünkü imparatorluk içindeki farklı unsurları ayrışmaya zorlar. Öbürü ise, kendinden olan bütün unsurları birleşmeye, bütünleşmeye çağırır; “Dünya Türkleri birleşiniz...” Ziya Gökalp, birinci özelliğine işaret ederek milliyetçiliği, İslam dünyasını ve imparatorluğumuzu parçalayan bir ‘içtimaî mikrop’ olarak nitelemiştir. İkinci ve birleştirici özelliğine işaret ederek de, biraz geç kalmış olsak da, bu ‘içtimaî mikrobu’ İslam’ın lehine kullanma sırası bize geldi, demiştir.

Burada kullanılacak olan, milliyetçiliğin, girdiği toplumlarda büyük heyecan dalgaları yaratma ve uyuyanları ayağa kaldırma gücüdür. O dönem aydınlarının ortak ifadesi şudur: Asır milliyet asrıdır; milliyetçilik girdiği toplumu diriltmekte ve büyük başarılar kazanmasına yol açmaktadır. Osmanlı aydınları, bir türlü söndüremedikleri Ermeni milliyetçiliğinin tezahürlerini ve Ermeni gençlere aşıladığı idealizmi örnek olarak sürekli kullanırlar. Gökalp, gayrimüslimlerin milliyetçilikleri İmparatorluğumuzu parçaladı; mademki İslamî gerilimler de bizi bir arada tutmaya yetmiyor, öyleyse Müslüman unsurlar da kendi milliyetlerine sarılarak, ondan alacağı dinamizm ve güçle sömürgecilere karşı mücadele etmelidir; İslam birliği bu başarılardan sonra kurulabilir. Şeyh Cemalettin Afganî’nin bütün İslam aydınlarına telkin etmeye çalıştığı yol da budur.

İşte Turancılık fikri, bütün Türk topluluklarının birleştirilmesi ülküsüdür; yani milliyetçiliğin birleştirici işlevinin yarattığı bir ülkü. Büyük çoğunluğu Rus sömürgeciliğinin doğrudan eli altında olan geniş Türk topraklarında da bu ülkü, özellikle aydınlar arasında yayılmaktadır. İsmail Gaspıralı’nın on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru başlattığı “Dilde, fikirde ve işte birlik” hareketinin Rusya Türkleri arasında açtığı iz, şimdi Turan heyecanlarıyla genişlemektedir.

Türk Ocağı marşında şöyle seslenilmektedir:

Türk’üz, ederiz daim iftihar,

Hilkatla başlar tarihimiz var.

Kalplerde Türklük aşk ile çarpar,

Yok bize başka yâr...

Önde bayrak, elde süngü, kalpte Tanrı, biz

Dünyaya hâkim olmak isteriz...

Osmanlı ülkesinde, ordunun büyük ağırlığını taşıyacak ve nice şehitlerle onurlanacak olan genç yedek subayların marşı şöyle diyordu:

İhtiyat zabitleri! Yol göründü kalkın,

Gidiyoruz, işte Turan bizi bekliyor...

Bir taraftan Kahire, bir taraftan Batum, Kars,

Bir taraftan Hint, Afgan,

Bir taraftan Farsistan

Bizi bekliyor

Şanlı günlerdeyiz....

Dağ, dere, tepe demeyin, aşın

Durmayın,

Meydan bizi bekliyor...

Dikkat edilmelidir ki, Turan’a yol göründü ama, Kahire, Hint, Afgan ve Farsistan yani bütün İslam dünyası bu heyecanların ve büyük ufkun içindedir.

Türkçü ve Turancı akım, İmparatorluğumuzun en düşkün ve maneviyatının en çökmüş zamanlarında, halkımızın çektiği uzun ve derin acıların, ezilmişlikten kurtulma güdüsünün, aşağılanmaları içine sindiremeyişinin üzerine, bir İlahi nefes gibi esmiştir. Ve genç kuşakları diriltmiştir. Unutmayalım ki, bütün büyük aksiyonların temelinde, dünya gerçekleri değil, büyük inançlar vardır. Katı gerçeklerin ölüme mahkûm ettiği nice toplumlar, bir iman hamlesi ile tarihin yönünü değiştirmişlerdir. Türk milletinin yaşadığı ve Avrupalı devletlerin tahmin edemediği mucize de budur.

Ancak şunu unutmayalım ki, diğerleri gibi İttihat Terakki hükûmetleri de Ziya Gökalp’in Parti içindeki bütün ağırlığına rağmen, savaşın sonuna kadar Osmanlıcı ve İslamcı siyaset ve tutumlarını asla değiştirmemişlerdir. Gökalp’in bu yolda telkinleri olduğuna dair de hiçbir iddia yoktur. Özellikle savaşın sonlarına doğru, bazı Türk olmayan Müslüman çevrelerin, İttihatçıları, diğer Müslüman unsurları Türkleştirmekle suçlamaları, gittikçe yayılan milliyetçiliklerin bir tezahürü olarak görülmelidir.

Bu tablo içinde Enver Paşa, esas itibariyle keskin bir Osmanlıcı ve İslamcıdır; Osmanlı hanedan ve hilafetine de, tartışmasız, son derece bağlıdır. Nutuklarında ve yazılarında bu tavır ve bağlılığını gölgeleyebilecek en ufak bir ima bile yoktur. Peki, Enver Paşa Türkçülüğe karşı mıydı? Hayır; açıkça olmasa da, Türk Ocaklarına ve mensuplarına yardım etmiştir ve Türkçülüğü İslamcılık içinde, onun bir unsuru olarak düşünmüştür. Enver Paşa’nın, Ziya Gökalp’in iyi bir dinleyici ve fikrî takipçisi olduğunu, Ali Fuat Türkgeldi’nin anlattığı küçük bir olaydan da anlıyoruz. Sultan Reşat Han’ın rahatsızlığı sebebiyle Bakanlar Saray’da toplanmışlardır. “Bu esnada Şeyhülislam Hayri Efendi ile Enver Paşa arasında hafif bir tartışma geçti. Enver Paşa, Meşihat (Şeyhülislamlık) makamının yargı işleriyle uğraşmayarak, çalışmalarını İslamiyeti yüceltecek hususlara yoğunlaştırmasının daha faydalı olacağını söylemesi ile Hayri Efendi’nin canı sıkıldı. Adı geçen, ‘Bu fikir hep Türkçülerin uydurmalarıdır.’ diyerek Enver Paşa’ya tepki ile karşılık vermişti. ” (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s. 118, 119) Bu düşüncenin Türkçülere ait olduğu ve Ziya Gökalp tarafından ortaya atılarak savunulduğu doğruydu. Ancak bu düşüncelerinin yaygın olduğu söylenemez. Bu bakımdan, hikâye, Paşa’nın, Gökalp’in fikrî ürün ve teklifleriyle ne ölçüde yakından ilgili olduğunu göstermesi açısından dikkatimizi çekmektedir. Ama, Osmanlı Savaş Bakanı ve Orduların Başkomutan Vekili olarak tutumu açıktı, kişiliği açıktı; İttihatçıların ve Hükümetlerin tutumlarına da uygundu.23  

gidişatının engellenmesini istemiştir. Ancak, savaş içinde Faysal Bey’in bu önerisinin nasıl karşılandığını bilmesek de, gerçekleştirilemediğini biliyoruz. Faysal, daha sonra Millî Mücadele esnasında Mustafa Kemal Paşa’ya başvurarak, bir federasyon oluşturup, birlikte mücadele etmeyi teklif etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, bunun zamanının olmadığını, herkesin kendi mücadelesini başarıya ulaştırdıktan sonra federasyonun düşünülebileceği cevabını vermiştir. Enver Paşa da İslam İhtilal Cemiyetleri Birliğini kurarken, esas itibariyle her İslam milletinin kendi gücü ile kendi bağımsızlığını kazanması gerektiğini öngörmüştür.

24 Halil Menteş hatıralarında, Şer’iye mahkemelerinin Fetva makamından ayrılması fikrinin kendisine ait olduğunu, bu tedbiri, ilerideki ıslahat hareketlerine temel olması ve yabancı devletler indinde itibar kazanılması için düşündüğünü ve Parti’deki büyük toplantıda bunu arkadaşlarına kabul ettirdiğini yazar. Menteş’in yazdığına göre, Gökalp de bu fikrin savunulması ve propagandasını üstlenmiştir. (Halil Menteş, a.g.e., s. 181)

İttifak Arayışları

T TTİHATÇI liderlerin Devleti ‘hiç yoktan’ bir savaşa sürükledikleri iddiası, 1 kabullenilmesi zor bir gafletle, tarih kitaplarına kadar girmiş bir temelsiz hükümdür. Aynı kitaplarda, hem devletin ne ölçüde yalnız kaldığı, Rusya’nın açık emelleri karşısında hangi korkuların yaşandığı, yapılan bütün başvuruların geri çevrildiği, savaş öncesinde Osmanlının Asya topraklarının paylaşılması anlaşmalarının nasıl yapılmış olduğu anlatılmakta; ardından da bu mantıksız hüküm tekrarlanmaktadır. Cemal Paşa, “Kendini savunarak ölmekle, savunmasız ölmek arasındaki farkı anlayamayanlara sözümüz yok. ” derken, ne kadar haklıdır...

Şimdi biz, kısaca bu savaşa giriş sürecine dokunacağız; Avrupalı devletler Türkiye için ne düşünüyorlardı, Türkiye’nin imkânları neydi ve anlaşma arayışları nasıl oldu?

Daha başlangıcında, büyük ya da küçük bütün Avrupa devletlerinin bize karşı soğuk olduklarını bilmeliyiz; bizi küçük görmekte, aşağılamaktadırlar. “1912’de uğradığımız felaketten beri Paris ve Londra ricali ve matbuatının sürekli olarak aleyhimizde savurdukları küfürler de millî izzet-i nefsimizi yaralıyordu. Londra Konferansında Türkiye aleyhinde gösterilmiş olan tarafgirlik ve bedhahlık ise, vatanımızın yakın zamanda ne gibi akıbetlere maruz kalacağında şek ve şüphe bırakmıyordu. ” (m. Muhtar, a.g.e, s.228)

Amerika Birleşik Devletlerine başkan seçilen Wilson’a Türkiye’ye kimi elçi olarak atayacağını sorduklarında, şöyle der: “Türkiye yok ki elçi göndermeye ihtiyaç olsun. ” (Balcı, a.g.e., s.22)

Daha sonra ittifakına girdiğimiz Alman Dışişleri Bakanının Türkiye hakkındaki değerlendirmesi ise şudur: “Türkiye kötü askerî durumu dolayısıyla, önümüzdeki yıllarda bir yük sayılmalıdır... İstanbul’a bir teklifte bulunmak lüzumsuzdur; hatta, tatmin edemeyeceğimiz karşı tekliflere yol açabileceği için zararlı bile olabilir. ” (Bayur, a.g.e., c.2, kıs.4, s.626-7)

Alman Veliahdı, Türkiye’nin ittifaka alınması gerektiğini söylediğinde Başbakan şu cevabı verir: “Almanya için bunu en büyük musibet addederim. ” (M. Muhtar, a.g.e., s.133)

Hikmet Bayur durumu şöyle özetler: Osmanlı hükûmeti yalnızlıktan kurtulmak istiyor; zaafı dolayısıyla da kimse onunla uzun vadeli ve belirli yakın bir amaç dışında bağlaşmak istemiyordu. İttihat ve Terakki’nin İngiltere ile ilk ittifak arayışı Maliye Bakanı Cavit Beyin, 1911 yılında İngiliz Denizcilik Bakanı Winston Churchill(Çörçil)’e yazdığı mektupla başlar. Cavit Bey bu mektubunda, Çörçil’in Türkiye ve genç Türklere beslediği samimi muhabbetten söz ettikten sonra şöyle der: “Meşrutiyetimizin başlangıcında ümit etmiştik ki, Türkiye ile İngiltere arasında sıkı bir dostluk kurulacaktır. ” Bazı ufak tefek olaylar dolayısıyla bu mümkün olamadı. Şimdi iyi bir vasat vardır; çünkü İtalya’nın Trablusgarb’a saldırısı, halkımızı bu cepheden soğutmuştur. “Sizin İngiltere’de önemli mevkiiniz vardır. Siyasi dostlarınız üzerinde mühim bir nüfuza sahip bulunuyorsunuz. Bu gücünüzü dostluğumuzun yeniden ihyası için kullanmak isteriz.” Türklere ne ölçüde dost olduğunu bugün pekâla bildiğimiz Çörçil, cevabında, “Ne çare ki, tarafsızlığımızı ilan etmiş bulunuyoruz... Bunu bozacak ve politikamızın yolunu değiştirecek yeni kararlar vermemiz beklenmemelidir.” demekte ve sık sık deniz üstünlüklerinden söz ederek de, gözdağı vermektedir. (Bayur, a.g.e., c.IV, s.1328, 1329)

En son, Cemal Paşa’nın Fransızlar nezdindeki girişimleri sonuçsuz kalmış, hatta Fransa tarafından ciddiye alınmamıştı. Ali Fuat Erden, bu seyahatinden sonra, Cemal Paşa’nın da arkadaşlarına katıldığını yazar. (Erden, a.g.e., s.8) Osmanlı yetkilileri, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya, aralarına girebilmek için uzunca dil dökerler; çok güçlü ve kandırıcı konuşmalar yaparlar. Fakat, onlar kararlıdır. Osmanlı hükûmeti, denizde üstünlüğü olan İngiltere’ye karşı savaşa girmek istemiyordu; çünkü, iki bin mili aşan deniz sınırları vardı ve bunları savunacak güçlü bir donanması yoktu. Ayrıca, Almanya’nın yanında gözüken İtalyanlarla aynı safta olmak istemiyordu; çünkü, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa öncülüğünde Trablusgarp’taki mücadele devam ediyordu. İtalyanlar 26 Nisan 1915’te İngilizlerle gizli bir anlaşma imzalayarak İtilaf devletleri safında savaşa gireceklerdir. Fakat, Cemal Paşa’nın dediği gibi, “Bizi istemeyen devletlerle ittifakımız ne suretle mümkün olabilirdi ki biz de ittifak edelim?” Bu arada Osmanlı hükûmeti

İngiliz ve Fransız şirketlerine, bir ittifak yolu açabilmek için bolca ihaleler verir; fakat bir faydası olmaz.

Hükûmetin ruhî durumunu Talat Paşa’nın aşağıdaki sözleri açık olarak ortaya koymaktadır: “Hepimiz şu kanaatte idik ki, varlığını koruyabilmek için Türkiye’nin böyle bir Avrupa devleti ile ittifak etmesi elzemdi ve Türkiye ancak ilim, sanat, sanayi ve ticaret bakımından bu derece ilerlemiş bir devletin yardımı ile varlığını ve gelişmesini sağlayabilirdi.” (Talat Paşa’nın Hatıraları, İstanbul 1958, s.20-21)

Görülüyor ki, dönemin yöneticileri, değil bir savaşa girmeyi, varlığını koruyabilmek için bile, bir büyük devlete yaslanmak gerektiğini düşünmektedirler. Bu korkunun temeli Rusya kaynaklı idi ve çok da gerçekçiydi; bunu da en iyi o insanlar biliyorlardı. “Büyük devletler arasında bizim için en az tehlikeli olanlar Almanya ve Avusturya, en çok korkulacaklar da İngiltere ve Rusya idi. Doğu meselesinin alacağı şekil ise en ziyade bu son iki devletin gaye ve görüşlerine tâbi idi. ” (m. Muhtar, a.g.e., s.233-34)

Rus Çarı, Türk-Rus savaşının, Büyük Petro’nun programının gerçekleştirilmesi ile biteceğine dair bir beyanname yayımlar.25 Ardından Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Fransız büyükelçisi Paleolog’a şunları söyler: “İstanbul’a gelince, ben şahsen Türklerin oradan kovulmalarını istemiyorum. Onlara, eski Bizans kentini, etrafında bir sebze bahçesiyle birlikte bırakmaya razı olabilirim; fakat, fazlasına değil!” (Bayur, a.g.e., c.3, kıs.I, s.347) Rus dışişleri bakanının bu lütufkâr düşüncelerini, değil Osmanlı hükûmeti, bilmeyen Osmanlı yoktur...

O günlerde, İngilizler, bölüşme anlaşmalarına da uygun olarak, Rusların İran’a sarkmalarını engelleyip bütün güney Orta Doğu ve Mısır’da egemenliklerini kurmak planında olduklarından, Boğazlar’daki Rus hâkimiyetine sıcak bakmaktadırlar. İngiltere Kralı Rus büyükelçisine şunları söyler: “İstanbul’a gelince, apaçıktır ki, o sizin olmalıdır. ”

Şunu da belirtmeliyiz ki, Rusların İstanbul’a egemen olma ülküsü, sadece hariciyecilerin oynadığı bir dış politika oyunu değildir; bütün Rus aydınlarının ve hatta halkının heyecan kaynağıdır. Nitekim Ruslar zaman zaman bu kaynağı kullanmaya çalışmışlardır. Savaşın başlarında Alman cephelerinde bir başarı gösteremeyen Rusları karamsarlık sardığında, İstanbul’a ulaşmak hayali alevlendirilerek yeni bir hamle gücü oluşturulmak istenmiştir. Fransa’nın Moskova sefiri şöyle anlatır: “Moskova’da

İmparatora yaklaşan herkes İstanbul üzerine konuştu ve hepsi de aynı şeyi söyledi: Boğazların ele geçirilmesi İmparatorluk için bir ölüm-kalım işidir ve Almanya ile Avusturya’dan elde edilebilecek bütün toprak menfaatlarından önce gelir... Boğaziçi ve Çanakkale’nin tarafsızlaştırılması yarım, piç ve ilerisi için tehlikelerle dolu bir çözüm biçimidir... İstanbul bir Rus kenti olmalıdır... Karadeniz bir Rus gölü olmalıdır. ” (Bayur, a.g.e., c.3, k.1, s.470)

Muhtemelen diğer İtilaf devletleri gibi Rusya da, Türkiye’nin Almanya’dan önce çökeceğini ve savaşı bırakacağını düşünmekteydi. Aşağıda, çok kısa satırlar vereceğimiz, Rus hükümeti için hazırlanan raporlardan da bu anlaşılmaktadır. Nemiç raporu’nda şöyle denilmektedir:

“Rusya ister istemez tarihî görevini yerine getirmeye mecburdur. Bunu yapabilmesi için zorunlu olan şartlardan biri, onun Boğazlara ve İstanbul’a sağlam biçimde yerleşmesidir. Biz bu savaştan, her Rus’un gönlüne hitap eden bir şey kazanmış olarak çıkmalıyız; yoksa bu hayretler verici savaş bizde birlik değil ayrılıklar doğurur.” (Bayur, a.g.e., c.3, k.1, s.464) Rapor, Almanya yenilse bile Türkler İstanbul’u savaşmadan bırakmazlar; onun için, bu muhtemel savaşın planlarını şimdiden hazırlanmalıyız, diye devam eder.

Neratof raporunun ilk maddesinde şöyle yazar: “İstanbul ve Boğazlara yalnız diplomasi yolu ile kavuşamayız. Savaş Almanya ve Avusturya’nın yenilgisi ile sonuçlansa bile, Türkiye bize savaşmadan İstanbul ve Boğazları vermez. Dolayısıyla oraları fiilen almamız gerekecektir. ” Rapor daha sonra, İstanbul üzerine askerî hareketin hangi yollardan düzenlenebileceğinin ayrıntılarına geçer.

Prens Trubetzkoy raporunda ise şöyle değerlendirme yapılır: “İstanbul ve Boğazların alınması bağlaşıklarımız için genel askerî hareketler arasında bir vasıtadır. Öylelikle deniz yolu ile gidiş geliş sorunu çözülür ve Romanya ve Bulgaristan üzerinde ağır bir baskıda bulunulabilir... Ancak, Boğazlar bizim için yalnız bir vasıta değildir. Onlar aynı zamanda bugünkü savaşı ve onun yüklediği fedakârlıkları meşru kılan ülküdür.” (Bayur, a.g.e., c.3, k.1, s.468)

İttihatçıların amansız muhalifi olan, -eski Denizcilik Bakanı- zamanın Berlin sefiri Mahmut Muhtar Paşa, İtilaf devletlerinin Osmanlının başvuruları karşısındaki iki yüzlülüklerini ayrıntılarıyla anlatır. “Gerçekten iş başında bulunan Sait Halim Paşa Kabinesi üyeleri içinde, İtilaf Devletlerinin hayli taraftarı vardı. Bu devletler o tarihte, mesela Yunanistan’la müzakere ettikleri zemin ve şartlar çerçevesinde Türkiye ile de müzakerelerde bulunarak, milletler arası hukuktan tam manasıyla istifade etmesine

muvafakat etseydiler, tarafsızlığını olsun temin edebilirlerdi. ” (m. Muhtar, a.g.e., s.234) Ancak yine Mahmut Muhtar Paşa’nın tespitine göre, bu devletlerin tarafsızlıktan anladıkları, ‘Bizim dediklerimizi yapın.’ anlamında idi. Cemal Paşa’nın İngiliz elçisine yaptığı tekliflere Sir Grey’in Ağustos 1914 sonunda verdiği cevapta, “Ticaret gemilerinin muslihane ve fasılasız geçişlerinin kolaylaştırılacağına dair teminat istemiş olması da hep tarafsızlık sütresi altında Türkiye’nin, İtilaf Devletlerinin emellerine boyun eğmesini hedeflediğini ispat eder. ” (m. Muhtar, a.g.e., s.240)

Enver Ziya Karal’a göre de İttihatçılar savaşa girmek niyetinde değillerdir; içerideki işleri bitirmeden böyle bir badireye atılmak istemezler. Ancak, tarafsız kalmak için üçlü İtilaf devletlerine başvurmuş ve reddedilmişlerdir. Alman elçisi de, Osmanlının savaşa girmektense ordu ve memleketin iç işlerini düzene sokmasını tavsiye eder. Enver Paşa, “Sözü edilen ıslahatın, Türkiye’nin dıştan gelebilecek saldırılara karşı bir büyük devlet tarafından korunması ile mümkün olabileceğini, bu nedenle de, Üçlü Antlaşma’ya girmek istediğini söyler.” (E.Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c.IX, Anaka-1996, s.379)

* * *

Almanya ile ittifak anlaşmasının gelişmeleri şöyle olur: Enver Paşa 22 Temmuz 1914’te Alman büyükelçisiyle görüşerek, Almanya ile ittifaka girmek istediklerini bildirir. Ertesi gün Başbakan Sait Halim Paşa Avusturya büyükelçisiyle görüşerek aynı talebi iletir. Bilindiği gibi Avusturya-Almanya, İttifak devletlerini oluşturmaktadır. Bu isteğe iki taraftan da olumsuz cevap gelir. Osmanlı Başbakanı, sadece Ruslar’a karşı (İngiltere ve Fransa hariç tutularak) ittifak yapılmasını ister; bu da kabul edilmez.

Görüldüğü gibi, Osmanlı devlet adamları, hatta bütün okumuşları İngiliz emellerini pekâlâ bildikleri halde, sadece Ruslara karşı bir korumayı bile, anlaşmak için yeterli bulmaktadırlar. Tanin başyazarı Muhittin Birgen’in naklettiği, bir Macar gazetecisinin yorumu ilgi çekicidir. Diyor ki: Bu savaşın kahramanları Macaristan ve Türkiye’dir. Çünkü, Almanya, dünya siyaseti için kavga ediyor. Yenilse de, ufak tefek kayıpları olur; ama, kolay toparlar. “Biz mağlup olursak, siz de, biz de, Avusturya da, Panislavizm tarafından parça parça edileceğiz. ... Savaş, Almanya için bir dünya siyasetidir; bizim için yaşamak yahut yaşamamak meselesidir.” (Birgen, a.g.e., s.188) Macar

gazetecinin korktuğu Birinci’de değilse de, İkinci Dünya savaşında başlarına gelmiştir.

Benzeri bir değerlendirmeyi de, Kanal Harekâtında Osmanlı subay ve erlerinin canını dişine takmış mücadelelerini görünce gözleri yaşaran ve “Yarabbi! Şu zavallı milletin yeniden dirilmek ve istikbalini kazanmak için katlandığı şu fedakârlıklara acıyıp da onu, masum emellerine eriştirmezsen, senin adaletinden şüphe ederim.” diyen IV. Kolordu kurmay başkanı Von Frankenberg yapar: “Bu savaş Almanya için fütuhat harbi olsa da, Osmanlı Devleti için bağımsızlık savaşıdır. ” (Erden, a.g.e., s.119)

Alman hariciyesi, Osmanlı hakkında sürekli olumsuz raporlar vermektedir. Alman sefiri kendi Dışişleri bakanlığına gönderdiği bir yazıda, “Türkiye Üçlü ittifak yanı olunca, Rusya’nın açık düşmanlığını göze almak gerekir. Türkiye’nin doğu sınırı üçlü ittifakın stratejik durumunun en zayıf noktası olacaktır. İttifak devletleri, şüphesiz kendilerine muadil bir yardım gösteremeyecek Türkiye için yeni külfetlere katlanmakta tereddüt edeceklerdir.” der. Bir iki ay sonraki raporuna da, “Ordusu kesinlikle değersizdir. ” notunu düşer. (E. Gen. Doğan Hacipoğlu, Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Harbine Girişi, İstanbul 2003, s.49) Fakat, Alman İmparatoru öyle düşünmemektedir; bir raporun altına, “Biz Türkiye’yi asla reddedemeyiz.” notunu koyar.

Alman ittifakı hemen ve kolayca oluvermemişti. Osmanlı ittifakına onlar da sıcak bakmıyorlardı. Daha 1914 yılının başlarında Osmanlı hükümeti Almanya’ya ittifak teklif ettiğinde, Von Kress’in ifadesiyle, “Fakat o vakit, gerek İstanbul’daki Alman sefareti, gerekse Berlin’deki Hariciye Nezareti, bir ihtilal ve üç talihsiz savaş neticesinde zayıf düşmüş olan genç Türk hükümetinin ittifak kudretinin yetersizliğini düşünerek, Türkiye ile bir ittifak akdinin reddedilmesini uygun görmüşlerdi. Fakat, imparatorun uzak görüşlülüğü sayesinde, bu husustaki bütün bağlar kopartılmamış ve uzatılan müzakerelerde, harp başlar başlamaz ittifakın yapılması yine mümkün olmuştur. ” Von Kress, ordu ve memleketin yorgun ve Merkez Devletleri ile ittifaka hazır olmadığını, bunu Talat ve Enver Paşaların gerçekleştirdiklerini söyledikten sonra, şunları ekler: “Bunlar, daha o vakit, İtilaf devletlerinin zaferi ile bitecek bir harpten sonra Türkiye’nin aralarında taksim edileceğine ve bu ölümden kurtulabilmek için tek çarenin, vaktinde Merkez Devletlerine katılmakta olduğunu takdir eden pek az Türk politikacılarından idiler.”

İmparator’un talimatı üzerine, Alman sefiri Osmanlı ile gizli görüşmelere başlar. Talat Paşa’nın yazdığına göre, Alman elçisi Wangenheim, Osmanlı Başbakanı Sait Halim Paşa’ya, Almanya’nın Türkiye ile eşit şartlarda bir ittifak yapmak istediğini söyler. Sait Halim Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa ve Halil (Menteş) Beyi o akşam yalısına çağırarak teklifi bildirir ve görüşürler. “Biz derhal, bu teklifin bir savaş tehlikesinden doğmuş olduğunu anladık. Bir devletin zayıf Türkiye’yi ittifakına almak istemesi için bu derece önemli bir sebebin var olması gerekeceğini tabiî buluyorduk. Fakat bizim düşüncemiz, bir genel savaşın çıkmayacağı ve bizim de, bir kere bu ittifaka girmekle, artık devletimizi her türlü tehlikeden korumuş olacağımız merkezinde idi.” (Talat Paşanın Hatıraları, s.21) Bu ifadelerden, Almanların tekliflerinin savaştan epeyce önce olduğu düşünülebilir; gizli görüşmeler uzunca bir süre devam etmiştir.

Varılan anlaşmanın birinci maddesine göre, her iki devlet de Avusturya- Sırbistan sürtüşmesinde tarafsız kalacaklar. İkinci maddeye göre, “Şayet Rusya fiilî askerî tedbirlerle işe karışır ve bu suretle Almanya için Avusturya- Macaristan hakkında kazus federis (savaşa katılma zorunluluğu) doğarsa, bu kazus federis Türkiye için de yürürlüğe girecektir.” Dördüncü maddesinde ise, Almanya’nın, Osmanlının ülke bütünlüğü tehlikeye düştüğünde onu gerekirse silahla koruyacağı söylenmektedir.

Bu anlaşmadan birkaç gün sonra Alman büyükelçisi Wangenheim’dan, ittifak hükümlerini Türkiye lehine geliştiren bir taahhüt mektubu alınır. Mektupta kapitülasyonların kaldırılmasında Türkiye’ye yardım edileceği, doğu sınırlarının Müslüman unsurlarla doğrudan temas sağlanacak bir şekilde düzeltileceği (Azerbaycan’la sınırdaş olmak), Ege adalarının Türkiye’ye bırakılacağı ve işgal altında Osmanlı toprağı kaldıkça Almanya’nın savaşı bırakmayacağı taahhüt edilmektedir. (Balcı, a.g.e., s.38)

Anlaşmanın, Rus-Alman savaşından önce hazırlandığı bir ve ikinci maddelerden de açıkça anlaşılmaktadır. Rus-Alman savaşı 1 Ağustos 1914 günü öğleden sonra saat 17’de ilan edilmiş, Alman-Türk ittifak anlaşması ise 2 Ağustos 1914 sabah saatlerinde imzalanmıştır. İttifak anlaşmasının imzalandığı saatte, Osmanlı devlet adamları muhtemelen, birkaç saat önce savaşın başlamış olduğunu biliyorlardı. Ancak, bilmeseler de önemli değildir; çünkü, her halükârda bir savaş ortamı yaşandığı açıktır ve Osmanlı Rusya’dan korkusu sebebiyle bu anlaşmayı yapmaktadır.

Almanya ittifakının ertesi günü Osmanlı hükümeti, devam edecek savaşta silahlı tarafsızlık siyaseti takip edeceğini bildirdi. Osmanlı yöneticileri İttifak ülkelerine katılmakla rahatlamış olmakla birlikte, savaşa girişi mümkün olduğunca ertelemeye kararlıydılar. Yavuz ve Midilli’nin, Bulgaristan ittifak kuvvetlerine katıldığını açıklayana kadar Karadeniz’e çıkmasına izin verilmez. (19 Ağustos’ta Bulgaristan Osmanlı anlaşması imzalanır.)

Enver Paşa kıvrak bir dış politika elamanı gibi, bir yandan Alman askeri yardımını almaya çalışırken, diğer yandan savaşa girmeyi geciktirmeye uğraşıyordu. Bunu Almanlara karşı değil, ordunun vazifesini yapabilmesi için gerekli hazırlıkların tamamlanması için yapıyordu. Bu konudaki tutumları, Enver Paşa’nın ayni zamanda iyi bir müzakereci olduğunu göstermektedir.

Bu bağlaşmanın Almanların da işine yarayacağı doğaldır; hatta, onların da zannettiklerinin çok üstünde kendileri için faydalı olmuştur. Alman yönetimi, kendi işine yaramayacak bir bağlaşmayı sırf Osmanlının hatırı için imzalayacak kadar elbette ki saf değildir. Peki Türk hükûmeti mi o kadar saf yahut cahildi? Enver Paşa bütün bunları bilmiyor muydu, sırf Almanlara olan hayranlığı mı O’nu savaşa itti? Bu tür hükümler kahve sohbetleri için bile caiz değildir.

Enver Paşa, henüz otuz yaşında bir subayken Trablusgarp’tan şunları yazıyordu: “Doğru, Avrupalı düşmanlarımdan nefret ediyorum, ama Hans ile münakaşa ederken, milletlerin arasında bir tek menfaatlar rol oynar, duyguların önemi yoktur, derken, söylemek istediklerimde haklı olduğumu bana gösterdikleri için de hayranlık duyuyorum onlara... ” (Hanioğlu, a.g.e, m.161) Aynı yıl yazdığı diğer bir mektupta Almanya’nın, neyin peşinde olduğunu bakın nasıl ifade ediyor: “... bütün Avrupa’nın, bizim zayıflamamız karşısında menfaati var... Almanya kendi cephesinden, Küçük Asya’ya el koyma vaktinin böylece daha da yaklaşacağını düşünüyor. ” (Hanioğlu, a.g.e, m.146) Bunları yazan insan mı dünya siyasetinden habersiz?

Yine aynı yılın Ağustos ayında yazdığı bir mektup var ki, buradaki öngörüsünü, genç bir Osmanlı subayının siyasi dehası olarak değerlendirmek gerekir. Yukarıda dokunulduğu gibi, Alman hükûmeti Osmanlıyı kendinden uzak tutmak kararındadır. 1913 yılında, Alman kamuoyunda Osmanlıya karşı bir sempati doğduğunu yazan dostuna şu cevabı verir: “Özel Almanya’nın bize gösterdiği sempatiden çok duygulandım sevgili dostum. Ama, resmî

Almanya aynı duyguları taşımıyor. Fakat, kendi menfaatini korumak için resmî Almanya da sonunda bizden yana olacaktır; bunu önceden görüyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e, m.177)

Bu genç Osmanlı subayının başka neler yazması gerekirdi?

Ayni insan, Enver Paşa’nın, Süveyş Kanal hareketi için Almanların göndermek istediği mali yardımı az bulup reddederken yazdıkları, vicdanı ve idraki olan her insanı Enver Paşa ve arkadaşlarının tutumu hakkında aydınlatıcıdır. Paşa şöyle diyor: “Almanya maddi ve mali bakımdan Osmanlı İmparatorluğunu desteklerse bunu kendi çıkarı için yapar. Osmanlı İmparatorluğu Alman yardımını kabul eder de, kendi kaderini Almanya’nın kaderine bağlarsa, o da bunu yalnızca kendi çıkarı için yapacaktır. Bu konuda hiçbir yanılsama olamaz.” Aksakal’ın vardığı sonuç şudur: “Osmanlılar savaş boyunca Almanya ile devam eden ittifakları süresince, ulusal çıkarlarını hassasiyetle koruduklarını açıkça ortaya koymuşlardır.” (M. Aksakal, Harb-i Umuminin Eşiğinde, İstanbul 2010, s.20 )

Bugün, hükümetlerin yalnızlık korkusu ve tarafsız kalınamayacağı gerçeği bilindikten sonra, sanki Osmanlı için her şey mümkünmüş gibi, geriye dönük hükümler vermek çok yersiz kaçmaktadır. Zamanın Millî Eğitim Bakanı Şükrü Bey’in yazdıkları çok açık ve günümüz için de düşündürücüdür:

“Düvel-i muazzama arasında, Devlet-i Osmaniye’yi bölüşmek için bir çok müzakereler olmuştu. Bunun en mühim saiki Rusya idi. Binaenaleyh Rusya’nın olacak tecavüzlerine set çekecek kavâid-i esasîye sahip olabilirsek, memleketi kurtaracağımıza kani idik. ... Böyle bir kuvveti biz, inkılâptan beri (Meşrutiyetin ilanı) arıyorduk. Fakat, hiçbir zümre- i düveliye (İttifak devletleri-İtilaf devletleri) bizi kabul etmiyordu. ... Merhum eski başbakan Küçük Sait Paşa zamanında Rusya’ya bir teklif yapılmış ve buna da cevap gelmişti. Fakat Sait Paşa bunu hiçbir zaman görüşmeye açmadı. Çünkü Rusya’dan gelen cevap, ‘Himayem altına girmeyi kabul ederseniz, sizi ittifak çemberime alırım.’ şeklindeydi. Halbuki, Almanlar, bizi aşağılayacak hiçbir kayıt koymadan anlaşma yapmaya muvafakat etti ve bu başarı addedildi... İtilaf devletlerinin sefirlerinin sözlü garantileri hiç bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü, memleketimizin, devletlerin teminatı altına alınması, Paris ve daha sonra Berlin anlaşmalarıyla yazılı olarak garanti edilmişken, o zamandan beri hiçbirine uyulmamış, sürekli olarak parçalanmıştı. Mesela bugün üç devlet ülke bütünlüğümüzü garanti etse, yarın bizi parçalamaya o anlaşma mani olmayacaktır. Bu garantiyi, bir çok devletlerin ortaklaşa imza ettikleri Berlin ve Paris anlaşmaları bile temin edememiştir.”

Adliye Bakanı İbrahim Bey de, Sait Paşa hükûmeti zamanından beri İngiltere’nin bizim her ittifak teşebbüsümüzü, bizi aldatarak geri çevirdiğini

yazar. “İşte İtilaf devletleri Türkiye ile açıkça ve tam bir dürüstlükle müzakerelere girişecekleri yerde, pek çekimser hareket ederek, dolambaçlı yollara sapmaktan geri kalmıyorlardı. Bu manevraların gayesi, Bâbıâli’ye karşı ferden müşkil bir mevkide bulunmamak ve müsaadeleri asgari haddine indirebilmek üzere müştereken hareket ederek Türkiye’yi bir devletler kitlesi karşısında bulundurmaktan ibaretti. Ara yerde tehditler de eksik olmuyor, mesela Sir Malet, Sadrazam’a ‘Eğer Türkiye İtilaf Devletlerine meydan okuyacak mertebede tedbirsizlikte bulunursa, bu hareket Osmanlı saltanatına hatime çeker. ’ diyordu. ” (m. Muhtar, a.g.e., s.237)

Bir Rus kurmay subayı olan N. Clado ise durumu şöyle değerlendirir: “Türkiye’nin çıkmaz bir yola girdiği inkâr edilemez... Almanların bu savaşta yenilmeleri kuvvetle muhtemel olmakla birlikte, Türkler için, onlardan başka el uzatılacak kimse yoktu. Türkler’in Avrupa’da kalması ve Boğazlara sahip olması yalnız Almanların işine yarar. Türkler de iyi anlamışlardır ki, Avrupa’daki topraklarını ve Boğazları korumak için biricik ümit, Almanya korumasıdır. Kendimizi Türklerin yerine koyarsak, o zaman bu büyük Dünya Savaşında, kesin bir tarafsızlıkla Türklerin ülke bütünlüğünün korunacağına inanmayacaklarını anlarız. ”

Bir diğer Rus, E. Adamov da, Türklere ülke bütünlüğü garantisi verilmeyişi karşısında Türklerin, inanabilecekleri tek devlet olarak Almanya’nın kaldığını söyler.

Sait Halim Paşa, İttihat Terakki’nin 1916 Kongresinde şunları söyler: “Osmanlı Devleti şeklen istiklaline sahip görünse de, hakikatte vesayet altına girmiş, hükümranlık haklarının en önemlilerini yabancı devletlerin keyif ve hevesine emanet etmeye mecbur olmuştu. ” (Balcı, a.g.e., s.22)

Osmanlı Başbakanı, gelinen noktada artık Devletin “tamamiyet-i mülkiye”sinin yani ülke bütünlüğünün pazarlık konusu olduğunu söylüyordu. Halbuki, Batılı devletlerin verecekleri ülke bütünlüğü güvencesinin, hele bunların sözlü olanlarının hiç bir anlamı yoktu. “Diplomasi sınıfının senetsiz sepetsiz sözlerle son Balkan Savaşı’nda başımıza getirdiği felaketin dumanı gözümüzün önünde hâlâ tütmekte bulunduğu bir zamanda, Bâbıâli’ye verilen sözlü öğütlerin yahut Londra’da, Paris’te sefirlerimize, maslahatgüzarlarımıza vaki olan sözlü garantilere dayanarak bir köşeye çekilmek, hiçbir hükûmetin, hiçbir devlet adamının kârı değildir.” (1. Dünya Savaşında Türkiye, s.61)

O günlerde bir İngiliz diplomatı kendi dışişleri bakanına şunları yazar: “Durum çok güç. Bütün devletler, biz de dahil olmak üzere Türklerden daha çok şey kapmak istiyoruz. Hepimiz Türkiye’nin toprak bütünlüğünden söz ediyoruz, fakat pratikte hiç birimiz sözümüzü tutmuyoruz.” Diplomat diyor ki, “Başbakanın ve Talat’ın benim şahsıma, iyi niyetime ve İngiltere’nin samimiyet ve dostluğuna güvenmeleri yanında, Majeste’nin hükümetinin Türkler aleyhinde sürekli kararlar alması, beni kısmen rahatsız ediyor...” (Ulubelen, a.g.e, s.153)

Avrupalı devletlerin hiç birinde siyasi ahlak olmadığını Fransız hukukçu Louis Renault’dan dinleyelim: “Ne ilişkilerde güvence ve ne de verilen sözlerde hiçbir sadakat yoktur. Bu hükümetler Türkiye ile ittifak ilişkilerine girerken, hemen hemen ayni anlarda da Türkiye’nin parçalanarak yok olmasını amaçlayan başka ülkelerle ittifaklar kurmaktadır.” (Djuvara, a.g.e. s.22) Yazar şöyle devam ediyor: “Osmanlı İmparatorluğunun geniş toprakları, bu topraklar içinde yaşayan halkın çıkar ve duyguları gözetilmeksizin dilimlere ayrılarak, cansız bir varlık gibi yıkıcıların, bölücülerin emrine sunulmuştur” Sadrıazam Sait Halim Paşa 1915’te bir Amerikalı gazeteciye verdiği beyanatta şunları söyler: “Üçlü İtilaf güçlerinin Türkiye ile ilişkilerine damgasını vuran ikiyüzlülükten yorulduk.” (Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde, Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi, İstanbul-2010, s. 222)

Bir Avrupalı yazar, 1878 Berlin kongresi milletlerin alınıp satıldığı bir bezirgan pazarına dönmüştü, der Osmanlılar ise anlaşmalarına daima sadıktır: “Bu nokta Osmanlının başlıca meziyetlerindendir; tarih boyunca böyle olmuştur. Bu gerçeği, onlarla birlikte yaşayanlar ve onları yakından tanıyanlar ifade ederler.” (Djuvara, a.g.e. s.194)

Esasen, “Türkiye, tamamiyet-i mülkiye türünden güvencelerin ne demek olduğunu 1841’den beri pek âlâ anlamıştı.” (M. Muhtar, a.g.e., s.236) Ayrıca biz biliyoruz ki, Almanya’nın da Orta Doğu’da hesapları olmakla birlikte, elli yıldan beri, milletlerarası arenada bize en yakın davranan ve yer yer destekleyen Almanya’dır; askerî ıslahat meseleleri, Makedonya ve Girit meselelerinde uygulanan baskılara katılmaması gibi. Ve bunu halk da böyle görmektedir ve Alman gücüne güvenen, yalnız Enver Paşa değildir. Talat Paşa şöyle yazar: “Bütün Osmanlılar, Türkiye’nin, yenilmeyen bir Almanya- Avusturya birliğinde varlığını ve bağımsızlığını koruyacağına kani idiler.” (Talat Paşanın Hatıraları, 27)

İsmet İnönü, Enver Paşa’nın Alman ordusuna olan güvenini vurgular: “Enver Paşa Alman ordularının kudret ve kıymetine sarsılmaz hayranlık besliyordu. ” (İnönü, a.g.e, s.96) Askerî açıdan kaybedilmiş bir savaşa girdiğimizi ileri süren İnönü, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin toplam güçlerinin sağlıklı değerlendirilemediğini ve Amerikan faktörünün hiç düşünülmediğini söyler. (İnönü, a.g.e, s.80) Bu eleştiriler elbette ki doğrudur; ama savaştan sonra yapılmıştır. Savaş öncesinde, İtilaf Devletleri taraftarı olanlar Bakanlar Kurulunda bile var idiyse de, bu tür bir değerlendirmeye yani askerî açıdan mukayeseli bir üstünlük tesbitine rastlamıyoruz. İsmet Paşa, savaşa hiç değilse gecikerek girmek konusunda daha ölçülü değerlendirmeler yapar; şöyle der: “Girmezdik de ne olurdu? Belki savaşa bu kadar erken değil, çok sonraları, savaşın sonuna doğru girerdik. Bunu yapabilir miydik? Belki evet, belki hayır.” (İnönü, a.g.e., s.136) Savaş sonrasında, İngiliz, Fransız ve Rus bir çok devlet adamı ve yazar, Türklerin Almanya ittifakının zorunluluğu hakkında açıklamalar yapmışlardır.

Ziya Nur Bey, Osmanlının savaşa girmeyebileceği yolundaki iddiaları, “Dayanaksız, boş ve kof” sözler olarak nitelemektedir. “Savaşta mağlup olunduğu, netice feci olduğu için, ucuz hükümler ve sebepler aranmıştır. Hele Enver, büyük gadre uğramış, zavallı İslam idealisti, kısa bir müddet sonra şehit olduğundan, ‘vur abalıya’ cinsinden ithamlara maruz kalmıştır. Bu ithamların, en yakın arkadaşları tarafından bile yapıldığını söylemek gerekir. ” (Z. N. Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.261)

Harbe girişimiz konusunda en cahilce ve sokak üslubu hüküm, ne yazık ki Türk Devletinin Genel Kurmayı tarafından yayımlanan kitapta yer almıştır: “Almanya Marn muharebesinde kaybetmiş, buna rağmen Enver Paşa akıl almız bir sorumsuzluk duygusu ile Türkiye’yi vakitsiz Almanya yanında harbe sokmuştu. Bu savaşa giriş Enver’in isteğiyle olmuş; ancak Cemal Paşa ve Talat Beye haber vermiştir... Bir diktatör gibi İmparatorluğu ve orduları

büyük bir sorumsuzlukla yönetmeye kalktı” (Emk. Tuğgen. Cemal Akbay, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, 1. Cilt, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Siyasi ve Askeri Hazırlıkları ve Harbe Girişi”, Ankara 1999, s.246)

Ziya Nur beyin yazdıklarına, Türk Tarih Kurumu’nun ilk başkanı, tarihçi Yusuf Akçura’nın 1926’daki hükmünü de ekleyelim. 1918 İhtilali ile açılan Çarlık arşivlerini inceleyen Akçura, İstanbul’un işgali için Rusya’nın hazırladığı 130.000 kişilik özel ordunun Tuna ağzında bekletildiğini, Karadeniz’de mutlak üstünlüğün elde edilmesi için yeni gemilerin

yapıldığını, bunların perde ardı uzun müzakerelerini, bu belgelerle açıkladıktan sonra, şu hükmü verir: “İtilaf devletleri sefirlerinin tarafsız kalmamız için bize sözlü olarak verdikleri teminatlara inanmak fazla safderunluk olurdu    Diğer Avrupa devletlerinin paylaşma plan ve

anlaşmalarının hiç birini bilmese bile, Rusların bu işgal planları karşısında tarafsız kalınabileceğini düşünmek ahmaklıktır.” (Yusuf Akçura, “Osmanlı Devleti Umumi Harpte Tarafsız Kalabilir miydi?” Türk Tarih Encümeni Mecmuası, 11926, s. 7) Akçura, mütareke günlerinin ümitsizlik havası içinde İngiliz istihbaratının yaptığı propagandaların okumuş kesimleri etkilediğini ve savaşın sorumluluğunun İttihatçı liderlere yükletilmesiyle “galip itilaf devletlerinin nazar-ı merhamet ve muhabbeti” celbedilip, daha müsait şartlarda bir barış yapılabileceğini ümit ettiklerini ilave eder.

Karman çorman hükümlerle dolu Genel Kurmay’ın yayını da - dayandığı kaynaktan olacak- savaşa girme konusunda, ikinci bölümün sonuç kısmında şöyle der: “Harp gücünü teşkil eden faktörlerin her birinin ayrı ayrı incelenmesi şu gerçeği ortaya koyuyordu ki, Türkiye bu harp gücüne dayanarak herhangi bir harbe girmez ve gireceği harbi devam ettiremezdi. Ancak jeopolitik ve stratejik durumun incelenmesinde de açıklandığı üzere, Türkiye’nin politik ve stratejik durumu dolayısıyla, herhangi bir dünya harbinde tarafsız kalmasına da imkân görülemiyordu. Bu bakımdan, herhangi bir dünya harbinde yeterli bir dış yardımı esirgemeyen kuvvetli bir Avrupa devletine dayanmak uygun olurdu. ” (Cemal Akbay, a.g.e. s.140)

Özellikle yabancı kaynaklara dayalı incelemelerinin ardından bir sonuç değerlendirmesi yapan Mustafa Aksakal şöyle söyler: “Dolayısıyla Enver, yalnız kendisinin desteklediği bir politika izlemekten çok, Osmanlıda karar oluşturan elitlerin destekledikleri bir ittifek stratejisini müzakere eden başlıca isimdi.” (Mustafa Aksakal, Harb-i Umuminin Eşiğinde, İstanbul 2010, s.222)

Yazar, Osmanlı aydın ve subaylarının ve Meclis üyelerinin İngiltere ve Fransa’ya asla güvenmediklerini, Almanya taraftarı olduklarını tespit eder ve bu tutumun arkasında Balkan Savaşında aşağılanan Osmanlı gururunun, çekilen acıların ve korkuların intikamını almak duygusunun yattığını söyler.

Mustafa Aksakal Enver Paşa’nın hayalperestliği yolundaki iddiaları da gerçekçi bulmaz. Alman-Osmanlı mlüzakerelerinin incelenmesi, Enver Paşa’nın “Panislamist hayallerle gözleri kamaşmış bir savaş taraftarı olarak

tanıtılmasının oldukça yanıltıcı olduğunu ortaya koymaktadır.” (Mustafa Aksakal, a.g.e. s 223)

Yazarın vardığı sonuçlardan biri de şudur: “Paşa savaşın içine atılmaya pek de hevesli değildi. Osmanlılar ancak üç ay (dört ay, N.K) süren ayak diremelerden, kandırmacalardan ve Berlin’le yürütülen uzatmalı pazarlıklardan sonra, Alman-Osmanlı ittifakı kopma noktasına geldiğinde savaşa girmişlerdi. Osmanlı liderleri 2 Ağustos 1914’te Almanya ile ittifakı garanti altına aldıklarında, silahlı tarafsızlıklarını ilan ettiler ve çabalarını askeri bir çatışmaya girmeme üzerinde yoğunlaştırdılar. Almanlar, özellikle Liman von Sanders, harekete geçilmesi konusunda İstanbul’a baskı yaptığında Osmanlılar, Bulgaristan’la bir ittifak kurmak gerektiği ve seferberlik çalışmalarını tamamlamak için daha fazla zamana ihtiyaç olduğu konusunda ısrar ettiler. Osmanlıları nihayetinde savaşa sokan, Almanya’nın daha fazla askeri yardımda bulunmayı reddetmesi ve Osmanlıları terkedip Rusya ile ayrı bir anlaşmaya varma tehdidinde bulunması oldu.” (Mustafa Aksakal, a.g.e. s.223)

Talat Paşa, Almanların mutlak galibiyetine inanılmasa da, hesapların bu galibiyet üzerine yapıldığını yazar. Savaş içinde “Hiç kimse savaşa girildiğinden dolayı pişmanlık hissetmiyordu. Padişah, Veliaht Vahdeddin, âyan ve milletvekilleri, subaylar, halk ve memurlar, memleketin kurtarılmış olduğuna kaniydiler. Fakat, savaşın dört yıl süreceğine ihtimal verilmemişti. Savaşın birinci ve ikinci yıllarında halk bütün yük ve külfetleri memnuniyetle taşıdı; malını ve canını severek verdi. Hiçbir yerden bir şikâyet işitilmedi. Subaylar ve memurlar şereflerini korudular.” (Talat Paşanın Hatıraları, s.27-28) Şunu eklemek gerekir ki, savaşın sonucunun ağır olması ve İttihatçı liderlerin bu sorumluluğu derinliğine duyması sebebiyle, bulundukları şartlar içinde kendilerini ve politikalarını savunamamışlardır. Bazı konuların birkaç İttihatçı ileri gelen arasında kararlaştırılması da, bu savunmayı güçleştirmektedir ve beyanlar arasında yer yer tutarsızlıklara yol açmaktadır. Ancak, o günün şartları içinde bu gizlilikleri makul ve görüşmeleri yaygınlaştırmama tutumunu haklı görmek gerekir.

Talat Paşa’nın bu tahlillerine şunu da eklemeliyiz ki, savaşın dört yıl sürmesi, galip-mağlup bütün tarafların toplumlarını çökertmiştir; Rusya’da ihtilal olmuş, Almanya, Fransa, İngiltere, ardı kesilmeyen çalkantılar içinde, dirençlerinin son noktalarına gelmişlerdir. İşin ilgi çeken yanı, toplumsal huzursuzluk ve çalkantılar açısından da, devletlerin en güçlüsü yine Türkiye

çıkmıştır. Türk toplumu, yetmemiş gibi, bir de Millî Mücadeleyi verecektir.

Bu gücü, Türkiye’nin maneviyat ve toplumsal dokusuna bağlamak gerekir.

* * *

Savaşın sorumlusu konusunda Talat Paşa’nın bir tahlilini de verelim:

Talat Paşa, Harb-i Umuminin Menşe’leri isimli esere 1915 yılında yazdığı önsözde bu savaşa Rusların sebebiyet verdiklerini söyler: “Üç büyük hakikat-i tarihiye tezahür ediyor: Birincisi, Japonya mağlubiyetinden beri Rusya’nın, daha doğrusu, Rusya’da gayre muayyen, gayri mes’ul bir zümre-i kalilenin, Şark-ı karib’de tavizat teşebbüsatıyle iştigal ederek, o zamandan bu ana değin Memalik-i Osmaniye üzerine yağan musibetlerin, Anadolu ve Rumeli vakalarının ve Makedonya karışıklıklarının, Yunan, Bulgar, Sırp ittifakının Balkan hailelerinin yegâne müsebbibi olduğu ve bugün Sırbistan’ı Avrupa’nın göbeğinde tehditkâr bir Rus kuvveti olarak saklamak için dünyayı ateşe vermekten çekinmediği...........

Bu hakikatlerin bugün bilinmesi, yarın okunmasından daha faydalıdır. ” (Helfry, Harb-i Umuminin Menşe’leri, Çevirenler, Şemsettin Sivasi ve Reşit Saffet, İstanbul 1915.)

Savaşın başında Rus hükümetine bir rapor veren Yarbay Nemitz’in yazdıkları, Talat Paşa’nın yorumuyla örtüşmektedir: “Rusya tarafından verilmiş olan bu karar, içinde bulunduğumuz savaşa takaddüm eden ağır, karışık ve siyasal anlaşmazlıkta, onun siyasetine kuvvet vermeye kayda değer derecede kuvvet vermişti. Gerçekten Rus siyasisi iyice anladı ki, Sırp işinde Avusturya ve Almanya’nın başarıları, Rusya’yı Boğazlar’a götüren yol üzerinde hemen hemen aşılmaz engeller koyacak ve onun Slav soyundan olan ulusların koruyuculuğu rolünü zorlaştıracaktı. Ve böylece Rusya Savaşı kabul etti.” Bu ifadeler, Rusyanın, Sırbistan’ın ezilmesine müsaade etmemek için niçin bir Dünya savaşını çıkarmaktan çekinmemiş olduğunu ve bu dünya Savaşından neler beklediğini açıkça göstermektedir. (Cemal Akbay, a.g.e, s.15)

Avrupa’nın sanayii gelişmiş devletleri emperyalizm ile dünyayı paylaşmaya çalışırken, Rusya da, ırk, din gibi kavramlarla çevresinde genişliyordu. Onlar da Batılı devletler gibi Allah’ın kendilerine görev verdiğini söylüyorlardı. “İstanbul bu emperyalizmin göz kamaştırıcı bir sembolünden başka bir şey değildi.” Avrupalı düşünür Lebniçz, Türklerin tarihten silinmesi gerektiğini söylerken, Ünlü Rus yazarı Dostoyeski de 1877’de Rus ideallerini İstanbul merkezli olarak şöyle anlatmıştı “Evet,

İstanbul bizim olacaktır. Bizim olmalıdır. Yalnız çok önemli bir liman olduğu için değil, yalnız Rusya gibi dev bir devletin kapalı bulunduğu odadan çıkıp, açık denizlerin havasını teneffüs etmesi için değil, Doğu Hıristiyanlığının ve dünyadaki bütün Ortodoskluğun geleceği için, birliğini tamamlaması için bize lazımdır. ” (E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, IX. Cilt, Ankara-1996, s.360) Dostoyevski, Batılı meslektaşları gibi Rusya’nın Doğuyu medenileştirmek görevi olduğunu bu Doğuya Türkiye ve İran’ın da dahil olduğunu söyler. Bu anlayış ve heyecanın kitleleri nasıl sardığını anlamak için, Büyük Savaşa girmeden önce sıkıntılı zamanlar geçiren Rus Çarı’nın, durumunu sağlamlaştırmak için Moskova’da binlerce insanın katıldığı İstanbul’u alma gösterisi yaptırdığını hatırlayalım. İstanbul’u alma hayali halkın Çar’ın zulmüne boyun eğmesine sebep olacak kadar güçlü idi...

25 Bilindiği gibi İstanbul’u “Çarigrad” olarak gören ve buranın mutlaka alınmasını bir Rus ülküsü haline sokan, vasiyet eden, bizim Deli Petro dediğimiz, bu çardır.

Yavuz Geliyor Yavuz...

O

SMANLI Devleti için Savaşın başlangıç hareketini yaptığı kesin olan

Goben ve Breslav kruvazörlerinin İstanbul’a gelişi ise, İngiliz gemilerinden kaçtıkları için, bir sığınma hareketi değil, doğrudan düzenlenmiş bir senaryodur.

Olay şöyle gelişmiştir: Osmanlı hükûmeti, savaş halinde Rus donanmasının İstanbul’u bombalayacağı endişesini taşımaktadır ve bu gerçekçi bir korkudur. Osmanlı’nın Karadeniz’de bu tehlikeyi göğüsleyebilecek güçte donanması yoktur. Bu düşünülerek, Osmanlı halkının yardımlarıyla parası ödenip İngiltere’ye sipariş edilmiş olan “Sultan Osman” ve “Reşadiye” dretnotlarının teslimi de gecikmektedir. Bu gemileri getirmek üzere, bin kişilik mürettebatla Londra’ya gitmiş olan Rauf Orbay Bey, İngilizlerin, teslimi sürüncemede bırakmak temayülünde olduklarını ve şüpheli tutumlarını Osmanlı Deniz Bakanlığına bildirir. Rusya ise, Yunanistan’ın Osmanlı ile bir anlaşmaya girmesini önlemekte ve bu savaş gemilerinin İngiltere’den gelmesi halinde Boğazlardan geçmesinin engellenmesini Yunanistan’dan istemektedir. Sonunda 2 Ağustos 1914’te İngiltere, Osmanlı gemilerine el koyar. “İngiltere, Sultan Osman’dan sonra, Vikers tezgâhlarında yapımı tamamlanmış Reşadiye dretnotumuzla, gene orada Şili hükûmeti adına inşa edilmişken, hükûmetimiz tarafından satın alınması kararlaştırılıp, pazarlığı da yapılmış olan iki torpido destroyerine el koydu. ” (Rauf Orbay’ın Hatıraları, İstanbul 2005, s.5)

İstanbul, Karadeniz tarafından açık kalmaktadır. Bu denizde ise Rus donanmasının üstünlüğü kesindir. Osmanlı, Avusturya donanmasının gelmesini ve İstanbul’un savunmasına yardımcı olmasını ister. Avusturya hükûmeti bunu kabul etmez. Karadeniz’de üç adet savaş gemimiz vardır: “Mesudiye”, “Barbaros Hayreddin” ve “Turgut Reis”. “Mesudiye” kırk yaşında olup, birkaç kere tamir görmüştür; “Barbaros” saftan çıkartılmış,

“Turgut Reis” tamire alınmıştır. Sekiz muhribimize karşılık Rusların yirmi altı muhribi vardır. Ayrıca on bir Rus denizaltısı Karadeniz’dedir. Osmanlı, Boğazı ve İstanbul’u nasıl koruyacaktır? Ayrıca savaş halinde, Doğudaki ordularımızın Karadeniz üzerinden ikmali zorunluluğu vardır. Mevcut durumda, Karadeniz yolu tamamen kapanmış demektir. Nitekim, daha sonra, Yavuz’ un torpille yaralanması sonrasında Boğaz yakınlarına çekilmesiyle, Karadeniz yolu bizim için tamamiyle kapanmış, Ruslar istedikleri zaman istedikleri sahil şehrimizi bombalamışlar, sayısız sivil tekne batırmışlardır.

Bu durumda, açık bir bilgi yahut beyan olmamasına rağmen, Enver Paşa’nın, Karadeniz’i Türk gemilerine açabilmek ve İstanbul’un savunmasını desteklemek üzere Almanya’dan harp gemisi desteği istediğini düşünmek makul görünmektedir. Bu sıralarda İstanbul’da yaşanan bir görüşme, bu desteği çabuklaştırmıştır:

1 Ağustos 1914 günü Almanya’nın Osmanlı büyükelçisi Wangenheim, Alman Dışişleri Bakanlığına şu telgrafı çeker: “Pallaviçini (Rusya’nın Osmanlı büyükelçisi) şimdi, benim önümde, Sadrazam’a Rus donanmasının Boğaza karşı saldırmayı tasarladığını bildirdi. ”

Rusya, savaştan çok önce, Boğazları ele geçirmek üzere planlarını yapmıştır. Hatta bu hazırlıkta, sadece İstanbul Boğazı’nın zapt edilmesinin fazla anlamlı olmayacağı, Çanakkale Boğazı’nın da ele geçirilmesinin zorunlu olduğu kararlaştırılmıştır; yani, bütün Marmara bölgesinin işgali. İlgili programda, bunun gerçekleştirilmesi için, Yunanistan’a dayanmanın doğru olmadığı, çünkü onların da İstanbul’da gözü olduğu kaydedilmiştir. Kurulan komisyonda Rus Genel Kurmay Başkanı, genel bir savaş olmadan İstanbul’un ele geçirilemeyeceğini söylemiştir. İstanbul’un işgali için özel bir Kolordu ve bir Avcı Tugayı kurularak harekete hazır bekletilmiştir. Komisyon, Boğaz sahillerine dört-beş gün içinde çıkarmayı gerçekleştirmek üzere donanmaya acele yeni harp gemileri ilave edilmesini de kararlaştırmıştır. (General Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, Ankara 1964, c.I, s.223-24) Rusya İstanbul’u ele geçirmek ihtirasını savaşın kazanılması sonrasındaki görüşmelere de bırakmak istemez. 1917 yılında, İhtilalden bir süre önce yüz otuz bin kişilik bir ordu hazırlayarak İstanbul’a fiilen girmeyi planlar ve hazırlıklara girişir. (Bayur, a.g.e., c.2., kıs.3, s.519 vd.)

Rusya’nın Osmanlı içindeki beşinci kol faaliyeti de savaş yaklaştıkça hızlanmaktadır. Osmanlının herhangi bir alanda güç kazanmasını engellemek

için Rusya, Avrupalı devletler nezdinde her türlü teşebbüsü denerken, bir yandan da Osmanlı içine el atmıştı. Bazı Kürt aşiretleri ile Ermenileri bir araya getirmek üzere bir Ermeni-Kürt örgütü kurdurmuştu. Rusya, ayrıca Sait Halim Paşa’nın siyasi muhaliflerini destekliyor, bu çevreleri “gizli bürolar” halinde düzenlemeye çalışıyordu. (Aksakal, a.g.e., s.99) İttihat Terakki liderleri ise oyuna oyunla karşılık veriyor, Teşkilat-ı Mahsusa içindeki Kafkasya ve Türkistan masaları, Rusya müslümanları arasında ihtilal tohumları saçıyordu.

Osmanlı Hükümetinin, istihbarat yoluyla bildiği ve korktuğu şeyi, - yukarıda dokunulduğu gibi- Rus elçisi, büyük bir pervasızlık ve nezaketsizlik içinde Alman sefirinin önünde söyleyerek, hükümeti tehdit etmektedir. Osmanlı ne yapacaktır?

Alman büyükelçisi, şu düşüncelerini kendi dışişleri bakanlığına bildirir: “Eğer Goben’i Akdeniz’de kullanmak gereği yoksa, o, Türk donanmasıyla berkitilmiş olarak Rus Karadeniz donanmasına karşı koyabilir. Romanya ile kablo vasıtasıyla haberleşmeyi güven altına alabilir ve Bulgar kıyılarına bir Rus asker çıkarmasını önleyebilir...”

Büyükelçi bu talebi, henüz Alman-Türk bağlaşması imzalanmadan yapmıştır. Berlin bu teklifi kabul etmez; Osmanlı Hükûmetini sıkıştırmak istemektedir. Hemen ardından anlaşmanın imzalandığı haberi alınınca, Alman Dışişleri şu telgrafı çeker: “Bağlaşma anlaşmasının resmen bildirilmesi üzerine, Goben ve Breslav kruvazörleri derhal İstanbul’a gitmek emrini aldılar. ”

Olayın Türkler açısından gerekçesi açıktır: İstanbul’un savunulması ve Karadeniz’de donanma üstünlüğü sağlanması, hiç değilse caydırıcı bir güç elde edilmesi. Almanlar açısından bakıldığında da, durum açıktır: Avrupa cephelerinde rahatlamak için Osmanlının bir an önce savaşa girmesi gereklidir. Özellikle, 12 Eylül 1914’te Alman ordusunun Marn önlerinde Fransızlar tarafından durdurulmasından sonra, bu ihtiyaç daha bir şiddetle duyulmuş ve Osmanlı Hükûmeti üzerindeki Alman baskısı artmıştır.

Osmanlı hükûmetinin hemen savaşa girmek istemeyişinin anlaşılması, hesaplarını buna göre yapmış olan Almanları telaşlandırmıştır. 4 Ağustos 1914’te Alman Şansölyesine telgraf çeken General Moltke şunları söyler: “İngiltere belki bugün, belki de yarın bize savaş ilan edecektir. İngilizlerin tutumunun etkisiyle Bâbıâli’nin son dakikada bizi bırakmasına meydan vermemek için, Türkiye’nin mümkünse hemen bugün Rusya’ya savaş ilan

etmesinin büyük önem taşıdığı görülüyor. ” (Mustafa Çolak, a.g.e., s.51) Almanlar, yine bu endişelerle, ittifak anlaşmasına bir ek yaparak, savaşın kazanılması halinde doğu sınırlarımızda yeni düzenlemeler yapılacağını, savaş ganimetlerinin paylaşılacağını kabul etmişlerdir.

Olayın, Almanların bir emrivakisi gibi gösterilmesi, Bakanlar Kurulu’na meseleyi bütün ayrıntılarıyla kabul ettirmekteki zorluktan doğmuş olmalıdır. Çünkü kabinede, tarafsız kalamasak bile, en azından yavaş davranmak konusunda güçlü bir temayül vardır. Başbakan Sait Halim Paşa ve Savaş Bakanı Enver Paşa’nın, başından beri gelişmelerden haberdar oldukları kabul edilmelidir. Makul olanı da budur; çünkü, söz konusu olan Boğazların güvenliğidir. Her ne kadar Başbakan, Bulgaristan’la bağlaşma yapılmadan, bu gemilerin beklenmedik bir çatışmaya girmesinden kaygılı ise de, asıl amaç olan Rus donanmasına karşı savunma gücü elde edilmiştir. Savaşın yenilgiyle sonuçlanması, bu konularda daha açık ve cesur açıklamalar yapılmasını engellemiştir.

Cemal Paşa olaydan haberdar oluşlarını hatıralarında şöyle anlatır: “4 Ağustos gecesi yine her zamanki gibi, Prens’in yalısında toplanmamız kararlaştırılmıştı. Talat, Cavit ve Halil Beylerle ben daha önce gelmiştik. Ardımızdan gelen Enver Paşa, kendisine has olan sakin tavrıyla, gülerek, ‘Bir oğlumuz oldu.’ dedi. Doğal olarak bundan bir şey anlamamıştık. Bizi çok merakta bırakmayarak, Goben ve Breslav bu sabah Çanakkale önüne gelmiş ve İngiliz donanması tarafından takip edilmekte olduğundan bahis ile, Boğaz’dan geçişine izin istemiş. Bir müttefik devlete ait savaş gemisini ciddi bir tehlikeden korumak için, ‘Bu isteğe, uygundur emrini verdim. ’ Ve gemiler şimdi Boğaz’ın beri tarafında, istihkâmların korumasında bulunuyorlar.’...”

Enver Paşa’nın Bahr-i Sefid Boğazı Komutanlığına verdiği, 4 Ağustos 1914 tarihli emir şöyledir: “Gayet gizli ve ivedidir. Alman ve Avusturya savaş gemilerinin Boğaz’dan girişine müsaade edilecektir ve derhal buraya bilgi verilecektir. ” (Prof. Mustafa Balcıoğlu, Teşkilat-ı Mahsusadan Cumhuriyete, s.50)

Çanakkale müstahkem mevki komutanı baron Kress Von Kressenstein, Enver Paşanın 5 Ağustos 1914 tarihli emriyle Alman gemileri Boğazı geçtikten sonra arkadan İngiliz gemileri de boğazdan geçmek isterlerse ne yapalım diye Enver Paşaya sorar. Paşa önce, buna tek başıma karar veremem, der; fakat olayın beklemeye tahammülü olmadığı hatırlatılınca, kısa bir duraklamadan sonra, “Ateş açın” diye cevap verir. Baron Kress hatıralarında

diyor ki, “Kalbimin üstünden ağır bir taş kalktı. Enver’in cesaretine, karar kudretine ve sorum sevgisine büyük bir hayranlıkla odadan çıktım. ” (Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, c.6., s.164)

Durum naziktir; Osmanlı tarafsız görünmektedir, bu durumda gemilerin ya bir gün içinde karasularımızı terk etmesi yahut silahtan arındırılarak bir limana çekilmesi gerekmektedir. Sonunda, bu gemilerin Osmanlı hükümetince satın alınmasına karar verilir ve komutan amiral Suşon Osmanlı hizmetine alınır. Birkaç gün sonra gemilere “Yavuz” ve “Midilli” adı verilir. “Yavuz” ve “Midilli”ye Türk bayrağı çekilip, Moda önlerinde demirlediklerinde İstanbul halkı şenlik yapar. Cemal Paşa diyor ki, “O günlerde İstanbul’da halkın neşe ve sevinci, cidden tasavvurun üstünde idi. Hükümetin savaş hazırlıklarından herkes emin bulunuyor ve Almanya ile Avusturya’nın yenmesini istemeyen bir Müslümana rastlanmıyordu. ”

Bugün geriye bakıp, bütün bu gelişmelere rağmen, Osmanlı, işleri sürüncemede bırakarak, tarafsızlığını mümkün olduğu kadar uzatsaydı, savaşa girmeyi erteleseydi gibi mütalaalar gerçekçi değildir. Milletler arası mücadelenin tarihî ve katı gerçeği şudur ki, dilediği gibi yön değiştirebilmek, ancak kuvvetli devletlerin işidir; yaşamak için bir başkasına dayanmak zorunda olanların değil. Ayrıca, bir devletle ittifak yapıldıysa, artık kaderler birleştirildi demektir; kendi ortağını oyalayarak, onun zaafa düşmesine, yenilmesine zemin hazırlamak, kendi ayağına balta vurmaktır. Çünkü, apaçık ortada ki, üç gün yahut üç hafta sonra dünya savaşı kesindir ve Türkiye bundan kaçınamaz. Enver Bey bunu ta Trablus günlerinde görmüş ve yazmış bir insandır. Böyle bir kaçınılmazlık içinde ve başka hiçbir yaslanacak güç bulamamışken, bu tür kısa vadeli ayak oyunlarına bel bağlanamazdı.

Ne var ki, Osmanlı Hükûmeti en son anlara kadar, Rusya ve müttefikleriyle anlaşma yollarını aramaktan da geri durmamış, müzakereler, ikili temaslar yapılmış ve yine, her seferinde geri çevrilmiştir.

Enver Paşa, Rus askerî ataşesi general Leontyef’e ittifak teklif etmiştir. Generalin yazdığına göre, Enver Paşa durumun çok güzel ve ikna edici bir tahlilini yapmıştır. Rus büyükelçisi durumu kendi Dışişleri Bakanlığına bildirirken, “Derhal kabul etmemiz gerekir. Yarın çok geç olacaktır ve Türkiye’nin reddedilmesi, onu kesin olarak ve bir daha geri gelmeyecek biçimde düşmanlarımızın kucağına atacaktır.” demiştir. Rus büyükelçisi

Osmanlı başbakanı ile de görüşüp, aynı teklifi ondan da alarak merkezine bildirmiştir.

Osmanlı bu teklifinde samimidir. Enver Paşa’nın Rus ataşeye yaptığı tahlilde de yer aldığı gibi, Almanlarla mevcut bir sınırın olmaması sebebiyle, kendilerini birinci derece bir tehlike olarak görmemekte ve anlaşma halinde, Alman askerî heyetinin hemen İstanbul’u terk etmesini isteyebileceğini, hatta Kafkasya bölgesindeki birliklerini azaltabileceğini ifade etmektedir. Rus Dışişleri Bakanı Sazanof ise, böyle bir ittifak halinde İstanbul ve Boğazlar meselesinin zora gireceğini (yani istedikleri gibi işgal edemeyeceklerini) bildirerek, teklifi reddetmiş ve büyükelçiden Osmanlı Hükümetini tehdit etmesini istemiştir. Sazanof’un cevabı şöyledir:

“Vakit kazanmak için Enver’le konuşmakta devam ediniz. Hatırınızdan çıkmasın ki, Türkiye’nin aleyhimizde olan hareketleri bizi korkutamaz. Türklerle olan münakaşanızda yöntem olarak dostça bir dil kullanınız. Fakat, kendilerine şunu telkin etmeye çalışınız ki, bizim kabul edebileceğimiz şekilde hareket etmedikleri takdirde bütün Anadolu’yu kaybedeceklerdir. Biz İngiltere, Fransa ile müttefik olduğumuz için, Türklerin hayatı elimizdedir. Halbuki Türklerin bize zarar verecek güçleri yoktur. Bunu da uygun bir biçimde kendilerine anlatınız.” (Bayar, a.g.e., c.IV, s.1326)

Ağustos ve Eylül ayları boyunca bu temaslar sürdürülmüş, Alman- Osmanlı yakınlaşması arttıkça, Rus sefir ve askerî ataşesi, Enver Paşa’nın talebinin kabul edilmesi, hiç değilse Girit adasının Osmanlı’ya verilmesi ve ülke bütünlüğü konusunda yazılı garanti verilerek Türklerin tarafsızlıklarının sağlanmasını ısrarla istemişlerdir. Avrupalı devletlerden biraz farklı olarak Rusya, her şeye rağmen Osmanlı ordularının ciddi bir güç olarak karşısına çıkabileceği ihtimalini düşünmektedir. Rus Dışişleri Bakanı Sazanov, İstanbul elçisi Giers’e, son olarak, Petersburg’daki Türk Maslahatgüzarı Fahrettin Bey’in 12 Ağustos’ta sunduğu ittifak teklifinin, “Anadolu’daki Ermeni ıslahatı” maddesi hariç olmak üzere, İstanbul Hükûmeti ile görüşülmesini kabul eder. Londra’daki elçisine de İngiliz ve Fransız Bakanları ile görüşmesini emreder. Teklife göre, bu üç devlet Osmanlının ülke bütünlüğünü garanti edecek, Osmanlı seferberliğini iptal edecek, savaştan sonra Türkiye, Anadolu’daki Alman yatırımlarının sahibi olacak, Limni Adası Türklere bırakılacaktır.

İngiltere ve Fransa bu tekliflerin hiçbirini kabul etmezler. Türklerin ittifaka alınması halinde Rusya için Balkanlar kazanılmış olacak, Almanlar safına geçip Bulgaristan’la anlaşması halinde ise kendisi için tehlike

büyüyecekti. Rusya bunu görüyordu. Hiç değilse, toprak bütünlüğünün korunacağı konusunda yazılı teminat verilmesini istediyse de İngiltere ve Fransa tarafından bu da kabul edilmedi. Ancak Goben ve Breslav gemilerinin Karadeniz’e geçtiği haberini aldıktan sonra Rus hariciyesi, Türkiye’ye, “Türkiye’nin, seferberliğini iptal etmesi halinde üç devletin garanti meselesini görüşmeyi düşünebileceğini” bildirir.

Bu konudaki son çalışmalar, Rus Dışişleri Bakanı’nın, Osmanlının hiç değilse tarafsızlığının temin edilmesi yolundaki teklifi olur. Fransız ve İngiliz meslektaşlarına gönderdiği teklif projesi, “Üç hükûmet Osmanlı arazisinin toprak bütünlüğünü taahhüt ve Bâbıâli’nin kendilerine bildirdiği iktisadı ve malî isteklerini tetkik ve muhakemeye hazır olduklarını Bâbıâli’ye beyan ederler. Bâbıâli de kendi tarafından, Avrupa’da yaşanan ihtilafın devamı müddetince kati olarak tarafsızlığını korumayı garanti etmelidir.” şeklindedir. İngiltere bunu da kabul etmez, ülke bütünlüğü garantisinin, “tarafsızlığı sebebiyle bir saldırıya uğraması halinde, saldıran devlete karşı” olabileceğini bildirir. Halbuki Türkiye’nin korkusu Almanya’dan değildir; Fransa, İngiltere ve Rusya’dan garanti istemektedir.

Sonuçta, İtilaf devletleri Osmanlı’ya tarafsız kalmasını öğütlemekte, fakat ülke bütünlüğüne dair hiçbir yazılı garanti vermeye yanaşmamaktadır. Osmanlı hükümetleri ve halkı ise, büyükelçilerin sözlü beyanlarına artık inanamayacak kadar çok aldatılmıştır. Kıbrıs’ın yönetimini İngilizlere bırakan yazılı anlaşmada bile bu garanti vardır, ama, İngiliz devleti böyle bir şeyi hatırlamamakta; hatta o da, Fransa ve Rusya gibi Osmanlı’yı tehdit etmek yolunu seçmektedir. “Görülüyor ki, Türkiye savaşa girse de girmese de savaşın sonunda genel bir operasyona maruz kalmak durumunda olduğundan, Türkiye’ye karşı böyle bir taahhüt altına girmek, devletlerin menfaatine” gelmiyordu. (1.Dünya Savaşında Türkiye, s.60)

Hüseyin Cahit Yalçın, Osmanlının Almanlar safında savaşa girişini, Alman yahut Türk diplomasisinin marifetlerine değil, “İngiliz ve Fransız diplomasilerinin yeteneksizlikleri, zekâsızlıkları ve yanlışlıkları”na bağlar. (H. Cahit, Siyasal Anılar, s.290) Olayların arka planı bu yorumun fazla iyi niyetli olduğunu göstermektedir.

Osmanlı Devleti her yolu denemesine rağmen İtilaf devletleriyle ittifak yapamamıştır. Son seçenek olarak Almanya kalıyordu. Ayrıca, Türkiye’nin güçlenmesinin Alman menfaatlerine aykırı düşmeyeceği, Almanya’nın

coğrafî ve askerî vaziyetinin Türkiye’yi doğrudan işgale uygun olmadığı, son yıllarda Almanya’nın sürekli Türkiye ile diğer devletler arasında koruyucu bir aracılık rolü üstlendiği, Osmanlı topraklarının paylaşılma müzakerelerinde, paylaşma değil, nüfuz bölgelerini savunduğu ve Türk egemenliğinin kuvvetlendirilmesini önerdiği gibi hususlar düşünülüyordu ve halk da Almanlardan yana idi.

Emir Şekip Aslan, Almanya ile ittifak yaparak savaşa girişimizi şöyle değerlendirir: “Almanya’ya katılmaktan geri durursak, savaş sonunda aleyhimizde bir ittifak meydana gelmesi, kendisine katılmadığımızdan dolayı Almanya’nın da aleyhimizde işbirliği yapanlara katılması korkusu vardır. Savaş Müttefikler’in kesin zaferi ile sonuçlanırsa, bunlar aralarında bizi paylaşacaklardır. Her iki ihtimale göre de zarardayız. Fakat Almanya’ya katılırsak iki ihtimal vardır. Bunlardan birincisi: Eğer Almanya savaştan galip çıkarsa, biz korktuklarımızdan kurtuluruz. Yenilirse, Almanya’ya katılmadığımız takdirde uğrayacağımız muhtemel tehlikeden fazlasına yani ülkenin paylaşılmasından daha ağır bir tehlikeye uğramamız ihtimali düşünülemez. ” (E. Cihangir, Emir Şekip Aslan ve Şehid-i Muhterem Enver Paşa, İstanbul 2005, s.103)

Türkiye’nin Avrupa Hükümetleri ile paylaşılması üzerine bir kitap yazmış olan Adomof, Osmanlının savaşa girse de, girmese de var olma yahut yok olma noktasında bulunduğunu, Rusya’nın açıkça, İstanbul’un yolunun Viyana ve Berlin’den geçtiğini ilan ettiğini belirtmekte ve şöyle demektedir: “Şimdilik Osmanlı Devleti savaşın dışında tutulsa da, batı cephesi kazanıldıktan sonra sıra İstanbul’a gelecek. Türkiye ya kendisini yok etmeye karar vermiş kuvvetlerin aleyhinde olarak Almanya ile ittifak edecek, ya da elini kolunu bağlayarak kendi geleceği hakkında karar verilmesini bekleyecekti. ” (Nakleden Balcı, a.g.e., s.36)

Enver Paşa ise Bakü Kongresi’nde yapacağı konuşmada durumu şöyle özetleyecektir: “Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na girdiği zaman dünya ikiye ayrılmış idi. Birisi emperyalist ve kapitalist olan eski Çar Rusya’sı ve müttefikleri, diğeri de yine emperyalist ve kapitalist olan Almanya ve müttefiki idi. Bu iki gruptan bizi doğrudan doğruya boğazlamak ve mahvetmek isteyen Çar Rusya’sı ve İngiltere dostlarına karşı, yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlarla yanyana savaştık. Fakat, biz her zaman emperyalizm aleyhinde bulunduk. Alman emperyalizmi de bizden

kendi emellerine göre yararlanmak istemiş olabilir. Fakat biz, istiklalimizi korumaktan başka bir hedef izleyemedik. ” (Yamauchi, a.g.e., s 283)

Birinci Dünya Savaşı’na isteyerek girmediğimizi söyleyen Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Hüsamettin Ertürk, Enver Paşa’nın Balkan Savaşı’nın intikamını almakta hırslı olduğunu ve bunun için de Ruslarla anlaşarak Doğuyu emniyete almak istediğini yazar.

“Teşkilat-ı Mahsusa’da çalıştığım bu dört savaş yılında, Enver Paşa ile görevim gereği pek sık temas ettiğim için, Savaş Bakanı ve Başkomutan Vekili sıfatlarını şahsında toplamış olan İttihatçı ve cesur komutanın, hemen hemen bütün düşünce ve maksatlarını pek iyi biliyordum. Enver Paşa’nın maksadı, savaş başlamadan önce, Çarlık Rusyası ile samimi bir anlaşmaya varmaktı. O, Balkan Savaşını bir türlü hazmedemiyor, Rumeli’nin kaybına çok üzülüyor, yaşadığı yer olan Makedonya’nın bir köşesi Manastır’ı asla unutamıyordu. Hüsam, demişti, ecdat kanıyla sulanmış o ovaları, o yaylaları insan nasıl unutur! Tam dört yüz yıl Türk akıncılarının at koşturdukları o meydanları, camilerimiz, türbelerimiz, tekkelerimiz, köprülerimiz ve kalelerimizle onları dünkü uşaklarımıza bırakmak ve Rumeli’den kovularak Anadolu’ya geçmek, insanın dayanamayacağı bir şeydir. Bulgarlardan, Yunanlılardan, Karadağlılardan intikam almak için, ömrümün bundan sonraki yıllarını seve seve feda etmeye hazırım!...” (H. Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, s.116)

Hüsamettin Ertürk, Enver Paşa’nın Ruslarla olan gizli görüşmelerini bu gayeye bağlar ve Alman istihbaratının bunu duymasıyla, bir emrivaki olarak Goben ve Breslav gemilerinin Türkiye’ye gönderildiğini söyler. Biz gördük ki, Enver Paşa Rus Dışişlerini bir dereceye kadar ikna etmiş; ama, İngiltere ve Fransa böyle bir yakınlaşmaya yanaşmamışlardır.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki kısa tahlili çok açıktır. Ali Rıza Paşa hükümeti kurulduktan sonra, Harbiye Nezaretinden Mustafa Kemal’e gelen bir yazıda, müttefiklere karşı bütün sorumluluğu bu partiye yıkmak gayretleri cümlesinden olarak, savaşa girişimizin doğru olmadığını ilan edip, İttihatçıları suçlaması istenir. Böylece İngilizlerin sempatisini kazanacaklarını ummaktadırlar. M. Kemal Paşa’nın 9 Ekim 1919 tarihli cevabı şöyledir:

“. Savaşa katılmamak elbette çok istenirdi. Fakat buna katılmamak ancak silahlı tarafsızlıkla ve Boğazların kapatılmasıyla sağlanabilirdi. Oysa ki, vatanımızın coğrafi ve İstanbul’un stratejik durumu, Rusların İtilaf devletleri yanında yer alması buna imkân vermediği gibi, silahlı bir tarafsızlığı sağlayacak paramız, silahımız ve gerekli araçlarımız da yoktu. Şimdi savaşa girmekliğimizi bir cinayet saymak ve koca bir milleti dört beş kişinin elinde oyuncak gibi göstermek bir fayda sağlamayacağı gibi, Klemanso’nun Ferit Paşa’ya verdiği hakaret dolu cevabın tekrarlanmasına sebep olabilir.” (Mahmut Goloğlu, Sivas Kongresi, Ankara-1969)

Son olarak Osmanlı Mâliyesinin durumuna da işaret etmek yerinde olacaktır. Yukarıda dokunulduğu gibi, Avrupalı devletlerin savaş hazırlıklarını tamamladıkları bir dönemde, Osmanlı Maliye Bakanı, Paris borsasından borçlanabilmek için Fransız hükûmetinden izin istemektedir. Borçlanılacak para ile elbette ki savaş hazırlığı yapılmayacak, Maliyenin günlük ihtiyaçları karşılanacaktı; yani Maliye günlük ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumdaydı. O dönemi anlatan bir eser, Osmanlı maliyesini “müteharrik meyyit” (kımıldayan ölü) olarak nitelemektedir. (1. Dünya Savaşında Türkiye, s.43) “Para sorununun çözümlenememesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi şartları oluşmadan savaşa girmesine yol açan etkenlerin başında gelmiştir, denilebilir.26 Bu sorunun tartışıldığı günlerde Enver Paşa, Düyun-ı umumiye kasalarına el konulmasını teklif eder. O gün için Düyun-ı umumiye kasalarında 20.000.000 lira vardır. Bu teklife Maliye Bakanı Cavit Bey şiddetle karşı çıkar ve istifa tehdidinde bulunur. İhtimal Enver Paşa, Cavit Bey’in ekonomik tecrübesini 20.000.000 liradan daha değerli görmüş, teklifinde ısrar etmemiştir. Esasen İttihat Terakki’nin hükûmet etme anlayışına pek uzak düşmeyen bu teklif uygulansaydı, en azından l914 kışı savaşa girmeden geçirilebilirdi.” (Balcı, a.g.e., s.26) Ancak Cavit Bey’in maliyeciliği bir işe yaramamış, borç bile alınamamıştı. Doğal olanı da buydu, savaş hazırlığı içindeki devletlerden kim kime borç verirdi?

Osmanlı 2 Ağustos 1914 günü seferberlik ilan eder ve bunun güvenlik ve her ihtimale karşı bir önlem olduğunu, seferberlik hazırlıklarının uzun sürdüğü düşünülerek bu kararın verildiğini söyler. İtilaf devletleri henüz Osmanlı-Alman bağlaşmasını öğrenememişlerdir. Aynı gün Osmanlı Meb’uslar Meclisi de süresiz olarak tatil edilir. Yine aynı gün, Osmanlı, moratoryum (borçlarını tek taraflı olarak erteleme) ilan eder. Bir yandan da Bulgaristan’ı bağlaşmaya alma çalışmaları yapılmaktadır; çünkü, Almanya ile bağlantı ancak bu yolla sağlanabilecektir ve buna da şiddetle ihtiyaç vardır.

9 Eylül 1914’te, Kapitülasyonların 1 Ekim 1914 tarihi itibariyle kaldırıldığı ilan edilmiş; Avrupa devletlerinin tamamı bu kararı protesto etmiştir. 13 Eylül günü Avusturya ve Almanya’nın protestolarını geri aldıkları bildirilmiştir. Bu iki devletin protestosunun danışıklı dövüş olduğu söylenmiştir. Ancak, Almanya kapitülasyonların kaldırılması meselesinde uzun süre direnmiş ve diğer devletlerin kabul etmesi halinde kendisinin de

kabul edebileceğini söylemiştir. Konu 1917 ortalarına kadar sürüncemede kalmıştır.

1914 Ekim başlarında Rus-Fransız ve İngiliz politika çirkinlikleri tamamen açıktan yürümeye başlatılmış; o kadar ki, kendi büyükelçileri bu tutumların değiştirilmesini istemişlerdir. Ancak, farzımuhal değiştirilseydi bile, hiçbir Osmanlıyı inandıramayacakları açıktır.

Alman ve Avusturya ile anlaşma yapılmıştır. İngilizler Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koymuştur ki, bu gemilerin parası Osmanlı halkından donanmaya yardım olarak toplanarak verilmiştir. Enver Paşa’nın düşüncesi şudur: Karadeniz’de donanma üstünlüğü temin edilmeli ve doğudaki yani Rus cephesindeki ordumuzun ikmali bu yoldan yapılmalıdır. Çünkü demiryolu Akdağ madenine kadar gelmekte, oradan Erzurum’a sekiz yüz kilometrelik yol bulunmaktadır. Bu yoldan ikmali sağlayacak hayvan gücüne de sahip değiliz. Bu demiryolunun Sivas ve Erzurum’a kadar uzatılması çok istenmiş ise de, burayı yapım imtiyazı Ruslara verilmiş olduğundan ve Ruslar yapmayıp, başkalarının yapmasına da izin vermediklerinden, öylece beklemektedir.

İngilizlerin ellerinde tuttukları Reşadiye ve Sultan Osman gemileri gelseydi, Karadeniz’de donanma üstünlüğünü sağlamak mümkün olacaktı; ama şimdi Rus üstünlüğü kesindir. Enver Paşa, daha anlaşmayı imzalamadan Almanlardan İstanbul’un savunması için iki gemi ister; Almanlar bütün gemilerinin görevde olduğunu, veremeyeceklerini söylerler. Enver Paşa ısrar etmektedir. Anlaşma imzalandığının ertesi günü Sadrıazam Sait Halim Paşa’nın odasında Enver Paşa ve Almanya’nın İstanbul büyük elçisi Wangenheim otururlarken içeriye Rus Büyük elçisi girer ve gayet rahat bir üslûpta İstanbul’u işgal edeceklerini, bunun için hazır olduklarını söyler... Alman Büyük elçisi bu pervasızlık karşısında dehşet içindedir. Derhal, anlaşmanın imza edildiğini ve İstanbul’un korunması için mutlaka Goben ve Braslo gemilerinin gönderilmesi gerektiğini Berlin’e bildirir. O gün, Akdeniz’de bulunan bu iki geminin İstanbul’a gelmek için dümen kırdıkları Büyükelçiye bildirilir. (Y.Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, 3. Cilt, Kısım:1, Ankara-1983, s. 214)

Goben ve Breslav İstanbul’a gelir ve Moda önlerinde demir atarlar. Bu görüntü halkın pek hoşuna gider, alkışlarlar.

26 Mütarekeden biraz önce Yakup Kadri, İstanbul’a dönmüş olan Cemal Paşa’ya savaşa niçin girdiğimizin sorar. Paşa cevap verir: “Aylık vermek için! Hazine tamtakırdı. Para bulmak için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.” (F. Rıfkı, Zeytindağı, s, 130)

Savaşın Ruh Cephesi

H

AFIZ Hakkı Bey Balkan Savaşı üzerine yazdığı Bozgun isimli eserinde diyor ki, “Bir ordudaki bozgunluğun en mühim sebebi, emir ve komuta ve subaylarındaki bozgunluktur.” Bozgun kuvvet azlığından değil, moral bozukluğundan doğar ...  Subay ise ordunun ruhudur............................. (Hafız Hakkı,

Bozgun, Tercüman 1001 Temel Eser, s.115-117)

Bozgun psikolojisinin bir yangın gibi yayıldığını söyleyen Binbaşı Hafız Hakkı bey şöyle devam eder: “Bir çok komutanlar, gördükleri bozgunlar yüzünden ordudan büsbütün ümit kesmişlerdir.” (Hafız Hakkı, a. g.e. s.23) Daha sonra, en düşkün anlarında bile askerine bakıp, “Bu ordu yenilmek için yaratılmamıştır.” diyebilen Enver gibi genç subaylar orduyu devraldıktan sonra, ayağa kaldıracaklardır.

Hafız Hakkı, ordunun dayandığı halkın inanmış, eğitimli ve sağlam yapılı olmasının askerdeki bozgun ihtimallerini azalttığını söyler. Balkan Savaşının arka cephesi diyebileceğimiz, Müslüman ahalinin ruh durumu üzerine güzel bir makale yayımlayan Hasip Saygılı, “İncelenen metinlerde Osmanlı devletinin insan kalitesini gösteren tespitlerin belirli başlaklar altında yoğunlaştığı görülür. Bunlar içinde öne çıkanlar nitelikli insan gücü eksikliği, sosyal değerler sisteminin aşınması, halkın psikolojisindeki kayıtsızlık hali ve ordunun insan kalitesi problemi şeklinde sıralanabilir.” (Dr. Hasip Saygılı, Balkan Harbinde Osmanlı Bozgununun Karanlık Yüzü: Dönemin Tanıklarının Gözüyle, Müslüman Ahalide İnsan Kalitesi ve Sosyal Çözülme Problemi, Türkiye Günlüğü, Güz, 2012, Sayı: 112) Balkan Savaşı ile Birinci Dünya Harbi arasındaki kısa dönemde, Balkan Savaşı’nın yaşattığı acıların da etkisinde, toplum yeniden canlandırılmaya ve ruh gücü diriltilmeye çalışılmıştır.

1914 savaşına girerken, ordunun genç subay kadrosu, inançlı, disiplinli ve geçmiş iki savaşın (1877 ve Balkan Savaşı) intikamını almak hırsı ile doludur; direnişin gücü de bunlardır ve askerin subaya güvenmesidir. Yukarıda adını andığımız, Balkan Savaşı sonrasında, ordunun gözde

subaylarından Hafız Hakkı Bey der ki: “Artık benim için hayatın yegâne emeli, biricik gayesi, ordunun namusuna sürülen kara lekeyi silmek ve inleyen esir kardeşlerimin bir gün imdadına yetişmektir.” (Hafız Hakkı, a.g.e. s.5 ) Daha genç subaylardan İsmet İnönü ise öğrencilik yıllarından itibaren intikam almak için hep yeni bir Balkan Savaşının çıkması üzerine hayaller kurduğunu yazar. Trablusgarp, Balkan ve Çanakkale Savaşlarında dövüşerek Irak cephesinde şehit olan genç teğmenin ise, Enver’den hiçbir farkı yoktur; arkadaşına şunları yazar: “Ben demedim mi ki, ülküm yolunda ölmeye and içtim. Artık yüreğim serinleşmiştir.” (Nazım H. Polat, Mülazım Işıldak’ın Mektubu, Üç Güzeller Masalı, Ankara-20013, s. 60)

1914 yılının Ağustos başında Harbiye nazırı Enver Paşa yayımladığı bildiride şunları söyler: “Sırasında ordumuz Balkan Harbinin kara lekesini temizlemek için Allah’ın himayesine sığınarak büyük Hakanımızın iradeleri dahilinde canla başla en büyük fedakârlıkları yapmak mecburiyetindedir................... Ordu ve millet için ölüm geride, selamet ve saadet

ilerdedir” (Yard. Doç. Dr. Kâzım Yetiş, İkinci Meşrutiyet Devrindeki Belli Başlı Fikir Akımlarının Askeri Hareketlere ve Cepheye Tesiri, Dördüncü Askeri Tarih Semineri, Ank,1989, s.61)

Prof. Dr. Tuncer Baykara Balkan Savaşının ardından, yönetici kadrolarda “Bir daha harbe girerken çok dikkatli olalım, böylesine felaketlere uğramayalım; bir süre sulh ve sükûn içinde kalıp, bu felaketli dönemin yaralarını saralım, düşünceleri yanında, bu felaketin ne bahasına olursa olsun intikamını alalım düşüncesi de vardı. ” (Tuncer Baykara, Birinci Dünya Savaşına Girişin Psikolojik Sebepleri, 4. Askeri Tarih Semineri, Ankara, 1989, s.362) Çok mantıklı gibi görünen bu düşünce, aslında Balkan Harbi felaketi altında ezilmiş, ordusunu gereği gibi kullanamamış paşaların sözde tecrübeleriydi. Enver Paşa bunlara karşı isyan ediyor, milletin savaşmaktan başka çaresinin olmadığını ve bu yatalak olmuş paşalarla yol alınamayacağını söylüyordu.

Baykara dönemin coğrafya kitaplarından, savaş ve intikam duygularını besleyen çarpıcı örnekler verir: “Bizden gasbedilen hakları geri almak için çalışmak, seller gibi akıtılan günahsız ve masum kanlarının gelecekte intikamını almağa hazırlanmak bizim çocuklarımız ve torunlarımızın üzerine düşen bir vatan vazifesidir.” Genç subaylar ancak yeni bir savaşın kazanılması halinde gururlarının ve Türk onurunun kurtarılacağına inanıyorlardı.

Sırf muhalefet yapmak için saldıran basın dışında, halk da Balkan Savaşının acısının bir şekilde intikamının alınmasını istiyordu. Hatta bu savaş bir “milli uyanış” olarak yorumlanıyor ve asıl savaşa bundan sonra başlanacağı konuşuluyordu. İttihatçı liderler de bu duygu ve düşünceleri paylaşıyordu. Dönemin resmi belgelerinin ve siyasi literatürünün incelenmesi, Osmanlı liderliğinin Panislamist ya da pantürkist amaçlar izlemekten çok, savaşı “tarihsel bir fırsat” gördüğünü düşündürmektedir. Halk, hangi siyasi anlayışta olursa olsun, artık savaşmaktan gayri çaresi kalmadığını hissediyordu ve Enver Paşa konuşmayan bu kitleyi anlıyor ve ondan güç alıyordu.

İstanbul ve Anadoluda yayımlanan bir çok gazete halkın bu temayülünü kuvvetlendirmek ve moralini artırmak için yayın yaparlar. İzmir’de çıkan Ahenk gazetesi şunları yazıyordu “Artık iyi bilelim ki, bizim namusumuzu, tamamiyet-i milliyemizi muhafaza edecek, o eski hukuk-u düvel kitapları değil, ancak harptir!” (m. Aksakal, a.g.e. s.27) Ünlü İzmir milletvekili Ubeydullah Efendi, Edirne’nin düşmesi üzerine yurdu terketmiş, ancak yeniden alınması üzerine geri dönmüştü. Edirne’nin yeniden alınışı bütün İslam dünyasında şenliklere vesile olduğu gibi, Osmanılının ancak savaşla ayakta kalabileceği fikrini de pekiştirmişti. Hemen bütün aydınlar gibi Osmanlı Meclisinin üyeleri de Avrupalı devletlerin güvencelerine inanmıyor -ki böyle bir güvence de verilmiyordu- yaşamanın ancak savaşla mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Bu yüzden, Enver Paşa’nın sunduğu Harbiye Bakanlığı bütçesi Meclisten süratle geçmişti. İttihatçıları eleştirileriyle tanınan ünlü İslamcı mütefekkir ve tarihçi Filibeli Ahmet Hilmi Bey, Balkan Savaşı son bulmuş olsa da kavganın bitmediğini, daha yeni başladığını söylüyordu: “Kavga bitti, lakin yine başlayacak. Yaşamak demek kavga demektir. Kavgasızlık ancak mezarda vardır; kavgasız ancak ölülerdir!.” (Aksakal, a.g.e., s.32) Ahmet Hilmi Bey, Kırım’ı, Romanya’yı, Cezayir’i, Tunus’u, Sırbeli, Bulgareli vs.’yi kaybettikten sonra sıranın Anadolu’ya geldiğini söyleyerek şöyle haykırıyor: “Ey Türk, Anadolu yurdumuzun yüreğidir. Ey Türk, yine eski halde kalırsak, yine düşman karşısında, gafletler içinde bağrı açık kalıp durursak, bu defa düşman kılıcı yüreğimize gelecek ve bizi öldürecektir.” (Aksakal. s. 33) Ahmet Hilmi Bey gençleri Anadolu’ya koşmaya ve halkı aydınlatmaya çağırıyor. Kadınlık ve Türk Kadını gibi bir çok dergi, hem kadınlık meseleleri üzerinde duruyor, hem de millî şuur ve birlik ruhunu

işlemeye çalışıyorlardı. Müdafaa-i Milliye Osmanlı Hanımlar Cemiyeti gibi bir çok kadın dernekleri hem İstanbul semtleri hem de Anadolu’da şubeler açarak devleti ve orduyu desteklemeye ve ruh gücünü yükseltmeye çalışıyorlardı. (Şefika Kurnaz, Osmanlı Kadınının Yükselişi, İstanbul-2013, s.244, 266)

Dönemin İslamcı yazarlarının toplandığı Sebilürreşad dergisi Enver Paşa’yı üç yüz milyonluk İslam dünyasının hak ve hürriyetlerini kazanmak için çalışan bir kahraman olarak takdim etmektedir. (Kâzım Yetiş, a.g.e, s.64 )

Ayni günlerde Necef ve Kerbela müçtehitlerinin yayımladıkları beyanname de son derece önemlidir. İtilaf devletlerinin Osmanlıya karşı takındıkları düşmanca tutumdan, Osmanlının kendini ve İslamı korumak zorunda olduğundan, Kapütülasyonların kaldırılması üzerine İtilaf devletlerinin Müslümanların fikirlerini zehirlemek için giriştikleri propagandalardan söz edildikten sonra şöyle deniliyor: “Biz ki Caferiyü-l mezhep olanların ulema ve müçtehitleriyiz; bilcümle Müslimin ve ihvan-ı dinin bu sırada kardeşçesine müttehit ve yek vücut olarak yaşamaları ve kendi menafii İslamiyelerini takip ile din düşmanlarını menkup ve mazul etmek için müştereken çalışmaları lüzumunu kendilerine bir vücub-u şer’i olarak anlatmaya dinen mecburuz Çünkü düşmanlarımızın maksadı öteden beri hükümat-i İslamiyeyi aralarında taksim ile istiklallerine hatime vermektir. Binaenaleyh şimdi Müslümanlar da müteyakkız ve her ihtimale karşı hazır bulunmaları, aklen ve dinen muktezidir”. (Kâzım Yetiş, a.g.e, s.62 )

Mustafa Aksakal, sonuç olarak bir “Bağımsızlık Savaşı” vermenin yaygın olarak tartışıldığını ve “Bu bakış açısını benimseme konusunda halkın zihniyeti Enver’in zihniyetinden farklı değildir. Savaş, Osmanlıların askeri olarak güçlü, siyasi olarak bağımsaz ve İmparatorluk olarak yeniden ayağa kalkma amacına ulaşmasını sağlayacak bir fırsattı.................... 1914’e gelindiğinde

bu meseleler hakkında en azından başkentte geniş geçerli bir fikir birliği oluşmuştu.” (Aksakal, a.g.e., s.42) Kâzım Yetiş de, “Birinci Dünya Harbi Türkçüler ve İslamcılar için bir ideal ve kurtuluş savaşıdır” der.

Türk Tarih Kurumunun ilk başkanı Yusuf Akçura da, savaşın başlamasından hemen sonra yaptığı konuşmada, Osmanlının hem savaşa girişinin, hem taraf seçiminin doğru olduğunu ifade etmiştir: “Efendiler, bu hengâmede mevki-i siyasiye ve askeriyemiz hatasız olduğu gibi, emelimiz, idealimiz de mücerret ve mutlak hak nokta-i nazarından haklıdır. Ben, İslamların, Osmanlıların bundan daha haklı bir harp ettiklerini bilmiyorum.

Biz bu harpte bütün muhariplerin kabul ve tazim ettikleri bir esası - milliyetlerin istiklal ve hürriyetini, dinlerin istiklal ve hürriyetini- yani yalnız gasb-u zapta dayanan fiili olaylara karşı kan döküyoruz.” Akçuraoğlu savaşı, Osmanlının özgürleşmesi ve kendisini ortaya koyması bakımından değerli görüyordu. (Aksakal, a.g.e., s. 62) Akçuraoğlu bir başka yazısında, dünya üzerindeki mazlum Türkler ve Müslümanlara temas ederek, İtilaf devletlerinin açtığı bu harbin Türkler için mazlum toplulukların kurtuluşuna giden bir mefkûre savaşı olduğunu söyler. “Harbin bir kısım Osmanlılarca din cihetinden, diğer bir kısım Osmanlılarca milliyet cihetinden ideal bir savaş olması fedakârlıkları artırdı. Yüksek Öğretim öğrencilerinden genç ve güzide bir çok Türk yavruları, mahza esir kardeşlerini kurtarmak yüksek ve büyük emeliyle Şark Ordusuna, Kafkas hududuna koştular. (Kâzım Yetiş, a.g.e., s.64)

* * *

Goben ve Breslav, Yavuz ve Midilli olmuşlardır; amiral Suşon da Osmanlı üniforması giymiş donanma komutanıdır; ancak, esasta, Alman mı yoksa Türk karargâhına mı bağlı olduğu yazarlarımızca tartışılmıştır.

Bu durumda, bu gemilerin Karadeniz’e çıkıp çıkmamaları sorunu yaşanır. Almanlar Karadeniz’e çıkması ve buralarda top atışları eğitimi yapması gerektiğinde ısrar ederler. Nakillere göre, Sadrazam, bir emrivaki karşısında kalmamak için buna izin vermez; gemilerin Rus gemilerine ateş edip savaş başlatmasından endişe etmektedir.

İtilaf devletleri Osmanlıya karşı tutumlarında o kadar kararlıdırlar ki, Goben ve Breslav gemileri Osmanlı bayrağı çektikten sonra bile, yani Almanlar safında savaşa girişileceği aşağı yukarı belli olmuşken bile, ülke bütünlüğü garantisi vermekten ve kapitülasyonları kaldırmaktan kaçınmışlardır. Bu konuda söz konusu ülkelerin İstanbul sefirlerinin uğraşları da tutumlarını değiştirememiştir.

Yeni gemilerin Karadeniz’e çıkıp çıkmamaları tartışılırken, Çanakkale Boğazı’ndan geçmek isteyen bir Osmanlı torpidobotunu İngiliz gemileri ateş açarak durdurmuşlardır. Bunun üzerine 28 Eylül’de Boğazlar tamamen kapatılır.

Amiral Suşon komutasındaki donanmanın Karadeniz’e çıkmasına Osmanlı hükûmeti yahut Savaş Bakanı Enver Paşa uzun süre izin

vermemişlerdir. 3 Ekim 1914 günü Karadeniz’e çıkmak isteyen filo, sahil toplarımızın ateşiyle durdurulmuştur. Ziya Nur Bey’in yazdığına göre, Enver Paşa’nın Çanakkale’de bulunduğu bir gün, genel kurmay ikinci başkan yardımcısı olan Miralay Bahaeddin Bey, Suşon’a eğitim maksadıyla Karadeniz’e çıkma izni verir. Enver Paşa dönünce, bu emri, bütün donanmanın değil sadece bir kısmının çıkması şeklinde değiştirir ve miralayı da görevden alarak bir fırka komutanlığına gönderir. Miralay Bahaeddin Bey, savaşın sonuna kadar da terfi ettirilmez.27 Ancak Suşon, eğitim için Karadeniz’e çıkmaya başlamıştır.

Adliye Bakanı İbrahim Bey’in anlattıklarına göre ise, Alman sefiri Almanya adına bir taahhütname vermiş ve Başbakan Sait Halim Paşa’ya şunları söylemiştir: “Amiral Suşon sizin amiralinizdir; binaenaleyh bir amiraliniz böyle bir harekette bulunamaz. Eğer Karadeniz’de Rus donanmasına mensup gemi görecek olursa, Boğaz’a geri döneceğini gerek bağlı olduğum hükûmet ve gerekse kendi namıma taahhüt ederim. ”

Sait Halim Paşa bu teminat üzerine Karadeniz’e çıkmalarına izin vermiştir.

Bu sıralarda Almanya’dan ordu ihtiyacı için külliyetli silah ve mühimmat gelmiştir. Nakliye için Romanya ve Bulgaristan’la özel bir anlaşma yapılmıştır. Yine Almanya’dan, iki yüz sandık içinde, sonradan üç milyona çıkartıldığı söylenen bir milyon altın gelmiştir. Ziya Nur, 20 Ekim’de, Osmanlı Bakanlar Kurulu içindeki ‘Bakanlar Encümeni’nin savaşa girme kararı aldığını yazmaktadır. (Z. n. Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.281) Yukarıda sözü edilen para o günlerde gelmiştir.

Karadeniz’e eğitim maksadıyla çıkan donanma, 28 Ekim günü de Boğaz’dan çıkar. Ardından, Rus filosunun Osmanlı gemilerinin hareketini ihlal etmesi sebebiyle çatışma çıktığı, bir gambot ile bir mayın gemisinin batırılıp 75 esir alındığı haberleri gelir. Alman sefaretine gelen telgrafta ise, Novorosisk’deki petrol depolarının tahrip edildiği, Sivastopol’un bombalandığı bildirilir.

Bu konuda yine çeşitli bildirimler ve tartışmalar vardır. Diğer gelişmelerde olduğu gibi, önde gelen yöneticiler ve Sait Halim Paşa olaydan haberdar olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Sonraki gelişmeler, gerçekten de Başbakanın haberdar olmadığı kanaatini vermektedir. Olay üzerine Başbakan istifa eder; ancak Sultan Reşat’ın ricası üzerine istifasını geri alır. Bunun

üzerine İtilaf devletlerine başvurarak, olayın bir hata olduğunun kabul edilmesini, gerekli tazminatı ödemeye hazır olduklarını, Osmanlının tarafsız kalmaya devam etmek istediğini bildirir. İtilaf devletlerinin hiç biri kabul etmez. Öyle anlaşılıyor ki, Karadeniz’deki olay, esasen onların bekledikleri bir bahane olmuştur. Sait Halim Paşa, daha sonra Meclis-i Mebusan Beşinci Şubesinde verdiği ifade de buna işaret edecektir: “Çünkü İtilaf devletleri meseleyi büsbütün halletmek istediler. Halbuki ben başlangıçta, bizim tarafsız kalmaklığımızı arzu ettikleri cihetle kolaylık göstereceklerini ve bu suretle meselenin kapatılacağını zannetmiş idim ve sefirlerin sözlerinden böyle hissediyordum. ” (İnal, a.g.e, c.II, s.1899) Osmanlı Sadrazamının bu açıklaması biraz safça görünse de, kendine ve ordusuna güvenemeyen Başbakanın siyasi müzakerelerden medet umması anlayışla karşılanmalıdır. Nitekim, savaş başlayıp İtilaf donanması Çanakkale Boğazı’na dayandığında, başkentin Eskişehir’e nakledilmesi kararı alınmış, ancak ilk başarı haberlerinin gelmesi üzerine bu karardan dönülmüştür. (İnal, a.g.e., c.II, s.1904) Öyle anlaşılıyor ki, kendisine ve ordusuna güvenen sadece Enver Paşa’dır ve müttefiklerini oyalamak yerine ortak zafere gidişi kolaylaştıracak hareketlere zamanında girmeyi düşünmektedir. İtilaf kuvvetlerinin Çanakkale’den geçemeyeceklerini söyleyen de odur.

Yukarıdan beri görüyoruz ki, savaştan kaçınmak mümkün değildir; tarafsız kalmak mümkün değildir. Öyleyse, müttefikimiz olan Almanya ile anlaşmalı olarak savaşa katılma tarihini ve biçimini belirlemek en doğal yoldur. Denilebilir ki, Osmanlı donanması bu ani çıkışıyla, Karadeniz’deki Rus donanmasına büyük kayıplar verdirerek üstünlüğü ilk hamlede ele geçirmek istemiştir. Böylece, Karadeniz tarafından duyulan korku, büyük ölçüde emniyete dönüşecektir. Baskın tarzı Enver Paşa’nın üslubuna da uygundur. Şevket Süreyya’nın, Genel Kurmay Harp Tarihi neşriyatına dayanarak verdiği, Enver Paşa’nın gizli emrinde de, “Türk filosu Karadeniz’de zorla hâkimiyet kazanmalıdır.” denmektedir. (Aydemir, a.g.e., c.II, s.563) Ş. Süreyya, Enver Paşa’nın 3. cildinde, ayrıca Alman yazarların verdiği belgelere dayanarak bu fikri kuvvetlendirir.28 (s. 66 ve devamı)

Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu ve Mustafa Çalık bu gizli emri ATASE arşivinde bularak yayımlamışlardır. 22 Ekim 1914 tarihli emir şöyledir: “Donanma Komutanı Amiral Suşon Paşa’ya, Donanmay-ı Hümayun (yani Osmanlı Donanması) Karadeniz’de deniz üstünlüğünü kazanacaktır. Bunun

için Rus donanmasını, nerede bulursanız savaş ilan etmeden ona hücum ediniz. ” (Balcıoğlu, a.g.e., s.51. Bu emir daha önce, Alman yayınlarında verilmiştir. Bak. Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğunun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası, Ankara 2006, s.53)

Ancak, Amiral Suşon emrindeki donanma, Ruslara, tartışmalı boyutlarda kayıplar verdirdiyse de, Karadeniz üstünlüğünü ele geçirememiştir.

O sıralarda Genel Kurmayda görevli olan İsmet Paşa’nın anlattıkları da yorumumuzu doğrulamaktadır. İsmet Paşa şöyle demektedir: “Karadeniz’de Rus donanmasına karşı hâkimiyetimizi devam ettirecek iki Alman gemisi gelmişti. Bu ihtimal bize şüpheli görünüyordu. Sonradan çok mahrem bir şekilde öğrenmiştim ki, Alman Amirali Suşon, Karadeniz’deki Rus donanmasına hâkim kalmak ihtimalini taahhüt etmemiş ve savaşa girmek emrini aldığı zaman, bu vaziyeti Enver Paşa’ya açıkça söylemiştir.” (İnönü, a.g.e., s.95)

İnönü’nün gizli olarak öğrendiği bilginin ne ölçüde doğru olduğu da tartışmalıdır. Çünkü Liman Von Sanders’in hatıralarında, Amiral Suşon’un Rus donanmasını yok edebileceğini kesin ifadelerle söylediği yazılıdır. Suşon sonraki bir raporunda da, bu işin pek de kolay olmayacağını yazar. (Bayur, a.g.e. c.3, kısım:1, s.201, 202 )

Enver Paşa ve kurmaylarından Bronsart’ın 20 Ekim’de hazırlayıp Alman genel karargâhına sunduğu ve “Amaçlarımızın sizinkilere uyup uymadığını hemen bildiriniz” dediği harp planında, Karadeniz’de donanma

üstünlüğünün elde edilmesi için böyle bir baskının yapılacağı yazılmış, ancak zamanının belirlenmesi donanma komutanı Suşon’a bırakılmıştır. (Bayur, c.3, kısım:1, s.215)

Sonradan anlaşılmıştır ki, baskını etkisiz hale getiren ve bizim hem Karadeniz hem de bütün Doğu hareketlerimizi etkileyen şey, Rus istihbaratının, müttefikimiz Avusturya elçiliğinin kriptosunu satın almış olmasıdır.

Bu imkânla, Rus istihbaratının çok yönlü olarak gelişmelerden haberdar olduğu anlaşılıyor. Dış İşleri Bakanı Sazanov, Donanma komutanına, Türkiye’nin Almanya’dan altın aldığını, yakında bir harekete geçebileceğini 20 Ekim’de bildirir. Rusyanın İstanbul büyükelçisi ise Dış İşleri Bakanı Sazanov’a 25 Ekimde “Osmanlı filosunun Perşembe günü (29 Ekim) harekete geçeceğini” bildirmiştir.

Bu durumda Cemal Paşa’nın Yeşilköy’deki Rus anıtını yıktırırken söyledikleri de tamamen gerçeği yansıtmaktadır.29 Gemilerin Karadeniz’e girmesinin hükümete karşı Alman amiralinin bir oldu-bittisi olmadığını söyleyen Cemal Paşa, “Bu hareketin özel emirle yaptırılmış olduğunu, Alman generallerinin ve amirallerinin Osmanlı Devletinin emrinde birer icra vasıtasından başka bir şey olmadıklarını” söyler. (Erden, a.g.e., s.28)

27    Enver Paşa, muhtemelen bu olayı bir disiplin meselesi olarak değerlendirerek cezalandırmıştır.

28    Şevket Süreyya Beyi minnet ve rahmetle anarak, yerine oturmayan bazı değerlendirmelerine yeniden dokunmak istiyorum. Gördüğüm kadarıyla, olayları, Almanlar ve Alman menfaatleri açısından değerlendirerek hükümler vermektedir. Bu, olayın bir yönüdür; her olayın az veya çok ama kesinlikle bir de Türkler-Türk menfaatleri tarafı vardır; yorumlarda bu yön genellikle ihmal edilmektedir. Milliyetçi duygular yahut Alman karşıtlığı ile yapılan bu tür değerlendirmeler noksan ve yanıltıcı olmaktadır. Hele, yer yer, Enver’in Turancılığına, cengâverlik hırs ve hayallerine bağlanıp geçilmesi kabul edilemez bir zaaf oluşturmaktadır. Bu çok açık bir yanlış ve haksızlıktır. Ancak, dikkatli bir okuyucu, satır aralarında söylenip geçiliverenleri birleştirerek, alınan kararlardaki Türk gayesini yahut menfaat hesabını görebilmektedir. Bu üslûp, nedense yakın tarihimizle ilgili bir çok meselede, tarihçilerimizin sakınamadıkları bir yol olarak görünmektedir. Söz gelimi, Bağdat-Anadolu demiryollarının yapımı konusunda, hep yabancı ülkelerin menfaat çekişmeleri anlatılır ve Osmanlı Devleti bir “meyyit” gibi onların eline bırakılır. Ne bu demiryollarını yaptıran Sultan Hamit’e bir pay çıkartılır, ne de bu yolların Anadolu’ya kazandırdıklarına! Milletimizin yahut milletimiz adına

29    kazanılan başarıların görmezlikten gelinmesi, hele iç siyaset güdülerine dayanıyorsa, çok daha yanlıştır. Şevket Süreyya’nın, sürekli, Enver Paşa için önceden çizdiği bir profile destek arayan tutum ve yorumları da anlaşılır gibi değildir. Bu konuda daha çok, çelişkilidir ve yorumlarının gücü azalmaktadır. Enver Paşa’ya sempati duyduğu açık olan hallerde bile, tasavvurundaki prototipe uygun malzemeleri ve kelimeleri seçmekten geri durmamıştır. Bu değerli yazar, Birinci Dünya Savaşı’na çok genç yaşında Turan hayalleriyle dolu olarak katılan ve ordunun en zor zamanlarında Doğu Cephesinde savaşan bir kahraman subayımızdır. Kendi macerasını da anlatan güzel eserleri vardır. Enver Paşa’ya karşı tarafgirlik yaptığı yahut siyasi ya da özel bir husumet duyduğu da asla söylenemez. Belki, gerçekçi ve tarafsız davranmak endişesi ve tarihe bakışındaki perspektifler (zaman zaman tarihî kahramanların yaptığı gibi, çizgisine çok yaslanır. Bak. Ş. S. Aydemir, Enver Paşa, C.III, s.77) onu bu tarza itmiştir. Ama, yukarıda dokunduğumuz gibi, dikkatli bir okuyucu, onun yazdıklarından, daha sağlıklı yorumlar çıkarmak imkânını bulabilir.

30    1877-78/ 93 Savaşı sonunda Yeşilköy’e kadar gelen Ruslar, burada zaferlerinin hatırası olarak bir anıt yaptırmışlardır. Bu anıt 1914 yılında yıktırılmıştır.

Cihad-ı Mukaddes’e Çağrı

B

U SAVAŞA Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı

Devleti İttifak grubu; İngiltere, Fransa, Rusya, Japonya ve ABD İtilâf grubu olarak katılmışlardır. İtalya da, daha sonra İtilaf grubuna katılmıştır. Japonya, İngiltere ve Fransa ile yaptığı anlaşmalarla Çin üzerindeki emelleri için teminat almış ve Rusya’nın doğu kanadına emniyet sağlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri ise 1917 yılında seksen beş bin askerle savaşa girmiş, giderek bu sayıyı bir milyon iki yüz bine çıkarmıştır. Deniz aşırı ülkelerde üç yüz seksen savaş gemisi bulundurmuş, İtilaf devletlerine savaş boyunca yedi milyon doları geçen yardım yapmıştır.

Bu savaşın, sömürgeci devletlerin dünyayı yeniden paylaşma hesaplarından doğduğu bilinmektedir. Üçlü İtilaf grubu, yani Rusya, İngiltere, Fransa 1917’de kurulmuştur. Rusya’nın Balkanlar üzerindeki hâkimiyetini kırmak isteyen Almanlar, Avusturya’nın bu bölgede söz sahibi olmasını desteklemiştir. Balkan halkları üzerindeki çalışmalar derin anlaşmazlıklar ve nefretler yaratmış, sonunda bir Sırp’ın, Bosna’da bulunan Avusturya veliahdını vurması ile savaş başlamıştır.

Almanya’nın savaş stratejisi, bir yıldırım hareketi ile Fransa’yı Belçika üzerinden çökertip saf dışı ettikten sonra, Doğuya yönelmektir. Ancak Avusturya’nın ısrarı üzerine Rusya Polonya’sına da saldırı düzenlenir.

Rusya bütün gücüyle Avusturya’ya saldırmayı düşünürken, Fransa’nın isteği üzerine Doğu Prusya ve Galiçya’ya yönelir. Fransa, doğrudan saldırıya yönelik bir strateji izler; Alman saldırısının daha kuzeyden geleceğini düşünmektedir.

Ağustos ayı başlarında Belçika’dan başlatılan Alman saldırısı bir süre başarıyla ilerledikten sonra, 5 Eylül’de Marn cephesinde durdurulur ve uzun süreli siper savaşlarına dönüşür. Doğu cephesinde ise, Rus ordularına büyük kayıplar verdirilerek, saldırıları durdurulur.

Bu noktada, Enver Paşa ve arkadaşlarının Osmanlıyı alelacele savaşa soktukları iddialarına karşı, Aksakal’ın değerlendirmesini alalım. Aksakal’ın değerlendirmesine göre, İngiltere ve Fransa safında yer almak, Osmanlının kaderini müttefiklerin eline teslim etmek demekti; savaşın sonu ne olursa olsan İmparatorluğun geleceği karanlıktı. İttifak devletleriyle birlikte olmak, diğerleriyle bir husumet içine girmek demekti. (Aksakal, a.g.e. s. 178) Ama bu ülkeler zaten hasımdı ve İmparatorluğu paylaşma niyetleri açıktı. Osmanlının ise uzun vadeli bir güvenlik ve ekonomik kalkınmaya ihtiyacı vardı. Uygun olan da İttifak devletleriydi. Ancak anlaşmanın ardından hemen savaşa giremezlerdi; zaman lazımdı.

Enver Paşa çeşitli usullerle ve çoğu kez Almanları ikna ederek savaşa girişi geciktiriyordu. Son olarak Çanakkale Boğazının tahkimatının zayıf olduğunu ve buranın berkitilmesinden sonra ancak savaşa girilebileceğini ileri sürmesi de makul bir sebepti. Ancak Almanların Marn’da siper savaşlarına girmesi Osmanlı üzerindeki baskıları iyice artırmalarına yol açtı. Enver Paşa fiilen savaşa girmekte ayak sürürken, ayni anda savaşa girme konusunda kararlı olduğunu ifade ediyordu. Paşanın bu tutumunda samimi olduğunu düşünebiliriz. Almanların yükünü azaltmak için itilaf devletlerine yeni cepheler açması gerektiğini biliyordu; savaşın da ancak batıda kazanılacağı kanaatindeydi. Ancak Osmanlı ordusunun savaş hazırlıklarını tamamlamadan işe girmesinin doğru olmadığını düşünüyor ve bunun için uğraşıyordu. Sonunda, Almanların Rusya ile tek taraflı bir anlaşmaya girebilecekleri tehdidi, işi bitirmiş ve fiilen savaşa girmenin yolunu açmıştı. Savaşa girildikten sonra da, anlaşma yenilendi ve bazı yeni haklar 11 Ocak 1915 tarihli anlaşmaya konuldu. Anlaşmaya sadece Rusya değil, diger devletler tarafından vukubulacak saldırılara karşı da Almanya’nın koruma sağlayacağı ve anlaşmanın 1926 yılına kadar uzatıldığı kabul edildi ki, Osmanlı için zaman, kalkınma ve yeniden diriliş demekti.

* * *

Osmanlı seferberlik ilan ederek bir milyon kişiyi askere çağırmış, ancak bunun sadece üçte birini silahlandırabilmiştir. Devletin ekonomik çöküntüsü ve uzun süredir devam eden göçlerin yarattığı millî zayıflık açıktı. En önemlisi ise, özellikle Doğu ve Kafkas cephelerindeki askerin ikmal zorluğu yani yolların olmayışı idi. Karadeniz’e egemen olunamamış, Rus

donanmasının denizden gelecek ikmal kollarımızı vurması engellenememişti. Bu zaaf, daha başından itibaren orduyu hastalıktan, bakımsızlıktan ve soğuktan çökerten temel sebep olmuştu.

11 Kasım 1914’te Osmanlı Hakanı’nın savaş iradesi yayımlanır.

14 Kasım’da, beş parçadan oluşan Cihat fetvası çıkar:

“İslamiyete karşı düşman saldırısı olduğu ve İslam ülkelerinin ele geçirilip yağmalandığı, Müslüman nüfusun esir edileceği anlaşılınca, İslam Padişahı Hazretleri halkı askere çağırma şeklinde cihadı emrettiğinde, ‘İnfiru hifafen...’ âyet-i celilesinin güzel hükmünce bütün Müslümanlar için cihat farz olup genç ve ihtiyar, yaya ve atlı olarak her taraftaki Müslümanların malları ve bedenleriyle cihada koşmaları kesin farz olur mu?

“Cevap: Olur.”

Fetvanın ikinci parçası, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın egemenliği altındaki Müslümanların silaha sarılmalarının farz olduğunu bildirmektedir:

“Dahi sözü geçen devletler aleyhine cihat çağrısı yaparak fiilen gazaya koşmaları farz olur mu?

“ Cevap: Olur.”

Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi ve eski şeyhülislamlar, kazaskerler ve ünlü bilginlerden yirmi dokuz kişinin imzaladığı bu fetva, 13 Kasım 1914 Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Dairesinde Padişah ve Meclis-i Mebusan’dan bir heyet huzurunda okunur. Ertesi gün Meşihat dairesinden alınarak Fatih Camii’ne getirilir ve Fetva Emini Ali Haydar Efendi tarafından okunarak, Padişah hatt-ı hümayunu ile dünyanın her yanındaki Müslümanlara Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından ulaştırılmaya çalışılır: Ayrıca, Müslümanlık hassasiyetlerini harekete geçiren, aralarında Şeyh Salih Şerif Tunusî’nin cihat hakkındaki yazısının da bulunduğu, çeşitli İslam dillerinde yazılmış broşürler ve Padişah fermanları da gidilen yerlerde dağıtılır:

“Büyük devletler arasında savaş ilan edilmesi üzerine, her seferinde aniden ve haksız saldırılara uğrayan devlet ve memleketimizin haklarını ve varlığını fırsatçı düşmanlara karşı gerektiğinde savunabilmek üzere sizleri silah altına çağırmıştım. (Seferberlik ilanı)... Almanya ve Avusturya-Macar devletleriyle birlikte meşru menfaatlerimizi savunmak için silaha sarılmaya mecbur olduk. ... Rusya, İngiltere ve Fransa devletleri zalimane bir idare altında inlettikleri milyonlarca Müslümanın din işlerine ve yürekten bağlı bulundukları büyük Hilafetimize karşı hiçbir zaman düşmanca fikirler beslemekten uzak olmamıştır ve bize yönelik olan her bela ve felaketin sebebi ve harekete getiricisi olmuşlardır. İşte bu defa başvurduğumuz Büyük Cihat ile bir taraftan Hilafetimizin şanına, diğer taraftan devletimizin haklarına karşı yapıla gelmekte olan saldırılara

İnşallahu taalâ sonsuza kadar son vereceğiz....

“Kahraman askerlerim,

“Din-i mübînimize, aziz vatanımıza kasteden düşmanlara açtığımız bu gaza ve cihat yolunda bir an evvel, azim ve kararlılıktan ve fedakârlıktan ayrılmayınız. Düşmana aslanlar gibi saldırınız. Zira hem devletimizin hem şerefli fetva ile davet ettiğim üç yüz milyon Müslümanın hayat ve varlığı sizlerin zaferinize bağlıdır. Mescitlerde, camilerde, Kâbetullah’ta, huzur-ı Rabb’il-âlemîne tam bir vecd ve coşkunluk ile yönelmiş üç yüz milyon günahsız ve zulme uğramış mümin kalbinin dua ve temennileri sizinle beraberdir...

“Şehitlerimiz, evvel giden şehitlerimize zafer müjdesi götürsün, sağ kalanlarımızın gazası mübarek, kılıçları keskin olsun...” (Belen, a.g.e., s.229-30)

Tabii ki, “Üç yüz milyon günahsız ve zulme uğramış mümin” ha deyince yürüyebilecek halde değildir; çok büyük çoğunluğunun, o günün şartları içinde Cihat fetvasından haberleri bile olamamıştır. “O çağda İslam dünyası, bir mihrak etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş çağrısını gereği gibi duyuracak komünikasyon imkânlarından bile mahrum bulunmaktadır. ” (Prof. Dr. Mim. Kemal Öke, Hilafet Hareketleri, Ankara 1991, s.24) O Müslümanların bir kısım okumuşları da, İngiliz, Fransız yahut Rus etkisi altına girmişlerdir. Bir kısmı yüz yıldır bu devletlerin propaganda ve kültür baskıları altında yaşamaktadır.

Cihat Fetvası bu şartlar altında bile, sözü geçen devletleri ürkütür; Osmanlıya karşı sert bir bildiri ile ve çeşitli yollardan, kara propagandaya dayalı bir savaş başlatırlar. Osmanlıya karşı savaşan Hint ve Afrikalı askerler üzerinde ne derece etkili olduğu bilinmese de, şöyle bir karşı propaganda yürütmüşlerdir:

“Halife bir avuç mütegallibenin elinde zebundur. Osmanlı İmparatorluğu’nda silahla hükûmet deviren ve adına İttihat ve Terakki denen bir grup zorba hâkimdir. Bunlar Padişahı, istemediği halde Almanya’nın yanında savaşa sokmuşlardır. Türkiye’nin menfaati, eski dostları İngiltere ve Fransa’nın safında savaşa girmek suretiyle korunabilirdi. İttihatçılar bu fırsatı kaçırmıştır. Halife Orduları zorla savaşa gönderilmeye çalışılmaktadır. Aslında böyle bir savaşta çarpışmaya hiç de istekli değillerdir. İslam âlemine düşen vazife, bu orduları mağlup ederek, Osmanlı İmparatorluğunu ve Hilafet makamını İttihatçı zorbaların elinden kurtarmak olmalıdır.” (Philip H. Stoddard, Teşkilat- Mahsusa, s.43)

Hindistan’daki Hilafet Hareketi’nin öncüsü Muhammed Ali İngilizler tarafından tutuklanmış ve savaş içinde Şerif Hüseyin’in isyanı sağlanmıştır. Buna rağmen Hindistan’ın çeşitli yörelerinde Teşkilat-ı Mahsusacıların öncülüğünde irili ufaklı ayaklanmalar gerçekleşmiştir. (Öke, a.g.e., s.25 vd.)

Şunu da söyleyelim ki, Şerif Hüseyin 1916 yılında Osmanlı’ya isyan ettiğinde, sonuna kadar yukarıdaki İngiliz propagandasını aynen kullanmıştır. Ünlü Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Eşref Kuşçubaşı, Hayber’de yaralanıp Emir Abdullah kuvvetlerine esir düştüğünde, daha sonra Ürdün Kralı olacak olan Abdullah, kendisine aynı şeyleri söyler: “....Ben gerek Enver Paşa Hazretlerine, gerekse Talat Paşa Hazretlerine hürmet ederim. Biz Hükümete değil, İttihat ve Terakki’ye karşı savaş açtık.” Bu adam, Osmanlı Meclis-i Mebusanında milletvekilidir. (Eşref Kuşçubaşı, Hayber’de Türk Cengi, Yayına Hazırlayanlar, Dr. Philip H. Stoddard ve H. Basri Danışman, İstanbul 1997, s. 79)

İslam Halifesi’nin çağrısının, destansı yankıları da olur; sömürgeci devletler sömürgelerindeki asker sayısını ve tedbirlerini biraz daha artırmak zorunda kalırlar; ama bunun dünya savaşını etkileyecek fiilî sonuçları hemen alınamaz; etkisi zamanla ortaya çıkar.

Yapılan yayınlardan anlaşılmaktadır ki, bu savaşta, İslam dünyasındaki Hilafet duyarlıklarından Osmanlı’dan çok Almanlar ümitlenmişlerdir. Türkler için İslamcılık davası gütmek ve bu konudaki hassasiyetleri kullanmaya çalışmak doğaldır; esasen bu tutum, devletin kuruluş ilkesine uygun bir siyasettir ve savaş dolayısiyle keşfedilmemiştir. Türk önderlerinin bu yönde atacağı adımlar, yapacakları planlar, başarı şansı olmasa da anlaşılabilir tutumlardır. Ama Almanlar, sadece savaş başarıları için, güçlü bir araç olarak düşündükleri bu yönde plan üretmiş yahut Osmanlı Karargâhının planlarını heyecanla desteklemişlerdir.30

Bizim için dikkati çeken nokta şudur: Türk yazarlar, İran üzerinden Afganistan ve Hindistan’a inmek, buralardaki İslam halkı İngilizlere karşı ayaklandırmak yahut Kafkasya ile bağlantı kurup buradaki Türkleri ayağa kaldırmak gibi projeler söz konusu olduğunda, tereddüt etmeden Enver Paşa’yı hayalcilikle suçlar ve onun, kendi adına imparatorluklar kurmak gibi ihtiraslar peşinde olduğunu söylerler. Ziya Nur Bey’in bu tür yorumlar karşısındaki öfkesini anlamak gerekiyor. Ancak, asıl önemlisi, aynı yazarlarımızın, Almanya’nın bu tür hayallere olan ilgisini ve bu uğurda o kadar insan ve para harcamış olmasını, izlediği büyük politikaların bir tezahürü olarak değerlendirmeleri ve Almanların Osmanlı’yı bu politikaları için basit bir araç gibi kullandıkları anlayışıdır. Orta Avrupa’dan kalkıp Kafkaslara girmeye çalışan Almanya büyük politikalar izlemiş olurken, Bakü’yü, kendi dininden ve cinsinden olan insanları kurtarmak uğruna savaşan Nuri Paşa’nın askerleri, Enver Paşa’nın hayalleri için

dövüşüyorlardı! Olaylara ve tarihe kendi gözümüzden, millî duyarlıklarımızın, yararlarımızın ve kutsallarımızın belirlediği bakış açılarından bakamamak zaafından doğsa da, bu gafleti kabul edemeyiz.

Bir siyasi tarihçimiz diyor ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı yıkıldı; ama, bu cihat fetvası da İngiliz İmparatorluğunu bir daha toparlanamayacak biçimde çökertti.

30 Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğunun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası, (Ankara 2006) kitabında bu yöndeki Alman harcamalarını anlatır.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to